Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 2, Amer-Avust) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BUYUK



LAROUSSE • •



• •



SOZLUK VE ANSİKLOPEDİSİ 2 . CİLT Amerika — Avusturya



İ Milliyet



Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem FİLA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedia AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abt»as ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattin BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattin HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Sedal ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



Fransızca Grand Dictionnaire Encyclop6dique Larousse (GDEL) temel alınarak hazırlanmıştır. BÜYÜK LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ’nin bütün hakları saklıdır; adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz.



Librairie Larousse 1986 [S.P.A.D.E.M. et A.D.A.G.P.J



Amerika Birleşik Devletleri kurmay başkanlığına bağlı olan Marıne Corps ile sıkı işbirliği içindedir. 10 kasım 1775'te, gemilerin korunmasını sağlamak için 4 bölük olarak kurulan Marine Corps, daha sonra sürekli bir güç haline getiril­ di. 1945'te asker sayısı 483 000 kişiye çı­ karılan bu güç, İkinci Dünya savaşı’nın tüm harekât alanlarında büyük başarı gösterdi. Uygun bir hava gücü (Marine Aviation Force), seçerek adam alma yön­ temi, çok özel bir anlaşma deniz piyade­ si birlikleri'nin (“ the Old Corps” ) Ameri­ kan silahlı kuvvetleri’nin en seçkin gücü olmasını sağladı. KURUMLAR ABD, federal kurumlarla yerel kurumların bir arada bulunduğu bir federal dev­ lettir. • Federal kurumlar. ABD anayasası, gü­ nümüzde yürürlükte olan yazılı anayasa­ ların ilkidir. 1787’de hazırlanan ve 1789'da kabul edilen bu Anayasa, günü­ müze değin 26 değişikliğe uğradı, ilk de­ ğişiklikler Birlik’in üye devletler üstünde­ ki yetkisini azaltırken, sonrakilerin çoğu federal erkin yetkisini güçlendirmeye yö­ nelik oldu. 1971’de yapılan 26. değişiklikle, seç­ me ve seçilme hakkı için gereken yaş sı­ nırı 2 0 'den 18'e indirildi. Başkan. Devlet ve hükümet başkanlığı görevlerini bir arada yürüten başkan, dört yıl için seçilir; bir defaya mahsus ol­ mak üzere yeniden seçilebilir. (Başlangıç­ ta, bu konuda hiçbir sınırlama öngörül­ memişti, ama ilk başkan George Washington’un yalnızca iki kez aday olma­ sı,bu geleneğin yerleşmesine yol açtı; Franklin Roosevelt’in bu gelenekten ay­ rılarak dört kez seçilmesi üzerine,. 1947’de kabul edilen 22. değişiklik, bir başkanın iki dönemden fazla göreve ge­ lebilmesini yasakladı.) Başkan, "başkan seçmenleri” nce belirlenir; her eyalette halk, VVashington’daki Kongre’de bulun­ durduğu temsilci ve senatör sayısı kadar “ başkan seçmeni” seçer. Başlangıçta her eyalet, seçmenlerini istediği gibi be­ lirliyordu. XIX. yy. boyunca, tüm eyalet­ ler giderek ortak bir uygulama benimse­ diler: başkan seçmenleri, genel oyla ve tek turlu ve üsteli çoğunluk sistemiyle yurt­ taşlarca seçilir; başkan seçmenleri emre­ dici vekâlet uyarınca oy verirler (bu bir gelenektir, yalnız altı eyalet bunu bir zo­ runluluk durumuna getirmiştir). Başkan­ lık seçimleri hemen hemen bütün bir yıl boyunca sürer ve üç evreden oluşur: 1) Başkan adaylarının, her partinin genel­ likle temmuz ayında toplanan ulusal kongresinde saptanması (kurultay dele­ geleri her eyalette farklı biçimde belirle­ nir, ama önseçim sistemi genelleşmekte­ dir); 2 ) kasımın ikinci pazartesi günü "başkan seçmenleri"nin belirlenmesi; 3) ertesi yılın ocak ayının ikinci pazartesi gü­ nü de başkanın seçilmesi. Adayların hiç­ biri salt çoğunluğu elde edemezse Tem­ silciler meclisi, en çok oy alan üç aday­ dan birini başkan, Senato da en çok oy alan iki adaydan birini başkan yardımcı­ sı seçer. Birçok seçimde üç adayın mü­ cadele etmesine karşın, yanlızca iki par­ tinin federal düzeyde iyi işleyen ve güç­ lü birer örgüt mekanizmasına sahip olma­ ları nedeniyle, bu kuralın uygulanmasına hiçbir zaman gerek kalmamıştır. Aslında, başkan seçmenlerinin emredici vekâlet uyarınca oy verdikleri hesaba katılırsa, başkan ve başkan yardımcısının doğru­ dan doğruya genel oylamayla seçildikle­ rini kabul etmek gerekir. Ancak, başkan seçmenlerinin sayısı ilk seçmen sayısıy­ la orantılı olmadığından, ikinci seçmen­ lerin çoğunluğunun en az oy alan adayı seçtikleri de görülmüştür. Anayasa, ölüm, istifa ya da görevlerini yerine getirememe durumunda başkanın yerine kimin nasıl getirileceğini saptamış­ tır (25. değişiklik, 1967). Bu durumlarda, başkanın yerini, görev süresinin sonuna değin, başkan yardımcısı alır, daha son­



ra da başkanlığa adaylığını koyabilir. Baş­ kanın yerini almak üzere göreve çağrılma­ dığı sürece başkan yardımcısının rolü ol­ dukça siliktir; Senato’ya başkanlık edebi­ lir; ancak, yalnızca eşitlik durumunda oy kullanabilir. Birlik'in siyasetini fiilen yöneten başkandır. Bu amaçla, kendi atadığı ve gereğin­ de görevden aldığı bakanlardan (ABD’de adları ” sekreter” dir) oluşan bir kabine ku­ rar; her sekreter (bakan) bir ya da birkaç yardımcısıyla, bir bakanlığı yönetir. Baş­ kanın emrinde, sayıları ve önemi Roosevelt’ten beri büyük ölçüde artan özel uz­ man ve danışmanlardan oluşan Executive Office of thePresident vardır.Bakanlar ve danışmanlar ya siyaset adamı (da­ ha çok eyalet valileri ya da eski valileri, bazen de Kongre üyeleri), ya da teknis­ yendir (memurlar, kamu görevi için özel işlerini bırakan iş adamları). Yasaları yü­ rütmekle görevli olan başkan, geniş bir düzenleme yetkisine sahiptir; federal yö­ netimin başı olarak bütün federal görev­ lileri atar (eskiden kamu görevlilerinin ne­ redeyse tümü, başkanlığı kazanan partiy­ le birlikte değişiyordu; günümüzdeyse ka­ mu görevlilerinin kazandıkla . güvenceler "ganimet sistemi” [spoils system] denilen bu uygulamaya sınır getirdi). Ayrıca baş­ kan, Silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır ve Senato’nun denetimi altında Birlik' ın dış siyasetini yönetir. Kongre'de kabul edilen yasaları veto hakkına sahiptir (baş­ kanın karşı çıktığı yasanın kabulü için her iki meclisin üçte iki çoğunluğunun oyu ge­ reklidir). Her yasama yılının ilk oturumun­ da "Birlik'in durumu hakkındaki bildirisi” ni okurken, Kongre’nin çalışma progra­ mını da fiilen saptamış olur. Kongre. Yasama yetkisi iki meclise bı­ rakılmıştır: Temsilciler meclisi ve Senato. Temsilciler, iki yılda bir, her eyaletin nü­ fusuyla orantılı sayıda seçilir. Senatörler, üçte biri iki yılda bir yenilenmek üzere, altı yıllık bir süre için seçilir; her eyalet iki se­ natörle temsil edilir. (Bu eşitlik Birlik’in bir federasyon durumuna gelmesinden ön­ ce, daha çok bir konfederasyon olduğu tarihlerden kalmadır.) Meclisler ayrı ayrı toplanır, sürekli ve uzmanlaşmış komis­ yonlar sistemiyle çalışırlar, ilke olarak meclislerin arasında eşitlik vardır; ancak, vergi konusunda öncelik Temsilciler meclisi’ndedir; iki meclis arasındaki anlaşmaz­ lıkları çözmek amacıyla (Committee of Conference denilen bir karma komisyon­ ca uygulanan) özel bir usul öngörülmüş­ tür. Gerçekte ise Senato daha ön plan­ dadır: bir yandan üstün nitelikli üyelerden oluşması, öte yandan da başkanın me­ mur atama kararlarını (genellikle, diplo­ mat atamaları dışında, gerçek bir dene­ timden çok bir formalite sözkonusudur) ve dış politikasını onaylamak durumunda olması ona bu üstünlüğü kazandırmıştır. (Senato’nun VVilson’un katıldığı Varsailles antlaşması'nı onaylamaması, kendi rolü­ ne verdiği önemi gösteren klasik bir ör­ nektir.) Anayasa değişikliklerinin her iki meclisin ayrı ayrı üçte iki çoğunluğu ta­ rafından, sonra da eyalet yasama mec­ lisleri toplam sayısının dörtte üçü tarafın­ dan kabul edilmesi gerekir. Yüksek mahkeme'nin 1937’de verdiği bir karardan beri Kongre yasama yetkisini başkana devredemez. Yüksek mahkeme — ABD YÜKSEK* MAHKEMESİ.



• Yerel kurumlar. Birlik üyesi her eyalet kendi anayasasını özgürce yapar. Çoğu kez doğrudan genel oyla seçilmiş olan bir vali, yerel düzeyde, başkanın federal dü­ zeydeki rolüne eşdeğer bir rol oynar. Ya­ sama yetkisi, hemen hemen bütün eya­ letlerde, yasama meclisi ya da genel meclis’i oluşturan iki meclise, Senato'ya ve Temsilciler meclisi'ne aittir. (Nebraska tek meclislidir.) Eyaletlerin çoğunda, pek çok yüksek memur ve yargıç seçim yo­ luyla iş başına gelir. Bazı eyaletlerde re­ ferandum ya da halkın yasa önerisi yön­ temleri kullanılır; kimi eyaletlerde recall



(görevden alma, azil) yöntemi geçerlidir: bu yöntemle yüksek memurlar ve temsilçiler kendi seçmenleri tarafından görev­ den alınır. Yerel yetkileri önemli olan vali­ lik kurumu, siyasal yaşamda etkili bir rol oynar. Eyaletler, idari olarak Country'lere ayrılmıştır. SAVUNMA Silahlı kuvvetlerde 1985’te 2 151 600 asker görevliydi. Bu güç dört grupta top­ lanıyordu: • Stratejik kuvvetler: —Strategic A ir Command (Stratejik hava komutanlığı) emrinde: 1 000 Minuteman II ve III tipi kıtalararası balistik füze (ICBM), her biri on nükleer başlık taşıyan 48 tane MX Peacemaker ICBM; ayrıca 151 tane B-52 G ve 90 tane B-52 uzun menzilli, 56 FB III A tipi orta menzilli nükleer bomba taşıyabilen uçak. —Navy- (Deniz kuvvetleri) emrinde: Top­ lam 640 füze taşıyan, balistik füze fırlatabile.n 37 nükleer denizaltı (SSBN).her biri 24 Trident l/C-4 füzesi taşıyan Ohio sınıfı 6 SSBN, toplam 192 Trident l/C-4 taşıyan Franklin sınıfı 12 ve 288 Poseidon füzesi taşıyan Lafayette sınıfı 18 SSBN. Nükle­ er seyir füzesi taşıyabilen 4 denizaltı (SSGN). — North American Aerospace Defence Command (Kuzey Amerika havasahası savunma komutanlığı) emrinde: Kanada’ nın Hornet F-18 uçaklarıyla birlikte önle­ me, uyarı görevi yapan 72 tane F-15 Eagle uçak. Bu uçaklar, Ballistic Missile Early Warning System ’i (balistik füzelere karşı erken uyarı sisterni) içinde, füzelerin fırla­ tılışını saptayan gözetleme uyduları ve ra­ dar tesisleriyle bağlantılı olarak Kuzey Amerika kıtasını kapsayan gözetleme, uyarı ve denetleme şebekesi oluştururlar. Başkan Reagan'ın açıkladığı (23 mart 1983) ve daha çok Yıldız* savaşları ola­ rak bilinen Stratejik savunma girişimi de bu denetleme, uyarı ve önleme sistemi­ nin geliştirilmiş biçimi olarak tanıtılmakta­ dır. Modernleştirme programlarının hede­ fi, Minuteman III ve Trident füzelerinin menzilini, gücünü ve duyarlığını artırmak, B-52 uçaklarının fırlattığı seyir füzelerini geliştirmektir. Harekât istihbaratı alanında özel çalışmalar yapılmıştır. Stratejik hava komutanlığı emrinde çok geliştirilmiş araş­ tırma araçları vardır. Bunların en mükem­ melleri, AVVACS erken uyarı sistemlerini taşıyan dört reaktörlü uçaklarla bağlantılı ve çok yükseklerde (30 km) büyük bir hız­ la görev yapan SR-71 füze uçakları (Black Bird) ile, gözlenecek alanlar üstünde al­ çak yörüngede dolaşan (Big Bird) keşif uydularıdır. 19Kara kuvvetleri (780 800 kişi), 16 tümen (4’ü zırhlı, 6 'sı mekanize, 3'ü piyade, 1 ’i hafif piyade, 1 ’i hava indirme, 1’i paraşüt) ve bazı bağımsız birimlerden oluşur. Bun­ lara ek olarak beş yeni hafif piyade tüme­ ni daha oluşturulmaktadır. Rapid Deployment Force (Çevik kuvvetler) adı verilen bu birlikler NATO-Avrupa dışında kulla­ nılacaktır. ABD’de üslenmiş birçok tü­ men, Avrupa’da üslenmiş ve 4 tümen ile 3 tugaydan (topiarn 220 000 kişi) oluşan VII. orduyu desteklemek amacıyla, olası bir hava taşıma harekâtında yer alabile­ cektir. Bir tümen Kore’de, bir tümen de Hawai’dedir. KaFa kuvvetlerinde M-60 ti­ pi 9 000 tank, yeni geliştirilen M-1 tipi 2 833 Abrams tankı, 12 300 hafif zırhlı araç, 4 000'i özdevinimli 6 500 top var­ dır. Kara ordusunun kendi hava kuvveti de bulunur. 8 500 helikopter ve uçak ge­ rektiğinde taktik nükleer füze taşıyabilir. Redeye, Chaparral, Nike Hercules ve Hawk füzelerinin katkısıyla son model bir uçaksavar sistemi geliştirilmiştir. Kara or­ dusunun elinde kısa menzilli nükleer fü­ zeler, Pershing II ve Tomahavvk’lar da bu­ lunur. Kara ordusunun yedek sayısı 610 000 kişidir. Bunların 390 000’i Arm y Na­ tional Guard (ikisi zırhlı, biri mekanize ol­ mak üzere 8 tümen ve 22 bağımsız tugay),220 000'i de Arm y Reserves bün-



525



A m e rik a Birleşik D evletleri 526



yesinde yer alır. * Deniz kuvvetleri (568 000 kişi), savun­ ma bütçesinin en önemli bölümünü kul­ lanır. —Füze taşıyan 91 nükleer saldırı denizaltısının 22'si denizden denize Harpoon fü­ zeleri fırlatabilen, yüksek performanslı Los Angeles sınıfı denizaltılardır. Bu sınıf denizaltıların sayısının 24’e çıkarılması plan­ lanmıştır. ı —4'ü nükleer enerjiyle çalışan 11 modern (1955'ten sonra yapılmış) uçak gemisi (89 000 tonluk Enterprise, 91 000 tonluk Nimitz ve Eisenhovver nükleer uçak ge­ mileri). —9 ’u nükleer enerjiyle çalışan 29 füzeatar kruvazör — 169 refakat gemisi (6 8 'i denizaltılara karşı füze ve topla donatılmış savaş ge­ misi, 101'i firkateyn). Bunlara Aegis sınıfı 16 fûzeatar kruvazör eklenmesi planlan­ mıştır. —67 çıkarma ve yüz kadar lojistik destek gemisi. Deniz kuvvetlerinde modern uçaklar da kullanılır: 300 adet F-14 Tomcat, 166 A-6 Intruder, 84 F/A-18 A Hornet ve 82 F-2C elektronik savaş ve ikaz uçağı. Her uçak gemisi 70-95 uçak taşıyabilir. Deniz piyadeleri (198 200 kişi) 3 tümen (ikisi ABD’de, biri Büyük okyanus'ta) ola­ rak örgütlenmiştir. Her tümenin kendi ha­ va desteği vardır. 92 F-18 Hornet, 69 A -6 Intruder ve dikey kalkış yapabilen 52 tane AV-8 A/C Harrier uçağı deniz piya­ delerinin hava gücünü oluşturur. Bundan başka amfibi araç ve helikopter taşıyıcı­ ları vardır. Acil müdahale kavramı içinde daha etkili bir rol oynayabilmeleri için de­ niz piyadeleri yeniden düzenlenmektedir. Deniz piyade yedekleri 35 000 kişidir. Kıyı koruma kuvveti (37 000 kişi), 40 muhrip, 7 buzkıran, yaklaşık 80 karakol gemisi ve 120 helikopterden oluşur. • Hava kuvvetleri'nüe (603 900 kişi), yak­ laşık 7 000 savaş uçağı görevdedir. Ha­ va kuvvetleri, Stratejik hava komutanlığı ve Kuzey Amerika havasahası savunma komutanlığı’ndan başka, biri ABD’de, öteki ikisi Avrupa ve Büyük okyanus'ta, üç büyük taktik komutanlığa ayrılmıştır Bunlara bir dördüncüsü eklenir: 350'den fazla büyük nakliye uçağı (G-5A Galaxy) olan Military Airlift Command ( MAC). Amerikan stratejisinin temeli olan kara kuvvetlerinin yer değiştirme yeteneği, bu uçaklara dayanır. Modern uçaklar içinde F-15 Eagle ve F-16 Falcon avcı bombar­ dıman uçakları çoğunluktadır. Daha eski modeller arasında F-4 Phantom avcı bom­ bardıman/keşif uçakları ve kara kuvvet­ lerini desteklemede kullanılan A-10 A Thunderbolt hava kuvvetlerinin yararlan­ dığı uçaklar arasındadır. Hava kuvvetleri yedek güçleri, A ir Na­ tional Guard ve A ir Force Reserve arasın­ da dağılmış 154 000 kişi ve 900 savaş uçağından oluşur. EĞİTİM ABD’de her eyalet, eğitim konusunda özgünlüğünü korur; bu nedenle, eğitim sis­ teminde tek tip uygulama yoktur. Zorun­ lu öğrenim çağı, eyaletlere göre 6 ile 16 ya da 18 yaş arasında değişir. Bölge özel­ liklerinin, finansman, pedagoji, eğitim programları ve düzeyleri konusunda da geçerli olduğu görülür; resmi ya da özel, dinsel ya da laik, teknik, klasik ya da çok yönlü eğitim veren, özgürce girilen ya da öğrenci seçen her öğretim kurumu, nite­ liği ne olursa olsun, bulunduğu eyalette­ ki resmi eğitim programına uymak zorun­ dadır. Gerçekte, ABD’de özel okul sayı­ sı, resmi okul sayısının çok üstündedir. Bu durumda, federal hükümet, maddi katkı­ lar yoluyla (donatım fonları, toplu okul ta­ şımacılığı, uzmanlık eğitimi) ya da peda­ goji alanına doğrudan ağırlığını koyma­ sıyla (bilgi düzeyinin denetlenmesi, temel­ de, kişiliğin oluşması ve ABD vatandaşı­ nın kuramsal bilgiler edinmekten çok,



günlük yaşama hazırlanmasına yönelik bir öğretim anlayışı çerçevesinde), başa­ rıda fırsat eşitliğini gözeterek öğretimde bütünlüğü korumaya çalışır. ABD’de bel­ li başlı üç öğretim düzeyi vardır. —Anaokullarında (nursery schools) ve ço­ cuk bahçelerinde (kindergartens), zorun­ lu olmayan okulöncesi eğitimden sonra, ilkokula (primary ya daelementary school) giren 6-12 yaş arasındaki çocuklar. 2 yıl da ortaokulda (intermediate, ’junior high schoo!) okuduktan sonra ilköğrenimlerini tamamlarlar. Bu sistem, genel öğretim niteliğini taşımakla birlikte, prog­ ram seçiminde her öğrenciye büyük öz­ gürlük tanır: her öğrenci, ders konuları­ na göre belirli düzeylerdeki kümelere ka­ tılarak ilerler; sınıfta kalma yoktur. —Ortaöğretim (high school, senior high schooI) çok yönlüdür;öğrencilerin, ABD’ de düzeyi çok yüksek olan teknik ve meslek eğitimine ya da klasik eğitime yö­ neltilmesini amaçlar. Öğretim programları, zorunlu derslerin yanı sıra, çok sayıda seçmeli dersi içerir; spor ve sanatsal etkinliklere geniş bir yer ayrılmıştır. 17,18 yaşlarında tamamlanan ortaöğrenim, high school diploma yada bir mezuniyet belgesiyle noktalanır. —Yükseköğretim,öğrencilere çeşitli alan: lara yönelme, meslek edinme olanak­ ları sağlar; junior college'lerde genel eği­ tim 2 yılda tamamlanır, ancak üniversite diploması verilmez. Uzmanlık kazandıran ya da kazandır­ mayan çeşitli öğretim kurumlarında (col­ lege o f liberal arts, professionnal schools, vb.), ilke olarak, iki yıllık genel öğretimden sonra, biri temel, diğeri ise tamamlayıcı nitelikte ikincil bir konu üzerinde yine 2 yıl­ lık bir inceleme programı yürütülür. Bu öğrenim sonunda mezuniyet, yani bachelo r’s degree (BA [bachelor of arts], BSc [bachelor of science]) elde edilir. Öğrencilerini büyük titizlikle seçen üs­ tün düzeydeki teknoloji enstitüleri (technical institutes), kendi diplomalarını verir­ ler. , Kolejlere, meslek okullarına (tıp, işletme vb.) ve yüksek teknik okullara ayrılan çok yönlü üniversiteler, master (MA [master of arts], MSc [master of Science]) ya da doktora(PhD [doctor of philosophy]) aşama­ sına kadar öğrenim olanağı sağlar. Büyük bir idari ve pedagojik özerkliği olan yükseköğretim, genellikle paralıdır. Bu durumda birçok öğrenci bir gelir kay­ nağı (burs, yarım gün çalışma vb.) bul­ mak zorunda kalır. Her üniversite tam an­ lamıyla bir toplu yaşam merkezidir (kampüs). Her eyalette en az bir eyalet üniver­ sitesi vardır: başkanı ve yönetim kurulu üyeleri, eyalet valisi tarafından atanır. Öğ­ rencilerin bilgilerinin sürekli olarak denet­ lenmesi (yoklama ve sınavlar) sonucun­ da elde edilen kredilerin belirli bir topla­ mı bulmasıyla, diploma elde edilir. EDEBİYAT Değişik türlerin tarihsel gelişiminin öte­ sinde, amerikan edebiyatını başka ede­ biyatlardan ayıran birtakım temel veriler vardır: özgün Joir gelişme (yeni bir dün­ yaya yerleşme); sömürgeleşme ve sınır­ ların genişlemesinden ileri gelen yeni bir mekân deneyimi; edebiyata ve dağılımı­ na özel bir statü getiren siyasal-toplumsal bir örgütlenme (demokrasi ve federalizm); İngiltere ile Avrupa arasında hem sürekli hem de tartışmalara açık bir ilişki; Protes­ tanlığın ve calvinci göçmenlerin katı ah­ lak anlayışlarından izler taşıyan bir dün­ ya görüşü; paleface (soluk beniz: beyaz adam) ile redskin'i (kızılderili), düşünce adamıyla eylem adamını yan yana geti­ ren ve entelektüel girişimle bir tür anti-entelektüalizm arasında ayrım yapmayan bir kültür parçalanması; hem pragmacı hem de ütopyacı bir düşünce ile, kıtanın ıssız­ lığından kaynaklanan bir özgürlüğe ve aynı zamanda da deneyciliğe yönelen bir dûşgücü arasındaki ikilik.



Sömürge döneminin (1607-1774) ilk yazılı yapıtları, John Smith (1579-1631), Roger Williams (1603'e doğr.-1683), John Eliot (1604-1690) gibi Ingiltere’den göç etmiş olanların yazdıkları, sömürge­ leştirmeyle ilgili anı ve anlatılardır. Bası­ mı yapılan ilk kitap, Bay Psalm Book'tu (1640). Kadın şair Ann Dudley Bradstreet (1612-1672) ve D ayofDoom ' un (1662) yazarı Michael Wigglesworth, dini konu­ ları işlediler. Amerika kıtasında doğmuş ilk yazar kuşağından Cotton Mather (1663 -1728), Jonathan Edvvards (1703 -1758), John Wise (1652-1725), püriten inanca yürekten bağlı ahlakçılar ve düşü­ nürlerdi. Benjamin Franklin (1706-1790), yazılarından çok, kişisel saygınlığıyla ulu­ sal bilincin oluşumuna ve düşünsel yaşa­ mın genişlemesine katkıda bulundu. Bağımsızlık mücadelesi döneminde (1764-1788), edebiyatta siyaset ve yurt­ severlikle ilgili konular büyük önem ka­ zandı. James Otis (1725-1783), Samuel Adams (1722-1803), John Adams (1735 -1826), Thomas Paine (1737-1809) ve Philip Freneau’nun yanı sıra George Washington, thom as Jefferson, Alexander Hamilton ve James Madison gibi ameri­ kan bağımsızlığının büyük önderlerini de (1752-1832) saymak gerekir. Joei Barlow (1754-1812), amerika kıtasının ilk desta­ nı olan ve 1787'de yazmaya başladığı The Vision of Colombus’a son ve kesin biçimini (The Columbiad) 1807’de verdi. Joseph Hopkinson (1770-1842), Hail Columbial adlı ilk ulusal ezgiyi 1798'de bes­ teledi. XIX. yy.’ın ilk yarısında,Washington Irving (1783-1859) ve serüven öykülerinde Amerika kıtasını dekor olarak kullanan ilk sanatçı Fenimore Cooper (1789-1851) ile birlikte ulusal bir edebiyat doğdu. VVİlliam Cullen Bryant (1794-1878) ve Richard Henry Dana (1787-1879) ilk önemli şair­ lerdir. Ralph Waldo Emerson’ın (1803-1882) pratik idealizmi, ünlerinin doruğuna 1850’lerde ulaşan yazar kuşağı üzerinde belirleyici bir etki yarattı. James Russell Lowel!’ın (1819-1891) önemli temsilcile­ rinden biri olduğu “ aşkıncılık” akımının kökeninde de bu düşünce vardı. Wa!den'ıfı (1854) yazarı Henry David Thoreau'nun (1817-1862) biraz ütopyacı ka­ lan bireyciliğiyse, daha büyük bir okur kit­ lesine ulaştı. Bu kuşağın, H. W. Longfeilow (1807-1882), John Greenleaf VVhittier (1807-1892), Oliver VVendell Holmes (1809-1894) gibi şairleri, yapıtlarına ahlak­ çı ve duygusal bir hava getirdiler. Emerson’ın, özellikle de Kuzgun’un (The Raven) şairi Edgar Allan Poe'nun şiirleri da­ ha özgündür. Ama, Poe Avrupa’daki ününü Olağandışı öyküler'e (Tales of the grotesque and arabesque) borçludur. Kı­ zıl damga’nın (The Scarlet Letter, 1850) yazarı Nathaniel Hawthorne (1804-1864) ve Beyaz balina' nın (Moby Dick, 1851) yazarı Herman Melville (1819-1891), ro­ manlarında, amerikan edebiyatının birçok yapıtını etkileyecek olan kötümserlik te­ masını, daha o yıllarda işlediler. XIX. yy.'ın ikinci yarısında, yapıtlarıyla ABD edebiyatının kendine özgü nitelikle­ rine' kavuştuğunu kanıtlayan yazarlar or­ taya çıktı. Walt VVhitman (1819-1892), Çi­ men yaprakları (Leaves of Grass, 1855) ile tüm uyak ve ritim geleneklerini dışla­ yan bir şiir yarattı. Emüy Dickinson (1830-1886), özlü ve güzel imgelerle be­ zediği, “ imgeciliğin” habercisi kısa şiirler yazdı. Bu dönem, roman açısından da­ ha da zengindi: H. Beecher-Stovve’un Tom amcanın kulübesi (Uncle Tom’s Cabin), başarısını, savunduğu davanın yü­ celiğine borçluydu; Bret Harte (1836 -1902), öncülerin ve yerel motiflerin romancısıydı. MarkTvvain (1835-1910) ise, gerçekçiliği sürekli bir biçimde mizahla bezeyen büyük bir halk yazarıydı. William Hickling Prescott (1796 -1859) ve Ge­ orge Bancroft (1800-1891) adlı tarihçiler, yapıtlarında ulusal geçmişi incelediler.



A m e rik a Birleşik D evletleri Günümüz amerikan yazarları, ameri­ Amerikan edebiyatı, 1880'den başlaya­ kan romanının altın çağı sonunda yazma­ rak, romana daha çok yöneldi. ABD'Iİ ro­ ya başladılar. Günlük yaşamın ya da ede­ mancılar, gerçekçilikleriyle Avrupa roma­ biyat yaşamının verileri karşısındaki dav­ nını etkileyen yapıtlar verdiler. Yaşamın ranışları ile birbirlerinden ayrılmakla bir­ karmaşıklığını görüntülemeye çabalayan likte, genel olarak bireysel ve ulusal kim­ uzun ve tıkız anlatıların yanı sıra, yalınlığı liklerini çözümlemeye yönelmeleri ve ken­ ve kısalığıyla insanlık durumunun en hü­ dilerini aldatmaktan kaçınmaları bakımın­ zünlü yanlarını aydınlatan öyküler ortaya dan birleştiler. Akla hemen gelen ilk dav­ çıktı. W. D. Howe!ls (1837-1920) ve özel­ ranış, savaşın, acımasız ve düş kırıcı me­ likle Ambrose Bierce (1842-1914), Stepkanizmasını ortaya koyduğu topluma kar­ hen Crane (1871-1900) ve Frank Norris şı çıkmaktı, James Jones (1921-1977) ve (1870-1902), amerikan romanının bu ye­ Norman Mailer (doğm. 1923), ayrıcalıklı ni çağının habercileridir. Henry James subayla basit eri ayırt eden; ezilmiş zen­ (1843-1916) yaşadığı dönemin toplumucileri, hem birlikte dövüşmek için askere nun zekice bir eleştirisini yaptıysa da, psi­ alan hem de sonradan daha büyük bir kolojik inceliklere ağırlık vermesi onu, katılıkla dışlayan bu hiyerarşik toplumu Theodore Dreiser'ın (1871-1945) başını suçladılar. Ama bireyin savaş makinesi ta­ çektiği gerçekçi akımdan uzaklaştırdı. rafından ezilmesi, kendini alabildiğine ço­ Dreiser, insanlık suçu ile (An American ğalan gereksiz malların üretimine adamış Tragedy, 1925) kuşaklar boyu, ülkesinin bir uygar toplumun yabancılaşma imge­ en usta romancısı olarak kendini kabul et­ sinden başka bir şey değildi. Tiyatro ala­ tirdi. Gerçekçilik, kendine en uygun ge­ nında Arthur Miller, ahlak anlayışı iş ve ey­ lişme ortamını, Birinci Dünya savaşı'nın lemin yüceltilmesine dayanan bu toplumu hemen ertesinde buldu: ABD’nin birden­ eleştirdi. Bu bolluk uygarlığı, ayrıca, Ja­ bire artan siyasal ve iktisadi gücü, tepki mes Agee (1909-1955), Kari Shapiro olarak, yazarlar arasında bir kötümserlik ve nihilizm dalgası, yerleşik değerlere ge­ (doğm. 1913), Randall Jarell (1914-1965), Peter Viereck (doğm. 191C, gibi şairleri tirilen sert bir eleştiri ortamı yarattı ve bir de isyan ettirdi. Bu isyan, kimi yazarları şiddet ve kabalık kasırgasına yol açtı. Wieleştirdikleri, ama kabullenmeden de nesburg, Ohio'nun (1919) yazarı Sheredemedikleri bir topluma bulaşmamaya wood Anderson (1876-1941), Upton yöneltti. Bu tavır, Richard Eberhard Sinclair (1878-1968), Babbitf in (1922) ya­ (doğm. 1904), Robert Lowell (1917-1977) zarı Sinclair Lewis (1885-1951), "cazçave Richard VVilbur ile (doğm. 1921) güzel­ ğ ı” nın romancısı Scott Fitzgerald lik ve enerjiyi uzlaştırmaya çalışan bir şii­ (1896-1940), dönemlerinin acımasız ta­ re dönüşürken, Frederick Buechner’in nıklarıdır. Gertrude Stein'in (1874-1946) (doğm. 1926) "university novel"ında (üni­ "yitik* kuşak" (los generation) diye ad­ versite romanı), Philip Roth'un (doğm. landırdığı bir sonraki kuşak, insan var­ 1933) özlem dolu öykülerinde, ya da Iroluşunun anlaşılmaz bir saçmalığa kayan win Shaw (1913-1984), John Updike umutsuz görünümünü daha da vurgula­ dı. John Dos Passos (1896-1970), VVİIIİ(doğm. 1932), J. D. Salinger (doğm. am Faulkner (1897-1962), Ernest He1919) gibi, New Yorker türü dergilerin öy­ mingvvay (1899-1961), bu "kara" edebi­ kü yazarlarının zarif hicvinde, özellikle his­ yatın en saygın yaratıcılarıydı. Onların ya­ sedilen bir narsisizm ve estetikçilikle bir­ nı sıra, Thornton VVİlder (1897-1975), Tholeşti. VVİHİam Inge (1913-1973) ve Robert mas Wolfe (1900-1938), John Steinbeck Anderson'ın (doğm. 1917) duygusal ve (1902-1968), Erskine Caldwell (doğm. yavan oyunlarında da bu eğilim görülür. 1903), James T. Farrell (1904-1979), WilBirçok yazar da, insanlarla aralarında liam Saroyan (1908-1981), Carson McCulsık sık kopan bağları güçlendirmeye ça­ lers (1917-1967), Truman Capote (1924 lışmak ve başkalarının dramlarına yaban­ -1984) gibi daha genç yazarlar da roman cı kalmamakla birlikte, çocukluklarının ve dünyasını zenginleştirdiler. Yine de, saflıklarının dünyasını aramaya koyuldu­ "kara” roman, amerikan romanının tek lar. VVİHİam Goyen (1915-1983), J.F. Potemsilcisi değildi. Edith VVarton (1862 wers (doğm. 1917), James Purdy (doğm. -1937), Ellen Glasgow (1874-1945), Wil1923), Flannery O ’Connor (1925-1964) la Cather (1876-1947), her ne kadar ya­ ve VVİHİam Styron (doğm. 1925), grotesk şadıkları toplumun kötümser bir görünü­ ya da trajik kahramanlarıyla bu gruba gi­ münü sergiledilerse de kurgu, üslup, ruh­ ren yazarlar arasındadır. Toplumun orta­ sal çözümleme bakımından geleneğe da­ ya koyduğu sorunlardan çok, kendi kişi­ ha bağlı kaldılar. Pearl Buck (1892-1973), liklerinin gelişmesiyle uğraşan ve fizik ve Louis Bromfield (1896-1956), Margaret edebi mutluluğa erişmeye çalışan genç Mitchell (1900-1949), okurlarının roma­ amerikan yazarları, bu tavırla yetinmedi. nesk dünyalarını besleyen yapıtlarıyla Beat* generation yolculukta, uyuşturucu­ uluslararası bir üne ulaştılar. Richard da, doğu felsefelerinde yeni bir bireysel VVright (1909-1960) ve Kökleri in (Roots, mistiğin öğelerini aradı. Charles Olson'ın 1976) yazarı Alex Haley gibi zenci yazar­ (1910-1970) "ileriye dönük” şiiri; Lawrenlarsa güney eyaletlerindeki ırk sorunları­ ce Ferlinghetti (doğm. 1919), VVİHİam Burna tanıklık ettiler. roughs (doğm. 1914) ve Ailen Ginsberg' XX. yy.'da amerikan şiiri, E. A. Robin- in (doğm. 1926) acımasız haya! dünyası; Jack Kerouac’ın (1922 1969) bir türlü ula­ son (1869-1935), Edgar Lee Masters şamadıkları bir hedef peşinde koşan kah­ (1869-1950), Vachel Lindsay (1879-1931) ramanları, bu temalarla beslendi. Çağdaş gibi, en önemli temsilcisi Robert Frost yazarlar insanın çelişkili, ama seçim ya­ (1874-1963) olan gerçek ve dolambaçsız pabilen bir varlık olarak ele alındığı bir çe­ bir şiiri yücelten şairlerle sesini duyurdu. şit senteze varmak istediler. Bu eğilim, W. Cari Sandburg (1878-1967), daha çok Whitman’ın yolunda yürüdü, imgeciler* Snodgrass (doğm. 1926) gibi şairlerde pek açığa vurulmaz; ama Murray Schisgrubunu yönlendirense, sonraları Hart gal (doğm. 1926) ve özellikle Edvvard AlCrane (1899-1932) gibi daha dolambaç­ bee’nin (doğm. 1928) oyunlarında etkin lı biçimlere yönelen Ezra Pound oldu bir biçimde dile gelir; John Cheever (1885-1972). Bunların arasında Robinson Jeffers (1887-1962), yalnızlığı ve trajik (1912-1982), Herbert Gold (doğm. 1924), dünya görüşüyle ilgiyi çekti. Daha sonra Joseph Heller (doğm. 1923), Bruce Jay İngiliz uyruğuna geçen akılcı şair T. S. EliFriedman (doğm. 1930) ve J.P. Donleot (1888-1965), genç amerikan şiiriyle ge­ avy'nin (doğm. 1926) komik ya da hicivli leneksel edebiyat arasındaki bağları ye­ anlatılarını besler; VVright Morris (doğm. niledi. 1910), Ralph Ellison (doğm. 1914), Bernard Malamud (doğm. 1914) ve James Tiyatro alanında, XIX. yy.'da pek az öz­ Baldwin’in (doğm. 1924) trajedilerinde gün yapıt verildi. Birinci Dünya savaşı’nanlatının özü olur; en belirgin ifadesini de dan sonra kendini kabul ettiren, bir Euinsan sevgisiyle sağlıklı değerlendirmeyi, gene O’Neill (1888-1953) vardı. 1945'ten saçmanın bilinciyle özgürlük arzusunu sonra da, ancak iki oyun yazarı sivrilebil­ birleştiren Saul Bellow’da (doğm. 1915) di: Tennessee VVİlliams (1914-1983) ve Arthur Miller (doğm. 1915). bulur.



Ama yeni edebiyat, bütün insani olanakların deneneceği bir alan olmak istedi ve bu deneyimi de dili çeşitli biçimler­ de çarpıtarak sürdürmek istedi; Kenneth Koch (doğm. 1925), Frank O ’Hara (1926-1966), Barbara Guest (doğm. 1920) gibi şairlerde bilinçli olarak gerçek­ leştirilen bu çarpıtmalar, Charles Olson' un Robert Durcan (doğm. 1919), Robert Creeley (doğm. 1926) ve Jack Speicer (1925-1965) gibi öğrencilerinde daha iç­ ten ve kendiliğindendi. Bununla birlikte, antiromana ya da yeni Avrupa romanına pek açık olmayan yazarlar, geleneksel kahramanlara ve entrikanın asıl ritmine bağlı kaldılar. Burroughs’un "collage", montaj, biçim ve sözcük oyunlarında et­ kisi görülen gerçeküstücülük, John Hawkes’un (doğm. 1925), en sıradan nesne­ lerin ve hareketlerin bile tehdit edici bir görünüme büründüğü öykülerini; özellikle duyuların ve yazının çarpıklığını karma bir deneyim olarak ele alan ve kendini Breton'un "en hasta” izleyicisi olarak gören Anais Nin'in (1903-1977) şiirsel romanla­ rını; ve daha pikaresk bir düşgücüne sa­ hip olan Margaret Young’ın yapıtlarını de­ rinden etkiledi. Susan Sontag (doğm. 1933) ve Peter israel'de düşle gerçek arasındaki sınır belirsiz kalırken, John Barth (doğm. 1930) ve Thomas Pynchon ile (doğm. 1937) daha alaycı; Ursula Molinaro ile daha felsefi bir düzeye, bir çeşit alegori dünyasına girildi. Daha cesur olanlardan Richard Horn "ansiklopedik" mizahıyla biçimsel sergilemelere, Thomas VVolfe ise söz cambazlığına önem verdi. XIX. yy.'da Amerika, bir yazar için, son şeklini bulmuş bir nesne, yani ilgiye ve kullanıma değer bir konu değildi. Buna karşılık, XX. yy.’ın yazarı, sözcüklerin ger­ çek anlamlarından kaydırıldığı ve her şe­ yin saptırıldığı kuşkusundan kurtulamadı. Bu düşkırıklığı, Birinci Dünya savaşı'yla başladı ve onu dile getiren VVİHİam Carlos VVİlliams’ın (1883-1963) ardından, dünyayla doğrudan ilişkiye ya da tam ter­ sine, hesaplı bir simgesel kaydırmaya (ör­ neğin Norman Mailer’ın Whyare we in Vi­ etnam’ında Vietnam ile ilgili tek bir söz­ cüğe yer verilmez) dayanan başlıbaşına bir öğreti ortaya çıktı. Bugünkü amerikan yazarı hakkında en iyi fikir verebilecek olan, Donald Barthelme’dir (doğm. 1932). Bu yazar söylemlerin, nesnelerin, imgelerin çokluğu arasında kaybolan, bunların her birini ayrı ayrı yakalamaya çalışan ve sonunda her birinden yeni bir düzenlemeye gidilebileceği görüşüne va­ ran bir çeşit cücedir. FELSEFE İngiliz filozofu John Locke,ameri kan fel­ sefesinin de babası olarak kabul edilebi­ lir. Bu felsefe, Locke'un deneyciliğini, gidimli düşünme ile sezgisel düşünme ara­ sındaki ayrımını ve doğuştancılığa karşı çıkışını devraldı. XVIII. yy. boyunca ABD' de felsefe, dinin ve hukukun hizmetindeydi. Jonathan Edvvards (1703-1758), calvinci dinbilimin ve Locke düşüncesinin sı­ nırları içinde kaldı. Locke’un, üzerinde önemle durduğu beş duyuyu aşan gönül dinini savundu; özgür eylemin anlamını saptamaya çalıştı. Felsefesi, hukukun te­ melleri ve politika üzerinde odaklaşan Ja­ mes VVİlson (1742-1798), temel ahlak il­ kelerinin kurulmasında duyguya büyük önem vererek, Locke'da yer alan doğa yasası kavramına yeni bir biçim kazandır­ dı. ABD'ye özgü ilk felsefe akımı, aşkıncılıktır; bu akımda duygunun zaferi görü­ lür. Bu anlayışın karşısına da, Coleridge' in izinden gidilerek akıl ve anlık konur. R. W. Emerson (1803-1882), profesyonel bir ahlakçı, idealist bir bilgikuramcısı ve kendini bilgeliğe adamış bir düşünürdür. Ona göre, tanrısal bir ruh bütün insanları harekete getirir, canlandırır ve tüm insan­ larda tinsel sezgi yeteneği vardır. Theo­ dore Parker (1810-1860), saptanmış ol-



527



A m e rik a Birleşik D evletleri gudan başka şeye önem vermeyen görü­ şe karşı çıkar. H. D. Thoreau(1817-1862) ise, bir yandan ruh ve madde arasındaki ayrılığı yadsımaya, öte yandan da kârdan başka şey düşünmeyen uygarlığın tehdit ettiği anlamlı ve nitelikli yaşamın korunma­ sına dayanan bir yaşama sanatı geliştirir. XIX. yy. biliminin ve özellikle de Darvvin ve Spencer’in etkisi, John Fiske (1842 -1901), Chauncey VVright (1830-1875) ve J.B. Stallo (1823-1900) gibi düşünürler­ de kendini gösterdi. Bilimsel yöntemlere ve temel kavramlara ilgi arttı. Pragmacılı­ ğın kurucusu Charles Peirce (1839-1914), mantık kuramıyla dikkati çekti ve kavram­ ları açıklığa kavuşturmak kaygısıyla, her kavramın pratik sonuçlarına göre sınan­ masını istedi. Bu kuramın en önemli so­ nuçlarından biri, geleneksel metafiziğin bir boşsöz olduğunu öne sürmesidir. Fel­ sefeden geriye kalan ise, bilimlerin göz­ lem yöntemleriyle incelenmeye elverişli olan bir dizi sorundur. Bu yalınlaştırılmış öğreti, içgüdüsel inançlarımızın hepsini kabul ediyor, gerçekçiliğin doğruluğu üzerinde ısrarla duruyor ve ahlak alanın­ da güçlü uygulamalar buluyordu. William James (1842-1910) metafizik ilkelerin, duygu üstünde temellendirildikten ölçü­ de, bilimsel ya da matematiksel inançlar­ dan çok, ahlaksal ve estetik ilkelere ben­ zediklerini ileri sürdü. Bu görüş onu, ön­ ce belirlenemezciliği savunmaya yönelt­ miş; sonra da, bütün inançların, duyum­ ları ve duyguları düzenleyebilme gücüne göre değerlendirilmiş bir kanılar toplulu­ ğunun öğeleri olabildikleri ölçüde, meta-



528



AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NDE SANAT Thomas Jefferson’un kendi yaptığı evi yeniklasik palladio üslubu XVIII. yy. sonu



fizik, tanrıbilim ve ahlaktaki inançların, ma­ tematik, mantık ve doğa bilimlerindeki inançlardan kesin olarak ayrılmadıklarını söylemeye vardırmıştı. Josiah Royce (1855-1916), T. H. Green ve F. H. Bradley’in etkisi altında mutlak idealizmi tem­ sil etti. Öne sürülen her bilimsel önerme­ de, her şeyi bilen bir Tinin (Ruhun) varlı­ ğının bir koyut (postulat) olarak konmuş olduğunu kabul eden öğretiyi savundu ve bu koyutun doğru olduğunun mantıksal bakımdan tanıtlanabileceğim öne sürdü. Bu koyutu yadsımak, onun varlığını ka­ bul etmekle aynı kapıya çıkıyordu. Doğal­ cılık da, ikiciliğe ve kuralcılığa baş kaldır­ mayı dile getirdi. Bu durumu George Santayana (1863-1952) savundu. John Dewey (1859-1952), amerikan geleneğinin büyük bölümüne karşı çıkan bir düşünür gibi görünürse de, aslında bu geleneğin son temsilcisidir. Kendinden önce gelen­ lerin tanrıcılığını yadsıdığı ölçüde, bir başkaldırandır. Ama bir filozofun geniş bir il­ giler yelpazesine sahip olması gerektiği­



esinlenmiş ya da Paris Güzel sanatlar okulu’nda kendilerini yetiştirmişlerdi (1850-1914 yılları arasında amerikalı öğ­ renciler, genel mevcudun % 6 ’sını oluş­ turuyordu). 1876 yılındaki Philadelphia Sergisi’yle bir bilinçlenme havas' jşti. Richardson.Burnham ve Root, özellikle de Sullivan (birincisi önce Boston’da, ama dördü birlikte özc'lk'e Chicago'da) mü­ hendislerin tuttuğu yola ters düşmemek için, oldukça katı, özgün bir yol aradılar. Ancak Root, Chicago Sergisi'nde (1893) bir süre daha Paris akademizmine boyun eğecek bir klasikçiliği yeğler göründü. Pennsyivania Station binası(New York, 1906) McKim, Mead ve •’» a adlı mimarlarca roma hamamları tarzında inşa edi­ lirken, Washington'daki Lincoln Memorial (Henry Bacon, 1911) tapınak gibi ya­ pıldı. Cass Gilbert ise, 1913 yılında New York’ta yaptığı gökdeleni Woolworth Building’de eski gotik temaları yeğledi. GÜZEL SANATLAR Ne var ki,"Art nouveau"bir eğilim,önce­ mimarlık likle Suilivan'ın görkemli bezemeleriyle XVII. ve XVIII. yy.'larda Kuzey Ameri­ (1886’da Chicago oditoryumu'nda, 1899’ ka’da ve genelde bütün Yeni Dünya'da da Carson, Pirie and Scott Store binasın­ da, vb.),çok geçmeden de ortağı F.L. mimarlığa, gerek tuğladan yapılmış kent yapılarında gerek ahşap konutlarda “ sö­ VVright'ın ilk yapıtlarıyla ("kır evleri", yö­ mürge” etkisi ağır basıyordu. Bağımsız­ netim yapıları) kendini duyurdu. VVright’ lığın ilanıyla, ingiliz-hollanda kökenlerine ın kendi ülkesinde yankı uyandırmayan iş­ bağlı bu ' ’georgian" üslup yerini, gereç­ levselci görüşü, hollandalı Berlage, finlanler aynı kalsa da,- Jefferson’un da katkı­ diyalı Eliel Saarinen ve avusturyalı R.J. larıyla latin ağırlıklı bir yeniklasikçiliğe bı­ Neutra gibi mimarların çabalarıyla, Avru­ raktı. Meslekte köklü geleneklerin bulun­ pa’da da kabul gördü.Saarinen ve Neut­ maması gelişimin hızlı olmasını sağladı ve ra 1923’ten sonra ABD’ye yerleştiler. Bu Amerika'ya özgü yöntemlere ulaşıldı. yeni görüş, "Deutscher W erkbund” u bi­ Böylece, kesilerek birbirine çivilenen ahle zenginleştirecek, Bauhaus*'da değiş­ tirildikten yirmi yıl sonra Gropius, Mies Van der Rohe ve Breuer önderliğinde, -yaratıcısı VVright tekrar parlarken- anava­ tanı ABD’ye geri dönecektir. Gerçekten de VVright, 1936'da "Şelale evi"nde ger­ çekleştirdiği çıkmalar ve Johnson şirketi­ nin bürolarındaki (Racine, VVİsconsin) mantar döşemelerle betonarmeyi ege­ menliği altına aldı; yaratıcılığı, taşıyıcı ya­ pı alanını aşıp biçimleri de düzenledi ve yeni konut türleri sundu. VVright'ın çok çe­ şitli ve kişisel olan yapıtları, akademik for­ müller bulunmadığı için soyut bir geomet­ riyi kabul eden devrin sanayici ve yöneti­ cilerine cevap veremezdi. 1930'dan baş­ layarak bu eğilim Raymond Hood'un New York'taki Daily News Building ile Shreve, Lamb ve Harmon'un Empire Sta­ te Building yapılarında kendini gösterdi, iki yıl sonra, VVİlliam Lescaze ve George Howe germen anlayışına göre yorumladıkları"uluslararasıüslup” u Philadelphia' ya götürerek, 1937’de kuramcılarında gelişini hazırladılar. Cambridge'de, Harvard üniversitesi'nin mimarlık okulu Gro­ pius ve Breuer’i; Illinois teknoloji enstitü­ sü (IIT, Chicago) Mies Van der Rohe'yi kabul etti. Bu mimarların Ph. Johnson ya da P. Rudolph gibi öğrencilere verdikleri dersler ve gerçekleştirdikleri yapılar savaş sonrası mimarlıkta söz sahibi olmalarını sağladı. Özellikle Mies'in yapıtları yeni bir klasikçiliğin simgesi oldu. Onun Farnş-, şap levhalarla yapılan konutlar,XIX. yy.'ın worth evi (1945) ya da Johnson’un New ikinci yarısında evlerin dörtte üçünü oluş­ Canaan’da yaptığı ev (1949), R. Neutra' turdu ve XX. yy. boyunca gelişti. nın milyarderler için yaptığı konutlar yaTicaret yapıları da, özel kurallara boyun nındâ daha az işlevsel gibi görünebilir; eğdi: gerek hazır giyim sanayisinin hü­ ancak Chicago ve New York’taki kulele­ küm sürdüğü büyük mağazalarda, gerek ri, kendini gizlemeyen bir meydan okuma büro yapılarında düşey taşıma sistemle­ isteğini çok güzel ortaya koyar. Hatta, rinin mekanikleşmesi çok katlı bina yapı­ Harrison ve Abramovitz (New York’ta BM mına olanak verdi. Bu binalarda, öncele­ binası, 1947; Pittsburgh’da Alcoa Buil­ ri dökme demir strüktür kullanılmakta, tuğla duvarlar yalnızca dış kabuk oluştur­ ding, 1953) ya da Skidmore, Owings ve maktaydı. Dökme demir, Saint Louis'de Merrill (SOM) [New York'ta Lever House cephelere değin, yansıdı; James Bogarve Lincoln Çenter, İkincisi ilk firmayla iş­ dus ile New York'a ulaştı. Sonra, demir birliğinin ürününü] gibi güçlü firmalar -çelik sanayisinin dev atılımları, demiryol­ “ resmi” üslup diye adlandırılabilecek bu uygulamaların özentili örneklerini Avru­ ları ve Kuzey-Güney savaşlarının da et­ pa’ya değin götürdüler. Ancak, cam ve kisiyle metal iskelet gelişti. Gökdelen (-* yüksek BİNA) New York ve Chicago kent­ metalin soğukluğu tartışılmaya başlamıştı lerine özgü bir yapı oldu. Mühendis bile; finlandiyalılar buna karşı betonu ve VV.L.B. JenneyTh taşıyıcı sisteme getirdi­ tuğlanın ya da ahşabın sıcaklığını sundu­ ği yeniliklerden başka, "Chicago* okular. A, Aalto, Massachusetts teknoloji lu 'h u n da büyük etkisiyle işlevselci yeni enstitüsü (MIT, Cambridge, 1947) için kavramlar oluştu. Bu.arada, mimarlar ya gerçekleştirdiği yatakhanede, organik düzensiz bir biçimde tarihsel üsluplardan karmaşıklığı yeniden gündeme getirdi. ni, uygarlığın çeşitli yanlarına dikkatle eğil­ mek zorunda olduğunu ve sokaktaki adamınkine yakın teknik uğraşlarla ilgilenme­ si gerektiğini düşündüğü için de,gelene­ ğin devam ettiricisidir. A. N.VVhitehead (1861-1947), İngiltere’deki matematikçiliğinden sonra, ABD’de bir süreç metafi­ ziği geliştirdi. Buna göre evren, kendini tümüyle süreçte gösterir ve bir formülle de, dogmatik bir genellemeyle de sınır­ landırılamaz. Çağdaş amerikan düşüncesi, farklı akımların yan yana yer almasıyla dikkati çeker. Bu akımların başlıca temsilcileri, Vi­ yana çevresi eski üyesi mantıkçı Rudolf Carnap (1891-1970), yeni solun düşün­ ce ustası Herbert Marcuse (1898-1979); mantıkçı W.V.O.Quine (doğm.1908) ve Wittgenstein'ın öğrencisi Norman Malcolm 'dur (doğm. 1911).



Eero Saarinen, Warren’daki General Mo­ tors binasında (1950) Mies’in arıtmacı an­ layışına özen göstermekle birlikte, Yale buz pateni binasında ya da New York ve Washington havalimanlarında eğrisel bi­ çimleri ustalıkla kullandı. Yakın kökenli oian ballıklı L.l. Kahn betonun, tuğla ve ahşabın olanaklarına dayalı cesur bir bi­ reşimle, Wright'ın açtığı yola daha da yak­ laştı. Yaşlı ustası New York'taki Guggenheim Museum'un (1956) kesintisiz mekâ­ nı gibi sayısız yeniliklerle bu yolu daha da pekiştirdi. 1955’ten başlayarak dersler verdiği -Philadelphia’da Kahn, Richard Medicai Research Building (1958-1960) binasında, on yıl sonra Bangladeş’te ge­ liştireceği organik ilkelerini ortaya koyma fırsatını buldu. Kent yerleşmelerinde yeni biçim dene­ meleri konut kuleleri yarattıysa da (Chica­ go’da Mies’in Lake Shore Drive yapıları ya da Bertrand G oldberg’in "mısır



başakları’’ gibi) bir yüzyıldan beri çokkatlı büroları bir araya toplayan ve konutları merkez dışına dağıtan belgeleme anlayışı kural olarak kaldı. Bu anlayış, genel ka­ bul görmüş temalar çerçevesindeki uygu­ lamaları özendirirken, kendini seve seve süslemeciliğin çekiciliğine kaptırdı. 50’li yılların billursu arılığı, SOM firmasının Chi­ cago'daki kulelerinde (Sears Roebuckh and Co.) ağırlığını korudu; bununla bir­ likte, girinti-çıkıntı yapma eğilimi de görül­ dü (John Hancock Center'ın rüzgâr bağ­ lantıları, 1969). Ama, fanteziyi daha ileri götürm eyi düşleyenler de vardı: 1958’den sonra Detroit'te Minoru Yamasaki, işi, prizmalarını metal hatta beton bir ağla giydirmeye değin vardırdı. Edward Düreli Stone daha da ileri gitti: New York’ taki Museum of Modern A rtın cephesini tümüyle kapladı (1958). Aynı yıl Brüksel fuarı için yaptığı ABD pavyonunda say­ damlığa karşın, karşılama salonu için be-



Frank Lioyd Wrigh'in 1909’da Chicago’da yaptığı “Robie House"-



William Van Allen'ın 1928-1930 arasında New York’ta gerçekleştirdiği Chrysler Building (77 katlı; ok,çelik ve nikel alaşımından yapılmıştır) Ludwig Mies van der Rohe’nin 1959-1964 arasında Chicago'da gerçekleştirdiği US Courthouse and Federal Office Building (mahkeme ve yönetim yapısı)



A m e rik a Birleşik D evletleri 530



Renaissance Çenter ve Plaza Botel (73 katlı silindir biçiminde kule) 1978'de Detroit'te John Portman gerçekleştirdi



nimsenen ölçek, taşıyıcı sistemin ölçeğini unutturuyordu. Oldukça özel bu du­ rumda, karşıtlık, R.B. Fuller'in 1967'deki Montreal sergisi için yaptığı "küre” de ol­ duğu gibi, ağ biçiminde bir örtü-strüktür kullanılarak çözûlebilmekteydi. 60’lı yılların sonundan beri, karma bir eğilim gelişmektedir (Charles W. Moore' un yaratıcı düzenlemeleri; Michael Graves ya da Peter Eisenman’ın konutları;



Ph. Johnson'un, New York’ta AT and T Building kulesi, 1978-1981). Bazen postmodern olarak nitelendirilse de bu karma eğilim, yüzyıl başındaki bireşim anlayışı­ na bir geri dönüştür; "yerli" geleneklere çok yer vererek, yeni bir seçmeciliğin yo­ lunu açmıştır. resim



Pragmacı ve püriten biranlayışınegemen olduğu ABD'de, resim sanatının tu­ tunması büyük merkezlerde (Boston, Phi­ ladelphia New York) bile güç oldu. Tüm XVIII. yy.'da, bir tek tür,yani portre,ağır



bastı. Başlangıçta, sanatçılar genellikle* göçmenlerdi: İskoç John Smybert (1688 -1751), isveçli Gustavus Hesselius (1682 -1755), İngiliz Joseph Blackburn (1730’a doğr. - 1774’ten sonr.) vb. Yeniklasikçilik döneminde, J.S. Copley, B. West gibi amerikalı ressamlar, tarihsel konulara yö­ neldiler. Avrupa’daki çalışmaları (Roma ve Londra) sayesinde uluslararası ün ka­ zandılar. West, Londra’da çok sayıda öğ-



nelik gravürlerin konusuydu. Ama 1830'a doğru, manzara ressam­ larının sayısı arttı. Lirik ve romantik akıma bağlı sanatçılar, yüce gerçekler arayışı içinde, geniş alanları ve vahşi doğayı res­ mettiler. Bu akımı, önceleri "Hudson okulu” (Th. Cole, Th. Doughty, A.B. Durand), daha sonra gezgin ressamlar tem­ sil etti. İkinci gruptakiler, konularını gez­ dikleri yörelerden seçerek, etkileyici ya-



renci yetiştirdi; bunlar arasında John Trumbull (1756-1843), VVashington'daki Capitol için bir tarihsel dizi, W. Allston ise romantik esinli yapıtlar verdi. Yine West atölyesinde yetişen Ch. W. Peale, G. Stuart ve Matthew Pratt (1734-1805), her şeyden önce portre ressamıydılar; aynı türde çalışan Ralph Earl (1751-1801), Copley’in geleneğini sürdürdü.Ressam­ ların büyük bir bölümü gezgindi. Genel­ likle kendi kendini yetiştiren bu sanatçı­ lar, ayaküstü portreler, doğa görünümleri ve tabela resimleri yaptılar ("amerikan primitifleri” ). Manzaralar ve gündelik ya­ şamdan sahneler, başlangıçta, halka yö-



pıtlar verdiler: Far West’te A. Bierstadt ve Thomas Moran (1837-1926), Andlar’da F.E. Church. “ Işıkçılık” olarak nitelenen ve yüzyılın odasında doğan bir başka akım, atmosfer etkilerinin incelikle işlen­ diği, sakin yerleşim alanlarını görüntüle­ yen uzun yatay resimlerle dikkati çekti. Bu akımın en iyi temsilcileri, M.J. Haede ve George H. Durrie (Durrie [1820-1863], Currier ve ives'ın gravürleriyle halkın be­ ğenisini kazandı) ile Durand’ın öğrencileri olan J.F.Kensett ve Thomas VVhittredge’ di (1820-1910). Fitz Hugh Lane (1804 -1865) daha çok, en küçük ayrıntıların bile verildiği deniz manzaralarıyla tanındı. Sa-



muel B. Morse ise, yetenekli bir ressam olmasına karşın, kendini bilimsel araştır­ malara verdi. Gündelik yaşamı görüntüleyen resim­ ler, George Caleb Bingham (1811 -1879), VViüiam Sidney Mount (1807-1868), Richard Woodvi!le (1825-185-5) gibi sanatçı­ larla gelişme gösterdi; bunların sanatı, E. Hicks gibi "p rim itifle re yakındır. Bu res­ samların tümü, o dönem ABD'sinin gün­ delik yaşamını sadık bir biçimde yansıttı­ lar. Yapıtları daha çok belgesel bir değer taşıyan çok sayıda gezgin ressam arasın­ da, Kızılderililer üzerine uzmanlaşan Catlin ve özellikle, ülkedeki kuşları ve dörtayaklı hayvanlan resmeden Audubon dik­ kati çektiler. Sanatçılar genellikle Avrupa’da eğitim görmeyi sürdürdüler. Ancak, gözde eği­ tim merkezleri Roma ve Londra, yerlerini Düsseldorf (Emmanuei Leutze, 1816 -1868) ve Münih’e (Frank Duveneck, 1848-1919) bıraktı. Daha sonra, başlıca eğitim merkezi Paris oldu. Gerçekçi akım üç büyük sanatçı tarafından temsil edil­ di: Eastman Johnson (1824-1906), Th. Eakins ve W. Homer. Bunların meslek ya­ şamı büyük ölçüde ABD’de geçti. Buna karşılık Whistler, M. Cassatt, J. Sargent gibi birçok “ göçmen sanatçı” Avrupa’da çalıştı ve izlenimcilik akımına katıldı. Bu­ na koşut olarak başka eğilimler de geliş­ ti: göz aldatmacasına dayandığı için çok gerçekçi bulunan bir eğilim, Raphaelle Peale’in denemeleriyle başladı; VVİlliam Harnett (1848-1892), John Frederick Peto (1854-1907), John Haberle (1856-1933) ve onlara öykünen pek çok ressamla bü­ yük bir yetkinliğe ulaştı. Buna karşılık, W. M. Hunt ve John La Farge (1835-1910) gibi büyük duvar kompozisyoncuları ya da Elihu Vedder (1836-1923), VVİlliam Rimmer (1816-1879), A. P. Ryder, vb. gi­ bi bağımsız ve özgün sanatçılar, olduk­ ça seçmeci bir yeniromantizm akımı için­ de yer aldılar. Paris'in ve izlenimciliğin etkisi, yüzyıl so­ nunda, özellikle Theodore” Robinson (1852-1896), John Henry Twachtman (1853-1902), Julian Alden Weir (1852 -1919) gibi sanatçılarda gitgide daha be­ lirginleşti. Ch. Hassam ve W. M. Chase gibi en yetenekli ressamlar koyu tonlara ağırlık tanıyan bir gerçekçilikle işe başla­ dıktan sonra, aydınlık renklere yöneldi­ ler. 1900’e doğru, tepki olarak, bir ger­ çekçiliğe dönüş hareketi başladı. Robert Henri'nin çevresinde, VViüiam Glackens (1870-1938), Everett Shinn (1876-1953), George Lüks (1867-1933), J. Sloan, G. Bellovvs gibi, dergiler ve günlük gazete­ ler için çalışan bir profesyonel kitap res­ samları grubu oluştu. Manet, Hals ve Daumier’den etkilenen bu grup, kent yaşa­ mından kesitler (tiyatro, yoksul mahalle­ ler...) sundu. National Academy’nin mu­ halefeti karşısında bu grup, "Sekizler” adı verilen bir Bağımsızlar sergisi düzenledi (1908). Sloan bu sergiye katılmadı; ama Ernest Lawson (1873-1939) adlı bir izle­ nimci, Artur B. Davies (1862-1928) ve nabi’ler grubu ve Vuiilard’a yakın olan Prendergast, Sekizler içinde yer aldılar. Halk­ tan büyük tepki gören bu gerçekçi res­ sam grubuna, “ Ash Can School” (Çöp tenekesi okulu) adı verildi. Avrupa’ya ve özellikle Paris’e gidenler çoğalmıştı. ABD’li sanatçıların büyük ço­ ğunluğu bu kentte yetişti (özellikle Matisse atölyesi bu bakımdan büyük rol oyna­ dı). 1905’te New York’ta fotoğrafçı Alfred Stieglitz, yalnızca öncü sanatçıların yapıt­ larının sergilendiği "291" adlı galeriyi açtı. 1913, New York’ta açılan Armory Show sergisiyle önemli bir yıl oldu. Arthur B. Da­ vies, yaptığı seçimde Avrupa’nın en ileri akımlarına da yer verdi. Bu, skandal ya­ ratan bir başarı oldu; aynı zamanda da modern sanatın ABD’ye yerleşmesini sağladı. Kent yaşamına ilişkin temalar ye­ ni bir anlayışla işlenmeye başladı: John Marin, Max Weber, Joseph Stella ve Stuart Davis, bu temalara Cezanne’ın, kübiz­



min ve fütürizmin etkisinde kalarak yak­ laştılar. Soyut sanat, A.G. Dove ile ve Delaunay’den ve “ orpheus’çuluk” tan esin­ lenen "synchromism” akımıyla ortaya çıktı. Akımın başlıca temsilcileri, M. Russell, Patrick Henry Bruce (1881-1937) ve Macdonald - Wright'dı (1890-1973). Da­ dacılık*, Stieglitz ile ve VValter Conrad Arensberg’in koruyuculuğu altında bir sü­ re New York’ta etkili oldu. Picabia 1913’te, Duohamps 1915'te bu kente gel­ diler; ama dada'nın yıkıcılık anlayışına bağlı kalan tek sanatçı Man Ray'dı. Savaş sonrası ABD'sinde, avrupalı sa­ natçıların serüvenci deneylerine tepki ola­ rak, yeni akımlar doğdu ve tekbaşınahğa açık bir geri dönüş başladı. Cözanne ve kübizm ile bağlarını koruyan precisionism, özeiiikle Ch. Demuth ve Niles Spencer tarafından temsii edildi; oysa Ch. Sheeler, fotoğraf çalışmalarına yakın bir an­ layışla sanayi manzaraları çizdi. M. Hartley ya da G. O'Keeffe'nin resimleri gibi çok özgün çalışmalar, kendi anlayışları içinde gelişme gösterdiler. Dünya iktisa­ di bunalımının yol açtığı sıkıntılarla geçen 30'!u yıllarda, “ bölgecilik” anlayışına bağ­ lı bir ulusal gerçekçilik eğilimi gelişti (Tho­ mas Hart Benton [1889-1975], Grant Wood [1891-1942], Charles Burchfield [1893-1967], Reginald Marsh [1898 -1954], vb.); boğuntu ve yalnızlığın res­ samı Hopper’in titiz ve güçlü sanatı bu eğilimin ürünüydü, iktisadi bunalım, top­ lumsal ve eleştirel gerçekçiliğe (Ben Şhahn) ya da bir “ büyülü gerçekçiliğe" (ivan Le Lorraine Albright [doğm. 1897], Peter Blume) temel oluştururken, Milton Avery’nin (1893-1965) basitleştirilmiş ve renkli figüratif resimleri ve özellikle de,



anlaşılmadıkları ve küçümsendikleri için 1936'da "American Abstract Artists"de birleşen ressamların soyut resimleri her tur bağımlılığı reddetmeleriyle dikkati çekti. Hükümet, sanatçıların işsizlik soru­ nunu örtbas etmek için, 1934’te, Work Progress Administration kurumuna, kamu binalarının süslenmesini (duvar süsleme-



ressamı belli değil {1710'a dodr) m o n s l e A /y o tM Washingt0n



Marquetsquare(\$Xı) William Britton’un yapıtı National Gallery of M , YJashington



Breezing tıp (a Fail Wind) [1876] Winslow Homer’ın yapıtı National Gallery o f M , Washington



leri, büyük boyutlu resimler) amaçlayan sipariş programını (Federal Arts Project) ilan ettirdi. Bu dönemde birçok genç res­ sam için avrupalı sanatçıların desteği, be­ lirleyici oldu: Hölion ve Löger 1930’larda ABD’de kaldılar; nazizmden ve savaştan kaçan H. Hofmann, Albers, Mondrian ABD’ ye sığındılar; onları kısa süre sonra gerçeküstücüler (Ernst, Mason, Matta, Tanguy) izledi. Picasso'nun getirdiği yeniliklerin ve kü­ bizmin yanı sıra, gerçeküstücülük, 1940’ lar boyunca soyut anlatımcılığın* oluşu­ munda temel bir rol oynadı; buna karşı­ lık Gorky, Pollock, De Kooning, Montherwell, Adolf Gottiieb yeni resme tam bir amerikan kimliği kazandırdılar; onların çiz­ gisi Kline, Guston, Bradley VValker Tomlin, Jack Tvvorkov, vb. gibi sanatçılarca sürdürüldü. Bu taşkın ve içten gelen, ama derli toplu sanatın karşısında, renkli yü­ zeylerin yarattığı etkiye dayanan daha du­ rağan araştırmalar yer aldı; B. Newman, Rothko, A. Reinhardt ve Clyfford Still’in temsil ettiği bu anlayıştan, 1960’ların "ye­ ni soyutlama" akımı doğdu. Sanat piya­ sasından destek gören bu resim okulu, amerikan resmine kısa sürede uluslar­ arası bir üstünlük kazandırdı. 1950’lerin sonlarında, ikinci bir soyut anlatımcılar ku­ şağı (Joan Mitchell, Alfred Leslie, vb.) ve daha yenilikçi araştırmalar (kimi zaman “ soyut izlenimciler” olarak nitelenen S. Francis ve H. Frankenthaler) ortaya çıktı; öte yandan soyut anlatımcılığın çoğu kez



trajiğe varan aşırı öznelciliğine ve coşku­ suna tepki olarak, yeni soyutlama ve pop art gibi iki ayrı akım doğdu. Nevvman, Reinhardt ve Rothko’nun kromatik soyutlaması kadar, Matisse’in dekupe guvaşiarının ve Albers’in çalışma­ larının da etkisinde kalan yeni soyutlama akımı (ya da post painterly abstraction), resim nesnesi sorunsalını görsel gerçek­ lik açısından ele aldı ve rengin temel önem taşıdığı bir sanat (M. Louis ve-K. Noland’ın color fieldpainting’i), tutarlı ve nesnel (E. Kelly, Al Held, vb.’nin hardedge 'i), hatta "nesnesel"(F. Stella’nın deku­ pe şasileri) bir sanat geliştirdi. Bunun en belirgin örnekleri, 1960’ların sonlarında minimal* art’ın “ ilksel yapılar” ında görül­ dü. Ama, aynı dönemde, bireyin ve ya­ şamın, kentlerdeki gündelik görünümler içinde yeniden ele alınması ve dadacı bir anlayışın yeniden canlandırılması, Happening’lerin ve Rauschenberg, J. Johns, Oldenburg ve Dine gibi sanatçı­ ların ve pop* art’ı 1960’ların sanat yaşa­ mının gözde akımı haline getiren ressam­ ların (Warhol, Rosenquist, Lichtenstein, VVesselmann, vb.) biçim araştırmalarının temelini oluşturdu. • Çağdaş resim ve yeni anlatım araçları. Yeni soyutlama ve “ minimal art" ile baş­ layan, sanat yapıtı üzerinde düşünme, yi­ ne de, pop art’tan daha verimli sonuç­ lar verdi ve yeni öncü akımları besledi. Soyutlama, renk ve malzeme kullanımın­ da "minimalcilik-sonrası” anlayışı benim-



Soyutlama (1926) Georgia O’Keeffe’ın yapıtı Whitgey Musem o f American Art, Alew York



A view number one (1958), Robert Mothemell’ın yapıtı, özel kol., Nem York



Agbatanall (1968),Frarık Stella’nın tablosu, musee i'A rt et d'industrie, Saint-Etienne



Passage to Aetna (1956) Peter Blume’ un yapıtı Fogg Art Museum Harvard Universily



A m e rik a Birleşik D evletleri seyen (Briçe Marden, Robert Mangold, Agnes Martin, vb.) ya da daha anlatımcı bir anlayışa yönelen araştırmaları zengin­ leştirdi (David Diao, Richard Diebenkorn, John Seery, Ronnie Lanfield, Sam Gillian, Alan Shields, vb.); buna karşılık kavramsal* sanat (Joseph Kosuth, Douglas Huebler, Lawrence VVeiner, vb.), dü­ şüncenin, sanat nesnesinden daha önemli olduğunu savundu. Yoksul sanat, anti form sanatı ve process art (R. Serra, R. Morris, Keith Sonnier, Bruce Nauman, Mel Bochner, vb.), sanatsal yüceliğe önem vermeksizin malzemeyi temel aldı­ lar ve denge bağıntılarını (malzeme, uzam, zaman, düşünce) araştırdılar; V. Acconci ya da D. Oppenheim'ın body art'ı, VValter de Maria.Michael Heizer ya da Robert Smithson’ın land art'\, insan vü­ cudunu ve doğayı yeni araştırma alanla­ rı olarak ele aldı ve fotoğraf, film ve özel­ likle de video*’nun sanatsal işlevinin ge­ lişmesine katkıda bulundu. Bunlar arasın­ da video, 1970’lerde çok büyük bir atı­ lım gösterdi (Nam June Paik, vb.). Sanat yapıtının kendisine, oluşumuna ve doğa­ sına ilişkin bu irdelemeler, "amerikan gerçekliğini" ya sanattan koparttı ya da onu, alabildiğine öznel, hatta romantik bir yaratma sürecine bağlı kıldı. Ne var ki, bunlara tepki olarak 1970’lerdeki hiperrealizm* ile (Richard Estes, ChuckClose,



533



geçirgen James Rosenquist’in ya; saydam plastik levhalar üzerine yapılmış tablo özel kol.



Flamingo (1973) Chicago’daki J. C. Kluczynski Building'in önünde bulunan Calder 'ın stabile’ ı



leri) çok sayıda amerikalı heykelciyi kabul etti. Bu sanatçılar, Paris’te dönemin ege­ men akımı olan seçmeci akademizmi be­ nimsediler: Augustus Saint-Gaudens (1848-1907), Chester French (1850 -1931), Frederick MacMonnies (1863 -1937), Paul Wayland Bartlett (1865 -1925). Buna karşılık,George Grey Bar-



r



s ı y,': ■ f V



vb.), gerçekçiliğe dönüş hareketi başla­ dı. Bunun yanı sıra doğaya ve canlı mo­ dele bakarak çalışma da yeniden yaygın­ laştı (Dine, vb ). Hatta 1970’lerin sonların­ da, süslemeci ve zengin renkli kompozis­ yonlara dönüldü (Joyce Kozloff, Robert Kushner, Miriam Shapiro, vb.’ninpaffem painting'i). heykel



Sipariş üzerine çalışan heykelcilerle ge­ lişen bu sanat, amerikan toplumunda, re­ simden daha kolay tutunmasına karşın, kendine özgü bir anlatım özgürlüğüne daha geç ulaştı. ABD'de heykel, ağaç işçiliğine daya­ nan ve tabelalar, gemi pruvaları için be­ tiler, mimarlık süslemeleri veren yerel bir el sanatı olarak gelişti. Bu türün en belir­ gin temsilcisi VVİHİam Rusch (1756-1833) oldu. Bağımsızlık savaşı sonrasında, ulusal kahramanların birçok heykeli yapıldı. Av­



rupalI sanatçılar (Houdon, Canova...) ABD’ye çağrıldı. Bu sanatçılar mermer üzerinde çalıştılar ve amerikan heykelci­ liğine yeniklasik katı bir anlayışı benimset­ tiler. Bu eğilim, XIX. yy. boyunca, amerikalı sanatçılar Horatio Greenough (1805 -1852),Hiram Povvers (1805-1873) ve Yu­ nanlı köle adlı heykeli, Erastus Dow Palmer (1817-1904) ve Tutsak beyaz kadın adlı yapıtı ve Pheidias'ia kıyaslanan Tho­ mas Cravvford (1813-1857) ile güçlendi. Amerikalı heykelciler Roma ya da Floransa’ya (Carrara yakınları) yerleştiler ve ma­ ketlerinin yapımında oradaki taslakçılardan yararlandılar (VVİHİam Rinehart, 1825 -1874). Büst, resimdeki portre gibi,uzun süre, en aranan heykel türü oldu. Resmi anıtlarda en gözde malzeme tunçtu. Henry Kirk Brown (1814-1886) ve Clark Mills (1810 ya da 1815-1883) ABD’de, at üstünde insan konulu ilk heykelleri yaptı­ lar ve kendi dökümevlerini kurdular. iç savaş'tan sonra, Paris atölyeleri (Jouffroy, Frömiet, Merciö, Chapu... atölye-



nard (1863-1938), Rodin'in etkisinde kal­ dı. Gerçekçi akım, özellikle, halkın çok tut­ tuğu alçı ya da tunç heykelciklerle dikka­ ti çekti. John Rogers’ın (1829-1904) hey­ kel gruplan gündelik yaşamı konu edin­ di; Frederic Remington (1861-1909) ve Ale/ander Proctor (1862-1950) ise kızılderili ve kovboy heykelleri yaptılar. Armory Show ile modern heykel orta­ ya çıkmaya başladı: Morton Schamberg’ in (1882-1918) assemblage'ları, Man Ray'in nesneleri, John Storrs’un (1885 -1956) soyut biçimleri. G. Lachaise ve Elie Nadelman (1885-1946), üsluplaştırılmış insan heykellerine dönüş yaptılar; bu an­ layış Paul Manship'te (1885-1966) alabil­ diğine belirgin bir “ Arts döco" havası ka­ zandı. VVİHİam Zorach (1887-1966) anıt­ sal bir-üslup içinde doğrudan yontma uy­ gulamasına girişti. Ancak, amerikalı bir heykel sanatçısı­ nın uluslararası üne ulaştığını görmek için Calder’in “ mobil"lerini beklemek gerekti (1932). Yine 1930’larda, David Smith gi-







in



I I



adsız (1978) Robert Morris'in yapıtı plastik madde, bakır ve aynalar



A m e rik a Birleşik D evletleri 534



bi önemli bir sanatçı ortaya çıktı. Ûnceleri kübist ve gerçeküstücü çalışmalar ya­ pan Smith, 1950'lerden başlayarak, da­ ha sonra minimal sanatın sistemleştirece­ ği belli bir katılık anlaşıyına ulaştı. Aynı dö­ nemin yapıtlarında, gerçeküstücü ve so­ yut anlatımcı etkilerin iç içe geçtiği bir ba­ rokçuluk dikkati çekti. Bu anlayışla maden üzerinde ürün veren heykelciler arasında Th. Roszak, Reuben Nakian (doğm. 1897), Seymour Lipton (doğm. 1903), Herbert Ferber (doğm. 1906), ibram Lassaw (doğm. 1913), David Hare (doğm. 1917) yer aldılar. J. Chamberlain’in dö­ vülmüş sacları ya da Mark Di Suvero’nun (doğm. 1933) kirişleri, gerçek anlamıyla soyut anlatımcılığa daha yakın örnekler­ di. I.Noguchi’nin stilizasyonu.Richard Lip; pold'un (doğm. 1915) çizgisel oyunları, L. Nevelson ya da Gabriel Kohn'un (doğm. 1910) konstrüksiyonları ve Geor­ ge Rickey'in (doğm. 1907) mobillerinde ise daha yalın bir soyutlama gözlendi. Daha önce Nevelson ya da Di Suvero’ da dikkati çeken assemblage sanatı, 50'li ve 60'lı yıllarda yaygınlaştı. İster sanayi ar­ tıkları (R. Stankiewicz) ya da kalıplanmış -alçıdan biçimlerin kullanımıyla (P. Agostini) belirginleşsin, ister gerçeküstücü bir çevre boyutlarına ulaşsın (Bruce Conner [doğm. 1933] ve Kienholz; bu iki sanat­ çı, Kaliforniya'da doğan ve funk art adı verilen akıma yakınlık duydu), assembla­ ge, pop art'ın işlediği kentsel ve günlük temaları paylaştı. Pop art’a özgü bu te­ malar G. Segal'in kalıba dökülmüş insan heykellerinde bunalımlı bir görünüme bü­ rünürken, Oldenberg'in nesnelerinde alaycı bir yorum kazandı. Ama, yeni so­ yutlama (George Sugarman, Kelly) ve minimal* sanat (D. Judd, R. Morris, T. Smith, C. Andrö, Larry Bell, Dan Flavin...) akımlarıyla, sorunlar değişti ve üçboyutluluk, bir yüzey-madde-uzam ilişkisine in­ dirgendi; land-art'ta olduğu gibi, heyke­ lin kendisi tartışma konusu yapıldı. Bunun karşısında, Duane Hanson ve John De Andrea'nın hiperrealist heykellerine, en soğuk biçimiyle nesnel bir gerçekçilik egemen oldu. MÜZİK Kökenleri geçmişin karanlıklarında kay­ bolmuş kızılderili şarkı ve dansları bir ya­ na bırakıltfsa, amerikan müziğinin ilk ör­ nekleri, Afrika'dan getirilen ilk zenci kö­ lelerin Virginia'ya ayak bastıkları XVII. yy. başlarında, Yeni İngiltere'ye püritenler ta­ rafından sokulan mezmurlar ve şarkılar­ dır. Kısa bir sürede, bütün kolonilerde müzik yaşamı başladı: ilk şan (1733) ve org resitalleri (1737), ilk opera gösterileri (1735) Charleston'da, ilk senfonik konser­ ler (1735-1743) New York ve Bethlehem' de düzenlendi. Çok sayıda avrupalı müzikçinin ülkeyi dolaşmaya başladığı sıra­ da, Amerika doğumlu ilk besteciler, şar­ kıları (Francis Hopkinson, 1737-1791) ya da "füg biçiminde havalar” ıyla (VVİlliam Billings, 1746-1800) kendilerini tanıttılar. Ama, ciddi müzik eğitiminin ve düzenli et­ kinlik gösteren derneklerin yanı sıra, ama­ törlükten kurtulmuş özgün bir anlatımın doğması için XIX. yy.’ın ortalarını bekle­ mek gerekti. Kızılderili temalarını ilk kez kullanan Anthony Philip Heinrich (1781 - 1861),Lowell Mason(1792-1872), John Knowles Paine (1839-1906) ve Boston okulundaki öğrencileri, Arthur Foote (1853-1937), Horatio Parker (1863-1919), George W. Chadvvick (1854-1931), Daniel Gregory Mason (1873-1953) ve Edward Burlingame Hill (1872-1960), müzik alanındaki bu atılımın başlıca temsilcile­ ridir. Edward Mac-Dowell (1861-1908) ise, kuşağının, amerikan folklorundan esinlenen en özgün sanatçısıdır. Yüzyılın sonuna değin Avrupa'ya bağımlı olan amerikan müziği, sırayla romantizm son­ rası germen müziğinin, konservatuvar müdürü olarak New York'ta yerleşen (1892-1895) ve halk şarkılarına dayanan



ulusal bir müziğin destekleyicisi olan Louis Gruenberg'in Emperor Jones’u Dvorâk’ın ve franSrz izlenimcilerinin etki­ (1931), George Greshvvin'in Porgy and sinde kaldı. Alsace kökenli Charles Mar­ Bessi (1935), Gian Carlo Menotti’nin Metin Loeffler (1861 -1935), John Alden Cardium (1946), Telefon (1947) ve Konso­ penter (1876-1951) ve Charles Tomlinson los' u (The Cönsul, 1950). Ayrıca, müzik Griffes (1884-1920) özellikle fransız izle­ etkinliklerini canlı tutmak, özellikle de bü­ nimcilerinin etkisinde kalırken, Cari Ruggyük orkestraları kurmak (Philadelphia, les (1876-1971) onikitonculuğa yöneldi; Chicago, New York, Boston) için geniş Charles ives (1874-1954) ise, özgün çokolanaklardan yararlanıldığını da belirtmek eksenlilik, eksensiziik ve polimetri formül­ gerekir. leriyle geleneksel teknikleri altüst etti. Daha sonraki besteciler, özgün bir SİNEMA amerikan anlatımını ve formülünü araştı­ rırken, seçmeciliği de elden bırakmadılar 1877’de, Muybridge, birçok aygıtı art ve deneysel müziğe yöneldiler (Cowell, arda çalıştırarak durağan fotoğrafları ha­ Virgil Thomson, Roger Sessions, Leo reketli olarak göstermeyi başardı. EdiOrnstein, Leo Sowerby). XX. yy.'ın orta­ sorı’ın 1887'de başlayan ve önceleri fo­ larına doğru, George Gershvvin’e (1898 nografı örnek alan çalışmaları, 1894'te -1937) ününü sağlayan ve Aaron Cop­ “ kinetoskop” u ortaya çıkardı. Bu aygıt, land (doğm. 1900), VValter Piston (1894 Black Maria stüdyosunda Buffalo Bili ya -1976) ya da George Antheil (1900-1959) da dansöz Amy Muller gibi ünlüleri gö­ gibi bestecilerin de benimsediği cazla rüntülemeye olanak verdi. Bu filmler per­ “ klasik” müzik yapısını kaynaştırma de­ deye yansıtılmıyor, gözü bir merceğe da­ nemeleri, uzun bir süre, cazın giderek yayarak seyrediliyordu, Edison tarafından ağır basacağı izlenimini uyandıran başa­ . piyasaya sürülen Armat'nın “ vitaskop” u, rılı sonuçlar verdi. Ne var ki, cazın etkisi, 1896’da New York'ta ilk film gösterisinin ABD'de yerleşmiş olsun ya da olmasın, yapılmasını sağladı. Küçük gösterim sa­ Ernest Bloch, Nadia Boulanger, Ernst lonları “ kinetograflar” ı kullanmayı sürdü­ Krenek, Vincent d'indy, Böla Bartök ya rürken, ilk sinema salonları da sayıca art­ da Paul Hindemith gibi büyük avrupalı tı, 1905'te, 5 sente gösteri yapan "Niceğitmenlerin ünü ve Stravinskiy, Schönkelodeon"lar.açılmaya başladı. berg, Honegger, Olivier Messiaen gibi Önceleri New York çevresinde gelişen birçok bestecinin Avrupa'dan getirdikle­ sinema sanayisi, 1910'dan başlayarak, ri teknikler karşısında geriledi. 1920’den haftada 26 milyon seyirci çekti. Patent çe­ bu yana amerikan müziğinde bütün üs­ kişmeleri yüzünden güç durumlara düşen luplara rastlanabilir: Höward Hanson bu sanayi dalı, sonunda, bazen birtakım (doğm. 1896), Paul Creston. (doğm. yabancı film aşırmaları da yaparak (bu1906), NormanDello Joio(doğm. 1913), . riun başlıca kurbanı, Melîös’ti) Avrupa si­ Davld Diamond (doğm. 1915) ve Peter nemalarının rekabetinden kurtuldu. O Mennin’in (doğm. 1923) yeniklasikçiliği; günden sonra, amerikan sinemasını refa­ VVİlliam Schuman (doğm. 1910). Randall ha ulaştıracak iki ana koşul gerçekleşmiş Thompson (doğm. 1899) ya da Nikolay oluyordu: birincisi, kentleşmeye ve göç­ Nabokov’un (1903-1978) yeniromantizmi; menlerin bu sözsüz gösteriye gösterdiği Elliott Carter'ın (doğm. 1908) eksenliiiği; ilgiye bağlı olarak artan seyirci sayısı; İkin­ Ross Lee Finney (doğm. 1906), VVallingcisi, film yapımevlerinin çıkar kaygısı ka­ ford Riegger (1885-1961), daha sonra Hadar, amerikan seyircisinin "abancı kültür­ rold Shapero (doğm. 1920), Ben VVeber lere karşı ilgisizliğinden de kaynakla­ (doğm. 1916), Gunther Sctıuller (doğm. nan fiili bir korumacılık. 1921) ve Eugene Kurtz'un (doğm. 1923) Edison yapımevi’yle çalışan Edwin S. onikitonculuğu; Otto Luening (doğm. Porter, filmlerinde yerel kahramanlan yü­ 1900), Vladimir Ussachevsky (doğm. celtti (The life of an American Fireman, 1911), Percy Grainger (1882-1961), Les1903); şiddet eylemini (The Great Train lie Basset (doğm. 1923), Douglas Leedy Ftobbery, 1903) ve çapkınlık öğesini sine­ (doğm. 1938), Riohard Grayson (doğm. mada ilk kez kullandı (The Gay Shoe 1941), David Cope (doğm. 1941), David CTerk, 1903); anlatı kurgusu ve gösterişli Bruce Berry (doğm. 1947) ve John Adams’ sahnelerin basit biçimde bir araya getiri­ ın (doğm. 1947) elektronik müziği ve lişinden özgürce yararlandı. Edison'ın John Cage'in (doğm. 1912) uzun süre başlıca rakibi, Biograph yapımevi oldu; önderliğini yaptığı öncü müzik. Besteci­ burası için yaptığı filmlerde David Wark lerin çoğu, seçmeci olduklarını açıkça be­ Griffith, dram duygusunu, görüntü beğe­ lirtirler (Samuel Barber, Henry Brant nisini ve yenilikçi yeteneğini ortaya koy­ [doğm. 1913], Leonard Bernstein, vb.) ve du (1908-1913). Onun yönetiminde oyun­ bu sanatçıların değişik anlayıştaki yapıt­ cular (Gish kız kardeşler, Mary Pickford, larını dinleyiciler aynı ilgi ve dikkatle izler. Mae Marsh, Henry B. VValthalI, Lionel Fransız kökenli Edgar Varöse (1883 Barrymore) beyazperdenin isteklerine -1965), Milton Babbiît (doğm. 1916), :Luuyarlanan yeni bir sanatı keşfettiler. Ame­ kas Fo96 (doğm. 1922), Morton Feldman rikan sineması, o dönemde, büyük anlatı (doğm. 1926), Earle Brown (doğm. 1926) kalıplarını (kaygılı bekleyiş, kaçıp ya da Christian Wolff (doğm. 1934) gibi -kovalama, savaş) ve. başlıca simgesel en ünlü deneysel müzik bestecileri, dekor ve kahramanlarını (Batı, Güney, seçmecilik adına yerlerini kendilerinden ayaktakımı, masum genç kız) yarattı. Bu sonraki kuşağa bırakmışlarda: David Tudönemin filmleri, kısa olmalarına karşın, dor (doğm. 1926), Robert Ashley (doğm türlerin oluşmasını sağladı: hareket film­ 1930), Terry Riley(doğm. 1935), Gordon leri, melodram, tarihsel film ve western. Mumma (doğm. 1935), Robert Leonârd 1908’de bir kartelde toplanan yapım­ Moran (doğm. 1937), Riohard Higgins cılar, kendi başına çalışan rakiplerle ça­ (doğm. 1938), Dary John Miselle (doğm. tıştılar ve sinema salonlarını denetim altı­ 1940), Daniel Lentz (doğm. 1942), Char­ na almayı başaramadılar. 1912'de kuru­ les Amirkhanıan (doğm. 1945), John lan Keystone yapımevi “ bürtesk" tipi gül­ Beaulieu (doğm. 1948) ya da Eİeth Andürülere ağırlık verdi. Adolph Zukor ve derson (doğm. 1950). VVİlliam Fox gibi sinema salon işletmeci­ Herhangi bir biçim arayışının dışında leri, film yapımına başladılar. Birinci Dün­ kalan ve özellikle geniş 1bir izleyici kitlesi­ ya savaşı'nın, Avrupa sinemasının reka­ ne ulaşmayı amaçlayan amerikan müzikli bet gücünü ortadan kaldırmasıyla yeni­ güldürülerinin yaratıcıları, Victor Herbert den güçlenen amerikan sinema sanayi­ (1859-1924) ile Reginâld De Koven’dir si, dikey bir yoğunlaşmaya ulaştı. Jesse (1859-1920). Rudolf Friml (1879-1972) ve Lasky'nin Paramount yapımevi, Zukor’ın Sigmund Romberg’in (1887-1951) ardın­ Famous Players'i ile birleşti (1915). dan Jerome Kem (1885-1945), irving 1924’te kurulan Metro-Goldvvyn-Mayer, Berlin ve Cole Porter bu türü geliştirdiler. Loew's tiyatro salonları zincirini ele geçir­ Evrensel bir dinleyici kitlösine pek ulaş­ di. Cari Laemmle'ın Universal'ini örnek mış sayılmasalar bile, amerikalı opera alan bu güçlü yapımevleri, kısa sûrede bestecileri bazı başarılı yapıtlar verdiler: Hollywood’dakt geniş stüdyolara yerleş-



A m e rik a Birleşik D evletleri tiler. Film çekimlerinin büyük bölümü bu­ rada yapılmaya başladı. Hollyvvood bü­ yükleri, bağımsız sinema salonu sahiple­ rine yalnız kendi filmlerini oynatmayı ka­ bul ettirdiler ve.orta sınıftan seyirciyi artır­ maya çalıştılar. Böylece, uzun» metrajlı filmler yaygınlaştı ve sinemalar gitgide bü­ yük ve lüks salonlar haline geldi. Triangle yapımevi'yle çalıştığı kısa sü­ rede bürlesk uzmanı Griffith, Mack Sennett ve Reginald Barker’ın The italian (1915) filmi ile VVİHİam Ş. Hart vvesternlerinin yapımcısı Thomas ince, Maurice Tourneur ile birlikte, bu yeni anlatım aracı­ nın sanatsal gelişimine büyük katkılarda bulundular. Bir milletin doğuşu (Birth of a Nation) (1915], Hoşgörüsüzlük (intolerance) [1916], Broken Blossoms (1919), Way Down East (1920) ve Orphans of the Storm (1921) gibi filmler, Griffith'in görsel ve anlatısal buluşlarını olduğu kadar, bü­ yük dekorlarını, güç koşullarda gerçekleş­ tirilmiş çekimlerini ve amerikan sineması­ nın başarı simgeleri olan yıldız oyuncula­ rı da tüm dünyada üne ulaştırdı. "Yıldız sistemi", yavaş yavaş her türün kendine göre bir "yıldız” ının oluşmasına yol açtı: seyirci için Charles Chaplin, Fatty Arbuckle, Buster Keaton ya da Harold Lloyd, komik tipler olarak kalırken, Theda Bara ve daha sonra Rudolph Valentino, kadın ve erkek çekiciliğinin simgele­ ri, VVİHİam S. Hart, Douglas Fairbanks ya da “ Broncho Billy" Anderson, serüven kahramanları, Sessue Hayakawa ve da­ ha sonra Lon Chaney de korkutucu kah­ ramanlar oldular. Sağlam parasal temel­ lere dayanan Hollywood klasikçiliği doğ­ muştu artık. Bu katılıktan kurtulmak için Griffith, Chaplin, Fairbanks ve Mary Pickford, 1919'da United Artists (Birleşik sa­ natçılar) yapımevi'ni kurdular ve kendi filmlerini yaptılar. 1920'lerde sinema sanayisi en az 6 yapımevinin egemenliği, altına girdi: Paramount, Metro-Goldwyn-Mayer, Fox, First National, VVarner Bros ve RKO Haftada 100 milyonun üstünde amerikalı seyirci­ ye yılda 700 dolayında film sunuldu. Bir tek yapımevinin kârı, çoğu kez 5 milyon doları aşıyordu. Cecil B. De Mille'in des­ tanlarından Chaplin’in yapıtlarına, varınca­ ya dek, değişik amaçlar ve nitelik düzey­ leri gözleniyordu; ama her zaman, seyir­ ciyi büyülemeyi ön planda tutan açık se­ çik anlatımlı, hareketli, basit yapıtlar sözkonusuydu. James Cruze, Herbert Brenon, Rex ingram ve Fred Niblo bu döne­ min yetenekli yönetmenleri arasında yer aldı. Griffith ve Chaplin’in dışında en öz­ gün dehalar arasında, sert bir natüralizme yönelen Stroheim, giderek alaycı ve cinsel nitelikli imalara daha çok yer veren Lubitsch, plastik değerlere büyük önem veren Clarence Brown, güldürüsünü düş­ sel bir evrene oturtan Harry Langdon dik­ kati çekti. Bu yeni eğilimler, Hollyvvood’ un yaşama biçimindeki aşırı özgürlük,, amerikalı seyirci kitlelerini kaygılandırdı; bu tepkiler kimi skandallar sırasında, ki­ mi zaman sert bir biçimde açığa çıktı. Ford'un vvesternleri, Dwan’ın güldürüleri ya da Keaton’ın "bürlesk” filmleri zarar­ sız sayıldılarsa da, Chaplin’in (Yumurcak (The Kid] 1921; Parisli kadın (A Woman of Paris] 1923; Altına Hücum (The Gold Rush] 1925), Stroheim'ın (Greed. 1924) ve Vidor'ın filmleri (Büyük resmigeçit [The Big Parade] 1925; The Crowd, 1928) için aynı şey sözkonusu olmadı; bu yapıtlar seyirciye yeni ahlaksal ve siyasal düşün­ celer sundular. Öte yandan Hollyvvood, estetik değerler üzerindeki ödünvermez tutumlarıyla ün yapmış büyük yabancı yö­ netmenleri kendine bağlayarak seyircisin­ den kopma tehlikesiyle yüz yüze geldi. Bunlar arasında, duyarlı ve akıcı üslubuy­ la Murnau, anlatımcılık mirasıyla Leni, şi­ irselliğiyle Sjöström ve açık seçikliğiyle Stiller, Hollywood’un çeşitlilikten uzak, tek tip anlatım diline değişik örnekler kazan­ dırdılar Aynı biçimde, Borzage simgeci bakışı, Sternberg de resimsel duyarlılığıy­



la filmlerinin natüralist görünümlerini ince bir biçimde yalanladılar. Kimi yönetmenlerin başarısına ve yeni Hollywood ahlakını temsil eden Greta Garbo'nun ulaştığı büyük zafere karşın, 1920'lerin sonlarına doğru, amerikalı yö­ netmenlerle onlara duyduğu güveni yitir­ miş seyircinin arası açıldı. Öte yandan radyonun rekabeti, bir, bölüm seyircinin evine kapanması tehlikesini doğurmuştu. Tüm bu nedenler sesli filme geçişi çabuk­ laştırdı. The Jazz Singer (1927) filmi, bir şarkının ortasında Al Jolson tarafından söylenmiş birkaç sözü içeriyor, buna kar­ şılık yeni bir dönemi başlatıyordu. Bura­ da, tekniğin zaferi, yalnızca ilerlemeye su­ samış bir seyirciyi doyurmuş olmakla kal­ mıyor, aynı zamanda film kişiliklerinin çok daha yalın ve dolaysız biçimde yansıtıla­ bilmesi™ sağlıyordu. Böylece James Cagney, Gary Cooper, Spencer Tracy, John VVayne, James Stewart ve Henry Fonda gibi çok tutulan yeni erkek oyun­ cularla Joan Crawfora, Ginger Rogers ve Bette Davis gibi daha etkili genç kadın oyuncular ortaya çıktı. Michael Curtis, Hovvard Hawks, VVİHİam VVelImanve Raoul Walsh gibi yönetmen­ lerin etkisiyle Hollywood, gerçekten çok hızlı biçimde, sesli filme uygun düşecek bir sinema dili yarattı. Yeni anlatımın be­ lirgin özellikleri, konuşmaların kısalığı, film kişiliklerinin çarçabuk ve açık seçik çizil­ mesi ve öykünün canlılığıydı. Bu ortala­ ma anlatım, çok çeşitli türler içinde, 1960 yıllarına değin, amerikan sinemasının ti­ pik dil özelliği olarak sürdü. VVarner Bros yapımevi ve polisiye filmler, bu yeni dilin oluşturulmasında özel bir rol oynadı. Ai­ leyi konu edinen şarkılı melodramların ar­ dından, 2 0 'li yılların sonundan başlaya­ rak, güldürü ve müzikli güldürüler, konuş­ maları azaltmaya ve oyuncuların oyun temposuna canlılık kazandırmaya kat­ kıda bulundular. Sanatsal alandaki bunalımlar, film sa­ nayisinin yapısında büyük değişikliklere yol açmadı. Böyle olmakla birlikte, First National, sesli filmin öncüsü ve bu işten kâr eden başlıca yapımevi olan VVarner Bros tarafından ele geçirildi. Daha küçük bir yapımevi olan Harry Cohn'un Columbia'sı, kısa sürede, özellikle de Frank Capra güldürüleri sayesinde büyükler arasına girdi. Buna karşılık, 1930'ların ba­ şında sinema, ABD eyaletlerindeki birbi­ rine benzemez ve çok sayıdaki yerel san­ sür kurallarının yarattığı güçlüklerden a y­ rılabilmek için, bir otosansür uyguladı. Bu uygulama Hollyvvood’u, cinselliği anlaşıl­ maz bir biçimde yansıtmaya zorladı. Bu­ nunla birlikte bu sert kurallar, Hollyvvood’ un hayalgücüne büyük katkılarda bulun­ du; belli çağrışımlar yaratan tipler ve gö­ rüntüler bakımından çok zengin bir dün­ ya ortaya çıkardı. Bu uygulama, ancak 1950'lerin sonlarında eleştirilmeye başla­ nacak ve sonraki on yılda ortadan kalka­ caktı. Öte yandan, üretimi canlandıran iki filmlik programlar, çoğu kez küçük yapımevleri (Republic, Monogram) tarafından yaygınlaştırılmaya başladı; bunlar B ka­ tegorisi sayılan küçük bütçeli filmler yap­ tılar. Anthony Mann, Budd Boetticher, Don Siegel gibi yönetmenler, bu filmlerle deneyim kazandılar. Ayrıca sesli ameri­ kan sinemasının, İngiliz dilinin yaygınlığı sayesinde, benzersiz bir dış pazardan da yararlandığını belirtmek gerekir. Sesli filmin başlarından İkinci Dünya sa­ vaşı sonuna dek, Hollyvvood büyük bir zenginlik elde etti. Kuşkusuz, sesli çekim­ de kullanılan mikrofonlar, önceleri kame­ rayı hareketsizleştirmişti; ama Lubitsch ve Mamoulian'ın çabalarıyla bu durum gide­ rek değişti. Artık, seyirci şarkılardan bık­ mıştı; ama Busby Berkeley’in büyük koregrafileri ve Fred Astaire’in dansları, se­ yirciyi müzikli güldürüyle yeniden barış­ tırdı; bu tür, yapımcı Arthur Freed ile Vincente Minnelli, Gene Kelly, Stanley Do­ nen, Charles VValters gibi yönetmenler sa­ yesinde 1950’lerin ortalarına değin başa­



rısını sürdürdü. Kuşkusuz, "vvestern” , sesli filme pek iyi uyarlanmış görünmüyordu; ama John Ford, Cehennemden dö­ nüş (Stagecoach) [1939] ile bu türü eski parlaklığına kavuşturdu. Yeni tip bir gül­ dürü (Capra, McCarey, Cukor, Havvks), toplumsal yaşamda gönül ilişkilerinin güç­ lüğünü alaya aldı; bu tür filmler, Gary Grant ya da Katharine Hepburn gibi oyuncuların canlı kompozisyonlarıyla bü­ yük ilgi gördü. Öte yandan, Marx Kardeş­ ler ya da Laurel-Hardy İkilisi (Jerry Levvis' den önce) sessiz dönemin yalnız güldür­ meye yönelik komedi anlayışını başka bi­ çimlerde sürdürdüler. Darryl Zanuck, irving Thalberg ya da David Selznick gibi becerikli yapımcıların yönetimindeki bu sistem, hiç kuşkusuz, bireysel anlatımlara ve sanatsal buluşla­ ra pek uygun değildi. Bunun başlıca is­ tisnası, Orson VVelles’in Yurttaş Kane'ı (Ci­ tizen Kane) [1941] oldu. Ama aynı sistem, Hollyvvood’a, seyirci düşüşüyle yaşanan bunalımı (1931-1935) aşrfıa, savaş öncesi ve sırasında anti-nazi propaganda çaba­ larına etkin biçimde katılma olanağı ver­ di. Avrupa'nın yüz yüze geldiği yıkımlar, zaten önemli sinemacıların ABD’ye gel­ melerine yol açmıştı. Fritz Lang, Jean Renoir,Max Ophuls,Billy VVilder, Alfred Hitchcock, Otto Preminger ve Douglas Sirk, bu yeni çevreyle az çok bütünleşebildi­ ler. O dönem ABD sinemasının en önemli temsilcileriyse John Ford, Hovvard Havvks, Vincente Minnelli, George Cukor, Allan Dvvan, Jacques Tourneur ve VVİIIİam VVyler’dı. Sternberg, Welles ve Vidor ise darkafalılığın kurbanı oldular. Türlere ve yıldızlara dayalı sistem varlığını sürdür­ dü: Humphrey Bogart'lı polisiyeler, Errol Flynn’lı serüven filmleri, Judy Garland'lı şarkılı filmler. Ama savaştan sonra seyirci sayısı bir­ denbire düştü. Nedeni, televizyonun yaygınlaşmasıydı: 1920’lerin sonundan 1940’ların ortalarına dek, haftalık seyirci sayısı 80 milyon dolayındaydı; bu sayı 1950’de 60 milyona, 1960'ta 45 milyona, 1970’te 20 milyonun altına indi. Aynı du­ rum, dış pazarlarda da görüldü. Bu dö­ nemde sinema çalışanları gitgide daha çok hak isteminde bulundular. 1980'lerin hemen başında uzun süren bir oyuncu­ lar grevi yaşandı. Komünizm düşmanı bir engizisyonun ikiye böldüğü (1947-1952) Hollyvvood, bir inanç bunalımına girdi. Si­ nema sanayisi, kârlılığını, ancak üretimi düşürerek koruyabildi: savaş sırasında yıl­ da 500 dolayında olan uzun film sayısı, 1954' te 300'e, 1959’da 200’ün altına ve 1975’te 160 dolayına düştü. 1960’lar ve 1970’lerde, Elizabeth Taylor ve Charlton Heston gibi büyük yıldızlara dayalı pahalı üstünyapımlar ön plana geçti. Bunlar ki­ mi zaman para getirirken (VVyler’ın Ben -Hur'u [1959]; G. Lucas’ın Yıldız savaşları [Star Wars] 1977), kimi zaman da büyük zararlara yol açtı (J. Mankievvkz’in Kleopatra'sı [Cleopatra] 1963; M. Cimino'nun Cennetin kapısı [Heaven’s Gate] 1980). Parasal bakımdan bu güçlükler, önce bir yatırım ve gelir kaynağı çeşitliliğine, sonra teknik ve sanatsal gereçlerin elden çıkarılmasına neden oldu. Hollyvvood yapımevleri, giderek özgüllüklerini yitirdiler. Yapımevleri, sinema salonu işletmeciliği yapmalarını engelleyen yasanın da zor­ lamasıyla (1949-1954), filmlerini televizyo­ na kiralamayı ve çoğu kez de TV için film yapmayı kabul ettiler. Ancak bu yapımevleri 1960’larda, sinema dışı sermaye gruplarınca satın alındı. Bu kalkınma çabaları sonunda, sine­ mada çeşitli yenilikler doğdu: "drive-in"ler (otomobil içinde film izlenen dev açıkhava sinemaları), bağımsız film yapımlarının artışı, renkli filmin yaygınlaşması, sine­ maskop tekniği (1953), 70 mm’lik film kul­ lanımı (1959), ses (Dolby, 1975) ve gö­ rüntüleme alanlarında kaydedilen önem­ li ilerlemeler (Steadycam, 1977). Sanat kaygısı ağır basan ve daha gerçekçi film­ ler yapan yeni bir yönetmen kuşağı orta-



535



A m e rik a Birleşik D evletleri 536



ya çıktı: Mankiewicz, Huston, Ray, Fuller, Penn, R. Brooks, Kazan gibi adlar sine­ ma dilini çağdaşlaştırmayı amaçladılar. Bunun için ruhçözümlemesine yönelerek işledikleri kişiliklerin gerçeklik duygusunu artırmaya çalıştılar; televizyonun çocuksu programlarından usanan seyircileri yeni­ den sinemaya çekmek için, siyasal konu­ lara eleştirel bir bakış getirdiler. Marlon Brando, Paul Newman, Marilyn Monroe gibi sanatçılar o dönemde, beyazperde­ de derinlikli oyun biçimleriyle dikkati çek­ tiler. Yine de onların sanatsal başarıları, gişe sorunlarını çözmeye yetmedi. 1970'lerde yeniden başlamış görünen canlanmaya karşın, amerikan sineması genelde zayıf kaldı. Ama bu durum, yeni yönetmenlerin parlak başlangıçlar yap­ malarını engellemedi: Robert Altman, Bob Rafelson, John Boorman, Francis Ford Coppola, Stanley Kubrick, Jerry Schatzberg, Steven Spielberg ve Martin Scorsese, 1950 koşullarında gerçekleşti­ rilmesi olanaksız, kendilerine özgü yapıt­ lar ortaya koydular. Öte yandan gelene­ ği sürdüren Sydney Pollack oldu. Savaş sonrası dönemde, çoğu new yorklu bağımsız yönetmenler de (Leacock, ShirleyCIarke, VVİseman, De Antonio) Flaherty tarafından kurulan belgeselci geleneği sürdürdüler ya da "öncü” si­ nemayı geliştirdiler (Maya Deren, Andy VVarthol) W. Ailen ve J. Cassavetes ise Hollywood üslubuna bağlı kaldılar. 80'lerde videonun yaygınlık kazanma­ sı sinemacıları elektronik sinemaya yö­ neltirken, öncü yönetmenler de video aracılığıyla daha ekonomik yapımlarda ürün verme fırsatı buldular, Jim Jamuseh, David Lynch, Spike Lee gibi genç yönetmenlerin gerçekleştirdiği yenilikçi yapımlarla bağımsız sinema canlandı. 1990 sonrası amerikan sinemasının uluslararası dağıtım pazarlarındaki payı­ nı % 90'lara yükselttiği, egemenliğini iyi­ ce güçlendirdiği yıllar oldu. Terminator I ve II'yle James Cameron, Evde Tek Başına’yla John Hughes, Ninja Kaplumba­ ğ a la ra Steve Barron, Doğum Günü 4 Temmuz, JFK ve The Doors’la Oliver Stone, döneme damgalarını vurdular. A m a rIM ı t iy a tr o s u , XIX. yy.’da Top­ hane'de çeşitli kumpanyaların oyunlarını sahneledikleri gazinonun adı. (Amerikan Alkazar'ı olarak da bilinir.) —Aynı adı ta­ şıyan bir tiyatro da, yine Galata’da, ikinci meşrutiyet yıllarında yaptırılmıştır. A M E R İK A A R M U D U a. Avokado ağa­ cına ve meyvesine verilen ad. A M İR İ K A B A M M İ a. Jakapukayo ağacının meyvesinde bulunan yenebilir tohum. A m a rik a ’d a d a m o k ra s i ü z e rin e (De la dĞmocratie en Ambriçue) [18351840], Alexis de Tocqueville’in yapıtı. A M E R İK A K A R A A â A C i a. Kuzey Amerika’da yetişen ve bahçelerde de süs için yetiştirilen güzel görünüşlü ağaç. (Bil. a. Ptelea trifoliata.) [-» p te le a ] A M E R İK A L I sıf. ve a. 1. Amerika Birle­ şik Devletleri halkından olan. —2. Ame­ rika kıtasından olan. A M E R İK A N sıf. ve a. (ing. american). Amerika Birleşik Devletleri halkından olan. ♦ sıf. Amerikan tarzında. —Ciltç. Amerikan cilt, kapak uzantılarının üç ağzı da örttüğü esnek bir cilt türü. —Eşy. Amerikan bar, lokantalarda, otel­ lerde, evlerde vb. içki koymak, içki içmek için ayrılmış bölme. \\Amerikan servis, ye­ mek masasında tabakların altına konul­ mak amacıyla yapılan parçalı örtü takımı. —Spor. Amerikan pist yarışı, bisiklette, iki kişilik takımların dönüşümlü pedal çevire­ rek katıldıkları yarış. —Terz. Amerikan kol, kolsuz bir elbisenin omuzu açıkta bırakacak biçimde çok de­ rin oyulmuş kol kesimi. ♦ a. (tamlayan olarak) ABD’ye özgü,



A m e r ik a n i ç s a v a ş ı -» İç Savaş (Amerikan).



şik yerlere dağılmıştır: kuzey-doğu kıyısı, güney kıyısı, Midwest'in kuzeyi, Midvvest’in merkezi, Apalaşlar, New York lehçele­ ri. Kalabalık nüfusları ve ekonomik üstün­ lükleri dolayısıyla Kuzey, Kuzey-Doğu ve Batı Amerika ağızları, diğerlerine üstün­ lük sağlamış durumdadır; ancak, sözlük­ lerin ve diğer kılavuzların dışında hiçbir ulusal söyleyiş kuralına ya da kullanımda kısıtlamaya rastlanmaz. Amerikanoayı İn­ giltere İngilizcesinden ayıran, sesbirimlerinin eklemlenişi, dağılımı, tümcenin tonlanışı ve kimi çokhecelilerin vurgulanışıdır. Doğuda ve güneyde en üst düzeye varan lehçe çeşitliliği, nüfus karışımları ne­ deniyle, batıya doğru gidildikçe azalır. Bölgesel ve toplumsal lehçe ayrılıkları Bü­ yük Britanya'dakinden daha az belirgin­ dir. Hiçbir lehçe diğerine üstünlük kura­ madığı için değişkeler (özellikle söyleyiş değişkeleri) kolaylıkla benimsenmiştir. Bundan başka, federalci ve eşitlikçi ge­ lenek hiçbir güdümcü dilsel merkezileş­ tirmeye olanak tanımaz. Amerikanca, İn­ giliz kullanımına oranla pek az değişiklik gösteren sözcük dağarcığı ve dilbilgisi düzlemlerinde büyük ölçüde türdeş bir ni­ telik sunar. Gündelik söyleyişler ve argo, seçkin denebilecek dilde bile çok kulla­ nılır. Amerikanca ile İngilizce arasındaki ayrılıklar XVII. ve XVIII. yy.’lardaki sömür­ geci halkların (çok sayıda kuzeyli İngiliz, iskoçyalı ve İrlandalI) değişik kökeni olma­ sından ileri gelir; ayrıca bunların Kuzey Amerika’da yeni ölçülere göre yerleştiril­ meleri, bazı konuşma biçimlerine bir üs­ tünlük sağiamış ve birtakım arkaizmin dil­ de kalmasına yol açmıştır. ABD’nin 17751815 yılları arasında kendi içine kapan­ ması, XIX. yy.'da da Batı bölgelerine doğ­ ru başlayan göç, amerikanoayı İngilizce­ den uzaklaştırmıştır. Dilbilgisi, söyleyiş, sözcük düzlemindeki amerikan ağızlarının çoğu İngilizcenin arkaik ya da lehçe ka­ lıntılarıdır; bir bölümü de (yazım, yeni söz­ cükler) doğrudan amerikan katkısıdır. İn­ gilizcede on sözcükten biri amerikan kö­ kenlidir, ancak bu sözcüklerden birçoğu ingilizler'ce de anlaşılır ve hatta kullanılır. Amerikan ağızlarının yaklaşık İ / 6 'i, sıra­ sıyla yunanca ve latinceden, fransızcadan, ispânyolcadan, hollandacadan, amerikan yerli dillerinden, almancadan, yiddişden, vb. gelir. Diğer amerikan ağız­ larıysa bileştirme ve eklemlerden (1/7), kı­ saltma ya da yeni sözcüklerden ( 1/ 10), bi­ çimsel ya da anlamsal değişimlerden (3/4) oluşur. Kimi azınlık dilleri de yerel olarak varlıklarını sürdürürler: Güney -Batı'da İspanyolca,Louisiana’da frahsızca, Pennsylvania'da alman lehçesi. Afri­ ka kökenli Amerikalılar’ın İngilizcesinin bir bölümü herhalde zenci topluluklarındaki güneyli kullanımların bir kalıntısıdır; buna, biraz da sömürgelerdeki bozulma katıla­ bilir. Amerikalılar’ın coğrafi ve toplumsal devingenliği, eğitim düzeyleri, bildirişim kolaylığı ve kitle iletişim araçlarının yay­ gınlığı, lehçelerarası ayrılıkları kısmen kal­ dırmıştır; İngilizceyle günümüzde gözlem­ lenen yakınlaşma, İngilizcenin amerikan­ laşmasından ileri gelir. Değişkelere olan hoşgörü, sonsuz bir hızla ilerleyen sözcük yenilemesi (alıntı ve özellikle türetme), aşı­ rı özleştirmecilikten kaçınma, amerikancaya özgü özellikler bu dilin başlıca ge­ lişme nedenidir.



A M E R İK A N A S M A S I a Kuzey Ameri­ ka asma türlerine (Vitis rotunditolia, V. rupestris, V. riparia, V. cordifolia, vb.) ve bunların hem kendi aralarında, hem Av­ rupa ve Anadolu asmalarıyla melezleştirilmesinden doğan asmalara verilen ge­ nel ad. (Amerikanasmaları asmabitine [phylloxera] dayanıklı olduklarından Av­ rupa ve Anadolu asmalarında anaç ola­ rak kullanılır.)



A M E R İK A N C IL IK a. Din tar. ABD’de, XIX. yy. sonlarında profesör Th. Hecker çevresinde toplanan kimi kilise çevrelerin­ de görülen ve uygulamayı, pratik eylemi, tefekküre tercih eden eğilim. — ANSİKL. Din tar. Amerikancılık, dinsel dogmayı, çağdaş yaşama uyduracak bi­ çimde yumuşatmaya dayanır. Papa Leo Xlll’ûn karşı çıkması sonucu amerikancı­ lık akımı sona erdi.



A M E R İK A N B E Z İ - * AMERİKAN. A M E R İK A N C A a. İngilizcenin Amerika Birleşik Devletleri’nde konuşulan biçimi. — ANSİKL. ABD'de konuşulan İngilizce başlıca altı tür lehçe içerir. Bunlar deği­



A M E R İK A N L A Ş M A K f. Amerikan ya­ şama biçim ini, ge le nekle rini be­ nimsemek.



ona ilişkin: Amerikan donanması. Ameri­ kan eğitimi. Amerikan malı. —Sine. Amerikan gecesi, gündüz çekilen dış sahnelere, gösterimde gece izlenimi veren aydınlatma ve çekim tekniği. —Tio. Amerikan pazarı, önceleri, her çe­ şit üretim artığı amerikan malı sattığı hal­ de, günümüzde ithal edilmiş giyim eşya­ sı satan dükkân. || Amerikan usulü açık ar­ tırma, eşyanın, en çok artıranca değil, en son artıranca satın alınmasına olanak sağlayan açık artırma yöntemi. A M E R İK A N ya da A M E R İK A N B E Z İ a. Atkı ve çözgüleri pamuk ipliğinden,bez ayağı tekniğiyle dokunmuş tekstil ürünü. (Çözgü ve atkısında, genellikle 12 numa­ ra iplik kullanılır. Dokunduktan sonra ağartılmaz. Halk arasında iç ve dış giyim eşyası, yatak ve yastık yüzü olarak kulla­ nılır. Basma haline de getirilebilir.) A m e r ik a n b a ğ ım s ız lık b ild ir is i, 4 temmuz 1776'da, Amerikan kongresi ta­ rafından kabul edilen bildiri. Ocak 1776’da, Thomas Paine, Commoh Şen­ se başlıklı yazısıyla Amerikalılar'a, İngil­ tere ile ilişkileri koparmayı salık veriyordu. Buna karşın, bir bildiri kaleme almakla gö­ revli bir komitenin oluşturulması ancak haziranda sağlandı; komiteye öncülük edenlerin başında da Thomas Jetferson geliyordu. 2 temmuzda Kongre, New York'un çekimser oyu dışında, bağımsız­ lık ilkesini oybirliğiyle benimsedi. İki gün sonra bildiri kabul edildi. Belge, doğal haklar felsefesinin anlatıl­ masıyla başlar: insanlar arasındaki siya­ sal eşitlik, yaşama, özgürlük ve mutluluk arama hakkı, yönetilenlerin onama ilkesi ve zorba bir yönetime karşı makul sınır­ lar içinde ayaklanma hakkı. Bildiride da­ ha sonra sömürgelilerin metropol devle­ te karşı yakınmaları uzun uzun sıralanır. Metinde köleliğe, toplumsal eşitliğe hiç değinilmemekte, ingilizler ile Amerikalılar arasındaki ilişkilerle yetinilmektedir. A m e r ik a n D e v le tle r i Ö rg ü tü , (ing. Organization of American States), 30 nisan 1948- tarihli Bogota antlaşması’nın ortaya koyduğu barışçı işbirliği il­ kelerini kabul eden tüm Amerikan devletleri’ni bir araya getiren hükümetierarası örgüt. Amerika kıtasındaki tüm ülkele­ ri (Kanada 1990’da, Belize 1991’de katıl­ dı) kapsamaktadır. 1970 yılında yürürlü­ ğe giren yeni anlaşmaya göre, örgütün organları; yıllık genel kurul, acil durumlar­ da toplanan dışişleri bakanları danışma kurulları, biri merkezi VVashington’da bu­ lunan sürekli konsey olmak üzere üç kon­ sey, bir genel sekreterlik, çeşitli kurumlar ve uzmanlık konferanslarıdır. 1962'de, hükümet olarak örgütten çı­ karılmakla birlikte Küba ülke olarak her zaman üye devlet sayılır. 1982 ilkbaha­ rındaki Falkland adaları bunalımı, Latin Amerika ülkeleriyle ABD arasında büyük bir anlaşmazlığa yol açtı. Bu ülkeler, ABD'yi, Arjantin’e karşı Ingiltere’yi des­ tekleyerek Rio de Janeiro karşılıklı yar­ dımlaşma antlaşmasını çiğnemekle suç­ ladılar. A m e rik a n h a s ta n e s i -* AMİRAL BRİSTOL HASTANESİ.



A M E R İK A N L A Ş T IR M A K f. Amerikan uygarlığının özelliklerini benimsetmek, bu



am fibi özelliklerin damgasını vurmak. A M E R İK A P O R S U â U a. Amerika'da yaşayan, geniş yuva kazan ve genellikle omurgasız hayvanlarla ve bitkilerle bes­ lenen porsuk. (Bil. a. Taxidea taxus; san­ sargiller familyası.) A M E R İK A P O R S U â U O İL L E R a. Amerikaporsuğu gibi etçil memeli hay­ vanları kapsayan altfamilya. (Çok az türü içe(ir. Bil. a. taxidea; sansargiller fa­ milyası.) AİÎEÜİ&ÂÜgÖSSSÜ a. Bir şekerciboyası türüne (Phytolacca decandra ya da P. americana) verilen ad. A M E R İK Y U M a. (fr. amĞricium, America’dan). Uranyum ötesi maddeler seri­ sinde, piutonyumu izleyen 85 atom sayılı kimyasal elemente verilen ad. (Simg. Am.) —ANSİKL. Doğada bulunmayan amerik­ yumu, 1945'îe G.T. Seaborg ve arkadaş­ ları, nükleer enerji araştırmaları sırasında uranyumu a parçacıklarıyla bombardı­ man ederek elde ettiler. Cunningham bu elementi ve hidroksitini, tartılabilecek öl­ çüde ayırmayı başardı. Bilinen en uzun yarıömürlü izotopu (7 950 yıl), 243 kütle sayılıdır ve ot ışınları yayar. Amerikyum te­ me! nükleer artıklardan biridir. A M İR İM ® (amer, amerindian). Amerika yerlilerine verilen ad.



göre 4 gruba ayrılabilir: 1. grup: bu gruba giren ametaller birdeğerli ve elektronegatiftir; hidrojenle güç­ lü asitler oluştururlar; bunlara halojenler denir: aralarında büyük benzerlik göste­ ren flüor, klor, brom ve iyot bu gruba gi­ rer. 2. grup: ikideğerli ve daha zayıf elektro­ negatif maddelerdir. Oksijen, kükürt, se­ lenyum ve tellür bu grupta yer alır. 3. grup: bu ametaller üçdeğerlidir ve hid­ rojenli bileşikleri asit değildir; bu gruba gi­ ren elementler arasında azot, fosfor ve ar­ senik sayılabilir. 4. grup: bu elementler dörtdeğerlidir; karbon ve silisyum en belirgin örnekleri­ ni oluşturur. Aynı değerlikte olmamasına karşın, bor da bu grupta ele alınır. A M E T İS T a. (fr. amethyste; yun. amethystos, sarhoşluğu koruyan'dan, iat. amethystus), 1. Kuvarsın mor türü. --2 . Doğu ametisti, korindonun mor türü. —ANSİKL. Mıner. Ametist, bir olasılıkla de­ mir oksitten renk alan bir kuvarstır ve mo­ run bütün tonlarını taşır. Mücevhercilikte ametistten çok yararlanılır. Ortaçağ'da bu taştan kupa ve vazo yapılıyordu. XVII. yy.' da ise değerli mobilyaları süslemede kak­ ma biçiminde kullanıldı. A iS IY lS T a. Kuşbil. Amazon bölgesin­ de yaşayan kızıl gerdanlı ve çatal kuyruk­ lu yeşil sinekkuşu. (Bil. a. calliphlox.)



 M 8 R U N O (Friedrich VON), avusturyalı ressam (Viyana 1803-ay. y. 1887). Viya­ na sosyetesinden birçok kişinin portresi­ ni yaptı ve modellerinin kişiliğini ustalıkla yakaladı.



ASEETR6 P İ a. (fr. amĞtropie). Oftalmol. Göz merceğinin ışığı anormal kırmasın­ dan iieri gelen ve miyopluk, hipermetrop­ luk ve astigmatlığı birlikte içeren görme kusuru. (Karşt. EMETROPİ.)



 ftjiER S FO SR T, Holianda'da kent, Utrecht'in, D.'sunda, Eem ırmağı kıyısında; 88 000 nüf. Sayfiye yeri. Kanallarla çev­ rilmiş eski semtler (sur kalıntıları); XV.-XVI. yy. "ardan kalma Sankt Georg kilisesi. Makine ve elektrik gereçleri yapımı.



&8SE2ÎİY a. (fr. amesite). Miner, Hidratlı magnezyum ve demir alüminosiiikat; kioritler grubundan yapraklı bir mineraldir. Sedef parlaklığında, açık yeşil kütleler bi­ çiminde bulunur.



Büyük Britanya'da (Buckinghamshire) kent, Londra’nın K.-B'sında; 18 000 nüf. Radyo elementler üreti­ minde ve incelemesinde uzmanlaşmış nükleer merkez. A ’M E Ş (Süleyman bin Mihran el), hadis ve kıraat bilgini (? 681-Küfe 765). Iran kö­ kenlidir. Ez-Zuhri ve Enes bin Malik'ten hadis; Mücahld, en-Nehai ve Asım'dan kıraat öğrendi. Kuran'ı hıfzetti. Halife Ali’ nin hayranlarındandı. Şair es-Seyyid el -Himyeri, Ali'ye övgülerinde, A ’meş'in bu halifeyle ilgili olarak topladığı menkıbeler­ den yararlandı. ÜR§EŞâ, ya da ÂSâSŞÂSP E R ® , zerdüşlükte, Anura-Mazda’nın hizmetinde dünya düzenini sağlayan altı iyilik meleği. Soyut bir erdemin ya da ni­ teliğin adını alırlar: 1. Behmen (iyilik dü­ şünen), —2. Urdibihişt (en iyi doğruluk), —3. Şehriver (özlenen krallık), —4. Ispendarmed (kutsal alçakgönüllülük), —5. Hurdad (olgunluk, doğruluk), — 6 . Emurdad (ölümsüzlük). AM ETABOS. sıf. (fr. amdtabole; yun. ametabolos, değişimsiz’den). Yumurta­ dan çıktıktan sonra erişkinlik çağına ka­ dar dış özellikleri değişiklik geçirmeyen böceklere denir. (Kanatsızlar ve kanatlı­ lar grubundan oldukları halde kanatları bulunmayan bazı böcekler [termitler] ametaboldur.) [Karşt. h e t e r o m e t a b o l ve HOLOMETABOL.] A M IY A fL a. Anorg. kim. Metal olmayan bütün kimyasal elementler. —ANSİKL. Ametaliar, önce mekanik ve fi­ ziksel özellikleriyle metallerden ayrılır: hepsi katı değildir ve metal parlaklığı gös­ termez; ısı ve elektriği iyi iletmezler; katı ametaller ne dövülebilir ne de haddele­ nebilir ve çekmeye karşı çok düşük bir dayanım gösterirler. Kimyasal özellikleri bakımından elektronegatif elementler ol­ dukları için elektrikle ayrıştırma işleminde katyon roiü oynamazlar. Oksitleri bazik değil, asit ya da yansızdır. Değerliklerine



ASKFSPRAMCN a. (fr. amfĞpramone). Amfefaminden türetilen ve uyarıcı özelli­ ği bulunmayan ilaç. (Zayıflatma kürlerin­ c e iştah kesici olarak kullanılır.) A M H T A ld N a. (fr. amphĞtamine). Org. kim. ve Eczc. Formülü C6H 5 - C H 2 -C H ( N H 2)- C H 3



olan fenil-1 amino-2propan’m ve bundan türeyen ilaçların yaygın adı. — ANSİKL. Farmakolojik açıdan amfetamin, vücutta, ürettiği iç katekolaminler aracılığıyla çevrel düzeyde (atardamar basıncının artması, kalp atışının hızlanma­ sı, bronşların genleşmesi, sidik torbasın­ daki iç büzgen kasların kasılması, gözbe­ beği büyümesi) sempatik sinir sistemini destekleyen güçlü bir kimyasal madde­ dir. Merkez sinir sistemi düzeyinde, amfetaminin teme! işlevi, uyanıklık sağlayan (noo-analeptik) maddelerinkiyle aynıdır: uyku gereksinimini toptan azaltırken pa­ radoksal uyku yüzdesin! düşürür. Yorgun­ luğu gidererek vücut etkinliğini artırır. Ay­ rıca açlık duygusunu körelttiğinden iştah kesici bir madde olarak önerilebilir. Bu düzeyde anfetamin aynı zamanda kaîekolaminlerin (noradrenalin, serotonin, dopamin) çokça açığa çıkarılmasını sağla­ yarak ve bunların sinapssonrası alıcılarca kapılmasını engelleyerek dolaylı yol­ dan da vücut etkinliğini artırır. Amfetaminlerin tedavideki kullanımları oldukça sınırlıdır, kalbe zarar vermeleri ve özellikle alışkanlık yaratabilmeleri nede­ niyle, artık iştah azaltıcı olarak pek öne­ rilmemektedir. Nezleli hastalarda burun yollarını açmak amacıyla ve bazen de sa­ ra tedavisinde yardımcı ilaç olarak kulla­ nılır. Amfetaminin en çok yararlanıldığı alanlardan biri de şiddetli uyuma isteği bi­ çiminde kendini gösteren narkolepsi ile fenobarbitalin yo! açtığı uyuklama halle­ ridir. Tıbbi kullanım amacından saptırılarak kimi spor karşılaşmalarında ve zihinsel ça­ lışmalar sırasında doping etkisi yaratmak için alınan amfetaminler, günümüzdeki uyuşturucu maddeler arasında önemli bir



yer tutar. Bu durumda diğer uyuşturucu­ larla, özellikle barbitüriklerle birlikte kulla­ nılır. Uyuşturucu düşkünlerinin aradıkları etkiler çeşitlidir: damardan şırınga edile­ rek sağlanan uyarılma ve aşırı sevinç ya da ağızdan alınarak sağlanan zihin açık­ lığı, sevinç hali, yaratıcı etkinlik artışı, bas­ kı altındaki duygulardan kurtulma. Uya­ rıcı etki sona erdiğinde, bu ferahlık yerini kısa sürede ruhsal çöküntüye, hatta ağır bir ruhsal bunalıma bırakır. Amfetamin kullanımının kısa zamanda ruhsal bir ba­ ğımlılık yarattığı genellikle kabul edilen bir görüştür; oysa bedensel bağımlılık zayıf­ tır ya da hiç yoktur. Çünkü amfetamin bı­ rakıldığında gerçek bir yoksunluk sendromu ortaya çıkmaz. Ancak uyuşturuculara yatkınlığı olan ki­ mi kişilerde amfetaminler, haftalarca kul­ lanıldıktan sonra şiddetli bir hezeyan hali yaratabilir. Bu durumda bireylerde işken­ ce duygusu ve şiddetli bir iç sıkıntısı beli­ rir ("parano" etkisi). Uyuşturucu kesildik­ ten sonra bile etkisi devam ederek süre­ ğen bir hezeyan haline dönüşebilir. Am­ fetamin kullananlarda görülen bedensel bozukluklar ve ruhsal çöküntü nedeniyle bu ilaç kısıtlı ilaçlar listesine alınmıştır; ruh­ sa! uyarıcı ve iştah kesici oiarak fazlaca kullanılmasından sakınmak gereklidir. A M F İ ya da A U F İ a. (fr. amphithââtre ın kısaltması). Uygulamalı derslerin yapıl­ dığı salon (önceleri bir deney masası çev­ resinde düzenlenirken [cerrahi amfisi], sonra bir yanı düz bırakılıp geri kalan bü­ tün kısımları basamak ya da sekiler hali­ ne getirildi).—Basamaklı,genişders yada konferans salonu. —Jeomorfoi. Buzultaş amfisi, bir buzul di­ linin ucu çevresinde çember yayı biçimin­ de dizilmiş uç buzultaşları. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Jeomorfoi. Uç buzultaşlarında genellikle, hafif eğimli bir dış yamaç ve buza dayalı daha sarp bir iç yamaç görülür. Aşağı çığıra doğru çökel, az çok hızlı biçimde akarsu-buzul yüzey oluşum­ larına dönüşür; yukarı çığıra doğruysa çöke! yalnızca buzul gerilediğinde ve dip buzultaşlarının toplandığı yerde ortaya çı­ kan çöküntünün kenarlarında yükselir. A M F İ- (fr. amphi-). Org. kim. ! Naftalen *'in 2 ve 6 konumlarındaki iki ornatmalı türevlerini belirtmek için kullanılan önek. A n rif slyoSraısa, İstanbul,Tepebaşı’nda, İstanbul Şehir tiyatrosu ’nun 1934 yı­ lından başlayarak kullandığı komedi bö­ lümünün 1911 deki adı.1858'de yıktırılan tiyatronun bulunduğu alanda,bugün çok katlı belediye otoparkı yükselmektedir. A B IFİA K Y R C E a. (fr. amphiarthrose). Anat. Düz ya da içbükey eklem yüzeyle­ rinin liften ya da lif ve kıkırdaktan oluşan bağlarla birbirine bağlandığı yarı oynar eklem. (Kalça kemiğindeki çatı eklemi bir amfiartrozdur.) &BIFİAS 8Y IIS a. (fr. amphiaster; yun. amphi, çevresinde, ve aster,-eros, yıldız' dan). Biyol. Hücrelerde mitoz bölünme sı­ rasında santrozomun çevresinde ışın şek­ linde beliren protoplazma öğesi. (Mitozun başlangıcında santrozom ikiye bölündü­ ğünden, her bir oğul santrozomun çev­ resinde bir aster bulunur. Böylece başlan­ gıçtaki tek aster yerini bir çift astere bıra­ kır.) [Eşani. DİASTER.] A M F İB İ sıf. (fr. amphibie; yun amphibios, iki ayrı ortamda yaşayan’dan). 1. Hem karada, hem suda (su birikintileri, batak­ lıklar, deniz, akarsu ya da göl kıyıları vb.) yaşayabiien ya da en azından üremek için buna gereksinimi olan hayvanlara ve bitkilere denir: Kurbağalar amfibi hayvan­ lardır. (Bk. ansikl. böl. Bot. ve Zool.) [Eşanl. İKİYAŞAYlŞLI.j —2. Bot. ve Zool. Amfibi organizma. —3. Gereksinimlere göre hem karada hem suda kullanılabi­ len taşıt ya da araçlara verilen ad: Amfibi taşıt, amfibi tank. (Bk. ansikl. böl. Ask.)



537



am fibi



amfibi baskın aracı kaynaklanmış alüminyum gövdeli amerikan LVT P-7’si (mürettebatı 3 kişidir ve 25 asker taşır)



amfibi



M-113 amfibi zırhlı personel taşıyıcı



— Ask. Amfibi harekât, düşman işgali al­ tındaki kıyılara, kara birliklerinin etkin gü­ cünü çıkarmak için yapılan harekât. (Am­ fibi harekâtlar, genellikle bir çıkarma ha­ rekâtı çerçevesinde gerçekleştirilir.) —Havc. Amfibi uçak, karaya ve suya iniş yapabilen hava taşıtı. (Şamandıralar ve içeri alınabilen bir iniş takımı, aracın ka­ raya ya da su yüzeyine inmesini ve ora­ dan havalanmasını sağlar.) * —ANSİKL. Ask. Amfibi araçlar iki katego­ ride toplanır. • Amfibi çıkarma gemileri, daha karaya ayak bastığı anda savaşacak, silahlarını ve tanklarını anında kullanacak birlikleri karaya çıkarmak amacıyla yapılmıştır. Tekne tabanının tehlikesizce karaya otu­ rabilecek biçimde düz oluşu, sualtı kesi­ minin azlığı ve açılabilir bir pruva kapağı taşımaları bu gemilerin belirgin özellikle­ ridir. ABD 1942-1945 arasında yoğun bir gem: yapım çabasına girişti ve çok deği­ şik modellerde 20 0 0 0 'i aşkın gemiyi hiz­ mete soktu. Personel ve araç (tanklar da dahil) taşımak için, Landing Craft (LC) adı verilen bir dizi çıkarma gemisi yaptı; bu amfibi çıkarma gemileri, açık denizde Landing Ship (LS) denilen ana çıkarma gemileriyle taşınıyordu. • Amfibi taşıt ve araçlar, denizden kıyıla­ ra çıkarma yapmak, ırmakları ya da su engellerini aşmak üzere düzenlenmişler­ dir. 1944-1945'te Müttefikler, cipler, uskurlu GMC kamyonları, askerlerin Duck (ördek) diye adlandırdığı Dual Utility Cargo VVaterhome (DUKW), zırhlı araçlar (Yengeçler, Aligatorlar) ve 76 mm'lik top­ lar taşıyan LVT’lerden (Landing Vehicte Tracked) yararlandılar. 1945'ten, bu yana, bu iki araç katego­ risi geliştirildi; bunlardan LVT P-7’ler birlik­ leri taşımaktaydı (1973). Çıkarma* gemi­ leri çok büyük gelişme gösterdi ve LPD tipleri helikopter taşıyacak biçimde dü­



amübi RPZCONDOR 4 x 4 zırhlı personel taşıyıcı (karada)



amfibi



RPZCONDOR 4 x 4 zırhlı personel taşıyıcı (suda) zenlendi (Landing Platform Dock). Amfi­ bi taşıt ve araçlar alanında, 98 tonluk BARC kamyon-gemiler, amerikan Ontos amfibi tankları, ıngiliz Stalvvart amfibi kam­ yonları, 1960-1970’ten beri yerlerini yeni zırhlı araçlara bıraktılar. Bu konuda, de­ rin ırmak geçitlerini aşmayı sağlayan şnorkelli tank donanımından (örneğin fransız AMX 13 ve AMX 30'ları) araçların yüzmesini sağlayan şişme botlar ve ya­ tay panolar kullanımına (İngiliz Abott mo­ torlu teknesi) kadar birçok uygulama ge­ tirildi. Yeni modeller gerçekten yüzen ta­



şıtlardır: Vietnam’da kullanılan amerikan M-113'leri, çeşitli hafif tanklar.Sovyetler’in zırhlı personel taşıyıcıları ve İngiliz amfibi araçları (Stalvvart kamyonları ve Trojan zırhlı taşıtları). Türk Silahlı kuvvetleri'nde kullanılan amfibi araçlar arasında şunları sayabiliriz: Kara kuvvetleri'ne bağlı M-113 zırhlı per­ sonel taşıyıcıları; Jandarma Genel komutanlığı’na bağlı RPZCONDOR 4x4 araç­ ları ve Deniz kuvvetleri'ne bağlı çıkarma gemileri. —Bot. ve Zool. Amfibi bitkiler, çiçeklenmesi ve tozlaşması su dışında olan, do­ layısıyla hiç değilse üst kısımları geçici olarak su yüzünde kalan (örneğin amfibi çobandeğneği) tohumlu su bitkileridir. Amfibi hayvanlardaysa durum çok çeşit­ lidir; amfibyumlar (kurbağa) özellikle de­ rileriyle solunurlar, bu nedenle derileri nemli olmalıdır; larvaları suda yaşar, ama karada yaşayan hayvanları avlayarak beslenirler; birçok hayvan suda yaşar ama havayla solunur: balinalar, foklar, de­ niz yılanları deniz kaplumbağaları. Kimi balıklarda (akciğerli balıklar, anabas, yayınbalıkları), yengeçlerde vb. hem suda, hem havada çalışabilen bir solunum sis­ temi vardır. Karada yaşamaya alışkın kimi amfibi hayvanlar suya yalnızca yumurtla­ mak için giderler; suda yaşamaya alışkın olanlarsa, tersine yumurtlamak için kara­ ya çıkarlar. A M F İB İY O T İK sıf. (fr. amphibiotique). Larvaları suda yaşayan ve genellikle tra­ ke solungaçlarıyla solunum yapan böcek­ lere (ephemera, kızböcekleri, perlidae) denir.



am fid rom ik A M F İS İY S E a. (fr. amphibiose; yun. amphi, çift ve bios yaşam'dan). Amfibi hayvanlara ve bitkilere özgü yaşam biçi­ mi. A M F İB L A S T U L A a. (fr. amphiblastula). Süngerlerde, blastulanın kendi üstüne



leri ve müküs ya da zehir bezleri bakımın­ dan zengindir. Solunum larvalarda solun­ gaçla (önce dış, sonra iç solungaçlar), erişkinlerde akciğerle ve her ikisinde ay­ rıca deriyle sağlanır. Yürekte iki kulakçık, ancak bir karıncık vardır, bu yüzden te­ miz kan kirli kanla karışır ve oksijence za­



da üremeyle bağıntılı olarak deniz suyun­ dan akarsulara ya da tersine göç eden iki yaşamlı balıklara denir.



539



A M F İD R O M İK sıf. (fr. amphiöromique). Gelgit genliğinin sıfıra indiği ve çevresin­ deki eşzaman gelgit çizgilerinin saat yel-



FOSİL VE YAŞAYAN AMFİBYUMLARIN



SINIFLANDIRILMASI



AMFİBYUMLAR kıvrılmasıyla oluşan larva evresi. (Böylece dışarda kalan kamçılar, larvanın bir ye­ re tutunmasından önceki dönemde, yüz­ mesini sağlar.) A M F İB O L a. (fr. amphibole; yun. amphibolos, karışıktan). Kimyasal bileşimi A0-1B2C5T8O 22 (OH)2 ile gösterilen silikat grubu. Bu formülde A, Na ya da K'u, B, Na ya da Ca’u gösterir; C, ikideğerli (Fe, Mg), üçdeğerli (Al) ya da dörtdeğerli (Ti) bir element olabilir; T ise Si ya da Al'u be­ lirtir. (Amfiboller kimyasal bileşimlerine gö­ re sınıflandırılır: demir-magnezyumlu, kal­ siyumlu, kalsiyum - sodyumlu, sodyumlu [ya da alkaliler]. Bu bileşikler genellikle çok uzundur; 120 ° ’ye yakın bir açı yapan iki dilinimleri vardır.) A M F İB O L İT a. (fr. amphibolite). Petrogr. Amfibolitler evresi, amfibollerin ka­ rarlılık koşullarını karşılayan orta düzey­ deki başkalaşım derecesi. A M F İB Y U M L A R a. (lat. amphibia: yun. amphibios, iki ayrı ortamda yaşayan’ dan). Amniossuz, alantoitsiz embriyonlu, hiç değilse yaşamlarının başlangıcında solungaç soiunumlu, bugünkü türlerinde fanersiz delili, dörtbacaklı omurgalılar sı­ nıfı. (Bil. a. amphibia.) [Eşanl. İKİyaşayişLILAR.] —ANSİKL. Amfibyumlar karada yaşayan ve yürüme bacakları (dörtbacaklılar) bu­ lunan omurgalı hayvanlardır. Erişkinleri, suda yaşayabilen ve yaşam biçimi eriş­ kininkini andıran (kuyruklu amfibyumlar) ya da onunkinden çok değişik olan (kur­ bağaların tetarları) bir larvadan başkalaş­ ma sonucunda oluşur. Deri çıplaktır ve hiçbir faner taşımaz (ayaksız kertenkele­ lerin deri pulları hariç), ama salgı hücre-



d - ,v



yıflar. Sindirim borusunda dışkı yollarıyla üreme ve sidik yollarının ortaklaşa, açıldı­ ğı bir dışkılık ve bir karın keseciği bulu­ nur. Amfibyumlar çoğunlukla ayrı eşeyli (er­ kekli dişili) ve yumurtlayıcıdır. Dişinin çı­ kardığı ve erkeğin üzerlerine sperma döktüğü yumurta hücreleri, ılıman bölge­ lerde, kara ve su kurbağalarınca doğa­ ya terk edilir,ama amfibyum türlerinden birçoğu yumurtalar için yuva hazırlar ya da kuluçka keseleri taşır. Kuyruklu amfib­ yumlarda döllenme spermatoforlar aracı­ lığıyla gerçekleşir. Yumurtadan ilkel ka­ rakterler (solungaçlar, aort yayları, yanal çizgi) taşıyan bir larva çıkar. Kuyruklu am­ fibyumların larvası erişkinler gibi etçil bes­ lenir; başkalaşması da önemsizdir. Kur­ bağaların larvası mikrofajdır ve kocaman solungaç filtresi de onun tetar (iribaş) adı­ na hak verdirecek büyüklüktedir. Tiroit bezinin denetiminde gerçekleşen karma­ şık bir başkalaşma sonucunda ardışık ge­ lişmelerle önce art, sonra ön bacaklar olu­ şarak kuyruksuz ve çok kısa bağırsaklı erişkin bir kurbağa meydana gelir. Amfibyumlar karada tatlı sularda yaşa­ yan hayvanlardır. Şimdiki takımlar (kurba­ ğalar, kuyruklu amfibyumlar, ayaksız am­ fibyumlar) ikinci Zaman'dan beri bilin­ mektedir. Onlardan önce, pek çok fosil türleri bulunan, genellikle iri boyda (stegocephala) amfibyumlar vardı.



!



sazlık kurbağası



İ



-a



A M F İD İP L O İT sıf. (fr. amphidiploide' den). Biyol. Türleri farklı iki diploit bi­ reyin çiftleşerek oluşturduğu diploitlığe denir. A M FtefS O M sıf. (fr. amphidrome; yun. amphidromos, dolayında koşan'dan). Ba­ zı kayabalıklarında olduğu gibi yaşla ya



mağara semenderi



ichtyostega ( devon devri)



amfidromik nıa'lıların bir kararını yerine getirmekle gö­ revli olan MakedonyalI Philippos II, İ.Ö. 338'de kenti alarak, yakıp yıktı. Yeniden kalkınan kent, İ.Ö. 278'de Galatlar'a kar­ şı savaşa katıldı. A M F İT A Ü İM a (fr amphitallisme; yun. amphi, çift, ve thallos, filiz’den). Mantar­ larda, tallar ayrı eşeyli olduğu halde; her askosporda karşı! işaretli iki çekirdek bu­ lunduğundan, her miselyumun tek başı­ na çoğalabildiği üreme biçimi.



MSFİOfKHIİK NOKTA >%:ni v..



t



i



kovanının tersine (Kuzey yarımküre) ya da saat yelkovanıyla aynı yönde (Güney yarımküre) döndüğü okyanus noktasına denir. A M F İF İL sıf. (fr. amphiphile). Yarısı susever diğer yarısı susevmez nitelikte olan kimi moleküller için kullanılır. (Bu tür mo­ leküller bir yağ-su arayüzeyince seçimsel olarak çekilir ve bu arayüzeyi kararlaştı­ rır. Örnekler: emülsiyonlaştırıcı, gerilimetkın maddeler.) A M F*Ö A S TR a. (fr. amphigastre; yun. amphi, çift, ve gaster, gastros, karın, mide'den). Bot. Ciğeryosunlarından pek ço­ ğunun sürüngen sapının alt yüzünü kap­ layan iki bölmeli bir çeşit pulcuk. Â M F İM İK S İ a. (fr. amphimixie; yun. amphi, çift, vemiksis, karışım'dan). Biyol. Biri dişi, öteki erkek iki eşey hücresine ait çekirdeklerin birleşerek kaynaşması. (Bu olay döllenmenin temel evresidir. Yeni bir canlının oluşmasına başlangıç olan amfimiksiyi hemen bir bölütlenme izler.) A M F İP O T sıf. (fr. amphipode; yun. amphi, çift, ve pode, ayak'tan). Zool. iki çeşit ayağı olan. A M F İS İT a. (fr. amphycite). Nöroanat. Sempatik ve omurilik sinir düğümlerinin kapsüllerinde bulunan çevresel nörogli öğesi. (Amfisit, düğümlerin nöronal göv­ delerini sarar ve miyelinlenmelerini sağ­ lar.) [Eşanl. KAPSÜL HÜCRESİ ]



Tunus'ta roma döneminden am a ThysdrusjETCem) » A t ın ir e ’sü, İ.S.îll.yy.



A M F İS S A , A M P H İS S A ya da BALO ­ MA, Yunanistan'da (Fokis nomos'u) kent, Parnassos'un batısında; 6 000 nüf. XIII. ve XIV. yy.'lardan kalma şato. Ticaret merkezi. Boksit işletmesi. —Amphiktyo-



A M F İT İY A T R O a. (yun. amphitheatron'dan) 1. Romalılar’ın gösteriler (glad­ yatör dövüşleri, av törenleri vb.) düzen­ ledikleri geniş yapı; çoğunlukla elips plan­ lı, basamaklı, arenalı ve kulislidir. (Bk. an­ sikl. böl.) —2. Geleneksel tiyatro binala­ rında, balkon ve galerilerin üstünde ka­ lan yerlerin tümü. —ANSİKL. Esk. Rom. Ahşaptan yapılmış, Sutri'de olduğu gibi tümüyle kaya içine oyulmuş, Pompei'de bulunan ve günü­ müze değin korunan en eski örneği gibi bir tepe içine kazılmış (İ.Ö. I. yy.), ya da Colosseum ve Ntmes arenaları gibi duvar örülerek oluşturulmuş amfitiyatro, araba yarışlarının yapıldığı sirkle karıştırılmama­ lıdır. Amfitiyatro, arena denilen, kumla kap­ lı elips biçiminde bir alandan ve bu alanı kat kat basamaklarla çepeçevre kuşatan cavea'dan oluşur. Cavea, izleyicilerin yer aldığı bölümdür. Basamaklar, merdiven ve sahanlıklarla (praecinctıones) bölüm­ lenmiş, katlı üç kuşak halinde (podium, rrıaeniana, porticus) bir huni oluşturur (cunei). Bunların tümünü halkamsı galeriler (ambulacrum), ışınsal geçitler ve basa­ mak girişleri (vomitoria) taşır. Bazı amfitiyatrolarda direklere gerilmiş bir velum iz­ leyicileri korurdu. Kulisler ya basamakla­ rın, ya da bazı durumlarda, su dövüşü gösterileri için suyla doldurulan arena'nın altında bulunurdu. En ünlü amfitiyatrolar şunlardır: İtalya' da Roma Colosseumu, Capua ve Verona amfitiyatroları; Yugoslavya’da Pula amfitiyatrosu; Fransa'da, İ.S. I. yy. sonun­ dan kalma Nîmes ve Arles amfitiyatroları; Tiberius döneminde yapımına başla­ nan Lyon amfitiyatrosu (Galya konseyi'nce düzenlenen gösterilere sahne oldu); Tunus'ta III. vy.’da yapılan Thysdrus (El -Cem)amfitiyatrosu.Galya’nın küçük kent­ lerinde ve kırsal bölgelerinde yarı-amfitiyatrolar yapılırdı; bunlarda cavea, arena­ nın yalnız bir yanında yer alırdı. Eski Yunan'da ve Doğu'da amfitiyatrolar, yalnız roma kolonilerinde ve ender olarak yapı­ lırdı. Buralarda da gladyatör dövüşleri ve Batı'daki gibi yaygın olan av törenleri ti­ yatro, stad ya da hipodromlarda sahne-



lenirdi. Amfitiyatro, roma uygarlığının gösteri alanındaki en önemli unsurudur. Burası imparatorla (ya da eyaletlerde magistratus’larla) halk arasında iletişim sağlayan başlıca yerdir. Anadolu'da Roma amfitiyatrolarından çok az örnek bulunmaktadır. Buniarın en önemlisi Bergama amfitiyatrosudur. Strabon, Laodikeia e epi Lykoı ve Nyssa'daki stadiumlardan da amfitiyatro olarak söz eder. A M F İT O N sıf! (fr. amphitone, yun. amp­ hi. çift, ve tonos, kuvvet'ten). Bot. En uzun dalcıkları, sedirde olduğu gibi, örtü görü­ nümü yaratacak biçimde dalların iki ya­ nından çıkan bitkilerin gelişmesi için kul­ lanılır. A M F İZ E M a. (fr. emphyseme; yun. emphysan, şişirmek'ten). Patol. Akciğer amfizemi, akciğer alveollerinin aşırı dere­ cede genişlemesi. (Bu durum, alveol çe­ perlerinin harap olmasına neden olabilir.) [Bk. ansikl. böl.] || Hücre amfizemi, hava ya da gaz girmesi sonucunda hücre do­ kusunun şişmesi. (Vücutta hücre dokusu nun bulunduğu her yerde oluşabilir. De­ ri altı amfizeminde, elle muayene sırasın­ da özgün bir çatırtı hissedilir.) —ANSİKL. Akciğer amfizemi sık rastlanan ve daha çok erkeklerde görülen süreğen bir hastalıktır. Başka bir hastalığın (astım, süreğen bronşit, verem, pnömokonyoz) karmaşası ya da bronşların uğradığı dış saldırıların (hava kirliliği, tütün, virüs ya da mikrop enfeksiyonu) sonucu olabildiği gi­ bi başlıbaşına bir hastalık da olabilir. Baş­ lıca belirtileri nefes darlığı, öksürük, bal­ gam çıkarma ve göğüs kafesinin şişkin­ ce görünümüdür. Röntgen muayenesi ve akciğer işlevlerinin incelenmesi, teşhisi kesinleştirir. Tedavi, solunum yetersizliğini artıran nedenleri, koruyucu (profilaktik) önlemler­ le (tütünün ve şiddetli fiziksel hareketle­ rin yasaklanması, hava kürleri vb.) azalt­ mayı öngörür. Ayrıca ikincil akciğer en­ feksiyonlarının tedavisi ve solunum jim­ nastiği gereklidir. —Vet. Hayvanlarda akciğer amfizemi iveğen (akut) ya da süreğen olabilir. Hızlı ve öldürücü bir gelişme gösteren ıveğen bir amfizem, bazen sığırlarda, otlağa salın­ dıktan birkaç gün sonra olur, iveğen am­ fizem, solunum güçlüğü veren iveğen so­ lunum hastalıklarıyla birlikte olabilir. Sü­ reğen akciğer amfizemi yaşlı atlarda sık görülür; kısa, kuru, kesik kesik, yinelemesiz bir öksürükle ve solunumun düzensiz­ liğiyle belirgindir. Atlardaki süreğen akci­ ğer amfizemi, satış akdinin bozulmasını gerektiren bir ayıptır. Derialtı amfizemi, çoğu zaman, göğüs­ te, bronşlarda, akciğerde ya da solukborusunda meydana gelen bir travma so­ nucu ortaya çıkar; iveğen akciğer amfizemine yol açabilir. A M F İZ E M L İ sıf. Amfizem belirtileri gös­ teren. ♦ sıf. ve a Amfizeme yakalanmış kiŞiA M FO FİL sıf. (fr. amphophile: yun. ampho, her ikisi, ve philein, sevmek'ten). Tıp. Hücre protoplazmasında hem asitli, hem bazlı boyalarla boyanabilen granülasyonlara denir. (Dolayısıyla bunlar amfoter granulasyonlardır.) A M F O Ü T a. (fr. amphotyte). Kim. 1. Asit ya da baz rolü oynayarak aynı anda farklı iki tür elektrolitik ayrışmaya uğrayan ci­ sim. —2. Aynı anda hem asit, hem de baz işlevi gören elektrolit, (iki ayrışma de­ ğişmezi vardır.) AM FO LO FO TR İŞ sıf. (fr. ampholophotriche: yun. ampho, her ikisi, lophos, tutam, ve, thriks, thrikhos, kıl'dan). İki uçlarında bir tomar titrek kamçı bulunan basillere denir. A M FO R A a. (lal amphora dan). Antik. Yumurta biçiminde, dibi sivri ya da dar



Amibisit ayaklı, çift kulplu çömlek. (Bk. ansikl. böl.) —Ûlçbil. Yunanistan’da 19,7 litreye, Roma’da 26,26 litreye denk düşen ve sıvı­ lar ya da tahıllarda kullanılan ölçek.



Yerel uygulamalarda (pomat, losyon, jine­ kolojik tabletler) maya mantarlarının (Cardida albicans tipi) neden olduğu mantar hastalıklarına karşı oldukça etkilidir. An­ cak deri mantarlarından ileri gelen man­ tar hastalıklarının tedavisinde pek etkili ^ değildir. A M FO TE R LE Ş M E a. Kim. Ters deği­ şimin karşıtı olan olay. A M F 0 T R İŞ sıf. (fr. amphotriche'den). Ön ve arka uçlarında tek bir titrek kamçı bulunan basillere denir. Â M H A R A LA R , Etyopya’daki en kalaba­ lık halk topluluğu. Amharca konuşan, er­ ken bir tarihte hıristiyanlığı benimseyen Amharalar, merkezi krallıkları sayesinde Etyopya'daki öbür topluluklara siyasal egemenliklerini kabul ettirdiler. Günümüz­ de tarım ve hayvan yetiştiriciliği yaparlar; toplum yapıları hem ataerkil hem anaer­ kil özelliktedir.



bezeli yunan amforası (İ.Ö.VI.yy.) Athena’nın koruyuculuğu altında Kerberos'a yaklaşan Herakles Andokides’ırı ressamı tarafından Lom e müzesi, Paris —ANSİKL. Antik. Amforalar ölülerin külle­ rini saklamaya, özellikle de sıvı, tahıl, ku­ rutulmuş balık, kuru üzüm, incir gibi ye­ mişleri koymaya ve taşımaya yarardı. Kul­ punda yer alan mühür, nerede yapıldığı­ nı belirtirdi; bu mühürlerin incelenmesi an­ tik çağda ticaret yolları tarihinin öğrenil­ mesi açısından çok önemli olmuştur. Am­ foranın alt kısmının sivri oluşu, özel bir desteğe oturtulması ya da kuma saplana­ bilmesi içindi. Büyük bir sanat değeri ta­ şıyan Panathenaia amforası adı verilen kapaklı amfora türü, kutsal zeytin ağaç­ larının yağıyla doldurularak ödül olarak Atina’daki Panathenaia törenlerine katılan genç kızlara verilirdi. AMFC53ÎK sıf. (fr. amphorique'ten). Semeiol.Göğsün dinlenmesi sırasında duyu­ lan ve bir testiye ya da dar ağızlı bir sü­ rahiye üflendiğinde çıkan sese benzeyen gürültü ya da üfürüme denir. (Bu üfürüm, plevrada [pnömotoraks] ya da akciğerde bulunan içi hava dolu büyük bir boşluğun çok özgün bir belirtisidir.) A M F O K O -M E T A Ü K sıf. (fr. amphoro ■mĞtalliaue). Pnömol. Amforo-metalik senürom, akciğer seslerinin dinlenişinde hem amfor üfürümü, hem madeni sesler (konuşma, öksürük) duyulmasıyla belirgin pnömotoraks sendromu. A M FO TE R sıf. (fr. amphotĞre; yun. amphoteros, ikisi aynı anda). Kim. Aynı an­ da hem baz, hem asit rolü oynayan mad­ de ya da iyon için kullanılır. —ANSİKL. Alüminyum oksit olan alümin, amfoter bir oksittir: baz işlevi görerek hidrokiorik asitle birleşir ve alüminyum klorür oluşturur; öte yandan asit gibi davra­ narak sodyumla birleşir ve sodyum alüminaî verir. Daha başka pek çok cisim amfoter özellik taşır: nitekim çözelti halin­ deki aminoasitler, pH değerine göre an­ yon, katyon, hatta eşelektrikli nokta de­ nen özei bir pH için yansız ve çift kutuplu iyonlar oluşturur. AMFOTESSSİN 31 a. (fr. amphotĞricine S ’den). Org. kim. ve Eczc. C 47H 73NO .7 formüllü polien heterozit; streptomyces nodosus türü mantarlardan elde edilir ve mantar hastalıklarına karşı ilaç olarak kul­ lanılır. —ANSİKL. Amfoterisin B, şırınga edilmek suretiyle ağır mantar astalıklarının (iç or­ ganlarda septisemi yapan pamukçuklar, aspergillus mantarlarından ileri gelen has­ talıklar, blastomikozlar) tedavisine olanak sağlar, içilebilir çözeltisi, sindirim organ­ larındaki pamukçuklara karşı hem koru­ yucu, hem tedavi edici olarak kullanılır.



A M H A R C A a. Etyopya’da konuşulan sami dil. —ANSİKL. Etyopya’nın resmi dili olan am­ harca, bu dili olabildiğince yaymaya ça­ lışmış olan Yeni imparatorluk'un 1270 yı­ lında kuruluşundan beri yönetim ve dev­ let dili durumundadır. Günümüzde, ülke nüfusunun (yaklaşık 8 milyon konuşucu) dörtte birinden çoğu, özellikle Begameder, Çoa ve Gocam yörelerinin halkı bu dili konuşur. Yazılı dil geleneği oldukça yenidir: XIV. yy.'dan kalma tek tük ezgi ve şiire rastlansa da, yazının, özellikle öğ­ retici edebiyatın gelişmesi ancak XIX. yy.'da başlamıştır. Güney kümesinin (ya da Etyopya'nın) sami dili olan amharca, gezceye yakın bir ağızdan türeyerek gelişmiş, ancak kuşi dillerinden, özellikle gallaca'dan, büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu bakımdan gezceden ve sami altkatmanından oldukça ayrılır. Bu ayrılıklar sesbilim düzleminde (gırtlaksıl seslerin yerini çok sayıda öndamaksıl seslerin alması), biçimbiiim düzle­ minde (üç yerine dört ünsüzden oluşan birçok fiil kökünün ortaya çıkması, zaman­ ların ve kiplerin sona gelen bir yardımcı fiille oluşturulan biçimlerle anlatımı) ve sözdlzim düzleminde (sözcüklerin tümce­ de, fiilin sona gelmesinden kaynaklanan, genellikle uzun ve süreli bir sıra izlemesi biçiminde) ortaya çıkar. A M H E R S T , Kanada’da liman, Nova Scotia'da, Fundy körfezi kıyısında; 10300 nüf. Ticaret merkezi. Makine yapımı. A M H E R S T ya da K Y A İK K A M İ, Bir­ manya'da sayfiye merkezi, Mulmein’in G.’inde. A M H E R S T (Jeffery, — baronu), İngiliz mareşal (Riverhead, Kent, 1717 - Mont­ real, Sevenoaks yakınında, Kent, 1797). Avusturya Veraset savaşı sırasında ve Ye­ di Yıl savaşı'nın başlarında çarpıştıktan sonra, 1758'den başlayarak Kuzey Ame­ rika’daki İngiliz kuvvetlerinin komutanlığını üstlendi. Montreal’i ele geçirerek (1760) Kanada'nın fethini tamamladı. Kuzey Amerika genel valiliğine getirildi, Pontiac ın komutasındaki kızılderili ayaklanması karşısında başarılı olamadı. 1763’te İngil­ tere'ye döndü ve başkomutan oldu, A M H E R S T OF A R A K A N (VVİlliam PİTT AMHERST, — kontu), İngiliz yöneti­ ci (Bath 1773 - Knole Park, Kent, 1857). Jeffrey Amherst'in yeğeni ve vârisi. Ara­ kan veTenasserim bölgelerinin sömürge­ lere katılmasıyla sonuçlanan Birinci Bir­ manya savaşı (1824-1826) sırasında Hin­ distan genel valiliği görevini yürüttü (1823-1828). A M H E R S T İA a. (bu ağacın adandığı lady Amherst'in adından). Dünyanın en güzel ağaçlarından biri sayılan ve Hindis­ tan’da yetişen ağaç. (Parlak kırmızı çiçek­ leri bir metre uzunluğunda, salkım biçi­ minde bir çiçeklik oluşturur. Bil. a. Amherstia nobilis; erguvangiller familyası.) A M İA L A R -> AMİLER.



A M İA T A «laftı, İtalya'da kısmen yanar­ dağ kökenli kütle, Toscana Apenninleri'nde, Umbria ya da Siena toprağının çıkarıl­ dığı ocakların bulunduğu yerde; 1 734 m. Cıva yatakları. A M İB İ A Z a. (fr. amibiase). Entamoeba histolytica türlü amibin neden olduğu has­ talık. —ANSİKL. Amibiaz, dönenceler arası böl­ gede (Asya, Afrika, vb.) sık görülen böl­ gesel bir asalak hastal ğıdır. Ama ılıman bölgelerde de ortaya çıkabilir. Entamoe­ ba histolytica asalağı, insan bağırsağına yerleşen yedi amip türünün hastalık ya­ pabilen tek türüdür. Onun da üç çeşidi vardır. Çapı, öbür iki çeşidinin iki katı olan E. histolytica histolytica hastalık yapıcıdır; buna kan yiyici amip denir, çünkü, doku yıkımı sırasında, içinde çoğu zaman yu­ tulmuş alyuvarlar görülür ve güçlü bir do­ ku öldürücü gücü vardır. Dışkılar mikros­ kopta incelendiğinde amip bulunursa amibiaz (şiddetli amipli dizanteri, sancılı gelişen amibiaz [bu akut ya da yarı akut hastalıklar daha çok genç insanda ve yol­ cularda görülür] tanısı kesinleşmiş olur. Da­ yanıklı olan ve dışkı yoluyla insandan insa­ na bulaşan E. histolytica minuta çeşidiyle dört çekirdekli kist çeşidi, dokuları sarmayan ve hastalık gücü zayıf olan öbür iki şekli­ dir. Dışkıların incelenmesi sırasında bu­ lunmaları, amibiaz enfeksiyonunu doğru­ lar; hasta olsun olmasın (hafifleme dev­ resinde ya da "sağlıklı taşıyıcı” da), böy­ le kimselerin varlığı hastalığın yayılması bakımından büyük önem taşır. E. histolytica histolytica, bazı iç organ­ lara da (karaciğer, akciğer,dalak,beyin) yerleşerek apseler oluşturur. Bu durum­ da tanı, immünolojiye (immünoelektroforez ve immünoflüoresans yöntemleri) ve diğer tamamlayıcı incelemelere (radyog­ rafi, sintigrafi, ekografi ve tomodansitometri) dayanır. Amibiazın, özellikle bağır­ sak mukozasında yol açtığı doku yarala­ rı (ülserler), asalağın hastalık yapıcı çeşi­ di yıllardan beri görülmese de, bağırsak­ ların boşaltımı ve hareketleri üzerinde et­ kili kalıcı bozukluklar yaratabilir. Amibiaz tedavisinde doğrudan ya da doku içinde mikrobu etkileyen ilaçlara başvurulur. Bunlar yeterince etkili oldu­ ğundan iç organ apselerinin ameliyatla çı­ kartılmasına eskisi kadar başvurulmamaktadır. Korunma, dışkıyla bulaşma teh­ likesine karşı mücadeleye ve sağlık bilgi­ sine dayanır. A M İB İS İT a. ve sıf. (fr. amoebicide' den). Amibiaz tedavisinde kullanılan ilaç. —A n s İk l . Amipleri (Entamoeba histolyti­ ca) ilaçla öldürmek her zaman gereklidir, ama kullanılan ilaçlar ancak asalağın doğ­ rudan doğruya yakınına ulaştığı zaman etkili olabilmektedir. Bu bakımdan amibisitler öteden beri iki çeşide ayrılır: hasta­ lık yapan amip türlerinden E. histolytica histoiytica'ya etkili olan yayılgan ya da dokusal amibisitler (2 -dehidroemetin ve da­ ha kolay kullanılabilir, daha iyi dayanılır olan imidazol türevleri) ve yalnız kalınba­ ğırsak içinde bulunan minuta çeşitlerine



541



gündelik kullanım için yapılmış amforalar Bodrum müzesi



AMİBİAZ AMİBİN ÖÇ ÇEŞİDİ (EntamoeOs histolytica)



Entamoeba histolytica minuta



Entamoeba histolytica histotytica



(gelişme çeşidi)



(hastalık yapan çeşit)



amibisit etkili olan birçok kontak amibisitleri (bu ilaçlar amiplerin gelişme çevrimini kırarak yeni kistlerin oluşumunu engellediklerin­ den hastaların yeni baştan hastalanma­ larını önlerler). Her iki gruba girebilen ilaç­ lar tercih edilir. Bunlar arasında imidazol türevleri (metronidazol, sekonidazol, tinidazol) en çok kullanılanlardır.



542



A M İB O İZ M a. (fr. amibbisrne’den). Ba­ zı hücrelerin bir dayanak üstünde sürü­ nerek yer değiştirme özelliği (amipsi ha­ reket). —ANSİKL. Amiboizm, yalancı ayağın ya­ pışmasını sağlamak üzere, yüzey gerili­ mi sağlayan bir dayanak gerektirir. Bun­ dan başka, yalancı ayağın iyi yapışması, sitoplazmanın belirli bir bölgesindeki fiziksel-kimyasal değişimlere de bağlıdır, ilerleme hızı sıcaklıkla değişir. Isı 10°C arttıkça hız bir kat artar. Amiboizm, canlı varlıklarda hareketin ana belirtilerinden bi­ ridir. Ayrıca, yalnız amipsi hareket yapa­ bilen hücreler, yabancı maddeleri ya da yakaladıklarını içlerine sokabilirler; demek ki amiboizm fagositozun (hücreyutarlığı) temelidir.



gütünün başında amid sanını taşıyan bir memur bulunurdu. Selçuklular'da kimi vezirler amidûlmülk, amideddin gibi la­ kaplarla anıldılar. Buveyhiler'de farklı bir uygulamaya rastlanır: Amidelcüyûş, ordu komutanının adıdır. Moğollar bu sanı kul­ lanmadılar. Kimi müslüman ülkelerinde bu sözcükle ilgili “ imad” ve “ umda” san­ ları kullanıldı. A M İD A ya da A M İD



• DİYARBAKIR.



A M İD A , Amita'nın japoncası; kendi ba­ şına varlığı olan ilk Buddha’lardan en önemlisi. Hint mahayana buddhacılığında Amitabha (sonsuz ışık) ya da Amitayus (sonsuz yaşam) diye geçer. A M İD A Z a. (fr. amidase). Biyokim. Amit bağının hidrolizlenmesini katalizleyen en­ zim. (Başlıca amidazlar glutaminaz, asparaginaz, arginaz, üreazdır.)



si’nde müderris oldu. Dinde akılcılığıy­ la tanındı. Bu nedenle din bilginleri tara­ fından, öldürülmesi için girişimde bulunul­ duğunu öğrenince Hama'ya geldi ve Eyyubi hükümdarlarının hizmetine girdi. Bunlardan el-Melik ül-muazzam tarafın­ dan Şam'da, Aziziye medresesi müder­ risliğine getirildi. Burada felsefe ve eski bi­ limleri öğrettiği gerekçesiyle el-Melik ül -Eşref kendisini görevden uzaklaştırdı. Yaşamının son yıllarını evinde geçirdi. Ke­ lam, fıkıh ve felsefeyle ilgili eserleri ara­ sında Efkâr ül-efkâr, ihkâm ül-hükkârrr fi usûl il-ahkâm ve Deka'ık ül-haka'ik fi'l -mantık sayılabilir. A M İB İN a. (fr. amidine). Org. kim. RC (~=NR'’)—NR 2 formülüyle gösterilen bi­ leşiklerin genel adı; amitlerdeki oksijen atomunun yerini NR ” grubu alır ve amidinler oluşur. (Hidrolizle kolayca amitlere



Amiens’in Notre-Dame katedraliyle birlikte havadan görünümü



A M İC İ (Giovanni Battista), İtalyan gök­ bilimci ve optikçi (Modena 1786 - Floran­ sa 1863). Floransa gözlemevinin müdür­ lüğünü yaptı (1831). Özellikle optik aygıt­ lar üstündeki çalışmalarıyla tanındı. Doğ­ rudan görüşlü prizmalı bir tayfölçerle, ek­ vator ve meridyen gökdürbünlerini, ayrı­ ca tesviye aygıtlarını buldu; küresel diyoptr'un stigmatik noktalarını ve mikros­ kop objektiflerinde sıvıları ilk kez kullanan bilim adamı odur. Bu aygıtlarla, 1844’te, mineraller içindeki küçük kristallerin yön­ lerini inceledi. A M İC İS (DE) - DE AMİCİS.



Amitte yaldızlı tahta Japonya, XIV.yy. sonu



Guimet müzesi, Paris



A M İD sıf. ve a. (ar. camid). Esk. 1. Çok hasta; aşk hastası. —2. Bir toplulukta önde gelen kimseler için kullanılır; şef, komutan. + a A s ıl nokta, başlıca nokta. — Kur, tar. Samaniler, Gazneliler ve Selçuklular'da kimi sivil görevlilere verilen



Amitıu Armana



Notre - Dame katedrali'nin koro ve çapraz şahın karesi (XIII,yy.)



san' (Bk' ans'kl- bö*-) _ a n s İk l . Samaniler’de posta nazırı (sahibülberit), bu sanı taşırdı. Gazneliler’de büyük vilayetlerin yönetim ve maliye ör­



A M İB E çoğl. a. (ar. cam ud'un çoğl. a’ mide). Esk. t . Direkler; sopalar. — 2 .Önderler, komutanlar. A M İD İ (Ebûlkasım el-Hasan bin Bişr el-), arap dilci (Diyarbakır [Amid] ? - Bas­ ra 981). Arap şiiriyle ilgili değerlendirme­ leriyle tanınır. Bu tür yapıtları arasında Ebu Tammâm ile Buhturi'nin şiire ilişkin düşüncelerini yansıtan Kitâb ül-müvâzerıe beyne't-Tâiyeyni Ebi Tammâm ve'l - Buhturi fi'şj'r (bu eser Velet Çelebi tarafından türkçeye çevrilmiştir. İstanbul, 1311) ile edebiyata ilişkin Kitâb ü l-m u 'te lif ve'l -muhtelit anılabilir. Son kitabından, es -Suyuti yararlanmıştır. A M İB İ (Rüknettin Ebu Hamit Muham­ met es-Semerkandi el-), hanefi hukukçu (Semerkand ? - Buhara 1218). Cedel (mantık yoluyla tartışma) sanatıyla ilgili Ki­ tâb et-irşâd ve et-tarikat ül-âmidiyye fi'l hilâf ve'l-cedel adlı yapıtlarıyla tanınır. Yo­ ga ile ilgili, hintçe Amrtakunda adlı yapıt, yaptığı önemli eklemelerle farsça, arapça ve türkçeye çevrilmiştir. Ayrıca, felse fe ve tılsım ile ilgili Havz ul-hayât adlı bir yapıtı da vardır. A M İD İ (Seyfettin Ali bin Ali bin Muham­ met el-), arap din bilgini (Diyarbakır [Amid] 1156 - Şam 1233). Doğduğu yer­ de hanbeli, gittiği Bağdat'ta şafii fıkhını öğrendi. Felsefeyle de uğraştı. Önceleri hanbeliyken sonradan şafii oldu ve Kanire'ye gitti. Burada İmam Şafii'nin türbe­ sinin bulunduğu Karafet üs-sugra’daki medresede muidlik (müderris yardımcısı) yaptı. Arkasından Kahire'deki Zâfiri cami-



dönüşen güçlü bazlardır.) A M İD O P İR İN a. (fr marka adı amidopyrine'den). Ağrı giderici ve ateş dü­ şürücü etkisinden dolayı ağrılı romatizma­ larda ve grip hallerinde kullanılan aminopirinin eczacılıkta yaygın öbür adı. (Amidopirinin kan yapıcı kemik iliği üzerinde baskı yapıcı etkisi vardır ve kullanılması çok ağır agranülositoza yol açabilir. Sülfamitlerle ve tiamfenikolle birlikte verilmesi tehlikelidir.) (Eşanl. AMİNOPİRİN, AMİNOFENAZON.)



A M İD O S T O M a. (fr. amidostome). Su kuşlarının, özellikle evcil kazların yemek borusunda asalak yaşayan iplik kurt. (Yavrularda ölüme yol açabilir.) A M İE L (Henri Frödöric), fransızca yazan isviçreli yazar (Cenevre 1821 - ay.y. (1881). Fransız asıllı protestan bir aileden geliyordu. Berlin’e gitti, bir süre orada kal­ dıktan sonra Cenevre'ye döndü. Önce 1849'da estetik kürsüsü, 1853’te felsefe kürsüsü başkanlığına getirildi. Hegel ve Schelling'in etkisinde kalmış bir şair, çe­ virmen ve denemeci (Du mouvement littâraire dans la Suisse romande et de son avenir, 1849; Essais critiques, 1932ı olan Amie! özellikle bir bölümü yayımlanan 17 000 sayfalık özyaşamsal bir elyazmasının (Fragments d'un journal intime, 1883-1965) yazarıdır; bu yapıtında, ya­ şam karşısındaki başlıca kaygılarını ve ür­ kekliğini inceler. A M İE N 8 , Picardie bölgesinin ve Somme dâpartement'inin merkezi; 136 358 nüf. Geleneksel tekstil endüstrisinin (pa-



amiksi muklu, yünlü, kadife, konfeksiyon) yanı sı­ ra kimya (gübre, plastik), metalürji ve cam sanayileri de gelişmiştir. —Güz. sant. Kentin başlıca anıtı, 1220’de Robert de Luzarches tarafından yapımı­ na başlanan ve Fransa'nın en büyük ka­ tedrali olan Notre-Dame'dır. A m lm s b a rış ı, 25 mart 1802’de Fran­ sa ile İngiltere arasında imzalanan barış antlaşması. Lunöville barışı ile (9 şubat 1801) Avusturya tarafından yalnız bırakı­ lan İngiltere (o sırada Pitt, yönetimi Addington’a devretmişti), Bonaparte ile mü­ zakereye oturdu. Londra öngörüşmeleri (1 ekim 1801) sonucu her iki devletin as­ keri birliklerinin boşalttığı Mısır, Türkiye’ ye geri verildi; İngiltere, ele geçirdiği sö­ mürgeleri (Trinidad ve Seylan dışında), Fransa ile müttefikleri ispanya ve Hollan­ da'ya, Malta adasınıysa Aziz Yahya şöval­ yelerine bırakıyordu. Buna karşılık, Fran­ sızların Taranto, Otranto ve Brindisi li­ manlarını boşaltmaları gerekiyordu. Ama, Fransa’nın onaylanmasını istediği Avru­ pa’nın siyasal durumundan da, ingilizler’ in tekrar başlayacağını umdukları ticaret ilişkilerinden de söz edilmiyordu. Bunun­ la birlikte, lora Cornvvallis ile Joseph Bonaparte’ın imzaladıkları antlaşma, sevinç­ le karşılandı: Avrupa on yıldan beri ilk kez barışa kavuşuyordu. Ama barış ancak bir yıl sürdü. A M İE T (Cuno), isviçreli ressam (Solothurn 1868 - Oschvvand, Bern, 1961 ).Bretagne'da Gauguin'in dostlarıyla çalıştı (1892), yeni fikirler aşılamak amacıyla ül­ kesine döndü. Manzaradan duvar süsle­ meciliğine kadar bütün türleri denedi. Re­ simleri İsviçre'nin birçok müzesindedir,  M İG ya da  M İG A a (fars, amiğ, amiğa). Esk. 1. Bağlama, karıştırma, bir­ leştirme. —2. Karışım, birleşik. ♦ sıf. Karışık, karışmış. A M İG D A L E K T O M İ a. (fr. amygdalectomie). Tıp. Bademcik ameliyatı. (-> BA­ DEMCİK.) A M İG D A L İN a. (fr. amygdaline). Org. kim. Acı badem ve çeşitli meyve çekir­ deklerinden çıkarılan heterozif. —ANSİKL. Amigdalin, gentobiyoz ve m andelik nitrilden türeyen bir 0 - glükozittir ve ^ 6^ 11^5



O ö 6H 10O 4 - 0 - C H ( C 6H 5 )- C = N



formülüyle gösterilir. Kendisi zehirli değil­ dir; ama enzimce hidrolize uğratıldığında mandelik nitrıli, yani benzaldehit siyanhidrini verir; dolayısıyla aşırı ölçüde zehirli olan hidrosiyanik asidi açığa çıkarabilir. A M İG D A L İT a. (fr. amygdalite). Tıp. Ba­ demcik iltihabı. (-» BADEMCİK.) A M İG D A LO T O M a. (fr. amygdalotome; yun. amygdale, badem, ve tome, kesme' den). Bademcikleri ameliyatla çıkarmak için kullanılan alet. Â M İG İ sıf. (fars. amig ve -/'den amigi). Esk. Hakiki, gerçek, somut, simgesel ol­ mayan. A M İG O a. (arkadaş anlamında isp. söze.). Genellikle spor karşılaşmalarında yandaşlarını coşturmaya çalışan kimse. A M İG O N İ (iacopo), İtalyan ressam (Na­ poli 1682 - Madrid 1752). Venedik’te ve Avrupa’nın belli başlı birçok sarayında (Münih, Londra, Madrid) çalıştı, rokoko resmin başlıca temsilcilerinden biri olarak tanındı. A m Ih sıf. (ar. camih). Esk. Şaşırmış, şaş­ kın. A m İH T E sıf. (fars. amihte). Esk. Karış­ mış, bulaşmış, karışık. A M İH T E G İ a. (fars amihte ve -/’den 3mihtegi). Esk. Karışmış olma, karışmışlık. A M İJ E sıf. (fars. Smije). Esk. Karışık, ka­ rışmış.



A M İK , A M İK A sıf. (ar 'amik ve dişi. camika). Esk. Derin: "...sükûn, amik leyli yırtiyor..." (C. S. Erozan). Efkâr-ı arnika (derin düşünceler). Tetebbuat-ı arnika (derin, ayrıntılı incelemeler). A M İK g ö lü , Hatay ili sınırları içinde, ay­ nı adlı ovanın ortasında yer alır. 90 km2. Denizden yüksekliği: yaklaşık 85 m. De­ rinliği az, suyu tatlı. Karasu, Muratpaşa, Burç (esk. Afrin) akarsularıyla beslenir. Sıtma mücadelesi amacıyla göl alanı bü­ yük ölçüde kurutuldu, tarım alanına dö­ nüştürüldü. A M İK o v a s ı, Akdeniz bölgesinde, Ku­ zey Suriye platosu ile Amanos dağları arasında ova. Kızıldeniz’den Kahraman­ maraş'a uzanan Doğu Anadolu kırık zonu üzerindedir. Yükseltisi 100-150 m. Ba­ tısını düz bir çizgi halinde Amanoslar sı­ nırlar. Güneyi platolar, doğusu Kürt dağı ile çevrilidir. Kuzeyde, içinde genç volka­ nik şekillerin (leçeier) yer aldığı, oluk bi­ çimli Karasu çukurluğuna doğru sokulur. Asi, Burç (esk. Afrin) ve Karasu ırmakla­ rının sürüklediği alüvyonların birikmesiy­ le oluşmuştur. G.-B.’ya doğru eğimli olan ovanın sularını güneyinden geçen Asi ır­ mağı toplar, dar bir boğazla Akdeniz’e boşaltır. Ovanın en çukur yerindeki Amik gölü büyük ölçüde kurutulmuştur. Birinci derecede deprem zonu üzerinde yer alan ovada tahıl, baklagiller, pamuk ve yağlı tohumlar tarımı önemlidir. —Arkeol. Amik ovası, elverişli konumu nedeniyle, tarihöncesinden başlayarak yerleşim alanı olmuştur. Chicago Üniversitesi'nden McEwans yönetiminde yürü­ tülen araştırmalarda, ovada 178 höyük saptandı. Tel C üdeyde' ve Vadi*-et Ha­ mam (Reyhanlı yakınları) gelişmiş bir köy kültürünü yansıtan yenitaş dönemi yerleş­ meleridir. Te/ K urdu', Tel'-es şeyh, Tabara'-el Akrad, Tel Cüdeyde, Çatalhöyük* (Kanula), bakırtaş dönemi yerleşim merkezleridir. Özellikle Tel Kurdu'da or­ taya çıkarılan Tel Halaf ye El Ubeyd türü çanak-çömlekler Filistin-Ürdün-Suriye kül­ tür bağlantısını aydınlatıcıdır. Tel A çana' ve Tel Teynet' ise tunç çağlarının önem­ li yerleşim merkezleridir. ( -> Kayn.) A M İK A - AMİK. A M İK A İ (Yehuda), ibranioe yazan İsra­ illi yazar (VVûrzburg 1924). 1936'da Filis­ tin'e yerleşti. İngiliz edebiyatına özgü alaycı üsluptan çok etkilendi. Şiirlerinde (Aujourd'hui et Autrefois. 1955 [tr. çev.]; Â une distance de deux espoirs. 1958 [fr. çev.]; le Temps, 1977 [fr. çev.]), anla­



tılarında ve oyunlarında (Voyage 3 Ninive, 1962 [fr. çev.] )çağdaş teknoloji terim­ leri ve temalarıyla halk dilini kullandı.



Cuno Amisi Çingene k zı Lola (1937) Winterthur müzesi



A M İK A N E be.(ar. 'amik ve fars. -ane'den camik5ne). Esk. Derinden derine, inceden inceye. A M İK A S İN a. (fr. amikacine). Aminozitler grubundan önemli bir antibiyotik. (Pek çok mikroba karşı etkilidir, ama böbrek ve içkulak için zararlıdır.) Am H uKizü, halay türü bir halk oyu­ nu. Gaziantep yöresinde yaygındır. (AMİKKABASI da denir.)



A M İK S İ a. (fr. amyxie; yun. a, yokluk eki, myksa, burun akıntısı,sümük'ten). Patol. Sümüksü salgının yokluğu. A M İK S İ a. (fr. amixie; yun. a. yokluk eki, yejniksis, karışım'dan). Biyol. Çok yakın iki türün çaprazlanmaması durumu. (Amiksi, coğrafi yalıtım, eşey hücrelerinin olgunlaşma zamanındaki farklılık, çiftleş­ meyi önleyici morfolojik engeller ya da eşeysel çekicilik bulunmaması [köpek ve dişi kurt] gibi nedenlerin sonucu olabilir.)



iacopo Afıigoni Didon ile fresk (1723-1727 arası), Münih



am il



«m iiapiM tte (iyotla boyanmış patates nişastası)



A M İL sıf. (ar. camel‘den râmil). Esk. 1. Bir işi yapan, gerçekleşmesini sağlayan kişi ya da şey için kullanılır; etken, etmen: " ..... irâde-i milliye âmil ve hâkimdir" (M.K. Atatürk). —2. Bir olaya neden olan, etki eden şey için kullanılır. —3. Amil ol­ mak, yapmak, çalışmak, imal etmek. ♦ a İsi. huk. Zekât toplamak için görevlen­ dirilen ve ücretleri topladıkları zekâttan ve­ rilen memurlar, koruma görevlileri ve hiz­ metliler. —Kur. tar. İslam devletlerinde "iş gören" anlamında devlet görevlisi, özellikle ver­ gi tahsildarı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kuran'da (Tevbe suresi, 60) sadaka toplayan anlamında geçmektedir. Hz. Muhammet, kabilelerden ya da ken­ disine bağlı bölgelerden sadaka topla­ mak üzere görevliler atadı. Bunlar zaman­ la siyasal ve askeri bir kişilik kazandılar. Emeviler döneminde amil, genellikle vali ya da bir yönetim birimi yöneticisi anla­ mında kullanıldı. Emeviler'in son dönem­ lerinde amiller (ummal) yöneticiliğin yanı sıra vergi baştahsildarı olarak da görev yaparlardı. Abbasiler'in ilk dönemlerinde amil yine bir yönetim biriminin yöneticisi anlamında kullanılırdı. Mısır amili, "amil el-haraç" adıyia doğrudan Bağdat hükü­ metince atanırdı. Zamanla bu terim daha yaygın olarak bir bölgenin vergi tahsilda­ rını tanımlamak için kullanıldı. X. yy.'da amil gene! olarak sadece bir maliye me­ murunu tanımlardı. Bir eyalet amir ya da emirinin yanında bir de amil bulunurdu. Bu dönemde amilin yetkisi oldukça sınır­ lıydı: tarıma özendirmek, sulama işlerini düzene sokmak, vergi toplamak, bölge bütçesini dengelemek vb. gibi. Amil söz­ cüğü tüm İslam devletlerinde ayrıntıları az çok değişime uğramakla birlikte bu an­ lamlarını korudu. OsmanlIlar bu terimi ver­ gi kesenekçisi (mültezim) için kullandılarsa da sonraları çok ender kullanım gören bu sözcük, yalnızca bir eyaletin kendi yö­ resinden sorumlu küçük vergi memuru­ nu tanım biçimihi aldı. A M İL a. ve sıf. (fr. amyle).Org. kim. For­ mülü C 5H ,, olan blrdeğerli kök. (Eşanl. PENTİL.) [Bk. ansikl. böl.] ||A m // alkol, C5H,,OH formülüyle gösterilen alkol. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Sekiz amil izomeri kökü vardır. Bu kökleri sekiz alkol ve bunlardan türe­ yen esterler karşılar. Amil esetat ve amil nitrit genellikle, (CH 3)2- C H - C H 2- C H 2- O Z formülüyle gösterilir. Formülde Z'nin ye­ rini ya CO—CH 3 ya da NO alır. Amil ase­ tatın armuda benzer bir kokusu vardır. Şekercilikte ve parfümcülükte kullanılır, ayrıca selülozun türevleri için çözücü ola­ rak da yararlanılır. Amil nitrit ise organik bireşimde etkin madde olmasının dışın­ da özellikle göğüs anjini krizlerinde solu­ num yoluyia alınan damar genişletici bir ilaçtır. • Amil alkol. Sekiz amil alkol izomeri var­ dır. Ama amil adıyla anılanlar genellikle üç tanedir: bakışım sız am il alkol CH 3- C H 2-C H (C H 3) - C H 2OH formü­ lüyle gösterilir ve mayalanmayla levojir bi­ çiminde elde edilir; eşamil a/to/ ün formü­ lü (CH3)2C H -C H 2- C H 2- O H biçiminde yazılır ve aynı yöntemle hazırlanır; ayrıca en bol bulunan izomerdir; tersiyer amil al­ kol ise, (CH3)2—C(OH}—C2H6 formülüy­ le verilir ve ilk iki alkolün su giderme işle­ minde son ürün biçiminde oluşan trimetiletilen hidratlanarak üretilir. Â M İL sıf. (ar. emel'den âmil). Esk. iste­ yen,umut eden. A M İL A Z a. (fr. amylase). Biyokim. Nişas­ tanın önce dekstrine, sonra maltoza hidrolizlenmesini katalizleyen enzim. —ANSİKL, iki çeşit amilaz vardır: nişasta zincirinin içindeki 1-4 oz bağlarını kopa­ rarak onu önce dekstrine, sonra maltoza dönüştüren a- amilaz ya da erıdo-amilaz, nişastayı indirgen olmayan uçlarından



başlayarak hidrolizleyen ve maltoz parça­ ları haline getiren ff-amitaz ya da ekso -amilaz. Amilazlar doğada çok yaygındır (a -amilaz tükürük ve pankreas salgısında /3 -amilaz bira mayasında ve filizlenmiş arpada bulunur.) A M İL A Z IM I a. (fr. amylasâmie'den). Biyokim. Kanda amilaz bulunması. (Amilazemi ile amilazüri pankreatitte ve kaba­ kulak hastalığında artar.) ÂSSİLASÛSSİ a. (fr. amylasurieden). Bi­ yokim. İdrarda amilaz bulunması.  M İL E , Arabistan'ın K.-B.'sında eski bir kabile. Efsaneye göre kraliçe Zenobia'nın uyruğuydu. İslamlığın doğuşunda Lut gö­ lünün G.-D.'sunda bulunuyorlardı. XI. yy.'da Lübnan'da bugün Cebei Amile adı veriien Biladussakif bölgesine yayıldılar.  H t ü a. (ar. 'âmile). Esk. Bacak, ayak.  M İL M ü ya da  M İ L A S , Malaya -Polinezya topluluğundan halk. Tayvan kı­ yılarında yaşayan Amiler'in sayısı, yakla­ şık 80 000 kadardır, iç göçler, Japonlar'ın uyguladığı siyaset sonucu geleneksel kül­ türlerinin büyük ölçüde bozulmuş olması ve önce Tayvan'ın, sonra da Hıristiyan misyonerlerin kültürsüzleştirme baskıların­ dan ötürü, tarihleri konusunda pek bilgi yoktur. Amiler, ast-üst düzenine dayalı bir toplumdur; her yıl düzenlenen çok önemli törenlerle bu yapı sürekli yenilenir.



—Patol. Amiloit nöropati, beslenme bo­ zukluğuyla karışık polinevrit tipinde duyu -hareket bozukluklarıyla ortaya çıkar, ge­ nellikle bacaklar, çok ender olarak da kol­ lar hastalanır. Aynı maddenin iç organla­ ra sızmasıyla bunlara kalp, sindirim, üre­ me organları ve sidik-böbrek rahatsızlık­ ları katılır. Amiloit nöropati, yaygın amitoz­ la sonuçlanır. Bunun otuz yaşlarında baş­ layıp yaklaşık iki yıl içinde gelişen ve ba­ şat otozomik yolla babadan oğula geçen ailevi bir şekli bulunduğu gibi daha geç ortaya çıkan ve daha yavaş gelişen ras­ gele bir çeşidi de vardır. & H İL ® § J ? İ 8C sıf. (fr. amytotytiçue). Bi­ yokim. Nişastayı ve nişastalı maddeleri hidrolizleyen. A M İL 3 Ü S a. (fr. amyloiyse; yun. amy­ lon, nişasta, velysis, erimeden). Biyokim. Nişasta ve glikojenin hidroliz yoluyia par­ çalanıp glukoza dönüşmesi süreci. (Laboratuvarda bu parçalama hidrolizieyici et­ menlerle sağlanır; su, seyreltik asitler ve alkaliler. Canlıda, örneğin sindirim sırasın­ da, amilaz ın etkisinin sonucudur.) ASİİLOfPSSKTÎM a. [fr. amylopectine). Nişastanın iyotla maviye boyanmayan bö­ lümü; nişasta kolasının pelteleşmesini sağiar. (D-glukopiranoz biçiminde 1 000 ile 3 000 glukoz molekülünden oluşan çok dallı bir moleküldür; nişastanın yak­ laşık % 80'ini oluşturur.)



 M İL İ (Bahaettin Muhammet bin Hüse­ g a. (fr. amyloplaste; yun. yin e!-), Suriyeli bilgin ve şair (Baalbek amylon, nişasta, ve plasma ya da plasis, 1547-1621), Suriye’de Cebel Amile kö­ biçim verme'den). Bot. Bitkisel hücrele­ kenlidir. Kadı olan babasıyla birlikte İran'a rin sitoplazmasında bulunan ve özümlegitti. Din bilimleri yanında matematik ve yici pigment taşımadığı için suda erir gluastronomi eğitimi gördü. Şah Abbas'ın s'ıîlerden yararlanarak nişasta sentezleyesarayına girdi. Çağının en büyük fıkıh bil­ bilen organit. gini sayılırdı. "Bahai" mahlasını kullandı. —ANSİKL. Proplast da denen genç plastBaşlıca yapıtları: şii fıkhı ile ilgili farsça ların, sürgendoku hücrelerinde önceden Cami-i Abbasi; astronomi konusunda El var olan piastlardan türediği sanılmakta­ -Mulahhas, Er-Risalet Cıl-hilâliye, Teşrih ül dır. Amiloplastlar, sentez işleminden son­ -eflak, Er Risalet ül-asturlabiye; matema­ ra, nişastayı "göbek" denen bir noktanın tikle ilgili Hulaset ül-hisab; bir edebiyat an­ çevresinde eşmerkezli tabakalar halinde tolojisi olan El-Keşkül ve Mevtana'nın biriktiren ve böylece "nişasta. taneciği"ni Mesnevi'sine giriş niteliğinde Nao-ü hel­ oluşturan lökoplastlardır. Günlük birikim­ va ile Şir ü şeker adını taşıyan mesnevi­ lerle yapılan bu tabakaların iç bölümleri leridir. daha koyu, dış bölümleri daha açık ve da­ ha nemlidir; nişasta taneleri bu yüzden özgü! bölgeli bir yapı gösterir. MikrokrısA M İL O - (fr. amylo-). Org. kim. Bir taiii yapılan, polarmış ışıkta açıkça görü­ molekülde amii kökünün varlığını lebilir (kara haç olgusu). Nişasta tanecik­ gösteren önek. lerinin biçimleri ve büyüklükleri çok deği­ şiktir (birkaç Çin'den 200 /ım'ye kadar) ve A M İL O B A K T E R a. (fr. amylobacter; bu çeşitlilik onları yapan bitki türlerinin yun. amylon, nişasta ve bakteria. bakte­ özelliğini gösterir. Özellikle köklerde, sap­ riden). Her yerde, özellikle memelilerin larda ya da tohumlarda yer alan nişasta sindirim borusunda çok bulunan anaerop tanecikleri bitkinin yedek besin kaynağı­ bakteri. (Çok yüksek mayalandırma gü­ dır; insanlar oralardan çıkarıp yiyecek ola­ cü olduğundan glusitleri parçalayarak burak yararlanırlar. tirik asit üretir [butirik mayalanma].) & M İL 0 2 a. (fr. amylose). Nişastanın A M İL O İD O Z a. (fr. amyloîdose). Patol. % 2 0 ’sini oluşturan boyanabilir madde. 1. AMİLOZ'un eşanlamlısı. —2. Deri ami(Amitoz, aralarında 1-4 bağlarıyla birleş­ loıdozu, deriye sıkıca yerleşen amiloit miş 300 ile 1 000 glukoz molekülü [D-glumadde birikimiyle belirgin tehlikesiz deri koplranoz biçiminde] içeren sarmal ve hastalığı. (En yaygın şekli amiloit likendir. doğrusal uzun bir zincirden oluşur. Amilaz­ Lekeli ve düğümlü şekilleri de vardır.) ca hidrofizlendiğinde artık bırakmaz, iyotla maviye boyanır. Amitoz su ile kola vermez ABSİL®İT sıf. (fr. amyloîde, yun. amylon, ama koiloidal bir çözelti oluşturur.) nişasta, veeidos, görünüş’ten). Biyokim. A M İL S E a. (fr. amylose). Patol. Çeşitli or­ 1. Amitoz sırasında özellikle bağdokusuganlara (özellikle böbrek) ve dokulara na sızarak yerleşen maddeye denir. (Bk. ansikl. böi.) —2. iyotiu bir eriyikle temas amiloit madde sızmasıyla belirgin hasta­ edince renk değiştiren cisme denir (ko­ lık. (Eşanl. AMİLCıiDOZ ya da [genelleşmiş çeşitleri için] AMİLOİT HASTALIK.) yu kahverengiye boyanma). —ANSİKL. Böbrek amitozu uzun süren bir #■ a. Amiloit madde, cisim. irinleşmenin sonucu olabileceği gibi bilin­ —Patol. Amiloit hastalık, AMİLOZ'un eşan­ meyen nedenlerle de olabilir. lamlısı. \\Amiloit nöropati, çevre sinir sis­ Tipik durumlarda bir böbrek sendromu temine amiloit madde sızmasıyla oluşan (nefrotik sendrom) ile ortaya çıkar; ama hastalık. (Bk. ansikl. böl.) basit bir proteinüriyle sınırlı kalabilir. Ge­ —ANSİKL. Biyokim, Amiloit madde, ara nellikle böbrek yetmezliğine doğru geli­ bağdokusuna, damar çeperlerine ve te­ şir. mel zarlara yerleşen glikoproteinii anor­ A M İM (ar. eamim). Esk. 1. Bol, bereket­ mal bir maddedir. Bazı boyalarla (özellikle li. —2. Umuma ait, genel. —3. Amlm-ül kongo kırmızısıyla) yakınlığı ve aşırı iplik-ihsan, bağışı, lütfü çok olan. si bir yapısı vardır. Bazı hallerde, amiloit maddenin yapımı sırasında immünogloftlS İü S a. (fr. amimie; yun. a, yokluk eki, ve mimema, takiıt'ten). Nörol. Parkinson bülinlerin hafif zincirleri işe karışır, bunla­ ra birçok başka maddeler, özellikle mühastalığı gibi bazı sinirsel hastalıklarda gözlenen tam ya da eksik mimik yitimi. kopolisakaritler eklenir.



am inoasit -A M İM (fr. -amine). Org. kim. Bir molekülde amin işlevinin varlığını gösteren sonek. (Etilamin * ya da etanamın bir birincil amindir.) AS£§M a. (fr. amine). Org. kim. Amonyak­ taki bir ya da birçok hidrojen atomunun yerine birdeğerli karbon köklerinin geç­ mesi sonucunda oluşan ve genel formü­ lü NH3„R „ olan organik bileşiklerin genel adı. (Bk- ansikl. böl.) —Nörobiyol. Beyin amini, KATEKOLAMİN' in eşanlamlısı. sıt. Amin oksit, formülü R3NO olan azotlu organik bileşiklerin genel adı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Org kim. Aminler üç grupta toplanır: birincil aminler (RNH2), ikincil am inler (R2NH) ve üçüncül aminler (R3N). Bu organik madeler R kökünün yapısına göre aşağıdaki adları alır: doy­ muş aminler ya da alkilaminler (R = alkil), e nam inler (R = aikenil), inam inler (R = alkinil) ve arilaminler ya da aromatik aminler (R = aril). Bu bölümde yainızca doymuş aminler, yani alkilaminler incele­ necektir. Alkilaminler amonyaktan daha güçlü bir bazdır; bazlık genellikle, azota bağlı alkil köklerinin savısıyia orantılı olarak ar­ tar. Ûteki elektroncul tepkimeler şunlar­ dır: alkilaminler oksijenli su gibi oksijen ve­ ricileriyle tepkimeye girerek amin oksitle­ re dönüşür (R3N t H 20 2 - * RjNO +. HjO) ve ornatılmış amonyum tuzlarını oluşturur (R3N - RT - * R3N +R' + I- ). Birincil ve ikincil aminler sözkonusu olduğunda, tep­ kime bir ya da iki hidrojen atomunun ornatılmasıyla sonuçlanır (Hofmann tepki­ mesi): R?NH+R'I - R jN ’ H R '+ l-— R,NR'zHI. Elektroncul madde, karboksiiik’(RCO—X) ve sûifonik asitierın(RS02 —X)ya da nitrit asitinin(NO—OH)bir türevi oiursa,amitler (R'CONR2), sü ifam itler (R'S0 2NR2) ya da nitrozoaminler (R 2NNO) elde edilir. RNHNO formülüyle gösterilen ve birincil aminlerden türeyen nitrozoaminler, su kaybederek R—N 2 formülünde kararsız diazonyum tuzlarına dönüşür; bu tuzlar bir azot molekülü yitirerek R4 karbokatyonunun bozunma ürünlerini verir. Niha­ yet, aldehitler ve ketonlar birincil aminlerle tepkimeye girerek iminleri’ , ikincil amin­ lerle enaminleri* oluşturur. Aminler, özellikle birincil ve ikincil olan­ lar hidrojen bağı bulunan bileşiklerdir. Al­ kolle aynı sayıda karbon atomu içerme­ lerine karşın, kaynama noktaları daha dü­ şüktür. Aminler suda çözünür ve hemen tümü kötü kokar. Organik kimyada amin işlevi, özgün ni­ teliğini, yukarıda belirtilen özelliklerden başka, hidrojen atomları ya da tekdeğerli kökler gibi üç farklı ornatana bağlı azot atomundan alır. Öte yandan amin işlevi­ ne aminoasıtler, polipeptitler, proteinler, hormonlar, alkaloitler gibi önemli karma­ şık ürünlerde de rastlanır. •Amin oksitler. Bu oksitler üçüncül amin­ lerin, hidrojen peroksit gibi bir oksijen ve­ riciyle tepkimeye girmesi sonucunda olu­ şur; kuvvetli baz ve yükseltgen madde­ lerdir. Yapıları elverişliyse, ısıl bozunmayia bir alken verirler. Katalitik bozunmalarıysa aldehitleri oluşturur: (CH3)3— N O -» (CHj)2NH + C H r = 0 . Bu bozunma biçimi, üçüncül aminlerin canlı organizmalarca parçalanmasında önemli bir rol oynar.  M İN (Samır), marxçılıktan esinlenmiş mısırlı iktisatçı (Kahire 1931). Üçüncü Dünya sorunları uzmanıdır. Dakar'daki Afrika İktisadi gelişme ve planlama enstitüsü'nü yönetmektedr. Emperyalizmin çeşitli biçimlerinden yola çıkaraK azgeliş­ mişlik süreçlerini çözümledi. Özellikle "m erkez" ve "çevre" gibi kimi yeni kav­ ramları derinleştirdi. Gelişmekte olan ül­



kelere dünya pazarıyla ilişiklerini kesme­ lerini öğütledi. Başlıca yapıtları: Le Dâveloppemerıt du capitalisme en Cöte -d'ivoire (fr. çev.), 1967; l'Accumulation 3 l'Ğchelle mondiale (fr. çev.), 1970; le DĞveloppemeni inögal; essai sur les formations sociales du capitalisme p3riph6rique (fr. çev.), 1973; TimpĞrialisme et le developpement inegal (fr. çev.), 1976, Â M İN ünl. (ibr. amen'den ar. amin). "Tanrı kabul etsin” anlamında dua ara­ sında, genellikle de bitiminde söylenir. (Bk. ansikl. böl. isi.) —Folk. Âmin alayı. Osmanlı döneminde çocuklar mahalle mektebine başlarken düzenlenen tören. [Eşanl. BED'İ BESMELE CEMİYETİ.] (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Folk. Aiayın yapılacağı günün pazartesi, perşembe ya da bir kandil gü­ nüne rastlamasına özen gösterilirdi. Ço­ cuğa yeni giysiler, ortasına nazarlık ilişti­ rilmiş, mavi püsküllü fes giydirilir; omu­ zundan beline doğru lahuri şal bağlanır, boynuna işlemeli cüz kesesi asılırdı. Ala­ yı oluşturan çocuklar ve ilahiciler, hoca­ nın başkanlığında okuldan hareket eder, ilahiler söyleyip topluca âmin çekerek ço­ cuğun evi önüne gelirdi. Evin kapısında hoca dua eder, kalfayla müzakerecinin arasında alaya katılan çocuğu da alarak ilahi ve âminlerle okula dönülürdü. Oku­ la varınca tekrar dua edilir, kalfa öğren­ ciyi hocaya teslim ederdi. Âmin çekenle­ re bahşiş dağıtılır, hocayla kalfaya da ucuna mecidiyeler bağlanmış yağlıklar (mendil) armağan edilirdi. —isi. Halife Osman'ın tedvin ettirdiği (top­ layıp, bir araya getirtip yazdırdığı) Kuran' da Fatiha suresinin sonunda “ Âmin" söz­ cüğünün olmamasına karşılık, sonradan yazılanlarda bu surenin sonuna “ Âmin" sözcüğü konulmuştur. İslam gelenekleri uyarınca Fatiha suresini okuyan kişinin, surenin bitiminde "âm in" demesi gerekir. Â M İN sıt. (ar, emn, emniyette olma'dan âmin). Esk. Emin olan, yüreğinde korku olmayan, güven içinde olan. A M İN D A B A (idi), ugandalı devlet ada­ mı (Koboko, Arua yakınında, 1925). İngi­ liz ordusunun eski astsubaylarından. Uganda'nın bağımsızlığa kavuşması sıra­ sında yüzbaşılığa yükseldi. 1966-1967 arasında silahlı kuvvetler başkomutanlığı yaptı. 1965’da Uganda devlet başkanı Mutesa H'nin, başbakan Mllton Obote ya­ rarına, devrilmesine katıldı. 25 ocak 1971'de Obote'nin bir geziye çıkmasın­ dan yararlanarak yönetime el koydu. Baş­ langıçta ılımlı ve Batı yanlısı bir siyaset iz­ ledi. 1972'de İsrail ile ilişkiyi kesmesi, ka­ ra Afrika ve arap ülkelerinin kendisine ya­ kınlık duymalarını sağladı. Aynı yıl, asya kökenli tüm yabancıların ülkeden kovul­ masına karar verdi. 1971 'den başlayarak Tanzaniya ile ilişkileri gerginleşti. 1974’teki bir darbe girişimi, özellikle hıristiyanlara, sendikacılara ve çeşitli etnik gruplara kar­ şı Amin'in rejiminin otoriter ve baskıcı özelliğini artırdı. Ekonomik durum kötüleş­ tikçe, ülkede gerçek bir terör egemen ol­ du. 1976'da Ingiltere, Uganda ile diplo­ matik ilişkilerini kesti. Kasım 1978’de Tan­ zaniya birlikleri Uganda’ya girip 11 nisan 1979’da Kampala’yı ele geçirdi, idi Amin Dada, kendisine bağlı birliklerle ülkenin kuzeyine çekildi, ardından da Libya'ya sı­ ğındı. Oradan Suudi Arabistan'a geçerek bir sûre Cidde'de kaldı. 1986 yılı şuba­ tında Sudan'da yaptığı bir basın toplan­ tısında, Uganda başkanı Yoveri Museveni'nin yalanlamasına karşın, ülkesine dö­ neceğini söyledi, Fransız yönetmen Barbet Schroeder, Amin’in başkanlık dönemini konu alan yarı-belgesel bir film yaptı: “ Gânâral İdi Amin Dada" (1972). ■ A M İM A K R İN a. (fr. aminacrine). Org. kim. Yerel antiseptik olarak kullanılan amıno-9 akridinin yaygın adı. Â M İN E H A T U N , Hz. Muhammet’in an­



nesi (Mekke?-Ebva 577). Kureyş’in Beni Zühre kolundan Vehb bin Abdi Menâfin kızı. Annesi, Abdüddar boyundan Berre binti Abdülüzza’dır. Amine’yi amcası Vüheyb bin Abdi Menaf yetiştirdi. Abdullah bin Abdülmuttalib ile evlendi (570). Hz. Muhammet’e hamileyken kocası öldü, ilerde İslam dininin peygamberi olacak Muhammet'i dünyaya getirdi (20 nisan 571, pazartesi). Her yı! kocasının Medi­ ne’deki mezarını ziyarete gidiyordu Böy­ le bir ziyaretten dönerken, Mekke ile Me­ dine arasındaki Ebva vahasında öldü ve oraya gömüldü. Amine Hatun, İslam ede­ biyatında efsaneleşti; iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, temizliğin bir simgesi olarak işlenip yüceltildi.



545



AMİNESS be. (ar. amınen). Esk. Emin olarak, korkusuzca, güvenlik içinde. & M İM H A N a. ve sıt. (ar. âmin ve fars. hân, söyleyen’den âmm-hân).Esk. 1 .Âmin diyen, kabul eden, onaylayan. —2. Anlamını kavramasa bile söylenen her sö­ zü doğru kabul eden. A M İN L E Ş T İR M E a. Org. kim. Bir mo­ lekülde bir hidrojen atomunu bir NR2 amino grubuyla ornatma. (Amlnleştirme, yalnızca piridin ve türevlerinde rastlanan nadir bir tepkimedir.) E M İN L E Ş T İR M E K t. Org. kim. 1. Aminleştirme işlemi uygulamak. —2. Bir hidrojen atomunun yerine, biçimsel ola­ rak bir amino grubu yerleştirmek. (Glisin [H 2N—CH 2—C 0 2H], asetik asitten [H— CH 2—-C 02Hj türeyen amınoasittir.) A M İN O - (fr. amino-). Org. kim. Bir molekülde, NH2 kökünün, ya da ge­ niş anlamıyla ornatılmış NHR ve NR2 köklerinin varlığını gösteren önek. A M İN O a. Org. kim. Birdeğerli —NH 2 kökü. (Bir alkile ya da bir arile bağlanan —NH 2 kökü, birincil amin oluşturur.) Â IS İN O A L K O L a. (fr. aminoalcooi). Org. kim. Bir ya da birçok amin ve alkol işlevi taşıyariDİÎeşiklerin gene! adı. (Etanolamin ve efedrin, aminoalkollerdir.) A M İN O A S İD E M İ a. (fr. aminoacidömie). Biyokim. Kanda serbest aminoasit bulunması. (Kanda azot olarak belirtilen ortalama miktarı 65 mg/l dolayındadır. Azotemili nefritlerde üreyle birlikte artar. Bazı karaciğer hastalıklarında üreden ba­ ğımsız olarak yükselir ve 200-300 mg/I'ye ulaşabilir.) A M İN O A S İT a. (fr. aminoacide'üer). Org. kim. ve Biyokim. Bir ya da birçok amin ve asit işlevi içeren bileşiklerin ge­ nel adı. —ANSİKL, Biyokim. Biyokimyada bir a -amin asidi,aminoasit adıyla anılır.Aminoasitler, proteinlerin hidroliz ürünlerinden elde edilir. Kuramsal olarak çok sayıda aminoasit vardır; ama doğal ürünlerde bu maddelerin ancak 23’üne rastlanır. Farklı aminoasitlerin karşılıklı oranları, protein­ lere göre değişir. Doğal aminoasitler, uz­ laşmalı olarak L (levojir) serisine bağlıdır (a karbon atomu ornataniarının stereokimyasal biçimlenmesi bütün doğal ami­ noasitler İçin özdeştir). Dolayısıyla bunlar L aminoasitierdir. Bu maddelerin biyokim­ yasal özellikleri, karboksilin varlığından, amin işlevinden ve bu iki işlevin birleşme­ sinden kaynaklanır. Karboksil giderme ve amin giderme, enzimlerce gerçekleştiri­ len önemli biyolojik tepkimelerdir. Birçok aminoasidin kaçınılmaz özelliği, kesin ve sınırlı bir amaç için kullanılmalarından ileri gelir (transmetilleme ve transsülfürleme tepkimelerinde metioninin rolü). Kimi ami­ noasitler, glusitleri ve yedek lipitleri oluş­ turmaya yarar. —Org. kim. işlevsel R2N amino grubunu, işlevsel C 0 2H karboksil grubundan ayı­ ran karbon atomları sayısına (1,2,3 vb.) göre, (a .0 .y vb.)aminoasitleri terimi kul­ lanılır.



a m itu M ı



aminoasit 546



CO^ ch3



h 2n -



amin@ptf!isîianik asit



COjH



nA



,c o 2c h 3



^ CHi'



asit



R2N—-CHR—C 0 2H formülüyle gösteri­ len a -aminoasitler'] en önemli olanlardır; çünkü 20 tanesi polipeptit ve proteinler­ de yapıtaşı görevi üstlenir. Bu bileşikler bir yandan kendi C 0 2H grubuyla ikinci bir aminoasidin NH 2 grubu arasında, öbür yandan da üçüncü bir aminoasidin CO2H grubuyla kendi NH 2 grubu arasın­ da —CO—NH— peptik bağları oluştura­ rak polipeptit ve proteinlerin yapısına gi­ rerler. Aminoasitierin bir bölümüyse, yan­ sızdır ve kendisiyle, yani H2N—CHR— C 0 2H ile çift kutuplu H3N + —CHR— C 0 2 iyonunun karışımı gibi davranır. Bu tür aminoasitierin başlıcaları şunlardır: ala­ rm,, -.sparagin, sistein, glutamin, glisin, izolösin, lösin, metiyorıin, fenilalanin, prolin, serin, treonin, triptofan, tirozin ve va­ lin. Aspartik ve glutamik asitler iki CO2H grubu içeren asitlerdir; arginin, histidin ve lizin ise iki baz grubu içeren bazlardır. Aromatik olmayan diğer aminoasitler ara­ sında önemli olanlar, yalnızca fi-alanin, e aminokaproik ve u-aminoundekanoik asitlerdir; /3-alenin, pantatenik asit içinde yer alan bir /3-aminoasittir; öbür ikisi ise, çoğul yoğuşma sonucunda bireşimsel poliamitleri verir. Aminobenzoik asitler ise önemli aromatik aminoasitlerdir. —Zootekn. Evcil hayvanların bakım ve üretimi için gerekli azotlu maddeler ami­ noasit gereksinimi olarak ortaya çıkar. Ba­ zı aminoasitler organizmanın kendisince geniş ölçüde sentezlenir, ama buna kar­ şılık bir kısmı ya çok az miktarda sentez­ lenir ya hiç sentezlenmez: bunlara temel aminoasitler denir. Böyle durumlarda, hayvana genetik potansiyelini dışa vura­ bilmesi için günlük yem içinde yeter mik­ tarda aminoasit sağlamaya özen göster­ mek gerekir. Bir beslenme rejiminde en çok eksik olan temel aminoasit, sınırlayı­ cı etmen terimiyle ifade edilir. Hayvan ye­ tiştirme koşullarında en sık görülen sınır­ layıcı etmenler lizin, metionln ve daha az olmak üzere, treonin ve triptofandır. Gevişgetiren hayvanlar bakımından yemde­ ki temel aminoasitierin bileşimine dikkat etmek gerekmez, çünkü işkembedeki or­ takyaşar mikroorganizmalar onlan yete­ rince yaparlar. A M İN O A S İT Ü R İ a. (fr. aminoacidurie' den). Biyokim. idrarda serbest aminoasit­ ler bulunması. (Kandaki aminoasitierin normal miktarı 24 saatte 300-990 mg'dır; hastalığın çeşidine göre aminoasitierin tü­ mü birden artabileceği gibi (ağır karaci­ ğer yetmezliği, Toni-Debrö-Fanconi sendromu) içlerinden bazıları da artabilir (fenil pürivik oligofreni). ASStNO&ZO sıf. (fr. amınoazoique’den). Bir diazo bileşiğinin, bir ânilinle kenetlen­ mesi sonucu oluşan türev için kullanılır. A M İIİO & Z O B 1 N Z S N a. (fr. aminoazobenzöne). Org. kim. Formülü C6H 5— N = N —-CeH4—NH2 olan ve azobenzen" den türeyen bileşik. (Tek önemli izomeri, 127°C’ta eriyen ve sanayide diazoaminobenzenin konum değiştirmesiyle elde edi­ len para izomeri ya da anilin sarısıdır. Bir azo boyarmadde türü olarak, ancak sülfonlu türev biçiminde kullanılır ve diazolar ile indülinlerin hazırlanmasında yarar­ lanılır.) A M İN O B E N Z E N a. (fr. aminobenzöne). Org. kim. ANİLİN'in eşanlamlısı.



atıtino-ateo!



A M İN O B E N Z O İK sıf. (fr. aminobenzoîgue).Org.kim. Aminobenzoik asit,for­ mülü H2N—C6H4—CO2H olan ve benzoik asitten türeyen aminoasit. (Önemli izo­ merleri orto izomer ya da antranilik asit ve para izomer ya da P.A.B.’dir.) ASMİNOFSNAZON - AMİOOPİRiN. ARSSMOFEüOL a. (fr. aminophönot). Org. kim. Bir ya da birçok amin ve fenol işlevi içeren bileşiklerin genel adı. —ANSİKL. Benzenin, H2N—C6H4—OH formülüyle gösterilen üç izomer türevi aminofenol adını taşır ve teknik önemleri büyüktür. Amonyağın rezorsinola etkime­



si sonucunda elde edilen meta izomer­ den, rodaminler (kırmızı renkli flüorışıl boyarmaddeler) ve paraaminosalisilik asit (P.A.S.) hazırlanır. Orto ve para izomer­ leri, nitrofenoller indirgenerek elde edilir: orto izomerden boyarmaddelerin ve saç boyalarının hazırlanmasında yararlanılır; para izomer ise orto izomere benzer tü­ ketimi dışında fotoğrafçılıkta izhar banyo­ sunda kullanılır. En çok yararlanılan izhar banyosu maddelerinden metol, CH3— N H — C6 H4 — OH formülüyle gösterilen parametilaminofenol'ûn sülfatıdır. (Aminofenolün eterleri için -> ANİZİDİN ve FENETİDİN.)



A M İN O F İL İN a. (fr. aminophylline). Özellikle tedavide bronş genişletici olarak kullanılan teofilin türevi. A M İN O F İT a. (fr. aminoffite'den). Miner. Kuvadratik sistemde doğal berilyum ve kalsiyum alüminosilikatı. A M İN O K A P R O İK sıf. (fr. aminocaproique). Org. kim.c-aminokaproik asit, for­ mülü H 2N—(CH2)5—CO 2H olan ve kaproik asitten türeyen aminoasit; laktamı (ekaprolaktam) polimerleşerek poliamite dönüşebilir. A M İN O L E V Û L İK sıt. (fr. aminolövulique). Org. kim. ve Biyokim. 01am inolevulik asit, H 2N—CH 2—CO— (CH 2)2—CO2H formüllü aminoasit.(Hûcrelerde glisinden ve süksinik asitten ya­ rarlanılarak yapılır ve porfirinlerle kcbalaminin yapımı için öncü rolü oynar.) A M İN O L İZ a. (fr aminolyse). Org. kim. Amonyolize benzer biçimde aminle bo­ zu nma. A M İN O P E N İS İL A N İK sıf. (fr aminopenicıllanique). Org. kim. Aminopenisilanik asit, C8H 12N2O3S formüllü aminoasit. (Penicillium chrysogenum'dan elde edi­ lir ve bireşimsel penisilinlerin üretiminde kullanılır; bu penisilinler, NH 2 grubunun çeşitli asitlerle açillenmesi sonucunda olu­ şan amitlerdir. Tam bireşimle de eide edil­ miştir.) A M İN O P İR İD İM a. (fr. aminopyridine). Piridin halkasına bir amino grubunun gir­ mesiyle oluşan bazların adı. [GeneÎTormülleri (C5H4N)NH2'dir;i8 türevlerinin arilaminlere benzer özellikleri vardır ve boyarmaddeler verebilirler.] I a. (fr. aminopyrine). Org. kim. Formülü C ^H ^N sÛ oian dimetilamino-4 antipirin'in yaygın adı; Amidopirin, aminofenazon, Piramidon ve dimetilaminoantipirin adlarıyla da bilinir. A M İN O P L A S T a (fr. aminoplaste). Amit ya da amin işlevlerini içeren bileşik­ lerin aldehitlerle çoğul yoğuşumu sonu­ cunda elde edilen makromoleküllü mad­ delerin genel adı. —ANSİKL. En tanınmış aminoplastlar üre -formol ve melamin-formol reçineleridir. • Üre-formol reçineleri.Ûrenin,formol ile (temel bileşeni metanal ya da formalde­ hit olan sulu çözelti) çoğul yoğuşumu so­ nucunda elde edilir. Çözünürlüğü ve eriyebilirliği çoğul yoğuşum ilerledikçe aza­ lan, giderek daha çok polimerieşmiş bir ürünler dizisi ortaya çıkar. Son ürün, ide­ al yapısı aşağıda gösterilen üç boyutlu bir örgüdür: - CH,—N—c h , —N—CH,~



I



o=c



I



c=o



,



i I - CH,—N—CH2—N—CH3 - .



Gerçekte birçok ikincil tepkime bu ideal yapıyı, özellikle halkaları bozar. Uygula­ mada bu çoğul yoğuşum, asit ya da al­ kali katalizörler eşliğinde gerçekleştirilir. Bu reçineler ateşte tutuşmaz; neme, çö­ zücülere, katı ve sıvı yağlara dayanıklıdır. Özgül ağırlıkları düşük, renksiz ve koku­ suz maddelerdir. Düşük fiyatları, çok ge­ niş bir renk aralığında boyanmaya yatkın­ lıkları, sertlikleri ve parlaklıkları, ilgi çekici



bir gelişme göstermelerine neden olmuş­ tur. Üre-formol reçinelerinin kullanım alanı çok geniştir. —Döküm tozları. Bu tozlar çeşitli madde­ ler katıldıktan sonra basınç altında biçimlendirilirse, kırılgan organik camlar oluşur; plastikleştirmek için glikol, gliserol, trietanolamin, yağ asitlerinin esterlerini katmak gerekir. —Boya ve vernikler. Bu kullanıma ilişkin ürünleri hazırlamak için formol ve ürenin, çeşitli alkollerin (n-butanol, benzil alkol) eşliğinde çoğul yoğuşumundan yararla­ nılır; bu işlem daha gevşek bir örgü sağ­ lar ve uzun zincirli alkollerle, hidrokarbon­ larda çözünen ürünler elde etmeye ola­ nak verir. —Çeşitli kullanımlar. Aminoplastlar dö­ kümde ve katmanlı reçinelerde, kolalar­ da, yapıştırıcılarda, buruşmaz kumaşların apreienmesinde kullanılır. »Melamin-formol reçineleri. Meiamin (triamino- 2, 4, 6 triazin- 1 ,3 ,5 ) hemen hemen üre-formol reçinelerinin hazırlan­ masında kullanılan koşullarda formol ile çoğul yoğuşuma girebilir; ortaya üç bo­ yutlu bir örgü çıkar. Elde edilen ürünle­ re, üre-formol reçineleri gibi değişimler uygulanabilir; bu ürünler, döküm tozları­ nın, vernikler için bağlayıcıların ve kat­ manlı plastiklerin hazırlanmasında kulla­ nılır. Melamin-formol reçineleri tam sert­ leşmeden sonra suya, organik çözücüle­ re ve alkali bazlara çok iyi dayanım gös­ terir. A M İN O P G L İP E P T İD A Z a. (fr. aminopolypeptidase). Biyokim. Bir polipeptit zincirinin serbest aminli ucunda yer alan peptit bağını özgül olarak katalizleyen ve N-uçlu aminoasidi serbest bırakan enzim (eksopeptidaz). A M İN O P T E R İN a. (fr. aminopterine). Org. kim. C i 9H2oNs0 5 formülüyle göste­ rilen, amino-4 pteroilglutamik (daha doğ­ rusu amino-4 dezoksi-4 pteroilglutamik) asidin yaygın adı; tedavide folik* asidin antagonisti olarak kullanılır. —ANSİKL. Aminopterin, anti-metabolitler* grubundan, stostatik bir ilaçtır; daha çok akut çocuk lösemilerinde ve kadın koryoepitelyomunda kullanılır. Bununla birlikte, folik asit, organizmada çok önemli bir rol oynadığından ve vücutta uzun süre kal­ ması tehlikeli olduğundan, özellikle metotreksat gibi, zehirliliği daha az antimitotiklerin kullanımı yeğlenir. A M İN O S A Ü S İL A T a. (fr. aminosalicytate). 4 ya da para konumunda sodyum aminosalisilat ( — p a s . ) A M İN O S A L İS İL İK sıf. (fr. aminosalicylique). Org. kim. Aminosalisilik asit, H2N—C13H3—(OH)—C 0 2H formüllü bile­ şik; salisilik asitten türer ve benzenik hal­ kaya bağlı bir hidrojen atomunun yerini bir NH 2 grubunun alması sonucunda oluşur. —ANSİKL. Meta-aminosalisilik (amino-5 hidroksi-2 benzoik) asitten, boyarmadde­ lerin ve ışığa duyarlı kâğıtların üretimin­ de yararlanılır. Para-aminosalisilik (amino -4 hidroksi-2 benzoik) asit ya da P.A.S.', ilaç olarak kullanılır. A M İN O S E F A L O S P O R A N İK sıf. (fr. aminocöphalosporanique). Org. kim. A m inose falosp ora nik asit, form ülü CıoH 12N2 0 5S olan aminoasit. (Bu asit, sefalosporin C ve yarı-bireşimsel benzer­ lerinin temel bileşenidir; sonuncu bileşik­ ler, çeşitli asitlerin NH 2 grubunu açiilemesi sonucunda oluşan amitlerdir.) A M İN O T İA Z O L a. (fr. aminothiazole). Eczc. Yapay antitiroit madde. (Amino-2 tiazol, zehirli etkisi nedeniyle Basedovv hastalığının tedavisinde artık kullanılma­ maktadır.) A M İN O U N D E K A N O İK sıt (fr amino -undĞcano'ique). OrgMim.u1aminoundekanoik asit, H2N—(CH 2) 13—C0 2 H formüllü aminoasit. (Hintyağından eide edilen me­



Am ir bin Abdullah bin Mesut til esteri ısıtılırsa çoğul yoğuşmaya uğrar ve Rilsan adıyla bilinen bir poliamit verir.) A M İN O Z İ? a. (fr. aminoside'den). Eczc. Bileşiminde yalnız aminii şekerler bulunan bakteri öldürücü antibiyotik (Eşanl. OLİGOSAKKARİT.)



—ANSİKL. Aminozitler grubunda, pek çok bakteri çeşidini, özellikle Gram negatif mikropları; enterobacterlerl, piyosiyanik basilleri ve bir ölçüde stafilokokları öldü­ rebilen antibiyotikler yer alır, içlerinden bazılarının (streptomisin, kanamisin) tü­ berküloza karşı etkisi vardır. Hepsinin bi­ yokimyasal etki mekanizması aynıdır (pro­ tein sentezinin engellenmesi); hiçbiri sin­ dirim borusunda emilmez, bu nedenle tü­ mü kas arasına şırınga edilir; hepsinde böbrek ve içkulak için çifte zehirlilik var­ dır, bu zehirlilik böbrek yetmezliği duru­ munda artar. Bu gruptaki başlıca antibiyotikler şun­ lardır: streptomisin, gentamisin, kanami­ sin, ribostamisin, lividomisin, tobramisin, sisomisin, amikain ve netilmisin. Neomisin B, framisetin ve paromomisin (protozoeriere etkili) gibi antibiyotikler, genel kullanımdaki zehirlilikleri nedeniyle yalnız yerel olarak kullanılır ya da ağızdan alı­ nırlar (bağırsak mukozasınca emilmedikleri için, etkilerini burada gösterirler ve sin­ dirim borusunun bazı enfeksiyonlarının te­ davisinde kullanılırlar). A K İM S İZ L E Ş M E a. Biyokim. Bir mole­ külde NH2 amino kökünün yerini OH hid­ roksil kökünün alması. —ANSİKL Biyokim. Nitrozlu aminsizleşme, birincil bir R—NH 2 aminin azot mo­ lekülü çıkararak nitrozlu asitle tepkimeye girmesini gerektirir. Seyrettik sulu ortam­ da, R+ karbokatyonu suyla tepkimeye girerek ona denk düşen ROH alkolünü verir. Bu tepkime, aromatik dizi dışında, büyük sentez değeri taşımasına da NH 2 gruplarının nicel analizi için yararlıdır. Biyolojik am insizleşm e, yani RCH (NH 2)C 0 2H aminoasitlerinin biyolojik aminsizleşmesi, piridoksalinin yardımı sa­ yesinde aminoasidi oksitleyerek RC0C02H ketoside dönüştüren transaminazların et­ kisiyle sağlanır; ketoasit daha sonra RC H 0H C 02H hidroksiaside dönüşür. Aminsizleşme, aminii asitlerin ve biyogen aminlerin (noradrenalin, histamin, serotonin) metabolizması için önemlidir: amin­ sizleşme o zaman yükseltgendir. Aminsizleşme hidrolitlk de olabilir: pürin ve pirimidin bazları buna örnektir. Çok ender olarak doyumsuzlaştırıcı da olabi­ lir (histidin örneği). Aminsizleşme daha çok karaciğerde ve ara sıra bağırsak mu­ kozasında oluşur; özellikle etçillerde asit -baz dengesinin korunmasında önemli rol oynar. A m ln îa , Tasso'nun kır güldürüsü türün­ deki oyunu. İlk kez 1573'te Ferrara’da oy­ nandı (dekor. olay örgüsü ve kişiler, bir anıştırmanın da ötesinde, Este dükalarının sarayını betimler). 12 şarkıdan oluşan ve çoban Aminta’nın, kendisini önemse­ meyen orman perisi Silvia’ya duyduğu mutsuz aşkı dile getiren oyun, çok eski bir çoban türküsü geleneğiyle yazılmıştır. Sözkonusu gelenek Tasso'dan önce Sannazzaro ve Angelo Poliziano tarafından yeniden canlandırılmış^. Bu güldürü, ba­ tak şiir üzerinde büyük bir etki yapmıştır. A M İO D A R G N a. (fr. amiodarone). Benzofüran türevi ilaç. (Damar açıcı [koroner­ lerde], aritmi önleyici ve nabız yavaşlatı­ cı nitelikleri vardır. Göğüs anjininde ve her çeşit koroner yetmezliklerinde kullanılır.) A M İR a (fi. amibe; lat. amiba; yun. ameibein, görünüşünü değiştirmekten). Tatlı ya da tuzlu sularda, nemli topraklarda ya da hayvanlarda asalak yaşayan birhücreli canlı yaratık. —ANSİKL. Amiplerin çoğu birhücreli kökayaklılardır, ama bir kısmı, başka organiz­ maların geçiş evrelerinden başka bir şey değildir: kamçılılar, cıvıkmantarlar, vb. Aminler, aenellikle çıkardıkları geçici si-



toplazma uzantıları (yalancı ayaklar) sa­ yesinde, tıpkı bir akyuvarın yaptığı gibi, çeşitli biçimlerde sürünerek yer değiştirir­ ler. Bu hayvanlar, biyosferin en basit ökaryot (hücre çekirdeği belirgin) canlı varlıkları arasında sayılırlar. Bir sitoplazma zarı, cam görünümünde bir dış böl­ geyi (dış sitoplazma) ve daha yoğun bir bölgeyi (iç sitoplazma) çevreler. Dış sitop­ lazma türden türe değişik bir gelişme gös­ terir ve yalancı ayakların ucunda çoğun­ lukla körelir, iç sitoplazmada her hücre­ de hemen hemen her zaman görülen organitlerin tümü bulunur (bir ya da birçok çekirdek, mitokondriyumlar, lizozomlar, Golgi aygıtı, lipozomiar, çeşitli keseler). Ancak havasız yaşayabilen türler bu ku­ ralın dışındadır. Beslenme, çeşitli ayrıntılar içeren biçim­ lerde fagositozla sağlanır; hayvan bunun için çoğu zaman yalancı ayaklar çıkarır, bunlarla avını kuşatır, ayakların uçları bir­ birine kavuşup bitişince av içerde kalıp yutulmuş olur. Çoğalma, ayrıntılarda farklılıklar olmak­ la birlikte, hep kromozomların belirginleş­ mesini ve yavru hücreler arasında eşit olarak dağılmasını zorunlu kılan mitoz bö­ lünme sürecine göre ikiye bölünmelerle olur (uzun süre sanıldığı ve okullarda öğ­ retildiği gibi amitozla değil). Çok çekirdekli türlerde sitoplazmaların ayrılması çoğun­ lukla farklıdır. Bilinen cinsellik durumları henüz pek azdır. Amiplerin çoğu kist oluşturabilir ve hay­ van bu kistlere sığınarak ve yaşamsal et­ kinliklerini azaltarak olumsuz koşullara (kuruma, yüksek sıcaklık vb.) dayanabi­ lir. Bazı amipler özellikle hayvanlarda asa­ lak yaşar. Bunlar az ya da çok zararlıdır. Sözgelimi insanın kalınbağırsağında bu­ lunan Entamoeba coli oldukça zararsız­ dır, oysa dizanteri amibi E. histolytica teh­ likeli bir hastalık olan amipli dizanteriye yol açabilir. Önceleri tehlikesiz oldukları sa­ nılan toprak ya da tatlı su amiplerinin (acanthamoeba, naegleria), henüz tam açıklanamayan koşullarda, hastalık etkeni oldukları ve ölümcül beyin iltihaplarına yol açabilecekleri yakın zamanda anlaşıldı. A M İP L E R a. Kabuğu olsun olmasın, kökbacakları ister loplu, ister sivri olsun, amipsi hareketlerle yer değiştiren tüm kökbacaklı protozoerleri (foraminiferler hariç) ifade eden gene! (sistematik değil) terim. (Bil. a. amoebae.) A M İP L İ sıt. Amiplerden ileri gelen has­ talığa denir. (Amipli hastalıklar, tüm ami­ biaz çeşitlerini, Entamoeba histolytica’ dan başka amiplerin yol açtığı hastalıkla­ rı, örneğin en çok yüzme havuzlarında karşılaşılan naegleria cinsinden serbest amiplerin yol açtığı amipli menengoanselalit gibi hastalıkları içerir.) ♦ sıt. ve a. Amibiaza tutulmuş hasta kişiye denir. A M İP S İ sıt. 1. Amibi andıran, amibe benzeyen. —2. Daha çok amiplerin ha­ reketlerine benzeyen hareketler için söy­ lenir. —ANSİKL. Amipsi protistlerde, cıvıkmantarlarda ve tüm hayvanların akyuvarların­ da vb. görülebilen amipsi hareketler, dış­ tan gelen bir uyarı sonucunda bir nesne­ ye tutuna tutuna ilerlemeyi sağlayan, bir çeşit sürünme hareketidir (yönelim). Hüc­ reyi kendine doğru çeken nesneye doğ­ ru ayakların oluşması bunun en açık be­ lirtisidir. Daha sonra, hücre kütlesi yalan­ cı ayakların içine akar, ondan sonra ya­ lancı ayaklar daha önde oluşur, vb. A M İR a. (ar. emr'den amir). 1 . Aşamalı bir düzende kendisine bağlı görevliler bu­ lunan; bir kimseye göre buyurma yetkisi olan kimse: Daire amirine bu konuda bil­ gi verdim. Amirlerine itaat etmek. —2. Amir-i mutlak, bütün yetkiyi elinde bulun­ duran kimse. ♦ sıt. Esk. Buyuran, buyurucu: Cemiyet­ te erkeğin hâkim ve amir itibar olunması.



Kanunun amir hükmü mucibince. —Ask. Makam ve görevi gereğince emir verme yetkisini taşıyan asker kişi. —Huk. Amir hükümler -* EMREDİCİ" HÜ­ KÜMLER. \\Amir-i ita ->İTA* AMİRİ.



547



 M İR ,  M İR E sıt. (ar. 'um rân'dan CSmir. dişi, 'amire). Esk. 1. Bir yeri bayındır duruma getiren. —2, Devlete ait: Hazine-i âmire. Matbaa-i âmire. Tersane-i âmire. ♦ a. 1. Bayındır yer. —2. Müslümanlara ait verimli toprak. —3. Devlete ait ara­ zi. A M İR I M elik üz-Zafir S elahatiln, Ta­ hinler hanedanı kurucusu (7-1466). Resuliler hanedanının yıkılması üzerine kardeşi Şemsettin Ali ile birlikte, Yemen'de Tahiriler hanedanını (Beni Tahir) kurdu (1451). Sana'yı ele geçirmek için yaptığı savaşta öldü, yerine kardeşi Şemsettin geçti. A M İR (Ömer), turk tarihçi (İstanbul ? -ay. y. 1815). Babası defterhane kesedar­ larından Himmeti Efendi'dir. Selim III dö­ neminde timar ve zeamet yöneticiliği, defterdarhane kesedarlığı, divan mektupçu­ luğu, maliye tezkereciliği yaptı. 1807 eki­ minde Pertev Efendi'nin ölümü üzerine devraldığı vakanüvislik görevini iki buçuk ay sürdürdü, yerine Asım Efendi atandı (1808). Gazel ve nazireleri vardır. A M İR (Anda P İn k e r fe ld , A n d a — denir), lehçe ve Ibranice yazan israilii şair (Rzeszövv 1902). Lehçe yazdığı ilk ki­ tabından sonra (Chants de vie, 1921 [fr. çev.]) 1923'te Filistin'e göç etti ve orada doğa sevgisini, aile mutluluklarını ve ön­ cülerin coşkularını dile getiren şiirler yaz­ dı (Mandragore, 1943 [fr. çev.]; Une fil­ le, 1953 [fr çev.]; le Bonheur de l'homme, 1977 [fr. çev.]).  M İR (Muhammet Abdûlhakim), mısırlı asker ve siyaset adamı (Astal, Minieh eya­ leti, 1 9 1 9 -Kahire 1967). 1940’tan başla­ yarak Nâsır'ın arkadaşı olan Amir, Dev­ rim konseyi üyeliği, Necip'in yerine silahlı kuvvetler başkomutanlığı (1953), Mısır sa­ vunma ve denizcilik bakanlığı (19531958) görevlerini yürüttü. 1958'de mare­ şalliğe getirildi. Birleşik Arap Cumhuriye­ ti savunma bakanlığı yaptı (1958-1962), Nâsır'ın Suriye temsilcisi olarak Mısır -Suriye birliğini sürdürmeyi başaramadı. 1964'te BAC cumhurbaşkan yardımcılı­ ğına ve Arap birliği birleşik orduları baş­ komutanlığına getirildi. Haziran 1967'de mısır ordusunun İsrail kuvvetleri karşısın­ da yenilgiye uğraması üzerine, görevle­ rinden çekildi. Aynı yılın ağustosunda Nâsır'a karşı düzenlenen bir suikasta adı ka­ rışınca intihar etti.  M İR (Aharon), ibranice yazan İsrailli ya­ zar (Kaunas 1923). 1935'te Filistin'e yer­ leşti. Birçok derginin(Alef, Keşet) yöne­ ticisi ya da kurucusu oldu. Şiirler (Sirocco [fr. çev.], 1949); Sâraphin [fr. çev.], 1957) ve öyküler (Amour [fr. çev.], 1952) yayımladı. A M İR B İ H K A M İL L A H (1096-1130) tatımı halifesi (1101-1130). Babası Mustali’nin ölümü üzerine, vezir Efdal tarafın­ dan halife ilan edildiğinde beş yaşınday­ dı. Halife adına ülkeyi yirmi yıl yöneten Ef­ dal, içerde düzeni sağladı; Kudüs'ü ele geçiren (1099) Haçlılar’ın Mısır'a girme­ sini önledi. Efdal, bir Nizari daisi tarafın­ dan öldürülünce iktidar doğrudan halife Amir’in eline geçti (Efdal'i, Amir’in öldürt­ tüğü ileri sürülür). Amir, kendi atadığı ve­ zir Memun bin Bataihi'yi hapsetti, sonra çarmıha gerdirdi. Ülkeyi yeni bir vezir ata­ madan yönetti. Bir sûre hıristiyan keşiş Ebu Necatı bin Kanna’nın danışmanlığın­ dan yararlandıysa da, onu da döverek öl­ dürttü. Baskıcı bir yönetim kurdu; sonun­ da öldürüldü. A M İR B İN A B D U L L A H B İN M E B U T (Ebu Ubeyde), İslam din ve hukuk bilgini (? - ? 700), tabîindendir (Peygam­ b e ri görmüş olanları görüp,kendilerinden hadis dinlemiş olanlar). Hadis rivayetinde



AMİPLER bitki kalıntıları ve durgun su çamurları üzerinde Amoeba protetıs çok nemli toprakta, yosunların altında



Amphizoneila viotacea



Nebata coilaris



Gromia oviformis



Amir bin Abdullah bin Mesut kendisine güvenilir bir kişi olarak tanınır.



548



A M İR B İN E T -T U F E Y L, arap şair ve ileri gelenlerinden (Necit 553 - ? 632). Amir bin Sasaö kabilesinden. Kabilesinin bütün savaşlarına katıldı. Peygamberin kendisine gönderdiği elçileri Mauna yö­ resinde öldürttü. Mekke’nin müslümanlarca eie geçirilmesinden sonra Peygam­ b e ri öldürmek istediyse de başaramadı. Günümüze ulaşan şiirlerinden övgü ve yergi türlerinde başarılı olduğu anlaşıl­ maktadır. A M İR B İN S A S A A , Orta Arabistan'ın batı kesiminde arap kabileleri birliği. Tü­ raba vahasının batısından Riyad-Mekke yolunun güneyindeki dağlık alana kadar uzanan bölgede yaşıyorlardı. Bu kabile­ lerin başlıcaları Beni Kılab, Beni Kab, Be­ ni Hilal ve birliğe adını veren Beni Amir kabilesiydi. Cahiliye döneminde, uzun yıl­ lar komşu kabilelerle savaştılar. 630’da müsiüman oldular. Emeviler'e karşı sava­ şan Abdullah bin Zübeyr'i desteklediler ve Karmatiler’e karşı girişilen savaşlara katıldılar. A M İR A L a. {ar. amir, el-câlı, en büyük amir’den, fr. amirai). Ask. denize. Türk ve yabancı deniz kuvvetlerinde rütbe. (Ka­ ra ve hava kuvvetlerindeki general rütbe­ siyle eşdeğerlidir.) -O y . Amiral battı, tarafların kareli bir kâ­ ğıdın kareleri içine birbirlerine gösterme­ den işaretledikleri gemilerin bulunması ve batırılması üzerine kurulmuş oyun.



tunç heykei tibet sanatı Guimet m zesi: Paris



A m ir a l B r is to l h a a ta n a e l, İstanbul' da özel hastane. Birinci Dünya savaşı sonlarında, İstanbul'a akın eden mülteci­ lerin acil sağlık gereksinmelerini karşıla­ mak amacıyla kuruldu (1920). Kuruluş, Kızılhaç ile Amerikan yüksek komitesi’nin işbirliği sonucu gerçekleşti. Hastanenin oluşturulmasında ye gelişmesinde o yıl­ larda (1920-1926) İstanbul’da görevli bu­ lunan ABD'II amiral Mark L Bristol’ün önemli katkısı oldu. Önceleri Çarşıkapf daki bir binada faaliyet gösteren hastane, birkaç yer değiştirdikten sonra, Nişanta­ şı'ndaki bugünkü yerine taşındı. Ameri­ kan hastanesi olan adı, Amiral Bristol has­ tanesi olarak değiştirildi. Bu özel sağlık kurumu, günümüze kadar düzenli bir ge­ lişme göstererek 150 yataklı çağdaş biı hastane durumuna geldi. Hastanenin ya­ pısı içindeki hemşire okulu da yardımc1 sağlık personeli yetiştirmektedir. A M İR A L L İK a. 1 . Amiralin görevi. —2. Yüksek askeri deniz komutanlığı aşama­ sı. —3. Deniz kuvvetle.,inde bir amiral ko­ mutasındaki birliklerin emir ve komuta makamı. A M İR A L L İK a d a ta n — ADMİRALTY adaları. A M İR A N E sıt., be. (ar. âmir, emreden ve fars. -âhe'den amirane). Amir olana yakışacak tarzda, emredercesine: "... bü­ tün o amirane azametini muhafaza kabil değilmiş g ibi!" (H. Cahit). A M İR A N Y E S a d a ta n , Hint okyanusu'nda küçük mercan takımadaları; bağlı olduğu Seychelles adalarının B.’sında; 10 km2; yaklş. 200 nüf. 1502'de Vascoda Gama'nın bulduğu Amirantes adaları, 1814-1976 arasında İngiltere'ye bağım­ lıydı.. A M İR A U T E adaşa adası. Â M İR E -



-* Sa lt s p r İng



ÂMİR.



A M İR İL E R , Ispanya'da İslam haneda­ nı (1021-1085). Endülüs emevi devletinin son döneminde büyük naip olan Mansur bin Ebu Amir'in soyundan gelenler. Mansur’un torunu Abdülaziz el-Mansur 1021'de Valencia’da bir devlet kurdu ve 1061 yılına kadar saltanat sürdü. Yerini oğlu Abdülmelik el-Muzaffer aldı ( 1061 1065). Onu Tuleytule (Toledo) hükümdarı Memun'un on yıl süren yönetimi izledi, Amiri hanedanını daha sonra Abdülme-



lik’in kardeşi Ebu Bekir bin Abdülaziz sür­ dürdü (1075-1085). Ebu Bekir’in oğlu, ka­ dı Osman bin Ebu Bekir döneminde Valencia, tahtından edilen Tuleytule hüküm­ darı Yahya el Kadirin eline geçti, hane­ dan son buldu. A M İR İN a. (fr. amyrine). Org. kim. For­ mülü C30H 50O olan ve iki triterpenik alkol izomerlerine verilen ad. —ANSİKL. Birçok bitkisel kaynaktan elde edilen a-amirin (ursanın türevi) ve 0 -amirin(oleananin türevi),bitki hücrelerin­ de skualen epoksiti'riın halkalaşmasıyla oluşur. Her ikisi de önemli doğal ürün ör­ nekleridir. A M İR İY E T a. (ar. amir ve -/yyef’ten amiriyyet). Esk. Amirlik. A M İR L İK a. 1. Amir olma durumu. —2, Bir kurumda, amirle yönetilen birim; Depo amirliği. Emniyet amirliği. —3. Bu birimin yeri. A M İR O V (Fikret), azerbaycanlı besteci (Kirovabat, Azerbaycan, 1922 - Bakü 1984). Azerbaycan Devlet konservatuvarı’nda öğrenim gördü. Azerbaycan halk müziğini, Hacıbekov*, Çaykovski ve Rimskiy-Korsakov’un yapıtlarını inceledi. Hacıbekov'un çizgisini sürdürerek çeşitli orkestra yapıtları (Azerbaycan süiti, 1950; Azerbaycan kapriçyosu, 1961; Senfonik rakslar, 1961), operalar (Sevil, Şeh Sa­ nem), operetler (Yürek çalanlar, Gözlerin aydın) ve bale süiti (Bınbir gece, 1978 [1985’te İstanbul’da sahnelendi]) beste­ ledi. 1949’da devlet ödülünü kazandı, 1965 te "halk sanatçısı” unvanını aldı. A M İR Z İf -



ÂMÜRZİŞ.



 M İR Z K  R -



ÂMÜRZGÂR



 M ÎS (s/r Kingsley), İngiliz yazar (Londra 1922). 50’li yılların gelenek düş­ manı “Angry Young Men”in emönde ge­ len üyelerinden biri. 1954'te Lucky Jim’i, 1963'te Tombul bir ingil&ı (One Fat English Man) yazdı. Toplumsal uzlaşımları ve kitje iletişim araçlarını eleştirdi: James Bond dosyası (The James Bond, Dossier, 1965); Onu hemen istiyorum (l! want it Now. 1968); Yeşil adam (The' Green Man, 1969); (G/r/, 20; 197l.);.De-' ğiştirme (The Alteration, 1976); Anılar1 (Memoirs, 1991). Amis’e 1991'de sir un­ vanı verildi A M İS a d a s ı -* To n g a . A M İB M a. ABD'de bir grup mennocu tarikat üyesine verilen ad. Üyeleri özellikle Pennsylvania’da toplanmış olan tarikat, katılığı ve çağdaş uygarlığa karşı çıkmasıyla tanınır. (XVII. yy.’da kurulan Al­ manya kökenli tarikatın üyeleri XX. yy. ba­ şında 4 000 aile kadardı.)



amonyağın bir hidrojen atomunun yerine bir metalin geçmesiyle oluşan bileşikler (bu bileşiklerin genel formülü NH 2M’dir). [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Eczc. Amitler, ağrı giderici, ateş düşürücü, uyutucu ve yatıştırıcı nite­ likte pek çok ilacın doğmasını sağladı. Te­ davide kullanılan amitler, hem asit kökü üzerine, hem amit grubunun üzerine ya­ pılan çeşitli ornatmalarla (ikame) elde edi­ lir. Örneğin nikotinamit (PP vitamini) triptofanın dönüşmesinden doğar. Bu mad­ denin eksikliği pellagraya neden olur, in­ sanlarda günlük gereksinim 50 mg dola­ yındadır. Prokainamit, amit grubu karar­ lılık sağladığından taşikardinin önleyici ve sağaltıcı tedavisinde kullanılır. —Org. kim. Amitler üç sınıfa ayrılabilir: bi­ rincil amitler R—CO—NH2, ikincil amitler R—CO—NHR' ve üçüncül amitler R— CO—NR'2. Karbon ve azot arasında bu­ lunan kısmi çift bağ, bütün amitlerin be­ lirgin niteliğini oluşturur; ayrıca bu bağa polipeptitlerde rastlandığı için, peptit ba­ ğı adı da verilir ve aşağıdaki iki sınır for­ mülle gösterilebilir: O = C R -N R '2 « -O - C R = N



R2



Bu iki formülün gösterdiği mezomerlikten dolayı amitler çok zayıf bazlardır (suyla karşılaştırılabilir). Aynı nedenlerle ilk iki sı­ nıf, gene suya benzer özellikte bir asittik veren oynak bir hidrojen atomuyla belir­ ginleşir. Mezomerlik, amitlerin nükleofi! ornatma tepkimelerini güçleştirir; bununla birlikte, asit ya da alkali ortamda, bir asit ya da bir ester vererek hidroliz ve alkolize uğ­ rayabilirler. Yalnızca halojenlerin ve nitrit asidinin elektroncul ornatmaları (azot ato­ mu üzerinde) önemlidir; bu işlem, ikincil amitlere uygulanırsa yararlı ayraçlar olan ornatılmış RCO—NR’ Br ve RCO—NR' NO türevleri elde edilir; birincil amitlerse, ha­ lojenlerle Hofmann parçalanmasına uğ­ rar (RCONH2 -> RNH2 + C 02) ve nitrit asidiyle azot açığa çıkarır(RCÖNH 2 -> RCÖOH + N2); bu iki tepkime doz be­ lirlemede ve tepkisei mekanizmaların in­ celenmesinde önemlidir. Amitler hidrojen bağı bulunan bileşik­ lerdir ve kaynama noktalan yüksektir. Bu özeliik birincil ve ikincil amitlerde, hidro­ jen köprülerinin sağladığı olanaklardan dolayı üçüncüllere oranla daha güçlüdür. Ayrıca hidrojen köprüleri proteinlerin ikin­ cil yapısında temel rol oynarlar; nitekim proteinler, belli başlı aminoasitlerin yoğuşmasıyla doğan ikincil poliamitler’dir. Organik kimyada amit işlevi belirgin ni­ teliğini, CONR 2 (CONHR ya da CONH2) grubundan ve yukarıda belirtilen özellik­ lerden alır. Amit işlevine çok sayıda kar­ maşık üründe rastlanır; bu ürünlerin en önemlileri polipeptitler've proteinler*'dir. Metal amitlerinden sodyum amit (NH2Na), amonyak gazının ısıtılmış sod­ yuma doğrudan etkimesi sonucunda el­ de edilir; tepkimede hidrojen açığa çıkar. Sodyum amit havada tutuşan beyaz bir katıdır. Sodyum gibi tepkir, ama tepkime­ de ayrıca amonyak açığa çıkarır. Bu bi­ leşik aminler ile amitlerin hazırlanmasın­ da ve indigonun bireşiminde kullanılır.



A M İS O S ya da A M İS U S . Tar. coğ. Pontos Eukseinos (Karadeniz) kıyısında kent; Pontos kralı Mithndates’in başkent­ lerinden biriydi. Amisos, bugünkü Sam­ sun kentinin K.-B.’sında, Karasamsun de­ nilen kesimdeydi (bugün askeri bölge). Kentin Miletoslular ya da Phokaiaiılar ta­ rafından kurulduğu sanılıyor (yaklş. İ.Û. VII. yy. ortaiarı). Temel kazılarında yapı kalıntıları, küçük buluntular ortaya çıkarıl­ dı. Akhilleus ve Thetis adlarının bulundu­ ^A M İT A B H A ,ja p o n mahayana buddhacıiarının taptığı "sonsuz ışık Buddha'sı" ğu mozaik parçası,Samsun Arkeoloji müzesi nde sergileniyor. Amitabha (çince O-mi-t’o) dini, İ.S. 650’ye doğru Çin’de ortaya çıktı. Japonya'da, A M İS U S - AMİSOS. XII. ve XIII. yy.’iarda, Mutluluk toprağı akı­ mının (Codo-şu) ve "Mutluluktoprağı ger­ çek mezhebi"nin(Codo Şinşu) doğması­ - A M İT (fr. -amıde). Org. kim. Bir nı sağladı. Mutluluk toprağı’nda, Âmitabmolekülde amit işlevinin varlığını gös­ ha ile birlikte iki bodhisattva hüküm sür­ teren sonek. dü: Avalokiteşvara ve Mahasthamaprapta. Amitabha'ya Tibet'te Oddpag-med A M İT a. (fr. amide'den). Org. kim. Asit­ adıyla tapılır. lerdeki OH grubunun yerini bir NR2 gru­ A M İT E R N U M . Esk. coğ. İtalya'da kent, bunun alması sonucunda türeyen bileşik­ Sabina’da, Sallustius'un vatanı. Günü­ lerin genel adı. (Sülfonik asitlerden türe­ müzde, Aquila yakınında San Vittorino. yen amitler sülfonamitler ya da sülfamitlerdir; karboksilik asitlerden türeyen amit­ A M İT O Z a. (fr. amitose, yun. a, yokluk eki, ve mitos, iplik'ten). Biyol. Hücrelerin lere ise, karboksamit ya da daha basit olarak amit adı verilir.) |j Metal amitleri, doğrudan doğruya ikiye ayrılarak, bo­



am m e ğum lanarak ya da tom urcuklanarak, ipliksi yapılar belirmeksizin bölünmesi. (Eşanl. AKİNETİK BÖLÜNME.) — ANSİKL. Amitoz, pek çok hücre tipinde



görülen en basit çoğalma biçimidir. Bu bölünme, çeşitli organitleri iki yavru hüc­ re arasında eşit olarak dağıtamadığından mitoz* ve meyoz* bölünmenin tersine ne çok hücreli organizma ne de gamet olu­ şumunu sağlayabilir. Oysa mitoz ve me­ yoz bölünme hemen hemen tüm türler­ de bu iki işlevi yerine getirir. A M İT R İP T İL İN a. (fr. amitriptyiine). Eczc. imipraminin trisiklik türevi ve dibenzosikloheptenlerin prototipi olan antidepresor ilaç. (Ruhsa! bunalımı yatıştırıcı et­ kisi için ve çöküntüye karşı kullanılır.)  M İY sıf. (ar. cSmiyy). Esk. Avama ait, halka özgü. A M İY A N E sıf. ve be. (aj■Jânfiyyve fars. -âhe'den 'amiyane). 1. Seçkin olmayan, sıradan, bayağı: Amiyane tavırlar. Amiya­ ne söz. Amiyane konuşmak.—2 .Amiya­ ne tabiriyle, kaba bir söyleyişle. A M İY A N E L İK a. Sıradanlık, bayağılık. A M İZ sıf. (fars. amıhten, karıştırmak’ tan amiz). Esk. "ile karışık", "ile karışmış" anlamında birleşikler yapar: garaz-amiz (kinle karışık), hikmet-amiz (hikmetle ka­ rışık), ibret-amiz (ibretle karışık, ibret veri­ ci), vb.  M İZ E sıf. (fars. amize). Esk. 1. Karıştı­ rılmış, karışmış. —2. Kırçıl, kırlaşmış saç, sakal için kullanılır. a. Karışım, birleşim.  M İZ İM Û ya da  M İZ E M Û Y sıf. (fars. amize ve mu, m uy'dan amize-mü, amize-müy). Esk. Saçına sakalına kır düş­ müş olan, kır sakaliı.  M İZ E M Û Y -



ÂMÎZEMü



 M İZ E M Ö Y İ a. (fars. amizemüy ve -/‘den amizemüyi). Esk. Kır saçlılık, kır sa­ katlılık. A M İZ G  it ya da A M İZ K  R sıf. [fars. âmiz ve -gar, - kar’dan amızgar, amızkâr). Esk. Yaraşan, uygun.  M İZ İŞ a. (fars. âmiziş). Esk. 1. Karışış, birleşiş, kaynaşma: "Reng-i gül, bûy-ı se­ men, ruh-ı revân, nûr-ı basar / Bırbiriyle etmiş âmiziş ten olmuştur sana" (Avni Bey, XIX. yy.). —2. Karışıp kaynaşma, birlikte olma, arkadaşlık etme: "Yusuf Ce­ mil ile içli dışlı âmîzişi çirkin şey id i" (I. M. K. İnal). —3. Âmîziş-i şîr ü şeker, sütle şe­ kerin kaynaşması; iyi geçinme, uyuşma.  M İZ K  R AMK -



AMİZGÂR



UMK.



AM LAC A -



AMBLADA.



A M L A f -> ALMAŞ. A m f s t l t ->



HAM LET.



AMLMTCH, Büyük Britanya’da petrol li­ manı ve sayfiye merkezi, Anglesey ada­ sının (Wales ülkesi) kuzey kıyısında; 3 700 nüf. A M M a. (ar. camm). Esk Amca. A M M ya da A M sıf. (ar. cSmm). Esk. 1 . Genel, evrensel, herkese ait: "K ’olupdur kâinata daveti âm " (Şeyhi, XV. yy.). —2. Âm-Cıl-menâfi, genel yarar, ortak çıkar. A M M A bağ. (ar. amma). Esk. Ama: "Git­ tin amma ki kodun hasret ile cânı bile" (Neşati, XVII. yy.). ünlemsel be. f . Pekiştirme, yoğun­ luk belirtir: Amma vurdui Amma da ko­ nuşuyor! Amma saf adam! —2. Amma (da) yaptın (ha), abartıyorsun (tkz.) ♦ ünlemsel sıf. Ünlem cümlelerinde hayranlık, hoşnutsuzluk, vb. bildirir: Am ­ ma manzara! Amma adammış ha! Amma iş! A M M A L sıf ve a. (ar. rammâl). Esk. 1. işleyen yapıcı — 2 . ileri gelen deviet adamları için kullanılır.



AMMÂME



* İMÂME



A M M A N , Ürdün’ün'başkenti; 936 300 nüf. (1989). Çok hızlı nüfus artışı (nüfu­ su 1946’da ancak 60 000’di), filisfinli mültecilerin iki evrede (1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra ve 1967 savaşından sonra) kente akın etmelerinin sonucudur. Amman, Ürdün ırmağının ko­ lu Zerka’yı oluşturan kollardan birinin bü­ yük kaynaklarının aşağı kesiminde, vadi­ lerde kuruldu. Ticaret ve yönetim semt­ leri bu vadilerde, mülteci kampları ve ko­ nut semtleriyse platolarda toplanır. Am­ man, Ürdün'ün başlıca ticaret ve sanayi merkezidir. II. yy.’dan kalnıa, iyi korun­ muş Roma tiyatrosu,-görkemli kale, bir emevi sarayının yıkıntıları, ilgi çekici mü­ zeler. —■ --^Tar. Amman, Eskiçağ'da Ammonoğulları’nın başkenti Ammon ya da Rabbath Ammon, İ.Ö. III. yy.’da Yunanlılar'ın Philadelphia kentiydi. 1878’de mülteci Çerkezler burada bir köy kurdular: bu yer 1921 ’dejvlaveraı Ürdün’ün başkenti oldu. A M M A N ya da A M M A N N (Jost), isviç­ reli ressam ve gravürcû (Zürich 1539 -Nürnberg 1591). Basel nüzesi’nde ser­ gilenen Bir bilginin portresi bilinen tek tab­ losudur. 1560’ta Nürnberg'e yerleşme­ den önce, doğduğu kentte vitraylar yap­ tı. Gravür alanındaki eserleri dinsel ya da din dışı yapıtlar için hazırladığı çok sayı­ da tahta oyma küçük illüstrasyondan olu­ şur. A M M A N N A T İ, Pistoia'lı banker ailesi. 1300'e doğru iflas etmesi, Floransak ka­ pitalistlerin Avrupa'da mali üstünlük kur­ malarına yol açtı. A M M A N N A T İ (Bartolomeo), İtalyan heykelci ve mimar (Settignano, Floransa yakınları, 1511 - Floransa 1592). Roma’ da Vignola’nın yanında yetişti, maniyerizmin özgün bir temsilcisi oldu. Floransa’ da, Pitti sarayı’nın avlusu (1560-1568), Santa Trinita köprüsü ve Neptün çeşmesi’ni, Roma’ya dönüşünde de Cizvit kole­ jini yaptı (1582-1584). a m m A r sıf. ve a. (ar. cammar). Esk. Bir yeri bakımlı hale getiren, bayındırlaştıran, mimar. A M M Â R S İN A L İ E L -M A V S İL İ, lat. Canamusali, arap göz hekimi (XI. yy). Musulludur. Mesleğine Irak’ta başladı. Bilgi­ sini geliştirmek için Horasan, Filistin ve Mı­ sır’ı dolaştı, Mısır’da yerleşti. Göz anato­ misi, hastalıkları ve tedavi yöntemleri üze­ rine yazdığı Kitab ül-mûntehab ff ilâc-il ayn (Gözün tedavisi hakkında seçilmiş ki­ tap), döneminde ve daha sonra bu konu­ daki temel kaynaklardan oldu. Kendi bu­ luşu olan içi boş madeni bir iğneyle eme­ rek, yumuşak kataraktı tedavi etti. Bulu­ şu bu tür hastalıkların tedavisinde önem­ li bir aşama oluşturdu. Yapıt XIII. yy.'da ibraniceye, XV. yy.’da latinceye, XX. yy. başlarında almancaya çevrildi. A M M A R B İN Y A S İR S İN A M İR , sa­ habe (? 564 - Sıffin 657). Anne ve baba­ sıyla birlikte müslümanlığı ilk kabul eden­ lerden, Bu yüzden ağır işkencelere uğra­ dılar; annesi Sûmeyye öldürüldü; Ammar ise, Etyopya'ya göç etmek zorunda kal­ dı. Hicretten (622) sonra Medine’ye dön­ dü. Peygamberin hemen bütün savaşla­ rına katıldı. Ebubekir döneminde Yemame savaşı’nda bir kulağını kaybetti Hali­ fe Ömer döneminde Küfe valiliğine geti­ rildi. İran'da Huzistan’ın fethine katıldı. Osman’ın halifeliğini kabul etmeyerek Ali’ nin yanında yer aldı. Ceme! olayında Ay­ şe'nin tutsak edilerek Medine'ye götürül­ mesinde etkin rol oynadı. Sıffin savaşı'nda 93 yaşında öldü, iyi hadis bilmesi ve dindarlığıyla tanınmıştı. Emeviler'e düş­ man olanlar, Peygamber'den onu yücel­ ten hadisier nakletmiş ve Kuran’da bazı ayetlerde onunla ilgili telmihler bulundu­ ğunu öne sürmüşlerdin A M M A R İL E R ya da B E N İ A M M A R ,



Trablusşam'da yüzyıla yakın bir süre hü­ küm sürmüş olan, küçük müslüman ha­ nedan. Kentin Haçlılar tarafından 1109'da alınmasıyla hanedan sona erdi. —1327’den 1401’e kadar Trablus’ ta hüküm süren bir başka müslüman ha­ nedanın da adıdır.



549



A M M A R İY B ya da A M M A R İY A , Ce­ zayir'de bir müslüman tarikatı. 1882'de El-Hac Embarek el-Magribi tarafından ku­ ruldu. Adını, Cezayirli bir ermiş olan Am­ mar bin Senna’dan (doğ. 1712) alır. Gü­ nümüzde bu tarikatın Cezayir’de bir tek­ kesi vardır. A M M A S . Mit. Eski Anadolu tanrıçaların­ dan; yunan mitolojisinde Artemis'in sütninesi, Ana, Rhea ya da Demeter ile öz­ deşleşir. A M M Â T çoğl. a. (ar. eam m in çoğl. cammât). Esk. Amcalar. A M M E sıf. (ar.câmm’ın dişi. camme). Esk. Genel, herkese ait. ♦ a. 1. Halk, avam, herkes: "Büyük kü­ çük hep geçip gidiyor, giden geri gelmi­ yor, ammeye olan bana da olacaktır " (Cevdet Paşa, XIX. yy.). —2, Amme ef­ kârı, efkâr-ı amme, kamuoyu, herkesin düşüncesi !j Amme-i enâm, yaratılanların hepsi. —Huk. Amme alacağı, kamu idare ve ku­ mrularının gerçek ve tüzel kişilerden olan alacakları. (-» k a m u * ALACAĞI.) ||Amme davası, kamu adına açılan dava. (-> k a m u * d a v a s i .) jjAmme emlaki kamu* MALLARI. |!Amme emniyeti ~* KAMU* GÜ­ VENLİĞİ. || Amme hakları -> k a m u * h a k LARl. ||Amme hizmeti, kamu idare ve kurumlarının doğrudan doğruya yaptıkları ya da bunların denetimi altında genel ge­ reksinim ve kamu yararı amacıyla yapı­ lan hizmetler (-> k a m u * HİZMETİ.) ||Amme hizmetlerinden memnuiyet r* KAMU*



”* J r



HİZMETLERİNDEN YASAKLANMA. lA m m e



hukuku, devlet örgütünü, kişilerin devlet­ le olan ilişkilerini inceleyen hukuk dalı. (-* k a m u * h u k u k u .) || Amme hükmi şahısla­



Amman'dan bir görünüm (1973'tenönce)



am m e 550



rı, kamu hizmeti görmek amacıyla kamu hukuku yöntemlerine göre kurulmuş tü­ zel kişiler. (-> KAMU* TÜZEL KİŞİLERİ.)II Amme idareleri — KAMU* İDARELERİ, fl Amme intizamı -» k a m u * DÜZENİ. |[Amme kudreti -> KAMU" GÜCÜ. |\Amme menfa­ ati -* KAMU* YARARI. j|Âmme müıessesesi, belirli bir kamu hizmetinin görülmesi amacıyla kurulmuş, devlet ya da diğer bir kamu idaresine bağlı kamu tüzel kişisi. (-> k a m u * KURUMU.) || Amme nizamı -» k a m u * DÜZENİ. IJAmme mükellefiyeti -* KAMU* YÜKÜMLÜLÜĞÜ.



A m m e s u r e s i, Kuran'ın 78. suresi. 40 ayettir. Mekke’de inmiştir. Adı, aslında en -nebe (büyük haber) olduğu halde, am­ me sözcüğüyle başladığından bu adla anılır. Bir adı da tesâül olan surede anla­ tılan büyük haber, surenin indiği sırada, Mekke'de inanmayanların tartıştıkları kı­ yamet günü ile yeniden diriliş haberidir. Â M M M S E E , Federal Almanya'da göl, Bavyera platosu, Münih'in G.-B.'sında; yüksl. 531 m; 48 km2. Avusturya Alpleri'nden doğan Ammer ırmağının beslediği göl, sularının fazlasını, Amper ırmağıyla (sol kıyısından isar’a katılır) boşaltır. A M M K TE M be. (ar. cSmmeten). Esk. Genel olarak; tamamen, tümden. A M M İ sıf. (ar. câmm,halk ve -/ 'den cSmm'ı ). Esk. t.H a lk a özgü, avamla ilgili. —2. Adi, kaba, bayağı. A M M İA N U S M A R C S U kİN U S , yu­ nan kökenli latin tarihçi (Antakya 335’e doğr. - öl. 400'e doğr.). imparator Constantinus'a hizmet etti veParthlar'a karşı Julianus ile birlikte savaştı. Tacitus’un yapı­ tının bir devamı olan Rerum gestarum libri XXXI adlı kitabı Nerva'dan Valens’in ölü­ müne kadar olan dönemi kapsar. Sağlam bilgilere dayanan ve yansız bir anlayışla yazılmış olan yapıtından günümüze yal­ nızca XIV-XXXI arasındaki kitaplar (3531 378 yılları) kalmıştır. A M M İN a. (fr. ammine). Kim. Bir iyon içinde bir metalle birlikte ornatılmış bir amin ya da amonyak içeren kompleks (örneğin ammlnokobaliat lif). A M M tN O K O R A L T A T i l a. ikideğerli kobaltın amonyaklı kompleksi. A M M İN O K O R A L T A T Si! a. Üçdeğerli kobaltın amonyaklı kompleksi. A M M İN O lC R O fiA Y a. Anorg. kim. Kro­ mun amonyum bileşiklerine verilen ad; bunları Fremy bulmuştur, (iki tipi vardır: kromun ikideğerli olduğu amminokromat II ve kromun üçdeğerli olduğu ammino­ kromat III.)



AMMİNOKROMAT SI a. Kromun ikide­ ğerli amonyum bileşiği. A M M İ N O K R O ll» ISI a. Kromun üç­ değerli amonyum bileşiği.  M İ 8 ÎN © K (Jf*S » T §§ a. Kim. Bakır ve amonyak ya da bir amin içeren mavi sı­ vı. [CufNH.ğ * 2 ] kompleks iyonlarını ta­ şır.) &MI!3İIN@f»ASAABftY IS a. Anorg. kim. ikideğerli palladyumun amonyaklı komp­ leksi. A M M İN O P IA T İN A T IS a. Anorg. kim. ikideğerli platinin amonyumlu kompleks­ lerinin genel adı. A M U rtM O R LA TİN A T IV a. Anorg. kim. Dörtdeğerti platinin amonyumlu komp­ lekslerinin genel adı. A M M İR A (Vincenzo), İtalyan şair ve yurtsever (Monteleone diCalabrio 1821 -ay.y. 1898). Calabria lehçesinde yazılmış iki trajediyle birçok halk şiirinin yazarıdır. A M M tR A T O (Scipione), İtalyan tarihçi (Lecce 1531-Floransa 1601). Coşimo de Medici grandükünün kronikçisi (istorie fiorentine, 1600-1641) ve soykütüğü yaza­ rı. A M M İY A be. (ar. cammiyen‘den cammi-



ya). Esk. Körü körüne, düşünmeyerek. A ü M f S İ y ü a. (fr. ammobium, yun. ammos, kum ve blos, yaşam’dan). Avus­ tralya'da yetişen bileşik çiçekli bitki. (Batı ülkelerinde süs bitkisi olarak yetiştirilir.) A M M O D Y TİD A E a. Zool. Kumbalığıgiller familyasının bilimsel adı. Â M M O F İI. sıf. (fr. ammophile; yun. am­ mos, kum ve philein, sevmek'ten). Kum­ da yetişen ve kumu seven (bitki). [Eşanl. PSAMMOFİL.] A M M O K H O İT O ® -> GAZİ*



M a Ğ USA



A M M O M A N E S a. (yun. ammos, kum, ve lat. manere, kalmak'tan). Eski dünya­ nın çöl bölgelerinde yaşayan ve yaşadı­ ğı arazinin rengiyle aynı renkte olan tarlakuşu. (Tarlakuşugiller familyası.) Â Ü M 0 N , Esk. coğ. Arabistan'da kent, Ammonoğulları’.nn başkenti. Ptolemaios II Philadelphos döneminde Philadelphia diye adlandırıldı. Günümüzde Ürdün'ün başkenti Amman. ABİM O M -* AMON (Mısır tanrısı). A M M O N S O Y N U Z © a. (yun. Ammon, Amon, mısır tanrısı). Anat. Memelilerde beyin kabuğunun, gyrus dentatus (dişli kıvrım) ile birlikte hippocampus (deniza­ tı) denilen allokorteks dokulu yapıyı oluş­ turan bölümü. (Ammon boynuzu, heye­ cana dayanan karmaşık davranışlarda ve bellek işinde önemli rol oynayan, eski ama olfaktif olmayan bir beyin bölümüne, yani limbik sistem de denen arşikortekse aittir.) [Eşanl. BÜYÜK DENİZATI.] A M M O N A L a .[ammon [.ium] ve aljuminium]'dan). Amonyum nitrat, alüminyum tozu ve üçüncü bir maddeden, genellik­ le tolitten oluşan patlayıcı. A M M O N A ? a. Amonyağın çeşitli meta! oksitlerle bileşmesi sonucunda oluşan bi­ leşiklerin adı. A M M O N İO S , yunan filozof (175’e doğr. - 242'ye doğr ); hamallık yaptığı için Sakkas lakabıyla anılırdı. Hıristiyan bir aile­ den gelmesine karşın, çoktanrıcılığı be­ nimsedi; felsefe okudu ve İskenderiye'de ders verdi. Yeniplatoncu akımın kurucu­ su olarak kabul edilir. Yazılı ürünler bırakmadı; Plotinos, Longinos ve Origenes’i yetiştirdi. A M M O N İT a (fr. ammonite; Eski Mısır' da Teb tanrısı Am m oriun adından). 1. ikinci Zaman arazilerinde çok bot bulunan ve kıvrımlı biçimiyle, antik çağ sanatçıla­ rının Jüpiter Ammon’unun (Amon) alnını süslemek için kullandıkları koç boynuzla­ rını andıran fosil kabuklulara verilen ad. (Ammonitler, geniş bir fosil kafadanbacaklı yumuşakça ûsttakımı oluştururlar, ilk gerçek ammonitler, monophyilites cinsiy­ le Trias’ta ortaya çıktı. Grup ikinci Zaman’ın sonunda tümüyle ortadan kalktı.) —2. Çok daha eski kabuklu çeşitlerine verilen ad: sözcüğün dar anlamıyla ammonitlerin ataları oldukları sanılan ceratites, clymenia ve goniatites gibi kabuklu­ lar. A M M O N O Ğ U L L A R I, Ölü deniz'in K. :D.'suna yerleşmiş, amurru kökenli ve ibraniler ile aralarında akrabalık bağları bulunan kavim, ibraniceye benzeyen dil­ leri, arami alfabesinin yardımıyla IX. yy.'dan başlayarak yazılı dil durumuna geldi. XI. yy.'da krallık oldular, kendileri­ ni buyruğu altma almaya çaiışan İsrail ile sürekli çatışma içindeydiler. Asurlular, Babilliler, Persler, Lagoslar, Selefkiler gibi doğudaki güçlere bağımlı olan Ammonoğulları, Nabatiler’in ve Yahudiler’in baskısı sonucu ulusal benliklerini yitirdi­ ler. A M M O N O İD E A a. (Ammon [boynuzu], ve yun. eidos, görünüş, biçim'den). Ammonitleri ve clymenia, goniatites ve ceratites gibi yakın gruplan içeren fosil kafadanbacaklı yumuşakçalar altsınıfı. —ANSİKL. Ammonoidea altsınıfındaki ka­



bukluların, aynı düzlemde sarımlı ya da helis biçiminde, yahut kıvrımsız, eğik ya da düz biçimde bir dizi odacıklar içeren sarmal bir kavkısı vardır. Genellikle kav­ kının dış kenarı boyunca bir kenar sifonu uzanır; odacıkların bölmeleri kavkının dış yüzeyiyle karşılaştığında, loplardan ve yollardan oluşan az çok karmaşık bir ek­ lem çizgisi oluşturur. Loplar yalın (gonia­ tites), dişli (ceratites), ya da çok dallıdır (ammonitler, vb.). Baştaki odacık küre ya da yumurta biçimindedir; en dıştaki de hayvanın bedenini içeren oturma odası­ dır; öbür odacıkların büyük bir olasılıkla bir gazla dolu olduğu ve yüzdürme gö­ revi yaptığı sanılmaktadır. Kavkının ağzı yalındır ya da kulakçıkları oluşturan eklen­ tilerle donanmıştır; ağız çoğunlukla dar­ dır; bu özellik hayvanın bütünüyle kavkı­ nın içinde bulunduğunu gösterir. Oturma odasında, bazen kireçli ya da boynuzsu, yassı, biraz midyelerin çenet­ lerine benzeyen bir ya da iki cisim bulu­ nur; bunlar kapakçık görevi yapan aptikus fardır. Erkekler dişilerden daha küçük olduklarından eşey ayrılığı bulunduğu sa­ nılmaktadır. Ammonoidea altsınıfı, çok sayıda famil­ ya ve cinste toplanan binlerce türü içerir. Bunlar Birinci (goniatites) ve özellikle ikin­ ci Zaman topraklarında yaygın fosillerdir; çok geniş alanlardaki yaygınlıkları ve her cinsin çok kısa bir süre yaşamış olması nedeniyle, bu arazilerin yaşının saptan­ masında yerbilimcilere büyük yardımda bulunmaktadırlar. Boylan, birkaç milimet­ reden başlayarak çapı 2 m'yi aşanlara ka­ dar çok farklı olabilmektedir. Yüzeyleri binbir çeşit çıkıntı, çizgi, yumru ve diken­ lerle bezelidir. Ammonoidea altsınıfı Birin­ ci Zaman'da goniatites, clymenia ve ce­ ratites biçimlerinde ortaya çıktı; Trias dev­ rinde gelişip ikinci Zaman’da sayıca ve çeşitçe çok arttıktan sonra Üçüncü Zaman’ın başında ortadan kalktı. A M M O R H İLA a. (yun. ammos, kum, ve philein, sevmek’ten). Zarkanatlı böcek. (Tırtılları avlayarak iğnesiyle sokar, felç eder ve larvalarını beslemek amacıyla yeraltındaki yuvasına götürür. Sphegldae familyası.) A M M O T R E C H İD A E a (yun. ammos, kum, ve trekhein, koşmak’tan). Yalnız Amerika kıtasında bulunan örümcek fa­ milyası. (Solifuga takımı.) A M M U N A ya da A M M U N A Ş , hitit kralı (yaklş. İ.Ö. 1550-1530). Babası Zidanta’yı öldürerek kral oldu. Yönetimi si­ yasal kargaşa ve kuraklık içinde geçti. A e n m s iY M e m a K l o n a i LARARASI AF ÖRGÜTÜ.



->



ULUS­



A M N E Z İ a. (fr. amnĞsie). Psik. -» BELLEKYİTİMİ.



A M N İA S , Gökırmak*'ın Eskiçağ’daki adı. A M N İO O R A F İ a. (fr. amniographie). Kad. doğ. Amnios kesesine röntgen ışını geçirmez iyotlu maddeler şırınga edildik­ ten sonra yapılan dölyatağı radyografisi. (Bu muayene geç de olsa bazı ağır şekil bozukluklarını saptam aya yarardı, ekografi’ nin ortaya çıkmasından sonra değerini kaybetti.) A M N İO N L U sıt. Hem amniosu, hem alantoidi olan. (Sürüngenler, kuşiar ve memeliler amnionludur.) A M N İO N R U S sıt. Embriyonlarında am­ nios ve alantoit bulunmayan. (Balıklar ve amfibyumlar amnionsuzdur.) A M N İO R E a. (fr. amrıiorrhöe; yun. amnion, dölüt zarı, ve rhein, akmak’tan). Kad. doğ. Yumurta zarlarının yırtılmasın­ dan ya da delinmesinden sonra amnios sıvısının akması. A M N İO S a. (lat. söze.; yun. amnion, dö­ lüt zarı’ndan). Bir dışderi tabakasıyla embriyondışı somatoplöranın yapışma­ sından oluşan embriyon eklentisi. (Sürün­ genlerde, kuşlarda ve memelilerde bulu­



am o n y a k nan amnios, amnios sıvısıyla dolu bir ke­ se oluşturur ve embriyonun sıvı bir ortam­ da gelişmesini sağlar.) [Böcek yumurta­ larının buna benzer bir oluşumuna da “ amnios ' 1 adı verilir.] —Kad. doğ. Amnios dizginleri, amniosun dölüte anormal yapışıklıkları. (Biçim bo­ zukluklarına yol açar.) ||Amnios enfeksiyo­ nu, su torbasının patlamasından önce ya da sonra amnios sıvısında ortaya çıkan ve dölütte ya da yeni doğan bebekte has­ talık yapan mikrop çoğalması. \\Amnios sı­ vısı, amnios torbasında bulunan ve dölü­ tü içinde barındıran sıvı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kad. doğ. Amnios sıvısının normal rengi pınar suyu gibidir. Bu sıvı, albûmin, üre, kalsiyum, potasyum, sod­ yum tuzları ve prostagiandinlerden olu­ şan suya benzer bir eriyiktir. Nasıl oluş­ tuğu henüz iyi bilinmemektedir; dölütten (idrar ve akciğer sıvısı) ve eklentilerinden (zarlar ve kordon) sızarak birikir. Gebeli­ ğin sonuna doğru normal hacmi 500 mİ dolayındadır. Görevi darbelere ve döi ya­ tağından gelen basınçlara karşı dölütü korumaktır. Doğum sırasında, su torba­ sının patlamasıyla dışarı akar. A M N İO S A N T E Z a. (fr. amniocentdse; yun. amnion, dölüt zarı ve kentesis, delme'den). Kad. doğ. Gebe bir kadında, tahlil için bir miktar amnios sıvısı çekmek amacıyla karın çeperinden amnios boş­ luğuna yapılan ponksiyon. —ANSİKL. Erken amniosanfez, düşük yapmayı gerektirecek herhangi bir dölüt anormalliğini doğumdan önce saptamak için 16. ve 18. haftalar arasında yapılır. Dölüt hücrelerinde karyotip belirlemeye (kromozom ve cinsiyetle ilgili anormallik­ lerin teşhisi), biyokimyasal araştırmalar yapmaya (enzim metabolizmasına bağlı kalıtımsal hastalıklar), bir alfa-föto-protein dozajı ayarlamaya (sinir tüpüyle ilgili anormallikler) olanak sağlar. Geç amniosanfez, dölütün gelişme de­ recesini (akciğer yüzeyi, kreatinin, turun­ cu hücreler), süreğen dölüt ağrısını (spektrofotometreyle yapılan muayenede gö­ rülen ilk dışkı), artık seyrek görülen Rhâsus alloimmünizasyonu hallerinde dölü­ tün uğradığı zararın derecesini saptamak (bilirübin dozajı) amacıyla son üç ayda ya­ pılır. A M N İO S K O P a. (fr. amnioscope). Amnioskopi yapmak için kullanılan endoskop. A M N İO S K O P İ a. (fr. amnioscopie'den). Kad. doğ. Dölyatağı boynundan iletilen bir endoskopla yumurta zarları aydınlatı­ larak amnios sıvısının muayenesi. —ANSİKL. Gebeliğin sonunda uygulanan bu gözlem yöntemi 1962’de Saling tara­ fından icat edildi. Bu muayenede, "amnioskop" denilen ve bir metal boru, bir soğuk ışık kaynağı ve bir büyütücü op­ tikten oluşan özel bir endoskop kullanılır. Amnioskop gebeliğin 34. haftasında döl­ yatağı boynundan kaydırılarak su torba­ sına değinceye kadar uzatılabilir. Bu tek­ nik dölütün geliş biçimini görmek, amni­ os sıvısının miktarını ve rengini belirlemek, bebeğin derisi üzerinde yağlı madde (vernix caseosa) bulunup bulunmadığını an­ lamak olanağı sağlar. Bu yöntemle bir dö­ lüt ağrısı olup olmadığını araştırmak (mekonyumla amnios sıvısının renklenmesi), Rhesus uyuşmazlığını gözetlemek (amni­ os sıvısının bilirübinle sarıya boyanması), dahası, süresini aşmış gebelikleri belirle­ mek (amnios sıvısının azaiması ve deri üzerindeki yağlı madde parçalarının kay­ bolması) olanağı verir. Amnioskopi ağrı­ sız bir muayenedir; tehlikesi çok azdır. Mikrop kapma riski önemsizdir; zarların yırtılma tehlikesi de °/o 1-2 dolayındadır. A M O B A R B İT A L a. (fr. amobarbital). Tatlı uyku veren ve vücuttan yavaş atılan barbütirik. (Etkisi 30-60 dakikada ortaya çıkar, 6-8 saatlik bir uyku sağlar. Belli baş­ lı kullanım yeri gece yarısından sonraki uykusuzluk durumlarıdır.)



A m o c o C a d lz , Bretagne'da küçük bir liman olan Portsall’ın (Finistâre) 4 mil açı­ ğında 16 mart 1978'de karaya oturan liberya bandıralı tankerin adı. Gemideki 223 000 ton ham petrolün denize dökül­ mesi, 400 km’den daha uzun kıyı şeridi­ nin (batıda Saint-Matfıieu burnundan do­ ğuda Bröhat adasına kadar) kirlenmesi­ ne yol açtı. A M O O İA K İN a. (fr. amodiaçuine). Sen­ tez yoluyla yapılan sıtma ilacı (amino 4 kinolein). [Vücuttan yavaş atıldığından sıt­ madan korunmak için çok yararlı olmak­ tadır. İyileştirici etkisi klorokine göre da­ ha yavaştır. Kollajenozların tedavisinde de kullanılır. Uzun süre alınması zaman zaman gözdibi kontrollarını zorunlu kılar.] A M O D İO (Amedeo), İtalyan dansçı ve koregraf (Milano 1940). İtalyan okui dan­ sının en iyi temsilcilerinden biridir. Mes­ leğine Scala di Milano'da başlayan (1958) Amodio, Roma operası’nın en gözde dansçısı oldu (1966); ondan sonra sana­ tını serbest olarak sürdürdü, ilk koregrafisi Escursioni'du (müz. Berio; 1967). Da­ ha sonra Bir faunanın öğleden sonrası (1972), Nutuklar II (müz. Globokar; 1973), Oggetto Amato (müz. Busotti; 1976) adlı yapıtları düzenledi. A -M O D Ğ L a. Ceb. Bir A değişmeli bi­ rim halkası üzerinde tanımlanmış modül’ Â M O O H A S İD D N İ



->



DHYANI



— BUDDHA.



A M O K a. (ing. amuch; malayca amuk, çılgınlık’tanJ.Malezyalılar'da görülen öldü­ rücü delilik. ♦ sıf. ve a. Bu durumda bulunan kim­ seye denir. (Çoğu zaman önemsiz bir yoksunluk sonucunda, hasta klişeleşmiş bir davranış gösterir: koşarken karşılaştı­ ğı ilk kişinin üzerine atlar ve kendi kişiliği­ ni hiç hesaba katmadan onu öldürmeye çalışır. G. Devereux, burada etnik karga­ şanın bir örneğini görür: hasta kültürel açıdan özgül bir çarpıcı olaya kültürel açı­ dan uygun bir kargaşayla karşılık vermek­ tedir.) A M O K S İS İL İN a (fr. amoxicilline). Trihidrat biçiminde kullanılan yarı sentetik penisilin. (Ağız yoluyla alındığında kanda hızla yüksek Dir düzeye ulaşır, bu da önemli ölçüde bakterisit etki yapar.) A M O L ya da A M U L , İran'da kent, Mazenderan'da, Elburz'un eteğinde, Tahran'ın K.-K.-D.’sunda; 118 242 nüf. 11986). - Yakınında kömür vatakları. —Güz. sant-. Eski bir sanat kenti olan Amul en parlak ürünleri XIII.yy.'da veri­ len ve kentin adını taşıyan güzel seramik­ lerin yapım merkeziydi. Son derece üsluplaştırılmış hayvan resimleriyle ve yeşil renkli kafeslerle süslü bu seramiklerde, iğneyle yapılan motiflerin altından, destek toprağı gözükürdü. A M O M U M a. (lat. amomum; yun. amomon, bir hint çalısının adından). Sıcak ül­ kelerde yetişen, köksaplı, çokyıllık koku­ lu bitki. (50 tür; zencefilgiller familyası!) A M O N , Mısır'da vaha. Burada yaşayan bir Amon kâhini, İskender'in tanrısal kö­ kenli olduğunu doğrulamıştı. Günümüz­ de, Siva. A M O N , mısır tanrısı. Başlangıçta Hava, Rüzgâr ve Gemiciler tanrısı olan Amon’ un yazgısı hiçbir tanrınınkine benzemez: önce, XII. hanedan hükümdarları tarafın­ dan devlet tanrısı düzeyine yükseltildi, sonra da, “ kendi” kenti olan Teb'in din­ sel ve siyasal tarihiyle bağlantılı olarak, Eski Mısır'ın dinsel ve siyasal tarihinde çok önemli ve sürekli bir rol oynadı, in­ san (başında, bir güneş tekerini sıkıca sa­ ran iki büyük tüy vardır), koç ya da boy­ nuzlu bir yaratık olarak gösterilen, zaman zaman da Nil kazıyla simgelenen Amon, Orta imparatorluksan başlayarak (özellik­ le siyasal nedenlerle), Amon Re biçimin­ de, evrenin öbür yaratıcı gücü olan Heliopolis güneş tanrısıyla özdeşleşmiş yara­



tıcı bir tanrı oldu. Muzaffer firavunlar Amon kültünü Afrika’ya yerleştirirken (Napata’ Amon'u), Yeni imparatorluk’un büyük fatih kralları da (Amon, bu kralla­ rın manevi önderi ve savaş kışkırtıcısıydı) onu tüm Yakındoğu’ya yaydılar. Askeri seferlerden getirilen ve Amon Re tapınak­ larına verilen büyük ganimetlerle zengin­ leşmiş Amon rahipleri, devlet içinde dev­ let durumuna geldiler ve merkezi firavun iktidarıyla uzun ve çoğu kez de sert ça­ tışmalara giriştiler. (A khenaton, Rahİp KRALLAR.) "Tanrıların kralı” , "yerin ve gö­ ğün sahibi” Amon’un, Karnak’taki tapı­ naklarının kapladığı uçsuz bucaksız alan, kültünün büyüklüğünü ve sürekliliğini (2 bin _yıla yakın) kanıtlar. Asurlular, İ.Ö. 664'te Teb’i istila edince Amon kültünü de ortadan kaldırdılar.



551



A M O N , Yuda kralı (İ.Û. 642-640). Menaşe'nin oğlu ve ardılı; babasının dinsel bağdaştırmacılığını sürdürdü. Bir saray devrimi sırasında öldürüldü; onun yerini alan Yoşiya, yehova dinini ilk biçimiyle ye­ niden yerleştirdi. A M O N 0 *A B Y (François Joseph), fildi­ şi kıyılı yazar (Aby 1913). Fildişi Kıyısı ar­ şiv müdürü (1938-1959), daha sonra yö­ netim teşkilatı genel müfettişi oldu. 1938'de Germain Coffı—Gadeau ile Fil­ dişi Kıyısı'nın yerli tiyatrosunu, 1953’te de Fildişi Kıyısı kültür ve folklor merkezi’ni kurdu. Tiyatro oyunları (la Conversion des habitants de Yabi, 1938; /a Mort de la princesse Alloua, 1941; Kv/ao Adjobâ, 1954) ve ülkesinin kültürel ve toplumsal sorunlarını konu alan denemeler yazdı. A M O N İT R A T a. (fr. ammonitrate). Kim­ yasal yolla hazırlanan ve amonyum nitrat içeren azotlu gübre; gübre içinde kalsi yum ya da magnezyum sülfat, öğütülmüş dolomitli ya da kireçli kayaçlar ve kiezerit gibi tamamlayıcı maddeler de bulunabi­ lir. A M O N İÜ R İ a. (fr. ammoniurie). Nefrol. 1 . idrarla amonyağın dışarı atılması (normali 24 saatte 30 ile 50 mmol arası). — 2. Deneysel amonüri testi, karaciğer hücresinin çalışmasını incelemeye yara­ yan test. i| Yapay amonüri testi, böbreğin amonyak üretme işlevini değerlendirme­ ye yarayan test. —ANSİKL. idrarda, ürenin uzun süre bek­ lemesi ya da mikrop etkisiyle mayalanma­ sı sonucunda oluşan amonyaktan başka, böbreğin yaptığı çok az miktarda amon­ yak bulunur; bunların dışarı atılması asit -baz dengesinin sürmesinde rol oynar. A M O N İY E M İ a. (fr. ammonidmie). Kan­ da amonyak bulunması. (Kanda normal­ de böbreğin aminoasklerden yaptığı az miktarda amonyak vardır.) A M O N O T E Ü a. (fr. ammonotdlie). Azot­ lu dışkılarını, amonyak tuzlan biçiminde dışarı atan hayvan türlerine özgü meta­ bolizma. (ÜREOTELİ ve ÜRİKOTELİ karşıtı.) A M O N O T E L İK sıf. (fr. ammonotdligue). 1. Amonoteliye ilişkin. —2. Amonoteli sü­ reci bulunan türlere denir. (Örneğin su­ da yaşayan omurgalıların çoğu [özellikle köpekbalıkları] ve birçok omurgasız hay­ van amonoteliktir.) Â M O N T O N S (Guillaume), fransız fizik­ çi (Paris 1663 - ay. y. 1705). Remarçues sur la construction d ’une nouvelle clepsydre.sur les baromdtres, thermomdtres et hygromötres (1695) adlı yapıtı ona Fen bilimleri akademisi’nin kapılarını açtı (1699). Suyun fiziksel hallerinin dönüşüm sıcaklıklarını ilk kez değişmez noktalar bi­ çiminde alarak, bir ateş makinesi (1699), tjivalı ve havalı termometreler tasarladı; ayrıca pirometre ve dönel bir pompa üs­ tünda çalıştı. Işık sinyallerinin bir merkez­ den başka bir merkeze ulaştırılmasıyla ça­ lışan hızlı bir iletişim sistemi önerdi (1690). Ayrıca sürtünme üstüne bir kuram orta­ ya koydu (1699). A M O N Y A K a. (fr. ammoniac; lat. am-



0



) \



t *



: .y s if



Tutankhamon’u koruyan tanrı Amon granitten Yeni imparatorluk İ.Ö. XIV. w . Louvre müzesi, Paris



am onyak ka rb o n dEokstt (C 0 2) I /£ 30 000 m3/sa



552



AMONYAK SINAİ ÜRETİM ŞEMASI



hidrojen (H2) y karbon dioksi! (C 0 2) karbon rnonoksit (CO) + metan (CH4) + azot (N2)



moniacum; yun. Ammoniakon, mısır tan­ rısı Amon'un yun. adı A m m ö ridan; çün­ kü bu madde eskiden Libya’da bu tanrı­ nın tapınağı yanında hazırlanırdı). 1. Azot ve hidrojenden oluşan, NH 3 formüllü, gaz halinde bileşik. —2. Bu gazın suda­ ki çözeltisi. (Uzun süre NH4OH formülüy­ le tanımlanan bir bileşik sanıldı.) —3. Amonyak tuzu, amonyum klorürün ticari adı. || Amonyakla yükseltgenme. bir hid­ rokarbonun amonyak eşliğinde katalitik yükseltgenmesi. (Bk. ansikl. böl.) —El sant. Amonyak odası, anilin siyahı­ nın amonyak buharının etkisiyle koyu si­ yaha dönüşmesini sağlamak üzere, yaz­ maların asıldığı, içinde amonyak dolu kaplar bulunan oda. (Eşanl. İla ç ODASI.) [Bk. ansikl. böl.]. —ANSİKL. E! sant. Eskiden amonyak oda­ sı yerine ahırlar kullanılırdı. Amonyak bu­ harının etkisiyle koyulaşıp sabitleşmesi is­ tenen yazmalar, ahıra asılarak bir süre bekletilirdi. Günümüzde bu işlem için, içinde amonyak dolu kaplar bulunan bir oda kullanılmaktadır. —Kim Amonyak çözeltisi XV. yy.'dan bu yana bilinmektedir. 1774’te Priestley bu maddeyi gaz halinde elde etti. 1785’te Berthollet kesin bileşimini belirledi. »Özellikleri. Renksiz, keskin kokulu ve göz yaşartıcı bir gazdır; yakıcı bir tadı vardır ve havadan hafiftir (yoğunluğu 0,60). At­ mosfer basıncı aitında, -3 3°C ’ta kolayca sıvılaşır; sıvı amonyak soğutucu ve çözü­ cü olarak kullanılır. Amonyak gazının su­ daki çözünürlüğü çok yüksektir; 0 oC'ta bir hacim suda 1 000 hacim amonyak çözenebilir. Özgül kütlesi 0,92 g/cm 3 olan ticari amonyak çözeltisi, % 20 amonyak içerir ve soğutulursa çökelek biçiminde birçok hidrat verir. Amonyak gazı ısıtıldı­ ğında bozunarak azot ve hidrojene dönü­ şür. Arı oksijende ise, soluk bir alevle ya­ narak su buharı ve azot oluşturur. Ama amonyak-oksijen karışımı hafifçe ısıtılmış platin köpüğünden geçirilirse, nitrik asit el­ de edilir. Öte yandan toprakta amonyak bileşikleri, benzer yükseltgenme geçire­ rek nitratlara dönüşür; bu tepkimeye nit­ ratlaşma denir. Kior ve brom ise, soğuk­ ta amonyağı bozundurur. iyotla tepkime­ ye girdiğinde, kararsız bir katı olan azot iyodür ortaya çıkar. Amonyak asitlerle tepkimeye girdiğin­ de, amonyum tuzları oluşur. Bu tuzlar tetraedrik NHJ iyonunu içerir. Çok sayıda tuz amonyağı soğurarak, amonyaklı güfrıüş klorür gibi amonyakatlara dönüşür. Amonyakatlar, hidratlar gi­ bi tekdeğişkenli dengelere göre ayrışabi­ lir. Sıvı amonyağın çiftkutuplu momenti ol­ dukça yüksektir (1,49 D). Dolayısıyla su­ ya göre zayıf bir çözücüdür ve İyonik bi­ leşikleri çok daha güç çözer. Buna karşı­ lık, kutuplaşmayan bileşikler ve iyodürler gibi kuvvetlice kutuplaşan anyonlar için



çok iyi bir çözücü oluşturur. Serbest çift bağı ve çitfkutuplu momenti, amonyağın İyonlaştırıcı bazik bir çözücü olmasına yol açar. Su gibi sıvı amonyak da aşağıdaki tepkime uyarınca özprotoliz olayına uğ­ rar: 2n h , = n h 2 + n h ; .



• Doğa! durumu ve hazırlanış1. Azotlu or­ ganik maddeler, kimi mayaların etkisiyle bozunarak amonyak oluşturur; nitekim eskiden lağım suları önemli bir amonyak kaynağıydı, Taşkömürünü damıtarak da amonyak elde edilebilir. Ama sanayi bo­ yutunda en önemli hazırlama yöntemi, dolaysız bireşimdir: N2 + 3 H2 = 2NH3; bu yöntemi iki alman, Haber ve Bosch 1813 yılında geliştirmiştir. Böyle bir bire­ şim ancak yüksek basınç altında gerçek­ leştirilir: "alçak basınç” yöntemlerinde (Haber-Bosch, Fauser, Linde) 200 ile 300 bar, “ orta basınç" yöntemlerinde (Casale) 400 ile 700 bar ve "yüksek basınç" yöntemlerinde de (Claude) 700 ile 1 000 bar arasında basınç uygulamak gerekir. Sıcaklık ise, 475 ile 600°C arasında de­ ğişir. Öte yandan, bu konuda dolaylı yön­ temler de kullanılmış, ama günümüzde terk edilmiştir; bu yöntemlerde kalsiyum siyanamit, alkali siyanürler ya da alümin­ yum nitrür kullanılıyordu. • Amonyağın kullanımı. Amonyak çok önemli bir bileşiktir. Amonyak tuzları, özel­ likle sülfat, azotlu gübre olarak kullanılır. Ayrıca sanayide çok miktarda amonya­ ğın, nitrik aside, nitratlara ve nitritlere dö­ nüştürüldüğünü belirtmek gerekir; öte yandan Solvay yöntemiyle sodyum kar­ bonatın hazırlanmasında ve ürenin bire­ şim yoluyla elde edilmesinde de amon­ yaktan yararlanılır. Amonyak çözeltisi kim­ yada çok kullanılan tepkin maddelerden biridir; gümüş eşyayı temizlemek, kumaş­ ların yağını gidermek için amonyağa baş­ vurulur; tıpta kostik olarak kullanılır; bir bardak su ile birkaç damla amonyak sar­ hoşluğu gidermek için yeterlidir. Nihayet amonyaktan soğutucu akışkan olarak ya­ rarlanılır. • Amonyağın sanayideki bireşimi. Tarım­ da yapay gübre gereksinimi, kullanılan amonyak miktarının gittikçe artmasına ne­ den olmuştur; amonyak üretiminin hemen hemen tümü, petrol kökenli hidrojen ile havanın azotu kullanılarak petrokimyasai bireşim yoluyla sağlanır; üretim birimleri rafinerilerin ya da doğal gaz işleme fabri­ kalarının bir parçasını oluşturur. Amonyak üretimi üç evreli bir süreç içinde gerçek­ leştirilir (Kellogg yöntemi). 1. Birinci evrede doğal gazın, rafineri ga­ zının ya da ağır benzinin buharla krakingi yoluyla hidrojen üretilir: CH 4 + H20 - CO + 3H 2 metan



su karbon hidrojen buharı monoksit



Hidrokarbon, yaklaşık 25 barlık bir ba­ sınç altında, 800 ile 1 000°C arasında ni­ kel katalizör eşliğinde bozundurulur. 2 . işlemin ikinci evresinde hidrojen ve azot karışımı hazırlanır. Azot doğrudan ya da sıvılaştırma yoluyla havadan sağ­ lanır; bu arada elde edilen sıvı oksijen, özellikle demir-çelik sanayisinde aranan değerli bir üründür. Yukarıdaki tepkime­ de açığa çıkan gazlar, hava eşliğinde 400°C dolayında reforming işlemine tu­ tularak karbon monoksit, karbon diokside(C 0 2 > dönüştürülür; CO 2 kolayca or­ tamdan uzaklaştırılır ve hidrojen ile azot oranı ayarlanır. 3. Sonuncu evrede tam anlamıyla amon­ yağın bireşimi sağlanır: N2 + 3H 2 -



2NH3.



azot hidrojen



amonyak



işlemin ısıveren bir tepkime olması yü­ zünden, sıcaklık yükseldikçe amonyak oluşumu olumsuz yönde etkilenir. Buna karşılık, düşük sıcaklıklar kinetik sorunlar doğurur. Dolayısıyla verimi artırmak için katalizör kullanımı zorunludur. Tepkime değiştirgeç (kcnverter) adı verilen boru bi­ çiminde özel bir kapta, demirli katalizör eşliğinde gerçekleştirilir. Buharla kraking yerine oksijenle krakinge de başvurulabilir; ancak bu işiem ha­ vayı sıvılaştırma kuruluşu gerektirir. Bu­ nunla birlikte, bu yöntem hammadde ola­ rak ağır fuel-oil kullanma üstünlüğü gös­ terir. Hidrokarbonlar, oksijen eşliğinde basınç ve sıcaklığın ortak etkisiyle ayrış­ tırılır. Elde edilen gaz halindeki ürünler ka­ talitik oksijenlemeyle dönüştürülür, sonra katışkıları (CO2) elemek ve N2 + 3H 2 bire­ şim karışımının azot oranını ayarlamak için sıvı azotla yıkanır. Bu kuruluşlar ba­ zen üre [(NH 2)2CO] bireşim birimiyle ta­ mamlanır; bu birimde amonyak karbon dioksitle tepkimeye girerek üre verir, iki tür üre üretilir; birinci tür gübre, ikinci tür plastik üretiminde kullanılır. Günümüzde amonyak üretimi hızla gelişmektedir; baş­ lıca sanayi ülkeleri yılda milyonlarca ton amonyak üretecek kuruluşlarla donatıl­ mıştır. Amonyağın önemli bir bölümü, katali­ tik yükseitgeme yoluyla nitrik* asidin bi­ reşimsel üretiminde tüketilir. Amonyakla yükseltgenme petrokimyada önemli bir işlem durumuna gelmiştir, işlem, oksijen, amonyak ve doymamış bir hidrokarbon (alken ya da aren) karışımını, bir katalizör üstüne gönderme ilkesine da­ yanır. CH 3 grupları iyi bir verimle C N gruplarına dönüşür. Örneğin propilen akrilonitrile ve ortoksilen de ftalonitrile dö­ nüştürülebilir. &SS©SWÂ 8C&T a. (fr. ammoniacate' dan). Amonyağın birçok tuzla yaptığı ka­ tılma tepkimesiyle elde edilen ve tuz hid­ ratlarına benzeyen bileşiklerin genei adı. (Gümüş klorürün amonyak içinde çözün­ mesi, çözünür amonyakatların oluşumu­ na bağiıdır.) A İM O H Y A K -S A K İR II a. Anorg. kim. Amonyak-bakır II çözeltisi, selülozu çözen bakır II oksidin amonyaklı çözeltisi. —ANSİKL. Amonyak-bakır II çözeltileri Schvveitzer ayracını da içerir ve derişik amonyağın hava akımı eşliğinde bakır ta­ laşına etkimesiyle elde edilir. Çözeltilerde [Cu(MH3)4]2+ kompleks iyonu bulunur, karton yapımında, kâğıt ve yelken bezi­ ni geçirimsiz kılmada, halat ve tahtaları korumada, kimi yapay elyafın hazırlanma­ sında kullanılır. m o m & r . L A M I k a. Tarım. Toprağa azotlu gübre olarak amonyak gazı verme. A 8 Ü 0 M Y Â K İ& Ş M Â a. Bitkise! artıklar­ da, doğal gübrelerde vb. yer alan azotlu organik maddenin, topraktaki mikroorga­ nizmaların etkisiyle amonyaklı bileşiklere dönüşümü. (Azot* çevrimine bağlı olan bu süreç, nitritleşmeden önce, proteolizden sonra gelir; nitritleşmede ise amon­ yaktan başlayarak, bitkilerce özümlene­ bilir nitritler ve nitratlar açığa çıkar.)



am orti A M O N Y A K L I sıf. Amonyak içeren ka­ rışımlar için kullanılır. —Kim. Amonyaklı bakır I ayracı, asetilen ve karbon monoksidi soğurmakta ayraç olarak kullanılan bakır I klorür ve amon­ yak karışımı. A M O N Y A K L IL IK a. Kim. Kendiliğin­ den amonyak oluşturan maddelerin du­ rumu. A M O N Y O F A N E R E Z a (fr ammoniophanerese). Biyokim. Bazı organlar ve özellikle böbrek düzeyinde, amonyağı kanda biriktiren bileşiklerden, başlıca glutaminden, amonyağın serbestleşmesi. A M O N Y O O E N E Z a. (fr. ammoniogenöse’deri). Biyokim. Aminoasitlerden do­ laylı ya da dolaysız amin giderme ile do­ kularda amonyak oluşumu, A M O N Y O LİZ a. (fr. ammoniolyse). Kim. Bir maddenin hidrolize benzer biçimde amonyak etkisiyle bozunması. -A M O N Y U M (fr. -ammonium). Bir katyonda, bir amonyum katyon işle­ vinin varlığını belirten sonek. A M O N Y U M a (fr. ammonium). Anorg. kim. 1. Amonyak tuzlarında alkali metal işlevi gören birdeğerlik NH4 grubu. —2. Org. kim. Genel formülü"'NH4_ „ R'„olan organik katyonların genel adı; N H , amonyum katyonundaki bir ya da birçok hidrojen atomunun, birdeğerli karbon kökleriyle yer değiştirmesi sonucunda oluşurlar. — ANSİKL. E czc . Amonyum klorür ve amonyum mandelat idrar asitlendiricisi olarak kullanılır (idrar yolları enfeksiyonu, kolibasiloz, vb.). Dördüncül amonyum tuzlarında hücrelerin zarındaki yarı geçir­ genliği tahrip etme gücü vardır. Ayrıca, bu tuzlar ilaçların deri ve mukoza üzeri­ ne yayılmasını kolaylaştıran ıslatıcı bir özellik taşırlar. Dıştan sürülerek bakterisit olarak da kullanılırlar. —Kim. Amonyak, asitlerle birleşerek, al­ kali tuzların bütün özelliklerini gösteren kristal katilar verir. Bu benzerliği göster­ mek için, Ampere 1816’da, amonyak tuz­ larında bir metal gibi davranan NH4 gru­ bunun (Berzelius amonyum adını verdi) varlığını kabul etti. Nitekim, NH4CI (amonyum klorür), NH4HS 0 4 ve (NH 4)2S0 4 (amonyum sülfatlar) tuzlan, KCI, KHSO4, K2SO4 gibi potasyum tuz­ larının benzeridir. Aynı şekilde, amonyak çözeltisinin baz özellikleri, potasa (KOH) benzeyen amonyum hidroksitin (NH4OH) varlığıyla açıklanır. Amonyum tuzlan potasyum tuzlarıyla eşbiçimli bileşiklerdir. Oldukça uçucu olan bu bileşikler ısıtılınca ayrışır. Potas gibi güçlü bir baz etkisinde, amonyak açı­ ğa çıkarmaları, tanınmalarını sağlar. Amonyum kökü hiçbir zaman ayrılama­ mıştır; ama sodyum amalgamı derişik amonyum klorür çözeltisine etki ettirilirse, geçici olarak amonyum amalgamı elde edilebilir; bu amalgam metal görünümün­ de ve tereyağı kıvamında bir maddedir. • Amonyum klorüır. Amonyum klorür (NH4CI), hidroklorik asit çözeltisine amon­ yak gazı gönderilerek hazırlanır. Bu tuz, kireçle işlenerek arı amonyak üretilir. Me­ tal oksitlerle tepkimeye girdiğinde, ısıtılın­ ca uçuculuk kazanan ürünler verir; bu ne­ denle, kaynak yapılacak metalleri temiz­ lemede yararlanılır. Ayrıca Leclanche pi­ linde elektrolit olarak kullanılır. • Amonyum sülfat. Sanayide bireşim yo­ luyla hazırlanan ve (NH 4)2S0 4 formülüy­ le gösteriler^ yansız amonyum sülfat en çok kullanılan azotlu gübredir. • Amonyum nitrat. Amonyağın nitrik asi­ de etkimesi sonucunda oluşan amonyum nitrat (NH 4N0 3 ), azotça çok zengin bir gübredir. Ayrıca grizunun tutuşmasına yol açmadan patlaması nedeniyle maden ocaklarında patlayıcı olarak kullanılır. • Amonyum fosfatlar. Üç amonyum ortofosfat vardır. En önemlisi, hem azotlu,



hem de fosfatlı gübre olarak kullanılan diamonyum ortofosfattır; (NH 4)2HP0 4. •Amonyum karbonat. Ticari alanda İngi­ liz tuzu adıyla bilinen bir seskikarbonat (4NH3, 3 H2CO3) vardır; bu bileşik, amon­ yum sülfat tebeşirle birlikte ısıtılarak elde edilir; francala ve pasta hamurlarında ka­ bartma etkeni olarak kullanılır. • Organik bileşikler. Birincil ( R N H Î), ikincil (R2NH 2 ) ve üçüncül (R3NH+ ) amonyum tuzları zayıf asitlerdir (pKA = yaklaşık 10). Dördüncül amonyum halojenûrleri (R4N+ X"), gümüş hidroksitle tep­ kimeye girerek dördüncül amonyum hid­ roksitler'! (R4N+ OH") oluşturur. Bu bile­ şikler kuvvetli birer bazdır ve ısıtıldıkların­ da bozunarak alkenleri verir: H—C H ,—C H ,— NR (O H H 20 + NR, - C H -,= C H , (Hofmann parçalanması). Â M O R , belçıkalı gökbilimci Delporte'un 1932'de bulduğu küçük gezegen. Günberi karşıkonumları sırasında Yer’e çok yaklaşan küçük gezegenler grubunun ilk örneğidir (günberi uzaklığı 1,083 ab; tah­ mini çapı: 0,8 km). A M O R A a. Denize. Amora yakası, süb­ ye donanımlı yelkenlilerde yelkenin dire­ ğe bağlanan alt köşe yakası. (Eşanl. KA RULA YAKASI.)



■©> ünl. Trinket ve mayistra yelkenleri­ nin açılması için verilen komut. Â M O R B A C H , Federal Almanya'da (Bavyera) kent, Odenvvald’ın kenarında; 4 000 nüf. Eski anıtlar: eski bir manastı­ rın görkemli kilisesi (XVIII. yy. ortası) vb. AM O R F sıt. (fr. amorphe). Krist.Metalurj. ve Polim. BiçiMSİZ'in eşanlamlısı. —Dokubil. Amorf maddeler, çeşitli orga­ nik dokuların yapısına yardımcı olarak gi­ ren, ama doldurdukları aralıkların biçimin­ den başka özel bir biçimleri olmayan maddeler, A M O R F O G N O Z İ a. (fr. amorphognosie; yun, amorphos, biçimsiz ve gnosis, bilgi den). Nöropsikol. Beyindeki bir do­ ku bozukluğu sonucunda, dokunma yo­ luyla cisimlerin biçimlerini (büyüklük, ha­ cim, vb.) ayırt edememe. (J. Delay’a gö­ re bu hastalık astereognozinin bir çeşidi­ dir.)



imparator olarak kabul edilen, Küçük As­ ya'yı ve Trakya'yı ayaklandırdıktan son­ ra İstanbul'u kuşatan (821-822) Slav Tho­ mas tarafından tehdit edildi. Mikhael II, iç savaşı ancak Bulgarlar'ın yardımıyla dur­ durabildi (823). Ama mûslümanların ya­ yılmasını önleyemedi (Girit’in alınışı, 825-826; 827'den başlayarak Sicilya’nın fethi). Küçük Asya’da ise bu yayılma, oğlu Theophilos’un egemenliği döneminde 829'dan 842 yılına kadar (Amorion ve Ankyra'nın 838’de alınması) sürdü. Theophilos, ikona yanlılarına karşı son bir kı­ yım hareketi düzenledi. Karısı Theodora 842’den 856'ya kadar, oğulları Mikhael lll'ün (842-867) naibi olarak ülkeyi yönetti ve Leon V’in başlatmış olduğu ikinci iko­ na bunalımına son verdi: 843 konsilinde, ikonalara ve kutsal resimlere tapınılması yeniden ve kesin olarak kabul edildi. Mik­ hael III, çevresine amcası Bardas ve gö­ reve getirilmesi, Roma ile ilişkilerin 863'ten 867’ye değin kopmasına neden olan, patrik Photios gibi yardımcılar top­ ladı. Araplar’a karşı etkin bir mücadele verdi. Bizans kilisesi onun döneminde, et­ kinlik alanını Moravya ve Bulgaristan Slavları'na kadar genişletti. Mikhael III, Makedonya hanedanının kurucusu Basileios tarafından öldürüldü.



553



A M O R O S O be. (ital. söze., sevdalı, tut­ kun). Müz. Sevecenlikle, sevgiyle. A M O R O S O (Luigi), İtalyan iktisatçı ve toplumbilimci (Napoli 1886 - Roma 1965). Bari, Napoli ve Roma üniversitelerinde profesörlük yaptı. Özellikle matematiğin iktisat bilimine uygulanmasıyla ilgilendi. Yapıtlarıyla, kısmi ve genel denge alan­ larına önemli katkılarda bulundu. Amoroso, salt iktisadı, birkaç koyuttan yola çı­ kan, kesinlikle tümdengelimli bir bilim, toplumbilimi ise insan yaşamının akıl ve bilinçdışı öğelerini de hasaba katan bir bi­ lim olarak gördü. Başlıca yapıtları: Lezioni di economia, 1938; Meccanica economica, 1940-41; iktisat bilimini halka indir­ me çabası olan Le leggi naturali dell’economia poiitica, 1960. A M O R O Z a. (fr. amaurose; yun. amaurosis, karartma'dan). Oftalmol. Geçici ya da kesin olarak ışığı hiç algılayamama. A M O R P H A a. Bot. Yalancıçivit bitkisinin bilimsel adı.



 M O R FO SE N TE Z a. (fr. amorphosyn- ■ A M O R P H O P H A L L U S a. (yun. amor­ thöse; yun. amorphos, biçimsiz, ve phos, biçimsiz ve phallos, erkeklik orga­ synthöse, bireşim’den). Nöropsikol. Be­ nı). Tropikai Afrika ve Asya'da yetişen çok yindeki doku bozukluğu sonucunda, vü­ büyük, süslü yapraklı ve çok iri soğanlı cudun bir yanından gelen duyum-duyu bitki. (Birçok türü seralarda yetiştirilir: verilerini sentezleme yeteneğinin yitimini Amorphophallus rivieri, A. campanulatus, anlatmak için Denny-Brown’ın uydurdu­ vb. Yaprakları çıkmadan önce çiçek açar ğu terim. ve bu sırada kötü bir koku yayar. Yılanyastığıgiller familyası.) A M O R G O S ya da A M O R G H O S , Kyklades takımadalarında yunan adası; A M O R S a. (fr. amorce). Sil. ve Fişekç. 1 800 nüf. Boksit yatakları. * 1. Bir barut hakkının patlamasını sağla­ A M O R İM (Enrique), uruguaylı yazar (Salto 1900 - Montevideo 1960). Şair(V/sitas al cielo, 1930) ve kırsal bölgelerin gerçekçi romancısı (Tangarupâ, 1925; La carreta, 1929; El paisano Aguılar, 1934; El caballo y su sombra, 1941). Siyasal ve toplumsal kaygıları dile getiren son yapıt­ larının çerçevesi kenttir (La luna se hizo conagua, 1944; Corral abierto, 1956; La desembocadura, 1958). A M O R İO N , ar A m uriye, Tar. coğ Anadolu’da, Phrygia ile Galatia bölgeleri sınırında eskiçağ kenti. Afyonkarahisar’ ın Emirdağ ilçesi, merkez bucağına bağ­ lı Hisarköy’ün yakınındaydı. Kent Bizans döneminde piskoposluk merkeziydi, A M O R İO N ya da A M U R İY E h a n e ­ d a n ı, 820'den 867'ye kadar egemen olan Bizans hanedanı, ikonalara düşman olan Leon V, 820 yılında Amorion kökenli bir asker olan kekeme Mikhael li nin kış­ kırtmasıyla Phrygia’da öldürüldü. Keke­ me Mikhael II (820'den 829’a) ikona sa­ vaşını yatıştırmaya çalıştı ve kıyımları dur­ durdu. Egemenliği, Abbasiler’den destek gören, Antakya piskoposu tarafından



yan, darbeye, aleve ya da elektrik kıvılcı­ mına duyarlı patlayıcı küçük kütle. — 2 . Ana parçası metalik bir zarf ve buna yer­ leştirilen yemleme patlayıcısı olan ateşle­ me fişeği. || Patlayıcı amors, itici barutun ateşlenmesine yarayan amors (taşınabi­ lir silahların mermilerinde bulunanlara, ço­ ğunlukla kapsül denir). —Sine. Göstericiye film takma işlemleri için, bobinlerin başına ya da sonuna ek­ lenen film parçası. || Amorsların hazırlan­ masına yarayan boş ya da kullanılmış film. || Amorsta, bir film görüntüsünde, en yakına yerleştirilen ve yarısı çerçevenin dışında kalan kişi ya da nesneler için kul­ lanır. A M O R S A J a. Elektrotekn. Ûzuyarmalı bir üreteçte, sürekli çalışma düzenine geçmeden önce görülen geçici olayların tümü. A M O R T İ a. (fr. amortır, etkisini azaltmak’tan). Piyangoda, alınan bilet parası tutarındaki, en küçük ikramiye: Biletine amorti çıkmak. —ikt. Amorti edilebilir, amortiye tabi tutu­ labilen, borcu itfa edebilen: Amorti edile­



amorphoptıallus



(Amofphophailus rivieri)



am orti 554



bilir rant, istikraz. — Kam. mal. Amorti etmek-> İTFA e t m e k / — Muhs. Amorti etmek, amorti edilebilir aktiflerin değer kaybını saptamak ve bun­ ları ya üretim m aliyetine ya da kâr ve za­ rar hesabına sokmak.



A M O R T İS M A N a. (fr. amortissement). işi. ikt. Bir malın yıpranma ya da teknik gelişmeden kaynaklanan eskime neden­ leriyle değerinden düşmesi. (Bk. ansikl. böl.) || Amortisman cetveli, bir borcun ana­ parasının yıllık ödeme yükümlülüğünü gösteren cetvel (amortisman taksitleri). | Hızlandırılmış amortisman, işletme var­ lığındaki bazı kalemlerin değerinin çok kı­ sa bir süre içinde yerine konulması için özel bir yoğunlukla uygulanan amortis­ man. || Mali amortisman, bir borç tutarı­ nın ödenmesi. (Bu ödeme, önceden ka­ rarlaştırılan bir tarihte toptan yapılabilece­ ği gibi taksitler biçiminde de yapılabilir.)||Ortaklıksermayesinin amortismanı,ellerinde hisse senedi bulunduranlara, hisse senet­ lerinin nominal değerlerinin bir bölümünün ya da tümünün ödenmesi. —Muhs. Bazı aktif kalemlerin uğradığı de­ ğer kaybının muhasebece saptanması. || Geciktirilmiş amortisman, gerçek ama uy­ gulanmamış bir amortismanın kayda ge­ çirilmesi. —verg. huk. Aktifteki gayri menkul bir elemanın değer kaybını hesaba katmak için vergilenecek kazançlar üzerinden ya­ pılan indirim. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. İşi. ikt. Amortisman, bir yandan üretim süreci içinde kullanımdan ötürü ta­ şınmaz üretim araçlarının değer azalma­ sını ölçmek (işletme yükümlülüğü), diğer yandan, bir girişimin mal varlığı içindeki taşınmaz üretim araçlarının kalan değe­ rini kaydetmek için uygulanan bir muha­ sebe işlemidir (bilançonun aktifi). Böyle­ ce amortisman, bir maliyeti zaman için­ de dağıtmak (sabit sermayenin kademe­ li "tüketimi” ) ve üretim donanımının ay­ nen yerine konmasını finanse etmek ola­ nağı sağlayan bir araçtır. Aslında amor­ tismanın değerlendirilmesi karmaşık bir sorundur, çünkü taşınmaz üretim araçla­ rının fiziksel eskimesinin yanı sıra ekono­ mik ve teknik bakımdan modasının geç­ mesi de sözkonusudur. Nitekim bazı do­ natım araçları, yıpranmadan yararsız du­ ruma gelebilir; ayrıca, uygulamada, saf ekonomik savlara mali savlar da eklenir.



Gerçekte amortisman, işletme ürünlerin­ de bir indirim yapma yükümlülüğünü bir­ likte getirir, bu da kâr miktarını, dolayısıyla da vergileri etkiler. Amortisman hesaplama kuralları, taşın­ maz üretim araçları için yararlı bir yaşam süresi seçimi ile aşınma paylarının zaman içinde dağılım biçimini bir araya getirir:. düz amortisman'da taksitlendirme sabit­ tir, artan oranlı amortisman'da taksitlen­ dirme zamanla artar (bu yöntem çok az kullanılır), azalan oranlı, amortisman, ge­ nellikle kalan değere sabit bir oran (üs ra­ kamlı amortisman) ya da başlangıçtaki değere azalan değişken oranlar (hızlan­ dırılmış amortisman) uygulamaktan ve so­ nuçta taşınmaz üretim değerlerinin fizik­ sel aşınma payını çabuklaştırmaktan olu­ şur. Girişim, genel muhasebe kuralı ge­ reğince hesaplarını mali amortismana gö­ re yapmakta ise de çözümsel muhasebe­ ye göre'yaptığı hesaplamada parasal de­ ğer kaybı ve teknolojik ilerlemeyi göz önü­ ne alarak donatımın yenilenmesinin yol açacağı gerçek maliyeti karşılamaya ye­ terli amortismanı belirlemeyi amaç edinir. -—Verg. huk. Vergi usul kanunu'nagöre, çeşitli amortisman biçimleri vardır. Bun­ lardan birincisi, normal amortismandır. Buna göre, yükümlüler amortismana ta­ bi iktisadi kıymetlerin değerini, % 25'i aş­ mamak üzere, serbestçe saptadıkları oranlar üzerinden yok ederler. İKİnci amortisman biçimi azalan bakiyeler yöntemiyle amortismandır. Bilanço esa­ sına göre defter tutan yükümlüler isterler­ se normal amortisman yerine bu yönte­ mi uygulayabilirler. Bu yöntemde uygu­ lanabilecek amortisman oranı, % 50'yı aşmamak üzere normal amortisman ora­ nının iki katıdır. Her yıl, üzerinden amor­ tisman hesaplanacak değer, daha önce ayrılmış olan amortismanlar toplamı indi­ rilerek saptanır. Vergi usul kanunu' nda yer alan bir diğer amortisman biçimi de fevkalade amortismandır. Amortismana tabi olup, yangın, deprem, su baskını gi­ bi afetler sonucunda değerini tümüyle ya da bir bölümüyle yitiren ve zor koşullar­ da çalışmaya tabi tutuldukları için normal­ den fazla aşınan ve yıpranan menkul ve gayrı menkuller için yükümlülerin başvu­ rusu üzerine, Maliye bakanlığı'nca, her iş­ letmeye işin niteliğine göre "olağanüstü ekonomik ve teknik amortisman oranlan” uygulanabilir.



A M O R T İS Ö R a. (fr. amortisseur). Fiz. SÖNÜMLEYİCİ'nin eşanlamlısı.



—Havc. Uçak tekerlekleri arasında yer alan ve inişte düşey hızdan kaynaklanmış kinetik enerjinin bir bölümünü soğurma­ ya yarayan, genellikle iniş takımına bağlı düzenek; bu düzenek, ayrıca otomobilde olduğu gibi uçağın, düzgün olmayan bir yüzeyde ilerlerken karşılaştığı düşey de­ vinimleri sönümler. (Eskiden çekme kab­ lolarından olaşan amortisörler, çağdaş uçaklarda hicfrolik ya da hidropnömetiktir.) || Dikey sarsıntı amortisörü, uçuş ku­ manda sistemine eklenen ve düşey ek­ sen ya da dönüş ekseni çevresinde olu­ şacak salınımları ortadan kaldıran elektro­ nik düzenek; bu salınımlar seyreltik at­ mosferde çok yüksekten, büyük hızla uçan kimi uçaklarda görülür. || Paraşüt amortisörü, paraşütçünün kayışı ile para­ şüt kubbesinin askı ipleri arasında yer alan ve kubbenin açılışından kaynaklana­ cak darbeyi azaltmaya yarayan düzenek. —Oto. ve Bisikç.Bir direksiyonun kuman­ da takımının ya da bir motorun salınımlarını ve en yaygın anlamıyla tekerleklerin düşey vurularının bir bölümünü ya da tü­ münü soğurmaya yarayan mekanik, akışmaz ya da içten sürtünmeli düzenek. (Bk. ansikl böl.) —ANSİKL. Oto. ve Bisikç. Araba ve mo­ tosikletlerin askılamasını (süspansiyon) yaylar sağlar; bir dış etken bunları uyar­ dığında, sönümlenmesi çok uzun süren bir dizi salınım (sıkışma ve açılma) baş­ lar. Yolcuların rahatlığına ve taşıtın yol tu­ tumuna zarar veren bu salınımlar "süs­ pansiyon amortisörleri" denilen özel aygıtlarca giderilir. Genellikle teleskopik biçimli hidrolik amortisörler özel bir yağla doldurulmuş (yağın akışmazlığı çalışma sıcaklığından büyük ölçüde bağımsızdır) bir silindirden ve bu silindir içinde hareket eden bir pis­ tondan oluşur; piston, tekerlek kovanının dayanağına, kayar bir kolla bağlıdır. Ko­ vana göre devingen olan şasi çerçevesi­ nin oynaması, kayar piston kolunu hare­ kete geçirir; böylece piston çaplanmış ve klapelerle donatılmış lülelere yağ püskür­ tür; bu yağ askı donanımının salınımlarını az çok giderir. Dolayısıyla bu amortisör­ ler çift etkilidir. Ayrıca birkaç yıldır karma amortisörler de kullanılmaktadır; bunlar askı donanımlarının çalışma özelliklerine uygun olarak farklı etkiler yaratan bir sıvı ve bir gazın ortak etkisinden yararlanırlar. (--> PNÖMATİK ASKI’ DONANIMI.)



teleskopik çift etkili (sıkışma ve genişleme) h id ro lik a m o rtis ö r



yüksek dengeleyici h îd ro p n ö m a tik a m o rtis ö r^ (Citroen sistemi) kapçık basınçlı gaz pnöm atik blok



& y © S . Tar. coğ. G.-B. Anadolu'da Ka­ na kenti; Muğla’nın Marmaris ilçesinde, Hisarburnu’ndaydı. Hellenistik dönem­ den surlar, kuleler, Apollon Samnaios ta­ pınağı, küçük tiyatro başlıca kalıntılardır. A M O S , Kanada’da kent, Ouebec’in ba­ tısında; 9 200 nüf. Yakınında bakır yata­ ğıA M O S , Kutsal Kitap’ta adı geçen pey­ gamberlerden biri (İ.Ö. 750'ye doğr.).— Ke­ hanetlerinin derlendiği Amos'un kitabı İ.Ö VI. yy.’a doğru kaleme alındı.



□ I



yağ I basınçlı yağ



genişleme durumu montaj türü montaj türü



HİDROLİK VE HİDROPNÖMATİK OTOMOBİL AMORTİSÖRLERİ



 m o u r (De I") [Aşk üstüne],Stendhal’ın denemesi (1822). Bu yapıt aşkın dört tü­ rü (tutku-aşk, beğeni-aşk, fizik aşk, övün­ me aşkı) üzerine,ideologların maddeci dünya anlayışına uygun, klinik denilebi­ lecek nitelikte bir denemedir. Stendhal bu türleri anlattıktan sonra kişinin duyguların­ daki yedi değişimi anlatır, sonra da sev­ diğimiz kişiye nitelikler yakıştıran hayal gücünün işleyişini niteleyen billurlaştırma işlemi üzerinde durur. Böylece klasik evrenselciliği de, XVIII. yy.'ın dar görüşlü erotizmini de bir yana bırakan Stendhal, aşkın bireylere ve toplumlara göre aldığı biçimleri inceler. Genç Balzac’ın elinden düşürmediği bu “ aşk fizyolojisi” , İtalya’ daki kişisel aşk anılarına (1820) dayanı­ yor ve dolaylı olarak da, ihtiras ve para­ dan başka bir şey düşünmeyen üst sınıf­ larda bu ' ‘çılgınlık türü"nün çok ender gö­ rüldüğü modern Fransa'yı eleştiriyordu.



am perölçer A §A 0Y ya da ŞİAM İSd, Çin’de liman, Fucien ilindeki bir adada, Kemoy yakı­ nında, Tayvan'ın karşısında. 1842’de Af­ yon savaşı'ndan sonra Avrupalılar'ın tica­ retine açılan ilk çin limanlarından biriydi. A M O Z İT a, (fr. amosite). Amfiboller gru­ bundan bir asbest türü. (Özellikle ısı yalı­ tımında ya da keçe üretiminde kullanılan lifli ve tozlu bir malzemedir.) q A .M .P . a. 1. ADENOZİNMONOFOSFORİK ASİT'in ya da ADENOZİNMONOFOSFAT'ın kısaltması. (--* ADENOZİN) — 2 .Halkalı A.M.P., hedef hücrelerde (hormonun et­ kileyeceği hücreler) hormonlar için hücreiçi habercilik görevi yapan hıdratsızlaşmtş A.M.P. türevi. —ANSİKL. Görevini E. W. Sutherland'ın kanıtladığı halkalı A.M.P. organizmada düzenleyici bir rol oynar ve bu görevi çok çeşitli organlarda yerine getirir. Günü­ müzde yapısı iyi bilinmektedir. Sentezini, A.T.P.’yi halkalı A.M.P.'ye dönüştüren adenilsiklaz adlı bir enzim katalizler.



Y



n - ç^



H HO



0 1 P



II o



O-



H



n



H 'V k ı A



H C



CH



n7 \H H! H c -c I ! o o H H



A.M.P. adenozinmonofosforik asit



mesi bakımından belli başlı sinir akışı ile­ ticilerinin (asetilkolin dışında, dopamin, serotonin) etki mekanizması hormonlarınkınin benzeridir. Zar proteinlerinin fosforilleşmesi nöron zarının kutupsuzlaşmasına yol açar, bu olgu bütün akson boyun­ ca yayılır. Halkalı A.M.P.’nin kimi enzimlerin (tirozin hidroksilaz, tirozin transaminaz) sentezlenmesini sağladığı, hücre büyümesi­ ni durdurduğu, kalp ritmini hızlandırdığı, kan plaketlerinin topaklanmasını engelle­ diği, ovositin olgunlaşmasını önlediği ve spermatozoitlerin hareketliliğini artırdığı bilinmektedir. A M P A R 3 a. (koruma, yardım anlamına gelen ısp. söze.). Kimi ülkelerde (ispan­ ya, Meksika) yürürlükte olan, anayasallığı denetleme yöntemi. A M P A T M A N a. (fr. em pattem ent'dan). inş. PABUÇ'un eşanlamlısı. A M P E L İD A C E A E a. Bot. Asmagillerin biiimsel adı. A M P E L İT a. (fr. ampeiite, iat. ampelitis, yun. ampelitis, asma bakımına özgü’den). İçinde genellikle pirit bulunan, organik maddece zengin, killi kara şist, (içindeki pirit bozulduğunda demir sülfat veren bu şistler bağcılıkta toprağı iyileştirmek için kullanılır.) & M P E LO G R Â P İ a. (fr. ampĞIographie; yun. ampelos, asma, ve graphein, yazmak'tan).ASMABiLlM'in eşanlamlısı. A M P E L O P S İS a. (yun. ampelos, asma, ve opsis, görünüş'ten). Duvarların süslen­ mesinde kullanılan tırmanıcı ağaççık. (Ya­ ban asması bunun türlerinden biridir. (As­ magiller familyası.) [Eşanl. DUVARSARMAŞIĞI.] Â M P E L O S . Yun. mit. Bir satyr ile bir nymphe’nin oğlu, Dionysos'un arkadaşı.



A.T.P. adenozintrifosforik asit



halkalı A.M.P. ya da C.A.M.P. halkalı adenozinmonofosforik asit



halkalı A.M.P. Bu enzim, ancak hormonlar (örneğin hipofiz kökenli uyarıcı, antidiüretik bir hor­ mon olan glükagon) plazma zarındaki öz­ gül alıcılara bağlanırsa etkinleşir. Hor­ monlar "birinci haberci", halkalı A.M.P ise "ikinci haberci" sayılabilir. Ortamdaki halkalı A.M.P.. bir başka zar enzimi olan fosfodiesterazın etkisiyle halkasız A.M.P. ye dönüştürülür ve etkisiz­ leşir. Fosfodiesterazı durduran maddeler (kafein, teofilin) hücrede halkalı A.M.P. bi­ rikimini artırır ve hormonların etkisini güç­ lendirir. Çekirdekli hücrelerde halkalı A.M.P.' nin kendi etkinleştirdiği bir proteinkinaz aracılığıyla etki gösterdiği kabul edilmektedir(arıcak bu her durum için kanıtlanma­ mıştır). Halkalı A M.P.'nin düzenleyıcilik görevi çeşitli organlarda görülür Halkalı A.M.P., tiroit hormonları, steroit hormonlar, hipofiz hormonları, cinsi­ yet hormonları gibi çeşitli hormonların sentezini ve salgılanmasını sağlar. Meta­ bolizmadaki görevini, temel mekanizma­ ların enzimlerini fosforilleyerek onların et­ kinliklerini değiştiren proteinkinazlar ara­ cılığıyla yerine getirir. Sinir akışının iletil­



A M P E R a. (öz. a. AmpĞre 'den). 1. Ulus­ lararası birimler sisteminde (SI) elektrik akımının ölçü birimi (simg. A). [Amper, boşlukta birbirine koşut, doğrusal, sonsuz uzunlukta, uzaklıkları 1 m olan, kesitleri göz ardı edilebilecek kadar küçük iki ilet­ ken arasında 2.1CT7 N/m'lik bir kuvvet oluşturan sabit bir akımın yeğinliğidir. Amper, SI'nın yedi temel biriminden biri­ dir. Akımın elektromanyetik C.G.S. birimi 10 amper değerindedir.] — 2. Manyetomotor kuvvet ve manyetik potansiyel far­ kının SI birimi (simg. A); bu birim, 1 amperlik elektrik akımı geçtiğinde, iletkeni yalnız bir kez çevreleyen herhangi bir ka­ palı eğri boyunca oluşacak manyetomotor kuvvete eşittir. — 3. Am per bölü met­ re, SI manyetik alan birimi (simg. A/m); doğrusal, sonsuz uzunlukta, göz ardı edi­ lebilecek kadar küçük kesitli bir iletken­ den geçen 1 amperlik akımın, çevresi 1 metre ve ekseni bu iletken olan bir çem­ ber boyunca, boşlukta oluşturduğu man­ yetik alana eşdeğerdir.



ayırt ederek, her gazda eşit hacimde ay­ nı sayıda molekül bulunduğu varsayımı­ nı ortaya koydu (bu varsayımın daha ön­ ce Avogadro tarafından kaleme alındığı­ nı bilmiyordu). Ancak asıl önemli buluşla­ rını fizik alanında yaptı. 1820’de Bilimler akademisi nin düzenlediği bir oturumda, CErsted deneyini (mıknatıslanmış bir iğne­ nin elektrik akımı etkisiyle sapması) yine­ leyen Arago'yu izledi; birkaç gün sonra, bu deneyi bir kurama bağlayarak devingen elektrikte bulunan manyetik etkilerin kay­ nağını ortaya koydu. Akımlarla mıknatısla­ rın karşılıklı etkileşimlerini inceledi ve akım yönünde yere yatmış bir gözlemciye göre sapmanın kuralını belirledi, iki kapalı akı­ mın birbirini etkilediğini kanıtlayarak elek­ trodinamiği kurdu. Daha 1821'de, cisim­ lerin moleküllerinde"parçacık akımları” -' nın bulunduğunu ve mıknatıslanmanın bunları yönlendirebileceğini göstererek, maddenin elektron kuramının öncüsü ol­ du. Bütün bu buluşlarını 1827’de yazdı­ ğı Sur la theorie mathdmatiçue des phenomĞnes electrodynamiques urıiquement deduites de !'experience adlı ince­ lemesinde açıkladı; bu incelemede elek­ triğin terimlerini, özellikle de akım ve ge­ rilim sözcüklerini bile yarattı. Galvano­ metreyi tasarladı, ilk elektrikli telgrafı ve Arago ile birlikte ilk elektromıknatısı bul­ du. 1832'de, Hippolyte Pixii'ye ilk manyetoelektrik makineyi yaptırdı. Öldüğün­ de hemen hemen unutulmuştu.



555



Andre Marie Ampire kendi yaptığı portre Bilim ler akademisi arşivi, Paris



A m p & re a t ı m la r ı , mıknatıslanmış bir maddenin oluşturduğu manyetik alanı he­ saplamada kullanılan ve o maddeyle ay­ nı alanı yaratan eşdeğer akımlar. A m p & re d e n e y i, bir akımın kendisi üzerinde yarattığı elektromanyetik etkiyi gösteren deney. Bir G üretecine bağlanmış, yatay ve ko­ şut iki AA' ve BB' iletkeninden oluşan bir devre göz önüne alınır. Metalden hafif bir MN borusu devreyi tamamlar ve bu ilet­ kenler üzerinde yuvarlanabilir. K anahta­ rı kapatılır kapatılmaz MN sağa doğru fır­ lar: GAMNBKG devresinin yüzeyi, akımın yönü ne olursa olsun artmaya çalışır. M N yi etkileyen Laplace kuvveti, akımın ka­ resiyle doğru orantılıdır.



AMPERE DENEYİ



Am pAre k a r a lı, bir doğru akımın bir mıknatıs üzerindeki etkisinin yönünü be­ lirleyen kural. Ampöre kuralı şu biçimde açıklanır: akımın geçtiği tel boyunca, bir gözlemci (Ampöre adımı), akım ayakların­ dan girip başından çıkacak biçimde du­ rursa, mıknatısın kuzey kutbunun kendi soluna doğru saptığını görür. t e p i ı r e te o r e m !, doğru akımla çalı­ şan devrelerin yarattığı manyetik alan vektörünün ( H ) hesaplanmasına yarayan teorem: H vektörünün bütün akımları çevreleyen kapalı bir r eğrisi boyunca integrali, bu akımların cebirsel toplamına eşittir



(I



A M P E R E (Andre Marie), fransız fizikçi V H • d/ = I (Lyon 1775 - Marsilya 1836). Pascal gi­ bi, o da on üç yaşında koni kesitleri üstü­ A M P E R M E T R E a. (fr. amperemğtre’ ne bir kitap yazdı. Botanik, şiir ve müzik­ den). AMPERöLÇER'in eşanlamlısı. le deilgilendi.1801'deBourg-en Bresse' e fizik öğretmeni olarak atandı ve K A R E a. Manyetik 1802'de bu kentte olasılık hesaplarının momentin SI birimi (simg. Am2); sayısal ustaca bir uygulamasını veren Consideolarak, içinden 1 amperlik bir akım ge­ ratiorıs sur la theorie mathğmatique du çen, 1 metrekare yüzeyli düzlemsel bir jeu adlı yapıtını yazdı; bu çalışmasından devrenin manyetik momentine eşittir. dolayı kendisine Lyon koleji'nde bir kür­ A M P E R O M E T R İ a. (fr. ampdrometrie). sü verildi, sonra, 1805 te Politeknik okuAMPERÖLÇÜM’ün eşanlamlısı. lu'nda matematik çözümleme okutman­ lığına getirildi. Böylece Paris’e yerleşen ■ A M P E R Ö LÇ E R a. Bir elektrik akımını amper olarak ölçmeye yarayan aygıt. Ampğre kendini eğitime verdi; 1808 de (Eşanl. ak im ö lç er , am permetre .) üniversitenin genel müfettişi oldu, —ÂNSİKL. Amperölçerler, çalışmaları sıra­ 1809’da Politeknik okulu'nda mekanik sında gözlenen olaylara göre aşağıdaki kürsüsüne atandı. 1814’te Bilimler akademisı'ne (matematik bölümü) seçildi ve biçimde sınıflandırılabilir: sabit mıknatıslı 1824’ten sonra bir yandan College de ve devinen kadranlı amperölçerler; sabit France’ta fizik, öte yandan Edebiyat fa­ bobinli ve devinen demirli elektromanye­ kültesi’nde felsefe dersleri verdi. Bu ara­ tik amperölçerler; sabit ya da devinen bobinlı elektrodinamik amperölçerler; indükda, kimyanın büyük sorunlarıyla da ilgi­ lenmeli, ısıl ve termoelektrik çiftli amper­ leniyordu; 1814'te Berthollet'ye yazdığı ölçerler. bir mektupta, atomla molekülü birbirinden



AMPERE TEOREMİ



aygıtın ibresini taşıyan devinim li bobin * sabit bobin



:« v' •



'



î



devinim li Çfeobin



e le ktro d in a m ik



çalışma ilkesi



çeviklikle koşar. Bil. a. Amphıbolurus oar batus; agamagiller familyası.) karşıt yay indükieyici bobin



A M P H İM A L L 0 N a. (yun. amphi, çift ve mallos, yün tutamı'ndan). Akdeniz bölgesinde ve Avrupa'da yaşayan, yaz akşamlarında ağaçların çevresinde uçan çok tüylü kınkanatlı böcek (Bil. a. Amphim allon solslilialis, m elolonthidae familyası.)



am ptteiurus (“sakallı" kertenkele) kanadı



ferromanyetik bir amperölçerin çalışması



Amperölçerler düşük yeğinlikteki akımlara dayanabildiklerinden, uçlarına para­ lel olarak bağlanmış şöntlerle birlikte kul­ lanılırlar. Bu şöntler yardımıyla, amperölçerden geçen akım büyük ölçüde azaltı­ lır. A M P E R Ö L Ç Ü M a. Anal. kim. Elektrik­ le ayrıştırma akımının belirlenmesine da­ yanan elektrokim yasal çözüm lem e yöntemi. (Eşanl. AMPEROMETRİ.) —ANSİKL Elektrikle ayrıştırma akımının yeğinliği, elektroaktif cisimlerin derişimine ve gerilime bağlıdır. Belirli koşullarda ve ayarlamadan sonra akım yeğinliğinin ölçümünden, elektrikle ayrışan cisimlerin derişimi bulunabilir. Bu belirlemeler, cıva damlalı elektrot kullanılırsa, kutup* çizimi adı altında toplanır. Akım yeğinliği öl­ çümü, kimyasal ya da elektrokimyasal bir tepkime, özellikle doz belirleme tepki­ mesi boyunca derişim değişimlerini izle­ meye ve eşdeğer noktayı belirlemeye ola­ nak verir. Amperölçümü olarak tanınan bu teknik, ayraç bir büretle belli miktar­ larda katılıyorsa ya da elektrikle ayrıştırma yolu kullanılıyorsa, hacimölçüm ya da coulombölçüm adını alır. Â M P E R -S A Â T a. 1 amperlık bir akımın bir saatte taşıdığı elektrik yükü miktarı (simg. Asa). [1 amper-saat = 3 600 coulomb.J AMPER-SARSM a. Yakın zamanlaradek M.K.S.A. sisteminin manyetomotor kuvvet birimine verilen ad (simg. At). [Uluslararası sistemde birimi amperdir (simg. A).] A M P M & R İE T İİÎA i a. (yun a m p h f\ çevresinde, arete, kuvvet ve eidos, görünüş’ten). Zarsı bir boru içinde yerleşik yaşayan çokkıllı halkalısolucanlar familyası. A M P H İA R A İO N , kâhin Amphiaraos' un tapınağı. Oropos yakınlarında, Boiotia -Attike sınırında, kutsal bir kaynağın yanında kurulmuştu. Bir tapınak (IV. yy.), uzun bir ön revak, küçük bir tiyatro ve kaplıcaları içerirdi. A M P H İA R A O S , yunanlı kâhin. Argos kralı Adrastos'un damadı; Thebai’de öleceğini sezerek, Thebai'ye karşı savaşmak üzere kayınpederiyle birlikte gitmeyi reddetti. Ama karısı Eriphyle, saklandığı yeri, Yedi Şeften biri olan Polyneıkes’e bildirdi. Bunun üzerine sefere katılmak zorunda kalan Amphiaraos savaştı ve savaş sırasında bir yarığa yu­ varlanarak öldü.



ampraısasna



A M P H İB O L A (yun. amphibolos, ikircil, müphem'den). Akciğerli yumuşakça. (Boynuzsu bir kapakçığı bulunan kavkısı, küçük bir ampullarianınkine benzer. Bu hayvanlar Yeni Zelanda, Avustralya ve Hint okyanusu'nda, körfezlerin tuzlu ya da acı sularında, ırmakların ağzında, az ç0|< çamura gömülü olarak yaşar.) A M P H İB O L U R U S a. (lat. söze.; yun, amphibolos, iki yana sallanabilen, ve ura, kuyruk’tan). Avustralya'da yaşayan, boy­ nunun altında, tehlike sezdiğinde şişirdiği bir yaka ya da ''sakal" bulunan büyük boyda kertenkele. (Kuyruğuyla denge sağlayarak arka ayakları üzerinde



gonlar savaşı’ na, Truva kuşatmasına katıldı. Mopsos ile birlikte Kilikia’da, Mallos'u kurdu ve orada çok ünlü bir keha­ nette bulundu.



AMPHİESR&BSHYS a. (yun. sözc.).Esk. yun. ed. iki kısa arasında bir uzun hece­ den oluşan adım. A M P H fieO E LO U S sıf. (yun. amphi, iki yönlü, ve koilos, çukur'dan). Her iki ek­ lem yüzeyi de içbükey olan omura ya da böyle omurları olan hayvanlara denir. (Liopelmidae familyasından kuyruksuz kurbağalar amphicoelous'dur.) A M P H İC Y E N İffiA E a. (yun. amphi çevresinde, ve kteis, ktenos, tarak’tan). Göğüs kılları tarak gibi . kümelenmiş, yerleşik yaşayan çokkıllı halkalı solucan­ lar familyası. (Başlıca cinsi: pectınaria.) A M P H İD A S İS a. (yun. amphidasus, çepeçevre kirpi gibi dikenli'den). Tırtılı huş ağacında yaşayan kelebek. (Bir tek türü vardır: Amphidasis batularia; geometridae familyası.) A M P H İD İS C O P H O R A E a. (yun. amp­ hi, çift, ve diskophoros, diskli'den).Silisli süngerler takımı.(Gemulalarında [eşeysiz üreme tomurcukları], alter biçimindeki is­ kelet iğneciklerinden oluşan kalın bir çanak vardır.) SMPHSfSRÖMİA a. Esk. Yun. Yeni doğmuş bebeğin babası tarafından kabul edildiğini belirleyen ve doğumdan sonra beş gün süren tören. (Baba, ocağın çevresinde dönerek çocuğu Hestia’ya gösterirdi.) A M P H İl& R O M üS S a. C am enidae familyasından akciğerli yumuşakça. (Aynı türün bireylerinde, sağa ya da sola sar­ mal olabilen kavkı, kestane renginden açık sarıya kadar değişen parlak renklerle bezenmiştir. Amphidromuslar Güney As­ ya, Malezya, Molük adaları ve Filipinler’ de yaygındır.) A M P H İK Y Y O N . Yun. mit. Deukalion ve P yrrha’ nın oğlu, A ttike kralı. Amphiktyonia'nın kurucusu olarak kabul edilmişti. A M P H İK T Y O N İA a. Eski Yunanistan' da, çevre halkının ortak bir tapınağın etrafında toplanmasıyla oluşan kurul. —ANSİKL. En ünlü amphiktyonialar Kalaureia adasında, Onkhestos'ta ve Delos' ta bulunanlardı. En önemlisi, Thermopylai yakınında, Anthela’da kurulan ve ana merkezi Delphoi olan konfederasyondu. Konfederasyon her yıl Orta Yunanistan' ın on iki halkını, ilkbaharda ve sonbahar­ da olmak üzere iki dönemde -plylai-, sırasıyla Thermopylai'de ve Delphoi'de bir araya getirirdi. Her efhnos'un (çok eski olması nedeniyle seçim sistemi kent kuruluşuna yer vermiyordu) iki oyu vardı ve amphiktyonia kuruluna iki delege gönderiyordu. Kurul Delphoi'de tanrı alanını yönetiyor, her dört yılda bir yapılan Pythia oyunlarını düzenliyor, savaşlarda kutsal ateşkese saygı gösterilmesini sağlıyordu. Ne var ki amphiktyoniaların görevleri genişledi; kurul, Yunanlılar arası rekabetlere sahne olan bir alan durumu­ na geldi, devletlerin işlerine karıştı; bu du­ rum da çeşitli kutsa! savaşlara yol açtı. A M P H İÜ H A a. (yun. amphilinos, tel­ le çe vrili'd e n ). M ersinbalıklarının iç bo şlu ğun da yaşayan asalak kurt. (Arakonağı su tespihböceğidir.) A M P H İL O K H O S . Yun. mit. Amphıaraos’un oğlu. Babası gibi o da kâhindi. Epi-



A M P H İfS E lS R A a. Zool. ilkelyumuşakçaların bilimsel adı. A M P H İN O M E a. (yun. Amphınome, Nereides'den birinin adı). Genellikle suyosunları ve batık enkazlarla birlikte tro­ pikal denizlerde yaşayan gezgin, halkalı çokkıllı solucan. A lfiP H ÎO N . Yun. mit. Zeus ve Antiope' nin oğlu. Doğduğunda ağabeyi Zethos ile birlikte Kithairon dağına bırakıldı. Onun­ la birlikte, amcaları Lykos ve karısı Dirke’ nin hapsettikleri annesini kurtardı; Lykos ve Dirke’yi öldürdü. Daha sonra Tantalos’un kızı Niobe ile evlendi ve tanrıların oklarıyla öldürüldü. Amphion çok iyi lir çalan bir müzikçiydi. A M P H Ü P O D A a. (yun. am phi, çevresinde ve podos, ayak'tan). ilk göğüs bölütü başla kaynaşmış olan, bağasız ka­ buklular takımı. —ANSİKL. Amphıpoda takımındaki ka­ buklularda vücut, eşayaklılardan farklı olarak, iki yandan basıktır, ama karın-sırt yönünde basık değildir. Bunlar tatlı sular­ da, ama özellikle denizlerde, her derinlik­ te bulunurlar (örneğin, gammarus ve talytrus). A M P H İP O Ü S . Esk. coğ. Makedonya' da kent. Nıkias'ın oğlu Hagnon tarafından İ.Ö. 436’da Strymon halici yakınlarında bir tepenin üstünde kuruldu. Pangaion' dakı altın madenlerine yakın oluşu ve Atina’nın odun gereksinimini karşılaması nedeniyle önemli bir stratejik ticaret mer­ kezi oldu. Thukydides’in Lakedamonlu Brasidas a karşı koruyamadığı (İ.Ö. 424) bu A tina kolonisini, İ.Ö. 3 5 7 'd e MakedonyalI Phılippos II kuşatarak ele geçirdi. Eleştirmen Zoilos’un doğduğu yer. Bugün Neokhorı. —Arkeol. Yapılan kazılar sonucu, önemli bir nekropol (altın mücevherler), klasik.ve hellenistik dönemden kalma surun, yüksekliği, bazı yerlerde 7 m'yi aşan batı kesimi ve erken hıristiyanlık döneminden kalma mozaik döşemeli bazilikalar orta­ ya çıkarıldı. Strymon yakınlarında bir anıtmezarın tepesinde yer alan dev bo­ yuttaki aslan heykeli (İ.Ö. IV. yy. sonu) onarıldı. A M P H İP R İO N a. (yun. am phi, çevresinde , ve prion, testere'den). Mer­ can resiflerinde yaşayan kemikli balık. (Büyük denizşakayıklarıyla ortakyaşam sürdürür, denizşakayıkı dokunaçlarının arasında ona yer vererek dokunmaz. Pomacentridae familyası.) A M P H İP R © S T Y j,S S sıf. (yun. söze.). Biri ön cephede, öbürü arka cephede ol­ mak üzere iki sıra sütunu bulunan tapınak için kullanılır, A M P H İP V R Â a. (yun. amphi,çift, ve pyr, pyros, ateş’ten). En yaygın türünün (Amphipyra pramidea) larvası çeşitli ağaçlarda, başka türlerinin tırtılları alçak bitkiler üstünde yaşayan kelebek. (Noctuidae familyası.) A M P H S S B â lM A a. (lat. söze., yun. amphi, çift, iki y ö n lü , ve bainein, yürümek'ten). Sıcak ülkelerde, yer altında yaşayan ve büyük bir yersolucanını andıran pullu sürüngen. —ANSİKL. A m phisbaenalar solucan biçim inde, ayaksız ve renksiz sü­ rüngenlerdir; gözlen görmez. Bu hay­ vanda baş ve kuyruk küt biçimdedir ve ayırt edilemeyecek kadar birbirine ben­ zer. Pullar halka biçiminde dizilidir ve hay-



Am r bin Kulsûm van tıpkı yersolucanı gibi kasılıp uzaya­ rak İlerler, ama her iki yönde (baş ya da kuyruk) ilerleyebilir. Amphisbaenalar ter­ mit ve karıncalarla beslenir.



A M P H O R İS K O S a. (yun. söze.). Dar boğazlı, geniş karınlı çok küçük amfora. Klasik çağda, kokulu yağları koymak için, özellikle Atina’da yapılırdı.



A M P H İS B A E N İA a. Amphisbaena gi­ bi pullu sürüngenleri kapsayan alttakım. (Amphisbaenia alttakımında, yalnız bipes cinsinde kısa ön ayaklar vardır; diğer cinsler ayaksız ve tek akciğerlidir [Bu akciğer yılanınkine benzemez]; bunlarda omuz ve kalça kemerleri körelmiştir. Amphisbaenia'nın özellikle Afrika’da ve Güney Amerika’da yaşayan yüze yakın türü bilinmektedir.)



A M P İL A J a. (fr. empilage). Camc. Cam fırınının rejenaratörü içine tuğlaları yerleştirme biçimi; tuğlalar çalışma koşullarına en iyi cevap verecek şekilde düzenlenir. (Ampilajda aranan tam bir kararlılık ve yüksek mekanik direnç [çok sıcak dumanlar], temizleme ve denetim kolaylığı [tozlu ve zararlı dumanlar] ya da az bir yük kaybıdır; bu yüzden Mertz, do­ mino biçimi, sepet örgüsü ve şömine biçimi gibi değişik ampilajlar kullanılır.)



A M P H İS İU D A E a. (yun. amphi, çevresinde, ve sile, burun’dan).Hİnt okyan usu'nd a ve Büyük okyanus'ta yaşayan ve vücudu deri plakalarından bir zırhla kaplı olan kemikli balıklar familyası. (Çoğunlukla dikine yüzer ve denizkesta­ n e s in in dikenleri arasında sığınak arar. Başlıca cinsleri: amphisile ve aeoliscus.) A M P H İS S A -



AMFİSSA.



A M P H İS T O M U M a. (yun. amphi, çevresinde, ve stoma, -atos, ağız’dan). Gevişgetırenlerin işkembesinde asalak yaşayan ve art çekmeni uçta bulunan trematot. (Bütün omurgalı yaratıklarda asa­ lak olabilir. Gastrodiscoides homirıis türü Hindistan'da ve Çinhindi'nde insanlarda bulunur.) A M P H İT R İT E a. (özel a. Amphitrite’ den). Yerleşik yaşayan ve içe çekilemeyen, ipliksi birçok dokunacı bu­ lunan çokkıllı halkalı solucan. (Terebellidae familyası.) A M P H İT R İT E (“ dünyayı çevreleyen kadın” anlamında yun. söze.). Yun. mit. Denizler kraliçesi olarak kabul edilen Nereide. Poseidon ile evlendi ve ondan Triton’u doğurdu. Deniz atlarının ya da yunusların çektiği bir arabada, sular üstünde giden bir deniz perisi olarak tem­ sil edilirdi. A M P H İT R Y O N . Yun mit. Tiryns kralı Alkaios’un oğlu. Mykenai krallarından bi­ rinin kızı olan Alkmene ile evlenir. Zeus, Alkmene’yi baştan çıkarmak için onun görünümüne bürünür. Bu birleşmeden Herakles dünyaya gelir. Amphitryon’un serüvenleri, Plautus'tan bu yana çeşitli oyun yazarlarına esin kaynağı oldu: Ken­ dinden önce 37 yazarın (en ünlüleri Moliere [1668J, Dryden [1690] ve Kleist [1807]) işlediği bu konuyu Gıraudoux, Amphitrvon 38 adını verdiği oyunda ele aldı. Plautus’un yapıtı Nurullah Ataç tara­ fından frnasızcadan çevriidi, 1943 ve 1958’de Milli eğitim bakanlığı klasikler dizisi'nde basıldı. Ali Teoman tarafından türkçeye de çevrilen Moliere’in Amphitryon'u ise 1943'te basıldı ye Avni Dilligil' in yönetiminde izrnir Şehir tiyatrosu'nda oynandı (1950). A M P H İU M A a. ABD'nın G.-D.'sunda yaşayan kuyruklu büyük amfibyum. Gövdesi uzun, bacakları çok küçüktür; başkalaşma geçirdikten sonra bile çift solungaç yarığı kalır ve gözleri kapaksız olur. (İki türü vardır: üç parmaklı Amphiuma tridactylum ve iki parmaklı A. means.)



A m p ir ü s lu b u -



EMPİRE ÜSLUBU.



A M P İR İK sıf. (fr. empırıque). Fels., Fız. ve Kim. DENEYSEL'in eşanlamlısı. A M P İR İZ M a. (fr. empirisme). Fels. DENEYCİLİK.



A M P İS İL İN a. (fr. ampiciHine). Gram ne­ gatif mikroplara karşı etkili, penisilin türevi ilk yarı sentetik antibiyotik. (Gram pozitif bakteriler üzerindeki etkisi de aynı dere­ cede önem li olduğundan, birçok hastalıkta kullanılabilir; ağızdan trıhidrat, parenteral yoldan sodyum tuzu biçiminde alınır.) A M P İV E M a. (fr. empyeme; yun. empyema, -atos, apse’den). Patol. Doğal bir boşlukta, özellikle plevrada irin birikmesi (irinli zatülcenp). —Cerr. Ampiyem ameliyatı, plevrada bi­ riken irinin akıtılması için yapılan ameliyat.



A M P H İU M İD A E a. Amphiuma gibi kuyruklu amfibyumlardan oluşan ve es­ kiden gizlisolungaçlıgillere yakın sayılan amfibyumlar familyası. A M P H O R A - AMFORA.



pikal bölgelerde hamamböceklerinin ardında dolaşarak onları avlamaya çalışan zarkanatlı böcek. (Bil. a. Ampulex compressa; ampulicidae familyasının örnek tipi.) A M P U L L A a. (lat. ampulla, şiş karınlı şişe). Öndensolungaçlı karındanbacaklı deniz yumuşakçası.



A M P L E K T İF sıf. (fr. ampleetif; lat. amplecti, çevrelemek, sarmak’tan). Bot. Bir başka organı tümüyle saran organa de­ nir. A M P LİA S Y G M a. (fr. ampliation'dan). Pnömol. Soluk alıp verirken göğüs çevresinin çapında meydana gelen değişiklik.



A M P U LO M a. (fr. ampullome). Cerr. Vater ampulomu, Vater ampulünde, kole­ dok kanalının onikiparmakbarsağına açıldığı yerde gelişen ur.



A M P L İD İN a. (fr. amplidyne). Elffiktrotekn. indüvi tepkisi olayının kullanıldığı yükseltici ve ayarlayıcı bir doğru akım üreteci.



A M P U R D A N , isp a n ya ’da bölge. Katalonya'nın kuzey kesiminde. K.'de Alberes dağlan. G.'de Katalonya kıyı sıradağlarının ucu arasında yer alan dörtgen biçimi bir ovadır. Sulama saye­ sinde tarım (mısır, sebze, meyve ağaçları, az sayıda bağ) alanları genişlemektedir. Sığır yetiştiriciliği. Bölgenin başlıca pazar yeri Figueras'tır.



A M P L İF İK A S Y O N a. (fr. amplifıcatiorı). Elektron. YÜKSELTME'nin eşanlamlısı.



A M P L İF İK A T Ö R a. (fr. ampiificateur, lat. amplilicator). Elektroakust. ve Elek­ tron. YÜKSELTEÇ'ın eşanlamlısı.



—Ölçbıl Devingen bir parçanjn çok küçük ötelenmelerini ve bir elektrik akımının ya da geriliminin çok zayıf değişim lerini algılam aya yarayan düzenek. (Eşanl. YÜKSELTEÇ.) A M P L İY O M E T R E a. (fr. ampiiometre' den). Göğüs çevresini ölçerek solunum hareketlerinin genliğini belirlemeye yara­ yan aygıt. A M P R A K İA . Esk. coğ. Yunanistan'da kent, Epeiros’ta, Arakhthos ırmağı kıyısında, Amvrakia körfezinin K.'inde. Epeiros kralı Pyrgos'un başkentiydi. Bugün Arta. A M P U L a. (fr. ampoule; lat. ampulla). Saydam ya da yarısaydam , gaz sızdırmaz cam bir kılıftan oluşan ve içinde ışık veren bir fılaman bulunan aydınlat­ ma düzeneği. — Ânat. Bazı o rganla rda görülen genişleme ve şişkinlik (rektum ampulü, yarım daire kanallarının ampulleri). || V/ater ampulü, onikıparmakbarsağının ikin­ ci kısmının iç kenarında görülen boşluk. Koledok kanalı ile VVİrsung kanalı bura­ ya açılır. —Aydınlt. Mum ampul, uzunca ve sivri uçlu, akkor telli küçük elektrik ampulü. (m u m l a m b a da denir.) —Eczc. Sıvı ya da toz halindeki bir ilacı



557



A M P U L E * a. Sphexleri andıran ve tro­



A M P U L L A R İA a. Karındanbacaklı, öndensolungaçlı yumuşakça. (Pila da .de­ nen bu hayvan, sıcak ülkelerin göl ve ırmaklarında yaşar. Bilinen en iri türü Am pullariusgigastropikal Afrika’da; Pila ampullacea Madagaskar’da ve Malezya' dan Filıpinler’e kadar bütün Güney Asya' da bulunur. Ampullariidae familyasının örnek tipi.)



A M P L A S T İK sıf. (tr..emplastıque'den). Eczc. Yakıya özgü nitelikler taşıyan bir maddenin plastik ve esnek özelliklerine denir.



A M P S İV A R İL E R ->ANSİVARİİ.



amphiuma (Amphiuma iridactylm )



içinde bulundurmaya ve saklamaya ya­ rayan, uçları inceltilip kapatılmış, ince çeperli cam tüp. (Bk. ansikl. böl.) —Kim. ve Fiz. Oldukça uzun boğazlı ve iri gövdeli, genellikle camdan yapılmış kap; çeşitli kullanım alanları vardır. —ANSİKL. Eczc. Ampul yapımında kullanılan nötr cam farmakopede belirti­ len koşullara uygun olmalı, alkaliliğe, ar­ senik ve ağır metal bulunmadığına ilişkin deneylere olumlu tepki vermelidir, iğneyle vurulmak üzere hazırlanan ampuller, üzerinde silinmez renkli bir çizgi bulunan beyaz camdan yapılır. Işığa çok duyarlı bazı ilaçlar için renkli cam kullanılır. Ampuller, içilecek sıvıları havanın etkisin­ den korumak için de kullanılır. Ampuller son duruma gelinceye kadar birtakım işlemden geçer: doldurma, sterilizasyon, kontrol ve etiketleme. Etiketler ilacın ne olduğunu ve nelerden yapıldığını göstermelidir. Bir ampul bir defada kullanılmalıdır. Günümüzde ampullerin çoğu önceden törpülenmiştir ve bir ampul testeresine başvurmaya gerek kalmadan parmaklar arasında kırılabilir.



dom ino montajı



cam fırınlarının rejeneratörterinde iki tür ampilajın yatay düzlemde görünüşleri



A M P U R İA S , ispanya’da (Katalonya, Gerona ili) küçük kasaba, Rosas körfezi kıyısında.Ampurias, Eskiçağ’da Emporion adıyla Phokaialılar tarafından,Marsilya' dan sonra, Katalonya kıyısında bir yunan sömürgesi olarak kuruldu. Önceleri Mar­ silya’ya bağımlıyken, İ.Ö. V. yy.'da bağımsızlığını kazandı, Roma fethi dönemine kadar, bir yandan iberler'in sıkı gözetimi altında yaşarken, bir yandan da ticaret açısından önemli rol oynadı. Sur­ lar içinde dar bir alana sıkışmış olan eski yunan kentinde (her yanında kazılar yapıldı) çok az kamu yapısı (küçük ago­ ra, cephe kapısı, Asklepios tapınağı, Serapis tapınağı) vardır: I.S. I. yy'dan kal­ ma Roma kentinde bir forum, Claudius zamanında yapılan bir gymnasium, bir amfitiyatro yer alır: yunan kentine oranla on kat büyüktür (I. yy.'dan kalma iki güzel evde siyah -beyaz, geometrik desenli mozaikler). A M P Ü T A S Y G M a. (fr. amputation). Çıkıntı biçimindeki bir organın tamamının ya da bir kısmının kesilip atılması. ( -» KESME.)



A M R B İN K U L S Û M , arap şair (V-VI, yy.). Taglip kabilesinden Cuşan kolunun başkanıydı. Hayatı hakkında pek az bilgi vardır. Bekr kabilesiyle .yaptığı savaşları konu edinen ve Mu ’allakat içinde yer alan bir şiir ona ait sayılır. Ancak, bunun son­



ampullaria



radan başka biri tarafından yazıldığı görüşü de yaygındır. AMR L E Y S (? - Bağdat 902), saffari hükümdarı (879-901). Saffariler dev­ letinin kurucusu kardeşi Yakup ile birlik­ te çalıştı; Yakup ölünce (879) onun yeri­ ne geçii. Halifeye biat ettiğinden kendi­ sine Horasan, Fars. Sistan, Kirman ve Sind eyaletleri timar olarak verildi. Bu eya­ letlerde çetin savaşlardan sonra egemenIİK kurabildi. Maveraünnehir egemenliği için çatıştığı Samani hükümdarı İsmail bin Ahfnet'e yenildi, esir düştü (901). Bağdat’ta idam edildi. A M R S İN L lS H A Y Y , Mekke'deki Huzae kabilesinin atası. Söylentiye göre, çeşitli yerlerden getirdiği putları, Mekke' de Kâbe çevresinde yerleştirdi. İbrahim'in dinine son vererek Mekke'de puta tapıcıiığı egemen kıldı. İsmail ailesinden gelen C ü rh u m la r’ı M e kke’den uzak laştırdı. Amr bin Luhayy'ın ne zaman ya­ şadığı bilinmemektedir. A M R S İS M A L İ K E » , arap savaşçı ve şair (530-643). Yemenli soylu bir aile­ dendi. Savaşçılığıyla ün kazandı. 631 'de Medine'ye gitti; Peygamber ile görüştü ve müslüman oldu. Yüz yaşının üzerindeyken Y erm ü k(6 3 6 ),N ih a ve n d (641) savaş­ larına katıldı. Günümüze ulaşan ve savaşları konu a'an az sayıdaki şiir, parçalarından, açık bir anlatımı olduğu anlaşılmaktadır. A M R SİM S A İT , emevı komutan ve vali (? - ? 690). M uaviye'nin halifeliği -döneminde Mekke valiliğine atandı (673). 680'de Medine valiliği de kendisine ve­ rildi. Halife Yezit'in emri üzerine Abdullah bin Zübeyr’e karşı gönderdiği ordu başarılı olamadı; görevden alındı (681). Emevi halifeleriyle akrabalığı dolayısıyla halife adayları arasında yer aldı. Halife Mervan’ın Mısır seferine katıldı. Suriye'yi ele geçirmek isteyen Musab bin Zübeyr'i geri çekilme zorunda bıraktı. Halife Abdülmelik Irak seferindeyken, halifelik davasıyla ayaklandı. Geri dönen Abdülmelik’e, hayatının ve özgürlüğünün bağışlanması karşılığında biat etti. Bir süre sonra, halifenin sarayına çağrılarak (söylentiye göre bizzat Abdülm elik tarafından) öldürüldü. A M R A Y A T ! ya da A M R A O T S , Hin­ distan'da kent, Maharaştrada, Nagpur'un B.'sında; 433 746 nür. (1991). Pa­ muk pazarı. ta rs



-* KUSEYR* AMRE



K Ü L T Ü R Ü ( EL-) a. Tarönc. Or­ ta Mısır'da bakırtaş kültür evresi. (Badari endüstrisini izleyen ve onun pek çok özelliğini taşıyan el-Amre kültürü, IV. binyıla kadar uzanır. Bu evrede bakır endüstrisi az gelişmiş, ama altın ve gümüşten boncuklar daha o zaman or­ taya çıkmıştı. Av, tarım ve hayvancılık [sığır, koyun, domuz] ekonomik yaşamın temelini oluşturuyordu.) Â M R İ, Sind yöresinde (Pakistan) arkeo­ lojik sıt. Çanak çömlekleri Güney Belucistan'dakilere benzeyen bakırlaş kültürüne adını vermiştir. Amri'nin çöküşü indus dönemini yaşadığı yillara rastlar.



 M R İ , türk şair (öl. Vize 1523). Mehmet II ve Bayezit II dönemi bilginlerinden Abdülkerim Efendi’nin evlatlığıydı. Med­ rese öğrenimi gördü, kadılık yaptı. Serfiçe'de başlayan meslek yaşamı, İbrahim Paşa'nın sadrazam olması dolayısıyla yazdığı bir kasideden sonra atandığı Vize'de, ölümüne kadar sürdü. Halk şiiri anlatımına yakın gazellerinde atasözlerine, deyim lere, türkçe .söz­ cüklere geniş ölçüde yer verdi. Sev­ gi, ayrılık, kavuşma, içkili eğlenceler gibi konuları işleyen şiirleri küçük bir Divan oluşturur. Ondan söz eden kaynaklar şiirlerinin “ şakacı" ve “ âşıkane” nitelik­ leri üzerinde dururlar. ( -> Kayn.)  M f t İ , İsrail kralı — OMRİ



ÂMRST, eski.Fenike'de kent. Hemen hiç zarar görmemiş tek fenıke tapınağı bura­ da yer alır. Mısır tapınaklarından taklit edildiği sanılan bu yalın üsluplu tapınak, düzletilmiş bir kayanın oluşturduğu bir av­ lunun ortasında yükselir. ya da A M R T A , ölmemiş, ölümsüzlük anlamında sanskritçe sözcük. Hint mitolojisinde okyanus çalkantısının ürünü, ölümsüzlük bağışlayan nektarı ve son kurtuluşu belirtir. A M R İY S A R , Hindistan'da kent, Pencap'ta.Lahor'un D.'sunda; 709 456 nüf. (1991). Pakistan ile Keşmir’in sınırında yer alan Amritsar, Sihler’in din merkezi olrnasırm yanı sıra, bir ticaret ve el sanatları merkezidir. Birkaç sanayi kolu da (dokuma ye kimya sanayileri) vardır. XVI. yy.’da "Ölümsüzlük gölü” kıyısında, Sihler'in başlıca tapınağı olan Altın Tapınak kurulmuştu. A M R O H A , Hindistan'da, kent, Uttar Pradeş’te, Delhi'nin D.'sunda; 112 700 nüf. (1981). AM R TA



- * AM RİTÂ



 M K Ü 3 N Ü L A S J»a d a A M R İB N ÜS.-ÂS, arap komutan ve yönetici (? 573 - Mısır 663). 629’da müslüman olarak Hz. Muhammet’in eshabı arasında yer al­ dı. P eygam ber tarafından O m a n a gönderildi; oradaki iki emirin müslüman olmalarını sağladı. Peygamberin ölüm haberini alınca (632) Medine'ye döndü. Ebu Bekir, onu Filistin'in fethiyle görevlendirdi. Ardından Mısır seferine çıkan orduya komuta etti. Mısır’ı alarak, disiplinli bir yönetim uyguladı. Sonradan Kahire adını alacak olan Fustat kentini kurdu. Halife Osman'ın düşmanlarına katılmadı. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlıkta Muaviye yanlısı oldu. Sıffin savaşı'nda Suriye kuvvetlerine komuta et­ ti. Askerlerinin mızraklarının uçlarına Kuranı Kerim yaprakları taktırarak,savaşı kazanmak üzere olan Ali kuvvetlerini dur­ durdu. Ali ve Muaviye ile ilgili Hakem olayında, Ali'nin temsilcisi Ebu Mus'el -E ş a ri'y i. kandırarak M u aviye’nin ha­ life olmasını sağladı. Mısır'a döndü ve ölünceye kadar buranın valisi olarak yöneticiydi. A M S , bir batini tarikat olan nusayriliğin kutsal simgesi. Ali, Muhammet ve Selman el-Farisi'nin ilk harflerinden oluşur. Tari­ kata girilirken yapılan törenlerde Ams sırrı ve anlamı yeni müritlere yavaş yavaş anlatılır.  M S A L  K sıf. Arg. Ahmak, alık, buda­ la, pısırık, şaşkın. A M S E T . Mis. mit. H orus’un dört oğlundah bjrı. Horus’un insan başı, içine ölülerin ıç organlarının konulduğu dört kanobos kabından birin in kapağını süslüyordu. A M S T E L , Hollanda'da (Kuzey Hollan­ da) ırmak, Uithoorn'dan Amsterdam'a ka­ dar kanallaştırılmıştır; Amsterdam’da i] körfezine dökülür. A M S TE S .V E E H , Hollanda’da kent, Amsterdam'ın güney banliyösünde: 58 700 nüf. A M S T E R B A M , Hollanda'nın başken­ ti, Kuzey Hollanda'da, Amstel ve ij ırmak­ larının kavşağında; 702 000 nüf. (1991). • COĞRAFYA. Amsterdam’ın etkinliğinde. liman ve sanayi, eskiye oranla önemini yitirm iştir. A m sterdam 'ın deniz taşımacılığı, 17 Mt'la (buna ijmuiden ön limanından gerçekleştirilen 1 1 Mt’u da ek­ lemek gerekir), petrol dışalımının büyük bölümünü gerçekleştiren RotterdamEuropoort limanının çok gerisinde kalır. Sanayi ve liman bölgesi yakın dönemde genişletildi (Rotterdam’dan gelen petrol boru hattının beslediği rafineriler), ama kentin ulaşıma ve genişlem eye çoğunlukla elverişsiz olması nedeniyle



birçok işletme, kent dışına taşındı. Bu süreci, hükümetin yürüttüğü merkezcilik­ ten kurtulma siyaseti de büsbütün hızlandırdı. Bununla birlikte kentteki sana­ yi etkinlikleri hâlâ çok çeşitlidir ve bunların bazıları Amsterdam'a ün kazandırmış­ tır: lüks eşya sanayisi (sözgelim i, Amsterdam'-ın dünya çapında ünlü olduğu elmas yontuculuğu), besin sana­ yisi (bira ve şeker fabrikaları), basım sa­ nayisi (kent ' H o lla n d a ’ nın başlıca yayıncılık merkezidir) ve özellikle de me­ talürji sanayisi (tersaneler, makine yapımı, otomobil montaj sanayisi, elektronik sa­ nayisi). Banliyölere doğru bir göç olayı görülmekteyse de hizmetler kesiminin ağırlığı gene de artmıştır. Denizci ve sömürgeci geçmişinin mirası olan ulusal ve uluslararası maliye merkezi işlevini ko­ ruyan kentte, menkul kıymetler borsası ve Hollanda’daki başlıca bankaların merkez­ leri yer almaktadır. Amsterdam, ayrı­ ca, Rotterdanrv ile top tan ticareti gerçekleştiren ve siyasal ve iktisadi başkent otmanın yüklediği görevleri Lahey (hükümet merkezi) ile paylaşır .1 Kent, perakende ticaret bakımından çok iyi donatılmıştır (büyük mağazalar lüks eşya ticareti, antikacı dükkânları); ayrıca kültür etkinlikleri ve boş vakitleri değerlendirme hizmetleri büyük ölçüde gelişmiştir (üniversiteler, birçok tiyatro ve konser salonu, müzeler). Amsterdam. Schiphol havalimanına yakınlığı, özellikle de çok büyük ve çok iyi korunmuş tarih­ sel merkezi ve kanalları sayesinde çok sayıda yabancı turist çeker. Kentin nüfusu 1958'den bu yana önemli ölçüde azalmıştır (o tarihte 875 000 nüf.); birçok Amsterdamlı. açık alanlar ve daha iyi ko­ nut koşullan bulma amacıyla kentten ayrılırken, nüfusta yaşlıların, genç bekârların ve yabancı işçilerin oranı artmıştır. Günümüzde güç dengesi yeni­ den kurulmaya çalışılmakta (özellikle es• ki semtlerin "yenilenmesiyle") ve iş sayısının aşırı hızlı biçimde azalması önlenmeye çalışılmaktadır. '• TARİH. XII. yy.'da Amsterdam, Amstel ırmağının çığırını kesen bir bent üstünde kurulmuş (zaten adı "Amstel üstündeki bent" anlamına gelir) bir köydü. XIII. y y .'d a U trecht piskoposluğuna bağlanması ve birkaç ticaret bağlantısı sayesinde, toprakları üstünde yapılan ti­ carete gümrük bağışıklığı tanınmasını sağladı. XIV. yy.’da Hansa birliği ile ilişki kurdu ve daha XV. yy.'da, önemli bir ti­ caret merkezi oldu; doğal limanı, Baltık denizi'nde çalışan gemilere iyi korunan ve yeterince derin bir limanın güvenliğini sağlıyordu. Ringa balığı avcılığının erken bir tarihte Baltık denizi’ ne çektiği A m sterdam lı balıkçılar, Hansa ile çatıştılarsa da, 1441'de bir antlaşma imzaladılar (antlaşma sonradan, sürekli yenilendi) ve XVI. yy.’da Baltık denizi ile Kuzey denizi arasında ticareti üstlendiler. HollandalI gemiciler ayrıca ispanya ve Portekiz limanlarına (Laredo, Santander, Lizbon. Bilbao, Sevilla) uzanıyor, tuz, zeytinyağı, yün, şarap, gümüş ve Doğu'dan getirilmiş baharat ve ipekii kumaşları alarak, Batı ve Kuzey Avrupa' daki çeşitli limanlara ulaştırıyorlardı; Ams­ terdam borsası da işte o dönemde kurul­ du Hollandalılar'ın ispanya egemenliğine karşı ayaklanmaları ve Anvers'in Felipe M'nin askerlerince yakılıp yıkılması, amsterdamlı gemicilerin Lizbon ile ilişkilerini daha • da sıklaştırdı. Am sterdam lılar, 1578 yılına kadar işgalcilere karşı dikkatli bir tutum izledik­ ten sonra, o tarihte ispanya’ya karşı ayak­ lanmaya katıldılar. Felipe ll’nin 1580’de Lizbon’u işgali, hollandalı ve zeeland'lı gemicileri (Kara denizi'nden ve Spitzberg'den geçmeyi deneyip [15S4] başaramadıktan sonra), Ümit burnu yo­ luyla Hindistan sularına uzanmak zorun­ da bıraktı, Amsterdam gemileri 1597’de Malabar'a ulaştıktan sonra Malakka'ya ve



Am u Derya Molük adalarına doğru ilerlediler; Porte­ kiz Zenci Afrikası’nın iktisadi başkenti Sâo Tome adasına çıktılar ve 1597'de Küçük Antil adalarına ulaştılar. Amsterdam yavaş yavaş, F. Braudel'in "dünya-iktisadı” diye nitelediği şeyin mer­ kezi haline geldi. Hollanda ticaret şirketlerinin çoğu, bu kentte kuruldu: 1602'deDoğu Hindistan Hollanda şirketi, 1614'te Kuzey şirketi ve Yakındoğu şirketi. Bu yoğun ticaret, Venedik’ten örnek alınmış sağlam bir bankacılık iske­ letine dayanıyordu: 1609’da kurulan Amsterdam bankası. Banka büyük ün kazanınca, florinin değeri dünyanın her yanında arttı ve Amsterdam, XVII. yy.’ın ilk yarısında büyük bir uluslararası değerli taşlar ve değerli madenler merkezi hali­ ne geldi. Kente, aralarında el sanatçıları, tüccarlar ve sarraflar bulunan birçok mülteci akın etti: Anversliler; ispanya’dan ya da İspanyol egemenliğindeki Hollan­ da topraklarından kovulan yahudiler; bütün ülkelerden gelen protestanlar. Kent hızla büyüdü ve nüfusu çoğaldı: 1600’ de 50 000 nüf.;1700’de 200 000 nüf. 1648'de VVestfalen antlaşmaları Escaut ırmağının ağızlarını Birleşik Eyaletler’e bırakarak, Anvers'in rekabetini ortadan kaldırdı. 1685’te Nantes fermam'nın yürürlükten kaldırılması da, protestan Fransızlar’ın kente göçmelerine yol açarak, zenginleşmeye katkıda bulundu. Bununla birlikte, büyük tüccarlar aristok­ rasisi önemli görevleri elinde tutmayr sürdürdü ve aristokrasi 1650’de stadhouder VVİllem ll’ye karşı, 1672'de Fransa kralı Louis XIV'e karşı bağımsızlığını ko­ rumak için bentleri yıkmaktan kaçınmadı, 1672'den sonra Germanya imparatoru Wilhelm III ile ittifak yaparak Fransa’ya karşı savaştı. XVIII. yy.'da Londra, AmsterdamT ge­ ride bıraktı. 1780 - 1790 arasında Amsterdam'ın Fransa ile ticareti geriledi: Amsterdam’ın ticaretinde İngiltere ve Hansa, dışalımda başlıca payı ele geçirdi; dışsatımdaysa, ispanya öbür Hansa kentlerinin önünde geliyordu. Dördüncü



İngiltere-H ollanda savaşı (1780-1784) ve P ru s y a lIla r 11n 1 7 8 7 ’ d e, P ic h e g ru kom utasında Fransızlar'ın d a 1795'te kenti işgal etmeleri gerilemeyi hızlandırdı.



Napoleon döneminde Amsterdam, Hol­ landa krallığı’nın başkenti oldu(1806) ve 1810'da Fransa im p a ra to rlu ğ u ’ na katılarak, Zuiderzee departement’ının merkezi, imparatorluğun da üçüncü büyük kenti haline geldi.Kıta ablukası, Anvers’in rekabeti ve ijselmeer’in yavaş yavaş kum la dolm ası sonucunda Amsterdam’ın ticareti iflas ettiyse de, son­ radan yavaş yavaş, eski önemine bir ölçüde yeniden kavuştu. • GÜZEL SANATLAR. Büyük bölümleri gotik üslubunda yapılmış, ahşap kemer­ li, içlerinde birçok lahit bulunan Oude Kerk (XIV. yy.- XVI. yy.) ve Nieuwe Kerk (XV.-XVII. yy.'lar). J. Van Campen’in yaptığı (XVII. yy. ortaları) eski belediye konağının XIX. yy.’da yeniden elden geçirilmesiyle oluşturulan Krallık sarayı. Başlıca müzeler: özellikle Hollanda okulu ressamlarının tabloları, birçok de­ sen ve taşbaskı bakımından zengin Rijksmuseum; Rembrandt’ın evi (Rembrandt’ ın desenleri ve ofort tekniğiyle yaptığı gravürler); planını G. T. Rietveld’in yaptığı bir yapıda 1973'te açılmış Van Gogh müzesi (Van Gogh’un 200 tablosu, 500 deseni, mektupları ve çağdaş ressamların yapıtları); modern sanata (Breitner’in, iz­ lenimci ressamların, Van Gogh’un, Alman anlatımcılarının, Mondrian, Maleviç, Chagall, Cobra, vb.’nin yapıtları) ve çağdaş öncü sanata ayrılmış Stedelijk Museum; İlgi çekici Tarih müzesi; Allard Pierson müzesi (Ü n ive rsite ’ nin arkeoloji koleksiyonları). A m s te rd a m



adası







n o u velle



A m sterdam



A m s te rd a m -R e n k a n a lı, Hollanda da kanal (Am sterdam ’ı aşağı Ren ırmağının başlıca kolu olan Waal'a bağlar), Tiel yakınında; 1933-1952 arasında açıldı; 72 km.



A M S T E T T E N , Avusturya'da (Aşağı Avusturya) kent, Ybbs ırmağı kıyısında; 12 600 nüf. Demiryolu kavşağı. — 1805’ te Fransızlar Ruslar’ı burada yendi. Yakınında Ardagger Stift kilisesi ve Seitenstetten benediktin manastırı. A M T İM A N , Çad’da yer, Salamat ilinin merkezi, Sarh’ın K.-D.’sunda. A m tr a k , amerikan federal şirketi. ABD’ de uzun hat trenlerinde yolcu hizmetleri işletmeciliği yapan bu şirket, 1971 mayısında kuruldu. Kamusal amaçlı bu özel şirket, kendisinden önceki şirketlerin parasal güçlükler nedeniyle bıraktıkları şehirlerarası yolcu hizmetlerinin tümünü yüklenir. Şirketin işlettiği demiryolu ağı 45 000 km’dir. Â M U A Y , Venezuela’da kent, Paraguana yarımadasında, Venezuela körfezi kıyısındal Petrol arıtma. A M U D -> AMUT. AMUD KÜ LTÜ R Ü a Tarönc. Yakındoğu’da orta yontmataş endüstri evresi. Â M Û D E sıf. (fars. amade). Esk. Dizilmiş, bir araya-getirilmiş. ♦



a. Dizi.



A M U D E N be. (ar. camOden). Esk. Dik­ lemesine, dikey olarak. A M U D E R Y A ya da A M U D E R Y A , esk. Ceyhun, Orta Asya'da ırmak; 2 540 km; 227 000 km2’lik bir havzayı akaçlar. Pamir yöresindeki yüksek dağlardan in­ dikten sonra, Turan çöküntü alanındaki çölleri aşar ve geniş bir deltayla Aral gö­ lüne dökülür. Piyano ve Vahş ırmakları­ nın birleşmesiyle oluşan ırmak, Amu Der­ ya adını göle döküldüğü yerden 1 415 km uzakta, sözkonusu iki ırmağın birleş­ tikleri yerde alır. Afganistan’da Hindukuş’ un kuzey yamacında doğan Vahanderya ile Pamir sel sularının oluşturdukları Pi­ yano, ortalama yükseltisi 3 600 m olan bir havzayı akaçlar; debisi 1 030 m 3/s’dir. Havzası daha küçük olan Vahş’ın debi­



Amsterdam’ın merkezinden bir görünüm



Am u Derya siyse 660 m3/s'dir. Büyük buzullarla bes­ lenen bu iki ana kol, Amu Derya’ya sula­ rının % 85'ini sağlar. Amu Derya daha sonra, suları karların erime döneminde çok yükselen Kafirnigan, Surhan Derya, Şirabad kollarını alır. Buzul-kar tipinde olan rejimi nedeniyle suları mart ayından temmuz ayına kadar yükselir ve yaz ba­ şında en yüksek noktasına ulaşır. Kerki' de saniyede 2 000 m 3 olan debisi, ırmak çölde ilerlerken sürekli azalır. Çok fazla alüvyon taşıyan Amu Derya, çok geniş ve değişken bir yatakta akar. Kıyılarındaki ormanların kesilmesi ve suyunun bir bö­ lümünün sulama için açılan kanallara alın­ ması, ırmağın çevre dengesini bozmuş­ tur. A M U D İflK A R ! a. (ar. 'am ud ve lıkari' den 'amud-ı tıkarı). Esk. Belkemiği, omur­ ga. A M U D ! sıf. (ar. cam ûd ve /'den 'amüdi) Esk. Dikine, dikey.



560



A M U E S H A L A R , Peru'da Oxapampa bölgesinde yaşayan etni. Â M Û G a. (fars. amuğ). Esk. Ağırbaşlılık, temkinlilik. ♦



sıf. Uzun boylu adam için kullanılır



 M U H T E sıf. (fars. amuhte). Esk. Öğ­ renmiş, okumuş, alışmış.  M U H T E G  N çoğl. a. (fars. amuhte' nin çoğl. amühtegân). Esk. 1. Okumuş­ lar, öğrenmiş kimseler, öğretmenler. — 2 . Âmuhtegân-ı ezel, ezeli, önceden, eski­ den öğrenmiş, okumuş kimseler; pey­ gamberler, ermişler, azizler. A M U L - AMOL A M Û L sıf. (ar. 'amul). Esk. Çok fazla çalışan, çalışkan. A M U L A R , Mısır metinlerinde Suriyeli sami kavimlere verilen ad. Bunlar, Mısır’a düzenledikleri kanlı ve yıkıcı istilalar yüzünden (İ.Ö. XVII. yy.) tanrıların ve Nil çevresinde oturan halkın baş düşmanı olarak niteleniyordu. A M U L İU S , Alba’nın efsanevi kralı. Kardeşi Numitor’u tahttan indirdi, yeğeni Rhea Silvia’yı Vesta rahibesi olmaya zorladı. Mars ve Rhea Silvia’nın oğulları Romulus ile Remus tarafından öldürüldü, boşalan tahtına da Numitor çıkarıldı. Roald Amundsen



Habarovsk bölgesinde Amur ırmağından bir görünüm S8H89B



A M U N A T E G U İ (Mıguel Luis). şilili tarihçi (Santiago 1828 - ay.y. 1888). Kardeşi GREGORİO VİCTOR (1830-1899) ile birlikte tarih, biyografi ve sözlükçülük alanlarında çok sayıda değerli inceleme­ ler yayımladı. ■ A M U N D S E N (Roald), norveçli kâşif (Borge, Ostfold, 1872 - Arktika’da 1928) Küçük bir armatörün oğluydu; tıp öğrenimine başladı, ama öğrenimim yarıda bırakarak Arktik bölgeleri keşfet­ meye ve kendini denizcilik mesleğini öğ­ renmeye adadı. 1897’de belçikalı De Gerlache'ın Antarktika'ya yaptığı sefere ikinci kaptan olarak katıldı. Dönüşünde, Nansen'in teşvikiyle 22 m'lik bir kotra (C]k>a)satın aldı, Kuzey Amerika geçitle­



rini aşarak Doğu ya ulaşan ünlü deniz yo­ lunu denemeyi tasarladı. 1903'te altı ar­ kadaşıyla birlikte Oslo'dan yola çıkarak Lancaster boğazı'nı geçti, kral VVilhelm toprağı’nda iki kış geçirdi. Amundsen, burada, özellikle magnetik kutbu incele­ di ve magnetik kutbun sürekli yer değiştir­ diğini doğruladı. Mackenzie ağzında üçün­ cü kışı geçirdikten sonra, sonunda, Kuzey -batı geçidini bulmayı başardı; 30 ağustos 1906’da Gj/Sa Nome'ye (Alaska) ulaştı. Bundan sonra Amundsen,gizlice Güney Kutbu'nun keşfine girişti: İngiliz Robert Falcon Scott'tan önce davranmayı başardı. 14 aralık 1911'de Amundsen, yedi adamıyla birlikte, Scott’tan bir ayı aşkın bir süre önce amacına ulaştı. Ama 1918-1920 arasında, Maud gemisiyle Kuzey-doğu geçidinden geçerek Kuzey Kutbu yakınına varm a tasarısını gerçekleştiremedi. 1923'ten başlayarak, Amundsen Arktika'ya uçakla seferler yaptı. 11 mayıs 1926 da Norge adlı güdümlü balonuyla kutbun üstünden geç­ ti. 1928’de, transız havacı Guilbaud’nun yönettiği Latham ile, İtalyan Nobile’nin düzenlediği kutup seferine yardıma gider­ ken Kuzey Buz denizi’nde kayboldu. A M U N D S E N d e n iz i, Antarktika'da ke­ nar deniz, Thurston adası ile Siple dağı meridyenleri arasında. Ulaşım güçlükleri nedeniyle, Güney Buz denizi'nin en az tanınan köşelerinden biridir. A M U R , çince Heilong ciang, Uzak­ doğu’da ırmak; havzası (1 843 000 km ) Rusya, Moğolistan ve Çin toprak­ larında uzanır. Yablonovıy dağlarından irien Şilka ve Kingan dağlarından do­ ğan Argun ırmaklarının oluşturduğu Amur ırmağının, Argun'un kaynağından başlanarak ölçülen uzunluğu 4 440 km'dir. Bu kesiminde Habarovsk dolay­ larına kadar Rusya ile Çin arasında sı­ nırı oluşturur. Spnra kuzeye yönelir ve Sahalin adasının kuzey kesimi karşısın1 da Tatar boğazı'na dökülür. Irmak, ilk­ baharda eriyen kar sularıyla, yazın mu­ son yağmurlarıyla beslenir. Sular so1 ğuk mevsimde azalır. Bu büyük su yo­ lundan, geçtiği bölgelerin stratejik öne­ mi nedeniyle, yeterince yararlanılâmamaktadır. Irmakta ulaşım yalnızca Habarovsk’un aşağı kesiminde önemlidir, Â I^ U R d a ğ ı, Cezayir'in güney kesimin­ de, Sahra Atlasları'nin bir bölümünü oluşturan dağ kütlesi; Ksur dağları ile Uled Neyil dağları arasındadır; Tüylel Mekne'de; 1 977 m. Koyun yetiştiriciliği ve yer yer tarım (alfa). Başlıca kenti El Bey yad. A M U R İY E h a n e d a n ı - AMORİON A m u r iy e s e fe ri, abbası halifesi Mutasım’ın Bizans’a karşı düzenlediği sefer (838). Mutasım, Babek isyanını bastırdık­ tan sonra, Anadolu'nun önemli merkez­ lerini hedefleyen büyük bir sefere girişti, Ordusunun kuzey-batı yönünde ilerleyen kolu, imparator Theophilos’un komuta et­ tiği bizans ordusunu Dazimon (Tokat'ın



G.-B.’sında) yakınlarında yendi, Ankara’yı ele geçirdi. Mutasım, ordusunun büyük bölümüyle Anatolikon thema'sının en önemli kalesi Amurıye’yi (Amorion, günü­ müzde Afyon Emirdağ ilçesi yakınında bir kalıntı) hücumla aldı ve tahrip etti. Bu za­ ferden sonra İstanbul’a da yürümek iste­ diyse de kendisine yönelik bir darbe giri­ şimini öğrenince Samarra'ya döndü. A M U R R U , Asi nehrinin yukarı bölümü­ nün batısında bulunan krallık. Amurru krallığı İ.Ö. XIV. yy.’da mısır egemenliği altında Abdi - Aşirte ve özellikle Hititler ile anlaşan oğlu Aziru tarafından kuruldu; Hititler’e bağlı olarak varlığını sürdüren kral­ lık, denizden gelen kavimler tarafından İ.Ö. 1191 de yıkıldı. A M U R R U D İL İ a. Yalnızca Akkad dilin­ de yazılmış metinlerdeki kimi açıklamalar ve özel adlar aracılığıyla bilinen eski Sa­ mi dili. A M U R R U L A R , İ.Ö. XXIV. yy. ile XVIII. yy. arasında Suriye’ye ve Mezopotamya’ ya göç ettikleri anlaşılan topluluklar. Bun­ lar, Suriye geçidinin, iklim değişikliği ne­ deniyle topraklarını terk eden çiftçiler ve hayvan yetiştiricileriydi. Bu iklim değişik­ likleri, halkın yerleşebileceği araziyi geniş­ leten ve nüfus çoğalmasına elverişli bir or­ tam hazırlayan yağışlar dönemi (2400 2 00 0 ’e doğr.) ile, 2000 yılından sonra ül­ keye çöken ve insanoğlunun kullanabile­ ceği toprağı kısıtlayan kuraklık dönemiy­ di. Amurlular'ın gelmesiyle Suriye’de ki­ mi kentler yıkıldı, kısa ya da uzun bir sü­ re için birçok yerde, kent yaşamı sona er­ di. Mezopotamya'da bazen besin ve iş arayan küçük topluluklar, bazen yağma­ cı çeteler halinde dolaşan Amurrular impa­ ratorlukların gerilemesinden yararlandılar ve bu süreci hızlandırdılar: Akkad (XXII. yy.’ın başı), sonra Ur (XXI. yy.'ın sonu). Ur’un yıkılmasından sonra Mezopotamya amurru önderleri tarafından yönetilen kral­ lıklara bölündü; bir süre sonra krallar yurt­ taşlarını başıboş dolaşıp kargaşa çıkar­ maktan vazgeçirmeye çalıştılar. Göçebelikten vazgeçen Amurrular, yer­ leşik düzende yaşayanların içinde eridi­ ler. Hiçbir zaman yazıya dökülmemiş olan lehçeleri (batı sâmi tipi), Mezopotamya’ da akkadcanın karşısında kaybolarak Suriye’nin, aralarında akrabalık bulunan ağızlarına karıştı. A M U S İA a (fr. amusie’den). Nöropsikol. Beyindeki bir doku bozukluğu sonucun­ da ortaya çıkan işitme agnozisi. (Hasta hem şarkı söyleyemez ya da bir hava mı­ rıldanamaz [hareketse! amusia ya da avokalij, hem de sesleri ve müzik havalarını tanıyamaz [duyumsal ya da algısal amu­ sia]) [ - SAĞIRLIK.] Â M Û S N İ a. (fars. am usni). Esk. Bir er­ keğin nikâhlı eşlerinden her biri; kuma. A M U S S A T (Jean Zulema), fransız cer­ rah (Saint Maixent 1796-Paris 1856). id­ rar torbasındaki taşları parçalamak için Civiale ve Leroy d ’ Etiolles aletinin kulla­ nılmasını sağlayan düz sondayı ve basur­ ların dağlanması yöntemini buldu. A M U T ya da A M U D a. (ar. 'amud). Esk. 1. Direk, sütun. —2. Sopa, çubuk, değ­ nek. — 3. Hükümdar asası. —4. Önder, komutan, hükümdar. —5. Am ud ül-asar, kasırga tarafından havalanmış toz. || Amud üs-salib, haçın dikey çizgisi, yıldız || Amud üs-suhr, tanyerinin ilk ışını. —Geo. Esk. Amud istihraç etmek, düz bir çizgiye dikey çizmek. -—Mat. Dikmenin eski adı. —Spor. Amuda kalkma, jimnastikte vücu­ dun yerde ya da barda, baş aşağı duru­ ma geçtiği hareket. || Askıda amut, jim­ nastikte, bir asılma hareketine başlarken, bar ya da halkada amuda kalkma biçimi. —Tar. Amüdı nesebi, hükümdarlığın ba­ badan oğula geçmesi kuralı. OsmanlIlar’ da Osman Gazı'den Ahmet l ’e kadar yü­ rürlükteydi. Daha sonra hanedanın en bü­ yük erkek üyesi tahta çıkmaya başladı.



amyotrofi —Tıp. Esk. Amudül-batn, karnın ortasın­ daki çizgi. || Amud ül-kalb, kalbe giren aort. || Am ud ûl-lisan, dilin ortasındaki çiz­



gi ♦



sıf. Dikey, dik.



 M Û T a. (fars. amut). Esk. Yüksek yer­ lerde bulunan kuş yuvası.  M Û Z sıf. (fars. amuz). Esk. "Öğreten", “ öğretici" anlamlarıyla birleşik sözcükler yapar: edeb-âmûz (edep öğreten, terbi­ ye eden), hikmet-âmûz (hikmet öğreten), vb.  M Û Z E N D E a. (fars. amuzende). Esk. 1 . Öğrenci. — 2 . Öğretmen. A M U IG  R ya da A M U Z K  R sıf. (fars. amuz ve -gar. -kar dan amuzgar. amüzkar). Esk. Öğreten, öğretici. ♦ a. Öğretmen: "Ana vacib görür amuzgârı / Ki zayi eylemeye rüzgârı" (Şeyhi, XVI. yy.). A M U Z G  R İ ya da A M U Z K  R İ a fars. amuzgar ve -i 'den amuzgari, amuzkari). Esk. Öğreticilik; öğretmenlik. A M U Z Q O L *R , Meksika'da (Oaksaka ve Guerrero eyaletleri) kavim. 13 000 ki­ şi oldukları sanılmaktadır. Kolektif olarak mısır, fasulye ve şekerkamışı tarımıyla uğ­ raşırlar; kumaş dokuma yün ve pamuk ip­ liği eğirme işini de yalnızca kadınlara bı­ rakırlar. Çift yanlı (hem babayerli, hem anayerli) toplum düzenlerinde olduğu ka­ dar iktisadi alanda da vaftiz akrabalığı önemli bir rol oynar. Siyasal bakımdan, kilise ve hükümet makamlarının otoritesi­ ne bağlıdırlar ve geleneksel inançları, katolikliğin etkisi altında kalmıştır  M Û Z İ a. (fars. amüz ve /’den âmuzi). Esk. Öğretmenin işi, öğretmenlik.  M Û Z İŞ a.ffars. amüziş). Esk. Öğren­ me; öğretme; öğretim. A M U Z K  R -> AMUZGÂR. AM UZKÂRİ



AMUZGÂRİ.



 M Ü R Z ya da  M Ü R Z A sıf. (fars. amürz. amürza). Esk. Affeden, bağışlayan. ÂM ÜRZA f



ÂMÜRZ.



 M Ü R Z E N D E a. (fars. amürzende). Esk. Affeden, bağışlayan kimse.  M Ü R Z G  R ya da  M İR Z K  R sıf. (fars. âm ürzve -gar, -kar'dan amürzgar. amırzkâr). Esk. 1. Affeden, bağışlayan. —2. Tanrının sıfatlarından biri.  M Ü R Z İŞ ya da  M İR Z İŞ a (fars. âmirziş. amürziş). Esk. Bağışlama, affetme; Tanrı bağışı. A M V A S , Filistin’de, Yahudiye dağlarının B. yamaçlarında kasaba; Kudüs'ün yaklş. 25 km B.-K.-B.’sında. ilkçağ’da Nikopolis ve Emmaus adlarıyla anıldı. VII. yy.’da bir veba salgınının odağı oldu. Bugün İs­ rail sınırları içindedir. A M V R A K İA ya da A R T A k ö r fe z i, Yunanistan’ın batı kıyısında körfez; girişini Preveze ve Actium burunları daraltmıştır. Tektonik kökenli olan körfez, Luros ve Arakhthos ırmaklarının doldurmakta ol­ dukları Sperkhios çöküntü alanını kaplar. ■ A M Y (Gilbert), transız besteci ve orkest­ ra yöneticisi (Paris 1936). Paris konservatuvarı’nda Darius Milhaud ve Olivier Messiaen'ın öğrencisi oldu. Sonra Pierre Boulez ile çalıştı ve onun orkestra yönetimi derslerim izledi (Basel 1965). Boulez’den sonra Domaine musical konserlerini yö­ netti (1967-1973). Fransız radyosu’nun müzik danışmanlığına getirildi (1973). Radio-France’ta Yeni filarmoni orkestrası’nın yöneticiliğine atandı (1976). Özel­ likle 17 çalgı için Mouvements (1958) ve oda orkestrası için Diaphonies (1962) adlı yapıtlarıyla, dizisel müzik akımının ve onu izleyen akımların başlıca temsilcilerinden biri sayıldı. Daha sonra, coşkulu yapıtlar verdi: Stropheün ilk biçimi (1964-1966), keman ve orkestra için Trajectoires (1966), orkestra için Chant (1969). Öbür önemli yapıtları arasında orkestra ve iki



şef için D ü n espace deploye (1972), or­ kestra için Adagio et stretto (1979) ve Ce­ hennemde b ir mevsim (1980) sayılabilir. Amy, 1972’de Müzik yazarı, besteci ve yayımcıları birliği’nin (SACEM) büyük mü­ zik ödülünü, 1979’da da ulusal müzik bü­ yük ödülünü aldı.



a A M Y A N T a. (fr. amiante; yun. amiantos, bozulmaz). 1. Hidratlı kalsiyum ve mag­ nezyum silikattan oluşan mineral. —2. Bu mineralden elde edilen beyaz ve parlak lifler. —ANSİKL. Amyant terimi özellikle beyaz ve parlak lifler için kullanılır; yabancı mad­ deler yüzünden (alümin ya da demir ok­ sit) hafifçe yeşilimsi ya da grimsi olanlara asbest adı verilir. Ocak ateşlerinden etki­ lenmeyen bu lifler ancak hamlaçla eriti­ lir. Mineral, dökme demirden yapılmış değirmentaşları arasında ezilerek amyant lif­ leri çıkarılır. Daha sonra yün tarama işle­ mini andıran bir teknikle dövülür, taranır ve eğrilir. Liflerin uzun olmaması (birkaç milimetre) ve birbirine eklenmesini güç­ leştiren sertliği nedeniyle ancak kalınca ipler oluşturulur, iplerin dayanımını artır­ mak için çoğunlukla bir metal özü (bakır ya da pirinç) amyantla kaplanır. Amyant ipler yanmaz kumaşların (koruyucu giy­ siler; tiyatro dekorları vb.) dokunmasında kullanılır. Metal özlü iplerle dokunan ku­ maşlardan, sentetik reçineler emdirildik­ ten sonra, otomobil fren balataları yapı­ lır. Kordon ya da örgü biçimindeki kalın amyant iplerden ısıgeçirmez malzeme ya­ pımında yararlanılır. Amyant üreten baş­ lıca ülkeler SSCB, Kanada, Güney Afri­ ka, Çin ve Zimbabve’dir. Amyant ya da asbest tozlarının solun­ ması asbestoza* yol açar.



olan dev; efsanevi Bebryk halkının kralı. Yabancıları yumruk darbeleriyle öldüren Amykos, Argonaut'lardan biri olan Polluks tarafından yenilgiye uğratıldı. A M Y LO M V C E S a. (yun. amylon, nişas­ ta, ve mykes, mantar’dan). Nişastayı ön­ ce şekere, sonra alkole dönüştüren mukor cinsinden mantar. (Uzakdoğu'da arak olarak bilinen pirinç rakısının hazırlanma­ sında kullanılır; ilk kez doktor Calmette ta­ rafından incelenen bu mantar alkol fabri­ kalarında nişastalı maddelerden, alkol üretme olanağı verir.)' A M Y M O tfE . Yun. mit. Europe’nin kızı, Danaos kızlarından biri. Poseidon Amymone’yi kaçırmak isteyen bir satiri avladı ve genç kızla evlendi. â.&tYNOİt>©N¥Â a. Üçüncü Zaman’ın başlarında yaşamış, boynuzsuz, fosil ger­ gedan. (Köpek dişleri güçlü savunma diş­ leri biçiminde gelişmişti. Belki suda yaşı­ yordu.) A M Y N T A S , makedonyalı üç kralın adı. Bunlardan Amyntas I, İ.Ö. 540'tan 498'e kadar hüküm sürdü, ama Dara l’e bağım­ lılığı kabul etmek zorunda kaldı; — A m yn­ tas III, İ.Ö. 393’ten 369/70'e kadar hü­ küm sürdüğü sanılır. Olynthos’a karşı Spartalılar tarafından korundu, iliyrialı olan Eurydike ile evlendi ve Philippos II' nin babası oldu. A M Y N T A S , Büyük İskender'in genera­ li. Tir kuşatmasında kendini gösterdi ve Asya'da öldü.



Gilbert Amy (1979’da)



A M Y N T A S , makedonyalı serüvenci, Antiokhos’un oğlu. Dara’nın hizmetine girdi, issos savaşı'nda (İ.Ö. 333) Perşler' in yanında savaştı ve Mısır'da öldü (İ.Ö. 330’a doğr.). A M Y N T A S , son Galatia kralı. İ.Ö. 36 yı­ lında Antonius'tan, Galatia ile sınır üzerin­ deki birkaç bölgeyi elde etti. Augustus bu krallığı Amyntas'a bıraktı. Ölümünde Ga­ latia bir roma eyaletine dönüştürüldü (İ.Ö. 25). A M Y N T O R . Yun. mit. Phoiniks'in baba­ sı ve Doloplar’ın kralı, sonradan Akhilleus’un arkadaşı. Flerakles tarafından, kızı Astydameia ile evlenmeyi ve toprakların­ dan geçme isteğini reddettiği için öldü­ rüldü.



■ AEViYOT (Jacques), fransız hümanist (Melun 1513 - Auxerre 1593). 1534'te Bourges'da yunanca okutmanlığına baş­ ladı ve on yıldan fazla öğretmenlik yaptı. 1557’de Tournon kardinalinin desteğiyle geleceğin Charles IX ve Henri lll'ünün eğitmenliğine atandı.1570’te Auxerre pis­ koposluğuna getirildi.Yapıtlarının büyük bölümünü çeviriler oluşturur: Heliodoros'dan Etbiopiques, 1547 (Aıthiopikon); Diodoros'dan les Histoires, 1554 (Bibliotheke historike); Longos’dan Daphrıis et Ch/oe, 1559 (Poimenika ta kata Daphnin ke Khloen); Plutarkhos’tan les Vies parallebüyütülmüş amyant lifleri les, 1572 (Hayatlar) ve Oeuvres morales. 1572 (Ethika). Amyot’nun Plutarkhos’tan çevirdiği ve başyapıtı sayılan les Vies PaA M Y A N T L I sıf. Miner. Amyant içeren. ralleles, Montaigne’ın deyişiyle, rönesans A M Y K L A İ. Tar. coğ. Peloponisos’ta insanlarının elden dü şürm edikleri kent. Sparta yakınlarında, Eurotas'ın sağ "kutsa!” bir kitap oluverdi. Venedik ve yakasında, tüm ovaya egemendi. İ.Ö. Roma kütüphanelerindeki çeşitli elyazmaXVIII. yy.’dan başlayarak kente, önderleri larının toplanmasıyla (1547’den 1552’ye Vaphio krallık nekropolünde gömülü olan kadar) oluşan bu çalışma, bilimsel değebağımsız bir hanedan egemen oldu. rinin.yanı sıra, yazarın üstün niteliklerini Apollon’un, kendisine bir tapınak adanan de ortaya koyar: cümlenin dolambaçlı in­ bahtsız sevgilisi Hyakinthos’un mezarının celiği, ana metni renklendiren benzetme­ burada bulunması nedeniyle Amyklai kut­ lerin seçimi gibi. XVI. yy. Fransa'sı, bu ya­ sal bir kent sayılırdı. Yaklaşık İ.Ö. 530 yıl­ pıtta pitoresk bir biçime bürünmüş olarak larında Magnesialı Bathykles antik bir eskiçağ bilgeliğinin yanı sıra, J.-J. RousApollon putunu, Pausanias’ın uzun uzun seau'ya kadar yankılanacak bir kahra­ anlattığı bir yapı ve heykel topluluğuyla manlık ahlakı bulmuştur, çevirdi. Bu topluluktan bazı kalıntılar or­ A M Y O T R O F İ a. (fr. amyotrophie; yun. taya çıkarılmıştır. a, yokluk eki, mys, myos, kas ve tropos, A M Y K O S .T ar.co g. İstanbul'da Boğaz­ dönmek eylemi'nden). Nörol. iskelet kas­ içi’nde yerleşme. Nikopolis (Beykoz) körlarında görülen ve çizgili kas telinin yok fezindeydi. Burada Amykos adına yapıl­ olmasıyla sonuçlanabilen hacim azalma­ mış bir heroon vardı. sı. (Amyotrofi, ya kas hastalıklarında oldu­ ğu gibi, kas telinin kendi hastalığından ileA M Y K O S . Yun. mit FYıseidon’un oğlu



Jacgues Amyot renklendirilmiş gravür (ayrıntı)



Bibliothegııe naticnale, Paris



am yotrofi ri gelir ya da kasların sinirsizleşmesine bağlı olarak çevre sinir sistemindeki bo­ zukluktan kaynaklanır.)



562



A M Y R T A İO S , Mısır’da Sais kentinin prensi. İ.Ö. 460 yılına doğru Pers boyunduruğundanı(Artakserkses I) kurtulmaya çalıştı. Yunanlılar’ın yardımıyla kurtuluş hareketinin önderi oldu ve İ.Ö. 449’a ka­ dar Delta’nın özgürlüğünü korudu. İ.Ö. 410’da patlak veren yeni bir başkaldırı, Mısır’ın bağımsızlığının Dara II tarafından kabul edilmesine (404’te) yol açtı. Amyrtaios XXVIII. hanedanı (İ.Ö.'404-398) tek başına kurdu ve temsil etti. A M Y Z O N . Tar. coğ. G.-B. Anadolu’da, Karia bölgesinde antik kent; Aydın’ın Ko­ çarlı ilçesi, merkez bucağına bağlı Akmescit köyü yakınında. Alinda*'nın (Kar­ puzlu) yaklaşık 15 km K.-B.'sında; günü­ müzde Mazınkalesi denilen yerde kalın­ tıları vardır. Fransız L.Roberts’in yaptığı kazılarda (1952) dor üslubunda Artemis tapınağı, surlar, kubbeli yeraltı odaları, ya­ zıtlar, Hellenistik ve Roma dönemlerinden paralar bulundu. — A N ,— E N . Yapım eki. Addan ad türetmede kullanılır: Belen (bel-en), kızan (kız-an), köken (kök-en), oğlan (oğul-an), vb.



— A N ,— Er'.Yapım eki işlevi kazan­ mış sıfatfiil ek, Fiilden ad türetmede kullanılmaktadır: Çarpan (çarp-an), bölen (böl en), yaradan (yarad-an), vb. A N a. (ar. sn). 1. Görece çok kısa zaman parçası (genellikle b ir'le kullanılır): Geçen her andan yararlanmak. Bir an bile kay­ betmemek. Bir an duraksadım. Her şey bir anda olup bitti. Bir an olsun susun. —2. içinde yer alan olaylar açısından ele alı­ nan, genellikle kısa zaman dilimi (bir tam­ layanla): Mutluluk anları. Bunu bir öfke anında söyledi. Karşılaşmanın en heye­ canlı anlarından biri. Tarihin en önemli an­ lan. —3. Zaman içinde kesin, belirli bir nokta (bir tamlayan ya da sıfatla): Uygun anı beklemek. Kaza anında ben orada değildim. Tam tatile çıkacağı anda has­ talandı. —4. Anında, hemen o anda: Anında müdahale etmek. || Anında çevi­ ri, konuşma anında yapılan sözlü çeviri. —Esk. An-ı daim, mutlak zaman; ebedi ve ezeli olması bakımından Allah. || An-ı hayal, hayal kurma zamanı. |j An-ı vahid, çok kısa bir süre. |j An-ı visal, kavuşma, birleşme anı. — Fels. -> UĞRAK.



..



. ,



,10Qm ( J



Gıovannı Segantını nin yapıtı Gdlleria d’srte moderni, Milano



—Fişekç. Anında patlayan fişek, gecik­ meli fişeklere karşıt olarak ateşlendiği an­ da patlayan fişek. —Fiz. Zaman ekseninde, tarihin kesin bir değerini karşılayan nokta. (Bu nokta, uzayın bir noktasının zaman bakımından eşdeğeridir.) —Koregr. Belirleyici an, bir adımın, o adamı nitelikçe belirleyen aşaması. |j Esas an­



lar, bir hareket, bir adımı oluşturan aşa­ malar (en az iki tanedir). A {NJ, eski türkçe ve eski anadolu türkçesinde 3. teki. k. adılı ve o l'un çekim sı­ rasında aldığı biçim (anı, ana, anda, an­ dan, anca, anın, anlar). -> O. — A N Ek. (fars. -sn). Esk. 1. Addan ad yapar: can-an (sevgili), bevab-an (çöl), küh-an (hörgüç), vb. — 2. Çoğul yapar: merd-an (adamlar, yiğitler), şîr-an (aslan­ lar), mebus-an (mebuslar), vb. —3. Yer adı yapar: Tur-an (Tur'un ülkesi), ir-an (ir’ in ülkesi), sipah-an (ordu yeri), vb. —4. Eklendiği sözcüğü belirteç yapar: guy-an (söyleyerek), nagâh-an (ansızın), bahar -an (bahar mevsiminde), vb. — 5. Addan sıfat yapar: hiras-an (korkak), naz-an (naz­ lı), hand-an (gülen), vb. —Dilbilg. Çoğul eki olarak eklendiği söz­ cüğün son harfi ‘‘e ’’ ise, “ -gân” biçimi­ ne dönüşür: hace-gân (hocaları), fahte -gân (üveyik kuşları), kürbe-gân (dükkân­ lar), vb. Sonlarında "a ” ve " u ” bulunan sözcüklerle birleştiğindeyse “ -yan” biçi­ mini alır: tuvâna-yan (güçlüler), danâ-yan (bilenler, bilginler), rusba-yan (reziller, haysiyetsizler), vb. — A N ya da — EN (Arapça tenvin işare­ ti. Elif üzerinde hareke ile gösterilir). Esk. "Olarak", "bakımından" anlamında be­ lirteçler yapar: fiilen (eylemli olarak), şek­ len (görünüşte), kasten (kasıtlı olarak), vb. A N — Ek. (ar. an-). Esk. Önek. Başına ek­ lendiği sözcüğü belirteç yapar: an-cehlin (bilmeden), an-gaflet'ın (istemeyerek, bil­ meyerek), an-il-gıyab (hazır olmadığı hal­ de, görmeksizin), an-kasdin (bile bile, is­ teyerek), an-nakdin (nakit olarak), an -yedin (elden), "... Üçüncü fasılda ise an 649 ilâ 1258 beni A bba sin müddet-i hi­ lâfetleri vukuatı icmâl olunacaktır" (Ah­ met Mithat, XX.yy.), vb.  N a. (fars. sn). Esk. Güzellik, alımlılık: ‘ ‘Bu hüsn ile bu ânı kimde görmişdür gö­ ren gelsün" (Nev’i, XVI. yy.).  N sıf. (fars. an). Esk. 1. "Ş u” anlamına gelen gösterme adılı. —2. An ü in, şu b u y  N . Mit. Sümerler’in panteonunda gök tanrısı, tanrıların babası. (-> A n u .)’ — A N (fr. -ane). Org. kim. Bir hidro­ karbonun (halkalı ya da değil), sade­ ce karbon-karbon ve karbon-hidrojen yalın bağlarını içerdiğini gösteren sonek. A N A a. 1. Halk. Anne: Ana kızına taht kurmuş, baht kuramamış (atasözü). Anamla birlikte kente gittik. Anan sağ mı? O bana hem hala hem ana oldu. Şerife ana siziere ömür. Ana sen şöyle otur. — 2. tkz. Bir kimsenin duygusal vurgula­ mayla annesine seslenirken ya da ondan söz ederken kullandığı sözcük: Ah benim güzel anam! Anam çok çekmiş bir kadın­ dı. —3. Dince kutsal sâyılan, ahlaksal ve dinsel açıdan örnek bir yaşam süren ka­ dın için kullanılır (adıyla birlikte): Meryem ana. Fatma anamız. — 4. Saygı duyulan



yaşlı kadınlar için kullanılan sözcük: Ka­ dın ana. Sultan ana. —5. Bir şeyin ana­ sı, o şeyin kaynağı, nedeni: içki bütün kö­ tülüklerin anasıdır. — 6 . Bir topluluğun anası, o topluluğun koruyucusu; hamisi: Yoksulların anası. — 7. Ana avrat asfaltta koşuyor, hemen hepsine sövüp sayıyor anlamında kullanılır: Herif bir ağzını açtı görme, ana avrat asfaltta koşuyor (arg.). |j Ana avrat düz, dümdüz gitmek, bir kim­ senin yakınlarına ağır biçimde sövmek, küfretmek (arg.). |jAna baba bir, ana ve babaları aynı olan kardeşler için kullanı­ lır. || Ana.baba eline ıbakmak -» Eline bakmak. |j Ana baba günü, herkesin ken­ di derdine düştüğü, kimsenin kimseyi ta­ nımadığı kargaşa durumu: Kalabalık yol­ lara dökülmüş, bağıran bağırana, tam bir ana baba günü. || Ana bir, baba ayrı, ana­ ları aynı, babaları bir olmayan kardeşler için kullanılır. || Ana ile kız, helva ile koz, anayla kızın birbirine çok bağlı olduğunu, onları birbirinden ayırmanın olanaksızlığı­ nı belirtmek için söylenir. |j Ana karnına, rahmine düşmek, yaşama başlamak. || Ana kucağı, ana sevgisi ve sevecenliği­ nin oluşturduğu güvenli ortam: Hele bir ana kucağından ayrıl, bunun anlamını o zaman anlarsın. || Ana kuzusu, anasının körpe kuzusu, sıkıntı ve güçlüklere alıştı­ rılmadan, nazlıca büyütülmüş kimse: Ana­ sının kuzusudur o, böyle güç işlerin üste­ sinden gelemez. |j Ana yarısı, teyze için söylenir. || Ana yüreği, annenin çocukla­ rına gösterdiği ilgi ve sevecenlik duygu­ su: Ana yüreği, oğlumun bu halini gör­ dükçe içim parçalanıyor. j| Anadan doğ­ ma, çırılçıplak: Özerinde ne don, ne göm­ lek, anadan doğma çıktı karşımıza; son­ radan değil, doğuştan olan şeyler için kul­ lanılır: O anadan doğma kördür. | Ana­ dan (yeni) doğmuşa dönmek, sıkıntıların­ dan,'ağrı ve sızılarından kurtulmak, dert­ siz, tasasız duruma gelmek: Dişimin ağ­ rısı durunca sanki anadan doğmuşa dön­ düm. |l Anadan, üryan, çırılçıplak. || Ana­ lar ne doğurmuş!, bir kimsenin çok güç­ lü, yetenekli ve becerikli biri olduğunu be­ lirtmek için, kimi durumlarda da alay yol­ lu söylenir. |j Anaları ne ki danaları ne ol­ sun, kötü huylu bir ananın çocuklarının da kendisine benzeyeceğini belirtmek için söylenir. || Anam anam dediği hamam anası kel Fatma değil mi?, övgüyle söz edilip yüceltilen birinin değersizliğini be­ lirtmek amacıyla söylenir. |j Anam, herkes için teklifsizce kullanılan bir seslenme sö­ zü: Bak anam, beni iyi dinle. || Anam av­ radım olsun, bir işi ne pahasına olursa ol­ sun yapacağına karşısındakini inandır­ mak amacıyla söylenir (kaba.). || Anam babam, karşısındakine senli benlice söy­ lenen seslenme sözü: Sonucun böyle ola­ cağını ben ne bileyim anam babam? (tkz.). |j Anamın aşı tandırın başı, insanın evine, evinde pişen yemeklere duyduğu özlemi dile getirmek için söylenir. ( Anan güzel mi?, uygun karşılanmayan bir istek ya da davranış karşısında "öyle şey yok, olmaz, nerede o bolluk” anlamında kul­ lanılır (arg.). || Anan yahşi, baban yahşi (demek), bir kimseyi bir iş yapmaya razı etmek için onu pohpohlayarak yumuşat­ maya çalışmak: Anan yahşi, baban yah­ şi, güçlükle imzalattık belgeleri. || Ananın ak sütü gibi, bir şeyi bir kimseye hiçbir karşılık beklemeden verirken söylenir. ]| Ananın bahtı kızına, “ annelerin talihi na­ sılsa kızlarınınkı de öyle olur" anlamında kullanılır, jj Ananın örekesi, saçmasapan bir söz karşısında onun bu yönünü belirt­ mek için verilen karşılık (arg.). jj Anası ağ­ lamak, aşırı derecede sıkıntı ve eziyet çekmek: Kızgın güneş altında bütün gün yük taşımaktan anası ağlıyordu. |j Anası danası, soyu sopu, ailesindekilerin hep­ si: Anası danası, hep birlikte gelmişler, jj Anası kadir gecesinde doğurmuş, bir kimsenin çok talihli olduğunu belirtmek için söylenir. || Anası turp, babası şalgam, anası sarmısak babası soğan, bir kimse­ nin kaba, görgüden ve incelikten yoksun bir aileden geldiğini belirtmek için söyle­ nir. jj Anasına avradına sövmek, bir kim-



senin anası ve karısını anarak onlar için kaba ve çirkin sözler söylemek (arg.). || Anasını ağlatmak, bir kimseye çok acı çektirmek: Böyle yaparsa anasını ağlatır, doğduğuna pişman ederim onu. |j Ana­ sını bellemek, bir kimseye çok büyük kö­ tülük yapmak (kaba.), jj Anasını satayım, “ ne olursa olsun, aldırmaya değmez, önemi yok" anlamında kullanılır (arg.). || Anasından doğduğuna pişman, canın­ dan bezgin, bezmiş, çok tembel: Adamın anasından doğduğuna pişmanmış gibi bir hali vardı. ]| Anasından doğduğuna pişman etmek, bir kimseyi canından bez­ dirmek. || Anasından em diği süt (fitil fitil) burnundan gelmek, bir işte çok sıkıntı ve güçlük çekmek: işi bitirdim ama, anam­ dan emdiğim süt de fitil fitil burnumdan geldi. || Anasını eşşek kovalasın, bir kim­ se ya da işten söz ederken duyulan usan­ cı ve umursamazlığı belirtmek için söyle­ nir (kaba.). || Anasının eğirdiği, babasının doğurduğu, bir kimseden söz ederken onun davranışlarıyla yetiştiği ortam ara­ sındaki uygunluğu belirtmek için söylenir. |j Anasının gözü, işini ve çıkarını bilen, kur­ naz, düzenbaz, hin oğlu hin (arg.): Herif anasının gözü, şeytana pabucunu ters giydirir. || Anasının ipini, ipliğini pazarda satmış, her türlü kötülüğü yapabilecek, aşağı ve bayağı kimselerin bu yönünü be­ lirtmek için kullanılır (arg.). |j Anasının kı­ zı, huyu ve davranışları anasınınkine ben­ zeyen kız; eylemleri ve tutumu ahlakça uygun sayılmayan kız. |j Anasının nikâhı­ nı istemek, sözkonusu bir kimseyse, sata­ cağı bir mala değerinin çok üstünde pa­ ra istemek: Ondan ev mev alınmaz, ana­ sının nikâhını ister. —Bes. san. Sirke anası, alkollü sıvıların yüzeyinde, Acetobacter xylinum türün­ den mikroorganizmaların oluşturduğu ta­ baka. (Bu bakteriler, alkolü asetik aside, asetik asidi de aşırı yükseltgeyerek karbon|diokside dönüştürür. Evlerde sirke ya­ pımı sırasında sık karşılaşılan bu oluşum, sınai üretimde niteliği düşürücü bir etken sayılır.) — Biyol. Anaya benzerlik, yavruların ba­ balarından çok analarının özelliklerini ta­ şıdığı kalıtım biçimi. (Karşt. BABA'YA BEN­ ZERLİK.) —Din. tar. Tüm insanların anası, Havva, ilk kadın. —Esk. sil. Ana taşı, menzil açmak isteyen kemankeşin attığı okun düştüğü yere di­ kilen nişan taşı. (Atışta yeni bir menzil re­ koru elde edilmişse, bu taşın yerine da­ ha sonra yazıtlı, mermer bir menzil taşı di­ kilirdi.) —Folk. Ana gecesi, eskiden doğumdan sonraki yedinci geceye ve o gece düzen­ lenen eğlenceye verilen ad. (Bk. ansikl. bql.). —Inş. Ana çekmek, mastar yardımıyla bir duvar üzerinde alçı ya da çimentodan sil­ me oluşturmak. || Sıva anası, bir duvar yü­ zeyine uygulanan ve sıva ya da kaba sı­ va için mastar işlevi gören şerit. (Eşanl. SIVA MASTARI.) —Kur. tar. Ana defteri, ULUFE' DEFTERİ' nin eşanlamlısı. —Mit. Birçok yunan ve roma tanrıçasının (Rhea, Kybele, Matuta, Demeter) lakabı. Çoğu kez üçlü gruplar oluşturan çeşitli ıtalyan, kelt ve germen tanrıçalarının adı (lat. Matres, Matrae ya da Matronae). Bü­ yük ana ya da Tanrıların anası, Kybele’ nin öbür adlarıdır. —Ormanc. Bazı yörelerde ağaç gövde­ sine verilen ad —Psikan. Ana bedeni, M.Klein'ın kura­ mında, tam bir istikrar içinde olmayan ve hem iyiliğin hem de her çeşit rahats'zlığın kaynağı olabilen iç ve dış dünya. (Bk. an­ sikl. böl.) | Yeterince iyi ana, yeni doğmuş bebeğinin ilksel ben'ine, kendiliğinden ol­ gunlaşma gelişimini kolaylaştıracak bir çevreyi sağlayabilen anayı belirtmek için D.W. VVİnnicott’un kullandığı deyiş. Bu gelişim, şu üçüz düzeyde gerçekleşir: bü­ tünleşme (holdingle), kişilikselleştirme (handling'le) ve nesneyle bağıntı kurma (çok güçlü aldanış yaşantılarıyla). [Bk. an-



sıki. böl.] —Tavukç. Ana makinesi, kuluçkadan çı­ kan civcivlere gerekli olan sıcaklığı gece -gündüz sağlayan makine. (Çeşitli tipte ve büyüklükte olabilen bu makinelerde sı­ caklık ilk günlerde 35-33°C arasında tu­ tulur. Sonra oda sıcaklığını buluncaya ka­ dar her hafta 3°C indirilir. Ondan sonra civcivler makineden çıkarılır.) —Zootekn. Bir yavruyu sütüyle besleyen dişi. #■ sıt. 1. Yavrulamış] hayvan için kul­ lanılır: Ana aslan. —2. Kaynak, çekirdek, temel olan şey için kullanılır: Bu konuda­ ki ana görüşler. Konuyu ana hatlarıyla an­ latınız. —3. Ana düşünce, ana fikir, bir ya­ zıya temel oluşturan düşünce. || Ana ka­ pı, büyük bir yapının giriş kapısı, cümle kapısı. |j Ana kraliçe, ölmüş kralın eşi, taht­ taki kralın (ya da kraliçenin) annesi, jj Ana motif - LEİTMOTİV. —Ask. Ana ikmal yolu, çevreden bir kent, bir bölge merkezine, bir askeri cephenin gerisinden ileri hattına, vb. ulaşan büyük ulaşım yolu. (Karşt. TALİ YOL.) —Ask. denize. Ana gemi, savaş gemile­ rinin savaş alanı yakınında ikmal, onarım, personel, sağlık gibi gereksinimlerini kar­ şılayan yardımcı gem! (Hizmet verdiği fi­ lonun gereksinimlerine göre özel olarak inşa edilmiştir.) || Filo ana gemisi, bir de­ niz filosunun barışta karargâh hizmetleri­ ni gören, savaşta ise, savaş alanı yakının­ da filonun her tür desteğini sağlayan yar­ dımcı gemi. —Ask. havc. Ana füze üssü komutanlığı, ülkenin hava saldırısına karşı duyarlı böl­ gelerine yerleştirilmiş ve genellikle yerden havaya füzelerle donatılmış rampaların bağlı olduğu komutanlık, jj Ana je t üssü komutanlığı, jet motorlu eğitim ve savaş uçaklarından oluşan temel derecede önemli hava birliğinin bağlı olduğu komu­ tanlık. || Ana nakliye üssü komutanlığı, si­ lahlı kuvvetlerin insan ve gereç naklini yapma, havadan indirme harekâtına ka­ tılma gibi görevlerini üstlenen ve jet mo­ torlu ya da pervaneli uçaklardan oluşan filoların bağlı olduğu komutanlık. —Avc. Ana boynuz, geyik ve karaca boy­ nuzunda, sürgünlerin çıktığı boynuz göv­ desi. (Yapısına göre kalın ya da ince ana boynuz denir.) —Balıkç. Ana beden, ağ iplerinin yer yer bağlandığı ip. (ANA İP ya da ANA PALAN­ GA da denir.) || Ana direk, dalyanların ya­ pımında kullanılan büyük kazıklara veri­ len ad. —Ceb. ve Küm. kur. Ana küme, EVRENSEL* KÜME'nin eşanlamlısı. —Denize. Ana istiralya, ana direği cunda­ sından baş bodoslamaya bağlayan sabit arma. || Ana kumanda merkezi, ticaret ge­ milerinde, geminin yönetiminde, sistem­ lerinin denetiminde kullanılan araç-gereç ve aygıtların toplandığı merkez. —Savaş gemilerinde, seyir, muhabere ve istihba­ rat sistemlerine ait araç ve gereçlerin bu­ lunduğu, gelen değerlerin çözümlenerek değerlendirildiği merkez, jj Ana rüzgâr, dört ana yönden esen rüzgâr (kuzeyden esene yıldız, doğudan esene gündoğu­ su, güneyden esene kıble, batıdan ese­ ne günbatısı denir). j| Ana trosa, ana se­ renleri direklerine bağlayan, zincirden ya da kalın tel halattan yapılmış hareketli bi­ lezik. || Ana yelken, ana serenler üzerine açılan yelken (pruva direğinin ana sere­ nine açılana trinket, grandi direğinin ana serenine açılana mayistra, mizana direği­ nin ana serenine açılana da foa yelkeni denir.) —Dilbil. Anadil, dilsel gelişim sürecinde, başka dil durumlarının kökeninde bulu­ nan dil durumu. —Dokumc. Ana yün, tam gelişmiş dişi ko­ yundan elde edilen yumuşak, ince elyaflı yün. —Dy. Ana rezervuar, ana boru, lokomo­ tifin kompresörüyle yüksek basınca ula­ şan ve doğrudan beslenen sıkıştırılmış hava rezervuarı, borusu; özellikle, maki­ nist musluğu aracılığıyla genel boruyu



beslemeye yarar. (Ana boruyla donatılmış vagonlarda bu organ, elektropnömatik frenin çalışmasını ve pnömatik süspansi­ yonu da sağlar.) —Ekmekç. Ana maya, mayalanacak ha­ mura katılacak kıvama gelmiş ekşi maya. (O rta' m aya’nın üç misli unla yoğrulup bekletilmesiyle elde edilir. Katılacak ha­ mur miktarının ana mayanın iki katı olması gerekir.) —Esk. sant. Ana halat, şerefeler arasına gerilen ve mahya takımını tutmaya yara­ yan kendirden halat.Tandır'görevi yapar. —Esk. sif. Ana gövde, kolçağın kol üze­ rine tarrpplarak yerleşen enli parçası. —Genet. Ana hücre, bir hücre soyunun türediği başlangıç hücresi. (Bk. ansikl. böl.) —Gökbil. Ana noktalar, bir yerin ufkun­ da yer alan ve gökkürenin dönme ekse­ nini ya da kutuplar çizgisini içeren dikey düzleme göre yön tanımlamaya yarayan noktalar. [Bk. ansikl. böl.) —Halk muz. Ana düzen, hüseyni maka­ mında parçalar seslendirileceği zaman bağlamaya verilen düzen. (Eşanl. BAĞLA­ MA DÜZENİ, HÜSEYNİ DÜZENİ.) [Bk: ansikl böl.] jj Ana usuller, türk halk müziğindeki 2,3 ve 4 zamanlı usullerle bunların üçerlı biçimlerine verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Ana borç, faiz ve borçla ilgili gi­ derlerin katılmadığı asıl borç, jj Ana ser­ maye -* SERMAYE. || Ana sözleşme, tüzel



Ana Pieter De Hooch’un yapıtı



Berlin-Dahlem müzesi



Pudovkin'in Âna filminden bir sahne (1926)



kişilerin statüsünü düzenleyen, bunların amaçlarını, kurucularını, organlarını, üye­ lik koşullarını vb. belirleyen sözleşme. (Esas mukavele, esas nizamname, ana nizamname, tüzük de denir.) —\nş:Ana alçı, ana çimento, daha son­ ra vurulacak sıvanın kalınlığını ayarlamak için, duvar yüzeyine uygulanan ince sıva çerçevesi. || Ana kerpiç, büyük boy ker­ piçlere verilen ad (boyu 28, eni 28, yük­ sekliği 10 cm ’dir). (A na kiriş, bir döşeme­ nin asıl taşıyıcı kirişi. —istat. Ana kütle, ancak sonsuz sayıda ölçümle elde edilebilecek olası ölçümler kütlesi. (Bir ana kütle, kuramsal olarak sonsuz öğesi olan bir kümedir. Temsili bir örneklikten çıkarılacak sonuçlar ana küt­ le için genelleştirilebilir.) —işi. ikt. Ana bütçe, bir işletmede bütçelenmiş gelir tablosu, nakit bütçesi, bütçelenmiş bilanço ve bütçelenmiş fon akış tablosundan oluşan bütçeler topluluğu. Amacı belli bir dönem için planlama ve denetim sağlamaktır. || Ana şirket, hisse senedi atımları, ilhaklar ve kısmi aktif kat­ kılarıyla başka şirketleri (bunlara filyal’ denir) mali bağımlılığı altında bulunduran şirket. —Jeod. ve Topogr. Ana istasyon, bir tellürometrenin ana parçası; bu parça elek­ tromanyetik bir dalganın yayımını, alimi­ ni ve yayım süresinin ölçümünü sağlar. (Bk. ansik. böl.) —Mad. oc. Ana galeri, bir cevher yata­ ğında panolara giden ana yol. || Ana ha­ valandırma, giriş ve çıkış yolları arasında hava dolaşımını sağlayan ana devre. —Mant. Ana örnek yöntemi, Eskiçağ’dan bu yana matematikte kullanılan ve genel bir teoremi özel bir örnek üzerinde tanıt­ lamaya dayanan bir akılyürütme türüne Herbrand tarafından verilen ad. (Örneğin, her dik üçgenin P niteliğine sahip oldu­ ğunun tanıtlanması sözkonusu olsun. Ana örnek yöntemi şöyle dile getirilir: A, bir dik ■çgen olsun [A, bütün dik üçgenlerin ana örneği" oluyor]: A'nın P niteliğine sahip olduğu tanıtlanmışsa, tanıtlama bütün dik üçgenler için geçerli olacaktır; çünkü, dik A üçgeninin hiçbir bireysel özelliğinden söz edilmemiştir [tek bili­ nen şey onun dik olduğudur].) —Muhs. Ana defter, işletmenin bütün he­ saplarını bir araya getiren belge. (Ana defter, günlük kayıtların nakli yoluyla tu­ tulur ve balans, bilanço ve sonuç hesabı düzenlenmesine yardımcı olur.) || Ana hesap, firmada, ayrı nitelikte fakat aynı çe­ şitten hesapların (örn. “ genel gider") ge­ nel bir başlık altında bir araya getirildiği hesap. (Genel giderler başlıca şu kalem­ lerden oluşur: aylık ve ücretler, onarım ve temizleme, ısıtma ve aydınlatma, reklam, sigorta, kırtasiye. Firma için toplam genel giderler tutarının ne olduğu önem taşıdı­ ğı gibi, genel giderler ana hesabı altındaki her gider kaleminin tutarı da önem taşır.) —Opt. Ana renkler, doğal ışık tayfının uz­ laşmalı temel renkleri (kırmızı, turuncu, sa­ rı, yeşil, mavi, lacivert, mor). [Eşanl. BA­ SİT RE NK LE R, TE M E L R E N K L E R ] —Parf. Ana karışım, kokulu ürünlerin ba­ sit karışımı. (Parfümcüler için hammadde yapımcısı tarafından hazırlanır ve daha karmaşık ürünlerin hazırlanmasında ara evreyi oluşturur.) —Petrogr. Ana magma, evrimi çevrel kayaçlardan büyük bir çeşitlilik gösteren magma. — Petr. san. Ana boru, havagazı taşıma ağının en önemli kanalı. —Seram. Ana kalıp, seramik parçalarına doğrudan biçim vermekte kullanılacak kalıp serilerinin dökümüne yarayan temel modelin alçıdan ters kopyası. —Sine. Ana tilm, çekilmek üzere kame­ raya takılan film. (Amatör sinemacılar ana filmi gösterimde de kullanırlar. Bu durum­ da doğrudan pozitif görüntü veren tersi­ ne çevrilebilir bir ana film sözkonusudur. Profesyonel sinemada, ana film bir nega­ tiftir ve gösterimde yalnızca kopyalar kul­ lanılır.) —Sirk. Ana çadır, gezgin sirklerin içinde



temsillerini verdikleri çadır. (Bir tek direk­ le tutturulan sirk çadırları olduğu gibi iki, üç, dört hatta daha çok direkli çadırlar da vardır. Tek pistli avrupa sirkleri için en iyi çözüm, seyirciler için mükemmel bir gö­ rüş sağlayan bir iç düzene elverişli dört direkli dörtgen çadır'dır.) —Siyas. bil. Ana muhalefet partisi, bakan­ lar kuruluna katılmayan ve grubu bulunan siyasal partiler arasında en fazla milletve­ kiline sahip olan parti. (Bk. ansikl. böl.) —Su işler. Ana vana, ana dağıtım boru­ ları üzerinde bulunan ve bir vida ya da bir volanla açılıp kapanan büyük musluk. —Tekst. Ana yün, en ince yün. —Tüt. Ana damar, tütün yaprağındaki bü­ yük orta damar. || Ana yaprak, tütün bit­ kisinin orta bölümünde gelişen ve çeşidi­ nin belirgin özelliklerini bütünüyle göste­ ren büyük yaprak. (Ticari değeri yüksek olan bu yapraklar I. ana, II. ana ve III. ana yaprak olarak kategorilere ayrılır.) ünl. 1 .H a lk. Şaşma belirtir: Anaai Ne büyük gemi. —2. Anam, genellikle oy, vay vb. ünlemlerle şaşkınlık, acı, kız­ gınlık, üzüntü vb. belirtir. Oy anam! Ölü­ yorum sancıdan. Anam, neydi bu başı­ mıza gelenler. Ah anam, ne de küçük­ müş. — A N S İK L . Folk. Loğusa doğumdan yedi gün sonra yataktan kalkar, gece kadın­ lar arasında eğlence düzenlenirdi. O gü­ ne değin loğusayı görmeye gelenlere, gaz boyaması tülbente sarılı şerbet süra­ hileri gönderilir, akraba ve yakınları loğu­ saya armağanlar verirdi. —Genet. Ana hücre, bir ovogoni ya da spermatogoni süreci sonucunda oluşan bir tohum hücresi olabilir. Hatta bir soma hücresi, örneğin bir ya da birçok kan hüc­ resinin atası olarak bir kan yapıcı hücre de olabilir. Bir hücre klonunun atası ola­ rak mutant bir soma hücresi de ana hüc­ re sayılabilir. Katı urların ya da lösemik hücre topluluklarının tek ana hücreden tü­ reme klonlar olduğu söylenebilir. Bir hüc­ re klonu, örneğin in vitro melezleme ya­ pılırken, melez hücre klonu elde etmek amacıyla yapılan kültürde yapay yoldan yalıtılmış bir hücre de ana hücre sayıla­ bilir. —Gökbil. Ana noktalar. Gökkürenin dön­ me ekseni yaklaşık olarak KutupyıldızF'ndan geçer. Bu eksenin ku­ zey kutbu, gökyüzüne bakan bir gözlem­ cinin, yıldızların bir saat ibresine ters yön­ de döndüğünü görmesi için eksen üstün­ de bulunması gereken noktadır. K. yönü bu noktayla belirlenir. G. yönü ise, bunun 180° karşıtıdır. Saat ibresi yönünde 9 0 °’lik bir yatay açı göz önüne alınırsa, D. yönü K.-G. doğrultusuna diktir. B. yö­ nü ise bunun 180° karşıtıdır. —Halk müz. Ana düzen de, bağlamanın alt telleri 220 frekanslı la'ya, orta teller on­ dan dört derece yukardaki re'ye; üst tel­ lerse, alt tellerden dört derece aşağıdaki mi'ye çekilir. • Ana usuller, türk halk müziğinde en yaygın usullerdir. Bu usullerle ölçülen par­ çaların adı, yöreden yöreye değişir: Si­ vas’ta şıkırdım havası, Tokat' ı ' sağma ya da zahma, Trabzon, Giresun vs Ordu'da metelik, kol havası, Burdur ve İsparta'da ince hava, Akdağmadeni'nde yeşilleme. —Huk. Ana, evlilik birliği içinde, baba ile birlikte, velayet hakkını kullanır. Boşanma halinde velayet hakkını kimin kullanaca­ ğı mahkeme kararıyla belirlenir. Babanın ölümü halinde velayet anaya kalır. —ikonogr. Antikçağ sanatında analık te­ masının örneklerinden biri, Eirene ve Plutos grubudur (İ.Ö. IV. yy., Münih).Hıristi­ yan sanatçılar, özellikle gotik dönemden sonra, ana sevgisini Meryem Ana ve Ço­ cuk İsa tasvirleriyle dile getirdiler. XVII. yy. hollanda ressamları, pek çok çocuklu ana resmi yapmışlardır: P. De Hooch'un Şarap mahzeni (Amsterdam), Metsu'nun Hasta çocuk'u (ay.y.), G. Dou, Steen, Van Mieris, Netscher ve Teniers’in ev içi re­ simlerime. de Vos ya da Rubens’ın aile portreleri (Hdlöne Fourment ve çocukla­



rı, Louvre). XVIII. yy.’da (ve XIX. yy. başı), en çok duygusal kompozisyonlar tutuldu. Greuze bu konuda çok başarılıydı: Köy nişanı (Louvre), Sevgili anne (öz kol ); ayrıca, Chardin'in Çalışkan ana ve Benedicite' sini (Louvre); Fragonard'ın Genç ana'sı nı (Besançon); baba oğul VVİlle’lerin gra­ vürlerini; E. Vigöe-Lebrun'ün (Marie-Antoinette ve çocukları, Versailles), Prud’hon’ un taslakları üzerine C. Mayer’in (Mutlu ana, Mutsuz ana, Louvre), Tassaert’in (Montpellier) tablolarını; İngiltere'de, Mrs. Hartley ve bir çocuk, Lady Cockburn ve çocukları gibi birçok aile portresi çizmiş olan Reynolds’un eserlerini sayabiliriz. XIX. yy.'ın içterıcıliği, Carriöre'in (Has­ ta çocuk, Anne ve çocuklar, Louvre), B. Morisot’nun (Beşik, ay. y.), Renoir’ın (Madame Charpentier ve çocukları, New York),M.Cassat'nın(Ana ve çocuk, Louv­ re) eserlerinde kendini gösterdi. Picasso da, analık, ana ve çocuk oyunları te­ masını birçok kez işledi. Bazı sanatçılar da kendi annelerinin portresini yaptılar: Dürer (desen, Berlin), Guido Reni (Bologna), Rıgault (Louvre), Rembrandt (Amsterdam), Whistler (Louv­ re), Vuillard (Lyon). Nihayet, H. Moore’ un birçok heykellerinde analığın simge­ sel ifadesine rastlayabiliriz. —Jeod. ve Topogr. Ana istasyonda, öl­ çüm yapan bir frekans salıngacı, bir veri­ ci, bir anten, bir alıcı, bir kipçözer, bir ev­ re karşılaştırıcısı ve bir okuma sistemi var­ dır. Antenin (dipol) yayınladığı dalgaları, bir paraboloit ya da bir metal huni anten öne doğru yönlendirir. — Psikan. Ana bedeni. M. Kleın’a göre, ananın tüm bir kişi olarak algılanmasın­ dan önce bedeni, memenin uzantısıymış gibi duyumsanır. Bu beden, şelfin içi ve dışıyla koşutluk durumunda bulunan ve -hem içi hem de dışı olan bir kap gibidir. Çocuğun ilgisi ve merakı, bilgi edinme dürtülerinin nesnesi olan ana bedeninin içine yöneliktir, içeriğini öğrenmek için bu bedene girme isteği, içinde hapis kalma korkusundan kaynaklanan bir dehşet duygusuyla bir arada bulunabilir. Ananın bedenine yönelik ilk saldırılar, sadik-ağızcıl niteliktedir ve daha sonra sadik-anal ni­ telikte olanlar ortaya çıkar. Bu saldırıyı, paranoyit türden boğuntular izler. Eğer bu durum çok etkileyici değilse, bir iyi me­ menin içeatımı sayesinde anayı onarma isteğini harekete getirebilir. • Yeterince iyi ana ilk aşamada bu işlev, özel bir ruhsal durum içerir. Bu ruhsal du­ rum, “ annenin birincil ilgilenmesidir" ve VVinnicotf a göre gebelik sırasında dere­ ce derece gelişir ve doğumdan sonraki birkaç hafta boyunca sürer. Ananın ken­ dini sırf bebeğine "adadığı" ve yalnızca onunla meşgul olduğ \ bebeğin duyduk­ larını tümüyle algıladığı ve böylece, ge­ reksinimi olan şeyi, ona, "nerdeyse eksik­ siz olarak" sağladığı durumdur bu. Yete­ rince iyi ana, daha sonra, bebeğin, ken­ di zihinsel etkinliğiyle ananın ihmallerini gi­ derme gücünü edindiği ölçüde, başlan­ gıçtaki bu sıkı bağımlılığı bir yana bıraka­ bilme başarısını göstermek zorundadır. —Siyas. bil. Siyasal partilerin demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları ol­ dukları ilk kez 1961 Anayasası’nda belir­ tilmiştir. 1982 Anayasası, aynı düzenle­ meye yer vermiş ve 68 . maddesinde mu­ halefet partilerine anayasal güvence ta­ nımıştır. Ayrıca, diğer muhalefet partile­ rinden farklı olarak ana muhalefet parti­ sinin anayasal bir yetkisi de vardır. Anayasa'nın 150. maddesine göre, ana mu­ halefet partisi meclis grubu, yasaların, TBMM içtüzüğünün ve yasa hükmünde­ ki kararnamelerin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle Anayasa mahkemesi'nde iptal davası açabilir. A N A - (fr. ana-). Org. kim. Naftalenın 1 ve 5 konumlarındaki iki ornatmalı türevlerini belirtmede kullanılan önek.



anableps A N A , Irak’ta kent. Fırat kıyısında, Suri­ ye sınırından yaklaşık 100 km uzaklıkta. Ticaret merkezi. FHurmalıklar. Ama (Mat), Gorki’nin romanı (1906). Yaşlı bir halk kadını, oğlunun kendini adamış olduğu devrim idealinin yavaş yavaş bi­ lincine varır. Oğlu sürgüne gönderildiği zaman da, onun yerine eylemi sürdürür. —Yanıt ük kez 1911'de İsmail Müştak (Mayakon) ile Muhittin tarafından türkçeye çevrildi (Tanin matbaası, 1327, 708 s.). Vassa Jeleznova’nın sahne uyarlamasın­ dan N.-Y. Taluy’un çevirisi (1965) İstan­ bul Şehir tiyatrosu'nda (1969), B. Brecht' in uyarlaması ise Ankara sanat tiyatrosu'n­ da (1974) oynandı. — Pudovkın’in, bu romandan esinlenerek 1926’da gerçekleştirdiği filmde, başrolleri Vera Baranovskaya ile Nikolay Batalov oynadılar. A N Â ço ğ l. a. (ar. 'in v in çoğl. a'na'). Esk. 1. Yönler, bölgeler. —2. Topluluk­ lar. A N Â a. (ar. ‘ ana). Esk. Yorgunluk, ezi­ yet, güçlük: "Kimi demde kimi rene Cı anâda" (Âşık Ömer, XVII. yy.). Am a ç o c u k s a ğ lı ğ ı v e a ile p la n la m a s ı g e n e l m ü d ü r lü ğ ü , Sağlık ve sosyal yardım bakanlığı’na bağlı genel müdürlük. Genel müdürlüğün görevleri ana çocuk sağlığı ve aile planlaması hizmetleriyle ilgili amaçları be­ lirlemek; bu amaçlar doğrultusunda çalışma plan ve programları hazırlamak ve uygulamaya koymak; annenin ve çocuğun beden ve ruh sağlığının korunmasını ve evli kadınların doğum öncesi ve sonrası bakımlarını sağlamaktır. A n a v e ç o c u k s a ğ lığ ı ö r g ü tü (AÇS), sağlık kurumu. Sağlık ve sosyal yardım bakanlığı'na bağlı olarak, anne ve 0-6 yaş grubundaki çocukların bakımı, yetiştirilmesi ve sağlık sorunlarına çözüm bulunması amacıyla kuruldu. Örgüt, etkinliğini yurt düzeyinde sürdürür. Başlıca görevleri: kadınların gebelik dönemlerinin normal geçmesi için belirli zamanlarda kontrollerini yapmak; doğum sonrasında anne ve çocuğun bulaşıcı ve salgın hastalıklardan korunması amacıyla gerekli önlemleri almak; her türlü aşıyı uy­ gulamak; 0-6 yaş grubundaki çocukların sağlık kontrollerini yapmak, özellikle bes­ lenme ve bakım konularında annelere yardımcı olmaktır. Örgütün kuruluşu. Sağlık ve sosyal yardım bakanlığı ile Dünya sağlık teşkilatı (WHO) ve Çocuklar için birleşmiş millet­ ler fonu (UNICEF) arasında imzalanan protokolle gerçekleşti (1951). ilk olarak Ankara’da Ana çocuk sağlığı gelişim mer­ kezi kuruldu (1953). Bu merkez, daha sonra Sağlık ve sosyal yardım bakanlığı içinde bağımsız bir Ana ve çocuk sağlığı müdürlüğü’ne dönüştürüldü (1963) ve yurt düzeyinde örgütlenme başladı. UNICEF’in belirlediği "her 50 000 nüfuslu bi­ rime bir Ana-çocuk sağlığı merkezi" ilke­ si doğrultusunda, illerde Ana ve çocuk sağlığı merkezleri, ilçelerde Ana ve çocuk sağlığı şubeleri, köylerde ise Ana ve çocuk sağlığı istasyonları kuruldu. Sağlık ve sosyal yardım bakanlığı yeniden örgütlenirken, Ana ve çocuk sağlığı müdürlüğü, Nüfus planlaması genel müdürlüğü ile birleştirilerek, Ana çocuk sağlığı ve aile planlaması genel müdürlü­ ğü adını aldı (1983). A N A A R I a. Kovandaki yumurtlayıcı tek dişi arı. (Eşanl. ARIBEYİ. KRALİÇE.) [-»ARI.] |] Anaarı memesi, kovanda orta petekle­ rin alt ya da yan tarafında bulunan ve özel beslenme sonucu, içinden anaarı çıkan, yüksük biçiminde petek gözü. |j Yalana anaarı, anaarısı herhangi bir nedenle yok olan kovanda, işçi arıların, özel besinler­ le besleyerek yumurtlar duruma getirdik­ leri işçi arı. (Yalancı anaarı döllenmemiş olduğundan yumurtalarından hep erkek arı çıkar.) A N Â B çoğl. a. (ar. rineb'in çoğl. acnâh)



Esk. Yaş ve taze üzümler. A N A B A B A a. 1. Anne ve baba; ebe­ veyn: A n a b a b a la r çocu kla rın her şeyinden sorumludurlar. —2. Anne ya da baba: M üdür devamsız çocukların anababalarını okula çağırdı. —Eğit. A nababa eğitimi, anne ve babalan aile yaşamı, çocuk bakımı ve eğitimi konularında aydınlatmak amacıyla gösterilen eğitim. (Birçok ülkede sistemli ve kapsamlı olarak yürütülen bu eğitim, Türkiye'de kız meslek okulları ile ana ve çocuk sağlığı merkezlerinde, yalnızca an­ ne ve geleceğin annelerini yetiştirmeye yönelik olarak yapılır.) — Psikan. Bileşik anababa, cinsel ilişkile rinde , anababanın birb iriyle ayrılmaz bir şekilde kaynaştıklarına ilişkin fantazma. —ANSİKL. Psikan. Bileşik anababa. M, Kle­ in, bileşik anababa imgesinin, bebeğin, benliğinde içselleştirdiği ve babanın pe­ nisini ya da babanın tümünü içine almış bir ana imgesi ve memeyi ya da ananın tümünü içine almış bir baba imgesi olduğunu söyler. Bu bileşik nesne, ilk önce bütünsel olarak incelendi; ama bu­ rada, yalnızca cinsel birleşme halindeki anababanın değil, daha gelişmemiş bir biçimde, vajinanın ve penisin sözkonusu olduğu, zamanla saptandı. D. Meltzer’in çalışmalarıysa, cinsel ilişki içindeki meme ve meme ucunun sözkonusu olduğunu gösterdi. Başlangıçta, bu nesnenin, çocuktaki psikoz boğuntularının derin kaynağı olan acımasız bir düşmanın oynadığına benzer bir rol oynadığı ileri sürüldü; daha sonra, bir iyi nesne işlevini yerine getirdiği de (ana, babanın penisi­ ni; babanın penisi de m em eleri onarmaktadır) saptandı. A n a b a c ı h ik â y e s i, Vahdi’nin küçük hikâyesi (XVI. yy.). B ursalı Hoca Abdürrauf ya da Hikâye-i Dendaniye adıyla da bilinir. Halk yaşamından alınmış, gerçeğe uygun kişiler ve sahne­ lerle dikkati çeker. Hikâyenin baş kişisi Bursalı tüccar Hoca Abdürrauf, iş için gittiği Şiraz'da kendini eğlenceye kaptırır. Anabacı adındaki kadın, onu Bânû-yı Ci­ han ile tanıştırır. Kızı çok seven Abdürrauf, bütün servetini harcar, parasız kalır. Mal almak üzere Bursa'ya dönerken ağzından bir dişi çıkarıp, kıza anı olarak verir. Yeniden Şiraz’a geldiğinde Bânû onu tanımaz. A bdü rrau f kendisini tanıtm ak için arm ağan ettiği dişi hatırlatınca, kız c e b in den üç diş çıkararak, ' ‘hangisi?’ ’ diye sorar. Abdürrauf da hayal kırıklığı içinde ailesi­ ne geri döner. Hikâye, insanların vefasının ve dünya sefasının geçici olduğunu dile getiren bir mesajı içerir. ( — Kayn.) A N A B A E N A a. (yun. anabamein, çıkmak'tan). Tatlısu planktonlarında sık rastlanan mavi yeşil suyosunu. A N A B A N T İD A E a. Zool Cenııetbalığıgiller familyasının bilimsel adı. A N A B A R , Rusya'da ırmak, Sibirya'nın orta kesiminde; 897 km: Sibirya kalkanı­ nın en eski, bölümünün oluşturduğu pla­ tolardan (sözkonusu platolara bu neden­ le Anabar kalkanı adı verilir) doğar, Laptev denizi’ne dökülür. Â N A 3 A S a. Tropikal A vra sya ’da yaşayan ikiyaşayışlı balık. (Bazen böcek yakalayıp yemek için sudan çıkıp çalılara tırmanır. Anabantidae familyası.) A n a b a s is (iç sefer anlamında yun. söze.), Ksenophon’un yapıtı; Genç Keyhüsrev’in Artakserkses ll’ye karşı düzenlediği seferin ve yazarın kendi yönettiği On Binler’in geri çekilişinin (İ.Ö. 401 - 400) öyküsüdür. Bu yapıt bir açıklık ve kesinlik ö rn e ğ id ir; hem Pers im p a ra to rlu ğ u ’ nun bu dönem deki parçalanışını, hem de paralı yunan asker­ lerinin askerlik sanatındaki üstünlüklerini ortaya koyar.



A n a b a s is , A rrh ia n o s ’ un yapıtı; İske n d e r’in seferini, kralın sefer arkadaşlarından (özellikle Lagos'un oğlu Ptolemaios’tan) duyduklarına göre yaz­ mıştır.



565



A N Â B Â T İK sıt. (fr. anabatique; yun. anabasis, yükselmek’ten). Meteorol. Yükselen bir bileşeni olan rüzgâr için kullanılır; örneğin çok güneşli bir yamaç boyunca yükselen hava. (Karşt. KATABATİK.) A N A B A T İS Y a. ve sıf.(fr. anabaptiste). XVI. yy.’da, küçük çocuklara verilen vaf­ tizin her türlü kutsayıcı değerini yadsıyan ve din bilincine varmış yetişkinlerin yeni­ den vaftiz edilmeleri (genellikle suya so­ kularak) ge rektiğin i ileri süren hıristiyanlara ve tarikatlarına verilen ad. —ANSİKL. Bazı anabatistler, kendi kuramlarını, o çağda halk tabakalarının içinde bulunduğu aşırı yoksulluktan kay­ naklanan birtakım devrimci siyasal ve top­ lumsal görüşlerle birleştirdiler. Onlara göre, Luther ancak dinsel reformu gerçekleştirmişti; oysa, bu reformu toplu­ ma da uygulamak ve kendilerince incil’de övgüyle söz edilen dinsel komünizmi gerçekleştirmek gerekiyordu. 1521'de, Zvvickau’da, eski bir Luther'cı papaz olan Thomas Müntzer’in önderliğinde bir anabatist köylüler ayaklanması patlak verdi. Luther, vaızlarıyla bunlara karşı çıktı ve "köylü savaşları" 1-525'te korkunç bir bi­ çimde bastırıldı. 1532’de, Münster’de (VVestfalen) Johann Bockhold (Leiden’li Jan) adında bir terzinin önderliğinde ikinci bir ayaklanma girişimi daha oldu. Kenti üç yıl süreyle ellerinde tutan isyancılar, burada radikal bir komünizm uyguladılar, isyan, kan içinde boğuldu (1535). Geri­ ye yalnızca dinsel akım kaldı. (BATİST ve MENNOCU.) A N A B A T İZ M a. (tr. anabaptismeden). Anabatistlerin öğreti ve uygulaması. A N A B A Z İN a. (fr, anabasine). Org. kim. Formülü C,nH 14N2 olan alkaloit. (Nikotin­ le bir arada bulunduğu tütünden çıkarılır; ancak nikotin kadar zehirli olmasına karşın, özellikle SSCB’de böcek öldürücü olarak kullanılır.) A N Â B ÎR sıf. Antropol. Her kuşakta yalnızca ailedeki kızların çocuklarını be­ lirtecek şekilde, bir ailenin ana tarafının üyelerine denir;. (Anabır kardeşler, aynı babadan, ama ayrı anadan olan bababir kardeşlere ve aynı ana ve babadan olan anabababir kardeşlere karşıttır. Bir vasi­ yet sözkonusu değilse, anabababir kardeşler her iki soyun mirasçısı olurlar; diğerleriyse, yalnızca kendi soylarında mirasçı olurlar.) A N A B İY O T İK sıf. (fr, anabiotique). Anabiyoza yetenekli hayvana denir. (Tardigradlar, bazı iplik solucanlar ve rotatorlar anabiyotiktir.) A N Â B İY O Z (fr. anabiose; yun. anabiosis, dirilme, yeniden canlanma’dan). Bi­ yol. Hayvanın kurumaya dayanabilme ve suya kavuştuktan sonra yeniden etkin yaşama dönebilme yeteneği. (Eşanl. CANLANMA.) A N A B L E P S a. (yun. anablepsis, yukar­ dan bakma eylemi’nden). Tropikal Ame­ rika sularında yaşayan ve doğurarak üreyen kemikli balık. (Başı yassı, başının üstündeki gözleri fırlaktır; her göz yatay bir şeritle iki yarımyuvara ayrılmış, biri su­ da, öbürü sudan dışarda görmeye uyarlanmıştır. Bil. a. Anableps tefrophtalmaus; dişlisazangiller familyasına yakın.)



anabas



A N A B O L İZ A N sıf. (fr. anabolisant). 1. Proteinlerin kolay sentezlenm esini sağlayıp aşın parçalanmasını azaltarak anabolizmayı artıran madde için kullanılır. —■2. Bu maddeye ilişkin ya da bu mad­ deden doğan. a. Anabolizan madde. —ANSİKL Anabolızanlar genellikle testos­ teron ya da öbür erkek hormonlarının sentetik tü re v id ir. Bu ürünlerin kullanılm asıyla, azotlu m addelerin boşalımı azalır, kilo alınır, iştah ve kişinin genel durumu düzelir. Anabolizanlar ne­ kahet döneminde, sürmenaj, çeşitli süreğen hastalıklar, osteoporoz ve yaşlılık astenilerınde kullanılır. Erkekleştirici etki­ si nedeniyle yan etkilen denetlenmelidir. H am ilelikte ve prostat kanserinde kullanılmaz ve 15 yaşından küçük çocuklara verilmez. Çeşitli vitaminler ve dibenkozit gibi maddeler de anabolizan olarak kullanılmıştır. —Zootekn. Anabolizanlar danalarda, büyümeyi hızlandırmak için kullanılır. Anaboiizanların bu amaçla kasaplık hay­ vanlarda kullanılması yasaktır. A N A B O L İZ M A a. (fr. anabolisme; yun. ana, aykırı, ve bole, bolus, atmak eylem i'n den ).F izyo l.Ö züm le m e olgu­ larının tümü. (Karşt. KATABOLİZMA ve YADIMLAMA.) Â ite B U R A . Tar. coğ. Anadolu’da üç yer adı. —Phrygia bölgesinde yerleşme. Roma konsülü Manlius Vulso’nun (Gnaeus) Galatlar'a karşı düzenlenen seferde uğradığı (İ.Ö, 189) Anabura, Titus Livius' un bildirdiğine göre Synnada’dan sonra ikinci durak yeriydi; — Pisidia bölgesinde yerleşme; bulunan yazıtlardan, İsparta' nin Şarkikaraağaç ilçesinde, Beyşehir gölünün K.-B ’sındaki Enevre ören yeri­ nin burası olduğu belirlendi;—Trabzon’un Sürmene ilçesinde yerleşme. A N A C A S S i a. Kent içinde, sokakların açıldığı geniş yol.



ara



İtalya’da turizm merkezi, Campania’da, Capri adasında; 4 200 nüf. San Michele villası (Napoli körfezine ba­ kan güzel bahçeler). Yakınında Tlberius’ un villasının yıkıntıları, A N A Ç A R 0 Î A S S A İ a. Bot. Sakızağacıgiller familyasının bilimsel adı. (Eşanl. TEREBİNTHACEAE.) A N A C A R D İU M -



ANAKARDİUM.



A N A -C E P H E a. M eteorol. Etkin havanın edilgin havadan daha hızlı olduğu cephe yüzeyi. (Karşt. KATA -CEPHE.) —ANSİKL Bir ana-cephe yerleşiminin sonuçları soğuk havanın alçalması ve ye­ re kadar açıkça belli olan kesintinin pekişmesidir (her iki hava kütlesi şiddetle çarpışır). Soğuk ana-cephelerde sıcak havanın ani yükselişi güçlü sağanaklara yol açar. A N A C H O R O P T E R İS a. (yun. anakhorein, geriye gitmek, çekilmek ve pteris, eğrelti). Paleobot. Karbon devrine özgü fosil yaprak sapı. (İletim demetinin çevresi ilginç bir biçimdedir.) A N A C IL sıf. Anasına düşkün kimse için kullanılır. Â N Â C 0 , Venezuela’nın doğusunda kent, Barcelona'nın G.’inde; 29 000 nüf. Doğal gaz. Petrol. Â M â C Ö ÎiS A , ABD’de (Montana)kent, Kayalık dağlar’ın ABD’deki bölümünün kuzey kesiminde; 10 000 nüf. Bakır ve çinko metalürjisi. A n a c o n d a , 1895’te Montana eyaletin­ de kurulan amerikan bakır üretim firması. Bugün pek çok alanda üretim yapmaktadır (çinko, altın, gümüş, kurşun, alüminyum, manganez, kadmiyum). Dünyanın en önemli kuruluşları arasında sayılan Şili’d e k i' işletmeleri, 1989'da ulusallaştırıldı



 N A C T İM O T R İC H A a. Ayaklan devin­ H A N A O O L U f Türkiye Cumhuriyeti devlegen bir kalça eklemiyle vücuduna bağlı, ti’nin Asya kıtası üzerindeki topraklarının trikobotrisiz akarlar üsttakımı. adı,755 688 km 2 yüzölçümü ile ülkenin —A n s Ik l Anactınotrioha akarlarının arteen büyük kısmı. Ortaya çıkış tarihi kesin nekleri polarlanmış ışığı çift kıramaz ve olarak bilinm em ekle birlikte, kimi araştırıcılar, bu adın ilk kez İ.Ö. III. yy.'da hiçbir örtenek tabakası iyodürlü iyotla kahverengiye boyanamaz. Grup iki kullanıldığı ve yunanca "anatole" sözcüğünden türediği görüşündedir. alttakıma ayrılır: trake delikleri ayak bölgesinde bulunan m esostigm ata Güneşin doğduğu ülke ya da kısaca "d o ğ u ” anlamına gelen bu sözcük alttakımı (loelaps. gamasus, uropoda, başlangıçta, sınırları kesin olmamakla bir­ vb.), ayakların arkasında bulunan likte, Ege denizi'nin doğu kıyısındaki gözenekli plakalar aracılığıyla soluyan metastigmata (ixodes, rhipicephalus, arülkeleri (Anatolikon) kapsıyor ve alansal gas, ornithodoros). olarak “ asia" sözcüğüyle örtüşüyordu. Anadolu'nun yönetsel ya da coğrafi bir A N A C Y C L U 3 a. Özellikle, Akdeniz bölge adı olarak kapsamı zamanla kıyılarının işlenmemiş kumlu topraklarında değişti; özellikle doğuya doğru genişledi; yetişen, büyük sarı kc-meçiı yıllık bitki. sınırları belirginleşti ve bu arada (Bileşikgiller familyası.) sözcüğün kendisi de kimi değişikliklere AM AÇ sıf. 1, Yavru yapmaya alışkın hay­ uğradı. X. ve XI. yy.tarda Anadolu, van, özellikle kümes hayvanları için bugünkü Göller yöresindeki bir Bizans kullanılır: Bizim kümese anaç bir tavuk themasının adıydı (Anatolikon theması). gerekli. —2. Gelişmiş, serpilmiş ağaç için Aynı ad Ortaçağ’da arapça yazan gez­ kullanılır. —3. Anne tavırlı kadın, kız ve ginlerin yapıtlarında Natolus ve Natoie, bu niteliğiyle belirginleşen davranış biçimi Yeniçağ' da Batı’da yayımlanan atlaslar­ için kullanılır: A naç bir kız. Anaç daysa, italyancanın etkisiyle latince Natotavırlarıyla dikka ti çekiyor. — 4, lia’ya (örneğin W.J. Blaeu: Atlas magnus, Görünüşüyle doğurgan izlenimi veren iri', 1653) dönüştü. Bu çağlarda "Anadolu" yapılı kadın, kız için kullanılır, — 5. Esk. adı Küçük Asya yarımadası ile hemen he­ Bir işte deneyimiyle kurnazlaşmış kimse men eşanlamda kullanılmaktaydı. XI. için kullanılır, yy.’dan başlayarak bölgeye yerleşen —Anc. Anaç kovan, bir yıl önce oğul Türkler, sözcüğü aslına daha uygun ola­ vermiş kovan, rak "Anatolu" ve daha sonra "Anadolu" —Hayvc. Anaç koyun, yavru doğurmuş biçimine dönüştürdüler. Bu biçim, daha koyun. sonraları batı dillerinde de yerleşti (Ana—’Tavukç. Anaç tavuk, yumurta ya da civ­ tolie, Anatolıa, Anatolien). civ elde etmek amacıyla beslenen tavuk. Sözcüğün biçimi gibi alansal kapsamı da, ülkenin türkleşmesinden sonra &• a. Bahç. Ana kök ya da gövde. || değişikliklere uğramaya devam etti. Eski Bir daldırma dalını anaçtan ayırmak, Anatolicon themasının bulunduğu alan köklenmiş olan bir daldırma dalını ana önce Hâmiteiı, çok daha sonraları da kökten (ya da gövdeden) ayırmak. Göiler yöresi adını aldı. Bir coğrafi bölge —Meyve. Anaç fidanlığı, aşı fidanlığına adı olarak Anadolu, eskiden "Diyarı dikilmek üzere, tohumundan yetiştirilen Rum" (Roma ülkesi) olarak nitelenen sık sıralı meyve ağacı fidanlığı. Küçük Asya yarımadasında doğuya A N A Ç A R M İK a. Denize. Ana direkleri, doğru giderek genişledi. Bu arada, Diyarı kapelalarından palasertelere kadar her iki Rum da Rumeli’ye dönüşerek Kanuni bo rdad an donatan ve dire kleri Sultan Süleyman döneminde OsmanlI yanlarından tutan sabit arma. imparatorluğu topraklarını meydana ge­ tiren iki büyük yönetsel-askeri birimden m Â Ç t Â Ş M m gçz. f. Anaç duruma doğudakinin (Anadolu eyaleti, Anadolu gelmek. beylerbeyliği) adı oldu. 1831 sayımındaki A N A Ç L IK a. Anaç olma durumu; anaç yönetsel bölünmeye göre Anadolu, olan nayvanın, insanın niteliği; do­ Küçük Asya yarımadasında Teke ve ğurganlık, irilik, kartlık. Menteşe yörelerinden K.-D.’ya doğrü Si M  B ÎL çoğl. a. (ar. 'andelıb'in çoğl. nop'a kadar uzanan ve bugünkü iç Ege’ ranâdil). Esk. Bülbüller. yi, iç Anadolu’nun B.’sını ve B. Karade­ niz bölümünü kapsayan yaklaşık 1,2 mil­ A N A D İL İ a. Konuşan bireyin, yakın aile yon nüfuslu bİKeyaletin (Eyaleti Anado­ çevresiyle ilişkisi sırasında öğrendiği ilk lu) adıydı. B.’da ve G.’de Eyaleti Cezair, dil. doğudaysa Sivas, Karaman ve Adana eyaA N A D İP S İ a. (fr. anadipsie, yun. ana, yeniden, ve dipsa, susama’dan). Patol. Aşırı susama A N A D İR , Rusya’da ırmak, 'uzunluğu 1 145 km, Anadir dağlan hır' güneyinde, Sibirya’nın kuzey-doğusunu akaçlar ve Anadir koyunda (aynı adlı körfezin bir bölümüdür) Bering denizi’ne dökülür. — Anadir kenti, ırmağın ağzı yakınında, 12 000 nüf. Hava üssü. A . N A D İR -



B o la y ir A li Ek r e m .



A N A D İZ İ a. Müz. Türk müziğinde natüre! seslerin ve makam ların donanımlarının belirlenmesinde temel alınan, basit makamlardan birinin dizisi. — ANSİKL. Var olan tüm öğretim kurumlarınca benimsenmiş olan Arel* -E zgi sistem i’nde anadizi, çargâh makamının dizisidir. Anadizi olarak çargâh dizisinin seçilmesi, turk ve batı m üziklerinde natürel seslerin aynı olmasını sağlamıştır, Acemli rast dizisinin anadizi olarak seçildiği Rauf Yekta Bey’ in kuramında si natürel, segâh (bir koma pes olan si) perdesidir. Arel-Ezgi’deyse sı natürel, buselik perdesidir. Hüseyni dizi­ sini anadizi kabul eden Kemal ilerıci’nin kuramında da, si natürel buseliktir. Dizi­ deki segâh/uşşak perdeleri için çıkıcı ez­ gilerde bir komalık, inici ezgilerde iki komalık bemoller kullanılır.



îahiında oturan ana tanrıça pişmiş topraktan, Çatalhöyük (İ.Ö. 7000-5 00) Anadolu medeniyetleri müzesi, Ankara



ASSU VA



fHitit, Urartu dönem i ve öncesi b ö g e ^ d la n



L y d ia



Antik bölge adlan



Kırklareh



Tekirdağ Jrapezos



, Pendik



Lysimakeia



Amaseia ' Alaoahöyük



Güzelova



Etiyokuşu



Ç a n a k k a le



-Mahmatıar DemircihöyuC Erzincan



Boğazköy Sebasteia



Pulur



srgamon Phokaia"



T u n c e li



Hacıbektaş



^S Sardeis



□ Toprakkale Kayalıdere @ Norşuntepe



Kusura 4i B n Melîtene Arslantepe a g e n e



Apameia



A Çayönü



i ş u v>



Hakkari



D ıy a ro a ld r \ y R



en,zh



Hacılar Suberde' Çatalhöyuk



Samosata



& Canhasan



Nisibis



Söğûttarlası



â EJ



Dülıüyjaba



i Surîepe



?s Edessa



yûmüktepe^Aj ESKİ A N A D O L U :



Y e rle şm e ve b u lu n tu la r



Tel Taynat U Tel Açana (Alalah)



â



T a rih ö n ce si



o



U ra rtu



v



Frig







Ba şlıca an tik ken tler



Mağaracıkkâ,



(etleriyle sınırlanan bu idari birim, 15 liva­ dan oluşuyordu; merkezi, paşa sancağı olan Kütahya idi. Bunu izleyen dönemde Anadolu'nun kapsamı özellikle doğuya doğru olmak üzere genişlemeye devam etti; XX. yy.’a girerken Anadolu, bir yönet­ sel birim adı niteliğinden çıkarak, yeniden tüm Küçük Asya yarımadasını, Cumhuri­ yet dönemindeyse, Türkiye’nin Asya'da­ ki topraklarının tümünü kapsayan bir coğ­ rafi bölge adı oldu. • TARİHİ COĞRAFYA A nadolu, coğrafya bakımından uzun bir yerleşme tarihinin, birbirini ve çevre ülkeleri etkilemiş değişik kültürlerin izlerini taşıyan özgün karakterli bir beşeri coğrafya bölgesi, bir ırklar ve kültürier potasıdır. On Asya’nın bir parçası olarak insanların, göçebe avcılık ve toplayıcılıktan tarıma ve yerleşmiş hayata en erken geçtikleri bölgelerden biridir Sayısız denecek ka­ dar çok tarihöncesi bulgulara göre, da­ ha yontmataş döneminde Anadolu’nun birçok yöresinde avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insan toplulukları yaşıyordu. Mezolitik ve yenitaş dönem lerinde, zamanımızdan 8-9 binyıl önceleri bu top­ lu lu kla r.e v c ille ş tire re k tarım a kazan­ dırdıkları yabani bitkiler ve hayvan­ lar sayesinde avcılık ve to p la y d ık evre­ sini geride bırakarak, genellikle akarsu boylarında ve göl kıyılarında birbirine bitişik düz damlı kerpiç evlerden oluşan ve bazıları gerçek bir kent sayılabilecek yerleşmeler kurdular; obsidyen, kurşun ve bakırdan çeşitli araçlar ve gereçler, süs eşyaları, keramik kaplar yaptılar; dokumacılığı öğrendiler. Komşu ülkelerle ticaret ilişkilerine girdiler; mülkiyet kavram ını ge liştirere k o çağ için gerçekten ileri, bir yerleşik kültür düzeyine ulaştılar. Dinsel inançları üzerinde doğa güçlerinin rolü çok etkiliydi; bu nedenle, özellikle verimliliği ve doğurganlığı simge­ leyen dolgun vücutlu tanrıçalarla çocuk figürinleri çok yaygındı. Bu inanışlar, çok daha sonraki dönemlerde Anadolu'ya yerleşenlerin dinlerinde değişik adlarla, fakat aynı özellikleri taşıyan tanrılar ve tanrıçalarla sürdü. Zamanımızdan yaklaşık 7-5 binyıl öncelerinde, yani bakırtaş döneminde farklı tarihöncesi kültürler tüm Anadolu’ya yayıldı Bu evrede ve onu iz­ leyen tunç çağlarında (İ.Ö. 5000 - 4000) sosyal örgütlenme belirlendi; uzak ülkelerle ticaret ilişkileri daha gelişti ve sa­ raylar, tapınaklar da içeren gerçek kent­ ler kuruldu. Bu sırada, Anadolu'nun



büyük bir kesimi,Asur krallığı’nin etkisin­ de kaldı. Anadolu’daki birçok küçük krallıklar ya da prenslikler Asur egemenliğine girdi; "karun" adı verilen büyük yerleşmeler ve bunları bağlayan yollar üzerinde asurlu tüccarlar için konak yerleri kuruldu. Eski asur lehçesi başlıca ticaret ve yazışma dili oldu. Önemli bir gelişme ve kentleşme dönemi olan bu ev­ reyi, Hint-Avrupa dili konuşan ve kültürce Anadolu'nun yerli halkından daha geri olan grupların, ülkenin büyük kısmını is­ tila etmesiyle başlayan bir yıkıntı ve kargaşa dönemi izledi Bu kargaşa, asıl egemenlik alanı bugünkü iç Anadolu olan Hitit imparatorluğu'nun kurulmasıyla so­ na erdi. Anadolu’daki ilk büyük merkezi devlet olan bu imparatorluk döneminde (İ.Ö. 1800 - 1200 ) ülke büyük ölçüde gelişti. Babil ve Mısır ile sıkı ilişkileri olan bu güçlü imparatorluk zamanında, her yöne uzanan bakımlı yollar yapıldı, birçok kent kuruldu. Bunlardan biri ve başkent olan Hattuşaş, o sıralarda Babil'den son­ ra Ön Asya’nın en büyük kenti haline gel­ di. Ülkede hitit, luvı, pala, hurri ve doğuda urartu dilleri konuşuluyordu. Sosyal yapı, adalet ve mülkiyet yasalarla belirlendi Halk, soylular, özgürler ve köleler olmak üzere üç bölüme ayrılıyordu. Arazi, önce tanrıların, sonra kralların malı sayılıyordu. Ekonomi tarıma (tahıl, bağ ve şarap, bak­ lagiller, hayvan ve hayvancılık) dayanıyor, yarıcılık yaygın biçimde uygulanıyordu. Tarihöncesi çağlarda olduğu gibi, gene çoktanrılı bir din yaygındı. Başta fırtına tanrısı olmak üzere, güneş, ay, gökyüzü „ birer tanrıyla simgeleniyor ve insan | biçiminde oldukları düşünülüyordu. Bu | dönemdeki tanrılardan ve kutlanan din- ^ sel bayramlardan birçoğu daha sonraki § yüzyıllarda değişik adlarla başka toplum- g lar ve bu arada Yunanlılar tarafından be­ nimsendi ve özellikle yunan dini ve mito­ lojisini derinden etkiledi. İ.Ö. 1200 ’lere doğru Hitit imparatorluğu sona erdi ve ülke yeniden bazı grupların (Traklar, Mysialılar, Bıthynıalılar ve özellikle Phrygialılar) istilasına uğradı. Yaklaşık İ.Ö. 800'e değin süren bu kargaşa ve yıkıntı ancak, merkezi Gordion olan Phrygia devletinin ve merkezi Sardeis olan Lydia krallığı’nın (İ.Ö. 670-546)kuruluşuyla so­ na erdi, Anadolu’nun bu bölgeleri, tekrar bir barış ve refah ülkesi haline geldi. Ti­ caret gelişti; yeni kentler kuruldu. Ül­ kenin d a ğlarla ayrılm ış G.-B. kıyı bölgelerindeyse, dilleri luvice ve hititçe ile



ilişkili olan Lykialılar ve Kanalılar ile, ge­ ne dağlık ve ormanlık kuzey kıyısındaki yerli halk, Phrygia ve Lydia egemenliğine karşı dayanarak varlıklarını sürdürdüler. Hemen hemen aynı tarihlerde Doğu Ana­ dolu'da Van gölü çevresinde Hurri boylarının birleşmesiyle kurulan Urartu krallığı (İ.Ö, 900 - 585), ağırlık merkezi hayvancılığa, tarıma, özellikle sulu tarıma dayanan ve taş işleme sanatının çok geliştiği başka bir uygarlık alanıydı. Urar­ tu sulama tesislerinin bazılarından (Şamran kanalı) bugün de yararla­ nılmaktadır. İ.Ö. VII. yy. sonlarında Anadolu yeni­ den istilalara uğradı. K im m erler’ in saldırılarıyla P hrygia ve Urartu krallıklarının son kalıntıları yıkıldı ve Ana­ dolu tekrar bir kargaşa, bölgesel özerklik çabaları ve bölünme dönemine girdi.Kappadokia ve Kilikia’nın birer bölgesel ve siyasal birim adı olarak ortaya çıkışı da bu döneme rastlar. İ.Ö. VI. yy.’da ise, hemen bütün Anadolu Ege kıyılarına kadar, Lydia krallığımı ortadan kaldıran Persler’ in egemenliğine girdi. Ancak, Pers im pa rato rluğ u b u ld uğu yerleşm e düzenine karışmadı. Pers satrapları, yönetimlerini yerel prensler ya da beylik­ ler aracılığıyla sürdürdüler. Anadolu, Pers imparatorluğu'na tahıl, dokumalar, hay­ van ve hayvan ürünleri sağlayan bir ülke durumuna geldi. Bu siyasal istikrar döneminde Anadolu han geçen ana tica­ ret ekseni, batıda Efes'ten başlayan



ANADOLU MEDENİYETLERİ



Aslanlı kapı Boğazköy (Hitit imparatorluk çağı, İ.Ö. XIV-XIII. yy.) Çorum



A nadolu 568



Aslan itaşlı kap bronz /□hru»»



i ö um



ı



(Phrygıa donemi I.O. VIII. yy.)



• Anadolu medeniyetleri müzesi, Ankara



Hatuniye medresesi (1381/1382) Karamanoğulları iö n m , Karaman-Konya



ve Sardeıs Gordion, Ankyra (Ankara), Mazaka (Kayseri) ve Melitene (Malat­ ya) üzerinden Güney İra n ’ daki başkent Sus’a ulaşan Kral yolu'ydu. Persler, Anadolu'nun batı kıyılarında birkaç yüzyıl daha önce kurulmuş yunan kolonileriyle karşılaştılar. Bunların çoğu, vergi vererek imparatorluğun korumasına girdiler. Kent-devlet (Polis) düzeninde örgütlenmiş olan bu kolonilerden ancak, daha eski yerleşmeler üzerinde kurulmuş ya da bunları özümsemiş olan bazıları (Efes, Miletos, Smyrna [İzmir], Trapezus (Trabzon], Arnisos [Samsun] ve Bizans 9 ' ^ ’ ar : dos 'dost', v ) f: fişne 'vişne', v) m: mukuat 'vu­ kuat'. y ) d: denişmek 'değişmek', z ) s: biyas 'beyaz'. Anadolu ağızlarındaki ses değişmeleri seyrek görülenlerle birlikte daha pek çok­ tur. Bu değişmelerde benzeşim, ayrımlaş­ ma gibi dil olayları etkilidir.



A n a d o lu a ja n s ı (A .A .), Türkiye Cumhuriyeti'nin yarı resmi haber ajansı. 8 nisan 1920 tarihinde Ankara’da, Heyeti temsiliye başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın buyruğuyla kuruldu. Amacı Ulusal kurtuluş savaşıyla ilgili haberleri bütün yurda ve dış dünyaya ulaştırmaktı Tek bir teksir makinesiyle ve çok dar bir kad­ royla çalışmaya başlayan ajans, Ulusal kurtuluş savaşı boyunca büyük yararlar sağladı. Bölücü ve yıkıcı nitelikli dış kay­ naklı haberlere karşı, Ankara hükümeti­ nin sözcülüğü görevini başarıyla üstlen­ di. 1 mart 1925 tarihinde devletin yüzde 49 paydaşı olduğu bir anonim ortaklık haline getirilen Anadolu ajansı; Havas ve Reuter ajanslarının Türkiye’deki haber te­ keline son verilmesini sağladı. Örgütünü giderek genişletip geliştirdi. Bugün, mer­ kezi Ankara’da olan Anadolu ajansı'nın yurt içinde İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon, Samsun, Gaziantep ve Konya’da bölge müdürlükleri vardır. Ayrıca Edirne, Van ve Kocaeli'nde yurt bürolarına sahiptir. Yurt dışında da Lefkoşe, Frankfurt, Brük­ sel, Londra, Washington, New York, Ati­ na ve Kahire büroları dışında, Berlin, Bonn, Münih, Stuttgart, Hamburg, Düsseldorf, Bremen ve Hannover'de muha­ birleri, Avustralya ve Hollanda'da kaşeli muhabirleri vardır. Günde ortalama 4550 bin kelimelik haber yayımlayan Ana­ dolu ajansı, türkçe bültenlerin yanı sıra günlük İngilizce ve fransızca bültenler de yayımlıyor. Ayrıca bir de haftalık dış ekonomik bülten çıkarıyor. Ankara Gölbaşı'ndaki verici istasyonu ile İngilizce ve fransızca yayın yapan Anadolu ajansı’nın bu yayınlarının, Endonezya ile İn­ giltere arasında kalan coğrafya bölgesin­ de izlenebildiği biliniyor. Abonelerine, haberin yanı sıra, fotoğraf servisi de ya­ pan Anadolu ajansı, Associated Press, Agence France Presse, Reuter ve Deuts­ che Presse-Agentur ajanslarına abone­ ÜNLÜLER dir; 50 kadar haber ajansıyla da karşılıklı a ) e: goley 'kolay', a ) ı: çığırmak 'çağır­ haber alışverişi sözleşmesi vardır. Ana­ dolu ajansı'nın kuruluş sermayesi 20 000 mak'. a ) i; şuriya şuraya’, a ) o: dovşan TL olup 10'ar liralık 2 000 paydan oluş­ ‘tavşan’, a ) u: buba ’baba’. e) i: yinge maktadır, bu payların 955 tanesi hâzine­ 'yenge', e ) ö: cövüz 'ceviz', i ) e: zencir nin elindedir. ‘zincir’, i ) ı: çızmah 'çizmek', i ) ü: gendü



569



A n a d o lu Ssankası T A Ş , 1962 yılın­ da Türk Ekspres bankası ile Buğday bankası'nın birleştirilmesi ve hâzinenin katılımıyla oluşturulmuş olan ticaret ban­ kası. 45 milyon TL olan kuruluş serma­ yesinde % 33 olan hazine payı, banka­ nın kuruluşunu izleyen yıllarda % 99,9'a kadar yükseldi ve kamu bankası niteliği kazandı. 1988 yılında Türkiye emlak kredi bankası'yla birleşen Anadolu ban­ kası TAŞ, Türkiye emlak bankası adını aldı. S A N A D O L U B E Y L E R B E Y İ, a. Os­ manlI imparatorluğu döneminde, Ana­ dolu eyaletinin yönetsel ve askerî so­ rumlusuna verilmiş olan ad. (-» BEY­ LERBEYİ). A N A D O L U B E Y L İK L E R İ, tava if-i m iilu k da denir, XIII. yy. sonlarında Ana­ dolu’da ortaya çıkan beylikler. Anadolu Selçukluları, etkinliklerinden rahatsız olduğu Türkmenlerl “ uç" adı verilen Kilikya ve Bizans sınırına yerleştirmişti. Da­ ha başlangıçta tam bir_denetim altına alınamayan Türkmenler, Selçukluların moğol egemenliğine girmesinden sonra siyasal ve kültürel yönden Moğollar'a karşı türklüğün savunucusu oldular; bazı kent merkezlerini ele geçirerek küçük beylikler kurmaya başladılar. Kilıkya'da Karamanoğulları; Batı sınırında, Kütahya ve çevresinde Germiyanoğulları; Eğridir, Borlu ve Y alvaç'ta H am itoğulları; Beyşehir yöresinde Eşrefoğulları; Fethiye yöresinde Menteşeoğulları beylikleri doğdu. Bunların yanı sıra Selçuklular ve ilhanlılar'ın kendilerine mülk olarak verdiği yerlerde Şemsettin Yaman Candar, Muinettin Pervane, Sahip Ata Fah­ rettin Ali’nin ardılları, Candaroğulları (Kas­ tam onu), P ervaneoğulları (Sinop), Sahipataoğulları (Afyonkarahisar) beylik­ lerini kurdular. O rta A n a d o lu 'd a ilhanlılar'ın uzantısı durumundaki Eretna beyliği (devleti),daha sonra da Kadı Burhanettin devlöti ortaya çıktı. İzmir, Alaşehir, Ayasuluk (Selçuk) yöresinde Aydınoğulları; Denizli (Ladik) yöresinde inançoğulları (Ladik beyliği); Balıkesir, Çanakkale yöresinde Karesioğulları; Ma­ n isa 'd a S aruhanoğulları önceleri Germiyanoğullan’na bağlı uç beylikleriy­ ken bağımsızlıklarını kazandılar. Maraş, Elbistan yöresinde Dulkadıroğulları, Adana 'd a Ramazanoğulları daha çok Memlukların bağlısı olarak varlıklarını sürdürdüler- Karamanoğulları'nın Alaiye1 yi (Alanya) ele geçirmesinden sonra Ala­ iye beyleri, Hamıtoğulları’nın Antalya'yı zaptetmelerinden sonra da Tekeoğulları



Sahip Ata külliyesi (1258) Anadolu Selçuklu dönemi Konya



anadolu beylikleri



/



\S a m s u n J ra b z o n



iresun Çankırı



o



/



Amasya C



TR ABZO N RUM İMP,



'>$>■Niksar.



Bayburt



K a r e şi



b e y liğ i



Kemah / Malazgirt



rm i'ya no



Saruhanoğüllî



— ^yKarahisar



0



m,r



Alaşehij: .-



fÂySn^'-' f



-



H am idoğulları



ö j^ ^ % e n i2



'Diyarbakır



O



T (Amid



A y d ın o ğ u iia rı



\







1 MenteşeoğutyarıN .Karaman



An ta lya 1



Alanya



KIBRIS



ANADOLU BEYLİKLERİ



beyliği ortaya çıktı. Söğüt bölgesinde önem siz bir be ylik durum undaki Osmanoğulları’nın giderek güçlenmesi, 100 yıllık bir süreç içinde Anadolu bey­ liklerinin osmanlı egemenliğine girmesi sonucunu doğurdu; Yıldırım Bayezit döneminde (1398-1402) Anadolu'nun si­ yasal birliği büyük ölçüde kurulmuştu. An­ kara savaşı'nda (1402) Yıldırım Bayezit'i yenen Timur, beylere eski ülkelerini geri verdi; böylece beylikler yeniden tarih sah­ nesine çıktılar. Çelebi Mehmet osmanlı tahtını ele geçirdikten sonra OsmanlIlar, Anadolu beyliklerini birer birer ortada'n kaldırm aya başladılar, 1410 'd a Sarütıanoğulları, 1423'te Aydmoğulları, 1471'd e en güçlü ra kip leri Karama'hoğulları beyliklerine son verdiler. Yavuz SuTta-m-Selim'ın 151 5'te Dulkadıroğulları ve Ramazaneğufen bey­ liklerine son vermesiyle Anadolu'nun osmanlı yönetiminde siyasal birliği kurulmuş oldu. Anadolu Selçuklu ve Bizans devletleri­ nin yıkıntıları üzerinde kurulan Anadolu beylikleri dönem inde türkleşme ve İslamlaşma özellikle Batı Anadolu'da hızlandı. Türkmen beylikleri aşiret duru­ mundan çıkıp, düzenli siyasal kuruluşlara dönüştüklerinde beyler, çevrelerine şairleri, bilginleri, şeyhleri topladılar; Selçuklu sultanları ölçüsünde olmasa da camiler, medreseler, vb. yaptırdılar. Dönemin çok yönlü çekişmelerine karşın Anadolu’da toplumsal ve kültürel yaşam gelişti. Türkçe resmi dil ve edebiyat dili olarak arapça ve farsçanın yanında ye­ rini aldı; çeviri niteliğinde olanlar yanında, türkçe yapıtlar da yazılmaya başlandı. • SANAT. Anadolu Selçuklu devletinin zayıflamasıyla, XIII. ve XIV. yy.’larda Ana­ dolu’da siyasal ve toplumsal bir kargaşa yaşandı.Sınırlara yerleşen Türkmenler'in bağımsızlıklarını ilan etmeleri sonucu Anadolu’da yaklaşık 20 beylik kuruldu. Bu siyasal bölünme, toplumsal ve kültürel yapıyı da etkiledi. Anadolu Selçuklu sanatının etkileri XV. yy. başlarına değin sürmekle birlikte, bölgesel geleneklerin egem en oldu ğu yeni denem elere girişildiği görülür. Sanatta, özellikle mimarlıktaki bu bölünme, Osmanlı dev­ letinin Anadolu’nun tümüne egemen oluşuna değin sürdü. Bu dönemde beyler, devlet adamları, komutanlar, dar olanaklar ölçüsünde, beyliklerinin merkezlerinde bayındırlık çalışmalarına giriştiler. Kimi zaman bu çalışmalar, beylikler arasında bir tür yarışmaya dönüştü. Anadolu sanatı ve



mimarlığı bu dönemde, yaşama biçimi, yöresel gelenekler, iklim koşullarına bağlı olarak bölgeden bölgeye değişen sanat ürünleri verdi. Bu arada gezgin usta ve mimarlar kendi alışkanlıklarıyla gezdikle­ ri beyliklerin özelliklerini kaynaştırarak özgün denemelere ulaştılar. Yeni tasarım arayışları daha çok Batı Anadolu’da, özellikle Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Eşrefoğulları ve O.smanoğulları'nda başarılı oldu; bu birikim daha sonra osmanlı mimarlığına kaynak oluşturdu. Balat’taki ilyasbey camisi (1404) son ce­ maat yerini anımsatan bölümü ve ön yüzdeki mermer kaplamalarıyla yeni arayışların ürünüdür. Selçuk'taki isabey camisi de (1375) türk mimarlık tarihi açısından basamak oluşturan yapılardandır. Revaklı avlunun ana me­ kânla Birleştiği noktalara minareler yerleştirilmiş, batıya alınan ana giriş iki katlı düzenlenmiştir. Birgi’deki Ulu cami de (1312), tasarımı yanında, zengin be­ zemeli çini mihrabı, ahşap minberi, pen­ cere kanatlarıyla dönemin bezeme sanatının ulaştığı düzeyi belirler. Manisa'daki Ulu camı, sekiz ayağa otu­ ran merkezi kubbesiyle, özellikle osmanlı mimarlığında, mekânları bİT birlik altına toplama denemelerine öncülük etti. Karamanoğulla-rı kımı değişikliklerle Selçuklu geleneklerine bağlı kaldı­ lar. Ermenek’teki Ulu cami, Karaman'daki Hatuniye medresesi, Niğde'deki Akmedrese dönemin önemli örnekleridir. Akmedrese, dışa açık ön yüzüyle, Selçuklu geleneğinden ayrılır. Doğu Anadolu'da XIII. yy.’ın ikinci yarısından sonra, Azer­ baycan ile yakın ilişkilerden etkilenen bir üslup gelişmiştir. Güney ve Güneydoğu Anadolu'da ise, Mezopotamya, Suriye, Mısır sanatlarının etkisiyle, yöresel özel­ likleri kaynaştıran sanat ürünleriyle karşı­ laşılmaktadır. Beylikler döneminde bir duraklama ve azalma olmakla birlikte, Anadolu Selçuklu çini sanatı geleneği, özellikle Karamanoğulları ve Eşrefoğulları tarafından sürdürüldü. Beyşehir Eşrefoğiu camisi. Karaman Hatuniye medresesi. Ermenek Tol medrese yanındaki türbe, dönemin çini sanatının önemli örneklerini içerir. Durgunluk, OsmanlIlar döneminde İznik ve Kütahya çini merkezlerinin kuruluşuna değin sürmüştür Ağaç işçiliği de, Anadolu Selçuklu ile osmanlı sanatı arasında bir köprü oluşturur, ince ışçilikli ve zengin bezemeli mihrap, minber, kapı ve pencere



kanatlarında dönemin sanatçılarının imzası bulunur. Kastamonu'nun Kasaba köyündeki Mahmutbey camisi kapı ve ta­ van işlemeleri, Bursa'daki Ulu cami min­ beri, Niğde’deki Sungurbey camisi min­ ber ve kapıları, Ürgüp Damse köyündeki Taşkınpaşa camisi mihrabı dönemin ağaç işçiliğini yansıtan örneklerdir. ( -> Kayn.) A n a d o lu c a m s a n a y ii A Ş (ACS), üç şahıs tarafından 10 milyon TL ser­ maye ile Mersin'de kurulan tesisin şişe birimi 1970 yılında, öteki iki birimi 1973 yılında üretime geçti. 1975 yılında el değiştirerek Türkiye şişe ve cam fabrikaları'nın kuruluşları arasına katıldı. Bu tarihten başlayarak hızlı bir gelişme sü­ reci içine giren Anadolu cam sanayii AŞ’nin 1989 yılı üretim toplamı 192 276 tona ulaşmıştır. Gene aynı yıl içinde toplam 27,5 milyon dolarlık dışsatım gerçekleştiren firma, Türkiye'nin 500 büyük sanayi kuruluşu arasında yer alır. Halen Anadolu cam sanayi AŞ ser­ mayesinde transız BSN firması % 6,5 paya sahiptir. A N A D O LU D E FTE R D A R I a Kur tar Osmanlı devletinde Anadolu eyaletinin mali işlerine bakan görevli. "Şıkkı sani defterdarı" da denirdi. Divan üyesiydi. (— DEFTERDARI A n a d o lu e n d ü s tr i h o ld in g , 1969’da İstanbul'da kuruldu. Birada Efes pilsen, alüminyumda Nasaş, kalemde Adel, otomotivde ACS, Otopar, Çelik montaj gibi kurumlan bünyesinde bulun­ durmakta, BMC ile doğrudan, Volvo ve isuzu ile teknik yardım ve işbirliği anlaş­ maları bulunmakta, deniz taşımacılığında önemli bir yer tutmaktadır. Bira üretimin­ de Türkiye pazarının % 70’ine sahip olan firma, otomotiv sektöründe de 1989 yılın­ da gerçekleştirdiği 7 500 araçlık üretim ve 2 milyon dolarlık ihracatla Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu arasında­ dır. A N A D O L U E Y A L E T İ. Kur tar Osmanlı devletinin Asya'daki eyaletlerin­ den biri. Anadolu beyle rbe yinin yönetim indeydi. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında. Anadolu'daki yönetim merkezleri şehzadeler ya da beyler tarafından yönetiliyordu. Yıldırım Bayezit döneminde, ülke sınırlarının genişlemesi üzerine, Rumeli eyaletine ek olarak ve An­ kara merkez olmak üzere Anadolu eya­ leti oluşturuldu. E yaletin ilk bey­ lerbeyliğine Kara Timurtaş paşa atandı. 1451 de Menteşe beyliği osmanlı topraklarına katılınca eyalet merkezi



Anadoiu medeniyetleri sergisi Kahramanmaraş, Arslantepe, Kargamış, Karatepe vb. kazı alanlarından getirilmiş örnekler bulunur. Phrygia kültürü' Goraion, Pazarlı, Alişar, Kültepe, Alacahöyük’te ortaya çıkarılan tunç eşya, fildişi kabart­ malar, keramikle, altın takılarla tanıtılır Van, Erzincan, Patnos, Adilcevaz, Çavuştepe kazılarından elde edilen çeşitli madeni eşya ve mimarlık buluntuları urar­ tu sanatının gelişimini belirler. Bir bölüm de sikkeler, İslam öncesi ve spnrasına ilişkin altın süs eşyasından oluşur Müzenin ayrıca bir laboratuvarı, kitaplığı, konferans salonu, fotoğrafhanesi ve onarım atölyeleri bulunmaktadır



Kütahya'ya taşındı. XVI. yy,'da Anadolu eyaleti Kütahya (merkez), Hüdavendigâr (Bursa), Saruhan (Manisa), Menteşe (Muğla), Aydın, Hami! (İsparta), Bolu, An­ kara, Çankırı, Kastam onu, Karahisarısahip (Afyonkarahisar), Kocaeli, Teke (Antalya), Alaiye (Alanya), Biga, Sultarlönü (Eskişehir) ve Karesi (Balıkesir) sancaklarını kapsıyordu. XVIII. yy.’da bu bölümlenme bazı değişikliklere uğradı. 1864’teki yönetsel düzenlemeden sonra vilayetlere ayrıldı. (-* Kayn.) ârssdslss î®Sfei®f walt§t, Vakıflar genel müdürlüğü’ne bağlı folklor kuruluşu. Türk folklorunun özgün kaynaklarını araştırmak ve tanıtmak amacıyla 1981'de kuruldu. Merkezi Ankara’dadır. 22 ilde şubesi vardır.



â M c i e l y fo & ik felSgisS



A n a d o lu







A N A D O L U K A Z A S K E R İ a. Kur. tar. Anadolu'daki kadıların amiri. Divan üyesi. Yükseldiğinde Rumeli kazaskeri olurdu. (-> KAZASKER.)



AaâsSaia



kom andit



ttmş.n'g&i



ş irto s tl, Ankara’da yayınevi (1924). Türk kültür ve düşüncesinin Anadolu’dan kaynaklandığı savıyla geliştirilen “ Anadoluculuk" akımı doğrultusunda yayınlar yapma amacıyla kuruldu. H. Avni (Ulaş), M. Halit (Bayrı), Mükrimin Halil (Yınanç), Hilmi Ziya (Ülken) başlıca kurucularındandı. A n s â e h s k u M M , TBMM üyelerinin ve daha önce üyelik yapmış olanların bir ara­ ya gelm eleri amacıyla, A tatürk’ün buyruğuyla Ankara’da kurulan kulüp (1926). Kulüp, önce Ulus’ta Osmanlı bankası'nın üst katında ayrılan bir bölümde; okuma, oyun ve yemek salonlarıyla etkinliğe geçti. İstanbul'da B ü yü ka d a ’da yazlık bir şube açıldı (1938). 1952’de Yenişehir İzmir caddesinde, eski başbakanlardan Haşan Saka’nin evi satın alınarak, Ulus’taki ye­ rinden buraya taşındı. Daha sonra bu bi­ na yıktırılarak yerine beş katlı yeni bir bi­ na yaptırıldı (1S67). lis ® ie riij Milli eğitim gençlik ve spor bakanlığı’na bağlı, yabancı dil ağırlıklı öğretim yapan liseler Türkiye’de, 1950’den sonra Maa­ rif koleji adını taşıyan ve yabancı dil ağırlıklı öğretim yapan çeşitli öğretim kurumlan açıldı. Bu nitelikteki okulların li­ se bölümlerinin adı, 1975'te bakanlık onayı ile Anadolu lisesi'ne çevrildi. Anadolu liseleri’ nde fen dersleri yabancı dille verilir. Bazı Anadolu liseleri'nde İngilizce, bazılarında fransızca, bazılarında almanca, bazılarında ise iki ya da üç yabancı dilde (ayrı bölümlerde) öğrenim yapılır. Öğrenim sûresi, bir yılı hazırlık sınıfı olmak üzere, yedi yıldır. Ana­ dolu liseleri kapsamına alınan Galatasa­ ray’da lise dört yıl olduğundan, öğrenim süresi sekiz yıldır Anadolu liseleri'ne "Anadolu liseleriyle dengi türk ve yabancı oKuııara giriş sınavı'nı kazananlar alınır­ lar. 1992 yılında Türkiye'de 150’yi aşkın Anadolu lisesi vardır



iiZ ı)iP > ■-;



h m m \u mecs^nıyeıien



i'nin dıştan görünümü



Gaga ağızlı testi, pişmiş topraktan Kültepe (İ.Ö. 1150-1653) Anadolu medeniyetleri müzesi, Ankara Atatürk’ün isteğiyle önce Hitit müzesi adıyla kuruidu (1932); sonra Ankara Ar­ keoloji müzesi adını aldı. ' Yeniden düzenlenerek Anadolu medeniyetleri müzesi adıyla ziyarete açıldı (1967). Müzede, çok çeşitli kazı alanlarından getirilm iş yapıtlarla, A na d o lu 'n u n tarihöncesi-Urartu dönemleri arasındaki toplumsal ve kültürel yaşam adım adım izlenebilmektedir. Alacahöyük, Kargamış, Arslantepe, Sakçagözü kabartmaları kazı alanlarında bulundukları biçimde sergi­ lenm ektedir. Ç ata lh öyûk'te ortaya çıkarılmış bir odanın aynı büyüklükte mo­ deli de sergilenenler arasındadır, Yontmataş dönemi buluntuları Ankara çevresi, Kahramanmaraş, Hatay, Trakya, İsparta ve Antalya yörelerindendir. Yenitaş dönem i buluntularıysa Ç aîalhöyük, Hacılar kazılarından getirilmiştir. Bu dönemden ana tanrıça kültünü simgeleyen kadın heykelcikler önemlidir Bakırlaş dönemi buluntuları Hacılar, Canhasan, Alişar, Alacahöyük, Tilkitepe kazılarından derlenm iştir. Alacahöyük ve Horoztepe'de ortaya çıkarılan kral mezarları ilk tunç çağ buluntuları açısından zengindir. Asur tica­ ret kolonileri çağından Kültepe, Alişar, Boğazköy vb. kazı alanlarından getirilen tabletler, mühürler, insan ve hayvan hey­ kelcikleri, rhytonlar ilginçtir. Hitit ve geç hitit buluntularının sergilendiği bölüm­ de Alişar, A lacahöyük, Boğazköy.



Anadolu r müzesi'nin içten görünümü



â n a t o t a ssseeiMaaas, aylık düşünce ve edebiyat dergisi. M.Halit (Bayrı) yönetiminde yayımlandı (nisan 1924şubat 1925, 12 sayı), Türk kültür ve uygarlığının Anadolu’da temellendiği te­ ziyle tarih, gelenekler, halk hikâye ve destanlarını inceleyen yazılara yer verile­ rek “Anadoluculuk" denilen görüş savu­ nuldu. Dergide, başlıca şu imzaların yazı ve edebiyat ürünleri yer aldı: Ahmet Re­ fik (Altınay), Mehmet Halit (Bayrı), Meh­ met Emin (Yurdakul), Hilmi Ziya (Ülken), Ahmet Kutsi (Tecer), Yahya Kemal (Beyatlı), Faruk Nafiz (Çamlıbel) vb.



cıAnodota medeniyetleri müzesi, Ankara'da, Türkiye’nin ve dünyanın en zengin ve önde gelen müzelerinden; An­ kara kalesi yanındaki Mabmutpaşa be­ desteni ile Kurşunlu han’da açılmıştır.



m s d o n iy o t l o r i H r g l t i ,



A vrup a kon seyi'nce İsta n b u l’da düzenlenen 18. sanat sergisi (22 mayıs 1983-31 aralık 1983), Kültürel işbirliği konseyi’nin (CDCC) 34, dönem toplantı­ sında (1978) türk üyelerinin önerisiyle ser­ ginin Türkiye’de düzenlenmesi, 42. dö­ nem toplantısındaysa (1 982) adının Ana-



Tü r k - HALK BİLGİSİ DERNEĞİ.



571



Ssbaği’ni emziren kadın rseytetoği ProR2 , Horozteps (İ.Ö. ili. bin) Anadolu medeniyetleri müzesi, M m



Boğa heykelciği bronz Aiacahâyûk (İ.Ö. 2300-2100} Anadolu medeniyetleri müzesi, M a rs



A n ad o lu m edeniyetleri sergisi doktor olan babasıyla geçmişte yaptığı yolculuklardan anılar, Servet-i fünun’da 18 96'da çıkm ış ilk resim li Bursa röportajına ait bilgiler, 19 3 0 ’ların gerçeklerini farklı bir temelle birleştirir. Notlar, genel niteliğiyle kentli aydının taşra yaşamına, kasaba gerçeklerine bakışını dile getirir.



572



Anadolu musabin madalyası



ön yüzü



arka yüzü



AN AD O LU SELÇ UKLU LAR I Selç u k lu la r . A n a d o lu s ig o r ta (Anadolu A. türk si­ gorta Şti). Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ulusal sigorta şirketi. 1925’te Ankara'da kuruldu. Şirket sermayesinin % 55,8’i Destek reasürans TAŞ’ce, % 43,8’i T. iş bankası’nca karşılandı. Türkiye’de ilk kez paket sigorta sistemini uyguladı. 1990 yılında sadece hayat sigortası ala­ nında faaliyet gösteren Anadolu Hayat, bu şirketin bünyesinde kuruldu, iş Ban­ kası şubelerine ek olarak Anadolu sigorta’nın 604, Anadolu hayat’ın 400 acente­ si vardır. A n a d o lu ü n iv e r s ite s i (Eskişehir), merkezi Eskişehir’de olan yükseköğre­ nim kurumu. Kuruluş yasası 22 kasım Anadolu medeniyetleri sergisi (1983) afişi 1975’te çıkan üniversite; Eskişehir iktisa­ di ve ticari ilimler akademisi, Eskişehir dolu medeniyetleri sergisi olması onaylan­ Devlet mimarlık ve mühendislik akademi­ dı. Serginin başlıca amacı, Anadolu’nun si ve Hacettepe üniversitesi tıp fakültejeopolitik konumuna bağlı olarak çevre si’nin birleştirilmesiyle oluşturuldu. Aka­ kültürlerle ilişkileri sonucu ulaşılan bireşi­ demik etkinliklere 1981-1982 ders yılın­ min vurgulanmasıydı. Bunun için Türkiye da başlandı. Üniversiteye bağlı olan do­ müzelerinde ve Avrupa konseyi’ne üye kuz fakülte şunlardır: üç iktisadi ve idari ülkelerin müzelerinde bulunan, çeşitli dö­ bilimler fakültesi, Fen-edebiyat, Açık öğ­ nemlere ilişkin 11 692 yapıt biraraya ge­ retim, Mühendislik-mimarlık, Tıp, Eğitim tirildi. İstanbul’daki çeşitli müze ve tarih­ ve Eczacılık fakülteleri. Bunun dışında sel yapıda (Ayairini, Topkapı sarayı hasaAfyonkarahisar meslek, Bilecik meslek, hırlar bölümü, İstanbul Arkeoloji müzele­ Bolvadin meslek, Kütahya meslek ve Si­ ri ek yapısı, ibrahimpaşa sarayı, Ayasofvil havacılık meslek yüksekokulları ile ya müzesi avlusu, Askeri müze, Divan Sosyal bilimler, Fen bilimleri ve Sağlık bi­ edebiyatı müzesi) gerçekleştirilen sergi­ limleri enstitüleri ve bir konservatuar da de, Anadolu'nun en eski kültürlerinden üniversitenin yapısı içinde yer almakta­ günümüze değin tüm uygarlıklardan ör­ dır. nekler sunuldu. Çağlara göre yapılan ser­ A h a d o iu v e R u m e li m ü d a fa a ! h u ­ gilemede dönemlerin, buluntuları, yerle­ k u k c e m iy e ti, Ulusal kurtuluş savaşı’nşim bölgelerine göre sınıflandırıldı. da siyasal örgüt. İzmir’in Yunanlılar A n a d o lu m u s a b ın m a d a ly a s ı,asıl tarafından işgal edilmesinden (15 mayıs adı Anadolu musabînine iane ile ibrazı 1919) sonra Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Müdafaai hukuk, Reddi ilhak gibi adlarla uh uvvet edenlere m ahsus madalya, Abdülhamit II döneminde bastırılan direniş örgütleri kuruldu. Amasya * genel­ gümüş ve bakır madalya. Bir yüzünde gesi uyarınca toplanması kararlaştırılan defne dallarının ortasında Abdülhamit II Sivas kongresi 4 eylül 191.9’da açıldı. nin tuğrası, öteki yüzünde, yine defne Mustafa Kemal Paşa, kongrede bütün dallarının ortasında "Nişanei insaniyet ve yurdu temsil edecek ulusal bir örgütün hamiyet” yazısı bulunur. Başbakanlık kurulması gerektiğini, örgütün adının da arşivindeki belgelere göre 1 000 adet “ Anadolu müdafaai hukuk cemiyeti” ya bastırılması için darphaneye emir da "Anadolu ve Rumeli müdafaai hukuk verilmişti. cemiyeti" olabileceği görüşünü ortaya attı. Bu görüşten yola çıkan kongre, Ana­ A n a d o lu n o tla r ı, Reşat Nuri dolu ve Rumeli’de kurulmuş bütün ulusal Güntekin’in yolculuk yazıları (I. c. 1936, II. c. 1966). 1933-1939 yıllarında Çatalca, savunma direniş örgütlerinin “ Anadolu ve Rumeli müdafaai hukuk cemiyeti” adı Adapazarı, Bursa, Afyon, Denizli, İzmir, altında birleşmelerini kararlaştırdı (7 eylül Niğde, Diyarbakır vb. gibi kent ve kasa­ 1919). Kongre üyeleri, cemiyetin kurucu balara yapılmış yolculuklara ait gözlemleri üyeleri sayıldı. Erzurum kongresinde sap­ yansıtır. O dönemde milli eğitim müfettişi tanan tüzüğün H eyeti* temsiliye ile ilgili, olan yazarın tren, otoray, otobüs, kamyon "Heyeti temsiliye şarkı Anadolu'nun he­ ve otomobille sürdürdüğü yolculuk­ yeti umumiyesini temsil eder” biçimindeki lar sürücülere ve taşıtlara ait hükmü, “ Heyeti temsiliye vatanın heyeti değerlendirm eler getirir: karoserileri umumiyesini temsil eder" biçiminde taşralı arabacılar tarafından yapılmış kam­ değiştirildi. Bu değişiklikle kabul edilen il­ yonlar, yerel çizgiler kazanmıştır. Notların ke uyarınca, “ yurdun tamamını temsil yazıldığı yıllar için yeni bir mesleğin tem­ eden" bir Temsil heyeti seçildi (11 eylül). silcileri sayılan şoförler, ilkel araçlarla yol­ Heyeti temsiliye, 23 nisan 1920’de Anka­ da kalan taşıtları onarabilen uyanık, ca­ ra’da TBMM açılıncaya kadar, cemiyet na yakın, ama sürat delisi kimselerdir. Te­ adına ulusal kurtuluş hareketinin yönetici mizlikten uzak, banyoları, tuvaletleri ve yönlendiricisi oldu. Sivas kongresi düzensiz Otellerde kalanlar henüz birbir­ dağılırken (12 eylül), delegelere gittikleri lerini rahatsız etmeden yaşamayı da yerde cemiyetin şubelerini açma görev ve öğrenememişlerdir! Sağlık hizmetleri, su, yetkisi verildi. Cemiyet genel kurulunun temizlik gereksemeleri karşılanmayan, her yıl 10 tem m uzda toplanması gazete, kitap ulaşmayan kasabalar kararlaştırılmıştı. TBMM'nin açılmasıyla değişme, yenileşme sürecinin çelişkilerini buna gerek kalmadı. 20-22 ekim 1919’da yaşarlar; örneğin balolar verilir... Heyeti temsiliye başkanı Mustafa Kemal Yolculuğun tanıttığı insanlara, kahveleri Paşa ile İstanbul hükümeti temsilcisi Bah­ dolduran kişilere, dert döken köylülere, riye nazırı Salih Paşa arasında Amasya ‘ anlayıp kavrama merakıyla yaklaşan ya­ buluşması yapıldı. Bu görüşmeyi iste­ zar, sevginin temellendirdiği portreler mekle İstanbul hükümeti, Anadolu ve Ru­ çizer. Kasaba kasaba dolaşan tuluat meli müdafaai hukuk cemiyetı’nin hem tiyatroları, cambazlar, kasaba delileri, varlığını tanımış, hem de gücünü kabul taşra sosyetesi, devlet düşkünleri, bu etmiş oldu. Son osmanlı mebusan mecli­ portreleri zenginleştirir. Yazarın askeri



si için yapılan seçimleri, çoğunlukla cemi­ yetin adayları kazandı (7 kasım 1919) Meclis açıldığında, bazı nedenlerle cemi­ yetin adını taşıyan bir grup kurulamadı. Ancak, Meclisi mebusan, Anadolu ve Ru­ meli müdafaai hukuk cemiyeti’nin aldığı kararlar doğrultusunda Misakı’ milli'yi ka­ bul etti (28 ocak 1920). TBMM'nin açılmasından sonra, üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarının artrnasl üzerine, 10 mayıs 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan 151 milletvekili, Anadolu ve Rumeli müdafaai hukuk ce­ miyeti’nin mecliste bir grubunu (Müdafaai hukuk grubu) kurdu. Mustafa Kemal Paşa, 8 nisan 1923’te yapılacak seçimde milletvekillerine verilecek görev ve yetkıleıi belirten, Anadolu ve Rumeli müdafaai hukuk cemıyetı'nin programını "dokuz umde (ilke)" adıyla yayımladı. Anadolu ve Rumeli müdafaai hukuk cemiyeti, 11 eylül 1923’te de Halk fırkası'na dönüştü. ( CUMHURİYET HALK PARTİSİ)[ -» Kayn.] A n a d o lu -B a ğ d a t d e m iry o lu , XIX yy.'ın ikinci yarısında. Haydarpaşa’dan başlayarak Basra ve Kuveyt,limanlarına kadar uzatılması düşünülen ve adı tarihe Anadolu-Bağdat hattı olarak geçen de­ miryolu hattı. Bu dönemde, Doğu'nun do­ ğal zenginliklerine ulaşma amacında olan Avrupa devletlerinin, Osmanlı devletin­ den sağlamaya çalıştıkları ayrıcalıkların en önemlilerinden bin de demiryolu hat­ larının yapım ve işletme ayrıcalığıydı. Bu konu, özellikle İngiltere. Fransa, Alman­ ya ve Avusturya arasında çetin bir reka­ bete yol açmış ve rekabet Anadolu -Bağdat hattı çevresinde yoğunlaşarak uzun süre uluslararası bir sorun oluştur­ muştu. Avrupa devletleri için bu hat, yük­ sek kâr getiren bir sermaye yatırımı olma­ nın ötesinde, imparatorluk içinde ekono­ mik ve siyası durumlarını güçlendirecek, Ortadoğu petrollerine ulaşmalarını sağla­ yacak, hatta Asya pazarlarına kapı aça­ cak önemli bir araç niteliği taşıyordu. Öte yandan, Osmanlı devleti de egemenliği altındaki toprakların merkezden ve birbi­ rinden uzaklığını göz önüne alarak, ge­ rek yönetsel gerekse askeri amaçlarla, ül­ keyi baştan aşağı kaplayacak bir demir­ yolu ağı oluşturmak için birçok proje ha­ zırlatmıştı Bu projelerden en önemlisi İstanbul-Bağdat hattı olduğu için, devlet, Haydarpaşa-izmit kesimini kendi olanak­ larıyla yaptı (1872-1873) Ancak, devle­ tin malı sıkıntı içine düşmesi üzerine, ya­ pım işleri uzun bir süre için durduruldu. 1888'de yapılan bir anlaşmayla, Haydarpaşa-izmıt hattının işletme hakkıyla İzmit -Ankara hattının yapım hakkı Alman Kaul bankası temsilcisine verildi. 1893 baş­ larında bu hat Ankara’ya ulaştı. Bu ara­ da. Deutsche Bank’a bağlı olarak kuru­ lan bir demiryolu şirketi Ankara-Kayserı ile Eskişehir-Konya hatlarının yapım ve iş­ letme ayrıcalığını aldı. 1904'te Almanlar'a yeni ayrıcalıklar tanınıyor. Konya-Basra arasında 2 264 km demiryolu hattı döşen­ mesi öngörülerek bu hattın yapım ve iş­ letme hakkı 99 yıl süreyle veriliyordu. Hat­ tın km güvencesi, demiryolunun geçtiği sancakların aşarıyla sağlanıyor, şirkete ayrıca hattın iki yanında 20 km'lik kuşak içinde uzanan toprakların mülkiyeti veri­ liyor. bu topraklardaki maden ocaklarını işletme, ormanlardan yararlanma, yapılan kazılardan çıkartılan tarihi yapıtlara sahip olma vb haklar tanınıyordu. Birinci Dün­ ya savaşı sırasında Nusaybin’e varan bu hat. 9 ekim 1918’de Halep’e ulaştı. Yo­ lun kalan bölümü Almanlar. Fransızlar ve ingilizler arasında yemden yoğun bir re­ kabete yol açtı. Anadolu-Bağdat hattının Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu sırada uzunluğu (bugünkü Türkiye sınırları için­ de) 2 038 km’yi bulmuştu. Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllar­ da. yapılan uzun görüşmelerden sonra, aralık 1928’de 30 748 472 İsviçre frangı karşılığında ve ilk taksidi 1929 da. öteki taksitlerin 1932, 1957, 1984. 1992 ve 2002 yıllarında ödenmesi koşuluyla bu



A nadyom ene hatlar ulusallaştırıldı. A N A D O LU C U LU K a. Türkiye'de çeşitli dönemlerde ortaya atılan, değişik tarihsel, toplumsal ve kültürel görüş ve akımlara verilen ortak ad. — A N S İK L Osmanlılar'ın son, Cumhuri­ yetin ilk yıllarında bazı aydınlar, türk ulus­ çuluğunun kaynaklarının Turan’da değil, Anadolu'da aranması gerektiği görüşünü ortaya attılar. Bunlar, Anadolu dışında ve özellikle Rumeli'de doğmuş Türkler'in ül­ ke yönetimindeki ağırlıklarından tedirgin olduklarını dile getirip dar sınırlı, yerel bir tür ulusçuluğu savundular. Daha sonra, bu görüşlere her konuda Anadolu’yu esas alan, yabancı ideolojilerin Anadolu türküne uymadığını öne süren görüşler de eklendi Bu inancı taşıyanlar, 1 nisan 1924’te, Mehmet Halit'in (Bayrı) yayımla­ maya başladığı Anadolu mecmuası’nda bir araya geldiler. Dergide, Malazgirt savaşı'ndan (1071) sonra türk tarihinde ye­ ni bir çığır açıldığı görüşü savunulur; turancılığa karşı çıkılarak, Anadolu ırkçılığı tezinin sözcülüğü yapılır. Anadolu mecmuası'nın ilk sayısında Mehmet Halit im­ zasıyla yayımlanan bir yazıda şöyle de­ nilir: "Anadolu mecmuası'nın neşrinden maksat, bir Anadolu ilmi ve bir anadolu­ culuk mesleği vücuda getirmektir, itiraf edelim ki, doğup büyüdüğümüz yurdu layıkıyla tanımıyoruz. Bu yurdun mazisine, tarihine vâkıf olmadığımız gibi, şimdiki va­ ziyetinden, binaenaleyh istikbalinden de bihaberiz. Anadolu mecmuası, bütün anasır ve teferruatıyla işte bu medeniyeti ve onu ibda edenleri (yaratanları) evvela kendimize, sonra bir bilim halinde herke­ se göstermek niyetindedir." Bu anlamda anadoluculuk görüşü Hilmi Ziya (Ülken), Ziyaettin Fahri (Fındıkoğlu), Mükrimin Ha­ lil (Yınanç), Hamit Sadi (Selen), Necmet­ tin Halil (Onan) vb. tarafından işlendi. Ön­ celeri, eski yunan uygarlığını benimsemiş olan Yahya Kemal de anadoluculara ka­ tıldı. Daha sonra Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairler de bu akım için­ de yer aldılar ve yapıtlarında anadoluculuğu işlediler. 1933’te Hıfzı Oğuz (Bekata) ile Remzi Oğuz'un (Arık) çıkardıkları Çığır dergisi, bu akımın sözcülüğünü ya­ parken, aynı dönemde Milli türk talebe birliği, Türk kültür ocağı gibi kuruluşlar da anadoluculuğu desteklediler. Nurettin Topçu, Hareket dergisinde, konuyu İs­ lamcı ve mistik bir görüşle birleştirerek iş­ ledi (1939). 19401ı yıllarda, Cevat Dursunoğlu, Ahmet Kutsi Tecer gibi eğitim­ cilerin çabalarıyla, halk edebiyatı ve folk­ lor ağırlıklı bir anadoluculuk görüşü ve uy­ gulaması ortaya çıktı. CHP yönetimi ve Halkevleri bu konudaki çalışmaları des­ tekledi. Âşık Veysel vb.'nin tanıtılıp, CHP'nin bir tür yarı resmi halk şairleri gi­ bi, kamuoyuna sunuluşu; Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken vb. sanatçı­ ların yoğun bir biçimde halk türkülerini derlemeleri, radyoya "Yurttan sesler” sa­ atinin konuluşu gibi etkinlikler bu döne­ me rastlar Aynı dönemde Halkevlerinin yayımladıkları Ülkü ve öteki yerel dergi­ lerde bu etkinlikler desteklendi. Ayrıca, Şevket Raşit Hatipoğlu'nun yayımladığı Dönüm, Hatipoğlu ile Hüseyin Avni Gök­ türk'ün çıkardıkları Millet(1942) dergile­ rinde anadoluculuk duygusal; Mümtaz Turhan'ın daha sonraları yayımladığı Öl­ çü (1957) ve Yol (1960) dergilerinde bi­ limsel pozitif bir açı ve yaklaşımla savu­ nuldu. Mehmet Kaplan ve Cahit Okurer de bu görüşte olanlar arasında yer aldı­ lar. Batı yanlısı, laik anadolucuların yanı sıra. Hareket dergisinin ikinci yayım dö­ neminde (1966-1975), Nurettin Topçu, bu konudaki İslamcı ve mistik görüşlerini sa­ vunmayı sürdürdü. Anadolucular, görüşlerini daha çok bi­ limsel ya da sanatsal alanlarda yaydılar. Bununla birlikte, bu akım içinde olanlar bazı siyasal partilerin üst kademelerinde görev aldıkları gibi. Remzi Oğuz Arık, tü­ züğünde anadolucıfluk ilkelerine geniş öl­



çüde yer verilen Türkiye Köylü partisi’ni kurdu (1952). 1950 li yıllardan sonra, Halikarnas Ba­ lıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, vb, tarafın­ dan, değişik bir anadoluculuk görüşü or­ taya atıldı. Bu görüşe göre, türk kültürü­ nün kökenlerini Orta Asya’da aramak, ba­ tı kültürünü örnek almak yanlıştı. Gerçek türk kültürü, tarih boyunca Anadolu’ da yaşamış halkların, ulusların kültürleri­ nin senteziydi. Batı uygarlığının temeli ka­ bul edilen yunan uygarlığı, aslında Anadoluda doğup gelişmiş, eski yunan kül­ türünde Anadolu’nun önemli bir yeri ol­ muştu. Türk kültürünün nitelik ve niceliğini belirlemek için, ilkçağ Anadolusu uygar­ lıklarına akılcı, maddeci, pozitif bilime da­ yalı bir açıdan, hümanist bir tutumla yaklaşılmalı; Anadolu'daki bütün kültürler, benimsenip özümsenmeliydi. A n a d o lu ’d a T a n in , Ahmet Şerifin 1909-1910 yıllarına ait Anadolu röportaj­ ları (kitap halinde ilk basılışı, 1910; Çetin Börekçi tarafından yapılan yeni harfli ya­ yımı, 1977), Tanin gazetesinin “ iktisadi, mali, toplumsal, tarımsal sorunlar'1 sap­ tamak üzere Anadolu'ya gönderdiği mu­ habirin kaleme aldığı yazılar, gazete ta­ rafından kitap halinde de bastırıldı. Ahmet Şerifin 3 yolculuğundan ilki Bursa,Balık­ esir, Kütahya, Konya, İsparta illerini; İkin­ cisi Eskişehir ve Ankara'yı; sonuncusuy­ sa Mersin ve.Adana'yı kapsar. Yazarın ki­ taba girmemiş, gazete sayfalarında kal­ mış röportajları da, dönemin görünüşle­ rini gerçekçi bir anlatımla ortaya koyar; yönetimdeki bozuklukları sergiler; kalkın­ mada, eğitim ve öğretimin önemini vur­ gular. Ahmet Şerifin değerlendirmeleri­ ne, yönetimdeki ittihat ve Terakki’nin gö­ rüşleri egemendir. Bununla birlikte mah­ kemelerin işleyişindeki bozukluklar, rüş­ vet, eşrafın halk üzerindeki baskısı vb., sert bir biçimde eleştirilir. Yazar sağlık so­ runu, salgın hastalıklar, yol ağında eksik­ likler, orman yangınlarının nedenleri gibi sorunlar üzerinde de geniş biçimde dur­ muştur. Anadolu’da azınlıklar ve göçmen­ lerle halk arasında sürtüşmeleri, bu yüz­ den patlak veren olayları yan tutmadan anlatmıştır. A n a d o lu ’d a y e n i g ü n ->



YENİ G ÜN.



A N A D O L U F E N E R İ, İstanbul'un Bey­ koz ilçesi, merkez bucağına bağlı köy; 563 nüf. (1990). İstanbul boğazının Kara­ deniz’e açılan ağzının Anadolu yakasın­ da, Çakaldere ve Kapados koyları ara­ sındaki küçük bir yarımada üzerindedir. A N A D O L U H İS A R I, İstanbul’da semt; Boğaziçi’nin doğu yakasında, Beykoz ilçesindedir. Bizans döneminde adı Potamonion (tatlı su) idi. Adını, Yıldırım Bayezit'in yaptırdığı hisardan alır. A n a d o lu h is a rı, İstanbul Boğaziçi'nde hisar. Anadolu yakasında, boğazın en dar yerinde (780 m), Göksu deresinin deni­



ze döküldüğü yerdedir. Burasını Bayezit fin (Yıldırım), Bizans’ın deniz ulaşımını de­ netlemek için yaptırdığı bilinrrıektedir; an­ cak yapım tarihi tartışmalıdır. Âşıkpaşazade 1390-1391, Nişancı Mehmet Paşa ise 1395'te yapıldığını bildirir; 1399 kuşatma­ sından önce yapıldığı kesindir. Türk tarih­ çi Tursun Bey (XV. yy.) yapıya Yenihisar demiş, batılı kaynakların bunu Neo-Castrufn diye çevirmeleri, burada bir bizans kalesi olduğu sanısını uyandırmıştır. Ya­ pı Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar gibi adlarla anılır. Anadoluhisarı, İstanbul’un alınması ve Türkler'in Karadeniz çevresine egemen olmaların­ dan sonra önemini yitirmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde çevresi yerleşim ala­ nı olmuştur. Rumelihisarı yapılırken, bu­ rası da onarılmış, içine bir cami yapılmış­ tır. XVII. ve XVIII. yy.’larda, Kara Kazaklar'ın Boğaza uzanan akınlarında savun­ ma amacıyla kullanılmıştır. Asıl kale iç ka­ le duvarı, dış kale duvarı ve üç kuleden oluşan küçük, sağlam bir yapıdır. Yapı gereci olarak, duvarlarda taş ve tuğla, ku­ le içlerinde ahşap, asıl kale ile iç kale du­ varlarında ise, blok taşlar arasında tuğla dizileri kullanılmıştır. Dış kale duvarların­ da daha değişik bir işleyimle karşılaşıl­ maktadır. Burada yalnızca top deliklerinin üstündeki kemerler kesme taş ve tuğla di­ zilerinden, öteki bölümler büyük taşlar arasına yerleştirilmiş küçük taşlardan örül­ müştür.



573



A n a d o lu h is a rı, İstanbul'da spor kulübü. Anadoluhisarı semtinde kuruldu (1912). Forma renkleri; y.eşil-sarı. Futbolda İstan­ bul amatör küme grup birinciliğini ve İs­ tanbul şampiyonluğunu kazandı. a n a d o l u k a v a ğ i,



İstanbul'un Bey­ koz ilçesinde, Boğazin Anadolu yakası kıyısında bir yerleşme ve iskele.



A N A D O L U L U sıf. ve a. Anadolu halkın­ dan olan. A n a d o E u iu ia r b ö lü ğ ü







BÖLÜKÜ*



RU M İYA N .



A N A D R O M sıf. (yun. anadrome, yukarı çıkma'dan). Yumurtlamak için denizden ır­ maklara geçerek yukarılara çıkan balık­ lara denir. (Alabalıklar, mersinbalıkları, tirsibalıkları anadromdur.) [Karşt. KATADROM]



A N A D U T a. Daha çok sap yükleme ve harman aktarma işinde kullanılan, çatal­ ları aynı düzlemde olmayan, uzun saplı, tahta tarım aracı. (Andut, anaduz, anduz söyleyişleri de vardır.) Â N A D Y N A T A . Tar. coğ. Anadolu’da konak yeri; Peutinger levhalarına göre Nikomedeia (İzmit) ile Gangra (Çankırı) ara­ sında, Gangra'nın hemen batısındaydı. A N A D Y O M E N E (sudan çıkıyorum an­ lamına yun.anadyoma/'den). Yun. mit. Uranos un denize düşen kanından doğan Aphrodite'in takma adı. Praksiteles’in



Âftsdoluhta



İstanbul



A nadyom ene (Knidos Afrodili), Botticelli'nin, Raffaello' nun, İngres’in Atrodit'in sudan çıkışını gös­ teren yapıtları vardır.



574



A N A E R K İL sıf. Anaerkilliğe ilişkin olan.



bazı anahtarların şematik yapıları



t



le vye ii



m m



1|s



;



te ra zi iuşSu



i r ı



. . i



itmelü d ü ğ m e li ve kapanm a!;



tek kutuplu



i 8' 2? 38 ' Ilı



.sû



iki kutuplu



■I 84 §5 f i l



' n U !İ1 2îi 38 1



üç kutuplu



f İ t İ t tt (i



ıu Is rt



B tı İ t



A N A E R K İL L İK a. 1. Kadının üstün bir siyasal rol oynadığı toplumsal örgütlenme rejimi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ananın ağır bastığı ve otorite sahibi olduğu aile yaşa­ mı. — A n s İ k l . Anaerkiliiğin, anayanlı soyzincırine dayanan aile yaşamıyla uzun süre karıştırıldığı söylenebilir. Bununla birlikte, bazı toplumlarda kadın, kamusal yaşam­ da, görünüşte, erkeğinkinden üstün bir güce sahip gibi görünmektedir. Hindis­ tan’da Assam’da, hasi kadınları yüksek dinsel görevlere geçebilirler; ayrıca, taşı­ nır ve taşınmaz malların mülkiyetine sa­ hiptirler. En azından evliliğin başlangıcın­ da, çiftler karının bulunduğu yerde oturur­ lar. Siyasal iktidar, kadın soyundan dev­ ralınır, ama bu iktidarı, ancak erkekler kul­ lanabilir. Bundan başka erkeğin, zina ya­ pan karısını öldürme hakkı vardır. Ame­ rika’da iroquoislar’ın anaerkillik rejimine bağlı oldukları uzun süre ileri sürüldü. Bu toplulukta kadınlar dinsel törenleri yöne­ tirler ve başkanların seçimine katılırlar. Ama kendileri, siyasal iktidara sahip de­ ğillerdir. Puebloiar’da, kadınlar evin sahi­ bidirler, ama hiçbir siyasal güçleri yoktur. Gerçekten de kadın, anayanlı soyzincirine dayanan bazı toplumlarda temel bir rol oynayabilir. Bu toplumlarda, erkekle­ rin başlıca siyasal iktidarları kullanmala­ rına rağmen, akrabalık kadınlara dayanır; dayı, çok önemli bir rol oynar ve kız kar­ deşinin çocuklarını gözetir ve yetiştirir. Ko­ ca, her zaman kendi ailesinin yanında oturur ve karısına kısa ziyaretler yapar. Örneğin, erkeklik geleneğinin simgesi ; olan aile silahlan, dayıdan yeğene geçer. Adlar ve sanlar, ananın babasından to­ runa kalır. Kadınların en büyüğü, yalnız­ ca evin içinde olmak üzere çok önemli bir rol oynar ve öteki kadınları yönetip yiye­ cek maddelerinin gerektiği gibi kullanıl­ masını denetler. Siyasal işlerde kadınla­ ra sık sık danışılır, ama bu işlere doğru­ dan karışmalarına izin verilmez. Bu toplumların başka ayırt edici özellikleri de vardır: kadınların dili, erkeğinkinden fark­ lıdır, eşler birbirlerini çoğu kez gece bu­ luşmaları sırasında tanırlar (Tibet, Kafkas­ ya) ve baba çoğunlukla, çocuk doğuran karısının yerine kutlamaları ve yardımları kabul eder. Kimi zaman kocanın, karısı­ nın ailesi yanında yaşaması kabul edilir. Buna karşılık, bu toplumlarda, gizli erkek birlikleri, kimi zaman önemli bir yer tutar. A N A E R O B İ sıf. (fr. anaerobie). Bakteriyol 1. Serbest oksijen yokluğun­ da geiişebilen mikroorganizmalara denir. — 2. Havasız ortamda oluşabilen tepki­ melere dgnır. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Bakteriyol. Mayalanma ve ko­ kuşmaya yol açan anaerobi mikroorga­ nizmalar mantar, maya ya da bakteri ola­ bilir. Mayalanma ve kokuşma tepkimele­ rinde hidrojen verebilen bileşiğin hidroje­ ninin oksijen molekülünden başka bir alı­ cıya aktarılmasına da anaerobi denir. Glu­ koz yakımı gibi bazı tepkimeler, yeryüzün­ de birçok canlıda oluşan temel tepkime­ lerdendir Glukozun, iki molekül laktik asi­ de dönüştüğü anaerobi yıkımı sonucun­ da adenozintrifosfat (A.T.P.) molekülü olu­ şur, Sözkonusu molekül canlıda temel ya­ kıt enerjisi sayılır. Zorunlu anaerobi mik­ roorganizmalar sayıca azdır; canlı .hücre­ nin evriminde ilk bunların ortaya çıktığı ke­ sinlikle söylenebilir. Bunların bazıları has­ talık yapıcıdır. Örneğin Clostridium welchii gibi bir toprak bakterisi, mikrop bu­ laşmış yarada gazlı kangrene, Cl. botulinum gibi bir bakteri botülizme neden olur. Anaerobi bakterilerin büyük kısmı, insan sindirim sisteminin normal florasını oluş­ turur Ot yiyen hayvanların işkembe ve börkeneğinde yerleşen anaerobi mikro­ organizmalar, temel sindirim işlevim ger­ çekleştirirler. Sözkonusu mikroorganizma­



lar bulunmadığı durumda, bu hayvanla­ ra enerjinin büyük kısmını sağlayan selü­ lozun-parçalanması gerçekleşemez, iş­ kembede bir mm3’te 50-1 00 milyon mik­ roorganizma bulunduğu sanılmaktadır. Glukozun etil alkole dönüşmesini sağla­ yan alkol mayalanmasında da, anaerobi, mantarlar ve mayalar tarafından gerçek­ leştirilir. Metan üretimi (biyometan) amacıyla, kirli suların arıtılması ve organik artıkların kullanılması, yakıt enerjisi üretiminde ana­ erobi mikroorganizmalardan yararlanma­ nın özgül örnekleridir'. Ağzı sıkıca kapalı (havasız) basınçlı basit kaplardan önce bir grup anaerobi bakteriden yararlanıla­ rak organik hammaddelerden- (hayvan gübresi, çalı çırpı, çöp, fabrika artığı, ça­ murlar) uçucg yağ asitleri (asetik, propiyonik ve butirik asitler) oluşturulur. Sonra bu asitler, metan bakterilerince parçalanarak metana ve karbon dioksıde dönüştürülür. Zorunlu anaerobi bakterileri olan metan bakterileri nispeten yavaş üreyen ve her türlü sıcaklık değişimlerine .duyarlı olan bakterilerdir. Yukarıda anlatılan mayalan­ ma işlemleri, petrol yerine kullanılabilme­ leri bakımından, enerji üretiminde küçüm­ senmeyecek bir rol oynamaya adaydır. Çin'de bu amaçla yaklaşık 6-7 milyon ba­ sınçlı kap kullanılmakta ve yılda 100 mil­ yon tona yakın petrole eşdeğer enerji el­ de edilmektedir. ABD’nin Oklahoma eya­ letinde bulunan dev bir basınçlı kap, gün­ de 2 00 ton hayvansal dışkı kullanarak, Chicago kentine günde 25 000 m3 biyo­ metan sağlamaktadır. A N A E R O B İY O Z a. (fr. anaerobiose). Bakteriyoi. Oksijen olmadığı zaman da metabolizma yapabilen, (seçmeli anaerobiyoz) ya da oksijen olduğu zaman hiç metabolizma yapamayan (zorunlu anaerobiyoz) mikroorganizmaların yaşam bi­ çimi. Â N Â F çoğl. a. (ar. eh/'in çoğl. anaf). Esk. Burunlar ANAFARTALAR -



B Ü Y Ü K * 'A N AF A R ­



TA. K Ü Ç Ü K * A N A FA R TA .



A n a fa r ta la r k u m a n d a n ı M u s ta fa K e m a l’le m ü la k a t, Atatürk’ün Çanak­ kale savaşı yla ilgili, olarak Ruşen Eşref Ünaydın’a anlattıklarını derleyen röportaj (1918). Yeni mecmua’nın Çanakkale özel sayısında yayımlandıktan sonra 1930’da kitap haline getirildi. Mustafa Kemal’in ya­ şamıyla ilgili ayrıntılar da ilk kez bu röpor­ tajla kamuoyuna yansıdı. M. Kemal XIX. Fırka komutanı olarak Seddülbahır ve Morto limanına kadar olan bölgenin sa­ vunulmasıyla görevlendirilmişti-, itilaf ge­ mileri 25 nisan 1915 ’te Ârıbgrnu ve Seddülbahir’e asker çıkardılar. M. Kemal, Conkbayırı’na ilerleyen İngiliz kuvvetleri karşısında geri çekilen bir türk bölüğünü, “ Cephaneniz yoksa, süngühüz var" di­ ye hücuma geçirerek, Kocaçımen’ın düş­ man eline geçmesini önledi 8 mayısta Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak “ Si­ ze ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi em­ rediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimize başka kuvvetler geçebilir." dedi. Anafartalar grubu komu­ tanlığına getirildikten sonra, 10 ağustos­ ta, düşmanın Conkbayıri’na açtığı topçu ateşi sırasında M. Kemal’e çarpan miske­ tin, sağ cebindeki saati parçalaması, onu ölümden kurtardı. R. E. binaydın, M. Ke­ mal’in anılarını Beşiktaş'ta Akaretler yo­ kuşundaki evinde saptarken sadelik için­ deki günlük yaşamını, okuduğu kitapları (Balzac ve Maupassantin frânsızca yapıt­ ları, vb.) da konu edinir. M. Kemal, türk kamuoyuna, geniş ölçüde, ilk kez bu rö­ portajla tanıtıldı. A n a fa r ta la r s a v a ş ı, Çanakkale savaşı’nin bir bölümü, inğilizlef, Gelibolu ya­ rımadasının kilit noktası olan Kocaçimen tepesine yönelttikleri saldırıları kolaylaştır­ mak ve türk kuvvetlerim kuzeyden kuşat­ mak amacıyia, 6-7 ağustos 1915 gecesi, Suvla limanı kıyısına bir çıkarma yaptılar.



Karaya çıkan İngiliz kuvvetleri 8 ağustos akşamına kadar Tuzla gölünün iki yanın­ da kaldı. Bu arada türk kuvvetlerinin, 8 ağustos günü yapılması kararlaştırılan ta­ arruzunu 9 ağustosa erteleyen Fevzi Bey in (Çakmak) yerine Mustafa Kemal Bey (Atatürk), Anafartalar grubu komu­ tanlığına atandı. 9 ağustos günü iki taraf da karşılıklı taarruza geçti. Küçük Anafarta yönünde ilerleyen XII. türk tümeni, ingilizler’i püskürttü; Büyük Anafarta yönün­ de ilerleyen VII. türk tümeniyse, Damakçılık bayırında karşılaştığı tahkimli mevzi­ in karşısında kaldı. Tuzla gölü bölgesine çekilen ingilizler’in 13 ağustosta Küçük Anafarta yönündeki taarruzu da başarılı olamadı. Ingilizler, 21 ağustos sabahı, bu kez takviye edilmiş olarak Anafartalar cephesinde yeni bir taarruza giriştilerse de püskürtüldüler. Bundan sonra siper savaşına dönüşen çarpışmalar, Ingilizler’ in 19-20 aralık 1915 gecesi Anafartalar cephesini boşaltmalarıyla son buldu. A N A F A Z a. (fr. anaphase; yun. ana. yu­ karı. öte, ve phasis. görünür kılmak tan). Biyol. Mitozun üçüncü evresi. (Santromerlerln bölünmesiyle ve her kromozom iki kromatide ayrılarak kromatitlerden her bi­ rinin bir akromatik iğ ipliği kutbuna doğ­ ru çekilmesiyle belirgindir.) A N Â F E T a (ar. ’ anafet). Esk. Sertlik, ka­ balık. şiddet. A N A F İL A K S İ a. (fr. anaphylaxie, yun. ana,-den uzak, -den öte, ve phylassein, korumak, phylaksis, koruma, ya da phylaktikos, koruma erdemi olan’dan). Vücuduna bir maddenin girmesiyle o maddeye karşı duyarlı duruma gelen bir canlının, ufak dozda bile olsa aynı mad­ deyle yeniden karşılaştığında aşırı tepki göstermesi. || Anafilaksi durumu, anafilaksi şokuna neden olan duyarlık durumu. (Hayvan ya da insan, vücudunda bir an­ tikor oluşumuna yol açan bir antijenle du­ yarlı duruma gelir. Antijenin vücuda her yeniden' girişinde, antijenle antikor arasın­ daki çatışma bir anafilaksi şoku doğurur.) || Anafilaksi şoku, genellikle damar yoluyla verilen bir maddenin, o maddeye duyar­ lı insan ya da hayvanda neden olduğu şiddetli belirtilerin tümü. — A N S İK L. 1902 yılında Richet ve Portier. belirli bir proteinle önceden aşılanarak ha­ zırlanmış bir hayvanın, daha sonra aynı proteinle tekrar aşılandığında duyarlık gösterdiğini ortaya koydular. Bir köpeğe denizşakayığı dokunaçlarının özütünden (aktino-konjestin) 0,10 cm 3 şırınga edilir­ se hiçbir tepki görülmez; ama. üç hafta sonra aynı dozda ya da hatta ondan 20 kat daha zayıf dozda ikinci bir şırınga ya­ pılırsa. köpekte şiddetli şok belirtileri or­ taya çıkar ve hayvanı hızla ölüme götü­ rür. Bu olay, bağışıklık hakkında o zama­ na kadar kabul edilen görüşlere aykırıy­ dı. Deney köpeği, üç hafta önce aldığı ilk dozla bağışıklık kazanacak yerde, tersi­ ne, duyarlı hale gelmişti. Richet ve Porti­ er bu olaya “ anafilaksi" (korumaya aykı­ rı) adını verdiler. Çeşitli maddeler, canlida duyarlık ya­ ratabilir. Duyarlık kazanma tümüyle özgül bir olaydır. Her hayvan türü kendine öz­ gü biçimde tepki gösterir. Anafilaksinin derecesi, antijenle karşılaştıktan sonra or­ ganizmada oluşan antikorlara bağlıdır. Antijen ve antikorun ortaya çıkmasını sağ­ layan ikinci şırıngayı izleyen anafilaksi şo­ ku, antijen-antikor tepkimesinin sonucu­ dur. insan da. tıpkı hayvan gibi aynı mad­ deyle (örneğin at seromu) bir ya da bir­ kaç kez karşılaşarak duyarlık kazanırsa, sonuçta anafilaksi şokuna girebilir, insan­ da anafilaksi şoku, atardamar basıncın­ da düşme, bilinç kaybı, deri döküntüleri ve nefes darlığıyla kendini gösterir. A N A F İL A K T O İT sıf. (fr. anaphyiactoide'öen). Bağışıkbil. Anafilaksi ile ilgili ol­ sun olmasın anafilaksi şokuna benzeyen. A N A F İL A T O K S İN a. (fr. anaphylatox-



şebeke



manyetik halka (demir



düğme üçe bölünmüş tem as laması bağlan­ mış iki yan kol çember yayı yapısın­ da merkezi kol; merkezi kol üzerindeki bir basınç, kolun eğriliğini aniden de­ ğiştirerek serbest olan ucu kaldırır.



daim i mıknatıs



sızdırmaz kutu



otopnömatik anahtar (orta gerilim)



1 ve 2: b irincil sargılar 3: ikincil sargı Devredeki bir akım kaçağı, iki birincil sargı akım­ ları arasında ortaya çıkan bir yeğinlik farkıyla ken­ dini gösterir. Bu fark, manyetik halkada, ikincil sargının almaşık akıma dönüştürdüğü bir manye­ tik alan yaratır. Yeterli o lur olm az, bu akımın gen­ liği daim i mıknatısın çekim kuvvetini azaltır, bu da açılma mekanizmasına etkiyen paletin ayrılmasına neden olur.



(ark anahtarı ine). Bağışıkbil. Komplemanın anafilaksi tipinde tepkimelere yol açan bölümü. (Eşanl. APO TO KSİN.) AN A FO R a.(yun. anaphora. kaldırmak' tan). 1. Hava, su, vb. bir kütlenin, döne­ rek yer değiştirme hareketi; bu biçimde yer değiştiren kütle; çevrintı; Su burada bir anafor yapıyor. Anafora kapılmak Kum, toz, duman, anaforu —2. Ed. in­ sanı karşı konulmaz biçimde sürükleyen götüren şey: Tartışmaların anaforu içinde temel noktalan gözden kaçırmak. —3. Arg. Emek vermeden elde edilen; kendi­ liğinden gelen şey: Anafora konmak. Bu anaforlardan bize bir şey düşmedi. Ana for mu aranıyorsun? —4. Bir şeyi anafo­ ra kaptırmak, o şeyi elinden kaçırmak. || Anafordan, çalıp çırparak ya da emeksiz­ ce: Anafordan gelmek. Anafordan kazan-, mak. A N A FO R A a. (yun. anaphora). Ed. -> Ö N Y İN ELE M



A N A FO R C U sıf. ve a. Arg. Çalan, aşı­ ran; başkalarından geçinen, beleşçi kim­ se için söylenir: Anaforculara zırnık ver­ mem. A N A FO R C U LU K a Arg. Anaforcu ol­ ma durumu; bu durumdaki kimsenin ni­ teliği: işi gücü anaforculuk. Arkadaşları onun anaforculuğundan bıkmıştı. A N A FO R E Z a. (fr. anaphorese; yun. anaphoreın, yükseltmek'ten). Fizs. kim. Katı asıltıdaki kolloit parçacıkların, elektrik alanı etkisiyle anota doğru yer değiştirme­ si. A N A FO R LA M A K g. f. Arg. Bir şeyi anaforlamak, onu, emek vermeden elde etmek, çalmak, aşırmak. A N A G LİF a. (fr. anaglyphe). Arkeol. Oy­ malı bir eser ya da kabartma heykellerle bezeli vazo. —ANSİKL. Champollion’un hiyeroglifin okunuşunu çözmesinden önce, anaglif terimi, alçak kabartma ya da hiyeroglif ya­ zıları gibi şekille betimlemeler için kulla­ nılırdı. Günümüzdeyse, özellikle frizler üzerindeki süsleme yazıtlar için kullanılır. Buralarda hiyeroglif işaretleri, yazıtın okunması için geçerli olan fonetik anlam­ larını korumaları yanında yazıtla ilgisiz bir temayı çağrıştırabilecek biçimde de dü­ zenlenmiş olabilirler. A N A G L İP T İK sıf. (fr. anaglyptique). Braille yazısının körler için hazırlanan ka­ bartmalı bir baskı biçimi ♦ a. Anagliptik baskı biçimi. —ANSİKL. Anagliptikyazı’üa kalın bir kâ­ ğıt yaprak kullanılır. Bu kâğıt, tabanı ka-



yol sonu anahtan



kapama



bartma çizgili madeni bir levha olan ha­ reketli bir çerçeve içine yerleştirilir. Kör, bir çelik kalemle.sağdan sola doğru ya­ zar; yazısını bitirince kâğıdı çerçeveden çıkarır, ters çevirir ve bu kez kalemiyle çiz­ diği noktalan soldan sağa doğru-okur. As­ lında bir kalıp çıkarma işi olan anagliptik baskı'da 1889'da dökümcü Peignot tara­ fından bulunan matris harfler kullanıldı. Şekiller için kullanılan klişelerse çinko­ dandır; bunun üzerindeki kabartma çiz­ giler kalıp ya da gravür yoluyla elde edi­ lir. Yeni bir yöntem daha vardır: buna gö­ re, kurumamış mürekkep üzerine reçine serpilir ve basılı bölümler bir kızılötesi ışık kaynağı altından geçirilerek "okum a"ya yeterli bir kabartma elde edilir. . A N A G N İ, İtalya’da kent, Lazio'da, Frosinane’nin K.-B.'sında; 16 000 nüf. Ro­ man üslubunda katedral. XII., XIII. ve XIV. yy.’lardan kalma evler ve saraylar. Elek­ tronik taşıt lastiği yapımı. —Papa Bonifacius VIII Anagni'de doğdu ve 1303'te, Güzel Philippe'ın elçileri Nogaret ve Sciarra Colonna tarafından burada aşağılan­ dı ve tutuklandı. A N A G O G E . Antik. Proserpina, Apollon ve Eryks dağındaki Venüs'e tapanların, tanrının tapınak dışına çıkacağı varsayı­ mıyla yaptıkları tören. A N A G R A M a. (fr. anagramme; yun. anagramma, harfleri altüst etme'den). Bir sözcükteki harflerin yerini değiştirerek oluşturulan sözcük. (Hayır sözcüğünün anagramı hıyar, arpa sözcüğünün anagramı para dır.) Esk. Kalb*. —A nsikl. Sözcükleri anagramlarıyla bir­ likte kullanarak şiirde cinas* sanatı yapı­ lır. Muallim Naci'nin "Tahlisine yok mu bir duacı / Caniler içinde kaldı N aci" beytin­ de "N aci" özel adı ile anagramı olan “ katil" anlamındaki "can i" sözcüğü bir arada kullanılmıştır. Bu söz sanatı bir di­ zenin bütün harfleri tersinden sıralanarak da uygulanır: “ İP NİYE KOPMAZ/ZAMPOK EYİN Pil" (Orhon Murat Arıburnu). A N A H A T sıf. Dy. Anahat demiryolu, ya­ kın kentleri birbirine bağlayan şehirlera­ rası demiryolu (XX. yy.’ın ilk yarısında Ku­ zey Amerika'da yaygın olan bu demiryol­ ları banliyö hattına dönüştürülen birkaçı dışında ortadan kalkmıştır.) A N A H E İM , ABD'de (Kaliforniya) kent, Los Angelesın G.-D.'sunda; 233 500 nüf. (1984). Turunçgiller. Disneyland eğlence parkı. A N A H İT A ya da A N A İT İS (Lekesiz, saf), eski pers dininde Aşk ve Bereket tan­ rıçası Eski Doğu dinlerinin hepsinde rast­ lanan Büyük Tanrıça'nin aldığı biçimler­ den biriydi. Artakserkses II, Sus, Akbatana ve Babil'de Anahita için birçok tapınak yaptırdı. Anahita’nın ayini Mithra'nınkiyle bir arada yapılıyordu. Yunanlılar, onu Kybele ve Aphrodite ile özdeşleştirdiler.



A, iletkenler B, sabit temas elemanı C, devinim li temas elemanı D, oynak yalıtkan E, özsıkıştırma düzeneği F, mekanizma



manyetik üflemeli anahtar (yüksek gerilim) üfleme plakası



üfleme rampası manyetik devre



yardımcı bıçak



i



ana bıçak



A N A H TA R a. (yun. anikhtiri'den). 1. Bir ucunda kilidin dilini oynatmaya yarayan dış ya da kertik, öteki ucunda hareket et­ tirilmesini sağlayan bir halka ya da bir baş bulunan, yassı ya da yuvarlak metal araç. (Eşanl. A Ç K I.) [Bk. ansikl. böl. Süslem. sant.] —2. Yaylı, zemberekli düzenekleri kurmaya, çalıştırmaya yarayan araç: Ge­ ce bekçisi anahtarlarını kaybedince saat­ ler durdu. —3. Bir yerin girişine egemen olan yer, bölge: Rusya için boğazlar ta­ rih boyunca Akdeniz'in anahtarı oldu. —4. Bir şeyi ele geçirmeyi sağlayan şey: Mutluluğun anahtarını bulmak. Çalışmak başarının anahtarıdır, iktidarın anahtarı küçük partilerin eline geçti. —5. Bir şeyi çözmeyi, anlamayı sağlayan şey: Bu ipu­ cunu, katili bulmada bir anahtar olarak kullanabilirsin. Cevap anahtarı. —6. Anahtar deliği, bir kapama açma düze­ neğinde anahtarın içine girdiği boşluk. ||’ (Kilide) anahtar uydurmak, kendi anahtarı yerine başka bir anahtar kullanarak kilidi açmak. | Anahtarı beline takmak, evin yö­ netimini ele alıp bağımsızca yürütmek. || Anahtarı kapının üstünde bırakmak, anahtarı kilidin içinde bırakmak. || Bir ken­ tin anahtarları, eskiden bir kentin kapıla­ rını açıp kapamaya yarayan ve bu kent üzerindeki egemenliği simgeleyen anah­ tarlar. (Kent anahtarı, günümüzde dost­ luk belirtisi olarak simgesel bir değer ta­ şır.) —Ask. Gizli yazışmada, şifreleme ve şif­ re çözme işlemleri için gerekli, sözlü ya da yazılı olarak kabul edilmiş kural (ya da kurallar bütünü). j| Şifre anahtarı, kodlan­ mış gizli bir haberin, alan merkez tarafın­ dan çözülebilmesini sağlayan anlaşma yöntemi. (Şifre anahtarı yalnızca şifre su-



ana temas elemanları



zamanlama iğneleri



_



kaldırma rampası



ndırme rampası kumanda levyesinin çalışması temas mekanizmasının çalışması



kumanda levyesi



t açılma



kapanma



dişi ucu şebekeye bağlayan kablo



iç sıra: kapama iğnelerinin delikleri dış sıra: açma ^ iğnelerinin delikleri



zamanlama iğnesi zamanlama yayı şebekeden yalıtılmış dişi uç



günlük programlı, zamanlamak anahtar



sol anahtarı



fa anahtarı



mekanik işlemlerde kullanılan değişik anahtar tipleri



sürükleme motoru



bay ya da assubayı ile belirlenm iş perso­ nelin girebileceği odalardaki kasalarda korum a altında tutulur.) — Bayınd. Farklı yükseklikte kirişlerden oluşan bir köprüde bir açıklığın orta bö­ lümü. |; Anahtar kesiti, bir kemer barajda, yapının vadi ekseninin düşey düzlem ine rastlayan kesiti. — Bilş. Arama anahtarı, bir fişliğin her bö­ lüm ünün belirli öğeleriyle sistemli bir kar­ şılaştırma yapm aya yarayan özel veri: karşılaştırma işlemi, anahtarla özdeş öğe­ nin yer aldığı bölüm bulununcaya değin sürdürülür. |j Denetim anahtarı, ele alınan sayıda ya da alfasayısal dizide bilgi faz­ lalığı yaratarak bir yanlışlığın varlığını sap­ tam aya yarayan sayı ya da karakter; söz­ konusu sayıya ya da diziye basit bir ba­ ğıntıyla bağlıdır. |j Erişim anahtarı, bilgi­ sayarın bir programını ya da verilerim kul­ lanmaya, bir hizm etinden yararlanm aya ya da yardımcı bir bellekte depolanm ış bir veri kümesine başvurmaya olanak ve­ ren ve bireysel kod görevi yapan karak­ ter dizisi, lı Koruma anahtarı, bir korum a sistem inde ana belleğin bir sayfasına ek­ lenmiş birkaç bitlik bilgi. (Sayfalar bu anah­



tarla. program larsa, birer erişim anahta­ rıyla donatılmıştır; korum a anahtarıyla eri­ şim anahtarı çakışm adığından, herhangi bir program belleğin bu bölüm üne yazı­ lamaz. dolayısıyla onu bozamaz.) — Biyol. Dikotomik anahtar, komşu iki tür ya da grubu birbirinden ayıran özellikten yararlanılarak yapılan ayrımsal tanım la­ ma. ("F lo ra ” ve "fa u n a ” adı verilen ya­ pıtlar bir dikotom ik anahtarlar dizisinden geçerek aranılan türün adına doğ ru iler­ leyen bir yol gösterirler.) — Cez. huk. Anahtar taklidi, Türk Cez. k.'na göre, hırsızlık suçunu işlemek ya da çalınmış eşyayı başka yere kaldırmak için taklit anahtar ya da başka aletler kullana­ rak ya da sahibinin bıraktığı ya da kay­ bettiği anahtarı elde ederek ya da haksız yere elde bulundurulan asıl anahtarla ki­ lit açm a (md. 493). [Ceza yasası, hırsızlık suçunun anahtar taklidi yoluyla işlenme­ sini ağırlatıcı bir neden saymıştır. Yasa, basit hırsızlık için altı ayla üç yıl arasında değişen bir hapis cezası ö ng ördüğü hal­ de anahtar taklidi yoluyla işlenen hırsızlık suçu için üç yılla sekiz yıl arasında d eğ i­ şen bir hapis cezası öngörm üştür.] — Dy. Bern anahtarı, kare biçim inde, er­ kek ve dişi çubuklardan oluşan anahtar. (10 mayıs 1886 da yapılan Bern konferansı yla kullanılması zorunlu kılındı. Yolcu vagonlarının çeşitli aksesuarlarını [kilitler, kuşetler. ısıtma vb.] açıp kapam aya ya­ rar.) — Dilbil. Bir çin harfinin sol tarafına yer­ leştirilen. genellikle ilk anlamını kaybetmiş olan ve harfi belirli bir kategoriye yerleş­ tirmeye yarayan yazımsal öğe. Sayısı ge­ leneksel olarak 214 olan anahtarlar, ken­ dilerini oluşturan çizgilerin sayısına göre sınıflandırılmıştır; bu anahtarlar sayesin­ de sözlüklerde istenilen harf bulunabilir. — Elekt. Yaylı anahtar, elektrikli bir aygı­ tın elle çalıştırılan ve geriçekm e yayı b u ­ lunan kum anda düzeneği. — Bu düzene­ ğin m ekanik olarak kum anda ettiği kontaktör, kesici ya da kom ütatör. — Elektron. Yumuşak lamalı anahtar, bir am pule yerleştirilerek m ühürlenen ve m anyetom ekanik ilkeyle çalışan zayıf akım anahtarı; am pulün yansız atm osfe­ rinden kaynaklanan ço k yüksek g üvenir­ liği nedeniyle elektronikte, bilgisayarlarda ve telefon santrallarında kullanılır. —Elektrotekn. Bir devrede, olağan çalış­ ma koşullarında ve özel hallerde olası aşı­ rı yükler oluştuğunda, akımın geçm esine izin verecek, geçen akıma dayanabilecek ve gereğinde akımı kesebilecek mekanik bağlantı aygıtı; anahtar, aynı zamanda, belirli bir süre boyunca devreden olağan­ dışı koşullarda g eçebilecek akım lara da (kısa devre) dayanabilm elidir. (Bk. ansikl. böl.) || Çokkutuplu anahtar, elektriksel ola­ rak yalıtılmış, ancak eşzamanlı çalışabil­ melerini sağlayacak biçim de mekanik olarak birbirine bağlanm ış birçok kutup içeren anahtar (iki, üç ya da daha çok ku­ tuplu olabilir). || Özbeslemeli anahtar, bir



otom atik kontaktörü çalıştıran vurum ke­ silse bile onu çalışır durum da tutm aya ya­ rayan düzenek. j| Şamandıralı anahtar, yüzen bir şamandıra belirli bir düzeye gel­ diğinde, kontak elemanları harekete ge­ çen anahtar. || Yol sonu anahtarı, devinen bir cismin, olağan yolunun sonunda dur­ masını sağlayan konum anahtarı. || Za­ manlamak anahtar, kontakları bir saat ta­ rafından harekete geçirilen anahtar. — Haritc. Renk anahtarı, lejandda yer alan renk ya da kalıp örneği. —İşi. ikt. Anahtar teslimi, bir işletmenin ya da bir sanayi kom pleksinin tasarlanması, gerçekleştirilmesi, hatta hizmete sokulma­ sı işinin tek bir işletme ya d a işletmeler grubunca üstlenildiği bir sözleşmeyi nite­ lendirm ekte kullanılan deyim . || Anahtar teslimi satış, bir evin, dairenin, arabanın, fabrikanın tüm üyle yapılıp bitirilerek kul­ lanılm aya hazır bir duru m d a satılışı. — Kur. tar. Anahtar ağası, osmanlı sara­ yında H asoda'nın altı büyük ağasının so­ nuncusu. "M ifta h gulam ı” da denirdi. Hasodalıların disiplininden sorum luydu. Anahtar ağalığı 1833’te kaldırıldı. — Mad. oc. Sıkıştırma anahtarı, tahkim at cıvatasının vidalı bölüm üne som un bağ ­ lam ada kullanılan alet. — Mak. san. Somun ya da vidaları sıkma­ ya ve gevşetm eye, bir mekanizmanın ya­ yını. bir m üzik aletinin tellerini v b .’ ni ger­ m eye ya da gevşetm eye yarayan çeşitli biçim lerde (kovanlı, delikli, dirsekli, tırnaklı vb.) aletlere verilen ad. || Dinamometrik anahtar -* DİNAMOMETRİK. j| Ingiliz anah­ tarı, ağız açıklığı bir dişlinin devinimiyle ayarlanabilen anahtar. — M arangl. Anahtar ağzı, aşınmayı önle­ mek, dekoratif bir görünüm kazandırmak için anahtar deliklerinin üstüne takılan ya da içine yerleştirilen metal ya da ağaç parça. || Testere gergi anahtarı, testere­ nin gergisini bükerek germ eyi sağlayan, sert ahşaptan küçük lama. — Müz. Portenin başına konan ve nota­ ların hem adını, hem de m üzik ıskalasın-' daki kesin yerini belirleyen işaret. (Ü ç tür anahtar vardır: fa anahtarı, sol anahtarı ve do anahtarı. Her biri, başladığı çizginin üzerindeki notaya kendi adını verir. Ö bür notalar, anahtarla aynı adı taşıyan bu no­ taya göre adlandırılır. Günüm üzde en çok kullanılanlar, alttan ikinci çizgiden başla­ yan sol, d ördüncü çizgiden başlayan fa, üçüncü ve d örd ü n cü çizgilerden başla­ yan do anahtarlarıdır.) || Üflemeli çalgılar­ da, delikleri açıp kapamayı, dolayısıyla tit­ reşen hava sütununun uzunlüğunu değiş­ tirmeyi sağlayan m ekanizm a. || Akort anahtarı, bir ucu çalgının burgularını kav­ rayacak biçim de o yuk olan, bir ucu elle tutulan araç. (Burgunun döndürülm esini, böylece çalgının akortlanmasını sağlar.) —Saatç. Kurma anahtarı, saat ayar anah­ tarı. bu işlevleri gerçekleştirmeye yarayan ç o k ince dişli bir çarkla donanm ış mil. —Sey. oy. Anahtar vermek, tuluat tiyat­ rosunda, karşıdaki oyuncunun nükte yap­ masına olanak sağlayacak söz ya da cüm le söylemek. (Dişi konuşmak, açmaz vermek de denir.) —Su işler. Tevkif vanası anahtarı, kare ke­ siti' bir oyuğu bulunan bir çubukla, devin­ gen bir traversten oluşan anahtar. (Tev­ kif vanası anahtarı yangın m usluklarında kullanılır.) —Tar. Altın anahtarlı soylular, im parator­ luk sarayında ve germ en hüküm darları­ nın saraylarında, bellerinde taşıdıkları bir altın anahtar sayesinde diledikleri zaman hüküm darın odasına girebilen m abeyin­ cilere verilen ad. —Telekom. Elle kum anda edilen ve yay­ la çalışan, çoklu anahtarlam a düzeneği; özellikle otom atik olm ayan komütatörlerde tekkordonlu ya da çiftkordonlu seyyar kabloların yerine kullanılır. ♦ sıf. Kendisine başka öğelerin bağ ­ lı olduğu, onların temelini oluşturan şey, kimse için kullanılır: Anahtar sözcük. Ola­



yın anahtar kişisi.



anakardium —Bilş. ve Belgi. Anahtar sözcük, bir tab­ loda adlar dizininden bir tanesinin'tanınmasını sağlayan, bir içerikle bağdaştırıl­ mış sözcük. —Bir programlama dilinde derleyici için özel bir anlamı olan ve programlayıcı tarafından başka bir anlamda kullanılamayan sözcük. —Otomatik bel­ gelemede olduğu gibi, bir fişlikteki öğeyi dizinlemek ve fişlikle ilgili soruları düzen­ lemek amacıyla doğal bir dilden alınan ya da thesaurus'tan seçilen sözcük ya da deyim. (Bk. ansikl. böl.) —ikt Anahtar endüstriler, etkinliklerinin durması ya da azalması bütün sanayi kol­ larını ve ekonomiyi olumsuz biçimde et­ kileyen temel endüstriler. —Parac. Anahtar döviz, uluslararası iliş­ kilerde serbestçe alınıp satılabilen ve en fazla değer verilen paralara anında tah­ vil edilebilen para (Anahtar dövizler, kambiyo piyasalarında en fazla değer ve­ rilen paralardır: örn. alman markı, İsviçre frankı.) —Yerbıl. Anahtar düzey, sağlıklı bir kro­ nolojik saptama yapmayı sağlayan kat­ man katı. || Anahtar katman, yaşı belirlen­ miş, iyi tanınan ve örnek olarak yararla­ nılan katman. || Anahtar mineral, belirgin termodinamik koşulların göstergesi olan mineral. || Anahtar yatak, litolojik bir dizi­ de çok ince ve belirgin yatak ya da dü­ zey. — A N S İK L. Bilş. ve Belgi. Anahtar sözcük, bir belgenin içeriğini tanımlayarak, bu bel­ genin otomatikleştirilmiş, elle kullanılan bir fişlik içinden bulunmasını sağlar. Konu sözcüğü kavramı bir kitaplığın elle kulla­ nılan fişliğine, “ anahtar sözcük" kavra­ mıysa, özellikle veri tabanlarına uygula­ nır. Özellikle konu ya da coğrafi konum­ la ilgili olabilen anahtar sözcükler, birta­ kım sözcüklerin başka sözcüklere bağlı olarak tanımlandığı ağaç yapısındaki bir hiyerarşiye göre thesaurus'un sürekliliği­ ne katkıda bulunur. Veri tabanlarına eri­ şim anahtarım veren de anahtar sözcük­ tür. —Elektrotekn. Bir anahtar, yük altındaki bir devrenin isteğe bağlı olarak açılması­ nı ya da kapanmasını sağlar. Arıza duru­ munda akımların kesilmesi dışında, anah­ tarın disjonktörle aynı işlevi olduğu söy­ lenebilir. Bir anahtar, özellikle kısa devre oluştuğunda kapanabılmelidir; bu işlem yeterli enerjiyle ani kapanmalı bir kuman­ da gerektirir. Bir anahtarda, biri devinimli öteki sabit, farklı yapılarda (örneğin bı­ çaklı ve çeneli, tırnaklı) iki kontak elema­ nı vardır. Anahtarlar, genellikle alçak ve orta gerilimli elektrik şebekelerinde kulla­ nılır. Orta gerilimli şebekelerde kullanılan anahtarlar arasında, disjonktörlerde oldu­ ğu gibi, manyetik üflemeli ve boşluklu pnömatik aygıtlar sayılabilir. —Süslem. sant. Eski Yunanlılar, anahta­ rın Sisamlı Theodoros tarafından icat edil­ diğini ileri sürüyorlardı, ilk kullanılışının Homeros çağına kadar uzandığı sanıl­ maktadır. Romalılar, anahtarı yaygın bir biçimde kullanmaktaydılar. Anahtar genellikle çelikten yapılır. Ge­ leneksel anahtar tipi dört bölümden olu­ şur: halka, boyun ya da taban, gövde ve diş. Gövde ve diş kilit içinde kaybolan kı­ sımlar olmakla birlikte, yine de bu kısım­ ların bazen ajurlu ve hatta kalem işi oy­ malı süsler taşıdığı görülür. Fakat, sanat­ çılar hünerlerini özellikle anahtarın mey­ danda kalan kısımları, yanı boyun ve hal­ ka üzerinde sergilerlerdi. A N A H T A R C I a. 1. Anahtar yapım ve satım işiyle uğraşan kimse. —2. Arg Anahtar uydurarak kapı, kasa açmakta usta hırsız. A N A H TA R C ILIK a. Anahtarcının uğraA N A H TA R LA M A a. Telekom. Trafik akışı için gerekli zaman boyunca, iletim yolları ya da giren telekomünikasyon dev­ releriyle çıkan devreler, yani yollar arasın­ da aktarım olanaklarını ya da bireysel bağlantıları istek üzerine kurma. (Eşanl.



k o m ü t a s y o n .) [Bk. ansikl. böl.] || Devre anahtarlama ya da yol anahtar!ama, iki ya da daha çok terminal arasında, isteğe bağlı olarak, bağlantı zincirinin kişiye özel ama geçici kullanımını sağlayan anahtar­ lama. (iki taraftan biri hattı serbest bırakıncaya değin sürer.) || Geçici anahtarla­ ma, geçici çoğullamalı iletim yolları ara­ sında oluşturulan bağlama; bu işlemle gi­ riş yolu son çıkış yoluna, ayrılan süre bo­ yunca, dönemsel olarak bağlanır. || Me­ saj anahtarlama, bir telekomünikasyon şebekesinin iki noktası arasında bilgilerin aktarımı ve gönderimi: işlemde mesajlar tümüyle bir transit merkezine alınır, gere­ kirse bir belleğe kaydedilir ve sonra ye­ niden yayınlanır. || Paket anahtarlama, ve­ rileri, adresle donatılmış dilimlere,yani pa­ ketlere böldükten sonra, bir telekomüni­ kasyon şebekesinin iki noktası arasında bu paketlerin aktarımı ve gönderimi; yol her paketin iletimi için gerekli süre boyun­ ca kullanılır, sonra diğer paketlerin ileti­ mi için serbest bırakılır. (Paketler, şebe­ kenin gereksinimlerine göre saptanan ku­ rallara uygun olarak oluşturulur ve yerleş­ tirilir; bu bakımdan, göndericinin kendi gereksinmelerine göre oluşturduğu me­ sajlardan farklıdır.) || Uzay anahtarlaması, uzayda birbirinden ayrı bulunan iletim yolları, örneğin ayrı metal devreler arasın­ da oluşturulan anahtarlama; bu durum­ da yollar haberleşme İçin gerekli süre bo­ yunca, kesintisiz bağlı kalır. — A N S İK L . 1980 yılında dünyada uzay anahtarlamasında kullanılan bağlantı araçlarının büyük bölümü crossbar türündendi. Geçici anahtarlama, az sayıda böl gede, özellikle transit merkezlerinde kul­ lanılır; şebekenin tümünü kapsayan sayı­ sal iletim bulunmadığında, bu tür anah­ tarlama daha elverişlidir. Öte yandan ge­ çici çoğultamanın ve sayısal iletimin yay­ gınlığı ile yapım ve bakımı daha ekono­ mik olan elektronik komütatörlerin genel­ leştirilmesi birbirine bağlıdır. Geçici anahtarlamada yarıiletkenli bağlantı noktaları­ na, gerçek bir bilgisayar gibi göz önüne alınan bir mantık devresiyle kumanda edi­ lir. Bu mantık devresi, hat arama, bağlantı zincirlerini oluşturma, çağrı ve ücret be­ lirleme gibi bütün işlevleri yerine getirir Bu mantık devrelerinin programları değiş­ tirilebildiğinden, istek üzerine tüm öteki iş­ levler ya da hizmetler abonelerin yararı­ na sağlanabilir: örneğin konferansların ile­ tilmesi, abonenin yokluğunda çağrıların aktarılması, çağrıların belleğe yerleştiril­ mesi. Bu sistemde yerine getirilebilen hiz­ metlerin türünü ve karmaşıklığını sınırla­ yan, yalnızca maliyet fiyatı ve kullanıcının ödeme gücüdür.



A N A H TA R LA N M A a. Elektron. Aktif bir öğenin bir durumdan bir başkasına anı geçişi (ilki genellikle tıkalı durum, ikin­



cisi de doymuş durumdur; tersi de olabi­ lir).



577



A N A H T A R L I sıt. Reklamc. Anahtarlı ilan, içinde yayımlandığı kitle iletişim ara­ cının ayırt edilmesini ve bu aracın başka­ larına oranla veriminin değerlendirilmesini sağlayan özel bir işaret taşıyan reklam. A N A H T A R L IK a. Anahtarların bir ara­ da bulunmasını sağlayan halka ya da kıA N A H U A C , Mexico yakınlarında yanar­ dağ kökenli plato. Kolomböncesi dönem­ de Kızılderililer in Tenochtitlân bölgesi di­ ye adlandırdıkları platonun adını, daha sonra bazı coğrafyacılar, yanlış olarak, bütün Meksika platosu için kullandılar. A N A İA . Tar. coğ. Batı Anadolu'da, ionia bölgesinde antik kent; Aydın'ın, Kuş­ adası ilçesi, Davutlar bucağında, Kadıkalesi yakınındaki tepede kalıntıları vardır. Halkı, Sisam (Samos) adası göçmeni ol­ duğundan, Peloponisos savaşı'nda Ati­ na'ya karşı Sparta’yı destekledi. A N A İT İS -



A N A H İT A .



A N A K sıt. (ar, a'nak). Esk. 1. Boynu uzun adam için kullanılır —2. Boynu be­ yaz damgalı hayvanlar için kullanılır. A ’ N Â K çoğl. a. (ar. 'unl ÇÖZÜMLEME.



—Tekst. Bir kumaşı analiz etmek, bileşen­ lerini çözümlemek ve yeniden üretimi için gerekli bütün öğelerini araştırmak, (iplik­ lerin cinsiyle numaraları, sayısı, atkı sıklı­ ğı ve armür raporu bulunur.) —ANSİKL. İkt. İktisadi analiz, bir iktisadi olayın temel özelliğini oluşturan fonksiyo­ nel bağıntıları, sebep sonuç ilişkilerini ya d a zam an ve m ekân içi ilişkileri gün ışığı­ na çıkarm aya çalışır; amacı, gerçekle il­ gili tip ik olayları, karmaşıklıkları ve zaman içindeki değişiklikleriyle kavramaktır, ikti­ sadi analiz konusunu çeşitli yönleriyle kavrayabilmek için, birçok bütünleyici gö­ rüş biçimleri ve değişik yöntem lerden ya­ rarlanılır.



• Mikroekonomik analiz ve makroekonomik analiz. Mikroekonomik analiz, iktisa­ di hayatı, bir bir incelenmesi gereken bi­ reysel etkinliklerin bir toplamı sayar ve do­



layısıyla bireysel olaylar (bireyler, işletme­ ler) üzerinde durur. Makroekonomik ana­ liz, iktisadi faaliyeti topluluk (çoğu kez ulus) çapında ele alır ve global nicelikler (milli gelir, toplam yatırımlar, vb.) arasın­ da bağıntılar kurar; böylece, bu veriler arasındaki bağıntıları açıkça göstermeye ve açıklamaya çalışır. Bu da makroeko­ nomik analizi, iktisadi hayatı, bu global ni­ celikler arasındaki etki ve tepkilerin bir bü­ tünü olarak görmeye yöneltir. • Nitel analiz ve nicel analiz. Fiyat düştü­ ğü zaman talep edilen miktarın arttığını söylemek — sözkonusu değişikliklerin bü­ yüklüğü rakamlarla belirtilmedikçe — ni­ tel karakterde ifadedir, mantıksal bir ana­ lizdir. Bu tür analiz, özellikle, iktisadın psi­ kolojik ve sosyal yanlarıyla, davranışlar­ la, bu davranışların öznel etkenleriyle il­ gilenir. Talep edilen miktardaki artışın yüzdesiyle fiyattaki düşüşün yüzdesi arasın­ daki oran rakamlarla dile getirildiği zaman nicel analize geçilmiş olur (bu oran, bu fi­ yatta talebin fiyat elastikliği katsayısını ve­ rir). Bu tür analiz, ölçülebilir veriler üze­ rinde durur, iktisadi bir olay hakkında ni­ cel bir fikir vermeye çalışır. • Statik analiz ve dinamik analiz. Bir olayı belli bir anda göz önüne alıp incelemek­ le yetinilirse, statik analiz sözkonusudur. Zaman öğesi de işin içine sokulursa, ana­ liz dinamik bir nitelik alır. Ayrıca, iktisadi analiz, incelenen olayın öncesinde ya da sonrasında yer aldığına göre, "ex ante" ya da "ex post” olabilir. • Yazınsal ya da matematik analiz. Mate­ matik kullanımı, daha büyük bir açıklık ve tutarlılık elde edilmesini sağlayarak, ikti­ sadi olayların incelenmesini kolaylaştır­ mak amacını güder. Matematik, karma­ şık bağıntıları açıklamayı ve daha büyük bir kolaylıkla kullanmayı olanaklı kılar. Özellikle, istatistik yöntemlerin kullanımın­ da matematik kesinlikle gereklidir. A N A L İZ A N D U M a. (çözümlenmesi is­ tenen anlamında lat. analysandum). Mant. Dilin* mantıksal çözümlemesi’nin aydınlatma amacını güttüğü nesne. Bu nesne, çoğu zaman, bir kavramdır. A N A L İZ A N S a. (çözümleyen anlamın­ da lat. ana/ysans).Mant. Analysandum’ un çözümlenmesinde yer alan kavramla­ rın tümü. A N A L İZ C İ a. Analiz yapmakta uzman olan kimse. A N A L ÎZ Ö R a. (fr. analyseur). Elektron. çöZÜMLEYİCİ’nin eşanlamlısı. A N A L 4 1 Z İK sıf. (fr. analgesique). Ağrı duyumsuzluğu yaratan. (Analjezik etki ya­ ratan ilaçlar genellikle antaljik* etki de ya­ ratır. Kimi zaman “ analjezik’ ve "antaljik” [ağrıkesici ] sıfatları eşanlamlı olarak kul­ lanılır.) ♦ a. Ağrıya duyumsuzluk yaratan madde. A N A L L A Y İK sıf. (fr. anallatique). To­ pogr. Anallatizm özelliği olan. A N A L L A T İZ M a. (fr. annallatisme). To­ pogr. Stadimetrenin optik özelliği; bu ay­ gıtın dürbünü, miranın görüntüsünü istas­ yon noktasından geçen düşey doğrultu­ da oluşturur ve böylece mirayla aygıtın merkezi arasında kalan uzaklığın doğru­ dan okunmasını sağlar. A N A L L Â Y İZ Ö R sıf. (fr. anallatiseur' den). Topogr. Anallatizm kazandıran: Anallatizör cam. A N A L © ® sıf. (fr. analogue).Elekt. Analog kutup, ısılelektrik bir cisim de, sıcaklık artınca artı, düşünce eksi durum una g e ­ len kutup. (Karşt. ani. ANTİLOG* KUTUP.) — Kim. BENZER’in eşanlamlısı.



A N A L O G L A R a. (fr. analogues'dan). Zool. işlevleri aynı, ama kökenleri farklı or­ ganlar. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Analoglar kuramı, E.Geoffroy Saint-Hilaire’in yapısal plan birliği kuramı­ na dayanır. Buna göre bir organ biçim ve yapı değişiklikleri geçirebilir, ama bu de­ ğişiklikler organın ilişkilerini, bağlantıları­



nı bozmaz. Geoffroy Saint-Hilaire’in analogları, bir atadan, çok eski ortak bir soydan türemiş, bağlantıları aynı olan organlardır (insanın kavrayıcı eli, yarasanın kanadı, atın tek parmaklı ayağı). Bir kalıtım bağı, çok es­ ki biçimi özel biçimlere bağlar. Günümüz­ de bu tür organlara homologlar denir, analoglar adı işlevleri aynı, ama kökenle­ ri tamamen farklı organlara verilir (kuşla­ rın ve böceklerin kanatları). A ftA LC M İ a. (fr. analogie). Özde farklı ol­ makla birlikte benzer özellikler gösteren şeyler arasındaki benzeşme; örnekseme. —Dilbil. -* ÖRNEKSEME. —Fiz. BENZEŞİM'in eşanlamlısı. —Zool. Özdeş işlevleri dolayısıyla, yüzey­ sel benzerlikler gösteren,ama yapıları ba­ kımından tümüyle birbirinden bağımsız olan organların durumu (örneğin böce­ ğin, kuşun ve yarasanın kanadı). A N A L S İT ya da A M A L S İÜ a. (fr. analcite ya da analcime). Miner. Kübik sistem­ de kristalleşen ve formülü NaAISİ20 6, H20 olan sodyum zeolit. (Beyaz, pembe ya da gri renktedir. Silis bakımından doymamış alkali magma ve başkalaşım kayaçlarının belirgin niteliğini oluşturur.) A n a ly s ls s f M ln d (the) [Zihnin incelen­ mesi], Bertrand RusselIYn yapıtı (1921). Filozof, bu yapıtta, duyu -verilerinin rolü üzerinde önemle durur ve ruhsal olayların, fizyolojik olaylara sıkı sıkıya bağımlı oldu­ ğunu ileri sürer (ama bu, onun, maddeci olduğu anlamına gelmez). A N A M A L -► SERMAYE.



ANAMALCI



-> KAPİTALİST.



A N A M A L C IL IK - * KAPİTALİZM. A N A M A S , AKSU' nun eski adı. Â N A M A S d a ğ ı -* GÜLLÜCE dağları. A N A M İü T A a. Bot. Eskiden halk hekim­ liğinde kullanılan ve çok zehirli olan balıkotunun bilimsel cins adı. A N A M N E Z a. (fr. anamnese; yun. anamnesis, akla getirme eylemi’nden). Hastanın ya da yakınlarının, onun daha önce geçirmiş olduğu hastalık ve sağlık durumları hakkında hekime verdiği bilgi­ lerin tümü. A N A M O S ? sıf, (fr. anamorphe; yun. ana, tersine, ve morphe, biçimden). Zo­ ol. Gelişmesi anamorfozla gerçekleşen çokayaklılara denir. (Kırkayaklar ve chilopoda grubundan bazı eklembacaklılar [lithobius, çıyan] anamorftur.) [Karşt, EPİMORE.] .



A N A M R F O Z a. (fr. anamorphose; yun. anamorphun, dönüştürmek). Opt. 1. Bir cismin görüntüsünü veren bir optik sis­ tem, cismin yatay ve düşey boyutlarını farklı büyüttüğünde ortaya çıkan olay. (Aynalarfa ve silindir ya da simit biçimin­ de merceklerle gerçekleştirilen bu olay­ dan sinemaskopta yararlanılır.) —2. Bir cismin eğri bir ayna tarafından verilen ka­ ba, biçimsiz görüntüsü. || Anamorfoz ay­ gıtı, anamorfoz oluşturan optik düzenek. Güz. sant. Görünümleri çarpıtılmış gra­ fik bir yapıtın ya da bir resmin tümü ya da bir bölümü. Yapıt, gerçek görünüşü­ nü ancak ya belirli bir açıdan doğrudan bakıldığında (uzunlamasına anamorfoz) ya da silindir, koni, vb. biçiminde bir ay­ na içinden bakıldığında kazanır. (Uzun­ lamasına anamorfozlar Rönesans döne­ minde sanat alanında ortaya çıktı; aynalı anamorfozlarsa, XVII. yy.'dan başlayarak gelişti ve XIX. yy.'da Avrupa’da çok yay­ gın bir eğlence konusuydu.) — Mat. çözlm. ve Geom. BOZUNMA’ nın eşanlamlısı.



—Radyol. Radyografi çekimi sırasında is­ temli olarak yaratılan duruş bozukluğu. (Alışılagelmiş iyi görüntülenemeyen) ana­ tomik ayrıntıları ortaya çıkarmak amacıy­ la yapılır. Anamorfoz için tipik bir örnek, kafatası grafisinde alınan Worms ve Bretton durusudur: baş öne eğik, çene göğü-



anam orfoz 582



silindir aynaiı anamortoz A rn ik a alman ressam Elias Baeck'in Dört Kıta (1740) alegorilerinden biri guvaş ımısee des Arts decoratils, Paris



se değer durumdayken film kaseti kafa­ tasının arkasıha yerleştirilir ve -X ışınları alın bölgesinden geçecek biçimde gön­ derilir. Kafatası oval ve biçimsiz bir görü­ nüm alır, ancak kafa tabanının arka bö­ lümü, yani artkafa kemiğinin sedefsi par­ çası, kafatası oluğu ve daha önde'artka­ fa dış çıkıntıları açıkça ortaya'çıkar.) —Zool. Doğdukları sırada erişkin evrele­ rindeki bütün bölüi ve ayak sayısına sa­ hip olmayan kimi çokayaklıların gelişme biçimi. (Çokayaklılar embriyon sonrası ge­ lişme sırasında, deri değiştirirken onları, bir ya da birkaç defada ve art arda edi­ nirler.) [Karşt. EPİMORFOZ,} Akdeniz bölgesinde, İçel iline bağlı ilçe; 65 767 nüf. (1990). 2 005 km2. 40 köy. Merkezi, Mersin'in 222 km batısındaki Anamur (esk. Anemurion, Anemurium); 37 335 nüf. (1990). Turunç­ giller, muz, turizm.



taaırıur KaJesi’nden bir görünüm



—Tar. Anamur İ.Ö. I. yy.'daRoma ege­ menliğine girdi; imparator Caligula döne­ m inde (İ S. 37 -4 1 )Kommagene kralı Antiokhos IV’e verildi.Bizans döneminde, zaman zaman İslam ordularının saldırıla­ rına uğrayan kent 1225'te Türkler'in eli­ ne geçti. — Mim. ilçede, Anadolu Selçukluları ve Karamanöğulları dönemlerinden yapılar bulunur. Anamur'un 5-6 km güney-doğu'sunda, kıyıda bulunan Anamur kalesi’nin Romalılar döneminde Anemurium (Anemurion) kentini korumak amacıyla yapıldığı sanılıyor. Mamuriye kalesi adıy­ la da bilinen yapı, Anadolu Selçukluları ve Karamanöğulları dönemlerinde onarıldı.



Onarım yazıtlarından biri, Karamanoğlu bahçelerde süs için yetiştirilir. Bil. a. euİbrahim Bey II dönemindendir (1450). Ya­ comis.) pı, Anadolu’nun en sağlam kalelerinden- 13 AN A N A S Q İLLE R a. Tropikal Amerika’ dir. da yetişen ve ananas, tillandsia ve çeşitli Anadolu Selçukluları döneminde yapıl­ epifit türleri kapsayan birçenekli bitkiler fa­ dığı sanılan Ak cami ya da Alaettin cami­ milyası. (Bil. a. bromeliaceae.) si, Karamanöğulları döneminden Kale ca­ — ANSİKL. Ananasgiller, genellikle başka misi, çok yıkık bir han ve hamam yapısı bitkilerin üstünde biten (epifit) otsu ya da yöredeki anılabilecek yapıtlardır. odunsu bitkilerdir. Epifit olanlar, ağaçlar üzerinde, sadece maddi bir destek bul­ A N A M U R b u rn u . Anadolu'nun Akde­ mak için yer alır, ama bulundukları ağaç­ niz kıyılarının orta kesiminde, Anamur'un tan herhangi bir besin alamazlar. Özel do­ güneyinde burun. Küçük Asya yarımada­ kuları sayesinde, nemli (yağışlı) dönem­ sının en güney noktası (36° kuzey). lerde çok su biriktirirler. Mineral tuz ge­ seretraîü, İçel'in Anamur ilçe­ reksinimleri de havanın içindeki tozlarla sinde, Anamur çayı üzerinde kurulu elek­ sağlanır Bunlar, bir demir telin ucuna ası­ trik santralı. 196*7'de işletmeye açıldı. Ku­ larak yetiştirilebilen biricik bitkilerdir (til­ rulu gücü 0,56 MW, yıllık elektrik üretimi landsia). Ananasgillerin öbürleri, özellik­ 2 milyon kWh olan,kanal tipi bir santral­ le ananas, toprakta yetişir ve meyvesi için dir. büyük çapta üretilir. Ananasgillerin birçok türü bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’ A n a m u r y o lla n , türkülü bir kaşık oyu­ de de, değişik biçimlerde ve renklerde ol­ nu. Daha çok İçel ili Anamur ilçesi ve çev­ mak üzere sıcak seralarda ve saksılarda resinde yaşayan Yörükler arasında yay­ süs bitkisi olarak yetiştirilir (aechmea, billgındır: bergıa, bromelia, nidularia, vriesia, vb.). A N A M , Japonya'da kent, Şikoku adası­ A N A N A T çoğl. a. (ar. °ancane'nin çoğl. nın doğu kıyısında, Tokuşima'nın G.'inde; cancanat). Esk. Ananeler, gelenekler, alı­ 60 400 nüf. şılagelen şeyler: "... çocuklarını müzeye ÂMÂM be. (fars. an, o’nun çoğl. anan). götürmesi ananat sırasına girm iştir" Esk. Onlar. (H.C. Yalçın). A N A E iA S a. (portekizce aracılığıyla tuA N A M SEM © A V İB (İ S. Vlll.yy ), karapi dilinde anana'dan). 1. Çok lezzetli mey­ imler tarafından, mezheplerinin kurucusu veleri için yetiştirilen, Amerika kökenli, kı­ olarak kabul edilen Bağdatlı haham. Ha­ sa boylu bitki. (Bil. a. Ananas comosus; hamlık geleneğine karşı çıkıyor ve Torah’ ananasgiller familyası.) —2. Ananasın ınkinden başka otorite tanımıyordu. meyvesi. A M A N C H Y T E S a. Zool. Echinocorys — ANSİKL. Değişik botanikçilere göre cinsinin eski adı. ananasın 5-8 türü vardır; bunlardan yal­ nız Ananas comosus ticari amaçla üreti­ A N A N D , Hindistan’da kent, Gucerat'ta, lir. Ahmedabad'ın G.-D.’sunda;60 000 nüf. Ananas, 1493’te Kristof Kolomb tara­ Süt ürünleri. fından Guadeloupe'ta bulunduktan son­ A M A N S A , sevinç ya da mutluluk anla­ ra, yavaş yavaş bütün tropikal bölgelere mında sanskritçe söze.; brahmanlıkta yayıldı. XVI/yy.'da gerçekleşen bu yayıl­ mutlak'ın niteliklerinden biri. mada en büyük rolü ispanyollar ile Por­ tekizliler oynadı. A D A K S A , Buddha Sakyamuni'nin ku­ Tanını yapılan ananas, kısa ömürlü (bir­ zeni ve ilk öğrencilerinden biri. Buddhakaç yıllık), çeşidine göre dikenli ya da di­ cılığın doğuş döneminde önemli bir rol kensiz yapraklı otsu bir bitkidir; birleşik oynadı. meyve yapraklarından oluşan meyvenin ANANDA Tayland kralı; tepesinde üst üste taç biçiminde bir yapRama VIII adını kullandı (Heidelberg 1925 rakçıklar demeti bulunur. Saptaki koltuk - Bangkok 1946). Prens M a hidol’ tomurcuklarından çıkan sürgünlerle ya da un oğlu olan Ananda Mahidol, 1935 yı­ taç biçimindeki tepe tomurcuğuyla çoğal­ lında hükümdarlıktan çekilen amcası Pratılır. cadhipok’un yerine geçti. İsviçre'de öğ­ Sürekli sıcak ve nemli bölgelerde, yeni renim gördüğü sırada, bir naipler kurulu dikilen ananas fidesinden, 12-14 ay son­ kendisine vekillik etti. Ülkesine döndük­ ra ilk meyve alınır. Biraz daha serin böl­ ten sonra öldürüldü; ancak, öldürülme gelerde, ilk meyvenin alındığı süre 20 ayı nedenleri hiçbir zaman tam olarak aydın­ geçebilir. Daha iyi ıslah edilmiş çeşitler­ lığa kavuşturulamadı. Kardeşi Bhumibol den ortalama 12 ay arayla dikim yapıla­ Adulyadeı, Rama IX sanıyla onun yerine rak, en çok 2 ya da 3 kez ürün alınır. Is­ geçti. lah edilmemiş çeşitlerinden ürün almak Atîssns? SSsrg, Hindistan'da Prabhat daha uzun bir süre gerektirir. Rancan Sarkar tarafından 1955’te kuru­ Ananas, taze ya da konserve olarak tü­ lan, tantracı ilkelere bağlı siyasal ve din­ ketilir. Suyundan şarap ya da çeşitli alkol­ sel hareket. Amacı toplumsal bağlanma­ lü içki ve sirke yapılabilir. Ananas konser­ yı vedanta meditasyonuyla bağdaştır­ veciliğinin artıkları da, büyük ve küçükbaş maktı Hindistan’da yasaklandı, ama baş­ hayvanların beslenmesinde kullanılır ka ülkelerde bir ölçüde tutundu. A N A N A S Ç İÇ E âS a. Zambakgiller fa­ A N A N E a, (ar. caneane). Esk. 1. Kuşak­ milyasından süs bitkisi. (Anayurdu Ümit tan kuşağa geçen kültürel kalıntılar, alış­ burnu yöresidir. Gösterişli birçok türü kanlıklar, davranış biçimleri; gelenek, örf ve âdet: "Artık Osmanlı ananemizden ıraklaşıp kaybolmakta olan tandır başı masallarından..." (Mehmet Tevfik, XIX. yy.). —2. Rivayet.—3. Ananesiyle naklet­ mek, anlatmak, etraflıca, bütün ayrıntıla­ rıyla aktarmak, iletmek. A N A N E C İL İK a. Gelenekçilik. AKİ&MET a. (ar. cananet). Cinsel güçsüz­ lük, iktidarsızlık; puluçluk. A N A N E V İ sıf. (ar. cancanevi). Esk. Ge­ lenekle ilgili; geleneksel, A N A N E V İY E a.(ar. cancan evi‘ nin dişi. cancaneviyye). Esk. Gelenekçilik. A N A N J İO P L A Z İ a. (fr. anangioplasie; yun. an, yokluk eki aggeion, damar ve plasma ya da plasis, biçim verme'den). Tıp. Damar sisteminin doğuştan eksik ge-



Iışmesı. (Genel gelişme bozukluğuyla bir­ likte zekâ geriliğine ve bazen de cüceli­ ğe neden olur.)



ANANSEFAL a. (tr. anencöphale; yun. an, yokluk eki ve egkephalos, beyin'den). Tıp. Beyinden yoksun ucube. (Bu yapı­ sal bozukluğa, omuriliğin tam ya da kıs­ mi yokluğu [anansefalomiyeli] eşlik ede­ bilir. Ucubenin yaşam süresi birkaç saati geçmez.) ANANTAPUR, Hindistan'da kent, Andhra Pradeş'te, Bangalor'un K.’inde 119 500 nüf. (1981)



ANANTA TUR -> P R A M U D Y A A n a n t a T ur.



ANAOKULU a. ilköğrenim çağına gel­ memiş çocukları okul düzenine hazırlayan okulöncesi eğitim kurumu. — A N S İK L . 1915'e gelinceye kadar Os­ manlIlarda yalnızca azınlıkların ya da ya­ bancıların, bu nitelikte, anamektebi deni­ len eğitim kurumlan .vardı. Bu tarihte çı­ karılan Tedrisat-ı iptidaiye yasası uyarın­ ca türk çocukları için de anamekteplerı oluşturuldu, ancak yaygınlaştırılamadı. 1931'in başlarında, halkın okuma-yazma seferberliği göz önüne alınarak, okulön­ cesi yaş grupları, öğretimin dışında bıra­ kıldı. Bu tür kurumlan, çalışanlarının ço­ cukları için fabrika ve iş yerlerinin açma­ ları öngörüldü. Bu arada, özel ve paralı anaokullarının sayıları da giderek çoğal­ dı. 1973’te yürürlüğe giren Milli eğitim ilk­ öğretim yasasıyla, okulöncesi eğitim, ye­ niden hükümlere bağlandı. Bu tür kurumların, bağımsız anaokulları olarak kurula­ bilecekleri gibi, gerekli yerlerde ilkokulla­ ra bağlı anasınıtları biçiminde, ya da ilgili öteki öğrenim kurumlarına bağlı uygula­ ma sınıfları biçiminde de açılabilecekleri kararlaştırıldı, isteğe bağlı tutulan bu tür eğitimin amaçları şöyle belirlendi: çocuk­ ların beden, zihin ve duygu gelişmesini ve iyi alışkanlıklar kazanmasını sağlamak; onları temel eğitime hazırlamak; koşulla­ rı elverişsiz çevrelerden ve ailelerden ge­ len çocuklar için ortak bir yetişme ortamı yaratmak; çocukların türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarını sağlamak. Son yıllar­ da anaokullarının yanı sıra özel-paralı anaokullarının sayısı gün geçtikçe daha da artmaktadır. ANAP, ana [vatan] p [artisi]'nin kısa ya­ zılışı.



ANAPA,



Rusya’da plaj kenti, Kafkaslar'ın K.-B. ucunda, Karadeniz kıyısında,



Kerç boğazının U. 'sunda; 3U uuo nut. —Tar. Anapa, Venedikliler döneminde Napa adıyla bir liman kentiydi. Kent, ba­ kımsızlık nedeniyle giderek harap duru­ ma geldi. Osmanlı devletinin çerkez top­ luluklarını disiplin altına sokmak göreviy­ le Kafkasya'ya gönderdiği Ferah Ali Pa­ şa, kenti Anapa adıyla yeniden imar ede­ rek buraya bir de kale yaptırdı (1782). Ka­ le ve kent, birkaç kez Türkler ile Ruslar arasında el değiştirdikten sonra Edirne antlaşması ile Ruslar'a bırakıldı (1829).



ANAPAİSTOS a. (yun. sözc.J.Yun. ed. iki kısa (ya da vurgusuz) ve b'r uzun (ya da vurgulu) heceden kurulu ayak. (Yürü­ yüş ritmini andıran anapaistoslar, Dorlar' ın askeri marşlarında, daha sonra da, tra­ jedide koro sahneye girerken ve çıkarken kullanıldı.)



ANAPAİT a (fr. anapaîte, SSCB kenti Anapa'dan). Miner. Hidratlı kalsiyum ve demir fosfat. ANAPARA a. Bir para tutarının faiz ve giderler dışındaki aslı. (Anapara ödünç verilen bir paraya ilişkin olabileceği gibi örneğin vergiden doğan bir borca da iliş­ kin olabilir. Borçlu, faiz ve giderleri öde­ mede gecikmiş değilse, borcun bir bölü­ mü için yaptığı ödemeyi anaparadan in­ direbilir.) ANAPERA a. Kırlangıçların ve sağanla­ rın uzerınae üzerinde asaıaK asalak yaşayan Kısa kısa ve aar dar kanatlı pupipar sinek. (Hippoboscidae fa­ milyası.)



ANAPLASTİ a. (fr. anaplastie; yun. anaplassein, eski biçime getirmek, yeni­ den biçim vermek'ten). Cerr. Sakatlanmış bir organın genellikle vücudun başka bir yerinden alınan bir parçayla onarılması. ANAPLAZİ a. (fr. anaplasie; yun. ana, tersine ve ptasma ya da plasis, biçim verme'den). Patol anat. Kötü urların oluşu­ mu sırasında, sağlam doku hücrelerinin işlevsel ve yapısal özelliklerini yitirmesi. (Bozulan doku eski embriyonsal biçimiy­ le benzerlik gösterir.) ANAPLAZİK sıf. (fr. anaplasique). Kanserbil. Dokusal farklılaşma bulunmadığı için başlangıç yerini bulmakta güçlük çe­ kilen bazı neoplazmalar için kullanılır.



ANAPLAZMOZ a. (fr. anaplasmose). Vet. Kenelerle bulaşan bir kan asalağın­ dan ileri gelen (sığırlarda Anaplasma marginale, koyunlarda A. ovis) ve hayvandakansızlık ve sarılık yapan hastalık. ANAPLUS. Tar. coğ. İstanbul'da, Bo­ ğaziçi'nde, Akıntıburnu’nun ya da tüm Arnavutköy'ün adı. Medeia’nın adak yeri. Burada melek Mikhael için yaptırılmış bir kilise bulunduğundan, Mikhaelion adıyla da anılır.



ANAPSİDA a. (yun. an, yokluk eki, ve apsis, -idos, kubbe'den). Fosil kotilozorlar ve kaplümbağalar gibi şakak çukuru bulunmayan sürüngen hayvan. ANARKO-SENDİKACILIK a. Şendi kaların ekonomik işlerinde işçilere dene­ tim hakkı verilmesini savunan sendikacı­ lık akımı. (Anarko-sendikacılık, bir yandan trade-unionculuk'la korporatizme [XIX. yy. sonu], diğer yandan sosyal demokrat, sonra da komünist partilerin [Ekim devri­ mi öncesi ve sonrası] sendikayı bir "ak­ tarma kayışı" gibi gören anlayışına karşı koymaktan doğdu.)



ANARMONİK sıf. (fr. anharmonique). Dalga ve titr. Anarmonik salınyaç, geri çekme kuvveti ile denge konumundan sapma arasında orantı göstermeyen sa~ lınımlı sistem. (Sistemin davranışının doğ­ rusal olmayan bir niteliğe büründüğü söy­ lenir. Bu durumda, sistem birçok frekans­ ta salınabilir: armonik devinime karşılık gelen temel frekans ve armonik frekans­ lar adı verilen daha yüksek bir frekans di­ zisi.)



ANARŞİ a. (fr. anarchie; yun. anarkhia, başsızlık, lider yokluğu'ndan). 1. Hükü­ metsiz kalan ya da iktidarın, karşıt siya­ sal, ekonomik ve toplumsal güçler arasın­ da uzlaştırma görevini artık yerine getire­ mediği bir toplumun durumu: Anarşi teh­ likesiyle yuzyüze bir halk. Bir ülkeyi anar­ şiden kurtarmak. —2. Kuralsızlık, yönlen­ dirici bir ilkenin bulunmaması ya da bu ilkelere uyulmaması yüzünden bazı etkin­ lik alanlarında ortayâ çıkan düzensizlik ve kargaşa durumu: Düşünce anarşisi. Ah­ lak anarşisine düşmüş bir gençlik, iktisa­ di ve mali anarşi.



in, alman sosyalistleriyle bozuşmasından sonra kurduğu siyasal örgütün resmi adıdır. O tarihten sonra Fransa’da, Sebastien Faure’un, Jean Grave'ın, Louıs Lecoin’nın tezlerinden esinlenen birçok grup da bu adı aldı. ( -* A NARŞİ.)



ANARŞİZM a. (fr. anarchisme)Bireyin, her tür devlet vesayetinden kurtarılması gerektiğini ileri süren siyasal görüş. — A N S İK L . Anarşizm, XIX. yy.’da, bir red ve bir istekten doğan ideolojik bir akım­ dır. Reddedilen, otoritedir. Nitekim Proudhon 1851'de, "artık ne Kilise’de ne dev­ let içinde, ne toprakta ne de parada oto­ rite olmamalı” diyordu (l'idöe gânörale de la râvolution au XIX. s.), istenilen de özgürlüktür. Proudhon’a göre bu özgür­ lük isteği, kitleleri harekete geçiren ve fe­ deralizm adına üretim ve tüketimi örgüt­ leyen küçük grupların eyleminden doğar Proudhon 1848'de şöyle yazıyordu: "Emeğin örgütlenmesi, iktidardan kaynaklanmamalı ama, kendiliğinden gerçekleşmelidir." Anarşist düşünce,Marx'ın bilimsel sosyalizmiyle çelişir. Anarşizmin ispanya’daki kurucusu Guiseppe Fanelli ile 1. Enternasyonal’e katılan Bakunin, "dünyada eşitlik, komünler içinde ser­ bestçe örgütlenmiş ve federasyon haline gelmiş üretim birliklerindeki kollektif mül­ kiyetin ve emeğin kendiliğinden örgütlen­ mesiyle gerçekleşmek zorundadır" der. Nitekim, daha Enternasyonalin başlangı­ cında işçiler ikiye bölünmüştü. Biri marxçı diğeri proudhoncu olan bu iki akım, özellikle Cenevre (1866) ve Lozan (1867) kongrelerinde çatıştı. 1. Enternasyonal' den sonraki kongrelerde anarşistler yenik düştü. Anarşistlerin öncülerine göre, ya­ pacakları propaganda yeniden gözden geçirilmeliydi. Bu düşünceden hareket eden İtalyan anarşistleri, 1877'de şiddet kullanmayı önerdiler: “ Sosyalist ilkelerin eylemlerle ortaya konmasına yönelen ayaklanma, en etkin bir propaganda ara­ cıdır. Bu araç kitleleri yanıltmadan ve boz­ madan en derin toplumsal katmanlara nüfuz edebilir ve Enternasyonal’in destek­ lediği mücadelede insanlığın diri güçleri­ ni kendine çekebilir" (1'876’da Cafiero' nun Malatesta'ya yazdığı mektup). Bu dü­ şünceden hareket eden İtalyan anarşist­ leri, Benevento'da, taşra arşivlerini ateşe vermeye ve yoksullara para dağıtmaya giriştiler. Yapılan baskılar, anarşist düşün­ celerin yayılmasına, özellikle ispanya ve Rusya'da engel olamadı. Bu arada Ba­ kunin ve Kropotkin, eksiksiz ve evrensel nitelikte olduğunu düşündükleri bir eğitim sistemi ortaya koyarak Proudhon’un dü­ şüncelerini geliştirdiler. Fransa'da Elisöe Reclus, Jean Grave gibi anarşistler, kısıt-



Çtptk



ANARŞİK sıf. (fr. anarchique). 1. Siya­ sal otorite yokluğundan doğan karışıklık ve düzensizliğe denir: Ayaklanma sonrasın­ daki anarşik ortam. —2. Her türlü yöne­ timi ve örgütü dışlayan, hiçbir kurala uy­ mayan için kullanılır: Bir sanayi sektörü­ nün anarşik gelişmesine karşı koymak.



ANARŞİST sıf. ve a. (fr. anarchiste). Anarşizmi savunan, bu öğretiyi destekle­ yen ve onun için mücadele eden kişi: Anarşist gazeteci. Anarşist çevreler. —2. Otoriteye başkaldıran, her türlü ve­ sayeti, kuralı reddeden kişi. ♦ sıf. Anarşiye, anarşizme ilişkin olan, bu öğretiden ya da onun savunucuların­ dan kaynaklanan: Anarşist dergi. Anarşist tezler. Anarşist propaganda. a n a r ş is t p a r ti, çeşitli dönemlerde ve ülkelerde hükümetlerin aşırı sol rakipleri­ ni belirtmek için ayrım gözetmeden sık sık kullandıkları deyim. Anarşist parti, Lahey kongresi'nin (1872) ertesinde Bakunin’



İM ffi



İspanyol yöneticilere karşı mayıs 1906'da Madrid'de yapılan suikasttan (yandaki fotoğraf) sanık İspanyol anarşist Francisco Fener Guardia tutuklandı ve 1909’da Barceiona'da, kiliseye karşı yaptlan ayaklanmalardan sonra kurşuna dizidi fusftafcn'unıltifli 1909 say»



anarşizm



anason (maydanozgiller familyası) yıldız anasonu (manolyagiller familyası)



lamasız bir toplumun temellerim saptadı­ lar. Diğer bazı anarşistler ise sendikalizmi tercih ettiler ve CGT'nin (Genel işçi konfederasyonu) kuruluşuna katıldılar (Emile Pouget, Pierre Monatte) Malatesta, 1907’de Amsterdam kongresı'nde on­ lara grevin, silahlı ayaklanmanın, sabota­ jın sendikalizm için kendi başına birer amaç olmadığını "tek amacın, anarşi olduğunu" hatırlattı. Anarşist hareket, İtal­ ya ve Arjantin'de yaygınlık kazandı. Bu hareket 1890'da İtalyanlar ın kurduğu Brezilya'daki Cecılia kolonisi'nde olduğu gibi topluluk halinde yaşama deneyimle­ ri ile birlikte gelişti. Anarşi, Mahno ile 1918-1921 tarihleri arasında Ukrayna'ya yayıldı. Fransa'daki CGT'nin deneyimle­ rinden yararlanan Katalanlar Solidaridad Obrera'yı kurdular. Bu kuruluş, 1910'da Confederaciön Nacionat del Trabajo (CNT) haline dönüştü. 1919’da 700 000'e yakın üyesi olan bu kuruluşun en. ödün vermez üyeleri Federaciön' Anarquista Iberica'yı (FAİ) kurdular ve Confe­ deraciön Nacional del Trabajo' da iktida­ rı ele geçirdiler. Kuruluş, CNT-FAİ (Con federaciön Nacional del Trabojo-Feoeracion Anarquısta iberıca) haline dönüş­ tü, 1 Ispanya'da Federaciön Anarquista iberica' nin kalesi olan Katalonya anarşistle­ ri, 1936'da ulusal devrim direniş hareke­ tinin başına geçtiler ve sendikaları müca­ delenin içine soktular. III. Enternasyonal komünistlerine karşı çıkan muhalif bir ko­ münist kuruluşu olan Marxçı işçi birliği partisi tarafından desteklenen anarşistler, Katalonya ve Aragön'da liberal kollektivizmin çok ileri bir şeklini gerçekleştirdi­ ler: ücretlerde eşitliği kabul ettirdiler, top­ rak reformu yaptılar, birçok köyü kollektivist bir plana göre yeniden örgütlediler ve işçi konseyleri aracılığıyla fabrikaların yönetimini ele geçirdiler. Anarşist devrim­ le Aragön'da gerçekleştirilen işler, komü­ nistler tarafından yok edildi; Katalonya’ da gerçekleştirilenler de ulusçuların zafe­ riyle ortadan kalktı. Anarşist federasyon­ lar uluslararası kongresi'nde (Carrara, 1968) gündeme getirilen birleşme konu­ sunda başarı elde edilmemesine rağmen anarşist düşünceler günümüzde canlılığı­ nı hâlâ korumaktadır. A N A R TR İ a. (fr. anarthrie; yun. anarthria, konuşma bozukluğu’ndan). Nöro­ psikol.Ses organlarında sakatlık olmadığı halde, beyindeki bir lezyon yüzünden ses çıkartmakta güçlük ya da olanaksızlık bi­ çiminde beliren konuşma bozukluğu. A N A S A Z İ K Ü L T Ü R Ü a Birbirini izle­ yen birçok evreyi kapsayan ve ABD’nin ğüriey-batı'sında görülen kültür dönemi (I.Û. 100- i.S. 1700); adı, "eskiler" anla­ mında bir navaho sözcüğünden gelir. İ.Ö. 100 yılından 700 yılına kadar uzanan "basket makers" (sepetçilik) evresinde, mısır ve kabak ekimi yaygınlaştı. Yerleşik düzen, kuyu evlerle kendini gösterdi. Se­ ramik ve hasır örücülüğü gelişti. 700 yı­ lından sonra, Pueblo evresi başlar. Köy­ ler ve 1100 yıllarına doğru da, özellikle Chaco Canyon yöresinde büyük mimari yapılar bu evrede ortaya çıktı Gümüş ve türkuaz işçiliği de bu dönemde ileri bir dü­ zeye ulaştı. ( — P u e b lo B o n İto ve C lİff-D vve lü ngs.) A N A S IL be. (ar 'an ve aşTdan 'an-aşl). Esk. Aslında, kökten. "Yeryüzünün muh­ telif kıtalarında, iklimlerinde yaşayan in­ sanların hepsi değilse bir kısmının olsun anasıl yerli olup olmadıkları bahsi bugün tamamiyle anlaşılmış, hallolunmuş değil­ dir " (M. Tevfik, XIX. yy.). A N A S IN IF I a. Beş yaşını bitirmiş çocuk­ ları ilkokula hazırlayan, anaokulu eğitimi ilkelerine dayalı program uygulanan sınıf. Bazı ilkokullarda 1961-1962 ders yılın­ dan,Kız teknik öğretim e bağlı bazı okul­ larda da 1963-1964 öğretim yılından baş­ layarak bu tür sınıflar açıldı. A N A SIR çoğl. a. (ar. 'unsur'un çoğl. ’ a-



nâşır). Esk. 1. Bir bütünü oluşturan par­ çalar, öğeler: "Bir takım genç anasıra ma­ lik bulunmak icap ediyordu " (Y. K. Karaosmanoğlu). —2. Bir topluluğu oluştu­ ran din ve ırk bakımından değişik kesim­ ler: "Yunanistan'ın ve Roma'nin anasırı değişti m i?" (Zıya Paşa, XIX. yy.). —3. Anasır ı erbaa, dört unsur, eski kimyada bütün maddelerin esası olduğu sanılan dört öğe: ateş, hava, su, toprak. ( -» ÖĞE.) A N A S IZ sıf. be. Anasını yitirmiş kimse için kullanılır. A N A S IZ L IK a. Anasız olma durumu: Anasızlığın acısını tatmak. A N A S O N a. (yun. anison’dan). Tohumu hamur işlerinde ve rakı yapımında kulla­ nılan biryıllık otsu bitki. (Bil a Pimpinella anısum; maydanozgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] || Anason esansı, anason meyvelerinin suda kaynatılıp damıtılma­ sıyla elde edilen uçucu yağ. (Bk. ansikl. böl.) || Ikiyıllık anason, asıl anasona ben­ zeyen, beyaz çiçekli, ikıyıllık otsu bitki. (Bil. a. Pimpinella anisetum; maydanoz­ giller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] j| Taş anasonu, beyaz çiçekli, çokyıllık otsu bit­ ki. (Bil. a. Pimpinella saxifraga, mayda­ nozgiller familyası.) || Yıldız anasonu ya da Çin anasonu, Güney Çin, Japonya ve En­ donezya’da yetişen beyaz çiçekli bodur ağaç ve bunun kurutulmuş meyvesi. (Bil. a. illicium verum ya da i. anisetum; ma­ nolyagiller familyası.) [Bk. ansikl. böl ] —içit san. Anason likörü, alkol, su, şeker ve anason esansı karışımıyla yapılan likör. —ANSİKL Anason 15-50 cm yükseklikte, tüylü ve beyaz çiçekli bir bitkidir. Doğu Akdeniz ülkelerinde eski çağdan beri bi­ linir ve yetiştirilir. Günümüzde kimi Avru­ pa ülkelerinde (Hollanda, İtalya, ispanya, Malta, vb.) çok üretilmekte, Türkiye’ de de bir miktar yetiştirilmektedir. (1983’te 12 300 t). Anason ekimi yapılan başlıca iller Burdur, Denizli ve Antalya’dır. • Anason esansı. Anasonun yeşilimsi gri renkte ve yumurta biçimindeki tüylü kü­ çük meyvelerinden (3-5 mm uzunluk, 1 -3 mm genişlik) elde edilen anason esansı Türkiye'de en çok rakı yapımında kulla­ nılır. Anason esansında % 1,5-6 oranın­ da uçucu yağ, bunun içinde de % 80-90 anetol bulunur. Anason esansı ya da ya­ ğı eskiden beri şifa verici olarak bilinir. Gaz söktürücü, iştah açıcı, anne sütünü artırıcı ve uyku verici olarak kullanılır. • Ikiyıllık anason. Doğu ve Orta Anado­ lu’da yetişen yerli bir anason türüdür. Bunda uçucu yağ oranı asıl anasondan iki kat fazladır, ama anetol oranı düşük­ tür. Meyveleri öbür anasonunki gibi kul­ lanılır. • Yıldız anasonu ya da Çin anasonu. Uzakdoğu’da yetişen bu bitkinin meyve­ leri 6-9 parçalı yıldız biçiminde ve anason kokuludur. Her parçada bir tane tohum bulunur. Uçucu yağ oranı % 4-5 dolayın­ da ve anetol oranı yüksektir. Avrupa'da ilaç sanayisinde daha çok bu anasondan elde edilen esanslar kullanılır. A N A S O Y LU sıf. Antropol. Anasoylu soyzinciri, bir klanın ya da bir sınıfın üye­ si olma hakkının ve ayrıcalıklarla soyadı­ nın kuşaktan kuşağa geçmesinde, yalnız­ ca ana tarafından akraba olmanın göz önünde tutulduğu toplumsal örgütlenme ya da soyzinciri tarzına denir. (Bu soyzincirinde, babanın çocuklar üzerinde hiçbir toplumsal yetkisi yoktur.) A N A S O Y L U L U K a. Antropol. Bütün üyelerinin, kendilerini ortak bir atanın anabir soyuna bağlı, yani yalnızca kadın ta­ rafından olma torunlar olarak gördükler; tekçizgili soyzincirine dayanan soysop ya da grup. A N A S P İD A a. (yun. an, yokluk eki, ve aspis, -idos, kalkan’dan). Paleont. Birinci Zaman da yaşamış ostracoderma gru­ bundan,basık gövdeli,iri yanal gözlü,derisel bağasız fosil hayvan. (Anaspidalar gü­



nümüzdeki taşemenlerden pek farklı de­ ğ ildiler.) A N A S P İD A C E A a. Malacostraca gru­ bundan, ilkel sayılan kabuklular takımı. (Takımın, Tasmanya ve Avustralya'da tatlı sularda yaşayan birkaç türü kalmıştır. Fo­ sillerine karbon ve permie katlarında rast­ lanır. Bathynellacea takımıyla birlikte syncaridea üsttakımına girer.) A N A S P İS a. (yun. an, yokluk eki, ve aspis, -idos, kalkan’dan). Korularda şem­ siye çiçeklerin üstünde bulunan kınkanatlı küçük böcek. (Mordellidae familyası.) A N A S P O N J İY O S İT O T a. (fr. anaspongiocytose). Patol. anat. Böbreküstü bezi kabuğundaki katlı bölge hücrelerin­ de (sponjiyosit) normalde bulunması ge­ reken değişken yağların tümüyle yok ol­ ması. A N A S T A S İ (Giovanni), Suriye kökenli ermeni tacir (1780-1857). İskenderiye’ye yerleşti. Antik eşya ticaretiyle uğraşan bir şirketin başında, Avrupa’nın çeşitli müze­ lerine önemli koleksiyonlar sattı. Bugün Britısh Museum’da bulunan birçok papi­ rüse onun adı verilmiştir (Anastasi papi­ rüsü l-VI). A N A S T A S İ (Anne), amerikalı kadın psi­ kolog (New York 1908). Fordham Üniversitesi'ne 1947’de profesör oldu. Farklar psikolojisi konusunda çalıştı. En tanınmış ve birçok kez yeniden basılmış yapıtları şunlardır: Differential Psychology, 1937; Psychological Testing, 1954; Fields ol Applied Psychology. 1964. Ayrıca, yöne­ timinde yayımlanmış iki yapıt vardır: individual Differences, 1965; Testing Problems in Perspective, 1966. A n a s ts s ia , üç perdelik bale. Konu ve koregrafi Kenneth MacMillan’ın; müzik Çaykovskiy (1. ve 3. senfoniler) ve B Martinu’nun (senfonik fanteziler); dekor­ lar Barry Kay'in. ilk kez 1971 'de Londra' da Covent Garden'da Krallık balesi tara­ fından sahnelendi. Başlıca rolleri Lynn Seymour, Svetlana Beriosova, Antoinette Sibley, Anthony Dovvell, Derick Rencher, Adrian Grater oynadılar.(Birinci ve ikinci perdelerin olmadığı ilk biçimiyle, 1967’de MacMillan'ın yönetiminde Ber­ lin operası nda sahnelendi. Bu gösteride Lynn Seymour, Vergie Derman, Gerhard Bohner, Rudolf Holz rol aldı.) Yapıtın baş kişisi olan Anna Anderson, 1918'de aile­ siyle birlikte öldürülen çar Nikolay II ile ak­ rabalık ilişkisi olduğunu kanıtlamaya ça­ lışır; kendisinin çarın kızı ve onun soyun­ dan kalan tek kişi olduğunu ileri sürer. A M A S Y A S İO S I (Dyrrachium, bugün Durres431 ? - İstanbul ? 518). 491'den 518’e kadar Doğu imparatoru. Epeiroslu olan Anastasios I, imparatoriçe Ariadne ile evlenerek tahta çıkmayı başardı; ateşli bir monofizistti; ortodokslara baskı yaptı ve Roma ile bozuştu. Hükümdarlığı dö­ neminde, Vitalianos (513'te İstanbul’a ba­ şarısız bir saldırı düzenleyen Trakya ko­ mutanı) ayaklanmasıyla kargaşaya düşen imparatorluk, iranlılar'a ve Bulgarlar'a karşı savaşamayacak duruma geldi. Â N Â 3 T A S İİO S S in a ltls (azız) [öl. 700’den sonr.J, bizanslı tanrıbilimci. Bir­ çok yapıtın yazarı olan bu Sina dağı ke­ şişi, özellikle monofizistlerle mücadele etti. A N A S T A S İO S İS, asıl ad; A rtem los, Doğu Roma imparatoru(713-715).Philippikos Bardanes'in yerme imparator ilan edilen Anastasios, Suriye'ye saldırmak amacıyla Rodos’ta topladığı askeri güç­ lerin ayaklanması sonucu devrildi; asker­ ler ona karşı Theodosios lll'ü çıkardılar; bunun üzerine Anastasios bir manastıra kapandı. 720’de, Leon lll’e karşı suikast hazırladı, ama başarısızlığa uğrayarak idam edildi. A N A S T A S İO S , İstanbul patriği (730-753).Bu mevkie, ikona kırıcı Leon III sayesinde geldi. Ama 741'de, Konstantinos V’e karşı, tahtı zorla ele geçiren Ar-



Anatom i dersi tâvasdhos’darı yana çıktı. A n a s ta s lo * s u r la r ı , U zun d u v a r da denir. Bizans imparatoru Anastasios l’in, bulgar ve slav akınlarını önlemek ama­ cıyla Trakya'da yaptırdığı surlar (507 -511). İstanbul’dan 40 km uzaklıktaki sur­ lar, Karadeniz kıyısında Avcık iskelesin­ den, Marmara’da Silivri'ye uzanıyordu. Duvarlar, burçlar ve kulelerle güçlendiril­ mişti.



sis. ham demir).Yerbil. 1. Kayaçların eri­ mesi. (Anateksi kabukta gerçekleştiğinde oluşan magmaların bileşimi granitinkine yakındır; mantoda gerçekleştiğinde olu­ şan magmalar ise bazalt bileşimi göste­ rir.) —2. Farklı anateksi, kayaçların yavaş yavaş erimesi. (Hacimsel sıvı/katı oranı ve elde edilen sıvının bileşimi, termodinamik koşullara ve kayacın ilk bileşimine bağlı­ dır. 1910'da Sederholm farklı anateksiyi, migmatitleri [anateksitler] doğuran kabuk kayaçlarının kısmı erimesi olayı olarak ta­ nımladı.)



A N A S T & S İU S B ibliotheearius, din konuları yazarı (Roma 817'ye doğr. -ay.y. 897). Roma kilisesi’nin kütüphanecisi, OrA N A T E K S İT a. (fr. anatexite). Bir anate piskoposu Arsenio'nun oğlu. 855'te, teksiden doğan ve erime ürünleri ile ar­ imparator Luigi ll'nin desteğiyle, papa tıkları birleştiren kayaç. Benedictus lll'ün yerini zorla almaya ça­ lıştı.Sonra Nicolausl’in.Adrianusll’nin ve A N A T İD A E a. Zool. Ördekgiller familya­ sının bilimsel adı. Johannes VIII in güvenilir adamı oldu. Konstantinopolis konsili’ne katıldı (869); r A N A T İF E R A a. (lat. anas, -atis, ördek bu konsilin kararlarını latinceye çevirdi. ve ferre, taşımak’tan). Denizde yüzen Mektupları önemlidir ve bu belgeler, nesnelerin üstünde yapışık yaşayan süAnastasius'un Doğu hırjstiyan ve Batı lalükayaklı, saplı, kabuklu hayvan. (Adı bir tin kilise edebiyatı arasında bir aracı ol­ efsaneden gelir; efsaneye göre ördekle­ duğuna tanıklık eder. rin atası anatiferadır.) A N A S T A S Y A Romanovna, Romanov A N A T M A - ANATTA. hanedanlığını kuran Zaharineluryev aile­ A N A T O K S İN a. (fr. anatoxine\ yun. sinden moskovalı prenses (öl. 1560). ana, tersine,ve toksikon, zehir’den). Isı ve 1547'de çar ivan IV ile evlendi ve bu ev­ formolle değişime uğrayarak tüm toksin lilikten iki oğlu oldu: ivan ve Fyodor I. gücünü yitiren ve zararsız antijen niteliği­ A N A S T A T İG A a. (yun. anastasis, dirilni bütünüyle koruyarak bağışıklık yarata­ me’den). Meryemçiçeği denilen ve Yakın­ bilen mikrop toksini. doğu'nun ve Kuzey Afrika’nın kurak böl­ —ANSİKL. G. Ramon'un difteride bulup gelerinde yetişen, ayrıca Anadolu’nun de­ incelediği difteri anatoksini, başlangıçta, ğişik yörelerinde meryemanaotu, havvadifteriye tutulabilecek olan, yani pozitif anaotu, meryemeli, filistingülü adlarıyla Schick tepkisi gösteren çocuklarda bağı­ da anılan, yaygın dallı, kazıkköklü küçük şıklık yaratmak için kullanıldı. Bugün bü­ bitkinin bilimsel adı. (Bitkinin dalları, bü­ tün çocukların difteri ve tetanos anatokyüme döneminin sonunda, kuraklığın et­ siniyle aşılanması zorunludur; aşılama ke­ kisiyle kendi üstüne kıvrılarak tostoparlak sin ve güvenilir sonuç verir. olur, yağmurlar başladığında, sanki hiç Â N A T O L İD L E R . Coğ. Türkiye’nin jeo­ kurumamış gibi yeniden açılarak tohum­ lojik yapısındaki büyük morfo-tektonik bi­ ları çevreye saçar.) rimlerden biri. Kuzeydeki Karadeniz kıyı A N A S T İO M A T sıf. (fr. anastigmat). 1. dağları (Pontidler) ile güneydeki Toros sis­ Opt. Astigmatlığı olmayan. —2. Foto. As­ temi (Toridler) arasında yer yer genişle­ tigmatizmi yalnızca diyaframın merkezin­ yip daralarak doğudan batıya uzanır. Do­ den geçen ışınlar için düzeltilmiş olan bir ğu Anadolu'nun sıkışma zonunda doğru­ objektif için, kullanılır. dan Toridler’le sınırlanmıştır. Ülkenin or­ ta ve batı kesimlerinde bu iki birim ara­ A N A S T İL O S İS a. (yun. anastellein, ye­ sında metamorfik masifler (Kızılırmak ma­ niden yükselmek'ten). Arkeol. Yıkılmış bir yapının büyük bir bölümünün alan üze­ sifi, Menderesler masifi) yer alır. Anatolidler’i eu-jeosenklinal tipinde kalın çökeller, rindeki buluntularla ve ilk yapılışında uy­ gulanan mimarlık yöntemleriyle yeniden flişin ve özellikle birimin güney sınırında yapılması. ultrabazik kayaçların yaygınlığıyla, orta ve — A n s İk l . Kazılar kadar vazgeçilmez geç alp orojenez evrelerinin daha güçlü olan bu işlem, dağınık durumdaki ele­ olması karakterize eder. Bu birimdeki kıv­ manların titizlikle incelenmesi sayesinde rımları oligosen çökelleri diskordant bir yapıyı başlangıçtaki durumuna getir­ (uyumsuz) olarak örter. mekle kalmayıp gereğinde çağdaş mal­ A n a to llk o s M ln lto r , yunan harfleriy­ zemenin kullanımıyla, gizlemeye gerek le türkçe gazete. İzmir'de 12 ocak 1845’ duyulmayan, açık bir sağlamlaştırma yo­ te yayımlanmaya başladı. Sahibi, öğret­ luna gidilmesini sağlar. (Delphoi’de bulu­ men E. Misailidis’ti. 1847’de İstanbul’a ta­ nan AtinalIlar hâzinesi, bu yöntemle ger­ şınan gazete, yayımını Anatoli adıyla çekleştirilen çok sayıdaki restorasyon ör­ 1900’e kadar sürdürdü. neklerinden biridir.) A n a to llo s b a rış ı, BizanslIlar ile Attila A N A S T O M O Z a. (fr. anastomose).t\nal. arasında imzalanan antlaşma. Adını, bive Cerr. AĞıZLAŞMA’nın ve a ğ iz l a ş t ir zans elçisi Anatolios’tan alır. Attila, 447’de M A’nın eşan lam lısı. bizans topraklarına bir sefer düzenleye­ rek, daha önce yaptığı antlaşma koşulla­ A N A S T O M U S a. Leyleğe benzeyen, rına uymayan bizans imparatorunu ceza­ ama alt ve üst gagası ortada birbirine ya­ pışmayan kuş. (Tatlı su yumuşakçalarıylandırmak istedi. Serdica (Sofya), Philipla beslenir. Hindistan’da ve Afrika’da bu­ popolis (Filibe), Preslav ve Arkadiopolunur. Leylekgiller familyası.) lis (Lüleburgaz) kentlerini ele geçirdi. Ba­ rış istemek zorunda kalan imparator TheA N A T , kenanlı tanrıça, Baal'ın kızkardeodosios ll’nin gönderdiği Anatolios, Attişi. Savaşçı bakire olarak betimlendiği la’yı barışa razı etti, imzalanan antlaşma­ Ugarit mitleri aracılığıyla tanınır. ya göre, Tuna’nın güneyinde, ırmağa beş Â N A T çoğl. a. (ar. a n 'ın çoğl. anaf). 1, günlük uzaklıktaki yerler askerden arındı­ Esk. Anlar, zamanlar: " ..bi-şaibenin ânat rıldı. Bu bölgede çeşitli pazarlar kurul­ -ı lezîzesini yaşıyorduk "(C. S. Erozan), ması, Naissus’ta (Niş) bir ortak pazar oluş­ —2. ince farklar, nüanslar. turulması, Bizans’ın ödediği verginin üç katına çıkartılması kararlaştırıldı. A N A T A Z a. (fr. anatase, yun. anatasis. yayılma’dan). Miner. Doğal titan oksit. — ÂNSİKL. Bu mineralin bileşimi rutil ve brookitle aynıdır (Tİ02). Rutil gibi ikileniktir; ama kristal ağında titan ve oksijen atomlarının farklı konumundan dolayı on­ dan ayrılır. Rengi indigo mavisi, sarı ya da kahverengidir. A N A T E K S İ a. (fr. anatexie, yun. anatek-



A N A T O M ya da  N E Y T İU M , Vanuatu takımadalarının güneyinde ada. A N A T O M İ a. (fr. anatomie; lat. anatomia; yun. anatome, anatemnein, keserek açmak’tan). 1. Canlıların biçimini, yapısı­ nı ve onları oluşturan organların birbirleriyle ilişkilerini inceleyen bilim: insan ana­ tomisi, bitki anatomisi. (Bk. ansikl. böl. Bi-



yol.) —2, Bu yapının kendisi: Bir bitkinin anatomisi. —3. Sanatsal anatomi, sanat yapıtlarında beden biçimlerini betimleme sanatı. (Bk. ansikl. böl. Güz. sant.) —ANSİKL Biyol. Biyolojinin temel bölüm­ lerinden biri anatomi, öbürü fizyolojidir; ne var ki, organların yapılarıyla işlevleri arasında bağıntı kurmaya çalışan fizyolo­ jik anatominin (işlevsel anatomi) ortaya çıkması, anatomi ve fizyoloji arasında kar­ şıtlığın ya da ayrılığın ne denli biçimsel ol­ duğunu gösterir. Anatomi, diseksiyondan başka daha birçok araştırma yöntemin­ den yararlanır (boya maddelerinin şırın­ ga edilmesi, plastik maddeler, kalıplar, vb.) ve birçok dala ayrılır. Sistematik (ya da analitik) anatomi, bir organın en ince noktasına dek tanımlan­ masını amaçlar ve birçok alt dala ayrılır: kemikbilim, eklembilim, içorganlarbilimi, vb. Topografik anatomi, aynı bölgede bu­ lunan organlar arasındaki ilişkileri açıklar (her türlü cerrahi müdahale buna daya­ nır). Karşılaştırmalı anatomi, cinsler arasın­ daki benzerlikleri, farklılıkları, cinslerin örgenleşmesindeki temel ya da ikincil et­ kenleri araştırır: bu bilim, antropoloji, zo­ oloji ve paleontolojiye önemli veriler sağ­ lar. Patolojik anatomi, hastalıkların organ­ larda neden olduğu yapı ve biçim deği­ şikliklerinin incelenmesidir. Makroskopik patolojik anatomi, çıplak gözle görülebi­ len değişiklikleri, histopatolojik anatomi, mikroskopla seçilebilen doku bozuklukla­ rını inceler. Büyüteçle birlikte doğan dokubilim (histoloji) mikroskoplar geliştikçe ilerledi. Günümüzde, elektron mikrosko­ bunun yardımıyla hücre, en ince ayrıntı­ sına dek incelenebilmektedir. Geçmişte yalnızca ölüm sonrası lezyonlarının ince­ lenmesiyle sınırlı olan patolojik anatomi, bugün temel tıp bilimlerinde bir uzman­ lık dalı olmuştur, ameliyatla çıkartılan her parçanın sistematik olarak incelenmesin­ de şart olan histopatolojik anatomi, klinik uygulamada her gün başvurulan biraraştırma yöntemidir. ( -* BİYOPSİ.) Radyolojik anatomi, radyografi aracılı­ ğıyla gözlemlenen organ biçimlerinin ve organlararası ilişkilerin incelenmesidir. Bu dal, hastalık ve travma tanısında X ışınla­ rının kullanılmasıyla önemli bir gelişmeye kavuştu. Radyografiyle iskelet yapısı do­ laysız olarak incelenebildiği halde, organ ya da vücut boşluklarının incelenmesi için yapay maddeler gerekir: sindirim sistemi­ ne, idrar yollarına, damarlara, ışık geçir­ meyen madde ya da vücut boşluklarına gaz verilmesi (pnömoseröz, gazlı ansefalografi). Daha başka teknikler, bazı organ kesitlerinin gerçek görüntüsünü vermeye yarar: tomografi (uzun süredir bilinir) ve daha yeni uygulanmaya başlanan tomodansiyometri (skaner). Bitki anatomisi, bitkilerdeki çeşitli or­ ganların biçim ve yapısını inceler ve özel­ likle fosil bitkilerin, dış görünümlerine gö­ re sınıflandırılmasına yarar. Bitki anatomi­ si, bitki dokubiiiminin ayrılmaz bir parça­ sıdır, —Güz. sant. Sanatsal anatomi, bedenin çeşitli bölümlerini yerli yerine yerleştirme­ yi, organların yüzey üzerindeki izdüşümü­ nü belirlemeyi, ayırma planlarından yarar­ lanmayı, hareketin yol açtığı değişiklikle­ ri çözümlemeyi öğretir. Paul Richer’den bu yana (Anatomie artistique. Description des formes extdrieures du corps humain au repos et dans les principaux mouvements, 1890; bu yapıt günümüzde de kullanılmaktadır), güzel sanatlar okul­ larında sanatsal anatomi öğretilir. A n a to m i d e rs i (doktor Nicolaes Tulp1 un), Rembrandt’ın ilk başyapıtlarından bi­ ri; Lahey’deki Mauritshuis’te bulunan bu tabloyu (169,5x216,51 cm). Rembrandt Amsterdam’a yerleştiği yıl(1632) yaptı. Tablo, Hollanda’ya özgü toplu port­ re geleneğine yenilik getirir. Kişiler do­ ğal boyutlarıyla, günlük yaşamda davran-



585



SMSteSSUS



(Afrika’da yaşayan)



' T C ,



r



l



p



-i --------------------



T



?



)



J



K



jt



"



r



.



U



"



!



T



T



]



v



.



:



Ç



f



dsctor Kicolaes Tıfp'u n Anatom i dersi (1632) Rembrandt’ın yapıtı Mauritshuis, Lahsy



...



T



ı



1



Âaaioplardaırar sistemi 1. Sağ köprücûkaltı toplardamarı; 2. Sol köprücûkaltı toplardamarı; 3. Üst anatoplardamar; 4. Büyük azigos toplardamar; 5. Kaburgalararası toplardamarlar; 6.Küçük üst azigos toplardamar; 7. Küçük alt azigos toplardamar; 8. Karaciğer üstü toplardamar; 9. Alt anatoplardamar; 10. 11. Kapıtoplardamarı; 12. Diyafram toplardamarı; 13. Sağ böbrek toplardamarı; 14. Sol böbrek toplardamarı; 15. Sağ erbezi toplardamarı; 16. Sol erbezi toplardamarı; 17. Sağ kalça toplardamarı; 18. Sol kalça toplardamarı; 19, Kuyruksokumu toplardamarı.



»| m



A



....



dıkları gibi ve çok inandırıcı bir ışıklandır­ mayla çizilmiştir. —Rembrandt’ın bu tab­ losundan esinlenen Glen Tetley (konu ve koregr ), Marcel Landowski’nin bir müzi­ ği üzerine (Birinci senfoni), bir bale düzen­ ledi; dekor ve kostümlerini Nicolaas Wijnberg'in yaptığı bu bale dünyada ilk kez Lahey’de, Nederlands Dans Theater ta­ rafından oynandı (1964). A n a to m lc a l a n d M a c h a n lc a l L e c tu r e a U p o n O a n c ln g , John VVeaver' in yapıtı.Aort; 1721'de Londra'da yayımlandı. Yazar, yapıtında, insan vücuduyla dans hareketleri arasındaki ilişkileri gösterme­ ye çalışır. A N A T O M İC İ a. Tıp Anatomi uzmanı. A N A T O M İK sıf. (fr. anatomique, lat. anatomicus'tan). 1. Anatomiyle ilgili: Ana­ tomik ikonografi. —2. insan vücudu ana­ tomisine ilişkin herhangi bir şey için söy­ lenir: Anatomik odak. —3. Anatomik par­ çalar, anatomi derslerinde (insan anato­ misi ya da karşılaştırmalı anatomi) öğren­ cilere gösterilmek üzere hazırlanmış insan ya da hayvan vücudu parçaları. || Anato­ mik duruş, organların tanımlanması ama­ cıyla insan vücudunun aldığı örnek du­ ruş. (Kişi, el ayaları öne dönük olmak üze­ re hazırolda durur.) || Anatomik yara, ka­ davra kesip açmaya yarayan bir aletle ya­ pılan yara. (Ağır enfeksiyonlara yol aça­ bilir.)



A N A T O M İZ M a. (fr. anatomisme). Fiz­ yolojik olayları, organların biçim ve yapı özelliklerine aşırı ölçüde bağlayan eski ku­ ram.



man faizlerin ana paraya eklenmesini kararlaştırabilecekleri gibi hesap devreleri­ ni, faiz ve komisyon miktarlarını da söz­ leşme ile saptayabilirler.)



A N A T O M O K L İN İK sıf. (fr. anatomoclinique). Anatomik verileri, klinik incele­ me sonuçlarıyla kıyaslamaya dayanan tıp yöntemi için kullanılır.



A N A T O T . Esk. coğ. Bünyamin kabile­ sinin kenti, Kudüs’ün K.'inde. Süleyman peygamber Abiathar’ı buraya sürdü. Yeremiya’nın vatanı.



A N A T O K İO P A T O L O Jİ a (fr. anatomopathologie). PATOLOJİK ANATOMİ’nin e şan lam lısı. ( — ANATOMİ, ansikl. b öl.)



A N A T T A (palice söze.) ya da A N A T N A (sanskritçe söze.), buddhacılığın te­ mel öğretisi. Bu öğretiye göre, bireysel varlıkların sürekli bir "gerçekliği" (atta) yoktur (an).



 n a fo m y o f c r ltîs is m , Northrop Fry'ın yapıtı (1957). Yazar, Kutsal Kitap’ tan (Eski ve Yeni Ahitler) çağdaş edebi­ yata kadar, edebiyat türlerinin sınıflandı­ rılma ve evrim ilkelerini saptar ve bu ilke­ leri, bazı egemen simgelere ve destan­ dan antiromana kadar yavaş yavaş de­ ğerini yitiren eylem kavramına bağlar. Ya­ zara göre, Kutsal Kitap verileri ve ayin bi­ çimleri, edebiyatın başkalaşım çevrimle­ rinden geçtiğini gösterir. A n a to m y o f m a la n c h o ly , Robert Burton'un yapıtı (1621). Yunanca ve latince alıntılardan oluşan ve 1651 ’e kadar büyük ölçüde genişletilerek altı kez bası­ lan bu kitap, "elizabeth hastalığı" denen ruhsal çöküntüyü bir_yaşam deneyi ve dünya görüşü olarak inceler. Amacı, ka­ ramsar ruh halini tıp alanından çıkararak, sürekli bir ruhsal eğilim olarak göstermek­ tir. Böylece kötümserlik, delilik olmaktan çıkar. Robert Burton'un bu kitabı, Avru­ pa’da yazılan ilk "ruhbilim " incelemele­ rinden biridir. A N A T O N O Z a. (fr. anatonose, yun. ana,tersine,ve tonos, gerilim, güç’ten). Toprağın tuzlu ve kurak olması nedeniy­ le kara bitkilerinde görülen moleküler par­ çalanma. (Bu durum, kök hücrelerindeki geçişme basıncını yükselterek bitkinin ya­ şadığı ortama ve aldığı su oranına göre hipertoniyi tekrar sağlar.) A N A T O P L A R D A M A R a. D o la ş ım d a n d ö n e n tü m kirli kanı k a lb in sa ğ k u la k ç ığ ı­ n a g ö tü re n iki b ü y ü k to p la rd a m a rın her biri. |j Anatoplardamar sistemi, k a p it o p l a r d a m a r siSTEM İ'ne karşıt o la ra k v ü c u ­ d u n h e r y a n ın d a n g e le re k iki a n a to p la rd a m a rla s o n a e re n to p la rd a m a rla rın tü ­ m ü. — A n s i k l . Anat. Üst anatoplardamar, vü­



cudun diyafram üstünde kalan bölümün­ den gelen toplardamarların ulaştığı kalın damardır. Sağ ve sol kol-baş toplarda­ marlarının birleşmesinden oluşur. Üst anatoplardamar, başlangıcından 7 cm aşağıya dikine indikten sonra, sağ kulakçı­ ğın üst çeperiyle ağızlaşır. Bu yolu izler­ ken, ona katılan tek yan damar, büyük azigos toplardamardır. Alt anatoplardamar, vücudun diyafram altında kalan bölümünden gelen kirli ka­ nı toplayan kalın damardır. Sağ ve sol kal­ ça toplardamarlarının birleşmesiyle beşin­ ci bel omuru hizasında doğar. Sonra, omurganın önünde aortun sağ yanından ilerler. Diyaframdaki özel bir delikten ge­ çerek 3 cm yukarıda kalbin sağ kulakçı­ ğının alt çeperine açılır. Geçtiği yol boyun­ ca bel toplardamarlarını, böbrek toplar­ damarlarını, böbreküstü bezi toplarda­ marlarını, sağ erbezi ya da yumurtalık toplardamarını, karaciğerüstü toplarda­ marlarını ve diyafram alt toplardamarla­ rını alır. A N A T O S İZ M a. (fr anatocisme). Ödünç verilmiş bir paranın, bir yıldan da­ ha kısa bir dönem için hesaplanan faiz­ lerinin ana paraya eklenmesi. (Türk Tic. k.'nun 8. md.'sine göre, ticari işlerde fa­ iz miktarı serbestçe saptanabilir. Ayrıca, üç aydan aşağı olmamak üzere faiz ana paraya eklenerek tekrar faiz yürütülebil­ mekte, ancak bunun için, yalnız cari he­ saplarla borçlu bakımından ticari iş nite­ liğine sahip olan ödünç verme sözleşme­ lerinde uygulanması koşulu aranmakta­ dır. 94. m d.’ye göreyse, taraflar, üç ay­ dan aşağı olmamak üzere diledikleri za­



A M A U A . Tar. coğ. Anadolu'da, Phrygia bölgesinde ilkçağ kenti. Bizans dönemin­ de Sanaos. Dazkırı'nın (Afyonkarahisar) 2 km güney-batı'sında, Acıgöl'ün kuzey kıyısı yakınlarındaki Sarıkavak köyünün yerindeydi. AM AURAHTA



* ANORATHA.



Türkmenistan'da köy, ABD'Iİ Pumpelly 1903-1904'te bu köy yakınla­ rında, İran’daki Sus kentinin ilk halklarınınkine benzer bir cilalıtaş devri uygarlı­ ğının kalıntılarını buldu. ANAV,



A M A V A S Y A a (yuh. ana, aşağıdan yu­ karı, ve vasis, kanal’dan). Göçücü balık­ ların boğazlar yoluyla Akdeniz’den Kara­ deniz’e çıkması. Â H Â V A T A a. Sarma tekniğiyle yapılan bir tür işleme. (Gergef ya da kasnağa ge­ rilen renkli, kalınca kumaşlar üzerine, ipek iplikle işlenir. İşlemenin dolgun görünmesi için motifler, üzerine aynı biçimde kesil­ miş karton ya da mukavva yerleştirilerek sarılır.) A N A V A T A N a. Anayurt, ilk vatan. — ANSİKL. Anavatan, bir ulusun ilk kez yerleştiği ve üzerinde devlet kurduğu ül­ ke topraklarıdır. Bir kişi için anavatan do­ ğup büyüdüğü, aile kökeninin bulundu­ ğu ülkedir. Bir devletin, sonradan kazan­ dığı ya da sömürgeleştirdiği ülkelerin dı­ şında kalan asıl topraklarına da anavatan denir. A n a v a ta n p a r t is i (ANAP), türk siya­ sal partisi (20 mayıs 1983). Kurucu ge­ nel başkan Turgut Özal’ın, 37 kurucu üye ile yaptığı başvuru, Milli güvenlik konseyi’nce 7 kurucu üyenin veto edil­ mesine karşın, geriye kuruluşun tamam­ lanması için gerekli 30 üye kaldığı için, tamamlanmış sayıldı (7 haziran 1983): Genel başkanlığa Turgut Özal getirildi. Program ve seçim bildirgesine göre par­ tinin hedefleri: 1) ülkede huzur ve güven sağlamak; 2) çiftçi, işçi, esnaf, memur ve bunların emeklilerinden meydana ge­ len ortadireği güçlendirmek; 3) işsizliği önlemek; 4) konut sorununu çözmek; 5) başta Doğu ve Güneydoğu’nun kalkın­ ması olmak üzere, kalkınmada öncelikli yöreleri saptayıp kalkındırmak; 6) bürok­ rasiyi yeniden düzenlemek. Ülkedeki “dört siyasal eğilimi" bünyesinde topladı­ ğını açıklayan; liberal, milliyetçi, muhafa­ zakâr ve sosyal adaletçi ANAP, kısa sü­ rede en geniş örgütü kuran parti oldu. Katıldığı 6 kasım 1983 seçimlerinde oyla­ rın yüzde 45, Tini alarak 400 milletvekilli­ ğinden 21 Tini kazandı; iktidar oldu. Baş­ bakanlığa getirilen ANAP genel başkanı Turgut Özal'ın kurduğu ilk ANAP hükü­ meti 24 aralıkta meclisten güvenoyu aldı. 29 kasım 1987’de yapılan erken genel seçimde oy kaybeden ANAP, yine de meclis çoğunluğunu korudu. (% 36,31, 292 milletvekili). Parti, 26 mart 1989’daki yerel seçimlerde oyların % 21,80’ini aldı. Özal, 31 ekim 1989’da cumhurbaşkanlı­ ğına seçilince, yerine meclis başkanı Y. Akbulut’u atadı. 17 kasımdaki parti kong­ resinde Akbulut genel başkanlığa seçil­ di. 15-16 haziran 1991 ’deki 3. Olağan kongrede genel başkanlığa seçilen Me­ sut Yılmaz, Akbulut’un istifası üzerine 17 haziranda başbakanlığa atandı ve 20 ekim 1991'de erken genel seçime gitti. Bu seçimde % 24,01 oranında oy alan



ANAP ikinci parti durumuna düşerek ikti­ darı DYP-SHP koalisyonuna devretti. A N A V U L a. Yörs. 1. Tarlanın saban iziyle birbirinden ayrılan parçalarından her bi­ ri; evlek. —2. Suyun arklara paylaştırıldığı yer; bent başı. A N A K a. Hızlı uçuşlu, çok yırtıcı, bü­ yük kızböceği. (Dişisi su bitkilerinin sap­ larının içine yumurtlar Aeschnidae famil­ yası.) A N A Y A P I a. Mim. Bir yapının az-çok bağımsız olan bölümü (yapının tümüne göre öne doğru bir çıkıntı yapıyorsa bu kısma önyapı, bitişik yapılara gömülü bir durumdaysa artyapı adıyla anılır). —Bir yapıda kollara, pavyonlara karşıt olarak, esas kısım. A N A Y A S A a. Anayas. huk. Devletin şeklini, devlet organlarının kuruluş ve iş­ leyişini belirleyen, yönetenlerle yönetilen­ ler arasındaki ilişkileri düzenleyen temel yasa. Eski hukuk dilinde Kanuni esasi (1876) ve Teşkilatı esasiye kanunu (1921 ve 1924 anayasaları) terimleri kullanılmak­ taydı. (Bk. ansikl. böl.) || Anayasa başlan­ gıçları, anayasaların baş tarafına konan ve sözkonusu anayasanın doğuş neden­ lerini, ona egemen olan siyasal felsefeyi açıklayan, iktidarlar için genel hedefler gösteren, hak ve özgürlüklerle ilgili temel ilkeleri belirleyen "giriş bölümü". (Bk. an­ sikl. böl.) || Anayasa değişikliği, yürürlük­ te olan btr anayasanın hükümlerini değiş­ tirme ya da ortadan kaldırma işlemi. || Anayasa hukuku, siyasal iktidarla ilgili ku­ rallar, kurumlar ve uygulamaların tümü. — Devletin şeklini, devlet organlarının kuruluş ve işleyişini belirleyen, yöneten­ lerle yönetilenler arasındaki ilişkileri ince­ leyen hukuk dalı. || Anayasa mahkemesi, yasaların anayasaya uygunluğunu denet­ lemekle görevli özel ve yüksek mahkeme. || Anayasa yargısı, belli hukuk kurallarının anayasaya uygunluklarının yargı organ­ ları tarafından denetlenm esi. ( —AN A Y A S A * M A H K E M E Sİ, YAR G I.) || Ana­ yasaya uygunluk ve aykırılık, bir yasanın, yasa hükmündeki kararnamenin ya da TBMM içtüzüğünün anayasaya şekil ya da esas bakımından uygun ya da aykırı olması. (Bk. ansikl. böl.) || Anayasayı ih­ lal, anayasayla kurulan düzeni zor yoluy­ la değiştirmeye yönelik eylem ve girişim­ ler. (Türk Cez. k.'nun 146. maddesine gö­ re, “ Türkiye Cumhuriyeti teşkilatı esasi­ ye kanunu'nun [Anayasanın] tamamını veya bir kısmını tağyir [başkalaştırma] ve tebdil [değiştirme] veya ilgaya [kaldırma­ ya] ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük millet meclisi'ni iskata [düşürme­ ye] veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler, idam cezasına mahkûm olur ") — A N S İK L. Anayasa teriminin bazı yaban­ cı dillerdeki karşılığı olan ve ilk harfi bü­ yük yazılan sözcüklerin (the Constitution, la Constitution, la Contituzione) temelin­ deki kavramlar (Constitution) daha geniş anlam taşırlar ve türkçede bu kavramlar "anakuruluş” terimiyle karşılanabilirler. Bundan, bir toplumun siyasi ve hukuki te­ mel düzeniyle ilgili, yazılı-yazısız ana hu­ kuk kurallarının bütünü anlaşılır. Dolayı­ sıyla, bir anakuruluştan söz edebilmek için, bu kuralların belli ve tek bir metinde toplanmış olması gerekmez Bu kurallar, değişik yasalarda yer alabilecekleri gibi, yasalar halinde derlenmemiş bile olabilir­ ler, Anakuruluş, kısmen ya da büyük çap­ ta, yazılı olmayan hukuk kurallarından, örf ve âdetlerden, teamüllerden de oluşabi­ lir. Bu durumdaki bir ülkenin, yazılı ve tek metin halinde bir "Anayasa” sı bulunma­ sa bile, yazılı ya da yazısız hukuk kaynak­ larından oluşan bir anakuruluşu, geniş anlamıyla bir anayasası vardır. Bu neden­ le anayasalar, teamüli ve yazılı olmak üze­ re başlıca iki gruba ayrılırlar Modern çağ­ da anayasacılık hareketleri genellikle ya­ zılı bir anayasanın yapılması şeklinde be­ lirmekte, teamüli anayasa çok ender ve



hemen hemen bir tek ülkeye (İngiltere) özgü bir olay olarak kalmaktadır. * Yazılı anayasaların doğuşu. XVIII. yy. sonlarına kadar devlet düzenlerinin teme­ lini oluşturan yazılı hukuk kaynakları ye­ tersiz ve dağınık durumdaydı. Anakuru­ luşu belirleyen belli ve tek bir yasa yok­ tu. Bunun yerine kısmen bazı yasalardan, kısmen de örf ve âdetlerden oluşan tea­ müli bir sistem, anakuruluşu meydana ge­ tiriyordu. Fransa'da Devrim öncesindeki durum bunun klasik örneklerindendir. Bu.rada “ Eski Re|im", bir yanda krallığın te­ mel yasalarına, öte yanda da birtakım te­ amüli kurallara dayanmaktaydı. İngiltere' de de durum buydu; birtakım hak bildi­ rilerinin yanı sıra, yazısız hukuk kuralların­ dan oluşan bir demet, İngiliz siyasal ya­ pısının temelini kuruyordu. XVIII. yy. sonlarından başlayarak, ön­ ce ABD’de (1787), sonra da Fransa'da (1791) yazılı anayasalar görülmeye baş­ ladı. Amaç, devletin temel kuruluşu ve iş­ leyişiyle ilgili yazılı-yazısız kuralları dağı­ nıklıktan kurtarmak, tek metin halinde kaynaştırmaktı. Bu eğilimin kökleri akılcı­ lık (rasyonalizm) akımında yatar. İnsanoğ­ lu akıl yoluyla yeni yasalar ve üstün ya­ salar (anayasa) yaparak, hukuka, devle­ te ve devlet-toplum ilişkilerine yön vere­ bilecekti. Bu aynı zamanda, kişi hak ve özgürlüklerini sağlama bağlamanın da bir yoluydu. Çünkü dönem aynı zamanda si­ yasal liberalizm ve özgürlük düşüncesinin de yükseldiği bir dönemdi. Bu çağın in­ sanları, başta filozoflar ve siyaset bilgin­ leri olmak üzere, anayasayı, toplumla bi­ rey ya da devletle birey arasında yapılan ve karşılıklı hak ve ödevleri belirleyen bir "sözleşme” olarak görmekteydiler. Yasa­ lardan ve kararnamelerden daha üstün bir hukuk belgesi olarak anayasa, kamu yetkilerini sınırlayacak, iktidarı hukukla bağlayacak, böylece kişilere de hak ve özgürlük güvenceleri getirecekti. Ortaçağ'ın sonlarından beri gelişmekte olan burjuvazi, aristokratik ayrıcalıklara, mut­ lak krallıkların keyfiliğine, korporatif düze­ nin iktisadi rekabet ve özgürlüğü kısan cenderelerine karşı eşitlik, özgürlük, mül­ kiyet ve ekonomik serbestlik talepleriyle ortaya çıkıyordu. Bu isteklerin kabulü ve korunabilmelerı için en elverişli yol da, ge­ nel olarak hukukun, özel olarak da ana­ yasanın kutsallaştırılmasıydı. iki yüz yıldan beri bütün ülkelerin siya­ sal hayatına giren anayasa gerçeği, kay­ nağını da yeni devletlerin kurulmasından (ABD, İtalya, XX. yy.'ın yeni bağımsız devletleri) ya da belli bir ülke-devlet ze­ mini içerisindeki köklü rejim değişiklikle­ rinden almaktadır. Ancak, çeşitli anayasacılık hareketleri açısından, birbirinden farklı anayasa ve anayasacılık anlayışla­ rının var olduğu da bir gerçektir. • Anayasacılık hareketleri. Tarihteki ve günümüzdeki örnekier açısından.anayasacılık hareketleri, Batı’da, marxçı rejim­ lerde ve Üçüncü dünya ülkelerinde farklı işlevler yüklenmişlerdir. Batı demokrasilerinde anayasa ve anayasacılık, esas olarak, devlet iktidarının sı­ nırlandırılması işleviyle yola çıkmıştır. XIX. yy. sonlarına kadar süren dönemde gö­ rülen klasik-liberal anayasalar, liberal bur­ juvazilerin devlete ve aristokratik-monarşik ayrıcalık ve keyfiliklere karşı olan tu­ tumlarını yansıtır. XIX. yy.’ın ortalarından başlayarak da, çalışan sınıfların verdikle­ ri sosyal ve siyasal mücadeleler, anayasacılık hareketlerine yeni bir dinamik ve yön kazandırmıştır. Siyasal alanda, genel oy hakkının kabulüyle, geniş kitlelerin si­ yasal hayata aktif biçimde katılabilmele­ rinin yolu açılmıştır Sosyal alanda da, emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve kül­ türel talepleri yasa ve anayasalarda dile gelmeye başlamıştır. Özellikle XX. yy. başlarından itibaren yeni anayasalar, devlete, ekonomik ve sosyal hayata mü­ dahale etmek ve sosyal eşitsizlikleri azalt­ mak yolunda ödevler yüklemişlerdir (müdahaieci devlet, sosyal devlet). Sosyal gü­



venlik, konut, sağlık, iş edinme, ilköğrenim, vb. konular, yasal ve anayasal dü­ zenlemelere konu olmuş, "sosyal haklar” tanınmaya başlamıştır. XX. yy Batı anayasacılığı, siyasal liberalizm ve çoğulcu­ luk, sosyal demokrasi ve sosyal devlet ek­ senleri etrafında çeşitli sınıfların uzlaştığı bir alan olmuştur. Marxçı rejimlerde ise anayasacılık ve anayasa kavramları fark­ lı bir içerik ve işlev taşımaktadır. Marxçılığın, demokrasi ve özgürlüğü zaten var olan bir olgu olarak değil, ulaşılması ge­ reken bir hedef sayması ve işçi sınıfı dev­ letini bütün halk sınıflarının sosyal ve si­ yasal kurtuluşunu sağlamakla görevli tut­ ması, marxçı anayasacılık anlayışının da temelini oluşturur. Buna göre aslolan, bir­ takım hak ve özgürlüklerin ve demokra­ sinin biçimsel olarak anayasayla ilanı ve korunması değil, geniş kitleler için de­ mokrasi ve kurtuluşun maddi ortamının yaratılmasıdır. Anayasacılık ve anayasa, bu ana hedefe tabi birer araç durumun­ dadır. Bu bağlamda anayasa, üstün, mut­ lak ve kutsal bir norm değil, sosyal ve si­ yasal pratikte geçilen aşamaları kayde­ den bir göstergedir. "Üçüncü dünya” denen azgelişmiş ya da gelişme yolundaki ülkeler topluluğun­ da anayasacılık, Batı ve marxçı anayasa anlayışlarının etkisinde kalmıştır. Batı tipi liberal demokrasiyi deneyen ülkeler, bü­ yük çapta Batı anayasacılığının temel İl­ ke ve kurallarını benimsemişler, kendile­ rine en yakın saydıkları "model'Teri ak­ tarmışlardır. Örneğin, Latin Amerika de­ mokrasileri genellikle ABD tipi ve başkan­ lık rejimine dayalı anayasalara sahip ol­ muşlardır Afrika'daki eski fransız sömür­ geleri bağımsızlıklarını kazandıktan son­ ra Fransız V. Cumhuriyet sistemine yakın­ lık duymuşlardır Kara Afrika'daki eski İn­ giliz sömürgelerinin ise İngiliz parlamentarizmine yatkınlık gösterdikleri görülmek­ tedir. Üçüncü dünya'nın en istikrarlı de­ mokrasilerinden sayılan Hindistan, İngiliz siyasal kurumlarına bağlılık göstermiş, bunlara "federalizm" unsurunu eklemiş­ tir. Bazı ülkelerin de, sosyalist anayasacılık anlayışından esinlenerek yeni anaya­ salar yaptıklarını görmekteyiz (Çin Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya, Arnavutluk, Kü­ ba). Batı liberalizmi ve sosyalist model dı­ şında, "üçüncü yol” arayışı içinde olan ve genellikle otoriter rejimlere sahip bu­ lunan Üçüncü dünya ülkelerinde ise (özellikle bugünkü Kara Afrika ülkeleri), anayasaların daha çok ulusal kimlik ve bağımsızlığın bir simgesi rolünü oynadık­ ları, uluslararası alanda bir devlet olarak belirmenin göstergesi sayıldıkları görül­ mektedir. Buna bir de, bu anayasaların, mevcut otoriter rejim ve iktidarlar için bi­ rer "meşruluk" ya da “ meşrulaşma” ara­ cı işlevi görmeleri eklenmelidir. Başka bir deyişle bu rejimlerde anayasalar hukukun üstünlüğünü, hukuk devleti, insan hakla­ rı, vb. konularda getirdikleri katkılara rağ­ men, tek partili sisteme dayalı olan siya­ sal hayatta, gerçek bir anlam ifade etme­ mektedirler, • Anayasaların özellikleri. Anayasalar, maddi içerikleri (özleri) bakımından diğer hukuk kurallarından ayrılırlar. Bunlar, dev­ letin ve organlarının kuruluş ve işleyişi ve kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili temel ilke ve kuralları koyarlar.Devletin biçimi (fede­ ral ya da basit devlet), nitelikleri (demok­ ratik, sosyal, sosyalist, laik, dini..), yasa­ ma, yürütme ve yargı organlarının kuru­ luşu, görev ve yetkileri ve birbirleri karşı­ sındaki durumları, kişilerin hak ve özgür­ lükleri, bunların sınırları ve sınırlanma yol­ ları ve usulleri, vb. gibi konular anayasa­ ların başlıca ilgi alanlarına giren noktalar­ dır. Bunun dışında kalan ikinci derecede­ ki konular ya da yukarki temel ilke ye ku­ rallarla ilgili ayrıntılı uygulama hükümleri­ nin getirilmesi ise yasa, tüzük, kararname, yönetmelik, vb. gibi hukuk kurallarının işi­ dir. Çağımızın siyasal, sosyal ve idari so­ runlarının gittikçe karmaşık hale gelme­



si, vb. gibi etkenler, anayasaların daha “ yüklü" metinler haline gelmesinde rol oynamaktadır. Bu durumda, anayasalar­ da ne gibi hükümlerin yer alması gerek­ tiği konusunda evrensel ve her zaman geçerli bir ölçü bulmaya olanak yoktur. Sorun, ülkeden ülkeye ve zaman zaman değişen farklı çözümlere bağlanmaktadır. Anayasaların bir başka özelliği de bi­ çimle ilgilidir. Anayasalar genellikle diğer yasalardan farklı usul ve biçimlere uyula­ rak yapılmakta ve değiştirilmektedir. Bu farklılık, hem anayasa kurallarının temel hükümler olmalarından doğmakta, hem de bu metinlere bir üstünlük sağlamak­ tadır (anayasanın üstünlüğü). Bu farklılı­ ğı sağlayan mekanizmalar çeşitlidir. Ana­ yasalar çoğu kez, esas görevi bir anaya­ sa hazırlamak olan kurucu meclisler tara­ fından hazırlanır ve kabul edilir. Kesin ka­ bul için genellikle halkoyuna da (referan­ dum) başvurulur (anayasa oylaması ya da referandumu). Biçimsel farklılıklar, anayasaların değiştirilmesinde de kendi­ ni gösterir. Genellikle anayasaların değiş­ tirilmesi daha sıkı kurallara bağlı tutulmak­ tadır. • Anayasa çeşitlen. Anayasalar değişik açılardan, farklı ölçülere göre sınıflandı­ rılır. ilk ayrım, teamüli ye yazılı anayasa ayrımıdır. Yazılı anayasalar da tarihsel ve siyasal kökleri bakımından iki grupta top­ lanabilir: hükümdarın (monark) tek yanlı iradesinden doğan ferman-anayasalar ile hükümdar ile ulusun temsilcileri arasında­ ki iki yanlı ve karşılıklı ilişkiden doğan misak-anayasalar. Osmanlı tarihi açısın­ dan, 1876 Anayasası bunlardan birinci­ sine, 1909 anayasa değişiklikleri ya da anayasası da İkincisine örnektir. Monarşik olmayan sistemlerde, halkın ya da ulu­ sun temsilcileri eliyle yapılan anayasalar ise demokratik anayasa olarak adlandırı­ lır. Bu anlamdaki “ demokratik anayasa” biçimsel bir kavramdır. Bundan, bu yolla yapılan her anayasanın içeriği bakımın­ dan da mutlaka demokratik olduğu sonu­ cu çıkmaz. Halkoyu'tarafından ya da hal­ kın temsilcileri tarafından kabul edilen anayasalar da kendi içlerinde önemli öl­ çüde anti-demokratik kurallar barındırabilirier. Anayasalar nihayet, yapılış ve değişti­ riliş şekillerine göre, yumuşak ve katı (sert) anayasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Bi­ rinciler, diğer yasaların bağlı bulunduğu usul ve biçimlere göre yapılan, değiştiri­ lebilen anayasalardır. 1848 İtalyan Ana­ yasası bu nitelikteydi. Katı anayasalar ise, diğer yasalardan farklı usul ve biçimlere uyularak yapılan ve değiştirilen anayasa­ lardır. OSMANLI-TÜRK ANAYASALARI 1808 tarihli Senedi ittifak ile, Tanzimat döneminde çıkarılan bazı fermanlar (özel­ likle 1839 Gülhane hattı hümayunu ile 1856 Islahat fermanı) devlet yönetimine hâkim olması gereken bazı ilkeleri göster­ mişler (adalet, yasallık, yasaya saygı, gü­ venlik..), ayrıca ayanın (Senedi ittifak), hal­ kın (1839 fermanı) ve müslüman olma­ yanların (1856 fermanı) hak ve güvence­ lerinin neler olduğunu eksik de olsa be­ lirlemişlerdi. Ancak bu belgeler, devlet ya­ pısının kuruluşu ve işleyişiyle ilgili kural­ lara yer vermemeleri nedeniyle "Anaya­ sa” niteliğinde değillerdi. Düzenleniş bi­ çimleri bakımından da anayasaya değil, hak bildirilerine benziyorlardı. Yine de bu anayasal ya da siyasal belgeler, gerçek anlamda ilk anayasa olan 1876 Anaya­ sasına önemli ölçüde malzeme sağlamış­ lardır. 1876 Kanuni esasisi



Hazırlanışı. Kanuni esasi, bir parlamento ya da kurucu meclis tarafından değil, üyeleri padişah tarafından seçilip atanan 28 kişilik bir kurul (cemiyeti mahsusa) ta­ rafından hazırlandı. Çalışmalarda, daha önce Mithat Paşa tarafından 1831 Belçi­ ka Anayasası’ndan esinlenerek hazırla­



nan bir taslak esas alındı. Tasarı, Mithat Paşa başkanlığındaki bakanlar kurulun­ da (heyeti vükela) son şeklini aldı. Esasları. Kanuni esasi, devletin monarşik ve dini niteliğini pekiştirip koruma altına almaktadır. Sınırlı monarşi düzenine ge­ çildiği halde, padişahın yetkileri son de­ rece geniştir. Padişah sadrazamı, vekilleri ve şeyhülislamı, iki meclisli yasama orga­ nının ayan kanadının üyelerini seçer. Ba­ kanlar kurulu üzerinde büyük etkisi var­ dır; bakanlar meclise değil, padişaha kar­ şı sorumludur (azletme yetkisi); bakanlar kurulunun önemli kararlarının uygulana­ bilmesi padişahın iznine bağlıdır. Yasala­ rın önerilmesi ve onaylanmasında da pa­ dişah büyük oranda söz sahibidir. Mecli­ si mebusan'ı kolayca feshedebilmesi mümkündür. Meclislerin toplantı halinde bulunmadığı dönemlerde ülkeyi yasa gü­ cündeki kararnamelerle yönetebilir. Böy­ lece sistem, zayıf bir parlamentoya ve pa­ dişahın kişiliğinde toplanan güçlü bir yü­ rütme organına dayanmaktadır. Üstelik, bunca yetkiyle donatılmış plan padişah “ kutsal ve sorumsuz"dur. Kanuni esasi, yargı bağımsızlığı ve yar­ gıç güvenceleri bakımından olumlu hü­ kümler getirmiştir (hâkimlerin azledilememesi vb.). Kişilerin yargı güvenceleri de sağlanmıştı: tabii hâkim ilkesi, mahkeme­ lerin kendi görev alanlarına giren bir da­ vaya bakmaktan kaçınamamaları, ola­ ğanüstü yargı mercilerinin kurulamama­ sı, yargılamanın açık olması, herkesin mahkemeler önünde bütün hukuk yolla­ rından yararlanabilmesi, vb. Kanuni esası, temel hak ve özgürlük­ ler bakımından ise eksik ve yetersizdir. Düşünce, toplantı ve dernek özgürlükleri tanınmamıştır. Basın, ancak “ kanun dai­ resinde serbesttir” . Kişi dokunulmazlığı ve güvenliği sözde tanınmıştır; padişah basit bir zabıta soruşturmasına dayana­ rak dilediği kimseyi yurt dışına sürgüne gönderebilir. Kanuni esasi, konut doku­ nulmazlığını, eğitim, mülkiyet, ticaret ve sanat hak ve özgürlüklerini, eşitlik ilkesi­ ni, kamu hizmetlerine girebilme, yasama organına başvurma hakkını ve bazı sınır­ lar içerisinde basın özgürlüğünü tanımak­ tadır. Uygulanışı. Abdülhamit ll'nin ilk önemli ic­ raatı, bir "kom plo” düzenlediği gerekçe­ siyle Mithat Paşa’yı yurt dışına sürdürmek oldu. Daha sonra, biraz da görünüşü kur­ tarmak için, seçimler yapıldı, iki dereceli ve yalnızca erkeklerin ve belli bir gelir düzeyindekilerin katılabildiği bu seçimler so­ nunda ilk osmanlı parlamentosu kurulmuş oluyordu. 19 mart 1877’de açılan mec­ lis, anayasanın açık hükmüne rağmen, dört yıl için değil, sadece bir yıl için seçil­ miş sayıldı. Üç aydan biraz fazla bir süre için çalışan meclisin dağılmasından son­ ra ikinci yıl için yeniden seçimler yapıldı, ikirtci Meclisi mebusan da iki ay kadar fa­ aliyette bulunduktan sonra, Abdülhamit II, içinde bulunulan olağanüstü durum ne­ deniyle (savaş) meclisi tatile soktu (14 şu­ bat 1878). Bundan sonra meclis bir da­ ha toplantıya çağrılmadı. Birinci meşruti­ yetin kısa yaşamı son buldu. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi özgür­ lükçü direnişe de ortam hazırladı. Harbi­ ye ve Tıbbiye'deki genç aydınlar arasın­ da başlayan ilk mayalanmalar "Jön Türk” hareketinin doğumuna kaynak oluşturdu, istibdadı yenmek ve yeniden anayasalı bir rejime geçmek amacını güden birçok gizli dernek ve örgüt kuruldu. Bunların en önemlisi ve kalıcısı olan ittihat ve Terakki cemiyeti, özellikle Balkanlardaki osmanlı toprakları üzerinde büyük bir güç hali­ ne geldi. Cemiyet şiddet yollarına da baş­ vurdu; padişah yanlısı bazı yüksek me­ murlar öldürüldü ya da sindirildi. Dış ortam da, XX. yy. başlarından itiba­ ren, anayasacı-liberal gelişmelerin yükse­ lişine sahne oluyordu. 1905'ten sonra Rusya, İran ve Japonya meşrutiyet yöne­ timine geçmişlerdi. Bunlar, Osmanlı imparatorluğu topraklarında yaşayanlar



için de cesaret verici gelişmelerdi. Bu ara­ da, İngiltere kralı ile rus çarının yaptıkları bir toplantı (Reval mülakatı), Jön Türk mu­ halefeti ve İttihatçılar tarafından yeni bir komplonun başlangıcı olarak algılandı. Anayasalı bir rejimin dış müdahaleyi ön­ leyecek en iyi çare olacağı düşüncesi ye­ niden ve acil olarak gündeme geldi. Özel­ likle Makedonya’da yükselen ve ittihat ve Terakki cemiyeti’nin önderlik ettiği meş­ rutiyetçi hareket, 23 temmuz 1908 günü kesin çıkışını yaptı. Cemiyet, Manastırda hürriyeti ilan etti. Aynı gün bütün Rumeliden Saray'a yağan telgraflar bu hareke­ tin desteklendiğini bildiriyordu. Sonunda, Abdülhamit bir iradei seniye ile, Kanuni esasi’nin zaten yürürlükte olduğunu ve seçimlerin yapılarak meclisin tolanmasına karar verdiğini açıkladı. Yeni meclis 17 aralık 1908 günü açıldı. "31 Mart vakas fv e bunun ardından Abdülhamit’in taht­ tan indirilip yerine Mehmet Reşat’ın ge­ çirilmesinden sonra, ikinci meşrutiyetin en önemli anayasal dönemecine girildi. 1876 Kanuni esasisi 1909 yılında önemli değişikliklerden geçirilerek, meşruti bir re­ jime yatkın, hale getirildi. 1909 değişiklikleri. Padişahın yasama ve yürütme üzerindeki yetkileri esaslı bir şekilde kısıldı, meşruti-parlamenter bir re­ jimin devlet başkanı durumuna getirildi. Padişah artık sadece başbakanı atamak­ ta, bakanlar ise başbakan tarafından se­ çilip padişahın onayına sunulmaktadır. Bakanlar kurulu artık padişaha değil par­ lamentoya karşı sorumludur; padişahtan bağımsız bir siyaset güdebilir. Padişahın meclisi fesih hakkı da,bir tehdit unsuru ol­ maktan çıkarılmış, son derece kısıtlanmış­ tır. Meclislerin artık padişahın iradesine bağlı kalmadan yasa önerebilme yetkile­ ri vardır. Padişahın yasaları veto etme yet­ kisi ise sınırlanmıştır. Hak ve özgürlükler alanında da önemli yenilikler vardır: pa­ dişahın yurt dışına sürgüne gönderebilme yetkisi kaldırılmış, toplantı ve dernek özgürlükleri tanınmış, basına sansür ko­ namayacağı kuralı getirilmiştir. Hürriyetin ilanına ve anayasa değişik­ liklerine rağmen ikinci meşrutiyetin getir­ diği siyasal liberalizm ve parlamenter dü­ zen de uzun ömürlü olamadı. Özellikle 1913 Babıâli baskınından sonra tam ola­ rak iktidara gelen ittihat ve Terakki fırka­ sı ülkeyi otoriter ve komplocu yöntemler­ le yönetmeye koyuldu. Çokuluslu impa­ ratorluk yapısı da, liberalleşebilmenin önündeki bir engel gibi görülmeye baş­ landı. Dış sorunlar ve savaşlar, iç çalkantı ve ayaklanmalar, ittihatçı baskısının koyu­ laşmasına yol açtı. Böylece, 1913’ten sonra ve Birinci Dünya savaşı'nın bitimi­ ne kadar ülkede fiili bir tek parti rejimi oluştu. 1921 ANAYASASI Kurtuluş savaşı'nın anayasası olan 20 ocak 1921 tarihli Teşkilatı esasiye kanu­ nu Türkiye devletini kurmuştur (md. 3). Bu anayasanın hazırlanışı ve içeriği, içinde bulunulan olağanüstü şartların izlerini ta­ şır. Ankara’da 23 nisan 1920 tarihinde açılan Birinci Büyük millet meclisi tarafın­ dan kısa sürede hazırlanmış ve kabul edil­ miştir. Öteki anayasalara oranla çok kısa bir metindir (23 madde, bir de "maddei münferide” ). Anayasa sadece yeni dev­ letin temel ilkelerini açıklamakta, ana ça­ tısını kurmaktadır. Getirilen sistemin özü, ulusal egemenlik ilkesi ile kuvvetler birli­ ği ve meclis hükümeti rejimidir. Anayasa, kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili kurallara yer vermemektedir. Devlet düzeniyle ilgili konularda getirilen kuralların bile eksik ve yetersiz oluşundan doğan boşluklar, her biri anayasa hükmü değerinde olan yir­ mi kadar kanun, kararname ve kararla doldurulmaya çalışılmıştır. Hatta, BMM başkanı Mustafa Kemal Paşa nın sadra­ zam Tevfik Paşa’ya yolladığı ve Kanuni esasi’nin 1921 Anayasası ile çelişmeyen kurallarının yürürlükte olduğunu bildiren telgrafı,bu dönemde iki anayasanın var



olduğunu gösterir. Esasları. 1921 Anayasası, Kurtuluş savaşf nin demokratik, halkçı ve ulusal karak­ terine uygun olarak, ulusal egemenlik il­ kesine önem vermiştir. Anayasa, ege­ menliğin kayıtsız ve şartsız millete ait ol­ duğunu, yönetim usulünün halkın mukad­ deratını bizzat ve bilfiil idare etmesi esa­ sına dayandığını bildirir. Ulusal güçlerin siyasal ve örgütsel birliğini sağlamak ve ulusal iradeyi yüceltmek için, kuvvetler birliği ilkesi benimsenmiştir. Bu “ meclis hükümeti" rejimine göre BMM, yasama ve yürütme yetkilerini elinde bulundurur. Meclis, yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini ise kendi içinden seçtiği BMM hükümeti eliyle kullanılır. Devlet başkanı yoktur; BMM’nin başkanı hükümetin de başkamdir. Hükümet üyeleri Meclisin âdeta "memurları” durumundadırlar. Gö­ revleri, Meclis'in aldığı kararlan uygula­ maktır. Buna karşın, olağanüstü şartlar, özellikle Sakarya savaşı ’ndan başlayarak hükümetin ve daha da çok Mustafa Ke­ mal Paşa’nın bazı özel yetkilerle donatıl­ masını gerekli kılmıştır. Uygulanışı. 1921 Anayasası, ulusal sava­ şın başarısı ve ulusal güçlerin birliğinin sağlanmasında olumlu bir rol oynadı. Kuvvetler birliği, ulusal güçlerin birlikteli­ ğini sağlarken, İstanbul’daki saltanat ve hilafet makamına karşı da ulusun ve ulu­ sal iradenin bütünlüğünü temsil etmiştir. 1921 Anayasası 1923'te önemli bir de­ ğişiklik geçirdi.Anayasa yapılırken varo­ lan şartlar ve biraz da kuvvetler birliği ve meclis hükümeti anlayışının saf şekli, dev­ letin şeklinin belirtilmemesine, devlet baş­ kanlığı makamının da öngörülmemesine yol açmıştı. Oysa egemenlik hakkının kayıtsız-şartsız millete ait olduğunu bildi­ ren bu sistemin devlet biçimi, doğal ola­ rak, ancak Cumhuriyet olabilirdi. Nitekim, Kurtuluş savaşı’nin zaferle sonuçlanma­ sından ve saltanatın kaldırılmasından son­ ra, 29 ekim 1923 günü anayasa değişik­ liği ile cumhuriyet ilan olunmuş, Mustafa Kemal ilk cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ge­ tirilen sisteme göre cumhurbaşkanı Mec­ lis tarafından ve kendi üyeleri arasından 4 yıl için seçilmekteydi. Cumhurbaşkanı başbakanı atamakta ve bunun seçtiği ba­ kanları BMM’nin onayına sunmaktaydı. 1924 ANAYASASI



1921 Anayasası olağanüstü koşulların anayasasıydı. Kurtuluş sonrasının ve ye­ ni devletin örgütlenmesinin getirdiği so­ runlar ise, yeni ve daha kapsamlı bir ana­ yasayı gerekli kılıyordu. BMM tarafından bu amaçla bir komisyon kuruldu. Komis­ yonun, Fransa III. Cumhuriyet ve Polon­ ya anayasalarından da yararlanarak ha­ zırladığı tasarı Meclls’te görüşüldü; bazı maddeleri değiştirilerek kabul edildikten sonra 20 nisan 1340 (1924) tarih ve 491 sayılı yasayla kabul edildi. Esasları. 1924 Anayasası, Kurtuluş savaşı ve 1921 Anayasası'yla benimsenen temel ilke ve kuruluşu sürdürmektedir. Ulusal egemenlik yine temel ilkedir. Kuvvetler birliği sistemi, esas olarak devam etmek­ te, ancak yürütme organı daha net bir ki­ şilik kazanmaya başlamaktadır. Durum yürütmeye, eskisine oranla daha geniş bir serbestlik alanı verilmesini gerekli kılmış­ tır. Yasama, tek meclisten kuruludur (TBMM). Üyeleri 4 yıl için seçilir. Yürütme­ yi cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu oluşturur. Cumhurbaşkanı 4 yıl için TBMM tarafından ve kendi üyeleri arasın­ dan seçilir. Bakanlar kurulu üyeleri Mec­ lis önünde sorumludurlar; Meclis tarafın­ dan denetlenir ve düşürülebilirler. Ancak, bakanlar kurulunun göreve başlayabilme­ si için, eskiden olduğu gibi Meclisin onayı gerekmez, cumhurbaşkanının onayı yeterlidir. Yargı hakkı ulus adına bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Anaya­ sa, klasik-bireysel hakları tanımakta, sos­ yal haklara ise yer vermemektedir. Tanı­ nan haklar da güvenceye bağlanmamış­



tır. Özellikle, muhalefet hakları açısından durum budur. Anayasanın üstünlüğü ka­ bul edildiği halde, yasalarım anayasaya uygunluğunu sağlayacak bir yargısal de­ netim (Anayasa mahkemesi) yoktur. Mec­ lis çoğunluğu ve ona dayalı hükümetler, keyfi işlem ve eylemlerde bulunabilme olanağına sahiptirler. Nitekim anayasaya aykırı yasalar, rejim bunalımının artması­ na neden olmuşlardır. Uygulanışı. 1924 Anayasası, 1945’e ka­ dar, iki çok partili siyasal hayat deneme­ si dışında (1924’te Terakkiperver fırka ve 1930’da Cumhuriyetçi serbest fırka de­ nemeleri), tek partili bir rejimde varlığını sürdürdü. Bu nedenle de, ulusal egemen­ lik, Meclis üstünlüğü, Meclis'in hükümeti denetlemesi, vb. gibi ilkeler çok sınırlı bir uygulama alanı bulabildi. Kemalist rejimin amacı, " b ir an önce çok partili demokrasi” değil, önce sosyal ve kültü­ rel reformlardı. Çağdaşlaşma yolundaki ilerlemeler, çok partili demokratik hayatı da mümkün kılacaktı. 1924 Anayasası, bazı değişiklikler ge­ çirdi. 1924’te, laiklik yolunda ilk önemli adımlar atılmıştı. 1928’de anayasada ya­ pılan bir değişiklikle, "Türt ye devletinin dini, din-i islamdır" hükmü metinden çı­ kartıldı. 1937’de de yine aynı maddeye, "Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır" (md. 2) hükmü eklendi. 1945’ten sonra girişilen çok partili siya­ sal hayat denemesinde ise Anayasa’nın eksiklikleri daha iyi ortaya çıktı. Anayasa, çok partili sistemin gerektirdiği iktidarmuhalefet, meclis-hükümet dengelerini kurmamış, özgürlüklerin güvencelerini getirmemiş, yargı bağımsızlığı ve güven­ cesini boşlukta bırakmıştı. 1945-1960 dö­ nemlinde, bu eksikliklerin giderilmesini öneren düşüncelere rağmen, anayasa­ yı yeni koşullara uyduracak eklemeler ve düzeltmeler yapılamadı. Özellikle, 1960’lara doğru, İktidardaki Demokrat parti’nin kurduğu baskıcı yöne­ tim, bir rejim bunalımına da yo! açtı. 27 MAYIS VE GEÇİCİ ANAYASA 27 Mayıs 1960 hareketiyle 1924 Ana­ yasasının bazı hükümleri yürürlükten kal­ dırıldı. Yeni bir anayasanın hazırlanması çalışmalarına geçildi. Ancak bu anayasa­ nın hazırlanması ve kabulüne kadar sü­ recek olan geçiş döneminde de bir temel yasanın bulunması gerekiyordu. 1 sayılı yasa bu amaçla çıkarıldı. Böylece, 1924 Anayasası’nın yürürlükte tutulan madde­ leri ile 1 sayılı yasanın hükümleri geçici dönemin temel yasasını oluşturdu. Bu ya­ sayla, müdahaleyi gerçekleştiren Milli bir­ lik komitesi de fiili durumunu hukukileş­ tirme yoluna gitmiş oluyordu. Geçici dönemin ikinci önemli temel ya­ sası, Kurucu meclis hakkında kanun'dur. Bununla, geçiş döneminin ikinci aşama­ sı başlamıştır (12 haziran 1960). Bu ya­ sayla içinde bulunulan koşullarda ulusun en geniş anlamıyla temsilini gerçekleşti­ recek bir Temsilciler meclisi kuruldu. Bu meclis MBK ile birlikte Kurucu meclis adı altında yeni anayasayı hazırladı. 1961 ANAYASASI Hazırlanışı. 6 ocak 1961 de çalışmaları­ na başlayan Kurucu meclis bir Anayasa komisyonu seçti. Komisyon, çalışmaların­ da iki taslağı esas aldı: 27 Mayıs’tan he­ men sonra MBK tarafından görevlendiri­ len 10 kişilik bir “ ilim heyeti” nin İstanbul' da hazırladığı anayasa ön-tasarısı ile, An­ kara Üniversitesi SBF idare enstitüsü’nün kendi isteğiyle hazırladığı "Gerekçeli ta­ sarı". Anayasa komisyonu çalışmaların­ da, bazı yabancı devlet anayasaları (özel­ likle 1948 İtalyan ve 1949 Bonn anaya­ saları) ile siyasal partilerin hazırladıkları taslaklardan da yararlanıldı. Komisyonun hazırladığı metin, Kurucu meclis’te görü­ şüldükten sonra 27 mayıs 1961 günü ka­ bul edildi. 9 temmuz 1961 tarihinde ya­



pılan refarandumda da halk tarafından kabul edilerek yürürlüğe girdi Esasları. Türkiye Cumhuriyeti’nin, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu bildi­ ren anayasa, egemenliğin millete ait ol­ duğunu ve ancak yetkili organlar eliyle kullanılabileceğini bildirmekte ve yasama -yürütme arasında bir kuvvetler ayrılığı sis­ temi getirmektedir. Anayasanın ilk şek­ linde daha çok yasamayı kayıran bu Kuv­ vetler dağılımı, daha sonra 1971'de ya­ pılan değişikliklerle, yürütmeyi de güçlen­ direcek ve dengeyi sağlayacak şekilde düzeltilmiştir. Yasama yetkisinin, Millet meclisi ve Cumhuriyet senatosu adlı iki meclis tara­ fından kullanılması Cumhuriyet dönemi için bir yeniliktir.1960öncesinin meclis iş­ lemlerinin yarattığı anti-demokratik tablo, ikinci bir meclisin denge rolü oynayabi­ leceği fikrini vermişti. Bu nedenle, Cum­ huriyet senatosu kurulmuş, üyelerinin yükseköğrenim görmüş kişiler olması şartı konmuş, milletvekili seçilebilme ya­ şı 30 iken, senatör seçilebilme yaşı 40 ola­ rak saptanmıştır. Senato’da eski cumhur­ başkanları ve MBK eski üyeleri gibi tabii üyeler ile, cumhurbaşkanı tarafından se­ çilen kontenjan üyeleri de vardır. Millet meclisi, gerek yasaların yapımında gerek­ se hükümetin denetlenmesinde, Senato’ ya göre daha fazla güç ve yetki sahibi­ dir. Yasaların sonuçlanmasında son sö­ zü söyleme hakkı ve bakanlar kurulunu düşürme yetkisi onundur. Kuvvetler ayrı­ lığı ve parlamenter denge kuralı gereği, yürütmenin de Millet meclısi’nin yenilen­ mesine karar verme yetkisi vardır. Bu yet­ ki, başbakanın istemi üzerine cumhurbaş­ kanı tarafından, meclislerin başkanına da danışıldıktan sonra kullanılabilir. 1961 Anayasası, yargı bağımsızlığı ve yargı güvenceleri konusuna da büyük önem vermiş, bunları özenle düzenlemiş­ tir. Bu amaçla, yürütmenin müdahalele­ rini önlemek için, hâkimlerin özlük işleri­ ne bakmakla görevli Yüksek hâkimler ku­ rulu kurulmuştur. Daha da önemlisi, ya­ saların anayasaya uygunluğunun yargı yoluyla denetiminin benimsenmesi ve bu­ nu yapacak bir Anayasa mahkemesi’nin kurulmuş olmasıdır. Anayasa ayrıca, öz­ gürlüklerin sınırlanmasında da liberal öl­ çüler getirmekte, sınırlamanın ancak ya­ sayla yapılabileceğini ve hiçbir durumda özgürlüğün özüne dokunulamayacağını bildirmektedir. Klasik ve siyasal hakların yanı sıra, ilk kez sosyal haklar da anaya­ saya girmektedir (özellikle grev ve sendi­ ka hakları). Anayasa, demokrasinin vaz­ geçilmez güvencesi saydığı siyasal par­ tileri de anayasal düzeyde ele almıştır. Partilerin ancak belli durumlarda ve Ana­ yasa mahkemesi tarafından kapatılabile­ ceği kabul edilmiştir. Kişi hak ve özgür­ lükleri bakımından da en büyük güven­ celerden biri, Danıştay’ın durumunun pekiştirilmesi ve idarenin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine bağlanma­ sıdır. Bu nitelikleriyle 1961 Anayasası, özgür­ lükçü ve parlamenter bir rejim için gerekli başlıca güvenceleri getirmiş durumday­ dı. Anayasa, buna ek olarak, sosyal ada­ leti amaçlayan, devlete “ sosyal olma" ni­ teliğiyle birlikte bazı sosyal görevler yük­ leyen ve sosyal haklan tanıyan yönleriy­ le, klasik demokrasinin yanr sıra sosyal demokrasiyi de benimsemişti. Bu bakım­ dan da türk demokrasi tarihinde ileri bir aşamayı temsil etmekteydi. Uygulanışı. 1961 Anayasası’nın işlediği 20 yıla yakın süre içinde, bazen tek bir par­ tinin çoğunluğuna dayanan hükümetler, bazen karma hükümetler (koalisyonlar) ve azınlık hükümetleri kuruldu. Özellikle bu sonuncular, siyasal istikrarsızlığın nede­ ni ya da göstergesi olarak algılandılar. Se­ çim sisteminin küçük partileri koruyan ya­ pısı da, belli süre bunda rol oynadı. Bu yüzden, kuvvetli yürütme ve hükümet ve



bunlara temel sağlayacak olan istikrarlı meclis çoğunluğu arayışları, artan bir şe­ kilde siyaset gündemine girdi. Anayasa­ nın getirdiği hak ve özgürlüklerin geniş kitlelerce kullanılmaya başlanması, ülke­ de görülen yeni düşünce akımları bazı çevrelere sempatik gelmiyordu. Bu ara­ da, yargı organlarının bazı kararları (Ana­ yasa mahkemesi ve Danıştay), özerk ku­ ruluşların (TRT ve üniversiteler) konumu da bunlarca yadırganıyordu. Bu şartlarda, 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan ve iki yıl kadar süren yarı-aske­ ri rejim döneminde, parlamento dışından destek alan hükümetlerin önayak olma­ sıyla, 1971 ve 1973 yıllarında anayasa­ da önemli değişiklikler yapıldı. 20 eylül 1971 tarih ve 1488 sayılı ve 15 mart 1973 tarih ve 1699 sayılı yasalarla yapılan bu değişiklikler sonucunda gerek devlet ik­ tidarının örgütlenişi gerekse devlet ve ki­ şi ilişkileri alanında önemli düzenlemele­ re gidilmiş oldu. Devlet katındaki değişik­ liklerle, askeri otorite sivil İktidar karşısın­ da güç kazandı (askeri yargının genel yargı aleyhine genişlemesi, sıkıyönetim ilanının kolaylaştırılması, Milli güvenlik kurulu'nun rolünün artırılması). Parlamento ve yürütme üzerindeki yargı denetimi gevşetildi. Yasama-yürütme ilişkilerinde yürütmenin konumu güçlendirileli (genso­ ru yetkisinin yeniden düzenlenişi, bakan­ lar kuruluna yasa hükmünde kararname çıkarma yetkisinin tanınması, yine bakan­ lar kurulunun vergi yükümlülüklerinin sap­ tanmasında bazı yetkilerle donatılması, vb.). Nihayet, yürütme içinde de yekpareliğe doğru bir adım atıldı, TRT ve üni­ versitelerin özerkliğine karşı yeni düzen­ lemeler getirildi. Temel hak ve özgürlük­ ler alanında da, hem bunların sınırlanması yoluna gidildi, hem de bu alandaki yargı denetimi ve yargısal güvenceler zayıfla­ tıldı. 12 Eylül ve askeri yönetim



12 Eylül 1980'de Silahlı kuvvetler, ül­ kenin bir iç savaş eşiğine geldiği ve mev­ cut devlet organ ve kurumlarının bunu önlemekten âciz kaldıkları gerekçesiyle, emir ve komuta zinciri içersinde devlet yö­ netimine el koydu. Bu tarihten başlaya­ rak genelkurmay başkanı, kuvvet komu­ tanları ve jandarma genel komutanından oluşan Milli güvenlik konseyi, 27 ekim 1980 günlü ve 2324 sayılı "Anayasa dü­ zeni hakkında kanun’la 1961 Anayasası'nı kısmen değiştirdi. Milli güvenlik kon­ seyi, 1961 Anayasası’nda TBMM, Millet meclisi ve Cumhuriyet senatosu’na ait ol­ duğu belirtilmiş olan görev ve yetkileri, konseyin başkanı da cumhurbaşkanına tanınmış olan yetkileri yüklendi ve MGK’nin her türden kararlarına karşı yar­ gı yoluna başvurma olanağı ortadan kal­ dırıldı. 1982 ANAYASASI



Hazırlamışı. 29 haziran 1981 tarih ve 2485 sayılı Kurucu meclis hakkında kanun'la yeni anayasal düzenin kurulması yolun­ da bir adım atıldı. MGK ve Danışmameclisi'nden oluşan Kurucu meclis, anayasa­ yı, Siyasi partiler kanunu ile Seçim kanunu'nu hazırlamakla görevlendirildi. Anayasa komisyonu’nun hazırladığı 200 maddelik bir anayasa taslağı 17 tem­ muz 1982’de Danışma meclisi başkanlı­ ğına sunuldu ve kamuya açıklandı. Tas­ lak, 4 ağustos - 23 eylül 1982 tarihleri ara­ sında Danışma meclisi'nde tartışılıp bazı yönlerden değiştirildi. 193 madde ve 11 geçici maddeden oluşan metin, 23 tem­ muz günü, 7 red, 12 çekimser, 120 ka­ bul oyuyla anayasa tasarısı olarak kabul edildi. 17 üye de oylamaya katılmadı. Bundan sonra MGK tarafından incelenen ve bazı maddeleri değiştirilen tasarı, bir başlangıç, 177 madde ve 16 geçici mad­ deden oluşan bir metin halinde halkoyu­ na sunuldu. 20 ekim 1982 tarih ve 17844 sayılı Resmi gazete'de yayımlanan bu



metin (kabul tarihi 18 ekim 1982, kanun no: 2709) 7 kasım 1982 tarihinde yapılan halkoylamasında geçerli oyların % 91,37' sini alarak kabul edilmiş oldu. 1982 Ana­ yasası bazı hükümleriyle derhal, bazı hü­ kümleriyle de kademeli olarak yürürlüğe girdi. Esasları. 1982 Anayasası'nda da, 1961 Anayasası'nda olduğu gibi, ama daha uzun bir Başlangıç bölümü vardır. Bura­ da 12 Eylül müdahalesinin ve yeni ana­ yasanın ortaya çıkış nedenleri açıklanmaktadır. Anayasa metninin kendisi de, hem eski anayasalarımıza hem de öteki ülkelerin anayasalarına göre daha uzun­ cadır. Bunda, bir önceki anayasa döne­ minde ortaya çıkan hemen her sorunu anayasa düzeyinde çözüme bağlamak is­ teğinin payı büyük olmuştur. Anayasanın bu derece uzun ve ayrıntılı hale gelmiş ol­ masının bir nedeni de, hak ve özgürlük­ lerin sınırlarının çizilmesi ihtiyacının kuv­ vetli bir şekilde hissedilmiş olmasıdır. Gerçekten de yeni anayasa ya bizzat ya da Meclise yetki vermek suretiyle, hak ve özgürlük alanını eskiye oranla daralt­ mış ya da daraltmasına izin vermiştir. Hak ve özgürlüklerin sınırlanabilme nedenleri çoğaltılmış, bazı hak ve özgürlüklere açık ve özel yasaklar getirilmiş (siyaset yasak­ ları, düşünce suçları...), bir önceki anaya­ sada var olan ve hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağını bildiren ku­ rala yer verilmemiştir. Anayasa, yürütme­ nin (İdare) hak ve özgürlüklere müdaha­ lesini de kolaylaştırmaktadır. Gecikmede sakınca bulunan hemen her durumda, hak ve özgürlüklerin yargıç kararı olma­ dan kayıtlanabilmesine olanak verilmiştir. Olağanüstü hal ya da sıkıyönetim gibi ola­ ğanüstü yönçtim usûllerine geçiş de ko­ laylaştırılmıştır. Bu rejimler altında genel olarak yürütme organının, özel olarak da askeri otoritenin (sıkıyönetim) hak ve öz­ gürlükler alanına müdahalesi en ileri nok­ talara kadar gidebilmektedir. Buna para­ lel olarak, başta Danıştay ve Anayasa mahkemesi olmak üzere, yüksek mahke­ melerin kişi hakları ve özgürlükleri konu­ sunda oynadıkları denetleyici rol, bazı ba­ kımlardan kısılmıştır: bu mahkemelere başvurma hakkının kısıtlanması ya da mahkemelerin bazı işlem ve yasaları denetleyememeleri durumu, vb. Bu yönleriyle yeni anayasa, devleti güçlendiren bir nitelik taşır. Nitekim, milli güvenlik, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, "kutsal Türk dev­ leti" (Başlangıç bölümü) gibi kavramların yaygınlığı da bunu gösterir. Anayasa, devlet organları arasından “ yürütme"yi eskisine oranla daha güçlü bir hale getirmektedir. Yürütme artık sa­ dece bir “ görev” değil, aynı zamanda bir "yetki” dir. Yürütme organının geniş bir alanda kural koyabilme yetkisi vardır. Cumhurbaşkanının statüsü kuvvetlendirildiği için yürütme bundan da kârlı çıkmış­ tır. Ayrıca, olağanüstü hal rejimlerine ge­ çiş kolaylaştırıldığından, bu yönetimlerde yasama denetiminin de gevşemesi yü­ zünden yürütme yeni bir rahatlık kazan­ maktadır. Nihayet, yürütme kuvveti için­ deki özerklikler (TRT ve üniversiteler), 1971'den beri süregelen bir dizi gelişme sonucu artık hemen hemen ortadan kalk­ mıştır. Bu da yürütmeyi daha yekpare ve merkezi hale getirmekte, sonuçta da güçlendirmektedir. 1982 Anayasası'nın devlet aygıtı açısın­ dan getirdiği en önemli değişikliklerden biri de cumhurbaşkanlığıyla ilgilidir. Yine es­ kiden olduğu gibi TBMM tarafından se­ çilen cumhurbaşkanı, "Anayasanın uygu­ lanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek” gibi yeni bir yetkiyle donanmıştır. Eskisinden fark­ lı olarak cumhurbaşkanı;Meclis’i açış ko­ nuşması yapmak, anayasayı değiştiren yasaları halkoyuna sunmak, başbakanın önerisi üzerine bakanların görevlerine son vermek, kendi başkanlığında toplanan bakanlar kurulu kararıyla sıkıyönetim ve



olağanüstü hal ilan etmek ve yasa hük­ münde kararname çıkarmak, yeni kuru­ lan bir heyet olan Devlet denetleme kurulu’nun üyelerini ve başkanını atamak ve bu kurula inceleme ve denetleme yaptır­ mak, YÖK üyelerini, rektörleri, bazı yük­ sek mahkeme üyelerini seçmek ve ata­ mak gibi önemli yetkilere sahiptir. Ayrıca cumhurbaşkanı sorumsuz.olduğu gibi, onun resen imzaladığı kararlar ve emir­ ler aleyhine Anayasa mahkemesi dahil, yargı mercilerine da başvurulamaz. Yasama organı, eskisinden farklı olarak tek meclisten oluşmaktadır (TBMM). Es­ ki anayasa dönemindeki iki meclis siste­ mine ve ikinci meclis olan Cumhuriyet senatosu’nun varlığına ihtiyaç duyulmamış­ tır. Milletvekili sayısı da indirilerek 400 ola­ rak saptanmıştır. Yasama organıyla ilgili bazı önemli yemlikler, milletvekilliği sıfatı­ nın düşmesiyle ilgilidir. Buna göre, parti­ sinden istifa ederek bir başka partiye gi­ ren ya da yine partisinden istifa ederek seçim hükümetleri hariç başka partinin kuracağı bakanlar kurulunda dışarıdan görev alan milletvekilinin bu sıfatının düş­ mesine meclis üye tamsayısının salt ço­ ğunluğuyla karar verilir. 1982 Anayasası, yargı bağımsızlığını ve yargının yasama ve yürütme üzerinde­ ki etkisini yumuşatıcı formüller de getir­ miştir. Yargıçlar seçilmeleri, atanmaları ve özlük işleri bakımından büyük çapta yü­ rütmeye bağlı olan Hâkimler ve savcılar yüksek kuruluda bağlanmışlardır. Yeni sistemde pek çok yüksek mahkemenin üyeleri ya da üyelerinin bir kısmı dolaylı olarak ya da doğrudan doğruya cumhur­ başkanı tarafından seçilmekte ve atan­ maktadır. Devlet güvenlik mahkemeleri yeniden kurulmuş, sıkıyönetim mahkeme­ lerinin sivilleri yargılayabilme yetkisi geniş­ letilmiştir. Yargı mercilerinin yürütmeyi ve yasamayı denetleyebilme olanakları da, Danıştay ve Anayasa mahkemesi'nin yet­ kilerine getirilen kısıtlamalarla daraltılmış­ tır. Yeni anayasayla, askeri otoritenin dev­ let katındaki alanı genişletilmiştir. Milli gü­ venlik kurulu'ndaki sivil üye sayısı, asker­ leri geçmeyecek düzeyde tutulmuş, ku­ rul kararları önceleri "tavsiye” niteliğindeyken, “ bakanlar kurulunca öncelikle dikkate alınır" nitelikte sayılmış, sıkıyöne­ tim komutanları başbakana bağlı olmak­ tan çıkarılarak genelkurmay başkanına karşı sorumlu hale getirilmiş, askeri yargı alanı sivilleri de kapsayacak değişiklikle­ re tabi tutulmuştur. Milli güvenlik konseyi üyeleri de Cumhurbaşkanlığı konseyi’ni oluşturmaktadırlar. Konsey, cumhurbaş­ kanı için yardımcı bir kurul niteliğindedir. Anayasanın bir yeniliği de, 1924 ve 1961 anayasalarında, değiştirilmez ana­ yasa hükmü sadece devletin cumhuriyet olduğunu belirten hüküm iken, yeni ana­ yasayla, bu cumhuriyetin nitelikleri, dev­ letin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti ile ilgili hükümlerin de değiştirilmez anayasa kuralları arasına ka­ tılmış olmasıdır. Ayrıca, anayasa değişik­ liklerine karşı cumhurbaşkanının halkoyu­ na başvurma hakkı vardır. Cumhurbaş­ kanı uygun görmediği bir anayasa deği­ şikliğini geri gönderir. Meclis bunu aynen kabul ederse, cumhurbaşkanı halkoyuna sunabilir, ilk altı yıllık süre içinde ise, bir anayasa değişikliğinin cumhurbaşkanın­ ca reddedilmesi halinde, TBMM’nin bu değişiklik isteğinde direnebilmesi için 3/4 oranında bir oy çokluğu gereklidir. Anayasanın "Geçici hükümler"ine gö­ re, anayasanın halkoyunda kabulüyle Mil­ li güvenlik konseyi başkanı da cumhur­ başkanı sıfatını kazanmakta, TBMM top­ lanıp göreve başladıktan sonra altı yıllık bir süre için MGK, Cumhurbaşkanlığı konseyi haline dönüşmektedir. Geçici maddeler, 12 Eylül öncesinin bazı siya­ set adamları için 10 yıla kadar varan bir süreyle siyasal faaliyet yasakları getirmek­ tedir. Askeri rejim organları ve işlemleriy­ le ilgili olarak da koruyucu hükümler ge­



tirilmiştir. Milli güvenlik konseyi ve Danış­ ma meclisi tarafından alınan her türlü ka­ rar ve yapılan işlemlerden dolayı cezai, mali ya da hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez, yargı yollarına başvurulamaz. Bu dönemde çıkarılan yasalar, yasa hük­ münde kararnameler ve Anayasa düze­ ni hakkında kanun uyarınca alınan karar­ ların ve yapılan işlemlerin anayasaya ay­ kırılığı ileri sürülemez. Anayasa, çeşitli maddeleri açısından yürürlüğe girişiyle ilgili olarak da kademeli bir sistem getirmiş bulunmaktadır. • Anayasa başlangıçları. Anayasalarda başlangıç bölümlerine, özellikle büyük bir siyasal bunalımın ertesinde ya da bağım­ sızlığını yeni kazanmış ülkelerin ilk anaya­ salarında rastlanmaktaydı. Bugün artık hemen hemen bütün modern anayasa­ larda bir başlangıç bölümü yer almakta­ dır. Türkiye’de ilk' kez 1961 Anayasası uzunca bir başlangıç bölümü ile başla­ maktadır. Anayasa başlangıçlarında yer alan ifa­ delerin açık seçik birer hukuk kuralı ve il­ kesi ölmaktan çok felsefi ve siyasal de­ meç niteliği göstermeleri, başlangıçların hukuki değer ve niteliği konusunda tar­ tışmalara yol açmıştır. Ancak, 1961 ve 1982 türk anayasalarında, anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıçların anayasa metnine dahil ol­ duğu açıkça belirtilmiştir. • Anayasaya uygunluk ve aykırılık. Yasa­ ma meclislerinin, başta yasalar olmak üzere işlem ve kararlarının hukuka aykırı sonuç yaratmasını önlemek, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerini gerçek anlamına kavuşturmak için bu karar ve iş­ lemlerin anayasaya uygunluğunu sağla­ yacak mekanizmalar da oluşturulmuştur. Özellikle yasaların anayasaya uygunluğu­ nun denetlenmesi şeklinde beliren bu ga­ ranti, başlıca iki yoldan sağlanmaktadır: siyasal denetim, yargı yoluyla denetim. Siyasal denetim: siyasal denetimde ya­ saların anayasaya uygunluğu bir siyasal organ tarafından denetlenir. Meclislerin ulusal iradeyi temsil ettikleri, bu nedenle de yargı mercileri tarafından denetlenme­ lerinin uygun düşmeyeceği görüşünü sa­ vunanlar siyasal denetime, yargı yoluyla denetime oranla daha fazla yatkındırlar. Siyasal denetim, tarihte ilk olarak Fransız devrimi ertesinde Sieyös tarafından savu­ nuldu. Türkiye'de de 1961 Anayasası’na kadarki dönemde yasaların anayasaya uygunluğunu parlamentonun kendisi ya da bir bölümü değerlendirmekteydi 1876 Anayasası döneminde buna yetkili olan Heyeti ayan, 1961’e kadarki Cumhuriyet döneminde de Türkiye Büyük millet mec­ lisi idi. Bu sistem yasamanın kendi ken­ disini denetlemesi anlamına gelmekteydi. Bu özellik siyasal denetim mekanizması­ nın etkili olmasını da engellemektedir. Bu yüzdendir ki anayasaya uygunluğun de­ netlenmesini daha sağlam mekanizmala­ ra bağlama ihtiyacı ve arayışları ortaya çıkmıştır. Yargı yoluyla denetim: anayasaya uy­ gunluk denetiminin yargı mercileri tarafın­ dan yapılması demektir. Bu denetim, 1982 Anayasası’nda itiraz yoluyla ve ip­ tal davası açma yoluyla olmak üzere baş­ lıca iki şekilde yapılır. itiraz yoluyla denetim, bir davaya bak­ makta olan mahkemenin o davada uygu­ lanacak bir yasa ya da yasa hükmünde­ ki kararnamenin hükümlerini anayasaya aykırı görmesi ya da taraflardan birinin ile­ ri sürdüğü aykırılık iddiasını ciddi bulma­ sıyla başlayan denetimdir. Anayasa mah­ kemesi işin kendisine gelmesinden baş­ lamak üzere beş ay içinde kararını verir. Bu süre içinde karar verilmezse, ilgili mah­ keme davayı yürürlükteki yasa hükümle­ rine göre çözümler. Anayasa mahkemesi'nin anayasaya aykırılığın reddine dair verdiği kararların Resmi gazete’de yayım­ lanmasından sonra on yıl geçmedikçe ay­ nı yasa hükmünün anayasaya aykırılığı id­ diasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.



iptal davası yoluyla denetim: anayasa­ ya aykırılığı ileri sürülen yasa, yasa hük­ münde kararname, Meclis içtüzüğü ya da bunların belirli hükümleri aleyhine doğru­ dan doğruya Anayasa mahkemesi’ne baş­ vurulmasıdır. Anayasa mahkemesi, aykırılığı ileri sü­ rülen yasa, yasa hükmünde kararname ve Türkiye Büyük millet meclisi içtüzüğü­ nün anayasaya şekil ve esas bakımların­ dan uygunluğunu denetler. Buna karşı­ lık anayasa değişikliklerini ise yalnızca şe­ kil bakımından denetler. Yasaların ve ana­ yasa değişikliklerinin yalnızca şekil bakı­ mından denetlenmesi; yasalarda, son oy­ lamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp ya­ pılmadığı; anayasa değişikliklerinde ise teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilik­ le görüşülemeyeceği koşuluna uyulup uyulmadığı, konularıyla sınırlıdır. Anayasa mahkemesi’ne doğrudan doğ­ ruya iptal davası açma hakkı cumhurbaş­ kanına, iktidar ve ana muhalefet partisi meclis grupları ile TBMM üye tam sayısı­ nın en az beşte biri tutarındaki üyelere ait­ tir. iptal davası açma hakkı, yasaların, ya­ sa hükmündeki kararnamelerin ya da iç­ tüzüğün Resmi gazete'de yayımlanma­ sından başlayarak altmış gün sonra dü­ şer (Anayas md. 151). Ancak yasalar ya da anayasa değişiklikleri için yalnızca şe­ kil açısından iptal davası açılması, hem açma hakkına sahip olanlar, hem de sü­ re açısından daha da sınırlıdır; şekil ba­ kımından denetleme, cumhurbaşkanınca ya da TBMM üyelerinin beşte biri tarafın­ dan istenebilir. Yasanın yayımlandığı ta­ rihten başlayarak on gün geçtikten son­ ra da şekil bozukluğuna dayalı iptal da­ vası açılamaz. Anayasaya aykırılığı ileri sürülen hü­ küm, iptal kararının Resmi gazete'de ya­ yımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Ana­ yasa mahkemesi, iptal kararında yasa ko­ yucu gibi hareket ederek yeni bir uygu­ lamaya yol açacak şekilde hüküm vere­ mez. Gerekli durumlarda mahkeme iptal edilen hükmün yürürlükten kalkma tarihini ayrıca kararlaştırabilir. Bu durumda yasa­ ma organına iptal edilen hükmün yerine anayasaya uygun yeni bir yasa yapma olanağı tanınmış olur. Anayasa mahkemesi’nin verdiği kararlar kesindir. Yasa­ ma, yürütme ve yargı organlarını, idari makamları, gerçek ve tüzel kişileri bağ­ lar. ( -* Kayn.) A n a y a s a m a h k e m e s i, yasaların, ya­ sa hükmündeki kararnamelerin ve Türki­ ye Büyük millet meclisi içtüzüğünün ana­ yasaya şekil ve esas bakımlarından uy­ gunluğunu denetleyen yüksek mahkeme. Anayasa mahkemesi, türk hukukuna 1961 Anayasası ile girdi. 1961 Anayasası'nın 145-152. maddelerinde genel ilke­ leri ortaya konan Anayasa mahkemesi, ilk kez "Anayasa mahkemesinin kuruluşu ve yargılama usulleri hakkında kanun"la (ka­ bul tarihi 22 nisan 1962, No. 44) kuruldu. 1982 Anayasası da Anayasa mahkemesi'ne yer vermiş, ancak bazı değişik hü­ kümler getirmiştir. Anayasa mahkemesi' nin bugünkü statüsü 10 kasım 1983 ta­ rih ve 2949 sayılı Anayasa mahkemesi’ nin kuruluşu ve yargılama usulleri hakkın­ da kanun’la düzenlenmiştir. 1961 Anayasası’nda 15 asıl ve 5 yedek üyeden olu­ şan yargıç sayısı, 1982 Anayasası'nda 11 asıl ve 4 yedek üyeye indirildi. 1961 Anayasası’na göre, mahkeme üyeleri, Yargı­ tay, Danıştay, Sayıştay, Cumhurbaşkanı, Millet meclisi ve Cumhuriyet senatosu ta­ rafından ayrı ayrı ve belli sayılarda seçili­ yordu. Dolayısıyla, yargı mercilerinden seçilen üyeler, çoğunluktaydı. 1982 Anayasası’na göre ise üyeler, yüksek mahke­ meler ve Yüksek öğretim kurulu tarafın­ dan ayrı ayrı gösterilen adaylar arasından cumhurbaşkanı tarafından seçilip atanır­ lar. Böylece 1982 Anayasası ile Anaya­ sa mahkemesi, yürütme'ye daha bağım­ lı bir kuruluş haline geldi. Mahkemenin denetleme yetkisi de eskiye oranla daral­ tıldı. Anayasa mahkemesi eskiden oldu­



ğu gibi, yasaların, yasa hükmündeki ka­ rarnamelerin ve TBMM içtüzüğünün esas ve şekil bakımlarından anayasaya uy­ gunluğunu denetlemektedir. Ancak bu denetleme, anayasayı değiştiren yasa­ lar bakımından yalnızca şekil açısından yapılacak, ayrıca olağanüstü hallerde, sı­ kıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan yasa hükmünde kararnameler aleyhine iptal davası açılamayacaktır. 1961 Ana­ yasasının getirdiği sistemde cumhurbaş­ kanının yanı sıra, yasama meclislerinde­ ki siyasi parti grupları, TBMM’de grubu bulunan partiler, son milletvekili seçimin­ de geçerli oyların en az yüzde 10’unu alan partiler ve meclislerin altıda biri tu­ tarındaki üye topluluğu dava açma yet­ kisine sahipti. 1982 Anayasasfnın getir­ diği sistemde ise, bu hak yalnız cumhur­ başkanı, iktidar ve ana muhalefet partisi meclis gruplarına ve TBMM üye tam sa­ yısının en az beşte biri tutarındaki üye top­ luluğuna tanındı. Yüksek hâkimler kuru­ lu, Yargıtay, Danıştay, Askeri yargıtay ve üniversitelere daha önce tanınmış olan, kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda dava açabilme yetkisi kaldırıl­ dı. Dava açma süresi 90 günden 60 gü­ ne indirildi. (Şekil bozukluğuna dayalı ip­ tal davası açma hakkı ise cumhurbaşka­ nı ve TBMM üyelerinin beşte birine tanın­ dı, ve iptal davası açma süresi 10 günle sınırlandırıldı.) Yine yeni bir hüküm olarak, Anayasa mahkemesl’nin işin esasına gi­ rerek verdiği red kararından itibaren 10 yıl geçmedikçe, aynı yasa hükmü aleyhi­ ne Anayasa mahkemesi’ne başvurulmayacağı ilkesi getirildi. Anayasa mahkemesi’nin kararları kesindir. Kararlar, gerek­ çesi yazılmadan açıklanamaz, iptal kara­ rında, yasa koyucu gibi hareket edilerek yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm getirilemez, iptal edilen hüküm, kararın Resmi gazete'de yayımlanma ta­ rihinde yürürlükten kalkar Mahkeme, ge­ rekli görürse, bir yılı aşmamak kaydıyla ayrı bir yürürlük tarihi de saptayabilir. İp­ tal kararları geriye doğru işleyemez. Ana­ yasa mahkemesi kararları, yasama, yürüt­ me ve yargı organlarını, idare makamla­ rını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Ana­ yasa mahkemesi’nin anayasaya uygun­ luk denetimi görevinden başka, Yüce di­ van olarak yargılama görevi, siyasal par­ tileri denetleme ve bunlarla ilgili kapatma davalarına bakma yetkisi de vardır Bazı meclis kararları aleyhine itiraz yeri de, Anayasa mahkemesi’dir: örneğin yasama dokunulmazlığının kaldırılması ya da meclis üyeliğinin düşmesine ilişkin karar­ lar gibi. Anayasa mahkemesi’nin kurulu­ şu ve yargılama usulleri 10 kasım 1983 tarih ve 2949 sayılı yasayla ayrıntılı ola­ rak düzenlenmiştir (Resmi gazete 13 ka­ sım 1983, No. 18220). Anayasa mahke­ mesi’nin başlangıçtan bugüne kadar ver­ diği kararlar, Anayasa mahkemesi karar­ lar dergisi'nde yayımlandı. A N A Y A S A C I a. 1. Anayasanın kesin­ likle uygulanmasını savunan. —2. Ana­ yasa hukuku alanında uzman hukukçu. ♦ sıf. Anayasacılığa ilişkin. A n a y a s a c ı d e v rim e ! p a r ti, isp Partld o re voluclna rio in stitu clo n a l (PRİ). Meksika’da resmi parti. (Bu partinin ya­ nında başka partiler de vardır.) Anayasacı devrimci parti nin kökeni 1910-1917 devrimine kadar uzanır. 1929’da Meksika devrimi’nin “ yüce önderi" P. E. Calles ta­ rafından kuruldu. Zamanla değişik adlar aldı: 1929-1938 yılları arasında Ulusal devrimci parti, daha sonra Meksika dev­ rimci partisi, 1946'da da Anayasacı dev­ rimci parti. Anayasacı devrimci parti, Meksika’nın tüm siyasal yaşamına ege­ mendir. A N A Y A S A C IU K a. Anayasal hükümet yanlısı olanların öğretisi. — A N S İK L . Anayasacılık kuramına göre bir anayasa, belirli bir sürekliliği olan her­ hangi bir devlet ya da hükümet düzenle­



anayasacılık



A nazsıt* müzesinde bulunan bir freskten ayrıntı



nu düşündüğü ata yurdu; ilk yurt; anava­ mesi değil, yalnızca Montesquieu'nün tan: Sonunda anayurtlarına yerleştiler. yaptığı ayırıma uygun olarak, amacı öz­ Anayurdu baştan başa dolaşmak. Türkgürlük olan bir siyasal yapıdır. ler'in anayurdu Orta Asya 'dır. Kanunların ru hu'nun (XI. bölüm) ver­ diği ders, Devrim i gerçekleştiren kişile­ A N A Y Z A ya da (İN A Y Z A , Suudi Ara­ re esin kaynağı oldu. Igsan ve yurttaş bistan’da vaha, Necıd’de. Riyad, Bağdat hakları bildirisinin 16. maddesinde belir­ ve Medine arasındaki yolların kavşağı. tildiği gibi "insan haklarının güvence altı­ na alınmadığı, kuvvetler ayrılığının belir­ £ A N A Z A R B A , Anazarbos, Anavarza, lu a tln lano polls, Ayn Zarba da denir lenmediği bir toplumun anayasası olmaz." Anadolu’da, Kilikia bölgesinde antik kent. Nitekim XIX. yy. boyunca bir “ anayasa” Adana'nın Kozan ilçesine bağlı Dilekkaisteminde bulunan kitleler, bu ad altında ya (Anavarza) köyü yakınlarındadır. Asurherhangi bir siyasal yasa değil, demok­ lular'ın kurduğu kent (İ.Ö. IX. yy.) Ramaratik değilse bile özgürlükçü kurumlar is­ zanoğulları'ndan sonra terk edildi (XIV. tiyorlardı. y y ). Halkın sezgisi ve bilimsel bir düşünce Çevrede kale surları, Roma dönemin­ olan anayasacılık, böylece anayasa kav­ den su kemerleri, Bizans döneminden ka­ ramını belli bir siyasal düzene bağlar. Ku­ ya kiliseleri var. Adana Müzesi müdürü rucularının düşüncesine göre anayasa Orhan Aytuğ Taşyürek'in kent mezarlığın­ hukuku, özgürlükçü ve parlamenter nite­ da yaptığı kazılarda (1972-1973), duvar­ likte olan belirli bir örnek kurumlar bütü­ ları fresklerle bezeli roma mezarları bulun­ nüne yer verir. Tüm XIX. yy. boyunca ya­ du (i.S. I. yy.'dan). zarlar, anayasa hukukunu, "özgür ülke­ lerin anayasasını" ya da "temsili rejimle A N A Z A R K a. (fr. anasarque; yun. ana, yönetilen devletlerin anayasasını" incele­ tersine, ve sarks, sarkos, et ten). Plazma yen bir bilgi dalı olarak sınırlamışlardır. sıvısının deri altı dokusuna ve seroz zar­ lara yaygın biçimde sızması. A N A Y A S A L sıf. 1. Anayasayla ilgili: —Kad. doğ. Schridde dölüt-plasenta anaAçık oturumda anayasal sorunlar üzerin­ zarkı, karaciğer-dalak büyümesi, asit de duruldu. —2. Anayasaya dayanan: oluşması ve plasenta ödemiyle tanımla­ Anayasal güçler, kuruluşlar. —3. Anaya­ nan şiddetli anazark. (Genellikle anneleri saya bağlı siyasal iktidar için kullanılır: gebelik zehirlenmesi geçiren ya da diya­ Anayasal monarşi. Anayasal sistem. betli olan erken doğmuş bebeklerde ve A N A Y E R L İ sıf. Antropol. Evli bir genç şimdilerde ender rastlanan ağır kan uyuş­ çiftin yaşayacakları yeri belirleyen oturma mazlıklarında görülür.) tarzına denir. Buna göre, nişanlı erkek ya — A N S İK L . Anazarkta, deri soluk, parlak da koca, karısının aiiesi yanında yaşar. ve gergindir. Sıvı ilk önce hücre dokusu­ A N A Y O L a. ikinci derecede önem taşı­ nun en bol ve en gevşek olduğu bölge­ yan yolların açıldığı geniş yol. lerde (ayakbileği, gözkapağı, cinsel or­ ganlar) toplanır. Deriye parmakla basıldı­ Â N A YÖ M a. Dört ana coğrafya yönü ğında iz kalır ya da deriyle temas eden olan doğu, batı, kuzey ve güney yönle­ çeşitli araçlar (çarşaf kıvrımları, vb.) deri­ rinden her birine verilen ad (anayönler de iz bırakır. Anazark, olguların büyük ço­ birbirinden 90°'lik bir açıyla ayrılırlar). ğunluğunda kalp ya da böbrek yetmezli­ [Esk. Cihet-i aslî ] ğine, siroza ya da kaşeksiye bağlıdır. A N A Y U R T a. Bir toplumun ait olduğu­ Anazarkta tedavi ana nedene yönelik­ tir. Tedavide tuzsuz diyet, idrar söktürücü ve kalp güçlendirici ilaçlar kullanılır. —Vet. Alerjik kökenli olduğu sanılan ana­ zark, bacakların ve başın deri altı bağ dokusunda sıvı toplanmasıdır, ateşle bir­ likte görülür. Sözkonusu hastalığa tüm memeli hayvanlarda, özellikle atlarda rastlanır. ANR A .R U ya da A M B A R L I, İstanbul' da Küçükçekmece gölünün B.’sındayer­ leşme; Marmara denizi kıyısında. Am­ barlı* termik santralı. A N B A S A B İN S Ü H E Y N E L-K E LB İ (öl. 726), 721-726 arasında ispanya'yı yö­ neten arap vali. Galya’da giriştiği bir se­ fer sırasında Carcassonne’u, Nîmes’i ele geçirdi; Rhöne ve Saöne vadilerinden ge­ çerek 725'te Autun'e ulaştı.



Anazarba antik kentinden bir görünüm



A N B E A N be (ar. an ve fars. -be,-e kadar’dan Sn-be-ân). Her an, gittikçe: Ölü me anbean yaklaşmak. A N B ER



-» A M B E R .



A N C A be., bağ. (a, üçüncü kişi za­ miri o'nun çekim sırasında aldığı biçim + h + ca eşitlik durumu eki). 1. Ancak (daha çok konuşma dilinde kullanılır). —2. Anca beraber kanca beraber, "her koşulda, her durumda birlikte olacağız” anlamında söylenir. A N C A K be. (anca + ok güçlendirme eki) ancak). 1. Belirtilen nicelikten çok de­ ğil; yalnız, en çok: Sınava ancak iki gün var. Onunla ancak bir kez görüştüm. A n­ cak iki kişi başarılı oldu. Sana ancak bu kadar para verebilirim. —2. Belirtilenden daha önce, daha erken değil: Ancak haf­ taya döner —3. Belirtilen şeyi ya da kim­ seyi kesinleştirmek, vurgulamak için kul­ lanılır; yalnızca belirtilen şey ya da kim­ se; yalnız, b'r tek: Onu ancak bir mucize kurtarır. Olup bitenleri ancak o bilebilir. —4. Eylemin tekliğini belirtir: Ancak uyu­ yor (başka bir şey yapmıyor). Ancak yer (yemekten başka bir şey yapmaz). —5.



Eylemin yakınlığını belirtir; henüz, şimdi: Ancak geldi, daha elini yüzünü bile yıka­ madı. ♦ bağ. Karşıtlık, sınırlama belirtir; yalnız, ama, fakat. Söylediğinizi yapacağım, an­ cak sonradan yakınmayacaksınız Gelirim. ancak bir koşulum var. Güzel, ancak bi­ raz donuk. A N C A Lİ, sanskritçe söze. Dansta, danslı dramda ve hindu ayininde bir eyleme başlamadan önce verilen selamı belirtir. (Ancali, bharata natya'nın esas mudra’ larından biridir; parmaklar yukarıya doğ­ ru gelmek üzere, eller başın üzerinde ka­ vuşturulur.) A N C A S H , Peru’da yönetim bölgesi, Bü­ yük okyanus kıyısında, Batı Andlarkesimin­ de, Lima’nın K.'inde; 36 308 km2;922 900 nüf. (1984). Merkezi Huaraz. A N C E L O B O K O R B e y , asıl adı Angelos, rum kökenli türk hekim (? - ? 1907). Askeri tıbbiye'yi bitirdi (1889). Ay­ nı yıl cerrahi eğitimi için gönderildiği Av­ rupa'da bakteriyoloji öğrenimi de gördü. Dönüşünde, çarkçı kolağası Mehmet Ali Efendi ile birlikte basınçlı buharla işleyen ilk yerli etüvü yaptı (1895). Bu tarihten sonra Türkiye’deki hastanelerde yerli etüvler kullanılmaya başladı. Âlât-ı tebahhuriye ve usul-i tathir adlı yapıtında, yap­ tığı etüvü tanımlayarak resmini yayımladı. A H C E R , Lübnan’da Beyrut-Şam yarı yolunda bulunan arkeolojik sit. Emeviler döneminden kalan buradaki kent, roma ordugâhları gibi dörtköşe tasarımlıdır ve islamın başlangıcındaki kent yapısına ta­ nıklık eden önemli bir örnektir. A N Ğ E R L (Karel), çek orkestra yönetici­ si ve besteci (Tucâpy 1908 - Toronto 1973). Vaclav Talich ve Hermann Scherehen'in derslerini izledi. Prag radyosu’nda müzik yayınlarını ve senfoni orkestra­ sını yönetti. Radyo orkestrasını, alanında dünyanın en büyük topluluklarından biri olan Çek Filarmoni orkestrası’na dönüş­ türdü (1950-1968). AMGH İETA , Brezilya’da kent, Rio de Janeiro yerleşmesinin K.-B.’sında; 233 000 nüf. A N C H İE T A (Juan DE), İspanyol papaz ve besteci (Azpeitia 1462 - ay. y. 1523). Castillalı isabella'nın sarayında görev yaptı; Ispanya'da çoksesli dinsel müziği (missalar, motetler) başlatanlardan biridir. A N C H O R A a. (gemi demiri, çapa anla­ mında lat. söze.). Bazı balıkların solun­ gaçlarına tutunarak yaşayan asalak ka­ buklu hayvan. (Kopepodlar grubundan.) A N C H O R A G E , Alaska'nın en büyük kenti, Cook inlet kıyısında; 226 340 nüf. (1990). ikinci Dünya savaşı'nda büyük bir askeri üstü. Uluslararası havalimanı. A N C İE N R E C İM E , Fransa’da 17 hazi­ ran 1789’da Ulusal meclis’in ilanından ve 4 ağustos gecesi ayrıcalıkların kaldırılma­ sından önceki dönemi kapsayan siyasal, iktisadi ve toplumsal rejim; François l’in hükümdarlık dönemiyle (1515-1547) baş­ ladığı kabul edilir. "Ancien Rögime" deyimi, uzun süre yalnızca, Fransız devrimi’yle yıkılan, kral­ lık mutlakıyetiyle ve ayrıcalıkların varlığıyla simgelenen transız monarşisinin siyasal ve toplumsal kurumlarını belirtmek için kullanıldı. Bu kurumlar, hukuksal bakım­ dan doğal eşitsizlikler üstüne kurulu bir toplum düzeninin temellerini oluşturuyor­ du. Çağdaş tarih biliminin gelişimi Ancien Rögime’in incelenmesine başka bir boyut getirdi ve şunları ortaya çıkardı: —Ancien Rögime'e özgü bir iktisadi ya­ şam vardır: bu düzen tarıma öncelik ve­ ren yapısıyla, konjonktürleri ve dalgalan­ malarıyla, kıtlıklarıyla, teknik eksiklikleriy­ le, sınırlı değişimleriyle ve kendi ürünleri­ ni kendisinin tüketmesiyle pazar ekono­ misinin tam anlamıyla karşıtıdır. Bu düze­



And ne son veren devrim, demiryolları yasa­ doğruysa Ancohuma, Andlar'ın en yük­ A N C Y L U S a. Külah biçiminde, ince ve sek tepesi demektir. sıyla (1842) başladı ve ikinci imparator­ saydam kavkılı, akciğerli, tatlı su yumuluk döneminde (1852-1870) büyük sana­ şakçası. (Limneidae familyası.) A N C O N , Peru'da liman ve sayfiye ken­ yiyle, mevduat bankalarıyla, anonim şir­ — A N S İK L . Ancylus taşlara, koni kabuklu ti, Callao'nun K.’inde. Yakınında önemli ketlerle doruk noktasına ulaştı; salyangozlar gibi, su bitkilerine yapışarak arkeolojik sit. — 1885'te Peru ile Şili ara­ —Ancien Rögime’e özgü bir nüfus yapı­ yaşar. Hemen hemen her yerde, özellik­ sında savaşa son veren antlaşma bura­ sı vardır: kendine özgü bir doğurganlık ve le akarsularda bulunur. Başlıca türleri ara­ da imzalandı. Antlaşmaya göre Peru, Şiölüm oranıyla, iktisadi konjonktüre duyar­ sında Ancylus lluviatills ve A. lacustris sa­ li'ye Tarapacâ yönetim bölgesini bırakı­ yılabilir. Oligosen’den başlayarak fosille­ lığıyla belirgindir. Özgürleştirici devrim yor ve Tacno ile Arica yönetim bölgeleri­ rine rastlanır. Dördüncü Zaman'ın bu dö­ XVIII. yy.'ın hemen başlarında kendini du­ ni on yıl süreyle Şili’nin denetimine veri­ neminde Battık bölgesini kaplayan bir gö­ yurdu; bu yüzyılda 1750'den sonra bü­ yordu. Bu iki bölgenin hangi ülkeye katı­ yük veba salgınları olmadı ve doğum le Ancylus gölü adı verilmiştir. lacağı sonradan bir plebisitle belirlene­ kontrolü yavaş yavaş yaygınlaştı. cekti; ama sözkonusu plebisit hiçbir za­ A N C Y R E U M - A N K Y R A İO N . —Ancien Rögime'e özgü bir zihniyet ve man yapılmadı. 1929’da Şili Tacna'yı Pe­ A N Ç İN O ya da A N O İN O , Çin’de li­ kültür vardır: bilgisizliğiyle, inançlarıyla, ru'ya geri verdi, ama Arica'yı elinde tut­ man kenti, Anhuei ilinde, Yangzıciang ır­ dilleriyle Fransızlar'ı birbirinden kopuk ve tu. mağı kıyısında; 160 000 nüf. (1982). birbirine yabancı “ halklar" durumuna ge­ A N C O N A , İtalya’da liman, Marche’nin tiren bir zihniyet ve kültürdür bu. "Fran­ A N Ç U E Z ya da A N Ç U V E Z a. (isp. merkezi, Adriyatik kıyısında il merkezi; sa devletinin ve tahtının" dini olan katoanehoa). Genellikle hamsi balığından ya­ 103 454 nüf. (1990). Traianus kemeri. Yu­ liklik, kralın tüm sadık tebasının diniydi. pılan, tuzlu ve yağlı balık ezmesi. Bazen nan haçı planlı, onikigen kubbeli S. CriLouisXVI'nın hükümdarlık döneminde çaça, sardalya ya da tirsi balıklarından da aco katedrali (XI.-XIII. yy.'lar arasında da­ dinsel hoşgörüsüzlük ortadan kalkmaya yapılır. || H A M S İ'n in eşanlamlısı. ha eski yapıların kalıntıları üstüne kurul­ başladıysa da, dil birliği çok daha sonra, A N D -* ANT F. Guizot'nun (1833) ve özellikle J. Ferry' du). Ortaçağ'dan kalma kiliseler. Tüccar­ lar loncası (XV.yy.). L.Vanvitelli'nin yaptı­ ■ A N D (Metin), tiyatro araştırmacısı, yazar nin (1880-1882) eğitim yasalarıyla ger­ ğı, XVIII. yy.'dan kalma anıtlar. Marche çekleşti. (İstanbul 1927). Galatasaray lisesi'ni ulusal müzesi (arkeoloi). Belediye resim _ (1946), İstanbul Üniversitesi hukukfakülA N C İE N N E -L O R E T T E , Kanada'da müzesi. Tersaneler. tesi’ni (1950) bitirdi. Forum dergisinin kent, Ouöbec'in B.'sında 11 700 nüf. Ha­ —Ancona ili, 1 940 km2; 432 500 nüf. Esikurucuları arasında yer aldı. Bu dergide valimanı. no vadisi boyunca Apenninler'in doru­ ve Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri A N ö !L £ a. (kutsal kalkan anlamında lat. ğundan Adriya denizi’ne kadar uzanır. yazdı. Öğretim görevlisi olarak girdiği An­ söze ). Esk. Rom. Savaş tanrısı Mars'a —Tar. İ.Ö. IV. yy. Siracusa yunan sömür­ kara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fabağlı rahiplerin kalkanı. (Mykenai tipinde gesi olarak kurulan Ancona'yı İ.Ö. 268'de kültesi'nde doktorasını verdi; bu fakültede bir kalkan olan "ancile", inançlara göre Romalılar aldı. Kent, 1532'de kilise dev­ doçent (1974), profesör (1980) oldu; tiyat­ letlerine katıldı. 1797 ve 1801 'de Fransızgökten düşmüştü. Kral Numa, demirci ro bölümü başkanlığına getirildi. Dünya lar’ca işgal edildi ve Metaure yönetim böl­ Mamurius Veturius'a, bunlardan on bir ta­ sahne edebiyatında türk oyun kişilerini gesinin merkezi oldu. 1815'te papaya ge­ ne daha yaptırdı. Bu kalkanlar, Mars ra­ konu edinen Gönlü yüce Türk ile (1958) ri verildi. 1832-1838 arasında fransız bir­ hiplerinin kutsal danslarında yüzyıllarca başlayan çalışmaları tarihse! malzemeye, likleri tarafından yeniden işgal edildi; kullanıldı.) karşılaştırmalı yönteme dayanarak sürdü. 1860'ta Piemonte - Sardinya krallığı’ na Halk oyunları, halk tiyatrosu, seyirlik halk â N C İL L O N (Jean Pierre Frödöric), hukatıldı. oyunlarıyla ilgili araştırmaları Dances of guenot rahip (Berlin 1767 - ay.y. 1837). Anatolian Turkey (1959), Dionisos ve ANCONA (A lessandro D') Berlin’e sığınan fransız rahip ve tanrıbiAnadolu köylüsü(1962), A historyof TheaD'ANCONA. limci David Ancillon'un (1617-1692) toru­ ter and popular Entertainment in Turkey nu. Fransız protestan kilisesi’nin Berlin ra­ A N C R E - GalİGAİ (Leonora Dori, (1964), Türk köylü dansları (1964), Oyun hibi, 1810'da Prusya kraliyet prensinin —denir) ve CONCİNİ (Concino). ve bügü (1974) kitaplarındadır. Ösmanlı eğitmeni ve 1832'de dışişleri bakanı. TabA N C T İ, Mısır tanrısı, Busiris kentinin eski toplumunda düğün ve şenliklerle ilgili leau des rövolutions du systöme pditique koruyucusu. Tanrı-kral Ancti, başında iki gösteriler Kırk gün ve kırk gece (1959), de l'E u rop e depuis le XVe siâcle Osmanlı şenliklerinde türk sanatları (Se­ (1803-1805) adlı yapıtı ona Berlin akade­ . büyük tüy, sırtında bir şerit bulunan, sa­ kallı, ellerinde krallık asası heka ve kama dat Simavi vakfı ödülü, 1982) kitaplarının m isinin kapılarını açtı. tutan bir kişi olarak betımlenmişti. "Erken konusu olmuştu. Geleneksel türk tiyatro­ A N C İS T R O D O N a. (yun. agkistron, dönem"den başlayarak Ancti, Busiris'te, su ve Tanzimat'tan başlayarak türk tiyat­ çengel, ve odus, -ontos diş’ten). Kuzey yerini tanrı Osiris'e bırakmak zorunda kal­ rosu tarihi, bir dizi incelemesine ve el Amerika'da ve Asya'da yaşayan zehirli dı; Osiris, onun kimi özel niteliklerini be­ kitabına konu oldu: 100 soruda türk tiyat­ büyük yılan. (Çıngıraklıyılana benzer ama nimsemiştir. rosu tarihi (1970), Geleneksel türk tiyat­ çıngırağı yoktur. Çok ünlü olmakla birlik­ rosu (Türk Dil kurumu bilim ödülü, 1969), A N C U D , Şili de liman kenti, Chiloe ada­ te az tehlikelidir. En büyük türü AncistroTürkiye'de ve dünyada gölge oyunu sının kuzey kıyısında; 12 000 nüf. Balık­ don piscivorus 1,5 m uzunluğundadır; su­ (1977), Kavuklu Hamdi'den üç ortaoyu­ çılık. Turizm. da yaşar, balık ve kurbağayla beslenir; nu (1962), Şair evlenmesi'nden önceki ilk engerekgiller familyası, çıngıraklıyılanlar A N C U 8 M A R T İU S , dördüncü efsane­ türkçe oyunlar (1983), Tanzimat ve istib­ altfamilyası.) vi Roma kralı (İ.Ö. 640-616). Dinsel tören­ dat döneminde türk tiyatrosu (1972), lerin kurallarını kaleme aldığı, Roma'yı ge­ Meşrutiyet döneminde türk tiyatrosu A N C K A R S Y R Ö M (Jacob Johan), is­ nişlettiği, Ostia limanını kurduğu, Sublici(1971), Osmanlı tiyatrosu (1976), 50 yılın veçli soylu (Lindö 1762 - Stockholm us köprüsünü, Aqua Martia sukemerini 1792). Gustav llie karşı hazırlanan sui­ türk tiyatrosu (1973), Cumhuriyet dönemi yaptırdığı ve Capitolium'un altında ilk Ro­ kasta katıldı ve 16 mart 1792 gecesi ve­ ma zindanını kazdırdığı söylenir. rilen bir maskeli baloda kralı tabancayla öldürdü. Ölüm cezasına çarptırıldı ve h A N C Y -L E -F R A N C , Yonne'un kuzey idam edildi. kesiminde kanton merkezi, Armançon ır­ mağı kıyısında; 1 236 nüf. 1546'ya doğ­ ANCKARSVÂRD (Cari Henric, ru yapılmış, dikdörtgen planlı şato. —kontu), isveçli siyaset adamı (Sveaborg 1782 - Stockholm 1865). 1809 devrimi' ne katıldı. Bernadotte'nin kurmay heye­ tinde görev aldı. Kralın, Fransa'ya karşı kurulan birliğe katılmasını kınadığı için gözden düştü. 1817’de Diyet üyeliğine seçildi ve muhalefet liderlerinden biri ol­ du. A N C O , Japonya’da kent, Honşu ada­ sında, Nagoya'nın G.-D.'sunda; 142 217 nüf. (1990). Alüminyum metalürjisi. A N C O D O N T A a. (lat. ancodonta; yun. ankos, eğri, ve odontos, diş'ten). Azıdişlerinin üzerinde beşer tümsek bulunan çiftparmaklı, fosil memeli hayvanlar alttakımı. (Ancodonta alttakımında xiphodontidae, anthracotheriidae ve cainotheriidae familyaları yer alır; bunların hepsi bugün­ kü hipopotamları andırır.) A N C O H U M A , Bolivya Andları’nda do­ ruk, Titicaca gölünün D.'sunda; yükselti­ sinin 7 000 m'yi aştığı sanılır; bu tahmin



A N C Y LÖ C E R A S a. Alt Kretase döne­ minde yaşamış kıvrımsız ammonit. A N C Y LO P O D A a. (yun. agkylos, kıvrık, ve pus, podos, ayak'tan). Üçüncü Zaman'da yaşamış fosil memeli hayvan. (Tekparmaklılara benzer, ama bacakları üç parmaklıdır ve her parmağın ucunda toynak değil, güçlü çatal tırnaklar vardır. Başlıca cinsi chalicotherium.) A N C Y L O T H E R İU M a. (yun. agkylos, kıvrık, therion, vahşi hayvan’dan). Ayak­ larında çengel biçiminde çatal tırnaklı üç parmağı bulunan memeli fosil hayvan. (Üçüncü Zaman'ın sonlarında Akdeniz yöresinde yaşamıştır. Ancylopoda gru­ bu.) A N C Y L U R İS a. Tropikal Amerika'da yaşayan ve canlı ve parlak renklerle be­ zeli alt kanatları bir kuyruk gibi uzanan gündüz kelebeği. (Pulkanatlılar takımı; lycaenidae familyası.)



Metin And Gelişin! a/şw



Ancy-le-Franc



1546'ya doğru yapılan şatonun iç avlusu



594



Kuzey Andtar Kofombiya'da Neiva’nın güneyinde rio Magdalena vadisi



türk tiyatrosu (1983), Geleneksel türk ti­ yatrosunda kukla, karagöz, ortaoyunu (1985), Türkiye'de İtalyan sahnesi İtal­ ya'da türk sahnesi (1989), Drama at crossroadl 1991). A n d p a k tı, 26 mayıs 1969’da Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvador ve Peru tarafın­ dan, sonra da 13 şubat 1973’te Venezuela tarafından ekonomik bütünleşmeyi en iyi biçimde örgütlemek amacıyla imzala­ nan pakt. Bu topluluk içindeki en önemli uygulama, yabancı yatırımların birbirine benzer biçimde düzenlenmesi olmuştur. Şili 1976'da pakttan ayrıldı.



Güney A ndiv Şili Arjantin sınırında Paine sıradağları



A N D s ıra d a ğ la rı ya da  N D U R , Güney Amerika'da sıradağlar, yedi ülke­ de (Arjantin, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ek­ vador, Peru, Venezuela) uzanır. • Jeoloji ve jeomorfoloji. And dağları, Venezuela'dan Ateş ülkesi’ne (Tierra del Fuego) kadar Büyük okyanus kenarında yaklaşık 8 000 km boyunca uzanır ve yükseltisi 7 000 m’ye yakın doruklar ile hemen hemen aynı derinlikteki okyanus çukurları arasında yeryüzünün en büyük yüzey şeklini oluşturur. Jeoloji açısından Güney Andlar (Şili'nin büyük bölümü ve Arjantin’in kuzey kesimi) ile Orta Andlar'ı



(Peru-Bolivya), Patagonya Andları da de­ nen ve güneyde Macellan sıradağlarına geçen asıl Güney Andlar’dan ve kuzey­ de Antil adaları arasında geçişi oluşturan Kuzey Andlar’dan (Kolombiya, Ekvador) ayırt etmek gerekir. Bunlardan yalnızca, Büyük okyanus levhasının Güney Ameri­ ka altına dalmasına bağlı olarak ortaya çıkan Güney Andlar ile Orta Andlar asıl And tipindedir; ötekiler Alp tipi yapıya geçiş gösterirler. Asıl Andlar, kıtanın çevresinde uzanan sıradağlardır; bunların başlıca özellikleri şunlardır: okyanus kö­ kenli çökellerin bulunmaması; yanal ba­ sınçlar sonucu oluşan yapıların (devrilme ve yatmaları Güney Amerika’ya doğru­ dur) sınırlı ölçüde olması; Büyük okyanus levhasının Trias devrinden günümüze ka­ dar süren dalma hareketine bağlı olarak, andezitik yanardağ etkinliğinin ve granodioritli plütonizmin önemli yer tutması ve gene aynı nedenle büyük kırıklardan olu­ şan bir ağın gelişmesine yol açan etkin yeni tektonik hareketler. Her yerde, vadilerin derinlere gömül­ mesi ve yamaçlarındaki yarılmalar, Üçün­ cü Zaman aşınım yüzeylerine tanıklık eden dalgalı yüksek platolarla çelişir. Dördüncü Zaman’da birçok buzullaşma dönemi, önemli birikinti biçimleri oluştur­ du: yükseklerde ya da Şili nin güneyinde buzultaşlar, kıyıda çakıl örtüleri, çamur akıntıları, taraçalar, yarıçölsü birikintiler Kuraklık (çamur akıntıları, çamurlu seller) ve soğuk nedeniyle Andlar'da toprak aşınması daima şiddetlidir. • Yüzey şekilleri. Andlar, Kolombiya, ve Venezuela'da Pasto d ü ğ ü m ü 'nden başlayarak, yelpaze biçiminde yayılır. Pasto düğümü, yükseklikleri ve hacimle­ ri farklı, derin 'çukur alanlar ve tabanı alçalmakta olan çöküntülerle ayrılmış sı­ radağlardır. B.’d a n -D .’ya doğru başlıca yüzey şekillen şuhlardır: Baudo kıyı dağ­ ları (1 810 m), Atrato senklinali, yapı ba­ kımından Antil sıradağlarına yakın olan Batı sıradağları (3 900 m), Cauca çukuru, Orta sıradağlar (Huila ve Tolima yanar­ dağları), Magdalena vadisi, Üçüncü Za­ m anda oluşmuş yüksek havzaları içeren (Bogota savanası) Doğu sıradağları (5 500 m) Doğu sıradağları. Venezuela’da. Maracaıbo çöküntü alanını iki yandan kuşatan iki ana kolla devam eder: uzun­ lamasına çöküntü alanları içeren ve Dördüncü Zaman hareketlerinin etkisi görülen Perija ve Merıda sıradağları. Ekvador'da üzerinde Pliyosen-Dördüncü Zaman’da oluşmuş büyük yanardağların (Chimboraza, Cotopaxi) yükseldiği iki



sıradağ (Batı ve Doğu sıradağları) yer yer yanardağ kökenli gereçlerle dolmuş, bir­ çok yüksek (3 000 m) havzaya bölünmüş bir orta çöküntü alanını çevreler Peru ve Bolivya’da, And dağları geniş­ ler (Bolivya'da 500 km). Büyük okyanus aklanı, Amazon aklanından daha kısadır ve daima iki sıradağ (Cordillera) halinde uzanır. Batı sıradağları, yükseklikleri 6 000 m'yi aşan yanardağların (Peru’da Coropuna, Bolivya'da Sajama) G.'inde ilerler; Doğu sıradağları, en yüksek noktası 6 500 m'yi aşan, buzlarla kaplı yüksek bir set oluşturur: Beyaz sıradağlar (Huascaran), Vilcabamba sıradağları ve Bolivya’da Real (illampu) sıradağları, Ancohuma. Doğu yayının kenarında, sıra­ dağlara koşut uzanan dar sıradağcıklar bulunur. Peru orta yaylaları puna'nin Üçüncü Zaman’da oluşmuş yüzeyidir ve çöküntü havzalarıyla, Amazon aklanındaki vadilerle (Maranon, Huallaga, Mantaro, Urubamba) yarılmıştır. Tıticaca (3 800 m) ve Poopo gölleri ile Uyuni tuzlu batak­ lıkları çevresinde Dördüncü Zaman akar­ su ve göl çökelleriyle doldurulmuş büyük bir yüksekova (Altiplano) yayılır. Bu ova, Atacama puna'sında devam eder ve tuz­ lu çöküntü alanlarına (bolson’lar) bölünür. Arjantin’in kuzey-batı'sında, Pampa sıra­ dağları, Doğu sıradağlarının uzantısını oluşturur ve Salta çöküntüsünün yukarı kesimlerinde yüksek (6 000 m), D. kesim­ lerinde daha alçaktır. Daha G.’de Andlar daha daralırsa da Aconcagua (6 959 m), Apcohuma, Ojos del Salado, Llullaillaco doruklarında çok yüksektir. Andlar, bu kesimde, Peru’da­ ki Batı sıradağlarının uzantısını oluşturur ve kesinlikle bakışımsız biçimde uzanır Sarp Büyük okyanus aklara, alçak bir kıyı sıradağından Şili orta vadisini oluşturan çöküntü alanıyla ayrılır. Daha uzun olan Arjantin aklamnda, dağeteği havzaları ile basamaklar halinde dizilmiş küçük dağ sı­ raları birbirini izler. G.’de buzullarla oyulmuş arazinin deniz sularıyla örtülmesi birçok fiyordun ve kanalın oluşmasına yol açmış ve Chiloe adasını karadan ayırmış­ tır. Göllerin (Osorno, Villarica) yanında büyük yanardağlar yükselir. Güney sıra­ dağlarında, geniş buzul takkelerinin yanı başında yüksek doruklar (4 000 m'yi aşan San Valentın doruğu ve Fitz Roy) vardır. Nihayet, Macellan sıradağları, Ateş ülke­ sinde (Tierra del Fuego) Güney Antiller gibi B.’dan D.’ya doğru uzanır. • iklim ve bitki örtüsü. Sıradağların 66 en­ lem derecesi boyunca uzanması (10° K. enlemiyle 56° G. enlemi arasında), yük­ selti, bakı, Peru kıyısı ile Şili'nin kuzey kıyısında Humboldt soğuk su akıntısının etkisi, iklimi ve bitki örtüsünü çeşitlendirir. Kuzey Andlar'da nemli tropikal ve bol yağışlı (Kolombiya Baudosu'nda 6 m) ek­ vator iklimi egemendir. Hepyeşil orman 2 500 m ’ye, hatta yozlaşarak ağaçsı eğ­ reltiler, bambular, epifitlerle 3 900 m'ye kadar tırmanır. Bitki örtüsü ve tarımın yükselti katları halinde sıralanışı şöyledir: 900 m ’ye kadar, kakao işletmeleri ve şekerkamışı tarlalarıyla sıcak topraklar (tierras calientes), 2 000 m'ye kadar, şekerkamışı, mısır, kahve yetiştirilen ılık topraklar (tierras templadas), 3 000' m’ye kadar, Avrupa kökenli tahıl (buğday, ar­ pa) ve patates tarlalarıyla soğuk toprak­ lar (tierras trias), 3 000 m'nin üstünde, yağışlı iklim çayırları ve turbalıklarla paramo. Kuzey Andlar'da don olayına S 'k rastlanır, daimi karların alt sınırı 4 600 -4 800 m’dir.Dağlar arasındaki kuytu va ­ dilerde (Merida, Tunja) iklim daha az ya­ ğışlıdır. Orta Andlar daha kurak, yer yer çoraktır. Kıyıdaki dağ eteklerinde batı yamaçlarının niteleyici özelliği olan çöl ti­ pi bir iklim egemendir (en çorak kesim­ lerden biri olan Atacama çölünde yılda or­ talama 25 mm yağış). Çiseleyen yağmur­ lar (garua), geçici otlakların (tamalar) oluşmasına yol açar. Peru’da, yükseltisi 600 -2 500 m arasında değişen yerlerde



andabata 595



OrtaAndlar Peru Bolivya sınırında Titicaca gölü bölgesinden bir görünüm yarıçöl iklimli Yunga katı (kaktüsler, agavlar, akasyagiller), onun üstünde ılıman ik­ limli Ouechua katı (yılda ortalama 700 mm yağış, ortalama 12°C sıcaklık, gece­ leri sık sık don olayı) yer alır. Ouechua katında, başlangıçtaki ağaçsı bitki örtüsü­ nün yerini okaliptüs tarım işletmeleri ile tahıl (mısır [genellikle sulama yoluyla], buğday, arpa), sebzeler (bakla) ve 3 500 m'nin üstünde de yumrulular ve kazayağı üretilen alanlar aldı. 3 900 m’nin üstünde, bozkır özellikli, ağaçsız, hayvancılık (lama, alpaka, koyun, sığır) alanı puna (yıllık sıcaklık ortalaması 6° C’ın altında) yer alır. 4 500 m'nin üstünde Güney Andlar’daki punalar, tolar'lar, yareta'lar, reçineli çalılarla kaplı bozkırlarla örtülüdür. Buzulların alt sınırı 4 800-6 000 m arasın­ dadır. Yağışlı Amazon aklanında, ceja de montana gelişmiştir: 2 500 m’nin üstünde sürekli sislerin ve yağışların yozlaştırdığı tropikal ormanlı alta (yüksek), onun altında, koka, şekerkamışı, kahve ve çay tarım işletmelerinin yayıldığı baja (alçak; Bolivya’da yunga diye adlandırılır) bulu­ nur. 600 m'nin altında, Amazon ormanına (selva) girilir. Güney Andlar'da, Santiago ve Mendoza enleminde, çöl ikliminin ye­ rini Akdeniz iklimi (Santiago'da yılda 350 mm yağış; buğday, üzüm, sulamayla ağaçsı bitkiler yetiştiriciliği) alır, iklim, G.’de okyanus iklimi özelliği kazanır, son­ ra soğuk ve nemli iklime geçilir (yılda 2 m’yi aşan bol yağmurlar, gürgen, defne, relikt kozalaklılardan oluşan yoğun or­ man). iki aklan arasındaki çelişki tersine döner: daha kurak (hatta Patagonya’da çorak) olan, Arjantin aklanıdır.Şili’nin en güney ucunda, buzullar denize kadar iner. • Yerleşme. Kolomböncesi dönemde And dağları, kıyılar çoğunlukla yerleşme­ ye elverişli olmadığından, kıtanın en yo­ ğun biçimde nüfuslanmış kesimiydi ve inka krallıkları gibi devlet yapıları kurulmuş­ tu. Halk yükseltiye uyarlanmıştı (solunum ve dolaşım sistemlerinde değişmeler) ve besin bitkileri çeşitliydi (mısır, patates, kazayağı). Doğal çevrenin kat kat yüksel­ mesi, birçok yerde günümüzde hâlâ sü­ ren toprak birleştirme ve değiştokuş ola­ nakları sağlıyordu, ispanyollar'ın kıtaya yerleşmesi, nüfus ağırlığını limanlara ve kıyı kentlerine kaydırdığından And dağ­ ları, günümüzde, yayıldıkları bütün ülke­ lerde, kenarda kalmış kesimleri oluşturur ve halkları kıyıya, daha az ölçüde de Amazon bölgesine göçer. Bununla birlik­ te And dağları kesimi, maden, hidroelek­ trik, hayvancılık ve tarım açısından hâlâ önemlidir, ne var ki ulaşım olanakları çok



kötüdür (yüksek geçitler, çoğunlukla bir­ denbire sona eren patikalar, çok seyrek demiryolları). • Dağcılık. Birçok enleme yayıldığından, And dağları dünyada en çok Çeşitlilik gös­ teren sıradağları oluşturur. Daha 1735’te La Condamine ve Bouguer adlı fransız bitkibilimciler, yanlarında İspanyol Ulloa ve J. Jorge ile Ekvador’daki dağları ince­ lediler. 1802’de alman A. von Humboldt, Chimborazo'nun yamaçlarında 5 880 m' ye ulaştı. W. Reiss ve A. M, Escobar, 1'872’de Catopaxi'ye tırmanmayı başardılar 1880’de E. Whymper, J.A. ve L. Carrel uzun süre dünyanın en yüksek doruğu sayılmış olan Chimborazo’ya tırmandılar. O tarihten sonra, Alp dağlarında olduğu gibi, bütün doruklara sistemli biçimde tırmanıldı: Amerika kıtasının en yüksek doruğu olan Aconcagua’ya 1897'de M. Z u rbrig gen , B o livya 'd a illim a n i’ye 1898’de W. M. Conway, Coropuna'ya 1911’de Bingham, Peru’da Huascarân'a 1908’de A.S. Peck. 1950’den sonra And dağlarında dağ­ cılık tarihi açısından çok önemli işler gerçekleştirildi: Aconcagua’nın güney ya­ macına tırmanılması (1954), L.Terray'ın yönettiği seferlerin başarıları (Fitz Roy 1952, Chacraraju 1956), Salcantay’a tırmanılması (1952) dağcılığın önemli aşa­ malarıdır. 1977-1978'de de N.Jaeger, Peru Andları'nda birçok doruğa tek ba­ şına ilk olarak tırmandı.



A n d tip i, Tektonik oluşumu ve dağoluşumu bir dalma-batma kuşağının geli­ şimine bağlı dağ zincirlerinin tekto­ nik tipi. (Başlangıçtaki sıkışmadan do­ ğan yapılar dağ zinciri ölçeğinde pek önemli değildir; denizde ya da karada volkanik-tortul özellikleri belirleyen diziler, temelde gerilmeli bir tektoniğin etkisindedir.) A N D A a. {yumurta anlamında sanskritçe söze.). Mim. Stupanın kubbesi. A N D A a. Folk. -



ANT.



 N D A (Gâza), macar asıllı isviçreli piya­ nocu (Budapeşte 1921 -Zürich 1976). Budapeşte akademisi’nde okudu. Özel­ likle, Dohnânyi’nin yönetiminde çalıştı. Luzern şenliği yüksek piyano yorumu kursları yöneticisi ve aynı kentin Clara -Haskil piyano yarışmasının yöneticisi ol­ du. Romantik yapıtları ve Bâla Bartök konçertolarını yorumlayışıyla tanındı. A N D A B A L İS . Tar. coğ. Anadolu’nun Kappadokia bölgesinde ilkçağ kenti; Niğde’nin merkez ilçesi, merkez bucağı­ na bağlı Aktaş (esk. Andaval” ) köyünün yerindeydı. Kral Saruvanas (İ.Ö. VII. yy.) ile Nahita (Niğde) adlarının geçtiği hititçe yazıtlı anıt ve Bizans döneminden Anda­ val bazilikası (VI.yy.) önemli kalıntılardır. A N D A B A T A a. (lat. söze.). Yüzü, gör­ meyi bütünüyle engelleyen bir siperlikle örtülü gladyatör.



Andabalis Andaval bazilikası (VI. yy.) Niğde



andaç 596



» te fe



UÂLuUMgMn Utfoooa DOtgesnın güneyinde zeytinlikler A N DAÇ a. 1. Bir kimseyi, bir olayı anımsatan armağan: Bu yüzüğü andaç olarak kabul edin. —2. Takvimli defter; muhtıra, ajanda. —3. Birlikte geçirilen bir sûrenin anısını yaşatmak üzere o sürenin bitiminde düzenlenen kitapçık; yıllık.. M B M (Selmi), türk sanat eleştirmeni, hafif müzik bestecisi (İzmir 1921). Hukuk fakültesi’nde ve İstanbul Belediye konservatuvarı’nda öğrenim gördü. 1952'den başlayarak çeşitli dergi ve gazetelerde si­ nema, tiyatro ve müzik eleştirileri yazdı. Film ve sahne müzikleri, hafif müzik şar­ kıları besteledi. A N M L a. Yörs. Tarım. 1. Evlek. —2. Tüt. Tütün fidelerinin yetiştirildiği fidelik, yastık. A N D A L L A M A K g f. Yöre. Tartm.Tarlayı evleklere ayırmak. H Â M D A L U C İA , ar, Endülüs, Ispan­ ya’nın güney kesiminde bölge, sekiz ili (Almeria, Cadiz, Cordoba, Granada, Huelva, Jaen, Malağa ve Sevilla) içine alır; 87 268 km2; 6 441 000 nüf. COĞRAFYA Kaynaklardan yoksun kırsal bir Güney bölgesi olan Andaiucıa, ispanya’nın hem en yoğun nüfuslu hem de dış göç oranı en yüksek bölgesidir ve ciddi iktisadi ve toplumsal sorunlarla karşı karşıyadır; oy­ sa turizm propagandasının yarattığı gö­ rüntü Andalucfa'yı, müzik ve edebiyat yapıtlarında, "flamenco,,lar ve boğa güreşleri ispanyası'ndan ayırt etmez. Atlas okyanusu etkilerine açık batı ke­ simi ile kurak ve bozkırlarla örtülü (Cabo de Gata 'da yılda 113 mm yağış) doğu ke­ simi arasında K.’den G.’e doğru dört bü­ tün görülür. Eski tabanın (Meseta) alçalma noktası olan Sierra Morena, ma­ dencilik (demirli-bakırlı piritler, gümüşlü kurşun) ve yaygın yöntemlerle yapılan hayvancılık (yer yer meşe ağaçlarıyla kaplı otlaklar: dehesas) alanıdır. Üçgen biçimli Guadalguivir çöküntüsü, tahıl, zey­ tin, pamuk ve sulama sayesinde şeker­ pancarı, yonca, turunçgiller ve sebze yetiştirilen verimli bir tarım kesimidir. Ma rismas’ta, pirinç tarımı ile boğa yetiştiri­ ciliği birlikte yürütülür; Jerez de la Frontera campina'sında ünlü şaraplar ve sert içkiler yapılır; büyük kentler de bu kesim­ de toplanır: ispanya'nın güney kesiminin en büyük, ülkenin de dördüncü büyük kenti olan Sevilla; Cordoba; Cadiz; Jerez de la Frontera; Huelva. Beticas sıradağ­ ları, Alp (Sierra Nevada) ve Akdeniz tipi



özellikler taşır; sulama yapılan vega'sıyla, Granada bir sanayi ve turizm merkezidir. Kıyı saçağında, birçok turizm tesisi (Costa del Sol) yer alır. Algeciras, Fas kıyısıyla ilişkilerini korumaktadır. Cebelitarık campo’su, sanayileşmiştir. Motril’de büyük şekerkamışı tarım işletmeleri korunmuş, Dalias ve Nijar campo'larıysa, sulamayla değerlendirilmektedir. 1955’ten bu yana, tarımdaki etkin nü­ fus oranı yarıdan çok azaldıysa da büyük toprak mülkiyeti sürmekte ve nüfus artı­ şının baskısı, Madrid’e, Barcelona’ya ve sanayileşmiş Avrupa ülkelerine kitle ha­ linde göçe yol açmaktadır. TARİH • Eskiçağ. Avrupa ile Afrika, Akdeniz ile Atlas okyanusu arasında önemli bir kav­ şak noktasında yer alan Andalucfa'da, daha Eskiçağ'da yüksek düzeyli uygar­ lıklar gelişmişti; Los Millares megalit uy­ garlığı (İ.Ö. 2500’e doğr.); tahkimli kale­ leri ve tunç silahlarıyla El Algar uygarlığı (İ.Ö. 1900-1600'e doğr.). I. binyıl başın­ da Fenikeliler, kıyıda ticaret acenteleri kurdular: yazılı kaynaklara göre İ.Ö. 1100’e doğru kurulan Gades (Cadiz), Onuba (Huelva); Malaca (Mâlaga); Abdera (Adra). Aynı dönemde, toprakların iç kesiminde Tunççağının ve Fenike etkisi­ nin mirasçısı efsanevi Tartessos (Tevrat1 taki Tarsis) krallığı ortaya çıktı. Bu, ma­ dencilik, tarım, hayvancılık ve değerli taş ticaretiyle geçinen ekonomisi ve toplum yapısı karmaşık ve altın çağına İ.Ö. VII. -V. yy.’lar arasında ulaşan zengin bir ül­ keydi. İ.Ö. VIII. yy.'da Andalucla’da Yu­ nan etkisi d 8 başladı. Bununla birlikte her ne kadar Phokaiaiılar Mâlaga yakınında Mainake'yi o sırada kurdularsa da Andalucfa kıyısı hâlâ Fenikeliler'in etkisindeydi. İ.Ö. VI. yy.'dan başlayarak Kartaca, Fenike ticaret acentelerini fiilen himaye­ sine aldı. İ.Ö. 237-228 arasında, Kartacalı Hamilkar Barkas ülkeyi işgal etti, işgalin amacı hem Birinci Pön savaşı’naa elden giden Sicilya'ya karşılık bu toprakları ele geçirmek, hem de değerli madenler ve paralı askerler bakımından zengin bir böl­ geyi Barkas ailesinin topraklarına kat­ maktı. İ.Ö. 227’de Hasdrubal'ın kurduğu Cartagena (günümüzdeki Murcia) İspanya'daki Kartaca egemenliğinin mer­ kezi oldu. İ.Ö. 221'de Hamilkar'ın oğlu Annibal, ispanya'nın güneyindeki bu Kar­ taca mevkiini Roma'ya yaptığı (İ.Ö. 219-218) saldırının üssü olarak örgütledi. Bunun üstüne Roma karşı-saldırısı, söz­ konusu üsse yöneltildi: Publius Cornelius



Scipio, İ.Ö. 209'da Cartagena'yı aldı ve İ.Ö. 206'da Kartacalı Magon ve Massinissa’nın birliklerini ilipa’da yendi; İ.Ö. 205'te Gades’i aldı, emekli askerleri için itâlica kolonisini kurdu. İ.Ö. 197'de Andaiucıa, yedi yüz yıl bo­ yunca Roma’ya bağlı kalacak olan Hispania Ulterior (Baetica) eyaleti haline geti­ rildi. Bundan sonra başlayan uzun barış döneminde, ancak birkaç romalılararası çarpışma oldu: İ.Ö. 45'te Sezar, Pompeius'un son yandaşlarını Baetica'da Munda'da yendi. işgalin erken başlaması ve büyük sa­ yıda Romalının ülkeye yerleşmesiyle Ba­ etica ispanya nın romalılaşmış eyaleti ha­ line geldi. İ.Ö. 27’de, Augustus'un ispanya’nın idari taksimatını yeniden örgütle­ mesi üzerine, senatör-praetorium tarafın­ dan yönetilen bir eyalet oldu, imparator­ luk döneminde, son derece yoğun kent dokusu, çok zengin madenleri (Linares yakınında Câstulo'da ve Onuba’da Hu­ elva Rıö Tinto’da bakır, Sisapo’da Almadân cıva, Cartagena’da gümüş ve kur­ şun) ve gelişmiş tarımıyla Roma dünya­ sının en zengin bölgelerinden biriydi. Sü­ rekli ticari ilişkiler sayesinde ülkenin ma­ denleri, zeytinyağı, şarabı ve kıyılarda ha­ zırlanan salamuraları Roma'ya akıyordu. Ayrıca romalı birçok yazar (Seneca, Lucanus, Columella), ilk eyalet konsülü, imparatorlar (Traianus, Hadrianus, Theodosius) ve III. yy.’ın ikinci yarısında hıristiyanlığı benimsedikten sonra, Nikaila konsili'nin başkanı Cördobalı Osius gibi piskoposlar da Baetica'dan çıktı. • Ortaçağ. 411'e doğru işgalci silingae Vandalları, eyalete bugünkü adının köke­ ni olan Vandalusia adını verdiler. 429'da Vandallar Afrika’ya geçtiler ve 458’den sonra Vandalusia yavaş yavaş Vizigotlar' ın denetimine girdi. Yalnızca Baetica’nın güneyi 551 'de iustinianos tarafından ele geçirildi ve bir yüzyıl süreyle Bizans imparatorluğu'na bağlı kaldı. Bu bakımdan Baetica Vizigot Ispanyası’nın içinde kla­ sik ve hristiyan kültürünün önemli bir mer­ kezi olarak "kaldı. 711 'de Tarık bin Ziyad, 7 000 berberi ile Cebelitarık’a çıktı ve aynı yıl Vizigot kra­ lı Rodrigo'yu Guadelate'de yendi. Vizigot devleti çöktü ve 712’de ifrikiye valisi Mu­ sa bin Nuseyr’in 18 000 arapla gelmesi, müslüman fethini hızlandırdı. 716’da Araplar, aşağı yukarı bütün Hispania’yı ele geçirdiler, elli yıl sonra, fatihlerin hiç­ bir zorlamada bulunmamasına karşın, halkın büyük çoğunluğu İslam dinini be­ nimsemiş ve kabul etmişti. Araplar’ın Ceziret-ül Endülüs adını verdikleri yeni



müslüman Ispanya'da eski Baetica yal­ nızca bir eyaletti ama, hem eyaletlerin en zenginiydi, hem de iktidarın merkezi olan başkent Kurtuba (Cûrdoba) buradaydı. Şam halifeliğinin eyaleti olan Andalucia, (Endülüs), Emevi sülalesinin son temsil­ cisi Abdurrahman lll’ün ispanya’ya geç­ mesiyle 756'da bağımsızlığına kavuştu. 929’da Abdurrahman III, halifeliğini ilan ederek, Doğu'yla bütün manevi bağları­ nı kopardı. O sıralarda Kurtuba halifeliği, Avrupa’nın en güçlü devletiydi ve Endü­ lüs uygarlığı da, birçok etkin kentiyle, yo­ ğun ticareti ve el sanatlarıyla, dönemin en gelişmiş uygarlığıydı. El Mansur’un oğlunun ölümü ve son halife Hişam M'nin sürgüne gönderilmesi üzerine 1009'da Andalucıa’nın siyasi bü­ tünlüğü bozuldu ve ortaya birçok bağım­ sız devlet çıktı: Sevilla (işbiliye), Cördoba (Kurtuba), Toledo (Tuleytule), Badajoz (Batalyavs), Zaragoza (Sarakusta), vb. Bunlar arasında Andalucıa’daki en önem­ lisi A b b a d ile r’ in Sevilia devletiydi (1013-1091). Müslümanların siyasi çözül­ mesi ülkeyi ele geçirmek isteyen kuzeyli hıristiyanların işini kolaylaştırdı. Bölünmüş olan Andalucia ayakta kalabilmek için Ku­ zey Afrika’daki "mücahitler” e başvurmak zorunda kaldı. XI. yy.’da Murabıtlar, XII. yy.’da Muvahhitler, müslüman birliğini bir süre için yeniden kurarak, hıristiyanları durdurdular. 1212’de Muvahhitler, Las Navas de Toiosa'da hıristiyan kralların bir­ leşik ordusuna yenildiler ve müsiüman ispanya, yeniden, hıristiyanlara kolaylık­ la yem olabilecek birçok güçsüz krallığa bölündü. O dönemdeBndülüs hemen tü­ müyle hıristiyanların eline geçmişti: Castilla - Leön kralı Fernando III, Andüjar'ı (1225), Cördoba (1236) ve Sevilia'yı (1248), oğlu Alfonso X da, Cadiz'i (1265) ele geçirdiler. Bu dönem sonunda bağım­ sız kalabilen tek müslüman devlet, Gırna­ ta (Granada) idi ve bu bağımsızlığını an­ cak Castilla’nın süzerenliğini kabul ede­ rek koruyabilmişti. • Yeniçağ ve Yakınçağ. Nasri Gırnata devleti ve parlak kültürü daha iki yüzyıl sû­ reyle, hıristiyan devletler arasındaki iç çe­ kişmelerden yararlanarak bağımsızlığını sürdürdü. Ama 1492'de, Castilla ve Aragon hükümdarlarının evlilik yoluyla bileş­ mesinden sonra, Katolik Kralların eline geçti. Castilla krallığı na katılan Andalucla’da yoğun bir yerleşme olmadı. Top­ rak, üzerinde yaşayan insanlarla beraber soylular arasında bölüşüldü ve günümü­ ze kadar gelen büyük malikâneler orta­ ya çıktı. Başlangıçta dinine ve gelenek­ lerine bağlı kalan müslüman halk, hıristiyanlaştırma ve ispanyollaştırma girişimle­ rine karşı 1499’da ve 1568’de iki kez ayaklanarak direndi ( 7 * a l p u j a r r a l a r ), sonunda da 1610’da ispanya’dan sürül­ dü. Bununla birlikte bölge, XVI. yy.’da bü­ yük bir refah dönemi yaşadı. Amerika'nın keşfiyle sonuçlanan seferlerin çoğu, Andalucıa’nın Atlas okyanusu kıyılarından yola çıktı. Casa de Contrataciön'm bulun­ duğu ve değerli maden taşımacılığının ti­ cari merkezi olan Sevilla, Avrupa'nın en önemli kentlerinden biriydi. Tarımda da, Amerika pazarı sayesinde parlak bir dö­ nem yaşandı. XVII. yy.'da el sanatlarında ve tarımda çalışanların çoğunluğunu oluşturan morisco’ların ülke dışına sürülmesi (1610) ve Amerika ile ticaretin durgunlaşması Andalucı’a’nın gerilemesine yol açtı. 1640’ta soylularırş hoşnutsuzluğu, Andalucıa'yı Castilla’dan ayırmak ve Medinasıdonia dükünü kral ilan etmek için komplo kur­ malarına kadar vardı. 1767’de Carlos III' ün bakanı Olavide’nin Morena dağlarını yerleşmeye açmasına karşın, XIX. yy. ba­ şında Andalucia hâlâ bir büyük mülkler ülkesiydi. Amerika ile ticaret merkezi olarak ya­ vaş yavaş Sevilla'nin yerini almış olan Cadiz, Bağımsızlık savaşı sırasında Fransız birliklerine teslim olmayan tek ispanya kentiydi. 1812’de ilk ispanya Anayasası'



nı ilan eden Cortes de orada toplandı. XIX. yy.'da Andalucfa kentlerinin liberal devrim geleneği sürerken, köylerdeki gündelikçi tarım işçileri arasında güçlü bir anarşizm akımı iyice kök saldı ve Loja' da (1861), iç savaşın patlak vermesinden önce de Jerez de la Frontera'da birçok ayaklanmaya yol açtı, iç savaş sırasında ve devrimci geleneğe rağmen Andalucıa'nın büyük bir bölümü, kısa sürede kent­ lerdeki Franco yanlısı askerlerin denetimi­ ne girdi. Franço döneminde sanayileşme­ yi geliştirmek için harcanan çabalar, köy­ den kente doğru göçlere yol açtığı için kırsal kesimin sosyal sorunları da azalma­ ya yüz tuttu. 1981 ekiminde yapılan refe­ randumla özerkliğe kavuşan Andalucıalılar, 1982 mayısında sosyalistlerin çoğun­ lukta olduğu bir bölge meclisi seçti­ ler. MÜZİK Yanlış olarak tüm İspanyol halk müzi­ ğiyle bir tutulan Andalucia folklorunun birçok kökeni vardır: bizans ayinleri, yu­ nan müziği, arap etkisi, fiamenco adını borçlu olduğu çingene etkisi (XV yy.). Cante jondo ve onun seçkin biçimi olan siguiriya, ilk özgün türlerdir. Kutsal hafta boyunca doğaçtan söylenen saefa’lara varıncaya değin, dansın ve şarkının ilk türleri (po/os, cahas. martinetes, soleares, seguidillas, fandangos, algrıas, tonâs, carceleras. vb.) bu nlard an türedi. Şarkıcıların ve gitarcıların, ritimleri ve ar­ moniyi sürekli olarak geliştirmelerine kar­ şın, Andalucia müziğinde genellikle şu özellikler hiç değişmedi: ezgilerin en tiz ve en pes sesleri arasındaki en geniş aralığın altılı oluşu; artık ikili aralığın kullanılması; sık sık üçlemelere başvurulması; yunan ya da gregorius makamlarının yaşatılma­ sı; 1/3 ve 1/4 ton değerinde ikili aralıkların kullanılması, böylece tampere diziden kaçınılması; çigenelerin getirdiği hindu raga'larının izleri. IX. yy.'dan başlayarak, Mağribliler Andalucıa’nın müzik yaşamını canlandır­ dılar. Sevilla'nın önemli bir çalgı yapımı merkezi olduğu sıralarda, Abdurrahman M’nin Cordoba’ya getirdiği iranlı şarkıcı Ziryab'ın etkisi önemli sonuçlar doğurmuş olsa gerek. XIII. - XV. yy.’lar arasında, tru­ badurlar, rom ans türünde, çeşitli öğelerden yararlandılar. Bu öğeler, Andalucıâ'da bir bireşime dönüştü (Abenâmar'ın romansı), ispanya'nın müslümanlardan geri alınmasını izleyen kısa bir du­ raklama döneminin ardından Andalucia okulu, “ dünyanın başkenti" denilen Sevilla’da basılmış önemli kuramsal yapıtlar, F. de Peraza ve Villada gibi değerli org­ cular ve özellikle dinsel çoksesliliğin büyük ustaları (C. de Morales, F. Guerrero, F de las infantas, R. Ceballos ve F. Contreras) sayesinde eski gücüne kavuş­ tu. Vihuelacılar ve klavsenciler arasında, çeşitlemenin (diferencia) öncülerine de o dönem Andalucia'sında rastlanır. L. de Narvâez, A. Mudarra, M. de Fuenllana gi­ bi müzikçiier, çok geçmeden, tiento'da çeşitleme türünden yararlandılar. Bu altın çağdan sonra, Andalucia okulu, uzun süre, Aragön ve Castilla okullarının gölgesinde kaldı. XIX. yy.’da zarzuela türünün Andalucia’lı bir bestecisi varsa da (R Chapl), Andalucia halk müziğinin başyapıtlarını ortaya çıkaran, M. de Fal­ la ve J Turina'dançok, Katalonya’lı F Pedrell'dir, yine Katalonya’lı olan i. Albeniz de aynı kaynaktan beslendi  N D A L U Z a. C a s tilla d ilin d e n g e le n ve b u d ild e n , ö z e llik le b irk a ç se s b ilim s e l ö z e llik le a y rıla n b ir ıs p a n y o l le hçesi.



ftN S A L U Z İT a. (fr. andalousite, Andaiousie, Endülüs’ten). Miner. Ortorombık alümın silikat (SıAI20 5); rengi beyaz ya da pembedir. Daha çok alüminyumlu başka­ laşım kayaçlarında bulunur ve kimi kez mavimsi bir renk veren kömür kalıntıları içerir. (Eşanl. ENDÜLUSTAŞi.)



antMuzit A N D A M A N a. Andaman adalarında yaşayan yerlilerin dili. (Güllümüzde orta­ dan kalkmakta olan bu dilin [XX. yy. orta­ larında konuşanlarının sayısı 500’den azdı], hiçbir dil ailesiyle bağlantısı yoktur.) A N D A M A N a d a la r ı, Bengal körfe­ zinde takımadalar, Nicobar adalarıyla birlikte Hindistan birliği’nin parçasıdır; 8 293 km2; 189 000 nüf. Merkezi Port Blair. Andaman takımadaları, 10° ve 14° K. enlemleri arasında yaklaşık 400 km bo­ yunca uzanan 200 kadar ada içerir. Bir­ manya'daki Arakan dağlarının uzantısı olan, ormanlarla kaplı dağlardan oluşan bu adalar çok az nüfusludur. Halk klan­ lara ayrılan kabileler halinde yaşar, bitki ve hayvan yetiştirmeyi bilmez, balıkçılık, avcılık ve toplayıcılık yapar. Özel konutları yoktur. Animist olan Andamanlılar doğa güçlerine taparlar, bir atalar kültüne inanırlar ve dinsel danslar sırasında be­ denlerini kırmızı ve beyaz kille boyarlar. —Tar. ingilizler'in 1789’da işgal ettikleri Andaman adaları, ceza sömürgesi ve de­ niz üssü olarak kullanıldı. 1796-1858 arasında boşaltılan adalara, ikinci Dünya savaşı sırasında, Japonlar G.-B.’ya doğru ilerlemelerinin son döneminde ulaştılar. A N D A M A N «tenlzl, Hint okyanusu'nun kenar denizi; Birmanya-Malezya kıyısı ile Andaman-Nicobar adalarının çizdiği yay arasında; 800 000 km2. En derin yeri: 4 198 m. A N D A M O O K A , Avustralya’da (Güney Avustralya) kent, Leigh Creek'ın B.'sında. Opal ocakları. A N D A N İA . Esk. coğ. Peloponisos'ta kent, Megalopolis ile Messini arasında. Messinia krallarının başkentiydi. Philia yakınında yıkıntılar. Â N B A M © 8 . Tar. coğ. Anadolu’nun G.-B.’sında, Karia bölgesindeki Bargylia* kentinin adlarından biri. ANDANTE be. (ita!, söze.; andare. gitmek’ ten). Müz. Temponun orta ağırlıkta olması gerektiğini belirtir a. Sonat, senfoni vb. yapıtların bu tempoda çalınan bölümü. A N D A N TİN O be. (ital. söze.). Müz. An­ dante'den daha hızlı tempo. (Genel olarak, bu terime, andante con moto, " andante ’ den biraz daha hızlı" anlamı verilir.) ♦



a. Bu tempoda seslendirilen parça.



A M D A P A , Madagaskar'da yer, Tsaratanana kütlesinin G.-D.’sunda;12 000 nüf. Kahve ve vanilya yetiştiriciliği.  N D & N T A ya da  N D A T E , anakara­ da ve adalarda yaşayan Keltler’ın ayı görünümlü tanrıçası. ANDAVAL -



AKTAŞ



A N D A V A L L I sıf. ve a. Kolay aldatılan, saf, bön, kaba saba insan.( a n d a v a l da denir.) R. N Güntekin’in A nadolu* notları ’nda yer verdiği bir yakıştırma, de­ yimin kökenini açıklar: söylentiye göre es­ ki Andaval kasabası halkı, buraya uğra­ yan yolcuları en iyi biçimde ağırlamaya çalışır, onların bu tutumundan yararlanan­ lar gelip aylarca orada kalırlardı. Bu sömürüden kurtulmak için yerli halk top­ tan göç etmek zorunda kaldı



Anday 7 A N D A Y (Kadri Raşit), türk hekim (İstanbul 1875-ay. y. 1948). Gülhane as­ ken tıp mektebı'nın üçüncü sınıfındayken Fransa'ya gitti(1894) Parıs'teTıplakültesi'ni bitirdi (1900). O dönemde süt çocuk­ larının tedavisine kadın-doğum hekimle­ ri, büyük çocuklarınkine iç hastalıkları he­ kimleri bakarlarken, Türkiye’de çocuk hastalıkları hekimliğinin ayrı bir uzmanlık dalı olarak oluşmasına öncülük etti. As­ keri hekim olarak rütbesi generalliğe yük­ seltildi.



598



lüvtri HacH An/teu ttaan naşıt Antny Tıp tam müzesi, İstanbul



Melih Cevdet Ânday 1975’te



Artdw»a



hasta bir çocuğa masal okurken



■ A N D A Y (Melih Cevdet), türk şair ve ya­ zar (İstanbul 1915). Ankara Hukuk fakültesi'nde, Dil ve tarih-coğrafyafakültesi’nde kısa süreler okudu. Bir ara memurluk yaptığı Devlet demiryolları tarafından sos­ yoloji öğrenimi için Belçika'ya gönderildi (1938). ikinci Dünya savaşı yüzünden yUrcja çpndü (1940). Ankara'da Milli eğitim bakanlığı yayın müdürlüğü'nde, Ankara kitaplığı' nda çalıştı. İstanbul. Be­ lediye konservatuvarı tiyatro bölümü'nde öğretmenlik yaptı, bu görevindeyken emekli oldu (1954-1977). TRT yönetim kurulu üyeliğinde bulundu (1964 -1969), 3 kültür danışmanı olarak Paris’te görev J yaptı (1979). Köşe yazısı, tefrika roman, * röportaj, gezi yazısı, deneme türünde " ürünleriyle 1951'de Akşam gazetesinde başlayan çalışmaları, Cumhuriyet gazete­ sinde sürüyor, ilk şiiri (Ukde) Varlık der­ gisinde çıkmıştı (15 kasım 1936). Liseden arkadaşları Orhan Veli Kanık ve Oktay Rifat ile aynı dergide başlattıkları yeni şiir hareketi (-* GARİP) içinde ün kazandı. Onlarla birlikte yayımladığı Garip'te (1941) yer alan şiirlerinin özelliklerini, Rahatı kaçan a ğ a ç 'ta. da (1946) sürdürdü. Bu dönemde küçük insanın, bohem sanatçının günlük yaşamından kesitler yansıttı; mutluluk duygusunu, çocukluk anılarını dile getirdi; doğa, yol­ culuk, savaş aleyhtarlığı gibi konuları işledi. Başlangıçta yer yer ortaya çıkan yergici tutumu, sonraki kitaplarında (Tel­ grafhane, 1952; Yanyana, 1956) daha geniş bir toplumsal eleştiri çerçevesin­ de gelişti. Kof değerleri, boş inançları, çıkarcıları, fırsatçıları taşlayarak, eşitlik gözetmeyen, adaletten uzak, baskıcı yö­ netimleri kınadı. Konuşma dilinin serbest söyleyişi içinde halk şiirinin anlatma özelliklerinden de yararlanan şiiri, zaman­ la kapalı, daha güç kavranır bir anlatıma yöneldi. Bu dönemde(Ko//an bağlı Odysseus, 1963; Göçebe denizin üstünde, 1970; Teknenin ölümü, 1975, Yeditepe şiir armağanı; Ölümsüzlük ardında Gılgamış, 1981, Türkiye iş bankası ödülü; Tanıdık dünya, 1984) yunan mitolojisin­ deki kahramanların doğayla ve kendi yaz­ gılarıyla hesaplaşmalarından yola çıka­ rak, çağımız insanının sorunlarını irdelemeye koyuldu, insanın topluma ve doğaya yabancılaşması, zamanın algılanışında



da, Avusturyalılar'ı yendi. yanılsamalar, hatta liriK öğeler ve tensel sevi gibi konuları işlerken Anadolu'daki A N B E R M A Y T , İsviçre’de (Uri kantonu) ilkçağ uygarlıkları ona zengin gereç komün, Sankt Gothard’ın kuzey eteğinde; sağladı ve çerçeve oluşturdu. Toplu şiir 1 600 nüf Sayfiye yeri (yüksl. 1 447 m) yapıtı S özcükler ile (1978) Sedat Sive kış sporları (3 000 m'ye kadar) mer­ mavi vakfı edebiyat ödülü'nü aldı. kezi. Aylaklar (1960) romanında yozlaşmış bir A N D E R N A C H , Federal Almanya'da osmanlı ailesinin çevresiyle birlikte, deği­ (Rheinland-Pfalz) kent, Ren kıyısında, şen yaşam koşullarına uyamayarak çökü­ Koblenz’in aşağı kesiminde; 27 000 nüf. şünü anlattı. Bu türdeki çalışmaları, özel­ Eski anıtlar (XIII. yy.’ın ilk bölümünden likle içinde yaşadığı sanat çevrelerini, kalma, 4 çan kuleli, roman üslubunda ki­ çağdaşı aydınların poJrelerini de yansı­ lise; vb.). Yapı gereçleri üretimi. tarak düşünce ve siyasete uygulanan —Tar. Andernach, Drusus'un kurduğu baskıları yergili bir anlatımla konu edindi (İ.Ö. 12) bir Roma ordugâhı çevresinde (Gizli emir, 1970, TRT sanat ödülleri gelişti. Kel Charles 867’de Germen Ludyarışması başarı ödülü; Isa’nın güncesi, wig l’in oğullarına burada yenildi. Otto 1974). Kırsal kesimin sorunlarını, inanç I, 939’da Lorraine dükü Giselbert’i bu­ sömürüsünü doğaya coşkulu bir yaklaşım rada yendi. 1474’te Andernach'ta impa­ da göstererek işledi (Raziye. 1975). Tiyat­ rator Friedrich III, Seçici prensler ve Fran­ ro alanındaki yapıtlarında (içerdekiler, sa Kralı arasında bir antlaşma imzalandı 1965; Mikado'nun çöpleri, ilhan İskender armağanı; Ankara Sanatsevenler derneği ■ A N D 1 R S (Wtadysfaw),polonyalı gene­ yılın en iyi oyun yazarı ödülü, 1967; Dört ral (Btonie, Varşova yakınında, 1892 oyun, 1972), siyasal baskıyı, kadın-erkek Londra 1970) Birinci Dünya savaşı'nda ilişkilerini, kuşaklar arasındaki ayrılıkları, çar ordularında çarpıştı, sonra 1919 insanların birbirleriyle iletişim kurma güç­ -20'de bolşeviklere karşı girişilen seferler­ lüklerini anlattı; yerleşik ahlak kurallarını de görev aldı, 1936’da general oldu, yeniden değerlendirdi. 1939'da Ruslar'la çarpışırken esir düştü. Çağdaş türk toplumunun siyasal, kül­ Moskova'da gözaltına alındı, 1941 ağusto­ türel sorunlarını akılcı bir yaklaşımla sunda yapılan Polonya-Rusya antlaşma­ işlediği deneme yazıları Doğu-Batı (1961), sı üzerine özgürlüğüne kavuştu ve 1941 Konuşarak (1964), Yeni tanrılar (1974), -42'de SSCB’de kurduğu polonya kıtala­ Sosyalist bir dünya (1975), Maddecilik ve rının komutanı oldu. 1942’de emrindeki ülkücü lük (1977), Yasak (1978) birliklerle (60 000 kişi) Afrika'ya geçti ve kitaplarındadır. Paris'te kaldığı sırada ka­ Rommel'e karşı çarpıştı. 1943'te İtalya'ya leme aldığı denemeleri derleyen Paris çıkarak Cassino ve Bologna’da parlak yazıları (1982), batı uygarlığıyla çağdaş başarılar kazandı; 1945'te batı cephesi türk toplumunun ilişkileri üzerinde özellik­ polonya kuvvetlerinin başına getirildi. le durur. Sanat anıları Akan Zaman Du­ Barıştan sonra bu kuvvetlerin yalnızca ran Zaman I (1984), son denemeleri Yi­ yüzde yirmisi Polonya'ya dönmeyi kabul ten Söz (1992) kitaplarındadır. (-* Kavn.) etti A N D E S A . Tar. coğ. Anadolu’nun PisiA N D E R S C H (Alfred), İsviçre uyruklu al­ dia bölgesinde ilkçağ kenti; Antalya'nın man yazar (Münih 1914 - Berzona 1980). Korkuteli ilçesi, Bozova bucağına bağlı Komünist partisi’ne katıldığı için 1933’te Yeşilyayla (esk Yavuz) köyü yakınında bir süre Dachau’da gözaltına alındı, ikinci olduğu sanılıyor. Sikkelerden ve kimi Dünya savaşı sırasında askerden kaçtı. yazıtlardan biliniyor. Bu olay, skandal yaratan romanına (D/e A N D İ İR » . Tar. coğ. Batı Anadolu’da Kırschen der Freiheit, 1952) esin kaynağı Troas bölgesinde kent; Skepsis (Kuroldu. Der Ruf dergisine katkıda bulundu. şunlutepe, Evciler) ile Pionia arasındaydı. Texte und Zeıchen'i yönetti. 47’ler gruKent, tam lar anası Andeirene'nin (Mater bu’nun kurucularından biri oldu. Roman­ Andeirene) tapınım yeriydi. Yöre ilkçağ' larında ve hikâyelerinde (Sansibar oder da demir madeni ve bronz alaşımı ile der letzte Grund, 1957; Efraim, 1967), her ünlüydü. türlü düşünsel ve siyasal uzlaşmaya karşı çıkan insanın yalnızlığını işledi. A N D E L İB a. (ar. 'andelib). Esk. Bülbül: "Ağlayub feryad idersin her nefes ey andelib" (Zati, XVI. yy,). A N D E L İP (Mehmet Esat), türk şair ve yazar (İstanbul 1873-Malatya 1902). Özel eğitim gördü, arapça ve farsça öğrendi. Mektep, Hazine-i fünun ve irtika gazete­ lerinde başyazarlık yaptı, istibdat karşıtı düşünce ve davranışları nedeniyle Malat­ ya’ya tahrirat müdürü olarak sürgün edil­ di. Divan edebiyatı geleneğine bağlı şiir­ lerinde önce ''Faik” , sonra “ Andelıp" tak­ ma adlarını kullandı. Arapça ve farsçadan çeviriler yaptı. Yapıtları: Sabah-ı hayatım (1890), Gül demetlen (1891), Bir demet çiçek (1896), A rapların hikâyat-ı şaıranesi (1894).



A N D E R S C H D Ü Ğ Ü M Ü a. Nöroanat. Dil-yutak sinirinin başlangıcında yer alan sinir düğümü.



■ANDERSEN (Hans Christian), danimarkalı yazar (Odense 1805 - Ko­ penhag 1875). Yaşamı, kendi deyimiyle 'güzel bir masal" gibi geçti ve zengin de­ neyimi, sanatının temel öğelerinden biri oldu. Napoleon’un ordularına katılmış ve onu masallarla büyüten yoksul bir ayak­ kabı tamircisinin oğluydu. On dört yaşın­ dan sonra şansını tiyatroda (dansçı, korocu ve oyun yazarı) denedi. Öğrenimini tamamlamasını öğütleyen ve kendisini Slagelse lisesi ne yazdıran Kopenhag Kraliyet tiyatrosu müdürü Jonas Collin’in koruyuculuğunu kazandı, ilk şiirim (Det AN DEM a. (ar. ’andem). Esk. tıp. Kanı din­ dende 8arn, 1827) o okulda yazdı. dirmek için kullanılan bir çeşit reçine. Tanrıbılim ve felsefe sınavlarını verdikten  N DEK£© STEROİT.] A N D R O S T H E N E S T h a s o s lu .B ü yük İskender’in amirallerinden biri. Nearkhos zamanında Basra körfezinin keşfine katıldı; yörenin bitki örtüsü ve hayvanları hakkında değerli bilgiler topladı. A N D R O TtO N , atinalı hatip, isokrates'in öğrencisi, Demostenes'in muhalifi (İ.Û. IV. yy. ortaları). Söylevlerinden ve Atthis adlı yapıtından günümüze birkaç bölüm kalmıştır.



A N D U JA R , ispanya'da kent, Andalucia'da, Jaen’in K.-B.’sında,Guadalquivir ırmağı kıyısında; 31 500 nüf. Gotik üsiubunda S.Maria kilisesi. Yerel özellik taşıyan eski semtler. Tarım ürünleri (zey­ tin). Seramik yapımı. Metalürji (uranyum ve bakırın işlenmesi). A N D U N O a. Tropikal Afrika’da (Gabon) yetişen monopetalanthus cinsinden ağaç. (Açık kahverengindeki odunu ince dokulu, yumuşak ve hafiftir. Marangozlukta, mobilyacılıkta, dekorasyon işlerinde, sandık yapımında ve kaplama yaprağı yapımında kullanılır.) A N E , Irak'ta kasaba; Bağdat’ın yaklaşık 260 km K.-B.'sında, Fırat nehrinin kıyısında. Sulu tarım yapılan oldukça sık nüfuslu bir yörenin ticaret merkeziydi, ilkçağ ın çivi yazılı metinlerinde,önemli bir askeri üs olarak adı geçer. Â N E a. (ar. ane.) Esk. Yabani dişi eşek; yabani eşek sürüsü. —Gökbil. Oğlak burcundaki yıldızlar kümesi. —Tıp. Kasık; kasık kılı. -A N E ek. (fars. -ane). Esk. 1. Addan sıfat, sıfattan belirteç yapmakta kullanılır: maderane (annece, anne gibi), fakirane (fakircesine), m uzafferane (zafer kazanmışçasına), sadıkane (sadıkçasına), vb. — 2 . Özel adlara geldiğinde, “ onun yolu, onun tarzı" anlamını verir: Nabiyane (Nabi’nin yolu, Nabi’nin tarzı), Nedimane (Nedim'in tarzı), vb.



—Dilbilg. Ünlüyle biten sözcüğe "-yane" biçiminde ulanır: amiyane (bayağıca), caniyane (canice), vb.



607



A N E C H O , eski Petit Popo, Togo’da kent, kıyıda, Lome’nin D.'sunda; 11 400 nüf. AN ED E a. (ar. 'anıd'in çoğl. ranede). Esk. Çok inatçılar. A N E O A D A a d a s ı, Küçük Antil adalarında (Büyük Britanya’ya bağlıdır) ada (Rüzgâraltı adaları), Virgin takım­ adalarında; 270 nüf. A N E O A D A b o ğ a zı, Antil adalarında boğaz, Virgin adaları ile Rüzgâraltı adaları arasında; Atlas okyanusu'nu Antil denizin­ den ayırır. A N E İM U D İ (tamul dilinde "fil başı" anlamında sözcük), Hindistan'da dağ, Dekkan'ın en yüksek noktası (2 687 m), Batı Gatlar zincirinde yer alan Aneimalei kütlesinde. A N E İR İN , VI. yy.’da yaşamış welsh şair. Y Gododdin destanının eleji niteliği taşıyan uzunca bir bölümüyle tanındı. A N E K D O T a. (fr. anecdote). ilginç, hoş bir olayın dikkat çekici, eğlendirici kısa anlatısı: Her zaman anlatacak bir anek­ dot buluyor. Anekdotlarla dolu anılar der­ lemesi. A N E K S İT a. (fr. annexite). Kad. hast. Dölyatağı eklentilerinin, yani yumurtalık, yumurtalık boruları ve bağlantılarının ilti­ haplanması. ANELE a. Denize. 1. Demir bedeninin üst kısmında açılmış deliğe takılan özel halka. —2. Şamandıralarda, rıhtımlarda halat bağlamaya yarayan, sağlam mapa­ lara geçirilmiş demir halka. || Anele bağı, bir halatın çımasını demirin, şamandıranın ya da rıhtımın anelesine bağlamada kullanılan bağ türü. (Halat çımasını baba­ ya bağlamada da kullanılır.) |] Anele har­ bisi, anele kilitlerinin açık yanlarındaki de­ liklere giren, bir ucu mapa biçiminde öbür ucu tepeli ya da pimli demir mil. II Anele kerpeteni, saplama cıvatalarını sökmede kullanılan bir ucu çatal, öbür ucu yumru biçiminde bir çeşit demir manivela. || Ane­ le kilidi, zinciri dem irin anelesine bağlamaya yarayan ve ağzı diğer kilitle­ re göre daha açık olan kilit. (Bunların har­ bileri tepeli ya da düz damaklı olabilir.) (Eşanl. ANELE BA KLA SI.) || A nele d o ­ nanımlı mapa, gemi güvertesine, rıhtıma, iskeleye ya da şamandıraya tutturulmuş ve içinden anele geçirilmiş demir halka. ANELEKTROTONUS a (fr aneleetrotonus). Artı elektrik yükü taşıyan elektrotla(anot)uyarılan bir noktaya yakın bir sinir parçasında saptanan elektrik akımı. (Bu akımın geçmesiyle sinir lifinin uyarılabilirliği azalır.) A N E L L İ (Luigi), İtalyan yazar ve siyaset adamı (Lodi 1813-Milano 1890). Lodi’de profesörlük yaptı. M ilano geçici hükümetinin sekreteri oldu (1848) ve L o m b a rd iya ’ nın Piemonte ile bir­ leşmesinden sonra Lodi’den radikal milletvekili seçildi. Storia d ’italia dal 1815 al 1867 adlı bir yapıt yazdı. A n e m as k u lesi, İstanbul'da bizans ku­ lesi. Ayvansaray’daki surların koruyucu kulelerindendir. XI. yy.’da yapıldığı sanılan kule, Girit kralının oğlu Mikhael Anemas, Bizans imparatoru Aleksios Komnenos l'e karşı ayaklandığında, tutuklanıp buraya hapsedildiğinden, onun adıyla anılır. Daha sonra da cezae­ vi ve sarnıç olarak kullanıldı. 1955’te onarıldı. A N E M İ a. (fr. anemie). Tıp. KANSIZLIK'ın eşanlam lısı.



A N E M İK



sıf. (fr. andmique). KANSiz'ın eşanlam lısı.



Tıp.



A N E M O F İL sıf. (fr. anemophile; yun. anemos, rüzgâr, ve philos, dost’tan). Bot.



Jerzy Andrzejewski



özelliği sayıca çok, kütlece hafif olmaları (böylece aşırı kayıplar karşılanır) ve rüzgârla taşınmaya elverişli organlarının bulunmasıdır: aslandişi, akasma, pamuk, çam gibi bitkilerin tohumlarında çok büyük uzantıları vardır. Çiçektozu taneleri, sporlar, çok küçük organizmalar da (bak­ teriler, mikroskobik suyosunları) anemokordur, ama çiçektozları rüzgârla taşınan bitkilere anemokor yerine daha çok ane­ mofil denir. •



DÖNMELİ ELEKTROMAGNETİK (I) VE PERVANELİ (2) ELEKTRİK ANEMOMETRELERİ



Çiçektozları rüzgârla dağılan bitkilere.denir. (Anemofil bitkilerin çiçek bürgüleri ge­ nellikle körelmiştir; erkekorganları sarkık ya da sallabaş durumda; çiçektozları bol ve hafif; dişicik tepeleri çiçektozlarını ya­ kalamaya çok elverişlidir: buğdaygiller, çam.) A N E M O F İL İ a. (fr. anâmophilie). Bot. Anemofil tozlaşmak bitkilerin özelliği. A N E M O K L İN Ö M E T R E a (fr. anĞmoclinomĞtre'den). Ufuk düzlemine göre rüzgârın eğimini ölçen aygıt.



Anemurion kalıntılarından bir görünüm



A N E M O K O R sıf. (fr. anemochore\ yun. anemos, rüzgâr ve khorein, yer değiştirmek, ilerlemek'ten). Bot. Rüzgârla dağılan tohumlara ve bu tohumlardan üreyen bitkilere denir. —ANSİKL. Anemokor tohumların başlıca



A N E M O M E TR E a. (fr. anemomötre' den). Gaz halindeki bir akışkanın, özellikle rüzgârın hızını ölçmeye yarayan aygıt. (Eşanl. RÜZGÂRÖLÇER.) —ANSİKL Meteorolojide "badın” tipi, dönmeli, sesli ve iyonlu anemometreler kullanılır. Dönmeli ya da çarklı anemometre’nin meteoroloji istasyonlarında kullanılan türü, üç kepçe taşıyan haç biçiminde iki çubuktan oluşur. Bu aygıt düşey bir ek­ sen çevresinde, rüzgârın hızıyla orantılı olarak döner. Genellikle elektrikle çalışan bir düzenek aygıtın dönme hızını ölçer. Havatünelinde yapılan ayarlama ve ölçekleme yoluyla bu veriden rüzgârın hızı çıkarılır. Ayrıca rüzgârgülü taşıyan pervaneli anemometre'lerden de yararlanılır: bu aygıt rüzgârın hızını ve yönünü ölçmeye olanak verir. Sesli anemometre, piezoelektrik sera­ mikten yapılmış bir alıcı ile bir verici arasında sesötesi dalganın yayılma süresini ölçme ilkesine dayanır. Bu ölçümden sonra alıcı ile vericinin işlevleri de ğiştirilir; böylece hem ölçüm noktasında sesin havadaki hızı, hem de iki seramikle belirlenen yönde rüzgârın bileşeni elde edilir. Bu tür anemometre­ ler arasında rüzgârın üç bileşeninin ölçümünü sağlayan aygıtlar da vardır. iyonlu anemometre’de, rüzgâr, bir alıcı elektrot ile kaynak arasında yer değiştiren bir iyon demetini saptırır. Alıcı elektrotu birçok parçaya ayırarak, iyon demetinin sapma miktarı ölçülür ve bu ölçümden demet yönüne dik olan rüzgâr bileşeninin değeri çıkarılır. Meteorolojidekilerin dışında, farklı alan­ larda kullanılan birçok değişik tür anemo­ metre vardır. Yüksek basınçlı ya da alçak basınçlı anemometre'ier, özellikle uçaklara etki yapan göreli rüzgârı ölçmede kullanılır; bu aygıtlar serbest hava basıncı ile hava ipçiklerinin geçmek zorunda kaldıkları dar bölgenin (Venturi tüpü) basıncı arasındaki farkı ölçmeye yarar ya da iplikçiklerin bir engelin yuvarlak ucunda (Pitot tüpü) genleştiği noktanın basıncı ile serbest ha­ va basıncı arasındaki farkı değerlendirir. Sıcak telli anemometre’ler, özellikle rüzgâr hızının değişimlerini ölçmede kullanılır; elektrikle ısıtılan metal bir tel, ha­ va akımı içinde rüzgârın hızına göre farklı oranlarda soğur. Sıcaklığın fonksiyonu olan telin elektrik direnci ölçülür; bu diren­ cin değerinden rüzgârın hızı çıkarılır. Doppler anemometre’terinde bir gazın sürüklediği parçacıkların hızı, Doppler* etkisiyle ölçülür. Isıtma ve havalandırma sistemlerinde anem om etreler borularda, hava ağızlarında ve çevrede, havanın hızını ölçmeye yarar. Maden ocaklarında genel olarak ısıldirençli anemometreler kullanılır; bu aygıtlarda sıcaklıkla değişen bir direnç Wheatstone köprüsüne yerleştirilmiştir. A N E M O M E T R Î a. (fr. anemometrie). Gaz akışkanların, özellikle rüzgârın akış hızını ölçmede kullanılan tekniklerin tümü. A N E M O N İA a Zool. Denizgülünün bi­ limsel adı. ACTİNİA'nın eşanlamlısı. A N E M O T A K S İ a. (fr. anemotaxıe\ yun. anemos, rüzgâr, ve taksıs, düzen'den). Etol. Rüzgârın gittiği doğrultuda hareket etme tepkisi, —ANSİKL. Anemotaksi uçan böceklerin



pek çoğunda bulunur; çevrede bulunan özel feromonların algılanmasıyla başlayan kimyasal tepki de buna eklenir. Anemo­ taksi, çoğunlukla, cinsel nitelikli uyarıcı bir davranışın başlangıcıdır. Hayvan rüzgâr yönünde giderse anemotaksi pozitif, rüzgâr yönünün tersine giderse anemo­ taksi negatiftir. Yüzünü rüzgâra vererek havada dur­ mak, büyük kuşların fazla kas gücü harcamadan süzülerek yükseklik kazanmalarını sağlar; hayvan, yandan gelen rüzgârın yol açtığı yana sapmaları da başka türlü yönelmelerle düzeltir. A N E M O T R O P İZ M a. (fr. anemotropısme\ yun. anemos, rüzgâr, v e tropos, yön e lm e 'd e n ). ANEMOTAKSİ’ nın eski e ş a n ­ lamlısı.



A N E M U R İO N ya da A N E M U R İU M . Tar. coğ. Anadolu’nun Kilikia bölgesinde ilkçağ kenti; Anamur'un 6 km G.-B.’sında. Hellenistik dönemde önem kazanan kent, Romalılar döneminde gelişti. Yörede Ka­ nada British Columbia Üniversitesi öğretim üyelerinden James Russell yönetiminde başlatılan kazılar halen sürüyor (1986). Kara yönü kulelerle güçlendirilmiş zikzak duvarlı kale; yukarı kentte odeon, tiyatro, hamam, bazilika, sütunlu cadde; aşağı kentte roma mezarlığı başlıca kalıntılardır. Anamur burnu yamaçlarını kaplayan mezarlıkta i.S. l.-IV.yy Tara tarihlenen pek çok me­ zar bulunmaktadır. Anıt mezar biçiminde olanların içi mozaik ve duvar resimleriyle bezelidir. Y örede,ayrıca erken hıristiyanlık dönem inden kiliseler bulun­ maktadır. A N E N be. (ar. anen). Esk. 1 . Bir anda. —2. Anen-fe-anen, devamlı olarak, bir düziye, sürekli. A N E R O A TE S a. (yun. a, an yokluk eki, ve ergates, çalışkan, aktiften). Avru­ pa'da Tetramorium caespitum türü karıncaların yuvasında yaşayan ve işçi tipi bulunmayan asalak karınca. (Bil. a. Anergates atratulus. Zarkanatlılar takımı; myrmicidae familyası.) A N E R İO (Felice), İtalyan besteci (Roma 1560- ay.y. 1614). Santa-Maria-Maggiore kilisesi’nde çocuk korosuna girdi veG.M. Nanino’nun öğrencisi oldu. Palestrina döneminde Giulia capellası'nda Soriano döneminde Saint Louis-des-Français’de şarkı söyledi. Papalık capellası’nda bes­ teci olarak Palestrina’nın yerini aldı. Missa ve motetlerinde Palestrina’dan, çantione'lerinde Floransa’nın moda haline getirdiği eski yunan müziğinden esinlen­ d i — GİOVANNİ FRANCESCO (Roma 1567'ye doğr - Graz 1630), erkek kardeşi. Laterano capellası'nda rahiplik ve müzik yönetmenliği yaptı. 1606’da Polon­ ya kralı Sigismund lll’ün sarayında görev aldı.Sonra Verona katedrali capellası’nda (1609), daha sonra Santa Maria della Montagna kilisesi’nde müzik yönetmenliği yaptı (1611). Teksesli ve çoksesli beste­ ler bıraktı. A N E R İT R O P S İ a. (fr. anerythropsie, yun. a, an, yokluk eki, erythros, kırmızı ve opsis, görme’den). Oftalmol. Kırmızı ren­ gi algılamayı önleyen görme bozukluğu. (Bu durumda kırmızı, griyle karışır.) A N E R Jİ a. (fr. anergie; yun. an, yokluk eki, ergon, iş’ten). Bağışıkbil. Bir antijene karşı tepki gösterememe. (Hem alerjinin ortadan kalkması [alerjene karşı duyarlılığının kaybolması], hem de geç kalmış bir aşırı duyarlılık tepkisinin olumsuzlaşması [tüberküline karşı deri tepkisinin olumsuzlaşması] için kullanılır.) A N E S T E Z İ a. (fr. anesthesie; ing. anaesthesia; yun. anaesthetos, duyumsuz’dan). Vücudun tümünün ya da bir bölümünün duyarlılığının az ya da çok yok olması. (Bir hastalık sonucunda oluşur ya da uyuşturucu bir maddeyle sağlanır.) —Bot. Çeşitli maddelerin deneysel etkisi sonucunda bazı bitkisel işlevlerin bir süre



anestezi için kesilmesi. (Yeşil bitkilerin kloroformla anestezisi, solunumu bozmadan fotosen­ tezi ortadan kaldırır, bu da solunumun de­ recesini kolayca ölçmeye yarar.) —Cerr, Anestezi öncesi, hastaneye yat­ madan, gü nlerce önce, hastanın hastalığına ve yapılacak ameliyatın cinsi­ ne göre hazırlanmasını sağlayacak sis­ temli muayeneleri içeren ameliyat öncesi işlemlerin tümü. (Bu işlemlerin önceden yapılması hastanın yatma süresini kısaltacağı gibi, uygulanacak anestezinin tipim saptamayı da sağlar.) || Bölgesel anestezi, vücudun belli bir noktasına yapılan anestezi: örneğin doğrudan doğruya uyuşturulacak sinir sistemine, si­ nir uçlarına (yerel aneztezi), ilgili sinir köküne (sinir kökü anestezisi), omurilik kanalında omurilik köklerine (omurilik anestezisi) ya da sertzarla omurga kanalı çeperinin arasındaki sinir liflerine (sertzar çevresi anestezisi) yapılabilir. (Bk. ansikl. böl.) || Genel anestezi, uyuşturucunun veriliş yolu ne olursa olsun (solunum yo­ lu, damardan iğne, rektum yolu) sinir sis­ teminin tümünü etkileyip derin bir uyku ya da narkoz meydana getiren anestezi. (Bk. ansikl. böl.) —Nörol. Çeşitli duyarlık tiplerinden birini (dokunma, sıcaklık ve içorgan duyumu) tümüyle ortadan kaldırma. (Tüm duyarlık tiplerini etkilerse topyekûn anestezi, bir kısmını bırakıp bir kısmını etkilerse kısmi anestezi denir.) |j Ağrılı anestezi, aneste­ zin bir bölgenin uyarılmasıyla ağrının artması. |j Diyapazonla kemik anestezisi. klinikte kemik üzerine uygulanan bir di­ yapazonla titreşim duyumunun yitirilme­ si. || Yarım anestezi, vücudun sağ ya da sol yarısını etkileyen duyum yitimi. — A N S İK L . 1. Anestezinin ilk işlemi ön ilaçlama yapılmasıdır. Bununla birkaç amaç güdülür: bedenen ve ruhen sakinleştirme (böyle hazırlanan hastalar sakin, önemsemez, sıkıntısız olurlar); 2. nörovejetatif tepkilerin azalması (bu ol­ mazsa oksijen tüketimi artabilir, ilaçların metabolizmasında hızlanma ve katekolaminlerin serbestleşmesinde çoğalma ola­ bilir; 3. ağrı algılama eşiğinin yükselmesi; 4. kimi ilaçların istenmeyen ya da kötü et­ kilerinin ortadan kalkması ya da hafifleme­ si (özellikle barbitürıklerin parasempatikomimetik etkilerinde). Anestezi öncesinde kullanılan başlıca ilaç grupları şunlardır: afyon türevleri (özellikle m orfin ve türevleri), sakinleştiriciler (diazepam), sentetik antihistaminikler, vagolitikler (atropin ya da skopolamin). Ayrıca, anestezi öncesi için psikoterapiye, hatta müzikle tedaviye gi­ derek daha çok önem verilmektedir.



kuramı; elektrik kutupsallığı kuramı. Bunların hepsinin ortak noktası, bazı hücrelerin, özellikle sinir hücrelerinin es­ ki hale döriebilme özelliğine dayanır görünmektedir. • Gazlı anestezi. Guedel'den beri, solu­ num belirtilerine, göz belirtilerine ve bazı reflekslerin ortadan kalkmasına dayanan dört evre gösterir. B irinci evre analjezi evresidir Başlangıçtan bilincin yitimine kadar sürer. Bu evrede yalnız duyumsal işlevler sona erer. Solunum istemli ve çoğu zaman düzensizdir. Gözbebekleri, refleksler, nabız ve atardamar basıncı normaldir. ikinci evre uyarma evresidir; bilinç yiti­ minden düzenli solunumun başlamasına kadar sürer. Hasta, herhangi bir uyarıya düzensiz hareketlerle karşılık verebilir. Hastada genel bir refleks aşırılığı vardır. Bu tehlikeli ve uzun evre, anestezi ön­ cesi ilaçlam ayla elden g e ld iğince kısaltılmalıdır; bu evrede hiçbir cerrahi m üdahale, bir deri çiziği bile yapılma­ malıdır. Üçüncü evre ya da cerrahi evre gerçek anestezi evresidir. Bu evreye girildiği, düzenli bir solunumun başlamasıyla anlaşılır. Üçüncü evre dört plana ayrılır. Birinci planda solunum düzenli ve ahenk­ lidir, göz mıyozıs halindedir, gözyuvarları hareketlidir; yutak, göz ve gözkapağı ref­ leksleri giderek kaybolur, ikinci planda gözbebekleri normal, gözyuvarları sabit ve ortadadır ve bir kas gevşemesi başlangıcı vardır. Üçüncü planda solu­ num daha yüzeysel olur, kaburgalararası sinirlerde felç hali başlangıcı ortaya çıkar, hafif bir midriyaz belirir. Fotomotor ve küçükdil refleksleri kaybolur (başka bir ilaç kullanmadan bu evrede solukborusuna entübasyon yapılabilir). Nabız hızlanır, atardamar basıncı düşer. Son olarak dördüncü planda, gözbebeği çok genişler, çok düşük bir tansiyon ve çok



hızlı bir nabızla kolapsus eğilimi ortaya çıkar. Hiçbir zaman girilmemesi gereken dördüncü evre solunumun, sonra da kal­ bin durma evresidir. Anesteziden çıkan hasta geçirdiği evreleri, bu sefer tersine olmak üzere bir kez daha geçer. Bütün cerrahi müdahaleler üçüncü ev­ renin birinci planı ile üçüncü planının ilk yarısı arasında yapılır. Anestezi gazlarının solunum yoluyla ve­ rilmesinde çeşitli yöntemler kullanılır. a) Açık yöntem, en eski ve en basit yöntemdir, aletleri de basittir: bezden külah ya da madeni bir kasnağa gerili kompres. Uçucu bütün ilaçlar bu yolla ve­ rilebilir: uyuşturucu sıvı maskenin üzerine dam la dam la akıtılır. Modern yöntemlerden ikisi bu açık yönteme bağlanabilir. Bunlarda iki çeşit aygıt kullanılır: suyun kalsiyum klorürü etkile­ mesiyle elde edilen sıcaklık sayesinde, değişmez sıcaklıkta eter verilmesini sağlayan özel bir aygıt (Oxford vaporizer); “ Böyle” aygıtı denilen ve hemen hemen tüm uçucu ilaçların verilmesini sağlayan daha geniş kullanımlı bir aygıt. Bunda basınç altında gaz (oksijen, azot protoksit) veren bir sistem, uçucu anestezile­ rin bulunduğu ve basınçlı gazın geçerken bu anesteziklerin buharlarını yüklendiği bir bölüm, karıştırıcı ve depo edici bir so­ lunum balonu, soluk vermeyi sağlayan supaplı bir maske bulunur. b) Yarı açık ve yarı kapalı yöntemler, "ye­ niden solunum" olgusuna dayanır; bun­ da daha önce kullanılmış gazların önemli bir miktarı yeniden solunum dev­ resine girer. Bu yöntemler Ombredanne aygıtıyla gerçekleştirilirken, şimdi bunun yerini çeşitli düzenekler almıştır (Böyle, Magill aygıtları). Yeniden solunum yöntemi, kullanılan gazda bir miktar eko­ nomi sağlarsa da solunabilir oksijenin azalması (anoksi) ve karbon dioksıdin



genel anestezi soluk borusu yoluyla solunum yardımı



genel anestezi



Narkozun temel mekanizması için birçok kuram öne sürülmüştür: anesteziklerin yağlarda büyük ölçüde erirliğine da­ yanan lipitler kuramı (Meyer-Overton); C laude-Bernard'ın koloidal kuramı; yüzeysel gerilim kuramı; oksidasyon



solda: maskeli genel anestezi elle solunum yardımı sağda: maskeli genei anestezi mekanik solunum yardımı



anestezi 610



modern bir solunum anestezisi aygıtından ayrıntılar, 1. Karbon dioksit (C02) emicisi; 2 - Oksıjenometre; 3. Kronometre; 4 .Verdi ölçüsü 5 .Solunuma yardımcı pompa; 6. Elle yardım balonu; 7. Sıvı anestezikler için buharlaştırıcı; 8. Oksijen (O J ve azot protoksit (N 2O) şişeleri; 9 . Salgı aspiratörü; 10 Solunum maskesi; 11. Hacim ölçer.



artması (hiperkapni) gibi sakıncaları vardır. c) Kapajı yön tem , hiçbir gazın kaçamadığı tamamen kapalı bir aygıtla soluma esasına dayanır. Anestezik gazlar basınç altında verilir ve verdikleri verdiölçerlerle ayarlanabilir. Kapalı sistemde iki çeşit aygıt vardır: —git-gel denen tipte solunum gazları maskeden bir balona geçer, geçerken gidiş geliş sırasında o arada bir kapta bu­ lunan sodalı kireç sayesinde gazlı karışım temizlenir; —süzgeç-devreli denen diğer bir tipte, git-geldeki elemanlardan başka, maske­ nin çıkışına soluk alma ve soluk verme supabı diye iki supap takılıdır, bunlar gaz akımını belirli bir yöne yöneltir. Uçucu gazları buharlaştırıcı aygıt, bu devrelere takılabilir. Bu tipte bir aygıtın birçok yararı vardır: basınçlı narkoza elverişli olması, solukborusuna yerleştirilen bir tüp aracılığıyla so­ lunumun denetlenmesi ya da sadece desteklenmesi.



• Damar yoluyla anestezi. Bu tip aneste­ zi bir anestezikle (en başta sodik pentobarbital ile) sağlanır ve anestezik kas gevşetici kürarlarla ve hastayı rahatlata­ cak nöroleptiklerle tamamlanır. Bu üç tip ilacın birlikte verilmesi her birinin dozunu azaltmayı sağlar. Damar yoluyla anestezinin derinliği gözbebeklerinin durumu (miyozis ya da midriyazis), küçükdil refleksleri ve öksürük, bir de kan dolaşımının kararlılığıyla (nabız ve atardamar basıncı) ölçülür. Gözetlenecek başlıca param etre akciğe rin havalandırılm asıdır; hava­ landırma ya bir maske yoluyla ken­ diliğinden, ya bir boru takılarak gene kendiliğinden ya da çeşitli havalandırma aygıtları takılarak kontrollü bir şekilde sağlanır. • Rektum yoluyla anestezi. Özellikle tedir­ gin olan hastalarda temel anestezi yolu olarak kullanılır. Yaygın kullanılışı tribromoetanolun keşfinden sonradır. Ne yazık ki bu madde solunumda belirgin bir azal-



ma, atardamar basıncında kesin bir düşüş ve kimi zaman da karaciğerin çalışmasında bozukluk yaratmaktadır. • Nöroleptanaljezi. Bu y.pntem, ağrıyı or­ tadan kaldıran bir ağrı kesicinin ve hastayı ameliyata ilgisiz kılan bir nöroleptiğin ortaklaşa verilmesiyle gerçekleştirilir. Uyanıklık çok azalır, ama büsbütün yok olmaz. havalandırm a aygıtları



Göğüs ameliyatlarının sikliği ve anes­ tezi yoluyla solunum merkezlerini bastırıcı ilaçların kullanılması, ameliyatlarda çifte devreli, yani hem anestezi, hem hava ve­ ren aygıtların kullanımını yaygınlaştırdı. Yapay havalandırm a eski bir uy­ gulamadır: Paracelsus, XVI. yy.'da, bir ateş körüğü kullanıyordu; Claude Bernard’ın öğrencisi Grehant, genliği ayarlanabilen ve su türbinini enerji kaynağı olarak kullanabilen bir düzenekle geliştirdiği aynı körüğü kullandı (1868); 1871'de de insana uyguladı. Bundan sonra körüklü aygıtlar geliştirildi, bunlara musluklar eklendi, bilinen körükten de yararlanılarak aygıta bir pompa ve kas­ nak içinde kumandalı bir körük ya da ba­ lon bağlandı. Bu aygıtlar 1940’larda pi­ yasaya sürüldü, ondan sonra teknolojide­ ki gelişmeler sayesinde daha elverişli ay­ gıtların yapımına başlandı. Yapay havalandırmadaki ilerlemeler yalnız aygıtların gelişmesine bağlı sayılamaz, solukborusu entübasyonu, laringoskop ve entübasyon sondaları da bu konuda yararlı oldu. Anestezide, yalnız iç etkiyle iş gören so­ lunum aygıtları ilginçtir. Bunlar dört gru­ ba ayrılır: —manometrik solunum aygıtları, en ba­ sit olan ve gazların (oksijen ve azot protoksit) boşalma enerjisiyle çalışan aygıtlardır; —sabit frekanslı solunum aygıtları, dev­ re süresi, belirli olan aygıtlardır: kumanda sistemine göre, bu kategoride yer alan Engström, Servo 900, Airox ve SF 4 (tes­ cilli adlar) yaygın olarak kullanılmaktadır; —sabit hacimli solunum aygıtları, sabit bir hacimle çalışan R.P.R. gibi aygıtlardır; —basınçlı solunum aygıtları, soluk üflemenin durduğu anda soluk çekmenin başlamasını sağlayan bir basıncın seçimi ilkesine dayanır (Bord, Bennet [tescilli ad­ lar]). Bu aygıtların hepsi solunum çevrimini 4 zamana ayırır: 1. zaman, soluk üfleme; 2. zaman, soluk üfleme sonrası ara; 3. za­ man, soluk çekme; 4. zaman, soluk çekme sonrası ara. Soluk alma çevrimlerinin dakikadaki sayısı ve alınan havanın hacmi hastanın gereksinmelerine göre değişir ve ameli­ yat sırasında ayarlanabilir; bu gereksin­ me spirometreyle saptanır. Bu yapay solunum aygıtları gerek sağlamlık, gerek performans bakımından gelişmekte, yararlı ve güvenli kullanım süreleri uzamakta, organizma üzerindeki etkide incelikleri daha duyarlı hale gel­ mektedir. Herhangi bir bölümde (gaz ve­ rici, elektrik verici, montaj hatası bulucu bölümler) çıkabilecek bir arızayı alarm işaretiyle haber veren düzenekler saye­ sinde güvenlik önemli ölçüde artmıştır. Şimdi de görevlerinde en ufak eksiklik olmaksızın giderek küçülmektedirler. Bu aygıtlarda elektrik akımı ya da 3 bar basınç altındaki oksijen gazının gücü kullanılır. Bu ilerlemelerden tümüyle ya­ rarlanabilmek, insan fizyolojisinin çok iyi bilinmesini ve onları kullananların çok iyi yetişmiş olmasını gerektirir. anestezilerde ufak ve b üyü k kazalar



Gazlı olsun, damardan ya da rektum­ dan yapılsın, her anestezi, çok iyi yapılmış olsa bile, birtakım ufak ya da büyük ka­ zayla karşılaşabilir. Bunların başlıcaları şunlardır:



—kalp durması, aşırı anestezik verilmesin­ den, hipoksiden, hiperkapniden ileri ge­ lir ve dolaşımda yetmezlikle belli olur. Gi­ derilmesi için içten ve dıştan kalp masajına, elektrikli uyarılara (—»DEFİBRİ LASYON ), damara, hatta doğrudan doğ­ ruya kalbin içine kalbı güçlendirecek ilaç­ lar şırınga edilmesine gerek vardır; —solunum durması, fazla anestezik veril­ mesinden ya da yetersiz dekürarizasyondan ileri gelebileceği gibi, solunum yol­ larının tıkanmasından da (dilin arkaya düşmesi, gırtlak ya da bronş spazmı) ile­ ri gelebilir; çaresi duruma göre, alt çene­ yi yarı çıkık hale getirerek bir Guedel kanülü koymak ya da güvenli bir biçimde yan yatırmak gibi en basitinden entübas­ yon yoluyla yapay solunuma kadar deği­ şik yöntemlere başvurmaktır; —Mendelson sendromu, özellikle mide dolu olduğu zaman görülür; bir kusma ya da mide suyunun ağıza gelmesi sonucun­ da asitli mide sıvısının solunum yollarına girmesinden dolayı ortaya çıkan bir bronkopnömopatidir; —aşırı tükürük salgısı, özellikle eter veril­ mesinden ya da vagus refleksinden ileri gelir; ağız ve yutağın aspirasyon yoluyla boşaltılması sayesinde sakıncası azaltılır ve atropin verilerek aşırı salgı önlenir; —öksürük, bir irkilme öksürüğüdür; —hıçkırık, mideye hava üfleme ya da frenik sinirin yayıldığı diyafram yakınında yapılan ameliyatlar sırasında görülür; —çırpınmalar da yukarıdakilere eklenebi­ lir, ama seyrektir. Anestezistin dikkati ve uyanıklığı anes­ tezinin her anında önem lidir ve do ğabile cek karm aşaların tüm ünü önlemek ve tadavi etmek için hasta uyanıncaya kadar sürmelidir yerel ve bölgesel anesteziler



Bu anesteziler sinir akışı iletiminin, ye­ niden yerine gelebilecek şekilde ortadan kaldırılmasıyla sağlanır. Bunun için kullanılan madde en başta prokain (-> ANESTEZİK) ve türevleridir. Yerel anestezi, uyuşturucu maddenin şırınga edilm esi, sürülm esi ve püskürtülmesıyle elde edilebilir; özellikle mukoza düzeyinde çok etkili bir yüzey anestezisi sağlanır (KBB, oftalmoloji). Ağız hastalıklarında ve diş cerrahisin­ de genel anestezi ancak büyük ameliyat­ larda kullanılır, yerel anestezi en geçerli yöntemdir. Yerel anestezide dokunmay­ la etkili olan anestezikler kullanılır; bu et­ ki ya soğuk etkisiyle ya da anestezik bir eriyiğin değdirilmesiyle sağlanır; ayrıca anestezik bir eriyiğin şırınga edilmesi, bu­ na ek olarak elektrik akımı ya da aku­ punktur kullanılması yerel-bölgesel anes­ teziler yapılmasını sağlar.



ALTCENE SİNİRİNİN LOKAL ANESTEZİ ŞEMASI



İğne ya da trokarla derine verilen anesteziklerle derin dokularda ve sinir uçlarında kısa süreli anestezi elde edilir. Toplardamar içine yapılan yerel anes­ teziyle bütün bir kol ya da bacağın anes­ tezisi sağlanır. Bölgesel anestezide uyuşturucu madde doğrudan doğruya kalın bir sinir köküne şırınga edilir ve böylece bu kökten çıkan sinirlerin yayıldığı tüm bölgenin geçici duyarsızlığı ve felci gerçekleştirilir. Yerel-bölgesel anestezi, omurgaiçi anestezi ve sertzar çevresi anestezi, özellikle kadın-doğum hekimliğinde gide­ rek daha çok kullanılmaktadır, çünkü analjezi yaratarak doğum yapan kadını rahatlatmaktadır. Bununla birlikte, bu tip anestezi için bazı sınırlamalar vardır: sınırlamaların bir kısmı annedeki yerel ya da genel bir hastalığa(kan dolaşımı bozukluğu [omur­ ilik ya da sertzar çevresi anestezi damar felcine neden olabilir], kalp bozuklukları, alerji, antikoagülan alınması) ve doğal ola­ rak annenin anesteziyi istememesine, bir kısmı da bebeğin geliş biçimine ya da ge­ belikteki bir anormalliğe bağlıdır. Akupunktur da cerrahi anestezide kullanılmaya başlamıştır. Bu yöntemin avantajı, anesteziklere dayanan yöntemle birlikte kullanılabilmesidir. Bunlardan başka, anestezi, epey za­ mandan beri, yaşamlarına herhangi bir zarar vermeyeceği göz önünde bulundu­ rularak, dindirilmez ağrıları olan hasta­ ların acılarını hafifletm ek am acıyla kullanılmaktadır. Bazı süreğen ağrılar, an­ cak ağrı duyumlarını beyne ileten sinirle­ rin devreden çıkarılmasıyla dindirilebilir. Bunun için lobotomi (beynin bir lobunun kesilmesi) gibi bazı cerrahi müdahalelere başvurulur, ama günümüzde sinirleri alkolleme yöntemine başvurmak daha ba­ sit yoldan bunu sağlamaktadır. Ağrıyı hafifletebilen elektroanestezi in­ san üzerinde henüz deneme evresindedir, ayrıca sonuçlara bakılırsa tekniği de tartışma götürür.



yara pansumanları, kan almak, sünnet ve kırık çıkık sarmak gibi küçük cerrahi uygulamalarında ağrı dindirici olarak, af­ yon, benç tohumu, mandragora ve kâfur gibi anestezik ilaçlar kullanılıyordu. Mira­ lay Dr. Ahmet Bey, Tıp müfredâtı (1871) adlı kitabında eter anestezisi hakkında bil­ gi verdi. Bunu izleyen Münif Bey’in "K lo­ roforma dajr" (Vekâyi-i tıbbiye, 1882) başlıklı yazısıyla anestezi yurdumuzda tanınmaya başladı. Bizde ilk kullanılan anestezik, kloroformdur ve eterden daha fazla kullanılmıştır. Bu uygulamayı Op. Cemil Paşa (Topuzlu) Paris dönüşünde başlattı (1890). Uzun yıllar kloroformu kullanan Cemil Paşa 1924'ten başlayarak eter narkozunu uyguladı. Eter anestezi­ sini Türkiye'de ilk kullanan flieder Paşa'dır (1898). Cerrahların uyguladı­ ğı anesteziyoloji 1956’ da uzm anlık tüzüğüne girdi ve bu dalda resmen uzmanlık diploması verilmeye başladı. Dr, Sadi Sun ve Dr. Cemalettin Öner gibi ilk uzmanları, başkaları izledi. Bugün tıp fakültelerinde çağımızın koşullarına uy­ gun olarak örgütlenen anesteziyoloji ve reanimasyon bölümleri, 1981 istatistikle­ rine göre, 503 anesteziyoloji ve reanimas­ yon uzmanı yetiştirmiştir.



reanim asyon ve gözetim



#■ sıf. Anesteziyle ilgili ya da aneste­ ziye yol açan: Anestezik kaza, anestezik gaz. —ANSİKL Eskiler, ağrıyı yok etmek için ya sarhoş edici posyon ve tütsü kullanır ya da o bölgeyi ovarak uyuştururlardı. Bu amaçla kullanılan birçok madde vardı: haşhaş, hint keneviri, adamotu, esrar, vb. XVIII yy'm ortalarına doğru alman hekim Mesmer, hastalarını uyuşturmak için hip­ notizmadan yararlandı. 1772'de Joseph Priestley azot peroksiti buldu ve Humphrey Davy bu gazın güldürücü etkisi olduğunu, ilk kez kendi üzerinde yaptığı deneyle belirledi. Morfin 1806'da, Frederıc Sertürner tarafından keşfedildi 1844'te, diş hekimi Horace Wells, azot pe­ roksit kullanarak ilk kez ağrısız diş çekimini gerçekleştirdi; 1846'da, diş he­ kimi William Morton, aynı işlemi eter kul­ lanarak tekrarladı. 1847'de, James Young Sim pson.Edinburgh’da,anestezik olarak kloroformu kullandı. Bu yöntem 1852’de Kraliçe Victoria'ya uygulandı: yönteme “ kraliçe anestezisi" adı verildi. 1885’te kokainle ilk yerel anesteziler yapıldı. 1894'te, Carlson rastlantı sonucu, etil klorürün iyi bir genel anestezik olduğunu buldu. 1898'de August Bier ilk raşianesteziyi uyguladı. 1905'te, Alfred Eınhorn ve Heinrich Braun prokainı bul­ dular. Sonra, en sık kullanılan anesteziklerin verilebilmesi için gerekli aygıtlar geliştirildi: Ombredanne (eter), Ricard (kloroform) aygıtları. Sonraki yıllarda birçok anestezığin bir arada kullanılabile­ ceği (protoksit-oksijen-eter) aygıtlar de­ nendi. 1930'da R. M. VVaters ilk kez siklopropanı kullandı.



ikinci Dünya savaşı'ndan bu yana, anesteziden başka reanimasyon alanında da ilerlemeler elde edildi ve bu ilerleme­ ler çeşitli yönlerde gelişmektedir (ağır ameliyatlıların reanimasyonu ve bunların daha iyi hazırlanmaları, acil tıbbi yardım, sinir sisteminin çalışması alanında araştırmalar). Bu ilerlemeler o tarihe ka­ dar tedaviyle üstesinden gelinemeyen ağır hastalıkların ya da yaralanmaların so­ nucunu tümüyle değiştirmiştir. Kandan elde edilen ya da onların yeri­ ne kullanılabilen maddeler (yuvar pıhtıları, yıkanmış alyuvarlar, plaket birimleri, dondurulmuş taze plazma, antihemofilık kan bölümlen, iri moleküllü dolgu eriyik­ leri) günden güne daha iyi tanınmakta ve kullanılmaktadır. Gösterici' gözetleme aygıtlarında da önemli ilerlemeler elde edildi: elektrokardiyogram ve elektroansefalogramla birlik­ te atardamar basıncının ve nabzın otoma­ tik olarak ölçülmesi ve daha yakın zaman­ da, birçok hastada kalp atışlarının sayısmı, atardamar basıncını, solunum sayısını, elektrokardiyogramı birlikte de­ netlerce olanağı sağlayan merkezi gözetleme aygıtlarının hizmete konması. Üstelik anestezist-reanimatör çeşitli ko­ ma biçimlerinin tedavisinde kendi de­ neyiminden de yararlanır. Yaralıların, hastaların,zehirlenenlerin yardımına ko­ şar. Onlar: evlerinde, yollarda ele alır, bir reanimasyon servisine ulaştırıncaya kadar, özel ambülanslarda yaşamsal işlevlerinin (dolaşım, solunum ve kan dinamiği) sürekliliğini sağlar. (Bu hizmet­ ler ileri sanayi ülkeleri . için sözkonusudur.) • Türkiye'de anestezi, XIX. yy.'da modern cerrahi ve anestezinin ortaya çıkışına ka­ dar yapılan; diş çekimleri, apse açmak,



A N E S T E Z İK a. (fr. anesthesıçue). 1. Duyu yitimi sağlayan madde. (Bk. ansikl. böl.) —2. Genel anestezik, tam uyku halı meydana getiren, içinde barbitürik asit bulunan ya da bulunmayan hipnotik. || Ye­ rel anestezik, sinir lifine değdirildiğınde ya da lifin bulunduğu bölgeye verildiğinde, sinir akışının geçişini seçici ve geçici ola­ rak durduran, böylece o bölgedeki duyarlılık ve hareketliliği tama yakın ölçüde bastıran madde. (Böyle bir anes­ tezik yerel ya da bölgesel anesteziler yap­ maya yarar; en çok kullanılanı, anestezik türevler dizisinin [prilokaın, bupıvakaın, prokain] başında yer alan lıgnokaindır. Günümüzde, ya soğutucu etkisi olan uçu­ cu sıvılar ya da buz kullanılarak soğuğun anestezik etkisinden de yararlanılmakta­ dır.) [ - SOĞUTMA.)



• Damardan verilen barbitürik anestezikler. 1932-1934 yılları arasında bulunan (Reinhoff) bu maddeler, anestezikler lis­ tesini daha da zenginleştirdi Bunların



kullanım alanları giderek genişledi ve çeşitlendi. Barbitürik anesteziklerin en önemlisi pentobarbitaidir Pentobarbitalin etkileri çeşitlidir: 1. merkez sinir sistemin­ de uyku merkezlerini etkileyerek uyku hali meydana getirir, ayrıca solunum, kusma, öksürük ve ısı ayarlama merkezlerini bastırır; 2. otonom sinir sisteminde parasempatikomimetik etki gösterir, kalp atışlarını yavaşlatır. Kişiye önceden atro­ pin iğnesi yapılarak bu yavaşlama önlenir; 3. pentobarbitalin solunum hare­ ketlerinin sıklığı ve genliği üzerindeki bastırıcı etkisi, ilacın damardan verilme hızına, dozuna ve başka anesteziklerle birlikte verilip verilmemesine bağlıdır. Pentobarbital,karaciğerde metabolizma­ ya uğrar ve çoğu böbreklerde süzülüp dışarı atılır. Kaslarda ve kan plazmasında da kısmen parçalandığından karaciğer yetmezliği olan kişilerde bile kullanılabilir. Ancak böyle hastalarda, verilen dozu azaltmak ve iğne aralarını uzatmak gere­ kir. Bundan sonraki gelişmeler tedavi göstergesi (yararlı doz ile zehirleyici doz arasındaki oran) yüksek anesteziklerin bulunması yolundadır. • Damardan verilen, barbitürik dışı anes­ tezikler. 1 Sodyum hidroksibütirat. 1950'de Roberts'in bulduğu bu aneste­ zik 1,5-3 saat süreyle, kararlı, derin ve rüyasız bir uyku verir. Hasta, hıçkırma, öksürme ya da kusma olmadan ani hızlı ve rahat bir biçimde uyanır. Narkoz, fiz­ yolojik uykuyla' hemen hemen özdeştir. Ancak ilacın verilmesi sırasında, hastanın titreme krizine tutulabileceği bilinmelidir, iyi bir kas gevşetici olan sodyum hidroksibütiiatın solunum merkezini bastırcı etkisi azdır. Bu madde solunum, karaciğer ya da böbrek yetmezliği olanların, şişman hastaların vesezaryenle doğum yapacak­ ların ameliyatları için uygun bir anesteziktir. 2. Hidroksidion. Laubach ve Rudel tarafından bulundu ve ilk kez 1955'te kullanıldı. Steroit türeyi olan bu madde­ nin etki süresi 1 saattir, ama arada ikinci bir iğne gerekebilir. " Uyku hali, bir iğneyle ya da yavaş yavaş veriteyek sağlanabilir; ilaç 5-10 da­ kika içinde, yavaş yavaş, öksürüğe, hıçkırığa yol açmadan etki gösterir. Uy­ kuyla birlikte ağrı duyumu yitirilir, solunum biraz yavaşlar ve kaslar oldukça gevşer. 3. Propanidit. Bu anestezik, 15-30 sani­ ye içinde, 3-5 dakikalık narkoz verir. Has­ ta birdenbire uyanır ve 15 dakikada tüm zihinsel yetilerini kazanır. 4. A/fatea/on.\1971’de Chıld tarafından incelendi ve aynı yıl, ilk kez Büyük Bri­ tanya'da Campbell, bu maddeyi insan anesteziği olarak kullandı. Hidroksidi ona yakın steroit bir anestezik alan alfaksalon, alfadolon asetatla birlikte kullanılır. 30-40 saniye içinde tam bir bilinç kaybına yol açar; bir iğnelik dozla sağlanan bu derin ve kararlı narkoz hali 8-10 dakika sürer; hasta çabuk ve açık zihinle uyanır. Alfa­ ksalon solunum merkezini baskı altına aldığından, hiştaminin açığa çıkmasıyla bronşlarda spazm tehlikesi yaratabilir. • Kürarlar. Hareket plağını etkileyerek kasları gevşettiğinden anesteziklerle bir­ likte kullanılırsa kas gevşemesinin yanı sıra derin ve uzun bir uyku sağlanmasına yarar. Kürarlar iki büyük gruba ayrılabilir: —asetilkolinle yarışmaya girmeyen ve hücre zarında kutuplanmayı gideren "asetilkolinomimetikler'1; —asetilkolinle yarışmaya giren, hücre zarında kutuplanmayı gidermeyen yani asetilkolinomimetik olmayan kürarlar. Süksinilkolenle temsil edilen birinci grup 2-10 dakikalık bir kas gevşemesi sağlar ve buna bazen 10-15 saniyelik kısa bir kas seyirmesi dönemi öncülük eder. Bu madde, soluk borusuna yerleştirilmesini kolaylaştırır. Antidotu olmadığından, çok fazla verildiğinde organizmanın kürardan temizlenmesini beklemek ve bu arada iyi



an estezik 612



 ıtâo tepesi



nusu gene narkoz olmakla birlikte, bir solunum sağlamak gerekir. hastanın ameliyata hazırlanmasını, ame­ ikinci grubun temsilcileri şunlardır: liyat sırasında ve sonrasında biyolojik —D-tübokürarin (2 dakika içinde etki işlevlerinin denetlenmesini, reanimasyogösterir ve etkisi 45 dakika sürer); nunu ve am eliyat sonrasında olu­ —panküraıyum bromür (etki süresi 45 şabilecek karmaşaların önlenmesini dakikadır); de kapsar. Bu sorumluluğu taşıyan anes—galamin (etki süresi 30 dakikadır); tezıyolojist, basit ameliyatlarda kendi ye­ — Dl-alil-nor-toksiferin (etki süresi 30 dakikadır). rini alabilecek olan hemobiyolojistle ve ekip şefi olan cerrahla birlikte ameliyat Kürarların etkisi, antikolinesterazların ters ekibinin temel üyelerinden biridir. yöndeki etkisiyle ortadan kaldırılır. Bu du­ rum, antikolinesterazların asetilkolinin A N E S T E Z İY O L O J İS T a (fr.anesparçalanmasını önlemesi, böylece gide­ thesiologiste). Anesteziyoloji (anestezi ve rek çoğalan asetilkolin moleküllerinin reanimasyon) uzmanı. kürarı bağlanmış olduğu yerden çözerek : ANETO P irene ler’ ın ispanonun yerini almasıyla gerçekleşir. ya'dakı bölümünde dağ (3 404 m), » Halojenii anestezikler. granitli Maladeta kütlesinde, Pireneler’1. Bromo-kloro-.triflüoro-etan, patlayıcı ve in en yüksek noktasıdır. Aneto’ya ilk ola­ yanıcı olmayan uçucu bir sıvıdır; solunum rak, kont Albert de Franqueville ve Pla­ yoluyla verilir. Anesteziyi başlatmak ya da ton de Tshihatcheff ile kılavuzları, başlamış olanı derinleştirm ek için 1842’ de, kuzey-batı yam acından kullanılır. Hasta, sıvının verilmesi kesilir ke­ tırmandılar. silmez uyanır. Bu madde, kullanılan do­ zun miktarını duyarlı olarak gösteren ANBT0OSSKIMİ a. (fr. anetodermie). aygıtlar aracılığıyla verilmelidir. Der. hast. Lekelerle kaplı deri bozukluğu. 2. Metoksiflüran da patlayıcı ve yanıcı ol­ A N 1 T 0 8 , a. (fr. anethot). Formülü mayan, uçucu, renksiz ve meyve gibi ko­ CH30 — C$H4 — CH = C H —CH3 olan kan bir sıvıdır; solunum yoluyla verilir. para - metoksipropenilbenzenin yaygın Yavaş etki gösterir, ama etki süresi adı; anason esansının katı ve baskın gerektiği kadar uzatılabilir. Hasta, sıvının bileşenidir. verilmesi kesildikten 10-20 dakika sonra — A N S İK L . 2 0 °C ’ ta eriyen anetol uyanır. yükseltgenince aldehit ve anizik asit ve­ —Bot. Bitkiler, hücre zarında bulunan lirir. Anason esansının % 80-90’ını poit yapıdaki maddeleri eriterek hücre oluşturur. Ayrıca çin anasonu, rezene ve zarının geçirgenliğini etkileyen anesteziktarhunotu esanslarında bulunur. lere karşı duyarlıdır. Düşük dozda verilen Fotoğrafçılıkta kullanıldığı gibi parfümlerin anestezikler bitkilerde, fotosentezi durdu­ ve kimi likörlerin üretimine de yarar. rur, solunumu hızlandırır. Yüksek dozlar Eczacılıktaki kullanımı hemen hemen ölüme yol açar. terkedilmiştir. —Vet. Veterinerlikte anesteziklere hem hayvanın ağrısını dindirmek, hem de he­ A S tü Y ^ İZ M Â a. (yun. aneurysma. kimi korumak amacıyla sık sjk başvurulur. ge n işle m e ’den). Patol. A tardam ar Ayrıca vahşi ya da tehlikeli hayvanların çeperlerinin bozulmasıyla oluşan torba. yakalanmasını kolaylaştırmak (deri altına (Bk. ansikl. böl.) iğne saplama tüfekleri) amacıyla da bu — Nörol. B eyin atardam arı ve maddelerden yararlanılır. toplardamarı anevrizması, beyin anjiyoA N E S T E İİS T a. (fr. anesthdsiste). munun öbür adı.llOmun/ik anevrizması, Anestezi yapan hekim. omurilik anjiyomunun öbür adı. —Vet. Kızılkurt anevrizması, büyük meA N E S T E Z İS T -R E A N İİIİA 7 Ö R a. (fr. zenter atardam arı ile dallarının anesthğsiste ve rĞanimateur). Hastalık, anevrizması. (Atta kızılkurt kurtçuklarının zehirlenme, kaza, yaralanma ya da ame­ atardamara yerleşmesiyle meydana ge­ liyat yüzünden bozulan yaşamsal önemli lir ve çok ağır koliklere, bağırsaklara kan işlevlerin ve suyuk dengesinin oturmasına neden olabilir.) sürdürülmesini ya da düzeltilmesini dene­ — A N S İK L . Atardamar anevrizması, atar­ tim altında tutmakla yükümlü anestezist hekim. dam ar çe p erinin orta göm leğinin bozulması sonucunda oluşur. En sık rast­ A N E S Y İİZ İY A N sıf. (fr. anesthĞsiant). lanan neden damar sertliği ya da ateromDuyu yitimine yol açan madde ya da dur. En sık görülen yerler karın ya da hastalıklar için kullanılır. göğüs aortu ile dizardı atardamarıdır. A N E S T E Z İY O L O J İ a. (fr. anesthĞsioG öğüs aortunun fre n g iye bağlı logie). Anestezi bilimi ile onu tamamlayan anevrizm alarına günüm üzde ender tıbbi işlemlerin tümü. rastlanır. Bazı anevrizmalar, özellikle ka­ —ANSİKL. Anesteziyoloji terimi, klasik fa içi anevrizmaları, doğuştan şekil anestezi kavramını genişletmek ve anes­ bozukluklarına ya da edinsel bazı tezi öncesi ile sonrasını da konu edinmek hastalıklara (düğümlü periarterit) bağlı üzere yaratıldı. Anesteziyolojinin ana ko­ olarak gelişir. Yapışıksız anevrizma atar­



damar gömleklerinden birinin yırtılması sonucunda, damar çeperinin içinde oluşan bir kesedir. Zamanla hacmi genişleyen anevrizma birçok karmaşaya yol açar ve sonunda patlar. Anevrizma yırtılmaları kanamanın çokluğu ya da ha­ yati önem taşıyan dokuların tahribi nede­ niyle öldürücü olabilir. Çaresi ameliyattır. Atardarrıar-toplardamar anevrizması atar­ dam ar ile top larda m ar arasında do ğrud an bağlantıdır. Travm adan (atardamar-tpplardamar fistülü) ya da doğuştan olabilir (varisi andıran anevriz­ ma). Kalp anevrizması özellikle so! karıncıkta gelişen miyokart enfarktüsleri­ nin oldukça sık görülen bir karmaşasıdır. Bu anevrizmalar son yıllarda ameliyatla tedavi edilebilmektedir. A N E O T tİZK IÖ & ftF İ a. (fr. anevrysmorraphie, yun. aneurysma, genişleme ve rhaphe. d ikış’ten). A tardam ar ve atardamar-toplardamar anevrizmaların­ da, anevrizma torbasının kesilip dikilme­ sine dayanan tedavi yöntemi. A N E Y T İU M -



ANATOM .



A M E S I a, Esk. sil. İslamlığın ilk d ö ­ nemlerinde kullanılmaya başlanan kısa mızrak, ilk kez, ramazan bayramını kut­ lamak üzere namazgâha giderken Hz. Muhammet’in önünde Bilal tarafından taşındı (624); namaz sırasında yere diki­ lerek minber görevini gördü. Bir asa ya da mızrak taşımak Hz. Muhammet’ten sonra gelenek haline geldi ve hâkimin ya da hatibin ayırıcı özelliği oldu. Casablanca'nın banliyösünde yer. 13-24 ocak 1943'te burada ger­ çekleşen konferansta, Roosevelt ile Churchill bir araya geldi. Bu konferans­ ta, S icilya 'ya yapılacak ■ çıkartm a hazırlandı ve Giraud ile de Gaulle arasındaki rekabetin yarattığı sorunlar in­ celendi. A M F İ -» AMFİ.



A M FİN S E M (Christian Boehmer),amerikalı biyokimyacı (Monessen, Pennsylvania, 1916). 1950’de, Bethesda’daki (Maryland) Ulusal kardiyoloji enstitüsü'nde hücre fizyolojisi ve metabolizma laboratuvarı müdürlüğüne atandı. Burada, artrit ve metobollzmâ hastalıkları üzerinde araştırmalar yaptı. Ribonükleikasit mole­ küllerini parçalayan enzim olan ribonükleaz’ın uzamsal yapısını saptadı; ribonükleaz'ın uzamsal durumunun, kendisinin parçalanmasıyla oluşan aminoasitlerin ye­ niden kullanılmasında belirli birtakım dü­ zenlemeler gerektirdiğini kanıtladı. Bu bu­ luşu, 1972’de, kendisine Nobel kimya ödülü'nü kazandırdı. Â N F LÜ N A N a. (fr. enflurane'dan). Uçu­ cu, yanıcı ve patlayıcı olmayan, zehir et­ kisi az halojenli anestezi maddesi. — A n s İk l . Renksiz ve eter gibi kokan anflüran, solunum yoluyla, oksijen eşliğinde ya da hem oksijen hem azot peroksitle birlikte verilir. Anflüranla birlikte damar yo­ luyla küçük dozda tiyopental verilebilir. Anflüran çabuk uyutur, kandaki oranı 2 -4 dakikada % 0,5’ten % 2’ye çıkar,ağrı­ yı giderir, ama vagusu etkilemez. Kara­ ciğerde zehirli maddelerden arındırıldık­ tan sonra, % 90’ı solunum yoluyla, % 10’u böbrek yoluyla, böbrekler için zararsız or­ ganik ve inorganik flüorürler halinde dı­ şarı atılır. Hastaya verilmesi durdurulduk­ tan kısa bir sûre sonra kandaki yoğunlu­ ğu hızla azalır ve hasta 10 dakika içinde sakin ve rahat bir biçimde uyanır. Bunun­ la birlikte hasta, bilincini yeniden kazanır kazanmaz ağrı duymaya başladığından biraz hareketlidir; anflüranın verilmesi dur­ durulduktan sonra, normalde verilenden daha düşük dozda merkezi ağrı kesiciler kullanılabilir. Bu maddenin yol açtığı kar­ maşalar şunlardır: 1. hasta kendiliğinden soluduğu durumlarda, uyuşmayı sağla­ mak ya da sürdürmek amacıyla yüksek dozda anflüran verilirse solunum sıkıntısı başlar; 2. aynı nedenlere bağlı olarak kan



A n g elıco (1846), Udong’dataç giydi (1847); ancak kulübe kalıntılarıyla, delici ve kazıyıcı alet­ dolaşımı azalır ve kan kirlenir; 3. merkez bu iki devletin baskılarına karşı Singapur ler içeren taş endüstrisine rastlanmıştır. sinir sisteminde hipokapniyle artan ve hikonsolosundan Fransa’nın yardımını iste­ Araç gereç ve sanat eşyaları yapımında perkapniyle hafifleyen keskin inişli çıkışlı di (1853). Fransa’nın gönderdiği heyet, kemik ve fildişi de kullanılmıştır (insan bi­ bir dengesizlik ortaya çıkar. Bu etkisinden çiminde heykelcikler). Bu evreye ait baş­ başkanı Charles de Montigny’nin bece­ dolayı anflüran, geçmişinde sara nöbet­ lıca yataklar Buret ve Malta’dır. riksizliği yüzünden başarısızlığa uğradı. leri ve merkez sinir sistemi bozuklukları Çok dindar bir kişi olan Ang Duong, yüz­ bulunanlarda kullanılmaz. Anflüranın en U A N S A R İA a. Öndensolungaçlı, karınyıllardır savaşlarla ve yabancı işgalleriyle uygun kullanım alanı kısa süreli ameliyat­ danbacaklı yumuşakça. (Angariidae fa­ yıkılmış olan Kamboçya’yı yeniden kalkınlardır. milyasının örnek tipi.) dırdı. Büyük oğlu Ang Voddey de, Noro—ANSİKL. Angaria (esk. delphinula) cin­ A N - FQ, AMONYUM NİTRAT - FUEL dom adını alarak onun yerine geçti. sine sıcak denizlerde (Hint okyanusu ve -O İL'in k ıs a ltılm ış ı^ -1 NİTR AT-FUEL.) Büyük okyanus) rastlanır. Angariaların  N ® !IH be. (Fars, ân ve geh'ten, ân A N F O S S İ (Pasquale), İtalyan besteci ayakları çok gelişmiştir; kavkıları kalın se­ -geh). Esk.O anda, o sırada, o zaman. (Taggia, Napoli, 1727-Roma 1797).Pİcdefli, diken ve pürtüklerle süslü, koni ya cinni'den dersler aldı. 70'i aşkın opera A N G E H Ö U » , İsveç’te kent, Hâlsingda yassı disk biçimindedir; orta kesimi ge­ buffa (La finta giardiniera, La vera cosborg’un K.-D.’sunda, Kattegat’ın koyla­ niş olan kavkının bir kapakçıkla örtülen tanza) ve opera seria (Didone abbandorından birinin kıyısında. Sayfiye yeri. yuvarlak bir deliği vardır. Günümüzdekinata) yazdı. Ayrıca dinsel müzik yapıtları lere benzeyen fosil türlere, jura devri kat­ A N G E L E S , Filipinler’de kent, Luzon bıraktı (oratoryolar). manlarından başlayarak rastlanır. adasında, Manila’nın K.-B’sında; 236 A N O A D ya da A N G İB o v a s ı, Fas’ın 000 nüf. (1990).  M A M S . Tar. coğ.Anadolu ’da, Bithydoğu kesiminde bölge. K.’de Beni Snania bölgesinde kent; Helenopolis (Her­ L A n g s tie a ı, İtalyan epik şiirindeki iki ka­ sen kütlesi, G.’de Cerada dağlarıyla sınır­ sek) yakınındaydı. Novatianus tarikatına dın kahramanın adı: Boiardo'nun Orlanlıdır; uved isli, bölgeyi aşar. Cezayir'deki bağlı piskoposlar burada toplandı (391). do innamorato'sunda yer alan ilki, CharTafna ovalarına., doğru bir ulaşım yolu lemagne’ın yiğitlerini şaşkına çevirmek oluşturan bu yüksek ova, iklimin kuraklı­ A N C A R S K , Rusya'da kent, Angara ır­ için Katay’dan gelen bir büyücüdür; Ariğına karşın bir tahıl tarımı alanı haline gel­ mağı kıyısında, irkutsk’un K.-B.’sında; osto’nun Orlando furioso'sunda adı ge­ di; sulama yapılabilen kesimlerinde tu266 000 nüf. (1989). Petrol arıtımı ve çen İkincisi ise, Batı’da yolunu şaşırmış ve runçgil, zeytin ve üzüm yetiştirilen büyük kimya sanayisi. sevdiği genç sarazen Medoro ile birlikte tarım işletmeleri vardır, iktisadi merkezi A N G A R Y A a. (yun. angareia). 1. Bir ülkesine dönmeye çalışan masum bir Do­ Ucda’dır. kimseye ya da bir topluluğa ücretsiz ola­ ğulu kadındır. A N O A O U a. Yalnız uygurca Oğuz Ka­ rak, zorla yaptırılan iş: Angarya yasaktır. ğan destam’nda geçen ve resim anlamı­ —2. Gönülsüzce, kimi zaman da hatır için na gelen sözcük: Takı kıyandkatnıng anyapılan zor ya da sıkıcı iş, görev: Akraba gagusu budur (Gergedanın resmi budur). ziyaretleri tam bir angaryaya dönüştü. Bu Oğuz kağan destanı'nın uygurca metni görev angaryadan başka bir şey değil. dışında hiçbir kaynakta görülmeyen söz­ Çocukların bütün angaryaları benim üs­ cüğün etimolojik açıklaması yapılamamış­ tümde. Size bir angarya yükleyeceğim. tır. ~ 3 . Angaryaya koşmak, bir kimseyi zo­ runlu ve yükümlü olmadığı bir işte zorla A N G A JE sıf. (fr. engager). 1. Anga­ çalıştırmak. je edilmiş, bağımlı. —2. Bir kimseyi an­ —Denize. Gemilerin programlarındaki gaje etmek, onu söz ya da yazıyla yüküm­ esas hizmetlerinin dışında kalan işler. lülük altına sokmak: Ünlü şarkıcıyı bu fu­ —Uluslarar. huk. Bir devletin, yabancı ar dönemi için angaje etti. ~ 3 . Angaje ol­ bandıralı gemileri kendi çıkarına çalışma­ mak, bir iş için yükümlülük altına girmek ya zorlaması. (Ticaret özgürlüğünü zede­ ya da toplumsal, siyasal bir görüşe,bir ey­ leyen ve elkoyma’nın uluslararası bir bi­ leme bağlanmak. çimini oluşturan angarya; ortadan kalk­ A N G A JM A N a. (fr. engagement). 1, Bir mak üzeredir. Angarya, savaş zamanın­ şey için sözle ya da yazıyla yükümlülük altı­ da savaşan devletlerden biri tarafından r » . ■ na girme; taahhüt: Çeşitli kuruluşlarla an­ tarafsız bir ülke gemisine uygulanır ve bir E § & ' ,f e ‘ . V s» gajmanları var. Angajmanlarını yerine ge­ tazminat hakkı yaratır.) e v -: V tirmek. —2. Toplumsal, siyasal bir eyle­ —ANSİKL. Anayas. huk. Anayasanın 18. min içinde yer alma, ona bağlanma: Si­ maddesine göre hiç kimse zorla çalıştırı­ yasal bir angajmana girmek. lamaz. Angarya yasaktır. Koşullan yasay­ A N Ğ A L A R , Jos platosunun Çad’daki bölümünde, Nijerya’nın kuzeyinde yaşa­ yan halk. Nüfusları 130 000 kişidir. Anğa­ lar, bir reisin (reislik babadan oğula ge­ çer) yaşlılar kurulu yardımıyla yönettiği köy toplulukları biçiminde örgütlenirler. Ç ad’daki öbür halklardan farklı olarak, Angalar’ın toplumunda, görevlerin baba­ dan oğula devredildiği yönetici sınıflara rastlanır. Savunma açısından iyi örgütlenemediklerinden, XIX. yy.’da Fulaniler’ in saldırısına uğradılar. A N O A R A (Angara ırmağı’ndan). Yerbil. Günümüz Kuzey yarıküresinin kalkan­ larını içeren kıtalar topluluğu. A N O A R A , Doğu Sibirya’ da ırmak; 1 826 km. Baykal gölünün fazla sularını boşaltan ırmak, kuzeye doğru yönelerek Anadir dağlık bölgesini aşar, sonra batı­ ya saparak Yenisey ırmağına kavuşur. Aşağı kesimine eskiden yukarı Tunguska adı verilen Angara, Baykal gölünün dengelediği rejimiyle ve büyüklüğüyle (irkutsk’ta 1 700 m3/sn; Bratsk’ta 2 900 m3/sn.), büyük bir hidroelektrik potansi­ yel içerir. Düşük maliyetli elektrik üreten büyük santrallar (irkutsk, Bratsk, Üstilimsk) Doğu Sibirya’da büyük sanayi te­ sislerinin (kereste sanayisi ve alüminyum ( m e t a lü r jis i ; K u r u lm a s ın a ve g e liş m e s in e olanak s a ğ la m ış tır. — Tarönc. Angara kültürü, Sibirya'da (Rusya), Baykal gölü bölgesinde geliş­ miş olan üst yontmataş devrinin bir ev­ resi. Eski avcı yerleşmeleri olduğu kabul edilen çok sayıda sitte, yuvarlak (yaklş. 4 m çapında) ve dikdörtgen biçiminde



la düzenlenmek üzere hükümlülük ya da tutukluluk süreleri içindeki çalıştırmalar, olağanüstü hallerde yurtaşiardan istene­ cek hizmetler, ülke gereksinmelerinin zo­ runlu kıldığı alanlarda öngörülen yurttaş­ lık ödevi niteliğindeki beden ve fikir ça­ lışmaları, zorla çalıştırma sayılmaz. —Tar. Osmanlı devletinde angarya hiz­ metleri, genellikle para ödemesine çev­ rilmiş bulunuyordu. Çift resmi olarak, osmanlı köylüsü (raiyyet) tarafından ödenen paranın aslında bazı angarya hizmetleri­ ne karşılık olduğu Fatih dönemine ait bir kanunnameden de anlaşılmaktadır. Bu­ na göre, o sıralarda 22 akçe olan çift res­ minin 3 akçesi köylünün timar erinin çift­ liğinde 3 gün çalışması karşılığıydı. 7 ak­ çesi bir araba ot, 7 akçesi bir kağnı odun, 2 akçesi de timar erinin otunu köylünün kendi arabasıyla taşıması bedeii olarak alınıyordu. Bununla birlikte, osmanlı köy­ lüsü. timar erini konuk etmek, ürününü en yakın pazara götürmek, tohumu verdiği takdirde tarlasını sürüp, biçmek gibi an­ garya hizmetlerini yerine getirmek zorun­ daydı. A N G A R Y A C I a. Angarya uygulayan; başkalarına iş yükleme alışkanlığında olan kimse için kullanılır. A N Q » j s m s (öl. 1859), 1845’ten 1859’a



kadar Kamboçya (Kampuçya) kralı. Ülkeye egemen olan VietnamlIlar'ın tahta çıkardık­ ları yeğeni Mei’nin yönetimi sırasında, Bangkok’ta sürgündeydi; siyam ordusun­ ca desteklenen halk ayaklanmasının ar­ dından iktidarı ele geçirdi. Siyam’la Viet­ nam’ın ikili egemenliğini kabul edince



A N O E L İC O (Guido ya da Guidolino Di PİETRO, rahiplik adıyla Fr» Gîovannl da Fiesole, fi Baato ya da Fra —denir.), İtalyan ressam (Vicchio di Mugello ? 1400'e doğr. - Roma 1455). 1417 ve 1418 yıllarına ilişkin belgeler onun bir ressam olduğunu belirtir, ama bir tarikata girdi­ ğinden söz etmez; oysa, 1423 yılına iliş­ kin bir belgede Fiesole dominiken papaz­ larından biri olduğu açıklanmıştır. Bir din adamı olması, Rönesans’ın getirdiklerini benimsemesini hiçbir zaman engellemedi.Fra Angelico.Masaccio ile Brunelleschi’ nin buluşlarını ilk kavrayanlardan biriydi ve yaşadığı dönemde bile çok büyük bir ressam olarak kabul edildi. 1430’a kadar süren ilk dönem çalışmalarında kesinlik­ le Masaccio’nun etkisi görülür (Aziz Augustinus’un hıristiyanlığı kabulü, Cherbourg müzesi);San Domenico del Fiesole kilisesi için yapılan ve şimdi Louvre’da bu­ lunan Meryem'in taç giymesi adlı tablo­ sundaysa perspektife tam anlamıyla ege­ men oldu ve tablo büyük bir yankı uyan­ dırdı. Angelico’nun 1430-1445 arasındaki döneme sokulması gereken yapıtları şunlardır:Floransa’daki San Marco müzesi’nde Taç giyme ve İsa'nın çarmıh 'tan indi­ rilmesi adlı tablolar; İsa’nın cesedi önün­ de ağıt (1436, San Marco müzesi); Perugıa’dakı çok kanatlı tablo ve bunun Vati­ kan’da bulunan alt bölümü; ve Medici ai­ lesinden Cosimo ve Lorenzo tarafından San Marco manastırı için ısmarlanan ve 1440’a doğru tamamlanan eşsiz güzellik­ te bjr mihrap arkalığı (Casimo ile Bamiano’nun tarihim anlatan alt bölümleri, Louvre ile Münih müzelerindedir).



Ângelica ve Medoro (1631-1633’e doğr.)



Jacques Blanchard’ın tablosu Metropolitan Museum, New York



lino, Benozzo Gozzoli, Andrea di Giusto gibi öğrencilerini değil, Pesellino, Fra Filippo Lippi, Domenico Veneziano, Piero della Francesca gibi çağdaşlarını ve on­ lar aracılığıyla da batı resminin bir kesi­ mini etkilemiştir. A N G E L İK sıf. (fr. angâliçue'ten). Org kim. Angelik asit, formülü CH, CH3-



-C — H C-



c o 2h



olan asit; birçok angelik türünün kökün­ de (Angelica archangelica, maydanozgil­ ler) ve ester biçiminde köpekpapatyası çi­ çeklerinde (Anthemis nobilis, bileşikgiller) rastlanır. (Angelik asit, metil -2 buten-2 oik as/fin E izomeridir; asit ya da alkali ortam­ da ısıtıldığında, geometrik Z izomeri olan tiglik asit'ı verir. Ote yandan, sevadinden de [alkollü potasyum hidrat etkimesiyle oluşmuş sevadilin alkololiti] elde edilebi­ lir.) AHSGELlS (Nazareno DE ) Lis (Nazareno).



DE A nge -



Ü U tâ S U . (sir Norman) İngiliz yazar (Holbeach, Lincolnshire, 1874 - Groydon 1967). 1910'da. savaşla elde edilen çıkar­ ların aldatıcı bir nitelik taşıdığını kanıtla­ maya yönelik Great illusioni yazdı. Mil­ letler cemiyeti'nin inançlı bir savunucusu ve ateşli bir idealistti. 1933’te Nobel ba­ rış ödülü’nü kazandı.



Fra Angdico S® Stefam San Petro'm n elinden diyakozlııju M e n (1448'e doğr.) Vatikan'daki Niccoio V capeltasi'nın bir freskinden ayrıntı



4 flp /» (1 8 6 8 -5 9 ) Jean- François Millet’nin tablosu Louvre müzesi, Paris



Fra Angelico, 1445’ten başlayarak Roma’da çalıştı. Bu çalışmalardan yalnızca, San Stefano ile San Lauro'nun tarihini di­ le getiren Niccoio V kilisesinin freskleri. (1448) günümüze kalmıştır; çok dengeli mimari perspektifleriyle bu eserler, ressa­ mın, Rönesans'ın getirdiklerini tam anla­ mıyla özümlediğini gösterir,1449’da Fiesole'deki San Domenico manastırı nın başkeşişi olan Fra Angelico, öğrencileri­ nin de yardımıyla Annunziata kilisesi adak dolabı kapaklarını resimledi (Floransa, San Marco müzesi) ve Bosco Ai Frati'nin mihrap arkalığını yaptı (a y.y.). Yeniden Roma’ya yerleşti, orada öldü ve Santa Maria-sopra Minerva kilisesi’ne gömüldü. Fra Angelico'nun yapıtları, hıristiyan dünyasının en tanınmış ikonografilerinden birini oluşturur; çünkü ressam, dinsel coş­ kusunu ve Kilise'nin mesajını iletmeyi ba­ şarmış, Kilise de bunu fark ederek onu azizlik mertebesine yükseltmiştir. Öte yan­ dan Fra Angelico, uzam duygusu, yüzey­ den yararlanma konusundaki dehası, kom­ pozisyonlarının ritmi, çizgilerinin berrak­ lığı, renklerinin saydamlığı ve alışılmamış bulgularıyla yalnızca Domenico di Miche-



ANGELONİ (Luigi), İtalyan yazar ve yurtsever (Frosinona 1759 - Londra 1842). ilk Risorgimento kuşağının kuram­ cılarından biridir. Arıtıcılık tartışmasında Monti'nin karşısında yer aldı. AM G E LO N Y A a. Amerika'nın sıcak böl­ gelerinde yetişen, çiçeklerinin güzelliğin­ den ötürü serada yetiştirilen ot ya da kü­ çük çalı. (30 tür; aslanağzıgıller familya­ sı.)



ANGELOPULOS



Schwaben'in ikinci karısı oldu (1259). — Mikhael H'nin ölümü üzerine eyaletleri paylaşıldı; meşru oğullarının büyüğü olan Nikephoros I, Epeiros despotu (1271-1296); evlilik dışı oğlu ioannes I ise Eflak (Blaquia) despotu oldu. Nikephoros I, Anjou -Sicilya prensleriyle kapıştı.Ûnceimpara­ tor Theodoros M’nin kızı Maria Laskarisile evlendi; ondan olan kızı MARİA, Kefalonya kontu ioannes I Orşini’nin eşi oldu. Ni­ kephoros I, ikinci evliliğini imparator Mik­ hael VIII Palaiologos’un yeğeni Anna Kantakuzene ile yaptı ve ondan üç çocu­ ğu oldu; kızı THAMARA (öl. 1311), çeyiz olarak Romanla despotluğu adıyla Epeiros’un kıyı topraklarına ve adalara sahip oldu, sonra daTaranto prensi Philippe I d'Anjou-Sicile ile evlendi (1294); kısa bir süre sonra prens, Thamara’yı boşadı (1309); oğlu Epeiros despotu (1296 ? -1318) THOMAS (1294-1318), yeğeni Kefalonya prensi Nikolaos Orsini tarafından öldürüldü; Nikolaos,Thomas’ın yerine geç­ ti. Eflak despotu (1271-1295) İOANNES I (öl. 1296), Latinler’le ittifak kurdu; son kızı HeLene, Atina dükü Guillaume de la Roche ile (1275), sonra da Brienne ve Lecce kontu Ugo I ile (1291) evlendi; ikin­ ci oğlu Eflak despotu (1295-1302) KONSTANTİNOS'un halefi, oğlu İOANNES II (1302-1318) oldu; ioannes ll'nin ölümün­ den sonra, Bizans imparatoru Androni­ kos II, Tesalya’yı kendi topraklarına kattı. * ı>B»lo« k u le s i, İstanbul'da bızans ku­ lesi; Ayvansaray'da, Eğrikapı’dan Haliç'e inen yoldadır. Bizans imparatoru isaaki­ os II Angelos (1185-1195) tarafından Blakhernai sarayı'nın korunması için yap­ tırıldı. Sonradan Anemas kulesi ile birleş­ tirilen yapının bir yüzünde üç, öbür yüzlerinde birer pencere vardır. Yapı, ce­ zaevi ve saray muhafızlarının barınağı olarak kullanılıyordu (Liborio), İtalyan hekim ve siyaset adamı (Roma 1746 - Milano 1811). Roma'da demokratların lideriydi. 1798'de Roma Cumhuriyeti'™ yönetecek beş konsülden biri olarak atandı. 1799'da Fransızlar Roma’yı boşalttıkları zaman kentten ayrılıp Paris’e yerleşti. Sonra İtal­ ya kral naibinin hizmetine girdi.



(Theodoros), yu­ nanlı film yönetm eni (Atina 1936). Pa­ ris’te sinem a öğrenim i gördü. Yönetmen olarak ilk uzun filmini 1970'te çekti ( Yeni­ den yaratma [Anaparastassi]). Brecht. etkileri taşıyan sonraki film lerinde ülkesi­ a. (lat. söze.) 1. Angelus söz­ nin siyasal tarihini yansıttı ve çağdaş yu­ ■ cüğüyle başladığı için böyle adlandırılan nan sinemasının en önde gelen yönet­ hıristiyan duası. —2. Hıristiyanlara bu du­ meni oldu (36 günleri [i Meres Tu 36], anın vaktini bildirmek için sabah, öğle ve 1972; Avcılar [i Kynighi], 1977; O Meakşamları çalınan çan. ggleksandros, 1980; Taksidi Sta Kythira, 1984; O Melissokomos 1986 ; To MeteÂrag#İ£is, J.-F. Mıllet’nin tablosu(1858 uro Vima Tou Pelargon, 1991). -59; 55x66 cm, Louvre),.uluslararası bir



& N Û E L O S , büyük bizans ailesi —XII. yy.’ın başında, KONSTANTİNOS A ngsios' un, Aleksios l’in kızı Theodora Komnene’ den dört oğlu oldu. —Bunlardan İkincisi, ANDRONİKOS I, imparator İSAAKİOS* II (1185-1195 ve 1203-1204) ile imparator ALEKSİOS* lll'ün (1195-1203) babasıydı. —Üçüncüsü. İoannes yeğeni isaakios II tarafından sebastokratos yapıldı, Zoe Dukas ile evlendi.—MİKHAEL I, loannes’in ev­ lilik dışı oğlu, Epeiros’u ve Tesalya’yı Latınler’den aldı ve Epeiros despotu ol­ du (1204-1215’e d o ğ r).—THEODOROS, öncekinin üvey kardeşi, onun yerine geçti (1215 ’e doğr.) ve Selanik’te imparatorlu­ ğunu ilan etti (1224-1230); ama bulgar çarı Ivan Asen II tarafından yenilgiye uğ­ ratılarak gözleri oyuldu; iktidarı kardeşi MANUEL’e (1230-1240’a doğr.), sonra da oğlu ioannes’e bıraktı ve 1252’de öldü. —Theodoros’un iki oğlu, İoannes (1240’a doğr. -1244) ve DEMETRİOS 1244-1246), Tesalya despotuydular; bunların devletleri da­ ha sonra Mikhael l’in oğlu MİKHAEL li nin eline geçti. Kuzenleri olan Mikhael II, baba toprağını yeniden ele geçirdi ve Epeiros des­ potu unvanını aldı (1237 ye doğr. -1271). Kızlarından biri olan A nn a (öl. 1284'e doğr.) Akhaia prensi Guillaume de Villehardouin ile {1259), sonra da Thebai kosenyörü Nikolaos II de Saint-Omer ile (1278) evlendi. Ailenin HELENE adlı bir başka üyesi, Sicilya kralı Manfred von



ünü vardır. Kopya edildi, yorumlandı, ka­ rikatürleştirildi, çeşitli eşyalar üzerine de­ falarca basıldı. XIX. yy.’da, kırsal yaşam­ daki dinsel duygunun süreklilik simgesi olan bu tablonun ünü, konusundan çok, inanılmaz fiyatlarla birçok kez alınıp satıl­ masından kaynaklanır. A N G E L U S S l L I S İ y t (Johann Scheffler , denir), alman şair ve din ya­ zarı (Breslau 1624-ay.y. 1677). 1653'te katolikliği kabul etti. Yazınsal biçimiy­ le dikkati çeken ve duyguları yücel­ ten mistik şiirler yazdı. Bir yandan da ka­ tolikliği savunmak için luthercilerle sert bir tartışmaya girdi. A N G E R M Â İR (Christof), alman fildişi oymacısı (VVeilheim,- Bavyera-öl. Münih 1632 ?). Maximilian I için yaptığı madal­ ya muhafazası, Münih müzesi madalyon dairesindedir. *



A N G E R M A N , Kuzey İsveç'te ırmak. Botni körfezine dökülür; 450 km. Çağla­ yanlarla kesilen çığırından, tomruk yüz­ dürmede ve elektrik üretiminde (hidroe­ lektrik santralları) yararlanılır. A N G E R O N A , eski Roma tanrısı; bir par­ mağı ağzında tasvir edilir. Tapınması, kış gündönümüyle bağıntılıydı. Maine-et-Loire departement' inin (Fransa) merkezi, eski Anjou’nun baş-



A n g ko r



Angers’den bir görünüm Maine ırmağı kıyısındaki şato (XIII. yy:) ve Saint-Maurice katedrali (sağda, XII. yy. ortaları) kenti, Maine ırmağı kıyısında; 141 143 nüf. • GÜZEL SANATLAR. Roman dönemin­ den (XI. ve XII. yy.) günümüze, Saint-Martin ve Ronceray (eskiden bir manastıra aitti) ki­ liseleri ayakta kaldı. XII. y y .’ın ortaların­ da inşa edilen Saint-Maurice katedrali, o dönemden kalma vitrayları, heykellerle bezenmiş taçkapısı ve hazine dairesiyle Angers gotik mimarisinin ilk örneğidir. Angers gotik’i, Trinitö’de, eski Saint-Jean hastanesi’nde (büyük koğuş) ve Saint -Serge’de(Xlll.yy.’ın iik yıllarınatarihlenen koro bölümü) görülür. Bir XIII. yy. kalesi olan şatonun 17 büyük burçla güçlendi­ rilmiş surlarının içerisinde, özellikle de XV. yy.'dan kalma capella ile 1952-1954 ara­ sında inşa edilen galeride (Mahşer" te­ masını işleyen duvar halıları burada ser­ gilenmektedir), bir duvar halıları müzesi vardır. Eski Saint-Aubin manastırı'ndan, XII. yy.’a ait güzel bir burçla büyük bir bö­ lümü XVII. yy.’dan kalan binalar (bugün­ kü vilayet binası) günümüze kadar gel­ miştir. A N O H İA R İ, Toscana’dâ (İtalya) köy, Arezzo'nun K.-D.'sunda. Burada, 1425'te Milanolular Floransalılar’ı, 29 haziran 1440’ta da Floransa - Papalık ordusu Condottiero Piccinino’nun yönettiği Milanolular’ı yenmişlerdir. A N G IÇ a. Yûrs. Flarman zamanı fazla sap ya da saman yüklemek için öküz ve at arabalarının iki yanına konulan tahta parmaklıklı kanat. A N G IÇ a. Ormanc. Bazı yörelerde zak­ kuma (Nerium oleander) verilen ad. A N G IÇ L I sıf. Yörs. Angıcı olan. |] Angıç­ tı araba, bir çift at ya da öküzle çekilen, iki yanında angıç bulunan araba. Sap taşımakta kullanılır. (Eşanl. S A P ' A R A B A ­ SI.)



A N G ID İ -



A N G U D İ.



A N G IN sıf. Yörs. Ünlü, soylu. A N G IT -> A N G İD - 1



A N G U T. ANG AD .



A N G İO K A R P sıf. (fr. angiocarpe; yun. aggeion, kapçık, vekarpos, meyve’den). Tam olgunlaşıncaya^ek sporları ve himenyumu bir kılıfın içinde kapalı kalan li­ ken ve mantar için kullanılır. ♦



a. Angiokarp mantar, liken.



A N G İO L İE R İ (Cecco), İtalyan şair (Siena 1260'adoğr. - 1312'ye doğr.). Teknik bakımdan çok ustaca yazılmış, ama döl­ ce stil nuovo'nun aşk motiflerini müsteh­ cenliğe varacak ölçüde bozan şiirlerinin (110’dan fazla sone) gözde teması, ka­ dınlar, şarap ve oyundur. A N G İO L İN İ (Gasparo), İtalyan dansçı,



koregraf, bale yönetmeni ve besteci (Flo­ ransa 1731 - Milano 1803). 1754’te Viyana’da Hilferding yönetiminde baş dans­ çıydı; 1757’de Torino’nun Regio tiyatro­ su için ilk balelerini hazırladı. Aksiyon ba­ lesini yenileyenlerden Hilferding'in öğren­ cisi olan Angiolini, önce Viyana’da (1759), sonra Petersburg'da (1766), öğretmeni­ nin yerine bale yönetmeni oldu. Viyana' da Gluck ile işbirliği yaptı: Don Giovanni o il convitato di pietra (1761; libretto ve koregrafi) [akademik dansta iz bırakan ve. büyük başarı kazanan bu balede, müzik ve pantomimin, "saf dans"a üstün tutul­ ması yankılar yarattı], Orfeo e Euridice (opera, 1762; dansların koregrafisi), Semiramide (Voltaire’den yararlanarak, 1765; koregrafi). Petersburg'da Didone abbandonata'yı düzenledi (1766; müzik ve koregrafi). Milano’da karşılaştığı (1774) Novaro’ya karşı aksiyon balesini, Hilfer­ ding ve kendisinin yarattığını ileri sürdü (bu anlamsız çekişmenin sonunda, bale -pantomimin doğuşunda her üç sanatçı­ nın da ayrı ayrı katkısı bulunduğu anla­ şıldı). Angiolini, Viyana’ya döndü (Orfano della Cina, 1774), daha sonra Petersburg’a gitti (1776-1779; 1782-1786). Bir ara İtalya'da da çalıştı, ama bu ülkede cumhuriyetçi eğilimlere yakınlık göster­ mesi nedeniyle Cattaro’ya (Kotor) sürgü-, ne gönderildi (1799), Luneville barışı ile serbest bırakıldı (1801). A N G İG P T E R İS a. (yun. aggeien, da­ mar ve pteris, eğreltı’den). Tropikal Asya’ da ve Insulinde adalarında yetişen ağacımsı eğrelti. Â N G İÖ S P E R M Â E a. Bot. Kapalıtohumlular şubesinin bilimsel adı. A N G İR A S , hint mitolojisinde insanlığın atalarından biri. Büyük Bilge (maharsi) ya da Yaratıkların Efendisi (Pracapati) olarak nitelendirilir. Rigveda ilahilerini onun yaz­ dığı söylenir. A N G İT İA , Marsuslar'ın eski tanrısı; yı­ lanları büyülemekte ve zehir kullanmak­ ta ustaydı. A n g k a r (Örgüt anlamında khmerce söze.), Kızıl Khmerler rejiminde girişilen Kampuçya devrimi’nde, 17 nisan 1975'te Phnom Penh'in alınmasında, 1978'deki Vietnam müdahalesinde vurucu gücü oluşturan örgüt. Khmer halkının çeşitli toplum dü­ zeylerinde siyasal eğitimini sağlamakla görevli askeri ve sivil kadrolar, bu örgüt bünyesinde toplandı; 1976 başlarında Kampuçya’da yürürlüğe giren kurumların sağladığı demokratik görünümün ar­ kasına gizlenerek yönetimi elinde tuttu; te­ rörü yaygınlaştırdı. A N G K O R , Kampuçya’da, Siem Reap' ın kuzeyinde arkeolojik sit. IX. y ylın so-



nundan Ayuthia krallığı'na bağlandığı yıl olan 1431'e kadar hemen hemen aralıksız başkent olan Ângkor’da, VII. ve VIII. yy.dar arasında yapılmış 80’i aşkın anıt­ sal yapı vardır. 1296'ya doğru çinli elçi Cou Daguan'ın ve XVI. yy.’dan başlaya­ rak zaman zaman avrupalı misyonerlerin betimledikleri bu ünlü hac yeri, Güney­ doğu Asya’ya duyulan bilimsel ilginin 1860’a doğru uyanmasına kadar Avrupalılar'a yabancı kaldı. Bilimsel heyetlerin et­ kinlikleri (Kampuçya'da transız himaye sisteminin kurulmasına bağlıdır [1863]), Uzakdoğu Fransız okulu'nun kurulması (1898) ve Siyam’ın Battambang ve Siem Reap eyaletlerini Fransa’ya bırakması (1907), khmer sanatı ve tarihine ilişkin bil­ gilerin temelde kaynaklandığı sit incele­ mesiyle çıkarma ve koruma çalışmaları­ na (1973’e kadar sürdü) elverişli bir or­ tam hazırladı. Gitgide son derece ustalıklı bir düzeye ulaşan sanatı (dağ tapınaklar adı verilen kral tapınakları), suyollarının (yararlılıktan çok kutsallık) düzenlenmesine ve geomet­ riye verilen önem, topluluğun birliğini sağ­ layan öğelerdir. Sanskritçede "mutluluk getiren kent" anlamına gelen ve Yasovarman I (889-900'e doğr.) tarafından kuru­ lan bir brahman kenti olan başkent Yasodharapura, Phnom Bakheng'in (kar­ maşık simgelerle bezenmiş dağ-tapınağına sahip merkezi yapı) çevresinde ge­ lişti. Ardından Doğu Baray'ın kazılmasına ve Siem Reap ırmağının yatağının düzen­ lenmesine geçildi. Sit, ele geçirildiği ve Çampa tarafından işgal edildiği 1177’ye kadar zenginleşti: başlıcaları Doğu Me-



Angers şatonun surlarındaki kule jx|||, yy )



olduğu gibi simgesel anlamıyla da şaşır­ tıcıdır. 1431'den sonra, hükümdarlar XVI. yy. ’ ın ikinci yarısına kadar kentte kalma­ dılar; hükümdarların burada oturmaları, kente kısa süre yeniden sanatsal bir et­ kinlik kazandırdı. ■ A n g k o r V a t, Angkor Thom’un G.’inde khmer tapınağı (XII. yy.). Yaklaşık 200 ha’lık bir alanı kaplayan bu tapınak, khmer sanatının en görkemli yapıtı ve pi­ ramit biçimi tapınakların (bunlara "dağtapınaklar” denir) en mükemmelidir. Eşmerkezli beş kuşak içeren planının klasik­ liği ve oranlarının güzelliği ayrıca belirtil­ meye değer. Üst katta galerilerle birbiri­ ne bağlanan beş kulesi, 2. ve 3. kuşakta haç biçimdeki bir avluyla birbirine bağ­ lanan galerileri de başyapıtlardır. 3. ga­ leriyi yaklaşık 800 m boyunca süsleyen alçak kabartmalar ve süsleme heykelle­ ri, ikonografi açısından çok büyük önem taşır. Kral Suryavarman II (1113-1144’ten sonr.) tarafından yaptırılarak Vişnu’ya adanan bu tapınağın, hükümdarın mozo­ lesi olduğunu öne sürenler varsa da inan­ dırıcı bir kanıt yoktur. Yapı XV. yy.’a doğ­ ru bir Buddha tapınağı oldu. FHeykellerinin bir bölümü XVI. yy.’da tamamlandı.



b ANGLADA CAMARASA (Hermenegildo), İspanyol ressam (Barcelona 1872 - Poilensa 1959). Resme 1898’de Paris’ te başladı; önce gündelik yaşamı konu alan çok canlı tablolar yaptı. Portrelerin­ de, sert tonlar kullandı. Mallorca adasını betimleyen manzara resimlerindeyse üs­ lubu daha yalındır.



Angker



BaphugA'u süsleyen alçak s doğr.)



bon ve Pre Rup prasatları (kutsal tapınak­ lar) X. yy.’dan kalma kral- sarayı; XI yy.’dan kalma Ta Kev ve Baphuon prasatları (Batı Baray'ın kazılması sonucu); XII. yy.'dan kalma Angkor Vat kutsal tapınağı. Fakat Kampuçya’daki çarpışmalardan büyük ölçüde etkilenmiş olan bu anıtsal yapılar, 1973’ten beri kendi haline terk edilmiş durumdadır. Yağma, din düşman­ larının verdiği hasar, iklim koşullarından kaynaklanan aşınmalar, bitkilerin istilası, bu "cangıl katedralleri” ™ yok olma tehli­ kesiyle baş başa bırakmıştır. A N G K O tî T H O M , Jayavarman VII (1181-1218) tarafından Phnom Bakheng’in kuzeyinde, özgür Kampuçya için yaptırılan yeni başkent. Güneydoğu As­ ya burayı buddha evrenbiliminin tanrılar kenti olarak kabul etti. Geniş hendeği, beş anıtsal yapıyı çevreleyen yüksek surları, taraçaları (Kral sarayı), sur dışındaki bü­ yük tapınakları (Banteay Kdei, Ta Prohm [1186]; Preah Khan [1191]) ile Bayon' un çevresinde kusursuza yakın bir kare (kenarı 3 km)oluşturan kent,genişliğiyle



Anjkor Vat tapmağı khmsr sanatı, Xll. yy.



A N O LC A a. Eski İngilizcenin, northumbria lehçesiyle merce lehçesini de kapsa­ yan lehçelerinin tümü.



ANGLDRUVA a. (fr. angle droit, dik açı’dan). Dişç. cerr. Doğrudan girilemeyen bölgelerde (kesici dişlerin dile bakan yüzü, alt ve üst azıların birbirine değen yüzü) kısa frezeleri kullanmaya yarayan aygıt. A N G LE ya da A N G L IZ sıf. ve a. (fr. anglais, anglaise). 1. İngiltereli, İngiliz. —2. İngiliz tarzında: Dantel anglez. —Matbaac. işlek el yazısı biçiminde baskı karakteri; davetiye, afiş gibi küçük baskı işlerinde ya da reklamcılıkta kullanılır. (Anglezler, Vox sınıflamasında yer alır.) —İngiliz yazı ustalarından esinlenen tipografi karakteri. (XVIII. yy. sonunda Firmin Didot, harfleri bölünmüş parçalardan oluşan ve “ bağdaşımlı” denilen bir anglezi oyarak hazırladı.) ANGUES (Hıginio), İspanyol papaz vemüzikbilimci (Maspujols, Tarragona, 1888 - Roma 1969). İspanyol müzikbilim enstitüsü ve Roma’daki Papalık dinsel müzik enstitüsü’nün yöneticiliğini yaptı.



Juan Brudieu. Cabanilles (3 cilt, 1921 -1936), Juan Pujol, Guiraut Riquıer ve Morales’in (5 cilt, 1952-1957) yapıtlarını, Alfonso X’un Canf/ga’larını, Las Huelgas’ ın elyazmalarını ve XV. yy. sonu çoksesli bestelerini inceleyip yayımlayarak alanı­ nın en yetkili uzmanlarından biri durumu­ na geldi J. Subırâ ile birlikte Madrid ulu­ sal kitaplığı müzik katalogunu hazırladı. Anuario mııslcal (Müzik yıllığı) ve Monumentos de la müsica espahola (İspanyol müziğinin anıtları) adlı yayınları yönetti. A N G L IS IY , Büyük Britanya’da (Wales ülkesi, Gwynedd yönetim bölgesi) ada. İrlanda denizi kıyısında; 715 km2; 59 700 nüf. Başlıca kenti Holyhead. Daha Ortaçağ’da topraklarının verimliliğiyle ün sa­ lan ada, günümüzde sağmal sığır yetişti­ riciliği, süt ürünleri üretimi ve yaz turizmi­ ne yönelmiştir. —Welshler’in Mon, Romalılar’ın Mona 'adını verdikleri ada, Gwynedd krallığı’nın en önemli kesimini oluşturuyordu; krallığın başkenti Aberffraw (Holyhead yakınında) buradaydı. A N O L E S S Y m a r k is i & IM S U İ1 -



PAGET.



ANG LE.



A M 0 İ. IZ İT a. (fr. angldsite; Anglesey' den). Miner, Ortorombik sisteme ait do­ ğal kurşun sülfat PbS04



ANGLİKANCIUK a. İngiltere resmi ki­ lisesinin öğretisi, ilkeleri ve kurumlan. — A N S İK L . Kral Henry V lll’in papa Clemens VII ile bozuşmasından sonra, İngil­ tere kilisesi bağımsız oldu; kral, karısı Çatherine of Aragon'dan boşanmak istemiş, papaysa buna karşı çıkmıştı. Ama bu tanrıbilimci kral, bu durumda, kendini, İngil­ tere kilisesinin yüce yöneticisi ilan etmek­ le yetindi (1534 egemenlik yasası). Kato­ lik hiyerarşisini ve dogmasını korudu (Al­ tı madde yasası, 1539) ve protestanlara büyük baskı yaptı. Altı madde yasası yü­ rürlükten kalkınca Edward VI döneminde, calvinciliğin etkisini taşıyan kırk iki mad: delik bir inanç bildirisi (1552-53) ve İngi­ lizce yazılmış bir ayin kitabı (Book ofCommon Prayer, 1549) kaleme alındı. Katolik prenses Mary Tudor İngiltere kilisesini, Roma ile uzlaştırdı; ama bu yolda döktü­ ğü kan, çabalarının boşa çıkmasına ne­ den oldu. Kraliçe Elizabeth'in, kıta Avrupası’ndaki reform hareketi ile katoliklik arasında kalmış olan uyrukları, anglikancılığı kabule yatkındılar. Elizabeth, otuz dokuz maddeye indirilmiş ve ılımlı calvinci bir anlayışla ele alınmış inanç bildirisini (the Articles of Religion, 1563) gözden geçirtti. Ayin düzeni yarı-katolik hale gel­ di. Kilise'nin yapısı, Ortaçağ’daki duru­ munu sürdürdü ve kilise içi hiyerarşi ko­ rundu. XVI. yy.’ın sonlarından başlayarak ang-



A n g o la likancılıkta iki eğilim görüldü. Piskoposluk hiyerarşisine ve ayin düzenlemelerine bağlılık gösteren Yüksek kilise (High Church) ile calvinciliğe daha yakın olan Aşağı kilise (LowChurch). XVIII. yy.'dan sonra da kişisel ahlaka önem verip din­ sel öğreti sorunlarını ikinci plana iterek protestan birliğim savunan üçüncü bir eğilim, yanı Geniş kilise (Broad Church) doğdu. XIX yy. daysa Yüksek kilise için­ de, puseycilik ve Oxford hareketi diye de bilinen' traktarıan hareketi ortaya çıktı; "ritualısm" akımıysa Oxford hareketinden doğdu. Anglikancılık, kiliselerarası ilişkiyi, katolikler ve Ortodokslarla diyaloğu destekle­ di. Canterbury piskoposu Dr Fısher’in Johannes XXIII'ü (2 aralık 1960), Dr. Fısher’ in yerine geçen Dr. Ramsey'in Paulus VI' yı (23-24 mart 1966) ziyareti; Vatikan’da­ ki ikinci konsile anglikan gözlemciler gön­ derilmesi (1962-1965) ve Johannes Pau­ lus II ile Canterbury piskoposu Dr Robert Runcı'nın (mayıs 1980) Gana'da karşılaş­ maları, anglikan kilisesi ile katolik kilisesi arasındaki yakınlaşmanın en çarpıcı ör­ nekleriydi. A N G L L A R , Angeln bölgesi (Schlesvvig’ in doğu kesimi) kökenli germen halkı. Angllar V. yy.'ın ortasından ya da sonun­ dan başlayarak Britanya adasına yerleş­ tiler. Sonradan, istila edilen ülkenin tama­ mına adları verildi (İngiltere). Angllar, Anglosaksonlar öbeğindendir. A n fito -A m e ric a n S « M Im re s tm e n t C o m p c n jr (AMüCLD), Güney Afrika' nin en büyük maden şirketlerinden olan Orange Free State investmentTrust Limi­ ted (OFSİT) ile West Rand investment Trust Limited (WRİT)’in 1972 yılında bir­ leşmesiyle oluşan Güney Afrika holdingi­ dir. AMGOLD Holding, aralarında West Driefontein, Gold Fields, Western Hol­ dings, Free State Geduld, Saint Helena Gold Mines gibi altın madenleri işleten şir­ ketlerin hisse senetlerinin önemli bir kıs­ mını elinde bulundurmaktadır. Holdingin ayrıca uranyum kesimiyle de ilgisi olan AMGOLD'un Arjantin ve Brezilya'da or­ taklıkları vardır. Bu holdingin en önemli hissedarı Anglo-American Corporation of South Africa Limited şirketidir. A N G LG -A R A P sıf. (fr. angio-arabe). XVIII. yy.’ın ortalarından sonra safkan İn­ giliz ve arap atları arasında yapılan çap­ razlamaların ürünü olan ırka denir. (Binek ve yarış atı olarak kullanılan anglo-arap ırkının en belirgin özelliği dayanıklığı ve çevikliğidir.) &



a. Bu ırktan at, kısrak.



A n g lo -fra n la n O ll C e m p ın y



• BRİ



TİSH PETROLEUM COMPANY



A N G LO N O R M A N a. 1066 yılından sonra Manş denizi’nin iki kıyısında konu­ şulan oil dili lehçesi. (Bu lehçe XIV. yy.’ın sonuna dek İngiliz monarşisinin resmi di­ li olarak yönetimde, mahkemelerde, Kili­ se de, üniversitede ve parlamentoda kul­ lanıldı, A N G LO S A K S O N sıf. ve a. Britanya uy­ garlığına bağlı halkları belirten; onlara değgin. —Tar. V. vv 'da Ingiltere’yi işgal eden halklara (t gllar, Jütler, Saksonlar), on­ ların tarihine ve uygarlığına değgin. ♦ sıf. Fels. Anglosakson felsefesi, ÇÖ­ ZÜMLEYİCİ FELSEFE’nin eşanlamlısı.



—Paleogr. Anglosakson yazısı, İngiltere' de VII. ve XII. yy.'lar arasında kullanılan ve yarı-onsiyal denen ilkel küçük harf ya­ zısından türemiş küçük harf yazısı. (Bü­ yük ölçüde İrlanda yazısının taklididir ve tıpkı onun gibi, biri yuvarlak yarı-onsiyal, diğeri de sivri küçük olmak üzere iki belli başlı biçimi vardır.) A n g lo s a k s o n k ro n iğ i, 890'dan önce, Büyük Alfred’in sarayında gerçekleştirilen tarihsel derleme. Bu çalışma çeşitli dinsel merkezlerde değişik tarihlere kadar sür­



dü; bugün elimizde bu kroniğin, IX. ve X. yy. tarihi bakımından önem taşıyan baş­ lıca beş değişkesi var A N O L O S A K S O N C A a Eski İngilizce­ nin diğer adı (450-1150). A N G L O S A K S O N L A R , Kuzey denizi’ nin Jylland'dan Friesland'a kadar uzanan kıyılarından gelen germen topluluklarına (Jütler, Saksonlar, Angllar) verilen ad; bu topluluklar V. yy.’da Britanya adasını isti­ la edip sömürgeleştirdiler; krallıklar kur­ dular. Bunlardan yedisi VI. ya da VII. yy.'da bir ölçüde önem kazandı; bundan dolayı bu krallıklara genellikle Heptarşi denildi



ketlerin Cabında’da ve Luanda çevresin­ de çıkardığı ve ülkenin başlıca gelir kaynağı haline gelen petrol (8 Mt'den çok); Kuzey-Doğu’da çıkarılan ve mücevherci­ likte kullanılan elmas (700 000 kırat); gü­ neyde üretilen demi/; kıyıda buharlaştır­



617



A N G M A O S S A L İK , Grönland’ın doğu kıyısında yerleşme; 2 600 nüf, A N O O -A N O O , Zaire'de köy, Zaire ır­ mağının sol kıyısında, Matadi’ye 7 km uzaklıkta. Halicin akıntısını geçemeyen yük gemilerinin iskelesi ve özellikle Kinshasa’yı besleyen boru hattının başlan­ gıcında petrol limanı. A N G O L, Şili’de kent, Conoepcıön’un G. -D.’sunda, Malleco ilinin merkezi; 23 500 nüf. Havalimanı. Arkeoloji müzesi. A N G O LA a. (öz. a. Angola'dan). Yarı sert fosil kopal; dışsatımı aynı adı taşıyan Afrika kıyılarından yapılır. Vernik yapımın­ da kullanılır ve Guibourtia carrissoana’ dan (erguvangiller) çıkarılır. A N G O L A , Afrika’da devlet, Atlas okya­ nusu kıyısında, Zaire'nin G.’inde; 1 246 700 km2. 9 747 000 nüf. (1989). Başkenti Luanda. COĞRAFYA • Doğal çevre. 1 000 m’yi aşan yükselti­ de inselberglerle kaplı bir plato biçimini alan eski prekambriyen taban, B.’da en yüksek noktası Moro Moco (2 620 m) olan dağlık bir kesim oluşturur. Bu taban, K.-D.’ya (Kasai ırmağının havzası) ve G.-D.’ya (Zambezi ve Okavango ırmak­ larının havzaları) doğru alçalarak, kumtaşlı katmanlar altına gömülür. B. ’da, geniş­ liği yer yer değişen (en çok 200 km) bir kıyı ovasına sarp yamaçlarla iner. Ülke­ nin, haziran-eylül arasında dört aylık ku­ rak bir mevsim (cacimbo) içeren tropikal bir iklimi vardır. Ovada düşük (Luanda’da 374 mm, G.’ de 50 mm) olan yağışlar, ortalama sıcaklıkların düştüğü (18°-19°C) yüksek topraklarda boldur (1-1,8 m). Ülkede fazla yer kaplamayan sık orman örtüsüne yalnızca K.’de rastlanır; iç pla­ tolarda seyrek orman yaygındır; öbür ke­ simlerse, güneyde yerini verimsiz bozkır­ lara, hatta Namibya’ya doğru çölümsü bir bozkıra bırakan ağaçlı ya da otlu savan­ la örtülüdür. • Nüfus ve etkinlikler. Beyazların topluca ülkeden ayrılmalarından bu yana, halkın aşağı yukarı tümünü (güneydeki 15 000 boşiman dışında) Bantular oluşturur. Kongolar, Lundalar, Çokveler, Mbundular ve Ovimbundular ise başlıca topluluklardır. Huambo, Lobito ve Luanda bölgelerinde nispeten yoğun olan nüfus, D.’ya ve G.’e doğru seyrekleşir. Savaş, kentleşmeyi hız­ landırmıştır. Orman yakılarak açılan tarlalarda, ge­ leneksel tarım ürünlerinden manyok, sinirotu, yerfıstığı kuzeyde, mısır ve sorgum ise güneyde yetiştirilir. Ticarete yönelik ta­ rım, 1975’ten bu yana çok gerilemiştir. Köylülerin tarım işletmelerinde kahve ve pamuk; kıyı ovasındaki sulama uygula­ nan büyük tarım işletmelerinde de şeker­ kamışı ve sisal yetiştirilir. Angola'da ayrı­ ca, palmiye yağı, hurma, pirinç, muz ve tütün üretilir. 1975’ten önce, yaklaşık ya­ rısı Huila ilinde toplanan 2 milyon baş sı­ ğır ve 700 000 küçükbaş hayvan, savaş­ ta aşağı yukarı tümüyle telef oldu. Eski­ den çok canlı olan kıyı balıkçılığı (300 000 t), 1977 de imzalanan bir antlaşma uya­ rınca bir sovyet balıkçı filosuna bırakıldı. Angola'da dört büyük yeraltı kaynağı vardır: SONANGOL ile ortak yabancı şir­



Hermenegildo Anglada Camarasa



ma yöntemiyle üretilen tuz. Elektrik, özellikle akarsulardan elde edilir (Cambambe barajı). Besin (bira, un, konserve fabrıkaları) , kimya (petrol arıtma), dokuma (iplik ve kumaş fabrikaları) ve yapı gereç­ leri (çimento) sânayilerinin hemen hemen tümü, 1975 öncesi düzeylerine oranla ge­ rilemiştir. Ulaşım ağı, 70 000 km'lik karayoluyla 3 000 km'lik demiryolu hattından oluşur. Cabinda, Luanda ve Lobito ülke­ nin başlıca limanlarıdır.



Çingene ^ ^ pm



TARİH



ANGOLA’NIN DOĞAL ORTAMI



1482’de portekizli denizci Diogo Câo,



ekvatoral sık ormçm



p la to v e sarp lığı'



ağaçlı ve nemli savan



kire çta şı sekisi



kırıntılı etek kuzey



sınırı



yeni alüvyon bölgesi



yüksek bölge orrrfanı



IÜ ö



ü



Mangrov ormanı baobab ağaçlı çalılık seyrek sulu bitkili çöl



fH İ



kurak orman galerili kurak ormanlı bozkır • 200



4 0 0 km



A n g o la ya zenci köle göndermekle uğraşıyorlar­ dı; 1836 da yasaklanmasına karşın köle ticareti XIX. yy.’ın sonuna kadar sürdürül­ dü. 1850'den sonra Portekiz hükümeti ül­ kenin iç kesimlerini ele geçirmeye karar verdi: 1855’te Ambriz, 1856’da Bembe alındı. Sınırlar, öbür Avrupa devletleriyle yapılan çeşitli antlaşmalarla belirlendi (Fransa ve Almanya ile 1886’da, İngilte­ re ile 1891de, Belçika Kongosu ile 1927'de, Kuzey Rodezya ile 1891 ’deki ingiliz-portekiz antlaşması ve İtalya kralı­ nın hakemliğiyle [1905]). Ama Angola ta­ rihi 1920’lere kadar, birbirini izleyen sa­ vaşlara sahne oldu. Lundalar’a 1894 -1926 arasında, Ovimbundu krallığı'na 1890-1904 arasında boyun eğdirildi; 1885-1915 arasında Angola’nın güneyi, Ambolar’ın ve Humbeler'in direnmesine karşın ele geçirildi; 1913-1915 arasında kuzeyde, Sâo Salvador çevresinde büyük bir ayaklanma patlak verdi. Kuvaleler’in (Herero topluluğundan) son direnişleri an­ cak 1940-1941’de kırıldı. Ama ülkede uzun bir süre, örgütlü bir toplu direnme gerçekleşmedi, her etni kendini tek başı­ na savundu. Portekiz egemenliği, afrikalı halkın eylemlerini ve çalışmasinı denetim altında tutmayı sağlayan yerli yöneticile­ re dayanılarak güçlendirildi. Yönetimin yetkileri artırıldı ve 1955'te Angola Porte­ kiz'in bir "eyaleti" oldu.



61£



«— ' f c ac ana T “ — ,-_L_ d e m ir y o lu / O n d a n g ık



ANGOLA



ANGOLA'NIN İKTİSADI



—fo l km itöl km ■-— i_______ İ—--J________ La—i



SÖÖ]-----------



eşyükselti eğrileri: 200 500 1000 1500 2



Kongo ırmağının ağzına ulaştı ve burala­ rı ele geçirdiğini belirtmek için bir padrâo (anı sütunu) dikti. 1485-86’da Angola’nın bütün kıyılarını dolaştı ve burada birkaç misyoner bıraktıktan sonra yanına kongolu dört soylu alarak Portekiz'e döndü. Kongo kralı vaftiz edildi ve Portekiz kralı­ na bağımlılığı kabul etti. Ama ilişkiler çok geçmeden bozuldu ( -> KONGO) ve Por­ tekizliler (1574'ten başlayarak Sâo Paolo Luanda'ya yerleşmişlerdi), etkinliklerinin



büyük bölümünü giderek Luanda'nın iç kesimine yönelttiler ve bu bölgeye yerel önder Ngola'nın adından esinlenerek An­ gola dediler. 1630’a doğru HollandalIlar portekiz ka­ lelerini ele geçirdiği sırada Ngola’nın kız kardeşi Jinga bir ayaklanma başlattı. Por­ tekiz, bu kaleleri geri alabilmek için, Bre­ zilya’daki birliklerini getirmek zorunda kal­ dı. Kıyıdaki birkaç limandan ibaret olan portekiz sömürgeleri daha çok Brezilya



ilk ulusal hareket, 1954'te, Kuzey An­ gola halkları birliği'nin kurulmasıyla orta­ ya çıktı. Sözkonusu birlik, 1958'de Ango­ la Halkları birliği'ne (UPA) dönüştü. UPA, 1961 'de ülkenin kuzey kesiminde, Luanda’da kanlı bir ayaklanma başlattı. 1956’da, Mario de Andrade ile Agostinho Neto’nun yönetiminde UPA’ya rakip olarak Angola halk kurtuluş hareketi (MPLA) kuruldu. 1961’deki kanlı olaylar­ dan sonra, MPLA Kongo-Brazzaville’e çekilirken, Roberto Holden’ın yönettiği UPA Löopoldville'e (Kinşasa) yerleşti ve Angola ulusal kurtuluş cephesi’ne (FNLA) dönüştü. 1965’te FNLA’dan bir kanat ayrılarak, Jonas Savimbi’nin yöne­ timinde Angola'nın tam bağımsızlığı için



D IŞ A L IM



petrol ürünleri



çeşitli |



A n g o u le m e Charles IX ile Marie Touchet nin evlilik dışı 1948’den başlayarak şair Viriato da ulusal birlik'i (UNİTA) kurdu. çocuğu, 1819’a kadar Auvergne kontu Cruz’un çevresinde toplanan aydınlar işçilerin, öğrencilerin, ülkenin orta-batı unvanını taşıdı. Süvari birlikleri genel ko­ arasında çok belirgindir. Brezilya yenilik­ kesimindeki Mbundular'ın desteklediği, çiliği gibi "bir hareketin daha sonraki anmutanlığına getirildi (1-689) ve Henri IV’ melezlerin güçlendirdiği ve SSCB’hin yar­ ün hizmetine girdi; daha sonra Louls XIII golalı yazarlar üzerindeki katkısı da bun­ dım ettiği marxçı eğilimli MPLA, Kongodöneminde, La Rochelle kuşatmasına lara eklenir. lar'dan ve UNİTA'dan destek görerek ül­ (1627-28), Languedoc ve Flandre sefer­ Angola’da edebiyat, Batı modellerini sı­ kenin özellikle kuzeyinde etkin olan lerine katıldı. kı sıkıya kopya etmeye dayanan bir bi­ FNLA'nın karşısında yer aldı. Öte yandan çimden, sözlü geleneğin kurallarına bağlı ■ANGOULâMR (Louis Antoine D’ARTOPortekiz hükümeti hem ülkedeki askeri kalan bir biçime doğru gelişmiştir. Çeşitli gücünü hem de yatırımları artırdı. İS, —dükü), Fransa’nın son veliaht! kurtuluş hareketleri arasında bağlantı kur­ Nisan 1974'îe, Lizbon’da gerçekleşti­ (Versailies 1775 - Görz, Avusturya [bugün maya yönelik ayrı bir militan edebiyat rilen hükümet darbesiyle, sömürge sava­ Goriziaj, 1844). Artois kontunun oğludur. da vardır. Bütün olarak ele alındığında, şına siyasal bir çözüm bulmak isteyen ge­ 1789’da babasıyla birlikte ülkesinden göç Angola edebiyatının, birçok özellikleri ba­ neral Spinola iktidara geldi. Generalin etti. 1799’da Mittau’da sürgündeyken, kımından, fransızca ya da İngilizce yazıl­ önerdiği federal çözümden hoşnut olma­ Louis XV!’ın kızı olan kuzini Marie-Thörğse mış Afrika yapıtlarıyla yakınlık taşıdığı göz­ yan ulusçu hareketler çarpışmaları sürdü­ ile evlendi, VVellington’un ordusuna bağ­ lenir: Mario Antonio (Crönica de cidade rürken, aralarındaki rekabet de arttı. Bu­ lı olarak, 1814 yılında, Louis XVIII adına estranha, 1964), Arnaldo Santos (duinanunla birlikte, 14 ocak 1975'te, Portekiz Bordeaux’ya girdi. 1815 ’te Güney Fran­ xixe, 1965), Santos Lima (Assementes hükümeti ile üç ulusçu hareket arasında, sa’yı Napolöon'a karşı ayaklandırmaya da lıberdade, 1965) gibi romancıların ya­ aynı yılın kasım ayında Angola'ya tam ba­ çalıştıysa da başaramadı. Waterioo sava­ pıtlarında, toplumsal gerçekliğin betimlen­ ğımsızlık tanınmasını öngörep bir antlaş­ şından sonra Fransa’ya döndü ve ispan­ mesi ve sömürgeciliğe karşı çıkış teması ma imzalandı, İ8m m uz ayında MPLA, ya seferini yönetti (1823). Charles X’un ağır basar;-öte yandan, gerçeküstücülük Lizbon yetkililerinin bir bölümünün de tahta çıkmasıyla veliaht oldu (1824); libe­ akımının etkisi altında bulunan Antonio desteğiyle, FNLA ve UNİTA’yı Luanda' ral olarak tanındığı için, babasının girişim­ Cardoso ya da Agostinho Neto (Colectâdan sınır dışı etti. Bu arada Portekiz hü­ lerine karşı çıkmaya cesaret edemedi, nea de poemas, 1961) gibi şairler, huzur­ kümeti bağımsızlık tarihini onayladı. Charles X’un tahfını bırakması üzerine o suzluklarını, "beyaz etkisinden" arındığı­ Bağımsızlıktan hemen sonra, birbirine da tahttan feragat etti; Fransa’yı terk ede­ na inandıkları bir portekızceyle dile getir­ rakip iki hükümet kuruldu. Bunun üzeri­ rek İngiltere ve Avusturya'da yaşadı. meye çalışırlar. ne MPLA kübalı birliklerin ve sovyet maddi v A N G O U L İM E {Mari&Theröse Charlotyardımının desteğiyle saldırıya geçerken, &MGOR a. (lat. sö2c.). Patol. 1. Ruhsa! te,— düşesi), Louis XVI'nın kızı, Angou­ ABD de Zaire aracılığıyla işe karıştı ve Af­ ya da bedensel bunaltı. —8. Karın angoleme dükünün karısı (Versailies 1778 rika Birliği örgüîü’nde izlenecek siyaset ru, çoğunlukla yemeklerden sonra karnın -Görz, Avusturya [bugün Gorizia], 1851). konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. ortasında beliren ağrı krizi. (Mezsnter 197S martında MPLA savaşı kazandı ve atardamarındaki tıkayıcı bir aterosklerozAgostinho Neto, Angola cumhurbaşkanı dan ileri gelir; zaman zaman bağırsakta­ oldu. 400 000’e yakın Portekizlinin birkaç ki kan dolaşımını etkiler ve bağırsak en­ ay içinde ülkelerine dönmeleri, ülkeyi ik­ farktüsüne yol açabilir.) ||Angor pektoris, tisadi açıdan güç durumda bıraktı. Geril­ GÖĞÜS ANJİNİ''riin eşanlamlısı. lalar, özellikle de Güney Afrika CumhuriA N G O R A , Ankara* kentine, adının yeti’nin desteklediği UNİTA gerillaları, mü­ Cumhuriyet’ten sonra Ankara olarak rescadeleyi sürdürdüler. 1978 temmuzunda miieştirilmesinden önce, yabancı ülkeler­ Zaire ile Angola arasında diplomatik iliş­ ce verilen ad. kiler yeniden kuruldu. 1979'da Agostin­ ho Neto ölünce yerine Jose Eduardo dps sıf. Batılılarca angora diye ad­ Santos geçti. Ülkenin güneyinde, Namib­ landırılan ankara keçisi ve onun gibi par­ ya'nın SWAPO’suna bağlı kuvvetler bulun­ lak ve yumuşak uzun kıllı keçilerin kılları­ ması, özellikle 1981 ağustosunda, Güney na (tiftik) ve bu kıllarla yapılan giysilere de­ Afrika Cumhuriyeti birliklerinin Angola’ya nir. (Eşanl. MOHER.) baskınlar düzenlemesine yol açtı. Birleş­ A N G O S T U R A - CİUDAD BOU'VAR. miş milletler güvenlik konseyi, Güney Af­ rika birliklerinin Angola’yı işgalini kınayan .y A N @ S IS I.lK S , Charenîe (Fransa) dâve ülkeden çekilmelerini isteyen bir karar A n p a H m * düşesi partemenf inin yönetim merkezi. Charensuretini kabul etti (20 aralık 1983). iki ta­ XVIII. yy, sonu te ırmağı kenarında, Angoumois’nın eski raf yetkilileri, ABD’nin arabuluculuğunda, tim # müzesi, Chantilly merkezi, 50 500 nüf. Bir kireçtaşı mahmu­ Lusaka’da (Zambiya) ateşkes kararı aldı­ zu üstünde bulunan eski kentte, yönetim­ Louis XVH'nin kız kardeşi olduğu için lar. Güney Afrika Cumhuriyeti, birliklerini sel yapılar, birçok ticarethane ve tarihsel Madame ROYALE adı verilen AngoulSme geri çekmeyi, UNİTA gerillalarını destekanıtlar vardır. düşesi, babasının ölümünden sonra lememeyi kabul etti (16 şubat 1984). An­ —Güz. sant. Yapımına 1110 yılına doğ­ Temple’da üç yıl hapis yattı, Dumouriez’ cak Güney Afrika anlaşmaya uymadı. Caru başlanan Angoulâme katedrali, Batı nin Avusturyalılar’a teslim ettiği Convenbinda'daki petrol tesislerine sabotaj giri­ Fransa’nın, kubbelerle örtülü tek şahını tion’cularla değiş tokuş edildi (aralık şiminde bulunan Güney Afrika askerleri olan en eski yapılarından biridir. 1795), 1799‘da evlendiği kuzeni Angou­ yakalandı. Güney Afrika devlet başkam leme düküyie amcası Louis XVIII üzerin­ Bötha, UNlTA’ya yardımı sürdüreceklerini b A N G O U L İ M İ (Charles DE ValoİS, de çok etkili oldu. Din adamları yararına —dükü) [Le Fayet 1573-Paris 1650], açıkladı. UNİTA başkanı J. Sawimbi dört haftada Güney Afrika, arap ülkeleri ve Av­ rupa'dan sağladıkları silahların, SSCB'den on yılda aldıklarından fazla ol­ duğunu iddia etti. ABD kongresi de, UNİTA’ya silah yardımı yapılmasını engelle­ yen yasayı yürürlükten kaldırdı. Angola bu karar nödeniyle ABD ile ilişkilerini kes­ ti. 1988'de, Angola, Güney Afrika Cumhu­ riyeti ve Küba arasında Kuzey Namibya ve' Güney Angola’daki çatışmalara son verecek bir ateşkes anlaşması yapıldı. Küba ve Güney Afrika birlikleri bölgeden çekildi (1989-1991). 1991’de çokpartili düzene geçildi. Dos Santos UNlTA’yla barış anlaşması imzaladı. Büyük bir eko­ nomik bunalımın yaşandığı ülkede, J. Savvimbi, 1992 ekiminde yapılan ve eski başkan Dos Santos’un kazandığı seçim­ leri kabul etmediğini açıkladı. EDEBİYAT AngolalI belli başlı yazarların çoğu, 1940’larda doruğa ulaşan Portekiz yeni gerçekçiliğinin etkisinde kalmışlarsa da, Senghor’cu zencilik akımının önemi azımsanamaz. Bu akımın etkisi, 1950’lerde Lizbon'da toplanan ’ ‘Casa dos estudentes do Emperio” lu (imparatorluk öğrenci yurdu) çok sayıda öğrenci üzerinde ve



Ângouüme dükü Fransa büyük amirali kıyafetinde renkli gravür, XIX. yy. başları Bibliotheque n a tm le , Paris



â r § s u I İ « : kentten ve surlardan (XIII -XVI,yy,j bir görünüm sağda, Sainî-Pierre katedrali (XII. yy.)



A n g o u le m e 620



gerici önlemleri desteklediyse de, 1830 kararnamelerini onaylamadı ve bir kez daha sürgüne gönderildi. A N a o u ı J M i s ü ia i» s i -



v a lo Is



— ANGOULEME



ANâOUftSOİS, Fransa'da bölge, Angou­ leme çevresinde. Charente dĞpartemenfinin büyük bölümünü kaplar. Bölge­ deki başlıca etkinlik, sağmal inek yetişti­ riciliğidir. Ama konyak üretim bölgesine bağlı olan batı kesiminde birçok üzüm ba­ ğı vardır. â m â e © H E R O İS M O , Asor takımadalarında(Portekiz’ebağlı)kent,Terceira adasının güney kıyısında; 13 800 nüf. 1534'te kurulan bu güzel kent, bir sü­ re takımadaların merkezi oldu. Kale (XVII. y y )-



A N O R A S$@S R E İS , Brezilya'da kent, Rio de Janeiro'nun B.’sında; 37-000 nüf. Nükleer santral. A N G R A IC U M a. (malayca angarek). Madagaskar'da, Reunion’da, Cape'de (Güney Afrika) ve tropikal Afrika’nın batı kıyılarında yetişen epifit bitki. (Salepgiller familyası.) — ANSfKL. Angraecumun çiçekleri, bazı türlerinde uzunluğu 45 cm'ye varan çok uzun mahmuzuyla tanınır. Uzakdoğu'da angraecumun kokulu çiçekleri çaya ko­ ku vermek için kullanılır. Angraecum carinatum türünün yapraklarının solucan düşürücü ve ishal yapıcı etkisi vardır. Angraecumun birçok türü, özellikle A. su perbum sıcak seralarda süs bitkisi olarak yetiştirilir. Faham ya da faam denen (burbon çayı) bu bitkinin yaklaşık 100 kadar türü vardır. A N S K A - M A İN Y U -



EHRİMEN.



miş (babaköş gibi) kertenkeleler familya­ sı. —A nsİkl. Anguidae familyası dört altfamilyaya ayrılır: tropikal Amerika'da yaşa­ yan diplogbssinae altfamilyasındakiler ya dört ayaklı (diploğlossus) ya da iki ayak­ lıdır (ophiodes). Kuzey Amerika'da yaşa­ yan gerrhonotinae altfamilyasındaki ker­ tenkele kaymanlar dört ayaklı (gerrhonotus) ve ophısaurus ayaksızdır. Kaliforni­ ya’da bulunan anniellinae altfamilyasındaki kertenkeleler ayaksız ve kazıcıdır. Anguinae altfamılyasının tek türü olan ba­ baköş vivipardır (yumurtalar kuluçka dö­ nemini hayvanın karnında geçirir). Bu ker­ tenkelelerin hepsi de gece avlanır. AN G U İ8R LE 51, fransız sanatçı ailesi. —FRANÇOİS (Eu 1604 - Paris 1669). 1651'de Ursinler prensesi, kendisini Moulins’e çağırarak, kocası Henry II de Montmorency'nin mozolesini yapmasını istedi.



*



4



 N G R E N , Özbekistan’da kent, Taş­ kent’in D.-G.-D.'sunda Angren ırmağı (Sir Derya’nın kolu) kıyısında; 131 000 nüf. (1989). - Yakınında kömür yatağı (yeraltında gazlaştırma).



ANG Rİ, İtalya’da kent, Campania'da, Salerno'nun K.-B.'sında; 23 200 nüf. Ta­ rım merkezi. A N G R İY A R İ, Germania’da Weser kıyı­ larında yerleşmiş eski halk. Ortaçağ’da, toprakları (Angria) Ems ve Oder ırmakla­ rı arasında kalan Angrivari halkına, Charlemagne boyun eğdirmişti. A n g r y Y o u n g «*®n - ÖFKELİ GENÇ­ LER.



ANGSTStÖftS a. (öz. a. Angström'den). Dalga boylarının ve atom boyutlarının öl­ çümünde kullanılan bir uzunluk ölçüsü birimi(simgesi A );değeri metrenin on mil­ yarda birine eşittir ve 10-10 metreyle gös­ terilir. (Eskiden bu birimin tanımı kadmi­ yumun kızıl ışınımının dalga boyuna bağ­ lanırdı.) ANGSYRĞBfl (Anders Jonas), isveçli fi­ zikçi (Lödgö 1814 - Uppsala 1874). Uppsala üniversitesi'nde, önce fizik profesör­ lüğü, daha sonra rektörlük görevlerinde bulundu. Manyetiklik ve kristal optiği araş­ tırmaları dışında, çalışmalarını tayf çözüm­ lemesine yöneltti; güneş tayfında özellik­ le manganez, alüminyum ve titanın tayf çizgilerini saptadı. Dalga uzunluklarını öl­ çen ve görünür tayfın sınırlarını belirleyen ilk bilim adamıdır.



A N G U S , Büyük Britanya’da eski kont­ luk, iskoçya’nın doğu kesiminde. Kontlu­ ğu yöneten kelt asıllı ilk sülale, XIII. yy.'ın ortasında gücünü yitirdi. 1389'da Douglas'ların evlilik dışı kollarından birine ge­ çen kontluk, bu sülale döneminde büyük ün kazandı. A N G U S (Marion), iskoçyalı kadın şair (Arbroath 1866 - Hazelhead 1946). 30’lu yıllarda, İskoç eleji şiirini yenileyenlerin en önemlisidir. Aesgus arkı - ABERDEEN-ANGUS ırkı. A N G U S M A C F lR G U S , Pıctler'in kralı (731-761). Önce Dalriada, daha son­ ra Strathclyde krallıklarını buyruğu altına aldı ve böylelikle egemenliğini hemen he­ men tüm Iskoçya’ya yaydı. A N G U S T İ e L A V U S a. Romalı şövalye­



lerin giydiği, yukardan aşağı birbirine pa­ ralel ve çok dar iki kırmızı bantla süslü harmani. A M G U S YU R A a (Venezuela’daki eski bir kentin adı Angostura’dan). 1. Orinoco kökenli, üçüz yapraklı bir ağaçtan (Cusparia febrifuga ya da Gallipea cusparis) [Sedefotugiller familyası] elde edilen ve eskiden ateş düşürücü, kuvvetlendirici, uyarıcı, mide yatıştırıcı olarak kullanılan, günümüzdeyse kendisinden damıtık acı bir içki elde edilen kabuk —2. Yalancı angustura. kargabükenin (Strychnos nux vomica) [loganiaceae familyası] kabuğu; içerdiği striknin ve brüsin alkaloitleri ne­ deniyle çok zehirlidir.



-







A



ANORA PEGSÜENA - LÜDERİTZ. ANORBODA ("Acılar habercisi” ), İs­ kandinav mitolojisindeki dev. Kötülük tan­ rısı Loki ile birleşmesinden, kötülük ve ka­ rışıklık cinleri kurt Fenrir ve yılan Midgard ile Ölüm tanrıçası Hel doğdu.



mi üzerine ayrıntılı incelemeleriyle tanınır.



Fraoçois Anguisr 4tcques de Thou'nun Lahdi merma/ ve bronz XVII. yy., Louvre müzesi, Paris François, kardeşi Michel’in yardımıyla mozoleyi tamamladı. —M Ichel, heykel­ ci (Eu 1612 - Paris 1686), François’nın kardeşi. Louvre'un iç dekorlarının yapı­ mında çalıştı. Versailles'daki Dömes ko­ rusundan Louvre müzesi’ne getirilen ve günümüzde aynı yerde sergilenen Amp­ hitrite heykeli, başyapıtıdır. A N G U İL L A , Küçük Antiller’de (Büyük Britanya’ya bağlı) ada (Rüzgâraltı adala­ rı), Virgin ve Saint Christopher adaları ara­ sında; 6 500 nüf. Pamuk yetiştiriciliği. 1666'da ingilizler'in işgal ettiği adaya, 1976'da iç işlerinde özerklik tanındı. A N G U İİ.L A R A (Ciacco d e li’), İtalyan şair (Floransa XIII. yy.). Genç bir kızın sev­ gilisiyle konuşmasını konu alan ve Cielo d'Alcamo üslubunda yazılmış koşuklu bir yapıtın yazarı olarak bilinir. A N O U İL L İD A E a. Zool. Yılanbalığıgiller familyasının bilimsel adı. ANGUİSÜSÜRPHA a. Babaköşe benze­ yen kertenkeleler takımı. (Varanlar, helodermalar ve suda yaşayan türleri tümüy­ le fosil olan bir grup [mosasaura ya da pythonomorpha] bu takıma girer.)



ASSGUDİ ya da A N G ID İ sıf. (angut ve fars. -/"den angudi). Kiremit renginde.



A S jffiU İS S Ö LA (Sofonisba), İtalyan ka­ dın ressam (Cremona 1530 - Palermo 1624). 1545’e doğru, Cremona'da Bernardino Campi'nin öğrencisiydi; yaklaşık olarak 1559-1580 arasında, Madrid'de kaldı. Birçok portre yaptı; gündelik yaşam sahnelerine ilişkin birkaç tablosunun ko­ nuları, daha sonra Caravaggio tarafından yeniden ele alınmıştır.



: a. (lat. anguis, yılan ve yun. eidos, görünüm'den). Kuzey yarıküre­ nin ılıman bölgelerinde yaşayan, vücut­ ları yılan gibi çok uzun ve ayakları körel­



A N O U U » İN İG U E Z (Diego), İspanyol sanat tarihçisi (Valverde, Huelva, 1901). Güney Amerika resim sanatı (XVI.-XVII. yy. Tar) ve İspanyol resminin altın döne­



A N G U T ya da A N G IT , sıf. ve a. 1. Ûrdekgillerden, tüyleri kiremit renginde, ev­ cilleştirilebilen bir yaban kuşu (Casarca ferruginea). [Bk. ansikl. böl.] —2. Arg. Bu­ dala, dangalak, ebleh. — ANSİKL. Türkiye’de en çok Orta ve Dcğu Anadolu'da, az olarak da güney böl­ gelerinde bulunur. Göçmen kuşlardandı:. Evcil ördeklerden biraz iri yapıda olup eti makbul değildir. Anadolu'da birçok yöre­ de vurulması ve yenmesi uğursuz sayılır A ıtg u ttc r a rılk a y a , pali dilinde Sutta -pitaka'yı oluşturan beş hikâyeden ya da konuşma (sutta) derlemesinden biri. A N O V A N T İB O a. (bir Afrika dilinden söze.). Ekvator Afrikası'nda (Nijerya, Ka­ merun, Gabon ve Zaire) yaşayan yarımaymun memeli hayvan. (Gece dolaşır, ağaçta yaşar, meyve ve böcekle besle­ nir. Bil. a. Arctocebus calabarensis; lorıgiller familyası.) A N N , b e . ( a r . ran ve-hü’den anh, dişi. canhS). Esk. t . Ondan: RadiyallahCı anh (Allah ondan razı olsun). —2. Anha minha, aşağı yukarı; şöyle böyle: Anha minha, bin liradan fazla tuttu. A N H A -> ANH.



A N H A L T , Orta Almanya’da eski bağım­ sız dükalık; Prusya’nın Brandenburg, Saksonya (Sachen) ve Braunschweig illeri arasında kalan topraklarda kurulmuştu. 1863'ten önce, iki dükalık oluşturuyordu: 4 nhalt-Bernburg ve A nhalt-D essau -Kofben.Bunlar daha sonra tek dükalıkta birleşti.Kasım 1918 devrimi'nden sonra Anhalt bağımsız bir devlet oldu; 1933’ta bu devletin egemenlik hakları Reich'a geçti. Eski başkent: Dessau.



ANHALT, Germen imparatorluğu'nun prens hanedanı; Ayı Albrecht’in torunu dan Heinrich ile başlar (öl. 1244). Hanedan­ lık 1251 'den 1570’e kadar birçok kola bö­ lündü; sonra, 1603’te, dört kol oluştu: var­ lığını sürdüren Anhalt-Dessau; 1793'ten sonra ortadan kalkan Anhalt-Zerbsi; 1847'de ortadan kalkan Anhalt-Köthen; 1863'te ortadan kalkan Anhalt-Bernburg. A N H E G O E R (Robert Friedrich Moritz), alman türkolog ve araştırmacı (Viyana 1911). Berlin, Viyana ve Zürich üniversi­ telerinde İslam bilimleri, iktisat tarihi ve slav dilleri öğrenimi gördü. 1935'te türk­



anı çe öğrenmek ve araştırma yapmak ama-' cıyla İstanbul’a geldi. 1943’te Alman uy­ ruğundan çıkarıldı, 1951’de yeniden ka­ bul edildi. Galatasaray lisesi, Yıldız teknik okulu ve İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’nde almanca dersleri verdi. 1957’de Türk-Alman kültür derneğı’ni kurdu. Türk sanat tarihi, divap şiiri, osmanlı tarihiyle ilgili metinler üzerindeki ça­ lışmalarıyla tanınır: Türk çiniciliği, İslam ansiklopedisi; 16. asır şairlerinden Zaifi, Türk dili ve edebiyatı dergisi, IV, 1949; Hezarfen Hüseyin Efendi'nin osmanlı devlet teşkilatına dair mülahazaları,Türki­ yat mecmuası, 1953 vd. A N H İB R sıf. (fr. anhydre). Su içermeyen. &t>8HİBRAZ a. (fr. anhydrase). Biyokim. 1. Su gidermeyi katalizleyen enzim. —2. Karbonik anhidraz, karbonik asidin te p i­ nir su giderilmesini katalizleyen enzim: H2C 0 3



C 0 2 + H20.



Hayvansal dokuların birçoğun­ da karbonik anhidraza rastlanır. Anhidraz akciğerlerde kanın gaz alışveriş hızında önemli rol oynar. Midede asit salgısını ko­ laylaştırır. Böbreklerde, karbonik asitten (H2C 0 3) hareketle H+ iyonlarının ve bi­ karbonat iyonlarının (HCOğ ) tersinir ser­ bestleşmesini sağlayarak bikarbonatın borucuklarda yeniden soğurulmasına yol açar, Sülfamit türevleri anhidrazı durdu­ rur; sülfamitler bu nedenle diüretlk olarak kullanılır. ( -* A S E TA ZO LA M İT testi.) — A N S İK L.



A N H İB R İT a. (fr. anhydride). Kim. Su­ yunu tümüyle kaybetmiş bir oksoasitle ay­ nı formülü taşıyan bileşiklerin genel adı. — A N S İK L. Anorg. kim. Mineral asit anhıdritleri, kimi ametallerin ya da metallerin ok­ sitleridir (örneğin C 0 2 karbonik anhldrlt, C r03 kromik anhidrit). Pek çok asit anhidriti. su ile tepkimeye girerek asit oluş­ turur; sülfürik asit (H2S 0 4) veren sülfürik anhidritte (S03) ya da fosforik asitleri ve­ ren fosforik anhidritte olduğu gibi, tepki­ me bazen çok şiddetlidir. —Org. kim. Organik asitler su kaybede­ rek iki tip anhidrit sağlayabilir. Birincisi, iki karboksil grubu arasında bir su molekü­ lünün kaybolmasından kaynaklanır: R C O -O H + H O - C O - R —*RCO—O—CO—R -i- H20. Bu tür bir anhidrit, bütün karboksilik asit­ lerden, monoasitlerden ya da poliasitler­ den elde edilebilir. Nitekim, asetik asit (CH3—C 0 2H), asetik anhidriti (CH3—CO—O—CO—CH3) ve süksinik asit de, C H ,—CO-



CH2- C O formülüyle gösterilen halkalı süksinik an­ hidriti oluşturur. Anhidrit adı işte bu tür bi­ leşiklere verilir. OH grubunun hidrojen atomunu kullanan tepkimelerin dışında anhidritler. ilgili asitlerle aynı tepkimeleri gösterirler; ama bu tepkimeler daha hızlı gelişir ve tersinir değildir. R2C = C = O g e n e l formülüyle belirtilen ikinci tur anhidritler, ancak R2CH—C 02H fürmüllü asitlerden türeyebilir; birinciler­ den daha tepkin olan bu ikinci tür bileşik­ ler, ketenler adıyla anılır. ASÜHİCRİT a. (fr. anhydrite). Miner. Ortorombik bakışımlı, susuz, doğal kalsiyum sülfat (CaS04); genellikle kayatuzu ve alçıtaşıyla birlikte bulunur. ■(fr. anhydr(o)-). Kim. Bir molekülün su yitirmesi sonucunda tü­ remiş bir molekülü gösteren önek. (Bu sözcüğe eşlik eden rakamlar, kaybolan H ve OH ’ların konumunu belirtir.) A N H İD R O B İY O Z a. (fr. enhydrobios; yun. anhydros, suSuz ve bios, yaşam’ dan). Hayvansal ya da bitkisel bir orga­



nizmanın, uzun bir dönem boyunca sü­ ren aşırı kurumaya ölmeden dayanabil­ mesini sağlayan geçici uyuşukluk ve ya­ şamsal durgunluk hali. —ANSİKL. Anhidrobiyoz, nemli ve havalı toprak gibi çımlenmeye elverişli bir ortam­ da bulunmadığı sürece bir tohumun nor­ mal halıdır. Kışın don olduğu zaman ya­ şamını sürdüren birçok bitkisel ya da hay­ vansal organın durumu da aynıdır. Fakat anhidrobiyoz özellikle karayosunlarının, li­ kenlerin ve onlara özgü nematot, rotator ve tardlgrat faunacığının sıcak kuraklık dönemlerindeki durumudur. Bu durum birbirine sıkı sıkıya bağlı iki özellikle ölüm­ den ayrılır: yapıların tam korunması (ne otoliz, ne bakteri ya da mantar çürütme­ si) ve bu yapıya yeniden su girdiği zaman organizmanın canlanabilmesi. Bu bakım­ dan anhidrobiyoz geçici kuraklığa uyar­ lanma sürecidir denebilir, Süresi bazı to­ humlar için en çok 250 yıl, karayosunlarında yaşayan nematotlar için 27 yıl do­ layındadır. A N H İD R O N (tesc. edil. ad). Kim. Orga­ nik çözümlemede su giderici olarak kul­ lanılan magnezyum perklorat. A N H İD R O Z a. (fr. anhidrose). Tıp. Ter salgısının yok olması ya da azalması. A N H İM A a. Amazon bölgesindeki sulak ormanlarda yaşayan uzun bacaklı, kısa ve eğri gagalı iri kuş. (Arjantin'de yaşa­ yan chauna gibi anhimanın da her kana­ dında, dirsek kısmına yakın iki mahmuz bulunur. Ayrıca başında boynuzsu ince bir uzantı vardır. Bu kuşlar iyi yüzer, iyi uçar; böceklerle ve su bitkileriyle besle­ nir; yuvalarını sazdan yaparlar. Bil. a. Anhima cornuta; anhimidae familyası.) A N H İM İD A E a. Güney Amerika batak­ lıklarında yaşayan kalın gagalı kuşlar fa­ milyası. (Böcekle ve otla beslenen bu kuş­ ların ayakları uzun ve az perdelidir; kanat­ larında dirseğe yakın iki mahmuz bulu­ nur. Familyanın yalnız iki cinsi vardır: cha­ una ve anhima. Kazsılar takımı.) A N H İN O A a. (Brezilya yerli dilinden söze.). Tropikal ülkelerde, tatlı sularda ya­ şayan ve karabatağa benzeyen kuş. (Çok iyi dalabiien ve balıkla beslenen bir kuş­ tur. Boynu uzun, başı küçük, gagası kes­ kindir. Amerika, Afrika, Hindistan ve Avustralya'da yaşayan dört türü vardır; anhingidae familyası.) A M H U E İ ya da A N H U İ, ing. Anhwei, Çin'in doğusunda eyalet. Yangzı ciang ırmağının her iki kıyısına yayılır; 140 000 km2; 56 milyon nüf. Merkezi Hıfei. Kuzey kesimleri, Kuzey Çin ovasındadır; kışları sert ve kurak (kış buğdayı), yaz­ ları sıcak ve yağışlıdır (kaoliang, pamuk, soya). Güney kesimi, Yangzı ırmağının alüvyonlu ovasının bir bölümünü oluştu­ rur ve ovanın bu kesiminde yer yer tepe­ ler yükselir (buğday ve pirinç tarlaları, çay, ipekböcekçiliği). Kömür (Huainan), bakır (Tongling) ve demir (Maanşan) ya­ takları sayesinde sanayi gelişmektedir. Eyaletteki kentlerin çoğu, kuzey ovasını Yangzı ırmağına bağlayan demiryolları kenarında ya da ırmağın kıyısındadır. ANE a. 1. Yaşanan olaylardan zihinde ka­ lan iz, hatıra: O günün bende unutulmaz bir anısı var —2. Ölen bir kimsenin ya da geçmişteki bir olayın belleklerde kalan im­ gesi; hatıra: Babasının anısına bağlı kal­ mak. Bir zaferin anısını yaşatmak. —3. Bir kimsenin, bir şeyin anısına, onun onuru­ na, ona armağan olarak; onun hatırasına. —4. Anı olmak, geçmişte kalmak, nere­ deyse unutulmak: Bugün artık anı olan o savaş yıllarında hayat çok zordu. —Ed. Bir kimsenin, yaşamı boyunca ba­ şından geçen ve rol oynadığı ya da tanı­ ğı olduğu olaylar üzerine yazdığı anlatı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bu tür, öznelliğin anlatımında tarihsel anlatım biçimlerinden yararlanma olarak tanımlanabilir. Ancak anı yazarının, tarihi ya da ibret alınabilecek bir olayı bu



yolla işleyebilmesi için, olaylarda rol alma­ sı ya da olayların önemli bir tanığı olması gerekir. Anı-olmaktan çok tanıklık ve yaşamöyküsü niteliği taşıyan antik örnekle­ rin (Ksenophon’un Apomnemoneumata Sokratus'u, Sezar’ın Commentarii'si) ya­ nı sıra, anı çok çeşitlilik gösteren bir tür­ dür. Salt edebiyat yönünden en ilginç anı türü,anıların, ikinci planda kalan ve baş­ oyuncu ya da tarihsel tanık rolünü üst­ lenmeyen sanatçı ve y a z f rlarca yazılma­ sıdır. Benvenuto Cellini, anılarında, prens­ lerin hizmetkârlarından da söz ederek bu yolu açarken, kişiliği hiçbir tarihsel önem taşımayan Casanova da, aşk serüvenle­ rini dile getirdiği anılarıyla ün yaptı. Rousseau, Goethe, Chateaubriand, Hugo ve Michelet’den Simone de Beauvoir ve Michel Leiris'e dek birçok yazarda, anı­ ların önemi ve değeri, doğrudan doğru­ ya yazarın ününe ve tarihsel kişiliğine bağlıdır: kendini anlatmak, gerçek tarihi dile getirmek demektir. Malraux'nun Antimbmoires'ı (1967), adının da ortaya koy­ duğu gibi, anı türünün kazandığı yeni bir boyutu, yani bu ikileşmeyi belirtir: sözko­ nusu olan artık gene yazarın kendisidir; ancak bu yazar dünya büyüklerinin ya­ nında ve onların aynası olarak ortaya çı­ kar ve bu büyüklerle birlikte kendisi de büyür. Anı türünün kapsamındaki iç çe­ lişkiler, XVII. yy. Avrupası’nda, birinci te­ kil kişinin ağzından yazılmış romanların kökenini oluşturmuştur. Türk edebiyatında anı türünün önemli ilk örneği, Babür Şah’ın (1483-1530) çağatay lehçesiyle yazdığı Vakayi (Babûrname) [günümüz türkçesiyle 2 cilt, 1943-1946] adlı yapıtıdır. Yazar burada, hükümdar, komutan ve ozan olarak ba­ şından geçenleri anlatır. Türkiye’de ba­ ğımsız bir tür olarak anı türünde ancak batı edebiyatının etkisiyle, Tanzimat’tan sonra ürün verilmeye başlanmıştır. Divan nesrinde, bağımsız olarak bu tür yoktur. Evliya.Çelebi’nin Seyahatname'si ve ben­ zeri yapıtlarda anı niteliğinde bazı parça­ lara rastlanır. Yalnız, Mahmut II dönemin­ de, Hafız Hızır ilyas adlı bir yazarın En­ derun’da bulunduğu 1812-1830 yıllarına ait on dokuz yıllık olayları anlatan Vakayi-i Letaif-i E nderun [T arih-i Enderun] (1276/1859) adlı yapıtı, bütünüyle anı ni­ teliği göstermektedir. Ayrıca, Malta kor­ sanlarına tutsak düşen (1597) kadı Macuncuzade Mustafa Efendi’nin Sergüzeşt -i esir-i Malta's\(Türk tarihi araştırmaları yıl­ lığı 1970; yayına hazırlayan Prof. Fahir İz); Viyana kuşatmasında Avusturyalılar’a tut­ sak düşen (1788) Tameşvarlı Osman A ğa’nın Viyana muhasarasından sonra A vusturyalılar'a esir düşen Osman A ğ a ' nin hatıraları (1961); önemli devlet hizmet­ lerinde bulunmuş olan Zarif Paşa'nın (1816-1862) Hatırat’ı (TTK, Belleten, 1941; yayına hazırlayan Prof. Enver Ziya Karal); mevlevilikte “ Aşçı Dede’lik aşa­ masına dek yükselmiş olan Halil İbrahim Aşçı Dede’nin Hatıralar’ı (1960; yayımla­ yan Reşat Ekrem Koçu; bütünü üniversi­ te kitaplığı türkçe yazmalar bölümünde) gibi yapıtların Divan nesri geleneği dışın­ da kalarak bağımsız birer anı niteliği gös­ termesi dikkate değer. Yeni türk edebiyatında anı türünde ya­ zılan ilk yapıt, Ziya Paşa'nın, Rousseau’ dan çevirdiği Emile adlı romanın başına konmak üzere yazdığı ve Türkiye’de ço­ cuk eğitimini, kendi çocukluk yıllarını an­ lattığı Defter-i A 'm â fdir. Aynı dönem ya­ zar ve sanatçıları ya doğrudan doğruya anı türünde kitaplar yazmışlar ya da kimi mektup ve yazılarında anılarına değinmiş­ lerdir (Namık Kemal vb.). Bu dönemde doğrudan doğruya anı türünde yazanla­ rın başlıcaları şunlardır: Ahmet Mithat, sürgüne gönderildiği Rodos’tan döndü­ ğü yıl bastırdığı Menfa (1876) adlı kitabın­ da, yaşamının sürgünden kurtuluncaya kadar geçen zamanını anlatmıştır. Aynı dönemde Akkâ’ya sürülmüş olan Nuri Bey’in Akkâ (1876), Bereketzade İsmail Hakkı'nın Yâd-ımazi( 1916) adlı kitapları



anhima (Anhima comuta)



am 622



Nihat Anıtmış



da o dönemin toplumsal sorunlarını yan­ sıtması bakımından önemlidir. Muallim Naci. 8 yaşına kadarki çocukluk anılarını Ömer'in çocukluğu (Sünbüle, 1890), medrese anılarını Medrese hatıraları (1884) adlı kitaplarında toplamıştır. Ebüzziya Tevtik, ilkin gizli bir örgüt olarak ku­ rulan Yeni OsmanlIlar cemiyeti ile ilgili anı­ larını 1909'dan sonra yeniden çıkarma­ ya başladığı Yeni tasvir i efkâr gazetesin­ de Yeni OsmanlIlar tarihi adıyla tefrika et­ miştir (1910); bu yapıt daha sonra, dili sa­ deleştirilerek, aynı adla, kitap halinde de basılmıştır (3 cilt, 1973-1974; yayına ha­ zırlayan Ziyad Ebüzziya). Abdülhak Hâmit'in anıları da İkdam gazetesinde Üstad-ı Âzam Abdülhak Hâmit'in hayatı ve hatıratı adıyia tefrika edilmiş (1924, 58 tefrika), kitap halinde basılmamıştır. Aynı dönem yazarlarından tarihçi Ahmet Cev­ det Paşa’nın vakanüvislikten ayrıldıktan sonra kendi yerine atanan Lütfi Efendi’ ye gönderdiği kırk yazıdan oluşan ve 1839-1897 yılları arasındaki olayları ve gözlemlerini anlattığı Tezâkir (4 cilt, 1960-1967) adlı yapıtı da, yer yer anı ni­ teliği göstermektedir. Abdülhamit H’nin baskılı yönetimi altın­ da toplumsal ve siyasal olaylara değinme olanağı bulunmadığı için, Edebiyat-ı ce­ dide (1896-1901) yazar ve sanatçıları, o dönemde anı türünde yapıt vermemişler­ dir. Bunlar, yaşamlarının son yıllarında, ancak Cumhuriyet döneminde basın, edebiyat ve siyasetle ilgili anılarını yazmış­ lardır. Halit Ziya Uşaklıgil, 40 yaşına ka­ dar olan yaşamını Kırk yıl (5 cilt, 1936) adlı kitabında anlatır; yaşamının daha sonra­ ki dönemlerini Saray ve ötesi (3 cilt, 1942) ile B iracı hikâye (1942) adlı kitaplarında anlatmıştır. Hüseyin Cahit Yaiçın da, ede­ biyat anılarını, Edebî hatıralar (1935; sa­ de dille: Edebiyat anıları, 1975, yayına ha­ zırlayan Rauf Mutluay) adlı kitabında top­ lamıştır. Yazarın, anı türündeki öteki ya­ pıtları; Malta adasında (Yedigün, 1934-1935, sayı 87-121, 35 tefrika), Meş­ rutiyet hatıraları, 1908-191S ( Fikir hareket­ leri, 1935-1938, 152 tef.), Meşrutiyet devri ve sonrası (Halkçı, 1954, sayı 170-375, 192 tef ;sade dille: Siyasai anılar, 1976; yayına hazırlayan Rauf Mutluay). Aynı dönem ozanlarından Ahmet Reşit'in (H. Nâzım) anıları Gördüklerim, yap­ tıklarım (Canlı tarihler, c. III, 1945-1947) adı altında yayımlanmıştır. Hüseyin Sıret Özsever’in Geçmiş günler adını verdiği anı kitabı, basıimamıştır. Aynı dönemde yaşamakla birlikte, Edebiyat-ı cedide topluluğu dışında kalan Ah­ met Rasim, anı türünde yazan sanatçıla­ rın en önemlilerindendir. Yazar, Gecele­ rim (1896) ve Falaka'da (1927) çocukluk ve ilkokul anılarını, Fuhş-i atik’te (2 cilt, 1922) eski devrin gizli aşklarını, Muhar­ rir, şair, ed ip te (1924) türk basınının bir dönemini anlatmıştır. Yazarlığa ikinci meşturiyet döneminde (1908’den sonra) başlayıp çalışmalarını Cumhuriyet döneminde de sürdüren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Ka­ ray, Halide Edip Adıvar, Falih Rıfkı Atay, Ebubekir Hazım Tepeyran, Halikarnas Balıkçısı, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Zi­ ya Ortaç vb.'nin anıları, bir dönemin sa­ nat ve toplum çevresini aydınlatması ba­ kımından önemlidir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu alandaki kitapları; Genç­ lik ve edebiyat hatıraları (1969), Anamın kitabı (1957), Vatan yolunda (1958), Zo­ raki diplomat (1955), Politikada 45 yıl (1966). Refik Halit Karay, Mütareke dö­ nemiyle ilgili anılarını Minelbab ileimihrab (1964), sürgündeki yaşayışını Bir ömür boyunca (Yeni tanın, ' mayıs-temmuz 1964, 45 sayı; Tarih ve toplum, 1985, sa­ yı: 13-24) adiı yapıtlarında anlatmıştın Ha­ lide Edip Adıvar'ın Mor salkımlı ev (1963) adlı kitabı, yazarın çocukluğundan Birin­ ci Dünya savaşı sonuna kadarki yaşamı­ nın hikâyesini, Türk'ün ateşle imtihanı (1962) adlı kitabı Kurtuluş savaşı yıllarıy­ la ilgili anılarını kapsar. Aynı dönem ya­



zarlarından Falih Rıfkı Atay makale, de­ neme, gezi türleri yanında, anı türüne de ağırlık vermiştir. Başlıca yapıtları: Ateş ve güneş (1918), Zeytindağı (1932), Çanka­ ya (2 cilt, 1961), vb. Ebubekir Hazım Tepeyran’ın siyasal anıları, Hatıralar (Canlı tarihler, 6 fasikül, 1944-1945; bu anıların büyük bir bölümü basılmamıştır, müsved­ deleri ailesindedir), Zalimane bir idam hükmü (1946) adlı yapıtlarda toplanmış­ tır. Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Cumhuriyet döneminde Bod­ rum'a sürülüşünü Mavi sürgün (1971) adlı kitabında anlatır. Bu dönemde anı türün­ de yazan öteki sanatçılar şunlardır: Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılarımız çevrem­ de (1970) vb.; Yusuf Ziya Ortaç, Bizim yo­ kuş (1966) vb.; Vâ-Nû (Vâlâ Nurettin), Bu dünyadan Nâzım geçti (1965). Cumhuri­ yet döneminde yetişen kimi sanatçı ve ya­ zarların da zaman zaman bu türde yaz­ dıklarını görüyoruz: Vedat Nedim Tör, Yıl­ lar böyle geçti (1976); Fikret Adil. Aşmalı Mescit 74 (1933); Aziz Nesin, Bir sürgü­ nün anıları (1971); Samet Ağaoğlu, Sa­ bamdan hatıralar (1945), Babamın arka­ daşları (1958), Aşina yüzler (1965) vb.; Şevket Süreyya Aydemir, Suyu arayan adam (1961).’ Edebiyatçılar dışında, başka meslekler­ den kişiler de anılarını yazmışlardır. Dev­ let başkanlar:: BabürŞah, Vakayi(Babürname), Abdülhamit II, Abdülhamit'in ha­ tıra defteri (1960); Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk'ün hatıraları, 1914-1919 (1965, yayımlayan Falih Rıfkı Atay) vb.; ismet İnönü, Hatıralarım, 1884-1918 (1969, ya­ yımlayan Sabahattin Selek); Celâl Bayar, Ben de yazdım (7 cilt, 1965-1969). Saray adamları: (Mabeyinci) Fahri Bey, ibretnüma (1968, yayımlayan Prof. Dr. Bekir Sıt­ kı Baykal); Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız hatıraları (1931); Lütfü Simavi, Sul­ tan Mehmet Reşat Han'ın ve halefinin sa­ rayında gördüklerim (1924). Devlet adamları: Sait Paşa'nın hatıratı (2 cilt, 1912); Kâmil Paşa, Hatırat sadr-ı esbak Kâmil Paşa (1913); Talat Paşa, Talât Pa­ şa'hin hatıraları (1946); Cavit Bey (mali­ ye nazırı), Hatırat (yazma, 24 defter, Türk Tarih kurumu kitaplığı), Cavit Bey’in ha­ tıratı (Tanin, 1944-1945, 261 tef ). Komu­ tanlar: General Ali Fuat Cebesoy, Milli mücadele hatıraları (c I, 1953), General Ali Fuat Cebesoy'un siyasal hatıraları (2 cilt, 1957-1960); General Ali İhsan Sabis, Harb hatıralarım (S cilt, 1943-1951); Kâ­ zım Karabekir, istiklâl harbimiz (1960), vb. Gazeteciler: Edebiyat-ı cedide toplu­ luğunun yayın organı olan Servet-i fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün basın anıları Matbuat hatıralarım (2 cilt, 1930-1931) adı ile yayımlanmıştır. Gaze­ teci yazarların anılarından başlıcaları şun­ lardır: Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım ( 1968); Sabiha Sertel, Roman gibi (1969); Nadir Nadi, Perde aralığından (1964); Ah­ met Emin Yalman, Yakın tarihte gördük­ lerim ve geçirdiklerim (4 cilt, 1970-1975). Tiyatrocu: Ahmet Fehim, Sahnede elli se­ ne (Vakit, temmuz-eylül 1926). Sinemacı: Cemil Filmer, Hatıralar (Türk sinemasın­ da 65 yıl), 1984. Anı yazarları, nesnel olmaya çalıştıkla­ rını söyledikleri zaman bile genellikle öz­ nel olmaktan, kendilerini haklı gösterme çabasından kurtulamamışlardır. A N IC I a. Anı yazarı. A N IK sıf. Esk. Hazır, mevcut: "Beğ ü pa­ dişahlar anıklarınun / Ola hali müşkil ka­ mu varınun" (Camasbname, XV. yy.). A N IK L A M A K g f. Esk. Hazırlamak. A N IK L IK a. Hazır olma durumu, mev­ cudiyet. A N IL (Avni), türk besteci ve müzik yazarı (İstanbul 1928). İstanbul radyosu'nda re­ daktörlük (1955-1967), İzmir radyosu’nda türk müziği şube müdürlüğü (1972-1982) yaptı. 1987-1972 arasında yayımladığı Musiki ve nota adlı dergiyi 1983’te yeni­ den çıkarmaya başladı. Anılar ve belge­



lerle musikimiz sözlüğü adlı dizinin beş cil­ dini yayımladı (1982-1986). Şarkılarından birçoğu, son 25 yılın en sevilen şarkıları oldu: Biraz kül biraz duman, Ağla gitar, Aşk bu değil yapma güzel, Bir ateşim ya­ narım, Sevmiyorum seni artık, Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun. A N 9L& N M E R T (Beril), türk seramikçi (İzmir 1942), İstanbul Devlet güzel sanat­ lar akademisi, seramik bölümü’nü bitirdi (1968). Aynı kürsünün öğretim kadrosun­ da yer aldı, 1976’da doçent oldu. 1968’den bu yana yurt içi ve yurt dışın­ da grup sergilerine katıldı, kişisel sergiler açtı. A N IL A Ş M A K gçz. f. Geçmişte yaşanan bir olay sözkonusuysa, anı niteliği kazan­ mak: Anılaşan öğrencilik günlerimiz. A N IL M A K -» ANMAK. A N IL M IŞ (Nihat), türk general, siyaset adamı (Filibe 1876 - İstanbul 1954). Harp okulu'nu (1896), Harp akademisi'ni (1900) bitirdi Çeşitli birliklerde komutan­ lık, Manastır Harp okulu öğretmenliği yaptı. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarına katıldı. Balkan savaşı’nda Pınarhisar'da yaralanarak Bulgarlar’a tut­ sak düştü (1913), aynı yıl sonunda salı­ verildi. Birinci Dünya savaşı’nda II. Kolor­ du ve Çanakkale Müstahkem mevkii ko­ mutanlığı yaptı; 1915'te general oldu; VII. ve sonra II. Ordu komutanlıklarında bu­ lundu. Kurtuluş savaşı’nda Elcezire cep­ hesi komutanlığı, Adana valiliği yaptı. 1922’de Askeri yargıtay başkanlığına ge­ tirildi (1922-1942). Korgeneralken emek­ liye ayrıldı (1942). Ankara milletvekilliği­ ne seçildi (1943-1950). A N IM S A M A a. Fels. Ruhta doğuştan önce bulunan içeriklerin, araştırma ve öğ­ renmeyle yeniden .ortaya çıkması. —ANSİKL. Platon, ruhbiiimde edindiği an­ lamdan daha geniş bir anlam yüklediği bu terimi, felsefesinin temel bir öğesi yap­ tı. Platon şöyle der: "Ölümsüz olduğu ve birçok hayat yaşadığı; ayrıca, yeryüzün­ de ve Hades’te olup biten her şeyi gör­ düğü için ruhun daha önce öğrenmediği hiçbir şey yoktur [...] Bundan ötürü, er­ dem ve geri kalan her şey konusunda da­ ha önceden bildiği şeyleri anımsayabil­ mesine şaşmamak gerekir. Doğada her şey birbirine bağlı olduğu ve ruh da bir­ çok şey öğrenmiş bulunduğu içirf-bir tek şeyi anımsamakla (insanların, öğrenmek dediği de budur zaten), ruhun bütün öteki şeyleri kendi kendine bulmasına hiçbir şey engel olamaz; yeter ki ruh cesaretli olsun ve araştırmaktan yorulmasın; çün­ kü araştırmak ve öğrenmek, yeniden anımsamaktan başka şey değildir” (Menon, 81). A N IM S A M A K g. f. 1. Bir kimseyi, bir şeyi anımsamak, bellekte ondan bir iz saklamak ve düşünme yoluyla onu can­ landırmak, canlandırabilmek; hatırlamak, tanımak, anmak: Dedesini hiç anımsamı­ yor. Geçen yazı anımsıyor musun? Bu mahalleye her gelişimde çocukluk gün­ lerimi anımsarım. —2. Bir şeyi yaptığını, yapmış olduğunu, yapıp yapmadığını anımsamak, geçmişte yapılan, sözü edi­ len, kararlaştırılan vb. bir şeyi bellekte, dü­ şüncede bulundurmak; hatırlamak, bil­ mek: Ona telefon ettiğini anımsıyorum. Anahtarı almış olduğunu anımsıyor mu­ sun? Oraya gidip gitmediğini anımsamı­ yor. —3. Bir kimseyi, bir şeyi anımsamak (genellikle zaman tümleciyle), unutulan bir kimseyi, bir şeyi hatırlamak: Sizi şimdi anımsadım. Birden ocağı açık bıraktığını anımsadı. --4 . Bir kimseyi, bir şeyini anımsamak, onu düşünmek, akılda bu­ lundurmak; hatırlamak, unutmamak: Onun sinirli bir insan olduğunu da anım­ sayın —5. Bir kimseyi bir şeyle anımsa­ mak, o kimseyi o şey yoluyla sevindirmek; hatırlamak, anmak: Onu bir çiçekle olsun anımsayabilirdin. anım sanm ak edilg. f. Anımsamak



Anıtkabir eylemine konu olmak; hatırlanmak, anıl­ mak: Anımsandığım için çok mutluyum. ♦ anımsatm ak ettirg f. 1. (Bir kimse­ ye) bir şeyi, bir kimseyi anımsatmak, bir kimsenin onu anımsamasını sağlamak, anımsamasına yol açmak; benzer, ortak özellikleriyle onu çağrıştırmak, düşündürt­ mek, hatırlatmak: Gençliğimi anımsatan bir şarkı. Bu köşk bana dedemi anımsa­ tıyor. Anneni anımsatıyorsun. Bugünkü durum üç yıl öncesini anımsatmakta. —2. (Bir kimseye) bir şeyi, bir şey yapmasını, yapması gerektiğini anımsatman, o şeyi unutmaması için bir kimseyi uyarmak; o şeyi ona hatırlatmak: Görevlilere sorum­ luluklarını anımsatmak. Kardeşine, anne­ sine telefon etmesi gerektiğini anımsattı. Telefon ederek saat 17.00'de randevu­ muz olduğunu anımsattı. A N IM S A N M A K -



A N IM S A M A K ,



A N IM S A T IC I a. Bilş. Manyetik bir or­ tamda biriktirilmiş bilgilerin tanınmasını ve bunlara erişimi sağlayan abecesel ya da sayısal karakterler sırası. A N IM S A T M A K - A N IM S A M A K . A N IR M A K gçz. f. 1. Anırtı çıkarmak. —2. Kaba. Çok yüksek sesle şarkı söy­ lemek, bağırmak. A N IR T I a. Eşeğin anırırken çıkardığı ses. A N IS A L sıt. Anı özelliği taşıyan, anı teliğinde olan. A N IŞ M A a Anımsama ve çağrışıma da­ yalı yazı ya da söyleşi A N IŞ M A K -



ANMAK



ha geniştir. Dinsel ve folklorik olmayan mi­ marlık anıtlarının hemen tümü sivil anıtla­ ra örnektir. Tarihsel kışlalar, kaleler, askeri amaçlı savunma yapılarıysa askeri anıt­ lar gurubuna girer. Teknik ve ekonomik anıtlar, teknik gelişimin tarihçesini verebi­ lecek önemli sayılan yapıtlardır. Su ke­ merleri, yel.değirmenleri, köprüler bu tür­ den anıtlardır. Kırsal nüfusun günlük ya­ şayışından kaynaklanan eşyaların tümü folklorik anıtlar grubundandır. Yazılı anıt­ ların kapsamında beratlar, arşivler, kitap­ lar, kitaplıklar bulunur. Doğa olaylarının etkileriyle oluşmuş doğa görünümleri de günümüzde "anıt” kavramı içerisinde de­ ğerlendirilmekte ve bunlar doğal anıtlar sınıfını oluşturmaktadır. Pamukkale, Ür­ güp, Göreme bu grup içinde değerlen­ dirilir. Türkiye'deki anıtların korunması ama­ cıyla 2 temmuz 1951'de 5805 sayılı ya­ sayla Gayrimenkul eski eserler ve anıtlar yüksek kurulu oluşturuldu. Bu kurul 2863 sayılı, Kültür ve tabiat varlıklarını koruma yasası’yla kurulan, Taşınmaz' kültür ve tabiat varlıkları yüksek kurulu’nun çalış­ maya başlamasına değin etkinliğini ara­ lıksız sürdürdü (23 temmuz 1983). A n ıt ç e v re tu riz m d e ğ e rle rin i k o ­ ru m a v a k fı (Türkiye) [TAÇ],Türkiye'nin, türk ulusunun ve Anadolu uygarlığının, kültür ve mimari mirasını, doğal, tarihsel, kültürel, estetik ve turizm değerlerini ve bu kavramlar içine girecek her çeşit bel­ gesel değerleri korumak, yaşatmak, bu değerlerin geçmişle gelecek arasında sü­ rekliliğini sağlamak amacıyla 1976 yılın­ da kurulan vakıf. Merkezi İstanbul'dadır.



A N IŞ T IR M A a. Anıştırmak eylemi; anış­ A N IT K A B İR a. A N lT M E Z A R ’ ın eşanlam­ tırmak amacıyla söylenen söz ya da ya­ lısı. pılan davranış; ima: Birjşeyi anıştırma yo­ luyla anlatmak. Başarısızlığıyla ilgili bu - .A n ıtk a b ir , Ankara’da Atatürk'ün anıt mezarı. Kentin her yerinden görülebilen anıştırma onu tedirgin etti. Yerli yersiz Rasattepe'dedir. Anıtkabir'in yapımına anıştırmalar. ilişkin ön çalışmalar, Atatürk’ün ölümün­ —Ed. Bir yazıda ya da sözlü anlatımda den hemen sonra başladı, önce yer se­ bilinen bir şeyi, bir kişiyi, adını belirtme­ çimi yapıldı (1939). Daha sonra Uluslara­ den ansıtma sanatı. (Eşanl. TE LM İH .) rası mimarlar birliği’ne (UIA) başvurularak A N IŞ T IR M A K g. f. Bir kimseyi, bir şeyi uluslararası proje yarışması düzenlendi. anıştırmak, ondan üstü kapalı biçimde 1942'de sonuçlanan yarışmaya Türkiye' söz etmek; ima etmek, ihsas etmek: Bu den 22, çeşitli ülkelerden 27 olmak üze­ uyarınızla kimi anıştırdığınızı anlayama­ re toplam 49 proje katıldı. Prof. P. Bonatz dım. Neyi anıştırmak istedin? Çalışanlar (Almanya), K. VVeichinger (Macaristan), i. arasında bir anlaşmazlık olduğunu anış­ Tengbom (Norveç) ve Arif Hikmet Holtay, tırmaya çalıştı. Muammer Çavuşoğlu, Muhlis Sertel’den (Türkiye) oluşan seçici kurul, Emin Onat A N IT a. 1. Önemli bir kişi ya da olayın anısını yaşatmak amacıyla yapılan mimari - Orhan Arda ortak projesi ile J. Kruger yapıt, heykel, yazıt; abide: Atatürk anıtı. (Almanya) ve A. Foschini'nin (İtalya) ça­ lışmalarını birinciliğe değer bularak hükü­ İlk Kurşun anıtı Orhun anıtları. —2. Es­ metin onayına sundu. Sonuçta Emin Onat tetik ya da tarihsel açıdan önem taşıyan Orhan Arda’nın ortak projesinin uygu­ mimarı yapıt: İstanbul'daki osmanlı anıt­ lanmasına karar verildi. Yapım sırasında ları. Antik çağın en önemli anıtlarından bi­ (1944-1953) proje çeşitli nedenlerle bir­ ri. —3. Herhangi bir alanda saygı uyan­ kaç kez değiştirilerek günümüzdeki biçi­ dıran, görkemli, kalıcı yapıt: Türk edebi­ mini aldı. Anıtın tamamlanmasından sonyatının anıtları. -—4. Anıt eser, resmi ma­ kamlarca korunmaya alınmış ev, ağaç vb. — ida. huk. Tarihsel anıt, sanat değeri ya da anıları nedeniyle korunması gereken yapı. ( - ESKİ E S E R '.) — A N S İK L . G ü z . sant. Anıtlar, sanat, tarihi ya da genel olarak kültür tarihi açısından kamu için olduğu kadar bir ülke, ulus, be­ lirli bir bölge, bir kent için önem taşıyan nesnelerdir. Bunlar, ülkelerin ve ulusların tarih, kültür ve sanat alanındaki başarıla­ rının somut belgeleri niteliğindedir. Bu yüzden bakım ve onarımları ulusal oldu­ ğu kadar, uluslararası önem taşır. Anıtlar durumlarına ya da türlerine gö­ re sınıflandırılabilir. Durumlarına göre, sa­ bit anıtlar mimarlık yapılarının tümünü kapsar. Bunlar tek yapı ölçeğinde olabi­ leceği gibi bir mahalle, bir meydan ya da tarihsel bir kentin genel görünümü olabi­ lir. Heykeller, tablolar, el sanatları vb. de­ vingen anıtlar olarak nitelenir. Türlerine göre ise dinsel, sivil, askeri, teknik ve ekonomik, folklorik, yazılı ve do­ ğal anıtlar olarak sınıflandırılmaktadır. Din­ sel anıtlar dinle ilgili tüm etkinlikleri kap­ sar. Camiler, manastırlar, mezarlıklar, bu gruptandır. Sivil anıtların kapsamıysa da­



ra, Atatürk'ün Ankara Etnoğrafya müzesi’ndeki naaşı, 10 kasım 1953'te düzen­ lenen bir törenle buraya nakledildi. 15 000 m2'lik bir alanı kaplayan Anıt­ kabir’in yapımında, bozkırın görünümü­ ne uygun olan Çankırı'nın açık sarı traverteni kullanıldı. Şeref holündeki tek parça lahdin mermeri Adana’nın Osmaniye ilçe­ sinden getirildi. Holün duvarlarında ise Bi­ lecik mermeri kullanıldı. Anıt, giriş yolu (altın yol, aslanlı yol, ai­ le), zafer alanı (tören alanı) ve şeref holü'nden oluşur. 26 basamakla ulaşılan gi­ rişten zafer alanına uzanan giriş yolu'nun başında Hürriyet ve istiklal kuleleri vardır. Yol boyunca Hüseyin Özkan’ın (Anka) ya­ pıtı olan hitit aslanı üslubunda 24 aslan heykeli sıralanır. Zafer alanına ulaşılan yerde de Müdafaai hukuk ve Mehmetçik kuleleri yer alır. 80 x 130 m boyutlarındaki zafer alanı bunlarla birlikte on kuleyle çev­ rilidir. Alan, 33 basamakla şeref holüne bağlanır. 20 m yüksekliğinde, 32 m enin­ de, 60 m boyundaki salon ana yapı için­ dedir. Bu bölüm sütunlu galeriyle çevrili­ dir. Tavan, altın mozaik bezemelidir. Du­ varlar ve taban Bilecik mermeriyle kaplı­ dır. Girişin karşısına yerleştirilen lahdin ar­ kasında, yapının tek penceresi bulunur. Anıtın çeşitli bölümlerinde Atatürk'ün sözleri ve Zühtü Müritoğlu, Hüseyin Öz­ kan, Mustafa Nusret Suman ile il­ han Koman'dan oluşan bir yontucular grubu tara lın d a n gerçekleştirilen (1951-1953) kabartma ve heykeller bulu­ nur.



o



Anıtkabir girişinde erkek heykelleri grubu



solda Anıtkabir’den genel bir görünüm



Anıtkabir’de Atatürk'ün lahdi



Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün lahdi de Anıtkabir’de, zafer alanının güneyin­ deki sütunlu sundurmadadır. —Huk. Anıtkabir hizmetlerinin yürütülme­ sine ilişkin 11 eylül 1981 tarih ve 1524 sa­ yılı yasaya göre, Anıtkabir’in ve burada bulunan Atatürk’ün yaşamı ve anılarıyla ilgili müze, kütüphane ve diğer kurumların her türlü hizmetlerinin yürütülmesin­ den Genelkurmay başkanlığı sorumludur. Yine aynı yasaya göre, Anıtkabir’in her türlü giderleri Milli savunma bakanlığı büt­ çesinden karşılanır. A n ıtk a b ir A ta tü r k k ita p lığ ı, inkılap kulesi’nde açıldı (1960); Atatürk'ün Çan­ kaya’daki özel kitaplığında bulunan 3 113 yapıttan oluşur Atatürk'ün kitaplar üze­ rindeki el yazısı notları, görüşleri önemli belge niteliğindedir. A n ıtk a b ir A ta tü r k m ü z e s i, Misakı milli kuiesi’yle inkılap kulesi arasındaki sa­ londa açıldı (1960). Burada Atatürk’e ait giyim eşyası, armağanlar, anı eşyası, ma­ dalyalar, şiltler, albüm ve fotoğraflarla belgeler sergileniyor, A N IT K A Y A , esk. Eğret, Afyonkarahisar’ın merkez ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 2 592 nüf. (1990). Belediye. PTT, Afyonkarahisar - Kütahya yolu üze­ rinde Eğret han (1278 Selçuklu), Anıtkaya şehitliği.



ayaklı bir alet (kazayağı) ile anız bozma



A n ıtla r d e rn eğ i (Türkiye), tescil edilmiş ya da tescile değer görülmüş anıtları, ta­ şınmaz eserleri onarmak, tanıtmak, eski türk ve İslam eserlerim korumak ve yaşat­ mak amacıyla, 1946 yılında kurulmuş, ka­ muya yararlı dernek. Merkezi Ankara’da­ dır. A n ıtla r ku ru lu — T A Ş IN M A Z * KÜLTÜR VE LU.



TA BİA T V A R LIK LA R I YÜKSEK



KURU­



A N IT L A Ş M A K gçz. f. Gelecekte saygı : A N İ a. (bir amerind dilinden söze.) Tro­ ve sevgi ile anılacak duruma gelmek; abi­ pikal Amerika'da yaşayan siyah tüylü kuş. deleşmek, yücelmek, ölümsüzleşmek: (Daha çok böcek yer, sürü halinde bir Buluşlarıyla anıtlaşan bir bilgin. Halkın arada yaşar; birçok dişinin yumurtladığı gönlünde anıtlaşmak. ve erkeklerle dişilerin birlikte kuluçkaya yattığı yuvalar yapar. Bil. a. erotophaga; ♦ anıtlaştırm ak ettirg. f. Bir kimseyi gugukgiller familyası. Bunlar, asalak ol­ anıtlaştırmak, onu yüceltmek, ölümsüzleş­ mayan guguklardır.) tirmek; abideleştirmek: Bir sanatçıyı anıt­ laştırmak. ■A N İ, Kars’ın Arpaçay ilçesinde, Arpaçay vadisinde kent kalıntısı. Özellikle Ortaçağ’ A N IT L A Ş T IR M A K •> A N ITLA Ş M A K. da kale kent olarak önem kazandı. Önce Kamsarakan, daha sonra Bagratlı sülale­ A n ıtm e z a r, İstanbul'da, Edirnekapı ile sinin elinde bulunan kent, kültür ve tica­ Topkapı arasında, sur dışında yer alan ret merkezi olarak gelişti. X. yy.'da Baganıtsal mezar. 27 Mayıs'tan sonra ölüm ratlılar'ın merkezi oldu. 1044’te Bizans cezasına çarptırılan ve 1961 yılında imraegemenliğine giren kent. 1064'te Alpars­ lı adasında idam ve defnedilen Adnan lan tarafından zaptedildi. Daha sonra gür­ Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Flasan cü (1124) ve moğol (1239) istilasına uğ­ Polatkan’ın naaşları, 17 eylül 1990 günü radı. 1319 depreminden sonra önemini yapılan törenle burava nakledildi. yitirdi. A N IT S A L sıf. 1. Anıt gibi olan, anıta Prof. M arr'ın kazılarından sonra benzeyen şey için kullanılır; abidevi: Anıt­ (1892-1893), Kılıç Kökten başkanlığında sal bir yapıt —2. Boyutları, çok büyük yürütülen araştırmalarda, yöre tarihinin olan, görünümüyle görenleri etkileyen bakırçağa değin indiği saptandı. Prof. Ke­ şey için kullanılır; görkemli, gösterişli, et­ mal Balkan başkanlığındaki kazılarda kileyici: Anıtsal bir ağaç. Anıtsal bir görü­ (1965-1967), Ani içindeki ve çevresinde­ nümü vardı. Anıtsal bir güzellik. ki yapılar incelendi; Selçuklu hamamları ortaya çıkarıldı. Süryani, İran, arap, türk A N IT S A L L IK a. Anıtsal olma durumu. vb. etkilerini yansıtması açısından önem­ A N IT T E P E , esk. Beyazköy, Tekir­ li olan Anı yapılarından, özellikle kubbeli dağ’ın Saray ilçesine bağlı bucak; 6112 bazilika ile kapalı yunan haçı planının bir nüf. (1990); 8 köy. Merkezi Anıttepe arada kullanıldığı büyük kate dra l (esk. Beyazköy); 2 026 nüf. (1990). (989-1001) Bagratlı mimarlığının ilginç ör­ neklerindendir. Ebulmuammeran camisi A N IZ a Tarım. 1. Hasattan sonra tarla­ (1195), Menuçehr camisi (XI. yy.), kervan­ da kalan tahıl sapı. —2. Ekin biçildikten saray (XII. yy ), mozaik işlemeli ön yüzü sonra kesik saplı ekin köklerinin bulundu­ ve özenli taş işçiliğiyle dikkati çeken ve sa­ ğu tarla. (Bk. ansikl. böl.) || Anız bozma, ray olarak nitelenen yapı, Selçuklu dönetoprağı hasattan hemen sonra yüzeysel mindendir. olarak (6-10 cm) işleme. (Bk. ansikl. böl.) jj Anıza ekim, doğrudan doğruya £nıza to­ ANİ. Mit. Başlangıçlar tanrısı ianus'un ethum saçıldıktan sonra tarla sürülerek ya­ rüsk dilindeki adı. pılan ekim. Â N İ sıf. (ar. ''anı). Esk. 1. Alçakgönüllü, — A N S İK L . Ekinin tırpan, orak makinesi, aciz. —2. Tutsak, esir, —3. Kederli, üz­ biçer-bağlar ve demet oluşturacak biçim­ gün. de orakla hasadında, anız boyu kısa olur. Biçer-döverle hasatta, biçer-döver tabla­ Â N İ sıf. (fars. an, şu ve-/’den ânı).Tasav. sının zarar görmemesi için boy yüksek tu­ Tanrı'dan başkası. tulur. Bu durumda tarla ya hayvanlara ot­ Â N İ sıf. (ar. ani). Esk. Olmuş, olgun. latılır ya da yeniden biçilir. Biçilen kısım yataklık, yakacak, toprak damlarda örtü A N İ K A D IN (Fatma), Hace i Zenân di­ olarak kullanılır. Doğru olmamakla birlik­ ye tanınır, türk şair (? - Yenişehir 1710). te, biçilmeyen anızın yakıldığı da olur. Ünlü tarihçi Hoca Sadettin Efendi'nin soTarla, ekimden önce anızbozanla ya da yundandır. Tezkirelerde ve mecmualarda norma! sürüm pulluklarıyla işlenir ve anız şiirlerine rastlanır. toprağa gömülür. Son zamanlarda uygu­ A N İB A a. Guyana’da yetişen ağaç, (iki lanan ve anıza ekim denilen yöntemle tar­ türünden, kaplamacılıkta ve ince maran­ laya doğrudan ekim de yapılmaktadır. gozlukta kullanılan değerli bir kereste el­ • Anız bozma yoluyla toprak temizlenir, de edilir. Defnegiller familyası.) yabancı otların çimlenmesi, anız ve öbür ürün artıklarının toprağa gömülmesi sağ­ lanır. Aynı zamanda, bazı asalaklar yok edilir, toprağın nem oranı korunur ve yağ­ mur sularının toprağa işlemesi kolaylaştı­ rılır. Bu işlem, mümkünse bir ya da iki haf­ talık aralıklarla iki ya da üç kez tekrarla­ nır. Böylece, kökünden sökülmüş bitkile­ rin (örneğin ayrık köksapları) kuruması ve yeni çimlenmiş bitkilerin toprağa karışma­ sı sağlanır. Anız bozma, ayaklı (kazaya­ ğı) ya da diskli aletlerle gerçekleştirilir. A N IZ B O Z A N a. Tarım mak. Anız boz­ maya yarayan soklu, dişli ya da disklrtoprak işleme aleti. A N İ sıf. (ar. ani). Kısa bir süre içinde, bek­ lenmedik bir anda olan, oluşan şey için kullanılır: Ani bir kararla evi terk etti. Ani ısı değişiklikleri. Bu ani ziyaret beni şaşırt­ tı. Ani bir ölüm. ♦ be. Bir an içinde; birdenbire: Bu iş pek ani oldu. —Çal. ekon. Ani grev, işçilerin işverene haber vermeksizin, sendikanın desteğiy­ le ya da aralarında anlaşarak işi birden­ bire topluca bırakmaları. (Günümüzde grev hakkı tanınan ve bu hakkın kullanı­ mı yasalarla belirtilen ülkelerde, bu tür grevler, doğurdukları olumsuz etkiler ne­ deniyle genellikle yasa dışı sayılmaktadır.) —Nük. müh. Ani nötron, parçalanma iş­ lemi sırasında, ölçülebilir gecikme olmak­ sızın yayımlanan nötron.



A N İD sıf. (ar. Canicf). Esk. Çok .inatçı. A N İD E be. (ar. aniden). Birdenbire, ani­ den. A N İD E A S Y O N a. (fr. anidâation). Psik. Bilincin işe karışmadığı bazı tutumların ve davranışların ayırt edici özelliği. (Anlamı pek kesin olmayan bu terim, Clörambault’nun bir zamanlar ileri sürdüğü zihinsel otomatizm kavramıyla ilişkilidir.) A N İD E N be. (ar. ani den). Ani bir biçim­ de; birdenbire, ansızın.



ANİELLO (Tommaso) -♦ MASANİELLO. A N İE N E , Orta İtalya'da ırmak, Roma’ nin K.’inde sol kıyıdan Tevere'ye kavuşur; 100 km. Tarino dağının (Apenninler) ete­ ğinden doğan ırmak, villa Gregoriana’da (Tivoli) 108 m yüksekliğinde bir çağlayan (Grande Cascade) oluşturur. Aşağı kesi­ mine Teverone adı da verilir. A N İF , A N İFE sıf. (ar. ranif, dişi, 'anife). Esk. Sert, haşin, kaba: "Aah, bir sarsar. / anîl sadme-i gûlanesiyle bir kuvvet " (Tevfik Fikret), ihtarat-ı anife (sert uyarılar).



A n İ f , A n I f e sıf. (ar. enf, burun'dan 3nif, dişi. Snife). Esk. 1. Çok az bir süre ön­ ce geçen. —2. Yukarıda geçen: ifadat-ı ânife (yukardaki ifadeler), madde-i ânife (biraz önceki, yukardaki madde), ânif-ûz -zikr. biraz önce anılan.



Anio  N İF E N be. (ar. Snifen). Esk. Biraz ön­ ce, demincek; yukarıda: "Ânifen zikr olu­ nan kimseler..." (Vartan Paşa, XIX. yy.), A n ik , Kanada iç telekomünikasyon uy­ duları dizisi. Bu dizinin üç uydusu, yereksenli yörüngelerine 9 kasım 1962, 20 ni­ san 1973 ve 7 mayıs 1975 tarihlerinde yerleştirildi. A N ÎK sıf. (ar. anik). Esk. Güzel, hoş, se­ vimli; tuhaf, garip şey için kullanılır. A N İK a. (ar. canik). Esk. Ense. A n lk k a , dıştaki (örneğin, insan vücudu) ve içteki (bilinç) her şeyin "süreksizliğine" ilişkin buddhacı öğreti. A N İK O , nepalli mimar ve dökümcü (XIII. yy.). Genç yaşta Tibet’te bir pago­ da yapmakla görevlendirildi. 1274’ten başlayarak güney Song hanedanlığının o zamanki başkenti Hangcou'da maden sanatçılarının başkanlığına getirildi. A N İL a . (fr. aniie).Org. kim. Anilinden tü­ reyen ve R—C H = N—C6H5genel formü­ lüyle gösterilen aldinimlerin genel adı. (Eşanl. S CHIFF BAZI.) A N İL İİD A E a. Tropikal ormanların çü­ rük topraklarında yaşayan ve boagillere benzeyen, kazıcı yılan familyası. (Henophidia grubundan.) A N İL İN a. (alm. Anilin; ar. en-nii). Org. kim. Benzenden türeyen ve formülü C6H5—NH2 olan birincil amin; ilk kez 1826’da, indigonun kuru damıtılması so­ nucunda elde edildi. (Eşanl. A M İN O B E N z e n , FE N İLA M İN .) [Bk. ansikl. böl.] —Graf. sant. Anilin yöntemi, alkol köken­ li bir eritende, anilin renklendiricilerinin çö­ zündürülmesiyle oluşmuş mürekkeplerle yapılan kabartmalı baskı yöntemi. (Silin­ dir biçiminde ya da bir silindir üzerinde takıtmış kabartma klişelerden yararlanan bu yöntem basitliği ve ucuzluğunun yanı sıra kâğıt, metal, plastik üzerine renkli baskıya da uygundur.) —Petr. san. Anilin noktası, incelenen ürünle anilinin eşit hacimlerde tamamıy­ la karıştırılmasına olanak veren en düşük sıcaklık.(Anilin noktasından,hidrokarbon­ ların aromatik madde oranlarını hesapla­ mada yararlanılır.) —Tıp. Anilin zehirlenmesi, anilinle ve ani­ lin boyalarıyla zehirlenme. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Aromatik birincil aminlerin ilk örneği olan anilinin teknik açıdan önemi çok büyüktür. Önce benzen nitrolanarak nitrobenzen hazırlanır ve sonra bu bile­ şik seyreltik hidroklorik asit ortamında de­ mirle indirgenerek zayıf bir baz olan (pKA = 4,6) anilin elde edilir. Benzen halkasının orto ve para bölge­ lerinde, kolayca elektroncul ornatmalar sağlanabilir; nitekim, klorlama, nitrolama, sülfonlama anilinin türevlerini verir; bu tü­ revlerin boyarmadde alanında birçok kul­ lanımı vardır. Kimi elektoncul ornatmalar, öncelikle NH2 grubu üzerinde gerçekleş­ tirilir. Metilleme ve etillemeyle, ikincil ve üçüncül aminler oluşturulabilir; bu bileşik­ lerin de-teknik açıdan önemi büyüktür. ( - » A R İLA M İN .) Anilin,klorasetik asitle tep­ kimeye girerse, indigonun öncüsü olan anilino-asetik asidi verir. Nitrik asidinin et­ kimesi sonucunda ise, C6H5 — N j X~formülünde benzendiazonyum tuzları elde edilir; bu tuzlar indirgenirse fenilhidrazin (C6H5—NH—NH2) oluşur ve diğer aro­ matik bileşiklerle yoğuştuğunda da, aminoazobenzen gibi azoboyarmaddeler do­ ğar. Eşlenik etilenik aldehitler ve keton­ lardan kinoleinin türevleri, aldehit ve ke­ tonlardan ise iminler (aniller) elde edilir. Nihayet ileri ölçüde yükşeltgeme, boya­ larda kullanılan benzokinon ya da anilin siyahı oluşumuna neden olur. Özgün kokulu, renksiz bir sıvı olan ve havada hızla esm erleşen anilin, 184°C’ta kaynar. Şiddetli bir zehirdir. —Tıp. Anilinin boyamada kullanılması özellikle işçilerde ağır, hatta bazen ölüm­



le sonuçlanan zehirlenmelere neden olur. Çünkü olağan sıcaklıkta anilin buharının gerilimi oldukça yüksektir. Anilin zehirlenmesi terleme, baş dön­ mesi, baş ağrısı, kanda methemoglobinin artmasından dolayı morarma ile kendini belli eder; ölüm solunum felcinden olur. Akut zehirlenmelerin tedavisi için yapay solunum ve methemoglobinin antidotu olan askorbik asit ve metilen mavisi öne­ rilir. Ağır durumlarda, yüksek basınçlı ok­ sijen kasasına koyma hastanın hayatını kurtarabilir. ileri derecede zehirliliklerinden ötürü, anilinin ve birçok anilin türevlerinin ilaç olarak kullanılmaması, iş ya da tedavi ka­ zası olarak anilin zehirlenmelerinin orta­ dan kalkmasını sağlamıştır. A N İL İN O -A S E T İK sıf. (fr. anilino -acetique). Org. kim. Anilino-asetik asit. formülü C6H5—NH—CH2—COOH olan aminoasit. — A N S İK L . Anilini klorasetik asitle işleyip elde edilen anilino-asetik asit, alkalilerle eritilerek indoksile dönüştürülebilir, indoksil indigonun doğrudan öncüsüdür ve do­ layısıyla anilino-asetik asit bu boyarmaddenin iki sanayisel bireşiminden birinde, önemli bir ara madde görevi üstlenir. A N İL İT a.(fr.an///de'den). Org. kim. Ani­ linden türemiş amitlerin genel adı; R - C O - N H - C 6H5 genel formülüyle gösterilirler. A N İLO C R A a. Balıkların derisinde asa­ lak yaşayan eşayaklı kabüklu hayvan, (iri bir tespihböceğine benzer.) A N İM A a. (ruh anlamında lat. söze.). Psi­ kan. C. G. Jung’un terminolojisinde, in­ san ruhunun kadınsı bölümünü belirten ilkörnek (erkeksi bölümü, animus belirtir). — A N S İK L. Anima/animus ilkörnekler çiftini Jung, kolektif bilinçdışı konusundaki ça­ lışmalarında ileri sürdü. Jung’a göre bu çift, insanlığın binlerce yıllık deneyimleri boyunca ve özellikle bir erkek ile bir dişi­ den oluşan tanrısal çiftlerin mitolojideki canlandırılmalarında kendini gösterir ve bunlar, idealleştirilmiş anababa çiftinin im­ gesini dile getirebilen kolektif simgelerdir. Özne, kişiliğinin gelişmesinde, anima ve animus yanlarını, bu imagoların etkisi al­ tında değerlendirip harekete geçirir. Cin­ sel eşiyle olan ilişkisinde ise bu, özellikle önem kazanır. A N İM A T O be. (canlı anlamında ital. söze.). Müz. Bir parçanın coşkunluk ve canlılıkla seslendirilmesi gerektiğini belir­ tir. A n lm a u x (Traite de s) [Hayvanlar üze­ rine inceleme], Condillac'ın kitabı (1755). ilk bölüm, hayvanların makineden farksız olduğunu ileri süren descartesçı görüşün yadsınmasıyla başlar. Condillac daha sonra, hayvanlarda doğal olarak varoldu­ ğu düşünülen alışkanlıkların deneyden kaynaklandığını ve edinilmiş olduğunu göstermeye çalışır. Buna dayanarak, iç­ güdünün zekâ ile bir tutulabileceği so­ nucuna varır. Daha önce Berlin akademi­ si için yazılmış olan, Dissertation sur l'existence de Dieu de (Tanrı’nın varlığı üzerine inceleme)bu kitap içinde yer alır. A N İM İZ M a. (lat. anima, ruh’tan; fr. animisme). Antropol. Evrendeki varlıklarda ve şeylerde, insan ruhuna benzer bir ruh bulunduğu inancına dayanan genel gö­ rüş. (Bk. ansikl. böl.) —Ruhbil. Çocukların, nesneleri canlı var­ lıklar olarak düşünme ve bunlara niyetler yükleme eğilimi. — A N S İK L . Antropol. Animizm terimini ilk kez, ruh kavramını, canlı varlığın bedeni­ nin bütün bölümlerini kapsayacak biçim­ de genişleterek ele alan alman fizyolog hekim Ernst Stahl (1660-1734) ortaya at­ tı. Animizme göre, ruhla bedeni ayrı var­ lıklar olarak düşünmek ya da tasarlamak olanaksızdır. Bundan dolayı bu öğreti, makine-hayvan kuramına karşıttır.



Ama animizm kavramı, gerçek ve yay­ gın kullanımını, antropolojide buldu. XIX. yy.’ın sonunda E. B. Tylor bu kavramı, ev­ rimci bir kuram olarak ileri sürdü. Bu ku­ rama göre, tüm insanlık "animist" evre­ den geçmiş ve şu iki soruya yanıt aramış­ tı: canlı bir bedenle ölü bir beden arasın­ daki ayrım nedir? Ölüler düşlerimizde, bizi niçin ziyaret eder? Bu iki sorunun ilişkili olarak ele alınması, ruhların, ölümden sonra doğada bir yerde var olmaya de­ vam ettiği ve bundan ötürü ölülere tapılması gerektiği düşüncesine yol açmıştı. Ölülere tapınma olayına pek çok kavim­ de rastlanması, yetersizliklerine rağmen bu kuramı, olgularla doğrulamaktadır.



625



A N İM O G R A F (fr. animographe) [tescilli ad]. Sine. Saniyede yalnızca birkaç gö­ rüntü kaydederek basitleştirilmiş çizgili canlı resimler yapmaya yarayan aygıt. A N İM U C C İA (Giovanni), İtalyan besteci (Floransa, 1500'den sonr. - Roma 1571). Aziz Filippo Neri’nin dostuydu. Fransiskenliğin aşırı kanatlarından birini oluştu­ ran “ spirituale’leri’e katıldı ve bu toplulu­ ğun beste repertuvarını oluşturdu. 4-6 ses için missalar, dinsel ya da dindışı madrigaller besteledi; yapıtlarındaki zengin çoksesliliğin, sözlerin anlamını gölgeleme­ mesine özen gösterdi, iki Laudi spirituali kitabında (1563 ve 1570), Oratorium top­ lantıları için bestelediği İtalyanca ilahileri­ ni bir araya getirdi. 1555’te Giulia capellası müzik yöneticisi olarak yerine geçtiği Palestrina ile birlikte, Roma okulu müzikçilerinin en büyük temsilcilerinden biri sa­ yılır. A N İM U S a. Psikan. C. G. Jung'un terimlemesinde, anima'ya karşıt olarak kişinin ruhundaki erkeksi bölümü belirten ilkör­ nek. A N İN A , Romanya’da taşkömürü çıkar­ ma merkezi, Banat'ta, Reşita’nın G.'inde. A N İN E T O N . Tar. coğ. Batı Anadolu’da, Lydia bölgesinde kent; Menderes ırma­ ğının kuzeyinde Mastaura ile Hypaipa arasındaydı. Sikkeler üzerinde Anninesion demos olarak belirtilir. Bizans çağın­ da piskoposluk merkeziydi. A N İN G E R İA a. Tropikal Afrika’da yeti­ şen ağaç. (Odunu pembemsi soluk kah­ verenginde, cilalı görünüşte, ince dokulu, gevrek ve hafiftir; ince marangozlukta kaplama işlerinde kullanılır.) A N İO . Esk. coğ. Eskiçağ İtalya’sında ır­ mak; Tibur'dan geçer, Antemnae yakı­ nında Tiberis’e (bugün Tevere) kavuşur. Suları birçok su kemeriyle Roma'ya ulaş­ tırılırdı. Bugün Aniene.



Ani antik kentinden bir görünüm Kars



A N İR A , japon folklorunda, saatleri dü­ zenleyen on iki cinden biri. Türkiye saa­ tiyle, öğleden sonra saat üçün karşılığı olan sekizinci cin, Hitsuci (Koç) da deni­ len Anira’nın korumasındadır. Bu cin, sa­ natçılar tarafından, üzerinde bir tür koç başı bulunan asık suratlı biri olarak gös­ terilir.



A N İZ E İK O N İ a. (fr. anisâıconie; yun. anisos. eşitsiz ve eikon, -onos, görüntü’ den).,Oftalmol. iki gözle görme kusuru. (Bu hastalıkta iki gözle aynı cisme bakıl­ dığında, her göz o cismi değişik boyda ve hatta biçimde görür, Anizeikoni has­ talığına yakalananlar kontakt lens kullan­ makla büyük ölçüde rahatlarlar.)



A N İR U D D H A -> ANÖRATHA.



A N İZ İD İN a (fr. anisidine). Org. kim. Formülü CH30 —C6H4—NH2 olan metoksianilinlerin yaygın adı. —ANSİKL. Üç izomeri bulunan anizidinin, azo boyarmaddelerin üretiminde belli bir teknik önemi vardır. Meta izomeri,' meta -aminofenol metillenerek.ortove para izo­ merleri ise orto ve para nitro-anizoller in­ dirgenerek elde edilir.



 N İS sıf. (ar. cSnis). Esk. 1. Yaşlı bekâr; orta yaşlı ve evlenmemiş kız için kullanı­ lır. —2. Büyük ve besili deve için kullanı­ lır. A N İS A . Tar. coğ. Anadolu'da Kappadokia bölgesinde kent. Kentle ilgili, İ.Ö. II. yy.’dan kalma, yunanca yazıtlı bir tunç levha Berlin müzesi’ndedir. Yazıta göre Mazaka (Kayseri) yakınındaki kent, İ.Ö. II. binyılda büyük bir olasılıkla Nesa ya da Kaneş (Kültepe) adını taşıyordu. Yasala­ ra göre kent her yıl bir Demiurgos yöne­ timine veriliyor ve o yıla onun adı konu­ yordu. Burada Zeus, Zeus Soter, Herakles ve Astarte’nin tapınakları vardı. İ.Ö. I. yy.’da sönen kent, Mithridates savaşların­ da yıkılmış olmalıdır. A N İS A K İS a. Deniz memelilerinde asa­ lak yaşayan ve arakonak olarak balıklar­ da (ringa) bulunan nematot. — Patol.- Anisakis hastalığı, Hollanda ve Japonya'da görülen ve Anisakis simplex ve benzeri nematot türlerinin larvaların­ dan ileri gelen bir asalak hastalığıdır. Ara­ konak olan hayvan çiğ yenirse insana ge­ çer: mide ya da bağırsak çeperine yerle­ şen larva, eozinofil bir granülomla çevri­ lir ve genellikle ameliyatla çıkarılmayı ge­ rektirir.  N İS E sıf. (ar. anise). Esk. Cana yakın, güzel huylu kız ya da kadın. A N İS O M Y A R İA a. iki çenetli yumuşak­ çalar alttakımi: (Çenetleri, midyede oldu­ ğu gibi, farklı büyüklükte kaslarla birbiri­ ne bağlıdır.) A N İS O P L İA a. Zool. Bambul denen ekin zararlısının bilimsel cins adı. A N İS O P T E R A a. Asya'da ve Malezya adalarında yetişen ve birçok türünden ya­ kacak odun elde edilen ağaç. (12 tür; d ip terocarpaceae altfamilyası.) A N İS O P T E R A a. (yun. anisos, eşit ol­ mayan, ve pteron, kanat’tan). Aeschna ve kızböceği gibi böcekleri kapsayan alttakım. — ANSİKL. B u a ltta k ım d a k i b ö c e k le r ç o k hızlı v e ç o k iyi u ç a r; u ç a rk e n a ni d ö n ü ş ­ le r ya p a r, d in le n irk e n kanatlarını y a ta y tu ­ ta r, y u m u rta la rın ı d o ğ ru d a n s uya, e n d e r o la ra k d a b itk ile rin ü s tü n e b ıra k ırla r. K a­ lın g ö v d e li la rvalarının b o y la m a s ın a yarık b ir m a s k e s i v a rd ır; karın kısm ı y a p ra k s ı e k le n tile ri o lm a y a n b ir k a p a k ç ık a y g ıtıy la s o n b u lu r.



A N İS O P T E R Y X a. Z o o l. ALSOPHİLA' nin eşanlamlısı. A N İS O T O M A a. Genellikle mantar miselyumlarıyla kaplı yerlerde dolaşan kın­ kanatlı böcek. (Silphidae familyası.) A N İT a. (fr. annite'ten). Miner. Demirli bi­ yotit. A N İT a. (fr. anite). Patol. Anus iltihabı. A N İT T A , kussaralı hitit kralı (İ.Ö. XVIII. yy.). Nesa'ya yerleşti, Hatti'nin öteki bü­ yük kentlerini ele geçirdi ve Hattuşaş’ı yerle bir etti. A n ltta m e tn i, Boğazköy'de (Hattuşaş) bulunmuş, hitit dilinde çivi yazılı belgeler; Hititler’in atası sayılan Anitta'nın (yaklş. İ.Ö. 1750) kişiliğini, Asur ticaret kolonileri çağında Hattuşaş ile Alişar ve Kültepe arasındaki ilişkileri aydınlatması açısından önemlidir. A N İY A -



İOS



 N İY E çoğl. a. (ar. in S nin çoğl. aniye). Esk. Kap kacaklar, tabak çanaklar.



A N İZ İK sıf. (fr. anisique). Org. kim. Anizik asit (aldehit, alkol). CH30 —C6H4 (— C O O H ,- C H = 0 ,—CH2OH)formüllü bi­ leşikler. (Asit [para izomeri] ilk kez, ana­ son esansı yükseltgenerek elde edildi.) —ANSİKL. Yalnızca para izomerleri önem­ lidir. Kireç üzerinde damıtılan anizik asit, anizol verir. Doğal olarak, anason esan­ sında az miktarda bulunan anizik aldehit, anetolün özyükseltgenmesi sonucunda oluşur. Anizik asit, anetol nitrik asitle yükseltge­ nerek elde edildiği gibi bireşim yoluyla da üretilebilir. Parfümcülükte akdiken adı al­ tında kullanılan çok hoş kokulu bir sıvıdır. Anizik alkol ise, anizik aldehit indirgene­ rek hazırlanır. A N İZ İL - (fr. anisyl-). Org. kim. Bir molekülde anizil kökünün varlığı­ nı belirten önek. A N İZ İL a (fr. anisyle). Org. kim. Formülü CH30 —C6H4 olan birdeğerli kök. (Üç izomer kökü vardır: orto, meta ve para.) A N İZ O G A M İ a (fr. anisogamie; yun. anisos, eşitsiz, gamos, evlilik, biılik’ten). Biçim bakımından farklı olan eşeyli üre­ me çeşidi. (Türlerin çoğunda durum böyledir; bu türlerde spermatozoit küçük ve çok hareketli bir hücre, ovosit büyük, ha­ reketsiz ve yedek besinle dolu bir hücre­ dir.) [Eşanl. HETEROGAMİ, karşt. İZOGAMİ.] A N İZ O K O R İ a. (fr. anisocorie; yun. ani­ sos, eşitsiz ve kore, gözbebeği'nden). Oftalmol. ve Nörol. Gözbebeklerinin büyük­ lüğünde eşitsizlik. A N İZ O K R O M İ a (fr. anisochromie; yun. anisos, eşitsiz ve khroma, renk’ten). Hematol. Mikroskopla bakıldığında, he­ moglobin yüklerinin farklılığından dolayı alyuvarlarda görülen renk eşitsizliği.



A N İZ O S İT O Z a (fr. anisocytose, yun. anisos, eşitsiz,ve kytos.hücre’den). He­ matol. Alyuvar çaplarındaki olağandışı eşitsizlik. (Alyuvarların normal çapı 7 /ım’dir.) A N İZ O S T E M O N sıf. (fr. anisostĞmone; yun. anisos, eşitsiz, ve stemon, iplik’ten). Bot. Erkekorgan sayısı taçyaprak sayısın­ dan farklı olan çiçeklere denir. A N İZ O T O N İ a (fr. anisotonie). EŞBASlNÇSlZLlK’ın eşanlamlısı. A N İZO T R O P sıf. (fr. anisotrope; yun. anisos, eşitsiz, ve tropos, dönme’den). Dokubii. Işığı çift kırma özelliği olan orga­ nik cisimlere denir. (Çizgili kas lifinin ko­ yu renkli bölgesi buna örnektir.) —Krist. ve Fiz. Fiziksel özellikleri (ısı ve elektrik iletkenliği, kırılma indisi, esneklik vb.) doğrultuya bağlı olarak değişen maddeler için kullanılır. (Eşanl. a y r i y ö n ­ lü .) [Bk. ansikl. böl.J —Yerbil. Anizotropi gösteren bir kayaç için kullanılır. —ANSİKL Krist. ve Fiz. Temel bileşenle­ rinin (atom, iyon, molekül) özel dizilişinden dolayı, bütün kristaller doğal olarak anizotroptur. Bununla birlikte, çok kristalli bir yığışım (metal, kaya, polimer vb.) çok sa­ yıda ve gelişigüzel yönlenmiş kristaller­ den oluşuyorsa tümüyle izotrop olacak­ tır; tersi durumda dokulu madde ortaya çıkar ve tümüyle anizotroptur. Kristallerin fiziksel özellikleri kristal doğ­ rultularına bağlıdır; ayrıca bu doğrultula­ ra göre ölçülen fiziksel özellikler kristalin bakışımıyla doğrudan bağıntılıdır, izotrop bir ortamda, skaler değişmezler biçimin­ de beliren bu özellikler, anizotrop bir or­ tamda tansör adı verilen katsayı tablola­ rıyla belirtilir: elektrik iletkenliği tansörü, ısıl iletkenlik tansörü, mıknatıslanma tansörü vb. Öte yandan saydam anizotrop kristal­ lerde çift kırılma olayı görülür. Dış etkilerle (mekanik, elektrik ya da manyetik) izotrop bir ortam anizotrop bir ortama dönüştürülebilir; örneğin zorlama­ ların dağılımı, ışılesneklikölçüm yöntemiy­ le görselleştirilerek, saydam bir makette biçimlendirilebilir. A N İZ O T R O P İ a. (fr. anisotropie). 1. Krist. ve Fiz. Anizotrop bir maddenin ni­ teliği. (Eşanl. AYRI YÖNLÜLÜK.) —2. Krist. Süreksiz anizotropi, bir mineral ya da kris­ talde görülen doğal yüzeylerin dilinimi ya da oluşumu gibi anizotrop özellik; bu özellik kristalin durumunu makroskopik düzeyde tanımlar. —Yerbil. Yapısal anizotropi, bir kayacın tercihli yönelimi.



A N İZ O L a (fr. anisote). Org. kim. For­ mülü CH30 —C6H6 olan bileşik; eskiden anizik asidin karboksili giderilerek elde edilirdi. — ANSİKL. Fenolün metil eteri olan anizol, organik bileşikler için iyi bir çözücüdür ve fenolün metillenmesinde bir araürün ola­ rak elde edilir. Nitrolanması, anizidinlere indirgenebilen orto- ve para-nitro anizolleri verir. Öte yandan, anizik aldehite de dönüştürülebilir.



A N İZ Ü R İ a. (fr. anisurie; yun. anisos, eşitsiz, ve uron, idrar'danJ.Nefrol. 24 sa­ atlik idrar miktarının günden güne değiş­ mesi. (Kimi karaciğer hastalıklarında gö­ rülür.)



A N İZ O M E T R İK sıf. (fr. anisomâtrique; yun. anisos, eşitsiz, metron, ölçü'den). Nörol. Çalışan kas uzunluğunun değişti­ ği dinamik kas kasılması.



A N J E L İK a. (fr. angelique). Ayakkc. Anjelikökçe, ortasından, tüm çevresi boyun­ ca oyulmuş ve aşağıya doğru genişleyen yüksek ökçe.



A N İZ O M E T R O P İ a. (fr. amsometropıe: yun. anisos, eşitsiz, metron, ölçü ve ops, görme'den). Oftalmol. İki gözün görme gücündeki eşitsizlik. (Örneğin, bir gözün normal, diğerinin hipermetrop ya da mi­ yop olması.)



A N J E R O SUD JENSK, Rusya’da kent. Sibirya'da, Kuznetsk'te, Tomsk’un G.-D.’sunda;105 000 nüf. Taşkömürü çı­ karım merkezi.



A N İZ O P A K sıf. (fr. anisopaque). Yerbil. Menteşe katmanları düzeyinde kalınlaş­ ma ve kanatlar düzeyinde uzamayla be­ lirlenen kıvrım için kullanılır. A N İZ O S F İG M İ a. (fr. anisosphygmie; yun. anisos, eşitsiz, ve sphygmos, nabız’ dân). Kardiyol. Atış aralıkları eşit, genliği farklı olan nabız düzensizliği. • •



A N J A M B M Â N a. (fr. enjambement). Ed. -> ULANTI. A N J E İT a. (fr. angeite). Damar sistemiy­ le ilgili genel hastalıkların ortak adı (örne­ ğin tıkayıcı trombo-anjeit).



A N J İA L J İ a. (fr. angialgie; yun. aggei -on, damar, ve algos, ağrı’dan). Semeiol. Kan ya da lenf damarı ağrısı. A N J İN a. (fr. angine; lat. angına). Boğaz ve yutak bölgesi mukozasının iltihaplan­ ması. (Bk. ansikl. böl.) || Göğüs anjini (angina pectoris) koroner atardamarların ye­ terince kan verememesinden ileri gelen miyökart iskemisine bağlı olarak öngöğüs bölgesinde duyulan ağrı. (Eşanl. ANGOR



PECTORİS.) [Bak. ansikl. böl.S —'Vet. Yutağın, gırtlağın, bademciklerin ve tekparmaklılarda gırtlak keselerinin bir­ likte ya da ayrı iltihaplanması. — A N S İK L . Anjinler aslında enfeksiyon kö­ kenlidir. Çoğu zaman başlı başına ve sı­ radan bir rahatsızlık, kimi zaman da baş­ ka bir hastalığın belirtisi olarak ortaya çı­ kar. Hastalık, kırmızı anjinler ve beyaz an­ jinler diye iki çeşide ayrılabilir. Kırmızı anjinler, genellikle bademcikle­ re kadar yayılan akut nezle anjini şeklin­ dedir. ( -> B A D EM C İK İLTİH A B I.) Virüs kö­ kenli olan bu çeşit anjinler genellikle kı­ şın görülür, ürperme ve yüksek ateşle başlar. Boğaz mukozası kırmızılaşır ve yutma güçlüğü belirir. Hastalık kısa sürer, ama kimi hastalarda sık sık.yeniden baş­ lar. Yerel bakım ve asetilsalisilik asit ya­ rarlıdır. Beyaz anjinler, çoğu zaman bakteri kö­ kenlidir ve kışın sık görülür. Bunlarda ba­ demcikler bulamaç gibi sümüksü bir maddeyle kaplanır ve boğaz döküntülü bulamaçlı bir görünüm alır; beyaz bulamaçsı maddenin yapışıksız oluşu onu dif­ terinin yalancı zar denen benzer belirtisin­ den ayırır. Yutaktan alınan parçaların mu­ ayene sonuçlarına bakılarak uygulanacak antibiyotik tedavisi, hastalığın uzak organ­ larda (özellikle böbreklerde) karmaşa ya­ ratmasını önler. Özgül denen anjinlerde hastalığın mik­ robu özgül olduğu gibi klinik, görünümü de özgüldür. Aşılama sayesinde hemen hemen artık görülmez olan difteri anjini yalancı zarlarla belirgindir. En ufak şüp­ he halinde anjinden parça alınıp muaye­ ne edilirse difteri olup olmadığı hemen anlaşılır. Vincent anjini önce yalancı zar­ larla başlar, sonra yara halini alır ve bir yanda olur. Yaralı yerde sertlik bulunma­ ması onu frengiye özgü bademcik yara­ sından ayırır. Uçuk anjini yüksek ateşle birlikte uçuklarla belirgindir. Bulaşıcı has­ talık anjinleri (kızıl, tifo) çok seyrek görü­ lür. Kan anjinleri, enfeksiyoniu mononükleozdan doğmuşlarsa tehlikesizdirler, ama bir agronülositoz ya da lösemi belir­ tisi de olabilirler. Ludwig anjini anjin de­ ğil, bir ağız tabanı flegmonudur. Bir de kangrenli ve flegmonlu anjinler vardır. —Kardiyol. Göğüs anjini, tam sol kola ka­ dar uzanan bir göğüs ağrısıyla belirir; bu sıkıcı ve yürek daraltıcı ağrı, fazla çaba harcandığı zaman gelir; derhal çabanın durdurulmasını ve dinlenmeyi gerektirir. Ortaya çıkış zamanı (dinlenirken, yemek sonrası), belirdiği yer (mide altı), tipi (yan­ ma, sıkıştırma), yayılma alanı (sağ kol ya da her iki kol, boyun, sırt) bakımından ağ­ rı belirtileri her zamanki belirtilere uyma­ yabilir, ama trinitrin alındıktan en az 90 sa­ niye sonra kesilir. Göğüs ağrısının belir­ mesi bir elektrokardiyografin yapılmasını ve sağlık koruma-perhiz önlemleri alınma­ sını gerektirir.



A K İ M L İ sıf. ve a. Anjini olan. AN>3İYEKYAİ£İ a. (fr. angiectasie\ yun. aggeion, damar, ve ektasis, genişleme’ den). Patol. Damar genişlemelerine veri­ len genel ad. (Bu terim özel adları olan lezyonlar [anevrizma, varis, vb.] için kul­ lanılmaz.) A N J İY O A R Ş İT E K T Ü R a. (fr. angioarchiteciure). 1. Herhangi bir organda kan damariannın dağılımı ve düzeni. —2. Bir organ ya da dokunun, özellikle mer­ kez sinir sisteminin damarlarla birlikteki ör­ güsü. A N J İY O D İS P L A Z t a. (fr. angiodysplasie; yun. aggeion, damar, dys, kötülük ya da zorluk bildiren ek, plasis. yumuşaklık’ tan). Gelişim bozukluğundan doğan damar bozukluğu, (iki grup anjiyodisplazi vardır: asıl anjiyodisplaziler ve von Recklinghausen nörofibromatozu ya da doğuştan metabolizma bozukluğu denen sendromlar gibi yaygın bağdokusu hastalıkların­ da görülen atardamar bozuklukları.)



A N JİY O O R A F İ a. (fr. angiographie\ yun. aggeion, damar, graphein, yazmak’ tan). Damar içine X ışınlarını geçirmeyen bir madde şırınga edildikten sonra da­ marların filminin alınması. . —Nörol. Beyin anjiyografisi, X ışınlarını geçirmeyen bir madde doğrudan doğru­ ya ya da uzaktan atardamarlara şırınga edilerek beyin damar sisteminin röntgen­ le görünür hale sokulup incelenmesi. (Atardamarların saydamsıziaşmasından sonra kılcal damarlar, arkasından da top­ lardamarlar saydamsızlaşır ve bu ilerleme seri halinde yapılan klişelerle kontrol edi­ lir.) | izotoplarla beyin anjiyografisi, top­ lardamar yoluyla, şırınga edilen radyoaktif bir izleyiciyle beyin kan dolaşımının ve kan-beyin engelinin ilk dakikalarının ince-



karotis (şahdamar) anjiyografisi lenmesi. jj Karotis anjiyografisi, X ışınları­ nı geçirmeyen iyotlu bir maddenin atar­ damar içine ya doğrudan doğruya ya da uzak bir noktadan sokulan bir sonda ara­ cılığıyla şırınga edilmesiyle çekilen karo­ tis damar sistemi radyografisi. (Araştırma ya ana karotisi ya da onun iki kolu olan iç ve dış karotisi ilgilendirebilir, ama be­ yin yarımkürelerindeki lezyonların nede­ nini araştırmada, iç karotisin ve dallarının incelenmesi çok önemlidir.) |j Omurga an­ jiyografisi, uyluk atardamarına ya da koituk atardamarına sokulan bir sonda ara­ cılığıyla X ışınlarını geçirmeyen iyotlu bir madde şırınga edilerek omurga atarda­ marının ve basilaris atardamarı ile dalla­ rının radyografisinin yapılması (Bu mua­ yene beyin sapı, beyincik ve artkafa lo­ bu lezyonlarının araştırılmasında önemli­ dir.) jj Omurilik anjiyografisi, X ışınlarına saydamsız iyotlu bir madde, kasıktan so­ kulan bir sonda aracılığıyla kaburgalararası atardamarlara şırınga edilerek elde edilen omurilik damarları radyografisi. —Oftalmol. Flüorışıyla göz anjiyografisi, flüorışıl bir madde yardımıyla gözün da­ mar ağının çeşitli alanlarını incelemeyi sağlayan muayene tekniği.



ANJİYO-İMM ÜNOPLASTİK sıf. (fr. angio-immunoplastique). Anjiyo-immünoplastik lenfadenopati -*■ l e n f a d e n o PATİ.



A lM fr O lU Ü B h K I R A F İ ijr.angiocardiographieı yun. aggeion, damar, kardia, kalp, graphein, yazmak'tan). Kalp boşluk­ larının ve kalp tabanındaki büyük damar­ ların X ışınlarını geçirmeyen bir madde şı­ rınga edildikten sonra çekilen radyogra­ fisi. — A N S İK L . Şırınga ya çevredeki herhan­ gi bir toplardamar yoluyla (akıntıyla elde edilen anjiyografi) ya da sağ yahut sol kalp boşluklarından birinin içine ya da ya­ kınına yerleştirilen bir sonda aracılığıyla yapılır. Bir seriyografta yakın aralıklarla (saniyede 2 ya da 3) alınan klişeler, say­ dam olmayan maddenin, sırayla sağ kal­ bi, akciğer atardamarını ve dallarını, ak­ ciğer toplardamarlarını, sol kalbi ve aor­ tu geçişini izlemeyi sağlar. Bu geçiş sıra­ sında saydamsız maddenin sulanması



gittikçe daha soluk resim verdiğinden,çe­ şitli noktalardan gene şırınga yapılması gerekir. Bu yöntem bazı göğüs içi lezyonlarının damar kökenli olup olmadığını ve kalbe ilişkin bazı şekil bozukluklarının ya­ pısal karakter taşıyıp faşımadîğını anlama­ ya yarar. A N JİY O K A R D İY O O R A M a.(fr .angiocardiogramme; yun. aggeion, damar, kardia, kalp, gramma, diyagram'dan). Anjiyokardiyografiyle elda edilen bir dizi klişe halinde kalp görüntüsü. & IIJ İY O K E R  T O B * (fr. angiokâratome\ yun. aggeion, damar, keras, boynuz, oma, ur’dan). Der. hast. Sir damar çoğal­ masıyla bir hiperkeraloz sürecinin birlik­ te bulunduğu deri lezyonu. —A n s İk l. Mibelli anjiyokeratomu, üzeri siğille kaplı nokta biçiminde küçük bir anjivom, ya da el ve ayak uçlarında oksijen azlığı bulunan kişilerin el ve ayakları üze­ rinde bulunan telanjiektazili bir siğil şek­ linde görülür. Mibelli tipi dışında, bir anjiyom ya da telanjiektazi üzerinde hiperkeratoz bulunması sıradan bir olaydır. Bu­ nun birçok çeşidi vardır; özellikle bir ta­ nesi ben türündedir ve doğuştan gelir (ben şeklinde sınırlı anjiyokeratom), bir de yaygın biçimi vardır ki, çekinik genle ge­ çen kalıtımsal bir lipolt doku hastalığıdır (Fabry yaygın anjiyokeratomu). A N J İY O K O L E S İS T tT a. (fr. angiocholecystite-, yun, aggeion, damar, khole, saf­ ra ve kystis, -/f/s, kese iltihabı’ndan). Saf­ ra keseninin ve safra yollarının iltihaplan­ ması. (Safra taşlarının neden olduğu sık görülen bir hastalıktır; safra kesesinin çı­ karılmasını gerektirecek akut bir kolesistit halini alabilir ve ameliyatla birlikte anti­ biyotik tedavisini gerektirir.) A N J İY O K O tİT a. (fr. angiocholite\ yun. aggeion, damar, ve khole, safra'dan). Ka­ raciğer içi ya da dışı safra yollarının ilti­ haplanması. (Mikroplardan ileri gelebildi­ ği gibi [tifo, kolibasiloz], bir tıkanmadan da ileri gelebilir [taş ya da ur].) A U JİY @ L © Jİ a. (fr. angiologie; yun. ag­ geion, damar,ve logos, bilim’den). Doiaşım organlarını inceleyen anatomi bölü­ mü. (Kalbi [kardiyoloji], atardamarları [arteriyoloji], toplardamarları [fieboloji], lenfdamarlarını [anjiyolökolöji] inceleyen bö­ lümleri vardır.) J W İ Y O L & K O W İ a. (fr. angioleucoiogie, yun, aggeion, damar, leukos, ak ve logos, bilim’den). Lenfdamarlarınıinceleyen anatomi bölümü. A}î«üÜ¥©8s! a. (fr. angiome\ yun. agge­ ion, damar ve oma, ur’dan). Der hast. Damarların çoğalmasından ileri gelen teh­ likesiz ur. (Hemanjiyom [tehlikesiz kan da­ marı uru] ve lenfanjiyom [tehlikesiz lenf damarı uru] diye iki çeşidi vardır.) [Bk. an­ sikl. böl.] —Nörol. Beyin anjiyomu ya da beyin atardamar-toplardamar anevrizması, be­ yin kabuğunda (korteks), gri çekirdekler­ de, beyin kökünde ve beyincikte, hatta beyin zarlarında ve koroit ağda yer alan anormal atar-toplardamar bağlantılı da­ mar bozukluğu (Yavaş gelişen bu biçim­ sel bozukluklar, hem beyin -beyin zarı ka­ namalarına, hem dolaşımın bozulmasın­ dan dolayı ortaya çıkan beyin iskemisi ne­ deniyle oradaki ya da alttaki beyin doku­ su bozukluklarına yol açar.) jj Omurilik an­ jiyomu ya da omurilik anevrizması, omu­ rilikte ve omurilik zarlarında yer alan anor­ mal atar-toplardamar bağlantılı damar bo­ zukluğu. (Omurilik zarlarında kanamala­ ra ve çevredeki sinir dokusuna etkisinden dolayı omurilik-omurilik kökü sendromlarına ya da omurilikiçi kanamalara yol açar.) — A N S İK L . Der. hast. Başlıca anjiyom tip­ leri şunlardır: 1. düz anjiyomlar, kabarık olmayan basit kırmızı lekeler (“ benek” ya da “ leke” denen kırmızılıklar); 2. yüzey­ sel kabarık anjiyomlar,çilek görünümün­ de, mememsi, yüzeysel yarımküre biçi­



anjiyom 628



minde küçük kabarcıklar, 3. altderide yer alan ve lipom sanılabilecek kıvamda ma­ vimsi bir şişlik biçiminde beliren deri altı anjiyomları; 4. üstünde yüzeysel kabarık bir anjiyom bulunan deri altı anjiyomlarından oluşan iki katlı karma anjiyomlar; 5. ortadaki kırmızı bir noktadan yıldız biçi­ minde kılcal damarlar çıkan yıldızımsı an­ jiyomlar; 6. bir topluiğne başından mer­ cimek iriliğine kadar varan, kabarık küçük anjiyomlar halindeki parlak kırmızı leke­ ler (kırk yaşından sonra belirir). Anjiyomların çoğu doğuştan vardır ya da ilk aylarda ortaya çıkar. Nasıl ve ne­ den ortaya çıktıkları belli değildir. Bir kıs­ mı ileride, birkaç ay ya da yıl sonra kay­ bolur. Bir kısmı olduğu gibi kalır ya da bü­ yüyüp genişler. Tedavide tutulacak yol anjiyomun tipine bağlıdır. Kabarık yum­ rulu anjiyomlar kriyoterapi yöntemiyle çok kolay ve tehlikesizce alınabilir; karma bir anjiyom sözkonusuysa doku sertleştirici şırıngalarla birlikte karbon karı uygulama­ ları çok iyi sonuç verir. Bu durumda, ile­ ride kendi kendine kaybolur diye bekle­ meden, çocuğu elden geldiğince erken tedavi etmek daha doğru olur. Buna kar­ şılık, kullanılan yöntem ne olursa olsun (kriyoterapi, cerrahi, radyoterapi, radyumterapi) düz anjiyomların tedavisi çoğu za­ man ümit kırıcıdır ve belki laser tedavisi dışında, başarı yerine sakınca doğurur. AN JİYO R S A TO Z a. (fr. angiomatose). 1. Vücut örtüsünün yüzeyinde ya da or­ ganların derinliklerinde birçok anjiyom oluşmasıyla belirgin hastalık. — 2, Ansefalo-trigeminal anjiyomatoz, yüzde (özellikle göz çukuru üstü bölgede), be­ yin ince zarlarında (alttaki beyin yarımkü­ resinde körelme ve beyin içi kireçlenmey­ le birlikte), koroitlerde ve bağırlarda yer­ leşen anjiyomlarla belirgin kalıtımsal has­ talık. (Eşanl. STURGE - WEBER - KRABBE HASTALIĞI.) || Kanamalı ailevi Rendu Osler anjiyomatozu, başat otozomlarla geçen kalıtımsal hastalık. (Bk. ansikl. böl.) || Sinir-deri anjiyomatozu, ikisi de embriyonsal dı.şderiden türemiş olan sinir sis­ temi ile deride anjiyomların varlığıyla be­ lirgin hastalıkların tümü. (Genellikle bu an­ jiyomlar, embriyogenez sırasında ortaya çıkan bir gelişim bozukluğuna bağlı ola­ rak aynı metamer üzerinde bulunurlar.) || Retina-beyincik anjiyomatozu, genellikle ailevi kalıtımsal bir hastalıktır; retinada, be­ yincikte, IV. karıncıkta, omurilikte ve da­ ha ender olarak beyin yarımkürelerinde yerleşmiş anjiyoretikülomların varlığıyla belirgindir. (Eşanl. VON HİPPEL - LİNDAU HASTALIĞI.) —ANSİKL. Der. hast. Ailevi kanamalı Rendu-Osler anjiyomatozu iki dönemde gelişir: mukozadaki kılcal damarların ge­ nişlemesine bağlı olarak sık sık burun ka­ namaları biçiminde belirir; daha sonra, 20 yaşından başlayarak deride ve mukoza­ larda anjiyomlar ortaya çıkar ve yeni ka­ namalara neden olur. Yaşam boyu süre­ cek olan bu kanamalar kimi zaman çok ağır şekiller alabilir. Deri anjiyomlarıyla bir­ likte içorgan anjiyomları (sinir sistemi, sin­ dirim sistemi), akciğerde atardamar -toplardamar anevrizmaları ve karaciğer dalak sklerozu görülebilir. ( -* FAKOMATOZ.) A N J İY O M İY O M a. (fr. angiomyome] yun. aggeion, damar, mys, kas ve oma, tır’dan). Patol. Düz kas ve damardan olu­ şan çift bileşenli tehlikesiz ur. A N JİY O N Ö R O M İY O M a. (fr. angi'oneuromyorne; yun. aggeion, damar, neuron, sinir, mys, kas ve oma, ur'dan). GLOMUS URU’nun eşanlamlısı. A N J İY O N Ö R O T İK sıt. (fr. angioneurotique). Anjiyonörotik ödem, OUİNCKE ÖDEMİ’ ’nin eşanlamlısı. A N JİY O M Ö R O Z a. (fr. angioneurose). Patol. 1. Nörovejetatif sisteminin çalışma bozukluklarına bağlı damar hastalığı. -—2. Deri anjiyonörozu, OUİNCKE ÖDEMİ*’nin eşanlamlısı.



A N J İY O P A T İ a. (fr. angiopathie-, yun. aggeion, damar ve pathos, hastalıktan). Nedenlerine ve belirtilerine bakılmaksızın damar hastalıklarına verilen genel ad. A N J İY G P E R İS İT O M a. (fr. angiopöricytome). HEMANJİYOPERiSİTOM’un eşanlamlısı.



A N J İY O R A F İ a. (fr. angiorraphie; yun. aggeion, damar ve rhaphe, dikişten). Bir damarın dikilmesini ya da iki damarın ağızlaştırılmasını öngören ameliyat. A N J İY O R E T İK Ü L O M a. (fr angıoreticulome). Kılcal damarların çok fazla bu­ lunduğu ur. (Başlıca özelliği kılcal damar­ lar arası dokuda ur hücrelerinin bulunma­ sıdır.) A N J İY O S A R K 0 M a. (fr. angiosarcome, yun. aggeion, damar ve sarkoma, sivri çıkıntı'dan). Patol. anat. Damarsal ya­ pıların zararına gelişen tehlikeli bağdokusu uru. A N JİY O S K O P a. (fr. angioscope\ yun. aggeion, damar ve skopeo, görme'den). Kılcaldamarları yerinden çıkarmadan canlı üzerinde (in vivo) incelemeye yara­ yan, doğrudan ışıklandırmak iki mercekli büyüteç. A N J İY O S K O P İ a. (fr angioscopie; yun. aggeion, damar ve skopeo, görme’ den). Bir anjiyoskop aracılığıyla kılcaldamarlarda kan akımının incelenmesi. A N J İY O S P A Z M a. (fr. angiospasme; yun. aggeion, damar, ve spasmos, kasıl­ ma'dan). Bir damarın, özellikle bir atardamaun çeperindeki düz kas katmanının ka­ sılması, bu nedenle damar çapının daral­ ması ve kan akımının azalması ya da dur­ ması. — ANSİKL. Damarların düz kas katmanı otonom sinir sisteminin ve kısmen de katekolaminlerin doğrudan etkisi altındadır. Demek ki spazm, gerek yerel bir saldırı­ ya (yaralanma, böcek sokması), gerek genel ya da ruhsal bir saldırıya karşı vejetatif sinir sistemini harekete geçiren bir savunma tepkisidir. Spazmın bulunduğu bölgeye göre, migrenler, kramplar ya da göğüs ağrısı krizleri şeklinde görülebilir. A N J İY O S P Â Z M O D İK sıf. (fr. angiospasmodique). Anjiyospazm ile ilgili. (Anjiyospazmodik sendrom, aynı kişide, çok çeşitli nedenlerle, değişik anjiyospazmların görünmesiyle belli olur.)



yanus kıyılarında ve Asya’da görülen ve kimi zaman kaygılandırın belirtilerine rağ­ men, genellikle tehlikesiz gelişen "eozinofilli menenjit" biçiminde asalak hasta­ lığı. —ANSİKL. Bir nematot türü olan Angiostrongylus cantonensis son konak olarak farelerde yaşayan bir asalaktır; larvaları insanda olgunlaşmaz, ama merkez sinir sistemine yerleştikleri zaman bir asalak çıkmazı oluşturur; insana bulaşmaları çiğ yenen küçük arakonaklarladır (kabuklu küçük deniz ürünleri, salatada saklı minik sümüklüböcekler). A N J İY O T E N S İN a. (fr. angiotensine' den). Org. kim. Çok güçlü damar büzü­ cü oktapeptitli hormon. (Eşanl. HİPERTENSİN.) —ANSİKL Anjiyotensin, böbrek kabuğun­ da kan miktarı azaldığı zaman,glomerülüstü sistemce-salgılanan reninden yarar­ lanılarak kan plasmasında yapılır. Serbest kalan renin, kan plasmasındaki bir mad­ deyle temasa geçer: karaciğer kökenli bir alfa -2- globülin olan hipertensinojen. ( -> ALFAGLOBÜLİN.) Hipertensinojen, önce etkisiz bir dekapeptide dönüşür: hipertensin I ya da anjiyotensin I. Sonra, bu da et­ kili bir oktapeptit olan ve düz kas liflerini şiddetle büzen anjiyotensin ll'ye(hipertensin II) dönüşür. Onun etkisiyle atardamarcıkların çeperleri kasılır, çevre atardamar sisteminin direnci artar ve atardamar tan­ siyonu yükselir.Bundan başka anjiyoten­ sin, böbrek borucuklarında tuzun alıkonmasında da doğrudan etkilidir. Ayrıca böbreküstü bezi kabuğunun aldosteron salgılamasını sağlar. Anjiyotensin,damar­ ların sığasını azaltan daraltıcı ve plazma hacmini artıran tuz bağlayıcı etkisiyle atar­ damar kan basıncını düzenleyen önemli öğelerden biridir. Anjiyotensin II tümüyle sentetik olarak elde edilmiştir. Nefrolojide, anjiyotensin perf üzyonu de­ nemesi ile böbrek iskemısine bağlı atar­ damar hipertansiyonu araştırılabilir. A N J O S (Augusto DOS), brezilyalı şair (Engenho Pau d ’Arco, Paraiba, 1884 -Leopoldina, Minas Gerais,1914). Şiirle­ rinde simgeci temalarla yeni parnasçı bi­ çim anlayışını birleştirdi (Eu, 1912). A N J O S (Ciro VERSİANİ DOS), brezilyalı yazar (Montes Claros, Minas Gerais, 1906). Otobiyografik romanlar yazdı (le Fonctionnaire Belmiro, [fr. çev., 1937]; Abdias, 1945; Montagne [fr. çev., 1956J).



A N JİY O S T R O N G İL O Z a (fr. angiostrongylose; yun. aggeion, damar ve f A N J O U , Fransa da eski il, Loire kıyısın­ da; Bretagne, Maine, Touraine ve Poitou strongylos, yuvarlak kurttan). Büyük ok­



Ânjou: Plessis-Bourrâ şatosu (XV. yy. sonu)



anka BİRİNCİ A N jO U SÜLALESİ



in ge lg e r



F o ulques I Kızıl ( + 9 4 1 ’e d oğ ru ) A ng e rs vikontu (888) ® scn ra Aı ıjou kontu (929)



Fo ulques II İyi ( + 9 5 8 'e d oğru) A njou kontu (9 4 1 'e d oğ ru )



G eoffroi l G risegonelle ( + 987) A njou kontu



Fou!ques III Nerra ( + 1 04 0 ’a d oğ ru ) Anjou kontu (987)



E rm e n ga rd e ( + 1076) G âtinais kontu G eoffroi II Ferrdol ile evlendi



Fo ulques IV le Râchin ( + 1109) Tours kontu (1060) G âtinais kontu (1060-1069) A njou kontu (1068)



F o ulques V, G enç ( + 1 1 4 3 ) A njou ve Tours kontu (1109-1129) M aine kontu (1110-1129) K udus kralı (1131)



1. (1110) E re m b ou rg e d e B eaugency, M aine kontesi (+ 1 1 2 6 )



ları arasında Alençon dükü unvanını ta­ şıdı. Tahta vâris olmayı amaçlayan Alen­ çon dükü protestanlarla entrikalara girdi ve birço k kom ploya katıldı. “ Hoş­ nutsuzlar” partisinin lideri olarak 1575’te ayaklanan (Beşinci Din savaşı) huguenot’larla ittifak yaptı ve Monsieur barışı’nın imzalanmasını sağladı (6 mayıs 1576). Bu barışın imzalanması Alençon düküne Touraine, Berry ve Anjou bölge­ leriyle Anjou dükü unvanını kazandırdığı gibi, protestanlara da birçok ayrıcalıklar sağladı. Hollanda’yı da ele geçirmek için entrikalara girişen Anjou dükü, kendisini Brabant dükü ve Fiandre kontu olarak da tanıttı (1582). Aynı zamanda İngiltere kra­ liçesi Elizabeth I ile evlenmeye kalkıştıysa da başaramadı Onun ölümüyle Navarra kralı Henri İli, Fransa tacının yasal vârisi oldu. A N J S U s ü la le s i, X, yy.’dan XV. yy.’a kadar üç ailenin taşıdığı unvan. * Birinci Anjou sülalesi, kral Eudes’ün kar­ deşi Robert I tarafından atanan Angers vikontlarına dayanır. Kontluk unvanı 929'da Kızıl Foulques’un unvanı olarak doğdu. Baudouin ll’nin kızı Melisende ile yaptığı ikinci evliliği sonucu Kudüs kralı olan Foulques V'in her iki evliliğinden iki kol ortaya çıktı: birisinde Kudüs’ün son fiili kralları yer aldı; bu kolun unvanı, Foulques V’in torunu Sibylle’in ikinci evliliğiyle Lusignan’lara, Sibylle’in küçük kız kardeşi isabelle yoluyla da Friedrich II von Hohenstaufen’e geçti; ikinci kol, Güzel Geoffroi’nın,İngiltere kralı Henry Plantagenet’ nin kızı Mahaut ile evlenmesi sonucu Plantagenet’lerin İngiiiz-Anjou sülalesi’ni oluşturdu.



G eoffroi V Plantagenet (1113-1151) A njou, Tours ve M aine kontu (1129) N o rm a n diya dükü (1144-1150)



S ibylle ( + 1190) K udüs kraliçesi (1186)



arasında; merkezi, Angers. 1790'da Maine-et-Loire yönetim bölgesini (deparîement) oluşturmuştur. 1151 'de Anjou kontu, 1152'de Akitanya dükü, 1154'te İngiltere kralı olan Henry II Plantagenet döneminde Anjou,İngil­ tere’nin yanı sıra Normandiya, Bretagne, Aguitania ve Gaskonya'yı da kapsayan büyük bir imparatorluğun parçasıydı, 1290'da Anjou sülalesi’nden Carlo l’in oğlu Carlo ll’nin, Anjou ve Maine’i kızı Margherita’ya çeyiz olarak vermesiyle, sözkonusu toprakları Valois sülalesinden Charles’a geçti, 1560-1598 arasındaki din savaşların­ dan büyük zarar gören Anjou’nun topar­ lanmasını, 1652’de Fronde sırasında Mazarin’e karşı ayaklanma engelledi, XVII. yy.’ın ikinci yarısında ve XVIII. yy.’da An­ jou yeniden rafaha kavuştu.



B au d ou in V (1176-1186) K ud ü s kralı (1185)



 N J O U (Hercule François, —dükü). Henri II ile Catherine de Medicis'in dör­ düncü oğlu (Saint-Germain-en-Laye 1554 - Château-Thierry 1584). 1566-1576 yıl­



629



ASIKA a. (ar. cankS j. 1, Kafdağı’nda ya­ şadığına inanılan masal kuşu (Bk. ansikl. böl. Mit.): "Came-hab olsa bana şeb-per-i anka-yı adem " (Akit Paşa, XIX. yy.). (ZÜMRÜDÜANKA da denir.) •—2. Adı olup cismi olmayan nesne. |j Anka bezirgan, parası, malı çok olan tüccar. || Anka gibi, adı var, kendisi yok şeyler için kullanılır. || Anka tabiat, anka meşrep, azla yetinen, kimseye minnet etmeyen kimse için kul­ lanılır. — Mit. Mısır mitolojisinde kartal büyüklü­ ğünde, kızıl ve yaldız kanatlı efsanevi kuş. Yüzyıllarca yaşayan bu kuş, sonunda bir çalı yığını üzerinde kendini yakar ve ken­ di külünden yeniden doğardı. (Bk. ansikl. böl.) || Çin mitolojisinde, efsanesiyle mü­ zik ve dansın icadı arasında bağlantı bu­ lunan kuş. ~-Tasav. Anka-yı la-mekân, Tanrı. -—ANSİKL, Ed. Divan edebiyatında ankadan simurg, simurg-i anka (halk edebiya­ tında zümrüdüanka) -diye de söz edilir. Kafdağı’nda yaşadığı için bu dağın adıyla birlikte anılır. Burası insansız bir bölge ol­ duğundan alçakgönüllü, çevresinden el



2. (1129) M e lisende (+ 1 1 6 0 ), K ud ü s kralı B au d ou in H’ nin kızı



B au d ou in III, (1131-1163) K ud ü s kralı (1143)



ANJOU, Kanada’da kent, Ouebec’te, Montreal yerleşmesinin K -B.’sında; 36 600 nüf.



ve karısından çeyiz olarak Anjou’yu ve Maine’i aldı. Torunu iyi Jean II buraları, dük unvanıyla birlikte ikinci oğlu Luigi I d ’Angio tarafından, daha sonra oğlu Lu­ igi II ve torunu Rene’nin Giovanna II ta­ rafından evlat edinilmeleri, üçüncü Anjou hanedanı’nı da Napoli hanedanı’yla bir­ leştirdi. Bu ailenin son üyesi Charles V d ’Anjou, mülkleriyle birlikte İtalya’daki haklarını da Louis Xl’e vasiyet etti; Louis XI bu hakları kullanmadı, ama Charles VIII bunları değerlendirmek amacıyla İtalya savaşları dönemini başlattı. (Bk. çizelge)



A m auri I (1135-1174), K ud ü s kralı (1163)



B au d ou in IV Cüzzamlı (1160-1185), K udüs kralı (1174),



• ikinci Anjou sülalesi, Carlo l’den gelen bir Capet hanedanıdır; Carlo I, Anjou’yu kardeşi Louis IX’dan yurtluk olarak elde etmişti (1246). Maine’i ve Anjou’yu yurt­ luk olarak alan, Provence’ı, Ramon-Berenguer’in kızı olan eşi Bâatrice’ten çeyiz olarak elde eden Charles l’i tutkuları İtal­ ya’ya yöneltti; Sicilya krallığı’nı fethede­ rek Akdeniz’i bir süre egemenliği altına al­ dı; ama Aragön’un büyük gelişmesi ve Si­ cilya’nın başkaldırısıyla karşı karşıya kal­ dı. (Sicilya ayaklanması, 30 mart 1282). Carlo l ’in çevirdiği siyasal entrikalar ve ai­ lesi için hazırladığı evlilikler, pek çok to­ runundan doğan kolların (Macaristan, Napoli, Durazzo, Taranto) artmasına ne­ den oldu. (Bk. çizelge) • Üçüncü Anjou sülalesi, güzel Philippe İV’un kardeşi ve Philippe VI’nın babası olan Charles de Valois’dan gelir. Charles de Valois, Anjou kontu Charles l’in toru­ nu Margherita d ’An'gio-Sicilia ile evlendi



isabelle (1169-1205) K udüs kraliçesi (1192)



Anjou Lire (Maine-et-Loire) yakınlarında bağ ve koruluk



etek çekmiş kimselerle anka arasında il­ gi kurulur: Bir bölük ankaıarız kaf-ı kana­ at bekleriz {Fuzuli). Rüstem’in babası Zal’i ankanın yetiştirmiş olmasına anıştırmalar yapılır. Anka, insanın kendini maddi var­ lıklardan arıtmada ve benliğini aşmada gösterdiği ruhsal gücü simgeler. —Mit. Eski Mısır’da Nil vadisini kaplayan her su taşkınında, bir kuşun (uzun gaga­ lı, kafasında çifte sorguç bulunan külrengi bir balıkçıl) ortaya çıktığını Mısırlılar fark etmişlerdi.Suların üstünde dolanıp duran bu kuş, şafak kızıllığında, tıpkı güneş gi­ bi sulardan doğduğu izlenimini veriyordu. Bu nedenle, Heliopolis’teki kutsal Ra ken-



İK İN C İ AN JOU SÜLALESİ Louis VIII (1187-1226) Fransa krali (1223)



C arlo I (1226-1285) A njou, Maine, P rovence ve Forca iqu ie r kontu (1246); N a po li kralı (1266): S icilya kralı (1266-1282); K ud ü s kralı (1278)



Louis IX (Saint Louis) [1214-1270] Fransa kralı (1226)



C arlo II Topal (1248-1309) N îp o li ve K udüs kralı (1285); S icilya kralı (1285-1302); T aranto prensi; A njou ve M aine kontu (1285-1290); P rovence kontu



M A C A R İS T A N



C harles M artei (1271-1295) M acaristan kralı (1290)



KAFiOLY i (1291-1342) M acaristan kralı (1308)



N APOLİ



R obe rto İyi ya da Bilge (1278-1343)' C alabria dükü (1296-1309) N apoli kralı, K udüs kralı (1309) P ro ven ce kontu



M A R JA (1370-1395) M acaristan kraliçesi (1382) Polonya kraliçesi (1382-1384)



DURAZZO



P hilip pe I (1230-1332) la ra n to prensi K on stantınopoiis im paratoru (1313)



G io van ni ( + 1 3 3 5 ) G ravina kontu (1315) D urazzo dükü (1333)



Luigi (1320-1362) N apoli kralı (1346)



C a rlo (1298-1328) C alabria dükü (1309) LAJO S I B üyü k (1326-1382) M acaristan kralı (1342) Polonya kralı (1370)



TA R A N TO



P hilip pe II ( + i 374) T aranto prensi ve Konstantinopolis im pa ra to ru (1364)



G io van na 4 (1326-1382) N apoli ve K ud ü s kraliçesi (1343) C a la bria düşesi Pro ven ce kontesi



G io van na II ( 13 73-1435) N a po li kraliçesi (1414)



Hedvvige (1372-1399) Poionya kraliçesi (1384)



Luigi (+ 1 3 6 2 ) G ravina kontu



C arlo III (1345-1386) G ravina kontu (1362) N apoli kralı (1381) M acaristan kralı (1385)



Laszio (1376-1414) N apoli ve K ud ü s kralı (1386) M acaristan kralı (1403)



Ü Ç Ü N C Ü AN JO U SÜLALESİ



Je an II İyi (1319-1364) N o rm a n d iya ve G uye n ne dükü, A njou ve M aine kontu (1332) Fransa kralı (1350)



C haries V B ilge (1338-1380) Fransa kralı (1364)



Luigi I (1339-1384) A njou dükü (1360); M aine kontu (1356) T ouraine d ü kü (1370); N apoli ve K udüs kralı (1382) P rovence ve F o rca lqu ie r kontu (1382)



Luigi II N apoii ve K udüs kralı (1384) A njou, Maine, P rovence ve Forca lqu ie r d ü kü (1384)



Luigi III (1403-1434) N apoli, K udüs, A ra gö n ve V aiencia kralı (1417); A njou d ü kü (1417); C a la bria dükü (1423) To urain e d ü kü (1424); Maine, P rovence ve Forca lgu ie r kontu



R end İyi (1409-1480) G uise kontu (1417-1422); B ar d ü kü (1430); Lorraine dükü (1431-1453) K udüs, A ra gö n ve V aiencia kralı (1434) A njou, Touraine ve C a la bria dükü, P rovence ve F o rca lqu ie r kontu (1434) N apoli kralı (1438-1442)



Y olan de (1428-1484) Lorrairıe düşesi (1473); N apoli ve K udüs kraliçesi (1481)



M a rg aret of A njou (1430-1482) Ingiltere kralı H enry VI ile e vlen d i (1445)



tinde, çok erken çağlardan başlayarak, bu kuşa da güneşle eşit bir biçimde tapı­ nıldı. Işık saçan gök yuvarlağı gibi, günün başlangıcında, ilk sulardan doğan kutsal hayvan sayıldı. Kendi kendini yenileyen, yaşamın simgesi olan bu ölümsüz kuş, krallık kutlamalarında da yer almaya baş­ ladı. Mısırlılar’ın benu adını verdikleri bu kuşa, Yunanlılar phoiniks dediler ve onun üzerine birçok efsane kurdular. ® Önasya mitolojisinde iki efsane kuşu vardır. Bunlardan biri Araplar’ın anka, Türkler’in Zümrüdüanka, İranlılar'ın Simurg ya da Sireng diye adlandırdıkları kuştur. Öteki ise Hüma ya da Hümay ku­ şudur. İslamlıkta ve Önasya mitolojisinde Zümrüdüanka ile Hüma kuşu, zaman za­ man birbirine karıştırılır. Oysa Hüma ya dş Hümay kuşu, Peygamber hadislerin­ de ve İslam edebiyatında adı geçen cen­ net kuşudur. ( -+ HÜMA, HÜMAY.) Arapça sözcüklerde (Tâc ül-arûs, Lisân ül-Arab) ve öteki önemli kaynaklarda, boynunda ak bir halka olmasından ya da boynunun uzun olmasından ötürü bu ku­ şa, Anka dendiği aktarılır. Tâc ül-arûs’ta ve öteki arapça sözcüklerde Anka’ya “ muğrib" sözcüğü de eklenerek el-Anka ül-muğrib (yutucu, yok edici) denmiştir. Anka’nın, gerdanlık, uzun boyunlu dev (Tevrat’ta, Tekvîn bölümünde sözü edilen insan benzeri dev yaratıklar) anlamına ge­ len, ibranice "anak” sözcüğüyle ilintili ol­ duğu da ileri sürülür. Demiri, ünlü Hayât ül-hayavân'\r\6a, bu kuşa boynundaki ak halkadan ötürü Anka dendiğini, karnının öküz karnına, yüzünün insana benzedi­ ğini yazar. Kazvini de bu kuşu betimledik­ ten sonra,onunla ilgili bir efsane aktarır. Buna göre, önceleri insanlar arasında ya­ şayan Anka, bir gün bir gelini kaçırır. Halk,kuşu dönemin peygamberi Hanzele’ye (İsa ile Muhammet arasında pey­ gamber olarak gönderilmişti) şikâyet eder. Hanzele’nin ilenmesi üzerine Tan­ rı, kuşu Büyük okyanus’ta insanların ya­ şamadığı bir adaya gönderir. Anka bura-



A n k a ra da bin yıl yaşar, beşyüz yılda bir çiftleşir. Kuran'da Eshab ur-ress diye adı ge­ çen, “ kuyulular” anlamına gelen efsanevi toplum ya da topluluğun yaşadığı yerde de Anka benzeri kuşlar vardı. Yine Kuran’da, Fil suresinde adı geçen ve gök­ ten taş yağdırdıkları anlatılan Ebabil kuş­ ları da Anka efsanesi ile ilişkili görülür. Ki­ milerine göre bu suredeki kuşlar da An­ ka idi. Mütercim Asım Efendi Anka kuşunun iranlılar'dan Araplar'a geçtiğini söyler. . ğehnam e'de Rüstem'in babası Zatin bu ı kuşun emrinde çalıştığı ve onun tarafın­ dan eğitildiği bildirilir. Kuşun tüyünü ele geçirenlerin ölümsüzlük sırrına ereceğine inanılırdı. Tahmuras ve Zai’in tılsımları da bu kuştan geliyordu. Arap mitolojisinde bu kuşun Katdağı’nda yaşadığına inanı­ lıyordu. İranlIlara göre ise kutsal dağlan Elburz’da yaşıyordu. İran mitolojisini içe­ ren Zend-Avesta'da da her şeyin üstün­ de bir ağaçtan ve bu ağacın üstündeki kuştan söz edilir. Bu kaynağın kimi bö­ lümlerine göre büyük kuş, Hazar denizi’ nin ortasında yaşıyordu. Dinsel ağırlıklı yazınlarda Anka’nın Kafdağı'nın üstünde ya da ötesinde yaşadı­ ğı anlatılır. Attar’ın Mantık ut-Tayr’mda, Mevlana’nın Mesnevisinde Simurg’a ila­ hi görevler verilir. Bu kuş divan edebiya­ tında, halk öykü ve masallarında da sık­ ça kullanılan öğelerdendir. Masal kahra­ manları kuşun kanatlarında uzak ülkele­ re uçarlar, ( - Kayn.) A n k a (Ankara Ajansı AŞ), Altan Öymen’in kurduğu haber ajansı (1972). Ku­ rucusunun aktif politikaya girmesiyle, ça­ lışanların ortaklığında bir anonim şirkete dönüştürüldü (1977). Bugünkü sahibi (1992) ajansın genel müdürlüğünü de yapmış olan Müşerref Hekimoğlu’dur. Bir. ara genel müdürlük görevini Uluç Gürkan



sürdürdü (1980-1986). TRT ve günlük ba­ sına haber dağıtımı yanında DPA’nın (Fe­ deral Alman haber ajansı) Türkiye temsil­ ciliği, Köln radyosu’nun (VVDR) türkçe ya­ yınlarındaki günlük haber yayınları, İsveç, N orve ç,D anim arka radyo-televizyonlarına anlaşmalı haber geçme ajansın etkinlikleri arasında yer alıyor. Günlük . Ekonomi bülteni, haftalık Yatırım ve fi­ nansman bülteni ve Anka Review da An­ ka tarafından yayımlanıyor. İstanbul ve İz­ mir büroları yanında, 25 ilde yerel muha­ birleri var.



nım ondan da soğur. Halk yararının göze­ tildiği geleceğin Ankara’sını bir ütopya bi­ çiminde anlatan son bölümde Selma Ha­ nım, artık, devrimci bir yazar olan Neşet Sabit ile evlidir ve her ikisi de idealist bi­ rer insan olarak var güçleriyle devrim için çalışırlar. Selma Hanım kişiliği üç ayrı dö­ nemi birbirine bağlamış olur. Ergin Orbey’in romana dayanarak ha­ zırladığı sahne uyarlaması (Ankara.,. A n­ kara... Ankara...), Ankara üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi tiyatro bölümü öğrencileri tarafından 12. İstanbul Festi­ valinde temsil edildi.



A N K A K U Ş U a. Gökbil. Boğa'takımyıl­ dızının T) yıldızına verilen ad. Kadir: 3,0. Tayf tipi: B 5. Ülker* kümesinin en par­ lak yıldızıdır.



(06), iç Anadolu’nun yukarı;Sakarya bölümünde il; 3 236 626 nüf.’ (1990). 25 706 km2; yüzölçümünde Tür-ı kiye’nin üçüncü, nüfusta ikinci büyük ili;;f 24 ilçe; 19 bucak; 926 köy. Merkezi An-i kara, 2 559 471 nüf. (1990). Bölge idare mahkemesi, ilçelerin bir bölümü Ankarabüyükşehir sınırları içindedir. Ankara’nın en büyük ilçesi Kırıkkale 1989 yılında çı­ karılan 3 578 sayılı yasayla bağımsız il, oldu. ilin K. ve G.’inde yer şekilleri farklıdır. G.’d e l 100-1 200 m yükseklikteki çıplak platolar (Haymana ve Kızılırmak platola­ rı) ile bunların arasında uzanan çöküntü­ ler yaygındır. Platolar üzerinde yer yer or­ ta yükseklikte kimi dağlar (Paşadağ 1 367 m, Dinekdağı 1 744 m) yer alır. K.’e gi­ dildikçe engebelik artar, Ankara’nın G.’in­ de Elmadağ (1 862 m), D.'sunda İdrisdağı (1 992 m), K.-B.’sında Ayaş sırtları (1 61 Om),olatolar üzerinde,birbirinden çö­ küntülerle ayrılmış olarak G.-B. ’ya doğru uzanır. Daha K.'de Köroğlu dağları ile kaplı engebelik ve ormanlık alana geçi­ lir. Burada 2 034 m yükseklikteki Işıkdağı yer alır. Başlıca yollar, dağlar ve plato­ lar arasında yer alan gedikleri, vadileri ve çoğu tektonik kökenli ovaları izler. Ova-



A N K A K U Ş U a. Güney yarıkürede yer alan küçük bir takımyıldız; 1603’te Bayer bulmuştur. Parlak Aşernar yıldızının kuzey-doğusu’ndadır. En önemli yıldızı­ nın kadri 2,4’tür. ( — GÖK haritası.) A n k a ra , yuvarlak kesitli türk purosu (uzunluk: 140 mm, çap: 15 mm). A n k a ra , Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ nun romanı (1934). Romanda, Ankara’ nin Kurtuluş savaşı yılları, savaş sonrasın­ da yönetici sınıfın "milli mücadele ruhu" nu yitirişi, daha sonra da buna tepki ola­ rak idealist bir kuşağın devrim için çalış­ ması anlatılrjııştır. Savaş sırasında heye­ cansız ve ürkek bir banka memurunun karısı olan Selma Hanım, eşinde bulama­ dığı kişiliği ve coşkuyu binbaşı Hakkı Bey’de bulur ve onunla evlenir. Ancak ye­ ni kurulan devlette yozlaşmayı anlatan ikinci bölümde Hakkı Bey de, yazarın "bir karikatür" diye adlandırdığı başkentte, devrimci kişiliğinden uzaklaşmış, ticaret ve komisyon işleri peşinde koşan, yaşa­ mını çay partileri ve balolarda geçiren ye­ ni bir sınıfın adamı olmuştur. Selma Ha­



-------- yy~r □



631



Ankara il M a s ı



’Korgun



Gölyaka



Karadere



Dörtdivan



i/-



ORTA



Dokurcun



BAYAT



İkizören



Ç k H K im



Ab an t g.



* r Y.



MUDURNU



H aram i t. s '



' "\



İZİ LCAH AMAM f( Pazar Ç e ltik ç i



/UBUK ILAKYURT



IİMAHAİ



MİHALIÇÇIK



■Imadağ



KESKİN Temelli



Beylikahır



Akçakent



SİVRİHİSAR ■ Günyüzü J ,



ÇİFTELER



,KAMAN Yenice Savcılı



İmraniye



KIRŞEHİR'



Hirfâph barap\ KULU



İMİRDAĞ IEFLİKOÇHİSAR Davulga .Sülüklü ^ □



il merkezi



Q



\



Yeniceoba



Ağaçdren



ilçe merkezi



bucak merkezi il sınırı ilçe sınırı



'# 0 nüfuslarına göre __________ yerleşmeler_____________



|YUNAK



Cihanbeyli platosu demiryolu yol



r - —'



/ / E kocik d.



\ ___ It.ukÜ3S.37 AKSARAY



A n k a ra 632



Ankara'dan genel bir görünüm



Ankara kenti ve çevresi



ların başlıcaları Ankara, Mürted, Çubuk ve Balaban ile, ilin B. sınırındaki Polatlı ovasıdır, ilin G.’inde, Kızılırmak platosu­ nun B. kıyısındaki geniş çöküntünün için­ de, Türkiye’nin ikinci büyük gölü olan Tuz gölü yer alır. ilin suları Sakarya ve Kızılırmak nehir­ leri ve kolları ile Karadeniz’e boşaltılır. Tuz gölü yöresi ise, iç Anadolu kapalı havza­ sının bir parçasıdır. Ankara, ortalama nüfus yoğunluğunun



ve kentli nüTus oranının yüksekliği ııe o ik kati çeker. Km2’ye ortalama 126 kişi olan nüfus yoğunluğu Türkiye ortalamasının iki katına yakındır. Bu yoğunluk il nüfusunun 2,5 milyondan çoğunu Ankara büyükkent belediye sınırları içinde toplanmış olmasının sonucudur, ilin kırsal kesimle­ rinde km2’ye 15-30 kişi düşer. Nüfusun yaklaşık % 83’ü kentsel yerleşmelerde yaşar, il, başta Ankara kenti olmak üze­ re, kentleşme sürecinin en hızlı yaşandığı



bölgelerdendir. II sınırları içinde, çalışan nüfusun (yaklaşık 1 milyon) yandan ço­ ğu kamu hizmetleri (°/o 33) ve ticaret (o/o 19) ile uğraşırlarım kollarında çalışan­ ların oranı yaklaşık % 28, imalat endüstrisindekilerin % 13'tür. il düzeyinde tarım, kırsal kesimin en önemli etkinliğidir. Özel­ likle orta ve güney kesimleri, Türkiye'de tarım işlerinde makinenin en çok kullanıl­ dığı ve çağdaş tarım yöntemlerinin en çok uygulandığı bölgelerdendir, il toprakları­ nın yaklaşık %.40'ı ekili dikilidir. Ekili alan­ ların % 9 0’ı tahıla ayrılmıştır. Yıllık ortala­ ma 1.5 milyon tonluk buğday üretimi ile Konya’dan sonra ikinci gelir. Öteki toprak ürünleri arpa (yılda ortalama 450 000 t), yulaf, şekerpancarı ve pirinçtir. Ankara' nin ayrıca armut ve üzüm gibi meyveleri de ünlüdür. Hayvancılıkta, koyun ve tiftik keçisi yetiştiriciliği başta gelir. Türkiye'de toplam sayısı yaklaşık 2 milyon baş olan tiftik keçilerinin 600 000 kadarı, doğal yaşam ortamı olan Ankara ili sınırları için­ de toplanmıştır, ilde düşük kalitede lin­ yit (Beypazarı, Nallıhan), çok zengin ol­ mayan manganez (Haymana) ve demir (Balâ, Keskin) yatakları işletilir. Çalışan nü­ fusun yaklaşık % 13'ünü imalat endüstri­ si (çeşitli gıda maddeleri, içki, traktör ve öteki tarım araçlari, çimento, makine ve montaj sanayileri) toplamıştır. Ankara ilin en büyük endüstri merkezidir. Kentin ba­ tısında türk uçak sanayisinin temeli atıl­ mıştır. Savaş sanayisi bulunan Kırıkkale ilçesi 1989’da il yapılmıştır. ■ A N K A R A , Türkiye Cumhuriyeti devleti­ nin başkenti, Ankara ilinin merkezi; alan, nüfus, öğretim ve kültür etkinlikleri bakımın­ dan Türkiye’nin ikinci büyük kenti. Büyükkent belediye sınırları içinde 2 235 035 nüf. (1985). İstanbul'a 440, Zonguldak'a 270,



Hitit güneşi



««yükselti eğrileri; !000 I7(!U



1500 t



A n k a ra demiryolu



Bakanlıklar, resmi daire, yüksek okullar, askeri kurumlar Endüstri, imalathane, tamirhane toplum ihtiyacını karşılayan tesisler (depo v.s.)



YENİM AHALLE



AydıniıkeVter.



ALTINDAĞ



Yenidoğan



MAMAK



A n ıtka bir'



Bahçelievler Bakaniıt



Kifiçükesat Eski şehir, kale (K) ve çarşı ile eski köy çekirdekleri



Aşağıayrancı Jansen planına göre yeni gelişme (1940’a kadar)



Cumhurbaşkanlığı «=> köşkü



Karakurşunlar



ÇANKAYA



I



(D ik m en



Planlı yem yerleşmeler (1940-1973) Düzensiz yerleşme alanları (gecekondular)



Park, spor tesisi, ağaçlandırma alanı



Başlıca ticaret ve iş yerleri



Konya’ya 263, Adana'ya 458, İzmir’e 578 bahçeleri, ovayı çevreleyen platoların ya­ km uzaklıktadır. maçlarında da meyvelikler ve bağ evleri • COĞRAFYA. Hatip, Çubuk ve İncesu vardı Bu mekân düzentemesi ve yaklş. çaylarının kavşağı yakınında, bir ovanın 30 000 nüfusu ile Ankara, tipik bir Ana­ doğu kenarındaki heybetli kalenin çevre­ dolu kenti görünümündeydi. Eski kent sinde yayılır. Geçmişi tarihöncesi dönem­ günümüzde de karakteristik özellikleri ile lere inen, bugünkü adı pek az değişiklik­ kent planında kolaylıkla seçilir. Eski tip ev­ le yüzyıllar boyunca izlenebilen Ankara, lerden oluşan mahalleler, dar ve döne­ ■elde edilmesi için çok savaşılmış eski ve meçli sokaklar, tarihsel yapılar ve anıtlar, önemli bir yerleşmedir, iç Anadolu boz­ Çankırı ve İstanbul kapıları gibi dış surlar kırının kenarını izleyen tarihi yol şebekesi üzerindeki kapıların yerlerini belirten semt üzerinde bir kavşak olması nedeniyle, adları, eski kentin tanıtıcı özelliklerini oluş­ çağlar boyunca stratejik ve ekonomik ba­ kımdan önemini korumuştur. g> Ankara, iç ve K. Anadolu bölgeleri ara- § sındaki geçiş alanında, platolarla çevrili, | suları Ankara çayı ile Sakarya'ya boşaltı- ^ lan Ankara ovasının D. kenarında yükse- > len bir volkanik kütlenin çevresinde kurul- m muştur. Platolardan vadilerle yarılarak ay­ rılmış, ova tabanından (850 m) yaklş. 150 m daha yüksek olan bu kütle, Hatip çayı­ nın (Bent deresi) açtığı çok dik yamaçlı, dar, derin ve kayalık bir boğazla iki tepe­ ye ayrılır. Kentin tarihsel çekirdeğini oluş­ turan Ankara kalesi, güneydeki Kaletepe üzerinde; eski Ankara da onun eteklerin­ de yer alır. 1925’e dek boş olan K.’deki kayalık Timurlenk tepe ise günümüzde gecekondu bölgesidir. Ankara’nın alan­ sal gelişiminde, başkent oluşuna dek ge­ çen uzun süre, eski dönem olarak nitele­ nebilir. Bu dönemden birçok yapı ve ka­ lıntı, kaleden B.’ya, G.’e ve D.’ya doğru, kalenin bulunduğu tepenin eteklerini iz­ leyen ve dış surlara kadar uzanan eski kentte yer alır. XIX. yy. sonlarında dış sur­ ların ötesinde bataklıklar, çayırlar, sebze



turur. Kalenin batı yamaçları eteğindeki, önceki adı Taşhan olan Ulus meydanı ve çevresi de, eski kentin sonradan düzen­ lenmiş bir parçasıdır. Ankara başkent ol­ duktan sonra b ile.l9 30’a değin nüfusun büyük bölümünü barındıran, ilk bayındır­ lık çalışmalarının (ilk Büyük millet mecli­ si, bakanlıklar, dönemin başlıca otelleri, ticarethaneler) başlatıldığı eski kent, gü­ nümüzde de etkinliğini sürdüren bir iş merkezi niteliğindedir. Eski kentten daha geniş yer kaplayan



Ankara şehiriçi fonksiyonel planı



Kızılay alanı



A n k a ra S | is .* :| ®



634



Anıtkabir’den genel bir görünüm yeni Ankara, daha çok 1930'dan sonra, kentin alansal yayılışında başlayan planlı ve plansız gelişmelerin ürünüdür. Bu ge­ lişmeler, çeşitli yerlerde kurulan yerleşme çekirdeklerinin büyüyerek birbirine kaymasıyia olmuştur. Gelişmenin başlıca çe­ kirdeklerini, ilk aşamada Yenişehir, Cebe­ ci, Maltepe; 1950’den sonra Bahçelievler, Yenişehir’in güneyindeki yeni semt­ ler (Kavaklıdere, Çankaya) ve Yenimahal­ le gibi belli bir plana bağlı olarak kurulan semtler oluşturur. Bunlardan eski kentin güneyindeki bir taraça üzerinde, H. Jansen'in hazırladığı plana göre kurulan Ye­ nişehir ve onun daha yakın tarihlerde ge­ lişen güney uzantısı, günümüzde başken­ tin birçok önemli yapısının bulunduğu yö­ netim, iş ve ticaret merkezidir. Ulus’tan güneye doğru kenti kesen Atatürk bulvarı üzerinde ve yakınlarında Opera, Dil ve tarih-coğrafya fakültesi, Hacettepe üni­ versitesi, Anıtkabir, bakanlıklar, Türkiye Büyük millet meclisi, başlıca kamu kuru­ luşlarının genel müdürlükleri, bankalar, iş­ yerleri, mağazalar, kitapçılar, oteller, se­ yahat şirketi büroları; Kavaklıdere boyun­ ca yabancı ülke temsilcilikleri, Çankaya' da Cumhurbaşkanlığı köşkü gibi yapılar yer alır. Ankara’nın büyümesi, 1956’dan sonra kente eklenen bazı planlı ve küçük yerleşme alanlarının (Aydınlıkevler, Subayevleri, Gazi mahallesi, Anıttepe gi­ bi) ve özellikle tepeler ve sırtlar üzerinde hızla beliren ve kenti kuşatan plansız ge­ cekondu semtlerinin katılmasıyla günü­ müzde de sürmektedir. Kent, özellikle ba­ tıya doğru Eskişehir yolu boyunca büyü­ mektedir. (MTA, Orta Doğu teknik üniver-' sitesi, Hacettepe üniversitesi Beytepe



Güven anıtı



kampüsü, YOK tesisleri ve bazı kamu ku­ ruluşları.) Türkiye’nin kentleşme hızı en yüksek kentlerinden Ankara’nın, başkent olduğunda 35-40 bin dolayında olan nü­ fusu 1935’te 122 720’ye, 1980’de de 1 877 757’ye çıktı; 1985 nüfus sayımın­ da ise 2,5 milyona yaklaştı. Ankara’da hızlı ve kısmen plansız gelişmeye karşın yönetim, iş, ticaret, endüstri, kültür, eği­ tim ve ulaşım merkezleri az çok bellidir. Yönetim, iş ve ticaret işlerinin yürütüldü­ ğü ve çeşitli kamu ve öğretim kurumlarının yer aldığı semtler, K.’de Dışkapı’dan başlayarak Ulus, Sıhhiye, Kızılay, Bakan­ lıklar ve Çankaya'ya dek uzanır. Küçük imalat sanayisi ve bazı endüstri kolları da­ ha çok Ulus’un B. ve K.-B.’sındatoplan­ mıştır. Konut alanları bu merkezleri kuşa­ tır. Başlıca açıklıklar, AtatSrk bulvarı'nın hemen batısındaki Gençlik parkı ve da­ ha küçük öbür yeşil alanlar dışında, B. ’da (Atatürk orman çiftliği ve Hayvanat bah­ çesi, Hipodrom), K.’de (Çubuk barajı) ve Gridedir (Gölbaşı), istasyon çevresinde ulaşımla ilgili kuruluşlar vardır (demiryo­ lu, hava ve karayolu terminalleri). Antik dönemden beri önemli bir ulaşım ve ticaret merkezi olma özelliğini koruyan Ankara'nın bu geleneksel işlevi, başkent olduktan sonraki gelişmesine koşut ola­ rak büyük ölçüde artmış, ekonomik etki alanı çok genişlemiş ve kent aynı zaman­ da Türkiye’nin başlıca sermaye merkez­ lerinden biri olmuştur. Geçmişte, kervan yollarını denetleyen ve 1892’de demiryo­ lu ile İstanbul'a bağlanan Ankara, Cum­ huriyet döneminde kuzeye, güneye, do­ ğuya ve batıya giden demiryolları ve ka­ rayollarının, dış seferlerle de bağlantılı iç



havayollarının en önemli kavşak noktası durumuna geldi. Merkezden yaklş. 35 km kuzeydeki Esenboğa, trafik bakımından Türkiye'nin ikinci büyük havalimanıdır. Kent çevresinde ayrıca birkaç askeri havaalanı da vardır (Etimesgut, Güvercinlik, Mürted). Ankara’nın günümüzdeki en belirgin iş­ levsel özelliklerinden biri de, Türkiye'nin en büyük kültür (Devlet tiyatro ve opera­ sı, özel tiyatrolar, Milli kütüphane, Anado­ lu medeniyetleri, Etnografya ve Atatürk müzeleri ile radyo-televizyon yayın kuru­ luşu merkezi: TRT) ve eğitim (Ankara Üni­ versitesi, Hacettepe üniversitesi, Orta Do­ ğu teknik üniversitesi, Gazi üniversitesi) merkezlerinden biri olmasıdır. • TARİH. Ankara kalesi eteklerinde, Çu­ buk çayı kıyısında ve kente yakın birçok yerde bulunan yontmataş döneminden araç ve gereçler, Ankara ve çevresinin Anadolu'nun en eski yerleşmelerinden bi­ ri olduğunu göstermektedir. Kent, ilkçağ’ dan bu yana değişik, ama birbirine çok benzeyen adlarla anıldı. Dönem dönem kullanılan Ankyra, Ancyra, Engürü, Angora yazılış ve söylenişleri, giderek bugün­ kü Ankara’yı pluşturdu. BizanslI tarihçi Stephanos’un İ.Ö. II. yy.’da yaşamış ma­ tematikçi ve astronom Apollonios’a daya­ narak verdiği bilgiye göre, İ.Ö. 278’de Anadolu’ya gelen Galatlar, Pontos kralıy­ la birlikte Mısırlılar a karşı savaşıp onları denize sürdüler. Bu nedenle Galatlar’a



Cumhuriyet anıtı



Ankara ve yöresi verildi. Galatlar, Mısır gemilerinden savaş ganimeti ve zafer ni­ şanesi olarak aldıkları çapaların adından esinlenerek, yeni topraklara Ankyra (ça­ pa) adını verdiler. Ünlü tarihçi Pausanias'a göre Ankara, Phrygia kralı Midas ta­ rafından bir gemi çapası bulduğu yerde kuruldu. Ne var ki Galatlar’ın Ankara'yı kurmaları sözkonusu olamaz; çünkü Galatlar'dan önce de burası bir yerleşim merkeziydi. Ankara yakınlarında ortaya çıkartılan yapı kalıntıları ve buluntular, Phrygia döneminde kente yerleşildiğini göstermektedir. Atatürk orman çiftliği ile Anıtkabir arasındaki 20 dolayındaki yığ­ ma tepe, Phrygia dönemi nekropolüdür. Bunun dışında, kent yakınlarındaki Gâvurkale, Sincanköy, Etimesgut ve Bitik’ te yapılan kazılarda birçok Phrygia yapıtı ortaya çıkarılmış, Augustus tapınağı’nın temellerinde Phrygia döneminden duvar kalıntılarına rastlanmıştır. Çankırıkapı'daki kazılarda da aynı dönemden kalma bir­ çok yapıt ve seramik ele geçmiştir. Phrygialılar’ın yıkılışından sonra Ankara ve yöresi sırasıyla Lydialılar’ın, Medler’in ve Persler’in egemenliğine girdi. Doğu



Gâvurkalesi seferi sırasında Büyük İskender, Gordion’dan sonra İ.Ö. 333 baharının başların­ da, Ankara’ya uğradı ve kendisine bağ­ lılığını bildirmeye gelen Paphlagonia el­ çilerini kabul etti, İskender’in ölümünden (İ.Ö. 323) sonra Phrygia satraplığı, dola­ yısıyla Ankara, önce Antigonos’un, ipsos savaşı’ndan (I.O. 301) sonra da Lysimakhos’un egemenliğine girdi. Ancak Selefkiler Lysimakhos’u yenerek Phrygia ve Ankara’yı ele geçirdiler (İ.Û. 281). İ.Ö.



let merkezi olarak önemini korudu. VII. | yy.’ın başlarında Sasaniler tarafından bir- o kaç kez yağmalandı. 654'te çok kısa bir _§j süre için arap-islam ordularının elinde kal: ’ dı. Sürekli akınlat'karşısında yıkıma uğ­ rayan kentin surlarını imparator Leon III onarttıyşa da, Abbasi halifesi Harunurreşit’in Ankara’yı almaşı pnlenemedi (806), Daha sonra halife Mirasım kenti bir kez daha yağmaladı, yakjp.yıktı (838). Anka­ ra’da bulunan bir fei^aps yazıtında bu yı­ kım ve yağma anlatılarak kenti imparator Mikhael llrârvonarttığı'belirtilmiştir. X.yy. ve XI. yy.’ın başlarına kadar, Bizans güçlü durumda olduğundan, Ankara’ya başka saldırı olmadı. Bu dönemde kent, Bukellarion theması’nın merkeziydi. Selçuklu sultanı Alparslan’ın Bizans imparatoru Romanos Diogenes’! Malazgirt’te kesin bir yenilgiye uğratması (1071), Anadolu’yu Türkler’e açtı; Malazgirt zaferinden iki yıl kadar sonra Ankara, Türkler’in eline geçti. Birinci haçlı seferi sırasında Raimond de Toulouse, ele geçirdiği Ankara’yı Bi­ zans'a geri verdi. Ankara, daha sonraki yıllarda Danişmentli Emir Gazi’nin (1127), oğlu Mehmet Gazi’nin ve Selçuklu sulta­ nı Mesut l'in eline geçti (1143). Mesut I ölünce (1155) Ankara'ya Çankırı ile bir­ likte, oğlu Şehinşah egemen oldu. Şehinşah, bütün direnmesine karşın, her iki kenti de sonunda tahtın gerçek sahibi kardeşi Kılıç Arslan ll’ye bırakmak zorun­ da kaldı (1169). Kılıç Arslan II, ülkesini oğulları arasında paylaştırdığında Anka­ ra, Muhittin Mesut’un payına düştü; da­ ha sonra kentf ele geçiren kardeşi Rüknettin Süleyman, Muhittin’i iki oğluyla bir­ likte idam ettirdi,izzettin Keykavus I, taht kavgasına girişen kardeşi Alaettin Keykubat’ı Ankara kalesinde kuşattı ve teslim



Gordion’dan genel bit görünüm



278’de Phrygia yöresine gelen Galatlar’ ın Tektosag boyu Ankara çevresine yer­ leşti. Tegtösaglar başkent yaptıkları An­ kara’yı geliştirdiler. Roma konsülü Manlius Vulso, Anadolu'ya düzenlediği sefer sı­ rasında Galatlar’ı yendikten sonra Anka­ ra’ya girdi (İ.Ö. 189). Yağmacılığı bırak­ maları koşuluyla, yönetimi yine onlara ver­ di. Ankara i.O. 25’te Roma’ya bağlandı, İ.Ö. 21’de Galatia eyaletinin başkenti ol­ du ve metropoiis (anakent) sanını aldı. Bir ordu ve ticaret yolu üzerinde bulunması, kentin büyüyüp gelişmesine yol açtı. İ.S. II.-III. yy.'lar arasında günümüzdeki Ha­ cettepe, Gençlik parkı, Bentderesi'ne ka­ dar yayılan Ankara, İ.S. 270'te surla çev­ rildi. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca (395), Ankara, Doğu Roma’nın (Bizans) payına düştü. Kent, bu tarihten VI. yy.’ın sonlarına kadar imparatorluğun bir eya-



aldı. Selçuklu döneminde, kent askerlik bakımından önemini koruduğu gibi eko­ nomik yönden de önemli merkezlerden biri durumuna geldi. Kösedağ savaşı’ndan (1243) sonra Moğollar’ın egemen­ liğine giren Ankara daha sonra Eretna devletine bağlandı. Bu dönemde Anka­ ra’da ahilik örgütü etkin rol oynadı; örgü­ tün zaman zaman kentin yönetimini ele geçirdiği de oldu. 1354’te Orhan Gazi’ nin oğlu Süleyman Paşa, Ankara’yı osmanlı topraklarına kattı. Daha sonra ye­ niden ahilerin yönetimine geçen kenti Mu­ rat I savaşsız geri aldı (1361). Yıldırım Bayezit ile Timur arasındaki Ankara savaşı, kentin kuzeyindeki Çubuk ovasında ya­ pıldı (1402). Savaşta yenilen Yıldırım Bayezit, bir süre Ankara kalesinde hapsedil­ di. Timur'un Anadolu’dan ayrılmasından sonra, kent şehzadeler arasında birkaç kez ei değiştirdi. Osmanlı yönetiminde Ankara, uzun süre olaysız, sakin bir kent görünümünde kaldı. Kalenderoğlu Meh­ met Paşa, Celali ayaklanmaları sırasında Ankara’yı kısa bir süre elinde tuttu (1607). Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın ayaklan­ masında da, yine kısa bir süre işgale uğ­ radı (1832). Ankara, OsmanlIlar dönemin­ de Anadolu eyaletinin merkeziydi; eyalet merkezi Kütahya’ya taşınınca sancak merkezi, daha sonra yeniden eyalet mer­ kezi oldu. Ankara, Türk Kurtuluş savaşı'nda özel bir yere sahiptir. Ulusa! hareketin önderi Mustafa Kemal Paşa ile Anadolu ve Ru­ meli Müdafaai hukuk cemiyeti heyeti temsiliyesi, 27 aralık 1919’da Ankara’ya gel­ diler. Bu tarihten sonra milli mücadele An­ kara’dan yönetildi; 23 nisan 1920’de TBMM Ankara'da toplandı. Kurtuluş sa­ vaşımdan sonra, bir yasayla yeni Türki-



Sıhhiye parkı



“Ankara” tablosu Rijkmuseum, Hollanda



Büyük Larousse



A n k a ra 636



Ankara kalesi girişi Julianus sütunu ye'nin başkenti oldu (13 ekim 1923). • SANAT. Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Ankara ve çevresin­ de yapılan araştırmalarda, tarihöncesinden bugüne uzanan pek çok kalıntıya rastlanmıştır. Tarihöncesi buluntu yerleri arasında Maltepe, Uzağıl, Etiyokuşu, Dereköy, Gölbaşı, Keçiören, Gâvurkalesi (yontmataş), Macunçay sekileri (ortataş), Ankara kalesi, Çubuklu çayı (yenitaş), Karaoğlan, Etiyokuşu, Ahlatlıbel, Bitik (tunç çağları) sayılabilir. Anadolu’da birbirini izleyen uygarlıkla­ rın önemli merkezlerinden olan kent, çe­ şitli dönemlerde bayındırlık çalışmalarına tanık olmuştur; ancak yapıların çoğu sa­ vaşlarda yıkılmıştır. Bu yüzden günümü­ ze ulaşan örnekler, daha çok yakın dö­ nemlerdendir. Hitit döneminden yapı kalıntısı yoktur. Bu dönemin buluntu merkezleri Gâvurka­ lesi, Karaoğlan, Ahlatlıbel ve Bitik’tir. Yi­ ne bu döneme tarihlenen, Etimesgut’ta bulunmuş bir aslan heykeli (1928), Ahiyakup camisi yakınında bulunmuş kanatlı sfenksler (1932) Anadolu medeniyetleri müzesi'nde sergilenmektedir. Phrygialılar döneminde önemli bir mer­ kez olan kentte, kale dışında, tepe ya­ maçlarında ve düzlüklerde yerleşilmişti. Roma döneminden Augustus tapınağı' nin temellerinde, Çankırıkapı’da, beledi­ ye yapısı yanında, duvar kalıntıları ve se­ ramikler; Hacıbayram camisi yakınında küçük ev kalıntıları ortaya çıkarıldı. Anıt­ kabir ile Atatürk orman çiftliği arasında, dönemin nekropolü olduğu anlaşılan, yaklaşık 20 yığma tepe saptandı. ODTÜ’ den Cevat Erder ve Sevim Buluç’un üç



Birinci TB M M binası



yığma tepede yaptığı kazıların buluntuları ODTÜ’nün müzesindedir. Bir yapının par­ çaları olduğu sanılan ve Ankara taşından yapılmış "Ankara kabartmaları” diye bi­ linen 8 parça kabartma da, dönemin önemli kalıntılarıdır. Bunlarda çeşitli hay­ vanlar betimlenmiştir. Galatlar döneminden buluntu yoktur. Yalnızca Karalar yöresinde, Galatia bey­ lerinden Deiotaros'un (öl. İ.Û. 40) tonoz örtülü mezarı bulundu. Kentteki Roma dönemi anıtlarının en önemlileri Augustus * tapınağı, Roma ha­ mamı, Julianus sütunu, sütunlu yol, su yolları ve kimi yazıtlardır. Belkıs minaresi diye de bilinen Julianus sütunu, Roma imparatoru Julianus’un Ankara’ya gelişi onuruna dikilmiştir (İ.S.362). Üzerleri yiv­ li on beş taştan oluşan anıtın başlığı, ken­ ger yaprakları biçimindedir. Çankırıkapı’ daki Roma hamamı'nda, 1937-1943 ara­ sında Türk Tarih kurumu’nca kazı yapıl­ mış; yapının soyunma, yıkanma, külhan ve servis bölümleri açığa çıkarılmıştır. Bu­ rada bulunan yılan tutan bir el kabartma­ sı, hamamın Asklepios adına Roma impa­ ratoru Caracalla döneminde yapıldığını kesinleştirmiştir (i.S. 211-217). VIII. yy.’a değin onarım ve eklemelerle kullanılan yapı merkezi, ısıtmalı odalar ve palaestra bölümlerinden oluşur. Ulus meydanın­ dan Ziraat fakültesi’ne giden caddenin açılışı sırasında Hadrianus döneminde yapıldığı sanılan sütunlu yol ortaya çıka­ rılmıştır. Bunların dışında, antik kaynak­ larda kentte bujevterion, hipodrom, ago­ ra, tiyatro, tapınaklar bulunduğu bildiril­ mektedir. Bizans dönemi kalıntıları arasında Ad-



ııye sarayı’nın arkasındaki Klemens kilise­ si (V. yy.) ve Ulaştırma bakanlığı yapılır­ ken ortaya çıkarılan, biri kuş motifli fresk­ lerle bezeli mezarlar sayılabilir. Türk döneminde Ankara, başta cami ve mescit olmak üzere pek çok yapıyla donatılmış, ancak bunların önemli bir bö­ lümü bugüne ulaşmamıştır. Anadolu Sel­ çukluları döneminde daha çok Ankara * kalesi'nin ve surların onarımına önem ve­ rilmiştir. iç kalede Kılıç Arsian ll'nin oğlu Muhittin Mesut Şah’ın yaptırdığı Alaettin camisi türk döneminin en eski yapısıdır (1198); uzunlamasına diktörtgen planlı ana mekân ile önündeki son cemaat ye­ rinden oluşur. Birkaç kez onarılan yapı­ nın tavanı ve İbrahim bin Ebubekir’in ürü­ nü olan beş köşeli yıldızlarla bezeli ahşap minberi ağaç işçiliğinin seçkin örnekleri­ dir. Yapım tarihi kesin olmayan, ancak XIII. yy.’a tarihlendirilen Ahişerafettin ca­ misi de denilen Aslanhane *camisi ulu ca­ miler planındadır. Caminin yanında Aslanhane tekkesi, Ahişerafettin türbesi (1330), mezarlar ve Kesikbaş türbesi (XIV. yy.) vardır. Yürüyendede (Yörükdede) türbesi de (XIV. yy.) selçuklu üslubunda bir yapıdır. Atpazarı’ndaki Saraçsinan mescidi (1288); Alaettin Keykubat zama­ nında yaptırılmış, Ankara çayı üzerinde­ ki Akköprü (1222) dönemin anılması ge­ reken örnekleridir. Ahiliğin önemli merkezlerinden olan



Alaettin camisi (1198)



A nkara kentte, XIV.-XV. yy.'larda özei kişilerce yaptırılmış pek çok cami ve mescit vardır. Tasarımlarıyla seiçuklu üslubuna bağlı olan bu yapılar, bezeme açısından yalındır. Camilerin yakınında tekke, medrese, imarethane ve hanlar vardır. Özgünlüğünü büyük ölçüde koruyan Ahi Elvan Mehmet'in yaptırdığı Ahielvan camisi (1382), mermer başlıklı 12 ahşap direkle mihraba dik dört şahına ayrılmış bir ya­ pıdır. Harputlu Mehmet bin Bayezit’in ya­ pıtı olan ahşap minberi ve İstanbul Türk -İslam eserleri müzesi’nde bulunan dolap kapakları, ağaç işçiliğinin önemli örnek­ leridir. Dönemin en özgün yapılarından biri Hacıbayram’ camisi'dır (1427). Mi­ mar Ahmet bin Ebubekir’in yapıtı olan Ka­ racabey (imaret) camisi (1427), türbesi, hamamı, çeşmesiyle bir külliye oluşturur. Yapı, erken osmanlı Bursa üslubunun ters T planlı yapılar grubuna giren ilginç bir örnektir. Planı yanında, geometrik motif­ lerle bezeli giriş kapısı, ahşap ve mermer



| ğ 3 § ,5 111



637



Ankara Resim Hevke! müzesi



Augustus tapınağı ve Hacıbayram camisi işçiliği, çini bezemeli minaresiyle dikkati çeker. Avlusundaki sekizgen planlı Kara­ cabey türbesi osmanlı mimarlığının ilk kubbeli anıtlarındandır. Hamamı (1440) çifte hamam planındadır. Anadolu beyler­ beyi Cenabi Ahmet Paşa’nin yaptırdığı Yeni (Cenabiahmetpaşa) cami (1566), kubbeyle örtülü ana mekân ile önünde, üç küçük kubbeyle örtülü son cemaat ye-



rinden oluşur. Kimi tezkirelerde Mimar Si­ nan’ın yapıtı olarak gösterilir. Taş işçiliği ve yay kemerli somaki mermer girişiyle dikkati çeker. Avluda Cenabi Ahmg| Paşa’nın sekizgen planlı, kubbeli türbesi bu­ lunur. Klasik osmanlı türbeleri planında, bir başka örnek de Karyağdı türbesi'dir (1577). Yine XVI. yy.’dan Kurşunlu cami, klasik osmanlı üslubunda, merkezi kub­ beli bir yapıdır. Geometrik bezemeli alçı mihrabı, alçı sanatının önemli örneklerin­ dendir. XVII. ve XVIII. yy.’larda yapılan cami ve mescitler, uzunlamasına diktörtgen planlı, önlerinde son cemaat yeri bu­ lunan yalın örneklerdir (Ağaçayak cami­ si [1705), Çiçekçioğlu camisi [XVII. yy.], ibadullah camisi [XVII. yy.), iki Şerefeli ca­ mi [1674]). Şeyhülislam Mehmet Emin Efendi’nin yaptırdığı Zincirli cami (1687), Nakkaş Mustafa’nın yapıtı olan ahşap be­ zemeleriyle tanınır. Yazılı kaynaklardan bilinen medreseler­ den bugüne ulaşan örnek yoktur. Ticaret yapıları arasında, Fatih Sultan Mehmet’ in sadrazamlarından Mahmut Paşa’nın yaptırdığı Mahmutpaşa bedesteni (1464 -1471), klasik şemada önemli bir yapıdır. Ortada 10 kubbeli, 18 X 49 m boyutların­ da büyük bir orta mekân, çevresinde kar­ şılıklı dükkânlar yer alır. Yapı onarıldıktan sonra (1933-1946) Ankara Arkeoloji mü­ zesi; 1967’de yeniden düzenlenerek Ana­ dolu medeniyetleri müzesi olmuştur. Be­ destenin bitişiğindeki Kurşunlu han da Mahmut Paşa tarafından yaptırılmıştır (XV. yy.). Klasik hanlar planındaki iki katlı yapı, ortada revaklı büyük bir avlu çev-



Eski Ankara evlerinden bir örnek



resinde odalardan oluşur. Çengel han .(1522), Sulu han (1685), Nasuhpaşa ha­ nı (1613) klasik şemada yapılardır. Kentin Cumhuriyet dönemi anıtları ara­ sında, P. Canonica’nın yapıtı olan Atatürk anıtı (1927) ve Zafer anıtı (1927), Krippel’ in ürünü olan Cumhuriyet’ anıtı (1927), H. Holzmeister'in yapıtı olan Güven’ anıtı (1935), Hüseyin Özkan’ın (Anka) yapıtla­ rı olan Mithat Paşa anıtı (1966) ve Mimar Sinan anıtı (1956) sayılabilir. • EDEBİYAT. Kurtuluş savaşı'ndan önce­ ki dönemde Ankara’yı konu edinmiş ede­ biyat yapıtları sınırlıdır. İslamlıktan önce­ ki dönemin ünlü arap şairi imrülkays’ın bu kentte öldüğü (540) ve son şiirlerinde bu çevreyle ilgili izlenimlerini dile getirdiği ileri sürülmüştür. 1648’de kente gelen Evliya Çelebi burada gördüklerini konu edinir­ ken düşüne giren Er Dede Sultan adlı er­ mişin Kalealtı’nda, Odunpazarı semtinde­ ki mezarını nasıl bulduğunu da hoş bir bi­ çimde anlatır (Seyahatname, II). Ahmet Şerif, Anadolu'da Tanin başlıklı röportaj dizisinde kentin ikinci meşrutiyet sonrasın­ daki durumunu betimler. Kurtuluş savaşı yıllarından başlayarak Ankara'da yaşayan yazarlar, kenti ve bu­ radaki yaşamı ayrıntılarıyla canlandırdılar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara (1934) romanında, Kurtuluş savaşı Ankarası'nın gerçekçi bir görünümünü sunar. Güç koşullar içinde, yoksunluklara katla­ narak yeni devletin kurulmasına katkısı olan aydınların zamanja kendi çıkarlarını gözetmeye-koyulduklarına dikkati çeker. Romanın yazılışından on yıl sonrasına ait bölümde başkent Ankara çalışkan, özve­ rili, halkıyla bütünleşmiş aydınların kenti olarak canlandırılır. Ahmet,Hamdi Tanpınar Beş şehir (1946) kitabının Ankara’ya ayırdığı bölümünde yapılara (Ankara ka­ lesi, Augustus tapınağı, Hacıbayram ca­ misi’ vb.), kendi anılarına, gözlemlerine dayanarak kentin yeni Türkiye'nin kültür bileşimi içi'nd&fe yerini araştırır. Avlusun­ daki hitit aslanları ve yılan figürlü mihra­ bıyla Aslanhane camisi’ni, Augustustapınağı'yla yanı başındaki Hacıbayram ca­ misi’ni tanımlarken farklı kültürlerin ben­ zerlik ve karşıtlıklarını gösterir. Aka Gün­ düz Dikmen yıldızı (1928) romanında Kur­ tuluş savaşı yıllarına ait görünümleri can­ landırır. Memduh Şevket Esendal hikâye­ leriyle Ayaşlı ve kiracıları (1934) romanın­ da, Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen dö­ neme ait kişilikleri betimler ve kentteki ya­ şamdan hareketli bir kesit verir. Kültür merkezi İstanbul’un yanında An­ kara ikinci bir merkez oluştururken, bu­ rada yaşayan, görev yapan yazarlar da kentin türlü yönlerini dile getirmişlerdir, il­ han Tarus memur kesimini, devlet daire­ lerindeki yaşamı gerçekçi biçimde anla­ tır. Falih Rıfkı Atay (Çankaya, 1958), Şev­ ket Süreyya Aydemir (Suyu arayan adam,



Ankara dığı önemli kollardan biri. 186 km. İnce­ su, Hatip çayı (Bent deresi) ve Çubuk su­ yunun Ankara ovasının D. kenarında bir­ leşmesiyle oluşur. Ankara B. ’sında geniş bir alanın sularını toplar ve Eskişehir il sı­ nırında Sakarya'ya kavuşur.



Ahielvan camisi (1382)



1961), Ceyhun Atuf Kansu (Cumhuriyet bayrağı altında, 1973), Erhan Bener (Bü­ rokratlar, 1978-1979), Mehmet Kemal (Kalenin eteğinde, Pulsuz tavla, 1384), Adalet Ağaoğlu (Göç temizliği, 1985) vb. anılarını yazarken kentin yaşamını canlan­ dırırlar. Ankara'da dönemlerinin siyasal -toplumsal gelişimlerine tanıklık eden Fa­ kir Baykurt (Amerikan sargısı, 1967), Sev­ gi Soysal (Yenişehir’de bir öğle vakti, 1973), Adalet Ağaoğlu (Bir düğün gece­ si, 1979; Üç beş kişi, 1984) vb. bu göz­ lemlerinin çerçevesi olarak kentten görü­ nümler verirler. Atatürk'ün kentle birleşen kişiliği Cum­ huriyetin ilk dönem şiirini besleyen bir te­ ma oldu (Faruk Nafiz Çamlıbel, “ Çanka­ ya"); Ankara'nın semtlerinden, sokakla­ rından kaynaklanan izlenimler şiirleri bes­ ledi (ilhan Berk, "Sakarya sokağı bala­ dı” ). Kentin kenar semtlerini, gecekondu mahallelerini konu edinen toplumsal içe­ rikli şiirler de (Ahmet Arif,"Karanfil soka­ ğı").yazıldı. (-*Kayn.)



A n k a r a ç lm a n to s a n a y ii T A Ş , Tür­ kiye çimento ve toprak sanayii'ne (ÇİTOSAN) bağlı bir kamu kuruluşu. Cumhu­ riyet döneminin ilk çimento fabrikası olan tesis, 1926’da yılda 15 000 ton kapasitey­ le Ankara'da kuruldu. 1956 ve 1967 yıl­ larında tevsi edilerek kapasitesi yılda 440 bin ton klinker, 460 bin ton çimento üre­ tebilecek düzeye yükseltildi. On ısıtıcılı ku­ ru sistem tekniğiyle çalışan fabrikada, ya­ kıt olarak fuel-oil ve kömür, katkı madde­ si olarak tras kullanılmakta, TS 19-PÇ portland çimentosu ve TS 19-KPÇ katkılı portland çimentosu üretilmektedir, işlet­ mede ÇİTOSAN'ın % 93,5 payı bulun­ makta, 328 kişi çalışmaktadır (1991). A n k a r a Ç o c u k -O o n ş H k tiy a tr o s u , 1976-77 döneminde Ankara Çocuk tiyat­ rosu adıyla Salih Kalyon, ve arkadaşları tarafından kuruldu. Çalışmalarını Ankara' da sürdüren ve yurt içi, yurt dışı başarılı turneler yapan topluluk, daha sonra şim­ diki adını aldı ve 1984 başlarında İstan­ bul'a yerleşti. Başlıca oyunları: Becerikli kanguru (1976), Demet ile Memet (1982), Palyaço (1984). A a fe a rs D o m lr s p o r kulübü, Devlet demiryolları çalışanları tarafından Anka­ ra'da kurulan spor kulübü (1932). Forma­ sı kırmızı-yeşildi. Yalnızca güreş dalında etkinlik gösterdi. Çankaya kulübü ile birleşerek forma rengini mavi-lacivert olarak değiştirdi (1937). Futbolda üç kez Anka-



A n k a r o E tn o g ra fy a m ü z e s i, Cum­ huriyet Türkiyesi’nin ilk ve önemli müze­ lerinden; 1925-1927 yılları arasında yapı­ mı tamamlanan müze, 1930'da ziyarete açıldı. Burada, Anadolu-türk sanatına ve etnografyaya ilişkin giyim, işlemeler, do­ kumalar, maden sanatları, ahşap eserler, yazma eserler, tekke eşyası vb. sergile­ niyor. Salonlardan biri XVII. yy. Ankara evinin bir odası biçiminde düzenlenmiş­ tir. Bir başka salonda da TBMM'nin ilk üyelerinden, araştırmacı Besim Atalay'ın armâğanı olan yapıtlar bulunur. Şeref ho­ lünde, Atatürk’ün, Anıtkabir’e taşınmadan önce 15 yıl süreyle katafalkının bulundu­ ğu bölüm, simgesel bir mezar ve mermer levhayla belirtilmiştir. Müzenin ayrıca, yaz­ ma ve basma yapıtlar kitaplığı ile şeriye sicillerinin korunduğu arşivi vardır. A n k a ra D a s e te c ite r c e m iy e ti - GA­ ZETECİLER CEMİYETİ (Ankara).



A n k a r a H a lk tiy a tr o s u , 1975 yılında Ankara Sanat tiyatrosu’ndan ayrılan Er­ kan Yücel ile arkadaşlarının kurdukları topluluk, ilkin Devrimci Ankara sanat tiyat­ rosu adını taşıyan topluluk, 1978’den son­ ra bu adı benimsedi. Erkan Yücel'in ölü­ münden sonra dağıldı. A n k a r a H u k u k m o k to b l -* HUKUK FAKÜLTESİ.



A n k a ra h ü k ü m e ti, Kurtuluş savaşı sü­ resince TBMM hükümetlerine verilen ad. Bu hükümetlere resmen, Türkiye Büyük millet meclisi hükümetleri ya da icra ve­ killeri heyeti adı verilir. 25 nisan 1920’de TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında bir Muvakkat icra encüme­ ni oluşturuldu. 3 mayıs 1920’de, gene



AnSınsrc ansts, Ankara'daki Augustus tapınağı'nın duvarlarındaki yazıt. Tapına­ ğın pronaos duvarında latince, portikusun gûney-doğu duvarında yunanca yazılmış­ tır. ( -♦ AUGUSTUS VASİYETNAMESİ.) A n k a r a anlaşm ası, Türkiye ile Avru­ pa Ekonomik topluluğu (AET) arasında ortaklık yaratan, bu ortaklığın amaçlarını, temel koşullarını, kurumlarını belirleyen anlaşma. 12 eylül 1963'te Ankara'da im­ zalandı, 1 aralık 1964’te yürürlüğe girdi. ( - * A v r u p a t o p l u l u k l a r i .)



Ankara Çocuk-Gençlik tiyatrosu Palyaçolar (1979) adlı oyun açıkhava gösterimi sırasında



A n k a r a A r k e o lo ji rm ü s o s l DOLU* MEDENİYETLERİ MÜZESİ.



Ankara Etnografya müzesi



♦ ANA­



A & K A R A ç a y ı , esk E n g ü r ü s u y u , iç Anadolu’da Sakarya nehrinin sağdan al­



ra amatör lig şampiyonu (1938-1939), 1947'de Türkiye, 1958-1959 sezonunda Ankara profesyonel lig şampiyonu oldu. Birinci futbol liginde (1959-1971), 2. Tür­ kiye liginde (1971-1983) ve 3. Türkiye li­ ginde (1984-1992) yer aldı. Futboldan başka, güreş atletizm dallarında da et­ kinlik gösterdi. A n k a r a D e n e m e s a h n e s i, 1957'de üniversiteli gençlerin ve değişik mealök sahiplerinin bir araya gelerek kurdukları topluluk. Birçok ünlü yabancı yazarın ya­ nı sıra, türk yazarlarının yapıtlarını da sah­ neledi, katıldığı uluslararası tiyatro şenlik­ lerinde ödüller aldı. A n k a r a D e v le t k o n s e r v a tu v a r ı -* DEVLET KONSERVATUVARI (Ankara).



Ankara Devlet opera ve balesi * DEVLET OPERA VE BALESİ (Ankara).



A n k a ra



Devlet tiy a t r o s u — DEVLET



TİYATROSU (Ankara).



TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa baş­ kanlığında, her bakanın TBMM üyeleri arasından.ayrı ayrı seçildiği 12 bakanlı Bi­ rinci icra vekilleri heyeti kuruldu, ilk An­ kara hükümeti, 24 ocak 1921 tarihine ka­ dar görev başında kaldı. 24 ocak 1921 'den 9 temmuz 1922’ye kadar 2. ve 3. icra vekilleri heyetleri'nin başkanlığını Fevzi Paşa (Çakmak), 12 temmuz 1922 -4 ağustos 1923 tarihleri arasındaki 4. hü­ kümetin başkanlığım Hüseyin Rauf Bey (Orbay), 14 ağustos 1923'ten Cumhuri­ yetin ilanına kadar olan 5.hükümetin baş­ kanlığını da Ali Fethi Bey (Okyar) yaptı. A n k a r a i l h a lk k ü tü p h a n e s i, Anka­ ra’da, Milli eğitim bakanlığı kütüphaneler müdürlüğü’ne bağlı kitaplık. Türkiye'nin derleme nüshası alan altı büyük kitaplığın­ dan biri. Ankara Umumi kütüphanesi adıyla kuruldu (1928). Toplam 239 277 ciltlik dermesi vardır (1985). Süreli yayın­ lar 49 959 cilt, izlenen süreli yayın 1907,



A nkara Sanat tiyatrosu yazma eser 17, eski harfli türkçe eser 239, yabancı dildeki kitap sayısı 3 556’ dır. Kitaplıkta işlenmemiş durumda çok sayıda harita, para, afiş, kartpostal, pul bulunmaktadır. Alfabetik fiş katalogu, Dewey sistemiyle hazırlanmış konu katalo­ gu vardır. A n k a r a Itlla fn s m o s l, TBMM hükü­ meti ile Fransa arasında imzalanan antlaş­ ma (20 ekim 1921). Mondros mütareke­ sinden sonra Fransa, Ermeniler ile işbirli­ ği yaparak güney bölgelerimize hâkim ol­ maya çalıştıysa da ummadığı bir direniş­ le karşılaştı. Pozantı civarında bir fransız taburunun esir edilmesi, Fransa’nın An­ kara’yla 20 günlük bir mütareke imzala­ masında etkili oldu (30 mayıs 1920). Fran­ sa, 1921 yılı ortalarında TBMM hüküme­ tiyle temas girişimlerinde bulundu. Bun­ da, Yunanlılar’a karşı kazanılan askeri ba­ şarılar, Sovyetler ile imzalanan antlaşma­ lar, itaiyanlar'ın Anadolu’yu terke başla­ ması, Ren bölgesinin geleceği konusun­ da İngiltere’nin Fransa’yı desteklememesi gibi nedenler de rol oynadı. Fransa, Franklin Bouillon'u 9 haziran 1921'de TBMM hükümeti ile gayriresmi bir temas kurmak üzere Ankara'ya gönderdi. Gö­ rüşmeleri bizzat Mustafa Kemal Paşa yö­ netti. Fransa, görüşmelerde bir anlaşma­ ya yaklaşılmışken, başlayan yunan saldı­ rısının gelişme göstermesi üzerine bekle­ meyi tercih etti. Sakarya meydan savaşı' nin kazanılması Fransa’nın tereddütlerini giderdi. Türk temsilcisi Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk) ile fransız temsilci Franklin Bouillon arasında Ankara itilafnamesi im­ zalandı. Antlaşmayla,Türkiye ile Fransa arasındaki savaş durumu sona erdi. Türk -Suriye sınırı çizildi. İskenderun ve Antak­ ya, türk olan özelliği kabul edilmek ve ko­ runmak şartıyla Fransa'ya bırakıldı. Böy­ lece Fransa, Anadolu’nun işgalinde işbir­ liği yaptığı dostlarından ayrıldı. Düşman cephesi zayıfladı. Güney cephesinin tas­ fiyesiyle batı cephesinin güçlendirilmesi sağlandı.Daha sonra Lozan’da bu antlaş­ ma koşulları kesinlik kazanacaktır. A n k a ra k a le s i, Ankara’nın merkezin­ de kale; Kaletepe üzerinde, kentin en eski yerleşim alanıdır. Yapım tarihi bilinme­ mektedir. Hititler ya da Phrygia kralı Midas (İ.Ö. VIII. yy.) tarafından yapıldığına ilişkin değişik görüşler vardır. Kimi tarih­ çiler, hitit kenti Ankuva ile kale arasında bağlantı kurar. Romalılar’ın Galatia sefe­ rinde, Tektoşaglar kaleye sığındıkların­ dan, yapının i.O. II. yy.’da var olduğu ke­ sindir. Roma (217), Bizans (668, 740, 805, 859), Anadolu Selçukluları (XIII. yy. ilk yarısı), ilhanlı (1330) dönemlerinde ya­ pı çeşitli onarımlar geçirmiş, eklemeler ya­ pılmıştır. OsmanlIlar ise kentin dış surla­ rını genişletmiştir. Osmanlı devletine başkaidıran Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Ankara kalesi'ni ele geçirmiş, dış surları onartmıştır (1832). Yapının prusyalı bir subay olan Vincke tarafından çıkartılan rölövesinde (1839), iç ve dış kale, kenti kuşatan dış surlar gö­ rülebilmektedir. Bentderesi'nin yamaçla­ rından başlayıp kenti yürek gibi kuşatan dış surlar Çankırıkapısı, istanbulkapısı, izmirkapısı, Namazgâhkapısı, Erzurumkapısı, Aynalıkapı, Kayserikapısı ile dışa açı­ lır. Geniş bir alanı kaplayan dış kaleden bugüne çok az kalıntı kalmıştır. Tepenin K. ve B.’sını kuşatan yapının 20 kulesin­ den 15’i sağlamdır. Bu bölüm Dışkapı ve Hisarkapısı ile dışa açılır. Hisarkapısı’nın üzerinde ilhanlıiar’dan kalma 1330 tarihli bir yazıt bulunur. Yaklaşık 50 000 rrP’lik bir alanı kapla­ yan, 130 X 330 m boyutlarındaki iç kale sağlamdır. 42 kuleli, 4 katlı yapının çev­ resi 1 150 m'dir. 10-16 m yüksekliğinde­ ki duvarların alt bölümü mermer, üstü ankara taşındandır. Yapı, Gençkapı, Zindankapı, Parmakkapı ile dışa açılır. K.-D köşesindeki Akkate (Alitaşı da denir), hi­ sarın en yüksek noktasıdır (denizden yük­



sekliği 978 m). G.-D. köşesinde Şarkkalesi denilen burç bulunur. Akkale bitişiğin­ deki K. duvarında, Anadolu Selçuklu sul­ tanı Keykavus ll'nin onarım yazıtı vardır (1249). Kale içinde zamanla evler yapılmış, bir mahalle oluşmuştur. Anadolu Selçuklu sultanı Kılıç Arslan ll’nin oğlu Ankara va­ lisi Muhittin Mesut Şah burada Alaettln camisi’ni yaptırmıştır (1198). A n k a r a k a le s i, Necil Kâzım Akses'in senfonik şiiri. 1938’de yazılmaya başla­ nan yapıt, 1942’de tamamlandı ve ilk kez Ernst Praetorius yönetimindeki Riyaseticumhur filarmoni orkestrası’nca seslendi­ rildi. Ertesi yıl, Fritz Zaun yönetimindeki Devlet orkestrası’nın yorumuyla Berlin'de plağa alındı; Viyana'daki Universal Edition, yapıtın notasını yayımladı. Besteci, daha sonra partisyonda bazı değişiklik­ ler yaptı. Son biçimiyle ilk kez 1964’te, yi­ ne Ankara’da seslendirildi. Yapıt, Türk Kurtuluş savaşı’nın bir yüceltilmesidir. A n k a r a M e y d a n s a h n e s i -> m ey DAN SAHNESİ (B irle ş m iş o y u n c u la r).



A n k a r a O d ft.p rk e s tra s a -» ODA OR­ KESTRASI (Ankara). A n k a r a o p e r e t i, 1928 yılının ilk ayla­ rında İstanbul’da kurulan operet toplulu­ ğu. Kadıköy’deki Hâle tiyatrosu’nda Ma­ rtça ve İstanbul gülü operetlerini oynadık­ tan sonra Cumhuriyet opereti ile birleşti. A n k a r a p a k tı, Türkiye, İngiltere, Fran­ sa arasındaki savunma antlaşması (19 ekim 1939). ikinci Dünya savaşı öncesin­ de Almanya’nın Orta Avrupa, İtalya'nın Doğu Akdeniz'deki yayılmacı emelleri Türkiye, İngiltere ve Fransa’yı birbirine yaklaştırmıştı. Türkiye, Almanya’nın en­ gelleme çabalarına karşın, Akdeniz’in gü­ venliği konusunda İngiltere ile 12 mayıs 1939 Fransa ile de 23 haziran 1939’da aynı nitelikte birer bildiri imzaladı. SSCB ile Nazi Almanyası arasında 23 ağustos 1939’da bir saldırmazlık paktının imzalan­ ması, Almanya’nın 1 eylülde Polonya'ya saldırması, ,28 eylülde bu ülkeyi Sovyet­ ler ile paylaşması, daha da önemlisi Türk -Sovyet görüşmelerinin sonuçsuz kalma­ sı üzerine; Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında bir karşılıklı yardım antlaşması imzalandı. Buna göre İngiltere ve Fran­ sa, Türkiye’ye bir Avrupa devletinin sal­ dırması haiinde, Türkiye ile işbirliğinde bulunacaklar ve gerekli bütün yardımları yapacaklar; İngiltere ve Fransa, Akdeniz bölgesinde bir Avrupa devletinin saldırı- • sına uğradıkları takdirde Türkiye aynı yü­ kümlükleri yerine getirecek; İngiltere ve Fransa, Yunanistan ve Romanya’ya ver­ dikleri garantiler yüzünden savaşa girer­ lerse Türkiye, fiili olarak İngiltere ve Fran­ sa ile işbirliği içinde, elinden gelen yardım ve desteği yapacaktı. İngiltere ve Fransa bu antlaşma hükümleri dışında bir Avru• pa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye bu iki devlete danışacak, hiç değilse ta­ rafsız kalacaktı. A n k a r a p a la s , Ankara'da otel. Ulus



meydanından istasyon’a inilirken, solda, ikinci TBMM binasının karşısında yer alır. Yapımına, zamanın sağlık bakanlarından Dr. Rıza Nur’un girişimiyle başlandı. Rı­ za Nur, otelin planlarını mimar Vedat Bey'e (Tek) ısmarladı. Ancak, yapım sü­ rerken bakanlık binayı Evkaf idaresi'ne devretti. Evkaf, mimarlık ücretini ödeme­ yince Vedat Bey planları vermedi. Yapım, plansız olarak sürdürüldü. Otel tamamlan­ dığında (17 nisan 1928) giriş merdiven­ lerinin unutulduğu görüldü. Bu eksiklik sonradan tamamlandı. Otel, işletmeye açıldığından, TBMM şimdiki yerine taşınıncaya kadar (6 ocak 1961) yabancı ko­ nukların ağırlandıkları, lobisinde devlet ve siyaset adamlarının buluştukları, önemli balo ve toplantıların yapıldığı bir yer ola­ rak, başkent Ankara’nın yaşamında ön planda yer aldı. 1960’lı yıllarda bir süre çeşitli amaçlarla kullanıldı. 1980 sonrası Devlet konukevi oldu.



639



A n k a r a R a d y o s u . Türkiye Telsiz -Telefon şirketi’nce kurulan 5kW gücün­ deki vericiyle yayına başladı (1927). Son­ ra 120 kW gücündeki Ankara uzun dal­ ga, 20 kW gücündeki Ankara kısa dalga istasyonları yayına geçti (28 ekim 1938). Aynı yıl Ankara radyo binası hizmete gir­ di. 100 kVV’lık Ankara kısa dalga istasyo­ nu kuruldu(1950); Ankara Radyosu uzun dalga vericisi 240 kW güce çıkarıldı (1961). 1 mayıs 1965’te Türkiye Radyo -Televizyon kurumu’na devredildi. Ankara Radyosu halen uzun dalga 1 500 m, 200 kHz ürerinden ,120 kW çıkış gü­ cüyle TRT-I;' uzun dalga 1 648 m 182 kHz üzerinden, 1 200 kW çıkış gücüyle TRT -II,çok kısa dalga 91,2 MHz üzerinden, 60 kW çıkış gücüyle TRT-III yayınlarını sür­ dürüyor. A n k a ra R a d y o s u ç o k s o s ll k o r o s u - * ÇOKSESLİ KORO (TRT Ankara radyosu, — su). A n k a r a S a n a t tiy a tr o s u (AST), tiyat­ ro adamı Asaf Çiyiltepe*'nin İstanbul’da kurduğu Arena* tiyatrosu'nun Ankara'ya taşındıktan sonraki adı. 6 aralık 1963’te Yenişehir, Ihlamur sokak 7 numaradaki salonda Godot'yu beklerken adlı oyunla perdelerini açtı. Şirket müdürlüğünü bülent Akkurt’un yaptığı topluluk, Çiyiltepe' nin ölümünden sonra (1967), çalışmala­ rını Güner S ü m e r'in sanat yönetmenliği altında sürdürdü. Bazı anlaşmazlıklar ne­ deniyle AST’ta nisan 1970’te başlatılan grev, 182 gün sürdü. Tiyatro 1971-1972 döneminde sıkıyönetim tarafından kapa­ tılınca faaliyetini Ankara tiyatrosu adıyla turnelerle sürdürdü; 1973 te yeniden es­ ki adını aldı. Bu arada Rutkay Aziz*’in yö­ neticiliğini üstlendiği ve bugüne dek sür­ dürdüğü AST, toplumcu çizgideki oyun­ ları yüzünden, kuruluşundan bu yana sık sık kovuşturmaya uğradı, hakkında ya­ saklama kararları verildi. Bugün Türkiye’ nin önde gelen özel topluluklarından biri olan AST’ın oyun dağarındaki 80’i aşkın yapıttan Sermet Çağan’ın A yak'-bacak fabrikası (1965); Orhan Kemal’in 72*. ko-



Ankara kalesi



A nkara Sanat tiyatrosu



Ankara Sanat tiyatrosu nda Oktay Arayıcı’nın Nafile dünya adlı oyununun bir gösterimi (1971-72) ğuş (1966), E skici' dükkânı (1969); BreCht'in Hitler rejiminin korku ve sefale­ ti (1972) ile Tak-tik, yuvarlak kafalarla sivri katalar (1979), Mehmet Akan’ın Hikâye-i Mahmut Bedrettin (1981); Oktay Arayıcı' nin Rümuz* Goncagüt (1981); Bilgesu Erenus’un Güneyli bayan (1985) ve ibsen'in Bir halk düşmanı (1986) gibi oyun­ ları anılmaya değer. A n k a ra S a n a ts e v e n ie r d e m e ğ i ö d ü lle ri. Başkentteki tiyatro etkinlikleri için 1964’ten bu yana verilmektedir. Ödüller, üniversite öğretim üyesi, tiyatro eleştirmeni, sanatçı ve dernek üyelerin­ den oluşan bir seçici kurulca saptanır. Bir tiyatro sezonu içinde en başarılı oyun ya­ zarına, yönetmene, çevirmene, sahne ta­ sarımcısına, en iyi kadın ve erkek oyun­ cularla övgüye değer görülen yazar ve sanatçılara verilir.



Ankara şeker fabrikası



A n k a r a s a v a ş ı, Yıldırım Bayezit ile Ti­ mur arasında meydan savaşı (20 temmuz 1402). İslam dünyasında kesin bir ege­ menlik kurmayı hedefleyen Timur'un Ana­ dolu’ya girerek bazı şehirleri işgal etme­ si iki hükümdar arasında savaşa yol açtı, iki ordu Ankara'nın Çubuk ovasında kar­ şı karşıya geldi. Timur'un kuvvetleri ço­ ğu atlı olmak üzere, 160 000’i buluyordu. Ayrıca 32 fili vardı ve torunu Mehmet Sul­ ta n in komutasındaki süvari kuvvetleri zırhlıydı. Yıldırım’ın kuvvetleri ise 70 000 kadardı. Osmanlı ordusu, Ankara kalesi kuzeyinde Çubuk ovasına hâkim sırtlar üzerinde muharebe için gerekli düzeni al­ dı. En önde azaplar; sağ kolda şehzade Süleyman Çelebi’nin komuta ettiği Ana­ dolu eyalet askeri, okçular; merkezde Yıl­ dırım Bayezit, sadrazamı ve şehzadeleri Mustafa, Musa ve İsa çelebiler ile yeniçe­ riler; sol kolda, Rumeli kuvvetleri, Sırp kı­



taları, bunların gerisinde Kara Tatarlar, ih­ tiyatta Amasya sancakbeyi şehzade Meh­ met’in kuvvetleri yer alıyordu, Timur'un ordusunun sağ kanadında iki oğlu ve emirler, merkezde Timur, sol kanatta ise öteki iki oğlu ve emirler bulunuyordu.-Sa­ vaş, Timur ordusunun saldırısıyla başla­ dı. ilk çarpışmaları denk süren savaş, Ti­ mur’un önceden,elde ettiği Kara Tatarlar’ ın saf değiştirerek Osmanlı sol kanadını iki ateş arasına alması üzerine Timur le­ hine döndü. Osmanlı sol kanadı çöktü. Sağ kanattaki Anadolu askerlerinin bir bö­ lümünün Timur’un yanında bulunan eski beylerine katılmaları üzerine Osmanlı sağ kanadı da çöktü. Bu gelişmeler üzerine sadrazam, şehzade Süleyman, Çelebi Mehmet ve Sırp despotu kuvvetlerini top­ layarak geri çekilmeye başladı. Yanındaki şehzadeleri ve yeniçerilerle akşama ka­ dar dövüşen Yıldırım Bayezit çekilmeye çalışırken esir düştü. Anadolu tarihinin en büyük meydan muharebelerinden biri olan Ankara savaşı, Osmanlı İmparator­ luğumun gelişiminde yarım yüzyıllık bir duraklama yarattı. (-» Kayn.) A n k a ra s ig o rta (Ankara a. türk sigor­ ta şti.), 1936'da Ankara’da kuruldu. Ku­ ruluş sermayesinin °/o 35’i Destek reasü­ rans, °/o 29,8'i Etibank, °/o 19,8'i iş ban­ kası, % 15'i Türk ticaret bankası'nca kar­ şılandı. 1985 yılı prim toplamına göre, ana çalışma dalları nakliyat ve makine mon­ taj sigortacılığıdır. 1985’te prim toplamı 5,9 milyar TL, çalıştırdığı eleman sayısı 140'tır. A n k a ra Ş eh ir tiy a tr o s u , Atatürk'ün emriyle Raşit Rıza Samako*’nun yöneti­ minde kuruldu (1937). Kadrosunda Avni Dilligil, Nezahat Dilligil, Hüseyin Kemal Gürmen, Şaziye Moral, Feriha Tevfik gi­ bi tanınmış sanatçıların yer aldığı toplu­ luk, aynı yıl Bağdat’a yaptığı bir turneden sonra dağıldı. A n k a ra ş e k e r fa b r ik a s ı, 1962'de Ankara’da kuruldu. Günde 1 200 ton olan pancar işleme kapasitesi, sonra­ dan 3 000 tona çıkarıldı. 1968’de işlet­ meye bağlı olarak şeker ve çimento sa­ nayisi için yedek parça imal eden “An­ kara makine fabrikası" kuruldu. Normal kampanya süresi 130 gün olan fabrika­ da, kristal şeker, yan ürün olarak da melas ve melaslı kuru küspe elde edilir. Aşırı üretim nedeniyle bütün ülkede ol­ duğu gibi bu fabrikada da şeker üretimi sınırlandırıldı. A n k a ra T iirk o c a ğ ı k ü tü p h a n e s i, Ankara’da, Türkocağı bünyesinde kurul­ muş kitaplık. Ankara’nın en zengin halk kitaplığıydı. Türkocakları kapanınca (T932), Ankara Halkevi kütüphanesi adı­ nı aldı. Halkevlerinin kapanmasından sonra (1951), eski adına döndü. Rumca kitaplar yönünden de zengin olan derme­ si, Milli kütüphane'ye aktarıldı. A n k a ra Ü n iv e rs ite s i, merkezi Anka­



ra'da olan yükseköğrenim kururiıu. Cum­ huriyetin ilanından sonra başkent Anka­ ra'da, ilk aşamada Adliye hukuk mekte­ bi (1923), fakülteye dönüştürülerek Anka­ ra Hukuk fakültesi açıldı (1925). Hukuk fakültesi'ni, Dil ve tarih-coğrafya fakültesi (1935), Fen fakültesi (1943) ve Tıp fakül­ tesi (1945) izledi. Çıkarılan bir yasayla bu dört fakülte aynı çatı altında toplanarak özel ve tüzel kişiliği olan Ankara Üniver­ sitesi kuruldu. Üniversite senatosunun ka­ rarıyla, İstanbul Üniversitesi (1933) ve İs­ tanbul teknik üniversitesi’nden (1944) sonra, Türkiye’nin üçüncü üniversitesi olarak Ankara Üniversitesi 13 kasım 1946’da resmen açıldı. Daha sonraki yıl­ larda kurulan Ziraat ve veteriner fakülte­ si (1948), ilahiyat fakültesi (1949), fakül­ teye dönüştürülerek Siyasal bilgiler fakül­ tesi adını alan Mülkiye mektebi (1950) de Ankara Üniversitesi'ne bağlandı. Bunla­ rı, Eczacılık (1960), Eğitim (1965), Diş he­ kimliği (1973) ve Antalya tıp (1973) fakül­ teleri izledi. Ankara Üniversitesi’nin yapı­ sı içinde kurulmuş olan Hacettepe tıp fa­ kültesi (1963), daha sonra bağımsız bir üniversite oldu (1967). 1983’teki yasa de­ ğişikliğiyle yapılan düzenlemeden sonra, Ankara Üniversitesi’ne bağlı 11 fakülte (Dil ve tarih-coğrafya,Diş hekimliği, Ec­ zacılık, Eğitim bilimleri, Fen, Hukuk, ila­ hiyat, Siyasal bilgiler, Tıp, Veteriner, Zira­ at), 5 enstitü (Adli tıp, Fen bilimleri, Sağ­ lık bilimleri, Sosyal bilimler, Türk inkılâp tarihi) ve 6 yüksekokul (Adalet, Basın -yayın, Çankırı meslek, Ev ekonomisi, Kastamonu meslek, Kırıkkale meslek) var­ dır. A n k a ra Ü n iv e rs ite s i dil v e ta rih c o ğ ra fy a fa k ü lte s i k ü tü p h a n e s i, Ankara’da Dil ve tarih coğrafya fakültesi dekanlığı’na bağlı kitaplık. 1935’te kurul­ du. 1960'lı yıllarda fakültenin bölüm, kür­ sü, enstitü ve seminer kitaplıkları da bu­ raya devredildi. Toplam derme 275 000 (1985). Süreli yayınlar 36 800, yazmalar 14 678. Konu ve yazar adlarına göre al­ fabetik fiş kataloğu var. A n k a ra Ü n iv e rs ite s i h u k u k fa k ü l­ te s i k ü tü p h a n es i, Ankara Üniversitesi hukuk fakültesi dekanlığı’na bağlı kitaplık. 1925’te kuruldu. Toplam derme 97 000 (1985). izlenen süreli yayın 496. Ana ağır­ lık konusunu hukuk kitapları oluşturuyor. A n k a ra Ü n iv e rs ite s i m e rk e z k ü ­ tü p h a n e s i, Ankara Üniversitesi rektör­ lüğü’ ne bağlı kitaplık. 1933'te Yüksek zi­ raat enstitüsü kütüphanesi adıyla kuruldu. Enstitüye bağlı birimler Ankara Üniversi­ tesi’ne bağlanınca, kitaplık da şimdiki adı­ nı aldı. Temelini, kütüphane kurulurken Almanlar'ın yaptığı bağışlar oluşturur. 1985'te toplam derme 70 000 cilt. Bunun 15 000'i süreli yayın, izlenmiş süreli ya­ yın sayısı 473. Kütüphaneye ayrılmış ya­ yın alım bütçesi yok. Bağışlardan yarar­ lanılıyor. A n k a ra Ü n iv e rs ite s i s iy a s a l bilgi­ le r fa k ü lte s i k ü tü p h a n e s i, fakülte dekanlığına bağlı kitaplık. 1859’da kurul­ du. Toplam derme 83 500 (1985). izlenen süreli yayın: yerli 130, yabancı 320. Ana ağırlık konusu sosyal bilimler. Alfabetik, sistematik fiş kataloğu vardır. A N K A R A A R M U D U a. Daha çok Orta Anadolu'da yetişen, kışlık armut çeşidi. Meyvesi orta irilikte, yuvarlak; kabuğu in­ ce, sarımsı yeşil renkte; eti sulu, hoş ko­ kulu ve kumsuzdur. Eylül sonunda olgun­ laşır. Depolarda uzun süre saklanabilir. A n k a ra g ü c ü , spor kulübü. İstanbul'da Sultanahmet sanat okulu öğrencilerinin Altınörs ve Sanatkâran gücü adlarıyla kur­ dukları iki takım Turan sanatkâran gücü adıyla birleşti (1913). Bu takım, 1920'ye kadar İstanbul futbol liginde oynadı. Kur­ tuluş savaşı'nın başlarında hepsi Sultan­ ahmet sanat okulu öğrencisi olan futbol-' cular, öteki birçok öğrenciyle birlikte Ana­ dolu'ya geçtiler. Takım, Büyük zafer’den (30 Ağustos 1922) sonra, Ankara’daki



anket Santral sanatkâran gücü ile birleşerek sarı-lacivert formalı Anadolu sanatkâran gücü adını aldı. Bu ad, daha sonra Imalât-ı harbiye, sonra da Ankaragücü (1930) oldu. Basketbol, voleybol, boks, güreş ve atletizm dallarında da etkinlik gösteren kulüp, futbolda ûç kez Ankara lig şampiyonluğunu (1935-1936, 1948-1949, 1951-1952), bir kez Ankara profesyonel lig şampiyonluğunu (1956-1957), Başba­ kanlık (1968-1969), Türkiye (1971 -1972), Gençlik ve spor bakanlığı (1967-1968) ku­ palarını kazandı. Avrupa kupa galipleri kupasında iki kez (1971-1972 ve 1972 -1973)Türkiye'yitemsil etti, ilkinde Leeds United’e (İngiltere), İkincisinde Glasgovv Rangers’a karşı oynadı, birinci turda elen­ di. Üç kez ikinci lige düştü, ikinci ligde oy­ narken, 1980-1981 mevsiminde "B ” gru­ bunda, Sakaryaspor’un ardından, onbir puan farkla ikinci oldu. Ancak, aynı se­ zonda Türkiye kupasıyla birlikte Cumhur­ başkanlığı kupasını da kazandığından, bir 2. lig takımı ilk kez böyle bir başarıya ulaşıyor gerekçesiyle Futbol federasyonu tarafından yapılan yönetmelik değişikliğiy­ le 1. lige yükseltildi. Makine ve kimya en­ düstrisi kurumu yapısı içinde yer alan ku­ lübün resmi adı, MKE Ankaragücü’dür.



A N K A R A K E D İS İ a Uzun tüylü kedi ır­ kı. —ANSİKL. Uzun tüylü kedilerin atası ankarakedisi ile vankedisidir. AvrupalIlar bu kedilere angora derler, ama ABD’de tü­ mü İran kedisi adıyla anılır. Ankarakedisinde tüyler dipte yünsü, uçlarda ipeksidir. Kafa küçük ya da orta büyüklükte, başın üst bölümü geniştir. Kulaklar uzun, kulak uçları tüylü ve sivri­ dir. Bacaklar uzunca ve yuvarlaktır. Kuy­ ruk da uca doğru incelir. Tüy rengi bem­ beyazdır. Gözleri hafif bademsi biçimde, mavi, gök, sarı ya da başka renktedir. Mavi gözlü kedilerle sarı gözlü kediler bir­ kaç kuşak boyunca birbirleriyle çiftleştiri­ lirse sonunda bir gözü mavi, bir gözü sa­ rı kediler ortaya çıkar. Ankarakedisi, yanlış olarak halk arasın­ da sağır bilinir. Oysa hepsi sağır değildir; beyaz tüyleri ve mavi gözleri belirleyen genlerin aynı bireyde toplanmasının so­ nucu olarak yalnız mavi gözlü ve beyaz tüylü kediler sağırdır. Ankarakedilerini İran kedileriyle karış­ tırmamak gerekir. İran kedileri daha kısa bacaklı, daha uzun ve yünsü tüylü ve kı­ sa kuyrukludur. Ankarakedilerini vankedilerinden ayır­ mak için de kafaya, gözlere ve kulaklara bakmak yeter. Ankarakedisinin kafası da­ ha küçük, gözleri daha geniş, kulakları da­ ha uzundur.



A N K A R A K E Ç İS İ a. Uzun, kıvırcık, ipek gibi yumuşak kıllı evcil keçi ırkı. (Bil. a. Capra hırcus angoriensis.) [Eşanl. TİFTİKKEÇİ] — A n s İk l . Ankarakeçisi küçük, ince yapılı A N K A R A L I İS M A İL R U S U H İ İS­ MAİL RUSUHİ. bir hayvandır. Başı vücuduna oranla ufaktır. Erkeklerde ve dişilerde genellikle A N K A R A T A V Ş A N I a. Tüyleri ince, boynuz vardır. Gözler parlak, kulaklar ço- ■ uzun, yumuşak ve parlak, eti lezzetli ev­ ğunlukla uzun, genişçe ve sarkıktır. Kıl­ cil tavşan ırkı. ları beyaz renktedir. (Siirt ve Van dolay­ —ANSİKL. Ankaratavşanı, daha çok tüy­ larında kahverengi, ğoz ya da siyah kıllı leri için yetiştirilir. Beyaz, siyah, boz ve olanlarına rastlanır.) Yılda bir kez ilkbahar­ mavi renkteki tüyleri dipten uca doğru ka­ da kırkım yapılır. Yaşına ve yetiştirildiği böl­ lınlaşır. ince tüyler daha değerlidir. Tüy geye göre, bir hayvandan ortalma 2-3 kg boyu 8-9 cm olduğunda kırkılır. Yıllık ve­ tiftik alınır. Tekelerde verim 6 kg’a kadar rim 350-400 g'dır. Kumaş yapımında, ay­ çıkabilir. Tiftik uzunluğu 20-25 cm'dir. An­ rıca diğer tüylerle birlikte şapkacılıkta kul­ cak tiftik kalitesini düşürmemek için hay­ lanılır. Etinden de yararlanılan ankaratavvanlar genellikle sağılmaz. şanının ağırlığı 2,5-3,5 kg arasında deği­ şir. Fransa’ya 1723’te götürülen bu hayva­ nın tüylerini değerlendirmek için, orada f i fabrikalar kuruldu. Daha sonra Almanya, Hollanda, İsviçre, İtalya, Rusya ve Japon­ ya’da yetiştirilmesine başlandı. Ankaratavşanı Türkiye’de hâlâ çok ilkel yöntem­ lerle yetiştirilmektedir. Dolayısıyla tavşan tüyü sanayisi gelişmemiştir.



T



j



ankarakeçisi Ankarakeçisi Sümer uygarlığının ilk dö­ nemlerinden beri bilinmektedir. Sümer yazıtlarında adı geçen güzel, ince yapılı, beyaz keçi bugünkü ankarakeçisine ben­ zer. Charles Texier, ankarakeçisinin Ana­ dolu’ya Osmanlılar’ca getirildiğini yazar. ilk olarak Fransızlar, sonra Ispanyollar ve italyanlar ülkelerine bu hayvanlardan damızlık götürdüler, ama başarılı olamad'ılar. 1838’de ingilizler ankarakeçisini Güney Afrika’daki Cape sömürgesinegötürerek oradaki yerli keçileri çevirme melezlemesi yoluyla tiftikleştirdiler. Birçok ül­ keye götürülen ankarakeçisi ancak Gü­ ney Afrika, Amerika ve Avustralya’da yetiştirilebildi.Böylece İngiltere ve Amerika, Türkiye’nin en büyük rakibi oldu. Ancak, Cumhuriyet’ten sonra damızlık dışsatımı yasaklandı. Bugün, dünyada en iyi tiftiğin ankarakeçisinden elde edildiği kabul edi­ lir. Ne var ki Türkiye, verim düşüklüğü ne­ deniyle diğer üretici ülkelerle rekabet edemediği için (Türkiye’de keçi başına verim ortalama 2 000 g, diğer ülkelerde 3 000 g) keçi ve dolayısıyla tiftik üreti­ mi yıldan yıla gerilemektedir (1966’ daJ5 600 000 baş, 1984’te 1 973 000 baş).



A N K A R A T R A , Madagaskar'da dağlık kütle, Antananarivo’nun G.-B.'sında,İmerina’nın yanıbaşında yükselir. Adanın en yüksek doruklarından Tsiafajavona, (2 638 m)bu kütlededir.Birbirini izleyen lav akıntılarının (bazaltlar,trakitler,"ankaratritler",yeni bazaltlar)üst üste biriktiği bu çok büyük (4 000 km2) kütlede, yer yer kub­ be biçimli kabartılar ve krater konileri gö­ rülür. A n k a ra tra ta rım iş le tm e s i, Mada­ gaskar’da büyük tarım işletmesi, Ambilobö bölgesinde; eskiden Mahavavy şeker şirketinin (S.O.S.U.M.A.V.) malıydı. Şeker rafinerisi. A N K A R İB be. (ar. can- ve karib'den ‘an­ karib). Esk. Çok geçmeden, yakında; ‘ ‘Saim-i hicran umar Td-i visalin ankarib " (Nev’i, XVI.yy.). A N K A STR E sıf. (fr. encastre).. Dülg. An­ kastre birleştirme, bir kirişi duvara, bir dik­ me ayağını yere sabit geçmeyle bağla­ ma; serbest mesnetin ya da eklemin, kar­ şıtıdır. A N K E B U T a. (ar. ‘ ankebut). Esk. Örüm­ cek: “ Bir ankebut evinde karar eylesem y iri" (Nev’i, XVI.yy.). —Ed. -* ÖRÜMCEK. A n k e b u t s u re s i, Kuran’ın 29. suresi. 69 ayettir ve Mekke’de inmiştir. Sure, adı­ nı örümcek anlamına gelen ankebut söz­ cüğünden alır. Surede, Hak yolundan ayrılanların kendilerine yaptıkları yuva,



örümcek ağına benzetilerek, güçsüzlük­ leri anlatılır. Nuh, İbrahim ve Lut peygam­ berlerin kavimlerinden sözedilerek de Al­ lah’a inanmayacakların başına gelecek kötülükler açıklanır. Surede ayrıca ana -baba buyruklarının yerine getirilmesi ge­ rektiği belirtilerek şöyle denir: "insanlara, ana ve babalarına iyi davranmalarını öğütledik. Ancak, onlar bilmedikleri ve ta­ nımadıkları bir nesneyi bana ortak koş­ mak için seninle uğraşırlarsa, onlara sa­ kın boyun eğme.”



641



A N K E B Ş IT İ sıf. (ar. ‘ ankebut ve -/’den ‘ankebuti). Esk. Örümcek gibi, örümce­ ğimsi.







 N K E B U T İY E a. (ar. ‘ankebuti1nindişl. ankebütiyye). Esk. 1, Örümceğin ördüğü ağ. —2. XX.yy. osmanlıcasında, fr. arachnides örümcekler karşılığında zooloji te­ rimi olarak kullanılmıştır. A N K E R İT a. (fr. ankerite). Miner. Demir karbonat içeren ve havada esmerleşen dolomi türü. A N K E S a. (fr. encaisse). 1. Çeşitli ne­ denlerle elde likit olarak bulundurulan pa­ ra miktarı. —2. Reel ankes etkisi (ya da reel para depoları, etkisi), ekonomideki değişkenlere karşı hassas birimlerin ras­ yonel parasal davranışlarına dayalı bir fi­ yat ayarlama mekanizması etkisi. (Özel­ likle i. Fischer, A. Pigou, Don Patinkin ta­ rafından incelenmiştir.) |j Arzulanan ankes (arzulanan para depoları), L. VValras ta­ rafından ortaya konulan ve "mübadele­ ye katılanların satın almak, tedavül para­ sı ve tasarruf olarak karşılığının ellerinde bulundurmak istedikleri, tüketilebilir mal­ larla sürekli gelirlerin tam ya da_ kısmi tutarı" anlamına gelen kavram. |j Âtıl an­ kes, ilerde yararlanılması düşünülen ve o an için hiçbir fiili yararı olmaksızın elde tu­ tulan ankes. |j ihtiyat nedeniyle tutulan ankesler, Keynes’e göre, iktisadi birimlerin umulmadık durumlara karşı koyabilmek amacıyla elde tututtukları ankesler. |[ Me­ tal ankes, bir emisyon bankasında, kâğıt paraya teminat hizmeti gören altın ya da gümüş değerler, || Muamele nedeniyle tu­ tulan ankesler, Keynes’e göre, parayla ödenen cari işlemleri gerçekleştirmek amacıyla elde tutulan ankesler. || Spekü­ lasyon nedeniyle tutulan ankesler, Key­ nes’e göre, iktisadi birimlerin, ellerinde bulundurdukları ankeslerin değeri ve bu­ nun geleceği hakkındaki tahminlerine bağlı ankesler. A N K E T a. (fr. enquete). 1. Bir sorun üze­ rinde tanıklıkları ve deneyimleri bir araya getirerek yapılan araştırma; bu amaçla düzenlenen sormaca, soruşturma: Bilim­ sel bir anket. Yılın sporcusunu seçmek üzere düzenlenen bir anket. Anket sonuç­ ları. —2, Anket yapmak, bir sorunu araş­ tırmak için anket uygulamak: Tüketicinin ürün hakkındaki düşüncelerini saptamak üzere anket yapmak.- Yapılan anket so­ runu açıklığa kavuşturdu. — Basın. Bir ya da birden fazla gazeteci­ nin yazılı belgelerden ve yerinde yapılmış görüşmelerden yararlanarak kaleme al­ dıkları siyasal, iktisadj, toplumsal konular­ la ilgili bilgi sağlayıcı makale ya da ma­ kaleler dizisi. —istat. Tümüyle istatistik nitelikte araştır­ ma. Yalnızca sayısal derlemeyle yetinilmeyip, aynı zamanda, betimsel bilgiler ve anketçi tarafından sağlanan gözlemleri de içeren bir soru listesi yardımıyla ger­ çekleştirilir. (Bk. ansikl. böl.) —Şehirc. Şehircilik anketi, belirli bir böl­ gede oturan, çalışan ya da buraya gelip giden nüfus, bölgenin taşınmaz mal var­ lığı ve her türlü donatımı, ekonomik nite­ likleri, yerel para kaynakları ve tüm bu alanlarda gelişme eğilimleri üzerine sür­ dürülen araştırmaların tümü; nazım plan­ lar ya da imar planları gibi resmi belgele­ rin hazırlanmasında gerekli öğeleri elde etmek için yapılır. — A N S İK L . istat. Anketlerle binlerce birey­



m



J i U ankarakedisi



%



anket sel olgu, kaynağından derlenmeye çalışı­ lır. Bunlar soru kâğıtlarına geçirilir. Eğer gözlemciler bu işe uygunsalar ve nesnel davranıyorlarsa, elde edilen bilgiler aynı zamanda birtakım istatistiklerin hazırlan­ masını da sağlar. Anket tüm ilgililere yö­ nelikse ve sorular çok kısaysa, tümel bir ankettir. Bu bakımdan, daha sık yapılma­ sı açısından sayımdan ayrılır (bir sanayi kolunun tüm üyeleriyle her ay yapılan sa­ nayi anketleri gibi). Çoğunlukla anket kıs­ m i'din Sorular, ilgililerin bir bölümünce yanıtlanır. Bu durumda soru sayısı daha çok olabilir. Kısmi anketler (ya da derlemeler)arasındamonograft'*ler,kirrıi zaman "halkoyu anketleri"de denen sond'aj'(örnekleme) yoluyla anketler bulunur. Üçün­ cü kişiye ya da ilgililerden daha iyi yanıt­ layacağı düşünülen bir kuruma başvuru­ larak düzenlenen birçok anket de dolay//’dır. Çiftçiler yerine,bilgilerin bölgesel ko­ misyon ya da tarım müdürlüğü gibi yer­ lerden toplanarak yapıldığı yıllık tarım an­ ketleri bunun örneğidir.



642



A N K E T Ç İ a. Bilimsel, toplumsal, ekono­ mik vb. bir anketi; bir piyasa araştırmas1nı, bir kamuoyu yoklamasını yürüten kim­ se; soruşturmacı. A N K H İA L E . Tar. coğ. Anadolu’nun Kilikia bölgesinde ilkçağ kenti. Tarsos (Tar­ sus) ile Zephyrion (Mersin) arasındaydı. İ.Û. VIII. yy.’da adı ingira idi. Yunanlı ya­ zar Aristobulos’un aktardığı bir efsaneye göre, kenti Asur kralı Sardanapalos bir günde kurdurdu. Kralın burada taştan bir heykeli ve mezarı vardı. Asur kralı Sanherib döneminden kalma (İ.Ö. 705-681) bir silindir mühürde kentin Kue valisinin buyruğunda, Asurlular’a karşı ayaklandı­ ğı, ancak ayaklanmanın bastırıldığı bildi­ riliyor (İ.Ö. 698). A N K H İS E S , Truva prensi, Aineias’ın babası. Truva’nın düşüşü sırasında Aineias onu omuzlarına alıp gemilere kadar götürdü. A N K H N E S N E F E R İB R E , saisli kral Psamtik ll’nin kızı. Nitokristarafından ev­ lat edınildiği İ.Û. 593 yılından, Mısır’ın Persier’in işgaline uğradığı 525 yılına ka­ dar tebli Amon’un "kutsal rahibesi” ola­ rak görev yaptı.



ankilostom (Ancyiostoma duodenale)



A N K İL O B L E F A R O N a. (fr. ankyloblepharon; yun.ankylos, yapışma ve blepharon, gözkapağı’ndan). Oftalmol. iki göz­ kapağının serbest kenarlarının, doğuştan ya da sonradan birbirine yapışması. (Ankiloblefaron hemen her zaman kısmidir ve genellikle süreğen yaralardan ve yanık­ lardan sonra oluşan nedbeler sonucun­ da ortaya çıkar.) A N K İL O G L O S İ a. (fr. ankyloglossie; yun. ankylos, yapışma ve glossa, dil’den). Patol. Doğuştan ya da sonradan olan ya­ pışıklıklar sonucunda dil hareketlerinin, kısmen ya da tamamen azalması. A N K İL O K E İL İ a. (fr. ankylocheilie; yun. ankylos, yapışma, ve kheilos, dudak’tan). Patol. Dudakların, bir parça eksilmeden ve çene kemiklerine yapışmadan kazara birbirine yapışıp kaynaması. A N K İL O R İN İ a (fr. ankylorrhinie; yun. ankylos, yapışma, ve rhis, burun’dan). Patol. Burun delikleri kanatlarının birbiri­ ne yapışık olması. A N K İL O S T O M a. (fr. ankylostome ya da ancylostome; yun. agkylos, kıvrık ve stoma, ağız’dan). insanın onikiparmak bağırsağında asalak yaşayan ve ankilostomiyaz hastalığına neden olan asalak ip­ si solucan. Boyu 10 mm kadar olan bu yuvarlak kurt, ağzındaki çengellerle on­ ikiparmak bağırsağının mukozasını yara­ lar ve anemi yapacak derecede kanama­ lara yol açar. Yumurtası, ancak nemli or­ tamda, 15 derecenin üstünde bir sıcak­ lıkta gelişir. (Eşanl. k a n c a l i k u r t .) A N K İL O S T O M İY A Z ya da A N K İLO S T O M O Z a. (fr. ankylostomiase ya da ankylostomose). Kancalıkurtların ne­



den olduğu ve dünya nüfusunun hemen hemen dörtte birinin yakalandığı asalak hastalığı. (Eşanl. KANCALİKURT HASTALI­ ĞI.) — ANSİKL. Ankilostomiyaz tropikal ülkeler­



de (Necator americanus), yarıtropikal ve ılıman bölgelerde (Ancyiostoma duodenalis) çok yaygındır. Avrupa’da, sıcak ve nemli ortamda özellikle bazı maden ocak­ larında çalışanlarda görülür. Türkiye'de Doğu Karadeniz bölgesinde yaygındır. Kancalıkurtların gelişmesi iki evrede olur: toprakta geçen dış evre ve önce doku­ larda, sonra bağırsaklarda geçen asalak evre. Vücuda deri yoluyla giren ve genellik­ le kızartılara (Avrupa’da "madenci egza­ ması") yol açan kurtçukların dokulara ya­ yılmaları bazen öksürük, bazen de solu­ num yollarına ait başka belirtilerle ortaya çıkar (“ egzamaiı nezlesi"). Bağırsaktaki asalak başlangıçta onikiparmakbağırsağı iltihabı gibi görünebilir ve yerleşme ev­ resinde (asalak senelerce yaşayabilir) ba­ zen ağır bir kansızlığa (“ çocuk kansızlı­ ğı” ) neden olabilir. Teşhis, sıcak ülkeler­ de çeşitli nedenlere bağlı olabilecek böyle bir kansızlıkdan çok, dışkı tahlilinde yu­ murtaların bulunmasına dayanır.Tedavi, özellikle tetrakloretilen ve befenyum hidroksinaftoat kullanımını gerektirir. Hasta­ lığı önlemek için, topraktan bulaşan bir­ çok solucan hastalığında olduğu gibi, dış­ kıların yarattığı tehlikelerle savaşmak ge­ rekir. Ankilostomiyaz, gelişmekte olan ülke­ lerde, özellikle çocuklarda o sırada bulu­ nan başka bir hastalığın teşhisinde yanıl-, gılara neden olabilen asalak hastalıkların­ dan biridir. A N K İL O T İ a. (fr. ankylotie; yun. anky­ los, yapışma, ve otikos, kulak’tan). Pa­ tol. Dışkulak yolu çeperlerinin yapışık ol­ ması. A N K İL O Z a (fr. ankylose; yun. ankylosis, yapışıklık, katılaşıp kalma’dan). Açısı ne olursa olsun sonunda herhangi bir du­ rumda kıpırdamaz hale gelebilen eklem oynaklığının azalması süreci. —ANSİKL. Ankiloz iyi ya da kötü bir ko­ numda oluşabilir. Buna göre çeşitli dere­ celerde ve bir kol ya da bacak bölümü­ nü ilgilendiren sakatlıklar ortaya çıkar. So­ nuç ankilozun oluştuğu açıyla da ilgilidir. (180 derecelik durumda ankiloz olmuş bir dirsek eklemi 90 derecelik olandan daha çok can sıkıcıdır.) Ankiloz eklem travmasından ileri gele­ bileceği gibi,süreğen bir eklem hastalığı sonucunda da ortaya çıkabilir. Ankiloza* karşı fizik tedavi, organ eğitimi ve kaplı­ ca tedavisi uygulanır. Bazı durumlarda, ağrılı eklem hastalıkları için ankiloz, ekle­ mi oynamaz kılmak üzere bilerek yapılan cerrahi bir tedavi yöntemidir (artrodez). A N K İZ O N a. (fr. anchizone). Petrogr. ilk başkalaşım belirtilerini gösteren ve Yer yüzeyine en yakın olan kuşak. A N K L A V a. (fr. enclavh1dan). Petrogr. Bir kayacın içinde bulunan yabancı kaya parçası. (Magmatik kayaçların anklavlarının özenle incelenmesi gerekir: kimisi magma yükselirken sürüklenen derin olu­ şum parçalarıdır [bazaltların peridotit anklavları]; kimisi de magmanın erken farklılaşım evrelerinin örnekleri ya da erime ka­ lıntılarıdır.) A N K O B E R , Etyopya'da yer, Addis Abeba’nın K.-D.’sunda Çoa’nın eski baş­ kenti. Â N K O L E , Uganda’nınG -D’.sunda bozkırsı platolar bölgesi. Nkoleler'in ya da Ankoleler’in yürdudur. A N K O N . Tar. coğ. Doğu Karadeniz kı­ yısında liman kenti; iris (Yeşilırmak) neh­ rinin Karadeniz'e döküldüğü yerdeydi. A N K O N D R O M a. (fr. enchondrome; yun. enkhondros, kıkırdaklı, ve oma, ur’ dan). Kemik içinde gelişen kıkırdaklı ur. A N K O N E U S (lat. anconeus; yun. agko-



ine, değirmi, kıvrık şey, kıvrık kol'dan). Anat. Dirseğin arka yüzünde, epikondilden dirsek ucuna uzanan, üçgen biçimin­ de kısa kas. (Ön kolun gerginleştirici ka­ sıdır.) A N K R A H (Joseph Arthur), ganalı gene­ ral ve devlet adamı (Accra 1915). Ingiliz ordusunda eski bir astsubaydı. 1960’ ta Kongo’ya gönderilen BM kuvvetine ko­ muta etti. 24 şubat 1966’da, Ulusal kur­ tuluş konseyi’nin başı olarak, Nkrumah hükümetini devirip hem yönetimi, hem de silahlı kuvvetler başkomutanlığını ele ge,çirdi, 1969’da yerini general Afrifa aldı. A N K R A J a. (fr. ancrage). inş. ve Bayınd. 1. Bir yığma duvarda bağlama uç­ larının ya da betonarme bir yapı öğesin­ de demirlerin oynamayacak biçimde dü­ zenlenmesi; bu amaçla yığma duvarda bağlama kılıçları, betonarme yapı öğesin­ de filiz kancalan kullanılır (Bk. ansikl. böl.). —2. Bir kirişin, bir geçme kablosunun ya da herhangi bir kablonun duvar üzerin­ de ya da yeraltında sabit bir noktaya tut­ turulması. || Ankraj kütlesi, bir asma köp­ rünün kabloları ucundaki çekme kuvvet­ lerini zemine aktaran kütlesel yapı. (Ank­ raj kütleleri, kagir, beton, betonarme, öngerilmeli beton ya da karma tipte olabi­ lir.) || Öngeriimeli kablo ankrajı, öngerilmeli kabloların bir yapıya uyguladığı kuvvet­ leri, özellikle basınç kuvvetlerini, bu yapı­ nın gövdesine aktarmaya yarayan düze­ nek. —Bayınd. Gömülü ankraj, bir asma köp­ rünün kabio uçlarını tabiiye içine ankre et­ meye yarayan düzenek. —Dy. Gergilere, askılara, traverslere ya da raylara sabit olarak bağlanan ağaç parçalan yardımıyla bir demiryolu hattını sağlamlaştırmak ve yatay doğrultuda devinimsiz kılmak için kullanılan düzenek. —Elektrotekn. Havai hatların yalıtkanları­ na iletkenleri tesbit etme düzeneği --ANSİKL. Bayınd. Gömülü ankrajlı bir köprüde, kabloların çekme kuvvetinin ya­ tay bileşeni, tahliyede boyuna bir basınç kuvveti uygular; düşey çekme bileşeni ise tahliyenin bağlı olduğu ankraj kütlelerinin ağırlığıyla etkisini yitirir. Zeminin kablola­ rın çekme kuvvetine zayıf direnç göster­ mesi durumunda gömülü ankraj kullanı­ lır. —inş. ve Bayınd. Yaygın olarak kullanı­ lan Freyssinet ankrajlarında, önce dişi ko­ ni biçiminde bir mesnet yuvası hazırlanır; sonra kablonun uç telleri açılarak bir er­ kek koniye sarılır ve erkek koni dişi koni içine girerek kenetlenir. Bu son işlemde bir kriko düzeneği kullanılarak, bir yandan tellerin gerilmesi sağlanırken, bir yandan da erkek koni kenetleninceye değin dişi koni içine itilir. Coyne gergilerinde, önce­ den örülmüş ve kıvrılmış tel başları, çelik kalıp içine dökülmüş beton yuvaya gömü­ lür. Gergi işlemi, yine krikolar ve takozlarla sağlanır. A N K S İO L İT İK sıf. (fr. anxiolytique). Özellikle ruhsal bunaltıya ve bunaltıdan doğan bedensel bozukluklara karşı etkili psikotrop maddelere denir. (Eşanl. TES­ KİN EDİCİ.)



♦ a. Anksiolitik madde. —ANSİKL. Anksiolitik ilaçlar grubunda sı­ nıflandırılan maddelerin kimyasal yapıla­ rı farklı olmakla birlikte, farmakolojik özel­ likleri birbirine yakındır. Sakinleştirici, kas gevşetici ve çırpınma giderici etkileri var­ dır. Benzodiazepinler sık kullanılan, benzeşik bir gruptur. Karbamatlar da benzeşiktir, vücuttan hızla atılır, ama alışkanlık yaptıkları sanılmaktadır. Gündüzleri dü­ şük dozda alınan hipnotiklerin (uyku ilaç­ ları) yine düşük dozda alınan nöroleptikler gibi, anksiolitik etkileri vardır. Kimi antihistaminiklerin anksiolitik etkilerinden, özellikle bunaltı belirtileri ve taşkınlık gös­ teren çocukların tedavisinde kullanılan ki­ mi ilaçlarda yararlanılır. Sakinleştirici olarak anksiolitikler nöroleptiklerden iki noktada ayrılır: birincisi



nevrotik bunaltıya karşı kesin etkili oldu­ ğu halde, psikotik bunaltıya karşı etkisiz­ dir; İkincisi çok yüksek dozda alındığı za­ man bile ekstrapiramidal bozukluklara yol açmaz. Anksiolitikler iyi uyku getirir; bu­ naltıyı giderdikleri için, özellikle uykunun başlatılmasındaki güçlüklerde kullanılır. Bu bileşiklerin çoğu, kas gevşetici oldu­ ğundan, miyasteni ya da solunum yet­ mezliğinde kullanılmaz. Çırpınma gideri­ ci etkileri nedeniyle benzodiazepinler ge­ nellikle majör antiepileptiklere yardımcı olarak kullanılır, ama sara nöbetine karşı diazepam verilir. Anksioiitiklerin merkez sinir sistemi üzerinde bastıncı etkisi var­ dır, dikkatin azalmasına ve psikomotor et­ kinlikte yavaşlamaya yol açar, alkol ve barbitüratlar gibi diğer bastırıcıların etki­ sini artırır; bu nedenle, alkol ve anksioli­ tikler birlikte verilmez. Ayrıca, araba kul­ lanmak gibi sürekli dikkat isteyen işlerden kaçınılmalıdır. Anksioiitiklerin ("mutluluk hapları” ), zararsız olduğuna inanan kimi hastalar kendilerini bu türden ilaçlarla te­ davi etmeye yönelir ve uyuşturuculara bağımlılık kazanırlar. ANKSİYOJEEN sıf. (fr. anxiogĞne). Psik. Bir kimsede bunaltı (ya da yürek darlığı) uyandıran duruma ya da nesneye denir. Â N K Y R A ya da A N C Y R A . Tar. coğ. Anadolu’da, Phrygia ile Galatia bölgele­ rinin önemli kenti (bugün Ankara). A N K Y R A . Tar. coğ. Anadolu'da, Lydia ile Phrygia bölgeleri sınırında, ilkçağ ken­ ti. Kütahya’nın Simav ilçesi, merkez bu­ cağına bağlı Boğazköy'ün (Kilise köyü) yerinde olduğu sanılıyor. Bizans dönemi piskoposluk merkezlerindendir. (Ankyra Abbaitis ya da Ankyra Sidera da denir). A N K Y R A İO N ya da A N C Y R E U M . Tar. coğ. İstanbul boğazı'nın Karadeniz'e açıldığı yerde, Anadolu kıyısında yerleş­ me. Adını yunanca çapa anlamında ankyra’dan aldığı sanılıyor. A N K Y R O N . Tar. coğ. Roma imparato­ ru Constantinus l'in (306-337) İznik yakı­ nındaki villası. Orada öldü. A N KY R O P TE R 5S a (yun. agkura, ça­ pa, ve -pteris eğrelti). VVestfalen katına ait fosil eğrelti. A N L A M a. 1. Bir şeyin anlattığı bir işa­ retin, simgenin ilettiği kavramların tümü; mana: Bir şiirin anlamını açıklamak. Biçim ve anlam ilişkisi. El kaldırmanın anlamı söz istemektir. —2. Kişiyi bir nesneye, bir duruma gönderen ve sözcük olarak or­ taya konan şey; mana: Sözcüğün anla­ mını araştırmak (Bk. ansikl. böl. Dilbil.) — 3. Varoluş nedeni,bir şeyin değeri,ama­ cı, onu doğrulayan, açıklayan şey; mana: Yaşamına bir anlam vermek. Benim için artık hiçbir anlam taşımıyor. Artık bu fe­ dakârlığın anlamı kalmadı. —4. Bir şeye bir anlam vermek, onu yorumlamak: Bu hareketine bir anlam veremiyorum. Onun bu sözlerine nasıl bir aniam vereceğini bi­ lemiyor. || Anlama, anlamına gelmek, bir eylem ya da söz sözkonusuysa, bir anla­ mı bildirmek: “ K alp" sözcüğü burada “ sevgi" anlamına gelir. —Dilbil. Bağlamsal anlam, bir sözcüğün kullanıldığı bağlama göre edindiği özel anlam. (“ Göz" sözcüğünün "gözü gör­ memek” , “ çekmecenin gözü", “ kayna­ ğın gözü"nde üç farklı bağlamsal anla­ mı vardır.) —Dilbilg. Anlam derecesi, eşanl. KARŞI­ LAŞTIRMA DERECESİ.



—Ed. Anlam sanatları, eski "belagat" ki­ taplarının “ bedi" bölümünde incelenen, anlatımı süslemek, güçlendirmek için kul­ lanılan ve mecazlar dışında kalan sanat­ lar. Esk. Sanayi-i maneviye. (Sözcüklerle ilgili olan sanatlardan [ -*■ SÖZ SANATLA­ RI] ayrılırlar. Başlıcaları. tenasüp*, tevriye*, terdit*, tedriç*, tekrir*, telmih [anıştırma*], tezat*, tecahül*-i ârif, hüsn* -i talil,leff*ü neşr,mübalağa [abartma*], rücu* vb.dir.) —İstat. Anlam eşiği, sıfır varsayımının,



doğru olduğu halde reddedilmesinden doğacak hata olasılığı. —Mant. — İMLEM —Psikan. Bir özneyle bir nesne arasında kurulan ve bunlar arasındaki ilişkiye bir içerik kazandıran bağ. (Bk. ansikl. böl.) —Tiyat. Anlam aykırılığı, bir tiyatro oyunun­ da, sanatçının söylediği sözlerle yaptığı hareketler ya da mimikler arasındaki uyumsuzluk. — ANSİKL. Dilbil. "Anlam” teriminin bula­ nıklığı, onun, olduğu gibi dilbilim kuram­ ları çerçevesinde yer almasını engeller; bu nedenle de, söz konusu terimin ancak kısmi, belli dallara özgü, hatta tanımlanan öğenin ne olduğunu değil, ne olmadığı­ nı vurgulayan tanımları vardır, F.de Saussure değer terimini yeğlemiştir. Sessel özdekle kavramsal özdeğirı karşılıklı bölümlenmeleri içinde göstergelerin bağıntıla­ rını açıklayabilen tek terim de bu değer terimidir. Dil, göndergesel işlevini yerine getirdiğinoe kullanım dildışı kendiliklere gönderir bizi. Böyle bir yaklaşım, dile bağlı anlamın bu dildışı kendiliklerden ay­ rı olarak ele alınmasını gerektirir: bir teri­ min anlamı bir göndergerıin betimlemesi değil, göndergesel işlevi, onu diğer terim­ lerle karşıtlaştırarak yerine getiren ayrımsal özellikler bütünüdür. Davranışçılıktan esinlenen (L. Bloomfield) dilbilimcilere gö­ re, anlam, dilbilimden çok, davranış (uyarım-cevap türünden bir düzeneğe uyar) ruhbiliminin ve göndergeleri (somut nesneler) inceleyen özel bilim dallarının alanına girer. Cümle çerçevesinde işlem yapan üretimcilerse, yorumlamaya ve gösterime ilişkin, sorunlar bir anlambillm kuramı içinde incelendiğinden, anlam öz­ deşliğinden (açımlamalar), anlam çoklu­ ğundan (kaypaklıkla-' ya da anlam yok­ luğundan (anlamdışı cümleler) söz etmeyi yeğlerler. —Psikan. W. Bion’un çalışmaları, duvumlarının heyecanlar haline gelmesi, yani bir anlam kazanması için çocuğun göstemesi gereken etkinlikte, annenin temel bir rol oynadığını ortaya koydu. Anne, bebeğin yansıtmalarını algılayarak, onları kendi ruhsal varlığında işleyerek ve özümlene­ bilir bir biçimde bebeğe geri veremk bu etkinliğin bir bölümünü gerçekleşti:!- Bir nesneye bir anlam yüklenebilmem için,öz­ nenin bu nesneye ilişkin bir engetemeye ya da nesnenin kaybolmasına .-.atla­ nabilmesi gerekir: yani nesnenin anlam kazanması için, bu nesneyle arava ok mesafe konması zorunludur. Buna Karşıt olarak, doyumun nesnesi, özne tarafın­ dan fantazma konusu haline getirildiğin­ de,doyumun gerçekleşmesinin olanaksız­ laşmasına karşın,haz ilkesi kazançlı çıkar, ama anlamlı bir deneyim yaşama olana­ ğı ortadan kalkar. A N L A M A a. Anlamak eylemi. —Fels. Anlama yetisi, skolastik ve klasik felsefede, eşyayı seçik olarak algılama ye­ tisi. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Anlama yetisi terimi (intellect) adım adım ilerleyen (gidimli) akılyürütme yetisine (lat. ratio) karşıt olarak, akılsal şey­ leri sezgisel olarak kavrama yetisini belir­ tir. Bundan ötürü de, belirgin bir metafi­ zik özelliği vardır. Nitekim Aristoteles’te anlama yetisi, bilmeyi sağlayan araçlar­ dan biridir: "Nesnelerin bazıları anlama yetisiyle, bazıları bilimle, bazıları sanıyla, bazıları da duyumla kavranır:... (Peri Psykhe, 1,1,8). Kant ve Schopenhauer’da anlama ye­ tisi, zekâ anlamında, yani amacı bilgi edinmek olan bütün işlevlerin topluluğu olarak ele alınır. Buna karşı çıkan Nietzsche, içgüdünün anlama yetisinden üs­ tün olduğunu ileri sürer. Nietzsche, anla­ ma yetisinin bir yapıntı olduğunu ve ger­ çekte, rekabet halinde bulunan bir yığın anlama yetisini gözden kaybettirdiğini ileri sürerek onun içyüzünü şöyle açığa vurur: "Anlama yetisi, örneğin sindirim gibi, ze­ kâ dolu bir koli ektif işlemi kesinlikle kavrayamaz ve hele hiç meydana getiremez. Burada,çok sayıda anlama yetisinin bir



arada etki göstermesi sözkonusudur" (VVİlle zur macht). A N L A M A K g. f. 1. Bir şeyi anlamak, onu, anlamını algılamak, usa vurarak, muhakeme ederek kavramak: Bu sözcü­ ğü anlamadım, ne demek? İngilizceyi an­ lıyorum ama konuşamıyorum. Öyle kötü bir söyleyişi var ki ne dediğini anlayamı­ yorum. Bir soruyu, bir metni anlamak. Bir makinenin neden işlemediğini, nasıl işle­ diğini anlamak. —2. Bir kimseyi, yaptığı bir işi anlamak, bir kimsenin, eylem ve davranışlarını, böyle davranış nedenleri­ ni göz önünde bulundurarak onu algıla­ mak; görüşlerini paylaşmak, davranış biç­ imini onaylamak: Onu kimse sevmiyor, anlamıyor. Gelmek isteyişini anlıyorum. Sizi, bu işi neden reddettiğinizi anlamıyo­ rum. Tembelliğin bu kadarını anlamam ben. —3. Bir şeyi anlamak, o şeyi sez­ mek, ayrımına varmak: Hatasını anladı, geldi benden özür diledi. Neden böyle davrandığınızı sonunda anladı. —4. Bir şeyi (niteliğini, önemini) anlamak; onun bi­ lincine varmak: Felaketin ne kadar büyük olduğunu, büyüklüğünü anlamak. Hasta­ lığının ciddiyetini birdenbire anladı. — 5. Bir şeyden anlamak, onun hakkında bil­ gisi, uygulaması, deneyimi bulunmak: Elektrikten hiç anlamam,bir elektrikçi çağırsanız iyi edersiniz. Dikişten pek anla­ mam. Sinemadan iyi anlayan bir izleyici. —6. Bir şeyden, bir şey anlamamak, (olumsuz cümlede ve soru cümlesinde) onun tadına, zevkine varamamak: Bu ge■ceki toplantıdan hiçbir şey anlamadım. —7. Bir şeyden, bir sözden bir şeyi anla­ mak, o şeyden kalkarak belli bir sonuca ulaşmak, o sonucu çıkarmak; o sözü o bi­ çimde yorumlamak: Dizlerimin ağrısından yağmurun yağacağını anladım. Ayak ses­ lerinden gelenin babası oiduğunu anla­ dı. —8. Bir şeyi, ne olduğunu anlamak, onu öğrenmek. Kap / a çelenin kim oldu­ ğunu anlamaya çalış —i . Bi' şeyden an­ lamak, o şeyden ran3tsız olmamak; o şeyden hoşlanmak: Şakadan anlamak, lyi'ikten anlamak. — 10 Anladığım ka­ çarıyla, çıkardığım sonuca göre; kısaca, ı Anladık, söylenenlerin tam olarak an­ laşıldığını, fazla söze gerek olmadığını be­ lirtmek için çıkışma yollu kullanılır: Tamam kardeşim anladık, benden istediklerini söyle (kaba.) |] Anladık yel değirmeni, (ama) suyu terden geliyor?, emek verme­ den kolayca kazanç elde etmeyi düşü­ nenlere "bunu gerçekleştirecek gücü ne­ reden bulacaksın” anlamında söylenir. || Anlağımsa arap olayım, "anlatılanlardan hiçbir şey anlamadım" anlamında söyle­ nir. || Anlarsın ya, bir olay ya da durumu dolaylı biçimde anlatmak,sezdirmek için kullanılır: Adam seninle konuşmak istiyor, anlarsın ya. \\ Anlayalım, gizlenilen ya da nedeni belirtilmeyen bir şeyi "anladım, biliyorum” anlamında şaka yollu söylenir: Bugünlerde çok şıksın, anlayalım. || Bir şe­ yi anlayıp dinlemek, onun hakkında da­ ha fazla bilgi edinmek, iç yüzünü öğren­ mek: Anlayıp dinlemeden öfkelenme. An­ layıp dinle, sonra karar ver. |j Anlıyorum, tabii, elbette. ♦ anlaşm ak işt. f 1. Bir kimseyle birbiriyle ya da toplu olarak (iyi) anlaşmak, karşılıklı birbirini anlamak, sevmek, birbi­ riyle uyum içinde olmak, kaynaşmak: An­ nemle iyi anlaşırım. Aynı düşünceleri ta­ şımadıkları için anlaşamıyorlar. Karı koca çok iyi anlaşırlar. Biz kardeşler iyi anlaşı­ rız. Yıllardır aynı evde yaşadıkları halde halde bir türlü anlaşamadılar. —2. Bir kimseyle, birbiriyle ya da toplu olarak, bir konuda ya da bir şey için anlaşmak, kar­ şılıklı olarak ortak bir noktadan birleşmek, bir karara, uzlaşmaya varmak: Onunla si­ nemaya gitmek üzere anlaşmıştık, ama gelmedi. Uzmanlar bu konuda anlaştılar, miras konusunda anlaşamayınca mahke­ meye başvurdular. —3. (Bir kimseyle) bir fiyata, bir fiyattan, bir şeyden, bir şey üze­ rinden anlaşmak, onunla o koşula bağlı sözleşme yapmak: 10 000 liraya, 10 000



liradan anlaşmak. Dolar üzerinden anlaş­ mak —A. Anlaşarak evlenmek, görücü usulüyle yapılan evliliğe karşıt olarak, bir­ birini görüp tanıyarak evlenmek. anlaşılm ak edilg. f. 1. Algılanabi­ lir, kavranabilir ya da nedenleriyle algıla­ nıp kavranabilir, benimsenebilir olmak: Bu konu iyi anlaşılmadı. Hatası anlaşılın­ ca işten çıkarıldı. Sözlerinden gönülsüz ol­ duğu anlaşılıyor. O hep anlaşılmadığını düşünür. Bu anlaşılabilir bir istek değil. — 2. Anlaşıldı, Anlaşıldı mı?, bir yanıtta buyruğun anlaşıldığını, alındığını belirt­ mek ya da bir buyruğu, bir yasağı vur­ gulamak için kullanılır: Anlaşıldı, söyledi­ ğiniz yapılacaktır. Derhal çıkın, anlaşıldı mı?\\ Anlaşıldı pederin bayraktar olduğu, "bir kimsenin karmaşık ve dolambaçlı an­ latımından sözü nereye getirmek istedi­ ği, gerçeğin ne olduğu a- aşıldı” anla­ mında kullanılır! Anlaşıldı Vehbi'nin kerrakesi, "işin içyüzü anlaşıldı, gizlisi saklı­ sı kalmadı" anlamında söylenir. ♦ anlaştırm ak ettirg. f. Bir kimseyi bir kimseyle anlaştırmak, iki ya da da­ ha çok kimseyi (birbirleriyle) anlaştırmak, onları uzlaştırmak, uyuşmalarını sağla­ mak. ı>> anlatm ak ett'-g. f. rB r kimseye) bir şeyi, kendini, derdini, ne istediğini vb. an­ latmak, bir kimsenin onu anlamasını, kav­ ramasını sağlamak: En sonunda nereden geldiğimi, ne istediğimi anlatabildim on­ lara. A N L A M A Z U K a. 1. Bir şeyi anlamama, —2. Bir şeyi anlamazlıktan gelmek, onu anlamaz görünmek; anlamamış gibi dav­ ranmak. {Anlamamazlık biçiminde de kul­ lanılır.) A N L A M B İL İM a. Dilbil. Dilsel birimlerin anlamını ve birleşimlerini inceleyen dilbi­ lim dalı. (Bk. ansikl. böl.) —Mant. Tümdengelimi! bir kuramın öner­ melerini doğru ya da yanlış olmaları ba­ kamından ele alan inceleme. |j Biçimsel dizgelerin yorumlanmasını ve anlamını in­ celeyen mantık dalı. Buna karşılık sözdizim (sentaks), bu tür dizgelerin formülleri arasındaki biçimsel ilişkileri inceler. (Gödel'in tamlık [eksiksizlik] teoremi, her iki bakış açışını birleştirmeyi olanaklı kılar.) ♦ sıf. Dilbil. 1. Dilsel birimlerin anlamı­ na ilişkin. —2. A'nlambilimi ilgilendiren. —3. Anlamsal alan, anlam düzleminde dildeki bir sözcük ya da sözcük öbeğiyle kaplı alan. ,|| Anlamsal özellik, eşanl. ANLAMBİRİMCİK.



—ANSİKL. Her ne kadar dilbilimciler an­ lamın ortaya çıkışının ayrıcalıklı yerinin dil olduğunu kabul ediyorlarsa da, konusu anlam olan bir bilim dalının (anlambilim) kurulması oldukça gecikmiştir. Gerçekten de, modern dilbilim, edindiği bilimsel sta­ tüyü geleneksel olarak dil incelemelerine ilişkin felsefi, eğitsel, hatta kültürel görüş­ leri dışlayarak kazanabilmiştir. Dilin “ ken- • di içinde ve kendisi için” (Saussure), ya­ ni her şeyden önce bir biçim olarak be­ timlenmesi gerekiyordu. AvrupalI yapısal­ cıların (R. Jakobson N. Trubetskoy, A. Martinet) ilk çalışmalarında bu kaygı, an­ cak, anlama, salt teknik amaçlar için baş­ vurmaları biçiminde'ortaya çıktı. Böylece, sistemin birimlerinin (sesbirimler, biçimbirimler) belirlenmesinde, ancak ayırıcı kar­ şıtlıkları ortaya çıkarmak için anlamdan yararlanıldı. / 1 / ve / d /sesbırimdirler çün­ kü [-aş] bağlamında birbirleriyle yer de­ ğiştirmeleri, üst sıradaki birimin (taş/baş) anlamında değişikliğe yol açar. Bu tutum dağılıma okula bağlı amerikalı yapısalcı­ larda daha da köktencidir (özellikle de Z. S. Harris'te). Bu dilbilimciler için birimle­ rin belirlenmesi ve sınıflandırılması bütüncenin çözümlenmesinde anlama başvu­ rulmasını engelleyen biçimsel yöntemle­ rin uygulanmasıyla sağlanabilir. Aynı bi­ çimde, üretici dilbilgisinin kurucu ilkeleri de, genellikle "dilin çözemediğimiz bütün görünümlerini" (N. Chomsky) gizlemek için kullanılan "maymuncuk" terim niteli­



ğindeki anlamın sistemli bir biçimde bir kenara itilmesini öngörür. Demek ki, ku­ ramsal ve yöntemsel nedenlerin zorunlu kıldığı bu geçici dışlama, biçimle anlam arasına katı bir ayrım getirmeye yol aça­ cak ve böylece de özerk bir çözümleme düzeyi ortaya çıkarma olanağını yarata­ caktı: anlamsal düzey. Gerçekte, bunun yeri, önemi ve kullanılan yöntemler, dil­ bilim kuramının çeşitli akımlarına göre de­ ğişiklikler gösterir. • Yapısal anlambilim. Saussure’ün değer kavramı üzerine kurulmuştur. Bu kavra­ ma göre, bir göstergenin "anlamı” gös­ terenle gösterilen arasındaki bağlantıy­ la sınırlanmaz; aynı zamanda bu göster­ genin diğer göstergelerle ilişkisinin bir so­ nucu olarak ele alınması gerekir: İngiliz­ ce sheep ve fransıZca mouton (koyun) sözcükleri aynı anlamı taşıyabilirler, ancak aynı değerde değildirler; çünkü İngilizce­ de sheep sözcüğünden başka bir de mutton (bu hayvanın pişirilip hazırlanarak sofraya getirilen eti) sözcüğü bulunmak­ tadır; terimlerin "anlam alanlan” nın, ar­ dından da anlamların.karşılıklı olarak bir­ birlerini sınırlandırdığı "küçüksisteırTlerin oluşturulması tasarısı buradan kaynaklan­ dı. Böylece, göstergelerin birbirleriyle kar­ şılaştırılması, anlatım ve içerik düzeyleri arasındaki eşbiçimlilik varsayımına (L. Hjelmslev) uygun olarak, sesbilimde kul­ lanılan türden yöntemler aracılığıyla en küçük anlamlı birimleri (anlambirimcikler ya da anlamsal özellikler) ortaya çıkarma­ yı sağladı: nasıl / 1/ ve / d / sesbirimlerinde [ + kapantılı], [+ dişsil (dilucu ünsü­ zü)] özellikleri ortaksa, ama [ ± ötümlü] özelliğiyle bu iki sesbirim birbirlerinden ayrılıyorlarsa, baba ve o ğ ul'da da ( + insan], [ + erkek] özelliklerinin ortak ol­ duğu, ama [ + erişkin] özelliğiyle bunların birbirlerinden ayrıldıkları söylenecektir. "Anlam çözümlemesi” (Avrupa'da) ve “ bileşen çözümlemesi" (ABD'de) deyim­ leri bu türden çalışmaları kapsar. Bu oku­ lun Fransa'daki temsilcileri B. Pottier ve A. J. Greimas’tır. Öncelikle kavramsal te­ meller üstünde bir araya getirilen sözcük­ lere yönelik bir çalışma olan yapısal an­ lambilim, bir sözcük anlambilimi olarak varlığını sürdürür. • Dağılımsal anlambilim. Dağılımsal çö­ zümlemenin özelliği düzenli biçimde an­ lama başvurmayı dışlamaksa da, izlediği yol ve yöntemlerden, anlamın kendi ba­ şına bir inceleme konusu olduğu durum­ larda yararlanılabileceği ortaya çıktı. Te­ mel varsayım, dilsel birimlerin anlamının dağılımlarıyla, yani ortaya çıktıkları çev­ relerin tümüyle sıkı bir ilişki içinde bulun­ duklarıdır: “ Değişik anlamları olan iki biçimbirim, kimi yerde birbirlerinden farklı dağılımlar gösterir’-' (Z.S. Harris). Böyle­ ce bir terimin çeşitli anlamları, bu terimin katıldığı kuruluşlara göre sınıflandırılabi­ lir: örneğin, kuvvetli sıfatının anlamı, bir ki­ şiye uyguladığında tümleç alıp almama­ sına göre değişir(kuvvetli/satrançta kuv­ vetli/ matematikte kuvvetli bir adam). Ter­ sine, benzer dağılımlar gösteren terimler genellikle ortak bir anlam öğesi içerir: Fransızcada demander, vouloir, exiger fi­ illeri (dilemek, istemek), isteme kipinde bir eylem içeren tümleyen bir önermeyle kul­ lanılır ve dolaylı tümleç alırlar, vb. Bunun­ la birlikte, değişen boyutlarda sözdizimsel çevrelere başvursa da, dağılımsal an­ lambilim aynı zamanda bir sözcük anlam­ bilimi niteliğini sürdürür. Fransa’da M. Gross ve J. Dubois'nın çalışmaları bu yöntemin uygulamalarını örneklendirir. • Anlambilim ve üretici dilbilgisi. Başlan­ gıçta bir dilin sonsuz sayıdaki tümceleı bütününü üretmeye yönelik bir kurallar sistemi olarak tasarlanan üretici dilbilgisi, salt sözdizimsel türden bir örnekçeye in­ dirgenmiş bulunuyordu. Kuram, ancak 1960’lardan sonra tümcelerin anlamlarını da açıklayabilecek bir biçimde ele alındı. Bu tarihten sonra da, anlamsal düzeye iliş­ kin kaygılar kuramın evriminde temel nite­ likli bir işlev yerine getirmeye başladı.



Yorumlayıcı anlambilim ("ilk biçimi"). J.J. Katz, J.A. Fodor ve P.M. Postal’ın ça­ lışmaları, anlambilimin, dilin betimlenmesi­ ni ancak dilbilgisinin bıraktığı yerde üst­ lendiği yolundaki görüşü örneklendirir. Anlambilim, sözdizimsel bileşeni tamam­ lamaya yönelik özgül bir bileşen biçimini alır: görevi, tabanın ürettiği yapıları yo­ rumlamaktır. Bir “ sözlük" (sözcüğe ilişkin anlambilim kuramlarının elde ettiği bilgi­ lerin sistemli olarak düzenlenmiş biçimi) ve izdüşüm kuralları içeren bir sistem ara­ cılığıyla işlem yapar. Bu kurallar, kuramın algoritmik yapısına uygun olarak, meka­ nik bir biçimde uygulanır: bu kurallar, ku­ rucular çerçevesindeki, yapılanmalarına uygun olarak, yani en küçük birleşimler­ den başlayarak yavaş yavaş cümle kuru­ cusunun düzeyine ulaşırlar. Bu da tüm­ cenin anlamının, öğelerinin anlamının bi­ leşiminden kaynaklandığını göstermeye yarar. Bu kuralların "giriş” ! derin yapıdır: çünkü derin yapıya uygulanan sözdizım-' sel dönüştürümlerin anlam üzerinde hiç­ bir etkisi yoktur. Üretici anlambilim. J.D. McCawley, G. Lakoff ve R. Ross gibi dilbilimciler üretici kuram çerçevesi içinde kalmakla birlikte, anlambilime ilişkin yorumlayıcı anlayışa karşı eleştirel bir girişimde bulundular. Gerçekten de yorumlayıcı anlambilim sözdiziminin sağladığı biçimleniş ve birim­ lerin, anlamın oluşurken dayandığı ayırı­ cı öğeleri oluşturduğunu varsayar. Oysa örneğin: Mühendis madeni eritti ve Ma­ den eriyor tümcelerinde yer alan maden sözcüğünün, birincisinde tümleç, İkinci­ sindeyse özne olmasına karşın, aynı an­ lamsal görevi yüklendiğini gözlemlemek için bu iki tümceyi karşılaştırmak yeterlidir. Üstelik, sözlüksel birimler en küçük anlam öğelerini oluşturmazlar (bunlar yal­ nızca ayırıcı özelliklerin toplaştığı düzlem­ lerdir); bu birimlerin kendileri de tümce­ ye ulaşan sürece benzer bir üretim süre­ cine bağlanırlar: öldürmek eylemi, örne­ ğin, birbirlerinin içine yerleşmiş bir yapı­ da en az dört tümce işlemleyicisi kapsa­ yan karmaşık bir yapıdan kaynaklanır; x, y'yi öldürür, [YAPMAK (x) (OLMAK (CANLI DEĞİL (y))))]’ye denk düşer. Derin yapının, anlamsal çözümlemenin ayrıcalıklı düze­ yini oluşturmadığı ve “ daha derin” bir dü­ zey öngörülmesinin yerinde olacağı dü­ şüncesi buradan kaynaklanır: bu “ daha derin" düzey mantıksal bir formüle çok yakın gerçek bir anlamsal gösterim nite­ liğini taşıyacak ve bu mantıksal formüle, yüzeysel yapıya ulaşılmasını sağlayacak bir dönüşümler sistemi uygulanacaktır. Demek ki bu temel düzey daha soyut (ulam ve bağıntı tiplerinin daha az sayı­ ya indirgenmesi) olacak ve sözdizimle an­ lambilim arasındaki ayrım, geçerliliğim büyük ölçüde yitirecektir. Bu nedenle üre­ tici anlambilim, gerçek anlamda bir "anlambilimsel kuram" değil, daha çok üretici-örnekçenin tümü kapsayan bir kuratjıidı'r, ■"Yorumlayıcı anlambilim ("ikinci biçimi") Yukarıdaki iki görüşün karşılaştırılmasın­ dan kaynaklanan çok sayıdaki görüş ay­ rılığı, yorumlayıcı kuramın savunucuları­ nı bakış açılarını değiştirmeye yöneltti. Özellikle sözdizimin özerk kalmasını ge­ rektiren chomsky’ci kurala bağlı kalan R. Jackendoff, sistemin izleksel bağıntılar (etken öğe, araç, vb.) olarak adlandırdı­ ğı temel mantıksal yapılara ulaşabilecek daha gelişmiş bir sözlüksel çözümlemeyle tamamlanması koşuluyla derin yapının anlambilimsel yoruma elverişli olacağını savundu. Ayrıca, çok sayıda anlamsal ol­ gunun (mantıksal işlemleyicilerin alanı, odak ve önvarsayımlar, vb.) yüzeysel ya­ pı düzeyinde ele alınması gerekir. Önce­ leri bu görüşe katılan N. Chomsky. bu­ gün, yalnız yüzeysel yapıdan kalkılarak bütün anlamsal bilgiye ulaşılabilmesini öngören bir örnekçeye yönelmektedir. Sonuç olarak, ister üretici anlambilim türden anlamsal- mantıksal temeli olan sis­ temler, isterse yorumlayıcı sistemler söz-



konusu olsun, ana düşünce, dilbilim ku­ ramının, biçimle anlam arasındaki bağın­ tıyı açıklayacak bir mekanizma olarak ta­ sarlanması gerektiği yolundadır. A N L A M B İL İM C İ a. Anlambilim dalında uzmanlaşmış dilbilimci. A N L A M B İL İM S E L sıf. Anlambilime iliş­ kin. ANLAM D AŞ



> EŞANLAMLI.



A N L A M D A Ş L IK - EŞANLAMLILIK. ANLAM D IŞS sıf. Dilbil. Hiçbir anlamsal yorumu bulunmayan tümceler için kulla­ nılır. (Lamba kardeşini düşünüyor tümce­ si anlamdışıdır, çünkü düşünmek eylemi [insansal] özelliğini içerir.) A N L A M D İŞ İL İK a. Dilbil. Anlamdışı bir tümcenin taşıdığı özellik. A N L A M L A N D IR M A K g. f Bir şeyi an­ lamlandırmak, onun mantığını, amacını, nedenini açıklamak, yorumlamak: ona anlam vermek: Bu hareketinizi nasıl an­ lamlandıracağımı bilemiyorum. Bir sözcü­ ğü bağlamına göre anlamlandırmak A N L A M L I sıf. 1. Anlamı olan, manalı: "R ıp" türkçede anlamlı bir birim değildir. —2. Anlamca yoğun, yoruma açık, bir şeyler sezdiren şey için kullanılır: manalı: Araştırma sonuçları çok anlamlı. Bu dav­ ranışı onun zihinsel durumu için anlamlı ipuçları veriyor. Daveti reddedişi anlam­ lı. Anlamlı sözler, bakışlar. ♦ be. 1. Anlamlı olarak; manidar: An­ lamlı konuşmak. Bu hareket bana çok an­ lamlı görünüyor. —2. Anlamlı anlamlı, bir şeyler sezdirerek: Bana bakıp anlamlı an­ lamlı güldü. —Arit. Onluk, sekizlik vb. bir sayılamada verilen bir sayının anlamlı rakamı, bu sa­ yıyı oluşturan sfırdan farklı rakam. (Her anlamlı sayının bir boyu vardır.) A N L A M L IL IK a. Dilbil. Bir dilsel biçimin anlam taşıma durumu. A N L A M S A L sıf. Anlama ilişkin, anlam­ la ilgili. —Ruhbil. insanoğlunun düşüncesinde varolduğu kabul edilen anlamla ilintili ya­ pı ve süreçlere ilişkin olan. A N L A M S IZ sıf. 1. Anlamdan yoksun olan şey için kullanılır: Anlamsız bakışlar. Anlamsız şiir. —2. Mantıksız, amaçsız, nedensiz şey için kullanılır; manasız, saç­ ma sapan: Anlamsız işler yapmak. A n­ lamsız bir yaşam sürmek. Anlamsız ilişki tere girmek. —3. Çekici olmayan, önem­ siz, değersiz şey için kullanılır: Onsuz bu ev çok anlamsız. Maaşlara yapılan anlam­ sız bir zam. Anlamsız ayrıntılar üstünde durmak —4. Söz ve davranışlarıyla can sıkan kimse için kullanılır; münasebetsiz, manasız: Ne anlamsız adam, şimdi ölüm­ den söz etmenin sırası mıydı? ♦ be. Anlamsız olarak; manasız, saç­ ma: Anlamsız konuşmak. Bu yasağı an­ lamsız buluyorum. A N L A M S IZ L A Ş M A K gçz. f. Anlamını, değerini yitirmek. A N L A M S IZ L IK a Anlamsız olma duru­ mu, anlamsız olan şeyin niteliği. —-Mant. Husserl’e göre, saçmalıktan farklı olarak, anlamdan yoksun deyimler dizi­ sinin özelliği .("Sır yuvarlak ya da; bir in­ san ve vardır, vb. dediğimiz zaman, bu söz dizilerine karşılık olabilecek herhan­ gi bir anlam yoktur" [Logische Untersuchungen, 4, 12].) A N L A Ş IK a. Anlaşmış olan taraflar, kim­ seler, bunlardan her biri; mutelif. A N L A Ş IL A N bağ. Çıkarılan bir sonucun olasılık gösterdiğini vurgulamak için kul­ lanılır: Anlaşılan, arkadaşınız gelmeyecek. Herkes ayağa kalktı, anlaşılan gelen önemli biri. A N L A Ş IL 3 R L IK a. Akust., Sesbilg. ve Telekom. Sözlü bir mesajın ya da bir ko­ nuşma biçiminin (doğai, elektronik olarak filtrelenmiş ya da bireşimi yapılmış) algı­



lama testleriyle belirlenen anlaşılma de­ recesi. A N L Â Ş İL M A K -



ANLAMAK.



A N L A Ş IL M A Z sıf 1. Açıklama getirile­ meyen, anlama, kavrama yetisini aşan şey için kullanılır; İnsan, anlaşılmaz bir muamma. Doğanın anlaşılmaz güçleri —2. Davranışlarının nedenleri anlaşıla­ mayan, çözümlenemeyen kimse ve onun bu davranışları için kullanılır: Ne kadar an­ laşılmaz bir insansın, bir dediğin bir de­ diğine uymuyor. Anlaşılmaz bir tepki, bir tutum. A N L A Ş M A a. 1 .Anlaşmak eylemi.— 2.



Kişiler ya da devletler arasında, belli bir konuda, belli bir alanda varolan dü­ şünce, iş, eylem birliği, uzlaşma, bu uz­ laşmayı gösteren belge; sözleşme, itilaf: Aramızdaki anlaşmayı bozmak istemem Ev sahibiyle bir türlü anlaşmaya varama­ dılar. iki devlet arasındaki kültür anlaşma­ sı. Anlaşmayı imzalamak. Kitabın bası­ mıyla ilgili bir ön anlaşma yapmak. —Dilbil. Karşılıklı anlaşma, konuşan birey­ lerin, aynı dilsel topluluktan başka konu­ şan bireylerin söylemlerini anlamalarını sağlayan yeti. (Anlaşma, bir ağzın yayı­ lım alanını belirler.) —Fels. Toplum anlaşması, J.-J. Rousseau’ya göre, insanların birbirine karşı üstlendikleri ve toplum halinde yaşama­ yı olanaklı kılan temel yükümlülüklerin.tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Giz. bil. Cinbilimde, hıristiyanlıktaki an­ lamıyla, şeytanla yapılan açık ya da üs­ tü örtülü anlaşma;amacı, doğa güçlerini aşan şeyleri şeytan aracılığıyla elde et­ mektir. — ikt. “ ►UZLAŞMA. —Psikoterap. Amerikalı psikanalizci E Berne tarafından kurulan (1962) ve kişi­ nin başkalarıyla birlikteyken oluşan dav­ ranış ve etkileşim mekanizmalarını daha iyi saptamayı öngören tedavi yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) — Uluslarar. huk. Basit anlaşma (ameri­ kanca agreement ile eşanlamlı), özel bir onay ya da kabul işlemine gerek göster­ meyen ve yalnızca imzayla yürürlüğe gi­ ren sözleşme. (Anlaşmayla antlaşma ara­ sında içerik ya da kurallar aşaması açı­ sından hiçbir fark yoktur; sözleşmelerin yürürlüğe girmesinde şekle ilişkin koşul­ ları her devletin kendi anayasası belirler: aynı metin taraflardan biri için basit an­ laşma niteliğindeyken diğer taraf için, özel şekillere bağlı bir antlaşma olabilir.) || Bölgesel anlaşmalar, Milletler cemiyeti ta­ rafından tavsiye ediien ve Birleşmiş mil­ letler antlaşması'nda, uluslararası huku­ kun yapıcı ve gerçek bir şekilde yavaş ya­ vaş bütünleşmesini sağlamaya yönelik bir araç olarak kabul edilen anlaşmalar. (Benelüks ülkeleri, Fransa ve Büyük Britanya’ nin 17 mart 1948’de imzaladıkları paktla kurulan Batı Birliği, 4 nisan 1949'da im­ zalanan Kuzey Atlantik paktı, Arap birli­ ği, bölgesel anlaşma örnekleridir.) —Uluslarar. ikt. Anlaşmalı ülkeler, 1930 dünya bunalımı sonrası'nda, serbest dö­ viz sıkıntısı çeken iki ülke arasında yapı­ lan takas ya da kliring anlaşmasına taraf olan ülkeler, (ikinci Dünya savaşı sonra­ sında, GATT*'ın öncülüğünde çok yanlı ticaret anlaşmalarının yaygınlaşması, iki yanlı anlaşmaların alanını sınırladı. Ne var ki, günümüzde, Batı ülkeleri ile komünist' -bloku ülkeler arasında hâlâ iki yanlı tica­ ret anlaşmaları yapılmaktadır.) \\ Mal an­ laşması, belli bir meta - buğday, şeker, kauçuk, kalay vb. ile ilgili olarak, genel­ likle, bir piyasanın istikrara kavuşturulma­ sını amaçlayan anlaşma (Bk. ansikl. böl.). | Mesleki anlaşma -» sınai u z l a ş m a . j Ödeme anlaşması, ulusların birbirleriyle yaptıkları mübadelelerin ödeme koşul­ ları konusunda varılan uyuşma. ( -> TİCA­ RET.) || Ticari anlaşma, ticaret anlaşması ya da ticari uzlaşma. — ANSİKL Fels. J.-J. Rousseau şöyle ya­ zar: "Demek ki, özüne ilişkin olmayan şeyler bir yana bırakıldığında, toplum an­



laşması şu sözlere indirgenmiş olur: her birimiz, kendi kişiliğimizi ve gücümüzü, genel iradenin yüce yönetimi altına veri­ yoruz ve her toplum üyesini, somut olarak (fiilen), bütünün bölünmez bir parçası ola­ rak kabul ediyoruz” (Toplum sözleşmesi [Du contrat social], 1,6). —Psikoterap. E. Berne'ye göre, her kişi, yetişkin yaşamının her anında, ister iste­ mez üç çeşit davranış biçiminden birini seçer ve ona göre hareket eder; Berne bu üç biçimi benlik halleri olarak adlan­ dırır. Ayrımı şöyle yapar: yetişkin ya da Y, içinde bulunduğu durumları, kendini ki­ şisel duygularına kaptırmadan nesnel ola­ rak değerlendirir ve bu çözümlemeye gö­ re etkili biçimde davranır; ana-baba ya da AB halinde, benlik hali ana-babamızın de­ ğer yargılarına duygusal bağlılıkla belir­ lenir (bir çeşit freudcu üstbenlik); çocuk ya da Ç, yetişkin kişinin de, kendisinin 5 yaşındayken yaptığı gibi davranmasını, konuşmasını ve cevap vermesini bekler ve bu davranış, kişinin kendiliğindenlik ve yaratıcılık yanını temsil eder. Her benlik hali, hareketleri, davranışları ve dili kap­ sayan bir düşünce ve duygu sistemi oluş­ turur. Belli bir durumda her insan bu hal­ lerden yalnız birine göre davranır; o hal, mevcut duruma uygun ya da aykırı birta­ kım basmakalıp tepkiler yaratır, çünkü bunlar, aslında, ana-babasının onun ço­ cukluğu sırasında takındıkları davranışla­ ra tepki niteliğindedir. Normal olarak bu üç benlik hali işlevleri bölüşür, her biri öz­ gül durumlara uyarlanır, ama kişi bu hal­ lerden yalnız birine sahip olduğu ya da biri öbürüne baskın olduğu zaman bu iş­ leyiş bozulabilir. E. Berne'ye göre, bir tar­ tışma ya da bir diyalog kısa kesilmişse, bunun nedeni, çoğu zaman, karşılıklı ko­ nuşan kişilerin değişik benlik halleriyle ko­ nuşmaya girişmeleridir (örneğin yetişkin bir soruya anababa ya da çocuk cevabıy­ la karşılık vermek). Bir anlaşmayı, bir kişinin üç benlik ha­ linden birinden kaynaklanan bir uyarıyla öbür kişinin bir benlik halinden kaynak­ lanan bir cevap olarak tanımlayan anlaş­ ma çözümlemesi, basit anlaşmaları, yani açık ve toplumca kabul edilebilir özgül bir amaçla yapılan davranışları (birinci dere­ ce oyun), muhatabı aldatmak ya da kan­ dırmak amacı güden, ama sürekli hiçbir zarar vermeyen ikinci derece oyunlardan ayırır; üçüncü derece oyunlarsa, çoğu za­ man şiddetli eyleme geçişlerdir. Bu son iki anlaşma kategorisinin kaynağı, genç çocuğun, anababasının sevgisini kaybet­ mek korkusuyla boyun eğmek zorunda kaldığı buyruklardır. Tedavinin amacı hastayı kendi başına buyruk bir hale getirmektir. Hekim bura­ da tam yönlendirici bir rol oynar: Yalnız bazı sosyal tutumlardaki hızlı iyileşmeyi göz önünde tutarak hastanın, kendisini çocukluğundan beri yönlendiren baskıcı mesajların bilincine varmasını kolaylaştır­ mak, uymakta olduğu psikolojik mekaniz­ mayı ona keşfettirmek ve bundan elde edeceği doğrudan ya da ikincil yararla­ rın bilincine vardırmak. Grubun diğer üye­ leri de, az veya çok sıradanlaşmış bu dav­ ranışları çözebilmesi ve onları geçersiz kıl­ ması için hastaya yardım ederler. Anlaşma yöntemleri, insan ilişkilerinin yer aldığı pek çok alanda uygulanmak­ tadır. —Uluslarar. ikt. Mal anlaşması, ithalatçı ülkelerle ihracatçı ülkeler arasında mal anlaşmaları yapılması, uluslararası piya­ saları istikrara kavuşturma siyaseti çerçe­ vesi içinde desteklenir. Çeşitli anlaşmalar vardır: Hat anlaşması, bazı miktar ve fiyat sınırları içinde, ithalatçı ülkelere mal sağ­ lamak, ihracatçı ülkelere de malları için pazar bulma amacını g ü d e r; kontenjan anlaşması, taraflardan her birine belirli bir ithalat ve ihracat kontenjanı tanır; stok an­ laşması, kıtlık dönemlerindeki gereksinim­ leri karşılamak üzere, bolluk dönemlerin­ de uluslararası bir stok biriktirmeyi öngörür.



anlaşmak ye kesinlikle ters düşen ve betir Vermenin kendi hakkında düşünmesi diye tf rvmlayabileceğimiz yorumlamayı sayro' ’ .z. Bu çekleştirilen, anlaşmaya dayanan şey içir, geçerlilik, kendi de çelişkili olar t 1tutar­ kullanılır. lılık sürecine bağlıdır: ister İst n az za­ mansa! olan anlatı art arda sıral. ma yön­ ANLAŞMAZLIK a. Kişiler arasında dü­ temini kullanır, fakat söylemle söylemleşünce, görüş, çıkar karşıtlığı; uyuşmaz ık, me birbirlerine bağıntılı olduklar v î terim­ ihtilaf: Birisiyle bir anlaşmazlığı olmak. leri bağladıkları oran ıa, bir değişin ilke­ Aralarında bir anlaşmazlık çıktı. İşin yürü­ sine uyarlar; bu değişim de. söylemi, ilk mesi için bu anlaşmazlığı bir biçimcs gi­ terimlerinin bir tür çıkarımı durumuna dö­ dermek gerekir. Anlaşmazlığa düşmek. nüştürür. Şunu da belirtelim kİ, bu sıka­ ANLAŞTIRMAK - ANLAMAK. rım, betimlemenin kendine özgü giriş mi­ ne tümden karşıttır. Dolayısıyla, anlatısal A H L A T I a. (anlatmaktan). Bir olay dizi­ betimleme iki;i bir anlam düzenine bağ­ sini edebi bir biçimde anlatmak, sunmak lanır: önceki terimin yadsınmasını gizle­ eylemi: Bu anlatının ayrıntıları dinleyenleri yen bir örtü diye görebileceğimiz neden­ çok etkiledi. sellikle, anılan bir nesne başka bir anılan —Dilbil. Anlatı adfiili, yazınsal metinlerde kullanılan, bildirme kipi özelliği taşıyan ey­ . nesneye katılmış olur. Bu yadsıma, söy­ lemi, hem bir bilgiyi sunma amacına hem lemlik (örn., Ve düşünmek seni gecenin de bir bilgi verme niyetine dönüştüren bilkaranlığında!...). gikuramsal görüşten ayrılmaz. Bu bilgi —Mim. Anlatılı sütun başlığı, ÖYKÜLÜ' düzeni, betimsel hayale bir tür tahmini de SÜTUN BAŞLIĞI'nın eşan lam lısı. ekleyen yûklemsel bir dizgesellikle bağ­ —'Tiyat. Bir tiyatro yapıtında, sahne dışın­ lantılıdır. Anlatının bu çeşitli paradoksları da geçen ve konunun anlaşılması için bi­ hikâyenin vericisi kavramında birleşir. Ya­ linmesi gerekli bir olayın, bir kahraman ta­ zarla özdeşleşmiş olsun ya da olmasın, rafından dile getirilmiş biçimi. bir anlatıcının bilincinde olduğu ya da ol­ —ANSİKL. Anlatı, bir dünyanın yorumlan­ madığı kişiler ve göndergeler düzeyinin masını değii de, yalnızca saptanmasını ötesinde, betimleme, betimleme olabil­ öngören betimleyici bir söylem olarak ta­ mek için.kişisizliğin dilsel belirtilerinde bi­ nımlanır. Bu söylemde söz doğrudan ara­ le, kişisellikle kişisizlik arasındaki bölüşme­ ya giremez;'ancak konuşmalar ve dolay­ yi yansıtmak zorundadır. Anlatı, anlatışın, sız anlatım biçiminde girebilir ki, bu du­ söyleyişin bu özelliğini yok saydığı anda rumda da gerek konuşma, gerek dolay­ basit bir bildiri olur çıkar; bu durumda be­ sız anlatım belli bir durum içinde ve be­ timlemeden söz edemeyiz; tanıklık, dün­ timleme dolayısıyla görelenmiş olarak ele. ya üstüne açıklamalı bir söylemdir yalnız­ alınır. Betimlemenin önceliği, hikâyeyi ka­ ca. Her ne kadar dar anlamdaki anlatıda çınılmaz bir ikiliğe götürür: anlatıda,.hikâ­ konuşan bir kimse yoksa da, her betim­ ye, her şeyden önce bir görüntü, dünya leme, bir sözün, öznelle nesnel arasındaki görüntüsü, davranışlar, eylemler ve anlat­ bir iç alışveriş çerçevesinde yinelenmesi­ ma görüntüsü olarak belirir; ama bu gö­ dir. Hikâye vericisinin kim olduğu bilinme­ rüntü, onu oluşturan söylemi, bir anlatma se de, anlatı sözcüklerinde, söze dönü­ eylemine, yani romancının yazısına bağ­ şecek biçimde algılanmalarına olanak ve­ lı kalmaktan kurtarmaz. Gene bu öncelik ren bir özellik vardır. gereği, söylem-görüntü bağımsız ve yeterlidir: dolayısıyla geçerliliğinin bütün ka­ A M LAYSBİLİM a. Özellikte yazılı metin­ nıtlarını taşımak zorundadır. Bu kanıtlar lerdeki (romanlar, vb.), anlatısal yapılara arasında, akla yakınlığı, nedenselliğin ve ilişkin inceleme. olayörgüsünün bütün inceliklerini, simge­ AN LATSC ! a. Ed. 1. Bir şey anlatan, an­ sel anlatım yollarını, ayrıca da, betimleme­ latma alışkanlığı olan kimse; Rahat bir an­ latıcı, sıkıntı veren bir anlatıcı. —2. Eğlen­ dirmek, hoşça vakit geçirtmek için öykü ya da masa! uyduran, söyleyen ya da ya­ zan kimse: Arap anlatıcılar. —Müz. Müzikli bir yapıtta (Berlioz’un Lelio'su; Honegger’in le Roi David’i ; Stravinskiy’in Askerin öyküsü'. Schönberg' in Un survivant de Varsovie'si), bir metni yüksek sesle okuyan (inşat eden) kimse. /kH L A Ş 'iâ A K . - * ANLAMAK.



ANLAŞMALI sıf. Anlaşma yoluyla ger­



Kırmızı y tm slı sokaktan sahne (1314-1925) Ernst Ludwig Kirchner'in tablosu



Thyssen kol., Lngano



ANLATILMAK -*



ANLATMAK.



A N L A T IL M A Z sıf. Anlatılması olanaksız olağanüstü şey için kullanılır: Anlatılmaz bir sevinç, mutluluk. A N L A T IM a. 1. Anlatmak eylemi. —2. Dil aracılığıyla anlatma biçimi, yazılı ya da sözlü deyiş, söyleyiş biçimi; ifade: Anlatı­ mı bozuk bir metin. Bir metnin dil ve an­ latım özelliklerini incelemek. — Dilbil. Bir dilsel göstergenin somut gö­ rünüşü. (Bk. ansikl. böl.) || -* üslup. —Eğit. Serbest anlatım, öğretim süresin­ ce güdümsüz yaratıcı etkinlik. (Bk. ansikl. böl.) —Koregr. ve Eğit. Bedensel anlatım, cimnastlk, dans ya da mim olmaksızın, pek çok duygusal ya da bedensel durumu anlatmayı sağlayan ve az çok kendiliğin­ den olan davranış ve jestler bütünü. — Müz. Besteci ya da yorumcu için, bir müzik yapıtındaki bazı ruh durumlarını ya da bazı düşünceleri hissettirme yetisi. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Dilbil. L. Hjemslev’e göre, an­ latım dilsel göstergenin iki yüzünden bi­ rini (F. de Saussure’ün göstergenin gös­ tereni diye adlandırdığı), sessel görünümü­ nü belirtir. Anlatım, sessel görünümüyle, göstergenin içeriğiyle (gösterilen) eklem­ lenmesine karşın, ondan ayrılır. Anlatım (içerik gibi) bir töz ya da bir biçim olarak ele alanılabilir, yani, sessel özdeği bakı­



mından düşünülebildiği gibi, içeriğin bi­ rimleriyle ilişkisi açısından ele alınan (her dilin kendine özgü) sessel yapılanması açısından da düşünülebilir. —Eğit. Geleneksel okulda, öğrencilerin bireysel ya da kümesel yaratıcı anlatım et­ kinliklerine genellikle yeterince yer veril­ mez. ilkokullarda elişi, resim, müzik, be­ den eğitimi gibi dersler, öğrencileri can­ landırıcı etkinliklerde bulundurmak, ge­ nellikle de, oyalanmalarını sağlamak için yapılır. Ortaokul, bu dersleri tümüyle ge­ ri plana iter. Okul, dikkatini özellikle öğ­ retim programları üzerinde topladığın­ dan, öğrencinin “ yapma” isteğini bastı­ rır. Bu nedenle, Freinet eğitim yöntemini uygulayanlar, sözlü-sözsüz anlatımı ve her yolla (serbest yazma, şerbet resim) serbest anlatım etkinliklerini, gerçek ye­ niden öğrenmeyi ve güdülenmeyi sağ­ layan araçlar olarak görürler. —Müz. Her dönemde ya da her okulda, dilin, tekniğin ve özel anlatım eğilimleri­ nin gelişmesi, bestecinin benimsediği an­ latımın biçimini, niteliğini, doğasını etkiler. Gregoriusçu birseslilikte, metnin içeriğine uygun olarak, sesin alçaltılıp yükseltilme­ si, etkili bir anlatım sağlardı. Flaman oku­ lunun kontrapuntosundaki ritim öğelerinin çok çeşitli anlatım simgeleri vardı. Fran­ sız çokseslicileri, bunları hafifleterek, be­ timlemen gösteriye yönelttiler. Kromatizm, özellikle acıyı dile getirmek amacıyla İtal­ yan madrigallerinde kullanıldı. VVagner ve romantiklerin çoğu, insanın gerilimini ve genellikle ulaşılmaz bir ideale olan özlem­ lerini anlatmak için bu yola başvurdular. Müziğin temelini oluşturan teknik öğeler arasında ritim, tını, makamsal (modal) ya da eksenli (tonal) yapılar, belirleyici anla­ tım etmenleri olarak görüldü. Bir metnin müzikli anlatımı (m elodi*.ya da opera), yüzyıllar boyunca çok değişik biçimlere büründü. Kimi zaman, kendi ritmini ve tonlamasını müziğe kabul ettiren dil (Monteverdi, Lufly, Rameau, Musorgskiy, Wagner, Ravel), kimi zaman da dönemin prozodi anlayışını kendi kurallarına uydu­ ran müzik (Mozart, Rossini) ağır bastı. Onikitoncu ve elektroakustik müzikte de olduğu gibi, kendinden başka hiçbir şey anlatmayan bir müzik de (Stravihskiy) ta­ sarlandı. Böyle bir müzikte güzellik, yal­ nızca notaların ve biçimlerin düzenlenme­ sinden doğar. A N L A T IM B İL İM -



DEYİŞ.



A N L A T IM C I sıf. ve a. Anlatımcılığa bağlı kişiler için kullanılır. sıf. Anlatımcılığa değgin. A N L A T IM C IL IK a. 1. Duygusal ve öz­ nel bir dünya görüşüyle belirlenen ve XX. yy.’ın ilk çeyreğinde ortaya çıkan sanat eğilimi. (Bk. ansikl. böl.Çağ. sant.) —2. Herhangi bir dönemde anlatım gücünün, biçimsel kural kaygısından daha ağır bas­ tığı bir sanat yapıtının özelliği. —3. Soyut anlatımcılık, XX.yy.’ın 40’lı ve 50'li yılların­ da kendini benimseten, daha çok ABD kökenli sanat akımı. —Koregr. Rudolf von Laban'ın kuramla­ rını benimseyen alman sanatçıların ara­ cılığıyla dansı etkileyen, tüm duyarlıkların temel nitelikli ve canlı anlatımına dayanan koregrafi akımı. •— ANSİKL Çağ. sant. insanoğlunun ya­ şantısı ve dünyayla kurduğu bireysel iliş­ kiler en güç, en kaygılı, en acılı ya da tra­ jik yanlarıyla anlatımcılığın özünde yer alır. Sanatçının kişiliği ve yaşamı yapıtın­ dan ayrı düşünülemez; kültürel kaynak­ ların seçiminde olsun (“ ilkeller", ortaçağ sanatı, Afrika ve Okyanusya sanatları, vb.) kendiliğinden, tutkulu ve çok canlı bir di­ lin geliştirilmesinde olsun, estetik ve top­ lumsal uzlaşımlara yer yoktur. Kuzey Av­ rupa'ya özgü ve romantizmle simgecilik­ ten etkilenmiş bir akım olan anlatımcılık, daha XIX. yy.'ın sonlarında Van Gogh, Murıch, Ensör ve Toulouse-Lautrec’in ki­ mi yapıtlarında belirmeye bâşladı; sonra Almanya’da gelişti. 19Ö5’te, Kirchner,



anlatımcılık ^



.



:



I



j







V



t



f i l 1



*



'i



Yaz-Açıkhavada çıplaklar (1913) Kari Schmidt -Rottluff’un tablosu, Landesmuseum, H annom Heokel, Schmidt-Rottluff, Pechstein, O. Mueller ve Noide, Die Brücke topluluğun­ da bir araya geldiler; bu sanatçıların re­ simlerindeki ve tahta üzerine gravürlerin­ deki ayırt edici özellik, renklerin gerçekdışılığı, çarpıtmalar, insan yüzünün ve manzaraların çarpıcı bir stilizasyonla ve­ rilmesidir. Lehmbruck ile Barlach da az çok buna benzer bir çalışmayı heykelci­ likte gerçekleştirdiler. Anlatımcılık, 1910’lu yılların başında, Hervvarth VVaiden'in Der Sturm dergisini ve galerisini açtığı Berlin’ de yaygınlaştı; münihli ressamlardan (Kandinsky, Marc, Macke, Javvlensky) oluşan Blaue'Reiter topluluğu da, Die Brücke'nin yanı sıra, aynı ölçüde renkli, ama daha akılcı, daha az kötümser ve kı­ sa bir süre sonra da soyut araştırmalara



yönelecek olan bir sanat anlayışından ya­ naydı; o dönemin Berlin’indeki sanatsal kaynaşma ortamında, anlatımcılıkla fovizm, kübizm ve tütürizm arasında pek çok ilişki vardı. Avusturya'da Schiele'nin yapıtının aşırı gerilimi ve Kokoschka'nın portrelerindeki psikoloik keskinlik, ödün­ süz bir anlatımcılık ortaya koyuyordu. Fransa'daysa fovların çarpıcı renkli ve "m utlu", kimi kez de yoğun anlatımlı re­ simlerinden çok Rouault’nun yapıtı, anla­ tımcılıkta önemli bir yer edindi. Savaşın ve alman devriminin kaygılı or­ tamını haber veren anlatımcılık, Birinci Dünya savaşı yıllarında ancak birkaç sa­ natçı tarafından (Kirchner, Kokoschka) sürdürüldü ve yerini, dadacılığın toptan nihilizmine, Beckmann’ın katı kötümser­



liğine ve Dix ile Grosz’un keskin eleştiri­ sine (—►YENİ NESNELCİLİK.) bıraktı. Savaş sırasında ve sonrasında Belçika'da bir fla­ man anlatımcılığı gelişti; Permeke, Van den Berghe, De Smet gibi sanatçılar, Sint -Martens-Latem sanatçılarının geleneğini sürdürerek, resim düzeninde kübizmden gelen bir sağlamlığa, bir tutamlığa ulaş­ maya özen gösterdiler. Hollanda'da, es­ ki bir kübist olan fransız Le Fauconnier ile Sluyters ve L. Gestel'in çevresinde anla­ tımcı bir akım doğdu ve kimi sanatçılar­ da flaman etkişi (Hendrik Chabot’da), ki­ mi sanatçılarda da alman etkisi (Jan Wiegers’te) görüldü, Fransa’da Rouault'nun ve anlatımcı döneminde Fautrier'nin ya­ nında, Gromaire'in, La Patelliöre'in ve Goerg’in anlatımcılığının flaman akımıyla benzerlikleri vardır; ama bu bakımdan Soutine’in yapıtlarıyla savaş sırasında Picasso’nun yapıtları ya da Zadkine ve Lipchitz’in heykelleri çok daha güçlüdür. Meksika’da (Rivera, Siqueiros, Orozco, Tamayo) ve Brezilya’da (Portinari, Segall) 1920-30 yıllarının anlatımcı akımı, toplum­ sal ve devrimci temalar geliştirmek için daha çok duvar resimlerine ağırlık verdi. ikinci Dünya savaşı’ndan sonra çağrışım ve öznel yorum (Fautrier), kendiliğindenlik ve imgelem (Dubuffet), anlatımcılığın mirasıyla gerçeküstücülüğün birleşimi, Cobra* hareketine bağlı kuzeyli ressam­ ların araştırmaları, çokbiçimli ve lirik so­ yutlamaya çok yatkın bir anlatımcılığı or­ taya koyarken İngiliz Francis Bacon ve yeni figürasyoncu ressamlar yapıtlarında daha çok, işkence gürmüşçesine çarpı­ tılmış insan yüzünü işlediler. Ama özellik­ le ABD’de, 40'lı yılların başlarında ve 50’li yıllarda, soyut diye nitelenen bir anlatım­ cılık gelişti; hem geç kübizmin, hem de gerçeküstücülüğün mirasını taşıyan bu akım önceliği resim etkinliğinin kendisine, jeste ve doğuştan yaratıcılığafaction painting) tanıdı. Bu akımın öncüsü Gorky, başlıca temsilcisi ise De Kooning, Kline, Motherwell, daha sonra Guston ve Gottlieb'in yanı sıra Pollock'tur. Sanatçının içinde biriken bütün güçlerin açığa çık­ masını öngören bu sanat anlayışındaki bir özellik de gereçleri ve teknikleri yeni bir



647



%



GÜZEL SANATLARDA ANLATIMCILIK



'■



-•*



İjŞ '



t



Solda; Senç bir çocuk portresi (1916) Egon Schiele'nin tablosu Thyssen kol., Lugano



m



m



*



Spakenburgltı kadın (1917) Gustave De Smet'nin tablosu Mtısde royale des beaux-art$, Anvers



Ü S



solda Cagnes manzarası (1919) Chaîm Soutine’in tablosu özel kol., New York WiHem De Kooning’in adsız tablosu (1957) özel aol., (ABD)



SİNEMADA ANLATIMCILIK



Conrad Veidt, Robert Wiene in Dr. Caligari'n in muayenehanesi (1919) adlı Sininden bir sahnede



yaklaşımla ele alması (düz olarât/.yere konmuş tuval üzerinde çalışma, dripping, büyük boy kâğıtlar, vb.) ve bütün öğele­ rin herhangi bir merkeze ayrıcalık tanın­ madan yerleştirildiği (ali över kompozis­ yon) derinliği olmayan yeni bir mekan an­ layışı getirmesidir. Heyecanlı, çatışmalı ve “ varoluşsa!” bir akım olan soyut anlatım­ cılık, Pollock’un, özellikle de De Kooning1 in insan figürlerinde belirli bir anlam kay­ paklığına varır; ama anlatımcılık öOTı ve 70’li yıllara kadar birçok sanatçıya ken­ dini soyut yanıyla (işaretler, jest, renk) ka­ bul ettirmiştir. — Ed. Ressamların anlatımcılığı, özellikle şiirde ve tiyatroda açıkça beliren bir ede­ biyat anlatımcılığına yol açtı. Dış gerçek­ liği dolaysız olarak yansıtmaktan kaçın­ ma, özanlatıma ulaşma ve dünyaya bü­ tünüyle kişisel bir açıdan bakma isteği, edebiyatta da etkili olunca, biçim, imge­ ler, sözdizim, noktalama ve yapıtın este­ tik bakımından kurucu olan tüm öğeleri, anlatıma göre ikincil sayılmaya ve ona gö­ re belirlenmeye başladı. Bu, her türlü bi­ çim kuralını, her türlü tipolojiyi bozmak, belki de yıkmak demekti. Yazarın benli­



ğini, yalnız kendi anlatımıyla dünyaya ka­ bul ettirmesi demek, öznel şiddetten ayrı düşünülemeyecek-bir çeşit sanatsal şid” a o.J l dete'varmak demekti. >' Tiyatroda anlatımcılık, Sfrind&erg/’ve VVedekind’in, burjuvaziye karşı çikanj^apıtlarıyla gerçekçiliğe bir tepki olduvDer Erdgeist (1895); Die Büchse der Pandora (T902). R,)'J. Sorge Der Bettler'de (1912), CarlT'İSternheim Die Hose’.de (1911) ve Dpr.Şnob'da (1914) yergiyle, ,mistik hem'de simgesel-olan bir sah­ ihe aMlayışını. getirdiler. Savaşın sarsıntısı vd'edki Almâny'â’nın siyasal çöküşü, bu ahfeksâl, toplumsal, estetik aşırıcılığa çok elverişli bir ortam hazırlârnışb; Ernest .Toller,', savaşın dehşetini yansıtan'Die Wandlung adlı 13 tabloluk oyunu Ye daha son­ ra Masse-Mensch ile (1920) bu anlayışın en uygun örneğini verdi. Fritz von Unruh, Georg Kaizfer ve Antigone (1917) adlı ya­ pıtıyla VValter Hasenclever de bu anlayı­ şın önde gelen temsilcileridir. Şiirde, G. Trakl'ın, G. Benn’in, F. Werfel'in yapıtları anlatımcılığın gücünü kanıt­ ladı. Bu yapıtlarda öznellikten yola çıkan anlatımcılık, her türlü gerçeğe bakışı boz­ maktan çok, sözcüklerle kurulacak ilişki­ nin her şeyden önce gelmesi gerektiğini, bu ilişkinin sonradan öğrenilemeyeceğini ortaya koyuyordu. Bu arada G. Heym' in ve E. Lasker-Schüler’in de adını anmak gerekir. Anlatımcılığın Brecht, Bruokner, Döblin ve Heinrich Mann'ı etkilediği kesindir. Bu etki, İngiliz edebiyatında ise O'Neill, Elmer Rice ve Thornton Wilder'da açık­ ça, W.H. Auden ve Christopher ishervvood’da bir ölçüde görülebilir. Doğrudan bir etkilenme sözkonusu olmasa da, anlatım­ cı düşsellik Kafka, Joyce ve Beckett'in, roman evreninde gerçekleştirdikleri dev­ rimde de, hiç değilse bir ölçüde kendini duyurur. —Müz. Birkaç müzikçi, özellikle Viyana okulundan besteciler, anlatımcı harekete katıldı: Schönberg (Erwartung, Die glückliche Hand). Berg (VYozzeck, Lulu), We’ beri ı (orkestra için Passacalle). Müzikte anlatımcılık, yoğun olarak kromatizm ve -bazen aşırılığa varan- katışmaç kullanı­ mıyla kendini belli eder.



—Sine. Resme.(Kokoschka, Kubin) ve ti­ yatroya ilişkin kimi araştırmalardan (Max Reinhardt) doğan sinemadaki anlatımcı­ lık, Birinci Dünya savaşı sonunda Alman­ ya'da ortaya çıktı. Bu akım kişilerin ruh­ sal durumlarını, esas olarak biçimsel sim-



Yıldırım çarpmış adam ya da Yokolmı/ş kent (1948-1951) Zadkine’in, 1940 mayısında kentin bombalanması anısına Rotterdam'da gerçekleştirdiği heykel



geoilikle dile getirmeye çalıştı. Bu neden­ le, dekorların (karşıtların çatışması, ger­ çek dünyanın bilerek bozulması) ve ışık oyunlarının önemi büyük oldu. Bu akımın en tanınmış filmleri arasında Robert Wiene'nin Dr. Caligari’nin muayenehanesi (Das Kabinett des Dr. Caligari, 1919), Pa­ ul VVege.ner’in Der Golem (1920), Fritz Lang’ın Dr. Mabuse kumarbaz (Dr. Mabuse der Spieler, 1922), F.W. Murnau’ nun Nosferatu, eine Symphonie des Grauens(1922)ve PaulLeni'nin das Waschfigurenkabinett (1924) yer aldı. J. von Sternberg, M. Carne, O. Welles, C. Reed, i. Bergman gibi yönetmenlerde anla­ tımcılığın izlerine rastlandı. A N L A T IM S A L sıf Anlatımla ilgili, anla­ tıma ilişkin şey için kullandır: Bir metinde­ ki anlatımsal bozukluklar. —Dilbil. Anlatımsa! işlev,bildirinin duygula­ rını belirttiği kopuşucuüzerindeodaklandığı Gül işlevi. |j Anlatımsal özellikler, söy­ lemin bir bölümüne bir tumturak yerleş­ tirmeyi sağlayan ve konuşucunun heye­ candan .ileri gelen bir davranışını ortaya koyan sözdizimsel, biçimbilimsel, bürünbilimsel yol. A N L A T IŞ a. Bir şeyi anlatma, onu baş­ kasına sözle, hareketle, mimikle vb. ilet­ me biçimi; üslup: Duygularını anlatışında­ ki incelik. Olayları anlatışındaki küstahlık. A N L A T M A K g . f. 1. (Bir kimseye) bir şe­ yi, bir kimseyi anlatmak, o şeyi dil aracılı­ ğıyla söylemek, bildirmek, açıklamak; o kimseyi betimlemek, ondan söz etmek: Gördüklerini olduğu gibi anlattı. Daveti neden reddettiğini aniat bakalım. Sana anlatacak çok önemli şeylerim var. Mü­ düre grev yapma kararımızı anlatmış. Sevincimi anlatacak söz bulamıyorum. Sana annesini anlattı mı? —2. Bir şeyi, bir kimseyi anlatmak, bir şey sözkonusuysa, onu konu edinmek ya da belli bir nokta­ sını, özelliğini ele almak: Bu roman ne an­ latıyor? Kenti, kent insanını anlatan bir film. —3. (Bir kimseye) bir şeyi araçlık tümleci + anlatmak, onu tutum ve dav­ ranışıyla dışa vurmak, göstermek, ima et­ mek ya da onun göstergesi olmak, onu yansıtmak: Onaylamadığını kaşını kaldı­ rarak anlattı. Bakışıyla bana bir şeyler an­ latmak istiyordu. Susuşıunuz durumu çok iyi anlatıyor. —4. (Bir kimseye) bir şey an­ latmak, (ona) gerçek ya da düşsel olay­ ları, serüvenleri aktarmak, öykülemek: Hoş fıkralar anlatan bir yazar. Bize son se­ rüvenini, nereye gittiğini, hırsızı nasıl ya­ kaladığını anlattı. —5. Bir kimseyi, bir şe­ yi anlata anlata bitirememek, sürekli ola­ rak ondan söz etmek, onu övmek, yücelt­ mek. ♦ arılatılm ak edilg. f. 1. Aktarılmak, bildirilmek, söylenmek: Sorun ilgililere an­ latıldı. Herşey, anında müdüre anlatılıyor­ muş. Hakkımda anlatılanların hiçbiri doğ­ ru değil. —2. Araçlık tümleci + anlatıl­ mak, o şey aracılığıyla ortaya konmak: Susarak, resimle, müzikle anlatılan duy­ gular. ♦ anlattırm ak ettirg. f. Bir şeyi anlat­ tırmak, bir kimseden o şeyi anlatmasını is­ temek, ona bu olanağı vermek, anlatma­ sını sağlamak, A N L A T M A K ->



A N LA M A K .



A N L A T T IR M A K -»



A N LA TM A K .



A N L A Y IŞ a. 1. Bir şeyi anlama, algıla­ ma yetisi; idrak: Anlayışı kıt. —2. Karşıla­ şılan sorunları, güçlükleri sezmekten, an­ lamaktan kaynaklanan bağışlayıcılık, hoş­ görürlük, sevecenlik: Gençlerin sorunla­ rına anlayışla yaklaşmak. Bir davranışı an­ layışla karşılamak. Bir konuda bir kimse­ den anlayış beklemek. —3. Bir kimsenin, bir topluluğun, bir dönemin algılama, dü­ şünme, yargılama biçimleri bütünü ya da bir şeyi belli bir yaklaşımla ele alma biçi­ mi; zihniyet, görüş: Bu davranışın benim anlayışıma aykırı. Değişik sanat anlayış­ ları. Yaşama, maddeci bir anlayışla bak­ mak. —4. (Bir kimseye) anlayış göster­



mek, (o kimseye) bağışlayıcı, hoşgörülü davranmak. || Anlayışı kıt, anlama, algıla- ‘ ma yetisi sınırlı olan kimse için kullanılır. A N LA Y IŞ LI sıf t . Anlama, kavrama ye­ tisi güçlü kimse için kullanılır; zeki. — 2 . insanları anlamaya çalışan, kolaylıkla bağışlayabilen, başkalarının düşüncelerine saygı gösteren kimse, anlayışı belirten davranış için kullanılır: Öğrencilerine karşı anlayışlı bir öğretmen. Yüzünde insanı yü­ reklendiren, anlayışlı bir gülümseme var­ dı. —3. (Bir'kimseye karşı) anlayışlı ol­ mak, (ona karşı) anlayışla davranmak: Ona karşı biraz daha anlayışlı ol. A N L A Y IŞ L IL IK a. Anlayışlı olma duru­ mu, anlayışlı kimsenin özelliği; hoşgörür­ lük. A N L A Y IŞ S IZ sıf. 1. Anlama; kavrama yetisi gelişkin olmayan kimse için kullanı­ lır. —2. Bir kimsenin düşüncelerini, ey­ lemlerini anlamak İçin hiçbir çaba göster­ meyen, vurdumduymaz; başkalarının ya­ nılgılarını hoşgörüyle karşılamayan, kolay­ lıkla bağışlamayan -kimse için kullanılır: Anlayışsız bir görevliye çatmak. ■A N L A Y IŞ S IZ L IK a. Bir kimseyi anla­ mayı, ona hoşgörüyle yaklaşmayı, kendi­ ni onun yerine koymayı yadsıma ya da bu konuda yetersiz kalma: Çağdaşlarının an­ layışsızlığı onu derinden yaraladı. Bu ko­ nuda büyük bir anlayışsızlıkla karşılaştım. A N LI sıf. (fars. Sn, cazibe, alım'dan). 1. Alımlı, gösterişli,çekici. —2.Anlı şanlı, anlı sanlı, görkemli, debdebeli toplantı; ünü yaygın kimse için kullanılır: Anlı şanlı bir düğün. Anlı şanlı bir adam. A N L I (Hakkı), türk ressam (İstanbul 1906-ay.y. 1991). Güzel sanatlar akade­ misini bitirdi (1932). Önceleri herhangi bir sanat akımı ya da topluluğuna bağlı olmaksızın somut-figüratif yapıtlar verdi. Ilksergisini Ankara’da açtıktan sonra Halk­ evleri genel merkezince düzenlenen Vi­ layet resimleri kampanyası sırasında Kü­ tahya’ya gönderildi (1941). Paris’e giderek oraya yerleşti (1946). Önceleri Picasso’nun etkisindeyken, gi­ derek kendine özgü bir üslup oluşturdu ve soyut resme yöneldi (1950). Paris, Mü­ nih, Sankt Gailen ve İtalya’da kişisel ser­ giler açtı; toplu, grup sergiler ve bienallere katıldı. Yapıtlarında, soyut resmin boyasal doku ve biçimsel yönden alabildi­ ğine yüklü olmasını ve ışığın, boyanın kendi yapısından gelmesini amaçlayan bir resim anlayışı egemendir. Yapıtları İs­ tanbul resim ve heykel müzesi nde,Anka­ ra Milli kütüphane’de ve yurt dışında bir­ çok galeri, müze ve özel koleksiyondadır. A N L IK sıf. Çok kısa süren, gelip geçici şey için kullanılır: Bir anlık dalgınlık. Bir anlık duraksama işi kaçırmasıha neden oldu. Anlık heyecanlar. —Elektrotekn. Anlık tepkili aygıt, karakte­ ristik bir büyüklük (akım, gerilim vb.) ön­ ceden belirlenmiş bir değere ulaşır ulaş­ maz çalışan disjonktör, deklanşör ya da röle. —Fiz. Belirli bir an ile ilişkili olan. —Fizs. mekan, ve Geom. Bir devinimin, verilen bir an için sonsuz küçük görünü­ mü göz önüne alındığında, dönme ekse­ ni, dönme merkezi ya da helisel ekseni için kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) —Ölçbil. Bir ölçü aygıtının anlık sapma­ sı, göstergenin bir an süren sapması. — A n s İ k l . Fizs. mekan, ve Geom. Bir ka­ tının sonsuz küçük deviniminin her an he­ lisel olduğu bilindiğine göre, bu anları kar­ şılayan helisel eksen incelenebilir: “ anlık helisel eksen" adı işte buradan gelir. Kimi özel durumlarda, devinim bir dönmedir; dolayısıyla "anlık dönme ekseni” nden söz edilir. Bu eksenler genellikle hem de­ vingen cisme, hem de karşılaştırma sis­ temine göre andan ana değişir; bu olgu eksenlerin an kavramına bağlılığını açık­ lar. ( -* AKS O İT.) Öte yandan eksenlerin konumları değişmiyorsa, sürekli eksen kavramı ortaya çıkar. Ayrıca anlık dönme



merkezi de değişebilir; nitekim düzlem üzerinde düzlemsel devinimde merkez, genellikle ne sabit düzlem içinde ne de devingen düzlem içinde bulunur. A N L IK a. Fels. Descartes'a göre, (entendement) bilinebilir şeylere yönelik hayalgücüne karşıt olarak, kavrayabilen bire­ ye ilişkin kavrama gücü. (Bk. ansikl. böl.) || Leibniz'e göre, duyarlıktan ayrı tutulma­ mak koşuluyla kendi başına yanılmaz olan yargı yetisi. || Hume’a göre, düşün­ me, anlama gücü (Understanding). || Kant’ ta, "yargı verme gücü olarak düşünülen" kavram aracılığıyla bilme gücü. (Bk. an­ sikl. böl.)|| Hegel’e göre, bölme ve uzlaş­ tırmadan oluşan, düşünsel ve içeriksel düzeyi, çözümleme bireşim işleminde kendini gösteren süreçlerin'tümü. (Bk. an­ sikl. böl.) — A N S İK L . Fels. Descartes'a göre “ anlık ve hayalgücü, yalnızca çokluk ya da az­ lık bakımından değil, ama tamamen farklı iki eylem tarzı olmaları bakımından bir­ birinden ayrılırlar" ve bundan başka, hayalgûcü, "bilime ulaşabilen tek yeti olan” anlığın gücüne, tıpkı duyular ve bellek gi­ bi, hem yardımcı, hem de engel olabilir (Aklın idaresi için kurallar, 9 [Rögles pour la direction de l’esprıtj). Böylece, Descartes için anlık, görünüşü ne olursa olsun bir şeyin gerçekliğini kavramayı ola­ naklı kılan düşünsel bir işlemdir: “ imdi, ancak akıl ya da anlıkla kavranılabilen şu balmumu ne gibi bir şeydir? Hiç kuşku-



sinemada anlatımcılık Paul Leni'nin "Mumyalar müzesi” filminden bir sahne



Hakkı Anlı’nırı bir yapıtı



anlık 650



anmalık geyik ve yaban domuzu başı Av müzesi, Chambord



anma pulu



ayrılıp tek tek de kullanılabilir. || Anma pu­ rüngülerin (fenomenlerin) haz ve acı duy­ suz, gördüğüm, dokunduğum, hayalgügulanmalarına oranla ağır bastığını ileri • lu, belirli bir olay ya da yıldönümünü an­ cünde canlandırdığım ve daha önceden mak ya da kutlamak amacıyla çıkartılan; süren görüş ya da eğilim. —2. Bütün ruhbildiğim (katı ya da sıvı olarak) aynı şey­ sözkonusu olay ya da kişiyle ilgili resim bilimsel görüngüleri, düşüncelere, yargı­ dir. Ama, burada belirtilmesi gereken ve motiflerin yer aldığı pul. Bu tür pullar, lara ya da soyut akılyürütmelere indirge­ nokta, balmumu algısının ya da onu algı­ az sayıda basılır. (HATIRA PULU da d e­ lama eyleminin asla bir görme, bir dokun­ meye çalışan felsefe. (Bir anlıkçı için sev­ nir.) mek, bir şeyin iyi olduğu; nefret etmek­ ma ya da hayalgücünde canlandırma ey­ se, o şeyin kötü olduğu yargısını vermek­ lemi olmaması (evvelce böyleymiş gibi A N M A K g. f. 1. Bir şeyi, bir kimseyi tir.) görünmesine karşın, hiçbir zaman böyle (geçmişteki) anmak, onu hatırlamak, on­ —Dilbil. Bir dil dizgesinde, içeriği anlatı­ olmamıştır) ve yalnızca aklın bir araştırma­ dan söz etmek; yâd etmek, bahsetmek: mın belirleyici öğesi olarak ele alan ve dil­ sı olmasıdır.Bu araştırma, evvelce oldu­ Birlikte gençlik günlerimizi andık. Onu an­ bilimi ruhbilimin bir bölümü olarak gören­ ğu gibi, noksan ve bulanık, ya da şimdi madığım gün yok.—2. Bir şeyi, bir kimseyi lerin tutumu. olduğu gibi açık ve seçik olabilir. Bu, be­ anmak, ona değinmek, ondan söz etmek: nim dikkatimin onda bulunan ve onu oluş­ Çocukluğunu anlatırken dedesini anma­ A N L IK S A L sıf. Sesbilg. Anlıksal vurgu, turan şeylere şu ya da bu ölçüde yönel­ dan edemez. Burada kendi çalışmaları­ duygusal olmayan, karşıtsal değerli, etki­ miş olmasına bağlıdır" (Metafizik Düşün­ mı da anmajJsterim. —3. Bir kimseyi, bir lediği sözcüğün kavramsal içeriğini belir­ celer, 2 [Möditations]). olayı anmak ölmüş bir kimsenin, önemli gin kılmaya yarayan üsteleme vurgusu • Kant’a göre anlık (Versland), duyumlar (örneğin YIKmak demedim,YAPmak de­ „b ir6 lâ y ın anısına tören düzenlemek:Her arasında sistemli bir karşılıklı bağ kurma­ ölüm gününde m u anarız. —4. Bir kim­ dim). ya yarayan ve böylece kategoriler aracı­ seyi bir şey diye anmak, onu o adla bil­ lığıyla bunların sürekliliğini ya da tutarlılı­ AN LU ŞA N , Çinjruhizrfîetinde çalışmış mek; bilinmek: Onu bu yörede Topal Os­ ğını kavramayı sağlayan işlemdir. Kant türk asılİLgeRerarÇoT757). Çitanlar’ı püsman diye anarlar. —5 Bir kimseyi bir ar­ şöyle yazar: "Anlık, bir sezgi gücü değil­ neyi başaramadı. Liaodong ve Pekin mağanla anmak, o kimseyi, o şey yoluy­ dir. Ama sezginin djş^a^anöak-kavraRv” askeri valisiyken imparator ŞDenzong'a la sevindirmek; gönlünü almak: An beni (arla bilgi edinebiliriz. Öyleyse, her anlık karşı ayaklanarak Luoyang'ı ele geçirdi bir kozla, o da çürük çıksın (atasözü). bilgisi ya da hiç olmazsa insan anlığının (755). Ülkenin Sarı ırmağın kuzeyindeki andırmak ettirg. t. Bir kimseyi, bir bilgisi, kavramlarla gerçekleşen bir bilgi­ kesimine egemen oldu ve imparatorluğu­ şeyi andırmak, onun anılmasını sağla­ dir; sezgiye değil, akıl yürütmeye daya­ nu ilan etti, ama hemen öldürüldü. mak: Kendini hayırla andırmak. nır." Kant’a göre sezgiler etkilenmelere, ♦ anılmak edilg. f. Anmak eylemine A N M A a. 1. Anmak eylemi, bir kimse­ “ kavramlar da, dolayısıyla, işlevlere da­ konu olmak; sözü edilmek, anımsanmak, nin bir olayın anısını hatırlama. —2. An­ yanır. imdi, işlev deyince, çeşitli tasarım­ hatırlanmak, bilinmek: Üst paragrafta anı­ ma töreni, bir kimsenin, önemli bir olayın ları tek bir ortak tasarım altına sokan edi­ lan olaylar. Hava şehitleri yarın büyük bir anısı için düzenlenen tören; ihtifal: Mevmin birliğini anlıyorum (...] imdi, anlık, bu törenle anılacak. "Ö rdek" adıyla anılan lana'yı anma törenleri. —3. Anma günü, kavramları,, onlar aracılığıyla yargılar ver­ çete başı kaçarken yakalandı. bir kimseyi, bir olayı anmak üzere tören­ mek için kullanabilir ancak "(Kritik der reiler düzenlenen özel gün. nen Vernunft, 1, 1, 1). ♦ anışmak işt. f. Bir konudan kalka­ —Mant. Simgesel gönderme çeşidi. (Bir • Hegel'de, "ayırma eylemi, anlığın (Versrak anma ya da anımsatma yoluyla bir terimin ya da simgenin kullanılmasına kar­ şeyden karşılıklı olarak söz etmek; söyleş­ tand) gücü ve işidir; en şaşırtıcı ve en bü­ şıt olarak anmada, simgenin belirttiği şe­ yük kudrettir bu; daha doğrusu mutlak mek. ye değil de, kendi başına ele alınan bu kudrettir" (Phânomenotogie des GeisA N M A LIK a. Anı olarak alınan ya da ve­ simgeye ya da terime gönderme yapılır. feş,'“ Einleitung” ). Yalnızca sezgiye dayalı rilen şey. Örneğin, "kar'da bir ünlü vardır” öner­ bir aklı herhangi bir mutlaklaştırma girişi­ —Avc. Gövdesinden ayrılarak doğal gö­ mesi, kar sözcüğünü anmakta, ama kul­ mine karşı Hegel, anlığın üstlendiği çö­ rünümünde tahnit edildikten sonra du,:-.lanmamaktadır.) zümleme ve bireşim, bölme ve uzlaştırma ra asılan hayvan başı (geyik, domuz, cey­ sürecine yeni bir önem kazandırmaktadır. —Opt. Anma gücü, görüntüyü sonsuzda lan, vb.) boynuzu ya da postu. "Bilimin akılla kavranılabilir biçimi, bilimin oluşturan bir gözlemciye göre bir optik yoludur. Bu yol, herkese açıktır ve herkes aletin büyütme gücü, A N M O O R a. (alm. anmoor, turba). Pe-' için eşittir. Bilime yönelen bilincin haklı is­ ii— Postc. Anma bloku, bir olayı, kişiyi ya dol. Plastik, nemli ve humuslaşmış orga­ teği, anlık aracılığıyla akılsal bilgiye ulaş­ nik maddeyle kilin iyice karışmasından da kişileri anmak ya da tanıtmak amacıy­ maktır; çünkü anlık düşüncedir, genel ola­ oluşan humus türü; bu karışım, su örtü­ la çıkarılan küçük pul tabakası. Zımbalı, rak salt Ben’dir” (ay. ypt.). sü yüzeye yakın, ama turbalı olmayan■zımbasız, bir ya da birden çok olarak çı­ toprakları belirtir. karılır. Bütünüyle ya da üzerindeki pullar A N L IK Ç IL IK a. 1. Aklın ve anlıksal gö­ A N N A P o rp h y ro g e n n e ie , bizans prensesi (963-1011), Doğu Roma impa­ ratoru Romanos II ileîheophano’nun kü­ çük kızı, Kiev büyük-prensi aziz Büyük Vladimir l’in (980-1015) karısı. 988’de Basileios II, Bardas Phokas ile .giriştiği savaş­ ta, Vladimir’den 6 000 paralı asker sağ­ ladı. Bunun karşılığında Vladimir, bir bi­ zans prensesiyle evlenmek istedi ve im­ paratorun gözünü korkutmak için de Khersonesos’u ele geçirdi. Basileios, tüm halkıyla birlikte hıristiyan olması koşuluy­ la Anna’yı onunla evlendirdi (989).



anma bloku



ATATÜRK'ÜN DOĞUMUNUN İÖÖ.YİU



A N N A A M A L İA , Saksonya-VVeimar düşesi (VVolfenbüttel, 1739-Weimar 1807). Braunschweig-Wolfenbüttel dükü Karl'ın kızı. 1756’da, Saksonya-VVeimar dükü Ernst August Konstantin ile evlen­ di; iki yıllık evlilikten sonra dul kaldı ve 1775’e kadar, oğlu Karl-August adına na­ iplik yaptı. VVİeland’ı oğluna öğretmen olarak tuttu. Goethe'yi Weimar sarayına çağırdı ve böylece kentin, Almanya’nın düşünsel merkezi olarak gelişmesinde rol oynadı.



m v& m »*> ÂŞIK EDE­ BİYATI. HALK EDEBİYATI.) Destan, halk hi­ kâyesi, meddah hikâyesi, masal, fıkra, ef­ sane, bilmece, atasözü, alkış, kargış, te­ kerleme, türkü, mani, karagöz, ortaoyu­ nu metinleri anonim ürünlerdir. Bazı halk edebiyatı yapıtları bir çevreden ötekine, bir kuşaktan daha sonrakine geçerken sahipleri unutularak anonim ürün duru­ muna gelir. Bazı yapıtlar da sahiplerinin adlarını korudukları halde geniş ölçüde değişmelere uğrayarak anonimleşir. Yu­ nus Emre, Karacaoğlan gibi şairlerin ku­ şaklar boyu değişerek ilk biçiminden uzaklaşmış bazı şiirleri bu türdendir. ( -» Kayn.) —Tic. huk. Anonim ortaklık, bir sermaye ortaklığıdır. Pay sahiplerinin sorumluluğu taahhüt ettikleri sermaye ile sınırlıdır. Ano­ nim ortaklığın kurulması için en az beş ki­ şinin bir araya gelmesi gerekir. Ortaklığın kurucuları, ani ve tedrici olmak üzere iki kuruluş yoluna başvurabilirler. Sermaye­ nin tümü ortaklar tarafından taahhüt edi­ liyorsa, yani kurucular halka başvurmak istemiyorlarsa ani kuruluş yoluna gidebi­ lirler. Ani kuruluşun işlemleri daha basit­ tir. Kurucular, esas sermayenin tümünü taahhüt ederek her payın nakit kısmının dörtte birini ödedikten sonra Sanayi ve ti­ caret bakanlığı'nın iznini alırlar. Daha son­ ra, ortaklığın kuruluşu mahkeme tarafın­ dan onanır. Kuruluşu onanan ortaklığın ti­ caret siciline tescili yapılır ve Türkiye Ti­ caret sicili gazetesinde ilan edilir. Ticaret siciline tescille ortaklık tüzel kişilik kaza­ nır. Tedrici kuruluşun kuruluş işlemleri da­ ha uzundur. Bu kuruluş biçiminde serma­ yenin bir kısmı kurucular tarafından taah­ hüt edilir, geri kalan kısım için halka baş­ vurulur (Türk Tic. k. md. 276/3). Kurucu ortaklar esas sözleşmeyi düzenledikten sonra, sözleşmede belirttikleri sermaye­ nin yüzde onunu sağladıklarını belgele­ yerek Sanayi ve ticaret bakanlığı'ndan kuruluş izni isterler. Kuruluş izninden son­ ra, “ halkı iştirake davet için" yasaya uy­ gun bir "izahname” düzenlenir(TürkTic. k. md. 281). Ortaklığa katılmak isteyen­ ler “ iştirak taahhütnameleri” düzenlerler. Bu "taahhütnameler’’de katılma payları belirtilir^ Kuruluşun tamamlanması için mahkemenin onayı gerekir. Onay, ortak­ lık merkezinin bulunduğu yerin ticaret mahkemesi, ticaret mahkemesininin bu­ lunmadığı yerlerde asliye hukuk mahke­ mesi tarafından yapılır. Kuruluşu onayla­ nan ortaklık, ticaret siciline tescil edilir ve Türkiye Ticaret sicili gazetesinde ilan olu­ nur. Anonim ortaklık esas sözleşmesi, yazı­ lı şekilde yapılır. Tüm kurucuların imzala­ rının noterlikçe onaylanmış olması gere­ kir (Türk Tic. k. md. 279). Ortaklık esas sözleşmesinde, ortaklığın ticaret unvanıyla merkezinin bulunacağı yer, ortaklığın hangi konularda çalışaca­ ğı, esas sermayenin miktarı iie her payın itibari değeri, paradan başka sermaye olarak konan haklar ve mallarla bunlara karşılık verilecek hisse senetlerinin mikta­ rı, ortaklığın yönetim ve denetim organ­ larının nasıl oluşturulacağı ve yasada be­ lirtilen diğer konular yer alır (Türk Tic. k. md. 279). Anonim ortaklığın sermayesi beş yüz bin liradan az olamaz. Bu serma­ ye paylara bölünmüştür. Örneğin, beş milyon lira sermayeli bir anonim ortaklık­ ta sermaye, her biri bin liralık beş bin pa­ ya bölünmüş olabilir. Anonim ortaklığın, üçüncü kişilere karşı sorumluluğu malvar­ lığı ile sınırlıdır; bir anonim ortaklıktan ala­ caklı olanlar alacaklarını ancak ortaklığın malvarlığından tahsil edebilirler. Ortaklı­ ğın malvarlığı alacağı karşılamazsa ortak­ ların kişisel malvarlıklarına el atamazlar. Anonim ortaklığın kuruluş amacının ikti­ sadi nitelikte olması gerekir. Yasaca ya­ saklanmış olmayan her türlü iktisadi amaç ve konularda çalışmak üzere anonim or­



anorganik taklık kurulabilir. Ancak, esas sözleşme­ de ortaklık konusunun sınırlarının açıkça belirtilmiş olması gerekir (Türk Tic. k. md. 271). Anonim ortaklığın ticaret unvanı iş­ letme konusunu belirten bir deyimle "anonim şirket” sözcüklerini içermelidir. Anonim ortaklığın organları; genel ku­ rul, yönetim kurulu ve denetçilerdir. Ge­ nel kurul, tüm ortaklardan oluşan en yet­ kili organdır. Genel olarak, yılda bir kez toplanır. Bu toplantıya olağan genel ku­ rul, olağanüstü durumlarda toplanan ge­ nel kurula da olağanüstü genel kurul de­ nir. Genel kurulda ortaklıkla ilgili önemli konular karara bağlanır. Yönetim kurulu, en az üç kişiden oluşur. Kurul üyelerinin pay sahibi olmaları gerekir. Yönetim ku­ rulu üyeleri, ortaklık esas sözleşmesinde belirlenebileceği gibi gene! kurul tarafın­ dan da seçilebilir; üyeler esas sözleşmey­ le belirlenmiş olsalar bile genel kurul ka­ rarı ile görevden alınabilirler (Türk Tic. k. md. 316). Anonim ortaklık, yönetim kurulu tarafından idare ve temsil olunur (Türk Tic. k. md. 317). Ancak, ortaklık işlerinin bazıları; esas sözleşme, genel kurul ya da yönetim kurulu kararıyla bir müdüre bıra^ kılabilir (Türk Tic. k. md. 342). Anonim or­ taklıklarda, beşten çok olmamak üzere bir ya da birden çok denetçi bulunur. Denet­ çiler, ya esas sözleşmeyle ya da genel ku­ rul kararıyla seçilirler. Ancak, tedrici ku­ ruluşta esas sözleşmeyle denetçi seçile­ mez. Denetçilerin ortaklıkta pay sahibi ol­ maları gerekli değildir. Bunların görevle­ ri, ortaklığın hesaplarını denetlemektir. Anonim ortaklığın sermayesi paylara bölünmüştür. Bu payların sahiplerine; his­ sedar, ortak ya da pay sahibi denir. Pay senetlerinin (hisse senetlerinin) bir itibari (nominal) bir de gerçek değeri vardır, iti­ bari değer pay senedinde yazılı olan de­ ğerdir. Gerçek değer ise, pay senedinin devredilmesi halindeki sürüm değeridir. Pay senetleri ada (nama) ya da hamiline yazılı olurlar. Karşılıkları tümüyle ödenme­ miş paylar için hamiline yazılı pay senedi çıkarılamaz. Anonim ortaklığa ait pay se­ netleri kıymetli evrak sayılırlar. ( -» KIYMETLİ* EVRAK.) A N O N İM Ü K a. Anonim olma durumu. ANONOJCYLON a. Afrika’da Üçüncü Zaman katmanlarında bulunan ve yapı­ sı, şimdiki anonaların yapısına benzeyen fosil ağaç. A N O N S a. (fr. annonce). l . Bir olayı, ha­ beri duyurma, sunma: Kan anonsu. Anons spikeri. —2. Bir şeyi anons etmek, halka, sözlü olarak, bir olayı, bir haberi duyurmak; bir programı, müzik parçası­ nı tanıtmak, sunmak: Yayını keserek ace­ le kan arandığını anons ettiler. Sanatçı söyleyeceği parçayı kendisi anons etti. —Basın. Gazetenin içinde yayımlanan bir yazının, birinci sayfadaki ilanı. —Oy. Anons etmek, iskambil oyunların­ da ele gelen ve sayı değeri olan (koz, de­ ğerli, vb.) bir ya da daha çok kartı bildir­ mek. II Briçte, bir artırma yapmak. S A N O P H 7 A L M O S a. (yun. anophtalmos, gözsüz). Kuzey yarıkürenin soğuk bölgelerindeki ve Kuzey Amerika’daki mağaralarda yaşayan kör böcek. — ANSİKL. Anophtalmos kehribar rengin­ de, yarı saydam, ince uzun gövdeli kü­ çük bir böcektir. Bacakları ve duyargala­ rı çok uzundur. Pirene ve Alp dağların­ daki mağaralarda pek çok türü yaşar. Gü­ nümüzde trechus, aphoenops, vb. cins­ lerine ayrılan bu böceğin aydınlıkta yaşa­ yan ve normal gelişmiş görme organları bulunan türleri de vardır. A N O P L O T H E R İU M a. (yun. anoplos, silahsız, ve therion, vahşi hayvan'dan). Eosen-Öligosen çağında yaşamış, domu­ zu andıran, üç parmaklı, memeli fosil hay­ van, (Montmartre’daki alçıtaşı tabakasın­ da Cuvier tarafından bulundu ve tanım­ landı.) A N O P L U R A a. Zool. Bitler takımının bi­ limsel adı.



A N O P S İ a. (fr. anopsie). Tıp. Görme du­ yusunun yokluğu. A N O R A K a. (eskimoca söze.). Sabit ya da çıkartılabilen bir başlığı bulunan, su geçirmeyen ve sıcak tutan spor ceket. A N O M A T H A , A N A U R A H T A ya da A N İR U D O H A , Birmanya kralı (1044 -1077),ilk birleşik Birmanya krallığı’nı kur­ du, Pagan’ı başkent yaptı. 1044’te tahta çıktı ve rahip Şin Arahan’ın etkisiyle theravada buddhacılığını benimsedi. 1057’ae Thaton'un Mon krallığı'nı ele ge­ çirerek iravadi deltasına egemen oldu. Böylece Birmanyalılar’ı denize ulaşan bir yola kavuşturdu. Bir av kazasında öldü. A N O R IK S İ a. (fr. anorexie). SIZLIK.



İŞTAH­



A N O R E K S İJE N sıf. (fr. anorexigöne). Genellikle amfetamin türevi olan ve açlık duyumunu ortadan kaldırarak iştahın azalmasını sağlayan maddelere denir. •



a. Anoreksijen madde.



— A n s ik l . Anoreksijen ilaçlar hipotalamu-



sun orta alt çekirdeğindeki doygunluk merkezinin uyarılmasıyla etki gösterir. Amfetaminler gibi bu maddeler de uyku -uyanıklık çevrimini değiştirir, bunaltıyı ar­ tırır ve alışkanlığa sebep olur. Bu yüzden az kalorili rejimler için kullanılmaları gide­ rek tartışılır hale gelmiştir. A N O R G A N İK sıf. Organik olmayan bi­ leşikler için kullanılır. —Kim. Anorganik kimya, mineralleri ko­ nu edinen kimya dalı; organik kimyanın karşıtıdır (inorganik kimya adıyla da anı­ lan anorganik kimyanın ilgi alanı, arı mad­ deler ile bileşiklerinin doğal hallerini, üre­ tilmelerini, özelliklerini ve tepkimelerini in­ celemek, sözkonusu olayları rasyonelleş­ tirmek ve onların kuramsal yorumunu yapmaktır.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Kim. Anorganik bileşiklerin ad dizini. Anorganik bileşikler için benimse­ nen ad ve formüller, ilke olarak, 1960’ ta Uluslararası kuramsal ve uygulamalı kim­ ya birliği (IUPAC) tarafından belirlenen kuralları izler. Bununla birlikte pek çok es­ ki kural hâlâ kullanılır. • Elementlerin adları. Basit cisimleri ta­ nımlamak için çoğunlukla, özelliklerinden birini anımsatan bir ad seçilir; nitekim brom yunanca brömos'tan (“ kötü koku"), iyotiödâs’ten ("m or") gelir. Bununla bir­ likte yeni bulunan ya da elde edilen ele­ mentleri adlandırmada ilk kez bulunduk­ ları bölgeyi ya da bir bilim adamını anım­ satan sözcükler seçilebilir. • Formül. Deneysel formül, bileşiğin stokiyometrik bileşimini basitçe ifade edecek biçimde atom simgeleri yan yana dizile­ rek oluşturulur. • Formüllerin ve bileşik adlarının yazılma­ sı. Genel ilkeler. İkili yapıdaki çok sayıda kimyasal bileşik, iyon ya da kökler birleş­ tirilerek yazılır; diğerleri de ad dizininin ge­ reksinimlerine göre göz önüne alınır. Be­ nimsenen ad dizini sistemi -ür ve -at seneklerinin kullanımına dayanır; sistem iyonik ya da ortak değerlikli bileşiklere ayı­ rım gözetilmeksizin uygulanır. Yansız mo­ leküller için, bu soneklere başvurmak is­ tenmiyorsa, eşkonum bileşiklerine uygun adlar kullanılabilir. Benimsenin ad dizini sistemi cismin be­ timlenmesine dayanır ve işlevsel değildir; nitekim cismin kimyasal özelliğiyle ilgilen­ meden bileşimini verir. Örneğin C 0 2 "karbonik anhidrit"değil "karbon dioksit" adıyla anılır. Ad dizini kuralları uygulanarak elde edi­ len adlara "sistemli adlar” denir. Öte yan­ dan sistemli adlarıyla tanımlanan kimi ci­ simler, alışılagelmiş adlarını da korurlar. Formül yazılım kuralları. KURAL 1. For­ müllerde elektropozitif bileşen (katyon) daima başta yer alır. Örnekler: KCI (po­ tasyum klorür), CaS04 (kalsiyum sülfat). K ural 2. Ametal elementler arasındaki ikili bileşiklerde, başa yerleştirilecek bile­



şen, aşağıdaki liste sırasına göre belirle­ nir: B, Si, C, Sb, As, P, N, H, Te, Se, S, A t, I, Br, Cl, O, F. Örneğin NH3, H2S, SİC, BN. Sistemli dizinin kuralları. BAŞLANGIÇ KURALI. İki bileşenin birbirine



657



oranı mono-,di-,tri-, hemiseski(; ,3 \ v2)' vb. örnekleriyle belirtilebilir. Öte yandan, bu oran, yükseltgenme sayısıy­ la da gösterilebilir. FeCI2: demir (II) klo­ rür. KURAL 1. Elektropozitif (ya da öyle kabul edilen) bileşenin adı değiştirilmemelidir. KURAL 2. a) Elektronegatif bileşen tekatomlu (tek tip atomlardan oluşmuş) ise, -ür soneki eklenir; yalnız oksijen sözkonusu olduğunda geleneksel olarak -it soneki tercih edilir. Ayrıca ametal elementlerin oluşturduğu ikili bileşiklerde, yukarıda ve­ rilen listeye göre fürmülde ikinci gelen ele­ ment -ür (oksijen durumunda -it) sonekini alır. Örnekler: H,S hidrojen sülfür, C İO j klor dioksit. b) Elektronegatif bileşen çokatomlu ise, -at takısı He tanımlanır. Bu bileşenin adı, aşağıda açıklanan eşkonum bileşiklerine ilişkin kurallara göre elde edilir. Örnekler: Na2SO, sodyum tetraoksosülfat, Na,SO, sodyum trioksosülfat, KlaCro sodyum monoksoklorat, KCtOj potasyum trioksoklorat. Bununlst birlikte anyonlar ve asitler konu­ sunda belirtildiği gibi alışılagelen pek çok ad hâlâ kullanılır; dolayısıyla yukarıdaki bi­ leşiklere sodyum sülfat, sodyum sülfit, sodyum hipoklorit ve potasyum klorat da denir. • Köklerin adlandırılması. Kök adıyla, bir­ çok farklı bileşikte sık sık karşılaşılan atom gruplan belirtilecektir. Oksijen ya da ok­ sijen ailesinden bir element içeren kimi kökler de bir ad alır. Belirleyici sonek -il’ dir. Örnekler: H O hidroksil, C O karbonil. Bu kökler her zaman bileşiğin pozitif bi­ leşeni olarak göz önüne alınır. Örnek: ÇOCI2 karbonil klorür. • İyonların adlandırılması. Ka t y o n l a r .



1. Tekatomlular. Elementle aynı ad al­ tında belirtilir, örnekler: C u* bakır (I) iyonu, Cu2> bakır (II) iyonu. 2. Köklerden türemiş katyonlar. Bir önceki kural uygulanır. Örnekler: U O j uranil (V) iyonu, N Ö + nitrozil katyonu. 3. Çokatomlu (kompleks) katyonlar. Eş­ konum bileşiklerine ilişkin ad dizini kural­ ları uygulanır: merkez atomunun adi eşkonumlu bileşenlerin adlarından önce ge­ lir. Negatif eşkonum bileşenli atomlara ise -o soneki konur. Akuo ve ammin, su ve amonyağı belirtir. Örnekler: [AI(H20 ) 6!3 + heksakuoalüminyum iyonu, İCoC I(NH 3)5p +kobalt kloropentammin iyonu. 4. Hidrojeni ikili bileşiklere H + iyonu ka­ tılarak elde edilen katyonlar ( h 30 3 , PH î vb.). Bunların adı element adına -onyum soneki eklenerek elde edilir. Örnekler: H jO + oksonyum iyonu, PHJ fosfonyum iyonu. 5. Azotlu bazlardan türemiş iyonlar (amonyak, aminler vb.). Belirleyici sonek -iyum'dur. Örnek: N H J amonyum’ iyonu. A nyo nlar.



1. Tekatomlular. Bu adlar bir elemente, -ür soneki eklenerek elde edilir. Örnekler: C i“ klorür iyonu (klor iyonu değil), S2 - sülfür iyonu. o 2- iyonu kuraldışıdır ve oksit iyonu olarak adlandırılır. 2. Çokatomlular. Belirli sayıda çokatomiu anyonlar, tekatomlu anyonlar gibi -ür



anophtılmos



anorganik 658



Jean Anouilh (1973'te)



sonekiyle biten adlar alırlar. Örnekler: disülfûr, N H J amidür, CN~ siyanür. Diğer polisülfürler ve polihalojenürler de aynı ilkeye göre adlandırılırlar.Oksijenden türemiş çokatomlu anyonlar -it takısı alır­ lar. Örnekler: O H “ hidroksit, 0 | ~ peroksit, 03 hiperoksit, OJ ozonit. Çokatomlu iyonlarla ilgili genel kural şöyledir: kompleks bileşiklerde olduğu gibi adlar, merkez atomunun adına -at takısı eklenerek elde edilir. Merkez atomuna bağlı atomlar ve gruplar, genellikle bir kompleksteki eşkonum bileşenleri gibi göz önüne alınabilir. Örnek: s o r tetraoksosülfat iyonu. Alışılagelmiş adlar arasında şunlar koru­ nur: N O 2 nitrit, AsO İ-arsenit, SQf~sülfit, CIO ~hipoklorit, CIO 3 klorit. « İkili ve psûdo-ikili asitler. Daha önce be­ lirtildiği gibi -ür takılı anyonlar oluşturan asitler, hidrojenin ikili ve psödo-ikili bile­ şikleri olarak tanımlanır: hidrojen klorür, hidrojen sülfür, hidrojen siyanür. • Çokatomlu anyonlardan türeyen asitler. Genel kural, bu cisimleri hidrojenin ikili ya da psödo-ikili bileşikleri olarak belirtme­ ye dayanır; sözkonusu anyonun adı, eş­ konum bileşiklerinin ad dizini kuralına uyar. Dolayısıyla H2PtCI6 formülü hidro­ jen heksakloroplatinat biçiminde okunur. Bununla birlikte, -it ve -at ile biten adları­ nı koruyan anyonların verdiği oksoasitler, alışılagelmiş adlarını sürdürür. Aynı belirgin elementi olan çeşitli oksoasitleri birbirinden ayırmak için, kimi du­ rumlarda özgül örnekler kullanılır. Hipo- öneki, alt yükseltgenme derece­ sini gösterir ve örnek olarak HOCI formül­ lü hipoklorit asidi verilebilir. Per- öneki, üst yükseltgenme derece­ sini gösterir ve HCI04 formüllü perklorik asit ile VII. grup elementlerinin bileşikleri için kullanılabilir. Orto- ve meta- örnekleri yalnızca su oranlarıyla farklılaşan asitleri birbirinden ayırır. Örnekler: H3P 0 4 ortotosforik asit, (HPO^n metafosforik asitler, o Peroksoasitler. Perokso- öneki, çok kul­ lanılan bir adla birleştiği zaman - - O — in yerini — O — O — ’in aldığını gösterir. Örnek: H2S 05 peroksosüifürik asit. • Tiyoasitler. Oksoasitlerden oksijenin kü­ kürt ile ornatılması sonucu elde edilen bi­ leşiklere tiyoasit adı verilir. Örnek: NSCN tiyosiyanik asit. » Basit tuzlar. Basit tuzlar, ikili bileşikler için yapılan genel tanıma göre belirlenir ve bileşimlerindeki iyonlara göre adlan­ dırılır. • Asit hidrojen atomları taşıyan tuzlar ("asit" tuzlar). Ornatılabllecek hidrojeni belirtmek için anyon adına hidrojeno -öne­ ki eklenerek adları oluşturulur. Örnek: NaHC03 sodyum hidrojenokarbonat. • Eşkonum bileşikleri, ilk anlamıyla eşko­ num bileşiği terimi, bir A atomunu, yük­ seltgenme derecesinden daha üst sayı­ da B atomlarının ya da C gruplarının çev­ relemesi sonucunda oluşan molekül ya da iyonlar için kullanılıyordu. Ad dizini ge­ reksinimleri için, bir ya da birkaç iyon ya da molekül, bir ya da birkaç iyon ya da moleküle katılarak oluşturulan her bileşik, gerçek bir eşkonum bileşiği gibi tanımla­ nabilir. Genel olarak komplekslerin formülleri ve adlan. Merkez atomu. Merkez atomun simgesi formüller'de ilkönce yazılır; yapı­ sal kaynaklı formüller bu kuralın dışında kalır; anyonik, yansız vb. eşkonumlu bi­ leşenler ise daha sonra gelir; kompleksin tam formülü (iyon ya da molekül) köşeli parantez içine alınır. Adlar'da, merkez atomunun adı, eşko­ num bileşenlerinden sonra gelir.



Bileşenlerin değerlik, ve orantılarının gösterilmesi. Merkez atomunun yükselt­ genme derecesi, romen rakamı ile gös­ terilir. Ayrıca bileşenlerin oranları, stokiyometrik öneklerle belirtilebilir. Takılar. Kompleks anyonlar -af takısı ile belirtilir. Kompleks katyonlar ve yansız moleküller hiçbir özel takı almazlar. Ne­ gatif ya da organik eşkonum bileşenleri­ nin adlarında -o takısı bulunur. Örnek: K4[Fe(CN)6] potasyum heksasiyanoferrat (II).



Eşkonumlu molekülün ya da katyonun adı, su ve amonyağın özel durumları dı­ şında, değiştirilmeden kullanılmalıdır. Ör­ nek: K [PtCi-, (C,H4)1 potasyum trikloroetilenplatinat (II). Eşkonum bileşiklerinde yansız bileşen . rolü oynadıkları zaman su akuo ve amon­ yak ammin adlarıyla tanımlanır. Örnekler: [C rjH jO y C I, heksakuokrom (İli) klorür ya da heksakuokrom triklorür, [CoCI ( N h y jC Ij kloropentammin kobalt (III) klorür. • Katılma bileşikleri. - at takısından günü­ müzde anyonları tanımlamakta yararlanı­ lır; katılma bileşikleri için ise genel olarak kullanılmaz. Alkolatlar bu yüzden yalnızca alkol tuz­ larıdır ve kristalleşmiş alkol moleküllerini taşıyan bileşikler değildir. Aynı şekilde eteratlar ve amonyakatlar da eter ve amonyağın karşılığını oluşturmaz. Yalnızca hidrat sözcüğü için bir ayrıca­ lık sözkonusudur. Bu sözcük kristalleşme suyu taşıyan ve daha genel anlamda bağlanma biçimi ne olursa olsun su içe­ ren her bileşik için kullanılır. Bununla bir­ likte hidrat sözcüğü yerine olabildiğince "... n su" ifadesinin kullanılması tercih edi­ lir. Örnek: CaCI2.6H20 kalsiyum klorür 6 su. . ANORKâDİ a. (fr. anorchidie). Patol. Erbezlerinin yokluğu. A N O R M A L sıf. (fr. anormal). 1. Neslelerin, olguların, alışılmış düzenine ay­ kırı olan şey için kullanılır; alışılmı­ şın dışında, olağandışı: Anormal hiçbir şe­ ye rastlanmadı. O gün anormal bir kala­ balık vardı. — 2. Nesnelerin, olguların, olayların doğal düzenine aykırı olan şey için kullanılır: Hava sıcaklıklarındaki anor­ mal artışlar. Beş yaşındaki bir çocuğun konuşamaması anormal bir durumdur. — 3. Zihinsel bir hastalığı olan ya da ge­ nel kurallara aykırı davranan kimse için kullanılır: Anormal çocukların bir bölümü yakın akraba evliliklerinin sonucudur. Ne kadar anormalsin! — İStat. -►OLAĞANDIŞI.



—Metalurj. Anormal yapı, kimi çelikleri semantasyondan sonra, yavaş yavaş soğu­ tarak elde edilen özel mikrografik yapı. be. Anormal biçimde, aşırı ölçüde: Anormal konuşmak. Anormal yiyor. A N O R M A L L E Ş M E K gçz. f. Anormal duruma gelmek. A N O R M A L L İK a. Anormal olan şeyin, kimsenin niteliği: Bu durumda hiçbir anor­ mallik göremiyorum. Yürüyüşünde bir anormallik var. Anormalliği günden güne artıyor. & 3IO R Y İT a. (alm. anorthit). Miner. Plajiyoklazlar serisinin (CaA^SijOg) kalsi­ yumlu kutbunu oluşturan triklinik mineral. A N O R T O Z a. (fr. anorthose). Miner. Sodyum bakımından zengin olan ve (Na,K) AlSijOg formülüyle gösterilen tri­ klinik alkali feldispat;alkali lavlarda çok sık rastlanır. A N O R T O Z İT a. (fr. anorthosite). Hemen hemen tümüyle plajioklazlardan oluşan plütonik kayaç. A N O S İ-A S O S İY A S Y O N a. (fr. anocie -association). Anestez. Yerel ve genel anestezinin birlikte kullanılması. A N O S M A T İK sıf. (fr. anosmatigue).



Beyninin koku alma bölümü (rinansefalon) az gelişmiş olan ya da hiç bulunma­ yan omurgalılara denir. (Balinalar ve in­ san bu durumdadır;oysa etçillerin rinansefalonu çok büyüktür. A N O S M İ a. ( fr. anosmie; yun. an,yokluk eki, ve osme, koku’dan). Nörol. Koku alma duyusunun azalması ya da büsbü­ tün yok olması. (Anosmi, kalbur kemiği­ nin [etmoitj zedelenmesi, koklama siniri­ nin iltihaplanması, koklama sinir yollarının bozulması ya da kafatası tabanının ön ka­ tının kırılması sonucunda ortaya çıkar.) A N O S 0 8 N O Z İ a. (fr. anosognosi; yun. a, yokluk eki, nosos, hastalık, ve gnosis, bilgi’den). Nöropsikol. Kişinin kendi has­ talığının ya da uğradığı işlevsel yetenek kaybının farkında olamaması. Â N O S T R & C ft a. (yun. a, an, yokluk eki, ve ostrakon, kavkı, kabuk’tan). Branchiopoda altsınıfından kabuklular takımı. (Bağasız olan bu hayvanlarda gözler bir sapın ucundadır; erkeklerin duyargaları kavrayıcı, tümünde gövde eklentilerinin sayısı 11-19 çifttir. Sırt üstü yüzerek su yü­ zeyine yakın kesimden topladıkları plank­ ton organizmalarıyla beslenirler. Örnek ti­ pi artemia.) A N 0 Y a. (ing. anode; yun. anodos, ana, yüksekte, ve hodos, yol). Olağan çalışma­ da, özgül iletkenliği farklı bir ortama akı­ mın girmesini sağlayan elektrot. A N O T L â M â a. Metalurj. Bir meta! par­ çayı anot biçiminde alıp elektrolizle yüzey­ sel olarak yükseltgeme. (Özellikle alümin­ yum ve hafif alaşımlara uygulanan bu iş­ lem, parçanın parlaklığını, mekanik ve kimyasal aşınmaya karşı dayanıklılığını ar­ tırır.) Â N O T L Â Ş T İR M Â K f. Anotlama işlemi uygulamak. Â N 0 T S A L sıf. Elekt. Anota ilişkin. Â N O U Â R A R E îıf, Nijer’de küçük taşkö­ mürü havzası, Agades’in K.-B.’sında. A N O U İL H (Jean), fransız oyun ya­ zarı (Bordeaux 1910 - Lozan 1987). Şöhreti ve özgünlüğü, savaş sonrası ti­ yatronun iki ana eğiliminin, yani halka dö­ nük tiyatronun ve öncü tiyatro araştırma­ larının dışında kalmasından ileri gelir. Oyunlarının temelinde yatan kötümserli­ ğin nedeni, saflık ve sevginin sürekli ola­ rak ve her görüldükleri yerde aşağılığa ve bayağılığa yenik düşmesidir. Bir tiyatro adamı olarak bütün ustalığını (kişilerini na­ sıl konuşturacağını bilmesi, zaman ve me­ kânı büyük bir rahatlıkla kullanması, bey­ lik düşüncelerle çarpıcı görüşleri birlikte eie alan etkili ve yajın dili) her türlü ikiyüz­ lülüğe karşı duyduğu nefreti dile getirmek için kullanır. Bu hırslı tiyatronun fransız toplumunu çözümlemesi bir bakıma siya­ sal bir tutum olarak yorumlanabilir; bunun nedeni "saflık"aen elverişsiz ortamın po­ litika dünyası olmasıdır. Hatta kimi zaman Anouilh daha da ileri giderek tiyatroyu, yaşanmış ya da yaşanacak bütün felaket­ lerin büyük bir hırsla sineye çekildiğini be­ lirtmek için kullanır; istediği tek şey bu fe­ laketlerin birer "ibret” niteliği taşımaları, yani bir bakıma da hiçbir işe yaramamalarıdır. Anouilh, kendi yazarlık ürünlerini "pem be” oyunlar (Hırsızlar balosu [le Bal des voleurs, 1938]; Hayal köşkü [le Rendez-vous de Senlis, 1941]), "kara" oyunlar (le Voyageur sans bagage, 1937; Vahşi kız [la Sauvage, 1938]; Antigone *, 1944), "parlak" oyunlar (la Rep&tition ou TAmour puni, 1950; Beyaz güvercin [Colombe, 1951]), "gıcırtılı" oyunlar (Ardöle ou la Marguerite, 1948; Generalin aşkı [la Valse des toreadors, 1952; Mağara [la Grotte, 1961]; Orkestra [l’Orchestre, 1962]); “ kostümlü" oyunlar (Tarla kuşu [l’Aiouette, 1953]; B ecketyada Tanrının şerefi [Becket ou l’Honneur de Dieu, 1959]; ta Foired'empoigne, 1962; Leonora, 1977) ve hatta "gizli” oyunlar l'Arrestation, 1975) olarak bölümlemiştir. Bu



ansefalit bölümleme (geçerliği tartışılır) yazarın ve "sanatının" doğrudan kendisi tarafından önemsizleştirildiğini düşündürür; Anouilh'un gitgide Pirandello’nun "tiyatro için­ de tiyatro" görüşüne yönelmesi de (Cher Antoine, 1969; le Directeur de l'Opera, 1972) bunu gösterir. Son yapıtları şunlar­ dır: Chers Oiseaux (1976), la Culotte (1978), la Belle Vie (1980), /e Nombril (1981). J. Anouilh'un yapıtlarından birço­ ğu türkçeye de çevrildi ve tiyatrolarımız­ da oynandı. 1949'dan başlayarak Antigone, Şatoya davet, Toreadorlar valsi, Hır­ sızlar balosu. Becket vb. Devlet tiyatro­ su'nda, Vahşi kız, Beyaz güvercin, Tarla kuşu vb., İstanbul Şehir tiyatrosu’nda, Aşk efsanesi, Jezabel, Tarla kuşu vb., özel topluluklarda sahnelendi. A N O U S a. Tropikal denizlerin kıyıların­ da yaşayan uzun gagalı, çatal kuyruklu, orta büyüklükte deniz kuşu. (Su yüzü ke­ siminde yakaladığı balık ve kalamarlarla beslenir. Adalarda, yerde, ağaçların dal­ ları arasında ya da yalıyarların üstünde yuva yapar; 5 türü bilinir. Martıgiller famil­ yası.) A N O V Ü L A S Y O N a. (fr anovulation) Kad. hast. Düzenli yumurta oluşumundan yoksunluk hali. —ANSİKL. Anovülasyon ergenlikten ön­ ce, menopozdan sonra ve hamilelik son­ rasında fizyolojik bir olgudur. Üreme et­ kinliğinin sürdüğü dönemdeyse patolojik­ tir. Gebeliğin önlenmesi amacıyla östroprojestatif alımı sırasında yapay olarak ortaya çıkar. Anovülasyon çok çeşitli sonuçlar doğu­ rur. En önemlisi kısırlıktır. Öbür sonuçları âdet yokluğu, seyrek âdet görme ya da tersine, kısa aralıklarla uzun süreli ve ka­ namalı âdet görme gibi âdet bozuklukla­ rıdır. Yumurtlama yokluğu âdet sırasında oluşan sarı cismin, dolayısıyla projesteronun oluşmasını engeller. Oysa projesteron, âdet sırasında dölyatağı iç zarının dü­ zenli ve gerektiği gibi soyulmasında temel rol oynar. Anovülasyonun nedeni ender olarak yumurtalıkla ilgilidir (yumurtalıkta agenezi, disgenezi ya da distrofi). Çoğu zaman yumurtlamayı sağlayan arabeyin -hipofiz kumandasındaki bir anormallik, buna neden olur. Bu kumanda, beyin korteksince (psikolojik nedenler), erkek­ lik hormonu (prolaktin) oranındaki artışla, çok seyrek olarak da bir enfeksiyon sü­ reciyle ya da arabeyin-hipofiz uruyla ön­ lenmiş olabilir. Anovülasyonun tedavisi, yakın zamanda, yumurtlama indükleyicı ve antiprolaktin ilaçların bulunmasıyla de­ ğişikliğe uğradı.Bununla birlikte,bu ilaç­ lar yalnız kısırlığın tedavisinde kullanıl­ maktadır, çünkü bunların her ay düzenli olarak alınması sakıncalıdır. A N O Z G D İY A F C R İ a. (fr. anosodiaphorie). Psik. Hastanın ciddi olduğu besbelli olan durumuna gösterdiği kayıtsızlık. A N Ö P L O İT sıf. (fr. aneuploîde'der). Genet. Kromozom sayısı, kendi türünün normal öploit kromozom sayısından farklı olan hücre çekirdekleri, hücre klonlan ya da toplulukları, organizmalar ve insanlar için söylenir. (Bu farklılık, bir ya da birkaç kromozomun eksik ya da fazla olmasın­ dan [trizomi (2N + 1), monozomi (2N-1)] ileri gelir.) [-* KromozomsaI SAPINÇ.] ♦ a. Anöploit organizma. A N Ö R İN a. (fr. aneurine). B1 VİTAMİNİ’ nin eşanlamlısı. A N O İN G -* ANÇİNG. A N G M E T İL -D U P E R R G N (Abraham Hyacinthe), fransız doğubilımci (Paris 1731 -ay.y. 1805). Eski İran dili ve dinine büyük ilgi duyan Anğuetil-Duperron, parsi topluluğunu tanımak ve Zerdüşt'ün kut­ sal kitaplarından edinmek için Hindistan’a gitti. 180 elyazmalık bir koleksiyon oluş­ turdu ve bunu 1762’de Kralın kitaplığı’ na verdi. 1771’de A vesta*’nın metniyle çevirisini yayımladı. En önemli çalışması budur.



A N S A L sıf. Dilbil. Fiil eyleminin, gelişimi­ nin bir anında, bir noktasındaymış gibi ele alınan görünüşü için kullanılır. (Fiil eyle­ mi başlayış [başlama] ya da bitiş [bitmişlik] durumunda olabilir.) A N S A M İM be, (ar. can ve samım'den ran-şamim). Esk. içinden, özünden: Ansamim-il-kalb (yürekten, canü gönül­ den). Â N S Â R - ENSÂR A N S Â R İ - ENSÂRİ. Â N S A R İY E -



ENSARİYE.



 N S A Y (Sabrı Şakır), türk hukukçu (İs­ tanbul 1888-Ankara 1962). Öğrenimini İs­ tanbul Mercan idadisi’nde ve Mekteb-ı kuzat'ta (kadı okulu) yaptı. Çeşitli idari ve adli görevlerde bulundu. Staj için Alman­ ya’ya gönderildi. Medeni kanun’u hazır­ lamakla görevli komisyonun çalışmaları­ na katıldı. Ankara Hukuk fakültesi’nde medeni usul ve icra iflas hukuku, hukuk tarihi, hukuk başlangıcı dersleri okuttu. Ordinaryüs profesörlüğe yükseldi (1942). Ankara Hukuk fakültesi dekanlığı yaptı (1944-1946). İlahiyat fakültesi’nde görev aldı ve bu fakülteden emekliye ayrıldı (1958). Başlıca yapıtları: Haşiyeli borçlar kanunu (1926), Borçlar kanunu şerhi Kayn.)



666



A n ta k y a m ü zes i — H atay arkeolo jİ



M ü z e s i,



,



A N T A K Y A p a trik h a n e s i, hıristiyan dünyasının beş büyük patrikliğinden biri (öbürleri: İskenderiye, Roma, Kudüs, İs­ tanbul patrikhaneleri). Tarihsel öîİyİârın akışı, altı patriklik makamının oluşmasına yol açtı. Bunlardan üçü, Suriye ya da An takya ayin usulünü uygular: sur ye yaku b*ı (monofizit) patrikhanesi — buna yanlış olarak "ortodoks” denir —, suriye katolik patrikhanesi ve maruni patrikhanesi. Bu son ikisi Roma’ya bağlıdır. Öbür iki makam, bizans ayin usulünü uygular: rum-ortodoks patrikhanesi ve rum katolik ya da melki patrikhanesi. Katolik olan bu sonuncu makam, latin ayin usulünü uygular.



Antakya kalesi



Antalya il haritası



yolunda, kentin iki km K.-D.'sunda, Habib Neccar dağı yamacındaki Aziz Petrus kilisesi ve manastırı, azizin kentte ilk konuşmasını yaptığı mağaranın bulundu­ ğu yerde kurulmuştur. Günümüze ulaşan yapı XII.-XIII. yy.’larda yapılmıştır. Gotik kiliseler üslubundaki ön cephede, ortada­ ki büyük, yanlardaki küçük, üç kapı bu­ lunur. Orta kapıdan tonoz örtülü koridor­ la mağaraya geçilir. Duvarlar XII.-XIII. yy. freskleriyle bezelidir. Kilisenin yakınında­ ki kayalara oyulmuş kabartmaların en il­ ginci Hero'nun başıdır. Roma imparato­ ru Traianus’un kente su getirmek için yap­ tırdığı su kemerlerinin (Memekli köprü) dokuz m uzunluğundaki bölümü sağlam­ dır. Kentte görülebilen bir başka anıt Bi­ zans imparatoru iustinianos l'in yaptırdığı Demirkapı'dır(Halepkapısı).Diocletianus döneminden kalma köprü yıktırılarak (1970) bugünkü’köprü yaptırılmıştır. Ken­ tin önemli mahallelerinden birini oluşturan adada, su yüzeyinin yüksekliği yüzünden yeterli kazı yapılamamış; yalnızca ha­ mamlar, hipodrom ve Paris’in seçimi ko­ nusunu işleyen bir mozaikin bulunduğu bir villa ortaya çıkarılmıştır. Kentin yazlık kesimi olan D aph ne"öe (Harbiye) yürütülen kazılarda avlulu, mozaik döşeli ro­



A N T A K Y A p ren sliğ i, Doğu latin dev­ leti; 1098'de Roberto Guiscardo'nun bü­ A N T A L A H A , Madagaskar'da kent, yük oğlu Bohemond I tarafından kuruldu; Hint okyanusu kıyısında; 18 900 nüf. Ti­ hukuken Kudüs'ten de, Bizans imparatorcaret merkezi. Bölge büyük bir vanilya üretim merkezidir. luğu’ndan da bağımsızdı: Renauld de Châtillon bizans metbuluğunu ancak A N TA LJİK sıf. ve a. (fr. antalgique). Ağ1159'da kabul etti. Bohemond I ile TanRlKESİCİ’nin eşanlamlısı. credi Antakya'yı güçlü birdevletdurumuA N T A L K İD A S , lakedairrfonlu donan­ na getirdiler (Lazkiye'nin alınması). Cenoma komutanı; İ.Ö. 367’ye doğru henüz valılar'ın yardımlarını ödüllendirmek üze­ re, Bohemond I, Doğu'da italyanlar'ata­ sağdı. 386’da, Artakserkses II Mnemon nınan ilk ayrıcalığı onlara verdi. Bohe­ ile, kendi adını taşıyan barış antlaşması mond ll'nin kızı Constance’ın evlenmesi­ (“ Kral barışı" da denir) üzerine görüşme­ ni izleyen uzun bir naiplikler ve prenslik­ ler yaptı. Bu antlaşma, Yunanlılar'ı, Küçük ler dönemi, prensliğin gücünü zayıflattı. Asya’yı ve Limni, Skyros ve İmroz gibi Ati­ Selâhattin Eyyubî, Hattin'deki ezici za­ na kolonileri dışında kalan bütün adaları ferinden (1187) sonra, kent dışında, he­ bırakmaya zorlayan bir kral buyrultusu bi­ men tüm prensliği ele geçirdi. 3. Haçlı se­ çimini aldı. Persler'in müttefiki olan Sparferi (1191-92), Suriye'deki latin devletleri ta böylece bölünmüş bir Yunanistan'ı ko­ yeniden canlandırdı. Bohemond III, kü­ layca egemenliği altına alacağını umuyor­ çük oğlunun Trablıısşam kontu Raimond du. III tarafından evlat edinilmesini sağladı ve A N T A L P İ - ENTALPİ. o da, 1201 ’ae, yeğeni Raimond Rouben zararına, prenslik tacını haksız olarak ele ■ A n t a l y a [07], Akdeniz bölgesinde il; 1 132 211 nüf. (1990). 20 591 km2; 15 geçirdi. Bu iki prens arasındaki sonucu ilçe; 19 bucak; 614 köy. Merkezi Antal­ belirsiz savaşlar, sonrada Bohemond IV ya, 378 208 nüf. (1990). Bölge idare ile oğlu Bohemono -/'i, Rouben'ın ana ta­ mahkemesi, ticaret, tarım, turizm. rafından bağlı olauğu Kilikia aşiretleriyle Antalya ili, aynı adı alan körfezin kıyısı karşı karşıya getiren savaşlar prensliğin boyunca, K. deki Batı Toroslar'ın çizdiği durumunu iyice bozdu. Sonunda Bohe­ yayların doğrultusuna uyarak B.’da Eşen mond VI döneminde prenslik yitjrildi (An­ çayından D.’da Anamur yakınlarındaki takya'nın 1268’de Memluklar tarafından Kaldıran vadisine kadar 40-50 km geniş­ ele geçirilmesi). Bağımsız Antakya prens­ liğinin, baronlar divanı, burjuvalar divanı, likte, 400 km uzunlukta bir şerit biçimin­ mühürdar, başkomutan, seneşaı ve iki de uzanır, ilin doğal, beşeri ve ekonomik



bucak\



rv ^



ACIPAY>



mareşal gibi, Kudüs krallığı ndan farklı, kendine özgü kurumlan vardı. Yasama kararlarıyla gelenek ve görenekler, “ An­ takya’nın temelleri" adlı bir yasalar der­ lemesi içinde toplanmıştı. Bugün elimiz­ de bu derlemenin çeviri bir metni var­ dır. Prenslik, vasallerin —genellikle nor­ man — . kökenleri ve prensin vasaller üzerinde sürdürdüğü denetim bakımın­ dan olsun, güçlü merkeziyetçiliği bakı­ mından olsun, kendi norman kökenlerinin izlerini hep korudu. 1193 ekiminde bir “ Antakya komünü” kuruldu. Antakya prensliği parlak bir uygarlığa erişti: Gautier le Chancelier prens Roger’in yiğitlik­ lerini dile getirdi; Batı'da iki Chansons d'Antioche yazıldı, ama Raimond de Poitiers tarafından ısmarlanan Chanson des chetifs Suriye'de oluşturuldu. Antakya'nın ticareti XIII. yy.'a kadar, ayrıcalıklarını ar­ tırmak için prensler arasındaki rekabetler­ den yararlanan Cenovalılar ile Pisalılar' ın elinde kaldı. Ama ticaret yollarının ku­ zeyde Kıbrıs-Kilikia, güneydeyse (Türkler'in eline geçen) Halep-Lazkiye eksen­ lerine doğru kayması üzerine, bunların Doğu ile Batı arasındaki mübadele tica­ retleri geriledi.



I ŞJ> A R-T A i



NXv Kasıml^ V S Ü TÇ Ü LE R , /



[^Üzümlü il m e rk e z i ilç e m e rk e z i b u c a k m e rk e z i — —



ilç e sınırı



9 • • S *o



n ü fu s la rın a g ö re y e rle ş m e le r



BOZKIR



VKSEKİ



kDIM:



iüzelsu 'C.



ALANYA



•Mteri: ?D01000



X * Ermenek



A n talya özelliklerini doğrudan ya da dolaylı ola­ rak belirleyen en önemli etken, yer şekil­ leridir. il toprakları, K. ve B.’daki dağlık alanlar ve kıyı şeridinin ovaları ve tepe­ likleri olmak üzere her bakımdan farklı iki bölgeye ayrılır, il alanının 3/4'ünü kapla­ yan Batı Toroslar’ın birçok tepesi 2 500 - 3 000 m'yi aşar. Dağ sıraları arasında özellikle B.’daki Teke yöresinde, geniş platolar ve bazı havzalar yer alır. Çoğun­ lukla kireçtaşlarından oluşmuş bu dağlar ve platolar alanında, kireçtaşlarının erime­ siyle oluşmuş mağaralar, düdenler, suçıkanlar, dolinler, uvalalar ve daha geniş çukurluklar olan polyeler gibi büyüklü kü­ çüklü karst şekilleri çok yaygındır. Düden denilen doğal kuyular bu karstik alanla­ rın sularını emerek yeraltından G.’e bo­ şaltır. Çok yağışlı dönemlerde bazı karst çukurlarının tabanı, Elmalı polyesinde ol­ duğu gibi, sığ geçici göllerle kaplanır.Yeraltına sızan sular, akarsuları besler ve dağların eteğinde kaynaklar halinde yer­ yüzüne çıkar. Yüksek ve engebeli alanlarda kışlar uzun, çok soğuk ve karlı; yazlar kısa ve sıcaktır. Dağ kesimi kıyıya göre daha çok yağış alır. Orman tahripleri sonucu arazi, çoğu yerde çıplak, topraklar aşınmış, ekilebilecek alanlar çok sınırlı ve genellikle, karst çukurlarının tabanlarına bağlı olarak dağınıktır. Burada ulaşım da çok güçtür. Kıyı ile iç kesim arasında bağlantı ancak sayısı az ve kışın zor aşılan geçitlerle sağ­ lanır. ilin bu engebeli yöreleri Türkiye’nin en tenha yerleridir (km2'ye 10-20 kişi). Yerleşmeler de az nüfusludur. Bu kesim, ilin gelişmiş olan kıyı şeridine ve Ege böl­ gesine her yıl mevsimlik tarım işçisi ve sü­ rekli göç gönderir. Bu nedenle, burada­ ki ilçelerde nüfus artışı Türkiye ortalama­ sının altındadır, hatta bazılarında nüfus azalması görülür. il topraklarının yaklaşık 1/4'ünü kapla­ yan kıyı şeridi, 500 m ’ye kadar yükselen tepeliklerden, akarsular boyunca oluş­ muş kimileri geniş, kimileri küçük ova­ lardan oluşur! Toroslar'ın birdenbire yük­ seldiği Teke kıyılarında ve Alanya’nın D.’sunda çok dar olan kıyı şeridi körfezin K.’inde üçgen biçiminde bir alan oluştu­ rarak genişler. Yüksek dağlarla iç bölümlerin soğu­ ğundan korunan kıyı şeridi ovalarında toprak verimli, ekilebilir alanlar geniştir. Yüksek sıcaklık isteyen, dona karşı duyar­ lı bitkilerin yetiştirilmesine elverişli iklimi olan bu kesimde ulaşım da daha kolay­ dır. Bu nedenlerle burası ilin ilkçağ’da da, günümüzde de en kalabalık (km2'ye or­ talama 40-60 kişi), en gelişmiş, kentli nü­ fus oranının en yüksek olduğu bölümü­ dür. Toroslar’dan dar ve derin vadileri iz­ leyerek inen Demre, Aksu, Köprü ve Ma­ navgat gibi ırmaklar kıyı şeridine bol su taşır. Kıyı kesiminde yer yer bataklık alan­ lar da görülür. Antalya’nın nüfusu, geniş alanına göre çok azdır. Nüfus yoğunluğu Türkiye orta­ lamasının çok şltındadır (km2'ye 55 kişi). Kentli nüfusun yaklaşık % 75'i il merke­ zinde toplanmıştır. İlçe merkezlerinden ancak üçünün nüfusu 20 000'in üstün­ dedir (Alanya, Manavgat ve Serik). Sınır­ ları içindeki yörelerle olduğu gibi, başka bölgeler de zor ve zayıf bağlantısı yü­ zünden izole bir yaşam sürdüren yöre, yüzyıllar boyunca geri kalmıştı. Bu du­ rum 19501i yıllara değin sürdü. Bu tarih­ ten sonra yol şebekesi düzeldi, bağlantı­ lar kuruldu, kıyı şeridinde toprak iyileştir­ me çalışmaları yapıldı, taşkınlar denetim altına alındı, bataklıklar büyük ölçüde kurutuldu, sıtma mücadelesi yapıldı; bu­ nun sonucu ticarete dönük tarımsal üre­ tim ve turizm hızla gelişti. 1950'de 311 442 olan il nüfusu, ,1990’da 3,5 katına yakın artarak 1 132 211 ’e ulaştı. Bu ara­ da kıyı şeridi ile tenha olan dağlık kesim arasındaki nüfus yoğunluğu farkı daha da belirginleşti. İl sınırları içinde az sayı­ da olmakla beraber günümüzde de gö­



667



- v



. ,



J.



~



i ,



-



T...İ -







Cumhuriyet çerler yaşar. Asıl geçim kaynakları hay­ vancılık ve hayvan ürünleri olan göçerler kışı kıyı şeridinde geçirir, baharda K. ’d e -' ki yaylalara çıkar. Antalya ilinin ekonomisinde en önemli yeri çok çeşitli tarım ürünleri alır. Pamuk, susam, yerfıstığı, anason, turunçgiller, tur­ fanda sebze yetiştirilir. Yıfda ortalama 50 000 ton ile Türkiye pamuk üretiminin y@k(aşhka/b'rİO’unu sağlar. Yerfıstığı, su­ sam, anason üretiminde İse Türkiye’de başta gelen itlerdendir. A n ta ly a lIla rı 6Wetişji iklimi, plajları, şelaleleft, arttikcağ kentlerine ait kalıntıları ye sanat'eserterı, KiksoJ^, motel, kam­ pingleriyle Türkiye’de'ıtırızm in en çok geliştiği, yatak sayısının en çok,olduğu il­ lerdendir. Alanya, Side, Manavgat-.ile va:



Yivliminare camit (1373)



kın yıllarda ilgi çekmeye başlayan Finike ve Kaş bu endüstrinin başlıca merkezleT A L Y A , Antâlya ilinin merkezi i; 378 208 nüf. (-1990); Adana ve .Mersin’den sonra Akdeniz kıyısındaki uçunr u bııyuk kent Ankara’nın 458 km G -B sında İzmir'in 505 km, İstanbul’un 734 km G.-D.’sunda. Turizm. Üniversite. • COĞRAFYA. Antalya, Toroslar’ın eteğin­ den çıkan sayısız kaynağın (Kırkgöz) ve Düdep suyunun çökelttiği travertenlerden oluşan^.deniz kıyısında 25-30 m yüksekliKtekl dik yarlarla biten bir taraça üzerin­ dedir. Butdjüztüğün B.’sında (Konyaaltı) ve D.’sunda.(Lara) kilometrelerce uzun­ lukta ptâjfar yer alır. Düden suyu ve kolları.' kı’yjflakf yarlardan şelaleler yaparak denize dökülür. Kentin çekirdeği, dik yar­ ların .eteğinde, İlk ve Ortaçağ’ın gemilerini barındıracak boyutta küçük, doğal limanıriçeyreşinde kurulmuştur. Antalya, Ro­ m a7döneminde genişledi, Bizans dönemindejşlek.bir liman, Selçuklular döne­ minde önemli bir ticaret merkezi ve do nanma.üssü oldu. Sonraki yüzyıllarda, Akdeniz'in ticaret yolu olarak öneminin azaltması ve İç bölümlerle, hatta kıyıdaki yakın yörelerle kara bağlantısının zor ve zayıf olması, kentin gelişmesini büyük öl­ çüde engelledi. Bu nedenlerle Antalya XIX. yy. sonlarında yaklş. 15 000 nüfuslu bir Anadolu kasabası görünümündeydi. 1950'lerden (taşlayarak, Antalya'yı içeri­ lere, Akdeniz kıyısındaki öteki yerleşme­ lere bağlayan karayolları yapıldı; batak­ lıklar kurutularak ticari ürünlerin büyük öl­ çüde yetiştirildiği tarım alanları elde edil­ di; tarımsal sanayi kolları kuruldu; kentin ekonomik etki alanı genişledi ve turizm büyük önem kazandı. Bunların sonucu Antalya, hızla gelişti ve çağdaş bir görü­ nüm kazandı. Bu dönemde Antalya özel­ likle B.’ya ve D.’ya doğru genişlerken, es-. ki mahalleler kısmen düzenlendi, yeni yol­ lar açıldı, parklar yapıldı. Bu gelişmelere koşut olarak 1935’te yaklş. 23 000 olan nüfus, 1960'ta 41'000’e. 1980'de



Kale ve limandan bir görünüm



A ntalya



Zincirkıran Mehmefoey türbesi (1377/1378)



Kaieiçi evlerinden bir örnek



173 501’e, 1985'te 261 114 e, 1990'da 378 208'e yükseldi. Hızla büyümeyi sür­ düren Antalya, Türkiye'de kent nüfusu artışı bakımından başta gelen kentler­ dendir. Günümüzde Antalya, değerli ti­ cari tarım ürünlerinin yetiştirildiği zengin bir bölgenin ekonomik ve kültürel baş­ kenti durumundadır. •TARİH. Eskiçağ kaynaklarında Attaleia, Attalia, Avrupa dillerinde Adalia ve Ortaçağ'da Satalia, türk yapıtlarında çoğun­ lukla Adalya adıyla geçen kent, Bergama kralı Attalos II Philadelphos(İ.Ö. 159-138) tarafından kuruldu. Konumunun elveriş­ liliği nedeniyle kısa sürede gelişti; Attalos III Philometor'un vasiyeti üzerine tüm Ber­ gama krallığı ile birlikte roma toprakları­ na katıldı (İ.Ö. 133). Bir süre korsanların yönetiminde kalan kent, konsül Servilius Vatia tarafından kesin olarak Roma’ya bağlandı (İ.Ö. 77); Pompeius'a korsanlar­ la savaşımında, donanmasını ve ordusu­ nu topladığı bir üs görevi yaptı (İ„.Ö. 67). Roma döneminde kentin surları genişle­ tildi; Hadrianus’un kente gelişi (i.S. 130) bayındırlık etkinliklerini hızlandırdı. Antal­ ya, Bizans döneminde de Akdeniz'in önemli ticaret limanlarından biriydi; Perge-Sillyon metropolitliğine bağlı pisko­ posluk iken, 1042'de metropolitliğe yük­ seltildi. Kent, zenginliği ve stratejik konu­ mu nedeniyle birkaç kez arap saldırısına uğradı. 860'ta abbasi halifesi Mütevekkil’ in komutanı FazI bin Karin denizden sal­ dırarak aldığı kenti bir süre elinde tuttu. Selçuklu sultanı Süleymanşah’ın 1085’te



zapt ettiği kent, Bizans imparatoru Alek; sios I Komnenos tarafınaan 1103'te geri alındı. Fransa kralı Louis VII komutasın­ daki haçlı orduları Denizli’den Antalya’ya doğru ilerlerken Türkler tarafından bozgu­ na uğratıldı (1148); Antalya'ya ulaşan Lo­ uis VII ve soyluları gemilerle Suriye’ye kaçtılar. Selçuklu sultanı Kılıç Arslan ll'nin kenti ele geçirme girişimi sonuçsuz kaldı (1181). Latinler’in İstanbul'u almalarından sonra kent Aldobrandini adlı bir İtalyan serüvencinin yönetimine geçti. Sultan Gıyasettın Keyhüsrev I, Kıbrıs kralının komu­ tanı Gautier de Montböliard’ın da kentin yardımına gelmesine karşın, Antalya'yı al­ mayı başardı (1207). Beklenmeyen bir baskınla 1215’te Gautier de Montböliard’ ın eline geçen kenti sultan izzettin Keykâvus I, bir yıl sonra geri aldı. Selçuklu­ lar kentin surlarını güçlendirdiler; tersane, rıhtım ve bir de mendirek yaptırdılar; An­ talya, 1221 'de fethedilen Alanya gibi Sel­ çuklu devletinin önemli bir deniz üssü ve ticaret limanı durumuna geldi. Hamitoğulları beyi Dündar Bey 1321'de ele geçir­ diği Antalya’nın yönetimini kardeşi Yunus Bey'e bıraktı. Böylece Hamitoğulları'nın Antalya kolu (Tekeoğulları) oluştu. Kıbrıs kralı Pierre de Lusignan I, 1361 'de An­ talya’yı ele geçirdiyse de Mübarizettin Mehmet Bey 1373’te kenti geri almayı ba­ şardı. 1390'da Yıldırım Bayezit Antalya' yı Tekeoğulları'nin elinden aldı ve oğlu İsa Çelebi'ye sancak olarak verdi. Ankara savaşı’ndan (1402) sonra Mehmet Bey’in oğlu Osman Bey kenti ele geçirmek iste­ diyse de Osmanlılar'ın Antalya muhafızı



Hamza Bey tarafından öldürüldü. Osr.ıanlı yönetiminde önemli bir olaya sah­ ne olmavan kent,Birinci Dünya savaşı'rv dan sonra 28 mart 1919’da italyanlar ta­ rafından işgal edildi; 1 haziran 1921’de boşaltıldı. •SANAT. Antalya ve çevresi tarihöncesinden başlayarak yerleşim alanı olmuş­ tur. Karain ‘ ve Beldibi' mağara yerleşme­ leri, tarihöncesi evreleri aydınlatır. Antik dönemin önemli merkezlerinden biri ol­ masına karşılık, Antalya'da ilkçağ kalıntı­ ları azdır. Hellenistik dönem temelleri üze­ rine Romalılar zamanında yaptırılan sur­ lardan (İ S. II. yy.) birkaç burç, kuleler ve duvar kalıntıları kalmıştır. Anadolu Selçuk­ luları döneminde onarılan yapıya (1225) ilişkin ayrıntılı bilgi Evliya Çelebi’nin Se­ yahatname'sinde bulunmaktadır (1671 -1672). Buna göre 4 400 adım uzunlu­ ğundaki surlar 80 burçla güçlendirilmiş­ ti. Öbür kulelerden değişik yapısıyla dik­ kati çeken Hıdırlık kulesi surların G.-D. ucundadır. 14 m yüksekliğindeki yapının altı kare, üstü daire planlıdır işlevi kesin olarak bilinmemekle birlikte, deniz feneri olabileceği sanılmaktadır. Kimi antik ya­ zarlar ise mezar anıtı olduğunu bildirir. Antik dönemden kalma en önemli anıt Hadrianus" kapısı'dır (i.S. 130). Mermerli köşk denilen yerdeki küçük roma tiyatro­ su, Yanık mahallesinde, kalenin batısın­ daki Akhilleus kabartması dönemin öteki kalıntılarıdır. Anadolu Selçukluları ile başlayan türk döneminde de kent önemini korumuştur. Anadolu Selçukluları surları onartmış



(1225), birçok cami, medrese, han, ha­ mam yapılmıştır. Kent dışındaki Evdir" han (XIII. yy.) ve Kırkgöz" h a n (12361246) dönemin han mimarlığının önemli örnekleridir. Ahiyusuf mescidi ve türbesi (1249), Atabey Armağan medresesi (1239), kiliseden çevrilmiş Ulu cami med­ resesi, Şeyh Şücaettin türbesi (1238), Balibey çeşmesi (1228), dönemin anılabile­ cek yapılarıdır, izzettin Keykavus II zama­ nında, ünlü devlet adamı Celalettin Karatay'ın yaptırdığı Karatay medresesi (1250), iki eyvanlı, açık avlulu medrese­ ler planındadır. Geometrik bezemeli mih­ rabı ve taçkapısı önemli olan yapı çok yı­ kıktır. Hamitoğulları döneminden kalma yapı­ ların en önemlisi Yivliminare’ camisi'dir (1373). Yapının minaresi Alaettin Keykubat I dönemindendir. Avluda, camiyi de yaptıran Mübarizettin Mehmet Bey’in oğ­ lu için yaptırdığı Zincirkıran Mehmetbey türbesi bulunur (1377/1378). Kare kaide üzerinde sekizgen gövdeli, piramit biçimi külahla örtülü bir yapıdır.



Kentte osmanlı döneminden de birçok cami, mescit, türbe, hamam bulunmak­ tadır. Korkut camisi (Cuma camisi,Kesikminare) XV. yy.'da kiliseden camiye dö­ nüştürülmüştür. Roma tapınağından kili­ seye döndürülerek Meryem'e adanmış olan yapı, Anadolu'daki kubbeli bazilika mimarlığının öncü örneklerindendir. Os­ manlI sadrazamlarından Kuyucu Murat Paşa'nın yaptırdığı Muratpaşa camisi (1570), kare planlı, tek kubbeli, önünde üç bölümlü son cemaat yeri bulunan bir yapıdır. Çini ve kalem işi bezemeleri, mer­ mer minberi önemlidir. Şevhsinan cami­ si (XVII. yy.), dikdörtgen planlı, ahşap kır­ ma çatılı yalın bir örnektir, yanında türbesi vardır. Bunların dışında, Balibey camisi (XV. yy.), Mehmetpaşa camisi (XVI. yy.), Müsellim camisi (1796), Nigârharıım tür­ besi (XVI. yy.), Mevlevi tekkesi ve Mevle­ vi hamamı, Çiftehamam anılabilir. (-» Kayn.)



669



A n ta ly a “a ltın p o rta k a l” film fe s ­ tiv a li, Türkiye'nin en uzun ömürlü uluvurmasi'nlar, Halit Refiğ, Nür Sürer, Tarık Akan; 1990: Karılar İtöğujşu, Halit Refiğ, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan; 1991: Gizli yüz, Yavuz Özkan, Sumru Yavrucuk, Ek­ rem Bora; 1992: Cazibe Hanımın gün­ düz düşleri, Tunç Okan, Lâle Mansur, Mehmet Aslantuğ. A n ta ly a a rk e o lo ji e n s titü s ü . Ord. Prof. Arif Müfit Mansel başkanlığında, İs­ tanbul Üniversitesi edebiyat fakültesine bağlı olarak kuruldu (1956). Perge, Side, Kremna antik kentleri başta olmak üzere, Pamphylia bölgesinin arkeoloji araştırma merkezi oldu. Kuruluş, çeşitli kazı, araş­ tırma ve restorasyon çalışmalarını üniver­ siteye bağlı olarak destekledi.



Antalya’dan Bey dağlarının görünümü



A n ta ly a b ö lg e m ü zes i, Antalya’da, Anadolu’nun önde gelen müzelerinden. Antalya ve çevresinden derlenen arkeo­ lojiye ilişkin buluntular önce Panaya kili­ sesi’nde toplandı (1923), daha sonra Yivliminare cam isinde (1934-1969), sonunBk. resim sayfa 670



da yeni müze yapısında ziyarete açıldı Kenan Evren bulvarı (1972). Lykia, Plsidia, Pamphylia bölge lerinde yapılan kazı ve araştırmalarda ele geçen yapıtlar, 12 salon ve açık hava bö­ saf ve yarışmalı film şenliği. Antâtyabele-, vık Akan: 1981: Kok, Erden Kıral, Meral lümünde sergileniyor. Yontmataş, yenidiyesi'nce düzenlenir, ilki 1964'te yapıldı. > Othonşay, İhsan Yüce; 1982: Çirkinlerde taş, bakırlaş, tunç çağları, mykenai, yu­ ■t f İC fT 1 n 7 0 , U İİA v in N n A N r t n n 11 I f ı //\- r lk ' i /*7Nrv , r- l / A İ n ı V A lıı*— CTı* 1969-1973-yıllarında Adana "altın lkoza’ sever--Ömer Kavur. Nur Sürer, Genco Ernan, hellenistik, roma ve bizans yapıtları film şenliği yadında ikinci plana düştü. kal; 1983: Fâişe Hücum, Zeki Ûkten, Hül­ arasında mermer lahitler, tanrı ve impa­ 1.976,1977 Ve 1978’de uluslararası pir ni­ ya Koçyiğit, O enco Erkal; 1984; Bir-yu­ rator heykelleri, çeşitli dönemlerden sik­ telik kazandı. Şenlik çerçevesinde, sonüçdum sevgi. Atıf Yumaz. Hale Soygazi, Ta­ keler önemlidir. lir i genellikle tartışmalar yaratan İJJüsal rık Akan; 1i9$Ş;0u/;fa/r kadın, Sinan Çe-, A n ta ly a e le k tr o m e ta lü r ji s a n a y i film yarışması! 1979’da sansür engelle-. tin, Zuhal Olcay. Hakan Balamir; 1986: iş le tm e s i, 1960’ta Etibank ve Fransız melerini protesto amacıyla seçici kurtiçâ1’ AaatituBejınûa. Atıf Yılmaz. Müjde Ar, Kav Perchiney Şirketinin ortaklığı ile kuruldu. yarim bırakıldı. Şenİlk • 980 do s yasa‘ dir İnanır, 1987, Muhsin Bey, Omer Ka­ Türkiye’de kurulan ilk ferrokrom ve karpit koşullar nedeniyle yapılmadı. Gerçekle­ vur, Türkân Şoray! Şener Şen; 1988: Ge­ fabrikasıdır. 1970’te tümü Etibank tarafınşen 21 şenliğin en iyi film, yönetmen, ce yolculuğu, Ömer Kavur, Gülşen Bubikadın ve erkek oyuncu ödülleri şöyledir: koğlu, Aytaç Arman; 1989: Uçurtmayı,; ,dan satın alındı. Yılda 10 000 ton düşük 1964: Gurbet kuşlan, Halit Refiğ, Türkân Şoray, izzet Günay; 1965: Aşk ve kin, Atıf Yılmaz, Fatma Girik, Fikret Hakan; 1966: Bozuk düzen, Memduh Ün, Selma Güne­ ri, Ekrem Bora; 1967: Zalimler, Bir millet uyanıyor, Güzel bir gün için. Yılmaz Du­ ru, Fatma Girik, Yılmaz Güney; 1968: in­ ce Cumali, Yılmaz Duru, Türkân Şoray, Fikret Hakan; 1969: Yok, yok, Hülya Koçyiğit, Cüneyt Arkın; 1970: Bir çirkin adam, Ertem Eğilmez, Belgin Doruk, Yılmaz Gü­ ney; 1971: Ankara ekspresi, Muzaffer Aslan, Filiz Akın, Fikret Hakan; 1972: Zu­ lüm, Atıf Yılmaz, Zeynep Aksu, Murat Soydan; 1973: Hayat mı bu?, Nejat Say­ dam, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan; 1974: Düğün, Lütfi Akad, Perihan Savaş, Hakan Balamir; 1975: Endişe, Şerif Gören, Hül­ ya Koçyiğit, Erkan Yücel; 1976: Deli Yu­ suf, Atıf Yılmaz, Adile Naşit, Cüneyt Ar­ kın; 1977: Kara çarşaflı gelin, Zeki Ûkten, Semra Ûzdamar, Kemal Sunal; 1978: Maden (hem ulusal, hem uluslararası ya­ rışmada), Atıf Yılmaz, Hale Soygazi, Ta-



Antalya “ attm portakal’’ fibn festivali



t! Av lahdi Perge İ.S. II. yy. Aı/afya oajpe müzesi



karbonlu ferrokrom, 30 000 ton karpit (kalsiyum karbür) üretim kapasitesi olan fabrikanın tesisleri, ferrokrom ve silikoferrokrom, ferrosilisyum, karpit ve sederberg birimlerinden oluşmaktadır. Hammadde­ sinin % 50'si ABD ve Kanada'dan getiri­ len ferrokromun önemli bir bölümü Antal­ ya limanından ihraç edilir. Karpit ise, da­ ha çok iç tüketimde kullanılmaktadır. A n ta ly a e tn o g r a fy a m ü z e s i, Yivliminare camisi'ndedir. Arkeolojiye ilişkin ya­ pıtların Antalya bölge müzesi'ne aktarıl­ masından sonra, yeniden düzenlenerek ziyarete açıldı (1974). Müzede, Antalya ve çevresine yerleşmiş yörük ve Türkmenler'e özgü giyim-kuşam, mutfak eşyası, iş­ lemeler, dokumalar, çorap, heybe, kilim vb. yapıtlar sergileniyor. A n ta ly a h a v a a la n ı, Antalya ilinde si­ vil ve askeri amaçlarla kullanılan havaa­ lanı. Kent merkezine 13 km uzaklıkta ku­ rulan alan, 1947'de hizmete açıldı. Tari­ fesiz dış hat seferleriyle iç hat seferlerine açık olan alanın yıllık pist kapasitesi 16 900 iniş-kalkış, terminal kapasitesi 3 mil­ yon yolcudur. Ancak, alanı kullanma dü­ zeyi bu kapasitenin altında kalmaktadır. 1988'de alana yapılan toplam 11 624 iniş-kalkışta 993 394 yolcu taşınmıştır.



Antananarivo



A N T A L Y A k a n y o n u , denizaltı vadisi. Antalya havzasının kuzey kenarında, kı­ ta yamacına dik yamaçlı, tipik bir kan­ yon biçiminde gömülmüştür. 1 000 met­ reyi aşan derinliklere kadar izlenir.



Analakely mahallesinde "Zuma” pazarı



A N T A L Y A k ö r fe z i, Türkiye'nin Akde­ niz kıyısındaki en büyük ve en derin gi­



Antalya bölge müzesi’nin dıştan görünümü



rintisi. Antalya körfezi, birbirine doğru yak­ laşan Batı Toros sıraları arasında, K.'e doğru kara içine 70 km kadar sokulur. Kabaca üçgen biçimindedir. D. ve özel­ likle B. kıyılarının çoğu yerde dik yarlar halinde olmasına karşılık, K. köşesinde ol­ dukça geniş alüvyal düzlükler, plajlar var­ dır. Şelften hemen hemen yoksun olan körfez, bir bakıma Doğu Akdeniz abisal alanınıp Anadolu içine sokulmuş bir girin­ tisidir. Bu girintiye "Antalya havzası” de­ nir. Derinlik, kıyıdan itibaren hızla artar ve dik bir yamaçla 3 000 m'den derin diple­ re inilir. Bu yamaç, “ Antalya kanyonu*" adı verilen bir denizaltı vadisi ile yarılmış­ tır. Körfezin kıyıları birçok antik kent ka­ lıntıları, karlı dağlarla sıcak plajları bir ara­ ya getiren doğal güzellikleri ve uzun yaz mevsimi nedeniyle Türkiye'nin başlıca tu­ rizm alanlarındandır. A N T A L Y A o v a s ı, B. Toros dağlarının etekleri ile Antalya körfezinin K. kıyıları arasında, tepelik ve düzlüklerden oluşan üçgen biçiminde alçak alan. B.'dan D.'ya yavaş yavaş daralır. Alanya dolaylarında sona erer. Yapı bakımından farklı iki bö­ lümden oluşur. Aksu vadisi ile Teke dağ­ ları arasındaki Antalya kentinin de bulun­



duğu B. bölümü, kıyıda 25-30 m yüksek­ likteki dik yarlarla başlayıp, basamak ba­ samak yükselen üç taraça halindedir. Kı­ yıdan itibaren 40-100, 190-220 ve 260 -300 m yükseklikte hafif eğimli düzlükler oluşturan bu taraçalar, Toroslar'dan kireçtaşlarını eriterek gelerı yeraltı sularının ve Düden çayının çökelttikleri travertenlerden meydana gelir. Denizaltında da devam eden travertenlerin toplam kalın­ lığı birkaç yüz metreyi geçer: Antalya ova­ sının D. bölümü Aksu, Köprü, Manavgat ırmağı gibi akarsuların kıyıda yığdığı yer yer bataklık, alüvyal düzlükler ve bunlar arasında alçak tepelikler halindedir. Ova­ nın bu bölümü tarım bakımından en ve­ rimli kısmıdır. Oysa B.'daki traverten taraçalarının yüzeyinde lapyalar, erime ar­ tığı kayalık yerler ve kızıl renkli kalıntısal topraklar (Terra rossa) yaygındır. Burada tarım ancak küçük tarlalarda yapılır. Her iki bölümün kıyılarında yer yer geniş kum­ sallar uzanır. A n ta ly a ra d y o s u , 2 kW gücünde bir il radyosu olarak yayına başladı (haziran 1962). 1.5.1965'te Türkiye Radyo-Televizyon kurumu’na devredildi. 1973’te orta dalga 891 kHz üzerinden yayın yapan 600 kW gücünde bölge radyosuna dö­ nüştü. 1974’ten sonra TRT-I ortak yayını­ na bağlandı. Bunun yanı sıra, 30 kW gü­ cünde Antalya vericisiyle, çok kısa dalga 91,6 MHz üzerinden TRT-III yayınları sür­ dürülüyor. A n ta ly a s p o r , spor kulübü. Antal­ ya’da ilkışık, Ferrokrom, Suspar takımla­ rının birleşmeleriyle kuruldu (1966). For­ ma rengi, kırmızı-beyaz. Kurulduğu yıl Türkiye ikinci liginde oynamaya başladı. Grup şampiyonu olarak birinci lige yük­ seldi (1981-1982). Küme düştü (19841985), yeniden grup şampiyonu olarak birinci lige çıktı (1985-1986). Ama 1987'den itibaren tekrar ikinci ligde oy­ namaktadır. A N T A N A N A R İV O , esk Tananarlve, Madagaskar'ın başkenti, orta kesimdeki yüksek bölgede, imerina'nın ortasında. 1 120- 1 460 m yükseltide; 1 050 000 nüf. (1990). Üniversite. Yönetim ve kültür mer­ kezi. Birçok ticaret ve madencilik şirketi­ nin. bankaların, sigortacılık şirketlerinin bulunduğu kentte sanayi de gelişmiştir; tarım ürünlerini işleyen tesisler; otomobil montajı; dokumacılık; deri işleme; kâğıt fabrikası; vb. —Antananarivo eyaleti, adanın iç kesiminde, 58 283 krr^'lik bir alanı kaplar; ülkenin en kalabalık (3 196 000 nüf.) [1985].) eyaletidir.



A ntarktika A N T A N D R O S . Tar. coğ. Batı Anadolu' da Troas bölgesinde antik kent. Balıke­ sir'in Edremit ilçesi, Altınoluk bucağında, Altınoluk ile Avcılar köyü arasında bir te­ peye kuruluydu. Strabon’un leleg kenti olarak söz ettiği Antandros, konumu ne­ deniyle Persler, Mytileneliler, AtinalIlar arasında el değiştirdi. Roma döneminde Asia eyaletine bağlandı. Bizans dönemin­ de piskoposluk merkezi oldu. Yerleşme, Artemis kaplıcalarının bulunduğu Astyra (Ilıca) köyünü de kapsıyordu. A N T A N T ,-tı (fr. entente). 1. Anlaşma, uyuşma;karşılıklı anlayış, uyum. ^ . D e v ­ letler arasında siyasal işbirliği, uzlaşma, anlaşma. —3. Antant kalmak, anlaşmak, mutabakata varmak. A N T A R A D O S . Tar. coğ. Fenike'de kent, anakarada Arados kentinin ve ada­ sının (günümüzde Ruad adası) karşısın­ da, sonradan Tartosa diye adlandırıldı. A N T A R E S , Akrep* takımyıldızının a yıldızına verilen arapça kökenli ad; karşıt -Mars anlamına gelir (Mars gezegenine îbenzeyen kırmızımsı renginden dolayı). Yaklaşık 1 733 günlük dönem boyunca kadiri, 1,9 ile 1,2 arasında değişir. Tayf tipi MO. Uzaklık: 170 ly. Dev kırmızı bir yıl­ dızdır ve Güneş'ten 1 900 kez daha par­ laktır; çapının Güneş’in 500 katına ulaştı­ ğı sanılmaktadır. Antares'e 2,6"de, kadiri 6,5 , tayf tipi A3 olan bir yıldız eşlik eder; bu yıldız ancak güçlü aygıtlarla sezilebi­ lir ve ana bileşen çevresindeki dolanım süresi 853,4 yıldır. ^ A N T A R K T İK A ya da A N T A R K T İD , Güney yarıkürede kıta ve adalardan olu­ şan bütün (aşağı yukarı, 60° G. enlemi­ nin ötesinde). Antarktika terimi bazı coğ­ rafyacılara göre, kıta kütlesini (buna Antarktid adı verilir)çevreleyen okyanus ku­ şağını (Güney okyanusu) da kapsar; ama burada yalnızca kıta kütlesi incelene­ cektir.



•% ARJÂN-TİJvl /60° f Ateş /V / Ülkesi / Faik*aqdadi.



671



/-?



boğazı



/ PRESİDENTF FREI (ŞİLİ) / BELUNGHAUSEN / g RAL B. OHIGGINS (ŞİLİ >CESPERANZA (ARJ.)



ÇAPITAN ARttİRO PRAT ($ İO k / AL^IR ANTE BR0WN (ARJ -) PAİMER STATION (A B Dİ) w



| /'( G ü , . / " T



 RGE'NTINSAD, tDİNNG.IG- ^. l^^ aV Şa ARGffJTINfiAD



"



İi^



'% - 6 0



, Ifnjonnr. AFR,/ \peter 1od. ADELAiOEad.(İng> - / *? XGüney Orkney V' £ g>>\.PETREL(ARJ.) VsiGNYA^(İNG) " GrozeTadl. A ■\RELtfN1 GSErAU$FK(m)~& A MARAMBIO(ARJV üte^lAS (ARJ; 3(^ H'eard ad. “ " — , ^PtıfSTon yPtfjrsfonaöt DENİZİ ; /y \ / a v u s t r .)®



j



AMUNDSENÎ D E N İZİ ‘ '/ \



K ^ -g u e le n adi. \ (FR.)



/



14 0'



Ge»



\



''b a n k iz i X



i6o° b ü y ü k -' OKYANUS...



X



4j



(İNG.)



Sidtey d , 4225 A A



Vihson d. A5V 40 F ilcn n e r \ J ba nkizi .......B « w a r ı



,



/



^



2 0 °. o R jM rü » . H A llE Y BAYJİAJGT'’



-Ş v k



■jşpgttad. I



•,V80°_



\ 4 %, »



Roosevel! a c t f ^ P î * -



ROSS



;_ /



mİ; miihdjû,



iA



v



..



Ballenyadly



\ U 22?



/



^aSANAE(GU AIR).



-----/AHUNDSEN-StOTT .... /MB-D.I »



Giiney Kutbu



./



\



S



\



X



X - - '" " * 2 6 3 4



/



'— e



ğ Prenses ^ >3630A



v



7 \



m i '1ar^ \



' A m öry b a n k izi



// xv



x .



/K -



P orç o is e kör.



'



5 S & '" ' V



0 km



■ /



5 00 km 10.tf0



^



v



^



(JAPONYA) \



ENDEPÖY A M Z İS İ "L a m b a n b.uzü'ıa,



k - l l ç e '^ > r . DAVIS



ar^ ISI Knox /:-rMary



sürekli jeofizikx x N istasyonları \ V



v



? '" • -



2.9^



D EN İZİ



" 'f a -



K0ZU 7 h0TLAR 0 E N İZ İ ’V



C 7



/



® MOLÖD e'^ J ^ Y A ( S S C B ) /



/



CASEY/AVUSTR.,



)°•



M e n zie sd 33 55 İ



^ V - ° EA"? ■



k



VOSTOK



\ /



^



. lArsen S



RagnhikJ-' a ra z is i-'



)».. v N s e o r g ö



DJJMONT-DURVIUE ( ^ - ^ ö l i e Ple-Geoloaie _^ < a ra z is i \lk a d . >



/v



X



f iu tm m m



7



X



LENINGRADŞ.KAY'A'”^ ' 1' ı0 a te s . - .



&



Ol



|lazakp



e



P re n s e s t 1 4 3 0 0 AA s t r id . / D EN İZİ! f a ra z is i , /NOVO /



...........J /-•—



V



\ •\



*in



GRUNEHOGN^(GU A FR)



,**



''(ABD) , > 4 5 3 0 K irkpa trick d. Ârtarp hburnu—, u r n lı 5 ^g.-i V ^ V A İ I D * - " " ' k4 3 5 0 M a rk h a m d. İare Durnu Aöare y . E rebus dV . v , r ns ,



sav™ a, 3?şdr-c



fa » - \



^



• Rc^s . ..ufemŞsOTira/



... . fio s s a u i f Terror.d. 3 0 9 3 ^



Güney \ s



BELGRANO (A B J )



Sulzberger k ö r .r r -



/



\



% d£nizi>(



/vil. Edwarji.yrad-.-.-^




ANZAK. Anzaf kaleleri, Van’da Urartu kalele­ ri; ispuini (İ.Ö. 830-810) ve Menua (İ.Ö. 810-786) zamanında, başkent Tuşpa’nın (Van) ve Urartu yollarının savunması için yaptırıldı. Van ovasını doğudan denetle­ yen Aşağı Anzaf, büyük taşlardan yapıl­ mış küçük bir kaledir. Yukarı Anzaf ise düzgün kesme taştan, büyük bir yapıdır.



ANZAK ya da ANZAC (Australlan and New Zealand Arm y Corps'un kısa yazı­ mı), Birinci Dünya savaşı sırasında Ingilizler ile birlikte savaşan avustralyalı ve ye­ ni zelandalı kuvvetler. —ANSİKL. Gelibolu'da ANZAK kuvvetle­ rine karşı savaşan türk komutanlardan biri olan Atatürk 1934’te onlar için,"Bu mem­ leketin topraklan üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın top­ rağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyu­ yunuz. Sizler, mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan ev­ latlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra ar­ tık bizim evlatlarımız olmuşlardır” demiş­ tir. Atatürk'ün bu sözleri, Gelibolu’daki sa­ vaşların 70. yıldönümünde Yeni Zelanda başkenti VVellington’da ve Avustralya başkenti Canberra’da dikilecek anıt -kitabelerde türkçe ve İngilizce olarak yer alacaktır. Savaşların 70. yıldönümünde, Gelibolu’da Küçük Arıburnu ile Büyük Arıburnu arasındaki koya da Anzak ko­ yu adı verilmiştir. ANZAN ya da ANŞAN, Elam'ın do­ ğu başkenti. Persepolis yakınında, Tel-i Melyen'de ortaya çıkarıldı. İ.Ö. IV. binde kurulan bu kentin adına ilk olarak kral Maniştusu döneminde (İ.Ö.XXIII. yy.) bölge­ yi ele geçiren Mezopotamyalılar’dan kal­ ma belgelerde rastlanır. İ.Ö. XIX. yy.’dan başlayarak büyük Elam kralları, "Anzan ve Sus kralı" unvanını aldılar, ilk Pers kral­ ları bölgeye yerleşip Anzan kralı unvanı­ nı (en son Keyhüsrev II kullandı) aldıkla­ rında, kent boşaltıldı. ANZAROT ya da ANZARUT a (fars enzerut, ar. anzerut). 1. Geven cinsin­ den, sarı çiçekli ve dikenli, çok yıllık bo­ dur çalı. (Bil. a. Astragalus sarcocoiia-, baklagiller familyası.) —2. Bu bitkinin saplarından elde edilen zamk.(Eşanl. KİT­ RE.) —3. Arg. Rakı. —Halk hek. Soğuk suda şişen ve peltele­ şen anzarot, çıbanların ve yaraların teda­ visinde kullanılır; bazı merhemlerin ve kozmetiklerin bileşimine girer; eczacılık­ ta pastil ve yumuşatıcı ilaç yapımında, pastacılıkta, sulu boya ve apre yapımın­ da da kullanılır. ANZAVUR AHM ET PAŞA, Kurtuluş savaşı’na karşı bazı ayaklanmaların ele­ başısı (? - Biga 1921). Alaydan yetişme



jandarma subayı, çerkez beyi. Binbaşıy­ ken emekliye ayrıldı. Biga yöresindeki çift­ liğine çekildi. Kurtuluş savaşı sırasında İs­ tanbul hükümetinin buyruğuna girdi Kuvayı milliyecilere karşı sindirme hareket­ lerinde bulundu. Üst üste iki ayaklanma düzenledi. Edremit kaymakamı Köprülülü Hamdı Bey’i tuzağa düşürüp öldürttü. Buyruğundaki çerkez eşkıya ile Bursa’ya ve Balıkesir’e saldırısı güç önlendi. Kuvayı milliyeci Çerkez Ethem üzerine yürü­ yünce bir İngiliz torpidosuyla Karabiga’ dan İstanbul'a kaçtı. Padişah Vahidettın tarafından kendisine mirimiranlık rütbesi verilerek İzmit’e mutasarrıf atandı. Kuvayı inzibatiye komutanı olarak Kuvayı milliye'yi dağıtması istendi. Adapazarı civa­ rında yenildi, geri çekilirken yaralandı. Bi­ ga'daki evinde, kişisel bir nedenle öldü­ rüldü.



Anzavur ayaklanm ası, Kurtuluş savaşı'nı engellemek için İstanbul’daki Da­ mat Ferit Paşa hükümetinin Ahmet Anzavur’a düzenlettirdiği ayaklanmalar (Birin­ cisi: 1 ekim - 25 kasım 1919; İkincisi 16 şubat -15 nisan 1920). ilk ayaklanma Batı Anadolu’da Yunan işgaline karşı gelişen direnişi ve Balıkesir milli kongresi'nin Kuvayı milliye'yi oluşturmasını önlemek amacıyla Ingilizler’in de desteğiyle baş­ latıldı. Bir çerkez beyi ve emekli jandar­ ma binbaşısı Ahmet Anzavur’un yönetti­ ği ayaklanmada Bandırma, Biga, Gönen, Karacabey halkı Kuvayı milliye'ye karşı kışkırtıldı. Anzavur yöredeki Şah İsmail, Kirmastılı Zafer gibi eşkıyalarla Susurluk’ taki kışlayı basıp toplara el koydu. Adam­ larıyla Balıkesir’e yürüdü, ancak Balıke­ sir’de tümen komutanı albay Kâzım (Özalp) emrindeki birlikler Anzavur’a karşı harekete geçti Yarbay Rahmi ko­ mutasındaki 174 Alay da Susurluk’a yöneldi. Demirkapı’da iki ateş arasında kalan Anzavur yenilerek kaçmak zorun­ da kaldı (16 kasım 1919). Yarbay Rahmi ve Çerkez Ethem birlikleri Anzavur’u iz­ lediler. Bu birlikler arasında işbirliği kuru­ lamadığı için, tüm kuvvetlerini yitiren An­ zavur, Manyas'a kaçabildi. Anzavur’un ikinci ayaklanması iki bu­ çuk ay sonra aynı yörede başladı. Akbaş cephaneliğini basan Köprülülü Hamdı Bey’in Yenice'ye getirdiği silah ve cepha­ neyi ele geçirmek isteyen Anzavur, yöre­ deki pomak çeteleriyle birlikte Biga ve çevresine hâkim oldu. Yenice'ye saldırı­ sı karşısında Dramalı Rıza Bey cephane­ yi imha etti.( -» akbaş çephanelîğ İ bas KlNl.) Bölgeyi denetim altına alan Anza­ vur üzerine, yarbay Rahmi Bey komuta­ sında gönderilen kuvvetler başarılı olama­ dı. Çarpışmalarda Rahmi Bey ve Soma milli alayı komutanı Hafız Emin Bey şehit düştüler. Biga'dan sonra Gönen de An­ zavur güçlerinin eline geçti. Gönen’i yağ­ malayan Anzavur Manyas,Mustafakemal­ paşa, Karacabey ve Bandırma çevresi­ ne egemen oldu. Damat Ferit hükümetin­ ce desteklenen, Kuvayı milliye hareketi­ ni “ padişaha başkaldıran eşkıya" olarak niteleyen Anzavur'a karşı İzmir kuzey cep­ hesi komutanı albay Kâzım (Özalp), yö­ redeki tüm birlikleri Balıkesir’de topladı. Çerkez Ethem emrine verilen 2 000 kişi­ lik süvari ve piyade birlikleri, 16 nisan 1920 günü Yahyaköy’de yapılan çarpış­ mada Anzavur birliklerini dağıttı. Anzavur, Karabiga üzerinden İstanbul’a kaçtı. An­ zavur yandaşı Gâvur imam komutasında Balıkesir’e yürüyen 2 000 asi de Parti Peh­ livan, Kako Mehmet ve Mehmet Ali Ça­ vuş komutasındaki Kuvayı milliye güçle­ rince dağıtıldı, ikinci Anzavur ayaklanma­ sı da bastırılmış oldu. (-> Kayn.)



ANZENGRUBER (Ludwig), avusturyalı yazar (Viyana 1839 - ay.y. 1889). Halk dramları (Der Pfarrer von Kirchfeld, 1871), farslar (Der G'wissenswurm, 1874) ve köylü yaşamını anlatan romanlar (Der Schandfleck, 1876) yazdı.



ANZİEU (Dıdier), transız psikanalizcisi (Melun 1923). Fransa psikanaliz derneği’



nin kurucularındandır.Le Groupe eti'İn conscient (1975) adlı kitabında, "grup yanılsaması" kavramını ortaya koydu. Ruhsal örtülmelere ilişkin bir genel kuram ileri sürme girişimine yönelik başka bir araştırması da, geçişsel psikanaliz tekni­ ğine giriş niteliğindeki "kabuk-ben" kav­ ramının kaynağını oluşturdu (1974). En önemli kuramsal katkısı, Freud’un "öz -psikanaliz’ 'ine ilişkin incelemesidir(1959). Bu yapıtını 1975’te L ’A uto-anaiyse de Freud et la Decouverte de ta psychanalyse adıyla baştanbaşa yemden işledi ve tamamladı.



A N ZİLİYA . Tar.coğ. Anadolu'nun Kappa dokia bölgesinde hitit kenti. Maşathöyük' kazılarında bulunan tablet­ lere göre, Zile’nin hititçe adıdır. Kentin ku­ rulduğu tepede ilk tunç çağdan Osmanlılar'a uzanan bir yerleşme saptandı. ANZİN, Nord (Fransa) kantonunun mer­ kezi, Escaut ırmağının sol kıyısında, Valenciennes’in karşısında; 14 874 nüf.



A NZİO, İtalya’da kent, Laziö'da, Roma'nın G.'inde; 28 000 nüt. Balıkçılık li­ manı. Sayfiye yeri. Ticaret merkezi. Esk. Antium. 22 ocak 1944’te, 50 000 İngiliz ve amerikan askeri, Cassino ve Roma arasında Almanlar'ın geri hatlarla bağ­ lantısını kesmek için Anzio yakınında çı­ karma yaptı. Ama Truscott'un komuta et­ tiği bu birlikler dört ay süren çetin çarpış­ malardan sonra, kıyıdan ilerlemekte olan V. amerikan ordusuyla ancak 22 mayıs 1944’te birleşebildiler. ( - > İTALYA seferi.1



ANZİTENE. Tar. coğ. Doğu Anadolu’ da, Elazığ yöresinde bir kent ve bölge adı.



ANZOÂTEGUİ, Venezuela'da eyalet. Orinoco ırmağı ile Antilier denizi arasın­ da; 43 300 km2; 783 300 nüf. (1985). Merkezi Barcelona. Petrol yatakları.



ANZUS - PASİFİK KONSEYİ. AOCİ, Kuzey Kore’nin K.-D. kesiminde kent, madencilik merkezi. Petro-kimya sa­ nayisi.



A.O.H.M. Hematol. ALYUVAR ORTALA­ MA HEMOGLOBİN MİKTARrnın kısaltması.



AOİDOS a. (yun. söze.), ilk Yunanistan’ da, kitara eşliğinde tanrıların ve kahra­ manların serüvenlerini ve başarılarını oku­ yan ya da söyleyen şair. (Şair ve okuyu­ cu olan aoidos, yalnızca okuyucu olan rhapsodos’tan ayrıdır.)



AOM ORİ, Japonya'da kent, Honşu adasının kuzey kesiminde, Aomori koyu­ nun kıyısında; 287 813 nüf. (1990), Li­ man, Honşu ile Hokkaido (Hakodate) adaları arasında bağlantıyı sağlar. — Ao­ mori ili, 9 614 km2; 1 530 000 nüf,



AOOS. Tar. coğ. Yunanistan'da ırmak, Epeiros ve Illyria’da; Adriya denizi’ne dö­ külür. Günümüzde Viyosa. AORİSTOS a. Diibil. Yunanca fiil çekiminde, sona ermiş bir olayı(yalnızca aoristos ya da sonuç aoristosu), başlan­ gıç aşamasındaki bir olayı (başlama ao­ ristosu ya da girişli aoristos) ya da genel nitelikli bir olayı (geniş zaman aoristosu) bildiren zaman. gAORT a. (fr. aorte; yun. aorte, damar’ dan). Anat. Temiz kanı vücudun her ya­ nına götüren atardamarların ortak kökü; ana atardamar. || Aort ağzı, kalbin sol ka­ rıncığını aortla birleştiren delik. (Üzerinde, diastol sırasında kanın aorttan karıncığa geri dönmesine engel olan üç "sigm oit" kapakçık bulunur.) —Böcbil. Böceklerde, doğrudan genel boşluğa açılan sırt damarının ön bölümü, jjı—Embriyol. ve Zool. Aortyayı, omurgalı­ lard a karın aortu ya da getirici solungaç atardamarıyla sırttaki aort kökleri arasın­ da bulunan atardamar bölütü. (insanda ATARDAMAR YAYl'nın eşanlamlısı.) [Bk. ansikl. böl.)



Aosta —Patol. Aort bozuklukları (Bk. ansikl. böl.). || Aort darlığı, karıncığın sistolu sırasında, aort ağzında, kanın geçeceği delik yüze­ yinin küçülmesi. (Hem sigmoit kapakçık­ ların sklerozundan hem de edinsel [romatizmal] ya da doğuştan kireçlenmelerden ileri gelir.) [Bu iki hastalık, darlık halinde bir püskürme suflu, yetmezlik halindeyse, diyastolde bir geri tepme sutluyla belirir ve her ikisi de kaip çalışmasının artması­ na neden olur.] || Aort yetmezliği, karın­ cık diyastolu sırasında, sigmoit kapakçık­ ların yapışıklığı ya da delik olması (Osler hastalığı) yüzünden aort ağzının geriye kan kaçırması. —Zool. Aort soğanı, karıncığın, kapakçık­ larla donanmış.çizgili kas telleri içeren ön uzantısı. (Bu, düz.kaslardan oluşan ve ka­ rın aortunun farklılaşmasından doğan atardamar soğanıyla karıştırılmamalıdır.) — ANSİKL. Embriyol. ve Zool. Aort yayı, balıklarda ye amfibyum larvalarında so­ lungacı kanla beslemek için kılcal dalla­ ra ayrılır. Köpekbalıklarının embriyonların­ da aort yayları altı çift halinde oluşur. Eriş­ kinlerinde bunların beş çifti, kemikli balık­ larda ve kuyruklu amfibyumlarda dört çifti kalır. Kurbağalarda ve amnioslularda bu sayı üç çifte iner: 3 ’üncüsü (karotit yayı) başı kanla besler; 4'üncüsü (dar anlam­ da aort yayı), aort yayını ya da yaylarını oluşturur; 6'ncısı (akciğer yayı), amfib­ yumlarda ve sürüngenlerde (timsahlar hariç) kanı tek karıncıktan ya da timsah­ larda, kuşlarda ve memelilerde sağ karın­ cıktan alır, akciğere iletir, 1 no'lu yay salt embriyonda bulunur; 2 no’lu yay yalnız kıkırdak iskeleti balıklarda vardır; 5 no’ lu yay kuyruklu amfibyumlarda ikinci bir aort yayı oluşturur. insanda, iki yanlı olarak altı damar bi­ çiminde beliren aort yayları, embriyon ge­ lişiminin 3 ’üncü ve 6 ’ncı haftası arasında ortaya çıkar ve sonunda ağızlaşarak atar­ damar sistemini oluşturur, bu arada içle­ rinden bir kısmı yok olur. —Patol. Aort, zonklamak yüksek bir ba­ sınç altında çalıştığından, damar sertliği­ nin sonuçlarından en çok etkilenen da­ mardır. Bu damarın en önemli özelliği olan esnekliğin yok olması, onun kan akı­ mını düzenleme işlevini bozar. Bu yüzden kan akımının karmaşık olduğu yerlerde damar çeperlerinde kireçlenebilen lez­ yonlar oluşur. Aortun yapısındaki değişik­ likler, aort anevrizmasının başlıca nede­ nidir. Aort anevrizması, delinme, tromboz ve aort çeperlerinde çözülme gibi karma­ şalar yaratabilir. Çeperlerdeki değişiklik­ ler iltihaplı ya da bulaşıcı hastalıklardan da ileri gelebilir (frengi). Son olarak, aort doğuştan bazı hasta­ lıkları beraberinde getirebilir (darlık, esnek doku bozuklukları). Sigmoit kapakçıkı de­ liğin doğuştan ya da edinsel hastalıkları da aort patolojisi içinde sayılır. —Zool. Aort, omurgalılarda, sindirim bo­ rusuyla omurga arasında bulunan bir sırt atardamarıdır. Aort yaylarının götürücü dallarından oluşan iki aort kökünün bir­ leşmesinden doğar. Aort kökleri kara omurgalılarında sürekliliğini yitirir, ama kuyruklu amfibyumlarda dört, kurbağalar­ da ve sürüngenlerde iki aort yayı kalır. Kuşlarda yalnız sağ, memelilerde yalnız sol aort yayı bulunur. Sırt aortu, bedenin arka bölgesindeki organlara kan dağıtır ve kuyruk atardamarıyla devam eder. Ortadaki tek damara karın aortu denir; bu damar suda yaşayan omurgalılarda karıncıktan öne doğru ilerler ve birbirini izleyen öbür aort yayı çiftini oluşturur. Yumuşakçalar ya da eklembacaklılar gibi kapaiı kan dolaşımı bulunan hayvan­ larda sırt yüreğinden çıkan ortadaki tek damara da, omurgalılarınkine benzetile­ rek "aort" denir. Kan bu damarda arka­ dan öne doğru akar. insanda, aort yüreğin sol karıncığından çıkar ve üç bölüt içerir: aort yayı, inen gö­ ğüs aortu ve karın aortu. Aort yayı, yuka­ rı çıkan bölümünden koroner atardamar­ ları verir, geriye ve sola doğru ilerleyen



kata-kol atardamarını, ana karotisi ve sol köprûcükaltı atardamarını oluşturur, son­ ra dördüncü sırt omuru hizasında kıvrıla­ rak inen göğüs aortu adını alır; bu damar omurganın solundan, göğsün arka çeperi boyunca diyaframa kadar uzanır ve ba­ ğır dallarını (solukborusu, yemekborusu ve mediastin dalları)ve yan dalları (kaburgalararası dallar) verir. Karın aortu diyaf­ ramı geçer, bütün karın organlarına atar­ damarlar vererek karnın arka çeperi bo­ yunca iner (çölyak, üst mezenter, böbrek, alt mezenter atardamarları). Aort 4. bel omuru hizasında bir de uç dallara ayrılır: sağ ve sol kalça atardamarları ve kuyruksokumu atardamarı. A O R T E K T A Z İ (fr. aortectasıe; yun. aorte, damar, ve ektasis, genişleme’den). Aortun bir bölümünün genişlemesi. A O R T İT a. (fr. aortite). 1. Aort iltihabı — 2. Aortta oluşan lezyonların tümü. (Bu terim, aort orta gömleğinin frengi mikro-



kez haline gelmiştir. Ne var ki, bütün bugelişmeler, bölgenin kültür özerkliğini or­ tadan kaldırmakta, italyanlaşma hızla gelişmektedir.(Valle d ’Aosta’nın İtalya’ya açıl­ ması kesin iktisadi gelişmelere yol açtığın­ dan, bölge halkı italyanlaşmaya tepki göstermemektedir.) • TARİH, Daha İ.Ö. V. yy.’da Keltler'in ve Salassi’ierin yerleştikleri Valle d ’Aosta, İ.Ö. 25'te Roma egemenliğini kabul etti. Au­ gustus sonradan bölgenin merkezi hali­ ne gelecek olan Augusta Praetoria'yı (Aosta) kurdurdu. B urgundlar’ın ve Franklar’ın işgal ettikleri bölge, X. yy.’da Bourgogne krallığı topraklarına katıldı ve Bourgogne sülalesinin son hükümdarı ta­ rafından, feodal bağımlılık belirtisi olarak germen imparatoruna sunuldu (1032). 1032-1946 arasında bölge, Fransızlar’ ın işgali altında kaldığı 1704-1706 yıllan ile Piemonte ile birlikte Fransa imparator­ luğuna katıldığı 1800-1804 yılları dışın­ da, Şavoia’nın yazgısını paylaştı.



705



aort yayları



sağ akciğer atardamarı atardamarı



sırt atardamarı



Du tarafından zarara uğratılmasından ileri gelen ve şankrdan aşağı yukarı yirmi yıl sonra hastalığın üçüncü devresinde orta­ ya çıkan frengi aortiti için kullanılır.) A O R TO G R A Fİ a. (fr. aortographie). X ışınlarına saydam .olmayan bir maddey­ le aortu donuklaştırdıktan sonra yapılan radyografi. A O S T A (Valle d ’) ,İtalya’nın K.-B.’sında yönetim bölgesi, Alp dağlarında; 3 262 km2; 114 300 nüf. Merkezi Aosta. İtalya topraklarında fransızca konuşulan dağlık bir bölge olan Valled’Aosta’ya,1948’den bu yana özel bir yönetim statüsü tanın­ mıştır. • COĞRAFYA. Batı ve Orta Alpier’in bir­ leştiği yerde bulunan Valle d'Aosta.Dora Baltea’nın uzun ve derin yarılmış vadisi­ nin baştan sona aştığı yüksek topraklar­ dan (ortalama yükselti 2 000 m'yi aşar) oluşur; Dördüncü Zaman’daki buzul aşın­ dırması, bu bütünü yararak Alpler'i aşan geçitlere ulaşmayı kolaylaştırmıştır. Dağ­ ların koruduğu bölge bol güneş alır; ya­ ğışlar orta derecededir. Bitki örtüsü kat­ lar halinde, ormanlar yüksek kesimlerde dir. Roma dönemindeki canlılığının tersine, yüzyıllar boyunca içine kapalı yaşayan Valle d'Aosta, yeni etkinlikler gerçekleştir­ mesiyle, eski zenginliğine kavuştu. Or­ manların işletilmesi, hayvancılık (sığır), ta­ rım (tahıl, biraz üzüm, meyve) hâlâ sür­ dürülmekteyse de, eski önemini yitirmiş­ tir, Buna karşılık, hidroelektrik donatımı ve sanayi (Aosta’da peynir yapımı, bıçkıevleri; özel çelikler yapımı; Châtillon’da su­ ni elyaf yapımı vb.) ilerlemiştir. Ama ge­ lişmenin temel nedeni, hızla gelişen turizmdir: Courmayeur, Breuil-Cervinia, Champoluc, Gressoney vb. sayfiye mer­ kezlerinin yanı sıra, Saint-Vincent kumar­ hanesi, Gran-Paradiso ulusal parkı büyük ölçüde turist çekmekte, ayrıca, Büyük Saint-Bernard ve Mont-Blanc tünellerin­ den yararlanarak A lpler’i aşan transit tu­ rizmden büyük gelir sağlanmaktadır. Aos­ ta kenti, Alp dağlarında gerçek bir mer­



m e m e lile r



Ama Savoia egemenliğinin sürekliliği, fransızca konuşulmasına bağlı bir ayrılık­ çı hareketin yerleşmesini engelleyemedi. Ne var ki, Ortaçağ’da ve XVI, yy.'da ta­ nınmış olan yerel özgürlükler (Commi'ler kurulu, üç eyalet meclisi), XVIII, yy.’da Sardinya tacını da giyen Savoia hüküm­ darları tarafından geri alindi. 1848’de Carlo A lberto’ nun hazırlattığı temel statü’yle, Valle d'Aosta rejimi'nin son ka­ lıntıları da ortadan kalktı, İtalya krallığı kurulunca (1861), Sardin-



aort 1. Sağ ana karotit atardamarı; 2. Sol ana karotit atardamarı; 3. Sağ köprücük altı atardamarı; 4. Sol köprücük altı atardamarı; 5. Kol-baş atardamarı; 6. Aort yayı; 7. Kaburga atardamarları; 8. Koroner atardamarlar; 9. Çölyak atardamarı; 10. Mide koroner atardamarı; 11. Karaciğer atardamarı; 12. Dalak atardamarı; 13. Üst mezenter atardamarı; 14. Sağ böbrek atardamarı; 15. Sol böbrek atardamarı; 16. Sağ atmık kanalı atardamarı; 17. Sol atmık kanalı atardamarı; 18. Alt mezenter atardamarı; 19. Sağ kalça ana atardamarı; 20. Sol kalça ana atardamarı; 21. Kuyruksokumu orta atardaman;



A P A (Mazhar), türk afişçi ve basımcı (Priştine 1905). Sanayii nefise mektebi'nde (Devlet güzel sanatlar akademisi) bir süre konuk öğrenci olarak öğrenim gör­ dü. Hattat Hamit’e çıraklık etti. 1925'ten sonra klişe işlemeciliğine başladı. Döne­ min teknolojisi gereği, doğrudan baskı çinkoları üzerine çalışılan resimler konu­ sunda uzmanlaştı. Yaratıcı çalışmaları ya­ nında, yeni teknolojilere ilgi ve merakı ne­ deniyle, foto-ofset tekniklerinin Türkiye’ ye girmesine ve gelişmesine önemli kat­ kılarda bulundu. Apa ofset basımevi’ni kurdu (1942). A p 3 b a r a jı, Konya’nın Çumra ilçesine bağlı Apa köyünde, Çarşamba suyu üze­ rinde kurulu baraj. 1962'de işletmeye açıldı. 189 milyon m3 su toplama hacmi olan barajdan Çumra ovasında 97 000 ha tarım alanının sulamasında yararlanılır.



Valle d’Aosta Dora Baltea vadisi ve Gran Paradiso kütlesi arasında açık Vat Savaranche’tan bir görünüm



Mazhar Apa’nın bir yapıtı



ya devletinin iç kesiminde merkezi bir ko­ numda bulunan Valle d’Aosta, bir tür uç eyâleti haline geldi ve Savoia’nın etkisin­ den çıkarak Piemonte ve İtalya’nın etki­ sine girdi. Serbest mübadele sistemi küçük sana­ yiyi baltalayınca, XIX. ve XX. yy.’lar Valle d ’Aosta için genellikle bir bunalım ve yok­ sulluk dönemi oldu: ayrıca Savoia süla­ lesi, özellikle de Mussolini (1922-1943), Valle d ’Aosta’lıların özerklik istej netici olarak Türki­ genellikle anasoylu ve anayerli küçük top­ ye’de genç ve ümit 'kımların da kurul­ luluklar halinde toprak ve dallarla çarça­ A P A L A Ş İY E N a. (fr. appalachien) .Yer­ masını sağlamakla fubolun gelişmesine buk kurulmuş evlerde (hogan) yaşarlar­ bil. a p a l a ş * EVRESİ'nin eşanlamlısı. önemli katkılarda bulundu. dı. Büyük ovalar’a özgü yaşama biçim­ ■ A P A L A Ş L A R , A B D ’de sıradağlar; lerini korumakla birlikte, Pueblolar ile kur­ AP&LACHEE ABD'de koy. Hudson-Mohawk çöküntüsünden Alaba­ dukları ilişkiler sonucunda yerleşik toplu­ Meksika körfezinde, Florida’nın yarımada ma'nın güney kesimindeki ovalara kadar lukların uygarlıklarından bazı özellikleri kesiminin K.-B.’sında. uzanır. Apaiaşiar, K.-D.’da Newfoundbenimsemişlerdi. Günlük yaşamlarında land’a (dahil) kadar uzanan Apalaş siste­ Â P A İL A S H İte L A , ABD’de ırmak; 180 önemli yer tutan şamanlık, çok sayıda tö­ minin bir bölümünü oluşturur. km. Georgia eyaletinin G.-B. kesiminde ren usulünü (özellikle ergenliğe giriş ve Apaiaşiar dört bölgeye ayrılır; 1, G. Flint ve Chattahoochee ırmaklarının bir­ hastaları iyileştirme törenleri),dansları ve -D.'da, yükseltisi 200-500 m olan Piedleşmesiyle oluşur. Fiorida’nın K.-B.’sını kum üstüne resim yapma (son derece mont platosu, billurlu kayaçlardan oluşur. sular ve küçük Apalachiola limanında simgesel özelliklidir) geleneğini benimse­ Fail Line, kıyı ovasına doğru bu platonun Meksika körfezine dökülür. melerine yol açmıştı. Reisleri Cochise ve sınırını belirler. 2. Piedmont’un K.-B.'sında Geronimo’nun (1886) kahramanca diren­ AP A LA K , sıt. Yörs. 1. Tombul, gürbüz yükselmiş bir billurlu biok olan Blue Ridge’ melerine karşın beyazlar tarafından bü­ bebek, çocuk için kullanılır. —2. Apalak de en yüksek doruklar (Mitchell dağın­ yük ölçüde yok edildiler ve sağ kalanlar topalak, tombul, gürbüz; ablak yüzlü. da 2 037 m) yer alır. 3. Blue Ridge böl­ boyun eğmek zorunda bırakıldılar. gesini, sırtlar ve vadiler bölgesi izier; bu Apaçiler, günümüzde, özellikle New B & P A L A Ş a. (Apaiaşiar'm adından). kesim, kıvrımlı bir tortu! yapı içinde en di­ Jeomorfol. Apalaş tipi yüzey biçimi, di­ -Mexico’daki Mescalero rezervinde yaşa­ rençli kayaçlardan oluşmuş sırtları ve yu­ rençli kayaçlardan oluşmuş, yükseltisi he­ maktadır. muşak kayaçlı, bazıları çok geniş (Yukarı men hemen eşit sırtlarla, bunların arasın­ Â P Â D Â N Â a. Ahemeni krallarının sa­ Tennessee ve Great Vailey) vadileri içe­ da daha az dirençli kayaç şeritlerinde açıl­ raylarında, çok sayıda sütunla taşınan ka­ ren Apalaş yüzey şeklinin iyi bir örneği­ mış koşut vadilerin almaşmasıyia belirgin­ re planlı taç salonu. dir. Sırtlar “ canlı" (Water gaps) ya da ilk leşen yüzey biçimi tipi. sömürgecilere ve ordulara geçiş yolu — Yerbil. Apalaş evresi, Apalaş dağla­ Buddha döneminde yaşamış rında tanımlanmış perm devrinde oluş­ 350 aziz ve 40 azizenin yaşam öykülerini oluşturmuş “ ölü” (VVİnd gaps) akarsu bo­ ğazlarıyla yarılmıştır. 4. Belirgin ve aşağı muş, Hercynia tektonik evresi (yaklaşık içeren, pali dilinde yazılmış kutsal kitap­ 2 5 0 milyon yıl önce). [Eşanl. A P A L A Ş İ yukarı kesintisiz bir düzey farkı (Allegheny lardan biri. YEN.] Front), Ohio’ya ya da aşağı Büyük gölA P A F İI (Mihâly) [1632 Fogaras-1690], — ANSİKL. Jeomorfol. Türemiş yapısal ler’e doğru alçalan Apalaş kireçtaşı pla­ Erdel beyi (1661-1690). Türkler tarafından şekillerin ortaya çıkması bütünüyle, bir tolarının (Cumberland platosu, Aliegheny Erdel beyliğine getirildi; beyliği, Vasvar aşınım yüzeyiyle kesilen başkalaşmış ya platosu) kenarını belirler. antlaşması ile Avusturya tarafından da ta­ da tortul kayaç dizilerinde oluşan farklı Biue Ridge ve en yüksek sırtlar, topra­ nındı. Türkler'in Viyana önündeki yenilgi­ aşınmanın sonucudur; aşınım yüzeyinin ğın verimsizliği ve iklim (çok bol yağışlar), sinden (1683) sonra Avusturya’nın hima­ yükselerek yarılmasından sonra oluşan Kuzey Apalaş platolarında, kuzeyde ko­ yesini kabul etmek zorunda kaldı. sırt yükseltilerinin birbirini tutması bunun zalaklılar ormanlarının ve kayın ormanla­ Â P & F İ 11 (Mihâly) [1677-Viyana 1713], kanıtıdır. Kafes biçimindeki akarsu ağı, di­ rının, güneyde meşe ormanlarının varlı­ Erdel beyi (1690-1697). Apafi i’in oğiu ve rençsiz kayaçlara uyan boyuna kesimler­ ğını korumasına yol açmıştır. Bu orman­ ardılı. Babasının ölümü üzerine Avustur­ le, sürempozisyon nedeniyle yapıya uy­ lar, Apalaş dağlarının başlıca gelir kay­ ya'nın himayesinde bey oldu. Türkler’in gunluk göstermeyen enine kesimleri, sırtnaklarından biridir. desteklediği imre Thököly ile mücadele etti. 1697’de beylikten ayrılmak zorunda kaldı; Avusturya’nın kendisine bağladığı ödenekle Viyana'da yaşadı A P A O O G E a. (yun. söze.). Antik. Ati­ na’da, suçüstü yakalanan kişinin mahke­ me önüne çıkarılmak (her yurttaşın buna hakkı vardı) üzere tutuklanması. A P A G C U İ a. (fr. apagogie; yun. saçma­ ya indirgeme anlamında apagoge’den). Skolastik ve geleneksel mantıkta, bir önermenin doğruluğunu tanıtmak için değillemesinin (karşıtıpın) saçma olduğunu gösterme yöntemi. A P A K ■sıt. (a k 'tan pekiştirilerek). Aklığı, saflığı, temizliği vurgulamak için kullanı­ lır. ■ A P A K (Hüseyin Rahmi), türk asker ve si­ yaset adamı (Babaeski 1887-Ankara 1963). Harp okulu’nu bitirdi (1906). Bal­ kan savaşı’nda Vardar ordusunda döğüştü. Harp akademisini bitirdi (1914). Birinci Dünya savaşı’nda Kafkas, Irak ve Filistin cephelerinde savaştı, ingilizler’e tutsak düştü, Malta’ya götürüldü (1917). Salıve­ rilince Anadolu'ya geçti, Kurtuluş savaşı’ na katıldı. Süvari alay ve tugay komutan­ lığı yaptı, Moskova ataşem ilite rl iğine atan­ dı. Albay rütbesindeyken emekliye ayrıl­



(1 9 3 4 ).



Orhan Şeref Apak Ergun Hiçyılmaz koleksiyonu



Persepolis'te Dara’nın apadanası ahemeni sanatı



Apalaşlar bulunduğu rehineleri, onun tahrip edilen gemilerini Roma’ya bıraktı. Gemilerini Sarpedon burnunun doğusunda tutaca­ ğına ve tüm Anadolu'dan vazgeçeceği­ ne söz verdi. Buna karşılık Roma, Ana­ dolu’nun kimi kentlerinin bağımsızlığına dokunmadı, öbürlerini ise Bergama kralı Eumenes’e ve Rodos’a bıraktı, Bergama krallığı'nı Anadolu’nun ilk devleti yapan Apameia barışı, gerçekte hellen devlet­ lerini karşı karşıya getirdi; hiç toprak al­ mayan Roma ise, Anadolu’da egemen­ lik kurmakla birlikte, yansız bir güç olarak göründü. A F A M İN a. (tr. apamıne) Org. kim. Arı zehirinin (Apis mellifica) nörotoksik ve ba­ zik polipeptidi. (Apamin molekülü, 18 ami­ noasit molekülünün yoğuşması sonunda elde e d ilir ve kapalı form ülü Û 79H131N310 24S4 tür.)



Greensboro ve Knoxville arasındaki Apalaşlar'ın güney bölümünden bir görünüm (Kuzey Carolina’nın en batısı)



insanda körbağırsak apandisi



Vadiler, iki yüzyıldır tarıma açılmıştır ve ekilip biçilmektedir. Vadilerdeki tarımı, ge­ nellikle, büyük toprak sahiplerinin ve pa­ muk işletmecilerinin yerlerinden ettiği çift­ çiler başlatmıştır. Güneyde, aşırı nüfus yo­ ğunluğu ve bölgenin çevreden kopuklu­ ğu, ilkel bir toplumun, yoksul bir çeşitli ta­ rımın günümüze kadar sürüp gelmesine yol açmış, üstelik bu düşük verimli tarım, toprakların aşınmasına neden olmuştur; Great Valley'in Blue Ridge’in zararına ge­ nişlediği kuzey kesimdeyse, alman kö­ kenli çiftçiler Lancaster ve Reading çev­ resine ileri tekniklerin uygulandığı bir ta­ rımı yerleştirmiştir; bu kesim, günümüz­ de de zengin (süt ve süt ürünleri, meyve yetiştiriciliği) bir bölgedir. Federal hükü­ met, Appalachia'nin yoksul kesimlerine, tarımın modernleştirilmesi ve kara yollan yapılarak çevreden kopukluğun gideril­ mesi için yardımda bulunmaktadır. Apalaşlar ABD'nin en büyük madenkömürü havzasını içerir; kömür havzası, yukarı Tennessee'nin ve Aliegheny Front’un B.’sında sıradağı enlemesine olarak boydan boya kaplar. Apalaşlar’daki eyaletler (Kentucky, Pennsylvania, Batı Virginia), ABD'nin bitümlü kömür üretimi­ nin yarısına yakınını sağlar.Antrasit üreti­ miyse (Pennsylvania) büyük ölçüde geri­ lemiştir. Yağışların bolluğu sayesinde, Apalaş dağlarının güney kesiminde önemli miktarda hidroelektrik enerji üre­ tilmektedir (yukarı Tennessee’nin düzen­ lenmesinden [Tennessee Vailey Authority] bu yana). Kömür ve bir zamanlar demir filizi kay­ nakları başlangıçta demir-çelik sanayisi­ ne dayalı olan sanayi merkezlerinin (Birmigham, VVheeling, Pittsburgh, Scranton, VVilkes-Barre) doğmasına yol açmıştır. Yu- ■ karı Tennessee’de hidroelektrik ve termik enerji üretimi, birçok yeni sanayinin ge­ lişmesine olanak vermiştir: kimya sanayi­ si (gübre), metalürji (alüminyum üretimi), atom sanayisi (Oak Ridge’de). Piedmont bölgesinde, özellikle Kuzey Carolina’da VVİnston-Salem ve Çharlotte



1 M e z e n t e r d a m a r la r ı 2 . S a ğ k a l ın b a ğ ır s a k 3 . İ n c e b a ğ ı r s a ğ ı n s o n u (ile o n ) 4 . M e z e n t e r a p a n d is i 5 . A p a n d is 6. M c B u rn e y n o k ta sı



çevresinde sanayi hızla gelişmektedir (do­ kuma, kimya, kereste, metal sanayileri). Fail Line boyunca, çağlayanlardan elde edilen enerjiye dayalı birçok kent (Montgomery, Columbus, Augusta, Colombia, Raleigh, Richmond, hatta VVashington) sı­ ralanmaktadır. Atlanta ise, bölgesel bir merkez olması ve demiryollarının ve oto­ yollarının kavşak noktasında bulunması sayesinde gelişmiştir. Bu arada, Pennsylvania ve Batı Virginia’da kömür madenlerinin kapatılması ya da madenlerde makine kullanımının artırılması, işsizliğe ve göçe yol açmıştır. Apalaşlar’ın güney kesiminde de büyük bir köyden kente göç olayı gözlenmekte ve bunun sonucunda, tarımın modernleştiı(lmesini engellemiş olan aşırı nüfus yo­ ğunluğu azalmaktadır. Â P A M A , Baktria satraplarından biri­ nin kızı; i.O. 325’te Seleukos I Nikator ile evlendi ve İskender’in ölümünde devleti aralarında paylaşan öteki generallerin ak­ sine kocası onu boşamadı. — Antiokhos Soter ile Stratonike’nin kızı, Kyrene kralı Magas ile evlendi. A P A N fE İÂ . Tar. coğ. Eskiçağ’da Ön Asya’da kurulmuş birkaç kentin adı. En ünlüleri şunlardır: Apam eia K ibotos, Phrygia ile Pisidia bölgelerinin sınırında, Maiandros'un kaynağında, Kelainai ken­ tinin yanındaki ovada kurulmuştu. Kentin kurucusu Seleukos I Nikator buraya, ka­ rısı Apama’nın onuruna Apameia adını verdi. Sonradan birleşen Apameia ve Ke­ lainai kentleri, Roma döneminde Convectus iuridicus’un (gezici mahkeme) toplan­ ma yeriydi (buğun Dinar), —Orontes (Asi) kıyısındaki Apam eia, Seleukos I Nıka1tor tarafından genişletildi. Pompeius ve daha sonra Hüsrev I (540) kenti yağma­ ladı. Roma kalıntıları arasında sütunlu yo!, dönemin en güzel örneklerinden biridir. Ayrıca„erken hıristiyanlık döneminden, geometrik ya da figüratif mozaiklerle be­ zeli anıtlar bulunmaktadır (IV. ve VI. yy.’lar). Haçlı seferleri sırasında Famia adını alan kent, Antakya prensliğinin baş­ piskoposluk merkezi oldu; — B ithynia A pam eia’ sı Makedonya kralı Philippos V tarafından ele geçirilip Bithynia kralı Prusias’a armağan edilen Myrleia kenti­ nin yerine kuruldu. Yaklş. i.O. 73’te Lucullus kenti aldı. Augustus zamanında Coionia iuiia Concordia Apamea, Ortaçağ’da Monlaneia adlarıyla anıldı.Kalın­ tıları Mudanya’nın G.-D.'sundadır. A p a m e ia b a rışı, Roma’nin, Anthiokhos III karşısında, İ.Û. 189’da, Magnesia E Pros Spiloi’de kazandığı zaferden sonra, 188 ilkbaharında Apameia-Kibotos’ta im­ zalanan barış antlaşması. Bu antlaşmay­ la Antiokhos III, Roma'ya 15 000 talanton, Bergama kralı Eumenes ll’ye de 850 talanton ödemek zorunda kaldı. Yine kur­ maylarını, aralarında, kaçan Annibal’in de



A P A N D İ S a . (fr. appendice). A n a t. K e n ­ d is in d e n b ü y ü k b ir o rg a n a b itiş ik d a r ve u z u n ek le n ti. || Göğüskemiğı apandisi -* GÖ ğ ÜSKEMİğ İ. j| Körbağırsak apandisi, k ö rb a ğ ırs a ğ ın k ö re lm iş uzantısı. (Bk. an­ sikl. b ö l.) || Kuyruk apandisi, KUYRUK’un e şan lam lısı. — ANSİKL. insanda körbağırsak apandisi,



incebağırsak-körbağırsak deliğinin 2-3 cm altında bulunur; uzunluğu yaklaşık 8 cm, çapı 4-8 mm arasındadır. Körbağırsağa göre konumu birçok değişiklikler ak­ la getirir; körbağırsak ardında ya da ka­ raciğer altında olması öncelikle apandi­ sit teşhisini ve apandisin ameliyatla alın­ masını güçleştirir. Normal konumda apandis sağ ön üst kalça dikeninden gö­ beğe çekilen bir çizginin orta yerinde, ka­ rın çeperine dayanır: buraya McBurney noktası denir. Apandis boşluğu, kimi za­ man kapakçıklı bir delikle (Gerlach kapak­ çığı) körbağırsağa açılır; apandisin iç yü­ zü bademciklerinkine benzer lenfoit bir dokuyla kaplıdır. A P A N S İS E K T O M İ a (fr. appendicectomie). Körbağırsak apandisinin ameliyat­ la çıkarılması. — ANSİKL. A p a n d is e k to m i sa ğ k a lç a ön ç u k u ru n d a ya p ıla n k ü ç ü k b ir keşiyle g e r­ ç e k le ş tirilir; a p a n d is n o rm a ld e b u lu n m a ­ sı g e re k e n y e rd e d e ğ ils e y a d a dış a rıy a ç ık a rtılm a s ı g ü ç lü k y a ra tıy o rs a ,k e s iy i b ü ­ y ü tm e k g e re k e b ilir; o z a m a n am eliyatu z u n v e z o rlu ola b ilir.



A P A N D İS İT a. Patol. Apandis iltihabı. |j Apandisitini almak, bir kimseyi bıçakla karnından yaralamak,bıçaklamak (arg.). — ANSİKL Apandisit çok sık görülen bir hastalıktır, iki biçimde görülür: akut apan­ disit ve süreğen apandisit. Süreğen apandisit, bulantı, kabızlık ve sağ kaiça çukurunda ağrı yapar. Sağ kal­ ça çukuru elle bastırıldığında şiddetli ağ­ rı duyulur; ağrının tam duyulduğu yer McBurney noktasıdır. Ama süreğen apandisit, apandise bağlanması güç,al­ datıcı klinik belirlilere (başağrısı, kırıklık) bürünebilir. Hastalık ameliyatı gerektirir ve ameliyat genellikle iyi sonuç verir. Akut apandisit, başlangıçta ateşle bir­ likte sağ kalça çukurunda ağrı yapar ve kusmaya yol açar. Muayene sırasında, sağ kalça çukurunda çok şiddetli ağrı du­ yulur ve vücut acıyla kasılır. Böyle bir du­ rum ağır, hatta ölümcül karmaşaların (yaygın karınzarı iltihabı, derin apse, sep­ tisemi) ortaya çıkmasını önlemek için va­ kit geçirmeden ameliyatı gerektirir. Akut apandisit çoğu zaman apandisin normal yerinde bulunmaması nedeniyle (havsa­ lada, körbağırsak arkasında, karaciğer al­ tında, çölyak ortasında) özel belirtiler gös­ terir; hastanın yaşına göre bebeklerde ve yaşlılarda, teşhis güç olduğu gibi hastalı­ ğın başlangıcına göre de akut apandisit yaygın bir karınzarı iltihabı sanılabilir: ge­ be kadında, apandisit özellikle sağ pıyelonefritle karıştırılabileceğinden teşhis da­ ha da güçtür. Akut apandisit teşhisi he­ men cerrahi müdahaleyi gerektirir; ame­ liyatın sonucu büyük ölçüde karınzarı en-



apeks feksiyonunun önemine bağlıdır;ameliyat,tan sonraki en önemli tehlike bir bağırsak tıkanmasının ortaya çıkmasıdır. Â P Â N S IS ya da A P A N S IZ IN be. (ar. ansız, ansızın'dan pekiştirilerek).Hiç bek­ lenmedik bir zamanda. A P A N T E L E S a. (yun. a, yokluk eki, ve psnteles, tam'dan). Çoğunlukla lahana kelebeğinde asalak yaşayan zarkanatlı böcek. (Tırtılının deri değiştirirken attığı gömleğe birçok sarı kozacık yapışır. Bil a. Apanteles glomeratus: braconidae fa­ milyası.)



APAR a. Zool. Buffon aparı, tatu türü. (Eşanl. TOLYPEUTES.)



ve hukuk kitapları yazdığı sanılan yazar. Siyah Yacurveda1nin başlıca iki okulundan birinin karşılaştırm alı iki m etninin (Taittiriya-samhita) onun olduğu söylenir. A P A Ş a. (amer. Apache, bir kızılderilı ka­ bilesinin adından). Kabadayı, serseri. APAŞA



A M Y İ N , Yugoslavya'da (Voyvodina) kent, Tuna ırmağı kıyısında, Subotica’nın G.-B.'sında; 17 600 nüf. A P A T İT a. (fr. apatite; yun. apatan, ya­ nıltmaktan [saydamlığı ona değerli bir taş görünümü verdiği için]). Miner, Doğal kal­ siyum fosfat; flüor ya da klor içerir ve ke­ mikli dokularda bulunur. —ANSİKL Formülü Ca5(P04)3 (F.CI, OH), yoğunluğu 3,16 ile 3,22 arasında ve sert­ liği 5 olan apatit, kimi kez püskürme ya da başkalaşım kayaçlarında kristal halin­ de, kimi kez de toprak halinde-bulunur. Heksagonal sistemde kristalleşir. Tarım­ da kullanılmak üzere çıkartılır.



A P A R A T a. (alm. appara/'tan). Aygıt, ci­ haz. A P A R K A T a. (ing. uppercut; upper, yu­ karı, ve cut, yumruktan ).Boksta, bükük kolla, aşağıdan yukarıya doğru atılan yumruk, APARSCHE. Esk. Yun. Sungu anlamına gelen yun.söze.; Atina’nın,eski Atina kon­ federasyonuma bağlı sitelerin ödediği vergiden yaklaşık İ.Û. 446-445’lerden başlayarak, Eleusis tanrıçaları için aldığı A s»A Y İT Î, Rusya’da kent, Kola yarıma­ 1/60 oranındaki payı belirtir.(Gerçekte dasında, Murmansk'ın G.’ihde; 58 000 amaç, onlara, pers istilası sırasında hasar nüf. Fosfat üretimi. gören telesterion'un yerine daha güzeli­ S H A P M U S » a. (yuh. apatan, aldatmak). ni yapmaktı.) * Daha çok ormanlarda yaşayan ve yanar­ A P A R M A K g.f. 1. Yörs. Bir kimseyi, bir dönerli mavi ya da mor pırıltılar saçan be­ şeyi aparmak,onu kapıp götürmek:Geçyaz benekli, kahverengi kelebek. (Tırtılı me namert köprüsünden ko aparsın su söğütgillerde yaşar. Apatura iris ve A. ilseni (izzet Molla’,' XIX. yy.). Sel geldi, ko­ ■_lia başlıca türleridir, Nymphalidae famil­ yunları apardıi —2. Arg. Bir şeyi apar­ yası.)' mak, onu gizliefe almak; çalmak, aşırmak, A P A Y D IN (Zekâi), türk siyaset adamıj A P A R Ö M Î a. (fr. apareunie\ yun. a, yok­ yönetici, diplomat (Bosna 1877-istanbül luk eki, ve pareunasthai, yanında yat­ 1947). Mülkiye mektebi'ni bitirdi (1903), maktan). Kad. hast. Vulva ve döl yolunun çfeşitli yönetim görevlerinde bulundu. Bidoğuştan ya da sonradan olan biçim bo­ rinci TBMM'ye Adana milletvekili seçildi zukluğuna bağlı olarak normal çiftleşme­ (1920). Eskişehir'İştiklal mahkemesi üye­ nin kesin olanaksızlığı. liğine getirildi. Bir süre adalet bakan ve­ killiğinde bulundu. Lğndra konferansın­ APARRİ, Filipinler'de liman, Luzon ada­ da TBMM'yi temsil eden kurulda görev sının kuzey kıyısında. aldı;Lozan barış konferansı’nda türk de* A P AR TE a. (ital. söze.). Bir oyuncunun legasyonuna danışmanlık yaptı. 1923’te ■sahnede, yalnızca seyirciye duyurmak yeniden Adana milletvekili seçildi, ikinci amacıyla söylediği ve öteki oyuncuların İnönü hükümetinde tarım bakanlığı yaptı duymadığı kabul edilen söz. (1924). Moskova (1925-1927) büyükelçi­ liğine atandı. Diyarbakır milletvekili seçil­ A P Â R T H S İB , a (ayırma, ayrı tutma di (1927-1935). Bayındırlık (1930), milli sa­ anlamında afrikaanca söze.). Güney Afri­ vunma (1930-1935) bakanlığı yaptı, ikin­ ka Cumhuriyetimde beyaz olmayan halk­ ci kez Moskova büyükelçiliğine atandı lara uygulanan sistemli ırk ayrımı. (1935-1939). Yapıtı: idari teşkilat ve ısla­ —ANSİKL. Daha 1913'te, yerlilerin mülki­ hat hakkında tenkidat ve mütalaat (1906). yet hakkı sınırlandı. 1948’de Ulusçu parti'nin yönetime gelmesiyle, apartheid uy­ gulaması büyük ölçüde yoğunlaştırıldı: Ulusçu parti'nin ve beyaz işçi sendikala­ rının birçoğunun desteklediği, muhalefe­ tin ve birçok dinsel topluluğun karşı çıktı­ ğı apartheid 1980’lere kadar Güney Afri­ ka Cumhuriyetimin siyasal yapısına ege­ men olmaya devam etti. Ancak 1985’te, Afrika ulusal Kongresi (ANC) tarafından sürdürülen kampanya ve yoğun dış bas­ kılar sonucu, bütün dünyada oluşan de­ ğişimin de etkisiyle, Immortality A ct ya­ sasındaki ırkçı hükümler kaldırıldı, zenci­ lerin de katılımıyla yeni bir anayasa tasla­ ğı hazırlandı (1986), zenci lider Mandela* serbest bırakıldı (1990). Ulusal Parti (NP), Afrikalıların yoğun propogandası sebebiyle, apartheid politikasına dayalı yasama kararlarını iptal etti (30 haziran 1991).



APARTMAN a. (fr. appartement, daire). Her katında bir ya da daha çok dairesi bu­ lunan birçok ailenin barınması için yapıl­ mış çok katlı konut.



APAR TOPAR be 1, Telaş ve acele ile, çarçabuk: Haberi alınca apar topar ora­ ya koştum. —2. Zorla, yaka paça: Adam­ cağızı apar topar götürmüşler.



9A Y D IN (Orhan), türk hukukçu (İstan1926- ay. y. 1986). İstanbul Hukuk fa­ kültesi’™ bitirdi (1948). İstanbul barosu’ na yazılarak avukatlığa başladı (1949). Çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. 27 Ma­ yıs hareketinden sonra Yassıada’öü ya­ pılan duruşmalarda eski başbakanlardan Adnan Menderes’in avukatlığını yaptı. Si­ yasal hayata atıldı; Adalet partisi’nden Ay­ dın milletvekilliğine seçildi (1961). Bir yıl sonra Adalet partisi’nden ayrıldı-ve ba­ ğımsız olarak 1965 yılına kadar milletvekilliğjnı sürdürdü. Parlamento çalışmala­ rı sırasında grev ve lokavt yasalarının ha­ zırlık çalışmalarına katıldı. Türkiye işçi sen­ dikaları konfederasyonunun (Türk-lş) hu­ kuk danışmanlığını yaptı (1965-1969) ve Türk-iş'in politik yönü (1969) adlı bir in­ celeme hazırladı. İstanbul barosu baş­ kanlığına seçildi (1976). 12 Eylül 1980 ön­ cesindeki terör olayları üzerine yazılar yazdı, bu yazıları Kim öldürüyor? Niçin öl­ dürüyor? adı altında topladı (1978). Ba­ rış derneği kurucuları arasında yer aldığı gerekçesiyle tutuklandı (1982). 22 ay tu­ tuklu kaldı. Savunma görevindeki etkin­ liklerinden dolayı Uluslararası hukukçular birliğı’nin Pierre Cot ödülü’ nü kazandı (1982).Paris VincennesÜniversitesi aynı yıl, Apaydın’a onursal hukuk doktoru un­ vanı verdi.



t



A P A Ş A ya da A P A Ş A . Tar. coğ. Hitit yazılı kaynaklarında adı geçen Arzava krallığı'nın merkezi.Kimi arkeologlara gö­ ■ A P A Y D IN (Talip), türk yazar (Polatlı re Ephesos kenti 1926). Çifteler köy enstitüsünü (1943), üasanoğlan yüksek köy enstitüsünü bi­ APASTTAM BA, eski Hindistan'da, ayin



tirdi (1946). Köy okullarında bir süre öğ­ retmenlik,gezici başöğretmenlik yaptıktan sonra Gazi eğitim enstitüsü müzik bölü­ m ünün bitirme sınavlarını vererek müzik öğretmeni oldu; emekliye ayrıldı (1979). Köye ait gerçekleri dile getiren, köy kö­ kenli yazarlardandır. (-» KÛY EDEBİYATI.) Babasının köyü Kapılı, kendi yetiştiği Omarlar, görev yaptığı, yaşamlarına ta­ nıklık ettiği Polatlı, Eskişehir, Beypazarı vb. köyleri ona esin kaynağı oldu. Bozkır köylerinin güç yaşama koşullarına, doğa­ sına ait gözlemler (Bozkırda günler, 1952), aynı çevreyle ilgili gerçekçi şiirler­ den (Susuzluk, 1956) sonra_yazdığı,kö­ yün, köylünün sorunlarıyla ilgili romanla­ rıyla tanındı. Köyde tarımın makineleşme­ si sürecinde traktörün sağlayabileceği el­ verişli olanakları, makine-insan ilişkisini Sarı traktör (1958) romanında konu edin­ di. Köyün su sorununu (Yarbükü, 1959); köydetvgöçü, gurbetteki köylülerin dertle­ rini (Emmioğlu, 1961); Köy enstitüleri’ nin köye katkılarıyla enstitülere yapılan suçlamaları (Ortakçılar, 1974); yoksulluk yüzünden umut bağlanan boş hayalleri (Define, 1972); bozuk kentleşmeyi (Ken­ te indi idris, 1981) romanlarında ele aldı. Çeltikten tütüne (Tütün yorgunu, 1976 -Madaralı roman ödülü) kadar, köy yaşa­ mının birçok yanlarıyla ilgilendi; az işlen­ miş bir konu olarak hayvancılıkla uğra­ şanların sorunları üzerinde de durdu (Yoz davar, 1972). Kurtuluş savaşı ile ilgili iki romanında (Toz duman içinde, 1974; Va­ tan dediler, 1981) köylülerin örgütlenişle­ riyle işbirlikçilerin savaş sonrasında ka­ zandıkları saygınlığa dikkati çekti. Ro­ manlarına konu olan çevreleri ve sorun­ ları, hikâyelerinde (Ateş düşünce, 1967; Öte yakadaki cennet, 1972; Koca taş, 1974; Yolun kıyısındaki adam, 1979; Du­ var yazarlirı, 1981; Kökten AnkaralI, 1981) işlerken okul-öğrenci çevresi, işçi sorunları, öğretmen kıyımı, anarşi olayla­ rı gibi güncel konulara da yer verdi. Köy enstitüleriyle ilgili anıları Karanlığın kuvveti (1967) kitabındadır. Oyunları ve çocuk ro­ manları da vardır. ıâ M ¥ B I M (Pertev), türk orkestra yöne­ ticisi (İstanbul 1929). Ortaöğrenim yılların­ da Cemal Reşit Rey’den armoni, füg, kontrpuan ve orkestra yönetimi dersleri aldı. İTÜ’de elektrik mühendisliği öğreni­ mi gördü.İstanbul şehir orkestrası’nın bir­ çok konserinde yöneticilik yaptı. Daha sonra Londra'ya yerleşti. Zaman zaman Türkiye’ye gelip konser yönetmektedir. A P A Y E İN S JK sıf. Bir yerin çok aydın­ lık, ışıklı olduğunu vurgulamak için kulla­ nılır: Oda apaydınlıktı. Apaydınlık bir gün.



Orhan Apaydın



A P A Y R I sıf. (ayrı'dan pekiştirilerek). Bir şeyin çok başka, benzerlerinden çok de­ ğişik olduğunu vurgulamak için kullanılır: Bu, apayrı bir sorun. A.PÂS a. Kapalı avuç, (hapaz da denir.) —Denize. Bordaya dik esen ya da kulla­ nılan rüzgâr yönü. [| Geniş apaz, yelkenli tekneyi rüzgârı baş omuzluk ile kıç omuz­ luk arasına alarak kullanma. sıf. Avuç dolusu: Bir apaz buğday. âP&ELAifSA. a. Apazlama eylemi. — Denize. Kemere yönünden gelen rüz­ gârla yelkenin dolması. || Apazlama sey­ ri, yelkenli bir teknenin rüzgârı bordaya olabildiğince dik alarak yaptığı seyir. A P A Z L A M A K g.f. Bir şeyi-apazlamak, onu avuçlamak. (HAPAZLAMAK ela denir.) Â P E ö â ., Sparta kralı Nabis’in karısı. Ko­ cası ona benzeyen bir işkence aleti yap­ tırmıştı. (Otomatın kollan işkence uygula­ nanları demirden sivri uçlarla donatılmış memeler üzerinde eziyordu.) & P 6 K S a. (lat. apex, tepe). Gökbil. GüNEREK’in eşanlamlısı. —Tur. Apeks bilet, gidiş ve dönüş tarihi bilet kesilirken değiştirilmemek kaydıyla saptanan özel bilet türü.



Talip Apaydın



apei AfPSL a. (fr. appel). Bank, ve Bors. Ano­ nim ortaklıklarda pay sahiplerinden ve ka­ tılma taahhüdünde bulunmuş olanlardan sermaye artırımı için yapılan ödeme çağrısı.(TürkTicaret kanunu'na göre, anonim ortaklıkların kuruluşunda ya da sermaye artırımında dörtte bir sermayesinin peşin olarak yatırılması, kalan bölümünün belli taksitler halinde ödenmesi gerekir. Esas sözleşmede aksine bir hüküm yoksa, bu taksitlerin ödenmesi için, yönetim kurulu tarafından ilan yoluyla yapılan ödeme çağrısına "ap el" denilmektedir.) —Oy. Atılan bir kâğıtla, eşine, oynaması­ nı istediği kâğıdı belirtme.



710



A P E L (VVilli), ABD uyruklu Alman müzikbilim ci (Konitz 1893-Bloomington 1988). Kreutzer, Fischer ve Martienssen’in öğ­ rencisi. 1936’da ABD ’ye yerleşti; Harvard ve indiana üniversitelerinde ders verdi.



aphaniu«



Başlıca yapıtları: Historıcaı Anınoıogy 01 Music (Tarihsel müzik antolojisi) [2 cilt, 1946, 1950], French Secular Music of the Late Fourieenth Century (Ondördüncü yüzyıl sonunda dindışı transız müziği) [1950], Harvard Dictiorıary of Music (Har­ vard müzik sözlüğü) [1944; 2. bas. 1969], Gregorian Charıt (Gregorius ilahisi) [1958],



APEL (Hans), batı alman siyaset adamı (Hamburg 1932). Dışişleriyie görevli dev­ let sekreteri (1972), sonra maliye bakanı (1974). 1978‘de Leber'in yerine savunma, bakanı oldu; kara kuvvetlerinde birlik sa­ yısının artırılmasını ve makineleşmeyi amaçlayan yapısal bir reform gerçekleş­ tirdi. A P E L D O O R N , H ollanda’da (Gelderland) kent, İJselm eer’in G.-D.’sunda, 142 000 nüf. Krallık sarayı Het Loo (re­ simler. mobilyalar). Yönetim merkezi. Kimya, kâğıt ve dokum a sanayileri. Elekt­ ronik. Sayfiye yeri.



A P E L L A a. Esk. Yun. Sparta’da halk meclisi, (ilke olarak otuz yaşından yukarı olan yurttaşları kapsıyor ye her ay topla­ nıyordu. Görevi, kralların ve ephoros’ların kararlarını onaylamak ve hep birlikte ephoros’ları belirlemekle sınırlıydı.) A P E L L E S , yunanlı ressam (öl. Kos [istanköy] İ.Ö. IV. yy.). Kolophon ya da Efes doğumludur. Sikyon’da öğrenim gördü. Philippos tarafından çağırıldığı Makedon­ ya sarayında İskender’in arkadaşı ve portre ressamı oldu. Daha sonra Mısır ve Atina’da yaşadı. Yapıtları, ancak Eskiler’in betimlemelerinden bilinmektedir. Efes’te Artemis tapınağımdaki Yıldırımlıİskender, İftira adlı alegori ve Köpüklerden doğan Aphrodite de ona mal edilmiştir.



Apennin dağları



A P E N N İN d ş ğ fs ît, ital. Appenninp ya da Appennini, İtalya’da sıradağlar. Ülke­ yi, Liguria’dan Calabria’ya kadar aşar ve Sicilya’nın kuzey-doğu kesiminde de uza­ nır.



İtalya yarımadasının omurgasını oluş­ turan ve yaklaşık 1 500 km boyunca uza­ nan Apennin dağlarının yakın bir dönem­ de oluşmuş çok karmaşık bir yapısı var­ dır; dağoluş hareketleri hâlâ sürmektedir. Apenninler K.’den G.’e doğru birçok ke­ sime ayrılır. Kuzey Apenninler Apua Alpleri’nde ya da Apennin sıradağlarının ek­ seni boyunca daha yüksektir. Orta Apen­ ninler, geniş kıvrımlarla bölünmüş, kırılmış ve doğuya doğru çarpılmış bir kireçtaşı bloğundan oluşur. Apenninler’in en yük­ sek doruğu buradadır (Gran Sasso, 2 914 m). Campania-Lucania Apenninleri, marnlı-kumtaşlı oluşukların yaygınlığın­ dan ötürü daha çok parçalanmıştır. Crati’nin ötesinde uzanan Calabria Apennin­ leri, bir dizi billurlu kütleden oluşmuş (Sila, Aspromonte) ayrı bir birimdir. A P E R (Arrius) -> ARRİUS.



(Gheorghios), yunanlı bes­ teci (Atina 1945). 1963’te Paris'e yerleş­ ti; orkestra yönetimi (Pierre Dervaux ile birlikte) ve vurmalı çalgı dersleri aidi. Baş­ lıca yapıtları arasında Hommage â Jules Verne (Royan şenliği, 1972); şarkıcı oyun­ cular, çalgılar ve manyetik bant için Concerto grosso; Pandaemonium (1973), Diderot'nun aynı adlı yapıtından Jacques le Fataliste (1974) ve Edgar A. Poe’dan Je vous dis queje suis mort (1979) adlı ope­ raları anılabilir. Sanatçı, 1976’dan beri Bagnolet'deki ATEM'de (Atelier-Theâtre et Musique) sunucu-yorumcu olarak ça­ lışmaktadır. Bu kurumun Bagnolet halkıy­ la birlikte sürdürdüğü çalışmalardan, la Piöce perdue (1979) gibi çeşitli gösteri­ ler doğmuştur.



APERİTİF a. (fr. apöritif). Yemekten ön­ ce, genellikle tuzlu çerezle alınan, çoğun­ lukla damıtık alkollü içki.,



APERLAİ. Tar. coğ. G. Anadolu’da, Lykia bölgesinde antik kent; Antalya'nın Kaş ilçesi, merkez bucağına bağlı Kılıçlı köyü K.'inde kalıntıları vardır. Bizans pis­ koposluk listelerinde Aprillae olarak ge­ çer. Surlar, Lykia tipi lahitler başlıca ka­ lıntılardır.



ÂPERYOüSiTRSİ a. (fr. apertomötre' den). AÇIKLlKÖLÇER'in eşanlamlısı.



 P İR Y (P ie rre ), fransız asıllı türk eczacı (İstanbul 1852 - ay. y.1918). Askeri tıbbiye'nin eczacılık bölümünü bitirdi. İstan­ bul'da Völits ve ortaklarının (Völits et co.) 1850'de kurdukları eczaneyi satın aldı (1874). Biyolojik ve endüstriyel analizler yapan bir de laboratuvar kurdu. Bu laboratuvar, o dönemde İstanbul’un 6. bölge­ si olan Beyoğlu’nda besin maddelerinin sağlık yönünden denetimi ile resmen gö­ revlendirildi. Apöry, I888'de yayımlan­ maya başlanan Revue medico-pharmaceutique dergisini yönetti ve başya­ zarlığını yaptı. Bu dergide yayımladığı yazılar ve eczacılık mesleğinin ilerlemesi



için gösterdiği çabalar nedeniyle birçok ülkeden altın madalya ve onur diploma­ ları aldı. Gazette medicale d ’orient, Jour­ nal de la sociöte de pharmacıe de Constantinople ve Annuaire oriental de medeoine et de pharmacie dergilerinde çok sa­ yıda inceleme yazısı yayımlandı.



APERYODİK sıf. (fr. aperiodique). DÖNEMSİZ’in eşanlamlısı. Â P E X a. Mars rahiplerinin ve papazla­ rın takkesine takılan, yünle süslenmiş zey­ tin çubuğu. | Tolgada yelenin takıldığı uç. A p g p r » t o r a . Çoc. bak. Her biri 0'dan 2'ye kadar değerlendirilen ve yenidoğanın doğum sırasındaki durumunu sayılar­ la değerlendirmeye yarayan beş ölçütün karşılaştırılması. Adını amerikalı çocuk he­ kimi Virginia Apgar’dan (doğm.1909) alan Apgar skorunun (1953) beş ölçütü şun­ lardır: kalp atımlarının sayısı, solunum hareketleri, kas tonusu, uyarılara karşı gösterilen tepki ve çocuğun rengi. Top­ lam 7'ye eşitse ya da 7'yi aşıyorsa çocu­ ğun özel bir bakıma gereksinimi yok de­ mektir. 7'den aşağıysa kalbi, solunum ve metabolizmayı canlandıracak yöntemle­ re başvurmak gerekir. Bu skor, yaşantı­ nın ilk bir buçuk dakikası ile on dakikası arasında sistematik olarak saptanır.



APHAHİPTERA a. Zool. Pireler takımı­ nın bilimsel adı. A P H A N İS İS a. (yun. söze.). Psikan. Cin­ sel isteğin yok oluşunu belirtmek için E. Jones tarafından önerilen kavram. —ANSİKL. Jones’a göre aphanisis, her iki cinsiyet için de, hadım edilme komplek­ sinden önceki bir komplekse dayanır. Bu­ na göre, hadım edilme boğuntusu, aphanisisin, hayalgücünden kaynaklanan özel bir dile geliş biçimi olarak ortaya çıkar. Özellikle kadındaki aphanisis, sevilen nes­ neden ayrı kalma korkusunda kendini gösterir.



APHANİUS a. Tatlı sularda yaşayan ke­ mikli balık. (Türkiye sularında birçok türü yaşar; en yaygın türü Aphanius fasciatus' un erkekleri zeytin yeşili ve mavimsi, di­ şileri gri yeşil ve zebra gibi enine çizgili olur. Dayanıklı bir akvaryum balığıdır. Dişlisazangiller familyası.) A F M & N U S a. (yun. aphanes, görünmez'den). Ilıman bölgelerde yaşayan, çe­ şitli renkte, ince gövdeli böcek. (Aphanus aiboacuminatus ve A. pini Avrupa’da, ku­ rak ve sıcak bölgelerde yaygındır, çalıla­ rın dibinde yaşar. Lygeidae familyası.) APÜELİSSIjS a. (yun. apheles. basit’ ten). Elma ağaçlarına dadanan pamuklu bitle savaşta yararlanmak için Amerika’ dan Avrupa’ya getirilen böcek. (Bil. a.Aphelinus mali. Zarkanatlılar takımı;chalcididae familyası.) A P H E T E S a. (ışın saçan anlamında yun. söze.). Astrol. Ptolemaios'un beş be­ lirleyicilerinden biri; insan ömrü üzerine tahminlerde bulunmayı sağlar.



APHETOHYOİDEA a. Birinci Zaman’ da yaşamış, acanthodiformes, arthrodira ve antiareha takımlarını içeren fosil balık­ lar sınıfına VVatson'un verdiği ad. A P H E T O H Y O İD E A EVR E S İ a. (yun. aphetos, serbest, ve hyoeıdes, ipsilon [U] harfi biçiminde olan). Balıkbil. Balıkların evriminde çenesız evre ile çeneağızlı ev­ re arasındaki ara evre. —ANSİKL Aphetohyoidea evresi bütün paleontoloji uzmanlarınca kabul edilme­ mektedir. Bu evre, ne art solungaç yarı­ ğında, ne de ondan sonraki solungaç ya­ yında bir değişiklik olmaksızın, bir solun­ gaç yayının altçene yayına dönüşmesi anlamına gelir. Bu demektir ki, bu solun­ gaç yarığı bütün kalacak, salt sırt bölümü­ ne indirgenmeyecek ve yay (gelecekteki hiyoit yayı) çene yayıyla her türlü bağlan­ tıdan serbest kalacaktır. APM İB ÎB A S a. (lat. aphis, yaprak biti, ve yun. eidos, görünüm’den). Yaprak bitle­



A p ian u s



A P H İD İU S a. Bitki bitlerinde içasalak olan çok küçük böcek. (Zarkanatlılar ta­ kımı; braconidae familyası.) A P H İS a. Tarım bitkilerine zararlı pek çok türü içeren toprak bitlerinden önemli bir kısmının bilimsel cins adı. A P H N İT İS S.İMNE. Tar. coğ. Manyas gölünün İlkçağ daki adı. Çevresi özellik­ le Hellenistik ve Roma dönemlerinde yer­ leşme merkezi oldu. A P H O D İU S a. (yun. aphodos, dışkı' dan). İnsan ve hayvan dışkılarında yaşa­ yan böcek. (Bütün dünyada yaygın pek çok türü vardır. Kınkanatlılar takımı, scarabeidae familyası.) A p h e ris m e n z u r L d M i u w * i ı h t i t (Yaşama bilgeliği üzerine özdeyişler), Schopenhauer'in 1851‘de yayımlanan yapıtı. Filozofa göre, yazgılarımızı farklı kı­ lan şey, üç temel koşula; ne olduğumu­ za, neye sahip olduğumuza ve neyi tem­ sil ettiğimize bağlıdır. Mutluluk daha çok, ne olduğumuza dayanır: demek ki yüce, iyi dediğimiz şeyler, kişiye bağlı iyi özel­ liklerdir; öncelikle de, neşe ve sağlıktır. Schopenhauer, bu koşulları İnceledikten sonra, mutluluğun biricik kaynağının ze­ kâ olduğunu ve başımıza gelen bütün kö­ tülüklerle çektiğimiz bütün sıkıntıların, is­ tenç (irade) diye adlandırdığı şeyden, ya­ ni doğamızın tutkulu öğelerinden kaynak­ landığını ileri sürer. A P H R O D İS İA a. (yun. söze.). Aphrodite onuruna düzenlenen şenlikler. (Özel­ likle, Aphrodite'nin en önemli tapınma merkezi olan Paphos'ta [Kıbrıs] yapılır­ dı.) A P H R O D İS İA S - AFRODİSİAS. A P H R O D İS İO N . Tar. coğ. Kıbrıs ada­ sında antik kent; adanın K. kıyısında, Girne'nin 38 km D.'sundaydı. Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde gelişen kent, arap akınlarından sonra (647) terk edildi. A P H R O D İT E a. (öz. a. Aphrodite'ten). Yassı gövdeli, çok kıllı, gezgin halkalısolucan. (Sırtı pullarla kaplıdır; gövdesinin yanlarında yanardöner renkte kıl demet­ leri bulunur. Deniz kıyılarında yarı kuma gömülü halde yaşar ve ölü hayvancıklar­ la beslenir. Bil. a. Aphrodite aculeata; aphroditidae familyası.) A P H R O D İT E . Yun. mit. Aşk tanrıçası. Girit'te, Minos döneminden başlayarak, Aphrodite ile aynı özellikleri taşıyan bir tanrıça vardı. Bu tanrıçaya kutsal kuşlar eşlik ederdi. Klasik Aphrodite, Mezopo­ tamya tanrısı iştar'ın izlerini taşır. İnsan­ lara şiddetli tutkular esinlendirmek gibi çok büyük bir gücü olan Aphrodite, bir deniz anaforundan doğdu; insan görünü­ münü alarak, mitolojide, Hephaistos'un sadakatsiz eşi oldu. (-» ANADYOMENE.) Paris'in yargısı Aphrodite'nin, Truva savaşı’na neden olmasına yol açtı. Aineias’ ın koruyucusu olan Aphrodite, Romalılar, özellikle de Julü ailesi tarafından Venüs adıyla benimsendi. Aphrodite'nin Eros ve Anteros adlarında iki çocuğu vardı. Aphrodite, Anadolu’da da büyük say­ gı görmüş, adına kentler, tapınaklar ya­ pılmıştır. Kentlerin en ünlüsü Afrodisias' tır (Geyre). Buradaki ve Knidos’taki Aph­ rodite tapınakları, tanrıçaya adanan önemli tapınım yerleriydi. —Güz. sant. Doğu sanatı Aphrodite’yi ki­



mi zaman giyinik, kimi zaman da çıplak olarak gösterir; elleri göğsünün ya da kar­ nının üzerindedir (pişmiş topraktan hey­ kelcikler). İ.Ö. V. yy.Tn sonunda ve IV. yy.'da yunan sanatı, tanrıçanın en ünlü heykellerini yarattı. Bu dönemde sanatçı­ lar, Aphrodite'yi ayakta, çıplak ya da ya­ rı giyinik olarak gösterdiler. Yapıtların asılları çoğunlukla kaybolmuştur; günümüze yalnız, romalı sanatçıların yaptıkları kop­ yalar ulaşabilmiştir (bunlar Aphrodite ya da Venüs olarak adlandırılır). Bunlardan bazıları şunlardır: Kallimakhos'un Aphro­ dite Genitrix"\ (Louvre); Praksiteles’in Arles Aphroditesi (Louvre) ve özellikle su­ ya girmek için tümüyle soyunmuş olarak gösterilen Knidos Aphroditesi (Vatikan müz., Louvre); Skopas’ın Capitolino Aph­ roditesi (Roma); Lysippos’un Medici Aphroditesi (Uffizi). Çömeimiş Aphro­ dite tipi, Hellenistik dönemde ortaya çıktı (heykelci Doidalses'in Aphrodite's))■ A P H R O D İT O P O L İS ("Aphrodite'nin kenti"). Tar. coğ. Mısır’da, halkı Hathor'a (Aphrodite ile aynı tanrıçadır) tapan bir­ çok siteye Yunaniılar'ın verdikleri ad. Baş­ lıca Aphroditopolis, .Yukarı Mısır’da 22. nomosun merkezi olan Per-Hemet. ("İne­ ğin Evi” ; günümüzde Atfih kentiydi.) APH R ÖPPfORA a.(yun.aphros, köpük, ve phoros, taşıyan'dan). Eşkanatlı böcek. (Bazı türleri, anus bezlerinden salgıladık­ ları bir çeşit köpüğe bürünerek düşman­ larından korunur. Aphrophora salicina çe­ şitli ağaçların yapraklarına, özellikle sö­ ğütlerin sürgünlerine zarar verir. Aynı fa­ milyadan Ptyelus spumarius yada Philaenus spumarius da söğütte ve bazı çam türlerinde zarar yapar.) [Eşkanatlılar takı­ mı; cercopidae familyası.) APHTOİMUS a. (yun. aphthonos, bol’ dan). Çoğunlukla sütleğen, süsen ve yer­ elması üstünde yaşayan yaprak böceği. (Kınkanatlılar takımı; chrysomelidae famil­ yası.) Â P ü 'f A a. Kayabalığını andıran, say­ dam görünüşlü balık. (Kayabaiığıgiller fa­ milyası.) A P H Y LL O P H O R A LE S a. (yun, a, yok­ luk eki, phyllon, yaprak, ve phoros, taşıyan’dan). Derimsi, odunsu ya da etli ba­ zitli mantarlar takımı. (Bunlarda himenyum, bitki hızla büyüdüğü sırada oluşur; körpe kısımlar bitkinin uç kesimlerinde yer alır. Clavaria, cantharellus, hydnum ve polyporus gibi mantarlar bu takımdandır.) A P IŞ a Budun iç tarafı: Apışlarını aç­ mak. — Bine. Apış oturuşu, binicinin at üzerin­ de, tüm ağırlığını vücudunun apış bölge­ sine verecek biçimde oturması. A P IŞ A K -> APIŞIK. A P IŞ A R A S I a 1 . iki bacağın arası: Be­ beğin apışarasına bez koymak. Apışarası kızarmak. —2. Aptşarastnda gezmek, rahatsız edecek kadar bir kimsenin yakı­ nında dolaşmak. —Anat. Küçük leğenin tabanını oluşturan ve üzerinde dış cinsel organlarla anus bu­ lunan bölge. (Bk. ansikl. böl.) —Kad. doğ. Apışarası dikimi, apışarası katlarından bir kısmını tam orta çizgide birbirine yaklaştırarak dikmeyi gerektiren ameliyat. (Eşanl. PERİNEORAFİ.) — ANSİKL. Küçük leğenin alt deliği, önde iskiyon-pubis kollan, arkada sakro-ilyak bağlarıyla sınırlı ve hemen hemen tama­ mı üç planda yer alan aponevrozlarla ve kaslarla tıkalıdır. Erkeğin apışarası önden arkaya doğ­ ru, kamışın bağlantı noktasını (buraya üretra girer), erbezi torbalarını, orta kıvrı­ mı ve anusu kapsar. Kadının apışarası, önden arkaya doğ­ ru, vulvayı ve anus kenarını kapsar. Yü­ zeysel örtü katıyla kas-aponevroz düzlem­ lerinden başka Bartholin bezlerini ve dikilgen organı da (bızır) içine alır. Vulva ile anus arasında cinsel organların dayan­



ması için esaslı destek oluşturan lifli bir düğüm bulunur: apışarasındaki bu orta düğümün tahribi ya da doğumdan son­ ra onarılmaması, dölyatağının sarkması­ na (prolapsus) neden olur. (Eşanl. PERİ­ NE.)



711



A P IŞ IK sıf. Yörs. 1. Doğuştan ayrık ba­ caklı olan; bacaklarını ayırarak yürüyen kimse için kullanılır. —2. Yorgun ya da şa­ şırıp aciz kalmış kimse için kullanılır. —3. Apışık yürümek, bacaklarını açarak yürü­ mek. (Değişik yörelerde APIŞAK, APŞAK söyleyişleri de vardır.)



APIŞLIK a. Pantolon, don, şalvar vb. gi­ yeceklerin ağı. —Bine. Atın, binicinin iki budu arasında bulunan vücut bölümü. A P IŞ M A K gçz. f. 1. Şaşırmak, çaresiz kalmak, ne yapacağını bilememek. — 2. Yörs. Bir kimse ya da hayvan sözkonusuysa, bacaklarını ayırarak çökmek. —3. Yörs. Yorgunluktan yürüyemez ol­ m a k—4. Apış apış (yürümek), bacakla­ rını ayırarak (yürümek) [yörs.j. || Apışıp kalmak, birden şaşırmak; donakalmak. —Esk. sil. Apışmak, gezin yanlarındaki dudaklardan söz ederken yumuşak du­ ruma gelmek. apıştırm ak ettirg. f. Yörs. Bir hay­ vanı apıştırmak, yormak çöktürmek. —Denize. Çifte demir atarken, geminin salma alanını azaltmak ve demirlerin aza­ mi tutma gücünü artırmak için demir zin­ cirleri arasında uygun bir açı (30°-120° arasında) oluşturmak. A P IŞ T IR M A K -« APIŞMAK. A P İ a. (büyük bir olasılıkla bu elmaları Roma’ya götürmüş olan Claudius Appius’un adından). Api elması, kırmızı ve be­ yaz, sıkı ve tatlı küçük elma. A P İ, AMERİCAN PETROLEUM İNSTİTUTE' un baş harflerinden oluşan kısaltma, ame­ rikan petrol sanayisi mesleki birliği. Bir ge­ recin adının önüne gelen APİ kısaltması, bu gerecin sözkonusu kuruluşun norm­ larına uygun olduğunu gösterir. Ham pet­ rolün yoğunluğu APİ derecesiyle belirti­ lir. APİ dereceleri, yoğunluğu 1,076'ya eşit olan O’dan, yoğunluğu 0,611 'e eşit olan 100'e değin uzanır. 'A P İ, Himalaya dağlarında doruk, Nepal'in batı kesiminde; 7 132 m. Api'ye ilk olarak 1954'te İtalyan dağcılar tırmanmış­ lardır. A P İA , Samoa adalarının başkenti ve li­ manı. Upolu adasının kuzey kıyısında; 32 200 nüf. A P İA H U S (Peter Bienewitz ya da Bennewitz. Petrus —denir), alman matema­ tikçi, coğrafyacı ve gökbilimci (Leisnig, Saksonya, 1495 - ingoistadt 1552). Gök­ bilim haritalarıyla ve değerli yapıtlarıyla ünlendi. Biıçok kuyrukluyıldızı, özellikle 1531'de ünlü Halley* kuyrukluyıldızını gözlemledi. Boylamların, Ay’ın devinim­ lerini inceleyerek belirlenmesini ilk öne­ renlerdeki biri oldu; Cosmographia adlı yapıtında (1524) bu konuya da değindi.



Aphrodite’m doğuşu "ludovisi üçkanatlısı” nin merkezi panosu mermer alçak kabartma, ion sanatı İ.Ö. 470-450’ye doğr. Terme müzesi, Roma



MmM



rini kapsayan böcek familyası. —ANSİKL. Yaprak bitleri, bitkilerin üzerin­ de kalabalık sürüler halinde yaşar, onla­ rın özsuyunu emerek beslenirler. Üreme­ leri genellikle karmaşık ve devrelidir. Yaz boyunca ortaya çıkan döller, döllenmesiz olarak, doğurarak çoğalırlar ve kanatsız­ dırlar. Sonbaharda oluşan kanatlı ve eşeyli döller “ kış yumurtalarf'nı yumurt­ larlar. Bu yumurtalardan, ilkbaharda ge­ ne doğurarak döllenmesiz üreyecek olan dişiler çıkar. Başlıca cinsleri: aphis, lachnus, schizoneura, pemphigus.



Apicius yokluk eki, pyr, pyros, ateş, ve gennan, A P İC İU S , üç romalı gastronomun adı. doğurmakları). Tıp. t . Ateş yapma etki­ Birisi Sulla döneminde yaşadı (çağdaşla­ si olmayan. (Özellikle, sıvağlardan ya da rının anlattıkları yalnızca obur olduğunu ilaçların içindekilerden söz edilirken kul­ gösterir), öbürü Tiberius döneminde, lanılır.) —2. Apirojen eriyik, iğne yapılan üçüncüsüyse Traianus döneminde yaşa­ hastanın ateşini yükseltebilen tüm bakte­ dı (istiridyeleri muhafaza etmek için bir ri kökenli maddelerden arınmış izotonik yöntem buldu). En tanınmışı, Plinius, Seeriyik. neca ve Tacitus tarafından anılan ikincisiydi; Marcus Gaviua A picius adındaki bu A P İR U , Mısır metinlerinde, büyük bir gastronom (doğm. İ.Û. 25'e doğr.) büyük olasılıkla, ibraniler'e verilen ad. Bu ad, ilk bir gezgindi. Alışılmamış (flamankuşu dil­ kez Amenofis II döneminde kullanıldı. leri, domuz memeleri) ya da bugünkü bi­ (-> HAPİRU.) çimiyle hazırlanan (domuz sucuğu, yah­ ni) birçok yemek tarifinin dökümü niteli­ 8 A P İS , kutsal Mısır boğası; çok eskiden kendisine Memfis’te tapınılırdı. Çok kısa ğindeki De re coquinaria libri decem'in sürede kentin tanrısı Ptah ile özdeşleşe­ yazarı olarak bilinir. rek onun bedensel görünümü durumuna APİDAE a. Zool. Arıgiller familyasının bi­ geldi; Eski im paratorlukla güneş tanrısı limsel adı. Ra’ya tapınmanın önem kazanması, Apis' in bu kez de onunla özdeşleşmesine yol A P S B O LÜ ^I a. (fr. apidologie). Zool. açtı; güneş kursunu boğanın boynuzları ARlBİLİM'in eşanlamlısı. arasında gösteren betimlemelerden de A P İO E N İN a. (fr. apigönine' den).Org. bu anlaşılmaktadır. Sonunda Apis, Osiris kim. Formülü C jsH ^O s olan ve flavonile birleşti ve kişiliği cenaze törenleriyle il­ dan türeyen, soluk sarı renkli boyarmadgili bir nitelik aldı (Mısır’da aldığı User de; heterozit biçiminde, özellikle köpek-Hapi adı Ptolemaios II tarafından Serapapatyası ve maydanozda bulunur. pis’e benzetilecektir). Sakkare serapeionu Apis tapınmasının önemini gösterir.



712



oh



üç kollu şamdan- aplik yaprak süslemek yaldızlı bronz Louis XV üslubu özel kol.



o



A P İK O a. (ital. a p/cco, düşey olarak). Denize. Demirini vira eden bir gemide, zincirin boşu alındıktan sonra suda kalan bölümünün derinliğine eşit olduğu, demi­ rin dipten kurtulduğu an. (Yelkenli gemi­ ler demir kaldırırken zincir bu duruma gel­ diğinde ırgatı abosa ederek yelken kal­ dırır ve geminin pruvasını istenen yöne saldırdıktan sonra demiri dipten kurtarır.) |[ Apiko zincir, vira edilen demir zincirinin denizde kalan bölümünün, geminin loça yüksekliğiyle deniz derinliğinin toplamına eşit olması. sıf. Arg. Hazır, tetikte; hoş, güzel gi­ yimli. A P İK O L İZ a. (fr. apicotyse; lat.apex,te­ pe, doruk, yun. lysis, yıkım'dan). Akciğer vereminin bazı çeşitlerinde uzun süre başvurulan, akciğer tepesini ameliyatla çökertme işlemi. (Bu ameliyat artık yapıl­ mamaktadır, ama bazı hastalar hâlâ onun izlerini taşımaktadır.) A P İO L a. (lat. apium, maydanoz’dan). Maydanoz tohumlarının âdet söktürücü ve ateş düşürücü etkin maddesi. (Mayda­ noz meyvelerinin esansı, onun alkollü özütü ve kristalize apiol ya da maydanoz kâfuru da aynı adla anılır. Bileşimi biraz farklı olmakla birlikte dereotu ve rezene apiolu da vardır.)



ağzında çiçek bulunan bir kadın başından yapılmış elektrikli tunç aplik G.de Kerveguen’in yapıtı Art nouveau, 1900 özel kol.



A P İO N a. (armut anlamında yun. söze.). Baklagillere zarar veren kınkanatlı küçük böcek. (Kınkanatlılar takımı; curculionidae familyası.) —ANSİKL Apion 2-3 mm uzunluğunda mavimsi gri bir böcektir; iki türü özellikle zararlıdır: A. apricansveA. trifoliatus. Di­ şiler yoncaların başçıklarına yumurtlar ve yumurtalarını çiçeklerin içine koyar, böy­ lece çayırlarda büyük zararlara neden olurlar. Böcekler yapraklara da saldırarak onları delik deşik ederler. Erginleri ya da zararları görülür görülmez malathion ya da heksakloroheksan kullanılarak savaşıl­ mazdır.



APİON, yunanlı retorikçi (i.S. I. yy.). İs­ kenderiye'de çok etkili bir dille yahudi düşmanlığını yaymaya çalıştı. Düşünce­ lerini, Flavius Josephus, Peri arkhaiotetos iudaion kata Apionos adlı yapıtında sert bir dille çürüttü.



APİROJEN sıf. (fr. apyrogöne; yun. a,



1900 - Doğu Berlin 1979). Siyasal sürgü­ nü konu alan romanlar yazdı (Nackt unter Wöifen, 1958). A P J O H N İT a. (öz. ad Apjohn'öari). Mi­ ner. Hidratlı doğal alüminyum ve manga­ nez sülfat. & P L (a programminglanguage'in kısalt­ ması). Bilş. Amerikalı bilişimci iverson’ un 1969’da geliştirdiği programlama di­ li. (Bu dil, yoğun simgesel deyişiyle, bil­ gisayarla etkileşimli ya da söyieşmeli ça­ lışmaya ve tabloların kullanılmasına çok uygundur.) A P L A S O P H Ö İÎ& a. Koruyucu plaka­ lardan ya da kavkıdan tamamen yoksun ilkel yumuşakçalar altsınıfı. A P L A N A T a. (alm. söze.; yun. planan, dağıtmak, saptırmak’tan). Foto. Sapınçsız objektif. A P L Â N E T İZ M a. (fr. aplanetisme). GE­ OMETRİK SAP!NÇSIZLIK*’ın eşanlamlısı. A PLÂS TİfC sıf. (fr. aplastique) - APLAZİK.



APL&üS a. (fr. aplasie). Bir dokuda hüc­ re çoğalması yokluğu (omurilik aplazisi). — ANSİKL. Patol. Aplazi terimi, bozuklu­ ğun doğuştan olduğu anlamına gelir (kol ve bacak ya da bunlardan bir parçanın, bir kasın, bir bezin aplazisi vb.). Bununla birlikte terim normal olarak durmadan ye­ nilenen dokuların, özellikle kemik iliğinin edinsel bozukluğu için de kullanılmakta­ dır: miyeloit aplazi. Miyeloit aplazi kemik iliğinin yoksullaşması yüzünden kandaki üç cins hücrenin (alyuvarlar, akyuvarlar, trombositler) çokça azaldığı bir hastalık­ tır. ilaç niteliğindeki maddelerin alınmasın­ dan ya da bazı fiziksel etmenlerden (X ışınları, radyoaktif cisimler) ileri gelir; ba­ zen de nedeni belli değildir. Çok ağır bir anemiyle (aplastik), sık görülen ikincil en­ feksiyonlarla ve kanamalarla ortaya çıkar. A P L A Z İK ya da A P L A S T İK sıt. (fr. aplasique ya da aplastique'len). Aplaziye ilişkin.



Memfis serapeionu’nda bulunan Apis boğası Kireçtaşından, XXX. hanedan Louvre müzesi, Paris Ölü Apis’in başka bir ölümlünün görünü­ mü altında yeniden dünyaya gelmesi ge­ rekiyordu, rahipler onu otlaklarda arıyor ve ayırıcı belirtilerden yeni Apis’i tanıyor­ lardı. A P İS K İO A M İS N —Bİe n v Ille gölü. A P İY E R Â P İ a. (fr. apitherapie; lat. apis, arı ve yun. therapeuein, tedavi etmek' ten). Arı kovanı ürünlerinin (bal, polen, arı zehiri, propolis) tedavi amacıyla kulla­ nılması.



A P L İK a. (fr. applique). Duvar, pano gi­ bi yüzeylere tutturularak kullanılan aydın­ latma düzeneği. —Dy. Aplik rayı, YASLANMA RAYI*’nın eşanlamlısı.



—Marangl. Süsleme ve baskı için kulla­ nılan çıtaların tümü ya da yassı oyma. —Süslem. sant. Menteşeler, vidalar, civatalar ya da perçinlerle oluşturulan süsle­ me parçası. A P L İK A S Y O N a. (fr. appiication). Düz ya da desenli bir kumaştan kesilmiş mo­ tiflerin, bir başka kumaş üzerine tuttu­ rulması. — Dy. Aplikasyon çizgisi, arazi üzerinde sınırtaşlarıyla belirtilen ve tüm hat çizim ve ölçümlerinin, demiryolu yapılarının, kamu­ laştırma alanı sınırlarının gerçekleştirilme­ sinde hareket noktası olarak kullanılan çizgi. — İnş. Aplikasyon yapmak, YAPIYI ZEMİNE



 P İT H Y (Suru Migan), beninli devlet adamı (Porto-Novo 1913). 1945’te Fran­ UYGULAMAK"'ın eşanlamlısı. sız kurucu m eolisi’ nde milletvekili, 1951’de Afrika yeniden birleşme partisi’ ■ A P L İK E a. (fr. appliquer, üzerine uygu­ nin yerel kolu olan Dahomey cumhuriyet­ lamaksan). Bir kumaş ya da deriden ke­ çi partisi'nin kurucusu, Fransız ulusal silmiş motifleri, bir parça kumaş ya da deri meclisi’nin sürekli üyesi, Porto-Novo be­ üzerine uygulayarak yapılan işleme türü. lediye başkanı ve 1958'de Dahomey baş­ Motiflerin tutturulmasında fisto, paris pu­ bakanı oldu. 1959'da yerini H. Maga al­ anı, sarma gibi yöntemler kullanılır. dı. H. Maga’nın J. Ahomadegbe tarafın­ —Dantele. Aplike dantel, motifleri iğne ya dan tasfiye edilmesinden sonra 1964'te da tığla ayrı ayrı örülen, sonrada tül ya cumhurbaşkanı olduysa da ordunun bas­ da baret üzerine tutturulan dantel: Brük­ kısıyla general Soglo lehine görevinden sel aplikesi, Binche aplikesi, vb. çekilmek zorunda kaldı (kasım 1965). —El sant. Aplike rölyef, özellikle gümüş 1966’da Avrupa’ya sürgüne gitti; cum­ tabaklarda uygulanan, madene maden hurbaşkanlığı seçimlerinin askeri yönetim­ kakma tekniği. (Bk. ansikl. böl.) ce iptal edilmesi üzerine ülkesine döndü —Seram. Seramik bezeme türü. Pişim (nisan 1970) ve H. Maga ve J. Ahoma­ öncesinde, kabın üzerine kendi hamurun­ degbe ile birlikte, her birinin sırayla ikişer dan motifler yapıştırılmasıyla elde edilir. yıl cumhurbaşkanı olmasını öngören Baş­ —Terz. Bir giysi üzerine, kenarı boyunca kanlık konseyl’ni oluşturdu. 1972’deki as­ dikişle tutturulmuş kumaş, deri, vb.’den keri darbe, Apithy’nin siyasal yaşamını süs motifi. yeniden kesintiye uğrattı. — ANSİKL. El sant. ilk olarak İran’da, Sasani dönemi gümüş tabaklarda uygula(Bruno), alman yazar (Leipzig



Apokaukos şında; 2 954 m. Filipinler'in en yüksek da­ ğıdır. Yakın çevresiyle birlikte Apo dağı ulusal parkı'm (776 km2) oluşturur.



ma onları birbirinden ayırabilir; başka du­ rumlarda ayrılmaları basit diyalizle sağla­ nabilir.)



A p o c o lo c y n to s ls d lv l C la u d ll, Seneca'nın olduğu sanılan yergi (İ.S. 55'e doğr ). imparator Claudius'un ölümü üze­ rine yazılmıştır. Şiir ve düzyazıyı bir ara­ ya getiren bu yapıt, imparatorun tanrılaştırılmasını alaya alır.



A P O F E R R İT İN a. (fr apoferritine). Bi­ yokim. Sindirim sisteminin mukoza hüc­ relerinde bulunan ve üçdeğerli demirle ferritini oluşturan protein.



A P O C R İT A a. (yun. apokritos, ayrılmış' tan). Karın bölümü göğüs bölümünden bir sapla ya da bir boğumla ayrılmış olan zarkanatlı böcekler alttakımı. (Larvalar ayaksız ya da solucan biçimindedir; ge­ nellikle hepçil, çoğunlukla asalak besle­ nir. Alttakım iki gruba ayrılır: terebrantia ve aculeata.)



bir aplike işi örneği



nan aplike rölyef tekniğinde, çok ince lev­ halardan, kabartma ve kakma teknikleriy­ le elde edilen motifler, kenarlarından ke­ silerek istenilen yere açılan yivlere aplike edilir. Motifler yalnızca kenarlarından ap­ like edildiklerinden ortaları havada kalır. Bu yüzden kabartmalar zamanla yivlerin­ den kurtulup dökülebilir ya da çabuk de­ linebilir. A P Ü K -F E N E R a. Aydınlt. Kare ya da yarı silindirsel bir fenerden oluşan ve du­ vara tutturulan aydınlatma düzeneği. Â P Ü T a. (fr. aplite; yun. aploos, yalın, olan), ince taneli, hololökokrat, bazen porfirik kayaç; genellikle granitik ya da siyenitiktir ve plütonik kütlelerin damarları­ nı ya da kenarlarını oluşturur. A P L O D O N T İA a. (yun. aploos, basit, ve odus, -ontos, diş'ten). Batı Amerika'da Vancouver ve San Francisco arasındaki nemli bölgelerde yaşayan kısa kuyruklu ve kısa tüylü, iri (1,5 kg ağırlık için 45 cm boy) kemirgen hayvan. (Deniz düzeyin­ den 2 000 m yükseklikteki kıyı ovaların­ da bulunur; gece ortaya çıkar, ürkek bir hayvandır, yeraltına yaptığı dolaşık bir yu­ vada yaşar. Bil. a. Aplodontia rufa; aplodontidae familyasının örnek tipi.) A P L O D O N T İD A E a. Kuzey Amerika' da yaşayan tek bir kemirgen türünü (kun­ duzdan çok farklı olduğu halde "dağ kunduzu" denilen Aplodontia rufa) kap­ sayan familya. A P L Y S İA a. (kirli sarı sünger anlamın­ da yun. söze.). Geniş ve etli ağız doku­ naçları bulunan, çıplak ve uzunca gövde­ li, arttansolungaçlı deniz yumuşakçası. (Aplysiidae familyasının örnek tipi.) — ANSİKL Aplysianın boyu 25 cm kadar­ dır; güzel menekşe renginde bir sıvı sal­ gılayan bir salgıbezi vardır. Bütün deniz­ lerde bulunur. Aplysia depilans laminaria bölgesinin sınırında (15-20 m) yaşar. Yu­ murtaları az ya da çok dolaşık bir iplik bi­ çiminde bir arada toplu bulunur. Italyan balıkçılar bunlara deniz şehriyesi derler. A P L Y S İN A a. Avrupa kıyılarında bulu­ nan ve iskeleti yalnızca sünger liflerinden oluşan parmak biçiminde sünger. (Demospongiae sınıfı; dendroceratida takı­ mı.) A P N E a. (fr. apnde; yun. apnoia, a, yok­ luk eki, ve pneuma, -atos, hava, soluk' tan). Solunumun az ya da çok süreli ve az ya da çok ıstençli olarak durması. A P N Ö S T İK sıf. (fr. apneustiçue). Böcbil. Trake sistemi bulunmayan ya da çok az gelişmiş olan, solunum deliklerinden yoksun böceğe denir. (Karşt. HEMİPNÖSTİK, HOLOPNÛSTİK.)



A P N Ö Z a. (fr. apneuse; yun. apneustos, soluk almayan'dan). Fizyol. Nörofizyoloji araştırmaları yapılırken, solunum merkez­ lerinin incelenmesi ve belirlenebilmesi için deney hayvanında gerçekleştirilen soluk almama hali. A P O d a ğ ı, Mındanao adasında (Filipinip r ’i v a n a r H a f i



D a u a n U n rfe>7İn in u a n ı h a -



A P O C Y N A C E A E a. Bot. Zakkumgiller familyasının bilimsel adı. A P O C Y N U II a. Zakkumgiller familya­ sının örnek cinsi. (Yalnız köpek zehiri de­ nen bir türü [Apocynum androsemifolium] yetiştirilir. Bu türün, sinekleri kapma gibi ilginç bir özelliği vardır; sinek ölüleri çiçek borusu içinde asılı kalır.) A P O D IK T E S a. (yun. söze ). Esk. Yun. Vergileri toplayan ve bunları saymanlık­ lar arasında bölüştüren tahsildar. (Thasos'ta bir, Atina'da on apodektes vardı; bunlar her kabilede kura ile seçilirdi.) A P O D E M a. (fr. apodeme; yun. apodemia, uzaklaşmak eylemi'nden). Böcekle­ rin ve daha başka eklembacaklıların iç is­ keletinde bulunan ve bazı kasların bağ­ lanıp tutunmasına yarayan içi dolgun, katı parça. (Özellikle bazı yengeçlerde çok karmaşık yapılıdır.) A P O D E M U S a. Korularda ve tarlalarda yaşayan küçük kemirgen hayvan. (Sıçan­ giller familyası.) — ANSİKL. Apodemusun, Avrasya'da, or­ manlarda ve ekili alanlarda, yerde açtık­ ları inlerde yaşayan 7 türü bilinir. En yay­ gın türü Apodemus sylvaticus fareden bi­ raz iridir; boyu 20 cm gelir; bunun da ya­ rısı, pullarla ve kısa kıllarla kaplı kuyruk­ tur. Apodemuslar ekinlere çok zarar ve­ rir, kuş yumurtalarına ve civcivlere de sal­ dırırlar. A P O D E R U S a. (yun. apoderein, derisi­ ni yüzmek’ten). ince boyunlu bitki biti. (Apoderusiar, beslendikleri bitkilerin [fın­ dık, meşe, kayın, kızılağaç vb.j yaprak­ larını boru ya da puro gibi bükerier. Bil. a. Apoderus coryli; kınkanatlılar takımı; curculionidae familyası.) A P O D İA sıf. (yun. apus, apodos, ayaksız’dan). Zool. Ayakları, bacakları ya da yüzgeçleri olmayan hayvana denir. (Ör­ neğin arıların, sineklerin vb. larvaları apodiadır.) ■0 a. Ayağı olmayan hayvan. — ANSİKL. Tek ortak özellik olarak ayak­



ları bulunmayan ve gövdeleri uzun olan çeşitli hayvan gruplarına “ apodia” denir. Apodia adıyla anılan başlıca gruplar: ambulakrum .dokunaçları olmayan denizhı­ yarları altsınıfı; göğüs yüzgeçleri bulun­ mayan ve tüm gövdesini kıvırarak yüzen, yılanbalığı, murana ve mığrı gibi balıkları içeren kemikli balıklar takımı; hemen he­ men kör, pullu ve halkalı derili, yılanımsı gövdeli, ayaksız kara amfibyumlarından bir takım (örneğin ceciliae). [Sıraladıkla­ rımız gibi ayaksız olan daha başka grup­ lar da vardır, ama onlar apodia sıfatıyla anılmazlar. Örneğin amphisbaena, tiphiopidae ve yılanlar böyledir.]



A P O F İL İT a. (fr. apophyllite). Miner. For­ mülü KCa4(Si4O I0)2F,8H2O olan, hidratlı kalsiyum ve potasyum fluorlu silikat. Kuvadratik sistemde yer alır. (İçer­ diği su zeolit türündendir. ince yaprakla­ ra ayrılma eğilimi gösterir.) A P O F İZ



a. (fr. apophyse). M im . BOYUNLU- ŞERİT S ilM E 'n in eşan lam lısı. — P e tro g r. KOLUZANTl'nın eşanlam lısı.



A P O F İZ İT a. (fr. apophysite). Patol. Bir kemik ucunda sınırlı büyüme distrofisi ti­ pinde görülen kemik iltihabı. (Apofizit bir çeşit osteokondrozdur. Örneğin topuk ke­ miği apofiziti ya da Sever hastalığı, kaval kemiği apofiziti ya da Osgood-Schlatter hastalığı.) A P O FO N İ a. (fr. apophonie). Sesbil. ÜN­ LÜ ALMAŞM ASl'nın eşanlamlısı. A P O O A M İ a (fr. apogamie; yun. apo, ve gamos, evlilik’ten). Biyol. Bitkisel bir embriyonun genellikle diploit olan sıradan bir hücreden gelişmesi olayı. — ANSİKL. Apogamı, melez bitkilere özgü­ dür; bu melezlerde, meyoz bölünmede meydana gelen bir yanlışlık diploit gamet­ lerin oluşmasına neden olur. Duruma gö­ re, gametler ya birleşip tetrapioit bir birey oluşturur, ya da içlerinden dişi ya da er­ kek olan biri, meyoz bölünme öncesinde (apospori) ya da sonrasında (apogami) tek başına gelişir. Aynı soyda, iki olay art arda birbirini izler. Döllenmesiz üreme (partenogenez [alchimilla, dtrus, hieracium]), hatta çokembriyonluiuk bu olguyla birlikte bulunabilir. A P O O A M İK sıf. (fr. apogamique). Eşey­ siz üreme biçimlerine denir. A P O O O N İD A E a. (yun. a, yokluk eki, ve pogon, -onos, sakal’dan). Hani balığı­ na benzer, ama ondan daha küçük boy­ da kemikli balıklar familyası. (Gündüzleri sığınak aradıkları mercan kayalıklarının yakınında yaşar; oralarda kayalıkların ya­ rıklarına ya da karındanbacaklı büyük yumuşakçaların kavkılarının içine saklanır­ lar; bazen de denizkestanelerinin diken­ leri arasına girerek temizlik yaparlar. Er­ kekleri çoğunlukla yumurtaları ağzında kuluçkalar. Bu familyadan Apogan imberbis'e Akdeniz'de de rastlanır.) A P O O R A F a. (yun. apographon, kop­ ya). Paleogr. Bir yazarın özgün yapıtının bir kopyacı tarafından temize çekilmiş el­ yazması. (Apograflar, defter biçiminde hazırlanır, yeni kopyalarının çıkarılması için model olarak kullanılır ve muhteme­ len kiraya verilirdi.) A P O J İN İ a. (fr. apogynie; yun. apo, ve gyne, dişi'den). Biyol. Dişiorgandaki her­ hangi bir hücrenin embriyon olarak ge­ liştiği apogami türü. A P O K A R P İ a. (fr. apocarpie; yun. apo, ve karpos, meyve'den). Bot. Meyveyaprakları birbirine yapışık olmayan çiçekli bitkinin özelliği. (DİYALİKARPİ de denir.)



RUNLU.



A P O K A T A S T A S İS a. (yenilenme an­ lamında yun. söze.). Din. Yaratıkların, Tanrı'nin şefaatıyla nihai olarak yeniden yaşama kavuşması. (Origenes'in kura­ mında apokatastasıs, sonsuz cehenne­ min yadsınması anlamını kazanır.)



A P O E N Z İM a. (fr. apoenzyme). Biyo­ kim. Bazı enzimlerin diyalizlenemeyen ve enzim etkinliğinden yoksun olan protein­ li kısmı. ("Koenzim" denen proteinsiz bir bölüme bağlı olan apoenzim, holoenzimi, yani etkin enzimi oluşturur. Kimi durum­ larda apoenzim ile koenzim birbirine çok sıkı baölanır ve ancak kimyasal bir bozun­



A P O K A U K O S (Aleksios). bızanslı dev­ let adamı (öl. İstanbul 1345). ioannes Kantakuzenos sayesinde Andronikos II' ,den imparatorluğu yönetme yetkisini al­ dı. Andronikos lll’ün ölümü üzerine (1341), Kantakuzenos'u terk ederek, oğ­ lu ioannes V’e vasilik eden dul imparatoriçe Savoialı Anna’va yanaştı, ioannes V'i



A P O D İK T İK sıf. (fr. apodict/çue) - ZO­



713



î-il A-



l ı K







l r



spodemut



(Apodemus sytvaticus)



Apokaukos 714



yerinden ettikten sonra kendim Anna’ya başbakan ilan ettirdi; imparatorluğunu ilan eden ioannes Vi Kantakuzenos'a kar­ şı uzun bir savaşa girişti ve öldürüldü.



APOKOP a. (fr. apocope) -> SONSESDUŞUM A P O K R E O a. (dışında anlamında apo ve et anlamında fcreos’tan yun. söze.). Or­ todoks kilısesi'nde, büyük perhizden ön­ ce gelen ve et yemekten kaçınılan döne­ me verilen ad.



APOKRİSİARİOSa (elçi.papalık elçisi anlamında yun. söze.). Tar. Ortaçağ’ın başlarında, maslahatgüzarlara ya da bü­ yükelçilere verilen ad; Papa’nın ya da bir patriğin Bizans imparatoru nezdindeki el­ çisine ve Bizans imparatorluğu’nda, imparatorun fermanlarını iletmekle görevli kimseye de bu ad verilirdi.



APOKROMATİK sıt. (fr. apochromaf/que).Opt. En az üç dalga boyu için renk­ ser eksen sapıncı ve iki dalga boyu için küresel sapıncı giderilmiş bir mikroskop ya da fotoğraf makinesi objektifi için kul­ lanılır. t ; A p o k s y o m e n o s , Lysippos'un, bir "strigilis” ile bedenini oğuşturan çıplak at­ let heykelinin mermer kopyası. Canlı ve dengeli heykelin çok güzel bir örneğidir (Vatikan). A P O L D A , Almanya’da kent, Erfurt'un D.‘sunda; 28 500 nüf. Tuhafiye gereçleri merkezi. Dokuma sanayisinde kullanılan makinelerin yapımı.



APOLET a. (fr, epauiette). 1. Ask. Su­



Apoksyomenos Lysippos'un roma kopyası mermer Pio Clementino müzesi. Vatikan



Guillaume Apollimire Max Jacob’un yapılı guvaş, 1310 musee des Beaux-Arts, Orleans



bay ve generallerin rütbe ve hizmet du­ rumlarını belirtmek amacıyla, üniformala­ rın omuzlarına takılan kumaş. (Bk. ansikl. böl.) —2. Terz. Süs amacıyla kimi giysi­ lerin omuzlarına iliştirilen kumaş. —Tekst. Apolet kaytanı,süs şeridi ve apo­ let yapımında kullanılan ip. —ANSİKL. Silahlı kuvvetler’de apoletlerin son biçimi 4 ocak 1963 tarihli Kıyafet ka­ rarnamesi ile saptanmıştır. Apolet ceke­ tin omuz başlarına kol dikişiyle tutturulur, yaka dikişine kadar uzanır ve üst yaka ke­ narına değecek biçimde düğmeyle ilikle­ nir. Apoletin üzerinde sınıfı gösteren renkli çuha (örn. piyadede yeşil) ve rütbeyi gös­ teren madeni yıldızlar bulunur. Üst subay ve generallerde, yıldızlardan başka orta­ sında sınıf rengi™ gösteren çuhanın yer aldığı (örn. kurmay sınıfın kırmızı) bir sem­ bol vardır. Generallerin sembolleri üzerin­ de çapraz kılıç bulunur. Genelkurmay



başkanının apolet kenarlan sırmadan def­ ne dalıyla çevrilidir. Deniz subaylarının apoletleri ise beyaz üniformada (yazlık) si­ yah renkte, siyah üniformada (kışlık) be­ yaz renktedir.



APOLİTİKLİK a. Çeşitli neden ve ge­ rekçelere dayanarak her tür siyasal bağ­ lanmayı reddetme (Çoğu kez bazı örgüt­ lerin [dernekler, sendikalar], bağımsızlık­ larını belirtmek için benimsedikleri bir tu­ tumdur.)



fvAPOLLİNAİRE (Guillaume Apollinaire DE KOSTROVVİTZKY G uillaum e —denir), transız yazar (Roma 1880 - Paris 1918). Ailesini gizlediği gibi —annesi polonyalı bir aristokrat, babası bir İtalyan subaydı— şiirine temel olarak da gizliliği seçmesi belki de toplumsal bir saygınlığa ulaşma isteğinin (adının yalancıya çıkmasına si­ nirlenmesi, 1911'de Louvre’dan bir kü­ çük heykel çaldığına dair söylentiler kar­ şısında umutsuzluğa düşmesi. 1914 savaşı’na büyük bir hevesle katılması hep bu yüzdendir) çelişik bir belirtisiydi. Birçok işe girip çıktıktan sonra (Rheinland'da özel öğretmenlik), çeşitli edebiyat dergilerinde (la Plume, la Phalange) çalıştı, Mercure de France’da “ Vie anecdotique" sütunu­ nun yazarlığını yaptı, savaş başlar başla­ maz gönüllü olarak orduya yazıldı ve fransız uyruğuna kabul edildi. 1916’da cep­ hede yaralandı, beyin ameliyatı oldu ve ateşkesten iki gün önce İspanyol gribin­ den öldü. Sanat ve edebiyat etkinlikleriyle yakın­ dan ilgilenen, naıf sanatı (Gümrükçü Rousseau) ve zenci sanatını tanıtan, ressam Delaunay, Braque ve Picasso’nun dostu olan Apollinaire, bu sanatçıların buluşla­ rını savundu ve değerlendirdi (les Peintres cubıstes. 1913; Chroniques d'art. 1960’ta derlendi),. Çeşitli dergiler çıkara­ rak (Le Festin d'Esope, 1903-04; les Soirees de Paris, 1912-1914) yeni şiirin söz­ cülüğünü yaptı, oyunlarını sahneleyen genç kuşağın (les Mamelles de Tiresias. 1917; Couleur du temps. 1918) yakınlı­ ğını kazandı ve onlara sonradan değişik bir içerik kazanacak olan "gerçeküstücü­ lük" terimini bıraktı. "Anlatı benim her şeyimdir" diyordu Apollinaire: l'Enchanteur pourrissant (1909), l'Heresiarque et Cie (1910), le Poete assassine (1916), te Flâneur des deux rives (1918) ve tamam­ lanmamış romanı la Femme assise (1920), gelenekse! büyük mitlerin sözcüklerce sü­ rüklenerek yeni bir anlam kazandığı fan­ tezi ve alayla yoğrulmuş anlatılardır. Ero­ tizme düşkünlüğü, müstehcen yazarların kitaplarına yazdığı önsözlerde, Rabelais’ yı andıran sağlıklı ve renkli yapıtlarında görülür (les Memoires d ü n jeune Don Juan, 1907; les Onze Mille Verges. 1911; la Fin de Babytone. 1914). Apollinaire’ın şiirlerinde bütün bu özellikler birleşmiştir (te Bestıaıre ou Cortege d'Orphee, 1911: A lcools’ . 1913; Callıgrammes’ . 1918. II y a . 1925); yaşamındaki bazı olaylardan ve aşklarından (Poemes â Madeieine. 1952; Poemes â Loü. 1955; Lettres a Lou. 1968) esinlenen şiirlerinde anlatım biçimleriyle temalar, geleneksel ezgiyle biçimsel yenilikler iç içedir. Yoğun karam­ sarlıktan kahkahaya, gündelik olaydan mite geçen Apollinaire böylece çağdaş döneme özgü ve "şaşırtmacalı" bir este­ tik anlayışını ortaya koyar



APOLLİNARİS (lat. söze.). Esk. Rom Augustus tarafından kurulan bir Roma lej­ yonuna (XV Apollinaris) verilen ad.



APOLLİNARİS, Federal Almanya'da madensuyu kaynağı; Bonn'un G.’ınde Renin kolu olan Ahr ırmağı vadısındedir. Seltz suyuna benzer bir gazlı sudur. APOLLİNARİS (azız). Ravenna başpis­ koposu (öl. 200’e doğr ). Efsaneyle de­ ğişikliğe uğrayan yaşamöyküsünden an­ laşıldığına göre, Asya’dan gelmiş gezici bir papaz olan Apollinaris, Ravenna yı misyoner etkinliğinin, merkezi yapmıştır Ravenna’da çok güzel bir bazilika onun



adına yaptırıldı. A P O L L İN A R İS L a o d lk e ia lı, hıristiyan yazar (Laodikeia 310’a doğr. - 390’a d o ğ r). 361 ’de, Suriye’de, Laodikeia pis­ koposu oldu. Aziz Athanasios’un dostuy­ du; De Veritate adlı yapıtında imparator Julianus’a karşı hıristiyanlığı savundu ve ariusçulukla savaştı. Cisimleşme öğretisi, 377’de mahkûm edildi. Eski ve Yeni Ahit kitapları üstüne yorumlar ve dogmatik ya­ pıtlar yazdı; bunların en önemlisi Apodeiksis peri tes theias sarkoseos fes kath' omoiosin anthropu'dur. A P O LL İN A R İS (Sıdonius) - SİDONİUS A P O L L İN A R İS Ç İL İK a. Laodikeia’lı (Laskiye) Apollinaris ile izleyicilerinin öğ­ retisi. Bu öğretiye göre Söz (Kelam) [kut­ sal üçlemenin İkincisi], İsa’nın kişiliğinde, bir insan ruhuyla değil (insan ruhu tanrı­ sallıkla uyuşmaz sayılıyordu), ama doğ­ rudan doğruya bir bedenle birleşmiştir. (Bu akım, V. yy.’a doğru ortadan kalktı.) A P O L L İN O P O L İS , Ptolemaios sülale­ si döneminde, özellikle Behedet (günü­ müzde Edfu) kentine verilen ad. Yukarı Mısır’daki 2 nomos’un merkezi olan Apollinopolis, Nil’in sol kıyısında yer alı­ yordu. A P O LLO , alman gökbilimci Reinmuth’ un 1932’de bulduğu küçük gezegen; kaybolduktan sonra 1973’te yeniden bu­ lunan Apollo, yörüngesi Yer’in yörünge­ sini kesen küçük gezegen grubunun ilk örneğidir (günberi uzaklığı: 0 647 AB; tah­ mini çapı: 2 km). A po llo, insanlı uçuşlarla Ay’ı keşfetme­ ye yönelik amerikan programı. 1961’de kararlaştırılan bu program 20 temmuz 1969’da, Neil Armstrong ve Edvvin Aldrin komutasında Apollo 11 uzay gemisi­ nin ay modülünün Ay’a inişiyle başarıya ulaştı. Hemen ardından, bu tasarı çerçe­ vesinde, insanlı beş ay yolculuğu başa­ rıyla gerçekleştirildi. •Tasarının başlangıcı. Amerikan uzay da­ iresi, ekim 1958’de kuruluşunun hemen ardından, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’ ye üstünlük sağlayacak bir insanlı uçuş programı hazırlamaya başladı. Nisan 1959’da Ames araştırma merkezinden (Kaiiforniya) Harry Goett’ün başkanlığın­ da bir planlama kurulu oluşturuldu; bu ku­ rulun, hem siyasal, hem teknik, hem de bilimsel alandaki istekleri karşılayacak, uzun vadeli bir tek amacı vardı: Ay’a in­ san göndermek. Bu iddialı tasarıya, NA­ SA uzay uçuşlarını geliştirme dairesi yö­ neticisi Abe Silverstein’ın önerisiyle ‘Apollo" adı verildi ve 28 ile 29 temmuz 1960’ta halka açıklandı. Başkan Eisenhower yönetimince reddedilen Apollo tasa­ rısı başkan Kennedy tarafından 25 mayıs 1961 ’de onaylandı; tasarıya göre 1969 yı­ lı sona ermeden astronotlar Ay’a indirile­ cekti •Önemli teknik seçimler ilk önemli seçim 15 aralık 1959’da yapıldı; seçilen ilk füze dizisi üst katlarında itici yakıt olarak yük­ sek enerjili, derin soğutmalı propergol (sı­ vı hidrojen ve oksijen) kullanacaktı Böy­ lece Nova adı verilen dev bir füze, kalkış­ ta 5 000 tondan daha büyük bir itme gü­ cü sağlayarak,Ay gemisinin doğrudan fır­ latılmasına olanak verecekti, ikinci büyük teknik seçim, haziran 1962’de yapıldı. Uçuş planının saptanmasında üç seçe­ nek üstünde duruluyordu: dev bir Nova füzesiyle doğrudan fırlatma; bir uzay ge­ misini daha küçük iki Satürn V füzesiyle fırlatarak Yer yörüngesi üzerinde birleş­ tirme (Yer çevresinde buluşma yöntemi); daha hafif bir uzay gemisini tek bir Satürn V füzesiyle doğrudan fırlatma ve Ay yö­ rüngesinde buluşma. Üçüncü seçenek benimsendi 8u plana göre Apollo uzay gemisi ıkı parçadan oluşacaktı: bunlardan biri, 3 astronotun Yer ile Ay yörüngesi ara­ sında gidiş-dönüşünü sağlayacak (servis ve komuta modülü), İkincisi ise astronot­ lardan ikisin'^, Ay yörüngesinden Ay’a



iniş ve çıkışı için kullanılacaktı. • Apollo uzay gemisi. Bu seçim göz önü­ ne alınarak yapılan Apollo uzay gemisin­ de üç bölme bulunur. Birincisi komuta modülüdür (CM) ve üç astronotun Yeı ile Ay yörüngesi arasında gidiş-dönüşünü sağ­ layacak 6 tonluk koni biçiminde bir kapsül­ den oluşur; İkincisi CM'nin arkasına takı­ lan servis modülüdür (SM) ve 23 tonluk bir silindir biçiminde yapılmıştır, bu böl­ me Ay yörüngesindeki yolculuk boyunca bütün gereksinimleri karşılayacak dona­ nım ve itme sistemlerini içerir. Komuta ve servis modülleri İkilisi (CSM), Ay yörünge­ si aracını oluşturur; bu aracın iki parçası, CM’nin atmosfere girmek için ayrılmasın­ dan öncesine, yani uçuşun son saatleri­ ne değin birbirine kenetli kalmak zorun­ dadır. Üçüncü bölme, Ay yüzeyine inişte yararlanılacak 15 tonluk dört ayaklı dev bir örümcek biçimindeki Ay modülüdür (LM). Bu bölme değişken itmeli bir mo­ torla donatılmış 10 tonluk bir iniş katı ile iki astronotu taşıyacak güçte 5 tonluk bir çıkış katından oluşur. • Hazırlık deneylen. Apollo 1'in (26 şubat 1960) amacı, komuta modülünün 8 km/sn’ lik bir hızla atmosfere girişin1denemekti; Apollo 3 de aynı görevle fırlatıldı (25 ağus­ tos 1966). Apollo 2 uçuşunda (5 temmuz 1966) sıvı hidrojenle doldurulmuş bir de­ ponun yörüngedeki tutumu incelendi. Her üç deneyde de yaklaşık 18 tonluk bir ağırlığı yakın bir Yer yörüngesine oturtma gücündeki Satürn 1-B fırlatıcısı kullanıldı. Apollo 4 uçuşunda (9 kasım 1967) dev Satürn V fırlatıcısına başvuruldu ve ilk kez 126 tonluk rekor düzeyde bir yararlı yük Yer yörüngesine yerleştirildi. Ayrıca bu uçuş, Ay’dan dönüş hızı olarak düşünü­ len 11 km/sn’lik bir hızla atmosfere giriş sırasında komuta modülünün göstereceği tutumu sınama fırsatı verdi. Apollo 5 uçu­ şu (21 ve 22 ocak 1968) bir Satürn 1-B füzesiyle gerçekleştirildi ve Yer çevresin­ de bir yörüngeye oturtulan Ay modülü­ nün boşluktaki tutumu denendi. Nihayet Apollo 6 uçuşu (4 nisan 1968) CSM’nin Satürn V ile ikinci kez fırlatılışı oldu. Bu arada ilk pilotlu Apolio uçuşu dramatik bir kaza yüzünden bir yıl ertelendi: 27 ocak 1967’de CM’de alışma çalışmaları yapar­ ken çıkan bir yangın sonucunda üç ast­ ronot, Virgil Grissom, Edward VVhite ve Roger Chaffee öldü. Nihayet, ilk pilotlu uçuş Apollo 7, 11 ekim 1968’de başladı ve izleyen 7 yılda insanlı 14 uçuş daha yapıldı: bunlardan 10’u Apollo ay prog­ ramı. 3'ü ay programının bir ürünü olan



P ilo tlu A pollo uçuşları Uçuş numarası Fırlatılış tarihi Dönüş tarihi



Komutan A y m odülü pilotu Kabin pilotu



Uçuş programı



A p o llo 7 11 ekim 1968 22 ekim 1968



Walter M. Schirra. Walter Cunningham Donn F. Eisele



Komuta ve servis modülünü, alçak Yer yörüngesinde deneme. Uzay gemisi iticisinin sekiz kez başarıyla ateşlenmesi. Uçuş süresi 260 sa 09 dk.



A p o llo 8 21 aralık 1968 27 aralık 1968



Frank Borman VVİlliam A.Anders James A. Lovell



Programın ilk Ay denemesi. Servis ve komuta modülü Ay çevresinde on dolanım gerçekleştirdi. Uçuş süresi: 147 sa 01 dk.



A p o llo 9 3 mart 1969 13 mart 1969



James A. McDivitt Russell L.Schvveickart David R.Scott



Bütün halinde Apollo gemisini alçak Yer yörüngesinde deneme. Ay. modülü motorlarının başarılı testleri. Schvveickart’ın uzayda 67 dk kalışı. Uçuş süresi: 241 sa 01. dk.



A p o llo 10 18 mayıs 1969 26 mayıs 1969



Thomas P Stafford Eugene A. Ceman John W. Young



Ay a ilk inme girişiminden önce Ay’ın çevresinde’ son prova. Ay modülü Ay yüzeyine 15 km yaklaştı, sonra Apollo kabiniyle bir buluşma gerçekleştirdi. Uçuş süresi: 192 sa 03 dk.



A p o llc 11 16 tem muz 1969 24 temmuz 1969



Neil A. Armstrong Edvvin E. Aldrin Michael Collins



20 temmuz 1969’da UT ile saat 20’yi 17 dk 42 sn geçe pilotlu bir uzay gemisinin Ay'a (Sessizlik denizi) ilk inişi. Armstrong 21 temmuzda UT ile saat 2 yi 56 dk 20 sn geçe Ay’a ayak bastı. 2 sa 40 d k ’lık gezinti sırasında Ay’a bilimsel istasyon bırakma, Ay arazisinden 22 kg örnek toplama. Uçuş süresi 195 sa 19 dk.



A po llo 12 14 kasım 1969 24 kasım 1969



Charles Conrad Alan L. Bean Richard F. Gordon



Fırtınalar okyanusu bölgesine iniş. Ay arazisinde 3 sa 56 dk ve 3 sa 45 dk süren iki gezinti. Bir bilimsel istasyon bırakma. Otomatik Surveyor 3 ün bıraktığı kamerayı alma. Araziden 34 kg örnek toplama. Uçuş süresi: 244 sa 36 dk.



A po llo 13 11 nisarı 1970 17 nisan 1970



James A. Lovell Fred W. Ha ise John L. Svvigert



Servis modülünün oksijen deposundaki bir patlama sonucu başarısızlığa uğrayan Ay uçuşu. Uçuş süresi: 142 sa 55 dk.



A p o llo 14 31 ocak 1971 9 Şubat 1971



Alan B. Shepard Edgar D. Mitchell Stuairt A. Roosa



Fra Mauro krateri bölgesine iniş. Ay'a bilimsel istasyon yerleştirmek için hafif bir el arabasıyla 4 sa 48 dk ve 4 sa 35 d k ’lık iki gezinti. 43 kg örnek toplama. Uçuş süresi: 216 sa 02 dk.



A p o llo 15 26 temmuz 1971 7 ağustos 1971



David R. Scott James B. İrvvin Alfred M.VVorden



Hardley dağı (Apennınler;bölgesineiniş. Güçlendirilmiş bilimsel programlı ilk Apollo Ay uçuşu. Bir otomobilin kullanılması. Ay’da 6 sa 33 dk. 7 sa 12 dk ve 4 sa 50 dk süren üç gezinti. 77 kg Ay kayacı parçaları toplama. Uçuş süresi: 295 sa 12 dk.



A p o llo 16 16 nisan 1972 27 nisan 1972



John W. Young Charles M.Duke Thomas K.Mattingly



Descartes krateri bölgesine iniş. Ay'da 7 sa 1 1 dk, 7 sa 23 dk, ve 5 sa 40 dk süren üç gezinti. 96 kg Ay kayacı parçası toplama. Uçuş süresi: 265 sa. 51 dk.



A p o llo 17 7 aralık 1972 19 aralık 1972



Eugene A. Cernan Harrison H.Schmitt Ronald E.Evans



Taurus-Littrow bölgesine iniş. Ay uçuşuna ilk kez bir bilim adamının (H.Schmitt) katılması. Ay'da 7 sa 12 dk. 7 sa 37 dk ve 7 sa 15 dk süren üç gezinti. 110 kg toprak örneği toplama. Uçuş süresi: 301 sa 52 ak.



solda: Apollo 11 görevi 21 temmuz 1S69’da insanın Ay’a İlk inişi Astronot Edwin Aldrin güneş rüzgârı parçacıklarını yakalamak için hazırlanmış bir alüminyum kâğıdını açıyor (arka planda Ay modülü)



yanda: Apollo 17 görevi 10 aralık 1972’de kapsülün denize inmesinden sonra üç astronot Ronald Evans, Erigene Ceman ve Harrison Schmitt’in, amerikan uçak gemisi Ticonderoga'nin (arka planda) bir helikopteri ile denizden alınması



A poltom . Eski İstanbul’da bu adı taşıyan çeşitli tiyatro yapıları vardı. Bunlardan en tanınmışı, Kadıköy’deki, sonradan Hale ti­ yatrosu adını alan (şimdi aynı yerde Reks sineması bulunmaktadır) yapıdır. A P O LLO N a. Avrupa ve Asya'nın dağ­ lık bölgelerinde yaşayan, parnassius cin­ sinden gündüz kelebeği. (Papilionidae fa­ milyası.)



Apollon Delphoi’deki üç ayaxiı kâhin iskemlesini ele geçirmek için dövüşürken mermer alçak kabartma yunan sanatı, İ.Ö. Vi.yy. Arkeoloji müzesi, Deifi



Skylab tasarısı ve nihayet biri de Apollo -Soyuz kenetlenme deneyi çerçevesin­ de gerçekleştirildi. Â P O L L 0 D O R 0 S , İ.Ö. 279’a doğru, paralı kelt askerlerinin yardımıyla Kassandreia (Potidaia) yönetimini ele geçiren ve halka korku salan makedonyalı. Zor­ baca yönetimine Antigonos Gonatas son verdi. A P O LLO D O R O S A ttn a iı, yunanlı bil­ gin (i.ö. II. yy.). 144 yılında, uyaklı tarih öykülerinden oluşan bir kronoloji ile Peri Theon adlı bir kitap yazdı. Apollodoros ki­ taplığı adıyla bilinen bir derleme ona mal edilir. Mitoloji konularında değerli bilgiler içeren bu yapıtı, gerçekte, miladi takvimin başladığı yıllarda, bilinmeyen bir kişi yaz­ dı. A PO LLO D O R O S b r ı m u h , yunanlı retorikçi (İ.Û. 104 - 22’ye doğru). Retori­ ğe çok sıkı kurallar getiren apoliodorosçu okulun kurucusudur. Roma’da bir oku! açtı ve Sezar tarafından Augustus’u eğit­ mekle görevlendirildi.



Apollon tapınağı Side-Antatyâ



A PO LLO D O R O S Şamil,, Roma’da ye­ tişmiş, Suriye kökenli mimar. İ.S. II. yy.'da Roma'da çalıştı. Özellikle Traianus forumu’nun büyük bölümüne ve Ulpianus-bazilikası'na emeği geçti. Savaş araçları üzerine bir kitap yazdı ve Daçyalılar'a kar­ şı yürüttüğü savaşta Traianus'un yanın­ da yer aldı. Tuna üzerinde Demlrkapılar köprüsünü yaptı. Hadrianus'un planları­ nı açıkça eleştirdiği için sürgüne gönde­ rildi, belki de öldürüldü.



| | S g i'



A P O L L O N . Yun. mit. Her gün, araba­ sıyla, göğü bir uçtan öbür uca geçen gü­ neş tanrısı. Tanrıların en güzelidir. Girit’ te, Minos döneminde, hayvanların kutsal efendisi olan Paean ya da Paian’ın soyun­ dan gelir. Zeus ile Leto'nun oğlu, Artemis'in erkek kardeşi olan Apollon, Delos' ta dünyaya gelmiştir. Hyperboredi ülke­ sinden döndüğünde, Delphoi'ye ( Deifi) yerleşir, Python adlı canavarı öldürür ve tapınağı ele geçirir. Koronis, Daphne, Klytia, Leukothoe gibi pek çok nympha’ nin gönlünü fetheder. Her sonbahar, ku­ zeye, her zaman tertemiz olan ülkeye gi­ der ve Yunanistan'a ancak törenler ve şarkılar arasında ilkbaharda döner. Çok yönlü bir kişiliği olan Apollon, Ege bağdaştırmacılığına uygun bir biçimde, bir­ çok tanrıyı kendinde bir araya getirir. Et­ kinliklerinin bir bölümü, tıpkı güneş ışın­ ları gibi, hastalığa yakalatıcı ya da iyileş­ tirici oklara sahip bir güneş tanrısı oldu­ ğunu gösterir. Hayvan sürülerinin koru­ yucusu bir tanrı olan Apollon bir kurt öl­ dürücüsü, yani Lykeios olarak bilinirdi; ilk heykeller de Apollon'u hep omzunda bir kuzu taşırken gösterir. Fare-tanrı Sminth’ in insan kılığına girmiş bir örneği olan Apollon, ayrıca bir fare yakaiayıcısı, yani Smintheus'tur. Kehanetlerinin, kitleleri akın akın çektiği Delphoi tapınağı’ndaki bilici rahibeye, o esin verir. (Yüzyıllar bo­ yunca Delphoi tapınağı, dünyanın dört bir yanından gelen hâzinelerle dolup taşa­ caktır.) Aynı zamanda Müzik ve Şiir tanrı­ sı olan Apollon, müzik ve şiiri kendi ede­ bi zevki için yaratmıştır. En çok hoşlandı­ ğı şey, erkek ve kız çocukların peş peşe korolar halinde şarkı söyleyip tapınağın çevresinde dans ettiği şenliklerdir. Ken­ disi de lir çalarak musaların (Musagetes) korosunu bizzat yönetir. Romalılar Apollon'a çoğu kez Phoebus derlerdi. —Güz. sant. Apollon, öncelikle, erkek gü­ zelliğini simgeleyen tanrıdır. Lir ya da kitaralı heykelleri dışında, genellikle çıplak olarak betimlenir. Uzun süre, her kuros* heykeline, yanlış olarak, “ Apollon" den­ di. Eskiçağ heykellerinde Apollon, genelİlkle elinde bir yay tutar (Pire Apolionu, Atina ulusal müzesi). İ.Ö. V. ve İV. yy. sanatçıiarı, Apollon'u, aydınlık ve arındırıcı bir tanrı olarak betimlediler. Asılları günümüze ulaşamamış bu yapıtları, ancak da­ ha sonra yapılmış kopyalarından tanıyo­ ruz. Bunların başlıcaları: Piombino Apoilonu (Louvre), Sauroktonos Apolionu (Praksiteles’in yapıtından kopya, Louvre), Tevere Apolionu (Roma), Kassel Apoitonu(Pheidias'ın olduğu sanılan bir hey­ kelin kopyası, Kassel müzesi) ya da 3e/vedere Apolionu (Vatikan müzesi). Bu ya­ pıtlar, Rönesans’ta erkek güzelliğinin ör­ neği sayıldı. Bu dönemden başlayarak Apollon, bir­ çok resmin konusunu oluşturdu. Raphaello (Apollon ve Marsyas, Vatikan salon­ larında), Annibale Caracci, Domenichino ve Guido Reni gibi bolognalı ressamlar, Apollon ile ilgili hemen hemen her öykü­ yü tablolaştırdılar (Domenichino’nun A pollonün savaş arabası adlı resmi, Roma’daki Costaguti sarayı’nın tavanını süs­ ledi). Versailies sarayı'nda Apollon tasvir­ leri, güneş efsanesinin bir öğesidir: Girardon ve Regnaudin’in Apollon’un Banyo­ su koruluğu’ndaki Nymphaiarın hizmet ettiği Apollon adlı yapıtı, Charles de La Fosse’un, Apollon ve Diana salonu’ndaki A pollonün savaş arabası; J. B. Tuby’ ni,n Zafer takı koruluğundaki Sudan çıkan Apollon adlı resimleri. Bernini, Borghese villası için Apollon ve Daphne adlı bir hey­



kel grubu; J. B. Lemoyne (Büyük Fried­ rich için A pollon) ve Pajou (Versailies ti­ yatrosu için Sarıat dehasına egemen otan A pollon) da birer heykel yaptılar. Delacroix, Louvre'daki Apollon galerisi’nin ta­ vanına, Python yılanını öldüren Apollon’u resimledi. Odilon Redon A pollonün sa­ vaş arabası adlı çok sayıda tablo yaptı. XX. yy.'da, Bourdelie ve Despiau, özel­ likle Apollon heykelleri yaptılar. A p o llo n MtısagAt», iki tablolu bale (müzik ve konu: i. Stravinskiy). ilk kez 27 nisan 1928’de Adolph Bolm’un koregrafisiyle, Washington’da. Chamber Music Society’nin düzenlediği çağdaş müzik şenli­ ği sırasında Library of Congress’te sah­ nelendi. G. Balanchine'in koregrafisi, A. Bauchant'ın dekorları ve Coco Chanel’in kostümleriyle Rus baleleri topiuluğu'nca Paris'te Sarah Bernhardt tiyatrosu’nda ye­ niden yorumlandı (12 haziran 1928). Bu gösteride başrolleri Alisya Nikitina, Lubov Çernişeva, Felya Dubrovska ve Sergey Lifar üstlendi. Yapıtta, tanrı Apollon’un ve musaların (Terpsikhora, Kalliope ve Polymnia) Olimpos’a yükselişi anlatılır. A p o llo n o y u n la rı, ikinci Pön savaşları sırasında Roma’da, Apollon onuruna dü­ zenlenen oyunlar. A p o B o n tapınağı (Didyma). Arkeol. DİDYMAİON.







 P O L L O N C  sıf. Apollon’a ilişkin; Apollon'a benzeyen. —Fels. Nietzsohe, Apollon’dan kaynak­ landığı söylenebilecek bir gerçekliğe ya da üsluba bu sıfatı verir. (Bu tanrı, Dionysos'un tersine, oluşun ve değişmenin coş­ kunluğuna karşı çıkan hem varoluşsal hem de estetik bir tutumu simgeler; ayırt edici özelliği, denge ve ölçüdür.) A P O L L O N C U L U K a. Fels. Nietzsche1 ye göre, biçimdeki uyuma büyük değer veren üslup. ("Apollonculuk sözcüğü, bir imgelem ve düş dünyasının; bizi, değiş­ me ve oluş dünyasından sıyıran güzel gö­ rünümler dünyasının coşkunlukla seyre­ dilmesini belirtir" [Der Wille zur Macht].)  P O L L O N İA . Tar. coğ. İlkçağ’da Apol­ lon adına kurulmuş birçok antik kentin adı: —İilyria A polloniası, Aoos ırmağı­ nın ağzındaydı. Hellenistik dönemde bir kültür ve ticaret merkezi, aynı zamanda via Egnatia'nin başlangıç noktalarından biriydi. Yıkıntıları Poiani manastırı (Arna­ vutluk) yakınındadır; —Trakya Apolloniası, Karadeniz kıyısında bir Miletos kolo­ nisi olarak İ.Û. 600’e doğru kuruldu. Ta­ pınaklarından birindeki Apollon’un dev boyutlu heykeii, Lucullus tarafından Ro­ ma'ya götürülüp (İ.Û. 73) Capitolium’a di­ kildi. Günümüzde Sozopol (Bulgaristan); —Rhyndakos üzerindeki Apolionia, Mysia bölgesinde, Apolloniatis (Ulubat) gölü kıyısında kent, Miletos kolonisi oldu­ ğu sanılıyor (bugün Gölyazı); —Apolio­ nia Salbake, Karia bölgesinde, Salbakos (Babadağ) eteklerinde, Medet köyü (Ta­ vas, Denizli) yakınlarındaydı; —Apolio­ nia M ordiaion ya da Apolionia Mordiaeum, Phrygia bölgesinde, Apameia ile Antiokheia arasında kent. Bergama kolo­ nisiydi. Roma imparatorluğu dönemi ya­ zıtlarından, Apolion’un kült merkezi oldu­ ğu biliniyor. Bizans döneminde, Trakya1 daki Apolionia gibi Sozopolis adıyla önemli bir dinsel merkezdi. XIX. yy.'da İn­ giliz gezgin Arundell, burada Augustus' un Ankara Augustus tapınağındaki “ Res gestae divi Augusti" yazıtının grekçe par­ çalarını buldu. Daha sonra Prof. Calder, öteki parçaları da bularak yazıtın bütün­ lenmesi™ sağladı; —Lykia A polloniası, G. Anadolu'da, Antalya’nın Kaş ilçesi, merkez bucağına bağlı Kılınçlı (esk. Sıçak) köyü yakınlarında, Avşar harabesi denilen kesimdedir. Çevrede sur kalıntı­ ları, tiyatro, Lykia tipi lahitler vardır. Kent, Simena, isinda ve Aperlai ile birlikte tetrapolis oluşturdu. Sikke bastırdı. Bizans döneminde Aperlai piskoposluğuna bağ­ lıydı. ( -> Ka'Ti.)



A P 0 L S .0 M İe E & ya da A P O L L O N İS . Tar. coğ. Anadolu’nun Lydia bölgesinde kent kalıntısı. Manisa’nın Akhisar ilçesi, Palamut bucağının kuzeyindeki tepededir. Kenti, Bergama kralı Eumenes II (I. Ö. 197 -160) eski Doidye’nin yerine kurdurarak annesinin adını verdi. Sikke basan kent. İ.S. 17'de depremle yıkıldı. Roma impa­ ratoru Tiberius döneminde onarıldı. A P O L L O N İD E S , yunanlı coğrafyacı, Mithridates'in çağdaşı. Avrupa kıyı yolcu­ luğu adlı bir kitap yazdı. A P O L L O N İO S R o d o s iu , yunanlı şair (İskenderiye İ.Û. 295’e doğr. - 230’a doğr.). Kallimakhos'un öğrencisiydi, ama sonra araları açıldı. Rodos’a yerleşti, ora­ nın yurttaşı oldu. Destan türüne yeniden saygınlık kazandıran Argonautika' adil yapıtını ikinci kez orada yayımladı. A P O L L O N İO S P a rç a lı, yunan mate­ matikçi ve gökbilimci (İ.Û. III. yy.'ın sonu -II. yy.’ın başı). İskenderiye, Efes ve Ber­ gama’da yaşadı; İskenderiye* okuluna bağlıydı. Başlıca yapıtı Konika'da, koni kesitleriyle ilgili daha önceki bilgileri sis­ temleştirdi. Öncelleri, Menaikhmos, Aristeus, Eukleides ve Arkhimedes, koni ke­ sitlerini, bir dik dönel koniyi doğrultman­ larından birine dik bir düzlemle keserek elde ediyor ve koninin tepe açısına göre, dar açılı koninin kesiti (elips),dik açılı ko­ ninin kesiti (parabol) ve geniş açılı koni­ nin kesiti (hiperbol) olarak ayırıyorlardı. Apollonios’un yaklaşımı daha genel oldu. Çünkü, kuramını dik ya da eğik tek bir da­ iresel koninin kesitleri üzerine kurdu. Hi­ perbolün iki kolunu sistemli olarak ince­ ledi ve geometriye çağdaş terimleri ka­ zandırdı. Koni kesitlerini, eğrinin çapına ve çap uçlarından birinden geçen teğe­ te bağladığı denklemlerle tanımladı ve bu denklemlerin özelliklerini, kendisinden ön­ ceki bilginlerin elde ettikleri sonuçlarla kendi özgün önerilerini birleştirerek, yöntemli bir biçimde ortaya koydu. Kaybolan öteki çalışmalarının bir bölümü ise.Pappus sayesinde yeniden elde edildi A P O L L O N İO S T r a lie a ll, yunanlı heykelci (İ.Û. I. yy.). Kardeşi Tauriskos ile birlikte, Amphion ve Zethos'u, üvey ana­ ları Dirke’yi bir boğaya bağlarken göste­ ren bir heykel grubu yaptı. Bu grup için­ de yer alan Napoli müzesi'ndeki Farnase boğası adiı heykel, aslına oldukça uy­ gun bir uyarlamadır. A P O LLO N İO S T r a n s it, yenipythagorasçı filozof (Tyana, Kappadokia-Efes 97). Pythagoras’ın öğretilerini benimsedi, uzun yoiculuklar yaptı. Her yerde, pythagorasçı dogmaları ve ahlakla ilgili reform­ ları yaymaya çalıştı. Efes'te, pythagorasçı bir okul kurdu. Porphyrios ve iamblikhos’un yararlandıkları Pythagoru Bios ile Peri mandeias asteron'u yazdı. Philostratos’un yazdığı ve III. yy.'da Hierokles’in yararlandığı Bion Apolloniu tu thyanos adiı yapıt, onun kişiliğini İsa'nın kişiliğine karşı çıkarıyordu. Caracalla, Apollonios adına bir tapınak yaptırdı. Resmi, III. yy.'da birçok tapınağı süslemekteydi. A P O L L O N İO S S ı s k a le s ("Hırçın"), İskenderiyeli gramerci (İ.S. II. yy.). Sözdiziminin açık bir betimlemesini ilk kez ya­ pan bilgindir. Priscianus’u etkileyen ya­ pıtlarından dört kitap günümüze ulaştı (Peri epirrematon, Peri syndesmon, Peri antonymias, Peri syntakseos ton tu iogu meron). A P O L L O N İO S , birçok yunanlı hekimin adı: A po llo n io s Herophiiosçu. Herophilos'un öğrencisi (İskenderiye İ.Û. II-yy.-}; —A po llo n io s Deneyci (İskenderiye İ.Ö. II. yy.); —A po llo n io s BergamalI (İ.Û. 70’e doğr.). A p o llo n io s ç e m b e r i, FM = k. F’ M bi­ çiminde tanımlanan çiftkutuplu eğri; bu­ rada F ve F iki kutup, k pozitif bir gerçek sayı ve M eğrinin bir noktasıdır. (Bu eğri, merkezi FF’doğrusu üzerinde bulunan bir çemberdir.)



A P O L L O N İS -> APOLLONİDEA. A P O LLO N O S H İE R O N . Tar. coğ. Batı Anadolu'da, Lydia bölgesinde antik kent. Denizli’nin Buldan ilçesi, merkez buca­ ğına bağlı Bozalan köyü yakınlarında ol­ duğu sanılıyor. Roma İmparatorluğu dö­ neminde para bastı, Sardeis birliği üye­ siydi. Bizans piskoposluk listelerinde, Aetos ile birlikte aynı piskoposluğa bağlıydı. A p o lia -S o jfü s , temmuz 1975’te ABD ile Sovyetler Biriiği’nin gerçekleştirdiği, amerikan kabini Apollo ile sovyet uzay gemisi Soyuz’un uzayda buluşması. Apollo-Soyuz uçuşunu öngören anlaşma 24 mayıs 1972’de ABD başkanı Rlchard Nixon ile SSCB Bakaniar kurulu başkanı Aieksey Kosigin arasında imzalandı. Te­ mel teknik sorun iki uzay gemisinin birbi­ riyle bağdaşmayan kenetlenme sistemle­ riyle ilgiliydi. Bu nedenle üçüncü bir sis­ tem tasarlamak gerekti; erdişi özellik gös­ teren bu sistem, hem dişi hem de erkek olan iki benzer parçanın birbirinin içine oturmasıyla çalışıyordu, ikinci sorun, mü­ rettebat kabinlerinin atmosferiyle ilgiliydi: Soyuz’da normal bileşim ve basınçta ha­ va, Apollo kabininde ise indirgenmiş ba­ sınçlı arı oksijen vardı. Bir uzay gemisin­ den diğerine geçmek için geçiş tüneli ge­ rekiyordu; bu parçayı ABD yaptı ve Apol!o kabininin önüne yerleştirdi. Deneme 15 temmuz 1975‘te saat 13.20’de (Paris sa­ atiyle) sovyet kozmonotları Aieksey Leonov ve Vaieri Kubasov yönetimindeki So­ yuz 19'un fırlatılmasıyla başladı. Bundan yedi buçuk saat sonra, içinde amerikan astronotları Thomas Stafford, Vance Brand ve Donald Slayton’un bulunduğu Apollo kabini uzaya fırlatıldı. Kenetlenme Atlas okyanusu üstünde 17 temmuzda saat 17.15’te gerçekleşti. APO LÖBARSBA s ıra d a ğ la rı, And dağlarında kütle, Titicaca gölünün K. 'in­ de; Peru iie Boiivya arasında bölüşülmüş­ tür; Nevado Chupai Orco'da (1958’de bir İtalyan ekibi tarafından fethedilmiştir). 6 100 m. Ajs© io§#tteM m , Tertullianus’un büyük yapıtlarından biri (197). Yazar, felsefeden çok, hukuksal yanına ağırlık vererek hıristiyanlara tam bir din özgürlüğü tanın­ ması çağrısında bulunur. Â P O L Y 0 N Y , GÛLYAZI’ nin eski adı. Â P O L Y O N T g ö lü , ULUBAT gölünün eski adı. A P O M E Y 6 Z a. (fr. apomâiose; yun. apo, ve meiosis, küçültmek, azaltmak' tan). Biyol Meyozsuz oluşan tetrasporların sporofite dönüşmesiyle belirgin aposporl şekli. AP0SSİSCSİ a. (fr. apomixie). Meyoz bö­



lünme ya da döllenme olmaksızın apogamik ya da partenogenetik tohumlarla üre­ me. (Apogami, partenogenez ve apospori birer apomiksi çeşididir.) A p n m n e r n o n o u m a ts S o k r a tu s (Sokrates’len Anılar), Ksenophon’un ya­ pıtı. Yazar bu yapıtında, Sokrates’i bir di­ zi diyalogla karşımıza çıkararak onun, din­ darlık, ılımlılık, aile görevleri, dostluk, yurt­ taşlık ödevleri, sanatlar ve diyalektik üs­ tüne görüşlerini ortaya koyar. A P Ö M 0 R F İN a. (fr. apomorphine). Eczc. Morfinin °/b 2 5 'lik hidroklorik asitle bir arada ısıtılmasıyla hidratasyon sonucu elde edilen madde. (Eşanl. DEHİOROMORFİN.)



— ANSİKL. Apomorfinin hiçbir uyuşturucu etkisi yoktur, am a ço k kuvvetli bir kustu­ rucu etkisi vardır. Klorhidrat biçim inde de­ ri altına iğneyle verilerek, bazı zehirlenme durum larında, özellikle striknin zehirlen­ m elerinde kullanılır. Alkolikleri alkolden tiksindirm e tedavisinde de yararlı olabilir.



A P O M E V R O T O M İ a. (fr. aponövrotomie). Bir kas kılıfının (aponevroz) kesilme­ si. (Ödemle, kan birikintileriyle gerginleş­ miş bir kas bölgesini baskıdan kurtarmak



ya da bazı kas ve aponevroz büzüntülerini düzeltmek amacıyla yapılır.) A P O N E V R O Z a. (fr. aponevrose; yun. aponeurosis, kirişte sertleşme'den). Anat. Bağdokusu liflerinden oluşan dirençli ve esneklikten yoksun zar. — A N S İK L . Çeşit çeşit aponevroz vardır: kasları saran kas aponevrozları; kas lifle­ rinin tutunduğu yapışma aponevrozları; kimi kasların lifleri boyunca yer alan böl­ me aponevrozları; kas gruplarını şarabi­ len ve kemikle deri arasında, iki kemik arasında (kemiklerarası böime) ya da de­ riyle deri arasında (el aponevrozları) ge­ rili olan kılıf aponevrozları. A P O N E V R O Z İT a. (fr. aponevrosite). Aponevroz iltihabı. A P O N O O E T O N a. (yun. aponos, yu­ muşak, sakin ve geiton, yakın, komşu' dan). Güney Afrika ve Avustralya köken­ li, çokyıllık su bitkisi (Aponogeton distachyon [iki başaklı subaşağı] seralarda ya da su birikintilerinde yetiştirilir, Aponogetonaceae familyası.) A P O P H İS (mısır dilinde Aapep’ten), Es­ ki Mısır'da upuzun, dev yapılı yılan-tanrı. Güneş'in düşmanı olan bu yılan-tanrı, onu, günlük seyri boyunca, gece (öbür dünya) ve gündüz demeden tehdit eder dururdu. Ama her seferinde Güneş üstün gelir, böylece, evrensel düzen ve uyum korunmuş olurdu. Apophis zamanla Seth ile (o da yine dünyanın düzenini tehdit eden bir tanrıydı) özdeşleştirilmiştir.



Apoilort ve Daphne Semini'nin yapıt! mermer, 1622-1624 Borghese galerisi, R om Çiçeklik



A P O P İ, XV. ve XVI. mısır hanedanların­ dan (İ.Ö. 1700-1600) üç hyksos başkanına verilen ad. A P O P İL a. (fr. apopyle; yun. apo, ve pule, geçit, oiuk’tan). Zool. Süngerlerde koanositli solungaç sepetçikierindeki de­ lik. (Ostium ya da içe çekme deliğinden giren su, apopilden geçerek atriuma ula­ şır ve oskuium yoluyla oradan dışarı bo­ şalır.) A P G P L E K S İ a. (fr apoplexie; yun. apo, ve pleksis, darbe'den). Aniden gelen şid­ detli koma hali. —Bitki patol. Bitkilerin (kayısı, asma) hız­ la sararıp bozulması. (Yapraklar ansızın solar, kurur ve bitki birkaç gün içinde öiür. Bitkinin köküne ya da gövdesine dada­ nan çeşitli mantarlar bu tür hastalığa yo! açabilirler.) —Kad. doğ, Dölyatağı-plasenta apopleksisi, küçük ieğenin tümüne yayılabilen döiyatağı enfarktüsünün yanı sıra plasen­ tanın yerinden kopmasıyla belirgin sendrom. —Nörol. istemli hareketlerle duyarlığın yok olması ve yaşatkan işlevlerin sürme­ si biçiminde ani bilinç kaybı. (Beyin ka­ naması, apopleksinin sık görülen neden­ lerinden biri olduğundan, bu iki terim, ya­



aponotıston



Âpoikrn Mavtjeie



adlı baleden bir sahne Zürich Balesi



apopleksi ni apopleksi ve beyin kanaması çoğu za­ man birbirinin yerine kullanılır.) A P O R a. (fr. apport). Anonim şirketler­ de kurucu ortakların ya da sermaye artı­ rımına katılanların şirket sermayesine yap­ tıkları her türlü katkı. (Bu katkı para, men­ kul kıymet, gayrimenkul gibi değerler ola­ bileceği gibi ihtira beratı, ticari itibar da olabilir.) APOREPRESÖR a. (fr. aporepresseur). Biyokim. Düzenleyici gen tarafından sentezlenen ve bir korepresörle birleşerek operonun çalışmasını durdurmak (bastır­ mak) için işlemci geni etkileyen protein maddesi.



düzgün bir çokgenin apotemi



A P O R İA a. Kanatlan siyah damarlı, be­ yaz kelebek. (Dişilerin üst kanatları say­ damdır. Tırtılı, siyah ve kahverengi çizgili mavi-gri renklidir, böğründe de sarı bir çizgi vardır. Alıç, elma, armut, yemişen, badem ve kayısı ağaçlarına zarar verir. Genç tırtıllar, kışı, ipek tellerden ördükle­ ri bir kese içinde bir arada geçirirler. Bil. adı: Aporia cataegi. Pieridae familyası.) [Eşanl. BEYAZ AĞAÇKELEBEĞİ] A P O R İD O S K O M E . Tar. coğ. Anado­ lu’da Pisidia bölgesinde küçük yerleşme. Yeri bilinmiyor. A P O R R H A İS a. (yun aporrhaiein, sök­ mek, yolmak'tan). Dudağı parmak biçi­ minde uzantılarla öne uzanan arttansolungaçlı karındanbacaklı deniz yumuşakçası. (Aporrhais pespelıcani Akdeniz kı­ yılarında ve Vizcaya körfezinde yaygındır Kretase devrinden bu yana fosillerine rastlanır. Aporrhaidae familyasının örnek tipi.) A P O R T ünl. (fr. apporter'den apporteI, getir). Avı ya da kendisine gösterileni ya­ kalayıp getirmesi için köpeğe verilen buy­ ruk.



düzgün bir piramidin apotemi



Karel Appel iki Kadın (1966) tuval üzerine yağlı boya özel kol.



A P O S A F R A N İN a. (fr. aposafranine). 1. Fenosafraninin bir NFI2 kökünü yitir­ mesi sonucunda türeyen boyarmadde. —2. Aynı türden boyarmaddelerin genel adı. APOSAFRANON a. (fr. aposafranone) Aposafraninin. sülfürik asitle sıcakta işlen­ mesiyle elde edilen boyarmadde. (Aposafranon, mordanlanmış pamuğu gelin­ cik kırmızısına boyar.) APOSELEN a. (fr. aposelene). Gökbil. AYÖTE'nin eşanlamlısı.



A P O S E M A T İK sıf. (fr. aposematique; yun. apo, ve sema, -atos, belirtici işaret’ ten). Biyol. Zehirli ya da iğrenç çeşitli bö­ ceklerin çok göze çarpıcı ve özgün dış görünüşüne denir. (Bu görünüş belki de onları böcekçil hayvanların, özellikle kuş­ ların saldırısından korumaktadır.) A P O S İT a. (fr. apocyte). Bazı yeşil suyosunlarında çokçekirdeklı hücrelere ve­ rilen ad. A P G S P O R İ a. (fr. aposporie). Biyol. Embriyonun önceden meyoz bölünme geçirmeksizin bir spordan ya da sporofit hücresinden gelişmesi. —ANSİKL. Biyol. Apospori iki çeşittir: me­ yoz bölünmeye uğramaksızın meydana gelen tetrasporların sporlu bitki haline (sporofit) dönüşmesiyle belirgin apomeyoz; sporofitteki sıradan bir hücrenin ga­ metli bitki gibi gelişmesiyle oluşan asıl apospori (örneğin eğreltilerden Alhyrium filix-lemina, kapalı tohumlulardan Citrus auranliacum). A P O S T A S İA a. (fr. apostasıe). Tar. Bi­ zans'ta imparatora karşı ayaklanma. (Ay­ nı terim, hem imparatora, hem Tanrı ya karşı ayaklanmayı tanımlamak için kulla­ nılırdı.) A P O S T E L (Hans Erich), avusturya uy­ ruklu alman besteci (Karlsruhe 1901 - Vi­ yana 1972). Schönberg ve Berg'ın öğren­ cisi olan sanatçı, ritim öğesine önemli bir yer veren, sağlam kurgulu bestelerinde dizisel tekniği kullandı. Yapıtları arasında, 1 numaralısı, Alban Berg'in VVozzeck'in­ den bir tema üstüne çeşitlemeler olan 3 dörtlü, 60 Şema, klavye için Kubiniana ve R. M. Rilke'nin metni üzerine bir Reguiem sayılabilir. A P O S TE R İO R İ - SONSAL. A POSTOL (Daniil Pavlovıç) [1654-1734], 1727’den 1734'e kadar Doğu Ukrayna' da kazak kabile şefi. A p o s to lic a p a rtis i, 1819 devrimi'nden sonra, ispanya'da aşırı katoliklerle mutlakiyet yanlılarından ve kral Fernando V ll’nin karşıtlarından oluşan parti. 1822 ve 1827’de ayaklanan (agraviados başkaldırısı) parti üyeleri. Charles de Bourbon'un, yeğeni isabel ll'ye karşı ayaklanması sırasında Charles'ın yanın­ da yer aldılar. A P O S T O M A a. (yun. apo, ye sloma. ağız'dan). Kabuklularda asalak yaşayan ve karmaşık bir gelişme devresi geçiren kirpikli protozoerler takımı. (Erişkinleri sar­ mal bir kirpik takımı ve pek de göze çarp­ mayan sitostomun yanı başında bir rozet taşır.) ÂPOSTROF a. (fr. apostrophe). KESME" İŞARETİ'nin eşanlamlısı. A P O TE M a. (fr. apotheme; yun. apothesis, yere bırakmak eylemi, yun. ypothema, taban sözcüğünün etkisiyle).Geom. 1. Uçlarından biri, bir düzgün çokgenin merkezi, öbürü, çokgenle iç çemberinin değme noktası olan doğru parçası —2. Uçlarından biri,düzgün bir piramidin S te­ pesi, öbürü, S den taban çokgeninin bir kenarına inilen dikmenin ayağı olan doğ­ ru parçası. —3. Bu iki doğru parçasının uzunluğu. A P O T E S Y U M a. (yun. apo, ve theke, -itis, kutu’dan) Bazı asklı mantarların, özellikle liken oluşumuna katılanların üre­ me aygıtı. —A n s ik l Apotesyumların içinde, birbiri ne karışmış: kısırteller (parafiz) ve aşklar bulunur. Gımnokorp denilen bu üreme organları bir disk biçimindedir, diskin yü­ zeydeki spor üretme bölümü dışa doğru genişçe açıktır; bu, durum daha kapalı du­ rumdaki peritesyumun tersidir. Apotesyumlar disklı mantarlar grubunun belirgır, özelliğidir A P O TH EK E a. (yun. söze ). Esk. tar. Es­ ki Yunanistan ve Roma evlerinin yiyecek ambarı ve daha özel olarak da şarap mahzeni



A P O TH E O S İS a. (yun. söze.) — TAN RILAŞTIRMA



A P O T H E T A İ, Tayghetos boğazı. Spartalılar, kusurlu doğan çocuklarını burada ölüme bırakırlardı. A P O T O K S İN a. (fr. apotoxine; yun. apo, ve toksikon, zehir.'den). Bağışıkbil. Ch. Richet'ye göre, bir zehirin vücuda ilk şırıngasından sonra oluşan zararsız mad­ de ile yeniden şırınga edilen antijen ze­ hirlerinin birleşmesi sonucunda duyarlı hale gelen bir kişinin kanında ortaya çı­ kan zehirli madde. (Bu maddenin varlığı tamamen kuramsaldır, ama anaflaktik şok olayını az çok açıklamaya yaradığı için bu terimin kullanılması uygun bulunmakta­ dır.) A P O TR a. (fr. apötre). Flavarı. A PO TR O P AY İK .sıf. (esk. yun. apotropaios'tan, kötülükleri uzaklaştıran). Kötü etkileri, kişinin kendisinden başkasına çe­ virmeye yarayan nesne ya da formül. (Es­ ki yunan ve roma çağında, falluslar, uğur­ lar, atropayik nesneler sayılırdı. ' Nazar­ lık’’ da bu sınıfa sokulabilir.) A p o y e v m a tin i, İstanbul’da yayımla­ nan rumca günlük gazete. Ligor Yaveridis tarafından kuruldu (13 temmuz 1925). Türkiye’de yaşayan rum azınlığın en çok okuduğu gazete olan bu yayım organı, istiklâl caddesi Narmanlı yurdu'ndaki Jamanak neşriyat Itd. tesisle­ rinde ofset tekniğiyle basılmaktadır. Sa­ hibi ve yazıişleri müdürü Dr. Yorgi Adosoğlu sorumlu müdürü ise Stefan Papadopulos’tur (1992). A P P A RAO (Gurazada), telegu dilinde yazan hintli yazar(1861-1915).Bu dilde ya­ zan ilk hıkâyecıdır. Lirik şiirler (Mutyala Saramulu) ve oyunlar yazdı. A p p a la c h ia n S pring , bir perdelik "modern dance work". Koregrafisini Martha Graham, müziğini Aaron Cop­ land, dekorlarını Isamu Noguchi, Kostüm­ lerini Edythe Gilfond hazırladı, ilk kez 1944 te, Martha Graham dans topluluğu tarafından Washington'da Lıbrary of Congress'te sahnelendi. Başrolleri M Graham, Peare Lang, Yuriko Merce Cunningham ve Erick Hawkıns üstlendi­ ler. Modern amerikan dansının en büyük yapıtlarından bırı olan Appalachian Spring, ele geçirdikleri bir arazide evleri­ ni yapan öncü bir karı-kocanın öyküsü­ dür. A p p alo o sa ırk ı, Amerika yerlilerinin alaca donlu at ırkı. (ABD'nin kuzey-batı’sında, Nez-Perces Kızılderilileri nce XIX. yy.'a kadar sürü halinde beslenen atların soyundandır.) A P P A R A Ç İK a (rusça söze.). SSCB komünist partisi’nın ve bunu örnek alan halk demokrasileri komünist partilerinin çeşitli kademelerinde tam gün ücretli ola­ rak çalışan üye. A p p a s s io n a ta , Beethoven'in op. 57 no’lu piyano sonatına (1804-1806) yayım­ cı Cranz tarafından verilmiş ad. Bu dra­ matik yapıtın anlaşılabilmesi için, beste­ ci, Shakespeare'in Fırtına'sının okunma­ sını salık vermişti. A P P A S S İO N A TO be. (ital. sözcj.Müz. Bir müzik parçasının ya da cümlesinin tut­ kulu karakterde seslendirileceğini belirten terim A P P A V İA . Tar. coğ. Anadolu'da, Arzava konfederasyonu'nu (Lykia. Pisidia, Pamphylıa) oluşturan küçük bölgelerden biri. Â P P E L (Karel), hollandalı ressam (Ams­ terdam 1921). 1948'de deneysel Reflex topluluğunun, sonra da Cobra akımının kurucularından olan Appel'in resminde, anlatımcı bir şiddet dikkati çeker. Biçim­ ler önceden bir plan yapılmaksızın belir­ miş, şiddetle renklendirilmiş malzemeye ayrıcalık tanınmıştır. Action paıntıg’e yak laşan bu kendiliğindenlik ve gerilim karı-



Apponyi şımı, sanatçının çokrenkli heykellerinde de görülür. Appel, 1960'ların sonundan başlayarak, renk yoğunluğundan vaz­ geçmeksizin, biçime ve maddeye yeni bir düzen uyguladı: ağaç kabartmalarında ve çeşitli maddeler kullanarak yaptığı heykellerindeki parlak ve düzgün çokrenklilik, özgün bir nitelik taşır. A P P E LF E LD (Aharon), ibranice yazan İsrailli yazar (Czernovvitz 1932). İkinci Dün­ ya savaşı sırasında sürgüne gönderildi, 1947'de Filistin'e göç etti. Şiirlerinde (Fumee [fr. çev., 1962]), hikâyelerinde (Givre sur la terre [fr. çev., 1965]; l'Âgedes merveılles [fr. çev., 1977]) ve romanların­ da (la Peau et la Cheınise [f r. çev, ,1971]) yahudi halkının çektiği acıları dile getirdi. A P P E L L (Paul Emile), transız matema­ tikçi (Strasbourg 1855 - Paris 1930). izdüşümsel geometri, cebirsel fonksiyonlar, diferansiyel denklemler ve karmaşık çö­ zümleme üzerine çalışmalar yaptı. Ayrın­ tılarla ilgili birçok problemi çözdü ve öz­ gün bir kuram ortaya koymamış olsa da, pek çok klasik sonucu genelleştirdi. Paris’ te, Fen fakültesinde verdiği mekanik dersle­ ri, Traite de mecanique rationelle (Rasyo­ nel mekanik incelemesi) [1893-1922] adı altında yayımladı. Bu kitapta XIX. yy. so­ nu klasik mekaniğini açıklar. A P P E LLA N T a. (ing. sözc.).Tar. Richard M'nin bakanlarına ve kralın mutlakiyetine karşı çıkan bir soylular grubunun için­ de yer alan İngiliz baronlarına verilen ad. (Bu ad, sözü geçen baronların, kralın gözdelerine yönelik ihanet suçlamasın­ dan ("appeal” ] gelmektedir. 1397’de Ri­ chard M'nin buyruğuyla idam edilen Tho­ mas of Gloucester ve 1399’da Richard II’ yi devirip Henry IV adıyla tahta çıkan Derbyli Henry de bunlar arasındaydı.) A P P E N D İC U L A R İA a. Zool. Ekliceler sınıfının bilimsel adı. A P P E N Z E L L a. İsviçre' nin Appenzell kantonunda, genellikle kaymağı alınmış sütten yapılan peynir. (Yapımı, 7-10 aylık bir süre gerektirir. Tadı biraz kekremsi ve çok lezzetlidir.) A P P E N Z E L L , İsviçre’de kanton, Sankt Gailen kantonu topraklarıyla çevrili; Konstanz gölünün G.’inde; 415 km2; 60 000 nüf. Kantonda almanca konuşulur. G.'de Sântis kireçtaşı kütlesinden, K.'de gevşek molas kıvrımlarından oluşan kanton, bol yağış alır ve tarımı, sağmal inek yetiştiri­ ciliğiyle (peynir üretimi) sınırlıdır. Yoğun nüfusu, XVIII. yy.’da Sankt Gallen’den başlayarak gelişen, ama 1914’ten bu ya­ na bunalımda olan dokuma sanayisiyle (işlemeli kumaşlar) ve folklorun (ilgi çeki­ ci yerel giysileri geliştirdiği turizmle, güç­ lükle geçinir. Doğrudan demokrasi biçim­ lerinin (Landsgemeinde) sürdüğü kanton, iki yarıkantondan oluşur. Daha önemli olan Ausser-Rhoden (243 km2); 46 600 nüf.; merkezi Herisau; dini, protestan) ve İnner-Rhoden (172 km2; 13 400 nüf., merkezi Appenzell; dini, katolik). A P P E N Z E L L , İsviçre’ de kent, inner -Rhoden(Appenzell kantonu)yarıkantonunun merkezi, Sankt Gailen Önalpleri’nde, Sitter ırmağı kıyısında, 775 m yükseltide; 5 300 nüf, XVI. yy.’dan kalma belediye konağı (müze). Eski evler. Dokumacılık. A P P E R T (N icolas), fransız mucit (Châlons-sur-Marne 1749-Massy, S.-et-O., 1841). Babası otelciydi, iki kardeşiyle bir­ likte Châlons’da bir birahane açtı. Sonra Deux-Ponts dükü Christian IV'ün ve pren­ ses Forbach’ın mutfak hizmetine girdi. 1780'e doğru Paris’te şekercilik yaptı ve besinlerin korunması sorunuyla ilgilendi. Kapalı kapta kaynatmanın mayalanmayı kesinlikle önlediği varsayımını ortaya koy­ du ve bunu doğrulamaya çalıştı. 1790’ dan başlayarak yaptığı deneyler, yeni bir ticarete, şişede korunan besinler (et, süt, sebze, meyve, bitki özleri) ticaretine ola­ nak verdi. 1810’da içişleri bakanı, yönte­



mini açıklaması koşuluyla, ona 12 000 franklık bir ödül önerdi, Appert bunu ka­ bul etti ve aynı yıl yayımladığı, le Livre de tous les menages, pu I'art de conserver pendant plusieurs annees toutes les substances animales et vegdtates (Her ai­ lenin kitabı ya da hayvansal ve bitkisel maddeleri uzun yıllar koruma sanatı) adlı kitap, birçok ülkede konserve sanayisinin kurulmasını sağladı. 1814'ten başlayarak bir İngiliz firması, Appert yöntemini iyileş­ tirerek sınai üretime başiadı. Cam kaplar yerine teneke kutular kullanarak yöntemi­ ni geliştiren Appert, aynı zamanda maya­ lanmış içeceklerin jelatinle arıtılması, şıra­ ların koyulaştırılması ve şarapların ısıtıla­ rak korunması yöntemlerini buldu. A P PE R TLEM E a. (N.Appert in adın­ dan). Gıda maddelerini ısıtarak sterilize et­ tikten sonra, sıkı sıkıya kapalı kaplarda saklama işlemi. A pp ia (via), İ.Ö.312'de, vergi toplayan­ ları denetlemekle görevli Appıus Claudius tarafından yapımı başlatılan ve Roma' dan Brindisi’ye giden yol. Yolun her iki ya­ nında beş mil boyunca, bugün de kalın­ tıları görülen, görkemli mezarlar vardı. Bunların en ünlüsü Caecilia Metella’nın mezarıdır. A P P İA . Tar. coğ. Anadolu'nun Phrygia bölgesinde ilkçağ kenti; Kütahya’nın Al­ tıntaş ilçesi, merkez bucağına bağlı Pınar­ cık (Abya) köyünün yerindeydi. Roma dö­ neminde adına sikke bastırıldı. A P P İA (Adolphe), isviçreli oyun yönet­ meni (Cenevre 1862 - Nyon 1928). Ger­ çekçi estetiğe karşı çıktı. Zihne yönelik ve açıklayıcı öğeler (metin, dekor) yerine, ti­ yatronun zengin anlatıma ve duygulandır­ maya yönelik öğelerine (müzik, ışıklandır­ ma, oyuncunun beden hareketleri) önce­ lik verdi. Çok az yapıt sahneledi. (Tristan et Yseult, 1923, Milano’da La Scala’da); buna karşılık kuramsal ve teknik görüş­ lerini kitaplaştırdı (la Mise en scdne dans le drame vvagnerien, 1895; la Musique et la mise en scene. 1899; l'Oeuvre d'art vivant, 1921). A P P İA N İ (Andrea), İtalyan ressam (Mi­ lano 1754 - ay.y. 1817). "iyilik perilerinin ressamı" diye tanınır. 1805’te Napoleon l’in “ başressamı” olan Appiani, yeniklasik okulun temsilcilerinden biriydi. A P P İA N O (Giacomo I D') [1322 ye doğr. - 1398], 1392’de Pisa tiranı oldu. Milano senyörü Galeazzo Visconti ile birleşerek Pisa’yı r loransa'ya karşı savaşa soktu. A P P İA N O S , yunanlı tarihçi (İskenderi­ ye İ.S. 95’e doğr. - İ.S. 160). Hadrianus döneminde Roma’ya geldi, Sofu Antoninus’un hükümdarlığı döneminde hazi­ ne valisi oldu. Roma tarihiyle ilgili yapıtın­ da Roma’nın egemen olduğu çeşitli halk­ larla kurduğu ilişkileri inceledi. Ekonomik



ve toplumsal durumları sergilerken büyük bir sağduyu gösterir. Appianos, iç savaş­ lar konusunda kısa ve özlü bir inceleme bıraktı.



719



A P P İU S C L A U D İU S - CLAUDİUS. A P P L E G A R T H (Robert), İngiliz sendi­ kacı (Kingston-upon-Hull 1834-Thornton Heath 1924). 1860-1870 yılları arasında Trades Union Congress’i merkeziyetçilik ve maddi kaynaklan artırma doğrultusun­ da yeniden örgütleyen ve böylelikle sen­ dikal harekete yeni bir etkinlik kazandıran "cunta"nın başlıca üyesi. A P P L E -P İE a. (ing. söze.). Altı ve üs­ tü bir tür hamurla kaplı, elmalı ve tarçınlı turta; ılık olarak taze kremayla servis ya­ pılır. A P P L E T O N , ABD’de (VVİsconsin) kent, Green Bay’in G.-B.’sında 57 000 nüf. Ke­ reste sanayisi. A P P L E T O N (sir Edvvard Victor), İngiliz fizikçi (Bradford 1892-Edinburgh 1965). Cavendish laboratuvarı’nda Rutherford’ un asistanlığını yaptı (1920). Kendisine Londra King’s College’da (1924), sonra Cambridge’de (1936) kürsü verildi. 1939’ da, Bilimse! araştırma merkezi'nin yöne­ ticiliğine getirildi. Elektromanyetik dalga-, ların yansıması kuramını ortaya koyduk­ tan sonra iyonküreyi (iyonosfer) inceledi; 1924’ten başlayarak çok kısa dalgaların yansımasından yararlanarak bu katmanın yüksekliğini ölçmeye çalıştı ve ikinci iyo­ nosfer katmanını buldu, ikinci Dünya sa­ vaşı sırasında radar yapımı çalışmalarına katıldı ve 1946’da, Ay üstünden bir yan­ kı elde etmeyi başardı. Ayrıca Samanyolu’ndan gelen kısa dalga yayınını incele­ di. (1947 Nobel fizik ödülü.) A P P O G G İA TU R A a (ital. söze.). ÇARPMA’nın eşanlamlısı.



Albert Apponyi



A P P O L A . Tar. coğ. A na d o lu 'd a Phrygia bölgesinde ilkçağ kenti; Afyonkarahisar’ın Bolvadin ilçesine bağlı Kemerkaya (esk. Çoğu) köyünün yerinde ol­ duğu sanılıyor. Bulunan yazıtlardan Ze­ us Alsenos ve Men Askanios’un kült yeri olduğu biliniyor. A P P O M A T T O X , ABD'de (Virginia) köy. 9 nisan 1865'te general Lee komu­ tasındaki Güneyliler ordusunun, general Grant komutasındaki Kuzeyliler’e burada teslim olmasıyla, Amerikan iç savaşı so­ na erdi. A P P O N Y İ, birçok üyesi diplomasi ve si­ yaset alanında ün kazanmış macar kont ailesi. —A n t a l RUDOLF ya da ANTOİNE RODOLPHE (Apponyi, Nitra ili, 1782-ay. y. 1852), Avusturya’nın Floransa, Roma ve Paris büyükelçiliğini yaptı (1849’a kadar). Vinl - Cinq A nsa Paris adiı günlüğü fransızca yayımlandı. —G y ÖRGY (Pozsony [Bratislava] 1808-Eberhard 1891), Antal Rudolf’un yeğeni. 1847’de Macaristan



Appenzell’de kış manzarası Albert Manser naif tablo



Apponyi 720



şansölyeliğinin yönetimine atandı. Ulusal isteklere karşı çıktı. 1861'da magnatlar (soylular) meclisi başkanı seçildi ve bir sü­ re Deâk’ın siyasetini destekledi. —RuDOLF (1812 - Venedik 1876), Antal Rudolf'un oğlu. Sırasıyla Torino (1860), Londra ve Paris'te (1872-1876) diploma­ tik görevlerde bulundu. —ALBERT (Viya­ na 1846 - Cenevre 1933), György'nin oğ­ lu. Macarısan'da ılımlı muhalefetin önder­ liğim yaptı. Liberal parti üyesi, iki kez din işleri ve milli eğitim bakanı oldu (1906 -1910; 1917-1918). 1907’de, macar ol­ mayan öğrencilerin macarlaştırılmasını kolaylaştıran bir yasa çıkarması, sert tep­ kilerle karşılandı. Savaştan sonra, Barış konferansı'nda Macaristan heyeti baş­ kanlığı yaptı; sonra Milletler cemiyeti’nde ülkesini temsil etti, bu son görevi sırasın­ da Transilvanya (Erdei) konusunda Ro­ manya temsilcilerine şiddetle karşı çıktı. APPÜJ, A B B U Ş ya da  P P U Ş m a ­ s a lı , Boğazköy’de (Hattuşaş) bulunmuş hititçe yazılı hurri-hitit efsanesi. İ.Ö. 1400 -1200’e tarihlenen,122 satırlık yazıtta, Lullu ülkesinin Şudul kentinde yaşayan Appu adında bir tanrının, oğulları İyi ve Kötü konu alınır. Yazıt Berlin devlet müzesi’ndedir A F R A , Amerikan devrimci halk birliği' nin kısaltılması.  P R & , Gitarın adasında amerikan de­ niz üssü.



A P R A K S İ a. (fr. apraxie; yun. a, yokluk eki, ve praksis, eylem’denj. Nöropsikol. Her türlü hareket felcinden ya da zihni tu­ tarsızlıktan bağımsız olarak bazı hareket­ leri yapma yeteneğinin yok olması, (Be­ yindeki bir lezyondan ileri gelir.) — A n s i k l . Apraksinin birçok çeşidi vardır; 1. ağız-dil-yüz apraksisi, yap denildiğin­ de ağız, dil, yüz ve solunum kaslarını ha­ reket ettirememek halidir,oysa bu hareket­ ler kendiliğinden otomatik olarak yapıldı­ ğında normaldir; 2. yapımsa! apraksi, çizgi çizerek, doğaç­ tan ya da bir modele bakarak tesim ya­ pamamaktır; hasta, bir nesneyi, örneğin bir bisikleti tam olarak çizemez, onu mey­ dana getiren parçaların birbirine göre ko­ numunu ve ilişkilerini tam olarak göstere­ mez; 3. düşünsel apraksi, bir nesneyi ya da bir dizi nesneyi günlük yaşamda doğru dü­ rüst kullanamamaktır (sigara yakmak vb.); hasta nesneleri pekâlâ tanır, ama nasıl kullanılacaklarını unutmuştur; 4. düşûnce-hareket apraksisi. bir el hare­ ketini (çivi çakmak vb ), simgesel bir ha­ reketi (askeri selam vb.) ya da anlamlı bir hareketi (tehdit jesti vb.) yapamamaktır; 5. giyim apraksisi, giyinmek için giysiler: doğru dürüst kullanamamaktır. Anatomoklinik açıdan bakıldığında, dü­ şünsel apraksiye ve düşü.nce-hareke! ap­ raksisine, sağ elini kullananlarda, sol be­ yin yarımkürelerinin rolando yarığı ardı lezyoniarı sırasında rastlanır. Giyim aprak­ sisi sağ beyin yarımküresinin rolando ya­ rığı ardı lezyoniarı yüzünden olur. Yapım­ sa! apraksiye gelince, bozukluğun bulun­ duğu beyin yarımküresine göre değişik görünümler alır. A P R A K S İK sıt. (fr. apraxıque). Aprak­ siye ilişkin. ♦ sıf ve a. Apraksiye tutulmuş.



A P R A K S İN (Fyodor Matveyevıç, kont), rus amiral (1661; Moskova i 728), Büyük Petro'nun .yakın yardımcıiarındandı. 1708'den başlayarak ingriya ve Finlandi­ ya askeri harekâtlarını yönetti; 1714'te Hangö deniz savaşımda İsveç donanma­ sını bozguna uğrattı. 1718 ’rie Amirallik kolejinin başkanlığına atandı, Katerına l’ in kurduğu gizli Yüksek konsey’in üyesi ol­ du. —Yeğeni, feldmareşal kont STEPAN FyûüOROVİÇC 702-Petersburg 1758), Ye­ di Yıl savaşı'na katıldı; ihanet ettiği savıy­ la açılan davası görülürken öldü. A P R A tC Y O G N O ZİK sıf. (fr"apractog-



nosıque; yun. a. yokluk eki, praksis, ey­ lem, vegnosis. bilgi'den). Nöropsikol. Apraktognozik sendrom. sağ eliyle iş gören­ lerde, sağ beyin yarımyuvarının yan ve art kafa bölgesinde bozukluk olduğu za­ man görülen, duyu-hareket ve üç boyut­ lu görme düzensizliklerine bağlı apraksi ve agnozi birliği. (Eşanl. APRAKTOGNOZİ) A P R A N T İ a. (fr. apprenti). Yarış atları­



nın bakımıyla yükümlü ve antrenman için zaman zaman onlara binebilecek yete­ nekte seyis. —Atç. Jokeylik mesleğini uğraş olarak se çen ve kendisini yetiştiren antrenöre bir çıraklık sözleşmesiyle bağlı olan, en azın­ dan 14 yaşında delikanlı A PR E a. (fr. apprĞt). Boyac. Daha iyi bir bitirme işlemi sağlamak amacıyla boya­ nacak nesnelerin yüzeylerini düzeltmek ve beslemek için kullanılan özel boya (Aprelerin özellikle karoseri boyamada önemli bir işlevi vardır.) —Derle. Deri için apre, bitirme işleminde, pelüş ya da parlatmadan önce, den üze­ rine püskürtme yoluyla uygulanan, renk­ siz ya da renkli (renklendiricıier, pigment­ ler) sıvı. (Başlıca apre türleri şunlardır: su­ lu apreler—temel maddesi proteinler [ka­ zein, albümın, vb.] olan çözeltiler —; selü­ lozlu apreler—nıtroselüloz ile organik eriti­ cilerden meydana gelen çözelti-;akri!ik polimerlenn, vinil polimerlerin ve poliüre­ tanların sulu emülsiyonları olan bireşımsel reçineli apreler.) —El sant. işlenmiş bir kumaşta, işleme­ nin daha dayanıklı olmasını sağlamak amacıyla ilmekleri kumaşın ters yüzüne tutturma işlemi. (Apre çeşitleri: kola apre­ si — beyaz işlemeler için—; buhar apre­ si — hafif işlemeler için—; zamk apresi —yünlü, ipekli, pullu ya da İncili İşleme­ ler için—; hamur kolası apresi —duvar halıları, süslen için—.) —Şapkac. Bir şapkanın sertleştirilmesi için daidırıldığı sıvı. |j Fötr apresi, suda eri­ miş jelatin. j| Hasır apresi, suda çözünmüş balık kolası ya da alkolde çözünmüş re­ çine. —Tekst. Kumaşlara ve örgülere modanın, işlevin ve kullanımın gerektirdiği özellik­ leri, tutum ve görününrıü vermek amacını güden işlem. (Bk. ansikl böl.) —Tic, 1. Bazı mallara, onları sonradan uygulanacak işlemlere hazırlamak, satış­ larını kolaylaştıracak bir görünüm, bir par­ laklık vermek ya da yeni nitelikler kazan­ dırmak. için uygulanan işlem. —2. Bu iş­ lem için gerekli maddeler. —ANSİKL Tekst. Apre ışlemierı, ağartma, boyama ve baskı gibi, tekstil terbiye işlem sanayisinin önemli bir alanını.oluşturur. Bu alanda birçok işlem türü vardır. Mekanik işlemler kumaşların yüzeyle rint temizlemeye yâ da görünüşlerim de­ ğiştirmeye yöneliktir: —makaslama ya da tıraşlama düğümlen yok eder; yakma ya da alazlama havları ortadan kaldırır; —tüylendirme, havlandırma ya da ratine işlemi, kumaşı zımparayla ya da metal siv­ ri uçlarla donatılmış silindirlerden geçir­ meye dayanır; bu işlemler kumaşa tüylü, havlı ya da yumuşak bir tutum kazandı­ rır; —kadifeleri fırçalama ve, dövme-, yüzey­ lerinin temizlenmesini ve düzgünleşmesin! sağlar. Bazı işlemler mekanik etkiyi, kimyasal bir ayraçın ya da buharın etki­ siyle birleştirir; bu da tekstil ürünlerinin da­ ha iyi bir duruma gelmesini kolaylaştırır ya da onlara özel bir görünüm ve .yapı ve­ rir: —alkali bir ortamda yünü dınkleme, ke­ çe yapımının temel evresidir; —merserize yapma, tekstil ürünlerim bu­ har basıncı altında alkali işleminden ge­ çirmektir; bu. tekstil ürünlerine parlak bu görünüm verir ve boyama işlemini kolay­ laştırır; , —dekatirleme,yarıl buharla işlem, kumaş­ ları daha kabarık ve boyutlarını kararlı kıl­ mayı amaçlar



Kalenderleme işlemi basınç etkisini ısı etkisiyle birleştirir: —kalenderden geçirme, değişken parlak­ lık derecelen elde etmeyi sağlar; —hareieme ve gofreleme, özel yüzey et­ kilerine ulaştırır. Kimyasal işlemler, tekstil ürünleri üstü­ ne ıslatma sonra da fularda sıkma yo lu y­ la çökelti bırakmaya dayanır; kımı kez bu apreler kaplam a ya da püskürtm e yoluy­ la yapılır. A prede kullanılan ürünler çeşit­ lidir: —Tekstil ürünlerine sertlik verm eye yöne­ lik nişastalar, dekstrinler, bireşim polimerleri ya da yansız yükler; — yumuşatıcı, ensektisib. fonjisit ya. da bakterisit etkenler — kum aşlara buruşmazlık özelliği veren, örneğin form ol ve üre Bazında polımerieşabılen reçineler (buruşmazlık aprelen) — kumaşların su ya d a yağlara karşı tu ­ tum unu değiştiren susever susevmez, vağsevmez ürünler (leke tutmazhk apre­ leri); —kumaşların ateşe karşı direncim artıran yanmaönler etkenler, ipliklerin sarılması­ nı önleyen kaymaönler etkenler, vb Geniş anlam da, bitm iş kumaşların kat­ lanması. sarılması ve ölçülmesi, son işlem­ lerdir. A P ÎS e C İ a. A pre yapar, kişi A P R E L E M E a Tekst Aprelem ek eyiemi. A F 8 I S - S K İ a. ( kayak-sonrast anlam ın­ da fr söze.). Kayak yapılm adığı zaman karda giyilen üstü kürklü su geçirm ez, konçlu ayakkabı; kayak sonrası giyimi. A P R E S Y A N (Yu riy Derenikoviç), rus dilbilim ci (Moskova 1930) Anlambilim ve sözfÜkbNirh uzmanı Rusya’da yapısal dilbilim le ilgili kavramları v e ; yöntemleri geliştirenlerden biridir. Idees ei -metho -



des de la iinguistigus strueturale moder­ ne (fr. çev , 1966} ve Etüde experimentale de la semantiquedu verbö r'usse (fr. çev . 1967) gibi yapıtlar vardır. Â P R IÎ4 Ç O R T İ O İN , şiirleri bugüne kalmış, adı bilinen en eski türk şair Uy­ gurca yazm alarda ıkj şiiri bulunarak ilk kez A.v Le C oq tarafından Türkishche Manichaıca aus Chotscho’da (1919) ya ­ yımlandı Reşıj Rahmeti A raf (Eski türk şii­ ri 1965),Talat Tekin ("İslam öncesi türk şi­ iri,"T ü rk dili, sayı 4 0 9 ,o cak 1986) bu şiir­ ler üzerinde çalıştılar Şiirlerden bin türk lirik şiirinin en eski örneğidir İkincisi M a­ ni için yazılmış b ir ö v gü d ü r Dörtlüklefle yazılan ve ilki yirmi sekiz, ık ncsi on iki di­ zeden oluşan şiirlerde bazi dizeler yine­ lenerek, ses yinelemeleri yapılarak'ahenk sağlanmıştır Bazı dizelerin baş kafiyeleri de vardır Dizelerde hece sayılar1 değı-



şıktır APRİ



• APROS



A P H İC A , İtalya'da yazlık sayfiye yeri ve kış sporları m erkezi (yüksl. 1 181:2 340 m). Lom bardıa'dâ, S ch d rio 'n un D 'sun­ da. Aprica geçidi (Valtellina'yriVal Carnonica'ya bağlar) yakınında; 1,300 nüf. A P R İE S , XXVI. rrusır hanedanının 4 kralı (mısır düinde. Haa-ıb-Re.' Re'nin yü­ reğini se vin d ire n "; [İ.ö . 588-568] Sur kentim. 13 yıl boyunca abluka aıtmda tu ­ tan N abukooonosor ll'n in Mısır ı ele g e ­ çirm esine engel oldu. Babil e başkaldır­ dıktan sonra (Yermiya ile Yahudiler m yurtlarından ayrılm aya-başlam aları) K u ­ dü s ’ten sürülen Yahudiler'ı kabul etti. Yu­ nanlı paralı askerlerin de yer aldığı o rdu ­ sunu, M om em phis önünae yenen Arnasis tarafından tahttan indirildi, A P R İL İA , İtalya’da kent, Lazlo'da, Ro­ m a'nıh G, 'inde; 28 300 nüf. Tarım gereç­ leri yapımı. Cam fabrikası. A p rlH n b a ş i, deneyimlere dayanan tak­ vim klim atolojisine göre, 18 nısan'a rast­ layan soğuk gün. Aprıiin beşini, genel ola­ rak 6 gün süren ve "sitte-ı se vr" (öküz fır­



aptallaşm ak tınası) denilen soğuk bir dönem (19-24 ni­ san) izler. Sayılı günlerden olan aprilin be­ şi ile "sitte-i sevr"in her yıl gerçekleşme olasılığı % 70 dolayındadır.



A PR İLO V (Vasi!), bulgar hümanist (Gabrovo 1789 - Galati 1847). 1830’dan başlayarak rus tarihçisi Yuriy Venelin'ın et­ kisinde kaldı, 1835'te kurduğu Gabrovo okulu, Buigarlar’ın tıellenizme karşı sür­ dürdükleri mücadelenin merkeziydi. Aprilov, rus kültürünün Bulgaristan’da yay­ gınlaşmasına katkıda buiundu. A PRİORİ - ÖNSEL APRCKSİ a. (fr. aproctie; yun, a, yok­ luk eki, ve proktos. anus’tan). Tıp. Doğuş­ tan anus yokluğu.



APRONİUS (Lucius), romalı general. İ.S. 8'de konsûllüğe atandı. Pannonia'da ya­ rarlık gösterdi 20’de Afrika prokonsülü ol­ du, Tacfarmas ayaklanmasını bastırdı,



APROS ya da APR İ. Tar. coğ. Trakya’ da antik kent. (Bugün, Tekirdağ’ın mer­ kez ilçesine bağlı Inecik bucağı.) Roma ve Bizans dönemlerinin önemli yerleşmelerindendi. Bizans imparatoru Theodosıos II döneminde Theodosiopolis adını ai­ di VI. yy.'da piskoposluk. VII. yy.'da baş­ piskoposluk merkezi oldu Franklar ve Latınler'ın Bizans'ı işgali sırasında, burada Latin piskoposluğu kuruldu.



APROSEKSİ a. (fr. aprosexıe, yun. aproseksia, dikkatsizlik'ten). Psik. istençii dik­ kâtin azalması. (Özellikle bunama sendromlarında ve mani durumlarında rastla­ nır.)



APROSİO (Angelico), İtalyan yazar (Ventimiglia 1607 - Cenova 1681). Bir tür ansiklopedi niteliğinde derlemeler yazdı (La biblıoteca aprosiana, 1673); Marino' nun Adonıs'ini savundu. A P R O İO D İ a. (fr. aprosodıe; yun. a, yokluk eki, ve prosodia, düzgün söyleyiş' ten), Nörol. Parkinson hastalığında görü­ len konuşma bozukluğu. (Belirgin özeli­ ği yavaş, tekdüze konuşma, hecelerde vurgu yitimi ve cümlelerde ritim değişikli­ ğidir.)



APR U ya da A PR U LII, Etrüsk Aphrodjtesi’nın adı. Adını başlıca batı dillerin­ de, nisan ayına vermiştir. (A P S A R A S , hınt mitolojisinde, ikinci d e ­ recede önemli bir tanrıçaya verilen ad. Süt denizinin çalkalanm asından doğan Apsarasîar, su perilerinin özelliklerin; ta* ç ria r Gandharvalar ile birlikte ortaya çı­ karlar ve dansçı ya da müzikçı olarak tas­ vir edilirler



APSE a. (fr, aoces, lat. abscessus tan) 1. Enfeksiyonun gelişmesiyle ortaya çı­ kan ve çeperleri, değişikliğe uğram ış ve itilmiş komşu dokudan oluşan bir boşluk­ taki irin bırrkımi (Bk. ansikl. böl.) —2. Tes­ pit apsesi tedaviye hizmet amacıyla, ya­ pay olarak yaratılan m ikropsuz apse —ANSİKL Apse, önceden oluşmuş b oş­ luklarda ve seroziarda irinli sıvi birikm e­ sinden (iltihaplı kistler inriii plöreziler vb.) farklı bir oluşum dur-S/cak apseler çoğun­ lukla'm iitföplü’^dTgsd'an ileri getir, ancak m ikroplar lenf ya da kan yoluyla da gire­ bilir en çok rastlanan mikroplar stafılokokiar ve streptokoklardır. M ikropların ço ğa l­ ması sitolız yoluyla dokuları yıkan toksin­ lerin ortaya çıkmasına neden olur ve böy­ lece organizma doğrudan doğruya saldır­ gana karşı kendisini korur: dam arlardan diyapedez yoluyla çıkan akyuvarlar ve bağdokuşu hücreleri m ikropları yutar ve çıkardıkları fermentler sayesinde şmçiınrler, hücre ve cıcku kuntlarıyla m ikrop ölü­ len irin denen m addeyi o ld itiıru r Enfekeyon" odağı çevredek- oağdokusunun ■'çoğâlıp apıSe kabuğurıu m eydana gelirrrıesıyie be' ru :u: - ' BtPÇ'Me savunma tepki'? apsenin oluşmasını önleyebilirse, apse kıza' - evreselden öteye yeçmez Kızarıklık evresinin yerel belirtileri Itıhap belirtileriyle aynıdır kırmızılık sıcaklık, şiş­



lik ve ağrı; bunlara genel belirtiler de eşilk edebilir: ateş, küçük titremeler, uyku­ suzluk. Apsenin bulunduğu bölgede bir adenopatı (beze) de gürûlebilir. Innleşme yerel değişikliklere yol açar: apsenin bü­ yümesi ve ortasının yumuşaması, zonk­ lama ve apse yüzeysel ise üzerine bastı­ rıldığı zaman duyulan sıvı oynaması. De­ şilerek akıtılan sıcak apse hızla iyileşme­ ye yüz tutar, fakat bazı hallerde (çok etki­ li mikrop, genel durumda bozukluk, şe­ ker hastalığı) enfeksiyon yerel olarak ya­ yılır (yaygın flegmon),bazen de mikropla­ rın kana karışması sonucu (septisemi ya da septikomiyohemı) daha uzak yerlerde yeni odaklar ortaya çıkar. Erken antibiyo­ tik verilirse apsenin oluşması engellene­ bilir,ama irinleşme bir kez ortaya çıktı mı, tek çare ameliyattır: geniş bir şekilde deş­ me, irinin boşaltılması, apse boşluğunun drenle akıtılması. Koch basilinden ileri gelen ve verem hastalarında görülen apselerle (özelikle kemık-eklem tüberkülozları) bazı mantar­ ların yaptığı apselere (mikozlar) soğuk ap­ se denir. Bu çeşit apseler yavaş oluşur ve iltihap tepkisi göstermez. Tespit apsesi, bir hastalığın zararlı öğe­ lerim saptayıp, organizmanın savunması­ nı güçlendirmek amacıyla yapay olarak meydana getirilen aseptık apsedir. Bu yöntem artık tedavide kullanılmamaktadır. A P S E N T a. (fr. absinthe; lat. absınthium; yun apsinthion. pelinotu'ndan). Pelinotunun suya bastırılıp damıtılmasıyla eide edilen ve böylece bu bitkiyle kokulandı­ rılmış oian alkollü içki.



A P S ÎD a. (h.apside; lat. apsıda; yun. ap­ sis, -idos. tepe’den). Gökbil 1. Bir yörün­ genin enöte ya da -enberi noktası. —2. Apsidler çizgisi, bir yörüngenin enöte noktasıyla enberi noktasını birleştiren doğru. A P S İÖ Ö S P O N S V Ü İ a. (yun apsis, -idos, kubbe, ve lat. spondylus, omur' dan). Labyrinthodonta ve phyllospondylıi grubundan fosil hayvanlarla kurbağaları kapsayan amfibyumlar altsınıfı. (Amfib­ yumların ıkı altsınıfının biri bu, biri de urodelomorpha'dır.) A P S İS a. (fr. abscısse: lat abscıssa [//liea],kesik [çizgi]:'den).1. Sır (O.i) işare­ tiyle donatılmış bir eksenin GM = x ■i ol­ mak üzere bir M noktasını belirleyen x ko­ ordinatı. —2. Eğrjsel .apsis, bir eğrinin doğruiaştıntr ve yönlü bit yayının bir M noktasını belirleyen gerçek sayı. (Bunun mutlak değeri, Mu eğri üzerinde başlan­ gıç noktası olara.K seçildiğine göre MUM geometrik yayının uzunluğuna eşittin; jj Başlangıç noktası Ö olan bir Descartes işaretiyle donatılmış bir düzlem ya da bir alin uzay içindeki bu M j noktasının^apsısi. işaretin birinci vektörüne göreOM nin koordinatı [(O i) işaret eksenine, bu du­ rumda, apsis eksem denir.) A P S İT a (fr. absıde) — ABSİDA. A P S U , Mezopotamyalıiar'a göre, yeral­ tında bulunan ve su kaynaklarının doğ­ masını sağlayan büyük tatlı su okyanusu­ nun akkatça adı. Burasını, en önemli er­ kek tanrı Apsu'yu öldüren tanrı Ea ele ge­ çirmişti A P S U T a Ormanc. Samsun yöresinde, kağnı tekeri yapımında kullanılan ve bal­ ta ile yontulan 75-85 cm x 25-50 cm x 5 - 12 cm boyutlarında çam kütüğüne veri­ len ad APSYRTOS



APŞAK



• ABSYRTOS



• A P IŞ I K



A P Ş E R O N y a r ım a d a s ı, Azerbay­ can'da, Büyük Kafkasıar'ın Hazar denizi­ ne' doğru 60 km kadar sokulmasıyla olu ­ şan yarımada Rezervleri tükenmekte oian petrol yatakları Bakü (im alı, yarım­ adanın güney kıyısında yer alır.



A P T a. ( Automalıcally Programmed Tools un kısaltılmışı). Sayısal komuttu bir­



takım aygıtların programlanması için kul­ lanılan dil. A P T , Vaucluse (Fransa) arondissemenf inin merkezi, A pt havzası'nda, Luberon1 un eteğinde; 11 162 nüf. Eski Ste-Anne katedrali (XII, -XVIII. yy.). Müze (tarihön­ cesi, arkeoloji, fayans, vb.).



721



A p t fa y a n s la r ı, Castellet kökenli Moulin kardeşler tarafından 1770'ten başla­ yarak Apt'ta üretilen ince fayanslar. Bun­ lar, saman sarısı renkleri ya da çeşitli top­ rakların ve renklerin karışımından sağla­ nan mermer taklidi ebru renkleriyle dik­ kati çekerler. A P T Yaşlı (Ulrich), alman ressam (Augsburg ? 1455/1460’a doğr.- ay.y. 1532). Parlak renkler kullanan ve hollanda res­ minden etkilenen Apt, özellikle oğulları JACOB, GENÇ ULRİCH ve MİCHAELİn ça­ lıştığı bir atölyenin desteğiyle pek çok sunakarkalığı ve portre yaptı (Rehiingen ki­ lisesi sunakarkalığı, İsa'nın çarmıha geri­ lişi. 1517, Augsburg müzesi), A P T (Harinarayana), marathı dilini kulla­ nan hındistaniı yazar (1864-1919). Tarih­ sel ve toplumsal romanlarında Dickens’ tan esinlendi. En ünlü yapıtı olan Pau Laksyat kon gheto (1893), orta sınıftan bir ai­ lede yaşayan çocuk yaşta bir dul kadının öyküsüdür. A P T A L sıf. ve a. (ar. bed//,karşılık'ın ço­ ğulu abdaldan). 1. Sağduyudan, anlama ve sezme gücünden yoksun kişi için kul­ lanılır; akılsız, budala, bön: iki lal edileme­ yecek kadar aptal biri. Beni aptal yerine koyma. —2. Tkz. Küçümseme ve haka­ ret amacıyla, beceriksizce, düşüncesizce davranan kimse için ve bu kimseye ses­ lenirken kullanılır: Bu aptal çocuk başımı­ za çok işler açacak. Aptal, ayağıma bas­ tın! —3. Aptal aptal, aptalca, şaşkın bir biçimde; aval aval, alık alık: Aptal aptal sırıtmak. Aptal aptal konuşmak. || Aptal kutusu, televizyon için kullanılan aşağıla­ ma sözü. A P T A L C A sıf. 1. Sağduyusu, anlama ve sezme gücü aptala yakın olan kişi için kullanılır: Aptalca bir adam. —2. Aptal bir kişinin yapabileceği, ona yakışır şey için kullanılır: Aptalca bir söz. Aptalca öneri­ ler getirdi. 0 be. Aptal bir kişiye yakışır biçimde: Davranışını çok aptalca buluyorum. A P T A L C A S IN A be. Aptal birine yakı­ şır biçimde; akılsızlık, saflık göstererek. Aptalcasına kandırılmak. Malını mülkünü aptalcasına kaybetti. A P T A L L A Ş M A K gçz. !. Anlayamaz, kavrayamaz duruma gelmek, bilinci bu­



Apsaras



Angkor Vat tapınağında alçak kabartma (1113-1150'ye doğr.)



aptallaşm ak lanıklaşmak; salaklaşmak, sersemleşmek, şaşkınlaşmak: Kendisine yöneltilen suç­ lamaların ağırlığı karşısında aptallaştı, ne diyeceğini bilemedi. ♦ aptallaştırm ak g.f. Bir kimseyi aptal­ laştırmak. onu anlayamaz, kavrayamaz duruma getirmek; sersemletmek: ilk kez gördüğü bu büyük kentin gürültüsü onu aptallaştırmıştı.



722



APTALLAŞTIRMAK



-



APTALLAŞ



MAK.



APTALLIK a, 1. Sağduyu ve zekâdan yoksunluk; bu durumdaki birine uygun davranış; akılsızlık, bönlük, ahmaklık: A p­ tallığından bu işte de dikiş tutturamadı. Bu aptallığı bir daha yapma. Aptallık etmek. —2. Aptallığa vurmak, bir şeyi anlamaz­ lıktan, bilmezlikten gelmek, anlamamış görünmek: Aptallığa vurma, neden söz ettiğimi bal gibi biliyorsun.



APTER (David E.), ABD'Iİ siyaset bilim­ ci (New York 1924). Berkeley üniversite­ sinde siyaset bilimi profesörüydü; siya­ sal sistemleri "geliştirmeci" bir yaklaşım­ la ele alarak siyasal toplumbilime yenilik getirdi. Özellikle gelişme yolundaki ülke­ lerin siyasal sistem ve partileri üzerine ça­ lışmalar yaptı (The Gold Coast, 1956; The Politics of Modernization, 1965).



APTEROS sıf. (yun. a, yokluk eki, pteros, kanat). Arkeol. Kanatsız olarak betim­ lenmiş tanrı heykeli için kullanılır. Örneğin, Akropolis'teki Nike (Zafer) heykelinin ka­ natları, Atina'dan uçup gitmesin diye ke­ silmiştir. —Mim. Yan cephelerinde sütun bulun­ mayan tapınaklar için kullanılır.



APTERYOİFORMES a. (yun. apterygos, kanatsız olan, ve lat. forma, biçim' den). Kanatları körelmiş olan ve az sayı­ da ince ve uzun örtü teleği bulunan ko­ şucu kuşlar takımı. (Yeni Zelanda’da ya­ şayan kivi bu takımdandır.)



APTERYCOTA a. Zool. Kanatsızböcekler altsınıfının bilimsel adı. APTERYX a. (yun. apteros, kanatsız'



APTES ya da ABDEST ( öncekiyle eş kökenli). 1. idrar yapma, dışarı çıkma. —2. Aptes bozmak, idrar yapma ve dı­ şarı çıkma gereksinimini gidermek. || A p­ tesi gelmek, olmak, idrar yapma ya da dı­ şarı çıkma gereksinimi duymak. || Aptesi kaçmak, herhangi bir nedenle aptes ge­ reksinimi kaybolmak. APTESBOZAN a. Asalbil. Tenyadan (şerit) kopan parçalar zaman zaman el­ de olmayarak anüsten kayıp düştüğü için halk arasında bu asalağa verilen ad.



APTESBOZANOTU a. Dikenli, puf gö­ rünümünde, kurakçıl bitki. (Kurutulmuş kabukları kaynatılarak şeker hastalığına karşı kullanılır. [Bil. a. Sarcopoterium ya da Poterium spinosum. Gülgiller familya­ sı).)



APTESHANE ya da A B D E S T H A N E a. (fars, abdest ve hane'den abdest -hane). 1. Esk. Abdest almak için yapıl­ mış yer. —2. Hela, yüznumara.



dan). Yeni Zelanda'da yaşayan kanatsız kuş kivinin bilimsel cins adı. (Apterygiformes takımının tek familyası olan apterigidae familyasından.)



APTESLİ sıf. Aptes almış olan ya da ap­



APTES ya da ABDEST a. (fars. âb ve



♦ be. Aptes almış olarak: Aptesti gez­ mek. Apteslı ölmek.



cfesf ten ab-dest). 1. İslam dini gereği ola­ rak ibadet öncesinde belli kurallar uyarın­ ca yıkanma. — 2. Aptes almak, İslam di­ ni kurallarına uygun olarak yıkanmak, arınmak. (Bk. ansikl. böl.) || Aptes tazele­ mek, herhangi bir nedenle yeniden aptes almak. ||Aptes vermek, paylamak, azar­ lamak (arg.). || Aptesi bozulmak, aptesi kaçmak, yemden aptes almayı gerektire­ cek durumda kalmak. |j Aptesinden şüp­ hesi oimamak, yaptığı bir iş ya da davra­ nışta herhangi bir eksikliğin, kusurun bu­ lunmadığına inanmak. —ANSİKL. Din. İslamlıkta belli kurallar uyarınca yıkanıp arınma üç türlüdür. Na­ maz aptesi, namaz kılmak, kutsal yerleri ziyaret, Kuran okumak, cenaze namazı



aptes mahalli



kılmak için alınır. Önce niyetlenilerek bes­ mele çekilir. Sağdan başlanarak üçer kez eller, ağız, dişler, burun, yüz, dirseklere kadar kollar yıkanır. Sağ elin avucuna alı­ nan suyla baş meshedilir (elle sıvanır). Ku­ laklar, kulak arkası, ayaklar bileklere ka­ dar yıkanır. Soy aptesi (gusül), cinsel (gerçek ya da düşsel) yaklaşım ve ilişki­ den sonra alınır. Önce niyet edilir; besme­ le çekilir; namaz aptesi alınır; ağız, burun üçer kez yıkanır, burna su çekilir, ağız çal­ kalanır; önce sağ, sonra sol omuzdan üçer kez su dökülür; hiç kuru yer kalma­ yacak biçimde bütün beden yıkanır. Te­ yemmüm aptesi, su bulunmadığı, su kul­ lanılmasının sağlık yönünden sakıncalı ol­ duğu zamanlarda alınır. Niyet edilip bes­ mele çekilir. Eller iki kez temiz toprağa (taş, kum, kireç vb. de olabilir) vurulur. Yüz ve kollar meshedıldikten sonra top­ rak silkelenir. Aptes, şu durumlarda bozulur: doğal gereksinimler (idrar, dışkı, gaz çıkarmak); bedenden kan, cerahat akması; ağızdan kan gelmesi; ağız dolusu kusma; yatarak ya da bir yere dayanarak uyuma; bayıl­ ma.



tesi bozulmadan duran kimselere denir.



APTESLİKa 1 . Esk. Aptes alınırken gi­ yilen cüppe biçiminde, önü açık üstlük. —2. Yörs. Evlerde el, yüz ve bulaşık yı­ kanan, aptes alınan yer. —Folk. Kına gecesi törenlerinde, yaşlı ka­ dınların yalnızca başparmağına yakılan kına. —Geleneks. giy. Zeybeklerin giydiği kı­ sa kollu cepken. (Günümüzde giyilen in­ ce kumaştan bej ya da krem rengi latala­ ra da bu ad verilir.) ♦ sıf. Aptes alma işinde kullanılan: A p­ testik leğen, aptestik ibrik. APTESSİZ sıf. 1. Aptes almamış ya da aptesi bozulmuş kimselere denir: Aptes­



siz kişi namaz kılamaz.-—2. Aptessiz ye­ re basmamak, din kurallarına ve buyruk­ larına aşırı derecede bağlı olmak: O çok sofudur, aptessiz yere basmaz. & be. Aptes almadan; aptesi olmaksı­ zın; Aptessiz namaz kılınmaz. A P T İY A L İZ M a. (fr. aptyalisme; yun. a, yokluk eki, ve ptyaion'dan). Patol. Tükü­ rük salgısının önemli ölçüde azalması ya da büsbütün yok olması.(Aptıyalizm ağız mukozasının eritemınden, ender olarak da yaşlı kişilerde tükürük bezlerinin körelmesinden ileri gelebilir. Kimi zaman alı­ nan ilaçlardan [belladon, nöroleptikler), uyuşturuculardan [afyon, esrar], avitaminozdan [A, B,, E, PP] ya da genel bir sendromdan da [şeker hastalığı, Bıermer kansızlığı] aptiyalizm oluşabilir.) [Eşanl. AĞIZ KURUMASI ]



A P T O M E T R E a. (fr. haptomĞtre'den). Ruhbil, Deri duyarlığını ölçmeye yarayan aygıt, (iyice belirlenmiş birtakım ağırlıklar, deneklerin derisi üzerine bir levyeler sis­ temiyle uygulanır; ağırlıkların yaptığı ba­ sınçlar bu yolla denetlenir ve deneğin bu basınçlar konusunda verdiği yargılar sap­ tanır.) A P T Y C H U S a. Paleont. Ammonitlerde ya da yakınlarında bulunan ve bu yumuşakçaların kapakçığı sanılan kireçli ya da boynuzsu madde parçası. A P U A A L P L E R İ, Toscana Apenninleri nin bir bölümü; Akdeniz yakınında, Pisa'nın K.’inde; Monte Pisanino’da 1 945 m. Â P U D H ü c re le r (ıng. Amine Precursor Uptake and Decarboxylation‘un kısalt ). Patol. Embriyonda sinirsel ibikten (crista neuralis) türeyerek organizmanın dağınık yerlerinde (melanositler, böbreküstü be­ zi özeği, karotit cisimcikleri, bronşlar, id­ rar yolları, mide, bağırsak, pankreas, hipofiz, tiroit) yer aian ve polipeptit niteliğin­ de hormonlar sentezlemeierine elverişli özel dokusal nitelikler taşıyan ve sinir sal­ gısı salgılayıcı taneciklerle dolu olan hüc­ reler topluluğu. (Başlıbaşına bulunan bazı urlar APUD hücrelerinden kaynaklanır. Bunlara apudom denir.) A P U D O M a. (fr. apudome). APUD hüc­ relerinin zararına, onlardan gelişen ur. —ANSİKL. Apudom denilen urlar birbiri­ ne benzemez, ama hepsinin ortak embriyolojik kökeni sinirsel ibiktir (crista neu­ ralis). Apudomların çoğu içsalgı çıkarır; türe­ dikleri hücrelerin her zaman yaptıkları hormonlara benzer polipeptitler ya da aminler yapar (hipofiz adenomu, feokromositom). Diğer apudomlar, türedikleri salgı bezlerinin hormonlarından farklı hor­ monlar salgılarlar, içsalgısal yapıda olma­ yan bazı urlar da hormon salgılayabilirler (küçük hücreli akciğer kanseri). Bu urlar bir arada bulunabilirler ve dominant otozomik kalıtımsal yoldan geçerek karma­ şık hücre toplulukları oluştururlar (Sıpple sendromu, VVerner sendromu). [ — ADENOMATOZ (poliendokrin)]. A P U H T İN (Aleksey Nıkolayeviç), rus yazar (Bolhov) Orel eyaletinde, 1840 ya da 1841 - Petersburg 1893). Hikâyeler (te Journal de Pavlek Dolski [fr. çev., 1891 ]) yazdı. Yalın ve halk kültüründen beslenen şiirleri (Esçuisses viilageoises [fr. çev., 1859], la Veille de 1'opĞration [fr. çev., 1888]) Çaykovskiy’e esin kaynağı oldu. A P U L A P U L be. Yörs. Kazların ve tom­ bul çocukların iki yana salına salına yü­ rüyüşünü belirtmek için kullanılır; paytak paytak: Apul apul gidişini seveyim. A P U L E İU S (Lucius), latin yazar (Madaura, Numidıa, 125'e doğr. Kartaca 170'ten sonra). Kartaca’da ve Atina'da öğrenim gördü. Bu ikinci kentte platonculuğu yaymaya çalıştı. Dinsel gizlere bü­ yük ilgi duydu. Daha sonra Roma kent­ lerim dolaşarak felsefe ve bilim konuların­ da başarılı konferanslar verdi. İlgi alanı



çok geniş biri olarak, günümüze ulaşma­ yan birçok felsefi inceleme ve şiir yazdı. Yapıtlarından günümüze ulaşanlar: büyü­ cülükle suçlanmasına karşı kendini sa­ vunduğu Apologia, konferanslarından oluşan bir antoloji (F lorida) ve Metamorphoseıs’ (Değişimler) (ya da Al­ tın eşek] adlı on bir kitaplık roman. A P U L E İU S S A T U R N İN U S (Lucius), romalı tribunus (öl. İ.Ö. 100'e doğr.). ih­ malciliği yüzünden 104jte meclisteki gö­ revinden uzaklaştırıldı, iktidarı ele geçir­ mek için Marius ile birleşti. Trıbunusluğa se­ çilince (101) bir tarım yasası,demagojik birçok önıem ve senatörleri imparatora bağlılık yeminine zorlayan bir yasa öner­ di. Soyluların konsül adayı öldürülünce, Marius, konsül sıfatıyla, tribunuslara kar­ şı harekete geçmeye çağırıldı ve Capıtolium'da onları kuşattı. Saturninus ile arka­ daşları, bu arada Servilius Glaucia, tes­ lim olmak zorunda kaldılar ve hemen öl­ dürüldüler.



hukuki işlemi ilk ortaya koyandır ve De amaçla Capitolium’a kadar yalınayak yü­ A P U L İA , Puglia "n in (Güney İtalya) es­ dolo malo (hileyle) formülünün yaratıcısı­ rünürdü. ki ve tarihsel adı. Başlangıçta Apulialılar' dır. A O U A R İU S , Kova* takımyıldızının latinın, iapygialılar’ın ve Peucetialılar'ın yaşa­ A O U İ L İ U S N I P O S (Manıus), roma ce adı (kısaltması: Aqr.). dıkları Apulia, batıdan Lucania ve Calab­ konsülü, Marius'un meslektaşı (i. Ö. 101). ria ile sınırlıydı. Yunanlılar bölgede birçok A O U A T E R R A R İU M a. Yarı yarıya su­ SicilyalI kölelerin ayaklanmasını bastırdı. koloni (örneğin Taranto) kurdular. Roma­ da yaşayan hayvanlan yetiştirmek için Zimmetine para geçirmekle suçlandı, al­ lılar, Samnitler’le ve Pyrrhos ile savaştık­ kullanılan kap dığı yaraları göstererek mahkûmiyetten tan sonra, Apulia’yı ele geçirdiler. A O U İ L A , Kartal* takımyıldızının latince kurtuldu. Asya prokonsülü iken Mithrida—Arkeol. Apulia vazoları, çoğu İ.Ö. adı (kısaltması: Aql.). tes Vl’ya esir düştü; Mithridates, Romalı­ IV.yy’dan kalma, siyah zemin üzerine kır­ ların paraya düşkünlüklerini vurgulamak mızı figürlü, beyaz süslemeli yunan üslu­ m A O U İL A (L ), İtalya’da kent, Abruzzi’ler için, Aquilius’un ağzına erimiş altın dök­ bölgesinin yönetim ve il merkezi, Aterno bunda eskiçağ vazoları. türdü. ırmağı kıyısında; 65 900 nüf. Ticaret ve A P U L İA LE H Ç ES İ a Güney İtalya’da, kültür merkezi. Makine ve elektrikli gereç­ A O U İ L O N İ A . Tar. coğ. İtalya'da kent, Puglia'nın kuzey bölümünde konuşulan ler yapımı. Kent XIII. yy.'da imparator Samnium'da. Samniumlular burada, İ.Ö. lehçe. Friedrich ll’nin buyruğuyla kuruldu. Santa 293'te konsül L. Papirius Cursor karşısın­ A P U R E , Venezuela'da ırmak, Orinoco Maria de Collemaggio (XIV. yy.'dan kal­ da bozguna uğramışlardı. Günümüzde, nun kolu; Orinoco'ya kavuşma yerinden ma zengin, çokrenkli süslemeli cephe), Lacdania. başlayarak 670 km boyunca ulaşıma el­ XIV. ve XV. yy.'lardan kalma San BernarA 6 U İ M (Louis Claude D') -*• Daouİn. verişlidir, yaklş. 1 000 km. —Apure eyadino (barok üslubunda güzel tavan; Silleti, 76 500 km2; 230 800 nüf. Merkezi A @ U ? N C U M , Roma'ya bağiı özerk şe­ vestro deH'Aquila’nın XV. yy. sonundan San Fernando. Sığırcılık. kalma oymaları gibi sanat yapıtları). XVI. hir, sonra roma kolonisi ve nihayet aşağı Pannonıa valisinin oturduğu yer. Tuna’nin yy.’dan kalma şatoda Abruzzi ulusal mü­ A P U R IM A C , Peru da ırmak, Ucayali' zesi. —L Aquita ili (5 034 km2; 301 500 sağ kıyısında, bugünkü Buda’nın bulun­ nin iki ana kolunun en önemlisi; 885 km. duğu yerdeydi ve o bölgedeki roma as­ nüf.), dağlık, gelir kaynaklan kıt bir bölge —Apurı'mac yönetim bölgesi, 20 655 keri savunma düzeninin kilit noktasını olduğundan, turizmin gelişmesine karşın, km2; 321 100 nüf. Merkezi Abancay. oluşturuyordu (Pannonia sınır tahkimatı). halkın büyük bölümü göçmektedir. ■ A P U S , Cennetkuşu* takımyıldızının laYapılan kazılarda Romalılar'a ait birçok A O U İL A R İA a. Tropikal bölgelerde ye­ tince adı (kısaltması: Aps). yapının yeri (forum, mithraea, yollar, vb.) tişen ve bazı türleri kokulu odun veren ve imparatorluk dönemine ait bol miktar­ A P U S a. Vücudu sırt kalkanı biçiminde ağaç ya da ağaççık. (Thymeleaceae fa­ da malzeme ve mozaik bulundu. bir bağayla örtülü kabuklu hayvan. (Vü­ milyası.) cut eklentilerinin sayısı 40 ile 60 çift ara­ A O U İL E İA , İtalya'da kent. Adriya denizi ■ A O U İ N O (Corazon Conjuanco), Filipin­ sında değişir. Durgun tatlı sularda yaşar. li kadın siyasetçi (Manila 1933). Luzon kıyısında (Udine ili); 3 300 nüf. İ.Ö. 181 'de Branchlopoda üsttakımı; notostracatakıadasında geniş çiftlikleri olan bir ailenin latin hukukuna bağlı bir koloni olarak ku­ nrv.) kızı; dedesi senatör, babası milletvekiliy­ rulan Aquileia, akınlara karşı savunmada di. Liseyi New York'ta okudu. Hukuk fa­ önemli rol oynadı ve Marcus Aurelius A P U S E N İ d a ğ la rı, esk. Bihar, daha kültesine giderken Benigno Aquino ile ev­ kenti tahkim ettirdi. 452'de Attila tarafın­ sonra Bihor, Romanya’da kütle; Erdel’in lendi; okulu bıraktı. Marcos yönetimine dan yıkılınca, Narses'in çabalarına karşın (Transilvanya) batı kesiminde geniş bir muhalif Liberal parti’nin önderlerinden bir daha toparlanamadı. Veneto bölgesi­ yer kaplar; Curcubata Mare’de 1 848 m. olan eşi hapsedilip (1972-1980) ülkeyi nin bağlı olduğu (554-1751) bir patrikliğin Basık biçimli Apuseni dağlarının dorukla­ terk etme koşuluyla serbest bırakılınca, merkezi haline gelen Aquileia'da, 381 ve rını otlaklar, yamaçlarını ormanlar kaplar. onunla birlikte ABD'ye gitti (1980-1983). 553'te iki konsil toplandı. Henüz makineleşmenin tarıma girmediği Filipinler’e dönen eşinin öldürülmesi üze­ bu bölgede, hidroelektrik düzenlemelerin —Arkeol. Bir bölümünde kazı yapılan rine beş çocuğuyla ülkesine döndü; poli­ yanı sıra başlıca etkinlikler, hayvancılık, Aquileia’da ortaya çıkarılan başlıca yıkın­ tikaya atıldı. Birleşen on iki muhalif parti­ kereste işleme ve madenciliktir (kuzeyde tılar, imparatorluk döneminden kalma fo­ nin oluşturduğu UNlDA’nın (Birleşik deboksit; güneyde bakır, altın, gümüş gibi rum ile zengin ve ilgi çekici lahitlerle dolu özellikle demirsiz madenler). mezarlıklardır. Afrikalı ustalar tarafından yapıldığı sanılan mozaiklerle baştan so­ A O U A E A R A V E N A E * A O U A E SARAna döşeli olan piskopos Theodorus bazi­ VENAE likası (313), bilinen Constantinus dönemi kiliselerinin en iyi korunmuş olanıdır. A O U A E C A L İD A E . Tar. coğ. Anado­ lu’da, Kappadokia bölgesinde ılıca yerleş­ A O U İL İF E R a. (lat. aquila, kartal ve fermesi; Tyana (Dana, Kemerhisar) — Kaıre, taşımak sözcüklerinden). Rom tar. Bir sareıa (Kayseri) yolununG.'inde Podanroma iejyonunun kartalını taşıyan ye ön dus (Pozantı) yakınlarındaydı. Sıcak su safta yer alan asker. kaynağı ile ünlüydü. A O U İL İU S (Manıus), İ.O. 129’da roma konsülü. Anadolu'da birçok kenti ege­ A O U A E S A R A V E N A E ya da A O U ­ A E A R A V E N A E . Tar. coğ. Anadolu' menliği altına aldı; sonra da Pontos kralı nun Kappadokia bölgesinde ilkçağ kap­ Mıthrıdateş V’i yardıma çağırmak zorun­ lıca yerleşmesi; Tavıum (Büyükneles kö­ da kaldı. Ödül olarak da Phrygıa'yı ona yü, Yozgat) ile Kaısareia (Kayseri) arasın­ bıraktı. Bu eyaleti feslim etmekle suçlan­ dı, ama sonunda temize çıktı. da olduğu sanılıyor. Prof. Ramsay'a gö­ re Bizans piskoposluk listelerindeki BasiA O U İL İU S G A L L U S (Caıus), İ.Ö. I. lika Therma burasıdır. (Bugün Yozgat ilin­ yy.'da yaşamış romalı |urısconsultus. Dos­ deki Terzılıhamam.) tu Cicero ile praetorluğu paylaştı. O dö­ nemde yaygınlık kazanan hileli işlemler­ A O U A E L İC İU M a İlkçağ Roması’nda, den zarar görenleri koruma amacı güden yağmur duası için yapılan dinsel tören; bu



Clüj-Napoca'nın güneybatısında Apuseni dağlan'ndan bir görünüm



apus (Lepidms apus)



Aquila Santa Maria di Collemaggio kilisesinin cephesi,XIV. yy.



Aquino mokratik örgüt) başkan adayı seçildi (1985). Seçimlerden sonra, Marcos ABD'ye kaçınca da, başkan oldu (25 şu­ bat 1986). Ulusal demokratik cephe yet­ kilileriyle bir ateşkes anlaşması imzaladı (kasım 1986). Ülkesindeki karışıklıklara son verme çabalarını sürdürdü. 1992 mayısındaki seçimleri kaybedince cum­ hurbaşkanlığını bıraktı. Yerini Fidel Ramos aldı.



724



A O U İN O L U T O M M A S O -> THOMAS AOUİNUS.



■ A C kU İT A İN E , Fransa’nın güney-batı kesiminde yönetim bölgesi; beş döpartement (Dordogne, Gironde, Lan­ des, Lot -et Garonne, PyrönöesAtlantigues) kapsar; 41 407 km2; 2 656 518 nüf. Merkezi Bordeaux.



Corazon Aquitıo Gelişim arşivi



Aqultaine Capbrstoîi ve Hossegor Atlantik kıyısında Landes sayfiye kentleri



A O U İT A N İA , Fransa'nın güney-batı ke­ siminde tarihsel bölge. Sezar'ın ele geçir­ diği antik Aquitania toprakları, Augustus döneminde, Pirene dağları ve Atlas okyanusu'ndan Loire nehrine kadar uzanı­ yordu. Geç imparatorluk döneminde bu eyalet, Vienne piskoposluğuna bağiandı ve üç bölüme ayrıldı: Novempopulania (merkezi Eauze), ikinci Aquıtania (merkezi Bordeaux), Birinci Aquitania (merkezi Bourges). 412-413'te Vizigotlar ın egemen­ liğine giren bölge, Clovis’in Vouillö'de ka­ zandığı zaferden (507) sonra, "Regrıum francorum” a (Frank krallığı) katıldı. Ölen hükümdarın oğulları, aralarındaki her bö­ lüşmede, Aquitania'nın bir bölümünü al­ dılar: bu eyalete duydukları ilginin nede­ ni, belki de, Aquitania'nın, Galya'nın öbür kesimlerine göre istilalardan daha az za­ rar görmesinden kaynaklanan zenginli­ ğiydi. Aquitania, VII. yy.’ın sonunda, "ulusal” düklerin yönetimi altında, filen bağımsız­ laştı. Ama, Kısa Pepin, dük Waifre'i (ya da Gaifier'yi) öldürterek (768) Aquitania'yı yeniden "Regnum francorum” toprakla­ rına kattı (Saintes fermanı). Bölgenin kral­ lık içinde eritilmesinde güçlüklerle karşı­ laşılması ve aileler arasında bölüşme ge­ leneğinin sürmesi üstüne, 781'de Charlemagrıe, bir Aquitania krallığı kurarak, başına oğlu Louis'yi geçirdi (daha sonra Sofu Louis diye anılan kral). Louis'den sonra bölge, çeşitli karolenj prenslerinin yönetimine verildi: Pepin II, Çocuk Char­ les, Kekeme Louis. Sonuncusu, frank tah­ tına çıkarak 877'de bu kral naipliği yöne­ timine son verdi. O tarihten sonra kurulan Aquitania dük­ lüğü (“ Ducatus Aquitaniae” ), IX. ve X. yy.'larda sırasıyla Poitiers kontlarının, Auvergne ve Toulouse hanedanlarının ve



sonunda yeniden Poitiers’lılerin eline geç­ ti (bu sülale "troubadour" Guillaume IX’ un kırk bir yıllık yönetimiyle ün kazandı). Poitiers sülalesi, Guillaume X'un 1137’de ölmesiyle son buldu: kızı Alienor, Aquitania'yı, daha sonra Fransa tahtına çıkacak Louis V ll’ye drahoma olarak verdi. Böy­ lece Louis VII, Capetler'in topraklarını iki katına çıkardı. Ama, Alienor'un Louis'den ayrılıp Ingiltere ve Anjou topraklarının vâ­ risi Henry II Plantagenet ile evlenmesi, Fransa krallığı’nın gelecekteki rakibi' Anjou imparatorluğu"nun doğmasını kolay­ laştırdı. ( -* A n jo u .) Bölge Anjou sülalesine geçene kadar. Aquitania dükü unvanı, Poitiers kontları için, daha çok onursal ve fiili güçten yok­ sun bir unvan sayılıyordu. Alienor ile bir­ likte, Aquitania, Poitiers topraklarında ilk sırayı aldı; kraliçe, Fransa örneğine uygun bir saray oluşturdu. Henry II Plantagenet de düklüğü, norman örneğine göre ye­ niden örgütledi. Philippe Auguste, Yurtsuz John’un hü­ küm giymesinden (1202) sonra, düklüğü Aymery de Thouars’a vermeyi denedi, ama düklüğün ancak bazı bölümlerini ele geçirebildi. XII. ve XIII. yy.’larda Aquitania, Capet sülalesinin fetihleriyle yavaş ya­ vaş küçüldü. Guyenne* ("Aquitaine" söz­ cüğünün bozulmuş biçimi) düklüğü, ingilizler’de kaldı; ama Henri İli Plantagenet, Fransa kralının düklük üstündeki üstün­ lüğünü tanıdı; Anjou sülalesinin toprakları Gaskonya ile sınırlandı. (Gaskonya sara­ yı, Gaskonya seneşali).XIV. ve XV. yy.’da, Guyenne ve Gaskonya uzun çekişmele­ re konu olduktan sonra, 1453’te Charles V ll’nin egemenliği altına girdiler. Guyen­ ne düklüğü 1469'da Louis XI tarafından, has olarak kardeşi Charles’a verildi ve onun 1472'de ölümüyle, düklük kesin ola­ rak Fransa tahtına bağlandı. Guyenne ve Gaskonya ili önce Bordeaux, Auch ve Montauban valilikleri arasında, daha son­ ra altı "departement” (Gironde, Gers, Lot-et-Garonne, Dordogne, Lot, Aveyron) ile Landes ve Tarn-et-Garonne "departement” larının bazı bölümleri arasında pay­ laştırıldı. • Güzel sanatlar ve edebiyat * G u y e n ­ ne.



A R a. (ar. ’âr). 1. Utanç: Nasıl oldu da arından yerlere geçmedi —2. Utanana, haya: "...ar olacak veya namusa doku­ nacak her türlü tarif ve tavsifini istimali ka­ nunen men olunması..." (Tanzimat Fer­ manı, XIX. yy.) —3. A r belası, namusu­ na gölge düşürmeme kaygısı; namus be­ lası. || A r daman çatlamak, utanç duyula­



cak her türlü ışı sıkılmadan yapar durum­ da olmak. |j (Bir şeyden) ar etmek, bir şey­ den dolayı utanmak, jj Ar namus, utanç duygusu: Ar namus yok ki adamda, her şey beklenir ondan. j| A r namus tertemiz; art satmış, namusu kiraya vermiş, utan­ ma ve namus duygularını yitirmiş olan kimse için kullanılır, jj Arma dokunmak, bir ış, söz. davranış vb. sözkonusuysa, on­ dan alınmak, ondan dolayı incinmek, utanmak. AR a. (fr. are; lat. area, yüzey'den). Ara­ zı için, 100m 2'ye eşit yüzey ölçüsü bi­ rimi (simg.: a). [Ar yasal bir ölçü birimidir: 10 katına dekar, 100 katına heklar denir.] AR Org. kim. Bir organik bileşik formülünde, arıl kökünün varlığını gösteren simge. A r Anorg. kim. A rgon'un simgesi. A R (Cezmi), türk film görüntü yönetme­ ni (İstanbul 1898- ay.y 1976). ilk türk gö­ rüntü yönetmenlerinden. Muhsin Ertuğrul'un ilk filmi İstanbul'da bir lacia-i aşk (1922) ile başladığı mesleğini Muhsin Ertuğrul'un hemen tüm filmlerinde çalışarak sürdürdü (Ateşten gömlek, Bir millet uya­ nıyor, Bataklı damın kızı Aysel, vb.). 1953’te yine Muhsin Ertuğrul’un yönetti­ ği ilk renkli türk filmi Halıcı kız’ı görüntü­ ledi. A R (Suat EBREM, Müjde — denir), türk sinema oyuncusu (İstanbul 1954). 8 ya­ şında Oraloğlu tiyatrosu’nda sahneye çık­ tı. H. Refiğ’in, H. Z. Uşaklıgil'den uyarladı­ ğı TV dizisi Aşk-ı memnudaki Bihter ro­ lüyle ünlendi (1975) ve sinemaya geçti. Çoğunu Atıf Yılmaz’ın yönettiği başlıca filmleri: Pisi pisi (1975), Mağlup edileme­ yenler (1976), Nehir( 1977), Ah güzel İs­ tanbul; Deli kan (1981), Çirkinler de se­ ver; Göl (1982), Şalvar davası (1983), Fahriye abla; Gizli duygular) 1984), Dağı­ nık yatak; Dul bir kadın (1985). Adı Vasfiye; Aaahh Belinda; Asılacak kadın (1986), Afife Jale (1987), Arabesk (1989). — A R , — ER. Yapım ekı.Sayı adları na üleştirme ve paylaştırma anlamı katar (ünlüyle biten sözcüklere -ş- se­ si ile birleşir): dokuzar (dokuz-ar), üçer (üç-er), altışar (altı-ş-ar), yirmişer (yirmi-ş-er), vb.



— A R - -R .



A R A a. 1. Şeyleri ya da varlıkları ayıran uzam; boşluk, aralık: Ağaçlar on metre arayla dikildi. Bu tabloyu iki pencere ara­ sından kaldırmalısınız. Suçiu iki jandarma arasında götürüldü. —2. Zaman farkı, iki anı ayıran zaman dilimi: Belli aralarla ge­ len nöbetler Yarın on on iki arasında te­ lefon edebilirsin. Beş gün arayla doğdu­ lar. —3. Bir etkinliğin geçici olarak dur­ durulduğu süre: İki gün aradan sonra işe yeniden başlandı. Oyun süresince hiç ara verilmedi. —4. Bir kimsenin bir kimsey­ le, bir şeyle ilişkisi, ona karşı ilgisi, sevgi­ si: Babasıyla arası pek iyi değil. Aramıza girme. Bugünlerde içkiyle aram yok. Derslerle aram hiç iyi olmadı. —S. (Ço­ ğul bir tamlayan+ ) arasına, arasında, iki kişinin ya da kişilerin oluşturduğu bir top­ luluğu belirtir: Bilginler arasında saygın bir yeri vardır. Aralarına beni almadılar. So­ runu kendi aranızda anlaşarak çözümle­ yin. Dostlar arasında mutlu olmak; iki ya da daha çok şeyden oluşan, oluşturulan bir bütünü belirtir: Bu sözcük sıfatlar ara­ sında yer alır. Ağaçlar arasında gözden kayboldu. —6. (Çoğul bir tamlayan+) arasından, seçme olanağı içeren bir bü­ tünü belirtir: Birçok aday arasından onu seçtiler —7. (Çoğu! bir tamlayan +) ara­ sında, arasındaki, karşılıklılık, dostluk ya da düşmanlık, benzerlik ya da ayrılık iliş­ kisini belirtir: insanlar arasındaki eşitlik.



Eşler arasındaki uyum. İki durum arasın­ da bir benzerlik. — 8 . Bir kimseyle belli bir yaş arası (olmak), o kimseyle o kadarlık yaş farkı (bulunmak): Onunla üç yaş ara­ mız var. —9. Bu, şu, o ara, aralar, belirti­ len zaman içinde: Bu aralar işim çok ol­ duğu için kimseyi arayamadım. O aralar burada değildim. — 10, Bir şeyle b ir şey arası, arasında, geçiş durumunu belirtir: Sarıyla yeşil arası bir renk. Kahveyle ki­ taplık arası bir yer. jj Ara, aralarını, arası­ nı açmak, iki kişi arasındaki dostluğu, ya­ kınlığı bozmak, jj Ara ara, yer yer; aralıklı olarak: Duvarlarda eskiden kalma ara ara dökülmüş çiçekli çiniler vardı. Ara ara ge­ len ağrılar, jj Ara, aralarını, arasını bulmak, anlaşamayan iki kişi ya da iki taraf arasında anlaşma, uzlaşma sağlamak. || Ara sıra, arada, sırada, arada bir, bazen, seyrek olarak, zaman zaman: Ara sıra buluşur, konuşuruz, jj Ara sokak, ara yo­ la açılan yan yol, jj Ara vermek, sözkonu­ su yağmur, kar, fırtına vb. ise, durmak, kesilmek; bir kimseyse, sürdürdüğü bir etkinliği geçici olarak bırakmak: Yağmur ara verirse yola çıkarız. Ortaokuldan son­ ra öğrenimine iki yıl ara vermişti, jj Ara yer­ de, arada, iki kimse ya da şey arasında: Arada sen olmasan daha çok para ister­ dim. || Bir şeyi, kimseyi ara yerden, ara­ dan kaldırmak, onu yok etmek, onun etkinliğine son vermek: Küskünlüğü ara yerden kaldırmak. Tefecileri aradan kaldırmak. j| Arada kalmak, araya girdiği için zor durumda kalmak. || Arada kan bulaşığı (olmak), aralarında dünürlük ilişkisinden doğan yakınlık bulunmak.jj Arada kaynamak, karışık bir ortam nede­ niyle gerekli ilgiyi görmemek. |j Aradan, bir olayın üstünden geçen zamanı belir­ tir: Aradan on yıl geçti. |j Aradan çıkarmak, üzerinde çalışılan işler arasında başka bir işi de bitirmek. |j Araları, arası şeker renk, iki arkadaştan söz ederken ilişkilerinin eskisi gibi iyi olmadığını belirt­ mek için söylenir. |j Ara/ar/yağ bal, birbirleriyle güçlü, güzel bir ilişki sürdüren iki ya da daha çok kimse için söylenir. |j Bir kimseyi aralarına almak, onu kendi çevrelerine kabul etmek. || Aralarına kara ' çalı gibi girmek, aralarında kara çalı gibi bitmek, iki kişiyi birbirine düşürüp dostluklarını 'bozmak. |j Aralarına kara ke­ di girmek, aralarından kara kedi geçmek, birbirlerine gücenm ek, küsmek. || Aralarına, araşma karışmak, bir kimse sözkonusuysa, belirli bir çevrenin üyesi ol­ mak: Artık çocuk değilsin, delikanlılar arasına karıştın. |j Aralarında dağlar kadar fark var, iki şey ya da kimse arasında her yönden büyük farklar bulunduğunu vur­ gulamak için söylenir. ||Ara/ar/nda karlı dağlar var, iki kimse arasında aşılması güç engeller bulunduğunu belirtmek için kullanılır. |j Aralarından, arasından su sızmamak, birbirleriyle yakın dostluk ilişkisi içinde olmak. |j Aralarını düzeltmek, iki kimse ya da tarafı birbiriyle barıştırıp aradaki kırgınlığı gidermek. || Arası geçmeden, bir olay ya da durumdan söz ederken “ üzerinden zaman geçmeden, hem en" anlamında kullanılır: Arası geçmeden söyleyin ki unutulmasın, jj Bir şeyle arası hoş olmamak, o şeyden hoşlanmamak; tat almamak: içkiyle arası hoş değil, jj Arası soğumak, bir iş ya da olayın üzerinden zaman geçerek önemi azalmak. \\Araya girmek, sözkonusu bir kimse ise, iki kişi arasındaki anlaşmazlığı gidermeye çalışmak, bir iş ya da bir olay ise, daha önce başlayan bir işin yapılmasını geciktirmek, onu aksatmak. |j Araya gitmek, karışıklık içinde yok ol­ mak; harcanmak, boşa gitmek. |j Bir kim­ seyi araya koymak, sokmak, bir işin yapılmasında o kimsenin aracılık etmesi­ ni sağlamak. j|4raya soğukluk girmek, iki kişi arasındaki dostluk bağı zayıflayıp sarsılmak. |j Araya söz, laf, lakırdı karış­ mak, konu dışı sözlerle konuşmanın akışı bozulmak. || Arayı açmak, bir kimseyle arasındaki uzaklığı artırmak; bir kimseyi ziyarette gecikmek: Öndekiler arayı iyice



açmıştı. Arayı açmayın, yine bekleriz. |] Arayı soğutmak, bir olay ya da durumun üzerinden zaman geçmesini beklemek; eski dostluk ve yakınlığı sürdürmemek. || Arayı uzatmak, bir kimseyi görmede, ara­ mada gecikmek. —Arit. Oranı r olan bir (u ja ritm e tik dizi­ sinin iki ardışık terimi arasına k - 1 arit­ metik ortalamayı sıkıştırma, vkn - u n ve Vkn+k = un + 1 • yani r r ' = -~ olmak üzere bir (vş,)-aritmetik k dizisinin aranması.jjOranıq olan b ir{un) geometrik dizisinin iki ardışık terimi ara­ sına k - 1 geometrik ortalamayı sıkıştır­ ma, Vkr, = U„ ve vkn+k = u n+1 ya da q 'k =