Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 17, Nem-Paleo) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BÜYÜK



LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ 17. CİLT Nem ölçer — Paleotaxodonta



i Milliyet



interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem Fİ LA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedla AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abbas ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattin BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattin HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Seda! ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



Fransızca Grand Dictionnaire Encyclopédique Larousse (GDEL) temel alınarak hazırlanmıştır. BUYÜK LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ’nin bütün hakları saklıdır; adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz.



Librairie Larousse 1986 [S.P.A.D.E.M. et A.D.A.G.P.J



2. nem etkisi altındaki kimi cisimlerin bo­ yutlarındaki değişimden yararlanan ve gi­ derek daha az kullanılan aygıtlar (saçlı [kıl­ lı] nemölçer, karbon IlImlI nemölçer, burulmalı nemölçer); 3. su buharının yoğuşmasını kullananlar (çly noktalı nemölçerler); 4. su buharının soğurulmasından kaynak­ lanan elektriksel ve kimyasal özellik deği­ şimlerini kullananlar (fazla yer kaplamayan ve elektronik yöntemlerle kolayca kullanı­ labilen bu nemölçer tipinden radyosondalarda yararlanılır); ısıtma transformatörü 5. su buharının gözenekli bir ortamdaki yayınımını ölçenler (yayınımlı nemölçer); 6. su buharının soğurulma tayfını ölçen­ R ich a rd -P e R h y b e lg e s in e g ö re ler. —Orm. san. En çok kullanılan odun nem- ■ N E M R U T d a ğ ı, D. Anadolu bölgesin­ de Van gölü havzasını B.’dan kapatan vol­ ölçerleri, odunun elektrik direncini ölçme­ kanik dağ (2 935 m). Patlama indeksi yük­ ye dayanan nemölçerlerdir, diğerleri diesek, tipik bir strato volkan yapısı gösteren lektrik değişmezinin ölçülmesine dayanır. dağın doruk kısmında kabaca daire bi­ Bu iki değer odunun nem oranıyla bağın­ çimli bir kaldera yer alır. Çapı D.-B. doğ­ tılıdır Nitekim, odun kuru ise (% 7 nem) rultusunda 7,5 km, K.-G. doğrultusunda direnç yüksek ve buna karşılık lifler neme 6,5 km olan kalderayı K.'de, B.'da ve G.’de doymuşsa (yaklaşık % 35 nem) direnç he­ çok dik ve yüksek yamaçlar çevirir. B. ya­ men hemen sıfırdır. Bu aygıtlar odun par­ rısı derin bir gölle (Nemrut gölü) kaplıdır. çasına dokundurulan ya da parçanın içi­ D. yarısı kalderanın oluşumundan sonra ne daldırılan elektrotlarla donatılmıştır. Ay­ meydana gelmiş, çok yeni lav akıntıları ve gıtlar genel olarak ancak °/o 6 ila 25 nem bunların çıktığı küçük konilerle kaplıdır. Bu oranları için geçerli değerler verirler ki, bu kesimin K. kenarında çermik adı verilen da pratikte yeterlidir. sıcak sulu bir göl ve bazı gazların çıktığı N E M Ö LÇ Ü M a. Meteorolojinin, havada­ kc-vuklar vardır. Toplam 186 km3 hacmin­ ki su buharı miktarını inceleyen dalı. de volkanik maddeden oluşan Nemrut —Tarım. Nötronlu nemölçüm, toprağın volkanının bugünkü morfolojik görünümü nem durumunu saptamak için nötron akı­ Dördüncü Zaman’dan bu yana meydana mı kullanılarak yapılan nemölçüm. gelmiş değişik nitelikteki etkinliklerin so­ nucudur. Volkanik yapının oluşumu,bir ya­ N E M R U D , Kutsal Kitapta adı Kalah* rık boyunca piroklastik maddelerin çıkma­ olarak geçen yeniasur kenti Kalhu'nun sı ile başlamış, bunu bazalt lavlarının çı­ bulunduğu yerin bugünkü adı. kışı izlemiştir. Bu aşamada akıcı bazalt lav­ N E M R U D , ibr. N im rod, eski İsrail gele­ ları Rahva düzünü kaplayarak Van gölü neklerinde adı geçen efsanevi kişi. "Rabhavzasını B.’dan kapatmış ve ayrıca G.-D. bin indinde kudretli bir avcı" (Yaradılış, X, Toroslar içinde Bitlis vadisi boyunca 45 km 8-10) olan Nemrud, Babil av ve savaş tan­ kadar uzanan lav akıntıları meydana gel­ rısı Ninurta ile karşılaştırılabilir. Eski Doğu miştir. Bu sakin evreyi daha kıvamlı lavla­ dünyasında, halkın sevdiği bir kahraman­ rın çıkışı izlemiş, bunun sonucunda tıka­ dır; ilk Mezopotamya imparatorluğu'nun nan volkanın şiddetle patlaması ve onun kurucusu olarak da kabul edilir. ardından meydana gelen çökme ile kal­ İslam inancına göre Nemrud Tanrı’ya dera oluşmuştur. Son evrede volkanik et­ inanmadığı gibi kendi tanrılığını öne sü­ kinlik, kalderanın D. yarısında ve koninin ren bir kraldı. İbrahim peygamber ortaya dış yamaçlarında meydana gelen parazit çıkarak tüm evreni ve insanları yaratan yü­ konilerle sürmüştür. Nemrut hâlâ bazı sı­ ce bir Tanrı’nın varlığından söz edince cak gazlar çıkaran, fumarol aşamasında onu ateşe attırdı. Ancak, bir mucize so­ genç bir volkandır. Bazı belgelere göre nucu İbrahim yanmadı ve Nemrud'un son olarak 1441 yılında püskürmüştür. (-* aîeşi (nâr-ı Nemrud) gül bahçesine dö­ Kayn.) nüştü. Nemrud, büsbütün öfkelendi; TanN E M R U T d a ğ ı, G.-D. Toroslar'da doruk rı'yı yadsımada direndi. Tanrı da beynine (2 048 m). G.-D. Anadolu bölgesinde Adıbir böcek sokarak Nemrud’u cezalandır­ dı. Nemrud, böcek beyninde dolaştıkça çektiği acıdan kurtulmak için hekimlerine ve büyücülerine kafasına tokmaklarla vur­ malarını emretti ve kafası tokmaklana tokmaklana öldü. Kuran'da Nemrud'un adı geçmemek­ le birlikte İbrahim peygamber ile ilgili ayet­ lerde kendisinden dolaylı olarak söz edi­ lir. Örneğin Bakara suresi'nin 258. ayetin­ de şöyle denir: "Bilmez misin o kimseyi ki Allah kendisine krallık vermişken gene de İbrahim’le Tanrısı üstünde çekişip dur­ muştu. O gün İbrahim: Benim Allah'ım hem diriltir, hem öldürür deyince, o: Ben de hem diriltirim, hem öldürürüm, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan doğurtu­ yor, sen de batıdan doğurtsana, deyince Allah'ı tanımayan o kişi şaşırıp kalmıştı." —Ed. Divan şiirinde, özellikle İbrahim peygamber iie ilişkisi konu edinilir. Sevgilisinj den ayrı düşen âşık, İbrahim’e; ona ayrılık acısı çektiren, onu ateşe atan sevgilisi ise Nemrud’a benzetilir: "Bu bidadı bana hic­ rin kılıptır / Cihanda kalmadı Nemrud u Seddad" (Sana adaletsizliğinin çektirdiği bu ayrılığı, dünyada Nemrud da Şeddat da yapmadı) [Nesimi], Babil kulesi, İbrahim’ in atıldığı ateş (nâr-ı Nemrud) ile birlikte anı­ larak telmih, tenasüp sanatları uygulanır.



6 V’luk doğru akım devrenin şeması ısıtma bobinajı (2 4 V, 5 0 H z)



lityum klorürlü sonda



platin rezistans



cam yününden kılıf







N E M R U T sıf. (Babil hükümdarı Nem­ rud'un adından). Asık suratlı, acımasız; gaddar kimse için kullanılır: Nemrut ço­ cuk. Nemrut suratlı.



K a ld e ra içi v e d ışınd aki g e n ç k on iler, trakıan de zitik lav akıntıları, o b s id y e n . bazalt



lityum klorürlü ölçme öğesinin kesiti



( 1 0 0 il,0 °C )



cam tüp



kısalan (kuruluk) ya da uzayan (nem) saç demetleri yazıcı uç



sarmal



saçlı kaydedici n em ö lçer



dönme hareketi yapan /e nem değişimlerini kaydeden silindir R ic h a rd -P e k h y b e lg e s in e g ö re



yaman’a bağlı Kâhta ilçe merkezinin 33 km K.'inde. Bazı haritalarda Ziyarettepe adıyla gösterilmiştir. N e m ru t d a ğ ı, tü m ü lü s ü ve ta p ın a ­ ğ ı, Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde, Nemrut dağı üzerinde, Kommagene krallığı döne­ minden anıtmezar. İran ve yunan sanatı­ nın etkileşimini yansıtan büyük boyutlu heykel kalıntılarıyla dikkati çeker. (-» ANTİOKHOS I TÜMÜLÜSÜ.) N E M R U T g ö lü , Türkiye'nin en büyük krater gölü, D. Anadolu bölgesinde Nemrut volkanı kalderasının B. yarısını kaplar. De­ niz seviyesinden 2 247 m yükseklikte; yak­ laşık 12 km2. Derinliği 100 m’yi aşan gö­ lün dışa akışı olmadığı halde suları tatlıdır N E M R U T lim a n ı, Ege kıyılarında Çandarlı körfezinin G.’inde Aliağa ile Yenifoça arasında koy, liman. N EM SE - n e m ç e . N e m s e ta v u ğ u , KOŞİN TAVUĞu’nun eşanlamlısı.



NEMRUT DAĞI VO LK ANİK KÜTLESİ



P irokla stik g e re çle r (kül, lapilli, sün ge rtaşı, b o m b a ) K a ld e ra ken arı v e vo lka n çatısını o lu ştu ra n tra k it v e tra kia n d e zit lavları



N E M U R A a. Gölcüklerin, akarsuların, çağlayanların üzerinde ve bazen de gü­ neşli havalarda uçuşan Plecoptera öbe­ ğinden böcek cinsi. (Yaygın türleri: Nemura variegata ve N. cinerea. Çok sayıda tür İçeren cins Nemuridae familyasının örnek tipidir.) N E M U R O , Japonyada liman kenti, Hokkaido'nun doğu ucunda, Ohotsk denizi ile Büyük Okyanus'u birbirine bağlayan Nemuro boğazı'rın kıyısında; 42 900 nüf. Balıkçılık. Balık konserveciliği. N E N a. (esk. türkç. nen)t£sk. Şey, nes­ ne. N E N ya da N E N E , Büyük Britanya'da kıyı ırmağı, Wash’a kavuşur; 145 km. N E n a g h , İrlanda'da (Münster ili, Tipperary yönetim bölümü) kent, Silvermine Mountains’ln K.'inde; 5 100 nüf. XIII. yy. başında yapılmış bir tahkimli şatonun (güçlü kule) kalıntıları. Tarım ürünleri pa­ zarı. Küçük sanayi (elektronik, alüminyum metalürjisi) merkezi. N E N C İN İ (Gastone), İtalyan bisiklet ya­ rışçısı (Barberino^li Mugello, Floransa eyaleti, 1930 - Floransa 1980). Komple bir yarışçıydı; İtalya (1957) ve Fransa (1960) turlarını kazandı. N E N C İO N İ (Enrico), Italyan yazar (Flo­ ransa 1837 - Ardenza, Livorno, 1896). Za­ rif ve yüzeysel bir şair olan Nencioni, In­ giliz edebiyatı üzerine denemeler ve ka­ dın portreleri (Medaglıoni, 1883) yazdı. N ENE a. Yörs. 1. Anne. —2. Nine. —3. Üvey anne. —4. Amca ya da dayı karısı; yenge. NENE -



NEN.



N E N E H A T U N , türk kadın kahraman (? 1857 - Erzurum 1955). 1877-1878 Türk -Rus savaşı'nda Ruslar’ın eline geçen Azi­ ziye tabyalarını geri almak için savaşan Er­ zurum halkı arasında yararlıklarıyla ün ka­ zandı. 1955'te Anneler günü'nde “Anne­ ler annesi" seçildi. N E N E TS a. Dilbil. YURAK’ın eşanlamlı­ sı. N E N E T S ö z e rk b ö lg e s i, Rusya'ya bağlı özerk bölge, Peçora havzasının ve Kanin yarımadasının K.'inde; 176 700 km2; 52 000 nüf. Merkezi Naryan-Mar. Rengeyiği yetiştiriciliği eskiden göçebe olarak yapılırdı, bugün yerleşik yapılmak­ tadır. Sığır yetiştiriciliği ve balıkçılık yeni yeni gelişmektedir. Petrol ve doğal gaz. N E N E T S LE R ya da N E N E T Z LE R Sam oyedler NENG a. (fars. neng). Esk. 1. Şeref, şöh­ ret, ün, şan. —2. Artırma. —3. Utanç ve­ rici davranış, ayıp. —4. Çarpışma, kavga, tartışma. —5. Neng ü namus, şeref, izze­ ti nefis. NENG O a. (japonca söze). Çin tarihin­ deki çağları (nianhao) örnek alan ve 645’te başlayan japon çağlarının genel adı. N E N N İ (Pietro), İtalyan siyaset adamı (Faenza 1891 - Roma 1980). Haziran 1914 Ancona devrimci hareketine katıldıktan sonra İtalya'nın Müttefikler'in safında sa­ vaşa girmesi için çalıştı, ardından silah al­ tına alınarak cepheye gönderildi. 1921'de Sosyalist parti ye girdi ve Avanti'nın yayın yönetmeni oldu. Faşizme karşı çıkarak, 1926'dan sonra Fransa’ya gitti. Ülke dışın­ da çalışan Sosyalist parti nin sekreteri se­ çildi (1931), Komünist partiyle bir eylem birliği anlaşması imzaladı (1934) ve ispan­ yadaki Uluslararası tugaylar ın siyasi ko­ miseri oldu (1936). Yenilgiden sonra Frar, sa'ya döndü. Şubat 1943'te Gestapo ta­ rafından tutuklandı ve İtalyan polisine tes­ lim edildi, gözaltına alındı, Mussolini'nin düşüşünden sonra serbest bırakıldı. Ha­ ziran 1944'te yeniden İtalyan sosyalist partisi'nin genel sekreterliğine getirildi, Baş­ bakan yardımcısı (1945-46) ve Dışişleri ba­



kanı (1946-47) oldu. 1953 yılına kadar ko­ münistlerle olan eylem birliği anlaşması­ na sadık kaldı, bu tutumu Saragat'a bağ­ lı sosyal demokratların (İtalyan sosyal de­ mokrat partisi) birlikten ayrılmalarına yol açtı. 1953’ten başlayarak hıristiyan de­ mokratlarla bir diyalog kurmaya çalıştı; 1956 olaylarından sonra İtalyan komünist partisi’nden uzaklaştı, Amintore Fanfani' nin “ sola açılma" siyasetini destekledi ve Aldo Moro hükümetinde (1963-68) Baş­ bakan yardımcısı olarak görev aldı. Bu si­ yaseti, sol kanadın 1964’te partiden ayrıl­ masına ve 1966’dan 1969’a kadar, İtalyan sosyalist ve İtalyan sosyal demokrat par­ tilerinin, başkanlığına getirildiği PSU'da birleşmelerine yol açtı. Fakat bu beraber­ lik 1969 temmuzunda sona erdi ve Nenni bir yıldır sürdürdüğü Dışişleri bakanlı­ ğı görevinden ve parti başkanlığından ay­ rıldı. 1971'de yeniden İtalyan sosyalist partisl’nin liderliğine seçildi.



ayrı bir Bulgar kilisesi kurulması için ça­ ba harcamaya çağırdı. Ancak, kentte hu­ zursuzluk yarattığını öne sürüp sadrazam Topal izzet Mehmet Paşa'nın da onayını alan Fener patriği tarafından Aynaroz da­ ğına sürülerek İstanbul'dan uzaklaştırıldı (1841). Yeniden İstanbul'a döndü; patrik­ haneye karşı İlk kez kendisinin başlattığı savaşımın önderi oldu (1844). Ertesi yıl İs­ tanbul'daki bulgar kolonisinin Babıâli nezdindeki temsilcisi olarak bağımsız bir Bul­ gar kilisesi kurulması için, türk hükümeti­ ne resmen başvurdu. Ancak, tüm bulgar halkını temsil etmediğini savunan ve bu savını BabIâli’ye kabul ettirmeyi başaran patrikhane tarafından, bir daha dönme­ mek üzere, ikinci kez Aynaroz'a sürüldü (1845). Bulgar halkını Fener rum patrikhanesi'ne karşı bağımsızlık savaşımı verme­ ye çağıran siyasal içerikli başlıca yapıtla­ rı: Prosveşçeniy Evropeyts (1842), Plaç bedniya mati Bolgarii (1846).



N E N N İU S , galyalı tarihçi; V.-VIII. yy. İn­ giliz Keltleri tarihinin başlıca kaynağı olan Historia Britonum’un (826'ya doğr.) der­ leyicisidir.



N E O F İT R İL S K İ, bulgar keşiş (Bansko 1793’e doğr. - Rila manastırı 1881). ilk çağdaş bulgar dilbilgisi kitabını yazdı (1835), Yeni Ahlt'i bulgarcaya çevirdi (1840).



1. NEO-, yun. neos, yeni, genç'ten, birçok terimin bileşimine girer. 2 . NEO-, Yerbil. Daha yakın bir geç­ mişe ait olduklarını belirtmek için kat ya da sistem adlarıyla birlikte kullanı­ lan önek. NEO a. (nitrat, etilen ve oksit'in başharfleri). Bazı dumansız barutların imalinde kullanılan dietilen glikol. N E O B İS İU M a Akdeniz ülkelerinde yo­ sunlar ve bitki döküntüleri arasında yaşa­ yan yalancıakrep cinsi. N E O C A E S A R E A , yun Neokâisareia, bugün Niksar. Tar. coğ. Anadolu’nun Pontos bölgesindeki Kabeira* (daha son­ ra, Diospolis) kentinin Roma dönemindeki adı. Bölgenin en önemli kenti olan Neocaesarea'da IV. yy.’da iki konsil toplandı. NEOCERATODUS a. Boynuzdişlimsiler takımından balık cinsi. N E O C O M U N K A T LA R I a. (mod lat. Neocomun, Neuchâtel, İsviçre). Yerbil. Alt Kretase'de yer alan katlar grubu. (Eşanl. NEOKOMİYEN.) N E O D İM a (fr. neodyme; neo-1 ve [d/] dim, yun. didymos, çift, ikiz'den). Anorg. kim. NEODİMYUM'un eşanlamlısı. N E O D İM Y U M a. Anorg. kim. Lantanitler grubundan metal. (Simgesi Nd olan kimyasal element.) [Eşanl. NEODİM] —ANSİKL. Neodimyum, atom numarası 60, atom kütlesi Nd=144,24 olan kimya­ sal bir elementtir. 1885'te, didimyumun, neodimyum ile praseodimyumdan mey­ dana geldiğini ortaya koyan Auer von VVelsbach tarafından praseodimyum ile aynı anda bulundu. Neodimyum, yoğun­ luğu yaklaşık 7 olan, 1 000 °C'a doğru eriyen beyaz bir katıdır. Nadir toprak me­ tallerinin başlıca kaynağı olan monazitten çıkarılır ve bu metallerin en tepkinlerinden biridir. Havada kolayca yükseltgenir, tuz­ ları kırmızı ya da mor renklidir. N E O F İT B O Z V E L İ, bulgar keşiş, siya­ set adamı ve yazar (Kotel, Bulgaristan, 1785 - Aynaroz 1848). Papaz okulu’nu bi­ tirdiği Ziştovi’de (Sviştov) papazlık ve öğ­ retmenlik yaparken (1814-1836), bulgar çocuk edebiyatının ilk ürünlerinden sayı­ lan ve 6 kitaptan oluşan Slavenobolgorskoe detovodstvo za malkite detsa adlı ya­ pıtını yazdı (1835). işini gücünü bırakıp ül­ kesini baştan başa dolaşarak rum papaz­ lara karşı savaşıma girişti, özellikle okul ve kiliselerde rumca yerine bulgarca eğitim yapılmasını şiddetle savundu. Tanzimat’ tan sonra İstanbul'a geldi; buradaki bul­ gar tüccar ve esnafını Fener patrikhanesi'ne karşı ayaklanmaya, patrikhaneden



NEOGEN -



NEOJEN.



N E O G LU K O JE N E Z a. (fr néoglucogenèse’den). GLUKONEOJENEZ’in eşanlam­ lısı. N E O G LU K O Z a. (fr. néoglucose'den). Neoglukojenezden doğan glukoz. N EOGNAT sıf. (fr. nédgnathé). Sabankemiği damak ve pterygoitlerden ayrı oldu­ ğunda, kuşların kemikli damağındaki dü­ zen için kullanılır. (Karşt. PALEOGNAT.) ♦ a. Bu türden bir damağı olan kuş. Paleognatlar öbeği hemen hemen karinalı­ lar öbeğiyle aynıdır. N EO H EG E LY A N İZM a. (fr. néohégélianisme). YENİHEGELCİLİK'in eşanlamlısı. N E O JEN ya da NEOGEN (fr. néogène; yun. neogenes, kısa bir süre önce doğ­ muş olan). Yerbil. Üçüncü Zaman’ın, iki devre ayrılan (miyosen ve pliyosen) ve yaklaşık 20 milyon yıl süren sistemi ya da dönemi. —ANSİKL. Sistem, nummulitesin sonunda başlar ve yaklaşık 2 milyon önce belirsiz bir biçimde son bulur. Belli başlı paleontolojik özellikleri, memeliler (mastodonlar, atgiller, etçiller ve özellikle insangiller) ve bazı yumuşakça gruplarıdır Günümüzdekilere benzeyen bitkiler, sürekli soğuyan alttropikal bir İklimin göstergesidir. Avras­ ya, özellikle Himalaya’nın yerleşmesiyle yavaş yavaş bugünkü görünümüne ka­ vuşmuştur; ancak Mezoje, özellikle Afrika -Avrasya ve Afrika-Avrupa ayrılmasıyla bir­ likte belirsiz bir paleografi göstermiştir, iki Amerika neojenin sonunda birleşmiştir. N E O K A İS A R E İA -



NEOCAESAREA.



N E O K A N T İZ M a. (fr. néokantisme). YENİKANTÇILIK'ın eşanlamlısı. N E O K O M İY E N a. (fr. néocomien). Yer­ bil. NEOCOMUN- KATLARI'nın eşanlamlısı. N E O K R İT İS İZ M a. (fr. néocriticisme). YENİELEŞTİRİCİLİK’in eşanlamlısı. N E O L İP O JE N E Z a. (fr. néolipogenèse'den). LİPONEOJENEZ’in eşanlamlısı. N E O L İT İK sıf. ve a. (fr. néolithique). YENİTAŞ'ın eşanlamlısı. N E O L O JİZ M a (fr. néologisme). YENİSÖZCÜK’ün eşanlamlısı. N E O M E N İA a. (geç lat. neomenia, yun. neomenia, yeni ay’dan). Gökbil. ve Kronol. 1. Romalılar’ın takviminde Ay ayının ilk günü, yeniay günü. (NUMENİA da de­ nir.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Yeniayın kendi­ si. (Eşanl. NUMENİA.) —Zool. İskandinavya ve Akdeniz kıyıların­ da yaşayan kurtsu yumuşakçalar (Aptacophora) altsınıfından yumuşakça cinsi. (Kalın bir kabukla korunan hilal biçimin­ de, basık bedenleri vardır. Neomenioidea takımının örnek tipi.)



—AnsİKL. Kronol. Yunan takvimlerinde bir Ay yılı temel alındığından neomenia ayın ilk günüydü. Atina'da devlet işleri du­ rur, Akropolis'te dua edilir ve Hermes ile Hekate'nin heykelleri çiçeklerle süslenir­ di. Özellikle, bu olay için kurulan neomen i a s t derneğinde şölenler yapılırdı. Roma ua halk neomenia gününde ya da caiendae'de (ca/are, çağırmaktan) ayın bayram günlerini öğrenmek üzere topla­ nırdı. S E O M IN İf ZA a. (lat. neomenioidea, yun. lenia, yeni ay’dan). Deniz­ de yaşayan knidli kolonilerinde bulunan kurtsu biçimli üyeler içeren yumuşakça ta­ kımı (ilkelyumuşakçalar sınıfı; kurtsuyumuşakçalar [Aplacophora] altsınıfı). N E O M İS İN a. (fr neomycine). Aminozitler grubundan antibiyotik. Streptomyces fradıae türü mantarların bazı çeşitlerinden elde edilir Deri ve bağırsaklarda bulunan mikroorganizmalara karşı sülfat tuzu ha­ linde bakterisit olarak kullanılır. (1949'da Waksman ve Lechevallier tarafından bu­ lunan neomisin, yerel olarak deri, göz ve K.B.B. enfeksiyonlarının tedavisinde, ay­ rıca bağırsak hastalıklarında kullanılır.) NEO N a. Yosunların ve kuru yaprakların altında yaşayan küçük örümcek. (Bede­ ninin ön kesimi siyah benekli kızıl sarı ve gri, karnı dalgalı çizgilidir. Sıçrayıcıörümcekgiller familyası.) —Balıkbilim. Characidae familyasından bazı balık türlerine (Hyphessobrycon ve benzeri cinsler) verilen ad. Akvaryumlar­ da beslenebilen bu etçil balıkların ana­ yurdu Orta ve Güney Amerika’daki tatlısulardır. NEON a. (ing. söze.; yun. neon, neos [ye­ ni] sıfatının yansız durumundan). Soy gaz­ lar grubundan gaz. (Simgesi Ne olan kim­ yasal element.) [Bk. ansikl. böl ] —/tydınlt. Neon lambası, boşalmanın ne­ on gazı içinde oluştuğu ve kırmızı-turuncu bir ışık veren elektrik boşalmalı lamba. (Ayrıca, her tür flüorışıl lambayı belirtme­ de de kullanılır.) —ANSİKL. Anorg. kim. Neon, diğer soy gazlarla birlikte (helyum, argon, kripton, ksenon, radon) W. Ramsay ile M. W. Tra­ vers tarafından 1898 yılında aynı anda bu­ lundu. Tekatomlu, renksiz, 0,7 yoğunlu­ ğunda, sıvılaştırılması çok zor bir gazdır. Düşük basınç altında bir tüp içine doldu­ rulduğunda, elektrik akımını kolayca ile­ terek turuncu-kırmızı renkte güzel bir ışık verir ve bu özelliğinden dolayı reklam pa­ nolarının ışıklandırılmasında kullanılır. Sı­ vılaştırılmış neon, günümüzde ticari ola­ rak bulunabilir ve soğutmada önemli bir uygulaması vardır. Neon, atmosferde 70 000 litre havada 1 litre olarak bulunur. Sıvı havanın damı­ tılması sırasında yoğuşmaz; helyum ve bir miktar azotla birlikte birikir ve daha sonra tek başına özütlenir: önce, düşük sıcak­ lıkta sıvılaştırma yoluyla karışım içinde yer alan azot, daha sonra da etkinleştirilmiş kömür üzerinde yüzde tutma-geribırakma yöntemiyle helyum uzaklaştırılır. Atom numarası: 10 Atom kütlesi: 20,179 Erime sıcaklığı: - 248,67 °C Kaynama sıcaklığı: - 246,048 °C Yükseltgenme derecesi: 0 Elektron biçimlenmesi: 1 s22s22p6 izotopları: 18-23 Doğal neon: 20Ne % 90,92 21Ne % 0,257 22Ne % 8.82 NEONATALOJİ a. (fr. neonatalogie). Özellikle yenidoğanın doğumda ve yaşa­ mının ilk günlerindeki sorunlarını inceleyen tıp dalı. (Reanimasyonu, doğuştan biçim bozukluklarının aranmasını ve tedavisini, yenidoğanın enfeksiyonlarını kapsar.) N E O N T E İK H O S . Tar. coğ. Anadolu' nun Aiolis bölgesinde kent; İzmir’in Me­



nemen ilçesi merkez bucağına bağlı Yanıkköy yakınında, bir tepe üzerindeydi. Strabon kentin, Truva savaşı'ndan birkaç yüzyıl sonra Aiolisliler’ce kurulduğunu ya­ zar. Yörede duvar kalıntılarının yanı sıra, İ.Ö. IV.-III. yy.’lardan çanak çömlek parça­ ları bulundu. NEOPALYU M a. (lat. neopallium'dan). Nöroanat. insanda ve memelilerde beyin kabuğunda, bütün epikritik duyu ve du­ yum yollarının ulaştığı, bütün istemli ha­ reket yollarının, yarı otomatik hareket yol­ larının bCwük bir kısmının başladığı ve en önemli bıneşiirici yolların bulunduğu bö­ lüm. —ANSİKL. Beyin kabuğu yüzeyinin % 90' ını oluşturan neopalyum embriyonun korteks plakasından türer. Beyin ıncezarından başlayarak akmaddeye doğru giden altı hücre tabakasından oluşur (allokorteks ise üç tabaka içerir): molekül tabakası (ya da ağsı tabaka), dış granüllü tabaka, dış pi­ ramidal hücre tabakası, iç granüllü taba­ ka, iç piramidal hücre tabakası, iğsi hüc­ re tabakası. Bu değişik tabakaların hüc­ releri dikey sütunlar biçiminde düzenlemiş gibidir ve her sütun başlıbaşına bir işlev birimidir. . Neopalyumu oluşturan altı tabakanın her birinin nispi önemi beyin kabuğundaki bölgelere göre değişir, böylece birçok korteks alanları ortaya çıkar. Örneğin granül­ lü tabakaların ötekilere oranla daha fazla gelişmesi konyokorteksi belirtir: piramit hücreli tabakaların devrimsel korteksin içinde gelişmesi ise granülsüz korteksi be­ lirlemiş olur. N E O PE N TA N a. (fr. neopentane). Org. kim. (CH3)4C formülünde bir hidrokarbon olan dimetil-2,2 propan ya da tetrametilmetanın yaygın adı. N E O P E N T İL- (fr. neopentyl-). Org. kim Bir molekülde neopentil kökü­ nün varlığını gösteren önek. N E O P E N T İL a. (fr. néopentyle). Org. kim. Formülü (CH3)3C—CH2—olan birdeğerli kök. (Neopentil halojenürler, bromüründe [(CH3)3C—CH2Br] olduğu gibi bi­ rer birincil halojenür olmalarına karşın, CH2 grubu üzerinde nükleofil etkiyi yok eden tersiyer butil kökünün [(CH3)3C] ne­ den olduğu tıkanma yüzünden, ikimoleküllü nükleofil ornatma tepkimeleri karşı­ sında dikkati çekecek derecede eylemsiz­ dir.) ♦ sıf. Org. kim. Neopentil alkol, formülü (CH3)3C—CHjOH olan dimetil -2,2 propanol T in yaygın adı. N E O P E N T İL G L İK O L ya da NEOP E N T İL E N G L İK O L a. (fr. néopentylglycol ya da néopentylèneglycol'deri). Org. kim. Formülü (CH3)2C(CH2OH)2 olan dimetil-2,2 propandiol-1,3'ün yaygın adı; formaldehitin, izobutiraldehit üzerine etkimesinden elde edilir ve plastik sana­ yisinde kullanılır. N E O P İL İN A a. Çok ince, koni biçimin­ de, geniş ağızlı ve tepesi öne doğru kay­ mış kavkılı, tekçenetli yumuşakça cinsi. (Güney Amerika’nın Büyük Okyanus açık­ larında, 3 600 - 4 000 m derinlikteki ta­ raklama çalışmaları sırasında 1952’de bu­ lunan Neopilina galathaea, klasik bir "canlı fosil” örneği oldu: çünkü bu örnek, Devon devrinde soyu tükendiği sanılan tekçenetlilerin yaşayan tek temsilcisiydi. N E O PLAS Tİ a. (fr. néoplastie). Cerr. Ha­ rap olmuş dokuları, özonarım yoluyla dü­ zeltme yöntemi. N E O P L A T O N İZ M a. (fr. néoplato­ nisme). YENİPLATONCULUK'un eşanlamlısı. N E O P L A Z İ a. (fr. néoplasie). Biyol. Yeni doku oluşumu. (Terim, ne çeşit olursa ol­ sun bütün yeni doku oluşumlarına uygu­ lanabilir; örneğin nedbeleşme süreci ile bir madde kaybının onarımı da neoplazidir.)



N E O P L A Z İK sıf. (fr. néoplasiquë). Neoplaziye ilişkin. N E O P L A Z M A a. (fr. néoplasme'dan). Patol. 1. Ur oluşumu (neoplazi) süreçleri sonucunda ortaya çıkan doku. (Bk. ansikl. böl.) —2. UR’un eşanlamlısı. —ANSİKL. Neoplazmalar bütün dokular­ da görülebilir: bağdokusu (lif, yağ, kıkır­ dak, kemik, kas, damar), epitelyum, sinir neoplazmaları gibi. Neoplazma iyicil ya da kötücül olabilir. Kötücül olanlara kan­ ser denir. Neoplazma oluşumu oranı, yaş­ la orantılı olarak artar. N E O P R E N a./(tesc. edil. a ). Polim. Bir sentetik elastomer olan polikloroprenin tescil edilmiş marka adı. N EO PTER sıf. Kanatları arkaya doğru (düz olarak ya da çatı biçiminde) katlana­ bilen kanatlıböcekler için kullanılır. (Dipleri geniş ön kanatlar arka kanatlara kılıf gö­ revi yapabilir.) NEO PTERA a. Kanatlıböcekler bölümü. (Potyneoptera'ları, Ohgoneoptera'\an ve Paraneoptera'ları içerir. Kanatlıböceklerin iki büyük bölümünden biridir.) N E O P T İL sıf. (fr. néoptile). Kuşların ilk tüyleri için kullanılır. (Embriyonun havtüyleriyle bunlardan sonra çıkan kalıcı tüyler­ den [teloptil] oluşur.) N E O PTO LE M O S , Akhilleus'un oğlu. ( - PYRRHOS.) N E O PTO LE M O S , Büyük İskender'in yardımcısı (öl. İ.Ö. 321). Gazze saldırısın­ da dikkati çekti. 323’te Perdikkas'tan Ana­ dolu’nun doğusunu yatıştırmak buyruğu­ nu aldı ve orada kişisel bir egemenlik kurmaya çalıştı; ancak Krateros’un safı­ na geçtikten sonra Eumenes’e yenildi (321) ve onun tarafından düelloda öldürüldü. N E O R E A LİZ M a. (fr. néoréalisme). YENİGERÇEKÇİLİK'in eşanlamlısı. N E O R N İTH E S a. Zool. YENİKUŞLAR alt­ sınıfının bilimsel adı. N E O R U B R U M a. Nöroanat. Kırmızı çe­ kirdeğin üst kısmı. N E O SH O , ABD nin orta kesiminde ır­ mak, Arkansas'ın kolu (sol kıyıdan); 740 km. (Havzası 32 789 km2). Kansas ve Oklahoma’yı akaçlar ve sulama için düzen­ lenmiştir. N E O S İM E R Y E N a. (fr. néocimmérien). Yerbıl. Son Jura devriyle Kretase tabanı arasında yer alan ve yaklaşık 140 milyon yaşında olan tektonik evre. ♦



sıf. Bu evreye ilişkin.



N E O S İN E F R İN a. (fr. néosynéphrinë). Tansiyon yükseltici, damar daraltıcı ve gözbebeğini genişletici etkisi için klorhidrat halinde kullanılan sentetik ilaç. N EOSO M a. (fr. neosome’dan). Yerbil. Bir kayacın yeni oluşmuş bölümü. (Bura­ da bir konglomeranın çimentosu, bir mig­ matitteki mobilisât, vb. sözkonusu olabi­ lir.) N E O STİG M İN a. (fr. néostigmine). Eczc. Bağırsak ve idrar torbası atonilerinde, miyasteni tedavisinde ve kürarların etkisinin giderilmesinde kullanılan antikolinesteraz. N E O TE K TO N İK a. (fr. néotectonique). Yerbil. GENÇTEKTONİK'in eşanlamlısı. N E O TEN a. (fr. néotène). Biyol. Neoteni olgusunun ürünü olan tür. N E O TE N İ a. (fr. néoténie; yun. neos, ye­ ni, ve teinein, germe’den). Biyol. Aynı filumun kapsamına giren canlı varlıklardan birçok sınıfın gelişmesi sırasında kaybo­ lan yavrusal, hatta dölütsel karakterlerin, bu sınıfların birinde yetişkin çağda da sür­ mesi. (insan cinsindeki karakteristiklerin bir takımı neoteni kavramıyla açıklanabilmiştir.) [Bk. ansikl. böl ] —Böcbil. imagoda larva özelliklerinin sür­ mesi. —A nsikl. Neoteninin ilk önemli sonucu, bir



neoteni türün larva görünümündeki bireylerden, yani "yavrular” dan üremesidir. Bu olgu çiftleşme organlarının olgunluğa ulaşama­ mış olması partenogenizi gerektirdiği za­ man “ pedogenez" adını alır. Soyuluş ba­ kımından neoteni, bir türden yepyeni grupların kökeni olmaya elverişli ve aslın­ dan az farklı biçimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Nitekim pycnogonida grubu gigantostraca’dan, kıllıçeneliler kolsuayaklılardan, böcekler çokayaklılardan, genel olarak kordalılar derisidikenlilerden, ve ni­ hayet insanoğlu şempanze dölütüne çok benzeyen soyu tükenmişteir maymun so­ yundan bu şekilde türemiştir (Bolk). Fa­ kat, bütün bunlar varsayımdan öteye ge­ çemez. Oysa, ihtiyari neotoni, ondan ka­ çınarak erişkin biçime ulaşan birkaç birey­ le kanıtlanmıştır (örneğin, bir amblystoma’ ya dönüşen axolotl). Kurbağalarda iribaşın iyot ve tiroit özütünün etkisiyle yetişkin bi­ çime girmesi örneğine bakılarak amfib­ yumlardaki neoteni bir tiroit yetersizliğinin belirtisi olarak yorumlanabilir Şunu da işaret edelim ki esas büyümenin durmasını



8596



NEPAL



N E P a. (fr. nep). Tekst. Ham malzemede bulunan ya da iplik çekimi, özellikle de ta­ raklama sırasında oluşan lif düğümcükle­ ri. (Neplerin oluşum nedeni, pamuğun ka­ litesine [incelik, sertlik ve uzunluk] ve ip­ lik çekiminde uygulanan işlemin tipine bağlıdır. Nepler, iplik kopmalarına, iplikte düzensizliklere, boyamada ve dokumalar­ da görünüm hatalarına neden olur.) [Yün iplikçiliğinde, buna NOPE denir.]



ulusallaştırılmış olanlar özet kişilere 2 ile 5 yıllığına yeniden devredildi. Bununla bir­ likte, ağır sanayi ve dış ticaret üzerindeki devlet tekeli olduğu gibi kaldı. Tarım, 1921 yılının felaket derecesindeki ürününden ve Volga bölgesinde milyon­ larca kişinin ölümüne yol açan kıtlıktan sonra, 1922-23’lerde kalkınarak 1926'da savaş öncesindeki düzeyini aştı. Ulusal­ laştırılan ağır sanayi ancak 1925'te kalkı­ şa geçti. Özel sanayi işçilerin °/o 10'unu istihdam ediyordu. Sanayi ve tarım fiyatları arasındaki den­ gesizliğe, işsizliğe (işsiz sayısı 1927'de bir milyonu aşıyordu), kulak'ların zenginleş­ mesine ve nepmen'lerin (yeni burjuvalar) vurgunculuğuna karşın, NER halkın bü­ yük çoğunluğunun özlemlerini karşıladı. Ama, parti içinde birtakım sosyoekonomik tartışmalara konu oldu: ilkesine ve geliş­ mesine düşman olan solcular ile, sosya­ lizmin kurulması için gerekli ön koşullar ol­ gunlaşıncaya kadar sürdürülmesinden yana olan ve Buharin, Rıykov, Tomskiy ta­ rafından desteklenen sağcıları karşı kar-



NEP, rusça Novaya Ekonomiçeskaya Politika'mrı (Yeni iktisadi siyaset) kısaltması, Sovyet Rusya’da 1921'de başlatılıp 1929'a kadar sürdürülen siyaset. NER Lenin ve bolşevikler tarafından, 1920 yılında, savaş komünizmine son vermek için tasarlandı. Tarım ürünlerine elkonulmasından ve kentlerin besin gereksinimlerinin karşılanamamasından doğan sorunlar, Tambov bölgesinde köylülerin isyanına ve Kronştadt ayaklanmasına yol açtı (şubat-mart 1921). NER partinin X. kongresinde kabul edildi (8-16 mart 1921). Amacı işçi ve köylü sınıfları arasındaki ittifakı (smıyşka) yeni-



30° ''V -yiÜMLA /Muçu



30°



RARA



vV



C^gburc M \



C c ^ a n ^ a r b i« ''



^



/"' si



Kalikot Qaileh



a



^



S



* ' u s _



^ ..... -



Tikapur



osaş | 3 y » M ! Duna1 Com M a rp h ^ V LA n n a S'’8" ' .Tar.fo SIM Lete 8078



yQl



Curr.lex^ < Haldnga







h



•Şhen /



Ohio-Dhaulag. £atan GhSsa



San'



Cacarkot



b



a



a Şakyana



'/



.Lióéng r H¿ian



Ghora'



H



I 82°



geciktiren neoteni dev ve uzun ömürlü bi­ çimler meydana getirme eğilimindedir. N E O TE N İN a. (fr. neotânlne). GENÇLİK* HORMONU nıın eşanlamlısı. NEO TO M A a. (yun. neotomos, taze kesilmiş’ten). Kuzey Amerika’da yaşayan iri kemirici cinsi. (Gececidir; dal parçaları ya da kaktüs iğneleriyle yuva yapar, çeşitli besin maddelerini ve çok çeşitli nesnele­ ri yuvasına yığar. Cırlaksıçangiller familya­ sı.) Şerpa ülkesi Nam çe Bazar dolaylarında Khumcung köyü (arka planda, Him alaya sıradağları)



B azar, Sandbi Hath -



NEOTREMATA a. Sırt çeneti koni biçi­ minde olan kolsuayaklılar takımı. (Crania ve Discina cinslerine girenler gibi bazı tür­ leri Birinci Zamandan günümüze kadar gelmiştir.)



1 I ‘ Msnaslu l_



^



r



-c ;



Nangpa geçidi geçıcıı Everest



1



* ' 5\ \ t h O t S e *8545*8515



_



I



(



r >s5s^ ' g® : • Thtyangboçe, ■■■■I ,y\.Sa/angboçe id • LANGTANG. T ,. _ f . p u r n a ^ Gosainkund* LANGTAÑG» *1 fcKodari o P; ~ ? »D unçe J ) '. , j HuU b u M ucagiunq a a> 2 y BetravatBarabhisi



Ja p lecu ng



S



Po ha ra



Garhî Bazar bS'a" % T ho se + KATMANDU * 3ag|6ng N,r,yíig»”h °S' RarlSe9haP Kali a h a b h Çılavan « 'B h a r a ' 5. . M JH'taura ulusa! parkı. S M / I JS ^Megauliç^ii ( i a



p



c- Cam put Bhocpyr ^



a\ *



r



> ^



Uam İ



o î uv 9



Çandra



'Si



• Butval



ghairava j - i



N e p a ig a n c ^



_ pa tika ulu sal pa rk



'\



f j y t ıb rikot



SlirheI



R a c a p u Jl,» .



V



M ustang



s



x? Mantua



Sılgarh^



Ch J



s



, Cymla» Malîka



■Dandeidhura



I



I .•( lo M^nthang)



I



¿OLU '/• S'Oca



-'"Darçula



f




NEŞTER. N E STER O V (Mihail Vasiliyeviç), rus res­ sam (Ufa 1862 - Moskova 1942). Puvis de Chavannes ile önraffaellocuların yapıtla­ rını çağrıştıran resimler (Keşiş, 1889, Rus müzesi, Leningrad; Sessizlik [bir manza­ ra], 1903, Tretyakov galerisi), devrimden sonra da portre yaptı. N E STER U N -» NEŞTER. N E STİC U S a. Avrupa ve Amerika’da ya­ şayan örümcek cinsi. (Nestıcus’laı genel­ likle mağaralarda, maden ocağı dehlizle­ rinde, mahzenlerde bulunur. Beyaz be­ denleri kahverengi çizgilidir. Nesticidae fa­ milyasının örnek tipi.) N E S T LE (Eberhard), alman protestan tanrıbllimci ve filolog (Stuttgart 1851 - Maulbronn 1913). Yeni Ahit'in metinlerini ön­ ce yunanca (1898), sonra yunanca ve latince olarak (1906) yayımladı. Geniş bir eleştiri bölümü içeren bu yapıt K. Aland tarafından gözden geçirilmiş ve 1982 yılı­ na dek 26 kez basılmıştır. Yeni Ahit*’in me­ tinlerinin açıklanması ve yorumu konusun­ da vazgeçilmez bir başvuru kitabıdır.



N e s tlö , 1867’de Vevey'de kurulan İsviç­ re şirketi. Alman kökenli isviçreli kimyacı Henri Nestlé'nin (1814-1890) kurduğu, ço­ cuklar için ilaç üreten küçük bir laboratuvarın satın alınmasıyla faaliyete başladı. Şirket 1875’te anonim şirket oldu, dış ül­ kelerde birçok üretim merkezi kurdu ve Anglo-Swiss Condensed Milk Co.'nun re­ kabetiyle karşılaştı. Konsantre süt konu­ sunda uzmanlaşmış olan bu şirket de süt­ lü mama yapımına girişti. Nestlé, bu atılı­ ma konsantre süt üretimi alanına girerek karşılık verdi. Yıllarca süren rekabetten sonra iki şirket, 1905'te birleşmeye karar verdiler. 1936'da holdinge dönüştürülen şirket, etkinliklerini uluslararası iki gruba bölme kararını aldı: Avrupa’daki etkinlik­ lerin denetimi Vevey’deki merkeze bağlan­ dı (Nestlé S.A.), dünyanın diğer kısımla­ rındaki etkinlikleri ise bu amaçla Panama’ da kurulan Unilac adlı holding üstlendi. 1947’de Nestlé, Alimentana S.A.’yı (Maggi ürünleri) devraldı. O günden sonra ta­ rım besin sanayisi dalındaki birçok şirke­ tin (Locatelli, Findus, Chambourcy vb.) denetimini ele geçirdi. Nestlé, L’Oréal'in sermayesinin °/o 28’ine sahiptir.



8607



G ir a u d o n



N E STO R . Yun. mit. Messinia’da, Pylos' un efsanevi kralı ve Neleus’un küçük oğ­ lu. Tanrılar ona çok uzun ömürlü olma ay­ rıcalığını tanıdılar. Birçok mitik çarpışma­ ya ve Truva savaşı'na katıldı. Pylos'ta ger­ çekleştirilen kazılar sonucunda ortaya çı­ karılan Tunç çağından kalma büyük sa­ raya Nestor sarayı adı verildi. N E S T O R , XI. yy.’ın ikinci yarısı rus kronikçisi. Kiev mağaraları manastırında ke­ şişti, Skazanıye o Borise i Glebe (Boris ve Gleb'in yaşamı ve ölümü üzerine) ve Zitiye Feodosiya (Feodosiy'in yaşamı) adlı ya­ pıtlarını orada yazdı. Kendi adıyla da anı­ lan Povest vremenmyş let (Geçmiş za­ manların kroniği) adlı kroniğin yazarların­ dan biriydi. 1120’li yıllarda yeniden elden geçirilen bu yapıt, başlangıcından 1110’a kadar Rus (Rusya) tarihini anlatıyordu. Bu ilk kronik günümüze erişmediyse de eli­ mizde daha sonra yeniden elden geçiril­ miş iki nüshası bulunmaktadır: Chronique laurentine (fr. çev.) [Laurentius kroniği], 1377 ve Chronique hypatienne (fr. çev.) [Hypatia kroniği] XIV. yy.'ın sonu ya da XV. yy.'ın başı.



von Nesselrode kontu (1815 Viyana kongresi’nde) J.-B. isabey’in sepyayla yapılan bir deseninden ayrıntı Lom e müzesi, Paris



NESTO R İN AE a. Yenı-Zelanda'da yaşa­ yan, iri papağan oymağı. (Örnek türü kea ya da Yeni-Zelanda koca papağanıdır [Nestor notabilis]. Papağangiller familya­ sı.) N E S T O R İU S , nesturilik tarikatının kuru­ cusu (Germanica Cesarea, bugün Kah­ ramanmaraş, 380’e doğr. - Harge, 451' den sonra). İstanbul patriği (428-431). Bü­ yük olasılıkla Mopsuestialı Theodoros’ un çömeziydi, imparator Theodosios II ta­ rafından İstanbul patrikliğine getirildi. İsa peygamberin tanrısal ve insani yanlarını araştıran öğretisi İskenderiye patriği Aziz Kyrillos'un büyük tepkisine neden oldu ve Efes konsili tarafından sapkın ilan edildi (431). Patriklikten alınarak Yukarı Mısır’a sürüldü, orada öldü. P rof. A li A lp a rs la n a rş iv i



nestalik yazıya bir örnek



N E STO S , tûrkç. Karasu, bulgarcası Mesta. Bulgaristan ve Yunanistan'da ır­ mak. Rodoplar'ın kuzey-batı yamacından doğar, güney-doğu'ya akar, Makedonya ile Trakya'yı birbirinden ayırır, Kavala'nın G.-D.'sunda Ege denizi’ne dökülür; 192 km. (143 km’si Yunanistan’da). Aşağı çı­ ğırında yapılmış bir baraj sulu tarım (şe­ kerpancarı [üretildiği yerde dönüştürülür]) olanağı verir. N E S T R O Y (Johann Nepomuk), avusturyalı tiyatro oyuncusu ve yazar (Viyana 1801 - Graz 1862). Artık gpnümüzde, Vi­ yana deyince hemen akla gelen hafif bir mizahın temsilcisidir. Vodvil ve parodi tü­ ründe elli kadar oyun yazdı ve bunları büyük bir başarı ile An der Wien tiyatrosu’nda (1831-1845), sonra da Leo­ poldstadt tiyatrosu'nda (1845-1860) oy­ nadı. N E S T U R İ ya da N A S T U R İ a (öz. a Nestorius ve ar. -i'den nesturi, nasturi). Nesturilik* ya da nasturilik diye adlandı­ rılan hıristiyan mezhebinden olanlara müslümanlar tarafından verilen ad. ♦



sıf. ve a. Nesturilik yanlısı.



N E S T U R İL İK ya da N A S T U R İL İK , V. yy.’da İstanbul patriği Nestorius’un, İsa’da tanrılık ve insanlık ilişkisiyle ilgili sapkınlığı. (Eşanl. NESTURİYE.) —ANSİKL. Nestorius*, tanrısal ve insansal nitelikleri yalnızca cisimleşmiş kela­ mın kişiliğine veren yaygın tanrıbilimsel düşüncenin tersine, İsa'nın biri tanrısal kişilik olan Logos, öteki insansal bir kişi­ lik olan İsa olmak üzere, bir ikilikten oluş­ tuğunu savunuyordu. Gerçek bir töz bir­ liğini değil, yalnızca insansal bir nitelik ve tanrısal bir kişi arasındaki bir birlik ya da birleşmeyi kabul ediyordu. Öyleyse Mer­ yem, Tanrı'nın annesi (Theotokos) sayı­ lamazdı, yalnızca insan İsa’nın annesiydi. İskenderiyeli aziz Kyrillos*’un etkisin­ deki Efes konsili (431) ve Khalkedon konsili (451), Nestorius'un öğretisine karşı çıktılar. Ancak Pers kllisesi'nde olumlu karşı­ lanan nesturilik, Nesturi kilise adı altın­ da toplanan bazı doğulu hıristiyan top­ luluklarda günümüze kadar varlığını sür­ dürdü. ( - DOĞU KİLİSE’ LERİ.)



tan sarayı). Bir ara ünlü hattat Kazasker Mustafa Rakım Efendi’nin mülkiyetine geçen bu sarayda önemli konuklar ağırlanırdı. 1854'te İstanbul’a gelen prens Napoléon bu sarayda 21 gün kaldı. Abdülhamit II döneminde yıktırılan yapının yerine kızları Naime ve Zekiye sultanlar için iki yalı inşa edildi. NEŞATAVER a. Müz. Türk müziğinde XVII. yy.’a değin kullanılmış bir makam. (Günümüze, Küçük Ahmet Bey’in [öl. 1650?] bir peşreviyle bir sazsemaisinden başka örneği ulaşamamıştır.) N E Ş A T İ, asıl adı A hm et, türk şair (Edir­ ne ? - ay. y. 1674). Mevlevi tarikatına gi­ rerek Gelibolu Mevlevihanesi şeyhi Ağazade Mehmet Dede’ye bağlandı. Onun ölümünden (1672) sonra yolculuğa çıka­ rak bir süre Konya'da yaşadı. Farsça dersleri verdi. Edirne mevlevihanesi şeyhliğine getirildi (1670). Kasidelerinden Enveri, Hakani, Zahir, Rükna gibi İran şa­ irlerini incelediği, özellikle Örfi’nin, türk edebiyatında da Nef'i’nin etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Şerh-i müşkilat-ı Örfi ad­ lı küçük yapıtında Örfi’nin bir kasidesini şerh etti. Naili-i Kadim ile birlikte sebk*-i hindi adı verilen anlatım yolunu türkçede en iyi uygulayan şairlerdendir. Şiirle­ rinde ince bir söyleyiş, derin hayal gücü görülür. Gazellerinde tasavvuf eğilimle­ rinden çok, rintlik ve aşk temaları göze çarpar. Coşkulu duygulardan çok, olgun ve uyumlu anlatımıyla dikkati çekmiş, kendinden sonrakileri etkilemiştir. Naili, Şeyh Galip gibi şairlerin ona nazireleri vardır. Bir gazeline ("G ittin ammâ ki ko­ dun hasret ile cânı bile"), Nedim ve Y. K. Beyatlı tahmis yazmışlardır. Hakani ve Cevri'den esinlenerek yazdığı Hilye-i enbiya'sı (bas. 1894), 144 beyitlik bir Edir­ ne Şehrengiz'i, farsça gramer kurallarıy­ la ilgili Kavaid-i deriye'si vardır. S. N. Ergun, bir incelemeyle birlikte Divan'ını ya­ yımladı (1933).



N E S T U R İY E , NESTURİLİKİn eşanlam­ lısı.



N E Ş A T İ, türk halk şairi (XVII. yy. sonu -XVIII. yy. başı). Çölde arap soyguncu­ ların saldırısına uğrayan türk hacıların durumunu anlatan bir destanı günümü­ ze ulaştı. Bu destan, Mustafa II dönemin­ de güvenliği sağlayamayan devlet örgü­ tünü eleştirir.



N E S Y sıf. (ar. nesy). Esk. Unutulmuş. ♦ a. Unutma.



N E Ş A T L I sıf. (ar. neşât'tan). Esk. Se­ vinçli, neşeli.



N E Ş A a. (ar. neşa). Esk. Nişasta. N E Ş A İD a. (ar. neşide'nin çoğl. neşâid). Esk. 1. Şiirler, manzum eserler. —2. Atasözü gibi kullanılan ünlü beyit­ ler, dizeler. N E Ş A K a. (ar. neşak). Esk. Buruna su vb. çekme. N E ŞA S TE C a. (fars. neşastec). Esk. Ni­ şasta. N EŞAT a. (ar. neşat). Esk. 1. Sevinç, ne­ şe. —2. Neşat-aver, sevindiren. || Neşat -bahş, neşat-efza, neşat-engiz, sevinç ve­ ren, sevindiren. || Neşatmend, sevinçli, neşeli. N E Ş A T (Mirza Abdüvahhap), iranlı şa­ ir (öl. Isfahan 1829). Mesleğinin hekim­ lik olmasına karşın, özellikle şikeste biçemiyle yazdığı türkçe ve farsça şiirleriyle tanındı. Feth Ali Şah’ın saray şairi oldu. Gencine-i Neşat adlı bir yapıtı ölümün­ den sonra yayımlandı (1850). N e ş a tâ b â d s a r a y ı ya da N iş a tâ b â d k a s r ı, İstanbul'da Boğaziçi'nin Av­ rupa yakasında, Kuruçeşme ile Ortaköy arasında, Defterdarburnu’nda saray; La­ le devri’nde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından tersane emini Kıblelizade Mehmet Bey’e yaptırıldı (1725/1726). Selim lll’ün kız kardeşi Hatice Sultan için mimar ve ressam Melling, bu yapının ye­ rine güzel bir saray inşa etti (Haticesul-



N EŞE a. (ar. neş'e). 1. Gülme, eğlenme eğilimi; sevinç, keyif: iyice toparlandı, es­ ki neşesine kavuştu. Neşeyle parıldayan b ir yüz. Neşesini yitirmek. Neşesi kaç­ mak. —2. Neşesi yerinde, neşeli, keyif­ li. || Neşesini bulmak, neşelenmek, keyif­ lenmek: iki kadeh atınca neşesini bul­ du. —Esk. Hafif sarhoşluk, çakırkeyif olma. || Yeniden oluşma, yeniden peydah olma. II Neşe-dar, neşe-yab, neşeli, keyifli. || Neşe-nisar, neşe saçan. N E Ş E L E N D İR M E K - NEŞELENMEK. N E Ş E L E N M E K gçz. f. Neşe, sevinç içinde olmak; şenlenmek, keyiflenmek. ♦ n e şelend irm ek ettirg. f. 1. B ir kim­ seyi neşelendirmek, ona sevinç, neşe vermek, neşeli olmasını sağlamak, sevin­ dirmek. — 2 . Bir yeri, bir ortamı neşelen­ dirmek, oraya, ona neşe katmak, orayı keyifli, şen, eğlenceli bir duruma getir­ mek: Esprileriyle toplantıyı b ira n d a ne­ şelendirdi. N E Ş E Lİ sıf. -1. Gülmeye, eğlenmeye hazır, neşe saçan kimse, onun kişiliği için kullanılır; keyifli, şen: Coşku dolu, neşe­ li b ir çocuk. Neşeli b ir kişiliği olmak. —2. Keyifli, şen, eğlenen, gülen bir kim­ se, bu neşeyi gösteren davranışları için kullanılır: Yemekte herkes çok neşeliydi. Neşeli b ir sesle konuşmak. —3. Coşku, sevinç veren bir şey için kullanılır: Neşe­



li bir toplantı. Neşeli b ir müzik. ♦ be. Eğlenceli, neşe içerisinde: Top­ lantı çok neşeli geçti. —Res. Neşeli renk, taze ve canlı, ama çiğ olmayan renk. N E Ş E S İZ sıf. 1. Keyfi, neşesi yerinde olmayan kimse için kullanılır; keyifsiz: Bu­ gün neden neşesizsin? —2. Neşe uyan­ dırmayan. N E Ş E S İZ L İK a. Neşesiz olma duru­ mu; keyifsizlik, durgunluk. N EŞET, -ti a. (ar. neş’et). Esk. 1. Çık­ ma, meydana gelme, oluşma. —2. İleri gelme, kaynaklanma. —3. Neşet etmek, doğmak; kaynağını bir yerden almak, — 4 . Neşet-i uhra, ruhun bedenden ay­ rılışı, ölüm. || Neşet-i ûla, ruhun bedene girmesi. N E Ş E T, asıl adı Hoca S üleym an, türk şair (Edirne 1736 - ? 1808). Mahmut l'in musahiplerinden Ahmet Refik Efendi'nin oğludur. Sarı Ali Efendi ve Yasinizade' den özel öğrenim gördü. Konya ve Hi­ caz’a gitti (1750). Önce mevleviliğe, da­ ha sonra BursalI Emin Efendi’yletanışın­ ca nakşibendiliğe bağlandı. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı'na katıldı. Farsça ders vererek yaşamını kazandı. Doğaya duyduğu bağlılığı, şiirlerinde dile getir­ di. Divan’ında (1836), cami, çeşme ve tekkeler için düşürdüğü tarihler geniş yer tutar. Tercüme-i şerh-i dü beyt li Hoca N eş’e t adlı yapıtı Cami’nin iki beytinin açıklamasıdır. Tufan-ı marifet adlı bir de mesnevisi vardır. (-> Kayn.) N E Ş E T P A Ş A (Ömer) - ÖMER NEŞET PAŞA. N E Ş E T L İ sıf. (ar. neşet’ten). Esk. Her­ hangi bir okul ya da bir öğrenim progra­ mını bitiren; mezun, çıkışlı. N E Ş F a. (ar. neşf). Esk. emme. —2. Sızma.



1. Suyu



çekip



N E Ş İD E a. (ar. neşide). Esk. 1. Şiir, manzume: "O gün, fasih ve muakkad, bütün neşidelerin / Harab-ı girye birer levha-i teessürdür" (Tevfik Fikret). —2. Atasözü gibi kullanılan çok yaygın dize ya da beyit. —3. Nağme, ezgi. —4. Neşide-han, şiir okuyan. N e ş id e le r n e ş ld e s l, Kutsal Kitap'ın bölümlerinden biri. Neşidelerin en güzeli anlamına gelir. Eski düğün türkülerinin az çok değişikliğe uğramış biçimlerin­ den esinlenen bir aşk şiirleri derlemesi­ dir ve İ.Ö. 450’ye doğru yazılmıştır. Yahu­ di ve hıristiyan geleneklerine göre, Yehova'nın İsrail'e ve seçilmiş halkın Tanrıla­ rına olan sevgisini simgeler. N E Ş İN İD E sıf. (ar. na- ve şinide; naşinide'den neşinıde). Esk. işitilmemiş, du­ yulmamış. N E Ş İR , -şri a. (ar. neşr). Esk. 1. Yayma, saçma. —2. Kitap, gazete vb. basma ve dağıtma; yayım. —3. Bir yazıyı bir yayın organında yayımlama. — 4 . Kıyamet gü­ nünde insanların tekrar dirilmesi: Yevm -ün-neşr (kıyamet günü). — 5. Neşir et­ mek -> NEŞRETMEK. —Huk. Neşir mukavelesi. YAYIN* SÛZLEŞMESl'nin eşanlamlısı. N E Ş R E D İL M E K -



NEŞRETMEK.



N EŞREN be. (ar. neşr’den neşren). Esk. Yayım yoluyla, gazete ya da dergide ya­ zarak. N E Ş R E TM E a. Neşretmek eylemi. N E Ş R E T M E K g. f. (neşir etmek > neş­ retmek). 1. Bir şeyi (kitap, gazete, yazı vb.) neşretmek, onu yayımlamak. —2. Bir şey neşretmek, onu yaymak, saç­ mak: İğrenç kokular neşretmek. B ir ışık, ısı neşretmek. ♦ neşredilm ek edilg. f. 1. Yayımlan­ mak: Kitap ne zaman neşrediliyor? —2. Yayılmak, saçılmak.



neta N E ŞR İ sıf. (ar. neşr ve -/'den neşri). Esk. Yayımla ilgili.



kanayan bir damarı pıhtılaştırmaya yara­ yan madeni iğne.



N E Ş R İ, türk tarihçi (Bursa ? - ay. y. 1520 ?). CihannCıma adlı yapıtına göre, Murat II döneminde Bursa subaşısı Koca Naib’in meclisinde bulundu. Mehmet ll’nin ölü­ münde İstanbul’da meydana gelen olay­ lara tanık oldu. Bursa Sultaniye medrese­ sinde müderrislik yaptı. Ünlü yapıtı Cihannüma, Tevarih-i âl-i osman ya da Neşri tarihi diye de bilinir; yapıt 6 bölümden olu­ şan genel bir tarihtir. Bugün elimizde an­ cak 6. bölümü kalmıştır. Üç tabakada ele alınan 6. bölümde Oğuz Han ve çocuk­ ları, Anadolu Selçuklukları ve Karamanoğullarinın kısa tarihçesi ile başlangıçtan Bayezit liy e kadar osmanlı tarihi anlatılır Çoğu nüshalarında olaylar 1485 yılına ka­ dar kaydedilir. Cihannüma'yı özellikle sa­ de bir türkçe İle yazmak istediğini belir­ ten yazar, yapıtın kaynaklarından söz et­ mez. Neşrinin daha sağlığında ün kaza­ nan yapıtı, çağdaşlarından idrls-i Bitlisi, daha sonra Rüstern Paşa, Hoca Sadettin, Gelibolulu Âli, Solakzade ve Müneccimbaşı gibi tarihçilerin doğrudan doğruya ya da dolayısıyla yapıtlarına kaynak olmuş­ tur Kütüphanelerde çeşitli nüshaları bu­ lunan Cihannüma'nın Codex Hanlvaldanus nüshasının latince çevirisi, J, Löwenklau’ın Historiae musulmanae Turcarum de monumentis (Frankfurt, 1591) adlı kitabın­ da yer alır. Beş ayrı nüsha karşılaştırılarak elde edilen metin, tıpkıbasımıyla birlikte F. R. Unat ve M. A. Köymen tarafından Kitab-ı cihan-nüma adıyla yayımlandı (2 c, Ankara, 1949-1957). F. Taeschner de, baş­ ka iki nüshanın tıpkıbasımını (Gihannüma: die altosmanische Chronik des Mevtana Mehemmed Neschri. 2 c, Leipzig, 1951 -1955) yayına hazırladı. (-» Kayn.)



N E Ş T E R LE M E K g. f. 1. Bir şeyi (so­ mut) neşterlemek, onu neşter kullanarak kesmek. —2. Bir şeyi (soyut) neşterlemek, üzüntü, acı verecek bir sorunu, bir olayı ele almak, deşmek, anımsatmak.



NEŞRİYAT -tı çoğl. a. (ar. neşri’den çoğl. neşriyyat). Esk. Yayınlar. N e ş r iy a t v e m ü d e v v e n a t g e n e l m ü d ü rlü ğ ü - BASIN YAYIN VE ENFOR­ MASYON GENEL MÜDÜRLÜĞÜ. NEŞŞAF sıf. (ar. neşşal). Esk. Aşırı emen, sıvıyı içine çeken, soğuran. —2. Bir şeyi içine çeken. —Kâğıtç. Neşşal kâğıt, gözenekli bir tür kâğıt; mürekkebi süzme İşinde kullanılı­ yordu. N E Ş T E R a. (fars. nişter'den). 1. Cerra­ hide dokuları kesmek için kullanılan, sivri uçlu ve çok keskin ağızlı küçük bıçak. (Çok değişik biçimlerde olur ve sapı sa­ bit ya da takma olabilir.) [Eşanl. BİSTURİ ] —2. Bir soruna neşter vurmak, onu çö­ zümlemek, kesin bir sonuca kavuşturmak ereğiyle ele almak. —Cerr. Elektrikli neşter, yüksek frekanslı bir akımın etkisiyle tahrip edici bir kıvılcım çıkaran ve hem dokuları kesmeye, hem



N E ŞU R a. sıf. (ar. neşür). Esk. Çok da­ ğıtan, çok yayan. N E Ş Ü K Ü F T E sıf. (fars. nâ- ve şüküfte; naşüküfte'den neşükülte). Esk. Açılmamış çiçek. N E ŞV a. (ar. neşv). 1. Bir canlının geli­ şerek büyümesi, boy atması, hayat bul­ ması. —2. Neşv ü nema -» NEŞVÜNEMA. NEŞVAN sıf. (ar neşvân). Esk. 1. Sarhoş olan, çakırkeyif. —2. Aldığı haberin yarat­ tığı sevinçle sarhoş olan. N E Ş V A N B İN S A İT , arap dilci ve ya­ zar (öl. 1117). Döneminin önde gelen dü­ şünürlerinden biri olduğu, özellikle Güney Arapları krallığı’nın efsanelerini, Hamdan!’ den sonra yeniden ele alarak yitip gitmek­ ten kurtardığı bilinmektedir. En önemli ya­ pıtları, himyerl hükümdarlarıyla ilgili olan el-Kaside el-himyeriye ve Şems ûl-ulum adlı sözlüğüdür. NEŞVAT çoğl. a. (ar. neşve, neşvet’ın çoğl. neşvât). Esk. Neşeler, keyifler, se­ vinçler. NEŞVE ya da N E ŞV E T a. (ar. neşve, neşvet). Esk. 1. Neşe: "Onun bu neşvesi nisbetinde, diğerlerinin ciddiyeti artmak­ ta id i" (Y. K. Karaosmanoğlu). —2. Hafif sarhoşluk, çakırkeyiflik. —3. Neşve-bahş, neşve-bahşa, neşve-rüba, neşve-yab, ne­ şe veren, neşelendiren. || Neşve-dar, neşve-mend, neşe veren, neşeli. || Neşvegâh, neşve-zar, neşe yeri, neşe veren yer N E ŞV E Lİ sıf. (ar neşve’den). Esk. Neşe­ li. N E Ş V E T -* NEŞVE. N E Ş V Ü N E M A a. (ar neşv ve fars. nem S dan neşv ü nema). Esk. 1. Büyüme, gelişme. —2. Neşvünema bulmak, büyü­ mek, gelişmek. NET, -ti sıf. (fr. net). 1. Bulanık olmayan, çizgileri açık seçik, belirgin olan bir görün­ tü, bir fotoğraf vb. İçin kullanılır: Televiz­ yonunuzun görüntüsü çok net. Net bir fo­ toğraf değil. —2. Üzerinde artık hiçbir ke­ sinti yapılmayan; kesintiler çıktıktan son­ ra elde kalan tutar için kullanılır: Aylık net gelir. Bu yılki net kârınız ne kadar? Net maaşınızı söyler misiniz? (Karşt. BRÜT.) —3. Hiçbir kuşkuya yer vermeyecek ka­ dar açık, kesin olan şey için kullanılır; açık: Konu üzerinde net bir düşüncesi yok. So­ rulara net yanıtlar vermek. —4. Gizli ka­ paklı işleri olmayan bir kimse, onun dürüst­ lükle ortaya koyduğu tutumu için kullanı­



bir kez kullanılıp atılan neşter (steril am balajda) ve ağzı değiştirilebilen neşterler (her ağız bir kez kullanılır) L a ro u s s e



lır: Net bir insan değil. Bu işteki tutumu pek net değil. —5. Belirgin, hlssedilebilir, önemli bir şey için kullanılır: Durumun­ da net bir iyileşme görülmüyor. —6. Bir kimsenin ya da bir şeyin pürüzsüz, anla­ şılır, iyi duyulabilen sesi için kullanılır: Net bir ses. — 7. Net ağırlık, bir şeyin kendi ağırlığı, darası çıkarıldıktan sonraki ağır­ lığı. || Net fiyat, üzerinde ne indirim ne de artış yapılmayan fiyat. || Net olarak, açık­ ça: Net olarak göremiyorum; hiçbir şey saklamadan: Soruları net olarak yanıtla­ mak. —ikt. Net hâsıla, üretim kapasitesinde ya da var olan servetler kitlesinde herhangi bir azalışa yol açmaksızın, üretimden çı­ karıp alınabilecek şey. —işi. ikt. Net yatırım, belli bir dönem için­ de kullanılan sermaye donanımındaki es­ kime ve aşınmayı karşılayan bir tutarın üzerindeki yatırımlar. —Muhs. Net aktif, üçüncü kişiler bakımın­ dan aktifin pasife oranla fazlalığı. || Net defter değeri, amortismana tabi bir varlı­ ğın defter değeri (muhasebe kayıtlarında görülen maliyeti) İle birikmiş amortismanı arasındaki fark. || Net kâr, İşlemlerin bü­ tün gider kategorileri çıktıktan sonra elde edilen nihai sonucu. (Karşt. GAYRİ SAFİ KÂR-) || Net sabit varlıklar, sabit varlıkların amortismanlar çıkarıldıktan sonraki değe­ ri. || Bir faturanın net tutarı, çeşitli indirim­ lerden sonra elde edilen fatura tutarı. —Tie. ve Bank. Net faiz, gayri safi faiz tu­ tarından komisyonlar, vergiler ve öteki gi­ derler çıkarıldıktan sonra kalan bölüm. ♦ be 1. Net olarak; açık seçik: Olayı son derece net ortaya koydu. Ses çok net ge­ liyor. — 2. Açık seçik, tüm çizgileriyle: Gözü çok bozuk, bu uzaklıktan tahtadaki yazıyı net göremiyor.



La ro u s s e



N E T sıf. (ing. net, ağ). FiLE’nin eşanlam­ lısı. N E T (Next European Torus'un kısalt.). Nük. müh. Termonükleer kaynaşmayla enerji üretmeye yönelik tasarı halindeki deneysel reaktör. Avrupalılar’a alt bu pro­ je, İngiltere’nin Culham’dakl JET (Joint Eu­ ropean Torus) kuruluşunun devamı ola­ caktır. NETA sıf. (ital. netto, temlz’den). Denize. 1. Gemici dilinde, temiz, düzgün ve deril toplu İçin kullanılır. — 2. Neta etmek, ge­ milerde, herhangi bir çalışmada kullanı­ lan malzemeyi, araç gereci toplayıp her şeyi yerli yerine koyarak, çalışma mahal­ lini temiz ve tertipli bir duruma getirmek. || Neta güverte, üzerinde, kasara düzenin­ de üstyapı bulunmayan güverte. —Yapılan çalışma sonucunda dağılmış ve kirlenmiş olan güvertenin temizlenip düzene sokul­ ması için verilen komut. || Neta halat, kul­ lanılmış halatların iş bittikten sonra roda edilmesi için verilen komut. elektrikli neşter ([soldan sağa] yüksek frekanslı akım üreticine bağlı: topraklam a levhası, elektrot taşıyıcı ve pedal a n a h ta r)



L a ro u s s e



8609



elektrikli neşterin elektrotlarından ayrıntı



netaic N E TA İC -* NETAYİÇ. 8610



N E TA M E Lİ sıf. 1. Gizli bir tehlikesi oldu­ ğuna inanılan, uğursuz sayılan, tekin ol­ mayan şey için kullanılır: Netameli bir yer. Netameli bir ev. —2. Sık sık kazaya uğra­ yan kimse, şey için kullanılır: Netameli bir çocuk. Netameli bir araba.



G u ille m o t-C o n n a is s a n c e d e s a rts



fildişinden netsuke (yükseklik: 5 cm) Japonya, XIX . yy. özel kol.



N E T A Ş (N o rth e rn E le c tric Teleko­ münikasyon AŞ), telekomünikasyon ge­ reçleri üretiminde uzmanlaşmış sanayi kuruluşu. 1967'de, PTT ve bir kanada fir­ ması olan Northern telecom limited or­ taklığıyla İstanbul'da (Ümraniye) kurul­ du. Mart 1993 itibariyle 126 milyar TL sermayesi olan şirketin ortakları ve ortak­ lık payları: Northern telecom limited % 51, Kamu ortaklığı idaresi % 21,25, Türk silahlı kuvvetlerini güçlendirme vakfı % 15, PTT-biriktirme ve yardım sandığı % 2,5, INFO Yatırım holding aş % 2,5 ve di­ ğer % 7,75'tir. Netaş, 1992 sonuna ka­ dar 7,6 milyondan fazla telefon hattı ve 5,4 milyon telefon makinesi üretmiştir. Satışlarının % 6'sını AR-GE yatırımlarına ayıran şirket bu sayede teknoloji ithal eden bir noktadan teknoloji ihraç eden firma konumuna ulaşmıştır. Türkiye ve dünya pazarlarının gereksinimlerine ce­ vap verecek yeni ürünleri, en son tekno­ lojiyle tasarlama çalışmalarını sürdür­ mektedir. Üretim çeşitleri içinde PTT tipi santrallar, iş dünyasına yönelik haberleş­ me sistemleri, transmisyon cihazları, veri iletişim şebekeleri, güç sistemleri ve tele­ fon setleri vardır. Netaş son yıllarda ulus­ lararası pazarlarda başarılar elde etmiş­ tir. Netaş ürünü DMS sayısal şehir santralları ve Dicle kırsal sayısal santral sis­ temleri Azerbaycan, Kazakistan ve Türk­ menistan'da da hizmet vermektedir. Ne­ taş ayrıca kırsal santral teçhizatı ve tele­ fon seti üretmek üzere Azerbaycan ve Kazakistan’da UNTEL ve VESNET adlı ortak yatırım şirketlerini kurmuştur, N e ta y lc ü l-v u k u a t, Mansurızade Mus­ tafa Nuri Paşa’nın tarih yapıtı. Yapıtta Os­ manlI devletinin kuruluşundan 1841’e ka­ dar olan dönemi altı bölüm altında ince­ lenir. Her bölümde siyasal gelişmelerin bir özeti verildikten sonra imparatorluğun top­ lumsal, ekonomik yapısında, askeri ve idari alanlarda meydana gelen değişiklik­ ler ortaya konur ve olayların sonuçları üze­ rinde durulur. Netayıc ül-vukuat, olayları aktarmakla yetinen vakanüvıs geleneğin­ den ayrılarak eleştirel ve bıreşimcı bir ta­ rih anlayışına yönelmesi bakımından türk tarihçiliğinde özgün bir yere sahiptir. 1909’da dört cilt olarak basılmış, ayrıca Neşet Çağatay tarafından, dili sadeleşti­ rilerek notlar ve açıklamalarla yayımlan­ mıştır (2 cilt, 1979-80) N ETAYİÇ ya da NETAYİC çoğl. a. (ar. nef/ce’nin çoğl. netayic, neta'ic). Esk. 1. Sonuçlar. —2. Netayıci efal. işlerin sonuç­ ları. || Netayic-ı vahime, korkulu, kötü so­ nuçlar. N E TE a. ("en pes" anlamında yun söze.). Müz. Eski Yunanlılarda, tam siste­ min mese’sinde üst tetrakordların en tiz teli (ya da notası). N E T E ya da N E T H E , Belçika'da ırmak; 18 km. Büyük Nete (70 km) ile Küçük Nete’nin (45 km) Lier'de birleşmesi sonucu oluşur; Dyle’e kavuşunca Rupel adını alır, imparatorluk devrinde Deux-Nethes yö­ netim bölgesi'nin merkezi Anvers'ti. N E T E K İM -



NİTEKİM.



N E T F a. (ar. netf). Esk. Kıl yolma, kıl dü­ şürme. NETHE -



NETE.



N E TİC E a. (ar. netice). 1. Bir eylemin, bir olayın bitiminde ortaya çıkan şey; sonuç: Hatalarının neticelerine katlanmak. —2. Ulaşılan, elde edilen şey; sonuç: istediği neticeyi elde etmek. —3. Bir şeyi zorun­ lu olarak gerektiren şey, sonuç: İşsizlik ik­ tisadi bunalımın bir neticesidir. —4. Bir in­



celemenin, bir araştırmanın sonucu: Tah­ lil neticesi. —5. Bir yarışmanın, bir maçın sonucu: Ekibimiz beklediğimiz neticeyi alamadı. —6. Bir problemin, matematik işleminin vb. sonucu. — 7. Netice almak, bir girişimden kazançlı çıkmak, yarar sağ­ lamak. || Netice İtibariyle, sonuç olarak, böylece, şu halde: Netice itibariyle, m ü­ zakereler belli bir sonuca bağlanmadı. || Netice vermek, sonuca ulaşmak, bir so­ nuç el.de etmek. —Esk Netice-bahş, sonuç veren, sonuç­ landıran. || Netice-pezir, son bulmuş, so­ nuçlanmış. || Netice-i hayat, hayat boyun­ ca yapılan tüm işlerin sonucu. || Netice-i kelam, sonuç olarak. —Med. us. huk. Netıcei talep — talep* SONUCU.



ustasının yolundan ayrılarak, Mignard’ın etkisini taşıyan oldukça zarif bir üslup ile günlük yaşam resimleri ve portreler yap­ tı. Zengin üretimi bütün büyük müzeler­ de yer alır (William ///'ün, Mary Stuartin portreleri, Rijksmuseum Amsterdam, Vi­ ola da gamba dersi, Louvre [bir baş­ ka versiyonu Kassel’de bulunmaktadır]), —iki oğlu da, onun öğrencisiydi: THEODOOR (Bordeaux 1661 - Hulst 1732), çi­ çekler, meyveler, türk halılarıyla bezeli portreler yaptı, 1679-1699 arasında Paris' te, 1715-1721 arasında İngiltere'de çalıştı; CONSTANTİJN (Lahey 1668 - ay. y 1723), kendini mitolojik resimlere, günlük yaşam resmine ve özellikle de portre çalışmala­ rına adadı (Zırhlı adam, 1720, Tours mü­ zesi).



N E T İC E L E N D İR M E K MEK.



NETÇ O N D A a. (ıng. net. ağ, ve sonde, sondadan). Balıkç. Trol ağzının üst bölü­ müne yerleştirilen ve bir kabloyla gemiye bağlantısı sağlanan sonda. (Netsondanın görevi trolün düşey açıklığını ve dibe olan uzaklığını ölçmektir.)



NETİCELEN



N E T İC E LE N M E a. Neticelenmek eylemi. N E T İC E L E N M E K gçz f. 1. Başlanmış bir çalışma, bir iş, süren bir durum sözkonusuysa, sonuçlanmak, bitmek: Yolun yapımı geç de olsa neticelendi. Uzun sü­ ren program çalışmaları bugünlerde ne­ ticeleniyor. —2. Araç tümleci + neticelen­ mek, sürmekte olan bir şey, bir olay, bir durum sözkonusuysa, şu ya da bu biçim­ de sonuçlanmak: Görüşmeler anlaşmayla neticelendi. ♦ neticelendirm ek ettırg f 1. Bir şeyi neticelendirmek, onu bitirmek, sonuçlan­ dırmak. —2. Bir şeyi (bir şeyle) neticelen­ dirmek, onu şu ya da bu biçimde bitir­ mek, sonuçlandırmak. N E T İC E S İZ sıf. Herhangi bir sonu­ ca ulaşmayan, sonuç alınamayan şey için kullanılır; sonuçsuz: Neticesiz bir çaba N E T İC E T E N be. Esk. Sonuç olarak. N E T İ N E T İ, “ bu da değil, o da değil" anlamında sanskritçe deyiş. Vedacı felse­ fe, bu deyişle, hem yüce gerçekliğin (brahman) ikilik olmadığını, hem de anlayış gü­ cümüzün kategori'eri dışında olduğu için, onu kavramamızın, açıklamamızın ve can­ landırmamızın olanaksız olduğunu belir­ tir. N E T L İK a. 1. iyice görünür, algılanır olan şeyin niteliği: Görüntünün netliği. Se­ sin netliği. —2. Hiçbir anlam belirsizliği­ ne yer vermeyen, açık, belirgin olan bir şeyin niteliği: Düşüncelerin netliği. Bir ya­ nıtın netliği. —Foto. Normal gözlem ya da kullanım ko­ şullarında, bir konumun ayrıntılarını olduk­ ça iyi veren bir fototipın niteliği. (Netlik ay­ rıntıların, inceliğine ve görüntüdeki kont­ rasta bağlıdır; kontrast netliği artırır.) —Telekom. SEÇİKLİK'in eşanlamlısı. N E T N a. (ar, netn). Esk. Kokuşma, çürü­ müş şeylerin çıkardığı kötü koku. N E T O (Agostinho), angolalı devlet ada­ mı (Cachicane, bugün Kaxikane, icolo e Bengo bölgesi, 1922 - Moskova 1979). Metodist bir rahibin oğluydu. Portekiz’ de tıp eğitimi gördü. 1962’de tutuklandı, Leopoldville'e gidebildi, orada Mario de Andrade'nin öncülük ettiği Angola Halk kurtuluş hareketi'nin başına geçerek, bu harekete yeni bir atılım kazandırdı. 1974 Portekiz hükümet darbesinden sonra, An­ gola, Angola Ulusal kurtuluş cephesi'ne karşı, doğu ülkeleri ve Küba'nın desteğiyle kasım 1975’te bağımsızlık kazandı. 11 ka­ sım 1975'te, Neto Cumhurbaşkanı ilan edildi. Aynı zamanda şair de olan Neto, milliyetçi çevrelerin Messagem adlı der­ gisinde yayımlanan ilk metinlerinden baş­ layarak, "angolalık"ın şairi olarak görün­ dü. Colectânea de poemas (1961) adlı an­ tolojide toplanan şiirlerde de angolalığı yüceltti. N E T S C H E R (Caspar), hollandalı res­ sam (Heidelberg ? 1639 ?-Lahey 1684). Babası, alman bir heykelciydi, G. Terboreh'un öğrencisi oldu ve kısa sürede



N E TS U K E a. (japonca netsuke, ne, kök, ve tsuke sabitleştirilmiş, asılmış’tan). Ge­ leneksel japon kıyafetinde, genellikle fildi­ şinden, kimi zaman da altın, laka, amber vb.'den heykelcik; kemere takılan nesne­ leri dengede tutacak bir karşı ağırlık ola­ rak kullanılır. N ETTA a. (ördek anlamında yun. söze.). Avrupa ve Batı Asya’da yaşayan, erkekle­ ri canlı renkli ördek cinsi. (Türkiye’de bu­ lunan tek türü macar ördeğidir [Netta turina], Macar ördeği denize yakın açık su­ larda ve göllerde bulunur. Hoyran, Alaşe­ hir, Burdur göllerinde kuluçkaya yatar. Kı­ şın Kuzey Afrika’ya göç eder. Suda bul­ duğu küçük hayvanlarla ve su altındaki bitkilerle beslenir. Kıyıya yakın yerde, ye­ re yuva yapar, Ördekgiller familyası.) N E T T E T A L , Almanya’nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Mönchengladbach'ın kuzey-batısında yer alır; 37 500 nüf. N E T T L (Paul), çek asıllı amerikalı müzi­ kolog (Vrchlabi, Trutnov yakınında, 1889 -Bloomington, indiana, 1972). Prag Üni­ versitesinde ve 1939'da ABD'ye yerleş­ tikten sonra da Princeton ve Bloomington (indiana) [1946-1959] ders verdi. Bohem­ ya ve Avusturya barok müziği üzerinde çalıştı. N E T T L A U (Max), avusturyalı anarşizm tarihçisi ve militan (Neuwaldegg, Viyana, 1865-Amsterdam 1944). Errico Malatesta (1922), Miguel Bakunın, la internacio­ nal y la Alıenza en Espaha (Mihail Bakunin, ispanyada Enternasyonal ve ittifak) [1925] gibi yapıtlarıyla anarşizm tarihine birçok katkıda bulundu. La Protesta (Bu­ enos Aires) ve La Revista Blanca (Barce­ lona) dergilerinde yayımladığı yazılarıy­ la, İspanyolca konuşan ülkelerdeki anar­ şist sendikacı hareketi büyük ölçüde et­ kiledi. N E T T U N O , İtalya'da kent, Lazıo'da (Ro­ ma ili), Tirren denizi kıyısında; 29 400 nüf. Ticaret ve sayfiye merkezi. N E T Z A H U A L C Ó Y O T L , Meksika’da kent, Mexico’nun doğu banliyösü; yaklş. 3 milyon nüf. N E U B A U ER (Franz Christoph), bohemyalı besteci (Horín, Mélník yakınında, 1760'a doğr. - Bückeburg, Aşağı Sakson­ ya, 1795). Ferdinand und Yariko (1784) adlı operasını Münih’te sahneletti. Sonra Viyana'ya, oradan da Almanya ve İsviç­ re’ye gitti. 1790’da Weilburg prensinin capella yöneticisi oldu. 1794’ü Hannover'de, 1795'i Bückeburg'da geçirdi. Bückeburg sarayı’nda Johann Christoph Friedrich Bach’ın ardından birkaç ay capella yöne­ ticiliği yaptı. Senfoniler, konçertolar, oda müziği yapıtları, missalar ve kantatlar bes­ teledi. N E U B E R (Friederi ke Caroline), alman



kadın tiyatro oyuncusu ve yönetmeni (Reichenbach 1697 - Laubegast, Dresden, 1760). Alman tiyatrosunun ilk büyük trajedi oyuncusu olarak kabul edildi. Tüm yaşamı boyunca sanatına soyluluk, mes­ leğini saygınlık kazandırmak için mücade­ le etti. N E I I M A N O E N B U M , Almanya'nın Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde kent, Tollensesee yakınında; 83 000 nüf. Ticaret ve sanayi (besin sanayileri, maki­ ne, yapı gereçleri) merkezi. Neubrandenburg 1352-1471 arasında Mecklenburg-Stargaard düklüğü'nün merkezi ol­ du. O devirde güçlendirilmiş surlar (kapı­ lar XIV. ve XV. yy.'dan kalma). N E U R U R O , Almanya'nın Bavyera eyaletlnde kent, Tuna nehri kıyısında, Ingolstadt'ın B.'sında; 18 500 nüf. Bavyera'nın Pfalz Seçici prensine bıraktığı (1505), daha sonra Zvveibrücken düküne verilen (1559) bir prensliğin merkeziydi, önce kişişel bir bağla (1777), sonra hü­ kümdarı dük olunca (1799) sıkı sıkıya Bavyera'ya bağlandı; 1808'de kesin bi­ çimde katıldı. N E U C H Â T E L , alm. Neuenburg, İs­ viçre'de kent, Neuchâtel kantonunun merkezi, Juralar'ın eteğinde; 33 060 nüf. (1990). Kent, göl ile Juralar'ın sarp ya­ macı arasındaki dar şeritte basamak ba­ samak yayılır. Neuchâtel bir yönetim, üniversite, turizm ve sanayi (duvar saati, besin sanayileri) merkezidir. —Tar. Neuchâtel, 1214'te kontların çıkar­ dığı muafiyet fermanıyla önem kazandı; Bern ile ortak burjuva yönetimi 1406'dan 1707’ye kadar sürdü, bu tarihte Neuchâ­ tel Prusya krallığı'na bağlandı. —Güz. sant. Kentte, çeşmelerden ve es­ ki evlerden (XVI.-XIX. yy.) başka birkaç il­ ginç anıt vardır: XII.-XIII. yy.'dan kalma kolejiyal, XII.-XVI. yy. arasında yapılan şato (kantonun hükümet merkezi), XVIIII. yy. sonunda inşa edilen yeniklasik üsluptaki belediye binası. Kentte ayrıca Arkeoloji, Sanat ve Tarih müzeleri (resim, özellikle İs­ viçre ve Neuchâtel resim sanatı; sanat eş­ yaları, el sanatları, tarihsel anı niteliğinde eşyalar), Doğabillm, Etnografya (özellikle Afrika) müzeleri bulunur. N E U C H Â T E L g ö lü , İsviçre'de göl, Jura'nın doğu yamacının eteğinde, 429 m yükseltide, ince uzun biçimli (uzunluğu 38 km, genişliği 3-8 km) gölün yüzölçümü yaklaşık 218 km2, derinliği 70-150 m'dir. Rhöne buzulunun yer aldığı tektonik bir çöküntüde yer alan gölün doğusundaki ve batısındaki alçak ova iyileştirilerek bos­ tan tarımına açılmıştır. Juralar'ın oluşturduğu koruyucu set, göl kıyılarında görülen’iklimin geri kalan İsviçre tepelerinden daha yumuşak olma­ sına yol açmaktadır: Neuchâtel'de ocak ortalaması - 1°C'a kadar iner, temmuz or­ talamasıysa 18,8°C'a kadar yükselir. Gö­ lün Jura devrinden oluşmuş kıyılarını sı­ nırlayan bütün taraçalarda bağcılığın ge­ lişmesi bu iklim özelliğiyle açıklanır. G. -B.'da Thiâle (Orbe'un aşağı çığırı, Yverdon yakınında Orbe'a kavuşur) ve D.'da, Morat gölünün savakı Broye ile beslenen Neuchâtel gölünün suları, Thiöle ile Biel gölüne ve Aar ile Ren'e akar. N E U C H Â T E L k a n to n u , İsviçre Kon­ federasyonumda kanton; 797 km2; 161 286 nüf. (1990) [çoğu fransızca konuşur ve protestandır]. Merkezi Neuchâtel. Kanton, kıvamlanmış Jura’da ve bu sı­ radağların Neuchâtel’e doğru alçalan eteklerinde uzanır. Kıvrımlanmış Jura, dağlarla vadilerin (güney-batı'dan kuzey -doğu’ya doğru uzanırlar ve yükseltileri 700-1 500 m arasında değişir) almaşmasından oluşur, iç kesimde yükseklik fark­ ları azdır, sular yeraltına süzülür ya da bi­ rikip kalır. Neuchâtel gölünün yukarısında, daha geniş iki vadinin (Travers ve Ruz) gü­ ney kenarları göle kadar ulaşan sel yatak­ larıyla yarılmıştır (bunlardan Areuse Fran­



sa'ya bir geçit oluşturur). Dağda çok sert olan iklim, göle doğru inildikçe yumuşar: bağlar, meyve ağaçları, bostan ekimi gün yönünde oldukça sınırlıdır; dağlık kesim­ deyse sığır yetiştiriciliği (gravyer peyniri) yapılır. Dağlık kesimde kışların sert geçmesi, XVIII. yy.'ın başından bu yana, önceleri kırsal kesimdeki evlere dağılmış olarak, sonra bazı kentlerde (La Chaux-de-Fonds, Le Locle) güçlü gruplar halinde toplana­ rak, duvar saati yapımının gelişmesine yol açtı; ne var ki duvar saatçiliği uzun süre geleneksel boyutlarını aşamadığından, gi­ derek ABB ve Japonya'nın rekabetinden zarar görmeye başlamıştır. N E U C H Â T E L P R E N S L İĞ İ, Bourgo­ gne kralının vasallığında, sonra doğrudan krala bağlanan bölge (1218). 1288’de Chalon-Ariay kontlarına, bu ailenin sön­ mesinden sonra da (1395), Bern'le sürekli bir ittifak kuran (1406) Freiburg im Breisgau kontlarına geçti. 1457’de BadenH dthberg kontlarının mülkü olan Neuc­ hâtel 1476'da Atak Charles'ın bir saldırı­ sını püskürttü, önce Solothurn ve Frlbourg'la (1495), sonra da Luzern'le (1501) it­ tifak kurdu. Evlilik yoluyla OrléansLongueville ailesine geçti (1504), Farelin girişimiyle Reform hareketini benimsedi (1530). 1648'de egemen bir prenslik ola­ rak tanındı. Marie de Nemours’un ölümü (1707) üzerine Prusya kralının şahsına geçti (Valengin’le birlikte), ama İsviçre Konfederasyonundan ayrılmadı, bu du­ rum 1713 antlaşmalarıyla da onaylandı. İs­ viçre toprakları içinde olmadığından (1798), Napoléon tarafından Berthler’ye verildi (mart 1806 - haziran 1814). Prusya kralına geri verilince, nisan 1815'te İsviç­ re kantonu oldu. Konfederasyon, burada çıkan 1831 ve 1834 ayaklanmalarını bas­ tırdı, ama cumhuriyetçiler iktidarı ele ge­ çirdi (1 mart 1848). Friedrich-Wilhelm IV, haklarından vazgeçmedi; ve Londra pro­ tokolü (mayıs 1852) bu hakları tanıdı. Kral­ cı bir girişimden (1856) sonra, Prusya kra­ lının, yandaşlarının serbest bırakılmasını İstemesi üzerine baş gösteren savaş teh­ likesi fransız-ingiliz arabulucuğuyla önlen­ di. Paris antlaşması'yla (26 mayıs 1857), Prusya kralı, tüm yetkilerinden vazgeç­ ti, ama Neuchâtel prensi unvanını koru­ du. N e u e n g a m m « , Hamburg'a 25 km uzaklıkta Elbe bataklıklarında kurulan al­ man toplama kampı. 80 000-100 000 ka­ dar tutuklu kaydedilmiş, kamp içinde ve onun çok sayıdaki çalışma grubuna da­ ğıtım yapılmıştır. Kampın boşaltılmasından sonra (nisan 1945) tutukluların 10 000 ka­ darı Lübeck körfezinde iki geminin sinti­ nelerine kapatılmıştı. Bu gemiler RAF ta­ rafından batırıldı. N e u e P r e u s s is c h e Z e itu n g (Yeni Prusya gazetesi), manşetinde yer alan haç İşaretinden dolayı daha çok Kreuzzeitung (Haç gazetesi) diye tanınan alman gazetesi. 1848’de devrimin orta yerinde E. L. von Gerlach ve Bismarck tarafından kurulan bu gazete imparatorluk dönemin­ de aristokrat ve ortodoks protestan parti­ nin başlıca yayın organı oldu ve Cumhu­ riyet döneminde de bu partinin mirasçısı olan "ulusal-alman" partisinin sesi olarak kaldı. 1939'da yayımına son verdi. N e u e S a c h lic h k e it -> YENİ’ NESNEL LİK. N E U F C H A T E L (Nlcolaas), Lucldel de­ nir, güney hollandalı ressam (Mons 1527 - Nürnberg 1590'a doğr.). Yalnızca portre ressamı olan sanatçı, Anvers'te R Coecke'nin yanında yetişti. Calvlnciliğe bağlan­ ması, onu Hollanda'dan ayrılmak zorun­ da bıraktı; 1561’de Nürnberg’e yerleşti. Genç Holbein’inkine benzetilen ağırbaşlı bir üslupla bu kentin ileri gelenlerinin port­ relerini yaptı (Matematikçi Johann Neu­ dörfer ve oğlu, Münih Pinakothek’i). N E U H A U S E N A M R H E İN F A L L , Is-



M . L e v a s s o rt



viçre'de (Schaffhausen kantonu) komün, Ren kıyısında, Schaffhausen yerleşmesin­ de, bir hidroelektrik santralını besleyen çavtanın yakınında; 10 700 nüf. Vagon ya­ pımı. Takım tezgâhları. Silah fabrikası. Alü­ minyum metalürjisi. N E U H O F ya da N E U H O F F (Theodor, baron), alman serüvenci (Köln 1694 - Londra 1756). Westfalenli bir soylunun oğlu! Yurdundan ayrılıp Fransa’ya gitti ve Orléans düşesinin hizmetine girdi, sonra İsveç’e geçerek Alberoni ile birlikte Görtz görüşmelerine katıldı, daha sonra Ispan­ ya'ya yerleşti (1718) ve Rlpperda’nın en gözde adamı oldu. Tekrar Fransa’ya dön­ dü, Law’in spekülasyonlarında tüm mal varlığını yitirdikten sonra, imparator Kari VI tarafından temsilci olarak Floransa'ya gönderildi (1732). Korslkaiılar’ın Cenova' ya karşı ayaklanmasından yararlanarak, Livorno'daki korsikalı göçmenlerle birlik­ te adada kendine bir krallık kurmayı ta­ sarladı. Bir miktar cephaneyle Alerla’ya çıktı (13 mart 1736), ayaklanmanın lider­ leri tarafından iyi karşılandı ve Teodoro I unvanıyla kral İlan edildi (15 nisan). Fakat Cenovalılar tarafından iç yüzü açığa vu­ rulunca adayı terk etmek zorunda kaldı (13 kasım 1738). 1749'da Londra'ya sığın­ dı; borçları nedeniyle yedi yıl hapis yat­ tıktan sonra bu kentte öldü. N E U İL L Y -S U R -S E İN E , Fransa'da kanton (Hauts-de-Selne) merkezi, Pa­ ris'in yakın batı banliyösünde, Sen'in ve Boulogne ormanının kenarında; 62 033 nüf. (1992). Varlıklı kesimin oturduğu bir komünse de, birkaç sanayi dalı (ecza maddeleri, elektrikli ve elektronik aygıt­ lar) ve bazı şirketlerin merkezleri de bu­ radadır. Neuilly şatosu'nun (1808) kalın­ tıları. Paris amerikan hastanesi. N e u llly -s u r-S e ln e a n tla ş m a s ı, Müt­ tefikler ile Bulgaristan arasında imzalanan barış antlaşması (27 kasım 1919). Bu ant­ laşmayla Bulgaristan, Birinci Dünya savaşı'ndan üç bakımdan zayıflayarak çıktı: toprak kaybı (Batı Trakya, Dobruca ve Ma­ kedonya bölgesindeki bazı yerler), aske­ ri kayıp (silahlı kuvvetler ve polis mevcu­ dunun büyük ölçüde sınırlanması), mali kayıp (savaş tazminatı ödenmesi). N E U -İS E N B U R O , Almanya’nın Hessen eyaletinde kent, Frankfurt am Main kentinin büyük güney banliyösünde yer alır, 36 600 nüf. N E U K İR C H E N , Avusturya’da sayfiye ve kış sporları (yüksl. 856 - 2 102 m) mer­ kezi, Salzburg ilinde, Kitzbühel Alpleri'nin G.'inde, Salzach'ın yukarı vadisinde; 2 100 nüf. N E U K O M M (Siglsmund VON), avustur-



NaucMM Pazaryeri ya da Hal raydan (geride Hal binaii [XVI. yy.])



mesini araştırdı. 1845’te elektroteknikte potansiyel kavramını kullandı. N E U M A N N (Carl Gottfried), alman ma­ tematikçi (Königsberg 1832 - Leipzig 1925). Franz Ernst Neumann’ın oğlu. Le­ ipzig Üniversitesi nde profesörlük yaptı, Mathematische Annalen(Matematik yıllık­ ları) dergisini kurdu. En önemli çalışma­ ları potansiyel kuramı üzerinedir. Yüzey değerlerini bulmak için aritmetik ortalama yöntemini geliştirdi; yüzeye dik türevi bili­ nen bir hacim içindeki uyumlu bir fonksi­ yonu arama problemi onun adını taşır. N e u m a n n fo n k s iy o n u . Mat çözlm. )„ ve) .„Bessel fonksiyonları yardımıyla » 1 2 , ise. sin vır 2 is e N „(x ) ~ llm Nn NASFET. N IS FIN N E H AR a. (ar. nışf ve nehâr'dan nışf-ün-nehar). Esk. Günün ortası, öğlen. —Esk. coğ. Meridyen. || Nısfınnehar dai­ resi, meridyen dairesi. || Nısfınnehar müstevisi. meridyen düzeni. N IS F İY E a (ar nışf ve -iyye'den nışfiyye). Esk. Bazı elbiselerde süs olarak kul­ lanılan yarımdaire biçimindeki madeni pul. —Müz. Ney ailesinin en küçük çalgıları­ nın genel adı. (Her ney çeşidinin, yarısı kadar boyda nısfiye de vardır ve o neyin adıyla anılır: davut nısfiyesi, şah nısfiyesi vb. En yaygın nısfiye bolahenk nısfiyesidir.) [— ney] —Nümism. Mehmet IV döneminde (1648 -1687) bastırılan yarım sultani değerinde altın sikke. (Mustafa II döneminde kuru-



Niagara At nalı (Horse-Shoe Fail) çağlayanının Kanada kıyısından (Ontario) görünümü



şun nısfiyesi, Ahmet III zamanında da ay­ nı adla, yarım zer-l mahbublar bastırıldı. Daha sonraları tüm altınların yarımları kestirildiyse de nısflye adı kullanılmadı.) N IS F İY E T a (ar. n/ştve -iyyet'ten nışfiyyel). Esk. 1. Yarım olma durumu, yarım­ lık. —2. Herhangi bir şeyi yarı yarıya bö­ lüşme. N IS F İY E Z E N a (ar. nışfiyye ve fars.zen1 den rıtşfiyye-zen), Nısfiye çalan müzlkçl. N İS F Ü N N E H A R - NISFINNEHAR



N IŞ A D IR K A Y M A Ğ I a Kim. Amonyak çözeltisinden karbondioksit gazı geçirile­ rek elde edilen amonyum karbonat [(NH4)2C 0 3]; pasta yapımında kabartma tozu olarak kullanılır. N IŞ A D IR R U H U a. Kim. Halk dilinde amonyağa verilen ad. N IV A R T (Mari), ermeni asıllı türk tiyatro oyuncusu (İstanbul 1853 - ay. y. 1885). Sahneye Magakyan kumpanyasında çıktı (1873); 1874'ten başlayarak Güllü Agop' un tiyatrosunda, 1881’den sonra da ölü­ müne değin Mınakyan’la çalıştı. Düzenli bir öğrenim görmemesine ve genç yaşı­ na karşın çok çabuk parladı. Ahmet Mit­ hat Efendi, Namık Kemal gibi yazarlar oy­ nanacak yapıtlarında ısrarla onun rol al­ masını istiyorlardı. Sanat yaşamının en parlak döneminde la Dame aux camélias piyesinin başrolünü oynarken zehir İçerek canına kıydı.



NISIF, -sfı a. (ar. nışf). Esk. 1. Bir şeyin yarısı, yarım. —2. Nısf-Cıl-leyl ya da nısf-ı leyi, geceyarısı. —Esk. coğ. ve Gökbil. Nısf-ı küre, yarıkü­ re. || Nısf-ı küre-i cenubi, ekvatorun güne­ yinde kalan gökyüzü küresi. || Nısf-ı küre -i semavi-i şimali, ekvatorun kuzeyinde ka­ lan gökyüzü küresi. || Nısf-ı küre-i şimali, Kuzey yarıküre. N İ Anorg. kim. Nikel'İn simgesi. —Esk. mat. Yarı, yarım. || Nısıf kutur ya da nısf-ı kutr, yarıçap. || Nısıf müstakim ya da N İA C çoğl. a. (ar. na'ce'nin çoğl. ni'ac). nısf-ı müstakim, yarım doğru. || Nısıf müsEsk. Dişi koyunlar. tevi ya da nısf-ı müstevi, yarım düzlem. ■ N İA C A R A ya da N İY A G A R A , ABD ve —Esk. zool. Nısf-ül-cenah, yarımkanatlılar. Kanada sınırını çizen, Erle ve Ontario gö­ —Hat. Belirli ölçülerde yazılması kural ha­ lünü birleştiren ırmak; 56 km. Niagara İki line gelmiş bir yazı türünün, yarım ölçü göl arasındaki düzey farkını 47 m yüksek­ büyüklüğünde ya da genişliğinde yazıl­ liğindeki çağlayanlarla (Kuzey Amerika' ması. (Normal genişliği 3 mm olan sülüs nın turizm merkezlerinden birisidir) ve sert yazının 1,5 mm eninde bir kalemle yazıl­ bir kireçtaşı setini bölen derin bir kanyo­ mışına "sülüsün nısfı" denir.) nun dibinde akan çavlanlarla aşar. Çağ­ layanlar ABD İle Kanada arasında bir ant­ N IŞ A D IR ya da N İŞ A D IR a (fars. nulaşmaya konu olmuştur (1950). Önemli şadür'dan). Kim. Amonyum klorürün hidroelektrik tesisi. Su ulaşımı Kanada kı­ (NH4CI) ticari adı; kuru pillerde elektrolit; yısında bulunan Welland kanalı aracılığıy­ lehlmclllk, kalaycılık ve çinko kaplamada la çağlayanlar aşılarak gerçekleştirilir. (galvanizleme) akışkanlaştırıcı; hekimlikte balgam söktürücü olarak kullanılır. N İA G A R A F A L L S , Kanada'da (Onta­ N iam ey’in m erkezinden bir görünüm



N IŞ A D IR I sıf. (fars. nüşâdür, ve -/'den nüşsduri). Esk. Nışadırla ilgili. H e tie r



rio) kent, Niagara şelaleleri yakınında; 71 000 nüf. Turizm ve sanayi (alüminyum ve bakır metalürjisi, kâğıt hamuru, kimya sa­ nayisi) merkezi (enerjisini Niagara’dan sağlar). N İA G A R A F A LL S , ABD’de (New York) kent, Nlagara’nın sağ kıyısında, çağlayan­ ların yukarı kesiminde; 71 400 nüf. Hid­ roelektrik üretimi, elektrokimyaya, elektrometalürjlye ve uzay sanayilerine enerji sağlar.



N İA M çoğl. a. (ar. n f met'in çoğl. ni'am). Esk. Nimetler. N İA M E Y , Nljer' İn başkenti, Nljer ırma­ ğının sol kıyısında; 420 000 nüf. (1987). Yönetimsel ve dinsel (katedraller, cami­ ler) merkez. Üniversite, ticaret ve sanayi (küçük makine sanayisi, tekstil ve besin fabrikaları), N İA N G O N a. Tropikal Afrika’da, Fildişi Kıyısı'ndan Kongo'ya kadar nemli sık or­ manlarda dağınık ya da öbek öbek rast­ lanan orman ağacı. (Sterculiaceae famil­ yası.) —ANSİKL. Niangonun (Tarrieta utilis) odu­ nu daha çok kaba dokulu ve homojen, kırmızımsı esmerdir. Yarı sert, yarı ağır ola­ rak İyi teknolojik niteliklere sahiptir. Maran­ gozluk ve doğramacılıkta masif ya da kap­ lama biçiminde kullanılabilen mükemmel bir ağaçtır. Ağaçlandırma için de çok el­ verişlidir. Kerestesi daha çok Fildişi Kıyısı’ndan ve Gana’dan ihraç edilir N İA N H A O a. (çinçe nianhaö). Çin çağ­ larının genel adı. (Özellikle XVIII. yy.'dan itibaren Çin'de porselen hamuruna bası­ lan nlanhao damgası kare biçimindeydi.) N İA O U Lİ a Avustralya ve Yeni Kaledonya kökehli ağaç ya da ağaççık. (Rüzgâra ve tuzlu topraklara dayanıklı, genellikle lifli ve süngersi kabuklu bir ağaç olan niaouII kurak tropikal Afrika'nın bazı yerlerinde ağaçlandırmada [Senegal] kullanılmakta­ dır. Yapraklarının damıtılmasıyla elde edi­ len esans [niaouli esansı] tedavide kulla­ nılır ve bundan bir de gomenol elde edi­ lir. Melaleuca cinsi; mersingiller familyası.) N İA R İ, Kongo'da Kuilu'nun yukarı çı­ ğırını oluşturan ırmak. Bir geçit (Kongo -Okyanus demiryolunun bir bölümü bu­ radan geçer) görevi yapan, yer yer çeşitli tarım etkinliklerine (şekerkamışı, pirinç ye­ tiştiriciliği) rastlanan vadisi, aynı zamanda sığır yetiştirme bölgesidir. Akarsuyun adı yaklaşık 150 000 kişinin yaşadığı bir Kon­ go yönetim bölgesine (merkezi Loubomo) de verildi. N İA S , Endonezya'da dağlık ve yanar­ dağ kökenli ada, Sumatra’nın batı kıyısı açıklarında; 4 772 km2; 468 375 nüf.



N İA S S A , Malavi gölünün portekizce N İA H , Malaysıa’da, Şaravak bölgesinde adı. —Mozambik’te il; 129 056 km2; 651 mağara. En eskileri İ.Ö. 40 000'den önce­ 259 nüf. (1989). Merkezi Lichinga. ye tarihlendirilen bir dizi yonga endüstrisi evresi ortaya çıkarıldı. Daha gelişmiş bir ■ N İA U X , Fransa’da (Ariège) komün, Vicdessos kıyısında Tarascon-sur-Ariège’in 4 özelliğe sahip olan üst tabakalar, Ortataş km G.'inde; 230 nüf. Tarihöncesi resimle­ dönemine (İ.Ö. 7000) doğru sıralanırlar. riyle bezeli geniş mağara (en İlginç bölü­ N İA L çoğl. a. (ar. nacl'in çoğl. ni'af). Esk. mü olan Siyah Salon'da manganez oksit­ 1. Ayakkabılar: saff-ı nial (ayakkabıların bı­ le siyaha boyanmış, atlar, bizonlar ve bir­ rakıldığı yer; en geri, en aşağı yer.) —2. kaç dağ keçisiyle geyik İçeren birçok du­ Nallar var resmi bulunur); mağaradaki resimle­ rin Orta Madeleine'de yapıldığı sanılır. N İA L L D o ku z R e h in e ll (öl 405), İrlan­ da kralı (Alrd Righ) [380-405], ConnachN İB A H a. (ar. nibah). Esk. 1. Köpek hav­ ta hanedanının gücünü en yüksek düze­ laması. —2. Yılan tıslaması. ye çıkardı ve Büyük Britanya ve hatta bü­ N İB A L çoğl. a. (ar. nebi'İn çoğl. nibâl). yük bir olasılıkla Galya kıyılarına birçok se­ Esk. Oklar, fer düzenledi. Onun soyundan gelen O' Neill'let ailenin üstünlüğünü uzun süre ko­ N İB E L U N G E N ya da N İF L U N G E N , rudular. germen mitolojisinde cüceler soyu. Kral-



lari Nibelung'dan (sözcük anlamı "sisin oğlu”, yani yeraltı dünyası demektir) do­ layı bu adı aldılar. Nibelungen, büyük zen­ ginliklerin sahibidirler (Nibelungenhort, “ Nibelung hâzinesi” ). Siegfried, Schilbung ve Nibelung adlı kralları öldürdük­ ten ve cüce Alberich'i yendikten sönra bu hâzineyi ele geçirdi. Siegfried’in askerle­ ri bu olaydan sonra “ Nibelungen” adını aldılar; fakat Siegfried’in öldürülmesinden sonra hazine Burgundlar'ın eline geçin­ ce, Nibelungen adını alanlar onlar oldu ve Ortaçağ'ın tüm kahramanlık şiirlerinde bu adla anıldılar.



N İC A S T R O , İtalya'da kent, Calabria’da (Catanzaro ili), Sila kütlesinin eteğinde; 57 700 nüf. Tarım merkezi. —Yakınında, ulus­ lararası havalimanı. N İC C O D E M İ (Dario), İtalyan yazar (Li­ vorno 1874 - Roma 1934). Yüzyılın başın­ da büyük ilgi gören burjuva dramları (l'Aigrette. 1912; Scampolo, 1916; la Nemica, 1916) yazdı. N İC C O L İN İ (Antonio). İtalyan mimar (San Miniato 1772 - Napoli 1850). Napo­ li’de yeniklasik tarzda villalar (1817'de la Floridiana), saraylar, ayrıca San Carlo tiyatrosu'ntm yalın cephesini gerçekleştir­ di (1810). Bari’deki Piccinni tiyatrosu, oğ­ lu FAUSTO tarafından tamamlanmıştır (1840-1854).



■ N lb e lu n g e n lle d (Nibelungen şarkısı). 1200’e doğru orta yüksek almancayla ya­ zılan ve iki bölümden (Siegfried’in ölümü ve Kriemhild'in öcü) oluşan alman desta­ N İC C O L İN İ (Giovanni Battista), İtalyan nı. Genç Siegfried, Worms’ta hüküm sü­ yazar (Bani di San Giuliano, Pisa, 1782 ren Burgundlar kralı Gunther’in kız karde­ Floransa 1861). Yurtseverlikten esinlenen şi Kriemhild'e âşık olur Gunther ona, eğer tarihsel trajediler (Giovanni da Procida, İzlanda kraliçesi savaşçı tjakire Brunhild'i 1817'de yazıldı, 1830’da sahnelendi; Arelde etmesine yardımcı olursa, Kriemhild’i naldo da Brescia, 1843) kaleme aldı. vereceğini vaat eder. Siegfried, Gunther’e yardım eder ve taliplere şart koşulan üç N İC C O L O d e ll’A rc a (Niccolo DA BA­ sınamadan başarıyla geçmesini sağlar. Rİ —denir), İtalyan heykelci (Bari 1435'e Bunun üzerine Kriemhild ile evlenirse de, doğr - Bologna 1494), 1463'te Bologna’da, başkaldıran genç evli Brunhild'i engelle­ S. Maria della Vita kilisesi için büyük dra­ mek için bir kez daha işe karışır. Birkaç yıl matik yoğunluğu olan bir Pietà yaptı. La­ sonra, iki kraliçe arasında bir anlaşmaz­ kabını, bu kentte, aziz Dominicus’un me­ lık patlak verir ve Brunhild'in kendisine kö­ zarı ya da "kemeri” için gerçekleştirdiği le gibi davranmasından incinen Kriem­ yapıtlara (üst bölümdeki heykeller, 1469 hild, yengesini Gunther’in karısı olmadan -1473) borçludur. önce Siegfried’in sevgilisi olmakla suçlar. N İC C O L O D E L RO SSO ya da DE Brunhild’in sadık vasalı Hagen, bu haka­ R O SSİ, İtalyan şair (Treviso, 1285’e doğr. retin öcünü alacağını vaat eder. Siegfried’ - 1348). Ahlakçı ve siyasal yanı ağır ba­ in bedeninin hangi bölümünün güçsüz ol­ san weife yanlısı şiir kitapları yazdı. duğunu Kriemhild'den öğrenerek, bir av partisinde onu alçakça öldürür. N İC C O L O d İ U b e r a to r e , l'A lu n n o Siegfried’in öldürülmesinin öcünü al­ da denir, İtalyan ressam (Foligno 1430’a mak amacıyla Kriemhild, Hunlar'ın kralı doğr. - ay. y. 1502). Marche'de ve Umbri-. Etzel ile (Attila) evlenmeye razı olur ve a’da çalıştı. Çok sayıdaki yapıtlarında Gunther ile savaşçılarını Etzel’in ülkesine Gozzoli ile Vivarini’nin etkileri görülür (Alaçekmeyi başarır. Öce susayan Kriemhild’ tivitas çokkanatlısı [1492], Foligno müze­ İn ve hiçbir uzlaşma kabul etmeyen Hasi, Louvre’da yer alan predella). gen'in yanılgılarıyla, başlangıçtaki şenlik­ N İC E sıf. (ne ve -çe eşitlik ekinden esk. ler kanlı savaşlara dönüşür. Burgundlar türkç. neçe > nice, kaç, ne kadar?). 1. Ol­ birliğinden geriye, Hagen'den başka kim­ dukça çok, pek çok, ne kadar çok: Ara­ se kalmaz. Siegfried’in kılıcıyla Hagen’in dan nice yıllar geçti. Başından nice olay­ başını kesen Kriemhild de hemen Hilde­ lar geçti. —2. Nice yıllara, senelere, do­ brand tarafından öldürülür. ğum günü, yılbaşı vb. yıldönümlerinde Türünün başyapıtı ve ortaçağ alman "daha bir çok yıllar görün" anlamında kul­ edebiyatının en önemli yapıtı olan bu des­ lanılan iyi dilek sözü. — 3. Nice nice, pek tanda, iki bölüm arasındaki biçimsel den­ çok: Nice nice bayramlara. geye (birinci bölüm 1 142, ikinci bölüm 1 ♦ be. Esk. Nasıl: "Yolunuz o yana doğ­ 237 kıta), bunların derin birliği ve bütünün ru varırsa /Ayrılık nicedir sorun turnalar" dramatik ve psikolojik zenginliği eklenir. (Ruhsati, XIX. yy.). Nibelungenlied'in kaynaklanabileceği ve VI. yy.’a kadar uzanan geleneğin kökenin­ N İC E , Fransa'da département (Alpesde, biri Siegfried'in öldürülmesi, öteki burMaritimes) merkezi, Côte d'Azur'de; 345 gund kralların ölümü olmak üzere, iki ef­ 674 nüf. (1992). Paillon kıyı selinin öte­ sane vardır. İkinci efsane, Burgundlar'ın sinde uzanır; deniz cephesindeki Pro­ Hunlar tarafından öldürülmesi (436) gibi menade des Anglais’si dünyaca ünlüdür. belirli tarihsel olgulara bağlanabilir Bu ta­ rihsel veriye, bir ejderi yenen, bir hâzine­ Bk. re s im s a y fa 8 6 3 6 ye sahip ve valkür Brunhild’i kendine bağ­ layan Siegfried'in düzmece öyküsü ekle­ Nice karnavalı Fransa’nın en çok ilgi gö­ nir. Franklar’ın ülkesinde, İskandinavya' ren karnavallarından biridir. Daha yaygın da ve İzlanda'da bilinen efsane, Güney Al­ olan yaz turizmi iki dünya savaşı arasın­ manya'da benimsendi ve XII. yy.'da kesin dan bu yana gelişmektedir. Nice, günü­ biçimini orada aldı. (-» T etralogía .) müzde, hem Côte d'Azur’ün en büyük tu­ rizm merkezi hem de özellikle emekliler N lb e lu n g e n ’ ln y ü z ü ğ ü -» TETRALO­ için en önemli tatil merkezidir. GÍA. —Tar. İ.Ö. V. yy.’da Marsilyalılar tarafından N İC A D a. (ar. nicad). Esk. 1. Kılıç bağı, kurulan Nice (yun. Nikaia, lat. Nicaea), bir kılıç askısı. — 2. Çapraz asılan şey. procurator'un yönetimindeki Alpes Maritimae eyaletine (İ.Ö. 27'de Augustus tara­ N İC A E A - NİKAİA. fından oluşturuldu; merkezi Cemenelum N İC A N D R A a (fr. nicandre; lat. nicand[bugün Cimiez] Nice yakınlarındadır) ka­ ra; yun. Nikandros'tan). Anayurdu Peru ve tıldı. Bolivya olan ve Avrupa'da kurak yerlerde, Nice, Provence kontu Raimond-Bérenyarı yabani olarak yetişen, çok güzel ma­ ger IV’ün kızı Béatrice'in Anjoulu Carlo ile vi çiçekli, kötü kokulu, çok zehirli biryıllık evlenmesi üzerine Provence'ın geri kalan otsu bitki. (Patlıcangiller familyası.) bölümüyle birlikte Anjoulular’ın egemen­ liğine geçti (1246). Birçok kez fransız or­ N İC A R a (ar nicar). Esk. Bir şeyin çıktı­ duları tarafından işgal edildi ve Devrim'in ğı yer, kök, kaynak. başlarında göçmenlerin sığınağı durumu­ N İC A R E T a (ar necr'den nicaret). Esk. na geldi. 24 mart 1860’ta, Nice ve kont­ Marangozun yaptığı iş, marangozluk, dül­ luğu Fransa'ya bırakıldı. gerlik. —Güz. sant. Kentin ilk kurulduğu tepede yapılan kazılarda, XI. ve XII. yy. katedral­ N İC A R O , Küba’da, Holguin'in D.’sunda lerinin temelleri ortaya çıkarıldı. Kentteki kent; 3 000 nüf. Nikel çıkarma ve arıtma.



V e rtu t-M a z e n o d



sanat etkinliğinin en ilginç kanıtları, din­ sel yapılardır; bunların çoğu XV.-XVI. yy. Nice kökenli primitif ressamların (Bröalar, J. Miralhet vb.) yapıtlarıyla süslüdür. Güney Fransa gibi Nice’e de, XX. yy.'da birçok sanatçı yerleşti (Modigliani, Dufy, Matisse vb.); yeni gerçekçi Arman, Y. Klein ve Raysse ya da Ben, Malaval, Gra­ upe 70 ressamları vb. gibi birbirinden çok farklı, ancak kentin sanat alanındaki can­ lılığını yansıtan Nice'de yetişen sanatçılar, 60’lı yıllardan itibaren, çoğu kez “ Nice okulu” adıyla anılmaya başlandı. N İC E L sıf. (n/ce'den nice-t). NİTEL’e kar­ şıt olarak, nicelikle ilgili şey için kullanılır. —Anal. kim. Nicel çözümleme, bir bileşik ya da bir karışımın bileşenlerini kütle ya da hacim olarak belirleyen çözümleme. —istat. Nicel dağılım, nicel bir özelliğin sıklık dağılımı. (Eşanl. HOMOGRAD DAĞI­ LIM.) —Tar. Nicel tarih, esas olarak istatistiklere dayanan tarih. —Zootekn. Nicel karakter, hayvan ıslahın­ da, çok sayıda çift genle belirlenen ve or­ tamın etkisi altında kalan karakter. (Üretim karakterlerinin hemen hemen tümü nicel­ dir; bir yılda yumurtlanan yumurta sayısı, büyüme hızı, süt verimi ve yağ oranı bu tipte belirleyici nedenlere dayanır.) N İC E LE M E a Mant. 1. A(w, ,..., gi­ bi bir formülde geçen bağsız değişken“ Burgundlar'ın Hunlar’ın ülkesine gidişi" Nibelungenlied’in almanca bir elyazmasından minyatür (1436-1440’a doğr.) Staatsbibliothek Preussischer Kulturbesitz, Berlin



N ia u x r Orta Madeleine



koşuluyla, göreli dinamikte de aynı biçi­ mi korur, v, c ye göre çok küçükse, yine klasik ifadenin elde edildiği doğrula­ nır. —Sesbil. Genellikle iki nicelik derecesi ayırt edilir: uzun ve kısa. Bu ayrım, ele alınan sesin niteliğine ya da çevre ses­ lerin etkisine ilişkin olduğunda sesbilimsel değil, sesbilgiseldir. Örneğin, açık ün­ lülerle genizsil ünlüler, kapalı ünlülerin tersine uzundur. Öte yandan nicelik kar­ şıtlığının, danca, estonya dili, fince, sırpça, hırvatça, çekçe gibi birçok dilde sesbilimsel bir değeri vardır; başka bir de­ yişle nicelik tek başına sözcüğün anla­ mını değiştirebilir. Bu ayırıcı işlev kimi dil­ lerde etkisini yitirmiştir. N İC H E L İN O , İtalya'da (Piemonte), Torino'nun G.’inde kent; 44 000 nüf. Oto­ mobil aksesuarları. Tekstil ve besin sana­ yileri.



Nice liman ve kentin bir bölümü



leri niceleyicilerle bağlama işlemi. (Niceleyiciler yalnızca birey değişkenlerine iliş­ kinse, onlara birinci dereceden niceleyi­ ciler; yüklem değişkenlerine ilişkinse, ikin­ ci dereceden niceleyiciler denir.) [Eşanl. GENELLEME.) — 2 . Niceleme kuramı, YÜKLEMELER HESABl’nın eşanlamlısı. N İC E L E M E K g. f. Mant. Bir terime, bir simgeye, bir önermeye nicelik yüklemek. ♦ nicelenm ek edilg. f. Nicelemek ey­ lemine konu olmak. —Mant. Nicelenmiş önerme, bazı değiş­ kenleri niceleyicilerle bağlanan önerme. N İC E L E N M E K -



NİCELEMEK.



N İC E LE Y İC İ a. Dilbil. Bir nicelik düşün­ cesini aktaran belirleyici (örn: her, iki, tüm). —Mant. Sözdizimsel kullanımı, kurma ve çıkarım kurallarıyla, anlambilimsel kullanı­ mı ise yorumlama kurallarıyla belirlenen biçimsel bir dilin özgül simgesi. (En çok kullanılan niceleyiciler, varoluşsal* nicele­ yici ile tümel* niceleyicidir. Bazen Boole değişkeni hesabında olduğu gibi v, A ya da cebirsel hesapta olduğu gibi E, ır sim­ geleri de kullanılır.) || Niceleyicilerin elen­ mesini kabul eden kuram, her formülü, niceleyicisiz bir formülle eşdeğerde olan ku­ ram. (Belirli bir özellikteki cebirsel olarak kapalı cisimler kuramı ve özellikle Abel gruplan kuramı, niceleyicileri elemeyi ka­ bul eden kuramlardır.) N İC E L İK a Bir şeyin sayılabilir ya da öl­ çülebilir olma özelliği. (Esk. eşanl. KEMİ­ YET.) —Dilbil. Nicelik belirteci, bir nicelik düşün­ cesini anlatan belirteç (örn. pek, çok, ne d e n li). —Fels. Bir bilgi nesnesinin bir sayı ya da önceden saptanan türdeş bir birim siste­ miyle ölçülebilip ölçülemeyeceği sorusu­ na cevap veren zihin kategorisi. (Bk. ansıkl. böl.) —Fizs. mekan. Devinim niceliği, madde­ sel bir nokta için, bunun m kütlesiyle v hı­ zının? çarpımı(p = mv);bir cisim için bu­ nu oluşturan maddesel noktaların devinim nicelikleri toplamı. (Bk. ansikl. böl.) —Kim. Nicelik belirleme, DOZ* BELİRLEME'nin eşanlamlısı. || Nicelik belirlemek, DOZ* BELİRLEMEK'in eşanlamlısı. —Opt. ve Aydınlt. Işık niceliği, ışık akışı­ nın akı süresiyle çarpımı. (SI birimi: lümen -saniye). —Ûlçbil. Bir hecenin söylenişi için gerek­ li süre. (Söylenişin bir ya da iki zaman bi­ rimi sürmesine bağlı olarak bir hece uzun ya da kısa olabilir. Nicelik yapı ve konum açısından ikiye ayrılır. Yapısından kaynak­ lanan özelliğe, sözcük ya da dize içinde-



ki konumuna göre, hece uzun ya da kısa olabilir.) —Sesbil. Söz zincirinde bir sesbirimin gö­ rece süresi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Fels. Platon, niceliği tanımlamak için sayılar ideasına ve sayıların karşılaş­ tırılmasına yönelir: "Nicelik olan her şey, büyük ve küçük dyadına (karşıt çift) bağ­ lıdır yani artmaya ve azalmaya elverişlidir" Aziz Thomas da niceliğin, “ her biri bir bi­ rim olan öğelere bölünebilirlik" olduğunu yinelerken, Aristoteles'in niceliği bir teri­ me ilişkin ne kadar? sorusuna verilebile­ cek karşılık olarak tanımlamasına dayanı­ yordu. Aristoteles şöyle yazıyordu: "Her biri özü gereği bir ve bölünmez bir şey olan iki ya da daha çok tamamlayıcı öğe­ ye bölünebilen şeye nicelik denir” (Meta­ fizik, 4, 13). Kant'ta nicelik, tümel-tikel-özel yargıla­ ra bağlı olduğu kategoriler tablosunda yer alır (Salt aklın eleştirisi [Kritik der reinen Vernunft], 1, 2). Hegel’e göre her bilginin mantıksal açıl­ masında "başlangıç, olduğu gibi varlıkla ve dolayısıyla nitel varlıkla kendini gösterir” ikinci belirlenim olan nicelik (alm. Quanti­ tät) ise, “ olumsuz duruma gelen nltellk"tir Niceliğin anlatımı büyüklük ya da sayıdır, yani "artık varlıkla bir ve aynı olmayan, on­ dan ayrılmış olan belirlenim''dir (Wissens­ chaft der Logik [Mantık bilimi], "Varlık” ). Örneğin, “ eğer bir tarlanın sınırı, yani ni­ celiği değişirse, tarla eskiden olduğu gibi gene tarla olarak kalır” (ay. ypt.,2). Engels şöyle der: "Marx'in Kapital'inin tüm dördüncü bölümünde (elbirliği, işbö­ lümü ve manüfaktür, makinecilik ve büyük sanayi alanlarında nispi artık-değer üreti­ mi), nicel bir dönüşümün nesnelerianiteliğini, nitel bir dönüşümün nesnelerin ni­ celiğini değiştirdiği, yani [...] niceliğin ni­ teliğe, niteliğin de niceliğe dönüştüğü bir­ çok durum İncelenm ektedir" (Anti -Dıühring, 1, 12). —Fizs. mekan. Devinim niceliği. Bu kav­ ram mekanikte ve özellikle dinamiğin te­ mel yasasının açıklanmasında temel bir rol oynar: bir cismin devinim niceliğinin tü­ revi, bu cisme etkiyen kuvvetlerin topladp mına eşittir; — = sf.



Bu yasa, yörün­



gelerden yola çıkarak kuvvetleri ve kuv­ vetlerden yola çıkarak yörüngeleri belir­ lemeye olanak verir. Aynı yasa, devinim niceliğinin tanımını değiştirmek, yani, c boşluktaki ışık hızını göstermek üzere



P=



m v



N İC H E L M A N N (Christoph), alman besteci (Treuenbrietzen 1717 - Berlin 1762). 1745-1756 arasında Berlin’de Prusya kralının klavsencisiydi. Pianofor­ te için üç bölümlü sonatlar, salon yapıt­ ları ve vokal parçalar (bunlardan Ii sogno di Scipione adlı ünlü serenat ve türü­ nün ilk örnekleri olan birsesli 22 lied anılmalıdır) besteledi. N IC H O L A S (Albert), amerikali caz klarinetçisi (New Ôrleans 1900 - Basel, İsviç­ re, 1973). 1922’de kendi orkestrasını kur­ du. 1924’te Chicago’da King Oliver ile, 1928’de de New York’ta Luis Russell ile çaldı. Daha sonra, aralarında Chick Webb’inki de bulunan büyük orkestralar­ da çalıştı. Bir süre, yeni grubunu yönetti. 1936-1939 arasında, Luis Russel ile yeni­ den bir araya geldiler. Yine bu yıllarda Jelly Roll Morton ile plaklar doldurdu. 1945’te Sidney Bechet ile plak yaptı ve ye­ ni bir üçlü kurdu. 1953’te Avrupa'ya yer­ leşti. Jimmie Noone'un parlak bir öğren­ cisi olan Nicholas, New Orleans cazının en yetenekli klarinetçilerindendir. Başlıca plakları: Panama (Luis Russell ile, 1928), West-End Blues (Jelly Roll Morton ile, 1939), Weary Way Blues (S. Bechet ile, 1946). N İC H O L S (Ernest Fox), amerikali fizikçi (Leavenworth, Kansas, 1869 - Washington 1924), Çalışmalarının büyük bölümünü New Hampshire koleji’nde, daha sonra da Cleveland laboratuvarlarında gerçek­ leştirdi. J. F. Hull ile birlikte ışınım basın­ cının ilk ölçümünü yaptı (1901); ancak Nic­ hols daha çok, 1923’te J. D. Tear ile bir­ likte küçük bir salıngaç yardımıyla 0,2 mm'lik Hertz dalgaları oluşturarak radyo­ elektrik dalgalarla kızılaltı ışınları birleştir­ mesiyle tanınır. Bu ışınımların 200 ve 400 pm arasında, sistemli bir incelemesini yaptı. N İC H O L S (Dudley), amerikali senaryo­ cu (Wapakoneta, Ohio, 1895 - Hollywood 1960). Özellikle John Ford (Kayıp birlik [The Lost Patrol], 1934; Muhbir [The in­ former], 1935; Cehennem yolcuları [Sta­ gecoach], 193Ş); The Fugitive, 1947), Jean Renoir (l’Étang tragique, 1941; Viv­ re libre, 1945), René Clair (/f Happened tomorrow, 1943; Dix Petits indiens, 1945), Howard Hawks (Bringing Up Baby, 1938), Anthony Mann (Kanlı vadi [The Tin Star], 1957) ile çalıştı. Ayrıca tek başına Mour­ ning becomes Electra (1947) gibi birçok film gerçekleştirdi. N İC H O LS O N (William), İngiliz kimyacı ve fizikçi (Londra 1753 - Bloomsbury, Londra, 1815). 1775'te Londra'da bir okul açtı. Kendi adını taşıyan yoğunlukölçeri icat etti. 1800’de Volta pilinde değişiklik yaptı ve Carlisle ile birlikte az asitli suyu ayrıştırarak elektroliz olayını keşfetti. Fourcroy ve Chaptal'ın yapıtlarını çevirerek



(1787 ve 1788) transız kimyasının İngilte­ re'de tanınmasını sağladı. En önemli ya­ pıtları şunlardır: introduction to Natural Philosophy (Doğal felsefeye giriş) [1781] ve Dictionary of Chemistry (Kimya sözlü­ ğü) [1795], N İC H O L S O N (John), İngiliz general (Dublin 1821 - Delhi 1857). Afganistan se­ ferinden sonra, ayaklanan Pencab’ın üze­ rine yürüdü. Peşaver'de sipahiler isyanı­ nı bastırdı, ama Delhi'ye girerken öldürül­ dü. N İC H O L S O N (Reynold Alleine), İngiliz doğubilimci (Keighley, Yorkshire, 1868 - Chester 1945). Arapça ve farsça uzma­ nıydı, özellikle müslüman gizemciliğiyle il­ gilendi ve bir arap edebiyatı tarihi yayım­ ladı (1907). N İC H O L S O N (sir William), İngiliz res­ sam ve gravürcü (Newark-upon - Trent 1872 - ay. y. 1949). Paris'te Julian akade­ misi'nde öğrenciyken Manet ve Toulouse -Lautrec'i kefşetti. 1894'ten itibaren, kayın­ biraderi James Pryde (1866-1941) ile bir­ likte “ The Beggarstaff brothers" adıyla ta­ nınan sanatçı, ağaçoyma basmalı ve taşbaskı tekniklerini kullanarak, oldukça ye­ nilikçi yalın bir üslupla afişler ve resimle­ meler yaptı. 1900’den sonra, kendini da­ ha çok resme verdi, portreler (Miss Jekill, 1920, Tate Gallery), manzaralar (özellikle ispanyadan), natürmortlar gerçekleştirdi. N İC H O LS O N (Ben), İngiliz ressam (Den­ ham, Buckinghamshire, 1894-Londra 1982). Resme başlangıç yıllarının manzara ve natürmort çalışmalarında kübizmden et­ kilenen sanatçı, 30'lu yıllarda, Mondrian’ın etkisiyle, son derece kesin soyut bir sana­ ta yöneldi (yalnızca yuvarlak ve kare geo­ metrik biçimlerden yola çıkarılarak oluştu­ rulmuş "Beyaz kabartmalar", 1934-1939). İngiliz Unit One grubu’nun ve Soyutlama -Yaratma grubu’nun üyesi olan Nicholson, İngiltere'de soyut sanatın gelişiminde be­ lirleyici bir rol oynadı; Cornwall’da Saint ives'a yerleşince (1939-1958), çevresinde kendi sanatının izleyicilerinden bir grup oluşturdu. Yeniden renk kullanmaya baş­ ladı; sanatı, ışıklı tonların uyumuyla, man­ zaraya ve nesneye yapılan göndermelerle beslenen yalın bir yapı üzerine kurulmuş­ tur. N İC H O L S O N (Jack), amerikalı sine­ ma oyuncusu (Neptune, New Jersey, 1937). Dennis Hoper’in Easy Rider (1969) filmindeki rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarı'na aday gösterildi. İddialı ve alışılagelmişin dışındaki rolle­ riyle tanındı: Ride in The Whirlwind (Monte Hellman, 1966), Five Easy Pie­ ces (Bob Rafelson, 1969), On a Clear Day You can See Forever (Vincente Minelli, 1970), Çin mahallesi (Chinatown) [Roman Polonsky, 1974], Guguk kuşu (One Flew over the Cuckoo’s Nest) [Mi­ los Forman, 1975; 1976 yılı en iyi oyun­ cu oscari), The Last Tycoon (Elia Kazan, 1976), Terms of Enderment (J. Brooks, 1983; 1984 yılı en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarı), Postacı kapıyı iki kere çalar (The Postman Always Rings Twice) [Bob Rafelson, 1982], Prizziler'in onuru(Prizzl's Honor) [J. Houston, 1985], Batman (Tim Barton, 1989), Bir kaç iyi adam (A Few Good Men) [Rob Reiner, 1992], Hoffo(Denny Devito, 1992). N IC K E L O D E O N , XX. yy.’in ilk on yılın­ da ABD'de yaygınlaşan bazı sinema gös­ terim salonlarına verilen İngilizce ad. Bu salonlara bir nikel (5 cent) karşılığında gi­ riliyordu. ilk Nickelodeon 1905’te Pittsburgh’ta açılmıştı. N İC O B A R a d a la r ı, Bengal körfezin­ de hint takımadası (Andaman ve Nicobar adaları toprağı), Andaman adalarıy­ la Sumatra arasında; 1 645 km2; 115 133 nüf. Nicobar adaları, göçebe tarımla geçinen çok ilkel kabilelerin yaşadığı sa­ vanlar ve ormanlarla kaplıdır. Balıkçılık,



pirinç ve hindistancevizi yetiştiriciliği yerleşik yaşayanların temel uğraşıdır. Hindistancevizi dışsatımı. N İC O B A R LE H Ç ES İ a. Mon-khmer ai­ lesinin lehçe öbeği; Nicobar adalarında konuşulur.



•'!> ;



N lc o -c o , 1603’te Kyoto’da, Tokugava ieyasu tarafından yapılan şato; 1624’te to­ runu Tokugava iemitsu, Momoyama* şatosu’nun en güzel parçalarını kullanarak yapıyı genişletti. Tüm resimler Kano oku­ lu sanatçılarının, özellikle de Kano Tanyu ile Kano hjaonobu’nundur. Bahçedeki bit­ kiler XIX. yy.’da yenilenmiştir. N İC O L a. (öz. a. W. Nicol'den). Opt. Polarlanmış ışık elde etmeye yarayan ve çiftkırıcı kristallerde polarlanmış iki ışının eşit olmayan kırılırlığı ilkesine dayanan düze­ nek. (NİCOL PRİZMASI da denir.) —ANSİKL. Nicol yaklaşık 35°’lik bir açıy­ la eğik olarak kesilmiş ve iki parçası Ka­ nada balsamıyla yapıştırılmış bir spattan oluşur. Polarma* deneylerinde gerek polarizör, gerek çözümleyici olarak kullanı­ lır. N İC O L (William), İngiliz fizikçi (iskoçya’ da 1768’e doğr. - Edinburgh 1851). Ken­ di adını taşıyan ve İzlanda spatını polarlayan prizmayı icat etmesiyle (1828) tanı­ nır. N İC O L A P İS A N O , İtalyan heykelci (öl. 1284’ten önce), XIII. yy.’ın üçüncü çeyre­ ğinde yaşamış olan en ünlü heykel sanat­ çısıdır. Büyük bir olasılıkla Pisa’daki Campo Santo’da toplanmış olan Roma lahitlerinden etkilendi; Friedrich ll’nin güney­ de kurduğu atölyelerle de ilişki içindeydi. 1260’ta gerçekleştirdiği Pisa vaftizhanesi kürsüsü, klasik anlayışta olmasına karşın çağdaş duyarlığa açıktır. Siena katedrali’nin vaiz kürsüsünün yapımında (1265 ta­ rihli sözleşme), oğlu Giovanni* ve Arnolfo di Cambio ile birlikte çalıştı. Sanatçı bu yapıtında Antikçağ’a göndermeler yapar; ancak dönemin transız heykelciliğinden de esinlenir. Giovanni, açılışı 1278’de ya­ pılan Perugia çeşmesi’nin gerçekleştiril­ mesine daha da etkin biçimde katıldı.



Ş ogakukan



les’in, duyu verilerinin yanılmazlığını da, yanılırlığını da kanıtlamamış olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, Aristoteles’in töz kavra­ mını da eleştirmekteydi. Tezlerini, tümüy­ le Discussio et reprobatio errorum Magistri Nicolai (Üstat Nicolas'ın hatalarının tarsp a tta n k o ş u tyü zlü (sa yd a m )



tışılması ve kınanması) adlı yapıttan öğ­ renmekteyiz. insanın kesin bilgiye ulaşa­ bileceği düşüncesini -kuşkusuz, inanç ve­ rilerini tartışma konusu yapmaksızın- yad­ sıyan bu felsefe XIV. yüzyıl felsefe öğreti­ mini büyük ölçüde etkiledi. N İC O L A S I ya da N İK İT A I P E T R O V İC N J E G O S (Njegos 1841 - An­ tibes 1921). Karadağ prensi (18601910), sonra kralı (1910-1918). Amcası Danilo l’den sonra tahta çıktı. Saltanatı sırasında Karadağ, bağımsızlığına ka­ vuştu (Berlin kongresi, 1878) ve Balkan savaşı'ndan sonra Yeni Pazar sancağı­ nın yarısını aldı (1913). Prens, ülkesini modernleştirdi, ama rejimi, 1905'te kabul ettiği anayasa gibi, otoriterdi. Nicolas I, Birinci Dünya savaşı sırasında Sırbis­ tan’ın yanında yer aldı, ama 1915'te Avusturyalılar'a teslim olmak ve Bordeaux'ya göç etmek zorunda kaldı ve 1918’de tahttan İndirildi.



N İC O L A İ (Otto), alman besteci (Königsberg 1810-Berlin 1849). 1837’de Kârntnertor Theater’de, 1841’de de Viyana impa­ ratorluk operası’nda orkestra şefliğine ge­ tirildi. Daha sonra Berlin'de katedral ko­ rolarını ve Krallık operası’nın orkestrasını yönetti (1848); Windsor'm şen kadınları (1849) adlı operası Berlin'de sahnelendi.



N ic o la s -F a v re h a s ta lığ ı (Lyonlu deri



N İC O L A S A u tr e c a u r flu , ortaçağ filo­ zofu (Autrecourt, Verdun, 1300-1350’den sonr.). Tanrıbilim okudu, yazılarını yakma­ ya mahkûm edildi (1346) ve tanrıbilim okutmaya yetkili olmadığı ilan edildi. Ger­ çekten de, Autrecourtlu Nicolas, Aristote-



Kano Tanyu ve okulunca boyanmış sürm e kapılar)



K a n a d a b a lsa m ıyla ya p ış tırm a



N İC O L A İ (Friedrich), alman yazar (Ber­ lin 1733-ay y. 1811). Lessing’in ve Mendelssohn’un dostuydu, akılcı eğilimli Bibliothek der schönen Wissenschaften und der freyen KCınste'yi (1757-1765), sonra Briefe die neuste Literatür betreffendi (1761-1767) veAHgemeine Deutsche Bibliotheki (1765) kurdu. Türünün, alman edebiyatında ilk örnekleri olan bu üç dergi düşünce hareketlerini, Almanya'da ve ya­ bancı ülkelerde yayımlanmış yapıtları ta­ nıtma amacına yönelikti. Nicolai bu der­ gilerde ve yergi romanlarında (Leben und Meinungen des Magisters Sebaldus Nothanker, 1773-1776, Kant’a yöneltilmiş) Aufklârung'un akılcılığını savundu.



N lc o la le r b a s ili, 1884’te alman hekim Arthur Nlcolaler (Cosel, Yukarı Silezya, 1862-Berlin 1942) tarafından keşfedilip ta­ nımlanan tetanos basili. Toprak mikroor­ ganizmalarından biri olan bu anaerobi basilin, bir ucunda bir spordan oluşan da­ vul tokmağı ya da topuz biçiminde bir şiş­ kinlik bulunur. Nörotrop olan toksini, ge­ nel tetanos halinde ölümle sonuçlanan felç edici kasılmalardan sorumludur.



N lco -co ’daki dairelerin bir odası



nicol Kanada balsam ının tam bir yansım aya uğrayan olağan ışın için kırılma indisi spatın indisinden küçük, prizm anın ikinci yarısını tek başına geçen olağanüstü ışın için spatın indisinden büyüktür; olağanüstü ışın, geçilen asal kesite dik bir düzlem içinde polarlanm ış olarak çıkar.



Nicola Pisano Siena katedrali vaiz kürsüsünün üst bölümü (İsa’nın yaşamını betimleyen yüksekkabartmalar, peygamber, melek ve Erdem heykelcikleri) m erm er, 1265-1268



Nicolas-Favre hastalığı 8638



G ir.audon



hastalıkları uzmanı Joseph Nicolas [1868 -1960] ile Jules Favre*'ın adlarından), klamidia cinsinden bir mikrobun neden ol­ duğu zührevi hastalık. Başlangıç lezyonu (poradenit şankrı) genellikle belirtisiz ge­ çer. ilk belirtiler, iltihaplı, ağrılı, büyük kit­ leler halindeki kasık adenopatilerdir. Bun­ lar hıyarcıklara dönüşür, sonra da fistülleşir (kasık poradeniti). Ardından gödenbağırsağı bozuklukları meydana çıkar: rektit ve sonra rektum daralması. Makat ve rektumdaki lezyonlar Jersild* sendromuna ve estiyomene neden olarak tüm ma­ kat, rektum ve cinsel organlara yayılabilir. Özellikle eşcinsellerde göfülen bu hasta­ lık, sülfamitlerle birkaç gün içinde tedavi edileli beri oldukça seyrek görülmektedir. (Eşanl. züh revİ le n fo g ra n ü lo m . subAKUT ya da İYİCİL KASIK LENFOGRANÜLOMATOZU, PORADENİT.) N ic o la s N ic k le b y , Ch. Dickens'ın ro­ manı (1839). Cimri ve milyoner bir amca­ nın sorumluluğuna bırakılmış iki yetim kar­ deşten: Nicolas öğretmen yardımcısı, kız kardeşi de modacı olur. Amcalarının yok­ sulluğa sürüklediği bir beyefendi sayesin­ de saygınlıklarını yeniden kazanırlar. Bu tema çerçevesinde eğitim kurumlarının dehşet verici bir tablosunun çizilmesi, özel öğretimde bir reform kampanyasının açıl­ masına neden olmuştur.



p ap a Nicolaus V Honoré Bonel'nin :/ minyatüründen bir ayrıntı (1450) Arsenal kitaplığı, Paris



A s s is ta n c e p u b liq u e



N İC O L A U (Pedro), Ispanyol ressam, 1390'dan yaklaşık 1412’ye kadar Valencia ve Aragön’da etkinlik gösterdi; uluslara­ rası gotik üslupta yapıt yermiş başlıca valencialı ustalardandır. Üslubunun özellik­ leri, 1404’te Sarriön (Teruel ili) piskopos­ luk çevresi kilisesi için yaptığı sunakarkalığı esas alınarak tanımlanır. Bu sunakarkalığının orta bölümünde (1936’da tahrip olmuştur), ressamın gözde teması olan, kucağında çocuk İsa, çevresinde melek­ lerle Meryem Ana vardır; yapıtın zerafetl ve inceliği Köln okulunun üslubunu çağ­ rıştırır. Nicolau’nun o dönemin germen ressamlarıyla bağları, Saksonyalı Marzal ile yaptığı sıkı işbirliğiyle güçlenmiştir. N İC O L A U S I (aziz) [Roma 800’e doğr. - ay. y. 867], 858-867 arasında papalık yaptı. 847’de diyakoz oldu, Leo IV’ün, sonra da Benedictus lll’ün danışmanlığı­ nı yaptı ve bu sonrakinin ardından papa seçildi. Papalık’ın üstünlüğünü korumaya çalıştı. Lothar II ile Theutberga’nın boşan­ maları sorununda (860-865), Lorraine pis­ koposluğunun krala yaranma çabalarına rağmen, kralın isteğine boyun eğmedi. Photius’un İstanbul patrikliği’ne seçilme­ si işlemini iptal etti, Bulgarlar’ı Kilise ye ka­ bul ederek onlara önemli bir öğreti bel­ gesi olan Ad consulta Bulgarorum'u gön­ derdi. N İC O L A U S I I (Gerardo di BORGOGNA) [Chevron, Savoia, 980’e doğr. - Floransa 1061], 1059-1061 arasında papa. Nicola­ us II Simonia ile mücadele etti. Norman prensleri Aversalı Riccardo ve Roberto Guiscardo’yu vasalları olarak Papalık'a bağlayarak, İtalya’daki imparatorluk nüfu­ zunu dengeledi.



Charles Nicolle



N İC O L A U S IV (Girolamo MASCİ) [Lisciano, Ascoli yakınında, 1230’a doğr. - Ro­ ma 1292], 1288-1292 arası papa. Rudolf von Habsburg’dan Romanya’yı aldı. Anjoulu Carlo ll'ye Sicilya kralı tacını giydir­ di (1289), Macaristan krallığı'nı Carlo II’ nin büyük oğlu Charles Martel'e verdi. Akkâ'nın alınmasından sonra Haçlılar'ın geri çekilmelerini önlemeye çalıştı, fakat başa­ rılı olamadı. 1289’da Moğolistan’a fransisken Giovanni da Montecorvino'yu gön­ derdi. ■ N İC O L A U S V (Tommaso PARENTUCELLi) [Sarzana 1397 - Roma 1455], 1447 -1455 arasında papalık yaptı. Bologna pis­ koposuydu (1444), 1446'da kardinal oldu, Eugenius IV'ün ardından papa seçildi. Friedrich III ile Viyana konkordatosu'nu imzaladı (1448). Friedrich lll'e taç giydir­ di (1452) ve İstanbul’un fethinden (1453)



sonra hıristiyan prensleri haçlı seferi dü­ zenlemeye teşvik ettiyse de sonuç alarma-’ dı. Vatikan kütüphanesi’™ kurdu; sanat ve edebiyat hamisiydi, Rönesans döneminin ilk papası oldu. N İC O L A U S C U S A N U S - NİKOLAUS VON KUES. N İC O L E (Pierre), fransız ahlakçı (Chart­ res 1625 - Paris 1695). Port-ftoyal akımı­ na ilgi duyarak önce Petites Ecoles’e bağ­ landı (1649-1654), daha sonra Arnauld, onu tartışmalarında yardımcı olması için yanına aldı. Provinciales adlı yapıtının hazırlanışında Pascal’a bilgi sağladı. Tartış­ ma yazılarına düşkünlüğü onu, Desmarets de Saint-Sorlin’e, protestanlara, clzvitlere ve gizemcilere karşı yapıtlar yazma­ ya yöneltti. 1679'da, Arnauld gibi o da Hollanda'ya sığındı, ama geri dönme iz­ nini alabildi. Essais de morale (Ahlak de­ nemeleri) [1671-1678] adlı bir yapıtı vardır. « N İC O L L E (Charles), fransız bakteriyoloji uzmanı (Rouen 1866 - Tunus 1936). Tu­ nus Pasteur enstitüsü’nün müdürü (1903 -1936), Bilimler akademisi üyesi (1929) ve Collège de France'ta profesör oldu (1932). Tifüsün nasıl bulaştığını (1909), kalaazarın köpeklerden geçtiğini, kızamığın se­ rumla önlenmesi yöntemini, rekürrens ha­ lindeki ateşi bulaştıran etkeni, vb. buldu. Ayrıca bilimsel felsefe üstüne kitaplar (Bi­ ologie de l'invention [icat biyolojisi], la Destinée humaine [insanın kaderi], vb.) ve romanlar yazdı. (1928 Nobel tıp ödülü.) N İC O LO , İtalyan seramikçi (1519’dan 1540'a kadar etkinlik gösterdi). Seramik tarihçileri, Casteldurante’de doğduğu sa­ nılan ve XVI. yy, majolika sanatının en bü­ yük ressamlarından biri sayılan Nlcolo Pellipario adlı bir sanatçının varlığını sap­ tamışlarsa da, bugün böyle bir kişinin ya­ şamış olduğu reddedilmektedir. Sanatçı­ nın, Kutsal Kitap ve mitolojiden esinlenmiş tarihsel sahnelerle bezeli ve en ünlüsü 1520’ye doğru, Este ailesinden isabella için yapılmış yemek takımlarından meyda­ na gelen yapıtının tümü, Guido Durantino’nun Urbino'daki imalathanesinde ça­ lışan ressam Nicolo da Urbino'ya mal edil­ mektedir. N İC O LS O N (Lionel Benedict), İngiliz sa­ nat tarihçisi (Knole, Londra yakınında, 1914 - Londra 1978). Önce Floransa'da Berenson'un yanında çalıştı, sonra Ingi­ liz krallık koleksiyonlarının yönetimiyle gö­ revlendirildi. Burlington Magazine'in yö­ neticisi oldu (1947-1978) ve bu sanat der­ gisini, sunuluşu ve içeriğinin açık seçikliği açısından en dikkat çekici bilimsel ya­ yınlardan biri haline getirdi. Caravaggio uzmanıydı. Birçok makalenin yanı sıra iki monografi (Terbrugghen, 1958 ve Geor­ ges de La Tour, 1974) yazdı. The interna­ tional Caravaggesque Movement (Ulus­ lararası Caravaggio akımı) [1979] temel yapıtıdır. N İC O M A C H U S F L A V İA N U S (Virius), Geç imparatorluk döneminde yaşamış dilbilgici ve tarihçi (İ.S. 334'e doğr - 394'e doğr.). Afrika vicariusu (363), Bizans sarayı'ndaquaestor(382), İtalya’da praetor praefectusu (390) ve konsül (394) oldu; Symmachus'un arkadaşıydı, Macrobius' un Saturnales'inde kendisiyle konuşulan­ lardan biridir. N İC O S İA -



LEFKOŞA.



N İC O T E N N O (1143-1165), japon impa­ ratoru (1159-1165). Saltanatı, Minamotolar ile Tairalar arasındaki rekabetin yol açtığı karışıklıklar içinde geçti. N İC O T E R A (Giovanni), İtalyan siyaset adamı (Sambiase, Calabria, 1828 - Vico Equense, Napoli, 1894). 1848'den sonra Torino’ya sığındı ve oradan Capri’ye kar­ şı bir sefer gerçekleştirmeye kalkıştı (ha­ ziran 1857). Tutuklanarak, Favignana ada­ sına sürüldü. Serbest bırakılınca (1860) Garlbaldi’nln safında çarpıştı (1860-1867), sonra Savoia hanedanıyla birleşti (1870).



Agostino Depretis hükümetinde içişleri bakanı oldu (1876-77), telgraf haberleşme­ lerinin gizliliğini ihlal eden bir olaydan ötü­ rü Meclls'te düşürüldü (1877). Muhalefet­ teyken Cairoli, Crispi, Zanardelli ve Baccarini ile birlikte "Beş büyükler” l kurdu ve Sicilya'da eşkıyalığı bastırdı. Giderek sa­ ğa kayan Nicotera, Di Rudini'nin kabine­ sinde içişleri bakanlığı yaptı (1891-1892). N İC O T H O E a Istakozlarla böceklerin solungaçları üstünde asalak yaşayan kürekayaklı yumuşakça cinsi. N İC O T İA N A a. (öz. a. J. N icofdan). Tü­ tünün ve ona yakın elli kadar otsu ya da ağaçsı bitkinin cins adı. (Patlıcangiller fa­ milyası.) —ANSİKL. XVI. yy.'ın ortalarında Amerika' dan Avrupa’ya getirilmiş olan nicotiana, nadiren girintili çıkıntılı olan parçasız, al­ maşık yapraklı bir bitkidir. Çiçekleri, be­ yaz, sarı ya da kırmızımsıdır, demet halin­ de toplu bulunur. Çanak 5 lopludur; taç kimi türlerde çok uzun bir boru biçimin­ dedir; tacın ağız kısmı kupa ya da huniyi andırır ve 5 lopludur. Nicotiana tabacum ile N. rustica tütün üretimi için yetiştirilir, ama ticarette yer alan çeşitlerin çoğu N. tabacum türünün çeşitleridir; dünya üre­ timinin onda dokuzu bunlardan elde edi­ lir. Bazı nicotiana türleriyse süs bitkisi ola­ rak yetiştirilir. N İC O Y A y a rım a d a s ı, Kosta Rika kıyı­ sında yarımada, Büyük Okyanus kıyısın­ da; Nicoya körfezin sınırlar. N İÇ İN soru. be. Dolaylı ve dolaysız soru cümlelerinde, hangi nedenlerden, hangi amaçla; neden, niye: Niçin gitmek istiyor­ sunuz? Size niçin burada olduğunuzu so­ ruyorum. ♦ a. (Bir olayın, durumun) niçini, sebe­ bi: Bu olayın niçinini, nedenini bilmiyo­ rum. N İÇ İR E N , japon buddha rahibi, misyo­ ner ve reformcu (Kominato, Boso yarım­ adası, 1222 - Ikegami eyaleti, günümüz­ de Tokyo, 1282), Hokke ya da Niçiren ta­ rikatının kurucusu. Erkenden, belli başlı üç buddha tarikatına (gizemci şingon ta­ rikatı, amida ve zen tarikatları) karşı cep­ he aldı. Lotus sutrasını yaymaya çalıştı. Ona göre, bütün gerçek lotus sutrasındaydı, insan yalnızca onun kutsal formül­ lerinin sürekli olarak yinelenmesiyle iç ay­ dınlanmaya erişebilirdi. Niçiren, her var­ lıkta içerilmiş bulunan Buddha’nın doğa­ sının bir ve tek olduğunu, buddhacılığın evrensel din durumuna geleceği dönemi hazırlamaya çalışmak gerektiğini öğreti­ yordu. Bu hoşgörüsüz tarikatın ayrıca ül­ kede güçlü bir milliyetçi etkisi oldu. N İD , -ddi a. (ar. nidd). Esk. Benzer, eş, aynı. N İD A a (ar nida ). Esk. 1. Bağırma, ba­ ğırış, seslenme: Geceyarısı sokaklardan sarhoş nidaları işitiliyordu. —2. Nida et­ mek, seslenmek. —3. Nida olunmak, yüksek sesle bağırmak. —4. Nida-yı hayşumui, genizden gelen ses. —Esk. dilbilg. -> ünlem. |[ Nida işareti -* ÜNLEM* İŞARETİ. N İD A , Polonya’da ırmak, Vistül’ün kolu (sol kıyıdan); 155 km. Krakövv'un D.’sunda Vistül'e kavuşur. Kielce bölgesinin yük­ sek kesimlerinden doğar, Küçük Polonya platosunun doğusunda geniş bir çökün­ tü bölgesini (bu bölgeye Nida'nın adı ve­ rilir) akaçlar. N İD A İ EFE N D İ Hekimbaşı, türk hekim (XVI. yy. ortaları). Bir süre Kırım hanı Şa­ hin Giray’a öğretmenlik yaptı. Konya'da şehzade Selim’in hizmetinde bulundu. Selim II tahta çıkınca İstanbul’a geldi. Me­ nafi ûn-nas, Tababet-i beşeriye ve baytariye adlı yapıtları vardır. N İD A M A N T E R B E Z a. Ovipar köpek­ balıklarında ve bazı kafadanbacaklılarda (kalamar, mürekkepbalığı), döllenmiş yu­ murtayla kabuk arasında bulunan zengin



Niemeyer Soares Filho proteinli sıvıyı salgılayan bez. N İD A R O S , Trondheim’ın eski adı. N İD U L A R İU M a. Brezilya kökenli, birçenekli epifit bitki. (Nidularium güzel bir süs bitkisidir. Rozet halindeki yaprakları kalın, meşin gibi sert ve dişlidir; bazen de sorguç ya da demet halinde bulunur. Çi­ çekler yaprak rozetinin ortasından çıkar. Birçok türü seralarda yetiştirilir. Nidulari­ um innocenti, N. striatum. Ananasgiller fa­ milyası.) N lD W A L D E N , İsviçre'de yarı kanton, Unterwalden kantonunun parçası; 276 km2; 32 709 nüf. (1990). Merkezi Stans. N İE BE a. (uolof dilinde sözc ). Batı Afrika’ da yetiştirilen ve fasulyeye benzeyen bir börülcenin (Vigna unguiculata) yerli adı. N to b e lu n g a n -



NIİbelungen.



N İE B U H R (Carsten), alman kâşif (Lüdingworth, Hannover, 1733 - Meldorf, Holstein, 1815). 1761'de, danimarkalı F. C. von Haven'in başkanlığını yaptığı Mısır ve Arabistan keşif gezilerine katıldı. Buradan değerli bilgilerle tek sağ dönen kişi oldu. N İE B U H R (Barthold Georg), alman ta­ rihçi ve diplomat (Kopenhag 1776 - Bonn 1831). Berlin Üniversitesinde profesör ol­ du; Pön savaşlarına kadar gelen Römische Geschichte (Roma tarihi) adlı önemli bir yapıt yayımladı (1811-1832). Eleştirel yaklaşımı geleneksel verileri altüst ederek bu alanda bir çığır açtı. N İE B U H R (Reinhold), amerikalı tanrıbilimci (Wright City, Missouri, 1892 - Stockbridge, Massachusetts, 1971). Protestan kilise papazlığına atanarak, 1928'e kadar Detrolt'te papazlık yaptı, ardından 1930 -1960 arasında New York'taki tanrıbilim seminerinde ders verdi. Kutsal Kitap tanrıbilimiyle siyasal liberalizm arasında bir bağ kurdu, ilk günah, Tanrı yargısı ve Tan­ rı ile insan arasındaki ilişkiler üzerinde önemle durdu. N İE D E R E T A U E R N -



TAUERN.



N İE D E R H A U S E R N (Auguste DE, Rodo —denir), isviçreli heykelci (Vevey 1863 - Münih 1913). Sekiz yıl boyunca Paris’ te Rodin'in yanında pratisyen olarak ça­ lıştı ve simgeci şairlerle birlikte bulundu. Paris’te, Luxembourg bahçesi’nde yer alan Verlaine anıtı'n\ (1902-1904) gerçek­ leştirdi; Cenevre ve Bern’de de yapıtları vardır N İE D E R L E (Lubor), çek bilgin (Klatovy 1865 - Prag 1944). Prag'da profesördü; antropoloji ve arkeoloji üzerine çalıştı. Slovanske Starozitnosti'nin (Slav eski eserle­ ri) [1902-1925] yazarıdır. N İE D E R M E Y E R (Louis), isviçreli beste­ ci (Nyon 1802 - Paris 1861). Uzun yıllar teatral yapıtlar besteledikten sonra kilise müziğine yöneldi ve 1853’te Niedermeyer okulunu kurdu. Traité théorique et pra­ tique de l'accompagnement du plein -chant (Cantus planus eşliğinin kuram ve pratiği üzerine) ve Accompagnement pour orgue des offices de l'église (Ayin­ lere orgla eşlik üzerine) başlıklı inceleme­ leri yazdı. Çok sayıda missa ve motet bes­ teledi. Dindışı yapıtları içinde melodiler (en ünlüsü Lamartine’in şiiri üzerine bes­ telediği le Lac'tır) ve operalar vardır. Ope­ ralarından Stradella (1837), Marie Stuart (1844) ve la Fronde (1853) anılmaya de­ ğer. N ie d e rm e y e r o k u lu , Choron’un kur­ duğu Dinsel müzik enstitüsü’nü temel alan ve 1853’te Louis Niedermeyer tara­ fından, ayin müziği geleneğini canlandır­ mak, capella yöneticileri ve orgcular yetiştirmak amacıyla açılan müzik kurumu. Niedermeyer 1857’de, aynı konuyu ele alan la Maîtrise adlı bir de dergi çıkarma­ ya başladı. Okulun ünlü öğretmenleri ara­ sında Saint-Saëns ve ünlü öğrencileri ara­ sında Fauré de vardı. Gigout ve Messa­ ger burada yetiştiler.



N İE d e r s a c h s e n (Aşağı).



-



S aksonya



N ÍE D E R W A L D , Almanya'daki Rheinisches-Schiefergebirge kütle ve plato­ su üzerindeki Taunus yükseklikleri dizisi­ nin güney-batı ucu. Bingen kentinin kar­ şısında, Ren nehrinin yanında yükselir; yüksl. 331 m. Güney yamacında bağlar vardır. Wllhelm II döneminde buraya al­ man ulusal anıtı Germania dikildi. N iE D Z lA L K O W S K i (Mieczysfaw), polonyalı sosyalist (Vilna, Litvanya, 1893 -Varşova, J940). Robotnik (işçi) gazetesi­ nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Var­ şova savunmasını örgütleyenlerdendir. 1939 eylülünden sonra gizli çalıştı, ancak Almanlar tarafından yakalanarak kurşuna dizildi. N İE L (Adolphe), Fransa mareşali (Muret 1802 - Paris 1896). Cezayir'de hizmet gör­ dükten (Konstantin kuşatması, 1837) son­ ra, Battık seferi kolordusuna katıldı ve Bomarsund'u ele geçirdi (1954). Kırım'daki birçok harekâta (1855), ardından Magen­ ta ve Solferino savaşlarına katıldı (1859). 1859’da Fransa mareşalliğine yükseltildi, Savunma bakanı (1867) olarak, Chassepot tüfeğini kabul ettirdi, orduyu yeniden örgütledi ve 1868’de Gezici ulusal muha­ fız blriiği'nl kurdu. N İE LLO a. SAVAT’ın eşanlamlısı. N İE L S S v e n s s o n (1063’e doğr. -1134), Danimarka kralı (1104-1134), Sven II Estridsson'un en küçük oğlu ve ağabeyi Erik I Ejegod'un ardılı. Barışçı bir dış politika izledi, saltanatı döneminde tahtın ayrıca­ lıkları artırıldı ve hird (krallık muhafız gü­ cü) üyeleri ülke ve topraklarına dağıtıldı, fakat mirasına göz dikenlerin mücadele­ leri karışıklıklara yol açtı. Oğlu Güçlü Magnus, 1131 'de, kralın yeğeni ve Slesvig dü­ kü olan Knud Lavard’ı öldürdü. Bu ola­ yın yol açtığı iç savaşta Niels ve Magnus, Foteviken’de yenildiler (1134), ardından hükümdar öldürüldü. Hükümdarın öldü­ rülmesi, Knud'un kardeşi Erik II Emune ile reformcu piskopos Eskil’in işine yara­ dı. N İE L S B O H R Y U M a (fr nielsbohrium; danimarkalı fizikçi Niels B ohfun adından). Kim. Dubna (Rusya) Nükleer tepkileme laboratuvarı'nda çalışan rus araştırmacıların, 243Am'yi 22Ne iyonlarıyla bombardıman ederek, ilk izotopunu 1968’de tanımladıklarını ileri sürdükleri 105 atom numaralı elemente verilmesini önerdikleri ad. (-* HahnIyum.) N İE L S E N (Cari), danimarkalı besteci (Sortelung, Nprre Lyndelse, Fyn, 1865 -Kopenhag 1931). Kopenhag konservatuvarı’nda öğrenim gördü. Almanya, Fran­ sa ve İtalya yolculuklarından sonra 1889’ da Kopenhag Krallık capellası’nın orkes­ trasına girdi. 1891'de heykelci Anne Marie Brodersen ile evlendi. 1908-1914 ara­ sında Kopenhag Krallık tiyatrosu'nu yö­ netti. 1916-1919 arasında Kopenhag konservatuvarı'nda besteleme dersleri verdi. Romantiklerin etkisi ve gurur duyduğu köylülüğü, müziğine hem karmaşık, hem de yalın bir özgünlük sağladı: ritim, mo­ dal hatta atonal bir renk ve çoğu kez sert nitelikli çalgılama. Yaklaşık 70 yapıtından üç opera (Şaul ve Davut. 1902; Maskeli balo. 1906; Anne, 1920), koral yapıtlar (Hymnus amoris, 1896; Fyn’d e bahar, 1921), altı senfoni (birinci 1892; ikinci Dört mizaç, 1901; üçüncü Expansiva, 1911; dördüncü Sönmez, 1916; beşinci 1922; altıncı Semplice, 1924), uvertürler ve sü­ itler (Helios, 1903; Pan ve Syrinks, 1918), üç konçerto (keman, 1911; flüt, 1926; klarinet, 1928), org parçaları (29 Prelüd, 1929; Commotio, 1931), oda müziği yapıt­ ları, çok sayıda piyano parçası (bunlardan Tema ve çeşitlemeler [1917] önemlidir) anılmalıdır. Ayrıca iki kitap yazdı: Leven­ de Müsik (Yaşayan müzik) [1925], Min Fynske Barndom (Fyn’de geçen çocuk­ luğum) [1927],



N İE L S E N (Asta), danimarkalı sinema oyuncusu (Kopenhag 1881 - ay. y. 1972). Oyunculuğa tiyatroyla başladı, 1910’dan sonra film yönetmeni Urban Gad’ın baş kadın oyuncusu ve eşi oldu: Afgrunden (1910), Wenn die Maske fällt, Der Toten­ tanz (1912), Die Suffragette (1913). 1914’te Almanya'ya gitti ve özellikle Hamlet (Svend Gade, 1920), Die Freudelose Gas­ se (G. W. Pabst, 1925) ve Dirnentragödie' de (B. Rahn, 1927) oynayarak tragedya alanında yeteneğini kanıtladı. N İE L S E N (Sven), danimarkalı yayıncı (Olgod 1901 - Paris 1976). 1926’da Paris’e gitti, 1937'de Messageries du livre'i kur­ du, sonra halka yönelik, büyük tirajlı ya­ pıtlar yayımladı. 1947'de Presses de la Citâ’yi kurdu, bu kuruluş hızla önemli bir ya­ yın grubu durumuna geldi. Yerini oğlu CLAUDE (Paris 1928) aldı.



D e t D a n ske F ilm m u s e u m



N le m a n n -P Ic k h a s ta lığ ı (Albert Nie­ mann [1880-1921] ve Ludwig Pick [1868 -1944] adlı alman hekimlerin adından), yenidoğanlarda rastlanan doğuştan ve ailevi hastalık. Sfingimoyelinaz enziminin eksik­ liği nedeniyle makrofajlarda fosfolipitlerin yığılmasından ileri gelir ve deride sarı renk, karaciğer ve dalak büyümesi, sinir ve.göz bozuklukları ve kaşeksi biçiminde ortaya çıkar Yerleşen kaşeksi, sonucu çok karanlık hale getirir. N iE M C E W iC Z (Julian Ursyn), polonyalı siyaset adamı ve yazar (Skoki, Litvanya, 1757 - Paris 1841). Büyük başarı kazanan bir siyasi komedi yazdı (Powröt Posta [Milletvekilinin dönüşü], 1790), 3 mayıs 1791 Anayasası için ustalıklı bir propagan­ da kampanyası yürüttü. Koâciuszko’nun yaverliğini yaptı (1794), onun yenilgiye uğ­ ramasından sonra Petersburg'da göz al­ tına alındı. Serbest bırakılınca Amerika' ya gitti, Varşova büyük düklüğünün kurul­ ması sırasında Polonya'ya döndü ve Se­ nato sekreteri oldu. Kendisine büyük ün kazandıran Spiewy Historyczne'yi (Tarih­ sel şarkılar) [1816] yayımladı. Ayrıca ro­ manlar (Lebje i Siora [Lebje ile Siora], 1821, Jan z Teczyna, 1825), masallar ve anılar (Pamietnik Czasow Moich) [1848] yazdı. 1831 devrimi'nden sonra göç et­ mek zorunda kalarak Ingiltere’ye, oradan . da Fransa’ya gitti. N İE M E Y E R S O A R E S F İL H O (Os­ car), brezilyalı mimar ve şehirci (Rio de Ja­ neiro 1907). Mimarlık öğrenimini L. Costa'nın yönetiminde tamamladı ve 1936’ dan başlayarak, onunla birlikte Rio Eğitim bakanlığı’nın yapımında çalıştı. Bu vesi­ leyle, Le Corbusier ile ilişki kurdu ve onun kuramlarını özümledi (on yıl sonra, Birleş­ miş milletler sarayı'nın yapımı için New York'ta yeniden bir araya geldiler). Gele-



Asta Nielsen



Oscar Niemeyer Soares Filho le Havre küttür evi (1982)



Niemeyer Soares Filho 8640



L a u ro s -G ira u d o n



, Nicéphore Niepce Léonard François Berger'nin bir portresinden ayrıntı Denon müzesi, Chalon-sur-Saône



ceğin başkanı Kubitschek ile kurduğu dostluk, 1943-1961 arasında, Pampulha' dan Brasılia’ya kadar uzanan bir bölge­ de, dikkati çeken yapılar gerçekleştirme­ sini sağladı, ama Başkanın gözden düş­ mesinden sonra, özellikle Brezilya dışın­ da, Almanya’da (Berlin), İngiltere'de (Ox­ ford), İtalya ve Portekiz’de, Yakındoğu’da (Trablusgarp ve Necefte), Cezayir’de (Ce­ zayir ve Konstantin) çalışmak zorunda kal­ dı. Fransa'da, çeşitli şehircilik düzenleme­ lerinden başka, Paris'te Fransız komünist partisi yeni merkezini (1971), Sainte-Baume uluslararası dominiken merkezini, Bobigny iş borsası'nı (1978), le Havte kültür evi’ni (1982) gerçekleştirdi. Betonarmenin sun­ duğu plastik olanaklar, Niemeyer'in işlev­ s e llik te n uzaklaşmasına, Güney Amerika'ya özgü barok zenginliğe dönmesine ve son derece esnek, büyük ölçekli biçim­ sel bir anlatım yaratmasına olanak vermiş­ tir. N İE M Ö L L E R (Martin), alman papaz ve tanrıbilimci (Lippstadt 1892 - Wiesbaden 1984). Birinci Dünya savaşı sırasında de­ nizaltı komutanıydı, sonradan Berlin-Dahlem papazlığına getirildi (1931-1937). Na­ ziliğe karşı çıktı, toplama kamplarında gözaltına alındı. Kurtuluştan sonra, Hes­ sen-Nassau Evangelische Kirche ve Al­ man Evangelische Kirche (E.K.D.) Dışiş­ leri tomisyonu başkanlıklarına atandı, Al­ manya’nın yeniden silahlanmasına karşı çıkması üzerine bu son görevden ayrıl­ mak zorunda kaldı. 1961'de Kiliseler birli­ ği konseyi ortak başkanlığına getirildi, Dünya barış konseyi’ne girdi ve bu kuru­ luşlar içinde kararlı bir biçimde barışçı bir etkinlik gösterdi.



N lEN B U R Q AN DER W ESER, Al­ manya'nın Aşağı Saksonya eyaletinde, Bremen'in güneyinde kent, 30 500 nüf. Ticaret ve sanayi (gübre, camcılık, teks­ til, otomobil aksesuarları, kereste) mer­ kezi. Güvercinlikll evler; XVI. yy.'dan kal­ ma belediye konağı.



■ N İE P C E (Nicéphore). transız fizikçi (Chalon-sur-Saône 1765 - Saint-Loup-de -Varennes 1833). Kendini önce kiliseye (Angers Oratoire tarikatında öğretmendi), sonra da (1792’den 1794'e dek) askerliğe adayan Niepce, son olarak bilimsel araş­ tırmalara yöneldi. Carnot onun mekanik alanında yaptığı birkaç icadı destekledi; yaban çivitotunun renkli nişastası üzerin­ deki incelemeleri büyük bir ilgiyle karşı­ landı. 1807'de kardeşi Claude ile birlikte, likopod tozunun aniden tutuşmasına da­ yanan bir patlamalı motor olan “ pyréolophore"un beratını aldı; kısa bir süre son­ ra likopodun yerine petrol kullanmaya başladı. Bu motor önce Saöne'da, daha sonra da Sen’de yüzdürülecek bir gemi­ yi çalıştırmak için tasarlanmıştı, ancak yaptığı araştırmalar amacına ulaşamadan Niepce iflas etti. 1812'de henüz yeni ta­ sarlanmış olan taşbaskıyla ilgilendi. Resim ve gravürlerin negatif baskıları için ışıkta kararan gümüş klorürü kullandı. Pozitif el­ de etmek için bir yöntem buldu; doğal rengi siyah olan, basılmış bölümleri beFriedrich Nietzsche yaziaşan ve böylece lavanta esansında çözülme özelliğini kaybeden Yahudiye bitümünü kullandı. Bitümle kaplı metal bir levhadan yararlanarak ve bunu bir asidin etkisine bırakarak, levha üzerinde, gravür­ lerin basılmasında kullanılabilecek kabart­ ma bir resim elde etti. 1829’dan sonra ça­ lışmalarını dioramanın mucidi Daguerre ile birlikte sürdürdü; iki bilim adamı karan­ lık odanın resimlerini gümüş levhalar üze­ rine tespit etmeyi başardılar; Niepce bu resimlerin netliğini, objektife diyafram ek­ leyerek artırdı. N İE R (Alfred), amerikalı fizikçi (Saint Pa­ ul, Minnesota, 1911). izotopların algılan­ ması, ölçümü ve ayrılması konusunda uz­ man olan Nier, daha 1940’ta kütle spektrografı sayesinde uranyum 235'in binde bir miligramını ayırmayı başardı. Böylece bu izotopun parçalanma yoluyla zincirle-



me bir tepkimeye uğrayabileceği doğru­ landı. N IE T Z S C H E (Friedrich), alman filozof (Röcken, üützen yakınında, 1844 - Weimar 1900). Babası da, dedesi de papaz olan Nietzsche, klasik öğrenimini Pforta okulu’nda yaptı. 1869'da Basel üniversitesi klasik filoloji profesörlüğüne atandı. Niet­ zsche, eski metinlerin okunmasından kay­ naklanan felsefi sorunlara açık tutumuy­ la öbür filologlardan ayrılır. Özellikle tra­ jedi konusunda, Yunanlılar'da sanatla di­ nin ve sanatla sitenin birliğini kavramak gerektiğini gösterdi. Ocak 1872'de yayım­ lanan ve Yunanlılar'ın dionysosçu yanını ilk kez ortaya koyan Tragedyanın' doğu­ şu (Die Geburt der Tragödie aus dem Ge­ iste der Musik) adlı ilk yapıtı, onun alman filoloji çevrelerince dışlanmasına yol açtı. Yapıt, özgün karakteri ve özellikle yazarın, çağdaş kültüre ilişkin sorunlar üzerinde­ ki kişisel görüşleriyle sarsıcı bir nitelik ta­ şıyordu. Yapıtta filolog, giderek bir este­ tikçi hatta bir filozof ve bir ahir zaman pey­ gamberi halini alıyordu. Batı uygarlığı, müzik sanatıyla bilim ve din arasında bo­ calayıp duracak mıydı? Wagner adının boydan boya kapladığı böyle bir yapıtı, fi­ lologlar ciddiye alamazlardı: Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff'un saldırı nede­ nini (Philologische Untersuchungen [Filo­ lojik araştırmalar]) burada aramak gere­ kir. Erwin Rohde, Wilamowitz-Moellendorff’un saldırısına sert bir dille karşılık verdi. Nietzsche'nin yapıtı filoloji açısından başarısızlığa uğradığa da, onun gittikçe büyüyen dost çevresinde bir başarı oldu. Nietzsche burada, trajedinin ve mitin ye­ niden doğması arzusunu dile getirmekte ve bu arzusunu gerçekleştirecek kişinin Wagner olduğunu düşünmekteydi. Ama aynı zamanda, Dürer’in Ölümle Şeytan' ın yoldaşı şövalye tablosunun oluşturdu­ ğu simgeye bakarak Schopenhauer’i dü­ şünmekten de geri kalmıyordu: "Hiçbir umudu yoktu, ama hakikati bilmek istiyor­ du." 1874’ten itibaren Nietzsche, sürekli başağrılarından yakınmaya başladı. Aynı yıl, iki yıllığına fakültesinin dekanlığına atan­ dı. Mayıs 1879’da sağlık nedenleriyle isti­ fa etmek zorunda kaldı. Bundan böyle, on yıllık öğretim görevinden dolayı kendisi­ ne bağlanan emekli aylığı ile kanton yö­ netiminin bağışları biricik geçim kaynağını oluşturdu. Menschliches, Allzumenschli­ ches (insanca, çok insanca) adlı yapıtının ilk iki cildini tamamladı. 1873-1876 arasın­ da Unzeitgemâsse betrachtungen (Zama­ na aykırı düşünceler) adlı dört ciltlik yapı­ tını yayımladı. Daha sonra yaşamı, bir kentten öbürüne göçmekle geçti; Marlenbad, Rappallo, Roma, Nice, Venedik, Torino, Sils-Maria. Yapıtlarını bu göçebeliği sırasında yazdı. Wagner’le olan dostluğu, bestecinin Menschlisches, Allzumenschlichesin ilk cildini, filozofun da Parsifali yermesi üzerine son buldu (1878). Tüm al­ datmacaları açığa vurmak ve tüm önyar­ gıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881'de Morgenröte’yi (Gün-doğuşu), 1882’d e Die fröhliche’ Wissenschaft'ı (Neşeli bilgi), 1883'te Böyle buyurdu Zerdüşt'ün (Also Sprach Zarathustra) ilk bölümünü yayım­ ladı. 1885’e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886'da Jenseits’ von Gut und Böse'yi (iyinin ve kötünün ötesinde), 1887’de de Zur Genaologie’ der Moral'i (Ahlakın soykütüğü üzerine) yazdı ve yayımladı. 1888’de, Götzendâmm erung"u (Putların çöküşü) yayımcıya gönderdi (kitap ertesi yıl basıldı). Der Fail Wagner (Wagner olayı) [eylül 1888'de ba­ sıldı] ve DeccaTı (Der Antichrist) [1896’da basıldı] da yayımcıya gönderdi. 1889'da, Torino’nun bir sokağında aniden yere yı­ kıldı, Jena'da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche kardeşini Weimar'daki evine götürdü. Nietzsche, yaşa­ mının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yal­ nız zaman zaman zekâ belirtileri göster­



di. 1896’da Nietzsche contra Wagner (Nietzsche, Wagner'e karşı); 1908’de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886’dan beri yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Der Wille’ zur Macht (Güçlülük istenci) adlı yapıtından, taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır. Nietzsche'nin özgün yanı, Batı uygarlı­ ğının temel felsefi sorunlarını köktenci bir kuşkuyla ele almasıdır. Nietzsche bilginin (bilim), varlığın (Batı’ya özgü apaçık ha­ kikatler) ve nihayet eylemin (ahlak ve si­ yaset) yeniden sorun haline getirilmesine olanak sağladı. Kantçı eleştirinin sonucu­ nu daha ilerlere vardıran nietzscheci eleş­ tiri, giderek kantçı eleştirinin kendisine yö­ neldi; aklın sözde önsel (a priori) katego­ rilerini kabul etmeyerek, bunların, beden­ sel ve sosyoekonomik kökenli, salt "ya­ şamsal" zorunluluklardan başka bir şey olmadıklarını ileri sürdü. Nietzsche, bilim­ sel hakikat de dahil olmak üzere, her tür­ lü hakikatin içyüzünü ortaya çıkardı; insa­ nın ayırtedici özelliği olan icat gücünü ve aynı zamanda yeniliğe karşı direnişini (ya­ bancısı olduğu şeyi "barbarca”, kendi ak­ lına uyduramadığı şeyi "akıldışı" diye ni­ teleyen o değil midir?) göstermeye çalış­ tı. Ona göre, bilgi işlevleri hiyerarşisine dipten doruğa egemen olan şey, “ hakikat"ten tamamen başka bir şeydir; bun­ lar egemenlik gibi etkin tutkular ya da tembellik gibi edilgin tutkulardır. Kurum­ sallaşmış alışkanlıklarımız, kurumlarımız, dillerimiz, toplumun geçmişten çıkardığı dersler, başka her türlü yaşam tarzını dış­ layarak kendi yaşamımız olarak benimse­ diğimiz “ akla uygun” bir dünya biçerler bize ve savaş durumu da buradan kay­ naklanır. Bilginin ve genel olarak kurumların çifte eleştirisi, Nietzsche’nin gerçek­ leştirmeye çalıştığı kökenlere ilişkin çö­ zümlemeye dayanır. Bunun için, Nietzsche’nln yapıtlarında, bir bilimkuramsal inceleme ile bir polemik tutum ayrımı ya­ pılabilir. Felsefesinin bu ikili karakteri (bil­ gi ve kavga), Nietzsche'nin ileri sürdüğü soykütüğünü Tragedyanın doğuşuyla başlayan yepyeni bir insan bilimine dö­ nüştürür. Tragedyanın doğuşu'nda Niet­ zsche, Dionysos’u keşfederek Freud’dan önce, insanın, her zaman var olan iki bi­ çimli (yaşam ve ölüm) ve farklılaşmamış kökenini gün ışığına çıkardı. Bu ölçüsüz­ lüğe, bireyleşme ilkesi olan Apollon'la bir­ likte ölçü biçimi kendini kabul ettirir. He­ saba katılması zorunlu olan bu antropo­ lojik temel üzerinde, batı tarihi, "Sokrates olayı” na tanık oldu. "Sokrates olayı” de­ mek, soyutlama ve kavram demekti, yani çağdaş bilimin ve ahlakın dayandığı te­ meldi. "Kuşku denizinin üstünde yalnızca bir tahta parçası, uzanıp uyumaya ancak ye­ tecek genişlikte!” Parmenides’e mal etti­ ği bu sözlerle Nietzsche, metafizik soru­ nunun en can alıcı noktasına parmak ba­ sar: değişmez, sabit bir noktanın gerekli­ liği; oysa kendi eleştirisi, tersine, bilinecek nesneye olabildiğince çok açıdan yaklaş­ mak gerektiğini göstermeye çalışır. Parmenides'in yaptığı gibi düşüncenin var­ lıkla özdeşleştirilmeye çalışılması, Nietzsche'ye göre, felsefenin lanetlenmişliğinin (ruh ve beden ayrımı) ifadesidir. Niet­ zsche Herakleitos, Anaksagoras ve Empedokles’te ortak olan inanca, yaşadığımız dünyanın, “ görünüş” dünyasının gerçek olduğu inancına katılır. 1872-1888 arasın­ da, bilgikuramına ilişkin düşünceleri, he­ nüz kıvamını bulma aşamasındadır. 1881 -82'de, Descartes’ın "düşünüyorum öyley­ se varım” ını eleştirmeye başlar: benim, düşündüğümü düşünen varlık olduğum 100 000 >00 000



TARİH Bugünkü Nljer topraklarının, özellikle çöllük kesiminin insanlarca iskânı olduk­ ça eski tarihlere uzanır. Çok erken tarihte oturulmaya başlanan Sahra'da, Batı Afri­ ka’nın hiç kuşkusuz en eski zenci ırkı is­ keleti (İbalaghen insanı) bulundu. (Üst Yontmataş). Beyazlara mı, yoksa zencile­ re mİ ilişkin olduğu saptanamayan insan



...........



y ük s e lm iş te m e l: başkala şım k a y a ç la n v e gra nit



O



vo lk a n ik soku lum



NİJER CUMHURİYETİ



izleri, özellikle Yenitaş çağına (Tönârâ) tarihlenir; ve keşfedilen yatakların çoğu (yontulmuş balık kemikleri, balık avı alet­ leri, fauna), su bulunan yerlerin civarında­ dır. Sahra’nın kurumaya başlaması üzeri­ ne (yaklaşık İ.Û. 5 000 yıl) çiftçilikle uğra­ şan zenciler, önce Ayr’a sığındıktan son­ ra, çok büyük sürüleri için su arayan ço­ ban kavimlerin baskısıyla Güney'e doğru indiler. Daha İ.Ö. I. binyıl'da kullanılmakta olan büyük sahra yollarından birinin Trablusgarp'tan Gao'ya uzandığı ve bunun bir ara yolla Nijer toprakları üzerinden Tibesti ve Djado'ya bağlandığı belirlenmiştir. Tu­ aregler'in ataları olan beyaz Berberller' in, Roma imparatorluğu'nun sonlarına doğru kullanmaya başladıkları develer sa­ yesinde Nijer’e geldikleri sanılmaktadır. Berberiler, bir yandan Hausalar’ı Ayr'a



Yerfıstığı, canlı hayvan ve maden cev­ heri dışsatımı yapan Nijer, dış ülkelerden donanım malları, sanayi hammaddeleri, tüketim malları ve besin maddeleri satın alır. Uranyum sayesinde dengeli bir dış ti­ caret bilançosuna sahiptir. Başlıca ticaret ortakları AET ülkeleri, Japonya, Kanada, ABD ve Nijerya’dır.



*



JEOMORFOLOJİK BÖLGELER



M angO & nı p la t o s u ^



«



I



D/ado platosu aya gravürleri



% ^



D1a d o



! Ö RTU I j_ , * 9 H B



B irinc i Z a m a n kum taşı ve kılı (u ra n y u m v e kom u r)



karasal çökeller:



20 “-s



o e rm kum taşı in y a s v e ju ra kum taşı



/



kıl, m a rn v e kıllı kıreçtaşları



Talak ’



Irhazer



| Kdrfıölları |



/ G u r™ _



-a



r —~ s ,



•-



*•.



T a g h m e rt • B ilm a



A y r



>



JOJLLİMİNDEN



A



ovası



r Tégama



jarka



vu



ergi H



M ou nıo



M



/D ö rd ü n c ü Zam an çökellerı



> \



p -s V



v



ı !



.



• A



V



Z



A



S



_/ ç a “ 9 Oy I U 'a y



^>0



16°



t ».







re g (çö l kaldırım ı)



h a reke tli ku m u llu e rg sa b it ku m u llu e rg a lü v y o n (b a lçık ve kum )



/



Ç AD



* ,



'



y



*A gadem



M anga



*



D o u tc h ı



-'* İ



-



Termit kütlesi



K o utou s kü tle si



Ader



^ a rm a ğ a n d a



\ < \jO



i



“ f» C a n e .A g a o e s



HAVZAS< ‘



»"



HA VZ A S I



Oo^ % .



kum taşı (d e m ir ce v h e ri)



o, V Tenue, çukuru



I Âzaöuak



karasal uç çökellerı



T ,,



51 *> s \



Z f N İ J E ^ ı



Tam gak



A n ı,



Tam esna



İ I



Ténérési DOSU



Í



- r



le g a m a kum taşı



Dördüncü Zam an çökellerı kretase ve Eosen



'



M a d am a



% ovası Tafassassetpl at os u \ V üç, im



d e ğ iş ik c e v h e rle r içe re n ust C am brıa ön cesı



irh a z e r kılı



u Y p ia to s u



tfr\'



250_________ M



I







D



DIŞALIM BESİN TARIM



KİMYASAL ÜRÜNLER



MADENSEL VE ENERJİ SAĞLAYAN ÜRÜNLER



k o ru m a ilaçları



pe tro l



METAL SANAYİSİ m o to r



çık a rm a v e ta ra c ala m a ge reç leri I pom pa. / k o m p re s ö r v b



ka m yo n



işlenmiş gübre



-ja çık. ça lılık bo zkır, g ö ç e b e ha y v an c ılık



tarım ' traktör ve makineleri



Adar Doutchi—1 Maggia



;.. . . — sahil bo zkırı, y a ğ m u r s u y u y la darı v e hıntdarısı L 1 ıa rım , yerleş ik h a y v a n c ılık (sığır, k oyu n)



m



nem li m e v s im d e yayla ha yvan c ılığ ı yolu



«•



ço b a n la rın açtığı k u y u la r



«a



o tla m a b ö lge s i



mm m .mm mm, m m * y e — ->



ranch



^



h a yvan ları tic arileş tirm e m e rkezi | kesım h an e s o ğ u tu c u



S é g u é d in e



/



y ' T a ş s a ra ^



[ *



, J \Ç ad -------



M AD EN LER ^ u ra n y u m V tasan kala y ® ko m u r fo sla t ta sarı C d e m ir (tasarı) • altın m erm e r



ıg ım ''



GO/



jle k s ı



C E Z A f lR C E Z A Y I R . ^ r ! «A A r llt-



SJSUİİLm



I A k o k a n - ^ ir V V A r n i (T essa N 'T a g h ş lg h e J ^ ■ M A L İ ' İm o u ra tttn ^ rn ^ .- ;



ife ra u a n e







/ ' v»



, T tm ia am a



lE l-M e k k i T a b e lo t



bilin e n c e vh e rle r: ba kır, kurşu n, • f V f S l . ’r ^



E k ra fa n e T lllla



.- j I



b a sm a ku m a şla r / /



ha ssas / a le t le r



T !“/



LİBYA ~~V t R*6lT|SJSARP



V S é g u é d in e



I Batı A fa sto, Doğu A fasto



jsJimia /



▼B ilm a



G u issa t



Anouareren “S T V A d ra r A b o k o rie n -



| S



_L \



m aden sanayisinde kullanılan makineler (buldozer, grayder. ekskavatör, sondalama ve delm e makineleri)



patlayıcılar-



lem et ü fü n . d a rı ve hıntd arısı



n e m li m e v s im d e tu zlu otlaklar



/



•astık. \



p a m uklu do k u m a



ve besm sanayisi ¡ makinelerij



ib o h a m a n e



ağ a çlı ve çalılık savan: tarım i ve sığ ırla r ıçm g e n iş v e b o l otlaklar



t



kâğ ıt e şya la r



tarım traktörle r



ilaç / plastik ge re ç le r



bitkise l yağ



ÇEŞİTLİ İŞLENMİŞ EŞYALAR



rö m o rk ve ko n te vn e r



otom ob il



d e m ir v e çe lik



ürünieri



¡1



ULAŞIM GEREÇLERİ



r



Aneker



m p e tr o l , a r a ş tır m a



4 « '*



Tahoua



f Tahoua"' Z in d e r U L A Ş IM ■



O □ +



aslalt yol k ara yolu ya d a p a tika tasarı h a lin d e d e m iryo lu



vaha sula m a lı ta ra ç a b a h ç e le r seb ze



A. >



fo sla t ö ğ ü tm e ç im e n to fa brikası u ra n y u m ze n g in le ştirm e v e sullırık asit te rm ik santral b a raı ve san tral (tasarı)



DIŞSATIM uranyum



• yağlı to h u m lu la r



pam uk



.V



MADENSEL ÜRÜNLER



İŞLENMİŞ ÜRÜNLER



jÄMiäuisaL



EKONOMİ



doğru sürerken (Hausalar burada yarı kentsel yerleşim birimleri kurdular), öbür yandan da yerleşik zencileri sürekli bir bi­ çimde melezleştirerek güneye doğru gö­ çe zorladılar (XII. yy.’a kadar). Erkenden islamiyeti kabul eden ilk songhay hanedanının (Dialar hanedanı) ortaya çıkışı Koukya’nın kuruluşuna (650’ ye doğr) bağlıdır. Gao çevresinde toplan­ mış olan ve daha X. yy.'da iyice gelişmiş durumda bulunan imparatorluk, 1325'te Mali hükümdarı Mansa Musa tarafından fethedildi. Musa, egemenliğini Kebbi'ye ve büyük bir olasılıkla Katsina’ya kadar yaydı. 1335’te Gao’nun songhay haneda­ nından hükümdarı kısmen de olsa ege­ menliğini yeniden elde etti. (-> MALİ.) Songhay imparatorluğu’nun gerçek kuru­ cusu olan Sonni Ali Ber (1464-1492), özel­ likle Tombuktu'ya ve İslamcı klana karşı mücadele verdi. Yerine geçen Askia Mu­ hammet ise, tersine islamiyete dayanarak Ayr’a ve Hausa topraklarına kadar fetih si­ yasetini sürdürdü. Trablusgarp ve Mısır yönündeki kervan yolunu denetlemek için, 1515’te Agades işgal edildi. Bu se­ fer dönüşünde patlak veren Kebbi ayak­ lanması, çöküşün habercisi oldu, impa­ ratorluk, Tondlbi savaşı’nda (1591) Faslılar’ın darbeleri altında yıkıldı. Batısında Ansongo olmak üzere, nehir çevresinde toplanan Dendi, bağımsız ve hareketli bir yaşam sürdü. Nehrin sağ kı­ yısında büyük krallıklar (Kokoro, Töra, Goruol, Dargol) kuruldu. XVII. yy.'ın başında Mande’den gelen Cermalar (Zarmalar), küçük şefliklere bö­ lündüler: Songhaylar ile temaslarından öğrendikleri dil, birliklerini sağlayan baş­ lıca öğeydi, imparatorluğun düşmesinden sonra, Diamarö’de eski durumlarına ka­ vuşmaları için Songhaylar’a yardım ettiler ve Namaro’yu kurdular. Tüm ülkeyi yavaş yavaş ele geçiren Pöller, Nijer ve Bosso dallol’u arasındaki küçük toplulukları içi­ ne alan bir tür federasyonun kurulması­ na rağmen, 1860’tan sonra Töra bölgesi­ ne ulaştılar. Müslüman devlet Bornu, Aloama adıyla anılan sultan idris zamanında (1571-1603) en parlak dönemini yaşadı (XVI. yy.). Et­



kisi batıda Nijer’e, doğuda Manga'ya ka­ dar yayıldı. Hausalar, birliklerinin harcı olan dilleri­ ni koruyarak, VII. yy.'dan başlayarak ülke­ nin hemen her yerine dağıldılar. Tuaregler'in Ayr’dan kovduğu, Kanuriler'in Çad’ ın batısına sürdüğü ve Gao aracılığıyla Mali imparatorluğu'nun da sıkıştırdığı Ha­ usalar, bu üçlü baskı karşısında bir bütün oluşturdular. Hausalar’ın kısa sürede songhay boyunduruğundan kurtulan bü­ yük ticaret kentleri, Kano ve Katsina, za­ naatçı ve tüccar niteliğiyle, tarım etkinliği iyice gelişmiş bir kırsal halkın toplandığı birer merkez durumuna geldiler. Sokoto'da bir imparatorluk kuran Os­ man bin Fudi’nin yönetimindeki Pöller’in İlan ettiği cihad nedeniyle Hausalar'ın var­ lığı XIX. yy.'da tehlikeye düştü. Osman bin Fudl'nin 1817-1867 arasında hüküm süren oğlu Muhammet Bello, tüm Kuzey Nijer­ ya'mı, Gober’i, Maradi’yi vb. egemenliği altına aldı. Daha kuzeyde Azavad, aşiretler arasın­ da sürekli savaşlara sahne oldu. Başlan­ gıçta Zenciler’in oturduğu Ayr'a, VII .-XI. yy. arasında beyaz Lemtalar sızdılar. Isandalamlar XIII. yy.’da, Kel Gresler XIII. ve XIV. yy.'da, Kel Oveyler XIV. ve XV. yy.'da bu­ raya yerleştiler. Tuareg göçebelerle yerle­ şik Zencilerin bir arada bulunmaları sü­ rekli çatışmalara neden oldu. Başlangıçta Hausalar’ın oturduğu Damergu, XIV. yy.'da ilk Tuareg akınlarıyla karşılaştı. Artık güvensizlik nedeniyle top­ raklarını işleyemeyen Manga, Mounlo ve Damaragam aileleri, kuzeye doğrö göçe­ rek Tuaregler'in himayesi altında buraya yerleştiler. 1899'da bugünkü Nijer’in batısı, Haut -Sönögal-et-Niger birinci askeri bölgesine bağlandı ve 1900’de merkezi, Zinder (1903-1911 arasında Niamey'e nakledildi) olan üçüncü askeri bölgeyle bütünleştiril­ di; ülkenin geri kalan bölümü Dahpmey’e bağlıydı. 1911’de Nijer’in batısı doğrudan doğruya Fransız Batı Afrikası genel vali­ sinin yönetimine girdi. 1921'de “ Nijer top­ rakları” , 1922'de de "N ijer sömürgesi" adını aldı; Niamey, ancak 1926’da yeni­ den başkent oldu.



23 haziran 1956 tarihli çerçeve yasasın­ dan sonra, Cibo Bakari'nin yönetiminde­ ki Savaba partisi iktidara geldi. 1958 re­ ferandumu % 80 kabul oyu aldı. Aynı yıl yapılan milletvekili seçimlerini, ülkenin her yerinde Afrika Demokratik birliği (ADB) ka­ zandı. Fransız Milletler topluluğu'nun üye­ si olan Nijer, 30 ağustos 1958'de bağım­ sız oldu ve aynı yılın 9 kasımında ADB’ nin Başkanı Hamani Diori, Cumhurbaşka­ nı seçildi. Diori, tek parti olan Nijer İlerici partisi’ne dayanarak 30 eylül 1965'te ve 1 ekim 1970’te yeniden seçildi. Antant konseyi üyesi olan Nijer, Fran­ sa ile sıkı ilişkiler sürdürdü. 1974'te bir yandan kuraklığın, öbür yandan Başka­ nın çevresindeki rüşvetçiliğin yol açtığı güçlükler sonucunda Genelkurmay baş­ kanı yarbay Seyni Kunçe iktidarı ele ge­ çirdi. Selefinin Batı ile kurmuş olduğu iliş­ kileri koruyan yarbay Seyni Kunçe, ülke içinde yatıştırıcı (Hamani Diori ve Cibo Bakari 1980’de serbest bırakıldılar) ve otoriter bir siyaset izledi. Kunçe kasım 1987'de ölünce Yüksek askeri konsey devlet başkanlığına, Genelkurmay baş­ kanı Ali Sebu'yu getirdi. Eylül 1989'da yeni anayasa, yapılan referandum sonu­ cu büyük bir çoğunlukla (% 99,28) onay­ landı ve Ali Sebu cumhurbaşkanı seçildi. Demokratik düzene geçmek için 1 kasım 1991'den 31 ocak 1993'e kadar sürecek bir geçiş dönemi öngörüldü. 1990'da çokpartili düzene geçildi. Ali Sebu 1991’ de yeniden seçildlyse de görevi daha çok onursaldı. Ülkeyi Cumhuriyet yüksek konseyi (André Salifou'nun başkanlığın­ daki geçici yasama meclisi) ve başba­ kan Amadou Cheffou yönetiyordu. Geçiş dönemi sona erince mart 1993'te iki turlu başkanlık seçimleri ya­ pıldı. Reformcu solun adayı Nahamane Ousmane, eski tek partinin yerini alan Gelişme toplumu için ulusal hareketin adayı Mamadou Tandja'nın % 46 oyuna karşı % 54'le başkanlık seçimini kazan­ dı. Bu yeni iktidar her şeyden önce, Tua­ reg sorununu çözme (kuzeydeki Tuaregler 1990'dan beri ayaklanma halindedir­ ler) ve çok sarsılmış olan ekonomik du­ rumu düzeltme durumundaydı.



N İJE R -K O N O O D İLL E R İ a Zenci Af rika’da dil ailesi. Senegal'in kuzeyinden Kenya’nın güneyine dek uzanan bir çiz­ giyle güneye yayılan bir alanda konuşu­ lur. — ANSİk l . Nijer-kongo ailesinde bilinen 300’den çok dil ve binlerce lehçe vardır. Bu dillerden bazıları, konuşan insan sa­ yısı bakımından zenci Afrika*’nın en önemli dillerindendir: pöl, manding, mosi, yoruba, ibo. Geleneksel olarak altı öbek ayırt edilir: batı atlantik, mande, kva, volta, doğu adamaua ve özellikle bantu dillerinden oluşan benue-kongo öbeği. Bazı uzmanlar Kurdufan (Sudan) dillerinin oluşturduğu küçük öbeği de (bir üst aile içinde) nijer-kongoya bağlar. N İJ E R Y A , Batı Afrika'da devlet; 924 000 km2; 123 779 000 nüf. (1991). Baş­ kenti Abuja. Resmi dili İngilizce.



jEiíwwjNkonni D o g o n d o u tc h i



^lllela



% \



»Gwadabawa



\



S okoto



'



— •



TalataGumel



K a u ra -N a ı



Nijerya, Afrika'nın en kalabalık devleti­ dir (nüfusu Mısır'ın iki buçuk katı, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Zaire'nin dört ka­ tından fazla); her beş Afrikalı’dan biri Ni­ jeryalI'dır. Nüfus artış hızı yüksek olan bu ülkenin nüfusu, 1960’a doğru ancak 40 milyon dolayındaydı. —Doğal çevrelerin çeşitliliği. Nijerya 4° - 14°K. enlemleri arasında yer alır. Bu­ nun sonucunda, Nijerya'da çok çeşitli do­ ğal çevrelere rastlanır: yıllık ortalama ya­ ğış Güney'de yaklaşık 4 m'yken, Kuzey’ de 750 mm’nin altına düşer; aynı enlem­ de olmalarına karşın, Güney-doğu kesimi, Güney-batı’ya oranla yağışlıdır. Yağışlar bölgeden bölgeye de değişir. Güney -batı’da yarıekvator yağış tipi görülür; Güney-doğu'nun daha basit yağış düze­ ni, Gine musonundan etkilenir: nisan -kasım arasında bol yağış, aralık-ocak ara­ sında kısa bir kurak mevsim. Ülkenin orta kesimini ve kuzeyini etkileyen sudan tipi yağış rejiminde, süresi 6-7 aydan, K.’e doğru 4 aya düşen ve kuzey yarıküre ya­ zı sırasında görülen bir yağışlı mevsim vardır. Kuzeyde yağışlar yıldan yıla büyük değişiklikler gösterir, sıcaklıklar da yarıekvator tipinden (eşit sıcaklıklar), sudan ti­ pine (daha çelişkili) aynı geçişi sergiler. Nijerya'da bitki örtüsü, sürekli yeşil ek­ vator ormanlarından, orta kesimdeki sey­ rek, az çok savanlaşmış ormanlara ve Çad kıyılarında Sahil'de görülenlere ben­ zeyen savanlara kadar büyük çeşitlilik gösterir. Otlu ovalar başlıca kütleleri (Jos platosu, Kamerun sınırındaki yükseltileri) kaplar. Büyük bir çeşitlilik yer şekillerinde de gözlenir. NijeryalI coğrafyacılar, ülkedeki on iki morfolojik bölgeyi iki öbeğe ayırır­ lar: yüksek topraklar (highlands) ve alçak topraklar (lowlands). Yüksek topraklar da üç bölüme ayrılabilir. Hausa ülkesindeki yüksek ovalardan ve Jos platosu dağla­ rından (600-700 m ile 1 200-1 800 m ara­ sında, birçok düzleşme yüzeyi içeren sert taban) oluşan Orta-kuzey platosu, ikinci bölüm Nijerya Adamauası ve 2 400 m’yi aşan komşu dağlık kütlelerden (Alantika ve Shebshi dağları) oluşan yüksek toprak­ lar (Eastern uplands). Üçüncü bölüm, 300-600 m yükseklikte güzel billurlu tüm­ seklerin yer aldığı, en yüksek noktası 1 0 0 0 m'yi bulan granitli yüzeyler olan ba­ tıdaki yüksek topraklar (Western uplands). Nijerya topraklarının büyük bölümü ovalıktır. Gine körfezinde kıyı ve delta ova­ ları; G.-D.'da tortul havzalar ve Cross ırma­ ğı havzası; Benue ovaları ve Nijer vadisi; K.-B.’da Sokoto ovaları; K.-D.’da Çad ova­ ları. • Halkların ve kültürlerin çeşitliliği. Başlı­ ca dört etnik öbek vardır: G.-B.’da Yorubalar, G.-D.’da ibolar, K.’de Hausalar ve Pöller. Ancak Nijerya nüfusunun karışık yapısına yol açan, her biri ayrı dile, tari­ he, geleneğe sahip çok sayıda etnik azın­ lıktır, Çoğunlukta olan dört öbek nüfusun üçte ikisinden biraz fazlasını oluşturur. Bu-



B aga» •



Kukawa



\



«



N *



Hadejia-



lusau M a id u g u r i k jtis k u m



[Fok ku



Azare Misau



^



* K a rı



J



Nafada . / " g /



A una



Waw|



(a c h ia .



Mos1



Gömbe °°s>c



•P a n k s h ın



Jebbî r 'S h a k i



.)



*1736



Kaiam a ^



^



^



Nl



»Wamba



â'



I



COĞRAFYA



M ?



Geıdam



Ganye



bom oshı



*Toungo



3=leeyın ‘ " " S T a r e Ö ke n e



J0



ik e re



» •o k u ta n A.



Owo i Agenebode



İjebu-Ode



■ Epe



-



\



.



Ajaoküta



G boko



Idah J



Benin



Ok,>,pUp , * . C ity E n “ 91' LA * 0 O n lt s h e ^ . f" 7 T B - e n ı r T \ > ~ : e Ş a p e le J k N " l M k o y u X ^ ! W a r r i^ - lh,ali



Eha-Am ufu j



O w e r r i^ •



Takum



Í Gotel ■ dağlar}, '■> «Gepibi Mambıla



•Sonkwala



A b a k a li k i W j ¿ 9„ .



X



İk o m /



* .A hkp O



' /



c



V um ua^gg)



Forcados«# *^ladja Burutu



Wamba dağları



M a k u rd i



•Ankpa



>



Ik o t E k p e n e / A ba



y



1. A d o - E k i t i



2. ile s h a



C a la b a r



O pobo



3. P o r t H a rc o u rt



Kamerun dağı



*-:407o_ Dual



Brass



e*yuk»elti eğrileri: iOO 300 400 600 1000 1600



na Kanuriler'i, Ibibiolar’ı, Tivler'i ve Edolar’ı da eklersek bu sekiz etnik öbek Ni­ jerya nüfusunun dörtte üçünden çoğunu bünyesinde toplar. Her büyük bölgede bir öbeğin çoğun­ lukta olması siyasal güçlükler doğur­ maktadır. Bölgesel güç, K.'de Hausalar’ın (ve Pöller), G.-B.'da Yorubalar'ın, G.-D.'da Ibolar'ın (ve Ibibiolar) elindedir. Ülke çapında ele alındığında, yönetim ya kuzeydeki müslümanların (sayısal üs­ tünlükleri vardır) ya da Kuzey (Hausalar) ile Güney-batı (Yorubalar) koalisyonu­ nun elindedir; ne var kİ, birinci durumda Güney halkları, İkinci durumdaysa Gü­ ney-doğu halkları (İbolar ve Ibibiolar), yönetime karşı çıkmaktadır Ülkenin eya­ letlere (önce 12, sonra 19, 1987'de 21 1991'den beri 30 eyalet) bölünmesi, ka­ bile ayaklanmaları tehlikesini azaltmakla birlikte, müslüman Kuzey'in, halkı ço­ ğunlukla anlmist ve hıristiyan olan Orta ve Güney kesimleri üzerindeki üstünlü­



ğünü güçlendirmiştir. Nijerya. Afrika'nın en önemli müslüman ülkesidir (Nijer­ ya’daki müslümanların 54 milyon kişi ol­ duğu tahmin edilmektedir). Nüfus dağılı­ mı dengesizdir. Ülke ortalaması üzerin­ de nüfus yoğunluğu, özellikle kalabalık etnik öbeklerde görülür: K. ve K.-D.'da Hausa ülkesi; G.-B.'da Yoruba ülkesi; G.-D.'da İbo ülkesi. Öte yandan, orta ke­ sim, middle belt, çok daha tenhadır. • Bölgelerin ve tarımsal kaynakların çe­ şitliliği. Zenci Afrika'nın diğer ülkeleri gi­ bi, Nijerya da bir tarım ülkesidir. Nüfusun % 50'si tarımla uğraşır. Kısa süre önce petrolün bulunmasına kadar, Nijerya dış­ satımı tarıma, hayvancılığa ve kereste satışına dayanmaktaydı. Ancak bugün, dışsatımın % 93'ünü petrol oluşturur. Afrika'nın diğer kesimlerinde olduğu gibi, çapalayarak ve bazen de hasat ar­ tıklarını yakarak yapılan besin maddeleri tarımı pek verimli olmamakta, ama gene de, kentlerden gelen taleple canlanan ül-



NİJERYA



temel Alt Kretase (kumtaşı ve killi şistler) -



Ust Kretase kıllı kum. oolıtler) Üçüncü Zaman arazisi kum ve çakıllar - . . . . kuml u kıyı ovası bazalt örtüsü ■» "



kesintili volkanik örtü



J E 0 M 0 R F 0 L 0 J İK BÖ LG ELER



Oemtryolu



Kano Kaduna A b u ja



'*^• •3« i*



Keen



NİJER



o Oo °ó'l0o



X •.v ISI V1SL {i**1 ■ • •^ • ij g r n» v • . * Y • % . •’.* Á I,iv I I íD yt, /O O



A



0 o tahıl



ta ro



|



hin tda rısı



| |



o o iK > m o sh ö ^ ,''Ä . v , v .



m anyok



A



,



pata tes



B



B



m is



o íJ



pirin ç



1



2



I



utun



yağlı p a lm iy e k u z e y sınırı



i



ÏÏ.



W



çalı kültürü



E dei~ r O f M



1



-



I



.







0



°



(



BENUE



O



\k Dei\ Ih’ M İ re ç in e



son arıtma



¡ r



M Æ 1r. | | 1 •M



il



® l^-â e ç im s e l elektrolizle ' 'Şİ! d kurşun J IL giderme ^ jiı ^ A ^ a n a yaprakların v ayrılması



karıştırıcı durultucu



klorur



oluşturur. Krom (% 10-25) ve demirin (% 50'ye dek) yanı sıra tungsten, molibden, manganez ve titan katıldığında yüksek sı­ caklıklarda korozyona karşı dayanımlı ala­ şımlar (süperalaşımlar) elde edilir; bu ala­ şımlar fırın, otomobil ve uçak parçaları, türbin kanatları, kimya ve besin sanayisin­ de kullanılan aygıtların yapımında değer­ lendirilir (inconel, Nimonic). Bakır ve ni­ kel (% 30'a dek) düşük nicelikte kimi me­ tallerin (krom, kalay vb.) katılımıyla, koroz­ yona karşı iyi bir direnç gösteren, dövü­ lerek yassılaştırılabilen, ısıl iletkenliği yük­ sek alaşımlar verir; bu alaşımlardan yoğuşturu borularının yapımında ve metal para basımında yararlanılır (kupronikel).



î1*2mm ka,|n,,kta



® r



Ifo b L



— arı nike|)



te p k im e iç in



(



’tünel fırın (tavlama, gaz giderme)



gönderildi klor



arı nikel katot (10-14 mm kalınlıkta) çözünmeyen anot



'otomatik kesme



çözünmeyen anot



bir tonluk paletler üzerinde depolamaya gönderme



otomatik bidonlama jjnciri



koşullama



elek troliz



S. L. N belgesine göre



hidrometalürji işlemiyle yüksek arılıkta nikel üretim şeması



Yeni Kaledonya’da bir n ik el cevheri yatağının açık işletmesi



reostalar, gerilim ve akım yeğinliği ayarlayıcıları, elektrikli ev eşyaları). Bu alaşım­ lar ayrıca bakır-Konstantan, demir -Konstantan, nikel-nikel/krom ve Chromel-Alumel- gibi ısılçiftlerin yapımı için uygun özellikler taşır. • Özel mekanik nitelikli alaşımlar. Nikel de­ mir, krom ve tungstenle (Ni % 36, Cr % 9, W % 3, Fe % 52) esneklik modülü ve genleşebildiği oda sıcaklığına yakın sı­ caklıklarda değişmeyen bir alaşım elde edilir (Elinvar). Nikelin bir bölümü yerine kobalt, tungsten yerine molibden ve/ya da titan ya da bir titan -alüminyum- silisyum bileşiği konduğunda, yorulmaya karşı yüksek dayanım gösteren, bozulmayan ve yüksek bir esneklik sının olan alaşımlar el­ de edilir (sarmal yaylar, helisel yaylar, manometrik kapsüller, titreşimli lamalar, diya­ pazonlar vb.). % 5'in altında nikel ve krom içeren çelikler, özellikle üstün mekanik di­ rençleri (800-1 200 MPa) ve uzama kat­ sayılarından (% 8-15) dolayı yeğlenir. Bu tür çeliklerin ısıl işlemden geçirilmeleri de oldukça kolaydır. Özel bakır alaşımlarına % 15’e dek nikel katıldığında, bu alaşım­ ların çekme dayanımı, yükseltgenme ve



deniz suyu korozyonuna karşı direnci bü-*ük ölçüde artar; ayrıca yapıları inceldi­ ğinden kalıplanmaları kolayca gerçekleş­ tirilir (bronz, pirinç, bakır, alüminyum). Öte yandan bakır, çinko ve nikel alaşımları (Ni oranı % 1 0 -2 0 ), mekanik biçim değiştir­ meyle kolayca işlendiği ve üstün mekanik özellikler taşıdığı için süsleme parçaları­ nın yapımında kullanılır. • Korozyona karşı yüksek direnç gösteren alaşımlar. Bu tür alaşımların en çok kulla­ nılanları, % 18 krom ve % 8 nikel içeren paslanmaz çeliklerdir; bu çelikler özellik­ le atmosfer ve deniz suyu korozyonunun yanı sıra kimyasal etkenlere karşı göster­ dikleri yüksek direnç nedeniyle yeğlenir. Gri dökme demirlere % 20 oranına dek katılan nikel, bu malzemelerin sertliğini ar­ tırırken kırılganlıklarını azaltır, ısıl işlemle­ rini kolaylaştırır, korozyona ya da yükseltgenmeye neden olan kimyasal etkenlere karşı direncini geliştirir Demirli bakır-nikel alaşımları (Monel), atmosfer ve deniz su­ yu korozyonuna karşı üstün bir direnç ve ılımlı sıcaklıklarda iyi bir mekanik davra­ nış gösterir. Nikel, kromla (% 20), yüksek sıcaklıklarda kullanılan çeşitli alaşımlar H e rm a n n -



Dünya nikel üretimi, 1989'da 860 0 0 0 1 dolayındaydı. Başlıca üreticiler: Rusya (Kola yarımadası, Sibirya ve Yakutistan) 225 000 t, Kanada 129 000 t, Japonya 107 000 t, Norveç 55 000 t, Avustralya 43 000 t, Yeni Kaledonya 36 000 t, her biri 17-30 000 t arasında olmak üzere: Dominik Cumhuriyeti, G. Afrika, Küba, Çin, Ingiltere, Zimbabve ve Kolombiya. Dünya nikel tüketimi 1990’da 870 000 tondur: Japonya 163 000 1 (% 18,7), Rus­ ya 130 0 0 0 1 (% 14,9), ABD 127 000 t (% 14,6), Almanya 89 000 1 (% 10,2), Fransa 40 0 0 0 1 (% 4,6), İtalya 30 5 0 0 1 (% 3,5), B. Britanya 29 5 0 0 1 (% 3,4), Çin 29 5 0 0 1 (% 3,4), diğerleri 231 50 01(% 26,7). Kullanım alanlarına göre nikel tüketimi: inox ve ateşe dayanıklı çelik % 49, inşa­ at çelikleri % 8 , alaşımlı dökme demir % 3, süperalaşımlar % 4, düşük alaşımlı ve saf nikel % 11, demirdışı alaşımlar % 5, nikel kaplama % 1 2 , metal para basımı % 2 , diğerleri % 6 . —Metalürj. Ruolz'un 1841'deki ilk dene­ melerinden beri sanayisel olarak uygula­ nan elektrolitik nikel kaplama, demirden, çelikten, bakır alaşımından, çinko alaşı­ mından ve hafif alüminyum alaşımından her boyuttaki parça üzerinde gerçekleş­ tirilebilir. Elde edilen kaplamalar, otomobillerde, makine yapımında, ev eşyalarında, bitmiş çelik parçaları süslemek için kullanılır; par­ çaları deniz atmosferinde ya da asit ya da bazik ortamda korozyona karşı koruma yeterli kalınlıkta (en az 8 - 10 /ım bakır üze­ rine ve 15 /rm çelik üzerine) bir nikel kap­ lama gerektirir. Sert bir nikel kaplama amonyum klorür ile borik asit katılmış ve 50 °C dolayında tutulan bir nikel sülfat banyosuyla elde edilir; sağlanan Vickers sertliği, klasik banyolarla elde edilen 150200'lük sertliklere karşılık 500'e ulaşır. Bu nikel kaplama, korozyona yol açan ortam­ da aşınmaya dayanım göstermesi gere­ ken parçalara sert krom kaplama için ze­ min oluşturmaya yarar. Parlak nikel kap­ lama, elektroliz yoluyla, mekanik parlatma işlemi gerektirmeyen düzgün bir kaplama­ yı doğrudan sağlar; bu kaplama, krom ya da rodyum kaplama gibi bir bitirme kap­ laması için destek olarak da işe yarar. Par­ laklık etkisi, banyolara, "parlatıcı" denen maddelerin katılmasıyla elde edilir. Kimyasal nikel kaplama kimi kez, par­ çayı çeşitli nikel tuzlarının çözeltisine dal­ dırarak elde edilebilen ince dekoratif kap­ lamalarda kullanılır. Bir diğer kimyasal ni­ kel kaplama yöntemi, demirli ya da bakırlı parçşlara ve alüminyum alaşımlarına bun­ ları bir nikel tuzu çözeltisine sıcak daldır­ mayla uygulanır; bu yolla % 6 fosfor içe­ ren sert bir nikel alaşımı katmanı elde edi­ lir.



a. (fr. nickelage). Metalürj. NİKEL- KAPLAMA’nın eşanlamlısı. N İK E L A J



N İK E L A T a. (fr. nickelate’tan). Anorg. kim. Genel formülü M2 N İ0 4 olan karma­ şık tuz; bu formülde M, birdeğerli bir me­ tali gösterir. N İK E L İN a. (fr. nickéline). Miner. NİAs



formülündeki doğal nikel arsenür. (Heksagonal sistemde yer alan nikel bakır kırmı­ zısı, rengindedir.)



NİKELKARBONİL a (fr. nickel-carbonyle'den). Kim. Formül Nİ(CO)4 olan, 43 °C'ta kaynayan sıvı bileşik; karbonmonoksitle nikelin tepkimesi sonunda olu­ şur. (Isı etkisiyle kolayca ayrışan bu bile­ şik, Mond yönteminde nikelin açlaştırılma­ sında kullanılır.) NİKELLİ sıf. 1. Bileşiminde nikel bulu­ nan. —2. Nikelle kaplanmış.



NIKEPHO RO S (aziz) [İstanbul 758'e doğr. - sürgünde 829], İstanbul patriği (806-815). ikonakırıcılığa karşı çıktığı için görevden alındı, ikona kültü üzerine ince­ lemeler ve Bizans imparatorluğu nun 602 -769 dönemini kapsayan ve Syntomos Byzantine Historia (Nikophoros'un kısa ta­ rihi) adıyla anılan değerli bir tarih kitabı ka­ leme aldı. NIKEPHOROS I Logothatas (Seleukeia'da doğdu, Pisidia, günümüzde Se­ lef, Isparta-Bulgarıstan'da 811), Bizans imparatoru (802-811). Eirene döneminde Hazine logothetesiydi, bir saray darbesiy­ le iktidan ele geçirdi (ekim 802). Ilımlı da olsa bir ikonalara tapma yanlısı olduğu için resmi Kilise’den ayrılan studltlerin öfk g g jg ^ o l açtı. Maliye alanında reformlar yaptı, SRhmj yeniden örgütledi; bu amaç­ la stratioteslerden daha yoksul köylüleri de askerlik hizmetiyle yükümlü kıldı, de­ nizcileri küçük toprak parçalarına yerleş­ tirdi. Slavlaşmış bölgelere kolonlar yerleş­ tirme siyaseti, Slavlar'ın 805'te Patras'ta yenilgiye uğratılmasından sonra Bi­ zans imparatorluğu’nun Balkanlar’a yeni­ den egemen olmasını sağladı. Ama Ni­ kephoros I Venedik üzerinde tam bir ege­ menlik kuramadı (809), Araplar'a yenildi ve Harunurreşit ile onur kırıcı bir antlaş­ ma yapmak zorunda kaldı. Bulgarlar’a karşı büyük bir sefer düzenledi ve han Krum tarafından ordusuyla birlikte kılıçtan geçirildi (811). ■ NIKEPHO RO S I I PHO KAS (Kappadokia 912 - İstanbul 969), Bizans impara­ toru (963-969). Generalken, Girit (961) ve Halep'i (962) Araplar'dan aldı. Romanos ll'nln ölümünden sonra dul Imparatoriçe Theophano ile evlendi ve kendini impa­ rator ilan ettirdi (963). Tahtı iki genç impa­ rator Basileios II ve Konstantinos VIII ile paylaştı, ama İktidarı kendi elinde tuttu. Aristokrasinin temsilcisi olarak güçlüleri korudu ve askeri mülkiyeti sağlamlaştır­ maya çalıştı. Bir yandan hocası aziz Athanasias'ın Aynaroz dağında bir manastır kurmasına (963) yardımcı olurken, bir yan­ dan da büyük kilise mülkiyetinin gelişimi­ ni durdurmayı denedi. Orduyu güçlendir­ mek için vergileri ağırlaştırdı; Kilikia'yı ve Kıbrıs'ı (964-965), Suriye'nin bir bölümü­ nü (966 ve 968) ele geçirdi ve İstanbul’a geri döndü; o İstanbul’a dönerken komu­ tanları da Antakya (ekim 969) ve Halep'i (aralık 969) işgal ettiler. Halep prensliği imparatorluğun vasali olmayı kabul etti. Nikephoros, unvanını tanımadığı Otto l'in emelleri karşısında, İtalya'daki bizans var­ lığını koruyabilmek İçin Calabria ve Longobardia thema'larını tek bir komutanlık altında birleştirdi (965). Ama, 969'da, Theophano'nun da işbirliğiyle general ioannes Tzimiskes tarafından öldürüldü.



NIKEPHO RO S I I I B o ta iM İa tM (öl. 1081'den sonra), Bizans imparatoru (1078 -1081). 1078'de Mikhael Vll'ye karşı ayak­ lanan doğu ordusu tarafından ve haraç verdiği Süleymanşah'ın yardımıyla impa­ rator ilan edildi. Saltanatı sırasında ayak­ lanmalar ve iç savaşlar birbirini izledi. Ken­ disini Konstantinos Dukas'ın hamisi gibi gösteren Aleksios Komnenos iktidarı ele geçirdi ve Nikephoros'u bir manastıra ka­ pattı.



NIKEPHO RO S I I O rsinl ya da A nge­ los K om nenos, Epeiros despotu (öl. 1358). Annesi Anna Palaiologina'nın na­



ipliği altında yedi yaşında tahta geçti. Bi­ zans generali ioannes Kantakuzenos’un kızıyla nişanlandı, ancak Bizans impara­ torunun Epeiros despotluğuna Synadenos'u getirmesi üzerine annesiyle birlikte Selanik'e gitti. Bir süre sonra çıkan bir ayaklanmada tahtı yeniden ele geçirip Synadenos'u hapsettirdiyse de, bizans or­ dusunun müdahalesi üzerine yeniden Se­ lanik'e kaçmak zorunda kaldı, ioannes V'le İoannes Kantakuzenos arasındaki an­ laşmazlığın yol açtığı iç savaştan yararla­ nan s>rp prenslerinden Stefan Dusan Epeiros'u ele geçirdi. Stefan Dusan'ın ölü­ münden söhra harekete geçen Nikepho­ ros, Sırplar't kovarak Epeiros tahtına otur­ mayı başardı (1357). Ertesi yıl Arnavutlar' la tutuştuğu bir savaşta öldü.



NİKERATOS, atmalı heykelci (İ.Ö. III.



söze). Fucivaralar'ın en parlak dönemin­ de ( 10 0 0 yılına doğru) en gelişmiş örnek­ lerini saray kadınlannın verdiği japon ede­ biyat türü. —ANSİkl. Nikki (günü gününe alınan not) klasik japon edebiyatında önemli bir yer tutar: sözcüğün tam anlamıyla, nikki, is­ ter gezi notlarının, ister içten düşüncele­ rin şiirsel japon düzyazısıyla aktarıldığı bir güncedir. Aşağı yukarı yalnızca kadınla­ rın kullandığı (okur yazar erkekler de ken­ di nikkilerini tutuyorlardı ama, onlar Çin­ ce yazmayı kendileri için görev sayıyorlar­ dı) bu tür X. ve XI. yy.'larda son derece gelişti ve başyapıtlarını verdi: tarih olarak en eskisi Tosa-nikki'dır (Tosa’nm günlüğü) [935], onu özellikle Kagero-no-nikki' (Bir susineğinin günlüğü) [954-974], Murasaki Şikibu -nikki (Murasaki Şikubu'nun gün­ lüğü) [1008-1010] ve Saraşina-nikki* (1020 -1059) izler. Bu tür günümüze kadar par­ lak bir şekilde işlenmeye devam etmiştir.



yy.). Bergama kralları için çalıştı: Delos' ta Galatlar'ı yenen Philetairos onuruna yaptığı bir grubun kaidesi bulundu R N İK K O , Japonya'da kent. Honşu ada­ (262'den sonr ). sında, Tokyo’nun 150 km K.-K.-B.'sında; N İK E T A M İT a. (fr. nicöthamıde'den) Nl30 000 nüf. Bir ulusal park oluşturur. Hay­ kotinik asit türevi ilaç. Kalp ve solunum ranlık verici güzellikteki yerler ortasında uyancısıdır. (Ayrıca, uzun süreli beden ha­ bulunan Nikko'da ünlü tapınaklar Tokugareketlerini kolaylaştırmak için glukozla bir­ va şogunluğunun kurucusu ieyasu'nun likte kullanılır.) (öl. 1616) ve torunu iemitsu'nun (öl. 1641) NİKETAS EUOENİANOS, bızanslı şa­ anıtmezarları.Çokrenklı oymalarla bezen­ ir (XII. yy.). Kibarlığın, özentinin ve gerçek­ miş yapılar, XVII. yy. japon mimarisinin kla­ çiliğin birbirine karıştığı dokuz ciltlik man­ sik örnekleridir. zum bir roman olan Ta Kata Drosillan ve NİKLO SAM İT a. (fr. nidosamide'den). Kai Khariklea ile Aleksios l'in yeğeni Ste­ Tenyalara ve botriosefallere karşı etkili ilaç. phanos Komnenos'un ölümü üzerine (Solucanları doğrudan doğruya etkileye­ okuduğu söylevin yazarıdır. rek asalağın koruyucu öğelerini tahrip NİKETAS KHONİATES - Khonİa eder ve yarı sindirilmiş olarak atılmasını te s (Niketas). sağlar.)



N İKETERİA a. (yun. niketeria). Esk. Yun. 1. Eylül ayında Atina'da Athena onu­ runa düzenlenen şölenler. —2. Büyük oyunlarda atletlere verilen ödüller. N İK İ a. (fars. n ik ye -i'den n ik i). E sk. İyi­ lik, iyi olma.



N İK İA S , atinalı siyaset adamı (İ.Ö. 470'e doğr. - Siracusa 413). Zengin olan Nikias, servetini, önderi olduğu aristokratik par­ tinin (Kleon'a karşı) başarısı için harcadı ve sık sık strategos seçildi. Yeteneksiz bir general olmasına karşın 424'te Kythira’yı Spartalılar'dan almayı başardı. 421'de Ni­ kias barışı denen ateşkesi imzaladı; bu­ na göre fethedilen yerler ve esirler takas edilecek ve gerekirse hakemliğe başvu­ rulacaktı. 415'te, onaylamadığı Sicilya se­ feri komutanları arasında yer aldı. Siracusalılar tarafından kuşatılınca ordusuyla bir­ likte teslim oldu ve öldürüldü.



N İK İA S , İ.Ö. IV. yy.'da yaşayan atinalı ressam. Praksiteles'in heykellerinin ressa­ mı olan sanatçı, kadın güzelliğini resmet­ mekteki başarısıyla ün kazandı (Pompei fresklerinin Roma'daki kopyalarıyla tanı­ nan io, Andromede). Nikias, gölge ve ışık oyunlarında büyük bir ustadır.



N İK İS C H (Arthur), macar orkestra şefi (Löböny-Szentmiklös, Macaristan, 1855 - Leipzig 1922). 1874'te kemancı olarak saray orkestrasına girdi. 1879'da Leipzig Opera orkestrası'nın, 1889 da Boston Symphonic Orchestra'nın, 1893'te Buda­ peşte operası'nın, 1895’te de Berlin Filar­ moni orkestrası'nın başına geçti. 1897'de. H. von Bülovv'dan sonra, Hamburg filar­ moni konserlerinin yöneticisi oldu. Daha sonra "konuk şef” olarak, London Sym­ phony Orchestra ile sayısız konser gezisi yaptı. Daha çok Wagner, Schumann, Çaykovskiy ve Bruckner'in yapıtlarını çaldır­ dı. N İK İTA I - NİCOLAS I. Karadağ kralı. N İK İT İN (Ivan Saviç), rus şair (Voronej 1824 - ay. y. 1861). Kendi kendini yetiştirdi, hüzünlü ve gerçekçi dizelerle toprak kölelerinin ve yoksulların mutsuz yazgısını anlattı, tekdüzeliğine karşın bü­ yük başarı kazandı (/e Tailleur [fr. çev.], le Koulak [fr. çev.]. 1858).



N İK K İ a. (günlük anlamında japonca



N İK O âO S AĞA, ermeni asıllı türk bes­ teci (İstanbul 1836 - ay. y. 1885). Çocuk­ luğunda İsmail Dede Efendiden birkaç eser meşk etti. Daha sonra Dellalzade İs­ mail Efendiden ders aldı. 1861 e doğru, Dellalzade’nin aracılığıyla müzik hocası olarak Enderun'a alındı. Damat Ethem Pa­ şa tarafından korundu. Paşa, zengin no­ ta koleksiyonundaki birçok klasik yapıtı, Nikoğos'a notaya aldırdı. 1873'te, patrik Kevork IV’ün daveti üzerine Eçmiyadzin’e gitti ve ermeni ayinlerini notaya aldı. 1879'da Kumkapı Meryemana kilisesi’nin baş mugannisi oldu. Mevlevihanelere de devam eder ve ayin okurdu. Hacı Arif Beyden önceki şarkı üslubunun son bü­ yük temsilcilerindendir. Günümüze 63 şar­ kısı ulaşabilmiştir. En ünlüleri: Sevdi gön­ lüm ey melek sima seni (acemkürdi), Ni­ çin a sevdiğim niçin (hicaz), Var mı hacet, söyleyin, ey gültenim (muhayyerkürdi), Ey çeşm-i ahu mehlika (acemaşiran), Hoş ya­ ratmış Bâri-ezel (ferahnâk), Geçip de kar­ şıma gözlerin süzme (şevkefza). NİKOKLES, Kıbrıs'ın Salamis kralı (öl. İ.Ö. 353’e doğr). 374’te babası Evagoras' ın yerine geçti. Isokrates, ona hükümdarC h. L e n a rs - A tla s - P h o to



8659



B ib lio te c a M a rd a n a



M m rn n ti h istoria q m ad C retrn insu im se referunt, saeculis XIII-XIV ÇN). yy.) minyatüründen ayrıntı Bibtioteca U a rcim Venedik



D e tlu s



Arthur Nikisch



Nikko Futarasan tapmağı’nın girişinde bronz torii (1610’da yeniden yapMı)



Nikokles yakınında, 1796- Petersburg 1855), Rus­ ya imparatoru (1825-1855). Pavel Cin üçüncü oğlu. Asker olarak yetişti. Ama N İK O K R E O N , Kıbrıs’ın Salamis kralı Varşova'ya yerleşen kardeşi grandük (öl. İ.Û. 311). Ptolemaios ile birleşti ve ona Konstantin Pavloviç, imparatorluk tahtın­ adadaki öbür siteleri egemenliği altına al­ dan vazgeçince ağabeyleri Aleksandr l’in masında yardımcı oldu. 311'de ailesiyle yerine tahta geçti. Aleksandr I ölünce Nibirlikte öldürüldü ve Lagoslar adayı ele kolay, Konstantin'in o güne kadar saklı tu­ geçirdiler; Ptolemaios adaya bir vali tulmuş olan feragatinin teyidini istedi; bu­ -strategos atadı. nun sonucunda ortaya çıkan fetret döne­ minden (27 kasım -14 aralık 1825) yarar­ N İK O L A İS (Alwin), amerikalı besteci, lanan liberaller, dekabrist ayaklanmasını ressam ve koregraf (Southington, Con­ gerçekleştirmek istediler. İmparator olan necticut, 1912). 1933'te dans öğrenimine Nikolay I, dekabristleri sert bir biçimde ce­ başladı. 1935-1937 arasında Hartford zalandırdı ve devlet yönetimini enerjik bir Kukla tiyatrosu’nu yönetti. TŞ37-1939 ara­ biçimde ele aldı. sında kendi kumpanyasıyla gösteriler sun­ Nikolay I, ülkede liberal düşüncelerin du. 1940-1942 ve 1946-1948 arasında gelişimini durdurmak amacıyla, BenkenHartt School of Music'in (daha sonra Hart­ dorf'u, polis örgütünü güçlendirmekle gö­ ford Üniversitesi'ne dönüştü) dans bölü­ revlendirdi: jandarma kuvveti ve impara­ münün başındaydı. 1948'de Henry Stre­ torluk Adalet bakanlığı üçüncü şubesi ku­ et Settlement Playhouse'un dans bölümü­ ruldu. Gizil ajanların gözetimi ve giderek nü örgütlemeye başladı, 1950'de de bu sertleşen baskıcı bir sansür, ülkenin tüm bölümün başına geçti. 1951'de, on dans­ kültürel ve toplumsal yaşamı üstüne çök­ çıdan oluşan Playhouse Dance Comtü. Ancak, programını, ünlü "otokrasi, Or­ pany’yi kurdu ve "bütüncül tiyatro" dene­ todoksluk, ulusallık" formülünün mucidi melerine başladı. “ Tiyatro dans" kuram­ olan Milli eğitim bakanı Uvarov'dan alan larını yansıtan ilk yapıtı Masks, Props and resmi ideolojinin, seçkin aydınlar üzerin­ Mobiles, 1953'te sahnelendi. 1956'da top­ deki etkisi pek sınırlı kaldı. Fakat, sansü­ luluğunun adını, “Alwin Nikolais Dance re ve üniversitelerin özerkliğini sınırlayan Company"ye, 1968’de de "Alwin Nikolais 1835 tarihli yönetmeliğe rağmen, Nikolay Dance Theatre''a çevirdi. Topluluk yeni Cin saltanat dönemi, felsefe ve tarih (Rus­ adıyla ilk kez New London’da Connecti­ ya'nın geçmişi ve geleceği üstüne batıcı­ cut College festivali’nde sahneye çıktı ve A. Nikolais’in ilk bestesi olan Kaleidosco­ larla slavcılar arasındaki tartışmalar) alan­ larında çarpıcı bir gelişme ve edebiyatta pe eşliğinde dans etti. Nikolais, daha son­ L a ro u s s e olağanüstü bir yaratıcılık (Puşkin, Lermonra The Bewitched (1957), Totem (1960), tov, Gogol ve Herzen) dönemi oldu. Stratus ve Nimbus (1961), imago (1963), Toprak köleliğinin zararlarının bilincinde Sanctum (1964), Vaudeville of the Ele­ olmasına rağmen Nikolay I, kurulu düze­ ments (1965), Somniloquy ve Triptych ni devirebilecek zincirleme bir tepkiden (1967), Tent (1968) gibi yapıtları düzenle­ çekindiği için, hiçbir temelli reforma giriş­ di. G. C. Menotti’nin. ilk kez 1969'da Ham­ medi. Bununla birlikte, mevcut kurumlaburg operası nda sahnelenen Help! Help! rın işleyişini düzeltmeye çalıştı: idari me­ The Globolinks adlı operasının koregrafikanizmanın kontrolü ve suiistimallerin ce­ sini hazırladı, kostümlerini çizdi; 1973'te zalandırılması, imparatorluk yasalarının Pierre Henry ve N. Schöffer ile işbirliği ya­ sistemleştirilmesi (Speranskiy'in girişimi parak KyldexTi gerçekleştirdi. Son yapıt­ [1830-1839]), Kiselyov'a hazırlatılan (1837 larından başlıcaları: Echo (1969), Struc­ -1841) devlet köylülerinin yönetimine iliş­ tures (1970), Scenario (1971), Foreplay kin reform, Kankrin'in para reformu (1839 (1972), Grotto (1973), Cross Fade (1974), -1843), alman örneğine göre bir ortaokul­ Tribe (1975), Triad (1976), Guignol (1978), lar ağının geliştirilmesi. Böylece oluşan ni­ Mechanical Organ (1980). 1978-1981 ara­ telikli ve uzmanlaşmış bir bürokrasi saye­ sında Angers'deki Çağdaş dans merke­ sinde Aleksandr II, iktidara geçtiği zaman, zi'nin sanat yönetmenliğini yaptı. Paris saltanat döneminin büyük reformlarına gi­ Operası için Schema'yi hazırladı (1980). rişebildi. Nikolaus von Kues Kendi buluşu olan, Choroscript adını ver­ Dış politikada, Nikolay I, Nesselrode' diği dans yazısını aynı adlı kitabında açık­ Pierre Adolphe V arin'in gravüründen nin yardımıyla ve Avusturya ve Büyük Bri­ ladı (1957). (1881) aynntı tanya ile görüş birliği içinde, Avrupa den­ Bibliotheçue nationale, Paris N İK O L A K İ Kem ençeci, rum asıllı türk gesini korumaya çalıştı. OsmanlIlar ile yu­ besteci (öl. 1915 (?]). Yaşamı üzerine bilgi nanlı asiler arasında arabuluculuk yap­ yoktur. Repertuvarda şarkıları, peşrevleri mak için önce Büyük Britanya (1826) son­ ve sazsemaileri vardır. Şehnaz ve mahur ra da Fransa (1827) ile anlaştı. Yunan sazsemaileri çok ünlüdür. ayaklanması ile uğraşan Osmanlı imparatorluğu’na baskı yaparak Rusya’nın Ef­ ■ N İK O L A U S v o n K u o s , lat. Nicolaus lak ve Boğdan'daki durumunu güçlendir­ Cusanus, alman tanrıbilimci ve bilgin (Ku­ di (Akkerman sözleşmesi, 1826). Yunan es, Trier diocesisi, 1401 - Todi, Umbria, ayaklanmasına Büyük Britanya ve Fran­ 1464). Basel konsili’nde (1431-1437) papa­ sa ile birlikte, asilerin lehinde müdahale nın üstünlüğü savıyla karşıtı olan konsilin etti (Navarin deniz savaşı, 1827). Büyük üstünlüğü savını uzlaştırmaya çalıştı, da­ Britanya ve Fransa’nın tarafsızlığını sağ­ ha sonra papanın yanılmazlığı öğretisinin layarak Osmanlı imparatorluğu'na savaş kesinleştirilmesine katkıda bulundu. 1448’ açtı (1828-1829). Edime antlaşması (1829) de kardinal oldu, yunan ve roma kilisele­ ile Osmanlı imparatorluğu Tuna ağzı, Porinin birleşmeleri için çaba harcadı. Baş­ ti, Anapa, Ahıska'yı Rusya'ya bırakmayı ve lıca yapıtı Docta ignorantia (Bilinçli cahil­ Yunanistan'ın bağımsızlığını onaylamayı lik) [1440], ilk yayımlandığında hemen hiç kabul etti, ingilizler'in görüşünü benimse­ önemsenmedi, ancak daha sonra G. Bruyen Nikolay I, zayıf ve zayıf kalması gere­ no’ya esin kaynağı oldu. Nikolaus von Ku­ ken bir Osmanlı Imparatorluğu'nun yaşa­ es, De conjecturis (1440), De vislone Dei tılmasının, paylaşılmasından daha yararlı (1453) ve Non aliud (1462) adlı yapıtların­ olduğu düşünçesindeydi. Bu amaçla Rus­ da görüşlerini açıkladı. Sistemi, sıkı bir ya, Osmanlı imparatorluğu’nu yeniden platonculuktur. Ancak buna, William of canlandırabileceği kaygısıyla Mehmet Ali Ockham (duyumsal deney), Duns Scotus Paşa'ya harekâtını durdurması için baskı ve Meister Eckhart'dan (mistik deney) al­ yaptı ve Babıâlı ile Hünkâr iskelesi antlaşdığı bazı öğeleri de katar. Platon'un gö­ ması'nı imzaladı (1833). Osmanlı impararüşlerini kutsal metinlerle uzlaştıran Niko­ torluğu'nu büyük ölçüde Rusya'nın nüfu­ laus von Kues, sonsuz, aşkın bir Tanrı ka­ zuna sokan bu antlaşma Londra Boğaz­ bul eder ve her türlü gerçeklik ve gerçe­ lar sözleşmesi (1841) sonucu etkisiz kalın­ ğin onun içinde toplandığını İleri sürer. Ev­ ca Nikolay I, Osmanlı imparatorluğu’nu ya­ ren, Tanrı'nın "açıklanmasf’dır, yaratılmış şatmak siyasetini terk ederek, Rusya'nın her şey özüyle Tanrı'nın zihninde vardır ve eski siyasetine (Osmanlı imparatorluğu’ insan sevgi yoluyla bu zihne katılabilir. nu parçalamak) döndü. Ayrıca Nikolay I, İran'dan Aras'ın kuze­ N İK O LA Y I (Tsarsl'oye Selo, Petersburg



8660



ların ve halkın görevlerini anlatan iki Pros Nikoklea sundu.



yini aldı (Türkmençay antlaşması, 1828). Ama Dağıstanlılar'a boyun eğdirmeyi ba­ şaramadı; burada müslümanların başlat­ tığı ayaklanmayı Şeyh Şamil yönetiyordu (1834-1859). Buna karşılık Polonya ayak­ lanması 1831'de ezildi ve Polonya krallı­ ğı, Rus imparatoriuğu’nun ayrılmaz par­ çası ilan edildi (1832). Bundan sonra, Ni­ kolay I, Prusya kralı Friedrich-Wilhelm III ile Avusturya imparatoru Franz Cin şansöl­ yesi Metternich'e yaklaştı: üç hükümdar, ülkelerinde iç karışıklıklar patlak verdiğin­ de birbirlerinin yard'mma koşmayı taah­ hüt ettiler (1833). Bu nedenle Nikolay I, 1849'da, Avusturya imparatoruna karşı gi­ rişilen macar ayaklanmasını bastırmak üzere müdahale etti. Bu yüzden Avrupa solu, Nikolay l'e "Avrupa'nın jandarması" adını taktı. Fakat, Nikolay 1,1851-52’ye ka­ dar Büyük Britanya'nın örtülü onayıyla ha­ reket etti. Kutsal yerler sorununun bir Do­ ğu bunalımına dönüşmesi, Nikolay l'e Os­ manlI imparatorluğu üzerindeki emelleri­ ni uygulamaya koymak fırsatını verdi. Pay­ laşma önerisi Büyük Britanya tarafından geri çevrilince "Hasta adam"ın (Osmanlı İmparatorluğu) işini bitirmek için tek ba­ şına harekete geçerek osmanlı egemen­ liğindeki Eflak ve Boğdan'ı işgal etti (1853). Ama bu Fransa ve Büyük Britan­ ya’nın, Osmanlı imparatorluğu ile ittifak halinde Rusya'ya savaş açmaları sonucu­ nu doğurdu. Nikolay I, Kırım savaşı (1853 -1856) sürerken öldü. Rusya'nın bu savaş­ ta uğradığı yenilgiler ülkenin iktisadi ve teknik geriliğini gözler önüne serdi. ¿ N İK O L A Y I I (Tsarskoye Selo 1868 - Yekaterinburg 1918), Rusya imparatoru (1894-1917). Aleksandr lll’ün büyük oğlu. 1894’te babasının yerine geçti ve 1895'te, Aleksandr ll'nin başlattığı reformların sür­ dürülmesini isteyen zemstvo delegelerinin bu isteklerini "saçma hayaller" olarak red­ detti. "Otokrasi ilkesini, unutulmaz baba­ sı kadar enerji ve azimle korumaya" ka­ rarlı olduğunu açıkladı. Böylece, kararsız­ lık ya da zayıflıkla suçlanan Nikolay II, sa­ hip olduğu otokrat çar ayrıcalıklarını inat­ la savundu. Kendisine dört kız ve bir er­ kek çocuk (1904’te doğan çareviç Aleksey) veren karısı Aleksandra Fyodorovna’ ya çok bağlı olan Nikolay II, kamu yaşa­ mından elverdiğince uzak kalarak çoğun­ lukta Tsarskoye Selo'da yaşadı. Oysa, Nikolay II, nüfusu hızla artan ve hızlı bir sanayileşme sürecine girmiş bir ülkenin karmaşık sorunlarıyla karşı karşı­ ya bulunuyordu. Maliye bakanı Vıyşnegradskiy ve arkadan Vitte, Fransa ile sa­ nayinin gelişmesini sağlayacak devlet is­ tikrazları için görüşmeler yaptı. Sanayileş­ me, sorunları giderek ağırlaşan toprak sa­ hipleri, köylüler ve soyluların zararına ge­ lişti. Vitte, imparatordan, köylü sınıfının ge­ reksinimleri konusunda bir konferans top­ lanması için gerekli izni aldı (1902). Köy­ lülerin özleyişlerinin radikalleşmesinden memnun olmayan Nikolay II, Pleve'yi ka­ rışıklığı bastırmakla görevlendirdi ve Vitte'yi uzaklaştırdı (1903). 1902'den başla­ yarak gelişen bunalım, toplumun bütün katlarını (zemstvolardaki liberaller ve ser­ best meslek sahipleri, eylemleri terörizme kayan öğrenciler, Ukrayna ve Orta Volga' da isyanlar çıkaran köylüler ve grevleri 1903'ten itibaren yayılan işçiler) sardı. Ocak 1904’te, Nikolay II, taht çevresin­ de ulusal birliği yeniden sağlamak umu­ duyla, Japonya'ya karşı savaşa girdi. Oy­ sa, Pleve'nin (temmuz 1904'te öldürüldü) yönettiği baskı ve Rus-Japon savaşı'nda (1904-05) uğranılan bozgunlar, bunalımı daha da ağırlaştırdı. Nikolay II, Kanlı pa­ zar adı verilen (9 [22] ocak 1905) işçi gös­ terisi üzerine ateş açtırarak “ halkın babası çar" efsanesini yıktı ve 1905 devrimi’nin patlak vermesine yol açtı. Bunun üzerine Vitte’yi geri çağırmak (ekim 1905 - nisan 1906) ve bir devlet duması toplama (libe­ raller bunu bir kurucu meclise dönüştür­ mek niyetindeydiler) vaat eden ekim 1905 bildirisini açıklamak zorunda kaldı. Ordu



Nikosthenes Uzakdoğu’dan dönünce Petersburg ve Moskova sovyetlerini ezdi (aralık 1905 - ocak 1906). Duma'nın, Kurucu meclis’e dönüşmesini önlemek amacıyla temel ya­ saları ilan etti (mayıs 1906): bu yasalara göre çar, otokrat unvanını, askeri, diplo­ matik ve dinsel sorunların yönetimini üst­ lenmeye devam ediyor, Duma’yı toplama, dağıtma ve oturumlar arasında yasa gü­ cünde kararnameler çıkarma hakkına sa­ hip oluyordu. Yönetilmesi olanaksız görü­ len ilk iki Duma’nın ömrü ancak birkaç ay sürdü. Bunun üzerine, Stolıypin, seçim ya­ sasını değiştirdi (1907). Böylece Nikolay II, Rusya'yı gerçek bir meşruti monarşiye dönüştürmeyi reddetmiş oluyordu. Nikolay II, temmuz 1905'te Björkö’de Wilhelm ll'yle yaptığı gizli görüşme sıra­ sında, Almanya ile bir savunma ittifakı im­ zaladı, ama daha sonra bu antlaşmadan vazgeçerek daha çok fransız-rus ittifakını tercih etti. Daha sonra Büyük Britanya'ya yanaşarak, 1907’de bu ülkeyle bir anlaş­ ma imzaladı ve itilaf devletleri'ne katıldı. 1912-13 savaşlarıyla osmanlı egemenliği­ nin sona erdiği Balkanlarda, izvolskiy'in teşvikiyle, etkin bir politikaya sürüklenen Nikolay II, Avusturya-Macaristan ile ittifak kurmuş olan Bulgaristan'a karşı Sırplar'ı destekledi. Böylece, Rusya'yı aşılması ola­ naksız güçlüklere sokan Birinci Dünya savaşı'na girmek zorunda kaldı. Devrimci partilere karşı baskıyı artırma­ ya ve köylüleri mir’in zincirlerinden kurta­ racağı varsayılan bir tarım reformunu ger­ çekleştirmeye çalışan Stolıypin'in öldürül­ mesinden (1911) sonra, imparator, Kokovtsev’i göreve çağırdı (1911-1914), ardından çevresini dar görüşlü ya da yeteneksiz ge­ rici bakanlarla doldurdu. Kamuoyunun gözünde, Stürmer ve Protopopov, saray­ la rezilce ilişkilere giren Rasputin'in sadık bendeleriydi. Savaştan yana olan Nikolay II, ülkeyi Duma'sız yönetmeye çalıştı ve or­ du başkomutanlığını da kendisi üstlendi (eylül 1915). Mogilev'in genel karargâhın­ da soyutlanmış durumda kalan Nikolay II, "ruhani danışmam" Rasputin’in etkisi al­ tına giren Aleksandra Fyodorovna'nın yö­ netimde giderek artan bir rol oynaması­ na göz yumdu. Bu vurdumduymazlık kar­ şısında, sivil toplum, zemstvolar, meslek dernekleri, savaş ekonomisini örgütleme­ ye çalıştılar; böylece 1916'da askeri du­ rumda kısa süreli bir iyileşme görüldü. 1915'te Duma bünyesinde kurulan "ileri­ ci blok”, ülkenin güvenini kazanmış bir hü­ kümet kurulmasını istedi ve Nikolay ll'yi devirmeye yönelik bir komplo tasarladı. Ama, Duma, şubat 1917 halk ayaklan­ ması tarafından aşıldı, iktisadi güçlükler, 1916-17 kışında iaşe bunalımına yol açtı; bu durumda, sosyalist devrimciler ve sos­ yal demokratlar tarafından örgütlenen Petrograd halkı ayaklandı. 1917 rus dev­ rimi gerçekleşti. 2 (15) mart 1917’de Ni­ kolay II, kardeşi grandük Mihail lehine tahttan feragat etti; Mihaü'in de hakkından vazgeçmesi üzerine Romanovlar saltanatı sona erdi. Duma, geçici hükümeti kurdu. Tobolsk’ta, sonra Yekaterinburg'da gözal­ tına alınan imparator ailesi, 16-17 temmuz 1918 gecesi, Yekaterinburg’un bolşevik karşıtı güçlerce işgalinden kısa süre ön­ ce Ural sovyetinin emriyle öldürüldü. ■ N İK O L A Y N İK O L A Y E V İÇ R O M A MOV (grandük), rus general (Petersburg 1856 - Antibes 1929). Nikolay l’in torunu. Süvari kuvvetleri genel müfettişi (1895 -1905), çarın yaveri ve Milli savunma kon­ seyi başkanı (1905-1908) oldu, 2 ağustos 1914'te rus orduları başkomutanlığına ge­ tirildi. Fransa’ya karşı üstlenilen taahhüt­ ler (temmuz 1912) uyarınca seferberliğin tamamlanmasını beklemeden Doğu Prus­ ya'da saldırıya geçti; iki ordusu da yenil­ di (Tannenberg, 26-29 ağustos 1914; Mazurya gölleri, 8 - 10 eylül) ve geri çekilmek zorunda kaldı. Galiçya'da Avusturyalılar’a karşı daha başarılı oldu; Polonyalılar’a yurtlarının yeniden canlandırılacağı umu­ dunu uyandıran bir çağrıda (“ Polonyalı­



lar'a çağrı") [14 ağustos 1914] bulunduk­ tan sonra giriştiği bir saldırıyla Karpatlar'a ulaştı. Fakat bir alman-avusturya karşı sal­ dırısı (mayıs 1915) Görlitz'de (2 mayıs) za­ ferle sonuçlanarak, Galiçya, Polonya ve Litvanya'nın işgaline yol açtı. Nikolay, çok büyük kayıplar pahasına, alman-avusturya ilerlemesini durdurmayı başararak (ağustos sonu) bir felaketi önledi; buna rağmen, 6 eylülde görevinden alındı ve Kafkasya cephesine gönderildi. 1917 devrimi'nden sonra Kırım’da kaldı, sonra Fransa’ya çekildi (1919-1929). N İK O L A Y E V , Ukrayna'da liman ken­ ti, Güney Bug'un halici kıyısında; 503 000 nüf. Tersaneler. Alüminyum metalür­ jisi. Takım tezgâhlar. Hazırgiylm. Besin. Kenti 1789’da Potemkin kurdu. N İK O L A Y E V A (Galina Yevgeniyevna Volyanskaya, —denir), rus kadın ede­ biyatçı (Usmanka, Mariynsk, 1911 Moskova 1963). Kolhoz yaşamı üstüne romanlar (Jatva, 1950) yazdı, daha son­ ra toplumsal eleştiriye yöneldi (Combat sur la route [fr. çev.], 1957). N İK O L A Y E V S K -N A -A M U R , Rus ya'da kent, Uzakdoğu'da, Amur ırmağı'nın denize döküldüğü yerde; 30 000 nüf. Balıklavalar ve balık sanayileri. Ge­ mi onarım tersaneleri. N İK O L S B U R G - MİKULOV. N İK O M A K H O S Stageiroslu, Aristote­ les'in babası ve Makedonya kralı Phillppos'un doktoru (İ.Ö. IV. yy.). Tip ve fizik ala­ nındaki bazı incelemeleri onun yazdığı sa­ nılmaktadır. Aristoteles Ethika nikomakheia (Nikomakhos'un ahlakı) adlı kitabı­ nı ona adadı. N İK O M A K H O S , yunanlı matematikçi ve müzik kuramcısı (Gerasa, Filistin, İ.S. II. yüzyıl). Aritmetiğin, bağımsız bir bilim dalı haline gelmesinde önemli bir aşama sayılan Eisagoge Arithmetike'y'\ ve Pythagoras’tan esinlenerek Enkteiridion Harmonikes'ı yazdı; bugün kaybolmuş olan De música' nın da yazarı olduğu sanıl­ maktadır. N İK O M E D E İA , lat Nicomedla, bugün İzm it. Tar. coğ. Anadolu’da Bithynla böl­ gesinin merkezi kent. Lysimakhos’un bir Megara kolonisi olan Astakos"u yıkıma uğratmasından sonra, Bithynia kralı Nikomedes I tarafından kuruldu (İ.Ö. 279). Av­ rupa'yı Doğu’ya bağlayan ana yol üzerin­ de bir liman kenti olması dolayısıyla hızla gelişti; Roma imparatorluğu'nun deniz üs­ lerinden biri oldu, imparatorlar burayı sık sık ziyaret ediyor ve kış aylarını burada geçiriyorlardı. Özellikle Diocletianus döne­ minde imparatorluğun D. bölgesinin mer­ kezi konumundaydı. Ancak Konstantinopolis'in kurulması ve IV.-V. yy.'larda geçir­ diği büyük depremler yüzünden önemi­ ni yitirdi. Theodosios II döneminde (401 -450) bir ara yeniden parladı. Kentin Ro­ ma dönemi yapılarının hiçbiri günümüze ulaşmadı. N İK O M E D E S I (öl. 250'ye doğr.), Bithynia kralı (İ.Ö. 279-250'ye doğr.). Zipoetes'in oğlu. Ülkesine bağımsızlığını (Selefkiler'in emellerine rağmen) kazandırdı ve denize açılmasını sağlayan bir yer ele geçirdi. Kurucusu olduğu Nikomedeia'yı (264'e doğr.) bir yunan kültürü merkezi yaptı. N İK O M E D F.S ! ! E p lp h a n e s (öl. ¡ 0 128’edoğr.), Bithynia kralı (İ.Ö. 149-128'e doğr.). Babası Prusias II onu Roma'ya gönderdi, sonra başarısını kıskanarak öl­ dürtmek istedi. Ama Nikomedes, Attalos ll'nin yardımıyla Bithynia'yı ayaklandırdı, Prusias'ı boğdurttu ve yerine geçti. Roma ile bir ittifak siyaseti izledi. Corneille'in tra­ jedisinin kahramanıdır. N İK O M E D E S I I I E u e r tje te s , (öl İ.Ö. 94'e doğr.), Bithynia kralı (İ.Ö. 128'e doğr. - 94'e doğr.). Nikomedes ll’nin oğlu ve ar­ dılı.



N İK O M E D E S I V P h llo p a to r (öl. İ Ö 74’e doğr.), Bithynia kralı (İ.Ö. 94’e doğr. - 74'e doğr.). Nikomedes lll’ün oğlu ve ar­ dılı. Düşman olduğu Mithridates VI tara­ fından 8 8 'de kovuldu. Müttefiki Romalılar onu yeniden tahta geçirdiler Bithynia'yı roma senatosuna bıraktı.



8661



N İK O M E D E S , İ Ö III yy.’da yaşamış yu­ nanlı matematikçi. Kavkıyı tasarladı ve bu­ nu küpün ikikatını alma ve açıyı üç eşit parçaya bölme sorununu çözmekte kul­ landı. Bu eğriyi çizmek için mekanik bir yöntem buldu. N ik o m e d e s k a v k ı e ğ r is i. Geom A. O nun A doğrusu üzerinde dik izdüşümü olduğuna göre, A doğrusunun OA=b olması halinde elde edilen kavkı* eğri­ si. N İK O N (Nikita MİNOV. dini adı) [Veldemanovo, Nijni-Novgorod bölgesi, 1605 Yaroslavl 1681J, Rus kilisesi patriği (1652 -1667). Köylü çocuğu idi. Papaz, sonra da manastır başrahibi oldu, çar Aleksey Mihayloviç’in dikkatini çekti (1646) ve onun danışmanları arasına girdi. 1648 de Novgorod metropoliti, 1652'de Moskova pat­ riği oldu. Kutsal Kitap metinlerinde yer alan yanlışların giderilmesi için bunların yeniden gözden geçirilmesini hızlandırdı ve bu görevi yunanlı ve ukraynalı bilgin­ lere verdi. 1655 sinodu tarafından düzel­ tilmiş rusça missalisi kabul ettirdikten son­ ra, rus ayin usullerinde bazı değişiklikler yapmak istedi ve bu yüzden gelenekçile­ rin ya da eski inançlıların muhalefetiyle karşılaştı. Muhaliflerine ve bunların başı Avvakum'a şiddetle ve zalimce baskı yap­ tı. Çarla arası açıldı, bir manastıra çekildi (1658). Çarın isteği üzerine toplanan 1666-67 konsili, Nikon’un reformlarını onayladı ve muhaliflerinin cezalandırılma­ sını buyurdu. Böylece, reform muhalifleri ayrılıkçı olarak kovuşturmaya uğradılar. (-» BASKOL.) Aynı konsil, Nikon'u ruhani gü­ cün dünyevi güce üstünlüğünü savundu­ ğu için kınadı ve onun patriklik ve pisko­ posluk unvanını kaldırdı. Nikon, Beloye Ozero'daki Svyatoy Therapont manastırı' na sürüldü. N İK O P O L ->



Nikolay II Rusya imparatoru Serov'un bir yapılından Rundaltsev’in gravürü (ayrıntı)



C annoo



NİĞBOLU.



N İK O P O L , Ukrayna’da kent, Dniepr kıyısında, Zaporojye dirseğinin aşağı ke­ siminde; 158 000 nüf. (1989). Irmak ge­ milerinin yapımı. Kazancılık. Makine fab­ rikaları. Betonarme. Hazırgiyim. Besin. N İK O P O LİS . Tar. coğ. Niğbolu'nun Antikçağ'daki adı. N İK O P O L İS , lat. N icopolls. Tar. coğ. Anadolu'da, Pontos bölgesinin iç kesimin­ de antik kent; bugün, Sivas’a bağlı ilçe merkezi Suşehri. N İK O S K O R B İN a. (fr nicoscorbine). Eczc. Birbirinin etkisini artıran C ve PP vi­ taminleri karışımı. pN İK O S T H E N E S , attikeli çömlekçi (İ.Ö. 530’a doğr. - İ.Ö. 500). Çok faal olan atöl­ yesinde, özellikle Güney İtalya'da ele ge­ çirilen çeşitli biçimlerde kaplar yapıldı: oinokhoe, pyksis ve özellikle kupa (Louvre) ve amforalar. Bu kapların dekorunu, kır­ mızı figür tekniğini ilk olarak kullanan res­ samlar gerçekleştirmiştir. gem ilerle bezenm iş siyah figürlü kupa İ.Ö . 520-510 dolaylan Louvre müzesi, Paris R é u n io n m u s é e s natio n .



grandük Nikolay Nlkolayeviç Romanov



nikotein N İK O T E İN a. (fr. nicotâine). Kim. Tütün­ de nikotinle birlikte bulunan Ct0H 12N2 for­ mülünde baz.



8662



N İK O T İK sıt. (fr. nicotıque). Org. kim. Nikotik asit, NİKOTİNİK* ASİT’in eşanlamlısı. N İK O T İN a. (fr. nicotine; J. Nicot'nun adından). Tütünün, formülü C|oHl4N 2 olan başlıca alkaloidi; tütünün türüne gö­ re yapraklardaki oranı % 1-8 arasında de­ ğişir. (Bk. ansikl. böl.) —Tüt. Nikotin filtresi, tütündeki nikotinin bir kısmını alıkoyan filtre. —ANSİKL. Nikotin 1828'de Posselt ile Reimann tarafından tek baştna elde edildi. Renksiz, havada sararan, acı ve yakıcı bir tadı olan, su, alkol ve eterde çözünen kö­ tü kokulu, yağsı bir sıvıdır. Tütün yaprak­ larından, artıklarından ve özütlerinden çı­ karılır. Vükseltgendiğinde nikotinik asidi verir. Nikotin, etkileri, yaşatkan sinir sistemi­ nin uyarılmasıyla ortaya çıkan kuvvetli bir zehirdir: gerçekten de alıcıları nikotinsel maddeler olan, temel olarak sempatik ve parasempatik gangliyonlarda bulunan ve kimyasal aracısı asetilkolin olan belli sayı­ da sinapsı uyarır. Bu nedenle bu iki ya­ şatkan sinir sisteminin her ikisine birden etki eder ve dolayısıyla nikotinsel madde­ ler ilaç olarak kullanılamaz. Nikotin, tarım ilaçları üretiminde kulla­ nılan böcek öldürücülerin çoğunun ana maddesidir.



x = nh2 nftotm ik asit X = OH



N İK O T İN A M İT a. (fr nicotinamide'den). Biyokim. C6H6N20 formüllü nikotinik asit amidi; piridinden türeyen bir vitamin olup birçok hidrojen gidericinin (NAD: nikoti namit adenin dinükleotit, ve NADP:nikotınamit adenin dinükleotit fosfat) koenzimi olan nükleotitlerınden dolayı önem taşır. (Nikotinamit eksikliği pellagraya yol açar.) [Eşanl. PP VİTAMİNİ.] N İK O T İN A M İT A D E N İN D İN Ü K L E ­ O T İT a. (fr. nicotinamide adânine dinuc/âof/de’den). Biyokim. Canlı hücre yükseltgeme-indirgeme tepkimelerinde temel rol oynayan C21 H27N?0 , 4P2 formüllü heterozit. (NAD+'nin piridinli çekirdeği, N A D *’ nin indirgenmiş biçiminde ya da NADH' de yer alan dihidropiridinli çekirdek ver­ mek üzere hidrür iyonu kabul edebilir. NAD*-NADH çifti fosfat biçiminde ya da NADP*-NADPH çifti olarak da bulunur. NAD*-NADH ve NADP * -NADPH çiftle­ ri çok sayıda biyokimyasal yükseltgeme -indirgeme sürecinde görev yapar.) [Kı­ salt. NAD]



mKoaramn awm«ı (Mnuneom



o



______



it



R.



r '0P0 2H-0-PO,-O-|



kim. NAD gibi nikotinik asitten türemiş, ama fazladan bir fosfat kökü taşıyan mad­ de; yağ asitlerinin ve steroitlerin biyojenezi gibi enerji tüketen birçok metabolizma tepkimesinde görev alır. (Kısalt, nadr ) N İK O T İN A M İT A D E N İN D İN Ü K L E ­ O T İT FOSFAT (Hidrojenli) a. (fr. nico­ tinamide adénine dinucléotide phosphate hydrogéné'den). Biyokim. İndirgemeler­ de gerekli hidrojeni sağlamak görevini üstlenmiş, nikotinamit adenin dinükleo­ tit fosfatın hidrojenli biçimi. (Kısalt.



NADPH.) N İK O T İN İK sıf. (fr. nicotimque). Org. kim. Nikotinik asit, formülü C 5 NH 4C 0 2H olan piridin /3-karboksilik asit. (Eşanl. Nİ­ KOTİK ASİT.) [Bk. ansikl. böl.] —Eczc. ve Psik. Nikotinik alıcı, yaşatkan sinir sisteminde bulunan ve nikotinin dü­ şük dozları ile uyarılan ya da yüksek doz­ ları ile tutuklanan asetilkolin alıcısı. (Bun­ lar yaşatkan sinir sistemi gangliyonlarındaki sinaps sonrası nöronlarda bulunan alıcılardır. Bu nedenle "nikotinik etki" sempatik ve parasempatik etkileri birikti­ rir, çünkü gangliyonlardaki sinirsel iletim her iki sistemde aynıdır.) —ANSİKL. Nikotinik asit, piridinin 0 konu­ munda ornatılmış türevlerinin yükseltgenmesi sırasında oluşur. Amidi olan nikotinamidin, yani PP vitaminin öncüsü olma­ sının ötesinde kuvvetli bir damar genişle­ ticidir ve özellikle bedenin üst bölümün­ deki damarlar üzerinde etkilidir. Bu ne­ denle beyin, göz ve kulak atardamarları­ nın kasılmasına karşı kullanılır. N İK O T İN L E M E a. 1. Nikotin emdirme. —2. Tütün buharıyla aşırıyükleme. N İK O T İN L E M E K g. f. Nikotin emdir­ mek. N İK O T İN O L İT İK sıf. (fr nicotmolytique) Eczc. ve Psik. Nikotinin antagonisti olan kimyasal maddelere denir. (Yüksek doz' da bazı kürarlar, bazı gangliyoplejikler [hekzametamonyum, tetraetilamonyum] nikotlnolitiktir. Güçlü etkileri nedeniyle sa­ dece anesteziyolojide kullanılırlar. ♦ a. Nikotinolitik madde. N İK O T İN S E L sıf. Nikotine, nikotinin et­ kilerine ya da nikotinle benzer etkiler uyandıran maddelere ilişkin bir şey için kullanılır. N İK O T İN S İZ L E Ş T İR M E a Nikotinsizleştirmek eylemi. N İK O T İN S İZ L E Ş T İR M E K g f Tütü­ nün nikotin oranını azaltmak ya da tama­ men yok etmek. (Günümüzde ıslah yoluy­ la doğal olarak az nikotinli tütünler yetişti­ rilmeye çalışılmaktadır. Bu tütünler melezlemeyle elde edilir.) N İK R İS



a. GUT'un eşanlamlısı. sıf. GUTLU'nun eşanlamlısı.



N İK R İS L İ



B N İK R İZ a. Müz. Türk müziğinde bir ma­ kam. (Nikriz beşlisine, buselik ya da rast dörtlüsü eklenerek oluşturulmuştur.) [Esk. eşanl. NÎRİZ ] NAD*



R-H,



NADP* R - POjHj.



—Tar. Niksar (Neocaesarea*), Malazgirt savaşı’nın (1071) ardından Türkler'in eline geçti, danişmendli merkezlerinden biri olarak gelişti. 1140'ta ioannes I Komnenos'un kuşatmasına altı ay süreyle karşı koyan kent, 1164'te Manuel I Komnenos tarafından ele geçirildiyse de kısa süre sonra Kılıç Arslan II tarafından geri alın­ dı. XIV. yy.'da Anadolu Selçuklu devletinin yıkıntıları üzerinde kurulan beylikler ara­ sında sürekli el değiştirdi; 1398'de Yıldı­ rım Bayezit tarafından osmanlı toprakları­ na katıldı. XIX. yy.'ın ikinci yarısında Sıvaı. vilayetinin Tokat sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. —Mim. Antik kentten günümüze çok az kalıntı ulaştı (kale, surların bir bölümü, köprü). Danişmentliler'in merkezlerinden olan Niksar'daki önemli yapılardan biri Ulu cami’dir (XII. yy. ortaları). Evliya Çelebi’nin Melikgazi camisi olarak söz ettiği yapı, mihrap duvarına dikey uzanan, de­ rinliğine beş şahından meydana gelir, av­ lusu yoktur. Mihrap önü kubbesinin yerin­ de ahşap aydınlık feneri vardır. Mukarnaslı mihrabı Selçuklu üslubundadır, ancak ya­ na kaymış olan taçkapısı Osmanlı döne­ minden olmalıdır. Yağıbasan medresesi (1157-1158), taştan, yalın, kubbeli bir ya­ pıdır; Tokat'taki Yağıbasan medresesi ile birlikte Anadolu'daki kubbeli medresele­ rin ilk örneklerinden olması açısından önemlidir. Orta mekânın çevresinde bü­ yüklü, küçüklü, tonoz örtülü mekânlar ve eyvanlar yer alır. Danişmentliler dönemin­ den bir başka önemli anıt, Melikgazi tür­ besidir (XII. yy.). Kare planlı yapı türk üç­ genlerine oturan kubbeyle örtülüdür. Ku­ lak kümbeti (XII. yy. sonu), sekizgen planlı ve kubbelidir. Taçkapı alınlığının altındaki yazıtında, harflerin kolları, sekizgenlerin kesişmesinden meydana gelen dörtlü dü­ ğümlerle süslüdür. Hacıçıkrık türbesi (1182) tonozlu, dikdörtgen planlı bir örnek­ tir. Bu türbelerde yapı gerecinin taş olma­ sına karşılık Kırkkızlar kümbeti (1220'ye doğr.) taş temel üzerine tuğla örgülüdür. Sekizgen gövde, içten tuğla, dıştan pira­ mit çatıyla son bulur. Ahmet bin Ebubekir adlı bir mimarın (Sivas Keykâvus darüşşifası'nın da mimarıdır) yapıtı olan tür­ be, tuğla ve çini süslemeliydi. XIII. yy.’dan bir ilhanlı yapısı olan Çöreğibüyük camisi'nin taçkapısı geometrik ve bitkisel mo­ tiflerin yanı sıra hayvan figürleriyle süslü­ dür.



N İK S İC , Karadağ'da kent, Titograd’ın K.-K.-B.'sında. Bir türk kalesinin yıkıntıla­ rı. Dökümevleri. —Yakınında, boksit ya­ tağı ve hidroelektrik tesisi. N İK T A U İ a (fr. nyctalgie; yun. nyktos, gece, ve algos, ağrı'dan). Gece vakti or­ taya çıkan ağrı. N İK T A LO F O B sıf. (fr. nyctalophobe, yun. nyktos, gece, ve phobos, korku'dan). Psik. Karanlıktan korkan. N İK T A LO F O B İ a. (fr. nyctalophobie; yun. nyktos, gece, ve phobos, korku'dan). Psik. Saplantı halinde karanlık korkusu.



R' -



buselik ya da rast dörtlüsü



R' -



ya da



lü É CONHj NADH



R - H.



R'



NADPH R - POjH,. R' '



N İK O T İN A M İT A D E N İN D İN Ü K L E ­ O T İT (Hidrojenli) a. (fr. nicotinamide adé­ nine dinucléotide hydrogéné'den). Biyo­ kim. Hücre metabolizmasına gerekli hid­ rojeni taşıyan, nikotinamit adenin dinükleotitin hidrojenli biçimi. (Kısalt. NADH.) N İK O T İN A M İT A D E N İN D İN Ü K L E ­ O T İT FOSFAT a. (fr. nicotinamide adé­ nine dinucléotide phosphate'tan). Biyo-



nikriz beşlisi



nikriz m akam ının dizisi



N İK R İZ S E O Â H a. Müz. Türk müziğin­ de. XVII. yy.'da kullanılmış bir makam. (Günümüze ulaşabilen örneği yoktur.)



N İK S A R , Orta Karadeniz bölümünde Tokat İline bağlı ilçe; 84 932 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 2 bucak, 91 köy. Merkezi, Tokat’ın 54 km K.-D.'sunda Nik­ sar (antik Neokaisareia, lat. Neocaesa­ rea), 35 201 nüf. (1990). Tahıl, şeker­ pancarı, üzüm, tütün üretimi.



N İK T A L O P sıf. ve a. (fr. nyctalope). Oftalmol. Niktalopisi olan kişiye denir. N İK T A L O P İ a. (fr. nyctalopıe). Oftalmol. Karanlıkta görme yetisi. (Bazı hayvanlar­ da ve görme bozukluğu olan bazı kişiler­ de görülür.) N İK T E R sıf. (fr. nik ve -feriden nikter). Esk. Çok iyi, çok beğenilmiş. N İK T E R İN sıf. (fars. nik ve -fer ve -in'den



níkterin). Esk. Hepsinden iyi olan, en iyi. N İK T İB İG İL L E R a. Tropikal Amerika' da yaşayan kuş familyası. (Bil. a. Nyctibiidae; çobanaldatanımsılar takımı.) N İK T İN A S T İ a. (fr. nyctinastie). Biyol. Bazı bitkilerde, gündüz ve gecenin arka arkaya gelmesinden doğan uyanıklık ve uyku hareketlerinin tümü. (Bu nastiler çev­ re sıcaklığındaki değişimlerden ileri gele­ bileceği gibi [termonasti: lale çiçekleri sı­ caklık 1 °C arttığında açar], organların [yaprak sapı, yaprakçıklar, vb.] dibindeki devindirici kabarıklıklarda turgor farklılığı yaratan aydınlık değlişlmlerinden de ileri gelebilir.) N İK T fP E R Y O D İK sıf. (fr. nyctipériodique'ten). Çiçek açabilmek için uzun ge­ celere gereksinme duyan bitkilere denir. (Bu türler ikiye ayrılır: "tercihli" niktiperyodik bitkiler [çiçeklenmelerl için sadece kısa günler yeterlidir] ve çiçeklenmelerl için kesinlikle uzun gecelere İhtiyaç duyan "salt" niktiperyodik bitkiler [bazı kasımpa­ tılar].) N İK T O F O N İ a. (fr. nyctophonie). Psik. Gündüzleri konuşamama ya da genellik­ le yüksek sesle konuşamama. (Histerik ni­ telikte bir bozukluktur.) [Karşt. HEMEROFONi.] N İK T Ü R İ a. (fr. nycturie). Fizyol. Gece­ leri gündüzkine göre daha çok idrar çı­ karma. N İK Û -



NİGÛ.



N İK U S İO S (Panagiotls), rum yazar (öl. İstanbul 1673). İstanbul'daki Avusturya el­ çiliğinde çevirmen olarak görev yaparken BabIâli’nin de hizmetine alındı. Szent -Gotthârd savaşı'ndan (1664) sonra, ba­ rış görüşmelerine katılarak Vasvar barış antlaşması'nın imzalanmasında yararlık­ ları görüldü. Ayrıca sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın Girit seferinde bulundu. 1670’ten sonra BabIâli'de başkâtip olarak görev yaptı. Epístolas pros Eugenion Aitolon (Eugenios Aitolos'a mektuplar) ve İstan­ bul'daki Dikilitaş üstüne kaleme aldığı Ponima peri tu Obetisku tis Konstantinupo/eos adlı iki yapıtının bulunduğu bilinmek­ tedir. N İK Z ya da N U K Z a. (ar. nıkz, nukz). Esk. Bina yıkıntısı, enkaz. N İL a. (fars. n/j). Esk. 1. Çivit. —2. Nıl ■fam, çivit renginde. ■ N İL a. Kuzey doğu Afrika'da ırmak; 6 700 km (Victoria gölünden sonra 5 600 km). Yaklaşık 3 milyon km2'llk bir havzayı akaç­ lar. Irmağa firavunlar Hapi, Yunanlılar Khrysonoas, Araplar Bahr (“ deniz” ) adı­ nı verdiler. • Çığın. Nil, Burundi'deki bir ırmaktan, Kasumo’dan kaynaklanır; Kasumo, daha sonra aşağı çığırında Kagera adını alarak Victoria gölüne dökülür. 1 133 m yüksel­ tideki bu iç deniz (yaklaşık 70 000 km2), iki çağlayan arasında Kioga gölünü aşan Nil Victoria aracılığıyla K.'e doğru akar. Nil Victoria, daha sonra, Semliki'nin besledi­ ği Mobutu gölüne girer; buradan Bahrülcebel ("dağın ırmağı” ) adını alarak çıkan ırmak, Güney Sudan ovasında ilerler Taş­ kınlar, kolların çoğalması, su bitkileri ve su kütlesinin yarısına yakınını yok eden yo­ ğun buharlaşma, Bahrülgazel'i de alan bu uçsuz bucaksız "sedd” ler bataklık ça­ nağının başlıca özellikleridir. No gölünden çıktıktan sonra Bahrülebyad adıyla anıl­ maya başlayan ırmak, sağ kıyısından Sobat’ı alarak kuzeye yönelir. Hartum'da Bahrülazrak'a kavuşur ve bundan sonra bazen Büyük Nil adıyla anılmaya başlar. Bundan sonra, gene sağ kıyıdan Atbara' yı alır, çölde 2 700 km ilerleyerek Akde­ niz'e dökülür. Nil’in boyuna profili yukarı çığırında düzenlenmemiştir; ama "sedd" ler bataklıklarının girişinde eğim, Hartum' un ötesine kadar çok azdır (km'de 3,5 cm). Çığırın aşağı kesiminde bir dizi en­ gebe tatlı eğimli kanalları birbirinden ayı­



rır: bunlar, 1 ile 6 arasında numaralandı­ rılmış olan ve Asuan'dan başlayarak çığır üzerinde sıralanan ünlü "çağlayanlardır. Gerçekte bunlar, çoğunlukla, sular çekik olduğunda su ulaşımına izin vermeyen ivintilerdir. İkinci çağlayandan az sonraki aşağı vadi, Mısır'ın yaşanabilecek bölü­ münü oluşturur. Kahire'yi geçen ırmak, buzul döneminde biçimlenmiş, tarih çağ­ ları boyunca ilerlemesi sürmüş, ama denizaltındaki yamacın sert yapısı ve güçlü kıyı akıntısı nedeniyle bugün yayılması so­ na ermiş olan Nil deltasına girer. Irmak, Reşit (107Sm3/sn) ve Dimyat (508 m3/sn) dallarıyla denize dökülür. Nil havzası ek­ vatordan Akdeniz'e kadar uzanır ve do­ kuz devletin (Burundi, Ruanda, Tanzaniya, Uganda, Kenya, Zaire, Etyopya, Su­ dan, Mısır) bazı bölümlerini içine alır. • N il’in rejimi. Mısır'da, Nil'in yalın ve ge­ nellikle düzenli bir rejimi vardır: haziran başında en düşük düzeye inen debi, ey­ lül sonuna kadar arttıktan sonra yeniden düşmeye başlar. Bununla birlikte, bu re­ jim 35 enlem derecesi boyunca dağılan kolların karmaşık biçimde birleşmesinin sonucudur. "Sedd” lerde cılızlaşmakla bir­ likte Beyaz Nil'in kurak mevsimde suyu daha çoktur ve rejimi dengelidir. Buna karşılık Bahrülazrak ve Atbara'nın suyu aşırı azalır ya da çoğalır: eylül başında, Nil'in 8 000 m 3/sn'lik ortalama debisinin % 90’ını sağlarlar; ama nisanda Bahrül­ azrak çok cılızlaşır (131 m3/sn) ve Atbara beş ay boyunca (ocaktan mayısa kadar) kurur. Irmağın ünlü taşkını, suları yanar­ dağ kütlelerini aşındırarak bunlardan ve­ rimli topraklar koparan Etyopya'dan do­ ğan kollardaki suların kabarmasıyla orta­ ya çıkar. Eskiden Mısır’daki vadi sular al­ tında kalıyor ve kazıklar üzerinde kurulan köylerle bu sulardan korunuluyordu. Top­ rakta doğal olarak su depolanıyor, toprak yüzeyiyse birkaç milimetre kalınlığında ve­ rimli bir mille örtülüyordu. Kasım ayında ırmak küçük yatağına çekilince çamur üzerinde ekim yapılıyordu. Bununla birlik­ te, hep aynı mevsimde sular kabarmak­ taysa da, bu bazen geç ve az, bazense çok ve zarar verici oluyordu: böylece, Nil' in yıllık ortalama debisi Asuan'da 4 341 m3/sn (1879'da) ile 1 441 m3/sn (1913'te) arasında değişti ve 80 yıllık ortalaması



2 922 m3/sn oldu. Nilometreler Antikçağ' dan başlayarak taşkınların yüksekliğini kaydetme, hatta bu konuda tahminler yap­ ma olanağı verdi. • Nil üzerindeki çalışmalar. Yapılan çalış­ malar (kanalların başındaki su düzeyini yükseltmek için yapılan barajlar [özellikle Delta, Asyût, Nag Hamadi, Luksor yakı­ nındaki Esneh barajları], şubat-temmuz ayları arasındaki debiyi iyileştirmek için yapılan hazne barajlar [Asuan, Cebel Ev­ liya, Sennar, Owen Falls barajları]) saye­ sinde, yüz yıldan bu yana Nil'in rejimi his­ sedilecek ölçüde değişti. Nihayet, Asuan* yakınında 1960-1964 arasında yapılan, su verilmesi 1972’de tamamlanan “ Yüksek Baraj” dünyanın en büyük barajlarından biridir. Bu işlerin yapılmasındaki temel ne­ den, enerji kaynakları bakımından yoksul bir ülkede sulamanın ve bir hidroelektrik üretiminin sağlayacağı yararlardır ve bü­ tün bunlar Mısır için çok önemlidir. Nil, çağlayanları arasında bulunan kanallar sayesinde ulaşıma elverişli hale getirilmiş bir ırmaktır: Mısır'daki çığırını ırmak tek­ neleri çok etkin biçimde kullanır. • Antikçağ Mısırı’nda Nil. Mısırlılar, Nil'i, tanrının gönderdiği iyi bir cin gibi kabul



N iksar'dan bir görünüm



Nil'in Asuan (M ısır) kesimi (ön planda Elephantine adası)



Nil 8664



(Nuphar lutoum)



N ilü fe r



Gunnar Nllsson ¡ki küçük kız



ederek ona saygı gösterdiler; eski mısır dilindeki adı Hapi'ydi. Önceleri cinin bi­ rinci çağlayanın ortasındaki bir mağara­ da yaşadığı kabul ediliyordu; bu, gerçek­ te, bir mitoloji kurgusudur; çünkü Mısırlı­ lar, uygarlıkta daha ileri Aşağı Mısır'ın yıl­ lık su baskını döneminde düzenlenen bir sulamadan yararlandığını biliyorlardı; oy­ sa Yukarı Mısır'da tarımı mahveden sula­ rı tutacak tek bir set bile yoktu. Yukarı Mı­ sır'da bir sulama sistemi kurulunca, Aşa­ ğı Mısır'ın mitoloji çerçevesi buraya uygu­ landı: iyi cine ikinci bir barınak seçildi. Mı­ sır'da birlik sağlanınca, arçıtlara Nil'in res­ mi yapıldı ve her iki Nil de saygı gördü. Birincisinin Elephantine'nin yukarı kesi­ minden, İkincisinin Heliopolis'in yukarı ke­ simindeki Hilvan’dan kaynaklandığına ina­ nıldı. • Nil’in keşfi. Irmağın yukarı ağı uzun sü­ re gizini korudu. "Ay dağlarri'nı kaynağa yakın gösteren ilk haritalar tacirlerin an­ lattıklarına dayanılarak yapıldı. Neron "Ay dağları"nı bulmak için iki centurio gön­ derdi; ama bunlar "sedd'leri aşamadı. XIII; yy. ile XVIII. yy. arasında Etyopya do­ laşıldı ve en büyük ırmak sayılan Bahrülazrak tanındı, XIX. yy.’da Mehmet Ali Paşa’nın düzenlediği araştırma gezilerinde, Bahrülebyad kaynağa doğru izlenerek "sedd"in yukarı kesimindeki Gondokoro' ya ulaşıldı. Hint okyanusu kıyısından yo­ la çıkan Speke, önce Burton, sonra Grant ile birlikte Victoria gölüne ulaştı; Speke gö­ lün çevresini dolaşarak Gondokoro'ya var­ dı (1863). Bundan sonra uzun bir keşif, haritacılık ve hidroloji çalışmaları dönemi­ ne girildi. N İL B AR BU N YASI a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin 300 m derinliğe inen çamurlu ya da kumlu çamurlu diplerinde yaşayan kemiklibalık. (Bedeni pullarla kaplıdır. Altçenesinin ucunda iki çatallı uzunca bıyık­ lar vardır. Sırtları esmer-kırmızı, yanları erguvani kırmızı ya da sarımsı kırmızıdır. Bil. a. Upeneus asymmetricus; barbunyagil­ ler familvası; bovu 25 cm'ye kadar.) N İL D İLL E R İ a. Dilbil. Uganda, Kenya. Sudan'ın güneyi ve Kuzey Tanzaniya'da konuşulan zenci afrika dilleri öbeği. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Nil dilleri, nübye dilinin yanı sı­ ra, nil-çad ailesinin doğu sudan dili öbe­ ğinde yer alır. Bunların başlıcaları: Güney Sudan’da, bari, latuka, nuer, dinka ve şilluk; Uganda'da karamocong, nandi ve suk; Kenya ve Tanzaniya'da, luo, tarkana ve masai. Kimi sözdizimsel ayrılıklara kar­ şın nil dillerinin birliği çok sayıda sözlüksel benzerlikle doğrulanır. Bu dillerin tü­ mü titremlidir. N il n iş a n ı, ülkeye yapılan hizmetleri ödüllendirmek için 1915'te ihdas edilen



Mısır nişanı. Beş, sonra sadece iki sınıf. Kurdela: iki kenarında sarı bir çizgi bulu­ nan açık mavi. Cumhuriyet döneminde de Nil nişanı korundu. N İL V İC T O R İA , ing. V ictoria Nile, Bahrülebyad'ın üst koluna verilen ad. Vic­ toria ve Mobutu gölleri arasında. N İL-Ç A D D İLLE R İ a. Dilbil. Mısır’ın gü­ neyinden Tanzaniya ve Etyopya'nın kuze­ yine ve Kenya'dan Çad'a dek uzanan bir alanda konuşulan zenci Afrika dil ailesi. (J. Greenberg’in daha büyük bir bütün olan nll-sahra öbeğine yerleştirdiği nil-çad dilleri dört alt öbeğe ayrılır: çok çeşitlilik gösteren ve nübye diliyle nil dillerini içe­ ren doğu sudan dili, orta sudan dili, kunama ve berta dilleri.) N İLO A U a. (fars. söze.; nil, çivit mavisi, ve gav, inek'ten). Kuzey Hindistan ovala­ rında yaşayan iri antilop. (Bil. a. Boselaphus tragocamelus; boynuzlugiller famil­ yası; sığırlar oymağı.) —ANSİKL. Nilgau'nun cıdago yüksekliği 250 kg için 1,40 m’yi bulabilir. Yalnızca er­ keğinde küçük boynuzlar bulunur. Erke­ ğin postu gri-mavi dişinin ve gençlerinki pas rengidir. Nilgaular on bireylik sürüler halinde belli bir toprak bölgesinde yaşar­ lar; yalnız yaşayan erkekler kızgınlık dö­ nemlerinde bu bölgelere girerler. N İL O İR İ d a ğ la n (Mavi dağlar), Hin­ distan'da kütle (Tamll Nadu ve Kerala eyaletleri); Dodabetta'da 2 636 m. Batı Gatlar bütünü içinde yer alır. 2 000 m'ye kadar yükselen platolar oluşturan, dev sarplıklarla sınırlanmış bir kütledir. N İLG Ü N sıt. (fars. nil, çivit, ve gün'dan nil ■gün). Esk. 1. Çivit renginde, koyu mavi. —2. Nilgüın-bahr, mavi gökyüzü. || Nilgün ■hayam, niigün-perdaha, cennet. N İL İ sıt. (fars. nil ve -/'den nili). Esk. 1. Çivit rengi, mavi. —2. Nili perde, çivit renkli perde; gökyüzü. N İLK A Y A B A LIĞ IG İLLE R a Kayabalığına benzeyen, ama karın çekmenleri bu­ lunmayan kemiklibalık familyası. (Üyeleri sıcak denizlerin kıyı kesimlerinde yaşar; bazen haliçlere ya da tatlısulara da girer. Familyanın çok sayıda türü vardır. En iri­ lerinin boyu 60 cm'yi bulabilir. Bil. a. Eleotridae.) N İL Ö P O L İS , Brezilya'da kent. Rio de Janeiro yerleşmesinin kuzey-batı'sında; 153 000 nüf. N lls H o lg e rs s o n ’ u n s e r ü v e n le ri (Nils Hoigerssons underbara resa genom Sverige), Selma Lagerlöf’ün romanı (1906-07). Okul çocukları için bir coğraf­ ya kitabı olarak tasarlanan bu sürükleyici ve öğretici anlatı, yaptığı kötülükler nede­ niyle cine dönüştürülen ve yabani kazla­ rın, İsveç’e doğru götürdükleri küçük Nils' in serüvenlerle dolu yolculuğunu anlatan felsefi bir öyküdür. Bu romanında Selma Lagerlöf hayatın saygınlığını över ve do­ ğanın insan üzerindeki yararlı etkisini vur­ gular. N İL -S A H R A D İLL E R İ a Dilbil. Greenberg'in sınıflamasında, nil-çad dilini, songhay dilini, sahra dilini, maban, koma ve fur dillerini içeren zenci Afrika dil aile­ si. (Nil-sahra dilleri nijer-kongo dilleriyle hami-sami dilleri arasında parçalanmış ve kesintili bir bölgeyi temsil eder, t n önem­ li ve en çok ayrımlaşmış öbek nil-çad dil­ leridir. Bazı dilbilimcilerin mandeye bağ­ ladıkları songhay diliyle nil-sahra dillerinin yakınlığı başta olmak üzere bu öbekteki kimi dil ilişkileri tartışma konusudur.) N İLS B O H R Y U M



-



NİELSBOHRYUM.



N İL S S O N (Gunnar), isveçli heykelci (Karlskrona 1904). 1928'den itibaren Fran­ sa’da yaşamaktadır. Despiau'nun, sonra­ dan Niclausse'un öğrencisi oldu. Yalın ve ince bir üslupla kadın, genç kız ve çocuk figürleri, İsveç’in birçok kenti için, özellik­ le anıtlar ve çeşmeler yaptı.



N İLS S O N (Marta SVENNSSON, B irgit —denir), isveçli soprano (Vâstra Karup 1918). Sanat yaşamına 1946'da Stock­ holm'de başladı. 1951'de Glyndebourne' da sahneye çıktı. 1953’te Bayreuth'ta Wagner’in operalarında rol almaya baş­ ladı ve dünyanın en büyük operalarında döneminin en büyük Wagner sppranosu olduğunu kanıtladı. N İL S S O N (Bo), isveçli besteci (Skelleftehamn 1937). Daha çok gençken Darmstadt'ta ve Köln'de yeteneği fark edildi. Di zisel üsluptaki bestelerinden piyano için Bewegungen ve Schlagfiguren (1956) adlı yapıtlarını, Gösta Oswald'in metinleri üze­ rine bestelediği Mädchentotenlieder (1959), Ein irrender Sohn (1959) ve Und die Zeiger seiner Augen wurden langsam zurückgedreht (1959) başlıklı üç kantatı dı­ şındakileri yok etti. Üç grup tını için Brief an Gösta Oswald (1959) adlı yapıtı bun­ lara eklendi. Daha sonra oda orkestrası için Sahne I (1960), orkestra için Sahne II (1961) ve orkestra için Sahne lll’ü (1961) besteledi. Orkestra için Litanei über das verlorene Schlagzeug’u (1965), Çok gö­ rülen (1967), Çok bilinen (1973) ve Çok gö­ rülen, çok bilinen, çok duyulan (1976) iz­ ledi. N İLS S O N P İR ATE N (Fritiof), isveçli ya­ zar (Vollsjö, Skane, 1895 - Malmö 1972). Yetenekli bir mizahçıydı, Mark Twain'in et­ kisinde kaldı, öykülerinde (Bombi Bitt och jog, 1932; le Millionnaire et autres récits [fr. çev.j, 1965) ve romanlarında (Bokhandlaren som slutade bada, 1937; Trois Trimestres [fr. çev.j, 1943), gülünç olanla trajik olanı bir araya getirdi. N İLS S O N İA a. Jura ve alt Kretase taba­ kalarında bulunan benettitales grubun­ dan açıktohumlu fosil bitki. (Bu tip, arala­ rında kısmen ya da tamamen kaynaşmış yaprakçıklarla belirgindir.) N İLT U R N A B A L IĞ IG İL LE R a Afrika' daki tatlısularda yaşayan kemiklibalık fa­ milyası. (Sırt ve kuyrukaltı yüzgeçleri kar­ şılıklıdır. Ağzı çok küçük ve çoğunlukla bir hortumun ucundadır. Yüz kadar türü var­ dır. Bil. a. Mormyridae.) N İLÜ FER a. (ar. ninufahdan). Nuphar ve nymphéa cinsinden bitki türlerinin ortak adı. —ANSİKL. Beyaz nilüfer (Nymphéa alba), “ su zambağı", “ ak nilüfer” , “ beyaz su gülü" de denilen, köksaplı, yüzer yapraklı, uzun yapraksaplı çokyıllık bir bitkidir. Çi­ çekleri çok büyük, duru beyaz renkte, ba­ zen biraz pembemsi, dört çanakyapraklı, çok sayıda ve büyük taçyapraklıdır. Her bir çiçek uzun bir sapın ucunda tek başı­ na yer alır. Meyve bir kapsüldür. Kökleri peklik verici, çiçekleri yatıştırıcı ve uyuş­ turucu nitelikler taşır. Sarı nilüfer (Nuphar luteum) uzun yapraklıdır. Çiçeklerinde taçyaprağımsı beş sarı çanakyaprak bulunur. Meyvesi üzümsüdür. Çiçekler afrodizyak, kökler peklik verici ve uyarıcı olarak kul­ lanılır. Her iki bitki bazı ülkelerde sebze olarak da kullanılır (köksaplar ve taneler). N İL Ü F E R , Marmara bölgesinde Bursa iline bağlı ilçe, anakent sınırları içinde; 36 697 nüf. (1990); 31 köy. Merkezi Nilü­ fer, 28 902 nüf. (1990). N İL Ü F E R , soyadı Yumlu, türk şarkıcı (İstanbul 1955). Şarkı söylemeye lise yıl­ larında başladı. Altın ses müzik yarışması'nda birinci oldu (1970). İlk 45'lik plağı­ nı 1972'de doldurdu (Dünya dönüyor). Beste çalışmaları (Erkekler ağlamaz, Se­ ni şimdiden özledim) yaptı, şarkı sözleri yazdı (Kavak yelleri, İnkâr etme). Güçlü sesi ve yorumuyla Türkiye'nin sevilen pop müzik şarkıcıları arasında yer aldı. N İL Ü F E R ç a y ı, Marmara bölgesinde akarsu; yaklaşık 120 km. Uludağ’ın G. ya­ maçlarından doğar; önce K.-B.’ya sonra K.’e dönerek Bursa ovasına girer. Bu ova­ nın sularını toplayarak keskin bir dirsekle B.’ya yönelir ve engebeli bir kesimde men-



dereslı bir vadi içinde akarak, aşağı çığı­ rında Kocadere adını alan Susurluk ırma­ ğına kavuşur. Ortalama akımı 16 m3/sn; mayısta en çok (39 m 3/sn), eylülde en az (1,9 m3 /sn) su geçirir. Zaman zaman taş­ kınlara yol açtığından Bursa ovası kesi­ minde çığırı setler arasına alınmıştır. N İL Ü F E R H A T U N , asıl adı H olofira, Orhan Gazi'nin rum kökenli kadını (XIII. -XIV. yy ). Yarhisar tekfurunun kızı. Nişan­ lısı olan Bilecik tekfurunun oğluyla yapı­ lacak düğünlerine Osman Gazi de çağ­ rıldı (1299). Ancak, kendisine tuzak kuru­ lup öldürüleceğini haber alan Osman Ga­ zi, düğün eğlencelerinin en kızıştığı anda bir baskın düzenleyerek düşmanlarını yok etti ve gelini de tutsak aldı. Daha sonra Nilüfer adını verdiği Holofira'yı oğlu Orhan Bey ile evlendirdi. Bu evlilikten Nilüfer Hatun'un Süleyman (Paşa) ile Murat (sonra­ ki Murat I) adlı iki oğlu dünyaya geldi. Çok hayırsever bir kadın olan Nilüfer Hatun, Bursa'da kaplıca kapısı yanında bir tek­ ke, Darülharp mahallesinde bir mescit, kendi adını taşıyan Nilüfer çayı üzerinde bir köprü yaptırdı. Öldüğünde Bursa'daki Orhangazi türbesine gömüldü. Oğlu Murat I de İznik’te annesi adına bir ima­ ret yaptırdı: Nilüferhatun imareti (1388). N ilü fe r k ö p rü s ü , Bursa'da Geçitköy' ün G.’inde Nilüfer çayı üzerinde köprü; Or han Gazi zamanında Nilüfer Hatun tara­ fından yaptırıldığı (XIV. yy.) sanılmaktadır, Bursa'nın en eski köprüsü olan yapı, kes­ me taştandır ve biri büyük dört sivri ke­ merlidir; daha sonra tuğladan dört küçük kemer eklenmiştir. N İLÜ F E R Y A P R A K B İT İ a Yazın nilü­ ferlerin ve suoklarının damarları üzerinde yaşayan ve yumurtalarını kışın meyve ağaçları üzerine bırakan yaprakbiti. (Bil. a. Rhopalosiphum nymphaea; yaprakbitıgiller familyası.) N İLÜ F E R G İL LE R a Nilzambağı, nilü­ fer ve sugülü gibi ikiçenekli çokyıllık ve köksaplı su bitkileri familyası. —ANSİKL Nilüfergiller, bazen çok büyük boya varan su bitkileridir; uzun saplı, düz­ gün kenarlı yaprakları suyun üstünde yü­ zer ya da su içinde bulunur. Çiçekleri erdişi ve düzgündür; meyvesi etlidir. Belli başlı cinsler: nelumbo (nilzambağı), nuphar (nilüfer), nym phaea (sugülü), Victoria. N ilü fe r h a tu n İm a r e ti, İznik'te Murat l'in (Hüdavendigâr) annesi Nilüfer Hatun’ un anısına yaptırdığı imaret (1388). En es­ ki osmanlı yapılarından olan bu gösterişli imaret, ters T (zaviyeli, yan mekânlı) pla­ nının camiler dışındaki önemli bir uygu­ lamasıdır. Aydınlık fenerli büyük kubbe, ar­ kaya doğru iki küçük kubbeyle devam eder; yanlarda da tek kubbeli daha alçak mekânlar yer alır. Önde beş kemerli revak bulunur Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla örgülü duvarların yanı sıra kiremit örtülü kubbeler, yapıya renkli bir görünüm ka­ zandırır. imaret günümüzde onarılarak İz­ nik müzesi olarak değerlendirilmiştir (1960). G ira u d o n



- N ilü fe rle r, Monet'nın Gıverny’deki bah­ çesini model alarak yaptığı bir dizi tablo (1893’ten başlayarak). 1898’de (Georges Petit’de) ve 1900 de (Durand-Ruel’de 25 sayı) sergilenen ilk versiyonlarda japon köprüsü yer almaktadır. "Nilüferler, su manzaraları" adlı sergideki (Durand-Ruel, 1909) 48 tuvalde, karayı çağrıştıran hiçbir öğeye yer verilmemiştir. 1918'de Clemen­ ceau, Monet'yi, aynı konuyu işleyen 19 panoyu Orangerie müzesi’ne verilmek üzere devlete hibe etmeye razı etti (1915 -1926 yılları arasında, ressamın 1923’te geçirdiği Ijir katarakt ameliyatından önce ve sonra yaptığı tablolar). N İLZ A M B A Ğ I a. Nilüfergiller familyasın­ dan "kutsal lotus" gibi birçok bitkinin cins adı. (Bil. a. nelumbo.) [Eşanl. lu tçîçe ğ i ] — ANSİKL Nilzambağı, adı üstünde, bir su bitkisidir; sudan yukarıda duran yaprak­ ları çok uzun saplı ve çok yayvan ayalidir (çapı 50 cm'ye varır); çiçekler de uzun saplıdır ve birçok serbest meyveyaprak ta­ şıyan çok geniş bir çiçektablası vardır; bu tabla sertleşerek akenleri içeren bir mey­ ve oluşturur. Çiçekler pembe, nadiren be­ yaz renktedir ve bir anason kokusu saçar.



Nilüferhatun imareti (1388) İznik N İM D E VİR a. Müz. Türk müziğinde bir büyük usul. (18 zamanlı, 9 vuruşludur. Özellikle peşrev, beste ve ilahi formların­ da kullanılmıştır.)



N İM a. (fars. nim) Esk. 1. Yarı —2. Nim -bismil, yarı kesilmiş, yarı boğazlanmış. |j Nım-germ, çok sıcak olmayan, ılık, || Nim -hab, yarı uykulu, mahmur. |j Nim-hande, yarı gülüş, gülümseme. || Nim-küşte, yarı ölmüş. || Nim-lahza, göz ucuyla yarım ba­ 18,4 L ^ J ________________________________1 - - J kış, çok kısa bir zaman. || Nim-manzur, ya­ tek te k ke ke rı görülen, bulanık. || Nim-mest. yarı sar­ nim devir usulii hoş. || Nim-mürde, ölüm halinde. \\Nim -nigâh, göz ucuyla bakış. || Nim-puhte. az . N İM EVSAT a. Müz. Türk müziğinde bir pişmiş, yarı çığ. || Nim-res. yarı yetişmiş; küçük usul. (13 zamanlı, 6 vuruşludur. yarı olmuş, ham. ||Nim-ruz, yarım gün; öğ­ Özellikle peşrev, besle ve ilahi formların­ le vakti. || Nim-sütte. eksik ve kapalı söz; da kullanılmıştır. Günümüze çok az örne­ yarım söylenmiş. ||Nım-şeb, gece yarısı. ği ulaşabilmiştir.) || Nim-zulmet. nim-muzlim, yarı karanlık. N İM BEREFŞAN a. Müz. Türk müziğin­ de bir büyük usul. (16 zamanlı, 15 vuruş­ ludur. Berefşan1 usulünün yürük mertebe­ sidir. Nim berefşan, özellikle peşrev ve beste formlarında kullanılmıştır.)



nim evsat usulü



nim berefşan usulii N İM Ç E N B E R a Müz. Türk müziğinde N İM FA H TE a. Müz. LENK FAHTE usu­ bir küçük usul. (Günümüze ulaşabilen ör­ lünün başka adı. neği yoksa da 1 2 zamanlı ve 8 vuruşlu ol duğu, vuruşlarının adı ve değeri bilinmek­ ■ N İM H A F İF a. Müz. Türk müziğinde bir buyuk usul. (Günümüze ulaşabilen örnetedir.)



r Lj



a>-----------



---------- û n im çenber usulü



j



nilzambağı (nelumbo)



N ilüferler (Les Nymphéas): Yeşil yansımalar Claude Monet Orangerie müzesi, Paris



nim hafif ği yoksa da 16 zamanlı ve 13 vuruşlu ol­ duğu, vuruşlannın adı ve değeri bilinmek­ tedir.)



8666 düm



IX



tek tek



nim hafif usulü



düm



IX



tek tek



'



dum



J



tek



te



r , , ■r J J-



tek tek



ke



N İM H İC A Z a. Müz. TCırk müziğinde tiz sekizlideki bakiye diyezli do sesinin adı.



N İM K A V İ sıf. Esk. müz. Türk müziğin­ deki usullerin orta kuvvetli vuruşları için kullanılırdı N İM S A K İL ya da N İM S A K IY L * Müz. Türk müziğinde bir büyük usul. (24 zamanlı, 17 vuruşludur. Kâr, beste, ilahi ve peşrev formlarında kullanılmıştır.) te



düm



nim n ld l usulü r N İM S O F Y A N a . Müz. Türk müziğinde­ ki en küçük usul. (2 zamanlı 2 vuruşludur. Daha çok oyunhavalarında kullanılmıştır.)



nim tofyın usulü



N İM A Y U Ş İC , iranlı yazar (Yuş, Mazenderan, 1897 - Tahran 1959). Modern İran şiirinin öncüsü sayılır. Serbest şiiri savuna­ rak geleneksel edebiyattan koptu, roman­ tik ve parnasyen fransız şiirinin etkisiyle özgün lirik yapıtlar verdi (Efsane ve rübaiyyat-ı Nima, 1922). N İM A L çoğl. a. (ar. nemi'in çoğl. nımal) Esk. Karıncalar.



nim h in z perdesi



düm



orta sekizlideki bakiye diyezli sol sesinin adı. (Tiz sekizlideki bakiye diyezli sof, "nim şehnaz" adını taşır.)



N İM Ş E H N A Z a Müz. Türk müziğinde tiz sekizlideki bakiye diyezli sof sesinin adı. (Orta sekizlideki bakiye diyezli sol. "nim ^rgüle ' adın, taşır.)



nim ythnez ve nim drgüle perdelen



N İM B A d a ğ la n , Batı Afrikada dağ küt­ lesi, Gine, Liberya ve Fildişi Kıyısı’nın sı­ nırında. Magnetit bakımından zengin monadnocklardan oluşur; en yüksek yeri 1 752 m. Önemli demir cevheri yatakları (Simandu dağlarındakiler dahil rezervle­ rin, 300-600 Mt dolayında cevher oranı yüksek maden içerdiği tahmin edilmekte­ dir). N İM B A R K A , tanrı Krişna ve karısı Radha’ya tapan ve kendi adını taşıyan tarika­ tın kurucusu. Bazıları onun IX. ya da X. yy.da yaşayan ünlü filozof ve yorumcu Bhaskara olduğunu, bazıları da ancak XII. ya da XIII. yy.da yaşadığını ileri sürmek­ tedirler. Dvaitadvaita (ikilikten ikilik olma­ yana götüren yol) inancını savunuyor, bhakti-yoga'ya (tapınma yolu) girmeyi öneriyordu. Nimbarka tarikatı Hindistan’ da, XV. yy.'a kadar parlak bir tarikat ola­ rak kaldı. N İM B O S T R A T U S a Meteorol. Hemen hemen her yanı koyu gri, amorf, çok al­ çak yağmur bulutu katmanı. (Bu bulut, "bulut gövdeleri"nin ayırtedici özellikteki bir türüdür. Sürekli yağmurlara ve kar ya­ ğışlarına neden olur.)



a. (bulut anlamında lat. söze.). Meteorol. NİMBOSTRATUS'un eski eşan­ lamlısı. N İM B U S



amerikan meteoroloji uydusu Mmbus'un MaUçndan ünce



N İM Z E N C İR a. Müz. Türk müziğinde bir büyük usul. (60 zamanlı, 36 vuruşlu­ dur. Zencir* usulündeki çifte düyek yeri­ ne düyek, fahte yerine lenk fahte, çenber yerine nim çenber, devrikebir yerine devrirevan, berefşan yerine nim berefşan ko­ narak düzenlenmiştir. Günümüze ulaşabi­ len tek örneği, Muzaffer'in Hüseyni peş­ revidir.) N İM ZİR O Ü LE a. Müz. Türk müziğinde



N im b u s , özellikle atmosfer profillerinin uzaydan incelenmesinde ve yeniden ta­ sarlanacak teknolojilerin gerçekleştirilme­ sinde kullanılan deneysel amerikan me­ teoroloji uyduları ailesi. Bu seri, 1964 ile 1978 arasında fırlatılmış 7 araçtan meyda­ na gelmiştir. N im b u s , transız çizgiroman kahramanı, 1934’te A. Daix tarafından Opera Mundi basın ajansı için yara tıldı. Sürekli ola­ rak bulutların arasında dolaşan (adını bundan almıştır) bu profesör, günlük ya­ yın organında yayımlanan ilk fransız çizgıroman kişisidir. J. Darthel ve sonra R. Velter tarafından yemden ele alınıp işlen di. Profesör Nimbus'ün serüvenleri A. Daix'in çizdiği ve 1936'da Hachette yayınevi'nce yayımlanan bir albüm ün kapağı Bibtiotheçue nationale, Paris B. N ., P a ris L E S A V E N T U R E S OU P R O F E S S E U R



N İM Ç E H R E



a. Mit. NESNAS'ın eşanlam­



lısı. N İM E sıf. (fars. nime). Esk. 1. Yarım, ya­ rı. —2. Nime nime. yarım yarım. \\Nime -i ruz, yarım gün, gün ortası. N İM E sıf. (ar. n im e ). Esk. 1. Ne güzel, ne hoş. —2. Nime-l-matlub. tam aradığı­ mız gibi. ||Nime-l-vesile, ne güzel vesile. \\Nime-t-tesadüf, ne hoş tesadüf. N İM E S , Fransa'da (Gard) yönetim merkezi; 133 607 nüf. (1992). önemli tu rizm merkezi "Fransız Roması". Magnejardln de la Fontaine kale bütününü kap­ sayan başlangıçtaki sitin büyük ölçüde dışına taştı. Eski bir sanayi (günümüzde hazırgiyimle süren uzun tekstil geleneği) merkezi olan ve Rhöne vadisi yakınında bulunan Nîtnes, günümüzde özellikle bir hizmetler kesimi (yönetim ve ticaret [istasyon-pazar], askerlik, yargı ve din mer­ kezidir. 1960’tan bu yana Nîmes önemli ölçüde genişlemektedir. —Tar. Nîmes, ortaya çıkışını ünlü bir çeş­ meye borçludur ve adım da bu çeşmenin perisinden (Nemausus) almıştır. Volcae Arecomici halkının başkenti olan Nîmes, Roma egemenliğine girdi (İ.Ö. 120) ve Augustus buraya bir eski muharipler koloni­ si (Colonia Augusta Nemausus. İ.Ö. 19) yerleştirdi. Narbonensis l'e bağlanan, Vandallar (407) ve Sarazenler (725) tara­ fından yakılıp yıkılan Nîmes, daha sonra Toulouse kontlarının eline geçti (1185). Huguenot ayaklanmasından (1621) sonra. Louis XIII yönetimine girdi (1629). İpek, ka­ dife ve şeker sanayisiyle zenginleşti, Nantes fermam'nın yürürlükten kaldırılmasını iyi karşılamadı (1685), ancak bir krallık garnizonu Nîmes'in camisardlara (C6 vennesli calvinciler) katılmasını engelledi. —Güz. sant. I. ve II. yy.'lar galya-roma uy­ garlığının en parlak dönemine tanıklık eden anıtlar arasında Kare ev", Arenalar ( 2 0 0 0 0 'den fazla seyirci alabilen amfitiyatro), Magne kulesi'ni ve Augustus ka­ pılarını da içeren kent surlarının kalıntıları ve castellum divisorium (su kalesi) sayıla­ bilir. N İM E T, -ti a. (ar. nimet). 1 . iyi niyetler beslediği düşünülen bir şeyin özellikle de Tanrı'nın sunduğu iyilikler; lütuf, İhsan. —2. Bir şeyden elde edilen yararlı sonuç, olanak: Uygarlığın nimetlerinden yararlan­ mak. Evin işyerine bu kadar yakın olması büyük bir nimet. —3. Yiyecekler, içecek­ ler, özellikle de ekmek: Bize bu nimetleri sunduğu için Tanriya şükürler olsun. —4. Nimet hakkı için, "yediklerim, içtiklerim üzerine yemin ederim ki" anlamında kul­ lanılır: Eliyle sofradakilerı gösterip şu ni­ met hakkı için söylüyorum, haberim olsay­ dı hemen gelirdim. \\Nimeb ayağıyla tep­ mek, eline geçen fırsatları değerlendirme yoluna gitmekten kaçınmak. || (Bir kim se nm).nimetini yermek, birinin yardımını, iyi­ liğini gofrriek. N İM E T H A N A L İ (Mirza Nurettin Mu­ hammet), iranlı yazar ve şair (öl. Delhi 1710). Tip alanında ün yapmış şirazlı bir ailedendir. Şah Cihan döneminde (1628 -1659) sarayın Mücevherler dairesi koru­ yuculuğuna atandı. Evrengzıb dönemin­ de (1658-1707) yüksek görevlere getirildi ve “ Nimet Han” unvanını aldı. Şiirlerinde “ Ali" mahlasını kullandı. Başlıca yapıtları Evrengzib'in 1097 Haydarabad kuşatma­ sını anlatan Vekayi-i Haydarabad, yine bu hükümdarın son dönemini içeren Cengname, bazı çağdaşlarını yeren Rahat ül -kulûb, Fettahi'nin Hüsn ü DİTinden esin­ lenen Hüsn ü işk ve Divan. N İM E T Ş İN A S sıf. (ar. n im e t ve fars. şinSs'tan nimet-şinâs) Esk. Yapılan iyiliği unutmayan, iyilikbilir. N İM E T U L L A H , asıl adı Halil-i Sufi, türk dilci (Sofya ?-istanbul 1561). Sofya'da minecilik sanatında ün kazandı. İstanbul'a geldi; nakşibendi tarikatına bağlandı. Uzun süre İran dili ve edebiyatı üzerinde çalıştı. Lügat-ı Nımetullah adıyla tanınan



farsça-türkçe sözlüğü düzenledi. Bu ya­ pıtında Anadolu ağızlarına, etnografya ile ilgili bilgilere yer verdi. Çok tanınan basıl­ mamış sözlüğünün birçok nüshası (Süleymaniye kütüphanesi, Damat İbrahim Pa­ şa bölümü no. 159) vardır. Ayrıca Kâtip Çelebi'nin Keşf üz-zûnun’unda, Nimetullah adına bir Yusuf u ZCıleyha mesnevisi kayıtlıdır.



NİM ETULLAH BİN H A B İR iranlı ta­ rihçi (XVII. yy.). Uzun süre Hint-Türk impa­ ratoru Ekber’in hizmetinde bulunmuş olan Habibullah Haravi'nin oğludur 1608 /1609 yılına değin on bir yıl boyunca Ci­ hangir’in vakanüvisliğini yaptı; sonra Cihanşah’ın hizmetine girdi. Cihanşah’ ın Dekkan’a yaptığı (1610) sefer sırasında tanıştığı Miyan Heybet Han'ın önermesiy­ le, Tarih-i Han-Cihani adlı yapıtını yazdı. Beni İsrail döneminden başlayarak afgan tarihini ayrıntılı bir biçimde ele alan yapı­ tın hatime bölümünde afganlı şeyhlerin özgeçmişleri yer alır NİM ETULLAH V E Lİ (Emir Nurettin), iranlı sufi, nimetullahi tarikatının kurucusu (Halep 1329 - Kirman 1431). On iki imam inançlı şiiliğin beşinci imamı Bakır'ın so­ yundan olan Mir Abdullah’ın oğlu. Öğre­ nimine Irak'ta başladı, Mekke'de Şeyh A b dullah Yafi'den ders gördü. İran'a döne­ rek Kirmanda kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. Bir Divan'ı ile tasavvuf konusunda bazı risaleleri vardır.



N İM İE R (Roger), fransız yazar (Paris 1925 - bir oton)obil kazasında 1962). Ro­ manları (/es Epées, 1948; le Hussard bleu, 1950; les Enfants tristes, 1951) kinik yaklaşımlarıyla savaş sonrasının bağımlı edebiyatından köklü bir ayrılık gösterirler. Le Grand d ’Espagne'da (1950) Bernanos’a özgü bir havayla, özgürlüğüne ka­ vuşmuş Fransa'yı anlattı. Ayrıca çok sa­ yıda makale de yazdı: Journées de lec­ tures ( 1960), l'Elève d ’A ristote ( 1961 ).



■ N İM İT Z (Chester William), amerikalı ami­



de Manhattan Opera House'da başladı. 1932'de, İngiltere’deki First international School of the Dance’te öğretmenliğe ge­ tirildi. 1939'da New York'ta Ballet Arts School'un kurucuları arasında yer aldı. Ballet Arts Theatre'ın iki yöneticisinden biri oldu. Tropic Etude (1960) ve Rashomon (1962) adlı baleleri koregrafiledi. 1971'de Japonya’da, Ballet Arts of Carnegie Hall in Tokyo adlı ikinci bir okul kurdu.



N İN (Joaquin), kübalı besteci ve piyano­ cu (Havana 1879 - ay. y. 1949). Barcelona'da öğrenim gördü. Daha sonra Paris’ te Vincent d'İndy ve Moszkowski'den de ders aldı. 1905-1908 arasında Schola cantorum'da piyano öğretti. Bir süre Ber­ lin'de kaldıktan sonra Brüksel'e geçti, ora­ dan da yeniden Paris'e gitti. Burada yo­ rumcu ve müzikolog olarak, İspanyol bes­ tecilerin yapıtlarını tanıttı. 1939’da Havana'ya döndü. Bir bale/E/ chat azul) dışın­ da, piyano parçaları {iber dansları, 1926; Vals zinciri, 1919; Debussy'ye mesaj, 1929), keman-piyano parçaları (Lindaraja bahçesinde, 1927), melodiler (10 İspan­ yol noeli, 1932) besteledi. Eski İspanyol yapıtlarının yayımını da gerçekleştirdi.



adından, bir yeraltı tanrısı olduğu anlaşıl­ maktadır. Eneglr'de tanrıça Ereşkigal'in oğlu olduğu kabul edilirdi. Farklı bir ina­ nışa göre de Enlil ile Ninlil'in oğluydu ve Enki'nin kızlarından Ningirda ile evliydi.



Nîmes kentinin veArenalar’ın(İ.S.I. yy.) havadan görünüşü



N İN CULM ELL (Joaquin Maria), ame­ rikan yurttaşlığına geçmiş kübalı piyano­ cu ve besteci (Berlin 1908). Joaquin Nin'in oğlu. 1940’ta ABD’de ders vermeye baş­ ladı. 1950-1954 arasında Berkeley üniversitesi'nin müzik bölümünü yönetti. Daha çok operalar (la Cetestina, 1965), orkest­ ra yapıtları ve piyano parçaları (dört ciltlik Tonadas, 1956-1961) besteledi. Ayrıca bir piyano konçertosu ve bir beşlisi vardır.



ral (Fredericksburg, Texas, 1885 - Yerba NİNE a. 1. Annenin ya da babanın an­ Buena, San Francisco koyunda ada, nesi; büyükanne. —2. Çok yaşlı kadınlar 1966). Deniz harp okulu'nu bitirdikten son­ için kullanılır. —3. Esk. Anne. ra Uzakdoğu'da görev yaptı. Sonra deniz­ N İN G B O , Çin'de (Ciciang) balıkçılık altılar konusunda uzmanlaştı ve New York ve ticaret merkezi; 533 000 nüf. (1990). tersanesine atandı. Birinci Dünya savaşı ‘ Afyon savaşı'ndan sonra Avrupa ticare­ sırasında, Atlas okyanusu'ndaki amerikan tine açılan beş limandan biri. denizaltı kuvvetlerinin kurmay başkanlığını N İN G İR SU . Mit. Babil panteonundaki yaptı. 1922'ye kadar Pearl Harbor üssü­ savaş tanrısı Ninurta*’nın, Lagaş sitesin­ ne, sonra bir denizaltı filotillasına ve niha­ yet bir zırhlı filosuna komuta etti. Bundan de aldığı ad (İ.Û. III. binyıl). Tanrı Enlil'in sonra tuğamiral olarak Bahriye bakanlığı oğlu ve savaşçısı. Yirmi dört tür silahı var­ seyrüsefer bürosu başkanlığı yaptı (1935 mN İN (Anaîs), amerikalı kadın yazar dı. Akbabalar dikilitaşı'nda, bir elinde sim­ -1939). 1941'de, Pearl Harbor baskınından gesi olan aslan başlı, kanatlarını açmış (Neuilly-sur-Seine 1903 - Los Angeles hemen sonra Roosevelt tarafından Pasi­ kartalını, öbür elindeyse aslan başlı topu­ 1977). Babası Joaquin Nin, annesi danizunu tutmaktadır. Anu’nun kızı olan karı­ fik filosu komutanlığına getirildi. 1943'ten markalı bir şarkıcı olan yazar, yapıtının bel­ başlayarak MacArthur ile birlikte yürüttü­ sı Bo, Lagaş sitesi halkının anasıydı. Ka­ li başlı imgelerini bu ailevi ve kültürel bö­ ğü eşgüdümlü harekât, japon deniz gü­ zılarda Ningirsu'nun Urnanşe dönemin­ lünmeden çıkardı: ülkesinden koparılmışcünün yok edilmesiyle sonuçlandı. 2 ey­ de yapılmış tapınağı ve ona adanmış bir­ lık, baba arayışı, kadına özgü anlatımın lül 1945'te MacArthur ile birlikte Japon çok vazo ile aslan başlı topuz bulundu. belirginlik kazanması. Önce fransızca ola­ imparatorluğu’nun teslim belgesini imza­ rak yazdığı The Journals of Anaîs Nin N İN O Ş İA ya da N İN O Z İA , Kuzey­ ladı. 1945-1947 arasında deniz kuvvetleri (1966-1982) adlı yapıtı, kişiliğini kazanışı­ batı Çin'de özerk bölge, Huang Hı'nın genelkurmay başkanlığı yaptı, sonra Bah­ nı, edebiyata olan eğiliminin gelişmesini her iki yakasında; 170 000 km2; 4 655 riye bakanlığı özel danışmanı oldu. dile getirir ve bir kızın babası karşısında 451 nüf. (1990) (halkının çoğu müslü1949’da Birleşmiş milletler yetkili temsilcisi kendini meşrulaştıran bir belge niteliğin­ man Çinliler olan Huiler'dir). Merkezi Yinolarak Keşmir'de düzenlenen plebisiti ha­ dedir. Hikâye ve romanlarında (House of çuan. Bölgenin (K.'den Moğolistan ile sı­ zırladı. Incest, 1936; Winter of Artifice, 1939; Un­ nırdaştır) kalbi, bin yıldır sulanan ve sula­ der a Glass Bell, 1944; Ladders to fire, N İM O N İK a. (tesc. edil. a.). Kimi zaman ma ağı 1949'dan sonra çok iyileştirilen 1946; A Spy in the house of love, 1954) titan (% 2), demir (% 3) ve gerekirse ko­ Huang Hı vadisini oluşturan uzun vaha­ düşsel bir eşleştirme ile erotik ve eşcin­ balt (% 15) katılan, akmaya karşı dayanı­ dır (pirinç, buğday, darı, şekerpancarı, sel kaynakları bir araya getirdi. Birlikte ça­ mı çok yüksek nikel (% 80) ve krom kavun, pamuk). Baotou-Lancou demiryo­ lışmalar yaptığı Miller'in, D. H. Lawrence’ (% 2 0 ) alaşımı. lu, bölgenin dışarıya açılmasına ve Şizuin (D. H. Lawrence, 1932), psikanalizle uğ­ eişan'da kokkömürü elde edilmesine ola­ NİM ORAZOL a. (fr. nimorazole). Nitroraşmasının ve Otto Rank'ın etkisiyle Ana­ nak verdi. lu türevlerden olan antiseptik etkili sente­ îs Nin özellikle kadının hayal dünyasını psi­ tik ilaç. (Trichomonaslar üzerindeki etkisi şik bir nesnellik çerçevesinde çizebilmiş- ■'NİNOYO-CORURİ, coruri denilen bir tür sözlü anlatının eşlik ettiği japon kukla nedeniyle kullanılır.) tir. Denemeleri (Novel of the future, 1968; (ningyo) oyunu. On Writing, 1947) de vardır. NİM R a. (ar. nimt). Esk. Kaplan. Anlatıcı Takemoto Gidayu ile oyun ya­ N İN A . Mit. Mezopotamya panteonunda zarı Çikamatsu Monzaemon'un 1686’dan NİM RO D - NEMRUD. Lagaş sitesi tanrıçası. Enki*'nin kızı. Ku­ itibaren çalışmalarını birlikte sürdürmele­ NİM TEN a. (fars. nim ve ten’den nim yuların ve su kaynaklarının tarnıçasıydı; ri hareketli bir dönemin başlamasına yol -ten). Esk. Gömlek, mintan. simgesi havuz ortasında balıktı. açtı ve Osaka seyircisinin uzun bir süre kukla tiyatrosunu kabuki”ye tercih etme­ N İM U R A (Yeichi), japon asıllı amerikalı N İN A Z U , Mezopotamya dininde, Enesini sağladı. Dramatik yapı XVIII. yy.'ın ilk dansçı ve koregraf (Suva, Japonya, 1908 gir ile Diyala bölgesi'ndeki Eşnunna'nın yarısında, özellikle Kanadehon* Çuşingu- New York 1979). Sanat yaşamına 1928' kent tanrısı. "Suyu bilen" anlamına gelen



amiral Nimitz



é d itio n s S to c k



Anais Nin



talonya bölgesi hükümetinde yer aldı, ko­ münistlere karşı savaştı. POUM ve anarşistlerce başlatılan mayıs 1937 ayaklan­ masından sonra tutuklandı ve öldürüldü. Yapıtları: Comités sindicalistas revolucio­ narios (Devrimci sendika komiteleri) [1923], El Proletariado español ante la re­ volución (Devrim karşısında İspanyol pro­ letaryası) [1931], Los movimientos de emancipación nacional (Ulusal kurtuluş hareketleri) [1935], N in n a re , Balıkesir ve çevresinde, daha çok kadınlar tarafından ya da kadın erkek birlikte oynanan, türkülü, halay türü bir halk oyunu. N İN N İ a 1. Çocukları uyutmak için söy­ lenen ağır ve tekdüze şarkı. (Bk. ansikl böl. Ed.) —2. Ninni gibi, tekdüze ağır ve sıkıcı müzik parçası ya da konuşma için kullanılır.



H u g u ie r-E x p lo re r



n in g yo -co nırid en bir sahne



S cala



ra’nın (1748) on bir perdesinde görüldü­ ğü gibi giderek artan bir karmaşıklık gös­ terdi; buna koşut olarak önce ele takıla­ rak oynatılan basit bebekler olan kukla­ lar, ayrıntılı mekanizmalarla donatıldı ve üç kişi tarafından oynatılmaya başladı. Yüz­ yılın ikinci yarısındaysa üslubun geriledi­ ği gözlendi; anlatıcı Uemura Bunraku, 1800’de kurduğu ve 1872’de Bunraku-za adını alacak olan bir toplulukla, üslubun ününü devam ettirmeye çalıştı. « N İN H İD R İN a. (fr ninhydrine). Org. kim. Formülü C9 H60 4 olan dihidroksi-2,2 indandion 1,3'ün yaygın adı; aminoasitlerle (H2 N—CHR—C 0 2 H) mavi bir renk ver­ diğinden bu bileşiklerin tanınmasında kul­ lanılır. N İN H U R S A G , akkadca B elit-İli. Mit. Mezopotamya panteonunda KIş ve Adab'ın sümer-akkad kökenli baştanrıçası (İ.Ö. III. binyıl). Kayalık, taşlık bölgelerin (hursag) tanrıçasıydı ve yaban eşeklerim, gazelleri, yaban keçilerini güderdi. Aynı zamanda doğum tanrıçası olarak tüm ço­ cukların anasıydı.



Nino Pisano Emziren Meryem Ana yer yer yaldızlanmış mermer Ulusal müze, Pisa



Ninova “ çardak altında istirahat” (Asurbanipal kraliçeye Elam seferini anlatmaktadır) kaymaktaşı alcakkabartma ' İ.Ö. VII. yy. British Museum, Londra



N İN İG İ NO M İK O T O , japon şinto pan­ teonunun karnisi. Japon imparatorluk ha­ nedanının atası. N İN i P É R E Z (Andreu), İspanyol siya­ set adamı (El Vendrell, Balx Penedés, Tar­ ragona, 1892 - Madrid ? 1937). Sosyalist (1913), mason (1914), Confederación na­ cional del Trabajo yöneticisi (1920) olduk­ tan sonra, İspanyol komünist partisl'ne girdi ve 1921-1930 arasında kızıl sendika­ lar enternasyonali sorumluları arasında yer aldı. Troçki'ye yakınlığından ötürü 1930'da SSCB’den çıkarıldı ve Barcelona'ya dönerek komünist muhalefet, son­ ra da POUM (Partido Obrero de Unifica­ ción Marxista [Birleşik marxçı işçi partisi]) saflarında mücadele etti (1935). Temmuz 1936'da POUM sekreteri oldu; sonra Ka-



♦ ünl. Söylenen ninnilerde cümle ya da dize sonlarında yinelenen söz: Uyusun da büyüsün, ninni. — ANSİKL. Ed.ve Folk. Ninni, basit sözlü bir türküdür. Yaratıcısı belli olmayan me­ tin yinelenirken bebeğin durumuna, an­ nenin etkilendiği koşullara göre sözlerin­ de bazı değişiklikler yapılır Dizelerin ya da dörtlüklerin sonunda "ninni", “ e yavruma, e, e, e", "hu, hu, hoppala" gibi sözler yi­ nelenir. Zaman zaman "Dandini dandini danalı bebek" türünden yansımalı dize­ lere yer verilir. Anne, ninnisinde yavrusu­ nun uslu durmasını, kolayca uyumasını is­ ter. Yatırların, din ulularının onu esirgeme­ sini bekler. Kolayca yürümesini, büyüme­ sini, sünnet olmasını, iyi bir meslek edin­ mesini, kız çocuğun gelin olmasını diler. Bazen tekerlemeyi andıran eğlenceli söz­ ler sıralanır. Bazen anne derdine bebeği ortak edinir; onun aracılığıyla babaya, onun akrabasına sitem yöneltir. Anne be­ beğini uyuturken harekete uygun bir ritim­ le, bebeğin huysuz ya da uysal davranı­ şına uyacak biçimde sesini düzenler. Be­ bek uyumaya başladığında, sesini alçal­ tarak ninnisini bitirir. —Müz. Musorgskiy, Chopin, Stravinski gi­ bi besteciler, ninni üslubunda parçalar bestelediler. Tanburl Cemil Bey de, "N inni” adlı kemençe taksiminde, ağla­ yan çocuğun, “ ee ee ee!" diyen annenin, "yangın vaaar!" diye bağıran tulumbacı­ nın, tulumbacıları göreve çağıran boru­ nun, karşılıklı pencereye çıkıp yangın üze­ rine konuşan kadınların seslerini, çalgısıy­ la taklit etti. N İN O (Pedro Alonso), el Negro diye bi­ linir, İspanyol denizci (Moguer ? 1468 -1505’e doğr). Kolomb'a üç yolculuğun­ da eşlik etti, daha sonra Paria ve Vene­ zuela kıyılarını keşfetti. Kolomb'un üç karavelasından biri onun ailesinindi, kendi­ si gibi birkaç kardeşinin de Amerika'daki ilk keşiflerde yeri vardır. N İN O (EL -), Büyük Okyanus’ta, Kolom­ biya ve Ekvador kıyıları önünde akan Bü­ yük Okyanus karşı akıntısının güney bile­ şeninin devamı. Güney yarıküre yazı sıra­ sında (kasımdan başlayarak) sıcak sula­ rın Peru akıntısı alanına girmesini sağla­ yabilir. Felaket getiren sonuçlar şunlardır: tufan biçiminde yağmurlar, faunada ve kuş faunasında görülen yüksek ölümler, Kuzey Peru açıklarında yakalanan balık­ larda azalma. N İN O N DE LE N C LO S -



LENCLOS



■ N İN O P İS AN O , Italyan heykelci (öl. 1368' e doğr.). Babası Andrea" Pisano İle birlik­ te çalıştı. En değerli yapıtları fransız ve al­ man manierismosu’ndan etkilenen Mer­ yem Ana heykelleridir: S. Maria della Spina’dakl Emziren Meryem Ana, Ulusal Pisa müzesi'nde, Floransa’da S. Maria Novella kilisesi'ndeki Meryem Ana ve çocuk İsa ile doge Marco Cornaro'nun mezar anı­ tındaki Meryem Ana heykeli, Venedik'te S. Giovanni e Paolo kilisesi’ndedir. Ayrıca Pisa'daS. Caterlna klllsesi'ndeki Muştulama adlı heykel topluluğunu da gerçekleştirdi.



N İN O Ş V İLİ (Ignatev Fomlç İNGOROKVA, — denir), gürcü yazar (Kela, Gürcistan, 1859 - Çirçveti 1894). Mesame Dasi gru­ bunun demokratları arasına katılan yazar 1861 reformunun ardından, soylu sınıfının çöküşüne ve köylülerin proleterleşmesine tanıklık eden anlatılar kaleme aldı (Gogiya Uyşvili, 1890; le Chevalier de nötre patrie [fr. çev.], 1894; Revolte en Gourie [fr çev.], 1902). .. N İN O V A ya da N İN U V A , Dicle ırmağı­ nın orta bölümünde kent. İ.Ö. VII. yy.'da Asur'un başkenti oldu; günümüzde, yerin­ de Kuyuncik ve Nebi Yunus “ tefleri bu­ lunmaktadır. Bu sitte önce, VI. binyıl’da ku­ rulan bir köy, 3500’den sonra da bir kent yer aldı. Tarih sahnesine XXIII. yy.'da çıkan Ninova, birbirini izleyen Mezopotamya imparatorluklarına katıldı. Bütün Doğu'da tanınan bir Aştar'a adanmış olan kent, ye­ rel olarak Hurriler'in egemenliğindeydi ve İ.Ö. XIV. yy ortalarında Asur'a katılıncaya kadar öyle kaldı. Bu ilhak, tam bir samileştirmeye yol açtı. Büyük bir asur kenti olan Ninova, Sanherib döneminde (İ.Ö. 705 -680) krallık ikametgâhı oldu. Bu kralla iki ardılı (Asarhaddon ve Asurbanipal), bura­ da, boyutları ve kabartmaları bakımından asur sanatının en göze çarpıcı yapıtları olan saraylar inşa ettirdiler. Ama Ninova, Med kralı Kyaksares tarafından ele geçirilip ya­ kıldı (İ.Ö. 612). Bir süre ıssız kalan sit ala­ nında, hellenistik dönemde ve Parthlar za­ manında hâlâ bir kent vardı, ama daha sonraları buradaki “ terlerde artık yalnızca sıradan köyler yer aldı. —Arkeol. Ninova’nın varlığı Kutsal Kitap metinlerinden bilinmekle birlikte, yeri meç­ huldü. Kentin tam yeri danimarkalı Carsten Nıebuhr tarafından bulundu. Bu alan yal­ nız Yeniasur dönemi yerleşimini kapsamı­ yordu. Tel Kuyuncik'in merkezinde gerçek­ leştirilen sondaj kazısında en eskileri Hasuna (VI. binyıl) ve Halef (V. binyıl) dönem­ lerine tarihlendirilen beş ana evre saptan­ dı. Ninova’nın daha geç dönemlerdeki ta­ rihi karanlıktır Oldukça uzun bir süreyi kap­ sadığı sanılan bir Aştar tapınağı’ nın yanı sıra, üst tabakalarında bir akkad kralına ait olağanüstü güzellikte bronz bir başın ele geçirildiği bir Nabu tapınağı bi­ linmektedir. Sanherib tarafından yaptırılan saray, tam olarak araştırılamamıştır. Nino­ va'nın çöküşü sırasında yanan bu yapıda iki taht salonu bulunuyordu. Saraydaki bazı salonlar çok sayıda ortostatla süslüdür; bunların bir bölümünde, Filistin'deki Lakiş kentinin kuşatılması (İ.Ö. 701) betimlenmiştir Sanherib'in torunu olan Asurbanipal, sarayı yeniden düzenledi ve aralarında Elam se­ ferinin de (İ.Ö. 635) yer aldığı, kendi hü­ kümdarlık dönemine alt olayları kabartma­ larla temsil ettirdi. Asurbanipal kentin ku­ zey kesiminde kendi sarayını yaptırdı ve bu sarayı özellikle av sahnelerini betimleyen ortostatlarla süsledi. Bu iki sarayda çok sa­ yıda tablet bulunmuştur; önce Layard 1851'de, Sanherib'in sarayındaki tanrı Nabu'ya adanmış kitaplığın kalıntılarını orta­ ya çıkardı; daha sonra Rassam 1854’te Asurbanlpal'in sarayında, bu kralın "kişisel" kitaplığını buldu. "Asurbanipal kitaplığı" adıyla anılan bu koleksiyon top­ lam 2 0 0 0 0 ’den fazla tableti içermektedir Bir bölümü Yunus peygamberin adıyla anılan cami tarafından işgal edilmiş olan, Kuyuncik'in güneyindeki tel Nebi Yunus' ta kazı çalışmaları yapılamamıştır. Burada yalnızca bir silah deposunun girişiyle kral Asarhaddon (İ.Ö. 680-669) tarafından Mı­ sır'dan getirtilen, firavun Taharka’ya ait üç heykel bulunabilmiştir. N İN S E İ, kyotolu çömlekçi (XVII yy.). Al­ tın ve gümüşle zenginleştirilmiş çokrenkli minelerle süslü parçalarıyla ünlüdür. Bu parçalar, Kyoto çömleklerinin imalatında uzun süre örnek alındı. N İN T O K U T E N N O (öl. 399), Japonya' nın efsanevi döneminde hüküm sürmüş on altıncı imparatoru (313-399). Başkentini Osaka yakınındaki Naniva'ya naklettiği, su­ lama sistemini iyileştirerek tarımı geliştirdi-



nirengi ği ve pirinç ambarları yaptırdığı anlatılır.



N İN U R fl», Mezopotamya'nın Fırtına, Savaş ve Ay tanrısı. İ.Ö. XIII. yy.’dan baş­ layarak Asur'da büyük önem kazandı.



N İNUVA -



NİNOVA.



■ NİO B E. Yun. mit. Phrygia'nın efsanevi kraliçesi. Tantalos’un kızı ve Amphion'un karısı. Yedi oğlu ve yedi kızı oldu. Doğur­ ganlığıyla çok övündü ve yalnız iki çocu­ ğu (Apollon ve Artemis) olan Leto ile alay etti. Bunun üzerine Apollon ve Artemis, tüm çocuklarını ok atarak öldürdü, insa­ fa gelen Zeus onu bir kayaya dönüştür­ dü. —ikonogr. Niobe'nin çocuklarının Apollon ve Artemis tarafından öldürülmesi ve Ni­ obe'nin acısı, İ.Û. 38'e doğru, Apollon ta­ pınağı'™ süslemek için Roma'ya götürü­ len ünlü bir IV. yy. heykel grubuna (Gü­ ney İtalya) konu oldu. Floransa'daki Uffizi müzesi'nde yer alan bir dizi mermer hey­ kel, kaybolmuş olan özgün heykelleri yan­ sıtmaktadır. Niobe'nin diğer yaralı oğul-ya da kızlarının figürleri Vatikan, Terme, musei Capitolini, Kopenhag, Münih, Louvre ve Lyon'da yer almaktadır. Çiçek çanağı biçiminde, kırmızı figürlü bir kraterde (İ.Ö. 460'a doğr. Louvre), lahit kabartmaların­ da (Vatikan) ve Pompei'de bir freskte ay­ nı tema işlenmiştir. Aynı konu, ressamla­ ra da esin kaynağı olmuştur: il Tintoretto (Modena), A. Bloemaert (Kopenhag), J -Fr. De Troy (Montpellier), J. Rottenhammer (Valenciennes).



N io b * k a y a « , Manisa dağında (antik Sipylos) su sızıntılarıyla aşınmış, insan yü­ züne benzeyen kaya: yörede Ağlayan ka­ ya olarak da bilinir ve sürekli ıslak oldu­ ğundan çocukları öldürülen Niobe*'ye benzetilir. NİO BRARA, ABD'de ırmak. Wyoming de doğarsa da daha çok Nebraska'nın kuzeyinde akar Missouri'pin ko'u (sağ kı­ yıdan), Nıob'ara'ya kavuşur: 690 km. N lo ko le -K o b a , Senegal'ın güney -doğu'sunda ulusal park; 800 0 Ô0 ha Gambiya'nın yukarı çığrı buradan geçer.



NİO LO , Korsika'nın (Yukarı Korsika) or­ tasında bölge, monte Cinto’nun eteğinde. Yukarı Golo vadisinden oluşur. Küçükbaş hayvan yetiştiriciliği. N İO LU -O llE S S A , Korsika'da (Yukarı Korsika) kanton. Merkezi Calacuccia.



N İO R T , Fransa'da département (DeuxSèvres) merkezi, Sèvre Niortaise kıyısın­ da; 58 660 nüf. (1992). Batı Fransa'nın başlıca karayolu kavşaklarından biri (bu­ gün Aquitaine otoyolunun hemen yakı­ nında). 1945’ten bu yana çok gelişen Ni­ ort, her şeyden önce bir üçüncü kesim (yönetim, ortaöğretim, bankalar, dağıtım ve panayır ticareti, yardımlaşma™ büyük sigorta şirketlerinin ve yan etkilerinin merkezi) kentidir. —Güz. sant. XII.-XIII. yy.’larda yapılan ve XV. yy.'da bir konut bölümüyle birbirine bağlanan iki kare kule biçimindeki "anakule" (eski şatonun kalıntısıdır). [Poi­ tou etnografya müzesi.]



N İO S - ¡OS. NİOVE a. Tropikal Afrika’da yetişen ve az çok tekdüze koyu esmer-kırmızı renkte, in­ ce dokulu, sert ve ağır bir odun veren ağaç. Odunu su işlerinde, kaba maran­ gozlukta, köprü döşemesi, travers, parke, mobilya ve kapiama yapımında kullanılır. (Staudtia cinsi.)



NİPEL a. (ing. nipple, bilezik, halka'dan). Kuyuc. Çift erkek yivli çubuk ya da boru rakoru.



NİPHARGUS a. (yun. nipharges, kar gi­ bi parlak ve beyaz'dan). Tatlısularda ya­ şayan kabuklupire cinsi. (Birçok türü yer­ altında yaşamaya iyi uyarlanmıştır ve göz­ leri ya ilkeldir ya da yoktur. Gammaridae familyası.) N İP İG O N , Kanada'da (Ontario) göl, Ni-



pigon ırmağı (hidroelektrik tesisleri) ara­ cılığıyla Superior gölüne dökülür; 4 840 km2. Birçok ada. N İP İS S İN G , Kanada'da (Ontario) göl, French River aracılığıyla Huron gölüne (Georgia körfezi) dökülür; 855 km2. N lp k o w ç a r k ı. TV. Alman mühendis Paul Nipkow’a (Lauenburg 1860 - Ber­ lin 1940). 1884'te, ilk görüntü çözümleme ve bireştirme yöntemlerini gerçekleştirme olanağını veren düzenek. (Sarmal biçim­ de düzenlenmiş çok büyük sayıda deliği olan ve Igpyük hızla dönen bir çarktan olu­ şan bu düzenek 30'lu yıllarda yerini, da­ ha büyük hızlara ve tarama doğruluğuna olanak veren elektronik düzeneklere bı­ raktı.) N İP P U R , bugün N iffer, Bağdat'ın 160 km güneyinde antik Mezopotamya kenti. VI. binyıl'dan beri yerleşilen bir alan üze­ rinde kuruldu. Sümer ülkesi üzerinde hü­ küm sürme olanağı veren, inanna ve Enlil tanrılarının bu kutsal kenti 3000'den sonra gelişti. İ.Û. VI. yy.'a kadar Mezopo­ tamya kralları buradaki tapınakları onart­ maktan onur duydular. —Arkeol. 1849’da bulunan sit, önceleri düzensiz, 1948'den başlayarak da Chica­ go Doğu enstitüsü tarafından bilimsel bir biçimde kazıldı. Dinsel bakımdan taşıdı­ ğı önem nedeniyle Nippur, aynı zaman­ da birinci planda bir düşün ve edebiyat anakenti oldu. Çivi yazısıyla yazılmış 60 0 0 0 'den fazla tablet yıkıntılar arasından çı­ karıldı. Kentin ortasında yükselen, yeni­ den düzenlenen ve Yenibabil dönemine kadar (İ.Ö. VI. yy.) korunan Enlil tapınağı, özellikle III. Ur hanedanının kurucusu kral Ur-Namu tarafından İ.Ö. 2100’e doğru ye­ niden yaptırılmış biçimiyle tanınır. En eski tabakalarının tümüyle yayımlanmamasına rağmen mezopotamya arkeolojisinin en önemli kaynaklarından birini oluşturan Tanrıça inanna nın tapınağından başka ta­ pınaklar da ortaya çıkarıldı, inanna tapı­ nağı Parthiar zamanına kadar birçok kez yeniden yapıldı. Kazılar sırasında önemli bir yerleşme alanı da ortaya çıkarıldı. N İG U E L Â N D İA , Brezilya'da (Goiâs eyaleti), Brasilia'nın K.-K.-B.'sında kent; 34 500 nüf. Nikel ve kobalt yatakları. N İR A L A (Surya Kant TRİPATHİ, — denir), hindi dilinde yazan hintli şair (Bengal 1896 - Allahâbad 1961). Sanskrit, İngiliz ve bengal edebiyatlarını çok iyi biliyordu; çayavad (romantik) akıma öncülük etti, serbest nazımla şiirler yazdı (Cuhi ki kali [Yasemin tomurcuğu], 1916). N İR A N çoğl. a. (ar. nar ve nar'un çoğl. nirân). Esk. 1. Ateşler: "Ateşim geçti ce­ hennemdeki nîrânı bile" (Y. K. Beyatlı). — 2 . Işıklar, nurlar. ♦ a. Cehennem. N İR E a. Tekst. lamlısı.



GÜCÜ* GÖZÜ'nün eşan­



N İR E M B E R G İY A a. Amerika’nın sıcak bölgelerinde yetişen çokyıllık otsu bitki. (Yaprakları ve sapları yerde yayılan bir bit­ kidir; çiçekleri ince ve uzun boru biçimin­ de olur. Birçok türü süs bitkisi olarak ye­ tiştirilir. Bil. a. nirembergia: patlıcangiller familyası.) [Eşanl. akkadeh ÇİÇEĞİ ] N İR E N B E R G (Marshall Warren), amerikalı genetik uzmanı (New York 1927). ABD Ulusal kardiyoloji enstitüsü’nde ge­ netik biyokimyası bölümünün müdürü ol­ du ve genetik kuralları üzerinde yaptığı çalışmalar ona 1968 Nobel tıp ödülü'nü kazandırdı. Bir, iki, üç ya da dört ribonükleotitin polimerleri olan yapay R.N.A.-habercilerinden yararlanarak, yirmi amino asitte her kodonun yapısını ve özelliğini belirledi. N İR E N C ya da N E Y R E N C a. (fars. nireng'den ar. nirenc, neyrenc). Esk. 1. Bü­ yü, tılsım. —2. Hile, aldatmaca. —3. Re­ sim, taslak. N İR ENG a. (fars. nireng). Esk. 1. Düzen,



hile, al. —2. Büyü, sihir. —3. Resim, tas­ lak. —Güz. sant. Osmanlı minyatürlerinde nakkaşın hazırladığı taslak. (Asıl resim, batı resmindeki eskizden farklı olan niren­ gin ince kömürle çizilen dış çizgilerine bağlı kalınarak boyanırdı.) —Tar. Nireng-i frenk, Osmanlı devletinde Tanzimat'tan sonra ortaya atılan ve Avru­ pa devletlerinin türlü oyunlar, aldatmaca­ larla BabIâli'yi kandırması anlamında kul­ lanılan bir terim (Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat'ı şiddetle eleştiren karşıtlan, dev­ letin "nıreng-i trenk"e [Batı düzenbazlığı] kurban gittiğini ileri sürdüler.)



8669



N İR E N G İ a. (fars. nirengi). 1. Arazide oluşturulan nirengi ağının açılarının ölçül­ mesinde kullanılan jeodezik ya da topografik yöntem. (Bk. ansikl. böl. Jeod. ve Topogr.) —2. Nirengi noktalarıyla, ana çiz­ gileriyle, ayrıntılara inmeden: Konuyu ni­ rengi noktalarıyla anlatmak. —Âsk. Nirengi noktaları, koordinat ve yük­ seltileri doğru olarak saptanan ve arazı üzerine işaretlenen noktalar.



—Geom. üÇGENLEME’nin eşanlamlısı. —Jeod ve Topogr, Radyal nirengi, düşey bir eksen doğrultusunda alınmış bir dizi hava fotoğrafından oluşan kanavanın el­ de edilmesini sağlayan, kullanımı kolay, yüksek verimli mekanik yöntem (Bk. an­ sikl. böl.) —Topogr. ikmal nirengisi, ana nirengi ağı içinde kurulan tamamlayıcı nirengi nokta­ sı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Jeod. ve Topogr. XVI. yy.'ın sonlarında Tycho Brahe tarafından bulu­ nan ve XVII. yy.'ın başlarında Sinellius ta­ rafından uygulanan nirengi, şu ilkeye da­ yanır: bir ABC üçgeninde, ÂB kenarı ve ' -.'T açıları biliniyorsa, BC ve AC kenar­ ları sinüs bağıntısıyla kolayca hesaplana­ bilir: BC AC AB sin A



sin B



Fabbri



sin C



Bu bağıntı çözülünce BC ve AC kenar­ ları bilinen kenarlar olarak kullanılabilir ve işlem bu şekilde sürdürülür. C, I, J, K, L noktalarının karşılıklı konumlarının belir­ lenmesiyle ağın bütün kenarları hesapla­ nır, kanava tamamlanır. Doğrudan ölçüle­ rek belirlenmiş AB kenarına “ baz’' denir. Büyük bir ülkenin nirengi ağı temel ola­ rak aşağıdaki unsurları kapsar: 1 . konumu astronomik gözlemle belirle­ nen ve coğrafi koordinat için başlangıç olan temel bir astronomik nokta. Başlan­ gıç kenarının, doğrultusu aynı şekilde gökbilimsel bir güney aç.sıyla saptanır; 2 . kesişmelerinden oluşan kareler içinde birinci cferece tamamlayıcı nirengi ağı bu­ lunan bir dizi meridyen ve paralelin sınır­ ladığı çerçevede; 40°'den küçük açısı bu­ lunmayan, yaklaşık eşkenar ya da ikizke­ nar üçgenlerden oluşan birinci derece bir nirengi ağı. En etkili kontrol yöntemi, öl­ çeği sağlamak amacıyla ağın değişik yer­ lerinde yeni bazlar kurmak ve değişik te­ pelerin gökbilimsel koordinatlarını (bir ağın enlemini, boylamını ve güney açısı­ nı) bulmaktır. Laplace noktası adı verilen noktalar ağın yeniden yönlendirilmesini sağlar. Hesaplarda, her Laplace noktası­ na karşılık, gökbilimsel ve jeodezik değer­ leri birleştiren bir şart denklemi kurulur; 3. üçgen kenar uzunlukları 15-20 km olan ikinci derece bir ağ, kendisi için değişmez bir omurga durumundaki birinci derece ağına dayanır; 4. kilometre kare içine bir nokta düşecek yoğunluktaki 5. derece nirengi ağının da­ yalı bulunduğu ve kenar uzunluğu 5-6 km olan 3. ve 4. derece bir ayrıntı ağı. Bir nirengi ağının kurulmasındaki aşa­ malar şunlardır: araziyi inceleme (seçim -istikşaf), yapım (inşaat), ölçme (gözlem­ ler, baz ölçmesi) ve hesaplama. Gözlemciler seçim aşamasında, trigo­ nometrik nokta (nirengi noktası) olarak ku­ rulacak noktaları seçip , bu noktalardan görülebilen tepe noktalarını ve bu nokta-



Nıobe 'nin yaralı kızı Büyük Yunanistan ionia sanatı mermer, İ.Ö. 430’a doğr. Ulusal müze, Roma



K



nirengi ilkesi



nirengi 8670



Nisa Serezli ve Tolga Aşkıner Kocanızı tazeleyin adlı oyunda



lar arasında kurulacak genel bağlantı şemasını (yatay-düşey ölçü ve hesap planı) oluşturur. Bu aşamada, görüşü engelle­ yen yakın ya da uzaktaki arazi unsurların­ dan kurtulmak için, sökülebilir istikşaf ku­ leleri (Durand kuleleri vb.) kurulur. Ekip posta şefi, istikşaf bilgilerine dayanarak, gözlem aletiyle (teodolit, semt çemberi) gözlemcinin ayrı ayrı üzerinde bulunaca­ ğı sabit jeodezi işaretlerini, her istasyon­ dan gözlenebilen miraları kurar ve ölçme çalışmalarının üzerinde yapıldığı yeri gös­ terecek olan jeodezik noktanın merkezini (merkezlendirme noktası), beton kütle içi­ ne yerleştirilmiş granit bir nirengi zemin işaretiyle kalıcı şekilde belirler. Gözlemci (rasıt, operatör), gözlem aşa­ masında, yüksek duyarlı bir teodolit ya da semt çemberiyle, nirengi işareti inşaatı sı­ rasında kurulmuş miralara ya da komşu tepeler üzerine yerleştirilmiş projektörle­ re yapacağı gözlemlerle, bağlantı şema­ sı (yatay ölçü planı) üçgenlerinin tepe nok­ talarındaki açıları repetisyon (tekrarlama) ya da reiterasyon (başlangıç kaydırma) yöntemiyle birçok kez ölçer ve sonuçta or­ talamalarını alır. Üçgen hesapları, gözlenen noktaların, coğrafi (jeodezik) ve dik koordinatlarını bulmak için yapılır. Gözlemlerin dengelen­ mesiyle üçgen zincirlerinin kesin geomet­ rik konumları belirlenir. Üçgen ölçüm ve hesaplamalarındaki duyarlık, hangi dereceden olursa olsun, jeodezik noktanın konumunu en çok 2 0 cm bağıl yanılgıyla belirleyecek düzeyde olmalıdır. Türkiye’de, MSB Harita genel komutanlığı'nca 1944'ten bu yana sürdürülen ça­ lışmalar sonunda oluşturulan "Ülke temel nirengi ağı" şu şekildedir: 1 . I. derece nirengi ağı: 99 adet astro­ nomi noktası, 904 adet I. derece nirengi noktasından oluşan 27 adet kapalı poli­ gonu (zincir) kapsar. Dengelemesi 1954 yılında yapılmış olup, üçgen kenar uzun­ luğu yaklaşık 20-50 km'dir. 2. II. derece nirengi ağı: 3 320 adet II. derece nirengi noktasından oluşmaktadır. Üçgen kenar uzunluğu yaklaşık 10 -2 0 km’dir. 3. /. ve II. derece nirengi ağına dayalı nirengi sıklaştırması: oluşturdukları üç­ gen kenar uzunluğu yaklaşık 3-10 km olan 55 000 adet III. derece nirengi noktası ile, yine kenar uzunluğu 1-3 km olan 120 000 adet IV. derece nirengi noktasıyla gerçek­ leştirilmiştir. Harita genel komutanlığı’nca, ülke te­ mel nirengi ağlarını iyileştirme ve büyük ölçekli harita üretimi için gerekli nirengi sıklaştırma çalışmaları sürdürülmektedir. • Radyal nirengi (hava nirengisi). Düşey eksene yakın doğrultuda alınmış bir ha­ va fotoğrafı üzerindeki ayakucu (nadir) noktası İle bu noktadan geçerek arazideki çeşitli noktalara varan ışınların fotoğraf üzerindeki izdüşümleri arasında oluşan



açılar, arazideki ayakucu noktası ile ışın­ ların karşılığı olan doğrultular arasındaki açılara (gözlemcinin arazideki ayakucu noktasından, aynı noktalara yatay bir dizi gözlem ile okuduğu açılara) eşittir. Bu özelliğin, her birinde komşu fotoğrafın ayakucu noktasının bulunduğu ve stereoskopik (üçboyutlu) bir fotoğraf kanavası oluşturan ardışık birçok fotoğrafa uygulan­ ması sonucu, seçim kanavasındaki nok­ taların birbirlerine göre konumlarını belir­ leyen grafik bir nirengi ağı elde edilir. Ay­ nı İlkelere dayalı, uygulanması daha ko­ lay ve çok kesin mekanik düzeneklerle de aynı sonuç sağlanabilmektedir. —Topogr. Geniş, özellikle görüşü engelle­ yen engebelerin bulunduğu yörelerde ka­ navaya giren nirengi noktalarının sayısı, ayrıntıların haritalanması için yeterli olmaz; bu durumda topograf, ana nirengilerden görülmeyen kesimlerin, görülebildiği baş­ lıca yerlerde yeni nirengi noktaları oluştu­ rur; bunlara ikmal nirengisi denir. Gerek plançetalı, gerek plançetasız grafik hari­ ta alımlarında İkmal nirengisi kurmak ço­ ğunlukla zorunludur. Ayrıntıların bulundu­ ğu alanı gören, ana nirengi noktaları dı­ şındaki tepeler, sivri ve belirgin kayalar, çıplak düzlüklerdeki tek ağaçlar vb. ikmal nirengisi için seçilebilecek uygun nokta­ lardır. Alldat olometrik ile çalışıldığında ik­ mal nirengilerinin yeri çevredeki dört ni­ rengi noktasından İleri (ya da ön) kestir­ meyle saptanır. N İR E U S . Yun. mit. Syme kralı ve Kharops ile Aglaia'nın oğlu. Truva savaşına ka­ tıldı. Telephos’un karısını öldürdü ve onun oğlu tarafından öldürüldü. N İR İD A Z O L a. (fr. niridazole). Bilharziyoz, amibiaz ve drakunkuloz gibi hasta­ lıklara karşı kullanılan asalak öldürücü ilaç. N İR İZ



a Müz. NİKRİZ makamının eski



adı. N İR U a. (fars. ra/ü). Esk. Güç, kuvvet. N lru k ta , sözcüklerin kökenini inceleyen ve Veda metinlerine ilişkin sesbilgisi ku­ rallarını tanıtan hindi dilinin en eski araş­ tırma kitabı (İ.Û. V. yy.'a doğr.). N İR U M E N D sıf. (fars ra/u ve -mend'den nirûmend). Esk. Güçlü, kuvvetli. N İR U M E N D İ a. (fars. nirûmend ve -/'den nirümendi). Esk. Kuvvetlilik, kuvvetli ol­ ma.



anlamına gelen sanskritçe söze., pali dilinde nibbana). insanı acı çekme, yanılsama (maya) ve bilgisizlik (avidya) durumundan kurta­ ran ve bu dünyadaki tüm isteklerin silin­ mesiyle gerçekleşen durum. Hindu felse­ fesinde, tenasühler çevriminden kurtulma ve brahman durumunun gerçekleşmesi anlamına gelen moksa terimiyle adlandı­ rılan nirvana, bu terimi uyanıklık durumu­ nu (bodhi), yani doğuş ve yeniden doğu­ şun ana nedeni olan her türlü İsteğin si­ linme durumunu (trişna) betimlemek için kullanan buddhacılıkta büyük önem taşır. —Psikan. Nirvana ilkesi, DEĞİŞMEZLİK- İLKESİ'nin eşanlamlısı. N İR V A N A a. (acıdan kaçma



N İS A çoğl. a. (ar. ra'sâğ. Esk. Kadınlar. N İS A -> NESA.



N isa S arszli-T o lg a A şkınar t i­ yatro su , 1969-1970 döneminden baş­ layarak Şişli'deki Ümit tiyatrosu'nda (şim­ di işhanı) Tatlı kaçık adlı komediyle per­ delerini açtı. Genellikle bulvar türü çeviri oyunları sahnelemeyi yeğleyen topluluk bir dönemin geniş seyirci kesimini çeken tiyatrolarından oldu. Nisa Serezli'nin ölü­ müyle tiyatronun adı Nisa Serezli Aşkıner sevgi birliği olarak değiştirildi (1993). N is a s u r e s i, Kuran'ın 4. suresi. 176 ayettir. Medine’de inmiştir. Kadınlarla ilgili hükümler geniş yer tuttuğundan "kadın­ lar” anlamına sureye bu ad verilmiştir. Bütün İnsanların bir tek can (Âdem) ile



onun eşinden yaratıldıklarını belirten; ak­ rabaya, kadınlara, yetimlere, zihinsel ku­ surlulara karşı adil ve iyi davranışlı olma­ yı emreden ayetlerle başlayan surede ka­ dınların erkekler, erkeklerin kadınlar üze­ rindeki hakları açıklanır; miras, çocuk em­ zirme, hısımlık, evlenme ve boşanma hü­ kümleri ve özellikle aile geçimsizliklerini gi­ derme yolları üzerinde durulur. Surede daha sonraki ayetlerde iyilik etme, para yardımında bulunma, toplumsal dayanış­ ma, aile bağları, hoşgörü, adalet, iyilikle­ ri gösterişten uzak ve içtenlikle yapma gi­ bi konular ağırlıklı olarak işlenir; uluslara­ rası ilişkiler, barış ve savaşla ilgili hüküm­ ler de yer alır. Bunların dışında inanç ve ibadet konuları sözkonusu edilir; özellikle Allah'ın üç olduğunu, İsa'nın da tanrılığını ileri süren hıristiyan inancının yanlış oldu­ ğu belirtilir. Sure, miras ile ilgili düzenle­ meler getiren bir ayetle son bulur. N İS A B A . Mit. Mezopotamya panteo­ nunda Umma sitesinin tanrıçası. Bolluk, verimlilik, yazı, bilim ve mutluluğu simge­ liyordu; uğurlu yıldızları biliyordu. Betim­ lemelerinde ağaç dallarından bir yığın üzerinde, saçları salıverilmiş bir biçimde otururken gösterilir. N İS A C E T a. (ar. nese’den nisâcet). Esk. Dokumacılık. N İS A İ sıf. (ar. nisâ’i). 1. Kadınla ilgili. —2. Kadın hastalıklarıyla ilgili. N İS A İY E a. (ar. nisa? ve -iyye'den rasS‘iyye). Esk. 1. Kadın hastalıklarını ince­ leyen tıp dalı, jinekoloji. (-* KADIN HASTA­ LIKLARI.) —2. Hastanelerde kadın hasta­ lıklarının tedavi edildiği bölüm. N İS A İY E C İ a. Kadın hastalıkları uzma­ nı, jinekolog. N İS A N a. (süryanice söze.). 1. Yılın dör­ düncü ayı. —2. Nisan balığı -* NİSANBALIğI. || Nisan yağmurlan, nisan ayında gö­ rülen sık aralıklı, kısa süreli sağanak yağ­ murlar. || Nisan yağmuru gibi, birdenbire ortaya çıkan ve kısa sürede gelip geçen olaylar için kullanılır; yaz yağmuru gibi. —Esk. Ebr-i nisan -> EBR. —Tar. Nisan suyu, nisan ayında yağan ilk yağmurun suyu. (Osmanlı sarayında kiler koğuşu görevlilerinin topladıkları bu yağ­ mur suyu padişaha sunulur ve şifalı oldu­ ğuna inanılan bu suya karşılık kendileri­ ne biner akçe bahşiş verilirdi.) —ANSİKL. Ed. Divan edebiyatında bollu­ ğu, bereketi; devlet büyüklerinin elinin açıklığını, iyilikseverliğini simgeler. Nisan yağmurlarının sedefin içine düşmesiyle in­ ci oluştuğu, nisan bulutlarından (ebr-i ni­ san) sonra topraktan bereketli ürünlerin fışkırdığı anlatılır: "B ir kara toprağım ihya -yı memat etmek için / Yağsa cûdun bu­ lutundan nota nisankerem" (Ben bir kara toprağım. Dirilmem için senin eliaçıklığının bulutundan cömertlik bereketi yağsa ne olur) [Ahmet Paşa]. —Folk. Nisan yağmuru, Anadolu folklo­ runda bereketi simgeler. Bu nedenle ni­ san yağmurundan kaçmamak gerektiği­ ne inanılır. Bu yağmurun saçları güçlen­ dirdiği ve şifalı bir etkisi olduğu da yay­ gın inanışlardandır. Nisan yağmuruna iliş­ kin bir başka inanış, damlalarından inci oluştuğuna ilişkindir Güneş koç burcuna girdiğinde istiridyeler deniz yüzeyine çı­ kar ve kabuklarını açarak nisan yağmu­ runu beklerler. Kabuklarının içine giren damlalardan, güneş yengeç burcuna gir­ diğinde inci oluşur. Nisan yağmurunun, yılanın ağzına girdiğinde zehire dönüşe­ ceği de yaygın inanışlardandır. N İS A N B A L IÖ I a. Nisanın ilk günü ge­ leneksel olarak yapılan hoş şakalar, aldat­ macalar. (Fransa kralı Charles IX'un kara­ rıyla o zamana kadar 1 nisan olan yılbaşı 1 ocağa alınınca yılbaşı hediyeleri ocağın birinci günü verilmeye başlandı. 1 nisan­ da ise aldatmaca hediyeler verildi; ni­ san ayında güneş balık burcundan çıktı­ ğı için de bu şakalara nisanbalığı adı ve­ rildi.)



N İS A P a. (ar. nişâb). Esk. 1. istenilen oran; yetersayı. —2. Esas, asıl, kök. —3. Mal, sermaye. —4. Hisse, nasip, pay. —5. Nisabını bulmak, istenilen sayıyı tut­ turmak. — 6 . Nisab-ı ekseriyet ya da ek­ seriyet nisabı, çoğunluk oranı. || Nisab-ı rüşd, olgunluk çağı. —Huk. Bir kurulun toplanabilmesi ya da karar alabilmesi için gerekli üye sayısı; toplantı ve karar yetersayısı. (Anayasa' da, başkaca bir hüküm yoksa, Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biriyle toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla karar verir; ancak karar yetersayısı hiçbir şekilde üye tam­ sayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz [Anayasa md. 96].) —isi. ve İsi. huk. Bir malın zekâtının veri­ lebilmesi için o malda ulaşılması gereken tutar. || Nisab-ı sirkat, hırsızlık suçunun olu­ şabilmesi için çalınanın şer’an taşıması gerekli değer (Hanefi mezhebinde on dir­ hem saf gümüş ya da bir dinar ya da ay­ nı değerdeki malın çalınması, nisab-ı sir­ kat olarak kabul edilir.) N İS A R a. (ar. nesr’den nişSr). Esk. 1. Serpme, dağıtma. —2. Düğünlerde da­ vetlilerin üstlerine saçılan para. —3. Nisar etmek, eylemek, saçmak, serpmek: ",Fukaraya altın nisar etmiş olduğun­ dan..." (Cevdet Paşa, XIX. yy.). ♦ sıf. "Saçan”, "saçıcı" anlamından bi­ leşik sözcükler oluşturur: bedayi-nısar (gü­ zellik saçan), cevher-nisar (mücevher sa­ çan), dür-nisar (inci saçan), pertev-nisar (ışık saçan), zer-nisar (altın saçan) vb. N İS A R D (Désiré). fransız edebiyat eleş­ tirmeni (Châtillon-sur-Seine 1806 - San Remo 1888). Üniversitedeki parlak mes­ lek hayatını imparatorluk'a bağlılığına borçludur. Özellikle klasik dönem yazarlannın özel olarak incelenmesine dayanan ve doğmatik eleştiri anlayışının bir örneği olan Histoire de la littérature française (1844-1861) adlı yapıtı belli bir fransız ede­ biyatı anlayışını uzun yıllar kabul ettirmiş­ tir N İS A R İ A L İ E F E N D İ, türk din adamı ve yazar (Aksaray ? - İstanbul 1698). Med­ rese öğrenimi gördü. Bir süre İstanbul müftülüğü görevinde bulundu. Fetva tü­ ründeki Fevaid ül-âliye adlı yapıtının dışın­ da Kadı Mir ve Lâri'nin yapıtları için yaz­ dığı haşiyeleri vardır.



NİSPET. NİSPETEN. N İS B İ -» NİSPİ.



N İS B E T ->



N İS B E T E N -



N İS C E M İ, İtalya'da kent, Sicilya'da (Caltanissetta ili), Gela yakınında; 24 800 nüf. Tarım merkezi. N İS E B çoğl. a. (ar. mstoefin çoğl. nıseb). Esk. Oranlar, nispetler. N İS E R O O LİN a. (fr. nicergoline). Çavdarmahmuzundan elde edilen ve beyin­ de kan akışını artıran damar genişletici ilaç. N İS İB İS . Tar. coğ. N usaybin'in Antikçağ’dakı adı. N İS İD A , Napoli (İtalya) körfezinde küçük ada, Miseno burnu karşısında, Pozzuoli’ nin öbür yanında. Bir setle anakaraya bağlanan su dolmuş bir eski kraterdir. N İS İE L Y (Benedetto FİORETTİ, Udeno — denir), İtalyan yazar (Mercatale, Floran­ sa, 1579 - Floransa 1642). Edebiyat türle­ ri üstüne bir deneme (Proginnasmi poetici, 1639) kaleme aldı. N İS K A B A N J A , Sırbistan’da kaplıca merkezi, Niş yakınında; 2 500 nüf. 38 °C sıcaklıkta radyoaktif kaynaklar N İS O N İA D E S TAGES a. Nisan ile tem­ muz arasında sık görülen bodur kelebek. (Tırtılı lotus ile devedikeni üzerinde yaşar. Sekengiller familyası.) N İS O S . Yun. mit. Megara kralı. Kızı Skylla, Megara’ya karşı savaşmakta olan



Minos’a duyduğu aşk uğruna ona ihanet etti. N İS P E T a. (ar. nisbet). 1. Karşılaştırılan iki şeyin arasındaki oran: Öncekilere nis­ petle bu uygulamalar çok daha akılcı. Baskılar arttığı nispette tepkiler de arttı. —2. ilgi, ilişki, bağıntı: Kendisinin saraya nispeti tespit edilememiştir. —3. Bir kim­ seyi üzmeye, kıskandırmaya yönelik dav­ ranış: Bütün bunları bana nispet olsun di­ ye söylüyor. —4. Nispet etmek, iki şey ara­ sında orantı kurmak (esk.); bir kimseye karşı inadına bir tutum takınmak. || Nispet kabul Ütmemek, bir tutulamamak, arala­ rında büyük farklar bulunmak. || Nispet vermek, nispet yapmak, bir kimseyi üz­ mek ya da kıskandırmak için onun iste­ mediği davranışlarda bulunmak, ona gös­ teriş yapmak. ♦ be. Nispet olsun diye: Onlara nispet, daha güzel bir ev yaptırdılar. —Esk. dilbilg. Nispet eki (-İ), adların so­ nuna gelerek aidiyet gösteren arapça ek. Bu ekle oluşturulan sözcükler anlam ve kullanış olarak sıfattırlar: fikri, hususi, ticari, vahşi vb. (YA- Yl NİSPİ de denir.) || Belli bir yer ya da ülke adına eklenerek o yerin hal­ kından ya da o ülkenin vatandaşından olan, oralı anlamında sözcükler oluşturur: Ankaravi. Edirnevi, irani, Konevi, Şirazi. Tebrizı, vb. || Bir tarikat kurucusunun ya da önderinin adının sonuna gelerek o tarikat­ tan olan anlamında sözcükler oluşturur: alevi, hanefi. İsevi, musevi, vb. || Ulus ad­ larına eklenerek dil adı yapar: arabi, farisi. türki. vb. || Meslek adı yapan sözcük­ ler türetir, cevheri (mücevherci), kebabı (kebapçı), vb. —Esk. mat. Oran. || Nisbet-i muzaafa. uyumsuz ya da ikikat oran. —Sig. Nispet kuralı, bazı sigorta sözleş­ melerinde, sigortalanan malların değeri hasarın olduğu anda sözleşmede yazılı değerin üstünde olduğu takdirde, sigor­ tacıya, sigortalının zararının ancak bir bö­ lümünü karşılama hakkını veren hüküm. N İS P E T Ç İ sıf. Başkalarına nispet verme­ yi, kıskandıracak davranışlarda bulunma­ yı seven, bunu huy haline getiren kimse için kullanılır. N İS P E T E N be. (ar. nisbet'ten nisbeten). 1. Bir şeye nispeten, ona oranla, onunla karşılaştırılırsa: Önceki yıla nispeten bu yıl ücretler düşük —2. Bir öncekine oranla daha olumlu bir durumu vurgulamak için kullanılır: Bu ev nispeten geniş. (Hasta) bugün nispeten iyi. N İS P E T L İ sıf. Oranlı. N İS P E T S İZ sıf. Oransız. N İS P E T S İZ L İK a. Oransızlık. N İS P İ sıf, (ar nisbet'ten nisbı). Esk. 1. Kı­ yaslamaya dayalı, göreli: Nispi kararlar. —2. Bir öncekine oranla, birbirlerine kı­ yasla olan, gerçekleşen şey için kullanı­ lır; Nispi bir sükûnet. —Anayas. huk. Nispi temsil, seçime katı­ lan listelere, aldıkları oy oranında sandal­ ye veren seçim usulü. (Nispi seçim de de­ nir.) [Bk. ansikl. böl.] —Ask. Nispi savaş gücü, herhangi bir bir­ lik ya da kuruluşun savaş sırasında yapa­ bileceği etki, (ikinci Dünya savaşı sonla­ rından başlayarak birliklerin büyüklüğü, silahların çeşit ve nitelikleri, emir ve komu­ ta yeteneği, muharebeye müdahale hızı, manevra yeteneği gibi etmenlerin tümü birden "nispi savaş gücü” adı altında de­ ğerlendirilmeye başlandı. Günümüzde kuvvetlerin nispi savaş güçlerini karşılaş­ tırmak, seçilecek harekât türünün belirlen­ mesinde başlıca öğedir.) —Huk. Nispi butlan -> BU TLAN . —Med. huk. Nispi hak, herkese değil, an­ cak belirli kişilere karşı ileri sürülebilen hak. (Nispi haklar, mutlak hakların aksine, sahibine sınırlı yetkiler sağlar. Genellikle borç ilişkilerinden doğar. Örneğin bir nis­ pi hak olan alacak hakkı, borçludan be­ lirli bir davranış biçimin de bulunmasını.



yani bir şey vermesini, bir şey yapmasını ya da yapmamasını isteme yetkisi verir.) —ANSİKL. Anayas. huk. Nispi temsil baş­ lıca iki gruba ayrılır: 1. Yaklaşık nispi temsil. Burada seçim, her biri belirti sayılarda temsilci çıkaracak olan seçim bölgeleri çerçevesinde cereyan eder. Her bir seçim çevresinde kullanılan geçerli oyların, o bölgeden çıkacak tem­ silci sayısına bölünmesiyle elde edilen se­ çim sayısı, oyların ilk dağılımını sağlar. Bu­ na göre listeler, aldıkları oyun seçim sayı­ sına bölünmesi karşılığında sandalye el­ de ederler. Ama ilk dağılımda artık oylar ve sahibi belli olmayan sandalyeler kalır. Bunların da paylaştırılmasında değişik yöntemler kullanılır. En yüksek artık usu­ lünde, boş kalan sandalyeler ilk dağılım­ da kullanılmamış oyların en yükseğini alan liste ya da listelere verilir. En yüksek ortalama sisteminde, her listenin seçim sa­ yısına göre elde ettiği sandalye sayısına hayali bir sandalye eklenir. Daha sonra, listelerin elde ettiği geçerli oy sayısı her listenin kazandığı sandalye sayısından bir fazlasına bölünür. Boşta kalmış olan san­ dalye, bu işlemde en yüksek ortalamayı elde etmiş olan listeye verilir. Boşta kalan başka sandalyeler varsa, işlem bunların her biri İçin ayrı ayrı sürdürülür. Hondt sis­ temi gibi birtakım matematik işlemleri yo­ luyla da buna benzer sonuçlara ulaşıla­ bilir. 2. Tam nispi temsil. Bu yöntemde, artık oy­ lar, ulusal düzeyde yeniden dağıtılır. Bu­ rada seçim çevreleri ilk aşamada temsil­ cilerinin bir bölümünü saptamış olurlar. Bu belirlemede ilk adım, bütün ülkenin, se­ çilecek temsilcilerin tümünü içeren tek bir seçim bölgesi ya da çevresi olarak kabul edilmesiyle başlar. Bütün ülkede kullanı­ lan geçerli oy sayısı, seçilecek temsilci sa­ yısına bölünerek ulusal seçim sayısı elde edilir. Seçim çevrelerindeki listeler bu ulu­ sal seçim sayısını kaç defa içeriyorlarsa, ilk dağıtımda o kadar temsilci çıkarmış sa­ yılırlar Daha sonraki aşamada, seçim çev­ relerinde kullanılmamış ya da değerlen­ dirilmemiş olan artık oylar, her liste için ayrı ayrı ve ulusal düzeyde bir araya getirile­ rek toplanır, böylece listelerin ulusal artık­ ları belirlenmiş olur. Bu ulusal artıkların içerdikleri ulusal seçim sayısı oranında da kalıntı oylar yeniden dağıtılır. Bu temelleriyle nispi temsil sistemi de­ ğişik düzenlemlere konu olmuştur. İsrail’ de yasama seçimlerinde bütün ülke tek bir seçim çevresi oluşturur. İrlanda’da,listesız, tek ve devredilebilir oylu nispi tem­ sil uygulanmaktadır. Fransada çeşitli kar­ ma sistemlere (1951-1956 arasında ve 1982'den sonra da belediye seçimlerine uygulanan "birleşik üsteli sistem" gibi) başvurulmuştur. Almanya Federal Cumhuriyeti'nde Bundestag. yani birinci mec­ lis "kişiselleştirilmiş nispi temsil usulü” ne göre seçilir; sandalyelerin yarısı nispi tem­ sil esasına göre, gerisi de tek turlu ve ço­ ğunluk usulüne göre belirlenir. Türkiye'de 1961 ve 1982 anayasaları se­ çim sistemi konusunda kural koymamış­ lar, konunun düzenlenmesini yasama or­ ganının takdirine bırakmışlardır. 1961'de, Millet meclisi seçimleri için Hondt sistemi, Cumhuriyet senatosu için de çöğunluk usulü benimsenmişti. 1964’te Cumhuriyet senatosu için de Hondt sistemi kabul edil­ dikten sonra, 1965'te her iki meclis için "ulusal artık" (milli bakiye) yöntemine ge­ çildi. 1968’de yapılan bir yasa değişikliğiy­ le bu defa her iki meclis için "barajlı Hondt” sisteminin kabul edilmesine kar­ şın, Anayasa mahkemesi'nin aynı yıl için­ de verdiği bir kararda, “ baraj"a ilişkin ku­ rallar Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edildi. Böylece yine barajsız Hondt siste­ mine geri dönülmüş oluyordu. 12 Eylül 1980 müdahalesinden ve yeni anayasa­ dan sonra yapılan 13 haziran 1983 tarih ve 2839 sayılı Milletvekili seçimi kanunu ile nispi sistemin Hondt yöntemi bu defa iki barajla beslenerek kabul edildi. Bu ba­ rajlardan biri ulusal düzeyde, öteki de ye-



nispi rel çerçevededir. Buna göre, "Genel se­ çimlerde ülke genelinde, ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde, geçerli oyların yüzde onunu geçmeyen partiler, milletvekili çıkaramazlar." Yerel baraja ya da seçim çevresi barajına göre ise, "bir seçim çevresinde kullanılan geçerli oylar toplamının, o çevreden çıkacak milletve­ kili sayısına bölünmesiyle elde edilecek sayıdan az oy alan siyasi partilere ve ba­ ğımsız adaylara milletvekilliği tahsis edil­ mez". Bu ulusal ve yerel barajlar büyük partiler yararına, küçük partilerin ise za­ rarına sonuç vermektedir^Zaten konuş amaçlan da, küçük partilerin Meclis'e gir­ melerinden doğan siyasal istikrarsızlıkla­ rı önlemektir. 29 kasım 1987 genel seçim­ leri için uygulanmak üzere seçim usulün­ de yapılan bir değişiklik ise, kontenjan adayı gösterilen seçim çevrelerinde, en çok oyu alan partiyi daha da avantajlı du­ ruma getirdi (17 ekim 1987 tarih ve 3404 sayılı yasayla yapılan değişiklik). Nispi temsil ya da seçim usulünün yararları ko­ nusunda genellikle değinilen nokta, bu sistemin azınlıkların ve çeşitli siyasal akım­ ların temsiline olanak sağlayan, temsilde adaleti gerçekleştiren yanıdır. Buna kar­ şılık, sisteme yöneltilen başlıca eleştiri, kamuoyundaki farklılaşma ve bölünmeleri meclislere taşıması, hatta güçlendirmesi, bu yüzden de siyasal İstikrarsızlık ve ka­ rar alma zorluklarına yol açmasıdır. N l u a n M o to r C L td . 1933’te kurul­ muş, gemi, makine ve otomobil üretimin­ de uzmanlaşmış japon firması. Haberleş­ me uyduları ve gezinti tekneleri gibi ürünlerin de tasarım ve üretimini yap­ maktadır; merkezi Tokyo'dadır. Yurtdışında ortak yatırımları bulunan şirket, 1991' de 2 416 000 binek arabası üretmiştir.



Floransa'da Orsam m ichele kilisesi'nin doğu cephesindeki niş Ghiberti'nin Vaftizci Yahya (1414) heykelini barındırm aktadır



N İS S E N (Rudolf), alman cerrah (Neisse 1896 - Basel 1981). Tıp öğrenimini Breslau Üniversitesi’nde yaptı; aynı üniversite­ nin dahiliye kliniğinde ve Freiburg Üniverşitesi’nde asistan olarak çalıştı. Münih Üniyersitesi cerrahi kliniği’nde doçentken, kazada yaralanan bir hastanın akciğer loplarından birini aldı. Bu, dünyada yapı­ lan ilk pnömoktomi ameliyatıydı. Berlin Üniversitesi cerrahi kliniği nde profesör ol­ du (1930); buradaki başarılı çalışmalarıy­ la göğüs cerrahlığında ün saldı. Üniver­ site reformu sırasında (1933) İstanbul’a çağrıldı; İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi I. cerrahi kliniği’nde ordinaryüs profesör ve direktör olarak göreve başladı. Bura­ da en yeni cerrahi yöntemlerinin ve tek­ niklerinin uygulanmasını sağladı. Türk cerrahisine yaptığı hizmetlerden ötürü Ha­ cettepe üniversitesi’nce kendisine onur doktorası verildi. Başlıca yapıtları: Cerra­ hi erıdikasyonlar (1938), Genel şirürji ders­ leri (F. Arel ile 1938), Helle Blütter dunkel Blütter (1969). N ls s l c is im c ik le r i (alman psikiyatr Franz Nissl'in [1860-1919] adından). Nöroanat. Nöronun gövde kısmında bulu­ nan ve boyandığında hücreye kaplan postu görünümü veren kromofil madde. N İS T ılg. (fars. ne ve -est'ten nist). Esk. “ Yok”, “ değil” anlamında kullanılır. N İS TA G M O G R A Fİ a (fr. nystagmographie). Nörol. Nistagmus kayıt tekniği. (En çok kullanılanı elektrcnistagmografidir.) N İS TA G M O G R A M a. (fr. nystagmogramme). Nistagmografiyle elde edilen çi­ zim.



m erm er mihrap nişi RLMempaşacantisi(1561) İstanbul



N İS TA G M U S a (fr nystagmus; yun. nystagma, uyuklamadan). Nörol. 1. Göz kürelerinin, istemdışı ve genellikle birlik­ te, dikey, yatay ya da dairesel salınım ha­ reketi, göz titremesi. (Başlıca iki tip nistag­ mus vardır: yaylı nistagmus ve sarkaçlı nistagmus.) —2. Dalız kökenli nistagmus. karşıt yönde ve farklı hızda art arda ge­ len iki fazdan oluşan yaylı nistagmus (ya­ tay, dikey ya da dairesel). [Yavaş faz tama­



N İS U A Z sıf. (Nice usulü anlamında fr. nimen dalız kökenli bir belirtidir, ama hızlı çoise'dan). Mutf. Nisuaz salata, domates, fazın ya da karşı fazın nereden kaynaklan­ yeşil biber, çiğ soğan, ançuvez ve siyah dığı tartışmalıdır.] (Bk. ansikl. böl.) || Dizzeytin esasına göre hazırlanan salata. ginli nistagmus, özellikle yukarıya doğru bakarken açıkça belli olan ve göz kürele­ N İS VA N çoğl. a. (ar. nisvan). Esk. Kadın­ rinin ön-arka doğrultuda fırlama-çekllme lar. hareketiyle belirginleşen yaylı nistagmus. N İS V İ sıf. (ar. nisve, kadınlar ve -/’den nis| Doğuştan nistagmus, bakışın sabitleşti­ vi). Esk. Kadınlara ait, kadınlarla ilgili. rilmesi sırasında, genellikle yatay doğrul­ tuda saptanan sarkaçlı nistagmus. (Çoğu N İS YA N a. (ar. nisyân). Esk. 1. Unutma, zaman retina yozlaşması ya da doğuştan unutuş: "...milli hareketin bütün bu cidali katarakt gibi göz bozukluklarıyla birlikte Osman’ın sancağını, Fatih’in tahtını, Segörülür.) || Fizyolojik nistagmus. yana ba­ lim'in hatırasını nisyandan kurtarmak kışlarda görülen, fakat birkaç saniye için­ içindir" (Y. K. Beyatlı). —2. Nisyan-ı ebe­ de kaybolmasıyla patolojik nistagmustan di, sonsuza dek unutma, hiç hatırlamama. ayrılan yaylı nistagmus. || Madenci nistagN İS Y R O S -> İNCİRLİADA. musu, günümüzde nadir görülen ve ma­ dencilerde, kuşkusuz, ışık azlığıyla birlik­ N İŞ a (fars. niş). Esk. 1. Arı, akrep gibi te hep aynı yere bakmaktan dolayı sürekli böceklerin iğnesi. —2. Zehir, ağu. —3. olarak yukarı ve İçe doğru bakmak biçi­ Diken. —4. Niş-har, diken yiyen; diken minde ortaya çıkan sarkaçlı nistagmus. || batmış, iğnelenmiş. Optosinetik nistagmus, kişi önünden akıp ■ N İŞ a (fr. niche). Mim. ve inş. 1. Duvar geçen bir panoramaya gözlerini diktiği za­ içinde bırakılan oyuk bölüm; göz, hücre. man iki gözde birden ortaya çıkan yaylı —2. Düz niş, planı dikdörtgen biçiminde nistagmus. (Gözler panoramadaki bir olan niş. || içbükey niş, planı bir çember noktaya dikildikten sonra [hızlı faz], aynı parçası olan ve genellikle yarım beşik to­ açısal hızla o noktayı izlemeye devam nozla örtülen niş. || Yuvarlak niş, görünü­ eder [yavaş faz], sonra gene eski nokta­ şü çember, biçiminde olan niş (çoğu kez ya döner ve dönüşler böylece sürer. Op­ içine bir büst yerleştirilir). tosinetik nistagmus artkafa-yankafa bölge­ —Çevrebil. Ekolojik niş, bir türün aynı çev­ sindeki göz devindirici alanlarca [18. ve rede yaşayan başka türlerle ilişkileri ve 19. Brodmann alanları] ayarlanıp sağlanır. beslenme tarzı bakımından doğal çevre­ Bu nistagmusun kaybolması bu alanlar­ de edindiği yer. (Bk. ansikl. böl.) da ya da korteks-çekirdek yollarında bir —Patol. Bir organın çeperinde bulunan lezyonun bulunduğunu gösterir.) || Sarkaçlı ve o organın normal boşluğuna açılan nistagmus, iki temel nistagmus tipinden oyuk. Ülserlerle, ülserleşmiş kanserlerin biri. Gözlerin aynı hızla bir o yana bir bu önde gelen anatomopatolojik öğesidir. yana gidip gelme hareketi. (Doğuştan nis­ (Mide ya da onikiparmakbağırsağı çeper­ tagmus ile madenci nistagmusu bu tipte­ lerindeki nişler röntgen muayenesiyle or­ dir.) || Yaylı nistagmus, iki temel nistagmus taya çıkarılabilir. Nişler, organı önden ya tipinden biri. Gözlerin değişik hızda bir o da yandan incelerken saydamsızlaştırılmış yana bir bu yana gidip gelme hareketi organın gölgesi üzerinde çıkıntı ya da nor­ (nistagmusun hızlı ve yavaş fazları). [Hızlı mal gölge üzerinde koyu “ kokart” biçi­ fazın doğrultusuyla tanımlanması kabul minde bir eklenti olarak belirir.) edilmiştir. Dalız kökenli nistagmus, fizyo­ —ANSİKL. Çevrebil. Bir organizmanın, bir lojik nistagmus ve optosinetik nistagmus topluluğun ya da bir türün ekolojik nişi yal­ ve dizginli nistagmus bu tiptedir.] || Yumu­ nızca yetiştiği yere değil, ekosistem için­ şak damak nistagmusu, yumuşak damak­ deki etkinliğine de bağlıdır. Bir benzetme ta görülen ritlmli miyoklonilerin tümü. Soyapmak gerekirse, barındığı yer bir orga­ ğanilik zeytinsi çekirdeğinin sinapsötesi nizmanın "adres” i ve ekolojik niş ise bölümündeki hipertrofik bir yozlaşmadan "meslek"idir. Doğada, bir nişi belirleyen, ileri gelir. Bu yozlaşma ise, üstteki beyin yaşama elverişli ya da elverişsiz sayısız kodeksinde aynı taraftan ya da karşı taraf­ parametreden dolayı bu mesleği tanım­ taki dişli çekirdekten çıkan merkez sinir lamak çok zordur. Rekabet sonucu biri demetinin bir lezyonuna bağlıdır. _ ötekini yerinden eder ilkesine (Gauss ilke­ —ANSİKL. Dalız kökenli nistagmus. Üç çe­ si) göre iki ya da daha çok tür, aynı coğ­ şidi vardır: 1. Durup dururken olan dalız rafi alanda aynı ekolojik nişi işgal edemez, kökenli nistagmus, tamamen patolojiktir, çünkü türlerden biri daima ötekilere ege­ orta doğrultuda bakarken ortaya çıkar ve men olur ve onları nişten uzaklaştırır. Bu iki labirent arasındaki dengesizliği göste­ ilkeye aykırı bir örnek bilinmemektedir: ni­ rir. Eğer, lezyon uyarıcı nitelikte ise gözler tekim, aynı alanda barınan ve aynı bölge­ bu lezyon yönünde, lezyon yetersizce ona lerde beslenen siyah karabatak (Phalakarşıt yönde hareket eder. 2. Uyandırılan crocorax carbo) ile tepeli karabatak (Phadalız kökenli nistagmus, yalnız değişik lacrocorax aristotelis) aynı ekolojik nişi iş­ doğrultulara bakış hallerinde görülür; sü­ gal etmezler, çünkü genellikle birincisi de­ rekli olmasıyla fizyolojik nistagmustan ay­ rinlerde avlanırken, diğeri yüzeysel sular­ rılır. Anlamı bakımından durup dururken da avını yakalar. Ekolojik nişlerin ayrımı olan nistagmusun aynıdır 3. Yapay nistag­ yalnızca türler arasında değil aynı tür için­ mus, dalız ısıtılarak ya da kişi kendi ekse­ de, değişik gelişme evresindeki (ekotaz) ni etrafında döndürülerek, dalızın uyarıl­ bireyler arasında da geçerlidir. Coğrafi ması ile, hızlı bir fazı izleyen yavaş bir faz olarak farklı bölgelerde benzer ekolojik halinde meydana çıkar. Bu normal dalız nişler işgal eden türler, taksinomi bakımın­ tepkileri dalız aygıtının ya da merkez da­ dan uzak olsalar dahi ekolojik olarak eş­ lız yollarının hastalıklarında bozulur. değer sayılır. Allopatrik türler genellikle birlikte ortak N İS TA TİN a. (fr. nystatine). Eczc. Strep■bedensel, fizyolojik ya da etolojik karak­ tomyces noursei kültürlerinden elde edi­ teristiklere ve benzer ekolojik nişlere sa­ len ve mantarlara karşı kullanılan antibi­ hip oldukları halde simpatrik türler birbi­ yotik. rinden ayrılan karakteristiklere ve daha —ANSİKL. Nistatin maya mantarları özel­ likle Candida albicans üzerinde etkilidir. farklı ekolojik nişlere sahiptirler. Mantarlara karşı etkisi miligram birimle be­ Çevrebilimciler, başka türlerden gelen hiçbir zorlamanın bulunmadığı ve bir tü­ lirtilir. Ağız kandidiyozları (pamukçuk) ile, rün kuramsal olarak işgal edebileceği ni­ dölyolu, mıde-bağırsak, deri ve mukoza kandidiyozlarına karşı kullanılır. Dermatoşi maksimum potansiyel ekolojik niş ve bir fit mantarlar üzerinde etkisi yoktur. türün ekosistem içinde işgal ettiği gerçek yeri de gerçek ekolojik niş olarak tanım­ N İŞ T İ a. (fars. nist ve -/"den nişti). Esk. larlar. Yokluk: Âlem-i nişti (yokluk âlemi). Hesti vü nişti (varlık ve yokluk). N İŞ , Sırpça Nis, Sırbistan’da kent, Gü­ ney Morava’nın kolu Nisava’nın kıyısında N İS T L İK a. (fars. nist'ten). Esk. Yokluk, yer alır; 161 000 nüf. Osmanlı kalesinin nişti. duvarları (XVII. yy.’ın. sonu). Bizans’a alt N İS T R U , Dniestr’in rumence adı. kalıntılar. Büyük Constantinus Tin doğdu-



nişan ğu eski Naissus. Bir tarım ve çeşitlenmiş sanayi (demiryolu gereci, alüminyum me­ talürjisi, elektronik, elektrikli ev aletleri, tek­ stil) bölgesinin ticaret merkezi. —Tar. Çirmen savaşı’ndan (26 eylül 1371) sonra Türkler Niş ovasına inerek kenti ge­ çici olarak ele geçirdiler (1376). On yıl son­ ra, Murat l’in (Hüdavendigâr) komutanla­ rından Timurtaşpaşaoğlu Yahşi Bey tara­ fından yeniden fethedilen Niş, Rumeli beylerbeyliğine bağlandı. Bayezit I (Yıldı­ rım) zamanındaysa Anadolu'dan getirtilen aileler buraya yerleştirildi. Emir Süleyman' ın öldürülmesi ve Musa Çelebi'nin Edir­ ne tahtına oturması üzerine, balkan dev­ letleriyle anlaşan Çelebi Mehmet, bazı yerleri sırp despotu Stefan'a bıraktıysa da Niş'i elinde tuttu. 1443'te bir süre haçlı or­ dusunun denetiminde kalan Niş’i Murat II, Semendere’nin (Smederevo) fethinden sonra buraya bağladı. Bayezit II, kaleyi onarttı, askeri imalathaneler, silah ve cep­ hane depoları yaptırarak kenti önemli bir üs haline getirdi. Rumeli seferlerinde or­ dunun ve çevre sancaklardan gelen bir­ liklerin konaklama yeri olması nedeniyle çabuk gelişti. XVII. yy.’ın ikinci yarısında tam bir türk kenti özelliklerine sahip bulu­ nan Niş, Viyana kuşatması'ndan sonra Graf von Baden komutasındaki avusturya ordusunun eline geçti. Sadrazam Tekirdağlı Mustafa Paşa, kethüdası Mehmet Çelebi'yi yardıma gönderdiyse de Avus­ turyalIların kenti yağmalamasını ve halkı kılıçtan geçirmesini önleyemedi. Ancak bir yıl sonra yapılan Belgrad seferi sıra­ sında (1690), sadrazam Köprülü Mustafa Paşa’nın kuşatması sonucu, Niş muhafı­ zı Piccolomıni aman dileyerek kaleyi tes­ lim etmek zorunda kaldı. Pasarofça ant­ laşması (1718) ile Belgrad’ın Avusturyalılar'a terk edilmesi üzerine yeniden bir sınır kalesi durumuna gelen Niş, 1839'da eyalet merkezi oldu; Sofya, Samokov ve Köstendil buraya bağlandı. XIX. yy.'ın ikinci yarısında baş gösteren karışıklık­ lar Niş'in ekonomik yaşamını olumsuz yönde etkiledi. Bu dönemde Niş'e vali olarak atanan Mithat Paşa, önemli ısla­ hat hareketlerine girişti; yollar, okullar yaptırdı ve yardım sandıkları kurdu. Soy­ gun ve eşkıyalık olayları önlendi. Böylece Niş eyaleti, OsmanlI devletinde büyük reform hareketlerinin gerçekleştirildiği ilk vilayet oldu. Bir sûre sonra Tuna eyaleti­ ne bağlanan Niş, 1878 de imzalanan Berlin antlaşması'yla Türkler'in yöneti­ minden ayrıldı ve bağımsızlığını kazanan Sırbistan krallığı'nın sınırları içinde kal­ dı. N İŞ A a (ar. nişa). Esk. Nişasta. N İŞ A B U R a Müz. 1. Türk müziğinde bir makam. (Bileşimi, Suphi Ezgi ve Hüseyin Saadettin Arel tarafından farklı olarak açıklanmıştır: Ezgi’ye göre, neva [rej per­ desi üzerine taşınmış buselik makamına nişabur üçlüsü eklenerek oluşturulmuştur Arel'e göreyse, buselik [s/] perdesi üzeri­ ne taşınmış uşşak dörtlüsüne, hüseyni [mi] perdesi üzerine taşınmış kürdi dört­ lüsü ve acem [fa] perdesi üzerine taşın mış çargâh beşlisi eklenerek düzenlen­ miştir. Makamın güçlüsü hüseyni [mı] de­ ğil neva [re] perdesi olduğuna göre Ezgi’nin tanımı daha doğrudur.) — 2. Nişa­ bur üçlüsü, nişabur makamının bileşimin­ de bulunan, birçok makamda da geçki olarak rastlanan üç ardışık seslik dizi. (Peşten tize doğru buselik, nim hicaz ve neva perdelerinden oluşur.)



üzerinde yeni seyir özellikleri kazanmasıy­ la oluşmuştur.)



bise, ayakkabı, ziynet eşyaları, süs malze­ meleri, gecelik, çamaşır vb. eşyalardan



r



É ra s t t



nişaburek m akam ının dizisi N IŞ A D IR



-» NIŞADIR.



N İŞ A N a. (fars. nişan). 1. Belirti, iz, işa­ ret. —2. Bir şeyi belli etmek amacıyla üze­ rine konulan işaret. —3. Vurulmak istenen hedef. —4. Gördüğü önemli işlerden do­ layı bir kimseyi onurlandırmak amacıyla verilen madalya. — 5. Bir olayın anısına dikilen taş. — 6 . Evlenmek üzere ve belli bir törenle karşılıklı verilen söz. — 7. Bu sözle evlilik arasında geçen süre: Nişanı uzatmak. — 8 . Bu sözün kutlandığı, du­ yurulduğu ve nişan yüzüklerinin takıldığı toplantı, eğlence: Bir nişana davet edil­ mek. (Bk. ansikl. böl. Folk.) —9. Esk. Ya­ ra izi. — 10. Nişan almak, top, tüfek vb. bir ateşli silahı, atılan mermi hedefi bula­ cak biçimde yöneltmek; bakışı, vurulacak hedef üzerinde toplamak, hedefi dikkatle tespit etmek: Kalbine nişan aldı ama isa­ bet ettiremedi. Gözünü kısarak geminin omurgasına nişan aldı; bir başarı ya da etkinliğinden ötürü kendisine madalya ve­ rilmek. |[ Nişan atmak, belli bir noktaya si­ lahla ateş etmek. || Nişan koymak, bir şe­ yi ileride tanıyabilmek ya da ölçebilmek için üzerine belirli bir işaret koymak: Buğ­ day yığınlarına nişan koymuş, çalınıp ça­ tınmadığını denetlemişti. || Nişan takmak, nişanlanacak çiftin nişan yüzüklerini par­ maklarına geçirmek; bir kimsenin göğsü­ ne madalya takmak. || (Birine) nişan ver­ mek, bir kimseyi, bir başarısından ötürü nişanla ödüllendirmek. || Nişan yapmak, kızla erkeğin evlenme isteklerini kesinleş­ tirmek ve bunu kutlamak için nişan töre­ ni düzenlemek: Aile arasında nişan yap­ tılar. || Nişan yüzüğü ya da halkası, evlen­ mek üzere verilen sözün belirtisi olarak ta­ kılan yüzük. (Eşanl. a l y a n s .) —Ask. Nişan ali, askerlere, atış durumu­ na geçmeleri ve yanakla kaynak yapma­ ları için verilen komut. || Gece görüş nişan aleti, karanlık koşullarda nişancının hedefi görmesini, nişan almasını, düşmanı gö­ zetlemesini, hedefe uzak mesafeden et­ kili atış yapmasını sağlayan aygıt. —Ask. denize. Armaya nişan almak, bir düşman gemisinin direklerini hedef ala­ rak ateş etmek. || Su hattına nişan almak, düşman gemisinin su hattını hedefleyip ateş açmak. (Bir geminin su hattı, nişan alma için daha belirgin bir hedef oluştu­ rur; ayrıca mesafe uzun olsa bile isabet ihtimali yüksektir.) —Balis. Nişan hattı, atış sırasında, bir si­ lahla hedefini birleştiren doğru çizgi. —Esk. spor. Nişan taşı, okçulukta üzerin­ de ok menzilleri, atış tarihi, kemankeş'in adı bulunan, 1-3 m yüksekliğinde, çeşitli görünüşteki taş. (OsmanlIlar döneminde, Okmeydanı'nda en uzun ok atan keman­ keşin adına dikilirdi.) —Folk. Nişan ardı, bazı yörelerde nişan töreninin ertesi günü kız evinden oğlan evine gönderilen armağanlara verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) || Nişan pastası, nişan tö­ reni sırasında nişanlılar tarafından kesilen ve konuklara ikram edilen, genellikle çok katlı pasta. || Nişan şekeri, nişan töreni ne­ deniyle oğlan evinin kız evine götürdüğü



oluşan takım. ¡| Nişanı atmak, evlenmek­ ten vazgeçerek nişanlılık durumunu sona erdirmek. (Bu durumda verilen armağan­ lar karşılıklı olarak geri gönderilir.) [Nişan bozmak da denir ] || Büyük nişan, bazı yö­ relerde nişan törenine verilen ad. || Küçük nişan, bazı yörelerde söz kesme törenine verilen ad. —Hayvc. Hayvanlara vurulan işaret. (Ge­ nellikle hayvanların kulakları bıçakla çen­ tilerek, kesilerek ya da delinerek nişan ko­ nur. Bu işarete bazı yörelerde “ en” denir.) —Kur. tar. Nişan alayı, yeniçeri zorbaların­ dan birinin işletmek üzere açtığı kahveye kendi ortasının nişanını alayla götürüp as­ ması töreni. (Yasa gereğince yeniçerilerin sanat ve ticaretle uğraşmaları yasaktı. An­ cak, sonradan ocak bozulunca, bu tür iş­ ler yapanlarla birlikte nişan alayı düzen­ leyenler de çoğaldı). || Nişan kalemi, Os­ manlI devletinde vezir, beylerbeyi, sancak­ beyi, mevalı beratlarının, zeamet ve tımar kayıtlarının yapıldığı daire. (“ Tahvil kalemi” ya da "Kese kalemi" denen bu dairede, tımar ya da zeamet verildiğine ilişkin bel­ geler, önce "derkenar” yazılmak üzere defterhaneye [tapu dairesi] gönderilir, bu işlem tamamlanıp buyrultusu alındıktan sonra yeniden Nişan kalemi'ne teslim edi­ lirdi.) || Nişan tahtası, yapılmakta olan bi­ nalara ve limana mal getiren gemilere ye­ niçerilerin koydukları balta biçimindeki işa­ ret. (-> BALTA1 ASMAK.) || Nişam hümayun, Osmanlı devletinde padişahın adını içe­ ren ve imzası yerine geçen özel işaret, tuğra. (Ferman ve resmi belgelerdeki "ni­ şanı şerifi alişanı sultani ", "tevkii hüma­ yun” . “ tevkii refi", “ misali meymun", "ala­ meti şerife” gibi terimlerin tümü de "tuğ­ ra” anlamını taşırlardı.) —Nümism. Devlet tarafından herhangi bir üstün hizmete karşılık ödül olarak verilen onur belgesi, takı. (Bk. ansikl. böl.) —Sil. Nişan aleti, üzerinde iki dik karşılaş­ tırma çizgisi bulunan ve bir topu ya da havantopunu hedefe tevcih (ya da tespit) et­ meyi sağlayan merceksel alet. j| Nişan da­ iresi, yatay açıları ölçmeye yarayan göz­ lem aleti. (Merkezinde, bir alidat ya da periskopik bir dürbün desteği dönen, bir ilet­ kiyle kaplı bir tabladan oluşur.) || Nişan düzlemi, silahta, nişan aygıtının düşey kar­ şılaştırma çizgisinden ve nişancının gö­ zünden geçen düşey düzlem. || Nişan hat­ tı, bir tevcih aletinde, nişan aygıtının dü­ şey ve yatay karşılaştırma çizgilerinin ke­ sişme noktalarını atıcının gözüyle birleş­ tiren çizgi, ü Nişan hattı bozulmak, bir si­ lahtan söz ederken, belli bir noktaya tev­ cih edilmiş konumundan ayrılmak. || Nişan hattını bozmak, belli bir hedefe tevcih edil­ miş bir silahın konumunu değiştirmek. || Nişan hattı kontrol aleti, nişan hatlarını doğrulamak için, bir namlunun eksenini belirginleştirmeyi sağlayan küçük alet. || Nişan noktası, ateşli bir silahla atış yapa­ rak, vurulmak istenen nokta. j| Nişan seh­ pası, tüfeği yatay ya da düşey düzlemde belirli bir hedef üzerinde tespit olana­ ğı sağlayan, üç ayaklı ya da üstünde tü­ fek yatağı bulunan, sandık biçiminde atış TC G e n e lk u rm a y g e n e l s e k re te rliğ i



-t



L n iş a b u r ü çlü sü



b u s e lik d iz is i



nişabur m akam ının bileşimi N İŞ A B U R E K ya da N İŞ A B U R E K a Müz. Türk müziğinde göçürülmüş bir ma­ kam. (Rast makamının, dügâh [la] perdesi



8673



ra s t d ö rtlü s ü



ya da gönderdiği, süslü bir kutu, sepet ya da tepsi içindeki şeker. || Nişan takımı, ni­ şandan önce oğlan evinin kıza aldığı el-



gece görüş nişan aleti



L a ro u s s e



1 1 .



L a ro u s s e



eğitim gereci. (Nişan çizgisini bulmayı ve belirli bir noktaya nişan almayı sağlayan, nişancılık eğitiminin önemli gereçlerinden biridir.) || Belirli bir noktaya nişan almak, nişan hattını, hedefe ya da yardımcı bir tevcih noktasına yöneltmek. —Yerbil. Nişan ekseni, bir dürbünün nişan doğrultusu, optik ekseni. —ANSİKL. Folk. Nişan töreni, yörelere gö­ re farklılıklar gösterir. Bazı yörelerde söz kesme töreniyle birlikte yapılır ve sade bir törendir. Bazı yörelerdeyse bir tür düğün provası niteliği taşır. Nişan günü önceden komşu ve akrabalara habar verilir. Kız giy­ dirilip süslendikten sonra köşeye oturtu­ lur. Davetlilerin tümü geldikten sonra her iki ailenin de saygı ve sevgisini kazanmış biri ya da bir akraba nişan yüzüklerini ta­ kar Bazı yörelerde de kızla oğlana ayrı ay­ rı odalarda yüzük takılır, bu durumda kı­ zın yüzüğünü genellikle kayınvalide takar. Yüzük takıldıktan sonra el öpülür; akraba ve yakınlar kıza çeşitli takılar ve armağan­ lar verir; bazen kadın erkek bir arada, ba­ zen de ayrı ayrı eğlenilir Konuklara şeker, kurabiye, kolonya, şerbet, limonata, mey­ ve vb. ikram edilir. Bazı yörelerde eğlen­ ce konuklar gittikten sonra kızın arkadaş­ ları tarafından sabaha değin sürdürülür. Nişan töreni genellikle kız evinde yapılır ve nişan, kız evinin yapması gereken bir tören olarak kabul edilir. Masrafları kız ba­ bası karşılar. Nişan için salon tutma da yaygın uygulamalardandır. Kentlerde de nişan töreni farklılıklar gösterir. Salon tu­ tularak düzenlenen törenler yanında, ev­ de ya da nişanlanacak gençlerin kendi aralarında yaptıkları küçük törenlere de rastlanır. Nişan töreni hemen her yörede evliliğe hazırlık döneminin başlangıcı ola­ rak kabul edilir. • Nişan ardı, nişanın ertesi günü, kız evin­ den oğlan evine birkaç tepsi kurabiyeyle birlikte çeşitli armağanlar gönderilir. Bu ar­ mağanlardan bazıları ayrı ayrı bohçalanıp, küçük bir bakır tasa konan kurabiyelerle birlikte nişan töreninde kıza takı takan oğ­ lan evi yakınlarına götürülür. Bohçalar ki­ şiler için değil, haneler içindir. Her hane ferdi için bohçada bir armağan bulunur. Kurabiyeler ağız tadını simgeler. Nişan ar­ dını genellikle kız yengesi ve kızın yakın­ ları götürür, oğlan evine yaklaştıklarında havaya silah atılarak ya da gürültü yapı­ larak yaklaştıkları bildirilir. —Nümism. Osmanlılar'da her alanda ya­ rarlılıkları ve üstün hizmetleri görülenlere nişan verilmesi madalyadan sonra başla­ dı. Daha önce bu amaçla kılıç, hilat, sor­ guç, çelerık vb. veriliyordu. Mahmut II dö­ neminde (1808-1839) çıkarılan Nişanı ifti­ har bu alanda ilk örnektir (1832). Bunu pırlanta süslemeli, minyatürlü Tasviri hü­ mayun nişanı izledi (1832). Birkaç dere­ cesi ve murassası olan nişanlar altın, gü­ müş gibi metallerden yapılıyor ve çok de­ ğerli taşlarla süsleniyordu; kimilerinin de şemseleri vardı. Bu nişanlar özel bir ni­ zamnameyle veriliyor, çoğunun beratı bu­ lunuyordu. Daha sonra Abdülmecit (ye­ niden çıkarılan Nişanı iftihar, Nişanı füruğ efşan, Nişanı imtiyaz, Mecidi nişanı), Abdülaziz (Nişanı âli imtiyaz, Nişanı osmani), Abdülhamit II (Nişanı şefkat, Nişanı âli imtiyaz, Hanedanı âli osman, Ertuğrul ni­ şanı) ve Mehmet V (Nişanı maarif, Mezi­ yet nişanı, Meclisi mebusan azalarına mahsus nişan) dönemlerinde çeşitli nişan­ lar çıkarıldı. 1850deki para darlığı sırasın­ da tüm nişanlar ve madalyalar toplatıla­ rak darphaneye gönderildi, altın ve gü­ müş para basımında kullanıldı. Nişanlar bir kurdeleyle boyna asılabildiği gibi, ge­ nellikle göğsün sol tarafına takılıyordu. Os­ manlI padişahları nişan verir, ancak ken­ dileri nişan kabul etmezlerdi. Bu gelenek Abdülmecit'in Fransa’nın gönderdiği Lé­ gion d ’honneur nişanını kabul etmesiyle terk edildi. Cumhuriyet kurulduktan sonra 26 ka­ sım 1934 tarih ve 2590 sayılı yasa’yla tüm sivil rütbelerle birlikte nişan ve madalya­ lar kaldırılarak, kullanılmaları yasaklandı.



Aynı yasada Türkler’in yabancı devlet ni­ şanları taşımayacakları da belirtildi. 24 ekim 1983 tarih ve 2933 sayılı madalya ve nişanlar yasası'nda ise, günümüzde veri­ lebilecek nişanlar belirtildi: Devlet nişanı, Türkiye Cumhuriyeti ile dostça ilişkilerin geliştirilmesi ve ulusların birbirlerine yakın­ laşmalarını sağlayan ülkelerin devlet başkanlarına: Cumhuriyet nişanı aynı amaç­ larla bu ülkelerin başbakanları, bakanlan ve dış temsilcilik çalışanlarına; Liyakat ni­ şanı bilim ve sanatta Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda tanıtılması ve yü­ celtilmesini sağiayan yabancı kişilere. Bu yasaya göre başka devletlerce türk yurt­ taşlarına verilen nişanlar, Başbakanlık per­ sonel genel müdürlüğü’nce tescil edildik­ ten sonra takılabilmektedir.



itibardan" (Baki, XVI. yy.). Dostluk nişa­ nesi olarak. —El sant. DURAK ın eşanlamlısı. —Zootekn. Büyükbaş evcil hayvanların donunda, özellikle başta ve bacaklarda görülen beyaz lekeler. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Zootekn. Nişaneler hayvanları tanımakta ve ayırt etmekte işe yarar. Alın, bacak, ayak ve vücut nişaneleri olarak bir­ çok çeşide ayrılır ve biçimlerine, yerleri­ ne, yaygınlıklarına göre de çeşitli adlar alır. Örneğin alındakiler biçimlerine göre kar­ topu, yıldız, üçgen nişane diye adiandınlır. Ayak ve bacaklardaki nişanelere seki denir; alçak seki, tam seki, yüksek seki, çizme seki, vb. Vücut üzerindeki nişane­ lerden al donlu hayvanlarda yele ve kuy­ ruğun beyaz olmasına akkanat denir.



N İŞ A N sıt. (fars. nişânden, durmak, dikilmek'ten nişan). Esk. “ Duran”, “ dikilen", “ kalan" anlamında bileşik sözcükler türe­ tir: hatır-nişan (hatırda kalan, unutulma­ yan), madelet-nişan (adaletli olan, âdil ka­ lan) vb.



N İŞ A N G Â H a. (fars. nişan ve -gâhtan nişangah). 1. Hedef olarak alınan yer; he­ def, hedef tahtası. —2. Ateşli bir silah ya da top üzerinde bulunan, gez ve arpacık­ tan oluşan nişan alma düzeneği. (Geliş­ miş silahların nişangâhlarında optik ve elektronik sistemler kullanılır.) [Bk. ansikl. böl. Sil.] —3. Nişangâh açısı, atış sırasın­ da, bir silahın namlu doğrultusu ile bu si­ lahı, hedefle birleştiren hattın oluşturdu­ ğu açı. (Bu, atış ve nişan hatlarının oluş­ turduğu açıdır.) || Nişangâh tamburaları, topta bulunan nişan aletlerinin bölümleri. (Bunların üzerindeki işaretlere göre yana ya da yüksekliğe nişan alınır.) B —Ask. havc. Nişangâh başlığı, bir uçak­ ta pilotun gözlen önüne yerleştirilen ve atış ve bombardıman sisteminin bir parçası olan donanım. || Hava atış ya da bombar­ dıman nişangâhı, bir hava atışının ya da bombardımanın gerçekleştirilmesi için ge­ rekli yönlendirmelerin ve düzeltmelerin ya­ pılmasını sağlayan ya da kolaylaştıran op­ tik ya da elektronik aygıt. (Nişangâhların yerini nişangâh başlıkları gibi gittikçe da­ ha karmaşıklaşan aygıtlar almaktadır.) [Eşanl. VİZÛR] || Hesaplayıcı nişangâh, ni­ şan alma işlemini tümüyle gerçekleştiren atış sistemi. —ANSİKL. Sil. Ateşli silahların menzilleri­ nin artması nedeniyle nişan almak için yal­ nızca sabit gez yetersiz kalıyordu; bu ne­ denle, Gribeauval, mesafeye göre ayarla­ nabilen ilk nişangâhları gerçekleştirdi. De­ recelere bölünmüş bir sürgü boyunca yu­ karıya hareket eden gez, silahın namlu­ sunu kaldırmak için isteğe göre yükselti­ liyordu. Gezin (ya da yuvarlak gezin), yükselt­ me tamburası, denilen bir tamburaya bağlı olarak aşağı yukarı yer değiştirme­ siyle, rıişan hattı da mesafeye göre deği­ şir ve böylece, diğer ucu (arpacık) sabit bırakılarak uygun mesafeye göre doğru nişan alınır. Gezin istenilen mesafeye ayar­ lanan konumları, silah namlusuna, hedef uzaklığına karşılık gelen eğimi vermeyi sağlar. Günümüzde gelişmiş topların ve uçak­ savar silahların nişangâhlarıyla belirlenmiş mesafeye ve hedefin durumuna göre op­ tik ya da elektronik bir sistemle otomatik olarak nişan alınabilmektedir.



N İŞ A N C I sıt. ve a. 1. Hedefi vurmak üzere yetiştirilmiş kimse; atıcı. —2. Sıf+ ni­ şancı, nişancılığı belli bir nitelikte olan kim­ se: iyi, kötü nişancı. Keskin nişancı. —Ask. Silahı hedefe düzgün bir biçimde yönelterek atışın isabetli olmasını sağla­ yan asker. (Bk. ansikl. böl.) —Ask. denize. Savaş gemilerinde, topçu kulesinin içindeki top mesafe aletini kul­ lanan uzman asker. —Tar. Osmanlılar'da yüksek düzeyde bir devlet görevlisinin unvanı. (Tevkii, tuğrai, muvakki de denirdi). (Bk. ansikl. böl.] —AnsİKL. Ask. Nişancı, yalnız nişan ala­ rak değil, ama atışın sürdürüldüğü süre içerisinde yeterli vuruşu sağlayarak öne çıkar. Topçu sınıfında, top nişancısı “ on­ başı" rütbesindedir. Ayrıca mürettebatı bulunan ağır makineli tüfek, tanksavar ve uçaksavar gibi silahlarda da bir nişancı vardır. —Tar. Nişancı unvanının kullanılmasına Osmanlılar’da ne zaman başlandığı kesin olarak bilinememekteyse de Fatih kanun­ namesine dayanarak XVI. yy. ortalarında bu görevin var olduğu söylenebilir. Nişan­ cının görevi yabancı hükümdarlara gön­ derilecek mektuplarla, ahitnamelerin; ve­ zirlere verilecek menşur ve beratların müsveddelerini hazırlamak, padişah adı­ na yazılan ferman, berat vb. yazıların ba­ şına padişahın tuğrasını çekmekti. Ayrıca tımar, zeamet ve hasların tevcihine, arazi tahriri işlerine nezaret etmek de bunların görevleri arasındaydı. Tahrir defterlerinde gerekli düzeltmeler padişah fermanıyla ni­ şancı tarafından yapılırdı. Nişancılar ayrı­ ca üyesi bulundukları Divanı hümayun’a katılırlar ve hukuki sorunlarda görüş bil­ dirirlerdi. Nişancıların görevleri zaman içinde değişikliğe uğradı. 1650'de diplo­ matik yazışmalar nişancılardan alınarak daha önce nişancıların maiyetinde bulu­ nan reisülküttaplara verildi. Giderek öne­ mini yitiren nişancılık 1836’da resmen kal­ dırıldı. Tuğra çekmek görevi defter emin­ liğine bağlı tuğranüvise, öteki görevleri de BabIâli’nin ilgili bürolarına verildi. ■ N İŞ A N G E Ç a. Marangl. Düzeltilmiş bir ağaç parçasının yüzüne ve cumbasına N İŞ A N C IL IK a Hedefi vurmakta gös­ koşut çizgiler çizmeye yarayan el aleti. terilen ustalık. (Eşanl. NİŞANGİR.) — Kur. tar. Ferman ve beratlara tuğra çe­ —ANSİKL. Marangl. Nişangeç, ağaç ya ken görevlinin yaptığı iş. (“ Tuğracılık"da da metal bir kol ise bu kolun üzerinde ha­ denen nişancılık kaldırıldıktan [1836] son­ reket edebilen bir gövdeden oluşur Bir vi­ ra, BabIâli’de yeni bir büro kuruldu. Bu­ da ya da kamayla gövdeye tespit edilen raya alınan hattat-kâtipler, padişahın tuğ­ ve kimi zaman üzerinde milimetrik bölüm­ rasını hazırlamak ve çıkarılacak ferman­ ler bulunan kolun ucunda sivri bir uç yer lara işlemekle görevlendirildiler. Büronun alır. Nişangeçler tek, çift ya da dört kollu başında “ nişan mümeyyizi” adıyla anılan olabilir. Başlıca, eğmeçli kenarlara koşut bir amir vardı.) çizgiler çizmeye yarayan kenar nişangeçleri ve fileto kanalları açmak için kullanı­ N İŞ A N D E sıt. (fars. nişanden, dikilmek’ lan kesici nişangeçler ayırt edilir. Lamba, ten nişande). Esk. 1. Dik duruma getiril­ kiniş ve zıvana yerleri, diş dipleri nişanmiş, dikilmiş. —2. Hedef olarak dikilmiş geçle markalanır. olan. N İŞ A N E a. (fars. nişan'dan nişane). Esk. iz, belirti: "Nam ü nişane kalmadı fasl-ı ba­ hardan / Düştü çemende berk-i dıraht



N İŞ A N G İR sıt. (fars. nişan ve gir'den nişan-gir). Esk. 1. Not alan, not yazan. —2. Üzerine baskı yapılan ya da marka basılan.







a. Marangl.



NİŞANGEÇ’in eşanlamlısı.



N iş a n ı Â li İm tiy a z , Abdülazlz ve Abdûlhamit II döneminde çıkarılmış altın ni­ şanlar; derecesi ve nizamnamesi yoktur. Ortası hafif kabarıktır ve üzerinde kırmızı mineli ve altın yaldızlı defne dalıyla çevrili olan padişah tuğrası vardır. Bunun da çevresinde güneş biçiminde, üzeri pırlan­ talarla süslü 35 ışın bulunur. Bu nişanlar pırlantalı bir iğne ve kenarları yeşil çizgili kırmızı bir şeritle göğse takılıyordu. Abdülhamit l| döneminde üstün hizmetleri gö­ rülen ilim adamlarına, yöneticilere, asker­ lere ve yabancı devlet adamlarına veril­ mek üzere çıkarılan (1878) Nişanı Âli imtlyaz’ın ise üzerinde mine işlemeli “ hami­ yet, gayret, şecaat, sadakat" sözcükleri yer alıyordu. Bunun çevresi beşer ışınlı se­ kiz kollu yıldız biçimindeydi. Murassa olan bu nişanların ayrıca şemseleri vardı. Ni­ şan ve şemse 37 kırat ağırlığında 170 taş­ la süslüydü. Bu nişan, takılmaması koşu­ luyla sahibinin büyük erkek çocuğuna ge­ çerdi. N iş a n ı e n d a h t m a d a ly a s ı, Abdülaziz döneminde (1861-1876) bastırılan gümüş madalya (1863). Bu madalya keskin ni­ şancılara verilmek üzere çıkarılmıştı. N iş a n ı fü r û g e fş â n , Abdülmecit dö­ neminde (1839-1861) yalnızca padişahlar tarafından takılmak üzere çıkarılan nişan (1839). N lş a m İftih a r, Ahmet Bey tarafından ih­ das edilen Tunus nişanı. Altı derece. 1956'da kaldırıldı, yerini Bağımsızlık nişanı aldı. N lş a m İftih a r, Mahmut II (1808-1839) ve Abdülmecit (1839-1861) dönemlerinde çıkarılan nişan. Mahmut II zamanında çı­ karılanların (1832) murassası ile altın ve gümüşten dört derecesi vardı. 1850'ye değin kullanılan bu nişanlar o yılki para darlığı yüzünden öteki madalya ve nişan­ larla birlikte toplatılıp para basımında kul­ lanıldı. Abdülmecit döneminde çıkarılan Nişanı iftihar da murassa ve dört derece­ den oluşur; nizamnamesi yoktur; berat harcı bin kuruştur. Bu nişanların ortasın­ da oval bir plaka üzerinde Abdülmecit' in çiçekli tuğrası, bunun çevresinde gü­ müşten 32 ışın vardır. N iş a n ı İ f t ih a r m a d a ly a s ı, Abdülmecit döneminde (1839-1861) altın ve gü­ müşten bastırılan madalya (1858). Bu ma­ dalya kimi zaman Nişanı iftiharla birlikte veriliyordu. N lş a m İm tiy a z , Abdülmecit dönemin­ de (1839-1861) çıkarılan nişan; nizamna­ mesi yoktu. Beratla verilir ve tek dereceli olmakla birlikte verilen kişiye göre değeri değişirdi. Nişanın ortasına kırmızı mineli defne dalıyla çevrili padişah tuğrası işlen­ mişti, bunun da çevresinde güneş biçi­ minde, değerli taşlarla süslü 35 ışın var­ dı. Özel izinle takılabilmek koşuluyla mi­ rasçılara geçerdi. N lş a m m a a r if -



MAARİF NİŞANI.



■ N lş a m o s m a n l, Abdülaziz döneminde (1861-1876) her türlü devlet hizmetinde üs­ tün yararlılıkları görülenlere ve yabancı devlet adamlarına verilmek üzere çıkarı­ lan nişan (1862); Mecidiye nişanı'ndan sonra en büyük osmanlı nişanıydı. Dört dereceliydi ve yalnızca beratı olan kişiler­ ce takılabiliyordu. Ayrıca murassaları da vardı. Birinci dereceden dört bin, İkinci­ sinden üç bin, üçüncüsünden bin altı yüz, dördüncüsünden de yedi yüz elli kuruş harç alınırdı. Murassaların şemsesi 40 kı­ rat ağırlığında 408 pırlantayla süslüydü. Murassa ve birinci derecelerin şemseleri 100, ikinci dereceninki 90 mm, nişanları ise 65 mm çapındaydı. Nişan, üzeri mi­ neli ve sekiz kollu gümüşten bir yıldız; şemseler her biri yedi ışınlı sekiz kollu gü­ neş biçimindeydi; göbekleri mineliydi. N iş a n ı ş e fk a t, Abdülhamıt II dönemin­ de (1876-1909), yalnız kadınlara verilmek



üzere çıkarılan nişan (1878). Üç dereceli (birinci ve ikinci dereceleri murassaydı) olan bu nişanlar, çeşitli doğal afetlerde maddi ve manevi yararlılıkları görülen ka­ dınlara veriliyordu. Ortadaki göbek bölü­ münde sultanın tuğrası ve 1295 tarihi bu­ lunuyordu. Bunu üzeri mineli beş köşeli bir yıldız çevreliyordu. Yıldızların dış köşe­ lerinde gümüşten dokuz ışın vardı. Nişan, takılmamak koşuluyla mirasçılara geçiyor­ du.



m a k s im a l ko n u m d a g ö rm e b irim i p ilo t t



N İŞ A N L A M A a. Nişanlamak eylemi. N İŞ A N L A M A K g. f 1. Bir kimseyi (bir kimseye,*bir kimseyle) nişanlamak, iki ki­ şiyi nişanlamak, yüzük takarak evlenme kararlarını açıklamak: Kızlarını bir mühen­ disle nişanladılar. —2. Nişan almak. —3. Bir şeyi nişanlamak, üzerine nişan koy­ mak. —Oy. Bilardoda, istekayla gidip gelme ha­ reketi yaparak vuruşa hazırlanmak. ♦ nişanlanm ak dönşl. f. Bir kimseyle ya da birbirleriyle nişanlanmak, ona ya da birbirine yüzük takarak karşılıklı evlenme sözü vermek. On sekiz yaşında nişanlan­ dı. Dün gece nişanlandılar. Bir doktorla ni­ şanlandı. nişanlanm ak edilg. f. 1 . işaretlen­ mek. —2. Nişan alınmak: Nişanlanan he­ def vurulamadı.



kızılaltı ışık k a yn a kla rı b a şlığ ın ayg ıtın c a m ın a bağlı u y a rı-te s p it don a n ım ı



başlarında geçer ve 1630'da Milano'da veba olayının canlandırıldığı bölümde do­ ruğa ulaşır. Manzoni bu romanda, düğün­ leri süresiz ertelenen Renzo ve Lucia adın­ da iki köylü genci sahneye koyar.



N İŞ A N L A N M A a Ayrı cinsten iki kişinin, birbirlerine evlenme sözü verdikleri ba­ ğımsız bir aile hukuku sözleşmesi. N İŞ A N L IL IK a 1. Nişanlı olma durumu. —A nsİkl . Huk. Nişanlanma, evlilik öncesi —2. Evliliğe kadar nişanlı olarak geçirilen yapılan, şekle bağlı olmayan bir sözleş­ süre. medir. Nişanlanacak tarafların temyiz gü­ N İŞ A N S IZ sıf. 1. Belirleyici, ayırdedici cüne sahip ve reşit olmaları gerekir. Sınırlı bir işareti, izi olmayan şey için kullanılır. ehliyetsizler (temyiz gücüne sahip küçük­ —2. Madalyası olmayan: Savaşa nişanı, ler ve kısıtlılar) yasal temsilcilerinin izniyle apoleti olmayan, sıradan bir er olarak ka­ nişanlanabilirler. Tam ehliyetsiz kişilerin tıldı. yaptığı nişanlanmalar geçersizdir. Nişan­ lanma, kişiye bağlı haklardan olduğu için N İŞ A N T E P E . Arkeol. Boğazköy'de temsil yoluyla nişanlanma olanaksızdır. Ta­ (Hattuşaş), Büyükkale’yi G.’den gelecek raflar nişanlanma iradelerini karşılıklı ve saldıralara karşı korumak için yapılmış ka­ birbirlerine uygun bir biçimde yapmalıdır. lenin bulunduğu kesim. Burası kaya tepe­ Nişanlanma sözleşmesi nişanlanan kişile­ sinin doğal biçimlerine uydurularak inşa re evlenme yükümlülüğü getirir. Ancak edilmiş bir bey konağıdır. D.'da granitten bunu yerine getirmeyen tarafı evlenmeye yapılmış aslan heykelleriyle süslü bir ka­ zorlayacak bir yasa kuralı yoktur. pı bulunuyordu. Tepenin yamacında da Nişanlanmanın geçerli sayılabilmesi Şuppiluliuma Tin (İ.0.1371-1345) yazıtı (Niiçin taraflar arasında nişanlanmaya engel şantaş) vardır. bir durumun bulunmaması gerekir. Nişan­ lılar arasında evlenmeye engel olacak de- i i N IŞ A P U R ya da N E Y Ş A B U R , Iran da kent, Horasan'da; 109 285 nüf. Par­ recede kan ve sihri hısımlar varsa, taraf­ lak bir geçmişten sonra moğol istilaların­ lardan birisi evli ya da akıl hastasıysa ni­ dan bu yana sıradan bir tarım pazarı ha­ şanlanma geçersizdir. line gelen bu kente, pamuk sanayisi Nişan bozulduğunda, nişan sırasında canlılık getirmektedir. Maden turkuvaz verilen hediyeler karşılıklı olarak iade edilir. madenleri kentin yakınındadır. (Nişanlılardan birinin ölümü halinde hedi­ —Tar. Ortaçağ’da İran’ın en büyük, Hora­ yeler geri verilmez.) “ Hediye” kavramının san'ın da en önemli başkentinden biri içine örf ve âdet uyarınca takılan kolye, yüolan Nişapur, Şapur I ya da Şapur II tara­ zek, bilezik vb. eşyalar girer. Ayrıca, haklı fından kurulmuştur Hicret’in otuzuncu yı­ bir neden olmadan nişanı bozan taraftan lında Basra valisi Abdullah bin Amir bu­ maddi ve manevi tazminat da istenebilir. rayı ele geçirdiyse de, bir süre sonra Ho­ N İŞ A N L A N M A K - NİŞANLAMAK. rasan ve Toharistan'da patlak veren ayak­ lanmalar sırasında Araplar kentten çıka­ N İŞ A N L I sıf. 1. Evlenme sözüyle birbir­ rıldılar. VII. yy.'tn sonlarına doğru Abdul­ lerine bağlanmış kız ve erkek ya da her lah bin Hazım'ın Merv yakınlarında öldü­ biri için kullanılır. —2. Esk. Bir nişanı, işa­ rülmesi üzerine Horasan'a egemen olan reti olan. Emeviler’in yönetimine geçen Nişapur, —Ciltç. Nişanlı şiraze, eski ciltçilikte forma­ Ebülabbas Abdullah bin Tahir lll'ün ken­ ların ortasından alınan şirazelere verilen disine başkent yapmasından (IX. yy.) son­ ad. (Gelişigüzel alınanlara saplama şira­ ra gelişmeye başladı. X. yy. başlarında, ze deniyordu.) Samaniler döneminde Horasan valisinin —Kur. tar. Nişanlı kâğıt, padişahla birlikte ve başkomutanının merkezi olmasıyla da­ sefere çıkan nişancının, İstanbul'da serha da önem kazandı ve büyüdü. Ancak darıekremin yerine sadaret kaymakamı sonraki yüzyıllarda kıtlık, depremler, ayak­ olarak bırakılan vezire, gerektiğinde dol­ lanmalar, istilalar ve özellikle de moğol or­ durulmak üzeıe tuğraları çekilmiş biçim­ dularının yağmalarıyla karşı karşıya kalan de gönderdiği ahkâm kâğıdı. Nişapur çok geriledi. 1037'de Tuğrul Bey' ♦ a. (iyelik ekiyle) birine nişanla bağlan­ le Selçuklular'ın eline geçen kenti, XI. mış olan kimse: Nişanlısı dün geldi. yy.'ın ortalarına doğru Harizmşah Atsız al­ dı. 1153'te Oğuzlar tarafından yıkıma uğ­ N iş a n lıla r (i Promessi Sposi), A. Manradı. Toğan Şah Ebu Bekir 1174'ten 1185'e zoni'nin tarihsel romanı: 1821-1823 yılları değin, daha sonra oğlu Sencerşah bura­ arasında Fermo e Lucia geçici başlığı al­ ya egemen oldular. 1187 ortalarında Nitında taslağı hazırlandı. Romanın ilk bas­ şapur'u ele geçiren Harizmşah Tökiş, ken­ kısı 1825-1827 arasında, dili bakımından geniş çapta değiştirilip düzeltilen kesinleş­ tin yönetimini büyük oğlu Melik Şah’a bı­ raktı, XIII. yy.'ın başlarında Kutbettin Mu­ miş baskısı da 1840-1842 arasında yayım­ hammet’in eline geçen kent 1221'de Molandı. Olay Lombardia’da, XVIII. yüzyıl



u y a rı-te sp it don a n ım ı ku tu s u



atışın yönlendirilmesi ve gözlenm esi için kızılaltı nişangâh başlığı



nişangeç



Nişapur linde bulunan nişasta, ipek bezden yapıl­ mış altıgen bir elekle elenir; böylece ke­ peğin elek üzerinde tutulması sağlanır; 5. glüteni ayırma: nişasta ve glütenin yoğun­ luk farklarından yararlanılarak yapılır; iş­ lem iki aşamada gerçekleştirilir. Durultma yöntemiyle yapılan ayırma işlemi, önce eğik yüzeyler üzerinde, sonra büyük be­ ton havuzlarda gerçekleştirilir; 6 . süzme: arı nişasta sütü, vakumlu özel filtrelerden geçirilerek süzülür; 7. kurutma: içinden sı­ cak hava akımı geçirilen döner ya da pnömatik bir kurutucuda yapılır. (Bitmiş ürü­ N İŞ A S T A a. (fars. nişâste'den). 1. Bitki­ nün ortalama nemi, ağırlık olarak % 14 lerin köklerinde (manyok, yeÖTı), yumrula­ düzeyindedir. Çok nemli nişasta özel yön­ rında (patates), meyve ve tohumlarında temlerle kurutulduğunda iğne biçiminde (tahıllar, baklagiller) bulunan yedek besin kristallenir.) maddesi glusidin temel biçimi. [Glukozun, Buğday nişastası üretiminde glüten, formülü (C6H 10O 5)„ olan bir polimeridir; kimyasal ürünler katılarak yapılan yoğur­ bitkilerin kök, yumru gibi yeraltı organla­ ma işlemi sonunda ayrılır; pirinç nişasta­ rında bol miktarda bulunan, bu organlar­ sının çok ince olması, daha özel işlemleri dan ince beyaz toz halinde elde edilen ve gerektirir. hemen tümüyle nişastadan oluşan yedek • Kullanım alanları. Nişasta, nişastalı bit­ maddeye ise kimi zaman fekül ya da kök kilerden (buğday, pirinç, mısır, kocadan, nişastası da denmektedir.] (Bk. ansikl. patates, tapyoka, sagu, ararot), en ucuz böl.) —2. Yeş/7 nişasta, nişasta üretimin­ besinlerin elde edildiği besin sanayisinde de kurutma işleminden önce elde edilen (pastacılık, şarküteri, perhiz unları, tatlı ve ve yapısında % 38 oranında su bulunan puding yapımı) kullanılır. Elektrolitik olarak nemli nişasta. yükseltgendiğinde kola yapımında, kâğıt —Bes. san. Nişasta imalathanesi, nişas­ hamurunun iyileştirilmesinde, sepicilikte ta yapan, genellikle patatesten nişasta ya­ kullanılan dialdehitli nişasta üretiminde ya­ pan fabrika. (Bk. ansikl. böl.) rarlanılır. Nitrolandığında patlayıcı olarak —Kâğıtç. Nişasta aharı, nişastanın pişiril­ işe yarayan nitrolu nişastayı verir. Ortomesiyle elde edilen ahar. (Bu tür aharlı kâ­ fosfatlarla karıştırıldığında, çözündüğün­ ğıtlar kolay silinirdi. Çifte aharlı ebru ya­ den yüksek kıvamlaştırıcı bir güç kazanır; pımında da yumurta aharının altına nişas­ bu özelliğinden kozmetik ve besin sana­ ta aharı sürülürdü.) yilerinde yararlanılır. Yumuşatıcı etkisinden — ANSİKL. Nişastaya yalnızca bitkilerde dolayı eczacılıkta deri yangınlarına karşı rastlanır. Nişasta tanecikleri ya da aminohem doğal (lapa, banyo), hem de gliseplastlar boyları, biçimleri, göbeklerinin ko­ role, macun, pomat ya da toz biçiminde numu ve şekli, göbeği çevreleyen ve farklı kullanılır. Ayrıca gliserin, dekstrin üretimin­ polimerleşme derecelerine bağlı olarak de hammadde olarak değerlendirilir. Kâ­ göbeğin çevresinde ardışık olarak sıralan­ ğıt ve tekstil sanayilerinde dönüştürme iş­ mış katmanlara denk düşen şeritleri ba­ leminden geçirilerek apre ve yapıştırıcı kımından, içinde bulundukları bitki türü­ olarak tüketilir. Çeşitli yapıştırıcıların, özel­ ne göre ayırtedici özellikler taşırlar. Bu ta­ likle de duvar kâğıdı yapıştırıcılarının ham­ necikler, bitkinin türüne göre tek tek ya da maddesini oluşturur. Kimi kazan taş gide­ topaklaşmış olarak bir arada bulunur. ricilerinin bileşimine katılır, metalürji ve se­ Bunlardan kimileri, polarılmış ışıkta göbek ramik sanayilerinde tozları (metal oksitle­ üzerinde merkezlenmiş "siyah haç” de­ ri) bağlamaya yarar. nen bir olay meydana getirir. Besin nişastalarının elde edildiği ürün­ • Nişastanın genel özellikleri. Molekül küt­ lerden tahıllar (buğday, pirinç, mısır, koca­ lesi çok yüksek olan nişasta, d-glukopiradan), patates, yam, tatlı patates, ararot ve noz birimlerinin a-1,4 glukozit bağlarıyla sagu (sagu palmiyesinin özeğinden çıka­ bağlanması sonunda meydana gelen rılır), hekimlikte yararlanılan nişastaların doğrusal polisakkarit zincirlerinden oluşur. özütlendiği bitkilerdense yılanyastığı, güArı durumda soğuk su, alkol, eter vb.’de zelavratotu, şeytanşalgamı, baldıran, bançözünmez. Kaynar suyla karıştırıldığında otu ve şakayık sayılabilir. nişasta kolası denen akıcı bir pelte (kollo—Bes. san. Nişasta yapımı için patates ya idal çözelti) meydana getirir. Nişastada da başka yumrular (yumru kökler, man­ pelteleşmeyi amilopektin denen bir bile­ yok vb.) kullanılır ve sırayla şu işlemler ya­ şeni sağlar; diğer bileşenine amitoz ya da pılır: amiloselüloz adı verilir. Amiloz, serbest 1 . yumruların taş topraktan temizlenmesi iyotla nişastanın tanınmasını ve nicel ola­ ve yıkanması; rak belirlenmesini sağlayan morumsu bir 2. hücrelerin içerdiği nişaştanın elden gel­ kompleks oluşturur. diğince çoğunun çıkarılabilmesi için ren­ Tükrük ya da pankreas amilazının en­ deleme ya da ezme: zim etkisi, nişastayı önce iyotla kırmızı bir 3. rendelenmiş madde elekler üzerinde su renk veren amilodekstrin'e ardından renk­ ile karıştırılarak "ham nişasta sütü" elde siz dekstrinlere, en son da maltaz etkisiyle edilmesi: bu "süt” te nişasta ile birlikte se­ glukoza hidrolizlenen ve diholozit olan lüloz parçacıkları ve çözünen maddeler maltoz'a dönüştürerek çözer. bulunur. Bundan hayvan.yemi olarak kul­ • Nişasta üretimi. Nişasta, sanayide en lanılan bir küspe de ayrılır; çok patatesten üretilir. ( -> NİŞASTAİMALAT­ 4. hem nişasta sütünün arıtılması. Bu iş­ HAN ESİ.) Mısır ya da diğer tahıl tohumla­ lem, önce “ süt” birkaç kez sulandırılarak, rının (buğday, pirinç, mısır, darı) kullanıl­ sonra santrifüj aygıtlarında ya da özel hiddığı nişasta üretiminde sırasıyla şu işlem­ rosiklonlardâ yoğunlaştırılarak yapılır. Ni­ ler uygulanır: 1 . tohumlan ıslatma: tohum­ şasta tanecikleri dışında kalan yabancı lar seyreltik sülfürik asit ya da sodyum hid­ maddeler ve ince samanlar su ile sürük­ roksit çözeltisine bastırılır; tanelerin yumu­ lenip ayrılır. Bu sürede nişasta sütü gide­ şamasını sağlayan çözelti, kabuklarının rek saflaşır; yavaş yavaş erimesine neden olur, işlem 5. nişasta sütünün kurutulması, yatay ek­ sonunda, bileşiminde organik maddeler senli santrifüjlü kurutucularla gerçekleşti­ ile mineral tuzlar bulunan ıslatma suyu, rilir. Süt yaklaşık % 38 su içeren nemli ni­ süzülüp deriştirildikten sonra antibiyotik şasta verir. Buna "yeşil nişasta" adı veri­ sanayisine kültür ortamı olarak satılır: 2 . lir. Yeşil nişasta kurutulur, elenir ve çuval­ cücükleri ayırma: cücüklerin ayrılması, ta­ lara doldurulur. nelerin bir öğütücüden geçirilmesinden • Türkiye'de nişasta, başta mısır ve mısıra sonra uygulanır; cücükler daha sonra su­ oranla çok düşük miktarlarda olmak üze­ lu asıltıda sürükleme yoluyla uzaklaştırılır; re, buğday ve patatesten elde edilir. Uzun 3. nişastayı ayırma: kabuk ve cücüklerden süre aile ekonomisi çerçevesinde sürdü­ rülen nişasta üretimi, İkinci Dünya savaşı temizlenen tanelerin öğütülmesi sonunda yıllarında dışalımı kısmak amacıyla alınan yapılır; 4. kepeği ayırma: suda asıltı ha­



ğollar tarafından yakılıp yıkıldı. —Arkeol. Nişapur'un bulunduğu yerde, dikkate değer yalancı mermerlerle ve en­ der rastlanan boyalı parçalarla süslü kü­ çük bir saray ve ikincil nitelikte birkaç köşk ortaya çıkarıldı. Nişapur, IX. yy.'dan baş­ layarak seramikçiliğin en büyük merkez­ lerinden biri oldu; bu alandaki ününü X. ve XI. yy.’larda da sürdürdü (eşmerkezli dekorlar ve yazılar ya da bazen çin etkisi­ ni belli eden geometrik ve figüratif motif­ ler).



8678



R é u n io n m u s é e s natio n.



Nişapur İbrikli tabak astar üstüne m ineli seram ik XI. yy. Louvre müzesi, Paris



özendirici önlemlerle zaman içinde bir sanayi koluna dönüştürülebilmiştir. Ha­ len Türkiye'de Adapazarı’nda 3, Yarım­ ca, İstanbul, Bursa, Samsun ve Uşak'ta birer olmak üzere 8 tane nişasta ve gli­ koz fabrikası bulunmaktadır. Üretilen ni­ şastanın ortalama % 30'u besin madde­ si olarak, % 70'i ise tekstil, kâğıt, ilaç vb. sanayi kollarında tüketilmektedir. 1991' de, Türkiye'de 18 milyar TL değerinde 31 000 ton nişasta üretilmiş, 300 milyon TL değerinde 500 ton dışsatım, 90 mil­ yon TL değerinde 1800 ton dışalım ya­ pılmıştır. N İŞ A S T A L I sıf. Bileşiminde nişasta bu­ lanan bir madde için kullanılır. N lş a tâ b â d s a ra y ı — neşatâbad sa



RAYI. N İŞ E S T a. (fars. nişesten, oturmak'tan nişest). Esk. Oturan. N İŞ E S T E sıf. (fars. nişesten, oturmak' tan nişeste). Esk. Oturmuş. N İŞ İB a (fars. nişib). Esk. 1. iniş, yokuş aşağı. —2. Nişib ü firaz, iniş ve yokuş. || Nişibgâh, çukur yer, çukurluk. N İŞ İM E N a (fars nişimen). Esk. 1. Otur­ ma yeri, oturulacak yer: "Olmuştu nişîmenim çemenden..." (A. H. Tarhan). —2. Toplanılan yer, meclis: "Şair nişîmeninde bulur her safâsını" (Tevfik Fikret). N İŞ İN sıf. (fars. nişesten, oturmak'tan ni­ şin). Esk. Oturan, oturmuş anlamında bi­ leşik sözcükler oluşturur: bala-nişin (yük­ sekte oturan), kuşe-nişin (köşede oturan), post-nişin (post üzerinde oturan; şeyh), tekke-nişin (tekkede oturan) vb. N İŞ İN O M İY A , Japonya'da kent, Honşu (Hyogo ili) adasında, Osaka körfezi kıyısında, Kobe ve Amagasaki arasında; 426 919 nüf. (1990). Demir-çelik. Elekt­ rik donanımları. Sake üretimi. Sayfiye, N iş lO , Japonya'da kent, Honşu adasın­ da (Aiçi ili), Nagoya’nın G.-G.-D.'sunda; 8 6 500 nüf. Elektrikli gereçler. N İŞ İO S U E H İR O , japon sendikacı ve siyaset adamı (Takamatsu, Kagava yöne­ tim bölümü, 1891 - Tokyo 1981). 1925'ten 1940'ta kapatılıncaya kadar Sodomei'nin (Japon sendikaları genel federasyonu) genel sekreterliğini yaptı, Japon sosyal demokrat partisi'ni (1945) ve Sodomei’yi (1946) yeniden kurdu. 1961 'de Japon de­ mokratik sosyalist partisi'nin kurucu baş­ kanı oldu. 1972'de siyasetten çekildi. N İŞ TE R a. (fars. nişter, nişter). Esk. Neş­ ter: ' 'Nişter-i gamzen aceb üstad imiş kan almada" (Nedim, XVIII. yy.). N İT a. (lat. nitere, parlamak'tan). Opt. Metre karede 1 kandeta'ya eşdeğer ışıltı birimi. (Simge nt.) NİTAC a. (ar nitâc). Esk. Yavrulama, yav­ ru doğurma. N İTA F çoğl. a. (ar. nufte'nin çoğl. nitst). Esk. Temiz, duru sular. N İTAH a. (ar. nitah). Esk. Tos vurma, boy­ nuzlama. N İT A K a. (ar. nitak). Esk. 1. Kemer, bele bağlanan kuşak: "Sen ol mescûd-i âlem­ sin ki zülf ü ebruvânındır / Nitak-ı Kâbe-i ulyâ revâk-ı mescid-i aksâ" (Namık Ke­ mal, XIX. yy.). —2. Kuşak bağlanacak yer —3. Bir çeşit arap giysisi. —isi. Nitak ül-cevza, halife Ebubekir'in kızı Esn1a'"nın unvanı. (Zât ün-nitâkayn da denir.) N İT A L a. Nitrik asidin alkollü bir çözelti­ sinden oluşan ve çeliklerin mikroyapısını ortaya çıkarmada kullanılan çok yaygın metalografik ayraç. N İT E be. (esk. türkç. ne teğ > nete > nite). Eskiden “ niçin” , “ nasıl" anlamları­ na gelen nite sözcüğü, " k i" ya da "kim " bağlaçlarıyla birlikte kullanıldığında kar­ şılaştırma ve benzerlik bildirir. Bugün ise yalnızca nite-kim biçimi kullanılmaktadır. (-> NİTEKİM.) N İT E K İM ya da N E T E K İM bağ. (nite,



nitrat nete ve kim'den nitekim, netekim). Ek bir doğrulama, bir kanıt oluşturan cümleyi bir önceki cümleye bağlar, nasıl ki: Haksız ol­ duğu besbelli, nitekim üstelemeye cesa­ ret edemedi. Doğru söylediği açıktı, nite­ kim olaylar da onu doğruladı. N İT E L sıf. Bir şeyin niteliğiyle ilgili olan, niteliğine ilişkin şey için kullanılır. —Anal. kim. Nitel çözümleme, bileşik ci­ simlerin türünü ve doğasını belirlemek üzere yapılan kimyasal çözümleme. (Ni­ tel çözümlemeyle bileşenlerin niceliği saptanamaz.) — istat. Nitel dağılım, nitel bir özelliğin sık­



lıklarının dağılımı. (Eşanl. HETEROGRAD DAĞILIM.) —Zootekn. Nitel karakter, hayvan ıslahın­ da, Mendel yasalarına göre ya da basit genetik kurallara göre soydan geçen ka­ rakter. N İT E LE M E a. Nitelemek eylemi. —Dilbilg. Niteleyici bir terim tarafından ye­ rine getirilen belirleme işlevi. || Niteleme belirteci, niteleme sıfatı, niteliği, oluş biçi­ mini belirleyen belirteç ya da sıfat: İyi dü­ şünmek, doğru konuşmak, azıcık bekle­ yiniz. Rahat rahat oturun; iyi insan, doğ­ ru yol, güzel bir gün vb. —Huk. Belirli bir duruma uygulanacak ya­ sa maddesini saptama; bir olayın hukuk­ sal durumunu belirleme. N İT E L E M E K g. t. Bir şeyi nitelemek, belli bir nitelik vererek onu belirlemek, ni­ teliğini belirtmek, vasıflandırmak, adlan­ dırmak. —Dilbilg. Bir sözcükten (ya da bir sözcük öbeğinden) söz ederken, bir başka söz­ cükle dilbilgisel bağıntı içinde olmak. || Bir terimden söz ederken, niteliğini, oluş bi­ çimini belirtmek. ♦ nitelenm ek gçz. t. Şu ya da bu bi­ çimde adlandırılmak, vasıflandırılmak: Bu davranışı nasıl nitelendirmen bilmiyorum. ♦ nite le ndirm ek g. t. Bir şeyi nitelen­ dirmek, onu şu ya da bu biçimde adlan­ dırmak, belirtmek; vasıflandırmak: Böylesi bir davranışı nitelendirecek sözcük bula­ mıyorum. N İT E LE N D İR M E a. Nitelendirmek ey­ lemi; vasıflandırma.



NİTELEMEK - NİTELEMEK.



N İT E L E N D İR M E K N İT E L E N M E K



N İT E L E Y İC İ sıt. Dilbil. Niteliği, varoluş biçimini anlatan bir terim ya da deyim için kullanılır. N İT E L İK a 1. Bir şeyin şu ya da bu bi­ çimde algılanmasına olanak veren özel­ liklerin tümü, vasıf: ilişkilerinin niteliği de­ ğişmiş, arkadaş olmuşlardı. Işığın niteliği­ ne önem veren bir fotoğrafçı. —2. Bir şe­ yi orta düzeyin üzerine çıkaran şey; kali­ te: Niteliği niceliğe tercih etmek. —3. Bir nesnenin, bir eşyanın, bir ürünün, bir şe­ yin, kendisinden bekleneni en iyi şekilde karşılamasına olanak veren olumlu yön­ lerinden her biri: Bu ürünün, bu arabanın birçok niteliği var. —4. Ahlak, düşünce, meslek vb. açısından olumlu olarak de­ ğerlendirilen kişilik ya da davranış özelli­ ği: Tümüyü kusurlu sayılamaz, birtakım nitelikleri de vardır. Ahlaki nitelikler. 2



—Dalga ve Titr. Nitelik çarpanı, u ’ + - u ‘ T



+ to%u = 0 biçiminde bir diferansiyel denk­ lemle gösterilen sönümlü bir salınım ola­ yında, boyutsuz Q=ü.u. r sayısı; burada uı„ öz çarpıntı ve t zaman değişmezi­ dir. —Elekt. ve Telekom. Nitelik çarpanı, İYİ­ LİK' ÇARPANI'nın eşanlamlısı. —Fels. Bir öznenin varlık biçiminin, bu öz­ nede bulunup bulunmadığını ileri sürüp süremeyeceğimizi belirleyen düşünce ka­ tegorisi; bir kışının ya da öznenin varlık tar­ zı. (Bk, ansikl. böl.) ¡^irindi nitelikler, sko­ lastik terminolojide, katılık, uzam, biçim, sayı, hareket ya da hareketsizlik gibi mad­ de fikrinden ayrılmaları olanaksız nitelikler.



—istat. istatistik birimin taşıdığı ya da ta­ şımadığı nitel özellik, (istatistik, o niteliği taşıyan birimlerin sayısına ya da göreli sık­ lıklarına yöneliktir.) —Manyet. Nitelik çarpanı, yitim açısı te­ ğetinin tersi. —Sağl. kor. Salgın yaratıcı nitelik, bir sal­ gın hastalığın ciddiyetim ve şiddetini be­ lirleyen karakteristiklerin tümü. (Mikrobun hastalık yapma gücü, geçme ya da bu­ laşma kolaylığı; bulunulan sağlık koşulla­ rı, topluluğun bağışıklık, özellikle aşı du­ rumu.) —Sesbilg.^Tinısı ve eklemlenme biçimi açısından, bir sesin özelliği. —ANSİKL. Fels. Aristoteles’e göre “ nitelik, bir varlığın şöyle ya da böyle olduğunu söylememizi sağlayan şeydir' 1 (Kategori­ ler; 8 ). • Descartes’ta "nitelik", "özellik" anlamı­ na gelir: “ Burada biçim ya da kip (tarz) dediğimde, başka yerde yüklem ya da ni­ telik dediğimden farklı bir şeyi anlayamı­ yorum. Ancak tözün bir başka biçimde düzenlendiğini ya da çeşitlendiğini dü­ şündüğümde, özellikle kip ya da biçim adını kullanıyorum ve bu düzenleme ya da değişiklikten ötürü böyle adlandırılabildiği zaman da, onun böyle adlandırıl­ masına yol açan çeşitli biçimlere, nitelik adını veriyorum" (Felsefenin ilkeleri [les Principes de la Philosophie], 1, 56). • Kant'a göre nitelik kategorisi, anlık ilke­ lerinden biridir ve bundan ötürü duyum üzerinde ve dolayısıyla deney nesneleri üzerinde bir önsel etki derecesi olarak Kant’ın bilgi kuramına girer. Kant şöyle der: “ Duyumun niteliği her zaman deney­ seldir ve hiçbir zaman önsel olarak tasarlanamaz [...]. Buna göre tüm duyumlar ancak (...) sonsal olarak verilmişlerse de, bir dereceleri olması açısından taşıdıkla­ rı özellik, önsel olarak bilinebilir. Genellik­ le büyüklükler konusunda önsel olarak ancak bir tek niteliği, yani süreklilik niteli­ ğini bilebilmemiz ve tüm nitelikler (yanı, görüngülerin gerçeği) içinde önsel olarak onların yoğun büyüklükleri'nden, yani bir dereceye sahip olmalarından başka bir şey bilemememiz ve geri kalan her şeyin deneye bırakılmış olması, dikkate değer" (Salt aklın eleştirisi [Kritik der reinen Ver­ nunft], 2, 23). • Hegel’de nitelik (alm. Qualität), genel varlık kipliklerinin birincisidir. Varlık-hiçlik -oluş, buradavarlık, kendı-ıçın-varlık biçim­ lerine bürünen varlık, bir şeyi kendisi ya­ pan şeye, onun iç ve dış belirlenimine yö­ nelir. Hegel şöyle der. “ Nitel belirlenim, ni­ teliği olduğu varlıkla bir ve aynı şeydir, onu aşmaz ve onun içinde kalmaz, ama onun dolayımsız sınırını oluşturur. Bundan ölü­ rü, dolayımsız belirlenim olarak nitelik, bi­ rincildir ve dolayısıyla ilk önce niteliği ele almak gerekir" (Wissenschaft der Logik [Mantık bilimi], "Varlık"). N İT E L İK L İ sıt. 1. Mesleğinin gerektirdi­ ği bilgi ve yeteneklere sahip olan kimse için kullanılır; vasıflı: Nitelikli personel. Ni­ telikli bir öğretmen. — 2 . Üstün nitelikleri olan bir şey için kullanılır; kaliteli: Nitelikli bir çalışma.



N İT E R 0 İ, Brezilya'da liman kenti, Rio de Janeiro eyaletinin eski merkezi, Guanabara körfezi kıyısında, Rio de Janeiro’ nun karşısında; 408 500 nüf. 13 km uzun­ luğunda bir köprüyle Rio de Janeiro'ya bağlanır. Niteröı, hem Rio de Janeiro'da çalışan birçok memur ve işçinin oturdu­ ğu bir konut merkezi, hem de bir sanayi (tersaneler, besin sanayileri) merkezidir. Üniversite. N İT H A R D (Juan Everardo), İspanyol Cizvit papazı ve siyaset adamı (Tirol 1607 - Roma 1681). Kralın günah çıkarıcısıydı. 1666-1669 arasında Başbakan oldu. Fe­ lipe IV’ün evlilikdışı çocuğu Juan José de Austria'nın ayaklanması sonucu devrildi. N İT H A R T (Mathis), GRÜNEWALD* ile öz­ deşleştirilen frankenli ressam. N İT İD U L A a. Özellikle kurumuş ya da çürümekte olan hayvansal maddelerde yaşayan kınkanatlı böcek cinsi. (Bedeni alacalı ve beneklidir. Birçok türü vardır. Nitidulidae familyasının örnek tipi.) N İT O K R İS , Mısır kraliçesi, VI. haneda­ nın son hükümdarı. Nitokris'e ilişkin bilgi­ ler çok yetersizdir. Herodotos, bu kraliçe çevresinde bir efsane geliştirmiştir. — Amon*’un taptığı tanrıça, kral Psamtik l'in kızı (XXVI. hanedan). Kral Apries takvimi­ ne göre 4 yılına değin (İ.Ö. 584) görevde kaldı; Apries'in yerine geçebilmek için Psamtik ll’nin kızı Ankhnesneferibre’yi ev­ lat edindi. N İTÖ LÇ E R a. Opt. Büyük kaynakların ışıltısını ölçmeye yarayan ışıkölçer. N İT R (0 )- (fr. nitı{o]-). Kim. Bir mole­ külde nıtroil kökünün varlığını göste­ ren önek. N İT R A , Slovakya'da ırmak, Tuna'nın (sol kıyıdan) kolu; 220 km. Karpatlar'dan doğan ırmak, Topolcany’e, Nltra'ya ve Nové Zámky’e katılır. N İT R A , Slovakya’da kent, Nitra ırmağı kıyısında, dağ ile ovanın birleştiği yerde; 82 000 nüf. Şato. XIII., XVI. ve XVII. yy.’dan kalma katedral. Kilise (XII. yy.). Tarım ürünleri pazarı. Kimya ve besin sanayileri. Yapı gereçleri. Nitra eski bir din ve yönetim merkezidir. N İT R A M İN a. (fr. nıtramıne). Org. kim. Nitrik asidin, formülü R2 N—N 0 2 olan amidi. N İT R A N İL İN a. (fr nitranilıne). Org. kim. Anilınin, formülü H2 H—C6H4—N 0 2 olan bir nitrolu türevi. (Nitranilinın orto, meta ve para olmak üzere üç izomeri vardır; çok az bazik olan bu izomerlerin üçü de ze­ hirlidir ve bcyarmadde sanayisinde ara madde olaran kullanılır. Çözünmeyen bir azo boyarmadde olan C, 6H , 1 N30 3 for­ müllü paranitranilin kırmızısı, paranitranilin dıazosunun alkali ortamda, 0 -naftol em­ dirilmiş elyaf üzerinde yoğuşturulmasıyla doğrudan elyaf üzerinde hazırlanır.)



N İT E L İK S İZ sıt. 1. Belirgin bir niteliği ol­ mayan; vasıfsız. —2. Nitelik bakımından üstün olmayan, kalitesiz. N İT E L İK S İZ L İK a. Niteliksiz olma du­ rumu; kalitesizlik. N İT E L L A a. (lat. nıtella, nitela, parlaklık). Tatlısularda yaşayan charophytes grubun­ dan suyosunu. —ANSİKL. Nitella cinsi chara’yaçok ben­ zerse de bunun sapında kabuk ve kalker oluşumları yoktur. Sapın büyük hücreleri, fizyoloji ve biyokimya çalışmaları için çok elverişli bir gereçtir. Bu yosunlar hem ki­ reçli sularda, hem acı sularda yaşar ve buralarda bitki örtüsünün ana bölümünü oluşturur. Akarsularda olduğu kadar dur­ gun sularda da (göller, durgun kollar) bun­ lara rastlanır ve nitellalar buralarda çok il­ ginç bölgeler meydana getirir.



paranitranilin kırmızısı N İT R A N İZ O L a. (fr. nıtranısole). Org. kim. Anizolün, formülü H3 CO—C 6H 4 —N 0 2 olan nitrolu bir türevi. (Orto, meta ve para olmak üzere üç izomeri vardır, an­ cak bunlardan yalnızca orto izomeri önemlıdır; çünkü organik bireşimde, özel­ likle dianızıdın üretiminde kullanılır. Nitranizol, metil sülfatın ortonitrofenol üzerine etkimesinden elde edilir.) N İTR A T a (fr. nitrate). Anorg. kim. 1. Nit­



8679



nitrat rik asidin tuzu. (Eşanl. azotat.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Nitrat asidi, NİTRİK' ASİT’in



8680



eşanlamlısı. —Bakteriyol. Nitrat bozucu bakteri, nitrat bozma tepkimesini sağlayan bakteri. —Cerr. Nitrat kalemi, dağlanacak lezyonlara sürmek için gümüş nitrat almaya ve sürmeye yarayan madeni çubuk. —Kim. Nitrat bozma, toprak ya da suda bulunan nitratları anaerobiyozda genellik­ le bakteri türü mikroorganizmalarla par­ çalama. (Böylece topraktaki nitratlar, azot gazına ya da uçucu bileşiklere dönüşe­ rek bitkiler için yararlı dtmaktan çıkar.) [Eşanl. DENİTRİFİKASrüN.] (Bk. ansikl. böl. Su işler.) —ANSİKL. Anorg. kim. Tarım. Nitratlar, kristalleşmiş katilardır. Yansız nitratların tü­ mü suda çözünür ve bütün nitratlar ısı et­ kisiyle ayrışır. Alkali nitratlar, önce nitritleri verir; amonyum nitrat, azot protoksit (N20) ile suya bozunur. Öteki nitratlar azot dioksit (N 0 2) ve oksijen vererek metal oksit açı­ ğa çıkarırlar. Bu tepkimeden nitratların yükseltgen özellikler taşıdığı anlaşılır. Po­ tasyum nitrat, kükürt ve kömür karışımının kara barut‘ denen bir patlayıcı oluşturma­ sının nedeni budur. Potasyum nitrat (güherçile), özellikle sodyum nitrat (Şili güherçilesi) gibi kimi nitratlar, doğal olarak bu­ lunur. Diğerleri, nitrik asitten ya da sente­ tik azot dioksidin bir alkali ya da bir kar­ bonat üzerine etkimesi sonunda nitritlerle aynı anda yapay olarak elde edilirler. Amonyum nitrat, bireşim yoluyla hazırla­ nır ve çeşitli patlayıcıların bileşimine girer. Nitrat iyonu, sulu çözeltide bir yükseltgen gibi davranmaz. Bitkiler azotu, nitrat iyonu biçiminde so­ ğurur Azot, bitkilerin büyümesini büyük ölçüde etkilediğinden nitratlar gübre ola­ rak önemli bir rol oynar. Bu nedenle alka­ li nitratlar ile kalsiyum ve amonyum nitrat, gübre olarak kullanılır. Bu bileşikler, çözü­ nürlüklerinin çok yüksek olması ve hızla özümlenebilmelerinden dolayı nitratlaş­ manın yetersiz olduğu topraklarda ve amonyaklı gübrelerin uygun ortamı sağ­ layamadığı kuraklık dönemlerinde olduk­ ça yararlıdır. Nitratlar genellikle üst, kimi zaman da alt gübre olarak kullanılır. Güb­ re olarak kullanılan başlıca nitratlar şun­ lardır: Şili güherçilesi ya da doğal sod­ yum nitrat: Büyük Okyanus kıyılarındaki yataklardan elde edilir arılaştırıldıktan son­ ra % 16 oranında nitrat azotu içeren granüller biçiminde satılır; yapay sodyum nit­ rat: kimyasal bileşimi bakımından doğal sodyum nitratla aynıdır ve sanayisel ola­ rak elde edilir; kalsiyum nitrat: % 13 ya da % 15,5 oranında nitrat azotu içerir; kalsi­ yum ve magnezyum nitrat: bileşiminde % 15 oranında nitrat azotu, °/o 8 oranında magnezyum oksit bulunur; potasyum nit­ rat: % 13 nitrat azotu ile °/o 44 potas içe­ ren ikili bir gübredir; amonyum nitrat: bi­ leşiminde °/o 35 oranında azot bulunan



H



CeH5



n itrazepam



sanayide n itrik asit üretim şeması



yarı amonyaklı, yarı nitratlı bir gübre çeşi­ didir; daha çok kompoze gübre üretimin­ de kullanılır; amonitratlar: % 20-35,5 ara­ sında azot içeren yarı nitratlı, yarı amonyaklı gübrelerdir. —Su işler. Atıklarını dışarıya vermeden ön­ ce arıtılmış suların nitratını bozma, kimya­ sal ya da biyolojik yolla yapılır. Ancak nit­ ratların hepsi suda çözündüğünden bu iş­ lem çok zordur. Arıtmada uygulanan bi­ yolojik yöntemler, nitrat bozucu bakteriler için yeterli besin maddelerinin eksikliği yü­ zünden şehir sularını işlemede kullanıla­ maz. N İTR A T FU E L a. Fişekç. Amonyum nit­ rat ve yüzde birkaç oranında fuelden olu­ şan patlayıcı karışımı. fA N F O ” adı, ame­ rikanca Ammonium-Nitrate-Fuel-Oil'ın başharflerinden kısaltılmıştır). N İT R A T L A M A K g. t. Kim. Bir bileşiğe, bir ortama nitrat katmak. —Tip. Yarayı nitratlamak, yarayı gümüş nit­ ratla dağlamak. N İT R A T L A Ş M A a. Kim. Nitrat asidinin ya da nitritlerin nitrik aside ya da nitratla­ ra dönüşmesi. (Bu dönüşüm, toprakta bir aerobi bakterisinin [nitrobakter] yardımıyla kendiliğinden meydana gelir ve bitkilerin azotlu temel besin maddesi olan nitratlar bu yolla oluşur.) —Tarım, ve Pedol. Toprakta bulunan or­ ganik maddedeki amonyak azotunun (NH^ iyonları) nitrat azotuna (N 0 2 iyon­ ları) dönüşmesi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Nitratlaşma, topraktaki organik maddede bulunan azotun mineralleşme­ sinin son aşamasıdır. Bu aşama art arda iki evrede gerçekleşir: nitritleşme ve nit­ ratlaşma. Nitritleşme amonyak azotunun, aerobi bakterilerin (nitrosomonas) etkisiyle nitrit azotuna dönüşmesi, nitratlaşma ise nitrit azotun aerobi bakterilerin (nitrobak­ ter) etkisi altında nitrat azotuna yükseltgenmesidir. Nitrobakterilerin etkinliği nit­ rosomonas cinsinden bakterilere göre yüksek olduğundan, genel olarak nitrit azot birikimi olmaz. Toprakta nitrat azotu­ nun açığa çıkması, azotun hemen tümü­ nü bu yoldan sağlayan tarım bitkilerinin çoğu için yaşamsal önem taşır, ilgili bak­ terilerin büyümesini ve gelişmesini kolay­ laştıran toprak koşulları iyi bir nitratlaşma sağlayan koşullardır: nötr ya da hafif ba­ zik pH, bol havalandırma, yeterli nem, yüksek sıcaklık. Eğer bu koşullar ilkbahar­ da yeterince yoksa, nitratlaşma yeterli hız­ da gerçekleşmez ve bazı bitkiler, örneğin mısır için amonyak zehirlenmesi tehlikesi belirir. N İT R A T L A Ş M A N gçz. f. Biyokim. 1. Nitrata dönüşmek. —2. Bünyesine nitrat almak. —3. Nitratlı olmak. ♦ nitratlaştırm ak ettirg. f. Kim. Nitrata dönüştürmek. C. D. F . C h im ie b e lg e s in e g ö re



am onyak



hava k o m p re s ö r buhar tü rb in i



karıştırıcı filtre



a z o t gazları ko m p re s ö rü



so ğ u tm a suyu ge n iş le tm e tü rb in i



f s o ğ u tu c u



g a z-g a z d e ğ iş tiric is i



so ğ u rm a ko lo n u



b rü lö r



a lç a k b a s ın ç i .e k o n o m iz ö rü î



nitrat 'y o ğ u ş tu ru c u



y ü k s e k basınç e k o n o m iz ö rü __



gid e rici



ısıtıcı y o ğ u ş tu ru c u



% 6 0-62 lik n itrik a sit



N İT R A T L A Ş T IR IC I sıf. Kim 1. Nitrat oluşumunu sağlayan bir şey için kullanı­ lır. —2. Amonyağı nitratlara yükseltgeyebilen bir şeye denir. N İT R A T L A Ş T IR M A K



MAK.



^



NİTRATLAŞ



N İT R A T L I sıf. 1. Temel maddesi nitrat olan: Nitratlı patlayıcı. —2. Nitrat emdiril­ miş: Nitratlı kâğt. —Fişekç. Nitratlı patlayıcı, ana maddesi, dinitronaftalen, tolit ya da pentolitle bileş­ miş amonyum nitrat olan, kimi zaman başka bileşenler de (odun talaşı, toz alü­ minyum, vb.) katılan patlayıcı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Nitratlı patlayıcılar, bileşenleri­ nin ağır değirmentaşları altında ezilerek öğütülmesi sonunda elde edilir ve bunla­ ra genellikle "Favier patlayıcıları” denir; çünkü bunlar, Favier tarafından 1885'te önerilen ve hafif nitrolu ya da nitrosuz bir hidrokarbonla karıştırılmış sodyum nitrat ya da amonyum nitrattan meydana gelen, amorsa karşı az duyarlı patlayıcı madde­ lerden türer. Nitratlı patlayıcılar darbe ya da aleve karşı az duyarlı olmalarına kar­ şın, amorsla çok İyi patlarlar N İTR A TO S E R A TIV a. Anorg. kim. For­ mülü M ^C efN C ^y olan karmaşık tuz; burada M, birdeğerli bir metali gösterir. N İT R A T S IZ L A Ş T IR M A K g f. Biyo­ kim. Nitratsızlaştırıcı denen bazı bakteri­ lerin yaptığı gibi, toprakta ya da sularda bulunan nitratlardaki ve amonyaklı tuzlar­ daki azot atomlarını molekül azot durumu­ na getirmek. N İT R A Z E P A M a. (fr. nitrazepam). Eczc. ve Org. kim. Benzodiazepinin, formülü C,5 H 1 1 N30 3 olan türevi; hipnotik özellik­ lerinden dolayı kullanılır. (Çabuk ve uzun süreli bir uyku verir.) N İT R E N a. (fr. nitrdne). Org. kim. Genel formülü R—N olan birdeğerli azot bileşi­ ği. (Azitlerin [R—N3] ışılayrışımıyla [fotoliz] elde edilen nitrenler, üçlü karbenlerle ben­ zer özellikler taşır.) N İT R İK sıf. (fr. nitrique). Anorg. kim. For­ mülü HNO3 olan bir oksoasit ile N20 5 for­ mülünde bir anhidrit (diazot pentoksit) için kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) || Nitrik oksit, for­ mülü NO olan azot monoksit; nitrojen ya da amonyağın yükseltgenmesiyle elde edilen renksiz bir gazdır. —ANSİKL. Anorg. kim. • Nitrik anhidrit ya da diazot pentoksit (N2 0 5). Nitrik anhid­ rit, 30 “ C'ta eriyen beyaz bir katıdır; bu sıcaklığın üzerinde bozunarak azot diok­ sit ile oksijen verir. Kuvvetli yükseltgen özellikleri yüzünden saklanması çok zor­ dur: fosforu, alkali metalleri ve organik maddeleri değer değmez yakar. Suyun etkisiyle nitrik aside dönüşür ve bu asit­ ten fosfor pentoksit etkisiyle su giderilerek elde edilir. • Nitrik asit (FINO3 ). Nitrik asidin VIII. yy.’da arap simyacı Cabir tarafından bu­ lunduğu sanılıyor. Yapısı 1784’te Caven­ dish tarafından belirlenmiş, bileşimi Gay -Lussac tarafından ortaya konmuştur. Pi­ yasada iki tür nitrik asit vardır. (Eşanl. NİT­



RAT ASİDİ.) N2Os • H20 ya da FIN0 3 formülüyle gösterilen dumanlı ya da monohidratlı asit, arı durumda renksiz bir sıvıdır; ama bileşiminde bulunan azot oksitlerinden dolayı genellikle kırmızımsı-sarı bir görü­ nümü vardır Yoğunluğu 1,52, Baume de­ recesi 51'dir. Dumanlı nitrik asit, havada tüter, bu olay açığa çıkan azot dioksit bu­ harlarının atmosferdeki su buharıyla tep­ kimeye girerek bir hidrat vermesinden ileri gelir. - 4 0 °C’ta katılaşarak renksiz kris­ taller oluşturur; atmosfer basıncında 86 °C'ta kaynar. Kaynadığında aşağıdaki tepkimeye göre su, azot dioksit ve oksi­ jen verir: 2 HNO 3 - H 20 + N 0 2 + 1/20? • Bozunma sırasında oluşan suyun bir bö­ lümü, sıvı içinde kalarak asidi seyreltir. Kaynama sıcaklığı derece derece yükse­



nitro lerek 122 °C'ta sabitleşir. Bu durumda bi­ leşiminde % 68,4 oranında arı asit bulu­ nan eşkaynar bir karışım elde edilir. Normal ya da dört hidratlı nitrik asit, yu­ karıdaki eşkaynar karışımdan başka bir şey değildir, ama seyreltik bir çözeltinin damıtılmasından da elde edilebilir. Bileşi­ mi yaklaşık N2 0 5 + 4H20 formülüne denk düştüğünden literatürde dört hidratlı nitrik asit olarak da adlandırılır. Havada tütmeyen, Baumö derecesi 40 olan renk­ siz bir sıvıdır. Kimyasal özellikleri. Nitrik asidin kimyasal özellikleri yükseltgen, asit ve nitrolama ol­ mak üzere üç ana grupta toplanabilir: 1. Yükseltgen özellikleri. Nitrik asit ne ka­ dar derişik ve sıcaksa, oksijen ve azot diokside o kadar kolay bozunur; kaldı ki azot dioksidin kendisi de çok kolay indir­ genir. Bu olay, derişik nitrik asidin yükselt­ gen özelliklerini çok açık biçimde göster­ mektedir. Az ya da çok yüksek sıcaklık­ larda indirgen ametallerin tümünü (hidro­ jen, iyot, kükürt, fosfor, karbon vb.) yükseltgeyerek çoğunlukla oksijeni en fazla olan asitler (sülfürik asit, fosforik asit vb.) ile azof oksit' buharları'nı verir. Doğan hidrojenin (atom durumunda) etkisiyle so­ ğukta amonyağa dönüşür, indirgen bile­ şikleri de (sülfit asidi, demir II sülfat, hid­ rojenli bileşikler) aynı şekilde yükseltger. Bu tepkime, terebentin esansı gibi nitrik asitle temas eder etmez yanabilen pek çok organik bileşik için de geçerlidir. Nit­ rik asidin korozyona yol açan niteliği, bu yükseltgen gücünden ileri gelir. 2. Asit özellikleri. Nitrik asit, kuvvetli bir monoasittir. Metal oksitlerle bazlar üzeri­ ne etkiyerek nitratları verir Uygun derişim­ de, altın ve platinin dışında metallerin tü­ müyle tepkimeye girer. Altın ve platine, yal­ nız üç bölüm hidroklorik asit (HCI) ile bir bölüm nitrik asitten (HNO3) oluşan ve adı­ na kral suyu ya da altın suyu denen bir karışım etki eder. Çok seyreltik nitrik asit, örneğin çinko gibi ancak çok kolay yükseltgenebilen metallerle tepkimeye girer. Doğan hidrojen, nitrik asidi indirgeyerek herhangi bir gaz açığa çıkarmadan çin­ ko nitrat ile amonyum nitratı verir. Nitrik asit türlerinden en etkini, normal nitrik asit­ tir: bakır, cıva, gümüş gibi metallere ko­ layca etki eder; bu durumda tepkimeyi sağlayan, nitrik asidin yükseltgen özelliği­ dir. Bir metal nitrat ve çeşitli azot oksitler oluşturur Bakır üzerindeki etkisinden, ba­ kır gravür yapmada yararlanılır. Bu amaç­ la kullanılan ve halk arasında kezzap ola­ rak bilinen aside, gravürcülükte ofort de­ nir. Dumanlı nitrik asit, demir gibi kimi me­ talleri, üzerlerinde koruyucu bir oksit filmi oluşturarak dinginleştirir. Bu film, seyrel­ tik asidin etkisini bile önler. Dinginleşmiş demire bir bakır telle dokunulduğunda dinginlik ortadan kalkar; böylece kısa dev­ reli bir pil oluşur: oksit katmanı indirgen­ diğinde, anot durumuna gelen demir, çö­ zeltiye geçer. 3. Nitrolama özellikleri. Nitrik asit, organik bileşikler üzerine etkiyerek patlayıcı ve bi­ reşim ara maddesi olarak kullanılan nit­ rik asit esterlerini (R 0 N 0 2), nitraminleri (R2 N N 02) ya da nitrolu türevleri (RN02) verir. Nitrik asidin sanayiseI üretimi: Nitrik asit, eskiden doğal nitratların sülfürik asitle tep­ kimesinden elde edilirdi; günümüzde aşa­ ğıdaki ısıveren tepkimeye göre bireşim amonyağından üretilmektedir: 2NH 3 + 5/202 - 2NO + 3H20 AH = -1 0 8 kcal. işlem sırasında sıcaklık, elden geldiğin­ ce düşük tutulmalı, tepkime sürekli katalizlenmelidir. işlem sanayide, 700-850 °C'ta, rodyumlu platin bir kafes üzerinde gerçekleştirilir. Ancak günümüzde bu tür bir katalizör yerine daha çok krom ve biz­ mut oksitleriyle etkinleştirilmiş demir ok­ sit (Fe2 0 3) kullanılması eğilimi vardır, iş­ lem düşey bir konverterde yapılır ve tep­ kime ısısı, gerekli sıcaklığı sağlar. Reaktörün altından verilen ve yaklaşık



°/o 8 oranında amonyak içeren hava, ok­ sijen bakımından zenginleştirilir. Tepkime tam olarak gerçekleşir ve yukarıdan çıkan gazlarda % 1 2 oranında azot monoksit (NO) bulunur Gazlar soğutulduğunda NO kendiliğinden azot diokside (N 02) yükseltgenir; azot dioksit oda sıcaklığında diazot tetraoksit (N2 0 4) halinde demirleşir. N2 0 „ suyun etkisiyle aşağıdaki tepkime­ lere göre önce, 2N 2 0 4 + 2H20 sonra da 2H N 0 2 -> H20 + NO + N 0 2 biçiminde değişikliğe uğrar; açığa çıkan NO ile N 0 2 yeniden çevrime sokulur. Böylece azot oksitlerin tamamı nitrik asi­ de dönüşünceye dek tepkime sürdürülür. Elde edilen asidin derişimi % 50’yi geç­ mez. Ancak çözeltiler, damıtma yoluyla eşkaynar bir bileşim (ağırlık olarak % 6 8 ) elde edilinceye dek derişikleştirilebilir. Da­ ha derişik bir asidin hazırlanması, derişik sülfürik asit eşliğinde yapılan bir damıtma­ yı gerektirir. Böylece °/o 95'lik bir nitrik asit elde edilir. Dumanlı nitrik asit sıcakta basınç altın­ da, bol oksijenli bir ortamda stokiyometrik olarak hesaplanmış bir miktar su ya­ nında diazot tetraoksitten (N2 0 „) bireşim yoluyla doğrudan hazırlanabilir. Kullanım alanları. Nitrik asidin pek çok kullanım alanı vardır; bunlardan en önem­ lileri gübre üretimi (sodyum nitrat, kalsi­ yum nitrat, amonyum nitrat), organik ya da anorganik patlayıcıların yapımı, nitro­ lu türevlerden boyarmaddelerin hazırlan­ ması, plastik madde üretimi, verniklerin yapımı vb.'dir. Gübre olarak kullanılan ya da anorganik patlayıcılara katılan nitratlar, bileşimi % 55'i geçmeyen normal nitrik asitten elde edilir; buna karşılık organik maddeleri nitrolama, dumanlı nitrik asidin kullanılmasını gerektirir. N İT R İK O K S İT -



NİTRİK



N İT R İL a. (fr. nitrile). Org. kim. Hidrosi­ yanik asidin, genel formülü R—C = N olan türevlerinin genel adı; karbilamin ya da izonitrillerin izomerleridir. (Bk. ansikl. böl.) —Polim. Nitril kauçuğu, akrilonitril ile butadienin eşpolimerleşmesi sonunda elde edilen elastomer; bileşimindeki butadien oranı % 55-80 arasında değişir, geri ka­ lan bölümüyse akrilonitril ya da akrilik nitrilden oluşur. (Bk. ansikl. böl.) —A n s Ik l . Pelouze’nin 1834 yılında buldu­ ğu niteller, amitlerden (R—CONH2) su gi­ derilerek elde edilir ve dolayısıyla karboksilik asitlerin türevleridir. Bununla birlikte alkali siyanürlerden ya da siyanoasetik asitten bireşim yoluyla kolayca hazırlana­ bildikleri için genellikle karboksilik asitle­ rin öncüleri olarak da kabul edilirler Az ze­ hirli ve hoş bir kokusu olan nitriller, kusur­ suz çözücülerdir; ancak bunların ilk üye­ si olan formik asidin nitrili, yani hidrosiya­ nik asit, son derece zehirlidir. Nitriller (R—CN), hidratlandığında önce amitleri (R—CONH2), sonra karboksilik asitleri (R—C 0 2 H) verir. Ayrıca pek çok nükleofil tepkenle (alkoller aminler, organometal bileşikleri) bileşirler, indirgendiklerinde al­ dehit iminleri (R—CH—NH) ile birincil aminleri (R—CH 2 NH2) verirler. —Polim. Nitril kauçukları köksel polimerleştirme yoluyla emülsiyon halinde elde edilir, doğal kauçuklara uygulanan yön­ temlerle biçimlendirilerek sertleştirilir. Ali­ fatik çözücülere karşı iyi bir direnç göste­ rirler, aşınmaya karşı doğal kauçuktan da­ ha dayanıklıdırlar; ama esneklik özellikle­ ri daha düşüktür. Benzine, sıvı ve mineral yağlara yüksek bir direnç gerektiren uy­ gulamalarda kullanılırlar: boru donanım­ ları, contalar, koruyucu kaplamalar. N İT R İT a. (fr. nitrite). Kim. 1. Nitrit asidi­ nin tuzu ya da esteri. (Bk. ansikl. böl.) —2. Nitrit asidi, formülü H N 0 2 olan ka­ rarsız asit. (Bk. ansikl. böl.) || Nitrit asidi an­ hidriti (ya da nitrit anhidrit), N20 3 formü­ lünde diazot trioksit. (Bk. ansikl. böl.)



• Nitritler. Nitritierden özellikle alkali nitritler bilinir; bunlar suda çözünebilen kristalleşmiş katilardır. Zayıf asitlerle bile tepkimeye girerek parlak kırmızı bu­ harlar (azot oksit" buharlan) çıkaran ka­ rarsız nitrit asidini verirler. Nitrit asidi gibi nitritler de hem yükseltgen, hem de indir­ gen maddelerdir Ancak bunların asıl öne­ mi, anilinle asit ortamda verdikleri tepki­ meden ileri gelir; çok sayıda boyarmaddenin elde edilmesinde yararlanılan diazolar bu yolla hazırlanır. Alkali nitritler, nit­ ratların 1 200 °C’a doğru bozunması so­ nucunda oluşur, ama sanayide daha çok bireşim yoluyla nitrit asitle aynı anda üre­ tilirler. • Nitrit asidi (H N 02). Nitrit asidi soğukta ancak çözelti halinde bulunur. Tek başı­ na elde edilmek istendiğinde aşağıdaki tepkimeye göre bozunarak azot monok­ sit, nitrik asit ve suya dönüşür: 3 N H 0 2 -* 2NO + H N 0 3 + H20. Ama tuzları olan nitritler, daha kararlıdır ve daha iyi bilinir. Nitrit asidi çözeltisi hem indirgen, hem de yükseltgen özellikler taşır; derişik nit­ rik asidi, hidrojen peroksidi (oksijenli su) permanganatı ve metal dioksitlerini indir­ ger, buna karşılık potasyum iyodür, sülfit asidi ve demir II tuzlarını yükseltger. Bu aside, nitröz asit de denmektedir. • Nitrit asidi anhidriti (ya da nitrit anhidrit) [N 20 3], Eşit hacimlerdeki azot monoksit (NO) ile azot dioksit (NCy, - 4 0 °C'ta so­ ğutulmuş bir tüp içine konarak çalkalandığında indigo mavisi renginde bir sıvı el­ de edilir; aşağıdaki tepkimeye göre olu­ şan bu sıvıya nitrit asidi anhidriti ya da di­ azot trioksit denir: NO + N 0 2 - N2 0 3. Bu sıvı, 3 °C'ta kaynayarak kırmızı buhar­ lar çıkarır; gerçekten de yukarıdaki tepki­ me tersinir bir tepkime olduğu için bu sı­ caklığın üzerinde ayrışmaya başlar. Soğuk suda yavaş yavaş çözünerek nitrit asidi ve­ rir. ( - AZOT.) —Eczc. Nitritler tedavide, damarları, özel­ likle koroner atardamarları genişletici et­ kileri nedeniyle, kan basıncını (tansiyon) düşürmek amacıyla kullanılır. Balard adlı bir eczacı tarafından bulunan amil nitrit göğüs anjini (angina pectoris) krizlerinde kullanılır. Sodyum nitrit ise siyanür zehir­ lenmelerinde panzehir olarak verilir. — A N S İK L.



N İT R İT LE Ş M E a. Tarım, ve Pedol. Top­ raktaki amonyak azotunun, aerobi bakte­ rilerin (nitrosomonas) etkisi altında nitrit azotuna çevrilmesi (nitratlaşmanın ilk aşa­ ması). NİTRİTOKOBALTAT III a Anorg kim M3 [Co (N C y j formülünde karmaşık tuz; burada M, birdeğerli bir metali gösterir. N İTR O - -



NİTR(O)-.



N İT R O a Kim. 1. Bir ya da daha çok hidrojen atomunun yerine bir ya da daha çok nitroil grubunun (N 02) geçmesi so­ nunda oluşan bileşik. — 2. Nitro giderici, azotun oksijenli bir türevini (nitrik asit, azot oksit* buharları) uzaklaştıran ürün. || Nit­ ro giderici kolon ya da kule, nitro grubu giderilecek asit karışımının üstten yüklen­ diği, buna karşılık sıcak hava ya da bu­ harın bir karşıakımla alttan gönderildiği, genellikle kumtaşından yapılmış içi boş kolon. |! Nitro giderme, bir moleküldeki bir nitroil kökünü bir hidrojen atomuyla or­ natma. (Örneğin bir nitrik asit esterini [RO—NÖ2] alkole [RO—H] hidrolizleme.) Bir karışımda bulunan oksijenli azot türev­ lerini uzaklaştırma. || Nitro gidermek, nit­ ro giderme işlemi uygulamak. || Nitro tü­ revi, N 0 2 grubundaki azot atomunun doğrudan karbon atomuna bağlandığı R—N 0 2 genel formülünde bileşik. (Nitro türevleri, nitritlerin [R -O N O ] ya da nitrit asidi esterlerinin izomerleridir. Nitro türev­ lerine kimi zaman nitrolu türevler de de­ nir.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Nitro türevleri. Alkanların nitro



8681



nitro 8682



N İT R O B E N Z O IK sıf. (fr. nıtrobenzoıque). Org. kim. Nıtrobenzoik asit, formü­ lü 0 2 N—C6H 4—C 0 2H olan asit; benzoik asidin nitrolu bir türevidir. (Orto, meta ve para olmak üzere uç izomeri vardır.)



türevleri, yani nitroalkanlar, nitrik asidin gaz evrede alkanlar üzerine etkimesi so­ nunda elde edilir Bunlar, N 0 2 grubunun NH 2 grubuna kolayca indirgenmesi, ay­ rıca N 0 2 grubu taşıyan karbon atomuna bağlı hidrojen atomunun asileşmesiyle ta­ nınırlar. Bu asitlik, nitro türevi ile asmitroalkan arasında keton-enol tautomerisıne benzer bir tautomeriye yol açar: + + R,CH—N = 0 -ö R ,C = N —O — H. I I Oo~ nitro türevi asınıtıoalkan



N İT R O B LÖ a. (fr. nıtrobleu). Hematol. Tetrazohum nitroblû testi, nötrofil çok çe­ kirdekli akyuvarların nitel (işlevsel) anoma­ lilerim ortaya çıkarmaya yarayan kimyasal teşhis testi. (Özellikle, ailevi süreğen granülomatozun teşhisinde önemli olan bu test, in vitro yapılır. Hastalığı taşıyan heterozigot anneleri belirlemeye yarar.)



Nitroalkanların asitliğı, bunların alkali or­ tamda keton ve aldehitlerle yoğuşmasını sağlar; bu tepkimeden yararlanılarak nit­ roalkanlar elde edilir:



N İTR O E T A N a. (fr. nitroethane). Org. kim. Etanın, formülü C2 H 5—N 0 2 olan bir nitro türevi; 114 °C'ta kaynayan, çözücü olarak kullanılan bir sıvıdır.



R—C H = 0 + CH j NO j R—CHOH—CH 2 N 0 2.



N İTR O F E N O L a. (fr. nıtrophenoi). Org. kim. Fenolün, formülü 0 2 N—C6H4—OH olan nitro türevi. (Orto, meta ve para ol­ mak üzere hepsi de asit olan üç izomeri vardır; boyarmadde, fotoğrafçılıkta izhar maddesi vb. gibi pek çok ürünün elde edilmesinde ara madde olarak kullanılır.)



Arenlerin nitro türevleri, yanı nıtroarenler, arenlerin derişik sülfürik asit eşliğinde genellikle soğukta nitrik asitle nitrolanması sonunda hazırlanır. Bu bileşikler, koşulla­ ra göre N 0 2 grubunun kolayca indirge­ nerek, —NHOH, —NHj, - N - N— ya da —NH—NH— gibi değişik işlevsel gruplar vermesiyle tanınır; bileşiminde bu gruplardan birini taşıyan maddeler, özel­ likle boyarmadde kimyasında önemli ara maddelerdir. N 0 2 grubu, nitroarenlerin aromatik hal­ kasını etkisizleştirir; bu yüzden sözkonusu halkaya N 0 2 grubunun katılması gide­ rek güçleşir (zaten üçten fazla N 0 2 gru­ bu bağlanamaz). Üç kez nitrolanmış tü­ revler, önemli patlayıcı maddelerdir; örne­ ğin pikrik asit, trinitrofenol (melinit), trinitrotoluen (tolit ya da T.N.T.) bu tür patlayı­ cılardandır. N İT R O A L K A N a. (fr. nitroalcane). Org. kim. Alkanların, genel formülü R—N 0 2 olan nitro türevi. (Eşanl. NİTROPARAFİN.) N İT R O A LK O L a. (fr. nltroalcool). Org. kim. Bir karbon atomuna bağlı nitroil gru­ bu içeren alkol. N İT R O A M İD O N a. (fr. nitroamidon). Kim. Nişasta nitratının yaygın adı. NİTR OAR EN a. (fr.nıtroarene). Org. kim. Arenlerin, genel formülü Ar—N 0 2 olan nitro türevi. N İT R O B A K T E R ya da N İT R O B A K T E R İ a. (fr. nitrobacter ya da mtrobacterie). Nitritleri yükseltgeyerek nitrata dönüş­ türen (nitratlaşma) kendıbeslek bakteri. N İT R O B A R İT a. (r. nıtrobaryte). Miner. Kübik sistemde yer alan doğal baryum nitrat. N İT R O B E N Z A LD E H ÎT a. (fr nitrobenzaldehyde). Org kim. Benzaldehitin, for­ mülü 0 2 N—C6H4—CHO olan nitro türe­ vi. (Nitrobenzaldehıtin orto. meta, para ol­ mak üzere üç izomeri vardır; indigoya ko­ layca dönüştürülebilmesi nedeniyle yal­ nızca orto izomeri önemlidir.) N İT R O B E N Z E N a. (fr. nitrobenzene). Org. kim. Benzenin, formülü C6 H5—N 0 2 olan bir nitro türevi. (Eşanl. MİRBAN ESAN­ SI.) —A n s İKL



Benzenin soğukta sülfürik asit ve nitrik asit karışımıyla tepkimeye sokul­ ması sonunda elde edilen nıtrobenzen, arı durumda genellikle renksiz bir sıvıdır, ama uygulamada içine katılan ve kirlen­ mesine yol açan yükseltgenme ürünleri nedeniyle sarımsı bir renk alır. 209 °C'ta kaynar ve acı badem gibi kokar. Suda çö­ zünmez, organik çözücüler için iyi bir çö­ zücüdür. Nitrobenzen, nitroarenlerin ilk üyesidir; gerekli koşullar hazırlandığında fenilhidroksilamln, anilin, azobenzen ya da hidrazobenzene indirgenebilir Nitrolandığında bir çok boyarmaddenin üretiminde kullanılan metanltranilin ile metafenilendiamlnln ham­ maddesini meydana getirir. Bu nedenle bo­ yarmadde sanayisinde önemli bir ara mad­ dedir; ayrıca çözücü olarak da kullanılır.



N İT R O F İL sıf. (fr. nitrophile). Bot. Orga­ nik maddelerin ayrışımından doğan nitratlarca zengin, bol havalı topraklarda yaşa­ yan bitkiye denir. (Nitrofil bitkiler [kazayağıgiller, ısırgangiller, karabuğdaygiller, vb.] çoğunlukla yıkıntı [harabeler ve meskûn yerler] bitkileridir, çünkü bir yerde topra­ ğı nitratça zenginleştiren etmenler, her şeyden önce insanoğlunun etkinliğidir.) N İTR O F O R M a. (fr. nitroforme). Org. kim. CH(N0 2)3 formülünde uçucu ve pat­ layıcı sıvı; nitrik asidin asetilen üzerine et­ kimesinden elde edilir. (Eşanl. TRİNİTROmetan.) N İTR O F U R A N T O İN a. (fr. nıtrofuranto/ne'den). Nitro grubu içeren sentetik ilaç, (idrar yolları antiseptiği olarak kullanılır. Koli basili, proteus ve stafilokokların bü­ yük bir bölümü üzerinde etkilidir.) N İT R O F U R A Z O N a. (fr nıtrofurazone' dan). Org. kim. Formülü C6H6N40 4 olan nitro-5 furfuraldehit semikarbazonun yay­ gın adı; yerel antiseptik olarak kullanılır.



m



XX ' n O ^"



^ " rC H w— ki - N H *- C - N H 2 — N



II o N İT R O G LİK O L a. (fr, nitroglycol). Kim. Glikol dlnitratın teknik adı. N İTR O G LİS E R İN a. (fr. nitroglycérine). Kim. Gliserolün, formülü C3 H5 (0 N 0 2)3 olan trinltrik asit esteri. (Bk. ansıkl. böl.) —Eczc. TRlNITRİN ın eşanlamlısı. — A N S IK L. Kim. A . Sobrero tarafından 1846’da bulunan nitrogliserin, guçlu pat­ layıcı özellikleriyle ilk anda hemen dikkati çekti. Darbelere karşı son derece duyarlı olması nedeniyle, üretimi uzun sure tehli­ keli görüldü. Nitrogliserin, genellikle de­ rişik nitrik asit ile sülfürik asit karışımının elden geldiğince susuz gliserin üzerine et­ kimesi sonunda elde edilir. Esterleşme, oda sıcaklığında kolayca gerçekleşir ve bu sırada büyük miktarda ısı açığa çıkar, bu yüzden tepkime halindeki maddelerin soğutulması gerekir. Nobel'ın kullandığı ilk basit aygıt, XX. yy.’ın başında Büyük Britanya'da sir F. Nathan ile Rıntoul tara­ fından büyük ölçüde geliştirildi; Nathan ve Rıntoul'un geliştirdiği bu aygıt, içinde so­ ğuk suyun dolaştırıldığı serpantinleri olan kurşundan yapılmış bir nitrolayıcı-ayırıcı ile, içindeki sıvıyı basınçlı havayla çalka­ lamak İçin üzerine delikler açılmış bir bo­ rudan oluşuyordu. Nitrolamadan sonra nitrogliserin, bir başka aygıta süzülür, ge­ riye kalan asit, sifon sistemiyle alınır. Ön­ ce karbonatlı suyla yıkanan nitrogliserin, daha sonra arı suyla yıkanarak tuz üze­ rinde kurutulur. Schmid’in 1923’te bulduğu ilk sürekli üretim yöntemini, 1938'de Mario Biazzi’



nın, tümüyle paslanmaz çelikten yapılan donanımların kullanıldığı yöntemi izledi; bu yöntem otomatik ayarlama düzenek­ lerinin yanı sıra çeşitli emniyet sistemleriy­ le de donatılmıştı Biazzı yöntemi kısa sü­ rede tüm eski kesikli yöntemlerin yerini alûı. Nitrolama birimlerinde aygıtlar, altında birkaç metre küp su alabilen büyük bir ka­ bın bulunduğu bir platform üzerine kuru­ lur; bir tehlike durumunda nitrolayıcının ıçmaeKi sıvı, bir anı boşaltıcının manev­ rasıyla bu söndürme kabına aktarılır. Çok arı durumdayken renksiz olan nit­ rogliserin, normal olarak açık sarı renkli­ dir. 13 °C'ta pelteleşen, 1,60 yoğunluğun­ da ağdalı bir sıvıdır, kolayca aşırıerımiş du­ rumda kalabilir. Nitrogliserin, 1880 yılına doğru, tünel açma işinde tek başına kul­ lanıldı, ancak günümüzde dinamit biçi­ minde yalnızca lağım atma çalışmaların­ da yararlanılmaktadır Nitrogliserin, iki ana maddeden oluşan pek çok dumansız ba­ rutun (balistit, çözücüsüz barut*, kordit vb.) bileşimine girer. N İTR O G UAN İD İN a. (fr nitroguanidme). Fişekç. Formülü H N =C (NH2) - N H - N 0 2 olan, 230 °C ’a doğru ergiyen, guanidınyum nitratın suyunun giderilmesiyle elde ediien ve patlayıcı sanayisinde soğuk ba­ rutların yapımında kullanılan patlayıcı madde. N İT R O İL a. (fr. nitryle'den). Kim. A20TİL’ in eşanlamlısı. N İTR O JE N a. (fr. nitrogâne). Kim. AZOT’ un eşanlamlısı. N İT R O JE N A Z a. (fr nitrogĞnase). Biyokim. Azot çevriminde ve azotlu bileşikle­ rin bireşiminde rol oynayan bakteri enzi­ mi. N İT R O K A L S İT a. (fr. nitrocalcıte). Miner. Monoklınik sistemde yer alan hidratlı doğal kalsiyum nitrat. N İT R O K S O LİN a. (fr. nitroxoline). Nitro grubu taşıyan sentetik ilaç. (Vücutta olduk­ ça yüksek bir yoğunluğa ulaşabilir ve id­ rar yolları enfeksiyonlarına yol açan Gram pozitif ve negatif bakteriler üzerinde etki gösterir, idrar yoluyla vücuttan atılır.) N İT R O L A M A a. Org. kim. 1. Bir mole­ küldeki hidrojen atomunu bir nitroil (N 02) grubuyla ornatma. —2. Nitrolama banyo­ su, sülfürik asit ve nitrik asitten oluşan ka­ rışım; selüloz, bu sıvı karışımın içinden ge­ çirildiğinde selüloz nitrata dönüşür. — A n S i KL Org. kim. En dar anlamıyla nit­ rolama, karbon atomuna bağlı bir hidro­ jen atomuna yer değiştirtmektir; bu yolla elde edilen ürün, bir nitro türevidir: örne­ ğin benzenin nitrolanması, nıtrobenzem, metanın nitrolanması, nitrometanı verir. En geniş anlamında ise yer değiştirmiş olan hidrojen atomu, bir azot ya da bir oksijen atomuna bağlanabilir: bu yolla oluşan ürün bir nıtramın ya da bir nitrattır (nitrik asit esteri). Ortaya çıkan tepkime, hemen her du­ rumda elektroncul bir ornatma tepkime­ sidir; nitrolama etkeni de bir nıtronyum iyonudur (NO 5 ); arı nitrik asitte zayıf de­ rişimde bulunan nıtronyum iyonu, sülfü­ rik asitli nitrik asit çözeltilerinde (sülfonıtrık karışım), daha yüksek derişimde bu­ lunur. Bu yüzden nıtrolamalar, genellikle soğukta sülfonitrik karışımla yapılır. Alkanların köksel nitelikteki nitrolanmaları, gaz evrede N 0 2—OH — N 0 2 + 0H biçimindeki ayrışmadan yararlanılarak gerçekleştirilir. —San. Sanayide uygulanan nıtrolamalar genellikle nltrolanacak cisim üzerine bir sülfonitrik karışımın etkimesiyle gerçekleş­ tirilir. işlem aromatik dizide yer alan mad­ deler için dökme demirden yapılmış bü­ yük hacimli nitrolayıcılarda uygulanır; bu aygıtlarda, bir karıştırıcının yanı sıra bir bu­ harla ısıtma sistemi ve bir su dolaşımıyla soğutma sitemi bulunur. (-> NİTROSELÜLOZ, NİTROGLİSERİN.)



N İTR O P A LLA D A T II a Anorg kim Formülü M2 [Pd(N02)4] olan kompleks; formüldeki M, birdeğerli bir metali göste­ rir.



N İT R O L A M A K g. f. Org kim. Nitrolama işlemine uğratmak. N İT R O L A Y IC I a. Teknol. Nitrolama iş­ leminde kullanılan aygıt. ♦ sıf. Org. kim. Nitrolamayı sağlayan bir madde ya da nitrolamanın yapıldığı bir or­ tam için kullanılır.



N İT R O P A R A F İN a . (fr. nitroparaffine). Org. k i m . N İ T R O A L K A N 'ı n e ş a n l a m l ı s ı . N İTR O P R O P A N a. (fr. nitropropane). Org. kim. Propanın, formülü C3 H 7 N 0 2 olan nitrolu türevi. (Nitro-1 propan [CFI3 —CH 2 —CH2— N 0 2] ve nitro-2 propan [(CH3)2C H N 02] olmak üzere iki izomeri vardır; propanın gaz evrede nitrolanması sonunda elde edilen bu izomerler, vernik çözücüsü ve roket yakıtı olarak kullanı­ lır.)



N İT R O L U sıf. Kim. Yapısında nitroil kö­ kü (NOT) bulunan ya da nitrolama so­ nunda elde edilen bir bileşik için kullanı­ lır. || Nitrolu türev - N İ T R O ' T Ü R E V İ . —Fişekç. Nitrolu patlayıcı, ya nitrik asit es­ terinden (nitrogliserin) ya da nitrolu bir hid­ rokarbon (tolit), bir fenol (pikrik asit) ya da bir amin (heksojen) türevinden oluşan pat­ layıcı.



NİTROPRUSİAT a (fr nıtroprussiatetan). Anorg. kim. Bileşiminde [FeN0(CN5)]2* anyonu bulunan karmaşık tuz.



N İT R O M A O N E Z İT a (fr nitromagndsite). Miner. Monokllnik sistemde yer alan hidratlı doğal magnezyum nitrat.



N İT R O S E LÜ LO Z a. (fr. nitrocellulose). Polim. Selüloz nitrat. — A N S İ K L . Selüloz nitratlar, selülozun bili­ nen en eski türevleridir. Bu türevler, 1833’ te bulundu, 1845’ten itibaren p am uk' ba­ rutu adıyla dumansız barut yapımında kullanıldı. XIX. yy.’ın sonunda eter-aseton karışımı içindeki çözeltisinden iplik halin­ de çekildi. Böylece elde edilen life, nitroselülozdan ilk gerçek tekstil elyafını hazır­ layan kimyacının adından esinlenerek Chardonnet ipeği dendi. Ancak kolayca tutuşması ve yanma önleyici İşlemlerin de pahalıya mal olması yüzünden sınırlı bir alanda kullanıldı; bunun yerine daha çok bakır ipeği, selüloz asetat ve daha son­ raları da viskoz yeğlendi. Selüloz nitratla­ rın kâfurla plastikleştlrilmeleri sonunda İse, selüloit elde edildi. Azot oranı yüksek ve iyi bir lif yapısı gösteren selüloz nitratlar hazırlayabilmek için, sülfonıtrık karışım kullanılır. Nitrik asit, sülfürik asit ve su oranlarının değiştirilmesi sonunda, belli azot yüzdelerl olan nitroselülozlar elde edilir. Nitroselülozlar sana­ yide lintersden ya da daha genel olarak sülfitll odun hamurundan hazırlanır. Film ya da vernik üretiminde kullanılan nitro­ selülozlar, kimi zaman kâğıt ya da pamuk­ lu tekstil artıklarından elde edilir. Selüloz nitratlar, oluşumuna yol açtığı ürünlerle kendi kendine katalizlenerek bozunur; nitroselülozların kendiliğinden tutuşmalarının



N İT R O M A N N İT a . (fr. nitromannite). Org. k i m . H E K S A N İ T R O M A N N İ T 'in e ş a n ­ la m lı s ı.



N İTR O M E T A N a. (fr. nıtromüthane) Org. kim. Metanın, formülü CH 3 —N 0 2 olan nitrolu bir türevi. — A N S İ K L . Nitrik asidin gaz evrede metan­ la tepkimesinden elde edilen nitrometan, 101 °C’ta kaynayan, 1,13 yoğunluğunda renksiz bir sıvıdır; suda az çözünür, ama üstün bir çözücü özelliği taşır. Nitroalkanların ilk üyesi olan nitrometan, metilamine indirgenebilir Aldehit ve ketonlarla yoğuşarak nitroalkolleri verir Sülfürik asitle, formik asit ve hidroksilamine bozunur; bu bozunmadan özellikle sanayide yararlanı­ lır. N İT R O M E T R E



a.



(fr. nıtrometre'öen).



A n a l . k i m . N İ T R O Û L Ç E R 'in e ş a n l a m l ı s ı .



N İTR O M O LİB D E N a. Anal. kim. Nitromolibden ayracı, amonyum molibdatın nitrik asit içindeki çözeltisi; ortofosforik asitle kaynatıldığında sarı renkli bir amon­ yum fosfomolibdat çökeltisi verir. (Bu ay­ raç, arsenik aside de benzer biçimde et­ ki eder.) N İT R O N a (fr. nitron). Org. kim. Triazol -1,2,4'ün formülü C2oH16N4 olan mezoiyonlk bir türevi; nitrat, perklorat ve renyum iyonlarının araştırılmasında ve nicelikleri­ nin belirlenmesinde kullanılır.



/ch =î ® - 'C J E O İ T ve Y E R Ç E K İ M İ . ) Bu İvme, yerçekimi potansi­ yeli denen bir W potansiyelinden doğar: buna göre nivo yüzeyleri W nin değişme­ diği yüzeylerdir, g, eşpotansiyel yüzeyler boyunca değiştiğinden, yüzeyler koşut değildir, ancak şu bağıntıyı doğrular: S A = 9-Pz burada g, ve g 2, 1 ve 2 noktalarındaki yerçekimi değerleridir, h, ve h2 de aynı noktalarda İki yüzeyi ayıran düşey uzaklıklardır. Öte yandan, bir nivo yüzeyinin dinamik* yükseltisiyle jeopotansiyel* kotu değişmez. Dingin okyanusların yüzeyi, atmosfer basıncı eşit olan yüzeyler nivo yüzeyleri­ ne yakındır. N İV O G LA S İY E R sıf. (fr. nivoglaciaire). Hidrol. Karların ve buzulların beslediği akarsu rejimi İçin kullanılır; bu rejimde su­ lar İlkbaharda (karların erimesi) ve yazın yüksek (buzullardan beslenme), kışın al­ çaktır. N İV O PLÜ VYAL sıf. (fr. nivopluvial). Hid­ rol. Yağmurlardan çok karlarla beslenen bir akarsu rejimi için kullanılır. (Nlvoplüvyal rejimde sular ilkbaharda [karların eri­ mesi] ve sonbaharda yüksek [yağmurlar, zayıf buharlaşma], yazın da alçaktır [kuv­ vetli buharlaşma, bitkiler tarafından emil­ me].)



N İV O a. (fr. niveau). 1. Topogr. Bir arazi­ nin çeşitli noktaları arasındaki yükselti far­ N İV R İT T İ, eylemsizlik anlamında sanskını ölçmeye yarayan alet. (Eşanl. DÜZEÇ.) kritçe sözcük. Hinduculukta kurtuluşa ■ [Bk. ansikl. böl.] —2. Dürbünlü nivo, ana ulaşmak için bu dünyanın bütün etkinlik­ parçası, alldatı oluşturan iki yatay bilezi­ lerinden el çekmeyi belirtir. Upanişad'da ğe tutturulmuş yatay bir dürbün olan göz­ önemle vurgulanan bu eğilim, pravritti lem aleti. (Bk. ansikl. böl.) . (“ eylemi bırakmama” ) adı verilen başka —Yerbil. Nivo çizgileri, bir yüzeyde yatay bir eğilimin karşısında yer alır. Yasa kitap­ düzlemlerin yaptığı kesitlerden oluşan çiz­ ları olan dharmaşastra’da açıklanıp savu­ giler. |] Nivo yüzeyi, yerçekimi alanının nulan bu İkinci eğilim, etkin yaşama katıl­ eşpotansiyel yüzeyi. (Bk. ansikl. böl.) mayı, özellikle veda kurallarını uygulamayı —ANSİKL. Topogr. Kimi nivo türlerine, to­ ve çocuk yapmayı üstünlük sayar. Dünya­ pografyanın gereksinimlerine uygun özel­ dan tümüyle el çekme uygulamasına an­ likler verilmiştir; özellikle dürbünlü nivo’ cak yaşamın son döneminde geçildiğin­ da dürbüne duyarlı bir su düzeci takılmış­ den, iki eğilim de dört aşrama konuşun­ tır. ilk ayarlamalar yapılarak dürbünün op­ da uzlaşır. tik ekseni (nişan ekseni) yatay duruma ge­ tirilir; bu da su düzecindeki kabarcığın, N İX E a. (aim. Nix, mit. a.). Germen mi­ pencerenin ortasına gelmesinden anlaşılır tolojisinin superlsl. (kabarcık işaretlerin arasındadır). Bu ko­ N iX E N H A R F E - N Y C K E L H A R P A . şullarda, kazık üstüne yerleştirilmiş düşey N lx fe tü p ü , sayısal verileri görüntüleme­ mirayla yapılan okuma, aygıt ekseninin ya­ ye yarayan, gazlı elektron tüpü. tay düzlemi üstündedir. (-> NİVELMAN.) Dürbünlü nivolar çok duyarlı aygıtlardır ■ N İX O N (Richard Milhous), amerlkalı dev­ ve yükselti farklarını en az milimetre dü­ let adamı (Yorba Unda, Kaliforniya, 1913). zeyinde bir duyarlıkla verirler. Düzeci dür­ Aşırı bir antikomünlst olan Nixon, çok geç­ bünden ayrılabilen ve eskiden çokça kul­ meden maccarthyciliğe varan "büyücü lanılan bağımsız düzeçll nlvoların yerini avı’’ akımına katıldı ve New Deal Ameri­ bugün tersinir düzeçli ve özellikle de sa­ kas! ile liberalizmin simgesi Alger Hiss’in bit düzeçli nivolar almıştır. Topografyada mahkûm edilmesini sağlayarak en önemli başarılarından birini kazandı (1948). 1947 otomatik düzeçler de kullanılır; dürbün -1951 arasında Federal kongrede Kalifor­ eğik olsa da, optik eksen otomatik olarak niya'yı temsil etti; 1951’den 1953’e kadar yatay kalır. Bu yataylığı sağlayan bir komsenatörlük yaptı. Cumhuriyetçi parti sağ pansatördür. Kompansatörler mekanik kanadının gözde adamı durumuna gelen (sarkaçlı, sıvı prizmalı...) ya da optiktir



Nixon, bu kanadın baskısıyla başkan ada­ yı Eisenhower ile aynı listeye girmeyi ba­ şardı. 1953-1961 arasında yürüttüğü baş­ kan yardımcılığı görevi, John F. Kennedy karşısında kıl payı yitirdiği 1960 seçimle­ rinden sonra Nlxon'a bir devlet adamı kimliği kazandırdı. 1968’de ABD Başkanı olduğunda, ülke Vietnam savaşı’na gö­ mülmüş bulunuyordu ve kentlerdeki get­ tolarda yaşayan zencilerin çıkardıkları ayaklanmalardan daha yeni çıkmıştı. Ni­ xon, bir bakıma, yurttaşlarının barış ve as­ gari toplumsal uzlaşma isteğini temsil edi­ yordu. Nitekim kasım 1972'de, George McGovern karşısında hiç zorlanmadan yeniden Başkanlığa seçildi. Dış politikada Henry Klsslnger'den des­ tek gören Richard Nixon, dört yıl daha Vi­ etnamlI komünistlerle savaştıktan, milyon­ larca ton bomba yağdırdıktan ve Kampuçya’yı istilayı kararlaştırdıktan sonra, ül­ kesini Çlnhindl batağından çıkarmayı ba­ şardı. Paris anlaşmaları ocak 1973’te im­ zalandı. Antlkomünist kişiliğine rağmen, Nixon, Sovyetler Birliği İle tatminkâr ilişki­ ler sürdürdü ve şubat 1972’de Pekln'i zi­ yaret ederek Çin Halk Cumhuriyeti ile ta­ rihi uzlaşmayı gerçekleştirdi. Kendinden önceki Başkan L. B. Johnson'un ihmal et­ tiği Batı Avrupa ile ilişkilere her zaman önem verdi. Dördüncü Israil-arap savaşı (Kippur savaşı) patlak verdiğinde (1973),



dürbünlü nivo (ekorşe görünüm)



K e m b elgesine■g ö re d ü rb ü n te s p it vidası



gö z m e rc e ğ i



kutu



ya n h a re k e t y a ta y çe m b e r



kaba d ü zle m e ve ba ğ la m a



te s p it vida sı



Nixon 8686



G o rg o n i-G a m m a



Richard N ixon (m art 1974'te)



Kissinger'in giriştiği görüşmeler, çatışma­ ların durmasına, sonra da İsrail ve Mısır arasında görüşmelerin başlamasına ola­ nak verdi. iç politikada Nixon, aynı başarıyı gös­ teremedi. ABD, doların değerini düşür­ mek ve altına çevrilebilirliğini (konvertibilitesini) durdurmak zorunda kaldı (ağus­ tos 1971). Bu iktisadi güçlükler (özellikle de artan enflasyon) ve ülkede gelişen top­ lumsal çalkantı karşısında Nixon, muha­ fazakâr güçlere ve artık sokakta karışıklık istemeyen, zencilere ve öbür etnik azın­ lıklara geçmişteki haksızlıklar yüzünden ödün verilmesine yanaşmayan ve "yok­ sulluğa karşı" mücadeleye karşı çıkan "sessiz çoğunluk” a dayandı. 1972 seçim kampanyası sırasında, tah­ minler Nixon'un demokrat rakibini geride bırakacağını gösterirken patlak veren Wa­ tergate* olayı onun düşmesine yol açtı. Haziran 1972’de, Washington'daki "Water­ gate” binasında bulunan Demokrat parti merkezine, bir grup eski CİA ve FBİ ajanı tarafından gizlice girildi. Olayı meydana çıkaran Washington Post, Cumhuriyetçi parti’yi, ocak 1973’ten itibaren de Başka­ nın çevresini ve bizzat kendisini suçlama­ ya başladı. Suçlamalar karşısında Nixon, hem Senato ile işbirliği yapmayı, hem de ilk zamanlarda olayla ilgili görüşmeleri kaydettiği teyp bantlarını adalete teslim et­ meyi reddetti. Bunun üzerine Kongre, bir impeachment davası açmayı kararlaştır­ dı. Nisan 1974’te, Başkanın nihayet izin vermesi üzerine kayıtların yayımlanması, Nixon'un sonu oldu. Mahkeme üyeleri ço­ ğunluğunun kendisine karşı oy kullanaca­ ğını anlayan Nixon, erken davranarak is­ tifa etti (8 ağustos 1974). Kısa süre sonra, yeni Başkan Gerald Ford’un onu “ bağışlama” sı üzerine, hakkında adli kovuştur­ maya son verildi. N İY A a. (fars. niyS). Esk. Dede, büyük­ baba. N İY A B çoğl. a. (ar. nab'ın çoğl. niyâb). Esk. Azıdişleri. N İY ABET, -tl a. (ar. niyabet). Esk. 1. Ve­ kâlet, vekillik. —2. Kadı ya da hükümdar vekilliği; naiplik. —3. Niyabet etmek, ve­ killik etmek. —4. Niyabet-i saltanat, hü­ kümdar naipliği. —Huk. Yargılamanın, asli görevli olmayan mahkeme ya da hâkim tarafından yerine getirilmesi, (-* N A İ P * H Â K İ M . ) N İYAG ÂN çoğl a. (fars. n/yâ’nın çoğl. niyagan). Esk. Dedeler. N İY A G A R A -



NIA G A RA .



N İY A H ya da N İY A H A T a (ar. niyâb, niyâfjat). Esk. Ölünün arkasından ağıt yak­ ma, ağlama. N İY AM çoğl. a. (ar. nsTim'in çoğl. niyam). Esk. Uyuyanlar. N İY A M a. (fars. niyam). Esk. Kılıç; kılıç kını: “ Mah-ı nev feyzi şafaktan eylemiş gülgûn niyâm" (Fuzuli, XVI. yy.). N İY AM G E R a. (fars. niyam ve -ger’den niyam ger). Esk. Kın yapan usta. N İY A R çoğl. a. (ar. nar'ın çoğl. niyâr). Esk. Ateşler, korlar. Saparm urad Atayeviç M y a z n



N İY A Z a. (fars. niyaz). 1. Tanrı’ya, doğa­ üstü bir varlığa, kutsal sayılan bir kimse­ ye, bir kimsenin, bir şeyin iyiliği için yakar­ mak, ona yalvarmak: Bir türbeye niyaz için gitmek. (->DUA.) —2. Esk. Muhtaç olma, ihtiyaç duyma. —3. Niyaz etmek, niyaz eylemek, yalvarmak, ricada bulunmak. —Esk. Niyazkâr, niyazmend, yalvaran; muhtaç olan. || Biniyaz -* BiN İY A Z a. Müz. Abdülbaki Nasır Dede' nin düzenlediği bileşik makamlardan bi­ ri. (Hicaz makamına ısfahan makamı ek­ lenerek oluşturulmuştur.) N İY A Z İ sıf. (fars. niyaz ve -i'den niyazi).



Esk. 1. Yalvaran, niyaz eden. —2. Yalvar­ mayla ilgili. N İY A Z İ (Şeyh İsmail), türk yazar (Şumnu, Bulgaristan, XIX. yy. ortası). Medrese­ de okudu. Din konuları üzerinde çalıştı. Şerh-i izhar, Şerh-i kafiye, Risate-i tecvid, Şerh-i vasiyetname-i Birgivi, Şerh-i talim 01 -müteallim gibi yapıtları vardır. N İY A Z İ (Hamza Hâkimzade), Özbek şa­ ir (Kokand 1889-Şahimardan 1929). Furkat ve Mukimiy’in öğrencisidir; yeni bir an­ layışla kaleme aldığı şiirlerinde ve tiyatro yapıtlarında kültürel geri kalmışlığı, top­ lumsal adaletsizliği (Maîlre et Ouvrier [fr. çev.], 1918) kadınların uğradığı baskıları (/e Secret du voile [fr. çev.], 1927) işleye­ rek bu sorunlara kitlenin ilgisini çekmeye çalıştı. Milliyetçiler tarafından linç edilerek öldürüldü. N İY A Z İ B E Y R e s n e ll (Ahmet), Resneli Niyazi, Kahramanı H ürriyet de de­ nir, türk asker (Resne [günümüzde Resen] 1873-Avlonya [günümüzde Vlore] 1913). Resne ileri gelenlerinden Abdullah Ağa’ nın oğludur. Manastır Askeri idadisl'nl ve Harbiye mektebi'ni bitirdi (1896); Türk -Yunan savaşı'na katıldı (1897); yararlıklar gösterdi; rütbesi mülazımı evvelliğe yük­ seltildi. Balkanlar’daki sırp ve bulgar ko­ mitacılarıyla yapılan savaşlarda yiğitliğiy­ le ünlendi. Kolağalığına yükseltildi. Gizli ittihat ve Terakki cemiyeti’ne girdi. Selanik’ teki ittihat ve Terakki merkezi umumisi'nin onayıyla "meşrutiyet" hareketini başlat­ mak üzere, emrindeki 200 askeriyle 3 temmuz 1908’de Resne'de ayaklanma bayrağını açtı (kendisini Enver [Enver Pa­ şa] ve Eyüp Sabri [Akgöl] izlediler). İstan­ bul'da padişah Abdülhamit ll'ye telgraf­ lar çekerek ve çektirerek meşrutiyetin ila­ nını istedi. Başlattığı ayaklanma genişle­ di ve Avrupa'da geniş yankı uyandırdı. Abdülhamit, sonunda ittihat ve Terakki' nin baskılarına boyun eğip 23 temmuzda meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymak zo­ runda kaldı. Yeni kurulan hükümet, kola­ ğası Niyazi ile onun gibi dağa çıkıp dev­ lete isyan etmiş binbaşı Enver beyleri "Kahramanı hürriyet" ilan etti; adlarına türküler yakıldı; marşlar bestelendi. 13 ni­ san 1909'daki 31 Mart ayaklanması'™ bastıran Hareket ordusu'na bağlı olarak, kolağası Niyazi Bey de bir çete grubunun başında İstanbul’a geldi; ayaklanmanın bastırılmasında katkıları oldu. Daha son­ ra askerlikten ayrılan ve hiçbir siyasi ihti­ rası olmadığı İçin Resne’ye çekilen Niya­ zi Bey, kasabanın bayındırlık ve eğitim iş­ leriyle uğraştı. Balkan savaşı başlayınca, topladığı gönüllülerle Cavit Paşa ordusu­ na katılarak ön safta dövüştü. Savaştan sonra İstanbul'a dönmek için Avlonya’da (Vlore) vapur beklerken Arnavutluk'un osmanlı ülkesinden ayrılmasını isteyen Esat Toptani ve İsmail Kemal gibi ayrılıkçıların adamlarınca sırtından vurularak öldürül­ dü. Anılarını, ittihat ve Terakkl’nin onayını alarak Hatırat-ı Niyazi (İstanbul, 1910) adıyla yayımladı. Daha sonra bu anılar İh­ san Ilgar tarafından, dili sadeleştirilerek, Resneli Niyazi Bey'in anıları (1975) adıyla yayımlandı. N İY A Z İ T A G İZ A D E yazi).



* TAGİZADE (Ni­ *



N İY A Z İİ M IS R İ (Mehmet), tüırk sufi ve şair (Malatya ?-Limni 1693). Öğrenimini Mısır’da tamamladıktan (1638) sonra ilk olarak kadiri, ardından halveti tarikatına girdi. Halvetiliğin mısriye kolunu kurdu. Şeyh olunca Bursa’da Abdullah Ali ile bir­ likte bir tekke yaptırdı. Bu tekkedeki va­ azlarında “ cefr*” adı verilen ve Sünnilikle bağdaşmayan gizli bir bilimden söz edip bu bilimi savunduğundan Rodos'a sürgü­ ne gönderildi. Affedilip Bursa’ya döndüy­ se de cefr konusundaki etkinliklerini sür­ dürdüğünden bu kez Limni'ye sürüldü ve orada öldü. Tasavvuf konusunda 12 ka­



dar yapıtı olduğu söylenir. Bunlardan biri olan ve üç kitabındaki şiirlerini içeren Divan-ı ilahiyat! basılmıştır. I



N İY A Z O V (Saparmurad Atayeviç), türkmen siyaset adamı (Aşkabad 1940). Sen-Petersburg pollteknik enstitüsü’nde eğitim gördü. 1962 yılında Sovyetler birli­ ği Komünist partisi’ne katıldı. Daha son­ ra, Türkmenistan Komünist partisi içinde çeşitli görevlerde bulundu. 1985 yılında bakanlar kurulu başkanı oldu; aynı yıl Türkmenistan Komünist partisi merkez komitesi birinci sekreteri seçildi. Mart 1986'da Sovyetler birliği Komünist partisi merkez komitesi üyesi oldu. 1990’da, Türkmenistan'ın bağımsızlığını ilan etme­ sinden sonra yapılan seçimde oyların % 98'ini alan Niyazov, Cumhurbaşkanı se­ çildi. 1992 yılında yapılan halkoylamasında bu defa % 99,5 oranında oy alarak desteğini arttırdı ve 5 yıl için tekrar Cum­ hurbaşkanı seçildi. N İY E soru be. (ne'den ne-y-e). Niçin, ne­ den: Niye oldu bütün bunlar? Niye evde kalmadın? Niye aramak aklına gelmez bil­ mem ki. N İY E T , -ti a (ar. niyyet). 1. Bir kimseyi, bir amaca ulaşmaya iten düşünce, tasa­ rı; bu amacın kendisi; Niyetiniz nedir? Be­ nim niyetim sizin tasarılarınızı bozmak d e ğil. Niyeti öldürmek değil, korkutmaktı. Ni­ yetin ciddi mi? —2. Niyetçide çekilen ya da kimi şekerlerden çıkan fal kâğıdı. —3. Namaz kılmaya, oruç tutmaya, ap­ tes almaya karar verdikten sonra, başlan­ gıç duasını okuma. —4. Bir şey yapma­ ya niyet etmek, onu yapmayı ya da ger­ çekleştirmeyi kafasında kurmak, tasarla­ mak; niyetlenmek. —5. Oruca, namaza vb. niyet etmek, karar verip başlangıç du­ asını okumak. — 6 . Niyet çekmek, niyetçiden üzerinde kimi dileklerin yazılı oldu­ ğu kâğıtlardan birini almak. || Niyet tut­ mak, fala baktırırken olmasını İstediği şe­ yi aklından geçirmek. || Niyeti bozuk, kö­ tü bir amacı olduğu sezilen ya da ters bir davranışta bulunacağı anlaşılan kimse için kullanılır. —Etol. Niyet hareketi, dışa vurumu bir davranış dizisinin başlangıç evresindeki hareket şemalarıyla sınırlı kalan hareket etkinliği. — isi. Belirli bir niyeti yalnızca Tanrı için yapma istemi. N İY E T Ç İ a. içinde niyet yazılı kâğıtları, bu iş için alıştırılmış hayvanlara (tavşan, güvercin vb.) para karşılığı çektiren ve bu yolla kazanç sağlayan kimse. N İY E T Ç İL İK a. Nlyetçinln yaptığı iş. N İY E T L E N M E K gçz. f. 1. Bir şey yap­ maya niyetlenmek, onu tasarlamak, yap­ maya niyet etmek: Tatile çıkmaya niyetlen­ dik ama çıkamadık. —2. Oruca niyetlen­ mek, oruç tutmaya niyet etmek. N İY E T L İ sıf. (Bir şey yapmaya) niyetli, ona karar vermiş, niyet etmiş olan kimse için kullanılır: Gerçekten gitmeye niyetli misin? ♦



sıf. ve a. Oruç tutan kimse; oruçlu.



N İY E T L İL İK a. Niyetli olma durumu. NİYOBAT a. (fr niobate'tari). Anorg. kim. Bir niyobik asidin tuzu. N İY O B İK sıf. (fr. niobique'leri). Anorg. kim. Anhidrit olarak niyobyum pentaokside (NbjOs) denk düşen asitler için kulla­ nılır. N İY O B İT a. (fr. niobite). Miner. KOLUMBİT'in eşanlamlısı. N İY O B O TA N TA LA T a. (fr. niobotantalate'tan). Anorg. kim. Bir niyobat ile bir tantalatın oluşturduğu bileşik. N İY O B Y U M a. (alm. Niobium; Niobe' nin adından). Anorg. kim. Bizmutla ben­



Nizamıcedit z e r lik le r g ö s t e r e n m e ta l. ( S im g e s i



Nb o l a n



k im y a s a l e le m e n t . ) [ E ş a n l. K O L O M B İY U M ;



Kolumbiyum



d a d e n ir .)



Atom numarası :41 Atom kütlesi :92,908 4 Erime sıcaklığı :2 470 °C Kaynama sıcaklığı :4 742 °C Özgül kütlesi :8,4 g/cm 3 Yükseltgenme dereceleri :+3, +5 Elektron biçimlenmesi : [2, 8 , 18, 8] 4d 4 5 s1 İzotopları :89, 93, 99 Doğal niyobyum ı^N B : °/o 100



—ANSİKL. C. Hatchett, 1801'de bulduğu elemente kolumbiyum adını verdi; ancak bu ad daha sonra H. Rose tarafından ni­ yobyum olarak değiştirildi. Niyobyum, ha­ vadan etkilenmeyen gri renkli bir katıdır; ancak yüksek sıcaklıkta yükseltgenir, ha­ lojenlerden etkilenir, hidrofluorik asit dışın­ da öteki asitlere karşı yüksek bir direnç gösterir. Bir geçiş metali olarak bu metal­ lerin bütün özelliklerini taşır ve daha çok tantala benzer. Oluşturduğu bileşiklerde çeşitli yükseltgenme dereceleri gösterir Cevherlerinde hemen her zaman tantalla birlikte bulunur; başlıca cevherleri, bas­ kın olarak bulunan elementin türüne gö­ re "niyobitler" ya da “ tantalitler” denen demir ve mangan niyobotantalatlardır. Zenginleştirilen bu cevherler, önce ok­ sitlere, sonra fluoro tuzlarına dönüştürü­ lür; fluoro tuzları sulu çözeltide sıvı-sıvı ayırma işlemi sonucunda tantal bileşikle­ ri niyobyum bileşiklerinden ayrılır. Daha sonra niyobyum karbonla indirgeme, alüminotermi vb. gibi yöntemlerle özütlenir. Niyobyum, austenitli çeliklerde tanelerarası korozyonu yavaşlatmak için, süperalaşımlarda katkı elementi olarak, ayrıca sert karbürlerden takım yapımında karbü­ rü biçiminde kullanılır. Kalay, titan ve zir­ konyumla oluşturduğu alaşımlardan aşırıiletken tellerin yapımında yararlanılır. ABD'de, kimi metalürjistler arasında ko­ lumbiyum terimi, günümüzde hâlâ kulla­ nılmaktadır. • Niyobyum bileşikleri. Niyobyumun baş­ lıca oksidi, metalin yükseltgenmesi sonun­ da elde edilen niyobyum pentaoksittir (N bjO j). Beyaz bir toz olan bu oksit, al­ kalilerle eritildiğinde en önemli sodyum metaniyobat (NaNb03) olan değişik bile­ şimlerde çeşitli niyobatlar verir. Fluor, ni­ yobyumla tepkimeye girerek niyobyum flüorürü (NbFs) meydana getirir; bu da al­ kali flüorürlerle bileşerek çeşitli fluoro tuz­ larını verir Niyobyum pentaoksit (NBjOj) ve kömür karışımına klor etki ettirildiğin­ de niyobyum klorür (NbCI5) ile niyobyum oksiklorür (N bO C y aynı anda elde edi­ lir. N İY Y A T çoğl. a. (ar. niyyet'in çoğl. niyyât). Esk. Niyetler. N İZ A a. (ar. nezc’den nizsT). Esk. 1. Kav­ ga, çekişme, anlaşmazlık. —2. Niza et­ mek, eylemek, çekişmek, kavga etmek. — 3. Niza-yı lafzi, söz dalaşı, münakaşa. N İZ A C I sıf. ve a. (ar. n/zâ''dan). Esk. Kavgacı. N İZ A U sıf. (ar. nizâc'dan). Esk. Hakkın­ da ihtilafa düşülen, ihtilaflı. — Huk. Nizalı kaza -> ÇEKİŞMELİ* YARGI’ nın eşanlamlısı. N İZ A M a. (ar. nizâm). 1. Bir bütünü oluş­ turan yasa ve kuralların tümü, öğeleri ara­ sındaki uyum; düzen: Dünyanın nizamı böyle. Dünyanın nizamını bozmak. —2. Kural, usul, kaide: Bu hususu yeni nizam­ lara bağlamak gerekiyor. —3. Sıra, tertip, düzen: İşlere bir nizam vermek. —4. Ni­ zama sokmak, nizama koymak, düzen vermek. —Esk. 1. Bir şeyi düzenleyen kimse. —2. Nizam-üd-din, dine düzen veren kim­ se. —Ask. Her birlik ve kuruluşun hareket,



yazıları, hattat olan babası Haşan Tahsin hizmet ve etkinliklerinin yasa, yönetmelik Efendi'den öğrendi ve onun Beyazıt dev­ ve geleneklere göre yürütülmesi. || Nizam let kütüphanesinde müdür olarak çalış­ karakolu, silahlı kuvvetlerin birlik, kurum, tığı sırada bu kütüphanede görev aldı, da­ ordugâh ve kışlalarının yakın güvenliğini ha sonra Fatih’teki Millet kütüphanesi'ne sağlamak ve disiplin etkinliklerini yürüt­ atandı. Sülüs ve nesih yazıda Hafız Os­ mek için görevlendirilen nöbetçi, silahlı man okuluna bağlı kaldı. birlik. (Bk. ansikl. böl.) —Ask. denize. Bir savaş filosunun düzen­ N İZ A M E T T İN E V L İY A (Muhammet leniş biçimi. || Esas nizam, savaş gemile­ bin Ahmet el-Bedevni), hintli din adamı ve rinin, belli aralıklarla ve esas numara sı­ şair (Bedayun 1235 - ? 1324). Ailesi ile bir­ rasına uygun olarak pruva ya da borda likte Buhara’dan Hindistan’a göç etti. Şeyh hattında seyrettikleri düzen. || Gevşek ni­ Feridüttin Günçşükr’ün hizmetine girdi. Şi­ zam, savaş gemilerinin, nizam içindeki irlerini Nergisi ve Nizam mahlasları ile yaz­ standart mesafelerden daha açık aralık­ dı. larla seyrötmesi. (Genellikle dar bir kanal N İZ A M E T T İN Y A Ğ IB A S A N - YAĞI ya da boğazdan geçecek savaş gemileri BASAN. grubunun, manevra kolaylığı ve emniyeti açısından uyguladığı bir nizamdır.)! Nor­ a N iz a m ıc e d it, Osmanlı imparatorlumal nizam, bir filotilayı ya da bir filoyu ğu’nda, Selim III dönemindeki yenilik ha­ oluşturan gemilerin, numara sırasıyla sey­ reketlerine, özellikle yeni kurulan düzenli rettikleri düzen. || Savaş nizamı, bir filonun, orduya verilen ad. düşman filosunu oluşturan gemilere gö­ Nlzamıcedit terimi ilk kez İbrahim Mü­ re en etkin konumu almak için uyguladı­ teferrika tarafından, 1731'de Mahmut l'e ğı düzen. || Siğil nizamı, genellikle, hücum­ sunduğu Usul ül-hikem fi nizam ül-ümem botların ve yüksek hızlı torpitobotların, he­ adlı yapıtında "yeni düzen" anlamında defe yaklaşma sırasında kullandıkları ni­ kullanılmıştı. Selim III döneminde yaygın zam biçimi. (Botlar, merkezde bir rehber olarak kullanılan Nizamıcedit terimi baş­ bot olmak üzere bir V şekli oluşturarak atış langıçta tüm yenilik programı, daha son­ mevkisine yaklaşır ve atışını yapan bot ra yalnızca yeni kurulan düzenli ordu için ters yönde hızla uzaklaşır.) || Yanaşık ni­ kullanıldı. 1787-1792'de Rusya ve Avustur­ zam, bir filoyu oluşturan gemilerin, müm­ ya ile yapılan savaşlar sırasında uğranılan kün olduğunca birbirine yaklaşarak sey­ yenilgiler, bazı devlet adamları ve Selim rettikleri düzen. (Eşanl. YANAŞIK DÜZEN.) lll'te yenilik düşüncesini güçlendirmişti. —Mim. -» DÜZEN. 1791’de Selim III, ileri gelen devlet adam­ —ANSİKL. Ask. Herhangi bir bölgede gar­ larından imparatorluğun zayıflığının ne­ nizon ya da ordugâhta, yakın güvenliği denlerine ve ıslahat önerilerine ilişkin gö­ sürekli olarak sağlamak amacıyla her bir­ rüşlerini bildirmelerini istedi. Selim lll'e bu lik ya da kurum, kendi içerisinden bir su­ konuda sunulan 2 2 layihada, askeri ısla­ bay ya da astsubay komutasında bir ni­ hatın gerekliliği konusunda birleşiliyordu. zam karakoiu çıkarmakla yükümlüdür. Bu Ancak bunun hangi biçimde gerçekleşti­ birlikte görevlendirilecek kuvvetin sayısı, rileceği konusunda görüş ayrılıkları vardı. kritik yerlere çıkaracağı nöbetçilerle bun­ Padişah, tümüyle Avrupa tarzında eğitil­ ların arasındaki bölgeyi denetleyecek devmiş ve donatılmış yeni bir ordu kurulması riyelerin sayısı dikkate alınarak düzenle­ yolundaki görüşe ağırlık verdi. Islahat dü­ nir. Nizam karakolunda görevlendirilen şüncesini benimsemiş gençlerden bir personel bütün gün (24 saat) silahlı ve ekip kurdu ve başına Esseyit İbrahim tam teçhizatlı olarak görevi yürütecek bi­ Efendi’yi getirdi. Nizamıcedit’in bir prog­ çimde hazır olur. Bu hizmeti yütürütecek ramı yapıldı ve askeri ıslahata öncelik ve­ kadar gücü bulunmayan birlik ve kurum­ rilmesi kararlaştırıldı. 1792 ve 1793’te eya­ lar, en yakın nizam karakolundan yararla­ let yönetimi vb. idari ve mali konularda, nır. tümü "Nizamıcedit" adıyla anılan bir dizi yeni düzenlemeler yapıldı. Ama en önemli N İZ A M a Tar. Hindistan'ın Timurlular ha­ yenilik girişimi Avrupa tarzında düzenli pi­ nedanından sultanlar döneminde Dekkan yade birliklerinin kurulmasına İlişkin ola­ nababının, bu dönemden sonra da çeşitli nıydı. hint hükümdarlarının unvanı. Yeniçeri ocağı’nın dışında bağımsız bir N İZ A M Ş A H İ (Hurşah bin Kubat), iranlı asker ocağının kurulması tehlikeli görül­ tarihçi (öl. Golkonda 1564). Hindistan’da düğünden ilk Nizamıcedit birliği Bostan­ Nizamşahiler devletinin ikinci hükümdarı cı ocağı'na bağlı “ Bostancı tüfekçisi Sultan Burhan’ın hizmetinde bulunduğu ocağı" adı altında oluşturuldu. Hazırlanan sırada Şah Tahmasp'a elçi olarak gönde­ kanunnameye göre Nizamıcedit askeri 12 rildi (1545). Şah’la birlikte Elkas Mirza'ya 0 0 0 kişi olacak, bunun 1 600'ü İstanbul' karşı savaşmak üzere Gürcistan ve Şir­ da, kalanı Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli van'a gitti. 1563’e değin aralıklı olarak yerlerinde yetiştirilecekti. Yeni ordu için Le­ İran'da kaldığı sanılmaktadır. Tek yapıtı vent'te ve başka yerlerde kışlalar yaptırıl­ Târlh-i ilçi-i Nizam Şah'tır. Âdem'den baş­ dı; ayrıca giderlerini karşılamak için “ ira­ layan genel bir tarih niteliğinde olan bu ya­ dı cedit" adıyla özel bir hazine kuruldu. pıt, önsöz dışında yedi ana bölümden olu­ Nizamıcedlt'in yetiştirilmesine koşut olarak şur. Yapıt, özellikle Şah Tahmasp döne­ Tophane, Tersane ve Mühendlshane de miyle Hazar eyaletlerinde saltanat sürmüş yeniden düzenlendi. 1773'te açılan Mühükümdar sülaleleri hakkında önemli bir hendishanei bahrii hümayun geliştirilirken kaynak sayılmaktadır. Nizamıcedit'in subay gereksinmesini kar­ şılamak için Mühendishanel berrii tfümaN İZ A M A B A D , Hindistan'da kent, Andhra Pradeş'te, Haydarabad'ın K.'inde; 240 924 nüf. (1991). N İZA M A T, -tı çoğl. a. (ar. nizâm'ın çoğl. nizâmâf). Esk. Düzenler, kurallar: Nizamatı tazime (gerekli kurallar). N İZ A M E T T İN A H M E T , iranlı tarihçi (1551-1594). Babür'ün hazine nazırı ve Gucerat valisi Mirza Askeri’nin veziri Ho­ ca Mukim Herevi'nin oğludur. Hlnt-türk hükümdarı Ekber zamanında önemli gö­ revlerde bulundu. Genç yaşta ölmesine karşın, Sebük Tigin’in savaşlarından (977 -978) kendi çağına değin tamamladığı Tebekat-i Ekber-Şahi ya da Tebekat-i Ekberi adlı yapıtı, Hindistan tarihine ilişkin en önemli kaynaklardan biridir. N İZ A M E T T İN E FE N D İ, türk hattat (İs­ tanbul 1892 - ay. y. 1934). Sülüs ve nesih



8687



Selim III dönemi Nizam ıcedit askerleri



Nizamıcedit 8688



yun açıldı ve eğitimde yabancı, özellikle transız uzmanlardan yararlanıldı. Nizamıcedit, İstanbul'un yanı sıra Ana­ dolu'da da kurulmuş, ilk olarak Akkâ önünde Napoleon'a karşı denenmiş ve başarı göstermişti. Ancak Yeniçeri ocağı, büyük bölümüyle ulema ve tutucu devlet adamları Nizamıcedit'e karşıydılar. Bunlar halk içinde Nizamıcedit düşmanlığını kö­ rüklediler. 1806'da Nizamıcedit askerini Anadolu'da önemli bir kuvvet durumuna getiren Karaman beylerbeyi Kadı Abdur­ rahman Paşa, görünürde sırp ayaklanma­ sını bastırmak, gerçekte ise Nizamıcedit'i Rumeli’de de kurmak göreviyle Rumeli’ ye geçirildi. Abdurrahman Paşa'nın bir görevi de Pazvantoğlu, Tirsinikoğlu gibi asi âyanları cezalandırmaktı. Ancak sad­ razam Hafız İsmail Paşa ve Nizamıcedit düşmanlarının hanedan içindeki temsilcisi şehzade Mustafa, Rumeli âyanlarını kar­ şı koymaya teşvik ettiler. Tekirdağ'da Nizamıcedit’in kurulmasına ilişkin fermanı okuyan kadı, yeniçeriler tarafından öldü­ rüldü. Selim III, devletin karşı karşıya bu­ lunduğu rus tehdidi nedeniyle bir iç sa­ vaşı göze alamadı; Abdurrahman Paşa' yı geri çağırdı. Bu, Nizamıcedit düşman­ larını cesaretlendirdi. Sonunda, Nizamıcedit düşmanlarının kışkırttığı boğaz yamak­ larının Kabakçı Mustafa önderliğinde baş­ lattığı (25 mayıs 1807) ayaklanma, büyü­ yerek Selim lll'ü Nizamıcedit'i lağvetmek zorunda bıraktı. 29 mayısta da Selim III tahttan indirildi. (-* K A B A K Ç I M U S T A F A A Y A K L A N M A S I . ) Nizamıcedit yandaşları öl­ dürüldü ya da kaçmak zorunda bırakıldı. Ancak Nizamıcedit deneyimi, daha son­ ra Mahmut ll'nin gerçekleştirdiği ıslahat programının esin kaynağı oldu. N lz a m ıs e rb a s ta n a , Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'nın Abdülaziz'e önerdiği açık­ lık ve özgürlük düzeni. ("Meşrutiyet” kav­ ramı ortaya atılmadan önce, bu deyim ay­ nı anlamda kullanıldı.) N İZ A M İ sıf. (ar. nizam ve -/’den nizami). Esk. 1. Kuralına uygun. —2. Kanunla, ni­ zamla ilgili. —3. Tertipli, düzenli. N İZ A M İ O e n c e li (Cemalettin Ebu Mu­ hammet ilyas bin Yusuf), azerbaycanlı şair (Gence 1150 - ay. y. 1214). Yaşamı hak­ kında yeterli bilgi yoktur. Yapıtlarından edebiyat, tarih, eski hikâyeler, özellikle gökbilim ve felsefe alanlarında geniş bil­ gi edindiği anlaşılmaktadır. Aşırı dindarlı­ ğı nedeniyle yaşamı çileli geçti. Yöredeki hükümdarlara gönderdiği övgü şiirlerin­ den sağladığı gelirle geçindi. Şiirleri günümüze eksik bir yazması ula­ şan Divan'ın da toplanmıştır. Ona büyük ün kazandıran yapıtı beş ayrı konuyu içe­ ren manzum roman niteliğindeki Hamse’ sidir. Hamse'de yer alan manzum roman­ lar (mesneviler) şunlardır: 1. Mahzen ül -esrâr, Sena'i-yi Gaznevi'nın Hadikat ül -hakika adlı yapıtından esinlenen ve Mengücükler hükümdarı Behram Şah’a sunu­ lan ahlakla ilgili bir yapıttır (N. Genç Os­ man tarafından türkçeye çevrildi; A.ıkara 1946, Şark-islam klasikleri, no. 3). 2. Hüsrev ü Şirin, 5 700 beyitten oluşan bu ya­ pıt sasani hükümdarı Hüsrev'le Şirin adlı kadın arasındaki aşkı dile getirir (S. Sevsevil tarafından türkçeye çevrildi; İstanbul 1955, Şark-islam klasikleri, no. 29). 3. Ley­ la vü Mecnun, Nizami’nin Şirvânşah Celalüddevle Ahsitan'ın isteği ve oğlu Mu­ hammet’in ısrarıyla yazdığı, konusunu arap edebiyatından aldığı bu yapıtta Leyla ile Mecnun’un acıklı bir sonla biten hikâ­ yesi anlatılır. Dört aydan az bir süre için­ de tamamlanan (1188) ve büyük bir de­ ha ürünü olan bu yapıt, kendinden sonra aynı konuda yazılan bütün yapıtları (örn. Fuzuli’nin bu adı taşıyan mesnevisi) etki­ lemiştir (Ali Nihad Tarlan tarafından Leyla ile Mecnun adı ile türçeye çevrildi; İstan­ bul 1943, Şark-islam klasikleri, no. 3). 4. Heft Peyker ya da Behramname, sasani



hükümdarı Behram Gûr'un yaşamıyla il­ gili olaylardan ve yedi güzelle onların an­ lattığı hikâyelerden oluşur. 1197’de ta­ mamlanan yapıt, Meraga'nın türk hüküm­ darı Alaettin Körp-Arslan bin Aksungur' un isteği üzerine yazılmıştır. Olağanüstü bir öykü tekniğiyle kaleme alınmış olan ya­ pıtı, Yemni adlı bir türk yazar bazı deği­ şikliklerle türkçeye çevirdi. 5. iskendername ya da Sikendername, Makedonya kra­ lı İskender'in yaşamını konu edinir; Şerefname ve ikbalname adlarıyla iki ayrı kitap halinde yazılmıştır. N İZ A M İ (Sadrettin Muhammet bin Ha­ şan), Iranlı tarihçi (XIII. yy.). İran'da öğre­ nimini tamamladıktan sonra Gazne ve Delhi’ye gitti. Orada Delhi sultanlarının (memluk sultanlar) vakanüvisi oldu. Kuzey Hindistan’da hüküm süren memluk hane­ danından ilk üç Delhi sultanı (Kutbettin Aybek, Âram Şah ve Şemsettin iltutmuş [1206-1236]) döneminin olaylarını ele alan ve Hindistan ile Afganistan tarihi bakımın­ dan önemli bir kaynak olan tek yapıtını yazdı: Tac ei-maasir fi tarih. N İZ A M İ K a ra m a n lı —



KARAMANLI N İ­



ZAM İ.



N İZ A M İ A R U Z İ (Ebülhasan Nizamettin ya da Necmettin Ahmet bin Ûmer-i Semerkandi), iranlı yazar ve şair (SemerkanJ ? - ? XII. yy.'ın ikinci yarısı). Horasan, Belh, Herat ve Nişapur'u dolaştı. Ömer Hayyam ve şair Muizzi aracılığıyla Selçuklu sultanı Sencer'le tanıştı. Döneminin önemli dev­ let adamlarının (münşi, şair, müneccim ve hekim) görevleri ve yaşamöykülerini içe­ ren ve Cehâr makale olarak bilinen Mecma ün-nevâdir adlı yapıtıyla ünlüdür, N İZ A M İY E a. (ar. nizam ve -lyye'den ni­ zamiye). 1. Aşk. ve Ask. tar. Tanzimat'tan sonra düzenli ordu (kara kuvvetleri) birlik­ lerine verilen ad. (Tanzimat döneminden başlayarak toplam hizmet süresi altı yıl [ilk dört yılı muvazzaflık, iki yılı ihtiyat] olan osmanlı silahlı kuvvetleri "nizamiye" adıyla anıldı.) —2. Nizamiye hâzinesi, Harbiye nezaretinin kara kuvvetlerine ilişkin gider -gelir işlerine bakan kurum. || Nizamiye ka­ pısı, askeri garnizon ya da kışlalarda bir­ lik, personel ve araçların garnizona girip çıkmak için kullandıkları, denetim ve gü­ venliği nöbetçiler tarafından sağlanan ka­ pı. (Garnizonun dışarıyla ilişkileri, ziyaret­ çilerin giriş, çıkışı da bu kapıdan yapı­ lır.) —İsi. huk. Nizamiye mahkemeleri, Os­ manlI devletinde şeri esaslar dışında ka­ nun ve nizamlara göre görev yapm ak üzere kurulan mahkemeler. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Osmanlı devletinde Tanzimat’ tan (1839) sonra yargı örgütünde yeni dü­ zenlemeler yapıldı. 1864 yılında çıkarılan "Vilayet nizamnamesi” ile her kazada ti­ caret mahkemesinden başka Meclisi deavi, her sancak merkezinde Meclisi tem­ yiz, her vilayet merkezinde de bir Divanı temyiz kuruldu. Bu mahkemeler müslümanların ve müslüman olmayanların şe­ riat, cemaat, ticaret ve konsolosluk mah­ kemelerinin işleri dışında kalan hukuk ve ceza davalarına bakardı. Nizamiye mah­ kemelerinin görev sınırları dardı; bir tür özel mahkeme durumundaydı. Şu mah­ kemeler kadının başkanlığında, devlet temsilcisi ve bölge halkı tarafından seçil­ miş müslüman ya da müslüman olmayan üyelerden oluşurdu. 1866 yılında nizami­ ye mahkemelerine yeni bir biçim verildi. Bu mahkemelerin üst organı olarak Diva­ nı ahkâmı adliye kuruldu. Divanı ahkâmı adliye temyiz ve istinaf mahkemelerine ay­ rıldı. 1870 yılında istinaf bölümü kaldırıl­ dı. Temyiz bölümü, Yargıtay'ın ilk biçimi­ dir. 1879 yılında kabul edilen Teşkilatı mehakim kanunu ile yargı örgütünün bazı ek­ siklikleri giderildi (örneğin savcılık kurumu kabul edildi); yargı organlarının yönetim



organları karşısında daha bağımsız olma­ ları sağlandı. N iz a m iy e m e d re s e le ri, selçuklu ve­ ziri Nizamülmülk'ün girişimiyle kurulan İs­ lam eğitim ve öğretim kurumlan. Kurucu­ sunun adından dolayı Medreset ün-Nizamiye (Nizamiye medresesi) diye anıldı, imparatorluk içindeki mezhep ayrılıkları­ nı ortadan kaldırmak isteyen Nizamülmülk’ün önerileri doğrultusunda, sünni inançlara göre kurulan bu medreselerin İlki Nişapur’da açıldı. Onu Bağdat'taki Ni­ zamiye medresesi izledi (1067). Bu med­ reseler dönemin en seçkin bilginlerinin yönetiminde öğretim yapan resmi nitelik­ li kurumlardı. Bazı kaynaklarda Nizamül­ mülk'ün Belh, Herat, Merv, Rey, Isfahan, Basra, Tus, Hargird ve Musul kentlerinde de birer medrese kurdurduğu belirtilir. (-► M EDRESE.)



N İZ A M L I sıf. 1. Düzenli, tertipli. —2. Ku­ rallara, yasaya uygun, nizami. —isi. huk. Nizamlı gedik, Haremeyn ve Mahmud-ı adli vakıflarına ayrılan gedik­ lere verilen ad. N İZ A M N A M E a (ar nizam ve fars. na­ m eden nizâm-nSme). Esk. 1. Tüzük. —2. Nizamname-i dahili, içtüzük. —Huk. -> TÜZÜ K. —Kur. tar. Osmanlı devletinde yasaların uygulanma yöntemini belirtmek ya da ya­ sa gücünde olan kuralları saptamak için Tanzimat döneminde yayımlanan heyeti vükela kararları. (Şûrayı devlet Tanzimat dairesi'nce hazırlanan nizamname tasa­ rıları, Şûrayı devlet’çe incelenir, ancak pa­ dişahça onaylandıran sonra heyeti vüke­ la tarafından yayımlanıp yürürlüğe girer­ di.) N İZ A M O Ğ L U (Seyit Seyfullah Kasım), türk şair, mutasavvıf (İstanbul XVI. yy. ba­ şı - ay. y. 1601). Mutasavvıf Seyit Nizam’ ın oğludur. Şeriat ve tarikat bilimlerini öğ­ rendi. Halveti tarikatının sinaniye kolunu kuran İbrahim Ümmi Sinan'ın baş halife­ si oldu. Yunus Emre yolundaki ilahileriyle Nesimi yolundaki gazellerinde tarikatının yolunu yordamını, inançlarını, ahlaksal öğütleri, dönemin toplumsal bozuklukla­ rını dile getirdi. Tacname, Miftah-ı vahdet-i vücut gibi mensur yapıtları vardır. Miraç ül-müminin, Cami ül-maarif gibi mensur yapıtlarında manzum bölümler de yer alır. Bu bölümler Divan'lyla birlikte basıldı (1908; yeni harflerle 1976 [haz. A. A. Altay - M. Yaman]). N İZ A M S IZ sıf. 1. Düzenli olmayan; ter­ tipsiz, düzensiz. —2. Kurallara ve yasa­ lara aykırı olan şey için kullanılır. N İZ A M S IZ L IK a. 1. Düzensiz, tertipsiz olma durumu. —2. Kurallara, yönetmelik­ lere vb. aykırılık. N İZ A M Ş A H İ a XVIL yy.’da kullanılan bir tür kâğıt. (Gelibolulu Âli’nin Menakıb-ı hünerverân adlı yapıtında belirtilen kâğıt tür­ leri ndendir.) N İZ A M Ş A H L A R , XV. yy.'ın sonlarında, Hindistan’daki Dekkan Behmevi devleti­ nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan beş bağımsız sultanlıktan biri. Devletin adı, ku­ rucusunun unvanından gelir. Devletin ku­ rucusu Melik Ahmet Bahri, 1490’da “ Nlzamşah" unvanını alınca, devletin adı "Ahmednagar Nizamşahi" ya da kısa­ ca" Nizamşahlar” adını aldı. Ahmet Bah­ riden sonra hükümdar olan Burhan I Ni­ zam Şah zamanında şiilik, devletin resmi dini oldu. Burhan’ın ölümünden sonra tahta geçen oğlu Hüseyin döneminde hindulara karşı birleşen bölgenin müslü­ man hükümdarları, 1562'de Viceyanagar’ın kuvvetlerini bozguna uğrattılar. An­ cak Hüseyin'in ölümünden (1565) sonra yerine geçen ve "Divane" lakabıyla anı­ lan Murtaza, I, Berar’ın ilhakına (1574) kar­ şın devleti iyi yönetemedi. Başkent Ahmednagar XVII. yy.'ın başında Hint-Türk imparatorluğu tarafından alındı; 1633’te



nizek de gurkanlı hükümdarı Şah Cihan tarafın­ dan ortadan kaldırıldı. N İZ A M Ü L M Ü L K (Haşan bin Ali), bü­ yük selçuklu veziri (Tus, Horasan, 1018 - Nlhavend 1092). Nukan valisi Ali bin ishak’ın oğlu. Ailesinin sağladığı olanaklarla çok iyi bir öğrenim gördü; fıkıhla uğraştı ve genç yaşta bilgisi, zekâsı, çalışkanlığıy­ la dikkat çekti. Babasının aracılığıyla Gazneliler’ln Horasan valisi Ebülfazl'ın hizme­ tine girdi. Dandanakan* savaşı’ndan (1040) sonra Gazne’ye giderek bir süre Sultan Mesut’un yanında çalıştı. Ancak, Selçuklular'ın yıldızının parladığını, Gazneliler devletinin çöküş yolunda olduğu­ nu sezinleyerek yeniden Horasan’a dön­ dü. Burada Selçuklular’ın Belh valisi Ebu Ali Şadan’ın yanına kapılandı ve Belh eya­ letini yönetmekle görevlendirildi. Şehza­ de Alparslan’ın hizmetine girdi. Tuğrul Bey’ln ölümü üzerine (1063) Alparslan'la kardeşi Süleyman arasında başlayan taht kavgasında Alparslan'ın selçuklu sultanı ilan edilmesini sağladı, kendisi de devle­ tin baş veziri oldu (1064). Abbasi halifesi Kaim tarafından “ Nizamülmülk” unvanıy­ la onurlandırılan baş vezir, aralıksız 29 yıl süren iktidarı sırasında Büyük Selçuklu sultanlığını, Ortaçağ'ın en sağlam örgüt­ lenmiş devleti durumuna getirmek İçin as­ keri, parasal ve yönetsel alanlarda düzen­ lemelere girişti. Daha çok işlerlik kazan­ dırdığı bir Iran-islam modelini örnek ala­ rak hiyerarşiye dayalı bir devlet düzeni ge­ liştirdi. Bu örnekte, hükümdar Iran bürok­ rasisi ile türk komutanlarca yönetilen çe­ şitli uluslardan askerlerin oluşturduğu bir ordu tarafından desteklenmekte, türkmen reislerinin yönetimindeki kabile birlikleri de bu askeri çekirdeğin çevresini saran dış halkayı meydana getirmekteydi. Toprak hukukunda geliştirdiği sistem (ıktâ, zea­ met ve tımar), sonrası türk-lslam devletle­ rinin temel taşı oldu. Din ve fikir alanında ülkedeki mezhep ayrılıklarına son verme­ ye çalıştı. El-Gazall gibi düşün adamlarıyla işbirliği yaptı; Şiiliğin yenilgisini kesinleşti­ rirken, büyük kentlerde kurduğu ve döne­ min en seçkin bilginleri yönetiminde öğ­ retim yapan Nizamiye medreseleriyle Sün­ niliğin direncini güçlendirdi. Bu arada, ağabeyi Alparslan'a karşı ayaklanan Kutalmış’ı etkisiz duruma getirdi. Doğuda Harizm'in ve batıda Afganistan’ın Gazneliler'den alındığı tüm seferlere katıldı. Ka­ tılmadığı Malazgirt’ savaşı’ndan (1071) sonra Anadolu kapılarının türkmen akınlarına açılmasında ve orada çeşitli türk beyliklerinin temellerinin atılmasında önemli rol oynadı. Alparslan’ın ölümü üze­ rine (1072) yerine geçen oğlu Melikşah da onu görevinde bıraktı. Yeğenine karşı ayaklanan Kavurt'u ve ağabeyinin tahtına göz diken Tökiş’i üzerlerine gönderdiği kuvvetlerle yola getirdi, Melikşah'ın konu­ munu güçlendirdi. Daha sonra Maveraünnehir’ln ele geçirilip Karahanlılar’ın de­ netim altına alınmasında, Kafkaslar’dakl hıristiyan Gürcüler’e karşı zafer kazanılma­ sında, Suriye ve el-Cezlre’den fatıml nü­ fuzunun uzaklaştırılmasında, Ukaylller gibi şii eğilimli küçük hanedanların ortadan kaldırılmasında ve buralara güvenilir türk valiler yerleştirilmesinde Mellkşah’a des­ tek olarak Büyük Selçuklu imparatorluğu’ nu gücünün doruk noktasına ulaştırdı (1092). Ancak, devlet İşlerinde gösterdi­ ği olağanüstü titizlik ve yönetimde uygu­ ladığı amansız disiplin kuralı, selçuklu sa­ rayının önde gelenleri başta olmak üzere çek çok düşman edinmesine yol açtı. Özellikle Melikşah’ın güzel eşi Terken Ha­ tun, veliaht olan sultanın büyük oğlu Berkyaruk yerine kendi oğlu 4 yaşındaki Mah­ mut’un tahtın vârisi ilan edilmesini İstedi­ ğinden ve Berkyaruk'u destekleyen Nizamülmülk’ü de bu isteğinin önünde baş­ lıca engel olarak gördüğünden, hüküm­ darı ona karşı kışkırtıp aralarını açtı. Vezi­ rin Merv valiliğine getirilmiş olan oğlu gö­ revden alındı; yakınları ve adamları ağır cezalara çarptırıldı. Melikşah, ciddi bir an­



laşmazlık içinde bulunduğu vezirini ilk kez bir yolculukta yanına almadan başkent İs­ fahan’dan Bağdat’a hareket etti. Hemen ardından Nizamülmülk de yola çıktı. An­ cak, yolda Haşan Sabbah'ın batini fedai­ lerinden biri tarafından öldürüldü. Cena­ zesi İsfahan’daki türbesine gömüldü. Me­ likşah da vezirinden sonra ancak bir ay yaşayabildi. Nizamülmülk’ün ölümü, Ter­ ken Hatun’un İşine çok yaradı. Terken Ha­ tun la işbirliği yapmış olan Tacülmülk baş vezirliğe getirildi. Berkyaruk veliahtlıktan düşürülerek Terken Hatun’un öz oğlu Mahmut veliaht ilan edildi. Böylece Büyük Selçukty_devleti onun ölümünden sonra tam bir kargaşa ortamının içine düştü. Sel­ çuklu şehzadeleri, atabeyleri ve komutan­ ları arasında başlayan çıkar çatışmaları, İmparatorluk parçalanana kadar sürdü. Devlet yönetimi üzerine görüşlerini açık­ ladığı, vezirliği sırasında geçen siyasal ve sosyal olayları anlattığı Siyasetname (1087 -1092) Nizamülmülk’ün baş yapıtıdır. Ay­ rıca, ölümünden sonrası için devlet yöne­ timi konusunda önerilerini içeren Vasiyet­ name adlı bir yapıt da ona mal edilir. (-> Kayn.) N İZ A M Ü L M Ü L K (Mir Kamerüttln), Haydarabad devletinin kurucusu (öl. Burhanpur 1748). Âlemglr döneminde Blcapur valisi, Ferruh Siyer döneminde de tüm Dekkan’ın valisi olarak görev yaptı. Kısa bir süre Muhammet Şah'ın vezirliğinde bulundu, ancak onunla anlaşamayarak Dekkan’a döndü ve Haydarabad nizamlığını kurdu (1725). Marathalar'a karşı Gurkanlı devletinin başkomutanlığına getiril­ diyse de başarılı olamadı (1737). Bir yıl sonra Nadir Şah Afşar’ın Hindistan'da İler­ lemesi karşısında Gurkanlılar tarafından yeniden çağrıldı, ama ordunun büyük bir yenilgiye uğramasını önleyemedi. Savaş Ni Zan: “ sonbahar m anzarası” kâğıt üstüne m ürekkep, 1360'a doğr. Ulusal ıtıûze, Tokyo Şogakukan



sürerken, Haydarabad devletinin başına geçmek isteyen oğlunun üstüne yürüyüp onu tutsak aldı. Daha sonra Karnatik’I ve Trlçlnopoli’yi ülkesine kattı. Hindistan'ı İs­ tilaya hazırlanan Afganlılar’a karşı koymak İçin Burhanpur’da bulunduğu sırada öl­ dü. Yerine Mir Ahmet Han geçti (1748). N İ Z A N , çinli ressam (Vuşl, Ciangsu, 1301-1374), Yüen’in dört büyük ustasın­ dan biri, seçkin manzaracı hattat ve şair. Yapıtları aydın sanatçılara özgü soylu bir kaygısızlığa ve davranış özgürlüğüne ör­ nek sayılabilecek niteliktedir. Resimlerini, hiçbir İnsan öğesinin yer almadığı üç düz­ lemde dizgeli biçimde örgütler; kuru ve ıslak mürekkep lekeleri, Güney Çin ve Tal Hu gölüne özgü İçten bir lirizm İçeren bir sadelikle birbirini izler. N İZ A N (Paul), transız yazar (Tours 1905 - Audrulcq, Pas-de-Calals, 1940). Yüksek öğretmen okulu’nda okudu, Komünist parti’ye üye oldu. Sartre’ın 1960'lı yıllar­ da yeniden moda haline getireceği felsefe -siyasal yergi yazılarıyla (Aden Arabie, 1931; les Chlens de garde, 1932) burju­ vaziye saldırdı, sert yalın bir üslupla yok­ sulluğu kınadı. Katı bir marxçı oluşu ede­ biyat eleştirilerini (Pour une nouvelle cul­ ture, 1971; 1930 -1939 arasında yayımla­ nan makalelerinden oluşma bir derleme) de etkiledi. Özgün yaratı yapıtlarındaysa, daha temkinli davrandı, "her edebiyat bir propagandadır” yolundaki eleştiri koyutunu bile dolaylı bir şekilde İnkâr etti. Antoine Bloyé (1933) ve te Cheval de Trole (1935) adlı yapıtları dışında özellikle kül­ tür İle toplumsal ve siyasal gerçeklik ara­ sındaki ilişkileri ortaya koyan Fesat (la Conspiratlon) [1938] adlı romanıyla tanın­ dı. Nlzan, 1939 Alman-Sovyet paktı’nı kı­ nadığı İçin komünist basının karalamala­ rına hedef olduktan sonra, Dunkerque ya­ kınlarında cephede öldü. N İZ A R sıf. (fars. nizar). Esk. Zayıf; "Gön­ lüm harab, cism-i nizarım kadar harab..." (Tevflk Fikret). N İZ A R İ ya da N İZ A R İY E a. (öz. a. Ni­ zar'dan nizâri, nizâriyye). Yedi İmam İnançlı şii ismaililerln bir kolu (1090-1256). —ANSİKL. Fatımi halifelerinden Mustansır ölünce oğullarından Müstall ve Nizar ara­ sında taht kavgası başladı. Mısır Fatımlleri "müstaliye” (Müstali’yi tutanlar) ve "nizarlye" (Nlzar'ı tutanlar) diye İkiye ay­ rıldılar. Irak, Suriye gibi Doğu ülkelerindeki Ismaililer Nlzar’ı, Mısır ve Mağrlb’dekller ise Müstali’yi tuttular. Mücadele sonucu Nizar öldürüldüğü halde yandaşları, Müstali'nin halifeliğini kabul etmediler ve “ nlzari” adını aldılar. Bunlar arasında Alamut kalesi çevresinde egemenlik kurmuş bulunan Haşan bin es-Sabbah, Nlzar’ın delil-i hücceti olarak tanındı. Selçuklular karşısında yenilgiler almasına karşılık Sabbah’ın kurduğu güçlü örgüt sayesinde nlzarller Alamut ve Suriye’de varlıklarını sür­ dürdüler. Alamut’takl kol 1256'da Hulagu tarafından, Suriye'deki kol da 1273'te memluk sultanı Baybars tarafından orta­ dan kaldırıldı. N İZ A S IZ sıf. (ar. niza” dan). Esk. ihtilaf bulunmayan, ihtilafsız. —Med. u s . h u k . Nizastz kaza -* Ç E K İ Ş ­ M E S İ Z ’ Y A R G l 'n ı n e ş a n l a m l ı s ı .



N İZ E a. (fars. nize). Esk. 1. Mızrak, kar­ gı; süngü: "Nîzesidir o kalem cedvel vîı takvimi zafer" (Nef'I, XVII. yy.). —2. Nize -zen, mızrak taşıyan; mızraklayan. |¡ Nize -i ateşin, güneş ışını. || Nize-i bar-keş, ke­ sik bir başın takılı olduğu mızrak. || Nize-i bid-berg, söğüt yaprağına benzeyen mız­ rak. —Esk. bot. Nize-i gCılgûni, nize-i rummani, nize-i sinan, ünlü lale çeşitlerinden üçü­ nün İsimleri. N İZE D A R sıf. (fars. nize ve -dâr’dan nize -dar). Esk. Mızrak tutan, süngülü. N İZ E K a. (fars. nizek). Esk. 1. Cariye. — 2. Küçük mızrak.



8689



Nizip N İZ İP , Güneydoğu Anadolu bölgesin­ de Gaziantep iline bağlı İlçe; 106 381 nüf. (1990); 1 348 km2; 82 köy. Merkezi, Gaziantep’ln 42 km doğusunda Nizip, 58 604 nüf. (1990). Tahıl, antepfıstığı ve zeytin üretimi. Sabun ve zeytinyağı fabri­ kaları.



8690



A .G .İ.P



Başkan N krum ah



N iz ip s a v a ş ı, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'yla osmanlı ordusunun Nizip-BIrecik yöresinde tutuştukları savaş (23/24 hazi­ ran 1839). 4 mayıs 1833'te Babıâli adına Mustafa Reşit Paşa’yla mısır ordusunun komutanı İbrahim Paşa arasında İmzala­ nan Kütahya antlaşması'na karşın, gergin­ lik sona ermemişti. Mehmet Ali Paşa, Ana­ dolu’da ele geçirdiği yerlerin karşılığı ola­ rak osmanlı hükümetine yıllık 32 000 ke­ se vergi göndermiş, ancak bu parayı az bulan hükümet miktarın artırılmasını iste­ mişti. Ayrıca Mehmet Ali Paşa, Suriye ve Lübnan valiliklerinin babadan oğula geç­ mek koşuluyla kendisine bırakılmasını is­ tiyordu. Buna karşılık Babıâli Mısır’la bir­ likte Trablusşam ve Akkâ valiliklerini ba­ badan oğula geçmek koşuluyla Mehmet Ali’ye bırakmayı kabul ediyor, ancak Su­ riye ve Adana’yı geri vermesi konusunda diretiyordu. Ûte yandan Mısır'ın Suriye, Arap yarı­ madası ve Sudan'daki egemenliği ve nü­ fuz bölgesini Basra körfezine doğru ge­ nişletme çabaları İngiltere’nin çıkarlarına ters düşmekteydi. Rusya da Mehmet Ali' nin güçlenmesinden ve Anadolu'daki du­ rumunu sağlamlaştırmasından kaygı du­ yuyordu. İngiltere ile Rusya’nın kendisini desteklemesi üzerine, Mahmut il Mısır va­ liliğine Hafız Mehmet Paşa'yı atayarak, Mehmet Ali Paşa'yı asi İlan etti. Hafız Meh­ met Paşa’nın komutasındaki osmanlı kuv­ vetleriyle İbrahim Paşa’nın komutasında­ ki mısır kuvvetleri Nizip yakınlarında kar­ şı karşıya geldiler. Osmanlılar'a oranla da­ ha fazla sayıda (yaklaşık 40 000) askere sahip bulunan mısır ordusu yorgun, ba­ kımsız ve donatımsızdı. Ancak, deneyimli bir komutan olan İbrahim Paşa, yanında­ ki fransız kurmayların da yardımından ya­ rarlanarak zekice bir savaş taktiği uygu­ ladı ve osmanlı ordusunun geri çekilme yollarını tıkadı. Hafız Mehmet Paşa ise modern savaş yöntemlerinden habersiz olduğu gibi danışmanlığını yapan alman generali Von Moltke'nin de önerilerini din­ lemedi ve İbrahim Paşa’nın arkadan çe­ virme girişimine karşı beklemeyi yeğledi. Bundan cesaret alan mısır ordusu, 23 ha­ ziran 1839’da Hafız Mehmet Paşa kuvvet­ lerine merkezden saldırdı. Hafız Mehmet Paşa bütün ihtiyatlarını ileri sürerek bir ara Mısırlılar'ı püskürtmeyi başardı. Ertesi gün yeniden saldırıya geçen mısır süvarileri­ nin ilerleyişi karşısında osmanlı ordusu bü­ yük kayıp vererek Malatya’ya kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Böylece Mehmet Ali Paşa, Güney Anadolu bölgesine ege­ men oldu. Ancak OsmanlIlar, ertesi yıl gi­ riştikleri karşı harekâtla mısır ordusunu Beyrut yakınlarında yenerek bu duruma son verdiler. N İZ İP süjfM , G.-D. Anadolu bölgesin­ de akarsu; yaklaşık 100 km. Gaziantep' in K.’indeki dağlık alandan doğar; Nizip’ ten geçer ve Birecik G.'inde Fırat’a kavu­ şur. Ortalama akım 2,2 m3/sn; nisanda en çok (ort. 5,9 m3/sn), ağustosta en az (ort. 0 ,1 m3 /sn) su geçirir. N İZ O N (Paul). almanca yazan isviçreli yazar (Bern 1929). Büyük ölçüde özyaşamöyküsû niteliği taşıyan romanlarında (Canto, 1963; Stolz, 1975; Das Jahr der Liebe, 1981), çevresinin boğucu havasın­ dan kurtulmak isteyen bireyin çabasını di­ le getirir. Nlzon'a göre varoluşla ilgili bir edim olarak tasarlanan yazma eylemi hem dünyaya bir yaklaşma aracı, hem de bu çaba üzerine bir düşünmedir. N İZ V A , Umman’ın iç kesimindeki başlı­ ca kent; 25 000 nüf. Hurma bahçesi. El sanatları (özellikle gümüş işleme) merke­ zi.



N İZ Z A M O N FER R A TO , İtalya'da ko mün, Piemonte’de, Astı nin G.-D.'sunda, Belbo kıyısında, Tanaro'nun kolu; 10 200 nüf. Bir bağcılık bölgesinin ticaret merke­ zi. N İZ Z O L İ (Marcello), İtalyan mimar ve ta­ sarımcı (Boretto, Reggio Emilia, 1887 - Camogli, Cenova, 1969). Özellikle Oli­ vetti firması için çalıştı (yaklaşık 1931-1955 arasında: yazı makineleri; amblemler; bi­ nalar). N JE G O S (Petar.Petrovıc) — PETAR II, Crna Gora prens-piskoposu. N JÖ R D ya da N E R T H U S . Iskand mit. Verimlilik, Bereket, Refah ve Denizcilik tan­ rısı. Freyr ile Freyja'nın babasıdır. Asesler'e rehin olarak gönderildi ve dev Tjasse’nin kızı Skade ile evlendirildi. Varies theogoniasında İskandinav tanrılarının en eskisidir ve adına birçok yer adında rast­ lanır. NKANA -



K iT W E -N K A N A .



N K A Y İ, esk. Jacob, Kongo’da (Buenza) kent, Madlngu'nun B.'sında; 40 019 nüf. (1990). Besin sanayileri. N KO LELER , BANYANKO LELER ya da A N K O L E L E R , Uganda’nın gü­ neyinde yaşayan 855 000 nüfuslu bantu halkı. Nkoleler, tarım ve hayvancılık ya­ parlar. Hayvanlarının taze kanını içmek gibi bir özellikleri vardır. Babasoylu ve babayerlldirler; evlenirken başlık olarak hayvan verirler. Küçük soy grupları biçi­ minde örgütlenmişlerdir. Bütün toplumu kapsayan despotik tipte devlet yapılarıy­ la tanınırlar. N 'K O M İ, esk. Fernan Vaz, Atlas okyanusu'nun oluşturduğu büyük denizkulağı, Gabon kıyısında. Orman işletmeleri. Petrol çıkarma. N K O M O (Joshua), zımbabvelı siyaset adamı (Semokve, Matabeleland, 1917). 1945’te Rodezya'daki güçlü Zenci demir­ yolu işçileri sendikası genel sekreteri ola­ rak, African National Congress’e (ANC) girdi ve 1957'de bu örgütün başkanlığı­ na getirildi. 1959'da ANC’nın kapatılma­ sı üzerine Büyük Britanya’ya göç etti ve National Democratic Party'yi (NDP) kur­ du; ancak çok geçmeden bu örgüt de ka­ patıldı. Nkomo Rodezya’ya döndü ve 1961'de ZAPU'yu (Zimbabwe African People's Union) kurdu. 1964'te tutuklan­ dı, ancak on yıl sonra serbest bırakıldı ve bunun üzerine Yurtseverler cephesi’nde R. Mugabe ile birteşerek silahlı savaşıma atıldı. Ndebeleler tarafından desteklenen J. Nkomo’nun partisi 1980 seçimlerinde 20’sini kazanabildi. 1980’de Mugabe'nin kurduğu hükümette İçişleri bakanlığına getirildiyse de, ikisi arasındaki gizli reka­ bet sonucu 1982’de uzaklaştırıldı. 1987' de partisi, iktidardaki Mugabe'nin Zimbabve Afrika birliği partisi'yle birleşti. Mu­ gabe'nin hükümetinde birkaç bakanlığı denetleyen bir bakanlığa (1988) ve cum­ hurbaşkanı yardımcılığına (1990) atandı. N 'K O N O S A M B A , Kamerun'da kent, Mungo yönetim bölgesinin merkezi, Manengouba dağlarının yamacında; 1 1 2 -000 nüf. (1987). Bir kahve işletmeleri böl-gesinde ticaret merkezi. Kahve işleme. Duala demiryolunun sonu. N K O S İ (Lewis), İngilizce yazan güney afrikalı yazar (Durban, Natal, 1936). Lond­ ra’ya sürgüne gitti ve burada çok sayıda gazete ve dergide yazıları yayımlandı. Johannesburg’da ırkçı gerginlikleri konu alan bir oyun kaleme aldı (The Rhythm of Violence, 1964); çağdaş zenci-amerika ve güney afrika edebiyatı üzerine de bir de­ neme yazdı (Home and Exile, 1965). I» N K R U M A H (Kwame), Osagyefo ya da “ Muzaffer önder" denilen ganalı devlet adamı (Nkroful, Axim yakınında, 1909 - Bükreş 1972). Accra'da, ardından ABD' de eğitim gördü. 1945’te Londra’ya yer­



leşti ve George Padmore'un etkisiyle si­ yasal savaşıma girişti. 1947’de muhalefet hareketi United Gold Coast Convention (UGCC) genel sekreteri olarak Gold Coast’a döndü ve 1949’da kendi partisi Convention Poeple's Party'yi (CPP) kur­ du. Sürekli karışıklıklar sonunda, ocak 1950’de tutuklandı ve partisinin mecliste­ ki çoğunluğu denetimine aldığı şubat 1951'de Accra’dan görkemli bir biçimde seçilerek hapisten çıktı. 1951’de Başba­ kanlığa geldi ve 1953’ten başlayarak Commonwealth içinde bağımsızlık kam­ panyasını başlattı. Mart 1957'de Gold Coast, Gana adıyla bağımsız bir ülke du­ rumuna geldi. Bunun üzerine Nkrumah, panafrika hareketinin yöneticisi olarak tüm Afrika'ya bağımsızlık çağrısında bulundu (1958'de Accra'da toplanan afrikalı devlet­ ler Afrika konferansı). 1961'de Gana, Gi­ ne ve Mali arasındaki çok kısa süren bir­ liği kurdu. 1963’te Addis Abeba’da Afri ka birliği örgütü yasasının kabul edilme­ si, büyük başarılarından biriydi. Uluslara­ rası sorunlarda, komünist blokla bir yakın­ laşma gerçekleştirmekle birlikte, tarafsız bir siyaset izledi. 1960’ta yeni anayasaya ilişkin bir refe­ randum onaylandı ve Nkrumah Cumhur­ başkanlığına seçildi. Bu görevi, CPP ge­ nel sekreterliği ve bu partinin merkez ko­ mite başkanlığı görevleriyle birleştirerek, Gana’nın tek yöneticisi durumuna geldi, içerdeki etkinliği, her şeyden önce ülke­ nin yoğun ve hızlı sanayileşmesini amaç­ lıyordu. Çok kısa sürede sosyalist bir yö­ nelim kazanan planlama birçok engelle karşılaştı; devlet harcamalarının önemi, özellikle 1964'e doğru tek partinin benim­ senmesi sırasında, sürekli bir muhalefete yol açtı (sertlikle bastırılan birçok suikast). 1966’da Çin'e yaptığı bir gezi sırasında or­ dunun iktidara elkoyması üzerine Nkru­ mah, yurtdışına göçmek zorunda kaldı. N K V D (Narodnıy Komisariat Vnutrennıyh Del in kısaltması), Eski Sovyet dev­ letinin güvenliğinden sorumlu Gpu’yu da içine alan İçişleri halk komiserliği. Yagoda, Yejov, sonra Beria tarafından yöneti­ len NKVD, 30’lu yılların sonundaki siyasi tasfiyeleri gerçekleştirmekle görevlendi­ rildi. İkinci Dünya savaşı boyunca "vatan hainleri’ ne ve SSCB'ye yeni katılmış böl­ gelerdeki milliyetçilere karşı savaşımı sürdürdü. Devletin güvenliği 1946’da bir bakanlığa (MGB) dönüşecek olan NKGB’ ye (Devlet güvenliği halk komiserliği) ve­ rildi. Sosyalist yasaları çiğnemiş olmakla suçlanan MGB 1953’te dağıtıldı. 1954' ten 1991'e, SSCB’nln dağıldığı ve KGB' nin kapatıldığı tarihe kadar devletin gü­ venliğinden KGB sorumluydu, n l Hematol. nl antijeni, normal Rhesusfenotiplerinin bütün alyuvarlarında bulunan ve Ee lokusunda üretilen, Rhesus siste­ mi ortak antijeni. || Anti-nl özantikoru, nl an­ tijenine karşı davranan ve özbağışıklıkla ilgili hemolitik kansızlık yaratan, Ig G ya­ pısındaki özantikor. N -Lİ a. Küm. kur. E,,E2, .... E„ gibi n kü­ menin (n > 2) Descartesçı çarpımının ele­ manı. [Bir n-li (a,, a2, .... a„) biçiminde ya­ zılır. Bir 2-li bir ikili ya da çift, bir 3-lü bir üçlü ve bir 4-lü bir dörtlüdür.] ♦ sıf. n-li bağıntı, n-lilerin kümesi. (Ma­ tematikte en sık kullanılan fonksiyoneller ya da fonksiyonlar [bir R bağıntısına, Vx, Vy, Vy' (x, y) e R ve(x, y ') e R => y = y ' ise fonksiyonel denir], sıralama bağıntıla­ rı, eşdeğerlik bağıntılarıdır.) N o . Nı ımaranın kısaltılmışı. N o Anorg. kim. Nobelium'un simgesi. ■ NO a. (japonca söze.). Şarkılı ve danslı klasik japon tiyatrosu. —A nsIkl. Şiiri, dans ve müzikle birleşti­ ren no tiyatrosunda, mensur diyaloglarla lirik parçalar birbirini izler. 4 çalgılık (bir flüt ve üç vurmalı) bir orkestranın eşlik ettiği 6 ya da 8 kişilik bir koronun okuduğu bu lirik parçaların arasına bir ya da birkaç



kez, dans girer. Bu dansların, kimi zaman, konuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Her oyunda iki temel kişi vardır: başdansçı şite (mas­ kelidir) ve vaki. Sarugaku (sözlük anlamı: maymunların müziği) ve dengaku'dan (çeltik tarlalarının müziği) türeyen no'nun boyutu XIV. yy.’da, Kanami ve oğlu Zeami (zen buddhacılığına dayanan sanat eğilimlerinin kuramcısı) sayesinde kesin­ leşti. No repertuvarı, yaklaşık iki yüz kırk oyunu kapsar. Her oyun iki bölüme ayrı­ lır: ölülerin dirilere karıştığı ilk bölüm bir bilmece gibidir; ikinci bölümde cevap açıklanır. Altı saatlik-bir programa, arala­ rına kyogen'lerin (bürlesk farslar) girdiği beş oyun sığar. Bu beş oyunun biri tanrı­ ları, biri savaşçıları, biri kadınları, biri de­ lileri, biri de şeytanları sahneye çıkarır. De­ kor çok sadedir; bir yelpaze, sırasıyla bir kalkanı, bir çalgıyı ya da bir kupayı, bir­ kaç adım da uzun bir yolculuğu simge­ ler; yalnızca, fon perdesi üzerinde çarpık, iri bir çam ağacı resmi vardır. Kenarları, 5-6 m'lik bir kare biçiminde olan sahne, çoğu kez geçmişle şimdi ya da dünyayla ahret arasındaki ilişkiyi simgeleyen bir ge­ çitle kulise bağlanır. • No maskeleri. Yalnızca baş kişi olan şi­ te, kadın kişilikleri ya da kimi yaşlı, haya­ let ve tanrı tiplerini oynamak için maske takar. Çok hafif olan maske (omote), ba­ şın a rlısında düğümlenen ince bir kor­ donla tutturulur ve yalnızca yüzü örter. Tahtadan, oyularak yapılan maske, genç kadınlar için beyaza, yaşlılar için sarımtı­ rak beyaza ve şeytanlar için çeşitli renk­ lere boyanır. En eski maskeler, XV. yy.’ın başlarından kalmadır. N O g ö lü , Bahrülgazel ile Bahrülcebel' in içinde birleştiği (Bahrülebyad'ı oluştu­ rurlar) az derin göl çanağı, Güney Sudan1 da. No gölü, birleşen ırmakların katkıla­ rıyla yavaş yavaş dolan ve bataklık kuşak­ ları oluşturan (papirüsler ve kamışlar) da­ ha geniş bir su örtüsünün kalıntısıdır. N O A A (National Oceanic and Atmos­ pheric Adm inistration’ın kısaltması), 1970’te ABD'de kurulan ve çeşitli denizbilim örgütlerini (National Marine Fisheries Service, National Weather Service, Nati­ onal Oceanographic Data Center ve özel­ likle ESSA [Environmental Science Servi­ ces Administration (deniz tahminleri, kıta platosunu araştırma)]) bir araya getiren fe­ deral büro. Merkezi Washington’da olan büronun otuz kadar gemisi vardır. Ayrıca meteoroloji uydularından ve uzaktan algı­ lama işlemlerinden de yararlanmakla yü­ kümlüdür. N O A C K (Walter), alman mühendis (Nürnberg 1881-Baden, İsviçre, 1945). Bi­ rinci Dünya savaşı’na alman hava kuvvet­ lerinde katıldı ve uçak motorlarını besle­ mek için türbokompresör kullanılmasını önerdi. Türbomakinelerin yapımında uz­ man olan Noack yüksek basınçlı ve yük­ sek sıcaklıkta buhar tekniğinin öncülerindendir. Ayrıca, gaz türbinleriyle donatılmış ilk elektrik santralını buldu ve bu santralı tüm tesisleriyle birlikte Neuchâtel’de yer­ altında kurdu. N O A H a. Çok alkollü, ama çok acı lez­ zetli bir şarap veren beyaz üzümlü ame­ rikan asması. (Zehirliliği nedeniyle bazı ül­ kelerde yetiştirilmesi yasaklanmıştır.) N O A İL L E S (Louis Marie D'AYEN, ArpaJON şövalyesi ve —vikontu), fransız gene­ ral (Paris 1756-Havana 1804). Mouchy dü­ künün ikinci oğlu ve Noailles mareşalinin torunuydu. Eniştşsi La Fayette ile birlikte Amerika'ya gitti. Etats généraux'da (1789) soylu milletvekilleri arasında yer aldı. Ay­ rıcalıkların kaldırılmasına öncülük edenler­ den biridir (4 ağustos 1789 gecesi). N O A İL L E S (Anna, prenses BRANCOVAN, kontes MATHİEU DE), fransız kadın edebiyatçı (Paris 1876 - ay. y. 1933). He­ men başarı kazanan ilk şiir kitapları (/e Cœur innombrable, 1901; l'Ombre des jours, 1902) ve la Nouvelle Espérance



(1903) gibi romanları, pagan aşk sevinç­ lerini ya da ölüm saplantısını dile getiren ateşli bir lirizmle doluydu. Ancak roman­ tizm, olgunluk kitaplarında (les Vivants et les Morts, 1913; les Forces éternelles, 1920) da varlığını sürdürmekle birlikte, Po­ èmes de l'amour (1924), l'Honneur de souffrir (1927) adlı kitaplarında ve anıların­ da (le Livre de ma vie, 1932) acı, daha dizginlenmiş, daha yoğun bir şiirselliğe ulaşır. N O A M İ, japon ressam, şair ve hattat (Kyoto 1397-1471). Aşikaga şogunluğunun hükümranlığı sırasında Çin resimleri dairesi'nin’yöneticisi olan sanatçı, hoş bir üs­ lupla manzara, çiçek ve hayvan resimleri yaptı. Oğlu Geiami ve torunu Soami ile birlikte, Sanami grubunu kurdu. N O B A Y S U M Z O M , Hindu Kuş'un Pa­ kistan'daki bölümünde doruk; 7 070 m. Doruğa ilk tırmanışı AvusturyalI K. Diemberger ve K. Lapuch gerçekleştirdi (1967). N O B E L (Alfred), isveçli kimyacı (Stock­ holm 1833 - San Remo 1896). Öğrenimi­ ni Petersburg'da yaptı, 1859'da Stockholm'a döndü. 1863’te Stockholm yakın­ larında, Heleneborg'da bulunan küçük bir laboratuvarda çok az miktarda nitro­ gliserin üretmeye başladı; ancak bu laboratuvar birkaç ay sonra bir patlamayla yı­ kıldı ve küçük kardeşi Emil öldü. 1865'te Vinterviken'de (İsveç), daha sonra da Hamburg yakınlarında, Krümmel'de ye­ ni fabrikalar kurdu. Bu arada patlayıcıları inceledi ve 1864'te nitrogliserinin patlama­ sının cıva fülminatla başlatılabileceğini keşfetti. Bu sırada üç birim ağırlıkta nitro­ gliserini, bir birim ağırlıkta, toz haline ge­ tirilmiş kömür ya da kizelgur gibi gözenek­ li bir maddeye emdirebıleceğini düşündü; sıvı nitrogliserinden daha kullanışlı ve da­ ha az tehlikeli olan bu patlayıcı karışıma "dinamit barutu” adını verdi. 1875'te, nit­ rogliserini nitrat pamuğuna emdirerek dihamit lokumunu yaptı. 1887'de, "duman­ sız barut" adını verdiği ve eşit miktarlar­ da nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan, itici bir barut buldu. Birkaç yıl son­ ra kordit adlı patlayıcı madde konusunda İngiliz hükümeti aleyhine bir dava açtı, an­ cak davayı kaybetti. 1873'ten sonra he­ men hemen tümüyle Paris’e yerleşen No­ bel, 1881'de Sevran’da bir laboratuvar kurdu ve barutlar üzerine çalışmalarını bu­ rada sürdürdü, 1890'da laboratuvarnı San Remo’ya taşıdı. Bir vasiyetle, hemen hemen tüm servetini yılda beş ödül veril­ mesi için bıraktı. N o b e l ö d ü lle ri. Alfred Nobel'in vasiyeti üzerine kurulan bu ödüllerin sayısı baş­ langıçta beşti (fizik, kimya, fizyoloji ve tıp, edebiyat, barış); 1968'de İsveç bankası, Alfred Nobel’in anısına bir "iktisat ödülü" ihdas etti. Fizik, kimya ve iktisat dalındaki Nobel ödülleri İsveç Bilimler akademisi, tıp ve fiz­ yoloji dalındaki ödül Stockholm Karolin B k. ş e m a s a y fa 8 6 9 2



enstitüsü, edebiyat ödülü Stockholm aka­ demisi, Nobel barış ödülü ise norveç Storting’inin seçtiği beş kişilik bir komisyon ta­ rafından verilir. N O B E L İU M a. (fr. nobélium; A. Nobel' in adından). Atom numarası 102 olan ele­ ment (simgesi No). [Nobelyum da denir.] (Uranyum ötesi elementlerin ilki olan nobeliumun bulunuşu tartışmalıdır. 1957’de Stockholm Nobel enstitüsü’nce bu ele­ mentin tanımıyla ilgili olarak ortaya konan bilgilerin yanlış olduğu anlaşıldı. Amerikan ve sovyet araştırmacıları arasındaki yarış, 1 0 izotopunun bulunarak tanınmasını sağ­ ladı. Bunlardan kütle sayısı 259 olan izo­ topunun yarıömrü, yaklaşık 1 saattir. No­ bélium, sulu çözeltide genellikle ikideğerlidir.) N O B E O K A , Japonya'da kent, Kyuşu adasında (Miyazaki ili), Büyük Okyanus kı-



P. Koch-Rapho



yısında; 130 615 nüf. (1990). Kimya.



Japonya'da no gösterisi



N O B İ, Japonya'da (Honşu) alüvyon ova­ sı, ise körfezi kıyısında. Başlıca kenti Nagoya. N O B İL E (Umberto), İtalyan havacı, kâ­ şif ve general (Lauro, Avellino, 1885 - Ro­ ma 1978). 1926'da, Amundsen’in yanın­ da, tipini kendisinin bulduğu bir güdüm­ lü balonla gerçekleştirilen ilk kutup sefe­ rine katıldı. Geziden dönünce, Napoli Üniversitesi'nde dersler vermeye başladı. 1928'de, güdümlü bir balon olan italia ile yeni bir kutup seferi düzenledi, ancak Svalbard açıklarında kayboldu; isveçli ha­ vacı Lundborg ve bir sovyet buzkıranı Nobile ve arkadaşlarını kurtardı; Amundsen onlara yardım etmeye çalışırken öldü. Nobile 1929'da ordudan ayrıldı. 1932'de Sovyetler Birliği Havacılık bakanlığı ile bir sözleşme yaptı ve 1936’ya kadar burada uzman olarak çalıştı, ikinci Dünya savaşı sırasında Chicago'da öğretmenlik yaptı, daha sonra İtalya’ya döndü ve 1946’da Komünist parti’den milletvekili seçildi. Başta Gli Italiani al Polo Nord (Kuzey kutbu'nda italyanlar) [1970] olmak üzere pek çok kitap yazdı. N O B İL İ (Roberto DE), İtalyan misyoner (Montepulciano 1577 - Mailapur, Madras, 1656). Cizvit tarikatına girdi (1596), Hin­ distan’da misyonerlik yaptı (1604), misyo­ nerlikte uyum yönteminin (yerli halkın ge­ lenek ve göreneklerinin benimsenmesi) öncülerinden biri oldu. Kendisi de Hindis­ tan’ın belli başlı lehçelerini öğrendi ve brahmanların törelerini benimsedi. Papa Gregorius XV, bu konuda uğradığı eleşti­ rilere rağmen, Nobili'nin tutumunu onay­ ladı (1623).



L a u ro s -G ira u d o n



Anna d e Noailles Jean de Gaigneron'un bir portresinden ayrıntı Carnavalet müzesi, Paris



H o g e r-V io lle t-V io lle t kol.



N O B İL İ (Leopoldo), İtalyan fizikçi (Trassilico, Garfagnand, 1787 - Floransa 1835). 1826’da karşıt kutuplarla mıknatıslanmış iki iğneden oluşan “ astatik” sistemi icat etti; bu sistem sayesinde yüksek duyarlık­ ta galvanometreler yapıldı. Nobili 1830' da, termoelektrik bir pil tasarladı; bunun yardımıyla, Melloni ile birlikte, kızılaltı ışı­ mayı inceledi (1831). N o b ills s im a V is io n « , 1 perdelik, 5 tablolu koregrafik efsane. Konusunu Paul Hindemith ve Löonide Massine; müziği­ ni Paul Hindemith; koregrafisini L. Massi­ ne hazırladı. İlk kez 1938’de Londra'daki Drury Lane Theatre'da sahnelendi. Baş­ lıca rolleri L. Massine, F. Franklin, Dokudovski, Nini Theilade, Jeannette Lauret yorumladı. Aziz Francesco d'Assisi'nin ya­ şamını konu alan yapıtta Massine, bazı se­ kansları vurgulamada kironomiden yarar­ lanmıştır ("Yaratıkların kantiği"). N O BİLİTAS, soyluluk anlamına gelen ve Roma Cumhuriyeti döneminde ataları magistratus curulis olan ailelerin tümünü adlandıran latince sözcük. İ.Ö. III. yy.’dan başlayarak nobilitas, patricius ailelerle



Alfred Nobel



1901’den 1992’ye Nobel fizik 1901 1902 1903



1904 1905 1906 1907 1908 1909 1910 1911 1912 1913 1914 1915 1916 1917 1918 1919 1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934 1935 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946 1947 1948 1949 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958



1959 1960 1961 1962 1963



1964



1965



1966 1967 1968 1969 1970 1971 1972



1973



1974 1975



1976 1977



W. C. Röntgen (Almanya), H. A. Lorentz (Hollanda). P. Zeeman (Hollanda). H. Becquerel (Fransa). P. Curie (Fransa). M . Curie (Fransa). J. W. S. Rayleigh (Büyük Britanya). P. Lenard (Almanya). J. J. Thomson (Büyük Britanya). A. A. M ichelson (ABD). G. Lippm ann (Fransa). G. M arconi (İtalya). K. F. Braun (Almanya). J. D. Van der Waals (Hollanda). W. Wien (Almanya). G. Dalön (İsveç). H. Kam erlingh Onnes (Hollanda). M. von Laue (Almanya). W. H. B ragg (Büyük Britanya). W. L Bragg (Büyük Britanya). Verilmedi. C. G. Barkla (Büyük Britanya)." M. Planck (Almanya). J. Stark (Almanya). C. E. Guillaume (İsviçre). A. Einstein (Almanya). N. Bohr (Danim arka). R. A. Millikan (ABD). K. M. G. Siegbahn (İsveç). J. Franck (Almanya). G. Hertz (Almanya). J. Perrin (Fransa). A. H. Com pton (ABD). C. T. R. Wilson (Büyük Britanya). O. W. Richardson (Büyük Britanya). L. V. de Broglie (Fransa). C. V. Raman (Hindistan). Verilmedi. W. H eisenberg (Almanya). E. Schrödinger (Avusturya). P. A. M. Dirac (Büyük Britanya). Verilmedi. J. Chadw ick (Büyük Britanya). V. F. H ess (Avusturya). C. D. Anderson (ABD). C. J. Davisson (ABD). G. P. Thomson (Büyük Britanya). E. Fermi (İtalya). E. O. Lawrence (ABD). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. O. Stern (ABD). 1.1. R abi(ABD ). W. Pauli (Avusturya). P. W. Bridgm an (ABD). E. V. Appleton (Büyük Britanya). P. M. S. Blackett (Büyük Britanya). Yukava Hideki (Japonya). C. F. Powell (Büyük Britanya). J. D. C ockcroft (Büyük Britanya). E. T. S. Walton (İrlanda). F. Bloch (ABD). E. M. Purcell (ABD). F. Zernike (Hollanda). M. Born (Büyük Britanya). W. Bothe (Almanya). W. E. Lamb (ABD). P. Kusch (ABD). W. Shockley, J. Bardeen ve W. H. Brattain (ABD). C. N. Yang (Çin-ABD). T. D. Lee (Çin-ABD). P A. Çerenkov (Rusya). I. M. Frank (Rusya). 1.1. Tamm (Rusya). E Segrö (ABD). O. Chamberlain (ABD). D. A. Glasser (ABD). R. Hofstadter (ABD). R. Mössbauer (Almanya). L. Landau (Rusya). E. W igner (ABD). M. G oeppert-M ayer (ABD). H. D. Jensen (Almanya). Ch. H. Townes (ABD). N. G. Basov (Rusya). A. M. Prohorov (Rusya). R. Feynman (ABD). J. Schw inger (ABD). Tomonaga Şiniçiro (Japonya). . A. Kastler (Fransa). H. A. Bethe (ABD). L. W. Alvarez (ABD). M. Gell-Mann (ABD). L. N6el (Fransa). A. Alfvön (İsveç). D. G abor (Büyük Britanya). J. Bardeen (ABD). L. N. C ooper (ABD). J. R. Schrieffer (ABD). B. D. Josephson (Büyük Britanya). Esaki Leo (Japonya). I. G iaever (ABD) A. Hewish (Büyük Britanya). M. Ryle (Büyük Britanya). J. Rainwater (ABD). A. Bohr (Danim arka). B. Mottelson (Danimarka). B. Richter (ABD). S. Ting (ABD). J. H. Van Vleck (ABD). N. F. M ott (Büyük Britanya). P. W. Anderson (ABD).



1978



1979



1980 1981



1982 1983 1984 1985 1986



1987 1988



1989 1990



1991 1992



P. L. Kapitsa (Rusya). A. A. Penzias (ABD). R. W. Wilson (Büyük Britanya). S. Glashow (ABD). A. Salam (Pakistan). S. W einberg (ABD). J. Cronin (ABD). V. Fitch (ABD). N. Bloembergen (ABD). A. L. Schawlow (ABD). K. M. Siegbahn (İsveç). K. G. Wilson (ABD). S. Chandrasekhar (ABD). W. A. Fowler (ABD). C. R ubbia (İtalya). S. Van der Meer (Hollanda). K. von Klitzing (Almanya). E. Ruska (Almanya). G. Binning (Almanya). H. Rohrer (İsviçre). J. G. Bednorz (Almanya). K. A. M ueller (İsviçre). L. Lederman (ABD). M. Schwartz (ABD). J. Steinberger (ABD). N. M. Ramsey (ABD). H. G. Dehmelt (ABD). J. I. Friedman (ABD). H. W. Kendall (ABD). R. E. Taylor (ABD). P.-G de Gennes (Fransa). G. Charpak (Fransa).



kimya 1901 1902 1903 1904 1905 1906 1907 1908 1909 1910 1911 1912 1913 1914 1915 1916 1917 1918 1919 1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934 1935 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946



1947 1948 1949 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 1961 1962 1963 1964 1965 1966 1967



J. H. Van't Hoff (Hollanda). E. Fischer (Almanya). S. Arrhenius (İsveç). W. Ramsay (Büyük Britanya). A. von Baeyer (Almanya). H. Moissan (Fransa). E. Buchner (Almanya). E. Rutherford (Büyük Britanya). W. Ostwald (Almanya). O. Wallach (Almanya). M. Curie (Fransa). V. G rignaro (Fransa). P. Sabatier (Fransa). A. W erner (İsviçre). T. W. Richards (ABD). R. M. W illstatter (Almanya). Verilmedi. Verilmedi. F. Haber (Almanya). Verilmedi. W. Nemst (Almanya). F. Soddy (Büyük Britanya). F. W. Aston (Büyük Britanya). F. Pregl (Avusturya). Verilmedi. R. Zsigm ondy (Almanya). T. Svedberg (İsveç). H. Wieland (Almanya). A. Windaus (Almanya). A. Harden (Büyük Britanya). H. von Euler-Chelpin (İsveç). H. Fischer (Almanya). C. Bosch (Almanya). F. Bergius (Almanya). I. Langm uir (ABD). Verilmedi. H. C. Urey (ABD). F. Joliot-Curie (Fransa). I. Joliot-Curie (Fransa). P. J. W. Debye (Hollanda). W. N. Haworth (Büyük Britanya). P. Karrer (İsviçre). R. Kuhn (Almanya). A. F. J. Butenandt (Almanya). L. Ruzicka (İsviçre). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. G. Hevesy de Heves (Macaristan). O Hahn (Almanya). A. I. Virtanen (Finlandiya). J. B. Sumner (ABD). J. H. Northrop (ABD). J. M. Stanley (ABD). R. Robinson (Büyük Britanya). A. W. K. Tiselius (İsveç). W. F. Giauque (ABD). O. Diels (Almanya). K. Aider (Almanya). E. M. M cMillan (ABD). G. T. Seaborg (ABD). A. J. P. Martin (Büyük Britanya). R. L. M. Synge (Büyük Britanya). H. Staudinger (Almanya). L. C. Pauling (ABD). V. Du Vigneaud (ABD). C. N. Hinshelwood (Büyük Britanya). N. N. Semyonov (Rusya). A. R. Todd (Büyük Britanya). F. Sanger (Büyük Britanya). J. Heyrovsky (Çek Cumhuriyeti). W. F. Libby (ABD). M. Calvin (ABD). J. C. Kendrew ve M. F. Perutz (Büyük Britanya). G. Natta (İtalya). K. Ziegler (Almanya). D. C. H. Hodgkin (Büyük Britanya). R. B. W oodward (ABD). R. S. Mulliken (ABD). M. Eiqen (Almanya).



1968 1969 1970 1971 1972



1973 1974 1975 1976 1977 1978 1979 1980



1981 1982 1983 1984 1985 1986



1987



1988



1989 1990 1991 1992



R. G. W. Norrish (Büyük Britanya). G. Porter (Büyük Britanya). L. O nsager (ABD). D. H. R. Barton (Büyük Britanya). O. Hassel (Norveç). L. F. Leloir (Arjantin). G. H erzberg (Kanada). C. B. Anfinsen (ABD). S. Moore (ABD). W. Stein (ABD). E. O. Fischer (Almanya). G. Wilkinson (Büyük Britanya). P. J. Flory (ABD). V. Prelog (İsviçre). J. W. Cornforth (Büyük Britanya). W. N. Lipscom b (ABD). I. Prigogine (Belçika). P. M itchell (Büyük Britanya). H. C. Brown (ABD). G. Wittig (Almanya). P. Berg (ABD). W. G ilbert (ABD). F. Sanger (Büyük Britanya). R. Hoffmann (ABD). Fukui Kenişi (Japonya). A. Klug (Büyük Britanya). H. Taube (ABD). B. M errifield (ABD). H. Hauptman (ABD). J. Karle (ABD). D. R. H erschbach (ABD). Y. T. Lee (ABD). J. C. Polanyi (ABD). J. M. Lehn (Fransa), D. J. Cram (ABD). Ch. J. Pedersen (ABD). J. Deisenhofer (Almanya). R. Hufer (Almanya). H. M ichel (Almanya). A. Sidney (ABD). C. Thomas (ABD). E. J. Corey (ABD). R. D. Ernst (İsveç). R. Marcus (ABD).



fizyoloji ve tıp 1901 1902 1903 1904 1905 1906 1907 1908 1909 1910 1911 1912 1913 1914 1915 1916 1917 1918 1919 1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934



1935 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945



1946 1947



1948 1949 1950



E. A. von Behring (Almanya). R. Ross (Büyük Britanya). N. R. Finsen (Danimarka). I. P. Pavlov (Rusya). R. Koch (Almanya). C. Golgi (İtalya). S. Ramón y Cajal (Ispanya). A. Laveran (Fransa). P. Ehrlich (Almanya). I. Meçnikov (Rusya). T. Kocher (İsviçre). A. Kossel (Almanya). A. Gullstrand (İsveç). A. Carrel (Fransa). C. Richet (Fransa). R. Bárány (Avusturya-Macaristan). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. J. Bordet (Belçika). A. Krogh (Danimarka). Verilmedi. A. V. Hill (Büyük Britanya). O. Meyerhof (Almanya). F. G. Banting (Kanada). J. J. R. Macleod (Kanada). W. Einthoven (Hollanda). Verilmedi. J. Fibiger(Danimarka). J. Wagner Jauregg (Avusturya). C. Nicolle (Fransa). C. Eijkman (Hollanda). F. G. Hopkins (Büyük Britanya). K. Landsteiner (Avusturya). O. W arburg (Almanya). C. S. Sherrington (Büyük Britanya). E. D. Adrian (Büyük Britanya). T. H. Morgan (ABD). G. H. W hipple (ABD). W. P. M urphy (ABD). G. R. Minot (ABD). H. Spemann (Almanya). H. H. Dale (Büyük Britanya). O. Loewi (Avusturya). A. Szent-Györgyi von Nagyrapolt (Macaristan). C. Heymans (Belçika). G. Dom agk (Almanya). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. E. A. Doisy (ABD). H. Dam (Danimarka). W. Erlanger (ABD). H. S. Gasser (ABD). A. Fleming (Büyük Britanya). E. B. Chain (Büyük Britanya). H. W. Florey (Büyük Britanya). H. J. Muller (ABD). C. F. Cori (ABD). G. T. Cori (ABD). B. A. Houssay (Arjantin). P. H. Müller (İsviçre). E. Moniz (Portekiz). W. R. Hess (İsviçre). P. S. Hench (ABD). E. C. Kendall (ABD) T. Reichstein (İsviçre).



ödülünü alanların listesi 1951 1952 1953 1954



1955 1956



1957 1958



1959 1960 1961 1962



1963



1964 1965



1966 1967



1968



1969



1Ö70



1971 1972 1973



1974



1975



1976 1977



1978



1979 1980



1981



1982



1983 1984



1985 1986 1987 1988



1989 1990 1991 1992



M. Theiler (G üney Afrika Birliği). S. A. Waksman (ABD). H. A. Krebs (Büyük Britanya). F. A. Lipmann (ABD). J. F. Enders (ABD). T. H. Weller (ABD). F. C. Robbins (ABD). A. H. T. Theorell (İsveç). A. F. Coum and (ABD). W. Forssmann (Almanya). D. W. Richards Jr. (Almanya). D. Bovet (İtalya). G. W. Beadle (ABD). E. L. Tatum (ABD). J. Lederberg (ABD). S. Ochoa ve A. K ornberg (ABD). F. M. Burnet (Avustralya). P. B. Medawar (Büyük Britanya). G. von Bekesy (ABD). M. H. F. Wilkins (Büyük Britanya). F. H. C. C rick (Büyük Britanya). J. D. Watson (ABD). J. C. Eccles (Avustralya). A. L. H odgkin (Büyük Britanya). A. F. Huxley (Büyük Britanya). F. Lynen (Almanya). K. Bloch (ABD). A. Lwoff (Fransa). J. Monod (Fransa). F. Jacob (Fransa). F. P. Rous (ABD). C. B. Huggins (ABD). G. Wald (ABD). H. K. Hartline (ABD). R. Granit (İsveç). R. W. Holley (ABD). H. G. Khorana (Hindistan). M. W. Nirenberg (ABD). M. D elbruck (ABD). A. D. Mershey (ABD). S. E. Luria (ABD). B. Katz (Büyük Britanya). J. Axelrod (ABD). U. von Euler (İsveç). E. W. Sutherland (ABD). G. Edelman (ABD). R. R. Porter (Büyük Britanya). K. von Frisch (Avusturya). K. Lorenz (Avusturya). N. Tinbergen (Hollanda) C. de Düve (Belçika). G. E. Palade (ABD) A. Claude (Belçika). H. M. Temin (ABD). R. D ulbecco (ABD). D. Baltimore*(ABD). B. S. Blum berg (ABD). C. G ajdusek (ABD). R. Yalow (ABD). R. Guillemin (ABD). A. Schally (ABD). W. Arber (İsviçre). D. Nathans (ABD). H. Smith (ABD). A. M. Corm ack (ABD). G. N. Hounsfield (Büyük Britenya). B. Benacerraf (ABD). J. Dausset (Fransa). G. D. Snell (ABD). R. W. Sperry (ABD). D. H. Hubel (ABD). T. N. Wiesel (İsveç). J. R. Vane (Büyük Britanya). S. K. Bergström (İsveç). B. I. Samuelsson (İsveç). B. McClintock (ABD). N. Jem e (Danimarka). G. Köhler (Almanya). C. Milstein (Büyük Britanya). M. Brown (ABD). J. L. Goldstein (ABD). R. Levi-Montalcini (İtalya). S. Cohen (ABD). Su sumu Tonegava (Japonya). G. Elion (ABD). G. H itchings (ABD). J. Black (Büyük Britanya). J. M. Bishop (ABD). H. E. Varmus (ABD). J. E. Murray (ABD). D. Thomas (ABD). E. Neher (Almanya). B. Sackmann (Almanya). E. Fischer (ABD). E. Krebs (ABD).



İktisat 1969 1970 1971 1972 1973 1974 1975 1976 1977 1978 1979 1980



J. Tinbergen (Hollanda). R. Frisch (Norveç). P. A. Samuelson (ABD). S. Kuznets (ABD). J. R. Hicks (Büyük Britanya). K. J. Arrow (ABD). W. Leontief (ABD). K. G. Myrdal (İsveç). F. A. von Hayek (Büyük Britanya). T. C. Koopm ans (ABD). L. V. Kantoroviç (Rusya). M. Friedman (ABD). B. Ohlin (İsveç). J. E. M ead (Büyük Britanya). H. A. Simon (ABD). A. Lewis (Büyük Britanya). T. W. Schultz (ABD). L. R. Klein (ABD).



1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990



1991 T992



J. Tobin (ABD). G. Stigler (ABD). G. Debreu (ABD). R. Stone (Büyük Britanya). F. Modigliani (ABD). J. M. Buchanan (ABD). R. M. Slow (ABD). M. Allais (Fransa). T. Haavelmo (Norveç). H. Markowitz (ABD). M. Miller (ABD). W. Sharpe (ABD). R. Coase (Büyük Britanya). G. S. Becker (ABD).



barış 1901 1902 1903 1904 1905 1906 1907 1908 1909 1910 1911 1912 1913 1914 1915 1916 1917 1918 1919 1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934 1935 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946 1947



1948 1949 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 1961 1962 1963 1964 1965 1966 1967 1968 1969 1970 1971 1972 1973 1974 1975 1976



H. Dunant (İsviçre). F. Passy (Fransa). E. Ducom mun (İsviçre). A. G obat (İsviçre). W. R. Cremer (Büyük Britanya). Gent Uluslararası hukuk enstitüsü. B. von Suttner (Avusturya). T. Roosevelt (ABD). E. T. Moneta (İtalya). L. Renault (Fransa). K. P. Arnoldson (İsveç). F. Bajer (Danimarka) A. Beernaert (Belçika). P. Balluat d'Estournelles (Fransa) Bern'deki Uluslararası barış bürosu T. M. C. Asser (Hollanda). A. Fried (Avusturya). E. Root (ABD) H. La Fontaine (Belçika). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Cenevre'deki Uluslararası Kızılhaç komitesi. Verilmedi. T. W. Wilson (ABD). L. Bourgeois (Fransa). K. H. Branting (İsveç). C. L. Lange (Norveç). F. Nansen (Norveç). Verilmedi. Verilmedi. J. A. Chamberlain (Büyük Britanya). C. G. Dawes (ABD). A. Briand (Fransa). G. Stresemann (Almanya). F. Buisson (Fransa). L. Q uidde (Almanya). Verilmedi. F. B. Kellogg (ABD). Nathan Söderblom (İsveç). J. A ddam s (ABD). N. M. Butler (ABD). Verilmedi. N. Angell (Büyük Britanya). A. Henderson (Büyük Britanya). C. von Ossietzky (Almanya). C. Saavedra Lamas (Arjantin). E. Cecil of Chelwood (Büyük Britanya). Nansen Uluslararası m ülteciler ofisi. Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Cenevre'deki Uluslararası Kızılhaç komitesi. C. Hull (ABD). E. G. Balch (ABD). J. R. Mott (ABD). The Friends Service Council (Büyük Britanya). The American Friends Service Committee (ABD). Verilmedi. J. Boyd Orr (Büyük Britanya). R. J. Bunche (ABD). L. Jouhaux (Fransa). A. Schweitzer (Fransa). G. C. Marshall (ABD). Cenevre'deki BM mülteciler , yüksek komiserliği. Verilmedi. Verilmedi. L. B. Pearson (Kanada). D. G. Pire (Belçika). P. Noel-Baker (Büyük Britanya). A. Luthuli (Güney Afrika Birliği). D. Hamm arskjöld (İsveç). Linus C. Pauling (ABD). Uluslararası Kızılhaç komitesi. Uluslararası Kızılhaç dernekleri birliği. M. L. King (ABD). Unicef. Verilmedi. Verilmedi. R. Cassin (Fransa). Uluslararası çalışma örgütü. N. E. Borlaug (ABD). W. Brandt (Almanya). Verilmedi. H. Kissinger (ABD). L6 Due Tho (Vietnam) [ödülü reddetti). Sato Eisaku (Japonya). S. M acBride (İrlanda). A. Saharov (Rusya). M. Corrigan (İrlanda). B. Williams (İrlanda).



1977 1978 1979 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992



Uluslararası af örgütü. M. Begin (İsrail). Rahibe Teresa (Hindistan). A. Perez Esquivel (Arjantin). BM mülteciler yüksek komiserliği. A. Myrdal (İsveç). A. Garcia Robles (Meksika). L Walesa (Polonya). D. Tutu (Güney Afrika). Nükleer savaşı önlemek için uluslararası hekim ler birliği. E. Wiesel (ABD). 0 . Arias Sanchez (Kosta Rika). BM barış gücü. D. Lama (Tibet). M. Gorbaçov (Rusya). Aung San Sou Kyi (Birmanya) R. M enchu (Guatemala).



edebiyat 1901 1902 1903 1904 1905 1906 1907 1908 1909 1910 1911 1912 1913 1914 1915 1916 1917 1918 1919 1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 1932 1933 1934 19 3 5 . 1936 1937 1938 1939 1940 1941 1942 1943 1944 1945 1946 1947 1948 1949 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 1961 1962 1963 1964 1965 1966 1967 1968 1969 1970 1971 1972 1973 1974 1975 1976 1977 1978 1979 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992



Sully Prudhomme (Fransa). T. Mommsen (Almanya). B. Bjornson (Norveç) F. Mistral (Fransa). J. Echegaray (Ispanya). H. Sienkiewicz (Polonya). G. C arducci (İtalya). J. R. Kipling (Büyük Britanya). R. Eucken (Almanya). S. Lagerlöf (İsveç). P. von Heyse (Almanya). M. Maeterlinck (Belçika). G. Hauptmann (Almanya). R. Tagor (Hindistan). Verilmedi. R. Rolland (Fransa). V. von Heidenstam (İsveç). K. A. Gjellerup (Danimarka). H. Pontoppidan (Danimarka). Verilmedi. C. Spitteler (İsviçre). K. Hamsun (Norveç). A. France (Fransa). J. Benavente (Ispanya). W. B. Yeats (İrlanda). W. Reymont (Polonya). G. B. Shaw (Büyük Britanya). G. Deledda (İtalya). H. Bergson (Fransa). S. Undset (Norveç). T. Mann (Almanya). S. Lewis (ABD). E. A. Karlfeldt (İsveç). J. Galsworthy (Büyük Britanya). I. A. Bunin (Rusya) L. Pirandello (İtalya). Verilmedi. E. O ’Neill (ABD). ' R. Martin du Gard (Fransa). P. S. Buck (ABD). F. E. Sillanpää (Finlandiya). Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. Verilmedi. J. V. Jensen (Danimarka). G. Mistral iŞili). H. Hesse (İsviçre). A. Gide (Fransa). T. S. Eliot (Büyük Britanya). W. Faulkner (ABD). B. Russell (Büyük Britanya) P. Lagerkvist (İsveç). F. M auriac (Fransa). W. L. S. Churchill (Büyük Britanya). E. Hemingway (ABD). H. Laxness (İzlanda). J. R. Jiménez (Ispanya). A. Camus (Fransa). B. Pasternak (Rusya) [ödülünü almadı] S. Q uasim odo (İtalya). Saint-John Perse (Fransa). I. A ndric (Sırbistan). J. Steinbeck (ABD). G. Seferis (Yunanistan). J.-P. Sartre (Fransa) [ödülünü reddetti] M. A. Şolohov (Rusya). S. J. Agnon (İsrail) N. Sachs (İsveç). M. A. Asturias (Guatemala). Kavabata Yasunari (Japonya). S. Beckett (İrlanda). A. Soljenitsin (Rusya). P. Neruda (Şili). H. Böll (Almanya). P. White (Avustralya). E. Johnson ve H. Martinson (İsveç). E. Montale (İtalya). S. Bellow (ABD). V. Aleixandre (Ispanya). I. B. Singer (ABD). 0 . Elytis (Yunanistan). C Milosz (Polonya ve ABD). E. Canetti (Büyük Britanya). G. Garcia Marquez (Kolombiya). W. G olding (Büyük Britanya). J. Seifert (Çek Cumhuriyeti). C. Simon (Fransa). W. Soyinka (Nijerya). Joseph Brodskiy (ABD). N ecib Mahfûz (Mısır). C. J. Cela (Ispanya). 0 . Paz (Meksika). N. Gordimer (Güney Afrika). D. W alcott (St. Lucia).



nobi litas üyeleri arasında magistratus curulis olan pleb ailelerin birleşmesiyle oluştu. Bunlar zengin mülk sahipleri olarak, özellikle İtal­ ya’da magistratus tekelini hızla kendi el­ lerine aldılar; bir seçim kampanyasının yüksek masraflarını karşılayabilecek, ken­ di davalarına bağlı bir yandaş topluluğun­ dan yararlanabilecek ve kentli plebi hoş­ nut etmek üzere resmi görevleri süresin­ ce yeteri kadar harcama yapabilecek du­ rumda olanlar, yalnızca bu ailelerdi. Bu dar grup, evlilikler ve evlat edinmeler yo­ luyla birliğini pekiştirdi; İ.Û. II. ve I. yy.’larda bu gruba girebilen yabancı erkek sa­ yısı çok azdı (aileleri hiçbir-siyasal etkide bulunmayan) [bununla birlikte Marlus ve Cıcero, bu gruba katıldılar], Nobilitas, de­ magoglara olduğu kadar imperatqr'\ara da karşı çıkarak, Roma’yı ve Roma imparatorluğu'nu etkili bir biçimde yönettiyse de imperatorlar, nobilitasın üstünlüğüne son verdiler.



8694



N O B LE a. (tr. noble). Nümism. Edward III zamanında 1344’te basılan ve XVI. yy.'a kadar çıkartılan, 8,97 g ağırlığında altın İn­ giliz parası. Önyüzünde, bir kadırgada ayakta duran silahlı kralın yarı beline ka­ dar göründüğü bir başresmi, arkayüzündeyse çifte bir gülçe içine yerleştirilmiş zambaklı bir haç bulunur. (Noble, iskoçya, Fransa [1426], Bourgogne ve Hollan­ da'da taklit edildi.)



B .N . P a ris



N O B LE (sir Andrew), Ingiliz topçu ve balistlkçi (Greenock 1871 - Argyll 1915). Crusherli manometreyi (1860) ve Kronoskobu (1862) buldu, Abel İle birlikte baru­ tun patlaması üzerine çalışmalar yaptı. N o b le v e A b e l fo r m ü lü , patlayıcı bir maddenin patlamasıyla kapalı kapta (ör­ neğin manometrik bombada) oluşan p basıncını, doldurma yoğunluğu A ya bağ­ layan formül: ib P



1 - uA'



bu formülde I kuramsal kuvveti ve a eşhaciml gösterir. 1356-1361 arasında basılan altın bir noblenln ön yüzü (Edward lll’ün baş resmi) Bibliothèque nationale, Paris



N O B R A N sıt. Kaba, sert ve kırıcı davra­ nan kimse için kullanılır; nadan: Nobran bir genç, sözleriyle herkesi incitiyor. Çok nobransın. N O B R A N C A sıt., be. Kaba, sert, kırıcı: Nobranca davranış. Nobranca davran­ mak. N O B R A N L IK a. Nobran olma durumu, niteliği ya da nobran bir kimseye özgü davranış. N O B R E (Antönio Pereira), portekizli şa­ ir (Porto 1867 - Foz do Douro 1903). Fran­ sız simgeciliğinden etkilendi ve Laforgue’ a ve dekadanlığa ilgi duydu, şiirinin pito­ resk yanlarıyla canlılığını, sıradan insan­ ların dilinde buldu: Sö, 1892; Despedidas, 1902; Primeiros versos, 1921. N Ö B R E G A (Manuel DA), portekizli mis­ yoner (1517 - Rio de Janeiro 1570). Cizvit tarikatına girdi (1544), Brezilya'daki ilk portekiz misyonerlerinden biri oldu. Bu ülke­ de Salvador de Bahia, Recife, Rio de Ja­ neiro ve SSo Paulo kentlerinin kurulması­ na katkıda bulundu.



talık için profilaksi yollarını geliştirdi. Kuş tüberkolüzuyla memeliler tüberkülozu ba­ silinin aynı olduğunu ortaya koydu; bu hastalığa yakalanmış boynuzlugillerin sütü ya da etinden insana tüberküloz bulaşa­ bileceğini tanıtladı. N o c a rd b a s ili, 1893'te Nocard'ın psittakoz etkeni olarak tanımladığı Gram ne­ gatif basil. Oysa psittakozun asıl etkeni başka bir bakteridir (Chlamydia psittaci). Günümüzde Nocard basili Salmonella typhi murium la özdeşleştirilmiştir. N O C E R A İN FE R İO R E , İtalya'da kertt, Campania’da (Salerno ili), Sarno vadisin­ de; 47 000 nüf. Eski etrüsk kenti (Nuceria Alfaterna). Tarım ürünleri merkezi ve ulaşım kavşağı. Besin sanayileri. Tekstil (pamuk). Makine sanayileri. N O C E R A S U P E R İO R E , İtalya'da (Sa­ lerno ili) komün, Nocera inferiore'nın ya­ kınında; 17 550 nüf. Yuvarlak biçimli S. Maria Maggiore kilisesi, V. yy.’da yapılmış eski bir vaftiz yeridir (1856’da onarıldı). Kü­ çük tarım merkezi. N O C İ, İtalya'da komün, Puglia'da (Bari ili), Murge’nln doğu yamacında; 17 800 nüf. Tarım ve turizm merkezi. N O -C O N T E S T a. (ing. contest). Spor. Boksta, boksörlerin sorumluluğu ve hake­ min denetimi dışında bir durumun ortaya çıkmasından dolayı hakemin, maça de­ vam etmeme kararı alması. (No-contest kararı maçın sonucunu belirlemez.) N o c te s a t t ic a e (Attike geceleri), latin dilbılgici Aulus Gellius'un (ll.yy.) yapıtı. Çok değişik konulan kapsayan yirmi cilt­ lik bu kitap, dilbilgisi, tarih, felsefe, şiir ve bilim üzerine bir bilgi kaynağıdır. N O C TİLU C A a. (lat. noctilucus, gecele­ yin aydınlatandan). Uzun kamçılı çok kü­ çük, böbrek ya da küre bçiminde bedenli kamçılı Protozoa. (Noctiluca cinsi üyeleri bütün sıcak ve ılıman denizlere yayılır. Noctiluca miliaris sığ deniz planktonların­ da çok bol bulunduğunda deniz suyunu fosforlu ve çorba gibi koyu bir kıvama ge­ tirir.) N O C TİLU C İD A E a. Noctiluca cinsi üye­ leri gibi genellikle ışık saçan kamçılı de­ niz protistleri familyası. N O C TU İD A E a. Böcbil. K U K U M A V P E R V A N E G İ L L E R familyasının bilimsel adı. N O C T U İD E A a Gece kelebekleri üstfamilyası. (Başlıca 5 familyaya dağılmış 31 000 türü vardır. En önemli familyası kukumavpervanegillerdir. Pulkanatlılar takı­ mı.) — A N S İ K L Noctuidea üstfamilyası üyeleri, irili ufaklı olabilen, koyu renkli (gri ve kah­ verengi ağır basar) kelebeklerdir: ön ka­ natlarında koyu renk çizgiler ya da leke­ ler vardır; arka kanatlar daha soluk ve tekrenklidir. Hantal, kalın, kıllı bedenli bu ke­ lebeklerin, fosforlu iri gözleri ve yalın göz­ leri, gelişmiş bir hortumları, uzun palpleri, çoğunlukla kıllı, çıkıntılar içeren göğüs­ leri, silindir ya da koni biçiminde karınları vardır. Kukumavpervanegillerden başka, dişlikelebekgiller, Liparidae, Ophideridae. kaplanpervanegiller, vb. familyaları içerir. n o c u ra , n o p a y, lı ş m a la r ı



NOBUNAGA -



O DA NOBUNAGA.



N O C A R D (Edmond isidore Etienne), fransız veteriner ve biyoloji uzmanı (Provins 1850 - Saint - Maurice, Seine, 1903). Pasteur’ün en beğendiği öğrencilerinden biriydi, Pasteur enstitüsü'nde servis şefli­ ğine getirildi. Sığır peripnömonisi mikro­ bunu inceledi ve üretti, bulaşıcı meme il­ tihabı, sığır ruamı, atta ülserli lenfanjit mik­ roplarını buldu, kuduz, tetanos, koyun çi­ çeği, şap ateşi, vb. üstünde araştırmalar yaptı. Bang ile birlikte tüberkülinin, boy­ nuzlugiller tüberkülozunun erken teşhisin­ de yöntem olarak kullanılmasını genelleş­ tirdi. Mallein şırınga ederek at ruamının erken teşhis edilmesini sağladı ve bu has­



d e n iz d e k u r ta r m a ç a ­



konusunda,



başarı yok, öde­



me yok



a n la m ı n a g e le n İ n g iliz c e d e y im .



L lo y d 's



k u r ta r m a



s ö z le ş m e s in d e



geçen



b u d e y im e g ö r e , y a ln ı z b a ş a r ı y la s o n u ç ­ la n a n k u r t a r m a ç a lı ş m a la r ı iç in s ö z le ş m e y i y a p a n la r k e n d ile r in e ö d e m e y a p ı lm a s ı n ı is t e y e b il ir le r .



NODA sam an



a.



Yörs.



Ü s tü



to p r a k la ö r tü lm ü ş



y ığ ın ı.



N O D A , Japonya'da kent, Honşu ada­ sında (Çiba ili), Tokyo’nun banliyösü, 114 476 nüf. (1990). N O D İE R (Jean Charles Emmanuel), fransız yazar (Besançon 1780 Paris 1844). Laibach'ta kütüphanecilik ve der­ gi yöneticiliği yaparken, fantastik edebi­



yata ve illyria egzotizmine duyduğu ilgiyi yansıtan hikâyeler yayımladı (Jean Sbogar, 1818; Trilby ou le butin dArgail, 1822). Arsenal’in kütüphane memuruyken, genç romantik okulla ilişki kurdu ve fantastik öy­ küler yayımladı (la Neuvaine de la Chan­ deleur, 1839). Nerval'e ve gerçeküstücü­ lüğe öncülük etmiştir (la Fée aux miettes, 1832). [Fr. akad., 1833.] N O D O S AU R U S a (yun nodos. dişsiz, ve saura, kertenkeleden). Kuzey Ameri­ ka’da Kretase devri topraklarında fosille­ rine rastlanan fosil sürüngen dinozor cin­ si. (Stegosaurus'lara benzerler; dişleri güçsüzdür ya da yoktur. Bedeni güçlü di­ kenler taşıyan kalın, deri kökenli bir kabuk­ la örtülüdür.) N O D O ZİTE a. (fr. nodosité; lat. nodus, düğümden). Bot. Ortakyaşar bir mikro­ organizmanın girmesi sonucunda kök do­ kularının çoğalmasıyla oluşan yumrucuk ya da özel organ. (Bk. ansikl. böl.) —Tıp. ş i Ş L İ K ’ i n eşanlamlısı. — A N S İ K L . Bot. Nodoziteler, en çok bak­ lagillerin kökleri üzerinde görülür. Özgül bir bakteri (Bacillus radicicola), kökün içi­ ne girdiği zaman konak bitki bakteriyi ba­ rındırır ve besler, öte yandan basil de ha­ vanın azotunu organik biçime sokarak tes­ pit eder ve böylece bitkinin azotla beslen­ mesini sağlar. Böylece iki organizma ara­ sında ortakyaşarlık kurulur. N O D U L a. Üvendirenin ucundaki sivri demir. N O D U LLA M A a. Nodullamak eylemi. N O D U L L A M A K g. f. Yörs. 1. Bir hay­ vanı nodullamak, nodulla dürtmek, yürüt­ meye çalışmak. —2. Tkz. Bir kimseyi no­ dullamak, bir iş için dürtmek, uyarmak. ♦ nodullanm ak edilg. f. Nodullamak eylemine konu olmak. NOD U LLAN M AK -



N O DULLAM AK.



N O D Ü L a. (fr. nodule; lat. nodulus, kü­ çük düğümden). Tıp. Altderıde ve derialtında bulunan sınırlı, yuvarlak ve ele ge­ lebilen lezyon. (Bk. ansikl. böl.) —Der. hast. Ağrılı kulak nodülü, 40 yaşı­ nı aşkın erkeklerde sık görülen ve kulakkepçesinln tepesinde siğil görünümünde keratozlu bir nodül biçiminde yer alan, bastırınca çok ağrı veren ve yastığa do­ kununca bile uykudan uyandıran iyicil lez­ yon. (Kulak kıkırdağındaki bir iltihaptan [kondrit] ve altderl nekrozundan ileri gelir ve kondrodermatlt yapar.) —Kardiol. Arantius ve Morgagni nodülleri, kalp atardamarlarının ağızlarında bulunan sigmolt kapakçıkların serbest kenarlarım­ daki küçük kabarıklıklar. Arantius düğü­ mü aort kapakçıklarında, Morgagni düğü­ mü akciğer atardamar kapakçıklarında bulunur. —Metalürj. Grafit nodülleri, yassılaşabilir dökme demirdeki düğüm toplulukları bi­ çiminde yerleşmiş grafit parçacıkları. (Bu tanım, küresel grafitlı dökme demirlerde­ ki grafitlerin küresel biçimleri için de geçerlidir.) — A N S İ K L . Tip. Eklem patolojisinde birçok nodüle rastlanır: Aschoff nodülleri; boyun­ da nevraljilere neden olan diskoostecfit no­ dülü; romatoit poliartritte görülen ve genelikle önkolun arka yüzünde dirsek yakınla­ rında, yüzeyel kemiklerin karşısında bulu­ nan rumatoit nodül; büyüme epifizitlerinde görülen süngersi kemik fıtığı ya da Schmorl nodülü; sağrı-kalça bölgesinde görülen ve Copeman'a göre sağrı-kalça ağrılarından sorumlu fıtık biçiminde nodüller. M O D Ü LER sıf. (fr. nodulaire; küçük dü­ ğüm anlamında nodule’den). Metalürj. Nodüler dökme demir, grafitin nodül bi­ çiminde olduğu dökme demir; bu nodül­ ler katı halde yayınmayla (siyah özlü yas­ sılaşabilir dökme demir) ya da katılaşma sırasında (küresel grafitli dökme demir) oluşur. N O D Z U M İÇ İT S U R A (marki), japon



general (Kagoşima 1841 - Tokyo 1908). 1894 Çin savaşı’nda birinci ordu, Rus -Japon savaşı’nda dördüncü ordu komu­ tanlığı yaptı. Özellikle Mukden savaşı’nda (1905) önemli bir rol oynadı. N O E (Friedrich Wilhelm), alman hekim ve eczacı (? 1798 - ? 1858). Fiume’de mü­ ze ve botanik bahçesi müdürlüğü yaptı (1831-1844). İstanbul’a gelerek (1844) Mektebi tıbbiyei adliyei şahane’de (Aske­ ri tıbbiye) Botanik bahçesi direktörlüğü görevini üstlendi. İstanbul çevresinde ve Anadolu'da yaptığı gezilerde bitki örnek­ leri topladı ve bunları Avrupa müzelerine gönderdi. Mehmet Derviş Paşa'nın (1817 -1878) başkanlığında kurulan İran hudut tespit komisyonu’nda hekim ve doğabilimci olarak görevlendirildi (1849). Bu ge­ zi sırasında topladığı örnekleri Askeri tıb­ biye müzesi’ne verdi (1852). Evinde yap­ tığı hava gözlemleri, Türkiye'de gerçekleş­ tirilen ilk hava gözlemleridir. N O E 6 E N E Z a. (fr. noégenèse'den). Ruhbil. C. Spearman’a göre, bilgilerin olu­ şumu. (Kişinin kendi deneyimleri konu­ sunda bilinç kazanması, ilişkilerin edüksiyonu, bağıntıların [karşılıklı ilişkide bulu­ nanların] edüksiyonu, noegenez sürecinin üç aşamasını oluşturur.) N O E L a. (fr. Noël). 1. İsa'nın doğum gü­ nü yortusu. (Bk. ansikl. böl. Din.) —2. Bu yortuya eşlik eden eğlence: Bu yıl Noel çok neşeli geçli. Mutlu Noeller. —3. Bu yortunun kutlandığı süre: Noel tatili. —4. Noel ağacı, Noel kutlaması için mum, kü­ çük hediye paketleri vb. ile süslenen kü­ çük çam ağacı. (Bk. ansikl. böl. Folk.) || Noel baba, hıristiyan çocukların Noel ge­ cesi bacadan girerek hediyeler getirdiği­ ne inandıkları özel.giysili düşsel kişi. (Bk. ansikl. böl. Folk.) — Müz. Hıristiyan ülkelerde Noel yortusu­ nu ya da onunla ilgili kişileri konu alan halk şarkısı. (Bk. ansikl. böl.) —Petr. san. Noel ağacı, bir kuyunun ba­ şını oluşturan vanaların, rakorların vb.’nin tümü. —ANSİKL. Din. İsa'nın doğum günü, Roma’da en azından 336 yılından, belki de 312 yılı öncesinden beri kutlanıyordu. Do­ ğum tarihinin, kış gündönümüne ve pa­ ganların bununla ilgili şenliklerine bakıla­ rak saptanmış olması mümkündür: bu du­ rumda, "dünyanın nuru" İsa’nın doğum günü yortusu, Campo Marzio'da yapılan bir tapınağın Aurelianus tarafından Sol invictus'a adanma tarihi olan 25 aralık 274’e uygun düşüyordu. Nitekim, aziz Leo, bir Noel vaazında (V. yy.) Roma hıristiyanlartnı, San Pietro klllsesi’ne girmeden ön­ ce güneşi selamladıkları için eleştirir. Baş­ ka bir varsayıma göre de, İsa'nın doğum günü olarak 25 aralığın seçilmesi, III. yy. başlarında İsa’nın ölüm tarihinin 25 mart olarak tahmin edilmesine dayanır (Tertullianus). İsa’nın doğumunu 6 ocakta, Mü­ neccim kralların tapınması ve İsa’nın vaf­ tizi İle birlikte kutlayan Doğu hırlstiyanlığı ise, 25 aralık tarihini aziz ioannes Khrysostomos ve Nazianzoslu aziz Gregorios’un etkisiyle benimsemiştir. —Folk. Noel ağacı. Adına ilk kez 1521’de Alsace'ta rastlanan Noel ağacı, başlan­ gıçta Ren nehri kıyılarında Noel arifesin­ de oynanan misterlerdeki Cennet Ağacı’ nı temsil ediyordu. Dallarına elmalar ası­ lırdı. Almanya’da 1700’den İtibaren adı geçmeye başlayan Noel ağacı, Orléans düşesi Hélène de Mecklembourg tarafın­ dan 1837’de Paris’e (Tuileries sarayı) so­ kuldu. Bu gelenek 1870'ten sonra Fran­ sa'da yayıldı. • Noel baba. Noel baba, uzun beyaz sa­ kallı, kürk takkeli ve geniş kırmızı (bazen kenarları beyaz) cüppeli bir kişi olarak gösterilir. Bir eşeğe ya da rengeyikleri ko­ şulu bir kızağa binerek gezer; yayaysa, sır­ tında içi hediye dolu bir heybeyle dolaşır. Evlere bacadan girer ve armağanlarını uslu çocukların ayakkabılarının içine ko­ yar. Noel baba, "yeni doğan" ya da "ya­



şayan" bir folklor olayıdır: gerçekten de, onun ortaya çıkışı her yerde yakın tarihle­ re rastlar. Kuşkusuz, alman göçmenler ta­ rafından Almanya'dan (Weihnachtsmann) ABD'ye sokulmuş ve oradan tekrar Avru­ pa'ya dönmüştür. —Müz. Birçok kıtadan oluşan ve nakaratlı ya da nakaratsız olabilen noel XV. yy.’da doğdu, sonraki yüzyılda gelişti. Pitoresk ya da duygusal bir yaklaşımla ele alınmış çoban yaşamı, metinlerin başlıca esin öğesini oluşturmaktaydı. Müzik dinsel ya da dindışı bir melodiden alınabileceği gi­ bi, özgün de olabiliyordu. XVII. yy.’da N. GigaulL-A Raison, N. Lebégue gibi tran­ sız besteciler, org için noeller yazdılar. Sa­ nat kategorisine giren bu enstrümantal noeller, C. Balbastre ve J.-J. Beauvarlet -Charpentier tarafından geliştirildi. Daha sonra gözden düşen bu tür ancak XIX. yy.'ın sonunda C. Franck ve A. Guilmant tarafından yeniden ele alındı. Çağdaş orgcular, senfonik üslupta yazdıkları noellerde, türün serbest ve içten karakterini yitirmesine yol açtılar N O E L (Jules), fransız ressam (Quimper 1815 - Cezayir 1881), birçok müzede ser­ gilenen günlük yaşam resimleri ve roman­ tik manzaralar yaptı (Bretagne, Normandiya, Türkiye, Portekiz). N O E L -B A K E R (Philip John, baron), İn­ giliz siyaset adamı (Londra 1889 - ay. y. 1982). Barış konferansı’nda (1919), Ce­ nevre silahsızlanma konferansı'nda (1932 -33) İngiliz delegasyon üyeliği, 1929-1970 arasında işçi partisi'nden milletvekilliği, 1945-1951 arasında birkaç kez bakanlık yaptı ve sürekli olarak silahsızlanmayı sa­ vundu. The Arms Race: a Programme for World Disarmament (Silah yarışı: dünya si­ lahsızlanma programı) [1958], en önemli yapıtıdır. 1964-1970 arasında, işçi partisi parlamento grup başkanıydı. (1959 Nobel barış ödülü.) N O E M A a. (zekâ, düşünce anlamına ge­ len yun. söze.). Fels. Husserl'in felsefesin­ de, düşünsel bilincin yönelim nesnesi. (Noema, noesis’in bağlılaşığıdır.) N O E SİS a. (zekâ, anlık anlamına gelen yun. söze.). Fels. Husserl’in felsefesinde, düşüncenin, nesnesine, yani neomatik bağlılaşığına yönelme eylemi. N O E T H E R (Max), alman matematikçi (Mannheim 1844 - Erlangen 1921). Cebir­ sel geometri alanında yaptığı araştırma­ larda Clebsch ve Gordan’ın izinden gitti ve Riemann'ın cebir fonksiyonları için bul­ duğu üstünlük kuramını, cebirsel eğriler ve yüzeyler geometrisine uyguladı. Noether’in İtalyan geometri uzmanları (Segre, Severi, Enriques ve Castelnuovo) üzerin­ de büyük etkisi olmuştur. N O E T H E R (Emmy), alman kadın mate­ matikçi (Erlangen 1882 - Bryn Mawr, Pennsylvania, 1935). Max Noether'in kı­ zı. 1922-1933 yılları arasında Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi, ancak kadro­ lar kadınlara kapalı olduğundan ataması yapılmadı. 1933’te öteki yahudi profesör­ lerle birlikte üniversiteden atıldı ve ABD; ye göç etti. Etkili bir cebir uzmanı olan Noether’in kurduğu okul (Hasse, Krull, Schreier, Van der Waerden) cebirsel ya­ pıların soyut incelemesine dayanan mo­ dern cebirin kurulmasında en önemli ro­ lü oynadı, idealler kuramı üstüne temel ni­ telikli iki inceleme kitabı yayımladı ve de­ ğişmeli olmayan cebir alanında birkaç so­ nuç elde etti. N o e th e r H a lk a s ı. Ceb. Sıkı artan her idealler dizisinin sonlu olduğu, değişmeli birim halka. Bir Noether halkası aşağıdaki özellikler­ den biriyle ayırt edilir: 1 . boş olmayan her idealler halkasının bir en büyük elemanı vardır; 2 . her ideal sonlu sayıdaki eleman­ larla doğurulur. Bu özelliklerden İkincisine göre, her asal halka Noether halkasıdır. Noether halkalarının en önemlilerinden



biri Hilbert teoreminin sonucudur, buna göre, A bir Noether halkası ise, bu durum­ da katsayıları A dan alınan polinomların A[X] halkası Noether halkasıdır; bu sonuç, katsayıları A Noether halkasından alınan n değişkenli polinomların A [X,,X 2 Xn] halkasına genişletilir. N o e th e r



m o d ü l ü , a lt m o d ü lle r d e n o lu ş ­



m u ş s ık ı a r ta n m o d ü l. ( - »



h e r d iz in in



s o n lu



o ld u ğ u



N O E T H E R H A L K A S I.)



N o e th e r u za yı. Topol. Kapalı kümeler­ den oluşan her azalan dizinin kararlı ol­ duğu bir topolojik uzay için kullanılır. N O E T İK sıf. (fr. noetiçue). Husserl felse­ fesinde, noesise ilişkin olana denir. N O G A LE S , Meksika'da (Sonora eyale­ ti) kent, ABD sınırında; 52 000 nüf. Elek­ trikli ye elektronik (amerikan firmaları için) aygıtiar montajı. Kuzey Amerika pazarı için turunçgil pazarlama. N O G A R E T (Guillaume DE), fransız hu­ kukçu (öl. 1313). Montpellier'de hukuk profesörlüğü, Beaucaire’de ve sonra da krallık mahkemesinde (1296) yargıçlık yaptı; bu görevi sırasında Pierre Flote’tan himaye gördü, Güzel Philippe'in papaya ve Templiers tarikatına karşı siyasetini yö­ netti. 1303'ten başlayarak, kralla papa Bonifatius VIII arasındaki mücadelenin orta­ sında yer aldı, hatta Anagni’de papaya karşı geldi ve onu aşağıladı. NOGARET



-



eV e



RNON .



NOGAT, Vistül deltasının doğu kolu, bir­ çok küçük kolla birlikte Vistül denlzkulağına (Zalew Wiâlany), ırmağın ikincil bir deltasını oluşturarak dökülür; uzunluğu 62 km. N O G ATA, Japonya'da kent, Kyuşu'nun (Fukuoka ili) kuzeyinde; 62 600 nüf. Eski madenkömürü merkezi. Günümüzde de­ miryolu kavşağı, sanayi (makineler) ve özellikle de konut (Kita-Kyuşu yakınında) merkezi. NOGAY, Cengiz Han soyundan moğol prens (öl. 1299). 1258’den başlayarak bir­ çok askeri harekâtta yer aldı; Litvanya, Po­ lonya’ya karşı düzenlenen seferlere katıl­ dı. Amcası Berke Han’la birlikte katıldığı Terek savaşı’nda (1263) Hulagu’ya karşı kazanılan zaferde önemli rol oynadı. Da­ ha sonra Berke Han'ın buyruğuna verdi­ ği 2 0 0 0 0 kişilik bir süvari birliğinin başın­ da sefere çıkarak Kırım’ı ele geçirdi (1264); bulgar çarının isteği üzerine Tuna’ nın güneyine geçip Bulgaristan’a saldır­ makta olan bizans ordusunu yok etti; Ainos kalesinde tutsak bulunan Anadolu selçuklu eski sultanı Keykâvus ll’yi kurtar­ dı ve Kırım'a götürdü (1265). Kırım'da ya­ rı bağımsız bir yönetim kurdu; gücü gide­ rek arttı. Berke Han ölünce (1266), Altınordu devletinin yönetimine elkoydu. Bir cariyeden doğduğu için hakanlık hakkı bu­ lunmadığından, Batu Han'ın torunu olan kardeşinin oğlu Mengü Timur’u altınordu tahtına çıkardı. Devletin yönetimini fiilen elinde tutan Nogay, bir süre sonra taht­ tan indirdiği Mengü Timur'un yerine kar­ deşi Tuda Mengü’yü, onun ölümü üzeri­ ne de Teleboğa'yı tahta çıkardı. 1291’de hükümdarlığa getirdiği Mengü Timur’un büyük oğlu Tokta, otoritesinden bıktığı Nogay'a karşı çıktı; onu Kukanlık’ta yapı­ lan savaşta yenerek öldürttü. Ölümünden sonra, Nogay'a bağlı boy ve obalar, ken­ di topluluklarına onun adını verdiler. Gü­ nümüzde Nogayiar (Mangıtlar), Asya’da Aşağı idil (Volga), Yayık ve Emba ırmak­ ları boyunda yaşarlar. N O G A Y C A a. Kuzey batı (kuman-kıpçak) türkçesinin bugün yaşayan şivele­ rinden biri. —A ns Ikl . Rusya Federasyonu’na bağlı Karaçay-Çerkez özerk bölgesinde (ak nogayca) ve Stavropol'da (asıl nogayca) konuşulur. Dağıstan’da (kara nogayca) konuşan gruplar da vardır. Ağızlar arasın­ daki ayrılıklar yazı dilinin etkisiyle gittikçe



nogayca azalmaktadır. Nogayca, türkçenin taw "da ğ” diyen grubundandır. Ünsüz ben­ zeşmesi yaygındır: tastar “ taşlar” , kızdar “ kızlar", attar "atlar". Bazı ünsüz değiş­ meleri şöyledlr: ç > ş (şıkmak “ çıkmak” ), ş > s (tas “ taş” ) vd. Nogaycanın üç ko­ lunda birbirine göre farklı bazı özellikler şunlardır: 1 . ak nogayca: y->j- (¡ol “ yol” ); b -> (genellikle) p-(pışak “ bıçak” ). Geniş zaman ortacı: -ir, -ir. Kişi ve gösterme adıl­ larının verme durumu: mağa. sağa, oğa; buğa, soğa, oğa. Gelecek zaman eki: -ayak, -eyek. Emir kipi, 2. kişi: -ıhız. Bu ağızda arapça ve farsça sözcükler, öteki ağızlardan daha azdır. Bunların yerine rusçanın eski kaynaklı birtakım öğeleri bu­ lunmaktadır. 2 . asıl nogayca: y -> c -(col "yol” ). Kişi eklerinin sonunda -z>-s (mis “ mız", ö/s “ nız"). Geniş zaman ortacı: -ar, -er. Kişi ekleri: -mın, -min; -sın,-sin. Ge­ lecek zaman eki: -ıyak,-iyek. Kişi ve gös­ terme adıllarının verme durumu, ak nogayoadaki gibidir. 3. kara nogayca: kişi ve gösterme adıllarının verme durumu: mağar, sağar ağar; buğar, soğar ağar. Emir kipi 2 . kişi: barayıhız.



8696



N o g a y k ız ı k ö y ü a y a k la n m a s ı, Kur­ tuluş savaşı sırasında. Küçük Ağa ve Pos­ tacı Nâzım adlı elebaşıların kışkırtmasıy­ la, 5 eylül 1920’de başlatılan ayaklanma. Ayaklanmacılar Kırşehir'e bağlı Nogaykızı köyünde 2. Kuvayı seyyare’ye bağlı bir müfrezeyi pusuya düşürüp müfreze ko­ mutanı Kemal Bey'le birçok askeri şehit ettiler. Daha sonra Akdağmadeni yönün­ de ilerleyerek bazı yerleşim birimlerini ba­ sıp yağmaladılar; halka ateş açtılar. Çolak İbrahim Bey komutasındaki 2. Kuvayı sey­ yare, Boğazlıyan Kuvayı milllyesl’nln de desteğiyle 19 ekimde ayaklanmayı bastır­ dı; asiler de kısa sürede yakalanıp yargı önüne çıkarıldılar.



İsamu Noguchj'nin bir yapıtı mermer, 1947 özel kol.



N O G A Y LA R , moğolcada Mangıt, Kıpçaklar’ın dağılmasından sonra XIII. yy.'dan başlayarak Asya'nın Don-Kuban ır­ makları arasındaki alanda, Kırım yöresin­ de ve Astrahan yöresinde varlığını sürdü­ ren bir türk boyu. Türk ve moğol boyla­ rından oluşan bu birlik, Altınordu prens­ lerinden Nogay Han tarafından kuruldu. XV. yy.'ın sonlarına doğru "Ulu Nogaylar” ve "Küçük Nogaylar" adını alan iki gru­ ba ayrıldı. Ulu Nogaylar baş gösteren bü­ yük kıtlık üzerine de Kırım'a gittiler. Baş­ buğları Bilek Bulat Mirza Han'ın önderli­ ğindeki Küçük Nogaylar ise göçebe hal­ de yaşadıklarından önce batıya doğru git­ tiler; daha sonra Sibirya, Kafkasya ve Kuban'ı dolaştılar. Bir ara Kırım hanlarının, ardından osmanlı sultanlarının koruması altına girdiler. Günümüzde Anadolu, Ku­ zey Kafkasya ve Rorpanya’da İzlerine rast­ lanan Nogaylar’ın göçleri XVIII. vv.'ın ba­ şından XÎX. yy.'ın sonlarına değin sürdü. Dağıstan Özerk Cumhuriyeti ve Azer­ baycan'da 1979'da yapılan saptamalara göre, genellikle Sünni mezhebinden olan 60 0 0 0 kadar nogay bulunmaktadır. • Edebiyat. Nogaylar'ın gelişmiş sözlü edebiyatı, ancak XIX. yy. sonlarında der­ lenip yazıya geçirilmeye başladı. Peters­ burg Ünlversitesi'nde doğu dilleri okutma­ nı Muhammet Osmanzade bu ürünlerden ilk örnekleri yayımladı: Nogayskiye i Kumukskime teksti (Nogay ve kumuk metin­ leri, 1883). ErTargın, Ediğe, Koblandı des­ tanları kazak-kırgız bozkırlarında, Türkis­ tan, Kırım, Kafkasya'da anlatılan nogay destanlarındandır. Manas destanı’nda da Altınordu devletinin temelini oluşturan no­ gay boylarının İzleri görülür. Bu destanın kahramanı Sarı Nogay Er Manas'tır; onun­ la savaşan Yolay da bir nogay hanıdır. XIX. yy.’ın ikinci yarısından sonra idil-ural ve çevresinde yaşayan tatar, başkırt, mişer boyları gibi Nogaylar’ın da kolayca anla­ yabileceği kazan ağzı, ortak yazı dili ola­ rak geliştirildi. Günümüzde KaraçayÇerkez özerk bölgesi, Stavropol ve Da­ ğıstan Özerk Cumhuriyeti'nde yaşayan Nogaylar yerel dilleri ve yazıları kullan­ maktadır.



N O O E N T - s u r -M a r h e , Fransa'da arrondissement (Val-de-Marne) merkezi, Paris'in doğu banliyösünde, Marne'ın sağ kıyısında; 25 386 nüf. (1992). 1977' de burada kurulan Baltard pavyonların­ da André-Malraux kültür merkezi. N O G İ K İT E N M A R E S U K E (kont), ja pon general (Yamaguçi 1849 - Tokyo 1912). Çinliler’e karşı kazandığı Kaiping zaferinden (ocak 1895) sonra Formoza va­ liliğine getirildi. Port-Arthur kuşatmasını yönetti (mayıs 1904 - ocak 1905) ve ardın­ dan düşmanı batıdan çevirerek, Mukden zaferinin kazanılmasında büyük bir rol oy­ nadı (şubat-mart). imparator Mutsuhito ölünce, karısıyla birlikte intihar etti. N O O İN S K , Rusya’da kent, Mosko­ va'nın D.’sunda; 123 000 nüf. (1989). Makine sanayileri. Betonarme. N Ó G R Á D y ö n e tim b ö lg e s i, Kuzey Macaristan'da yönetim bölgesi; 2 543 km2; 230 000 nüf. Merkezi Salgótarján. N O G U C H İ H İD E Y O ya da N O G U Ç İ H İD E Y O , japon hekim ve bakteriyolog (inavaşiro 1876 - Accra 1928). New York Rockefeller enstitüsü’nde profesör oldu, frenginin yanı sıra beyin-omurilik sıvısının patolojisini, çocuk felcini ve sarı humma­ yı inceledi. N o g u c h i te p k im e s i. Tip. LUO-TEST'in eşanlamlısı. N O G U C H İ (İsamu), amerlkalı heykelci ve dizayncı (Los Angeles 1904 - ay. y. 1988); babası japon, annesi amerikalıdır. Eğitimi nedeniyle ABD'den ayrılarak Paris'e (1927-28’de Brancusi’nin yanın­ da çalıştı), Pekln’e (hat sanatını öğren­ di), Japonya'ya (çömlekçilik üzerinde çalıştı ve haniva'ların üzerinde yer alan ilkel heykelleri inceledi) ve Meksika'ya gitti. Bu deneyimler sonucunda zarif ve yalın bir soyutlamaya yöneldi (Mu, 19521958, Museum of Modern Art, New York); çok çeşitli gereçlerle çalıştıysa da (mermer, bronz, tahta, alüminyum, kâğıt vb.) değişik taş türlerine özel bir ilgi duy­ du; bu gereçler, sanatçı tarafından işlen­ dikten sonra da doğal görünümlerini kaybetmez. Oymalarla süslenmiş birçok önemli bahçe düzenlemesi (Kudüs Ulu­ sal müzesi, 1960-1965) vardır. N O G U Ç İ H İD E YO - NOGUCHİ HİDEYO N O G U E R A , Kuzey Ispanya'da ırmaklar, Segre aracılığıyla Ebro'ya dökülürler: Maladetta’nın Pirene kütlesinden çıkan No­ guera Ribagorzana Aneto doruğunun çevresinden dolaşır, Lérida ovasını sula­ dıktan sonra Corbins'de son bulur; 130 km. —Noguera Pallaresa, Garonne'un kaynakları yakınında doğar, Camarasa ya­ kınında son bulur; 146 km. Her ikisi üze­ rinde de hidroelektrik tesisleri vardır. N O H L (Herman), alman filozof (Berlin 1879 - Göttingen 1960). Göttingen'de pro­ fesörlük yaptı (1920) ve W. Dilthey’ın etki­ sinde kaldı. Başlıca yapıtları: Sokrates und die Ethik (Sokrates ve ahlak) [1904], He­ gels theologische Jugendschriften (Hegel’ln dinle ilgili gençlik yazıları) [1907], Zur deutschen Bildung (Alman eğitimi üstüne) [1926], Handbuch der Pädagogik (Peda­ goji el kitabı) [1928-1933], Charakter und Schicksal (Karakter ve alınyazısı) [1938], Die sittlichen Grunderfahrungen (Ahlak konu­ sunda temel alışkanlıklar) [1939].



düğümü. (Desen aralarına kabarıklık ver­ mek ya da çiçek desenlerinin ortasına to­ hum yapmak amacıyla uygulanır. Beş, altı sıra örümcek bağlama yapıp, iplikleri üst­ ten alta geçirdikten sonra sıkıştırarak ya­ pılır. Yuvarlak düğme görünümlü bir be­ zemedir.) [Bezelye bağlama da denir.] — ANSİKL. Nohut, bezelye ile bakla arası bir bitkidir. Anayurdu Akdeniz havzasıdır. Tarımı yapılan nohudun (C. arietinum) bir­ çok çeşidi Anadolu ve İran'da yetiştiği gi­ bi yabani nohutların yetişme merkezi de buralardır (Cicer pinnatifidum, C. ervoides, C. anatolicum, C. montbretii, C. floribundum, vb.). Anadolu tarım nohutları ta­ nelerine göre başlıca üç tipe ayrılır: koyun nohudu (tane koyun başına benzediği için), bezelyemsi nohut (tam yuvarlak) ve karinalı yuvarlak nohut. En çok yetiştirilen alttür bu sonuncusudur. Nohut Türkiye’de tanesi için yetiştirilir ve besleyici maddece zengin tanesi yiyecek olarak tüketilir (yemeklik nohut, leblebi). Bazı ülkelerde nohut yem bitkisi olarak ye­ tiştirilir. Ot halindeyken ister yeşil, ister kuru olsun hayvanlarca sevilerek yenir Hayvanı tavlandırdığı gibi süt verimini ve kalitesini de artırır. Türkiye'de nohut hemen hemen her bölgede yetiştirilir. 1991 yılında 878 000 hektar alanda 855 000 t nohut elde edil­ miş ve aynı yıl 367 0 0 0 1 nohut yurtdışına satılmıştır. —Mutf. Nohut, türk mutfağında sık kulla­ nılan bir yiyecektir. Etli yemeği, salatası, humus'u yapıldığı gibi işkembe yahnisi­ ne, pilava katılabilir ve yahnisi yapılır. Bun­ ların yanı sıra nohuttan leblebi yapımın­ da yararlanılır. Kullanılmadan önce uzun­ ca bir süre suda bekletilerek yumuşama­ sını sağlamak gerekir. N O H U TLU sıf. İçine nohut konularak pi­ şirilmiş yiyecek için kullanılır: Nohutlu pi­ lav. —Mutf. Nohutlu işkembe, küçük doğran­ mış işkembe, haşlanmış nohut, soğan, salça, domates, tuz ve yağla yapılan bir tür yemek. || Nohutlu yahni, büyükçe doğ­ ranmış koyun eti, haşlanmış nohut, arpa­ cık soğanı, domates, biber ve tuzla hazır­ lanan yahni türü yemek. N O H U TS U sıf. Nohuda benzeyen. —Anat. Nohutsu kemik, el bileğindeki ilk sıranın İç yanında bulunan kemik. (Pira­ mit kemiğin ön yüzüne dayanır ve bilek oluğunun iç kenarını oluşturur.) N O İN T E L (Charles Marle Françols ÖL—markisi), fransız diplomat (Paris 1635 - ay. y. 1685). Paris parlamentosu'nda üyelik (1661), devlet danışmanlığı, İs­ tanbul'da elçilik (1671-1679) yaptı, 1673'te sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Raşa'yı 1604 kapitülasyonlarını yenilemeye razı et­ ti; bu yeni kapitülasyonlarla Fransa'nın sağladığı başlıca yarar, ithal edilen mal­ lardan alınan gümrük vergilerinde % 3-5 oranında bir indirim yapılmasıydı. LİER,



N O İR M O U T İE R , Fransa kıyıları yakı­ nında. Atlas okyanusu’nda ada; 48 km2; 9 170 nüf. (1992). G.'den Bourgneuf kör­ fezini sınırlar. Sular çekildiğinde arabay­ la geçilebilen bir geçitle ve (1971'den beri) bir köprüyle kıtaya bağlanır.



N O H U D İ sıf. (fars. nofjûd ve -/"den nohudi). Kiril sarı ya da donuk sarı renk­ te olan şey için kullanılır.



N O İS Y -L E -S E C , Fransa'da kanton (Seine-Saint-Denls) merkezi, Paris'in do­ ğu banliyösünde, Ourcq kanalının G.’inde; 36 402 nüf. (1992). Demiryolu (triyaj, bir bölümü de Pantin komünün­ de) ve sanayi (özellikle dönüştürme me­ talürjisi) merkezi.



N O H U T a. (fars. nofjud'óari). 1. Telek bi­ çiminde bileşik yapraklı, beyaz çiçekli ta­ rım bitkisi. (Bil. a. Cicer arietinum; kelebekçiçekligiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Bu bitkinin yuvarlak tanesi. —3. No­ hut gibi, iri iri ve tane tane: Bedeninde no­ hut gibi kabarcıklar oluşmuş. || Nohut oda, bakla sofa, bir evin çok küçük olduğunu belirtmek için söylenir. —El sant. Nohut bağlama, bir makreme



N O K , Orta Nijerya’da, ülkenin kuzeyin'deki Jos-Bauchi yaylası’nda gelişen bir kültüre (I.Ö. 500 - I.S. 200) adını veren yer Sahra'nın güneyindeki, Afrika’nın en eski pişmiş toprak eşyaları, 1928'de bu sera­ miklerden birinin bulunmasıyla ortaya çı­ kartılan bu uygarlığa mal edildi. Hemen hemen tümü Jos Bölge müze­ sinde saklanan bu eşyalar basit özellik­ lere sahiptir: gözbebekleri, burun kanat­



nokta lan, kulaklar ve kimi zaman ağız deliktir, gözler üçgen ya da yarım daire biçimin­ dedir; hiçbir tekdüzelik yoktur, çünkü Nok sanatçıları insan başına kimi zaman kü­ re, kimi zamansa bir koni ya da silindir bi­ çimi vermişlerdir Boyutlar 2,5 cm ile do­ ğal büyüklük arasında değişir; büyük bir olasılıkla başların tümü de kırılmış heykel­ lere aittir. Hemen hemen bütün afrika hey­ kel sanatında olduğu gibi, bedenin geri kalan bölümlerine oranla çok iridir; böylece, yaşam gücünün merkezi olan başın önemi vurgulanmıştır. Nok başlarındaki ortak çizgiler, bu ya­ pıtların yayılma alanı (güneyde Nijer ve Benue ırmaklarının birbirine kavuştuğu yöreyle sınırlanmıştır), Nok toplumunun hi­ yerarşiye önem veren bir yapıya sahip ol­ duğunu düşündürür. B. Fagg, Nok halkı­ nın dilinin, bütün Orta ve Güney Afrika' ya yayılan Protobantular’ın diline yakın ol­ duğuna değindi, insan ve hayvan biçimin­ deki heykelciklerle birlikte bulunan mad­ di kültür öğelerine bakıldığında, halkın çiftçilerden oluştuğu ve Sahra'nın güne­ yinde, demiri işleyen ilk topluluk olduğu anlaşılmaktadır insan tasvirlerindeki inci, yüzük ve bilezik bolluğu ve son derece gelişmiş saç biçimlerini betimlemede gös­ terilen özen göz önünde tutulduğunda, Nok sanatçılarının süse çok önem verdi­ ği ortaya çıkmaktadır. N O K A R D İY A a (öz. a Nocard'dan). Actinomycetales ailesinden bakteri cinsi (nocardia). [Bunlar genellikle toprakta bu­ lunan aerobi bakterilerdir, ama insanda ve hayvanlarda hastalık (nokardiyoz) yapan türleri de vardır.] N O K A R D İY O Z a. (fr. nocardiose'dan). Patol. Nocardia cinsi bir bakteriden ileri gelen hastalık. —ANSİKL. Nokardiyozlar, aktinomikozlar (derin yalancı mikozlar) grubundan olup insanda nadir görülen bakteri hastalıklarındandır. Genellikle sorumlu mikrop No­ cardia astéroïdes'tir. Başta akciğerler ol­ mak üzere (mikrop soluk yoluyla bulaşır), beyin, karaciğer, böbrek ve kemiklerde lezyonlara neden olur. Birçok içorganın aynı anda tutulduğu biçimleri de vardır. Bu tür enfeksiyonlara bağışıklık sistemle­ ri bozuk olanlarda, kanserlilerde ve dala­ ğı çıkartılanlarda rastlanır. Tedavi antibiyo­ tiklere dayanır. Nocardia cinsi bakterilerden ileri gelen derialtı enfeksiyonları, aktinomikoz misetomlarına neden olur. N O K İA , Finlandiya (Häme ili) kent, Tampere’nin B.'sında, Pyhâjârvi gölü kıyısın­ da; 23 600 nüf. Kauçuk fabrikası. Un fab­ rikası. Kereste sanayisi. •N O K R A a. Vet. HİPODERMOZ'un eşan­ lamlısı. N O K R A S İN E Ğ İ



a



B Ü V E 'n i n e ş a n l a m ­



lı s ı .



N O K S A N sıf. (ar. noksan). 1. Bir bölü­ mü, bir parçası bulunmayan, tam olma­ yan şey için kullanılır; eksik: Son sayfası noksan bir kitap. —2. Var olmayan şey; eksik: Sofrada bir şey noksan. —3. Nok­ san bulmak, eksik ve yetersiz bulmak, be­ ğenmemek. ♦ a. Bir kimsede, bir şeyde görülen ye­ tersizlik, kusur; eksiklik: Noksanlarını bil­ mek. Sofrada bir noksan var. Noksanım vgysa affedin. —isi. huk. Noksan-ı arz, bir yerin ekilme­ den önceki değeriyle ekildikten sonraki değeri arasındaki fark. || Noksan-ı semen, tarafsız bilirkişilerin bildirmesiyle ortaya çı­ kan semendeki eksik. N O K S A N İ, asıl adı İsmail, türk halk şa­ iri (Erzurum XVIII. yy). Medrese öğreni­ mi gördü. 30 yaşlarında Sadık Dede'ye bağlanarak bektaşiliği benimsedi. Küçük bir bakkal dükkânı açarak yaşamını ka­ zanmaya çalıştı. Eşinin hafif davranışları yüzünden saygınlığını yitirdiği, bu neden­ le şeyhinin ona "Noksani” mahlasını ver­



diği belirtilir. Bektaşi inancına bağlı şiirler yazdı. Alevi-bektaşi çevrelerinde tanındı. (-* Kayn.) N O K S A N I B A B A , türk halk şairi (Kan­ gal, Sivas, XX. yy.). Aşık Mesleki'nin çıra­ ğıdır. Ruhsati, bir ayağı sakat olduğu için ona "Noksani" mahlasını verdi. Yaşamı yoksulluk içinde geçti. Tezgâhtarlık, bek­ çilik gibi işlerle geçimini sağladı. Aşk, ve­ fasızlık konularını işleyen içten, duygulu şi­ irler yazdı. N O K S A N L IK a. Bir şeyde görülen ye­ tersizlik; eksiklik. —Çoc. mhbil. Duygunluk noksanlığı, an­ neyle çocuk arasında, genellikle çocuğun yetimhanede, anasından ayrı büyümesin­ den kaynaklanan iletişim kopukluğu. N O K S A N S IZ sıf. Bütün öğeleri tamam olan, hiçbir eksiği bulunmayan şey için kullanılır. be. Tam olarak, hiçbir noksan bırak­ madan: Bir şeyi noksansız anlatmak. NO KTA a. (ar nokta). 1. iki doğrunun ke­ siştiği yerde bulunan çok küçük boyutlu uzay öğesi: iki farklı noktadan tek bir doğ­ ru geçebilir. —2. Az çok belirli çok küçük işaret: Beyaz üzerine küçük kırmızı nok­ taları olan bir kâğıt. Gözlerini kapadığı za­ man ışıklı noktalar görmek. —3. Yazı işa­ reti, ayırtedici, çok özel işaret, vb. olarak kullanılan çok küçük yuvarlak: i ve Ü harf­ lerinin noktaları. Kabartılı noktalar, görme­ yenlerin saati anlamalarını sağlar. Kent, harita üzerinde bir noktayla gösterilmiş. —4. Belirli yer, bölge; bir şeyle belirlenen yer: Kentin değişik noktalardan alınmış fo­ toğrafları. Başlangıç noktası. Bitiş nokta­ sı. —5. Bir özellikle belirlenmiş soyut an, yer: Hassas bir noktaya dokunmak. Bir konunun can alıcı noktası. Geri dönülmez bir noktada bulunmak. Önemsiz birkaç noktada takılmak, iş bu noktaya gelene kadar önlem alınmalıydı. — 6 . Tek bir nö­ betçinin bulunduğu yer: Gözetleme nok­ talarının sayısını artırmak. Polis noktası. —7. Nokta koymak, sözü bitirmek, bir so­ nuca bağlamak. || Noktası noktasına, tı­ patıp, olduğu gibi, eksiksizce: Söyledikle­ rimi noktası noktasına onlara anlatacak­ sın. || Ortak nokta, iki şey, iki varlık arasın­ da benzerlik öğesi: Onunla pek çok or­ tak noktaları var, iyi anlaşıyorlar. |j Ölü nok­ ta, algılamanın dışında kalan yer. || Püf noktası -* P Ü F . —Esk. Nokta-yı feyz, bereket ve bolluk noktası. || Nokta-yı mevhume, var sayılan, olduğu kabul edilen nokta: "...nokta-i mevhume küçüklüğünde bir ağız ki bir bûse değil, bir mikrop bile sığmaz” (Ce­ nap Şahabettin). || Nokta-yı nazar - N O K ­ T A İ N A Z A R . || Nokta-yı zerrin, altın nokta; güneş. —Akupunk. Deri ya da mukoza üzerinde bulunan ve akupunktur açısından insan vücudunun belirli bir işlevini, özellikle içorgan işlevlerini düzenlemeye yarayan be­ lirli bölge. (Bk. ansikl. böl.) —Al. tak. Nokta kalemi, matkap ucunun girmesini kolaylaştırmak amacıyla bir de­ liğin merkezini işaretlemek için bir ucuna çekiçle vurarak kullanılan, diğer ucu ise konik olan takım. —Anat. Gözyaşı noktası, gözyaşı tümsek­ lerinin tepesinde bulunan gözyaşı çıkış deliği. —Ask. Toplanma noktası, bir hava ulaşım harekâtında çeşitli alanlardan gelen uçak­ larla kafilelerin buluştuğu belirli bir nokta. || Kontrol noktası, bir konvoyu oluşturan tüm unsurların birleşeceği, seçilen güzergâh üzerinde bulunan belirli bir nokta. (Birlik­ lerin geçiş zaman ve sırası bu noktaya gö­ re kesin bir biçimde düzenlenmiştir) || Has­ sas nokta, düşman tarafından sabote ve tahrip edilmesi savaş gücünü önemli ölçü­ de azaltabilecek kurum, kuruluş ve yapı­ lar. (Hassas noktalar taşıdıkları ulusal öne­ me göre [1-A, 1-B, 1-C] ya da bölgesel öne­ me göre [2 ] kategorilere ayrılmıştır.) —Balia Ortalama atış noktası, dağılma dik­ dörtgeninin merkezi.



— Bilş. Erişim noktası, bir uzaktanbilişim ağında, üzerine bir kullanıcının uç birimi­ nin bağlandığı bileşen. || Yeniden başla­ ma ya da geri dönüş noktası,, kesintiye uğ­ ramış bir programı yeniden yürütmeye ya da bir altprograma dallanmaya yarayan komut. —Bot. Odunlaşmış ya da kalınlaşmış bit­ kisel hücrenin zarında bulunan çukurluk. (Burada hücrenin çeperinde sadece se­ lüloz zar bulunur.) [Bk. ansikl. böl.] || Denk­ leşme noktası, fotosentez ve solunumun dengeli olması için gerekli minimum ışık ve minimum karbonikasit miktarı. (Denk­ leşme noktasının altında yadımlama olur, üstünde ise bitki büyür ya da yedek be­ sin biriktirir. Güneş bitkileri [ıspanak, do­ mates, ayçiçeği] için denkleşme noktası 700 ile 1 000 lüks dolayındadır; gölge bit­ kileri [horozibiği, eğrelti, yosun] için bu de­ ğer yüz lükse kadar iner. Su bitkilerinin denkleşme noktası, bu bitkilerin yaşaya­ bileceği en büyük derinliği belirler: fentinalis için 18 m, elodea için 10 m. Karbon­ dioksit için denkleşme noktası çok düşük­ tür: havanın % 0,005’i.) —Ciltç. Nokta demiri, ciltçilerin cilt üzeri­ ne süs olarak küçük noktalar ya da yuvar­ laklar yapmak için kullandıkları sivri uçlu demir kalem. —Denizbil. Okyanus noktası, meteoroloji istasyonu görevi yapan bir geminin deniz­ deki konumu (örneğin K okyanus nokta­ sı). || Üçlü nokta, üç taşküre levhasının bir­ birinden ayrıldığı yerdeki nokta ya da çembersel bölge. (Örneğin, Büyük Okya­ nus, Cocos ve Nazca levhaları için Galá­ pagos üçlü noktası; Amerika, Afrika ve Antarktika levhaları için Bouvet üçlü nok­ tası. Bir üçlü nokta bir sıcak noktayla ça­ kışabilir.) —Dilbil. Bir cümlenin sonunu belirtmeye yarayan noktalama işareti (.). Konuşma di­ linde uzun bir durakla belirtilir. |j Başka noktalama İşaretlerinin adlandırılmasında yer alır: Noktalı virgül, iki nokta, üç nok­ ta. (Bunlar kendi abecesel sıralarında bu­ lunabilir.) İLBir kısaltmadan ya da bir kı­ saltma dizisinin her öğesinden sonra kul­ lanılır (Kur. tar., Dr.). || Bölüm belirten sayı ve harflerden sonra konur (A.B.C. I.II.III.). || Sıra gösteren sayılardan sonra kullanılır (150. sayfa, XX. yüzyıl, II. Selim). || Tarih­ lerde gün, ay, yıl sayılarını birbirinden ayır­ makta kullanılabilir || Tamsayılarla kesirleri arasına konur (bu durumda virgül de kul­ lanılabilir) [1 515.25], || Saat gösteren sayı­ larda zaman birimleri arasına konur (14.30). —Esk. anat. Nokta-yı avra, körbağırsak noktası. || Nokta-yı biniş, gözbebeği. —Esk. fiz. Nokta-yı galeyan, kaynama noktası. || Nokta-yı incimad, donma nok­ tası. || Nokta-yı maddiye, maddesel nok­ ta, madde noktası. || Nokta-yı tatbik, uy­ gulama noktası. —Esk. gökbil. Nokta-yı harifi, sonbahar noktası. || Nokta-yı inkılab, Güneş’in 21 haziran- 2 2 aralık günleri arasında bulundu­ ğu zamanki yörüngesine ait nokta. || Nokta -yı itidal, ilkbahar ya da sonbahar noktası. || Nokta-yı itidal-i rebii, ilkbahar noktası. —Esk. mat. Nokta-yı ibtida, başlangıç noktası, orijin. || Nokta-yı firar, kaçış nok­ tası. || Nokta-yı inkıta, nokta-yı gayri mütemadiyet, süreksizlik noktası. || Nokta-yı in­ firat ya da münferit nokta, tekil nokta. || Nokta-yı initaf, büküm noktası. || Nokta-yı intiha, bitim noktası. || Nokta-yı muntasıf, orta nokta. || Nokta-yı mütevakkıfa, dura­ ğan nokta. —Fizyol. Kemikleşme noktası, kemik tas­ lağını oluşturan kıkırdakta bulunan ve damarlanıp kireçlenince kıkırdaktan kemik­ leşmeye başlangıç olan nokta. || Retina uyum noktası, iki retinada aynı anda olu­ şan benzer görüntülerin tek bir duyu bi­ çiminde algılandığı nokta. — —Geom. Eliptik nokta, bir S yüzeyi tümüy­ le, M noktasının bir dolayında teğet düz­ lemde tanımlanmış bir yarı uzayda bulun­ mak üzere, S nin M noktası. || Hiperbolik nokta, bir S yüzeyi, teğet düzlemi, göste­ ricinin sonuşmazlarına teğet bir eğri bo­



8697



tane



nohut



F le m in g



pişmiş toprak baş Nok uygarlığı British Museum, Londra



meyve



nokta 8698



yunca kesmek üzere, bu yüzeyin nokta­ sı. || iki katlı nokta, bir eğrinin, 2 nci basa­ maktan katlı noktası. || Konik nokta, bir yü­ zeyin, kendini tanımlayan fonksiyonlarının k nci basamağa kadar (k nci basamak ha­ riç) türevlerinin sıfır olduğu nokta, (k ye bu noktanın basamağı denir.) —Geom. ve Fizs. mekan. Değişmez nok­ talı devinim, değişmez bir karşılaştırma sistemine, ayrıca da kendine bağlı işare­ te göre bir O noktası dingin olan bir katı cismin devinimi. (Bu O noktası çok kez işaretler başlangıcı olarak alınır.) ["PoiNSOT" DEVİN İM İ de denir.) —Geom. ve Topol. Bir afin uzayın, bir izdüşümsel uzayın ya da bir topolojik uza­ yın elemanı. —Hematol. Bazofil noktalar, alyuvarın için­ de bulunan ve bütün hücrenin içinde ho­ mojen bir dağılım gösteren inklüzyonlar. (Eritropoyez hastalıklarının pek çoğunda bunlara rastlanır. Özellikle kurşun zehirlen­ mesinde çok belirgindir.) —Heykc. Noktalama' yöntemiyle çoğal­ tılmak istenen bir heykelin en çıkıntılı bö­ lümlerine yapılan İşaretlerden her biri. —Isıl mot. Alt ölü nokta (A.Û.N.), bir ısıl motorda, pistonun silindir içinde inebildi­ ği en alt noktada yön değiştirmek için bir an hareketsiz kaldığı ve krank mili ekse­ nine en yakın olduğu zaman aktığı ko­ num. || Üst ölü nokta (Ü.Û.N.), bir ısıl mo­ torda, pistonun, silindir içinde çıkabildiği en üst noktada yön değiştirmek için bir an hareketsiz kaldığı ve krank mili eksenine en uzak olduğu zaman aldığı konum. Bu durumda silindir hacmi ölü hacme indir­ genmiştir. (Bu deyimler krank milinin açı­ sal konumunu da belirtir.) —ikt. Altın noktası, attın standardına bağlı para sisteminde döviz kambiyosunu, dö­ vizlerin altın ağırlığına göre ayarlayan me­ kanizma. (Bu, bir dövizin limit kambiyo ku­ rudur, bunun ötesindeki ödemelerin altın olarak yapılması yeğ tutulur.) — işi. ikt. Ölü nokta, bir İşletmenin, değiş­ mez giderleri ile değişken giderleri topla­ mını tam olarak karşılayabilmek için ger­ çekleştirmek zorunda olduğu asgari ciro­ yu gösteren nokta. —işlem. Noktadan noktaya işleme ancak doğrusal bir yörünge boyunca İşleme ya­ pabilen nümerik (sayısal) kontrollü takım tezgâhlarının İşleme yöntemi. || Başlama noktası, bir parçanın, birbirini izleyen iş­ leme işlemleri sırasında kendisini işleye­ cek olan takım tezgâhları üzerine monte edilirken doğru konumlandırılmasını sağ­ layan elemanı (düzlemsel yüzey, delik). —Mak. san. Ölü nokta, bir hareket dönüş­ türme düzeneğinde, devindirilen organın, ancak önceden başlatılmış bir harekete eylemsizlikle devam ederek terk edebile­ ceği özel konumu. —Mat. Bir çarpımı slmgeleştirmede kul­ lanılan İşaret. || Anglosakson ülkelerinde ve çok kez elektronik makinelerde (bilgi­ sayar, elektronik cep hesap makinesi, vb.), bir sayının tam kısmını ondalık kıs­ mından ayıran işaret. —Mat. çözlm. Doğrusal noktalar yöntemi, kolay okunan ve bir tek nomogramla, üç­ ten fazla değişkenli bağıntıların gösteril­ mesini gerçeklemeye olanak veren abaklar sağlama yöntemi. (Bu yöntem 1884’te Maurice d ’Ocagne tarafından nomogra­ fiye sokuldu.) —Müz. Süre ve yorum işareti. (Bk. ansikl. böl.) —Petr. san. Bir ürünün niteliğini belirleme­ yi sağlayan fiziksel özelliklerden birinin de­ ğiştiği sıcaklık. || Oktan ya da akışmazlık indislerinlnki gibi bir karşılaştırma ölçeği­ nin birimi. —Res. Nokta pergeli, kolların açıklığını hassas ve değişmez bir biçimde ayarla­ maya olanak veren vidalı bir sistemle do­ natılmış pergel. —Ruhbil. Orta nokta yöntemi, algı eşikle­ rinin belirlenmesinde kullanılan yöntem.



(Deneğin kendisi uyarıcının şiddetini de­ ğiştirerek, onu sırasıyla algılayabildiği ve algılayamaz olduğu derecelere getirir. Bu değişmeler arasındaki orta nokta, eşik öl­ çüsü olarak alınır.) —Süslem. sant. Elyazmalarında, özellik­ le Kuranlarda ayet ve cümleleri ayırmak, durakları belirlemek İçin kullanılan küçük gül, daire ya da yıldız biçiminde, renkli ya da yaldızlı motif. (Noktalar, türlerine göre gül nokta, mücevher nokta, şeşhane nok­ ta, pençberk, zerenderzer nokta gibi ad­ lar alır.) —Telekom. Bir görüntüde, bir telekopi ya da televizyon sisteminin çözme sınırına karşılık gelen en küçük yüzey. —Termodin. Bir olayın (faz değişimi, kay­ nama, erime, vb.) meydana geldiği sıcak­ lığa verilen ad. || Sabit nokta, aynı saf maddenin iki fazının belli bir basınçtaki denge sıcaklığı. (Suyun sabit noktaları sı­ caklık ölçüm ölçeklerini tanımlamak için kullanılır.) " —Tic. Satış noktası, bir perakende satış et­ kinliğine sahne olan yer. —Yerbil. Sıcak nokta (ing. hot spot). Yer yüzeyine kadar sorguç biçiminde yükse­ len magmanın oluşum yeri olduğu sanı­ lan manto kuşağı. (Sıcak noktaların yüzey­ sel volkanizma olaylarına neden olduğu düşünülmektedir. Hareketli taşkürenln al­ tında yerlerini muhafaza etmeleri de de­ nizaltı dağları gibi çizgisel yanardağ ya­ pılarının oluşum noktaları olduğu biçimin­ de yorumlanmaktadır. Ancak varlıkları günümüzde varsayımlara dayanmakta­ dır.) ♦ sıf. Astrofiz. Nokta kaynak, görünen çapı çok küçük olan ve bu nedenle bir noktaya benzetilen elektromanyetik bir ışı­ nım kaynağı. —Zool. Nokta çizgili, çizgileri üzerinde sı­ ralanmış noktalar bulunan kınkanatlı bö­ ceklerin elltraları için kullanılır. —ANSİKL. Akupunk. Bir noktanın bir ya da birden fazla adı vardır. Batıda her nok­ ta bir numara ve alt olduğu meridiyenln adıyla artılır. Günümüzde, sayısı 500 do­ layında olan bu noktalar meridiyen nok­ taları ve yeni keşfedilen meridiyen dışı noktalar olarak sınıflandırılmaktadır. Nok­ tanın teşhis açısından önemi, hastalık du­ rumunda ağrılı olmasıdır. Noktalar teda­ vide de işe yarar; bunun için aynı nokta­ lar, iğnelerle, moksalarla ya da masajla uyarılır. Bazı noktalar diğerlerinden daha önemlidir: sırttaki rıza noktaları (shu); yo­ ğunlaşma noktaları (mu); sapma noktaları (luo); beş özel nokta (shu); derin alan nok­ taları (xi); olağanüstü meridlyenlerin 8 bir­ leşme noktası. Bütün noktalar güçlendirilebilir, yaygın­ laştırılabilir, ısıtılabilir ya da soğutulabilir: her şey neyin gerekli olduğuna ve kulla­ nılan tekniğe bağlıdır. Her meridiyendeki noktalar iki gruba ayrılabilir: ilk gruptaki noktaların uyarılması kendi ve komşu böl­ gelerdeki hastalığı Iyileştlrebilirken, ikinci gruptakilerin uyarılması yerel ve komşu bölgelerdeki hastalıkların yanı sıra uzak bölgelerdeki hastalıklara da etkili olur. —Bot. Noktalar kapalıtohumluların ço­ ğunda (kabak) görüldüğü gibi basit olur ya da özellikle açıktohumlulardaki gibi, yuvarlak ya da yatay olarak uzamış du­ rumda aylalı olabilir (kademeli noktalar). Noktalar hizasında, komşu hücreler arasında sltoplazma bağlantıları oluşur (plazmodezma). Aylalı noktalar, ortalama selüloz zarlar tepede bir delik kalacak biçimde çepe­ çevre ayrılarak meydana gelir, bu arada ortalama düz kalır ve ayrılma yerinin tam ortasında küçük bir kabarıklık oluşur. Odun noktaları, odunların mikroskopla incelenerek tanınmasında önemli bir öğe oluşturur (noktaların sayısı, düzen biçi­ mi). —Müz. XIII. yy.’da nokta, brevis denilen



kısa İki notayı birbirinden ayırmakta kul­ lanılıyordu. Rönesans'tan sonra nokta, çe­ şitli amaçlarla kullanılmaya devam etti: 1 . bir notadan sonra gelince, onun süresini yarısı kadar artırır. Bu nokta ikilenebilir; bu durumda, süre noktasız noktanın dörtte biri kadar daha artar. Esler de, değer ba­ kımından kendilerine denk olan notalar gi­ bi noktalanabilir. 2 . notaların altına ya da üstüne konduğunda, bu notaların tempo­ nun hızına bağlı olarak, az ya da çok ha­ fif bir biçimde, kesik kesik icra edilmesi gerektiğini belirtir. Aynı amaçla kullanılan bir de çivi biçiminde uzun nokta vardır. Ki­ mi klavsen yapıtlarında rastlanan, -bir akorun temel sesinin üzerine konmuş- nok­ taysa, o akorun hafifçe arpejlenmesi ge­ rektiğini belirtir. 3. ölçü çizgilerine yakın olarak konan iki nokta, tekrar işaretidir. N o kta, İstanbul'da yayımlanan haftalık haber dergisi. 1982-1989 arasında sahi­ bi Ercan Arıklı, yöneticisi Arda Uskan'dı. Gelişim yayınlarıyla birlikte Asil Nadir'e devredildi. Bu tarihten sonra birçok kere el değiştirdi.



NO KTA OÖZ



a.



Böcbil.



y a lin



GÛZ'ün



eşanlamlısı.



N o kta k o s tlrfm i, istatistikte, bir top­ luluğa ait bir parametrenin (örn. ortala­ ma değer, standart sapma, oran) yakla­ şık değerinin, topluluktan alınan rasgele örneklemlere ilişkin ve parametreye kar­ şılık gelen fonksiyonlardan bulunması. Yaklaşımın doğruluk derecesi bilinemez, ama bu niceliklerin birçok deneyde bulu­ nan değerlerine İlişkin ve olasılık hesap­ larına dayalı değerlendirmeler yapılması olanaklıdır. Bir nokta kestiriminin şu özel­ liklere sahip olması gerekir: 1 ) tutarlılık; 2) yansızlık; 3) en etkin (ya da en taraf­ sız) olma özelliği. Kestirlmin hesaplan­ masına ilişkin çeşitli yöntemler vardır. En iyisi, en çok olabilirlik yöntemidir. N O K TA C I a. (Noktat ül-beyân adlı yapı­ tın adından). Tasav. Melami tarikatında Noktat ül-beyan adlı yapıtı okutan ve yo­ rumlayanlara verilen ad. —ANSİKL. Önceleri Rumeli'de Üsküp ve Prizren'dekl melamllere halife Ali’nin özlü sözlerinden oluşan Noktat ül-beyan adlı risaleyi okutan Seyit Muhammet Nur ül -Arabi'ye, okuttuğu bu yapıtın adından esinlenilerek “ noktacı" denildi. Sonraları aynı yapıtı okutan herkes bu adla anıldı. N O K TA C I sıf. Güz. sant. Yan yana kü­ çük noktalardan oluşan ya da noktacılık­ la ilgili olan şey için kullanılır. —Ruhbil. Noktacılığa ilişkin. ♦ sıf. ve a. Noktacılığa ait. —Ruhbil. Bilişsel tipi noktacılık olan kim­ seye denir. N O K TA C IK a. (nokta’dan -cık küçültme ekiyle). Nümlsm. Bazı roma paralarında bulunan ve paranın bir ons ya da asın on İkide biri değerinde olduğunu belirten ka­ bartma İşaret. N O K T A C IL IK a . Res. B Ö LM E CİLİK’in eşanlamlısı. —Ruhbil. Gerçekliğin art arda gelen ay­ rıntılar yoluyla kavranması. N O K T A İN A Z A R a. (ar. nokta ve naçar' -dan nokta-i naşaı). Esk. Görüş, bakış açı­ sı: Meseleye bu noktainazardan bakılabi­ lir. Beşeriyet noktainazarından.. N O K TA LA M A a. 1. Noktalamak eylemi. —2. Cümleler ya da cümle öğeleri ara­ sındaki durakları göstermeye, kimi sözdlzimsel bağıntıları belirtmeye, kimi duyusal ayırtıları aktarmaya yarayan yazılı göster­ geler dizgesi: Noktalama işaretleri. (Bk. ansikl. böl. Dilbil.) —Graf. Noktalama cetveli, düzgün nok­ talı çizgiler çekmeyi sağlayan çizim aygıtı. —Güz. Sant. Resim, desen ve özellikle çukur baskı gravürde kullanılan ve çizgi­ lerle değerleri az çok sıkışık noktalarla be­ lirtmeye dayanan yöntem. || Bir manzara resminde dokuyu ya da hacmi verebilmek için fırça ucu ve/ya da yanıyla vurulan dar­



nolana belerden oluşan çin resim tekniği. (Tekni­ ğin sayısız türü vardır: yağmur damlaları biçimi noktalama, kenevir elyafı biçimi noktalama, vd.) —Heykc. Alçı bir modelin, aynı ya da da­ ha büyük*boyutlarda, mermer ya da taş kopyasını çıkarmak amacıyla yapılan ha­ zırlık işlemi. (Bk. ansikl. böl.) —Matbaac. Noktalamayı gösteren işaret­ lerden her biri. — A N S İK L . D ı lb il. N o k t a la m a g ö s t e r g e l e r i d iz g e s i, c ü m le iç in d e k i d ü z e n in , k u r u c u ­ la r ın



b ir le ş im in e



y a d a a y r ılm a s ın a , s ö z ­



c ü k le r le d ü ş ü n c e le r a r a s ı n d a b a ğ ı n tı la r ın s a ğ la n m a s ın a k a tk ı d a b u lu n d u ğ u ö lç ü d e s ö z d iz im s e l b ir d e ğ e r k a z a n ır . Ö t e



yan­



d a n , c ü m le n in p r o z o d is in i a k ta r ır : v ir g ü l, n o k t a l ı v i r g ü l , ik i n o k t a , n o k t a v e s a t ı r b a ­ ş ı d u r a k la r ı ö n e m



s ır a la r ı n a g ö r e b e lir t ir ;



s o r u iş a r e ti y ü k s e le n t it r e m le m e y i k a r ş ı la r ­ k e n ü n le m



iş a r e ti a lç a la n t it r e m le m e y i y a



d a s ö z c ü ğ ü n h e r h a n g i b ir ö ğ e s in d e k i v u r ­ g u y u k a r ş ı la r ; ( d ü ş ü n c e n in t a m o lm a d ı ğ ı n ı a n la ta n ) ü ç n o k t a e z g id e b ir d ü ş ü ş o lm a k ­ s ı z ı n s e s t e k i d u r a ğ ı k a r ş ı la r . Ö t e k i n o k t a ­ la m a g ö s t e r g e le r i ( tır n a k la r , a y r a ç la r , k ö ­ ş e li a y r a ç la r , a y ı r m a ç iz g i le r i) s ö y le m d e k i b i r d ü z e y d e ğ i ş i k l i ğ i n i : a n l a t ı d a n k a r ş ı lı k lı k o n u ş m a y a g e ç iş i, m e t n in k e n a r ı n d a y a ­ z a r ın y o r u m u n u



b e lir t m e y e y a ra r.



Noktalamayı BizanslI Aristophanes'in (I.Ö. II. yy.) bulduğu söylenir. Aristophanes'in dizgesi üç derece kapsıyordu: sa­ tırın üstüne konan bir noktayla (') belirti­ len bir güçlü, bir orta () ve satırın altında­ ki noktayla (.) belirtilen bir zayıf noktala­ ma. Bununla birlikte, tüm Ortaçağ boyun­ ca, elyazmalarında noktalamaya rastlan­ sa da metinleri kopya edenler bunu ne düzenli ne de dizgeli bir biçimde kullan­ dılar XVI. ve XVIII. yy.'lar arasında, basım­ cılar, noktalamanın uygulanmasını daha kesin bir düzene soktular ve günümüzde bilinen dizgeyi kurdular. Göktürk yazısında sözcükleri, sözcük gruplarını birbirinden ayırmak için üst üste iki nokta (:) kullanıyordu. Manici Türkler' in elyazmalarında bu noktalar kırmızı da­ ireler içindedir (8 ). Uygur yazısındaki nok­ talama işaretleri nokta, yan yana iki nok­ ta..), seyrek olarak da ikiden fazla nokta­ dır. Bunlar iki tümceyi, çoğunlukla da eşit iki tümceyi ayırır. Kuran'da ayetlerin sonu­ na konulan yuvarlak şekiller arap abece­ siyle yazılmış türkçe elyazmalarında da zaman zaman kullanıldı. Bu işarete çekim­ li fiillerin, isim fiillerin, secilerin sonunda vb. yer veriliyordu. ilk kez Şinasi, Şair evlenmesi (bas. 1860) oyununda ayraç, konuşma çizgisi, nokta işaretlerini bir açıklamayla birlikte kullandı. Anlatımda biçime özen gösteren Servetifünun yazarları noktalama işaretle­ rine yaygın biçimde yer verdiler. Latin abe­ cesinde alınan bu işaretler, arap yazısı sağdan sola doğru olduğu için ters yazı­ lıyordu (»»?)■ —Heykc. Bir heykelin noktalamasını ger­ çekleştirmek için, taslakçı modelin dış gö­ rünümünü zihninde büyük parçalara bö­ ler ve sivri bölümlere, “ uygulama noktaları" adı verilen işaretler koyar. Üç uçlu bir pergelle iki işaretin arasını ölçer ve bu ölçüyü yontulacak blok üzerine ge­ çirir. Eğer model büyütülecekse, ölçüyü bir cetvel yardımıyla çarptıktan sonra mer­ mer ya da taşa geçirir. Daha sonra, mo­ delin üzerine bükülebilen ber cetvel ko­ yar; cetvelin uçları, yapıtın çevre çizgisini ortaya koyacak biçimde işaretlere denk düşmelidir Bunu yaptıktan sonra taslakçı, yapıta kaba biçimini vermek üzere bloku yontmaya başlar. Sonra, modeldeki ve yapıttaki işaret noktalarının çakıştıkların­ dan emin olmak için ilk işlemini pergelle kontrol eder. Bu noktalar yapıt tamamla­ nıncaya kadar göz önünde tutulmalı, blokun yontulması sırasında işaretlerin bulun­ duğu yerler küçük koniler halinde saklan­ malıdır. Kabaca biçim verilmiş blok, nok­ talama işlemi sürdürülerek yontulmaya devam edilir, işaret noktalarının herbirinden yola çıkılarak yeni ölçüler alınır; bun­



lar da, daha öncekiler gibi bloka geçirilir Giderek birbirine daha yakın noktalardan yola çıkılır. Bundan sonra heykelcinin ya­ pacağı iş, ayrıntıları tamamlamaktır. (Bu yöntem ressamların kareleme yöntemiyle karşılaştırılabilir.) N O K T A L A M A K g. f. 1. Bir şeyi nokta­ lamak, fondaki renkten farklı ve çok sayı­ da nokta koymak. —2. Bir metni noktala­ mak, kurallara göre noktalama işaretleri­ ni belirtmek. —3. Bir şeyi noktalamak, onu sona erdirmek, bitirmek, sonuçlandır­ mak: Sözlerimi burada noktalıyorum. —Müz. Bir notayı noktalamak, onun ya­ nına yâdda üstüne (çizgisi yukarıya doğ­ ru çekilmiş notaların altına) bir nokta koy­ mak. (-> N O K T A . ) —Res. ve Grav. Fırça, kazıma kalemi, te­ lek ile noktalar yapmak. (Minyâtürcü, işi­ nin bir bölümünü noktalamakla gerçek­ leştirir.) ♦ noktalanm ak edilg. f. Noktalamak eylemine konu olmak. N O K T A L A N M A a. Noktalanmak eyle­ mi. N OKTALAN M AK -



NO KTALAM AK



N O K T A LI sıf. 1. Üzerinde noktası olan harf ya da işaret için kullanılır: Noktalı harf. — 2 . Üzerinde küçük benekler olan şey için kullanılır: Siyah zemin üzerinde beyaz noktalı bir kumaş. —Bot. Bitkisel organlardan üzerinde kü­ çük noktaları olanlara (noktalı yapraklar) ya da hafif çukurcukları bulunanlara (nok­ talı damarlar) denir. —Der. hast. Noktalı akne, siyah noktala­ rın (komedonlar) ön planda olduğu akne tipi. —Dilbil. Noktalı çizgi, konu başlarını ayır­ maya yarayan noktalama işareti (.—); ke­ sirsiz ölçülerde kesir yerine konur (10 0 — TL gibi). || Noktalı virgül, cümlede, dilbil­ gisel açıdan birbirinden bağımsız, ama aralarında mantıksal ve gerekli bir bağ bulunan iki parçayı ayıran noktalama işa­ reti (;). —Haritc. Noktalı diyagram, olayların de­ ğerlerini noktalarla belirten diyagram. —Müz. Noktalı nota, üzerine ya da yanı­ na, süresini ya da icra biçimini belirleyen bir noktanın konduğu nota. —Nümism. Noktalı bordür bir madalya ya da sikkede, arsatanın yerine ya da ona ek kullanılan dizi halinde kabartma taneler. (Noktalı bordür, madalyanın çevreşipden az ya da çok uzak olabilir. Taneler çeşitli biçimlerde olabileceği gibi, aralarında az çok bir mesafe de bulunabilir.) —Res. Noktalı çizgi, birbirine az ya da çok yakın noktaların sıralanmasından oluşan çizgi. —Tek. res. Noktalı kesik çizgi, noktalarla birbirinden ayrılmış küçük kesik çizgilerin yan yana gelmesiyle oluşan, özellikle ba­ kışım eksen ve düzlemlerini göstermeye yarayan çizgi. (İki ucu koyu çizgilerle bi­ terse, noktalı kesik çizgi bir kesit düzlemi bulunduğunu gösterir.) bakışım ekseni, düzlemi



N O K T A LI K A M A D İŞ a. Yeni Zelanda' da karada yaşayan iri kertenkele. (Eskiden birçok türü yaşamış kalakbaşlılar öbeği­ nin günümüzde yaşayan tek temsilcisidir. Bedeni hantal, bacakları güçlü, kuyruğu yassıdır. Cook boğazındaki bazı adacık­ larda bulunur ve yerde yuva yapan yelkovankuşlarının yuvasında bulduğu çeşitli omurgasızlarla beslenir. Geceleri dolaşır ve düşük sıcaklıklara dayanabilir. Bil. a. Sphenodon punctatus.) [Eşanl. T U A T A R A ] N O K T A S A L sıf. Nokta ile ilgili. —Ceb. Bir A afin uzayına eşlik eden E noktasal vektör alanı, içinde, başlangıç noktası denen değişmez bir O noktası se­ çilen E vektör uzayı. (Bu durumda E vek­



tör uzayı kanonik olarak, başlangıcı O olan bağlı Vektörler kümesiyle eşyapılıdır. E den A içine V ye 0 + V uygulaması bir bijeksiyondur.) — Elektron. Noktasal katot, bir katot tü­ pünde spotun yoğunluğunu artırmak amacıyla yayım yüzeyi minimuma indir­ genmiş katot. —Geom. Elemanları noktalar olan. || Bir nokta kümesine ilişkin. |j Nokta kümeleri­ nin arasında tanımlı. || Kimi kez AFİN’in eşanlamlısı. —Topol. Bir E kümesinden, ayrık bir topo­ lojik uzay içine bir (/„) uygulamalar dizisi­ nin, VxeE, (fn(x)), f(x) e yaklaşacak bi­ çimde /e î ( E , F) = FE var olduğunda, yakınsaklığına denir. [Bu durumda FE, noktasal yakınsaklık topolojisiyle donatıl­ mıştır denir. F d metriğiyle donatılırsa, bu topoloji d „ : (/, g) -» d(f(x), g(x)) sözde metrikleriyle tanımlanır, burada x, E yi ta­ ramaktadır. fn nin, n ne olursa olsun sü­ rekli olması olayı f nin sürekli olmasını ge­ rektirmediğini göz önünde tutmalı ] (-> Düzgün Y A K I N S A K L I K . ) N O K TA S IZ sıf. 1. Noktası olmayan. —2. Noktasız virgülsüz konuşmak, hiç durma­ dan konuşmak. —Hat. Noktasız yazı, çabuk yazmak ama­ cıyla noktaları konmayan yazı. (Maliye ve tapuda kullanılan siyakat yazı ile Divan’ da kullanılan divani kırmasında, gizliliği sağlamak amacıyla yapılıyordu. Kimi za­ man, vakfiyelerde kullanılan tevki ve rıka yazılarda da uygulandı.). N O K T Ü R N a. (fr. nocturne; “ geceye ilişkin" anlamında lat. nocturnus’tan). Müz. Belli bir biçimi olmayan, geceleyin ya da geceyi çağrıştırmak için icra edilen vokal ya da enstrümantal parça. — A N S İ K L . XVIII. yy.'da, terimin italyancası olan notturno, genellikle üflemeli çalgı­ lar için, serenat ya da divertimento üslu­ bunda, açık havada çalınmak üzere ya­ zılan (Haydn, Mozart, Schubert) bir dizi parçanın genel adıydı. XIX. yy.’da vokal noktürn romansın etkisinde kaldı; piyano noktürnünün temsilcileri Field (arpejli bir eşlik partisi üzerine İtalyan üslubunda me­ lodiler) ve türe son biçimini veren, türü yet­ kinleştiren ve günümüze değin ulaşılama­ yan bir düzeye yükselten (melodinin gü­ zelliği, armoninin zenginliği) Chopin'dir. Chopin'in düşüncesine bağlı kalan Skryabin ve Faure piyano repertuvarının en par­ lak parçalan arasında yer alan noktürnler bestelediler. Liszt ise, türü senfonik lied'e yaklaştırdı. Schumann’la büründüğü karanlık ve içine kapanık niteliğinden (Nachtstücke) uzaklaşan noktürn, sözge­ limi F. Poulenc ile yeniden iç açıcı bir sa­ lon müziğine dönüştü. Betimleyici, şiirsel ya da izlenimci niteliklerini senfonik şiirden alan senfonik noktürn (H. Rabaud'nun Gece ayini; A. Schönberg'in Verklärte N achti; Debussy'nin Noktürnler’v, M. de Falla’nın ispanya bahçelerinde geceleri) daha büyük çaplı bir yapıtın bir parçası da olabilir (M. Ravel'in Daphnis et Chloö' . sinin noktürnü). N O K U L a. Yörs. Mayalı hamurdan, içi­ ne çeşitli katıklar konarak hazırlanan bir tür kokulu çörek. (Genellikle arife günleri pişirilir, bayramda çocuklara, eşe dosta ve konuklara ikram edilir. En yoksul evin bile bayramda nokul yapması gelenektendir. İçine katık olarak ceviz, kuru üzüm, fındık, susam, kıyma vb.'den biri konabildiği gi­ bi yağlı, yağsız, şekerli ya da şekersiz ola­ rak pişirilir.) N O L A , İtalya'da kent, Campania’da (Na­ poli ili), Apenninler'i sınırlayan İlk tepelerin eteğinde; 30 900 nüf. XIX. yy. sonunda (daha eski mahzen) yeniden yapılmış ka­ tedral ve başka anıtlar Besin maddeleri ta­ rımı ve ticaret merkezi. —2 km K.'de Gimitile bütünü (erken hıristiyanlık sanatı). N O L A N A a. Duruşuyla kahkahaçıçeğini andıran otsu bitki ya da bodur çalı. (Ki­ mi botanikçiler sarmaşıkgiller familyasın­ dan sayar, kimi botanikçilere göre de kü­



8699



noktalı kamadiş (Sphenodon punctatus)



1918, Seebüll) ya da sanatçının ikinci Dün­ ya savaşı sırasında yaptığı küçük sulubo­ ya çalışmalarındaki (“ boyanmamış resim­ ler” ) cüretinden (sanatçı “ yozlaşmış” sa­ yıldığından nazilerce resim yapması ya­ saklanmıştı) kaynaklanan bir yeğinliktedir. Sanatçının Seebüll’deki evi 1957’de Nol­ de vakfı’na dönüştürülmüştür.



Kenneth Noland L ilim , 1968



çük nolanaceae familyasının örnek tipidir.) —ANSİKL. Nolananın saplan-yatık, yap­ rakları almaşık ve ikizdir; çiçekleri yaprak­ ların koltuğundan çıkar, huni biçiminde ve mavi renktedir; meyveleri etli birer drupadır. Nolananın Güney Amerika’da bulunan yedi türü vardır; birçok türü Avrupa'da bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. ■ N O L A N D (Kenneth), amerlkalı ressam (Ashevllle, Kuzey Carolina 1924). Gördü­ ğü öğrenim (özellikle Albers'in yanında) sonucunda ve B. Newman İle H. Frankenthaler'ln etkisiyle, 50’li yıllarda, düz renkli yüzeyler (özellikle ham tuvalin bo­ yayla ıslatılması yoluyla) ve yalın, simetrik, düzenli biçimlerle belirginleşen (eşmerkezli çemberler; üçgen, kare ya da eşke­ nar dörtgen tuvallerde birbirine koşut ya­ tay şeritler) soyut bir resme yöneldi. 1975’ten sonra çokgen tuvalleri ve bakı­ şımsız biçimlerden oluşan düzenlemeleri denedi. Renklerin etkileşimi ve resim gö­ rüntüsünün tuvalin biçimine uydurulma­ sı, yanılsamaya dayanmayan bir resim mekânının tanımlanmasını ve tablonun saf görsel nesne olarak kabul edilmesini sağlar.



A N O LD E (Emil HANSEN, Emil - denir), alman ressam ve gravürcü (Nolde, Schles­ wig-Holstein, 1867 - Seebüll, Nordfrlesland, Schleswig-Holstein, 1956). Öğreni­ mini ağaç üzerine oyma dalında yapan sanatçı, 1898'den İtibaren resimle uğraş­ maya başladı ve grafik alanında çeşitli tek­ nikleri uygulamayı öğrendi (suluboya, ofort, ağaç üzerine oyma, taşbaskı). Yüz­ yılın başında gerçekleştirdiği canlı ve bol renkli tablolarından başlayarak, anlatıma ve duyarlığa ağırlık verdi (1906-07’de die Brücke grubu İle ilişki kurdu). Yapıtların­ daki biçim ve renkleri belirleyen şiddet, hem ruhsal hem de bedensel bir coşku­ dan kaynaklanır (1909-1915 arasında ger­ çekleştirilen dinsel tablolar: Azize Mısırlı Maria'nın öyküsü, 1912, Kunsthalle, Ham­ burg). Çoğu kez grotesk ya da karikatürümsü sahneler, liman ve deniz manzara­ ları, sanatçının Yeni Gine’ye yaptığı bir yol­ culuktan (1913) esinlenerek gerçekleştir­ Emil Nolde diği tablolar, çiçek resimleri, gravür sana­ /a h sid a rsi(1909) tının güçlü karşıtlıklarından olduğu kadar ren|jyoğunluğundan (Erkek ve kız kardeş, Kunsthalle, Kiel K u n s th a lle , K ie l



N O LE (COLİJNS DE), hollandalı heykelci­ ler ailesi. XVI. ve XVII. yy.’larda Cambrai, Utrecht ve Anvers’te çalıştılar. En tanınmış­ ları şunlardır: WiLLEM, XVI. yy.'ın ilk yarı­ sında Cambrai kiliseleri İçin mezarlar yap­ tı; —Torunu Hİeronymus, Cambrai bele­ diye binasının dekorasyonunda çalıştı; —COLİJN (Cambrai ? - Utrecht 1558’den önce), Utrecht'li burjuva (1530), aileye adı­ nı verdi; —Hans (Utrecht ? - Anvers 1624), Colijn’In torunu, 1596’da Anvers' te usta oldu; —Kardeşi ROBERT (Utrecht - Anvers 1636), özellikle arşidük Ernst.'in Brüksel'de St-Mlchel-Ste-Gudule kilisesl'ndekl mezarını inşa etti; —ANDRİES (Anvers 1598 - ay. y. 1638), Hans'ın oğlu, İtalya' ya yaptığı bir yolculuktan sonra, Montaigu, Mechelen, Anvers kiliselerinde barok üslupta heykeller yaptı. N O L İ (Fan), arnavut siyaset adamı, ya­ zar ve ortodoks metropolit (ibriktepe, Edir­ ne yakınında, 1882 - Fort Lauderdale Flo­ rida, 1965). Ortodoks rahipti, münferit ar­ navut kilisesini kurdu. Milliyetçi milletvekili olarak, Ahmet Zogu'yu kaçmak zorunda bırakan (1924) ayaklanmanın başına geç­ ti. Hükümet başkanıyken, Ahmet Zogu’ nun İktidarı yeniden alması üzerine Bos­ ton'a göç etti. Çok iyi bir hatipti, dünya edebiyatından birçok başyapıt çevirdi, ay­ rıca bir İskender Bey tarihi (1921) ve 1924'ten sonra, bazen dinsel etkiler taşı­ yan (le Christ avec le bâton [fr. çev.]) şiir­ ler yazdı (Au bord des rivières [fr. çev.], 1930). N o li m e ta n g e r e , Bana dokunma an­ lamında latinee sözcükler. İsa'nın azize Meryem'e göründüğü sırada söylediği sözlerdir: "Bana dokunma (Noli me tan­ gere), çünkü ben daha Babamın yanına çıkmadım...” (Yuhanna, XX, 17). —ikonogr. Bu sözler aynı zamanda, Tou­ louse, Autun, Saulleu, Issolre'dakl roman sütun başlıklarında, Glotto'nun Padova’ dakl, Giovanni da Milano’nun Floransa' daki (S. Croce) fresklerinde, Klosterneu­ burg sunakarkalığında ve Ducçio'nun Siena’dakl Maestâ'sında görülen İsa’nın belirişl sahneleri İçin de kullanılır; Dürer ve Leidenli Lucas’ın gravürlerinde, Memling (Torino, Münih, Lübeck), Lorenzo dl Credi (Louvre, Floransa), Fra Bartolomeo (Louvre), Correggio (Madrid), Tizlano (Londra), Veronese (Grenoble), Le Sueur (Louvre), A. Cano (Budapeşte), La Fosse (Sen-Petersburg), Rembrandt’ın (Londra, Braunschweig) tablolarında da bu sahne işlenmiştir. N O L İN A a. Orta Amerika kökenli, dibi şişkin saplı, yarı çalımsı sevimli bitki. (Dal­ ların ucunda uzun, dar ve sarkık yaprak­ lardan oluşan yaprak demetlerinden do­ layı nolinalar dracaena'lara benzer. Çiçek­ ler de dalların ucunda salkım halinde top­ lu olur. Zambakgiller familyası.)



kelleri ve ntezar anıtlarıyla Londra'da en beğenilen sanatçılardan biri oldu. N O L L E T (rahip Jean Antoine), fransız fi­ zikçi (Pimprez, lle-de-France, 1700 - Paris 1770). Navarre koleji'nde bir deneysel fi­ zik eğitimi başlattı ve büyük başarı kazan­ dı; verdiği dersleri Leçons de physique expérimentale (Deneysel fizik dersleri) [1743] ve l'Art des expériences (Deney sa­ natı) [1770] adlı kitaplarında yayımladı. Usta bir deneyci olan Nollet, sıvıların ya­ yınımını buldu, sesin sıvılar içinden geçi­ şini inceledi, gözlük camlarını yontmakta kullanılan bir makineyi betimledi (1752). Mürver toplar taşıyan iki keten iplikten oluşmuş ilk elektroskobu (1747), daha sonra da altın varaklardan yaptığı başka bir elektroskop (1750) icat etti. Aynı yıl, Leiden şişesindeki suyun yerine kalay ya da bakır varaklar koydu. Bilimler akademisi' ne üye seçildi (1739). N O L L İ (Gianbattista), İtalyan topograf, mimar ve gravürcü (Como 1692'ye doğr. - Roma 1756). 1738'de Santa Doratea in Trastevere'de çalıştı ve 1748'de la Nuova topografía di Roma’yı yayımladı. Barok kentin görüntüsünü saptayan ve sekiz yıl­ lık bir rölöve çalışmasının ürünü olan bu yapıt Roma, özellikle de antik kent üstün­ de yapılan topografya incelemelerine bi­ limsel bir bakış açısı kazandırdı. Nolli’ nin çalışma arkadaşı olan Piranesi LeAntichitá romane (Roma'dakl eski eserler) [1756] adlı yapıtında bu kitaptan yararlan­ dı. N O M A a. (yun. nome, nemein, kemirmek’ten). Patol. Atardamar İltihabı ya da tıkanması ve bunun üzerine eklenen en­ feksiyona bağlı iskemik nekrozla birlikte yanağın bir bölümünde gelişen kangren. (Noma, genellikle ağır bir hastalık nede­ niyle [örneğin tifo, tifüs) zayıf düşmüş ve ağız bakımı yetersiz kimselerde görülür. Kötü kokulu ülserler, yanağı ve dişetlerini kaplar ve yanağın delinmesine yol açabi­ lir. Kemik dokusu nekroz olur, dişler dü­ şer. Antibiyotiklerin kullanılmasından beri hastalığın gidişi ve sonucu düzelmiştir.) N O M A H İ R O f l, japon yazar (Kobe 1915 - Tokyo 1991). İlk yapıtlarında sim­ geci şairlerin etkisi vardır. Balzac ve Dostoyevskiy'den de etkilendi. 1934’teyse, marxçi harekete katıldı. 1946'da yayımla­ nan Kurai e adlı romanıyla savaş sonrası japon edebiyatının bayraktarlığını yaptı. Önemli iki antimllitarist romanı (Seinen no va, 1947-1971; Şinkuçitai, 1952) vardır. N O M A D A a. Tüysüz, parlak gövdeli, ge­ nellikle sarı ve al benekli kızıl renkli an cin­ si. (Nómada ferruginea ballıbabaların çi­ çeklerinde yaygındır; Andrena'larda ve Panurgus'\arda asalak yaşar. Arıgiller fa­ milyası.) N O M A D A C R İS SEPTEM FASCİATA a. Doğu Afrika’da yaşayan göçmen çekir­ ge. (Çekirgeglller familyası.) N O M A R K H E S a. (yun. söze.). Antik. İ.Ö. VI. yy.’dan başlayarak Mısır'da firavunlar zamanında bir nomosun başkanı. (Lagos döneminde bu ad resmi bir nitelik kazan­ dı.)



N O LL E K E N S (Joseph), flaman ressam (Anvers 1702 - Londra 1748). Watteau ¡le Pannlnl’nin kçpyacısı olan sanatçı, onla­ rın tarzında, Kır şenliği, Manzara ve Ço­ cuk oyunları temalarını işleyen tablolar yaptı.



N O M B E R G (Hersch David), yiddiş ya­ zar (Mszczonów, Varşova yakınında, 1876 - Varşova 1927). Gazetecilik yaptı, ibranice öykülerini topladığı ilk kitabı 1905’te basıldı, bunu yiddişçe yazılmış 5 cilt izle­ di. Onun ve aynı amacı güden Peretz’in etkisiyle Ibranice ve yiddişçe yanlıları ara­ sındaki çekişme sona erdi (1908); yiddiş­ çe yahudilerin ulusal dili değil, ulusal bir dil sayıldı. Fligelman'ın (1908) adsız kah­ ramanı tüm bir kuşağın simgesidir. 1910’ dan sonra, Nomberg kendini siyasete ve gazeteciliğe verdi.



N O LL E K E N S (Joseph), İngiliz heykelci (Londra 1737 - ay. y. 1823). Ressam Jo­ seph Nollekens’in oğlu. 10 yıl Roma’da kaldıktan sonra yaptığı büstleri (ikinci Pltt, Ch. J. Fox, B. West...), antik tarzda hey­



N O M B R E DE Dios, Panamá'da 1510’da kurulan ve Colön’un eyaleti olan . kent. XVI. yy.’da ispanya'yı Güney Ameri­ ka'ya bağlayan ticaret yollarının ulaştığı bir limandı. 1572 ve 1596'da Drake tarafın-



N O L L (Dieter), alman yazar (Rlesa, Sak­ sonya, 1927). Röportajlarında ve özyaşamöyküsel yazılarında ikinci Dünya sa­ vaşı kuşağını ve yenilgiyi dile getirdi (Neu­ es vom lieben närrischen Nest, 1952; Mutter der Tauben, 1955).



Nonius



NOMESİA a. (öz. a. E. Simon’un anag-



lik eden değişik çizgilerine eşbûyûklûk çizgileri denir; böylece çarpım tablosunun abağı üç sistem eşbüyüklük çizgisi içerir. Lalanne bozunma ilkesi’ni tasarladı, bu ilke kimi hallerde eşbüyüklük çizgileri ye­ rine doğrular koyarak abakların çizimini basitleştirmeyi olanaklı kılar. "Abak" söz­ cüğü damalı ( ) olmaları nedeniy­ le kimi grafik gösterişlere verilmiştir, ama, gösterişlerin çoğu için nomogram adı kul­ lanılmaktadır Genel bir biçimde, n değiş­ ken arasında bir bağıntı verildiğine göre, her bir değişkene, numaralanmış bir nok­ ta ya da çizgi sistemi karşılık getirilebilir; çeşitli değişkenlere ilişkin numaraların be­ lirli bir grafik bağlantısı vardır, öyle ki, ba­ ğıntıya giren n - 1 değişkenin değeri bili­ nirse, n ncisi, monogram üzerinde tek bir okumayla belirlenmiş bulunur. Nomografinin uygulamaları önemli öl­ çülere varır; böylece, çok kez yinelenen bir işlem sözkonusu olursa, büyük tasar­ ruf sağlanır; örneğin, bir rıhtımın dayan­ ma duvarlarının düzenlenmesinde, bir sukemerinin düzenlenmesinde, bir karayo­ lunun ya da demiryolunun toprak kazma ve toprak doldurma hesaplarında vb. du­ rum böyledir.



ramı). Küçük örümcekler cinsi. (Drassidae familyası.)



NOMOGRAM a. (fr. nomogramme). No­



dan yağmalandıktan sonra Nombre de Dios'un yerini, daha koruntulu bir liman olan Portobelo aldı.



NO M E, Alaska'da kent, Seward yarıma­ dasının güney kıyısında; 2 500 nüf. Ken­ tin nüfusu, 1898'deki altına hücumdan he­ men sonra, 1900'de, 20 000'e kadar çık­ mıştı. NO M ENKLATUR A, eski SSCB Ko­ münist partisi merkez komitesince belir­ lenen, parti ve devlet organlarında, ikti­ sadi kuruluşlarda ve toplumsal örgütler­ deki yönetim mevkilerinin dökümünü ve bu makamları doldurabilecek kişilerin lis­ tesini belirten rusça sözcük. Mihail Voslenskiy, Nomenklatura (1980) adlı kita­ bında bu kavramı, SSCB'de karar yetkisi­ ni elinde tutan kadrolar ile bunların aile­ lerinden oluşan yaklaşık 3 milyonluk bir kitlenin oluşturduğu ayrıcalıklı sosyal sı­ nıfa uygulayarak yaygınlaştırmıştı. NO M ENTUM . Tar. coğ. İtalya'da kent, eski Alba kolonisi. Roma'dan Nomentum'a giden via Nomentana'ya bu kentin adı verildi. Günümüzde Mentana.



NO M EX a. (tesc. edil. a.). Poli (metafenilen izoftalamid)’den oluşan ve Dupont de Nemours firmasınca üretilen aramid tekstil elyafı.



NOM İNAL sıf. (ada ilişkin anlamında fr. söze). Bank, ve Bors. Nominal değer, bir paranın ya da bir ticari senedin üzerinde yazılı bulunan ve çoğu zaman ona veri­ len değerden farklı olan değer. (Bir sene­ din gerçek değeri, onun iskontosu çıka­ rılmış nominal değerine eşittir); bir kıymetli evrakın (hisse senedi ya da tahvil) üzerin­ de yazılı bulunan ve onun borsa kurun­ dan farklı olan değer. — Elektrotekn. Nominal rejim, anm a DÜZEN'i'nin eşanlamlısı.



NOM İNALİST sıf. ve a. (fr. nominaliste). Fels. ADCl'nın eşanlamlısı. ♦ sıf. İkt. düş. tar. Nominalizme ilişkin. ♦ a. ikt. düş. tar. Nominalizm yanlısı.



NOM İNALİZM a. (fr nominalisme). Fels ADClLlK'ın eşanlamlısı. —İkt. düş. tar. Alman iktisatçı Knapp ta­ rafından ortaya atılan ve para birimlerinin, öz değeri olmayan ve maddesi (maden ya da kâğıt) ancak devletin ona tanıdığı ibra gücünden ibaret bir değer taşıyan so­ yut şeylerden, adlardan başka bir şey ol­ madığını ileri süren tez. (Karşıtı, metalci kuramdır.)



NOM İNATİF a. (fr. nominatif). — YALIN' DURUM.



NOMİNATİVUS a. (lat. söze.). Dilbil. YALIN' DURUM'un eşanlamlısı. M O M İN O l, Bretagne kralı (VIII. yy. sonu-Vendöme 851). Once Vannes kontu, sonra Charlemagne zamanında dük oldu. 845'te yendiği Kel Charles'a krallığının ba­ ğımsızlığını kabul ettirdi (846). Bretagne'ı birbirinden ayn kilise yönetim bölgelerine ayırdı ve frank piskoposları kovdu.



NOMOORAFİ a. (fr. nomographie). He­ saplar yerine abaklar ya da grafikler, uy­ gun biçimde çizilmiş çizgiler koymaktan oluşan süreç, bunların, başka çizgilerle kesim noktaları çözümleri belirler. —AnSİkl. 1795’te Pouchet aritmetik iş­ lemlerini göstermede, çoktan beri abakları kullanıyordu; Terquem, Lalanne, Lallemand vb. bu bilime yeni kavramlar ge­ tirdiler, bu. kavramlar nomografinin alanı­ nı büsbütün genişleterek, ona gerçekten pratik bir ayırtedicilik verdiler; en son, d'Ocagne o zamana kadar kullanılan değişik yöntemleri birleştirmeyi bildi, onları sınıf­ landırdı ve ondan bir öğretiler iskeleti oluş­ turdu; abakların kullanılmasının ilginç so­ nuçlar verebildiği çok sayıda hali belirtti. Bir abağın. her biri belirli bir değere eş­



mografide kullanılan ve aralarında belirli bir biçimde bağlanan, değeri yazılı bir nokta ya da çizgi sisteminden oluşmuş grafik gösteriliş.



NOMOKANON a. Doğu kiliseleri'nde kullanılan, bizans kökenıi, kilise kuralları ve dinle ilgili sivil yasalar kitabı. —ANSİKL Slav ülkelerinde ve bugünkü Ortodoks kilisesi’nde, kilise hukukunun te­ melini oluşturan XIV bölümlü Nomokanon, Papalık kanunlarını, genel kilise konsillerinin, yerel konsillerin (IV.-IX. yy.'lar) ve Kilise Babaları’nın kanunlarını içerir. Ayrı­ ca, 50 bölüm başlıklı Nomokanon (son bi­ çimi 883 tarihlidir) ve slavoncaya çevrilen 14 bölüm başlıklı Nomokanon da doğu ki­ lise hukukunun temelinde yer alır.



NOMOLOJİ a. (fr. nomologie). Fels. Bir nomolojik sistemi oluşturan öğelerin tü­ mü.



NOM OLOJİK sıf. (fr. nomologique). Fels. Husserl'e göre, “ temel yasalarım­ dan çıkarılamayacak hiçbir geçerli doğ­ runun kendisinde yer almadığı bir ince­ leme alanını konu edinen bir bilim ya da kuramsal sistem için kullanılır. Bu duruma örnek olarak “ doymuş'' uzay belitleri sis­ teminde bir uzay için ideal Eukteides gös­ terilebilir (Formale und transzendentale Logik [Biçimsel ve transsenderıtal mantık], 31). Bir bilim, inceleme alanındaki her doğru öner-me yine bu alanda tanıtlana­ bildiği zaman nomolojik bir bilimdir. NOMOS a. (bölüm, bölge anlamına ge­ len yun. söze ). Antik. Eski Mısır'da idari bölüm. —AnSİkl. Mısır'ın birleştirilmesi sırasında (İ.Ö. 3200'e doğr.), hükümdarların en önemli kaygılarından biri de yeni krallığın iktisadi gelişmesini sağlamaktı. O sırada krallık, Mısırlılar tarafından sepet olarak adlandınlan ve sulama ve tarımsal verim ge­ reksinimlerine göre düzenlenen bir dizi “eyalet"e bölünmüştü. Sözcüğün, düzenli kanalların açıldığı bir alan imgesinin belir­ lediği yazımı ve sepetin sorumluluğunu üst­ lenen merkezi iktidar temsilcisinin ilk unvanı (ac-mer, "kanal kazan"), bu bölünmenin sulama ve tarımsal verim gereksinmeleri­ ne göre yapıldığını gösteriyordu. Eski imparatorluk döneminde 38, Gerileme dö­ neminde 42 eyalet vardı; ancak dağılımla­ rı her zaman iktisadi ve mali gereksinimle­ re göre saptanıyordu. Her nomosun, bir tanrı tarafından korunan ve eyaletin dinsel ve siyasal merkezini oluşturan bir anakenti vardı. Nomarkheslerin, karıallann gözetimi, toprakların sayımı ve işlenmesi, ayni vergi­ lerin toplanması gibi oldukça geniş yetki­ leri vardı; anakent tanrısının başrahipliğini de, bazen nomarkhesler yapıyorlardı.



N O M O S a. (makam ya da şarkı anlam­ larında yun. söze.). Müz. Eski Yunanlılar' da, belli bir biçimi ve karakteri olan mü­ zik yapıtı, (iki türü vardır: kithara ya da aulos eşliğinde söylenen vokal nomos ve yalnız aulos ya da kitharayla çalınan ens­ trümantal nomos. Apollon adına bestele­ nen bu parçalar, ancak usta yorumcular tarafından seslendirilebilecek ölçüde ge­ lişmişti. Eski Yunanistan’da nomos yarış­ maları da düzenlenirdi.)



8701



N o m o s A lp h a , İannis Xenakis'in aynı adlı partisyonu üzerine Maurice Böjart'ın tek dansçı için düzenlediği koregrafi. ilk kez 1969'da Paolo Bortoluzzi tarafından Royan festivali çerçevesinde sahnelendi. Koregraf, insan vücudunun, bir ışık ayla­ sı ortasında dansçının sergilediği beden­ sel ve anlatımsal olanaklarından yararlan­ mıştır. N O N A O R İA T Y P M A E a. Göl kıyıların­ da bulunan kelebek. (Tırtılı su kamışları­ nın saplarında yaşar ve burada kundak­ lanır. Kukumavpervanegiller familyası.) [Eşanl. P H R A G M A T İ P H İ L A T Y P H A E ] N O N A H O R A a. (dokuzuncu saat anla­ mında lat. söze.). Esk. Rom. Günün dör­ düncü bölümü; dokuzuncu saatten son­ ra, yani öğleden sonra saat üçte başlar. N O N A N a. (fr. nonane). Org. kim. 1. For­ mülü CH 3 —(CH 2)7—CH 3 olan doymuş hidrokarbon. —2. C9H2q formülünde doymuş hidrokarbonlara kimi zaman ve­ rilen ad. N O N A N O İK sıf. (fr nonanoique). Org. k i m . Nonanoik asit, P E L A R G O N İ K ' A S İ T 'i n e ş a n la m lı s ı.



Larousse



N O N A N O L a. (fr. nonanol). Org. kim. Nonandan türeyen C9H19OH formülünde alkol. (Eşanl. NONİL a lk o l.) N O N A N T E S T a v t ı ya da 8 3 ° Ö ö İ ii î şartı, Hint okyanusu’nda depremsiz sırt, 90° D. boylamı (91° K „ 8 8 ° G.) yakınında düz çizgi halinde 4 000 km’den fazla uza­ nır (30° G . enlemiyle 10° K. enlemi araslnda); en yüksek noktası 870 m. (Endonezya-Avustralya levhasındaki bir kırık ku­ şağı boyunca oluşmuş bir yanardağ zin­ ciridir. Seylan ya da Orta Hindistan hav­ zasını Coco ve Batı Avustralya havzaların­ dan ayırır. Kuzeyde, fosilleşme etkisiyle Bengal körfezinin kıta şevi altında kaybol­ maktadır.) N O N E L a. (fr. nonel). Fişekç. Bir patlayı­ cı madde takımının elektriksiz ateşleme düzeneği. N O N E L L M O N T U R İO L (isidro), İspan­ yol ressam (Barcelona 1873 - ay. y. 1911). Üslubunu çok genç yaşta buldu: çevre çizgileri vurgulanmış ve mavimsi renk ton­ larının egemen olduğu çingene, fahişe ve dilenci figürleri. (Arte moderno müzesi, Barcelona). Resimlerini, Picasso ile tanış­ tığı Ouatre Gats kahvesinde sergiledi. N O N E TTO a . (dokuzlu anlamında ital. söze.). Dokuz partili müzik parçası. N O N G K H A İ, Tayland'da kent, il mer­ kezi, Tayland'ın kuzey-doğu'sunda, Laos sınırı yakınında; 2 1 2 0 0 nüf. —Nong Khai ili, 7 332 km2; 622 500 nüf. N O N İL sıf. (fr nonylıque'ten). Org, kim. Nonit alkol, N O N A N O L ' ü n eşanlamlısı. N O N İLY O N a. (fr. nonillion; lat. nonus, dokuzuncu, sonra trilyon). Bir milyon oktilyon (1 0 54). N O N İU S a. (öz. a. P N. Nonius'tan). Bir ölçekte, ardışık bölümler arasında, bir ke­ nardan öbürüne giden eğik çizgiler ve öl­ çeğin kenarlarına koşut eşaralıklı çizgiler yardımıyla oluşturulmuş altbölüm. (Çoğu kez nonius, kullanımı aynı olan, ama te­ melde farklılık gösteren verniyeyle karış­ tırılır.) N O N İU S (Pedro NüNES, daha çok latince adı ile tanınır), Portekizli gökbilimci ve matematikçi (Alcâcer do Sal 1492 - Co-



rahip Nollet Maurice Quentin de La Tour'un tablosundan Beauvarlet'nin yaptığı bit gravür (ayrıntı)



Nonius 8702



imbra 1577). Coimbra'da matematik profesörü oldu, De crepusculis über unus (Tan olayı üstüne kitap) [1542] adlı yapı­ tında minimum tan olayına ilişkin proble­ min bir çözümünü verdi ve özellikle küçük açıların tam Olarak ölçülmesinde kullanı­ lan aletlerin derecelenmesi için çok önemli bir yöntem açıkladı. De arte atque ratione navigandi (Deniz ulaşımı ve sanatı üzerine) [1546] adlı yapıtında da denizci­ lerin ortak düşüncelerine karşı çıkarak. Yer yüzeyindeki iki nokta arasında en kısa yo­ lun, boylamları değişmez bir açı altında kesin eğri değil de, büyük çemberin yayı olduğunu gösterdi. Bu, loksodromi'yle il­ gili incelemelerin başlangıç noktası oldu.



vurmalı çalgı için Con Luıgı Dallapiccola (1979); yaylılar dörtlüsü için Fragmente Stille an Diotima (1980); bas flüt, küçük ko­ ro ve elektronik malzeme için Das atmen­ de Klarsein (1981); 3 soprano, küçük ko­ ro, bas flüt, klarinet, kontrabas ve elektro­ nik malzeme için İo, Frammento dal Prometeo (1981) ve 3 soprano, mezzo-sopra­ no, çello, pes flüt ve elektronik amplifika­ tör için Journal pdonais. "Ouand its sont mourants, les hommes chantent" (Vene­ dik, 1982) gibi yapıtlarında, estetik veriler daha büyük önem taşır.



n o n iu s ırk ı, aynı addaki bir transız anglonorman aygırından türeme macar at ır­ kı. (Koşu, binek ve spor atı olarak beğe­ nilir.)



N O N R U M İN A N T İA a Zool. GEVİŞGETİRMEYENLER alttakımının bilimsel adı.



n o n -liq u e t (açık değil anlamında iat. sözcükler), soruşturmanın genişletilmesi­ ni gerektiren kuşkuların bulunduğunu be­ lirtmek için kullanılan hukuk deyimi. N O N N EA a. (XVIII. yy.’da yaşamış hekim J. P. Nonne'nın adından). Çiçek açtıktan sonra çanağı kese biçiminde şişen biryıllık ya da çokyıllık otsu bitki. (Hodangiller familyası.)



Bamand



N O N N O S P a n o p o lls ll, yunanlı şair (Panopolis, Mısır, İ.S. V. yy.). Dionysıaka adında ve bir ölçüde Dionysos’un Hindis­ tan seferini anlatan 48 kitaplık anıtsal bir destan yazdı. Mitoloji konusunda aşırı bilgi YÜWÜ ob asına karşın bu yapıt Nonnos' un göz kamaştırıcı ve yabanıl betimleme sanatını, az kullanılır ve ilginç sözcükler kullanma eğilimini yansıtır. Nonnos Azız Yuhanna incil'inin heksametroslar biçi­ minde oluşturulmuş, bir açıklamasını da yazdı.



■ N O N O (Luigi), İtalyan besteci (Venedik



.. Llligi (1983’te)



1924 - ay.y. 1990). Malapiero, Maderna ve Hermann Scherchen'in öğrencisi, Schönberg'in damadı. Schönberg'in bir dizisi üzerine Kanonik çeşitlemeler'iyle 1950'de Darmstadt'ta dikkat çekti. Webernsonrası dizisel hareketin başlıca temsilcilerinden biri olarak kendini kabul ettirdi. Bu bağımlı bestecinin en önemli yapıtları, avangard müzik diliyle yazılmış, faşizme ve diktatörlüğe karşı birer pro­ testo niteliğindedir. Yaklaşık 1962'ye de­ ğin, Nono’nun bestelediklerinin büyük bö­ lümü vokal yapıtlardır: PoUfonica-monodıca-ntmıca (1951); 24 çalgı için Incontri (1955); idama mahkûm edilen direnişçi­ lerin mektuplarından yararlanarak beste­ lediği soprano, kontralto, tenor, koro ve or­ kestra için il Canto Sospeso (1956); sah­ ne yapıtı intolleranza 60 (1961); Sul Pon­ te d"Hiroshima, Canti di Vita e d ’A more (1962). Daha sonra, özellikle de ticaret çarkına kapılmamak ve müziğini cadde­ lerde, fabrikalarda, mitinglerde vb. halka duyurabilmek için elektroakustik müziğe yöneldi. Bu türdeki yapıtları arasında, ye­ rinde kaydedilmiş fabrika gürültülerinden ve grevci işçi seslerinden yola çıkarak ger­ çekleştirdiği La tabricca illuminata (1964); Peter Weiss'in Die Ermittlung adlı piyesi için yaptığı Ricordi cosa ti hanno fatto in Auschwitz (1966); Vietnam'ın kurtuluşu için Ulusal cephe'ye ithaf edilmiş A floresta a jovem e cheja de vida (1966) ve iki bölümlü Un volto del mare Non consumiamo Marx (1969). Nono'nun orkestra ve manyetik bant için Per Bastiana Tai -Yang Cheng (1967) ve 1970'lerde beste­ lemeye başladığı büyük yapıtlarından soprano, koro ve orkestra için Ein Ges­ penst geht um die Welt (Angela Davis’e İthaf edilmiştir, 1971); piyano, soprano, bant ve orkestra için Come una d a de tuerza y tuz (Şili Devrimci sol hareketi'nin bir üyesinin anısına ithaf edilmiştir, 1972); Pa­ ris komünü anısına 1975’te Scala di Mila­ no'da sahnelenen gösteri A gran sole carico d ’amore; piyano ve kayıtlı manyetik bant için Sofferte Onde Serene (1976);



N O N O Ş sıf. ve a. 1. Özellikle küçük ço­ cuklar için kullanılan sevgi sözü. —2. Arg. Eşcinsel erkek.



NO N S EN S E , ingiiiz edebiyatında anne, baba ve dadıların çocuk yetiştirmede gös­ terdikleri tahammülsüzlüğe tepki olarak gelişen akım (No nonsense: "Çocukluk yapma” ). Çocuk okur kitlesinin gittikçe büyüyen bir pazar durumuna gelmesin­ den istifade eden E. Lear ve daha sonra L. Carroll gibi yazarlar, "anlamsızlık” da­ lında, imgeleme gerekli yeri veren bir dil devrimi gerçekleştirdiler. Nonsense'da ge­ nel anlam, sözdizimi yapısının olduğu gi­ bi korunması yüzünden, kaçıp giden ve muğlak sözlerle imgelerin tutsağı oldu: Jabberwocky ya da The Hanting of the Snark, çok sade ve açık kurgularına rağ­ men anlaşılmaz öykülerdir. Nonsense’ın bozguncu bir kaçamak gibi kullandığı bu anlatım karanlığı, freudculuğun bütünsel yorumlama çabası karşısında yok olmuş, ancak ince işlenmiş, ustaca ve sinsice ko­ tarılmış, taşkınlığı Joyce’un, anlamı aşırı abartılı (Finnegans Wake) ya da A. Burgess’in kaprisli dilinde (Clockwork Orange) yeniden doğmuştur N O N T H A B U R İ, Tayland'da kent, il merkezi, Bangkok’un K.’inde; 27 500 nüf. —Nonthaburi ili, 622 km2; 355 700 nüf. N O N T R O N İT a. (fr. nontronite). Miner. Killer ailesinden hidratlı doğal demir sili­ kat. (Bazı çökellerde bulanan nontronit, önemli mevsim farklılıkları gösteren sıcak iklimli bölgelerin bazik ana kayaçlardan türeyen killi topraklarında çok miktarda görülür.) NO N TR O P P O be. (fazla değil anlamın­ da ital. sözcükler). Müz. Tempo belirten bir terime eklenen ve bu tempoda aşırıya kaçmamak gerektiğini belirten deyiş: Al­ legro ma non troppo (hızlı, ama fazla de­ ğil). Largo ma non troppo (yavaş, ama faz­ la değil). N O O A N A L E P T İK a. (fr. noo-analeptique). Eczc. ve Psik. Başlıca etkisi ruhsal ve bedensel zindelik sağlamak olan mad­ de. —ANSİKL. Başlıca nooanaleptikler amfetamln ve türevleridir (metamfetamin, efedrin, vb.). Birçok yan etkileri (saldırganlık, uykusuzluk, iştahsızlık, kalp ritminde bo­ zukluklar) bulunduğundan tedavide kul­ lanılışları sınırlıdır ve tam alışkanlık yapıcı maddelerden sayılırlar. N O O M S (Reinier), Zeeman ("Denizci") denir, hollandall ressam ve gravürcü (Amsterdam 1623'e doğr. - ay. y. 1667’ye doğr.). Birçok yolculuk yaptı ve özellikle Paris manzaraları gerçekleştirdi: bunun­ la birlikte resimde olduğu kadar, yedirme baskıresimlerinde de başlıca konusu li­ man görüntüleridir (Kopenhag, Kassel, Dieppe, Quimper, Louvre vb. müzeleri). N O O N E (Jimmie), amerikalı caz klarinetçisi (New Orleans 1895 - Los Angeles 1944). Sidney Bechet'in öğrencisiydi, Freddie Keppard ve Kid Ory’nin orkest­ ralarında çaldı. 1916'da Chicago’ya gitti. Orada King Oliver de Doc Cook İle çalış­ tı. 1926-1930 arasında Chicago'daki Apex Club'ın orkestrasını yönetti. Bu topluluk büyük ün kazandı. Ölümüne değin, bir­ çok toplulukta çaldı (1943’te Kid Ory'nin



topluluğundaydı). Sololarında virtüözlüğü lirizmle birleştirmeyi başaran ve klarinetten yuvarlak ve pürüzsüz bir tını elde eden Noone, melodi yaratma yeteneğiy­ le de tanındı. Başlıca plakları: Apex Blues. For Evermore (1928), Sweet Georgia Brown (1936), Panama (Kid Ory ile, 1943). N O O R B -B E V E LA N D - BEVELAND ve D elta planı. N O O R D B R A B A N T , Hollanda'nın gü­ ney kesiminde il; 4 923 km2; 2 172 600 nüf. (1989). Merkezi 's Hertogenbosch. Bütünüyle kumlu bir toprakaltından olu­ şan Noordbrant'a Hollanda polderlerindekinden çok farklı korulara, tarlalara, çayırlara rastlanır; hayvancılık ve sebze yetiştiriciliği, daha eskilere dayanan tahıl ve patates ekiminin yanı sıra gelişmekte­ dir. Ama yakın dönemdeki en köklü deği­ şiklikler sanayileşme ve kentleşmenin so­ nucudur: tekstil sanayisi kimi güçlüklerle karşılaşmaktaysa da metalürji, özellikle ilin G.-D. kesiminde, çok gelişmiştir. Ta­ rihsel Breda ve 's Hertogenbosch kentle­ ri ile Tilburg ve Eindhoven sanayi mer­ kezlerinde bir kent bölgesi oluşmaktadır. N O O R D O O S T P O LD E R -DOĞU polderi.



-> KUZEY



N O O R D W iJK A A N Z E E , Hollanda' da (Güney Hollanda) kent, Kuzey denizi kıyısında, Leiden yakınında; 22 400 nüf. Avrupa uzay araştırmaları merkezi. Sayfi­ ye merkezi. N O O T K A LA R , Kanada’nın batı kıyısın­ da yaşayan ve sayıları 4 600 olarak tah­ min edilen (1970) Kızılderililer. İngiliz Kolombiyası, Vancouver adası kıyılarında ve Flattery burnunda yerleşmişlerdir. Vakaş grubundan bir lehçe konuşurlar. Nootka toplumu başlarında yetkisi tartışılmayan başkanlar bulunan bir farklı siyasal toplu­ luklar (kabileler, kabile konfederasyonları ve özerk gruplar) sistemine göre örgütle­ niyor ve karşılıklı yardım, barışçılık ve potlaç kurallarına dayanan bir değerler sis­ temine bağlanıyorlardı. Nootkalar, özellikle balıkçılık, avcılık ve toplamacılıkla geçini­ yorlardı. N O PE a. (fr. nope; orta hollandaca noppe. yün yumağı'ndan). Tekst. 1. Ku­ maş yüzeyinde, üretim sırasında oluşan düğüm. —2. Karışmış ve kendi üzerinde yumaklanmış bir ya da birçok liften oluş­ muş küçük küme. (Nope, az ya da çok kı­ sa olabilir. Yünlü dokuma sanayisinde, nopenin görünür çapı dört milimetreyle sı­ nırlıdır.) N O P E L E N M İŞ sıf. Tekst. Nopetenmiş iplik, bir ya da birçok tekkat ipliği, yer yer sıkı sarımlar biçiminde tümü üzerine sa­ rılmış çokkatlı bükülü iplik. N O P E Lİ sıf. Tekst. Ya kazara oluşmuş ya da fantezi bir etki yaratmak için özel ola­ rak oluşturulmuş nopeler içeren şeritler, iplikler ya da dokumalar için kullanılır. N O P S a. Tropikal Amerika’da yaşayan örümcek cinsi. (Temel özelliği, örümcek­ ler altsınıfının iki yalın gözlü olan ve trake­ lerle [akciğer keseleri yoktur] soluyan bi­ reyler içeren tek cinsi olmasıdır.) NOR- (fr. nor-). Org. kim. 1. Bir mo­ lekülde bir CH 2 grubunun bulunma­ dığını (örneğin noradrenalin); 2 . hal­ kalı bir hidrokarbonda herhangi bir yanal zincirin olmadığını (örneğin norkaran); 3. bir adın önüne yerleştirildi­ ğinde, kendinden sonra gelen adın normal zincir içeren bir bileşiğe denk düştüğünü (örneğin nortöstn) göste­ ren önek.



NORA. Tar. coğ. Sardinya'nın güney kı­ yısında Fenike kolonisi (günümüzde Sant’Effisio, Pula yakınında). Fenikeliler buraya İ.Ö. IX. yy.'da yerleştiler; adanın do­ ğu kesimindeki en eski koloninin burası olduğu sanılır. Roma kenti olmadan ön-



ce burada Eşmun ve Tanit adlı tanrılara tapıldı.



NORA (Eugenio Garcia González D E NORA, Eugenio de —denir), İspanyol ya­ zar (Zacos, León, 1923). Şiirler {Amor pro­ metido, 1945; Espada, pasión de vida, 1954) yazdı. Ayrıca önemli bir incelemesi {La novela española contemporánea) [1958-1962] de vardır ■ N ora, Bir bobak avl (Et Dukkehjem), ibsen'in dramı (1879). Günlük bir olaydan esinlenerek yazılan bir çocuk-kadının öy­ küsü. Kişiliksiz ve sıradan bir adamın ka­ rısı olan ve onun hayatını kurtarmak için bir sahteciliğin sorumluluğunu yüklenen Nora Helmer, önce evden kovulmakla teh­ dit edildiğini, ardından rezalet örtbas edi­ lince bağışlandığını görür. Özgürlüğünü tek başına ve bütünüyle üstlenmeye ka­ rar veren Nora, kocasını ve çocuklarını terk eder. Uzun süre feminizmin bayrağı olarak kabul edilen bu dram her şeyden önce toplumun ikiyüzlülük ve bayağılığı­ na karşı ibsen'in ateşli bir protestosu, bi­ rey özgürlüğünün savunması ve "İskan­ dinav köktenciliği"nin, yani çıkar gözet­ meyen bir aşk arayışının dile getirilmesidir.



NORAD {North American Aerospace Delense'ın kısaltması). Amerika ile Kanada'nın, Kuzey Amerika kıtasının hava ko­ runması İle yükümlü birleşik komutanlığı. (Genel karargâhı Colorado Springs'dedir [Colorado].) B NORADRENALİN a. (fr. noradrénallne). Kalsiyum iyonları, askorbik asit ve mole­ kül oksijen bulunduğu takdirde dopamin B hidroksılazın etkisiyle dopaminden tü­ reyen ve metıllenınce adrenaline dönüşen CgH^NO, formüllü bileşik. (Eşanl. NOREPİNEFRİN.)



noradrenalin — A N S İ K L . Noradrenalin, noradrenerjik sistemlerin kimyasal aracısı olarak merkez ve çevre sinir sisteminde yer alır. Norad­ renerjik sinir uçlarında tırozınden yararla­ nılarak yapılır (özgül enzimlerle önce dopaya hidroksillenir, sonra karboksil yitire­ rek dopamine dönüşür, daha sonra da hidrolize uğrayarak noradrenalin olur). Medullosürrenalde (böbreküstü bezi öz bölgesi) adrenalinin öncüsüdür. Noradre­ nerjik liflerde sinaptik keseciklerde depo­ lanır. Açığa çıkmasıyla alfa alıcı denen öz­ gül alıcılarda tutulur, bunların etkinliği noradrenalinin fizyolojik etkilerini doğurur Da­ ha sonra ya sinapsöncesı tarafından geri tutularak ya da enzimlerce monoaminooksidaz ve kateşot-ometiltrarısferaz parça­ lanarak etkinsizleşir.



NORADRENERJİK sıf. (fr. noradrdnergique). 1. Noradrenaline ilişkin. —2. Do­ ğal kimyasal aracısı, noradrenalin olan si­ nirsel yapılara denir. — A N S İ K L . Noradrenerjik yapılar merkez ve çevre sinir sisteminde bulunur. Merkez­ de, noradrenerjik sistem hücrelerinin, göv­ de kısımları beyin sapında (özellikle locus coeruleus'ta) bulunur, uzantıları hipotalamusa, rinansefalona, beyin neokorteksine (özellikle alın bölümü), beyinciğe ve omuriliğe doğru yayılır. Bu noradrenerjik sistemler korteks uyanıklığında, paradok­ sal uykuda, kalp ve damar devingenliği­ nin, sindirim salgılarının ve vücut sıcaklı­ ğının ayarlanmasında rol oynar. Çevre sinir sisteminde noradrenalin ortosempatik nöronlarda bulunur. Hareke­ te geçmeleriyle, şiddetli bir damar daral­ ması, midriyaz, kıllarda dikelme, sindirim kaslarında gevşeme, idrar torbasıyla cin­ sel organlarda kasılma ve alfa alıcılar üze­ rindeki etkisiyle çarpıntı ve kalp atımların­ da hızlanma, bronşlarda genişleme ve



beta alıcılar üzerindeki etkisiyle mide sal­ gılarının etkinliğinde azalma sağlar. Geniş anlamda, noradrenalin, özellikle streslere yanıt olarak organizmayı savaşa ya da kaçmaya hazırlar. Bundan başka bazı metabolizma etkinliklerine (glikojenoliz, lipoliz) neden olur.



NORADUNKYAN (Gabriel), ermem asıllı türk devlet adamı (İstanbul 1852 - ?) Paris Hukuk fakültesi'ni bitirdi, Hariciye nezareti'nde çeşitli görevler yaptı. BabIâ­ li hukuk danışmanlığı, siyasi komisyon üyeliklerinde bulundu; ayrıca Hukuk fakültesi'nde ders verdi. İkinci meşrutiyet' ten sonra kurulan hükümetlerde Ticaret, Nafıa, Hariciye nazırlıkları yaptı. Cumhu­ riyet döneminde Fransa'ya gittiği ve ora­ da yerleştiği bilinmektedir. Recueil d'ac­ tes internationaux de l'Empire Ottoman (OsmanlI imparatorluğu'nun milletlerara­ sı işlemleri derlemesi) adlı bir yapıtı var­ dır. NO RAM İDO PİRİN a. (fr. noramydopyrine). Analjezik ve ateş düşürücü etkisin­ den dolayı metan sülfonat tuzu halinde, romatizma tedavisinde ve her tür ağrıda kullanılan kimyasal ilaç. (Kan hücreleri üzerindeki yan etkilerinden sakınmak ge­ rekir, Çok ağır bir agranülositoza neden olabilir.)



NORANDA, Kanada'da kent. Abitibi'de Québec’in batısında; 9 800 nüf. Maden (bakır, altın, demir) merkezi. Bakır dökümevl. NO R D , Fransa'da (Nord-Pas-de-Calais bölgesi) département; 5 738 km2; 2 531 855 nüf. (1992). Uzun süre yüksek do­ ğum oranı ve dışardan gelen göçler (Belçikalılar, sonra PolonyalIlar) nedeniy­ le artan nüfus, iktisadi güçlükler nedeniy­ le günümüzde duraklamıştır. Bununla birlikte Nord départementı gene de Fransa'nın en kalabalık départem entsır. Nord'da çok sanayileşmiş 4 bölge var­ dır. Üretimin durduğu “madenkömürü havzası" bunalımdadır; Valenclennois' nın demir-çelik sanayisi, Dunkerque'inki karşısında önemini yitirmektedir ve bir öl­ çüde değişikliğe uğratılmakla birlikte dö­ nüştürme metalürjisi kayıpları karşılaya­ mamaktadır. Lille-Roubaix-Tourcoing böl­ gesi Avrupa'nın büyük tekstil merkezidir. NO RD, Sudan'da il; 477 076 km2; 1 083 024 nüf. Merkezi Ed-Damer. NORD (Alexis), haitili devlet adamı (Cap-Haîtien 1820 - Kingston, Jamaika, 1910). Salnave'ın Savunma bakanıydı, Başkan Domingue tarafından yurtdışına sürüldü. Boisrond-Canal döneminde kısa bir süre için geri döndüyse de gene sü­ rüldü ve 1879'a kadar sürgünde kaldı. Sé­ ide Télémaque onu Kuzey illeri genel va­ liliğine getirdi (1888). Hippolyte'e karşı (1896), ardından Simon'a karşı (1902) bir ayaklanma düzenleyerek iktidarı ele ge­ çirdi. Firmin'e karşı Cumhurbaşkanı seçil­ di (1902), ancak 1908'de devrilerek Jama­ ika'ya gitti.



NO RD yö n etim b ü g c ıl, Haiti Cum­ huriyetinde yönetim bölgesi; 618 357 nüf. (1989). Merkezi Cap-Haïtien. B.da, köylülerin çokürünlü tarım uyguladığı bir alan olan (burada şekerkamışı gerilemiş­ tir) Nord ovası (G.’inde Nord kütlesi var­ dır), D.'da büyük işletmelerin (sisai) bu­ lunduğu alan uzanır.



NORDAL (Sigurdur), İzlandalI yazar ve bilgin (Eyjölfsstadir 1886 - Reykjavik 1974). Reykjavik'te profesör oldu (1918), şiirler, öyküler {les Anciennes Amours [fr. çev.], 1919) ye Pirandello'ya özenen bir oyun yazdı. İzlanda'nın edebiyat tarihiyle ilgili çalışmalar yaptı {Vie de Snorri Sturluson [Snorri,Sturluson'un yaşamı] [fr. çev], 1920; Etude sur Völuspâ (Völuspâ üzeri­ ne inceleme] [fr. çev], 1923). En önemli yapıtı la Civilisation islandaise’dır (İzlanda uygarlığı) [fr. çev.] (1942). NORDAU (Simon Maximilian SÜDFELD,



Nora, Bir bebek evi adlı oyundan bir sahne (1985-1986) İstanbul Şehir tiyatroları



Max —denir), avusturyalı yazar ve Siyo­ nist militan (Budapeşte 1849 - Paris 1923). Katı yahudi geleneği içinde eğitim gör­ dükten sonra, bir süre için bu gelenekten uzaklaşarak gazeteciliğe başladı, ilkin oto­ riter ve kokuşmuş aristokrasi egemenliği­ ni ve dini eleştirdi (Die konventionellen Lü­ gen der Kulturmenschheit, 1883); ardın­ dan, Nietzsche, Tolstoy, Zola, Wagner ve ibsen'de incelediği dekadans'a karşı çık­ tı ve çıkar gütmeme ülküsünü savundu (Entartung, 1892). Aynı yıl Paris'te Herzl ile karşılaştı ve militan siyonistliği benim­ sedi. Herzl ile birlikte ilk Siyonist kongre­ ye katıldı (Basel, 1897). Bu tarihten baş­ layarak, durup dinlenmeden, kıyıma uğ­ rayan bütün avrupalı Yahudller'in Sion'a dönüşünü savundu. Yazıları, ahlaki bir iyi­ lik ve adalet anlayışı taşıyordu (Der Sinn der Geschichte, 1909; Biologie der Ethik, 1920). Birinci Dünya savaşı sırasında ispanya’ya sığındı. 1921 d e her türlü etkin­ liği bıraktı.



NORDAUSTLANDCT -



K U Z EY D O Ğ U



toprağı.



N orddeutsche A llgem eine Zei­ tung, hem Avusturya'nın çıkarlarını, hem sosyal demokrasiyi desteklemek amacıyla 1861'de Berlin'de kurulan günlük gazete. Liebknecht yazı işleri müdürlerinden bi­ riydi. Gazete zamanla gelişti ve Bismarck' in yarı-resmi organı durumuna geldi. 1918'den sonra sanayici Stinnes tarafın­ dan satın alındı ve Deutsche Allgemeine Zeitung adı altında halkçı partinin hizme­ tine verildi. 1945'te yayımı son buldu.



NO RDEN, Almanya'nın Aşağı Sakson­ ya eyaletinde kent, Doğu Friesland polderlerinde; 24 300 nüf. 1463'te Frederlk lll'ün kontluk haline getirdiği kentte XVI. yy.'da yapılmış bir belediye konağı var­ dır. Çok önemli damıtımevi. Makine ve elektrikli gereçler yapımı. NORDENFALK (Cari), isveçli sanat ta­ rihçisi (Stockholm 1907). Stockholm Ulu­ sal müzesi ni yönetirken (1958-1969), er­ ken ortaçağ tezhipçiliği üstünde çalıştı. Ya­ pıtları: Die spätantiken Kanontateln (Çeçantik kanun tabletleri) [1938], Die spätan­ tiken Zierbuchstaben (Geçantik tezhip harfleri) [1970] ve Codex Caesareas Uf> saliensis (1971).



NORDENFLYCHT (Hedvig Charlotta), isveçli kadın şair (Stockholm 1718 - Lugnet, Skokloster yakınında, 1763). İsveç'in ilk edebiyat salonunu kurdu. Önce kaba bir öznelcilik taşıyan şiirler (Den Sörgande turtur-dufvan, 1743) yazdı, sonra fransız klasikçiliğine yöneldi (Fruntimrets Försvar, 1761). Gustaf III dönemindeki akade­ mik çağın habercisidir.



NO RDENHAM ,



Almanya'nın Aşağı



Nordenham Saksonya eyaletinde liman, Bremerhaven'in karşısında, Weser halici kıyısında yer alır; 30 700 nüf. Metalürji. Kimya sa­ nayisi.



8704



N Ö R D E M S K İO LD İN a. (fr nordenskioldine). Miner. Heksagonal sistemde yer alan doğal kalsiyum ve kalay borat. N O R D E N S K İÖ L D (Erland), isveçli et­ nolog (Södertâlje 1877 - Göteborg 1932). 1904-1905 arasında Peru ve Bolivya’da ar­ keolojik araştırmalar yaptı, sonra Gran Chaco Kızılderilileri arasında etnolojik mis­ yonlar gerçekleştirdi. 1 0 ciltlik bir dizi oluş­ turan ana yapıtı, Comparative-Ethnogra­ phical Studies (Karşılaştırmalı etnografya incelemeleri) [1918-1938] adını taşır. Ayrı­ ca Amazon havzasının arkeolojisini anla­ tan bir kitap yazdı (1930). N O R D E N S K İÖ L D (Bengt), isveçli ge­ neral (Sundsvall 1891). Deniz harp okulu öğrencisiydi (1906). Kraliyet muhafız bir­ liğine geçti ve ardından hava kuvvetleri­ ne katıldı, bu gücün gelişmesine öncülük etti, daha sonra da bu gücün komutanlı­ ğını yaptı (1942-1951).



Adolf N o rd en skjâld



Larousse



Raoul Nordling J. H. Coêffin’in yaptığı m adalya



Nordeste Fortaleza (Cearâ) ile Teresim (Maranhâo) arasındaki dağlardan bir görünüm



■ N O R D E N S K J Ö L D ya da N O R ­ D E N S K İÖ LD (Adolf Erik, baron), isveç­ li doğabilimci ve kutup kâşifi (Helsinki 1832 - Dalbyö, Lund, 1901). Önce yerbi­ limle uğraştı ve Helsinki’de ders verdi. Fa­ kat, ayrılıkçı düşüncelerinden dolayı Çar­ lık Rusyası'nı terk ederek Stockholm'a git­ mek (1858) zorunda kaldı: böylece, İsveç onun ikinci vatanı oldu. Svalbard'a yapı­ lan sefere yerbilimci olarak katıldı (1858 ve 1861), daha sonra bu takımadaların haritasını çıkarmak için yapılan bir seferi yönetti (1864). 1868’da yine Svalbard’dan yola çıkarak, 81° 42' enlemine ulaştı. Grönland’a yaptığı bir geziden (1870) ve kıta buzulu üzerinde 50 km’lik bir keşif yü­ rüyüşünden (örtü buzulu ilk kez incelen­ miş oluyordu) sonra, 1872 ve 1873’te ye­ niden Svalbard’da araştırmalar yaptı. Ar­ dından, kendisini ünlü kılan büyük bir işe girişti: Doğu ülkelerine giden ve XVI. yy.'dan beri aranmakta olan Kuzey-Doğu geçidinin açılması. Hazırlık çalışmaları, Nordenskjöld’ü 1875 ve 1876’da Yenisey nehrinin ağzına kadar götürdü. 1878’de, araştırmalarının devamı için gerekli mali yardımları (en başta İsveç kralı Oskar İT nin yardımını) sağlayarak, hem buhar, hem de yelkenle işleyen Vega adlı gemiy­ le Göteborg'dan yola çıktı. 19 ağustosta, Asya’nın kuzeydeki en uç noktası olan Çelyuskin burnuna ulaştı. Fakat 27 eylül­ de, gemi, Kolyuçin körfezi yakınında, Be­ ring boğazına 300 km'den az bir uzaklık­ ta, buzlar arasında sıkışıp kaldı. Buzların çözülmesinden sonra Nordenskjöld, Ja­ ponya ve Süveyş kanalı yoluyla geri döndü. N O R D E N S K J Ö L D ya da N O R ­ D E NS K İÖ LD (Otto), isveçli kâşif (Sjögelö



1869 - Göteborg 1928). Adolf Erik'in ye­ ğeniydi; 1895’ten 1897'ye kadar Patagonya ve Ateş ülkesi'ni, sonra Grönland'ı (1900) keşfetti. 1902-1903 arasında Seymour adasından başlayan ve Güney Shetland ve Graham toprağı'nın batı do­ laylarını inceleyen bir seferi yönetti. Fakat ikmal gemisi buzlar tarafından yok edilin­ ce mürettebat kışı Antarktika’da geçirmek zorunda kaldı. Otto Nordenskjöld Spitz­ berg, Grönland ve Patagonya'ya daha birçok sefer yaptı. N O M D C H N E Y , Doğu Friesland'da (Almanya'nın Aşağı Saksonya eyaletin­ de) ada, Kuzey denizi kıyısında; 25,5 km2; 8 200 nüf Balıkçılık. 1797’de kurul­ muş sayfiye ve turizm merkezi. N O R D E R S T E D T , Almanya'nın Schieswig Holstein eyaletinde kent, Ham­ burg yerleşmesinin K.'inde; 62 200 nüf. N O R D E S T E , Brezilya'da, Atlas okya­ nusu kıyısında bölge. Dokuz eyaletten oluşur: Alagoas, Bahla, Cearâ, Ma­ ranhâo, Paralba, Pernambouc, Piaui, Rio Grande do Norte ve Sergipe. Çok küçük topraklar olan Fernando' de Noronha da istatistik açısından bunlara ek­ lenir. Nordeste 1 549 000 km2’lik bir alan kaplar (Brezilya’nın % 18’i); Nordeste’nin Brezilya nüfusundaki payı (% 29,5) azal­ maktadır: 44 429 181 nüf. Eskiden Avru­ pa’dan gelen göçmenler sayesinde Bre­ zilya’nın en kalabalık bölgesi olan Nordeste’nin tarım işletmelerine dayanan olduk­ ça gönenç içinde bir iktisadı (şekerkamı­ şı, kakao) vardır; günümüzdeyse Nordes­ te, özellikle güney-doğu eyaletlerine (Mi­ nas Gerais, Rio de Janeiro ve Sâo Paulo) oranla yoksul, azgelişmiş bir ülkedir. Do­ ğal koşullar yalnızca kıyı şeridinde tarıma elverişlidir; eskiden ormanla kaplı olan, dolayısıyla sömürge döneminde değer­ lendirilen bu kıyı şeridinde (zona da ma­ ta) şekerkamışı tek ürün haline gelmekte­ dir (şekerkamışından elde edilen bir alkol, bir ölçüde benzinin yerini tutmaktadır). Ne var ki Nordeste’nin büyük bölümü, yağış­ ların azaldığı ve üstelik yıldan yıla büyük yağış farklılıklarının görüldüğü iç kesime doğru eğimli geniş bir plato kapsayan serfâo’dan oluşur, iğneyapraklılardan ve kaktüsgillerden oluşan bir bitki örtüsü olan caatinga alanı, en geniş yeri kaplar. Sertâo, çok geniş alanlarda, hem verimli mülkleri (bazen işletmenin başında hiç bulunmadan ve üretimi yoğunlaştırma kaygısını çok az duyarak), hem tarım pro­ letaryasını bir araya getirerek, çok yaygın yöntemlerle sığır yetiştirilen bir merkez ol­ du. Toplumsal ve ticari açıdan aynı iki öğeye, işletmelerin ya da şeker fabrikala­ rının ücretlilerini ve patronlarını karşı kar­ şıya getiren kıyı kesiminde de rastlanır. Nüfus fazlalığı, zaman zaman iklimin ya­ rattığı felaketler (şiddetli kuraklık ya da su



baskınları), daha çok kıyıdaki kentlere yö­ nelik kırsal göçü besler. Kıyıdaki kentler­ den üçünün (Recife, Salvador, Fortaleza) nüfusu milyonun çok üstündedir. Brezilya’ nın sanayi işçilerinin ancak onda biri (1920’de % 20) Nordeste’de çalışmakta­ dır, dahası, daha çok Recife ve Salvador yerleşmelerinde toplanan “ tarıma dayalı besin maddeleri sanayisl’nin 4 dalında (şeker, kakao, tütün, tekstil) bölgedeki sa­ nayi ücretlilerinin yarısı toplanır. 1961’de kurulan Nordeste’yl (Sudene) geliştirme dairesi, tarım alanında başarısız, sanayi alanında az etkili olduysa da (gereksinim­ lerle karşılaştırıldığında), altyapıların ger­ çekleştirilmesinde (karayolları, enerji Parafba ve özellikle de Sâo Francisco üze­ rinde yapılan barajlar ve santrallar) daha başarılı oldu; ne var kİ gene de Nordeste’yi geri kalmışlıktan kurtaramadı. Hatta 1960’tan bu yana bölge ile ülkenin geri kalan kesimi arasındaki uçurum daha da arttı. 70’li yılların sonundan bu yana, sü­ rekli kuraklık sonucu bütün halkın az bes­ lenme tehlikesiyle karşı karşıya kalması nedeniyle uçurum daha da açıldı. N o rd -E x p n » s s , 1896 da hizmete giren ve Paris’ten kalkarak Köln ve Berlin üze­ rinden Petersburg’a giden uluslararası uzun yol treni; daha sonra, Köln’den, Bremen, Hamburg, Malmö ve Stockholm’e giden ek bir sefer daha konmuştur. Bu tren günümüzde Paris-Hamburg-Kopenhag (1 307 km) güzergâhıyla sınırlıdır, an­ cak Paris-Moskova arasında çalışan ya­ taklı trenleri Aachen’a kadar götürür. NORDFJORDy Norveç’in (Sogn-og-Fjordane) batı kıyılarında fiyord; genişliği 1,5-4 km, uzunluğu 1 1 0 km. N O R D G A U . Tar. coğ. Alsace’ın kuzeyin­ de Karolenj kontluğu. 744’te Bavyera Odilon’a katılan bu topraklar kontluk, sonra marklık (800’e doğr.) oldu. XII. yy.’a doğ­ ru bu kontluklar yerlerini landgraflıklara bı­ raktı ve Alsace’ın Nordgau ve Sundgau olarak bölünmesi ortadan kalktı. N O R D H A U S E N , Almanya’nın (Erfurt yönetim bölümü) Thürıngen eyaletinde kent, Harz’ın eteğinde; 45 000 nüf özel­ likle XIV. yy.’da yapılmış katolik katedrali (mahzeni XII. yy.’dan kalma) ve başka anıtlar. Sanayi merkezi: makine (traktör­ ler, çeşitli makineler) ve elektrikli (motor­ lar) gereçler yapımı, tekstil ve hazırgiyim, tütün, yapı gereçleri. N O R D H O R N , Almanya’nın Aşağı Sak­ sonya eyaletinde kent, Münster’in K B.’sında; 49 000 nüf. Tekstil merkezi. Kâğıt. Prefabrike yapılar. N O R D J Y L L A N D , Danimarka’da yö­ netim bölümü, K. Jylland’da; 6 172 km2; 483 754 nüf. (1989). Merkezi Atborg N O R D K Y N , Norveç'te (Finnmark) bu­ run, Nordkyn yarımadası'nın ucunda. Av­ rupa kıtasının (Nord burnu B.’daki bir ada­ dadır) en kuzeydeki bölümü (71° 3 ' K en­ lemi). N O R D L A N D , Norveç'te yönetim böl­ gesi (tytke), kuzey kutup çemberinin her iki yanında; 38 327 km2, 239 571 nüf. (1990). Merkezi Bode. N O R D L İ (Odvar), norveçli siyaset ada­ mı (Stange, Hedmark, 1927). İşçi partisi üyesiydi; 1976‘dan 1981'e kadar Başba­ kanlık yaptı. N O R D L İN G (Raoul), isveçli diplomat (Paris 1882 - ay. y. 1962). İsveç'in Paris başkonsolosluğunu yaptı (1926-1959), bir­ çok fransızı toplama kampına gönderil­ mekten kurtardı ve binlerce tutsağı ser­ best bıraktırdı. Ağustos 1944'te, Fransız direniş hareketiyle alman birlikleri arasın­ da bir ateşkes antlaşması yapılmasını sağ­ ladı ve kardeşi Rolf Nordling ile birlikte, 2. zırhlı tümenin ilk fransız müfrezesinin Pa­ ris'e erken girişini kolaylaştırdı. General von Choltitz’I uyararak başkenti yıkılmak­ tan kurtardı.



norm NORDMARK -



ALTM ARK.



N O R D M A R K İT a (fr nordmarkite; öz. a. Nordmark'tan). Petrogr. Düşük oranda kuvars içeren alkali siyenit. N o r d - O s ts M K a n a l - K ie l kanalı. N O R D -O U E S T y ö n e tim b ö lg e s i, Haiti Cumhuriyeti’nde yönetim bölgesi, kuzey yarımadasının ucunda; 332 230 nüt. (1989). Merkezi Port-de-Paix. N O R D -P A S -D E -C A L A İS , Fransa'da yönetimsel ve iktisadi bölge; 12 378 km2; 3 965 058 nüt. (1992). Merkezi Lil­ le. Nord ve Pas-de-Calais département larından oluşur. Nüfusu yoğundur (km2, ye 300 kişi), ama hemen hemen hare­ ketsizdir; düşen doğal nüfus artışı, güçlü bir göçle aşağı yukarı dengelenmekte­ dir. Eskiden zengin bir tarım ve ileri bir sanayi bölgeslyken, günümüzde bunalı­ ma düşmüş bir bölge haline gelmiştir. N O R D R A A K (Rikard), norveçli besteci (Oslo 1842 - Berlin 1866). 1864'te, arala­ rında Grieg'in de bulunduğu bir grup müzikçiyle, genç İskandinav bestecileri yön­ lendirmek amacıyla Euterpe adlı derne­ ği kurdu. 1865'te Berlin'e yerleşti. Kuzeni olan yazar B. Bj^rnson'un bir şiiri üzerine bestelediği bir melodisi, Norveç'in ulusal marşı oldu. N O R D R H E İN -W E S T F A LE N ZEY VESTFALYA RENANYASI



KU­



N O R D S T R A N D , Almanya'da, Schleswig-Holstein eyaletinde ada, Friesland takımadasında (kıtaya bağlıdır); 50 km2; 2 800 nüt. N O R D S T R Ô M (Kari), isveçli ressam (Tjörn, Bohuslân, 1855 - Drottnıngholm 1923). 1880Tİ yıllarda Fransa'da, izlenim­ cilik akımının ilkelerini öğrendi, kendini İs­ veç manzaralarını resmetmeye adadı ve özellikle bireşimciliğin etkisiyle güçlü ve renkli bir resim anlayışına yöneldi (Kötü havada bulutlar, 1893, Stockholm Ulusal müzesi). Karakalem desenleri yapıtlarının önemli bir bölümünü oluşturur. N O R D S T R Ô M (Ludvig Anselm), isveç­ li yazar (Hârnösand 1882 - Stockholm 1942). 1910'lu yıllarda bağımlı edebiyatın öncüsü ve Norrland eyaletindeki bölge­ sel edebiyatın yenileyicisi. Bir öykü kita­ bıyla (Borgare, 1909) tanındı, sonra İtal­ yan fütürizminin etkisiyle aralarında les Frères Persson en Suède'in (fr. çev.) [1925] de bulunduğu romanlar yazdı. Ay­ rıca özyaşamöyküleri (Tomas Lack, 1912; Autour d'un couple [fr. çev ], 1953) ve bü­ yük yankılar yaratan röportajları (Lort -Sverige, 1938) vardır N O R D -T R 0 N D E L A G , Norveç'te yö­ netim bölgesi (fylke), ‘ Trondheim'ın K.' inde; 22 463 km2; 126 919 nüf. (1990). Merkezi Steinkjer. N O R E EN (Adolf), isveçli dilbilimci (Östra Ämtervik, Vârmland, 1854 - Stockholm 1925). Yenıgramercilerin öğrencisi oldu, isveççenin tarihi, dilbilgisi ve lehçebilimi üstüne incelemeler yazdı. N O R E PİN E FR İN a. (fr. norépinéphrine). NORADRENALİN'in eşanlamlısı. N O R E S (Giasone De) -



De NORFS.



N O R E S T R A IN T a. (baskısızlık, cebir yokluğu anlamında ing. söze). Psik. İngiliz psikiyatr O. Connoly tarafından ortaya ko­ nulan ve psikiyatri kliniklerinde akıl has­ taları için zor ve baskı yöntemlerinin kul­ lanılmasını reddeden tedavi tarzı. N O R F O L K , Büyük Britanya'nın doğu­ sunda yönetim bölümü, Wash körfeziyle Kuzey denizi arasında; 5 355 km2; 744 400 nüf. (1988). Burası, tarımla (tahıllar, şekerpancarı, sebzeler) çeşitli tipte hay­ vancılığı birleştiren kırsa! kesimin ağır bastığı bir yönetim bölümüdür. N O R F O L K , ABD'de (Virginia) liman kenti, James River halicine soldan dökü­ len Elizabeth River'in kıyısında; 261 230



nüf. (1990). Chesapeake körfezi girişinin yakınındaki bu kent, bir deniz üssü (ter­ saneler), bir sanayi (otomobil), kültür (yükseköğretim) ve turizm merkezidir. N O R F O L K a d a s ı, Büyük Okyanus' un güneyinde, Avustralya'ya bağlı ya­ nardağ kökenli ada, Sydney'in kuzey­ doğusunda; 35 km2; 1 977 nüf. (1986). Bounty (kısmen) isyancılarının soyundan gelenler yerleşti: 1856 yılından sonra Pit­ cairn adasından Norfolk’a geldiler. N O R F O L K d fik le r l, ilk kez 1388'de Thomas Mowbray yararına çıkarılan ve 1476’ya'kadar bu aile üyeleri tarafından kullanılan, ardından ikinci bir kez 1483'te John Howard yararına çıkarılarak o za­ mandan sonra bu ailede kalan düklük un­ vanı. Bu unvanı taşıyan kişi, krallığın bi­ rinci dükü, soydan geçme büyük mare­ şallik unvanını da taşır. Norfolk dükleri ay­ rıca, Büyük Britanya'nın ilk katolik ailesini oluştururlar. (-> HOWARD.) N O R FO LK k o n tta n , 1306'ya değin Bigod ailesi üyeleri, sonra Edward l’in oğlu ve Edward ll'nin üvey kardeşi Thomas of Brotherton (1300-1338) tarafından taşınan unvan. N O R FO LK T E R İY E S İ a. Norwich teriyesine çok benzeyen köpek ırkı. N ^ R O Â R D (Per), danimarkah besteci (Gentofte 1932). 1. no'lu piyano sonatı (1952; 1956'da gözden geçirdi), Sinfonía austera (1954), koro, üflemeli ve vurmalı çalgı için Triptychon (1957), 2. no'lu piya­ no sonatı (1957) ve 12 yaylı çalgı için Burç­ lar (1958) gibi yapıtlarıyla Danimarka'da dizisel öncü müziğin başlıca temsilcileri arasına girdi. Fragmanlar l-VI (1959-1961) dizisi, Yargı (1962) oratoryosu, Evlenecek genç adam (1964) balesi, Labirent (1963, ilk kez 1968’de sahnelendi) ve Gılgamış (1972) operaları, 3. senfonisi (1973-1976) ve Seadrift (1978) adlı yapıtı, üslubunda­ ki arılaşma ve yoğunlaşmayı gösterir. N O R O E , Norveç'in norveççe adı. N O R İC U M . Tar. coğ. Roma imparatorluğu'nda eyalet, K.'inde Tuna, G.'inde Carnia Alpleri vardır. Boiler'in ve Getaeler'in (İ.Ö. I. yy.) istilasına uğrayan Noricum, Au­ gustus döneminde Roma topraklarına ka­ tıldı (İ.Ö. 16). Bundan sonra bir procuratorun denetiminde kaldı. II. yy.'da lejyon garnizona dönüşünce garnizonun yöne­ timine girdi. Altın, demir ve tuz madenle­ ri bakımından zengin ülke, bataklıkları akaçlanarak verimli kılındı. Başlıca kenti Virunum (Klagenfurt yakını). Diocletianus Noricum'u ikiye ayırdı: K.'de Noricum Ri­ pease ve G.'de Noricum Mediterraneum. N O R İE O A (Manuel Antonio), panamáli general (1934). Peru’da askeri okulda okurken ABD Merkezi haberalma örgütü (CİA) ajanı oldu. 1971'de Panamá Aske­ ri haberalma örgütü'nün başına getirildi. Panamá ordusu başkomutanlığına atan­ dı (1983). ABD 1983'te Granada'yı işgal etmeden önce, Başkan yardımcısı Geor­ ge Bush, onu özel temsilci olarak Kü­ ba'ya, Fidel Castro ile görüşmeye gön­ derdi. Castro'ya ABD harekâtı hakkında bilgi verdi; çıkarma yapan ABD birlikleri­ ne karşı konmamasını sağladı. Nikara­ gua'ya karşı ABD'nin hazırladığı komplo­ lara katıldı. Daha sonra ABD yönetimiyle arası açıldı. Eylül 1985'te muhalefet ön­ deri Hugo Spadafora'yı öldürtmekle suç­ landı. Kendisini görevden almaya kalkı­ şan Cumhurbaşkanı Delvalle, Parlamen­ to tarafından başkanlıktan düşürüldü. ABD. Noriega’ya karşı bir yıpratma kam­ panyası açtı. 1989 yılında ABD'nin Panamâ'ya müdahalesi sonucu devrilen Noriega, uyuşturucu kaçakçılığı, para aklamak, şantaj yoluyla çıkar elde etmek gibi 1 0 ayrı iddiadan yargılanmak üzere ABD'ye teslim edildi. 1990-1992 arasın­ da tutuklu olarak yargılanan eski dikta­ tör, temmuz 1992'de 40 yıl hapis cezası­ na çarptırıldı.



N O R İK K A T I a. Yerbil. Alp bölgesin­ de trias sisteminin katı. (Eşanl. N O R İ Y E N . )



8705



N O R İL S K , Rusya Federasyonu'nda kent, Sibirya'da, Taymir yarımadasında, Pyasina kıyısında; 174 000 nüf. (1989). Madenkömürü yatağı. Bakır ve nikel ma­ denleri. Metalürji kombinası Kimyasal gübreler. N O R İT a. (fr. norite, öz. a. Norique’ten). Ortopiroksenli gabbro. N O R İTO a. (japonca söze.). Japonya'da şinto dininin bazı ayinlerinde okunan din­ sel metinlere verilen ad. Günümüze ula­ şan en eski noritolar 28 tanedir ve Engi -şiki (Engi dönemi ayin usulleri, 927) adi: kitapta toplanmıştır, ama kökenleri daha eskiye uzanır: arkaik üslupları, japoncanın olasılıkla Kociki* (712) döneminden önceki durumunu gösteren bir belge ni­ teliğindedir. N O R İY E N sıf. (fr norien). Yerbil. NORİK KATTnın eşanlamlısı. N O R K A R A N a. (fr. norcarane). Org. kim. Formülü, C 7 H 12 olan bisiklo (4, 1, 0) heptanın yaygın adı. Norkaranın trimetilli türevi, karenin hidrojenlenmesi sonunda oluşan ve doymuş bir hidrokarbon olan karandır. N o ricu h k a le s i, Van'ın Gürpınar ilçesin­ de urartu kalesi; Erek dağlarının G.-B.’ya doğru uzanan kesiminde, Norkuh dağı üzerindedir, iç kale ve aşağı kent kesim­ lerinden oluşur. İç kale, duvarların taş iş­ çiliği ve ele geçen seramiklerle İ.Ö. VIII. yy.’dan önceye tarihlendirilirken, aşağı kentte VIII.-VII yy.Tardan yapı kalıntıları or­ taya çıkarılmıştır. N O R L İN D (Tobias), isveçli müzikolog (Vellinge, Schonen, 1879 - Stockholm 1947). İskandinav müziğinin kökenleri, folklor, Jenny Lind, Beethoven, Wagner, çalgılar vb. üzerine birçok kitap yazdı. 1922'de bir müzik sözlüğü yayımladı. I a. (fr. norleucine). Org. kim. Formülü CH 3 - ( C H 2)3 -C H (N H 2) - C 0 2H olan amino-2 heksanoik asidin yaygın adı; lösin ile izolösinin normal zincirli bir izo­ meridir. I a. (fr. norme, lat. norma, gönye, kural'dan). 1. Her türlü yargının üstü ka­ palı olarak ya da açıkça dayandığı kural, ilke, kriter; model: Bir toplumun kabul et­ tiği normlara göre davranmak. — 2 . Bir toplumsal grubun kendisi için ilke edindi­ ği ve grup üyelerinin eylemlerini yönlen­ diren davranış kurallarının tümü. —Ceb. DÜZGÜ'nün eşanlamlısı. —Huk. Varsayımsal norm ya da temel norm, Kelsen tarafından, tüm hukuk dü­ zeninin temelinde yer aldığı ve bu düze­ nin geçerliliğinin mantıksal kaynağını oluş­ turduğu varsayılan kural. —Ölçbil. Norm sayılar, standartlara uyul­ ması amacıyla, üreticilere, ürettikleri ürün­ lerin ayırtedici büyüklüklerinin (uzunluk, hız, güç, direnç vb.) değerlerini araların­ da seçmeleri için önerilen, geometrik bir dizi oluşturacak biçimde sıraya konmuş sayılar. (Bk. ansikl. böl.) —Petrogr. Bir kayacın kuramsal mineral bileşimi. (Bir kayacın kimyasal çözümle­ mesinden yola çıkarak hesaplanır. Mag­ ma kayaçları için en çok kullanılan norm, yaratıcılarının adından [Clark, iddings, Pearson ve Washington] dolayı CİPW nor­ mu olarak adlandırılır.) —Ruhbil. Ayarlayıcı. —Teknol. STANDART'ın eşanlamlısı. —ANSİKL. Ölçbil. Norm sayılar. Charles Renard tarafından bulunan ve bu nedenle aynı zamanda Renard sergileri olarak da adlandırılan norm sayılar, 1 0 'un tamsayı kuvvetlerini de içeren ve geometrik dizi katsayıları



i/to ,



vTÖ,



v 'îö ,



vT ö



olan geometrik serilerden oluşur. Böylece, örneğin v 'îo 'un değerinin yakla­



nortaraıt



norm şık olarak 1,25 olduğu göz önünde bulun­ durulursa R10 serisi 100, 125, 160, 200, 250, 315, 400, 500, 630, 800, 1 000 sayı­ larından ve bu sayıları 1 0 'un bir tamsayı kuvvetiyle çarparak ya da bir tamsayı kuv­ vetine bölerek elde edilen bütün sayılar­ dan oluşur.



8706



NORMA a. Ondalık logaritması 0,1 olan sayıya eşit logaritma bölüntüsünün adımı, yani 1,2589. (Norma, norma sayılarında taban olarak kullanılan geometrik dizinin oranıdır (Renard serisi]. Bir N sayısı, ken­ di logaritmasının 1 0 katına eşit bir norma sayısıyla ifade edilir: 10 loğ N = n nor­ ma. 20 sayısı 13 norma, 100 sayısı 20 nor­ ma vb. eder.) N O R M A , Cetvel” takımyıldızının latince adı (kısalt. Nor).



Norm a, Vincenzo Bellinl’nln 2 perdelik lirik trajedisi. Librettosunu, Soumet'nln t'intantıcıde adlı yapıtından yararlanarak Felice Romanl'nln yazdığı opera ilk kez 1831'de Scala di Milano'da sahnelendi. Şarkıcı Giuditta Pasta için yazılan bu ya­ pıt, yenlklasikçillk, bel canto ve yeni bir akım olan romantizm arasında ideal bir dengeyi temsil eder. Druldler korosu ve cavatlrıa’sı ile, kadın druidlerln yakarışı (Casta diva), bu partisyonun en ünlü bö­ lümleridir.



CN,



A ya*te normal olan koni



N O R M A L, -If sıf. (fr, normal, lat. norma­ l/s, norma, gönye, kural'dan). 1 . Ölçü ola­ rak kabul edilen bir ortalamaya uygun olan, kuraldışı hiçbir yönü bulunmayan bir şey İçin kullanılır: Yaşına göre boyu nor­ mal. Normal bir zekâsı var. Normal kiloya gelmek. —2. Hiçbir bozukluk, düzensiz­ lik göstermeyen; bir şeyin, bir varlığın ya­ pısına, düzenine, oluşumuna uygun olan şey İçin kullanılır: Kalp atışları normal de­ ğil. Bir aygıtın normal çalışması —3. Alış­ kanlıklara uyan, hiçbir şaşırtıcı, yadırgatı­ cı yönü bulunmayan şey İçin kullanılır: Normal durumlarda böyle davranmaz. Normal zamanlarda böyle yapmaz. —4. Öngörülebilir, mantıklı, anlaşılır bir şey için kullanılır: Koşullar göz önüne alındığında, böyle davranması normaldir. —5. Uygun ve adaletli olana ters düşmeyen şey için kullanılır: Bu kalitede bir mal için normal bir fiyat. — 6 . Beklentileri, yaşama ve dü­ şünme biçimi İnsanların genel doğasıyla çelişmeyen, ondan ayrılmayan, onunla orantısızlık göstermeyen bir kimse için kul­ lanılır: O da normal bir insandır; herkes gibi yemesi, içmesi we uyuması gerekiyor. Sen normal bir insan değilsin. —7. Tek başına kullanıldığında, söylenilenin şaşır­ tıcı, yadırgatıcı hiçbir yönünün bulunma­ dığını belirtir: —İşten atılmış. —Normal, bir gün işe vaktinde gittiğini görmedim — 8 . Normal olmamak, zihinsel özürlü ol­ mak. II Çok normal, anlaşılabilir, hoşgörülebillr (tkz.). —Anal. kim. Normal çözelti, her litresin­ de bir mol etkin element bulunan ve kim­ yasal nicelik belirlemelerinde kullanılan ayarlanmış çözelti. (Normal çözeltiler, tit­ re etme koşullarına göre daha derişik [2 normal, 5 normal vb.] ya da daha seyreltik (0 ,1 normal, 0,01 normal vb.] olarak ha­ zırlanabilir.) [Bk. ansikl. böl ] —Ceb. Normal altgrup, S E Ç K İ N ” ALTGRUP' un eşanlamlısı. || Normal matris, kendi ek matrisiyle değişimli olan karmaşık elemanlı matris (MM” = M*M). [Her normal matris köşegenlenebilir.] || Bir k cisminin normal genişlemesi, k nin K cebirsel ge­ nişlemesi, öyle ki K nin her elemanının mi­ nimal- polinomu, k de birinci dereceden çarpanlara ayrılır. (K, bütün öbür kökleri içerir.) || Bir K değişmeli cismi üzerinde bir vektör uzayının normal içyapı E uygula­ ması, kendi f ‘ ek içyapı uygulamasıyla değişmeli olan f içyapı uygulaması, (f°P = f ' of). [E, C cismi üzerinde sonlu bo­ yutlu bir vektörel Hermite uzayı olduğu­ na göre, E nin bir U İçyapı uygulaması­ nın özvektörlerinden oluşan dikdüzgülü bir taban varsa, U uygulaması normal­ dir.]



—Dağc. Normal yol, bir tırmanışta en ko­ lay yol. —Dy. Normal hat, hat genişliği 1,435 m olan ve dünya demiryolu ağlarının yakla­ şık °/o 60’ı tarafından benimsenen hat. —Eczc. Normal dozlu hap, östrojen ve progesteron İçeren ve östrojen oranı 50 mikrogram olan doğum kontrol hapı. —Fizs. kim. Normal durum, bir madde­ nin 0 °C sıcaklıkta ve 1 atmosfer basınç altında bulunması. —Geom. Normal vektör, kimi kez Frönet üçdüzlemlislnin n vektörü. || Bir r eğrisi­ nin M deki normal düzlemi, gösterilişler, Frenet” üçdüzlemlisindeki gibi olduğuna göre (M, n, b) düzlemi. || Bir S yüzeyinin, bir M noktasında T doğrultusuna göre normal eğriliği, gösterilişler, Darboux” üçdüzlemllsinin gösterilişleri olmak üzere cos 8



sayısı. [8 = 0 ise, M deki normal p eğrilikten söz edilir; kimi kez (u, v) M nin koordinatları olmak üzere "(du, dv) doğ­ rultusuna göre" diye kesinlik kazandırılır.] j| Bir S yüzeyinin M deki normal düzlemi, M den geçip S İçinde bulunan bir eğri­ nin normal düzlemi. || Bir S yüzeyinin M deki normal kesiti, gösterilişler Darboux üçdüzlemlisindeki gibi olmak üzere, S ile (M, 1, iT) normal düzleminin arakesiti. || Bir S yüzeyinin, bir M noktasındaki nor­ mal vektörü, S nin M deki normalinin doğ­ rultu vektörü, (iy birim olduğundan özel bir doğrultu vektörüdür.) —Hldr. pnöm. Normal kapalı, normal açık, bir devrede, bir boruda, durma ko­ numunda kapalı ya da açık olan bir kon­ tak, bir bağlantı, bir geçit için kullanılır. —ikt. Normal fiyat, bir malın arz ve tale­ binin denge halinde bulunduğu tam re­ kabet koşullarında oluşan uzun dönem fi­ yatı. (Klasik kurama göre, normal fiyat, normal kârı da İçeren maliyete eşittir.) —inş. Normal kat planı, çok katlı bir tica­ ret yapısında ya da bir konutta, birçok kat­ ta yinelenen plan (zemin katı, asma kat, teknik amaçlı ya da daha alçak üst katla­ rın tersine). —Jeod. Bir noktanın normal yükseltisi, bir noktanın jeopotanslyel kotunun, seçilen karşılaştırma elipsoltiyle bu nokta arasın­ daki normal ortalama yerçekimi değerine bölümü. —Mant. Önerme hesabında, birlikte-evetlemeli normal biçim için kullanılır. [Öner­ me hesabının bir F formülünün birlikte -evetlemeli normal biçiminde, F ye ait önerme harflerinin ayrıklık eklemi ya da değillemesl olan terimlerin bir birlikte -evetleme biçimine sahip olan F’ formü­ lüne "normal" denir. Ö rneğinl((p V q) — İP ) formülünün birlikte-evetlemeli normal biçimi, (p V q) & l p dir. Önerme hesabı­ nın bir F formülünün ayrıklı normal biçi­ mi, F ye ait önerme harflerinin birlikte-evetleıne ya da değıllemesi olan terimlerin bir ayrıklık eklemi biçimine sahip ve F ye eş­ değerli olan bir F " formülüdür. Örneğin, önceki formülün ayrıklı normal biçimi, (p & q) V (p & l p ) dür. —Org. kim. Karbon zincirinde herhangi bir dallanma olmayan organik bileşikler için kullanılır (Örneğin normal bütanın, ya­ ni n-bütanın formülü CH 3 —(CH 2)2 —CH 3 tür.) —Örm. san. Normal kesim, orman amenaimanı için öngörülen kesim. —Olçbil. Değeri bir deneyden diğerine hafifçe değişebilen doğal bir fiziksel bü­ yüklüğün kabul edilmiş referans değeri­ ne ilişkin deyim. (Normal atmosfer basın­ cı, yani normal basınç, 101 325 Pa'ya ya da gn = 9,80665 m/sn2’lik normal yerçe­ kimi İvmesinin etkisi altında kalan ve öz­ gül kütlesi pn = 13,595 g/cm 3 olan nor­ mal cıvanın 760 mm yüksekliğindeki barometrik sütununa karşılık gelir.) —Psik. Normallik durumunda olduğu dü­ şünülen kimseye denir. —Topol. Herhangi iki kapalı kümesi ayrık olduğunda, her biri ayrık iki dolaya sahip olan bir ayrık uzay İçin kullanılır. || A ya x



te normal olan koni, A sonlu boyutlu bir afin uzayın kapalı bir dışbükeyi olduğuna göre, A ya x te dayanan aşırıdüzlemlere dikgen olan ve A ya ait olmayan bir aşırıdüzlem tarafından bulunan, x başlangıçlı bütün yarıdoğruların birleşimi. (Şekilde, bu koni CN,, ile gösterilmiştir ve uzayın boyutu 2 dir.) || Normal Montel ailesi, özel Montel* uzayı. —Verg. huk. Normal fiyat, birbirinden ba­ ğımsız bir alıcı ile bir satıcının tam ve ser­ best rekabet koşulları içinde uyuştuğu varsayılan fiyat. (Bk. ansikl. böl.) —Yerbil. Bir genişleme sonucu açılmış kı­ rık İçin kullanılır. || Başlangıçtaki kutupsal­ lığını koruyan bir kıvrım dizisi ya da kanadı için kullanılır. ♦ a. 1. Ortalamalara, kurallara uyan; bir şeyin, bir varlığın yapısına, alışkanlıklara uygun olan şey: Normalden farklı davran mak. Hava sıcaklıkları mevsim normalle­ rinin altında. Durum normale dönüyor. —2. Normalde, genel olarak; normal ola­ rak: Normalde bu kadar erken kalkmaz. Normalde bir saat önce orada olmalıydık. —Geom. Asal normal, bir uzay eğrisinin, bir noktasında, dokunum düzlemi üzerin­ de bulunan normali. || Bir T eğrisinin bir M noktasındaki normali, T nin M deki te­ ğetine M de dikgen olan doğru, (r. C 2 sı­ nıfından düzgün eğri oldukça bu normal vardır. [-> Fre'net İŞARETİ ya da ÜÇOUZLEMLİSİ.]) || Bir S yüzeyinde bulunan bir T eğrisinin bir M noktasındaki jeodezik nor­ mali, r nin, S nin M deki teğet düzlem üzerinde bulunan, M deki normali. (Bu normalin doğrultu vektörü Darboux” üçdüzlemlisinin g vektörüdür.) || Bir S yüze­ yinin bir M noktasındaki normali, S nin M noktasındaki teğet düzlemine M noktasın­ da dikgen olan doğru. [M düzgün nokta ve S yüzeyi C 1 sınıfından olunca nor­ mal vardır. (U, f), S nin M(u, v) deki uygu­ lanabilen bir parametrık gösterilişi ise _ »f if N - — a — bu noktadaki bir doğrultu 8u dv vektörüdür.] || Descartesçı normal, bir düz­ lemsel eğri (aynı biçimde bir yüzey) ile ap­ sis ekseni (aynı biçimde apsis ve ordinat eksenlerini İçeren düzlem) arasında kalan normal parçası. —Meteorol. Bir meteoroloji öğesinin (sı­ caklık, yağışlılık, bulutluluk vb.) en az otuz yıllık bir dönem üzerinden alınan ortala­ ması. ♦ be. 1. Normal, alışılmış, olağan biçim­ de: Toplantıda hiç de normal davranma­ dın. Felaket günü herşey normal görünü­ yordu. —2. Normal olarak, normalin dı­ şında bir olay olmadığı takdirde, normal­ de: Normal olarak iki saat sonra izmirde olmamız gerekir. —ANSİKL. Anal. kim. Normal çözeltiler. Normal çözeltilerin her santimetre küpün­ de eşdeğer etkin element bulunur. Bir normal çözeltinin her santimetre küpü, di­ ğer bir normal çözeltinin her santimetre küpünü yansızlaştırır, yükseltger ya da in­ dirger. Bu da genel çözümleme hesapla­ rının yapılmasını kolaylaştırır. Asitölçüm ile alkaliölçümde kullanılan normal çözeltile­ rin her litresinde 1 mol asit H * ya da 1 mol bazik OH * elementleri yer alır; bu da örneğin litre başına 1 mol hidroklorik asi­ de ya da yarım mol sülfürik aside denk düşer. Normal yükseltgen çözeltiler, litre başına 1 mol yükseltgen element içerir, yani normal permanganat asidi çözeltisin­ de litre başına 1/5 mol yükseltgen element vardır (2 KM nö4, 5 O açığa çıkarır). Nor­ mal indirgen çözeltilerdeyse litre başına 1 mol indirgen element bulunur; buna gö­ re normal arsenit asidi çözeltisinin her lit­ resinde 1/4 mol arsenik III oksit vardır (As20 3, 2 O bağlar). —Verg. huk. Dışalım eşyasının gümrük vergisine esas olan değeri, gümrük ver­ gisi ödeme yükümlülüğünün başladığı ta­ rihteki normal fiyatıdır. Bu fiyat saptanır­ ken, eşyanın alıcıya, Türkiye’de giriş liman ya da yerinde teslim edildiği; eşyanın sa-



Normandiya tışına ve Türkiye’de giriş liman ya da ye­ rinde teslimine ilişkin bütün giderlerin (nakliye ve sigorta, yurtdışında ödenme­ si gereken vergi ve resimler, ambalaj be­ delleri, yükleme giderleri vb.) satıcıya ait bulunduğu, dolayısıyla normal fiyatın için­ de olduğu; Türkiye'de ödenmesi gere­ ken vergi ve resimlerin alıcıya ait olduğu, dolayısıyla eşyanın normal fiyatı içinde bulunmadığı varsayılır (Gümrük k. md. 65). N O R M A LA LT I a. Geom. Duruma göre descartesçı normalin apsisler ekseni üze­ rine ya da kotu sıfır olan düzlem üzerine izdüşümü. (Dikdüzgüsel bir işaret sistemi­ ne bağlanmış düzlemde, bir M0(x0, y0) noktasındaki normalin denklemi ( x - x 0)+ Ky(y--y 0) = 0 dır; normalaltının ölçüsü ise IVo-Vol dü rl N O R M A LO IŞ I sıf. Parapsıkolojinin ince­ lediği olaylar gibi, normalliğin sınırları öte­ sinde kalan olaylara denir. ♦ a. Normaldışı olayların tümü. N O R M A LİT E a. (fr. normalité). Anal, kim. Titre edilmiş bir çözeltinin ¿erişimi­ nin, aynı maddeden hazırlanmış normal bir çözeltinin derişimine oranı. (Bir normal çözeltinin, normalitesi 1 'dir; buna faktör de denir.) [Eşanl. N O R M A L L İ K ] N O R M A LİZ A S Y O N a. (fr. normalisa­ tion). Bilş. Bilgisayarda, kayan virgüllü bir sayının mantisinin en solundaki rakamı sı­ fırdan farklı yapmaya dayanan işlem. (Bu­ nu yapmak için mantis sıfıra eşit olmayan ilk rakama ulaşılıncaya dek sola kaydırı­ lır; sayının tamsayı kısmı uygun biçimde ayarlanır; bilgisayarlara ve bunların kayan virgüllerinin lojiğine bağlı olarak bu işlem ikili, onlu ya da onaltılı bir tabanda yapı­ lır.) N O R M A LLE N M İŞ sıf. Arit. Bir ondalık sayının normallenmiş yazılışı, bir ondalık sayının normallenmiş bir dalgalı sayıyla yazılışı. N O R M A LLE Ş M E a. Normalleşmek ey­ lemi. N O R M A LLE Ş M E K gçz. f. 1. Genel ku­ rala, alışılmışa uygun bir duruma gelmek: iki ülke arasındaki ilişkiler giderek normal­ leşiyor. —2. Artık yadırganmaz olmak, normal sayılmak: Bu tür ilişkiler artık nor­ malleşti, kimse ayıplamıyor. ♦ norm alleştirm ek ettirg. f Bir şeyi normalleştirmek, onu genel kurala, alışıl­ mışa, normale uygun duruma getirmek: ilişkileri normalleştirmek. —Metalürj. Normalleştirme işlemini ger­ çekleştirmek. ♦ no rm alle ştirilm ek edllg. f. Normal­ leştirmek işine konu olmak —Mant. Normalleştirilmiş türetme, bütün kopuklukların ortadan kaldırıldığı ve her formülün, tanıtlanan formülün bir alt for­ mülü olduğu türetme. (Böyle bir türetme, varsayımlardan, doğrudan doğruya ve dolambaçsız bir biçimde vargıya ulaşan bir tanıtlamadır.) N O R M A LLE Ş TİR M E a Normalleştir­ mek eylemi. —Mant. Normalleştirme teoremi, Gentzen’ln tanıtlama kuramı teoremi; bu teo­ reme göre, bir doğal tümdengelim siste­ mi İçindeki her türetme normalleştirilebi­ lir. —Metalürj. Yapısı bozulmuş olan bir par­ çaya, tanelerine normal iriliklerini kazan­ dırmak ve iç gerillmleri gidermek amacıy­ la uygulanan ve parçanın dönüşüm nok­ tasının biraz üzerindeki bir sıcaklığa ka­ dar ısıtıldıktan sonra ağır ağır soğutulma­ sından oluşan ısıl işlem. || Yapısı kırılgan ya da heterojen olan (örneğin aşırı ısıtılmış) bir metalin tanelerinin küçültülmesini sağ­ layan ısıl işlem. (Çeliklerin normalleştir­ me tavlamasının amaçlarından biri de budur.) —Ruhbil. Bir değerler dizisinin, normal bir dağıtıma elverişli hale getirilecek biçimde



değiştirilmesi. (Bazı ayarlama işlemlerin­ de bu yönteme başvurulur.) —Topruhbil. Bireyler ya da alt gruplar ara­ sında, uzlaşmaya ve karşılıklı duruşların eşitlenmesine yol açan etkileşim. (Normal­ leştirme. etki biçimlerinden birini oluştu­ rur.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Topruhbil. "Normalleştirme” kavramı, bireyler arasındaki değiş tokuşlar sırasında ortaya çıkan ve herkesin ka­ bul edebileceği bir yargı ya da görüş nor­ mu oluşturmayı amaçlayan karşılıklı bas­ kıyı belirtikleştirir. Bu süreç, eşdeğer sa­ yılan ve kendilerini ödün vermeyecek ka­ dar bağlı görmeyen herkesin gözünde görüşleri eşit bir ağırlık taşıyan bireylerden kaynaklanan norm, yargı ve cevapların, başlangıçtaki bir çoğulluğunu içerir. Ara­ ya örtük bir tartışma karışır ve bireyler bu tartışmadan sonra farklılıkların ortadan kaldırılması ve eşitleştirilmesiyle bir yargı yakınsamasına erişirlerken, her türlü ça­ tışma olanağını da önlerler.



tleuve [fr. çev.], 1951; Exercises digitaux en hiver [fr. çev.], 1979) oyalanmaya ça­ lıştıysa da, coşkusunu tam anlamıyla ro­ manlarında (Adalen 31, 1960) dile getir­ miştir. N O R M A N K A H a. Batı Avrupa'da, 0-25 m arasındaki yüksek kumsalları karşıla­ yan, Dördüncü Zaman ın geç dönemlerin­ de oluşmuş kat. (Yaklaşık yaşı: günümüz­ den -80 0 0 0 ile- 1 0 0 0 0 0 yıl kadar önce.) N O R M A N D İY A , fr Normandie, Kuzey -batı Fransa'da tarihsel il, Manş kıyısında; iki bölgede (Aşağı Normandiya, Yukarı Normandiya) toplanan beş département'a ayrılır.



N O R M A N (Birger), isveçli yazar (Svanö, Angermanland, 1914). Bağımlı bir sos­ yalistti, hafif alaycı bir havanın görüldüğü özlem dolu şiirlerle (Chants au bord du



(T)



T /



COĞRAFYA



Breşle ve Dives ırmakları arasında uza­ nan, Sen ırmağının suladığı Yukarı Nor­ mandiya, Kretase devri'nde oluşmuş bir yüksek platodur (100-200. m). Dives’in ba­ tısındaki Aşağı Normandiya'ysa, kıyıyla N O R M A LLE Ş TİR M E K • N O R M A L E Ş Normandiya tepeleri arasındaki kireçli MEK. düzlüklerden oluşan Caen'i, Cotentin ya­ rımadasını ve Bocage Normand'ı (417 m) N O R M A L L E Y İC İ a. Ceb. Bir G çarpım kapsar. Normandiya tepelerinden doğan grubunun bir H parçasının normalleyiciDives, Orne, Vire, Sienne, Sélune ırmak­ si, G nin x _ 1 H x=H yi gerçekleyen x ele­ ları Manş'a dökülür; aynı tepelerden do­ manlarından oluşan altgrup. ğup güneye doğru akan Mayenne ve N O R M A L L İK a . N o r m a l o l m a d u r u m u . Sarihe ise Loire'a kavuşur. — A n a l . k i m . N O R M A L İ T E 'n i n e ş a n l a m l ı s ı . Kıyılar, özellikle Yukarı Normandiya’da, — P s i k . K i ş i n i n b a ş k a l a r ı y l a ve k e n d i k e n ­ yüksektir: burada plato, denize yüksekli­ d is iy le iliş k ile r in in - k a r ş ı k o y u ş la r ı e t k ili o l­ ği 100 m’yi bulan yalıyarlarla iner. Sen ır­ m a k k o ş u lu y la , n e t ü r g iz li ç a t ı ş m a l a r iç i n ­ mağı ağzının batısındaysa kıyı alçak ve d e o lu r s a o ls u n - o lu m lu b ir ö z e llik t a ş ı m a ­ kumlarla örtülüdür. s ı . ( B k . ansikl. b ö l . ) Normandiya’da yağışlı ılıman iklim ege­ — A N S İ K L . Psik. Psikiyatrinin tedavi konu­ mendir. su, toplumsal gereklerden sapma göste­ Tarım ilin başlıca etkinlik kesimidir: ta­ ren durumlardır. R. Bastıde’in dediği hıllar, yem bitkileri, şekerpancarı, meyve, (1965) gibi, “ psikiyatr, akıl hastalığının halk et ve süt hayvancılığı, şarap, süt, peynir. arasında yaygın tanımını benimser ve de­ Cotentin’deki balıkçılık önemli bir gelir liliği bazı kategorilere ayırarak bunu da­ kaynağıdır. Bocage Normand'da demir ha açık ve daha incelikli bir biçime sok­ cevheri. Sanayi çeşitlenmiştir; en önemli makla yetinir”. Bazılarına göre, normalle sanayi dalı, özellikle Rouen'da (bölgenin anormal arasında ancak bir derece farkı en büyük sanayi merkezi ve etkin bir ır­ vardır; normal, ortalama durum olarak, mak limanıdır) bulunan pamuklu doku­ anormalse bu durumdan bir ayrılış, yani ma sanayisidir. Öbür önemli limanlar: Le bir sapkınlık olarak tanımlanır. Normallik Havre, Caen, Cherbourg, Djeppe, iç ke­ eşiği, toplumsal grubun hoşgörüsüne simdeki önemli merkezler: Evreux, Alenbağlıdır. Başka bazı uzmanlara göreyse, çon, Lisieux. normalle patolojik arasında bir nitelik far­ kı vardır. Bu farkın tanımlanmasında çe­ TARİH şitli ölçütler kullanılabilir: bütünleşme (pa­ tolojik, aşağılığın bir biçimidir), uyum (nor­ Çeşitli halkların bir araya geldikleri ül­ mal, çevresine uyum sağlayandır), bağım­ keyi Augustus Lugdunensis'e (Lyonnaise) sızlık (normal kişi, kendisini başkasından bağımsız olarak yönetebilendir) ve yara­ Mazin ■ C. E. D. R. I. tıcılık. Oysa, bu ölçütlerin hiçbiri büsbü­ tün yeterli değildir. Bu yüzden R. Laing şöyle der: "Bence akıl sağlığının ya da psikozun "ölçütü olarak, birisi herkesçe sağlam akıllı olarak kabul edilen iki kişi arasındaki anlaşma ya da anlaşmazlık de­ recesini almak gerekir". S. Freud, psişik bozuklukları, üç merci (ben, o, üstben) arasındaki çatışma ola­ rak belirledikten (1924) sonra, normal dav­ ranışı nevrozla psikozun bir karışımı ola­ rak tanımlar: "Biz, normal ya da sağlıklı diye, bu iki tepki biçimine özgü bazı çiz­ gileri kendinde birleştiren davranışa diyo­ ruz; öyle ki bu davranış, nevroz gibi ger­ çekliği inkâr etmez, ama daha sonra psi­ koz gibi iç değişiklikler meydana getirme­ ye çalışır." Bazı psikanalistler, kişilik yapı­ sının tanısıyla normalliğin tanısını birbirin­ den ayırırlar, çünkü onlara göre normalliğin tanısı kişinin kendi öz psişik yapısına (nevrotik, psikotik vb.) uyum sağlayış tar­ zının incelenmesini de içerir. D. Anzieu' ye göre (1959) normallik, her türlü yaşam koşulunda kişinin kendi bilinçdışının ön­ lenmesi olanaksız belirtilerine, bunalıma düşmeksizin karşı koyabilme yeteneğidir. N O R M A N , ABD'de (Oklahoma) kent. Oklahoma City'nin G.'inde; 6 8 000 nüf. Üniversite.



y



x'



0



I \N M '0



MÔN : normalaltı



Normandiya Rouen'da (Seine-Maritinıe)



x



Normandiya kattı (İ.Ö. 16-13). III. ve IV. yy.Tarda Nor­ mandiya’nin tarihsel sınırları saptandı ve bölgeye hıristiyanlık yerleşti. Franklar (V. yy.) benedikten rahipliği destekledilerse de (Jumièges, Mont-Sairıt-Michel [709]) Normanlar, barışçıl bir biçimde yerleşme­ lerinden önce, ülkeye büyük zararlar ver­ diler. Sade Charles, Yukarı Normandiya' yı Rollon'a verdi (Saint-Clair-sur-Epte ant­ laşması, 911). Bunun üzerine ülke, fatih­ lerinin adını aldı. Dük Rollon ve ardılları, ülkenin sınırlarını genişlettiler kral karşısın­ daki vasallıkları salt biçimsel bir bağlılığa dönüştü. Dük, "Normandiyajcralı" duru­ muna geldiyse de, Capetler hanedanının sadık bir müttefiki olarak kaldı. Fatih William (1035-1087), baronların bir ayaklanmasını bastırdıktan sonra, ülkenin birliğini sağlayan sınırlı bir konsey (Curia) yardımıyla yönetimi sağladı. Boylu boyun­ ca kaleler dikilen sınır, güneyde Maine'in katılmasıyla düzeltildi. Düklerin gücü, özellikle Ingiltere'nin fethinden (1066) son­ ra, Fransa kralını kaygılandırmaya başla­ dı. Fatih William'in oğulları arasındaki uyuşmazlıklar yüzünden bir ara güçten düşen eyalet, Henry I of England döne­ minde, Fransa kralının düşmanlığına rağ­ men, yönetsel istikrar ve sağlıklı ekonomi­ ye yeniden kavuştu ve Fransa kralı, Nor­ mandiya dükünün Maine ve Bretagne üzerindeki metbuluğunu kabul etmek zo-



çıkarm adan sonra



runda kaldı (Gisors antlaşması, 1113). Henry l’in veraseti, vârisi Matilda’nın Anjou tontu Geoffroi Plantagenet ile ev­ lenmesi dolayısıyla yeni bir bunalıma yol açtı ve bu bunalım, Matilda’nın oğlu ve In­ giltere kralı Henry II (1154-1189) kendi norman devletlerini yeniden kuruncaya kadar sürdü. Kentler bağışıklık ve dokunulmaz­ lık sağladılar (Rouen karar ve yönetmelik­ leri, 1170'e doğr.), ancak siyasal bakım­ dan bağımlı kalmalarına rağmen, Fransa hükümdarlarının (Louis VII, ardından Philippe-Auguste) düşmanlığı yatışmadı. Aslan yürekli Richard, Philippe-Auguste' ün tutkularını bastırmak başarısını gösterdiyse de, 1199-1202 arasında düklük ya­ pan kardeşi Yurtsuz John, fransız mülk­ lerini yitirme cezasına çarptırıldı. Normandiya'nın fethinden sonra Fran­ sa kralları, kurumlara ve gelenek-görenek hukukuna saygı içinde, "fransız barışı"nı sağlayarak halkların dostluğunu kazandı­ lar. Bununla birlikte, yörecilik yeniden doğ­ du (Louis X'un Normanlar'a bahşettiği Ferman, 1315) ve Yüz Yıl Savaşları eyale­ tin yağma edilmesine ve ingilizler ile Franşızlar arasında parçalanmasına yol açtı. İngiltere kralları, eyalete bağışıklık ve ya­ rarlar sağlayarak (Caen'da bir üniversite kurulması, 1432), onu Fransa'dan kopar­ maya çalıştılarsa da ayaklanmalar, Fran­ sızların eyaleti yeniden fethetmelerine



NORMANDİYA ÇIKARMASI (HAZİRAN 1944) ( V 6 haziran sabahı jMüttefikleı'in hava indirme harekâtı



Cherbourg'un kurtuluşu.



6 haziran 1944 çıkarma kumsalı



4



y



26 haziran 1944 2 0 haziran.



Cherbourg • f»



lit



~



***



UTAH . 9. Tüm 79. Tüm + 90. Tüm 4. füm O M A H A 2. Tüm 4-



MÜ TTEFİK İLERLEMESİ



SWORD



C0LD 49. Tüm 7. Zıriı. tüm. >. ZnMa «W 50. Tüm



6 haziran akşam



. Zıılı. lug. SI. Tüm 27. Zillili luggy 3. Ingiliı



ııın



12 haziran



• •• • cephe 18-30 haziran



T A L M A N DÜZENİ



18 haziran-



haziran sabah



M o n te D o u rg



6 haziran akşamı direniş



s t- s a u v e u r l e - V lc o m t i



La H aye -J p u lt s



Carerr



¡¿foya-Bella/ f y



¿ 17. bombacı zırhlı SS tümeni«



13-18 haziran zırhlı birliklerin yerleşmesi



•w o rd



'



Pegasus Bridge C A E N K E S İM İ



caumonf-iÊventé



21



i SS zırhlı 1 2 İ I ; birlikleri



Î V IH e r s - B o c a ile r-H a rc o u rt



CAEN BATI KÈ ,9 .. 10. ŞSzırhfı



-------



o u ls t r e h a m



(1436-1450) yardımcı oldu ve Charles VII, eyalet kurumlartna resmi bir nitelik kazan­ dırdı. Louis Xl'den başlayarak, krallık mül­ küne bağlı olduğu ilan edilen Normandi­ ya, bazı ayrıcalıkların korunmasına rağ­ men, Fransa tarihine gerçekten girdi. N o rm a n d iy a a tı, XIX. yy. sonunda, dünyanın en iyi, en gösterişli, enerjik ve dayanıklı koşum atını sağlayan eski at ır­ kı. N o rm a n d iy a ç ık a r m a s ı, "Overlord" kod adıyla, haziran 1944'te general Eisen­ hower komutasındaki müttefik kuvvetlere Ouistreham ve Cotentin arasında. Sen körfezinde karaya çıkmak ve orada Batı Avrupa'nın kurtarılmasının hareket üssü olarak bir köprübaşı kurmak olanağı sağ­ layan harekâtların tümü. Hazırlığı aylarca süren, bir milyonu aşkın insanın ve çok sayıda gerecin Büyük Britanya’da toplan­ masını gerektiren bu harekâttan önce, çı­ karma bölgesi konusunda Wehrmacht’i yanıltmak için Fransa'da birçok stratejik hava bombardımanı yapıldı ve şaşırtma planı düzenlendi. 5-6 haziran gecesi, zırhlılardan roketler­ le donatılmış landing-craftlara kadar 2 0 0 0 'i aşkın her türlü gemiyle destekle­ nen ve ilk aşamada 5 İngiliz ve amerikan tümenini taşıyan 4 126 çıkarma gemisi Normandiya kıyılarına doğru yöneldi. 7 500 uçak, hava desteğini sağlıyordu. 6 haziran sabahı 3 hava indirme tümeni Ca­ en ve Carentan dolaylarına indirilirken, saldırı tümenleri de Hermanville, Saint -Aubin, Courseulles, Asnelles, Saint-Laurent ve Salnt-Martln-de-Varreville'de kara­ ya çıkıyorlardı. Baskın, etkisini gösterdi ve Saint-Laurent'da (Omaha) inatçı bir dire­ nişe rağmen birçok köprübaşı kuruldu. 8 haziranda Bayeux, hiç zarar görmeden kurtarıldıysa da, ingilizler'in Caen'a girişini engellemek İçin 2 Panzerdivision, kentin her iki yanından müdahalede bulundu. 10 haziranda, Cotentin'dekl amerikan birlik­ leriyle Saint-Laurent'a çıkan birliklerin bir­ leşmelerinden sonra, Arromanches ve Saint-Laurent’da iki yapay liman kurulma­ sıyla, müttefik savaş düzeni insan ve ge­ recin yığıldıkları tek bir köprübaşı oluştur­ du. N o rm a n d iy a s a v a ş ı, çıkarma harekâ­ tından sonra, 21 ağustos 1944’e kadar, ka­ raya çıkan kuvvetlerle (I. amerikan ordu­ su, II. İngiliz ordusu, ardından III. ameri­ kan ordusu ve I. kanada ordusu) alman kuvvetlerini (VII. ordu ve V. zırhlı ordu) kar­ şı karşıya getiren savaş. 10-27 haziran arasında, bir yandan hızla Caen ovasına açılmak ve öte yandan önemli bir limanı (Cherbourg) ele geçir­ mek gerekiyordu (yapay Saint-Laurent li­ manı 19 haziran fırtınasına dayanamadığı için Cherbourg’un ele geçirilmesi zo­ runluydu). Caen yönünde başarısızlığa uğrandıysa da, 17 haziranda 7. amerikan kolordusu Cotentin'I keserek Cherbourg garnizonunun bağlantılarını kesince, bu garnizonun direnişi 27 haziranda sona er­ di. Ardından, 27 haziran - 25 temmuz ara­ sında, İngiliz-Kanadalılar tehlikeli saldırı­ lara giriştiler ve 8 temmuzda Caen yıkın­ tılarına girerek Caen ovasına vardılar. Co­ tentin korusunda yerinde sayan amerikan tümenleri, Saint-Lö’yu ancak 18 temmuz­ da kurtarabildiler. Bunun üzerine Bradley, alman direnişini kırmaya girişmek üzere Kobra adı verilen çok büyük bir harekât düzenledi. 25 temmuzda Saint-Lö'nun batısında başlayan Kobra harekâtına, 2 temmuzda Rundstedt'ln ve 18 temmuzda yaralanan Rommel'in yerine geçen Kluge karşı koy­ maya çalıştı. Karaya daha yeni çıkan Pat­ ton, iki zırhlı tümeni Coutances ve Avranches üzerine sürerek kısa sürede bu­ ralara erişince cephe yarıldı ve Bretagne kapısı açıldı. Buradan giren bir amerikan kolordusu bretagne limanları yönünde, bir başkası da Loire ve Mans yönünde ilerle­ meye başladı. Ancak Patton ordusunun



geçtiği yol, Avranches ve Mortain arasın­ da daralıyordu. 6 ağustosta Kluge, Moitain'e bir karşı saldırı düzenleyerek bu yolu kesmeye çalıştı. Buna karşı Müttefikler, VII. alman ordusunu kuzeyden (Falaise yö­ nünde I. kanada ordusu) ve güneyden (2 . zırhlı tümeni transız birliklerinden oluşan 15. amerikan kolordusunun Alençon ve Argentan’a doğru yöneldiği) bir kuşatma manevrasına girişti. 13 ağustosta Kluge, geri çekilme emrini verdiyse de alman bir­ liklerinin bir bölümü, 19 ağustosta Chambois’da Amerikalılar'ın ve Kanadalılar'ın birleşmesiyle kapanan ağa düştü. 2 1 ağustosta Falaise cebi kesin olarak kapa­ nırken, müttefik kuvvetler Rouen'dan Pa­ ris'e kadar {24 ağustosta 2. zırhlı birlik Pa­ ris’e girdi) Sen ve Aube (25 ağustosta Troyes'ya girildi) yönlerinde takibe başla­ dılar. II N o rm a n d ly a s ığ ırı, önemli bir transız sığır ırkı. (Normandiya’da öteden beri bu­ lunan sığırların XIX. yy.'da shorthorn ve jersey sığırlarıyla melezleştirilmesinden el­ de edilmiştir. Büyük cüsseli ve daima üç renkten (sarı, siyah, beyaz) oluşan alaca donlu bir sığırdır. Süt ve et üretimine çok elverişli kombine bir tiptir. Birçok Güney Amerika ülkesine de ihraç edilmiştir.)



LE HAVRE



ROUEN



Arromanches yapay limanı



1. ABD ordusu



/V . 2



k am • % ^HMEKİtl



le s s a v •



...



i



i» kan*



I, « “ HSU



25 temmuz



P é rle rs



•»*



ş tiâ



(Y



Müttefik düzeni (orduların sınırı) —



V*



20 haziran 1944 1 ağustos 1944 ten başlayarak



***> i



.1 .



İ



Cepheler:



^



20 haziran 1944



St-Severv* villedleu-* .



G ra n v ille



on



24 temmuz, 25 temmuz müttefik hücumunun



loc.DnAtec



hareket üssü



A v ra n c h e 1 31 temmu2



müttefik ilerlemesi 27 temmuz 31 temmuz 4 ağustos 11 ağustos 13 ağustos 7 ağustos 1944 alman karşı saldırıları ve 13 ağustos doğuya doğru geri çekilme



g W R ennes 5 ağustos L o rie n t 7 ağustos V ilaine



L



c -, Laval 6 a ğ u ş to ş _



16 ağustos, alman 7 ordusunun konumu Falaise cebinin kapanması 21 ağustos 1944



N om undiya sığın (inek) iN O R M A N L A R ("Kuzey insanları"), Karolenjler döneminde İskandinavya’dan ge­ len (Norveçliler, DanimarkalIlar, isveçliler) ve kendilerine Vikingler diyen yağmacıla­ ra verilen ad. VIII. yy. sonunda etkinlikle­



rinin ani bir artışına yol açan nedenler (ik­ lim koşullarının şiddetlenmesi, aşırı nüfus, ticari pazarlar arayışı, hıristiyanlık zengin­ liklerinin çekiciliği) üzerinde hâlâ tartışıl­ maktadır. Normanlar, hızlı ve su içi derin­ liği düşük snekkja ya da drakarları saye­ sinde üstün bir denizcilik tekniğinden ya­ rarlanıyorlardı. İlkin balığı bol kıyıları ve ıs­ sız toprakları sömürgeleştirmeye çalıştılar; ardından hıristiyan ve müslüman ülkeler­ de kaçak ticarete yöneldiler; iyi savunul­ mayan bir kesim bulduklarında, kentleri yağmaladılar ve bazen bölgenin fethine giriştiler. Norveçliler Shetland adalarını (700’e



doğr.), ardmdan G.-B.’ya doğru Orkney adalarını, Iskoçya’nın kuzeyini (Suther­ land, Caithness), Hebrides adalarını, Man adasını, Lancashire ve hatta İrlanda’yı (Dublin [838’e doğr.], Luimneach, üoch Garman, Port Lâirge ve Corcaigh) sömür­ geleştirdiler. Shetland adalarından başla­ yarak sömürgeleştirme K.-B.’ya doğru Faerperne adalarına (800’e doğr.), ardından İzlanda’ya (860’a doğr.) yayıldı. Kral Harald l’e karşı olan norveçli soylular, 890’ dan başlayarak İzlanda'ya yerleştiler. Bir yüzyıl sonra Kızıl Erik, Grönland'a çıktıy­ sa da, sömürgeleştirme sınırlı ve kısa sü­ reli kaldı. Aynı zamanda Vinland’a da



NORMANOİYA SAVAŞI



NORMANLAR



Normanlar 8710



G. Tourie-Gamma



Norodom Sihanuk



( kuşkusuz Kanada’nın doğu kıyısının bir bölümü) erişildi. DanimarkalIlar, 795’e doğru İngiltere’ye saldırdılar Bir yüzyıl sonra da K.-D.'da (Da­ nelaw) iyice yerleştiler. Danimarka kralı Büyük Knud’un imparatorluğu, XI. yy.'da kısa bir süre Ingiltere'yi de içine aldı. Da­ nimarkalI kolonlar, yerli halkla kaynaştı. Karolenj imparatorluğu'nda Normanlar, ancak bir kıyı savunma filosu kurmuş olan Charlemagne’ın ölümünden sonra tehli­ keli bir duruma geldiler. DanimarkalIlar ve isveçliler, ırmak ağızlarından ^Idırıya ge­ çerek (841'de Sen, 845'te Elbe), yukarı­ lara doğru ilerlediler ve bu ırmaklar bo­ yunca tahkimli ordugâhlar kurdular. Süva­ rilerinin üzengi kullanması, derinliğine akınlara izin verdi. Pusu savaşı, kentlere baskın yapmak, yangın, ürküntü yarat­ mak olanağı sağladı. XI. yy. ortasına doğ­ ru, Germanya'dan daha güçsüz bir biçim­ de savunulan Galya, çok sert saldırılara uğradı (856’da Rouen, 857'de Paris, 859' da Noyon yağmalandı). O sıradaki surla­ rı yıkmak eğiliminden yararlanan Nor­ manlar, pek bir direnişle karşılaşmadılar. Prensler, geri çekilmeleri için bir haraç (danegeld) ödüyorlardı. 845'te Galya'da, 856’ya doğru da Anglosaksonlar tarafın­ dan başlatılan bu uygulamanın sonunda yerel ekonomi için yıkıcı bir uygulama ol­ duğu görüldü. Kel Charles II, Chartemagne'ın siyasetini yeniden canlandırarak Batı'nın savunmasını örgütlemeye giriştiyse de (nehirlerin akışını engelleme, kent sur­ larının yeniden yapılması), para ve sürekli ordu yokluğundan bu siyaset, kıtada ba­ şarısızlığa uğradı. Yağmalar ve danegeld, Batı'nın yıkımını tamamladı. Bunun üze­ rine istilacı, Batı'yı doğrudan sömürme­ ye girişti. Bu girişim sonucu, 7 norman devlet kuruldu. Norman devletlerin 3’ü anglosakson topraklarında (York, East -Anglia ve Beş kent birliği krallıkları), 4'ü de frank topraklarındaydı. Frank toprak­ larında kurulan devletler arasında, 841’e doğru oluşan Friesland ve 911'de yapılan Saint-Clair-sur-Epte antlaşması'yla dük Rollon’a bırakılan Epte ve deniz arasında­ ki ülke de vardı. Bu son sömürge çok geçmeden Normandiya* düklüğü adıyla Bretagne'a kadar yayıldı. Burada aristok­ rasiyi oluşturan Vikingler'in torunları, ata­ larından gelen bir taşkınlıkla ya düklerinin ardına takılarak İngiltere'nin fethine girişi­ yor (1066) ya da bireysel olarak, bizans ve İslam düşmanı avrupa siyaseti çerçevesin­ de yer alan bir yayılmayla, Aversa (1030'a doğr.) ve Puglia (1043’e doğr.) kontlukla­ rı, Capua prensliği (1058), Sicilya kontlu­ ğu (1072), Antakya prensliği (1098) ve Si­ cilya krallığı (1130) gibi akdeniz devletleri kuruyorlardı. isveçliler ve DanimarkalIlar, daha doğu­ daki bölgelere de ticari bir ilgi gösterdi­ ler. VIII.-XI. yy.’lar arasında, Akdeniz müslüman korsanlarla dolup taşarken, Doğu ve Batı arasında aracılık hizmeti gördüler: Bizans’a ye Türkistan'a köle, kürk ve silah satarak, İngiltere ye Fransa'ya ipekli ve baharat getirdiler. İsveç (Gotland, Birka) ya da danimarka limanlarından başlaya­ rak, baltık kıyısında kurulan sömürgelere çıkıyor, ardından rus nehirleri yoluyla Ka­ radeniz ya da Hazar'a ulaşıyorlardı. Son­ radan basileusun varang muhafız birliğin­ de hizmet görecek savaşçılar da onlarla birlikte dolaşıyorlardı. Rurik ve Oleg gibi önderlerin yönettiği ve Varegler ya da Ruslar diye adlandırılan bu iskandinavlar' ın, kendilerini çağıran kentlerde (Kiev, Novgorod) iktidarı ellerine aldıkları sanıl­ maktadır. XI. yy.’da normal deniz yolları ye­ niden açıldı, İskandinavya’da soydan geç­ me krallıklar kuruldu ve viking ruhu yitip gittiyse de, tüm Avrupa'daki genç devlet­ ler, sert Normanlarin yapıcı yetenekleri­ nin belirtisini gösteriyorlardı. N O R M A TİF sıf. (fr. söze.). Kurallar, ilke­ ler koyan bir öğreti için kullanılır. N O R M L A M A a. Fiz. 1. Kuvantal meka­ nikte, * dalga fonksiyonunun ] |'*d 2dxin-



tegralini bire eşitleme. —2. Yeniden normlama, fiziksel süreçlere (parçacıkların ve alanların etkileşimi, evre geçişleri gibi kri­ tik olaylar) ilişkin kimi değişmezleri, hesap­ larda ortaya çıkan keyfi nicelikleri (sonsuz olabilen) elemek amacıyla yeniden tanım­ lama. (Bu yeniden tanımlamanın matema­ tiksel olarak gerçekleştirildiği yönteme "yeniden normlama grubunun yöntemi" denir.) [Bk. ansikl. böl.] — A N S İ K L . • Alanların kuvantal kuramı. Noktasal oldukları varsayılan yüklü parça­ cıkları ve elektromanyetik ışıma alanını eş­ leyen kuvantal elektrodinamik, fiziksel ni­ celikleri, elektromanyetik eşleme değiş­ mezinin düşük değeri nedeniyle, çeşitli basamaklardaki tedirginliklerden oluşan bir işlemle hesaplamaya olanak verir. Ni­ celikler birinci basamakta kolayca hesaplanabiliyorsa ve sonluysa, yüksek basa­ maklarda, hesaplanan nicelikleri sonsuz kılan ıraksak integraller ortaya çıkar. Bu et­ ki, fiziksel bakımdan, boşluktaki gizil çift­ lerin sonsuzluğunun katkısı olarak yorum­ lanır; bu gizil çiftlerin etkisi, elektronun merkezine yaklaştıkça “enerjinin büyüme­ si nedeniyle" daha da önem kazanır. Elek­ tronun, alanla eşleşmesinin ölçüsü olan ve merkezden belli bir uzaklığın (elektro­ nun Compton dalga boyu) ötesinde nor­ mal değerde (elektrik yükü birimi) bulu­ nan gerçek elektrik yükü, uzaklık azalın­ ca, sürekli olarak artar. Elektronun, ger­ çek elektrik yükü gibi öz kütlesi ya da öz enerjisi de, hesaplarda sonsuz olarak or­ taya çıkar. Kuvantal elektrodinamiğin fizik­ sel bir kuramına varmak İçin, bu sonsuz nicelikleri eleyen bir yöntem geliştirmek gerekiyordu: bu yöntem, Stueckelberg, Schwinger, Feynman, Pyson ve Tomonaga'nın çalışmalarıyla ortaya çıktı. Yeniden normlama yöntemi, hesabın her aşama­ sında, yani tedirginlikler cinsinden açılımın her basamağında elektronun kütlesini ve yükünü yalnızca fiziksel anlamı olan bö­ lümünü almak üzere yeniden tanımlama­ ya dayanır; bunu yapmak için, Hamilton fonksiyonuna, sonsuz kütle ve yükü denk­ leştiren “ karşı terimler" getirilir. Bu, iki son­ suz niceliği (gizil çiftler alanıyla çevrili "giyinik” parçacığın ve “çıplak" parçacı­ ğın nicelikleri) birbirinden çıkarmak anla­ mına gelir. Bu yöntemin geliştirilmesinden bu yana, kuvantal elektrodinamik hesabın tahminleri çok kesindir (boşluğun kutup­ lanmasına ilişkin Lamb etkisi, parçacıkla­ rın yüksek düzeyli elektromanyetik etkile­ şimlerine ilişkin testler). Elektromanyetik alan dışındaki kuvantalanmış alanlar (za­ yıf ve kuvvetli alanlar), benzer biçimde incelenebildiklerinde, değişmez ölçek alan­ larının sözkonusu olması nedeniyle ben­ zer düşüncelere yol açtı: bu durumda, çı­ karma yönteminin doğru olduğu sonucu­ na varıldı. Iraksak nicelikleri elemek İçin en çok kullanılan yöntem, boyııtsal düzen­ leme yöntemi denen matematiksel bir he­ saptır. • Kritik olaylar (evre geçişleri* ve öbür­ leri) fiziği. K. Wilson'un çalışmalarına da­ yanarak geliştirilen yeniden normlama grubu yönteminin bu alanda çok verimli olduğu ortaya çıktı. Bu yöntem, kimi di­ namik süreçlerin özellikle kritik noktalar civarındaki (bu süreçler yalnızca, boyut­ suz parametrelere bağlıdır) değişmez öl­ çek davranışına dayanır ve çok küçük mesafelerdeki kuvantal dalgalanmalar­ dan kaynaklanan nicelikleri elemeye ola­ nak verir. Kritik bölgede olaylar, bütün uzunluk ölçeklerini harekete geçirdiğin­ den bağlantılıdır. Mikroskobik bir ölçek­ ten yola çıkarak ve yinelemeyle makroskobik düzeye dek yükselerek, çok hızlı uzaysal değişimlere karşılık gelen ser­ bestlik dereceleri elenebllir; bunu yapar­ ken, her aşamada, artık serbestlik dere­ celerinin dinamiği hesaplanır. Bu yöntem sayesinde, bir sistemin, bir kritik nokta ci­ varındaki statik ve dinamik özellikleri an­ laşılabilir (katilar fiziğinde Kondo etkisi, evre değişimleri, hidrodinamikte türbülanslar).



N O R M LU sıf. Petrogr. Bir norm minerali için kullanılır. N O R M O B LA S T



a.



(fr. normobiaste).



E R İ T R O B L A S T 'ı n e ş a n l a m l ı s ı .



N O R M O K R O M sıf. (fr. normoehrome). Hematol. Alyuvarlardaki ortalama hemo­ globin yoğunluğunun normal sınırlar için­ de kaldığı kansızlığa denir. N O R M O K R O M İ a. (fr. normoehromie) Ortalama hemoglobin yoğunluğu normal olduğu İçin alyuvarların renginin normal olması. (Orantı şöyle kurulur ve yüzdeyle ifade edilir: alyuvarın ortalama hemoglo­ bin içeriği / alyuvarın ortalama hacmi. Normal değerler % 3 2 +3’tür. Alyuvar sa­ yısıyla ilgili olmayan bu ölçüm kansızlık incelenirten yararlıdır.) NO R M O S İT a. (fr normocyte). Hematol. Normal boyda alyuvar. NO R M O SİTO Z a. (fr normoeytose). He­ matol. Normal alyuvar hacmi. (Hematokrit/mm3’tekl alyuvar sayısı [alyuvar sayı­ mıyla elde edilen rakam] oranıyla ölçülür. Bu alyuvarın ortalama hacmi 90+5 n 3 'tür. Bu değer herhangi bir kansızlığın nede­ ni incelenirken özellikle önem taşır.) N O R N LA R . iskand. mit. Urd adlı kayna­ ğın yanında yer alan Yggdrasil ağacının altında nöbet tutan, evrenin düzenim ve insanların yaşamını ayarlayan Kader Tan­ rıçaları. Ortaçağ yorumcularına göre Urd geçmişi, Verdandi şimdiki zamanı, Skuld da geleceği temsil ederdi. N O R O D O M I ya da A N Q V O D D E Y (1835-1904), Kampuçya kralı (1859-1904), Ang Duong'un oğlu. Kardeşi Si Votha’nın ayaklanması karşısında, 1861’de Siyam'a sığınmak zorunda kaldı. Papalık naibi Monsenyör Miche'in desteğiyle 1862'de geri dönerek Doudart de Lagrée ile, tica­ ret ve din özgürlükleri karşılığında Fran­ sa’nın desteğini sağlayan 1863 antlaşması’nı Imzaladıysa da kendini bir süre için Siyam'a bağımlı olarak kabul etti. De La­ grée, Siyam dan kopmasını istediği Norodom'a taç giydirdi (3 haziran 1864). Si­ yam, ancak bazı eyaletlerin kendisine bı­ rakılması üzerine boyun eğdi (1867). No­ rodom, birçok reforma giriştiyse de, 7 ha­ ziran 1884 antlaşması'yla, gerçekte tüm yetkilerini fransız temsilciye bırakmak zo­ runda kaldı. 1886'da, hükümdarın gizli ka­ tılımıyla patlak veren bir ayaklanmayı bas­ tıramayan Fransa, krallık otoritesini yeni­ den kurdu. Ancak sömürge halkının bas­ kısı artmaya devam etti. N O R O D O M S İH A N U K (Phonom Penh 1922), Kampuçya kralı (1941-1955) ve devlet başkanı (1960-1970 ve 1991-), öncekinin terununun oğlu. Çinhlndi’nin denetimini ellerine geçirmiş olan Japonlar'ın verdiği bağımsızlığı, fazla bir tehli­ keye atılmaksızın kabul etti (m?+ 1 945). 7 ocak 1946 antlaşması'yla Paris, Fra(İSİZ birliği çerçevesinde özerklik tanıdı. 1947’ de Sihanuk bir anayasa ilan etti; İki yıl son­ ra da sınırlı bir bağımsızlık sağladı. Siya­ sal güçlükler, üç yıl süreyle kişisel iktidar uygulamaya başlamasına (1952) ve Kampuçya'nın Fransa'dan bağımsızlığını iste­ mesine yol açtı ve 9 kasım 1953'te bu ba­ ğımsızlık sağlandı. Zaferle sonuçlanan bir referandumdan (şubat 1955) sonra Siha­ nuk, babası Suramarit yararına tahttan çe­ kilerek (mart) Başbakanlığa geçti. ABD' nin desteğiyle ülkeyi çağdaşlaştırmaya gi­ rişti. Babası ölünce (nisan 1960), bir refe­ randumla Devlet başkanı unvanını aldı. Ocak 1961'de Başbakanlığı da üstlendi, ancak 1968’de, Devlet başkanlığını koru­ makla birlikte, BaşbakanlıWan ayrıldı. Bü­ tün bu yıllar boyunca başlıca kaygısı, Vi­ etnam savaşı’nın kendi krallığına sıçrama­ sını önlemekti. 18 mart 1970'te Lon Nol' un hükümet darbesiyle iktidardan uzaklaştınldı, Pekin’e sığınarak orada Kızıl Khmerler ile birlikte Khmer ulusal birlik krallık hükümetini kurdu. Eylül 1975’te, Kı­ zıl Khmerler'ln zaferinden sonra Kam-



Northeim puçyaya aonauyse de, çok geçmeden Khmer ulusal birlik krallık hükümetinin başından uzaklaştırıldı ve evinde göze­ tim altına alındı. Vietnam "istilası"na şid­ detle karşı çıkarak, 1979'da gene Pekin’e dönmek zorunda kaldı. Çin tarafın­ dan desteklenerek ve Kızıl Khmerler kar­ şısında duyduğu kararsızlıklarına rağ­ men, haziran 1982'de kampuçya direni­ şinin çeşitli eğilimlerini bir araya getiren Vietnam düşmanı bir koalisyon hükümeti­ nin başına geçti. İç savaşa son vermek için Kampuçya Halk Cumhuriyeti Başba­ kanı Hun Sen ile Paris'te iki kez buluştu (aralık 1987. ocak 1988). Görüşmeler­ den barış sağlanamadı. Koalisyon ortak­ larıyla anlaşamadığı için birkaç kez Baş­ kanlıktan istifa ettiyse de, her seferinde istifasını geri aldı. Mayıs 1991'de, iç sa­ vaşta taraf olan dört siyasal grubun var­ dığı ateşkes antlaşmasının ardından oluşturulan Yüksek ulusal konseyin başı­ na getirildi (17 temmuz). Phnom Penh'e döndü ve 20 ekim 1991'de bir kere daha Kampuçya devlet başkanı oldu.



NO RO DO M



S U R A M A R İT (1896 - Phnom Penh 1960), Kampuçya kralı (1955-1960). Tahttan feragat eden oğlu Norodom Sihanuk'un yerine geçti (mart 1955), ama gerçek iktidar Sihanuk'ta kal­ dı. NO RRBO TTEN, İsveç'in kuzeyinde il (lân); 98 906 km2- 262 838 nüf. (1990). Merkezi Luleâ. H NO RRİS (William), amerikalı sanayici (Baltimore 1802 - öl. 1867). Philadelphia' da çok önemli bir lokomotif fabrikası kur­ du.



NO RRİS (Frank), amerikalı gazeteci ve romancı (Chicago 1870 - San Francisco 1902). Zola'nın etkisi ve gazetecilik dene­ yimi natüralist romana özendirdi. Gerçek­ çiliğe romantik bir başkaldırma duyarlığı­ nı kattı ve "genteel tradition"ın edebiyat kalıplarını kırmaya çalıştı (McTeague, 1899; The Octopus, 1901; ThePit, 1903). NO RRİSH (Ronald George Wreyford), İngiliz kimyacı (Cambridge 1897 - ay. y. 1978). Yardımcısı G. Porter ile birlikte çok hızlı kimyasal tepkimeler sırasında serbest köklerin oluştuğunu ve yeniden birleştiğini ortaya koydu. İki bilim adamı bu olayı ka­ nıtlamak için “ şimşek ışılayrışım” adı ve­ rilen bir yöntem kullandı; bu yöntem, kim­ yasal tepkimenin denge durumuna ulaş­ tığı bir gaz ortamı aniden aydınlatmaya dayanır. Norrish ve Porter, alman M. Eigen ile birlikte 1967 Nobel kimya ödülü'nü paylaştılar.



-N O R R K Ö P İN G , İsveç'te (Östergötland) liman kenti, Motala Ström'ün ağzın­ da; Baltık denizi’ndeki Brâviken fiyordu­ nun kıyısında; 122 522 nüf. (1991). Sana­ yi (makine sanayileri, plastik maddeler, kimya, pnömatik, tekstil ürünleri, kâğıt) merkezi.



■NORRLAND, İsveç'in



ü ç büyük bölge­



sinin en geniş ve en kuzeyde olanı. Norrland, Botten körfezinden İskandinavya sı­ radağlarına kadar yavaş yavaş yükselen bir şevdir. Reçineliler ve huşağacı orman­ larıyla kaplı olan bu bölgede, Botten kör­ fezine doğru birbirine paralel olarak akan ve tomrukların yüzdürülmesinde yararla­ nılan bir dizi ırmak bulunur; tomrukların yüzdürülerek taşınması ırmak ağızlarında kâğıt hamuru fabrikalarının kurulmasına yol açmıştır: Karlsborg, Munksund, Lövholmen. Bu fabrikalarda hem kâğıt hamu­ ru, hem de selülozdan türetilen kimyasal madeler yapılmaktadır. Ayrıca, ırmaklar­ dan elde edilen yüksek miktarda hidro­ elektrik, kıyıda kurulmuş, daha çok ma­ kine üreten sanayi merkezlerine (Boden, Umeâ, Hâllby, Kramfors) enerji sağlar. Norriand'da önemli maden kaynaklan da vardır: Skellefteâ yakınındaki Rönnskâr’ da arıtılan bakır ve kurşun; daha çok Kiruna ile Malmberget'ten çıkarılan ve Nar-



vik ya da Luleâ'dan dışsatımı yapılan de­ mir. Konumu merkezi olmamakla birlikte Norrland'ın nüfusu oldukça kalabalıktır ve devlet çeşitli destekler sağlayarak bu nü­ fusun göç etmemesine çalışmaktadır.



NO RRTÂLJE, İsveç'te (Stockholm) kent, Baltık denizi'ndeki bir fiyordun kıyı­ sında; 40 800 nüf. Metalürji. Gazete kâ­ ğıdı.



N orsk Hydro, 1902'de kurulan norveç azot şirketinin günümüzdeki adı. Başlan gıçta azotlu kimyasal gübre üretmek üze­ re kurgjan Norsk Hydro, etkinliklerini gi­ derek çeşitlendirdi; kimyasal gübre üreti­ mi, alüminyum ya da magnezyumun elek­ troliz yoluyla kazanımı, kimyasal madde üretimi, mühendislik gibi değişik alanla­ ra yöneldi. Kuzey denizi'nde petrol ve do­ ğal gazın bulunmasından sonra petrolcü­ lük ve petrokimya sanayisine el attı.



NORSTAD (Lauris), amerikalı general (Minneapolis 1907 - Tucson, Arizona, 1988). 1943'te Akdeniz’de müttefik kuv­ vetler hava harekâtı kurmay başkan yar­ dımcılığına, ardından müdürlüğüne geti­ rildi. 1948’de hava ordusu kurmay başkan yardımcılığı yaptı, 1951'de Avrupa’daki amerikan hava kuvvetleri komutanlığına atandı. 1953'te ABD'nin Atlantik'teki ha­ va kuvvetlerinin başına geçti, Avrupa'da­ ki müttefik atlantik kuvvetleri komutanı ola­ rak SHAPE'de general Gruentherin ye­ rini aldı (1956-1962). NORŞUNTEPE höyüğü, Elazığ’ın G -D.'sunda, İçme bucağına bağlı Harmanpınar (bugün Keban barajı suları altında­ dır) köyü yakınında höyük. Keban baraj gölü altında katan arkeolojik yerleri kurtar­ ma projesi kapsamında, İstanbul Alman arkeoloji enstitüsü'nce, H. Hauptmann yö­ netiminde yapılan kazılarda (1968-1974), İlk Bakırtaş dönemi buluntuları, mimarisi ve seramikleriyle yerel bir Son Bakırtaş dönemi yerleşmesi saptandı. Bunun üze­ rindeki İlk Tunç çağ I yerleşmesi bir koru­ ma duvarıyla çevriliydi, ilk Tunç çağ İli’ ün son evresinde saray olduğu sanılan anıtsal bir yapı belirlendi; arpa, buğday gibi tarım ürünlerinin depolandığı büyük küpler bulundu. Orta Tunç çağ katmanın­ da evler ve çeşitli seramikler ortaya çıka­ rıldı. Hitit dönemine tarihlendirilen Son Tunç çağ evresinde, mühürler ve mühür baskıları, bir silindir mühür, luvi hiyerog­ lifti mühürler ve mühür baskıları ele geç­ ti. Demir çağı katmanında ortaya çıkarı­ lan yapılar ve çanak çömlekler, yörenin bu dönemde Urartular’ın egemenliğinde ol­ duğunu gösterir. Yerleşme İ.Û. VIII.-VII. yy.'larda terk edildi. N O RTE DE SAN TANDER, Kolom­ biya'da yönetim bölgesi, Venezuela’nın kenarında, Santander yönetim bölgesi­ nin K.'inde; 21 658 km2; 913 491 nüf. Merkezi Cucuta. NORTH (sir Thomas), İngiliz yazar (Lon­ dra 1535 - ? 1603). Asker ve hukukçu olan North, Amyot’nun fransızca çevirisinden ve arap masallarından yola çıkarak, Plukhos’un Bioi Paralleloı adlı yapıtını çevirdi.



North, euphuism*'e giden kilometre taş­ larından biri ve Shakespeare’in doğrudan kaynakiarındandır.



8711



N O R T H (Frederick), 2. G uilfo rd kontu, İngiliz siyaset adamı (Londra 1732 - ay. y. 1792). Maliye bakanlığına getirildi (1767), Grafton’dan sonra Başbakanlık yaptı (1770-1782). Liberal düşünceliydi, katoliklere ve dissidentlere karşı alınan önlem­ leri yumuşattı, çay ticareti tekelini Doğu Hindistan şirketi’ne verdi, ardından, bu önlemin Boston'da yo! açtığı karışıklıklar üzerine, bu amerikan kentinden intikam almaya kalkıştı (1774). Böylece amerika sömürgelerinde ayaklanma çıkmasına yol açtı. Yorktown yenilgisinden sonra istifa et­ mek zorunda kaldıysa da, 1783'te kısa bir süre hükümette yeniden görev aldı. N O R T H A M P T O N , Büyük Britanya'da kent, Northamptonshire’ın merkezi, Nene ırmağı kıyısında; 155 694 nüf. Saint Sepulcres kilisesi (daire planlı; XII. yy.) ve başka anıtlar. Müzeler. Northampton bir deri ve ayakkabı sanayisi merkezidir. Makine ve elektrikli gereçler yapımı. N O R T H A M T O N , ABD'de (Massachu­ setts) kent, Connecticut kıyısında; 29 300 nüf. Bıçakçılık, Tarım pazarı. Kızlar için Smith College; Museum of Art'ta mısır, yu­ nan, gotik sanatına ilişkin zengin koleksi­ yonlar, fransız (XVII.-XX. yy.) ve İtalyan (özellikle XVIII. yy.) ressamlarının tablola­ rını içeren galeriler.



Frank Nonis



N O R T H A M P T O N S H IR E , Büyük Bri­ tanya'nın orta kesiminde yönetim bölü­ mü; 2 367 km2; 570 300 nüf. (1988). Mer­ kezi Northampton. N O R T H B AT TLEF O R D , Kanada'da (Saskatchewan) kent, Saskatoon'un K. -B.sında; 13 200 nüf.



National Portrait Gallery



N O R TH BAY, Kanada’da (Ontario) kent, Nipissing gölünün kuzey-doğu kıyısında; 51 000 nüf. Demiryolu kavşağı. Ticaret merkezi. Besin ve makine sanayileri. Ha­ va üssü. N o rth B r ito n , 1761’de kurulan İngi­ liz gazetesi. 1763'te Wilkes'in Bute ile George lll'ûn siyasetlerine karşı yayımla­ dığı sert bir dille yazılmış makaleleriyle ta­ nındı. N O R T H C LİF F E (vikont) WORTH (Alfred).



HARMS-



N O R TH C O T E (Stafford Henry), 1. Iddoslelgh kontu, İngiliz siyaset adamı (Londra 1818 - ay. y. 1887), 1876'dan 1885’e kadar Muhafazakâr parti’nin par­ lamento lideriydi; 1874’ten 1880'e kadar Maliye bakaniığı yaptı, kamu borçlarını karşılayacak bir amortisman fonu kurdu.



lord Frederick North Nathaniel Dance’in bir portresinden (1775) aynnti Londra



N O R T H D O W N S, Büyük Britanya'da Hampshire, Surrey ve Kent’ten geçen yükseklikler dizisi. Diklikleri G.'e bakar. N O R TH D U M D U M - DUM DUM (Ku­ zey). N O R T H E İM , Almanya' nın Aşağı Sak­ sonya eyaletinde kent, Rhume kıyısında yer alır, Harz'ın batı eteğinde; 32 600



Kuzey kutbu yakınlanndaki Jokkmokk dolaylarından bir görünüm



biyokimyacı (Yonkers, New York, 1891 -Arizona 1987). Enzimler (pepsinle tripsini kristal halde elde etti), virüsler, bakteriyofajlar ve bakterilerin aglütinasyonu üs­ tünde çalıştı. W. M. Stanley ve J. B. Sum­ ner ile birlikte 1946 Nobel kimya ödülü’ nü paylaştı. N O R TH R O P (John Knudsen), amerikalı uçak mühendisi ve yapımcısı (Newark, New Jersey, 1895 - Glandale, Kaliforniya, 1981). Çeşitli inceleme bürolarında çalış­ tıktan sonra Lockheed firmasının kuruluş çalışmalarına katıldı (1927) ve 1939'da kendi şirketini kurarak 1952'ye kadar bu­ rayı yönetti. Tümü metal olan uçakların ya­ pımına öncülük edenlerden biridir. Bir dü­ zine kadar uçak tasarımı çizdi; bunlardan en ünlüsü 1941'de uçuşa geçen gece av uçağı P-61 Black Widow’dur ("Kara Dul” ). Northrop, gövdesiz ve uçan kanatlı bir stratejik bombardıman uçağının çok sa­ yıda prototipini gerçekleştirdi.



Northern Territory Amhern toprağı kıyısında yerliler



nüf. Gotik kilise. Eski evlér. Bir tarım bölgesinin merkezi. Makine sanayileri. Şeker fabrikası. Karton. Prefabrike evler. Sera­ mik. N O R TH E R N (ing. northern, kuzey'den). Meteorol. Kuzey Amerika'da (ABD'nin merkezinde ve güney-doğu'sunda ve rast­ lantısal olarak Meksika körfezinde) görü­ len ve kutuptan subtropikal, hatta tropiklerarası enlemlere doğru giden hava akı­ mına karşılık gelen olay. (Sıcaklıklarda kuvvetli ve sürekli bir düşmeyle beliren bu olay, soğuk bir cephe ve ısıl bir cephe sonrası antisiklon olarak aşağı enlemlere doğru iner ve tarım alanları üzerinde çok zararlı etkiler oluşturur. Özellikle Meksika körfezi üzerinde belirgin olan bir soğuk hava cephesi geçişi, burada şiddetli fırtı­ nalara yol açar.) ■ N O R T H E R N T E R R IT O R Y , Avust­ ralya’da yönetimsel bölüm; 1 346 000 km2; 156 500 nüf. (1989). Merkezi Dar­ win. Bu çorak toprak parçasında birkaç bin yerli (Arnhem toprağı) yaşar; nüfus zaman zaman gerilemişse de, çeşitli ve önemli madenlerin çıkarılmaya başlan­ ması sayesinde (Gove'da boksit, Groote Eylandt’ta manganez, Tennant Creek'te bakır ve özellikle de Darwin'in D.'sunda uranyum) nüfus son yıllarda artmaktadır ve daha çok belli merkezlerde, özellikle de Darwin'de yoğundur. I s l a n d , Yeni Zelanda'nın iki büyük adasından biri; 114 600 km2; 2 520 200 nüf. (1990) N O R T H L IT T L E R O C K , ABD'de (Ar­ kansas) kent, Arkansas'ın kuzey kıyısında, Little Rock’ın karşısında; 64 400 nüf. no rth



Northwest Tenitories’in kuzeyindeki adalardan Axel Heiberg adası



N O R T H P ER R Y , ABD’de köy. Ohio' nun kuzeyinde; 900 nüf. Erie gölü kıyısında nükleer santral. N O R T H R O P (John Howard), amerikalı



N O R T H U P İT a. (fr. northupite; öz. a. C, H. Northup'dan). Miner. Kübik sistemde yer alan ve sodyum klorür ile bir arada bulunan doğal kalsiyum ve magnezyum karbonat. N O R T H V A N C O U V E R , Kanada'da (İngiliz Kolombiyası) liman kenti, Vancou­ ver yakınında, Burrard körfezinin kuzey kı­ yısında; 31 900 nüf. Kereste sanayileri. Gemi yapımı. Tekstil sanayileri. N O R T H W E S T F R O N T IE R , Pakis­ tan’da il, Afganistan yakınında; 74 522 km2; 11 658 000 nüf. (çoğu Pathanlar). Merkezi Peşaver.



N O R T H W E S T T E R R IT O R IE S (“kuzey-batı arazisi”), Kuzey Kanada'da yö­ netimsel bölüm; 3 380 000 km2 (ülke yü­ zölçümünün üçte birinden çok); 54 000 nüf. (1990). Merkezi Yellowknife. Bu top­ rakların hem kıtadaki bölümünde, hem de kuzeydeki ve doğudaki adalarda, yüksekliği 2 0 0 0 m'yi aşan dağlar bulu­ N O R T H S Y D N E Y , Kanada'da (Nova nur. Takımadada arktik (ocak —35 °C, Scotia) liman kenti, Cape Breton adasın­ temmuz 5 °C), kıta bölümünde yarıarktik da; 8 300 nüf. Madenkömürü yatağı. (ocak — 25 °C, temmuz 15 °C) iklim ege­ mendir. Toprakları örten buz tabakası, N o r t h u m b e r l a n d , Büyük Bri­ yaz mevsiminde yalnızca birkaç desimet­ tanya'da yönetim bölümü, İngiltere'nin re erir. Turbalıklar ve tundralar çok yay­ kuzeyinde, Iskoçya sınırında, Kuzey de­ gındır. Yalnızca kıta bölümünün kıyıları yı­ nizi kıyısında; 5 032 km2; 301 400 nüf. lın 3 ayı buzsuzdur (dar geçitler ve küçük (1988). Merkezi Newcastle upon Tyne. koylar dışında). Yalnızca yarıarktik iklimli No rthum berlan d boğa», yerlerdeki ırmak ve göllerde kısa süreli Prince Edward adasını New Brunswick' ulaşım yapılabilir: Mackenzie deltasında ten ve Nova Scotia'dan (Kanada) ayıran 3 ay, ırmağın yukarı kesiminde 5 ay. boğaz. Çok dağınık olan nüfus, Kızılderililer N O R T H U M B E R L A N D k o n tla r ı, (yarıarktik kesimde), Eskimolar (Kuzey 1377-1670 arasında Percy ailesinin üyele­ Buz denizi kıyıları) ve beyazlardan (ma­ ri tarafından taşınan unvan. Ancak bu un­ denciler, tüccarlar, misyonerler) oluşur. Av­ van, ilkin lancaster devrimi ve İki Gül sa­ cılığa ve balıkçılığa dayanan geleneksel vaşları, sonra XVI. yy.'da ailenin katolikliiktisat gerilemektedir. Modern etkinlikler ği benimsemesi gibi olaylara bağlı bazı daha çok yeraltı kaynaklarını değerlendir­ kesintiye uğramalarla kullanıldı. Northum­ meye yöneliktir: altın ve gümüş (Port Ra­ berland dükü unvanını, 1551-1553 arasın­ dium, Yellowknife), çinko ve kurşun (Pine da John Dudley, ardından Charles ll'nin Point) çıkarımı, petrol ve doğal gaz ara­ (1683-1716) evlilikdışı oğullarından biri maları (takımada, Mackenzie deltası). De­ olan George Fitzroy taşıdı. 1749’da unvan, nizin ve ırmakların uzun süre buz tutma­ son Northumberland kontunun torunu So­ sı, ırmak ve kıyı ulaşımını çok sınırlı kıl­ merset dükü için yeniden ihdas edildi, o maktadır. Ama karayolları yapılmaktadır da bu unvanı 1766’da Northumberland ve Northwest Territories'nin ulaşımı düzen­ dükü yapılan damadı Hugh Smithson'a li hava seferleriyle sağlanmaktadır. En devretti. ( - D udley ve Percy ) önemli ticaret merkezleri, sağlık hizmetleri ve öğrenim merkezleri Yellowknife, inuvik N O R T H U M B R İA , eski ing. Nortanve Frobisher'de toplanmaktadır. hym bre, Deira ve Bernicia krallıklarının, —Tar. Eskiden Hudson körfezi şirketi’nin Bernicialı AEthelfrith'in (593-616) buyruğu mülkü ve 1870'e kadar Britanya tacı'nın altında birleşmeleriyle kurulan angl kral­ denetiminde olan Northwest Territories lığı. Başkenti: Eoforwic (York). Oswald dö­ Manitoba'ya verildi ve sonra 1871'de Konnemi (633-641) ile Oswio döneminde (641 federasyon'a katıldı. Buradan Yukon -670) Wales's ve Iskoçya Yüksek Toprak­ (1898), Alberta ve Saskatchewan1! (1905) larına kadar yayılan krallık, daha sonra oluşturmak, Québec, Ontario ve Manito­ Mercia'nın ve iskoçya Keltleri’nin darbe­ ba'ran sınırlarını genişletmek amacıyla bü­ leriyle geri çekildi. Northumbria uygarlığı VII. yy.’da İrlanda manastırlarının ve özel­ yük toprak parçaları alındı. likle lona manastırı'nın etkisiyle gelişti. Ül­ N O R T H W lC H , Büyük Britanya'da kenin hıristiyanlaştırılmasına iona manas­ (Cheshire) kent, Chester’in G.-D.'sunda; tırı öncülük etti. IX. ve X. yy.’lardaki İskan­ 18 100 nüf. Kimya (başlangıçta tuz çıkarı­ dinav istilaları ve bunu izleyen karışıklık, mına dayanıyordu), metalürji ve tekstil sa­ ülkenin bağımsız varlığına son verdi. nayileri. G. Hunter



N O R T H Y O R K S H IR E , Büyük Bri­ tanya'da yönetim bölümü, Ingiltere'nin kuzeyinde, eski Yorkshirehn kuzey bölü­ münü (en geniş, ama en az kentleşmiş ve en tenha kesim) oluşturur; 8 317 km , 713 200 nüf. (1988). Merkezi Northaller­ ton (8 800 nüf.). N O R TO N (Thomas), İngiliz yazar (Lon­ dra 1532 - Sharpenhoe, Bedfordshire, 1584). Katoliklere baskı yapmakla görev­ lendirildi, sonra kendisi de hapishaneye atıldı; cezasının bitiminde Londra kulesin­ den çıktıktan kısa bir süre sonra öldü. Thomas Sackville ile birlikte Seneca tar­ zında yazılmış ilk İngiliz trajedisi Gordobuc, or Ferrex and Porrex'i (1561) kaleme almıştır. N O R TO N (Caroline Elizabeth SHERI­ DAN, Mrs.), lady S tiiflng-M axw all, İngi­ liz kadın yazar (Londra 1808 - ay. y. 1877). Karmaşık siyasal boyutlu bir boşanmanın kahramanı olan ve "Dişi Byron” diye anı­ lan Norton, başarılı romanlardan (gezgin-



ci yahudi konusunu işlediği The Undying One, 1830) sonra, kadın hakları ve çocuk­ ların sömürülmemesi İçin savaşım verdi. Meredith, Diana of the Crossways adlı ro­ manında Norton'ı model almıştır. N o r to n to o r o m i. Elekt. ve Elektron. Gerilim kaynakları ve empedanslardan oluşmuş bir dipolün, akım değeri başlan­ gıç dlpolûnün kısadevre akımına eşit bir akım üreteci İle buna paralel bağlı ve de­ ğeri başlangıç dipolünün empedansına eşit bir empedanstan oluşan bir dipole in­ dirgenebileceğim ifade eden teorem. N O R TO N S O U N D , Bering denizi'nde körfez, Alaska'nın batı kıyısına açılır. Nor­ ton koyu, bu körfezdeki bir girintidir. N O R V ALİN a. (fr. norvaline). Org. kim. Formülü CH 3 - ( C H 2)2 -C H (N H 2 ) - C 0 2H olan amino-2 pentanoik asidin yaygın adı; valin’in normal zincirli bir İzomeridir. ■ N O R V E Ç , norveççe Norge, K. Avru­ pa'da devlet; 325 000 km2; 4 250 000 nüf. (1991). Başkenti Oslo. Resmi dili norveççe. CO ĞRAFYA



Arktlka ve Antarktika'da toprakları olan Norveç, 57° 57' K. ve 71° 11' K. enlemle­ ri arasında uzanan dağlık bir ülkedir. Kı­ yı şeridi çok uzundur: 2 657 km boyun­ ca uzanan 2 0 km'lik kıyı cephesi. İç kesi­ me doğru gidildiğinde, İskandinavya sıra­ dağları nedeniyle İsveç ile ulaşım güçtür. Ülkenin iktisadi tarihinin ortaya koyduğu ve Kuzey denizi'ndeki petrol işletmeleri­ nin de vurguladığı gibi, bütün koşullar Norveç'i denize bağımlı bir devlet haline getirmektedir.



doğal koşullar Norveç’teki dağlar, düzleşip sonra ye­



niden yükselmiş birçok eski İskandinav kalkanından kaynaklanmaktadır. Bu yüzey şekillerinin tümü, Lofoten ve Vesterâlen adalarının batı ucunda tutunmuş gerçek inlandsisler olan büyük Dördüncü Zaman buzullarınca değişikliğe uğratıldı. Bu dev buzul, çevreyi yeniden biçimlendirdikten sonra yok oldu (birkaç buzul hâlâ varlığı­ nı sürdürmektedir ve kendilerine gideğen görevi yapan vadi buzullarına doğru ya­ vaş yavaş akmaktadır). Bu buzulların doğ­ rudan doğruya iklim koşullarına bağlı ya­ yılımı Xyill. yy.'da en geniş alanına ulaştı ve erimeleri (izostatik dengeleme nede­ niyle çok düzensiz olarak gerçekleşse de) genel kıta düzeyinde bir yüteelmeye yol açtı. Böylece su düzeyi üstüne çıkan ye­ ni topraklar, buzlan eskiden çözülmüş böl­ gelerin tümünü kaplayan buzultaşlara oranla tarıma çok daha elverişli deniz tortullanyla örtülüydü. Çökelmiş buzultaş parçaları, iyi akaçlanmayan yüksek plato­ larda (fjâll ya da fjelller) turbalıkların oluş­ ması için elverişli, asitli ve ağır topraklar­ dı. Fjâlllar, yılın büyük bölümünde don­ muş halde ve orman sınırının üstünde bu­ lunurlar; ülkenin asıl yaşanacak bölümle­ rini (0sterdal, Hallingdal, Humedal, Telemark v b ) oluşturan, derin ve birbirinden kopuk birkaç vadiyle yarılan bu yüksek platoların çöküntü alanlarını birçok göl kaplamıştır Denize bakan cephede buzul­ lar, dağlar arasında, hem yöreye özgü hem de dev boyutlu manzaralar oluştu­ ran birçok fiyord biçimlendirmiştir. En ba­ sit girintiden, ucu denize doğru 150 km'lik bir çıkıntı yapan Sognefjord’a kadar Nor­ veç’te her çeşit fiyord tipine rastlanır. Dağ­ lar arasına sokulmuş fiyordlar, ulaşım ek­ senlerinin oluşturulmasında güçlükler çı­ karan gerçek "dünya uçları” olan duvar gibi sarp yamaçlara açılır. Flyordlu kıyılar ancak G.-B.’da dağların denizden uzaklaş­ tığı yerlerde ortadan kalkar; iklim koşulla­ rının da en elverişli olduğu yerler burada­ dır.



K U Z E Y \ B UZ



DE N i Z l \



B e rle vâ g , G am vIK. « r . , BSİafjord K jo lle fjo rd K o n g sfjo rd < » » V Kurey tu™ * %



dem iryolu



M a«.



Tk h »



H o n n in g svâ g ' ^aeıfıoN Havoysunch fiB ^ ffiT 1 * ’ Rèpvég



#



:



' \ . - -K irk e n e s **



HammerfeatJ



RUSYA



0k sfjo rd ¿^ . [a ra sjo k \



Ringvaş^f T rom sdalen y



T ro m sß



*



FİNLANDİYA



Kvaley



K iruna



S u litje lm a



>2*3.19M



*”



( Şulitjelm a Bognan



Bodo O rn e s * Ç G ra n e y *



¿



»S to rfo rsh e i N esna#'



4191



S a n d n e s ja e n 1



Vegè r » ja v a triv .



B rd n n e y s u n d '



l mo.en Namsos



JEOMORFOLOJİK BÖLGELER S to k k ^ u n d ' T r o n d h e im t r şariyaj alnı kırık B U Z U L Ş E K İL L E R İ



C g . fiyordlu kıyı ¿y



K ristiansund,



tekne vadi cephe buzultaş buzulla işlenmiş yüksek doruklar



V p



* ld„ , ° 'u n h e it h



M álay# N o rd fjo rd ' —



g ü n c e l buzul



? r á a l, F age rn e s* »Ljl«



F io « . Svarlısi buzuji



le im e t |^8ara fo p p d a l ^ n8 îo vre ^ Ije r k in r t^ V L , ^ D ó ' m b a s 03^ fí o n d k M f e - K oppa n g ^ il



.ANDİYA b u z u lla aşındırılm ış d o n m u ş to prak yüzeyi



.B o rg u n d Q o l



v t ei kanger leim ’



S o g n e fjo r d :



Norhetmiund , •



ARKEYEN TEM ELİ



İskandinav kalkanının başkalaşmış kayaçları (granit ve gnays) Kaledonya kıvrımlarıyla yeniden billurlaşmış arkeen billurlu temeli TEM EL ÖRTÜSÜ



Kaledonya kıvrımları sırasında yerli kayaçlar C a m b n a s o n d n a ait k um ta şı ve po rfir



F je ll* '



H a rdangerfjord-



H



.



j^ < o n g s v in g é r



H is r v e fo s e V g p



u J N e s # « , A Ä -II«



'



R jukan* .



H ardangeru 0 \.oddw «Bauland RalpBI Haukeligcend Sfc



T SS,S8rß6b0r8 Raider



a o s b ^rg



Larvik



r0 • P orsgrurm X ''¡S a #R isar



^y'*Arendal



Hau9esÄ



B o k n a fjo r d



'•



y1 j y * G r im s t a d



Stavanger# Sandnes



\(/r



f ' L ille s a n d



K ristiansand



Eger^um



jf^ * /



F le k k e fjo r d



fanda!



^



d o ğ u y a d o ğ ru hafifçe s ü rü k le n m iş C a m b ria s o n ü n a a it kuvarsit örtü leri K a led on ya (eosenklınalm m C am b ria -S ilu re s yaşlı kuv v e tle s ürü k le nm iş m iko şıst ve kireçtaşları sürü k le n e re k yer de ğ iştirm iş gra n it v e g a b b ro örtü leri K a le d o n y a plü to n ik kayaçları s o k u lm u ş b illurlu kayaçlar (p e rm lavları)



/



D A N İM A R K A



Kaledonya hareketleriyle kıvrılmış ve sürüklenm iş k a y a ç la r, düzlenm iş



¡ ¡ i |1



nV-



F a rs u n d



I ,.y t C a m b rıa sılures’e ait H H H L kireçtaşı ve killer



s o n ra Ü ç ü n c ü Z a m a rfd a y ü k s e lm iş



t- r e d ^ ik s ta c



\*i'SandôtjOrd



V



iklimin yumuşaklığı ve nemliliği, Atlas okyanusu sulanna yakınlığı nedeniyle, bu­ lunulan enleme göre olağandışıdır. Otlak­ lar ve ormanlar İçin elverişli olan İklim ko­ şullan, hem enlem hem de boylam değiş­ tikçe hızla bozulur. D.’ya doğru dağlar G. -B. rüzgârlarının yumuşatıcı etkilerinin iç­ lere girmesini engelleyen bir set oluşturur; dolayısıyla da, buralarda iklim daha sert ve karasaldır: Bergen’in yılda 2 000 mm yağış almasına karşılık Oslo yalnızca 750



A



*2



N O RVEÇ



Norveç „DIŞALIM B



8714



S



BES4N-TARIM tahıl



gaz 0



taze meyve şeker



itim alır. K.e doğru kışlar uzarken, yazın güneşli günlerinin sayısı azalır ve böyleee arktik bir çevre ortaya çıkar. Bu fiziksel koşullar göz önünde tutuldu­ ğunda, ülke 5 büyük bölgeye ayrılır. Sç»rland, 0stland, Vestland, Trpndelag (Gü­ ney Norveç'in tümü) ve Kuzey Norveç. Bu bölgede bitki örtüsü yavaş yavaş cı­ lız ormanlara ve rengeyiklerinin dolaştığı otlaklara dönüşür; kuzeydeki Finnmark, İsveç ve Fin Laponyası'nın devamıdır ve Kuzey Buz denizi kıyısında uzun bir kıyı şeridi vardır. Daha güneyde, deniz ile da­ ğın sürekli yan yana bulunması nedeniy­ le Tromsö ili çok güzel manzaralıdır; dağ­ lar, Lofoten ve Vesterâien adalarıyla (Vestfjord'un birbirinden ayırdığı, Ofotfjord ile devam eden doruklar dizisi denizin orta kesimine sokulur, iklim koşullarının sertli­ ği ve ulaşım güçlükleri bu kuzey bölgesi­ ni sert iklimli, az rıufuslu bir bölge haline getirir. Bu koşullar Güney Norveç'te yu­ muşar. Oslo fiyorduna, Glâma ve Drammen'e dökülen kolların hidrografya ağla­ rını içeren 0 stland, tarıma en elverişli böl­ gedir; 0 stland, büyük ulaşım yollarının geçmesine elverişli ve bu nedenle de ol­ dukça kalabalık, çökmüş bir bölgedir. Bu­ na karşılık Vestland, büyük fiyordlara (Sognefjord, Hardangerfjord vb.) ulaşan kısa vadilerle yarılmış yüksek platolardan oluşur. Skagerrak'a kadar yavaş yavaş al­ çalan dağlardan oluşan Sorland, Vestland ile 0 stland arasında bir geçiş bölgesidir. Trÿndelag'a gelince, Kuzey Norveç’ten Güney Norveç'e geçişi sağlar. Burası, hem Atlas okyanusu’na (Trondheim fiyor­ duyla) hem de İsveç'e (Jâmtland ile) açı­ lan bir çöküntü alanıdır.



7 12 0 /2



HİDROKARBONLAR



TROMS0FLAKET



işlenen gelişmekte olan bilinen



B



kahve



®



yağlı tohumlar



B



kereste



. petrol boruhattı gaz boruhattı



kâğU-hiunuru



petrol rafinerisi



1 ocak 1982'de geri kazanıiabilir petrol ve gaz rezervlerinin durumu



¡MADENSEL ÜH(lNLER nikel ; cevheri



= 10 Mt



= 10 Md m 3



"



62. paralelin ^kuzeyinde arama çevresi



i



ENERJİ SA lAY/fc ÜRÜNLER ta ş fcm jru ...



6 50 7 /11



lo n g s ta d ; aÖ* Gümüş) ¿1 karesi - f "



Slagen



li t t



\K



Fergus’a •



*ru



C oA, Albuskjeli— \ Balı Ekotisk - c



Edda-^ Eldfi*^



s



^E kofisk



ekonominin temelleri



H O LLAN D A \



gölgesi jŞ ta tfjo r d



p e tr o l"



„ y a lh a ii



ü re tim in in



gelişimi N ord ka p p Loppa



B âtsfjord



./iv f'V a d s â ’



Trom se vagan



EKONOMİ



Vestvâgoy



;'■>



BALIKÇI // LİMANLARI M



\\ Bidd/ovagge >



Krlstlansur Alesund û H eroy . î j Vâgsey f Flore rAskev



J



METALÜRJİ VE KİMYA bakır (dökümhane) ^ bakır "^ ‘metalürjisi ^ magnezyum •^ e le k tro . «m etalürji



LADENLER C demir bakır bakır ^ piritleri kurşun, çinko molibden c titan c cevherleri ^ j.



l50ra



KİMYA ®elektrokimya



le râ k e r Lö k k e n ~ l J v e r fje iï e t



«î*



$ petrokımya 'nitratlar



i



¿Salsbr^uket



M0 Tav X V / ? " 5 1 H usnes>



//



slul;an ^aVfJSOora



Vısnes s N o to d d e n



Karmey ' 2 s o f t e & ayakkâb



öğütme odunu, / kâğıt hamuru



■ È é u v s n e s) ^ p ila fo s s



; 5 K Ç flW



ad



re //n t» £ * na6® "/iy c le h a v n Sogndal ‘ Farsund K rlstla n sa n d j



|ÿk(>gn



4*



■rondheim Aukra Alesund ıisteinvik Lllleham m er



* ■ »







KÂĞIT HAMURU VE KÂĞIT .



V kâğıt hamuru « kâğıt « kâğıt hamuru ve kâğıt



GEMİ YAPIMI * * * şantiyeler



ölçüm, kontrol, çözümleme ve denetim aygıtları



V



Henefoss



' Oram m en Sklen 2



Stavant



^Porsgrunn % Riser y



özel gemiler



Nüfusun ortalama yoğunluğu azsa da, tarım alanlarının yüzeyi göz önünde tutu­ lursa yüksek sayılabilir (tarım alanının beher km2'sine 450 kişiden fazla). Nüfu­ sunun yarısından çoğu kırsal kesimde yaşayan Norveç, hâlâ bir tarım ülkesidir; yıllık nüfus artışı X 3’tür. 15 yaşından küçükler nüfusun % 2 1 ini oluşturur. Öte­ ki İskandinav ülkelerinde olduğu gibi ya­ şam düzeyi yüksektir (kişi başına düşen GSMH yılda 26 380 dolar). Hldrokarbür dışsatımları sayesinde, dış ticaret açık vermemektedir ve öde­ meler bilançosu aşağı yukarı dengede­ dir. Dışalımların % 87'si gemilerle ger­ çekleştirilir; dışalım ve dışsatımların yo­ ğunluğu, ulusal kabotajın önemli bölü­ münü sağlayan deniz ticaret filosunun (39,7 milyon groston) gelişmesinde en önemli etken olmuştur. Norveç, dış tica­ retinin yarısını Ortak pazar üyesi ülkeler­ le yapar (Norveç, 1972'de yapılan bir halkoylamasında, AT’ye girmeyi kabul etmemişti. Ancak 1992'de parlamento, AT'ye katılmak için başvurma kararı aldı. 1960'tan beri Avrupa serbest mübadele birliği [EFTA] üyesidir). Üçüncü dünya ülkeleriyle çeşitli ilişkiler sürdürmektedir. Norveç, uyguladığı bu açık ekonomiden dolayı yabancı rekabet tehlikesiyle karşı karşıyadır: sanayisi rekabet edebilecek güçte olmak zorundadır. Norveç'te devletin ekonomiye giderek daha çok müdahale etmekte olduğu gö­ rülmektedir. Devlet, birçok sanayi sektö­ rünü, bu arada demir-çelik sanayisini ve petrole bağlı tüm etkinlikleri, Statoil ara­ cılığıyla denetlemektedir, işsizlik oranı oldukça düşüktür ancak son yıllarda ar­ tış eğilimindedir. Uluslararası rekabet nedeniyle güç duruma düşen sanayilere sürekli yardım yapılması gerekmektedir. Ayrıca, petrol sanayisinde ücret düzeyi­ nin yüksek olması, sendikaların baskısıy­ la öteki sanayi kesimlerinde de ücretle­ rin yükselmesine yol açmaktadır. Yüksek ücretler ve çeşitli sübvansiyonlar, ülke­ nin toplumsal ve coğrafi dengesini koru­ yabilmek İçin gerekli bir politika olmakla birlikte, bu politika norveç sanayisinin üretiminde gerilemeye yol açmaktadır.



tarım



sanayi



Ekilebilen topraklar, ülke yüzölçümü­ nün ancak % 2 'sini oluşturduğundan, ta­ rım ürünleri açığı vardır (Norveç bu ko­ nuda ihtiyacının ancak % 50'sini karşıla­ yabilmektedir). Tüm tarım kesimi çalışan nüfusun % 6.7'sîni istihdam etmektedir. Tarım, daha çok hayvancılığa yönelik­ tir; çünkü iklim yalnızca arpa (yararlanıla­ bilen tarım alanının % 35'i) ve patates eki­ mine olanak vermektedir. Geleneksel kır­ sal yaşam (hayvanların yazın yüksek yay­ lalara götürülmesi), özellikle Güney Nor­ veç'te giderek ortadan kalkmaktadır; çün­ kü buralarda yem bitkileri ekiminin yoğun­ luk kazanması, hayvan yetiştiricilerini, ayrı­ ca yazlık otlaklara başvurma ihtiyacından kurtarmıştır. Ne var ki bu uygulama sonu­ cunda keçi, koyun ve rengeyiği sayısı azalmış, yüksek toprakların değerlendiril­ mesi sorunu ortaya çıkmıştır (bu toprak­ ların bazı bölümleri turistik amaçlarla do­ ğal parka dönüştürülmüş bulunuyor). Bu­ nunla birlikte, süt üretimi artmaktadır. Ta­ rım işletmecilerinin % 67'si, etkinliklerinin ancak bir bölümünü tarıma ayırmaktadır­ lar. Norveçli çiftçiler kışı ya balık avlaya­ rak ya da ormanlarda geçirirler; oysa bu iki etkinlik sektörü de birer uzmanlık ala­ nı halini almakta ve buralardaki işler tam süreli çalışmayı gerektirmektedir. Norveç topraklarının büyük bölümü, or­ man üst sınırının ötesinde yer almakla birlikte, ormanlar, ülke yüzölçümünün % 24'ünü kaplar. Bu nedenle orman, İs­ veç ve Finlandiya'daki kadar olmasa da, önemli bir ek kaynaktır. Daha çok Vest­ land, Sçtrland ve Tröndelag'da yer alan or­ manların % 80'i kozalaklılardan, çamlar­ dan ve özellikle de ladinlerden oluşur. Or­ manlar tam randımanla işletilmemektedir; nitekim, verimli orman hacminin yılda 1 2 milyon m3 artmasına karşılık, 1988‘de an­ cak 10 984 000 m3 ağaç kesilmiştir Bu­ nun nedeni köylü mülkiyetinin genişliği­ dir (% 73); köylüler, sanayinin gereksi­ nimlerinden çok, kendi gereksinimlerine göre kesim yapmaktadırlar. Orman işlet­ me koşullan modernleşmiştir: kesim bü­ tün yıl boyunca sürer: birçok orman yolu­ nun yapılmış olması kütükleri yüzdürerek taşıma yöntemine son verilmesine ola­ nak sağlamıştır. Böylece işçi sayısı azal­ mış ve işçilik sürekli hale gelmiştir. Modernleşme balıkçılık alanında da gözlenmektedir (Norveç bu alanda dün­ ya yedincisidir). 1988'de 1,9 Mt balık av­ lanmıştır (kişi başına 447 kg). Böylece, zanaatçı ve mevsimlik bir nitelik taşıyan ve özellikle Lofoten adalarında yapılan morina avcılığı çevresinde toplanan balık­ çılığın geleneksel çehresi giderek de­ ğişmektedir. Balıkçılığa elverişli koşulların (Atlas okyanusu sularıyla kutup sularının kucaklaşması, kıyı platformunun genişli­ ği) varlığını sürdürmesine rağmen, norveç balıkçılığı ekolojik bir bunalım geçirmek­ tedir: aşırı avlanılan balık türleri birbiri ar­ dınca yok olmakta, eskiden norveçli ba­ lıkçılara büyük paralar kazandıran mori­ na ve ringa, yerini trisopterusa bırakmak­ tadır (avlanan balık tonajının °/o 46'sı trisopterustur). En önemli balıkçılık limanı Tromsd'dur. Balıkçıların sayısı sürekli ola­ rak azalmaktadır: 1960’ta6 0 000, 1975'te 31 000. Balıkçı teknelerinin sayısında da düşüş vardır; avlanan balıkların % 95’i za­ naat yöntemleri kullan an balıkçılarca ya­ kalanmakla birlikte geleneksel balıkçılık fi­ losu azalmakta, buna karşılık büyük ba­ lıkçılık birimleri artmaktadır Hatta, Norveçlller’in asıl uzmanı oldukları Antarktika’da balina avcılığı bile azalmaya yüz tutmuş­ tur. Norveçliler, az miktarda taze balık tü­ ketip, dışarıya çok balık satmaktadırlar. Bu sayede balıkçılık, balıkları tüketime hazır­ layan birçok fabrikayı (bunların en ünlü­ sü Hammerfest'teki Findus fabrikasıdır) yaşatmaktadır Genellikle ülkenin kuzeyin­ de kurulmuş olan balık fabrikalarında 2 0 000 kişi çalışmakta ve halkın % 40’t ya­ şamını balıkçılıktan kazanmaktadır.



iç pazarın güçsüzlüğünden ötürü, sa­ nayi kesimi hiçbir zaman üstün duruma geçememiştir ve çalışan nüfusun ancak % 23'ünü istihdam etmektedir. Orman, hidroelektrik, denizcilik ve petrol gibi ye­ rel kaynaklar (daha önce sözü edilen ba­ lıkçılığı da unutmamak gerekir) sanayi et­ kinliklerinin gelişmesini teşvik eden et­ kenlerdir. Kereste sanayisi çok geniş bir alana ya­ yılmış, birblrleriyle ilişkisiz ve tek bir fabri­ kaya bâğımlı küçük merkezler halinde et­ kinlik gösteriyordu. Bu sanayi, gerek ik­ mal (gereksinimlerinin bir bölümü İsveç’ ten geliyordu), gerekse satış bakımından güçlükler karşısındaydı. Selüloz ve kâğıt hamuru imalatı, mobilya sanayilerinin re­ kabetiyle karşılaştığından, bu rekabete göğüs gerebilmek için küçük sanayi mer­ kezleri bir araya gelmek zorunda kaldılar. Böylece iki büyük kereste sanayisi komp­ leksi oluştu: biri Trondheim fiyordu, öteki Oslo fiyordu (Sarpsborg'da) kıyısında yer alan bu kompleksler, birbirinden kopuk birçok merkezin varlığını tehlikeye düşür­ dü. Bununla birlikte, bu küçük merkezle­ rin etkinliği hâlâ imalatın % 2 0 ’sini karşı­ lamakta ve böylece Norveç'in dünyanın dördüncü gazete kâğıdı üreticisi durumu­ na gelmesine katkıda bulunmaktadır. Elektrik üretimi (kişi başına 28 000 kWsa ten çok) 119,2 TVVsa'tir ve bunun % 99'u hidroelektrik kökenlidir. Ancak, eko­ lojik gerekler de hesaba katılarak ülkenin hemen hemen bütün potansiyeli kullanıl­ mış olduğundan, üretim tavan noktasına ulaşmış bulunmaktadır. Yerel olarak kul­ lanıldığında ucuza mal olan bu enerji, Bu bakımdan güçlü kaynaklara gereksi­ nimi olan birçok fabrikanın kurulmasını kolaylaştırmıştır (Norsk Hydro adı altın­ da bir araya gelen ve Vestland ve Sorland'da kurulmuş olan demir alaşımları ve elektrometalürji üretimi birimleri: Ardal ve Kristlansand'da yer alan alüminyum fabrikaları [ithal alümin işlerler); Arendal, Porsgrunn ve Tlnnfoss'daki demir alaşım­ ları fabrikaları; Glâmfjord'daki elektrokimya fabrikaları; Herçya'daki nitrat [ağır su­ yun temeli] fabrikası). İsveç'in tersine ola­ rak, Norveç’te maden kaynakları azdır: yalnızca bakır ve titan belirtilmeye değer; Sydvaranger'de çıkarılan demir, millileşti­ rilmiş olan Mo i Rana çelik fabrikasını bes­ lemektedir. Deniz taşımacılığı'ndan yararlanmak için bütün bu fabrikalar kıyıda kurulmuş­ tur. Deniz taşımacılığı, Norveçlller'e "de­ nizlerin yük arabacısı" unvanını kazandır­ mıştır. Bu taşımacılık, ayrıca tersanelerin kurulmasını, bunlar da makine sanayile­ rinin varlığını zorunlu kılmıştır. Ticari de­ nizcilik, bunalımdan büyük zarar gördüyse de, modern ticaret politikasına açık eski armatör aileler sayesinde Norveç tersane­ leri rekabet güçlerini hâlâ korumaktadır­ lar Bu tersaneler, petrol üretiminde kulla­ nılan platformlar ve delme gereçleri imal eden fabrikalara dönüştürülebilir nitelikte­ dir. 1966'da açılan ilk kuyulardan sonra, petrol ve doğal gaz üretimi sürekli arttı: 1990'da 82 Mt ham petrol (Ekofisk ve ya­ kınındaki yataklar, Statfjord, Valhall) ve 25 Gm3 doğal gaz (Ekofisk ve Cod, Frigg, Heimdal) üretildi. Varlığı kanıtlan­ mış petrol rezervleri 1,5 milyar ton, doğal gaz rezervleriyse 2 379 Gm3'tür. Petrol üretimine bağlı kazançlar ciddi ekonomik sorunlar yaratmaktadır; çünkü, hem yük­ sek ücretlere, hem de enflasyona yol açarak uzun vadede geleneksel norveç sanayisinde tıkanmaya neden olabilir. Bu durum, ülke alanında yeni bir düzenleme gerektirebilecek zor bir seçimi zorunlu kılmaktadır, çünkü ülke toprakları üzerin­ de bugünkü nüfus dağılımı geleneksel sanayiler tarafından belirlenmektedir. Sonuncu kaynak, ülkenin doğal güzel­ liklerine bağlı olan turizm'dir. Turizm, ulu­ sal parkların gelişmesine yol açarak, ka­



rayolları ve demiryolları yapımını teşvik ederek ülke topraklarının düzenlenmesin­ de etkili bir rol oynamaktadır Bununla bir­ likte, birçok norveçlinin yurtdışı gezilere çıkması hizmet kesimi bütçesinin açık ver­ mesine neden olmaktadır. TA RİH



Hıristiyanlık çağının başlarında, Kuzey’e yerleşen Laponlar uzun sûre başka halk­ lardan uzak kaldılar; Güney ve Güney ;bati'dakı vadilere iskandinavlar yerleştiler İskandinav toplumuna egemen olan top­ rak sahibi köylüler, kölelere, azatlı kölele­ re ve yoksullara hükmettikleri gibi, tarımın yanı sıra Laponlar ile ticarete de giriştiler. Bu toprak sahipleri meclisler halinde top­ lanarak vadilerinin kralını seçerlerdi. Vikingler döneminde (IX.-XI. yy.), yoksul köy­ lüler adaları sömürgeleştirmeye başladı­ lar (Shetland, Faerperne, Orkney); toprak sahipleri ticaret yaptılar, sonra Britanya adalarını yağmaladılar, Hebrides adaları ile iskoçya'nın kuzeyini, Man'ı ve İrlanda limanlarını fethettiler; Birleşik krallık'ın sür­ güne gönderdiği senyörler, İzlanda’yı ve Grönland’ı sömürgeleştirdiler. (-> NOR­ M A N L A R . ) Yaygın inanca göre Norveç'in birliğini ilk kez IX. yy. sonunda Harald I Hârfager (Güzel Saçlı) sağladı; ama o ölünce veraset kavgasına girişen oğulları Kuzey-batı senyörleri ve Güney'i kendi hi­ mayeleri altına alan DanimarkalIlar İle ça­ tıştılar. Norveç krallığı'nı yeniden meyda­ na getiren Olav Tryggvesson (995-1000), başkent Nidaros'u kurdu (997) ve uyruk­ larını hıristiyanlaştırmaya başladı; kuzeni Olav II Haraldsson (1016:1030) onun bu uygulamasını sürdürdü: İngiltere ve Da­ nimarka kralı Büyük Knud, batılı önder­ lerin desteğiyle Norveç’i istila etti ve Olav, Stiklestad savaşı’nda öldürüldü. Knud'un Norveç kralı yaptığı oğlu Sven'i kovan Norveçliler (1034 ya da 1035), aziz Olav' ın oğlu Magnus'u (1035-1047) çağırdılar. Ortaçağ Oslo’nun kurucusu ve İngiltere'ye bir çı­ karma yaparken öldürülen Harald Hârdrâde (Sert) [1047-1066] ya da filola­ rını haçlı seferine götüren Slgurd (1103 -1130) dönemlerinde, viking ruhu yeniden canlandı. Slgurd’un ölümü üzerine başla­ yan veraset kavgaları, krallığın kudretini azalttı; aslında her bölgenin ayn bir hüküm­ darı vardı, gerçek iktidar aristokrasinin elin­ deydi. Güçlü ve iyi örgütlenmiş bir kurum olan Kilise, bir Norveç kralını, Magnus V Erlingsson'u ilk kez kutsayarak meşru bir sülale kurdu (1164). Sverre Sigurdsson (1180-1202) hem soyluların, hem din adam­ larının krallığın kudretine boyun eğmeleri­ ni sağladı. Torunu Haakon IV Haakonsson (1217-1263), iç savaşlann sona ermesinden yararlanarak Orkney, Shetland, İzlanda ve Gröndland adalannı geri aldı, ama adalar için iskoçya kralıyla çekişirken öldü ve ar­ dılı, Hebrides adalarını ve Man'ı bırakmak zorunda kaldı (1266). Haakon IV'ün senyörleri ve yüksek rüt­ beli rahipleri geçici olarak susturmasına karşın, Magnus VI Lagaböte (Yasa Koyu­ cu) [1263-1280], feodal bir hiyerarşi örgüt­ ledi ve alman tüccarlarına ayrıcalıklar ta­ nıdı. Ondan sonra tahta çıkan ve gelir kay­ nakları bulamayan ardılları, Hansa'dan borç alınca, çok geçmeden norveç eko­ nomisine Hansa egemen oldu ve bir ulu­ sal burjuvazinin oluşumunu engelledi. 1349'da Norveç, karavebanın pençesine düştü, bu salgın hastalık, halkın üçte iki­ sini etkiledi, isveçli, danimarkalı ve alman göçmenler krallığı istila ettiler; bu arada yoksulluk ve iktisadi durgunluk ülkeyi bir­ kaç yüzyıl etkisine aldı. Birlik Haakon V Magnusson (1299-1319), tek kızını İsveç kralının kardeşiyle evlendirdi ve torunu Magnus VII Eriksson'un (1319



Norveç 8716



-1343) birleştirdiği iki krallık ölümünden önce ayrıldı. Ama Magnus'un ikinci oğlu Haakon VI (1355-1380), Danimarka kralı Valdemar IV Atterdag'ın (öl. 1375) vârisi Margrethe ile evlendi ve İsveç’i onun kar­ deşi Erik’ten (öl. 1359) miras yoluyla aldı; ama bu ülke yüzünden Mecklenburglu Albrecht ile çatıştı. Oğlu Olav (1380-1387) adına Danimarte ve Norveç naibesi olan Margrethe, sonunda Mecklenburglu Alb­ recht yandaşlarını yok etti. Oğlunun ölü­ münden sonra, yeğeninin oğlu Pomeranyalı Erik'i kendine vâris olarğjt seçti ve bu karârını üç krallığın soylularına kabul et­ tirdi (Kalmar Birliği, 1397). Norveç, Birlik içinde büyük zararlara uğradı; danlmarkalı yöneticilere teslim edilen ülke, Christian l'in iskoçya kralına söz verdiği Orkney ve Shetland adalannı kaybetti (1468). Norveç ulusu Gustaf Vasa zamanında İsveç'in bağım­ sızlığını kazanmasından sonra Birlik'in bo­ zulması üzerine (1523) Norveç krallığı, lutherciliği (1537) ve kendi dilini zorla kabul ettiren "Danimarka krallığı’na bağımlı bir ülke" durumuna geldi; ülkeyi sömürme­ de, Hansalılar'ın yerini Hollanda donan­ ması aldı. Danimarka kralının uğradığı bozgunlar nedeniyle Norveç'in yitirdiği Jâmtland ve Hârjedalen (Brömsebro ba­ rışı, 1645), Bohuslân ve Trondheim (Roskilde barışı, 1658) İsveç'in eline geçti. Or­ manların ve demir madenlerinin işletilme­ sinde kaydedilen gelişmeler ve XVII yy.'da denizciliğin yeniden doğuşu, bu köylü ulu­ sun başına tüccarlardan oluşan seçkin bir sınıfın geçmesini sağladı; bu arada kra­ lın kırsal kesim yararına aldığı önlemler (tahtın 1660’tan başlayarak satışa çıkardı­ ğı toprakların satın alınması), kısa bir sü­ re önce Danimarka'dan gelip yerleşmiş olan soyluları geriletti. Topraksız köylüle­ rin, kendilerini acımasızca sömüren top­ rak sahibi köylülere karşı birkaç kez ayak­ landığı XVIII. yy.'da düşün yaşamında gö­ rülen rönesans, Danimarka'ya karşı ulu­ sal duyguyu pekiştirdi. XVIII. yy.’da transız -İngiliz savaşlarındaki yansızlıktan yararla­ nan norveç donanması, İngiltere'nin, kıta Ablukası'na karşı aldığı önlemler nedeniy­ le yıkıma uğradı: Danimarka'dan ayrılan Kuzey krallığı, açlıkla karşı karşıya kaldı. İsveç naibi Bernadotte, Danimarka kralı Frederık Vl'yı Norveç'i kendisine verme­ ye zorladı (Kiel barışı, ocak 18)4); ama Danimarka naibi Prens Chrıstian Frederik, bir Ulusal meclis topladı ve bu mecli­ sin, kendisini tahta çıkarmasını ve mayıs 1814 Eidsvoll (ya da Eidsvold) anayasa­ sını onaylamasını sağladı. İsveç istilası üzerine Norveç, İsveç ile sınırlı bir Birlik antlaşması imzalamak zorunda kaldı (6 ağustos 1815): iki krallığın yalnız kralı ve dışişleri bakanı ortaktı. Bernadotte, 1814 liberal anayasası’™ kabul etmek zorunda kaldı. Bu Anayasa, tüm yasama erkini, ödentiyle elde edilen oy hakkıyla seçilen bir Storting'e veriyor, krala yalnızca uygu­ lamayı erteleyici ve bir veto yetkisi bırakı­ yordu. Bernadotte ayrıca. Birlik antlaşması'nın gözden geçirilmesini de kabul et­ mek zorunda kaldı. Yapılan değişikliklere göre Norveç, ulusal bir bayrağa sahip olu­ yor ve kral temsilciliği kaldırılıyordu. Nor­ veç ekonomisinin gelişmesi devam etti: balıkçılık, kabotaj, başka uluslar hesabı­ na yapılan taşımacılık, norveç filosunu dünyanın üçüncü filosu durumuna getir­ di. XX. yy. başında beyazkömürün kulla­ nılması elektrokimya sanayisinin gelişme­ sini sağladı. Eğitimi yaygınlaştırmak için çok büyük çaba harcayan bu varlıklı ül­ ke, XIX. yy.'ın ikinci yarısında, edebiyat ve sanat alanında atılım yaptı. Aydınlardan oluşan seçkin bir kesim, ulusal duyguyu geliştirmeye çalıştı. Sol önder Johan Sverdrup, kral Oskar ll'yi Norveç'te parlamenter rejimi tanımak zorunda bıraktı (1884). 1905 te Norveç, İs­ veç'ten koptu: 7 haziranda Storting, Os­ kar ll'nin artık Norveç kralı olmadığını ilan



etti. Bunun üzerine İsveç, Norveç'in ayrıl­ masını kabul etti. Storting'in kararlaştırdı­ ğı bir halkoylamasından sonra Norveç' İn seçtiği danimarkalı prens, Haakon VII adıyla kral oldu (kasım 1905). bağımsız Norveç Norveç, 1898'de genel oy sistemini ka­ bul etti. Kadınlara oy hakkı tanıyan ilk ül­ kelerden biri oldu (1913). 1914-1918 ara­ sındaki yansızlığının artırdığı refah, bu ül­ kede. yaşam düzeyinin yükselmesini sağ­ ladı; işçi sınıfının önemi, işçi partililerin ik­ tidara gelmesine (1935’te Nygaardsvold hükümeti) yol açtı. Çiftçilere dayanmak zo­ runda kalan bu hükümet sınırlı reformlar­ la yetindi. 1814'te Danimarka’ya geçen İz­ landa ve Foer^erne adalarını yitiren Nor­ veç, Grönland'ı da bırakmak (1933) ve Pa­ ris antlaşması'na dayanarak aldığı (1920) Svalbard ile yetinmek zorunda kaldı. Ba­ rışçılığına karşın Norveç, ikinci Dünya sa­ vaşı nin dışında kalamadı: denizaltı sava­ şı için emsalsiz olan kıyıları ve İsveç de­ mirinin dışsatım limanı olan Narvik Hitler’ in iştahını kabartmıştı. 8 nisan 1940'ta Os­ lo'ya verilen bir ültimatomdan bir gün son­ ra alman birlikleri Oslo, Stavanger, Trond­ heim ve Narvik limanlarını işgal ettiler. Kral ve hükümeti direnme emri verdi ve bir fransız-ingiliz birliğinin yardımına rağmen Norveç, 9 haziran 1940'ta teslim oldu; kral ve bakanları, 7 haziranda İngiltere'ye geç­ tiler. Halk işgalcilere öylesine karşıydı ki, nazı yanlısı partinin başkanı Quisling, iş­ birlikçi bir hükümet kurabilmek için 1942 şubatını beklemek zorunda kaldı. Norveç­ lilerin direnişi, Müttefikler için çok yararlı oldu (ağır su savaşı, 1944). Savaş sonrasında işçi partisi hüküme­ ti, müdahaleci bir siyaset izledi. Dış siya­ sette Oslo, özellikle "Prag darbesi"nden (1948) sonra Batı'ya yanaştı ve Marshall planı yardımından yararlandı. Norveç, 1949'da NATO’ya girdi. 1957 eylülünde kral Olav V, babası Haakon Vll'nin yerine tahta çıktı, işçi paıtisi'nin (sosyal demok­ ratlar), otuz yıllık siyasal üstünlüğü 1963'e değin tartışmasız devam etti. Bununla bir­ likte, 11 eylül 1961 milletvekili seçimlerin­ de bu üstünlük belirgin bir biçimde geri­ ledi. Yeniden iş başına gelen Gerhardsen hükümeti hükümet etmekte güçlük çekti ve 23 ağustos 1963'te düştü. Kısa süreli bir muhafazakâr hükümetten (1963 sonu) sonra Gerhardsen yeniden Başbakan ol­ du ve Norveç'in -1960'tan beri EFTA üyesi-, Ortak pazar'a katılmasından yana tavır aldı. 12 ve 13 eylül 1965 seçimlerinde işçi partililer bozguna uğradılar ve Per Borten'in yönetiminde, muhafazakârlar, libe­ raller ve çiftçilerden oluşan bir koalisyon kuruldu Yeni hükümet, sosyalist hüküme­ tin hazırlamış olduğu yasa tasarılarını (ek bir emeklilik hakkı, zorunlu öğrenim sü­ resinin uzatılması) yürürlüğe koymaktan kaçınmadı. 70’li yılların başında Norveçliler İçin te­ mel sorun Ortak pazar’a girmekti. Bu ko­ nu, geniş bir kamuoyunun hareketlenme­ sine yol açtı ve birkaç kabinenin düşme­ siyle sonuçlanan bir dizi hükümet bunalı­ mına neden oldu (Per Borten, sağ koalis­ yon, 1965-1971; Trygve Bratteli. işçi parti­ si, mart 1971 - ekim 1972; Lars Korvald, hıristiyan demokrat, 1972-73; Trygve Brat­ teli, işçi partisi, 1973-1976, Odvar Nordli, işçi partisi, 1976-^981). Ülke çapında ya­ pılan danışma nitelikli bir referandum (ey­ lül 1972) sonucuna göre Norveçliler, Or­ tak pazar'a (AET) karşı çıktılar. Bununla birlikte, Oslo ile AET arasında bir ticaret anlaşması imzalandı. Ayrıca Nordek (Ku­ zey ekonomik topluluğu) konusunda her­ hangi bir anlaşmaya varamayan İskandi­ nav ülkeleri, yine de birçok alanda danış­ ma ve işbirliği siyasetini sürdürdüler, ikti­ sadi düzlemde Norveç, Kuzey denizinde­ ki yataklarının işletilmeye başlanmasıyla bir petrol gücü oldu (1971). 1981 şubatında Başbakanlığa, Odvar



Nordli'nin yerine İşçi partili bayan Gro Harlem Brundtland geçti. Ama eylül 1981 milletvekili seçimleri muhafazakârtann za­ feriyle sonuçlandı ve Muhafazakâr parti başkanı Kaare VVİlloch, Başbakan oldu. 1986'da petrol fiyatlarındaki düşüş ülke ekonomisini sarstı; bütçe açık verdi. Hü­ kümetin çeşitli maddelerden aldığı vergi­ leri artırmak istemesi, getirilen tasarruf ön­ lemleri Parlamento'da tepkiyle karşılandı. Yapılan oylamada hükümetin önerileri reddedilince VVİlloch istifa etti. Brundtland yeniden işçi partisi hükümeti kurdu (2 ma­ yıs 1986). İktidara gelir gelmez % 12 ora­ nında devalüasyon yaptı. Tasarruf önlem­ lerini Parlamento'ya kabul ettirdi. Haziran 1987'de hükümeti düşürmek için ortaya atılan güven oylamasını da kazandı: du­ rumunu güçlendirdi. 1989 seçimlerinde İşçi partisinin oylarının % 34,3'e düştü­ ğü gözlendi (1985'te % 40,8). Başbakan­ lık görevini muhafazakâr Jan P. Syse üst­ lendi ve bir azınlık hükümeti kurdu. An­ cak hükümet, kendi içindeki anlaşmazlık­ lar yüzünden bir yıl sonra (ekim 1990) İs­ tifa etti. Bunun üzerine Brandtland bir kez daha başbakan oldu. 1991'de Nor­ veç kralı Olav V geçirdiği kalp krizi sonu­ cu öldü; yerine oğlu Harald V geçti. AT'ye katılma konusu 20 yıl sonra tekrar gündeme geldi ve bu defa parlamento, AT'ye katılma başvurusunda bulunma kararı aldı (kasım 1992). EDEBİYAT IX. yy sonundan başlayarak çoğunluk­ taki Norveçliler tarafından sömürgeleştiri­ len İzlanda, ortaçağ İskandinav edebiya­ tının bir uzmanlık alanı durumuna gel­ mekle birlikte Eggjum'daki yapıtlar (700'e doğr) gibi rune yazılı taşlar ya da Oseberg'deki gemi mezar (IX. yy.) üzerinde görülen motifler gibi insan sahneleriyle süslü motifler, Norveç'te edda, mitoloji ve kahramanlığa dayanan bir temelin daha önce çok iyi bilindiğini ortaya koymakta­ dır. Ayrıca İzlandalIlar, skald şiirin tekelini ellerinde bulundurmakla birlikte X. yy.'da Pjöfliltr Hvinverski, porbjörn Hornklofi ve Eyvındr Skâldaspillir gibi yetenekli non/eçliler bu alanda onlardan aşağı kalmıyorlar­ dı. Ortaçağ çeşitli edebiyat türleriyle dik­ kat çeker, örneğin aziz Olav'ın öncülük et­ tiği hajiyografi edebiyatı, daha sonra kral Haakon IV Haakonsson'un (1217-1263) özendirmesiyle büyük bir atılım yapan kurtuvazi edebiyatıyla ilgili yapıtların çev­ rilmeleri bunlar arasında yer alır. Bu dö­ nemin yapıtları arasında Nidaros başpis­ koposu Einar Gunnars'a mal edilen Konungsskuggs/â o dönemde çok revaçta olan türün bir modelini oluştururken, halk baladları sürekli bir ilgi gördü ve Draumk vaede (Rüya şiiri), düş edebiyatının bir başyapıtı olarak kaldı. Norveç'in XIV yy.'da Danimarka'ya bağlanması, ulusal dili de danimarka dili yararına yıpratan edebi bir tükenmeye yol açtı. Petter Dass' ın (1647-1707) bir topografya şiiriyle (Nordlands Trompet, 1678-1698) dile gelen öz­ günlük özlemleri, ancak Reform ile birlik­ te ortaya çıktı. Ama Kopenhag'da oturan norveç kökenli büyük yazar, "Kuzey'in Moliâre'i" Ludvig Holberg (1684-1754), hâlâ danca yazıyordu. Kopenhag'da, ye­ tenekli hiciv şairi Johan VVessel'In (1742 -1785) çevresinde, 1772'de Norveç derne­ ğ in in (Norske Selskap) kurulmasıyla be­ lirginleşen bir ulusal bilinç yavaş yavaş uyanmaya başladıysa da, norveç edebi­ yatı ancak ilk milliyetçi romantizm dalga­ larıyla birlikte gerçekten özgürleşti. Bu rö­ nesans üzerinde, karşıt düşünceli iki bü­ yük şair etkili oldu, coşkulu, sert ve pey­ gamberce şiirler yazan (Skabetsen, Mennesket og Messias, 1830) Henrik Wergeland (1808-1845) ve daha ölçülü, Dani­ marka'dan kalan belli bir klasikçıliğı sür­ dürmeye daha büyük bir özen gösteren şiirler yazan (Digte, 1838) Johan Sebastian VVelhaven (1807-1873). Aynı za­ manda, Peter Christen Asbj^rnsen (1812



Norveç -1885) ve Jorgen Moe (1813-1882), ola­ ğanüstü baladlar ve halk masalları derle­ meleriyle, şair M. B. Landstad (1802 -1880), ayin düzenini bugün bile zengin­ leştiren mezmurlarıyla edebi bir norveççenin geliştirilmesine özsel bir katkıda bu­ lunurlarken, ivar Aasen (1813-1896) ve Aasmund Vinje (1818-1870) gibi filologlar, eski metinlerden ve lehçesel konuşmalar­ dan alınan ve resmi norveççenin ya da riksmâl'ın (bugün bokmâf) tersine, iandsmâl (bugün nynorsk) adı verilen ger­ çek norveççenin (yeninorveççe) yaratıl­ masına çalışıyorlardı. XIX. yy. ortasına doğru, Norveç'te yeni bir edebiyat eğilimi ortaya çıktı. Çeşitli ya­ bancı etkiler, özellikle alman etkisi altında, daha gerçekçi ve doğalcı bir üslup yara­ rına romantizmden vazgeçen bu edebi­ yat, Henrik Ibsen ve Bjornstjerne Bj0 rnson aracılığıyla, bir anda Norveç’i avrupa edebiyat sahnesine kabul ettirdi, ilk adımı Wergelarid'in kız kardeşi Camilla Collett (1813-1895) attı ve İlk büyük norveç ruhbilimsel romanı olan Amlmandens D^tre'yİ (1855) yazarak korkusuzca femi­ nist görüşleri savundu. Hem şiir, hem de oyun yazarı olan Henrlk ibsen (1828 -1906), bir dizi şaşırtıcı başyapıtta {Brand, 1866; Peer Gynt, 1867; Gengangere, 1881), toplumla çatışan çağdaş insanın sorunlarını yoğun bir biçimde ortaya koy­ du. Bjornstjerne Bjprnson (1832-1910) ise, çağdaşları arasında kendi bin yıllık ruh­ larının bilincini uyandırmak üzere, yazdı­ ğı köy romanlarında (Synnove Solbakken, 1857), tarihsel ya da çağdaş dramların­ da, şiir ve trajedilerinde {Over oevne fdrste Stykke, 1883 ve 1895), enerjiyi yücelti­ yordu. Jonas Lie (1833-1908) ve Alexan­ der Klelland (1849-1906) gibi romancılar, çiftler arasındaki ilişkiler {Lodsen og hans hustru, 1874) ya da norveç esininin değiş­ mez genel eğilimlerinden birini oluşturan tema olan doğa ve kültür arasındaki ça­ tışmalar (Garman og Worse, 1880) gibi güncel sorunlarla ilgilendiler. Böylece, Amaile Skram’ın (1846-1905) ruhbilimsel romanlarına {Hellemyrsfolket, 1887-1898), Arne Garborg’un (1851-1924) epik şiirine {Haugtussa, 1895) ve Knut Hamsun’un öncüsü Hans Jaeger’in (1854-1910) kap­ risli bir bireyciliği yücelten romanlarına {Fra Kristiania-BohĞmen, 1885) yol açan hareket başladı. XIX. yy. sonu ve XX. yy. başında ro­ mantizm, Gunnar Heiberg'in (1857-1929) yapıtlarında, Nils Collett Vogt'un (1864 -1937), Vilhelm Krag’ın (1871-1933) ve Sigbjorn Obstfelder’in (1866-1900) şiirle­ rinde, simgecilikle birleşmek ve İnsan ruhsallığının gizemleriyle ilgilenmek üzere ye­ niden güç kazanırken, norveç halkının öz­ gün nitelikleri de Peter Egge (1869-1959), Johan Bojer (1872-1959) ve Gabriel Scott (1874-1958) gibi bölgeci romancıları ken­ dine çekiyordu. Ancak dönemin ustaları Hans Kinck (1865-1926) ve özellikle Knut Hamsun’du (1859-1952). Hans Kinck, çe­ lişik bir yapıt olan Huldren'de (1892) ve Driftekaren (1908) dramında, yaşama sev­ gisiyle marazi bir ölüm korkusunu bağ­ daştırmayı başaramadı. Knut Hamsun, ruhbilime çok meraklıydı {Açlık [Suit], 1890) ve bazen biraz ideoloji havası taşı­ yan {Markens Gröde, 1917) zengin ve öz­ gün yapıtı, bireyci ve kaprisli bir esinden kaynaklanıyordu {Landstrykere, 1927). Köylülerin ve balıkçıların proleterleşme­ sini hızlandıran tarihsel gelişmenin zorla­ masıyla, Gorki’den alınan halkçı bir yenigerçekçllikle birleşen sıkı bir toplum eleş­ tirisi, Kristofer Uppdal (1878-1961), Johan Falkberget (1879-1967) ve Oskar Braaten (1881-1939) gibi edebiyatçılara, korkunç ve gerçekçi freskler esinlendi. Bu fresk­ ler üzerinde Olav Duun’un (1875-1939) bü­ yük destanı Juvikfolke' nin (1918-1923) ve hıristiyan kadın yazar Sigrid Undset’in (1882-1949) yürekli, yüksek düzeyli ve ağırbaşlı yapıtının büyük bir etkisi vardı. Sigrid Undsted’in feminist ve Ortaçağ'a özaü romanları, özellikle Kristin Lavrans-



datter (1920-1922) adlı yapıtı, uluslarara­ sı bir ün kazandı. Mistisizm, her zaman bu esinlenmelerde etkili oldu ve düzyazıya şi­ irsel bir nitelik kazandırdı. Birinci Dünya savaşı'ndan önce Norveç'te, son derece güzel bir doğayı ve yaşama sevincini dile getirmeye çalışan bir şairler topluluğunun ortaya çıkmasını da bu durum açıklar; ör­ neğin hafiflik, sevimlilik ve içtenliği {Kjaertegn, 1916), dramatik duyguyla birleştiren Herman VVHdenvey (1886-1959), Olaf Bull (1883-1933), Tore 0rjasaeter (1886-1968) ve yeninorveççe yazan kesinlikle mistik Olav Aukrust (1883-1929) gibi şairler, bu topluluklçinde yer almaktadırlar. 1918'den sonra, Erling Falk'ın kurduğu Mot Dag dergisiyle marxçılık ve freudçuluk da yaşama hakkı kazandılar. Bu der­ ginin kurulması İsveç'te, “ proleter” ede­ biyat denilen son derece verimli ve gün­ cel dünya üzerinde düşünmek ereğini gü­ den bir edebiyat akımının çıkış noktasını oluşturdu. Mot Dag, şair Arnulf 0verland (1889-1968), psikanalizi çok seven roman­ cı Sigurd Hoel (1890-1960) ve ibsenci oyun yazarı Helge Krog (1889-1962) gibi edebiyatçıların yapıtlarının yayımlanması­ nı sağladı ve hıristiyan eğilimli Sigurd Christiansen (1891-1947) ve Ronald Fangen (1895-1946) gibi romancılar, bu ede­ biyatçıların karşısında yer aldılar. 30’lu yıllar çevresinde eylem zevki, ka­ dın romancı Cora Sandel (1880-1974), hü­ manist ve komünizm yandaşı, şair ve ro­ mancı Nordahl Grieg (1902-1943) ve nor­ veç polis romanına saygın bir yer kazan­ dıran Aksel Sandemose'yi (1899-1965) daha doğrudan doğruya etkiledi. Yeninorveççenin öncülük ve ustalığını yapan bü­ yük romancı Tarjei Vesaas (1897-1970), ay­ rı bir yere sahiptir. Doğum yeri Telemark’ ın başına gelenler ve derin bir doğa sev­ gisi {Fuglane, 1957) sonucu Tarjei Vesa­ as, siyasal ve toplumsal sorunlar karşısın­ da kültürel, fiziksel ve duygusal bir mira­ sın savunuculuğunu üstlendi. Siyasal ve toplumsal sorunlar üzerinde, Johan Borgen (1902-1979) ve Arthur Ömre (1887 -1967) gibi çözümlemeciler ya da Gunnar Reiss-Andersen (1896-1964), Louis Kvalstad (doğm. 1905), Halldis Moren Vesaas (doğm. 1907), Gunvor Hofmo (doğm. 1921) ve inger Hagerup (doğm. 1905) gi­ bi şairler düşünüyorlardı. Bu etkinliğe, Terje Stigen (doğm. 1922) ve Bergljot HobaekHaff(doğm. 1925) sayesinde, özellikle hikâyenin kendine seçkin bir yer sağladı­ ğı yazı alanında uygulanan bir araştırma eklendi. Şiirde modernizm, Stein Mehren (doğm. 1935) ve özellikle makineler çağı­ na epik bir dünya görüşü kazandıran Rolf Jacobsen (doğm. 1907) tarafından simge­ lendi. Profil dergisinin çevresinde, Tor Obrestad (doğm. 1938), Jan Erik Vold (doğm. 1939) ve Einar Okland (doğm. 1940) gibi öteki şairler, öfkelerini dilin ola­ naklarından alıyor, dilin gündelik ve gü­ nün varoluşsal boğuntularıyla siyasal kay­ gılarını dile getirmeye yetenekli olmasını istiyorlardı. Yeninorveççe yazan şairler arasında, Arnljot Eggen (doğm. 1923) gibi aynı duy­ guların yönlendirdiği bazı Profil yazarları da bulunmakla birlikte, ötekiler olumlu bir ahlakçılık izliyor ve daha özgün biçimle­ rin yanında, geleneksel bir şiir biçimine dönüyorlardı; örneğin Sigmund Skard (doğm. 1903), Hans Börli (doğm. 1918) ve Arnljot Eidslott (doğm. 1926), bu sonun­ cular arasındaydılar. Köylü şair Olav H. Hauge (doğm. 1908), hem ülkesine bağ­ lıydı, hem de avrupalı bir kültüre doğru yöneliyordu. Claes GUI (1910-1973) ve Tor Jonsson (1916-1951) gibi büyük şairler dı­ şında, varoluşçuluğun etkisini kabul eden birçok yazar ortaya çıktı. Haikalye benzer bir özlülük araştırmasına girişen Knut 0degârd (doğm. 1945), bunların en ba­ şarılılarından biriydi. Dünyanın büyük sanayici ulusları ara­ sına girmesiyle birlikte Norveç, çok çağ­ daş teknik zorunluluklar karşısında, geniş ölçüde yerel ve doğal halk kültürü içine



kök salan bir geçmişin yaşayan kaynak­ larına bağlılık sorunuyla karşılaştı. Roman­ cı Kâre Holt (doğm. 1917), zaten bu tür çatışmalarla İlgileniyordu; Torborg Nedreaas (doğm. 1906) bunlara çocuk ve ka­ dın üzerine ruhbilimsel çözümlemeler ek­ ledi. insandaki kötü etkileri izlemeye çalı­ şan Jens Bjorneboe (1920-1976), lirlkliğl ve ilginç üslup deneyimleri arasında gidip gelen Kjartan Fl0 gstad (doğm. 1944), gerçekçilik ardında koşan Dag Solstad (doğm. 1941) gibi başka yazarlar da orta­ ya çıkarken, Bjÿrg Vik’ln (doğm. 1935) fe­ minist hikâyeleriyle, Odd Eldem'ln (doğm. 1913) çok çağdaşçı bir tema eleştirisine göre siyasal tavır takınmalarıyla, Edvard Hoem’in (doğm. 1949) bugünkü norveç sorunları üzerlndek korkusuz düşüncele­ riyle, Axel Jensen'in (doğm. 1932) hiciv tarzına dayanan fütürist romanları ve "bel­ ge romanlar" yazarı Knut Faldbakken’in tehlike çığlıklarıyla belirginleşen çeşitli tür ve üsluplar gelişti.



8717



GÜZEL SANATLAR Vlkingler* ile birlikte (IX.-X. yy.) Norveç’ te, zengin ve çokrenkll bir süsleme sana­ tı ortaya çıktı; ülkenin hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra, üst üste yerleştirilmiş piramit biçimli damlarla belirginleşen ah­ şap kiliselerin (Urnes, Kaupanger, Borgund, Lom, Ringebu, Gol [bugün Bygdıpy folklor müzesi’nde], Torpo, Heddal vb/de­ ki Stavkirke' 1er) oymalı ve boyalı süsleme­ lerinde de bu sanat görülür. Ülkede Ingiliz -norman üslubunun izlerini taşıyan önemli roman ve gotik yapılar da bulunur (Trondhelm ve Stavanger katedralleri, Bergen’ deki Mariakirke). Ressamlarsa, ilginç antependiumlar gerçekleştirmişlerdir (Ber­ gen Tarih müzesl’ndeki kol.). XVI.-XVIII. yy.’larda, Telemark ve Hallingdal yörelerindeki köylü ressamların yaptığı “ güllü" diye nitelenen resimlerin (zengin ve parlaktır; çiçek motifleriyle be­ lirginleşir) dışında, sanat etkinliği daha çok alman, danimarkalı ve hollandalı sa­ natçıların tekelindeydi. XIX. yy.’da sanatçılar öğrenimlerini Ko­ penhag, Dresden, Düsseldorf, sonra da Münih gibi ülke dışındaki kentlerde yap­ tılar; buna karşın, norveç sanatı güçlü bir ulusal duyarlıkla, romantik ve gerçekçi eğilimlerin arasında yerini aldı: J. C. C. Dahi* ve öğrencileri (Th. Fearnley* Peder Balke), sonra da Hans Gude ve August



NORVEÇ'TE SANAT



Heddal’da ahşap kilise (stavkirke) [XIII. yy.]



Norveç 8718



Solskultur (Güneş heykeli) Amok) Haukeland'ın yapılı çelik ve boyalı çelik, 1970 Sonja HenifrNiels Onstad Aricenter Hğvikodden



S te in le in -K o h le r



Cappelen manzara resmiyle ilgilendiler; ayrıca, portreler (Mathias Stoltenberg) ve halk yaşamından sahneler de (Adolph Tldemand) gerçekleştirildi. XIX. yy.'ın sonunda ve XX. yy.'ın başın­ da transız etkisi ağır bastı: natürallzm ve izlenimciliğin etkisi altında kalan bir dizi parlak ressam yetişti (Ch. Krohg*, F. Thaulow*, Harriet Backer, Edvard Diriks, Erik Werensklold, Halfdan Egedius, G. Munthe* vb.); E. Munch*, transız sanatın­ dan yola çıkarak kuzey kökenli bir anla­ tımcılık ortaya koydu; nabilerln (Th. Erichsen*) ve fovların (Lııdvlg Karsten) sanat anlayışına çeşitli yorumlar getirildi; Matisse, H. Sirensen* A. Revold* ve R Krohg* gibi ressamlar yetiştirdi; bunların üçü de, Munch'tan sonra, duvar resmine yenilik getiren sanatçılardır Bu dönemde, heykel­ ciliğin en büyük ustası G. Vigeland*'dı. 30’lu yıllardan başlayarak, toplumsal eğilimli resim sanatının yanı sıra küblst (Aage Storstein) ve soyut (Johannes Rlan) esinli arayışlara da girişildi. Bu arada, prlmltivizm ve gerçeküstücülüğün izleri­ ni taşıyan anlatımcılık, Kai Fjell, Arne Ekeland ve alman asıllı Rolf Nesch gibi sa­ natçılarla ağır bastı; Sigurd Winge ya da Else Hagen’in son derece üsluplaştırılmış düzenlemeleriyle, 50'li ve 60’lı yıllarda da varlığını sürdürdü, ikinci Dünya savaşın­ dan sonra, soyut .anlatımcılık (Knut Rumohr, Jacob VVeldemann) ve geometrik soyutlama (Gunnar S. Gundersen, heykel­ ci Arnold Haukeland) en ünlü sanatçılar tarafından benimsendi. Daha sonra, pop art ile, gelenekselciliğin önemli bir yer tut­ tuğu figüratif sanatta bir yenileşme görül­ dü. 70'll yıllarda öncü arayışlar, kavram­ sal sanata ("Lyn" grubu) ve video sana­ tına (Marianne Heske) yöneldi. Ulusal özelliklerle modernlzmi bağdaş­ tıran bir anlayışın egemen olduğu mimar­ lık, ikinci Dünya savaşı'ndan sonra, Erling Viksjo (Oslo'da hükümet sarayı), Kjell Lund ve Nils Slaatto (Asker Belediye sa­ rayı), Jon Eikvar ve Svein-Erik Engelbretsen (Hpvikodden'deki Sonja Henie-Niels Onstad vakfı) gibi adlarla belirginleşti. M Ü Z İK



Tunç lurlar, Danimarka ve İsveç'te ol­ duğu gibi Norveç'te de müzikle ilgili kalıntılann en eskileridir. (-» UJR.) Hıristiyan­ lığın kabulüyle giren gregorius müziği, özellikle aziz Olav kültünün merkezi olan



Nidaros başpiskoposluğunda (Trondheim) yayıldı. Dinsel müzik, Reformla çöküntü­ ye uğradı. 1814'e değin 400 yıl boyunca, Norveç, Danimarka'nın egemenliği altın­ da kaldı. XVIII. yy.'da Jens Boalth (1725 -1780) ve VValdemar Thrane (1790-1828), ciddi müzik hareketlerini başlattılar. Yüz­ yılın ikinci yarısında, özellikle Oslo, Bergen ve Trondheim’daki zengin tüccarların ev­ lerinde amatörce müzik yapmak moda ol­ du. Aynı dönemde senfoni dernekleri ku­ ruldu. Bunların en eskisi 1765'te Oslo'da kurulan "Harmonlen” dir. Bu dernek gü­ nümüzde de etkinlik göstermektedir. Os­ lo'da 1820’de kurulan küçük bir senfoni orkestrasının şefliğini kemancı Ole Bull (1810-1880) yaptı. Müzikte Norveç üslubu, Bull ile başlayan gelişimini, Halfdan Kjerulf (1815-1868) ve R tard Nordraak (1842 -1866) ile sürdürdü. Nordraak, milliyetçi romantizmi, ülkesinin sınırlarını aşan tek besteci olan Grieg’in (1843-1907) manevi babası sayılabilir. Griegln, Norveç müzi­ ği üzerindeki egemenliği uzun sürdü. XIX. yy.’ın sonunda ve XX. yy.'ın başında Nor­ veç müziğinin başlıca temsilcileri Johan Svendsen (1840-1911), Chrlstlan Sinding (1856-1941), Davld Monrad Johansen (1888-1974), Hjalmar Borgström (1864 -1925), Ludvig irgens Jensen (1894-1969) ye Harald Saeverud'dur (doğm. 1897). ikinci Dünya savaşı'na değin süren bu ge­ leneksel müzik anlayışına ilk karşı çıkan­ lar Bjarne Brustad (doğm. 1895), özellik­ le de dizisel tekniği savunan Fartein Valen'dlr (1887-1952). Savaştan sonra, milli­ yetçi eğilimlerle, daha gözü pek teknikle­ ri birleştiren besteciler görüldü: Gelrr Tveitt (doğm. 1908), Bj0 rn Fongaard (doğm. 1919), Finn Mortensen (doğm. 1922), Eğil Hovland (doğm. 1924), Edvard Fliflet Braeln (1924-1976). 1960'lardan sonra, Finn Mortensen ve Arne Nordheim (doğm. 1931) gibi besteciler dizisel, yenianlatımcı. rastlantısal ya da elektronik müziklere bağlandılar. Bu bestecileri Kâre Kolberg (doğm. 1936), Folke Strimholm (doğm. 1941) ve Ragnar Sederlind (doğm. 1945) izledi. N O R VEÇ a. (Norveç'in adından). [Tam­ layan olarak] Norveç'e ilişkin, Norveç ile İlgili. —işlem. Norveç işi, keten zemin üzerine beyaz pamuk ya da keten İpliğiyle uygu­ lanan nakış. (Kesik İlmikli ajurlarla gerçek­ leştirilir ve çeşitli İşlerle bezenerek sofra ör­ tülerine, peçetelere, önlüklere vb. uygula­ nır.) —Meteorol. Norveç doktrini ya da kura­ mı, norveçll Bjerknes, Solberg, Petterssen, isveçli Bergeron, Rossby ve flnlandiyalı Palmen tarafından hazırlanan genel dolaşım kuramı. (Bu kuram, daha önce var olan bir cephe üzerinde gelişen dal­ ganın oluşumuyla zayıflayan tedirginlikleri açıklar; bu slklojenez mekanizması özel­ likle kutupsal cephe boyunca, kutupsal hava İle tropikal havanın birleşip yönlen­ diği yerde oluşur.) || Norveç haritası, de­ niz düzeyindeki basıncı gösteren harita. (Bu harita, hava cephelerinin çizimini ve belli başlı hava kütlelerinin yerini belirle­ meyi amaçlar.) N O R V E Ç a k ın tıs ı, Kuzey-doğu Atlas okyanusu'nda, Kuzey Atlas okyanusu akıntısının Faerperne eşiği ötesindeki de­ vamı olan akıntı kolu. (Norveç akıntısı, ku­ tup su cephesiyle Norveç kıyıları arasın­ da kuzeye doğru akar. Oldukça tuzlu [°/oo 35] olan sular biraz ılıktır [9-5 °C], Norveç akıntısının daha az tuzlu [°/oo 34’ten az] olan ve Kuzey denizi'nden ge­ len daha serin sularla karşılaştığı, Norveç kıta sahanlığı kenarı boyunca ilerleyen büklümlü cepheden anlaşılmaktadır. N O R V E Ç d e n iz i, Atlas okyanusu'nun kuzeyinde kenar denizi. Sınırları: D.'sunda Norveç kıyıları; B.'sında, Spitzbergln batısını Jan Mayen ile, sonra İzlanda'nın kuzeyiyle birleştiren bir çizgi; G.'inde izlanda-iskoçya eşiği. Kuzey Atlas okya­



nusu sırtı ve Norveç'in kıta kenarı, derin­ liği 3 000 m'yi aşan (en çok 3 960 m) 2 çöküntü alanıyla bölünen uzun bir çana­ ğı (Norveç çanağı) çevreler. Derin deniz ovaları, kıta yamaçlarının genişlemesi ne­ deniyle ufalmıştır. N o rv e ç s e fe r i, nisan-mayıs 1940'ta, Norveç'i ele geçirmek İsteyen Almanlar ile Norveçlileri ve fransız-ingiliz müttefikleri­ ni karşı karşıya getiren birçok harekâtın tü­ müne verilen ad. İsveç demir filizinin Al­ manya'ya taşınmasını engellemek İçin norveç kara sularını mayınlamak İsteyen Müttefikler’den önce davranan Hitler, 9 nisan’da Oslo, Krlstlansand, Stavanger, Ber­ gen, Trondheim ve Narvlk’te bir dizi am­ fibi ve hava-indirme harekâtına girişerek, norveç kuvvetlerini içerilere doğru püs­ kürttü. Müttefik karşı saldırılar, hemen birbirini izlemeye başladı. Bir İngiliz filosu, Narvik fiyordunda görev yapan alman gemileri­ ni batırdı (13 nisan). Ardından, 13-17 ni­ san arasında İngiliz ve transız tugayları, Trondheim’ın her İki yanında, ilkin Lillehammer'de Norveçliler ile birleşmelerini sağlayan Ândalsnes'te, sonra Namsos*’ ta karaya çıktılar, ancak 1-3 mayıs arasın­ da hepsi de Luftwaffe'nin baskısıyla yeni­ den gemilerine dönmek zorunda kaldılar. Son olarak Narvik’te, 15 nisandan başla­ yarak karaya çıkan fransız-ingiliz kuvvet­ leri, general Dietl'in kuvvetlerini tecrit ede­ rek 28 mayısta kenti geri aldılar. Ancak Fransa’daki durum Narvlk'in boşaltılma­ sını zorunlu duruma getirdi (3-8 haziran) ve bu boşaltma sırasında Glorious uçak gemisi, Scharnhorst ve Gneisenau adlı kruvazörler tarafından batırıldı. N O R VEÇ Ç E a. Kuzey öbeğinden ger­ men dili; blrbiriyle rekabet içinde olan iki biçimi vardır: bokmâl ve nynorsk. —ANSİKL Norveççe, tarihi, 1350'lere ka­ dar eski İskandinav diliyle karışan bir ku­ zey dilidir. Lehçe ayrımı, özellikle batı norveççeyle doğu norveççe arasında, çok erken dönemde başlamıştır Örneğin, do­ ğuda u'nun yerini koruduğu durumlarda u'da tını değişikliği görülmez: batıdaki mennum'a karşılık mannum "erkeklere"; /'de tını değişimi kademelidir: hiaerta "kalp” , batıda hiarta; ünlü dengesi, ünlü uyumu, kimi durumlarda ikili ünlülerin derilmesl doğu norveççenin özellikleridir. Or­ ta norveççe döneminde dil hızlı bir dönü­ şüm geçirir: biçimsel dizge bozulur, kök­ lü bir yabancı etkisi görülür. XV. yy.'da, si­ yasal durum sonucu yazı dilinde danca norveççenin yerini alır bu olgu da norveççede lehçe ayrımının derinleşmesine yol açar. Konuşma dili olarak karma bir dil ya­ vaş yavaş kentlere yerleşir. Bu dil, kaba­ ca norveç ağzıyla söylenen ve norveççeye özgü birkaç sözcükle birkaç biçim içe­ ren danca olarak tanımlanabilir. İsveççe gibi iki tür vurgusu olan bu dil önceleri dan-norveççe, riksmâl (devlet dili) diye adlandırıldı; bugünse bokmâl (kitap dili) diye adlandırılmaktadır 1814’ten sonra ulusal yenileşme yanlılarının benimsediği bu dil bir dizi reformla Norveç’e özgü bir biçime büründü. Salt Norveç'e özgü bir dilin yaratılmasına yol açan hareketse (1853'ten beri) daha köktencidir. Batı leh­ çelerini temel alan bu dile (landsmâl [ül­ ke dili]) bugün nynorsk ya da yeninorveç­ çe denir ve bokmâl ile birlikte ülkenin resmi dilidir. Egemen olan eğilim, bir dizi reformla bokmâl ve nynorsk’u tek bir dil­ de (samnorsk) birleştirmeyi amaçlamak­ tadır. N O R V EÇ Lİ sıf. ve a. Norveç halkından olan. N O R W A LK , ABD'de (Connecticut) kent, Long island boğazına dökülen Norwalk halici kıyısında; 77 800 nüf. Sayfiye mer­ kezi. Makine sanayileri. Tekstil. N O R W A L K , ABD'de (Kaliforniya) kent, Los Angeles yerleşmesinin doğusunda; 85 200 nüf. Konut ve sanayi merkezi.



Nosy Be N O RW ICH, Büyük Britanya'da kent, Norfolk yönetim bölümünün merkezi; 173 286 nüf. Ayakkabı imalatı. Basımevleri. Besin sanayileri. Üniversite. —Tar. Norwich, mirasçısı olduğu büyük roma-briton sitesi Venta İcenorum'un (Caister Saint Edmund) yıkıntıları yakınında, Angllar tarafından kuruldu (Northwic). Özellikle norman fethinden sonra, zengin bir piskoposluk merkezi durumuna gele­ rek gelişti. 1194'te Londra ile aynı bağışık­ lıkları kazandı. Raman İşçilerin kurdukla­ rı bir yün sanayisi, Norwich'i Ortaçağ'ın büyük kumaşçı kentlerinden biri durumu­ na getirdi. —Güz. sant. 1096'da yapılan ve XV. yy.'da elden geçirilen roman katedral; XIV. yy.' dan kalma iki katlı manastır. Moloz taşı ve çakmaktaşıyla örülmüş birçok gotik kilise. 1120-1130 dolaylarından kalma şato, gör­ kemli anakule. Eski evler sitesi. Araların­ da Şato müzesi'nin de bulunduğu müze­ ler (antik yapıtlar; Norwich okulunun J. Crome ve J. S. Cotman gibi manzara res­ samlarının, XIX. yy.’ın ilk on yıllarından kal­ ma yapıtları) ve 1978'de mimar Norman Foster'in önemli bir yapısında açılan Sainsbury Centre for Visual Arts (modern sa­ nat; ilkel yontular).



si), 1922'de F. W. Murnau’nun yönettiği al­ man filmi. Filmde yönetmen gölge ve ışık oyunlarıyla etkili dekorlar elde etti; ayrıca oyuncuların gösterdikleri başarı bazı sah­ neleri çok etkileyici kıldı. Nosteratu birçok korku filmine (özellikle de Werner Herzog' un 1979'da aynı adla gerçekleştirdiği fil­ me) örnek oldu ve alman anlatımcılığının en önemli yapıtlarından biri sayıldı.



NOSKAPİN a. (fr. noscapine). Ecza Ök­ sürüğü yatıştırıcı etkisinden dolayı baz ya da tuz halinde (komfosülfonat) kullanılan afyon alkşloıdi.



NOSKE (Gustav), alman siyaset adamı (Brandenburg 1868 - Hannover 1946). Sosyalist milletvekili (1906), Berlin valisi (1919) oldu. Spartakusçu ayaklanmayı sert bir biçimde bastırdı (Berlin kanlı haftası, 6-15 ocak 1919). Reichswehr’de bakan­ ken (şubat 1919) özel gönüllü birlikler kur­ ması Kapp’ın darbe girişimini kolaylaştır­ dı, ama bu girişimin başarısızlığa uğrama­ sı üzerine çekilmek zorunda kaldı (mart 1920). NOSKOW SKi (Zygmunt), polonyalı



NORW ICH, ABD'de (Connecticut) kent, Thames kıyısında, Yantic ile Shetucket'ın birleştiği yerde; 38 100 nüf. Sanayi (teks­ til fabrikaları, metalürji) merkezi.



besteci (Varşova 1846 - ay. y. 1909). Var­ şova konservatuvarı'nda ders verdi ye Müzik derneği'ni yönetti (1881-1902). Üç senfonisi ve uvertürleriyle (Denizin gözü) orkestra müziğindeki yeteneğini gösterdi. Polonya'da senfonik şiir türünün ilk örnek­ lerini besteledi.



N orw ich to rlyo sl, İngiliz kökenli, sert



NOSODENDRON a. Koyu renkli, küçük



kıllı, postu çeşitli renklerde olabilen, çok canlı hareketli teriye ırkı.



kınkanatlı böcek cinsi. (Yaşlı ağaçların, özellikle karaağaç ve hint kestanesinin akıntılı yaralarında yaşar. Nosodendridae familyasının örnek tipi.)



NORW iD (Cyprian), polonyalı yazar (Laskowo Glüchy, Radzymin yakınında, 1821 - Paris 1883). 1842'de Polonya'dan ayrıldı ve bir göçmen yaşamı sürdü; bir düşkünler yurdunda, kimsesiz öldü. Zenon Przesmycki’nin 1912'de Norwid'in yapıtlannın büyük bir bölümünü yayımlama­ sıyla yazarın mistik düşüncesinin derinli­ ği ve anlatımdaki titizliği anlaşıldı. Katolik ve bağımsız, karşıdevrimci, özgürlüklerin ve kurtuluş hareketlerinin savunucusu, zor kullanımına karşı bir yazar olan Norwid, ressamlık ve heykeltıraşlık etkinliğinin de belirginleştiği bir lirizmle, yurdunun mut­ suzluğunu ve kendi umutsuzluğunu dile getiriyordu (Fortepian Szopena, 1863; Va­ de mecum, 1865-66). Aynı zamanda ta­ rih ve uygarlık yapılarını incelediği uzun şiirler de yazdı (Promethidion, 1850) ve düşüncelerini hikâyelerinde genellikle simgeler aracılığıyla dile getirdi (Stygmat; Ad leones). Ayrıca dramları, trajedileri, sa­ nat ve edebiyat üzerine denemeleri ve zengin bir mektuplaşması vardır. NORWOOD, ABD'de (Ohio) kent. Cincinnati'nin kuzey banliyösü; 26 300 nüf. Makine sanayileri. Elektrikli aygıtlar. Kim­ ya sanayileri. NOSEAN a. (fr. nosüane). Miner. Sod­ yum sülfatla bileşmiş doğal sodyum alüminosllikat. (Kübik sistemde yer alan nosean haüynit grubundandır.) NOSEMA a. Çeşitli böceklerde asalak yaşayan mikrosporodi cinsi. (Karataban asalağı [Nosema bombycis] ipekböceğinde karataban hastalığına neden olan. Arı sürgünü asalağı [N. apis] nozemozun et­ kenidir.)



NOSEMOZ ya da NOSEMİYAZ a. (fr. nosĞmose ya da nosemiase'dan). Arılar­ da görülen bulaşıcı sindirim sistemi has­ talığı. —ANSİKL. Nosemoz bir asalak hastalığıdır, Nosema apis denen birhücreli bir asalak­ tan ileri gelir. Asalak, balansının (Apis metliUca) orta bağırsak epitelyumuna ve Malpig­ hi borucuklarına yerleşir, arı uçma yetene­ ğini yitirir; sonra ölür Nosemoz, özellikle so­ ğuk ve nemli bölgelerde yaygındır. Tedavi­ si için ilaç vardır (fumidil-B, vb ). Arıların % 50'den fazlası hastalığa tutulursa, kovanda­ ki bütün anların öldürülmesi gereklidir.



■ M osforatu, elne Sym phonic des G rauons (Nosteratu, bir korku senfoni­



-Dame ya da —) [Saint-Rémy-de-Provence 1503 - Salon 1566]. Salon'da hekim­ di, Midi’deki veba salgını sırasında gös­ terdiği özveriyle ün kazandı, Centuries astrologiques (1555) adını verdiği ve uy­ gun olarak kullanılan astrolojik terminolo­ jiye rağmen bu alandaki belli başlı hiçbir yönteme bağlı olmayan dörtlülerden olu­ şan yapıtında kehanetlerde bulundu. Ya­ pıtında çağının tüm şiirsel kehanet tema­ larıyla karşılaşılır. Catherine de Médicis ta­ rafından saraya çağrılarak, Charles IX'un doktorluğunu yaptı (1564). —Kardeşi JE­ AN (Saint-Rémy-de-Provence 1507 - Aix -en-Provence? 1577), Lyon parlamentosu'nda dava vekiliydi ve les Vies des plus célèbres et anciens poètes provençaux (En ünlü ve en eski provenceli şairlerin ya­ şamı) adlı bir yapıt yazdı. —MİCHEL (öl. Le Pouzin, Vivarais, 1574), Michel’in oğluy­ du, bir astroloji kitabı yazdı. Yanacağı ke­ hanetinde bulunduğu Pouzin'I ateşe ver­ di. —CESAR (Salon 1555 - Saint-Rémy-de Provence 1629), öncekinin kardeşiydi, la Pléiade anlayışına bağlı birçok şiir kitabı (Pièces héroïques et diverses, 1608) ve bir tarih (Histoire et chroniques de Proven­ ce [Provence tarihi ve kronikleri], 1614) yazdı.



8719



n o s tro h e s a p la r. Ulusal bankalara, ya­ bancı ülkelerdeki işlemlerinde muhabirlik yapan yabancı bankaların, bu işlemler için açtıkları hesaplar. (Sözkonusu hesap­ lara böyle denilmesinin nedeni, bu hesap­ ların "onlar" nezdinde açılmış "bizim " [nostro] hesaplarımız olmasıdır. Bu hesap-



NOSOV (Yevgeniy ivanoviç), rus yazar (Kursk 1925). Orta Rusya köylülerine, top­ rağın şiirini, köy insanlarının iç dünyasının derin bir çözümlemesiyle kaynaştıran lirik öyküler (la Sente du pêcheur [fr. çev], 1958; Là où s'éveille le soleil [fr. çev.j, 1965; le Thé au saule [fr. çev.], 1968; le Pont [fr. çev.], 1974) yazdı.



NOSSACK (Hans Erich), alman yazar (Hamburg 1901 - ay. y. 1977). Şiirler, tiyatro oyunları (Die Rotte Kain, 1949), deneme­ ler yazdı, romanlarında ve öykülerinde sa­ vaş dramının ve yenilgi sonrasının en iyi gözlemcilerinden biridir (Der jüngere Bru­ der. 1958; Nach dem letzten aufstand. 1961). Son yapıtlarında, mizahı, toplumun dışladığı insanların tek savunma aracı ola­ rak görür (Spätestens im November, 1955; Der Fail d'Arthez, 1968; Dem un­ bekannten Sieger, 1969). NO SSİ-BE - NOSY BE.



lar genellikle muhabirin bulunduğu ülke­ nin parası üzerinden açılır.)



NOSTALJİ a. (fr. nostalgie; lat. nostalgia;



Nostrom o, J. Conrad'ın romanı (1904).



yun. nostos dönüş ve algos acı'dan). 1 . Yurttan uzak olmanın neden olduğu üzün­ tü; yurt özlemi; yurtsama, daüssıla. — 2 . Geçmişe duyulan tanımlanamaz ve iç sız­ latan özlem.



NOSTOC a. Nemli topraklarda ve tatlısularda yaşayan jelatinimsi mavi suyosunu. (Jelatinimsi görünüşte olan nostoc nemde şişer. Bir helmeyle birleştirilmiş kü­ çük fıçı biçiminde hücre ipliklerinden olu­ şur. Jölesinden bir çeşit çorba yapılan bir türü Çin'de tüketilir.) N ostol, Troizenli Hegias'a mal edilen yu­ nan şiir çevrimi (İ.Ö. VII. yy.). Proklos’un Khrestomatheia'sında verdiği özetle tanın­ dı. Odysseus'un dönüşünü anlatan Odysse/a'nın model olarak alındığı Nostoi, Truva'nın fethinden sonra ülkelerine dö­ nen yunanlı şeflerin anlattıkları serüven­ leri verir. Şairin bu yapıtta özellikle Agamemnon’un öldürülüşü ve Orestes’in ön­ cü bölümlerini betimlediği görülür. Nosto/'de işlenen temalar yunan trajedi yazar­ larını büyük ölçüde etkilemiştir.



NOSTOMANİ a. (fr. nostomanie). Psik. Kişinin, çocukluğunu geçirdiği yere dön­ mek için duyduğu dürtüsel gereksinme.



NOSTRADAMUS (Michel DE NOSTRE



Bir Güney Amerika ülkesi olan Costaguana (guano kokan hayali ülke) düşman çizmesi altındadır. Maden ocağı sahibi Gould ve amerikalı dostları sayesinde, Batı' daki sanayileşmiş bölge liberal olarak var­ lığını sürdürebilmektedir. Costaguana pa­ ra gücüyle siyasal yönden belki kurtula­ caktır, ama ülkenin ruhu çoktan ölmüş ola­ caktır. Tersane işçilerinin başkanı Nostro­ mo, bir yanılgı sonucu, İtalyan bir siyasal mülteci tarafından öldürülür. Sürgündeki fransız Decoud, bilinçliliği yüzünden ölür; Monygham ise; işkence sırasında dayana­ mayıp konuştuğu için, pişmanlıktan ölür. Bu roman Güney Amerika'yı, iç ve dış fır­ tınalar bölgesi olarak tanıtan ilk yapıtlar­ dan biridir.



NO SY B E, esk. Nossi-Bö, Mozambik boğazında ada, bağlı bulunduğu Mada­ gaskar’ın kuzey-batı kıyısı yakınında; 290 km2; 27 600 nüf. Merkezi Hellville. Fran­ sız himaye bölgesi olarak ilan edilen (1840) ve 1841'de Fransa’nın işgali altına giren adayı 1896'da Madagaskar satın al­ dı. Engebeli ve yanardağlı topografyası­ na, lavların yüzeye çıkmasına ve ağaçlı kütlelere karşın, topraklarının yarısından çoğu ekilmektedir: şekerkamışı, vanilya, pirinç, kahve, karabiber, kokulu bitkiler (ylang-ylang). Ürünlerin büyük bölümü



yönetmenliğini Friedrich Wilhelm Mumau'nun yaptığı « M fe ıto ’dan (1922) bir sahne



Nosy Be 8720



üretildikleri yerde işlenir. Ama özellikle bol bitkileri, manzaraları ve kumsalları adayı önemli bir turizm merkezi yapar. Adanın güney kıyısında bir denizbilim istasyonu kurulmuştur. Fasenina’da uluslararası ha­ valimanı. N O S Y B O R A N A , esk. Sainte-Marle, Madagaskar'ın doğu kıyısında ada; 10 000 nüf. Turizm. Balıkçılık. Kahve ve karanfilağacı ekimi. Pirinç tarlaları. N O SYO N a. (fr. notion). Bir şey üzerin­ deki gerekli bilgi; kavram. N O Ş A K , Hindu Kuş kütlesinde doruk, Afganistan arazisinde 7 492 m. Doruğa ilk tırmanışı 1960'ta ivatsubo ve Sakai adında iki japon dağcı gerçekleştirdi. NOT, -tu a. (fr. note). 1. Dinlerken, çalı­ şırken, okurken, bir şeyi incelerken yazı­ larak bir araya getirilen ve bir şeyi yeni­ den bulmaya, anımsamaya yarayan kısa bilgi: Ders notları. Ünündeki notlara ba­ karak konuşmak. — 2. Bir şeyi haber ver­ meye, anımsatmaya yarayan kısa bilgi: Bı­ raktığın notu aldım. —3. Bir metinle ilgili olarak genellikle ilgili bölümde sayfa ke­ narında yer alan cümle ya da sözcük; açıklama: Sayfa kenannda elle yazılmış notlar vardı. —4. Cilt sonunda metnin an­ laşılması için gerekli görülen açıklayıcı yo­ rum; açıklamalar: Sözcüklerden sonra yer alan rakamlar bizi cilt sonundaki notlara gönderir. —5. Bir kimsenin, değeri, dav­ ranışı, çalışması vb. ile ilgili olarak yetkili bir kimsenin yaptığı yazılı değerlendirme; özellikle okul çalışmasını değerlendirme­ de bir dereceyi karşılayan harf ya da sa­ yı: Şefiniz tarafından hakkınızda yazılmış notu okudum. Notlan çok kötü. —6 . Bir kimsenin, bir şeyin değeri ile ilgili olarak edinilen kanı, verilen yargı: Bu sizin için kötü bir not. —7. Not almak, bir şeyi anımsamak ereğiyle ana noktalarıyla bir yere yazmak; bir tonu üzerinde söylenen­ lerin başlıca noktalannı kısaca yazmak. || İyi, kötü not almak, iyi, kötü puan almak; beğenilmek ya da beğenilmemek. || Not atmak, öğrencinin çalışmasını notta belir­ lemek. || Not düşmek, bir açıklama ekle­ mek. || Bir şeyi (bir yere) not etmek, ileri­ de anımsamak için onu bir yere yazmak, kaydetmek. || Not kırmak, herhangi bir ne­ denle öğrencinin puanını düşürmek || Not tutmak, bir kimsenin söylediklerini hiç de­ ğiştirmeden olduğu gibi yazmak. || Not vermek, öğrencinin bilgi ve çalışmasını bir puanla saptamak. || Bir kimseye, bir şeye, iyi, kötü not vermek; bir kimseye iyi, kötü puan vermek; o kimseyi ya da o şeyi be­ ğenmek ya da beğenmemek. || Notunu vermek, numarasını vermek, bir kimse için olumsuz bir düşünce ve kanıya ulaş­ mak: Gerçekte ben onun notunu çoktan vermiştim. —Bür. ger. Not defteri, üzerine notlar al­ maya, hesap tutmaya vb. yarayan, cepte taşınabilir küçük kayıt defteri: B ir adresi, masrafları not defterine kaydetmek. —Muhs. Not olarak, bir maddenin hesa­ ba geçirilmeyip salt ilke gereği kaydedil­ diğini göstermek için kullanılan deyim. —Ruhbil. Etken notu, teste tabi tutulan bi­ reyin bir etkenden elde ettiği sonuç || Ger­ çek not, ölçüm kuramına göre, teste tabi tutulan bireyin elde ettiği notun, hata pa­ yı çıkarıldıktan sonraki değeri. NOTA a. ("işaret, marka" anlamında lat. nota). 1. Müzikteki bir sesi simgeleyen ve bir işaretle kâğıt vb. üzerinde gösterilen hece ya da harf. (Bk. ansikl. böl.) —2. Üçüncü kişi ağzıyla kaleme alınmış ve im­ zalanmış yazılı diplomatik belge (Diplo­ masi temsilcileri notayla, bulundukları ül­ kenin hükümetine ya da bu hükümet nezdinde bulunan başka bir devletin temsil­ cisine önemli bir bildiri iletirler.) — 3. Yazı sahibinin ağzıyla kaleme alınmış, daha ki­ şisel belge (diplomasi mektubu) ya da ya­ zılı, ama imzasız belge (sözlü nota). —Müz. Değişik süreli notalar, seslendirilirken, ritmik değerine uyulmayan notalar



N OTABİU E -> MDİNA. (Yaklaşık 1550-1750 arasındaki fransız müziğinin icrasında, aynı değerde iki N O TA C A N TH İD A E a. İnce uzun be­ komşu notadan birincisi, İkincisinden bi­ denli, çok uzun kuyrukaltı yüzgeçli benraz daha uzun tutulur, ama birinci nota, tik (1 0 0 0 m derinliğe kadar) kemiklibalık noktalıymış gibi çalınmaz. Bu tür nota familyası. (Notacanthus bonapartei Batı gruplarında, aynk hareket varsa, notalar, Akdeniz'de oldukça yaygındır.) İtalyan ve alman yapıtlarında olduğu gibi eşit süreli olarak icra edilir.) || Ebcet nota­ ‘ N O TA LA M A a. Müz. Seslerin ve icra tarzlarının simgeleri olarak kabul edilen sı -* EBCET. || Geçiş notası, diatonik ya işaretler bütünü. da kromatik derecelerle, inici ya da çıkıcı —ANSİKL. Notalama, tamamlanmış sayı­ hareketlerle armonideki iki gerçek nota lan bir yapıtın değişmeden kalmasını sağ­ arasına giren nota. (Demek ki, birbirinden layan, harflerden ya da birtakım işaretler­ minör ikili aralıkla ayrılan iki nota, geçiş den oluşan bir yazıdır. notası kabul etmez. Majör ikili arasına, an­ • Antikçağ notalaması. İ.Ö. VI. yy.’da mü­ cak bir kromatik nota girebilir. Düz ya da zik üzerine yazılmış yunanca kitaplardan ters hareketle araya giren eşzamanlı ge­ çok daha önce, Yakındoğu'da bir müzik çiş notalan da kullanılabilir. Değişimteme yazısı oluşturulmuştu. Yunanlılar, biri vo­ kavramıyla geçiş notası arasındaki yakın kal, öbürü enstrümantal iki notalama sis­ benzerlik belirtilmelidir.) || Hamparsum no­ temi kullandılar. Sözlü parçalarda her he­ tası -> HAMPARSUM. cenin üstüne, sesin yüksekliğini belirten — Uluslarar. huk. Karşı nota, bir notaya bir harf yazarlar, sesin süresiniyse, harfin karşılık olmak üzere verilen diplomatik no­ üzerine konulan özel bir işaretle gösterir­ ta. lerdi. —ANSİKL. Müzikteki sesleri porte üzerin­ Bizans, kendi neuma notalamasını, Er­ de göstermek için, "nota" denilen uzlaş­ meni, Etyopya ve Mısır kiliselerine kabul malı işaretler kullanılır. Her birinin özel bir ettirdi; neuma notalaması, Fioma’nın etki­ biçimi olan bu işaretler yedi tanedir: bir­ siyle ebcet* notası dışında, bilinen tüm lik, ikilik, dörtlük, sekizlik, onaltılık, otuzidoğu notalamalarının çıkış noktası oldu. kilik ve altmışdörtlük. Bunlardan her biri • Batı'nın neuma notalaması. Melodik çiz­ süre bakımından, kendisinden sonrakinin gideki iniş çıkışı anımsatan, herkesçe ka­ iki katına eşittir. Sözgelimi, bir birlik iki iki­ bul edilmiş bir sistem olan bu neuma nolik, bir ikilik iki dörtlük, bir dörtlük iki se­ talaması, IX. yy.’da ortaya çıktı. Bu notakizlik değerindedir. lamada da Bizanslılar'ın neuma işaretleri Notaların biçimi, onların sürelerini, ya­ kullanılmıştır. Bu işaretler, metnin içinde ni değerlerini belirler demiştik; porte üze­ yer alır ve nüansı, ritmi, agogik'i ya da me­ rindeki yerleriyse, yükseklik derecelerini lodinin yönünü belirtir. X. yy.’ın sonunda, gösterir. Porte üzerindeki notaların adla­ bu işaretler alfabenin harfleriyle birleşti ve rı, dolayısıyla da yükseklikleri, portenin notaların melodik yüksekliklerini kesin bir başındaki anahtara bağlıdır; anahtarın ye­ biçimde göstermeye başladı, böylece nori ya da biçimi değiştikçe notaların adı ve talamada kesinlik arttı. Melodinin kesin bir yükseklikleri de değişir; değerleriyse, han­ biçimde notalanması yolunda son adımı, gi anahtar olursa olsun, değişmeden ka­ 4 çizgili porteyi bularak Guido d'Arezzo at­ lır. tı. Bundan böyle, porteye yayılmış nota­ Notaların adları şunlardır: do (XVII. yy.’a lar, sözlerin üzerinde yer aldı. Seslerin değin ut idi), re, mi, fa, sol, la, si. Bu ad­ yüksekliklerini ve sürelerini grafik olarak lar, Guido d'Arezzo tarafından, Vaftizci belirtmek, ilk kez XII. yy.'da düşünüldü. Yahya ilahisini oluşturan latince dizelerin Bunun kanıtları, Paris Notre-Dame okulu' ilk hecelerinden ¿inmiştir. Yedinci nota, nun müzik yazmalarındadır. Bunlarda, uzun zaman B diye adlandırıldı. XIM. yy.’da grafik birim olarak ligatura*'nın kullanıldı­ B’nin yerini si hecesi aldı (Sarıde /oannes ğı bir müzik yazısına rastlanır. Bu, metnin sözcüklerinin ilk harfleri). Bu sırayla dizi­ her hecesine uygulanan temel bir ritim ve len notalar, peşten tize doğru bir dizi sesi melodi hücresidir. Tek tek notalar, ancak simgeler ve bunlar sonsuz biçimde yine­ XIII. yy.'da kullanılmaya başladı. Bunların lenebilirler. (-* GAM.) her birinin biçimi, sesin bir uzunluğunu gösteriyordu. Ritim, bu farklı sürelerin bi­ leşiminden doğuyordu. Daha esnek olan germen latln Ingiltere bu sistem, metinle onun müzikal yorumu ülkeleri (eski ve ülkeleri (modem modem (eski ve arasındaki ilişkiyi güçlendirdi. Kullanılan dizin modern dizin) nota biçimleri şöyledir: dizin) la sİ bemol sİ natürel do re mİ fa sol diyez bemol



A B fla t B C D E F G Sharp flat



A B H C D E F G “ is " soneki " e s " soneki



majör minör



majör minör



dur moll



n çift uzun



1 uzun



* kısa



«



■ aiftİHflH AAMAA notaların görece oegen



r i



n



u



u



û u m



r t



r =



ı u m



r



2m



r



u



s u



i



i



m rrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrre t



i» IB B



Ê



S



-



ıs 1 1 İ il*



c c rrrrrr r r rr rrr rr r r r r r r r r r r r r r r r c



.







Bu notalar XV. yy.'da içi boş olarak ya­ zılmaya ve biçimsel olarak modern nota­ lara benzemeye başladı. Oval notaların kullanıldığı modern nota grafiği, XVIII. yy.’da bakır üzerine gravürden doğdu. Bununla birlikte, bir ikilik baş gösterdi: gregorius ezgilerinin, 4 çizgili porte üzeri­ ne eski siyah kare karakterlerle notalanma-



Örn. fa diyez minörün İngilizcesi F Sharp minör, almancası Fis molfdur.



r







yarım- büyük en kısa kısa yarımkısa



ËÉÉÎÉÎËÉIS»!



ya da 64 altmışdörtlük



notiphila sına devam edildi. Bu sistem, Katolik kilisesi’nin notalaması olarak kaldı:



K y ri- e



e-



le - ison.



Modern notalamanın temel öğeleri şun­ lardır: notalar



O r j . j - . A birtik



u



i u



J



onaltılık attmışikilik dörtlük sekizlik otuzikilik dörtlük



Î



-



H



h



1/2



birlik



J



1/2



£



1/4



1/8 4*



1/18



ikilik dörtlük sekizlik onaltılık otuz- altmışp ikilik dörtlük



r ■r? f nokta



puandorg



deriştirme işaretleri



y



.



bemol diyez



t| natürel



ÇN i» bemol



çift diyez



ölçüler



-e — 4 2 2 3 zamanlı zamanlı zamanlı zamanlı



8 ve



z^gnil



I ölçü Bu notalama, yaklaşık 1950’ye değin değerini korudu. Bu tarihten sonra, kesin­ lik arayışlarının artması ya da müziğe, öz­ gür doğaçlama ve rastlantı kavramlarının girmesi sonucu çeşitli işaretlerle tamam­ landı ya da yerini başka sistemlere bırak­ tı. Rastlantısal müziğin doğuşu, ölçü çiz­ gilerinin olmadığı bir notalama sistemine dönülmesine yol açtı. Bu sistem, grafik sa­ natlara başvurdu ya da onlarla birleşti. Çünkü, yorumcuların düşgücünü hareke­ te geçirmesi gerekiyordu. Bununla birlik­ te, geleneksel notalama, bir yandan alışı­ lagelen tarzda kullanıldı; bir yandan da, yeni kullanım biçimleri kazandı: partisyo­ nun değişmez öğeleri, çerçeveler içine alındı; bunların çevresi, bestecinin çeşitli önerilerine ayrıldı. Yorum işaretleri, yerle­ rini her bestecide kendine özgü yeni sis­ temlere bıraktılar; bu sistemlerde, yüksek­ likleri belirsiz notalar, gösteren işaretlere de yer verildi.



NOTALAMAK g. f. Müz. Özel işaretler­ den yararlanarak, bestelenen ya da din­ lenilen bir parçayı kâğıda geçirmek. NOTAM a. (fr. söze.). Havc. Hava seyrü­ seferi servisleri tarafından yayınlanan ve seyrüsefer personeline, havalimanı yetki­ lilerine ve hava trafik görevlilerine dağıtı­ lan ilan.



NOTANSEFAL a. ve sıf. (fr. notencephale). Beyni kafatasının dışında bulunan ve artkafa kemiğinin arkasında bir ur oluş­ turan ucube. NOTASPİS a. Yosunlarda ve likenlerde çok yaygın akar cinsi. (Oribata takımı.) N O T E C , Polonya'da ırmak, {.ö d i'u n K. -B.'sında, Kujavvy'den doğar; 388 km. Uzun Gopto gölünü aştıktan sonra çığı­ rı, Vistül'ün 20 km'den az uzağına ve Bydgoszcz hizasına kadar gelir, sonra B.'ya doğru kıvrılır, Pomeranya'nın bütün güney yarısını akaçlayarak 2 0 0 km ileri­ de VVarta'ya kavuşur (sağ kıyıdan), izledi­ ği bu yol ve vadisinin çok büyük boyutla­ rı, Dördüncü Zaman'daki eski bir akarsu ağının kalıtıdır.



NOTER a. (fr. notaire; lat. notarius'tan). Özel hukuk İşlemlerini onaylayarak onla­ ra resmiyet kazandıran kamu görevlisi. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Noter senedi, noterlerce düzen­ lenen senet. (— RESMİ SENET*) —ANSİKL. Antikçağ’da, okuma yazma bi­ len kişilere yaptırılan sözleşmeler, yargıç­ lar tarafından onaylanıyordu. Roma'da ki­ şiler arasındaki sözleşmelere resmi nite­ lik kazandıran, mahkemelere bağlı olarak çalışan ve tabularii diye anılan görevlile­ rin yanı sıra, sözleşmeler hazırlamak için özel kişileMarafından görevlendirilen ve resmi nitelikleri olmayan kâtipler de var­ dı. Osmanlı imparatorluğu döneminde no­ terlik görevini önceleri kadılar yapardı, imparatorluğun son dönemlerinde bu gö­ rev "kâtibi adil" ve “ mukavelat muharriri" denen kişiler tarafından yerine getirildi. Noterlerin bugünkü statüsü 18 ocak 1972 tarih ve 1512 sayılı Noterlik kanunu ve bu kanun gereğince hazırlanmış yönetmeli­ ğe dayanır. Yasaya göre noterler kamu hiz­ meti yaparlar; Adalet bakanlığı tarafından atanırlar. Ancak noterler devlet memuru sayılmazlar ve devletten maaş almazlar. Noterlerin başlıca görevleri şunlardır: 1. yapılması yasayla başka bir makama ve­ rilmemiş her tür hukuksal işlemleri yap­ mak; 2 . taşınmazların satış vaadi sözleş­ melerini düzenlemek; 3. belgeleri bir dil­ den başka bir dile ya da bir yazıdan baş­ ka bir yazıya çevirmek; 4. protesto, ihbar­ name ve ihtarname göndermek; 5. belge­ ler üzerindeki imza, mühür ya da herhan­ gi bir işareti veya tarihi onaylamak (Noter­ lik k. md. 60). Yasaya göre her asliye ve münferit sulh mahkemesinin bulunduğu yerde, o mahkemenin yargı çevresindeki noterlik İşlerini görmeye yetkili bir noter­ lik kurulur. Bir ilin belediye sınırları İçinde birden çok noterlik bulunursa, her noter­ lik, bağlı olduğu asliye mahkemesinin yar­ gı çevresiyle sınırlı olmaksızın, il sınırları içindeki tüm noterlik işlerini görmeye yet­ kilidir. Adalet bakanlığı, işlerin çok oldu­ ğu yerlerde birden çok noterlik açabilir. Noter olabilmek için Hukuk fakültesl'ni bi­ tirmek ve yasanın aradığı öteki niteliklere sahip olmak gerekir Noterler, görevlerinin dışında hiçbir hizmet ve görev alamazlar. Yargı organlarının vereceği işlerle bilim ve hayır kuruluşları başkan ve üyelikleri, ha­ kemlik ve vasiyeti tenfiz memurluğu gibi görevler bu yasağın dışındadır. Noterler, iş sahiplerinin İsteği üzerine, hukuksal işlemleri belgelendirirler. Hukuk­ sal işlemlerin noter tarafından düzenlen­ mesi bir tutanak biçiminde yapılır. Bu şe­ kilde düzenlenen belgenin aslı, noterlik dairesinde saklanır ve örneği ilgili kişiye verilir. Hukuksal işlemlerin altındaki imza­ nın onaylanması, imzayı atan kişiye ait ol­ duğunun bir yazıyla belgelendirilmesi bi­ çiminde olur. İmzası onaylanan iş kâğıdı­ nın (belgenin) aslı, ilgili kişiye verilir ve im­ zalı bir örneği de dairede saklanır. Noterler yaptıkları işlemler İçin iş sahip­ lerinden belirli bir ücret alırlar. Bu ücret­ ler Adalet bakanlığı tarafından bir tarifey­ le saptanır. Noterler Adalet bakanlığı'nın ve Türkiye Noterler blrliği'nin gözetim ve denetimi altındadırlar. Bir işin yapamama­ sından, hatalı ya da eksik yapılmasından dolayı zarar görmüş olanlara karşı sorum­ ludurlar.



N o terler blrltyH (Türkiye), noterlik mes­ leğinin gelişmesini, noterler arasında bir­ lik ve dayanışmayı sağlamak, noterlerin genel çıkarlarını ve meslek ahlakını koru­ mak amacıyla kurulmuş kamu kurumu ni­ teliğinde meslek kuruluşu 1972 yılında kurulmuş olan Türkiye No­ terler birliği, 14 şubat 1984 tarih ve 2980 sayılı yasayla bugünkü biçimini almıştır. Birliğin taşra kuruluşu, noter odalandır. Üç ya da daha fazla noterlik bulunan her be­



lediye sınırı içinde bir noter odası kurula­ bilir. On üç ilde noter odası kurulmuştur. Her noter, içinde bulunduğu bölge noter odasına yazılmak zorundadır. Noter hiz­ metleri bütün il ve İlçeler düzeyinde no­ terlerce yürütülür. Noter bulunmayan yerlerde noterlik görevleri adliye yazı iş­ leri müdürü (başkâtip) tarafından yerine getirilir. Türkiye'de noter odalarına 1993 başı itibariyle 928 üye kayıtlıdır.



NOTERLİK a. 1. Noterin görevi. —2. Noterin görev yeri.



NOTERUS a. (yun. noteros, nemli'den). Küçük bedenli kınkanatlı cinsi. (Dytiscus cinsi üyelerine benzerler. Dalıcıböcekgiller familyası.)



NOTHOFAQOXYLON a. Yapısı şimdi­ ki yalancı kayınların, yapısına benzetilen fosil odun. (Nothotagoxylon scalariforme, Antarktika okyanusu'ndaki Seymour ada­ sında Üçüncü Zaman tabakalarında bu­ lunur.



NOTHOSAURUS a. Avrupa'da Trias devri topraklannda fosillerine rastlanan sürüngen amfibyum cinsi. (O dönemde karada yaşamaktaysa da suda yaşayan plezyozorların atasıdır. Sauropterygia ta­ kımı.) NOTHRUS a. (yun. nothros, yavaş, tem­ bel). Uzun sırt ipekleri olan, dikdörtgen gövdeli akar cinsi. (Bazı türleri meşelerde yaşar. Oribata alttakımı.)



NOTİLOİDLER a. Örnek tipi Nautilus olan kafadanbacaklı yumuşakça altsınıfı. (Cambria devrinde ortaya çıkan notiloidler, düz, hafifçe yay gibi kıvrılmış ya da Nautılus'lar gibi sarmal biçimleriyle, özellik­ le Birinci Zaman'da çeşitlendiler. İkinci ve Üçüncü Zaman'da çok gerileyen notiloidler, günümüz denizlerinde yalnızca Nau­ tilus cinsinin beş türüyle temsil edilmek­ tedir.) N O rlO N . Tar. coğ. Anadolu’nun B. kıyı­ sında, lonla bölgesinde kent; Kolophon’ un limanı olarak I.Û. V. yy.'da kuruldu. Attike Delos deniz birllği’nce vergiye bağ­ lanan Notion, siyasal olarak Kolophon'la birleşmişti ve Hellenistik dönemde Deniz Kdophonu ya da Yeni Kolophon deniyor­ du. (ki tepe ile bunların arasındaki alan­ da kurulu olan kent 3-4 km uzunluğunda en az dört kapılı (iki kapısı günümüzde de görülebilir) hellenistik surlarla çevrilidir. B. tepesinde, korinthos düzeninde, templum in antis planlı, küçük Athena Polias tapınağı'nın kalıntıları vardır. Hadrianus döneminde inşa edilen (İ.S. 117-138) tapı­ nağın frizlerinde askıçelenklerin arasında boğa başlan işlenmiştir. Tapınağın D.'sunda bir sunağın temelleri bulunmaktadır. Tapınak ve sunak uç yönden dor düze­ ninde stoalaria çevrilidir. Bunun dışında iki agora, üç yanı basamaklı buleuterion, bir küçük tapınak, yunan tiyatrosu (Roma dö­ neminde onarıldı), nekropolis başlıca ka­ lıntılardır. —Arkeol. Yörede ilk kazıları 1904'te Theodor Makridi Bey gerçekleştirdi. 1907'de bir kilise kalıntısının G.’inde manastır ol­ duğu sanılan bir yapı ve onun çevresin­ de hıristiyan mezartan bulundu. 1913'te R. Demangel ve A. Laumonier kazı yaptı. 1921'de Charles Picard Athena tapınağı' nı ortaya çıkardı. Yeni kazılar Doç. Erol Atalay yönetiminde başlatıldı (1985); nekropoliste kaya mezarlar, Hellenistik dö­ nemden mezar stelleri, çeşitli heykel par­ çaları bulundu. (-» Kayn.) NO TİO PHİLUS a (yun. notia, nemlilik, yağmur ve philos, dost'tan). Yosunlarda ve nemli yerde yaşayan, parlak sarı parıl­ tılı, küçük bedenli koşarkınkanatlı cinsi (Koşarkınkanatlıgiller familyası.) t a. Yüzen su bitkileri üzerin­ de yaygın olarak yaşayan sinek cinsi. (Kıyısineğigiller familyası.)



8721



Notitia dignitatum N o titia dlgnitatum , Roma İmparatorluğu'nda rütbe ve makamlar kataloğu; bir tür İmparatorluk almanağıydı, ilk metnin 378-430 arasında yazıldığı sanılır. NOTKE (Bernt), alman heykelci ve res­



NOTOFOR a. (fr. notophore). Sırtında bir



NOTOSTİOMATA a. Çok bölütlü karın­



kese bulunan ucube.



lı, ilkel akarlar takımı. (İlk dört karın bölütünün her birinde bir çift yan-sırt trake de­ liği vardır Boyları birkaç milimetreyi ancak bulan bu hayvanlar taşların altında yaşar­ lar ve etçildirler Çok az sayıda tür içerme­ sine karşın bazı bilim adamları Notostigmata'yı üsttakım saymaktadır.)



NOTOMASTUS a. Zostera çayırlıkların­ da çok bol bulunan çokkıllı halkalısolucan cinsi. (Capitetiidae familyası.)



NOTKEN K ekem e (ermiş), Sankt Gai­



NOTONOULATA a. Güney Amerika' da Üçüncü ve Dördüncü Zaman toprak­ larında fosillerine rastlanan memeliler ta­ kımı. Paleosen'de Asya ve Amerika'da or­ taya çıkmış toynaklı hayvanlardır; ama an­ cak Güney Amerika'da [o zamanlar ayrı bir kıtaydı) Dördüncü Zaman'ın başlarına kadar varlığını sürdürebildl. Notongulata takımı, Toxodonta, Typotherii ve Hegetotherii alttakımlarına ayrılır.



N O T K E N sarkık dudaklı (Labeo) ya da Alm an (Teutonicus), isviçreli benedikten (Thurgau'da 950’ye doğr. - Sankt Gailen 1022). Sankt Gailen Kilise okulu yönetici­ siydi, öğrencilerinin çalışmasını kolaylaş­ tırmak için, bazı klasik latin yapıtlarını almancaya çevirdi. Yaptığı çeviriler, eski almarıcanın zenginleşmesine büyük bir kat­ kıda bulundu.



NOTO, İtalya'da kent, Sicilya'da (Siracusa ili), lon denizi yakınında; 2 1 600 nüf. Barok anıtlar: 1963'teki depremden son­ ra yeniden yapılan kentin (eskisine 2 0 km uzaklıkta) planı içine uyumlu biçimde so­ kulmuş katedral. Müze (arkeoloji). Tarım merkezi. Besin sanayileri. — Noto vadisi, iblel dağının güney kenarında Salso ile Noto arasında bulunur.



NOTO, Japonya'da yarımada, Honşu adasında, Japon denizi kıyısında; yakla­ şık 80 km boyunca kuzeye doğru uzanır ve B.'dan Toyama körfezini sınırlandırır.



,



4 Norveç'te (Telemark) kent, Oslo'nun G.-B.'sında; 12 900 nüf. Elektrometalürji. Plastik maddeler. Havalanı.. NOTODONTA a. Ilıman bölgelerde ya­ Dam “ -*—Am . . I..I.rlrall'nin rans N om ram e KBteareu nın giraydan görünüşü (X U -» , yy.)



distan ve Tayland'da yoğun biçimde üre­ tilmektedir. Notopteridae familyası.)



sam (Lassan, Pomeranya, 1440’a doğr. -Lübeck 1509). 1467'de Lübeck’te ustalı­ ğa yükseltildi. Yaklaşık olarak 1484'ten iti­ baren İsveç'te çalışmaya başladı. Başya­ pıtı, Stockholm’de Storkyrkan’da yer alan St.-JCırgen heykel grubudur (1489'da ta­ mamlandı). Yapıtları arasında Lübeck ka­ tedralimdeki zafer haçı (T477), Arhus ka­ tedralimde Çile konulu sunakarkalığı (1478-79), Reval kilisesi'ndeki (bugün Tallin; 1483) sunakarkalığı anılmalıdır. len manastırı keşişi (840’a doğr. - Sankt Gailen 912), ilahiler, ayin parçaları ve bir dilbilgisi kitabı yazdı.



notoracta ytaucı



NOTODONTİDAE a. DİŞLİKELEBEKGİLLER familyasının bilimsel adı.



şayan kelebek cinsi. (Notodonta dromedarius ve N. ziczac nisan-ağustos arasın­ da uçuşur; tırtılları söğüt ağacı, kavak ağacı ve kuşağacında yaşar. Notodontidae familyasının örnek tipi.)



NOTOMEL a. Sırtında fazladan bir ya­ hut iki kol ya da bacak bulunan ucube. NOTONECTA OLAUCA a Bataklıklar­ da avladığı küçük böcekleri yiyerek yaşa­ yan çeşitkanatlı böcek. (Sokması çok acı verir. Sırt üstü yüzebilir. Suyarımkanatlıları takımı; Nolonectidae familyasının örnek tipi.)



NOTOPOT a. (fr. notopode'dari). Genel­ likle bir çıkıntı ve birçok kıl taşıyan, çokkıllı halkalısolucan parapodunun sırt pla­ ğı. (Karın plağı nöropot adını taşır.) NOTOPTERA a. Orthopteroindea üsttakımından, kanatsız, küçük gözlü, ağız parçaları öğütücü böcekler takımı. (Tek bir familyası [Grytloblattidae] ve 5 türü var­ dır.) —ANSİKL. Notoptera takımı üyelerinde göğüs bölütleri hemen hemen birbirine eşit ve hareketlidir; tarsusları beş eklemli­ dir. Notopteralar Kuzey Amerika ve Ja­ ponya'da dağlarda yaşar: kozalaklı orma­ nının üst sınırında, nemli yosunlarda, buzulkarların kenarında, iri odunlarda ve kayaçlar arasında rastlanan bu hayvanlar or­ ganik döküntülerle beslenirler. Larvaları erişkinlere benzer.



NOTOPTERUS a. Gûney-doğu Asya ve Afrika’daki tatlısularda yaşayan sardalyamsılar takımından kemiklibalık. (Kuyrukaltı yüzgeciyle kuyruk yüzgeci birleşmiş­ tir. Karmaşık yüzme kesesi havayı soluma olanağı veren bir organdır. Cinsin yene­ bilen türlerinden Notopteruschitala, Hin­ Arthus-Bertrand-Explor8r



NOTOSTRACA a. Durgun tatlısularda yaşayan kabuklular takımı. (Temel özellik­ leri, geniş bir sırt kalkanı biçimindeki ba­ ğalarıyla, 40’tan fazla bölüt kapsayan ve 70 çifte varan yapraksı eklenti taşıyabilen bedenleridir. Çoğunlukla zaman zaman kuruyan bataklıklarda yaşarlar. Ilıman ik­ limli bölgelerde iki cinsi bulunur: Triops ve Lepidurus, her birinin de birer türü vardır. Branchiopoda sınıfı.) NOTOSUCHİDAE a. Patagonya'daki Üst Kretase dönemi topraklarında fosille­ rine rastlanan timsah familyası. (Mesosuchia takımı.)



NOTOTHECTA a. Karınca yuvalarında yaşayan böcek cinsi. (Kısakanatlıböcekgiller familyası,) NOTOTHENİİDAE a. (yun. rotothen, güneyden, ve eidos, görünümden). Gü­ ney denizlerinde yaşayan kemiklibalık. (Familya üyelerine “Antarktika morinası" ortak adı verilirse de bu balıklar, üredik­ leri ekoloji çevresi bakımından kuzey böl­ gelerinde yaşayan denizakrebine ben­ zerler. Familyanın 100'ü aşkın türü var­ dır.) NO TRANJSKO ("iç ülke"). Slovenya'da bölge. Geniş polyelerle (Cerknica, Loz, Planina) kesilen karstlı platolardan ve bölgeyi Adriya denizi kıyılarından ayı­ ran kıvrımlarmış sıradağlardan (Sneznik: 1 796 m) oluşur. Ormanlar. Yaygın yön­ temlerle koyun yetiştiriciliği. NOTRE-DAME, katoliklerin Bakire Mer­ yem'e verdikleri unvan; Bakire Meryem'e adanan kiliselere verilen ad. N otre D a m * do Slon frensiz kız IIsosl, İstanbul'da fransızca öğretim ya­ pan ve ortaokul devresi ile birlikte etkinlik gösteren özel lise. Louise Weyvada tara­ fından kuruldu (1856). Önceleri Charité topluluğu rahibelerinin yönetiminde eği­ tim ve öğretime açıldı. Okulda, kısa süre sonra Notre Dame de Sion topluluğuna bağlı ve eğitimciliği meslek edinmiş rahi­ belerin yönetiminde öğretim yapılmaya başlandı. Öğretime Birinci Dünya savaşı yıllarında (1914-1918) bir süre ara verildi. Başlangıçta yatılı ve gündüzlü olan okula 1964'ten sonra yalnız gündüzlü öğrenci alınmaya başlandı. Okulun öğrenim süresi 2 yıl hazırlık, 3 yıl 1. devre ve 3 yıl 2. devre olmak üzere 8 yıldır. Öğrenci sayısı 1992-1993 öğre­ tim yılında 642'ydi.



N otro-D am o’ın



kam buru (Notre -Dame de Paris), transız yazar Victor Hugo’nun romanı (1831). Sokaklarda dans ederek hayatını kazanan genç dansçı ve falcı Esmeralda, güzelliğiyle Notre-Dame kilisesi'nln rahibi Frollo'yu âdeta büyüler. Esmeralda'nın, âşığı yüzbaşı Phoebus ile gizlice buluşmaya gittiği bir eve kadar on­ ları izleyen Frollo, yüzbaşıyı öldürerek su­ çu Esmeralda’nın üzerine atar ve sevgili­ si olmayı kabul ederse genç kızı kurtara­ cağını vaat eder, ama Esmeralda buna yanaşmaz, idama mahkûm edilir. Esme­ ralda tam Notre-Dame'ın önünde asıla­ cakken, kilisenin zangocu ve Frollo'nun uşağı olan çirkin, ama bir Herkül kadar güçlü Quasimodo bir iple sallanarak Esmeralda'yı kurtarır ve kilisenin içinde giz­ ler. Ancak rahip Frollo Quasimodo'yu kan­ dırarak Esmeralda’yı yeniden elde etme­ ye çalışır, ama kızın direnmesi karşısında



öfkelenerek onu yarı deli bir yaşlı adama teslim eder. Muhafızlar Esmeralda’yı ya­ kalarlar. Frollo ve Quasimodo genç kızın asılışını kilisenin teoesinden seyrederler­ ken Quasimodo rahibi aşağı atar, ardın­ dan o da Esmeralda'nın cesedi başında can verir. —V. Hugo’nun yapıtından esin­ lenen Roland Petit, Maurice Jarre’ın bir partisyonu üzerine 13 tabloluk bir bale dü­ zenledi ve bu bale 1965'te Paris operası'nda sahneye kondu. N o tre -D a m e k a te d r a li, Paris'te, Cité adasında başpiskoposluk kilisesi. Yapımı­ na 1160'ta başlanan günümüzdeki yapı­ nın yerinde daha önce, art arda inşa edil­ miş iki kilise vardı. Koroyeri ve çaprazsahın 1177’de, şahın 1200'e doğru tamam­ landı. Cephe İse, XIII. yy.'ın başında ya­ pıldı. Aynı yüzyılda, yüksek pencereler genişletildi, destek kemerleri yeniden ya­ pıldı, yapının çevresine capellalar eklen­ di, çaprazsahnın her iki ucuna bir cephe (Jean de Chelles ve Pierre de Montreuil' ün yapıtları) inşa edildi. Devrim sırasında zarar gören heykeller XIX. yy.'da Viollet -le-Duc tarafından yenilendi; Ortaçağdan kalan bölümler arasında, özellikle batı cephesindeki Ste-Anne kapısı'nın alınlık oymaları (XII. ve XIII. yy.) sayılabilir; çaprazsahnın cepheleri, XIII. yy. ortalarına ta­ rihilendirilen taçkapılarını (kuzeyde, Kuca­ ğında Çocuk İsa'yı tutan Meryem) ve gül­ lerini korumuşlardır, içeride, koroyeri böl­ mesinin kabartmaları (XIV. yy. başı) ve XVII. yy.'dan kalma büyük boy tablolar dik­ kati çeker. N O T R E -D A M E k ö r fe z i, Newfoundland’da körfez, adanın kuzey-doğu kıyısın­ da. Çevresinde adalar ve birçok liman vardır. N o tre -D a m e o k u lu , XII. yy.'ın ikinci ya­ rısıyla XIII. yy.'ın ilk yarısından kalma on beş dolayında elyazması derlemede, çok sayıda organa'sı, dinsel motetleri, bir ya da daha çok ses için dinsel ve dindışı latince conductum'ları bulunan müzikçiler topluluğu. Pek çok üyesinin adı bugün için bilinmeyen Notre-Dame okulu’nun büyük önemi, son dönemlerde ortaya çı­ karılan belgelerle kanıtlanmıştır. Bu belge­ lerin en ünlüsü, Notre-Dame okulu’ndan iki ustayı, Léonin ve Pérotin'i tanıtan ve XII. yy.'ın sonuyla XIII. yy.’ın başındaki müzik­ leri inceleyen Coussemaker'nin yayımla­ dığı Anonyme IV'tür. NOTTAWAY, Kanada'da (Québec) ır­ mak, Matagami gölünden çıkar, James körfezine dökülür; 225 km. N O T T E B O H M (Martin Gustav), alman müzikolog ve besteci (Lüdenscheid, West­ falen, 1817-Graz 1882). Leipzig'te Men­ delssohn ve Schumann'ın öğrencisi oldu. 1846’da Viyana'ya yerleşti ve kendini, Be­ ethoven incelemelerine adadı. Onun tas­ laklarını İnceleyen ilk müzikologdur. Baş­ lıca yapıtları: Ein Skizzenbuch von Beet­ hoven (Beethoven'in bir taslak defteri) [1865], Thematisches Verzeichnis der er­ schienenen Werke von Beethoven (Beet­ hoven'in yayımlanmış yapıtlarının tematik listesi) [1868], Beethoveniana (1872; 2. cil­ di ölümünden sonra 1887’de yayımlandı), Beethovens Studien (Beethoven araştır­ maları) [1873], Schubert (1874) ve Mozart (1880) üzerine de kitaplar yazdı. N O T T IN G H A M , Büyük Britanya'da kent, yönetim bölümü merkezi, Midlands’ ın ve Trent'in kıyısında; 277 203 nüf. Üni­ versite. Bu eski tahkimli yer, tuhafiyeci­ likte uzmanlaşarak XVIII. yy.’ın sonunda büyük bir sanayi kenti oldu: hazırgiyim, kimya, ecza ve makine (tekstil makinele­ ri, bisikletler) sanayileri ve bir tütün imalatevi. XVII. yy.'da yeniden yapılan şato­ da müze (Nottingham kaymaktaşı; tuha­ fiyecilik, danteller vb.) ve resim galerisi. —Yakınlarında, bir Doğa tarihi müzesi’ni kapsayan kraliçe Elizabeth'in evi (Wollaton Hail).



N O T T IN G H A M , birkaç İngiliz ailenin ta­ şıdığı kontluk unvanı: 1377-1476 arasında Mowbray*, 1597-1681 arasında Howard* ve 1682’den itibaren Finch*. N o ttin g h a m k u m ta ş ı, üzerinde mer­ daneyle bastırılmış çiçek motifleri ya da geometrik desenler, kimi zaman da yazıt ve tarihler bulunan, genellikle kahveren­ gi sırlı kumtaşı. N O T T IN G H A M S H IR E , Büyük Bri­ tanya'da yönetim bölümü, Midlands'ta, Trent'in iki kıyısında; 2 212 km2; 1 007 700 nüf. (Î988). Merkezi Nottingham. N O TU M a. Böceklerde trokasın orta sırt bölümü. (Tergumdan küçüktür. Ele alınan göğüs bölütüne bağlı olarak genellikle pronotum, mezonotum ve metanotum bö­ lümlerine ayrılır.) NOUACEUR -



NUVAŞİR (EN ).



N O U M É A , Yeni Kaledonya denizaşırı toprağının yönetim merkezi, Yeni Kale­ donya adasının güney-batı kıyısında; 65 110 nüf. (1989). N O U V E A U (Germain), fransız şair (Pourrières 1851 - ay. y. 1920). Avrupa yol­ culukları, dostları Verlaine ve Rimbaud ile buluşmalarla, geçici bir öğretmenlik (1883-84) ve Sainte-Anne akıl hastanesi’ ne yatmalarla noktalanan bir bohem ya­ şamı boyunca, sırasıyla Valentines adlı aşk şiirlerini, ardından Aux saints ve son olarak 1904’te bir dost tarafından yayım­ lanan Poésies d'Humilis adlı yapıtlarını yazdı. Gerçeküstücüleri etkiledi. N O U V E L LE -A M S T E R D A M a d a s ı, Hint okyanusu’nda fransız adası, 37° 52' G. enleminde, Fransız Güney ve Antark­ tika topraklarının parçası; 55 km2. Yanar­ dağ kökenli bir toprak kütlesi 911 m yük­ seltiye ulaşır. Çok yumuşak iklimli ada 1871’de sömürgeleştirilmek istendiyse de günümüzde yalnızca b:r bilim istasyonu (La Roche-Godon) olarak kullanılmakta­ dır. Önemli penguen rezervi. n o u v e lle c r it iq u e (yeni eleştiri), Sorbonne’da ders veren Raymond Picard ve Roland Barthes arasındaki bir polemik (1966) dolayısıyla ortaya çıkan deyim, Racine'in yorumlanması konusunda yapılan bu polemikte, yapıtların üniversitedeki okunuşuyla (tarihe ve Lanson yöntemle­ rine atıf) yeni denilen ve toplumbilim, dil­ bilim, psikanaliz ve yapısalcılığın edinim­ lerini göz önünde bulunduran bir eleştiri arasındaki karşıtlık açıklığa kavuştu. Ku­ ramsal tartışma, üniversite ve çevresel bi­ rimler arasındaki kurumsal bir tartışmay­ la daha da genişledi. N o u v e lle R e v u e f r a n ç a is e (la) [NRF], J. Copeau, J. Schlumberger, A. Ruyters ve A. Gide vb. yazarlarca 1909’da kurulan aylık fransız edebiyat dergisi. Genç yazarların tartışmalarına ve yaban­ cı etkilere açıktı, 1953’te, on yıllık bir ara­ dan sonra Nouvelle Revue française adı altında çıktı, 1959'da gene eski adını al­ dı. N o u v e lle s litté r a ir e s , 1922 de An­ dré Gillon’un kurduğu, edebiyat, sanat, bilim, eleştiri ve kaynakça üzerine yazılar yayımlayan haftalık fransız gazetesi. 1983'te Jean-Pierre Ramsay tarafından satın alınan gazete les Nouvelles adını al­ dı. N o u v e l O b s e rv a te u r (le), 1950 nisa­ nında l'Observateur, sonra France -Observateur adları altında Claude Bourdet tarafından kurulan haftalık siyaset ve kültür haberleri dergisi. Komünist olma­ yan sol aydınların sözcüsü olarak çıkan dergi 1964'te bugünkü adını aldı ve kısa zamanda “ sosyalist sol"un haftalık yayın organı durumuna geldi. NOVA a. (lat. nova [Stella], yeni [yıldız]). Astrofiz. Parlaklığı birdenbire artarak ye-



J . B o ttin



ni bir yıldızmış gibi görünen yıldız. —A ns İkl Bir novanın parlaklığının artışı çok gözalıcıdır: bu parlaklık, 2 ya da 3 gün içinde, binlerce ya da on binlerce ka­ tına ulaşır ve maksimal parlaklık sırasın­ da alınan tayfı, gazların 2 0 0 0 km -sn - 1 düzeyindeki fışkırma hızlarını belirtir. Par­ laklık artışını sağlayan yüzeysel patlama­ dan sonra, bu parlaklık, başlangıçtaki de­ ğerine dönmek için, haftalar ya da aylar boyunca düzenli olarak azalır. Bu tür yıl­ dızlar hem Gökadamız’da, hem de dış gökadalarda gözlemlenir. Kimi yıldızlar için, 30-50 yıllık bir zaman ölçeğinde, bu olayın yinelendiği saptanmıştır. Novalar, bir bileşeni beyaz cüce’ (evrimin sonun­ daki yıldız), diğer bileşeni ise atmosferi genişleyen bir dev olan, çift yıldız sistem­ lerine aittir, iki bileşen arasındaki etkileşim beyaz cücenin yüzeyine doğru bir mad­ de aktarımı biçiminde kendini gösterir ve burada oluşan termonükleer tepkimeler ani parlaklık artışını sağlar. N O VA FR İB U R G O ya da F R İG U R BO, Brezilya’da (Rio de Janeiro eyaleti) kent, Serra do Mar'da, Rio'nun K.-D.'sunda; 90 500 nüf. Tekstil sanayisi. Turizm ve iklimi sağlığa yararlı tedavi merkezi. N O V A G O R İC A , Slovenya'da kent, İtalya sınırında, Gorizia'nın karşısında; 57 000 nüf. Mobilya. Makine sanayileri. Çimento fabrikası. N OVA İG U A Ç U , Brezilya’da (Rio de Ja­ neiro eyaleti) kent, Rio de Janeiro yerleş­ mesinin kuzey-batı'sında; 1 095 000 nüf. Kimya sanayisi. Bisiklet yapımı. Ecza maddeleri. Besin sanayileri. N O V A Ç E K İT a. (fr. novacékite; çek mi­ neralog R. Novâcek’ın adından). Miner. Kuvadratik sistemde yer alan hidratlı uran­ yum ve magnezyum arsenat. N O V A K (Vjenceslav), hırvat yazar (Sen] 1859 - Zagreb 1905). Sorumlusu olarak toplumsal düzeni gördüğü yoksulluğu dile getirdi. Gerçekçiliğin en verimli temsilci­ lerinden biridir. Öykü kitapları (PodNehajem, 1892; Posljedn'ji Stipançiçi, 1899) ve Tito DorciĞ (1906) adlı bir roman kaleme alan yazar, bu yapıtlarında Zagreb’de ve yoksul Podgorje bölgesinde yaşayan sı­ radan insanların yaşamlarını anlatır. N O V Â K (Vitézslav), çek besteci (Kamenice, Bohemya, 1870 - Skutec, Bohemya, 1949). Prag konservatuvarı'nda, Dvor’âk’ ın öğrencisi oldu. Kendisi de daha sonra bu okulda ders verdi (1919-1922). Gele­ neksel Slovakya ve Moravya müziklerinin etkisini taşıyan yapıtları özellikle 1930'dan sonra ilgi gördü. Dört opera (Zvikov'un ci-



Nouméa kentinden ve limanından bir götünüm



Novák ni, 1914; Karlstejn, 1915; Fener, 1922; De­ denin mirası, 1925), baleler (Signorina Gioventu, 1928; Nikotına, 1929), kantatlar (Düğün gömlekleri, 1913), iki büyük koral senfoni (Güz, 1934; Mayıs, 1943), senfo­ nik süit ve şiirler (Moravya süiti, 1903; To­ rnan ve orman perisi, 1907; Bohemya sü­ iti, 1937; Aziz Wenceslas üçlemesi, 1941), melodiler, koro parçalan, oda müziği ya­ pıtları, piyano parçaları (Eroica sonatı, 1900 [sonradan orkestralandı]) besteledi. Halk müziği kaynaklarına göndermeler de yaparak, yeni armoni ve orkestralama yöntemleri arayan Novâk, çek müziği üze­ rinde önemli etki bıraktı.



8724



N O V Â K (Arne), çek tarihçi ve edebiyat eleştirmeni (Litomysl 1880 - Policka 1939). Monografiler (Neruda, Slâdek, Dyk vb.) dışında, özellikle anıtsal bir çek edebiyatı tarihi (Dejiny Çeşke Literatury, 1936-1939) yazdı ve bu yapıtta, dış ilişkileri ve estetik görünümleri göz ardı etmeksizin, erekliği insanlık ülküsüyle kaynaşan ulusal manevi (özellikle katolik) ve ahlaki geleneklerin ge­ lişimi üzerinde durdu. N O V A K (Helga Maria), alman kadın ya­ zar (Berlin 1935). Hikâyeleri ve şiirlerinde mizahın yanı sıra toplumsal sorunlar ağır basar (Ballade von der reisenden Anna, 1965; Margarete mit dem Schrank, 1978; Die Eisheiligen, 1979).



Novalls XIX . yy. gravürü



Nova Scotia bir tarım alanı



N O V Â K Y , Slovakya'da sanayi merke­ zi, ülkenin orta kesiminde, Banskâ Bystrica'nın B.’sında. Linyit çıkarımı. Kimya sa­ nayileri. NOVA LE V A N T E , İtalya'da (Trentino-Yukarı Adige) sayfiye ve kış sporları merke­ zi, Bolzano'nun G.-D'sunda (yüksl. 1 182 - 2 240 m); 3 000 nüf. N OVALİ S (Friedrich, baron VON HARDENBERG, — denir), alman şair (VViederstedt, Hettstedt yakınında, Saksonya, 1772 - VVeissenfels 1801). Soylu bir aile­ nin çocuğuydu; Jena'da Schiller'in tarih derslerini izledi, Schlegel kardeşler ve ide­ alizmi, düşüncesini derinden etkileyen Fichte ile tanıştı. On beş yaşındaki genç nişanlısı Sophie von Kühn'ün ölümü (1797), tüm yapıtını etkileyen mistik coş­ kuya ve "büyülü idealizme" daha da çok yönelmesine yol açtı. Kutsal ile kutsal ol­ mayanın, düşünce açıklığıyla duygu de­ rinliğinin birbirine karıştığı ve 1800'de ro­ mantik okulun dergisi olan Athenâum'da yayımlanan Hymnen’ an die Nacht adlı şiirlerini de bu sırada yazdı. 1798’de, do­ ğa olayları üzerinde felsefi ve alegorili bir düşünme eylemine girişti (Die Lehringezu Sais). Bu dönemde Madenler dairesi'ne girmeye hazırlandığı için, bilimsel araştır­ maya yönelerek dünya ve gizemleri üze­ rindeki şiirsel görüşüne derinlik kazandır­ dı. 1799-1800 yıllarında Jena'da, F. Schle­ gel ve Tieck'in öncülük ettikleri romantik grubun yaşamına etkin bir biçimde katıl­



dı; ölümün, tamamlanmasını engellediği Heinrich" von Ofterdingen (1802'de ya­ yımlandı) adlı romanına da bu sırada baş­ ladı. Ayrıca, tamamen duygusal bir din­ darlıktan esinlenen Geistliche Lieder ve hıristiyanlığın derin birliğine olan inancını ortaya koyduğu Die Christenheit oder Eu­ ropa (1799) gibi yapıtları da vardır. N O VA L İS B O A -



Huambo.



N O V A R A , İtalya'da kent, Piemonte' de, il merkezi, Po’nun kolu Agogna'nın kıyısında; 103 088 nüf. (1990). Ticaret merkezi. Kimya ve tekstil (ipek, pamuk) sanayileri. Basımevleri. Yayınevi. Besin sanayileri. —Novara ili, 3 594 km2; 500 984 nüf. (1989). Po ırmağıyla İsviçre sı­ nırı arasında, Dora Baltea'dan Ticino’ya ve Maggiore gölüne kadar uzanan bu il­ de çeşitli kaynaklar (pirinç, tekstil sana­ yileri, hidroelektrik) bulunur. —Tar. Sezar tarafından sömürge olarak ku­ rulan Novara, Roma imparatorluğu döne­ minde etkin bir pazara dönüştü. Radagais (405) ve Attila (452) tarafından yıkıldı. XI. yy. sonunda özgür bir komün durumuna geldi. Heinrich V tarafından yakıldıktan (1110) sonra, Lombardia birliği'ne (1167) ve Ghibellinolar partisi’ne katıldıysa da, Milano dükleri olan Viscontiler'in eline ge­ çerek bu kentin yazgısını paylaştı. 1495'te Orléans dükü tarafından alındıysa da, Massimiliano Sforza'nın isviçreliler’i ora­ da Fransızlar'ı bozguna uğrattılar (6 ha­ ziran 1513). Avusturya mülkü (1714) ola­ rak, Sardinyalı kral Carlo-Emanuele lll'e devredildi (1738), Cisalpina Cumhuriye­ tin e katıldı (1800), Agogna eyaletinin mer­ kezi durumuna geldi (1801-1814), ardın­ dan Savoia’ya geri verildi (1814). Santa Rosa’nın liberallerini, AvusturyalIlar bura­ da ezdi (nisan 1821) ve Radetzky, Carlo -Alberto'yu burada bozguna uğratarak (23 mart 1849), oğlu Vittorio Emanuele ya­ rarına tahttan çekilmeye karar vermesine yol açtı (24 mart). —Güz. sant. XIX. yy.'da A. Antonelli tara­ fından yapılan katedral; V. yy.'dan kalma ve bin yılı dolaylarında yüksekliği artırılan vaftizhane (Mahşer konusunu işleyen fresk kalıntıları). 1577’den başlayarak, R Tibaldi'nin planlarına göre yapılan S. Gaudenzio bazilikası (G. Ferrari, il Morazzone ve Tanzio da Varallo'nun resimleri [XVI.-XVII. yy.]); bu bazilikanın, birbiri içine geçen iki yüksek kasnağa dayanan ve tepesinde bir ok bulunan ilginç kubbesi, Antonelli’ nin yapıtıdır. Broletto sitesinde müze. N O VARRO (Ramón Gil SAMANİEGOS, Ramón —denir), meksika kökenli amerikalı sinema oyuncusu (Durango, Meksika, 1899 - Hollywood 1968). Baştan çıkarıcı “ latin” erkek tipinin ünü Valentino'ya yak­ laşan ilk örneğiydi. Özellikle Zenda mah­ kûmları (The Prisoner of Zenda) [Rex ingram, 1921] ve Scaramouche (Rex ingram, 1923) adlı filmlerde başarılı oldu, ama bü­



yük ününü Ben H ur1daki (F. Niblo, 1926) başrolüyle kazandı. Ardından The Pagan (W. S. Van Dyke 1929) ve Call of the Flesh (C. Brabln, 1930) adlı filmleri çevirdi. Sesli sinemanın başlamasından sonra gittikçe daha küçük rollerde oynadı. ; N O V A S C O T İA , Kanada'nın Atlas ok­ yanusu kıyısındaki illerinden biri; 55 490 km2; 891 600 nüf. (1990). Merkezi Hali­ fax. İl, güney-doğuya doğru eğimli, az yüksek (300 m) bir yarımadayla, batıda bir plato (500 m'ye kadar) ve doğuda bir alçak bölge içeren bir adadan (Cape Breton) oluşur. Bölgede Amerika kıtası­ nın doğu cephesinde orta enlemlerde görülen bir iklim egemendir: kışlar so­ ğuk, yazlar sıcaktır (Yarmouth: şubatta —3 °C, ağustosta 16,7 °C). Doğal bitki örtüsü, kuzeye özgü kozalaklıklarla ılı­ man iklime özgü geniş yapraklı ağaçlar (meşe, dişbudak, karaağaç), karma or­ manıdır. Tarım en iyi topraklarda yapılır ve meyve (elma) ile sığır yetiştiriciliği ağır basmaktadır. Deniz balıkçılığı (Lu­ nenburg, Yarmouth, Digby başlıca balık­ çılık limanlarıdır) hem avlanan balık mik­ tarı (dünyada ikinci), hem değer (Ingiliz Kolombiyası'ndan sonra İkinci) hem de çeşitlilik (morina ve atlantikpislsi, ringa, dilbalığı, kabuklu hayvanlar) bakımından çok önemlidir. Maden çıkarma sanayisi (tuz (kıta bölümünün kuzeyi) ve kömür [Cape Breton adası]) eskilere dayanır. İç kesimdeki ormanlar bıçkıevlerini ve kıyı­ daki kâğıt hamuru fabrikalarını besler. Başlıca yerleşme alanları Halifax ile Sydney’dir. Halifax, konumu (Avrupa'ya bi­ raz daha yakın oluşu, kıyılarının buz tut­ maması) ve yerinin elverişliliği (çok iyi bir doğal limandır) sayesinde askeri ve ticari (transit buğday taşımacılığının Halifax'tan Saint Lawrence’in limanlarına kaymasına karşın) liman işlevlerini yüklenmektedir. Hem il, hem sanayi merkezi olan Halifax, Atlas okyanusu cephesindeki illerin de ana merkezidir. Sydney-Glace Bay bir sa­ nayi bitişikkentidir (kömür, demir-çelik) ve Newfoundland ile bağlantıyı sağlamakta­ dır. Turizm etkindir: Atlas okyanusu kıyısın­ daki küçük limanlar ve Cape Breton ada­ sının yüksek kesimleri çok turist çeker. İl, eski Acadie’de yer alır; 1755’te buraya sü­ rülenlerin soyundan gelen fransızca konu­ şan halk, bugün nerdeyse ortadan kalk­ makta olan bir azınlık oluşturur, (il nüfu­ sunun ancak °/o 5 ’i). —Tar. Nova Scotia adı 1621'de İngiltere kralı James l'in, William Alexander'e ver­ diği fermanda geçer; Port-Royal’de Scott’s Fort'u kuran Alexander, Saint -Germain antlaşması ile (1632) buradan çıkarıldı. 1654-1667 arası İngiltere'ye, 1667’den 1710'a kadar Fransa'ya ait olan Nova Scotia, Utrecht antlaşması (1713) ile yeniden İngiltere'ye bırakıldı; Cape Bre­ ton adası Louisbourg'un düşüşünden (1745) sonra ingilizler'in oldu, Aachen ant­ laşması (1748) ile Fransızlar’a geri verildi ve 1758'de yeniden İngiltere’ye ait oldu. 1755-1758 arası ülkeden çıkarılan Acadieliler’in gitmesinden sonra buraya kralcı­ lar ve iskoçyalılar (1774-1784) yerleştirildi. 1784‘te Cape Breton ve New Brunswick hükümetleri ayrıldı. Nova Scotia Kanada konfederasyonuna (1867) katılan ilk dört hükümetten biridir NOVATİ (Francesco), İtalyan yazar (Cre­ mona 1859-San Remo 1915). Filolog ve edebiyat eleştirmeniydi, Ortaçağ ve hü­ manizm üzerine yapıtlar (L'influsso del pensiero latino sopra la civiltâ Italiana del Medioevo [Ortaçağ İtalyan uygarlığı üze­ rine latin düşüncesinin etkisi], 1897) bırak­ tı. N O V ATİA N U S , Romalı rahip ve tanrıbilimci (III. yy.). Papa Fabianus ölünce (250) onun yerine geçmeye çalıştıysa da papa­ lığa Cornelius seçildi. SicilyalI üç piskopos tarafından kutsanan (251) Novatianus, bir ayrılıkçı Kilise kurdu. Roma’dan Küçük As-



Novgorod ya, Yunanistan ve Mısır'a (burada VII. yy.'a kadar izlerine rastlanır) kadar yayılan bu Kilise’nin özelliği, ceza disiplini konusun­ da öğretiyi en sıkı biçimde uygulamasıy­ dı. N o v a to m e , ileri tipte nükleer reaktör­ ler ve özellikle de seri nötronlu reaktörler üzerinde etkinlik gösteren bir sanayi şir­ keti. Sermayesinin tamamı Framatome şirketinindir. NOVATUS, kartacalı rahip (III. yy.). Kartaca piskoposu Cyprianus’un düşmanıy­ dı, onu Decius (250) döneminde gördük­ leri zulüm yüzünden "inkârcı" (lapsi’) du­ rumuna düşen hıristiyanlara çok katı dav­ ranmakla suçluyordu. Fakat, zamanla Cyprianus lapsilere karşı katı tutumunu bı­ rakınca, bu kez de Novatius’la birleşerek onu gevşek davranmakla suçladı. N O V A Y A Z E M L Y A (“Yeni Toprak"), Kuzeybuz denizi'nde, Rusya Federasyo­ numa ait takımada, Barents denlzl'yle Kara denizi arasında yer alır. Toplam 83 0 0 0 km2'lik bir alan kaplayan, yay biçimin­ de iki büyük adadan oluşur. Bu adalar es­ ki topraklarda uzanan tümseklerdir. Kıyı­ ları parçalanmıştır. Kuzeydeki adanın or­ tası bir inlandsisle kaplıdır, iki ada, Matoçkin Şar adı verilen bir boğazla birbirinden ayrılır. Kara boğazıysa güneydeki adayı Vaygaç adasından ayırır. N O VA Z A O O R A , Bulgaristan'da kent, Meriç havzasında; 25 000 nüf. Arkeoloji ve tarih müzesi. Tarım (tahıllar) ve sanayi (konservecilik, tarım makineleri, pamuk­ lu dokumalar) merkezi. K.'de Tunca kıyı­ sında Korten maden cevheri banyoları. N o v e c e n to , İtalya'da 1922'de yaratılan sanat hareketi. Programı, ulusal gelene­ ğe bağlı bir "klasikçilik" üzerine kurul­ muştu. N o v e c e n to , Curzio Malaparte ve Massimo Bontempelll tarafından kurulan ve üç ayda bir çıkan İtalyan edebiyat dergisi (1926-1929). Massimo Bontempelli bura­ da “ sihirli gerçekçilik” in şiir anlayışını ser­ giledi. ilk sayıları fransızca olarak yayım­ lanan dergi gerçeküstücülüğü ve anlatım­ cılığı İtalya’da tanıttı. N o v e la s e je m p la re s (Örnek öyküler), Cervantes'in yapıtı (1613). Bu pikaresk (La Gitanilla, La ilustre fregona), gerçekçi (El casamiento engañoso, El coloquio de los perros) ya da idealist (El ámente liberal, Las dos doncellas) nitelikteki öyküler so­ nunda hep iyiler ve doğrular kazandığı için birer “ örnek" niteliğindedir. N O V ELETTE a. (fr. novetette). İtalyanca novetto (öykü) sözcüğüyle şarkıcı Ciara Novello’nun soyadıyla bir kelibıe oyunu yapmak isteyen Schumann’ın opus 21 no.'lu (1838) sekiz piyano parçasını kap­ sayan derlemesine koyduğu başlık. (Schumann'ın en dinamik ve en güzel ya­ pıtları arasında yer alan bu parçaların başlığı daha sonra birkaç kez, özellikle F. Poulenc tarafından kullanıldı.) N O V ELLA a. (“ yeni" anlamında geç lat. söze.). Rom. huk. 1. Daha önce, aynı imparator döneminde yayımlanmış yasa­ lara eklenen temel yasa (büyük harfle). —2. Bizans imparatorunun emirnamesi. —ANSİKL. iustinianoş Novella'ları (Novellae constitutlones) iustinianos'un kendi Codex'inden (533) sonra çıkardığı ve ço­ ğu kez latinee olan emirnameler ya da te­ mel yasalardır. Bunların latinee tam met­ ninin adı “ vulgate” idi. iustinianos Novella'ları üç koleksiyon halinde korundu: 1 . Epitome Juliani (124 novella); 2. Authenticum (134 novella); 3. Tiberios II dönemin­ de yapılan ve içinde 162 novella bulunan derleme. Theodosios Novella'ları ve Theodosios sonrası (438'den sonra ve 468 yı­ lına kadar) novellatar yüz kadar temel ya­ sayı içerir. N o v e llln o , Libro di bel parlar gentile ve Cento novelle antiche adlarıyla da tanınan



ve 1280-1300 arasında, büyük bir olası­ lıkla Floransa'da hazırlanan anonim İtal­ yan öykü derlemesi. Yapıt, saray gelenek ve görenekleri hakkında bilgisi olmayan bir okur kitlesine bu konuda somut bir antoloji sunmayı amaçlayan iki ayrı yazara mal edilir. N o v o llo a n d C o, 1811 'de Londra'da Vincent Novello (Londra 1781-Nice 1861) tarafından kurulan müzik yayınevi. Baş­ langıçta daha çok Haydn, Purnell gibi bestecilerin dinsel yapıtlarını yayımladı, Vincent Npvello'nun oğlu Alfred'in (Lond­ ra 1810-Cenova 1896) yönetiminde büyük kazanç sağladı. Vokal yapıtların küçük boy ucuz basımını piyasaya ilk sürenler­ den olan Alfred, Hândel’in oratoryalarının, Mendelssohn'un korallerinin yanı sıra Sin­ ging for the Million (Herkes için şarkılar), Novello's Choral Hand Book (Novello'nun koral el kitabı) gibi derlemeler yayımladı. Yayınevi, Büyük Britanya'da amatör koro­ ların yayılmasına ve gelişmesine de kat­ kıda bulundu. Alfred Novello 1836’da The Musical World (Müzik dünyası) ve 1844'te The Musical Times (Müzik zamanları) adlı iki gazete kurdu, 1847'de kendi basımevini açtı. 1857'de bu işletmeyi Henri Litt­ leton yeniden ele aldı. 1867’de buna Men­ delssohn'un birçok yapıtını kapsayan Ewer koleksiyonunu da kattı. Bu dönem­ de, toplumsal nedenlerle Novello, Ewer and Co adını aldı. N o v e m b e rg n ıp p e , 1918 sonunda Ber­ lin'de kurulan alman sanat ve siyaset der­ neği. Arbeitstrat für Kunst (Sanat işçileri konseyi) adlı başka bir kuruluşa bağlı olan bu dernek, özellikle 1918-1921 yıllarında, alman mimarlığında görülen anlatımcı ve ütopyacı akımların belirginleştiği yer oldu. Bu akımlar daha sonra yerlerini Bauhaus'un konstrüktivist idealine bıraktı. Novembergruppe'nin belli başlı mimar üye­ leri şunlardır: Hermann Finsterlin (1887 -1973), Gropius, Häring, Mendelsohn, Mi­ es van der Rohe, Poelzig, Scharoun ve Ta­ ut kardeşler. N O V E M P O P U LA N İA . Tar. coğ. Galyalı dokuz halk öbeğinin yaşamış olduğu ül­ ke; İ.S. III. yy.’ın sonunda Roma eyaleti ol­ du. IV. yy.'ın sonunda bu eyalet on iki site içeriyordu; başlıcaları: Dax, Aire, Lectoure, Tarbes, Auch, vb. N O V EN TA (Giacomo CA'ZORZi, Giaco­ m o — denir), İtalyan yazar (Noventa di Pi­ ave, Venedik, 1898-Milano 1960). Maritain'den etkilenmiş katolik bir denemeci ve romantizmini italyancayla venedik lehçe­ si arasında bir dilde anlatan bir şairdi. Ça­ lışmaları arasında Versi e poesie (1956) adlı yapıtı anılmaya değer. N O V ER R E (Jean Georges), fransız dansçı, koregraf ve dans yazarı (Paris 1727-Saint-Germain-en-Laye 1810). Lettres sur la danse et sur les ballets (Dans ve baleler üzerine mektuplar) (1760) başlıklı yapıtıyla dansın estetik ve yapısal evrimi­ ne yön verdi. Noverre, eylem balesinin ya­ ratıcısı sayılır. "Büyük Dupré" tarafından yetiştirildi. Prusya sarayında dans etti. Fransa'ya dö­ nünce Opéra-Comique tiyatrosu'na girdi, ilk koregrafisini (les Fêtes chinoises) bu­ rada yaptı. David Garrick’in çağrısı üze­ rine Londra'ya gitti (1755-1757). Yakın dostluk kurduğu Garrick’in tiyatrocu ya­ nından etkilendi. Ayrıca büyük dansçı Ma­ rie Sallé'nin de etkisinde kaldı. Yedi yıl sa­ vaşı dolayısıyla Fransa'ya döndü. 1767’den başlayarak Viyana'da, Gluck ile işbirliği yaptı (iphigénie en Tauride, A hes­ te vb.), 1774’te Milano'da Gasparo Angiolini’nin yerine geçti. Çok geçmeden Angiolini, eylem balesini, kendisinin ve ho­ cası Franz Hilferding'in yarattığı savıyla Noverre’e karşı bayrak açtı. Devrim sırasında İngiltere'ye sığınan Noverre, Londra'daki King's Theatre'da iphigénie en Aulide adlı yapıtını sahneye koydu. Fransa'ya dönünce Saint-Germain-en-Laye’e yerleşti.



N O V E Z Â M K Y , Slovakya’da kent, Nitra ırmağı kıyısında; 25 800 nüf. Demir­ yolu kavşağı. Makine sanayileri. Elektrikli ev aletleri. Besin sanayileri. — Far. -> u y v a r . N O V G O R O D , Rusya'da kent, Volhov kıyısında, ırmağın ilmen gölünden çıktığı noktada yer alır; 229 000 nüf. (1989). Novgorod, Ortaçağ'dan bu yana Baltık denizi'yle Volga nehri arasındaki yolda bir konaklama merkezi olarak gelişti. Ti­ caret ve turizm merkezi. Kimya sanayisi. Özel taşıt araçları yapımı. Kereste ve be­ sin sanayisi. —Tar. Tarih kayıtlarında adı ilk kez 859'da geçen Novgorod, Nestor'un kroniği'ne göre, kendilerini yönetmeleri için Varegler’i çağıran Kuzey kentleri arasında yer alıyordu. Vareg Rurik, kentin başına geç­ ti ve ardılı Oleg'le birlikte Kiev* devletini kurdu. Kiev Rusyası’nın ikinci kenti olan Novgorod, önemini "Varegler ülkesinden Yunanistan’a uzanan yol" (Battık denizi' ni Karadeniz'e bağlayan yol) üzerinde bu­ lunmasına borçludur. Novgorod, 1136' da, Kiev’in vesayetinden kurtularak, Sov­ yet tarihçilerinin "Novgorod feodal cum­ huriyeti" (1136-1478) adını verdikleri, ser­ best bir ticaret kenti haline geldi. Rus­ ya'nın kuzey-batı’sındaki kentleri egemen­ liği altına aldı (bu kentlerden Pskov, 1348'de Novgorod'un egemenliği altın­ dan çıktı). Kentin boyarları, XII. yy.’dan başlayarak, askeri ve ticari seferlere giriş­ tiler. Onega gölünden ve Beyaz deniz' den Urallar'ın kuzeyine kadar uzanan böl­ gelere kolonlar yerleştirdiler ve yerlileri kürk, balık ya da tuz üzerinden haraca bağladılar. Büyük ticaret sitesi olan Nov­ gorod, germen ve İskandinav kentleriyle ilişki kurdu; bunlara kürk, keten, bal vb. satıyor ve karşılığında kumaş ve madeni aletler alıyordu. Alman tüccarlar burada, Volhov kıyılarında, daha sonra Hansa'nın bir şubesi durumuna gelen Peterhof’u kurdular. Kentin, ayrıca, gelişmiş bir zana­ at sektörü vardı ve guildleriyle loncaları XVI. yy.'ın sonuna kadar ayrıcalıklarını ko­ rudular. Bulunan kayınağacı kabuğu üze­ rine yazılmış yazılar (Xİ.-XV. yy.) din adam­ ları çevresini iyice aşan yaygın bir kültü­ rün varlığını kanıtlamaktadır. Boyarların, tüccarların ve özgür köylü­ lerin temsilcilerinden oluşan komün mec­ lisi veçe, Novgorod'da, başka rus kentle­ rine oranla çok daha büyük bir rol oynu­ yordu. Bu meclis, sivil ve askeri yönetimin başı posadniki, onun yardımcılarını (7/ysiatskiler. 1 0 0 0 kişilik birlik komutanları) ve başpiskoposları (1156'dan sonra) seçiyor; bir prensi sitenin başına geçmeye davet ederek, silahlı kuvvetlerin komutanlığını



8725



Bibliothèque nationale, Parie



Jean Georges Noverre Perronneau’nun bir portresinden ayrıntı Opéra müzesi, Paris



Novgorod okulu, XII. yy.



Novgorod N O V İK O V (Nikolay ivanoviç), rus yergi ona veriyordu. Böylece, 1236’da Alekyazarı (Avdotino, Moskova yakınında, sandr Nevskiy prens seçildi. Aleksandr 1744 - ay. y. 1818). Yekaterina H'nin özen­ Nevskiy, kenti isveçliler’e (1240) ve dirdiği yergi akımı içinde yer aldı, Truten Schwertträger şövalyelerine (1242) karşı (Eşekarısı) [1769-70], Koşelek (Borsa) savundu. Novgorod, her ne kadar Moğol[1774] vb. adlarında dergiler yayımladı; bu lar tarafından ele geçirilmediyse de, dergilerde toplumun kusurlarıyla, örneğin 1246'da onların egemenliğini kabul etti. kölelikle mücadele etti. Moskova ÜniverBundan sonra kent, büyük prens Vladisitesi’nde bilimsel yayınları yönetti, eski mir'e bağlandı. Vladimir onun özerkliğine metinlerin yeni basımını yaptı, ama etkin­ saygı gösterdi. XIV. yy.’da kuzey-doğu'daki rus prens­ likleri tepki dönemiyle kesintiye uğradı, basımevi kapatıldı, kendisi de mason ol­ likleriyle, özellikle de Volga ticaretini eline duğu gerekçesiyle Schlüsselburg'da hap­ geçirmek ve Kuzey Dvina bölgesini ege­ sedildi. Pavel I, annesine duyduğu nefret­ menliği altına almak isteyen Moskova ten dolayı onu bağışladı. prensliği'yle arası açılan Novğörod, Litvanya ile Polonya'ya yaklaşmaya çalıştı, ivan N O V İK O V (Sergey Petroviç), rus ma­ III, Novgorod'a karşı 1471'de ilk kez bir se­ tematikçi (Nijni Novgorod 1938). Özellik­ fer düzenledikten sonra, 1478'de onun le cebirsel geometri ve cebirsel topoloji son kalan özgürlüğünü de elinden alarak, üstünde çalışmalar yaptı. Oransal Pontritopraklarını moskovalı soylulara dağıttı. yagin sınıflarının topolojik değişmezliğiy­ Hansa tüccarları kovuldu (1494). Ama le ilgili tanıtlaması ona, 1970 Fields maNovgorod, yine de Moskova ve Pskov'dan dalyası'nı kazandırdı: bu tanıtlama, topo­ sonra Moskova prenşliği’nin üçüncü kenti lojik katlı uzaylara, diferansiyellenebilen olarak kaldı. 1570'te, ivan IV tarafından ya­ katlı uzaylarla ilgili pek çok tekniğin uy­ kılıp yıkıldı. gulanmasını sağlamıştır. Petersburg'un kurulması ve Batı ticare­ N O V İK O V -P R İB O Y (Aieksey Silıyç tini ele geçirmesi, Novgorod'u XVIII. y y 'd a N o v I k o v , —denir), rus yazar (Matveküçük bir taşra kenti derekesine indirdi. yevskoye 1877 - Moskova 1944). Mes­ —Güz. sant. Rus uygarlığının bu merke­ lekten denizciydi, denizcileri konu edi­ zinde, bizans etkisine rağmen mimari bü­ nen ve geleneksel deniz edebiyatına yük bir özgünlük göstermekten geri kal­ devrimci bir tema katan hikâyeler yazdı. maz. Kiliseler küçük ve alçaktır; yerel ah­ Epik bir roman olan Tsuşima'da (1932şap mimariden esinlenen kubbeleri, XII. 1935) aynı adla bilinen deniz felaketini yy.’dan başlayarak rus sanatının belirgin anlattı. özelliğini oluşturdu. Büyüleyici güzellikle­ N O V İ L İO IIR E , İtalya'da kent, Piemonri, gerçek bir dantel inceliğindeki taş işçi­ te’de (Alessandria ili), Liguria Apennin liğinden kaynaklanır. Yapılar içinde en es­ dağlarının eteğinde; 31 000 nüf. Karayo­ kisi, Svyatoya Sofıya (1045-1052) katedrali' lu ve demiryolu kavşağı. Demir-çelik. Be­ dir. Doğuya dönük üç absidalı bir küp bi­ sin sanayileri. —Joubert, burada, Avusçiminde olan tek kubbeli Svyatoy Nikolay turya-Rusya birliklerine komuta eden Su(1113), freskleriyle ünlüdür. Yuriyev manas­ varov’a yenildi ve öldürüldü (15 ağustos tırının (1119-1130) Svyatoy Georgiy kated­ rali ise üç kubbelidir ve iki yanında iki ku­ 1799). lesi vardır. Ayrıca, Svyatoy Fydor-Stratilat N O V İO D U N U M . Tar. coğ. Birçok Galkilisesi (1360) ile dekorları Yunanlı Theoya kentinin adı. Başlıcaları: Noviodunum phanes tarafından yapılmış olan (1378) bir (Nyon, Vaud kantonu), Noviodunum Aekatedrali de sayabiliriz. dorum (Nevers), Noviodunum SuessioNovgorod resim okulu (XI.-XVI. yy.), num (Soissons). halkçı niteliği ve ağırbaşlılığıyla (ikonalar, freskler, minyatürler) kendini gösterir. N O V İO M A G U S . Tar. coğ. Galya’daki birçok kentin adı. Başlıcaları: Noviomagus N O V O O R O D -S E V E R S K İY , Ukray­ Veromanduorum (Noyon), Noviomagus na'da kent, Desna kıyısında; 13 500 nüf. Batavorum (Nijmegen), Noviomagus NeSeverskiy prensliği'nin başkenti oldu. metum (Speyer).



8726



N o v ıy M ir (Yeni Dünya), rus edebiyat dergisi, Yazarlar birllği'nin aylık yayın or­ ganı. 1925'te kuruldu, sırasıyla Lunaçarskiy, Polonskiy (1926-1931), Stavskiy (1937-1941), K. Simonov (1946-1958) ve S. Narovçatov (1971'den sonra) tarafın­ dan yönetildi. Rusya'nın rus ve rus olma­ yan en büyük yazarlarının yapıtlarını ya­ yımladı. A. Tvardovskiy'in (1958-1970) yönetiminde Rusya'nın Batı kültür ve sa­ natına açılmasına ve rus edebiyatının serbestleşme sürecine katkıda bulundu. Bu yolda yayımladığı eleştirel yapıtlar (Nekrasov, Soljenitsin, "kırsal nesir" ya­ zarları) yüzünden, zaman zaman şiddetli polemiklere hedef oldu. Novosbirslt operası



N O V İ B E O O R A D -» B elgrad.



N O V İ P A Z A R ya da N O V İ B A Z A R - YENİ PAZAR. N O V İ S A D , Sırbistan’da kent, Voyvodina özerk bölgesi'nin merkezi, Tuna kı­ yısında; 264 533 nüf. (1991). AvusturyaMacaristan işgalinde kaldığı yıllar boyun­ ca, önemli bir kültür ve siyaset merkezi olarak gelişti. Ortodoks katedrali. Tuna nehri kıyısında liman, ticaret ve sanayi merkezi. Yıllık tarım fuarı. Haddehaneler, Petrol rafinerisi. Elektrikli gereçler yapı­ mı. Duyarlı makineler. Porselen. Besin sanayileri. N O V İU S C A R D İN A L İS a Uğurböce­ ği türü. (Portakalağaçlarında asalak yaşa­ yan icerya cinsi üyelerinin doğal düşma­ nıdır: onları kesin biçimde yok eder. Uğurböceğigiller familyası.) [Eşanl. RODOLİA CARDİNALİS.] NOVOBİYOSİN a. (fr. novobiocine'den). Streptomyces niveus ve spheroides kül­ türlerinin mayalanmasıyla elde edilen an­ tibiyotik. (Başta stafilokoklar olmak üzere Gram pozitif mikroplar ve proteus gibi ba­ zı Gram negatif bakteriler üzerinde etkili­ dir.) N O V O Ç E R K A S K , Rusya Federasyonu'nda kent, Rostov na Donu'nun K.D.’sunda; 187 000 nüf. (1989). Metalürji. Gemi ve lokomotif yapımı. Maden ocak­ ları ve petrol çıkarımı için araç gereçler. Grafit işleme. Elektroteknik. Besin sana­ yileri (şaraplar ve etler).



N O V O H A M B U R G O , Brezilyada kent, Rio Grande do Sul’da; 132 066 nüf. Ayakkabı sanayisi. N O V O J İL O V (Viktor Valentinoviç), rus'mühendis ve iktisatçı (Harkov 1892 Sen-Petersburg 1970). Sosyalist bir eko­ nomide, elde bulunan üretim araçlarının en iyi biçimde nasıl kullanılabileceği so­ rununu araştıran Les Mesures des dépenses et leurs résultats dans l'économie socialiste (fr. çev.) [1959] adlı incelemeyi yazdı. Çalışmalarıyla doğrusal programlama ve matematik modellerin kullanımı alanına önemli kat­ kılarda bulundu. N O V O K U Z N E T S K , 1932-1961 ara sında Stalinsk, Rusya'da kent; 600 000 nüf. (1989). Batı Sibirya’daki Kuznetsk madenkömürü havzasının başlıca mer­ kezi olan bu kent, ilk beş yıllık planlar çerçevesinde gelişti; kentte, özellikle demir-çelik (12,5 Mt çelik), alüminyum me­ talürjisi ve ağır makine sanayileri alanla­ rında etkinlik gösterilmektedir. Üretici iş­ levi ağır basan Novokuznetsk, Tom'un kıyılarında fabrika-kent amacına yönelik olarak kuruldu. N O V O LA K a. (tesc. edil. a.). Polim. Fe­ nol ile metanalın, bir asit katalizör eşliğin­ de çoğulyoğuşması sonunda elde edilen fenoplastların ticari adı. N O V O M E S K Y (Laco), Slovak siyaset adamı ve şair (Budapeşte 1904 - Bratis­ lava 1976). Vladimir Clementis'le birlikte Dav adlı edebiyat dergisini yönetti; Komü­ nist partisi merkez komitesi prezidyumu üyesi (1945), Slovakya Eğitim bakanı ol­ du, 1950'de "burjuva milliyetçi sapma” ile suçlandı ve on yıl hapse mahkûm edildi. 1955 te serbest bırakıldı, ama yurttaşlık haklarına yeniden kavuşmak ve yapıtları­ nı yayımlayabilmek için 1963'e kadar bek­ lemesi gerekti. Toplumsal esinli şiirleri, bü­ yük bir ustalık ürünüdür (Nedela, 1927; Svatyza de dinou, 1939; Villa Tereza, 1963; Do mesta 30 minut, 1963). Ayrıca, kitap halinde toplanmış makaleleri ve de­ nemeleri vardır. N O V O M O S K O V S K , esk Bobrlkl, 1934-1961 yılları arasında Stallnogorsk, Rusya’da kent, Moskova'nın güneyinde­ ki "orta sanayi bölgesi'nde yer alır; 146 000 nüf. (1989). Kömür ve alçıtaşı çıkarı­ mı. Madencilik sanayisi için makineler. Kimya sanayisi. Ambalaj sanayileri. Be­ sin sanayisi. N O V O P O L O T S K , Beyaz Rusya'da kent, Batı Dvina kıyısında, Daugavpils'in G-D.'sunda; 56 000 nüf. Petrol arıtma ve petrokimya. Yapay tekstil. Camcılık. Pre­ fabrike evler. Makine sanayileri. N O V O R O S İS K , Rusya'da liman ken­ ti. Karadeniz'in kuzey kıyısında, Büyük Kafkaslar'ın batı ucunda; 186 000 nüf. (1989). 1838 yılından itibaren, eski bir Ceneviz kentiyle (XII.-XIV. yy.) bir osmanlı kentinin yerinde kuruldu. Gelişmiş metalürji sanayileri, çimento fabrikaları. Un fabrikaları için gereçler yapımı. Süt sanayisi. Bira fabrikası. 'N O V O S IB IR S K , Rusya'da kent; 1 436 000 nüf. (1989). Transsibirya ve Obi yollarının kavşağında bulunması saye­ sinde bir ulaşım kavşağı ve Batı Sibir­ ya'nın merkezi oldu. XIX. yy.'ın sonunda Novonikotayevsk adıyla kurulan kent, önce buğday, kereste ve kürk taşımacılı­ ğında aktarma merkezi olduğu için gide­ rek büyüdü; sonra, ilk beş yıllık planlar sayesinde sanayisi hızlı bir gelişme gös­ terdi. Kuznetsk sanayi merkezinin yakı­ nındaki Novosibirsk, çeşitli sanayi malla­ rı üretti: makine sanayileri (hidroelektrik santralları için donanımlar, elektrik fırın­ ları, madencilik gereçleri, tarım makine­ leri), kimya ve besin maddeleri fabrikala­ rı, Kurulu gücü 400 MW olan bir hid-



roelektrik santralı 1957 de hizmete sokul­ du. Taşımacılık etkinliği kentin gelişmesi­ ni sağlayan başlıca etmenlerden biridir: Transsibirya en önemli transit geçiş mer­ kezi olan Novosibirsk, ayrıca hem hava­ yollarının iç hat seferlerindeki en önemli merkezlerinden biri, hem de kereste ve dökme yük taşımacılığı yapılan bir ırmak limanıdır. Yüksek düzeyli kültür ve bilim donanım­ ları (opera, yayınevi, yükseköğretim ku­ rumlan) kapsayan Novosibirsk, bölgesel bir merkeze özgü hizmetler kesimi işlev­ lerinin tümünü yüklenir. Bilimler akademisi'nin Sibirya bölümünün merkezi (büyük banliyösü Akademgorodok*'ta) de Novosibirsk'tedir. N O V O S İB İR S K İY E OSTROVA - Sİ­ BİRYA (YENİ) takımadaları. NOVOSİLTSOV ya da NOVOSİLTS EV (Nikolay Nikolayeviç), rus siyaset adamı (1768 - Petersburg 1838). Alek­ sandr l’ln gençlik arkadaşıydı, imparato­ run liberal dostlarından oluşan özel komi­ tede yer aldı. Aleksandr I kendisine Batı Avrupa’da çeşitli diplomatik görevler ver­ di (1804-1809) ve bir anayasa taslağı ha­ zırlamakla görevlendirdi; ama bu anaya­ sayı yürürlüğe koymadı. Varşova grandüklüğü, sonra da FYılonya krallığı hükümeti nezdinde imparatorluk komiserliğine atan­ dı (1813-1830). Kurduğu gizli polis örgütü ve sansür aracılığıyla muhalefet hareket­ lerine karşı sert bir mücadele yürüttü. 1832'de Devlet şûrası başkanı oldu ve 1833'te kont unvanını aldı. N O V O Ş A H T İN S K , 1929-1939 arasın­ da K om lntem , Rusya'da kent, Rostov na Donu kıyısında, Şahtıy'ın B.'sında; 106 000 nüf. (1989). Bir madenkömürü havza­ sının ortasında bulunan Novoşahtinsk'te kömür çıkarımı ve karbokimyaya dayanan etkinlikler ağır basar. Yapı gereçleri. N O V O T N Y (Antonin), çek devlet ada­ mı (Letnany, Prag yakınında, 1904 - Prag 1975). işçiydi, 1921'de Komünist partisi’ne girdi, 1941-1945 arası Mauthausen toplama kampına atıldı, Slansky davası­ na ve Gottwald'in ölümüne kadar ikincil görevlerde bulundu. Eylül 1953'te parti birinci sekreterliğine seçildi, 1957'de Hruşçev'in desteğiyle Cumhurbaşkanı ol­ du. 1962'den sonra, sınırlı bir stalincilikten arındırma politikası İzledi. 1964'te Hruşçev’in iktidardan düşmesiyle duru­ mu zayıfladı ve birinci sekreterlik görevini Alexander Dubcek'e bırakmak zorunda kaldı (5 ocak 1968), sonra Cumhurbaş­ kanlığından istifa etti ( 2 1 mart 1968), da­ ha sonra da partiden çıkarıldı. N O V O T R O Y T S K , Rusya'da kent, Ural'ın G.'inde, Ural ırmağının kıyısında; 106 000 nüf. (1989). Demir-çelik. Kimya. N O V O V O R O N E J , Rusya'da yer, Voronej yakınında. Nükleer santral. N o v u m O rg a n u m , S c la n tla r u m , Francis Bacon'in latince yapıtı (1620). Novum Organum, instauratio magna'nın ikinci bölümünü oluşturur (birinci bölüm: De dignitate et augmentis scierrtiarum) ve Bacon'ın yönteminin tam bir açıklaması­ nı sunar. Yapıt iki kitaba ayrılır. Birinci ki­ tapta Bacon, önyargıların eleştirisini yapar ikinci kitapta ise, yeni bir bilimsel araştır­ ma yöntemi önerir. Bu yöntem, deneyler­ den yola çıkarak yasalara ulaşan tümeva­ rımdır. Deneyleri, çeşitli liste ya da çizel­ geler biçiminde sıralamak gerekir: varlar listesi (incelenen olayın çeşitli koşullar al­ tında var olması), yoklar listesi (incelenen olayın var olmaması), basamaklar listesi (incelenen olayın şiddet bakımından de­ ğişiklikler göstermesi) gibi. Bundan baş­ ka, bir de ayrıcalıklı 27 olay vardır, bu olay­ lar arasında yapılacak çapraz deneyler (aynı olgu için ileri sürülen akla yakın iki kuramdan ancak birinin doğru olduğunu gösteren deney), tümevanmın doğruluğu­ nu denetlemeyi sağlar.



N O W A H U T A (“Yeni demir-çelik"), Polonya'nın güneyinde kent, Kraköw yer­ leşme alanının doğu kenarında; 216 500 nüf. (1988). Nowa Huta'nın 1951'den sonra bir demir-çelik kompleksinin çev­ resinde kurulmasının nedeni, Kraków “burjuva sınıfı”na karşı yeni sosyalist Po­ lonya'nın üstünlüğünü vurgulamaktı. Nowa Huta, ülkenin başka sanayileriyle (çi­ mento fabrikası, yapı gereçleri, sigara fabrikası) da güçlendirilmiş en önemli demir-çelik merkezidir. N O W A K O W S K i (Marek), polonyalı ya­ zar (Wfochy, Varşova yakınında, 1935). Romanlarıyte, özellikle de hikâyeleriyle ta­ nındı; yapıtlarında başkentin gündelik ya­ şamını, toplum-dışı kişilerle yoksul ayaktakımının dünyasını, alayı da dışlamayan bir nesnellik kaygısıyla anlatır (le Vieux V> leur [fr. çev.J, 1958; Une forte fièvre [fr. çev.], 1963; la Vermine [fr. çev.], 1968; En­ core une fois la noce [fr. çev.], 1975; le Garçon au pigeon sur la tête [fr. çev.], 1979). Rapport sur l ’état de siège (fr. çev.) [1982] adlı yapıtında topluma bakışı, siya­ sal ve tarihsel gözlemlerle zenginleşmiş­ tir. N O W A R U D A , Polonya'da il. Südetler kütlesinin G.-D.'sunda, Göry Sowie'nin ete­ ğinde; 26 000 nüf. Watbrzych havzasının kömür çıkarma merkezlerinden biri. Kar­ ton ve tekstil sanayisi. NO W A S Ö L, Polonya'nın batısında kent, Orta Oder kıyısında; 39 000 nüf. Makine ve tekstil sanayileri. Irmak limanı ve demir­ yolu kavşağı. N O W E M İA S T O ("Yeni Kent"), Varşo­ va'nın tarihsel merkezinde semt; kentin ilk çekirdeği olan Stare Miasto'nun kuzeyin­ den başlayarak XVII. yy. sonundan itiba­ ren gelişti N O W Y B Y T O M , Polonya'da eski kent, 1959'dan beri Ruda Slaska'nın bir parça­ sıdır. N O W Y S A C Z , Polonya'da kent, voy­ vodalık merkezi, Yukarı Dunajec kıyısın­ da, Beskidler arasındaki bir havzanın or­ tasında; 63 000 nüf. Demiryolu atölyeleri. Besin ve kimya sanayileri. —Nowy Sacz voyvodalığı (5 576 km2; 685 400 nüf. [1988]) büyük ölçüde dağlıktır: orman ve cılız bir tarım, vadiler (meyveler ve seb­ zeler) ve daha az yüksek kuzey bölgeleri (buğday) dışında, voyvodalığın büyük bir bölümünde uygulanır. Turizm ve kap­ lıca turizmi gelişmiştir. Büyükbaş hayvan yetiştirilir. Buna karşılık sanayi çok azdır. N O W Y T A R O , Polonya'nın güneyinde kent, Yukarı Tatra kütlesinin eteğinde, Dunajec'in doğduğu havzada; 27 000 nüf. Ayakkabı sanayisi. Bölgesel el sanatları (özellikle kürk giysiler). Turizm merkezi. N O Y A, Ispanya'da kent, Galicia'da (La Coruna ili), Tambre'ın ağzında liman; 12 000 nüf. ilginç kiliseler (S. Martin, XV. yy.) ve derebeylerinin oturduğu evleri içeren eski kent. NOYAN a. Kur. tar. Moğollar’da, özellik­ le Ilhanlılar'da komutan, emir. —ANSİk l . Çeşitli moğol ya da türk kabi­ lelerinden seçilen sağlıklı ve güzel çocuk­ lar, küçük yaştan başlayarak savaşlarda ve hükümdar hizmetinde bulunup yetiş­ tikten sonra noyan olabilirlerdi. Noyanlar yaptıkları hizmet ölçüsünde saygınlık gö­ rür ve gösterdikleri yararlıklarla anılırlardı. Hükümdar öldüğünde yerine geçecek olan ilhan, kurultayda hanedandan hatun­ larla şehzadelerin ve noyanların onayını aldıktan sonra tahta çıkabilirdi. Noyan yükselince beylerbeyi rütbesiyle İlhanlI or­ dusunun başkomutanlığına getirilirdi. N O YAN (Sabit), türk asker (İstanbul 1884 - ay. y. 1967). Harp okulu'nu (1905), müm­ taz yüzbaşı rütbesiyle Harp akademisi'™ bitirdi (1908). Kurmaylığı 1910’da onaylan­ dı. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında çeşitli birlik komutanlıkları yaptı. Hicaz



kuvvetleri kurmay başkanıyken (1916) Taif'te ingilizler'ce tutsak edildi; Mısır’a gö­ türüldü. Salıverilince (1920) İstanbul’da Genelkurmay 4. şube müdürlüğüne atan­ dı. Anadolu'ya geçip Kurtuluş savaşı’na katıldı. Yarbay rütbesiyle tümen komutan­ lığı yaptı. Genelkurmay istihbarat dairesi başkanlığı (1924-1926), Savunma bakan­ lığı müsteşarlığı, I. Kolordu ve İstanbul sı­ kıyönetim komutanlığı (1940-1944), İstan­ bul komutanlığı (1945) görevlerinde bu­ lundu. 1945'te orgeneral ve 3. Ordu ko­ mutanı oldu. Yüksek askeri şûra üyeliğin­ den emekliye ayrıldı (1948). N O Y AN (Abdülkadir), türk doktor (Sivas 1886 - Ankara 1977). Askeri tıbbiye'yi bi­ tirdi (1910). Birinci Dünya savaşı sırasın­ da çeşitli yerlerde görev yaptı. 1919’da iç hastalıkları uzmanı ve Gülhane askeri aka­ demisi öğretim üyesi, 1927'de aynı ku­ rumda profesör oldu. 1939’da 1. Ordu sağlık başkanlığına atandı. 1941 de tuğ­ generalliğe, 1943'te tümgeneralliğe yük­ seltildi. Milli savunma bakanlığı sağlık da­ iresi başkanıyken yeni kurulan Ankara Tip fakültesinde iç hastalıkları kürsüsüne or­ dinaryüs profesör oldu. Dahiliye kliniği di­ rektörlüğü, dekanlık yaptıktan sonra emekliye ayrıldı (1952). Başlıca yapıtları: Askeri hıfzıssıha (1926), Gülhane klinik dersleri (1930-1931), Akciğer veremi teda­ visi (1935), Şekerli diyabetin bugünkü du­ rumu (1946), Son harplerde salgın hasta­ lıklarla savaşlarım (1956), Ankara Tip fa­ kültesi kuruluş tarihçesi (1959), Memleke­ timizde salgın hastalıklar (1963). N O Y E S (Alfred), İngiliz şair (Wolver­ hampton, Staffordshire, 1880 - Ryde, Wight adası, 1958). Şiirlerinde denizlere egemen olmuş bir ulusu yüceltti. 40 ya­ şında katolikliği seçti, bir kurtarıcı olarak gördüğü bilimin ilerleyişini yiğitçe savun­ du (The Torch Bearers, 1922-1937). Yaşa­ mının son yıllarında, irlandall eşcinsel yurtsever R. Casement'ın yeniden saygın­ lığına kavuşturulması için bir kampanya açtı. N O Y O N , Fransa'da (Oise) kanton mer­ kezi, Olse yakınında, 14 628 nüf. (1992). Birinci Dünya savaşı sırasında hemen he­ men bütünüyle harabeye dönen kent, İkinci Dünya savaşı'ndan da büyük zarar gördü. Kentte birkaç sanayi dalına (meta­ lürji, bisküvi fabrikası, basımevi) rastlanır, —Tar. Eski Noviomagus Veromanduorum. Constantinus döneminden 1790'a kadar bir piskoposluk merkezi olan Noyon, IX. yy.'da Normanlar tarafından yağma edil­ di. François I burada Kari V ile bir antlaş­ ma imzalayarak Napoli üzerindeki hakla­ rıyla birlikte kızını ona vermeyi vaat etti (13 ağustos 1516). —Güz. sant. Birinci Dünya savaşı'nda yı­ kılmaktan kurtulan Noyon katedrali, ilk go­ tik sanatın örneklerindendir (XII. yy.’ın ikin­ ci yarısı). N O Y U N -U L A k u r g a n la r ı, Moğolis­ tan'da, Selenga nehrinin Baykal gölüne ulaştığı yerin yakınında, Büyük Hun dev­ leti döneminden prens mezarları (l.ö. I. yy.). Rus arkeolog Kozlov tarafından ya­ pılan araştırma ve kazılarda (1924-1925) sayıları 212'yi bulan kurgan saptandı. Bu kurganlarda kalın kütüklerle çevrili, ağaç direklere oturan çatıyla örtülü, 5 m uzun­ lukta, 3 m genişlikte 15 m yükseklikte me­ zarlar ortaya çıkarıldı. Bunlardan birinde çok iyi işçilik gösteren ahşap bir tabut bu­ lundu. Ölüler özenle giydirilmişti. Mezar odalannın çevresi, tavan, zemin ipek, ke­ çe ve yün örtülerle kaplanmıştı. Mezarlar­ da bulunan eşyaların bir bölümü Çin’den, bir bölümü Yakındoğu'dan, G. Rusya'dan getirilmişti, bir bölümüyse hun eserleriy­ di. Bu yapıtlar arasında altın ve gümüş­ ten, hayvan figürlü levhalar, eyer takımla­ rı, üç ayaklı masalar, çeşitli ağaç eşya, silindirik ayaklı, kulplu tunç kaplar, seramik­ ler, renkli cam boncuklar, yemek çubuk­ ları, Çin işi tunç aynalar, araba tekerlekle­ ri, mücevherler, saç örgüleri, giysiler var-



Noyun-Ula kurganları 8728



dır (tümü Leningrad Ermitaj müzesi’ne ak­ tarıldı). Ele geçen ipek, keçe ve yün ku­ maşlar özellikle işlemeleri ve motifleriyle dikkati çeker Bunlardan birinde kıvrak atlı hun süvarileri canlandınlmış, bir başkasın­ daysa bıyıklı iki insan başı portre özellik­ leriyle işlenmiştir. Tüm bu buluntular Bü­ yük Hun devleti'nin Uzakdoğu’dan Küçük Asya’ya değin bağlantılan olduğunu gös­ termesi açısından önemlidir. N O ZO FO B İ a. (fr. nosophobie). Psik. Ki­ şiyi hastalık bulaşması olasılığına karşı çe­ şitli önlemler almaya iten hastalığa yaka­ lanma saplantısı. (Özellikle, saplantılı nev­ rozlarda ya da hipokondri hezeyanlannda rastlanır.) N O ZO O R A F İ a. (fr. nosographie). 1. Hastalıklann tanımlanması, sınıflandınlması. —2. Bir ya da birçok hastalığı tanım­ layan yapıt. N O ZO K O N Y O Z a. (fr. nosoconiose' dan). Tozlann etkisinden doğan ve çoğun­ lukla yapılan bir işten kaynaklanan has­ talık. —A ns Ik l . Nozokonyozlar yerleşim yerle­ rine göre birçok çeşide ayrılır: dermatokonyoz (deride), rinokonyoz (burunda), blefarokonyoz (gözkapağında), pnömokonyoz (akciğerde), vb. Lezyonlara neden olan maddeler göz önüne alınırsa bu çe­ şit hastalıkların en önemlileri silikoz, asbestoz ve antrakozdur. N O Z O LO Jİ a. (fr. nosologie). Genel an­ lamda hastalıkları inceleyen tıp dalı. (Nozoloji hastalıkları teker teker tanımlamaya yarayan birtakım ölçütlere dayanarak bir sınıflandırma yapmaya çalışır.) N O Z U L a. (ing. nozzle, boru, lüle, kovan’ dan). Denize. İleri yolda verimi artırmak için pervane evinin çevresine yerleştirilen metal saçtan özel profil. (Nozul, pervane tüneli gibi, geri yolda, pervanenin etkinli­ ğini azaltır.) N ÖBET, -ti a. (fars. nevbetten). 1. Sıra: Bu akşam hastaya refakat nöbeti senin. Bu evde bulaşık, çamaşır nöbette yıkanır. —2. Kesintisiz sürmesi gereken bir işte,' bir hizmette o iş, o hizmeti yerine getiren­ lere sırayla verilen gözcülük, denetim, bekçilik vb. görevi: Nöbeti devralmak. Nö­ betin nasıl geçti? Nöbetteyken ilginç bir olay oldu. —3. Hastalık sonucu ortaya çı­ kan yüksek ateş, titreme v h : Hasta nöbet geçiriyor. —4. Defa, kez: Günde beş nö­ bet bana takılmazsa duramaz. —S. Sıt­ ma. — 6 . Nöbet beklemek, nöbet tutmak, bir şey almak ya da elde etmek için sıra­ ya girerek beklemek: O kıtlık yıllarında fı­ rınların önünde b ir ekmek alabilmek için nöbet beklerdik; sözkonusu asker, polis, doktor vb. ise, bir yeri, bir aracı, bir kim­ seyi korumak ve gözetlemek amacıyla bu­ lunduğu yerde belirli bir süre bekleme zo­ runda olmak: Şubenin önünde iki asker nöbet tutuyordu. // Nöbet çalmak, belli za­ manlarda mızıka çalmak (esk.). || Nöbet gelmek, bir şeye ya da kimseye sıra gel­ mek: Saat on ikide nöbet bana geliyor; hastalık sözkonusuysa, ateş ve titremey­ le kendini belli etmek. —Ask. Askerlikteki ortak hizmetlerin yapıl­ masını ve devamını sağlamak için belirli bir sıra ve süre ile subay, astsubay, aske­ ri öğrenci, erbaş ve erlerle silahlı kuvvet­ lerin tüm sivil personeli tarafından yerine getirilen görev. (Bk. ansikl. böl.) | Nöbet değiştirmek, görevini bitiren nöbetçi ya da nöbetçi heyetinden nöbeti devralmak. (Nöbet değiştirmek, yönetmeliklere uygun biçimde yapılır ve nöbet sırasında gelen emir ya da yönergeler yeni nöbetçi heye­ tine aktarılır.) —Ask. denize. Nöbet defteri, savaş gemi­ lerinde nöbet tutan subay, astsubay ve er­ lerin günlük nöbet hizmetlerinin, komut­ ların ve nöbet sırasında olan her türlü ola­ yın yazıldığı defter (Bu deftere, tarih ve sa­ at sırasıyla nöbetçi olan personelin adları yazılır. Gemide meydana gelen herhangi bir olayın sorumluluğu, o saatte nöbetçi



olan personele aittir; bu da, nöbet defte­ rinden kolayca tespit edilir.) || Nöbet kama­ rası, gemi komutlarının, günlük ve hafta­ lık iş programının, nöbet defterinin bulun­ duğu, nöbet hizmetlerinin yürütüldüğü ve kayıtlarının tutulduğu, lombar ağzına en yakın kamara. —Denize Nöbet filikası, gemilerde, ani durumlarda kullanmak için her an hazır tutulan filika. || Demir nöbeti, demir üze­ rinde yatan bir gemide rüzgâr ya da akın­ tı etkisiyle oluşabilecek demir taramasını kontrol etmek İçin bir ya da birkaç kişi ta­ rafından baş tarafta tutulan nöbet. —Kur. tar. Nöbet kalfası, osmanlı sarayın­ da Haremi hümayun kapısında nöbet tu­ tan görevlileri denetleyen kişi. (Bk. ansikl. böl.) —Seram. Kütahya seramiklerinde, çamu­ run ve sırçanın hazırlanmasında kullanı­ lan ağırlık birimi. (1 nöbet yaklaşık 1 0 0 kg'dır.) —Tıp Tam sağlıklı görünüldüğü bir sırada birdenbire ortaya çıkan marazi belirti (apandisit nöbeti, gut nöbeti, sara nöbe­ ti, böbrek taşı nöbeti vb.). || Öksürük nö­ beti, art arda ve sık sarsıntılarla gelen ök­ sürük. (Öksürük nöbeti özellikle boğma­ cada görülür: soluk verme sarsıntıları gruplar halinde gelirken aralarına "horoz ötmesi” ni andıran sesli soluk almalar gi­ rer. Solukborusu ve bronş hastalıklarıyla solunum yollarına kaçan yabancı madde­ ler de öksürük nöbetlerine neden olabi­ lirler.) —ANSİKL. Ask. Nöbetin nasıl tutulacağı, nöbetçilerin kimler olacağı ve nöbet sü­ resi iç hizmet yönetmeliği ile belirlenmiş­ tir. Buna göre nöbetçi subay ve astsubay­ ları yatma zamanından kalkma zamanına kadar denetim görevlerini aralıksız sürdü­ rürler Nöbeti tatil gününe rastlayan subay ve astsubaylar nöbeti devrettikten sonra­ ki günün çalışma saatine kadar dinlenir­ ler. Nöbette geçen olaylar nöbet defteri­ ne işlenir; nöbeti alanla devreden bu def­ teri bir üst rütbedeki amirin imzasına su­ narlar. Nöbetle ilgili ayrıntılar iç hizmet yönetmeliği'nin 395. maddesine göre dü­ zenlenir. Burada gösterilenlerin dışında özellik gösteren nöbet hizmetleri, ilgili ko­ mutanlıklarda özel talimatlarla düzenlenir. Nöbetçiler nöbet yerlerinde nöbet süre­ since oturmaz, bir yere dayanmaz, uyu­ maz, sigara içmez, yemek yemez, teçhi­ zatını çıkarmaz, silahını bırakmaz, belirlen­ miş görev yerini terk etmez. Nöbetçi gö­ rev alanı içerisindeki her olayı gözler; ge­ lip geçene dikkat eder; bir olay çıktığın­ da gerekirse kıtasını ve komşu nöbetçile­ ri havaya ateş ederek, düdük çalarak ya da telefonla yardıma çağırır. —Kur. tar. Hadımağaları arasından seçi­ len nöbet kalfası, her sabah namazdan sonra darüssaade ağasından aldığı anah­ tarlarla harem dairesinin kapılarını açar, akşamları da kilitleyip anahtarları darüs­ saade ağasına teslim ederdi. Kapılar açı­ lırken Fatiha, kapatılırken de Mülk suresi okunurdu. En yüksek rütbeli nöbet kalfa­ sına, beşinci nöbet kalfası denirdi ve onun görevi, padişahın hareme geldiği gece­ ler önem kazanırdı. Hastalık gibi olağan­ üstü nedenlerle haremin açılması da yi­ ne darüssaade ağasının onayı ve aracılı­ ğıyla olurdu. Kıdemli nöbet kalfası terfi edince ortancalığa getirilirdi. N Ö B E T Ç İ sıf. ve a. Kesintisiz sürmesi gereken bir işi yerine getirme sırası ken­ disine gelmiş olan kimse, işyeri vb. için kullanılır: Nöbetçi hekim. Bu gece nöbet­ çiyim. Nöbetçi eczane. ♦ a. Nöbet tutan asker: Hey nöbetçi, uyuyor musun? —Ask. Nöbet hizmetinin yapılması için gö­ revlendirilmiş personel. || Nöbetçi heyeti, belirli bir süre içinde nöbet hizmetini yü­ rütmekten sorumlu kişiler. || Nöbetçi kulü­ besi, kötü hava koşullannda nöbetçileri korumaya yarayan ve ayakta bir insanın sığabileceği büyüklükte ahşap ya da sac barınak. || Nöbetçi mühimmatı, nöbet hiz­



metinde kullanılan, sevk barutu azaltılmış cephane. || Saygı nöbetçisi, Cumhurbaş­ kanı, Meclis başkanı, Başbakan, Milli sa­ vunma bakanı İle kolordu komutanı ve da­ ha üst makamdaki general ve amirallerin bir garnizonu ziyaretinde ikametgâhları önüne çıkarılan nöbetçi. —Ask. denize. Nöbetçi feneri, nöbetçi ge­ mide geceleri yakılan fener. || Nöbetçi fenerliği, içine nöbetçi feneri konulan tel ka­ fes. || Nöbetçi flaması, gündüzleri nöbet­ çi gemiye çekilen flama. || Başüstü nöbet­ çisi, demir üzerinde yatan gemilerde, baş taraftan gelecek tehlikelere karşı gemi gü­ venliğini sağlayan, demir kontrolü yapan ve sisli havalarda sis kampanasını kulla­ nan nöbetçi. || Lombar ağzı nöbetçisi, ge­ miye giren çıkanı kontrol eden, gemiye gelen filandra sahibi subaylara giriş çıkış töreni yapan asker. || Sancak nöbetçisi, gemilerde, filo sancağını korumak için sancağın bulunduğu kamara önünde nö­ bet tutan asker. || Saygı nöbetçisi, gemi­ lerde, deniz kuvvetleri komutanının kama­ rası ya da gemiyi ziyaret eden Cumhur­ başkanı, Başbakan, Genelkurmay başkanının bulunduğu kamara önünde nöbet tutan asker. —Denize. Bir hizmeti, birkaç saat sürekli olarak yapmak üzere ayrılmış gemiciler­ den oluşan vardiya grubu. || Güvertede ya da makine dairesinde görevli gemici. || Demir nöbetçisi, demir başında nöbet tu­ tan tayfa. ♦ sıf. Ask. denize. Nöbetçi araç, nöbet­ çi gemide, her an göreve hazır bekletilen küçük tekne. —Nöbetçi gemi ile filo ko­ mutan gemisi arasında irtibat sağlayan bot. || Nöbetçi gemi, mesai saatleri dışın­ da, bir filonun, personeli ve her türlü ha­ zırlığı tamam olan, emir verildiğinde gö­ reve hazır durumdaki gemisi. (Nöbetçi ge­ mi, gündüz nöbetçi flaması, gece ise nö­ betçi feneri çeker. Ayrıca, bu gemide her zaman bir doktor ve bir idare subayı da hazır bulunur.) || Nöbetçi komodor, mesai günleri dışında filo komutanını temsil eden komodor. || Gemi nöbetçi amiri, gemi nö­ betçi subayları içindeki en kıdemli subay. || Gemi nöbetçi subayı, astsubayı, gemi­ lerde, 24 saat süreyle; gemideki nöbet hiz­ metlerinin yerine getirilmesinden, günlük hizmet ve eğitimlerin yapılmasından, gün­ lük vakit cetvelinin uygulanmasından so­ rumlu subay, astsubay. —Huk. Nöbetçi mahkeme, adli tatilde gö­ rülecek davalara ve işlere bakmakla gö­ revli mahkeme. (Nöbetçi mahkemeler, her yıl adli tatilden önce, Hâkimler ve savcı­ lar yüksek kurulu tarafından saptanır.) N Ö B E T Ç İL İK a. Nöbetçinin görevi. N Ö B ETLEŞE be Sırayla, nöbetle: Has­ tanın başını nöbetleşe beklediler. N Ö B ETLE Ş M E a. Nöbetleşmek eylemi. N Ö B E T LE Ş M E K gçz. f. Bir işi. bir gö­ revi sıra ile yapmak. N Ö B E T Ş E K E R İ a. Halk arasında bazı hastalıklar için ilaç olarak kullanılan billur­ laştırılmış şeker. —ANSİKL. Nöbetşekeri yapmak için ilkin su ve şeker kazanda ısıtılır; kesilmesi için içine bir miktar krem tartar konur. Kıvama gelince kenarlarında 4-5 sıra delikler bu­ lunan ve bu deliklerden karşılıklı pamuk iplikleri geçirilmiş kazana atılır. Kazanın ke­ narlarındaki delikler alçıyla kapatıldıktan sonra üzerine mukavva örtülüp bir çuval­ la sarılır ve ılık bir yerde soğumaya bıra­ kılır. “ Nöbetşekeri” adının bu uzun süreli dinlendirme ve soğutma işlemi nedeniy­ le ortaya çıktığı öne sürülür. Kazan.n so­ ğuması bir hafta kadar sürer. Bu süre için­ de şeker kristalleşmeye uğrar ve iplikle­ rin çevresine sucuk görünümünde yapı­ şır, bir bölümü de dibe çöker, ipler kesilir ve 20-30 cm uzunluğunda çubuklar ha­ linde çıkarılır. Nöbet şekerinin öksürüğe iyi geldiği öne sürülür.



N ö m o h yun. neuron, lif, sinir’den; önek olarak birçok sözcüğün bileşi­ mine girer: nöroloji. N Ö R A M İN İD A Z a. (fr. neuraminidase). Biyokim. Hücre zarındaki glikoproteinlerin temel bileşenlerinden olan siyalik asit­ leri nöraminik asit açığa çıkararak asetilsizleştirebilen enzim. (Virolojide önemli rol oynar.) N Ö R A M İN İK sıf. (fr. neuraminique). Bi­ yokim. Nöraminik asit, birçok glikoproteinde siyalik asit biçiminde bulunan aminli şekerlerden türeyen asit. || N-asetil -nöraminik asit, insanda üreme yeteneği 'üzerinde etki gösteren siyalik asit çeşidi. (Eşanl. nana.) N Ö R A P O F İZ a. (fr. neurapophyse). Omurilik kanalı üzerinde, arkada sinirsel kemeri kapatıp, omur dikenini oluşturan omur bölümü. (Nörapofizler, suda yaşa­ yan omurgalılarda tek yüzgeçlerin iç iske­ letini oluşturur ve yüzgeç kaslarının tutun­ masına yarar.) N Ö R D L İN O E N , Almanya’nın Bavyera eyaletinde kent, Ries bölgesinin ortasın­ da; 17 000 nüf. Kentte Ortaçağ’dan kal­ ma surlara (XIV.-XVI. yüzyıldan kalma kuleler) ve güvercinlikli evlere rastlanır. Eski anıtlar: gotik üslûpta yapılmış St.Georg kilisesi (XV. yy.; sanat yapıtları). Sanayi etkinlikleri (metalürji ve makine sanayisi, tekstil, tarıma dayalı besin sa­ nayileri) İkinci Dünya savaşı’ndan sonra gelişmiştir. —Tar. Özgür bir imparatorluk kenti olan (1215) Nördlingen Schwaben birliğine ka­ tıldı (1376-1389), sonra Reform hareketini benimsedi (1529). isveçliler'e komuta eden Saksonya-Weimarli Bernhard ve Horn, imparatorluk ordularının başında olan Gallas'a burada yenildiler (5-6 eylül 1634), Condö ve Turenne Mercy'yl bura­ da yenerek Öldürdüler (3 ağustos 1645). Nördlingen kenti 1803'te Bavyera tarafın­ dan ilhak edildi. N Ö R İN a. (fr. neurine). Org. kim. Formülü H O ® C H , = C H — N t C H jl j



olan amonyum viniltrimetil hidroksidin yaygın adı; kolinden su giderilerek elde edilebildiği gibi hayvansal dokuların çü­ rümesi sırasında da oluşur (Nörin, çok ze­ hirli bir maddedir.) N Ö R İN O M a (ft neurinome; yun. neurinos. sinirselden). 1. Çevre sinir siste­ mindeki Schwann hücrelerinden geli­ şen ve genellikle tek olan iyicil ur. (Eşanl. S C H W A N N O M . ) —2. VIII. sinir ya da işitme siniri nörinomu, çoğunlukla, içkulak yolu­ nun dibinde, denge sinirinin dallarından biri üzerinde oluşan, işitme siniri (VIII. ka­ fa çifti) nörinomu. —ANSİKL. Nörinom, beyin-omurilik sinir­ lerinde ve sinir köklerinde oluşan, her za­ man kapsüllü ve küre ya da yumurta bi­ çiminde, esnek kıvamda bir urdur; baş­ ladığı sinir demetinde gelişir ve diğer de­ metlere bulaşmaksızın çevreye doğru iter. Her ikisi de Schwann tipi hücrelerden kay­ naklanan ve aynı urun içinde yan yana bulunan iki doku tipinin varlığı nedeniy­ le nörinomların doku yapısı kolayca tanı­ nır: bunlardan bir tanesi yoğun ve sıkı, di­ ğeri ise gevşektir ve küçük kistler oluştu­ rur. Daha çok işitme siniriyle omurilik si­ nirlerinde görülen nörinomlara kafatası si­ nir çiftleriyle çevresel sinirlerde de rastla­ nır. NÖRO- -



N Û R (O )-



NÖROANAITOMİ a. (fr. neuroanatomie). Merkez ve çevre sinir sistemi anatomisini inceleyen bilim dalı. —A ns İkl XIX. yy.'ın başlarında Vicq d'Azyr'ın (1748-1794) çıkardığı atlas saye­ sinde beynin dış görünümü biliniyordu, ama iç yapısı, özellikle dokusu bilinmiyor­ du. Rolando, 1824'te ilk kesitleri aldı ve pi­ ramidal demetle iç kapsülü tanımlamayı



başardı, ilk olarak (1834) Remak ve Ehrenberg sinir hücresi ve uzantılannı tanım­ ladılar. Stilling (1842) dizi halinde kesit yap­ ma tekniğini bularak, omuriliği tanımayı sağladı. 1870'te İtalyan Camillo Golgi rast­ lantı sonucu gümüşle boyama tekniğini buldu ve bununla bütün bir nöronu gö­ rünür hale getirmeyi başardı. O tarihten sonra sinir dokubilimi, nöroanatominin te­ mel itici gücü oldu. 1895'te Déjerine, kli­ nik ve nöropatolojik gözlemlerine daya­ nan Anatomie des centres nerveux (Sinir­ sel merkezlerin anatomisi) adlı bir kitap ya­ yımladı. Ramón y Cajal nöroanatomiyi ba­ ğımsız bir bilim dalı haline getirdi. Textu­ ra del Sistema Nervioso del Hombre y de los Vertebrados (insanda ve omurgalılar­ da sinir sisteminin dokubilimi [1909-1911]) adlı yapıtında merkez ve çevre sinir siste­ minin tüm yapılarını tanımladı. Bu çalış­ malar daha sonra, başta Malcolm Car­ penter (1943) ve Brodai (1969) olmak üze­ re birçok araştırmacının katkısıyla tamam­ landı. Klasik gümüşle boyama tekniğine da­ ha başka yöntemler eklendi: elektronik mikroskopi, bazı radyoaktif işaretleyicile­ rin ya da peroksidazın aksonda ileri ya da geri taşınması, flüorışıl katekolamin immünofluoresansı, immünositokimya, vb. N Ö R O A N EM İK sıf. (fr neuroanémique). Nörol. Nöroanemik sendrom, Biermer hastalığında görülen sinirsel belirtilerin tü­ mü. N Ö R O B İY O K İM Y A



a . N Ö R O K İ M Y A 'n ı n



e ş a n la m lı s ı.



N Ö R O B İY O K İM Y A C I



s ıf



ve a. NÖRO



K İ M Y A C l 'n ı n e ş a n l a m l ı s ı .



N Ö R O B İY O LO Jİ a. (fr. neurobiologie). Sinir sisteminin biyolojisini inceleyen bilim dalı. — A n S İ k l . Nörobiyoloji özellikle nöronla­ ra özgü işlevleri ele alır: örneğin, madde­ lerin perikaryondan liflerin ucuna kadar iletilmesi (ileriye doğru iletim) ya da ters yönde taşınması (geriye doğru iletim). Ay­ nı zamanda sinirsel ileticilerin nasıl birleş­ tiğini ve salgılandığını, ayrıca sinir siste­ minde meydana gelen bir lezyonun yeni­ lenme olanaklarını da İnceler. N Ö R O B İY O LO JİS T a. (fr. neurobiolo­ giste). Nörobşöloji uzmanı. N Ö R O B LA S T a. (fr. neuroblaste). ince bir protoplazma tabakasıyla çevrili, yuvar­ lakça bir çekirdeği olan embriyon çağı si­ nir hücresi. (Nöroblast önce, ileride akso­ nu oluşturacak silindir biçiminde bir uzantı çıkarır, daha sonra, karşı kutupta, proto­ plazma dalcıkları [dendritler] verir.) N Ô R O B LA S T O M a (fr. neuroblastome). Patol. Sempatik sinir sisteminde embriyon çağında oluşan kötücül ur. N Ö R O D E PR E S Ö R sıf ve a. (fr. neurodépresseur). Sinir sisteminin etkinliğini bastıran maddeye denir. N Ö R O D E R M a. (fr. neuroderme). Emb­ riyon çağında, sinir oluşumu sırasında farklılaşarak sinir sistemini verecek olan ektoderm kısmı. N Ö R O D İN a. (fr. neurodine). Org. kim. Fenilüretanın, C2H50 —CO—NH—Cg H4—O—CO—CHg formülünde asetoksilli bir türevi; ateş dü­ şürücü olarak kullanılır. N Ö R O E K T O D E R M İK sıf. (fr. neuroectodermiqué). Embriyol. Ektodermin si­ nir sistemini oluşturacak kısmına ilişkin olan. N Ö R O E N D O KR İN O LO Jİ a. (fr. neuroendocrinologie). Sinir sistemiyle içsalgı sistemi arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı. — A N S İ K L . Bu ilişkiler iki yönlüdür. Bir yan­ dan, hormonlar sinir sisteminin işlevlerini değiştirebilir ve / ya da düzenleyebilir (ör­ neğin tiroit hormonları sinir sisteminin ge­



lişmesi için muhakkak gereklidir ve cinsi­ yet hormonlan beyinde cinsiyete göre farklılaşmada rol oynar). Öte yandan, si­ nir sistemi hipotalamus yoluyla içsalgı iş­ levlerinde önemli ölçüde düzenleyici ve ayarlayıcı merkez rolü oynar. Ayrıca polipeptit cinsinden hormonların pek çoğu (kolesistokinin, nörotensin, vb.) sinir siste­ minin içinde üretilir ve bu sistemde sinir­ sel iletici görevi yapar. N Ö R O E PİTE LY U M a. (fr. neuroépithé­ lium). Nöroanat. İlk sinirsel oluğu kapla­ yan ektoderm kökenli epitelyum. (Nevraksın tüm öğeleri [mikrogliadan başka bü­ tün sinir ve glia hücreleri] bu epitelyum­ dan türeyerek farklılaşır.) pharmacologue). Nörofarmakoloji uzma­ nı. N Ö R O F A R M A K O LO Jİ a (fr. neuro pharmacologie). Sinir sisteminin çalışma­ sında değişiklik yapan ilaç ve eczalann ki­ netiğini, metabolizmasını ve etkisini ince­ leyen farmakoloji dalı. (Nörofarmakoloji, inceleme konusu daha kısıtlı olan [ruhsallıkta değişiklik yapan ilaç ve etkin mad­ deler] psikofarmakolojiye yakındır.) N Ö R O FİB R O M a. (fr. neurofibrome). Nörol. Çevresel sinirlerle sinir köklerinde olan nörofibromatozda görülen çok sayılı ur. —A nSİk l . Normal bir sinirdeki öğelerden (Schwann hücreleri, fibroblastlar, kolajen lifler, miyelinli ve miyelinsiz sinir lifleri) olu­ şan nörofibromlarda, destek ödevi gören Schwann hücreleriyle fibroblastlarda, si­ nir liflerini birbirinden ayıran bir hiperplazi yaratır, iyicil bir ur olan nörofibromun, ge­ nel olarak kabul edildiği gibi, kötücül ha­ le dönüşebileceği kesin olarak kanıtlanamamıştır. N Ö R O FİBR O M ATO Z a. (fr. neurofibro matose). Nörol. Doğuştan gelişim bozuk­ luğu. Çoğunlukla kalıtsal ve ailevidir. Ek­ toderm kökenli dokularda, özellikle deri ve sinir sisteminde rastlanan ve çoğu zaman mezodermi de kapsamına alan ura ben­ zer biçim bozukluklarıyla belirgindir. (Eşanl. \ON RECKÜNGHAUSEN HASTALIĞI.) —A n sİkl Nörotibromatoz, embriyon dö­ nemindeki bir gelişim bozukluğuna bağlı dizembriyoplazilerden sayılan fakomatozlardan biridir. Genellikle birçoğu bir ara­ da bulunan ve çevre sinir sisteminin tü­ münü olduğu gibi beyin-omurilik sistemi ile otonom sinir sistemini de saran bir has­ talıktır. Klinik görünüm urların yerlerine bağlı­ dır: deri nörofibromları düğümlü ya da saplı (molluscum pendulum) görünüşte­ dirler. Nörofibromatozun bir ya da birçok bitişik sinir alanına yayılması ağsı nörom diye adlandırılır; nörofibromların beyin ya da omurilikten çıkan ana sinir köklerinde yerleşmesi çeşitli baskı belirtilerine neden olabilir; otonom sinir sisteminde oluşma­ ları ise hastalığın içorganlarda rastlanan biçimlerini meydana getirir. Bu özgül lez­ yonun yanı sıra ortaya çıkan belirtiler şun­ lardır: 1 . urdan başka deri lezyonları: pig­ mentli ya da sütlü kahve renginde leke­ ler; 2 . dokusal açıdan genellikle iyicil, ama birçoğu bir arada bulunmak bakımından belirgin omurilik içi ve kafatası içi urlar: çok sayılı nörinomlar; özellikle, işitme si­ nirinin iki yanındaki çok sayılı nörinomlar, çok sayılı menenjiyomlar, görsel çapraz ve beyin sapı sponjiyoblastomu Çok biçim­ li gliyoblastom gibi kötücül urların ortaya çıkması da olasıdır. 3. çeşitli oluşum bozuklukları: korteks heterotopisi ve displazileri, Sylvius kanalı darlığı, karmaşık omurilik kusurları, menengosel. N ÖR O F İZ Y O L O Jİ a. (fr. neurophysio logie). Sinirsel öğelerin işleyişini ve bir bü­ tün olarak çalışmasını inceleyen bilim dalı. (Nörofizyoloji teknikleri, sinirsel öğelerin elektrik etkinliklerinin kaybına ve bunların



nörofizyoloji 8730



elektriksel ya da kimyasal uyanlarla yapay olarak yaratılmasına dayanır.) N Ö R O G Ü V O M a. (fr. neurogliome'dan). Nörol. Bazen nörofibrom anlamında kul­ lanılan terim. N Ö R O G LO B Û LİN a. (fr. neuroglobu-



line). Biyokim. Lipitlere bağlı olarak sinir dokusunda bulunan globülin. N Ö R O H İP O F İZ a. (fr. neurohypo physe). Nöroanat. Hipofizin arka lobu. —ANSİKL. Nörohipofiz hipotalamusun uzantısındadır ve onunla doğrudan ilişki­ dedir. Sinir liflerinden, glia hücrelerinden ve kılcal damar ağından oluşur. Hipota­ lamusun çıkardığı sinirsel salgılar hipofiz sapındaki kapı sistemiyle nörohipofize ge­ çer, önce nörohipofizin sinir liflerindeki şiş­ liklerde depolanır, sonra kılcal damarlara boşaltılır ve adenohipofize ulaşır. Oradan genel dolaşıma geçerek dağılır. Böylece hipofiz bütün organizmanın metabolizma­ sının kontrolünü sağlar. N Ö R O H İS T O L O Jİ a. (fr. neurohistolo gie). Sinirsel dokuları (akmadde ve bozmadde) ve değişik sinir hücreleriyle (nö­ ronlar ve glia hücreleri) bunların uzantıla­ rını inceleyen bilim dalı. NÖR OH OR M ON a. (fr. neurohormone). Sinir hücrelerince bireştirilen ve hedef hücreleri uzaktan etkilemek üzere dola­ şan kana salınan organik kimyasal mad­ de. —ANSİKl . Bazı nörohormonlar hipofiz hormonlarının salgılanmasını denetler ve hipotalamusta, hlpofizotrop alana ait nöronlarca salgılanır. Bunlara, hipofiz hor­ monlarının salgısını artırma ya da azalt­ madaki etkilerine göre uyarıcı etmenler (,reieasıng factors [W7]) ya da tutuklayıcı etmenler (inhibiting factors [/F]) denir. 1. Bunlardan cinsel işlevleri düzenleyen­ ler FRF (follikülo-stimülin salgısını uyarır) LRF (lüteinizan hormon salgısını uyarır), PRF (prolaktln salgısını uyarır), ve P/F nörohormonlarıdır (PİF prolaktin salgısını tu­ tuklar ve büyük bir olasılıkla dopamindir). 2. Büyümeyle ilgili olanlar SRF (somatotrofin de denilen büyüme hormonunu uyarır) ve S /Flir (somatostatin inhibiting factor). 3. Tiroidi etkileyen nörohormon TflF'dir (tireostimülin salgısı yaptırır). 4. Böbreküstü bezlerinde CRF kortlkostimülin ya da ACTH'yi salgılatır. 5. Derinin pigmerıtlenmesi için MRF, melanositleri ya da MSH'yi uyaran hormonu sağlar. 6. Bir başka nörohormon sınıfı hipofizi de­ ğil, doğrudan doğruya hedef organları et­ kiler: oksitosin (doğum sırasında dölyatağı kasılmalarında ve süt salgısında rol oy­ nar) ve antidiüretik hormon. Bunlar ön hipotalamustaki süpraoptik ve paraverrtriküler çekirdeklerden salgılanır. Böylece, hipotalamus ve nörohormon­ lar aracılığıyla, içsalgı işlevlerinin genel düzenlenmesini merkez sinir sistemi sağ­ lamış olur. N Ö R O İLE T İŞ İM a. Nörobiyol. Nöron­ ların sinirsel ileticiler kullanarak kendi ara­ larında haberleşmesi. N Ö R O İM M Û N O L O J İ a. (fr. neuro immunotogie). Sinir sisteminde, bağışıklık sistemlerinin özel yönlerini ve çok plaklı skleroz gibi bazı hastalıklardaki rolünü in­ celeyen immünoloji dalı. N Ö R O JE N sıf. (fr. neurogĞne). Nörol. 1. Sinirlerin kökeniyle ilgili olana, sinirleri oluşturana denir. —2. Sinir sistemindeki bir bozukluğa, özellikle çevre sinir siste­ mindeki bir lezyona bağlı hastalıklara de­ nir. N Ö R O K E R A TİN a. (fr. neurokâratine). Biyokim. Sinir dokusuna özgü olan ve si­ nir liflerinin kılıfını oluşturmaya yarayan keratin. N Ö R O K İM Y A a. (fr. neurochimie'den). Sinirsel öğelerin kimyasını inceleyen biyo­



kimya dalı. (Eşanl. NöROBİYOKİMYA.) —ANSİKL. Nörokimyanın en önemli bulu­ şu kimyasal aracılardır. Kimyasal iletimi doğrulayan ilk deneysel kanıtı O. Loewi sağladı: vagus siniri uyarılarak durdurul­ muş kurbağa kalbinin daldırıldığı sıvı, çarpmakta olan başka bir kalbe değdirildiği zaman bu kalbin hareketlerini yavaş­ latır ya da durdurur. Loewi bunu sağlayan maddeyi asetilkolin olarak 1921'de belir­ ledi. 1946'da U. S. von Euler sempatik si­ nir liflerinde yalnız noradrenalin bulundu­ ğunu saptadı. O zamandan beri asetilko­ lin ile noradrenalinin bireşimi, depolanma­ sı, salıverilmesi ve parçalanması geniş çapta incelendi. Diğer kimyasal aracıların belirlenmesi daha tamamlanmamışsa da, biyokimyasal teknikler sayesinde beyin ve çevre sinir sistemindeki kimyasal aracıla­ rın bir listesi çıkarılmıştır. Nörokimya kim­ yasal aracıların bireşimini ve parçalanma­ sını incelediği gibi sinir sisteminde bulu­ nan, fakat henüz rolü aydınlatılmamış olan elemanların bileşimini de incelemektedir. N Ö R O K İM Y A C I a. Nörokimya uzmanı. (Eşanl. NÛROBİYOKİMYACI.) N Ö R O L E N G Ü İS T İK a. (fr. neurolinguistique). Dil ile beyin yapıları arasındaki ilişkileri inceleyen nöropsikolojl dalı. —ANSİKL. Sözyitimi incelemeleriyle do­ ğan nörolengüistlk, sözyitimi incelemele­ rine dilbilimi katarak özerklik kazandı. Be­ yindeki belli bir bölgenin lezyonuna bağ­ lı her sözyitimi türü, konuşmada kendine özgü bir bozukluğa neden olur. Nörolengüistlğin inceleme konusu, yerel beyin kodeksindeki lezyonlar nedeniyle hasta­ lanmış kişilerin dilsel etkinliklerinde görü­ len çeşitli bozuklukların betimlenmesi ve bu hastaların dilsel davranışlannı ve bun­ ların lezyon yerleriyle bağıntılarını betim­ leyen tipleme araştırmasıdır. Bu alana çeşitli dilbilim modelleri uygu­ lanmıştır. Örneğin, betimsel dilbilim mo­ delleri iki yan içerir: birincisi sınıflandırma­ larla aşamalı dizilerin sözkonusu olduğu sınıflandırmacı yan (sesbirim, biçimbirim dizisinde, biçimbirim cümle dizisinde cümle sözce dizisinde tanımlanır); İkinci­ si, her öğenin bağlı bulunduğu parça için­ deki dağılımıyla tanımlandığı dağılımsaI yan. Dizi ve düzey sayısı kadar sözyitimi olduğu da kanıtlanabilmiştir. Sınıflandırmacı ve dağılımsal modellerin birlikte kul­ lanımı Jakobson ile Halle’ye, 1956'da, sözyitimi bozukluklarının bitişiklik (sentagmatik zincirlenme) ve benzerlik (her pa­ radigma sınıfından seçim) eksenleri doğ­ rultusunda sınıflandırma olanağı verdi. Bu sınıflandırmayla da iki tür sözyitimi ortaya çıktı: bitişiklik sözyitlmlerl ("devimsel" sözyitimleri; dilbilgisiyitimi) ve benzerlik sözyitimieri (duyusal sözyitimleri). Dili, bir edim modelinde gerçekleşen bir dilsel bil­ gi (edinç) olarak tanımlayan üretici kuram­ la sözyitimi sorunu değişik biçimde ele alı­ nır. İşlevi edinç düzeyinde etkileyen temel bir bozukluk ortaya konabilir mi? Ya da de­ ğişim yalnızca edim düzeyinde gözlem­ lenmez mİ? Elde edilen veriler ikinci var­ sayımı doğrular niteliktedir. Gerçekte bu değişik çözümleme yön­ temleri birbirlerini bütünler ve dil bozukluklannın betimlenmesini derinleştirme ve dizgeleştirme olanağı verirler. Çeşitli dil­ lerde, özellikle de ikidilli ya da çokdilli ki­ şilerde gözlemlenen sözyitimi inceleme­ leri, dil bozukluğunun her dilin dizgesin­ den bağımsız olduğunu göstermiştir N Ö R O LE P TA N ALJEZİ a. (fr. neurolep­ tanalgesia). Ara ara nöroleptik ve analje­ zik ilaç şırınga ederek hastaları ameliya­ ta hazırlama yöntemi. —ANSİKL. Nöroieptanaljezi, içsalgılara iliş­ kin nörovejetatif bir koruma ve güçlü bir analjezi sağlar: hasta, ağrı verici olduğu­ nu bildiği şeyi algılar, ama sanki onunla hiçbir bağlantısı yokmuş gibi bir şey duy­ maz. Bu teknik, normal olarak organizma­ nın ağrıya karşı gösterdiği tepkileri ve bu tepkilerin oksijen tüketimini artırma, ilaç



metabolizmasını artırma ve kana katekolamin salıverilmesi gibi etkilerini tutuklar. Derin bir uyku yaratmadan ve genel anes­ tetiklere gerek kalmadan bazı cerrahi gi­ rişimleri başarıyla sonuçlandırmaya girer. N Ö R O LE P TA N E S T E Z İ a. (fr. neuro leptanesthésie). Cerrahi girişimlerden ön­ ce genel anestezik maddelere nöroleptiklerin katılmasıyla hastaları ameliyata ha­ zırlama yöntemi ve teknikleri. N Ö R O LE P T İK sıf. ve a. (fr. neurolep­ tique; yun. neuron, sinir, ve leptikos, iste­ yerek alan, kabul eden'den [lambanein, yakalamak, tutmak]). Psikoz semptomla­ rı üzerinde etkili olan ve ekstrapiramidal semptomlar meydana getirebilen psikotrop ilaç. —A nsIkl. Nöroleptlkler kimyasal yapılanna göre çeşitleı e aynlır: 1. fenotiazinli nöroleptikler (en iyi bilineni, 1952’de bula­ nan ve ilk nöroleptik olan klorpromazindir); 2. butirofenonlar (bu grupta halüsinasyonlara karşı etkileriyle bilinen haloperidol bulunur); 3. tiyoksanten türevi nöroleptikler (klorprotiksen bu gruptandır); 4. benzamltler grubuna giren nöroleptikler (özellikle sultoprit ve triaprit). Klinik etkileri bakımından nöroleptikler ikiye ayrılır. Belirgin nörovejetatif etkilere yol açan sakinleştirici nöroleptikler (fenotiazin grubundan nöroleptikler) ve kesici ya da tutukluğu yok edici denen ve belir­ gin ekstrapiramidal yan etkilere neden olan nöroleptlkler (butirofenonlar). Nöroleptikler, korku ve iç sıkıntısını ya­ tıştıran ve halüsinasyonları gideren, özel bir ruhsal-devlmsel lakaydi yaratan mad­ delerdir. En çok görülen ve istenmeyen yan etkileri, uzun süre kullanılma sonucu meydana gelen ve diskinezi ile birlikte gö­ rülen bir ekstrapiramidal sendrom, hipotermi ve ortostatik tansiyon düşüklüğü ya­ ratmasıdır. Ayrıca, içsalgı sistemi üzerin­ de de, ilacın türüne göre değişik etkileri vardır (amenore, alınan ilaca göre deği­ şen golaktore). Nöroleptikler psikoz hal­ lerinin ilaçla özgül tedavisinde ilk başvu­ rulan ilaç grubudur. N Ö R O LİP İD O Z a. (fr. neurotipidose). Patol. Merkezi sinir sisteminde yağ birik­ mesiyle belirgin doğuştan hastalık. (Bu metabolizma ansefalopatileri, genellikle kalıtsal enzim eksikliklerinin belirtisidir.) N Ö R O LİZ a. (fr. neurotyse). Tıp. 1. Bazı inatçı nevraljileri tedavi yöntemi. (İlgili si­ nir, içine alkol şırınga edilerek öldürülür.) —2. Yolu üzerindeki lezyonlar (nedbe ya da keloit) arasına sıkışan bir sinirin ser­ bestleştirilmesi için yapılan ameliyat. NÔR O LO Q a. (fr. neurologue). Nöroloji uzmanı. N Ö R O LO Jİ a. (fr. neurologie). Sinir sis­ temi hastalıklarıyla uğraşan tıp dalı. (Bazı uzmanlar sinir sisteminin anatomi ve fiz­ yolojisini de [nöroanatomi ve nörofizyolo­ ji] bu dala sokarlar.) [NEVROLOJİ de denir.] N ö r o lo jik b ilim le r v e p s ik iy a t r i e n s titü s ü , Ankara’da eğitim öğrenim kurumu. Hacettepe üniversitesi'ne bağlı olarak 2547 sayılı yasa uyarınca 20 tem­ muz 1982'de kuruldu. Psikiyatri, nöroloji ve nöroşirurji alanlarında eğitim ve öğre­ nim yapılmaktadır. N Ö R O LO JİS T a. (fr neurologiste). Sinir sistemi uzmanı. N Ö R O M A S T a. (fr neuromaste). Zool. Balıklarda ve iribaşlarda, yan çizgi kana­ lında bulunan ve vagus sinirince uyarılan duyu organı. —A nsIkl. Her nöromast, 8-11 duyu hüc­ resine destek veren bir hücre kümesi oluşturur Duyu hücrelerinde hareketli bir kirpik ve kalın bir zarsı levha (yan kanalı tıkayan sümüksü bir tıkaç içine girerek ya­ pışkan maddeye bulanan stereosiller ile devam eder) vardır; bu yapı, Corti orga­ nındaki işitme hücrelerine benzer. Nöromastlar, kanaldan geçen su akıntılannı saptayan algılayıcılardır; balıkların ve am­



fibyum larvalarının, kımıldamaları sırasın­ da dengelerini sağlamalarına ve görece hızlannı belirlemelerine olanak verir. Ayrı­ ca, su sıkıştırılamayan bir cisim olduğu için nöromastlar hem "uzaktan” dokun­ ma organı hem de frekansı 800 Hz’in al­ tındaki sesler için işitme organı görevi ya­ pan organlardır. N Ö R O M ODÜLASYON a. (fr. neuromodulation). Nörobiyol. NöromodCılatörlerin eylemi. N Ö R O M O D Ü LATÖ R a. (fr. neuromodulateur). Nörobiyol. Merkez sinir siste­ minde yüksek oranda bulunan ve sinapstan sinapsa geçmeden etki gösteren or­ ganik kimyasal madde. —ANSİKL. Farazi birtakım sinirsel aracıla­ rı çokça içeren bazı sinir lifleri ya çok az sinaps yapar ya da hiç sinaps yapmaz. O halde bu kimyasal maddeler bir sinapsta herhangi bir noktada bulunarak değil, bütün sinir dokusuna sinerek etki göster­ mektedir diye düşünülebilir. Ayrıca, bazı nöronlar sinirsel aracı olarak iki çeşit kim­ yasal madde içermektedir: örneğin serotonin ve P maddesi. Öyleyse bunlardan biri sinirsel aracı, öbürü sinirsel modülatördür (nöromodülatör) diye düşünülebi­ lir. Nöromodülatörler nöronları ya doğru­ dan doğruya etmemekte (onların etkinlik düzeylerini azaltarak ya da artırarak) ya da kimyasal aracıların salıverilmesini sağlaya­ rak etkilemektedirler. Olası nöromodüla­ törler arasında aminler (tiramin, histamin, torin) ve polipeptitler (endorfinler, somatostatin, P maddesi), hatta bazı prostaglandinler ve hormonlar (tiroit ve kortikosteroitler) sayılabilir. ■ N Ö R O N a. (fr neurone). Sinir sistemine özgü farklılaşmış hücre. (Bir gövde ile uzantılardan [akson ve dendritler] oluşur ve sinir sisteminin işlevsel birimi sayılır.) [Bk. ansikl. böl.] —Anat. Ara nöron, doğrudan doğruya ne duyu ne hareket hücresi olmayıp, sinirsel devrelerde ara zinciri rolü oynayan sinir hücresi. —Nörol. Çok kutuplu nöron, perikaryonu ikiden çok uzantı doğuran nöron. (Böyle nöronlarda genellikle bir akson ve birçok dendrit bulunur.). —ANSİKL. Olgun nöron bölünemez ve bi­ rey doğduğu zaman nöronların sayısı de­ ğişmez olarak belirlenmiştir. Her nöronun bir gövdesi (perikaryon), birçok kısa uzan­ tısı (dendritler) ve bir ana uzantısı (akson) vardır. Perikaryonda, büyük çekirdekçikli bir çekirdek, Golgi aygıtı, endoplazmik retikulum, Nissl cisimcikleri ve sinir lifçikleri bulunur. Nöronların gövdelerinin büyük­ lüğü 5 /im (beyinciğin tanecikli tabakası) ila 150 ^m (motonöronlar) arasında deği­ şir. Dendritler çok dallıdır, dikenlerle kap­ lıdır ve pek çok sinaps yapar. Bazı akson­ lar bir miyelin tabakasıyla kaplıdır. Akson­ lar az ya da çok uzun bir yol aldıktan son­ ra uç düğümcükleri oluşturarak sona erer. Nöronlar, uzantılarının konumuna göre tek uzantılı, iki uzantılı ya da çok uzantılı olarak sınıflandırılır. Hücre gövdelerinin bi­ çimi de değişik nöron tiplerini belirleme­ ye yarar: örneğin üç köşe gövdeli pirami­ dal hücreler. İlke olarak dendritlerle ve hücre gövdesiyle (soma) alınan bilgiler birleştirilip bütünleştirilir; sonra aksonun çı­ kış konisine iletilir ve akson boyunca taşı­ narak komşu nöronlara aktarılır. Uyarılganlık, iletim ve kimyasal aracılık nöron­ lara özgüdür, buna karşılık glia hücreleri de nöronların desteklenmesini ve beslen­ mesini sağlar. Diğer nöronlarla binlerce si­ naps ilişkisi kurabilen, çok değişik biçim­ lerde nöronlar tanımlanmıştır. Bazı haller­ de elektrik sinyallerinin iletimi özellikle dendritler düzeyinde (yerel devreler), ola­ ğan yönün tersine gerçekleşir. Somanın diğer işlevi, başta akson olmak üzere, uzantıların işleyiş ve yenilenmesi için ke­ sinlikle gerekli protein, enzim ve makromolekülleri bireştirmektir. Bu moleküller daha sonra akson iletisiyle somadan ak-



çok kutuplu nöron (hücre gövdesi) 1. Hücre çekirdeği; 2. Mitokondri; 3. Lizozom; 4. Nissl cisimcikleri; 5. Akson; 6. Sinir lifçikleri; 7. G olgi aygıtı; 8. Dendritler. sonun ucuna doğru taşınır. Ayrıca, mole­ küllerin ters yönde aksonun ucundan hüc­ re gövdesine doğru taşınmasını sağlayan geriye doğru bir akson akımı da vardır; ancak bunun işlevi tam olarak aydınlatılamamıştır. Bazı nöronlar salgılayıcıdır; örneğin locus niger nöronları (dopaminerjik nöron­ lar) dopamin, bazılarıysa katekolamin sal­ gılar. İnsanda nöron sayısının 1 0 ila 1 0 0 mil­ yar arasında değiştiği ve bunların her bi­ rinin başka nöronlarla 30 000 kadar si­ naps bağlantısı kurabildiği sanılmaktadır N Ö R O N O FA Jİ a. (fr. neuronophagie). Bir nöronun makrofajlar tarafından yok edilmesi. N Ö R O N O Ü Z a. (fr. neuronoiyse). Nörol. Nöronların erime süreci, N Ö ROPATİ a. (fr. neuropathie; yun. neuron, sinir, ve pathos, hastalık’tan). Sinir sistemi hastalığı. N Ö R O PATO LO Jİ a. (fr. neuropathologie). Sinir sistemi hastalıklarını anatomi ve histoloji açısından inceleyen tıp dalı. N Ö R O P İL a. (fr. neuropHe). Nöroanat. Si­ nir sisteminin, birçok sinaps birleşimi içe­ ren, hücre cismi ve nörondan yoksun, glia dokusu, akson ve dendritlerden oluşan kısmı. (Koku soğanının yumakçıkları ya da retinanın ağsı tabakaları nöroplllerdir.) N Ö R O PO T a. (fr. neuropode'dan). Çokkıllı halkalısolucanların parapotlarındaki karın yüzme organı. (Sinir zincirinin her iki yanında bulunur ve genellikle bir sir ile ipekler taşır. Sırt yüzme organına notopot denir.) N Ö R O P R O B A Z İ a. (fr. neuroprobasie). Nörol. Nörotrop virüslerin, sinir lifleri yo­ luyla, ilk lezyondan başlayarak sinir mer­ kezlerine kadar ilerlemesi.



lerde, sol beyin yarımküresinde bulundu­ ğunu belirleyerek bu bulgusunu tamam­ ladı. Broca’nın buluşu, yüksek işlevlerin her birine beyinde özel bir nokta (merkez) bulmaya ya da uydurmaya çalışan bir di­ zi gözlemin çıkış noktası oldu. Bazı araş­ tırmacıların giriştiği aşınlıklar, bütüncü olu­ şum kuramı yandaşlarının tepkisini çekti, bunlar tepkilerini, özellikle K. Lashley'nln çalışmalarına dayanarak özel merkezlerin varlığını yadsımaya kadar vardırdılar. 1920'li yıllarda, bu iki eğilim arasında, beynin çalışmalannın dinamik bir süreç ol­ duğunu savunan L. S. Vygotski'nin araş­ tırmaları yer alır. Bu araştırmacıya göre, özgül bir işlev, birbirinden ayrı, farklılaş­ mış ve kademeleşmiş alanların bir bütün olarak çalışmasının sonucudur. 1950'li yıl­ lardan başlayarak, nörofizyoloji yöntemin­ deki gelişmeler (anımsatma potansiyelle­ ri), özellikle daha sistemli bir yönteme baş­ vurulması (Lashley yönteminin koşullan­ dırma teknikleriyle birleştirilerek soyoluş bakımından yüksek türlere uygulanması; insanda istatistik analizden yararlanılarak nicel karakterde incelemeler yapılması) o zamana kadar geçerli olan şemacılığı red­ detmekle birlikte beyinde bazı işlev mer­ kezleri bulunduğu gerçeğinin doğrulan­ masını sağladı. Deneysel yöntemin kulla­ nılmaya başlaması, yine de klinik gözle­ min yerini tutamayacağı gibi patolojik dü­ zensizliklerin derinliğine ele alınmasını sağlayan ayncalıklı durumları incelemenin yerini de tutamaz. Nöropsikoloji, konusu ve araştırma yön­ temleri açısından hem sinir bilimlerine hem de davranış bilimlerine girer; sinir bi­ limi olarak ilişkilerin incelenmesini, merkez sinir sistemi düzeyinde davranış bozukluk­ larına ve fiziksel olaylara ayırır. Davranış bilimi olarak yüksek zihinsel işlevlerin pa­ tolojisiyle ilgili etmenleri çözümler. Bu iki yönlülük sayesinde bir yandan beynin bir işlev haritasını çıkarmaya çalışır, öte yan­ dan deneysel psikolojinin sağladığı veri­ leri, belirti, ortaklık ve çağrışımlarını orta­ ya çıkararak ve hastalarca benimsenen ödünleyici stratejileri çözümleyerek ta­ mamlamaya uğraşır. Ayrıca bir beyin ya­ rımküresinin üstünlüğü kavramının yerini, örneğin sol beyin yarımküresinin dil için ve sağ beyin yarımküresinin görsel-uzaysal beceriler için özelleşmesi gibi işlevsel bakışımsızlık alır; bu olgu hem lezyon son­ rası onarımın, hem beyin yarımküreleri ay­ rılmış kişilerden derlenen verilerin sağla­ dığı birtakım işlevsel bezeme öğelerinin bolluğuyla da doğrulanır. N Ö R O R A D Y O LO Jİ a. (fr. neuroradiologie'deri). Cerrahi ya da dahili tedavi ge­ rektiren sinir sistemi hastalıklarıyla İlgili radyoloji dalı. N Ö R O R A Fİ a. (fr. neurorraphie). Kesil­ miş bir sinirin iki ucunun birleştirilip dikil­ mesi. N Ö R O S İTO LO Jİ a. (fr. neurocytologie). Sinir hücrelerini (nöronlar ve glia hücre­ leri) inceleyen nöroloji dalı.



N Ö R O P S İK İY A TR a. (fr. neuropsychi­ atre). Nöroloji ve psikiyatri uzmanı hekim.



N Ö R O Ş İR U R Jİ a. (fr. neurochirurgie). SİNİR CERRAHİSİ'nin eşanlamlısı.



N Ö R O P S İK İY A TR İ a. (fr. neuropsychi­ atrie). Sinir ve ruh hastalıklarıyla uğraşan tıp dalı.



N Ö R O Ş İR Ü R JİYE N a. (fr. neurochirur­ gien). BEYİN CERRAHi'nın eşanlamlısı.



N Ö R O P S İK O LO O a. (fr. neuropsychologue). Nöropsikoloji uzmanı. N Ö R O P S İK O LO Jİ a. (fr. neuropsychologie). Yüksek ruhsal işlevlerle beyin ya­ pıları arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı. —ANSİKL. F. J. Gali ve J. K. Spurzheim' ın frenoloji çalışmaları (1807-1819) nöro­ psikoloji araştırmalarının ilk örnekleri sa­ yılabilirse de, bu bilim dalının doğuşu, Paul Broca’nın hecelemeye ilişkin bir dil bozukluğunun beyindeki özel bir bölge­ nin (üçüncü alın kıvrımı) zedelenmesiyle ilgili olduğunu açıkça belirlediği 1861 yı­ lında başlar. Broca, dört yıl sonra, bu böl­ genin, en azından sağ elini kullanan kişi­



N Ö R O TM ES İS a. (fr neurotmésis). Nö­ rol. Aksonların ve Schawann kılıflarının, travma sonucu kesilmesi. N Ö R O T O K S İK sıf. (fr. neurotoxique). Özellikle sinir sistemi için zehirli olan mad­ deye denir. ♦ a. Nörotoksik madde. (Nörotoksinler nörotoksik maddelerdir. Kimyasal silah olarak kullanılan bazı nörotoksikler orga­ nizmaya deri yoluyla girebilir; birkaç miligramlık doz insanda öldürücü olabilir En iyi bilinenleri fosforun kimyasal bileşikle­ ridir: sarin, soman, tabun.) N Ö R O TO KS İN a. (fr. neurotoxine). Botulizm, tetanos, difteri toksinleri gibi sinir sistemi için özellikle etkili toksin.



nörotomi 8732 ?



N Ö R O TO M İ a. (fr. neurotomie). Bir sini­ rin kesilmesi. (Bazı inatçı nevraljilerin te­ davisi için başvurulan bir ameliyattır.) NÖ R O TO Nİ a (fr neurotonie). Nörove­ jetatif distoniyi oluşturan durumları, yani vagotoni ya da sempatikotoni belirtilerini birlikte ya da art arda gösteren nöroveje­ tatif dengesizlik. N Ö R O TR O F İK sıf. (fr. neurotrophique). Sinir kökenli eklem hastalıkları, taban de­ lici hastalıklar gibi sinirlerden kaynaklanan trafik bozukluklara denir. N Ö R O TR O P sıf. (fr. neurotrope). Özel­ likle sinir sistemine yerleşen kimyasal maddelere, mikroplara ya da virüslere de­ nir. N Ö R O TR O P İZ M a. (fr. neurotropisme). Bazı mikropların ya da virüslerin ve teda­ vide kullanılan bazı kimyasal maddelerin özellikle sinir sistemine yerleşme anıklığı. NÖROVEJETATİF sıf. (fr. neurovégéta­ tif). 1. Nörovejetatif sinir sistemi, VEJE-



TATİF* SİNİRSİSTEMİ'nin eşanlamlısı. —2. Nörovejetatif bozukluklar, vejetatif sistem­ de meydana gelen distonilere ilişkin bo­ zuklukların tümü. N Ö R U LA a. (fr. neurula'bari). Omurgalı­ ların embriyon gelişiminde gastruladan sonra gelen evre. (Sinirsel borucuk bu ev­ rede oluşur.) NÖ R U LA SY O N a. (fr. neurulation dan). Omurgalılarda merkez sinir sisteminin yer­ leşmesini sağlayan embriyon süreci. (Ön­ ce kanal, sonra boru biçimim alan, kalın­ laşmış bir levhanın invajinasyonuyla orta­ ya çıkar.) N Ö STON a. (fr. neuston). Biyol. Durgun suların yüzey zarının üstünde ya da altın­ da yaşayan genellikle çok küçük canlı or­ ganizmaların tümü. N Ö TR sıf. (fr. neutre). Yansız, tarafsız. —Elekt. Nötr çizgi, artı ve eksi elektrik yük­ leri taşıyan bir iletkende, hiçbir elektriklen­ me olayı göstermeyen ve elektriklenmiş bölgeleri ayıran çizgi. || Nötr durum, bir ci­ sim ya da bir sistem için, iki işarete ilişkin tümel elektrik niceliklerinin eşit olmasına karşılık gelen durum. —Elektrotekn. Nötr tel ya da nötr nokta. ¡I Nötr hatlar, kolektörlü bir doğru akım ma­ kinesinde, fırçaların başta çalışmadaki maksimum elektromotor kuvvete karşılık gelen konumlarının belirlediği hatlar; tekfazlı bir kolektörlü makinede, fırçaların maksimum dinamik elektromotor kuvve­ te karşılık gelen konumlarının belirlediği hatlar; çokfazlı bir kolektörlü makinede, fır­ çaların, sıfıra eşit bir elektromanyetik kuv­ vet çiftine karşılık gelen konumlarının be­ lirlediği hatlar. || Nötr nokta, yıldız bağlı, çokfazlı bir sistemde bütün fazların bağlı oldukları nokta. (Dengeli bir çokfazlı sis­ temde, bütün nötr noktalar aynı potansi­ yeldedir.) || Nötr tel, bir elektrik şebekesi­ nin iki ya da birçok nötr noktasını birleşti­ ren iletken tel. —Kim. ve Manyet. YANSIZ'ın eşanlamlısı. —Pedol. Bazlar bakımından zengin (özel­ likle kalsiyum, ikincil olarak potasyum ve magnezyum), dolayısıyla verim artırıcı mi­ neral madde oranı yüksek, kararlı bir ya­ pısı olan, çok az asitli ya da asitsiz (pH'si yaklaşık 7) bir toprak (Paris havzası pla­ tolarının killi limonları gibi) için kullanılır. —Tüt. Nikotinden ileri gelen normal tütün kokusundan ayrı kokusu olmayan tütün­ lere denir. N Ö TR A LİT E a. (fr. neutralité). Fizs. kim. YANSiZLlK’ın eşanlamlısı. N Ö T R A LİZ E sıf. (fr. neutraliser; lat. neutralis, nötr'den). Bir şeyi nötralize etmek, yansızlaştırmak, etkisini yok etmek, etki­ sizleştirmek: Bütün bu girişimler halk yı­ ğınlarını nötralize etmek için. N Ö TR İN O a. (ital neutrino, neutr [on]’ dan). Fiz. Yükü sıfır ve kütlesi sıfır ya da çok küçük olan temel iepton parçacığı;



yüklü değişik leptonlara eşlik eden bir­ çok türü (elektron, müon, to) vardır. —ANSİKL. Nötrino, bu parçacıkların, var­ lığı ortaya konmadan çok önce kuramsal bir gereklilik olarak ortaya çıkmış örneği­ dir. 0 bozunması (-> RADYOAKTİFLİK), bir çekirdeğin bir elektron yayımladığı bir sü­ reçtir; en yalın örnek, nötronun proton ve elektrona bozunmasıdır: n -» p * + e - . (1 ) Yükün korunumuna uygun olan bu tep­ kime, enerjinin korunumu yasasını sağla­ maz. Gerçekte, nötron ile protonun kütle enerjileri arasındaki fark 1,3 MeV ve elek­ tronun kütle enerjisi 0,5 MeV'dir Enerjinin korunumu yasasının uygulanması sonu­ cunda, yayımlanan elektronun kinetik enerjisine tek bir değer atanır: 1,3-0,5= 0,8 MeV. Oysa, yayımlanan elektronların kinetik enerjilerinin 0 ile 0,8 MeV arasın­ da değiştiği saptanmıştır. Enerjinin korunumu* fiziğin bir mutlak yasası ola­ rak kabul edilirse, olay -1931'de Pauli'nin ileri sürdüğü gibi- elektronla birlikte üçün­ cü bir parçacık yayımlanmadıkça açıkla­ namaz. Bu durumda iki parçacık serbest enerjiyi paylaşır ve elektronun kinetik enerjisi 0 ile 0,8 MeV arasında değişen bir değer alabilir. Dolayısıyla (1) tepkimesi gerçekte, aşağıdaki gibi yazılmalıdır; n -* p * + e ~ + v. (2 ) Varsayılan parçacık elektriksel bakımın­ dan yansız olmak zorundadır. Öte yandan kütlesi de hemen hemen sıfır olmalıdır, çünkü, elektronun, bütün nötron-proton kütle enerjisi farkını sağladığı haller göz­ lemlenmiştir. Bu iki nedenden dolayı Pauli parçacığa "nötrino" (İtalyanca küçük yansız) adını vermiştir. Daha sonraları, bir başka korunum yasasının (açısal momen­ tin korunumu) sağlanması için, nötrinonun varlığının kaçınılmaz olduğu ortaya çıktı. Nötrino kısa sürede kuramsal bir gerçek­ lik kazandı ve sözkonusu olduğu tepkime­ lerin incelenmesi, ek bir yasanın (İepton sayısının korunumu) bulunmasına olanak verdi. Bununla birlikte nötrino ancak 1956'da deneysel olarak saptandı. Gerçekte nötri­ no yalnız zayıf etkileşimlere katılır ve mad­ de içinde olasılığı çok küçük olan v + n — p+ + etipınden tepkimelerle soğurulabilir. Bir nöt­ rinonun soğurulmasını gözlemlemede bü­ yükçe bir şans elde etmek için büyük mik­ tarda madde gereklidir. Nötrino algılayı­ cıları genellikle onlarca ton madde içerir. Nötrinoların bir başka temel ayırtedici niteliği, açıkça zayıf etkileşimlerin yani bu etkileşimlerin uzay yansımalarına karşı de­ ğişmez olmamalarının ayırtedici niteliği olan “ parite bozulması" göstermeleridir. Nötrinoların gerçekte belirli bir "helisliği” vardır, yani nötrinolar için spin ve hız her zaman aynı doğrultudadır; karşıt nötrino­ lar için doğrultular zıttır. Nötrinolar tümü aynı yönde olan tirbuşonlara benzetilebi­ lir. Bir nötrinonun bir aynadaki görüntüsü, dolayısıyla bir nötrinonun değil bir karşıtnötrinonun görüntüsüdür. Günümüzde her İepton tipine (elektron e. müon /i, to T ) özel bir nötrino tipinin (ve, v,,, (bu sonuncusu şimdilik bir il­ ke olarak ileri sürülmektedir]) eşlik ettiği bilinmektedir. Temel parçacıklar arasında­ ki etkileşimler düzeyinde, nötrinoların in­ celenmesi önemli ölçüde gelişmiş ve bü­ yük hızlandırıcılarda çok sayıda deneme­ ye konu olmuştur. Nötrinolar, gökbilimsel ölçeğin en az iki alanında, büyük ölçüde önem taşıyan nesneler olarak ortaya çıkar. Bir yandan, güneş fiziğinde, yıldız enerjisinin oluşumu­ na ilişkin nükleer çevrimde sözkonusu olan 8 bozunmaları sırasında, Güneş'in yayımladığı nötrinolar algılanmaya baş­ landı. Böyle bir deneyin yararı, algılanan nötrinoların, bir kez yayımlanınca, yeniden soğurulma olasılığının çok küçük olması nedeniyle Güneş’in derin katmanlarından gelebilmesidir. Bu durum Güneş’in çekir­



değinden bize ulaşma şansı hemen hiç olmayan fotonların durumuyla çelişir: fotonların, yalnızca ince bir yüzeysel katman tarafından yayımlanan bölümü Güneş’in elektromanyetik ışımasını oluşturur. Oysa, gözlemlenen nötrino akışı kuramsal öngö­ rülerin oldukça altındadır; bu da, nötrino­ nun ya da Güneş’in derin katmanlarının yapısına ilişkin bilgilerimizin tam olmama­ sından kaynaklanıyor olabilir. Her şeye rağmen, bu ayrımın çok geçmeden, bu alandaki bilgilerimizdeki bir gelişmeyle so­ nuçlanacağı düşünülmektedir. Ote yandan, günümüzde, Evren’de, başlangıçtaki büyük patlama ("b ig bang” ) evresinden kaynaklanan kozmik ortalama nötrino ışımasının (radyokozmik ışıma gibi) yeğinliği tartışılmaktadır Nötri­ nolar biçimindeki enerjinin yoğunluğu bunların, henüz çok iyi bilinmeyen kütle­ lerinin kesin değerine sıkı sıkıya bağlıdır ve tümel enerji yoğunluğunun temel bö­ lümünü oluşturuyor olabilir. Tümel yoğun­ luğun, açık evren modellerini kapalı mo­ dellerden ayıran kritik değerin üzerinde ol­ masına olanak veren belki de nötrino yo­ ğunluğudur. Böylece mikrokozmik parça­ cıkların en kaçamakları, belki de Evren' in makrokozmik yapısında belirleyici bir rol oynuyordur. N Ö TR LEM E a. Nötrlemek eylemi. N Ö TR LE M E K g. f. Kim. Asit ya da al­ kali etkisi gösteren bir çözeltiyi, alkali ya da asit niteliğini yok ederek yansız duru­ ma getirmek. N Ö TR LEŞM E a. Nötrleşmek eylemi. N Ö TR LE Ş M E K gçz. f. Nötr duruma gelmek. ♦ n ö trleştirm ek ettirg. f. Nötr duruma getirmek. —Fizs. kim. YANSlZLAŞTlRMAK'ın eşanlam­



lısı. N Ö TR LE Ş TİR M E a. Fizs. kim. YANSIZLAŞTiRMA’nın eşanlamlısı. —Petr. san. Nötrleştirme indisi, YANSIZ­ LAŞTIRMA* İNDİSİ’nin eşanlamlısı. N Ö T R L E Ş T İR M E K - NÖTRLEŞMEK. N Ö T R L Ü K a. Nötr bir şeyin niteliği. —Elekt. Elektriksel nötrlük, elektrik yükü yokluğu ya da artı yüklerin eksi yüklerle tam olarak dengelenmesi. —Fizs. kim. YANSlZLlK'ın eşanlamlısı. N Ö TR O D İN a. (fr. neutrodyne). Radyotekn. Bir yükselteçteki bir takım salınımları, zıt bir etkiyle, çeşitli devreler arasın­ da, temelde vakum tüplerinin ya da tranzistorların elektrotlararası sığalarından kaynaklanan parazit eşlemeleri denkleş­ tirerek gidermeye yarayan, örneğin bir kondansatör ya da ayarlanabilir bir baş­ ka reaktanstan oluşmuş düzenek. N Ö TR O D İN LE M E a. Radyotekn. Bir aygıtı nötrodin düzenekleriyle donatmak ve bu nötrodinleri ayarlamak eylemi. N Ö TR O F İL sıf. (fr. neutrophile). Hematol. 1. Çokçekirdekli nötrofillere özgü ve hem alkali fosfataz, hem lizozim bakımın­ dan zengin, çok ufak sitoplazma tanecik­ lerine denir. —2. Çokçekirdekli nötrofil, lökositlerin % 40 ila 70’ini oluşturan ve nöt­ rofil tanecikli olan çokçekirdekli akyuvar. (Başlıca görevi, son derece yüksek hare­ ketliliği, kemotaksi yeteneği, fagosit ve bakterisit gücü sayesinde bakterilerle sa­ vaşmaktır.) —Bot. iyon tepkimesi yansızlığa yakın olan (pH 6,5-8 arası) topraklarda yetişen bitkilere denir. N Ö TR O F İLİ a. (fr. neutrophilie). Patol. Akyuvarlar arasında çokçekirdekli nötro­ fil sayısının artması. N Ö TR O F İLO B LA S T a. (fr. neutrophiloblaste). Hematol. Çokçekirdekli nötrofil cinsinden ilik hücresi. (Sağlıklı kişinin ka­ nında hiçbir zaman bulunmaz.)



N ÖTROO RAFİ a. (fr. neutrographie). Bir nötron demetiyle gerçekleştirilen radyo­ grafi. —ANSİKL. Nötrografi özellikle, nötronlar için büyük bir yayınım gücü gösteren hid­ rojenli malzemeler (barutlar, patlayıcılar, plastik maddeler) gibi malzemelerin ya da kalınlıkları fazla olduğundan başka tür ışınlara saydam olmayan cisimlerin rad­ yografisinde kullanılır Nötron kaynağı ola: rak bir nükleer reaktörden çıkan nötron demetinden yararlanılır İncelenecek mal­ zeme ya da parçadan geçen nötronlar bir kadmiyum ya da bor levhasıyla algılanır; nötronlann bu levhada oluşturdukları yük­ lü parçacık yayımı, bir fotoğraf levhasına kaydedilir. N Ö TR O N a. (fr. neutron; neutr\e], yan­ sız ve [election, elektrondan). Fiz. Elek­ triksel bakımdan yansız, kütlesi protonunkine çok yakın hadron parçacığı. (Nötron, atomların çekirdeğinde bağlı halde ya da serbest halde bulunabilir ama, bu durum­ da kararsızdır ve j3~ radyoaktifliğiyle bozunur). [Bk. ansikl. böl.] —Astrofiz. Nötron yıldızı, yozlaşmış mad­ delerden (temel bileşeni nötron gazıdır) oluşan son derece yoğun ve çok küçük boyutlu yıldız. (Kütlesi, 15 ile 3 Güneş küt­ lesi arasında değişen, yarıçapı ise yalnız­ ca 10 km olan nötron yıldızlarının hacim­ sel kütleleri cm3'te 100 milyon ton düze­ yindedir. Bu yıldızlar süpernova* patlama­ larından geri kalan yıldız artıklarından meydana gelir ve gözlem sırasında pulsar* olarak görünür.) —Savunm. Nötron bombası, kaynaşma tepkimelerinden yararlanarak çalışan nük­ leer silah (bu tepkimelerde açığa çıkan enerjinin büyük bölümü çok hızlı hareket eden nötronlar biçimindedir). [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. • Nötronun bulunması. Nötro­ nu 1932'de James Chadwick buldu. O zamanlar, atom çekirdeklerini oluşturduk­ ları varsayılan, bilinen tek atomaltı parça­ cıklar, elektronlar ve protonlardı. Bunun­ la birlikte, 1930'da, parçacıklarla bombar­ dıman edilen kimi cisimlerin, yüklü parça­ cık algılayıcıları üzerinde etkisiz kalan (sı­ fır yük) ama ikincil etkileriyle ve özellikle bir parafin blok dışına proton fırlatılmasıy­ la kendini belli eden kimi paıçacıkların ya­ yımlandığı gözlemlendi; bu parçacıkların kütlesi protonların kütlesiyle aynı düzey­ deydi. Chadwick, nötron adını verdiği bu yeni parçacıkları, çekirdeği oluşturan öğe­ ler olarak yorumladı. Günümüzde nötro­ nun ayırtedici nitelikleri iyi bilinmektedir. Elektrik yükü sıfırdır (daha kesin olarak, nötron için olası bir yük konusunda en ye­ ni ölçüler, e elektron yükü olmak üzere 1 0 -’9 e lik bir üst sınır göstermiştir). Küt­ lesi M= 1,67495-10“ 27 kg’dır Spini 1/2 değeriyle nitelenir Nötron, baryonlar sını­ fına aittir. Protondan daha az kararlıdır ve yaklaşık 12 dakikalık bir yaşam süresiyle, nötron — proton + elektron + karşıtnötrino tepkimesi uyarınca protona bozunur. (-> RADYOAKTİFLİK.) • Nötron kınnımı. Isıl nötronlar denen nötroniann (çünkü enerjileri, oda sıcaklığın­ ca. s İ çalkanma kinetik enerjisi düzeyinoe d ı) angström düzeyinde yani kristaller0 6 K stomtararast uzaklıkla karşılaştırılabilir btr De Broglie dalga boyu vardır. Bu ne­ denle nötronlann kınnımı, kristal haldeki katı cisimlerin atom yapısını belirlemeye yarar. Hafif atomları (özellikle hidrojen atomlannı) saptamada, X ışınlarının kırı­ nımından daha üstün yanları vardır. Ger­ çekte X fotonlannın atomlarla, yalnızca bu atomlann elektrodan düzeyinde yaptıklan etkileşim, elektron sayısı düşük atomlar için (hidrojen atomları gibi) fazla önemli değildir; buna karşılık nötronlar atom çe­ kirdeklerinin nükleonlarıyla etkileşir; dola­ yısıyla nötronlar elektron sayılarına bağlı olmadan atomlar tarafından kırınıma uğ­ ratılır. Nötronların bu kınnım özelliğinden, özellikle hidrojen bakımından zengin or­ ganik maddeleri incelemede yararlanılır.



A bombası 1. Ani ışınımlar (radyasyon) 2. Işıl etkiler 3. Üfleme etkisi



ta.



,



2500 m 20 0 0 m



2



3



;v ;1300” _



1



-*u



İf â



n flM k İ İ



nötron bombası 1. Ani ışınımlar 2. ve 3. Isıl etkiler ve Ofleme etkisi



* l i f m



" f c



Q noktası



A 4 ..... -r i -



V \



•'



...



»*•%



„ %V—« ' ÿ tÿ iÿ .'



'i Z ™ 3 ■



'



Spin manyetik momenti sayesinde nötron, atomları bir manyetik moment taşıyan manyetik gereçleri incelemede seçkin bir araçtır. Karşıtferromanyetik maddelerin, kuramsal olarak öngörülen varlığı, deney­ sel olarak nötron kırınımıyla ortaya kon­ muştur. Ûte yandan, ısıl nötronların ener­ jisi, kristal atomlarının kendi denge ko­ numları çevresindeki titreşim enerjisine benzer Dolayısıyla nötronların kırınımı, bu uyarmaların tayfını ve bunların ortak biçi­ mini (fononlar ve manyonlar) belirlemeye olanak verir. —Nük. müh. Serbest bir nötronla bir çe­ kirdek arasında çeşitli tip etkileşimler var­ dır. Uranyum 235 gibi kimi ağır çekirdek­ ler, bir nötronun çarpmasıyla İki (nadir ola­ rak üç) parçaya aynlabilir; bu parçalanma'dır. Bu son derece ısıveren tepkime­ de, yaklaşık 200 MeV’lik bir enerji açığa çıkar ve 2 ya da 3 nötron yayımlanır. Bu nötronların enerjisi değişkendir ve 2 MeV’ ye yakın bir ortalamayla, 10 MeV’nin öte­ sine dek uzanır Bu enerji, nötronlar ve bunlann içinden geçtiği gereç atomlarının çekirdekleri arasındaki çarpmalarla yavaş yavaş azalır. Reaktörler fiziğinde, bu nöt­ ronların enerjileri, 0,1 M ¿ /’den büyük olanlan hızlı nötronlar, enerjileri 1 eV ile 0,1 MeV arasında olanları ara nötronlar, ener­ jileri 1 eVnin altında planlan yavaş nötron­ lar adlarıyla belirtilir. İçinde bulundukları ortamın atomlarıyla ısıl dengede olacak biçimde yeterince yavaşlatılmış nötronla­ ra, ısıl nötronlar adı verilir. Başlıca iki nük­ leer reaktör ailesi hızlı nötronlu reaktörler ile ısıl nötronlu reaktörlerdir. Birincilerde, parçalanmaları temel olarak hızlı nötron­ lar, İkincilerde ise ısıl nötronlar oluşturur. Bilimsel araştırma ve sanayisel uygula­ maların gereksinimleri için çeşitli nötron kaynakları kullanılır. En yeğin nötron kay­ naklan nükleer reaktörlerdir; bunlar kolay­ ca saniyede, cm2 başına 1014 nötron dü­ zeyinde akılar elde etmeye olanak verir. Küçük kaynaklar, a radyoaktif bir maddey­ le, örneğin bir radyum ya da polonyum tuzuyla berilyumun bir karışımından oluş­ turulabilir: |B e + a -* 1§C + n. Öte yandan, nötronlar yayımlayarak ken­ diliğinden parçalanmaya uğrayan kalifor­ niyum 252 de kullanılabilir. —Savunm. Nötron bombası. Daha açık olarak, güçlendirilmiş ışınımlı silah ya da küçültülmüş ısılmekanik etkili silah olarak adlandırılan bu bomba 1960'lı yıllarda or­ taya çıktı. Nötron bombasında ısı ve dar­ be etkileri klasik nükleer silaha göre kü­ çültülmüş, nükleer ışınımların etkisiyse (nötronlar ve ikincil gama ışımaları) güç­ lendirilmiştir. Örnek olarak bu tipten bir amerikan silahı gösterilebilir; bu silah 1 kt'luk bir enerji için, klasik 10 kt’luk bir bomba kadar nötron yayımlar. Oysa me­ kanik tahribat ışınları hemen hemen ener­ jinin küp kökü kadar değişir, yani yukar­



V-r



^



.



'



iç N ,



_/ •*



7



.y /V



• -, j



/



-'



da seçilen örnek için 2,15 oranında aza­ lır. Eşit enerjide, 1 kt'luk bir nötron bom­ bası, tam parçalanmaya dayalı 1 kt’luk taktik bir silahtan beş ile yedi kat daha faz­ la ani ışıma (nötronlar, gama ışımaları) ya­ yar, etkinlik alanı aynı oranlardadır ve ar­ tık radyoaktif serpinti çok daha azdır. Nöt­ ron bombası önceleri füzesavar olarak kullanıldı (alçaktan uçan amerikan Sprint av önleme uçağı, 1975). Bu silah, önleme­ nin yapıldığı dost topraklar üzerinde önemli bir hasar meydana getirmeme gi­ bi bir üstünlüğe sahiptir. Daha sonraları, bir zırhlı düşman birliğinin personelini ve darbe ve yangınla, bombalanan bölgenin çevrede oluşturacağı tahribatı en az dü­ zeyde tutarak destek kuvvetlerini muha­ rebe dışı bırakma yeteneğine sahip, kara muharebe alanlarında kullanılacak taktik bir savunma silahı olmuştur. Bu özellikleri sığınaklardaki sivillere ve yerleşim mer­ kezlerindeki halka gelebilecek zararları azaltmayı sağlar Üstelik toprak, nötronları klasik bir zırhtan çok daha etkili bir biçim­ de durdurduğundan savunma yapanlar oldukça yakın bir patlamadan toprak altı­ na girerek korunabilirler; bu da, zırhlı araçların açığa çıkıp toplandıkları savun­ ma hattı yakınlarında kullanım olanağını yaratır. Bu silah kendi türünde ilk değildir: nükleer olmayan silahlar içinde, çok da­ ha dar bir alanda, çeşitli etkilere sahip pek çok silah örnek gösterilebilir i a. (fr. neutronique). Nötron topluluklarına egemen olan çeşitli olayla­ rı inceleyen fizik dalı. (Bu bilim dalı nükle­ er reaktörlerin tasarım ve yapımında önemli bir rol oynar.) N Ö T R O N İK Ç İ a. Nötronik uzmanı. N Ö TR O N O T E R A P İ ya da N Ö TR O N T E R A P İ a. (fr. neutronothérapie ya da neutronthérapie). Hızlı ya da yavaş nöt­ ronlar kullanılarak yapılan radyoterapi. (Hızlı nötronlarla radyoterapide, hızlı nöt­ ron demetinin dokularda meydana getir­ diği ikincil iyonlaşma kullanılır. Nötron ya­ kalama yöntemiyle yapılan radyoterapide yavaş nötronlann yakalanma tepkimelerin­ den yararlanılır [örneğin hastanın kanına bor 10 bileşiği şırınga edilerek].) N Ö TR O P E N İ a. (fr. neutropénie). Kan­ daki nötrofil çokçekirdekli akyuvarların salt sayısının, mm3’te 1 700’ün altına düşme­ si. —ANSİKL. Nötropeni ilikte yeteri kadar nötrofil akyuvar üretilememesinden ileri gelebileceği gibi dolaşan kandaki hücre­ lerin yitiminden de ileri gelebilir (dolaşan hücrelerin aşırı tahribi ya da dağılım bo­ zukluğu). Ciddi bir nötropeniyle karşılaşıl­ dığında ilik ponksiyonu yapılması zorun­ ludur. Menopoza girmek üzere olan ka­ dınlarda hafif bir nötropeniye sık rastlanır (nötrofil çokçekirdekli akyuvarların aşırı marjinasyonu). N p Anorg. kim. Neptünyum’un simgesi.



bir A bombasıyla (çok güçlü üfleme etkisi, güçlü isti etki, az radyasyon) bir nötron bombasının (zayıf üfleme etkisi, zayıf isi etki, çok radyasyon) etkilerinin karşiaştıniması



NS N S , NEDERLANDSE SPOORWEGEN'in (Hollanda demiryolları) kısa yazılışı.



8734



NSB, NORGES STATSBANER’in (Norveç Devlet demiryoHan) kısa yazılışı.



NSDAR



"nazı pa rtisi" de denen "Nasyonal-sosyallst alman İşçi partisi” Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter -Partei'nin başharflerl.



N ubv Paşa



mmomtfie nmtae, rans



camia



NUCULA a. FINDIKMİCYESİ’nin cins adı.



dufan'ın güneyinde.



NUCULANİDAE a. Hem fosilleri bulu­



NUBALAR, Sudan'da yaşayan ve kur-



nan hem de günümüzde yaşayan, Devon devrinden başlayarak bütün denizlere ve topraklara yayılan ikiçenetii yumuşakça fa­ milyası. (Familya üyelerinin bir örteneği var­ dır; örteneğin arkası, üçüncü bir sifona benzeyen iki lop oluşturur; iki gerçek sifon, hem küçük hem de birbirine yapışıktır, sert kavkısı yumurta biçimindedir ve bir üstderiyle kaplıdır; kavkının arka bölümü gaga­ ya benzer Familyanın örnek tipi Nuculana' dır.)



dufan dillerinden birini konuşan halkların tümü. Tarım (toprak teraslama, sulama) yapar, domuz yetiştirirler. Oturma, ilk ço­ cuğun doğuşuna kadar anayerti, sonra babayerlidir; konutları bağımsız çekirdek aileyle sınırlanır. Soyzinciri sistemleri, gü­ neyde anasoylu, kuzeyde ve merkezde babasoyludur Yaşadıklan küçük köyler bir araya gelerek, saygı gösterilen ve "yağ­ mura hükmeden" başkanlann yönetimi al­ tında özerk bir "tepe" topluluğu oluşturur­ lar. Bazı alt gruplarda yaş sınıfları vardır.



N U (U). birmanyalı siyaset adamı (Va­



NUBAR PAŞA, mısırlı yönetici ve siya­



kama, Myaungmya yönetim bölümü, 1907). Dışişleri (1943-1944), Propagan­ da (1944-1945) bakanı, Milliyetçi parti ikinci başkanı oldu. Kurucu meclis baş­ kanı seçildi (1947). Bağımsızlıktan sonra Başbakan oldu (1948-1956, 1957-1958). Birmanya'nın tam bir yansızlık içinde kal­ masını sağladı, ama azınlıklara boyun eğdiremedi. 1962'de, general Ne Vin'ln giriştiği hükümet darbesi sonucu devrildi ve sürgüne gönderildi. 1980'de Rangoon'a dönen Nu, 1988'den beri demokra­ tik muhalefetin lideridir.



set adamı (İzmir 1825 - Paris 1899). Karabağ'dan göç ederek İzmir’e yerleşmiş ermeni kökenli bir ailendendir. Mısır'da Ti­ caret ve Hariciye nazırlığı yapan dayısı aracılığıyla Mehmet Ali Paşa'nın kâtibi ol­ du (1842). Bir süre de Abbas Paşa'nın ya­ nında görev yaptıktan sonra Sait Paşa ve İsmail Paşa nın valilikleri döneminde Mı­ sır'ın iç ve dış siyasetinde daha etkin bir rol oynamaya başladı. 1859'dan beri Sü­ veyş kanalı'nın yapımını üstlenen şirketin Mısır topraklannda devtet içinde devlet gi­ bi davranışına ilişkin olarak, türk ve tran­ sız hükümetleriyle görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler sonucunda da Napoléon III' e Mısır’ın, seksen dört milyon frank öde­ mesi koşuluyla şirket üzerindeki hakları­ na sahip olabilmesini kabul ettirdi (1864). Daha sonra, yerli halkın hukukunun ko­ runması ve bu haklann yabancı konsolos­ lukların keyfi davranışlarına karşı güven­ ce altına alınması amacıyla bazı adli dü­ zenlemelerin gerçekleşmesi (1875) için çaba gösterdi. Bu arada BabIâli’den ve­ zirlik payesi almayı, ayrıca Mısır valilerine "hıdiv” unvanının verilmesini ve bu göre­ vin babadan oğula geçmesini sağlamak suretiyle (1873) Mısır'a yarı-bağımsız ve ayrıcalıklı bir eyalet statüsü kazandırmayı başardı. Ancak bu faaliyetleri Mısır'ın ya­ bancı devletlere karşı çok büyük borçlar altına girmesini önleyemedi. 1876'da Mı­ sır’dan aynlmak zorunda kaldıysa da, çok geçmeden İngiliz hükümetince sorumlu vekil atanarak yeniden Mısır’a döndü. 18 şubat 1879 ayaklanması üzerine İsmail Paşa tarafından sınırdışı edildi. İsmail Paşa'nın azlinden sonra Mısır'da yeniden İngiiizler'in vekili olmayı ve ülke siyasetinde etkin rol oynamayı denedi, iki kez iktida­ ra geldi (1884-1888, 1894-1895), ancak başarı sağlayamadı. Lord Cromer'in Mı­ sır'da yönetimi eline geçirmesi üzerine, 1895'te, Fransa'ya gitti ve yaşamının so­ nuna değin orada kaldı.



N U A D İB U , esk. Porl-Ettenne, Mori­ tanya'da liman kenti, bölge merkezi. Be­ yaz burunda son bulan yarımadanın do­ ğu kıyısında; 57 000 nüf. Balıkçılık lima­ nı. Petrol rafinerisi. ! a. (fr nuagisme). Güz. sant. Fransa'da 60’lı yıllarda görülen lirik soyutla­ ma eğilimi. Bu eğilim Duvffler Frédéric Bet> rath (doğm. 1930), Piero Graziani (doğm. 1932), René Laubiès (doğm. 1924), İranlI Nasır Assar (doğm. 1928) vb. ressamlan bir araya getirdi. (Soyut manzara resimle­ rindeki doğa duygusundan esinlenen bu akım, saydamlık, derinlik ve mek^n etkile­ rine öncelik verir.)



N UAKŞO T, Moritanya'nın başkenti, Atlantik kıyısında; 393 325 nüf. (1988). 1957'de bir kararname, Saint-Louis'nin (Senegal) yerine Nuakşot köyünü Mori­



N U C U U S PULPOSUS a Anat. Omur-



NUBA te p e le ri, Sudan’da bölge, Kur-



NTSC, 1954'te, “ NTSC sistemi" adıyla



kısmındaki kaslardan oluşan ve rosto yapmak için kullanılan parça.



de yaşamış tomurcukışınlılar öbeğinden derisidikenll cinsi. (Kuzey Amerika’da Devon devri topraklannda yumurtamsı çanaklan bulundu.)



uyuklama.



NUAS a. (ar. nı/as). Esk. Pinekleme



NUA a. (fr. noix). Budun arka ya da iç



NUCLEOCRİNUS a. Paleozoyik devrin­



lararast disklerin orta (çekirdek) kısmı. (Dis­ kin çevresindeki maddeden daha katı, jelatinimsi bir maddeden oluşur. Bu "jelatinsi çekirdek’ln fıtığı siyatiğin nedenlerinden biridir.)



NSUTA, Gana'da yer, Sekondi'nin K.-B.' sında. Manganez çıkanmı (çıkanlan man­ ganezin dışsatımı Takoradi'den yapılır.) bilinen ve özellikle ABD, Kanada ve Ja­ ponya'da kullanılan renkli televizyon sis­ teminin standartlarını belirlemiş amerikan kuruluşu National Television System Committee'nin başharflerinden kısaltma. NTSC sisteminde bir ışıltı işareti ve üç ana renk­ ten ikisine karşılık gelen iki renk işareti kul­ lanılır; bu renk işaretleri, aynı frekansta (yaklaşık 3,5 MHz) ve dörttebirli iki afttaşıyıcıya genlik modülasyonu uygular. Üçün­ cü ana rengi gösteren işaret, ışıltı işaretin­ den, gerçekten iletilen iki renk işaretinin ağırlıklı değerleri çıkarılarak elde edilir.



ftffıfiııiAlıııın nııfı'n-ııfıı Tl—



tanya'nın başkenti haline getirdi. Kent ülke bağımsızlığa kavuştuktan (1960) sonra ge­ lişti. Yönetim ve ticaret merkezi. Birkaç sa­ nayi (şeker fabrikası, gazlı içecekler, hazırgiyim, çimento fabrikası) dalı da vardır Ön­ celeri tuzu giderilen deniz suyuyla karşıla­ nan kentin gereksinimi, günümüzde kente 70 km uzaklıktaki bir yeraltı su örtüsünden getirilen suyla giderilmektedir.



NUBUK a. (fr. nubuck). Yüz kısmı sün­ ger taşıyla parlatılarak hafif kadifemsi bir görünüş kazandırılmış sığır derisi. , Balzac’ın İnsanlık komedya­ sı adlı yapıtının kişisi; büyük bir sermaye­ ye sahip alman kökenli bir barondur. Ya­ zarın Goriot Baba, la Maison Nucingen, Splendeurs et misères deş courtisanes adlı yapıtlarında görülür. Önceleri Res­ tauration döneminde tıpkı Rothschildler gibi bankacı olan baron Nucingen 1830’ dan sonra kral Louis Philippe'in başarıya ulaşmasını sağlar.



NUCK (Antonius), hollandalı anatomi uz­ manı (Harderwijk 1650 - Leiden 1692). Leıden’de profesör oldu, tükürük ve gözyaşı bezleriyle cinsel organlar üstünde ince­ lemeler yaptı.



NUCULİDAE a. Zool. FINDIKMİDYESİGİLl e r familyasının bilimsel adı.



NUDARİA a. lirtıllan likenler üzerinde ya­ şayan kelebek cinsi. (Nudaria mundana tü­ rü iyi bilinir Kaplanpervanegiller [Arctiidae] familyası.)



NÜDE a. (ing. nüde). Nüde değişinimi, timus bezi çıkarılmış farede görülen değişi­ nim. NUDİBRANCHİAI» a. Zool. ÇIPLAKSO lu n g a ç lila r öbeğinin bilimsel adı. : a Nil dili; Nuerier tarafından ko­ nuşulur.



NUERLER, Sudan'da yaşayan



1 387 000 nüfuslu (1989) Nil halkı. Bölünümsel bir soysop örgütlenmeleri vardır. Çiftçilik ve hayvancılıkla geçinirler. Bütün Nilliler gibi, İktisadi ve dinsel yaşamları hayvan­ cılığa dayanır. Babasoylu ve babayerlidirler. Eşitlikçidirler; çatışma durumu dışın­ da, yerel soysop bölünümünün en yaşlı üyesi dışında hiçbir otorite kabul etmez­ ler. Ayrıca yaş sınıflarına ayrılmışlardır.



NUET a. (fr. nouet). Eczc. İçine batırıldığı sıvıda yavaş yavaş eriyen bir ilacı taşıyacak biçimde katlanmış küçük kumaş ya da tül­ bent parçası.



NUEVA ESPAÑA - YENİ İSPANYA. N U E VA



ESPARTA, Venezueia'da eyalet, Tortuga ve Margarita adalarını içerir; 1 150 km2; 283 523 nüf. (1990). Merkezi La Asunción. NUEVA OERONA, Küba'da liman ken­ ti, Juventud adasının kuzeyinde adanın en büyük kenti. Etkin balıkçılık. Balık konser­ veciliği. NUEVA OCOTEPEQUE, Batı Hondu­ ras'ta liman kenti, Ocotepeque yönetim bölgesinin merkezi; 4 600 nüf.



NUEVA R O ShA , Meksika'da kent, Coahuila’nın kuzey-doğu'sunda; 34 700 nüf. Kömür ve petrol çıkarma, kenti bir sanayi (metalürji va kimya) merkezi haline getirmiş­ tir. NUEVA SAN SAUADOR ya da SAN­ TA TECLA, Salvador'da kent, Libertad yönetim bölgesinin merkezi, San Salvador' un B'sında; 45 300 nüf. Ticaret ve konut merkezi.



NUEVA SEOOVİA, Kuzey Nikaragua' da yönetim bölgesi; 4 125 km*; 81 400 nüf. Merkezi Ocotal.



NUEVİTAS, Küba'da liman kenti, ada­ nın kuzey kıyışında, Camagüey’in D.’sunda; 40 000 nüf. Hem bir sanayi (çimento fabrikası, kimyasal gübre, tersaneler) ken­ ti, hem de balıkçılık ve ticaret (şeker dış­ satımı) limanıdır.



NUEVO BAZTAN, Ispanya'da köy; Madrid bölgesinde, Madrid kentinin do­ ğusunda; 200 nüf. Köyü XVIII. yy.'in ba-



Nuh’un gemisi şında Ispanya kralı Luis l'in bakanı Juan de Goyeneche, navarralı kolonlar için kur­ du. Üç meydanla çevrili sarayı ve kilise­ siyle bu ilginç bütün, J. B. de Churrigue­ ra'nin yapıtıdır



NUEVO LAREDO, Meksika'da (Tamaulipas eyaleti) kent, rio Grande'nin sağ kıyısında; 214 000 nüf. ABD sınırın­ da ticaret merkezi. Petrol yatakları.



NU EVO LEÓ N, Meksika'nın kuzey­ doğusunda eyalet; 3 086 466 nüf. (1990). Merkezi Monterrey. Sierra de Gómez ile Meksika platosunun doğu ke­ narı (Doğu sierra Madre) olan sierra de la Silla, eyaleti K.-K.-B.'dan D.-G.-D.'ya doğru aşar. K.'e doğru sıcak ve kuru, G.'de daha yağışlı iklimli eyalette pamuk, tahıllar ve sulanan bölgelerde şekerka­ mışı yetiştirilir; ayrıca önemli maden kay­ naklarımda vardır: kurşun, gümüş ve barit.



bartmalarda Nuh öyküsü çevrimini göre­ biliriz. Bu öykünün çeşitli sahnelerini işle­ yen yapıtlar arasında şunlar sayılabilir: Raffaello'nun (Vatikan loggiaları), Nuh'un gemisinin yapımı; J. Bassano (Madrid), Tempesta (Cenova), Castiglione (Viyana, Dresden, Cenova) ve R De Vos'un (Louvre) Gemiye biniş adlı yapıtları; Domitilla katakomplan'ndaki Karga ve güvercini sa­ lıveren Nuh (Roma); Jacopo Della Quercia'nın Nuh'un gemisinden çıkış adlı yon­ tusu (Bologna'daki S. Petronio'nun cep­ hesi); J. Bassano (Madrid), Bosch (Rotterdam) ve Raffaello'nun (Loggıalar) aynı konuyu işleyen resimleri; Uccello (Floran­ sa), Michelangelo (Sistina capellası), Raffaello (Loggialar) ve Poussln'in (Madrid) Nuh'un kurbanı'nı konu alan resimleri;



( ~ NUH SURESİ, NUH'UN GEMİSİ.) —Telm. Nuh deyip peygamber dememek, kanı, düşünce ve savunduklarını değiştir­ meyen, söylediklerinde direnen kimseler için kullanılır. || Nuh nebiden kalma, çok eski, modası geçmiş şeyler için kullanılır. || Ömr-i Nuh -* ÖMÜR. || Sefine-i Nuh -» SEFİNE. a u r M İ, Kuran'ın 71. suresi. 28 ayet­ tir. Mekke'de inmiştir. Nuh peygamberden söz edildiğinden bu adla anılır. Surede Nuh'un peygamber olarak görevlendirilişi, halkını Tanrı’nın birliği inan­ cına çağınşı; ancak halkın Ved, Suva, Yegus ve Nesr adlı putlara tapınmayı sürdür­ mesi üzerine tufan olayında yok edilişi an­ latılır. N u h 'u n g e m is i, Nuh peygamberin



N U F I’ J , Suudi Arabistan'ın kuzey -bat''iinda kum çölü; 50 000 km2'den büy 'A bir alana yayılır. Suriye çölüyle Cebel Şemmer arasında uzanan Büyük Nufud, Kretase devrinde oluşmuş kıyının aşağı­ sında bulunan çevresel bir çöküntüdedir. Vahalar Nufud’un kenarlarındadır (K.'de el-Cevf, G.'de Hail). Küçük Nulud, Need ile büyük Rubülhali çölü arasında yayıla­ rak billurlu Need platolarını D.'dan sınırla­ yan kıyı cepheleri boyunca uzanır. Yağ­ murlar çok az olsa da ( 10 0 mm'nin altın­ da) Nufud mutlak bir çöl değildir. Bedevi kabileleri, kışın cılız, kesintili, ama deve ve koyun sürüleri için yeterli olan otlaklarda dolaşırlar.



8735



Nuh'un sarhoşluğu (1510’dan sonr.) Giovanni B e in i Gûzei s a n tü r m oesi



NUQA a. (fr. nougat; provence dilin­ de ceviz anlamındaki noga'dan). Şeker, glikoz şurubu, bal ve çoğunlukla yumur­ ta akı ya da jelatinle karıştırılıp çırpıl­ mış, ayrıca badem, fındık ve antepfıstığı ya da meyve konservesi katılmış, sert­ çe ya da daha yumuşak pişmiş şeker ha­ muru.



NU O EN T VON W ESTM EATH (La­ val, — kontu), avusturyalı mareşal (Ballynacor, İrlanda, 1777 - Karlstadt 1862). Avusturya'nın hizmetindeki İrlandalI bir generalin oğluydu. 1793-1815 arasında Fransa'ya karşı çarpıştı. Murat'yı yene­ rek İki Sicilya kralı Ferdlnando l'in hizme­ tine girdi (1817-1820), Piemonte'de (1848), sonra Macaristan'da Windischgrâtz'ın emrinde (1849) bir avusturya kolordusuna komutanlık yaptı.



N U H , ibranice Noah, Kutsal Kitap'ta adı geçen peygamber (Yaradılış, VI-IX), Tufan'ın kahramanı. Adı ve öyküsü, sümer -akkad Tufan efsanesinin tektanrıcı bir in­ sanlığın kurtuluşu görüşüne aktarılışıdır. Dürüstlük örneği olan ve Tufan'dan Yehova'nın yapmasını buyurduğu gemiyle kur­ tulan Nuh, günahkâr insanlığın cezasından kurtulur ve Yehova ile yenilenmiş bir insan­ lık arasındaki bağlaşmanın (gökkuşağı bu bağlaşmanın simgesidir) güvencesi duru­ muna gelir. Daha sonraki bir efsaneye gö­ re de bağcılığın atası sayılmıştır * —Ed. Divan edebiyatında Tufan'la ilgili olarak konu edinilir; âşığın döktüğü göz­ yaşları Tufan a benzetilir. Kimi zaman ge­ misi (Sefine-i Nuh), geminin üzerine otur­ Seal• duğu Cudi dağı ile birlikte anılır. Ömrünün uzunluğuna telmih yapılır: "Ne ömr-i Nûh Uccello (Floransa), Giovanni Bellini (Bevermiş Hak ona ne tâkat-ı Eyyûb / Ya Nev'î sançon), Luini (Milano). G. Ferrari (Par­ sen sehî-serve kaçan vâsıl ola öm rüm" ma), Michelangelo (Sistina), Schiavone (Tanrı ona ne Nuh'un ömrünü vermiş, ne (Verona) ve A. Sacchi'nin (Viyana) Nuh' Eyüp'ün dayanma gücünü. Öyle olunca un sarhoşluğu temasını işleyen yapıtları; Nev'i, ömrüm senin gibi servi boyluya na­ Ghiberti (Roransa vaftizhanesi'nin kapısı), sıl ulaşsın) [Nev'i], Della Quercia (Bologna) ve Bandinelli’nin ¡a—İkonogr. Palermo’daki saray capıellası(Floransa) aynı konuyu canlandıran hey­ nın ve Venedik'teki San Marco bazilikası' kelleri.. (-> TUFAN.) nin mozaiklerinde, San Savino'daki resim­ —isi. Âdem peygamberden sonra Kuran' da adı geçen üçüncü peygamberdir. Bir lerde, Gozzoli'nin Pisa'daki Campo San­ to fresklerinde (bunlar çok bozulmuştur), hadiste ilk resul olarak da belirtilir. Kuran' Verona'daki S. Zeno kapılarında, Chartres da Nuh’un 950 yıl yaşadığı anlatılır (XXIX, ve Auxerre vitraylarında, Bourges, Lyon, 14), ancak gemisinin Cudi dağına oturdu­ Wells ve Salisbury katedrallerindeki ka­ ğundan sonraki yaşamından söz edilmez.



kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtulmak için yaptırdığı gemi. Kuran'da ve Tevrat'ta verilen bilgilere göre Nuh'un halkının Tann'ya inanmayıp putlara tap­ ması, kötülüklerde direnmesi ve peygam­ berin sayısız uyansına aldırmaması üze­ rine Allah Nuh'a çok büyük bir kasırga (tu­ fan) olacağını bildirerek bir gemi (fülk) yapmasını ve onunla tufandan kurtulma­ sını emretti. "N uh gemiyi yaparken halkı­ nın inkâra ileri gelenleri yanına uğradık­ ça onunla alay ediyorlardı" (Kuran, XI, 37 -38). Geminin yapılması tamamlandığın­ da Nuh kendisine inananlarla, bir erkek bir dişi olmak üzere öteki canlılan da ge-



Nuh'un gamU'ne kuşiann girişi Venedik'teki San Marco badkaa’nn mozaiklerden (XIII. yy.) aymtı



Nuh’un gemisi miye aldı. Ardından, büyük bir tufan kop­ tu. Gemi, korkunç dalgalarla boğuşması­ na karşın Allah onları korudu. Geminin dı­ şında kalan bütün inkârcılar kötülüklerinin cezasını boğularak buldular. Bunlar ara­ sında Nuh’un kendisine inanmayan oğlu da vardı. Dağlar boyunca yükselen dal­ galar arasında yüzen gemi, Allah'ın yar­ dımıyla esenlik içinde Cudi dağının tepe­ sine oturdu; fırtına dindi, sular çekildi (Ku­ ran, XI, 37-44). Nuh'un gemisinin boyutları hakkında Kuran'da ve öteki güvenilir İslam kaynak­ larında bilgi yoktur. Tevrat’taki bilgiler Kuran’dakilere göre daha ayrıntılıdır. Kuran'da geçen fülk (gemlj'sözcûğü İs­ lam edebiyatında fîılk-i nuh (Nuh’un ge­ misi), fülk-i selalet (kurtuluş gemisi), fülk-i inayet (yardım gemisi), fülk-i elfaz (sözler gemisi) gibi birçok edebiyat teriminin doğ­ masına yol açtı.



8736



N U H , X yy.’da saltanat sürmüş samanl hükümdarlarından ikisinin adı; N uh I (Ebu Muhammet bin Nasır) (öl. 954]. Harizm’de başkaldıran Abdullah’a karşı sa­ vaştı. Horasan valisi Ebu Ali’yi Rey’de hü­ küm süren Rüknüddevle'nin üstüne yürü­ meye ikna etti. Rey'in ele geçirilmesinden (941) bir süre sonra, amcası İbrahim ta­ rafından tahttan indirilince Semerkand’da yaşamak zorunda kaldı. 947'de İbrahim' le tutuştuğu savaşta onu yenip gözlerine mil çektirtti ve Buhara’yı alarak yeniden hükümdar oldu. Aynı yıl, Ebu Ali'yle de savaşıp onu Harcang’da yenilgiye uğrat­ tı. Daha sonra ilişkilerinin düzelmesi üze­ rine Ebu Ali’yi güvenliği sağlamak üzere Horasan'a gönderdi; —N uh II (Ebül Ka­ sım bin Mansur) [964-997] Ölen babası­ nın yerine 977'de tahta çıktı. 982'de Ho­ rasan valisi Simcur'u azledip yerine Ebülabbas Taş’ı atadı. Ancak samani ordusu­ nun Büveyhiler karşısında bozguna uğra­ ması üzerine Ebülabbas öldürüldü. Yeni­ den Horasan valisi olmak isteyen Simcuk' un ölümünden (989) sonra yerine geçen oğlu Ebu Ali, Buğra Han'la anlaşarak Nuh'un ordusunu yendi. Daha sonra memluklu Faik'le anlaştı. Nuh da gazneli Sebük Tigln’in yardımıyla Ebu Ali'yi yenil­ giye uğrattı. Cûrcan emiri, Ebu Ali’nin af­ fedilmesi için aracı oldu. Ancak Buhara' ya gelmesine izin verilen Ebu Ali adam­ larıyla birlikte hapse atıldı. Faik, Semerkand valisi oldu. Nuh’un ölümünden son­ ra tahta oğlu Ebulharis Mansur geçti. N U H S eyyit M ehm et - SEYYİT Nuh. NUH BİN ABDÜLM ENNÂN, türk he­ kim (öl. İstanbul 1707). Resmo'nun alın­ masından sonra müslüman olan giritli bir



rum ailesinden geliyordu. Tıp alanındaki başarıları kısa sürede duyuldu ve Ahmet İli döneminde cerrahbaşı oldu (1673). Da­ ha sonra reisületibbalığa yükseldi (1694) ve Rumeli payesi aldı. En önemli yapıtı, ilaçla tedavi yöntemlerinden söz eden Akrabadin'Ğk. N U H A a. (ar. nutjsT). Esk. anat. Omuri­ lik. (Nuha-yı şevki de denir). NUMASSSE a. (ar. nutjâme). Esk. Balgam. N U H A S a. (ar. nuhâs). Esk. 1 . Bakır. —2. Bakır para. N U H A S İ sıf. (ar. nuhSs ve -/'den nuhas i). Esk. Bakırla ilgili; bakırdan yapılmış. N U H A Ş Ş E , Halep’in G.'inde kurulan ve kralı bir konfederasyonun başkanı olan hurri krallığı. Tutmosis lll’ün fethi dışında (İ.Ö. 1471) Mitanni'ye bağlı olan Nuhaşşe I.Ö. XIV. yy.’da Hititler'in boyunduruğu al­ tına girdi, Mursilis II Nuhaşşe’nin ayaklan­ masını bastırdı, bölgeyi yakıp yıktı. Hattuşili III Urhi Teşup’u (Mursilis III) buraya sürgün etti.



NEKAVE.



ftU K B B a. (ar. nukbe). Esk. 1. Renk. —2. Pas. —3. Delik. —4. Yol. N U K İ a. (ar. nu(d) Esk. Çerez, meze. •N U K L E U S -



NÜKLE (Oy.



N O İÎS U Ş İ VükŞh (Mahmut Fehmi EN-), mısırlı siyaset adamı (İskenderiye 1888 - Kahire 1948). Vefd bünyesinde mücade­ le ettikten sonra Sa’adi partisi'ne girdi (1938). 1945’te Başbakan oldu, Mısır’ın Arap birliği’rıe katılmasını, Büyük Britan­ y a ’n ın Delta ve Kahire'den çıkmasını (1947) sağladı. Müslüman kardeşlerin bir üyesi tarafından öldürüldü. N U K R K a (ar. nulyre). Esk. Külçe duru­ munda bulunan gümüş: Nukre-iham (iş­ lenmemiş gümüş). — E s k . anat. Ense çukuru. —Nümism. OsmanlIlar tarafından bastırı­ lan ilk gümüş paralara verilen ad. iV U H U S I.O F A , T o n g a ' n ı n başkenti, To n g a t a p u a d a s ı n d a ; 21 283 n ü f . (1986).



N U H A T çoğl. a. (ar. nâhi'viın çoğl. nufiât). Esk. Dilbilgisiyle uğraşanlar, nahiv bilginleri.



N U K U -H İV A , Markiz adalarının en b ü y ü k adası, 482 k m 2 ; 2 100 nüf. (1988). Takımadanın K.-B ’sında bulunan bu a d a n ı n d a ğ l ı k y ü z e y ş e k l i , denizin istila­ s ı n a u ğ r a m ı ş e s k i kraterlerden oluşan d e r i n k o y l a r ı (Talohae), yanardağ etkin­



N U H B E a. (ar. nutjbe). Esk. Seçilmiş olan, seçkin kimse ya da şey; Nuhbe-i amal (emellerin en önemlisi, ideal).



ftU K U L çoğl. a. (ar. nakl'den nuiyOl). Esk. Anlatılan hikâyeler, rivayetler.



N U H A T a. (ar. nutıat). Esk. Hıçkırma, hıç­ kırık.



Nuhto® ya da N u h b e 4 \tehtel. Sümbülzade Vehbi’nin manzum arapça-türkçe sözlüğü (1799; ilk bas. 1805). Yazar, yapı­ tını farsça-türkçe sözlüğü Tuhfe’-ı Vehbi' nin gördüğü ilgi üzerine kaleme alarak Selim lll’e sundu. Arapça öğretiminde uzun süre kullanılarak birkaç kez basılan yapıta Yayaköylü Ahmet Reşit Efendi’nin şerhi vardır (1843). N U H İ sıf. (öz. a. NOh ve ar. -i'den nüfri). Esk. 1. Nuh peygamberle ilgili. —2. Çok eski. N lJ K K Ö Y , Afyonkarahisar ilinin Sin­ canlI ilçesi merkez bucağına bağlı bel­ de; 2 545 nüf. (1990). Belediye. N U H R E a. (ar. nutjre). Esk. anat. Kemik dokusunun çürümesi. N U H U SE T, -ti a. (ar. nuhuset). Esk. Uğursuzluk: "Düşübdür ılduzum düşkün sitâremde nuhüset var" (Fuzuli, XVI. yy).



NUHU3T ya da NUHUSTİN sıf. (fars. nulyust, nuğustin). Esk. Birinci, ilk: "D il -mekmen-i gayb ü havâ-i aşk-ı nuhustfn incilâ I Hem cevher i feyyâz-ı gül hem ak!-ı evveldir bana" (Namık Kemal, XIX. yy.). N U H M S T Z A Ö ya da N U H U SYZAIM s sıf. (fars. nutjusl ve zad. zade'den nuhust -zad, nuijust-zâde). Esk. ilk doğan, önce doğmuş olan. N U J O M A (Sam), namibyalı siyaset adamı (Ongandjera, Ovambo bölgesi, 1929). Bir işçiyken 1959’da Ovambo People’s Organization'a girdi. Ertesi yıl SVVAPO başkanı oldu. 1966'da sürgüne gönderilen Nujoma, ancak 1989 yılında Namibya’ya döndü. 1990’da Namib­ ya'nın bağımsızlığını ilanının ardından devlet başkanı seçildi (21 mart 1990). N U K a. (fars. nük). Esk. 1. Kuş gagası. —2, Okun ucu, temren. —3. Sivri, gaga biçiminde olan şey: "Kangı hûnlsen gibi cellâda olmuştur esir / Kangı cellâdın kılı­ cı nûk-ı müjgânınca var" (Fuzuli, XVI. yy.).



Nuh'un gemisi H s k d iv a n fm tiıt elyazması» süsleyen minyatür (1590'a doğr.) F m G a H e ıyo lM ,



NUKAV1



NÜStABlA çoğl. a. (ar. nafc/b'in çoğl. nulfaba’). Esk. 1, Bir tekkede şeyhin yar­ dımcısı olan en eski ve yaşlı kimseler. —2. Kabile ya da kavim reisleri. —Tasav. Rica! ü!-gayb (gayb erenleri) için­ de bir kesim. (Tasavvuf inancına göre kutup* ya da gavs* denilen tasavvuf ulu­ suna bağlı olan nukaba, tanrısal sırları bi­ len ermiş ve gizemli kişilerdir.)



NUKAtr çoğl. a. (ar. noifta'nin çoğl. nulfât, nukat). Esk. Noktalar.



li k le r in i n s o n u c u d u r .



NUKUS,



kent, Karakalmerkezi, Amu Der­ 169 000 nüf. Me­ y a p ı m ı . T a r ı m makinele­



Ö z b e k is t a n 'd a



p a k ö z e r k b ö lg e s in in



y a d e lt a s ın ın b a ş ı n d a ; t a lü r ji. O t o m o b il



r i. Y a p ı g e r e ç l e r i . B e s i n s a n a y i s i .



N U K U Ş çoğl. a. (ar nafcş’ınçoğl. nuifûş). Esk. Nakışlar, resimler, bezemeler: "Bu gözyaşıyla silinmiş nukuş-ı hasretten I bakıb çıkarmağa say eylerim de bir mana" (Tevfik Fikret). N U K U T çoğl. a. (ar. nakd’in çoğl. nutfud). Esk. Paralar, nakitler: Fıkdan-ı nukud (para darlığı). -İsi. huk. Nukud-u mevkute, vakfolunan p a r a la r .



—Nümism. Belgelerde altın ve gümüş pa­ r a y e r i n e kullanılan terim. || Nukud-ı mağşuşe, Abdülmecit döneminde dolaşımda b u l u n a n düşük ayarlı paralara verilen ad. N U K Z - NİKZ. N U L a. (fars. nüf). Esk. Kuş gagası. N U LİP A R sıf. ve a. (fr. nullipare'dan). Kad. hast. Hiç doğurmamış kadına denir. N U İL A R B O R o v « 8 f, Avustralya'da çöl b ö l g e s i . Batı Avustralya ile Güney Avus­ t r a l y a ’ n ı n güney-batı'sı arasında uzanır. N U L L İF İC A T İO N a. (amerikanca nullificatlon). Tar. Bir ABD eyaletinin, Anayasa'ya aykırı ilan ettiği bir federal yasanın uygulanmasını kendi toprakları üzerinde askıya alma işlemi. —ANSİKL. Nullification hakkı ilk kez olarak Kerıtucky ve Virginia'da, yabancılar ve ayaklanmalar üzerindeki yasalara karşı J e f f e r s o n v e Madison tarafından kullanıl­ d ı (1798-99). 1809-1815 arasında Yeni İn­ g i l t e r e eyaletleri Avrupa'yla ticareti yasak­ l a y a n yasaları askıya aldılar. 1832'de Gü­ n e y Carolina, Federal Kongre'nin onayla­ d ı ğ ı gümrük tarifelerini yürürlükten kaldır­ d ı v e i ç savaştan söz etti. Başkan Jacks o n ’ ı n kararlılığı ve bir uzlaşma hazırlan­ m a s ı bunalıma son verdi. Ancak 1832 ör­ n e ğ i 1860-61 i ç savaşı’nı haber veriyordu. N U L L İP O R A a. Paleont. Hayvansal or­ ganizmalardan MİLLEPORA'ya (MADREP O R L .A R ) karşıt olarak kalkerli suyosunlar ı n ı n eski adı nu'man). Esk. Kan. bot. Nüman-ı berri, numan çiçeği şakayık-un-numan, gelincik.



M y H A Î İ a . (a r. — E sk.



ya



d a



N U M A N -* HACI BAı'RAM VELİ. M iltâ A H A â A Tanburl, türk besteci (İstanbul 1750 (?) - ay. y. 1834). Enderun’



da yetişti. Daha sonra burada tanbur öğ­ retmenliği yaptı. Selim III ve Mahmut II dö­ nemlerinin en ünlü şarkı ve saz eseri bes­ tecilerinden olan Numan Ağa, padişah musahipliğine değin yükseldi. Günümü­ ze 59 şarkı, 1 beste 1 yürüksemai, 6 peş­ rev ve 6 sazsemaisi ulaşabildi. Bestenigâr ve şevkefza peşrevleri, türk çalgı müziği­ nin en seçkin parçaları arasındadır. Ünlü şarkıları: Değilsem de sana lâyık elendim (saba), Ben sözüne bağlamam bel (hicazkâr), Eyle kerem uşşakına ağlatma aman (hisarbuselik). N U M A N B İN B E Ş İR E L-E N S A R İ, emevi vali (622-648). Osman'ın öldürül­ mesinden sonra halife olan Ali'ye biat et­ meyerek Sıffin savaşı'nda Muaviye'yi des­ tekledi. Ali yanlılannın elinde bulunan Ayn üt-Temr'i kuşattıysa da kenti alamadı. Ye­ zit zamanında valilik görevini sürdürme­ sine karşın, Yezit'in ölümünden sonra onun muhalifi olan Abdullah bin Zübeyr’le işbirliği yaptı. Bu yüzden Yezit yanlılarını kızdırdı. Onlarla tutuştuğu bir savaş sıra­ sında öldürüldü. N U M A N B İN E BU A B D U L L A H , Ka­ dı el-Numan da denir, ismaili mezhebi­ nin ileri gelenlerinden, arap fıkıh bilgini (Kayrevan ? - Kahire 974). Mısır'da fatımi halifelerinin hizmetinde çalıştı. Kadılık mesleğinin en yetkili makamına kadar yükseldi. Daha sonra kadilkuzat adı veri­ len bu makama oğulları Ali ve Muhammet getirildi. Esasüt-tevil, Tevil üd-da'aim, Şerh ül-ahbar, el Mecalis ve'l-musayerat gibi ya­ pıtları ismaili bilginlerinin kaynak kitapları arasındadır. Fatımi halifesi imam el-Muiz ile birlikte Da'aim ül-islam adlı resmi ka­ nun külliyatını meydana getirdi. Din konu­ ları yanında felsefe tarih konularıyla da il­ gili 2 2 yapıtı günümüze ulaştı. N U M A N B İN E L -M U N Z IR , Hire hü­ kümdarı (öl. 613). Munzır'ın oğlu; baba­ sının ölümünden uzunca bir süre sonra sasani hükümdarının desteğiyle tahta çık­ tı. Hıristiyanlığı kabul ettiği için İran’a çağ­ rılarak işkenceyle öldürüldü. Onun ölümü ile de Lahmi sülalesi sona erdi. N U M A N B İN H O C A A H M E T , türk mimar (XIV. yy.). Karamanoğulları döne­ minin önemli mimarlarındandır. Karaman' daki Hatuniye medresesi (1381/1382) onun eseridir. N U M A N B İN S A B İT -> EBU HanİFE. N U M A N E F E N D İ (Ebu Sehl Salihzade), türk tarihçi (XVIII. yy.). Eğinli olduğu, Mengll Giray’ın Kefe'deki sarayında ordu kadılığı (1737), kazaskerlik ve Manisa'da kadılık (1753) yaptığı biliniyor. En önemli yapıtı Kırım, Macaristan ve İran'da gör­ düklerini ve yaşadığı olayları anlatan Tedbirat-ı pesendide'dir. N U M A N E F E N D İZ A D E (Mehmet Esat) -* ESAT EFENDİ Mehmet. N U M A N M A H İR B E Y - MAHİR BEY. N U M A N P A Ş A , türk yönetici (Girit ? - Konya 1758). Kefe beylerbeyliği (1732), vezir rütbesiyle Azak ve Bender kaleleri, inebahtı muhafızlığı yaptı. Bir süre Ben­ der seraskeri, daha sonra Anadolu valisi oldu (1738). Bu görevdeyken vezirliği ge­ ri alınarak Sakız adasına sürüldü. Ertesi yıl yeniden vezirliğe getirildi. Serasker; vali ve muhafız olarak hizmetlerini sürdürdü. 1757'de atandığı Konya valiliği sırasında öldü. N U M A N P A Ş A , türk yönetici (XIX. yy.). Mahmut II döneminde imrahorluk, kapı­ cılar kethüdalığı yaptı. Ahmet lll’ün kızla­ rından Zübeyde Sultan'la evlendi (1845); Anadolu ve Rumeli’de valiliklerde bulun­ du. Gürcistan, sonra Şam seraskeri oldu. Rumeli valisiyken (1871) yaşlılığı nedeniy­ le görevden alındı. N U M A N P A Ş A (Süleyman), türk hekim (İstanbul 1868 - ay. y. 1925). Askeri tıbbiye'yi bitirdikten sonra Beriin’de iç hastalıklan dalında uzman oldu. Askeri tıbbiye’



de müderrislik, ordu sağTık dairesi baş­ kanlığı yaptı, ingilizler tarafından sürgün edildiği Malta'da iki yıl kaldıktan (1919 -1921) sonra Vakıf Gureba hastanesi baş­ hekimliğine atandı. N U M A N P A Ş A Köprülüzade - KÖP­ RÜLÜ Numan Paşa. N U M A N U B E Y D B İN Y U S U F , artuklu mimar (XII. yy.). Cizre yakınlarındaki Dicle köprüsü'nün (1164/1165) mimarıdır. N U M A N U S TA , türk siyaset adamı (Dobruca 1885 - İstanbul 1934). Tophane askeri safıayi mektebi'ni bitirdikten sonra çeşitli askeri fabrikalarda çalıştı, ittihat ye Terakki cemiyeti'nin işçi adayı olarak İs­ tanbul mebusu seçildi (1919). Meclis'in ka­ patılmasından sonra, İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. TBMM’nin ilk dönemin­ de de işçi temsilcisi olarak yer aldı. Ölü­ müne değin Barut inhisarı av fişekleri fab­ rikası şefliği yaptı. N U M A N T İA . Tar. coğ. ispanya'da Keltiberler'in yaşadığı kent. Ele geçirilmesi he­ men hemen olanaksız bir platodaydı. Numantia savaşı (İ.Ö. 143) öncesinde ve son­ rasında Roma orduları buraya saldırdıysa da bir sonuç elde edemedi. Kente İ.Ö. 134-133'te uzun bir kuşatma ve yöntemli bir abluka uygulayan Scipıo Aemilianus, kenti yakıp yıktı. Günümüzde Numancia. Burada üst üste kurulmuş üç kentin izle­ rine rastlandı. N U M A P O M P İL İU S , Roma’nın ikinci efsanevi kralı (İ.Ö. 715’e doğr. - 672'ye doğr.). Din okulları kurarak, kutsal bir tak­ vim hazırlayarak ve sabini tanrılarını Roma'ya sokarak Roma'nın dinsel örgütlen­ mesini gerçekleştirdiği ve büyülü bir gü­ cü olduğu ileri sürülür. Bir mağarada nymphe Egeria’dan öğütler aldığını söy­ lerdi. Roma’nın ilk yasa koyucusudur. N U M A R A a. (fr. numéro, ita!, numéro, tat. numerus). 1. Bir şeyin, bir dizi içindeki ye­ rini belirlemek, bekleme kuyruğundaki bir kimsenin sırasını saptamak ya da bir kim­ seyi, bir şeyi belirlemek için kullanılan sa­ yı: Sayfa numarası. Sigorta numaranız kaç? —2. Bir şeyi, bir bütünü, bir varlığı kendisine verilen bir sayıyla ayırt etmeye yarayan sayı: Oda numarası 2. Ataç so­ kak 6 numarada oturuyor. 5 numaraya kahvaltısını götürün. —3. Bir şans oyu­ nunda sıra sayısı, bu sayının yazılı oldu­ ğu bilet ya da bir loto oyununda çekilişe katılma hakkı veren bilet: 7 numaraya oy­ namak. Kazanan numara. —4. Bir tele­ fonun açılmasını sağlayan sayılar bütünü; telefon numarası: Lütfen numaranızı sek­ retere yazdırın, biz sizi sonra ararız. —5. Bir öğrencinin bir sınav sonucunda aldı­ ğı not. — 6 . Gösteri salonlarında İzleyici­ lerin oturacağı yerleri belirten sayı, bu sa­ yıyı gösteren bilet: Evet, numaralar! Sizin numaranız kaç? —7. Bir gösteride, deği­ şik hünerlere ya da aldatmacalara daya­ nan oyunlardan her biri: ilginç bir numa­ ra. Yaptığı numaralarla seyircileri hayran bıraktı. —8 . Arg Hile, düzen, oyun: Biz bu bayat numaraları yutmayız. Bırak bu numaralan. —9. Numara yapmak, numa­ ra çekmek, gerçekte olmamış bir şeyi ol­ muş gibi göstererek karşısındakini aldat­ maya çalışmak (arg.). || Numaradan, ya­ lancıktan, sahte bir davranış olarak: Nu­ maradan hastalanmak. || (Birinin) numa­ rasını vermek -» NOTUNU VERMEK. || Bir numara, bir alanda en iyi yeri elinde tu­ tan kimse: Teniste bir numara. —Ask. Birlik numarası, hizmet ya da sa­ vaş düzeninde bulunan bir orduyu oluş­ turan ait birliklere verilen numara. || Yaka numarası, yedeksubay, harp okulu, askeri lise ya da astsubay okulu öğrencilerinin apolet ya da yakaları üzerinde bulunan ki­ şisel numaraları. —Ayakkc. Ayakkabı numarası, bir ayakka­ bının, metre sisteminden farklı bir birimle öiçülen boyutunu belirten sayı. (Ayakka­ bı numaraları, genellikle tüm Avrupa ül­ kelerinde iki birime göre ölçülür: 6 ,6 6 6 ...



mm'ye karşılık gelen transız numara biri­ m i ve parmağın 1/3'üne ya da 8,466 mm' ye karşılık gelen ve bazen yanlış olarak amerikan numara birimi de denen İngiliz numara birimi. Bu birimler farklı iki numa­ ra sisteminin temelini oluşturur. Ayrıca, uluslararası bir standartlaştırmaya yöne­ lik çalışmalar da vardır.) —Berber. Makineyle yapılan tıraşlarda, saç uzunluğunu belirten ölçü birimi (sıfır, bir, iki, üç numara). —Çamaşır san. Örgü makinelerinde kul­ lanılan iğnelerin şıklığını belirtmeye yara­ yan ölçü birimi. (İğnelerin inceliğini, kul­ lanılacak ipliğin numarasını ve bu verile­ re göre elde edilen örgünün metre kare başına kütlesini koşullandırır. Makine tip­ lerine göre, yatak üzerinde ölçülen numa­ ra, 25,4 mm’lik mir İngiliz parmağı [İngiliz numarası, E], 1,5 İngiliz parmağı [Cotton numarası, gge], 2 İngiliz parmağı [Rachel numarası, ER] vb. üzerinde bulunan iğ­ ne sayısını ya da tersine 1 0 iğnenin kap­ ladığı alanı mm olarak [Dubied numara­ sı] ifade eder.) —Denize. Yatçılıkta, yanş yatlannın yelken­ lerinin üst bölümüne yazdırmak zorunda oldukları sayılar. || Bir geminin numarası, bir geminin uluslararası işaret bayraklarıy­ la belirtilen adı. || Yelken numarası, bir yatin, uluslararası serilerden hangisine ait ol­ duğunu belirten numara. (Yatın ulusunu gösteren bir harfin üzerine yerleştirilir ve bunu, yatın numarasını belirten sayı izler.) —Giy. Bir giyim eşyasının ya da aksesu­ arının (kemer, şapka, eldiven, gömlek) uy­ gun boyutu. —Nalbantl. Nalın boyutlarına göre ölçü­ sü. (Türkiye'de 4 ile 12 numaralar arasın­ da olmak üzere 9 boy nal kullanılmakta­ dır.) —Öpt. Gözlük camı numarası, optik gü­ cü, diyoptri cinsinden gösteren numara. —Sirk. Bir sirk cambazı tarafından ger­ çekleştirilen gösteri. —Spor. Sırt numarası, bazı spor karşılaş­ malarına katılan sporcuların formalarına takılan ve üzerinde sıra numarası yazılı olan kumaş parçası. —Teknol. Elek numarası, ince bir elek be­ zinde doğrusal parmak başına düşen göz sayısı. (Elek numarası 200 olan bir elekte doğrusal parmak başına 2 0 0 göz düşer, yani göz açıklığı 0,074 mm'dir.) [MESH de denir.] —Tekst. Bir ipliğin kalınlığını belirten sayı. —Telekom. Numara çevirme, uygun bir düzenek (döner kadran, klavye vb.) yar­ dımıyla, bir çağrı ya da abone numarası­ nı oluşturma ve gönderme || Numara çe­ virmek, istenen bir abone numarasını, ge­ nellikle bir çağrı kadranı ya da tuşlu bir klavyeden yararlanarak oluşturmak. || Nu­ mara kadranı ya da klavyesi, önceden belleğe aktarılmış çağrı numaralarını oto­ matik olarak oluşturmak üzere bir telefon cihazına ya da başka bir aygıta bağlan­ mış düzenek. || Çağrı numarası, abone numarası, hat abonesi gibi bir istasyona tahsis edilen ve bu istasyonla bağlantıyı gerçekleştirmeye olanak veren otomatik santrallara kumanda etmeye yarayan ka­ rakterler, çoğu kez de sayılar dizisi. N U M A R A C I sıf. ve a. Tkz. Sahte alda­ tıcı davranışlarda bulunmayı alışkanlık edinmiş kimse için kullanılır. N U M A R A L A M A a. 1. Bir şeyin üzerine numara ya da bir sıralama işareti koyma. —2. Bir elyazmasının, bir kitabın, koçan­ lı defterin vb; sayfalarına ya da yaprakla­ rına numara verilmesi. —Tekst, ipliklerin kalınlığını, birim uzunlu­ ğa karşılık gelen ağırlıkla (direkt numara­ lama) ya da birim ağırlıktaki uzunlukla (erv direkt numaralama) belirlemeyi sağlayan işlem. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Hayvc. Numaralama hayvanlann kime ait olduğunu belirlemek için baş­ vurulan bir yoldur. Bunun için her hayva­ na bir numara ya da karakteristik bir işa­ ret vurulur, işaret genellikle üzerinde iğ­ neler bulunan ve kıkırdağı delmeye yara­



numaralama 8738



yan bir pense yardımıyla kulağa uygula­ nır (numaralama pensesi); pense kaldırıl­ dıktan hemen sonra her iğne deliği özel bir mürekkeple boyanır. Bu yöntem hay­ vanların kesin olarak tanınmasını sağlar, ama gene de ancak donu ya da muko­ zaları siyah olmayan hayvanlara uygula­ nabilir. —Tekst. Eskiden, maddelere ve bölgele­ re göre değişen numaralama sistemleri kullanılıyordu: örneğin, pamuk sistemi, Fransa'da 500 gramlık ipliğin kilometre olarak uzunluğunu belirtirken, Büyük Bri­ tanya'da temel uzunluk, 453 gramlık (bir İngiliz libresi) bir kütle için 840 yardaydı. Kıta Avrupası'nda bu sistemlerin yerini, te­ mel uzunluğu kilometre, kütlesi ise kilo­ gram olan metrik numara almıştır. Son yıl­ larda ise, teks numaralaması denilen ye­ ni bir sistem uluslararası alanda gelişti. Ondalık, metrik ve direkt olan bu sistem 1 0 0 0 m'lik ipliğin kütlesini kilogram ola­ rak verir. Lifler için desiteks, hazırlık şerit­ leri için kiloteks kullanılır. İplikleri numaralama, numarası ya 1 0 0 0 g ağırlığındaki ipliğin uzunluğunu ifade eden metrik numaralamayla, ya 9 000 m uzunluğundaki ipliğin ağırlığını gram olarak ifade eden denye sistemiyle ya da 1 0 0 0 m uzunluğundaki ipliğin küt­ lesini gram olarak ifade eden teks siste­ miyle gerçekleştirilir; Türkiye'de birim uzunluğa karşılık gelen teks ve denye sis­ temlerinin yanı sıra birim ağırlığa karşılık gelen metrik sistem de kullanılır. N U M A R A L A M A K g. f. Bir şeyi numa­ ralamak, onu sırasını gösteren bir numa­ rayla belirtmek, ona bir kimlik numarası vermek: Bir dosyadaki belgeleri numara­ lamak. —Tekst, iplikleri numaralamak, ipliklerin kalınlığını saptamak, numarasını belirle­ mek. ♦ num aralanm ak edilg. f. Numarala­ mak eylemine konu olmak: Sayfalar nu­ maralandı mı? Koltuklar numaralandı, ar­ tık karışıklık olmaz. N U M A R A L A N M A a. Numaralanmak eylemi. — H u k . Binaların numaralanması -* B İ N A . NUM ARALANM AK



->



NU M ARALA-



MAK.



N U M A R A L I sıf. 1. Numaralanmış, bir numara ile belirlenmiş olan şey için kulla­ nılır: Numaralı yerler satılmıştır. —2. Sayı sıt + numaralı, belirtilen sayıyla gösteri­ len bir numarası olan: 10 numaralı daire. 1835 numaralı dosyada kayıtlı evrak. —3. Bozuk bir gözün görme gücünü ar­ tıracak nitelikte olan gözlük ya da gözlük camı için kullanılır: Numaralı gözlük. —4. Bir numaralı, iki numaralı vb., bir alanda değerine, önemine göre ön sırada bulu­ nan kimse için kullanılır: Partinin iki numa­ ralı adamı. N U M A R A S IZ sıf. 1. Numarası olmayan, numaralanmamış: Koltuklar numarasızdır, istediğiniz yere oturabilirsiniz. —2. Gözün görme gücünü artırma özelliği olmayan gözlük ya da gözlük camı için kullanılır: Gözlüğüm numarasız, güneşten korun­ mak için takıyorum. NU M A R ATÖ R a. (fr. numĞroteur'den) Numara basmaya yarayan aygıt. (Baskı kalıbına yerleştirilen otomatik numaratörler, üzerlerinde kabartma halinde ve ters olarak yer alan rakamların mürekkepli baskılarını kâğıda aktaran küçük sayaç­ lardır.) —Şapkac. Bir şapkanın başın şekline tam uymasını sağlamaya yarayan, araları ge­ nişleyip daralabilen küçük latalardan olu­ şan alet. |] iki bölümlü bir küreden oluşan ve bir şapkayı büyütmeye yarayan alet. N U M A Z U , Japonya' da kent. Honşu adasında (Şizuoka ili), Suruga koyu kıyı­ sında; 211 731 nüf. (1990). Makine sana­ yileri. Tekstil sanayisi. Sayfiye merkezi. N U M E İS T E R ya da N E U M E İS T E R



(Johann), XV. yy.’da yaşamış alman ba­ sımcı. Özellikle 1472'de Foligno’da (Umb­ ría) Dante'nin ilk baskısını yaptı ve 1480' de Albi'de Torquemada kardinalinin Me­ ditaciones adlı yapıtını bastı. N U M E N a. (ilahi irade anlamında lat. söze). 1. Antik. Roma dininde bir tanrı­ nın görünmeyen varlığı ve çoğunlukla tan­ rının kendisi. —2. Din tar. Herbert Jenkins Rose'un en ilkel kutsallık biçimine verdiği ad. N U M E N a. (fr. nouméne, alm. Noumenon; yun. düşünülen şey anlamına gelen noumena'dan). Fels. Kant’ta, duyulur sez­ gi nesnesi olan görüngü'nün tersine, du­ yulur olmayan bir sezgiye karşılık düşen anlık nesnesi. —ANSİKL. Kant şöyle der: "Duyulur imge­ lere, kategorilerin birliğine göre düşünül­ müş nesneler olmaları bakımından, gö­ rüngü (phaenomena) adı verilir. Ancak yalnızca anlık nesneleri olan ve bir duyu­ lur sezgiye verilmemekle birlikte, anlık nesneleri olarak bir sezgiye verilebilen (dolayısıyla "zekâ sezgisinin karşısında" olan) şeylerin varlığını kabul edersem, bu şeyleri de numen (intelligibilia) olarak ad­ landırmak gerekir" (Salt aklın eleştirisi [Kritik der reinen Vernunft], 1, 1, 2). N U M E N İA a. Gökbil. ve Kronol. NEOMENİA'nın eşanlamlısı. N U M E N İO S , lat N um enius, yunan fi­ lozof (Apameia İ.S. II. yy.). Plotinos'un ye­ tişmesinde önemli bir rol oynadı. Yapıtla­ rından günümüze ancak, Peri tagathu (İyi üzerine) adlı incelemesinden ve Peri aphtharsias psykhes (Ruhun ölümsüzlüğü) adlı yapıtından parçalar kaldı. Numenios, Platon'da doğu bilgeliğini bulmaya ve onun felsefesiyle Musa'nın öğretisi arasın­ da bağlantı kurmaya çalıştı. Bir demiurgos’a atfettiği dünyanın yaratılışından özenle ayırdığı bir aşkınlığın varlığını, ya­ ni düşünen insan ruhlannı yaratan bir Tanrı'nın varlığını savundu, insanda, biri tan­ rısal, ötekiyse düşünme yeteneğinden yoksun ve ilk günahın izlerini taşıyan mad­ di dünyadan gelen, iki ruh olduğunu ileri sürdü, N U M E R İA N U S (Marcus Aurelius) [öl. 284], Roma imparatoru (283-284). Carus’ un oğlu ve Carinus'un kardeşi. Bilgili ve iyi bir şairdi, ama hasta olduğu için an­ cak dokuz ay hüküm sürebildi. Praetorium valisi olan kayınpederi Arrius Aper ta­ rafından öldürüldü. N U M E R U S . Esk. Rom. Bir müfrezeyi, askeri bir birliği belirten latinee sözcük. Numeruslar yerli birliklerden oluşan dü­ zenli lejyoner kadrolarının dışında kurul­ muş birliklerdi. Geç imparatorluk döne­ minde numerus sözcüğü, lejyonlar da içinde olmak üzere tüm askeri birlikleri be­ lirtmekteydi. N U M E R U S C LA U S U S ("sayısı sınırlı" anlamında lat. deyim). Bir yasaya ya da yetkili bir makam tarafından verilmiş bir karara uygun olarak, herhangi bir yarış­ maya, göreve ya da mevkiye alınacak in­ san sayısını sınırlama. N U M İD İA ("Numidialılar ülkesi"). Tar. coğ. Kuzey Afrika’da bölge. Eski zaman­ lardan başlayarak ülke, siyasal açıdan çe­ şitli krallıklar arasında paylaşılmıştı. (— NUMİDİALILAR.) Roma egemenliğine gi­ rince, önce Africa nova adıyla bir il oldu; sonra, Numidia coğrafi adını alarak Afri­ ka iline bağlandı. Septimius Severus dö­ neminde Numidia ili adıyla bağımsız bir il haline geldi. Romalılar döneminde tarım geliştirildi, Doğu Numidia'da sulama ağı düzenlen­ di, kentleşme yaygınlaştı (Cuicul [Cemile], Thamugadi [Timgad]), üniversiteler (Cirta, Theveste [Tébessa] açıldı. Numidia, I. yy.'da Tacfarinas yüzünden karışıklıklar içinde kaldı; III. yy.'da Diocletianus Numidia'yı iki ile ayırdı. Constantinus zamanın­ da bu iki il yeniden birleşti ve başkent Cir-



ta’ya Konstantin adı verildi. II. yy.'da hıristiyanlaşan, ama manici edebiyatın etkisin­ de kalan (IV. yy.'ın başı) Numidia'da, 340'a doğru, donatusçuluk yaygınlaştı. İç karı­ şıklıklar Geiserich'in ve Vandallar'ın (429; ilin yalnızca bir bölümünü ele geçirdiler) ülkeyi ele geçirmesini kolaylaştırdı, iustinianos Afrika'yı fethettikten sonra (533 -534), Numidia'nın büyük bölümünü dört praesides halinde yeniden örgütledi. 535'te Numidialılar ayaklandılar ve 565'te iustinianos ölünce Afrika’da Bizanslılar'ın gücü iyice azaldı. Bu tarihlerden sonra Numidia arap istilalarına uğradı. N U M İD İA L IL A R , lat Numidae, yun Nomades. Tar. Moritanya ve Kartaca ül­ kesi arasında, özellikle göçebelerden olu­ şan ve Numidia'ya adını veren mağribli halk. Numidialılar’ın varlığı, ancak İ.Ö. III. yy.'dan başlayarak Roma'yla kurdukları ilişkiler sayesinde ortaya çıktı. O sırada Numidialılar, B.'da geniş Masesiller krallığı’nı (bu krallığın D.’da Ampsaga [Rummel] ve B.'da Muluya ile sınırlı olduğu sa­ nılmaktadır) ve D.'da Masiller krallığı'nı (bugünkü Konstantin bölgesinin doğu bö­ lümü) kurmuşlardı. Süvarilerinin ünü Ro­ malılar) ve Kartacalılar’ı onlarla dostluk kurmaya yöneltti. Prens Naravas, Hamilkar'ın paralı Kartaca askerlerinin ayaklan­ masını bastırmasına yardımda bulundu (İ.Û. 239-237). Masiller'in kralı, Scipio'nun bağlaşığı ve Kartaca'nın düşmanı olan Masinissa*, Batı’daki toprakları ve Cirta*'yı ele geçirdi ve burayı başkent yaptı (İ.Ö. 203); Roma’nın desteğinden yararlanarak topraklarını genişletti. Masinissa ölünce (İÖ. 148), Scipio Aemilianus iktidarı üç oğ­ lu arasında paylaştırdıysa da bunlardan ikisinin ölmesi üzerine Micipsa'nın (148 -118) kazandığı güç Roma'yı kaygılandır­ dı ve Roma, Micipsa’yı krallığı iki oğlu Adherbal ve Hiempsal I ile yeğeni Jugurtha*' ya bölünmez mülk olarak devretmek zo­ runda bıraktı. Bunun üzerine Roma bir paylaştırma önerdiyse de Jugurtha tüm Numidia'yı (116) ve Cirta'yı (112) ele geçi­ rerek Orta'daki romalı tüccarları öldürttü. Roma da çetin savaşlara girişerek Numidia’yı istila etti. Jugurtha tutsak edildi (105). Moritanya kralı ve Marius’un bağ­ laşığı olan Bocchus, Batı Numidia'nın bir bölümünü alırken, ülkenin doğu bölümü Batı Numidia ve Doğu Numidia olarak iki krallığa bölündü. Thapsus'tan (46) sonra Sezar, bu krallıkları ortadan kaldırdı. Bu­ nun üzerine Numidia, B.'da romalı bir se­ rüvenci olan Sittius’a verilen ve Moritan­ ya'dan Ampsaga'yla ayrıldığı ve İ.Û. 44'ten başlayarak A f rica nova'ya bağlan­ dığı sanılan krallık, D.'daysa kısa sürede eski Numidia krallığı’nın sınırlarına ulaşan ve bilinmeyen bir tarihte Africa vefus'la (Kartaca bölgesi) birleşerek Afrika sena­ törlük ya da prokonsüllük eyaleti durumu­ na gelen (İÖ. 27) Africa nova olmak üze­ re, ikiye bölündü. N U M İD İD A E a. Zool. B E Ç T A V U Ğ U G İL L E R familyasının bilimsel adı. N U M İT O R , efsanevi Alba kralı. Procas’ ın oğlu. Rhea Silvia’nın babası. Kardeşi Amulius tahtı gaspedince, yerine, Amulius’un Tiber kıyısında terk ettiği torunları Remus ve Romulus geçti. N U M M U S , Roma imparatorluğu döne­ minde basılmış bir tunç parayı ya da Bi­ zans İmparatorluğu dönemine ait bir ba­ kır parayı belirten latince sözcük. Follisin 1/40’ı değerindeydi. N U M U N E a. (fars. nümüne). Bir bütüne özgü nitelikleri kendinde taşıyan parça; ör­ nek: Çantasında pazarladığı malların nu­ munelerinden başka bir şey yoktu. —Esk. Numune-i imtisal, örnek alınacak şey. — G e r . d a y . û R N E K ’in e ş a n la m lı s ı. — H uk.



Numune üzerine satış -* S A T IŞ . Sistemli numune alma, g ö z l e



— M a d . oc.



k e s t ir m e n in y e te r li o lm a d ı ğ ı d u r u m l a r d a m in e r a l k u ş a ğ ın ın



n it e li ğ in i v e s ı n ı r la r ın ı



d e ğ e r le n d ir m e k iç in



k u lla n ıla n



y ö n te m .



N U M U N E O Â H a. (ar. numune ve fars. -gâh'tan numünegâh). Esk. Örneklerin sergilendiği yer (fr. vitrine karşılığı olarak kullanılmıştır.)



Ereth (1985'te Radio France'ta seslendi­ rildi) sayılabilir.



N U M U N E H A N E a (ar numune ve fars. ftâne'den numüne-hâne) Esk. Örnek parçaların saklandığı yer; müze.



N U N E Z (Rafael), kolombiyalı devlet ada­ mı (Cartagena 1825 - El Cabrero 1894). Liberal milletvekili (1851), Maliye bakanı (1855-1857) oldu. Uzun süre Avrupa'da kaldıktan (1863-1875) sonra muhafazakâr katolikliği benimsedi ve liberal Mosquera’ nın karşısında yer aldı. Ilımlıların, muha­ fazakârların ve liberallerin de desteğiyle Cumhurbaşkanı oldu (1880-1882, 1884 -1886,1887-1894); federalist eylemleri bas­ tırdı, 1886 Birlikçi anayasayı çıkardı. "B ir­ leşik devletler" deyimini Kolombiya "cum­ huriyeti" deyimiyle değiştirdi ve Kilise’yi eski etkinliğine kavuşturdu.



N u m u n e -i a d e b ly a tn o s m a n ly e , Ebüzziya Tevfik'in Rodos adasında sür­ gün bulunduğu sırada hazırladığı (1875) düzyazı antolojisi (1879; öteki baskıları 1885, 1889, 1890, 1911). Sinan Paşa, Fu­ zuli, Naima, Kâni, Âkif Paşa, Mütercim Âsim, Şinasi, Ziya Paşa, Büyük Reşit Pa­ şa, Namık Kemal gibi şair, dilci, tarihçi, ga­ zeteci ve devlet adamlarının yazılarından örnekler verir. Tanzimat'tan sonra oluşan zengin içerikli, kolay anlaşılır düzyazı ye­ niliğini savunur. Öteki yazarlardan daha geniş yer ayrılan Namık Kemal bu yenili­ ğin yetkin örneği olarak gösterilir. Yapıtta her yazar için bir değerlendirmeyle kısa hayat hikâyeleri de verilmiştir. N u ım ın o l t e r a k k i ->



İ S T A N B U L L İS E S İ.



N U M U N E L İK sıt. ve a. Örnek olarak ay­ rılmış şey için kullanılır; örneklik, gös­ termelik. ♦ sıf. Kötü örnek olabilecek nitelikte bir kimse ya da şey için alay yollu kullanılır: Numunelik bir adam. Numunelik resimler. N U N a. (ar. nün). 1. Arap abecesinin 26’ncı, osmanlı ve fars abecesinin 28'inci harfi. Ebcet hesabında 50 sayısının kar­ şılığıdır. —2. Arap takviminde ramazanı gösterir. —isi. Kuran’ın 6 8 . suresinin başında yer alan ve bağımsız bir sözcük oluşturan harf. (Kuran'ın öteki surelerinin başların­ da da geçen ve anlamları tam olarak bi­ linmeyen bu tür harflere (elif lâm mim, elif lâm elif râ, kaf, sâd, nun) hurul-ı mukattaa denir. ■ N U N a. (ar. nün). Esk. 1. Büyük balık. —2. Zün-nun, Yunus peygamber. N U N ya da N U U , Mısırlılar'ın, dünyayı saran ve gelecekteki yaratılışın tüm öğe­ lerini içeren temel suya verdikleri ad. N U N b u m u , Atlas okyanusu'nda Fas kı­ yısında burun, uved Nun'un (ya da Asaka) ağzı yakınında. Denize kıyısı olmayan ifni'nin (Ispanya'ya bağlıdır) güney sınırı­ nı çizer. N un s u re s i -



K a le m



S U R E S İ.



NU N ATAK a. (eskimoca söze.). Jeomorf inlandsisler (örtü buzulları) alanında, bu­ zul yüzeyi üstünde yükselen çoğunlukla sivri kayalık tepeler. (Buzul devrinde nunatakların bazı bitkiler için sığınak yeri ol­ duğu sanılır.) N U N Ç A K U a. Japon kökenli bir tür zin­ cirli topuz. N U N E A T O N , Büyük Britanya'da (War­ wickshire) kent, Birmingham'ın K.-D.'sunda: 67 000 nüf. Ortaçağ'dan kalma iki ki­ lise. Müze (romancı G. Eliot'a ayrılan bö­ lüm). Otomobil yapımı. Tuğlacılık. Tekstil (yün). Şapkacılık. N U N E S (Emmanuel), Portekizli besteci (Lizbon 1941). 1964'te Paris'e yerleşti. Konservatuvarda Marcel Beaufils'in öğ­ rencisi oldu 1963-1965 arasında Darm­ stadt yaz kurslarını izledi. Ayrıca Köln'de Stockhausen ve Pousseur ile çalıştı. Ya­ pıtlarında katı bir biçim disiplini görülür Bunlar arasında, yaylılar üçlüsü için De­ receler (1965), büyük orkestra için Eşik­ ler (1967), piyano için Ateşle denizin dua­ sı rf1 (1969) ve rYS?(1971) viyola, çello, bas klarinet, korangle, trombon ve 3 sentetizör için Gece müziği (1973), orkestra ve manyetik bant için Ruf (1977'de Royan' da seslendirildi), 42 karma ses için Minnesang ve yalnız keman için Einspielung I (1979), yalnız çello için II (1980) ve yal­ nız viyola için III (1981), orkestra için Ge­ ce müziği II (1981 'de Donaueschingen' de seslendirildi), 2 orkestra için Stretti (1982); 6 çalgı grubu ve 6 solocu için Tif’



NUNES -



N O N İU S .



— A n s I k l . İki esre ( “ İT ), iki ötre ( _ ¿ ), iki üstünle ( j L ) gösterilir. İki esre ve iki ötre bulunan harfte durulduğunda okunmaz: azîm, iki üstün bulunan sözcükte durul­ duğunda son harf yuvarlak te ( « (d e ­ ğilse a (elif) şeklinde okunur: alîmâ. Yu­ varlak ta ise okunmaz; te de he’ye ( » ) çevrilir: halife.



N U O R O , İtalya'da kent, Sardinya'da ıl merkezi; 37 000 nüf. Talk ocağı. — Nuoro ili. 7 044 km2; 277 259 nüf. (1989). Bu il en dağlık, en verimsiz, ama en güzel görünümlü bölgelerde yayılır. N uow a A n to lo g ía (La), en önemli İtal­ yan dergilerinden biri. 1866'da F. Protonotari tarafından Floransa'da kurulan ve 1878'den başlayarak yayımını Roma'da sürdüren derginin amacı İtalya'daki ve ya­ bancı ülkelerdeki edebiyat ve sanat olay­ larının yanı sıra felsefi ve bilimsel düşün­ ceyi yaymaktır.



N Ú N E Z C A B E Z A DE V A C A (Alvar), XVI. yy.'da yaşamış İspanyol denizci (Je­ rez de la Frontera 1507 - Sevilla 1559'a doğr). 1528'de Florlda'yı keşfetti. Sekiz yıl N u o v l a r g o m o n tl, 1953'te Alberto CaLouisiana'da dolaştıktan sonra geri dön­ rocci ile Alberto Moravia'nın, Sartre'ın dü. 1540'ta Rio de la Plata'nın Asunciön'a Temps modernes adlı dergisini model ala­ kadar olan bölümünü keşfetti. Serüven rak kurdukları iki aylık edebiyat dergisi. Pier Paolo Pasolini ve Enzo Siciliano dergi­ dolu yaşamının bir öyküsünü bıraktı. nin yayın kurulunda yer almışlardı. N Ú N E Z DE A R C E (Gaspar). İspanyol N U O V O (monte), İtalya'da yanardağ kö­ siyaset adamı ve şair (Valladolid 1834 kenli tepe, Campi Flegrei'de, Pozzuoli'nin -Madrid 1903). Tek ya da başkalarıyla bir­ (140 m) B'sında. 29 eylül 1538'de oluştu. likte on dolayında tiyatro yapıtı yazdı, ama ününü lirik şiirleriyle kazandı. Biçim açı­ N U P E , Afrika'da krallık; yoruba ülkesinin sından klasik, duygularındaki coşku açı­ kuzeyinde, Nijer ile Kaduna'nın birbirine sından romantik olan Núhez de Arce, Gri­ kavuştuğu yörede. Büyük bir olasılıkla X. tos del combate (1875) adlı yapıtında bir yy.’da ilk krallık kuruldu. Geleneğe göre yurtsever olarak kaygılarını ve siyasal kin­ Nupe'yi XVI. yy.'da Etsu'nun (kral) kurdu­ lerini dile getirir. 1865'te muhafazakâr mil­ ğu kabul edilir. XIII. yy.'dan başlayarak gü­ letvekili seçildikten sonra hemen her dö­ neye doğru bir kayma olduğu ve bilgile­ nemde meclise girmeyi başardı. rimizdeki eksikliklerin bundan kaynaklan­ dığı düşünülebilir. Kralın ve büyük yasal­ N Ú N E Z DE A R E N A S (Manuel). İspan­ ların toprakları olmak üzere ikiye ayrılan yol siyaset adamı ve yazar (Madrid 1886 krallık, her zaman Katsina'daki Hausalar'a -Paris 1951). José de Espronceda'nın to­ ya da Yorubalar'a az çok bağımlı kaldı. rununun oğluydu; 1901'de kurduğu Escu­ Ancak Nupe, XVI. yy.'ın ilk yarısında Old ela nueva adlı örgüt, kültürün halka yayıl­ masında büyük bir rol oynadı. 1918-1920 Oyo'yu yıktı. Nijer kıyıları boyunca ele ge­ arasında, haftalık España dergisinde si­ çirilen olağanüstü bronz eşyaların kökeni yasal ve toplumsal nitelikte makaleler ya­ üzerine de bir belirsizlik vardır; bunlar bü­ yımladı. 1921 bölünmesi sırasında, İspan­ yük bir olasılıkla İfe'den gelmektedir. Ölen yol komünist partisi kurucuları arasında Etsu'nun oğulları arasındaki rekabetten yer aldı ve partinin ilk dergisi olan La inyararlanan peul murabıtı Mallam Dendo, ternacional'i çıkardı (1921-22). Fransa’ya Nupe’ye girdi ve 1820'ye doğru burada göç edip yerleşti, Paris'te ve Bordeaux' bir emirlik kuruldu. 1897'den başlayarak da ders verdi, birçok tarih ve edebiyat in­ nüfuzları artan jngilizler, 1901'de ülkeyi tü­ celemesi yayımladı (özellikle Fransa’da müyle denetim altına aldılar. Goya üzerine). Ayrıca İspanyol işçi hare­ N U P E L E R , Nijerya'da yaşayan 1 437 keti (1916) ve R. de La Sagra (1924) üstü­ 000 nüfuslu kva halk. Tarımcılıkla geçi­ ne kitaplar da yazdı. nir, toplu köylerde ya da şehirde yaşar­ N Ú N E Z DE B A L B O A (Vasco). İspan­ lar. Babayerli bir oturma biçimine göre, yol conquistador (Jerez de los Caballeros geniş aileli babasoyluluklara bölünür ve 1475 - Panamá 1517). 1500’den beri Ame­ merkezi bir devlet oluştururlar. (-» n u p e . ) rika'da yaşayan Núñez de Balboa Büyük Okyanus'u keşfetti (25 eylül 1513) ve “ Gü­ ney denizi” adını verdi. Conquistadorlararası mücadeleler nedeniyle 1517'de idam edildi. N U N C a. Tayca ailesinden dil. Vietnam' ın kuzeyinde ve Guangşi'de konuşulur. N U N İU S P İN C İA N U S , İspanyol hü­ manist Fem ando Núhez de Toledo y Guzm án’ m (Valladolid 1475 - Salaman­ ca 1553) latinceye uydurulmuş adı. Alca­ lá üniversitesinde, ardından Salamanca' da yunanca dersleri verdi. Seneca ve Yaş­ lı Plinius üzerine latinee yorumlar ve bir açıklamalı atasözleri derlemesi yazdı. N U N İV A K , Bering denizi'nde ada, Alas­ ka'nın batı kıyıları açığında; 325 nüf. Dar Etolın boğazıyla Alaska'dan ayrılır. Yaba­ nıl hayvanlar için korunma altına alınmış bir bölgedir. N U N K U N , Keşmir'de (Hindistan) Himalayalar'a bağlı dağ, Srinagar’ın D.’sunda. iki ayrı doruğu vardır: ilk defa fransız C. Kogan ve P Vittoz'un 1953'te tırman­ dığı Nun (7 135 m); İtalyan dağcılık ekibi üyelerinden L. Borellı, J. Gaspard, M. Pi­ acenza ve A. Rahin'ın 1917'de ilk defa tır­ mandığı Kun (7 077 m). N U N L A M A a. Sesbılg. Arapça sözcük­ lerin sonuna, belirsiz olduklarını gösteren n (nun) sesini getirme. (Eşanl. T E N V İ N ) .



N u p t lls P e le l e t T h e tid o s (De), Catullus'un şiiri, İskenderiye üslubundan et­ kilenerek heksametros ölçüsüyle yazdığı dizelerden oluşan bu şiirde, Catullus, dü­ ğün ziyafetinin öyküsüne konu dışı uzun bir ekleme yapar: Theseus tarafından terk edilen Ariane’yi betimleyen bir duvar ha­ lısını anlatma bahanesiyle evlilerin sakin mutluluğunun karşısına Ariane'nin yıkıcı tutkusunu çıkarır. N U P T S E , Himalayalar'da dağ, Everest' ın yaklaşık 3,5 km G.-B.'sında. Birçok do­ ruk kapsayan D.'dan B.'ya doğru uzanan, ince uzun bir sırttır; başlıca doruğuna (7 879 m), ilk defa İngiliz D. Davis ile şerpa Taşi güney cephesinden tırmandı (1961). Tırmanılması çok güç kuzey cephesineyse İngiliz D. Scott yönetimindeki bir sefer­ de ulaşıldı (1979). N U R a. (ar nOı). 1. Kutsal bir güçten kay­ naklandığına inanılan ışık; aydınlık, par­ laklık. —2. Nur gibi, pırıl pırıl, parlak, ay­ dınlık şeyler için kullanılır. || N ur içinde yat­ sın, sevilen ve sayılan ölüler için kullanı­ lan iyi dilek sözü: Büyükbabam, nur için­ de yatsın, bize hep sabırlı olmayı öğütler­ di. || Nur inmek, bir inanca göre mezar, tür­ be gibi yerlere geceleyin gökten kutsal bir ışık yağmak. || Nur ol, iyi ve güzel bir dav­ ranış karşısında söylenilen beğenme ve yüreklendirme sözü (tkz.). || Nur topu gi-



nur 87 40



bi, güzel, sağlıklı ve iyi bakımlı küçük çocukları nitelendirmek için kullanılır. || Nur yüzlü, saygı uyandıran, aydınlık yüzlü yaşlı kimselerden söz ederken kullanılır. —Esk. Nur-bahş, etrafı aydınlatan. || Nur -etşan, ışık saçan, aydınlatan. || Nur-ı âlem, dünyanın nuru; Hz. Muhammet ¡| Nur-ı ayn, nur-ı çeşm, nur-ı dide, göz nuru; en çok sevilen, değer verilen kimse, özellik­ le evlat: "Valide hazretleri dayanamayıp geriden Topkapı sarayı'na gelerek ve ol odaya girip nur-ı didesini kendi gözüyle görerek tahsil-i itminan eylemiştir" (Cev­ det Paşa, XIX. yy.). || Nur-ı basar, gözün ışığı: "Kudreti yok göre cfnu r-ı basar" (Ahmedi, XVI. yy.). || Nur-ı cenan, ünlü bir lale çeşidi. || Nur-ı ilahi, kutsal, yüce ışık; Tanrı nuru. || Nur-ı mübin, nur-ı nuhustîn, nur-ı peşin, Hz. Muhammet. || Nur-ı tecel­ li, manevi açıdan aydınlanma, gerçeğe varma. || Nurün-ala nur, çok iyi, en iyi. —Kim. Kendi kendine tutuşabilen hidro­ jen fosfür çıkışıyla bir anda parlayıp sö­ nen hafif alev. (Bu olay, özellikle organik maddelerin bozunduğu bataklık ve me­ zarlık gibi yerlerin üstünde görülür; halk arasında bu olaya nur yağdı ya da nur indi denir.) —Tasav. Tanrı'nın evrendeki varlığının be­ lirtisi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kuran'ın Nur suresinde "Allah göklerin ve yerin nurudur" denilir (XXIV, 35). Taha suresinde de Musa peygambe­ rin Sina yolculuğu sırasında ateşe benzer bir şey gördüğü, ancak yaklaştığında ora­ dan kendisine "Ey Musa, ben senin Rabbinim!" diye seslenildiği bildirilir (XX, 10 -12). Bazı mutasavvıflar bu ayetlerden yo­ la çıkarak Tanrı'nın zaman ve mekân bo­ yutlarını aşan, tanımlanamayan, nitelikle­ ri insan bilincinin ötesinde bir nur olduğu­ nu düşünmüşlerdir. Özellikle tasavvuf ağırlıklı işraki felsefesinde Tanrı, nurların nuru kabul edilerek bütün nurların, baş­ ka bir deyişle varlıkların ve iyiliklerin O’ndan geldiği sonucuna varılır. N U R A L İ f A H İs fa h a n ! (Muhammet Ali bin Feyz), iranlı din adamı ve şair (öl. Musul 1797). Babasıyla birlikte Şiraz'a yer­ leşti. “ Nur Alişah" lakabını burada aldı. Nimetullahiye tarikatının lideri oldu. Öteki din adamlarıyla anlaşmazlığa düşünce Irak’a sürüldü; Bağdat'a, sonra da Mu­ sul'a yerleşti. Manzûme-i cennât ül-visâl ile Risâle-i câmi ûl-esrâr adlı yapıtları var­ dır.



... .j, , AJgnero (saranya) aoaylaniM a Palmavera nunght sı » bir nuraghe kâyünün katıntıları 1.0. II. biıtyıl



N u r B a b a , Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanı (1922). Yazar 1915'lerde İs­ tanbul'da Çamlıca bektaşi dergâhına gi­ dip gelmiş, yapıtını yazarken dergâhın şeyhi Ali* Nutki Baba'nın yaşamından ve kişiliğinden esinlenmiştir. Roman kahra­ manı ölen şeyhinin yaşlı eşiyle evlenen, daha sonra da art arda ilişki kurduğu ka­ dınların mal varlıklarını, güzellik ve genç­ liklerini sömürüp tüketen bir kişi olarak canlandırılır. Yapıt, Dışişlerinde görevli bir paşanın eşi, iki çocuk anası Nigâr Hanım' m tekkeye bağlanmasının, bu yüzden de hızla yıkıma sürüklenmesinin öyküsünü anlatır. “ Bektaşi sırrı" diye adlandırılan ka­



dınlı erkekli, içkili, sazlı sözlü toplantıların, cem ayinlerinin içyüzünü ilk kez geniş top­ luluklar önünde konu edinen roman, ya­ yımlandığı dönemde büyük yankılar uyandırdı.



nüraniyyet). Esk. 1. Parlaklık, parlak olma. —2. Nurlu, saygıdeğer olma: "En keder­ li bir kalp bile, onun nimet ve halaveti, şevk ve nuraniyetiyle gıdalanır" (Ahmet Rasim).



N U R B A N U S U LTA N , asıl adı Cecilla B affo, Selim ll’nin baş kadını ve Mu­ rat lll'ün annesi (Paros 1525 - İstanbul 1583). Venedik asıllı bir ailedendir. 1545'e doğru İstanbul'a getirildiği ve buradan Manisa valisi olan şehzade Selim'in hare­ mine gönderildiği sanılmaktadır. Türk ve yabancı bazı kaynaklarda, Murat lll’ün ha­ sekisi Safiye Sültan'la karıştırılan Nur Banu Sultan, Selim H'nin saltanatı dönemin­ de (1566-1574) güzelliği, zekâsı vb. mezi­ yetleriyle dikkatleri üzerine çekmekle bir­ likte, Murat lll'ün tahta çıkması (1574) üze­ rine valide sultan olduktan sonra sarayda­ ki nüfuzu arttı. Padişahın da annesine kar­ şı büyük saygı beslediği, önemli kararları almadan önce kendisine danıştığı söyle­ nir. Türkiye-Venedik, Mısır-Venedik ilişkile­ rinde uzun süreli bir barışın sağlanmasın­ da etkili olduğu bazı tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Büyük bir servet sahibi olduğu bilinen Nur Banu Sultan çok sayıda hayrat bırak­ mıştır. Bunların en önemlileri Üsküdar Toptaşı'ndaki Atikvalidesultan camisi'dir (1583). Caminin medresesi, imareti, tabhanesi, hanı ve hastanesi de bulunmak­ tadır. Cenazesi padişahın, sadrazamın, şeyhülislamın da yaya olarak katıldıkları bir törenle kaldırıldı, Fatih camisi'nde kılı­ nan namazdan sonra Ayasofya bahçesin­ deki Selim II türbesine gömüldü.



N U R B A H Ş İY E ya da N U R B A H Ş İLİK a. Muhammet bin Abdullah Nurbahş’ın (1393-1465) kurduğu tarikat. —ANSİKL. Kübreviye* tarikatının kolların­ dan biridir, ibadet ve hukuk konularına iliş­ kin özel görüşleri nedeniyle mezhep ola­ rak da kabul edilir. Kurucusu Nurbahş, iti­ kat konusundaki Risalet ül-akide ve fıkıh konusundaki el-Fıkh ul-ahvat adlı yapıtla­ rında imamın (halife) Ali ve Fatma soyun­ dan gelmesi gerektiğini savunur; müt'a nikâhını caiz görür. XVI. yy.'da kıyıma uğrayan tarikatın Pakistan ve Doğu Af­ ganistan arasındaki Hindu Kuş dağların­ da hâlâ bazı müritleri yaşamaktadır.



N U R d a ll a n , Amanos* dağlarının es­ ki adı.



N U R E S U F İ, Karamanoğulları’nın ata­ sı (XIII. yy.). Moğollar'ın önünden kaçarak Anadolu'ya gelen ve Ermenek yöresine yerleştirilen (1228) karamanlı aşiretinin re­ isiydi. Babailer ayaklanmasına katılarak Selçuklular'a karşı savaştı. Bir babai şey­ hi olarak Türkmenler üzerinde nüfuzunu artırdı; Ereğli ve Silifke yörelerinde gaza­ ya çıkarak topraklarını genişletti. Ölünce aşiretin başına oğlu Kerimettin Karaman geçti. Mezarı Mut ilçesinin SincanlI buca­ ğının Değirmenlik yaylasındadır.



N u r s u ra a l, Kuran'ın 24. suresi. 64 ayet­ tir. Mekke'de inmiştir. 35. ayette Allah'ın göklerin ve yerin nur'u olduğu belirtildi­ ğinden bu adla anılır. Surede zina suçu işleyen kadın ve er­ keklerle zina iftirasında bulunanlara ilişkin cezalarla ilgili hükümler yer alır, iftiracıla­ rın sözlerinin doğruluğunu araştırmadan yapılacak uygulamaların ortaya çıkaraca­ ğı toplumsal ve ahlaksal zararlar, evlere kapılarından girmek; girerken izin iste­ mek, selam vermek, içinde sahibinin bu­ lunmadığı evlere girmemek gibi muaşe­ ret kuralları, harama bakmanın ne denli günah olduğu anlatılır. 30. ve 31. ayetler­ de söyle denilir: "(Ey Muhammet) müslüman erkeklere şöyle, gözlerini (haram­ dan) çevirsinler; iffetlerini korusunlar Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır, inanan kadınlara söyle; onlar da gözleri­ ni (haramdan) çevirsinler; iffetlerini koru­ sunlar; olağan olarak görünenleri dışında süslerini açmasınlar; başörtülerini yakala­ rının üstüne kadar örtsünler. Ziynetlerini göstermesinler. "Surede ayrıca Allah'a inanıp bağlanmanın insana kazandırdığı kendine güven ve kararlılık, inkârcıların yaşam ve ruh bunalımları anlatılır. Sure, Müslümanlar’ın Hz. Muhammet'e saygı göstermelerini emreden ayetle son bulur. N U R A O H E a. (Sardinya dilinde nurag­ he). Arkeol. Antikçağ'da Sardinya’da ya­ pılan ve üzerinde çoğu kez bir teras bu­ lunan kesik koni biçiminde anıtsal yapı. —ANSİKL. Bir nuraghenin tabanı yontul­ muş ya da yontulmamış dev boyutta taş­ larla harçsız olarak örülür. Kapı çok alçak­ tır. Merkezde bindirmek tonozla örtülü bir oda yer alır. Kimi zaman üzerinde bir kat bulunur. Sardinya’da 6 000 dolayında nu­ raghe vardır. Bu anıtlar özellikle bronz heykelcikleriyle tanınan Tunç çağında (İ.Û. II. binyıl) sığınak ve müstahkem mevki ola­ rak kullanılmaktaydı. N U R A N İ sıf. (ar nur'dan nurani). 1 . Işıklı, nurlu: "Gözlerim görüyordu ki denizde, yerde, semada, ufuklarda titreyen ayın temewüc-i nuranisi değil..." (Samipaşa­ zade Sezai, XIX. yy.). —2. Nurlu, saygı uyandıran: Nurani bir yüz. N U R A N İY E T a (ar nurani ve -iyyet 'ten



N U R C U a. Saidi Nursi'nin görüşlerini benimseyen kimse. (Kendilerini nur tale­ beleri, nur şakirtleri diye de adlandırırlar.) N U R C U L U K a. Saidi Nursi'nin görüş­ leri çerçevesinde oluşturulan dinsel-düşünsel akım. N U R D A â l, Gaziantep ilinin Akdeniz bölgesinde kalan kesiminde ilçe; 31 609 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 1 bucak, 27 köy. Merkezi, Gaziantep'in 75 km B.'sında Nurdağı, 7 048 nüf. (1990). N u ra , Van ve çevresinde, kadın erkek bir­ likte, bağlı dizilişle oynanan halay türü bir halk oyunu. (Nure halayı da denir.)



N U R E K , Tacikistan’da yer, Duşanbe' nin güney-doğusunda, Vahş'ın kıyısında. Önemli hidrolik santral. N U R E T T İN , Muş'un Malazgirt ilçesine bağlı bucak; 10 227 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi, Konakkuran, 2 325 nüf. (1990). N U R E T T İN A R S L A N Ş A H (öl. Har­ ran 1213), Musul atabeyi (1193-1213). iz­ zettin Mesut'un oğlu ve ardılı. Sıncar ege­ meni olan amcasının oğlu Kutbettin Mu­ hammet’in elinde bulunan Nusaybin'i aldı. N U R E T T İN E FE N D İ, türk tezhipçi, ciltçi (XIX. - XX. yy. başı). Abdülhamit II dö­ neminin (1876-1909) önemli tezhipçilerindendi. Lalelili Şakir Efendiden ders aldı. Beyazıt’taki dükkânında yaptığı çalışma­ ların, kendisi gibi tezhipçi ve ciltçi olan oğ­ lu Bahaettin Efendi’nin yetişmesinde önemli katkıları oldu. Ahmet Arif ketebeli ve 1893 tarihli bir hilye levhasının tezhip­ leri onundur (Urfa müzesi). N U R E T T İN H A M Z A A y d ın lı, K üçük N urettin de denir, türk din bilgini (Aydın ? - İstanbul 1571). Kadızade’den öğrenim gördü. Bursa'da Hamzabey, daha sonra İstanbul'da Mollahüsrev medreselerinde müderrislik yaptı. Karısı tarafından öldü­ rüldü. Nurettinzade Muslihittin'e bağlıydı. Yapıtları: Mesalih, bunun şerhi olan Hevadi. n u r e t t İn M a h m u t b İn z e n g I (el-Melik ül-Adil) [1118 - Şam 1174], Halep atabeyi (1146-1174). imadettin Zengi'nin oğlu ve ardılı. Haçlılar'ın elinde bulunan Edessa’yı fethetmesi (1146) ikinci haçlı se­ ferine yol açtı. Haçlılar’ın kuşattığı Şam'a kardeşi Seyfettin ile birlikte yardım etti; Halep'e saldırıya hazırlanan Haçlılar'ı Yağra' da bozguna uğrattı (1148). Ertesi yıl An­ takya çevresini istila etti ve Antakya pren­ si Raimond’u ele geçirerek öldürttü; ar-



Nuri Bey omdan Harim ve Famiya'yı aldı. 1154’te 3örter’in elindeki Şam'ı savaşsız ele geçırcfi. 1157'de Kudüs kralı Baudouin'i ağır ö r yenilgiye uğrattı. Hısnülekrad’da hırisryanlann baskınından güçlükle kurtulabil­ en (1163). Ertesi yıl Haçlılar’ın 1158'de ele geçirdiği Harim'i yeniden zapt etti; ardın­ dan Baniyas’ı teslim olmak zorunda bırak­ tı. Komutanı Şirkuh'a Mısır'ı işgal ettirdi (1163-1169 arasında üç sefer). Şirkuh’un yeğeni Selahattin Eyyubi, fatımi halifeliği­ ne ve böylece Mısır'da şiiliğe son verdi (1171). Nurettin 1173'te Anadolu'ya gire­ rek Maraş ve Göksun'u ele geçirdi; ama Kılıç Arslan II ile anlaşarak aldığı yerleri geri verdi. İslam dünyasında Haçlılar’a karşı savaşlarıyla ün yapan Nurettin'e ölü­ münden kısa bir süre önce abbasi halife­ si, Elcezire, Filistin, Mısır ve Rum sultan­ lıklarının menşurunu göndermişti. (-> Kayn.)



N U R ETTİN M EHM ET CERRAHİ, türk mutasavvıf (İstanbul 1678 - ay. y. 1721). Halvetilik tarikatına bağlı cerrahiye kolunun kurucusu. Cerrahpaşa semtinde doğduğundan ötürü kendisine "Cerrahi” lakabı verildi. Medresede öğrenim gördü. Yenişehirli Abdullah Efendi ile şair Nabi' ye öğrenci oldu. Bir süre Mısır kadılığın­ da bulundu. Üsküdar'da Selami tekkesi şeyhi Köstendilli Ali Alaettin Efendi'ye bağlanarak, ondan hilafet aldı. 1703’te Karagümrük'te kendi adıyla anılan tekkeyi kurdu. Mürşid-i dervişan (Berlin Devlet kü­ tüphanesi, no. 2818) ve Mecmua-i evrad (Süleymaniye kütüphanesi, Hacı Mahmut Efendi bölümü, no. 4110) adlı yapıtları var­ dır. (-> Kayn)



NURETTİN MUHAMMET, Aıtukoğul ları beyi (öl. 1185/1186). Babası Kara Arslan'ın ölümü üzerine onun yerine geçti (1167). Bir süre sonra eşine kötü davran­ dığı için kayınpederi olan Kılıç Arslan II ile bozuştu. Kendisine karşı bir sefer düzen­ leyen Kılıç Arslan, Harput yöresindeki bazı toprakları ele geçirince Selahattin Eyyubi'ye sığındı. İkisi birlikte Musul'u ve Amid'i kuşattılar. Amid'i alan Eyyubi, hiz­ metlerinden ötürü burayı Nurettin’e verdi. Ertesi yıl Kerek kuşatmasına katıldı. Eyyubi’nin Musul'a ikinci kez yürümesi sırasın­ da hasta olan Nurettin’in ölümü üzerine Hısnıkeyfa ve Amid hükümdarlığı oğlu Kutbettin II Sökmen’e geçti. N U RETTİN PAŞA Sakallı, türk asker (Bursa 1873 - İstanbul 1932). Müşir Gazi İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu. Harp okulu'nu bitirdi (1893) ve teğmen olarak 5. Or­ du'da görev aldı. Ardından İstanbul'daki Hassa ordusu'na aktarıldı. 1897 Türk -Yunan savaşı'nda başkomutan olan ba­ bası Ethem Paşa'nın yaverliğini yaptı. Sa­ vaş dönüşü padişah yaveri oldu (1898). Makedonya’da bulgar eşkıyasının takibin­ de bulundu (1901-1903). Kurmay olmadı­ ğı halde süratle albaylığa yükseltilen rüt­ besi (1908); ikinci meşrutiyeti izleyen gün­ lerde çıkartılan Tasfiyei rütep yasası gereği binbaşılığa indirildi (1909); ordu açığına alındı. Küçükçekmece kaymakamlığına atandı (1909) Yemen'e gönderildi. Dönü­ şünde yeniden ordu açığına alınıp Balkan savaşı’nın son evresinde (1913) piyade alay komutanı atandı, Alman askeri ısla­ hat heyeti emrine verildi. 1914'te yeniden albaylığa yükseldi ve 4. Tümen komuta­ nı, 1915 başında Irak ve Havalisi komuta­ nı, Basra ve Bağdat valisi atandı. 1916'da kolordu komutanı, 1918'de de mirlivalığa terfi ettirilerek XXI. Kolordu komutanı ve İzmir valisi atandı. İzmir'in Yunanlılarda iş­ galinden kısa bir süre önce bu görevin­ den alındı. Temmuz 1920'de Kurtuluş savaşı'na katıldı ve TBMM hükümeti tarafın­ dan Merkez ordusu komutanı atandı. Pontosçulara karşı sert disipliniyle başarılı bir sindirme harekâtı izlediyse de, halka kar­ şı diktatörce davranışlarından ötürü TBMM kararıyla görevinden alındı; yargı­ lanması istendi (1921). Mustafa Kemal Paşa'nın araya girmesiyle yargılanmaktan



kurtuldu ve Kastamonu’ya çekilerek ordu açığında tutuldu. Büyük taarruz'dan ön­ ce I. Ordu komutanlığına atandı ve Baş­ komutan meydan savaşı’ndan sonra rüt­ besi ferikliğe (korgeneral) yükseltildi. İz­ mir'in kurtarılması sırasında İzmir'deki rum metropoliti Hrisostomos'u, İstanbul' un kurtanlmasından önce de yargılanmak üzere Ankara’ya gönderilmesi istenen es­ ki Dahiliye nazırı Ali Kemal'i İzmit'te linç ettirerek öldürttü; toplu kıyımlara göz yum­ du. Kurtuluştan sonra 1. ordu karargâhı kaldırılınca açıkta kaldı (1923). 1924 aralığında'Bursa’da boşalan bir milletvekilli­ ği için yapılan seçimlerde, Halk fırkası adayına karşı bağımsız olarak milletvekili seçilmeyi başardı. Askeri görevinden isti­ fa etmeden aday olduğu gerekçesiyle ka­ zandığı seçim iptal edildi. Yenilenen se­ çimde, bu kez Halk fırkası aday gösterme­ di, Nurettin Paşa yeniden milletvekili se­ çildi; görevlendirildiği Yüksek askeri şûra’ dan çekildi. Meclis'te Mustafa Kemal'in (Atatürk) devrimci girişimlerine, özellikle de laiklik ve şapka devrimine karşı çıkış­ ları, dini siyasete alet edişiyle dikkati çek­ ti. Atatürk Nutuk'ta, ondan "zaferin şere­ fine en az iştirake hakkı olanlardan biri" diye söz eder.



N U RETTİN ŞEFKATİ, türk tiyatro oyuncusu (İstanbul 1866 - ay. y. 1936). ikinci meşrutiyetten sonra Mınakyan, Raşit Rıza, Milli Sahne vb. topluluklarda ça­ lıştı. Birinci Dünya savaşı'ndan sonra Darülbedayi’ye girdiyse de zaman zaman kı­ sa sürelerle başka toplulukların oyunların­ da sahneye çıktı. Yeniden Şehir tiyatrosu' na döndü, ancak bazı kişisel ve aile içi so­ runlar nedeniyle 1930’lu yıllarda sahne­ den uzaklaştı. Yaşamının son yıllarını Ba­ kırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesin­ de geçirdi. N U R E TTİN ZA D E M U S L İH İT T İN MUSTAFA, türk din bilgini (Filibe ? - İs­ tanbul 1573). Sofyalı Bali Efendi'nin hali­ fesidir. Kanuni Sultan Süleyman'ın Zigetvar seferinde bulundu. Kuran'ın bazı su­ releri için tefsirler yazdı. Şeyh Bedrettin'in Varidatinı, Konyalı Şeyh Sadrettin'in Nusus'unu şerh etti. Abdullah Ensari’nin ta­ savvuf yapıtı Menazil üs-salrinl türkçeye çevirdi. Öteki yapıtları: Risale-i vahdet-i vü­ cut, Risale-i miraç.



NU R EYEV (Rudolf Gametoviç), 1982' de Avusturya yurttaşlığına geçen tatar asıllı sovyet dansçı (Razdolnaya 1938 Paris 1993). 1955'te Kirov tiyatrosu'nun dans okuluna girdi. Kirov balesi'nin yıl­ dız dansçısı oldu. 1961 'deki Paris turne­ sinde topluluktan ayrıldı ve marquis de Cuevas'ın International Ballet'si ile dans etmeye başladı. 1962'de Royal Ballet ile anlaştı. Burada Ashton'ın Marguerite and Armand (1963), K. MacMIllan'ın Romeo ve Juliet (1965) ve R. Petit'nln Paradis per­ du (1967) adlı yapıtlarını oynadı. M. Fonteyn ile Korsan adlı pas de deux'de dans etti (1965). La Bayadère (1963), Kuğu gölü ve Raymonda (1965) adlı baleleri yeniden sahneye koydu. Tancredi e Clorinda ve Don Ouıyofe'nin koregrafilerini yaptı (1966). Birçok ülkede konuk dansçı ve koregraf olarak etkinlik gösterdi; R. Petit'nin Extase (1968), Pellêas et Mélisande (1969), R. Van Dantzig'in The Ropes of the Time (1970), R. Hightower'in Uyuyan güzel (1971). M. Béjart'm les Chants du com­ pagnon errant (pas de deux, R Bortoluzzi ile dans etti, 1971), J. Neumeier’in Don Juan (1973) adlı yapıtlarını ilk kez yorum­ ladı. J. Robbins'in Dances at a Gathering (1970), M. Béjart'in Bahar ayini (XX. yy. balesi'yle, 1971), M. Fokine’in Petruşka (Paris operası’nda, 1972) adlı balelerinde dans etti. 1970'te bir Don Guijote versiyo­ nu hazırladı, 1972’de Zürich operası için Raymonda'yı yeniden sahneye koydu. Klasik repertuvarın en büyük yorumcu­ larından olan Nureyev, yeteneğini modern dance’te de denedi (José Limön'un The Moor’s Pavane, Glen Tetley'in Pierrot lu­ naire, Martha Graham'ın Lucifer, Murray



Louis'in Moment adlı modern dance work'leri). "Rudolf Nureyev and friends" adlı gösterisini dünyanın bir çok ülkesin­ de sundu, 1977'de Ken Russell'ın bir fil­ minde Rudolf Valentino’yu oynadı. Başrol oynadığı son yapıtlar arasında À propos d'une maison obscure (R. Van Dantzig, 1978), le Bourgeois gentilhomme (G. Balanchine, 1979), Budala (V. Panov, 1980) amlmalidir. Son koregrafilerinden bazıla­ rı: Romeo ve Juliet versiyonu (Royal Bal­ let, 1977). Manfred (lord Byron'ın bir şii­ rinden esinlenerek, Paris operası, 1979). 1983-1989 arası Paris operası balesinde sanat yöneticiliği yaptı.



8741



NURH A -Ç İ (1559-1626), mançu şefi ve Çin imparatoru (1616-1626). XVI. yy.'ın so­ nunda curçen boylannı birleştirdi; tarihsel Mançu krallığı'nı kurdu ve siyasal, askeri ve iktisadi bakımdan örgütledi. 1599'a doğru moğol alfabesini kabul etti. Mingler'in zayıflamasından yararlanarak onla­ ra karşı savaştı ve kendini Çin imparatoru ilan etti (ilk mançu hanedanı, 1616). 1625' te başkentini Mukden'e taşıdı. N U R H A K , Akdeniz bölgesi'nde Kah­ ramanmaraş iline bağlı ilçe; 14 990 nüf. (1990); 9 köy. Merkezi, Kahramanma­ raş'ın 151 km K.-D.'sunda Nurhak, 7 087 nüf. (1990).



N U R H A K d ağ ı, D. Anadolu bölgesin­ de, Elbistan havzasını G.-D.'dan çeviren dağ kütlesi (3 081 m). D. yamaçları D. Anadolu fayıyla sınırlanmıştır.



N U R İ, Yakındoğu'da yaşayan bazı çin­ gene kabilelerine verilen ad. Adlarının Mı­ sır'da "hırsız" anlamına gelen navafisöz­ cüğünden kaynaklandığı öne sürülür. Ge­ nellikle büyücülük, muskacılık, sokak he­ kimliği, yılan oynatıcılığı, hayvan terbiyeciliği, ip ve sokak cambazlığı, dövmecilik türü işlerle uğraşan göçebe kabilelerdir. N U R İ Tb k a tlı, asıl adı M ahm ut, türk halk şairi (Tokat 1825 - Samsun 1882). Kü­ çük yaşta saz çalmaya başladı. Erzurum­ lu Emrah Tokat'a geldiğinde (1844 7) onun çırağı oldu; Anadolu'yu dolaştı. Bektaşi tarikatına bağlandı. Çevresine Ceyhuni, Gayreti gibi genç şairler toplandı. Ziya Paşa'nın, Amasya mutasarrıfıyken düzenle­ diği Amasya Âşıklar şenliği'ne katıldığı, burada deyişler söylediği bilinir. Sevgiyi konu edindiği; kötülüklerden, çektiklerin­ den, gurbetten yakındığı şiirlerinde, Erzu­ rumlu Emrah'ın ve çağının eğilimine ko­ şut olarak divan şiirinin etkisi görülür. Bun­ lar toplanarak Aşık Tokatlı Nuri adı altın­ da basıldı (1933). N U R İ (Abdülmelik), ıraklı yazar (Süveyş 1921), ülkesinin gerçekçi roman türünün başlıca temsilcilerinden biridir (les Messa­ gers de l'humanité [fr çev.], 1946; l'Hymne de la terre [fr. çev.], 1954).



N U R İ A U , H allfei Rum lu da denir, safevi halifesi (öl. 1515). Şah Kulu ayaklan­ masının bastırılmasından sonra kızılbaşlardan oluşan büyük bir kuvvetle Anado­ lu beylerbeyi Faik Paşa'ya saldırdı ve onu yenerek Tokat'ı aldı (1512), Şah İsmail adı­ na hutbe okuttu. Sinan Paşa kuvvetlerini de yenip Amasya ve Niksar yörelerini yağ­ maladı. Selim l'in tahta çıkmasından son­ ra Murat Çelebi'yle birleşti ve Tokat'ı ate­ şe verdi. Aykutoğlu'yla birlikte Erzincan taraflannda savaştığı sırada Bıyıklı Mehmet Paşa tarafından yakalanarak öldürüldü. N U R İ BEY (Halil), türk tarihçi (öl. İstan­ bul 1798). Sadrazam Abdullah Naili Paşa’nın torunu, Feyzullah Şakir Bey'in oğ­ lu. Hacegân oldu (1784). Çeşitli görevler­ de bulunduktan sonra maliye tezkireciliğine (1794), ardından da küçük ruznamçeciliğe (1795) atandı. Vakanüvisliğe ge­ tirildi (1796). Selim lll'e sunduğu kroniği üslubunun inceliği, içeriğinin dürüstlüğüy­ le sivrilirken, dikkate değer olayların yer almayışıyla önemini yitirir. Vasıf’ın 1794’ün başlangıç olaylarıyla biten ikinci zeylinin kaldığı yerden başlayan yapıtında yazar,



Rudolf Nurayn



Nuri Bey vakanııvisliğe atanmasından Fransızlar’ ın Mısır'a saldırmalarına kadar geçen sü­ rede tanık olduğu olayları anlatır.



8742



N U R İ B E Y B olahenk NURİ BEY.



BCilahenk



N U R İ B E Y (Mustafa) Menapirzade, türk siyaset adamı (Maraş 1844 - İstanbul 1906). Vezir Gürcü Yusuf Paşa’nın oğlu. Yeni OsmanlIlar cemlyeti’nin kurucuları arasında yer aldı (1865); cemiyet kovuş­ turmaya uğrayınca arkadaşları Mehmet ve Reşat beylerle birlikte Avrupa'ya kaçtı (1867). Yeni Osmanlılar'ın koruyucusu Mustafa Fazıl Paşa'nın para yardımını ka­ bul etmeyen Mehmet, Reşat ve Nuri bey­ ler, Cenevre’de İnkilab gazetesini çıkardı­ lar. Yine üç arkadaş prusya ordusuna kar­ şı komüncülerin yanında Paris'in savun­ masına katıldılar. Nuri Bey, genel af üze­ rine 1872'de Türkiye'ye döndü: Namık Ke­ mal'in çıkardığı İbret gazetesinde “ kom ün"ü ve "enternasyonal"i savunan ya­ zılar yazdı; Vatan yahut Sitistre'mn sahne­ ye konulmasını izleyen olaylar nedeniyle Akkâ'ya sürüldü. Murat V'nin tahta çıkma­ sı üzerine İstanbul'a döndü. Sürgün ya­ şamını konu alan Akkâ adlı yapıtının bir forması basılmıştır.



R o g e r-V io lle t



PaavoNıırm i



N U R İ E F E N D İ B a ş lk ta ş lı, Hacı, so­ yadı Korm an, türk hattat (İstanbul 1868 - ay. y. 1951). Zeki Dede'den talik, Alaettin Bey'den ve Muhsinzade Abdullah Bey'den sülüs ve nesih yazı meşk etti, Muhzinzade Abdullah Bey'den icazetna­ me aldı. Beşiktaş'ta Mektebi Hamidi'de yazı dersleri verdi, Matbaai amire’nin baş hattatlığına getirildi. Medreset ül-hattatin'de sülüs venesih yazı hocalığına atan­ dı. Son görevi İstanbul Güzel sanatlar akademisi’nde yazı hocalığıydı. Dini müzikle de ilgilendi. Aklâm-ı sitte'de Hafız Osman' ın, celi aklâm-t sitte’deyse Mustafa Rakım' ın üslubuna bağlı kaldı. Kastamonu’daki Şabanıveli dergâhı'nın ve İstanbul Bakır­ köy’deki Kartaltepe camisi'nin kubbe ya­ zıları onundur Ayrıca özel koleksiyonlar­ da yazıları vardır. N U R İ M E H M E T E FE N D İ, türk din bil­ gini, mutasavvıf (İstanbul ? - ay. y. 1856). Üsküdarlı kürsü şeyhi Osman Efendi’nin oğludur. Selim lll'ün şehzadelerinin ve sul­ tanların öğretimiyle görevliydi. 2 2 yıl bu görevde bulunduktan sonra Kurban Nasuhbaba rıfai dergâhı şeyhliğine getirildi; 45 yıl bu makamda kaldı. Başlıca yapıtla­ rı; Tercüme-i makalat-ı Seyyit Ahmet Rıfai. Tabirname-i muhibban, Terbiyet Cıt-talibin, Hadika-i tevhit, SCılükname N U R İ M E H M E T Ş E M S E T T İN , türk yazar, mutasavvıf (öl. İstanbul 1860). Ya­ şamıyla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Yalnızca nakşibendi tarikatına bağlandığı, bu tari­ kata şeyh olduğu bilinmektedir. Başlıca yapıtları: Risale-i pendiye (bas. 1867), Miftah ül-kulûb (bas. 1867). N U R İ M U S TA FA E F E N D İ Kasideclzade, türk kazasker (öl. İstanbul 1849). Nusretiye camisi'nde hatiplik yaptı. Mah­ mut ll’nln ikinci imamlığında ve müderris­ lik görevlerinde bulundu. Bursa ve Mek­ ke mollası, 1844'ten başlayarak Anadolu ve Rumeli kazaskeri oldu. N U R İ P A Ş A Damat, türk siyaset ada­ mı (İstanbul ? - Taif 1883). Saray hızmetindeyken Abdülmecit’in dul kızı Fatma Sul­ tan la evlenince müşir yapıldı. Meşrutiyet yanlılarıyla işbirliği yaptı. Sultan Abdülaziz'in ölümünden (1876) sorumlu tutularak Abdülhamlt ll'nin Yıldız'da kurdurduğu olağanüstü mahkeme tarafından yargılan­ dı; Mithat ve Mahmut paşalarla birlikte ölüme mahkûm edildi. Abdülhamit'in ölüm cezalarını sürgüne çevirmesi üzeri­ ne Taife gönderildi. Buraya gelişinden bir süre sonra boğduruldu. N U R İ S A İT P A Ş A , Nuri e s -S a it, de denir, ıraklı siyaset adamı (Bağdat 1888 - ay. y. 1958). Türk ordusunda yüzbaşıy­ dı (1913). 1916'da ordudan kaçarak, Osmanlılar'a karşı düzenlenen "arap ayak­



lanması"na katıldı. Irak'ta Haşlmi hane­ danından yana Meşruti birlik partisi’ni kur­ du. Başbakanlığa geldi (1949), Nasır'ın iz­ lediği siyasete şiddetle karşı çıktı. Bağdat paktı'nın mimarlanndan biri ve Batı'yla ya­ kınlaşma yanlısıydı. Temmuz 1958 devri­ mi sırasında öldürüldü. N Û R İS T Â N , esk. K âfiristan, Afganis­ tan’da bölge, Kabil’in doğusunda. Kâbil ırmağı kollarının bir dizi dağlık vadisinden oluşur. Halkı (yaklş. 120 000-150 000 nüf.) dari dili konuşur, 1890'a kadar pagan kal­ mış (eski adı buradan gelir) ve bağımsız­ lığını korumuştur. 1890’da Abdürrahman Han halka zorla müslümanlığı kabul ettir­ di ve ülkeye Nûristân (“ ışık [yani iman] ülkesi” anlamına gelir) adı verildi, Paganlığa bağlı özellikler (tahta oymalar, putlar ve şarap yapımı) bugün ortadan kalkmış ve ülke halkı Hindu Kuş dağlarında yaşa­ yan köylü Tacikler gibi yaşamaya başla­ mıştır. —Tar. İ.S. I. yy.'da Kuşan İmparatorluğu' na bağlı olan bölge, daha sonra İran'da egemenlik kuran Sasaniler’in, VIII. yy. başlarında da İslam devletinin yönetimi al­ tına girdiyse de yerli halk müslüman ol­ mayı kesinlikle reddettiği için buraya Araplar Kâfiristan (Allah’a inanmayanlar ülke­ si) adını verdiler. Timur, bunları cezalan­ dırmak amacıyla giriştiği savaşlarda ordu­ sunun büyük kayıplara uğraması üzerine çekilmek zorunda kaldı (1398). Hindistan’ daki İngiliz sömürge yönetiminin egemen­ lik sının dışında kalan bölge, bir süre son­ ra afgan emiri Abdurrahman Han tarafın­ dan fethedildi (1893). Bölge halkını zorla müslümanlaştıran ve olmak istemeyenle­ ri öldürten Abdurrahman Han, daha son­ ra Kâfiristan yerine Nûristân (Allah'a İna­ nanlar ülkesi) adını verdiği bölgeyi Afga­ nistan topraklarına kattı (1896). N Û R İS T Â N U L A R , Pakistan sınırı ya­ kınında, K.-D. Afganistan’ın ormanlık yük­ sek dağlarında dağınık kabileler halinde yaşayan eski putperest halk. Afganca ile Kuzey Hindistan urdu dilinin değişik bir lehçesi olan kâfiri dillerinin çeşitli ağızla­ rını konuşan bugünkü adlarıyla Nûristânlılar ya da eski Kâfirler, iki-üç katlı tahta ev­ lerde otururlar. Kadınlar orman yakılarak açılan tarlalarda tarımla uğraşırken, erkek­ ler keçi ve koyun başta olmak üzere ge­ leneksel hayvancılıkla köy ekonomisine katkıda bulunurlar. Bu arada, dokumacı­ lık, tahta oymacılığı ve madencilik gibi iş­ ler de yaparlar. Putperest oldukları dö­ nemlerde tanrılarına keçi ve sığır kurban eden, ölülerinin tahtadan heykellerini ya­ parak köylerinin yakınına dikmekle onları ölümsüzleştirdiklerine inanan, müslüman öldürmeyi en kutsal işlerden biri sayan Kâ­ firler, XIX. yy. sonlarında, İslamlığı benim­ sedikten sonra, kendi gelenek ve göre­ neklerini zamanla bırakıp Afganistan'ın öteki müslüman halklarıyla kaynaştılar. N U R İY E , Manisa'nın Saruhanlı ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 441 nüf. (1990). Belediye. N U R K S E (Ragnar), amerikalı iktisatçı (1907-1959). Özellikle, azgelişmiş ülkeler­ de iktisadi büyümeyi ve uluslararası para sorunlarını inceledi. Kalkınma stratejisi olarak, bazı üretim dallarının çeşitlendiril­ mesi™' salık verdi. Başlıca yapıtı: Prob­ lems of Capital Formation in Underdevelopped Countries (Azgelişmiş ülkelerde sermaye oluşturma sorunları) [1953]. N U R L A N D IR M A K -



N U RLANM AK.



H U R L A N M A K gçz. f. 1. Nur, ışık için­ de olmak, ışıklanmak, aydınlanmak. — 2 . Temiz duruma gelmek. ♦ nurlandırm ak ettirg. f. Bir yeri, bir kimseyi nurlandırmak, nuruyla onu ışık­ landırmak, aydınlatmak. N U R LU sıf. 1. Işıklı, parlak; aydınlık, mut­ lu: Nurlu ufuklar. —2. Saygı uyandıran, te­ miz; nurani: Yüzü nurlu bir ihtiyar. N U R M İ (Paavo), finli atlet (Turku 1897 - Helsinki 1973). 1920-1930 yılları arasın­ da orta mesafe ve mukavemet yarışların­



da üstünlük gösterdi. 1 500 m ile 10 000 m arasındaki tüm dünya rekorlarını elin­ de tuttu. 1 500 m (1924), 5 000 m (1924) ve 10 000 m’lerde (1920 ve 1928) olimpi­ yat şampiyonu oldu. N U R P E Y S O V (Abdülcemil Karimoviç), kazak yazar (Kugaral, bugün Kokaral, Kızıl-Orda bölgesi, 1924). Göçebe bir avcının oğlu olan Nurpeysov savaş konusunu işleyen bir roman (/e Jour tant attendu [fr. çev.], 1950-1958) ile 1916 ayaklanmasından iç savaşa kadar dev­ rimci kazak hareketinin uyanışını ve geli­ şimini anlatan geniş kapsamlı bir tarihsel üçleme (Par la sueur e! par le sang (fr. çe v], 1961, 1964, 1972) yazdı N U R R A , Sardinya’nın kuzey-batı’sında bölge Bağ, tahıllar ve meyve ağaçları ye­ tiştirilen, hayvancılık yapılan küçük bir ovadır. Başlıca kentleri: Alghero ve Porto Torres (bu iki kentte turizm gelişmektedir). NURSERY-RHYM E a. (ing. sözcükler). Değişkin ritimli, İngiliz sayışmacası. (Kimi­ lerinin kökeni çok eskilere uzanır [Humpty Dumpty]. XVIII. yy. eğitimcilerinin önem verdiği bu halk sanatı günümüzde de ya­ şamaktadır.) N U R S İ, asıl adı Salt, Bediüzzaman Sald-I Nursi ya da Said-I K ürdi denir, nurculuk” hareketinin öncüsü türk tarikatçı Nurs köyü, Bitlis, 1873 - Şanlıurfa 1960). stanbul'da bir süre medrese öğrenimi gördü, ikinci meşrutiyetle İslamcılık” ha­ reketinin temsilcileri arasında yer alarak Votkan gazetesinde yazılar yazdı. Mısır' daki Camiülezher’in benzeri bir medrese açılması için çalıştı, ittihadı Muhammediye fırkası'nt kurdu. 31 Mart ayaklanması (1909) bastırıldıktan sonra İsparta'ya sü­ rüldü. Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait ayaklanmasıyla (1925) ilgili görülerek mahkûm edildi; Burdur, İsparta, Barla, Kastamonu, Emirdağ'da sürgün hayatı yaşadı. Risale-i nur adını taşıyan yapıtla­ rıyla çağdaş uygarlığın, laikliğin karşısın­ da yer aldı. Şeriata bağlı İslam birliğini sa­ vundu. Genelde nakşibendilik'e dayanan ve nurculuk diye anılan dinsel-siyasal ha­ reketi geniş çevrelere yaydı. Bu eylemiy­ le ilgili olarak kovuşturmalara uğradı; hü­ küm giydi (Eskişehir, 11 ay 15 gün). Nur talebesi adı verilen müritlerinin toplantıla­ rı için çıktığı yolculuklardan birinde öldü. (-> Kayn.) N U R S U Z sıf. İnsanda saygı uyandırma­ yan, sevimsiz kimse; bunu gösteren şey için kullanılır: Nursuz bir ihtiyar Nursuz bir yüz. N U R U L L A H (es-Seyit bin es-Seyit Şerif el-Mar'aşi eş-Şuşteri) şii din bilgini (öl. La­ hor 1610). Irarfda Maraş kökenli bir seyit ailesindendir. Ülkesinden ayrılarak gittiği Hindistan'da Ekber Şah (1566-1605) tara­ fından Lahor kadılığına atandı, inançların­ daki bazı aşırılıklar nedeniyle Cihangir Şah (1605-1627) tarafından öldürüldü. Bu olaydan sonra on iki imam inandı şiiler arasında, düşünce ve inançlarından ötü­ rü öldürüldüklerinden "şehit" unvar. ■ NİFAS. N Û FU R a. (ar. nüfüı). Esk. Korkup kaç­ ma, dağılma.



O Û N YA ÉfcU I YOĞUNLUĞU 1909ertesi yeni devletlerle ilgili yeterii isMistik veri bulunmadığından,' 1985161(1 durumlayetinilmiştir.



■ N Ü FU S a. (ar. nefsin çoğl. nüfus). 1. Bir ülkede, bir bölgede, bir şehirde yaşayan­ ların tümü: Dünya nüfusu. Bir ülkede nü­ fus sayımı yapmak. (Bk. ansikl. böl.) —2. Belirli bir alanda özel bir kategori oluştu­ ran insanların tümü: Tarım nüfusu. Kentli nüfus —3. Kimse, kişi: Beş nüfusa bakı­ yor. —4. Nüfus kâğıdı, nüfus cüzdanı, nü­ fus tezkeresi, nüfus kütüğündeki kayıtla­ ra göre verilen, her yurttaşın kişisel duru­ munu belirten kimlik belgesi; kafakâğıdı. —Esk. Ruhlar, canlar. || Nüfus-ı kudsiye. kutsal melekler. || Nüfus-ı zekiye, temiz, kö­ tülükten arınmış ruhlar. —Biyol. Aşın nüfus bir türün yaşadığı alandaki birey sayısının oradaki oksijen, besin, yer gibi doğal kaynakların besle­ me ve barınma sınırının üzerine çıkması. (Aşırı nüfus dışa kapalılığın sonucu olabi­ lir.) || Cinsiyete göre nüfus oranı, yeni do­ ğan kız ve erkek sayısının birbirine oranı. (Bu oran Türkiye'de her 100 kıza karşı 102 ya da 103 erkek olarak gerçekleşir.) —Rz. Ortam nüfusu, büyük sayıda özdeş parçacık içeren bir sistemde, bu parça­ cıklardan aynı kuvanta! halde bulunanla­ rın sayısı. (Fermiyonlar için nüfus ancak 0 ya da 1 değerlerini alabilir, oysa bozonlar için herhangi bir değerde olabilir. İsta­ tistiksel mekanikte, bir ortamın ortalama nüfusu sözkonusudur.) [-* M a x w e ll ■Boltzmann, bose-EInsteIn ve FERMİ -DİRAC İSTATİSTİĞİ.] —Huk. Nüfus kütüğü, doğum, evlenme, boşanma, ölüm v b kişisel durumlann kay­ dedildiği nüfus memurlukları tarafından tutulan kütük. (Nüfus kütükleriyle buna dayanak olan belgeleri başmemur ve sorumlu memurlarla denetlemeye yetkili olanlardan başka hiç kimse görüp irıceleyemez. Her nüfus dairesi, askerlik şubesi va yargı organlarından İstenilen belge-



lerle örnekleri onaylı olarak verir. Bunlann dışında, mahalli en büyükridare amiri­ nin yazılı emri olmadıkça, hiçbir daireye bilgi veremezler. Ayrıca ilgilinin kendisi, ka­ rı ya da kocası, veli, vasi ya da resmi ve­ kili, usul ve füru ile ikinci dereceye kadar civar hısımlarına nüfus kayıtları örnekleri verilebilir.) || Nüfus memuru, doğum, ev­ lenme, boşanma, ölüm vb. kişisel durum­ ları kütüklere işlemek, yeni doğanlara nü­ fus cüzdanı vermek, cüzdan değiştirmek gibi işleri yapmakla görevli memur. —Nüfbil. Nüfus hareketi, doğumlar, ölüm­ ler, göçler nedeniyle nüfusa katılma ya da ayrılma olayları. (Doğal nüfus hareketi ise, yalnızca doğum ve ölüm olaylanndan olu­ şan hareketi belirtir.) || Nüfus yitimi, telafi edici bir göçmen alış süreci bulunmaksı­ zın, ölümlerin doğumlardan yüksek oldu­ ğu bir ülkedeki nüfus azalması süreci. (Nüfus azalması özellikle bir göçmen ve­ riş sürecinden kaynaklanıyorsa TENHA­ LAŞMA diye nitelenir.) || Nüfus yoğunluğu, nüfusla bu nüfusun üzerinde yaşadığı top­ rakların yüzölçümü arasındaki oran. || As­ gari nüfus, kapalı bir nüfusun, demogra­ fik geleceğini tehlikeye düşürmeden da­ ha altına inemeyeceği sayı. || Durağan nü­ fus ya da sabit nüfus, doğum ve ölüm ora­ nı birbirine eşit, yani doğal artış oranı sıfır olan istikrarlı nüfus. || En uygun nüfus, bir nüfusun, kendisine en yüksek refah dü­ zeyini sağlayabilecek koşullardan yararla­ nabilmek İçin aşağı yukarı korunması ge­ reken sayı. || Hazır nüfus ya da fiili nüfus, nüfus sayımı yapıldığı sırada bir sayım bölgesinde bulunan nüfus || iş arayan nü­ fus işsiz olduğunu ve bir iş aradığını be­ lirten insanların tümü. || Kapalı nüfus dı­ şarıyla göç bağlantısı olmayan nüfus. || Kararlı nüfus yaşlara göre üreme ve ölüm oranı değişmeden kalan ve yaşlara göre yapısı değişmeyen nüfus. || Optimum nü­ fus, belli bir amaca en uygun olan nüfus. (Çoğunlukla bu kavrama bir ülkenin kay­ naklarına ya da iktisadi güçlerine ilişkin olarak başvurulur.) || Oturan nüfus ya da mukim nüfus, her zamanki oturma yeri belirli bir toprak üstünde bulunan nüfus. || Özel sayıma tabi nüfus tüm yatılı öğren­ ciler, kışlalardaki askerler, şantiyelerde ça­ lışan İşçiler, mahkûm ve tutuldular, hasta­ nelerdeki hastalar. (Ûzel sayıma tabi nü­ fus, ancak geçici olarak belli bir nüfusun kapsamına girer.) || Standart nüfus, birçok



ülkenin yaşa göre yıllık ölüm oran*lannı ?karşılaştırmaya ve böylece bu ülkelerde seçilen bir yaş yapısı için yıllık gayrisafi ölüm oranlarını kestirmeye yarayan, belli bir yaş yapısına sahip nüfus (Standart nü­ fus yöntemi, farklı yaş yapılanna sahip nü­ fuslarda, ölüm oranlarının global olarak karşılaştırılmasını sağlar. Aynı yöntem do­ ğumların karşılaştırılmasında da kullanıla­ bilir.) — A N S İK L .



nüfusun tarihi Nüfus tarihinin ortaya çıkardığı olgular, bir yandan bütün canlı türlerinde olduğu gibi doğum, ölüm ve göç hareketlerine, bir yandan da bütün bu olguları etkileyen ve evlenme oranını, aile yapısını belirle­ yen uygarlığa bağlıdır. Nüfus olaylarını açıklayan etkenleri, coğrafi ortamın sunduğu ve uzun çağlar içinde değişen yaşam koşullarında ara­ mamız gerekir. Bu yüzden, nüfus değişik­ liklerini bir ölçüde açıklayabilmek için ik­ lim değişikliklerine başvurmak gerektiği ileri sürüldü. Geleneksel olarak besin kay­ naklarının bolluğu ya da kıtlığı üzerinde duruldu. Hatta Malthus insanlann yiye­ ceklerden daha hızlı çoğalmasının yarat­ tığı zararları açıklayarak ve bu çoğalma­ nın ahlaki yoldan sınırlanması çağrısında bulunarak, sözkonusu veriyi nüfus evri­ minin kuralı haline getirmek istedi. (-» MALTHUSÇULUK.) Teknik olanaklardan, iktisadi, toplumsal, zihinsel yapılardan âdetlerden ve dinler­ den oluşan uygarlık, aynı zamanda hem besin kaynaklarının işletilmesi, hem ya­ şam ve ölüm karşısında takınılan tavır, hem insan sayısına verilmek istenen bo­ yutlar hem de yaşam düzeyi üzerinde et­ kili olur. Bu demektir ki, demografik du­ rum uygarlıkların birbirini izlemesinde, on­ ların gelişme ya da gerilemesinde ve birbirleriyle rekabetlerinde rol oynar. • Tarihöncesi, iskeletler, atölyeler, bunla­ rın devirlere göre artan sayısı ve besin maddeleri üzerinde yapılan incelemeler, bazı varsayımlar ortaya konulmasına ola­ nak sağladı. Paieocoğrafya, buzul bölge­ lerinin sınırlarını, bunlarda meydana ge­ len değişiklikleri, topraklann ve floranın ni­ teliğini belirleyerek, insan yaşamına ve in-



kma’ye düşen kişi sayısı büyük coğratı üoıçjeıerue 12 0 den fazla



B B M



I--------------1 80-120 arası |



'



l 35-80 arası



|



H



l



~~| 0-20 arası



20-35 arası



KUZEY AMERIKA



ü l Ja p o n y a ¿ B a h a m a adi.



ta k a n a * « . U s k e n —



K ru a n r



iplnler AMERİKA



■Guam



Mİ KRONEZYA



M



kara y iü ler



* J F M /y KÜÇÜk " — İCAntiller



El S a lva d o r



80 'Hindistan • '/ / Â l MELANEZYA AVUSTRALYA



1945, 1965 ve 1985’te dünyanın en kalabalık 17 ülkesi " (milyon olarak)



Endonezya Brezilya



işlenen arazi üzerine nüfua baskısı



Bangladeş . Nii#fyi Büyük Britanya / Filipinler J İ fftFranea



tarım sal alana (işlenen arazi, çayırlık, ve sü re kli otlaklar) katılan n ü lu s H a



km2'ye 500 den (azla km2'ye 300-500 arası



ıG ÜNEY



H o lla nda B e lç ik a İrlanda



Moskova Londrı



Chicago4 Tiencin Ç ongçing



A B D



pTokyo '-Nagoya



Los A n g e le s • .



-Osaka /



Kosta Rtka



Dominik Cum.



y



Panama K ongo A n g o la — a



/ 'L e s o th o



kentsel nSfut tODİam nüfusun %'sı



Paulo U ruguay



ZENCİ AFRİKA



) /



/ ' J



% 65-75 arası



B u en o s Aires



ORTA D OĞU VE KUZEY AFRİKA GÜNEY VE BATI ASYA LATİN AMERİKA



kentleşme ritminin evrimi



tu n



özellikle zayıf bir kent ağına sahip ülkeler:



AVUSTRALASYA OKYANUSYA KUZEY / AMERİKA AVRUPA



sanın gelişmesine yararlı ya da zararlı et­ kenleri tanımlamıştır. Elde edilen sayısal büyüklükler, büyük bir belirsizlik marjı içer­ mekle birlikte, yine de pek düşüktür; kilo­ metre ki. H->sına düşen insan sayısı on ya da yüz kişi arasında değişiyordu ve bu da ancak bazı bölgeler için geçerliydi. Tarihöncesi'nde insanlar ancak kısa bir sü­ re ve sürekli güçlükler içinde yaşıyorlar­ dı. Bununla birlikte, bütün kıtalarda çok erken bir tarihten beri var oldukları kesin­ dir. Yenitaş" devrinde, besin bitkilerinin ekil­ meye başlaması ve yararlı hayvanların ev­ cilleştirilmesi bazı bölgelerde insanın ya­ şamında iyileşmeler sağladı. Bundan böyle İnsanlar artık, hiç değilse birkaç yıl için (toprağın niteliklerine bağlı olarak) bir yere yerleşebilirler, kaynaklarda meydana gelen değişikliklere daha iyi dayanabilir­ lerdi. Büyük bir olasılıkla ölümler azalmış, insan ömrü uzamış ve nüfus yoğunluğu artmıştı. Nitekim bazı bölgeler (Hindistan, Güney-doğu Asya, Ortadoğu, Kuzey Af­ rika) bu olasılığı akla getirmektedir. Bir me­ kanizmanın ilkel öğeleri yavaş yavaş be­ lirmeye başladı: teknik gelişmeler, birçok insanın aynı zamanda birlikte yaşamala­ rına olanak sağladı ve insan sayısındaki bu artış da ayrıca teknik gelişmeleri teş­ vik edici bir rol oynadı. Ancak kendiliğin­ den anlaşılacağı gibi, bu tür bir karşılıklı etkileşimin zorunlu olarak düzenli bir nü­ fus artışına ya da sürekli bir büyümeye yol açtığı söylenemez. Yapılan kazılar, VI. binyıl'dan başlayarak Doğu Irak'ta kanallarla sulama yöntemi­ nin uygulandığını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, bazı uygarlıklarda, insanların da­ ha yoğun gruplar oluşturduklarını ve bel­ ki siteler içinde toplandıklarını gösterir. Ni­ tekim, Mezopotamya'da, Nil vadisinde, Sindhu (İndus) ve Sarı nehir ovalarında böyle olmuştur. Böylece, antik uygarlıkla­ ra beşiklik eden ayrıcalıklı bölgeler orta­ ya çıktı; ve çok geçmeden Orta Amerika da bunlara katıldı. • Antikçağ. Uygarlık ve onunla birlikte si­ yasal ve toplumsal örgütlenme daha kar­ maşıklaştığından, nüfus da yeni gelişme­ ler gösterdi ve el sanatları ve ticari alışve­ rişler sayesinde farklılaştı. Yakındoğu'da ortaya çıkan (Eriha, VII. binyıl) kent uygarlığı, daha sonra Akdeniz bölgesinde kök saldı. İ.Ö. 2 0 0 0 'e doğru Knossos nüfusunun 100 000 kişi olduğu



ö ze lllkle g e lişm iş bir



kent ağına sşhip ülkeler



1960/1970 ve 1970/1980 arası



tahmin edilmektedir. İ.Ö. VIII. ve VII. yy.'da Mezopotamya'nın toplam nüfusu yaklaşık 5 milyon; Mısır’ınki İ.Ö. XIII. yy.’da 7 mil­ yon kadardı; YunanistanTnki İ.Ö. IV. yy.'da yaklaşık 2 milyondu. Atina'da yaklaşık 100 000 özgür insan ve muhtemelen 400 000 esir bulunuyordu. ilk genel değerlendirmeler, hıristiyanlık çağı başlangıcında Roma imparatorluğu için ileri sürüldü. (Bk. tablo.) Bu istatistiklerin kesinliği, doğru olduk­ larını göstermez. Cavaignac gibi bir tarihçi toplam nüfusun 80 milyonu bulduğunu ileri sürüyordu. Ama en azından, ülkele­ rin kaynaklarına ve etkinliklerine bakarak nüfus farklılıkları konusunda bir fikir edi­ nebiliriz; örneğin, Tuna ve Galya eyaletle­ rinde nüfus yoğunluğu kilometre karede 5-6 kişi arasında değişirken Mısır'da 179 ki­ şiye ulaşıyordu. Kentler çok büyük bir alan kaplıyordu; bütün kentler arasında Roma, dev bir metropol görünümündeydi. Uzun bir süreden beri nüfusunun 1 0 0 0 0 0 'in üs­ tünde olması gerekiyordu. Hıristiyanlığın ilk yıllarında nüfusu 500 000, İ.S. II. yy.'da bir milyonun üstündeydi. Daha sonra Ro­ ma nüfusunda bir gerileme görüldü ve imparatorluğun geri kalan bölümleri de bu gerilemeden nasibini aldı. Hıristiyanlık çağının başlangıcına doğ­ ru, Hanlar sülalesinin yönetimindeki Çin' de de tahminlere göre Roma imparatorluğu'ndaki kadar insan yaşıyordu. Antik dünyada kölelik egemendi. Sa­ vaşlarla beslenen kölelik, aynı zamanda bu dünyanın nüfus kaybını artıran bir ku­ rumdu; çünkü köleler, çocuk yapmaları­ na izin verilse bile, az çocuk yapıyorlardı. Öte yandan, Doğu da olduğu gibi Batı’ da da yeni doğmuş ya da küçük yaştaki çocukları terk etme âdeti vardı. Bu etken­ ler besin kaynaklarının kıtlıklara yol açan istikrarsızlığıyla birleşince nüfus artışının sınırlı kalmasına, hatta nüfus azalmasına yol açtı. Fakat, daha o zamanlarda bile, Uzak­ doğu'da Konfuçlus, Batı'da Platon ve Aris­ toteles, insan varlığıyla, besin kaynakları, refah düzeyi ve devletin gücü arasındaki ilişkiler üzerinde durdular; ve hükümdar­ lar, sürekli olarak insan varlığının azalma­ sını önlemeye çalıştılar. • Büyük istilalardan büyük keşiflere kadar. Göç olayı, nüfusun tarihine ve hatta Tarihöncesi'ne yeni bir hız kazandırdı. Yunanlılar'ın göçleri, hellen uygarlığının yayılma­







2/3 ten fazla



] ye



O



yarıdan fazla



J



#



dünyanın en kalabalık 25 yerleşmesi



duraklama



sında önemli bir rol oynadı. Avrupa, V. yy.'dan başlayarak, birçok kez Asya'dan gelen kavimlerin (Hunlar, Moğollar, Türkler) akınlarına maruz kaldı; ayrıca Normanlar ve Araplar tarafından istila edildi. Avrupa uluslarının bugünkü dağılımı, bu hareketlerin coğrafi bir yerleşmeyle so­ nuçlanan etkilerini hâlâ yansıtmaktadır (kuşkusuz bu arada birçok melezleşme­ ler, insan ve kaynak kayıpları, yaşam biçi­ minde bozulmalar ve dolayısıyla nüfus yo­ ğunluğunda azalmalar olmuştur), insan­ ların belli bir yere yerleşmeleri ve böyle­ ce bir ölçüde istikrarlı bir düzenin kurul­ masıyla, besin kaynakları ve nüfus yeni­ den çoğalmaya başladı. Yerleşme yerle­ rinin düzenlenmesi, tarla ve yol açma gi­ bi uzun süren çalışmalar sayesinde, XI. yy.'da, Batı'da ticaret yeniden başladı ve kentler tekrar canlandı. Bu sırada, dünyanın geri kalan bölüm­ lerinde (Asya ve Amerika) nüfus, bazı ge­ çici gerilemelere rağmen, artışını sürdür­ dü. Hıristiyanlık, ğaha sonra da müslümanlık düşüncesi nüfus sorununa eğildi. Hıristiyan tanrıbilimciler ve ahlakçılar, ço­ cuk düşürmeyi, bebekleri terk etmeyi mahkûm ettiler; "çiftleşiniz ve çoğalınız" düsturunu sürekli tekrarladılar. İslamlık bu kadar kesin hükümlü değildi ve çok ka­ dınla evlenmeyi kabul ediyordu. Hem hıristiyanlarda, hem de müslümanlarda ge­ nellikle doğum oranı çok yüksekti, ama açlık, salgın hastalıklar ve savaşlar nede­ niyle ölüm oranı da yüksekti. Yalnızca Batı’da tek tük bazı kişiler, insan sayısının kaynakları aştığını görerek bundan kaygı duydular. XIV. yy.'da İbni Haldun, daha o dönemde insan azlığıyla kaynak azlığının dönüşümlü olarak baş gösterdiğini ileri sürerek bir çeşit çevrim kuramı ortaya koy­ du. istatistik bilgiler çok az ve zayıf olmak­ la birlikte, Avrupa nüfusunun düzensiz ve kesintili bir biçimde de olsa giderek arttı­ ğı konusunda birleşiyorlardı. Örneğin, Domesday Book'a bakılarak 1090'da İngil­ tere nüfusunun 1 1 0 0 0 0 0 olduğu söyle­ nebilir. Bu rakam aşağı yukarı ülkenin Ro­ ma imparatorluğu dönemindeki nüf> ısuna eşittir. XIV. yy.'ın ortasında İngiltere'nin nüfusu 3 700 000'e çıktıysa da, veba sal­ gınından büyük ölçüde etkilendiğinden, XV. yy.’ın başında kesinlikle 2 100 000'in üstünde değildi. XVI. yy.'da nüfus artışı, özellikle büyük kentler lehine yeniden



I ki



KENT NUFUSU



nüfus başladı: Venedik ve Napoli'nin nüfusu 100 OOO’İ aştı; Paris ve Anveıs’in nüfusu 200 000 kadar olmalıydı; Roma’nın nüfu­ su ise 1526'da 50 000'i bulmuyordu. Aynı dönemde, Orta ve Doğu Avrupa’ da Elbe ve Vistül’ün ötesinde kolonileştirme süreci devam ediyordu. Bu sayede XVI. yy.’ın başında alman nüfusu yaklaşık 12 milyonu buldu; Rusya'nınkiyse aşağı yukarı 1 0 milyondu.



OÛNYA NÜFUSUNUN YAŞUUK YAPISI



Aztek ve Kiçua imparatorluklannda 20 milyonu aşkın insan yaşıyordu. Fakat, bu imparatorlukların yıkılması, nüfusun yok olması anlamına gelmiyordu; çünkü, ha­ yatta kalanlar, melezleri oluşturduktan başka, soyun sürmesini sağladılar, ikinci sonuç, Avrupalılar’ın önce Tropikal Ame­ rika’yı, sonra da Kuzey Amerika’yı sömür­ geleştirmeleri oldu. Kuzey Amerika he­ men hemen ıssızdı; o dönemde avlandık-



isparıyollar, Portekizliler, İngllizler ve Fransızlar buralara akın ettiler; ve arkadan bunlara, esir ticareti yoluyla getirilen Zen­ ciler katıldı. Sömürgeleştirmenin İlk yüz­ yılında (1492-1592) Güney Amerika'ya göç eden ispanyollar'ın sayısı 1 0 0 0 0 0 olarak tahmin edilmektedir. XVII. yy.’da, Orta ve Güney Amerika'ya yaklaşık 900 000 zenci getirildi ve 1650’den başlaya­ rak buradaki toplam nüfus (daha çok At-



Ukrayna



Japonya



% 50Ü6 n / /



„ , •r 1



H



/^ H in d is ta n Y



»inik Cumhuriyeti



P akistan v . Yemen DHC



El S a lva d o r H on d u ra s Nikaragua



j\ r ' E tyopya y İ — K enya



DOĞU ASYA



Solomon adaları »-Tanzaniya



Saint Lucia " S a in t Vincent Kolom l



GÜNEY ASYA



Endonezya Fransız Polinezyası



AVRUPA



g«nç nüfuslu ülkeler



yaşlı nüfualu ülkeler



(nü fu s u n % 4 0 la n fazlası 15 yaşın altında)



(nüfusun % 3 0 'd a n azı 15 yaşın altında) ZENCİ AFRİKA



|



| % 4 2.5-4 5 arası



!



I % 4 0-4 2.5 arası



.._



b ü y ü k b ö lg e le rin a ğ ırlıkla rı 1950. 1965 v e 1 9 8 0 'd e



KUZEY LATİN AMI AM ERİKA \ . ORTA DOĞU / KUZEY AFRİKA



O K YA N U SYA



Faeraeme adatan Ku/ey İrlanda '



Eski sovyet cumhuriyetleri



İrlandax J



Japonya



F ilip in le r



Hawaii Guam



SâO T o m é e P r in c ip e



Kuveyt — İsrail ^H ongkong



M eksika-^" Belize -y i Guatemala El S a lv a d o r ^ Honduras



W allis-et-Futuna / , J Zambiya



^



Samoa



^S aint Vincent i



Nikara®ua



Frans,2 polinezyası



Rodrigues ad.



Zimbabve Botsvana W allis-et-Futuna % 21 y a b a n cı b ir ü lk e d e d o ğ a n la rın % 's ı



j /



NÜFUS HAREKETLERİ



Dominik Cumhuriyeti



• Büyük keşiflerden sanayi devrimine ka­ dar. Avrupalılar'ın Tropikal Amerika’ya gel­ melerinin ilk sonucu Kolomböncesi uygar­ lıkların yıkılması oldu; oysa bu uygarlıkla­ rın insanları Amerika kıtası nüfusunun bü­ yük bölümünü oluşturmaktaydı; Maya.



\Uruguay



Monako Seychelles adi. /



Lüksem burg



ları alanlarda dolaşıp duran çeşitli kabile­ lerin toplam nüfusunun 1 milyonu bile bul­ madığı tahmin edilmektedir. Göç, yavaş yavaş gerçekleşti; ama Ye­ ni Dürtya'da avrupalı nüfus barındıran böl­ geler oluşması için yine de yeterliydi:



ülke le rin i u zu n süre terke d e n g ö ç m e n le rin % 's i (yıllık ortalam a)



las okyanusu kıyısında yayılıyordu) 7 mil­ yon dolayına ulaştı. Köleliğin egemen olduğu güney bölü­ mü bir yana bırakılırsa, Kuzey Amerika’ ya beyaz bir nüfus yerleşti. Kanada'da Fransızlar'ın sayısı göç yoluyla yavaş, fa-



kat doğum yoluyla hızlı bir tempoda arttı. İngiliz kolonileriyse çok daha kalabalıktı: 1715'te yaklaşık 375 000 beyaz, 58 000 zenci. Bu toprakların ve aynı zamanda Doğu Hint adaları zenginliklerinin değer­ lendirilmesi, buralarda Avrupa uygarlığı­ nın gelişmesini ve demografik büyümeyi kolaylaştırdı. Örneğin ingilizler'in sayısı 1500’de 2,5 milyonken 1700'de 5 milyo­ nu aştı; XVI. yy.’ın başında Amsterdam'ın 40 000 olan nüfusu, XVII. yy.'m sonunda 185 000'e ulaştı. Ama aynı gelişme her yerde görülmedi: İtalya’da daha az oldu; Otuz Yıl savaşlarının kasıp kavurduğu ispanya ve Almanya'daysa gerileme gö­ rüldü. Böylece, Batı Avrupa, kentlerde, liman­ larda, ticaret ve imalat merkezlerinde hızlı bir nüfus artışı sürecine girdi. Batı Avru­ pa'nın önünde sınırsız bir yayılma ve işle­ tip sömürme alanı açıldı; ve bu, aynı za­ manda, Afrika, Amerika ve Asya nüfusla­ rını derinden sarsan bir olay oldu. Bunun­ la birlikte, kaydedilen ilerlemeler henüz dar bölgelerle sınırlı kalıyordu, ilerleme­ lerden Avrupa'nın yalnızca bir bölümü doğrudan yararlandı; Avrupa köylüleri bundan oldukça az etkilendiler Yaşam ko­ şullarında köklü bir değişikliğin meydana gelmesi ancak sanayi devrimi sayesinde oldu. • Birinci sanayi devriminden bu yana. Sa­ nayi devrimiyle birlikte devlet gücü arttı ve servetlerin ve insanların sayımını yap­ ma kaygısı doğdu. Bundan sonra, istatis­ tik, nüfus tarihine yararlı bir destek olma­ ya başladı. Kuşkusuz istatistik verileri he­ nüz, tam anlamıyla kesin sayımlardan de­ ğil, tahminlerden oluşuyordu; ama başlı­ ca devletlerin, hatta kıtaların ve dünyanın nüfusunu kestirebilmek için bu kadarı yeterliydi. Böylece, XVII. yy.’ın ortası başlangıç noktası kabul edilerek günümüze kadar olan gelişmeyi belirlemek mümkün oldu. 300 yıl içinde dünya nüfusu 5 kat arttı ve Avrupa kökenlilerin bu artıştaki payı % 24'ten % 38'e yükseldi. Değişikliğin mo­ toru Batı’ydı: 1650-1750 arasında °/oo 4 olan dünyanın yıllık nüfus artış oranı, 1900-1950 arasında °/oo 9'a yükselirken, Avrupa kökenlilerin artış oranı °/oo 3'ten %o 1 0 'a çıktı. Batı’da tıp, sağlık koruma, yaşam dü­ zeyi ve teknik alanlarındaki gelişmelere bağlı olarak gerçek bir demografik dev­ rim meydana geldi ve insanların sayısıy­ la birlikte onların yaşam süresini ve do­ ğum oranlarını da değiştirdi. Önce ölüm oranındaki gerileme, yüksek bir doğum oranıyla birleşerek bir nüfus artışına yol açtı; daha sonra, doğum kontrolü yaygın­ laştığından, doğum oranı geriledi, ama ölüm oranı düşmeye devam ettiğinden doğumlar yine de ölümlere oranla bir faz­ lalık gösteriyordu. Sonunda yaş dağılımı değişti; nüfus yaşlanması baş gösterdi. Örneğin Büyük Britanya’da, 1750’ye doğru ölüm oranı °/oo 33’tü; 1850'ye doğ­ ru %o 22,4'e düştü; doğum oranı °/oo 36,9’dan %o 35,2’ye indi (bu arada °/oo 37,7lik bir doruk noktasına ulaştıktan son­ ra). Ülke nüfusu 7,8 milyondan 20 milyo­ na çıktı. Yüzyıl sonra, 1950’ye doğru, ölüm oranı artık yalnızca %o 1 2 dolayın­ daydı, ama doğum oranı da °/oo 15'i geç­ miyordu ve ülke nüfusu 48,8 milyona ulaş­ mıştı (bunun % 80’i, nüfusu 2 0 0 0 ’i aşkın yerleşme yerlerinde yaşıyordu). Büyük Britanya, 1881-1890 arasında, 2 500 000 kişiyi bulan yoğun bir dış göçe kaynaklık etti. ABD ve Rusya'nın durumu, kolonileştirilen yelerin genişliği ve doğal kaynaklar­ dan yararlanmanın boyutları açısından farklılık gösterdi: bu ülkelerde yoğunluk az, ama kitleler daha kalabalıktı. XVIII. yy.’ın ortasında Amerika’daki İngiliz kolon­ larının nüfusu 1 milyondu; 1850’de, ABD' nin nüfusu 23 milyon, 1950'de ise 150 mil­ yonun üstündeydi. Rusya'da, XVII. yy.’ın ortasında, yaklaşık 18 milyon kişi yaşıyor­ du; bu sayı, 1850’ye doğru Avrasya top­



raklarında 67 milyona, 1950’ye doğru da 200 milyonun üstüne çıktı. Her iki ülkede de nüfus artışı, yeni toprakların işgaline büyük ölçüde uygun düşüyordu. Avrupa devletlerinin sömürgeleştirme hareketi bazen sahipsiz ya da hemen he­ men ıssız alanların iskânına da yol açtı; ama, daha çok insanların yaşadığı bölge­ lerde gerçekleşti; bununla birlikte, bir nü­ fus artışı sağladı: çünkü, sömürgeciler ye­ ni kaynaklar, yeni iş imkânları ve özellikle de salgın hastalıkları yok etmeye özgü tıp yöntemleri getirdiler. Örneğin, Ingiliz Hindistaoı’nın nüfusu 1870’e doğru 256 mil­ yonken, elli yıl sonra 305 milyona ulaştı; 1951'de Hindistan Birliği ile Pakistan'ın toplam nüfusu 423 milyondu. Bunun ne­ deni, ölüm oranının °/oo 45’ten 35’e düş­ mesi, doğum oranının çok yüksek (°/oo 45) olarak kalmasıydı.



bugünkü durum Dünya nüfusu 1960'a doğru 3 milyara, 1976'ya doğru 4 milyara ulaştı ve insan­ lık hızlı bir nüfus artışı evresine girdiğin­ den, bu sayı her yıl hızla değişti. 19801990 arası dünya nüfus artış hızı, yılda 75 milyon kişiden 93 milyona yükseldi. 1991'e varıldığında 5,384 milyar olan dünya nüfusunun, 2 0 0 0 yılında 6 ,1 mil­ yarı geçmesi beklenmektedir. Dünya nüfusunun coğrafi dağılımı çok eşitsizdir. İnsanların üçte ikisi, karaların onda birinden azı üstünde toplanmış du­ rumdadır; Kuzey yarıküre insanların % 90‘ını, Eski Dünya ise % 85'ini barındır­ maktadır; insanların üçte ikisi kıyılara 500 km'den az uzaklıkta, beşte dördü de 500 m’den az yüksek yerlerde yaşa­ maktadır. Ülkelerin nüfus yoğunluğuna bakıldığında da gezegenimizin eşitlikten uzak bir biçimde iskân edilmekte olduğu açıkça görülür. Bazı ülkelerde km2'ye 3 kişiden az (Libya, Moritanya), hatta 1 ki­ şiden az (Grönland) düşerken, bazı ül­ kelerde km2'ye 300 kişiden (Japonya, Belçika), hatta 1 000 kişiden (Hongkong, Singapur) fazla düşmektedir. Ger­ çekte üç büyük odak noktası (Uzakdo­ ğu, Güney Asya, Avrupa) birkaç ikinci odak noktası (Cava, ABD'nin kuzey­ doğusu, Brezilya'nın güneyi), az nüfuslu alanlar ve hemen de ıssız alanlar vardır. Kıtalar göz önüne alındığında, demog­ rafik ağırlığı (1991'de insanların % ı58.6‘sı), çok büyük kentleri ve iki dev ulu­ suyla (Çin ve Hindistan) Asya en çok dik­ kati çeker. Avrupa daha küçük (insanlaırın % 9,4'ü), ama daha kentleşmiş bir nü­ fus odağıdır. Amerika ve Afrika'da bazı nüfus odakları varsa da ortalama nüfus­ ları (sırasıyla dünya nüfusunun % 13,5'i ve % 12,5'i) azdır. Okyanusya ise, insan­ ların ancak % 0,5'ini barındırmaktadır. Fiziksel koşullar, dünya nüfusunun coğ­ rafi dağılımında önemli bir rol oynar: yük­ seklik, kuraklık ve özellikle soğuk, nüfus dağılımını engelleyici etkenlerdir. Bunun­ la birlikte, tarihsel etkenler ve özellikle de tarihin iki büyük iktisadi devrimi olan Yenitaş çağı devrimi ("tarım devrimi” ) ile çağdaş devrim (“ sanayi devrimi” ) çok da­ ha önemli bir rol oynamıştır. Birinci dev­ rim sırasında insanlık büyük bir olasılıkla 1 0 kat, ikinci devrimin başından bu yana da 6 kat büyümüştür. İnsanlığın farklılaş­ masına katkıda bulunan, daha çok sana­ yi devrimidir. Geçmişte, kültürel farklar, özellikle de dinler ve ideolojiler, insanla­ rın yaşama biçimlerinin farklılaşmasında inkâr edilemeyecek bir rol oynamışlarsa da, günümüzde, bu çeşitliliğin nedeni, ön­ celikle sosyo-ekonomik farklarda yatmak­ tadır. Bu açıdan, insanlık hiçbir dönemde bu kadar eşitsizlik içinde olmamıştır. Farklar, her şeyden önce, aktif nüfusun yapısıyla ilgilidir. Afrika ve Asya’nın en az gelişmiş ülkelerinde aktif nüfusun çoğun­ luğu (beşte dördü ya da daha fazlası) “ birinciT’dir (tarım kesimi aktif nüfusun beş­ te dördünü ya da daha fazlasını içerir); en gelişmiş ülkelerde ise, tersine, aktif nüfus



büyük ölçüde “ üçüncüT'dür ya da “ sanayisonrası" kesimindendir (ikincil kesim ge­ rilemiştir ve üçüncül kesim şimdiden aktif nüfusun üçte ikisini istihdam etmektedir). Birinci durumda, nüfusun büyük çoğun­ luğu kırsal niteliğini korur; ikinci durumda ise, nüfus, genelleşmiş denebilecek bir kentleşme içine girmiştir (nüfusun onda dokuzundan fazlası kent yaşamı sürer). Bu iki karşıt durum arasında ara durum­ lar da vardır. Yaşam düzeyi farkları, özel­ likle 1945’ten bu yana çok büyüdü. Bir­ çok Zenci Afrika ya da Güney Asya ülke­ sinde kişi başına düşen yıllık gelir 150 ya da 120 doların altında olduğu halde, Av­ rupa ve Kuzey Amerika’nın en gelişmiş sanayi ülkelerinde bu miktar bazen 6 0 0 0 doların hayli üstündedir. Zengin ülkelerin nüfusu, iyi ve hatta fazlasıyla iyi beslenir­ ken yoksul ülkelerinki çoğunlukla yetersiz beslenir (bazen günde 2 0 0 0 kalorinin al­ tında); varlıklı ülkelerde 10 0 çocuktan yal­ nızca 1 ’i yaşını doldurmadan ölürken, yoksul ülkelerde bu oran 5'te 1'i bulur; ge­ lişmiş ülkelerde okuma yazma bilmeyen­ lerin sayısı çok az olduğu halde, dünya­ nın en az gelişmiş ülkelerinde bu sayı ye­ tişkinlerin dörtte üçünü kapsar. Demografik rejimlerde de büyük farklı­ lıklar görülür. Bazı halklar, çağdaş tarihin büyük iktisadi ve toplumsal değişimleriy­ le birlikte görülen “ demografik geçiş” dö­ neminin henüz başlangıcındadırlar: ölüm ve doğum oranları bunlarda çok yüksek­ tir Bazı halklar ise, düşük doğum ve ölüm oranlarıyla bu sürecin sonuna ulaşmışlar­ dır. ikisi arasında yer alan başka bazı halk­ larsa, yüksek kalmış doğum oranı ile çok azalmış ölüm oranı arasındaki dengesiz­ lik sonucunda hızlı bir demografik büyü­ me göstermektedirler. Bu nedenle demografik durumlar çok çelişkilidir. Zenci Afrika ve Güney As­ ya'nın en yoksul ülkelerinde 53 yıl olan ortalama yaşam süresi, Japonya, Kuzey Amerika ve Avrupa'da 75'e ulaşır. Üçün­ cü dünya ülkelerinde sağlık alanındaki gelişmeler, bulaşıcı ya da asalaklı hasta­ lıkların azalması nedeniyle aradaki fark yavaş yavaş kapanmaktadır. Birçok Afri­ ka ya da Güney Asya ülkesinde, kadın başına düşen çocuk sayısı hâlâ, 6,7 ya da daha çoktur: oysa bu sayı sanayileş­ miş ülkelerin çoğunda 2, hatta birçok Av­ rupa ülkesinde daha azdır. Bu aykırılıklar nedeniyle yaş yapısı da büyük değişiklik­ ler gösterir: demografik evrim dereceleri­ ne göre nüfuslar "genç" (% 40-45'i 15 ya­ şın altında. % 2-3'ü 65 yaşın üstünde) ya da "yaşlı" (yalnızca % 20’si genç, % 15 ya da daha çoğu yaşlı) sayılır. Buradan, çok farklı nüfus artış potansi­ yelleri ortaya çıkar: birinci durumda çok fazla (yılda % 2,5 ya da 3), ikinci durum­ da az ya da sıfır. Üçte ikisi gelişmekte olan ülkelerden oluşan insanlığın tümü için, hızlı bir artış sözkonusudur (19801990 arası, yılda % 1,8; buysa günde 250 000 kişiyi aşan bir artış demektir). Böyle bir artış hızı, başta "nüfus patlaması’ndan en çok etkilenen ülkelerde besin kaynakları sorunu olmak üzere, istihdam olanakları yaratma yetersizliği, çalışmak üzere gelişmiş ülkelere göç eğilimi gibi birçok sorun ortaya çıkarır. Fakat, bu kadar hızlı bir nüfus artışının uzun süre devam etmeyeceği sanılmak­ tadır. Nüfus artış oranı 1965-1970 yılları­ na doğru en yüksek noktasına (yılda % 2) ulaştıktan sonra, Latin Amerika'da ve özellikle Asya'da uygulamaya konulan aile planlaması siyasetlerinin etkisiyle ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda do­ ğumların azalması sonucu, o tarihten sonra düşmeye başladı. Nüfus artış hızı­ nın kesilmesi sürmektedir ve düşüş tem­ posunun daha da artacağı sanılmakta­ dır. Büyük bir ihtimalle dünyadaki nüfus artışının evrim eğrisi yatık bir S biçimi al­ maya doğru gitmektedir. 2 0 0 0 yılında in­ sanların sayısının 6 milyardan fazla ola­ cağı sanılmaktadır. Dünya nüfusunun is­



tikrar kazanması, ya da hiç değiise artış hızının yavaşlaması (geçişöncesi evrede olduğu gibi), tahminlere göre, XXI. yy.'ın ortalarında, demografik geçiş bütün dün­ ya ülkelerinde tamamlandıktan sonra, gerçekleşebilecektir. (2025 için yapılan tahmin 8,645 milyar, 2075 yılı içinse 9,462 milyar kişidir.) N ü fu s e t ü t le r i e n s titü s ü , Ankara1 da eğitim-öğretlm kurumu. Dünyada ve özellikle Türkiye'de nüfus konuları ile ilgili tıbbi, toplumsal ve ekonomik sorunları araştırmak, Türkiye'de nüfus planlaması konusunda araştırmalar yaprfıak, perso­ nel yetiştirmek, halk eğitimi alanında ça­ lışmalarda bulunmak üzere Hacettepe ünlversitesi'ne bağlı olarak kuruldu (1966). Teknik demografi, Ekonomik ve sosyal demografi olmak üzere iki anabi­ lire dalını içeren enstitü, bilim uzmanlığı ve doktora düzeyinde eğitim vermekte ve çeşitli bölgesel ve ulusal araştırmaları yü­ rütmektedir. Türkiye'deki benzerleri içinde veri bankalarının en zenginine sahiptir. N Ü F U S B İL İM a. Nüfusların iç özellikle­ ri açısından (nüfusların durumunun ve ha­ reketlerinin niceliksel çözümlemesi) ve açıklayıcı bir araştırmayla incelenmesi; nüfusbilim, gerçekleştirilen gözlemlerin yorumlanmasında, bağlantılı olduğu baş­ ka bilim dallarına (tarih, ruhbilim, iktisat, toplumbilim, biyoloji vb.) başvurur (Eşanl. D E M O G R A F İ.)



Nüfusbilim sözcüğünün fransızcası olan demografi (démographie) sözcüğünü ilk olarak 1855'te Achille Guillard, Eléments de statistique humaine ou Démographie comparée (insan istatistiği öğeleri ya da karşılaştırmalı nüfusbilim) adlı yapıtında, nüfusların durum ve hare­ ketinin özellikle niceliksel açıdan incelen­ mesiyle ilgili çalışmaları nitelendirmek için kullandı. Ama, çok daha eski tarihlerde yapılmış nüfus istatistiği çalışmalarının iz­ lerine rastlanır: Antikçağ'dan başlanarak yapılmış nüfus sayımı ya da nüfus değer­ lendirmesi çalışmaları; XVII. yy.'dan baş­ lanarak yapılmış doğumların ve ölümlerin sayısını saptamayla ilgili çalışmalar. Bu geleneği yeniden ele alan ve XIX. yy. başından sonra daha sistemli verilere (nüfus ya da medeni durum kayıtları, dö­ nem dönem yapılan sayımlar, özel anket­ ler) dayanan çağdaş nüfusbilim hızla ge­ lişti ve iki ana bölüme ayrıldı: niceliksel nü­ fusbilim, niteliksel nüfusbilim. Niceliksel nüfusbilim, bir nüfusun durumunun (sa­ yısı ve yaşlara göre bileşimi, evlilik duru­ mu, yerleşme, meslek etkinliği vb.), hare­ ketini (doğal [doğumlar, evlenmeler, bo­ şanmalar, ölümler] ya da göçlere bağlı ko­ nut, istihdam vb.) çözümlemeye uğraşır ve yalnızca sayısal olaylarla ilgilenir. Bir nü­ fusu niteleyen çeşitli büyüklükler arasın­ daki biçimsel bağlantılar, alt bölümlerin­ den matematiksel nüfusbilim'ın (ya da ka­ tışıksız nüfusbilim) konusudur Bir başka alt bölümü olan tarihsel nüfusbilim ise, resmi olmayan verilere (kilise kayıtları, ai­ le soyağaçları vb.) dayanarak istatistik ön­ cesi dönemin halklarını konu alır. Niceliksel nüfusbilim'ın amacı, nicelik­ sel çözümleme sonuçlarının yorumlanma­ sına yardımcı olabilecek biyolojik etmen­ leri, toplumsal, iktisadi ve kültürel etmen­ leri uzamda ve zamanda gözlenen deği­ şiklikleri açıklamaktır. Alt bölümlerinden ik­ tisadi nüfusbilim nüfus İle iktisat arasındaki ilişkiyi açıklar; toplumsal nüfusbilim ise, daha genel olarak, nüfus durumları ve ha­ reketleriyle toplumların evrimi arasındaki bağlantıyı kurar. — A N S İK L



N Ü F U Z a (ar nüfuZ). 1. Bir şeyin, bir maddenin bir dokunun içine geçmesi, içi­ ne işlemesi. —2. Bir kimsenin, bir toplu­ luğun vb. sözünü geçirebilme, istediğini yaptırabilme gücü; erk: Nüfuzunu kullan­ mak. Gelişmiş ülkelerin azgelişmişler üze­ rindeki nüfuzu. —3. Bir şeye nüfuz etmek, onun İçine geçmek, içine işlemek: Leke kumaşa iyice nüfuz etmiş, çıkmıyor. — 4. Bir şeye (soyut) nüfuz etmek, onu en in­ ce ayrıntılarına değin anlamak, onun an­ lamına varmak: Konuya bir türlü nüfuz edemiyorsun. —5. Bir kimseye nüfuz et­ mek, onun karşısında etkili olmak, ona söz geçirmek: Ona ancak sen nüfuz ede­ bilirsin. —6 . Nüfuz sahibi, sözü geçen, nüfuzlu. || Nüfuzu altına almak, nüfuzu al­ tında tutmak, bir kimseye istediğini yap­ tırtacak güçte olmak, egemenliği altında bulundurmak. —Cez. huk. Nüfuz ticareti, devlet memu­ ru ya da resmi bir kurul üyesiyle yakınlı­ ğını ileri sürerek para ya da başka bir ya­ rar sağlama. (Türk cez. k.'na göre, nüfuz ticareti, suçtur. Bu suçu işleyenler bir yıl­ dan beş yıla kadar hapis ve bin liradan az olmamak üzere sağlanan ya da vaat edilen çıkarın üç katı ağır para cezasıyla cezalandırılır [md. 278].) || Nüfuzu kötüye kullanma, devlet memurunun bir kişi hak­ kında memuriyetine ilişkin bir görevi kö­ tüye kullanarak keyfi bir işlemde bulunma­ sı. (Nüfuzu kötüye kullanma, suçtur. Bu suçu işleyen devlet memuru altı aydan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Suç, özel ya da siyasal bir amaçla işlenir­ se, ceza üçte birden yarıya kadar artırılır [Türk cez. k. md. 228].) —ikt. Nüfuz oranı, belli bir üreticinin üret­ tiği bir ürünü kullanan müşterilerin sayısı ile piyasada bu ürünün potansiyel müşte­ rilerinin toplam sayısı arasındaki fark. || Pi­ yasa nüfuzu, bir ürünün ya da bir marka­ nın, bir mal ya da bir hizmet piyasasında var olma derecesi. N Ü F U Z L U sıt. Etkisi, itibarı olan, sözü geçer, hatırlı kimse için kullanılır: Bakan­ lıkta nüfuzlu dostları var. Kasabanın nüfuz­ lu kişilerindendir. N Ü N sıt. (fars. nüh). Esk. 1. Dokuz. —2. Nüh-felek, nüh-kubbe, nüh-tak, dokuz gök. || Nüh-paye, dokuz cennet. N Ü H A çoğl. a. (ar. nühve'nin çoğl. nühS). Esk. Kavrayışlar, algılayışlar. N Ü H A K a. (ar. nühak). Esk. Eşek anır­ ması, anırtı. N Ü H U F T E sıt. (fars. nühuften. gizlemek'ten nühufte). Esk. Gizli, gizlenmiş: "Ancak nühuftg-i zamirini kimseye ifşâ et­ meyerek..." (Cevdet Paşa, XIX. yy.). N Ü H U R çoğl. a. (ar. nehr'ın çoğl. nühüı). Esk. Akarsular, nehirler. N Ü H U R çoğl. a. (ar nahr'ın çoğl. nühür). Esk. Kurbanlar. N Ü H U Z a. (ar. nühuz). Esk. Hareket et­ me, yerinden kalkma, kıpırdanma. N Ü H Ü F T a. Müz. Türk müziğinde bir bi­ leşik makam. (Yegâh makamının, hüseyniaşiran [mi] perdesi üzerine taşınmış uş­ şak dörtlüsüyle sona eren biçimidir.) N Ü H Ü F T H İC A Z İ a. Müz. Türk müziğin­ de, XVI. yy.’dan önce kullanılmış bir bile­



N Ü K E T çoğl. a. (ar. nükfe'nin çoğl. nükef). Esk. Nükteler; eğlenceli, zarif, ince anlamlı sözler. N Ü K H E T a. (ar. nükhet, nekhef). Esk. 1. Güzel koku. —2. Herhangi bir şeyin ken­ dine özgü kokusu. —3. Ağız kokusu. N Ü K K A R a (ar nSkir'in çoğl. nükkSr). Hariciliğin kollarından biri. — A N S İ K L inkâr edenler anlamına gelen nükkâr adı, bu mezhepten olanların, ikinci ibadi imamı Abdülvahap bin Abdurrah­ man bin Rüstem’i reddetmiş olmalarından kaynaklanır. Önceleri ibadiye"ye bağlı olan nükkâr, VIII. yy.'dan sonra bağımsız bir mezhep durumunS gelmiştir. (-> N Ü K ­ K Â R İL E R .)



N Ü K K A R İL E R a. Hariciliğin kollarından “ nükkâr"a bağlı olanlar. Önceleri bu mez­ hebin ibadiye kolundan olan nükkâriler. VIII. yy.'da Basra ¡badi imamı Ebu Ubeyde Müslim bin Ebu Kerime'nin imamlığı sırasında bu koldan ayrılarak bağımsız bir mezhep oluşturdular. Çeşitli siyasal ayak­ lanmalara katılan nükkâriler IX. yy. sonla­ rında Kuzey Afrika'da çok geniş bir ala­ na yayıldılar. Bugün de Cerbe ve Zevaga da bu mezhepten olan insanlara rastlanmaktadır. N Û K L E (O K -N Ü K L E O Z , -N U K LEU S, lat. nucleus, çekirdek'ten, önek ya dâ sonek olarak birçok söz­ cüğün bileşimine girer: nükleoplazma, mononükleoz, makronukieus. N Ü K L E A Z a. (fr. nuciéase). Biyokim. Nükleik asitlerin bölünmesini katalizleyen enzim. (Bunların İki kategorisi vardır: RNA üzerinde etkin olan ribonükleazlar ve DNA üzerinde etkin olan dezoksiribonükleazlar) N Ü K LE E R sıt. (fr nucléaire). 1. Atom çe­ kirdeğine, bundan kaynaklanan enerjiye ve bu enerjiden yararlanan tekniklere iliş­ kin: Nükleer fizik. Nükleer sanayi. —2. Gücünü atom enerjisinden alan: Nükleer santral. Nükleer endüstri. —3. Atom bom­ bası kullanan: Nükleer güçler. —Ask. Nükleer silah, nükleer enerji kul­ lanan silah. (Bunlar atom silahlarını ve ter­ monükleer silahları kapsar: uçak bomba­ sı, obüs, misil, roket, vb.) || Nükleer kuv­ vet, taktik ya da stratejik nükleer silahlar­ la donatılmış askeri güçlerin tümü. || Nükleergüc. silahlı kuvvetleri nükleer silahlarla donatılmış devlet. Dünyada beş büyük nükleer güç vardır: Çin, ABD. Fransa, Büyük Britanya ve Rusya.) —Elektrotekn. Nükleer santral -> S A N T ­ RAL.



—Fiz. Nükleer kuvvetler, atom çekirdeği­ nin kohezyonunu sağlayan kuvvetler. (Bu



uşşak dörtlüsü



N Ü F U S B İL İM S E L ilişkin.



N Ü H Ü F T İK A D İM a Müz. Türk müzi­ ğinde XVIII. yy.'dan önce kullanılmış bir makam. (Günümüze ulaşabilen örneği yoktur.)



N Ü F U S LU sıf. Say. sıf. + nüfuslu, nüfu­ su belirtilen sayıda olan yer ya da toplu­ luk için kullanılır: İki bin nüfuslu büyük bir kasaba. Yedi nüfuslu aile.



N Ü K E N a. Ayakkc. Nüken ökçe ya da nuken taban, tabanı burundan topuğa doğru kesintisiz olarak uzanmayan, ökçe­ siyle tabanı arasında kesinti ve boşluk bulunan ayakkabı. (Fefa* ökçe’nin karşı­ tı.)



nühüft makamı şik makam. (Günümüze ulaşabilen örne­ ği yoktur.)



Nüfusbilime



N Ü H Y E a. (ar nühye). Esk. Akıl, anlayış kavrayış: Eshab-ı nühye, ehl-i nühye (akıl sahibi kimseler, akıllılar).



yoçAh makamı



N Ü F U S B İL İM C İ a Nüfusbilimle uğra­ şan uzman. sıf.



zuncu gök, göğün en üst katı.



N Ü H Ü M sıt. (fars. nüh'ten nühüm). Esk. 1. Dokuzuncu. —2. Nühüm çarh, doku­



kuvvetler çok yeğin ve etkileşime giren iki nükleönun yapısından hemen hemen ba­ ğımsızdır. ii NÜZL.



N Y A K Y U S A L A R , Tanzaniya'da ya­ şayan 1 360 000 nüfuslu bantu halk. Çiftçilik ve hayvancılık yapar ve yaş sını­ fına göre belirlenen köylerde yaşarlar. 1 2 yaşa doğru erkek çocuklar, baba evinden ayrılarak kendilerine özgü bir köye yerleşir ve annelerinin yanına bes­ lenmek, babalarının yanına da ekip biç­ mek ya da hayvanlara bakmak için dö­ nerler. Bu durum evlenene kadar sürer ve evlendikleri kız onlara katılır. Bu yenlyerli oturma, akrabalardan değil, yaşıt­ lardan oluşan bir köy tipini İçerir. Babasoylu soy zinciri de böylece yok olur. Ayrıca bir “tanrısal kral” yönetiminde bir devlet yapısı içinde örgütlenirler. N Y A M L A G İR A ya da N Y A M U R A G İR A , Zaire'nin doğusunda etkin yanardağ, Virunga dağlarında, Kivu gölünün K.'inde; 3 055 m. N Y A M V E Z İ a. Nyamveziler tarafından konuşulan bantu dili. N Y A M V E ZİLE R , Tanzaniya’da yaşayan yaklaşık 700 000 nüfuslu bantu halk. Ta­ rımla geçinir ve bir devlet örgütü içinde bir araya gelen köylerde yaşarlar, ikiyanlı (anasoylu ve babasoylu) bir soyzinciri iz­ lerler. Hükümdarları, geniş siyasal ve din­ sel yetkiler taşıyan tanrısal bir kraldır; ül­ ke çapında yönetsel bir hiyerarşiye daya­ nır. N Y A N C A L A R , Malavi ve Mozam­ bik’te yaşayan yaklaşık 600 0 0 0 nüfuslu bantu halk. Ngoniler tarafından getiril­ mişlerdir. Tarımla geçinir, toplu köyler oluştururlar. Bir yaşlılar meclisiyle birlikte kalıtsal bir başkan tarafından yönetilen birçok köyü bir araya getiren reislikler biçiminde örgütlenmişlerdir. Bu bölge­ deki çoğu halklar gibi anasoyludurlar. N Y A N O A , Gabon ve Kongo'da ırmak; Du Chaillu dağlarından doğar. — Nyanga bölgesi, Gabon'un G. ucunda 21 285 km2; 98 000 nüf. Merkezi Tchibanga. N YAN G W E , Zaire’de yer, Kivu bölgesin­ de, Zaire ırmağı kıyısında. Zanzibar’daki özellikle Tippoo-Tip’teki arap kaçakçıların beslediği, son esir pazarlarından biridir. Livingstone, Cameron (1870) ve Stanley’ in (1874) ziyaret ettiği bu pazarı baron Dhanis yönetimindeki Belçikalılar ele ge­ çirdi (şubat 1893). N Y A N Z A -L A C , Burundi'nin güney -batı'sında kent, Tanganyika gölü kıyısın­ da. Ticaret merkezi. Besin maddelerine dayalı tarım sanayileri. N Y A S A g ö lü , Malavi gölünün eski adı. N Y AS S ALAN D , Malavi’nin 1964'ten ön­ ceki adı. NYATOH a. Okyanusya’da ve tropikal As­ ya’da yetişen ve oldukça ince dokulu, ya­ rı sert, yarı ağır, kırmızı esmer bir odun ve­ ren ağaç. (Odunu doğramacılıkta, kapla­ ma ve kontrplak yapımında kullanılır. Palaquium cinsi; sapotaceae familyası.) N y a y a (mantık anlamında sanskritçe söze.), kökeni Gautama’ya dayandırılan al­ tı hindu felsefe okulundan biri. Genellikle Vaişesika'ya bağlanan ve onun evrenbilimsel kategorilerini benimseyen bu okul, yenidendoğuşların çevriminden kurtul-



Nymphaion mak için, algıya ve tümevarıma dayanan bir mantık çözümlemesine göre işlem yapar:



-N Y B O R O , Danimarka'da (Svendborg am fi) kent, Fyn adasında, Büyük Belt'in batı kıyısında; 18 400 nüf. Eskiden kralın oturduğu ve kral Christian ll'in doğduğu yer olan Nyborg’da eski bir hisar vajdır. Tersaneler. Tekstil. Sjaelland adasına gi­ den feribot. N Y C K E LH A R P A ya da N İX E N H A R FE a. Yaylı İsveç halk çalgısı. (Bir kemerle boyna asılarak çalınan nyckelharpa'nın 16 telinden 5'i melodi, öbürleri ahenk telidir. Çalgının sapındaki küçük burgular, telin boyunu kısaltmaya yarar icracı tellere par­ maklarıyla basmak yerine, bu burgulardan birini çevirerek istediği tuşu kaldırır.) N Y C TA O İN AC EAE a. Aynı bürüm için­ de birçoğu bir arada toplu bulunan, taç­ sız çiçekli, ikiçenekli bitkiler familyası. (Sinirotugiller ve horozibiğiglller familyaları­ na yakın bir familyadır.) —ANSİKL. Nyctaginaceae familyasındaki bitkiler, karşıt yapraklı, ortak bir bürüm içinde toplu ya da kimisinde yalın erdişı ve ender olarak bireşeyli çiçekli otlar, ça­ lılar ya da ağaçlardır. Pek göze çarpma­ yan bu çiçekler taçyaprakları ve çanakyaprakları andıran parlak bürgü yaprakçıklarıyla çevrilidir (gelinduvağı, gecese­ fası). Bu familyada, dönenceler arası böl­ gelerde yetişen, yirmi sekiz cinse ayrılmış iki yüzden fazla tür bilinir; bunların çoğu Amerika'da yetişir. Birçoğu süs bitkisi ola­ rak yetiştirilir (mirabilis. bougainvillea, abronia, vb.) N Y C TA LU S a. Avrasya'da yaşayan, or­ ta irilikte yarasa cinsi. (Güneş battıktan sonra yakaladığı böceklerle beslenir; gün­ düzleri mağaralara, ağaç kovuklarına ya da ambarlara gizlenir. Yassıburunluyarasagiller familyası.) N Y C T A N T H E S a. Hindistan kökenli, dörtköşe dallı, karşıt, oval ya da uzunla­ masına yapraklı, yaprakların koltuğunda ya da dal ucunda şemsiye biçiminde yer alan ve ancak gece açılan sarımsı beyaz çiçekli küçük ağaç. (Zeytingiller familya­ sı; yaseminler oymağı.) N Y C T E R İB İA a. (yun nykteris, yarasa ve bios, yaşam'dan). Yalnızca yarasalar­ da asalak yaşayan puplpar sinek cinsi. (Nycteribiidae familyasının örnek tipi.) N Y C TE R İD A E a. Zool. YARIKSURATLIYARASAGİLLER familyasının bilimsel adı. N Y C T İB İİD A E a. Zool. NİKTİBİGİLLER familyasının bilimsel adı. N Y C T İB İU S a. Tropikal Amerika'da yal­ nız yaşayan, gececi, çobanaldatana ben­ zeyen iri kuş cinsi. (5 türü bilinir. Bir dalda pusuya yatarak böcekleri bekler. Bir ağa­ cın çotuğuna tek bir yumurta bırakır. Niktibigiller familyası.) N Y C T İC E B U S a. Endonezya ve Malez­ ya ormanlarında yaşayan, yünsü postlu, meyvecil, gece dolaşan makimsi maymun cinsi. (Lorlglller familyası.) N Y C T İN O M U S a Kulakları birbirine ya­ pışık ve suratı üstüne doğru devrik duran yarasa cinsi. (Nyctinomus taeniotis türü köpekburunluyarasagiller familyasının Av­ rupa'da yaşayan tek türüdür.) N Y C T O P H İLA a. Avustralya ve Yeni Gi­ ne'de yaşayan yarasa cinsi. (Burun yap­ rağı gellşmemişir. Bitkiler üzerinde uçarak böcekleri avlar. Yassıburunluyarasagiller familyası.) n y e m e n , rusçası Neman, Beyaz Rusya ve Litvanya’da ırmak; 937 km. Havzası 98 200 km2. Beyaz Rusya'nın or­ ta kesiminden, Minsk yakınından doğar, Grodno'nun aşağı kesiminde Litvanya'ya girer ve Kaunas'ın aşağı kesiminde Litvanya ile Kaliningrad (Rusya) bölgesinin sınırını çizer. Kurskiy (esk. Kurisches Haff) denizkulağına dökülür. Rejimi, Do­ ğu Avrupa'ya özgü yağmur-kar rejimidir.



—Tar. Tilsit görüşmesi 1807'de, Nyemen’ in ortasında bir sal üzerinde yapıldı. 1914’te Rennenkampf'ın komuta ettiği rus ordusu, “ Nyemen ordusu” adını taşıyor­ du. Ruslar'ın Doğu Prusya'daki yenilgisin­ den sonra, nehir baltık ülkelerinin 1915'te Almanlar tarafından alınmasına kadar Ruslar’ın savunma hattı olarak kaldı. İkinci Dünya savaşı sırasında Nyemen, 23 ve 24 haziran 1941’de Leeb ve Bock'un komu­ tasındaki alman kuvvetlerince aşıldı. Ağustos ve eylül 1944'te Kızıl ordu, Doğu Prusya üzerine ilerlemesi sırasında, Nye­ men hattına saldırdı. N Y E R E R E (Jullus Kambarage). tanzaniyalı devlet adamı (Butiama 1922). Ka­ tolik oldu, 1954'te Tanganylka African National Union'u (TANU) kurdu, milletve­ kili seçildi, 1960 yılında Başbakanlığa, 1962 ylında Tanganyika ve 1964 yılında Tanzaniya Cumhurbaşkanlığına getirildi. O zamandan itibaren düzenli olarak ye­ niden seçildi; Çin'in siyasetine oldukça benzemekle birlikte, sistemli bir bağlantı­ sı da olmayan, sosyalist eğilimli özgün bir siyaset izledi. Anayasa gereği Cum­ hurbaşkanlığı süresi dolunca görevinden ayrıldı (1985); ama partisinin başkanlığı­ nı sürdürdü. Ekim 1987’de beş yıl için yeniden parti başkanı seçildi, ancak 1990 yılında istifa ederek, parti başkanlı­ ğı görevini Cumhurbaşkanı Ali Hassan Mwinyi'ye bıraktı N Y E R S (Rezsö), macar siyaset adamı ve iktisatçı (Budapeşte 1923). Besin sa­ nayisi bakanlığı (1956-1957), Maliye ba­ kanlığı yaptı (1960-1962), Macar sosya­ list işçi partisi polit bürosuna girdi (1966), işletmelerin daha güçlü bir özerkliğine ve fiyatlarla ücretlerin sonuç­ lara uyarlanmasına dayanan bir iktisat reformu hazırladı. Ayrıca Comecon'a konvertibl bir para (bu para ruble olabi­ lirdi) getirilmesini savundu. Ancak 1974 yılı martında partideki yöneticilik görevle­ rinden ayrılmak zorunda bırakıldı. 1988 yılında tekrar parti üyeliğine getirilen Nyers, 1989-1990 yılları arasında parti başkanlığı ve devlet bakanlığı görevlerini üstlendi. N YG AA R D S VO LD (Johan), norveçli si­ yaset adamı (Hommelvik, Trondheim yakı­ nında, 1879 - Trondheim 1952). işçi partisi’nden milletvekili seçildi (1916). 1935’te partisinin seçimleri kazanmasına katkıda bulundu, Storting başkanlığı (1934-35), Baş­ bakanlık (1935) yaptı, toplumsal ve iktisadi reformlar gerçekleştirdi. Hitler’ln ültimato­ munu geri çevirdi ve alman istilası sırasın­ da Londra’ya gitti (1940). 1945’te istifa etti. N Y G Â R D (Olav), norveçli şair (Modalen 1884 - Ostre Aker 1924). Yoksulluklar, verem ve sıkıntılarla dolu kısa bir yaşam sürdü. Az sayıdaki şiirlerinde (Poèmes [fr. çev.], 1924) biçimsel titizliğin daha bir yo­ ğunlaştırdığı dokunaklı bir anlatım dikka­ ti çeker: şairin düşleme yeteneği, bu ya­ pıtlarda yeryüzündeki yaşamın mutsuz­ luklarıyla bütün çıkmazların aşılacağı ölümsüz bir evreni uzlaştırmaya çalışır. N y ik a , Malavi’de ulusal park, ülkenin ku­ zeyinde; yaklş. 900 km2. N Y İK A L A R -> DİGOLAR. N Y İR A G O N G O , Zaire'de etkin yanar­ dağ, Virunga dağlarında, Kivu gölünün G.-G.-D.'sunda: 3 470 m. n y îr io y h A z a , Macaristan'da kent, Szabolcs-Szatmâr yönetim bölgesinin merkezi; 114 166 nüf. (1990). Kaplıca kuruluşu. Tuhafiyecilik.



N Y K O B İN G f a l s t e r , Danimarka'da kent, Falster adasında (Maribo am fi) Falster'i Lolland’dan ayıran denizkolunun (bu­ gün bir köprü Falster’i Lolland'a bağla­ maktadır) kıyısında; 20 000 nüf. Gotik ki­ lise. Müze. Balıkları tüketime hazırlama. Besin sanayisi. Gemi yapımı. N Y K O B İN G M O R S , Danimarka'da li­



man kenti, Mors adasında (Thisted a m f ında), Limfjord kıyısında; 10 000 nüf. Rin­ ga avı ve ringa İşleme. XIV. yy.’da yapıl­ mış manastırda tarih müzesi.



8759



N Y K Ö P İN G , İsveç'te liman kenti, S ö dermanland ilinin (Iğn) merkezi, Nyköpingsân kıyısında; 65 000 nüf. XVII. yy.'da yeniden yapılmış şatonun önemli kalıntı­ ları; kökeni XIII. yy.’a inen kilise. Çelik fabrikası. Otomobil ve makine sanayileri. Tekstil (pamuk). Prefabrike evler. N Y LA N D E R (Frederik), finlandlyalı biyo­ log (Uleâborg 1822 - Paris 1889). Liken­ ler üzerinde çalıştı ve bunların 5 000'den fazla türünü betimledi. En önemli çalışma­ sı olan Synopsis methodica lichenum'u (Likenler konusunda metodlk liste) ta­ mamlayamadı. N Y L O N a. (tesc. edil, marka adı). -* NAYLON.



N Y M P H A İO N a. (nymphe'den yun. söze.; lat. nymphaeum). Antik, ve Güz. sant. — 1. Nymphelere adanmış anıt. —2. Bir kaynağın, bir çeşmenin üstüne ya da çevresine yapılmış yapı. —ANSİKL. Nymphaionlar çok çeşitli biçim­ ler alabilen anıtsal çeşmelerdir. Mimari açı­ dan bu yapılar genellikle nymphelerin ko­ nutu olduğu düşünülen ve bu tanrıçalara tapınılan yer olan mağarayı çağrıştırır; dor düzenindeki Albano Laziale nymphaionu ya da Nîmes'deki sözde Diana tapınağı gi­ bi bir bazilika planına göre yapılmış olan­ ları da vardır. Anıtsal niş dizilerinin yer al­ dığı başka örnekler ise, tiyatrolardaki frons scaenae'ye büyük benzerlik gösterir. Nym­ phaionlar, zengin bir biçimde heykeller, özellikle de mozaiklerle bezenmişlerdi. Bu yapı türü, XVI. yy.'dan başlayarak Batı’da, mimarlık alanında ve bahçe düzenlemele­ rinde yeniden kullanıldı. Anadolu'daki anıtsal roma nymphaionları arasında: Side, Aspendos, Perge, Efes (Traianus), Milet, Bergama, Priene, Hierapolis kentlerindekiler örnek verilebilir.



A b b a s-G a m m a



Julius Kam barage N yerere



N Y M P H A İO N . Tar. coğ. Batı Anadolu' da, İzmir'e bağlı Kemalpaşa ilçesinin Antikçağ'daki adı. Yörede Kız kalesi olarak bi­ linen bizans sarayı İznik imparatorları Laskarisler tarafından XIII. yy.’da yaptırıldı. Bu yapı genel çizgileriyle İstanbul'daki Tekfur sarayı’nı andırır. Cenevizlilerle Mikhael Palaiologos arasındaki antlaşma bu kentte im­ zalandı (1261). N y m p h a io n a n tla ş m a » , Nikaia (İznik) imparatoru Mikhael Palaiologos ile Cene­ vizliler arasında Nymphaion'da (bugün, İz­ mir'in Kemalpaşa ilçesi) imzalanan antlaş­ ma (1261). Papalık tarafından hoş karşılan­ mayan bu antlaşmaya göre, imparatorun Cenevizliler’e tanıdığı bazı ticari ayrıcalık­ lara karşılık, Cenevizliler de Palaiologos'un İstanbul'u Latinler'den kurtarmasına des­ tek olmayı kabul ediyorlardı. L a u ro s -G ira u d o n



G lanum nym phaionu (Bouches-du-Rhône) Hellenistik dönem (İ.Ö . 20'ye doğru onarım görmüştür)



N Y M P H U L A NYMPHAEATA a Göl kı yısında yaygın kelebek. (Tirfili bataklık bit­ kilerinin ve nilüferlerin yapraklarından ko­ pardığı parçalarda yapılmış bir yuvada ya­ şar. Piralgiller familyası.) [Eşanl. HYDROCAMPA NYMPHAEATA.]



N Y M P H U LİN A E a. Piralgiller familyasın­ dan, tırtılı suda yaşayan, çoğunlukla bitkicil kelebekler oymağı. (Cinsleri: Cataclysta, Paraponyx, Nymphula, Hydrocampa.) N Y N À S H A M N , İsveç'te (Stockholm), Baltık kıyısında liman kenti; 11 000 nüf. hem tıp, hem biyoloji araştırmaları yapılan sayfiye merkezi. Liman, Finlandiya ve Gotland adası arasındaki trafiği sağlar. L a u ro s -G ira u d o n



Deniz kabuktu nymphe Coyzevox’un yapıtı mermer 1683-1685



N Y M P H A İO S . Tar coğ. Doğu Anadolu' daki Kâhta çayının Antikçağ’dakl adı. Arsame'a* kenti du çayın kıyısında kurulmuştu.



Louvre müzesi, Paris



N Y M P H A Ü B A E a. Böcbil. güdCjkbaCAKLIKELEBEKGİLLER familyasının bilimsel adı.



N Y M P H E a. (yun. söze.; lat. nympha).Es­ ki Yunanistan’da çoğu kez çıplak bir genç kız biçiminde gösterilen, doğanın çeşitti yön­ lerini kişlleştiren tanrıça. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. ikonogr. Antikçağ yapıtlarında nymphelere çok sık rastlanır (deniz tanrı­ larının, Dionysos’un, Artemls’in, Zeus'un tö­ ren alayları görüntüleri; resimli vazolar, du­ var resimleri, alçakkabartmalar). Hellenis­ ts dönem heykelcileri, bir nymphenin ka­ çırılmasını, bir satyros ya da bir silenos ile çarpışmasını gösteren birçok yapıt verdi­ ler. Naias* tipi de oldukça yaygındı. Modern heykelciler de bu temaları işle­ diler: B Cellini’nin Fontainebleau nymphesi diye anılan yüksekkabartması (Louvre); J. Goujon’un Fontaine des innocents’dakı (Paris) nympheler; Versailles'da Girardon’ un Nympelerin yıkanışı, havuzlu bahçedeki bronz nympheler, Girardon ve Regnaudin’ in Apollon ılıcasındaki nympheleri, Flamen' in Diana'nın nymphesi. Coyzevox'un ünlü Deniz kabuklu nymphe'si (Louvre'da mer­ mer aslı, Versailles’da kopyası), antik bir ya­ pıttan esinlenmiştir. Ayrıca, R Julien'in Ke­ çili nymphe (Rambouillet süthanesi), Canova’nın Aşk tanrısının lir sesiyle uyanan nymphe Clesinger’nin Diana’nın nymphesi adlı yapıtları sayılabilir. Bir satyrosun gözetlediği ya da sataştığı nymphe teması Dosso Dossi (Floransa), Janssens (Kassel), Rubens (Madrid), Jordaens (Gent), Van Dyck (Berlin), Van Poelenburg (Louvre), Watteau (Louvre), Cabanel (Lille) tarafından işlendi. Tiziano'nun Nymphe ile çoban’ı (Viyana), Van Balen’in Nympheler ve faunalar11 (Dresden), Boueher’nin Nympheler ve tritonlar1! (Mainz), Vermeer'ln Diana ile nympheler’'! (Lahey), J. -Ft De Troy’un Nymphelerin yıkanışı (Nancy), Van der Werff’in Dans eden Nympheler i (Louvre), Corot’nun Diana’nın arkadaşları (Bordeaux) ve Nymphelerin dansı (Lou­ vre), Diaz’ın Nymphe ve iki aşk tanrısı (Lou­ vre) ve Henner'in birçok tablosu sayılabi­ lir. (— BAK K H A LA R , D İA N A .) —Mit. Yunanlılar nympheleri dolaştıkları yerlere göre çeşitli adlarla anarlardı: deniz­ lerde Nereus kızları, tatlısularda naiaslar, dağlarda oreasiar, meşe ormanlarında dryaslar vb. Romalılarda ise nympheler daha çok sıcak su kaynaklarının koruyu­ cu tanrıçalarıydı. N Y M P H E A C E A E a. Bot. NİLÜFERGİLLER familyasının bilimsel adı. N y m p h e n b u rg ş a to s u , Bavyera Seçici prenslerinin Münih yakınlarında yer alan ve yapımına 1664'te başlayan eski yazlık ko­ nutu. XIX. yy.’da peyzaj mimarı F. von Sekeli tarafından değiştirilen transız tarzındaki parkta, biri F. de Cuvilliös’nin (Amalienburg), ötekiler J. Effner'in yapıtları olan bir­ kaç XVIII. yy. pavyonu bulunmaktadır. Neudeck porselen yapımevi 1761’de şatonun bir kanadına taşınmıştır. Belle-İsle’in gi­ rişimleriyle 28 mayıs 1741’de, imparator Karl Albrecht ile ispanya arasînda Avustur­ ya’nın veraset sorununu çözmeyi amaçla­ yan antlaşma bu şatoda imzalanmıştır N Y M P H O N a. Denizde yaşayan küçük eklembacaklı cinsi. (Pycnogonida sınıfı.)



N Y N O R S K a. Norveççenin, bokmâl'e karşıt olarak iki biçiminden biri. (Eskiden LANDSMÂL denirdi.) [Eşanl. YENİNORVEÇÇE-]



N Y O N , İsviçre’de (Vaud kantonu) kent, Lé­ man gölü kıyısında, Lozan'ın B.'sında; 12 800 nüf. XII.-XV. yy.’dan kalma kilise (günü­ müzde tapınak). XVI. ve XVII. yy.’dan kalma şato (müze: tarih, folklor, porselenler [XVII. -XIX. yy.] ve Nyon fayansları). Roma müzesi, Léman müzesi. Ticaret merkezi. Bağcılık. N Y O N G , Güney Kamerun'da ırmak; 640 km. Sanaga’nın ağzının G.'inde Atlas okyanusu'na dökülür. Çığırı kıyısındaki Akonolinga, Nyong-et-Mfoumou yönetim böl­ gesinin (7 500 km2; 73 000 nüf.) ırmağın daha aşağı kesimindeki M ’Balmayo ise Nyong-et-Sö yönetim bölgesi’hın (3 000 km2; 77 000 nüf.) merkezidir. N Y O U İS T (Harry), İsveç asıllı amerikalı mühendis (1889 - Harlingen 1976). 30'lu yılların başında, negatif tepkimeli elektro­ nik yükselteçlerin matematik kuramını ge­ liştirdi; bu kuram ikinci Dünya savaşı sıra­ sında doğrusal servomekanizmalar, daha sonra da tüm doğrusal otomatik denetimli sistemler için genelleştirildi. N y q u ls t d iy a g ra m ı. Siber. Doğrusal bir otomatik denetim sistemi döngüsüne iliş­ kin açık döngü aktarma fonksiyonun fre­ kansa bağlı olarak değişiminin karmaşık düzlemde gösterimi. N y q u ls t ö lç ü tü ya da te o re m i. Siber 1932'de H. Nyquist’in ortaya koyduğu, doğrusal bir otomatik denetim döngüsüne ilişkin kararlılık ölçütü. Nyqulst ölçütü en te­ mel biçimiyle Nyquist diyagramı adı veri­ len eğri, gerçek sayılar ekseni üzerindeki - 1 apsisli kritik noktayı çevrelemiyorsa, doğrusal bir otomatik denetim döngüsü­ nün kararlı olduğunu ifade eder N YRO P (Martin), danimarkalı mimar (Ringköbing 1849 - Kopenhag 1921). 1876’da okulu bitirince İtalya’ya gitti, 1883'e kadar çeşitli yerleri gezdi; Kopenhag akademisi’nde ders vermek üzere geri döndü, daha sonra bu akademinin yöneticiliğine getiril­ di. Danimarka’nın başkentinde, ulusal ger­ çekçi bir akım adına, başka ülkelerin etki­ siyle benimsenen klasikçiliği çeşitli uygula­ malarıyla yadsıdı. Devlet ya da özel müş­ teriler için yaptığı birçok bina arasında Sa­ nat müzesi (1885), Eliaskirke (1905), Bispebjerg hastanesi (1908) sayılabilir. Yaptı­ ğı Belediye binası (1888-1902), hem Dani­ marka’da, hem İsveç (R. Östberg ile) ve Hollanda’da (Berlage ile) çığır açtı. N Y R O P (Kristoffer), danimarkalı dilbilim­ ci (Kopenhag 1858 - ay. y. 1931). Kopen­ hag’da roman dil ve edebiyatları profesö­ rü oldu. 6 ciltlik Grammaire historique de la langue française (fr. çev.) [Fransız dilinin tarihsel dilbilgisi] (1899-1930) adlı anıtsal ya­ pıtın yazarıdır.



Antiokhos I Soter tarafından kuruldu (İ.Ö. III. yy.'ın ilk yarısı). Nysa'da eğitim gören Strabon, kente ilişkin ayrıntılı bilgi verir Bir çayla ikiye ayrılan Nysa bir köprüyle bağlanıyor­ du. Amfitlyatro, tiyatro, gymnasion, stadion, kitaplık, buleuterion, agora, roma hamam­ ları, bizans kiliseleri başlıca yapılardı. Nekropolis yan yana dizilmiş, iki katlı, ön cep­ hesi revaklı, tonozlu yapılardan oluşuyordu. N Y S A K Z O D Z K A , Polonya'da ır/nak, Oder'in kolu (sol kıyıdan); 182 km. Snieznik kütlesinin eteklerinden doğar, KTodzko havzasını aşarak Südetler önülkesine girer. Nysa kentinin yukarı keslmindekÿki yapay göl ırmak akışının düzenlenmesini sağlar. N Y S A L U Z Y C K A , Orta Avrupa'da ır­ mak, Oder'in kolu (sol kıyıdan); 256 km. Çek Cumhuriyetinde doğar, çığırının bü­ yük bölümü Almanya ile Polonya arasın­ daki sınırı çizer (Oder-Neisse hattı). N Y S İU S a. Bazı türleri bağlara zarar ve­ ren bitkibiti cinsi. (Nysius senecionis bile­ şikgillerin çiçeklerinde yaygındır. Cinsin bütün dünyaya yayılmış birçok türü var­ dır. Uzunyarımkanatlıgiller familyası.) N Y S S A a. Kuzey Amerika’da ve Doğu Asya'da yetişen almaşık ve dökülen yap­ raklı, küçük ve az göze çarpan, çoğun­ lukla bireşeyli çiçekli, ağaç ya da ağaç­ çık. (Bu ağaçlar nemli topraklarda ve hat­ ta durgun sularda yetişir. Suda yetişen nyssa 30 m yüksekliğe ulaşır. Aralyagiller familyası.) N Y S S A . Tar. coğ. Anadolu’nun Kappadokia bölgesinde kent, Tatta gölünün (bu­ gün Tuz gölü) K.-D.'sunda, Mokissos’un (bugün Kırşehir) G.-B.’sındaydı. Nyssa pis­ koposu Gregorios kentin Halys (Kızılırmak) üzerinde olduğunu bildirir. NYSSON M A C U LATU S a. Zarkanatlı böcek cinsi. (Kazıyıcıyabanarısıgiller famil­ yasından olan bu hayvan aynı familyanın başka türlerinden bireyleri avlar.) N Y SS O R H Y N C H U S a Orta Amerika' da yaşayan ve sıtmayı yayan tehlikeli sivri­ sinek cinsi. (Bazı bilim adamlar bu hayvan­ ları Anopheles cinsine sokar; sivrisinekgiiler familyası.) N Y STAD -



UUSİKAUPUNKİ.



N ysta d b a rışı, 10 eylül 1721’de Nystad’ta (Uusikaupunki) imzalanan antlaşma. İsveç ve Rusya arasındaki Kuzey* savaşı’na son veren bu antlaşmaya göre İsveç kendi Baltık eyaletlerini ve Doğu Karelya’yı Rusya'ya bırakıyordu. (-» ikinci KUZEY BARIŞI.) NYSTROEM (Gösta), isveçli besteci ve res­ sam (Silvberg, Dalarna, 1890 - Sârö 1966). Müzik öğrenimini Almanya’da ve Fransa’da (Vincent d ’indy ile) tamamladı. Picasso, Braque ve F Léger’den etkilendi. Altılar grubu'yla, özellikle de A. Honegger ile dostluk kurdu. Yenlromantlk üsluptaki bes­ telerinin tekniği, ana hücreler arasında dü­ zenlemelere dayalıdır. Başlıca yapıtları: altı senfoni (Sinfonia breve, 1931; Sinfonia espressiva, 1937; Sinfonia del mare, 1948; Sin­ fonia Shakespeariana, 1952; Sinfonia se­ na, 1963; Sinfonia tramontana, 1965), çel­ lo İçin bir konsertan senfoni (1944), viyola (Fransa'ya saygı, 1940), keman (1954), kon­ çertoları, oda müziği yapıtları, melodiler, bir opera (Herr Ames, 1959).



N Y S A , Polonya’nın güney-batı'sında kent, Silezya ovasıyla Südetler’in önülkeslyle komşu olduğu yerde, Nysa Ktödzka kıyı­ sında; 41 000 nüf. Bütün Polonya'nın en eski ve anıtlar bakımından en zengin ken­ tidir (XIV.-XVI11. yy.). Sanayi donanımları ve otomobil sanayisi.



N y u g a t (Batı), macar edebiyat dergisi, 1908’de kurulan derginin İlk yazı İşleri mü­ dürlüğünü edebiyat eleştirmeni ignotus yaptı. Bu dergide yazanlar arasında Endre Ady, Zsigmond Mórlcz ve Mlhály Bablts sayılabilir; Ernö Osvât’ın ölüm tarihi olan 1929’dan sonra yönetimi son İkisi ele aldı. Dergi sanatın kesin özerkliği için savaştı, aynı zamanda yeni yetenekleri ortaya çıkar­ maya çalıştı. 1941'de macar hükümeti ta­ rafından yasaklanınca, Gyula ¡llyés aynı doğrultudaki Magyar Csillag'ı (Macar yıl­ dızı) kurdu.



N Y S A . Tar. coğ. Anadolu’nun B.'sında, Aydın'ın 30 km K.-D. 'sunda antik kent; Sultanhisar ilçe merkezinin yerinde bulu­ nuyordu. Daha önceki Athymbra adlı bir yerleşmenin yerine Selefkiler döneminde



N ’ Z É R É K O R É , Gine'nin güney-doğusunda kent, ormanlık bölgede, bölge merkezi; 22 500 nüf. Bıçkı ve kontrplak fabrikası. — N'Zérékoré bölgesi, 10 200 km2; 216 355 nüf.



KAYNAKÇA



N a b i. i. A. (Gövsa), Nabi (İstanbul, 1933). —M. Uraz, Nabi (İstanbul, 1944). —A. S. Levend, N abi’nin surnamesi (İstanbul, 1944). —M. Kaplan, Nabi ve orta insan tipi (Türk dili ve edebiyatı dergisi, c. XI, İstanbul, 1961). —A. Karahan, Na­ bi (Ankara, 1987). N a b iz a d e N a z ım . M. K. inal, Son asır turk şairleri (İstanbul, 1940). —M. N. Özön, Son asırtürk edebiyatı tarihi (İstanbul, 1941). N a d ir Ş a h . W. Jones, Histoire de Nadir Chah (London, 1770). — F R. Unat (yay.), A bdi tarihi (Ankara, 1943). —Y. H. Bayur, Nadir Şah Af­ şar'ın ölümünden sonra Osmanlı devletini İran'ı istilaya kışkırtmak için yapılan iki deneme (Belleten, sayı 46, Ankara 1948; Osmanlı dev­ letinin Nadir Şah Afşar’la barış yap­ masını önlemek amacını güden bir gurkanlı denemesi (Belleten, sayı 49, Ankara, 1949). —i. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, c. IV/1 (Ankara, 1956). —M. Aktepe, Patrona isya­ nı (İstanbul, 1958). n a fa k a . S. S. Tekinay, Türk aile hukuku (İstanbul, 1986). N a ili ya da N a lli-i K a d im . Müstecabizade ismet, Naili-i Kadim (İs­ tanbul, 1316 [1898]). —i. Kutluk, Naili-i Kadim'in hayatı ve karakteri (Ülkü mecmuası, 3. seri, no. 34, An­ kara, 1949); Naili-i Kadim hayatı ve eserleri (İstanbul, 1962); Naili-i Kadim'in 'sanatı ve kişiliği (Türk dili araştırmaları yıllığı. -Belleten 1964, Ankara, 1965). —A. Gölpınarlı, Naili-i Kadim (İstanbul, 1953). —H. ipekten, Naili-i Kadim hayatı ve edebi kişiliği (Ankara, 1973). N a im a . Cenap Şahabettin, Naima ile beraber (Servet-i fünun, sa­ yı 53, İstanbul 1922). —A. R. (Altınay), Naima Efendi menfada (Türk tarih encümeni mecmuası, c. I, sa­ yı 5, İstanbul, 1931); Âlimler ve sa­ natkârlar (Ankara, 1980). —A. C. (Yöntem), Naima tarihi'hden müntehap parçalar (İstanbul, 1927). — M. Aktepe, Naima tarihinin ma­ hiyet ve kıymeti (Tarih dergisi, sayı 1, İstanbul, 1949). —A. H. Çelebi, Naima hayatı, sanatı, eserleri (İs­ tanbul, 1953). —L. V. Thomas, A study of Naima (New York, 1972). N a k ş I A li Akkirmanlı. Z. Gül, Akkirmanlı Nakşi (İstanbul 1975). n a k ş lb a n d l ll k . Ali Behçet, Risale-i abidiyye-i nakşibendiyye (İstanbul, 1260 [1844]). —Cami, Nefahat ül-üns, çev. Lamii Çelebi (İstanbul, 1289 [1872]). - H . L. Suşud, İslam tasavvufunda hacegân hanedanı (İstanbul, 1958). —M. F. Köprülü, Türk edebiyatında ilk mu­ tasavvıflar (Ankara, 1982). N a m ık K e m a l. Nuri, Akkâ (İstan­ bul, 1298 [1881]). —Reşad, Kemal ile muharebemiz (İstanbul, 1326 [1908]). —İsmail Hakkı, Yâd-ı mazi (İstanbul, 1332 [1914]). - Ş . N. (Ergun), Namık Kemal (İstanbul, 1933); Namık Kemal'in şiirleri (İs­ tanbul, 1938). —Rıza Nur, Namık Kemal (İskenderiye, 1936). —M. N. Ûzön, Namık Kemal ve ibret gaze­ tesi (İstanbul, 1938). —N. F. Kısakürek, Namık Kemal (Ankara, 1940). —Ankara Dil ve tarih-coğrafya fakültesi (yay.), Namık Kemal hakkında (İstanbul, 1942). —i. Sun­ gu, Namık Kemal (İstanbul, 1942).



—i. H. Uzunçarşılı, Namık Kemal'in Abdûlhamid'e takdim ettiği arızalar ile Ebüzziya Tevfik Bey'e yolladığı bazı mektuplar (Belleten, sayı 42, Ankara, 1947). —M. Kaplan, Na­ mık Kemal (İstanbul, 1948). —M. C. Kuntay, Namık Kemal (3 c, İstanbul, 1944-1956). —N. H. Onan, Namık Kemal'in Talim-i edebiyat üzerine bir risalesi (Ankara, 1950). —A. H. Tanpınar, Namık Kemal antolojisi (İstanbul, 1942); XIX. asırtürk ede­ biyatı tarihi (İstanbul, 1956). —A. Ertem, Namık Kemal'in şiirleri (İs­ tanbul, 1957). —F. A. Tansel, Na­ mık Kemal'in hususi mektupları (4 c, Ankara, 1967-1968). —Ö. F. Akün, Namık Kemal'in mektupları (İstan­ bul, 1972). —Ebüzziya Tevfik, Yem OsmanlIlar, haz. Z. Ebüzziya (3 c, İstanbul, 1973-1974). -Y . Mardin, Namık Kemal'in Londrası (İstanbul, 1974). —Ahmed Mithat Efendi, Menfa, haz. i. C. Kut (İstanbul, 1988). N a s r e ttin H o c a . M. F. Köprülü, Nasreddin Hoca (İstanbul, 1918). —Veled izbudak, Letaif-i Nasreddin Hoca (İstanbul, 1929). —A. Kaynardağ, Nasreddin Hoca kitapları (Yeditepe, sayı 8 , İstanbul, 1959). —A. Gölpınarlı, Nasreddin Hoca (İstan­ bul, 1961). —R N. Boratav, Autour de Nasreddin Hoca. Textes et com­ mentaires (Oriens, c. XVI, Leiden, 1963); Nasreddin Hoca ve memle­ keti Sivrihisar üzerine (Hacettepe sosyal ve beşeri bilimler dergisi, c. V, sayı 1, Ankara, 1972). — R Aybak, Nasreddin Hoca bibliyografyası (Türk kültürü araştırmaları, sayı 11, Ankara, 1964). —M. Aksel, Resim­ lerde Nasreddin Hoca (Türk folklor araştırmaları, sayı 192, İstanbul, 1965). —Ş. Altundağ, Sosyoloji ve psikoloji bakımından Nasreddin Hoca ve dersi (Türk folklor araştır­ maları, sayı 192, İstanbul, 1965). —G. i. Constantin, Nasr ed-Din Khodja chez les Turcs, les peuples balkaniques et les Roumains (Der islam, c. XLIIl, sayı 1-2, Berlin, 1967). —C. Orhunlu, Nasreddin Hoca’nm soyu ile ilgili b ir belge (Belgelerle turk tarihi dergisi, sayı 3, İstanbul, 1967). —C. Öztelli, Nas­ reddin Hoca fıkralarının kaynağı (Türk folklor araştırmaları, sayı 217, İstanbul, 1967). —M. And, Bir oyun ve Nasreddin Hoca bibliyografya­ sına ek (Türk folklor araştırmaları, sayı 245, İstanbul, 1969). —K. R. F. Burrill, The Nasreddin Hoca stories. An early Ottoman manuscnpt at the university of Groningen (Archivum ottomanicum, c. II, The Hague, 1970). —E. Tokmakçıoğlu, Bü­ tün yönleriyle Nasreddin Hoca (İs­ tanbul, 1971). —Z. Gökalp, Nasred­ din Hoca'mn latifeleri (Diyarbakır, 1972). —Ş. Kurgan, Nasreddin Ho­ ca üzerine (I. Uluslararası türk folk­ lor semineri bildirgeleri, Ankara 8 -14 ekim 1973, Ankara, 1974). —S. Sakaoğlu, AvrupalI seyyahların eserlerinde Nasreddin Hoca (Türk folkloru araştırmaları, 1981/1, Anka­ ra, 1981). —i. Enginün, Bir oyun kahramanı olarak Nasreddin Hoca (Milli kültür, sayı 47, Ankara, 1984). —F. Türkmen, Nasreddin Hoca fık­ ralarının yayılma sahaları (Türk dili ve edebiyatı araştırmaları dergisi, c. III, İzmir, 1984). —M. S. Koz, Nas­ reddin Hoca'dan fıkralar (İstanbul, 1984). —A. E. Bozyiğit, Nasreddin Hoca bibliyografyası üzerine bir



deneme (Ankara, 1987). N a u m E fe n d i. R. A. Sevengil, Opera sanatı ile ilk temaslarımız (İs­ tanbul, 1969). N a zım P a şa (Mehmet). F. A. Tan­ sel, Bir mevievi naşir ve şairi: Meh­ met Nazım Paşa, basılı eserleri ve yazma şiir mecmuası (İlahiyat fakül­ tesi dergisi, c. XIV, Ankara, 1966). N a z m i (Edirneli). M. F. Köprülü, Milli edebiyat cereyanının ilk mübeşşirleri ve Türki-i basit (İstanbul, 1928); Milli edebiyat cereyanının ilk mübeşşirlerinden Edirneli Nazmı (Hayat mecmuası, sayı 107 ve 108, Ankara, 1928). —N. Atsız, Edirneli Nazmi’nin eseri ve bu eserin türk dili ve kültürü bakımından ehemmi­ yeti (Orhun mecmuası, sayı 9, İs­ tanbul, 1934). N e c a ti B ey. H. Mazıoğlu, Neca­ ti'nin türk dili ve edebiyatının geliş­ mesindeki yeri (Türk dili, sayı 114, Ankara, 1961). —A. N. Tarlan, Ne­ cati Bey divanı (İstanbul, 1963). —M. Çavuşpğlu, Necati Bey diva­ nının tahlili (İstanbul 1971); Necati Bey divanı, seçmeler (İstanbul, 1972). N e d im . A. Hamdi, Eşar-ı Nedim (İstanbul, 1920). —Ali Canip (Yön­ tem), Nedim'in hayalı (Türkiyat mecmuası, c. I, İstanbul, 1925). —Ahmed Refik (Altınay), Nedim'in gayr-ı matbu bir kitabesi (Milli mec­ mua, c. I, İstanbul, 1926). —Yusuf Ziya, Nedim (İstanbul, 1932). —İb­ rahim Alaeddin (Gövsa), Nedim (İs­ tanbul, 1932). —Ahmet Cevat, Ne­ dim hayatı, seçme gazelleri, şarkı­ ları ve muhtelif parçaları (İstanbul, 1938). —A. Gölpınarlı, Nedim diva­ nı (İstanbul, 1951). —N. Yesirgil, Nedim (İstanbul, 1952). —H. Mazıoğlu, Nedim'in divan şiirine getir­ diği yenilik (Ankara, 1957). —F. A. Ozarisoy (Ankara, 1969). —C. Kud­ ret, Nedim (İstanbul, 1985). N e d im -i K a d im . O. Horata, Nedim-i Kadim divançesi, incele­ me, tenkitti basım (Ankara, 1987). N e f'l. Ali Emiri, Nefi'nin nazireleri (Osmanlı tarih ve edebiyatı mec­ muası, sayı 9, İstanbul, 1915). —M. K. (inal), Nefi'ye dair (Türk tarih en­ cümeni mecmuası, 17. sene, no. 19/96, İstanbul, 1928). -S a ffe t Sıdkı (Bilmen), Nefi ve Siham-ı kaza'sı (İstanbul, 1943). —A. N. Tarlan, Ne­ fi'nin farsça divanının tercümesi (İs­ tanbul, 1944): Nefi ve tuhlet üi-uşşak tercümesi (İstanbul, 1964). —K. E. (Kürkçüoğlu), Nefi'nin bilin­ meyen birkaç şiiri (Dil ve tarih-coğrafya fakültesi dergisi, c. VII, sayı 2, Ankara, 1949). —A. Karahan, Nefi (Ankara, 1986). N e m r u t d a ğ ı. R. Maxon, Türki­ ye'nin krater gölü: Nemrut gölü (MTA dergisi, sayı 5, Ankara, 1935). —S. Erinç, Doğu Anadolu coğraf­ yası (İstanbul, 1953). —K. Karamanoğlu, Nemrut dağı bitkileri (Türk biyoloji dergisi, sayı 12, İstan­ bul, 1962). —i. Ûzpeker, Nemrut yanardağının volkanolojik incele­ mesi (TÜBİTAK 4. Bilim kongresi, Ankara, 1973). —i. Yalçınlar, Nem­ rut sönmüş volkanı ve kalderası (İs­ tanbul Üniversitesi coğrafya ensti­ tüsü dergisi, sayı 18/19, 1973). —Y. Gûner, Nemrut yanardağının jeolo­ jisi, jeomorfolojisi ve volkanizmanın evrimi (Jeomorfoloji dergisi, sayı 12, Ankara, 1984).



8761



N e rg is i. Rıza, Tezkire (İstanbul, 1316 [1898]). —Safvet Bey Başağiç, Nergisi (Yeni mecmua, c. I, no. 15 -19, İstanbul, 1917). —İbrahim Na­ ci (Dilmen), Tarih-i edebiyat dersleri c. I (İstanbul, 1338 [1919]). Suyolcuzade Mehmed Necip, Devhai ül-küttap, yay. Kilisli Rifat (İstan­ bul, 1942). —A. S. Levend, Türk edebiyatı tarihi I (Ankara, 1973). N e s im i (Seyit imadettin). A. Gölpınarlı, Nesimi, Usuli, Ruhi hayatı, sanatı, şiirleri (İstanbul, 1953). —i. Olgun, Seyyit Nesimi üzerine not­ lar (Türk dili araştırmaları yıllığı -Belleten 1970, Ankara, 1971). —R. K. Burrill, The quatrains of Nesimi, fourteenth century turcic hurufr (The Hague-Paris, 1972). —H. Ayan, Seyyid Nesimi hayatı, edebi şahsiyeti ve türkçe divanının tenkitli metni (Ankara, 1976). —K. E. Kürk­ çüoğlu, Nesimi divanından seçme­ ler (Ankara, 1985). N e ş a ti. S. N. (Ergun), Neşatı’nin hayatı ve eserleri (İstanbul, 1933). —I. Ünver, Neşati (Ankara, 1986). N e ş ri. F. Arık, Neşri'nin hayatı ve eserleri (İstanbul, 1936). —F. R. Unat, Neşri tarihi üzerinde yapılan çalışmalara toplu bakış (Belleten, sayı 25, Ankara, 1943). —F. Taeschner, Neşri tarihi elyazıları üzerine araştırmalar (Belleten, sayı 60, An­ kara 1951). —V. L. Ménage, Neshri's history of the Ottomans. The sources and development of the text (London, 1964). N e v ’i. T. Olgun, Şair Nev'i ve Su­ riye kasidesi (İstanbul, 1937). —M. Tulum ve M. A. Tanyeri (haz.), Nevi divanı (İstanbul, 1977). n e v ru z . M. F. Köprülü, Nevruz'a ait (Hayat mecmuası, c. I, sayı 18, Ankara, 1927). —K. Alpaslan, Top­ rak bayramı nevruz (Uludağ, sayı 76, Ankara, 1946). —B. Noyan, Şi­ a'nın bayramlarından nevruz (Türk dili ve edebiyatı dergisi, c. II, İzmir, 1983); Nevruz erkânı (Türk dili ve edebiyatı dergisi, c. II, İzmir, 1983). —M. A. Çay, Türk Ergenekon bay­ ramı nevruz (Ankara, 1985). —H. Başbuğ, Nevruz (Türk dünyası araştırmaları, sayı 34, İstanbul, 1985). N e v ş e h ir (il). G. Bartsch, Über Tuffkegelbildung in der Ausrâumlandschaft von Ürgüp in Mittelanalolien (Zeitschrift der Gesellschaft für Erdkunde zu Berlin, 1936). —T. Bilgin, Acıgöl (İstanbul Üniversite­ si coğrafya enstitüsü dergisi, sayı 11, 1960). —MTA, Türkiye jeoloji haritası (1:500 000, Kayseri, Anka­ ra, 1961). —Ô. Sür, Nevşehir ve Ür­ güp çevresinde jeomorfoloji araş­ tırmaları (Coğrafi araştırmalar der­ gisi, sayı 154, Ankara, 1964); Tür­ kiye'nin, özellikle iç Anadolu'nun genç volkanik alanlarının jeomorfo­ lojisi (Ankara, 1972). —M. Tuncel, XVIII. yüzyıl iç Anadolu'sunda iki yeni şehir: Yozgat ve Nevşehir (First international congress on the social and economic history of Turkey 1071-1921, Ankara, 1977). -T . Yıldı­ rım ve R. Özgür, Acıgöl kalderası (Jeomorfoloji dergisi, sayı 10, An­ kara, 1981). —DİE, Tarımsal yapı ve üretim (Ankara, 1984); GeneI nüfus sayımı 1985 (Ankara, 1986). —Ö. Emre ve Y. Güner, Ürgüp yöresi peribacalarının morfojenezi (Jeomor­ foloji dergisi, sayı 16, Ankara, 1988).



8762



N e v ş e h ir (kent). Ahmed Refik (Al­ tı nay), Damad İbrahim Paşa zama­ nında Ürgüp ve Nevşehir (Türk ta­ rih encümeni mecmuası, XIV. yy., sayı 3/80, İstanbul, 1924). —Z. Korkmaz, Nevşehir ve yöresi ağız­ ları (Ankara, 1961). —R. Rehber, Nevşehir ve Göreme (Ankara, 1961). —O. Yalçın, Nevşehir (İstan­ bul, 1961) -—M. Y. Akdevelioğlu, Nevşehir-Göreme (Ankara, 1962). —A. Bilge, Bazı abideleri ve kitabe­ leri ile Nevşehir ve Lale devri (Kon­ ya, 1966). —T. Gürbudak, Nevşe­ hir'in Türkiye ve dünyadaki turistik değeri (Ankara, 1969); Nevşehir il yıllığı 1967 ve 1973. N e v ş e h irli D a m a t İb r a h im P a ş a . M. F. Köprülü, Nevşehirli İb­ rahim Paşa’ya dair vesikalar (Hayat mecmuası, c. I, sayı 9 ve 16, Anka­ ra, 1926). —M. Aktepe, Damad İb­ rahim Paşa devrinde lâle (Tarih der­ gisi, sayı 7, 8 , 9, İstanbul, 1952 -1954); Patrona isyanı (İstanbul, 1958). N lğ b o lu s a v a ş ı. Feridun Bey, Mecmua-i münşeat-ı selatin, c. I (İs­ tanbul, 1264 [1848]). - M . H. (Ylnanç), Düsturname-i Enveri (İstan­ bul, 1928). —Necati Salim, Niğbolu (İstanbul, 1931). —Mehmed Neş­ ri, Kitab-ı cihannüma, haz. F. R. Unat ve M. A. Köymen, c. I (Anka­ ra, 1949).



N iğ d e (il). M. M. Blumenthel, Niğ­ de ve Adana vilayetleri dahilindeki Toroslar'ın jeolojisine umumi bir ba­ kış (MTA yayınları, seri B, sayı 6 , An­ kara, 1941). —G. Bartsch, Sied­ lungsgang und Siedlungsraum im südöstlichen anatolischen Hoch­ land (Giessen, 1957). —MTA, Tür­ kiye jeoloji haritası ( 1: 500 000, Niğde, Adana paftaları, Ankara, 1961/1962). —DİE, Tarımsal yapı ve üretim (Ankara, 1984); Genel nüfus sayımı 1985 (Ankara, 1986). —T. Er­ can, T. Yıldırım ve A. Akbaşlı, Gelveri (Niğdej-Kızılcin (Nevşehir) ara­ sındaki volkanizmanın özellikleri (Jeomorfoloji dergisi, sayı 15, An­ kara, 1987). N iğ d e (kent). A. Gabriel, Monu­ ments Turcs d ’Anatolie. Kayseri -Niğde, c. I (Paris, 1931); Niğde türk anıtları, çev. A. A. Tütenk (Ankara, 1962). —Halil Edhem (Eldem), Niğ­ de kılavuzu (İstanbul, 1936). —H. Ongan, Niğde halk türküleri (Niğ­ de, 1937). —Z. Oral, Niğde tarihi tetkiklerinden Hüdavend Hatun tür­ besi (Niğde, 1939). —A. Galante, Niğde ve Bor tarihi (İstanbul, 1951). —A. Ercan, Niğde türküleri (Niğde, 1965). —O. Yalçın, Niğde (İstanbul, 1970). -N iğ d e il yıllığı 1967 ve 1973. N iy a z i B e y R e s n e ii. Ahmet Ni-



yazl, Hatırat-ı Niyazi yahut tarihçe-i inkılab-ı kebir-i osmaniden bir sah/fe (İstanbul, 1326 [1910]). - A . B. Kuran, inkılab tarihimiz ve ittihat ve Terakki (İstanbul, 1948).



(1966). —E. Akurgal, Ancient civi­ lizations and ruins of Turkey (1983). —E. Atalay, 1985 yılı Notion kazıla­ rı (VIII. Kazı sonuçları toplantısı, 1987).



N lz a m ıc e d it. Şerif Mehmed, Sultan Selim-i salis devrinde nizam -ı devlet hakkında mutalaat (Tarlh-i Osmani encümeni mecmuası, 7. sene, sayı 1, İstanbul, 1916). —E. Z. Karal, Nizam-ı cedite dair vesi­ kalar (Tarh vesikaları, c. I, sayı 6 , c. II, sayı 8 , 11, 12, İstanbul, 1942 -1943); Selim lll'ün hatt-ı hümayun­ ları. Nizam-ı cedit 1789-1807 (Anka­ ra, 1946); OsmanlI tarihi, c. V (An­ kara, 1947).



n u r c u lu k . N. Armaner, İslam di­ ninden ayrılan cereyanlar: Nurcu­ luk (Ankara, 1964). —Ç. Ûzek, Türkiye'de gerici akımlar ve nurcu­ luğun içyüzü (İstanbul, 1964).



N iz a m ü lm ü lk . C. Schefer, Siasset Namèh. Traité de gouverne­ ment comparé pour le sultan Mélik -Châh par le vezir Nizam oul-Mooulk (Paris, 1891). —M. Ş. Çavdaroğlu (çev.), Siyasetname (İstanbul, 1954). —i. Kafesoğlu, Büyük Sel­ çuklu veziri Nizamüi-Mülk'ün ese­ ri: siyasetname ve türkçe tercüme­ si (Türkiyat mecmuası, c. XII, İstan­ bul, 1955). —M. A. Köymen (haz.), Siyasetname (İstanbul, 1982). N o k s a n i, asıl adı İsmail. Ş. Elçin. Bir alevi şairi: Noksani (Türk halk edebiyatı araştırmaları, Ankara, 1977). N o tio n . G. Bean, Aegean Turkey



N u r e ttin (Ebulkasım Mahmut bin imadettin Zengl). ibn Halllkan, Vefeyat ül-ayân, çev. Rodosizade Mehmed (İstanbul, 1280 [1863]). —imadeddin el Bondarl, Irak ve Horasan Selçukluları tarihi, çev. K. Burslan (Ankara, 1943). N u r e ttin M e h m e t C e rra h i. Sadık Vicdani, Tomar-ı turuk-u âliyyeden halvetiyye (İstanbul, 1341 [1922]). —K. Nomer, Nureddin-i Cerrahi (İslam mecmuası, c. V, sa­ yı 7, Ankara 1922). —Ş. Yola, Schejch Nureddin Mehmed Cerrahi und sein Order 1721-1925 (Berlin, 1982). N u tu k . M. Gökman, Atatürk ve devrimleri bibliyografyası (2 c, İs­ tanbul, 1968 - 1974). —Söylev özel sayısı (Türk dili dergisi, sayı 314, Ankara, 1977). —H A. Önelçln, N utuk’un içinden (İstanbul, 1981).



® 0 a. 1. Türk abecesinin on sekizinci harfi. —2 Geniş, yuvarlak, art ünlü. —ANSİKL. Dilbil. Fenike abecesindeki, “ göz" anlamına gelen ayn (göstergenin önceki yazılarda rastlanan biçimine uyar) boğazsıl bir ünsüzü belirtiyordu. Yunanlı­ lar bu göstergeyi o ünlüsünün yazımında kullandılar ionialılar’ın yaptığı kısa bir o (omikron) ile uzun bir o (omega) arasın­ daki ayrım klasik yunan abecesinde be­ nimsenmiş, ama Etrüskler'le Romalılar ta­ rafından kullanılmamıştır. Tek çizgiyle çi­ zilmiş çember biçimindeki o’nun ortaya çıkması, latin yazılarında, özellikle de iş­ lek biçimlerde, çok sonralara rastlar: ge­ nel olarak o yönleri ters iki yarım çemberle gösterilirdi; bu durum çoğunlukla dikey bir eksenin iki yanında bulunan kalın çiz­ gileri de açıklar. • Sesbilgisi. O sesi, eski türkçe dönemin­ den beri kurallı olarak yalnızca ilk hece­ lerde bulunur. Şimdiki zaman eki -yor, yorı'yürümek' {¡ilinin ekleşmesi ile ortaya çık­ tığından (XV. ve XVI. yy.) bu kurala aykırı­ dır. Ayrıca ünlemlerde (aboo!, ohooi), bi­ leşik sözcüklerde (karakol, başıboş, akkor, anayol), aktarımlarda (doktor, koridor, ra­ por, panorama, pantolon, hipodrom) ilk heceden sonraki hecelerde de o sesi bu­ lunur. • Tarihsel sesbilgisi. Eski türkçede o sesi bulunduran kimi sözcükler, Türkiye türkçesinde daralarak u ve ü olmuştur: yorı> yöri- > yürü-, odun- > oyan- > uyan-, • bodun > budun, bo > bu. Eski türkçe­ de işte anlamında kullanılan oş sözcüğü de uş olduğu gibi türevlerinde ş sesinin daraltıcı ve inceltici etkisiyle i sesine dö­ nüşmüş, bazen de düşmüştür: Oş ol > uşol > şol, oş amtı > uş emdi > şimdi, oşda > uşda > işte. Doğu türkçesinde buz- biçiminde olan ve eski türkçede de doğu türkçesindeki gibi olduğu varsayı­ lan fiil, Türkiye türkçesinde boz- olmuştur. Yine doğu türkçesinde tuğ- biçiminde kul­ lanılan fiil, Türkiye türkçesinde toğ- > doğ- olmuştur. Eski türkçede kısa o sesi yanında bir de uzun o sesi (o) vardır. Bu ses uygurca ya­ zıda iki o ile gösterilmiştir: oon ö n ’, oot öd, ateş’, toon 'don, elbise', tooz 'toz'. Bu sözcükler bugünkü türmencede de uzun ünlü ile söylenir. Yakutçada ise o, 5 > u o gelişmesi görülür: uot 'ateş', uon 'on', suol 'yol', tuol- 'dolmak'. Kazan türkçesinde ve başkırtçada o > u gelişmesi görülür: bol- > bul- 'olmak', kol > > kul 'kol', oku- > uku- 'okumak', yol > yul ‘yol’. Kaşka ağzında o > ü olur: ok > Oh, ol- > ül-, çok > çuh. Özbekçede o ile a arasında bir ses var­ dır: â. Genel türkçedeki kimi a sesleri, â'ya dönüşmüştür: baş < baş, âl- < al-, uyğân- < oyğan- ‘uyanmak’, kelmâk 'gelmek', bay < bay 'zengin'. Arapça ve



farsçadan geçen uzun a sesleri de özbek­ çede â'ya çevrilir: zaman < zaman, devâr < divar, hâne < hâne, kitâb < kitâb. Doğu türkçesinde ikinci hecede bulu­ nan u sesi gerileyici benzeşme ile ilk he­ cede a > o gelişmesine neden olur: tjatun > hotun, açuk > oçuk, aruk > oruk 'zayıf', tamur > tomur 'damar', tanut- > tonut- 'tanıtmak', namus > nomus. Kırgızcada ve altaycada dudaksıl uyum yerini dudaksıl çekime bırakmıştır. Böylece yuvarlak ünlülerden sonra, geniş yu­ varlak ünlüler gelir: oymok < oymak, konok < konuk, korkok < korkak, orto < orta, çoiok < çolak, boyok < boyağ 'bo­ ya'. Kırgızcada eski ğ, -ğu > w sesleri ün­ lü ile birleşerek uzun bir o olur: too < tağ ‘dağ’, ooz < ağız, boo < bağ. Çağataycada v sesi şu sözcüklerde ya­ nında bulunan a’yı o’ya çevirir: avuç > ovuç, acun > ocun (bunun yanında acun), avun- > ovun-. Buna karşılık şu sözcüklerde v yanındaki o sesi de a olur: soğuk > sovuk savuk, kov- > kav-, O k. adi. 3. teki. k. 1. Adı geçen ya da sözü edilen kişinin vurgulanması duru­ munda kullanılır (vurgulama dışında fiile eklenen 3. teki. k. eki konuşanı belirtmek­ te yeterlidir): O söyledi. O artık geri döne­ mez. Bu işi o mu yaptı? || Onu, 3. teki. k. adılının belirtme durumu: Onu evde bırak­ tık. Onu ve dostlarını görmek istemiyo­ rum. |j Ona, 3. teki. k. adılının yönelme du­ rumu: Ona erken gelmesini söylemiştim. Kitabı ona bırak, ben sonra alırım. || On­ da, 3. teki. k. adılının bulunma durumu: Çakmağım onda kaldı. || Ondan, 3. teki, k. adılının çıkma durumu: Ondan haber bekliyorum; o nedenle, o yüzden: Bugün­ lerde parasız da ondan buraya gelmiyor. || Onun, 3. teki. k. adılının tamlayan duru­ mu: Bu sigara kimin? —Onun. Onun se­ çimi, ben karışamam. Onun kızı. || Onun­ ki, 3. teki, kişiye ait olan şeyi, kimseyi be­ lirtir: Onunki güzel değil, bunu al. || On­ suz, o olmadan: Onsuz hiçbir yere git­ mem. — 2 . O bu, herkes, öteki beriki: O bu laf edecekmiş, etsin. ♦ işaret adi. 1. BU ve ŞU’ya karşıt ola­ rak uzakta, göz önünde bulunm ayan bir varlığı, bir şeyi ya da daha önceden söy­ lenm iş olanı belirtm ek üzere, bir adın, ad ö beğinin ya da bir cüm lenin yerine kulla­ nılır: istediğim o değil, şuradaki kırmızı



olanı. O daha pahalı, bunu alalım. O bir hataydı. O başka, bu söylediğim daha uy­ gun. O söylediğini duymamış olayım. || Onu, o adılının belirtme durum u: Onu ba­ na uzatır mısın? || Ona, o adılının yönelocak Topkapı sarayı müzesi İstanbul



o me durumu: Ona söz söyleme. || Onda, o adılının bulunma durumu: Onda kıza­ cak bir şey bulamıyorum, öyle olaylar her zaman olur. |] Ondan, o adılının çıkma du­ rumu: Ondan başka söyleyecek laf bula­ madın mt?\\Onun, o adılının tamlayan du­ rumu: Onun kadar karmaşığına rastlama­ dım. — 2 . O denli, o derece, öyle, o ka­ dar: O denli çalışmana gerek yok. || O hal­ de, bir durum karşısında "öyleyse, bu tak­ dirde, böyle olduğuna göre" anlamların­ da kullanılır: O halde yapılacak hiçbir şey yok demektir. || O kadar, aşırılık, çokluk be­ lirtir: O kadar ilgi göstermeyin, değmez; öfke, kızgınlık ve korkutma anlatır: Benden söylemesi, o kadari; hepsi, tümü anlamın­ da kullanılır: Ortalıkta birkaç yaşlı kadın var, o kadar. || O takdirde, sözü edilen du­ rum göz önüne alındığında; o halde. || Ona buna, herkese: Ona buna dil uzat­ mak, sataşmak. || Onu bunu bilmemek, özür tanımamak, başka söz, başka itiraz İstememek: Onu bunu bilmem, bizimle geleceksin. || Onun için, bundan ötürü, bundan dolayı: istediğini kolay vermezler sana, onun için çok çalışman gerekecek. —Pslkan. Freud'un ikinci ruhsal aygıt ku­ ramında, kişiliğin ruhsal öğesi ve dürtüsel kutbu, (alm. dasEs.) [Bk. ansikl. böl ] ♦ işaret sıf. 1. BU ve Şü'ya karşıt olarak uzakta, göz önünde bulunmayan bir var­ lığı, bir şeyi ya da daha önce sözü edil­ miş olan bir şeyi belirtir: O araba kimin? O evlerin hepsi birbirinden güzel. O me­ sele kafamı kurcalıyor. — 2. Sözü edilen yere ya da zamana gönderir: O yerlerden hiçbir zaman hoşlanmadım. O sene he­ pimiz bir aradaydık. —3. Bir kimseye karşı kızgınlık, aşağılama anlamı taşır: O kızın yaptıklarına artık dayanamıyorum. O ada­ ma söyle, bir daha yoluma çıkmasın. — 4. Cümlede yinelenen görevdeş öğeleri be­ lirtirken anlatımı abartır: O evler, o bahçe­ ler, o parklar, sanki cennetten bir köşe. —5. O duvar senin bu duvar benim, bir kimsenin sarhoşluk yüzünden yalpalaya­ rak yürüdüğünü belirtmek için kullanılır. || O gün bu gün, o günden, o zamandan beri: O gün bu gün bir daha yanımıza gel­ medi. || O kapı senin, bu kapı benim, sü­ rekli olarak gezip dolaşmayı, kapı kapı gezmeyi anlatır: O kapı senin bu kapı be­ nim derken yine akşamı ettin. || O saat, he-



8764



O H A R FİN İN EVRİM İ



£ O



fe n ik e , y unan,



men, vakit geçirmeksizin, o anda: İlacı iç, o saat ağrın geçer. || O taraflı olmamak, aldırış etmemek, ilgisi yokmuş gibi dav­ ranmak, önemsememek: Karşı koyalım dedim, kimse o taraflı olmadı. || O tarakta bezi olmamak, o şeyle uğraşmamak, ona karşı İlgi duymamak: O tarakta bezi olan­ lardan değil. || O yolda, sürdürdüğü tutum ve düzen içinde: O yolda giderse hiçbir şeye sahip olamaz. || O yolun yolcusu, ah­ lakdışı sayılan kötü bir yola kendini kap­ tırmış kimse. — A N S İ K L . Zur Einführung des Narzissmus (Narsisizmin incelemesine giriş) [1914] adlı çalışmasında Freud, ben'ln bir ölçüde bllinçdışı olabildiğini ortaya koyan bir dizi klinik olguyu İnceledi. G. Groddeck'in çarpıcı sezgisi olan o (Das Buch vom Es [O üzerine], 1923), S. Freud’a, billndışı kavramına eklenmekle birlikte, kişi­ liğin dürtüsel kutbunu tanımlayan bir ruh­ sal öğe kavramını ortaya çıkarma olana­ ğını sağladı. O'nun kendine özgü bir ör­ gütlenmesi yoktu. Dış gerçekliğin baskı­ sıyla, ben dürtüsel enerji deposu olan o' dan doğuyordu. Buna göre ben ve o, bir bağımlılık bağıntısı içinde ortaya çıkıyor­ du. Çünkü ikinci topiğinde Freud ben, o ve üstben öğeleri arasındaki ekonomik İlişkilere, genel olarak onların dinamik ça­ tışmalarından daha çok önem veriyordu ve bu bakımdan ben de üstben de özerk­ lik iddiasında bulunamazdı. Üstben, o' nun ilk nesne seçimlerine karşı tepki gös­ termeyi sürdürdüğü zaman bile, o'nun ka­ lıtçısı olarak betimleniyordu. Ben'in nes­ neye göre çeşitli tavırlarıyla o'na göster­ diği aykırı ama zorunlu bir bağlılıktı bu. Aynı durum üstben ve ideal ben için de geçerliydl. Ben ve üstben öğeleri, o'nun etkinliğini tasarım olarak dile getirebilirse de o ben'e ne sevgi, ne de kin gösterebi­ lirdi. Eros ve ölüm dürtüsünün çatıştıkları zamandışı arenaydı, zorlayıcı etkileri ben ve üstben arasında çatışmalara yol açan bir öğeydi, Freud'un o görüşü kesinlikle insanbiçlmci bir görüştü. O Anorg. kim. Oksijen'in simgesi. —Hematol. ABO alyuvar sistemindeki bir kan grubunu belirtir. —Mat. çözlm. Bir f fonksiyonunun bir g fonksiyonuna göre daha büyük değer al­ dığını göstermeye yarayan Landau'in notasyonu. [f = O (g).] o Mat. çözlm. Bir f fonksiyonunun bir g fonksiyonu yanında ihmal edilebildiğini göstermeye yarayan La ndau 'in gösteri­ lişi. [f = o(g).] —Org. kim. Orto'nun kısaltması. 0 ünl. Cümlenin başına getirilerek şaşma, beğenme, alay, vb. duyguları vurgulaya­ rak belirtir: O! Saatin bu kadar geç oldu­ ğunu fark etmemişimi O! Bu ne güzellik. 01 Siz buralara gelir miydiniz?



b y b lo s



h iy e ro g lifi d o ğ u yu n a n



0



o



O ’, Irlandaca kişi adlarının önüne konan ve baba soyunu belirten önek: O'Connel, Connelin oğlu.



bağlı ada; 1 564 km2; 762 900 nüf. Orta­ da yer alan bir ova ve onu çevreleyen, batı ve doğu kıyılarına paralel sıradağlardan oluşur. Yanardağ kökenli adanın, nemli ve sıcak iklimi, alizeler sayesinde yaşamaya elverişli hale gelir Kıyılar mercanlarla çev­ rilidir. Takımadaların merkezi Honolulu ve ünlü Pearle H arbor limanı Oahu adasındadır. Turizm merkezi. O A K H A M , Büyük Britanya'da (Leices­ tershire) kent, Nottlngham'ın G.-D.’sunda; 6 800 nüf. Bir bölümü XII. yy.'da yapılmış şato. XII. ve XV. yy.’da yapılmış kilise. Mü­ ze. O A K L A N D , ABD'de (Kaliforniya) kent, San Francisco koyunun doğu kıyısında; 372 240 nüf. (1990) (yerleşme alanında 835 600 nüf.) 1851'de kurulan Oakland'tn çok önemli askeri ve denizcilik iş­ levleri ve çeşitli sanayileri (petrol arıtımı, tersaneler, elektrikli ve elektronik araç gereç yapımı) vardır. 9 Mt'luk trafiğiyle Oakland, ABD'deki en büyük limanlar­ dandır. Üniversite merkezi. O A K LA W N , ABD'de (illinols) kent, Chi­ cago yerleşmesinin güneyinde; 60 600 nüf. O A K P A R K , ABD’de (illinois) kent, Chi­ cago'nun B.’sında; 54 900 nüf. Chicago' nun konut banliyösüdür. Kentte Frank Lloyd Wrlght’m birçok yapıtı vardır. O A K R İD O E , ABD'de (Tennessee) kent, Knoxvllle’in K.-B.'sında; 27 700 nüf. Önem­ li nükleer araştırmalar ve diğer sanayiler (elektronik aygıtlar, duyarlı makineler, ec­ za sanayisi) merkezi. O A K S a. (lord Derby’nin villasının adı olan ing. söze.). Bine Üç yaşlı tayların ka­ tıldığı ve her sene Epsom'da yapılan 2 100 m'llk önemli koşu. (1779'da başlatıl­ mış olan bu geieneliel koşunun Fransa' dakl karşılığı Dlane ödülüdür.) O A K V İL L E , Kanada’da kent, Ontario’ da, Toronto’nun G.-B.'sında, Ontario gölü kıyısında; 76 000 nüf. Otomobil yapımı. Petrol rafinerisi. OAO (Orbiting Astronomical Observatory' nln kısaltması), 1966 ile 1972 arasında, Atlas-Centaur füzeleriyle fırlatılmış amerikan uydular ailesi. Serinin ilk aracı olan OA01, 8 nisan 1966’da yörüngeye oturtuldu, ama hemen arızalanıp düştü. 7 aralık 1968'de fırlatılan OA02 morötesinde gökyüzünün sistemli bir İncelemesini gerçekleştiren ilk uydu oldu ve 21 ağustos 1972'de yörün­ geye yerleştirilen OA03 (Kopernik'in 500. doğum yıldönümü nedeniyle bu uyduya Copernicus adı verildi) gökyüzündekl X ve morötesi ışınım kaynaklarını İnceledi. O A R SE S ya da  R S E S , Persler'in kralı (338-336). Artakserkses lll'ün oğlu ve ardılı; tahta çıkmasını sağlayan khiliarkhos Bagoas tarafından zehirlenerek öldürüldü.



O a h e , ABD'de baraj ve yapay göl (1 520 km2), Güney Dakota'da, Missouri kıyısın­ da, Pierrein yukarı kesiminde. O A H U , Hawail takımadalarında ABD’ye



•OAT (fr. -oate). Org. kim. Bir mole­ külde bir ester ya da bir karboksillk asit tuzu işlevinin bulunduğunu gös­ teren sonek. (Örneğin sodyum butanoat, etil butanoat vb.)



b ü y ü k kla sik la tin



iş le k ya zı l.- lll. yy.



fra n s ız b a ta rd X V .-X V I. yy.



0



0



iş le k h ü m a n is t ya zı y a d a " it a lik ” , XV . yy.



0



C aroline küçük



k a ro le n j o n s iy a l



(.V. o o



b ü y ü k la tin fırç a ve k ita p yazısı, I. yy.



g o tik , > yi.-X V . yy.



o n s iy a l ve yarı-onsiyal IV .-IX . yy.



h ü m a n is t yu v a rla k k ita p yazısı, X V .-X V I. yy.



O



&



yazısı IV .-V II. yy.



O



O A T E S (Joyce Carol), amerikalı kadın yazar (Lockport 1938). Hikâyelerinde (The Seduction, 1975), romanlarında (Ex­ pensive People, 1968; Them, 1969; Do with me what you will, 1973; Son o f the Morning, 1978; Bellefleur, 1980; Bloodsmoor Romance, 1982; Solstice, 1985; You Must Remember This, 1988; Ameri­ can Appetites, 1989; Because it is Bitter and Because it is My Head, 1990) ve şiir­ lerinde (Them, 1969; Book Award, 1970; Nemesis, 1990) çağdaş Amerika'nın bu­ naltıcı bir betimlemesini yaparken, kişiliği­ ni bulamamanın acısını dile getirdi, birey­ sel yaşamların tutarlılık ve sürekliliğinin dayanaklarını bulmaya çalıştı_________ O A TE S (Titus), İngiliz serüvenci (Oak­ ham 1649 - Londra 1705). 1678’de, ya­ bancı desteğiyle kralı öldürmek ve protesitanlığı yıkmak amacını güden düzmece bir "papacı komplo” nun belgelerini dü­ zenledi ve Saray’ı da bu komplodan ha­ berdar etti. Charles II, yutturmacayı he­ men anladıysa da İngiliz kamuoyu oyuna geldi ve şaşırtıcı bir paniğe kapılarak katollklere karşı şiddetli kıyımlara girişildi. Ancak komplonun düzmece olduğu da­ ha 1680’de anlaşıldı ve Oates’in iftiraları­ na uğrayan birçok kurban aklandı. 1685’ te York dükünün etkisiyle andından dön­ dü ve hapse atıldı. Ancak 1688 devrimi’nde serbest bırakıldı.________________



Kırgızlar’da tepe ya da toprak yığını; Sagaylar'da adak adanan tepe biçiminde taş yığını gibi değişik anlamlarda kullanıl­ dı. Bugün eski türk dininin (şamanlık) ba­ sit inançlarını sürdüren kimi Altay, Yenisey ve Urenha-Tuba Türkleri’nde obalarda ka­ bileyi koruyan ruhlar ya da yer ve su tan­ rılarının bulunduğuna inanıldığı için, oba ya da Mançular'ın "obo" dedikleri bu ba­ rınaklar kutsal sayılır. Genellikle dağ tepe­ lerinde, yol kenarlarında ve akarsu boy­ larında yer alan obaların çevresinde Urenha-Tuba Türkleri ve eski türk kültürünün et­ kisi altında kalmış olan Mançular "oba-tagir” (oba ayini) yaparlar. İslamlığı benim­ seyen türk boyları arasında da bir süre de­ vam eden bu oba kültü, daha sonra yeni dinin giderek güç kazanması üzerine tam anlamıyla unutuldu. O B A a. Tar. Benin krallığı’nda, hem siya­ sal, hem dini önder olan krala verilen ad. O B A (yun. söze). Dor ülkesinin toplum­ sal örgütlenmesinde birçok komaı" nin, ya­ ni köyün, sitenin (polis) temel hücrelerin­ den biriyle birleşmesinden oluşan yerel kabile. Sparta vatandaşları oturdukları ye­ re göre 5 oba'dan birine bağlıydılar. O t a f ll, Nijerya'da petrol yatağı. O B A K Ö Y , Antalya'nın Alanya ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 6 183 nüf. (1990). Belediye.



O A X A C A ya da O A X A C A D E J U Á R E X , Güney Meksika’da kent, aynı adlı eyaletin merkezi, Güney sierra Madre'nin eteğinde, Yukarı Atoyac kıyısında; 157 000 nüf. Kentin yükseltisi 1 650 m’dlr, Üniversite. El sanatları (çanak, çömlek) ve turizm merkezi. —Oaxaca eyaleti; 94 200 km2; 3 021 513 nüf. Bü­ yük Okyanus kıyısındadır, içeriye doğru Güney sierra Madre'ye ve yüksek plato­ lara yayılır. Çeşitli tarımsal kaynakları (pamuk, şekerkamışı, kahve, kakao, ta­ hıllar) ve bazı maden cevherleri (gümüş, bakır, uranyum, vs.) vardır. —Güz. sant. XV. yy.’da Aztekler'in eski Monte Albán yakınında kurduğu, 1521’de ispanyollar'ın ele geçirdiği Oaxaca bu­ gün, sömürge kentlerinin bütün çekicili­ ğine sahip, tipik bir taşra kentidir. Barok cepheli pek çok kilise: la Compañía, ka­ tedral, özellikle de ön cephesi 35 m yük­ sekliğinde iki kule arasında yer alan S. Domingo; yanındaki manastırda Eyalet müzesi ile zengin etnografya koleksiyonu (Monte Albán hâzinesi) yer alır. Rufino Ta­ mayo müzesi'nde ispanyolöncesi döne­ me ait yapıtlar (ressamın koleksiyonu) ser­ gilenmektedir.



O b a k u , 1664’te Japonya'da çinli rahip ingen (çince yin yüen) tarafından kurulan zen tarikatı. Bugün de güçlü bir durum­ da olan bu tarikatın, en önemlisi Kyoto’ da bulunan birçok tapınağı vardır. Çileci­ liği nedeniyle r/rıza/tarikatından biraz ay­ rılır ve ayrıca, aydınlanmaya erişme aracı olarak Buddha adının yinelenmesini öne­ rir.



O B ç u k u r u , Hint okyanusu'nda derin çöküntü ( - 5 761 m’ye kadar), Orta Hint okyanusu sırtıyla Avustralya kıta kenarı arasında.



O B A R T M A K g. t. Abartmak. ♦ obartılm ak edilg. t. Abartılmak.



O B d a ğ ı, Hint okyanusu’nun güney-batı’ sında denizaltı dağı (- 2 4 7 m), Prince Edward takımadasının yaklaşık 700 km G.-G.-D.'sunda. O B A a. 1. Göçebe halkı, çadır halkı. —2. Göçebelerin bir süre için konakladı­ ğı yer. —3. Genellikle bölmeli, büyük ve uzun göçebe çadırı. —Coğ. Anadolu'da, özellikle D. Karade­ niz dağlarının yüksek kesimlerinde yaygın geçici kırsal yerleşme. (Yaz mevsiminde sürüleriyle birlikte yaylaya çıkanların hay­ vanlarının ve kısmen kendilerinin barındığı çoğunlukla basit, taş yapı kümelerinden meydana gelir.) — izcilik. En az altı, en çok sekiz kişiden oluşan en küçük izci kuruluşu. —ANSİKL. Tar. Oğuzlar, İslamlıktan sonra, “ oba" sözcüğünü boya bağlı bir kol an­ lamında kullandılar. Obanın oturduğu ye­ re de genellikle “ yurt” denirdi. Ayrıca, 5 -6 çadırdan oluşan bir göçebe ailesi de “ oba” adıyla anılırdı. Ancak, sözcük Kı­ rım, Anadolu, Uygur Türkleri'nde göçe­ be çadırı ve bu çadırda yaşayan aile; Azeriler’de taştan yapılmış çoban kulübesi;



O B A L D İA (René DE), transız yazar (Hongkong 1918), gerçeküstücü bir çeş­ ni taşıyan romanlar (Tamertan des coeurs, 1955), hoş ve uyumsuz tiyatro oyunları yazdı (Sasafra dallarındaki rüzgâr [Du vent dans les branches de sassafras, 1965]; les Bons Bourgeois 1980). 1985'te Fransız akademisi'nin Tiyatro büyük ödü­ lü'nü kazanan yazarın Sasafra dallarında­ ki rüzgâr adlı piyesi Arena tiyatrosu ve An­ kara Meydan sahnesi’nde oynandı (1967). O B A N , Büyük Britanya’da kent, iskoçya' nın batı kıyısında; 6 500 nüf. Harap şato. Turizm merkezi. O B A R T I a. Abartı. O B A R T IC I sıt. Abartıcı. O B A R T IL M A K -> OBARTMAK.



O B A S A N JO (Olusegun), nijeryalı subay ve devlet adamı (Abeokuta 1937). Egba etnik grubundandı, "deniz kuvvetleri" 3. Tümen komutanı olarak, ocak 1970'te son Biafra birliklerini teslim aldı. 1975'te, ge­ neral Gowon'u iş başından uzaklaştıran hükümet darbesi sırasında Genelkurmay başkanıydı, 1976 da Yüksek askeri konsey başkanlığı ve Silahlı kuvvetler başkomu­ tanlığına, yani Devlet başkanlığına geldi. Ağustos 1979’da yerini seçimle gelen bir başkana bıraktı. O B B LİO A TO sıt. (ital. söze.; obbligare, mecbur etmek'ten). Müz. Bağımsızlık ni­ teliği, ancak yapıtın kurgusu değiştirile­ rek yok edilebilen çalgı partisi için kulla­ nılır. O B D İP LO S T E M O N sıt. (fr. obdiplostemone). Bot. Dıştaki dizi taçyapraklaria kar­ şı karşıya olmak üzere iki erkekorgan di­ zisi taşıyan çiçeğe denir. O B D Ü K S İY O N a. (fr. obduetion; lat. o b duetio, -on/s, örtmeden). Yerbil. Dalma -batmadan kurtulan okyanus kabuğu bö­ lümlerinin (ofiyolitler) kıyıya (kara kenarı ya da ada yayı) taşınmasına dayanan jeodi­ namik olay.



O B E DİYA N S a. (fr obédience'dan). Masonl. Bir büyük locaya bağlı ulusal düzey­ de ve öteki uluslann büyük localarınca da kabul edilmiş localar grubu. (Ulusal bü­ tünlük kuralı, her devlette tek bir obediyansın varlığını kabul eder.)



8765



O B E LE R İO (Antenoreo) [öl. 832'ye doğr.], Venedik doge'si. 804'te, sürgünde­ ki frank yandaşlarınca Treviso’da doge se­ çildi. iktidarı, kardeşi Beato ile paylaştı. Büyük bir olasılıkla Bizanslılar’ın elinde hapiste öldü. O B E LİA a. (yun. obelos, şiş'ten). Dallı ko­ loniler oluşturan Calypto blastea öbeğin­ den hidra cinsi. (Leptomedüz adı verilen denge organlarıyla almaşık sıralanan 4 dokunacı ve ışınsı kanallar üzerinde 4 iri eşeylik kesesi bulunan yassı medüzler Obelia kolonilerinden koparak ayrılır. Obe//a’lar kıyıdan 1 500 m derinliğe kadar he­ men her yerde bulunurlar.) O B E L İS K a. (fr. obélisque; yun. obeliskos, şiş’ten). DİKİLİTAŞ’ın eşanlamlısı. O B E R Â G E R İ, İsviçre'de (Zug kantonu) komün, Ageri gölü kıyısında, 740 m yük­ seltide; 3 600 nüf. İklimi sağlığa yararlı te­ davi merkezi. O B E R A LP b o ğ a z ı, Sankt Gothard küt­ lesinde geçit, Ön Ren yukarı vadisini Reuss vadisine bağlar; 2 044 m. Otomobi­ lin geçmesine elverişli karayolunun yanı başında Valais'yi Graubünden'e bağlayan bir dar demiryolu uzanır. -O B E R A M M E R G A U , Almanya'nın Bavyera eyaletinde, suyu ve havası sağ­ lığa yararlı tedavi merkezi, Bavyera önalpleri'nde, Münih'in G.-B.'sında; 5 000 nüf. XVIII. yy.'dan kalma kilise (se­ def işlemeli dekorlar). Tahta heykeller, 1634 teki veba salgını sırasında verilen bir karar üzerine on yılda bir düzenlenen Hz. İsa’nın çektiği çileleri yansıtan tiyatro gösterileriyle ünlü turizm-merkezi. — Yakınlarında, 1874'te kral Ludwig II için yapılan Linderhof şatosu. O B E R E A a. Avrupa’da yaşayan tekeböceği cinsi. (Açık kızıl renkli, gri elitralı Oberea oculata söğütte yaşar; O. pupillata hanımelleri dallarında gelişir. Tekeböceğigiller familyası.) O B E R E LC H İN G E N -



ELCHİNGEN.



O B E R G (Karl Albrecht), alman polis (Hamburg 1897 - Flensburg 1965). Kapp darbesine katıldı (1920), Nazi partisi'ne ve SS Güvenlik servisine (SD) girdi. Zwickau' da (1939), ardından Radom'da (Polonya) Polis kuvvetleri başkanlığı yaptı, Fransa' nın "SS'ler ve polis kuvvetleri yüksek şefliği” ne getirildi (1942-1944), Alsace-Lorraineliler’i, Yahudiler'i ve direnişçileri izledi. Generalliğe atandıktan sonra, Almanya'da yeni SS birlikleri örgütledi. 1945'te Amerikalılar’a tutsak düşen “ Paris Kasabı”, Votthenberg-Huber-Garmisch



Oberammergau'da in oyunda Kudüs’e girişi



Oberg Fransa’ya teslim edildi. 80 000 cinayet ve sürgün olayından sorumlu tutularak ölüm cezasına çarptırıldı (1945). 1958’deölüm cezası bağışlandı, 1963’te serbest bırakıl­ dı.



8766



O B E R G U R G L , Avusturya'da (Tirol) Tu­ rizm ve kış sporları merkezi, Ötztal'de, İtal­ ya sınırı yakınında (yüksl. 1 927-2 670 m). O B E R H A L B S T E İN , İsviçre'de (Graubünden) vadi. Albula aracılığıyla suları Ren’e kavuşan Julla vadiyi sular. Juller ge­ çidiyle (2 284 m) Engadin’e bağlanır. O B E R H A U S E N , Almanya'nın Kuzey Vesttalya Renanyası eyaletinde kent, Ruhr havzasında, Ren kıyısında, Dulsburg'un K.'inde; 221 400 nüf. (1989) Madenkömürü ve yan sanayiler (katran, benzol, sülfirik asit, azotlu bileşikler, bo­ yalar ve vernikler). Petrokimya. Kazancı­ lık. Haddehane. Çimento fabrikası. Be­ sin sanayileri. Mobilyalar



Ullstein-Bilderdienst



O B E R K A S S E L, Ren vadlsi'nde, Bonn’ un G.-D.'sunda tarihöncesi buluntu yeri; 1914'te burada İki insan iskeleti ortaya çı­ karıldı; kırmızıya boyalı bu kemiklerin ya­ nında Madeleine kültürü döneminden kal­ ma eşyalar vardı. Bu buluntular Cro-Mag­ non İnsanına bağlanmaktadır. O B E R N A İ, Fransa'da kanton (BasRhin) merkezi, Vosgesaltı tepeleriyle Al­ sace ovası sınırında, Sainte-Odile dağı­ nın eteğinde, Ehn kıyısında; 10 077 nüf. (1992). Ortaçağ surlarını ve birçok eski evi kapsayan güzel bir kenttir.



Hermann Oberth (1963’te)



O B E R O N , A U B E R O N ya da A L B E R O N , elflerln kralı. Bu tipin alman efsa­ nesi Nibelungen'de yer alan cüce Alberich’in bir uyarlaması olarak fransız ede­ biyatına geçtiği sanılır. Chanson de geste’lerde (Huon de Bordeaux) ve Geç Or­ taçağ romanlarında etkili ve bilgin bir bü­ yücü görünümünde ortaya çıkar, yavaş yavaş düşsel bir biçime bürünerek elflerin kralına dönüşür. Weber’ln Oberon'u ilk kez 1826 da Londra’da oynandı. Oberon miti gerçek­ te romantizme kadar alman kökenli ol­ maktan çok Ingiliz kökenlidir (Wleland’in bu konuda yazdığı şiirler bir yana bırakı­ lırsa) ve Shakespeare’in (Bir yaz gecesi rü­ yası), Ben Jonson’ın, Drayton’un, Greene’ İn vb. yapıtlarında belirir. O b e ro n , C. M. Wieland’in destansı şiiri (1780). Charlemagne'm İkinci oğlunun ölümüne istemeyerek neden olan Huon de Bordeaux, günahının kefaretini öde­ mek için birçok yararlılık göstermek, bu arada Babil halifesinin kızının gönlünü fet­ hetmek zorundadır. Elf Oberon’un yardı­ mıyla kendisinden istenen her şeyi yapar, ama kurallara ters düşen bazı davranış­ ları yüzünden, Oberon’un gazabından kurtulmak İçin birtakım yeni sınavlardan geçmek zorunda kalır. O b e ro n , K & n lg d e r E lfe n (Oberon, elflerin kralı), C. M. von Weber’in bir pro­ logla başlayan 3 perdelik romantik ope­ rası. İngilizce olan librettoyu, şair Wie­ land’in bir şiirinden yararlanarak J. Ro­ bertson yazdı, ilk kez 1826'da Covent Garden'da'eahnelenen Oberon, Weber’ İn son başyapıtıdır. Bu operada, doğaüs­ tü öğeler, halk şiirindeki kıta düzeni, bel canto ve romantik orkestra başarıyla kaynaştırılmıştır. Yapıtın daha çok almancası oynanır. O B E R O N , Uranüs'ün, W. Herschel ta­ rafından 1787’de, üçüncü uydu Titania ile aynı zamanda keşfedilen dördüncü uydu­ su. Yörüngesinin yarı-büyük ekseni: 586 200 km. Yıldız dolanım süresi: 13 g 11 sa 7 dk (geri yönde dolanım). Tahmini çap: 1 600 km. O B E R P F A L Z , Almanya'nın Bavyera eyaletinde yönetim bölümü, Tuna yöre­ sinde. Merkezi Regensburg. O B E R P F Â L Z E R W A L D , Almanya nın Bavyera eyaletinde bölge, Bohemya



kütlesinin batı kenarında. 800-900 m yükseltiye ulaşan kırık bloklardan oluşur. Soğuk iklim ve verimsiz topraklar nede­ niyle elverişsiz koşullarda yapılan tarım, çavdar, yulaf ve patates üretiminden öteye geçemez. Ormanlar önemini korur (gürgen, köknar, ladin) Bölgede kaolin bulunması, porselen sanayisine olanak vermektedir. O B E R S T D O R F , Almanya'nın Bavye­ ra eyaletinde sayfiye ve kış sporları (yüksl. 824-2 294 m) merkezi, Allgâu’da, Münih’in G.-B.'sında 13 000 nüf. O B E R T A U E R N , Avusturya'da yazlık merkez ve kış sporları (yüksl. 1 730-2 200 m) merkezi, Radstâdter Tauern bo­ ğazı yakınında, Salzburg ilinde. O B E R T H (Hermann), alman mühen­ dis ve fizikçi (Hermannstadt, bugün Sibiu, Romanya, 1894 - Nürnberg 1989). Uzay havacılığının öncülerinden biridir. 1923' te yayımlanan Die Rakete zu den Planetenrâumen (Gezegenler arası boş­ luklara doğru füzeler) adlı doktora tezi ve Fritz Lang'ın yapıtı Frau im Monda (Ay'daki kadın) [1928] yaptığı teknik yar­ dım sayesinde tanındı. Bu sırada, sıvı propergollu bir roket hazırladı, ikinci Dünya savaşı sırasında alman roketleri­ nin yapımında çalıştı. 1955’te W. von Braun tarafından ABD’ye çağrıldı. O B E R U R S E L , Almanya'nın Hessen eyaletinde kent, Taunus’un yamaçların­ da, Frankfurt’un sanayi banliyösünde; 39 400 nüf. Metalürji. Makine ve elektrikli gereçler yapımı. Deri. Tekstil. Camcılık. Fantezi mücevherler. 0 B È R U Z W IL , İsviçre'de (SàrikTGâlIëh kantonu) komün, Toggenburg’da; 4 600 nüf. Makine ve tekstil sanayileri. O B İŞ E a. Tropikal ormanlarda yetişen ve üstün kaliteli bir odun veren büyük ağaç. (Fildişi Kıyısı’nd asamba, Nijerya'daobeşi, Kamerun’da ayu adıyla bilinen obeşe [Triplochiton scleroxylon] açık sarı renkte, çok yumuşak, hafif bir odun verir. Bu odun marangozlukta, kontrplak, kaplama ve ambalaj sandığı yapımında kullanılır.)



karı bölümü kasım başından nisana, aşa­ ğı bölümü ekim ortasından hazirana ka­ dar buz tutar. Sularındaki artışın erken gerçekleşmesi (erime buz çözülmesi ne­ deniyle G.'de başlar) önemli taşkınlara yol açar. O B İ k ö r fe z i, Kara denizi (Rusya) kıyı­ sında, kollara ayrılmış çok büyük körfez, Batı Sibirya'da, Obi ırmağı bu körfeze dökülür. Körfez, kutup çemberinden 73. enleme kadar 800 km boyunca K.'den G.'ye doğru uzanır (genişliği 30-90 km arasında değişir). Ö B İD O S , Portekiz’de (Lizbon yönetim bölümü) kent; 9 700 nüf. Kent Portekiz kraliçelerinin yurtluğuydu (XIII.-XIX. yy.). Özellikle XII.-XVI. yy.'da mazgallı olarak ya­ pılmış İlginç surlar. Rönesans dönemin­ den kalma S. Maria kilisesi. Eski Beledi­ ye sarayı’nda Gülbenkyan kurumunun müzesi. Ö B İD O S , Brezilya’da (Parâ eyaleti) kent, Amazon’un sol kıyısında; 8 700 nüf. Top­ lama ürünlerinin eski pazarı (ticari işlevini korumuştur). Meyve konserveleri, Jüt iş­ leme. O B İH İR O , Japonya’da kent, Hokkaido'nun doğu bölümünde; 167 389 nüf. (1990). Ticaret merkezi. O B İS İU M a. Çok çeşitli biyotoplarda (yo­ sunlar, mağaralar, kayalık kıyılar, vb.) ya­ şayabilen küçük yalancıakrepler cinsi. O B İZ E N E . Tar. coğ. Anadolu'da Lykaonia IleGalatia bölgeleri sınırında kent. Plinius ve Ptolemaios'un sözünü ettiği Obizene’nin yeri kesin değildir. O B JE a. (fr. objet). Nesne. O B J E K T İF sıf. (fr. objectif). NESNEL’in eşanlamlısı. . — Huk. Objektif hukuk, bir toplum içindeki



kişilerin İlişkilerini düzenleyen yaptırıma (müeyyideye) bağlanmış kurallar bütünü. (Genel ve soyut anlamıyla hukuku dile ge­ tirm ek İçin de kullanılan objektif hukuk d e ylmi, hak anlamına gelen sübjektif huku­ kun karşıtıdır.) |j Objektif hüsnüniyet -» NESNEL İYİ* NİYET’In eşanlamlısı. || Objektif sorumluluk -> SORUMLULUK. O B E Y (André), fransız oyun yazarı (Do­ —Verg. huk. Objektif vergi, vergi yüküm­ uai 1892-Montsoreau, Malne-et-Lolre, lüsünün kişisel durumuna bakmadan bir 1975). Comédle-Française’i yönetti (1948), iktisadi nesneyi kapsamına almayı amaç­ Alskhylos’un.Shakespeare’in ve Tennes­ layan vergi. (Objektif vergi, gelirlerin, har­ see Williams’in oyunlarını sahneye uyar­ camaların ya da mal devirlerinin yalnızca ladı. Yapıtlarından başlıcaları: Noé (1931), varlığını göz önünde tutar [arazi vergisi, le Viol de Lucrèce (1932), l'Homme de nispi gelir vergisi gibi].) cendres (1949), Lazare (1951), la Fenêtre ♦ a. Foto. Çekim, gösterim ya da labo(1960), la Nuit des chevaux (1971). ratuvar işlemleri sırasında gerçek görün­ tüler oluşturmaya yarayan ve bir çerçeve­ O B İ a. (japonca obi, uzun kuşak). Gele­ ye takılmış merceklerden meydana gelen neksel japon kıyafetinde, kimononun üs­ optik sistem. (Bk. ansikl. böl.) tüne takılan, biçimi ve boyutu cinsiyete, —Optik. Optik bir alette, gözün karşısına yaşa, mevklye ve bölgeye göre değişen yerleştirilen gözmerceğlnin tersine, göz­ bir düğümle birleştirilen geniş ipek kuşak. lemlenecek cisme dönük olan öğe. (Bk. O B İ, Endonezya’da takımada, Seram'ın ansikl. böl.) K.’inde, Seram denizl'nde; 3 400 nüf. —ANSİKL. Foto. Basit bir merceğin verdi­ Üzüm ve sagu dışsatımı. ği görüntü oldukça kötüdür; merceğin merkez bölümünden alınan görüntü ka­ O B İ, Rusya'da ırmak, Katun'daki kay­ bul edilebilir olmakla birlikte, kenarlarda naklarından denize döküldüğü yere ka­ oluşan görüntü fludur ve renkli sedeflendar (başlıca kolu Irtiş ile, uzunluğu 5 410 melerin etkisiyle bozulmuştur. Optlkçiler, km’ye ulaşır), Batı Sibirya’da yer alan, basit merceğin kusurlarından (sapınçlar) yüzölçümü 2 990 000 km 2 olan, 4 345 doğan bu bozulmaları azaltmak İçin çok km uzunluğunda bir akarsu havzanın su­ sayıda merceği birleştiren objektifler yap­ larını akaçlar. Obi, uzun bir haliç olan tılar. Sapınçların düzeltilmesinde pek çok Obi körfezinde, Kara denlzi’ne (Kuzey öğeden yararlanılır: merceklerin yapıldı­ Buz denizi) dökülür. Taşıdığı yıllık ortala­ ğı camların ya da organik maddelerin ya­ ma su miktarı 390 milyar m3'e ulaşır; or­ pısı, bunların eğrilik yarıçapı, kalınlığı ve talama debisi Salehard'da 12 400 m3/sn • optik eksen üstündeki karşılıklı konumla­ dolayındadır. rı. Merceklerin takılması ve çerçevede Altay kütlesinden inen Blya İle Katun’ merkezlenmesi de çok önemlidir. Biri ya­ un birleşmesiyle oluşan O bi’nin Blysk'tekınsak, diğeri ıraksak olmak üzere, uygun ki yükseltisi 200 m’nln altındadır. Batı Si­ biçim ve malzemeyle yapılmış iki mercek birya ovasına girince (Novoslbirsk’in aşa­ birleştirildiğinde renksemez bir objektif el­ ğısı) vadisi genişler. Sağ kıyıdan kolu de edilir. Sapınçların tümünü ve özellikle Tom’u alan Obi, Batı Sibirya bataklık ova­ de astigmatlığı yeterince düzeltmek için sını geçer. Çığırının orta bölümünde en az üç mercek kullanmak gerekir (anasönemli petrol yatakları İşletilmektedir. İrtiş'e tigmat objektifler). Gerçekte, bütün sa­ kavuştuktan sonra iki kola ayrılan Obi'nin pınçları tam anlamıyla düzeltmek olanak­ kolları, Salehard’ın yukarısında yeniden birleşir. Rejimi kara bağlı olan ırmağın, yu­ sızdır. Yani bir objektif yetkin bir düzenek



değildir: kullanıldığı alana göre bir objek­ tifin sapınçlarından bazıları düzeltilir, diğer sapınçlar da kabul edilebilir ölçüde bıra­ kılır. ilk objektifler fotoğraftan önce yapıldı. Renksemesi giderilmemiş basit bir mer­ cek, 1812'de W. H. Wollaston tarafından 60° genişliğindeki bir alanın görüntüsü­ nü elde etmek için kullanıldı, iki mercekli renksemez objektifi 1830'da Charles Che­ valier yaptı. Sonra da, bir çerçevenin uç­ larına takılmış iki mercek grubundan olu­ şan doğrusal objektif icat edildi (Petzval objektifi, 1840). Daha 1843'te P Rudolph, birbirine yapıştırılmış merceklerden olu­ şan anastigmat objektifi tasarladı; bunu 1890'da, yeni camlar (ağır crownlar ve ha­ fif flintier) bulunduktan sonra gerçekleştirebildi. 1893'te H. D. Taylor birbirine ya­ pışık olmayan üç mercekten oluşan yem bir anastigmat objektif tipi yarattı Nihayet d'Alembert ve Gauss'un çalışmaları saye­ sinde ışıldama gücü büyük, tüm objektif tipleri gerçekleştirildi. Bir fotoğraf objektifinin ayırtedicı özel­ likleri, odak uzaklığı, göreli açıklık ve alan açısıdır. Ayarlama, sonsuzda duran bir nesneye göre yapıldığında t odak uzaklı­ ğı, objektifin optik merkeziyle onun oda­ ğı (duyarlı yüzey bu odak üstündedir) ara­ sındaki uzaklıktır. Göreli açıklık objektifin yararlı çapıyla odak uzaklığının oranıdır ve - (yada- 1 :n) simgesiyle ifade edin



lir Yani odak uzaklığı 5 cm ve çapı 3,57 cm olan



bir



ob je ktif



3 ,57







oranın­



da açıktır ve bu değer — 1— 5







, yani



3,57



(ya da 1:1,4) biçiminde



ifade edi-



1,4



lir. Göreli açıklık diyaframla küçültülebilir. Böylece yararlı açıklık geometrik olarak, diyaframlanmış objektifin yararlı çapıyla onun odak uzaklığı arasındaki orana gö­ re tanımlanır Bir önceki örnek yemden ele alındığında, diyafram, maksimum çapına göre, 3,57'den 2,5 cm'ye kapatılmışsa, diyaframın



yararlı



açıklığı



2 5



1



— =-



(ya da 1:2) olur. Bir objektifin maksimum göreli açıklığı ve yararlı açıklıklarını yapım­ cı belirler; bu değerler, 1900'de Paris'te toplanan Uluslararası fotoğraf kongresi' nin benimsediği bir ölçeğe uygun olarak, diyafram bileziği üstünde belirtilmiştir. Bu ölçekte değerler 1 'den başlar ve şöyle sı­ ralanır: 1:1 - 1:1,4 - 1:2 - 1:2,8 - 1:4 - 1:5,6 - 1:8 - 1:11 - 1:16 - 1:22 vb. Açıklık bir di­ yafram kısılınca, aynı süre içinde objek­ tiften geçen ışık miktarı yarıya iner. Ayarlama sonsuza göre yapıldığında ve görüntü net olduğunda, bir objektifin üçüncü ayırtedicı özelliği olan alan açısı­ nın tepesi objektifin optik merkezi, kenar­ ları da bunu, duyarlı yüzeydeki köşege­ nin uçlarıyla birleştiren doğrulardır. Yaygın olarak kullanılan ve çoğunlukla normal objektif diye adlandırılan objektif­ lerde odak uzaklığı, genellikle duyarlı yü­ zeyde oluşan görüntüdeki köşegenin uzunluğuna yakındır. Alan açıları 50° ile 60° arasındadır. Alanı daha geniş olan objektifler, geniş açılılar ya da “ kısa odaklı objektiflerdir, çünkü odak uzaklıkları nor­ mal objektiflerin odak uzaklığından daha kısadır. Alan açısı daha dar olan objektif­ ler (yani odak uzaklığı daha uzun olanlar) ya “ uzun odaklı objektifler’' ya da teleob­ jektiflerdir. Teleobjektife, optik merkezle duyarlı yüzey arasındaki uzaklığı küçült­ mek amacıyla bir ıraksak mercek daha eklenmiştir. Böylece eşit odak uzaklığın­ da uzun odaklı objektife göre teleobjek­ tifte optik merkezle duyarlı yüzey arasın­ daki uzaklık, daha kısadır, ancak çerçe­ venin içi daha sıkışıktır. Bugün fotoğrafçılara sunulan objektif türlerinin sayısı oldukça fazladır. En çok kullanılanıysa odak uzaklığı değişken olan



objektif, yanı zoomdur. Bu tür objektifte, bir grup devingen mercek vardır (odak­ sız sistem); bunlar yer değiştirdiğinde ob­ jektifin odak uzaklığı ve buna bağlı ola­ rak da alan açısı değişir 1873'te John Tra­ ill Taylor, görüntüyü genişletmek için bir merceğin yer değiştirmesinden yararlana­ bileceğini düşündü. Bu objektifte görün­ tünün netlik düzlemi eşit miktarda yer de­ ğiştiriyor ve duyarlı yüzeyin bulunduğu düzlemle çakışmıyordu. Ancak odak uzaklığı değiştirildiğinde ayarlamayı yeni­ den yapmak gerekiyordu. Günümüzde bu zorluğu ortadan kaldırmak için başka bir grup ¡Devingen mercek kullanılmakta ve böylece net görüntünün duyarkat düz­ lemi üstünde kalması sağlanmaktadır. De­ vingen merceklerin kullanıldığı bu teknik ya da yüzen mercekler, odak uzaklığı de­ ğişmeyen objektiflerde, ayar değiştirildi­ ğinde de net görüntünün film düzlemi üs­ tünde kalmasını sağlamak için kullanıl­ maktadır. Bu sayede, yakın mesafeden çekimlerde (özellikle 20-50 cm arasında) objektiflerin niteliği artırılabilmektedır. Fotomakrografide kullanılan objektiflerde ("makro objektifler") yüzen mercekler tek­ niğinden yararlanılır; böylece, gerek ya­ kından çekilen, gerekse olağan fotoğraf­ larda iyi görüntüler elde edilebilir. Fotoğrafçılar geri yansıtıcı objektifler de kullanırlar; bunlar bir tür teleobjektiftir ve Cassegrain'ın teleskoplar için tasarladığı düzenekten esinlenilerek türetilmiş sistem­ lerde olduğu gibi aynalardan yararlanır, içbükey ya da dışbükey aynalar üstünde yansıma oyunuyla ışık demetinin çerçe­ ve içinde toplanması sağlanır; bu sistem, çok kısa objektiflerin yapılmasına olanak tanımıştır. Objektifler, fotoğraf makinesinin ve sine­ ma kamerasının sabit ya da sökülüp takı­ labilir bir parçasıdır. Gerektiğinde, çeki­ min yaratabileceği özel sorunları çöze­ cek bir dizi değiştirilebilen objektif kulla­ nılır. Objektif merceklerine, ışık yansımaları­ nı ve bunların yol açtığı parazit yansıma­ ları önlemek için ince bir film katmanı kap­ lama işlemi uygulanır. Fler film katmanı ışık tayfının bir bölümünü etkilediğinden, de­ ğişik kalınlıklarda, değişik malzemelerden çokkatlı film kaplamaları uygulanır (çokkatmanlı işlem). Objektif alanında görülen en son geliş­ melerden biri de indis gradyanlı camlar­ dır; bu camların kırılma indisi diğerleri gi­ bi değişmez değildir ve bir merceğin mer­ kezinden kenarlarına doğru derece dere­ ce değişmektedir. Bu nedenle de ışık doğru değil, eğri bir çizgiyi izlemekte ve bu yol optikçiler tarafından belirlenebilmektedir. Bu camlar iyon değıştokuşu yöntemiyle elde edilir (örn. sodyum izleri taşıyan bir cam, günlerce, eriyen bir lityum banyosunda tutulur ve böylece sodyum iyonlarının yerini lityum iyonları alır), indis gradyanlı camdan yapılmış bir mercek, bir grup klasik merceğin yerim alabildiği için, bu tür camlar objektife yerleştirilen mercek sayısını azaltmaktadır (özellikle zoomlar). —Opt. Optik bir aletle incelenecek cismin karşısına yerleştirilen ayna, mercek, ya da mercek topluluğuna genellikle "objektif“ adı verilir. Objektifin sağladığı görüntü da­ ha sonra aletin öbür ucuna yerleştirilen bir mercek sistemiyle (gözmerceği) incelenir ya da fotoğrafı çekilir. Objektiflerin çok çeşitli tipleri vardır: eski gökbilim objektiflen, biri yakınsak (crown), öbürü ıraksak (flint) iki mercekten meyda­ na gelirdi Bu tıp objektifler, görüş alanı dar olan aletlerde (dürbünler, telemetre­ ler vb.) çok kullanılır. Açısal alanın çok ge­ niş olması isteniyorsa (fotoğraf objektifle­ ri) karmaşık düzenekler (bazen 1 0 mer­ cekli) kullanmak gerekir; böylece, geniş bir açıyla görülen cismin çok iyi nitelik­ teki düzlemsel görüntüsü elde edilebi­ lir. Büyük boyutlu gökbilim objektiflerinde



n o rm a l (sta n d a rt)



balıkg ö zü



te le o b je k tif



m akro



C a n o n b e lg e s in e g ö re



bir ayna bulunur; çapları çok büyük, an­ cak görüş alanı çok küçük olan objektif­ ler için parabolik aynalar, görüş alanı çok büyük olan objektifler içinse küresel ay­ nalar (Schmidt, Maksutov, vb. sistemleri) kullanılır. Mikroskop objektifleri ise iyi bir çözme gücü elde etm ek için çok büyük bir açık­ lık verilen ve özellikle renkser sapınçları, küresel sapıncı ve komayı düzeltmeyi sağ­ layan karmaşık düzeneklerdir.



O B JE K T İV İS T sıf. ve a. (fr objectiviste). NESNELCİ'nin eşanlamlısı.



O B J E K T İV İZ M a. (fr. objectivisme). NESNEüGİLİK'in eşanlamlısı.



O B L A S T , bölge anlamına gelen rusça sözcük. Çarlık döneminde valilik karşılığı bir idari bölümü belirtiyor ve çoğunlukla imparatorluğa yeni katılan topraklarda kuruluyordu. SSCB döneminde bir yöne­ tim birimi oldu. 1929’dan başlayarak uy­ gulanan sistem sonucunda sovyet cum­ huriyetlerinde toplam 1 2 0 oblast kurul­ du. Özerk bölgelerdeki oblastlar kültürel açıdan özerkliğe sahipti. Oblast düzeni Rusya'da ve eski sovyet cumhuriyetleri­ nin bazılarında bugün de geçerlidir. O B LA TU S a. (sunulan anlamında latince söze ). Hırist. 1. Eğitilmesi ve din ada­ mı olması için anababası tarafından bir manastıra verilen çocuk. —2. Bazı dinsel toplulukların üyeleri tarafından kullanılan ad. —3. Dinsel yemin etmeden bir ma­ nastıra giren kişi.



OBLESER (Friedrich), alman general (Pottenstein, Avusturya, 1923). Avcı uçak birliğinde görev aldı (1940), 120 zafer ka­ zanmış bir teğmen olarak (1945), sanayi­ ye girdi. Bundeswehr'de yüzbaşılığa ge­ tirildi (1956), bir av filosu yönetti, ardından Fontainebleau'da NATO kurmayında ça­ lıştı. Değişken geometrili kanat takım uz­ manı olarak, çokişlevli Tornado uçağının yapılmasında önemli bir rol oynadı, ardın­ dan Luftwaffe Ofisi ni yönetti (1977) ve bu kuruluşun denetmenliğine (kurmay baş­ kanlığı) getirildi (1978-1983). O B LİG A S Y O N a. (fr. obligation), ikt. TAHVİL'in eşanlamlısı. O b lo m o v , i. A. Gonçarov’un romanı (1859). Zengin, aylak ve kararsız bir top­ rak sahibinin bu portresi, rus edebiyatının beylik bir tipini ve rus kişiliğinin bir yarası olan uyuşukluğu simgeler. Yazar, sedirine



fotoğraf m akinesi objektifleri



Oblomov uzanmış, yapacağı şeyleri düşleyen Oblomov'un bir gününü betimler Onu bu ha­ reketsizliğinden ne enerjik bir dostun ça­ baları, ne de korkusuz bir kadının sevgisi kurtarabilir.



8768



O B N İN SK , Rusya'da kent, Moskova' nın G.-B.'sında; 69 OOO nüf. Rusya'nın ilk sivil nükleer santralının bulunduğu yer. Nükleer enerji enstitüsü.



OBO a. (Ing. Ore-Bulk-Oil carrier'nin kı­ saltması). G E M İS İ'n in



CEV H E R * DÖ KM EYÜK PETROL



eşanlamlısı.



OBOCK, Cibuti Cumhuriyeti’nde küçük



Barry-iverson-Gamma



liman, Taoura körfezinin kuzey kıyısında, Cibuti ilinin karşısında. —Tar. 1858’de burada bir yerleşme kurul­ du ve 1862’de Fransa Obock’u işgal etti. 1896'ya kadar Fransa'ya bağlı Obock kolonisi'nin merkezi olan kent, Fransa'nın Ci­ buti'ye yerleşmesinden (1888) sonra ge­ rilemeye başladı.



O B O D R İT LE R , O B O TR İT LE R , ABODRİTLER ya da BODRYCİ (lat.), VII. yy.’dan başlayarak Aşağı Elbe ile Holstein’in battık kıyısı ve Mecklenburg arasın­ da yerleşen ilkel slav topluluğu. Kurduk­ ları devlet, Elbe ötesinde fethedilen top­ rakları Charlemagne onlara verince ba­ ğımsız bir duruma geldi (804). 1160'a doğru Aslan Heinrich, bu devleti ele ge­ çirdi.



OBOLOS a. (yun. söze.). Antikçağ'da Yu­



Alpollo Milton O bote (haziran 1981’de)



nanistan'da, drahminin altıda biri değerin­ de para ve ağırlık birimi. (Bk. ansikl. böl.) —Mit. Kharon'un obolos'u, ölü ruhlarının Styks’i geçebilmek için ödemekle yüküm­ lü oldukları para. —ANSİKL. Ölçbil. ve Nümism. Yunan obolosunun değeri bir para standardından öbürüne değişiklik gösterir: attike gümüş obolosunun kabul edilen ağırlığı 0,71 g, aighina obolosununkiyse 1 g ’dır; ayrıca obolosun üstkatları (diobolon, triobolon) ve attkatları (hemiobolion) vardır.



O B O R İN (Lev Nikolayeviç), rus piya­



U n d e rw o o d a n d U n d e rw o o d -N Y



nocu (doğm. 1907). Moskova konservatuvarı'nda K. N. Igumnov'un öğrencisi ol­ du. 1935’te aynı okulda ders vermeye başladı. Özellikle Flaçaturyan, Bach ve Chopin yorumlarıyla dikkat çekti. Ülkesi dışında da konserler vererek dünya ça­ pında ün kazandı. 1927'de Varşova Cho­ pin ödülü'nü, 1943'te de Devlet ödülü'nü kazandı.



.OBOTE (Alpollo Milton), ugandalı dev­



'tt



let adamı (Akokoro 1925). Nilli Lango gru­ bu içinde doğdu, siyasal öğrenimini Ken­ ya’daki sendikacılık döneminde yaptı. 1957’de protestan ve Buganda yanlısı bir parti olan Uganda National Congress'i (UNC) yeniden ele aldı ve bu partiyi 1959'da Buganda karşıtı Uganda People’s Congresse (UPC) dönüştürdü. 1962 seçimlerinde Démocratie Party ile geçici bir bağlaşma kurarak Başbakanlığa gel­ di. 1966’da kralı ülkeden ayrılmak zorun­ da bırakarak Devlet başkanı oldu. Ocak 1971'de General idi Amin Dada tarafından devrilerek Tanzaniya'ya sığındı. Mayıs 1980’de, idi Amin'in devrilmesinden bir yıl sonra Uganda'ya döndü ve aralıkta Cumhurbaşteınlığına seçildi. Dışişleri ve Mali­ ye bakanlıklarını da üstlendi. 27 haziran 1985'te bir askeri darbeyle devrildi. Önce Kenya'ya, oradan da Zambiya’ya sığın­ dı.



OBOTO a. Tropikal Afrika ağacı. Odunu, esmer morumsu kırmızımtırak, reçine sız­ dıran kaba dokulu, yarı sert ya da sert, ya­ rı ağır ya da ağırdır. Dış doğramacılıkta, iskelelerde, travers yapımında kullanılır in­ ce marangozlukta maunun yerini tutar. (Bil. a. Mammea africana; clusiaceae fa­ milyası.)



OBOTRİTLER -»



O BO DRİTLER.



OBOUSSİER (Robert). isviçreli besteci ve eleştirmen (Anvers 1900 - Zürich 1957). Paris’te (le Ménestrel), Frankfurt’ta ve Ber-



lin’de müzik eleştirileri yazdı. 1938’de Zü­ rich’e yerleşti, 1942’de İsviçre Merkezi mü­ zik arşivi'nin başına getirildi. Bir opera (.Amphitryon, 1950) dışında, bir senfoni, iki konçerto, ses ve orkestra için yapıtlar ('Trilogía sacra, 1929; Antigone, 1939), oda müziği parçaları, yirmi beş Kısaltma (1932), bir piyano Fantezi'si (1948) ve me­ lodiler besteledi.



les'i seçmişti), Adolfo de la Hureta’nın ayaklanmasına yol açtıysa da (aralık 1923) Obregön Huerta'yı yenmeyi başardı. Ye­ niden köşesine çekildi, bir kez daha seçi­ lebilmek üzere 1927 Anayasası'nı değiş­ tirtti. Gerçekten de bir kez daha seçildi (temmuz 1928), ancak birkaç gün sonra öldürüldü.



OBRA, Polonya'da ırmak Warta’nm (sol



ve 1858-1903 arasında hüküm süren ha­ nedan. Üvey kardeşi Milan Obrenoviö'in adını alan Milos Teodoroviö tarafından ku­ ruldu. Karayorgiyevlçler'in rakibiydi.



kıyıdan) kolu; 164 km. Kalisz yükseklikle­ rinden doğar, orta bölümünün geçtiği ba­ taklık çöküntüde, yer yer kanallar içinde akan kollara ayrılır: suyun büyük bölümü, PoznarVın yukarısında, Mosirtski kanalıy­ la Warta’ya, kalanının bir bölümü Oder'e (Zielona Göra'nın K.'inde), bir bölümüy­ se Aşağı Warta’ya (K.-G. doğrultusunda, göllerin sıralandığı bir çığırda akarak) ula­ şır.



OBRADOVİC (Dositej), sırp yazar (Ğakovo, Banat, 1739’a doğr. - Belgrad 1811). Keşiş olduktan sonra manastırdan kaça­ rak Balkanlar’ı ve Avrupa'yı dolaştı. Aydın­ lanma çağının milliyetçi düşüncelerinden etkilendi ve bunları Macaristan’daki Sırplar’ın edebiyatına soktu. Ahlakçı kitaplar (Saveti zdravog razuma, 1784; Recueil de morale [fr çev.], 1793), düzyazı masallar (Basne, 1788) ve kendisini sırp düzyazısı­ nın yaratıcısı yapan anılar (Jivot i Priklyuçeniya D. Obradoviça, 1783) bıraktı. Ül­ kesinin özerklik kazanmasından sonra Sır­ bistan Milli eğitim bakanı oldu, okulların düzenlenmesi ve halkın eğitilmesi için ça­ lıştı.



OBRECHT (Jacob), hollandalı besteci (Bergen op Zoom 1450 - Ferrara 1505). Utrecht'te capella yöneticiliği yaptı (1476 -1478). Buradaki öğrencileri arasında Erasmus'un da bulunduğu sanılır. Daha sonra aynı görevle Bergen op Zoom (1479 -1484) ve Cambrai’ye gitti. Kötü yönetimi yüzünden, Cambrai’deki işini bırakmak zorunda kaldı. Hareketli yaşamında de­ ğişmez uğrak yerinin, Brugge katedrali ol­ duğu sanılır. 1486-1492 arasında bu ka­ tedralin capellasında çalıştı. Ferrara’da altı ay kalarak Ercole l'in davetine karşılık ver­ di. 1494’te Anvers’deki Notre-Dame’ın ca­ pella yöneticiliğine atandı. 1504’te Ferrara'ya ikinci bir yolculuk yaptı. Burada ve­ baya yakalandı ve öldü. Verimli bir besteciydi. Daha çok dinsel yapıtlar besteledi: çoğunlukla 4 sesli, 30’a yakın şarkı (yarısı flamanca); bir o kadâr 3-6 sesli motet (bunlar arasında 3 Salve Regina vardır); yarıdan çoğu 4 sesli 28 missa; 3-7 sesli bir Missa "Sub tuum praesidium". Üslup açısından kontrapunto kullanımı ve kurgu titizliğiyle Kuzey Avrupa gelene­ ğine bağlanır. Besteleme tekniği, basitmiş gibi görünse de, yapıtlarında incelikli ve kesin sayısal kurgular vardır. Kimi missalarında ve motetlerindeki, -çağdaşlarının çok seyrek olarak başvurduğu- metinle­ rin üst üste bindirilmesi uygulamasından da söz etmek gerekir.



■OBREGÓN (Alvaro), meksikalı devlet adamı (Siquisiba, Sonora, 1880 - San An­ gelo, Mexico, 1928). V. Huerta'ya karşı sa­ vaşan Sonora birliklerinin başında, 1914'te Mexico’yu ele geçirdi. Carranza yanlısı ol­ duğundan askeri gücünü onun hizmeti­ ne verdi ve üç savaşta (Celaya, León ve Trinidad, 1914) Villa’yı yendi. 191£’de Sa­ vunma bakanı ve 1917 Anayasasi'nın en radikal maddelerinin esinleyicilerinden bi­ riydi. Kısa bir süre sonra devlet hizmetin­ den ayrılarak Sonora’ya çekildi, burada büyük bir servet edindi, aralık 1920’de Cumhurbaşkanlığına seçildi. Villa’yı, Za­ pata yanlılarını ve öteki grupları birleştiren bir uzlaştırma siyaseti izledi, Morones'in işçi partisi'ne de dayandı. Köylüleri kazan­ mak için bir tarım reformuna girişti ve ABD ile Bucareli antlaşmalarını imzalaya­ rak (1923) amerikan isteklerini kabul etti. Bu antlaşmalar ve yerine geçecek kişi so­ runu (Obregön yerine geçmek üzere Cal-



OBRENOVİC, Sırbistan’da 1815-1842



OBRETENOV (Nikola Tikov), bulgar çe­ teci (Rusçuk [Ruse] 1839 - Sofya 1889). Öğrenimini doğduğu kentte tamamladık­ tan sonra bir ara öğretmenlik yaptı (1864 -1866). Rusçuk isyan komitesi’nin (1871) kurucu üyelerinden biri olarak Eski Zağra (Stara Zagora) ayaklanmasını yönet­ mekle görevlendirildi (1875). Ayaklanma Hacı Adil Paşa kuvvetlerince bastırılınca, Romanya'ya sığınarak Botev çetesine ka­ tıldı. Çetenin bozguna uğraması üzerine yakalanarak Diyarbakır'a sürüldü (1876). Ayastefanos" antlaşması'ndan (1878) son­ ra serbest bırakılan Obretenov, yine aynı yıl imzalanan Berlin* antlaşması uyarınca kurulan Bulgaristan prensliğine gitti ve orada büyük bir kahraman gibi karşılanıp çeşitli görevler aldı. O ’BRİEN (William Smith), İrlandalI siya­ set adamı (Dromoland, Chlâir kontluğu, 1803 - Bangor, Caernarvon, 1864). 1843' ten başlayarak O ’ConneTın Birlik'in orta­ dan kaldırılması için yürüttüğü mücade­ leye katıldı. Sonra Genç İrlanda hareketi­ nin kuruluşunda yer aldı ve 1848'de bir ayaklanma düzenlemeye çalıştı. Yakalan­ dı ve idama mahkûm edildi. Cezası hafif­ letilerek Tasmanya’ya sürüldü ve 1856'da affedildi.



O ’BRİEN (Fitz-James), İrlandalI yazar (Lııimneach yönetim bölümü 1828 - Cum­ berland, Maryland, 1862). Bir avukatın oğluydu, New York'a göç etti (1852), bu­ rada bohem yaşamıyla gazeteciliği ve oyun yazarlığını birlikte sürdürdü, E. A. Poe’yu izledi, sahtebilinç üzerine derin ruhbilimsel incelemelerle modern bilim­ kurgunun öncüsü oldu. 1859’da süreli ya­ yınlarda yayımlanan en iyi bilimkurgu ya­ pıtları arasında The Diamond Lens, What was it?, The Wondersmith sayılabilir. Gö­ nüllü olarak orduya yazıldı, iç savaş sıra­ sında aldığı yaralar sonucu öldü.



O ’BRİEN (Brain O ’NUALLAİN, Flann — denir), İrlandalI yazar (Strabane, Tyro­ ne yönetim bölümü, 1911 - Dublin 1966). 26 yıl boyunca M yles Na gC opaleen tak­ ma adıyla irish Times'ta yazılar yayımla­ dı, denemeler, oyunlar yazdı, özellikle folk­ lorun, kahramanlık dekanlarının ve şiirin iç içe yer aldığı ve mizanın ağır bastığı ro­ manlarıyla (Af Swin-TwoiBirds, 1939) tanın­ dı.



O ’BRİEN (Edna), İrlandalI kadın yazar (Tuamgraney, Chlâir yönetim bölümü, 1932). İrlanda kırsal kesiminin yumuşak ve duygulu tablosunu çizdi, dozu gittik­ çe artan karamsar bir havayla kadınların yeni eğilimleriyle de ilgilendi ( The Co­ untry Girls, 1960; August is a Wickeo Month, 1965; Night, 1972; Mother Ire­ land, 1976; A Christmas Treat, 1982; The High Road, 1988; Scandalous Wo­ man and Other Stories, 1990; vd). Özyaşamöyküsel blr roman (A Pagan Place, 1970), ayrıca öyküler, televizyon oyunları (The Hard Way, 1980), film senaryoları ve çocuk kitapları yazdı.



O ’BRİEN (Parry), amerikalı atlet (Santa Monica, Kaliforniya, 1932). Güllede yeni bir atma tekniği geliştirdi, 1952 ve 1956’da olimpiyat şampiyonu, 1960’ta ikinci ve 1964’te de olimpiyat dördüncüsü oldu. Dünya rekorunu 1953’te 18 m'ye, 1959' daysa 19,30 m'ye çıkardı.



O B R İG H E İM , Almanya'da yer, Baden-



Obuhov Württemberg eyaletinde, Neckar ırmağı kıyısında. Nükleer santral._ O B R İU M a. Bütün dünyaya yayılmış tekeböceği cinsi. (Obrium cantharinum sö­ ğüt ve kavakta, O. brunneum köknar ve çamda bulunur. Tekeböceğiller familyası.) O B R O K a. (rusça söze). Tar. Rus köylü­ lerinin senyörlere ya da devlete ödedik­ leri ödenti. — A N S İ K L . Devlet köylüleri, ekip biçtikleri toprakların kullanımı karşılığında devlete vergiden başka bir de ödenti ya da obrok ödüyorlardı. Senyörlük malikânelerin­ de yaşayan sertlerse enfendilerine angar­ ya (barşçina) ya da parasal bir ödenti (ob­ rok) ödemekle yükümlüydüler ve bu borç­ larını kendi tarım ürünlerini satarak ya da tarım dışı bazı mesleklerde (ticaret, zanaat ve sanayi) çalışarak ödüyorlardı. Obrok sistemi, kara toprağı olmayan bölgelerde (Kuzey eyaletleri) egemendi. Bununla bir­ likte, XIX. yy.'da ödentilerle angaryaları bir­ leştiren, ayrıca angaryanın da borçlular için ceza olarak korunmasını sağlayan bir sistem yaygınlaştı. Sertliğin kaldırtması (1861), obroku ortadan kaldıramadı. "Ge­ çici olarak bağımlı” köylülerin hâlâ öde­ dikleri obrok, ancak 1881'de, toprağın köylüler tarafından satın alınması zorunlu duruma geldiği zaman ortadan kalktı.



lu ikiyaşayışlı kurbağalar alttakımı. (Örne­ ğin peteklikurbağagiller ve tekerdillikurbağagiller gibi familyaları içerir. Bil. a. Opisthocoela.) O B R U K Ö N L Ü sıf. Zool. Önyüzü içbü­ key bir omur için kullanılır. (Günümüzde yaşayan sürüngenlerin çoğu ve bazı am­ fibyumların obruköniü omurları vardır.) O B R U KÖ N LÜ U E R a. Obruköniü Ikiyaşayışlı kurbağalar alttakımı. (Karakurbağasıgilleri, kısabaşlıkurbağagiller ve ağaçkurbağasıgiller familyalarını kapsar. Bil. a. Procoela.) O B S E K A N T sıf. (fr. obséquent'darr, lat. obsequens, -entis, isteğe göre eğilen', den). Jeomorfol. W. M. Davis'in termino­ lojisinde, katmanların eğim yukarısına doğru akan (monoklinal bir yapıda) bir akarsu için kullanılır. O BSERVATUAR a. (fr. observatoire). Gözlemevi; rasathane. O b s e rv e r (The), ilk İngiliz pazar gaze­ tesi. 'ilerici tory” eğiliminin temsilcisi ola­ rak 1791’de Londra'da kuruldu. Bağımsız tutumu ve özellikle J. L. Garvin’in (1908 -1942) yönetiminde, haberlerinin güvenir­ liğiyle liberal aydınların gazetesi durumu­ na geldi.



O BSESYON a. (fr. obsession). Psik. SAPO B R O N YA a. iki sıra yapraklı, başak bi­ LANTI’nın eşanlamlısı. çiminde toplu küçük çiçekli epifit orkide. ■ O B S İD İY E N a (fr. obsidienne). Miner. (Asya’da ve tropikal Okyanusya'da yüz ka­ Şişe camı görünümünde, koyu renkli ve dar türü bilinir. Bil. a. oberonia.) çok kesici magma camı. O ’ B R U A D A İR (Daibhl), İrlandalI şair O B S TFE LD E R (Sigbjprn), norveçli ya­ (Corcalgh yönetim bölümü 1625-1698). zar (Stavanger 1866 - Kopenhag 1900). Bağımlı bir barddı, Cromwell istilasının yol ABD’de başarısızlıkla sonuçlanan bir tek­ açtığı kasırgaya kapıldı, Inglllzleşmiş irlannisyenlik denemesinden sonra 1891’de dalılar'ı alaya alan çok sayıda "sokak şiiri" Norveç'e dönünce, başıboş bir yaşam yazdı. sürdü ve vereme yakalandı. Dıgte (1893), O B R U Ç E V (Sergey Vladimiroviç), rus To Novelletter (1896) adlı yapıtları, Korset yerbilimci ve kâşif (irkutsk 1891 - Sen(1896) ve En praests dagbag (1900) adlı Petersburg 1965). Kuzey-doğu Asya’ya romanıyla Derpde draaber (1897) adlı (1917), Spitzberg’e (1925), Novaya oyunu aşırı bir duyarlılığın ürünüdür ve Zemlya'ya (1926) gitti; Kolima ve Indlgirölümünden sonra şaire ün kazandırmış­ ka'nın bölgelerine (1929-30) yaptığı yol­ tır. Bu yapıtlar, yüzyıl sonunun en özgün culuklarda Çerskl dağlarını, Oymyakon yazarlarından Öbstfelder’in, ruhsal ince­ yakınında da bir soğuk kutbu keşfetti. liklere özlü yaklaşımı, biçime, renge ve se­ se olan merakıyla avrupa simgeciliğinde O B R U K sıf. içbükey. seçkin bir yeri olduğunu gösterir. ♦ a. Jeomorfol. 1. Kireçli bölgede olu­ O B S T R Ü K S İY O N a. (fr. obstruction' şan doğal kuyu. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ağ­ dan). E N G E L L E M E 'n in eşanlamlısı. zı açık çok derin oyuk. (En büyük obruk­ —Spor. Futbolda savunma yapan oyun­ lar kireçli bölgelerde bulunur ve bir yeraltı cunun topla rakip oyuncu arasına girerek boşluğunda tavanın çökmesiyle oluşur. vücuduyla rakibini kasıtlı olarak engel­ Düzey farkı çok büyük olabilir: bu konu­ da rekorlar Yüksek Alpler’in karstlalemesi. rındadır.) , O B fÇ İ s ır tla r ı, Rusya'da, killi-kumlu — A N S İ K L . Obruklar çözüprineyle ya da tepelerin yer aldığı bölge, K.'de yaklaşık karstik boşluklarda tavanjn çökmesiyle 500 km boyunca, Hazar denizi’ni sınırlar. oluşur. Birinciler dar ve kıvrımlıdır ve ge­ 1 0 0 - 2 0 0 m arasındaki genel yükselti, nellikle çatlaklara göre biçimlenir, ikinci yalnızca, Urallar’a doğru artarak 400 türden olanların biçimi silindire daha ya­ m'ye ulaşır. kındır ve bunlar çok büyük boyutlara ula­ Ö B Ş Ç İN A , köylü komünü anlamına ge­ şabilir. len rusça sözcük. ( -* MİR.) O B R U K , Konya'nın Karatay ilçesine O B Ş T İ (Dimitir Nikoliç), bulgar çeteci bağlı bucak; 7 840 nüf. (1990); 17 köy. (Dyakovo, Makedonya, 1835 - Sofya Merkezi Obruk 791 nüf. (1990) 1873). Çetesiyle Girit ayaklanmasına ka­ O B R U K p la to s u , iç Anadolu'da G.'de tıldı (1866). Ayaklanma bastırıldıktan Konya-Ereğli ovası, K.'de Tuz gölü havza­ (1868) sonra Makedonya'ya döndü. Ka­ sı arasında yer alan, ortalama 1 10 0 -1 2 0 0 radağ, Sırbistan ve ve Bulgaristan dağla­ m yükseklikte geniş plato. D.’da genç vol­ rında çetecilik yaptı. Bulgar isyan komite­ kanik kütlelerle çevrilidir. G.-B. kesiminde si başkanı V. Levski'nin yardımcısı olarak billurlu şistlerden oluşan eski temelin yer Bulgaristan'a gönderildi (1871). Bir türk kö­ yer bazı kabartılar (Hodulbaba dağı 1 746 yü olan Arabakonak’a düzenlediği baskın m) biçiminde meydana çıktığı plato yüze­ sırasında türk güvenlik kuvvetlerince pu­ yi, geniş alanlarda pliyosen gölsel kireçsuya düşürülerek yakalandı (1872). Sofya' taşları ile kaplıdır. Plato yüzeyinde bu ne­ da yargılandı; ölüm cezasına çarptırılarak denle karst şekilleri, özellikle belli sıralar idam edildi. halinde dizilmiş obruklar çok yaygındır. O B TÜ R ATÖ R a. (fr. obturateur). Dişç. Yeraltı suları büyük olasılıkla Tuz gölü hav­ Doğuştan bir kusur ya da bir ameliyat so­ zasına doğru boşalır. Plato bitki örtüsü ba­ nucu oluşan bir madde kaybının yerine kımından tipik ve tehna bir bozkır görü­ damağa takılan protez aygıtı. (Sıvıların üstnümündedir. (-» Kayn.) çene sinüsüne kaçmasını önler, normal O B R U K A L T I sıf. Zool. Alt yüzü içbükey seslenmeyi sağlar) olan omurgalı için kullanılır (örneğin çift—Foto. Bir f o t o t i p e l d e e t m e k i ç i n d u y a r l ı parmaklıların ve tekparmaklıların boyun b ir y ü z e y d e k i ı ş ı k la m a s ü r e s in i d ü z e n le ­ omurları). m e y e y a r a y a n d ü z e n e k . (Bk. ansikl. b ö l . ) — H i d r . p n ö m . T lK A Y l C l’ n ı n e ş a n l a m l ı s ı . O B R U K A L T U L A R a. Obrukaltı omur­



—ANSİKL. Foto. Odak obtüratörû ya da perdeli obtüratör, fotoğraf odasına ve du­ yarlı yüzeye olabildiğince yakın monte edilir; saydamsız siyah kumaştan yapılmış iki perdeden ya da ince metal parçalar­ dan oluşur; bunların arasında bulunan açıklık ayarlanabilir ve çekim sırasında, duyarkatın önünde değişmeyen bir hızla yer değiştirir. Bu hız, obtüratörün tipine göre ya uygun bir mekanizmayla ya da elektronik ayar sistemine bağlı bir meka­ nizmayla düzenlenir. Örtme hızları açıklı­ ğın genişliğine bağımlıdır ve birçok sani­ yeyle 1/4 000 sn arasında ölçeklendirilir. Merkezi obtüratör ya da objektif obtüratörü genellikle bir objektifin mercekleri arasına yerleştirilir ve ince metal parçalar­ dan oluşur; bu devingen parçalar, bir hal­ ka içinde grup halinde düzenlenerek ışı­ ğın geçmesini önlerler; aynı zamanda, bir eksen çevresinde dönebilecek biçimde yerleştirildiklerinden, gereğinde duyarkatın ışıklanması için gerekli süre kadar açı­ lıp kapanmayı sağlarlar. Sözkonusu ışık­ lanma süresi, obtüratörün modeline gö­ re ya bir saat mekanizması ya da elektro­ nik bir devreyle ayarlanır ve birçok sani­ yeyle 1/1 0 0 0 sn arasında çalışabilir. O B U A a. (fr. hautbois; “ yüksek" anlamın­ daki haut ve "ağaç, tahta” anlamındaki bois'dan). 1. Hafifçe konik olan borusu, dar bir kalakla sona eren, çift dilli üfleme­ li çalgı. (Bk. ansikl. böl.) —2. OBUACI’nın eşanlamlısı. —3. Aşk obuası, kalağı armut biçiminde olan ve bir üçlü daha pes ses veren obua çeşidi. (XVIII. yy.’ın ilk yarısın­ da çok yaygındı [Bach, Telemann]). —ANSİKL. Atalarından biri de aulos olan obua, çok eski ve yaygın bir çalgıdır. Obua benzeri çalgılara dünyanın her ye­ rinde rastlanır (Doğu, Afrika, Batı). Ama çalma teknikleri farklıdır Doğu ve İslam ül­ kelerinde çalgının dili dudaklarla sıkıştırıl­ maz, ama icracının üflemesiyle titreşir; ic­ racının ağız boşluğunda yedeklediği ha­ va sayesinde, soluk alma sırasında çalgı­ nın sesinde bir kesinti olmaz. (-* GAYTA ve ZURNA.) Avrupa’da ancak XVII. yy.’ın sonunda kullanılmaya başlayan obua sözcüğü, üzerinde delikler bulunan tek bir parça­ dan (kimi zaman.da kıvrılmış bir ağaç ka­ buğundan) oluşan, çift dilli her tür köy çal­ gısının ya da şalemilerin yerini alan bir çal­ gı ailesini belirtiyordu. J. Hotteterre ve M. Philidor'un buluşu olan orkestra obuası­ nın başlangıçta üç anahtarı vardı. XVIII. ve XIX. yy.'larda yetkinleşen modern obu­ anın, üzerinde altı delik bulunan üç pars* çası vardır: kalak, alt gövde ve -dilin doğ­ rudan doğruya gömülü olduğu- üst göv­ de. On anahtarı olan modern obuanın ses alanı, iki sekizli ve bir dörtlüyü kapsar. Çok esnek ve yumuşak olan mekanizması, çalgıya eklemleme konusunda büyük ola­ naklar sağlar. Obuayla ayrık olarak çalı­ nan ya da yinelenen notalar, çok belirgin­ dir; hızlı triller, gamlar ve arpejler yapıla­ bilir. Çalgıdan ses çıkarmak için hafifçe üf­ lemek yeterlidir; bir ses epeyce uzatılabi­ lir. Bu özellikleri uzun, nüanslı cümlelerin çalınmasına uygundur.



8769



Larousse



o bsldlyen (Aşağı Kaliforniya'da (M eksika] çıkarılır)



Lauros-Giraudon



L. L.



O B U A C I a. Obua çalan müzikçi. (Eşanl. OBUA.) O B U A S İ, Gana’da kent, Kumasi’nin G.’inde; 22 800 nüf. Altın madeni. O B U H O V (Nikolay), rus besteci (Mosko­ va 1892 - Paris 1954). Petersburg’da Çerepnin’in öğrencisi oldu. 1918'de Paris'e giderek M. Ravel ve M. Orhan’dan ders aldı. Rus mistisizminden etkilendi. Gam­ daki 1 2 yarım-tonun eşitliği ve eksensizlik temeline dayalı bir kuram geliştirdi; yaz­ dığı armoni kitabında bu kuramı açıkladı (1947). Ayrıca basitleştirilmiş bir notalama sistemi ve "Martenot dalgaları” adlı çal­ gıya benzer bir çalgı buldu: sesli haç ya d a eterofon. Rus devrimi’nden esinlenen Obuhov’un ilk yapıtı, solocular, koro ve or­ kestra için Yaşamın kitabı adlı oratoryosu­ dur (1917-1924). Ayrıca ayin şiirleri bes-



solda Johannes M arla Ancluti tarafından yapılmış, İki güm üş anahtarı olan fildişi obua Konservatuvar çalgı müzesi, Paris sağda m odern obua



Obuhov teledi, eterofon parçaları yazdı. 8770



O BUR sıf. ve a. Sürekli ve çok yiyen, doy­ mak bilmeyen kimse için kullanılır: Çok obur bir insandır. Oburun biridir. ♦ sıf. Bir kimsenin doymak bilmeyen bir istek gösteren davranışı için kullanılır: Bir şeye obur gözlerle bakmak.



^



O B U R a. Kuzey kutbu çevresindeki ko­ zalaklı ormanlarda yaşayan etçil memeli hayvan. (Bil. a. Gulogulo; sansargiller fa­ milyası.) —ANSİKL. Kahverengi postlu obur ağır ve iri gövdeli, ayak tabanlarına basarak yü­ rüyen bir hayvandır. Daha çok yerde do­ laşır, ama gerekirse ağaca da çıkar Boyu bir metreyi aşmamakla birlikte, çok güç­ lü olduğundan geyiklere, rengeyiklerine ve avrupa muşlarına da saldırır. Açık renk şeritli koyu kestanerenkli, parlak ve sık postu oldukça ağırdır. Çok dayanıklı olan kürkü, spor kürkü ve halı yapımında kul­ lanılır. OBU R C A be. Bir obur gibi, doymak bil­ mezcesine. O B U R LA Ş M A K gçz. t. Yemeğe gere­ ğinden çok düşkünlük göstermek.



oburun kafatası



O B U R LU K a. 1. Boğazına düşkün, obur olan bir kimsenin niteliği —2. Obur bir kimseye özgü davranış. —Tip. Açlık duygusu olmadan çok fazla miktarda besin alma biçiminde ortaya çı­ kan, organik ya da sinirsel kökenli beslen­ me davranışı bozukluğu. —ANSİKL. Çoğu zaman kriz halinde beli­ ren oburluk, çocukluğun birinci evresin­ de anneyle olan ilişkilerdeki bozuklukla­ ra ve cinsel bir vücudu benimseme zor­ luklarına bağlı olarak özerotizm karakte­ rinde gerilek bir davranış gibi görünmek­ tedir. Bu davranış kimilerince uyuşturucu düşkünlüğüyle aynı doğada sayılır. O B Ü S a. (fr. obus'ten). 1. Doğrudan atış, havan atışı ve düşey atış yapabilen olduk­ ça kısa namlulu (namlu uzunluğu 1 0 ile 25 kalibre arasında değişir) top. (Bk. ansikl. böl.) —2. TOP’ MERMİSİ’nin eşanlam­ lısı. —Balıkç. Balina avcılarının zıpkını fırlat­ mak için kullandıkları top. —ANSİKL. Obüs atışları için özel olarak



alman-ingiliz-itaiyan ortak yapımı 155 m m ’lik çekicili FH 70 obüsü



rita ve plan dairesi'nde önemli görevler yapılmış topların kullanımı, Almanya'da XV. yy.'a kadar uzanır XVIII. yy.'da transız üstlendi. Traité de nomographie (Nomo­ grafi incelemesi) [1899] adlı yapıtında topçusu tarafından Valliere ve Gribeauval denklemlerin çözümlerini, "nomogram” sistemlerinde kesin olarak benimsenen 6 ile 8 parmaklık obüsleri, XIX. yy.'da 220 adını verdiği grafik gösterimlerle bularak yeni bir bilim dalının temellerini attı. ve 270 mm'lik obüsler izledi. Yavaş yavaş obüs, havantopu ile top arasında, namlu g O C A K a. 1. Ateş yakılan yer —2. Eski uzunluğu 10 ile 25 kalibre arasında deği­ evlerde odalarda ve mutfaklarda duvar şen ateşli bir silah olarak ortaya çıktı. Gü­ içine tuğla ya da taştan yapılan ve duma­ nümüzde görerek yapılan doğrudan atış, nı çekmeye yarayan bir bacası olan yer. yalnız uçaksavar ya da tanksavar topçu­ —3. Isı elde etmek amacıyla yapılan ay­ ları için geçerlidir. Savaş alanında gitgi­ gıtlara verilen genel ad (çalışma biçimini de daha uzağa müdahale etmek zorun­ gösteren bir adla da kullanılır): Gaz oca­ da kalan klasik topçu sınıfı, her açıda atış ğı. Elektrik ocağı. Ocağa yemek koymak. yapabilen "obüsler" ile donatılmıştır. Top —4. Taş, maden v b çıkarılan yer: Maden ve obüs sözcükleri terminolojide birbirine ocağı. Taş ocağı. Kireç ocağı. —5. Bir et­ karışmaktadır. kinliğin yoğun olarak gerçekleştirildiği yer: Her şeyden önce bir mevzi savaşı olan Bilim ocağı. — 6 . Belirli bir amaçla topla­ Birinci Dünya savaşı, bir dizi obüsün ge­ nılan yer: Türk ocakları. —7. Kimi deyim­ lişmesine tanık oldu: örneğin, çapları 155 lerde, ev, aile soy: Ocağı dağıldı. — 8 . Bir mm (Schneider 1915-1917) ile 400 mm aile yapısı gibi algılanan kuruluş: Yeniçe­ (Schneider, demiryolu üstünde) arasında ri ocağı. —9. Bir kurum, kuruluş ya da değişen kuşatma, siper, sahra obüsleri, kahvehanelerde çay, kahve vb. pişirilen ikinci Dünya savaşı, sahra obüslerinin bölme: Çay ocağı. — 10. Ocak kaşı, oca­ çaplarının büyümesiyle (105 ve 155 mm, ğın üzerine tencere oturtmak için yapılan sonra 203 ve 240 mm) ve tekerlekli (tran­ yer. || Ocağı batmak, büyük bir yıkıma uğ­ sız yapısı 105 Mle 36, amerikan yapısı 105 ramak, mahvolmak. || Ocağı kör kalmak, HM 2 ya da kundağı motorlu (amerikan soyunu sürdürecek çocuğu bulunma­ yapısı 105 HM7, alman yapısı 105 "Wes­ mak, soyu tükenmek. || Ocağı tütmek, so­ pe” ) obüslerin yaygınlaşmasıyla dikkati yu sürmek, çoluk çocuğu olmak: Evlen, çekti. Günümüzde, 155 mm'lik ya da ocağın tütsün. || (Birinin) ocağına düşmek, 152 mm'lik obüs, sahra topçusunun te­ bir kimseye sığınarak ondan yardım dilen­ mel malzemesidir; amerikan yapısı kun­ mek: Ocağına düştüm, ötesini sen bilir­ dağı motorlu M 109 obüsü (atış erimi: 16 sin. || (Birinin) ocağına incir dikmek, oca­ km) bunlar içinde en belirgin olanıdır, ğına darı ekmek, bir kimsenin evini bar­ bunu henüz donatım aşamasında olan kını yıkıp yok etmek, onu bir daha kurul­ 175, 203 ve 240 mm’lik obüsler izler. Te­ maz, şenlenemez duruma sokmak. || (Bi­ kerlekli obüslere örnek olarak, 18 km rinin) ocağını söndürmek, ailesinin yok ol­ erimli 155 mm'lik BF 1950 ile ardılı 155 masına, evinin barkının yıkılıp dağılması­ mm'lik TRF 1 (atış erimi: 24 km) gösteri­ na yol açmak: Hiç unutur muyum, ocağı­ lir. Avustralya-Kanada yapımı 155 mm' mı söndürdü onlar. lik en yeni obüsün erimi ise 32 km'dir. —Esk. Ocağ-ı mihman-nevaz, misafir ağır­ layan ocak, hanedan. O B W A L D E N , İsviçre’de yarı kanton, —Denize. Buharlı gemilerin kazanlarının Luzern gölünün G.-B.’sında, Nidwalden içinde ve altlarında ateş yakmaya ayrılmış ile birlikte Unterwalden* kantonunu oluş­ bölüm. || Ocak bastırmak, kazan ocakla­ turur; 492 km2; 29 313 nüf. (1990). Mer­ rındaki ateşi öne doğru çekerek, en az ya­ kezi Sarnen. nar duruma getirmek. || Ocak çekmek, ka­ 0 B Z 9 R , Bulgaristan’da (Burgaz yöne­ zan ocağındaki ateşi söndürmek. tim bölümü) sayfiye merkezi, Karadeniz kı­ —Folk. Bazı hastalıkları iyileştirme gücü yısında, Balkan dağlarının son kollarının olduğuna inanılan aile; bu hastalıklann iyieteğinde; 2 000 nüf. Burası Antikçağ'daleştirildiği yer. (Bu ailelerin bir ya da bir­ ki Heliopolis'tir. Gençler (10-15 yaş) için kaç hastalığı iyileştirme yeteneğine sahip uluslararası komünizm eğitim kampı (ön­ olduğuna inanılır; ilgilendikleri hastalığa cüler kampı). göre ad alırlar: sarılık ocağı, sıtma ocağı, OC D İL İ a. (Eski occitan dilinde oc, evet; al ocağı gibi.) [-* OCAKLI.] latince /loc’tan). Güney Fransa'da konu­ —Isıbil. Sanayide ya da evlerde kullanı­ şulan roman dili lehçeleri. (Bugün occitan lan ısıtma aygıtlarında, İçinde yanma ola­ dili denir) yının gerçekleştiği bölüm. (Bk. ansikl. böl.) —Isıt, havld. Ocak çengeli, ATEŞ ÇENGE■O C A G N E (Maurice D'), transız matema­ Lİ*’nin eşanlamlısı. tikçi (Paris 1862 - Le Havre 1938). Mühen­ —Isıt havld. ve Isıbil. Otomatik ocak, kö­ disti. Politeknik okul’da profesör olarak ça­ mür yüklemeye ve yakmaya yarayan me­ lıştı (1912), Bilimler akademisi'ne seçildi kanik ocak. (1922), donanmada, daha sonra da Ha­ Türk silahlı kuvvetleri’nde kullanılalı 20 3 mm’lik M 5 5 kundağı motorlu obüs silahlar: 20 3 m m 'lik obüs; 12,7 m m ’lik m akineli tüfek; hız: 30 mil/sa; m aksim um etim: 16 66 0 m; atış hızı: 1,5 atım /dk; yol ağırlığı: 4 4 .5 1



TC Genelkurmay genel sekreterliği



ocak — İnş. Ocak perdesi, OCAK SİPERrnin eşanlamlısı.



— Kur. tar. Yeniçeri teşkilatı hakkında kul­ lanılan bir deyim. (Yeniçeriler kendilerini bektaşiliğe bağlı saydıkları için bu deyim ortaya çıkmıştır. Kurum anlamına gelen bu deyim, Lağımcılar ocağı, Cebeci ocağı vb. başka hizmet birimlerini de kapsıyor­ d u .)! Ocak ağası, "yeniçeri ağası" yeri­ ne kullanılan bir deyim. (-> YENİÇERİ’ AĞASI.) || Ocak bölükbaşıları, Yeniçeri ocağı’nı oluşturan bölüklerin başında bulu­ nan, bölüğün eğitim ve disiplininden so­ rumlu olan subay. || Ocak erkânı ya da ocak ağaları, başta ocak ya da yeniçeri ağası olmak üzere sırasıyla sekbanbaşı, yeniçeri kâtibi, yeniçeri kethüdası, İstan­ bul ağası, Anadolu ve Rumeli ağaları gi­ bi ocağın ileri gelenlerine verilen ad. || Ocak hasekisi. Yeniçeri ocağı'nın ayrıldı­ ğı ortalardan birinden sorumlu 'subayın adı. (Bütün ocak ağaları gibi, ocak hase­ kisi de yeniçeri ağasının oluruyla atanır­ dı.) || Ocak ihtiyarları, Yeniçeri ocağı'nın önde gelen kişileri hakkında kullanılan bir deyim. (Önemli kararların alınmasını gerek­ tiren toplantılara bunlar da katılırlardı.) || Ocak imamı, Yeniçeri ocağı'nın din işle­ rinden sorumlu görevlisi. (Yeniçeriler ara­ sından okuyup yazma bilenler ve gerekli eğitimi görmüş kimselerden seçilirdi.) || Ocak kâtibi, ocak erkânından, ocağın ya­ zı İşlerini yöneten kişi. || Ocak kapı kethü­ dası, Yeniçeri ocağı subaylarından, birinin unvanı. (Görevi ocağın Babıâli ve resmi yerlerle olan işlerini takip etmekti.) || Ocak muhzın ağa, Yeniçeri ocağı'nın yüksek rüt­ beli subaylarından birinin unvanı. (Görevi, istenen kişileri bulup ocağa getirtmekti.) || Ocak talimhanesi, yeniçerilerin eğitimle­ rini yaptıkları alan. (Tarihsel kayıtlara gö­ re ilk kez, Okmeydanı’nda, Bayezit II ta­ rafından yaptırılan talimhane, Kanuni Sul­ tan Süleyman zamanında genişletilmiştir. Padişah yılda bir kez buraya gelerek, ok ya da tüfek atışlarında başarılı olan yeni­ çerileri ödüllendirirdi. Selim lll'ün Nizamıcedit'i kurmasından sonra da yeniçerile­ rin talimlerine önem verilmiş, ancak nizamıcedit ortadan kalktıktan sonra talimler de ihmal edilmiş, Mahmut II döneminde ocak talimhanesi bütünüyle lağvedilmiş­ tir.) || Ocak tatarları, yeni padişahın tahta çıkışı vb. önemli olaylar sırasında, saray­ dan verilen fermanları imparatorluğun çe­ şitli yerlerine götüren ulaklara verilen ad. (Bugünkü iletişim araçlarının bulunmasın­ dan önce ya da yaygınlaşmadığı dönem­ lerde bu görev daha çok hızlı at süren ta­ tarlar tarafından yerine getirilirdi. Bunlar kısa ceket ve uzun kalpak giyerlerdi.) —Mad. oc. — m a d e n * OCAĞI. || Ocak amiri, bir ya da birkaç ocağın işletmesin­ den ve teknik yönetiminden sorumlu olan maden mühendisi. || Ocak lokomotifi, çı­ karılan cevher ya da kömürü yerüstüne ta­ şımak için kullanılan arabaları çeken lo­ komotif. —Metalürj. Yer ocağı, eskiden dökme de­ mirin kömürle yeniden erltildiği arıtma fı­ rını. (Bu aygıtın çalışma düzeni, yükseltgeyici işleme dayanır.) [Bk. ansikl. böl ] —Nalbantl. Alaturka nal yapımında çu­ bukları kızdırmakta kullanılan, taş, tuğla ya da betondan, gezgin ya da sabit dü­ zenek. (Bk. ansikl. böl.) —Seram. Kütahya seramikçiliğinde sera­ mik fırınlarına verilen ad. —Tarım. Ekim amacıyla içine bir ya da bir­ çok tohum atmak için toprakta açılan çu­ kur. || Bostanda, bahçede vb. her sebze için ayrılmış bölüm. || Ocak usulü ekim, ocaklar açarak yapılan ekim. (Tropikal ül­ kelerde yaygın olan bir ekim yöntemidir. Avrupa’da ve Türkiye’de bu yöntem bazı ürünler için sebze bahçelerinde kullanılır.) —ANSİKL. Eskiden yurt denilen çadırlar­ da yaşayan Türkler, çadırın ortasında açı­ lan bir çukur içinde yakılan ateşle ocak gereksinimini karşılıyorlardı. Bu ateşin du­ manı çadırın tepesindeki çangarak*'tan çıkardı. Yerleşik düzene geçildikten son­ ra tan dırla r ve evin duvarına gömülmüş



bacalı ocaklar yapıldı; bunlar hem ısınma­ da hem de yemek pişirmede kullanılıyor­ du. Bu ocaklar özellikle osmanlı mimarlı­ ğında, saraylarda, konaklarda, büyük ev­ lerde mimari bir değer kazandı; kullanıl­ madıklarında da odaya güzellik katabilen, çevresiyle birlikte tasarlanmış, gösterişli ocaklar yapıldı. Osmanlılar’ın Bursa dö­ nemine değin basık bir koni biçiminde olan davlumbazlar (Bursa Yeşil cami hün­ kâr mahfili), klasik dönemde tavana dek uzanan ince, uzun bir koni biçimini aldı; ateşlik büyüdü. Ocakların çevresi, dav­ lumbaz ve yaşmak bölümleri alçı kabart­ malar, XVII. yy. ortalarından sonra da çini kaplamalarla süslendi. Altın yaldızlı, tunç kaplamalı örnekler de vardır (Topkapı sa­ rayı Murat III köşkü). XVIII. yy.'dan sonra öteki mimari öğelerde olduğu gibi ocak­ larda da barok ve rokoko üslubu egemen oldu. Son dönem osmanlı ocaklarıysa Av­ rupa şöminelerine benzedi; daha çok mermerden yapılan ocaklarda davlum­ baz çıkıntısının yerini ocak ağzının üstün­ de, iki yandaki desteklere oturan raflar al­ dı. Topkapı sarayı'nın çeşitli bölümlerinde bu üslupları yansıtan örnekler bulunmak­ tadır. Ocaklar genellikle döşemeden 10 cm kadar yükseklikte bir set ile bunun üzerin­ de dumanı kavrayıp bacaya ulaştıran ya­ rım koni ya da silindir biçiminde bir dav­ lumbaz ve yaşmaktan oluşuyordu. Baca­ larda demir çubuk ya da .zincirle kapatı­ lan bir kapak vardı. Ocak ağzının kenar­ larında kıvılcımların sıçramasını engelle­ yen siperler bulunurdu. Ayrıca ocağın yanlarında “ maşalık" denen oyuklar var­ dı. Yanlarda, minderli sekilerin üst bölü­ münde çeşitli eşya konulan, "tembel de­ liği”, “ takçe göz" gibi adlarla anılan ve ocak başında oturan kişinin kolayca eri­ şebileceği oymalı nişler yer alıyordu. Türk ocakları ateşin havalandırılmasını sağlayan düzenekleriyle de dikkati çeker: ocak tabanının altına, pişmiş topraktan künkler yerleştirilir, bu künklerin ağzı dı­ şardan ateşliğe hava sağlayacak biçimde açık bırakılırdı. Kimi evlerdeyse bu amaç­ la, ateşlikten odanın zemini ortasına ka­ dar uzanan bir yol açılır, bu yolun ağzı açık bırakılırdı. Ateşin az yanması istendi­ ğinde bu delik bir taş kapakla örtülürdü. Günümüzde ocakların yerini daha çok süs öğesi olarak şömineler ve çeşitli ısın­ ma araçları aldı. —Folk. Ocağın Anadolu folklorunda önemli bir yeri vardır Ocağa ilişkin inanış­ lardan bazıları şaman inanışlarının izleri­ ni taşır Ocak Anadolu folklorunda evin dirliğini simgeler. Ocağa su dökerek ateş söndürmek iyi sayılmaz, böyle yapılırsa evin dağılacağına, “ ocağın söneceğine” inanılır. Ocağı kirletmemeye de özen gös­ terilir. Ocak, kötü güçlerin erişemeyeceği tek yer olarak düşünülür. Bu nedenle cin vb. kötü güçlerin etkisiyle hastalandığı dü­ şünülenler ocağın yanına yatırılır; yeni doğmuş çocuklar ocağın çevresinde gez­ dirilir. Yeni evlilerin ocağının çevrede say­ gınlık kazanmış sağlıklı ve mutlu bir kadın tarafından yakılmasının uğur getireceği­ ne inanılır. Kızlar çabuk evlenebilsinler di­ ye ocağın çevresinde dolaşırlar. Yoksulluk­ tan kurtulmak için zenginlerin ocağındar gizlice ateş çalma, eve bolluk gelmesi içir başkalarının genellikle daha iyi dürümda­ kilerin ocağından taş alma vb. gelenek­ ler bugün de Anadolu'nun bazı kesimle­ rinde yaşamaktadır. Gün battıktan sonra ocaktan ateş vermemek en yaygın inanış­ lardan biridir; aksi yapılırsa evin bereketi­ nin gideceği düşünülür Ocak büyü işlem­ leri için de kullanılır. Kötülük yapılmak is­ tenen kişinin ocağına su atmak, ocağı kir­ letmek, o kişinin zarara uğramasını sağ­ layacak en etkin yollardan biri olarak dü­ şünülür. Bazı yörelerde evi yıkılan ya da başka bir yere göçen kişinin ilkin ocak ta­ şını alma geleneği yaygındır —Isıbil. Ocak, daha çok yanma odası te­ rimine uygun düşen bir yeri belirtmekle birlikte çok basit ya da çok karmaşık ola­



bilen aygıtlardan ya da organlardan olu­ şan bir bütündür. Kömür yakılan geleneksel ocaklarda yakma aygıtı, yakıtı taşıyan ve çubukları­ nın arasından havanın geçmesini sağla­ yan ızgaradır. Bir yükleme kapısı ocağa kömür doldurup ızgara üzerine yaymaya ve ızgarayı temizlemeye olanak verir. Iz­ gara ayrıca, hem hava giriş odası hem de kül toplama yeri görevi yapan küllüğü yanma odasından ayırır Küllük kapısı üze­ rinde genellikle, hava girişi için ayarlana­ bilir delikler bulunur. Çekme sonucu ocak­ ta meydana gelen alçak basınç, havanın ızgara ve yakıtın arasından geçerek oca. ğa girmesini sağlar. Izgaranın arka bölü­ münde yanma odası, ateş köprüsü İle sı­ nırlanmıştır; gazlar fırına ya da kazanın duman kanalına girmeden önce buradan geçerek yanmayı tamamlayan bir karış­ maya uğrarlar. Kimi ocaklarda bu işlevi, gazları öne doğru yönelten bir kemer gö­ rür. Bazı katı yakıtlar için, elle yüklenen ba­ sit ocaklarda bile, basamaklı özel ızgara­ lar ya da ızgara yerine delikli tuğlalar kul­ lanmak gerekebilir. Nemli ya da uçucu madde bakımından zengin yakıtlar İçin yanma iki evrede gerçekleşir; ilk evrede bir gazlaşma sözkonusudur (gazojen ocakları). İnce tane haline getirilmiş çok küçük çaplı yakıtlar hava geçişine büyük bir direnç gösterir Bunun İçin yanma, bazı merkezi ısıtma sistemi kazanlarında oldu­ ğu gibi alçak basınç etkisinde değilse, ız­ gara altına yeterli basınçta hava gönder­ mek gerekir. Flavanın ızgara altına bir üstbasınçla gönderildiği, elle ya da yakıt ağır­ lığıyla yüklenen ocaklara özellikle üflemeli ocaklar adı verilir; ancak mekanik ocak­ ların çoğu da üflemelidir. Elle yükleme yalnız, oldukça büyük par­ çalar halinde katı yakıtla beslenen düşük güçlü ocaklarda git gide uygulanmakta­ dır. Küçük çaplı (tane) kömür yakan küçük ve orta büyüklükteki ocaklarda genellik­ le bir üfleme vantilatöründen başka me­ kanik bir organ bulunmaz ve yükleme ya­ kıtın kendi ağırlığıyla gerçekleştirilir. Toz ya da akaryakıt brülörleriyle donatılmadıkla­ rı sürece büyük tip sanayi ocaklarının he­ men hemen tümü mekanik ocaklardır. Mekanik ocakların tasarımı ve düzen­ lenişi yakılacak yakıtın türüne ve aşağıda­ ki sorunlar için kabul edilecek çözümlere bağlıdır: yakıtın ızgara üzerine yüklenme­ si; havanın girişi, dağılımı ve dozunun be­ lirlenmesi; külleri ve cürufları temizleme ve boşaltma. Izgara sabitse yakıtı ızgaranın tüm ’ yüzeyine yaymak gerekir; küremeli ocaklar bu ilkeye göre yapılmıştır. Izgfera arkadan öne doğru hareket ediyorsa ya­ kıtı geriye doğru atmak gerekir Yanma sı­ rasında ızgara yakıtı öne doğru getirdiğin­



H a rc o u rt



M aurice d 'O cagn e



Topkapı sarayı m ıitfaklarıntjan bir ocak



den besleme arkadan yapılır. Yakıt ocağa genellikle bir yükleme hunisinden bırakı­ larak ızgaranın (iki tambur üzerine sonsuz bir zincir gibi sarılan eklemli çubuklu me­ kanik ızgara: Babcock ve Wilcox, Rou­ baix, Harrington tipleri) sürekli hareketiy­ le sürüklenir ya da bir itecekle ya da çu­ bukların almaşık hareketleriyle eğik bir ız­ garanın üzerine itilir. Izgara genellikle, oca­ ğın ortasında bulunan bir oluğun her iki yanına yerleştirilmiş eğik iki yan yüzeye ayrılır. Önce bu oluk içine itilen yakıt bu­ rada yükselir ve oluğun kenarlarını aşa­ rak eğik ızgaralara dökülür; alttan gelen yakıt (alttan beslemeli ocak) yükselme ha­ reketi sırasında hava giriş deliklerinin dü­ zeyini geçer ve yanmakta olan katmana girer. Bütün mekanik ocaklarda, yakıtın ilerleme hızı, kalınlığı ve yanma biçimi, kö­ mürün, ocak çıkışında kül ve cüruf hali­ ne dönüşürek bir boşaltma hunisi, çuku­ ru ya da kanalına dökülmesini sağlayacak biçimde ayarlanır. Büyük kazan dairelerinde yakıt ocak yükleme hunilerine, depolama yerinde mekanik taşıyıcılarla beslenen boşaltma kanallarıyla gönderilir. Cüruflar mekanik ya da hidrolik yolla boşaltılabilir. Akaryakıt ya da toz yakıt kullanılıyorsa yakma aygıtı genellikle brülördür; bir ya da birçok brülörle donatılmış yanma oda­ sı, genellikle nispeten basit bir biçimde­ dir ve profili ile boyutları alevin şekline bağlıdır. Toz kömür yakan diğer aygıtlar­ d a ise yakıt, küçük bir ızgaranın üzerin­ de yükselen, hava oranı yüksek bir gaz akımı içine püskürtülür ya da yine ızgara üzerindeki hava akımı içinde katı asıltı ha­ linde bırakılır. Öte yandan, siklon ocaklar­ da, silindir ya da kesik koni biçimindeki nispeten küçük bir hacim içinde, yüksek sıcaklıklara kadar ısıtılmış yanma havası­ nın etkisiyle çok hızlı bir dönme hareketi yaparak sürüklenen yakıt tanecikleri, bu hacmin dibinde bulunan erimiş haldeki cüruf katmanının yüzeyinde yanar. Cüruf­ lar gaz yanışının tamamlandığı ikincil yan­ ma odasının dibinden sıvı halde akarlar. Yanma odalarının hacmi, tam yanmayı gerçekleştirebilecek büyüklükte olmalıdır. Nitekim gereken hacim, yakıt ve yakıcının etkili biçimde karışmasını sağlayacak ka­ dar küçüktür (yanma ızgara üzerinde ger­ çekleşiyorsa bu hacim, ızgara üzerindeki katmanın üstünden açığa çıkan gazlar ve yanıcı parçacıklar için geçerlidir). Brülörlerin biçimi ve düzenlenişi bu terışmayı kolaylaştırabilir: örneğin, brülörlerin teğetsel konumları bir burgaç hareketi meyda­ na getirebilir. Öte yandan, yanma odası çeperlerinin yapısı ve büyüklüğü yanma gazlarının ve ortamda katı asıltı halinde bulunabilen kül tanecikleri ile çeperlerin sıcaklığına bağlıdır. Bu sıcaklıklar için çe­ şitli değerlendirmelerle maksimum ve mi­ nimum sıcaklıklar öngörülebilir: yakma ko­ şulları ve yanmanın düşük bir hızla sür­ dürülmesi, çeperlerin korunması, ısıtma İşlemleri için gereken sıcaklık düzeyi, bu har üreteçlerinde özellikle kızdırma sıcak­ lığı ve küllerin fiziksel hali için belirlenen koşullar; duruma göre, kazanın boru de­ metlerine yapışmalarını önlemek için, kül­ leri hamur değil de toz halinde tutma yo­ luna gidilir ya da tersine, ocağın altına ak­ malarını sağlamak için tümüyle sıvılaştırılmalarına çalışılır (erimiş küllü ocaklar). Bunun için ocakta sıcaklığı düşürmeye ya­ rayan ve buharlaşmaya etkin olarak katı­ lan saydam su ekranları ya da yüksek sı­ caklığı korumak için ateşe dayanıklı, so­ ğutulmuş yüzeyler kullanılır. Erimiş küllü ocaklarda alt bölüm bir hu­ ni biçimindedir; bu huninin altında sıvı kül­ ler su içinde toplanır ve boşaltılmadan ön­ ce tanecikler halinde katılaşır. — Metalürj. Yer ocağı. Katı yakıtla karıştı­ rılan cevher ya da metal, hacmi 1-2 M 3 olan dikdörtgen biçiminde dar bir gövde­ ye yüklenir. Boru donanımlarından yakıtı yaten, cevheri kavuran ya da metalin arı­ tılmasını sağlayan şiddetli bir hava akımı gönderilir. Yer ocağı eskiden dökme de­



mirden demir üretmede ve kurşun sülfür­ den kurşun elde etmede yaygın olarak kullanılırdı; kurşun üretiminde kurşun sül­ für önce hava akımı içinde bölümsel ola­ rak kavrulur ve meydana gelen oksit, da­ ha sonra geride kalan sülfürle tepkimeye sokularak kurşun etde edilirdi. Yer ocağın­ da çalışmak hem zor, hem de verimi dü­ şüktür; bu aygıt özellikle kesikli üretimler için elverişlidir. —Nalbantl. Nalbantların kullandığı bu ocaklar tek ya da çift haznelidir ve her haznenin önünde bir su yalağı bulunur; ateşin kolayca yanması ve kızgın kalması için bir körükle donatılmıştır. Körük elle, ayakla, motorla ya da elektrikle çalıştırılır. Ocakların üstünde dumanı çekmek için geniş davlumbazlı bir baca vardır. Eski­ den Anadolu'da kullanılan gezgin ocak­ lar kalın demir saçtan yapılmış ayaklı bir mangal biçimindeydi. O C A K a. (esk. türkç. ot, ateş'ten). 1. Yı­ lın birinci ayı. —2. 1 Ocak, yılın ilk günü, yılbaşı günü. O C A K , XVIII. yy.'da La Caille tarafından tanımlanan, Balına takımyıldızının güne­ yinde, Güney yarıkürede yer alan ve baş­ langıçta Kimyacı fırını diye adlandırılan kü­ çük takımyıldız. En parlağı 3. kadirden olan, çıplak gözle görülebilir 35 kadar yıl­ dız içerir. Ayrıca bu takımyıldızın içinde, yerel öbeğin* gökadalarından biri de göz­ lemlenir. (-> GÖK haritası.) O C A K Ç E K İR G E S İ ya da O C A K C IR C IR I a. Evlerde, ocaklarda ve fırın­ larda sıkça görülen çekirge. (Koyu sarı renkli, iri kafalı, kısa kanatlıdır. Ön kanat­ larını birbirine sürterek bir cırlama sesi çı­ karır. Kumaş, kâğıt, hamurlu maddeler, şe­ ker vb. ile beslenir. Bil. a. Gryllus [ya da Acheta] domestica; kazıcıçekirgegiller [Achetidae] familyası.) O C A K B A Ş I a. 1. Bir ısınma aracının (ocak, soba vb.) çevresi. —2. Salonunda, çevresine müşterilerin oturacağı yerler di­ zilmiş yüksek ve büyükçe bir ocak bulu­ nan içkili lokanta. (Etler ocakta pişirilip anında servis yapılır ya da müşteriler et­ leri kendileri pişirirler.) —Esk. mutf. Saray ve konaklarda aşçıbaşından sonra gelen mutfak görevlisi. (Mut­ fakta çalışanları, yemekleri ve ocak hiz­ metlerini denetler; aşçıbaşına karşı so­ rumludur.) —Folk. Anadolu’nun bazı yörelerinde kış geceleri düzenlenen toplantılara verilen ad. (Bazı yörelerde yalnızca kadınlar ara­ sında düzenlenir. Ocağın çevresine dizi­ len kadınlar, ocakta helva kavurur, mısır patlatır ve çeşitli eğlenceler düzenlerler. Erkekler arasında düzenlenen ocakbaşı da, bir tür sohbet ve eğlenti toplantısı ni­ teliğindedir.) —Nalbantl. Ocakbaşı aletleri, nalın hazır­ lanması sırasında ocakta kullanılan ve ateş küreği, gelberi, ocak kıskacı, sepkıden oluşan takım.



yöntemleri çoğunlukla büyü işlemleri ni­ teliğindedir. Bunun yanı sıra hastaya be­ lirli şeyleri yedirmek, ağrıyan yere değişik maddelerden yapılan merhemleri sür­ mek, bitkilerden yapılmış bazı ilaçlar içir­ mek gibi tedaviye yönelik yöntemler kul­ landıkları da olur. Öcaklı, kadın ya da er­ kek olabilir. Genellikle erkek hastalara er­ kek, kadınlara kadiri ocaklı bakar. Ocaklılık, atadan oğula ya da anadan kıza ge­ çer. Bununla birlikte ocaklı kendi soyun­ dan olmayan birine de bildiklerini öğre­ tebilir Ocaklının bildiklerini öğreteceği ki­ şi gelip önüne diz çöker; ocaklının elini öper. Öcaklı da el verdiğini bildiren söz­ lerden sonra onun ağzına tükürür ya da tükürür gibi yapar, inanışa göre, sağaltma yeteneği ocaklının tükürüğündedir. Ocaklıların sağaltma yöntemlerinde ateş de önemli bir yer tutar. Al basması­ na karşı ocaklının kılıcını kullanma, loğu­ sanın sütü kesildiğinde göğsüne konan ıs­ lak keçe üzerine kızgın demir bastırma, kırk basmasına karşı çocuğu ocaktan alın­ mış küçük taşların atıldığı suda yıkama vb. uygulamalar şaman inanışlarıyla ilgilidir. Aynı zamanda hayvan hastalıklarına ba­ kan ocaklılar da vardır. O C A K L I, Flatay'ın Dörtyol ilçesinde köy iken merkezle birleşerek mahalle oldu. O C A K L IK a. 1. Bir odada ocağın bulun­ duğu yer; ateş yakılan yer. —2. Bir yapı­ nın temelini ya da çatısını oluşturan bü­ yük kereste; temel direği. —3. Yörs. Mut­ fak. — 4. Yörs. Baca. —Denize. Ocaklık demiri, yedek göz de­ miri. (Büyüklüğü ve ağırlığı genellikle göz demiriyle aynı olan ve eski ticaret gemi­ lerinde, göz demiri loçasının arkasındaki bir loça içinde duran bu demir, eski sa­ vaş gemilerinde pruva palasertesinin ge­ risinde, lombarlar düzeyinde bulunurdu. Modern gemilerde ise, ocaklık demirleri güverte üzerindeki özel kalastralara otur­ tulur.) || Ocaklık punteli, ocaklık demirini askıda tutmaya yarayan ve bir ucu borda­ ya menteşeli, diğer ucu demir bedenine göre yuvalı, demir matafora. —Tar. Osmanlılar’da bir yerin gelirinin mi­ rasçılarına geçmek koşuluyla bir kimse­ ye verilmesi usulü. || Ocaklık olarak veri­ len yer. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kendisine ocaklık biçiminde arazi geliri verilen kişi, resmen o yerin sa­ hibi değildi. Yalnızca o yerin şeri ve örfi vergileri kendisine aitti. Ocaklığın bir hiz­ met karşılığı verilmesi gerekmediği gibi, tevcih geri de alınamazdı. Bir yere ocak­ lık olarak tasarruf edenler yönetsel, bir de­ receye kadar da yargısal yetkilere sahip­ tiler. Bu usul daha çok OsmanlI devletinin doğu vilayetlerinde uygulanırdı.



O C A K Ç IL IK a. Ocakçının yaptığı iş.



O C A M (Organisation commune africaine et mauricienne) [Afrika ve Mauritius ortak örgütü], özellikle fransızca konuşan dev­ letleri bir araya getiren ve üyeleri arasın­ da iktisadi, kültürel ve toplumsal bir işbir­ liği amaçlayan uluslararası örgüt. Şubat 1965'te Nuakşot'ta Afrika ve Madagaskar ortak örgütü adıyla kuruldu, 1970'te Afri­ ka Madagaskar ve Mauritius örgütüne dö­ nüştü ve Madagaskar'ın çekilmesinden sonra, 1973'te bugünkü adını aldı. Siya­ sal dalgalanmalara göre bazı devletler bu örgütten ayrıldı, bazı devletler de katıldı. 1982'de örgütün çekirdeğini on devlet (Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Kı­ yısı, Burkina Faso, Mauritius adası, Nijer, Ruanda, Senegal, Seychelles, Togo) oluş­ turuyordu. 23 mart 1985’te Lomö'de top­ lanan üye ülkelerin devlet başkanları ör­ gütün kaldırılmasına karar verdiler.



O C A K L I sıf. içinde ocak bulunan, oca­ ğı olan yer için kullanılır. —Folk. Kimi yöntemlerle belirli bir ya da birkaç hastalığı iyileştirebileceğine inanı­ lan kişi. (Bk. ansikl. böl.) —Kur. tar. Yeniçeriler ya da Cezayir ve Trablusgarp'ta kurulan ocaklara mensup kişiler için kullanılan deyim. —ANSİKL. Ocaklıların hastalığı sağaltma



O C A M P O (Victoria), arjantinli kadın ya­ zar (Buenos Aires 1890 - ay. y. 1979). Fransa’da yetişti, Buenos Aires’te Sur der­ gisini kurdu (1931-1970) ve dünya edebi­ yatının ülkesinde tanınmasına katkıda bu­ lunarak yarım yüzyıla yakın bir süre bu derginin yayımını sürdürdü. Fransız ve İn­ giliz yazarlarından yaptığı çeviriler dışın­ da Dante, Virginia Woolf, Tagor ve Gand-



O C A K B A Ş I, Erzincan'ın Üzümlü ilçe­ sine bağlı Tanyeri bucağının merkezi; 147 nüf. (1990). O C A K Ç I a. 1. Kahvelerde kahve, çay, vb. hazırlayan kimse —2. Ocak bacalarının kurumlarını temizleyen kimse. —3. Ateş­ çi—Denize. Buharlı gemilerde, kazan yak­ makla görevli gemici. (Ocakçı, kazanın is­ tenilen düzeyde yanmasını sağlar.) —Ekmekç. Fırını yakmak ve ateşi kontrol etmekle görevli kişi.



ockhamcılık hi üzerine denemeleri ve Testimonios (10 cilt, 1935-1977) adlı bir yapıtı vardır. —Kız kardeşi ressam ve yazar SİLVİNA (Buenos Aires, 1909), A. Bloy Casares ile evlendi, şiirler (Espacios métricos, 1945), düşsel ve zarif bir dille kaleme aldığı hikâyeler yazdı. O C A N A , Kolombiya'da (Santander Nor­ te yönetim bölgesi) kent, Cücuta’nın B.’sında; 39 400 nüf. O ’ C A S E Y (Séan), İrlandalI tiyatro yaza­ rı (Dublin 1880 - Torquay, Devon, 1964). ilerde hemen hemen fotografik bir görün­ güsünü vereceği Dublin'in yoksul konutla­ rında yaşayan protestan bir ailenin çocu­ ğuydu. 1913 genel grevinin etkisiyle, İrlan­ da yurtseverliğinin güçlü ve zayıf yönleri­ ni dikkatle İnceledi. Kadınların direnci, er­ keklerin palavraları, yapıtında geniş bir yer tutar. Proleter enternasyonalizmini bir çö­ züm gibi gördüyse de, düş kırıklıkları onu kilise düşmanlığına ve biraz soytarılık ha -1 vasi taşıyan bir toplumsal anlatımcılığa, alaya alınan umudun anlatımcılığına yö­ neltti. Yapıtları arasında The Shadow ofa Gunman (1923), gerçek anlamına aykırı bir biçimde anlaşıldıysa da, Juno and the Paycock (1924), The Plough and the Starsl (1926), The Star Turns Red (1940) ve Red Roses tor me (1946), her şeye rağmen umutlu gibi görünüyorlardı ve umudu da sefaletin korkunçluğu açıklıyordu. 1928' de Yeats, anlatımcı ve asker düşmanı bir nitelik taşıyan Silver Tassie adlı oyununu reddetmişti. The Bishops’s Bonfire (1955) ve özellikle The Drums ot Father N ed (1958) adlı oyunlarıyla kutsal sayılan şey­ lere de dil uzatması üzerine, Kilise ona büjtün yolları kapattı; Dublin başpiskoposu, bu oyunun oynanması halinde Uluslar­ arası sergi’yi kutsamaktan vazgeçeceği­ ni söyledi ve oyuncular, başpiskoposun bu tehdidine boyun eğdiler. Bunun üzeri­ ne O'Casey, oyunlarının İrlanda'da oynan­ masını kabul etmedi. Acı bir belagatle do­ lu bir özyaşamöyküsü yazdı (1939-1956). Ayrıca hikâyeler ve küçük oyunlar, 1926 -1964 arasında yazdığı makale ve dene­ melerinden oluşan Blasts and Benedictions adlı bir de derleme yayımladı. O C C E M Y İA a. (yun. ogkos, çengel, ve myia, sinek'ten). Devedikenlnde yaşayan siyah sinek cinsi. (Kalınkafalısinekgiller fa­ milyası.) O C C H E T T O (Achille), Italyan siyaset adamı (Torino 1936). On yedi yaşında, ^ e n ç komünistler örgütü'ne katıldı (1953). 1962'de Togliattl'nin dikkatini çekti ve ör­ gütün genel sekreterliğine atandı. 1968 olaylarında öğrencilerle birlikte gösterile­ re katıldığı için yerel sekreterlik göreviyle Palermo'ya sürüldü. 1976'da Berlinguer kendisini yeniden Romanya çağırdı. 1987’ de stalincileri ve liberal görüşlüleri alt pderek genel sekreter yardımcılığına; 2 1 ha­ ziran 1988'de de genel sekreterliğe se­ çildi. Komünist partisi Demokratik sol parti adını aldıktan sonra da, partinin ge­ nel sekreterliği görevini sürdürdü ve 1992 seçimlerinde milletvekili oldu. O C C H İA L İN İ (Giuseppe), İtalyan fizik­ çi (Fossombrone 1907). Kozmik ışınlar uz­ manıydı, pi mezonların keşfine katkıda bu­ lundu. 1933'te Blackett İle birlikte, gama fotonlarından elektron-poziton çiftlerinin oluştuğunu saptadı. O C C LE V E (Thomas) — FIOCCLEVE. O C E N E B R A a. Yumş. bil. Bütün deniz­ lerde bulunan öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Murex cinsi üyelerine benzerler. Etçildirler: başka yumuşakçaların kavkısını delip yumuşakşayı yerler. Ocenebra erinacea istiridyelere bü­ yük zararlar verir. Muricidae familyası.) [Eşanl. TRİTONALİA.j O C -EO , Transbassac'ın (Vietnam) B. kı­ yısında Rach Gia yakınlarında arkeolojik yer. Taş aletler ve oldukça geç bir tarihte başlayan Yenitaş dönemine ait çanak



çömleğin (İ.Û. III. yy.’a doğr. - İ.S. II. yy.) ya­ nı sıra Çin, özellikle de Flindistan (III.- V. yy. mühür, nazarlık, takı ve oymalı taşları) ile ve hatta Roma dünyasıyla (Ftellenistik dönem mühürtaşları, Antoninus ve Mar­ cus Aurelius'un madalyaları) ilişkileri ka­ nıtlayan çeşitli buluntular ortaya çıkarıldı. Büyük bir olasılıkla Funan'ın emporlumu olan Oc-èo, Tayland körfezinin batısında­ ki bölgelerin, en azından IX. yy.'a kadarki katkılarının önemini (Dvaravati ve Şrivicaya takıları) ortaya koyar.



Antiller'de yetişen büyük ağaç. (Bombacaceae familyası ya da kimi botanikçilere göre ebegümecigiller familyası.)



O C H A B (Edward), polonyalı devlet adamı (Kraków 1906 - Varşova 1989). 1929'dan başlayarak komünistti; İkinci Dünya savaşı boyunca, 1943 sonunda rus topraklarında kurulan 1 . polonya or­ dusunun siyasal işlerden sorumlu komu­ tan yardımcılığını yaptı. Polonya Birleşik işçi partisi siyasal büro üyeliğine seçildi (1954), mart-ekim 1956 arasında bu bü­ ronun birinci sekreterliğine getirildi. Ta­ rım bakanı (1957-1959), 1959'da Polon­ ya Birleşik işçi partisi merkez komite sekreteri, 1961’de Devlet konseyi baş­ kan yardımcısı ve 1964'te başkanı oldu. Öğrenci ve aydın gösterilerinin bastırıl­ masına karşı protestoda bulunmak üze­ re, nisan 1968'de istifa etti.



O C H S (Pierre), isviçreli siyasetçi (Nantes 1752 - Basel 1821). Devrimci düşüncele­ ri benimsedi; Bonaparte tarafından Ftelvetia Cumhuriyeti anayasası’nı hazırla­ makla görevlendirildi (aralık 1797). İsviç­ re direktuvarı adına Fransa ile ittifak gö­ rüşmelerini yürüttü (1798). Ama bir yıl son­ ra görevinden alındı. 1803'te Paris'te Ara­ buluculuk sözleşmesi görüşmelerine ka­ tıldı.



O C H N A C E A E a. (yun. okhne, armut' tan). Tropikal bölgelerde yetişen ochna, ouratea, luxemburgia gibi cinsleri kapsa­ yan ağaç ve ağaççıklar familyası. (Çiçek­ leri 4-5 tipindedir; meyvesi birbirlerinden bağımsız tek çekirdekli drupalar [1 0 'a ka­ dar] ya da oldukça gelişmiş renkli bir çiçektablasına bağlı çok çekirdekli üzümsü meyveler halindedir. Theales takımı.) O C H O A (Eugenio DE), Ispanyol yazar (Lezo, Guipúzcoa, 1815 - Madrid 1872). El Artista'yı (1835-36) kurdu, tarihsel ve ulu­ sal romantizm ilkelerinin savunuculuğunu üstlendi. Flugo, Chateaubriand, Alexandre Dumas père, G. Sand, Walter Scott'tan çeviriler yaptı; zamanını Madrid ile İspan­ yol yazarlarından bir dizi yapıt yayımladı­ ğı Paris arasında geçirdi. 1848'den son­ ra, liberal yönelişiyle gelenekleri tehlike­ ye attığına inandığı transız romantizmine karşı mücadele verdi. O C H O A (Severo), İspanyol asıllı amerikalı biyoloji uzmanı (Luarca 1905). Kornberg ile birlikte, nükleik asitlerin bireşimi üzerine, birbirlerinden bağımsız olarak yü­ rüttükleri çalışmalarından dolayı, 1959 Nobel tıp ve fizyoloji ödülü'nü aldılar. Oc­ hoa, nükleotitleri R.N.A. molekülleri halin­ de bir araya getiren bir enzimin, polinükleotit fosforilaz'ın varlığını tanıtladı. Ochoa'nın Acetobacter vinelandii'den çıkardı­ ğı bu enzim, Kornberg'in D.N.A. için bul­ duğu enzimin eşdeğeridir. O c h o c o m e d ia s y o c h o e n tré m o ­ s o s n u e v o s (Yeni sekiz komedi ve se­ kiz ara oyunu), Cervantes'in, Madrid'de yayımlanan yapıtı (1615). 20 İle 30 kome­ di yazdığını ve sahneye koyduğunu İleri sürmesine rağmen Cervantes’ten ancak, La Numancia ve El trato en Argel dışın­ da, 8 komediden oluşan bu yapıt kalmış­ tır. Bunlardan El Gallardo espahol, Los Bahos de Argel ve La Gran Sultana doğ­ rudan tutukluluk anılarını anlatır. Buna kar­ şılık El rufián dichoso, Calderón’un La de­ voción de la Cruz'una çok benzer. Cer­ vantes’in 8 ara oyununda ustaca kurul­ muş kısa entrikalarda yaşam dolu birkaç tip sahnelenir. O C H O R İO S , Jamaika’nın kuzey kıyı­ sında liman; 6 900 nüf. Ticaret ve turizm merkezi. Boksit dışsatımı. O C H O TA , Varşova'nın güney-batı'sında semt, eski konut kesimlerini, yeni toplu ko­ nut semtlerini, sanayi (tarım gereçleri) alanlarını ve havalimanı tesislerini (Okçcie) bünyesinde toplar. O CHO TO NİDAE a. Zool. ISLIKLITAVŞANGİLLER familyasının bilimsel adı. O C H R O M A a. Tropikal Amerika’da ve



8773



O C H R O P S a. Çayı rlarda ve sular çekil­ diğinde yüzeye çıkan yosunlarda yaşayan sığırsineği cinsi. (Sığırsineğigiller familya­ sı.) O CHR O SİS a Akdeniz ülkelerindeki ya­ banıl yaseminlerin üzerinde yaşayan kın­ kanatlı cinsi (Yaprakböceğigiller familya­ sı.)



O C H T E B İU S İM P R E S S U S a Batak­ lıklarda ve göllerde yaygın olarak bulunan kınkanatlı böcek. (Hydrenidae familyası.) O C H TE R V E LT (Jacob), hollandalı res­ sam (Rotterdam ? 1634/35 - Amsterdam ? 1710’dan önce). P De Hooch'un öğren­ cisiydi, Vermeer'in etkisinde kaldı ve çiz­ diği günlük yaşam sahnelerinde, bol ışık­ lı salonlarda bir araya gelmiş şık ve kibar kişileri canlandırdı (MCızikli toplantı, Kassel müzesi).



N a tio n a l G a lle ry , D u b lin



O C İM U M a. (lat. ocimum, fesleğenden). Genellikle Asya’nın sıcak bölgelerinde ye­ tişen biryıllık ya da uzun ömürlü otsu bit­ ki. (Ocimum cinsinin 70 kadar türü vardır ve bunların hepsi oval yapraklı, salkım ya da demet halinde toplu yumak çiçekli, çok kokulu bitkilerdir. Ocimum basilicum fesleğendir. O. grattisimum ve O. viride türlerinden, °/o 40 kadar timol içeren ve sivrisineklere karşı kullanılan bir esans el­ de edilir. Ballıbabagiller familyası.) O C İN TEN H O , Öntarih evresinde japon imparatoru (İ.S. 210-310). Çin yazısının, Japonya’ya onun zamanında girdiği sa­ nılır. Haçiman adıyla Savaş tanrısı olarak onurlandırıldı. O C K E G H E M ya da O K E G H E M (Johannes), flaman besteci (Dendermonde [?] 1410’a doğr. - Tours 1497). Fransa kral­ ları Charles VII, Louis XI ve Charles VIII' in müzikçilerindendi. Fransa sarayı'ndaki görevi 43 yıl sürdü. Ockeghem’le ilgili belgelerin en eskisine göre, haziran 1443’ te Anvers'deki Notre-Dame’ın müzik oku­ lunda şarkıcıydı. 1446-1448 arasında Moulins'de, Charles I de Bourbon'un ilahiclsiydi. 1452’de Paris'te kral Charles Vll'nln hizmetine girdi. 1454'te kralın bestecisi ve capella başpapazı oldu. 1459'da, Tours’ daki Saint-Martin manastırı’nın haznedarlığına getirildi, ama manastır dışına çıkma­ sı yasaklanmadı. 1461'de "officier de la maison du roi” atandı. 1465’te Louis XI' in capella yöneticisi oldu. Masrafları kral­ ca karşılanmak üzere 1470'te ispanya'ya, 1484’te Flandre’a gitti. Ockeghem'in, kontrapuntoyu yetkinliğe ulaştırarak, Rönesansöncesi dönemin büyük müzikçilerinin ye­ tişmesine katkıda bulunduğu söylenebi­ lir. Bir sonraki kuşaktan pek çok besteci ondan yararlanmıştır. Başlıca yapıtları: ço­ ğu 4 sesli, kimi dinsel (Ecce ancilla Domini). kimi dindışı (Au travail suis) bir me­ tin, kimi de karmaşık bir kanon (Cujusvis toni, missa Prolationum) üzerine ku­ rulu 13 missa; çoğu Meryem’le ilgili on kadar motet (2 Salve Regina), yirmi ka­ dar 3 sesli şarkı. Kısalıklarına karşın, me­ lodik ve ritmik gelişim bakımından büyük bir ustalığı yansıtan olağanüstü derin şarkıları çok ünlüdür (Ma bouche rit, Ma maîtresse). O C K H A M C I sıt. ve a. Ockhamcılığa iliş­ kin; ockhamcılık yanlısı. O C K H A M C IL IK a. Fela William of Ockham’ın felsefe sistemi.



Sean O 'C ase y Harry Kem off'un bir karakalem portresinden (1930) ayrıntı National Gallery, Dublin



ocnus O C N U S a. (yun. oknos, yavaşlık'tan). Ilı­ man denizlerde birçok türü yaşayan de­ nizhıyarı cinsi. (En iyi bilinen türü Ocnus plami'dir. Dendrochirota takımı; Cucumariidae familyası.)



8774



O C O A (Sierra de), Dominik Cumhuriyeti’nde, Cordillera Central’in güneydeki de­ vamı olan dağ kütlesi; 1 731 m. O ’C O N A İR E (Pâdraic [Patrick]), İrlanda­ lI öykücü (Gaillimh 1883 - Dublin 1928). Connemara dağlarına ilişkin eşsiz betim­ lemeleriyle (Siol Eabha, 1922) İrlanda'nın Stevenson’u durumuna geldi. Deoraidheacht (1910) adlı romanında Londra’ya İr­ landalI göçünün en gerçek tablosunu çiz­ di. O c o n e e , ABD’de (Güney Carolina) nük­ leer santral, Seneca yakınında, Greenville'in B.’sında.



Daniel O 'C on nell Bernard M ulrenin’in fildişi üzerine bir minyatüründen ayrıntı National Portrait Gallerry, Londra



O ’C O N N E L L (Daniel), İrlandalI siyaset adamı (Cathair Dhüin Lascaigh, Chiarraighe yakınında, 1775 - Cenova 1847). Katolikti, 1798'de baroya girdi ve çok geç­ meden dinamizmini, becerisini ve konuş­ ma gücünü ulusal davanın hizmetine ver­ di. Toplumsal bakımdan tutucu olmakla birlikte, radikal, halk tarafından çok sevi­ len ve eşsiz örgütçü olarak, 1823'te “ Cat­ holic Association” adlı bir kitle örgütü kur­ du. Silahlarını birleşik bir halkın pasif di­ renişi ve İngiliz hükümetini yıldırmaya yö­ nelik büyük mitingler oluşturuyordu. Şid­ detin her türlüsüne karşıydı. Seçilme hak­ kı olmamasına kaışın, 1828'de milletvekili seçildi. Londra, hareketin genişliği karşı­ sında uzlaşmak zorunda kaldı ve 1829'da katoliklerin özgürleşme yasası kabul edil­ di. O'Connell 1840'ta, büyük gösteriler düzenleyerek, Birlik’in ortadan kalkması­ na yönelik savaşımını sürdürdü. 1841'de Dublin belediye başkanlığına geldi. An­ cak 1843’te hükümet, sert bir tepki gös­ tererek, miting yapılmasını yasakladı. Bir güç gösterisinden çekinen O ’Connell bo­ yun eğmeyi yeğledi. Mahkemeye verildiy­ se de, aklandı (1844). Yetiştirdiği ulusçu kadroların, düş kırıklığına uğrayarak ya­ vaş yavaş kendisinden uzaklaşan bir bö­ lümü, Büyük Kıtlık başlarken Genç İrlan­ da hareketini ortaya attı (1845). O ’C O N N O R , O'Neilller ile akraba olan ve Connachta'da hüküm süren İrlandalI aile. — Uzun bir gerileme ğönemindensonra Connachta, 1120’de Aird Righ olan Connachta kralı (1106-1156) T u rlo u g h O’C onnor’la (1088-1156) eski gücüne ye­ niden kavuştu. —Oğlu RORY ya da RODERİC O ’C onnor (1116-1198), Connacfıta kralı (1156-1186), İrlanda’nın son Aird Rfgh’lığını yaptı. Richard Strongbow'a ye­ nilince, İngiltere kralı Henry ll'nin metbuluğunu kabul etmek zorunda kaldı, onun­ la Windsor antlaşması’™ imzaladı (1175). Prens John’ın naipliğinin başlangıcında bağımsızlığını yeniden kazanmaya çalış­ tıysa da başaramadı.



B . N ., P a ris



O ctavia rom a oym a akigi i.Ô . 60-30 arasi Bibliothèque nationale, Paris



O ’C O N N O R (Arthur), İrlandalI general (Mitchelstown, Corcaigh yönetim bölümü, 1763 - Le Bignon, Nemours yakınında, 1852). 1817'defransız uyruğuna geçti. 1791 -1795 arasında İrlanda parlamentosu'nda görev aldı. "Birleşik İrlandalIlar" derneğine katıldı; Hoche ile görüşmeler yaptığı için hakkında kovuşturma açıldı (1799). 1803'te Fransa’ya geçti ve Napoléon I tarafından tümgeneralliğe getirildi (1804). O ’C O N N O R (Feargus Edward), İrlandalI liberal çartist (Connorville, Corcaigh yöne­ tim bölümü, 1796 - Londra 1855). Coşku­ su sayesinde çartizm yanlıları üzerinde git­ gide büyüyen bir etki kazandı; söylevle­ rinde ve Northern Star (1837) adlı gaze­ tesinde onları devrimci eyleme çağırdı. Sonunda çıldırdı. O ’ C O N N O R (Michael O ’DONOVAN Frank —denir), İrlandalI yazar (Corcaigh 1903 - Dublin 1966). Kitaplık memuru, sonra Abbey Theatre'ın müdürü (1936 -1939) oldu; sansürü protesto etmek ama­



cıyla tiyatrodan ayrılarak sürgünde yaşa­ dı (1936-1939), geri döndü, öyküler yayım­ ladı: Büyük Britanya ile İrlanda arasında­ ki çatışmayı anlatan Guests of the Nation (1931) olmak üzere Crab Apple Jelly (1944) ve My Cfzdipus Complex (1963). Bir öykü kuramcısı olarak, bu türü azınlık top­ luluklarının sanatı gibi görür. Tiyatro oyun­ larının (Moses Rock, 1938) dışında ro­ manlar (Dutch Interior, 1940) ve özyaşamöyküsünü (An Only Child, 1961; My Fat­ her's Son, 1968) yazdı, İrlanda şiirlerinden çeviriler yaptı (Book of Ireland, 1959). O ’ C O N N O R (Flannery), amerikalı kadın yazar (Savannah, Georgia, 1925- Milledgeville, Georgia, 1964). Romanlarında (Wise Blood 1952; The Violent Bear it Away, 1960) ve öykülerinde (A Good Man is hard to find, 1955; Everything that rises must converge, 1965) düşman bir dünya görüntüsünü ve katolik esini güneylilere özgü düşsellikle bağdaştırır. OCOTAL, Kuzey Nikaragua’da kent, Nueva Segovia yönetim bölgesinin merkezi; 10 800 nüf. Ticaret merkezi. Besin sana­ yileri. O C O TEA a. Tropikal Amerika'da ve Gü­ ney Afrika'da yetişen ve birçok türünden kereste (kenelo, greenheart, luro vermelho, kikenzi ya da muura vb.) elde edilen ağaç. (Defnegiller familyası.)



hakkını kullandı. Bu nedenle Tiberius Gracchus, alışılmışın dışında halk mecli­ si oylamasına başvurarak onun görevin­ den uzaklaştırılmasını sağladı. O C TA V İU S (Caius) [öl. Nola İ.Û. 59 ya da 58], imparator Augustus’un babası. Senato düzeyinde görevlerde bulundu ve İ.Ö. 60’ta Makedonya'da imperator ilan edildi. O C TO B O T H R İU M a. Yassısolucanlardan yapraksolucan cinsi. (Cinsteki her tür, bir tek balık türünün [mırlambalığı, mori­ na, tirsibalığı vb.] solungaçlarında asalak yaşar.) O C TO C O R A LLİA a. Sekiz dokunaç ve sekiz karın bölmesi bulunan knidll mer­ canlar sınıfı. —ANSİKL. Octocorallia’\ann 8 tüysü doku­ nacı vardır ve yeni tomurcuklanarak yeni polipler veren stolonları sayesinde hemen hepsi koloni halinde yaşar. 7 takıma ayrı­ lır: tek tek yaşayan Protatcyonaria; Stolonifera (ör. Clavulariay, Alcyonidea (koloni­ leri şeytanellerine benzer); Corallidea (ör­ nek tipi kırmızı mercandır); Gorgonidea (polipleri yelpaze biçiminde sıralanır); deniztelekleri (öY. Veretillumy Helioporidea (kireçli iskeletleri mercan kayalıklarının oluşmasına katkıda bulunur). O C TO D O N TİD A E a. Zool. SEKİZDİŞLİGİLLER familyasının bilimsel adı.



O C O T E P E Q U E , Batı Honduras'ta yö­ netim bölgesi; 1 680 km2; 74 286 nüf. (1988). Merkezi Nueva Ocotepeque ya da Ocotepeque.



O C TO N A R İU S a. (lat. söze.). Ed. Sekiz ayaktan meydana gelen, anapaistos, iambikos ya da trokhaikos düzeninde latin di­ zesi. (Yunan feframefros'unun karşılığıdır.)



O C O T L A N , Meksika'da (Jalisco) kent, Guadalajara’nın G.-D.'sunda, Chapala gö­ lü yakınında; 35 400 nüf. Ticaret ve turizm merkezi. Sentetik iplik üretimi.



OCTO PO DA a. Zool. SEKİZAYAKLILAR ta­ kımının bilimsel adı.



O C TA N E M İD A a. (lat. octo, diş ve yun. knemis-idos, dizlik’ten). Tek tek ya da ko­ loni halinde yaşayan, yıldız biçimli (yıldız biçimi büyük farklılıklar gösterir), batipelajik tulumlular altsınıfı. (Az sayıda örneği ele geçirilebilmiştir.) O C TA N S , Sekizlik* takımyıldızının latince adı (kısalt. Oct). O C TA V İA (İ.Ö. 70'e doğr. - İ.Ö. 11), Caius Octavius'un kızı ve Octavius’un kız kar­ deşi. 54'te Caius Claudius Marcellus'la (50'de konsül oldu), sonra o ölünce 40’ta Marcus Antonius’la evlendi. Birkaç yıl bo­ yunca varlığı, Antonius ve Octavius ara­ sındaki barışı korudu. Kleopatra için ken­ disini yüzüstü bırakan Antonius 32'de de boşadı. —ikonogr. Yüz çizgileri, Antonius'la evlen­ mesi sırasında basılan sikkeler aracılığıy­ la bilinmekteyse de portrelerini görümcesi Livia’nın portrelerinden ayırmak çok güç­ tür, çünkü her iki kadının da saç biçimleri aynıdır. Terme müzesi'ndeki bir başın Ny Carlsberg oyma taş koleksiyonundaki bir parçanın ve öteki birkaç mermer yontu­ nun ona ait olduğu sanılmaktadır. O C TA V İA (? - öl. İ.S. 62), Roma imparatoriçesi, Claudius ve Messalina’nın kızı. Nişanlısı Silanus'u yakınıyla yatmakla suç­ layan Agrippina’nın üstelemeleri üzerine, geleceğin Neron’u Domitius ile evlendi (53). Domitius, Neron olduktan sonra, Poppaea ile evlenmek üzere onu boşadı (62). Rakibesi tarafından haksız yere zi­ nayla suçlanan Octavia, Campania’ya sü­ rüldü. Halkın hoşnutsuzluğu karşısında Neron, onu geri çağırdıysa da, çok geç­ meden Pandataria adasına sürdü ve da­ marlarını keserek intihar etmek zorunda bıraktı. O C 1A V İA N U S , Octavius’un, Sezar tara­ fından evlat edinildikten sonraki adı. (-» AUGUSTUS.) OC TAVİU S, Augustus'un, Sezar tarafın­ dan evlat edinilmeden önceki adı. OCTAVİUS (Marcus), İ.Û. 133’te plebtribunusu. Tiberius Gracchus’un tarım ya­ sa tasarısını engellemek için prohibitio



O C U M A K gçz. f. Yörs. Korkmak, ürk­ mek, çekinmek. O C Y P O D İD A E a. (yun. okys, hızlı, ve pus, podos, ayak'tan). Tropikal bölgeler­ de yaygın, ikiyaşayışlı yengeç familyası. (Başlıca özellikleri dörtgen bağaları ve çok uzun göz saplarıdır. Familya üyeleri kum­ sallarda koşuşur, en küçük bir tehlike sözkonusu olduğunda kumda kazdıkları yer­ altı yuvalarına sığınırlar. Familyanın baş­ lıca iki cinsi: Ocypode [familyanın örnek tipi] ve Uca’dır [kemancı yengeçler; bun­ ların en ilginç yanları, erkeklerde kıskaç­ lardan birinin çok büyük olmasıdır].) O ç ik u b o M o n o g a ta rl, anonim bir japon yazarına ait öykü kitabı. X. yy.’ın ikin­ ci yansından kalmaıbu yapıt japon ede­ biyatında külkedisi temasının ilk örneğidir. Bir zamanlar üvey annesi tarafından -bir mağarada yaşamak zorunda bırakılmış, daha sonra gönül işlerinde yine o kötü ka­ dının engellemeleriyle karşı karşıya kalmış genç bir prensesin, çeşitli serüvenlerin ar­ dından mutluluğa erişi anlatılır. Çocuksu betimlemeleri ve biraz kaba gülmece ya­ nıyla ilk monogatarilerin en ilginci olan ya­ pıt, özgünlüğünü dönemin günlük yaşa­ mından sahneleri alabildiğine canlı bir bi­ çimde verişinden alır. OD ya da OT a. (esk. türkç. söze.). Esk. 1. Ateş: "O d düştüğü yeri yakar t Değ­ me dalda gül mü biter" (Karacaoğlan, XVII. yy.). —2. Yakıcı bir aşk, yoğun bir üzüntü: "Deli gönül karlı dağları aştı / Hicr odıyla dertli sinemiz pişti" (Kul Mehmet, XVI. yy.). —3. Od yok ocak yok, çok yok­ sul, evi barkı yok anlamında kullanılır. || Oda yanmak, ateşte yanmak, aşk ateşiy­ le yanmak. —Taşoc. Od taşı, kolay işlenebilir, yeşil, vol­ kanik tüf. (Eskiden bazı büyük yapıların te­ mel ve beden duvarlarında, kapı ve pen­ cere sövelerinde kullanılmıştır.) OD a. (fr ode). Ed. 1. Eski Yunanlılar'da konusuna göre biçimi değişen ve ezgiyle söylenen lirik şiir — 2 . Ölçü ve dizelerinin sayısı bakımından kendi aralannda benzer kıtalara bölünen, gerek önemli olayları ya da ulu kişileri (kahramanlık odu) yüceltme­ ye, gerek daha içten duyguları dile getir­ meye (Anakreon tarzı od) yönelik lirik şiir



—Isıbil. Buhar odası, bir üreteç haznesin­ —Müz. Bestelenmiş her tur şiire Batı'da de ya da bir buhar akümülatöründe su verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Rönesans döneminde, şiirle yüzeyinin üstünde kalan ve buharla do­ lan bölüm. ¡| Tepkime odası, yansımalı bir müziğin kaynaşmasına önem veren hüeritme fırınında ısı alışverişlerinin ya da manizma hareketinin etkisiyle besteciler, kimyasal tepkimelerin gerçekleştiği bö­ antikçağ ölçülerine uygun bir ritim üzeri­ lüm. || Yanma odası, bir ocakta, tutuşan ne od tarzında çoksesli şarkılar yazdılar. bir katmandan çıkan gaz ve parçacıkla­ Ûte yandan, okullarda ve üniversitelerde rın yandığı bölüm. üzerinde çalışılan latin odu, alman korali­ —Isıl. mot. Yanma odası, içinde karbürlü nin heceye dayalı üslubunu doğurdu. XVII. ve XVIII. yy.'da müzikal od, genel­karışımın ya da toz ya da damlacık hali­ ne getirilmiş katı ya da sıvı bir yakıtın yan­ likle anthem, oratoryo, kantat ve konserdığı oda. (Bk. ansikl. böl.) tan motet gibi türlerle kaynaştı. Bir şenli­ —KarB. kim. Damıtma odası, ateşe daya­ ği, bir yıldönümünü kutlamak gibi amaç­ nıklı malzemelerden yapılan ve taşkömülarla ısmarlanan bir yapıta dönüştü (krali­ rünü damıtmada kullanılan, yaklaşık silin­ çe Mary’nin onuruna Come, ye sons of dir biçiminde kap. art, away; PurceH’ın Azize Cecilia için —Kim. müh. Tepkime odası, TE PK İM E 1 o d ’u; Hândel’in Kraliçe Anne'in yaşgünü KABI'nın eşanlamlısı. için o d 'u ve Azize Cecilia için o d 'u; F. A. —Koregr. Oda balesi, mizansen, dekor ve Philidor'un Horatius’un şiiri üzerine latin orkestra eşliği olmaksızın her yerde gös­ odu Carmen saeculare ve İngiliz odu ad­ teri sunabilen, küçük dans topluluğu. lı yapıtları; Gluck'un Klopstocks Odeni ve —Krist. Debye-Scherrer odası (ya da toz Ode an den Tod’u). Fransız devrimi, yurt­ odası), döner kristal odası, bir kristal to­ severlik duygularını kabartan odlar bes­ zuyla ya da bir tekkristalle, X ışınlarının kı­ telenmesine neden oldu (bunların bazıları rınımının klişesini çıkarmada kullanılan ay­ tumturaklı bir üslupla yazılmıştır). Sonra­ gıtlar. ları tür, daha içe dönük bir nitelik kazandı —Kur. tar. Enderun’da eğitim ve yetişme (Chabrier'in Müziğe o d ’u). XX. yy.'da, az düzeyini gösteren başlıca bölümlerin adı: sayıda od bestelendi; bununla birlikte bu Seferli odası. Has oda. —Tanzimat'ın ila­ tür, Schönberg gibi bir besteciyi kendisi­ nından sonra çeşitli resmi dairelerin sek­ ne çekti (Byron’ın şiiri üzerine NapolĞon'a reterliklerine ya da yazı işlerini yürüten şu­ od, 1942). belerine verilen ad: Tercüme odası. Top­ O D A a. 1. Bir konutta salon, mutfak, ban­ hane mektubi odası. yo ve boş alanlar dışında kalan, dışarıya —Mad. oc. Cevher alındıktan sonra mey­ bir ya da daha çok çıkışı olan kapalı böl­ dana gelen üretim boşluğu. (Bu boşluk, me: iki odası, bir salonu bulunan bir ev. üretim bittikten sonra ya olduğu gibi bı­ Kuzeye bakan bir oda; kullanım biçimini rakılır, ya doldurulur ya da göçertilir.) || belirten bir tamlayanla da kullanılır: Çocuk Oda-topuk yöntemiyle işletme, cevher odası. Hizmetçi odası. Çalışma odası. Ya­ içinde sürülen yollar arasında sonradan tak odası. Misafir odası. Sandık odası. ya da tümüyle alınabilecek topuklar bırak­ (Bk. ansikl. böl. Mim.) — 2. Resmi bir bi­ maya dayanan işletme yöntemi. || Oda nada, bir kimse, bir grup ya da bir iş için yöntemiyle işletme tümüyle terk edilen ya ayrılmış bağımsız bölmelerden her biri (iş­ da sonradan kullanılmak üzere saklanan levini belirten bir tamlayanla birlikte kulla­ cevher topuklarını sınırlayan birbirine ko­ nılır): Bir odada üç kişi çalışıyor. Müdür şut geniş galerilerle uygulanan işletme odası. Bekleme odası. Öğretmenler oda­ yöntemi. || Sürme odası, oda-topuk yön­ sı. Harita odası. Evrak odası. —3. Bir otel­ temiyle gerçekleştirilen işletmenin birinci de, motelde vb. ya da bir hastanede, kli­ evresinde cevher içinde kazılan galeri. || nikte vb. bir ya da birden çok kimsenin Topuk toplama odası, “ oda-topuk" yön­ hizmetine sunulan, kimi zaman bir ban­ teminin ikinci evresinde topuklar toplanır­ yo da içeren bölme: Otelde banyolu bir ken meydana gelen üretim boşluğu. oda ayırtmak. Özel oda. Üç yataklı bir —Masonl. Düşünce odası, kabul törenin­ oda. Oda arkadaşı. —4. Meslek odası, den önce adayın kapatıldığı lokal. belirli bir meslek grubundaki kişilerin or­ —Metalürj. Isıtma odası, bir fırında yükün tak çıkarlarını savunmak, çalışmalarının yerleştirildiği kapalı yer. ¡| Reküperasyon kamuya yararlı olmasını sağlamak vb. odası, ateşe dayanıklı tuğlalarla örülmüş amaçlarla kurulan örgüt. (-» m e s l e k 1 KU­ oda. (Dönüşümlü olarak önce bir fırından RULUŞLARI.) —5. Oda hizmetçisi, bir kim­ çıkan çok sıcak dumanlarla bu odadaki senin gündelik işlerine, oda hizmetine ba­ tuğlalar ısıtılır, daha sonra bir başka fırına kan kimse. gönderilmeden önce ısıtılmak istenen so­ —Akust. Sağır oda, akustik ölçümler yap­ ğuk gazlar, yani hava ya da yanıcı gazlar mak için yankılanımı minimum düzeyde buradan geçirilir.) olacak biçimde düzenlenmiş yer. (Duvar­ —Mim^Oda çeşmesi, osmanlı saray ve ları, tavanı ve döşemesi, ses dalgalarını konaklarında, odalarda yer alan çeşme. olabildiğince çok soğuracak biçimde ya­ (Topkapı sarayı Murat III köşkü ve Abdülpılmıştır.) hamit Tin yatak odasındaki çeşmeler, bu —Anorg. kim. Kurşun oda, sülfürik asit türün güzel örnekleridir.) || Aptes odası, üretiminde kullanılan, içi kurşunla kaplı Topkapı sarayı'nda, Dairei hümayun bö­ oda. lümünde padişahların aptes almasına ay­ —Ask. cez. huk. Oda hapsi, asker kişile­ rılan oda. || Baş oda -* BAŞODA. re uygulanan disiplin cezası türü. (Oda —Müz. Oda müziği, az sayıda müzikçihapsi cezası, en çok dört hafta sürebilir. den oluşan topluluklar için yazılmış din­ Subaylar, askeri memurlar ve astsubaylar dışı yapıtları kapsayan repertuvar. (Bk. an­ bu cezayı bir odada tek başlarına çeker­ sikl. böl.) ler. Erbaş, er ve askeri öğrencilerse bir —Opt. Aydınlık oda, temelde bir prizma atada olabilirler.) ya da üzerinde küçük bir delik bulunan —Ask. tar. Yeniçeri kışlalarına verilen ad. bir aynadan oluşan ve optik bir görüntü (Bk. ansikl. böl.) ile üzerine bu görüntünün çizildiği ekranı —Bayınd. Ariyet odası, dolgu yapmak için aynı anda görmeye olanak veren aygıt. gerekli malzemenin çıkartıldığı bölge. (Ya­ (Bk. ansikl. böl.) || Karanlık oda, genellik­ kın kazılardan sağlanan molozlar yeterli le bir mercekle donatılmış bir açıklık dı­ miktarda ya da istenen nitelikte [katışıksız] şında her tarafı kapalı olan kutu; dış cisim­ değilse, ariyet odasına başvurulur.) || Va­ lerden yayılan ışınlar bu mercekten geçe­ na manevra odası, bir barajda vanaların rek uygun bir uzaklığa yerleştirilmiş bir ek­ yerleştirildiği ve kimi durumlarda kuman­ ran üzerinde bu cisimlerin görüntüsünü da edildiği yer. || Yükleme odası, isale ka­ oluşturur. (Bk. ansikl. böl.) nalının ucunda yer alan, bir hidroelektrik —Polim. Yükleme odası, eşyanın biçimsantralın basınçlı borularının çıktığı kapalı lendirildiği kalıp boşluğu, dökme yük ha­ havuz. linde yüklenen malzemeyi almadığında, —Hidr. pnöm. Bir krikoda silindirin uçları buraya malzeme fazlasını aktarmak üze­ re eklenen bölüm. ile piston arasında kalan iki hacmin her —Siber. Yönlendirme odası ya da dene­ biri.



tim odası, bir sanayi kuruluşunda (elek­ trik santralı, petrol rafinerisi, yüksek fırın, hadde dizisi vb.), kumanda ve denetim aygıtlarının bulunduğu oda. —Soğut, san. Soğuk oda, iç sıcaklığı bir soğutma tesisatıyla ayarlanabilen ve ge­ nellikle bozulabilir yiyecek maddelerini saklamak için kullanılan, ısıl olarak yalıtıl­ mış oda. —Tem. parç. Yüklü bir parçacığın yörün­ gesini, bu parçacığın içinden geçtiği sıvı ya da gazda oluşturduğu iyonlaşmayı yükselterek belirlemeye yarayan algılayı­ cı. (Bk. ansikl. böl.) —Tıp. Yüksek basınç odası, yüksek ba­ sınçta çalışması ya da oksijen tedavisi gör­ mesi gereken bir ya da birçok kişiyi otu­ rarak ya da uzanmış olarak içine alabilen, değişik boyda, silindir biçiminde madeni oda. 6 ila 8 atmosfer basınca dayanabi­ len hava sızdırmaz bir yapıdır. Özel bir böl­ me (yüksek basınç oluğu) çalışırken giriş ve çıkışların yapılmasını sağlar. —Fiyat. Oda tiyatrosu -» TİYATRO. || Işık odası, sahne ışıklama aygıtlarının bulun­ duğu ve yönetildiği kabin. || Soyunma odası, bir temsil sırasında sahneye çıka­ cak olan oyuncuların soyunma-giyinme ve makyaj yapmalarına ayrılan bölme. (Makyaj odası da denir.) — Uz. havc. ve Jeod. Balistik oda, gökyüzündeki araçların yörüngelerini ve gerek­ tiğinde resim çekme istasyonlarının koor­ dinatlarını hesaplamak amacıyla bu araç­ ların fotoğraflarını çekmede kullanılan do­ nanım. (Bk. ansikl. böl.) —Yumş. bil. A rt oda, bazı kafadanbacaklı yumuşakçalarda (mürekkepbalığı gibi), gelişmemiş bir organdan başka bir şey ol­ mayan ve kavkının alt ucunda bulunan kavkı bölümü. (Belemnitler gibi bazı fosil kafadanbacaklılardaysa, tersine, art oda çok gelişmiş ve sağlam duvarla bölmele­ re ayrılmıştır.) — ANSİKL. Ask. tar. Her orta ve bölüğün birer odası olduğu gibi acemi oğlanları­ nın da ayrı odaları vardı. Yeniçerilerin Es­ ki odalar'ı Şehzadebaşı'nda, Yeni odalar’ı Aksaray’da idi. Acemi oğlanlarının odaları ise Veznecilerle Şehzadebaşı arasında yeniçerilerin Eski odalar’ı yanında bulunu­ yordu. Şehzadebaşı’ndaki odaların inşa­ sı daha önce bittiği için "Eski odalar”, Aksaray'dakiler daha sonra bittiği için "Yeni odalar” diye adlandırılmıştı. Yeni odalar' da, hepsi Kanuni döneminde açılan, Âdet kapısı, Ağa bölüğü kapısı, Solaklar kapı­ sı, Meydan kapısı, Çayır kapısı, Et kapası, Karaköy kapısı adlı yedi kapı bulunuyor­ du. Eski odalardaki kışlalar daha az ol­ duğundan üç kapı ile çevrilmişti. Odaların zemini çini tuğlayla döşenmiş, Benat burnu (Fransa) açıklarında Janus IV derin dalm a deneyine katılan dalgıçların barındığı bir yüksek basınç odasının içi (460 ve 501 m arası derinlikte 6 dalgıç, 18-21 ekim 1977) A . -T occo-C om ex



oda 8776



,



oda çeşmesi Murat III köşkü '/ müzesi, İstanbul



bir ışının aydınlık oda prizması içindeki yolu



SI: g e le n ışın İD: kırıla n ışın D E ve E F : y a n s ıy a n ışın la r F O : kırıla n ışın B C : a yn a yı o lu ş tu ra n sırlı y ü z



aydınlık odanın kullanılması



kapıları mermer direklerle süslenmişti. Her kapının üzerinde o orta ya da bölüğün “ ni­ şan” denilen özel işareti bulunurdu. Oda­ ların mutfağı, kileri, çamaşırhanesi, koğu­ şu, orta sofası ve çardağı vardı. Padişah­ lar geleneğe göre Birinci ağa bölüğû'ne mensup olduklarından, Yeni odalar'da bu­ lunan bu bölüğün kışlasında onlara ayrıl­ mış bir “ tahtı hümayun odası” vardı. Kaynaklara göre yeniçeri odalarının sa­ yısı 199'du. Bunun "iOO’ü Cemaat, 61’i Ağa bölükleri, 34’ü.Sekban ve 4'ü de So­ lak odası’ydı. Cemaat ve Ağa bölükleri kışlaları karışık yapılmış olup, bunun 26'sı Eski odalar'da, 173'ü de Yeni odalar’daydı. Yeniçeri ocağı’nın kaldırılması sırasın­ da (1826) Yeni odalar “ karacehennem” adlı topçunun attığı yağlı paçavralarla yanmış ve Eski odalar da ocağın kaldırıl­ masından birkaç gün sonra yıktırılmıştır. — Isıl. Pnot. Yanma odası. Gaz türbinlerin­ de yanma odası ya halka biçimindedir ya da itiicinln çevresine radyal olarak yerleş­ tirilmiş bölmelerden oluşur. Bir roket mo­ torunda yanma odası lülenin hemen önünde yer alır ve diergol kullanıldığında enjektörle püskürtülen yakıtın karışım ye­ rini, monergol ya da katergol kullanıldığında İse ısıveren ayrışma yerini (bu durumda genellikle bir katalizör kullanmak gerekir) oluşturur. Remjetlerde yanma oda-



sı kesiti sabit olan iticinin merkez bölü­ münde yer alır ve İçinde yakıt püskürtme halkaları bulunur. Yanma odası patlamalı motorlarda silindir kafası ile silindirin pis­ tonun üstünde kalan bölümü arasında yer alır. —Mim. Türk evinin mekânsal tasarımın­ da, ana birim olan odaların düzenlenme­ sinde insan ölçüleriyle işlevselliğin uyumu ve yaşama biçiminin gerektirdiği öğelere yer verilmesi, temel alınan İlkelerdir. Oda­ lar, genellikle kare ya da kareye yakın dik­ dörtgen planlıdır. Bu düzgün plan mima­ riyle bağlantılı, duvarlara bitişik İşlevsel öğelerin (sedirler, dolaplar, yüklükler,



araya gelen yorumcular kendi adlarıyla ocak) yerleştirilmesini kolaylaştırmıştır. oda toplulukları kurdular (Cortot-Thlbaud Odalar tüm işlevleri üstlenecek biçimde -Casais üçlüsü). tasarlanmıştır, hepsinde gündüz oturulur, —Opt. • Aydınlık oda. Bu aygıt, manza­ çalışılır, yemek yenir, yıkanma yerleri (guraları ya da cisimleri çizebilmek için sülhane) vardır, geceleri yüklüklerden çı­ 1812'de Wollaston tarafından yapılmıştır. karılan yataklar yerlere serilerek yatılır. İş­ Aydınlık odada, resim levhasına göre ko­ levsel farklılıklar olmamasına karşılık mev­ num değiştirmeden kayabllen bir çubuk simlere göre kullanılan odalar vardır: yaz sisteminin taşıdığı tam yansımalı bir priz­ odası, kış odası. Yaz odalarının büyük ve ma bulunur; göz, prizmanın ayrıtlarından yüksek tavanlı olması ve esintiye açık yön­ biri gözbebeğini yaklaşık iki eşit parçaya lere yerleştirilmesi yeğ tutulur; duvarlar in­ ayıracak biçimde yerleştirildiğinde, hem ce örgülüdür; büyük pencereler, çıkma­ cismin yansıyan görüntüsünü prizmanın lar ve balkonlarla dışa açılırlar. Kış odası içinden, hem de üzerine resim çizilecek ise daha alçak tavanlıdır; duvarları soğu­ kâğıdın görüntüsünü doğrudan görebilir; ğu ve nemi geçirmeyecek biçimde kalın böylece kâğıt üzerindeki modelin çevre örgülü, pencereleri küçük ve dıştan ka­ çizgilerinden bir kalemle kolayca geçile­ paklıdır. bilir. Cisim ve kâğıt prizmaya eşit uzaklık­ Türk evinde odalara pabuçluk, seki al­ taysa cisim gerçek büyüklükte olur. Farklı tı ya da saffı niâl denilen, ayakkabıların çı­ uzaklıklar sözkonusu olduğunda çeşitli karıldığı bir ön bölümle girilir; buradan tüm odayı kapsayan seki üstüne geçilir. ' büyütme değerleri elde edilebilir; ancak bu durumda, görüntülerin üst üste çakış­ Odaları yöresel işlemeler, örtüler, kilimler, ması için çeşitli mercekler kullanmak ge­ halılar minder ve yastıklarla donatılmış se­ rekir. dirler dolanır Genellikle bir duvar ocak, Aydınlık oda mikroskop ya da başka bir yüklük, yerli dolap vb. öğelere ayrılmıştır. optik aygıt yardımıyla görülen cisimleri çiz­ Kapıdan en uzaktaki yüklüğün yıkanma ye­ mek için de kullanılabilir. ri (gusülhane) olarak düzenlenmesi gele­ • Karanlık oda. Karanlık oda olayı çok ön­ nektendir. Odaların öteki ortak öğeleri ara­ ceden Roger Bacon tarafından biliniyor­ sında raflar (sergen, yemişlik, terek), mu­ du (XIII. yy.). Karanlık bir odanın çeperi­ sandıralar çiçeklik, kedi gözü, tembel de­ ne küçük bir O deliği açılırsa dışardaki ci­ liği, lambalık, fesllk, kavukluk, fincanlık, simlerin görüntüsünün karşı duvar üzeri­ peşkirlik gibi adlarla anılan oymalı nişler ne düştüğü görülür. Karanlık odada gö­ vardır. Bu İşlevsel öğeler, ahşap işçilikle­ rüntülerin oluşumu kolayca açıklanabilir: riyle odaya sıcak bir görünüm kazandır­ dışardaki cisimlerin A, B, C noktalarının dıkları gibi, dönemin beğenisini de yan­ her birinden bütün yönlere yayımlanan sıtırlar. Bunların dışında mimariden ba­ ışık ışınlarından yalnız A, B, C noktalarını ğımsız mobilya çok azdır (sandık, rahle, tepe alan ve O açıklığının çevresine da­ saat, beşik, mangal, sofra tahtası ya da yanan konilerin içinde kalanlar karanlık iskemlesi gibi). Tavanlar da odaların baş­ odaya girebilir. Bu konik ışık demetleri ka­ lıca bezeme alanlarıdır (kirişler ve tahta ranlık odanın karşı çeperi üzerinde, açık­ kaplamalarla^teğişik geometrik motifler lığın biçimini alan küçük A ', B', C ' yüzey­ elde edilebildiği gibi, kalem işi süslemeli lerini aydınlatır. Göz, tümü birden dış ci-, gösterişli örnekler de vardır). Bu odaların simlerin görüntüsünü oluşturan bu ışıklı en önemlisi daha büyük tutulan ve özen­ noktaları algılar; açıklık küçüldükçe gö­ le döşenen başoda*'dır. rüntü daha net, ancak daha az ışıklı olur. Tanzimat'tan sonra Osmanlılar’da da XVI. yy.’da açıklığı daha çok genişletilmiş Avrupa’da kullanılan eşyalar odalarda yer ve yakınsak bir mercekle donatılmış por­ almaya başladı; sedirlerin yerini kanape tatif karanlık odalar yapıldı; böylece da­ ve koltuklar, sandıkların yerini çekmeceli ha net ve daha ışıklı görüntüler elde edi­ konsollar, pirinç ve bakır sofra tepsilerinin, lebiliyordu; ancak görüntülerin mercekten sofra tahta ve iskemlelerinin yerini de ye­ belirli bir uzaklıkta oluşturulması gereki­ mek odası takımları aldı. Günümüze doğ­ yordu. Bunun için karanlık oda birbirinin ru geldikçe odalar İşlevselliklerine göre içinde kayabilen iki odadan yapıldı; kutu­ oturma odası, misafir ya da konuk odası lardan biri O objektifini taşıyor, öbürünün (misafir salonu da denir), yatak odası, ye­ içine 45°’lik bir açıyla yerleştirilen bir ay­ mek odası, sandık odası gibi adlar aldı. na ise doğrultulmuş görüntüyü buzlu bir —Müz. Oda müziği. Bu müzik, adını, sescamın ya da yağlı bir kâğıdın üzerine gön­ lendirildiği yerden alır. Belli bir işlevi olma­ deriyordu. Niepce ve Daguerre'in karan­ yan ve yakın akraba ya da dost insanla­ lık odası yukarıda anlatılandan çok farklı rın eğlenmesi için seslendirilen oda mü­ değildi; ancak bu kez ayna kaldırılmıştı. ziği, bu özellikleriyle tiyatro ve kilise mü­ Bu odada, hareketli bölümün arka yüzün­ ziklerinin karşıtıdır. XVII. yy.'ın ikinci yarısında, keman ede­ de duyarlı yüzeyin yerleştirildiği kapalı N çerçevesinin girebilmesi için hareketli ola­ biyatının, özellikle de üçlü sonat reperturak tasarlanmış bir W buzlu cam bulunu­ varının gelişmesi (Corelli) sayesinde, bir yordu. Daha sonra bu düzeneğin yerine müzik türü durumuna geldi ve sonat şe­ katlandığında daha az yer kaplayan, ha­ masına uyan tüm formları (ikili, üçlü, dört­ fif ve kolayca taşınabilen körüklü odalar lü, beşli, altılı, yedili, sekizli) kapsamına al­ kullanılmaya başladı. dı. Oda müziği kategorisine, melodi ve li—Tem. parç. Kullanılabilir bir işaret veren ed’in çıkış yeri olan saray aryasını ve kan­ çeşitli yükseltme ve sonra işareti sayısal tatı da sokmak gerekir. Oda müziği, den­ veriye dönüştürme teknikleri sonucunda geye ve yetkinliğe XVIII. yy.’ın ikinci yarı­ değişik tipte odalar geliştirildi: kabarcıklı, sında kavuştu. Haydn, Mozart, Boccherikıvılcımlı, iğneli, çoktelli oranlı, saptırmani gibi besteciler, aydın dinleyicilerden olu­ lı, görüntülü. Bu alanda gerçekleştirilen şan bir toplum için yapıt verdiler. XIX. ilerlemeler, önemli bir ölçüde büyük hız­ yy.'da icracılar daha profesyonelce bir ko­ landırıcı ve halkaların yapımıyla birlikte, gi­ num elde ettiler. Buna paralel olarak, oda derek daha yüksek enerji alanlarını İnce­ müziği, evlerden konser salonlarına taştı. lemeye olanak verdi. Bu alanlarda, par­ Bu, bestecileri (Beethoven, Schubert, çacıkları algılama zorlukları artar, çünkü Mendelssohn, Schumann, Brahms, Saint bir çarpışmada oluşan ortalama parçacık -Saens, Franck, Faurö), yapıtlarını daha sayısı artar (onlarca olabilir), yörüngeleri özenle yazmaya zorladı. Halkla bu temas, huzme halinde sıkışır ve hızları giderek bir solocuya (Paganini, Chopin, Liszt) ışık hızına yaklaşır. olanca ustalığını sergileme fırsatı veren re­ * Kabarcıklı odalar. 1952'de Michigan sitalin oda müziğine girmesine yol açtı. Üniversitesi'nde D. Glaser, basıncı kısa bir Konser salonlarının gerekleri uyarınca ka­ süre kaynama basıncının altına düşürülen labalıklaşan senfonik orkestranın gördü­ bir sıvı içinde oluşan kabarcıkları kullana­ ğü rağbet, çağdaş bestecilerin (Debussy, rak bir algılayıcının yapımına başladı. O Ravel, Schönberg, Berg, Webern, Bargüne dek Wilson odasında, ani genişle­ tök), zaman zaman daha dar kadrolar İçin me ile oluşturulan sıcaklık düşüşü saye­ yazılan yapıtlarla kendilerini ifade etmele­ sinde aşırıdoygun bir buharda damlacık­ rine engel olmadı. Tüm dönemlerin oda lar oluşumu kullanılmaktaydı. Bir sıvının müziğinin yaygınlık kazanması üzerine, bir



daha yüksek yoğunluğu çarpışma olası­ lığını artırır; öte yandan oda daha hızlı bir ritm ile çalışabilir Oda, kendisine, hareket miktarı olabildiğince iyi belirlenmiş ve kı­ sa süreli dalgalar halinde yoğunlaştırılmış özdeş parçacıklar sağlayan bir demet üzerinde yer alır. Süresi, teknik ilerleme­ ler sayesinde birkaç on saniyeden birkaç binde bir saniyeye azalmış ve sıvılaşmış gazla temasta olan bir pistonun hareke­ tiyle oluşturulmuş genişleme, parçacıkla­ rın geçişiyle eşzamanlı olup, sıvılaşmış ga­ zı kaynama basıncı altına düşürür. Parça­ cık yörüngeleri boyunca bu iyonlardan kaynaklanan kabarcıklar oluşur ve binde bir saniyede yaklaşık 0 ,1 mm çapına ula­ şır. Üç ya da daha fazla kamera, patlama­ sı kabarcıkların en iyi boyutunu elde et­ mek üzere eşzamanlı olan bir flaşla aydın­ latılan duyarlı hacmin fotoğraflarını çeker. Gelen demetteki parçacıkların sayısı-parçacıkların yansız olma durumu dışında-, izlerinin, incelenen çarpışma izlerini boz­ maması için ayarlanmalıdır. Olayların se­ çilmesini sağlayan flaşları harekete geçi­ ren yardımcı algılayıcılar olmaksızın fotoğ­ rafı çekilecek olayın seçilemeyeceğine dikkat çekmek gerekir. Piston ilk durumu­ na gelince başlangıçtaki basınç elde edi­ lir, kabarcıklar sıvı içinde kaybolur, kame­ ralar kurulur ve oda bir sonraki çevrime hazır olur. Parçacıkların hareket miktarla­ rının ölçümü için fotoğrafı çekilen hacim, parçacık yörüngelerini eğrileştiren bir elektromıknatısın etkisinde bırakılır. Hızlı çevrimli denen odalar, hızlandırıcının ge­ liş demetini besleyen fışkırtması sırasında birçok genişleme yapmaya, dolayısıyla birçok fotoğraf çekmeye olanak verir. Bu durumda piston, frekansı 100 Hz’e erişebilen dönemli bir hareket ile çalıştırılır. Odaların pek çoğu, aynı zamanda bir pro­ ton hedefi olan sıvı hidrojenle (sıcaklık -2 4 6 °C; özgül ağırlık 71 g/l) çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Kimileri döteryumla çalışır ya da neon kullanımına da ola­ nak verir. Ağır sıvılı denen odalarda Freonlar, propan ya da bunların karışımları kullanılır. Sıcaklıklar o zaman 30 ile 70 °C arasında değişir. Eşit hacimde, daha bü­ yük yoğunluktan dolayı, etkileşim olasılık­ ları daha yüksek olduğundan, fotonların algılanması ve kimi nadir tepkimelerin, bu arada nötrinoların oluşturduğu tepkime­ leri incelemek kolaylaşır. Ağır sıvıların kul­ lanımı, karbon, neon, klor ya da flüor çe­ kirdeklerinin varlığından dolayı şu sakın­ caları gösterir: hedef parçacığın belirgin özellikleri bilinmez, çekirdekte parazit tep­ kimeler oluşabilir, izlerin ölçüm duyarlığı en düşük düzeyde kalır Fotoğrafı alınmış izlerden sayısal verilere geçmek için se­ çilmiş olayların izleri, az ya da çok otoma­ tikleşmiş makinelerde ölçülür; bir deney için alınmış fotoğrafların sayısı birkaç mil­ yona ulaşabilir. Olayın yeniden kurulması için gerekli noktaların koordinatları, kar­ maşık programlar aracılığıyla büyük bil­ gisayarlarda yapılır. Her çarpışma için başlangıçtaki ve çıkıştaki parçacıkların kütlesi, yükü ve hareket miktarı vektörü belirlenmeye çalışılır. Kabarcıklı odalar tekniğindeki ilerlemeler önce, büyüyen enerjilerin çarpışmasını kaydetmek için gerekli duyarlı hacimlerin artmasıyla göze çarpmıştır. Daha sonra, oda çevresine yerleştirilmiş, sintilatör, Çerenkov sayaçları, kalorimetreler vb. gibi hızlı algılayıcılarla önceden seçilmiş olaylar üzerine flaş patlatılması sağlanmıştır. 70'll yılların sonun­ da yapılan odalar, melez denen algılayı­ cılar sistemine dahil edilmiş hızlı çevrimli odalardır. Kabarcıklı odaların kullanılma­ sı parçacıklar fiziğinin temel tekniklerin­ den biridir. 70’li yılların ortasına dek yeni parçacıkların bulunmasına ve çoğunun İncelenmesine yol açmıştır. Fotoğraflar ise çok çabuk geçen ve belli belirsiz oluşan tepkimeleri göze görünür hale getirmiştir. • Kıvılcımlı odalar. Bu algılayıcıların ince­ lenmesi ve gerçekleştirilmesi 1959’da başlamıştır. Düz ve koşut metal yapraklar dizisi (ya da koşut olarak gerilmiş tel örtü­



sü) helyum ve neon karışımı dolu birkap içine yerleştirilir. Parçacıklar levhalara dik olarak odadan geçer ve gazları iyonlaştı­ rır, bu arada bir, iki mikrosaniye süresin­ ce gizli izler bırakır Hızlı lojik devrelerle eş­ leştirilmiş pırıldayıctlar aracılığıyla levha­ lar arasında kısa süreli bir elektrik darbe­ si (genlik 5 kV/cm, süre 0,1-0,5 /ıs) uygu­ lanır. Parçacıkların geçtiği yerlerde kıvıl­ cımlar patlar Bunların fotoğrafı alınabildiği gibi, gerek manyetik etkileri, gerek tel ör­ tüsünde doğurdukları yük akışı da ölçü­ lebilir. Bu odaların yerine, zaman içinde daha yakın olayları kaydedebilen iğneli odalar kullanılmaya başlanmıştır. • Işınlı ya da streamer'li odalar. Bunların çalışma ilkesi kıvılcımlı odalarınkiyle aynı­ dır: koşut, iletken, aralarında birkaç on santimetre uzaklık bulunan iki levha ara­ sına çok kısa süreli bir elektrik alanı dar­ besi uygulanır (genlik 20 kV/cm, süre 10 ile 20 nanosaniye). Bu koşullar altında gerçek bir kıvılcım oluşamaz ve yalnızca ışın ya da streamer denen nesneler orta­ ya çıkar; gerekirse bir parlaklık yükselte­ ci kullanılarak bunların fotoğrafları alınır. Parçacık yörüngelerinin levhalara hemen hemen dik olması gerekmez. Oda bir manyetik alan içine yerleştirilebilir, böylece izlerin eğriliğinden yola çıkarak hare­ ket miktarları hesaplanabilir. Bununla bir­ likte birçok uygunsuzluk görülür: her aşa­ madan sonra önemli sayılacak kadar uzun ölü zaman, çok yüksek gerilimlerin kullanılması ve izlerin belirsizliği. • Çoktelli oranlı odalar. Bu algılayıcı tipi oranlı sayaçtan türemiştir; bu sayaçlar, ek­ senlerinde yüksek pozitif gerilimli ince bir tel bulunan argon dolu silindir biçimli bir kaptan oluşur. Elektrik alanı, bir parçacı­ ğın geçişi sırasında serbest kalan elek­ tronları tel yakınına sürükler ve o arada elektronlar gazın atomlarını iyonlaştırarak olayın çığ gibi büyümesine yol açar. Par­ çacığın yol açtığı iyonlaşmayla orantılı bir yükseltme oluşur. Çığın telde yarattığı elektrik darbesini elektronik devrelerde kullanılabilir hale getirmek için bunu da­ ha da yükseltmek gerekir. 1968’de G. Charpak bu ilkeden yola çı­ karak çoktelli oranlı odaları geliştirdi. Anot telleri (çapı 20 pm, aralıkları 2-3 mm), iki katot örtüsü arasına yerleştirilmiş düzlem ya da silindir biçimli bir örtü oluşturur. Gaz, eser miktarda Freon ya da başka gazlar içeren argon ve izobütan karışımıdır. Sürekli olarak uygulanan elektrik alanı 4 kV/cm dü­ zeyindedir. Her tel, bir belleğe işlenebilecek işaret üretmek üzere yükseltici entegre dev­ re ile donatılmıştır. Bu belleklerin okunması, yani bir olayın kaydedilmesi, ilginç olayları ayıklayan hızlı elektronik açma lojiği ile ku­ manda edilir. Birçok ardışık düzlem ile uzaydaki parçacık yolları belirlenir. Algıla­ ma etkinliği % 1 0 0 'e çök yakındır ve tel ba­ şına sayma sıklığı saniyede lO^e erişebilir Yüksek akılı (107sn düzeyinde) parçacık­ lar alınacağı zaman bu odalar kullanılır Ka­ yıt olanakları çoğunlukla işaret alım siste­ minin kapasitesi ya da süratiyle sınırlıdır. Her tel için bir yükselteç gerektiren bu oda­ ların maliyeti yüksek olduğundan kullanım­ ları kısıtlıdır Bununla birlikte çok büyük odalar (kenarı 5 m’ye kadar) yapılmıştır • Saptırma, göç ya da drift odaları. Oranlı odaların incelenmesinden sonra bu tip al­ gılayıcı fikri 1969'da yine G. Charpak tara­ fından ortaya atıldı. Düzgün bir elektrik ala­ nının etkisiyle iyonlaşmadan türeyen elek­ tronlar değişmez hızla (5 cm//*sn) anoda doğru göç ederler. Bu göç için gerekli za­ manın ölçülmesi izin yerinin belirlenmesini sağlar. Anot telleri ya da duyarlı teller, ge­ len akıya bağlı olarak birkaç santimetreden birkaç desimetreye kadar aralıklarla dizil­ miştir. Sabit bir göz hızı sağlamaya yönelik 500 V/cm düzeyindeki elektrik alanının da­ ğılımı, göç hacmi içine ara gerilimlerde tel­ ler yerleştirilerek elde edilir. Bu odalar gö­ rece daha zayıf akılarda ya büyük alanları incelemek ya da daha büyük uzaysa! du­ yarlık elde etmekte kullanılır. Bu duyarlık, 1-2 cm aralıklı tellerde 50 ftm’ye erişebilir



iy o n la ş m a e le k tro n la rı















































ka to t te lle ri







. 1/ 1. •



a n o t t e l i ------



f-H Î)



i+HTI



y ü k lü p a rç a c ık



r



saptırm alı bir oda hücresinin çalışm a ilkesi: potansiyelleri anottan başlayarak azalan bir katot telleri kümesi, İyonlaştırıcı bir parçacığın açığa çıkardığı elektronlara, kaym a uzayı içinde değişm ez hızda göç etm e olanağı veren bir elektrik alanı yaratır; bu elektronlar daha sonra algılayıcı görevi yapan anot teli yakınında çığ olayını oluşturur p a rla k lık y ü k s e lte c i ve te le v iz y o n kam erası



ü ç k a m e ra d a n b iri



ka m e ra taşıyıcısı m ıkn atıs M y la r p e n c e re -



s a y m a c a d e ğ e rli iz



% 90 neon



% 10 d e m e tin g eçişi



he ly u m



s a ya ç la r b ir iç in d e yü kse k g e rilim üre te ci



Stanford (ABD) doğrusal hızlandırıcısının laboratuvarında kurulm uş'bir ışınlı o da şeması -4 5 K V



b ir^parçacığın g e ç lş i



“ 2,5 kV



»



m— s a p t ır m a u z a y ı



s a p t ır m a u z a y ı



8 m



yalıtka n



• Görüntü odaları. Bu odalarda, parçacık yörüngelerinin birçok noktasındaki koor­ dinatları elde etmek için, bir yandan elek­ tronların duyarlı tellere göç zamanı, öbür yandan bu tellerin her iki ucunda çığlar­ dan kaynaklanan yük akışları ölçümü kul­ lanılır. Akan yük, içinden geçtiği telin di­ renci, dolayısıyla uzunluğu ile ters orantı­ lıdır. Bu koordinatın ölçümü için elde edi­ len duyarlık günümüzde ancak % 1 0 dü­ zeyine erişmiştir. Görüntü odaları hiç kuş­ kusuz 90'lı yıllarda gelişme ve ilerleme ko­ nusu olacaktır.



Saclay'de kurulmuş saptırmalı bir odanın kesiti



ortam ı i; yüklü parçacığın X koordinatı, en yakınındaki anot teli ile ölçülür)



le ilgilenen, getir götür işlerine bakan, ki­ mi yerlerde de bu işlerin yanı sıra ziya­ retçileri içeri almakla yükümlü olan görev­ li. O D A C IK a. (oda'dan -cık küçültme ekiyle). Küçük oda. —Bot. Çiçektozu odacığı, açıktohumlularda, mıkropilin altında, yumurtacığın önünde bulunan boşluk. (Çiçektozu çim­ lenip döllenmeyi sağlayıncaya kadar bu­ rada bekler.) || Gözenek altı odacığı, gö­ zeneğin ağzının altında bulunan boşluk. || Nemli odacık, besleyici bir ortama yer­ leştirilmiş bir hücrenin farklı gelişme ev­ relerini mikroskopta incelemeye yarayan düzenek. —Dişç. Dişözü odacığı, tacın içinde bu­ lunan ve diş özünün taş kısmını içeren dış boşluğu.



klişe düzlemi, S gözlem noktası, o> klişe­ nin temel noktası, lî arazinin benzeşik noktası, v S'den geçen düşeyle klişe düz­ leminin kesişimi, N de bunun benzeşiği olsun; odak nokta, o>Sv açısının ortayı ile klişe düzleminin kesişimidir.



O D A C IL IK a. Odacının işi, görevi. O D A İN A T H - ODENATHUS.



. C enevre yakınında, Cern-Fransa-A FC arasındaki üçlü antlaşm a çerçevesinde yapılmış Cern'in B EB C (Big European Bubbfe Cham ber) kabarcıklı odası



SF : küresel içbükey bir aynanın odak uzaklığı



—Uz. havc. ve Jeod. Balistik odalar. En duyarlı odalar (1/ 10 0 0 0 0 düzeyinde açı­ sal belirsizlik), arkasında yıldızlar bulunan hedefin fotoğrafını çekme ilkesine daya­ nır; bu da, sonradan, hedefin resminin çe­ kildiği andaki doğrultularını duyarlı olarak yeniden oluşturmayı sağlar Bu odalar, ge­ rek yörüngeyi, gerekse istasyon noktala­ rının jeodezik konumlarını hesaplamak için uyduların fotoğraflarını çekmede dü­ zenli olarak kullanılmıştır. Kullanılan çeşit­ li tipteki odalar, fotoğraf dayanaklarının ya­ pısına (plaka ya da film) ve donanımın ha­ reket yeteneğine göre birbirlerinden ayırt edilir. Sabit odalar, büyük çaplı parlak uy­ duların (Echo tipi) ya da parıltı vericileri­ nin (Geos tipi) fotoğraflarını çekmede kul­ lanılır. Kimi odalar, yıldızların fotoğrafları­ nı iyileştiren ekvatoral bir dönme hareke­ ti yapar. Diğerlerinin, az parlak uyduları iz­ lemeyi ve fotoğraflarını çekmeyi sağlayan, dik üç dönme ekseni vardır. O d a o r k e s tr a s ı (Ankara), kuruluşuna Suna Kan ve Gürer Aykal’ın ön ayak ol­ duğu oda orkestrası. İlk konserini şubat 1977’de veren topluluğun sürekli şefi G. Aykal, solocu ve başkemancısı ise S. Kan' dır. 1979 martında TRT genel müdürlüğü' ne bağlanan orkestra, Ankara’daki düzen­ li konserlerinin yanı sıra yurtiçinde ve yurtdışında konser gezileri yapmaktadır.



SF -



küresel dışbükey bir aynanın odak uzaklığı



O F: yakınsak bir merceğin odak uzaklığı



O D A D AŞ I a. 1. Eskiden hanlarda oda­ ların bakım ve kiralanmasıyla ilgilenen gö­ revli. —2. Büyük kuruluşlarda orta hizmeti gören kimselerin başı. —Ask. tar. Ağa bölüklerindeki baş odaba­ şı ve cemaat ortalarındaki oda kethüda­ sından sonra gelen en kıdemli yeniçeri su­ bayı. (Hükümdara en yakın görevliler ara­ sında bulunan odabaşı, padişahın emir ve fermanlarının uygulanmasını denetler­ di. XIX. yy.'da bu görev kaldırılarak yeri­ ne mabeyinciler getirildi.)



r /



u.



LL O



O



ıraksak bir merceğin odak uzaklığı



O D A B A Ş I, esk. Kavastı, Hatay'ın merkez ilçesi Hıdırbey bucağına bağlı köy; 5 070 nüf. (1990). odak uzaklıkları



O D A B A Ş I, yeni adı Lalahan, Anka­ ra'nın Elmadağ ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 437 nüf. (1990). Belediye. O B A C A N T H A M E L A N U R A a Batak lıkların kenarındaki kamışlarda yaşayan koşarkınkanatlı. (Koşarkınkanatlıgiller fa­ milyası.) O D A C I a. Resmi kurum ya da kuruluş­ larda, bankalarda, vb. odaların temizliğiy­



O D A K a. 1. Aynı ışık ya da ısı kaynağın­ dan yayımlanan ışınların, kaynak çok uzakta bulunduğu zaman yakınsadıkları yer ya da nokta. —2. Belirli bir düşünce­ de olan kimselerin bir araya geldiği, bu kimselerden kaynaklanan eylemlerin yo­ ğunlaştığı yer (genellikle çoğul olarak); mihrak: Ülke aleyhine çalışan odaklara karşı gerekli tedbirler alınacak. Bir terör odağı. Şiddet odakları. —3. Odak nokta­ sı, bir şeyin (soyut) yoğunlaştığı, toplan­ dığı nokta: Düşüncelerimin odak noktası bu olguydu. —Foto. Odak derinliği, görüntünün netli­ ği bozulmaksızın, duyarlı yüzeyin konu­ munun obıektıfe göre değişebileceği çok dar sınır. ■ —Fotogram. Odak noktası, hava fotogrametrisinde, fotoğraf eğiminin arazideki ya­ tay açıları etkilemediği tek görüntü nok­ tası. (Eşanl. EŞMERKEZ.) —Geom. Verilen bir doğruya eşlik eden, koniklerin bir metrik tanımını vermeyi sağ­ layan değişmez nokta. || KUTUP'un eşan­ lamlısı. —Opt. Odak düzlem, optik bir sistemin eksenine dik olan ve odağı içeren düz■ lem. || Odak uzaklığı, merkezlenmiş bir sis­ temin asal odağının sistemin asal düzle­ mine olan uzaklığı, (ince bir merceğin odak uzaklığı merceğin odağa olan uzak­ lığına eşittir.) || Cisim odak, çıkan koşut ışınlara denk düşen gelen ışınların kesiş­ me noktası. || Görüntü odak, koşut ışınlar­ dan oluşmuş bir gelen demetten kaynak­ lanan çıkan ışınların kesişme noktası. —Patol. Patolojik bir sürecin yerel kalabi­ len ya da yayılabilen merkezi. || Akciğer odağı, sınırlı konjestiyon belirtileri bulunan akciğer bölgesi. || Enfeksiyon odağı, bir or­ gan ya da dokuda bulunan yerel sınırlı en­ feksiyon merkezi (ilkel odak). Bu merkez kan ya da lenf yoluyla komşu ve uzak bir bölgeye hastalığı bulaştırabilir (ikincil odak), hatta bütün organizmaya da yaya­ bilir (septisemi). || irin odağı, bir apsede irinin biriktiği yer. || Kırık odağı, olguya gö­ re, yırtma ya da baskı ile komşu organ­ larda lezyonlara neden olabilen kırık ye­ ri. —Radyol. Katottan gelen hızlandırılmış elektronları alan anot bölümü. (Çok yük­ sek hız kazanmış olan elektronlar made­ ni bir hedef olan bu odağa çarpar ve ki­ netik enerjileri ısıya [°/o 99] ve radyolojide kullanılan X ışınlarına dönüşür.) —Tıp. Bir lezyonun ya da bozukluğun ana kaynağı, merkezi. || Odak ekseni, bir özel koniğin odağını ya da odaklarını içeren bakışım ekseni. (Buna bir elips için bü­ yük ya da asal eksen, bir hiperbol için ye­ dek eksen de denir.) || Odak uzaklığı, bir elipsin ya da bir hiperbolün odakları arasındaki uzaklık. (Genel olarak kullanı­ lan gösterişlerde bu uzaklık 2 c ye eşit­ tir.) —ANSİKL Fotogram ir arazi düzlemi, x



O D A K (Krsto), hırvat besteci ve eğitimci (Siveriö 1888 - Zagreb 1965). Zagreb konservatuvarı'nda ders verdi. Aralarında folklorik opera Dorica ptese (1934) de bu­ lunan dramatik yapıtlar, senfonik partis­ yonlar (4 senfonisinden ' ‘Adriyatik senfo­ nisi” [1940-1965] başlıklı olanı ünlüdür; 2 passacaglia; 4 rapsodi; 2 uvertür), oda müziği parçaları, melodiler, a cappella ya da orkestra eşlikli koro parçaları, slavonca metinler üzerine 2 missa bestele­ di. O D A K L A M A a. Odaklamak eylemi. —Dalga ve titr. Odaklamak eylemi. —Elektron, ve TV. YOĞUNLAŞTIRMA'nın eşanlamlısı. —Tem. parç. Bir hızlandırıcıda ya da bir demette parçacıkları ideal ortalama yö­ rüngelerinde tutmak için manyetik alan­ ların dağılımından yararlanan teknik. (1950’de, almaşık gradyanlı denen, güç­ lü odaklamanın bulunuşu, büyük çembersel hızlandırıcıların yapımını kolaylaş­ tırdı.) O D A K L A M A K g. f. Elektron, ve Dalga ve titr. ^ r ışımayı (ışık, akustik dalga, elektron demeti vb.) bir noktaya yakınsat­ ma. ♦ odaklanm ak edilg. f. 1. Odaklamak eylemine konu olmak. —2. Soyut bir şey­ den söz ederken, belli bir noktada, konu­ da vb. toplanmak, yoğunlaşmak: Tartışma sonunda öneriler şu noktalarda odaklan­ dı. O D A K L A N M A K - ODAKLAMAK. O D A K L A Ş M A a. Odaklaşmak eylemi. —İstat. Odaklaşma ölçüleri, bir istatistik dağılımı betimleyip özetlemede kullanılan başlıca ölçülerin bir bölümü. (Bunlara kı­ saca ortalamalar da denir. Değerlerin tü­ münden hesaplanan ve hesaplanamayan ortalamalar olmak üzere iki grupta topla­ nırlar. Birinci gruptakiler aritmetik ortala­ ma, harmonik ortalama, geometrik orta­ lama, kareli ortalama; ikinci gruptakilerin başlıcaları da egemen değer [mod] ve ortalayan'dır [medyan].) O D A K L A Ş M A K gçz. f. 1. Bir noktada toplanmak, bir noktaya yönelmek. — 2 . Düşünce, ilgi vb. sözkonusuysa, belli bir konu üzerinde yoğunlaşmak, o konu üze­ rinde toplanmak. ♦ odaklaştırmak ettirg. f. 1. Dağınık bir şeyi bir noktaya yöneltmek, bir noktada toplamak: Güneş ışınlarını, büyüteç yar­ dımıyla bir yaprağın üzerinde odaklaştır­ mak. —2. Bir şeyi (soyut) [bir yerde] odak­ laştırmak, ilgisini, dikkatini belli bir konu üzerinde yoğunlaştırmak, o konu üzerin­ de toplamak. O D A K LA Ş T IR M A a. Odaklaştırmak ey­ lemi. O D A K L A Ş T IR M A K - ODAKLAŞMAK O D A K L A Y IC I a. Sine. Kameranın çalış-



tırılması sırasında odaklamayı gerçekleş tiren görüntü yönetmeni yardımcısı. O D A KÖ LÇ ER a. Mercekler ile fotoğraf objektiflerinin odak uzaklığını ölçmeye ya­ rayan alet. (Eşanl. FOKOMETRE.) OD A KÖ LÇ Ü M a. Opt. Optik bir sistemin odaklarını belirleme. O M K S A L sıf. Foto. Odaktan ya da oda­ ğın çok yakınından geçen ışık ışınları için kullanılır. O D A K S IZ sıf. Odakları sonsuza atılmış, merkezlenmiş bir optik sistem için kulla­ nılır. (Sonsuzda bulunan bir cismin görün­ tüsü, yine sonsuza atılmıştır. Birincisinin görüntü odağı İkincisinin cisim odağıyla çakışan iki mercekten yapılmış bir sistem odateızdır [sonsuza ayarlanmış gök ya da Galilei dürbünü]. Bu durumda böyle bir sistemin büyütmesi değişmez.) [Eşanl. AFOKAL.)



O ’ D A L A İO H (Cearbhall), İrlandalI dev­ let adamı (CilI Mhantâin yönetim bölümü 1911 - Sneem, Chiarraighe yönetim bölü­ mü, 1978). 1963’ten 1972’ye kadar Yük­ sek mahkeme başkanlığı, 1974-76 arasın­ da da İrlanda Cumhuriyeti Cumhurbaş­ kanlığı yaptı. O D A LI sıf. Sayı sıf. + odalı, belirtilen sa­ yıda odası olan: Üç odalı bir daire. —Kur. tar. Odalı yeniçeriler, kalelerde mu­ hafızlık göreviyle bulunan kapıkulu yeni­ çerilerini, yerlikulu yeniçerileriyle yamak­ lardan ayırmak için kullanılan deyim. ♦ a. Kur. tar. Topkapı sarayı'nda has oda, hazine odası, kiler odası, seferii oda­ sı gibi yerlerde oturan saray görevlisi. (Kaftanlı da denirdi.) ^ O D A L IK a. Esk. Bir erkeğin nikâhsız ola­ rak yatağına aldığı cariye; müstefreşe. (OsmanlI padişah ve şehzadelerinin oda­ lıklarına gözde* denirdi.) —ANSİKL. ikonogr. Bir yatağa uzanmış çıplak kadın olarak betimlenen odalık, bu geleneksel temanın doğu zevkinde yoru­ mudur. 1814’te Ingres, Napoli kraliçesi Carolina'dan Büyük odalık adıyla da anılan Yatan odalık tablosunun (0,91 x 1,62 m) siparişini aldı. 1899’da Louvre müzesi ko­ leksiyonlarına giren bu yapıt, boynun ve sırtın anatomik kuralları hiçe sayan kavi­ siyle ünlüdür. Sanatçı, 1840'ta da Köleli odalık (Fogg Art Muséum, Cambridge, ABD) adlı tabloyu gerçekleştirdi. Dela­ croix, Armand Cambon (Montauban), Th. Couture (Cleveland), L. Boulanger, E. Hé­ bert gibi sanatçılar da Odalık temasını iş­ leyen resimler yaptılar; bu konu, Matisse tarafından da birçok kez ele alındı. Hey­ kel alanında, Pradier’nin çalışmalarını (Lyon) anmak gerekir. O D A N O B U N A G A , japon siyaset ada­ mı (Ovari 1534 - Kyoto 1582). Daimyo'ydu; imparator Ogimaçi için, başkaldıran daimyolarla savaştı ve 32 eyalette barışı sağ­ ladı (1562-1577). Şogunların sonuncusu Aşikaga'yı görevinden çekilmek zorunda bıraktı (1573), hükümetin gerçek başkanı oldu, buddhacı mezheplere boyun eğdir­ di ve Japonya'yı mutlak otoritesi altında birleşirdi; hıristiyanlığı ve Batı ile ticaret ilişkilerinin kurulmalını destekledi. Kyoto' daki Honno-ci tapınağı’nda asiler tarafın­ dan kuşatıldı ve kendini öldürdü. O D A S İ (Michele Di BARTOLOMEO DEGLİ ODASİ, T lfl —denir), İtalyan yazar (Padova 1450'ye doğr. - ay. y. 1492), anakreon tarzında heksametros ölçülü ilk manzu­ meleri (Macharonea, 1490) yazdı. O D A S İN E â i a. Zool. KARASİNEK’in eş­ anlamlısı.



O D A Ş IK a. Yörs. Aynı odada oturan ya da çalışanlardan her biri; oda arkadaşı. —Ask. tar. Aynı 'öd a "d a yer alan yeni­ çerilere verilen ad. (Bu deyim oda arka-



daşlığının bir simgesi olarak kullanılırdı.) O D ATE, Japonya’da kent, Honşu (Akita ili) adasının kuzeyinde, Yoneşiro kıyısında; •72 500 nüf. Ticaret merkezi. Kereste sa­ nayisi. —Yakınında, demir, bakır ve çinko madenleri. O D A V A R A , Japonya'da kent, Honşu (Kanagava ili) adasında, Sagami körfezi kıyısında; 193 415 nüf. (1990). Bir tarih müzesi içeren XV. yy. şatosu. Konutlar. Besin ve tekstil sanayileri. O D D A , Norveç'in güney-batı’sında (Hordaland) kent, Hardangerfjord’un kolu olan bir fiyordun kıyısında; 10 000 nüf. Turizm ve sanayi merkezi (elektrometalürji, kim­ ya sanayileri). O d d l b ü z g e n k a s ı, koledok kanalının onikiparmak bağırsağına açıldığı yerde bulunan büzgenkas sistemi. O D D İT a. (fr. oddite). Tip. Oddi büzgenkası iltihabı. O d e ls tln g , Norveç parlamentosu'nda (Storting) üyelerin dörtte üçünün oluştur­ duğu meclis. (Üyelerin geriye kalanı yük­ sek meclis olan Lagting'i oluşturuyor­ du.) O D E N A T H U S ya da O D A İN A T H (Septimius), Palmira prensi (öl. 267). Gallienus tarafından, dux unvanı verilerek Doğu'nun savunmasıyla görevlendirildi (261), zorba Quietus'u yendi ve öldürdü (262), pers kralı Şapur l'in üzerine yürüdü, onu Suriye’den ve Mezopotamya'dan çıkardı, Ktesiphon'u tehdit etti. Gallienus onu imperator ve corrector unvanlarıyla taltif etti. Odenathus, akrabalarından biri tara­ fından öldürüldü. Karısı Zenobia naipliği üstlendi. O D E N D A A LS R U S , Güney Afrika'da (Orange) kent, Kroonstad’ın G.-B.’sında; 15 300 nüf. Altın madenleri. O D E N S E , Danimarka'da kent, Oden­ se am ttnın yönetim merkezi, Fyn adasın­ da, Odense fiyorddna giden, ulaşıma elverişli bir kanalın kıyısında; 176 133 nüf. (1990). Danimarka’nın en eski yer­ leşmelerinden olan kentte anıtlar vardır: Vor Frue kilisesi (XII. yy.); Cl. Berg'in ün­ lü mihrap arkalığını ve krallık anıt mezar­ larını kapsayan XIV. yy.'da yapılmış S. Knud kilisesi. Ticaret. Üniversite. Müze­ ler (Andersen, Fyn, Açık hava, Demiryol­ ları). Ticaret limanı. Sanayi kuruluşları (tersaneler, metalürji, kimya). — Odense amtı. 3 486 km2; 458 111 nüf. (1989). O D E N W A L D , Almanya’nın Hessen eyaletinde alçak dağ kütlesi, orta Ren çöküntü çukuru kenarında; Katzenbuck elde 626 m. Billurlu ve püskürük (gra­ nit, gneiss, porfir, siyenit) topraklı bir horsttur; D ve G.'ye doğru, Main ve Neckar'ın boğazlarla oyduğu, ormanlık bir J .-C . C h a b rie r-A t la s -P h o to



plato oluşturan Trias devri kumtaşlarının altına dalar. Bu yer yer ağaçlık bölge, komşu kent merkezlerinde (Frankfurt, Darmstadt, Ludwigshafen, Mannheim) oturanların sık sık geldiği, 2 320 km2’lik bir ulusal parktır.



Odalık Delacroix'nin yapıtı Louvre müzesi, Paris



O D E O N a. (fr. oddori). Esk. Yun. Müzik şölenlerine ayrılan yapı. (Bir çeşit kapalı tiyatro biçimindeki odeon birkaç yunan si­ tesinde vardı. Atina'da, 1921'den başlaya­ rak kazılan Akropolis'in güneyindeki Perikles odeonu (İ.Ö. 445) ile birlikte dört odeon bulunuyordu. Üstünde bir kubbe­ si olan yapı dikdörtgen biçimindedir. Bu­ nun çok yakınında bulunan Herodes Attikos odeonu (İ.Ö. 160'a doğr.) iyi korun­ muştur ve bir tiyatro biçimindedir. O d e o n tiy a tr o s u , 1875’te, İstanbul'da istiklal caddesinde açılan tiyatro binası. Bu tarihte “ Varyete tiyatrosu” adıyla açı­ lan bina, 1877'deki yenilenmeden sonra bir süre "Eldorado” ve "Verdi tiyatrosu” adlarıyla etkinlik gösterdi; son olarak "odeon” adını aldı ve XX. yy.'ın başlarına eleğin bu adla anıldı. Burası daha sonra Eclair sineması; 1930'lu yıllarda da Şık si­ neması oldu. Ö d e r ; çekçe ve lehçe Odra, Polon­ ya'da ırmak, aşağı çığırı Polonya ile Al­ manya’nın Brandenburg eyaleti arasında sınır oluşturur; 854 km (742'si Polonya' da). Havzasının (119 000 km2) beşte dördü sağ kıyısında yer alır. Oder Çek Cumhuriyeti’nde, Südetler'in G.-D. ucun­ da (Oderskâ Vrchy, Ostrava yakınında), 634 m yükseltide doğar, Moravya kapısı­ nı Yukarı Silezya yakınında aşar, ardın­ dan K.-B.’ya dönerek Südetler kütlesine paralel olarak, Aşağı Silezya ovasında akar, Wroclaw'dan geçer. Nysa Luzycka ile birleştikten sonra, ırmak G.-K. doğrul­ tusunda akar; iki adanın Pomeranya kör­ fezinden ayırdığı, Szczecin denizkulağın-



Atina'daki Herodes Attikos odeonu (İ.Ö . 160'a doğr.)



G o u tie r



O desa operası



da uzun bir deltayla son bulur Hemen he­ men kendisiyle aynı büyüklükte olan baş­ lıca kolu Warta, Büyük Polonya ovasını akaçlar Yukarı kesiminde, Öder in dağla­ rından inen çok sayıda küçük kolu, yazın (eriyen karlar nedeniyle) güçlü debiler oluşturur; oysa orta ve aşağı vadide su­ lar daha çok kış sonu ve ilkbahar başın­ da artar, ancak havzanın genelinde (aşa­ ğı vadide ortalama debi: 542 m 3/sn) yıl içinde çok değişken debiler görülür. 711 km'si ulaşıma elverişli, Yukarı Silezya sa­ nayi bölgesine Gliwice kanalıyla, Avrupa ırmak ağına Spree ve Havel yakınındaki kanallarla bağlanan, önemli bir akarsu ek­ senidir. O d o n -H a v e l k a n a lı, Almanya'da ka­ nal; Finow kanalının yerini aldı ve Berlin bölgesini Polonya limanı Szczecln'e bağ­ ladı; 83 km.







m *’bÁ-': i A ï - Vi'& -



o v a l a m a k .



Juan O'Gorman M eksika Üniversitesi kitaplığı (1951) q Saavedra ve J. Martinez de Velasco ile)



O Ğ A N ya da U Q A N a. Esk. Tanrı.



O jto k burcunun simgesel gösterimi



n-Pitch



O Ğ L A K a. Keçi yavrusu. S —Astrol. Gregorius takviminde kış mev­ siminin ilk burcu. (Oğlak, güneş yarıküre­ sinin son burcu, ikinci büyüküçgenin son burcu, doğusal Jüpiter'in gökevi ve Mars' ın yükselme yeridir.) —Deric. Glase oğlak, kromla sepilenmiş, presle ütülenerek kaygan, parlak ve cilalı bir görünüm verilmiş, ayakkabı sayaları ve eldiven yapımında kullanılan oğlak deri­ si. —Gökbil. Oğlak dönencesi, ekvatorun G.'inde - 23° 26' yükselimde yer alan ve Güneş’in, kış gündönümünde, Oğlak bur­ cuna girdiği anda, günlük devinimini yap­ tığı gökküresi paraleli; 23° 26' G. enle­ mine karşılık gelen ve G.’de tropikal adı verilen kuşağı' sınırlayan yerküresi para­ leli. (Güneş, yılda iki kez bu kuşağın her noktasının başucundan geçer.) —Kasapl. Oğlak eti, bir yaşını bitirmemiş keçilerin eti. || Kasaplık oğlak, et üretimi için erken kesilen süt oğlağı. (Kasaplık oğ­ laklar süt kuzuları gibi 2 ila 5 haftalıkken kesilen süt hayvanlarıdır; etleri beyaz olur; canlı ağırlığı 6 ila 11 kg, karkas ağırlığı 4 ila 7 kg gelir ve sakatatı [akciğer, kalp, ka­ raciğer böbrekler] ile birlikte satılır) —Yun. mit. Kimi zaman kuyruğu balık bi­ çiminde bir keçi olarak temsil edilen, Pan'a adanmış canavar. Zeus onu takım­ yıldızların arasına fırlattı. O Ğ LA N a. 1. Cinsiyeti erkek olan çocuk. Oğlanlarla kızlar genellikle aynı okulda okurlar. —2. Genç erkek: Oğlanlarla çık­ mak. Yakışıklı bir oğlan. —3. Tamlayan olarak, düğün ve evliliklerde damada iliş­ kin olanı belirtir: Oğlan evi. Oğlan anası. —4. Erkeklerle cinsel ilişkide bulunan genç erkek. —5. Oğlan aldı (yedi) oyuna gitti, çoban aldı (yedi) koyuna gitti, birinin yönetiminde bulunan bir malı ya da pa­ rayı, onunla ilgili kişilerin düşünmeden, rasgele biçimde harcadıklarını, çarçur edip bitirdiklerini belirtmek için söylenir. || Oğlancık, küçük oğlan çocuklarına seve­ cenlikle söylenir. —Ask. tar. Acemi oğlanı — ACEMİ O Ğ LA­ NI. || iç oğlanı - İÇOĞLANI. —Oy. Oyun kâğıtlarından üzerinde oğlan resmi bulunanı. (Eşanl. BACAK, FANTİ, VA­ LE.) O Ğ L A N C I a. Genellikle genç erkeklerle cinsel ilişki kurmaya meraklı erkek; kulam­ para. O Ğ L A N C IL IK a. Oğlancı olma durumu; kulamparalık.



bir dala tünem iş oğul



bir kovanın önünde oğul verm e



O Ğ L A N Ş A H I a. Yörs. Folk. Anadolu' nun bazı yörelerinde düğün günü güvey sağdıcının evinden çıkarılıp güvey evine götürülen, üzeri meyve, çiçek vb. ile süs­ lü ağaç dalı. (Üzerindeki meyvelerin, ger­ dekten önce, gelin ve güvey tarafından



yenmesi uğurlu sayılır. Evden çıkarıldıktan sonra köyde dolaştırılarak güveyin evine götürülür. Bu sırada üzerindekileri çaldır­ mamak gerekir; bunun için önde “çubuk­ çu” adı verilen bir. koruyucu yürür. Çalı­ nan meyveleri sağdıca götürene bahşiş vermek zorunludur Oğlanşahı bereketi ve bolluğu simgeler.) O Ğ M A Ç a. 1. Ekmeği ya da hamuru kı­ rıntı haline getirerek pişirilen çorba. — 2 . Taze tarhana. O Ğ M A K -> OVMAK. OÖRUN -



UĞRUN.



O Ğ U L, -ğlu a. 1. Anne ya da babaya gö­ re erkek çocuk (Karşt. KIZ): Oğlum çok sakin bir çocuktur. Bir oğlu, iki kızı var. —2. Yaşlı kimselerin genç erkeklerle ko­ nuşurken kullandıkları hitap sözü (oğlum biçiminde de kullanılır): Hayat sandığın kadar kolay değil be oğul! Oğlum, bana biraz yardım eder misin? —3 .... oğlu ..., bir kimseye yakıştırılan bir niteliği pekiş­ tirmek için kullanılır: Eşşek oğlu eşek. Er oğlu er. —4. Hanedan, soy adlarını be­ lirtmekte kullanılır (genellikle çoğul): Osmanoğulları. Aydınoğulları. ■-Arıc. Toplumsal böceklerde, özellikle arı­ larda, herhangi bir nedenle, yeni bir top­ luluk kurmak için ana koloniden ayrılan grup. (Oğullar genellikle işçilerle bir ya da birkaç kraliçeden oluşur; batanlarında, çoğu zaman eski kraliçe [anaarı] kovan­ dan kovulur, termitlerdeyse yeni bir kolo­ ni kurmak üzere oğul vermeye girişenler kral ve kraliçe çiftidir.) [Bk. ansikl. böl.] || Oğul kutusu, arıcının kullandığı kovan mo­ deline uygun tipte yarım kovan. (Örneğin, esas kovanlar on çerçeveli ise, oğul kovanı beş çerçevelidir. Oğul kutuları, oğul nakil ve satışlarında kullanılır.) || Oğul torbası, çok yüksek bir yere konmuş oğulu almak için kullanılan ve ağzı büzülebilen bez torĞ)a. |l Oğul verme, bazı böceklerin, özel­ likle balansı, yabanarısı, karınca ve ter­ mit gibi toplum halinde yaşayan böcek­ ler aşırı ölçüde artınca bunların bir kısmı­ nın yeni bir topluluk kurmak üzere yuva­ dan ayrılması. (Bk. ansikl. böl.) || ikinci oğul, ilk oğuldan sonra alınan oğul. || ilk oğul, kovanın verdiği birinci oğul. || Son oğul, gün dönümünden ( 2 2 haziran) son­ ra çıkan oğul. (En zayıf oğuldur, verimli ol­ maz.) || Torun oğul, aynı yıl alınan oğulun verdiği oğul. || Yapay oğul almak, kovanın kendiliğinden oğul vermesini beklemeden yavrulu çerçevelerden bir kısmını (4-5 çer­ çeve) üzerindeki anlarla birlikte ayrı kova­ na göçürmek. —Hırist. Tanrı'nm oğlu, Teslis'in ikinci ki­ şisi, İsa. || İnsan oğlu, İsa'nın, kendi ken­ disini belirtmek için birçok yerde kullan­ dığı deyim. —Kur. tar. Kul oğlu -> KULOĞLU. —ANSİKL. Arıc. Kovan oğul verdi demek, arıların bir kısmı kovandan ayrılarak kova­ nın dışında toplandı demektir. Bir kovan art arda birçok oğul verebilir. Kovanı terk eden oğul yakındaki bir ağaca, yüksekçe bir ota ya da çalıya, hat­ ta büyücek bir taşa tutunur; ama hiçbir yere tutunmadan kilometrelerce uzaklaşa­ bilir de (oğulun azması). Kimi yörelerde, azan oğulu durdurmak için üzerine kum, kül, su atılır, ardından teneke çalınır, vb. Ağaca konmuş oğulu toplamak için altı­ na boş bir kovan konur, gerekirse kova­ nın içine hafifçe şeker şerbeti çilenir. Oğul bir çalılığa tünemişse ardından duman verilerek kovana doğru itilir. Her iki halde de önceden kovanın içine boş çerçeve­ ler, hatta olanak varsa larva gümeçleriyle dolu bir iki çerçeve yerleştirilir. Yeni kova­ na yerleşen koloni yeniden işe koyulur ve ertesi yılın baharına kadar çalışmaya giri­ şir; ertesi yıl o da oğul verir, ilk oğul ge­ nellikle 2 ila 4 kg çeker; ikinci oğullar 1 500 kg'ı, üçüncülerse 0,500 kg'ı nadi­ ren geçer. • Oğul verme. Anaarı kış soğukları baş­ layınca yumurtlamayı keser, ilkbahar ge­ lince yeniden yumurtlamaya başlar; ko­



vandaki arı sayısı bir süre sonra önemli miktarda artar. Arıların bir kısmının kova­ nın gerisinde üzüm salkımı gibi sıkışık bir durumda kümelendiği görülür. Bu durum kovanın oğul vereceğine işarettir. Nitekim kovanda karakteristik bir olay başlar: bir anaarı gümeci (petek gözü) açılmak üze­ redir. Eski anaarı, bu olaydan önce konu­ tu terk edecek, giderken de taraftarlarını (10 000 ila 40 000 arı) peşine takacaktır: işte oğul verme budur. Buna ilk oğul de­ nir. Eğer topluluk gene kalabalık kalırsa ikinci, ardından üçüncü bir oğul oluşabilir ve her biri yeni doğmuş olan bir anaarıyla kovandan ayrılır. Yeni anaarılar henüz doğmamış oldukları için oğul verme ger­ çekleşmeyebilir de. Bu durumda görev­ deki anaarı gelecekte kendisine rakip ola­ cak anaarıları arar, doğmamış olanları iğ­ neleyerek öldürür, yeni doğmuş olanla da öldüresiye bir savaşa girişir. Üstün gelen anaarının çevresi hemen hizmetçi arılar­ la dolar ve rakibinin cesedi temizlikçi arı­ lar tarafından dışarı atılır. O Ğ U LC U K a. (oğul'dan -cuk küçültme ekiyle oğulcuk). Zool. Döllenmiş yumur­ taya, gelişmeye başlamasından dölütün oluşmasına kadar geçen sürede verilen ad. O Ğ U LÇ E K E N a. Arıc. Oğulu çekmek için boş kovana sürülen uçucu kokulu madde. O Ğ U LD U R U K a. Yörs. Dölyatağı. O Ğ U L L U K a. 1. Oğul olma durumu. —2. Yörs. Evlatlık. — 3. Yörs. Üvey oğul, -*t>ĞULOTU a. 1. Kenarları dişli basit yap­ raklı, beyaz, sarımsı ya da kırmızımsı çi­ çekli, çok dallanmalı, 20-150 cm boyun­ da, çok yıllık otsu bitki. (Bil. a. melissa; ballıbabagiller familyası.) [Bk. ansikl. böl ] —2. Yabani oğulotu ya da orman oğulotu, tıbbi oğulotuna çok benzeyen, sık tüylü, keskin kokulu, pembe benekler ta­ şıyan kırmızı ya da beyaz çiçekli çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. melittis; ballıbabagiller familyası.) —ANSİKL. Tıbbi oğulotu (Melissa ofticinalis) Anadolu'nun kenar bölgelerinde ve Akdeniz bölgesinde bol yetişir Avrupa’da likör ve ilaç yapımında kullanılmak üzere bahçelerde de yetiştirilir. Eczacılıkta ve halk hekimliğinde oğulotunun limon ko­ kulu ve bahar lezzetli kurutulmuş yaprak­ ları kullanılır. Bu yapraklardan hazırlanan infusyon yatıştırıcı, midevi, gaz söktürücü, terletici ve antiseptik etkilere sahiptir. O Ğ U N M A K gçz. f. 1. Bayılır gibi olmak, soluğu kesilmek, tıkanmak, bayılmak. —2. Acıdan, ağrıdan kıvranmak. OĞUŞTURM AK -



OVUŞTURMAK.



O Ğ U Z sıf. ve a. Esk. 1. Sağlam, gürbüz. —2. iyi huylu, temiz kalpli. —3. Saf, bön. O Ğ U Z , Batman Beşiri ilçesine bağlı bucak; 3 996 nuf. (1990); 8 köy. Merkezi Oğuz (esk. Şimiz), 613 nüf. (1990). O Ğ U Z , Erzincan'ın Kemah ilçesine bağ­ lı bucak; 1 165 nüf. (1990); 8 köy. Merkezi Oğuz (esk. Eriç)\ 125 nüf. (1990). % Ğ U Z (Ahmet Şükrü), Yenlbahçeli Şük­ rü diye tanınır, türk asker ve siyaset adamı (İstanbul 1881 -ay.y. 1953). Harpokulu'nu bitirdi; Makedonya'da görevlendirildi. Gizli ittihat ve Terakki cemiyeti'ne girerek kardeşi Yenibahçeli Nail ile birlikte bu cemiyetin fe­ dailerinden biri oldu. Balkan ve Birinci Dün­ ya savaşlarına katıldı. Mütarekede binba­ şı rütbesiyle İstanbul'un Anadolu yakasın­ daki Piyade endaht okulu'nun komutanlı­ ğını yaptı. Karakol* cemiyeti yöneticisiyken İstanbul'dan Anadolu’ya kaçırılan insan ve silahların Ankara'ya ulaşmasını sağladı (1919). Kocaeli ve İstanbul yöresinde Kuvavı millive'yi örgütledi^ilk TBMM'ye İstan­ bul milletvekili seçildi (1920). Meclisle Milli müdafaa komisyonu üyeliği yaptı. Mustafa Kemale karşı oluşan ikinci grup­ ta yer aldı. Milletvekili seçilemedi (1923).



Oğuzlar ! (Ahmet), türk siyaset adamı (Es­ kişehir 1912 - İstanbul 1972). Yüksek ikti­ sat ve ticaret okuiu'nu bitirdikten sonra Berlin Ûmversitesi’nde doktora yaptı. De­ m okrat parti'ye üye oldu ve Eskişehir m il­ letvekili seçildi (1946). Bir süre sonra par­ ti yönetimi ile anlaşmazlığa düştü (1948). Onur kurulu kararıyla DP'den çıkartıldı. M eclis içinde bağımsız hareket eden "M üstakil dem okratlar grubu"nda yer ai­ di. Bu grubun MİHet partisi ile birleşmesi üzerine MP genel yönetim kuruluna girdi (1948-1954). 1950 seçim lerinde m illetve­ kili seçilemedi. M illet partisi' nin Köylü par­ tisi ile birleşm esinden ve adının Cumhu­ riyetçi köylü millet partisi (CKMP) olmasın­ dan sonra da parti yöneticiliği görevini sürdürdü. 27 Mayıs 1960 devrim i'nden sonra oluşturulan Kumcu m edis’e CKMP temsilcisi olarak katıldı (1961). Ybniden Es­ kişehir m illetvekili seçildi (1961-1965). CKMP genel başkanı Osman Bölükbaşı' nın istifası ve yeniden MP'yi kurması üze­ rine CKMP genel başkanlığına getirildi (1962). ikinci İnönü ortaklık hüküm etinde Ticaret bakanı olarak yer aldı (1962-1963). CKMP yönetim inin Alparslan Türkeş'e geçmesi üzerine politikadan çekildi (1965). O A U Z K a A a N ya da O İ U Z H A N , Mete* ile özdeşleştirilen ve Türkier'in ata­ sı sayılan destan kahramanı. Bu kahrama­ nın adı değişik biçim lerde açıklanmıştır. Buna göre: 1. Destanda anasından yal­ nız ilk sütü emen kahramanın adı uğuz (doğum dan sonraki ilk süt) sözcüğüyle il­ g ilid ir (i. N. Berezin, R Pelliot). 2. Sözcük ok (ok, boy) ve uz'dan (kişi) oluşm aktadır (J. M arquait). 3. 0 (t ve -uz'dan (çoğl eki) oluşm aktadır (O. Pritsak, L. L ig d i, A. N. Kononov). 4. Okuz > oğuz ("totem i öküz olan boy” ) anlamına gelir (Q Sinor). 5 Ök (us), oy (us, anlam) sözcükleriyle aynı kök­ ten türem iştir: kağana verilen ad olarak “ akıllı, bilge" dem ektir (N. A. Baskakov). [-► OĞUZ KAĞAN DESIANI.] O ğ u z K a ğ a n d e s ta n ı, Oğuz* Kağan' ın yaşamını, savaşlarım Oğuz* Türkleri' nin onunla ilg i inanıştan çerçevesinde ko­ nu edinen destan. Bu adla tanınan ve uygur harfleriyle yazılmış türkçe yapıtın (Pa­ ris’te Bibliothèque nationale: Supplément turc, na 1001), ilk yayımı W. Radloff tara­ fından yapıldı (1891); metnin dil açıklama­ larıyla bilim sel yayımını W. Bang, R. R. A ral'la birlikle gerçekleştirdi (Berlin 1932; İstanbul 1936). Destan, O ğuzlar'ın sözlü geleneğine dayanılarak XII. yy.'dan son­ ra yazıya geçirildi. Bu tarihin XIV. yy. başı olabileceği de ileri sürülmektedir. Destan­ da, doğumunu izleyen 40 gün içinde bü­ yüyen kahraman ilk başarısını gücünden ve aklından yararlanarak b ir gergedana karşı kazanır. B ir ışığın içinde ve göl orta­ sındaki ağacın kovuğunda gördüğü iki kızla evlenmesinden 6 erkek çocuğu olur (Gün, Ay, Yıldız; Gök, Dağ, Deniz). Ona bağlanmayı kabul etmeyen kağanların ül­ kelerine bir kurdun kılavuzluğunda sefer­ ler yapac Gösterdikleri başarılar dolayısıy­ la ad verdiği beylerinden (Saklap, Kıpçak, Kartuk vd.), bu adlarla tanınacak türk boylan (üret Utuğ^TOfk adk danışman devlet adamının hizm etinden yararlanır. Avda al­ tın yay bulup getiren ilk üç oğlu ile gümüş oklar getiren ikinci üç oğlu arasında ülke­ sini p a y ttfM ıy ^ H h ^ M & 'in yaygın destan moWto - fliuala« luéMKal ışık, kut­ sal ağaç vd.vtanhsel, # r t# a fik bilgiler (oğuz boylan), toplum sal, siyasal inanış­ lar (dünyaya egemen olm a) dikkati çeker. Destanın İslam dini etkisinde değişikliklere uğramış çeşitlem elerinde (örn. ReşidetŞn'in farsça Cami üf-fevanb'i, EbCdgazi Ba­ hadır Han'ın türkçe Şecere-i terakime'sine kaynak olan metinler) soyu Nuh peygam­ berin oğlu Yafes'e (Olcay Han) dayandırı­ lan kahraman, annesine ve evlendiği am­ ca kızına İslam d inin i kabul ettirir, inan ç yoluna girm eyen babası ve am calarıyla savaşır; onlan a lt eder. Kendisi ve çocuk­ tan İslam dünyasında ve komşu ülke­ lerde (Şirvan, Şamahı D iyarbakır; Rum



ve frenk tarafı) savaşlar yapar. Veziri İrkil Hoca 6 oğlundan gelen 24 boyun adları­ nı, dam galarını belirler. (-* OGUZNAME.) Destanın kopuz eşliğinde destancı oğuz ozanlan tarafından okunan en eski şekli­ nin dil ve anlatım özellikleri uygur harfli m etinde de, İslam dönemi yapıtlarındaki aktarm alarda da kendini gösterm ekten uzaktır. (-* Kayn.) O Ö U Z A L P (Tomrls), türk tiyatro oyun­ cusu (Samsun 1936). Ankara Devlet konservatuvarı tiyatro yüksek bölümü'nü bi­ tirdikten sonra (1958), Öfke oyunuyla profesyonel oldu. Ankara Devlet tiyatrosu'nda Yağmur sıkıntısı. Gergedan, Mat­ mazel Jüli, Chaıllot'daki deli (Ankara Sanatsevenler derneği en İyi kadın oyuncu ödülü (1973)), Seyisbaşı konağı vb. oyunlarda, ayrıca radyo tem sillerinde rol aldı. Yenişehir tiyatrosu ve Nisa SerezliTolga Aşkıner topluluğu'nda sahneye çıktı. 1983'te çalışmalarını İstanbul Dev­ let tiyatrosunda sürdürdü. Hüzzam oyu­ nuyla Avni D illigil en başarılı kadın oyun­ cu ödülü'ne değer görülen (1985) önce Canan adlı TV film inde de rol aldı (1988). Bir süre İstanbul Devlet tiyatrosu müdürlüğü yaptı, 1992'de ayrıldı. a. Oğuz boylanndan olan Türkier'in lehçesi. (-* bati tü rkçe si.) G öktürkçe'nin tarihsel devamıdır. Türkiye türkçesi bu lehçe içinde yer alır. Uygur­ ca’ nın tarihsel devamı olan hakaniye türkçesinden farklı yanlanna ilk kez Divanı}* lügat it-türkle (XI. yy.) değinilm iştir. I (Um# Yaşar), türk şair (Tar­ sus 1926 - İstanbul 1984). Eskişehir Tica­ ret lisesi'ni bitirdi (1946). Adana, Ankara ve İstanbul'da bankalarda çalıştı, iş ban­ kası halkla ilişkiler müdür yardımcılığından em ekliye aynldı (1977). Kendi adına açtı­ ğı resim galerisini yönetti. Geniş kitlelerin beğenisine uygun biçim de aşk, aynlık, öz­ lem şiirleri yayımladı. Kırka ^ k ın şiir k#abı (İki kişiye bir dünya, 1957; Üstüme var­ ma İstanbul, 1961 v b ), şiir plakları, taşlamalan (Sadrazamın sol kulağı, 1965; Gö­ bek davası, 1968 vb ), rubaileriyle yaygın b ir ün kazandı. Ş iirleri çağdaş popüler türk müziği bestecileri (özellikle Avni Anıl) için kaynak oldu: Biraz kül, biraz duman (1966). O â U Z C L İ, G.-D. Anadolu bölgesinde Gaziantep iline bağlı ilçe; 42 661 nüf. (1990); 474 km2; merkez bucağı dışında 2 bucak, 92 köy. Merkezi, Gaziantep'in 16 km G.-G. -D. sunda Oğuzeli, 9 983 nüf. (1990). Tahıl, üzüm, zeytin, antepfıstığı. O â u z a ü , esk. Alevken, Konya'nın Altınekin ilçesinde belde; 2 369 nüf. (1990). O A U Z K O Y , Çorum'un Kargı ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 169 nüf. (1990). Köyün XVI. yy. başlarında İnşa edilen merkezi planlı cam isi, b ir ana kub­ be ve iki yanm kubbeyle örtülüdür. O â U Z U n , Batı Türkleri’nin (Türkme­ nistan, Iran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli) atalan olan vs daha sonra “ Türkm enler" adıyla anılan türk topluluğu. Oğuzlar’ın Kk anayurdu orman­ lık ö tü le n * bölgesiydi. Oğuz destanına göre Oğuz Han'ın Günhan, Ayhan, Yıldızhan, Gökhan, Dağ han ve Denizhan adlı 6 çocuğu vardı. Bunlardan her birinin dör­ der çocuğu oldu. Oğuz boylannı oluştu­ ran bu 24 çocuğun adlan şudur: GünhanoğuHan: Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli (totemleri şahin); AyhanoğuHan: Yazır, Dögec Dodurga, Yapartı (totemleri kartety Yıldızhanoğulları: Avşar, Kızık, Begdili, Kar­ gın (totemleri tilki); Gökhanoğullan: Bayın­ dır, Peçenek, Çavuldur, Çepni (totem leri kurt); Dağhanoğullan: Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüregir (totemleri kılıç); Denizhanoğullan: İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık (to­ tem leri çakırdoğan). Oğuz Han’ın ölü­ münden sonra bu 24 oğuz boyu Gökhanoğuttan, AyhanoğuUan ve Yıldızhanoğullan'nın oluşturduğu Bozoklar ve Günhan-



oğulları, Dağhanoğullan, Denizhanoğulları'nın meydana getirdiği Üçokiar adıyla ' 12'şerli olarak ikiye bölündü. Daha sonra Bozoklar’la Üçokiar aralannda anlaşmaz­ lığa düşüp üstünlük savaşına girişince, burılann bir bölümü Onogurlar adıyla Kaf­ kasya taraflanna göçüp orada Sabirler'le birleşerek Uturgur topluluğunu oluşturdu­ la r (550-557). ö te yandan, Ö tülen yeni kurulan G öktürk devletinin istilasına uğ­ rayınca (552), oğuz boylannın bir bölümü yine anayurtlanndan göçerken, geriye ka­ lanlar da bölgenin çeşitli yerlerine dağı­ larak aralanrıdaki birliği kozdular. Doğu G öktürk devletinin yıkılıp da (630) Çin egem enliği aftında tutsaklık döneminin başlaması üzerine bölgede bulunan oğuz boylan (oklar) yeniden birleşmeye başla­ dılar. Bu arada, Batı G öktürk im paratorluğu'nun topraklarında yaşayan Oğuzlar da bu devletin bağımsızlığı sona erince (659), "O nokiar" adı aftında bir araya gel­ diler. Doğuda 630-650 arasında ilk kez 6 boy birleşti. Kutluğ Kağan Doğu Göktürk devletini yeniden canlandırdığında (682) boy sayısının 9'a yükselm esiyle bunlar "D okuz O ğuzlar” adını aldılar. G öktürk devletinin yeniden kuruluşunu hoş karşı­ lamayan ve Ötüken’e girm esini engelle­ mek için Orhon ırmağı boylarında Kutluğ Kağan'a karşı savaşan Dokuz Oğuzlar, şu boylardan oluşmuştu: Kutluğ Kağan'ın ar­ dılı Kapağan'ı tuzağa düşürerek öldüren (716) Bayırkurtar, Hunlar, Tongralar, Sekiyeler, Husiyeter, Kipiler, Atlyeler, Pesiler ve Pukular. Aynı topraklarda yaşayan öteki oğuz boylanndan Topalar birliğe katılmaz­ ken, TelenkutlarTa Hikiyeler G öktürkler' in buyruğunda kendi soydaşlanna karşı savaştılar. Göktürk İmparatorluğu yıkıldık­ tan (745) sonra Oğuzlar yerlerinden aynlmadıkları gibi, Bilge Kağan dönem inde (718734) Çin'e göçen boylardan Tölösleı; Tarduşlar ve Türkeşler de geri dönerek Uygur devletinin kurucusu Kutluk Bilge Kağan’ın yönetimi altına girdiler. Ancak, Uygur devleti Kırgızlar tarafından ortadan kaldıniınca (840), oğuz boylannın batiya, güneye ve kuzeye doğru büyük göçleri başladı. Kuzeye göçen ürünkay, kıyat, kangurat, iğreç, usun, bayavut, nukuz, örv güz, sulduz ve kingüt boyları zamanla başka türk boyları ve çeşitli yabancı kavim lerle birleşerek "O tuz Tatar" ve "D o­ kuz Tatar” denen toplulukları oluşturdu­ lar. Cengiz İm paratorluğu kurulduktan sonra M oğollar'la kaynaşan bu topluluk­ lar Moğol İm paratorluğu dağıldıktan son­ ra bağımsız benliklerine kavuşup yeniden ortaya çıkarak bugünkü Kınm ve Kazan halkının atalan oldular. Batıya ve güneye göçen oğuz boylan, eski Batı G öktürk devletinin topraklarında yaşayan öteki Oğuzlar (Onokiar) ve başka türk boylanyla birleşerek karluk ülkesiyle Hazar denizi arasında uzanan bölgede Oğuz Yabgu adım verdikleri bir devlet kurdular. Bu dev­ letin kuzey sınırlan dışına birliğe katılma­ yan oğuz boylarından Kimekler, kuzey -batı sınırlan dışına da yine onlardan biri d a n Peçenekler yerleşti. Merkezi Sir Der­ ya (Seyhun) ırmağı ağzındaki Yenikent da n bu devletin başında "Yabgu” denen b ir hüküm dar vardı. Yabgu naibi "külerkin", ordu komutanı da "subaşı” unvanıy­ la anılırdı. Devletin sınırlan içinde yaşayan oğuz boylannın b ir bölümü konargöçer yaşam biçim lerini sürdürürken, geriye ka­ lanlar da yerleşik b ir yaşam düzenini be­ nimsemişlerdi. Komşulan Kartuklar* ile sü­ rekli savaş durum unda bulunan Yabgu Oğuzlar, öteki komşulan Peçenekler’i de yurtlanndan söküp Karadeniz’in kuzeyine göçm ek zorunda bıraktılar. Ktpçaklar’ın sürekli saldınlan karşısında Oğuz Yabgu devleti sonunda yıkıldı (1000). Devletin dağılm asi üzerine yurdundan aynlan su­ başı Selçuk’un kinik boyu, İslam ülkeleri­ nin bulunduğu güney-batı’ya inerek müslûm anlığı kabul etti ve onlann hizmetine girdi. Daha sonra Selçuklular diye anılan bu oğuz boyu, başbuğları Tuğrul Bey'in önderliğinde Irak ve İran’da Büyük Sel­



8793







'M



İL ?



m



i



Almet Şükrü O juz



İ M Yaşar O J u a »



Oğuzlar 8794



Maurice O h m (1961’de)



Bemardo O'Higgim



çuklu* im paratoriuğu’nu kurdu (1038). O ğuzlar’ın b ir başka kolu olan Uzlar da devlet dağıldıktan sonra kuzeye yönelip Kıpçaklar'la birteşerek Peçenekler'i Kuzey Karadeniz kıyılanndan batıya kovdular Ar­ dından, Dokuz O guriar ve Otuz O gurlar’la bir araya gelen Uzlar, İtil* (Volga) bulgar devletini kurdular. Göç etmeyerek eski yurtlarında kalan O ğuzlar’ın önem li bir bölümü de Karaçuk dağlarıyla Mangışlak yarımadası arasında uzanan bölgeye çe­ kildi. Kuzeyden gelen b ir baskı sonucu güneye göçen ve Karahanlılar'ın izniyle Maveraünnehir'e yerleşen Kafaçuk Oğuz­ lan (1140), aynı bölgede yaşayan Kartuk­ la rla birlikte bu devletin hizmetine girdi­ ler. Ancak, Maveraünnehir'i istila eden Karahıtaylar'la güçbiriiği yapan Kartuklar ta­ rafından bölgeden kovulmaları üzerine Horasan’a geçip Belh yöresine yerleşerek selçuklu hükümdan Sencer'e bağlandılar B ir süre sonra Sencer, yönetime karşı ayaklanan bu O ğuzlar'ın üzerine yürüdü (1153). Yapılan savaşta büyük bir zafer ka­ zanan Oğuzlar, Sencer1i tutsak aldılar, başkent Men/ başta olm ak üzere Hora­ san’ın önemli b ir bölüm üne egemen du­ ruma gelerek kinik boyundan inen Oğuzlar'ın kurduğu Selçuklu devletinin parça­ lanmasına yol açtılar. Ancak, başlannda yetenekli b ir hüküm dar bulunm adığı için devlet kuramayarak birbirlerine düştüler ve kısa sürede birkaç kola aynlıp dağıldı­ lar. Aralarında sadece yazır boyu Yağmur Han başkanlığında Nasa’nın batısında yurt tutarak Harizm şahlar’a bağlandı (1160). ö te yandan, Dinar adlı başbuğla­ rının yönetim inde Sarahs bölgesinde ya­ şayan ve yaklaşık 20 boydan oluşan ka­ labalık bir oğuz topluluğu, sonuna kadar savaşımlarını sürdürm elerine karşın, Harizm liler bölgeyi ele geçirince parçalanıp dağıldı (1173). Bunlardan 5’i salur boyu­ nun önderliğinde Fars bölgesine (Basra körfezi çevresi) göçtü. On boydan oluşan 10 000 kişilik bir grup da bayat, kargın, Yaparlı Oğuzlan’nın yönetiminde Kirm an! istila etti. D inar’ın buyruğunda kalan öte­ ki 5 boy, C ürcan'da tutunmaya çalıştıysa da Harizm şahlar’ın sürekli baskısı karşı­ sında bunlar da Horasan'dan çekilip Kirman'a gitm ek zorunda kaldılar (1185). Ül­ keye tam anlamıyla egemen olan Dinar, kendisine başkaldıran O ğuzlar! ezip de­ netim altına aldı. Ona bağlanmak isteme­ yen oğuz boylarının b ir bölümü Fars'a! göçtü. Dinar’ın ölüm ünden (1195) sonra yönetim i ele geçiren Oğuzlar’ın salur bo­ yu, Fars ve Kirman’da "Ira k O ğuzlan" di­ ye de anılan Salgurlu atabeyliğini kurdu. Beylik, Hulagu tarafından ortadan kaldınldı (1265). Batı Asya'ya gelip müslümanlaştıktan sonra Türkmenler* adıyla anıl­ maya başlayan oğuz boylannın yayılışı A nadolu'ya da yöneldi. M oğol istilası ne­ deniyle Türkistan’ın büyük ölçüde yıkıma uğraması üzerine türkmen adı verildikten sonra oğuz adı unutulan bu boyların batı doğrultusunda göçleri sürekli olarak iki yüzyılı aşkın bir zaman sürdü. Büyük Sel­ çuklu im paratortuğu’nu kuran boylann önemli bölümü A nadolu'ya gelip yerteşti. Türkmen adını alan bu Oğuzlar, bura­ da Anadolu Selçuklu devletini, Anadolu beyliklerini, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerini, Osmanlı im paratortuğu’nu; Suriye, Irak, Elcezire ve Azerbaycan'da Artuk. Zenai. |ldenizli. Salauriu atabevtiklerini; İran'da Ism ailliler ya da Haşşaşinler devletini, Safevl, Avşar, Kaçar hane­ danlarını kurdular. (- » Kayn.)



O Ğ UZLAR, Çorum ilinin İç Anadolu bölgesinde kalan kesiminde ilçe; 11 846 nüf. (1990); 7 köy. Merkezi, Çorum'un 93 km kuzey-batısında Oğuzlar (esk. Karaören). 5 867 nüf. (19901. Oğuzlu, Gaziantep ve çevresinde oyna­ nan halay türü b ir halk oyunu. (Çok eski bir geçmişi olduğu öne sürülen oyun, hızlı devinim lidir; figü rleri beceri gerektirir. Eş­ lik çalgıları genellikle davul, zurna ve ka­ valdır.) [Hadidiye de denir.]



O Ö U Z N A M E a. (türkç. Oğuz ve fars. name, yapıt'tan). 1. İslam dinini benimse­ yen Oğuzlar’ın (Türkmenler) Oğuz Kağan destanı’ na verdikleri ad. (-» O ğuz Kağan DESTANI.) —2. Oğuz boylarından Türkle r'in destansı tarihleri. (Bk. ansikl. böl.) —3. Oğuz boylanndan kahramanların se­ rüvenlerini konu edinen destansı öykü. (Örn.: Dede Korkut kitabı'ndaki "Hikâyet-i Oğuzname-i Kazan Bey ve gayri”.) —ANSİKL. Türkler’in İslam dinini benimse­ mesinden önce oluşmuş Oğuz Kağan destanı’rvn başlangıçta hangi adla anıldı­ ğı bilinm iyor. Müslüman Türkler ise des­ tanı İran geleneğine uygun biçim de oğuzname diye adlandırdılar. Oğuzname'den manzum parçalar ozanlar tarafından ko­ puz eşliğinde çalınıp söyleniyordu. 1526' da Mohaç savaşı’nın gecesinde bu des­ tandan parçalar okuyan ozanlar şenliğe katılmıştı. Yapıtın doğu türkçesiyle mesne­ vi biçim inde bir çeşitlem esi günümüze ulaşmıştır. Oğuzname bir edebiyat yapıtı olduğu kadar Oğuz’un ve onun soyundan gelenlerin tarihiydi. Setçukname sahibi Yazıcıoğlu A li'uygur abecesiyle yazılmış bir Oğuzname’den yararlanmıştı. Iranlı tarihçi Reşidettin 1206’dan az sonra tamamladı­ ğı Cami üt-tevarih’te "Tarih-i Oğuz ü Tür­ kân ve hikâyet-i cihangiri-i o" (Oğuz’un ve Türkler'in tarihi ve onun dünyâ egemenli­ ğinin öyküsü) başlıklı bölümü Oğuzname'den yararlanarak kaleme aldı. Ebülgazi Bahadır Han’ın doğu türkçesiyle yazıl­ mış Şecere-i Terakime’sine (Türkm enler1 in soyağacı) [1660] Türkm enler’in türkçe Oğuzname'siyle farsça b ir Oğuzname kaynak oldu. Selçuklu tarihlerinden ve Osm anlılar'ın ilk dönem tarihlerinden bazılan türk hüküm dar soylannı bu kaynakla­ ra dayanarak tek b ir kökten, Oğuz Ka­ ğandan gelm iş gösterirler. Tarikat ululannın Hz. Muhammet soyundan geldiğini kabul eden yaygın eğilim e karşılık Oğuz­ name’ nin etkisiyle Mertakıpnamei İbra­ him Gülşeni’üe (M uhyi-i Gülşeni, yay. 1982) İbrahim G ülşeni'nin soyunun Oğuz Kağan'a dayandığı ileri sürülmüştür. (-» Kayn.) O H ünl. 1. Vurgulamaya bağlı olarak hay­ ranlık, beğenme, rahatlama, sevinç, şef­ kat, şaşkınlık, kimi zaman da gizli b ir kıs­ kançlık ve alay belirtir: Oh, şu renklerin güzelliğine baki Oh, ne güzel bir evi Oh, sonunda gelebildileri Oh, teşekkür ede­ rimi Oh benim güzelim, elin çok mu ağrı­ yor? Oh, sen burada miydin? Oh, çok iyi olmuş, bunu hak etmişti. Oh, küçük ha­ nım keyfinde biz boşuna meraklanmışız. —2. Oh çekmek, b ir kimsenin içine düş­ tüğü kötü b ir durum a sevinmek. || Oh d e mek, rahata kavuşmak, rahat b ir soluk al­ mak, rahatlamak. || Oh olsun, verilen öğüt­ le re yapılan uyarılara kulak asmama yü­ zünden kötü bir durum a düşen kimseler için "iy i oldu, aklı başına gelsin" anlamın­ da söylenen sevinme sözü. t ünl. 1. Büyükbaş hayvanlan uyar­ mak ya da durdurm ak için söylenir. —2. Kaba. Uygunsuz ve kaba b ir davranışta bulunan b ir kimseyi uyarmak için söyle­ nir.



O H A N A (M aurice), fransız besteci (Ca­



İspanyol geleneğine bağlılığını gösterir; kithara, piyano, soprano ve orkastra için Claude Debussy’nin mezarı (1962) adlı yapıtında mlkroaralıkları kullandı. Daha sonraki yapıtları arasında Orkestra için T’harân-ngÔ (1974) ve Harikalar kitabı (1979), piyano ve orkestra için Konçerto (1981 ) anılmalıdır.



OHANET, Cezayir Sahrası'nda yer, in Amnas’ın 120 km K.-B.'sında. Boruhattıyla Hassi M esut'a bağlanan petrol yatağı. O 'H A R A (John), amerikalı yazar (Pottsville; Pennsylvania, 1905 - Princeton 1970). En önemlisi Appointement in Samarra (1934) adlı romanı olan çok sayıdaki ya­ pıtında H em ingway! örnek alan nesnel­ lik ve kuruluğu, amerikan orta sınıfının top­ lumsal ve ruhbilim sel betim lem esiyle bir­ leştirdi. O H M , Chicago’nun (ABD) uluslarara­ sı havalimanı, yerleşmenin kuzey-batı’ sında. O . H E N R Y (W illiam Sydney PORTER —denir), amerikalı yazar (Greensboro Ku­ zey Carolina, 1862 - New York 1910). Ök­ süz kaldı, yoksulluk içinde büyüdü, hapis yattı. Hikâye kitaplarındaki (Cabbages and Kings 1904; The Four million, 1906), güçlü mizah anlayışı ve günlük konuşma dilini yansıtmadaki ustalığıyla kendini ka­ bul ettirdi. Yeşil kapı, Son yaprak, Yanlış tahmin, Kuklalar, Yaşayan görür, Viski so­ da gibi dilim ize çevrilm iş hikâye kitapları bulunmaktadır. 0 * H İ0 Q İN S (Ambrosio), O som o mar­ kisi, İspanyol soylusu (Dangan Castle ya­ kınında, Na M idhe yönetim bölgesi, İrlan­ da, 1720 - Lima 1801). Amerika'ya gitti, Şili valisi (1788) ve Peru’da kral naibi oldu (1796). 'O ’ H lQ Q lN S (Bernardo), şilili siyaset adamı (Chillân 1776 - Lima 1842), Amb­ rosio O ’H iggins’in oğlu. Londra’da ve ispanyada yetişti, çok geçmeden Miran­ da’nm düşüncelerini benimseyerek 1811’ de birinci Ulusal kongre’ye m illetvekili se­ çildi. Şili birliklerinin başına getirildi, San M artfn ve A ndlar ordusuyla birlikte, Chacabuco’da kralcı birlikleri yendi (1817). Santiago cuntası tarafından “ Ulusun yüce ön deri" durum una ge tirildi (1817-1823), bağımsızlığı ilan etti (1818) ve 1822 Anayasası’na dayanarak ülkeyi iktisadi bakım­ dan zenginleştirmeye ve düşünsel bakım­ dan geliştirm eye girişti (Santiago Üniver­ sitesi). Tutucular tarafından devrildikten sonra Peru’da sürgün yaşadı. O ’ H İO O İN S to p r a ğ ı -* Graham top­ rağı.



O H İO , ABD’de (Pennsylvania) ırmak, M ississippi’nin kolu (sol kıyıdan); 1 570 km (havzası 528 100 km2). Allegheny ve M onongahela’nın birleşm esiyle Pittsburgh’da oluşur, Beaver! alarak büyür, pek çok menderes çizerek G.-B.’ya doğru akar. Havzasının önemli su kaynakları, özellikle soğuk mevsimde bollaşır; bu sa­ yede debisi, kavşak noktasında, Mississipp i’ninkinden yüksektir ve rejim i düzen­ sizdir; kışın ve ilkbaharda suları çok ka­ barır. Üstünde pek çok baraj yapılan Ohio ırmağı çok işlek b ir akarsu yoludur (pet­ rol, kömür, çelik): yukan bölümündeki kö­ mür bölgelerini, orta ve aşağı (Hocking, W heeling, C incinnati, New Albany, Lou­ isville, vb.) kesime ve M ississippi’deki sa­ nayi kentlerine bağlar.



sablanca 1914 - Paris 1992). Andalucía kökenlidir. Paris'te öğrenim gördü, 1947' de, her tür estetik zorlamaya karşı, müzik dilinin özgürlüğünü savunmak amacını güden ’Zodiaque’ grubunun kuruluşuna katıldı. İlk yapıtlarıyla, Manuel de Falla'nın dolaysız mirasçısı olarak belirdi. « o h i o ; ABD'de, Ohio ırmağıyla Erie gö­ Bariton, anlatıcı, koro ve orkestra için lü arasında eyalet; 106 765 km2; 10 887 Llanto por Ignacio Sánchez Mejias 325 nüf. (1990). Merkezi Columbus. Gü(1950) adlı yapıtıyla dramaturg ve şair ney-doğudaki, derine gömülmüş vadiler­ yaradılışını kabul ettirdi. Zamanla, Akde­ le kesilen Allegheny platosundan oluşan niz lirizm inden beslenen kişisel bir üslup bölümü dışında eyalet toprakları, buzulgeliştirdi; Afrika, yunan ve İspanyol liriz­ taş sırtlarıyla birbirinden ayrılan ovalar mini birleştirdi. Kesin ve incelikli yapıtları­ üzerinde yayılır. İklimi, kışları ılık, yazları nın bazıları, günün akımları dışında kalır, sıcak (Columbus'ta, ocak'ta -1 °C, temama bunlarda yenidiziselci bestecileri muz’da 23,5 °C), bol yağışlı (800 ve 1 anımsatan öğeler vardır. Vurmalı çalgı 1 0 0 mm; yazın en yüksek noktasına eri­ için Koregrafik etütleñe (1955), en eski şir) karasal bir iklimdir. Genişyapraklı or-



manla birleşen bu İklim, verimli gri-esmer bir toprak oluşturur. Çok uygun koşullarla donanan Ohio, Apalaşlar’ın batısındaki en büyük tarım eyaletlerinden biri olmalıydı (eyalette hâ­ lâ mısır, buğday, yulaf ve soya üretilmek­ te, domuz, süt ineği ve kümes hayvanları yetiştirilmektedir). Ama Ohio, bugün, işgü­ cü ve katma değer açısından, Kaliforniya ve New York'un ardından, üçüncü büyük sanayi eyaletidir. Eyalette bütün sanayi dallarına rastlanır: birincil demir-çelik sa­ nayisi (“ Steel Valley’’de Youngstown ile Warren, Cleveland), metal işleme (Cincin­ nati, Cleveland), özellikle makine yapımı (takım tezgâhları (Columbus, Dayton, Cle­ veland, Toledo], elektrikli ev aletleri ve bü­ ro aletleri [Dayton, Cleveland], elektrikli aygıtlar [Columbus], otomobil [Cleveland], hava taşıtları [Cleveland, Dayton]), kimya (petrol rafinerileri [Cleveland], taşıt lastiği fabrikaları [Akron]) ve besin (Cincinnati, Cleveland) sanayileri. Ohlo'da maden kaynakları da vardır: kömür (42 Mt; Apalaşlar bölgesinde), tuz, petrol ve gaz (buzul çökelleri altındaki tor­ tul kayaçlarda). Başlıca yerleşme alanları Cleveland, Cincinnati (bir bölümü komşu eyaletlerde), Columbus, Dayton, Toledo' dur (bir bölümü Michigan'da). Üçüncü ke­ sim etkinlikleri, merkez Columbus’ta ve özellikle de Clncinnati'de (ticari ve mali merkez) önem taşır. —Tar. Ohio bölgesine geç bir tarihte Miamiler, Shawneeler, Ottawalar ve iroquoilar yerleştiler; XVII. yy.'da fransız cizvitleri böl­ geyi baştan başa dolaştılar. Ohio, o dö­ nemden başlayarak Fransızlar ile ingilizler arasında çekişme konusu oldu. Müca­ dele 1763'te, Fransızlar'ın yenilmesiyle so­ na erdi. Bir yandan Greenville antlaşması'nın (1795) Kızılderililer ile beyazlar ara­ sında sağladığı güvenlik ortamı, öbür yan­ dan toprakların Kongre tarafından dağı­ tılması sayesinde ilk önemli kentler (Losantlville [daha sonraki Cincinnati], Cleve­ land) kuruldu. Önce Federal arazi olan Ohio 1803’te 17. eyalet olarak Birlik’e ka­ tıldı. O h io , dünyanın en büyük denizaltısına 1981'de verilen ad. "Trident’ 1 tipi bu ame­ rikan denlzaltısının uzunluğu 170 m, dep­ lasmanı ise 18 000 t'dur. Her birinde 10 nükleer başlık bulunan 24 nükleer gü­ dümlü mermi taşıyabilir.



Don SmeUer-Clik-Chicago yan İletken bir telin elektrik direncine eş­ değerdir. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ohm d i­ renci, Joule yasasına uygun olarak ısı açı­ ğa çıkaran direnç. (Alternatif akımla bes­ lenen bir devrede Ohm direncini, gerilim ve akımın etkin değerleri alınarak Ohm yasalarının uygulanabileceği empedansla karıştırmamak gerekir.) || Ohm düşümü, Ohm yasasıyla verilen gerilim düşümü, (içinden bir I doğru akımı geçen bir R ölü direnci için, Ohm düşümü Rl'ye eşittir.) —ANSİKL Olçbil. Ohm, içinden 1 amper­ lik değişmez bir akım geçtiğinde, ısı biçi­ minde, 1 vvatt'lık bir güç veren bir iletke­ nin elektrik direnci olarak da tanımlana­ bilir. Ohm ile katları ve askatları, manganin telinden oluşan etalon dirençler yardımıy­ la korunur. Bu alaşım, düşük sıcaklık kat­ sayısı ve zaman İçindeki yaşlanmasının göz ardı edilebilecek kadar az olması ne­ deniyle seçilmiştir. Böyle bir dirence bir akım uygulandığında, Joule etkisiyle olu­ şan sıcaklık artışı göz önüne alınmalıdır; bu etkiyi azaltmak için etalon dirençler, değişmez sıcaklıkta tutulan yalıtkan bir yağ banyosuna daldırılır. Etalon dirençler de mutlak bir yöntemle ayarlanmalıdır. En kesin yöntem, etalon di­ rençleri, frekansı bilinen alternatif akımda, hesaplanabilir bir kondansatörün empedansıyla karşılaştırmaya dayanır. Hesap­ lanabilir kondansatörlerin sığaları 1 pF dü­ zeyinde olduğundan, önce 1 fid a n 1 0 k il’a kadar olan dirençlerle, ardından da. 10 nF’dan 1 pF'a kadar olan sığalarla kar­ şılaştırma yoluna gidilir. Etalon dirençlerin bobinajı, alternatif akımda ölçüm hatala­ rına yol açabilecek parazit sığa ve indüktansı azaltmak için, özel olarak yapılmalı­ dır.



O H İR A M A S A Y O fi, japon siyaset adamı (Toyohama 1910 - Tokyo 1980). Mil­ letvekilliği (1952), Dışişleri bakanlığı (1962 -1964), Liberal demokrat parti başkanlığı­ nın (1967-1968) ardından, Ticaret ve en­ düstri bakanlığı (1968-1970) yaptı. Tanaka hükümetinde Dışişleri bakanı olduğu sı­ rada (1972-1974) çin-japon yakınlaşması­ nı savundu, 1974'te istifa eden Fukuda Takeo’nun yerine Maliye bakanlığına atan­ ■ O H M (Georg Simon), alman fizikçi (Erlandı. Liberal demokrat parti genel sekreteri gen 1789 - Münih 1854). 1826'da Berlin (1976) oldu, 1978'de Tanaka'nın yerine Savaş koleji'nde profesör oldu. 1833'te Başbakanlığa seçildi. 16 mayıs 1980'de Nürnberg Politeknik okulu na ve 1849'da istifa etmek zorunda kaldı. Münih Üniversitesi'ne fizik profesörü ola­ ■ O H L İN (Bertil), isveçli iktisatçı (Klippan, rak atandı. 1827'de elektrik akımlarıyla il­ Krlstlanstad eyaleti, 1899 - Vâlâdalen gili temel yasayı buldu. Elektrik akımını bir 1979). Kopenhag ve Stockholm üniversi­ sıvının debisiyle, potansiyel farkını bir dü­ telerinde iktisat dersleri verdikten sonra, zey farkıyla karşılaştırarak ve elektrik mik­ işçi partisi lideri (1944) ve Ticaret bakanı tarını, elektrik akımını ve elektromotor kuv­ (1944-45) oldu. Yenlklasik eğilimli bir ulus­ veti kesin bir biçimde tanımlayarak eleklararası değişimler uzmanı olan Ohlin, E. trokinetik olaylar için bilimsel bir termino­ Fleckscher (1879-1952) ile birlikte, bir ikti­ loji saptadı. 1830'a doğru, A. Becquerel' sat teoremi ortaya koyarak, uluslararası ti­ den bağımsız olarak, pillerdeki kutuplaş­ caretin bol iktisadi etkenlerin, kıt etkenlerle ma olayını açıkladı. 1843’te kulağın, sinüdeğişimine dayandığını ve bu değişimin zoidal titreşimleri bir bütünden ayırarak al­ çeşitli ülkelerde üretim etkenleri fiyatları­ gıladığını gösterdi ve siren üstüne bir ku­ nın eşitlenmesine yol açtığını ileri sürdü. ram verdi. 1852'de kristal lamlarda polar­ 1977'de, J. E. Meade ile birlikte Nobel ik­ mış ışık ışınlarının girişimini inceledi. tisat ödülün'ü.kazandı. En önemli yapıtı: O h m y a s a s ı. Elekt. Bir elektrik devre­ interregional and international Trade (Bölsinde, gerilim ve akım arasında var olan gelerarası ve uluslararası ticaret) [1935], bağıntılar. (-* Elektrik DEVRESİ.) O H M a. (öz. a. G. S. Ohm'dan). SI elek­ OHMMETFtlE a, (fr. ohmmètre'den). trik direnci birimi (simge il). 1. Uçlarına Elektrotekn. 1. Elektrik dirençlerini (iletken 1 voltluk değişmez bir gerilim uygulandı­ tellerin direnci ya da yalıtım direnci) hızlı ğında, içinden 1 amperlik bir akım geçen ve kolay biçimde ölçmeye yarayan ölçü ve hiçbir elektromotor kuvvet oluşturma­



aleti. (Eşanl. ohmOlçer.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Toprak-ohmmetresi, toprak hatlarının elektrik direncini ölçmeye yarayan aygıt. —A nsIkl. En yalın ohmmetre, ölçülecek dirençle seri bağlı bir miliampermetre ve elektromotor kuvveti bilinen bir akım kay­ nağından (pil) oluşur Kimi kez, doğrudan, bilinmeyen dirençle bir karşılaştırma di­ renci arasındaki oranı veren bir logometre kullanılır. Duyarlı ohmmetrelerde çoğu kez, ayarlı dirençlerden, duyarlı bir galva­ nometreden ve bir akım kaynağından olu­ şan bir Wheatstone köprüsü kullanılır. manyetolu o hm m etre



O hio eyaletin orta kesimindeki tarım sal alanlardan bir görünüm



R e p o rta g e b ild



L a ro u s s e -C h a u v in b e lg .-A m o u x



O H M -M E TR E a. (fr. ohm-mĞtre'den) Ûlçbll. Özgül direnç birimi. O H M Ö LÇ E R a. Elektrotekn. OHMMETRE'nin eşanlamlısı. O H N B T (Georges), fransız yazar (Paris 1848 - ay. y. 1918). Başarılı tefrika roman­ lar yazdı, özellikle Demirhane' müdürü (Maitre de forges, 1882) ile tanındı. Bu ya­ pıt daha Figaro'da yayımlanır yayımlan­ maz art arda 2 0 0 baskı yaptı ve sahneye uyarlandı (1883).



Bertil O hlin (1977'd e Nobei iktisat ödülü'nü alırken)



O H O T S K , Rusya'da yer, Uzakdoğu' da, Ohotsk denizi kıyısında. Ruslar’ın Uzakdoğu'daki ilk askeri karakolu ve ti­ caret merkezidir. Kazaklar buraya 1647 yılında yerleşti. O H O T S K d e n iz i, Büyük Okyanus’un kuzey-batı'sında kenar denizi, Sibirya’nın (ve Kamçatka yarımadasının) doğu kıyı­ sıyla, Sahalin adası ve Kuril ada yayı ara­ sında. Yüzölçümü 1 579 000 kmz'dir (or­ talama derinliği 777 m). Oldukça geniş olan kıta sahanlığı hem engebelidir (Aka­ demi dağları, Makarov, Deryugin, Tinro çanakları) hem de kabuğun yayılması so­ nucu Kuriller’in gerisine açılan bir orta havzayı çevreler. Sert iklim (kışın - 1 0 ile - 1 5 °C; yazın 10-18 °C arası) ve az tuzlu (Voo 29-32 arası) bir suyun oluşmasını sağlamaktadır. Suların hareketi, saat yel­ kovanına ters yönde dönen, karmaşık sis­ temlerden oluşur. Kuzeyden gelen sular, yavaş yavaş Kuril geçitlerinin ötesine ge­ çerek Oyaşio'yu besler. Bol balık (kabuk­ lular) bulunan suları, etkin balıkçılık liman-



G eorg Simon O hm



L. Y. L o ira t-E x p lo re r



O hrid "m istik kudas ve başpiskoposlar" Sveti Kliment kllisesi'nin absidastnı süsleyen ve 1295’te M ikhael Astrapas ve Eutykhios tarafından gerçekleştirilen fresklerden ayrıntı



larında (Magadan, Ayan, Korsakov) üst­ lenen teknelerin av alanıdır. O h ra n k a , imparatorluk Rusyası'nda si­ yasi polisin yerel organı olan güvenlik şu­ besinin (ohrannoye otdeleni) argo adlan­ dırılması. Ohranka şubeleri Petersburg (1868), Moskova ve Varşova'da (1880), sonra başka kentlerde örgütlendi. Devrim­ cilere karşı mücadelede uzmanlaşan ör­ güt, 1917 şubatında ortadan kaldırıldı. O H R E , alm. Eger, Çek cumhuriyeti' nde ırmak, Bohemya'nın kuzey-batı ke­ narında akar; 316 km. Ohre, Almanya'da doğar, Çek cumhuriyeti'ne girer, Krusnâ Hory'i sınırlayan çukuru akaçlar. Kadan'da ırmak çukurdan uzaklaşarak G.'e döner, Zatec ve Louny aracılığıyla Ceskö stredohorl’nin çevresinden dolanır, Litomerlce'de Labe'ye (sol kıyıdan) kavuşur. O H R İ -*



“ O ld ipu s ile S fenks” kırmızı figürlü bir kupanın iç kısmı attike sanatı, İ.0 .4 3 0 'a doğr.



O h r Id .



O H R İD , Makedonya'da, Arnavutluk sı­ nırı yakınında kent, 26 400 nüf. Antik Lykhnidos kentinin yerinde kurulan Oh­ rid, IX. yy.'da, aziz Clemens ve Naum'un çalışmalarıyla bir hıristiyanlık merkezi ha­ line geldi. Çar Samuil döneminden (9971014) Bulgar imparatorluğu'nun Basileios II tarafından yıkılmasına (1018) kadar bir patrikliğin bulunduğu Ohrid'de, 1767'ye kadar bağımsız bir başpisko­ posluk vardı. Kentte, roma dönemi kalın­ tıları, bir kale (X. yy.) ve Bizans kiliseleri (XI.-XIV. yy.) bulunur. Sveta Sofija katedrali'nde, XI. yy.’a ait freskler (Uruç, Mer­ yem ile Çocuk Isa, ilk peygamberler. İb­



rahim’in kurbanı vb.) yer alır Sveti Kliment adını alan Sveta Bogorodica Perivlepta kilisesi’nin süslemeleri 1295'te yunanlı res­ samlar (Mikhael Astrapas ve Eutykhios) tarafından yapılmış, Çile, Meryem’in ço­ cukluğu ve uyuması, çeşitli bölümler ha­ linde, dramatik bir üslupla canlandırılmıştır. Sveti Nikola kilisesi'nde (XIV. yy.) bü­ yük yortular dizisi alışılmış programa uyar­ ken, Bogorodiceva Crkva kilisesi, tonoz­ larını süsleyen İsa tasvirli madalyonlarla dikkati çeker. Ulusal müze zengin bir iko­ na koleksiyonuna sahiptir —1ar. Murat I döneminde Rumeli seferine çıkan sadrazam Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından fethedilerek osmanlı toprakla rina katılan kent (1385), Manastır eyaleti ne bağlı bir sancak merkezi oldu. Ohrid kalesi yapılarak Arnavutluk içerlerine akın­ lar düzenleyen türk kuvvetlerinin üssü du­ rumuna getirildi (1392). Fetret* devri'nde Süleyman Çelebi, kendisiyle birlikte Ru meli'ye götürdüğü izmiroğlu Cüneyt Bey’i Ohrid sancak beyliğine atadı (1406). Ana­ dolu ve Rumeli’deki tüm osmanlı toprak­ ları gibi, kardeşi Musa Çelebi yi ortadan kaldırdıktan sonra padişahlığını ilan eden Mehmet Tin egemenliğine girdi (1413). Kenti kuşatan arnavut ayaklanmacı İsken­ der Bey (Yorgi Kastriyota) kuvvetleri, san­ cak beyi Balaban Bey tarafından yenilgi­ ye uğratılarak püskürtüldü (1464). Rusya’ nin müttefiki olarak Osmanlı devletine kar­ şı savaşa katılan AvusturyalIlar tarafından işgal edildiyse de (1788), aynı yıl Sebes* zaferinden sonra yeniden türk birliklerinin eline geçti, ittihat ve Terakki’nin Makedon­ ya harekâtı sırasında (1908) buyruğunda­ ki askerlerle yönetime karşı ayaklanıp çe­ tecilik eylemlerine girişen Ohrid redif ta­ buru komutanı kolağası Eyüp Sabri Efen­ di, Resneli Niyazi ile işbirliği yaparak Ma­ nastır olağanüstü hal komutanı müşir Os­ man Fevzi Paşa'yı dağa kaldırdı. Balkan* savaşı sırasında sırp ve karadağ kuvvet­ lerince alınan kent (1912), Londra* Barış antlaşması'yla (1913) kesin olarak Sırbis­ tan’a bırakıldı. Ohrid, Türkler'ce "O hri" olarak adlandırılır ve bilinir O h rid e fs a n e s i (Ohridska legenda), 4 perdelik bale. Koregrafisini Margareta Froman, konusunu ve müziğini Stevan Hristiö, dekorlarını Belozanski hazırladı, ilk kez 1947'de Belgrad'da sahnelendi. Başlıca rolleri Mira Sanina ve Dimitrije Parliö yo­ rumladı. Franjo Horvat’ın hazırladığı ver­ siyon, Veselin Badrov’un dekorlarıyla 1965'te, Saraybosna’daki Narodno Pozoriste’de sahnelendi. Yapıt, halk danslarıy­ la düzenlenmiştir O H R İD g ö lü , Balkanlar da, Makedon­ ya ile Arnavutluk arasında göl; yüksl. 698 m; 367 km2; en derin yeri 286 m. O H R İL İ H Ü S E Y İN P A Ş A -* HÜSE­ YİN Paş a Ohrili.



O H T A M IŞ , Ordu'nun Ulubey ilçesi merkez bucağında köy; 1 889 nüf. (1990). O İA K S . Yun. mit. Naupilos'un oğlu ve Palamedes'in kardeşi. Palamedes taşa tu­ tularak öldürülünce, Oiaks bu haberi bir küreğe kazıyıp, küreği denize salarak ba­ basına duyurdu. O İD İ a (İr. oıdie). Bazı mantarların flitle­ rinin tespih dizisi gibi parçalanmasıyla olu­ şan konidi. (Terim, birtakım bazitlimantar ların fallarından kopan elemanlar ve kül­ leme hastalığına neden olan mantarların konidimsi biçimleri için kullanılır.) O İD İP U S . Yun. mit. Thebaili kahraman, Thebai kralı Laios ile iokaste’nin oğlu. Bir kâhin Laios'a, oğlunun, onu öldürdükten sonra annesi ile evleneceğini haber ver­ mişti. Bunu önlemek isteyen Laios, çocu­ ğu kentin dışına terk etti; ancak Korinthos kralı Polybos çocuğu yanına alarak yetiş­ tirdi. Oidıpus yetişkin bir insan olduğun­ da, Delphoi kâhini ona, kendi babasını öl­ dürüp annesiyle evleneceğini bildirdi; bu­ nun üzerine Oidipus Korinthos'a bir da­



ha dönmemeye karar verdi. Phokis’te bu­ lunduğu sırada bir yolcuyla kavga etti ve onu öldürdü: bu yolcu babası Laios’tu. Thebai’ye geldiğinde, Sfenks, oradan ge­ çenlere sorduğu bilmeceleri ona da sor­ du; Oidipus bilmeceleri doğru cevaplan­ dırdı ve Sfenks öldü. Minnettar kalan The­ bai halkı tarafından kral ilan edilen Oidi­ pus iokaste ile evlendi. Tanrıların kehaneti gerçekleşmişti. Bundan sonra gelişen olaylar için değişik söylentiler vardır. Sophokles'e göre, gerçeği öğrenen iokaste kendini asmış, Oidipus ise gözlerini kör et­ miş ve oğulları tarafından Thebai'den ko­ vulmuş, kızı Antigone’nin rehberliğinde Attike'nin içlerine kadar dolaştıktan son­ ra, Kolonos'ta esrarlı bir biçimde ortadan kaybolmuştur. Bu efsanenin kökeninin Akhenaton’dan kaynaklandığı sanılır. —ikonogr. Vatikan’daki antik bir lahit ka­ pağının üstünde, Oidipus'un yaşamından çeşitli sahneleri canlandıran oymalar bu­ lunur; Oidipus ile Sfenks teması, Vatikan’ daki ünlü bir Attike kupasında, bazı yu­ nan kabartmalarında (Atina, Budapeşte), Kör olan Oidipus ise, Floransa’daki bir Etrüks urnasında betimlenmiştir. Ayrıca Kor­ kusuz Jean’a ait bir Boccaccio elyazma­ sı™ süsleyen minyatürlerden Oidipus ile Phorbasi (Paris, Arsenal), Chaudet'nin ve Lecomte’un Louvre’daki heykellerini say­ mak gerekir. Bu konudaki en tanınmış ya­ pıt ingres’in 1808 yılında Roma'da ger­ çekleştirdiği Slenks’in sorduğu bilmeceyi yanıtlayan Oidipus1tur (Louvre; Londra, Angers ve Baltimore'da kopyaları vardır). G. Moreau da aynı konuyu işlemiştir (Met­ ropolitan Museum, New York). —Ed. Kızı Antigone’nin ve düşman kar­ deşleri Eteokles ve Polynike’nin efsanele­ rinde de yer alan kusursuz bir trajedi kah­ ramanı olan Oidipus Sophokles'e (Kral Oidipus") sorumluluk ve yazgı sorunları­ nı ortaya atma, Aristoteles’e de (Oidipus* Kolonos’ta) trajediyi tanımlama olanağını sağladı. Oidipus teması batı edebiyatın­ da çok işlenmiştir: insanın körleşmesini, kimi zaman kanlı (Seneca, Dryden), kimi zaman kibar (Corneille, Voltaire) ya da alaycı (Gide, Cocteau) bir biçimde canlan­ dıran bu tema, Robbe-Grillet (Silgiler") ile polisiye romanın en karmaşık, en çetrefil formülüne dönüştü (soruşturmacı, sonun­ da suçlunun kendisi olduğunu ortaya çı­ karır). O id ip u s (Kral) [Oidipus tyrannos], Sophokles’in İ.Ö. 425'e doğru oynanan tra­ jedisi. Thebai veba salgınına uğramıştır. Kreon'un başvurduğu Delphoi kâhininin verdiği yanıta göre, Laios'un katilleri ce­ zalandırılmadıkça yıkım sürecektir Oidi­ pus bir soruşturma başlatır. Kâhin Tiresias’ı, yaşlı bir uşağı, Korinthos'tan gelen bir haberciyi, sonra karısı iokaste'yi sorgular Gerçek yavaş yavaş ortaya çıkar: Oidipus, babasının katili ve kendi öz anasının ko­ cası olduğunu öğrenir iokaste kendini asar; Oidipus gözlerini oyup kendini sür­ gün cezasına çarptırır. Oyunun gelişimi, gitgide artan tedirginlik ve acımaya dönü­ şen boğuntu, oyun kişilerinin gerçekliği gi­ bi nedenlerle, Kral Oldipus Sophokles’in başyapıtı sayılır. O ld ip u s , George Enesco'nun 4 perde­ lik, 6 tablolu lirik trajedisi (1921-1931). Lib­ rettosunu, Sophokles’in yapıtından yarar­ lanarak Edmond Fleg'in yazdığı opera, ilk kez 1936'da Paris operası nda sahnelen­ di. Cüretkâr bir lirizmi olan bu yapıtta bes­ teci, çeyrek ton tekniğini kullandı. O id ip u s K o lo n o s ’t a (Oidipus epi Kolono). Sophokles’in trajedisi; İ.Û. 401'de, şairin ölümünden beş yıl sonra, torunu Genç Sophokles’in çabasıyla sahnelendi. Oidipus, kızı Antigone tarafından yedile­ rek, kendine barınacak bir yer aramak için Attike'ye gelir. Kolonos kasabası sakinle­ rince iyi karşılanan Oidipus, yakınlardaki koruluğun Eumenidesler’in koruluğu ol­ duğunu öğrenir, kâhinin kehanetini anım­ sar ve artık son saatinin geldiği sonucu­ na varır. Theseus, onu sarayında konuk



oithona eder. Fakat iki partinin iktidarı ele geçir­ mek için birbiriyle çekişmekte olduğu Thebal'de, bir kâhin, taraflardan hangisi Oidipus’a ya da onun mezarına sahip olursa, onun iktidar kavgasında üstün ge­ leceğini bildirir. Kreon ve Polyneikes, sı­ rayla, sürgün Oidipus'u kendi yanlarına al­ maya çalışırlarsa da, önerileri geri çevri­ lir. Bunun üzerine Kreon, öç almak için, Antigone ile ismene'yi kaçırır, ama Theseus kızları geri getirir. En sonunda, Oidipus, kutsal korulukta şimşekler ve gökgürültüleri arasında ortadan kaybolur Kral Oidipus'"lan sonra barış ve sükûn traje­ disi olan Oidipus Kotonos'ta, aynı zaman­ da bir yurtseverlik trajedisidir: oyunun kah­ ramanı artık lanetli bir hükümdar değil, kendisine kucak açan sitenin şan ve şe­ refini muştulayan bir tanrısal habercidir. O id ip u s k o m p le k s i. Psikan. Çocuğun ana ve babasına karşı duyduğu istekle il­ gili verilerin tümü. Oidipus kompleksinin evrenselliği, ya­ kınıyla yatma yasağının evrenselliğine bağlıdır. Freud'un kuramında bu komp­ leks nevrozların çekirdek kompleksi olur. Histeri patolojisindeki travma sorununu bertaraf eder. Oidipus kompleksi, çocuk­ ta üç ve beş yaşları arasında, fallus* evre­ sinde ortaya çıkar ve örtüklük dönemi sı­ rasında ortadan kalkmaya yönelir. Daha sonra, erinlik döneminde yeniden ortaya çıkan kompleks bu kez aşk nesnelerinin seçimini yönlendirir. Olumlu biçimiyle, ber­ taraf edilmek İstenen rakip durumundaki aynı cinsten ebeveyne karşı kin, sahiple­ nilmek-istenilen karşı cinsten ebeveyne karşı aşk duygusu olarak kendini göste­ rir. Olumsuz biçimiyle ise, bunun tersi bir durum gösterir ve aşk ilişkisinin ikiyanlılığı ve bilinçdışı çift cinsellik olarak ortaya çıkar. Fallusun hem kız, hem de erkek ço­ cuk İçin prevalansı, Oidipus kompleksinin bakışımlı bir biçimde gelişip çözülmedi­ ğini gösterir. Freud'a göre hadımlık komp­ leksi, kız çocuk için Oidipus kompleksinin başlangıcını oluşturur; çünkü kız çocuğun penis kıskançlığı babadan bir çocuk iste­ ğine dönüşür, dolayısıyla kız anadan uzaklaşır. Erkek çocuk içinse, hadımlık kompleksi, Oidipus kompleksinden çıkışın belirtisidir: babadan kaynaklanan hadım edilme tehlikesi, onu anadan uzaklaşmak zorunda bırakır. O İD İP U S -Ö N C E S İ sıf. Psikan. 1. Çocu­ ğun oidipusa girişinden önce, anasıyla kurduğu bağıntı evresi için kullanılır. — 2 . Bu evreye özgü nesne bağıntılarına de­ nir. — A N S İ K L . Freud, Oidipus kompleksinin gerektirdiği aşk nesnesi değişiminden ön­ ce küçük kızın anasıyla bağıntısını belir­ lemek için bir oidipus-öncesi evre öner­ di. Böylece Oidipus kompleksi nevrozlar etiyolojisinde belirleyici olarak kaldı. M. Klein'a göreyse, oidipus-öncesi evre yok­ tur; çünkü çocuğun cinsiyeti ne olursa ol­ sun, 'ana, çocuk ve fallus" üçgenleşmesinde de oidipus vardır. J. Lacan, oidipusun kendini yasa* eğretilemesi yapan baba’ nın adıyla ortaya koyduğunu ileri sü­ rerek, bu tezin doğru olmadığını İleri sü­ rer. O İD İU M a. (/af. oïdium). Bağc. ->



KÜ L­



LEM E.



O İH E N A R T (Arnault D’), bask tarihçi ve şair (Mauléon, Soule, 1592 - Saint-Palais, Aşağı Navarra, 1667). Kilise dışı basklı ilk yazardır, ilginç bir tarih yapıtı bıraktı (No­ tifia utriusque Vasconiae, 1637). 1657'de bir atasözleri derlemesiyle kendi gençliği üzerine özentili şiirler yayımladı. •O İK (fr. -oîque). Org. kim. Bir mole­ külde bir karboksilik asit işlevinin var­ lığını gösteren sonek.



O İK İS T E S a. (kurucu anlamında yun. söze.). Esk. Yun. 1. Bir sömürge seferinin



önderi. (Yeni bir sitenin kurucusu olarak ölümünden sonra kahramanlaştırılır ve ye­ ni kentin agorasına gömülürdü.) —2. Geç dönemde, bir sitenin, özellikle de romalı bir krala ya da yönetime başvurarak, öz­ gürlüğünü kazandırdığı bir kentin seçkin velinimetine verilen onursal unvan (Berga­ malI Mithidrates gibi). O İK L E S . Yun. mit. Kahraman, Hypermestra’nın (Aitolia kralı Thestios'un kızı) kocası, Amphiaraos'un babası. Troas'ta Flerakles’le birlikte savaştı ve Laomedon tarafından öldürüldü.



(1974-1983) Dlogenes'e ait bir yazıtın 215 parçası (bütünün yaklaşık % 30'a yakını) ele geçti. Yüksek bir tepe üzerinde Hellenistik ve Roma dönemlerinden çeşitli ka­ lıntılar (kale, surlar, tiyatro, gymnasion, anıtmezar, lahitler, kaya mezarları) vardır. (-> Kayn.) O İN O K H O E a. (şarap testisi anlamında yun. söze.). Arkeol. Eski Yunanistan'da şa­ rabı almak ve kupalara dökmekte kulla­ nılan, yuvarlak gövdeli, dik kulplu, ağzı genellikle üç dilimli testi.



O İN O M A O S . Yun. mit. Eleia'da bulunan Pisa kralı. Ares ile Harpinna’nın oğlu, HipO lk o n A m lk o s (Ekonomik), Ksenopodameia’nın babası. Kızıyla evlenmek phon'un ev ekonomisine ilişkin sokratesİsteyenleri bir araba yarışına davet eder çi diyaloğu. Birinci bölümde, Sokrates öğ­ ve Ares'in ona armağan ettiği kanatlı at­ rencisi Kritobulos'a tarımsal bir malikâne­ lar sayesinde yarışı kazanırdı. Sarayını bu nin iyi yönetilmesinin ne olduğunu açık­ yarışlarda yendiği kişilerin başlarıyla süs­ lar. ikinci bölümde, iskhomakhos adlı bi­ lerdi. Fakat Hippodameia'nın kurnazlığı riyle yaptığı bir konuşmayı anlatır. Iskhove arabacı Myrtilos’un Oinomaos’un ara­ makhos, kendi malikânesinde uyguladı­ basının dingilini bir eğeyle kesmesi yü­ ğı ilkeleri Sokrates'e açıklamıştır. Bu ilke­ zünden Pelops yarışı kazandı. ler, karısıyla kendisi arasında ödevleri hak­ ça paylaştırmak ve kölelerine karşı iyi dav­ ■ O İN O N E . Yun. mit. Phrygia'da ida da­ ranmaktır. Yapay kurgusuna karşın, yalın ğının nymphesi. Paris, onu bırakarak Heve titiz bir biçimde yazılan Oikonomikos, lene'nin peşinden gitti, ama Truva'da ya­ Ksenophon döneminde Yunanistan'daki ralanınca, Oinone’nin öğüdüne uyarak özel yaşam üzerine değerli bir belge oluş­ kendisini yardıma çağırdı. Oinone onu iyi­ turur. ! leştirmeye yanaşmadı, sonra cesedinin başında kendini öldürdü. O İK O N O M O S a. (yun. söze.). 1. Tar. Hellen krallarının maliye görevlisi. —2. Bi­ O İN O P İD E S Sakızlı, Pythagoraş oku­ zans’ta Kilise’nin mali işlerinin yönetimin­ lundan gökbilimci ve matematikçi (I.Ö. V. den sorumlu, yüksek görevli. (Önceleri yy.), Sakız'da doğdu. Burçlar kuşağını on genellikle imparatorun atadığı yüksek bir iki burca böldüğü ve tutulumun eğikliğini görevli olan büyük bir oikonomos, daha belirlediği sanılmaktadır. sonraları her kilisenin özel oikonomosları O İN O P İO N (Şarapçı). Yun. mit. Sakız (bu uygulama, bütün Doğu kilisesi'nde kralı ve Dionysos (ya da Theseus) ile Arigeçerliydi), dini vakıfların büyük oikonoadne’nin oğlu. Adaya kırmızı şarabı getir­ mosu vb. vardı. di. Kızı Merope ile evlenmek isteyen OriO İK O N O M O S (Konstandinos), yunanlı on’u kör etti. din adamı ve bilgin (Tsaritsani, Tesalya, O lre a c h ta s , gaelcede meclis anlamına 1780 - Atina 1857). İzmir'de yunanca öğ­ gelen ve cumhurbaşkanının başkanlığın­ retmenliği, İstanbul’da vaizlik (1819) yap­ da toplanan İrlanda parlamentosu’nu (Se­ tı. 1821'de Rusya'ya gitti. Dilbilgisi üzeri­ nato ve Millet meclisi) belirten sözcük. ne kitapları vardır. O İS A N S , fransız Alpleri’nde (özellikle O İK O P L E U R A (yun. oikos, ev, ve pleuisère ve Hautes-Alpes) bölge, Yukarı ve ron, böğür'den). Hemen hemen dünya­ Orta Romanche vadisini ve onu çevrele­ nın bütün denizlerinde ortasularda yaşa­ yen dağları (Meije ve Pelvoux) kapsar. Oiyan gömlekli cinsi. (Çevresine saydam, jesans, buzul aşındırmasıyla biçimlenmiş, latinsi, geniş bir kavkı salgılar. Kavkısında billurlu kayalıklarda parçalanmış dorukla­ suyun girmesine yarayan mazgallı bir bö­ rın yer aldığı dağlık bir ülkedir. Romanche lüm ve suda asıltı halinde bulunan küçük vadisindeki hidroelektrik santrallar, bazı parçacıkları süzen iki huni vardır; kuyru­ metalürji ve kimya fabrikalarını besler. ğunu hareket ettirerek kavkısı içinde bir O İS E , Fransa’da, Paris havzasında ır­ akıntı sağlayan oikopleura’lar, hunilerin mak, Sen'in (sağ kıyıdan) kolu: 302 km. içinde kalan parçacıklarla beslenirler [mikYaklaşık 20 000 km2’iik bir havzayı akaçrofaj beslenme]. Ekliceler altsınıfı.) layan Oise, Belçika'da Chimay’ın G.-D.'sunO İK O S a. (yun. söze.). Antikçağ yunan da, yaklaşık 300 m yükseltide doğar, 15 evinde toplantı ve kabul salonu işlevindeki km sonra Fransa'ya girer, Compiègne'in mekân. biraz yukarısında Aisne'i alır ve Conflans -Sainte-Honorine'de Sen'e kavuşur. O İL D İL İ a. (fr. oui [evet] sözcüğünün es­ Oise, ulusal ve uluslararası trafiğiyle (7 ki biçimi). Fransa’nın kuzey yarısında ko­ Mt), Fransa'nın 3. büyük akarsu yoludur. nuşulan roman dili lehçeleri. Conflans-Compiègne arasındaki uzunlu­ O İN E U S (yun. oinos, şarap’tan). Yun. ğu 100 km’yi aşan bölümü, Avrupa çapın­ mit. Aitolia'da bulunan Kalydon kralı, Meda önem taşır. leagros ve Deianeira'nın babası. Söz ver­ diği halde Artemis'e kurban adamadığı O İS E , Fransa'da (Picardie bölgesi) için tanrıça ona korkunç bir yabandomudépartement. 5 857 km2; 725 603 nüf. zu gönderdi. Oineus, Agrlos'un oğlu ta­ (1992). Merkezi Beauvais. Platolarda ta­ rafından öldürüldü. Yunanistan'da dikilen hıl ve pancar üretimi çok yaygındır. Pays ilk bağ kütüğünü Dionysos ona armağan de Bray'de büyükbaş süt hayvancılığı etmişti. yapılır. K.'de, Noyonnais tepelerinde, hayvancılık ve tarım birlikte yürütülür. Sa­ O İN İA . Tar. coğ. Anadolu'da Pisidia ile nayi etkinlikleri, metalürji, makine, cam, Phrygia sınırında yerleşme; Eğridir gölü­ kimya, tarıma dayalı besin ve İki özel nün K.-B.'sında bugünkü Çamurova'da, alanda (fırçacılık, kuyumculuk) toplanır. Karadilli köyü yakınında olduğu sanılıyor. O İN O A N D A . Tar. coğ. Anadolu'nun Lykia bölgesinde kent; kalıntıları Korkuteli -Fethiye yolu üzerinde, Seki bucağının 12 km kadar B.'sındadır. Adına ilk kez Kibvra başkanlığında, Bubon ve Balbura'nın da katılımıyla oluşturulan tetrapoliste rastla­ nır. Daha sonra Lykia birliği'ne üye oldu­ ğu sanılmaktadır Hıristiyanlık döneminde Myra başpikoposluğuna bağlı piskopos­ luktu. Kentin yeri William Leake tarafından saptandı (1842). Ankara İngiliz arkeoloji enstitüsü'nce yürütülen araştırmalarda



8797



O İS T R A K H



( D a v id ) - *



O yştrah



(Da­



v id F y o d o r o v iç ) .



O İT A , Japonya'da liman, Kyuşu ada­ sında, il merkezi, Beppu körfezinin gü­ ney kıyısında; 408 502 nüf. (1990). Eski derebeylik kenti (XVI. yy.) bütün Kyuşu adasına egemendi. Demir-çelik. Petrol rafinerisi ve petrokimya. —Oita ili, 6 331 km2; 1 243 000 nüf. (1989). O İT H O N A a. Akdeniz’de yaşayan çok kü­ çük kürekayaklı cinsi. (Kürekayaklılar takımı.)



Réunion des musées nationaux



hayvan motifli frizlerle süslenmiş yonca ağızlı ofnokhoe Ftodos doğu üslubu l.ö. VII. yy. ortaları Louvre müzesi, Paris



O İT İ ya da O İT E , kıta Yunanistanı’nda ormanlarla kaplı kireçtaşlı kütle, Tesalya ile Phokis arasında. Yükseltisi (2 152 m), bit­ ki örtüsü ve faunasıyla, pek çok mitoloji olayına (Herakles'in son bölümü gibi) sah­ ne oldu. Thermopylai boğazı, Oiti’nin eteklerinde başlar Eski devirlerde, bura­ da haydutlar yaşardı. OJców, Polonya'da ulusal park, Küçük Polonya platosunun bir parçası olan Kra­ ków Jurası platosunda, Kraków ve Czes­ tochowa arasında. Aşınmayla yıpranmış kayalar, akarsu yatakları, tepeler ve ma­ ğaralardan oluşan karstlı yapılar. Soğuk ik­ lim florası kalıntıları. O J E a. (tesc. edil. a ). Kozmet — TIRNAK CİLA’ SI. O J E D A ya da H O JE D A (Alonso DE). İspanyol denizci ve conquistador (Cuen­ ca 1468 ya da 1470 - Hispaniola [Haiti] 1515 ya da 1516). Kolomb’un ikinci yolcu­ luğunda (1493) bir gemiye komuta etti, Guadeloupe'u buldu ve Hispaniola'nın fethine katıldı. 1499'da Vespucci ve Juan de la Cosa’yla birlikte, büyük bir olasılık­ la Fransız Guyanası enleminde, Güney Amerika kıyısına vardı. Curaçao adasını buldu ve Maracaibo körfezine girdi. Bu­ rada gördüğü kazık temeller üzerindeki yerli evlerinin bulunduğu bölgeyi, Venedik’in anısına Venezuela diye adlandırdı Bulunan bölgeleri sömürgeleştirmek üze­ re, 1502'de dört gemiyle yeniden yola çık­ tı. Bu girişim başarısızlığa uğradı, valilik görevini aldığı "Yeni Andalucía’ da 1508’den başlayarak girişimleri başarısız­ lıkla sonuçlandı. O J E G O V (Sergey Ivanoviç), rus dilbi­ limci (Kamennoye, Tver, 1900 - Moskova 1964). Dictionnaire de la langue russe'ün (fr. çev.) [Rus dili sözlüğü] (1949) yazarıdır. R e v a u lt-F ix



Rouen kated ralind e otta kulenin XIX. yy.’da yeniden yapılan oku dökm e demir; köşelerde bakır kaplı kulecikler



te m re n (ok u cu )—
YELEK. || Ateş oku ya da yangın oku, ka­ lelere ya da yelkenlilere atılmak üzere, yangın çıkarıcı maddelerle donatılmış ok. || Talimhane oku, talimhanelerde ayna de­ nilen demir ve tunç hedeflere atılan ok. || Tirkeş oku, ucu demir temrenli savaş oku. (Boy ve kalınlıkları menzil atışlarında kullanılan oklardan fazla, yelekleri daha uzundu.) || Zemberek oku, demir uçlu, beş parmak kalınlığında ve bir dirsek* uzunluğunda, dört yüzlü ok. (Arkasında düzenli uçmasını sağlayan tüyler [yelek] vardır.) —Geom. Bir AB eğnyayı için, uçları [AB] kirişinin ortası ile AB yayının ortası olan doğru parçası. —Ger. day. SEHİM’in eşanlamlısı. —Havc. Ok açısı, bir kanadın, havanın içi­ ne girişini kolaylaştırmak için ön ya da ar­ ka kenarına verilen ileriye ya da geriye doğru eğimin, kanadın üzerindeki bir kar­ şılaştırma doğrusu ile kanatların hareket eksenine dik bir doğru arasındaki açıyla ifade edilen değeri. (Bk. ansikl. böl.) —Kur. tar. Ok parası, Osmanlı devletinde bostancılar kethüdalığına getirilen hase­ ki ağasına yeni görevinin belirtisi olarak mücevveze kavuk ve sarıkla birlikte veri­ len para. (Bk. ansikl. böl.) ■ -M im . Bir çan kulesinin, bir çaprazsahın karesinin (ortaçağ mimarlığı) üstünde yük­ selen, piramit ya da koni biçiminde örtü. —Oy. Elle nişan tahtasına atılan sivri uçlu çubuk. —Oyuncakçılık. Bir ucunda kauçuk bir vantuz bulunan ve çocuk oyuncağı ola­ rak kullanılan çubuk. —Spor. -» OKÇULUK. —Tarım mak. Bir arabanın, bir tarım aygı­ tının öntakımına tespit edilmiş olan ve her iki yanına çeki hayvanı koşulan ağaçtan ya da demirden yapılmış uzun parça. ]| Bir tarım arabasının (römork) önüne tespit edilmiş olan ve ucunda bağlama kanca­ sının takılacağı bir halka bulunan demir parça. (Yarı römorklarda ok yüksekliğini vida ya da hidrolik kriko ile ayarlamaya ya­ rayan bir destek bulunur.) ¡j Pulluk oku, pullukta gövdeyi (uçdemirı ve kulak), kes­ kiyi, öngövdeciği taşıyan ve koşum başlı­ ğı aracılığıyla çekme gücünü pulluğa ak­ tarmaya yarayan uzun ana parça. —ANSİKL. Antropol. Okun boyu 20 san­ tim ve 2 m (Amerika) arasında değişir. Özellikleri dengesinden kaynaklanır. Ağır­ lık merkezi genellikle silahın ilk üçte birin­ de yer alır. Bazı oklarda yönlendirici yok­ tur (Zenci Afrika); genellikle tüylerden olu­ şan yönlendirici, okun düz gitmesini sağ­ lar. Küçük hayvanları yaralamadan vur­ makta kullanılan okların başı küttür (Sibir­ ya). —Ed. Divan şiirinde kaza, kader, sevgili­ nin gamzesi, kirpiği, çevri, cefası, âşıkta uyandırdığı dert, âşığın ahi oka benzeti­ lir: ' Dert okların ol kaşı keman canıma attı / Bir gün demedi bunu dahi Tanrı yarattı ’ ' (Hayali). Âşığın oklara hedef olan sinesi de "ok meydanfdır: "Sinemi benzettiler uşak ok meydanına" (Hayali). Okla eşan­ lamlı olarak farsça tir, hadeng, navek, arapça sehm sözcüklerine yer verilir. Ok­ la ilgili yay, kiriş, kubur, sadak, toz, keman, tirkeş, peykân, şast gibi terimler kullanı­ larak tenasüp sanatı uygulanır. —Esk. sil. Bir ok iki ucu arasında, baştan sonra doğru gez, baş, boğaz, göğüs, gö­ bek, baldır ya da şalvar ayak ve soya diye adlandırılan bölümlerden meydana gelir Ok ucu ya da temren önceleri çakmakta­ şından yapılırdı, daha sonra çakmaktaşının



okaliptüs yerini tunç, demir ve çelik uçlar aldı. De­ mirin çıkmasını önlemek amacıyla ok ucu dişli yapılırdı, Ok gövdesi çam, dişbudak ve gürgen gibi hafif ve sert ağaçlardan ya­ pılır ve bu bölüm atışta dengeyi sağlamak için yay uzunluğunun yarısı kadardır. Göv­ denin alt ucunda, oku yay ipine iyice orturtmayı sağlayan bir kertik bulunur. Göv­ denin alt bölümü, kuyruk takımını oluştu­ ran ve okun yörünge üzerinde dengesini sağlayan tüyler ya da kanatçıklarla (yelek) donatılmıştır. Osmanlı ordusunda okun savaş aracı olarak uzun süre kullanıldığı ve askerler arasında tirendazlar (okçu) bu­ lunduğu bilinmektedir. Daha sonra ok bir talim ve yarışma aracı haline geldi. Avru­ pa'da da XVII. yy.’da değin kullanıldı. OsmanlIlarda uzunluk ve kalınlığı fark­ lı üç tür ok vardı: tarzı has denilen okların boğazı İnce, göğüs kısmı kalıncaydı ve baldıra doğru gittikçe inceliyordu. Boğaz, göğüs ve baldırı aynı olan oklaraysa kiriş endam deniyordu. Şem endam denilen okların boğazı inceydi, uzunluğunun üç­ te biri kalınca olan bu oklar ucuna doğru gittikçe inceliyordu. Okların ayrıca hadeng*, peşrev* ve puta* gibi türleri de vardır. Arbaletlerle atılan oklara da dönerok vb. adlar verilir. —Havc. Başlangıçta tüm kanatlar, hücum kenarları hareket eksenine dik ya da yak­ laşık olarak dik olacak biçimde yerleştiri­ liyordu. Daha sonra, özellikle sesyakını hız bölgesine erişildiğinde, bir ok açışının var­ lığının yerel şok dalgalarının oluşumunu geciktirdiği ve tanadın havanın içine da­ ha kolay girmesini sağladığı saptandı. Ge­ riye doğru ok açılı kanatlar en çok kul­ lanılan kanatlardır. Ancak Almanlar, ikin­ ci Dünya savaşı’nda ileriye doğru ok açılı (ya da ters ok açılı) kanatları da kullanmış­ lardır. Bugün bazı amerikan projelerinde de ters ok açılı kanatların kullanılması ta­ sarlanmaktadır. Günümüzde, ok açıları her yarı - kanadın düşey bir eksen çevre­ sinde dönmesiyle (değişken ok açısı) ya da kanadın bütününün döndürülmesiyle (eğik kanat) uçuş sırasında değiştirilebi­ len uçaklar yapılmaktadır. —Tar. Türkler'de. Ok, türk boyları arasında çok eski çağlardan beri kullanılırdı. Oğuz Han destanından bu yana başka destan ve masallarda da oka, ok atıcılığına, ya­ pımcılığına, ünlü okçulara yer verilmesi, Oğuzlar'ın Bozok ve Üçok adı altında iki büyük kola ayrılması, Göktürk devletinin on boy anlamında on oktan oluşması vb. okun, Türkler'de yalnızca bir silah değil, bir simge olarak da kullanıldığını göste­ rir. Tula, Orhon, Altay dağlarında yapılan kazılarda bulunan ilk türk oklarının tem­ renleri, kaymaktaşı ya da kemikten yapıl­ mıştır ve üç kanatlıdır. Savaşlarda düşman askerinin moralini bozmak için kullanılan ıslıklı okun Mete'nin buluşu olduğunu çin kaynakları bildirir. İslamlıktan önce şamanlar, omuzların­ da dokuz ok (yebe) taşırlar, böylece bir çe­ şit kutsallığı simgelerlerdi. Moğollar’da ok başlıca silahlardan biriydi. At üstünde düşman önünden kaçar gibi yaparak ge­ riye dönüp ok atan nökerler usta okçular­ dan seçilirdi. İslamlıktan sonra kurulan türk devletlerinden Büyük Selçuklularda ok ve yay, adaletle hükümranlığın bir sim­ gesi olduğundan, Selçuklu sultanları yaz­ dıkları mektupların kâğıtlarına ok ve yay işaretleri koyarlardı. Ayrıca, sultanın otur­ duğu tahtın yanı başında güçlülük simge­ si olarak bir okla sadağı ve yay bulunur­ du. Anadolu Selçuklularımda, Anadolu beyliklerinde ve OsmanlIlarda, ateşli si­ lahlar yerleş'ene kadar, ok önemli bir sa­ vaş aracı olarak yerini korudu. (-> O K Ç U ­ L U K .)



da okçulara dağıtırlardı. Bu çarşılarda us­ ta ok yapımcılarının çatal, üç kanatlı, de­ likli, dilimli, yassı adıyla ürettikleri çeşitli ok­ lar, çok ünlü tatar (Kırım) oklarını bile ge­ ride bıraktı. XVI. yy.'ın ikinci yarısından sonra ateşli silahların, özellikleri tüfeklerin gelişimi üzerine ok, yalnızca avlanmakta ve spor yapmakta kullanıldı. —Tek. res. Oklar, bir yandan görünüş ve kesitlere hangi yönden bakıldığını göster­ meye, bir yandan da kot çizgileri üzerin­ de aradoğrularla tatlandırmaya ilişkin ek­ sen çizgilerini belirtmeye yarar. O K (Nurettin), türk siyaset adamı (Çan­ kırı 1928).1stanbul Üniversitesi hukuk fakültesi'ni ve Gazetecilik ensitüsü’nü bitir­ di. Çankırı belediye başkanlığına seçildi. Cumhuriyetçi millet partisi (CMP) milletve­ kili oldu. AP'ye geçti (1961) ve 1965, 1969 seçimlerinde bu partiden milletvekili se­ çildi. 12 Eylül 1980'e değin sürdürdüğü bu görev sırasında meclis başkanvekilliği, Nairn Talu hükümetinde Bayındırlık ba­ kanlığı (1973), Süleyman Demirel'in baş­ kanlığındaki koalisyon hükümetinde İmar ve iskân bakanlığı yaptı.



kiye'de bataklıkların kurutulmasında kul­ lanıldığı için halk arasında sıtma ağacı da denir.] — A N S İ K L Okaliptüsün 600'den fazla tü­ rü ve pek çok doğal ya da yapay melezi vardır Bazı türlerin yüksekliği 100 m’yl aşabilir. (1880'de kesilmiş olan bir okalip­ tüsün [Eucalyptus regnans] 114 m yük­ sekliğinde olduğu söylenir.) Okaliptüsün doğal yetişme alanı çok geniştir ve bu ağaç çok değişik çevre ko­ şullarında bulunur: ılıman ve tropikal iklemler, nemli bölgeler ya da kurak bölge­ ler, deniz kenarı ya da dağlık bölgeler, vb. Bu nedenle, türleri arasında çok değişik karakterler (türlerarası değişkenlik), ve ay­ nı türün içinde bile bölgelere göre çok



8799



O K A . Tar. coğ. Anadolu'nun Mysia böl­ gesinde piskoposluk merkezi kent; yeri bi­ linmiyor. O K A , Rusya'da ırmak, Volga'nın başlı­ ca kolu (sağ kıyıdan); 1 480 km. Mosko­ va'nın G.'indeki rus ovasının orta bölü­ münü akaçlar. Ortalama debisi 1 230 m3/sn. — Kursk'un K.'inde, Orta Rusya platolarından doğar, K.'e doğru Kaluga' ya kadar ilerler, sonra K.-D.'ya dönüp, Ninji-Novgorod'da Volga'ya ulaşır. Rejimi kar rejimidir: nisan-haziran arasında su­ ları yükselir, yazın (güçlü buharlaşma) ve kışın (donma) azalır. O K A ya da O K A -A K O K O , Nijerya1 da, Ondo eyaletinde kent; 126 400 nüf. (1991). Yoruba kesiminde, Owo ve Ikare'den gelen karayolları üzerinde yer alır. XIX. yy.'da Yorubalar tarafından kurul­ muştur. Önemli bir tarım ürünleri pazarı merkezidir (yerelması, manyok, mısır, pi­ rinç, palmiye yağı, kakao, tütün, vb.). O K A K U R A K A K U Z O , Okakura Tenşin denir, japon estet ve sanat yazarı (Yo­ kohama 1862 - Akakura, Niigata ili, 1913). Meici hanedanının yeniden tahta geçme­ sinden (1868) sonra Japonya'da sanat dünyasını istila eden batı tekniğine bir tep­ ki olarak gelişen güçlü yeni klasik akımın, amerikalı Fenollosa ile birlikte öncülüğü­ nü yaptı. Reşim alanında bu akımın adı nihon-ga (japon[varij resim) idi. Bunun karşısında da, aralarında birçok benzer noktalar bulunmasına rağmen, yo-ga (ya­ bancı [etkisinde] resim) akımı yer alıyor­ du. Okakura, 1898'de Nihon Bicutsu-in akademisi'ni kurdu. Bu akademide, bir grup sanatçı ulusal sanatın değerini, tek­ niklerini araştırıp inceleyerek onu korumak ve özgünlüğünü bozmadan (ama avrupa sanatından alınabilecek derslere de kapı­ yı kapatmadan) canlandırmak gerektiği­ ni savunuyorlardı. Okakura Kakuzo, Ja­ ponya'nın durumunu Asya'nın öteki ülke­ leriyle karşılaştırdı (Hindistan'da R. Tagor ile tanıştı), amerikalı ve japon (ressam Yokoyama Taikan ve Hişida Şunso) dostla­ rıyla Avrupa'ya ve ABD'ye gitti, nihonga’ yı 1904'te Boston ve New York’ta, 1905'te Paris'te sergiledi ve Boston müzesi'nde doğu sanatı bölümünün kurul­ masına katkıda bulundu. Dersler verdi ve özellikle, bugün bile japon estetiğinin an­ laşılması bakımından temel metin olan The Book of Tea'y'ı (Çay kitabı) [ing. 1906] yazdı.



Osmanlı devletinde ok yapımcıları İs­ O K A L A a. Xyiopia’ aethiopica'dan elde tanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirler­ edilen yumuşak, esmerimsi tropikal odun. de çarşılar oluşturdular. İstanbul'da Beya­ zıt semtindeki bir çarşı, Okçularbaşı ola­ ^ O K A L İP T Ü S ya da Ö K A L İP T Ü S a rak bugün bile adını korumaktadır. Türk (lat. eucalyptus; yun. eu, iyi, ve kalyptos, ordusunun ok gereksinimini Cebeci oca­ örtü'den). Anayurdu Avustralya ve kom­ şu takımadalar olan büyük ağaç. (Bil. a. ğı karşılardı. Okları sandıklar içinde savaş alanlarına ulaştıran cebeciler, bunları ora­ eucalyptus; mersingiller familyası.) [Tür-



i



okaliptüs



globulus)



farklı tipler (tür içi değişkenlik) bulunur. Bu­ na göre yalnızca türü seçmek yetmez, di­ kim yapılacak bölgedeki özel koşullara uyum sağlayabilecek bitkileri verecek to­ humların seçimine de özen göstermek gerekir. Okaliptüs çabuk büyüyen bir ağaçtır, hatta türlerin çoğu çotuktan da sürgün verir, bu nedenle kısa devreli baltalık olarak işlenmeye elverişlidir. Hastalıklara karşı az duyarlıdır ve elverişli koşullar içinde bu­ lunduğunda verimliliği yüksektir. Bu nite­ likleri nedeniyle bugün bütün dünyada ağaçlandırma için seçilen ağaçların en çok kullanılanlarından biridir. Ağaçlandır­ mada en çok kullanılan yerler şunlardır: Brezilya, Güney Afrika, Madagaskar, Ku­ zey Afrika, iber yarımadası. Okaliptüsün Avrupa'ya Xyill. yy.'ın sonunda girdiği sa­ nılmaktadır. ilk okaliptüs büyük bir olası­ lıkla, Kaptan Cook'un arkadaşlarından Tobias Fourneaux tarafından 1774'e doğru bir Avustralya seferinden dönüşte İngiltere' ye getirilmiştir. Napoléon, 1810'da Malmaison'da, Guichenot tarafından dikilen ağaçlardan (E. globulus) toplanan yaprak­ ları suda kaynattırarak içerdi. Fakat bu ağaçlar soğuğa dayanamadı, ve Avrupa' da ancak Akdeniz bölgesinde dikilenler gelişebildi: ispanya, Portekiz, İtalya, Kor­ sika (özellikle E. globulus). Halen Fransa' da soğuğa dayanıklı türlerin yetiştirilme­ sine çalışılmaktadır: E. gunnii, E. coccifera, E. dalrympleana. Türkiye’de okalip­ tüs ilk defa 1885 yılında Adana-Mersin de­ miryolu istasyonlarına dikilmek üzere, bu yolu yapan fransız şirketi tarafından geti­ rilmiştir. Asıl orman ağacı olarak da 1939'da Tarsus yakınındaki Karabucak bataklığını kurutmak için kullanılmış, bu­ rada 855 hertarlık güzel ve verimli bir or­ man yaratılmıştır.



Jft „^ F , & ç ^ ' tomureuOu



okaliptüs 8800



fransız o kçu (XIV. yy.)



İngiliz o kçu (XIV. yy.)



O K A N (Sezai), türk asker, siyaset adamı Ağaçlandırmalarda en çok kullanılan tı kıyısında; 62 200 nüf. Tekstil (ipek) sa­ türler şunlardır: nemli bölgelerde, E. gran(Bursa 1917). Harp okulu’nu Harp akadenayisi. Duyarlı aygıtlar. Besin sanayileri. misi’ni bitirdi; birlik komutanlığı, karargâh dis, E. saligna, E. deglupta. E. camalduO K A Y A M A , Japonya' da kent, Honşu subaylığı yaptı. Genelkurmay harekât dalensis, E. robusta. Kurak bölgelerde E. aladasının D.’sunda; il merkezi, Kocima iresi’nde görevli bulupduğu sırada 27 Ma­ ba, E. camaldulensis, E. citriodora, E. körfezi kıyısında; 5 9 3 7 4 2 nüf. ( 1 9 9 0 ) . yıs 1960 devrimi'ni gerçekleştiren Milli bir­ gomphocephale, E. terreticornis. Türkiye’ Tekstil, makine ve kimya. — Okayama ili, lik komitesi’nde yer aldı. Kurucu meclis de yetiştirilen okaliptüslerin çoğu E. ca­ 7 079 km2; 1 9 3 1 0 0 0 nüf. ( 1 9 8 9 ) . maldulensis türündendir. Az sayıda E. gloüyeliği yaptı, albaylıktan emekli oldu (1961). Cumhuriyet senatosu'nda doğal butus ve E. robusta türleri de bulunur. O K A Z A K İ, Japonya' da kent, Honşu Okaliptüsün odunu yapacak odun (biç­ üye olarak (1961-1980) görev yaptı. (Aiçi ili) adasında; 3 0 6 8 2 1 nüf. ( 1 9 9 0 ) . me ve soyma) olarak kullanılabilir, ama O K A N A Q A N ve ABD'de O K A N O ­ Tokugava şogunluğunun kurucusu leyadaha çok hizmet ve sanayi odunu olarak G A N , Kanada'da (İngiliz Kolombiyası) ve su’nun doğduğu yer. Nagoya'ya sıkıca kullanılmaktadır: sırık, direk, maden dire­ ABD’de (Washington) ırmak; Columbia' bağlı olan Okazaki bir sanayi (makine ği ve işleme odunu (yonga levha ve kâğıt nin kolu (sağ kıyıdan); 180 km. Okanagan sanayileri, tekstil, kimya) merkezidir. hamuru). Parfümcülüktei aşağıdaki üç gölü'nden çıkar. Verimli tarım (meyveler) okaliptüs türünden elde edilen esanslar ■ O K Ç U a. 1. Ok yapıp satan kimse. —2. vadisi. •kullanılır: okaliptolca zengin E. globulus; Silah olarak yay ve oku kullanan savaşçı. ■ O K A P İ a. (bantu dilinde söze.). 1900'de sitronelal eld edilen E. citriodora; feland—3. Ok atışı yapan kişi. (Bk. ansikl. böl.) Zaire'nin kuzeyinde ortaya çıkarılan'gevişren ve piperiton için kullanılan E. dives. — A N S İ K L . Ask. tar. Antikçağ'da iskitler, getiren memeli hayvan. (Bil. a. Okapia Okaliptüsün (E. globulus) gölgede ku­ Parthlar, Traklar ok kullanmakta ustaydılar. johnstoni; zürafagiller familyası.) rutulan yaprakları halk hekimliğinde infusHindistan'da oldukça yakın bir tarihe ka­ —ANSİKL. Boynu zürafa gibi uzun olma­ yon halinde peklik verici, antiseptik ve bal­ dar okçuluk önemini korudu; ustalıklarıy­ sa da okapinin zürafaya benzeyen bir çok gam söktürücü olarak kullanılır. la ün kazanmış tanrıları kendilerine örnek özelliği vardır: rahvan yürür; koyu kahve­ —Halk hek. Okaliptüs'ün yaşlı dallarından alan krallar ve soylular (kşatriya), hem ev­ rengi postu, özellikle de arka ayaklarının toplanıp gölgede kurutulmuş yapraklar, rensel, hem de krallara özgü bir anlam ta­ yukarı kesimleri beyaz çizgilerle bezelidir. antiseptik ve balgam söktürücü olarak şıyan bu sporda ustalaştılar. Fransa'da Cidago yüksekliği 1,60 m'yi bulabilir. Er­ kullanılır. Şeker hastalığına, ishale karşı da Merovenjler döneminde savaş okçu piya­ keğinin bir çift kısa boynuzu vardır; bu etkilidir Infusyonu balla tatlandırılarak delerle yapılırdı; François I, 50 000 kişilik gençlerin boynuzlarında, zürafanın boy­ günde iki, üç bardak içilir. bir okçu birliği kurmuştu. Okçu birlikleri nuzlarında olduğu gibi, kıl tutamları gö­ Charles IX. döneminde kesin olarak kal­ O K A M O T O T A R O , japon ressam, heyrülür. Okapi Zambiya ile Ubangi arasında­ dırıldı. İngilizler XVII. yy.’a kadar okçu bir­ ki yağışlı ormanların açıklıklarında yaşar; likleri kullandılar, hatta 1807 savaşı’nda, yaprakları, sürgünleri, meyveleri, yem bit­ kalmuk okçularının Friedland’da dövüştü­ kilerini uzun diliyle kopararak yer Dişisi­ ğü bilinir Gerçekten de okun etkili men­ nin gebelik süresi, zürafa gibi, 15 aydır. zili, uzun süre alaybozan ve tüfeğin men­ ziline üstün ya da denkti. Anadolu Selçuklu, beylikler ve osmanlı ordularında da okçu birlikleri vardı. Solakzade ta rih i’nde tirendaz* ya da kemankeş* olarak anılan osmanlı okçula­ rının Murat I dönemindeki Kosova savaşı'nda (1389), Murat II dönemindeki Var­ na savaşı'nda (1444) önemli hizmetler gördükleri yazılıdır Tarih kaynaklarına gö­ re Sinan Paşa Gazze savaşı’nda seçkin tirendazlarını öne dizdirerek düşman or­ I id s % dularını perişan etmiş, Kanuni Sultan Sü­ *■— im * -leyman’ın Belgrad seferinde (1521) okçu­ lar önemli rol oynamıştı. Okçular çeşitli kentlerde bulunan ok O K A R A (Gabriel), İngilizce yazan nijermeydanlarında toplanır, ok atış talimleri ve yalı yazar (Bumodi 1921). Çok sayıda şiir yarışmalar yaparlardı. Ökla İki türlü atış ya­ ve Black Orpheus dergisinde yayımlanan pılırdı: diz çökerek yapılan hedef atışı ve öyküler yazdı. Özellikle, karmakarışık bir ayakta yapılan mesafe atışı. Oku çok uza­ evren içerisinde, kahramanı Okolo’nun ğa atabilen usta kemankeşlere pehlivan zorlu arayışını konu alan mesel tarzında­ denirdi. kelci ve dlzayncı (Tokyo 1911). 1929-1940 ki romanı The Voice (1964) ile tanındı. arası Paris’te “ Soyutlama-Yaratma" grubu­ O K Ç U K , Kartal takımyıldızının kuzeyin­ O K A R İN A a (ital ocarina; "kaz” anla­ na katıldı. 1936’ya doğru fantastik esinli de, Kuzey yarıküre'de yer alan küçük ta­ mındaki oca'dan). Yumurta biçiminde yapıtlar vererek gerçeküstücülerin arasın­ kımyıldız. Bu takımyıldızda, çıplak gözle ağızlıklı üflemeli çalgı. (Kilden, madenden da yer aldı; savaştan sonra yapıtları lirik görülebilen ama en parlağı 4. kadirden ya da porselenden yapılan okarinanın bir bir soyutlamaya yöneldi. Osaka’da 1970 olan 20 kadar yıldız bulunur. (-> GÖK ha­ Evrensel sergisi için Doğan güneş totemi' borusu ve seslerin yüksekliğini değiştir­ ritası.) ni yaptı. meye yarayan sekiz deliği vardır. Çeşitli O k ç u la r te k k e s i, osmanlı ordusunda­ boyda okarinalara rastlanır. Hatta anahtarlı O K A N a. io p lk a l Afrika’da yetişen ve ye­ ki okçu sınıfının ok atma talimi yaptıkları ya da pistonlu türleri de kullanılır. Ağızlıklı şilimsi esmerden sarımsı esmere kadar İstanbul’da Okmeydanı'nda tekke ve alan. okarlna gibi, ağızlıksız türünün kökeni de değişik renkte bir odun veren ağaç. (Ka­ Bir tür kulüp niteliğinde olan tekke, her yıl çok eskidir Bu çalgıya dünyanın her ye­ ba dokulu, sert ya da çok sert ve ağır ya hıdrellez günü açılır, okçular ilkbahar ve rinde rastlanabilir.) da çok ağır olan odunu ağır yapı işlerin­ yaz ayları boyunca pazartesi ve perşem­ O K A V A N G O b a ta k lığ ı, Botsvana'nın de, hidrolik işlerde ve travers yapımında be günleri burada talim yaparlardı. Okçu­ kuzeyinde bölge; Okavango (Cubango ır­ kullanılır. Bil. a. Cyclicodiscus gabunenlar şeyhi ya da şeyhülmeydan denilen bir mağının aşağı çığırı) burada, birçok kol­ sis.) genel yöneticinin gözetiminde yapılan ça­ dan oluşan bir iç deltada kaybolur. lışmalarda, ayrıca havacılar denilen ha­ kemler, menzil ihtiyarı, mütevelli, korucu O K A Y (Haşim Nezihi), türk yazar (Amas­ gibi öteki görevliler de hazır bulunurdu. ya 1904). Trabzon Öğretmen okulu’nu bi­ Ok atma eğitiminden sonra düzenlenen tirdi (1924). Trabzon ve izmirtle ilkokul öğ­ retmenliği yaptı. İstanbul Üniversitesi ede­ sınavlarda başarılı görülenlerin adları bir biyat fakültesi’ni dışardan sınavla bitirdi taşın üzerine kazılırdı. Bazen sınavlar pa­ (1930). Çeşitli kentlerde ortaokul ve lise­ dişahın huzurunda yapılır ve kazananla­ lerde türkçe edebiyat öğretmeni ve yöne ra para ödülü verilirdi. Ayrıca başarılı ok­ tici olarak görev aldı, 1970’te emekli oldu. çular için şairler de "kavsname” denilen Şiirlerini Ilgar (1933), Akşam şarkıları övgü şiirleri yazarlardı. Okçular tekkesinin (1935), Ömrümden yapraklar (1978) adlı semahane denilen ve ayin için ayrılmış kitaplarında topladı. Halk şairleriyle ilgili bölümünün duvarlarında ok ve okçuluğa incelemeler yaptı; metinler derleyerek ya­ ilişkin çeşitli malzeme ve işaretler bulunur­ yımladı: Âşık Sümmani (1940), Seyrani du. Odanın üç yanı erkân minderleriyle (1945), Dertli (1951), Dadaloğlu (1958), döşenmişti. Dördüncü duvar dolaplarla Köroğlu ve Dadaloğlu (1970). Halkbilime kaplıydı; kemankeşler ok ve yaylarını bu olan katkılarından ötürü İhsan Hınçer Türk dolaplara koyarlar ve ok atışına çıkmadan folkloruna hizmet ödülü verildi (1983). önce aptes alıp namaz kılarlardı. Sema­ hanenin yanında bir kahve ocağı da var­ O K A Y A , Japonya'da kent, Honşu'nun dı. Ayrıca devletin ileri gelen kemankeş­ (Nagano ili) ortasında, Suva gölünün ba­



lerine ayrılmış bir bölüm daha vardı ki, bu­ raya “ paşa odası" denirdi. Tekkenin di­ siplinine ve kurallarına uymayan okçular, önce ihtiyarlar tarafından uyarılır, söz din­ lememekte direndiği takdirde şeyh tara­ fından cezaya çarptırılırdı. O K Ç U L U K a. 1. Ok yapma ve satma işi. —2. Ok ve yay kullanılarak yapılan spor. —ANSİKL. Ed. Hz. Muhammet’in savaş aracı, sanat ve spor olarak okçuluğun öğ­ renilmesiyle ilgili öğüt ve hadislerini der­ leyen türl^e bir kitabı Mahmut II dönemin­ de Eyüp’te imamlık yapan Abdullah bin İsmail kaleme aldı. Okçuluk terim ve de­ yimleriyle birçok şiir yazıldı. Nef'i'nin Ku­ yucu Murat Paşa için yazdığı kasidede sadrazamın ok atışı, bu hünerdeki ustalı­ ğı konu edinilir. Okun ve yayın nasıl yapıl­ dığı, nasıl ok atıldığı konularıyla ilgili ya­ pıtlar yazılmıştır. Bunlardan biri İstanbul' un alınışından 1551'e kadar yetişmiş ok­ çuları konu edinen Bahtiyarzade Haşan Çelebi'nin Ok ve yay risalesi1dir. Gelibo­ lulu Âli, Haşan Çelebi'nin bıraktığı yerden alarak 1496 yılına kadar yetişen okçuları Küınh ül-ahbarda belirtmiştir (Basılmamış bölümleri, İstanbul Üniversitesi merkez kütüphanesi, T. 5959.) Konuyla ilgili en önemli yapıt ise, Mahmut ll’nin kahvecibaşısı Mustafa Kâni'nin Telhis-i resail ürrümât'ıdır (1847). Ağazade Ahmet Nami' nin Okname'si (Millet kütüphanesi, no. 917), Kemankeş Mustafa’nın Kavisname1si (Millet kütüphanesi, no. 913), Abdullah Efendi’nin Tezkire-i rümâti (Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi, E. H. no. 1318) vb. tanınmış kaynaklar arasındadır. Hünername'de de okçulukla ilgili minyatürler var­ dır. (-» Kayn.) —Spor. Fiber ya da çelikten yapılan yay ile fiber vb. hafif metallerden yapılmış oku, 1 0 daireden oluşan hedefe atma esasına dayalı spor. Okçuluk açık alanda (erkek­ lerde), 90, 70, 50 ve 30 m, bayanlarda 70, 60, 50 ve 30 m, salonlarda ise, 25 m uzak­ lıktan uygulanır. Bir yarışmada her spor­ cu toplam 288 atış yapar. Hedefin çapı ok atış uzaklığına göre belirlenmiştir (90, 70 ve 60 m'lerde hedefin çapı 122 cm, 50 ve 30 m’lerde ise, 80 cm). Yarışmanın bi­ rincisi toplam puana göre belirlenir. • Türkiye'de özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminden (1451-1481) başlayarak okçu­ luk sporuna büyük önem verildi. Haliç sırt­ larında Okmeydanı' düzenlendi; ünlü bir­ çok okçu* yetişti. Okçuluk etkinlikleri bir yönetmelikle yürütüldü; Okmeydanı’nda okçuların elde ettikleri bütün derecelerin yazıldığı sicil defteri tutuldu. Bu defterle­ re yazılabilmek için 900 gez (1 gez 6 6 cm'dir) uzaklığa ok atabilmek zorunluğu vardı. Deftere geçebilen okçuya, bir tür "lisans" anlamına gelen "kabza" verilir­ di. Okçuluk sporunda 1937’de Atatürk'ün buyruk ve yönlendirmesiyle çağdaş an­ lamda bazı girişimler oldu; İbrahim ve Behir Özok kardeşler, Vakkas Okatan, Prof. Necmettin Okyay, Hafız Kemal Gürses ve Halim Baki Kunter'in çabalarıyla okçuluk etkinlikleri yeniden başladı. Ancak, Bey­ oğlu halkevi'nin yapısı içinde "O k spor kurumu” nun kurulmasına karşın Atatürk’ ün ölümüyle (1938) bu çalışmalardan olumlu bir sonuç alınamadı. Uzun yıllar sonra 1953 ve 1960'ta zamanın cumhur­ başkanlarının ön ayak olmalarıyla okçu­ luk etkinlikleri yeniden başladı. 8 mart 1961’de ilk bağımsız Türkiye Okçuluk fe­ derasyonu kuruldu; başkanlığına da Fa­ zıl Özok getirildi. Bu tarihten sonra Avru­ pa Okçuluk şampiyonası'nda gençlerde Yücel Cavkaylar birincilik, büyüklerde de Cemal Değirmenciler'in ikincilik kazanma­ sının dışında başkaca bir başarı sağlana­ madı ve etkinlikler sürdürülem edi. 1982'de kapatılan Okçuluk federasyonu bir yıl sonra (1983) yeniden kuruldu ve başkanlığına Dr. Uğur Erdener getirildi. Bu tarihten sonra türk okçuluğu en önemli başarısını 19831. Balkan Okçuluk şampi­



yonası'nda erkekler ve bayanlarda ikinci­ lik elde ederek sağladı. Son dönemde ba­ yanlarda Tülin Çavlı, erkeklerde izzet Av­ cı kırdıkları rekorlarla sık sık kendilerinden söz ettirdiler. O k ç u lu k fe d e ra s y o n u , Türkiye'de okçuluk* sporu ile ilgili etkinlikleri yürü­ ten federasyon. Bir süre Atıcılık federas­ yonumun yapısı içinde çalışmalarını sür­ dürdü ve 8 mart 1961'de bağımsız bir fe­ derasyon oldu, başkanlığına Fazıl Özok getirildi. Okçuluk federasyonu 1982'de kapandıysa da, 1983'te Uğur Erdener'in başkanlığında çalışmalarına yeniden başladı. Federasyon, günümüzde İstan­ bul, Ankara, Sakarya, Eskişehir, Bursa ve Bolu'da çalışmalarını sürdürmektedir. O K Ç U O Ö LU a Giy. Eskiden giyilen bir tür bol yenli ve kısa cüppe. (Karaman yö­ resinde yaşayan Okçuoğlu aşiretinde gi­ yildiğinden bu adla tanındı.) O K Ç U Z A D E M E H M E T P A Ş A , türk tarih yazarı (öl. 1587). Bir okçunun oğlu­ dur. Divan kâtipliği, Anadolu defterdarlı­ ğı, reisülküttaplık, baş defterdarlık (1582) görevlerinde bulundu. Murat lll’ün musa­ hipliğinden atılan Cüce Nasuh Ağa’nın rüşvet aracı olmakla suçlanarak baş def­ terdarlık görevinden alındı. Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa'nın yanında tezkireci olarak İran seferine katıldı. Kıbrıs ve Halep beylerbeyi oldu (1585). Manzum Şecaatname (İstanbul Üniversitesi merkez kütüphanesi, no. T. 6043) adlı yapıtında Osman Paşa'nın menkıbelerle dolu yaşa­ mını, savaşlarını anlattı. Yapıtta Ali bin Yu­ suf’un yaptığı 77 minyatür vardır. Asafi mahlasıyla şiirler de yazdı. O K D A Y (Ahmet Tevfik) -* TEVFİK PAŞA (Ahmet). O K E A N İD A a Yun mit. Okeanos ile Tethys'in kızı olan deniz nymphesi. (Okeanidalar çok kalabalıktı. En ünlüleri Styks ve Kallirrhoe’dir.) O K E A N O S . Yun. mit. Üzerinde oturulan toprakları çevreleyen engin denizin kişileştirilmiş biçimi. Tüm ırmak ve Okeanidalar’ ın babasıydı. Titanlar'ın en büyüğü, Uranos ile Gaia’nın oğlu ve Tethys'in kocasıy­ dı. O k ç c le , Varşova’nın güney-batı kenarın­ da bulunan havalimanı. O K E E C H O B E E g ö lü , ABD'de göl, Florida'nın güneyinde, birçok kanalla At­ las okyanusu'na bağlanır; yaklaşık 1 800 km2. Gölün doğu kıyısında termik santral. O ’ K E E F F E (Georgia), amerikalı kadın ressam (Sun Prairie yakınında, Wisconsin, 1887 - Santa Fe, Kaliforniya, 1986). New York'ta, Art Student’s League’de akade­ mik bir öğrenim gördü; ancak, gelenek­ sel Avrupa resim anlayışını kısa bir süre sonra terk ederek, Uzakdoğu sanatına yö­ neldi. 1916 yılında, fotoğrafçı Stieglitz'in (1924’te bu sanatçıyla evlendi) çevresin­ de toplanan galeri "291" ressamlarının sanat anlayışına yakınlık duydu. En çok işlediği konular kent manzaraları, gökde­ lenler ve neredeyse soyut bir anlayışta çalışılmış iri çiçek kümeleridir (Siyah süsen, 1926, Metropolitan Museum, New York). Lake George Window adlı tablosu (1929, Museum of Modern Art, ay. y.), 1945'ten sonra etkinlik gösteren kimi amerikalı sa­ natçıların plastik yansızlık arayışlarına ön­ cülük eder. 1940’ta Yeni Meksika'ya yer­ leşerek, biçimleri üsluplaştırmaya daya­ nan girişimlerini sürdürdü; yörenin çölümsü doğasından esinlenerek, tuhaf, düşsel yapıtlar ortaya koydu. O K E C H E M (Johannes) - ÖCKEGHEM. O ’K E L L Y (Sean), İrlandalI devlet adamı (Dublin 1882 - ay. y. 1966). Sinn Fein ha­ reketini oluşturanlardan biriydi (1905’e doğr.). Gael birliği sekreteri seçildi (1915 -1920); 1916 Paskalya ayaklanmasına ka­ tıldı. 1918’de cumhuriyetçilerden milletve­ kili seçildi ve hapisten çıkışında, ilk Dâil



Eireann’ın “ sözcüsü" oldu (1919-1921). Londra antlaşması'nı reddeden O'Kelly, De Valpra'nın başlıca yardımcılarından bi­ riydi. Eire başkanı (1945), 1949-1959 ara­ sında da İrlanda Cumhuriyeti'nin ilk Cum­ hurbaşkanı oldu. Ö K E N (Lorenz O ckenfuss, — denir), alman doğabilimci (Bohlsbach, Baden, 1779 - Zürich 1851). Sırasıyla Göttingen, Jena, Münih ve son olarak Zürich'te pro­ fesörlük yaptı, doğa filozofları okulunu kurdu, öken, 1790’dan itibaren ilk kez Goethe'nin düşündüğü sanılan, kafatası kemiklerinin omural bileşimini saptadı. Te­ mel yapıtları şunlardır: Lehrbuch des system der naturphilosophie (Doğafelsefesi sistemleri elkitabı) [1809-11]; Lehrbuch der Naturgeschicht (Doğabilim elkitabı) [1833-1841] O K E N İA a. (L. Öken’in adından). Soğuk ve ılıman denizlerin ortasularında yaşayan arttansolungaçlı yumuşakça cinsi. (Dişlidilinin her sırasında ve dişlidilin her iki ya­ nında yalnızca bir tek kenar dişi bulunur. Gömleklilerle beslenirler. Goniodorididae familyası.) O K E N İT a (fr. okünite; öz. a. L. Öken' den). Miner. Triklinik sistemde yer alan hid­ ratlı doğal kalsiyum silikat. O K E Y a. Oy. 1. İskambil kâğıdı yerine plastik, tahta vb. malzemeden yapılmış taşlar ve bunları dizmeye yarayan ıstakalarla oynanan, konkene benzer bir oyun. (Bk. ansikl. böl.) —2. Okey oyununda her yere işleyebilen taş, joker. —3. Okey takı­ mı, okey oyunu için gerekli ıstakaları ve taşları içeren oyun takımı. — A N S İK L. Okey en çok dört kişiyle ve on beş taşla oynanır. Joker olacak taş her el­ de yeniden saptanır. Jokeri saptamak ■üzere yere açılan taşı elinde bulundura­ na bir, tüm taşlarını gruplayıp yere açana iki, yere joker atarak ya da aynı renk ve tür taşları ikili gruplar halinde yan yana ge­ tirerek oyunu bitirene 4 birim para öde­ nir Sıra tekrar ilk dağıtana geldiğinde tur bağlanır ve oyunu kaybeden kazanana iki misli para öder. O K H (Oberkommando des Heeres'in ["kara ordusu başkomutanı” ] kısaltması), 1935’te oluşturulan alman kurmayı. Fritsch’in ayrılması (1938) üzerine önce Brauchitsch, sonra bizzat Hitler (1941 so­ nu) tarafından yönetildi; Hitler'in ÖKH'daki kurmay başkanları sırasıyla Halder, Zeitzler, Guderian'dt. OKH, sonunda OKW’nin bünyesinde eridi (mayıs 1945). 1942'den başlayarak harekât yetkisi Doğu cephe­ sinin yönetimiyle sınırlıydı. O K H A , Hindistan'da (Gucerat) liman, Umman denizi kıyısında, Kuç körfezi giri­ şinde, Kathiavar yarımadasınınhatı ucun­ da; 10 700 nüf. Okha'yı doğrudan Bom­ bay'a bağlayan bir demiryolu kentin ula­ şımını sağlar. Kimya ve metalürji (otomo­ bil montajı) sanayilerinin merkezi. Balıkçı­ lık limanı. O K İG B O (Christopher), İngilizce yazan nijeryalı yazar (Ojoto 1932 - Nsukka yakı­ nında 1967). Büyük ölçüde Ezra Pound' un etkisinde kalan üç şiir kitabı (Heavensgate, 1962; Limits, 1964; Distances, 1964) yayımladı. Biafra savaşı sırasında öldü, metinlerinin bütünü Labyrinths with Path of Thunder (1971) adlı yapıtta bir araya ge­ tirildi. O K İN A V A , Ryukyu takımadalarının başlıca adası ve bu adaları kapsayan ja­ pon ili; yönetim merkezi Naha. Okinava adası: 1 183 km2; 990 000 nüf. Okinava ili; 2 245 km2; 1 222 000 nüf. (1989). Ya­ nardağ kökenli adanın iklimi sıcak ve ya­ ğışlıdır, şiddetli tayfunlar görülür. Eski Ryukyu krallığının merkezi olan, 19451972 arası Amerikalıların işgalinde kalan ada, ülkenin diğer bölümlerinden farklı­ dır. Tarım (pirinç, tatiıpatates, muz, şeker­ kamışı), balıkçılık ve turizm (çok önemli­ dir) ile birlikte, ekonomiye egemendir.



Okinava —Ask. tar. 1945'te adanın fethi, Amerikalılar’a çok pahalıya mal oldu. 1 nisan 1945'te Okinava'ya çıkan X. amerikan or­ dusu, XXXII. japon ordusunun zorlu bir di­ renciyle karşılaştı. Japon ordusu, ameri­ kan deniz birliklerine ağır kayıplar verdi­ ren (15 gemi battı) donanma ve kamikazeleri tarafından destekleniyordu. Adanın güneyinde mevzilenen Japonlar, 60 000’den çok ölü vererek, 24 hazirana ka­ dar direndiler. (-» PASİFİK SEFERLERİ.) 1951'de imzalanan San Francisco Japon-Amerikan barış antlaşması’yla, Ryukyu takımadaları ve özellikle Okinava adası, ABD'nin idari veâayetine verildi. Bunun üzerine Okinava, ABD'nin Büyük Okyanus'taki askeri düzeninin ağır topla­ rından biri durumuna gelerek Kore ve Vi­ etnam savaşları sırasında önemli bir rol oynadı. 14 mayıs 1972'de ada, Japonya' ya geri verildi. Amerikalılar, adaya nükle­ er silah yerleştirmemek koşuluyla, oradaki askeri üslerini korumayı sağladılar.



8802



O K İY Y E a. (ar. u(r(ca, okka'dan ukiyye). Kırk dirhem'lik eski bir ağırlık ölçüsü. O K K A a. (ar. ulrlra). 1. 1 283 gramlık es­ ki ağırlık ölçüsü birimi. (1931'de yürürlü­ ğe giren Ölçüler kanunu ile okka yerine ki­ logram kullanılmaya başlanmıştır.) — 2 . Okka çekmek, umulandan ağır gelmek. || Okka dört yüz dirhem, sözkonusu bir gerçeğin koşullar değişse bile değişme­ yeceğini vurgulamak için söylenir || Okka­ nın altına gitmek, suçsuz olduğu halde suçlu sayılmak, haksız yere bir zarar, bir ceza görmek: Onlara bir şey olmadı, ok­ kanın altına giden biz olduk. —Fırınc. Bir ekmeklik hamur. O K K A L A M A K g. f. 1. Bir şeyi okkala­ mak, onun ağırlığını kestirmek için elle tartmak. —2. Bir kimseyi okkalamak, onu abartılı bir biçimde övmek, pohpohlamak.



oMuldfpi



O K K A L I sıf. 1. Kiloca ağır, şişman bir kimse için kullanılır: Ense, göbek yerinde okkalı bir adam. —2. Büyük, iri: Benim kahvemi şöyle okkalı bir fincana koy. —3. Ağır, etkisi güçlü bir söz ya da eylem için kullanılır: Okkalı bir cevap. Okkalı bir küfür savurmak. Okkalı bir yumruk. —4. Büyük, hatırı sayılır, önemli: Okkalı bir ser­ vete konmak. —5. Okkalı kahve, bol kah­ ve ile yapılıp büyük fincana konulan kah­ ve. O K K A L IK sıf. 1. Sayı sıf. + okkalık, be­ lirtilen okka ağırlığında olan: Üç okkalık karpuz; belirtilen okka ağırlığındaki şeyi içine alabilen: On okkalık pekmez tene­ kesi. —2. Bir okka ağırlığında olan ya da bir okkalık şeyi içine alabilen: Okkalık ek­ mek. Okkalık şişe. O K L A Ö I TO YG A R I a. ispanya'dan Türkistan’a kadar Asya ve Avrupa'nın gü­ neyinde ve Kuzey Afrika’da yaşayan iri tarlakuşu. (Kahverengimsi tüylü, sağlam ga­ galı, güzel ötüşlü bir kuştur. Bil. a. Melanocorypha calarıdra; tarlakuşugiller famil­ yası.) [Eşanl. BOĞMAKLI KUŞ.]



genin ABD'ye bırakılmasından (1803) sonra, buradaki amerlkalı kâşiflerin sayı­ sı arttı. Kongre'nin, "beş ulus''tan (Cherokeeler, Chickasawlar, Choctawlar, Creekler ve Seminoller) Kızılderililer için özel koruma bölgesi olarak saptadığı (1834) kızılderili arazisi, 1889-1904 arasında yavaş yavaş beyaz sömürgeleştirmeye açıldı. 1907'de Oklahoma, Birlik eyaleti durumu­ na geldi. O K L A H O M A C IT Y , ABD'de kent, Oklahoma'nin merkezi, Canadian River' ın kuzey koyu kıyısında, 444 719 nüf. (1990). 1889'da kurulan kentin nüfusu. 1900'de yalnızca 1 0 0 0 0 'dl; olağanüstü büyümesi bir petrol bölgesinin ortasında bulunmasının sonucudur. Günümüzde, çeşitli sanayileri (petrol rafinerisi ve pet­ rol çıkarma makineleri, hava taşıtları ya­ pımı, elektronik araçlar) içeren bir mer­ kezdir. Kızılderili müzesi.



ya) yaşayan tek türü oklukirpi ya da dikenli domuz adıyla bilinen Hystrix cristata’dır. Bütün oklukirpilerin kürkünde, sırt kesi­ minde, en azından birkaç sert ve sivri uç­ lu diken bulunur; bu dikenler hayvanın düşmanlarından korunmak için kullandı­ ğı tek silahtır. Oklukirpilerin çoğu 20-30 kg ağırlığında iri hayvanlardır. Bitkiler, soğan­ lar ve özellikle de köklerle beslenir; gün­ düzlerini derin yeraltı yuvalarında geçirir­ ler Bazıları ormanlar ve ağaçlarda yaşa­ yan 15 türü (Atherurus ve Trichys cinsleri) vardır. O K L U K İR P İG İL L E R a Eski Dünya da yaşayan okluklrplmsiler alttakımından ke­ mirici familyası. (Gececi, toprakta yaşayan kazıcı hayvanlardır. Sırtlarında sert, güç­ lü dikenler bulunur. Bil. a. Hystricidae.)



O K L U K İR P İM S İL E R a. Sert kıllı, güç­ lü tırnaklı kemiriciler alttakımı. (Oklukirpimsiler 16 familyaya ayrılır. Çoğu Güney Amerika'da yaşar. Başlıca familyaları: ok­ O K L A M A K g. f. Okla vurup öldürmek lukirpigiller, okluağaçkirpisigiller [amerika ya da yaralamak. okluklrpisi], kobaygiller [kobay ve mara], ♦ gçz. f. Ok gibi fırlamak. sukobayıgiller [sudomuzu], pakaranagiF ♦ oklanm ak gçz. f. Ok ile vurulmak. 1er [pakarana], agutigiller [agutiler, paha­ lar], çlnçilyagiller [çinçilyalar], antilsıçanıO KLAN M AK - O K L A M A K . glller [tukotuko], Petromyidae [daman sı­ O K LA V A a. (esk. türkç.ok'tan ok-lagu). çanı], toprakkazangiller [köstebek sıçanı], 1. Uçlara doğru incelen ve hamur açma­ taraklıkobaygiller [gundller].) ya yarayan uzun, yuvarlak çubuk. — 2 . O K LÛ Z Y O N a. (fr. occlusion). Meteorol. Oklava yutmuş gibi, dimdik duranlar için 1. Bir siklonun sıcak ve soğuk cepheleri­ kullanılır; baston yutmuş gibi. nin birbirine kavuşması. —2. Bunun so­ O K L O , Gabon'da yer, Mounana yakının­ nucu meydana gelen tedirginlikler. —3. da, Moanda’nın (Yukarı Ögoue) K.'inde. Geriye oklüzyon, bir siklonun merkezi ke­ Uranyum yatağı. siminin ötesinde meydana gelen ve soğuk cephenin gerisinde yer alan oklüzyon. O K L U sıf. Oku ya da oka benzer uzantı­ (Geriye oklüzyon İkincil bir soğuk cephe ları olan. gibi davranır.) —Fiat. Oklu besmele, içindeki sin (s) har­ fi keşideli (uzatılarak) yazılmış besmele. O K M E Y D A N I, İstanbul'da, Şişli ile Ka­ (Oklu besmelede sinden sonra gelen harf sımpaşa arasında, FHaJiç'e bakan sırtlarda topluluğunun boyunun sin boyunda ol­ semt; adını Osmanlı döneminde burada masına özen gösterilir.) sık sık düzenlenen ok atma yarışmaların­ —Kûm. kur. Bir bağıntının oklu şeması, dan aldı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' sonlu bir E kümesinden sonlu bir F kü­ un fethi sırasında gemilerini Flaliç'ten de­ mesine doğru bir bağıntının, E nin her nize indirirken otağını burada kurmuş ve elemanını, F nin bağıntılı olduğu elema­ fetihten sonra burası okçuluğa ayrılmıştı. nına ya da elemanlarına oklu yaylarla bir­ Okçular tekkesi de buradaydı. Günümüz­ leştiren grafik gösterim. deki yoğun nüfus artışı nedeniyle iskân O k lu -H a ç 1935'te, Ferenc Szâlasi tara­ fından kurulan ve 1938’de iki yüz elli bin üyeyi bir araya getirmiş olan macar faşist partisi. Kral naibi amiral Florthy ile müca­ dele eden “ Oklu-Flaç'’ partisi, kendileri­ ni yedek güç olarak gören Führer’in gü­ venini kazanmayı başaramadı. 1944 eki­ minde Florthy’nin tutuklanmasının ardın­ dan Szâlasi, Macaristan’da iktidarı ele al­ dı ve kanlı bir diktatörlüğün uygulayıcısı oldu. Son "Oklu-Flaç” üyeleri Budapeş­ te savaşı’nda alman saflarında yer aldı ve bu savaş onların sonu oldu. O K L U T A N R E K a. Madagaskar'da ya­ şayan, küçük, böcekçil, gececi memeli hayvan. (Tanrek ile akrabadır, ama bütün yıl etkinlik gösterir. Bedeninin sırt yüzü ve güdük kuyruğu dikenlerle kaplıdır. Bil. a. Setifer setosus; tanrekgiller familyası; böcekçiller takımı; boyu 2 0 cm.) .



O K L A H O M A , ABD'nin orta-güneyinde eyalet; 181 090 km2; 3 298 000 nüf. O K LU A Ö A Ç K İR P İS İG İLLE R a. Ame­ (1991). Merkezi Oklahoma City. Eyaletin rika’da ağaçlarda yaşayan kirpileri içeren orta kesiminde, 300-500 m yükseltide familya. (Başlıca türleri: Amerika ve Mek­ ovalar (Cherokee, Osage), batıda 1 000 sika'da bulunan urzon [Erethizon dorsam yükseltide platolar, güney-doğuda fı/m], Latin Amerika'daki kavrayıcı kuyruk­ 900-1 000 m yükseklikte dağlar (Wichita, lu kuandu [Coendu prehensilis] ve hak­ Ouachitalar'ın ve Ozark'ın kenarı), ayrıca larında az bilgi olan Güney Amerika'daki Arkansas'a bağlı büyük vadiler bulunur. dikenli başka türler. Bil. a. Erethizontidae) Batısı kurak ve bozkır görünümlü, doğu­ suysa nemli ve ağaçlıktır. Eyaletin eko­ O K L U D E N S a. (fr occludensten). Donomisi, doğuda tarıma (buğday, kocadakubil. Zarların kaynaşmasıyla oluşan hüc­ rı), batıda yaygın yöntemlerle yapılan bü­ relerarası bağlantı sistemi. yükbaş hayvancılığa, petrol ve gaz çıka­ O K L U K a. Esk. sil. Meşinden yapılmış, rımına dayanır. Sanayi (besin, petrokimsırtta taşınan ok kılıfı; sadak, ok kuburu. ya, madencilik gereçleri, uzay araçları yapımı) ve başlıca yerleşme alanları, Ok­ ^ O K L U K İR P İ a. Eski Dünyada yaşayan, sırtında uzun dikenler bulunan bazı kemi­ lahoma City ile Tulsa'da toplanmıştır. rici memelilerin ortak adı. (Oklukirpigiller —Tar. Ispanyollar'ın ayak basmadık yer familyası.) bırakmadıkları ülkeyi (Coronado [1541], — A N S İ K L Oklukirpiler, Afrika ve Güney Don Diego del Castillo, [1650]), Cavaller -doğu Asya'nın gececi, kazıcı hayvanları­ de la Salle, 1682 yılında Louisiana ile bir­ dır. Avrupa’da (Yunanistan, İtalya, ispan­ likte kral Louis XIV adına ilhak etti. Böl­



sahası içine alındı ve burada çok katlı si­ teler yapıldı. Darülaceze, Sosyal sigorta­ lar hastanesi bu bölgededir. O K N O S . Yun. mit. Cehennemlerde son­ suza kadar bir ip ören kişi. Ördüğü ip, di­ şi bir eşek tarafından devamlı olarak yu­ tulurdu. O K O P E N K O (Andreas), avusturyalı ya­ zar (Kosice, Slovakya, 1930). Gerçeküs­ tücülüğe yakın yergici bir anlayışın dina­ mizm kattığı öyküler ve romanlar (Lexikon einer sentimentalen Reise zum Exporteur -treffen in Druden, 1970), küçük memur­ ların ve bürokratların sıkıntılı yaşamlarını anlatan şiriler (Grüner November, 1957) yazdı, bu şiirlerin bir bölümünde, "non -sens” a (Warum sind die Latrinen so tra­ urig?, 1969) ya da parodiye (Der Akazien­ fresser Parodien, Hommagen, Wellenrit­ te, 1973) kaydı. O K P O , Güney Kore'de sanayi (tersane­ ler) yeri, ülkenin güney kıyısında, Pusan yakınında. O K R a. (fr. ocre). AŞIBOYASl'nın eşanlam­ lısı.



O K R A a. Clltç. Deri ciltlerde kurt yenik­ lerinden dolayı meydana gelen iz. O K R A M A K gçz. f. Susayan, acıkan bir attan söz ederken, yiyecek ve içecek gör­ düğünde kişnemek. OKRATASYON a. (fr. ocratation). Beton yüzeyini, yaklaşık 4 bar’lık basınç altında, silisyum tetrafluorürle (SİF^) işleme yönte­ mi. (Okratasyon, betonların asitlere, bitki­ sel ve mineral yağlara karşı kimyasal di­ rencini olduğu gibi, su geçirmezliğini, ba­ sınca ve aşınmaya karşı dayanımını da artınr.) O K R O N O Z a. (fr. ochronose). Patol.



oksihidrojen Özellikle gözün sert tabakasında, kulak­ larda ve burun kanatlarında belirgin ol­ mak üzere kıkırdakların ve bazı deri böl­ gelerinin sarı ya da kahverengi-gri bir renk almasıyla belirgin nadir hastalık. (Sıklıkla alkaptonüriyle birlikte görülür.) O K R O S P O R LU sıf. Esmer-sarı renkte sporları olan mantarlara denir. 1 O K S (İK O K S İD (O K -O K S İT (fr ox[y]-, oxyd[o]-, -oxyde; yun. oksys, acı, ekşi’den). Önek ya da sonek ola­ rak birçok sözcüğün bileşimine girer: oksasit, oksiyantus, oksidoreduksiyon, protoksit. 2. O K S (İ)- (fr. ox\y]-; oksijenin fransızca yazılışı oxygéne’den). Kimyada, bir bileşikte oksijen kökünün (-o-) bu­ lunduğunu gösterir.



O K S İA O K S A L İL - (fr. oxalyl-). Org. kim. Bir molekülde oksalil kökünün varlığını gösteren önek. O K S A L İL a. (fr. oxalyle). Org. kim. Ok­ salik asitten türeyen —CO—CO— formü­ lünde iki değerli kök. (Oksalil klorür; 70 °C’ta kaynayan bir sıvıdır.)



OKSOASİT’in eşanlamlısı.



O K S ALO Z a. (fr. oxalose). Büyük bir olası­ lıkla kalıtsal bir enzim eksikliğinden ileri ge­ len, başta böbrekler olmak üzere tüm or­ ganların işlevsel bölümlerinde kalsiyum ok­ salat kristalleri birikmesiyle belirgin ve böb­ rek kireçlenmesi ve süreğen böbrek yetmez­ liğiyle sonuçlanan metabolizma hastalığı.



O K S İB U P R O K A İN a. (fr. oxybuprocai'ne). Yüzeysel anestezik etkili sentetik ilaç. (Hidroklorür tuzu göz ile kulak-burun -boğaz hastalıklarında küçük tıbbi müda­ halelerde kullanılır.)



O K S A L A M İT a. (fr. oxalamideden). Org. kim. OKSAMİT’in eşanlamlısı.



O K S A M İK sıf. (fr. oxamique). Org. kim. Oksamik asit, oksalik asidin, H2 N—CO —CO—OH formülünde monoamidi. O K S A M İT a. (fr. oxamide'den). Org. kim. Oksalik asidin, H2 N—CO—CO—NH 2 for­ mülünde diamidi. (Eşanl. OKSALAMİT.)



O K S A L A S E T İK sıf. (fr. oxalacétique). O K S A M İT a. (fr. oxammite). Miner. OrtoOrg. kim. Oksalasetik asit, formülü rombik sistemde yer alan hidratlı doğal H O C O -C O -C H 2-C O O H olan butoamonyum oksalat. nondioik asidin yaygın adı. —ANSİKL. Oksalasetik asit, Krebs çevri­ O K S A N a. (fr. oxanne). Org. kim. tetr a HİDROPİRAN'ın eşanlamlısı. minde (yağ asitleri metabolizması), malik asit - sitrik asit arasında önemli bir rol oy­ O K S A S İT a. (fr. oxacide' den). Kim. OKSOnar. Etil asit diesteri, yanı etil oksalasetat, ASİT'in eşanlamlısı. ısıtıldığında kolayca bir mol karbonmonoksit yitirerek etil malonatı verir. Bu özel­ S O K S A Z E P A M a. (fr. oxazépam). Org. kim. Benzodiazepınin, formülü c , 5 h „ lik, CH 2 grubu üzerinde ornatılmış oksalCIN20 2 olan türevi; sakinleştirici olarak kul­ asetatlarda da görülür; etil fenilmalonat lanılır. gibi başka yoldan elde edilmesi çok zor olan malonatların hazırlanmasında kulla­ s O K S A Z İN a. (fr. oxazme). Org. kim. Capri mavisi, gallosıyanın, fenosiyanin gibi bir­ nılır. çok önemli boyarmaddenin türetildiği O K S A LA T a. (fr. oxalate). Org. kim. O.ksalik asidin tuzu ya da esteri. C4 H4NO X formülünde azapirilyum tuzla­ —ANSİKL. Eczc. Demir oksalat, suda çö­ rının yaygın adı. zünmeyen, saman sarısı renginde bir toz­ dur. Demir eksikliğine bağlı kansızlıkların v O K S A Z O L a. (fr. oxazole). Org. kim. 1. Formülü C3 H3NO olan ayrıkhalkalı bileşik. tedavisinde kullanılır. —2. Bu bileşikteki hidrojen atomları yeri­ O K S A L E M İ a. (fr. oxalémie). Biyokim. ne hidrokarbon kökleri getirilerek türetilen Kandaki oksalik asit miktarı. (Normal ola­ bir grup maddeye (oksazoller) verilen ad. rak 1 litre kanda 2 mg'dan azdır.) O K S A Z O LİD İN a. (fr. oxazoUdinë). Org. O K S A L İK sıf. (fr. oxalique). Org. kim. Ok­ kim. Tetrahidro-oksazollere verilen genel ad. salik asit, formülü HOCO—COOH olan etandioik asidin yaygın adı. —ANSİKL. Scheele'nin 1776'da, şekeri yükseltgeyerek keşfettiği oksalik asit, do­ ğada ekşiyonca (oxalis) ve labada (rumex) türlerinde yaygın olarak bulunur. Bir mol potasyum içeren tuzuna kuzukulağında, kalsiyum tuzunaysa kimi bitkisel taşlar ile kimi böbrek taşlarında rastlanır. Eskiden glusitlerin (nişasta, odun talaşı) yükseltgenmesiyle hazırlanan oksalik asit, günü­ müzde karbonmonoksidin 300 °C'ta sod­ yum hidroksit üzerine etkimesi ya da sod­ yum formiyatın ısıtılması sonunda sodyum tuzu biçiminde elde edilir. Oksalik asit oldukça kuvvetli bir diasittir (pKA=1,2 ve 4,2); örneğin sülfürik asit yanında ısıtıldığında, su, karbonmonoksit ve karbondiokside bozunur. Bu bakımdan potasyum permanganatla kendi niceliği­ nin belirlenmesinde yararlanılan indirgen özellikler taşır. Bu özellikler oksalik asi­ de ayrıca yüksek bir zehirlilik verir. Alkali tuzları dışında, öteki tuzları suda çözün­ mez. Oksalik asit sanayide, aşındırıcı (boya­ cılık), kompleks yapıcı (pas, vernik ya da mürekkep lekelerini çıkarmak için), indir­ gen ve asit olarak değişik uygulamalar­ da kullanılır. —Tip. Oksalik asidin kalsiyum tuzları iç kö­ kenli olabileceği gibi (glikokol) dış köken­ li de olabilir (çay, kahve, kuzukulağı, ıspa­ nak, domates) ve asit ortamda kristalleşe­ rek idrar yollarında taş yapabilir.



O K S İ A S İT a (fr oxyacide'den). Kim. O K S İB R O M Ü R a. (fr. oxybromuré). Anorg. kim. Yapısında oksijen ve bromun yanı sıra bir başka element bulunan bile­ şik.



O K S A L Ü R İ a. (fr. oxalurie). Biyokim. İd­ rarda kalsiyum oksalat biçiminde bulunan oksalik asit oranı. (Önemli bir yükselme taş oluşumuna yol açar.)



O K S A Z O LİN a. (fr. oxazoline). Org. kim. Dihidro-oksazollere verilen genel ad. O K S E L A D İN a. (fr. oxéladine). Öksürük merkezini baskılayıcı etkisi nedeniyle kul­ lanılan sentetik ilaç. (Süreğen, inatçı ve spazmlı öksürüklerle boğmaca ve kızamık hastalıklarında sitrat tuzu halinde kullanılır.) O KSER a. (fr. oxer). Bine. GENİŞ' ENGEL' in eşanlamlısı. O K S E R A a. (fr. oxera). Karşıt yapraklı, yaprakların koltuğunda ya da dal ucun­ da talkım halinde toplu çiçekli, genellikle tırmanıcı çalı. (Yeni Kaledonya'da yetişen 2 0 türü bilinir, bazıları seralarda süs bitki­ si olarak yetiştirilir. Bil. a. oxera; mineçiçeğigiller familyası.) O K S ETAN a. (fr. oxétanne). Org. kim. Formülü C3 H60 olan ayrıkhalkalı bileşik. O K S FO R D a. (öz. a. Oxford’dan). Özel­ likle gömlek yapımında kullanılan, ilk ola­ rak İngiltere'de dokunmuş, çok sağlam, belirgin pütürlü, çizgili ya da kareli pamuk­ lu bez. ' O K S F O R D İY E N a. (fr. oxfordien). Yerbil. OXFORD KATl'nın eşanlamlısı.



O K S H İD R A Z a. (fr. oxhydrase). Biyo­ kim. Bir alttepkenden oksijenli su oluşu­ muyla hidrojen giderilmesini katalizleyen enzim. O K S İ- -



OKS (I)-.



8803



O K S İA S E TİLE N a. (ing. oxyacétylène). Kaynakç. [Tamlayan olarak] Oksijen ve asetilen karışımını, alevi bu karışımın yan­ masıyla oluşan hamlacı ve bu hamlaçla yapılan kaynağı belirtir.



O K S A L O S Ü K S İN İK sıf. (fr. oxalosuccinique). Biyokim. Oksalosüksinik asit, Krebs çevrimi sırasında oluşan, izositrik asit ile a-ketoglutarık asit arası ürün.



O K S A L - (fr. oxal-). Org. kim. Bir mo­ lekülde birdeğerli HOCO—CO— kö­ künün varlığını gösteren önek.



OKSALASETAT a. (fr oxalacétate). Org. kim. Oksalasetik asidin tuzu ya da esteri.



SİVRİADA.



H



C6H5



O K S İD A S Y O N a. (fr. oxydation). YÜKSELTGEME ya da YÜKSELTGENME’nin eşan­ lamlısı.



o ksazepam



O K S İD A Z a. (fr. oxydase). Biyokim. Bir alttepkenin hidrojenine moleküler oksije­ nin özgül olarak bağlanmasını katalizleyen enzim. (En önemli oksidaz solunum zin­ cirindeki sitokrom oksidazdır. Bütün oksidazlar, siyanürler, karbonmonoksit ve kü­ kürtlü hidrojenle etkinliklerini kaybederler.) —ANSİKL. Eczc. Birçok ilaç, bileşim ve et­ kilerini değiştiren oksidazların etkisine duyarlıdır. Bu nedenle ilaçların çoğunun, özellikle hayvansal kaynaklı olanların, ka­ palı şişelerde ve havasız ortamda saklan­ malarını sağlamak gerekir. Kurutulmuş bit­ kilerin taze hallerindeki özelliklerini kaybet­ memeleri, içerdikleri oksidazların, Perrot ve Goris yöntemine göre alkol buharı ile yapılan sterılizasyon sonucu tahrip edil­ meleriyle sağlanır. O K S İD A Z İK sıf. (fr. oxydasiqué). Biyo­ kim. Oksidazlara ilişkin olan, oksidazlar ta­ rafından harekete geçirilen. O k s id o r e d ü k s ly o n



ö lç ü m ü



-*



YÜKSELTGENME' - İNDİRGENME ÖLÇÜMÜ.



O K S İD O R E D Ü K T A Z a. (fr. oxydoréduetase). Yükseltgeme ve indirgeme tep­ kimelerini katalizleyen, yani bir vericiden bir alıcıya elektronlar aktaran enzim. O K S İD R İL a. (fr. oxhydryle'den). Kim. HİDROKSİL'in eşanlamlısı.



O K S İFE N BU TAZO N a. (fr. oxyphenbutazone). Antienflamatuvar, ağrı kesici ve ateş düşürücü etkili sentetik ilaç. O K S İF İL sıf. (fr. oxyphile). Dokubıl. Asit boyalara karşı özel ilgisi olan hücre ya da madde için kullanılır. —Hematol. Bazen eozinofil alyuvarlar için kullanılır.



oksazol



O K S İFLU O R Ü R a. (fr. oxyfluoruréüen) Anorg. kim. Oksijen, fluor ve bir başka elementten oluşan bileşik. O K S İG A Z a. (fr. oxygaz). Kim. [Tamlayan olarak] Oksijen ve bir başka gazdan (do­ ğal ya da fabrika gazı) oluşan bir karışım, bu karışımın yanması sonunda çıkan ale­ vi ve bu alevle çalışan bir hamlacı belir­ tir: Oksigaz karışımı. Oksigaz alevi. Oksigaz hamlacı. O K S İG E N A Z a. (fr. oxygénase'dan). Biyol. Bir peroksidin oluşumunu katalizleyen enzim. O K S İH E M O G LO B İN a. (fr. oxyhémoglobine). Oksijenin, akciğer alveolleriyle kılcal damarlar arasındaki zardan geçtik­ ten sonra dokulara taşınmak üzere he­ moglobine bağlanan kısmı. —'Tip. Oksihemoglobinin ayrılma eğrisi, BARCROFT EĞRİSİ'nin eşanlamlısı. O K S İH İD R O JE N a. (ing oxyhydrogen). Kaynakç. [Tamlayan olarak] Hidrojen ve oksijenden oluşan bir gaz karışımını, bu karışımla çalışan hamlacı, yine bu ka­ rışımın yanmasıyla elde edilen alevi ve bu alevle yapılan kaynağı belirtir. (Yüksek sı­ caklıklı [2 250 °C] oksihidrojen alevi me­ talürjide uzun süre çeliğe, dökme demire,



CH;



I ch



CH2



I 2—



oksetan



o



oksihidrojen bakıra ve alüminyuma kaynak yapmada, dövme, lehimleme, kalıplama vb. İşlemle­ rinde kullanıldı. Günümüzde bu alevden özel kesici hamlaçlarla su altında yapılan ısıl kesme uygulamalarında yararlanılmak­ tadır.)



8804



O K S İH İD R O K S İT a. (fr oxyhydroxyde’ den). Pedol. Hidratlı oteit. . O K S İİY O D Ü R a. (fr. oxyiodure'den). Anorg. kim. Bileşiminde iyot, oksijen ve bir başka element bulunan bileşik. I O K S İJ E N a. (fr. oxygène; yun. oksys, asit, ve gennant, doğurmaksan). Hacim olarak yer atmosferinin beşte birini mey­ dana getiren, solunum için zorunlu olan iklatomlu gaz cisim (0 2). [Simgesi O olan kimyasal element.] (Bk. ansikl. böl.) —Berbl. Oksijen sürmek, sulandırılmış ok­ sijenle saçların rengini açmak. —Fişekç. Sıvı oksijenli patlayıcı, sıvı oksi­ jen emdirilmiş katı yanıcı maddelerden ya­ pılmış patlayıcı. (Bk. ansikt. böl.) —Jeoklm. Oksijenin silikatlı minerallerdeki izotop oranı, silikatlardan alınan örnek ile deniz suyunda bulanan ortalama 180/160 oranına göre ölçülür, (iki mineral arasın­ daki izotop dengesi bulunabilirse, hem bir kayacın oluşum sıcaklığı hesaplanabilir, hem de en önemli kayaçların meydana geldiği ısıl alanların tablosu hazırlanabi­ lir.) —Kim. Oksijen giderici, bir ortamdaki ok­ sijeni uzaklaştırabilen madde. |j Oksijen gi­ dermek, bir karışımda yer alan ya da bir madde içinde bileşmiş olarak bulunan ok­ sijeni uzaklaştırmak. —Nörobiyol. Beyinde oksijen tedavisi, beyne oksijen gelişini artıran tedavi yön­ temlerinin tümü. (Bk. ansikt. böl.) —San. Oksijen boruhattı, oksijen gazının uzak yerlere taşınmasında kullanılan bo­ ru sistemi. —Tip. Oksijen tedavisi, oksijenle yapılan tıbbi tedavi. (Eşanl. OKSİJENLEM E.) [Bk. ansikl. böl.] —Zool. Oksijen taşıma gücü, belli bir hay­ van türünde, bir santimetre küp kanın ta­ şıyabileceği oksijen miktarı. — ANSİKL. Anorg. kim. Oksijen 1771-1774 yılları arasında potasyum nitrat ve cıva ok­ sidin ısıl bozunması sonunda Priestley ile Scheele tarafından bulundu. 1775’ten sonra Lavoisier, su ve havadaki varlığını kanıtlayarak temel özelliklerini saptadı, yanma ve solunum olaylarındaki önemi­ ni ortaya çıkardı, asitlerin yapısında kesin olarak bulunduğuna inandığından, bu elemente “ asit doğuran” anlamında oksıvı oksijen üretimi sijen adını verdi.



Oksijen, yerkürede en bol bulunan ele­ menttir. Atmosferde serbest olarak bulu­ nur, ağırlık olarak suyun dokuzda sekizi­ ni oluşturur. Yerkabuğunun önemli bir bö­ lümünü meydana getiren silikat ve karbo­ natlarda, bitkisel ya da hayvansal organik maddelerin çoğunda yer alır. • Fiziksel özellikleri. Oksijen, 1,105‘yoğunluğunda, sıvılaştırılması zor (ilk kez 1-877’de Cailletet ile Pictet tarafından sıvılaştırıldı), renksiz, kokusuz bir gazdır. Sı­ vılaştırdığında, paramanyetik özellikleri olan mavi renkli bir sıvı elde edilir. Suda az (0 °C'ta bir litre suda 40 cm3), erimiş gümüşte çok çözünür; ancak gümüşün katılaşması sırasında oksijen yeniden açı­ ğa çıkar (kabarma) Atom numarası: 8 Atom kütlesi: 15,9994 Erime sıcaklığı:'-2 1 8 ,4 °C Kaynama sıcaklığı: -182.96 °C Yoğunluğu: 1,105 Yükseltgenme derecesi: - 2 Elektron biçimlenmesi: 1s2 2s2 2p 4 izotoplan: 14-19 Doğal oksijen:



160



% 99,76 % 0,04 18Q o/o 0 ,2 0 ,70



• Kimyasai özellikleri. Oksijen, flüorda« sonra elektronegatifliği en yüksek olan elementtir Nitekim bileşikler oluştururken neonun elektron biçimlenmesine erişmek için büyük bir eğilim gösterir. Kendisinde bulunmayan iki elektronu şu yollardan ala­ bilir: 1 . örneğin metal oksitlerde olduğu gibi O2“ anyonu oluşturur (Na20, CaO); 2 . yapısında yer alan eşleşmemiş iki elek­ tronu kullanarak ortak değerlikli iki bağ meydana getirir; örneğin suda (H2 0) ol­ duğu gibi ametallerle verdiği bileşiklerde böyle bir durum sözkonusudur; 3. nitrik asitte olduğu gibi, verici atomdan gelen bir çift elektron bağlarken alıcı rolü oynar: HO—N



S



*o Paramanyetik olan oksijen molekülü, çok kararlıdır, ancak 1 700 °C'ın üzerin­ de ayrışmaya başlar. Özellikle sıcakta, ge­ nellikle büyük bir tepkinlik gösterir. Nor­ mal yükseltgenme-indırgenme potansiye­ linin değerinden de anlaşılacağı gibi ol­ dukça büyük bir yükseltgeme gücü var­ dır: Ahr liq u id e ş irk e ti'n in b ir b e lg e s in e g ö re



SOĞUTM A



A R ITM A



DAM ITM A



alçak basınç kolonu



karbondioksit giderme



orta basınç kolonu



ısıgeçirmez zarf basınç düşürücü



hava



sıvı hava



sıvı oksijen



oksijen gazı



azot gazı ~~j sodyum hidroksit



0 2 (gaz) + 4H + 4 e - - 2H20 (sıvı) E0 =+1,23 volt. Oksijenin yer aldığı tepkimelerin çoğu, ısıveren tepkimelerdir. Oksijen bağlanma­ sına, genellikle ısı açığa çıkardığı için "yanma" adı verilir. Yanma olayı, koşulla­ ra göre hızlı ya da yavaş gerçekleşir. Azot ve halojenlerin dışında ametallerin tümü, özellikle hidrojen, kükürt, fosfor ve karbon oksijen içinde, genellikle havada yanabi­ lir. Bu sırada yanma sıcaklığında, yanan elementin en kararlı bileşiği, yani su (H 20), kükürt dioksit (S02), fosfor pentaoksit (P20 5) ve karbondioksit (C 02) elde edilir. Kimi ametaller, özellikle beyaz fos­ for, oksijen ortamında yavaşça yanarak fosfit asidi anhidritini (P2 0 3, fosfor trioksit) verir. Oksijen azotla ancak elektrik arkı sı­ caklığında bileşir ve bu sırada çok az mik­ tarda azot monoksit (NO) meydana gelir. Altın ve platin dışında metaller, özellik­ le alkali ve toprak alkali metaller, magnez­ yum, alüminyum, çinko, karmaşık tuz ya da tuz oksit Fe20 4'ü veren demir, bakır, kurşun vb. oksijende yanar. Ayrıca pek çok metal havada soğukta yükseltgenir; demirde derinlemesine; alüminyum, çin­ ko, bakır ve kurşunda yüzeysel bir paslan­ ma biçiminde ortaya çıkan korozyon, ge­ nellikle havadaki su buharı ve karbondi­ oksit etkisiyle oluşur. Oksijen genellikle altoksitler tarafından tutulur; bu bileşikler arasında katalizle sül­ fürik asit anhidritine (S03, kükürt trioksit) dönüşen kükürt dioksit (S02),' soğukta azot dioksit (N 02) veren azot monoksit (NO), yanarak karbondioksit (C 02) mey­ dana getiren karbonmonoksit (CÛ) sayı­ labilir. Yanıcı elementlerden oluşan bileşikle­ rin kendileri de yanıcıdır; özellikle hidro­ jen ve karbonun verdiği bileşikler, yani or­ ganik maddeler, hidrokarbonlar, alkoller, karbonhidratlar vb. bu tür yanıcı bileşik­ lerdendir. Bu bileşikler yandıklarında su buharı ve karbondioksit verirler; ancak ok­ sijen miktarı yeterli düzeyde değilse, hid­ rojen karbondan önce yanar ve karbonun bir bölümü parlak bir alev vererek is ka­ rası ya da karbon siyahı biçiminde birikir. Kükürt, fosfor ve metal bileşikleri için de aynı durum sözkonusudur. Özellikle pek çok cevheri oluşturan metal sülfürler, bir hava akımı içinde kavrulduğunda orta sı­ caklıkta sülfatları, daha yüksek sıcaklıkta metal oksitler ile kükürt dioksidi verirler. Ayrıca pek çok bileşik, yavaş yavaş yükseltgenebilir; örneğin kimi mayaların etki­ siyle amonyak azot oksitlerine, alkol ase­ tik aside dönüşür, vb. Nihayet Lavoisier’ nin de kanıtladığı gibi solunum, organik maddelerin, canlıların dokularında mey­ dana gelen bir yükseltgenmeden başka bir şey değildir. Oksijenin bir ortamdaki varlığı, sönmekte olan bir odun parçası­ nın yeniden tutuşabilmesiyle anlaşılır. Ok­ sijenin bir gaz karışımı içindeki niceliğiy­ se, soğukta beyaz fosfor, pirogallik asit ve sodyum hidroksitle soğurularak belirlenir. • Elde edilişi. Oksijen sanayide, sıvı ha­ vanın ayrımsal damıtılması sonunda azot­ la aynı anda elde edilir: azot gaz halinde ayrılırken, oksijen sıvı olarak kazanılır. Gü­ nümüzde sanayide, büyük gereksinim du­ yulan oksijen bakımından zenginleştirilmiş hava (0/0 90), saatte 50 000 m 3 havayı işleyebilen aygıtlarla hazırlanabilir. Oksijen, alkali bir çözeltinin elektrolizi yoluyla su­ dan da elde edilebilir. Tepkime sırasında hidrojen katotta, oksijen anotta açığa çı­ kar. Bu yöntemlerle elde edilen oksijen de­ polanır ve daha sonra oksijen bombası denen çelik tüplerde 2 0 0 bar basınç al­ tında gaz halinde ya da yalıtılmış kaplar­ da sıvı olarak piyasaya verilir. Demir -çelik sanayisi gibi çok büyük miktarda oksijen tüketen merkezler için oksijen boruhatları döşenir. Oksijen laboratuvarda, potasyum kloratın (K C I03) katalitik (Mn0 2) olarak ya da oksilitin suyla bozunması sonunda elde edilir. Oksijen, yapay atmosfer oluşturmada ve tıpta kullanılır; ayrıca hamlaçlarda,



oksiselüloz demir-çelik sanayisinde (çeliğin arılaştırılmasında an oksijen, yüksekfırınlarda ha­ vanın oksijenle zenginleştirilmesi), organik (asetilen, okso bireşimi vb.) ve anorganik kimya (nitrik asit) sanayilerinde geniş öl­ çüde tüketilir. Sıvı olarak maden ocakla­ rında kullanılan patlayıcıların yapımında işe yarar. —Fişekç. Sıvı oksijenli patlayıcılar. Ağaç talaşı, toz mantar, nişasta gibi bu patlayı­ cıları yapmaya yarayan yanıcı maddele­ rin çok büyük bir emme yeteneği olması gerekir; bu yanıcılar, kâğıt ya da amyant­ tan yapılmış geçirgen bir kılıfla kaplı silin­ dir kartuşlar biçimine getirilir. Tam kullan­ madan önce, bu kartuşlar, 10-30 dakika, içinde sıvı oksijen bulunan bir kaba dal­ dırılır. Oksijen emdirilmiş ve böylece pat­ layıcı duruma gelmiş olan kartuşlar, nor­ mal sürekli patlayıcı kartuşları gibi bir ma­ den ocağı deliğine doldurulur. Sıvı oksi­ jenli patlayıcılar, daha çok, demir maden ocaklarında kullanılır. Patlayıcı istiflerini da­ ğıtmak ve ateş almama durumunda, ma­ den ocağı deliğinde hiçbir tehlikeli kalıntı bırakmamak gibi yararları vardır. —Nörobiyol. Karbonmonoksit zehirlen­ melerinde beynin oksijenlenmesi, yüksek basınçlı oksijen tedavisiyle sağlanır. Beyin damarlarının süreğen yetersizliklerinde, dolaşım üzerinde etkili olan ilaçlar (papaverin ya da çavdarmahmuzu türevleri sa­ yesinde damar genişletme ya da alyuvar­ ların biçim değiştirebilme yeteneğini artır­ dığı kabul edilen ve böylece beynin kan dolaşımını kolaylaştırdığı varsayılan ilaç­ lar), yani beyin oksijenlendiricileri kullanı­ lır, Hayvanlarda bu ilaçların etkinliği kanıt­ lanmış olmakla birlikte insanlardaki yarar­ lan henüz tam olarak ortaya konamamış­ tır. —Tip. Reanimasyonda muhakkak gerekli olan ve solunum yoluyla verilen oksijen, bütün hipoksemi hallerinde de (şok, bo­ ğulma, akut ya da süreğen solunum yet­ mezliği) gereklidir. Oksijen tedavisi, burun sondasıyla, bir maske aracılığıyla, yapay ya da kendiliğinden solunumda bir nefes borusu sondası yardımıyla normal basınç­ la uygulanabilir (alveoller düzeyine iletilen oksijen, atmosferde bulunduğu basınca eş bir basınca sahiptir). Yüksek basınçlı oksijen tedavisinde ise, oksijen havada bulunduğu basınçtan daha yüksek bir ba­ sınca getirilmiştir. (-► Y ÜKSEK BASINÇ OLUĞU") Bu tedavi yöntemi başlıca kar­ bonmonoksit zehirlenmelerinde, atarda­ mar iltihaplarında, gazlı kangrenlerde uy­ gulanır. O K S İJE N L E M E a. Fizs. kim. Oksijenlemek eylemi. —Fizyol. Kanın oksijenlenmesi, oksijenin hemoglobin tarafından tutulması. —Tıp. O KSİJEN* TEDAVİSİ'nln e ş a n la m lıs ı. O K S İJE N L E M E K g. f. Kim. Bir madde­ nin oksijenle bileşmesini ya da karışma­ sını sağlamak. —"Tıp. Bir hastayı oksijeniemek, hastaya oksijen tedavisi uygulamak. O K S İJE N L E N E B İL İR sıf. Fizs. kim. Oksijenle bileşebilen bir madde için kul­ lanılır. O K S İJE N L E N M E K gçz. f. Kim. 1. Ok­ sijenle bileşmiş olmak. —2. Oksijen içer­ mek. O K S İJE N L E Y İC İ sıf. Fizs. kim. Oksijenlenmeyi sağlayan bir madde için kullanı­ lır. ♦ a. Tip. Beyin oksijenleyici, beyine gi­ den oksijen miktarını artıran ilaç. O K S İJ E N L İ sıf. Kim. 1. Bileşiminde ok­ sijen bulunan bir madde için kullanılır. —2. Oksijenle sarartılmış saç için kullanı­ lır. —3. Oksijenli su, hidrojen peroksidin (H20 2) ° /o 3 ’lük sulu çözeltisine halk ara­ sında verilen ad. (-* SU.) O K S İJ E N S İZ sıf. Hidrol. Oksijen bakı­ mından fakirleşmiş deniz ve kara suları İçin kullanılır.



O K S İK A R B O N a. (fr. oxycarbone). Kim. Karbonmonoksitle elde edilen bileşik. O K S İK A R B O N E M İ a. (fr. oxycarboné­ mie). Kanda karbonmonoksit bulunması. O K S İK A R B O N İZ M a. (fr. oxycarbo­ nisme'den). Patol. Karbonmonoksitle ze­ hirlenme. O K S İK L O R Ü R a. (fr. oxychlorure). Anorg. kim. Bileşiminde oksijen, klor ve bir başka element bulunan bileşik. (Oksiklorürler, kimi klorürlerin hidrolizi, bazla­ rın metal klorürler üzerine tam olmayan et­ kimesi, klorürlerin yüksek sıcaklıkta oksi­ jenle boZfcınması sonunda oluşur.) O K S İK U İN O L a. (fr. oxyquinol). Antisep­ tik ve dezenfektan etkisi olan kimyasal ilaç. (Bazı ilaçlara ve serumlara koruyucu ola­ rak katılır.) O K S İL İT a (fr. oxylithe). Anorg. kim. Bi­ leşiminde az oranda bakır ya da nikel tuz­ ları bulunan, su eşliğinde oksijen veren sodyum ve potasyum peroksitleri karışı­ mı. O K S İL O B Y U M a. Avustralya kökenli, karşıt ya da çevrem yapraklı, tırmanıcı ağaççık. (Kelebeği andıran çiçekleri, sa­ rı ya da kırmızı renkte, yaprakların koltu­ ğunda ya da dalların ucunda salkım ha­ linde bulunur. Bil. a. oxylobium; kelebekçiçekligiller familyası.) O K S İL U S İF E R İN a. (fr. oxyluciférine). Kim. Lusiferinin yükseltgenmiş biçimi. O K S İM a. (fr. oxime). Org. kim. Genel for­ mülü R'RC==NOH olan, bir aldehit ya da bir ketonun (R'RC = 0 ) , hidroksilaminle (NH2OH) yoğuşma tepkimesi sonunda elde edilen bileşikle­ rin genel adı. — ANSİKL. Oksimler genellikle kristalleş­ miş bileşiklerdir; sıvı aldehit ve ketonların özgün türevleri olarak kabul edilebilirler. Al­ dehitlerin oksimleri yani aldoksimler, su yi­ tirerek kolayca nitrillere dönüşür. Ketonla­ rın oksimleri ya da başka bir deyişle ketoksimlerse, asitle tepkimeye girerek amitler halinde yeniden düzenlenirler (Beckmann çevrimi): R'RCNOH - R C O -N H R '. Göç eden R' grubu, oksimin (E-Z olmak üzere İki stereoizomer biçimi vardır) OH grubuna göre trans ya da anti konumun­ da bulunan bir gruptur. Beckmann çevri­ minin sanayide önemli uygulamaları var­ dır (kaprolaktam ile dodekanoiaktamın bi­ reşimleri). Oksimler (R'RCNOH), nitrozo bileşikle­ rinin (R'RCH—NO) kararlı tautomerleridir. O K S İM E L a (fr. oxymel; lat. oxymeli; yun. oksymelîden). Baldan yapılan ve çö­ zücü olarak içine ticari ya da tıbbi sirke katılan ilaç. OKSİM ESTER O N a. (fr. oxymestéronë). Testosteron türevi anabolizan ilaç. O K S İM E T O LO N a. (fr. oxymétholone). Zayıflamanın ve astenilerin tedavisinde ağızdan alınarak kullanılan androjen ilaç. O K S İM E T R İ a (fr. oxymétrié). Reanim. Hemoglobinin oksijene doyma oranının ışıkölçüm yöntemiyle ölçümü. O K S İM LE Ş M E a Org. kim. Bir aldehit ya da ketonun oksime dönüşmesi.



leoptil uçların kapladığı jeloz kütlelerin­ den, daha sonra da otçul hayvanların id­ rarından yeterince elde edilerek kimyasal yapısı ve özellikleri incelenebildi. Bu mad­ de, hormonların hayvanlarda yaptığı etkiyi bitkilerde yapar. Çok düşük dozda etki gösterdiğinden birim-doz oksinin ağırlığı­ na göre değil, yulaf koleoptili soyulup bir kısmı oksin içeren bir jeloz kütlesiyle kap­ landıktan sonra gösterdiği etkiye göre be­ lirlenir. Jelozla kaplı yan daha çok büyü­ düğünden bitki öbür yana kıvrılır. Yulaf fi­ lizinde 1 0 ° kıvrılma sağlayan oksin mik­ tarı birim kabul edilmiştir: buna yulaf biri­ mi (Y.B.) denir. O zamandan beri araştırmacılarca daha başka testler de kullanıl­ maktadır. Oksinden birtakım maddeler çıkarılmış­ tır; bunların en önemlisi, gerek serbest halde, gerek aminoasltlere bağlı olarak bulunan indoliasetik asittir (i.A.A.). Bunun bitkideki dolaşımı daima uçtan kök boy­ nuna doğrudur. Erişkin hücrelerde bu madde enzimlerle tahrip edilir. Oksinler ancak çok düşük dozda yararlı etki gösterirler; saplarda büyümeyi 1 0 ~ 6 ila 1 0 -s g/| dozlarda en iyi uyardıkları hal­ de, köklerde etki 1 0 - 8 ila 1 0 - 7 'de, koleoptillerde 1 0 “ 7'de optimum düzeye ula­ şır. Buna karşılık 10 ~ 4 g/l dolayında (tür­ lere göre değişik olabilir) zehirleyici olur­ lar. Büyüme üzerinde, zarın esnekliğini ar­ tırarak etki gösterirler (etki 15 dakika için­ de görülebilir); bu değişime su çağrısı eş­ lik eder, bu da hücrenin su emerek şiş­ mesine yol açar, böylece hücre uzayarak biçim değiştirir. Aynı zamanda hücreler­ de solunum etkinliğinin ve kimyasal tep­ kimelerin arttığı ve bunların bireşimi ko­ laylaştırdığı görülür. Oksinler hücre çoğal­ masını da dürtükler: kambiyumun hare­ kete geçirilmesi ya da indüklenmesi, döllenmesiz meyvelerin gelişmesi, kopma bölgesinin çalışması (-* DÖKÜM); bakla­ gillerde yumrucukların belirmesi belki de ortakyaşar bakterilerce salgılanan oksinlerin birikiminden ileri gelmektedir; ek kök ve tomurcukların ortaya çıkması o nokta­ larda İ.A.A.’in varlığına bağlıdır. Aynı şe­ kilde, çiçek taslaklarının oluşumu oksinlerce sağlanmaktadır. Işığayönelim ve yereyönelim de, ilgili organların kıvrıldığı yer­ deki dokularda bulunan oksin dozuna bağlıdır. Şimdi oksin niteliğinde birçok sentetik madde bilinmektedir; ama bunlar bitkisel dokularda kendiliğinden yok olmakta, et­ kileri daha uzun sürmektedir. Bu sentetik hormonlar çelikle üretimi kolaylaştırmak için, yabancı otları yok etmek için (buğ­ daygillerin ve onlara yabancı otların bu ilaçlara değişik ölçüde duyarlık gösterme­ sinden yararlanma), çekirdeksiz meyve el­ de etmek ve meyvelerin olgunlaşmadan dökülmesini önlemek için, patateslerde­ ki gizli tomurcukların cücüklenmesini dur­ durmak ve onları daha iyi saklayabilmek için, süs bitkilerinde çiçeklenmeyi gecik­ tirmek için her yerde kullanılmaktadır. Etkisi oksinlerinkine yakın daha başka maddeler de bulunmuştur: gibberellinler ve sitokininler. O K S İN D O L a. (fr. oxindole'den). Org. kim. Formülü CeH7NO olan orto-amino fenilasetik asit laktamı’nın yaygın adı; incfo/rs/7'in bir izomeridir.



O K S İN a. (fr. auxine; yun. auksein, bü­ O K S İP R O P A N a. (fr. oxypropane). Kay­ yütmekken). Bitkilerce üretilen ve uygun nakç. (Tamlayan olarak) propan ve oksi­ dozda olmak koşuluyla çeşitli işlevleri, jenden oluşan bir karışımı, bu karışımın özellikle boyuna büyümeyi kolaylaştıran yanması sonucu çıkan alevi ve bu alevle karmaşık maddelerin ortak adı. (Bu mad­ çalışan hamlacı belirtir. delere BİTKİSEL HO R M O N LA R da denir.) — ANSİKL. HollandalI fizyolojisi Went, bit­ ■ O K S İR A N a. (fr. oxiranne). Org. kim. 1. Formülü C2 H „0 olan ayrıkhalkalı bileşik. kilerin boyuna büyümesini incelerken ok(Eşanl. a-EPOKSİT.) — 2 . Bu bileşiğin türev­ sinleri 1927'de buldu. Went yulaf koleolerine verilen genel ad. ptilleri üzerinde çalışıyordu; bunların uza­ ması, uçtaki sürgendokudan oluşan genç O K S İS E LE N Ü R a. (fr. oxysĞleniure' hücrelerin uzamasından ileri gelir Sürgenden). Anorg. kim. Selenyum, oksijen ve doku genç hücrelerin büyümesini sağla­ üçüncü bir elementten oluşan bileşik. yan bir madde çıkarır; bu doku yok edi­ O K S İS E LÜ L O Z a. (fr. oxycellulose). lince gelişme durur. Kim. Nitrik asit, permanganat, hidrojen Oksin suda çözünen bir maddedir; ko-



8805



H



okslndol



h



2c —



c h



\ / o



oksiran



2



oksiselüloz



—Metalürj. Oksit giderici, oksit giderm e yi sağlayan ürün. (Bk. ansikl. böl.) jj Oksit giderme, bir sıvı banyoda bulunan oksit­ leri indirgemek üzere yapılan İşlem. — indirgen bir gaz atmosferinde katı bir m e tal üzerine uygulanan işlem. (Bk. ansikl. böl.)



girer; çözündüklerinde asit çözeltileri ve­ rirler; 3. yansız oksitler, suyun yanı sıra kısmen çözünebilen oksitleri (örneğin karbonmonoksit [CO], azot oksidül ya da diazot monoksit [N 2 0]>-kapsar. Elementlerin dönemli sınıflandırılmasın­ da baz ve asit oksitlerin dağılım! yandaki şekilde gösterilmiştir. Ayrım çizgisi boyunca yer alan oksitler, genellikle amfoter oksitlerdir. Oksijen, elektronegatifliği çok yüksek olduğu için kolayca iyonsal bileşikler ve­ rir; metal oksitlerinin çoğunun yalın bir iyonsal yapısı vardır. Bununla birlikte me­ talin yükseltgenme derecesi arttıkça, ya­ ni daha yüksek bir elektronegatifliğe eriş­ tikçe, ortak değerlikli bileşik verme özelli­ ği önem kazanır. Bu yük etkisi, manganez­ de çok açık olarak görülür. Nitekim man­ ganez VII oksidin (Mn20 7) ortak değerlikli bir sıvı olmasına karşın, manganez oksit (MnO), NaCI türünde iyonsal bir katıdır. Öte yandan ametallerin oksitleri, uçucu monomerlerden (C02, S 02...) katı makra moleküllere (Sİ02, B20 3...) kadar varan değişik biçimlerde bulunur. Oteltlerin asit ya da baz oksitler olarak sınıflandırılması kesin değildir. Ametalle­ rin molekülsel oksitleri, genellikle asittir ve çoğunlukla asitlerin anhidritlerini meyda­ na getirir. Geçiş metallerinin 0rO3, Mn20 7 gibi yüksek asitleri için de aynı durum sözkonusudur. iyonsal metal oksitlerinin ge­ nellikle baz olmalarına karşın, ZnO ile Al20 3 birer amfoter oksittir. Oksitlerin tümü, az ya da büyük ölçü­ de stokiyometrik değildir. (-* STOKİYOMET-



— A N S İK L . A n o r g . k im . B ilin e n y a lı n c is im ­



RİDIŞI.)



peroksit (oksijenli su) vb. gibi yükseltgen maddelerin selüloza etkimesi so­ nunda oluşan organik bileşiklerin genel adı.



8806



O K S İS İY A N Ü R a. (fr. oxycyanure). Kim. Siyanojen kökü, oksijen ve bir başka ele­ mentten oluşan bileşik. O K S İS Ü L F Ü R a. (fr. oxysulfure). Anorg. kim. Kükürt, oksijen ve bir başka element­ ten oluşan bileşik. (Bir oksisülfür, kükürt atomu yerine, kısmen oksijen atomunun geçirilmesi sonunda elde edilir. Bu yolla antimon sülfürden Sb2 OS2 ve Sb 20 2S formüllerinde iki ayrı oksisülfür hazırlana­ bilir; bu bileşikler ayrıca stibinin kavrulma­ sı sonunda da elde edilebilir; Sb2OS2 d a ğada kermezit adı altında bulunur.) -O K S İT



-



O K S İ (i)-.



1O K S İT a. (fr. oxyde). Kim. 1. Oksijenin bir element ya da bir kökle bileşmesi so­ nunda oluşan madde. —2. Azof oksit bu­ harlan, azot oksitlerin, bileşiminde bulu­ nan azot dioksitten dolayı kırmızı renkte görünen gaz halindeki karışımı. — F iz s . k i m . Oksit giderici, o k s i j e n l i b i l e ş i k ­ le r e



k a rş ı



m a dde. e ş a n la m



in d ir g e y ic i



b ir



e tk i



g ö s te re n



|| Oksit giderme, İ N D İ R G E M E 'n i n l ı s ı . || Oksit gidermek, İ N D İ R G E -



M E K ’ in e ş a n la m lı s ı .



le r in



en



h a f if i o la n



s o y g a z la r ı n



o k s it le r i



y o k tu r . O k s itle r, s u iç in d e k i d a v r a n ış la r ı n a g ö r e ü ç g r u b a a y r ılı r :



1 . baz oksitler, her zaman iyonsal metal oksitleri biçiminde bulunur ve çözündük­ lerinde bazik çözeltiler verirler; 2 . asit oksitler, temel olarak ortak değer­ likli bileşiklerdir; ametallerin çözünen ok­ sitleri ile geçiş metallerinin yükseltgenme derecesi yüksek olan oksitleri bu gruba



kimi oksitlerin serbest oluşum en tarilerin d ek i değişmeleri sıcaklığa bağlı olarak veren



elem entlerin bazik ve asit



geçiş e le m e n ti olm a ya n e le m e n tle r bazikler



asitler



BeO



N a20



M gO



r



!



b 2o



,



oî - t 1



u2o



1



co2



N 20 ,



S İO ,



P Os



SO,



cı2o



A s jO ,



S eO ,



B r ,0



S b ,0 ,



Te02



1 ,0 ,



BijC),



PoÖ ,



K jO



C aO



C a2O j



]_ C e O ,



RbjO



SrO



ln 2C j



~S nÖ



Cs20



BaO



T l, O ,



PbO



2



1



f,o



geçiş e le m e n tle ri ile I B ve II B g ru p la rı bazikler



asitler



Sc.O, TİO j V , 0 , C rO , M n .O , KtyO, Y.O , Z r 0 2



bazikler



C u () NİO ( u . O / » O



Nb20 , M o O , lc,C), RuO, K ll.O , l’r io A g ,0



Ccfe.)



Ln.O , H fO 2 Ta,Os W O , Re.,O, O sO ,



lr(J 2 P ıt) Aıı2( ) H M( )



Ln = bir lantanit atomu.



Metal oksitlerin kimyasal özellikleri, ön­ celikle bu bileşiklerin serbest oluşum entalpileri incelenerek belirlenir. Oksitlerin serbest oluşum entalpilerine ilişkin değiş­ meler bir diyagram (Ellingham diyagramı) üzerinde gösterilirse, metallerin oksitleri in­ dirgeme özellikleri, bu diyagram yardımıy­ la saptanabilir. Böyle bir diyagramdan şu sonuçlar çı­ karılabilir: —kalsiyum, krom oksidi {Cr2O J indirger; bu tepkimeden sanayide krom üretimin­ de yararlanılır; —magnezyum, Sİ0 2 ile B2 0 3’ü indirger; silisyum ve bor metalleri bu tepkimeyle el­ de edilir (magnezotermi); —alüminyum, Fe2 0 3 ile Mn3 0 4’ü indir­ ger; demir ve manganez bu yolla üretilir; bu yöntem yalnız manganez İçin sanayisel düzeyde uygulanır, demir için sadece bir kaynak yapma tekniğidir; —alüminyum, kalsiyum oksidi ancak çok yüksek sıcaklıkta indirger. —Eczc. Birtakım metal oksitleri tedavide kullanılır Örneğin titan oksit dahilen mide pansumanında, cıva, kurşun, titan ve çin­ ko oksitleri haricen deri ve göz hastalıkla­ rında antiseptik ve yara iyileştirici olarak kullanılır Azot protoksit ise anestezide kul­ lanılan bir gazdır. — Metalürj. • Oksit giderici. Oksit gideri­ ci, arılaştırılacak ürüne oranla oksijene karşı daha yüksek ilgi gösteren bir mad­ dedir. Çeliklerin oksit gidericileri, eriyik ha­ lindeki banyoya demir alaşımları biçimin­ de katılan alüminyum, manganez ve silis­ yumdur. Bakır alaşımları İçin oksit gideri­ ci olarak magnezyum, kalsiyum, özellikle fosfor (bakır-fosfor alaşımı) kullanılır. • Oksit giderme. Çelik üretiminde, dökme demirin konverterde karbon giderme ve arılaştırma işleminden geçirilmesinden sonra, az oranda oksitlenmiş olan erimiş durumdaki metal, oksitleri gideren ve me­ talin istenilen ölçüde karbürlenmesini sağ­ layan ferromanganez ya da karbürlü ferrosilisyumla ya da her ikisiyle birlikte işle­ me sokulur Dökümcülükteyse metaller ya da alaşımlar daha yükseltgen katkı mad­ deleriyle (kimi alüminyum alaşımları için sodyum, nikel alaşımları için magnezyum, bakır alaşımları için bakır-fosfat, bakır -mangan ya da bakır-silisyum alaşımları, vb.) işlenir. Oksit giderme, örneğin metal



tozlarının sinterlenmesinde olduğu gibi hidrojen ya da karbonmonoksit ortamın­ da katı metaller üzerine de uygulanabilir. O K S İT E T R A S İK L İN a. (fr. oxytétracycitne). Streptomyces rimosus'tan elde edi­ len, tetrasiklin grubundan antibiyotik. (Öbür tetrasiklinler gibi geniş spektrumludur.) O K S İT LE M E



a . K im . Y Ü K S E L T G E M E ’ n in



e ş a n la m lı s ı.



O K S İT L E M E K g. f. Fizs. kim. G E M E K 'i n eşanlamlısı.



YÜK SELT-



O K S İT L E N M E a. Fizs. kim. Y Ü K S E L T G E N M E ’ n i n eşanlamlısı. —Petr. san. Oksitlenme önleyici, bir yakı­ ta ya da yağlama yağına korozyon yavaş­ latıcı olarak katılan yükseltgenme önleyi­ ci katkı maddesi. — Ş a r a p ç . Oksitlenme tadı, o k s i t l e n m e v e a s e t a ld e h it o r a n ı. y ü k s e k o la n ş a r a p la r d a d u y u la n k a b a , d e n g e s iz v e s e r t ta t. ( E ğ e r o k s it le n m e g e ç ic i is e t a t k a y b o lu r v e ş a ­ r a p b a ş la n g ı ç t a k i k a lit e s in i y e n id e n k a z a ­ n ı r T e r s in e , u z u n s ü r e d e v a m e d e r s e , o z a ­ m an



" r a n c io "



k a r a k t e r i e d in ir . )



O K S İT LE N M E K



e d ilg .



f.



F iz s . k i m . Y Ü K -



S E L T G E N M E K ' in e ş a n l a m l ı s ı .



O K S İT L E Y İC İ sıf. Fizs. kim. ve Kim. eşanlamlısı.



Y U K S E L T G E N 'i n



O K S İT O N a. (fr. oxyton). Sesbilg. 1. Yunancada son hecede bir vurgu taşıyan sözcük. —2. Yeğinlik vurgusu son hece­ de olan sözcük. O K S İT O S İK sıf. (fr. ocytocique'Xen). D a ğumu ve dölyatağı kasılmalarını hızlandı­ ran maddeye denir. ♦ a. Oksitosik madde. (Kinin ve spartein gibi kullanılmaya az elverişli minör oksitosikler ve oksitosin ve prostoglandin gi­ bi majör oksitosikler olmak üzere iki grup oksitosik vardır.) O K S İTO S İN a. (fr ocytocine; yun. okytokos, çabuk doğum yaptıran’dan). Biyokim. Hipofizin arka lobundan salgılanan ve dölyatağı kasılmalarını sağlayabilen hormon. (Eşanl. O S İ T O S İ N . ) — A N S İ K L . Oksitosinin kimyasal yapısı 1953’te Du Vigneaud tarafından ortaya çı­ karıldı ve o tarihten sonra laboratuvarlarda bireşimi yapılabildi. Oksitosin sekiz aminoasitten oluşan bir polipeptittir: bun­ lardan beşi halka halinde kümelenmiştir (sistin, tirozin, izolösin, glutamin ve asparajin), diğer üçü düz zincir oluşturur (prolin, lösin ve glisinamit). Doğumda kullanı­ lan oksitosin bir glukozlu serum içinde perfüzyon halinde yer alan sentetik oksitosindir. Doğum hazırlığında dölyatağı ka­ sılmalarını başlatmak ya da doğum sıra­ sında ve doğumdan hemen sonra kasıl­ maları kuvvetlendirmek için kullanılır. Süt emzirmede meme bezlerinin boşaltılma­ sında da işe yarar. O K S İT R O P İS a. Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika dağlarında yetişen ve gevene benzeyen çokyıllık otsu bitki. (Yaprakları, bir yanda dizili bir sürü yaprakçıktan olu­ şur; çiçekleri mor, kırmızı, beyaz ya da sarı renklidir; yaprakların koltuğunda salkım yada başak biçimindetoplü bulunur. Bil. a. oxytropis; 1 0 0 tür; kelebekçiçekligiller familyası.) O K S İY A N T U S a. Gardenialara benze­ yen, karşıt yapraklı, çok kokulu, beyaz ya da sarı çiçekli ağaççık ya da ağaç. (Tra pikal Afrika'da 30-40 kadar türü bilinir Bil. a. oxyanthus; kökboyasıgiller familyası.) O K S İY O S M İ a. (fr. oxyosm/ë'den). Fizyol. Koklama duyusunun, hastalık dere­ cesinde olmaksızın aşırı ölçüde artması. O K S İY Ü R a. (fr. oxyure). Eklembacaklı ya da omurgalıların tek konaklı ipsisolucan küçük asalağı, (insanda, dişisi 10 mm, erkeği 3 mm olan Enterobus vermicularis, sağ kolonda yerleşir. Dişisi döllen­ dikten sonra makatın kenarından bulaşan yumurtalar çıkarır.) [Eşanl. S İ V R İ K U Y R U K . ]



Oktav O K S İY Ü R O Z a. (fr. oxyurose) insan ba­ ğırsağında oxyuris bulunmasından ileri gelen asalak hastalığı. (Bk. ansikl. böl.) —’l/et. Atlarda Oxyuris equi, küçükbaş gevişgetlrenlerde O. ov/s’ten ileri gelen ha­ fif bağırsak iltihabıyla belirgin asalak has­ talığı. —ANSİKL. Hastalık, aynı zamanda asalak yumurtalarını yayan (bu yüzden “ kirli el” hastalığı da denir) çocuklarda daha sık görülür ve genellikle bütün aile asalağı vücutlarında barındırır. Belirtiler, eğer var­ sa, makat çevresinde kaşıntı, bağırsak bo­ zuklukları ve bazı karın ağrılarıdır. Oksiyüroz çoğu zaman küçük kızlarda vulva -vajlnit yapar; bazı akut apandisitlerden de sorumludur. Kesin teşhis, yapışkan bir zarla makat kenarından alınan yumurta­ ların mikroskopta gözlenmesiyle konur. O K S O - (fr. 0 x0 -). Org. kim. Bir mole­ külde, keton biçiminde (0 = 0 ) çifte bağlı bir oksijen atomunun bulundu­ ğunu gösteren önek. O K S O a. (fr. oxo). Org. kim. Okso tepki­ mesi, katalizör olarak kullanılan bir kobalt ya da bir nikel türevi eşliğinde karbonmonoksit ve hidrojenin bir alken ya da bir alkin üzerine etkimesi sonunda bir aldehit ya da bir ketonun elde edildiği tepkime; buna okso süreci de denir. (Eşanl. h İ d r o F O R M İL L E M E .)



O K S O A S İT a. (fr. oxoacide). Kim. Bile­ şiminde oksijen kökü (—0 —) bulunari asit (örneğin nitrik asit, asetik asit). [Karşt. H İ D R A S İT ; Eşanl. O K S A S İ T , O K S İA S İT : ] O K S O F E N A R S İN a. (fr. oxophenarsine). Org. kim. Formülü C6H6AsN0 2 0 lan amino-3 hidroksi-4 arsenozobenzenin yaygın adı; klorhidratı uyku hastalığına karşı kullanılır. O K S O K R O M sıf. (fr. auxochrome). Krpmogen denen renkli bir maddeye katıldı­ ğında, onu bir boyarmaddeye dönüştüren bir kök için kullanılır. (Oksokrom gruplar, tuzlaşabilen kökler, asitler (OH, C 0 2 H, SO3 H] ya da bazlardır [NH2, NHR, NR2], SO3 H ve C 0 2H gruplarının kromogenin tonunu değiştirmemesine karşın diğerle­ ri değiştirir.) O K S O L a. (fr. oxole). Org. kim. ın eşanlamlısı.



FURAN'



O K S O L O J İ a. (fr. auxologie). Antropol. Büyümenin incelenmesi. — A N S İ K L . insan oksolojisi, dölütten ye­ tişkine kadar, mekanizmaları ve bireylerle topluluklar arasındaki değişkenliğiyle bü­ yümeyi inceler. Bu son görünümüyle ant­ ropolojiyle birleşir. Cinslerin her birinde­ ki antropometrik büyüme ve kemikle, diş­ le ve cinsiyetle ilgili olgunlaşma krono­ lojisini saptar. Gerek bu kronolojinin, ge­ rekse büyüme eğrilerinin öteki görünüm­ lerinin gösterdikleri değişikliklerde, kalı­ tımın ve çevrenin payını ortaya koymaya çalışır. O K S O M E M A Z İN a. (fr. oxomemazıne). Ted. Öksürüğü yatıştıran ve uykusuzluğu gideren, fenotiazln türevi antihistaminik ilaç. O K S O N Y U M a. (fr. oxonium'üan). Kim. 1. Formülü H3 0 + olan birdeğerli katyon. —2. Oksonyum katyonundaki (H3 0 +) bir ya da daha çok hidrojen atomu yerine bir­ değerli hidrokarbon köklerinin geçmesi sonunda oluşan, H3 _ „ 0 +Rn formülünde organik katyonların genel adı. — A N S İ K L . Bir H + protonu ile bir molekül suyun birleşmesi sonunda oluşan okson­ yum iyonu, yanlış olarak proton denme­ sine karşın, sulu bir asit çözeltisi içindeki gerçek kimyasal bir maddedir; aynı şekil­



tisi İçinde verdiği gerçek kimyasal ürün­ lerdir. Bu iyonlardan kimileri, oksonyum perklorat (HjO+CIO^ ) ya da trimetiloksonyum tetrafluoroborat [(CH3)30 +BF4 ] gibi kristalleşmiş durumda elde edilebilir­ ler. Üçüncül oksonyum iyonlarının (R3 0 +) tuzları, organik bireşimde kullanılan kuv­ vetli alkilleme etkenleridir. Pirilyum tuzları ile bundan türeyen bileşiklere de okson­ yum tuzları denir.



ler (sözcük, deyim, deyiş) için kullanılır. (Okşayıcı sözcükler genellikle küçültme ekleriyle yapılır [çocukçağız, kuzucu/c].)



O K S O S İT a. (fr. auxocyte; yun. auksein, artırmak, büyütmek, ve kytos, hücre'den). Biyol. B İ R jN C İ L S P E R M A T O S İ T * 'i n eşanlam­ lısı.



O K T A D E K A N O İK s ı f . ( fr . octadöcanoîque). Org. k i m . Oktadekanoik asit, S T E A ­



O K S O S P O R a. (fr. auxospore; yun. auksein, artırmak, büyütmek, ve sporos, tohum’dan). Diyatomelerin döllenmiş yu­ murtalarına verilen ad. (Bu yumurta ga­ met üreten bireylerin silisli kabuklarını kul­ lanmadan yeni bir hücre oluşturur. Bu da sonraki kuşakta büyük boy bireylerin ye­ niden belirmesini sağlar.) O KSOTROF a. (fr. auxotrophe). Biyokim. Artık kendisi bireştiremediği için dışardan bir büyüme etmeni verilmesi gereken or­ ganizmaya (mikroorganizma, küf) denir. O K S O TU Z a. Kim. Oksoasitlerden türe­ yen tuzların genel adı. O K S T E Y L a. (ing. oxtail; ox, sığır ve ta­ il, kuyruk'tan). Jelatinli et suyuna ince doğranmış sebzeler ve sığır kuyruğu par­ çacıkları katılarak hazırlanan kıvamsız çor­ ba (İngiliz mutfağı). O K S Y R Y N K H O S . Esk. coğ. Orta Mı­ sır’da kent, Oksyrynkhos nomos’unun merkezi. Bu kentte, efsaneye göre, tanrı Osiris'in cesedinin parçalarına saldıran ve tanrının cinsel organını yemiş olan Nil ba­ lığı oxyrhyncha’ya tapılırdı. Burada, Yunan-Roma döneminden kalma, papirüs üzerine olağanüstü elyazmaları bulundu. O K Ş A M A a. Okşamak eylemi. O K Ş A M A K g. f. 1. Bir kimseyi, bir hay­ vanı okşamak, sevgi belirten bir hareket­ le ona hafifçe dokunmak: Bir kediyi, ço­ cuğu okşamak. —2. Bir kimseyi, bedenin bir yerini, bir nesneyi (elle) okşamak, ona hafif hafif dokunmak, elini sevgiyle üzerin­ de dolaştırmak: Yanından geçerken yana­ ğını okşadı. Bir yandan konuşuyor, öte yandan çantasının kadife yüzeyini okşu­ yordu. —3. Tkz. Bir kimseyi okşamak, onu dövmek, ona dayak atmak: Biraz ok­ şarsan aklını başına toplar. —4. Ed. Bir şeyi, bir kimsenin bedenini okşamak, bir şeyden söz ederken (rüzgâr, deniz, güneş vb.) o şeye, o kimseye hafifçe değmek, varlığını zevk vererek duyurmak: Deniz, güneş ışığıyla parlayan kayalıkları okşu­ yordu. Rüzgârın nefesi saçlarını okşuyor­ du. —5. Bir kimseyi, gururunu, gözünü vb. okşamak, onu hoşnut, mutlu etmek (genellikle deyimsel anlatımlarda kullanı­ lır): Göz okşayan bir görünüm. Irmağın se­ si kulakları okşuyordu. — 6 . Esk. Bir kim­ seyi, bir şeyi okşamak, onu andırmak, ona benzemek: "Yahut kumdan b ir tepecüğe okşar / Tağa dokunup yerinden ırmak ister" (Tarih-i ibni Kesir tercümesi, XV. yy.). ♦ okşanm ak edilg. f. Okşanmak eyle­ mine konu olmak. okşatm ak ettirg. f. 1. Bir kimseyi, bir hayvanı (bir kimseye) okşatmak, onun ok­ şanmasına İzin vermek: Kedini biraz ok­ şatır mısın bize? —2. Tkz. Bir kimseyi ok­ şatmak, onu dövdürmek, ona dayak at­ tırmak. —3. Esk. Bir kimseyi, bir şeyi bir kimseye, bir şeye okşatmak, benzetmek: "Yüzünü okşatır bağ-ı cinane / Habeş benlerini Hidustane" (Hikmetname, XV.



yy-)O K Ş A N M A K -»



OKŞAM AK.



de RÖH2 oksonyum iyonları ile ikincil



OKŞATMAK -



R2ÖH iyonları gene yanlış biçimde pro­ tonlar olarak adlandırılmış olmalarına kar­ şın ROH ve R20 bileşiklerinin asit çözel­



O K Ş A Y IC I sıf. Hoşa giden, gönül alan söz ve davranış için kullanılır. — Dilbil. Sevecenlik belirten dilsel biçim­



OKŞAMAK.



8807



O K Ş AY IŞ a. Okşamak eylemi ve biçimi. O. K . T., O R N İ T İ L - K A R B A M İ L - T R A N S F E R A Z ' ın kısaltması. O K T A D E K A N a. (fr. octadecane). Org. kim. Formülü, CH 3 —(CH2)16 CH 3 olan doymuş hidrokarbon.



R İ K * A S İ T 'i n e ş a n l a m l ı s ı .



O K TA E TE R İS a. (sekiz yıllık dönem an­ lamında yun. söze.). Kronol. VI. yy.'da Yu­ nanistan'da kullanılan ve ay yılıyla güneş yılı arasındaki farkı kapatmak için araya her sekiz yılda bir üç ay eklemeye daya­ nan sistem. O K TA N a. (fr. oetane). Org. kim. 1. For­ mülü CH 3 --(C H 2)6—CH 3 olan doymuş hidrokarbon. —2. C8H 18 formüllü hidro­ karbonlara, özellikle trlmetil-2,2,4 pentan ya da izooktana kimi zaman verilen ad. —Petr. san. Oktan indisi ya da sayısı, ku­ mandalı ateşlemeü motorlarda kullanılan yakıtların vuruntuya karşı direncini göste­ ren sayı. (Bu ayırtedici özellik, esas ola­ rak bir yakıtın yanma kaliteleri ile en iyi kul­ lanım koşullarını belirtir.) — A N S İ K L . Petr. san. Bir yakıtın oktan in­ disi, bu yakıtın değişken sıkıştırmak bir teksilindirli motordaki vuruntuya karşı eği­ limini, bilinen oktan indisli karşılaştırma ka­ rışımlarının eğilimleriyle karşılaştırarak be­ lirlenir. Karşılaştırma yakıtları, vuruntu ba­ kımından aşırı davranışlar gösterdikleri için seçilmiş iki arı hidrokarbondur: heptan normal, çok vuruntu yapıcıdır ve ok­ tan indisi olarak uzlaşımsal değeri sıfırdır; izooktan (trimetil-2,2,4 pentan) vuruntuya dayanıklıdır ve oktan indisi 1 0 0 ’e eşittir. Birçok deney yöntemi vardır; bu neden­ le, belirlenen oktan indisi, kullanılan yön­ temin (araştırma, motor, dağıtım) karşılaş­ tırma karışımıyla birlikte verilmelidir. O K T A N O İK sıf. (fr. octanoîque). Org. kim. Oktanoik asit, K A P R İ L İ K * A S İ T ’ i n e ş a n ­ lamlısı.



Ag = O



O K TA N O L a. (fr. oetanol). Org. kim. For­ mülü C8H17OH olan ve oktandan türeyen alkol. O K T A N T a. (fr. oetant; lat. octans’dan). Çemberin sekizinci bölümü, 45°’lik yay. —Esk. denize. Sekstant’a benzeyen, çift yansıma ilkesine dayanan, ancak açısal ölçüm kapasitesi yalnız 90° olan ve gökbilimsel gemi seyirlerinde kullanılan aygıt. (45°’lik bir kesmeden yani çember uzun­ luğunun sekizde birinden oluşur; adı da buradan gelir.) —Gökbil. S E K İ Z L İ K ’ i n e ş a n l a m l ı s ı . O K T A P O L İS . Tar. coğ. Anadolu’nun Lykia bölgesinde yerleşme; Fethiye kör­ fezinin K.'inde, Fethiye ilçesi merkez bu­ cağına bağlı Göcek köyü yakınında, Kızılkaya mevkisindeydi. Adından da anla­ şılacağı üzere, sekiz yerleşmenin birleş­ mesinden oluşan bir birliğin merkezi du­ rumundaydı; yakın çevrede bulunan se­ kiz küçük yerleşmenin kalıntıları da bunu kanıtlar (ele geçen bir yazıta göre, bun­ lardan biri Hippokome olarak belirlendi). Çevrede Lykia tipi kaya mezarlar vardır. O K T A S T Y LO S sıf. ve a. (yun. söze.). Mim. Alın cephesinde sekiz sütun bulu­ nan bir yapı için kullanılır (örn. Parthenon). O K TAV



a . ( fr . oetave; " s e k i z l i ” a n l a m ı n ­ oetavus'tan). M ü z . 1 . S E K l Z L İ 'n i n —2. Oktava ya d a oktavına çıkmak, b i r s e s i y a d a s e s g r u b u n u , yazı­ lı n o t a l a r a g ö r e b i r s e k i z l i d a h a tiz o l a r a k d a k i la t .



e ş a n la m lı s ı.



ic r a e t m e k .



—Dalga ve titr. Birinin frekansı öbürünün iki katı olan iki titreşimin frekans aralığı. O K TA V (Mehmet), türk güreşçi (İstanbul 1917). Spora 1935 yılında futbolla başla-



oksofenarsin



Oktav di, sonra güreşe geçti. 63 kg'da Türkiye şampiyonu olarak (1938) milli takıma çağ­ rıldı. 1948 Londra Olimpiyat oyunları'nda 63 kg grekoromen dalda birinci olarak al­ tın madalya kazandı.



8808



O K T A V LA M A K g. f. Muz. Orgda ya da kimi havalı çalgılarda, bir temel sesin ken­ disi yerine, ondan bir sekizli daha tiz olan kısmisini duyurmak. (Bu işleme, ses bo­ rusu küçük olan havalı çalgılarda ve org­ da, borunun ses alanını, tiz tarafta geniş­ letmek ya da tınıyı değiştirmek amacıyla başvurulur.)



Metin O ktay (1962'de)



B. N ., P a ris



İskenderiye atölyesinde basılan, Ptolemaios V 'in başresmi bulunan bir oktodrakhm bsun ön yüzü altın, IA 204-203 Bibliothèque nationale, Paris



O K T A Y (Sabih), türk .hekim (İstanbul 1912). Kuleli askeri lisesi'ni (1930), İÜ tıp fakültesi ni bitirdi (1936); iç hastalıkla­ rı uzmanı oldu (1942). Bir süre Kayseri Askeri hastanesinde ve Gülhane tıp akademisi'nde çalıştı, iç hastalıkları do­ çentiyken (1946), Ankara Üniversitesi tıp fakültesi'ne geçti; profesör oldu (1953). Başlıca yapıtları: Klinik semptomatoloji (1950); Acil medikal hastalıklar (1954); iç hastalıklarında semptomatoloji I (1955), II (1956). 1982'de emekli oldu. O K T A Y (Metin), türk futbolcu (İzmir 1936 - İstanbul 1991). Futbola genç yaş­ ta İzmir Damlacıkşpor’da başladı Her iki ayağıyla attığı İsabetli sert şutlar ve kafa golleriyle santrfor mevkisinde Yün mensucatspor'da dikkatleri çekti, izmirspor'da -17 golle ilk kez gol kralı oldu. 1955-1961 arası Galatasaray'da oynadı. 1961-1962 arası İtalya'nın Palermo takı­ mına gittikten sonra yeniden Galatasa­ ray'a döndü. Futbol yaşamı boyunca 10 kez gol kralı oldu (1 kez İzmir, 4 kez İs­ tanbul profesyonel ligi ve 5 kez Türkiye ligi'nde). 1962-1963 sezonunda 38 golle kırdığı rekor, 1987-1988 sezonuna kadar kınlamadı. 1969’da futbolu bıraktıktan sonra Galatasaray ve Bursaspor'da 2 yıl antrenörlük yaptı. 37 kez milli olan Metin Oktay, Galatasaray'da 4 kez Türkiye ku­ pası, 2 kez İstanbul profesyonel ligi ve 3 kez de Türkiye İlgi şampiyonluğunu ka­ zanan takımda yer aldı. Galatasaray yö­ netim kurulu üyeliği, Milliyet gazetesinde spor yazarlığı yaptı. O K T A Y (Semih), türk voleybolcu (An­ kara 1950). Voleybola Ankara SSK'de başladı (1966). Kısa sürede başarılı ola­ rak milli takıma seçildi ve 181 kez milli formayı giydi. SSK’den sonra sırayla Ko­ lej, İETT, Hisarbank, Büyükdere Boronkay, Galatasaray ve Arçelik takımlarında yer aldı. Türkiye'nin en iyi sıçrayan vo­ leybolcusu (110 cm) olarak ünlendi. Vo­ leybolu bıraktıktan sonra, 1992'ye kadar Arçelik takımında antrenörlük yaptı. O K TA Y R İFA T -



okucu



RIFAT (Oktay).



O K T E T a. (fr. ocîef'den). Fizs. kim. Bir atomda sekiz elektrondan meydana ge­ len ve tam bir dış katman oluşturan elek­ tron topluluğu. —ANSİKL. Fizs. kim. Lewis ve Langmuir’ in bulduğu kimyasal değerlik kuramları­ na göre kimyasal moleküller, atomların­ dan her biri sekiz elektrondan meydana gelen çevresel tam bir dış katman oluş­



aşındın11»



turacak biçimde düzenlenir. Elektron de­ ğerliği, bir atomdaki kimi yüzeysel elek­ tronların bir başka atoma geçişi biçimin­ de tanımlanır, ancak bu şekilde iyon hali­ ne dönüşen atomların her biri için yukarı­ daki kural doğrulanır. Ortak değerlik du­ rumunda birçok elektron, iki atom arasın­ da ortaklaşa kullanılır. Oktet kuralı, bir elementin maksimum pozitif elektron değerliği ile maksimum ne­ gatif elektron değerliklerinin toplamının 8 olduğunu gösterir. Belli bir element için, ya n sayıda elektron yitlrilerek ya da 8 -n sayıda elektron kazanılarak soy gazın elektron biçimlenmesine ulaşılabilir.



| I



|



b irik in tile r



O K T R U V A a. (fr. octroi). İkt. tar. DUHU­ LİYE' RESMİ'nin eşanlamlısı.



O K T Y A B R S K İY , Rusya'ya bağlı Başkırdistan Özerk Cumhuriyeti'nde kent; 105 000 nüf. (1989). Petrol sanayisi ge­ reçleri. Hazırgiyim. Ayakkabıcılık. O K U B O T O Ş İM İÇ İ, japon siyasetçi (Kagoşima 1831 - Tokyo 1878). Samuraydı; özel kurul üyesi olarak 1868 impara­ torluk devrimi’nde önemli bir rol üstlendi. Maliye bakanı oldu (1871), Batı’ya yaptığı bir inceleme gezisinden sonra toprak ver­ gisini çıkardı. Çin büyükelçiliği görevinden sonra içişleri bakanlığına getirildi (1874), yönetimi örgütlemeye girişti, Saigo Takamori ayaklanması'nı bastırdı, ama Takamori'nin bir yandaşı tarafından öldürüldü.



O K T İL - (fr. octyl-). Org. kim. Bir mo­ lekülde oktil kökünün varlığını göste­ ren önek.



O K U C U a. Denizbil. Bir halicin ya da ko­ yun ağzını kapatacak biçimde uzanan kıyı okunun kıvrık ucu. (Tam karşıda bulunan kıyı parçasınaysa karşı ok adı verilir)



O K T İL a. (fr. octyle). Org. kim. Formülü C 8 H 17 olan ve oktandan türeyen birdeğerli kök. (Poli [vinil klorürjün plastikleştiriclsi olarak kullanılan oktil ftalat, gerçek­ te etil-2 heksil ftalattır.) ♦ sıf. Oktil alkol, CH 3 - ( C H 2)3- C H —(C jH j)—CH2OH formülünde etil-2 heksanolün yaygın adı; ftallk asitle verdiği es­ ter, plastikleştirici olarak kullanılır. (Oktil al­ kol, bir oktanoldür.) O K TİLY O N a. (fr. octillon). Arit. Bir mil­ yon septilyon, yani 1 0 48. O K T İN a. (fr. octyne). Org. kim. Formü­ lü C8Hm olan ve oktandan türeyen alkinlerin genel adı. O K T İN O A T a. (fr. octynoate). Org. kim. Oktinoik asidin tuzu ya da esteri. O K T İN O İK sıf. (fr. octynoïque). Org. kim. Oktinoik asit, C jH ^C O jH formülün­ de, oktandan türeyen asit. (En önemli izorfleri, heptinkarboksilik asittir.) O K TO B A S a. (fr. octobasse). 1851'de Paris'te Jean-Baptiste Vuillaume tarafın­ dan yaptırılmış 3,50 m yüksekliğinde, dev boyutlu deneysel kontrabas. —ANSİKL. Biri, Paris konservatuvarı'nın çalgı müzesinde, öbürü Viyana’daki Mü­ zik dostları derneği'nin koleksiyonunda ol­ mak üzere iki oktobas vardır. Keman bi­ çiminde olan çalgının üç teli, do-sol-do olarak akortlanır. Tellerin en pes olanı, çellonunkinden bir oktav daha peştir. Çalgı­ nın boyunun çok büyük oluşu nedeniyle, tellere parmakla basılamaz; birtakım ma­ deni çubuklar, anahtarlar ve pedallardan oluşan mekanik bir sistemle çalışan tuş­ lar, tel boyunun uzatılıp kısaltılmasını (no­ taların bulunmasını) sağlar. H. Berlioz, Grand Traité d'instrumentation et d'or­ chestration modernes (Modem çalgilama ve orkestralama üzerine) başlıklı incele­ mesinde oktobası övdüyse de, bu çalgı­ ya özgü bir repertuvar oluşmamıştır.



O K T O JE L a. (fr octogel). Org. kim. C8'li bir asidin (etilheksanoik asit) alüminyum tuzlanyla oluşturduğu kıvamlaştırıcı etken. 1



O K TO T a. (fr. octode). Yakın zamana dek frekans değiştiricilerde kipleylci salınım üreteci olarak kullanılmış olan ve bir ızga­ ra ekranla ayrılmış bir triyotla pentottan oluşan, sekiz eleldrotlu elekton tüpü.



O k tia b r , Rusya'da Yazarlar birliği tara­ fından 1924 yılında kurulan aylık dergi. Sırasıyla A. I. Serafimoviç, F. I. Panferov, V. A. Koçetov, A. A. Anavlyev tarafından yönetilen dergi daha ilk yıllarından baş­ layarak proleter yazarların seslerini du­ yurdukları bir yayın organı niteliğindeydi ve biraz da sekterliğin tuzağına düşerek büyük romanları ve geniş boyutlu yurtse­ ver nitelikteki yapıtları yayımlamaktaydı.



O K TO D R A K H M O S a. Sekiz drahmi de­ ğerinde para. (En güzel altın oktodrakhmoslar İ.Ö. III. ve II. yy.'da Mısır'da Ptolemaioslar ve Suriye'de Selefkiler tarafından basıldı. Gümüş oktodrakhmoslar i.Ô. V. yy.'da Trakya’da, daha sonra da Mısır ve Kartaca’da çıkarıldı.)



1 , 2 , 3 : kıy ıd a k i g e liş m e le r



tin iyice karıştırılmasıyla elde edilen pat­ layıcı.



O K T O JE N a. (fr. octogène). Siklotetrametilen-tetranitraminden oluşan patlayıcı madde. O K T O L İT a. (fr. octolite). Oktojen ile toli-



O K U D J A V A (Bulat Şalvoviç), ermeni asıllı gürcü yazar (Tiflis 1924). 19561964 arası Moskova Edebiyat dergisi'de şiir editörlüğü, bir süre de Yazarlar der­ neği sekreterliği yaptı. Lirik şiirleri ve şar­ kılarında günlük yaşantının şiirsel bir gö­ rüntüsünü, şekilciliğe düşmeden dile ge­ tirdi Bazı yapıtları: Bud Zdorovşkoljar (1961); Glotok svobodıy (1969); Puteşestviye diletanov (1978); The Poems ol Bulat Okudzhava [ing. çev.j (1984). O K U L a. 1. Toplu olarak genel öğretim yapılan yer. —2. Okul çağında ya da okul­ öncesi yaşlarda bulunan çocuklara toplu genel öğretim vermekle yükümlü kurum; mektep: Özet okul. Okulun üstlendiği gö­ revler. —3. Bir öğrenim kurumundaki öğ­ rencilerin ve öğreticilerin tümü: Bu tören­ de bütün okul bir aradaydı. — 4. Özel bir alanda öğrenim veren kurum, yapı, örgüt ya da gruplaşma: Kayak okulları. Otelci­ lik okulu. —5. Aynı kuramın yandaşları­ nın, bir düşünürün izleyicilerinin, bir sa­ natçının yanında yetişenlerin vb. tümü; bu kuramdan doğan hareket; bu kuramın kendisi; ekol: Prag dilbilim okulu. — 6 . İn­ sanı eğiten, yetiştiren bir etkinlik, bir ya­ şam koşulu: Diplomatlık mesleği, insana kendine hâkim olmayı öğreten bir okuldur. Hayat okulundan mezun olmak. —Denize. Okul gemisi, denizci yetişecek öğrencilerin, kuramsal denizcilik bilgileri­ ni uygulamaya geçirebilmeleri için özel bi­ çimde donatılmış gemi. (Bir çok devletin bu iş için ayırdığı gemiler, kabasorta do­ nanımlı, yelkenli-motorlu gemilerdir. Yel­ kenli gemi kullanılmasının nedeni öğren­ ciyi doğayla mücadele etmeye, fiziksel olarak denize alıştırmaktır. Türk donanma­ sına personel yetiştiren okulların hizmetin­ deki gemiler Hamidiye, Mecidiye, Savarona ve Cezayirli Haşan Paşa’dır. Yüksek de­ nizcilik okulu’nun kullandığı ilk gemi Hamit Naci'dir; bu geminin hurdaya çıkma­ sından sonra eski bir tarama gemisinden yapılan Hamit Naci II hizmete girmiştir.) —Eğit. Okul-aile birliği, ilk ve orta dere­ celi okullarda aile ile okul arasındaki bağ ve ilişkileri güçlendirmek, öğrencilerin iyi bir öğretim ortamında yetiştirilmelerini sağlamak amacıyla kurulan derneklere verilen ad. —Fels. Düşüncelerini, öğretilerini, yazılı yapıtlarını vb., bir "yol gösterici" olarak ele alınan bir filozofun doğrultusunda ya da özel bir felsefenin etki alanı İçinde or­ taya koyan düşünürler ve yorumcular top­ luluğu. (Örneğin platoncu okuldan, varo­ luşçu okuldan vb. söz edilebilir.) —Güz. sant. Bir ustayı izleyenlerin tümü ya da aynı eğilimi taşıyan sanatçılar top­ luluğu; daha geniş anlamda, belirli bir



çağda ya da bütün çağlarda bir kentin, bir bölgenin ya da bir ülkenin sanatsal birikimini oluşturan sanatçıların tümü. (,Rembrandt okulu, Nasıralılar okulu, ro­ mantik okul, Laethem-Saint-Martin oku­ lu, Bologna okulu, İngiliz okulu vb. de­ nir.) —Koregr. Okul dansı -> KLASİK" DANS. — ANSİKL. ikonogr. İ.Ö. V. yy.'dan başlaya­ rak okul teması, bir hocadan müzik, dans ya da gramer dersi alan birkaç öğrenci­ nin betimlendiği yunan vazolarında görü­ lür Geç imparatorluk döneminden kalma bir stelde (Trier), elyazmaları okuyan öğ-' renciler betimlenmiştir. Ortaçağ'da hoca, genellikle elinde bir değnek ya da bir kır baç tutarken gösterilir (Heidelberg şarkı kitabındaki bir minyatür, XIII. yy.). XII-XIII. yy. İtalyan üniversite hocalarının (Pistoia, Bologna, Padova) mezar taşlarında, pro­ fesörler sıralarda oturan bir öğrenci gru­ buna ders anlatırken canlandırmıştır. Gozzoli, San Gimignano’daki bir freskte (Aziz Augustinus'un yaşamı) okul teması­ nı işlemiştir. XV. yy. sonunda, müzik, gra­ mer ve aritmetik kitaplarının ilk sayfasını süsleyen ağaç-oymabasmalarda, yazar, öğrencilerine ders anlatan bir hoca ola­ rak gösterilmiştir. Holbein, Erasmus'un Deliliğe övgü adlı yapıtı için bir okul sah­ nesi gerçekleştirmiştir. Bruegel'in Okulda­ ki eşek adlı gravüründen de söz etmek gerekir. Okul teması XVII. yy.'da birçok hollandalı ressam tarafından ele alındı: G. Dou (Akşam okulu, Amsterdam ve Floran­ sa), J. Steen (Kızlar ve erkekler okulu), Van Ostade (Öğretmen). O K U LD A Ş a. Okul arkadaşı. O KU LLAŞM A ç o c u k la r a



a



E ğ it



okum a



O k u l ç a ğ ın d a k i



o la n a ğ ın ı n



s a ğ la n m ış



o lm a s ı. — A N S İK L . T ü r k i y e ' d e y ılın d a 6 8 7 0 6 3 8 e t ti. A y n ı ö ğ r e t im 402



692



1 9 9 1 - 1 9 9 2 ö ğ r e tim



çocuk



ilk o k u la d e v a m



y ılın d a o r ta o k u lla r d a 2



ö ğ r e n c i e ğ it im



g ö rd ü .



L is e



d e n g i o k u lla r d a o k u lla ş m a o r a n ı % id i.



Y ü k s e k ö ğ r e tim e



r e n c i b u lu n u y o r d u . y e r le ş tir ile n



ö ğ re n c i



k a y ıt lı



469



A y n ı ö ğ r e tim s a y ıs ı



is e ,



302



ve



4 0 ,7 ö ğ ­



y ılın d a T ü r k iy e



g e n e l in d e 2 6 0 3 0 3 k iş iy d i.



O K U L L U sıf. ve a. 1. Öğrenim yapan, özellikle de ilk ve ortaokulda okuyan kim­ se için kullanılır. —2. Bir alana ilişkin bil­ gileri okuldan edinmiş kimse için kullanı­ lır; mektepli. O K U LÖ N C E S İ a. Çocuğun okula baş­ lamasından önceki çağ. ♦ sıf. Bu çağa özgü, bu çağla ilgili şey için kullanılır. —Eğit. Okulöncesi eğitim, zorunlu ilkokul çağına gelmemiş çocukların eğitimi. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. B u tür eğitim Türkiye'de isteğe bağlıdır. Okulöncesi eğitim kurumlan ba­ ğımsız anaokulları olarak kurulduğu gibi, gerekli görülen yerlerde ilkokullara bağlı anasınıfları halinde ya da ilgili öteki öğre­ tim kurumlarına bağlı uygulama sınıfları olarak da açılabilir. Bu tür eğitimi resmi olarak gerçekleştiren kurum ve kuruluş­ ların yanında özel ve tüzel kişiler tarafın­ dan açılan "özel anaokulları-yuvalar-kreşler", azınlıklar tarafından açılan "azınlık anaokulları" ve yabancı devletler tarafın­ dan açılan "yabancı anaokulları" da bu­ lunmaktadır. Türkiye'de okulöncesi eği­ timde yeterli gelişme sağlanmış değil­ dir. (1991-1992 öğretim yılında bütün Türkiye'de, ancak 130 946 çocuk anaokullarından ve anasınıflarından yararla­ nabildi.) O K U LS O N R A S I a. 1. Örgün eğitimi iz­ leyen dönem. —2. Okul çağından sonra gelen dönem. ♦ sıf. Okuldaki öğretimden sonra yapı­ lan ve bu öğretimi tamamlayıcı nitelikte olan eğitim için kullanılır. O K U L S U Z L A Ş M A a Eğit Tüm top­



lumsal alanın sürekli bir eğtim alanı ola­ rak düşünülmesi ve okul kurumunun bu alan içinde eritilmesi, (i. illich'e göre [Descooling Society (Okulsuz toplum), 1971] toplum içindeki bireyler arasında olumlu ilişkiler [conviviality] kurmak için, toplum­ la birlikte zihniyetleri de olumsuzlaştırmak ve "okulsuz bir toplum" kurmak gereki­ yordu. Bu toplumda bilgi, ortak uğraşlar­ la bir araya gelen toplulukların, kendi üye­ lerini kendileri seçen çalışma gruplarının ve diplomalarına göre değil yetkilerine gö­ re etkinlik gösteren öğretmenlerin işi ola­ caktır.) O K U M A a. 1 . Her türlü işareti ve işaret­ lemeyi okumak, çözmek eylemi: Bir kita­ bı okuma, harita ve plan okuma. Grafik­ leri okuma. (Bk. ansikl. böl. ikonogr.) — 2. Yazılı olanı okumak, çözmek ve an­ lamak olgusu: Okuma dersi. (Bk. ansikl. böl. Ruhbil ve Eğit.) —3. Bir metni özel­ likle içeriğini değerlendirmek için gözden geçirmek, okumak eylemi: Kimi kitaplar, birden çok okumayı gerektirir. —4. Bir metni dinleyiciler önünde yüksek sesle okumak eylemi: Bir şiiri güzel okuma. —5. Bir metnin çözümlenmesi, yorumlan­ ması, ne anlama geldiğinin belirtilmesi: Çoğul okumalara olanak veren bir metin. — 6 . Bir uğraşı olarak ele alınan okumak eylemi: Okumayı sevmek. Okuma alışkan­ lığı. —7. Okuma kitabı, öğrencilere oku­ mayı sevdirmek amacıyla hazırlanan, içe­ risinde değişik metinlerin yer aldığı kıla­ vuz kitap. || Okuma yazma, okuma yaz­ mayla ilgili temel bilgi ve beceriler: Oku­ ma yazma öğretiminde yeni yöntemler. —Bilş. Bellek okuma, bilgisayar merkezi belleğine kaydedilen ve daha sonra, işlen­ mek üzere, bir bilgisayar merkezi birimi­ nin bir kütüğüne aktarılan bilgileri tanıma işlemi. || Bozucu okuma, bilgisayar belle­ ğinde yazılı bilgileri, bozarak ya da sile­ rek okuma yöntemi; bu yöntem, aynı bil­ giye daha sonra başvurulmak isteniyorsa, silinen bilginin okumadan hemen sonra yeniden yazımını gerektirir. || Disk okuma, manyetik bir disk üzerine yazılmış ve da­ ha sonra bir bilgisayarın merkezi belleği­ ne aktarılan bir bilgi kümesini tanıma iş­ lemi. J Manyetik okuma, manyetik kayıt (örneğin bir kart ya da bir şerit üzerinde) ya da manyetik ya da mıknatıslanabilir bir mürekkeple yazılmış alfasayısal karakter­ ler biçiminde saklanan bilgileri tanıma yöntemi. || Optik okuma, grafik biçimde kaydedilmiş bilgileri tanımada kullanılan optikelektronik yöntem. (Bk. ansikl. böl.) || Otomatik okuma, bir bilgisayar çevre bi­ riminin, bilgisayarda saklama ya da İşle­ me amacıyla, alfasayısal ya da grafik bi­ çimde gösterilen bilgileri otomatik olarak tanıması. —Din. Okuma secdesi -» TİLAVET" SEC­ DESİ.



—Eğit. Okuma haftası, ilkokul birinci sınıf­ larda okuma yazmayı öğrenmeye başla­ yan öğrencileri ödüllendirmek için düzen­ lenen törenlerin yapıldığı hafta. (Bu tören­ lerde başarılı öğrencilere kitap, ders araç ve gereçleri vb. armağanlar verilir, okuma yazma ile ilgili yazılar, şiirler okunur.). —Elektroakust. Kaydedilmiş işaretleri baş­ langıçtaki biçimleriyle (elektriksel ya da akustik) yeniden elde etmek işlemi. —Telekom. Ses okuma, telefon kulaklıkla­ rından ya da kimi kez bir telgraf hoparlö­ ründen yayımlanan ve Mors abecesine göre kodlanmış telgraf iletilerini gösteren sesleri, işitsel olarak yorumlama. —Tıp. Okumayı öğrenme güçlüğü -» DİSLEKSİ. — ANSİKL.



XIX. yy.'daki siyasal, iktisadi ve toplumsal gelişme, bir eğitim hakkının doğmasına yol açmıştı, ikinci Dünya savaşı'ndan sonra Unesco'nun başlıca amaçlarından biri üyelerinin okuma yaz­ mayı geliştirmek için aldıkları bütün ön­ lemleri desteklemekti. 1951'de Unesco uzmanları, okuryazar kişiyi, "günlük ya­ şamla ilgili olguların basit ve kısa bir açık­ lamasını anlayarak okumaya ve yazmaya yetenekli" olarak, 1962’de de "kendi gru-



t



J p jjL



L a u ro s -G ira u d o n



bu ve topluluğu içindeki rolünü başarılı bir biçimde oynamak bakımından okuma yazmanın zorunlu olduğu bütün etkinlik­ ler için gerekli, okumada, yazmada ve aritmetikte erişilen sonuçları, bu yetenek­ lerini hem kendi gelişmesinin, hem de to p tuluğun gelişmesinin hizmetine vermeyi sürdürmesini ve ülkesinin yaşamına etkin olarak katılmasını sağlayacak bilgi ve edinci kazanmış kişi” olarak tanımlıyorlardı. 50'li yıllardan bu yana dünyada okuma yazma bilmeyenlerin oranı sürekli biçim­ de azaldı. 1970'te % 32,4 iken 1990'da % 25,7 ye düştü; ancak okuma yazma bilmeyenlerin gerçek sayısı, nüfus artışı sonucu, aynı 20 yıl içinde 742 milyondan 948 milyona yükselerek artmayı sürdür­ dü. Bu sayı içinde kadınların oranı gitgi­ de arttı. Okuma yazma haritasıyla yok­ sulluk haritası örtüşürse de (dünyanın en yoksul 25 ülkesinde nüfusun % 80'i oku­ ma yazma bilmemekte, diğer 173 ülkede bu oran % 50'nin üzerinde olmaya de­ vam etmektedir), son zamanlarda sana­ yileşmiş ülkelerde de yüksek bir sayıda işlevsel okumaz yazmazlar, yani topluma katılmaları için gerekli temel okuma, yaz­ ma ve hesap bilgilerinden (bir tren tarife­ sini okumak ya da bir iş formunu doldur­ mak gibi) yoksun kişiler olduğu saptan­ mıştır. 1991'de ABD'de yapılan değer­ lendirmeler nüfusun % 1 0 'undan çoğu­ nun gerçekte okuma yazma bilmediğini ve okul çağındaki gençlerde bu oranın pek az olduğunu ortaya koydu. —Bilş. Optik okuma. Bilgileri elle girme (yükleme), otomatik sistemlerde ve bilişim sistemlerinde, önemli bir maliyet ve hata unsuru oluşturduğundan optik okuma çok sayıda araştırma ve gelişmeye konu olmaktadır. Büyük optik okuma uygula­ maları arasında, mektup ayırma, banka çeklerini ve birçok ürünün ambalajları üzerinde yazılı çubuklu kodları okuma sa­ yılabilir. Optik okuma, tanınacak karakterin oluş­ turduğu görüntüyü ve bir kodu çözümle­ yen ve ışığa duyarlı diyotlardan oluşan bir çubuk ya da matrisle gerçekleştirilir; bu matris özel bir işlemciye, bu kodlanmış görüntüyü, bellekte saklı aranılabilecek bütün karakter görüntüleriyle karşılaştırma ve en yakın görüntüyü arama olanağı ve­ rir: karşılık gelen karakter, dolayısıyla ara­ nan karakter olarak kabul edilir. — İkonogr. Okuma konusunu işlemiş olan flaman ve hollandalı ressamlar ara­ sında, Van Ostade (Gazete okuma, Louvre müzesi), N. Maes (Brüksel), Ö. Teniers (Gazete okuma, Viyana), G. Dou (Kutsal Kitapi okuma, Louvre müzesi) sayılabilir. XVIII. yüzyılda, Creuze (Kutsal Kitap! okuma, Dresden) gibi fransız res­ samlar bu tablolardan esinlendiler. Ayrı­ ca, J.-F. De Troy (Bir Molière okuması, Londra). C. Van Loo (Ispanyol usulü oku­ ma, Sen-Petersburg), Delacroix (özel kol ), Boucher (Mme Geoffrin'de bir D'Alembertokuması, desen, özel kol.), Fantin



okuma Okuyan kadın (1872’ye doğr. -1 8 7 4 ?) Monet'nin yapıtı Walters A rt Gallery, Baltimore



okuma 8810



-Latoıır (Lyon), Manet (Louvre), D. VVİlkie (Bir vasiyetnameyi okuma, Münih), Marcoussis’i de (Lamba altında okuyan adam, Art moderne ulusal müzesi, Paris) anmak gerekir. Okuyan kadın ise, Vermeer (Amsterdam) ve Renoir'ın (Louvre) başyapıtla­ rına konu olmuştur. —Ruhbil. ve Eğit, ilköğretimin birinci yılı okuma öğrenimine ayrılmıştır. Çocuk ikinci sınıfa ancak okuma biliyorsa geçer. Oysa ilkokulun birinci yılı sonunda, çocukların yalnız üçte birinin rahatça okuyabildiği gö­ rülmektedir. Sözlü dilin somut ve gösterilebilir bir olaylar ve nesneler bağlamında kullanılan ve ereği dolayımsız iletişim olan bir durum dili olmasına karşılık, yazı dili diyalog ola­ nağından yoksun zamandışı bir iletişim oluşturur. Yazı dili harflere dönüştürdüğü konuşulan dil öğelerinin bir sesbirim bö­ lümlemesini, bir sözcük bölümlemesini ve noktalama yoluyla bir cümle ye cümle parçalan bölümlemesini içerir. Üstelik bir­ çok dilde, örneğin fransızcada, yazım sesbirimler diziminin basit bir çeviriyazısını gerçekleştirmekten uzaktır. Bu durum ço­ cuğun, okumayı öğrenebilmesi için, sözvarlığı ve sözdizimine sözlü olarak ege­ men olmasını, eklemleme güçlüğü olma­ masını ve görsel rahatsızlığı bulunmama­ sını gerektirir. Algılama düzeyinde, çocuk biçimleri tanımaya ve sesbirimlerin zamansal dizisiyle harflerin uzaysal dizisi arasında bir benzeşim kurmaya yetenek­ li olmalıdır. Okumayı öğrenmenin temel koşullarından biri de buna istekli olmak­ tır: okulöncesi dönemde aile çevresiyle kurulan sözsel ilişkilerin niteliğinin okuma ve yazma denilen dolayımlı iletişim üze­ rinde geniş ölçüde etkili olduğu sanılır. Okuma, özellikle bireşimsel ya da sesbirimsel yöntem denilen geleneksel yön­ temle tümce yöntemi denilen yöntemi kar­ şı karşıya getirerek, gerçek bir yöntem sa­ vaşımına yol açmıştır. Bireşimsel yöntem, seşbirimler olarak birleşen harflerden (B -A-BA) sözcüklere, sözcüklerden cümlele­ re doğru bir ilerleme öngörür. Toplu* yön­ tem denilen bağdaşmak yöntemse (O. Decroly) gerekli becerilerin sözcük tanı­ maya ve çözümlemeye geçmeden, tüm­ ce bütünlüğü içinde kazandırılmasını amaçlar. O K U M A K g. f. 1. Bir şeyi okumak, bir kimse sözkonusuysa, bir dilin yazılı işa­ retlerini tanımak, bu işaretlerin ya da bi­ leşimlerinin seslerini (özellikle gözle izle­ yerek) zihinsel olarak ya da yüksek ses­ le birleştirmek ve onlara bir anlam ver­ mek; çözmek: Arapça okuyabiliyorum, ama bu dili henüz çok iyi bilmiyorum. Hi­ yeroglifleri okumak. Okumayı yeni öğre­ nen b ir çocuk. Heceleyerek okumak. "b "le ri " p " okuyor. —2. B ir metni oku­ mak, içeriğini değerlendirmek için göz­ den geçirmek; içeriğini öğrenmek: Kitap okumak. Trende gazete, dergi vb. oku­ mak. Mektup okumak. Rolü kabul etme­ den önce metni okumak istiyor. —3. Bir yazarı okumak, yazılı eserlerinin İçeriği­ ni öğrenmek, bilmek: Dostoyevskiy'i oku­ dunuz mu? —4. Bir şeyi (bir metinde) okumak, okuma yoluyla haberi olmak, onu öğrenmek: Gazetelerde okuduğu­ ma göre haftaya havalar düzelecekmiş. Bunu nerede okudun? Bunu b ir kitapta okumuştum. —5. (Bir kimseye) b ir şey okumak, dinleyiciler önünde bir metni seslendirmek: Çocuklara masal oku­ mak. Edebiyat matinesinde şiirlerini oku­ du. — 6 . Bir şeyi (işaretler, imgeler vb. bü­ tünü) okumak, yazı dışındaki işaretler, im­ geler bütününü yorumlayabilmek, anlamı­ nı çözmek, anlamak: Grafik okumak, is­ tatistikleri okumak. Şifre okumak. —7. Bir şeyi, belli bir biçimde okumak, onu belli bir biçimde yorumlamak, anlamak: Bu metni iki biçimde de okuyabiliriz. — 8 . Bir şeyi (kaydedilmiş bir şeyi) okumak, bir aygıttan söz ederken, kaydettiğini yeniden vermek. —9. Bir şeyi okumak, onu ezbe­ re söylemek: Hadi bize bir şiir oku. Ezan



okumak. Dua okumak. — 10. Bir şeyi (ko­ nu, ders, ders kitabı vb.) okumak, bir ko­ nuyu ya da dersi okulda, bir öğretmenin yanında ya da yazılı şeyler üzerinde çalı­ şarak öğrenmek: iki yıldır İngilizce okuyor, ama hâlâ hiçbir şey öğrenemedi. Lisede din dersi okudunuz mu? Biz bu kitabı oku­ muyoruz. — 11. Bir öğrenim kurumunu okumak, orada öğrenim görmek: Liseyi Ankarada okudu. — 12. Bir şeyi (soyut) b ir kimsenin yüzünden, gözlerinden vb. okumak, bazı belirtilere dayanarak onu anlamak, çıkarmak: Beni küçümsediğini gözlerinden okudum. — 13. Bir kimsenin içini, düşüncesini okumak, tasarılarını, gizli nedenlerini, düşüncelerinin özünü anlamak. —14. Şarkı, türkü okumak, şar­ kı, türkü söylemek: Çok güzel türkü okur. — 15. Geleceği okumak, bir şeyi yıldızlar­ dan, el çizgilerinden vb. okumak, anlam­ lı ve ayırtedici olduğuna inanılan işaretle­ ri yorumlayarak geleceği önceden kestir­ mek. — 16. Bir kimseyi, bir şeyi okumak, nefesi güçlü olduğuna inanılan bir kimse sözkonusuysa, bir kimseyi nazardan ko­ rumak, hastalığını iyileştirmek vb. bir amaçla ona ya da ona verilecek, içirilecek bir şeye dua okumak, nefes etmek. — 17. Yörs. Bir yere çağırmak, davet et­ mek. — 1 8 . Arg. Bir şeyi okumak, bir zor karşısında bildiği bir şeyi açıklamak, an­ latmak: Karakolda bütün bildiklerini oku­ du. — 19. Okuyup üflemek, bir kimseyi hastalık, nazar vb.’den korumak için oku­ mak, ona nefes etmek. || Lanet okumak ■-* LANET. || Masal okumak -> MASAL. || Maval okumak -* MAVAL. ]| Meydan oku­ mak -* MEYDAN. || Nota okumak -> N O ­ TA. || Rahmet okumak -» r a h m e t . — Bilş. Bir bilgisayarın çevre birimini oluş­ turan bir giriş organına sunulan ya da bir bellekte depolanmış bir bilgiyi, bilgisaya­ rın başka bir birimine (merkezi birim ya da bellek) iletmek amacıyla tanımak, duru­ munu incelemek. —Matbaac. Prova okumak, kitap, gaze­ te, dergi gibi basılmak üzere dizilen yazı­ ların, prova denen sayfalarını okuyup ge­ rekli düzeltmelerini yapmak. —Telekom. Ses okumak, bir ses okuma gerçekleştirmek. ♦ gçz. 1.1. Öğrenim görmek: Bu çocuk okumak istiyor. Okumazsan cahil kalırsın. —2. Bir yerde, bir öğrenim kurumunda okumak, orada öğrenim görmek, görüyor olmak: Tıp fakültesinde okuyor. Yurtdışında okumak. —3. Bir belirteçle, derslerin­ de başarılı olmak ya da olmamak: Kızı çok iyi okuyor. Biraz güç okudu. —4. Ken­ dini kitap okumaya vermek: Yeterince okumuyorsunuz. — 5. Bir kimsenin süla­ lesine, geçmişine vb. okumak, ona küfret­ mek: Yedi sülalesine okudu. — 6 . Canına okumak - * c a n . ♦ okunm ak edilg. f. 1 . Okumak eyle­ mine konu olmak: Hiyerogliflerin ilk kez ki­ min tarafından okunduğunu biliyor mu­ sun?—2. Okumak eylemi yapılmak, ger­ çekleştirilmek: Bu kadar güçsüz bir ışıkta kitap okunmaz. Tatilde iyi okunuyor. —3. Bir yapıt, bir yazar vb. sözkonusuysa, her­ kes için okuma nesnesi olmak: Bu roman artık okunmuyor. Hâlâ zevkle okunan bir yazar. —A. Bir metinden söz ederken çö­ zümlenmek, yorumlanmak, ne anlama geldiği belirtilmek: Bu yazarın kitabı de­ ğişik açılardan okunabilir. —5. Bir kimse­ nin yüzünden, gözlerinden okunmak, bir duygu sözkonusuysa, görünür, seçilebilir olmak, kendini açıkça belli etmek: Mut­ suzluğu gözlerinden okunuyor. — 6 . Oku­ yup üflemek eylemine konu olmak. ♦ okunulm ak edilg. f. Okunmak. ♦ okutm ak ettirg. f. 1. Bir metni (bir kimseye) okutmak, okumak eylemini ona yaptırmak ya da okumasına izin vermek: Yurtdışından gelen mektubunu bana okuttu. Eski yazı bir belgeyi bir uzmana okutmak. Çocuklarına kitap okutmayan bir baba. —2. Bir yazarı, bir kitabı okut­ mak, onun içeriğini öğretmek: Öğrenci­ lerine Shakespeare'i okutmak. —3. Bir



kimseyi okutmak, onun öğrenim giderle­ rini karşılamak: Beni dayım okuttu. —4. Bir ders okutmak, o dersin alanına giren konularda öğrencilere bilgi vermek, o ko­ nuda ders vermek: Lisede matematik okutuyor. —5. Bir kimseyi, bir şeyi okut­ mak, nefesi güçlü olduğuna inanılan bir kimse tarafından okunmasını sağlamak: Bir hastayı üfürükçüye okutmak. — 6 . Arg. Bir şeyi okutmak, onu satmak, elden çı­ karmak: Eski arabalarını biraz elden ge­ çirip birine okuttular. ♦ o ku tturm ak ettirg. f. Okutmak eyle­ mini yaptırmak: Evde kimseye roman okutturmuyor. ♦ o k u tu lm a k edilg. f. Okutmak eylemi­ ne konu olmak. O K U M A Ş İG E N O B U , japon siyaset adamı (Saga, Kyuşu, 1838 - Tokyo 1922). Samuraydı, 1868 imparatorluk devrimi’ne katıldı. Danıştay üyesi, Maliye bakanı (1873-81), daha sonra da Dışişleri bakanı (1888-89, 1896-97) oldu. Haziran-ekim 1898 arasında Başbakanlık yaptı. Yeniden iktidara geldiğinde (nisan 1914 - ekim 1916) Almanya’ya savaş ilan etti (ağustos 1914). iktisadi alanda Japonya'ya ayrıca­ lık tanıması için Çin'e bir ültimatom verdi (nisan 1915) ve Çin’i paylaşmak konusun­ da Rusya ile antlaşma imzaladı (temmuz 1916). O K U M A Y İT İM İ a. Başat beyin yarımkü­ resindeki bir zedelenme sonucu, görme bozukluğu olmaksızın ortaya çıkan okuma bozukluğu. —ANSİKL. Hastanın sözcükleri iyi kötü okuyup harfleri seçemediği harf okumayltimi, harfleri okuyup sözcükleri okuya­ madığı sözcük okumayitimi ve cümleyi okuyup anlamasını engelleyen türü cüm­ le okumayitimi birbirinden ayırt edilir. O K U M E a. Gabon ve Kongo kökenli tro­ pikal afrika ağacı. (Bil. a. Aucoumea klaineana; burseraceae familyası.) —ANSİKL. Kabuğu kiremit renginde, göv­ desi silindirik ve nadiren düz olan okume ikincil ormanların önemli ağaçlarındandır. Doğal olarak dağınık ya da tekdüze top­ luluklar halinde rastlanır ve bol ışık alan yerlerde yetişir. Gabon, Kongo ve Fildişi Kıyısı’nda nemli tropikal kuşakta işletme amacıyla geniş alanlarda yetiştirilir. Odu­ nu kayısı renginde, çok yumuşak ve çok hafif olup kolay işlenir. Çoğunlukla kontr­ plak yapımında kullanılan okume, Gabon, Kongo ve Ekvator Ginesi’nden önemli miktarda ihraç edilir. O k u m u ra M a s a n o b u nobu



masa



Okum ura.



O K U M U Ş sıf. ve a. Herhangi bir alan­ da eğitim öğrenim görmüş; bilgili, aydın kimse için kullanılır. O K U M U Ş L U K a. Eğitim, öğrenim gör­ müş olan kimsenin durumu. O k u n b a ğ ın tıs ı, iktisatçı Arthur Melvin Okun (Jersey City 1928 - Washington 1980) tarafından 1962'de ortaya konulan bağıntı. 1947-1960 dönemine ilişkin üçer aylık amerikan ikitisadi verilerini temel alan bu bağıntı, işsizlikle depresyon arasında düzenli bir istatistiksel ilişki bulunduğunu gösteriyordu. Okun bağıntısı’na göre, iş­ sizlik oranında °/o 4'ün üstündeki her bir fazla puan, gerçek gayrısafi milli hâsıla­ da üç puanlık bir düşüşle birlikte gider; istihdam düzeyi, ancak iktisadi büyüme oranı gözlenen "trend"in üstüne çıktığı zaman yükselir. O K U N A K L I sıf. Kolaylıkla okunabilen yazı için kullanılır: Güzel değil ama oku­ naklı bir yazısı var. O K U N A K S IZ sıf. Okunamayan ya da güçlükle okunabilen yazı için kullanılır: Ya­ zın çok okunaksız, düzeltmelisin. O K U N M A a. Okunmak eylemi. O K U N M A K ->



OKUM AK.



O K U N T U a. Anadolu’nun bazı yörele­



okülomotor rinde düğüne davet etmek üzere çağrılı­ ya gönderilen küçük armağan. (Bu arma­ ğan mum, şeker, küçük bir ekmek vb. ola­ bilir ve kentlerdeki davetiyenin yerini tutar. Bu işle görevlendirilen yaşlı bir kadın ara­ cılığıyla dağıtılır.) OKUNULM AK -



OKUMAK



O K U N U Ş a. Okunmak eylemi ya da bi­ çimi. O K U R a. 1. Yazarlarla, yayımcılarla olan ilişkisi açısından ele alınan, yayımlanmış bir yayını, bir metni vb. okuyan kimse; okuyucu: Okurlarımıza duyuru. Okurları düşünmek. Okur mektupları. —2. Okur yazar — o k u ry a z a r.



O K U R E R (Binay), türk balerin (Ankara 1942). Ankara Devlet konservatuvarı’nı bitirdi, Devlet opera ve balesi'nde görev aldı. 1974’te İstanbul Devlet Opera ve balesi'ne girdi. 1977'de emekli oldu. O K U R YA ZA R sıf. 1. Okuma yazma bi­ len kimse için kullanılır: Okuryazar sayısı­ nı artırmak. — 2 . Öğrenim görmüş, aydın, zihinsel etkinliklerde bulunan kimse için kullanılır: Okuryazarlar bu yasaya tepki gösterdi.



tem, halkların içinde yaşadıkları somut, günlük durumlardan yola çıkılarak belirli bir bilinçlenme hedefine varılmasını amaçiamaktadır. Brezilya’nın kuzey-doğu' sunda yavaş yavaş (1947-1962) kotarılan bu yöntem, günümüzde bütün dünyada ve özellikle Fransa'da bilinmekte ve kul­ lanılmaktadır Çünkü, bütün sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, Fransa'da da oku­ ma yazma öğretimi, yabancı işçilerin top­ lumla bütünleştirilmesini sağlayan en önemli araçlardan biridir. Türkiye'de 1924 Anayasası hin ilköğre­ timi zoryplu kılan hükmü, harf devrimi (1928) ile girişilen eğitim ve öğretim etkin­ likleri ( - » MİLLET MEKTEPLERİ) okuryazarlık oranının artmasına olanak sağladı. 23 mart 1981 de başlatılan okuma yazma se­ ferberliği çerçevesinde 190 948 birinci kademe kursuna 3 999 008 kişi katıldı. Ayrıca başka yollarla da 161 612 kişi oku­ ma yazma öğrendi. Bunun sonucu, 1987' de Türkiye genelinde okuryazarlık oranı % 82'ye çıktı. Bu oran 1980'de % 67,31 idi. 1985 sayılına göre Türkiye'de okuma yazma bilmeyen 9 703 662 kişi vardı Bu nüfusun yaklaşık % 70'i kadındı.



O K U S P O K U S a. 1. İllüzyonistlerin gös­ terileri sırasında söyledikleri sözcük. — 2 . O K U R Y A Z A R L IK a. Okuryazar olma Arg. Hile, düzen. durumu. (Bk. ansikl. böl.) —Eğit. Okuryazarlık eğitimi, belli bir top­ O K U T M A a. Okutmak eylemi. lumsal grubu okur yazar duruma getir­ O K U T M A K - OKUMAK. mek için verilen eğitim. (Bu terim, genel­ likle, yetişkin kişiler için kullanılır.) O K U T M A N a. Üniversitelerde, dil dersi — ANSİKL. Günümüzde, dünya yetişkin in­ öğretimi, eski dillerde yazılmış metinlerin san nüfusunun yaklaşık yarısının okuma çözümlemesi vb. bir işle görevli kimse. yazma bilmediği söylenebilir. Bu insan­ (Eşanl. L E K T Ö R . ) lar, ya hiç okuma yazma öğrenmemiş ya O K U T M A N L IK a. Okutmanın görevi. da öğrendikten sonra unutmuşlardır. Bu da, 'öğrenim sonrası'nın önemini göste­ O K U T T U R M A K - OKUMAK. rir. Gerçekten de, her okuryazarlık eğiti­ O K U T U L M A a. Okutulmak eylemi. mi, mutlaka kültürel ve eğitsel bir süreklili­ ği gerektirir, çünkü yazma bilgisi gibi, O KUTULM AK OKUMAK. okuma bilgisi de ancak günlük kullanılışı O K U Y A SU K A TA (kont), japon mare­ sayesinde (gazete okumak, kitap oku­ şal (Fukuoka 1845’e doğr. - Tokyo 1930). mak, okumayı gerektiren, başta iş olmak Rus-japon savaşı sırasında II. Ordu'ya ko­ üzere çeşitli durumlar), yani daha genel muta etti. Liaodong yarımadasına çıkar­ bir deyişle, toplumsal ve kültüre! yapı ve ma yaptı ve başta Kaiping olmak üzere donanımlar sayesinde korunabilir. birçok muharebeyi kazandı. Rus ordusu­ Unesco, kuruluşundan bu yana elinden nun sağ kanadını kuşatarak önce Liaogeldiğince okumazyazmaziığa karşı sa­ yang, daha sonra da Mukden muharebe­ vaştı ve okuma yazma öğretimini yaygın­ sinde belirleyici bir rol oynadı (1904-1905). laştırmaya çalıştı. Önce uluslararası kuru­ 1906-1912 arasında genelkurmay başka­ luşlar, kitlelere okuma ve yazmayı ve hat­ nı oldu. ta bazen hesap yapmayı öğretmek ama­ O K U Y U C U a. 1. Yazar, yayıncı açısın­ cıyla geniş kampanyalar açtılar ve bu dan ele alındığında, bir yayını, bir metni kampanyalar, yakın geçmişteki siyasal vb. okuyan kimse; okur; kari: Okuyucusu kurtuluşlarından sonra iktisadi ve toplum­ az bir yazar. Okuyucu köşesi. —2. Bir sal gelişmelerini de gerçekleştirmeyi tamlayanla birlikte, okumayı seven kimse: amaçlayan bazı devletlerce de benimsen­ iyi bir roman okuyucusu. —3. Şarkı ya da di. Bunun en tanınmış örneği, Küba'nın türkü söyleyen kimse; şarkıcı. —4. Yörs. okuma yazma öğrenimi seferberliğidir. Düğün sahibi adına davetlileri dolaşarak Aradaki okumazyazmazlık oranı bir yıl düğüne çağıran kimse. —5. Okuyucu içinde (1961) % 23'ten % 4'e düşürüldü. gezmek, düğüne çağırmak için kapı ka­ Ne var ki, elde edilen bilgilerin pratikte pı dolaşmak (yörs.). kullanılmaması, okuma yazma öğretimi­ nin değiştirilmesinde bir güçlük kaynağı s —Bilş. Dış bir kayıt ortamında (delikli kâ­ ğıt şerit, manyetik şerit, delikli kart, basıl­ oluşturmaktadır. mış ya da elle yazılmış belge) kayıtlı bilgi­ 1965 Tahran Dünya kongresi'nden son­ leri, bir hesap makinesine, bir bilgisayara ra Unesco, okuma yazma öğretimiyle ya da her türlü bilgi işlem sistemine gir­ ekonomi arasında bağlantı kurarak daha meye olanak veren makine ya da düze­ “ işlevsel" bir anlayışa geçti, işlevsel oku­ nek. |) Kart okuyucu, bir bilgisayarın, de­ ma yazma öğretiminin amacı, kişjlere, likli kartları okuyan çevre birimi. || Kimlik günlük etkinliklere ve işe dönük pratik bil­ giler aşılamaktır. Her program, seslendi­ optik okuyucu ği topluluğa göre hazırlanır. Burada, kla­ sik tipte, ama özel olarak yetiştirilmiş öğ­ o k u n a c a k b e lg e y i h a re ke t e ttire n ö ğe retmenlerin yanı sıra çeşitli dallarda uz­ man kişilerden (tarımcılar, sanayi teknis­ yenleri vb.) de yararlanan "ısmarlama" (her toplumsal grup için, o grubun gerek­ sinimlerine göre programlanmış) bir öğ­ retim sözkonusudur. Bu tür parçalı, ya­ vaşlatılmış okuma yazma öğretimi, göz kamaştırıcı nitelikte olmasa bile çok başa­ rılı sonuçlar vermiştir: örneğin, Tanzaniya' da işlevsel bir okuma yazma öğretimi programı sayesinde, okuryazarlık oranı, 1970-1977 arasında % 30’dan 80’e çıka­ rıldı. R Freire, işlevsel okuma yazma öğreti­ belge y a nsıyan ışık p e n c e re mini aşan bir yöntem geliştirdi. Bu yön­



okuyucu, bir kimlik ya da bir kart üzerine manyetik biçimde kodlanmış bilgileri oku­ yan aygıt. (Bankamatiklerde bir kredi kartı okuyucusu bulunur.) || Manyetik karakter ya da işaret okuyucu, manyetik bir mürek­ keple basılmış karakteri, manyetik bir yön­ temle, otomatik olarak okumaya olanak veren makine ya da düzenek. (Bankayı ve hesap Sahibini tanıtan işaretler manyetik CMC7 karakteriyle her çek üzerinde ya­ zılıdır ve bir çek okuyucu, bu bilgileri oto­ matik olarak tanır.) || Optik okuyucu, basıl­ mış ya da elle yazılmış karakterleri, optikelektronik bir yöntemle otomatik olarak okumaya olanak veren makine ya da dü­ zenek. || Şerit okuyucu, bir bilgisayara ilet­ mek üzere, manyetik bir şerit üzerindeki bilgileri okumaya ya da bu ortam üzerine bilgi kaydetmeye yarayan aygıt. —Elektroakust. Kayıt biçimi ne olursa ol­ sun, kaydedilmiş sesleri yeniden oluştur­ maya yarayan aygıt. || Kaset okuyucusu. bir kaset üzerindeki sesleri ya da verileri okumaya ve çoğu kez de bu kaset üzeri­ ne ses ya da veri kaydetmeye olanak ve­ ren aygıt. |j Ses okuyucu, bir ses kayıt pla­ ğının izlerini okuyabilen bir öğe için kul­ lanılır. || Ses okuyucusu, OKUMA kafa sı*’nın eşanlamlısı. —Haritc. ve Bilş. Eğri okuyucu, bir eğri­ deki noktaların konumunu otomatik ola­ rak yüklenmesini sağlayan düzenek. (Bu düzeneğe, sayısallaştırılacak şekil üstün­ de bir kılağ gezdiren bir bilgisayar komu­ ta eder: her noktanın koordinatları bilgi­ sayarın merkez birimine aktarılır ya da manyetik bir bant üzerinde depolanır.)



8811



O K U Y U C U -D E L İC İ a. Bilş. Delikli kart- __ ları ya da şeritleri okuyan ve delen bilgi- â sayar çevre birimi. = i O K U Y U Ş a. Okumak eylemi ya da biçi- £ mi. | O K Ü LE R a. (fr. oculaire). Opt. GÖZMER 8 CEöi'nin eşanlamlısı. O K Ü LO O R A Fİ a. (fr. oculographie). Göz hareketlerini kayıt tekniği. O K Ü LO G R A M a. (fr. oculogramme). Okülomotor kaslarca üretilen kas potan­ siyellerinin kaydı yoluyla göz hareketleri­ nin kaydedilmesi. O K Ü L O J İR sıf. (fr. oculogyre). 1. Okülojiriyle ilgili. —2. Okülojir kriz, göz küre­ lerinin, en çok yukarı doğru olmak üzere belli bir durumda sabit kalmasına neden olan okülomotor kas spazmı (tavana bak­ ma krizi). O K Ü L O J İR İ a. (fr. oculogyrie). içkulak vestibül ve ağsı tabaka-orta beyin refleks­ lerinden yararlanan ve göz kürelerinin göz çukurları içindeki hareketlerini, örneğin görme alanı içindeki bir nesneyi gözle iz­ lemek amacıyla denetleyen ve bu hareket­ lerde eşgüdüm sağlayan sinirsel süreç. O K Ü LO M O TO R sıf. (fr. oculomoteur' den). 1 . Göz hareketlerini sağlayana de­ nir. —2. Okülomotor etkinlikler, uzun bir gelişim süreci sonunda ortaya çıkan ve çok ileri düzeyde kural ve düzenlemeler­ le sağlanan ve algılanması istenen uya­ ran ya da nesneleri retinanın en iyi gören bölgesi olan sarıbenek çukurcuğunda toplamaya ya da tutmaya yarayan karma­ şık etkinlikler. || Okülomotor sinirler, gözü hareket ettiren üç sinir (gözbebeğinin ça­ pındaki ve mercek eğriliğindeki değişik­ likler) ile göz hareketlerini (göz kürelerinin devinmesi) sağlayan anatomik yapıların tümü. —Nöroanat. Dış okülomotor kas, dış doğ­ ru kası devindiren okülomotor sinir. (Bu si­ nirin hastalanması yana bakışta felce ne­ den olur.) [6 . k a f a SİNİRİ ÇİFTİ de denir.] || Ortak okülomotor sinir, iç cioğru, üst doğ­ ru, alt doğru, küçük eğik ve üst gözkapağını kaldırıcı kasları devindiren okülomo­ tor kafa siniri. (Bu sinirin kirpiksi kas ile gözbebeği büzgenkası için parasempa­ tik lifleri de vardır Bu sinirdeki parasempa­ tik liflerde meydana gelen her çeşit lez-



mikrodevreli kart okuyucu



işa re t b eyaz (kâğıt) 110 m V © siya h (ç u b u k la r) 0 v o lt / ışıle le ktrik diyot



~ ~ r --



e le k tro ış ıld a r diyot



- s e n te tik yakut



çubuklu kod okuyucusu



okülomotor ^



8812



g ö z b e b g ğ j n d e m i d r i y a z a n e d e n o lu r . )



[3 . k a f a S İN İR İ Ç İF T İ d e d e n ir . ]



O K Ü L O S E F A L O J İR İ a. (fr. oculo -céphalogyrie). Nörol. Başın ve gözlerin dönmesini sağlayan organların tümü. (Bu terim, başın ve gözlerin eşgüdümlü hare­ ketlerinin gerçekleştirilmesinde rol oyna­ yan anatomik sistemleri [okülomotor kas­ lar ve sinirler, arka uzunlamasına şeritçik, okülomotor yollar ve merkezler] kapsar.) O K Û L O S E M P A T İK sıf. (fr. oculo -sympathique). Nörol. Gözbebeğine gi­ den sempatik yollara ve merkezlere de­ nir. O K Ü L T İZ M a. (fr. occultisme). Tar. GİZLiCİLlK'in eşanlamlısı. O K Ü S E R a. (fr. ocusert'den). Oftalmol. Gözün alt konjonktiva keseciğine yerleş­ tirilen, silikondan yapılmış disk. (İlaç de­ posu işlevi görür ve bir göz hastalığını [ör­ neğin glokom] tedaviye yarayan madde­ yi, sürekli ve düzenli salıverir.)



OKYANUSLARIN YAPISAL BİÇİMİ



O k v e y a y m ü n a z a ra s ı, Yakıni'nin ok­ çuluğu konu edinen Çağatayca düzyazı yapıtı (XV. yy.). Ok ile yay arasında geçen bir tartışma biçiminde yazılmıştır. Döne­



minde okçuluğa duyulan ilgiyi yansıtır. Türkistan yöresinden gelme bir ihtiyar ya­ yı, servi boylu bir delikanlı da oku simge­ ler. Yayın ve okun nasıl yapıldıkları, nasıl kullanıldıkları anlatılır. Mecaz yoluyla ok kötü, yay da iyi insanlara benzetilir. Ele ge­ çen bu tek yapıtı, Yakıni’nin sanat gücü­ nü gösterir. Eldeki yazması British Museum’dadır (Londra). Arap harfli metni ve İn­ gilizce çevirisi Prof. F. iz tarafından yayım­ landı (NĞmeth armağanı, 1962). O K W (Oberkommando der Wehrmacht’ in ["Silahlı kuvvetler başkomutanlığı" kı­ saltması), 1938-1945 arasında III. Reich’ in en yüksek askeri makamı. Bizzat Flitler tarafından yönetildi; kurmay başkan Keltel'dl. OKW, zamanla doğu cephesi dışın­ daki tüm cephelerdeki harekâtın yöneti­ mini üstlendi. O K Y A N U S a. (yun. Okeanos'tan). 1. Yeryüzünün deniz suyuyla kaplı geniş ala­ nı. (Dünya okyanusu terimi, katı [deniz dipleri] ve gaz [deniz yüzeyi] ortamı ara­ sında yer alan bir enerji sistemi olarak ni­ telendiren bütün okyanus sularının topla­ mı düşünüldüğünde kullanılır. Hazar de­ nizi, Aral gölü ve but gölü bu toplam için­ de yer almaz.) —2. Bölgelere bölünebi-



len gerçek coğrafi bütünleri oluşturan dünya okyanusunun en büyük bölümle­ rinden biri. (Bu bölümler üç [Atlas okya­ nusu, Büyük Okyanus, Hint okyanusu] ya da [Güney Buz denizi ve Kuzey Buz de­ nizi de eklenirse] beş tanedir.) —ANSİKL. Okyanuslar ve denizler yer yü­ zünün % 71'inden biraz azını kaplar (361 milyon km2) ve 1 322 milyon km 3 su içe­ rir. Okyanuslar ve denizler, dünyanın ge­ nel dengesinde, kapladıkları alan ve bu hatırı sayılır hacimle orantılı bir rol oynar. Bilinen en büyük ve en geniş girinti çıkın­ tılar ve engebeler okyanus diplerinde top­ lanır. Kıta kenarları arasında yer alan bü­ tün derinliklerin okyanusal yapıda bir te­ meli vardır: y|ni, asıl bölümü 2 . kabuktan oluşan bir okyanus kabuğu yapısındadır. Okyanus kabuğu sırt ekseninde gerçek­ leşen yayılmayla yavaş yavaş gelişen bir büyümenin (yıllık hızı 1-18 cm arasında) sonucudur. (-* manyetik SAPMA.) Kıta ke­ narı substratumuyla karşılaşması sonu­ cunda kalın bir tortul yığılması (edilgen ke­ narların karasal buzulu) gerçekleşir ya da bir dalma yapısıyla (etkin kenarların ok­ yanusal bölgesi) vurgulanır. Okyanusların ve denizlerin coğrafyası, kıtasal sahanlıklar ve yamaçlar -k ıta sahanlığı -ş e v — tortul şev J fr -



-basamaklar, kabartı ve kıvrımlar önemli alüvyal koniler



^ V



okyanus çanakları okyanus sırtı ™ :



®



i | f........



/



kırıklar boyunca enine yüzey şekilleri



i orta vadili orta vadisiz i abisal tepeler bölgesi



kütlesel eşik adasal eşik ve yay mercan seti önemli kırık hattı o§



denizaltı volkanları



günümüzde, kutup ekseni çevresinde döneı t taşküre levhalarında görülen yer de­ ğiş (irmelerin sonucu sayılmaktadır. Okyanu s ya da deniz dipleri iklim değişiklikle­ rine, kıta aşındırmasına, üretken kuşakla­ rın etkinliğine, akıntıların dipler üzerine ysıptığı etkiye ve levhaların yer değiştirme­ sine bağlı olarak çeşitli tip ve kalınlıklar­ dı a olabilen çökellerle örtülüdür. Diplerde rastlanan başlıca çökelti çeşit­ le fi karasal (türbidlitlik) ve organojen (peIs.jit) çökellerdir. Deniz suyu, bütün sukürenin % 97,5’unu oluşturur. Bu su, fiziksel-kimyasal özel­ likleri (tuzluluk, sıcaklık, yoğunluk), çeşitli tıtmenlere bağlı olarak gelişen dinanizrnlyle (rüzgârların yarattıkları akıntılar, yojğunluk alanı; gezegen çekimi ya da at­ mosfer tarafından oluşturulan dalgalar) ve ışık alan üst kuşakta (fotosentez) özbesinlerin (ya da özümlenebilen besin madde­ lerinin) bulunmasının sonucu olan verim­ liliğiyle bilinen bütün öbür sıvılardan fark­ lıdır. Özellikle son yıllarda, okyanuslardan yararlanma biçimi (balık, avlanma, gemi­ cilik), enerji (hidrokarbürler) ve canlı mad­ de sağlama olanaklarının da yaratılmasıy­



la büyük ölçüde değişmiştir. O K Y A N U S . Yun. mit. -



OKEANOS.



O K Y A N U S ya da B A N A B A a d a s ı, Büyük Okyanus'ta ada, Klribati'nin bir bö­ lümü; 5 km2; 300 nüf. Fosfat yatakları, O K Y A N U S n m -IN A K U Ş U a Dünya­ nın her yerinde bulunan, Kuzey Atlas okyanusu’nda yuva yapan küçük deniz ku­ şu (Türkiye'de de rastlanır. Bil. a. Ooeanodroma leucorrahoa; fırtınakuşuglller fa­ milyası.)



O K Y A N U S A ), sıf. Hidrol. ve Denizbil. Kara kenarının açığında bulunan diplerin ve suların tümü için kullanılır. —Iklimbil. OkyanusaI iklim ya da okyanus İklimi, Orta enlemlerde kıtaların batı kena­ rında egemen İklim tipi; sıcaklıkların aşırı olmaması ve yıllık sıcaklık genliğinin azlı­ ğı bu İklimin temel özelliğidir. —A ns Ik l . Okyanusal iklim, orta enlemler­ de, kutup cephesi boyunca dolaşan tedir­ ginliklere bağlı hava kütlelerinin yumuşa­ tıcı ve nemlendirici etkisini doğrudan alan kıtaların batı kenarlarının niteleyici özelli-



okyanus hiM1( hw ] , D'C|mlen



okyanusa! ğidir. Yıllık sıcaklık genliğinin az ve yağış­ rin üretkenliğiyle, balıkçılığın iyileştirilme­ ların genellikle bol (ama mutlaka değil) ol­ siyle, su ürünleriyle deniz besinlerinin kul­ masıyla nitelenen okyanusai iklimde ya­ lanılmasıyla, maden araştırmalarıyla [hid­ ğışlar, normal olarak yıl boyunca düzenli rokarbonlar, maden cevherleri, polimetabiçimde dağılır (buna karşılık, en çok düş­ lik yumrular], denizden sağlanabilecek tükleri mevsim soğuk mevsimdir). Bunun­ enerjilerle [ısıl, mekanik, rüzgâr enerjile­ ri], deniz suyunun tuzunun giderilmesiy­ la birlikte, sözkonusu iklim tipinde yoğun ve uzun kuraklık dönemleriyle karşılaşıla­ le, deniz kirlenmesiyle ilgilidir.) bileceği (1976’da Fransa'da) de unutulma­ O K Y A N U S LA R A R A S I sıf. iki okyanu­ malıdır. su ayıran ya da birleştiren şeyler için kul­ Batı Avrupa'da yüzey şekilleri çok az lanılır. engel oluşturur ve okyanusa! iklimin etki­ O K Y A N U S LA Ş M A a. Yerbil. ilk kıtasal si, karaların oldukça iç kesimlerinde bile parçalanma aşamasından sonra (rifting) duyulur; ama Paris'te okyaausal iklimin et­ okyanus kabuğunun, iki edilgen kara ke­ kisi Brest’tekine oranla oldukça azalmış­ narı arasında oluşmasına yol açan süreç. tır (Brest’te özellikleri çok daha belirgin­ (Kaliforniya körfezi yeni okyanuslaşmış bir dir: ocakta 6,1 °C, ağustosta 16 °C [yani kuşak örneğidir ( - 5 MA); ayrıca Kızıldedeniz etkisine bağlı niteliyici düşük sıcak­ niz’i ve güney açıklarında okyanuslaşma lık genliği]; ortalama yağış: 1 129 m.). sürecinin başladığı sanılan Aden körfezi­ Okyanusa! iklim, aynı biçimde, enlem­ ni sayabiliriz. Bununla birlikte bazı riftleler boyunca da giderek değişir. G.'e doğ­ rin gelişmesi durur ve kıta aşamasında ka­ ru, Akdeniz'e yaklaşıldıkça sıcaklıklar ar­ labilir [Ren vadisinin en büyük bir olası­ tar, yaz yağışları azalır. Okyanusa! iklimden lıkla substarutumu okyanus niteliğinde ol­ akdeniz tipi iklime geçişin kusursuz örnek mayan Kuzey denizi].) lerinden biri, Bask bölgesi, Galicia ve iber yarımadasının iç kesiminde görülür. K.’e O K Y A N U S L A Ş M A K gçz. f. Yerbil. Yer doğru, yağış oranı artar, sıcaklık azalır (Av­ kabuğunun bir parçasından söz ederken rupa'da İskandinavya'nın Atlas okyanusu okyanuslaşmaya uğramak, uğramış ol­ cephesi: Alaska'da Kuzey Amerika'nın mak. Büyük Okyanus cephesi). Güney yarıküOKYAN U SO R TASI sıf. Yerbil. Bir okya­ re'de okyanusa! iklimin etkisi orta enlem­ nusun yaklaşık merkezi meridyen bölü­ lerde ağır basarsa da, karaların azlığı, ik­ münde bulunan, çekilmiş bir denizaltı en­ limin kıtalardaki etkilerinin son derece sı­ gebesi için kullanılır. nırlı kalmasına yol açmaktadır (Güney Şili, Yeni-Zelanda). •O K Y A N U S Y A , dünyanın geleneksel beş bölümünden biri. Büyük kara parça­ O K Y A N U S B İÜ M a. Okyanus alanının ları olan diğer dördünün tersine, Okya­ incelenmesiyle ve işletilmesiyle ilgili bilim nusya, adını ve göreceli bütünlüğünü uç­ dallarına (fizik, kimya ve biyoloji) ve tek­ suz bucaksız Büyük Okyanus’ta a a k Bu­ niklere (araştırma, işletme) topluca verilen nunla beraber, Büyük Okyanus’taki tüm ad. (Günümüzde başlıca okyanusbilim ta­ takımadaları kapsamaz: Amerika ve Asya' sarımları ve çalışmaları, suların ve diple­



8814



O KYANUSYA



M inam i-D aito



Okyanusya’nın en geniş toprağı, ger­ çek bir küçük kıta görünümündeki, 8 mil­ yon km2'lik Avustralya'dır. Büyük Okyanus ve Hint okyanusu arasındaki Avustralya, tarihiyle ve halkıyla, Okyanusya’nın bir parçasıdır. Okyanusya takımadaları üç bü­ yük öbeğe ayrılır: Melanezya, Polinezya, Mikronezya. Melanezya, Avustralya'nın K. -D.'sunda yer alan ve Yeni Gine’den Fiji' ye kadar sıralanan adaları kapsar Polinaıya, Yeni-Zelanda’dan Hawaii'ye kadar uza­ nır, aradaki Orta Büyük Okyanus takıma­ dalarını (Cook, Samoa, Fransız Polinezyası) da içerir. Mikronezya, Melanezya'nırı K.'indeki adaları (Kiribati, Caroline, Mar­ shall, Mariana) kapsar. Büyük Okyanus'taki adaların sayıları çok fazla (yaklş. 1 0 0 0 0 ) ve yüzölçümleri çok değişiktir. Batı yarısı Endonezya'ya bağlı olan Yeni Gine (800 000 km2) dışın­ da, Büyük Okyanus’taki adaların en bü­ yükleri arasında Yeni-Zelanda'nın iki adası ve Melanezya adalarının bir çoğu sayıla­ bilir; bu adaların dağlık yüzey şekilleri ya­ kın geçmişte gerçekleşen kıvrımlanmaların ve kırılmaların sonucudur (bu kıvrımlanma ve kırılmalar depremler ve tehlikeli yanardağ püskürmeleriyle kanıtlanmakta­ dır), Polinezya ve Mikronezya adaları da­ ha küçüktür; bu adaların bazıları, yanar­ dağ lavlarının deniz altındaki bir sert ta­ ban üstüne yayılması sonucu ortaya çıkan ‘ 'yüksek'' adalardır; Hawaii'deki bazı ya-----------nardağlar hâlâ etkindir; "alçak” adalar mercan adalarıdır; Tuamotu, Kiribati ve



iAsnı



•K a z a n iR e tto ¡^o îc a n o ı



b kin o -D a ito



COĞRAFYA



>f-"-y .M id w a y , ¡Kureı|



O g a s a v a ra a d a la rı (S on lnı



K ita-D alto



ya yakın takımadalar, bu kıtalardan aynı tu­ tulamaz (bu nedenle Japonya, Filipir ler, Endonezya Asya’ya bağlı sayılır).



Mınamıtofı ad • (M arcus)



ABD



Uslanskl N ^cker



Yengeç dönencesi



Itfuaioahu Parece Vela



_



olulu / MÂ.RIANA ADALARI



Fi Iip i nl er denizi



-fWakel



.A g r lh a n f Pagan J - A la m a g a r i - A n a ta h a n



' G a ra p e n J s a |pan l / ^ T in ia n



K uzey



-yRJohnston (ABD)



M a ria n a



^



a d a la rı



M a rs h a ll a d a la rı



Qommonweaithi (ABD)



, J a a r ° t3 G uam



(ABD)



(a b d )



N guju { S o r0 |



XJo



/



i a r oc^ ' w°ien ,



/U ru k th a p e l A n ga ur Y. Sonsorol P a lá u -P u lo A nna



>?'



eyaleU !.



c u m h u r iy e t i



^ ^ S ä g j i ^ l A I



D)



' TTT "ScRoulen



I



\



• dadaları



. i s*-



| Admiralty adaları i



uiae .-.Kwajalein



^



iy a ie ti



M ik ro b e z y a V



U tirlk Ailuk M e jit w ocje M aloelap



Eniwetok



IthJ Ö oSu' CaŞ o u a , S. •P ais F a r a u le p ,



/ Ry JBaD ejthuap & K K o ror-----------



; Lanal / Ka ho ola w e



‘--Y (ABD)|



i-



Koloni



Q



jP in g e la p N g a tik l'í 0p il « K us a ie^ ¡; (Kosrae. ‘N u k u o ro I Ji



J:



fe d e r e



d e v le tle r i



¡1 (ABDİ; j______________ ___ { k a p ın g a m a r a ı g i



K in g m a n R e e f



-A rn o



ÿMa/uro (Ma)uro ada») Mill Ebon,



imq^ik.



Kosrae eyaleti



Q



t Butaritarı atolü (Mal u



a)



Tarowo atolü



Yaren



% .V



;Fanning



K I r i b a



^^•Vaırıkı



H o w la n d



-nBaker (ABD>



- a ’ . Abem am a atolü



,¿FaSkU l



'¡jnarcı



^-Aur



fja m



C h ristm as



N o n u tf 1 T ablte ue a -T



BISMARCK TAKIMA TALARI f * ^ t o n ı Irlanda



B e ru



Jarvis (ABD)



!



M alden



>B o u g a in v ille ,



ra n im b a r



" L; •* ^Britanya r>'



Solomon ^



adalin



i Isabel T



luadalcanal



I Walaite=========== Ä



IQohiack.



İ , San C ristobal



N an um ea u u a lu



N anum al



S ta rb u c k



( NI,Jta°



U’,a lU Nu,



Vİm



lint]/'‘



W a ilis - e t



Louisiade takımadaları



R otu m a



(f



r I J I



H o rn



vanua levu



•¿.ihCHJ



isawa a d ,



re s ifle ri C



^Nanoi'J^S.-



¡aveun



jiM a r io n .ie s ifle a . -Oc.



NiuafO >u



Tonga







N 'V iti = § u vd Levu ? J ]



in



Kanda'



•'J o n g ; / Eua Vuku ’ a/gfa



C on w ay



“Minerva re s ifle ri



M e rc a n de n iz i a d a la rı arazisi (N O R F O LK )



N o r f o lk (AVUSTRALYA) *K "ig S tO n



Tasman



de ni zi



Loı d H ow e



. Va au “ad lari ;*Ha ■pai



o ' Raoul ^M acaulay 'C u rtis



îalatea P a lm e rston



A ltu ta k l



M anuae * M ltlarc



A v a ru a ^



R arotongá “



Marigala



tim a tá ra -Rurutu



Okyanusya Marshall gibi takımadalar, lagonları çev­ releyen mercan halkalarından (atol) oluş­ muştur. Mercan kayalıkları, dağlık adala­ rın pek çoğunun kıyılarını da çevreler: Ye­ ni Kaledonya ve Avustralya’nın kuzey -doğu'sundaki set kayalıkları en ünlü mer­ can kayalıklarıdır. Mercan oluşumların önemi, Okyanusya adalarının yarıdan faz­ lasının tropikal kuşakta yer almasından kaynaklanmaktadır. Ilıman ya da çöl iklimli Yeni-Zelanda ve Avustralya'nın dışında, Okyanusya adala­ rının iklimi sıcaktır. Alize rüzgârlarını alan, dağlık adaların doğu kıyılarında, yağışlar boldur; rüzgâr almayan batı kıyılarında ve alçak adalarda şiddetli kuraklıklar görü­ lür. Bazı Melanezya adalarının iklimi ağır ve sağlıksızdır (malarya) ve bu adalar sik­ lonların etkisi altındadır. Okyanusya topraklarının çevreden ko­ pukluğu, özgün bir flora ve faunanın or taya çıkmasına yol açmıştır: Avustralya Okaliptüs cinsinin ağır basmasıyla ve dün­ yanın diğer bölgelerinde ortadan kalmış tekdeliklilerle keselileri barındırmasıyla dikkat çeker. Floranın giderek cılızlaştığı Büyük Okyanus'un orta bölümünde, Avrupalılar'ın gelmesinden önce bilinen baş­ lıca memeliler yarasalarla, yerlilerin yöre­ ye getirdiği bazı hayvanlardı (domuz, kö­ pek, fare). Okyanusya'nın bugünkü nüfusu 27 mil­ yon dolayındadır, (yalnızca Avustral­ ya'da 1991'de 17 500 000 nüf.) TARİH • Yerleşme ve tarihöncesi. Göçmen top­ lulukları, Asya'dan birbirini izleyen dalga­ lar biçiminde değil, küçük gruplarla gel­ diler, böylece okyanus adalarında çeşitli



monde (Dünya çevresinde yolculuk) kültürler oluştu. Yeni Gine dağlarının va[1771] adlı yapıtı, Polinezya cenneti tema­ lıtlanmışlığı, Samoa ve fahiti'dekı yanar­ sının geçerlilik kazanmasına katkıda bu­ dağ zenginliği ve mercan adacıkları, ya­ lundu. Ancak Okyanusya'nın hemen tü­ şam biçimleri ve geleneklerin biraz fazla müyle tanınmasını kaptan Cook sağladı. farklılaşmasına yol açtı. Pigmeler ve Pa­ Cook ilk yolculuğunda (1769), Yeni Zepular, Yeni Gine ve Yeni Hebrides adala­ landa'nın çevresini dolaştı, Avustralya' rına 25 000 yıl önce yerleştiler; İ.Ö. nın doğu kıyısına ulaştı; ikinci yolculuğun­ 2000'de Polinezya kültürü, Melanezya ve da (1772-1775), Markiz, Fiji ve Yeni Kale­ Mlkronezya'da yaygınlık kazandı; Fiji ada­ donya adalarının kesin haritaları yapıldı; larına ancak 1000’e doğru yerleşildi, Av­ son yolculuğundaysa (1776-1779), Sand­ rupalIlar geldiğinde, yerleşme henüz ta­ wich adalarında ölmesine kadar K. Büyük mamlanmamıştı. Okyanus (Hawaii, Christmas) dolaşıldı. Bazı adalardaki nüfus fazlalığı zengin Daha sonraki keşifler (La Pérouse, Bligh, adalara döğru yer değiştirmelere yol aç­ tı. Örneğin çift piragualarıyla yüzlerce ki­ vb.), bazı ek bilgilerden başka bir şey ka­ lometre yolculuk yapan Polinezyalılar, XIV. zandırmadı. yy.'dan önce Hawaii'den Samoa'ya, ardın­ • XIX yy.’da avrupa sömürgeleştirmesi. Adalara ilk giren AvrupalIlar kaçakçı ve se­ dan Tuamotu adalarına ve Yeni-Zelanrüvencilerdi. 1788-1826 arasında, Tahiti' da'ya kadar gittiler. Genel olarak bu top­ den Avustralya'ya kürek mahkûmlarını luluklar, XIX. yy. ortasında bile Yenitaş tü­ beslemek için domuz gönderildi; sonra rü bir uygarlık düzeyinde yaşıyor, kıyı ba­ lıkçılığı, yiyeceğe yönelik tarım ve ayrıca XIX. yy. başında sandalağacı tahtası Fi­ ji'ye, ardından Yeni Hebrides'e ilgiyi artır­ domuz, tavuk ve köpek yetiştiriciliği yapı­ dı; Tahiti'de ya da Yeni-Zelanda'da, gitgi­ yor, bazı gruplarsa (Avustralya, Yeni Gine) yalnız toplama ve avcılıkla geçiniyorlardı. de daha çok balina avcısı konaklamaya başladı. Yerli halk topluluklarıyla ilişkiler, Ne metalürji, ne dokuma tezgâhı (Batı 1789'da Tahiti'de Bounty isyancılarının Mikronezya dışında), ne tekerlek ve ne de yaptıkları zulümler gibi haksızlıklar nede­ çömlekçi tornası biliniyordu. Bu teknolo­ niyle, zaman zaman çok gerginleşti. jik geriliklerin nedeni, herhangi bir düşün­ Misyonerler, serüvencilerin daha önce sel ilkellik değildi, örneğin Avustralya yer­ altüst ettikleri toplumlarla karşılaştılar, hu­ lilerinin metafizik dünyaları, en gelişmiş zur ve düzeni her ne kadar yeniden kurmetafizik dünyalardan biriydi. Madeni bil­ dularsa da özellikle otorite kaynaklarını meyen Okyanusyalılar, günlük yaşamda, bunalıma sokarak geleneksel değerlerin savaşlarda ve dinsel etkinliklerde kullanyıkılmasına katkıda bulundular. Metodist dıklan nesneleri üretip süslemek ve barın­ yeniliğin etkisindeki İngiliz protestanlar, en ma ve tapma yerlerini bezemek için, taş­ dinamik misyonerlerdi. 1797'de Tahiti'ye ları, ağaçları işliyor, kilden yontular yapı­ yerleşen ve orada kral Pomaré l'i hıristiyor ağaç kabuklarını dövüyor ve lifleri örü­ yanlaştırarı London Missionary Society, yorlardı. Sanat, örneğin avustralya yerli­ ardından Tuamotu ve Cook'a yerleşti; lerinin kum üzerine yaptıkları resimler ve anglikanlar 1814'te Yeni-Zelanda'ya, meher yerde karşılaşılan mimler ve danslar, todistler 1822’de Tonga'ya ve 1835'te Fi­ çiçek bezekleri ve vücuda yapılan resim ji'ye yerleştiler. Katolikler, uzun süre İspan­ ya da dövmeler gibi kısa ömürlü yapıtlar­ yol egemenliğindeki Kuzey ve Güney Ca­ da da kendini gösteriyordu. Özellikle Meroline ile Mariana adalarındaki cizvitlerin lanezya’da, bir ölçüde de Mikronezya'da çabalarıyla yetinmişlerdi; ancak Protes­ bir Okyanusya sanatı değil, Okyanusyalıtanların rekabeti, fransız kongregasyonları lar'ın çok yönlü sanatları vardı. Polinezya Gambier (1834), Markiz (1838) ve Yeni Kasanatları daha türdeş görünmekle birlik­ ledonya'yı (1843) hıristiyanlaştırmaya ve te, ağırlık şurada burada plastik ya da iş­ Hawaii ile Tahiti’de İngilizlerle yarışmaya levsel repartuvarın görünümlerinden biri­ yöneltti (1836). ne veriliyordu. Misyonerler, hıristiyanlaştırma ve avru* AvrupalIlar'in keşifleri. XVIII. yy.'dan ön­ palılaştırmayı daha kolay benimsetebil­ ce Avrupalılar'ın, salt ticaret yolları bulmak mek için Tahiti, Hawaii ve Tonga’da yerel için yaptıkları yolculukların fazla kalıcı bir krallıklardan yararlandılar. 1819’da Poma­ etkisi olmadı; Okyanusyalılar'la önemsiz, ré II, bir yasa çıkardı; 1833’te Tonga’da bazen sıcak (Tahiti), bazen de şiddetli (Gu­ hükümdar, kral George adını aldı. Hıristi­ adalcanal kıyımları) karşılaşmalar oldu. yanlığı benimseyerek geleneksel tanrıla­ Gizlilik düşkünü denizciler, boylamı iyi he­ rın yaşamsal güçleriyle tüm bağlarını ko­ saplayamadıklarından, aradıkları adaları bulamadılar, aynı takımadaları, “ yeniden paran krallara karşı şiddetli tepkiler görül­ dü (Tahiti, 1820; Tonga, 1831). AvrupalI­ keşfederek" yeniden adlandırdılar, uydur­ lar, kendilerine uygun hükümdarlar bula­ ma haritalar çizerek karışıklıklara yol açtı­ madıkları zaman, reisler yaratarak dışsal lar. Balboa'nın 1513'te keşfettiği Büyük Okyanus'u ilk olarak Macellan geçtiyse de bir hiyerarşiye yol açtılar. Adaların en da­ ğınık, reislerin en az tanınmış oldukları Guam, Tuamotu, Kuzey ve Güney Caroli­ Melanezya'da hıristiyanlaştırma, büyük ne dışında çok az ada gördü. Manila güçlüklerle karşılaştı; Fiji 1854'e kadar di­ -Acapulco yolu üzerinde ispanyollar, Sa­ rendi, Yeni Hebrides ve Solomon diren­ lomon ve Markiz adalarını (1567-68'de Al­ di. Yeni Gine ancak 1870’te hıristiyanlaşvaro de Mendaha de Neira), Yen Hebri­ tırılablldl. des, Cook ve Tuamotu’yu (1606’da Ped­ Misyonerlerden kısa bir süre sonra, ti­ ro Fernández de Quirós), Yeni Gine'yi ve onu Avustralya'dan ayıran boğazı (Torres, caret şirketleri geldi. Daha önce yararla­ nılan Tahiti domuzlarına, sandalağacı tah­ 1606) keşfettiler. XVII. yy.'da HollandalIlar, Sunda adalarından başlayarak, Avustral­ tasına, Tuamotu incilerine, çok geçmeden her yerde hindistancevizi içi ve hindistan­ ya'yı (W. Jansz, 1606), Yeni-Zelanda’yı, Fiji adalarını (A. J. Tasman, 1642-43) ve Ja­ cevizi yağı eklendi. Papeete ya da Apia' da (Samoa), yerleşik ticaret merkezleri or­ kob Le Maire ile Willem Schouten aracılı­ taya çıktı. 1850'den sonra plantasyonlar ğıyla da, Tuamotu ve Tonga'yı keşfettiler çoğaldı 1870'e doğru 2 000'i aşkın kolo­ (1616). XVIII. yy.’da ticarete verilen öncelik sür­ nun yaşadığı Fiji adalarında, hindistance­ düyse de, artık gerçek keşiflerden çok bi­ vizi ağacı, şeker ve pamuk plantasyonla­ limsel çabalara ve edinilen bilgilerin Av­ rı kuruldu. Bu plantasyonların toprak ve rupa'da yayılmasına önern veriliyordu. işgücü gerektirmesine karşın Okyanusya' 1772’de Jacob Roggeveen'in Paskalya da mülkiyet bilinmeyen bir kavramdı. Ye­ ni Hebrides ve Yeni-Zelanda'da (Maoriler) adasına ve Samoa'ya ulaşmasına karşın, olduğu gibi, daha sonra Yeni Kaledonya' Avrupa savaşları keşif gezilerini erteledi ve bu geziler ancak 1763’ten sonra yeniden da da ayaklanmalar baş gösterdi. Bu so­ runları ne misyoner krallıklar, ne de yerel başladı. 1767’de Wallis ve Carteret, Büyük reisler çözebildi. Britanya adına Tahiti, Tuamotu ve Société Bunun üzerine, dinsel ve toplumsal ka­ adalarını “ kesin olarak" keşfettiler. rışıklıkları çözmek için hükümetlerin mü­ 1768'de Bougainville, dünya turunu ya­ parken, Tahiti'den, Samoa'dan ve Yeni dahalesi zorunlu bir duruma geldi. 1837’den başlayarak fransız katolik misHebrides'ten geçti; Voyage autour du



8815



Okyanusya 8816



yonerieı; rahip Pritchard’ın danışmanlığın­ Avustralya'yı ele geçirememekle birlikte, Melanezya'yı egemenliği altına aldıysa da da Pomarö IV'ün hüküm sürdüğü Tahiti' Mercan adası deniz savaşı'nda uğradığı den kovuldu; deniz dayanak noktaları ara­ yenilgi (mayıs 1942) tüm Polinezya’yı as­ yan amirai Dupetit-Thouars, bundan yarar­ keri harekât alanına dönüştürdü; zorlu lanarak Markiz adalarını (mayıs 1842) ve Guadalcanal (1942), Gilbert (1943), Mar­ kendisine verilen talimatların da ilerisine shall, Kuzey ve Güney Caroline ve Maria­ giderek Tahiti (eylül 1842) ile Wallis ve Funa adaları (1944) savaşları, birçok adayı tuna’yı (kasım 1842) işgal etti. Guizot hü­ yakıp yıktı ve çağdaş devletlerin türn ola­ kümeti, amiralin bu eylemlerini onayladı naklarıyla ansızın karşılaşan yeril halkları ve Büyük Britanya ile gerginlik pahasına altüst etti. Savaştan sonra Amerikalılar, ba­ (Pritchard sorunu, 1843-1845), Fransız zı atolleri doğrudan doğruya işgal eder­ Okyanusya sömürgesini kurdu. Büyük ken Birleşmiş milletler, mandaların yerini Britanya, Hawaii'deki varlığını sürdüremetutmak ve bu ülkeleri bağımsızlığa doğru diyse de Yeni-Zelanda’yı topraklarına kattı. götürmek üzere bir trustee ship sistemi ör­ 1853’te Napolöon III, Yeni Kaledonya'yı iş­ gütledi. gal ettirdi ve 1864-1896 arasında burada Bütün ülkelerde yerel özerklik pekiştiril­ bir ceza sömürgesi kuruldu. di; 1947’den başlayarak Samoa adaları­ 1870’ten sonra Okyanusya’daki sömür­ nın birinde bir meclis seçildi; 1960'ta ame­ ge paylaşımı, denizcilikteki ilerlemeler, Bü­ rikan kesiminde de bir meclis ortaya çık­ yük Okyanus’un büyük asya pazarları kar­ tı; 1964'te Papua'da benzer bir gelişme şısındaki yeni işlevi ve emperyalist reka­ görüldü; Mikronezya (Kuzey Mariana, Ku­ betler nedeniyle hızlandı. 1874’te Büyük zey ve Güney Caroline, Marshall) Trust Ter­ Britanya, Fiji’yi İlhak ederek Melanezya ritory's kendi statü ve kurumlarını kurdu üzerindeki egemenliğinin merkezi duru­ (1967). Territoire français d ’outre-mer du­ muna getirirken, ayrıca Avustralya ve Yeni rumuna gelen Fransız Pollnezyası’na, gö­ -Zelanda’ya da dayandı. 1879’da Alman­ reli bir özerklik tanındı. Bu özerklik, ba­ ya, Samoa’ya el attı, ardından buraya İn­ ğımsızlıkçı bir istemin ortaya çıkmasını engiliz ve amerikan konsolosları yerleşti. gellemedlyse de istem, Yeni Kaledonya' dakinden daha güçsüz kaldı. 1959'da Ha­ 1889’da adalar bu üç devlet arasında, waii, 50. ABD eyaleti durumuna geldi. sonra 1899'da yalnız ABD ve Almanya Sonra şu ülkeler bağımsızlık kazandı; Batı arasında paylaşıldı. 1885'te Marshall ada­ Samoa (bugün Samoa) [1962], Nauru larını ilhak eden Almanya, 1899’da ispan(1968), Fiji ve Tonga (1970), Papua-Yeni Gi­ yoliar’dan Kuzey ve Güney Caroline ile ne (1975), Solomon (1978), Ellis adaları Palau ve Mariana adalarını aldı. 1884 (bugün Tuvalu) [1978], Gilbert (Kiribati adı­ -1888 arasında Almanya, Yeni Gine’yi de nı aldı) [1979], Yeni Hebrides (Vanuatu adı­ ilhak etmişti. 1898’de ABD, Hawaii'yi ilhak nı aldı) [1980], Cook ve Niue adaları, Yeni etmeyi kararlaştırırken, Guam ve Wake'i -Zelanda’ya bağlandı. Paskalya adaları, de işgal ederek, Çin yoluna işaret şaman­ Şili’ye verildi. dıraları koydu. 1888-1900 arasında kendi yerleşme sömürgelerini kurmak isteyen ■ O K Y A R (Ali Fethi), türk asker ve siyaset adamı (Pirlepe 1880 - İstanbul 1943). Or­ Büyük Britanya, Cook, Gilbert, Ellice, vb. taöğrenimini Manastırda tamamladıktan adalarını ele geçirirken, Fransa Wallis ve sonra Harbiye’yi (1901), kurmay yüzbaşı Futuna (1887), Tahiti (1880) Gambier olarak da Harp akademlsi’ni (1903) bitir­ (1881), Ftüzgâraltı adaları (1888) vb. üze­ di. Kendisi gibi rumelili olan Mustafa Ke­ rindeki egemenliğini kesinleştirdi. Böylemal'le (Atatürk) yakın arkadaştı. Görevlen­ ce 1840-1900 arasında tüm Okyanusya, dirildiği Rumeli'de gizil İttihat ve Terakki Avrupa denetimine girdi. Her ülke, örne­ cemiyeti’ne üye oldu, ikinci meşrutiyet’in ğin Büyük Britanya atanmış vali ve eşraf (1908) kurulması için bu cemiyet adına ya­ meclisi (temsili meclis), Fransa yönetsel yımlanan bildiriyi kaleme aldı. Meşrutiyet’ yetki, ABD genel vali ve yerel reisler, Al­ ten sonra ittihat ve Terakki Selanik heyeti manya ticari şirket, ardından yönetim ol­ merkeziye reisliğine getirildi. 31 Mart vamak üzere, kendi yönetsel geleneklerini kası'ndan sonra padişahlıktan haledilen kabul ettirdi. Abdülharrıir il'nin Selanik’e götürülmesi­ • XX. yy.’daki bunalımlar. Birinci Dünya sa­ ni ve oradaki muhafızlığını üstlendi (1909). vaşı Avustralya ve Yeni-Zelanda'ya, alman Cemiyet üyesi etkin genç subayların hem sömürgelerini (Yeni Gine, Samoa, vb.) ele ordudan hem iç politikadan uzaklaştırıl­ geçirme olanağını sağlarken, Japonya da ması planı gereği Enver (Paşa) Paris’e, Marshall, Kuzey ve Güney Caroline ve Hafız Hakkı (Paşa) Viyana’ya, Ali Fuat (Ce Mariana adalarının yönetimini üstlendi. besoy) Roma'ya atanırken, o da Paris'e 1920'de Milletler cemiyeti, bu değişiklik­ askeri ataşe olarak gönderildi (1910). leri mandalarla onayladı. Adalardaki ikti­ Fransa'dayken Mustafa Kemal (Atatürk) ile sadi yaşam çeşitlenmeyi sürdürdü. Hin­ birlikte Picardie'de düzenlenen askeri ma­ distancevizi içine, kahve, kakao ve ananas nevralara gözlemci olarak katıldı, italyaneklendi. Toprakaltı zenginlikleri de işletile­ lar'ın Trablusgarp'a saldırması üzerine giz­ rek Yeni Kaledonya’da nikel, Nauru ya da lice Libya'ya geçti ve oradaki Neşet Paşa Angaur'da (Kuzey ve Güney Caroline) fos­ komutasındaki türk birliklerinin kurmay fat ve Yeni Gine'de 1930'a doğru içerde­ başkanlığına getirildi. (1911). Aynı yılın so­ ki vadilerin keşfini sağlayan altın üretilme nunda Manastır mebusu ve ittihat ve Te­ rakki fırkası “ merkezi umumi azalığfna ye başlandı. Fiji'ye hintli, Hawaii'ye japon (XIX. yy. sonunda başladı) İşgücünün, ay­ seçildi, partinin kâtibi umumiliğine getiril­ di. Askerlerin siyasetten ayrılması görüşü­ rıca Yeni Kaledonya ve Yeni Hebrides nü savundu. Ancak bu arada Balkan sa­ adalarına vietnamlı ve Malaylar’ın gelme­ vaşı patlak verince yeniden askeri göre­ si, halkların birbirleriyle karışmasına yol vine dönerek, Abdülhamit H’yi Selanik'ten açtı. Genellikle misyonlar tarafından yürü­ İstanbul’a getirdi. Akdeniz boğazı mürettülmekle birlikte, olanakların yetersizliği tep kuvvetler kurmay başkanı olarak Çanedeniyle sınırlı kalan sağlık ve eğitim ça­ baları sürdürüldü ve bu çabalar, hiç ol­ talca'da Bulgariar'a karşı bir püskürtme savaşına katıldıysa da başardı olamadı. mazsa salgın hastalıklar ve yiyecek deği­ Babıâli baskını'ndan sonra ittihat ve Te­ şikliklerinden büyük zarar gören yerli top­ rakkideki arkadaşlarıyla görüş ayrılığına lulukların azalmasını önleme olanağı ver­ düştüğünden askerlikten ayrıldı ve Sofya di. Deniz uçağı düzenli ilişkiler kurma ola­ büyükelçisi olarak Bulgaristan'a yollandı nağını sağlarken (Pan American Airways, (1913). 1917 yılında İstanbul'a döndü ve 1935), ABD ile bölgedeki etki alanını ge­ yeniden OsmanlI meclisi mebusam'na, nişleten Japonya arasındaki gerginlik arttı. bu kez İstanbul milletvekili olarak girdi. Bi­ Okyanusya askeri üslerie dolarken, hindis­ rinci Dünya savaşı’nın sonunda (kasım tancevizi içi ve şeker fiyatlarının düşmesi­ 1918) İttihat ve Terakki fırkası'ndan ayrıla­ ne yol açan bunalım, yaşam koşullarını rak OsmanlI hürrlyetperver avam fırkası' daha da zorlaştırdı. nı kurdu. Mondros mütarekesi'™ imzala­ 7 aralık 1941'de patlak veren Pasifik sa­ yacak Ahmet izzet Paşa kabinesinde, ya­ vaşı, Okyanusya’yı çok sarstı. Japonya,



kın arkadaşlarından Rauf Bey (Orbay) Bahriye nazırlığını üstlenirken kendisi de Dahiliye nazırı olarak görev aldı. Kısa sü­ ren bu nazırlık görevinden sonra “ Harbi­ ye nezareti emrinde müstafi ordu komu­ tanı ' 1Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Min­ ber gazetesini çıkardı (1919). ittihatçılara karşı bir suçlama ve tutuklama kampan­ yası açan Damat Ferit Paşa hükümetinin buyruğuyla tutuklanıp (mart 1920) Bekirağa bölüğü'ne kondu ve mayıs sonun­ da da ingilizler’ce Malta adasına sürgü­ ne yollandı. Malta’dan kurtulunca (1921), Almanya üzerinden Ankara'ya geçti. Bu arada İstanbul milletvekili seçilmişti; ilk TBMM’de yer aldı. Fevzi Paşa (Çakmak) başkanlığındaki Üçüncü icra vekilleri he­ yetinde içişleri bakanı oldu (1921) ve aynı görevi temmuz 1922’de kurulan Rauf Bey (Orbay) hükümetinde de sürdürdü. Bu arada özel barış görüşmeleri yapmak için Londra’ya gönderildi. Rauf Bey'in istifasın­ dan sonra, Cumhuriyet öncesi TBMM hü­ kümetlerinin sonuncusunda "icra vekilleri heyeti reisi" olarak (Başbakan) yer aldı (ağustos 1923). Lozan antlaşması, Başba­ kanlığı döneminde onaylandı. Cumhuri­ yetin ilanına gerekçe hazırlamak İçin bu ilandan İki gün önce Başbakanlıktan isti­ fa ettirildi ve salt Halk fırkası grup idare heyeti reisi olarak kaldı. Cumhuriyetin ila­ nından sonra Mustafa Kemal Paşa Cum­ hurbaşkanı ismet Paşa (İnönü) Başbakan olunca Fethi Bey de TBMM başkanı se­ çildi (1923). Halkfırkası’na (CHP) karşı bir muhalif parti olan Terakkiperver cumhu­ riyet fırkası kurulduğunda, daha ılımlı bir politikacı olarak 22 kasım 1924'te İsmet Paşa'nın yerine Başbakanlığa atandı. Dört ay sonra Şeyh Sait ayaklanması başlayıp da gerekli önlemlerin şiddetle alınması gerektiğinde ise, gerekli dinamizmi gös­ termediği gerekçesiyle CHP grubunda güvensizlik oyu verilerek istifaya zorlandı (3 mart 1925). Başbakanlıktan sonra mil­ letvekilliğinden de ayrıldı ve Paris büyük­ elçiliğine atandı (1925-1930). Türkiye’de ikinci kez çok partili demokrasi deneme­ sine girişilmek üzere, 1930 yazı başında Serbest cumhuriyet fırkası’nı kurması is­ tendi. Bu yoldaki çalışmaları Cumhurbaş­ kanı Mustafa Kemal Paşa’nın da desteği ile kısa sürede güçlü bir muhalefet parti­ sinin kurulmasına yol açtı. Ne var ki, dört ay gibi kısa bir sûrede ülke çapında bir çığ gibi büyüyen bu yeni muhalefet parti­ sinin içine sızmalar olduğu görüldü. Par­ tinin yerel örgütünü açmak için İzmir’e git­ tiğinde liman işçilerinin grev yapması, CHP binasının taşlanması, kimi gerici dav­ ranışların görülmesi, yeniden görev aldı­ ğı Meclis'te sert eleştirilere uğramasına yol açınca, kurduğu ve genel başkanlığı­ nı üstlendiği partiyi kapattı (17 kasım 1930), milletvekilliğinden de istifa etti ve Londra büyükelçisi atandı (1931-1939). Atatürk'ün ölümünden sonra (1938) Bolu milletvekili olarak yeniden TBMM'ye gir­ di (1939) ve ikinci Refik Saydam hüküme­ tinde Adalet bakanı olarak görev aldı (1939-1941). Daha sonra aktif politikadan çekildi. Anıları, ölümünden sonra Cemal Kutay tarafından Üç devirde bir adam adıyla yayımlandı (1980). [-» Kayn.] O K Y ÂY (Necmettin), türk hattat, ebru ve cilt sanatçısı (Üsküdar, İstanbul, 1883 - ay. y. 1976). Üsküdar Yenivalide camisi baş imamı Mehmet Abdünnebi Efendi’nin oğ­ ludur. Öğrenimini idadinin ilk sınıfına ka­ dar sürdürdü. Talat Bey'den rika, divani ve celi divani yazı meşk etti ve icazetna­ me aldı. Daha sonra Bakkal Arif Efendi’ den sülüs ve nesih, Sami Efendi’den nestalik yazı dersleri gördü. Bu arada okçubaşı Seyfettin Bey’den ok yapımı ve ok­ çuluğu, Ûzbekler dergâhı şeyhi Ethem Efendi’den ebruculuğu, Baha Bey’den eski çiltçlliği, Hoca Vehbi Efendi’den mü­ rekkep yapmasını öğrendi ve hezarfen (çok yönlü sanatçı) sanını aldı. Karanfil, sümbül, lale, menekşe, fulya, gelincik vb. çiçekleri ebruya uygulayarak bu sanata yenilik getirdi; bu tür ebrular “ necmettin



ebrusu” ya da “ çiçekli ebru" diye adlan­ dırıldı. Medreset ul-hattatin’de ve İstan­ bul Güzel sanatlar akademisi’nde yazı, ciltçilik ve ebru hocalığı yaptı. Özellikle nestalik yazıda ün kazandı. Aklâmı sitte’ de Mustafa Rakım Efendi’nin, nestalik’ te Yesarizade Mustafa izzet Efendi'nin okuluna bağlıydı. En tanınmış öğrenci­ leri Uğur Derman ve Prof. Ali Alparslan' dır. Yapıtları, daha çok özel koleksiyon­ larda ve Mimar Sinan üniversitesi'ndedir. O K Y A Y (Sami), türk ebrucu, ciltçi (İstan­ bul 1910 - ay. y. 1933). Babası hattat ve ebru ustası Necmettin Okyay’dan öğren­ diği ebruculuk alanında başarılı örnekler verdi. Tezhip, hak, lake ve şemse cilt alan­ larında da ustaydı. İstanbul Devlet güzel sanatlar akademisi şark tezyini sanatları bölümü'nde ders verdi; çok genç yaşta peritonitten öldü. O K Y IL A N I a. Zool. Yol ve çit kenarların­ da, yıkıntılarda bulunan, sarı-yeşil renkli yılan. (Zehirsiz ama yırtıcı bir hayvandır: çöreklenerek düşmanının üzerine ok gi­ bi atılır. Kertenkele, fare, küçük memeliler ve yılanlarla beslenir. Bil. a. Zamenis mucosus, suyılanıgiller familyası.) O KYO M ARUYAM A OKYO.



MARUYAMA



O L adi., sıf. O adılının ve işaret sıfatının eski biçimi: “ Gökte bulutlardan ot yağdı­ ran ol I Yerde Fi curíi suya boğduran o l" (Melhame-i Şemsiyye, XV. yy.). "Ol buğ­ day anın içine dökülmüş şöyle ki bir azim geç olmuş" (Velâyet name-i Hacı Bektaş, XV. yy.). O L A . Tar. coğ. Muğla'ya bağlı Ula ilçesi­ nin Antikçağ'daki adı. O L A B İL İR sıf. Gerçekleşmesini, olması­ nı önleyecek bir engel bulunmayan şey için kullanılır; mümkün. —Fels. OLANAKLI'nın eşanlamlısı. —Mant. Olabilir dünya, birlikte olabilen, yani her biri olanaklı olan ve çelişki içer­ meyen, dolayısıyla aralarında hiçbir za­ man çelişmeyen bir nesneler topluluğu­ nu adlandıran leibniz kökenli kavram. (Bk. ansikl. böl.) ♦ a. Mant. Varlığı çelişki içermeyen. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Mant. “ Olabilir" kavramı mo­ da! mantığın konularından biridir. Son za­ manlarda bu tür bir mantığın kurulmasın­ da önemli adımlar atıldı ve bu çalışmala­ ra öncülük eden mantıkçı ve filozoflar, an­ lamlı bir biçimde, Leibniz’in "olabilir dün­ ya” kavramını yeniden canlandırdılar Leibniz'e göre tanrısal anlıkta sonsuz sayıda olabilir dünya birbiriyle yarışırken, Tanrı bunlar arasında en yetkin olanına varlık kazandırmıştı. Ancak modal mantık çalış­ malarında yer alan çağdaş olabilir dünya kavramı beibniz’in tanrıbilimsel uğraşların­ dan oldukça uzak bir kavramdır. Mantık­ çı Saul Kripke'nin geliştirdiği olabilir dün­ yaların anlambilimi modal mantığı olabi­ lir dünya kavramına dayandırma yolunda ilginç bir girişimdi. Buna göre, mantıksal olarak doğru bir önerme bütün olabilir dünyalarda doğru olan bir önermeydi. Quine modal mantığı, özellikle nesneleri bireyleştirmekteki güçlük nedeniyle, için­ den çıkılmaz derecede karışık olmakla eleştirdi: olabilir bir dünyadan bir ötekine geçtiğimiz zaman, neyi "aynı bir birey" sayacağız ? Leibniz'in ana düşüncesi be­ nimsenmedikçe (ona göre her birey, an­ cak bir tek olabilir dünyada var olabilir), bir bireylik ölçütünün ortaya konması güç gibi görünüyordu. Gerçi bir bireyin bazı nitelikleri ayrılarak onun temel nitelikleri, ötekilerse ikincil nitelikleri sayılabilir ve onu bireyleştlren temel özellikleri taşıması ko­ şuluyla, her iki olabilir dünyada da ayni birey olduğu söylenebilirdi. Ancak iki ni­ telik arasındaki aynm çok belirsiz görünü­



yordu. Quine şöyle yazar: "Matematikçi­ lerin mantıklı olmaları zorunluyken iki ayakli olmalarının zorunlu olmadığını, bu­ na karşılık bisikletçilerin İki ayaklı olmala­ rı zorunluyken mantıklı olmalarının zorunlu olmadığını düşünmek akla oldukça yat­ kındır. Ama, gariplikleri arasında hem ma­ tematik hem de bisiklet buiunan biriyle karşılaşırsak ne olacak? Bu somut birey, zorunlu olarak mantıklı, ilineksel olarak iki ayaklı mı, yoksa zorunlu olarak iki ayakii, ilineksel olarak mantıklı mı sayılacak ?[...] Bireyin özniteliklerinden bazılarını zorun­ lu öznitel&ler ve ötekilerini olumsal öznitellkler sayan bir değerlendirmenin hiç an­ lamı yoktur" (Word and Object) [Sözcük ve Nesne]. Kripke'nin çözümü, "katı adlandırıcılar" dediği ve bütün olabilir dünyalarda aynı özlükleri adlandıran dil­ bilimsel bir anlatımlar sınıfı önermeye da­ yanıyordu. Özellikle özel adlar bu türlü adlandırıcılar arasında yer alırlarken, tekil be­ timlemeler bu tür adlandırıcılar arasında yer almıyorlardı. Böylece, olabilir bireyle­ rin bir bireylik ölçütü ortaya konuyor, an­ cak en azından iki çelişik görünüşlü so­ nuca yol açılıyordu: 1 . a ve b'nin ad ol­ dukları "a, b'dlr" türü doğru önermeler zorunlu olarak doğruydular ("a, b'dir” in doğru olmasının nedeni, "a " ve "b ” nin gerçek dünyada aynı bireyi adlandırma­ larıydı; ancak "a” ve “ b", katı adlandırıcılar olarak, bütün olabilir dünyalarda da aynı bireyi adlandırıyorlardı; buna göre a.b’dir", bütün olabilir dünyalarda doğru ve dolayısıyla zorunlu olarak doğruydu). “ Sabah yıldızı Akşam yıldızıdır” türü öner­ meler buna göre zorunlu olarak doğruy­ du, oysa bu doğruluk gözlem aracılığıyla, biliniyordu: demek ki aynı zamanda hem zorunlu, hem de sonsal önermeler vardı; 2 . buna göre bütün olabilir dünyalarda ay­ nı olan bireyler vardı ki, bu da zorunlu var­ lıkların varlığını kabul etmek anlamına ge­ liyordu. O LA B İLİR LE R A R A S İ a. Fels. Leibniz’s göre, olanaklı bir bireyin, içinde yer aldı­ ğı birlikteolabilirlerin tümüyle sürdürdüğü düzenli ilişki. (Bu olabilirlerarası ilişkiyle her birey olanaklı bir dünyanın bağlamı­ nı belirlemeye katkıda bulunduğu gibi bu olanaklı dünya da bu dünyaya ilişkin her tözün tam kavramını belirler.) © L Â flİÜ S tU K a. Olması, gerçekleşme­ si mümkün olan bir şeyin durumu. —Fels. Kant’ta, aynı zamanda hem yaz­ gıya, hem de yöneldiği gerçekliğe uygu­ lanan kiplik kategorisinin ilk evresi (ya da şeması). [Bk. ansikl. böl.] || Hegel’de, ger­ çek dünyada görünen ve kendi somut gerçekliğiyle bağıntılı olarak kavranan bir şeyin olasılığı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Fels. Kant şöyle der: “ Olabilir­ lik şeması, çeşitli tasarımların bireşiminin genel olarak zamanın koşullarına uygun­ luğudur (örneğin karşıtların bir şey içinde aynı anda değil, ancak birbiri ardına varolabllmeleri olgusu); bir başka deyişle, bir şeyin tasarımının herhangi bir zamana gö­ re belirlenlmldir"(Sa/f aklın eleştirisi [Kri­ tik Der Reinen Vernunft], 1,1,2). 8 Hegel'de, "yalnızca olanaklı" olan, bu niteliğiyle, somut gerçek olandan ayrılır; ancak yalnız biçimsel olmakla kalmayan gerçek olabilirlik (aim. Möglichkeit), her zaman somut gerçeklikle gerçek bir kar­ şılıklı özdeşlik içinde bulunur Hegel kantçı aşkıncılığa işte bu noktada karşı çıkar. Şöyle der: “ Varlık ve yansımanın birliği olarak töz, özünde onların dış görünüşü ve konmuş varlığı'dır [...]. Bu dış görünüş, biçimin özdeşliği olarak özdeşliktir; olabi­ lirliğin ve somut gerçekliğin birliğidir" (Wissenschaft Der Logik [Mantık bilimi], “ Öz” , 3, 3). Böyle bir birlik, zorunluluğun olumsallık içinde ortaya çıkmasının apa­ çık belirtisidir. C fL A C A C IÂ g a. Sıcak bölgelerde yeti­ şen ağaç ya da ağaççıklar familyası. (Santalales takımında olan bu familyada çiçek­ ler beyaz, yeşilimsi ya da sarımsı renkte,



4 ya da 5 taçyapraklı boru ya da çan bi­ çiminde tek tek ya da salkım halinde bu­ lunur; meyve genellikle bir drupadır.) O LA C A K sıf. (olmak'tan -acak, gelecek zaman sıfatfiil ekiyle ol-acak). 1. Olması, yapılması uygun ya da olanaklı olan şey için kullanılır: 8u yaptığın olacak iş değil. —2. Kendisinden beklenilen tutum ve davranışı gösteremeyen kimse için kulla­ nılır: Müdür olacak adamı yerinde bula­ bilirsen bul. Kocası olacak adam, onunla hiç ilgilenmiyor. ~ 3 . Olacak gibi değil, "olması olanaksız, olacağa benzemiyor” anlamında söylenir: Bu parayla bu iş ola­ cak gibi değil. ♦ a. 1. Olma, gerçekleşme olasılığı bu­ lunan şey: Beni olan değil, olacak ilgilen­ diriyor. —2. Gerçekleşmesinin engellene­ mediği durum: Her iş olacağına varır. © LAF -



Necm ettin O kyay'ın celi talikle 1932'de il levna Sabancı kol.



OLAV, O lof ve OLUF.



sSl a f s s o n (Eggert), İzlandalI bilgin ve



şair (Svefneyjar 1726 - Breldafjördur 1768). Kopenhag’da fen eğitimi gördük­ ten ve Aydınlık çağı felsefesinin etkisinde kaldıktan sonra, anavatanında bilimsel bir geziye başkanlık etti (Reise igiennem Island, 1772). Öğretici ve yurtsever nitelik­ te şiirler (1832'de yayımlandı) de yazdı. O L A B İL M E K gçz. f. (olmak'tan ol-a -gel-mek). Başlangıçtan beri aynı biçim­ de sürmek; süregelmek: Bu iş eskiden beri hep böyle olagelmiştir. O LA Ğ A N sıf. 1. Her zaman görülen, alı­ şılmış, yadırgatıcı hiçbir yanı olmayan: Bu olağan ve basit bir sorundur. Ağustos ayında bu sıcaklık olağandır. —2. Belirli aralıklarla yinelenen, her zaman olan, alı­ şılmış: Haftalık olağan görüşmeler. —Olasıl. Olağan yasa, LAPLACE- Gauss YASASI'nın eşanlamlısı. —Öpt. Olağan ışın, çiftkırılmâ olayında, kı­ rılan iki ışından, Descartes yasalarına uyan ışın. (Öbür ışın olağanüstü ışındır.) be. Olağan bir biçimde: Bir olayı ola­ ğan karşılamak. O LA Ğ A N D IŞ I sıf. Olağan olmayan, alı­ şılmışın dışındaki şey için kullanılır; gayritabii: Olağandışı bir durum. Olağandışı bir davranış. —Çekird. fiz. Nötron sayısında kütleleri karşılaştırılabilir kararlı çekirdeklere oran­ la önemli bir fazlalık ya da eksiklik olan bir çekirdek için kullanılır. —istat. istatistik bir işlem sırasında elde edilen bir ölçümün, aynı koşullarda elde edilmesine karşın, öteki ölçümlerden be­ lirgin bir biçimde ayrılması. -:&• be. Alışılmışın dışında: Olağandışı davranmak. @lağaeKi podgoRİA] doğru alçalır. Bu bölge G.’inde, tahıl yetiştirilen bir plato bulunur ve Romanya ovasına doğru giderek alçalır. Tuna bo­ yunca uzanan bu ovadaki geniş kumlu alanlar, turfanda ürün yetiştirilmesini sağ­ layan modern bir sulama ağı sayesinde değerlendirilmektedir. Bölgenin merkezi Craıova'dır. O iT E N tfA , Romanya’da kent Muntenia'da (Bükreş bölgesi), Arges kıyısında, Arges'in Tuna’va kavuştuğu yerin yakınında; 22 00 nüf. Tuna kıyısında balıkçı limanı. Irmak gemileri yapımı. Sentetik kauçuk. Tekstil. O LTC S, İ.Ö. VI. yy.'da yaşamış attike va­ zosu ressamı. Sert üslup döneminin ilk bölümünde etkinlik gösteren Oltos, çömi ekçi E ¡KSİtheos için çalışıyordu. Yaptığı kupa süslemelerinin çizgileri sert fakat ha­ reketlidir ve ilginç anatomi araştırmaları­ na dayanır (Ilyada kupası, Berlin). O L T U , Erzurum’un Doğu Karadeniz bölümü sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 45 973 nüf. (1990); 1 380 km2; 64 köy. Merkezi, Erzurum'un 128 km K.D.'sunda Oltu; 21 817 nüf. (1990). Tahıl, şekerpancarı, .■sebze, meyve üretimi. Hayvancılık. Dokumacılık. Oltu taşı, linyit, manganez yatakları,



OLTU ç a y ı, antik Glaukos, D.Karade­ niz bölgesinin iç kesiminde akarsu; 151 km. Erzurum'un K. -D.'sunda Kargapazarı ve Tellidağ’dan inen derelerin birleşmesiy­ le oluşur. Engebeliğin ana çizgilerini izle­ yerek önce K. -D.’ya doğru akar; sonra



oluk keskin bir dirsekle B.'ya döner, dağ sıra­ larını dar boğazlarla yarar, Yusufeli yakın­ larında Tortum çayı ile birleşerek Çoruh’a kavuşur. Ortalama akım 7, 3 m3/sn; yağ­ mur ve kar suları ile beslenir, nisanda hız la kabarır (ort. akım 34, 3 m 3/sn); ağus tosta en düşük seviyeye (ort. 2 m3/sn) ge­ lir. OLTU TO ZU -



PİREOTU.



OLTUTAŞI a. Siyah, tıkız ve parlak, kav­ kı biçiminde kırıkları olan, parlatılabilir ve tıraşlanabilir linyit türü. (Eşanl. k a r a k e h RİBAR.) —ANSİKL. Görece gevrek olan oltutaşı ko­



layca oyulabllir ya da tıraşlanabilir. Tunç çağından beri kullanılan bu taş, Romalı­ lar tarafından kara amber adıyla biliniyor ve Ortaçağ'da tespihlerin, kutsal emanet sandıklarının, heykelciklerin yapımında kulanılıyordu. Ancak XIX. yy.’ın başında özellikle yaş mücevherlerinde yaygın ola rak kullanıldı. Kocası 1861’de ölünce kra liçe Victoria, merkezi, oltutaşı ocaklarının bulunduğu ve işlendiği Whitby (Yorkshire) plan bu zanaatın gelişmesini destekledi. İngiliz zanaatçılarının benimsediği biçim ler, bu taşla yaygın mücevherlerde en çok kullanılan biçimlerdir. 1884’e doğru daha ucuz maddelerden yararlanılmaya baş­ lanması "Fransız oltutaşı" denen siyah cam, İrlanda’da bog-oak (fosilleşmiş me­ şe tahtası), siyah mine- Whitby'nin gerile­ mesine yol açtı. İtalya’da oltutaşı XIX. yy.’ın ortalarında, Milano'daki Poldi Pezzoli müzesi’nde muhafaza edilen süsler gibi Pompei üslubunda eşyaların yapımında kullanıldı. Türkiye’de Erzurum’un Oltu ilçesinde üç yüzü aşkın ocakta çıkarılan oltutaşı siga­ ralık, tespih, takı yapımında kullanılmak tadır. Yörede Erzurum kehribarı olarak da bilinen oltutaşının büyük parçalarından si­ garalık işlenirken çift su verilmiş bıçaklar­ dan ya da bileyi taşından yararlanılır. Tes­ pih yapımındaysa basit el tornaları kulla­ nılır ve bu tespihler cınıvız, tombul, top, kesme, badem, altıköşe gibi adlarla anı­ lırlar. Ağızlık ve tespihlerin ilk işlendiklerin­ deki mat görünümleri tebeşir tozu ve zey­ tinyağından elde edilen özel bircila ile gi­ derilir. Kuyumculukta altın ve gümüşle bir­ likte kullanılan oltutaşından kolye, broş, küpe, yüzük, bilezik gibi takılar yapılmak­ tadır. O L U F I H u n g e r (1052-1095), Danimar ka kralı (1086-1095). Sven II Estridsson’ un üçüncü oğlu. Kardeşi Aziz Knud’un yerine geçti. Saltanatı sırasında hasadın kötü olması kendisine “ Hunger" (kıtlık) takma adının verilmesine yol açtı. “ Sandallarını giyen çıplak kadın” Pam phaios imzasını taşıyan ve O lto s’un boyadığı bir vazonun boynundan ayrıntı kırmızı figürlü attike üslubu: İ.Ö . 5 2 0 ’ye doğr. - 510 Louvre müzesi, Paris Réunion des musées natjonaux



OLUP H M k o n s s o n (Akershus 1370 - Falsterbo 1387), Danimarka (1376 -1387) ve Norveç (Olav) [1380-1387] kralı. Nor veç kralı Haakon VI ve Danimarka pren­ sesi Margrethe Valdemarsdotter’in oğlu Dedesi Valdemar IV Atterdag’dan sonra Danimarka, babasından sonra da Norveç tahtına çıktı, ama annesi naibe olarak ül keyi onun adına yönetti. Bu durum, daha sonra iki ülkenin birleşmesine yol açtı. O L U K a. 1 , Bir şeyin, özellikle bir sıvının ya da taneciklerden oluşan bir şeyin ak masına yarayan üstü açık boru: Değirmen oluğu. Kum oluğu. —2. Bir çatıda, dere­ lerde biriken yağmur ya da kar sularını toplayarak İniş borularına götüren üst ya nı açık, çinko, galvanizli sac ya da plastik kanal: Oluklardan taşan yağmur suları —3. Bir şeyin üzerinde açılmış bulunan ya da açılan oyuk yol. —4, Oluk gibi ak mak, bir sıvı sözkonusuysa, kesintisiz bir biçimde çok bol olarak gelmek. || Oluk oluk, çok bol olarak: Oluk oluk para har cıyordu. —Anat. Bazı organların yüzeyindeki uzun çukurluk (kalburkemiği oluğu, kamış-sün net derisi oluğu, dudak oluğu, omurilik yan olukları, beyinde Rolando yarığı önündeki oluk). —Cerr. Bazı aletlerin üzerinde bulunan ve genellikle hareketli bir parçayı yönlendir meye yarayan uzun çukurluk —Değirmene. Suyu değirmenin dolabına kadar ulaştırmaya yarayan derivasyon ka nalı. —Denizbil. -» G E Ç İT . | Buz oluğu, cezir akıntılarının sürüklediği buz kütlelerinin al çak kıyı şeritlerinde ve slikke'lerin yüzeyin de kazdığı az derin (2-40 cm), ama uzun (2 km’ye kadar) çizgisel oluk. |[ Denizaltı oluğu, kıta şevlerinde ve derin deniz ova larında, dik aklanlı, dar, az derin (1- 2 0 m), düzenli aralıklarla sıralanan, dip akıntıla rının oluşturduğu çizgisel yarıklar. (Bazı oluklar kolları akıntı yönüne açık diyapa zon biçiminde çatallanır.) || Derin deniz oluğu, iki okyanus çanağını birleştiren de nizaltı oluğu. || Gelgit oluğu, almaşık gel­ git hareketleriyle çökellerde kazılan kıyı oluğu. || Mercan kayası oluğu, eğimli mer can yüzeylerinde, kayalığın mahmuzları nı ayıran çöküntü. || Önkıyı oluğu, önkumsalda, setleri ayıran çöküntü. || Sahanlık oluğu, ters akıntılarla yönlendirilmiş iri ge­ reçlerin kayalık kıyı şeritlerinde kazdığı uzun ve dar oluk. —Denize. Bir halatın kolları arasında ka lan ve halat boyunca uzanan aralık. || Ma­ karada, halatın geçtiği iki yanak arasında­ ki açıklık. —Embriyol. ilkel oluk, dölütünün uzunla­ masına ekseninde bulunan oluk. (Blasto por dudağının sağ ve sol yarısının orta düzlemde gittikçe birbirine yaklaşması ve yapışmasıyla oluşur) —Fiz. tıp. Yüksek basınç oluğu, dalgıcı barındıran yüksek basınçlı bir odaya gö türen, 2 m uzunluğunda, 0,60 m çapın­ da, su geçirmez maden silindir. (İçine özellikle 3-6 atmosfer basınçta, hacim ola­ rak iyice küçülmüş saf oksijen alabilir) —inş. Asma dam oluğu, saçaklı bir çatı da kepçelerle merteklere» tespit edilen oluk. || İngiliz tipi dam oluğu, ayaklı des teklerle saçaklık üzerine yerleştirilen oluk. || Tahta oluk, dik açı oluşturacak biçimde uç uca çivilenmiş iki ya da üç levhadan



oluşan yağmur suyu borusu. —Jeomorfol. Kumul oluğu, iki sıra kıyı ku­ mulu arasında koridor biçiminde uzanan çukur. —Kâğ. san. Oluklu kâğıtlardaki dalgalı bi­ çim. —Mad. oc. Cevher, taş ya da malzemeyi yerçekiminden yararlanarak aşağı düzey­ lere taşımada kullanılan genellikle yarı da­ ire kesitli ya da yamuk biçimli sac levha. || Konveyör oluğu, ayak halinde kazılmış cevheri boşaltmak için kullanılan metal konveyör öğesi. || Sallantılı oluk, düz ya da eğimi az yerlerde, üzerindeki cevher, taş ya da malzemeyi ileri geri hareketle aşa­ ğı düzeylere taşımada kullanılan düzenek. —Mak. san. Oluk açma, KANAL* AÇMA’ nın eşanlamlısı. —Marangl. Bezeme ve birleştirme ama­ cıyla ahşaba boydan boya açılan kanal. (Bezeme amacıyla açılan olukların taban­ ları değişik biçimlerde [düz, kavisli, sıfır ta­ banlı, vb.] olabilir. Bu tip oluklara yiv de denir. Birleştirme amacıyla açılan oluklar, tablaları kalınlaştırmak, iki tablanın eş ha­ reket yapmasını sağlamak için kullanılır.) || Oluk rendesi, oluk açmak, kaba rende­ leme yapmak için kullanılan, ağzı ve ta­ banı kavisli rende. —Metalürj. Uzun ürünler üretmek için hadde merdanesi içinde açılan eksene! bakışımlı kanal. -Meteorol. iki yüksek basınç bölgesi ara­ sındaki barometrik çukur. -Mim. Köşeli derz oluğu, bir kabartma­ da pahlı iki kenar arasında kalan ve kesiti yatık V harfini andıran derz. —Mim. ve Süslem. sant Bir damlalıkta, bir başlık kıvrımında, bir silmede oyuk bö­ lüm. || Oluk silme, B O Y U N ' un eşanlamlı­ sı. -Nalbant. Nalın toprak yüzünde açılan, nalın dayanıklılığını artırmaya, hayvanın kaymasını engelmeye ve mıh deliklerinin bir hizada bulunmasına yarayan kanal. || Oluk baskısı, nala oluk yapmakta kullanı­ lan bir yüzü düz diğer yüzü eğri çelik bas­ kı. —Oto. Su oluğu, kaportanın üstüne dü­ şen yağmur damlalarının ön cama akma­ ması için camın üstüne yerleştirilmiş oluk; üstü kapalı bir taşıtın her iki yanında boy­ dan boya uzanan oluk. —Patol. Oluk biçimi aşınma, genç insan­ ların diş tacının üzerinde görülen ve do­ ğuştan frenginin belirtileri olabilen uzun­ lamasına çukur çizgiler. —Tekst. Bir silindirin gövdesi boyunca açıl­ mış oyuk. (İplikçilikte, flayerli çekme ma­ kinelerinin silindirleri gibi çok ince oluklu silindirler kullanılır; düzenli aralıklarla bir­ birlerine yakın olarak yerleştirilen bu oluk­ lar, tekstil elyafının silindir tarafından tutul­ masını sağlar.) || Oluk açmak, iplikçilikte, çekme işlemlerinin gerçekleştirildiği maki, elerde kullanılan metal silindirlerin üzeıine ince ve çok sık, boylamasına kanal­ lar açmak. -Yerbil. Paleocoğrafyada, kalın tortul de­ niz dizilerinin çökelmesinden doğan dar ve uzun kuşak. (Alp zincirlerinde flyschlerin oluğunun, bugünkü okyanuslarda et­ kin kenarlarla birleşmiş çukura denk düş­ tüğü sanılmaktadır) || Boyutu santimetrey­ le desimetre arasında değişen geniş ya­ rıklar biçimindeki bir kırık aynasının varlı­ ğını gösterebilen tektoglif tipi.



İngiliz tipi dam oluku



asma olu k



8833



ağaç pencereye açılmış o luk o lu k lu p e n c e re kanadı



./



' fi* :



// %



-



J



' ke p çe



H- - N,.'i



3



~



oluk —Zootekn, Boyun oluğu, dörtayaklılarda, boynun iki yüzünde, solukborusunun iki yanında bulunan ve boyun toplardama­ rına yataklık eden uzun çukurluk. || Ye mekborusu oluğu, gevişgetirenlerde bör keneği geçerek kardiayı kırkbayırın girişi­ ne birleştiren kanal.



8834



O L U K Ç U K a. (oluk'tan -çuk küçültme ekiyle). Anat. Bazı organların yüzeyinde bulunan ince çukur çizgilere verilen ad. —Bot. Maydanozgillerin meyvelerindeki kaburgaları ayıran uzun çukurluk. —Denizbil. Kumsal olukçuğu, denizin çe­ kilmesi sırasında ya da fîftınadarı sonra kumlarda görüleri, küçük, oyuk biçim. —Der. hast. Uyuz olukçuğu, özellikle par­ makların arasında görülen ve dişi uyuz böceği tarafından yumurtaları yerleştir­ mek için üstderinin içinde açılan külrengimsi doğru ya da eğri bir çizgi biçimin­ de uyuz lezyonu. —Zool. Bir yüzeyin, bir örtenceğin, vb. üzerindeki derin çizgi. || Duyarga, tarsus olukçukları, böceMerde, dinlenme sırasın­ da duyargaların göğüs kalkanı içinde ya da baştaki çıkıntıların ve tarsusların tibia içinde gizlenmesini sağlayan uzun oyuk­ lar. || Göz olukçuğu. böceklerde, gözlerin yakınında, alın üzerinde bulunan çukur çizgiler. || Kalça olukçukları, örümcekler de kalçaların iç yüzünde boyuna olarak uzanan sertleşmiş kıvrımlar. O L U K L A R S A K g. t. El sant. Toplama yöntemiyle bakır kap yapımında, kabın dip kısmına dik olarak, kenara doğru bir­ birine paralel uzanan oluklar açmak. O L U K L A Ş M A K gçz. t. Oluk görünümü almak.



oluklu barut



O L U K L U sıt. 1 . Oluğu olan. —2. Üze­ rinde oluk biçiminde oyuklar bulunan şey için kullanılır: Oluklu sac. Oluklu mukav­ va. —Dy. Oluklu ray, demiryolu, bir karayolu­ nun, bir limanın, vb. üstünden geçtiği za­ man tekerlek budenin oturmasını sağla­ mak için mantar boyunca açılmış bir olu,.ğu bulunan ray. —Fişekç. Oluklu barut, eksenine paralel yedi kanalla delinmiş silindir biçimli barut. —Kâğ. san. Oluklu kâğıt, bir ondüle ma­ kinesinde düzenli ve sürekli kıvrımlar ve­ rilmiş kâğıt. (Oluklu kâğıt, oluklu kartonun bileşenlerinden biridir.) —Marangl. Oluklu birleştirme, yüz yüze yapılan kinişli birleştirme (Başlıca, kendin­ den çıtalı ya da yabancı çıtalı oluklu bir­ leştirmeler ayırt edilir Oluklu birleştirme ile kinişli birleştirme arasındaki temel fark, oluklu birleştirmenin cumba cumba yeri­ ne yüz yüze ve geniş kanallı olarak dü­ zenlenmesidir.) || Oluklu kalem, oluk aç­ mak, köşeleri kavislendirmek ve düzelt­ mek için kullanılan marangoz kalemi. --Metalürj. ve Polim. Metal sac ya da plastikten yapılmış bir plaka sözkonusu ol­ duğunda, enine kesitinde belirgin bir ka­ lınlık farkı olmaksızın, eşit aralıklı girinti ve çıkıntıların birbirini izlediği bir levha için kullanılır. —Nalbantl. Oluklu kıskaç, her iki ağzının içi oluklu olan ve çubuk demiri tutmakta kullanılan kıskaç. —Tıp. Oluklu sonda, içi oyuk sonda. (Fistül yollarının araştırılmasında, yabancı ci­ simlerin aranmasında, vb. kullanılır.) O L U K L U Z E H İ R D İ Ş L İ a. Üst çenesi­ nin ön bölümünde zehir çengeli bulunan yılanlar için kullanılır. (Yılan [engerek, çıngıraklıyılan vb ] bir oluğu bulunan bu di­ şi, avını ısırdığı sırada dikleştirir.) O L U K L U C U a. Oluklu mukavva imala­ tında çalışan usta. O L U K S U Z Z E H İ R D İ Ş L İ a Dişlerinin hiçbirinde zehir oluğu bulunmayan yılan için kullanılır (Boayılanları, pitonlar, suyılanlarının çoğu oluksuz zehirdişlidir. Bu yılan­ ların çoğunda zehir salgıbezi bile yoktur.) O LU M LA M A eşanlamlısı.



a. Fels. EVETLEME'nin



O L O M L A T fie i a. Mant. EVETLEYİCİ'nin eşanlamlısı. O L U M L U sıt. 1. Sonucu, etkisi vb. bakı­ mından amaca, beklentilere, istenilene uygun olan şey için kullanılır; müspet: Şir­ ketin bu yılki bilançosu son derece olum­ lu. Bunalımın aşılması yolunda olumlu ge­ lişmeler var. —2. Onaylama, kabul belir­ ten şey için kullanılır: Başvurusuna olum­ lu bir yanıt almak. —3. Yapıcı, yararlı olan şey için kullanılır: Son filmi olumlu eleşti­ riler aldı --4 . Değerlendirmelerinde ya­ pıcı olan, sorumluluğunu bilen bir kimse için kullanılır: Olumlu bir insandır. —S. Aranılan sonucu ya da veriyi ortaya koyan şey için kullanılır; pozitif: Tahlil sonucu olumlu mu? —Dilbil. Olumluluk özelliği taşıyan bir cümle için kullanılır, |{ Olumlu fiil, olumsuz­ luk ekiyle ya da olumsuz koşaçla kullanıl­ mamış olan fiil. || Olumlu koşaç, sürerlik, kesinlik ya da güçlü bir olasılık kavramı vermek üzere yüklemin sonuna getirilen ek (-dir). [-* koşaç.] —Ed. Olumlu kahraman, toplumcu ger­ çekçi edebiyat estetiğinin yücelttiği, dev­ rimci idealle biçimlenmiş kişi. ♦ a. Fels. Olumlu olan. (Bk. ansikl. böl.) ♦ be. Bir şeyin uygun, elverişli bulundu­ ğunu, beklentileri karşıladığını belirtir; Ta­ sarı büyük bir çoğunlukça olumlu karşı­ landı. Bu uygulama olumlu sonuçlanmadi 'ISİKL. Fels. Flegel'de, olumlu olan ya iumlu (alm. positiv), verili dolayırnsıziıi tan çok, diyalektik olumsuzlamanın sorr unu adlandırır. Flegel şöyle der: “ Bi­ lir, al davayı kazandıracak tek şey, olum­ suzun aynı zamanda olumlu olduğu ya da çelişik olanın sıfırda, soyut hiçlikte değil, yalnızca kendi tikel içeriğinin olumsuzlamasında ortadan kalktığı [...]; dolayısıyla sonuçta özsel olarak ona yol açan şeyin içerildiği yolundaki mantık önermesini an­ lamaktır; -bu da, gerçek deyimiyle bir yi­ nelemedir, çünkü böyle olmasa, bir sonuç değil, bir dolayımsız olurdu" (Wissen­ schaft der Logik [Mantık bilimi], 1812 bas­ kısı, "Giriş’’). O L U M L U L U K a. Olumlu olan bir şeyin durumu. —Astral. Zodyak burçlarındaki gökcisim­ lerinin, gökevi, yükselme, pay, büyük üç­ gen durumlarında hatta, özellikle aynı ai­ leden başka bir gökcismiyle iyi bir aspekte bağlandığı konumlarda ortaya çıkan özel avantajlar. —Dilbii. Olumsuzluğun tersine, yüklemi doğru, olanaklı, olası, olumsal ya da ge­ rekli gibi gösteren temel cümlenin (bildir­ me, soru ya da emir cümleleri) durumu. —Fels. Auguste Comte'un felsefesinde, salt olaylara dayanan bir açıklamanın ta­ şıdığı olumlu nitelik. O L U M S A L a. Mant. ve Fels. Olması ya da olmaması olanaklı olan şey. ♦ sıf. Mant. ve Fels. Olması ya da olma­ ması aynı derecede olanaklı olan şey için kullanılır. (Karşt. ZORUNLU.) || Olumsal önerme, doğruluğu ve yanlışlığı aynı de­ recede olanaklı önerme. O L U M S A L L I K a. 1. Fels. Bir görüngü­ nün (fenomenin) aynı derecede gerçek­ leşebilir ya da gerçekleşemeyebilir olma sı. —2. Flegel e göre, aynı zamanda hem olabilir, hem de somut olarak gerçekleş­ miş olan bir şeyin ayırtedici özelliği. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Hegel'de olumsallık (Zufâlligke it), "olabilirlikle gerçekleşmişliğin birliği” dir (Wissenschaft der Logik [Mantık bili­ mi], "Öz", 3, 2). Yani olumsallık, temeli zo­ runluluk değil de, yalnızca olabilirlik olan bir gerçekliği belirtir. Bu yüzden, olumsal­ lık, zayıf ve kararsız bir gerçekliktir; ama aynı zamanda varoluş için gerekli olandır; çünkü tin, ancak bu alanda değişken top­ lumsal ve kültürel koşullarını elde ederek somutluk kazanabilir: "Bu değişken top­



lumsal ve kültürel koşulların, olumsallık bi­ çiminde kendini gösteren özgür somut varlık olarak korunması, tarihtir; kavram­ sal düzenleri içinde korunması ise görüngüsel bilmenin bilimidir" (Tinin görüngübilimi [Phânmenologie des Geistes], "Mutlak bilgi"). O L U M S U Z sıf. 1 . O l J J M L U ' y a karşıt ola­ rak, reddetmeyi, geri çevirmeyi belirten bir şey için kullanılır; menfi: Olumsuz bir ya­ nıt. Olumsuz cümle. —2. Yapıcı, yararlı, olumlu öğelerden yoksun şey için kulla­ nılır; menfi: Bu bütünüyle olumsuz bir yön­ tem. Takımımız olumsuz bir sonuç aldı. Görüşmeler son derece olumsuz koşullar altında gerçekleşti. Genç bir yazarın umu­ dunu kıran olumsuz bir eleştiri. —3. Ara­ nılan sonucu ya da veriyi içermeyen şey için kullanılır; negatif, menfi: Tahlil olum­ suz sonuç verdi. —4. Bir şeyi hiçbir ba­ kımdan kabul etmeyen ve başka bir şey de önermeyen kimse için kullanılır; men­ fi: Son derece olumsuz bir insan. Ne ka­ dar olumsuzsun. —Dilbil. Temel özelliği, bir yargının doğ­ ruluk değerini tersine çevirmek biçiminde beliren, olumsuzluğun mantıksal işlem öğesini içeren cümle ya da sözce için kul­ lanılır. || Olumsuz fiil, -ma olumsuzluk eki ya da olumsuz koşaç değil sözcüğüyle kullanılan fiil. (Bk. ansikl. böl.) || Olumsuz, soru, sorusu olumsuz bir tümceye ilişkin olan soru tümcesi (örn. Yarın gelmeyecek mi?). —Din. Olumsuz tanrıbilim, Tanrı bilgisine, onun ne olduğundan değil de ne olma­ dığından yola çıkarak varmaya çalışan tanrıbilim. (Bu deyim, özellikle, Tanrı’yı bi­ linemez, dolayısıyla tanımlanamaz bir var­ lık olarak düşünen gizemci tanrıbilimde kullanılır. Bu olumsuz düşünce biçimi di­ lin aşılmaz sınırları ötesinde yer alan, bu­ nun için de dile getirilmesi olanaksız olan bir gerçekliğin tersidir.) ♦ be. 1. Yapıcılıktan, iyi niyetten yoksun olmak: Olumsuz bir yaklaşım. —2. Olum­ lu, yapıcı öğelerden yoksun olarak; bek­ lentilere ters düşecek biçimde: Görüşme ter olumsuz sonuçlandı. Tahlil sonuçları olumsuz çıktı. — A N S İ K L . Dilbil. Türkçe’de olumsuzluk, fiil köklerine olumsuzluk eki (-me / -ma) geti­ rilerek yapılır: almayacak (al-ma-y-acak), görmedi (gör-me-di), görmemiş (gör-me -miş), seçmez (seç-me-z). Olumsuzluk eki, bütün fiillerde zaman ve kişi (kip) eklerin­ den önce gelir. Olumsuzluk yüzünden bu eklerde bir değişme olmaz. Ancak geniş zaman çekiminde bir değişme ortaya çı­ kar: geniş zaman eki r ’nin üçüncü, ikinci kişide, -z’ye dönüştüğü, birinci kişide tü­ müyle düştüğü görülür: gelmez (gel-me -z), sevmez (sev-me-z), almazsın (al-maz -sın), bilmez (bil-me-z). Ayrıca şimdiki za­ man ekinden (-yor) önce gelince -me, ma' nın sonundaki geniş ünlü darlaşır: gelmi­ yorum (gel-me-yor-um), yazmıyor (yaz-ma -yor). Bunun gibi fiilin son hecesinde yu­ varlak ünlü varsa olumsuzluk eki -mu, -mü biçimine dönüşür: Sormuyor (sor-ma-yor), görmüyor (gör-me-yor). Ek fiilin olumsuzluk biçimi, olumsuz ko­ şaç değil sözcüğüyle yapılır: O zengin d e ğildir. Hasta değilmiş. Bu durumda zaman ve kişi ekleri koşaca eklenir: Korkak de­ ğilmişsin. istediği o değildi. O L U M S U Z C U L U K a. Psik. Şizofrenide, başkasıyla ilişki kopukluğunu ortaya ko­ yan ret ve karşı çıkma davranışlarının tü­ mü. — A N S İ K L . En sık rastlanan olumsuzculuk davranışları, kapanma, sürekli yatar du­ rumda kalma, kaçma ve suskunluktur. "Küçük olumsuzculuk belirtileri", bu di­ renmenin önemsiz, ama anlamlı belirimleridir (alaycılık, hoşgörücü tavırlar, ısrarlı surat asma, uzanan eli geri çevirme). Şid­ detli saldırı ya da savunu davranışları (kı­ rıp dökme krizleri, öfke nöbetleri, yemek yememe) da olumsuzculuk çerçevesi içi­ ne girer ve katatonik türden belirtiler sa­ yılır.



Freud, olumsuzculuğu, libido öğelerin­ deki bir gerileme sırasında dürtülerde olu­ şan bir ayrışmanın belirtisi olarak görür. D. Meltzer'e göre, olumsuzculuk, nesne­ nin iyi niteliklerini bozarak değiştirme eği­ limidir. iyi nitelikler olumsuz yönde algıla­ nır: iyi kötüye, yaşam yaşam-yokluğu’na dönüşür. Yaşamın yok olduğu bu dünya­ da özne zamanın kabullenilmesine bağlı boğuntulardan kurtulmayı düşünür. O L U M S U Z U M A a. F e l s . t . B i r şeyi y a d s ı m a e y l e m i : Tann'nın varlığını olum­ suzlansa. ( E ş a n l . N E G A S Y O N . ) [ B k . ansikl. böl.] —2. Olumsuzlamanın olumsuzlan­ ması, bir ç e l i ş k i n i n i k i n c i aşaması. Bu aşa­ m a d a , k a r ş ı t t e r i m l e r k e n d i k e n d i l e r i n i aşa­ rak u z l a ş ı r l a r . —Mant. -* D E Ğ İ L L E M E . —ANSİKL. Fels. Descartes’a göre, bir ger­ çekliğin yadsınması ille de bir gerçeklik düşüncesi yokluğuna götürmez; ona gö­ re, sonsuzluk düşüncesi (Descartes bunu kesinlikle gerçek bir şey sayar), olumsuz­ larına yoluyla elde edilir. Hegel'de, olumsuzlarca (alm. Negati­ on), dolaysız verinin, kendini kendi öz ger­ çeğiyle olumlama sürecinin ruhudur. Olumsuzlama bir terimin ortadan kalktığı anlamına gelmez, onun değiştiği, yeni bir belirlenim kazandığı anlamına gelir. Her zaman olumlu bir içerik için ileri sürüldü­ ğünden, olumsuzlama "belirli bir olumsuzlama"dır: ondan "dolaysız olarak ye­ ni bir biçim doğar ve olumsuzlama için­ de bir geçiş olur; bu geçişte süreç bütün bilinç biçimleri dizisi içinde, kendiliğinden gerçekleşir" (Tinin görüngübilimi [Phäno­ menologie des Geistes], “ Giriş” ). Böyle bir diyalektik hareketin açıklamasını Wis­ senschaft der Logik (Mantık Bilimi) ken­ disi için yapar. Marxçilik için de olumsuzlama hegelci diyalektikten gelen bir kategoridir. Marxçılık bu kategoriyi "kapitalin yöntemi" ile, yani diyalektik maddecilik ve tarihi mad­ decilikle yeni bir değerlendirmeden ge­ çirir ve onun olumlu yanını olduğu gibi ko­ rur. Marx şöyle der: “ Kapitalist üretim tar­ zına uygun düşen kapitalist mülkiyet ba­ ğımsız ve bireysel emeğin ayrılmaz par­ çası olan özel mülkiyetin birinci olumsuzlanmasıdır. Fakat kapitalist üretim tarzı da doğanın değişimlerini yönlendiren karşı konulamaz zorunlulukla kendi olumsuzlanmasını kendisi doğurur. Bu da olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır" (Kapital, 1, 2 ).



Sartre'a göre, 'olumsuzlama, varoluşun yadsınmasıdır. Olumsuzlamayla, bir var­ lık (ya da bir varlık tarzO önce konulur, son­ ra da hiçliğe atılır” (l'Etre et le néant [Var­ lık ve hiçlik]). O L U M S U Z L U K a. Olumsuz olma.du­ rumu, olumsuz olan şeyin niteliği. —Dilbil. Yüklemi yadsımaya dayanan (olumluluğun tersine) temel cümlenin (bil­ dirme, olumsuz ya da emir) durumu; yad­ sımaya yarayan sözcük ya da sözcük öbe­ ği. (Üretici dilbilgisinde olumsuzluk, zo­ runlu biçimde olumlu, soru ya da emir ku­ rucularına eşlik eden kipliğin seçmeli ku­ rucusunu da gösterir ve bir dizi dönüşüm sonucu olumsuzluk öğeleri, tümce içine yerleştirilir.) [Bk. ansikl. böl.] || Olumsuzluk eki, bir fiilin olumsuz kullanılmasına ola­ nak veren ek (-me / ma). [-> O L U M S U Z . ] || Çifte olumsuzluk, aynı cümle içinde iki olumsuzluğun bulunması. Aynı cümlede bulunan iki öğeyle olumsuzluk tümüyle ya da kısmen ortadan kalkar. (Ûrn. Bilmedi­ ğinizi sanmıyorum.) —Fels. Hegel’e göre, öznenin gerçek dünyayı yadsıyarak ideal bir dünya yarat­ masını sağlayan etkinliği. (Hegel şöyle ya­ zar: “ Canlı töz. özne olarak, arı ve yalın olumsuzluktur [Negativität]; böyle olduğu için de ikileşmedir ve bu farksız çeşitlili­ ğin ya da karşıtlığının yasdınmasıdır. Ger­ çek olan da işte ancak kendi kendini ye­ niden kuran bu eşitlik ya da başka-varlık' ta kendi kendine yansımadır; ilkel bir bir­ lik ya da dolaysızca verilmiş bir birlik



değil" Tinin görüngübilimi [Phänomeno­ logie des Geistes] “ Önsöz”.) — A N S İ K L . Dilbil. Ölümsüz değer taşıyan mimikleri ve el kol hareketlerini açıklama­ yı üstlenmeyen dilbilgisi olumsuzluk teri­ mini, olumsuz sözcülerde biçimsel, sözdizimsel ve sözcesel yöntemlerle gerçek­ leşen yadsımanın dilsel anlatımı için kul­ lanır. Konuşucunun sözcesini yadsıyabilece­ ği olumsuzluk belirtici araçların dökümü biçimsel öğelerle (olumsuzluğun yöneldi­ ği kurucu eklerle yadsınabilir: NAhoş; okunakSlZ) biçimsel ve sözdizimsel öğe­ leri ayırma olanağı verir; olumsuz yapıda bir tümceyi ya da tümcenin bir bölümü­ nü sözcük-cümleler (Sizi sıkıyor muyum? —Hiç de değil I Hayır.), fiilsiz yüklem cüm­ lelerinde kullanılan olumsuzluk belirteçleri (hiç I asla), olumsuzluk biçimbirimleri gös­ terir. O LU N M AK



->



O LM AK.



O L U N T U a. Anlatı türünde bir yapıtın ya da tiyatro oyununun akışıyla bütünleş­ mekle birlikte kendine özgü nitelikleri olan bölüm; epizot: Bu romanda ilginç oluntulara yer veriliyor. —Ed. Yunan trajedisinde konuşmalı bö­ lümleri oluşturan parça. (Oluntular koro­ nun şarkıları ya da sfas/ma’larla birbirin­ den ayrılır. Prologos'un ardından başlar, koronun sahneden çıkmasından sonra eksodos ile sona erer Genellikle manzum olarak yazılan oluntuların ritmi konuşma dilininkine yakındır [iambos]. Oluntular, çok parçalı konuşmalardan [stikhomythia] ya da uzun tiratlardan oluşur.) —Res. Konusunu tarihten alan bir tablo­ da ya da günlük yaşam resminde ana ko­ nuya az çok bağlı olan yan konu. O L U P B İT T İ



->



O L D U B İT T İ.



O LU R sıf. (olmak1tan -r, geniş zaman sıfatfiil ekiyle ol-u-r). 1. Olması olanaklı, ola­ bilir olan şey için kullanılır. —2. Olur ol­ maz, bayağı, özelliği ya da niteliği belir­ siz: Olur olmaz insanlarla düşüp kalkma; yerli yersiz, gerekli gereksiz söylenen söz ya da iyi mi, kötü mü olduğuna bakılma­ dan seçilen şey için kullanılır: Olur olmaz konuşur Olur olmaz şeyleri yeme. || Olur şey değil, olur iş değil, gerçekleşmesi ya da olması kabul edilemeyecek bir şey kar­ şısında şaşma bildirir: Olur şey değil, iki dakikada her şeyi silip süpürdü. ♦ a. 1. Bir başvurunun olumlu karşılan­ dığını belirten onay, muvafakat: Olur al­ mak, olur vermek. —2. Akla, mantığa uy­ gun fiyat, açıklama, çare vb.: Şu işin olu­ runu söyle, neyse verelim. —3. Oluruna bakmak, oluruna bağlamak, bir iş üzerin­ de titiz davranmaktan kaçınıp yapılabildi­ ği kadarıyla yetinmek. || Oluruyla^ yetin­ mek, daha çoğunu istememek, var olanı yeterli saymak. be. Bir şeyin kabul edildiğim belirtir, peki, tamam: —Gider gitmez telefon et. -O lu r. O L U R , Erzurum’un Doğu Karadeniz bölümü sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 15 497 nüf. (1990); 820 km2; 40 köy. Merkezi, Erzurum'un 177 km K D.'sunda Olur, 2 713 nüf. (1990). Hay­ vancılık; tahıl, şekerpancarı üretimi. O L U R L U K a. Bir şeyin gerçekleşebilme olabilme durumu. O L U S . Rom. mit. Kafatasının Capitolium’da bulunduğuna ve bu tepeye adını verdiğine inanılan dev (caput OU, "Olus' un başı"). O L U Ş a. 1. Olmak eylemi ya da biçimi. —2. Oluşma, meydana gelme, teşekkül etme. —Dilbil, Fiilin, özneye ilişkin anlatabilece­ ği çeşitli kavramları (eylem, varoluş, du­ rum, oluşum, vb.) kapsayan genel nitelik­ li terim. —Fels. Hegel'de, gerçekliğin, şeylerin, dünyanın tarihi içinde evrimi. (Bk. ansikl. böl.)



— A N S İ K L . Fels. Hegel’de oluş (Werden) teriminin temel bir yeri vardır: her türlü gerçekliği çelişkin temeli içinde nitelendi­ rir. Hegel’e göre, her şey bir gelişme sü­ reci içindedir, bu süreç bir şeyin hem ken­ dine özdeşliğini, hem de sürekli değişimi­ ni açıklar. Bu görünüş ikiliğine göre, o şey, tarihinin her anında hem var, hem yok' tur. Böylece varlık ve yokluk, her var olan şeyin ilk biçimi ve oluşturucusudur. Fakat, varlık ve yokluk bu işlevlerini, birbirlerini dışlayarak ya da yan yana gelerek yap­ mazlar: “ Gerçekleri, birinin ötekinde dolayımsız olarak kaybolması gerçeğidir. Oluş, bu iki şeyin birbirinden farklılaştığı, ama dolayımsız olarak eriyen bir farklılaş­ mayla farklılaştığı bir harekettir" (Wissen­ schaft der Logik [Mantık Bilimi], "Varlık",



1, 1).



O L U Ş M A a. Oluşmak eylemi; ortaya çık­ mak, meydana gelmek. —Feis. Aristoteles’te “ bozulmâ’nın karşıtı olan ve doğma, üreme olguları için kulla­ nılan terim: "Ûzne-olmayan'ın, çelişiği olan özne’ye dönüşmesi, bir oluşmadır” (genesis) [Metafizik (Meta ta Physika), 20, 111



O LU Ş M A K gçz. f 1. Ortaya çıkmak, be­ lirmek. —2. Nesnelerden kişilerden oluş­ mak, bu nesneleri, bu kişileri öğe olarak içermek, onlardan meydana gelmek, gel­ miş olmak: Ekibimiz değişik elemanlar­ dan oluşmuştu. Su oksijen ve hidrojenden oluşur. — 3. Kurulmak, kurulmuş olmak: Fabrikada yeni bir grup oluştu. ♦ o luşturm a k ettirg. f. 1. Bir bütün, bir grup oluşturmak, çeşitli öğeleri birleştire­ rek o şeyi düzenlemek, ona bir varlık, bir biçim, bir yapı kazandırmak: Üçer kişilik gruplar oluşturmak. —2: Bir şeyi, bir bü­ tünü, bir grubu oluşturmak, nesnelerden ve kişilerden söz ederken bir şeyin, bir grubun, bir topluluğun kurucu öğeleri ol­ mak; onu teşkii etmek: Bu ikili güzel bir ekip oluşturuyor. Hoşgörü onun karakte­ rinin özünü oluşturur Masanın üzerinde­ kiler dekoratif bir bütün oluşturuyordu. —3. Bir biçim oluşturmak, bir şeyden söz ederken, belli bir biçim almak, çizmek: Yıl­ dızlar gökyüzünde kocaman bir üçgen oluşturuyordu. Yol orada bir dirsek oluş­ turur. —4. Bir şey oluşturmak, o şeyin kö­ keninde bulunmak, varlığının ortaya çıkı­ şının nedeni olmak; Enfeksiyon vücutta apseler oluşturdu. —5. Bir şey oluştur­ mak, kendisi, doğal yapısı nedeniyle o şey olmak, o şeyi yaratmak: Varlığı bizim için bir tehlike oluşturuyordu — 6 . Bir şe­ yi (soyut) oluşturmak, onu zihninde yarat­ mak, hayal etmek: Kafasında bir tasarı oluşturmak. — Mat. DOĞURMAK’ın eşanlamlısı. ♦ o luşturulm ak edilg. f. Oluşturulmak eylemine konu olmak. O L U Ş T U R M A a. Oluşturmak eylemi. —Elektrotekn. Bir akümülatör levhası oluşturma, levhanın bir bir bölümünü, ge­ nellikle elektrolitik yolla, etkin maddeye dönüştürmeye dayanan işlem. O LU ŞTU R M A K



-



O LU ŞM AK.



O L U Ş T U R U C U a Sesbilg 1 . Ses olu­ ğunun tınlama frekansı; bu frekansın de­ ğeri her eklemlemeye özgü gırtlak üstü (ağızsıl, boğazsıl) boşlukların biçimine bağlıdır (Akustik açıdan ağızsıl ünlüler ilk üç oluşturucularıyla tanımlanır: 0 1 , 0 2 , 03; genizsil özgül oluşturucular ya da genizsillik oluşturucularıyla nitelenir: Og 1 , Og 2 ; bunlar geniz boşluğunun tınlama bi­ çimlerini yansıtır.) —2. Konuşmada sesle­ rin çıkarılmasına etkin biçimde katılan or­ gan (dudaklar, dil, diş yuvaları, damak eteği vb.). O LU ŞTU R U LM A K -



O LU ŞM AK



O L U Ş U K a. Yerbil. Tortul, magmatik ya da başkalaşmış kayaçlar topluluğundan oluşan litostratigrafik birim. (Bir oluşuk, genellikle, “ üye" adı da verilen birçok farklı alt birime ayrılır; birçok oluşuk ise bir



edimler, psişik belirtiler, nükteler) ve bu olayların meydana geliş kuramı. —Ruhbil. Bireyselleşmiş ve yapılaşmış bir öğenin, kendisini çevresinden ayırıp be­ lirginleştirme tarzı (Bu kavram, algının ve bazen öteki bilgi edinme etkinliklerinin in­ celenmesinde kullanılan içerik kavramının karşıtıdır. Gestalt kuramı, bu karşıtlık üze­ rinde önemle durur.) —ANSİKL.. Fels. Toplumsal oluşum. Lenin şöyle yazar: "M addi toplumsal ilişkilerin (yani insanların bilincinden geçmeksizin oluşan ilişkilerin [çünkü insanlar, ürünle­ rini mübadele ederken birtakım üretim iliş­ kilerine girerler ve bunların toplumsal üre­ tim ilişkileri olduğunu hiç fark etmezler]), evet, maddi toplumsal ilişkilerin incelen­ mesi, bu alanda bir tekrarlanma ve düzen bulunduğunu hemen ortaya koymuş ve çeşitli ülkelerin sistemlerinin genelleştiril­ mesi, tek bir temel kavrama, toplumsal oluşum kavramına ulaşılmasını olanaklı kılmıştır” . O L U Ş U M C U sıf. ve a. Ruhbil. Oluşumculuk yanlısı kimseye denir.



V LanceauExplorer



Olympia H eraion’un kalıntıları I.Ô . 600'e doğr.



grup meydana getiıebilır.) [Eşanl. FOR masyûn.] O L U Ş U M a. 1. Oluşmak eylemi ya da bir şeyin meydana geliş, ortaya çıkış biçi­ mi; oluşma süreci: Bir apsenin oluşumu. Kumulların oluşumunu hazırlayan etken­ ler. Bu topluluğun oluşumunda onun kat­ kılarını göz ardı edemeyiz. —2. Oluşmuş olan şey: Yeni oluşumları dikkatle izlemek. —Bot. Birincil oluşum, genç bitkide göv­ de ve kökteki başlangıç hücrelerinin bö­ lünmesinden doğan dokuların tümü. || ikincil oluşum, kambiyumdan, yani büyütken dokudan doğan ve sapın ve kökün enlemesine büyümesini, yani kalınlaşmayı sağlayan dokuların tümü. —Fels. Toplumsal oluşum, marxçılığa gö­ re, belli bir tarih döneminde bir toplumun iktisadi rejimi ve ona uygun düşen üstya­ pısı. (Bk. ansikl. böl.) —Fizs. kim. Oluşum ısısı, yalın molekül­ lerden ya da elementlerinden elde edilen bileşik bir cismin ya da bir molün bileş­ me tepkimesi ısısı. (Oluşum ısısı, standart koşullarda tepkime sırasında alınan ya da verilen ısı miktarıdır.) —işlem. Sayısal kumandalı birtakım tez­ gâhını, sayısal olarak kumanda edilebilen işlev ve hareketieri tanımlayarak niteleyen bilişim deyimi. — Psikan. Belirtinin oluşumu, bastırılmış şeyin, geri dönmesini sağlayan genel sü­ reç (Bu geri dönüş ya uzlaşım*, ya ikame’ li ya da tepkisel* oluşumlarla gerçekleşir.) || Bilinçdışının oluşumu, Jacques Lacan’a göre, Freud tarafından çözümlenebilecek­ lerin alanını tanımlamak için sayılan olay­ ların tümü (rüyalar gerçekleştirilememiş



O L U Ş U M C U L U K a. Ruhbil. Psikolojik bir yeteneğin ya da yapının yaşta gelişti­ ğini, dolayısıyla doğuştan gelmediğini ileri süren görüş. O L U Ş U M S A L sıf. Yerbil. Bir mineralin, bir kayacın, bir toprağın, vb. oluşumuna ilişkin olan. O L Y B R İ U S (Aniçius) [öl. 472], Roma imparatoru (472), imparatoriçe Eudoxia' ran kızı Placidia'nın kocası, Vandal Geise rich'in akrabasıydı. Geiserich, onu Batı Roma İmparatorluğu için aday ilan etti (465). Oysa, Doğu Roma imparatoru Le­ on I, Anthemius’u imparator yaptı (467). Hemen harekete geçen Geiserich, Akde­ niz kıyılarını yakıp yıkmaya başladı. An­ themius, imparatorlukta otorite kuramadı­ ğı gibi Roma'da saygınlığını da koruyama­ dı. Bunun üzerine, Ricimer, Geiserich'le anlaşarak Anthemius'u devirdi ve yerine Olybrius’u imparator ilan etti. Ancak Olybrius dört ay sonra öldü. O L Y M O S . Tar. coğ. Anadolu'nun Karia bölgesinde antik yerleşme; Milas’ın 5 km K.-K.-B.’sındaki Kafaca köyünün yakının­ daydı. Attike-Delos deniz birliği listelerin­ de adı Hylimos olarak geçer. İ.Ö. II. yy.'da Mylasa (Milas) ile birleşti. Apollon ve Artemis’in ortak tapınma yeri olan kentten günümüze kalıntı ulaşmadı. O L Y M P İ A , ABD’de liman, Washington eyaletinin merkezi, Puget Sound’un gü­ ney ucunda; 27 000 nüf. Turizm merkezi (yakınında ulusal park). g O ly m p la , Manet'nin tablosu (1,30x1,90 cm, 1863, Louvre-Orsay müzesi). 1865 sergisi'nde olay yaratan yapıtı sanatçı ölünceye kadar elden çıkarmadı. 1890’da, tablo devlete armağan edildi ve Luxem­ bourg müzesi'nde sergilendi. 1907'de Lauros-Giraudon



Olympia (1863), M arıet'nin yapıtı LouvreOrsay müzesi, Paris



Clemenceau Olympia'yı Louvre'a, ingres’ in Büyük Odalık adlı tablosunun karşısı­ na astırdı, O ly m p ia -> Ep İn Iko İ. O L Y M P İA , Esk. coğ. Peloponisos'ta (Eieia), Kronion dağı eteğinde, Alpheios' un sağ kıyısında dinsel merkez; Zeus Olympios tapınağı ve bu tanrı adına dü­ zenlenen olimpiyat* oyunlarıyla ünlüdür. Tarihöncesi’nden beri Olympia, dinsel bir merkezdi. Göçler ve istilalar sırasında, her halk kendi tanrılarını getirdi. Efsane­ ye göre olimpiyat oyunlarını Pisa'ya yer­ leşen (i.O. XV. yy.) Akhalar başlatmışlar­ dı; önderleri Pelops'un, mahalli kral Oino maos'u yarışta yenerek kızı Hippodameia ile evlendiği ve olimpiyat oyunlarının bu yarışı kutlamak için düzenlendiği söylenir. Başka bir efsaneye göre, oyunları dorlu Herakles başlatmıştı. İ.Ö. 776'dan sonra, tapınağın etkisi yavaş yavaş Peloponisos' taki yakın çevreye (VIII. yy.), ardından tüm yunan dünyasına (VII. yy.) yayıldı. Önce Plsatisliler'e bağlı olan tapınak, Sparta'nın yardımıyla Pisatis'i yıkan (I.O. 580) Eleialılar'ın denetimi altına girdi. Böylece Spar falılar Eleialılar'ın aracılığıyla Olympla’ya egemen oldular. Olympia, Eleialılar'ın elin­ de önemli bir din ve sanat merkezi haline geldi. Yunanistan'ın büyük kentleri, kutsal Altis suru içinde, tanrılara gösterişli adak­ lar sundular: Pheidias'ın Zeus heykeli, Persler'e karşı kazanılan zaferden (İkinci Med savaşı) sonra tanrıya adandı; Siracusalılar, Himera zaferinden (İ.Ö. 480) son­ ra Aitis’te bir hazine binası yaptılar: Spartalılar, Tanagra zaferinden (İ.Ö. 457) son­ ra, Zeus'a bir altın kalkan armağan ettiler; Eleialılar da, Zeus onuruna dev bir tapı­ nak inşa ettiler (468-457). Böylece tüm V. yy, boyunca Olympia’da önemli zengin­ likler birikti; aslında bu merkez ancak dört yılda bir, oyunlar sırasında, görkemli gün­ ler yaşıyor ve yunan dünyasının kavşağı haline geliyordu. Tapınaklardaki hâzinelerin bolluğu, kıs­ kançlık uyandırdı. Arkadhialılar Olympia'yı ele geçirdilerse de (İ.Ö. 364) egemenlik­ leri çok kısa sürdü (362'ye kadar). Make­ donyalIlar, ülkeye hâkim oldukları sırada, büyük tapınakları da ele geçirdiler 342’de Olympia ve Delphoi’yi koruması altına alan Philippos, tanrılaştırılma yolunda ilk adım olarak, adına Olympia'da büyük bir anıt yaptırdı. Kararlarını Yunanistan'a. Olympia'dan açıklayan İskender (sürgün edilenlerle ilgili kararın okunması, 324), ta­ pınağın saygınlığını artırdı. Roma ege­ menliğinde, Altis daha da zeginleşti; Né­ ron kendine bir saray yaptırdı, oyunlara katıldı, şairler arasında bir yarışma açtı; ancak, oyunların İ.S. 393’e kadar sürme­ sine karşın, Hadrianus'tan sonra Olympia siyasal ve dinsel önemini kaybetti. 462'de, tapınak Theodosios ll’nin buyruğuyla ya­ kıldı. istilacı kavimlerin akınları sırasında, basit bir müstahkem kasabaya dönüşen, sonra da terk edilen Olympia, Alpheios' un alüvyonlarıyla örtüldü. —1961'de Olympia’da, bir Olimpiyat oyunları tarihi müzesi kuruldu. —Güz. sant. Altis ya da Zeus’a adanmış kutsal alan. Kronion dağı'nın eteklerinde, Alpheios ile Kladeos ırmaklarının birleşti­ ği yerde, II. binyıl'dan beri oturulan bir böl­ gede yer alıyordu. Zeus tapınağı’nın ilk kurulduğu kutsal yerin, Olimpiyat oyunla­ rını başlatan kahramanın mezarının bu­ lunduğu alan (Pelopion) olduğu sanılmak­ tadır. Altis’in yan tarafından, K 'de, Yuna­ nistan’ın dev boyutlu tapınakları arasında en eskisi olan (İ.O. 600’e doğr.) dar ve uzun (50x19,6 m) Heraion yükselir. Tapı­ nağın sütunları başlangıçta ahşaptı; da­ ha sonra zamanla bunlar birbirinden çok farklı taş sütunlarla (6x16) değiştirildi. İ.Ö. 468-457 arasında Elisli Libon tarafından yapılan Zeus tapınağı’nın dev yapı etek­ lerini (27,68x64,12 m) daha güneyde gör­ mek mümkündür. Biri Peiops ile Oinomaos arasındaki yarış hazırlıklarını, diğeri de Kentauroslar ile Lapithai halkının savaşı-



Omahalar nı canlandıran alınlık oymaları ve Herak 1 1O LY M P O S . Tar coğ. Anadolu'nun Lykia bölgesinde antik kent; Antalya körfezinin les’e ayrılmış sahnelerle süslü metopeler B. kıyısında, Phaselis'in (Tekirova) G.'lnde, (bazıları Löuvre'dadır) sert üslubun baş­ Çıralı yakınında Deliktaş mevkisindeydi yapıtlarıdır. Atölyesi tapınağın B.'sında bu­ Aynı adla anılan dağın (bugün Tahtalı lunan Pheidias'ın yaptığı altın ve fildişi Ze­ dağ) yakınındaydı. İ.Ö. II yy.'da Lykia bir us heykeli, cella'da yer almaktaydı. Altis’ fiği tipinde para bastı, Strabon’a göre İ.Ö. te aynca birçok sunu da bulunuyordu: ha­ 100 civarında Lykia birllği'nde üç oya sa zineler, galip gelenler (ya da siteleri) tara­ hipti. Daha sonra korsanların eline geçti fından armağan edilen sayısız heykeller Roma döneminde de önemini korudu (aralarında rakiplerden toplanan cezalar Gordianus döneminde para bastı. Kalın­ la gerçekleştirilen Zanes grubu da bulu­ tıları küçük bir çayın iki yakasında yer alır nuyordu), sacayaklar, silahlar... I.Ö. IV. Kentin K.-B.'sında, denizden 250 m yük­ yy.'dan sonra Altls'te, Tanrıların Anası’na seklikteki Khimaira'da (bugün Yanar) top­ adanmış bir tapınak, Ekho revağı, sonra raktan ateş çıkan yer, Hephaistos'un kut da Philippeion (Makedonya kraliyet aile­ sal alanıydı (Hephaistion). sinin Leokhares tarafından yapılmış hey­ —Arkeol. Prof. Ümit Serdaroğlu'nun yap kellerini içeren tholos) yapıldı. Daha son­ ra, Herodes Attikos bir eksedra inşa ettir­ tığı araştırmalarda ion düzeninde, tem p lum in antis planlı bir tapınak belirlendi. di. Altis'in çevresinde oyunların yapıldığı çeşitli yapılar bulunur: gymnasion palest­ Bu tapınağın, bir heykel kaidesinde yer alan yazıta göre, Marcus Aurelius döne ra; Leonidaion (önemli kişiler için konuke­ minde yaptırıldığı sanılmaktadır (İ.S. II. vi), stadion, prytaneion ve buleuterion. —Yeni müzenin koleksiyonlarında Zeus tayy.). Günümüze yalnızca gösterişli cella kapısı ulaşan bu tapınağın yanı sıra kü pınağı’nın dekorları, Mendeli Paionios’un çük bir tiyatro, tonozlu odalardan meyda­ Nike’si, Praksiteles'in Hermes’i ve Ganyna gelen bir nekropolis başlıca kalıntılar­ medes’i kaçıran Zeus'un yanı sıra, arkaik dır. Yörede lykia dilinde yazıt bulunmama­ ve klasik dönemin en dikkate değer yu­ nan bronzları da (silahlar, sacayaklar, ka­ sı, kentin lykia kökenli olmadığını kanıtlar. zanlar, heykeller) yer almaktadır. O LY M P O S . Tar. coğ. Kıbrıs adasının G. O L Y M P İA S (İ.Ö. 375’e doğr.- Pydna kesiminde, Karlık dağı (Trodos) kütleşirim en yüksek doruğuna (1 952 m) ve bunun 316), Makedonya kraliçesi, Büyük İsken­ yakınında yer alan antik yerleşmeye veri­ der'in annesi, Epeiras kralı Neoptolemos' len ad. Tepede, Aphrodite Akraia tapına un kızı. MakedonyalI Philippos ll'yle ev ğı’na ait olduğu sanılan temel kalıntıları lendi (357’e doğr.) ve İskender'i dünyaya vardır. getirdi (356). Philippos’un kendisini boşa­ yıp Kleopatra'yla evlenmesi (337) üzerine O LY M P O S ya da O Ü M B O S , Yunanis­ İskender'le Epeiros’a çekildi. Philippos öl­ tan'da dağ kütlesi, Tesalya'nın kuzey ke­ dürülünce, Kleopatra'yı ve çok sayıda narlarında; 2 917 m. Ulusal park, eski Yu­ düşmanını öldürttü. İskender'in seferleri nanlılar bu karlı kütlede tanrıların oturdu­ sırasında naip Antipatros'la iktidar müca­ ğuna inanırlardı. (Antikçağ’da Anadolu' delesine girdi, İskender'in ölümünden daki kimi yüksek dağ kütlelerine de Olym (323) sonra Makedonya naibesi oldu. pos adı verilmişti; bunların en ünlüleri Ama Antipatros'un oğlu Kassandros, ken­ Mysia bölgesinde [Uludağ], ionia’da [Nif disine karşı silaha sarıldı ve sığındığı dağı] ve Lykia'daydı [Tahtalı dağ].) Pydna'yı ele geçirdi. Olmypias, zalimliği O LY M P O S , phrygialı yarı efsanevi müyüzünden nefret uyandırdığı için idam zikçi (İ.Ö. VII. yy.). Marsyas'ın öğrencisi. edildi. Hyagnis ve Marsyas ile birlikte, aulos eşO L Y M P İA S (öl. İ.Ö. 235'e doğr.), Epei­ likli şarkının mucidi sayılır. Bir de, İ.Ö. VII ras kraliçesi, Pyrrhos l’ln kızı. Kardeşi İs­ yy.’ın başlarında yaşamış Mysialı Olympos kender ll’yle evlendi; 242'de dul kalınca, vardır. Anarmonik türün, aulos repertuva krallık naibesi oldu, kızını Makedonya kralı rina giren birçok nomos un, birtakım ye­ Demetrios II ile evlendirdi. ni ritimlerin mucidi ve yunan müziğinin ku rucusu sayılabilir. O ty m p lc A !rw * y n , 1956 yılında A. Onassis tarafından kurulan yunan hava O LY N TH O S . Esk. coğ. Kıta Yunanista cılık şirketi. Şirket 1975 yılında devletleşti­ nı’nda (Khalkidike) kent. Makedonya kralı rilmiştir. Perdikkas ll’nin (IÖ. 433-432) onayıyla, O LY M P İC (to ftto n , ABD’de dağ kütle­ si, Washington eyaletinin kuzey-batı'smda. En yüksek noktası Olympus'ta 2 428 m. Büyük bölümü ormanla kaplı olan kütle, bir ulusal park (yaklş 3 600 km2) içinde­ dir, O ly m p to lo n , Atina’da, Akropolis ile ilissos deresi arasında yer alan, Olympos Zeusu’na adanmış tapınak. Yapı, anıtsal bir girişi bulunan bir koruma duvarıyla çevrilmiştir Yapımına Peisistratoslar döne minde (İ.Ö. 515'e doğr.) ion düzeninde başlanan tapınaktaki çalışmalara, Antiokhos Epiphanes'in katkılarıyla, ancak İ.Ö. 175’te, korinthos düzenini tercih eden mi­ mar Cossutius'un planlarına göre devam edildi Hadrianus’un emriyle tamamlanan yapının açılışı İ.S. 131132‘de yapıldı. Ceila’da, altın ve fildişi Zeus heykelinin yanın­ da imparatorun da bir tasviri yer alıyordu. Dev boyutlu tapınağın (110x44 m) uzun kenarlarında yirmişerlik iki dizi, ön ve ar­ ka cephesinde ise sekizerlik üç dizi sütun vardı. Sütunlardan on beş! halen ayakta­ dır. Tapınağın blokları, Ortaçağ’da başka yapılarda kullanıldı. O LYM P İO D O R O S Genç, yeniplatoncu filozof (İ.S. V. yy.), İskenderiye'de ders ver­ di. Platonculuğa aristotelesçi görüşler kattı. O LY M P O K O M E . Tar. coğ. Pisidia böl­ gesinde yerleşme, Hoyran gölünün K.'inde ele geçen kimi yazıtlarda adına rast­ landı. Yeri bilinmemektedir.



Khalkidike kolonilerinden göç ederek, bu raya yerleşen Atinalılar'ın etkisiyle gelişti Komşu kentleri kısa sûrede egemenliği al­ tına aldı ve bunları bir Khalkidike birliği içinde bir araya getirdi. Bir süre Sparta egemenliğinde kaldı (IÖ. 379). Demosthenes'ln araya Atina’yı koymak için ça baları sonuçsuz kaldı ve Makedonya kra­ lı Philippos II kenti ele geçirerek (İ.Ö. 348) yakıp yıktı; kent halkı köle olarak satıldı. Bütün bir mahalleyi gün ışığına çıkaran kazılar sonunda, klasik dönemin (İ.Ö. V. yy. sonu İ.Ö. IV. yy. başı) en iyi bilinen şehircilik ve konut mimarlığı örnekleri, si­ yah ve beyaz çakıl taşlarıyla yapılmış il­ ginç mozaik kaplamalarıyla ortaya çı­ karıldı. O ly n th o s ü t t ü n « (Olynthiakoı), De mosthenes’in İ.Ö. 349-348’de verdiği üç söylevin adı. Genellikle Phillppikoslar'la birleştirilen Olynthos üstüne, makedonyalı Philippos'un tehdit ettiği Khalkidike'deki Olynthos kentine yardımda bulunmaları için Atinalılar’ı ikna etmeyi amaçlar. O LY N TH U S a. (yun. olynthos, olgunlaş­ mayan incirden). E. Haeckel’in varsayım­ sal olarak ilkel bir sünger cinsini belirtmek için ortaya attığı, günümüzde kireçli sün­ gerlerin bir larva evresine verilen ad. OLYRA a. Latin Amerika’da ve Afrika’da yetişen ve her biri ayrı bir başakçıkta ol­ mak üzere koçanımsı kümeler halinde ikieşeyli çiçekler açan çokyıllık otsu bitki. (Buğdaya benzeyen meyvesi kıkırdağırn-



sıdır Buğdaygiller familyası.)



8837



OSM a. Kemik vb şeylerin yuvarlak, topar­ lak ucu, o m sanskritçe a-u diftongu ile m harfin­ den oluşan mantra. Bu mantranın kutsal yapısı, özellikle upanipatlarda belirtilmiştir. Başka şeylerin yanı sıra, Brahma-Vlşnu Şiva üçlüsünü, dolayısıyla evrenin özünü simgeleyen bu sözcük, hindular ve buddhacılar tarafından başlıca mantra olarak kabul edilir ve meditasyon sırasında yine­ lenmesi başlı başına bir özgürleşme yolu sayılır. Aynı zamanda, evlerin ve tapınak­ ların girişinde yer alır. O M , Rusya’da ırmak, Batı Sibirya’da, 1 091 km (havzası 52 600 km2). Baraba bozkırını aşar ve Omsk’ta Irtiş'e kavuşur (sağ kıyıdan). O M A C A a. Yörs. 1. Çotuk. —2. Asma kütüğü. O M A Ç A -> OMÇA. O M A O H , Kuzey İrlanda’da kent, Tyrone yönetim bölümünün merkezi, Strule kıyı­ sında; 11 800 nüf. Gezinti merkezi. Teks­ til. Süt ürünleri. O M A H A , ABD'de (Nebraska) liman kenti, Missouri'nin sağ kıyısında, South Platte River’a kavuştuğu yerin K.'inde; 335 880 nüf. (1990). 1854'te kuruldu. Es­ kiden, Batı’ya giden göç yollarının baş­ langıç noktasıydı; bugün ulaşımı, Orta Pasifik demlryoluyla sağlanmaktadır. Ta­ hıl. hayvan yemi ve büyükbaş hayvan ti-



careti merkezi. Demiryolu gereçleri. Ma­ kine sanayileri. Et konserveciliği. O m a h a » to te m !, baba ve anne tarafın­ dan olan çapraz yeğenlerin yakın kuşak­ tan ana-babaya ait ayrı terimlerle ifade edildiği hısımlık sistemi. Örneğin aynı te­ rim annenin hem erkek kardeşini hem de erkek kardeşinin oğlunu belirtir; başka bir terim hem babanın kız kardeşinin oğlunu hem kız. kardeşin oğlunu ifade eder. O m a h n -B e a c h , Müttefiklerin 1944 çı­ karmasında Manş kıyısında, Colleville ve Viervillo arasındaki kumsalların şifre adı. 6 haziran 1944’te burada şiddetli çarpış­ malar oldu. O M A H A L A R , Kuzey Amerika’da (Prairie) yaşayan, sioux dil ailesine bağlı Kızıl­ derililer. Omaha toplumu, iki yarıya bölün­ müştü, bu yarılar da ayrıca kendi içlerin­ de bölümlere ayrılmıştı. Bölümleri toplum­ sal roller belirlemekteydi. Bu rol ya mad­ di (toplumsal mal varlığı sağlamaya çalı şan savaşçı toplumlar) ya da dinsel nite­ likteydi (şamancı törenlerin yerine getiril­ mesiyle görevli gizli topluluklar). Omaha­ lar, yaz ve kış aylarında avcılık yapar, babayerli 'tepee’lerde otururlardı; ilkbahar ve sonbahar aylarında yiyecek tarımı ve toplayıcılık yapar, anayerli topraklar üze­ rinde kurulmuş evlerden oluşan köylerde yaşarlardı. Aralarında kaymalına ve baldızalma töresi geçerliydi. Omaha toplumunun siyasal düzeni, çeşitli reis grupla­



Olympos kent kalıntıları Çıralı, Antalya



Omahalar rı arasında çok hiyerarşik bir ilişkiler sis temine dayanırdı. Omahalar, 1854'ten be­ ri, Nebraska eyaletinde kapalı bir bölge­ ye yerleştirilmiş bulunmaktadırlar Nüfus­ ları yaklaşık 1 500 kişidir.



8838



O m a n o s . Mit. Pers tanrısı; Anadolu' nun İ.Ö. VI. yy.'da Peısler'ce istilasından sonra Anadolu’da da saygı gördü. Bu dö­ nemin en ünlü kutsal alanlarından biri Zela’daydı (Zile); burada Anahita (Anaitis) ve Anadatos'la birlikte Omanos'a da tapılıyor, törenlerde ağaçtan bir betimi dolaştırı­ lıyordu. O M A R İA (EL-), esk. Champlaln, Ceza yir'de (Lemdiya vilayeti) kent, Lemdiya'nın D.'sunda; 32 000 nüf. Yontmataş devri kat­ manı. O M B E LİF E R O N a. ( fr. ombelliférone). Org. kim. Formülü C9H60 3 olan hidroksikumarin; maydanozgillerin çeşitli türle­ rinde bulunur. (Genellikle bireşim yoluyla hazırlanan ombeliferon, güneş kremleri ve yağlarında kullanılır.) O M B E L L A M ’ P O K O İL İ, Orta Afri ka Cumhurlyeti'nde bölge M'Poko ırma­ ğının iki yakasında; 32 450 km2; 137 469 nüf. (1988). Merkezi Bimbo. O M B O S , mısır dilinde N u b it , Yukarı Mı­ sır’da, Teb'in kuzeyinde bulunan kent. Ko­ ruyucu tanrısı Seth'ti; Seth için Tutmosis I zamanında yapılan tapınak yıkıntı duru­ mundadır. O M B R A a. (ital. söze ). Doğrama işlerini kahverengiye boyamakta kullanılan toprak boya. O M B R E LLİN O a. (güneş siperi anlamı­ na gelen ital. söze ). Din. Beyaz kumaş­ tan yuvarlak, içi düz, tek saplı küçük sayeban Roma ayin usulünde, kısa bir yol boyunca kutsal ekmek ve şarabın üstün­ de ya da bazı yüksek rütbeli rahiplerin ba­ şı üstünde taşınır.



oınbelifefon



O M B R O N E , İtalya'da ırmak, Toscana' da. 161 km. Chianti dağlarının güney-doğu yamaçlarından doğan ırmak, Siena, daha sonra da Grosseto ilinin tepelerini aşar, Maremma’da büklümler çizer; bir deltayla Tirren denizi'ne dökülür O M B U a. (guarani dilinde söze.). Koyu gölgeli ve orta kalite odunlu ulu bir ağaç olan Phytolacca dıoıca'mn arjantin ve Uru­ guay dillerindeki adı. (Şekerciboyasıgiller familyası.) O M B U D S M A N a. (İsveççe söze ) İskan­ dinav ülkelerinde (1809’dan beri İsveç'te) yurttaşların idareden olan şikâyetlerini in­ celemeye ve sonuçlandırmaya yetkili res­ mi kişi. (Başka ülkelerde de buna benzer, "yurttaş koruyucusu" makamlar kurul­ muştur.) O m c a l i , Muş’un Varto ilçesine bağlı Karaköy bucağının merkezi; 311 nüf. (1990). O M Ç A ya da O M A Ç A a. 1 . Asma kütü­ ğü. —2. Kesilen ağacın yerde kalan kü tük kısmı. —Anat. Kalça kemiğinin bir bölümü. O M D U R M A N , ar. Urnın Durm an, Su­ dan’da (Hartum ili) kent, Nll'in batı kıyısın­ da, Hartum'un banliyösü; 526 000 nüf. Ti­ caret merkezi. Sepicilik. Mobilyalar. Çöm­ lekçilik. —Tar. Omdurman, Hartum’un Mehdiciler tarafından yıkılmasından (1884) sonra Mehdi'nin başkenti ve halkın bir sığınağı (400 000 nüf.) oldu. Kent, lord Kitchener’ in yönettiği bir ingiliz-mısır ordusu tarafın­ dan büyük bir çarpışmadan sonra ele ge­ çirildi; bu çarpışmada halife Abdullah öl­ dürüldü. O ’ M E A R A (Barry Edward), İrlandalI he­ kim (İrlanda’da 1786 - Londra 1836). 1815’te Bellerophon gemisinde başeerrahlık yaptı, Saint Helena yolculuğunda Napoléon’a eşlik etti. Napoléon’un Saint Helena’da kaldığı dönemi konu alan çe­ şitli belgeler yayımladı



O M E O A a. (yun. o mega, büyük o). 1. Yunan abecesinin son harfi (w, Q), açık uzun o'yu belirtir. (Attike’ye İ.Ö. 403’te.girdi). —2. Sağa, üstüne konan vurguyla (u ‘ ) 800'e eşdeğer olan, sola, altına.ko­ nan vurguyla.Çu) 800 0 0 0 ’e eşdeğer yu­ nan sayı işareti. —Dalga ve titr. uı çarpıntıyı ya da açısal hızı belirtir. —Denize. Bir gemiden, iki sabit istasyon­ dan çıkan yayımların faz farklılıklarını öl­ çerek uygulanan radyoseyir sistemi. (Dün­ ya örtüsünde, iletişim ağı 8 istasyondan sağlanır. Duyarlık 1 ile 2 mil arasındadır; bununla birlikte, temel sistemin en kısa erimli bir değişkesi olan diferansiyel omega sisteminde bu duyarlık 0 ,2 mile ulaşır.) —Ûlçbil. Q bir uzay açısını belirtir. ||Ohm’ un simgesi (iî). —Psik. Melankoli omegası, yunan abece­ sindeki omega harfini andıran yüz kırışık­ lığı. Alnın burun kökü üstüne rastlayan kıs­ mında oluşan bu kırışık, melankolik mi­ zaçlı kişilerin ayırtedici bir özelliğidir. O M E O A - (fr. oméga-). Org. kim. iki işlevin, bir zincirin her iki ucunda da bulunduğunu gösteren önek. (Örne­ ğin u-amino-undekanoik asit.) O M E O A -E K S İK LİK a. Mant. A(0), A(1 ), A(2), ...’nin birer teorem olduğu, ancak VxA(x) ın bir teorem olmadığı bir A(x) for­ mülü içeren özyeterli bir kuramın özelliği. (üj-e k s İk l İk olarak da yazılır.) O M E G A -Ö Z Y E T E R L İL İK a Mant içinde hiçbir A(x) formülü bulunmayan, bu yüzden de A(0), A(1), A (2),... ve~IVxA(x) in hep birlikte kanıtlanmasına elvermeyen bir kuramın özelliği. (iî-ÖZYETERLİLİK biçi­ minde de yazılır.) O M E G A Ö Z Y E T E R S İZ L İK a. Mant, içinde bir A(x) formülü bulunan ve A(0), A(1), A(2), ... ve~IVxA(x) formülleri birer teorem olan bir kuramın özelliği. (Omega -özyetersizlik, özyetersizliğe [basit özyetersizlik] yol açmaz [eğer sözkonusu kuram omega-eksikli ise, yani : omega-eksiklilik özelliği taşıyorsa], VxA(x) bir teorem de­ ğildir.) [u-ÛZYETERSİZLİK biçiminde de yazılır.) O M E G A -TAM LIK a. Mant. içerdiği her A(x) formülü için, eğer A(0), A(1), A (2),... birer teorem ise, VxA(x) de bir teorem olan, özyeterli bir kuramın özelliği, (u -TAMLIK biçiminde de yazılır.)



O M FALOSEL a. (fr. omphalocâle). Embriyol. Bağırsak kangallarının birleşip bü­ tünleşmesindeki bir kusura bağlı olarak ortaya çıkan doğuştan göbek fıtığı. O M F A LO S İT a (fr omphalosite). Biyol, Kendi başına bir yaşam sürebilmek için çok yetersiz olan ve göbek kordonu kesi­ lir kesilmez ölen ucube. O M F A S İT a. (fr. omphacite). Miner. Pi­ roksenler ailesinden doğal silikat. (Monoklinrk sistemde yer alan omfasitin rengi ye­ şile çalar.) O M İK R O N a. 1. Yunan abecesinin, kı­ sa kapalı bir o'yu belirtmeye yarayan on birinci harfi (o, Ö). —2. Sağa üste konan vurguyla (O') 70 eden, sola alta konan vurguyla (,0 ) 70 000 eden yunan sayı işareti. O M İN E C A d a ğ la rı, Kanada’da kütle, İngiliz Kolombiyası’nın orta kuzeyinde, VVİlliston gölünün K.-B.’sında; en yüksek noktası 2 470 m. O M İS , Hırvatistan’da kent, Adriya deni­ zi kıyısında; 25 000 nüf. Sayfiye merkezi Hidroelektrik santralı. Alüminyum meta­ lürjisi. Çimento fabrikası. Eski korsan ya­ tağı (1445’te Venedik’in eline geçti). O M İS A L J , Hırvatistan’da petrol limanı Krk adasında; 900 nüf. Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ne giden bir petrol boruhattının (Adria) başlangıç yeri. O M İY A , Japonya'da kent, Honşu (Saitama ili) adasında, Tokyo’nun K.-B.'sında; 403 779 nüf. (1990). Demiryolu ona­ rım atölyesi. Triyaj garı. Şinto tapınağı. O M L E T a. (fr. omelette). Hafifçe yağlan­ mış bir tavada hemen pişirilen çırpılmış yumurta. (Yalnızca yumurtadan yapılan sade omletin yanı sıra jambon, peynir, aşotları vb. ile yapılan birçok omlet türü vardır.) —Pastac. Norveç omleti ya da sürpriz om­ let, bademli kuru pastanın üstüne vanilyalı dondurma konularak üzeri bezeyle kapladıktan sonra kızgın fırına sürülen sı­ cak tatlı |! Sufle omlet, şekerle çırpılmış yu­ murta sarılarına kar haline getirmiş aklar eklenerek, kimi zaman bisküvi üzerinde fırında pişirildikten sonra şekerle kaplanıp ızgara altında glase edilerek hazırlanan sı­ cak tatlı.



O M ERTA a. (ital. söze.). İtalya’da, özel­ likle Mafia’nın egemen olduğu Sicilya böl­ gesinde suskunluk yasası; misilleme kay­ gısıyla, Mafia ile ilgili soruları cevaplamak­ tan kaçınma.



o m m a n i p a d m e h u m , iki kozmik ses olan om ve hum ile "mücevher" anlamı­ na gelen mani ve "lotus" anlamına ge­ len padme sözcüklerinden oluşan sanskritçe mantra. Kozmik birliği simgeler ve bodhisattva Avalokiteşvara’nın himayesi­ ni sağlar. Bu mantranın, tıbetli buddhacılarda çok görüldüğü gibi sürekli tekrarlan­ ması, insana olumlu nitelikler kazandırır. Çeşitli ayin eşyasının üstünde, dua tomar­ larının içinde, tapınak bayraklarında bu kutsal söze rastlanır. Asaf Halet Çelebi bu adı taşıyan kita­ bındaki şiirinde (Om mani padme hum, 1953) birçok kez yinelenen ifadenin ses zenginliğinden yararlanır; öte yandan uzakdoğu gizemciliğiyle ilgili çağrışımlar yaratır.



O M FA LE KTO M İ a. (fr. omphatectomie). Cerr. Göbeğin kesilip çıkarılması.



O M M A T İD Y U M A. Zool. YÜZEYCİK’in eşanlamlısı.



O M FA LO P AJ sıf. (fr. omphalopage). Biyol. Göbeklerinden birleşik iki vücut ha­ lindeki ucubeye denir.



O M M ATO S TR E PH E S a. (yun. omma. atos, göz, ve strephos, taç, çiçek tacı’ndan). Açık denizlerde yaşayan iri bedenli kalamar cinsi. (Sürüler oluşturan, çokyırtıcı, etçil hayvanlardır. Boyları 2-3 m’yi bu­ labilir. Akdeniz, Atlas okyanusu ve Büyük Okyanus'ta bol bulunurlar.)



O M E O N A , İtalya’da komün, Piemonte’ de (Novara İli), Orta gölünün kuzey kıyı­ sında; 16 300 nüf. iklimi sağlığa yararlı te­ davi merkezi ve ulaşım kavşağı. Demir -çelik ve makine sanayileri. Tekstil. Elek­ trikli ev aletleri. Kereste sanayisi. O M E N T O P E K S İ a (fr. Omentopexie). Cerr. Büyük epiploonu ön karın çeperine tespit ameliyatı.



O M F A LO P LA S E N TA a. Dölüt beslen­ mesi göbek-mezenter kanalı damarlarıy­ la sağlanan etene. (Sözkonusu damarlar, Vitellus keseciğindeki bağır plevrasının gelişmesiyle ortaya çıkar. Omfaloplasenta, ilkel eteneli omurgalıların, kıkırdaklıbalıkların, sürüngenlerin, keselilerin, bazı böcekçillerin özelliğiydi; daha sonra omfaloplasentanın yerine alantoplasenta geliş­ miştir.) O M F A LO R A Jİ a (fr omphalorragie' den). Kad. doğ. Göbekten kanama.



O M N İB Ü S a. (fr. omnibus). Arabac. Dört ya da altı kişilik kapalı atlı araba. ♦ sıf. Elektrotekn. Bir elektrik donanımın­ daki, çeşitli amaçlara uygun bir düzenek için kullanılır. O M N İU M a. (bütün anlamına gelen lat. söze ). Her türden işletmelerde ya da beli bir sanayi ya da ticaret dalında ortaklık



paylan elde etmek amacıyla kurulmuş işletme. O M O , Etyopya'nın güney-batı’sında ır­ mak, Turkana gölüne (Kenya) dökülür. Kı­ yılarında ulusal park. —Tektonik çöküntü­ ler, aşağı vadide (Turkana gölünün 30 km K.’inde) kalınlığı yüzlerce metreyi bulan, Dördüncü Zaman oluşumlarını çarpılmış­ tır. Yüzyılın hemen başında bulunan, geç­ miş üzerine değerli veriler içeren bu yö­ rede birçok kazı yapıldı. Büyük bir ulus­ lararası girişimle, 1967'den bu yana ger­ çekleştirilen altı çalışma döneminde, 5 0 1 gereç kaldırıldı. Yerbilim, fosilbilim ve Tarihönceslyle ilgili bu araştırmalar, insanoğ­ lunun geçmişini, 1 milyon yıl geriye gö­ türdü. İnsangillerden (Australoptihecus) bazı fosillerin yaşı, gerçekte 3 750 000 yıl olarak tahmin edildi ve 1969'da bulunan bir yontma çakıltaşının 2-2,5 milyon yaşın­ da olduğu belirlendi. O M O H İY O İT a. (fr. omo-hyoîdien'den). Anat. Boynun yan tarafında, kürekkemiğinden hiyoit kemiğe kadar eğik olarak uzanan İki karınlı kas. (Hiyoit kemiği aşa­ ğı çeken bir kastır.) O M O L O M , Rusya' da ırmak, Doğu Si­ birya'da, Kolima'nın kolu (sağ kıyıdan); 1 114 km (havzası 113 000 km2). Ohotsk denizi yakınında doğan Omolon, denize doğru değil, Kolima dağları arasından geçerek K.'e doğru akar. O M O P H A O İA a. (yun. söze ). Esk. Yun. Çiğ et yenildikten sonra kurban verme. (Omophagia Dionysos Zagreus kültünde uygulanırdı. Eski insan kurban etme tö­ renlerinden türediği sanılır.) O M O P H M JS LE P TU R O İD E S a. Kızı la çalan sarı elitralı, siyah bedenli kınka­ natlı böcek. (Ekinlere zarar verebilir Tarakpençeliböcekgiller [Alleculidae] familyası.) O M O P H R O N LİM B A T U S a. Metalik yeşil hareli, kızıla çalan gövdeli koşarkınkanatlı. (Büyük akarsuların kıyılarında ve kumlu kıyılarda yaşar. Birçok tür içeren Omophron cinsi üyelerine Güney Ameri­ ka, Malezya ve Avusturya dışında her yer­ de rastlanır.) 9 M O S T E R N U M a. ikiyaşayışlı kurba­ ğalarda iskeletin göğüs bölgesi. (Dış gö­ rünüşü öbekten öbeğe değişir.) O m o to -k y o , büyük ilkeler dini anlamı­ na gelen japonca sözcük 1892'ye doğru, Deguçi Nao adında bir köylü kadının al­ dığını söylediği vahiylerden doğan ve da­ ha sonra onun oğlu tarafından sistemleş­ tirilip geliştirilen bir dini hareketin adı. Ha­ reket, 1930'lu yıllara kadar çevresine çok sayıda inanan topladıysa da, son derece antimilitarist bir tutum göstermesi ve ev­ rensel kardeşlik fikri üzerinde ısrarla dur­ ması yüzünden hükümetin şiddetli düş­ manlığını üstüne çekti. Yine de, bu din­ sel akım, çeşitli tarihlerde yeniden canlan­ dı ve günümüz Japonya'sının birçok din­ sel kuruluşunu önemli ölçüde etkiledi. O M P H A LE . Yun. mit. Hermes'in kendisi­ ne köle olarak sattığı Herakles’e tutkusuy­ la ünlü lydla kraliçesi. Herakles, kraliçe­ nin ülkesini değişik canavar ve haydutlar­ dan temizledi. Omphale, kahramanı azat ederek onunla evlendi. Sanatçılar Herakles'i, onu simgeleyen eşyalara (aslan pos­ tu ve gürz) eltoyan kraliçenin dizleri dibin­ de iplik bükerek sakin bir yaşam sürerken betimlerler. — ikonogr. Pompei'de bulunan antik bir freskten bu yana, Omphale'nin dizinin di­ binde iplik büken Herakies sahnesi sıkça canlandırıldı: Fr. Bassano (Viyana), Annibale Carracci (Farnese galerisi. Roma), Turchi (Münih), Pietro da Cortona (Berlin), L. Giordano (Dresden), Bloemaert (Ko­ penhag), Rubens (Louvre), Lemoyne (Louvre) [sanatçının en iyi yapıtlarından bi­ ridir], Ch. A. Coypel (Schleissheim), Natoire (Castres), Gleyre (Neuchâtel); Baldung Grien (E.N.S.B.A., Paris) ve Le Brun'ün (Louvre) desenleri; Permoser'in



fildişi yapıtları (Dresden, Berlin). O M P H A L E A a. Tropikal Amerika'da ye­ tişen, almaşık yapraklı ve salkım halinde toplu, bireşeyli çiçekli tırmanıcı ağaççık. (Santa domingo fındığı da denen bir türü [O. tuandua] yenebilir bir meyve verir. O. cordata bir çeşit kauçuk, O. macrocarpo ise müshil etkisi olan bir yağ içerir. Sütle­ ğengiller familyası.) O M P H A LO S a. (göbek anlamına gelen yun. söze.). Delphoi tapınağı'nda, çevre­ si şeritlerle sarılı olarak duran kutsal taş. Dünyanın göbeği sayılırdı. Başlangıçta, Python'ua mezarını taçlandırıyordu. O M P H R A L U S a. Kuş yuvalarında ve evlerde bol bulunan sinek cinsi. (Omphralidae familyası.) O M P T E D A (Georg, baron VON), alman yazar (Hannover 1863 - Münih 1931). Ge­ org E gestorff imzasıyla Deuftscher Adet um 1900 (1897-1901) ana başlığı altında toplanan ve zamanının toplumurıu anla­ tan bir dizi gerçekçi roman yazdı. Ö M R E (Arthur), norveçli yazar (Brunlanes 1887 - Oslo 1967). Denizcilik, desinatörlük ve mühendislik gibi edebiyatla ilgi­ li olmayan işlerde çalıştıysa da, Smugglere (1936) adlı yapıtı yayımlanır yayımlan maz kendisini kabul ettirdi. Bu kitabını Flukten (1936), Sukkenes Bro (1937), Kristinus Bergman (1938) ve Frydenlund (1965) izledi. Polisiye türü romanlarda, amerikan romanının etkisinde kaldı, son­ ra toplum dışı insanları betimlerken kul­ landığı anlatım tekniğiyle en iyi öykü ya­ zarlarından biri olarak ün yaptı (Det der Blandt, 1941; Gullmyntene og Andre Historier, 1954). Romanlar da (intermezzo) [1939] yazdı. O M R İ ya da A M R İ (öl. İ.Ö. 874), İsrail kralı (İ.Ö. 885-874). Omri'nin yaptıklarına yalnızca din açısından bakan Kutsal Kitap, ondan çok kısa söz eder (Krallar I, XVI, 23-28). Çivi yazısıyla yazılmış asur metin­ lerinde, büyük bir kral olduğu, Asur kral­ larına bile gücünü kabul ettirdiği anlatılır. Omri, Maverai Ürdün'ü egemenliği altına aldı, Moab ülkesinin denetimini ele geçirdi ve Samiriye’yi kurarak kendine başkent yaptı. Ancak, güttüğü din politikası nede­ niyle Kutsal Kitap yazarınca kınanır. O M S K , Rusya' da kent, Batı Sibirya'da, Transsibirya demiryolunun Irtiş'i aştığı noktada; 1 148 000 nüf. (1989). Önemli bir ulaşım kavşağı ve Orta Obi petrol havzası işletmesinin merkezi olan Ömsk, çeşitlenmiş büyük bir sanayi (petrol arıt­ ma ve petrokimya, makine yapımı, tarı­ ma davalı besin sanayi) merkezidir. —Tar. 1716'da Dır kale olarak kurulan Omsk, Sibirya'daki rus yerleşmelerinin başlıca merkezlerinden biri oldu. 1808 1917 arasında, Sibirya kazak alayı bura­ da bulundu. Batı Sibirya'nın (1824-1882), ardından bozkır bölgesinin (1882-1917) yönetim merkezi olan kentin nüfusu, 1914'te 135 000’di. iç savaş sırasında Omsk, çar taraftarı amiral Kolçak hükü­ metinin başkentiydi (kasım 1918 - kasım 1919). O M U R a. Anat. 1. Üst üste gelerek vü­ cudu dik tutan belkemiğini, yani omurgayı meydana getiren kısa kemiklerin her biri. (Bk. ansikt. böl.) —2. Omur deliği ya da kanalı, her omurun merkezinde bulunan geniş delik. (Omur deliklerinin üst üste gelmesi omuriliği içeren omurga kanalını oluşturur) || Omur laminası, omurlarda di­ kensi çıkıntıyı oluşturmak üzere birleşen iki arka parçanın her biri. —Zool. Yılan yıldızının kol bölütü ortasın­ da bulunan kireçli parça. —ANSİKL. Anat. Omurların sayısı ve biçi­ mi değişik olabilir, ama bunların her za­ man aynı kalan özellikleri vardır; bunlar hayvanlar âleminde bütün bir şubenin, memelileri, kuşları, sürüngenleri ve balık­ ları içeren omurgalılar şubesinin belirgin özelliğini oluştururlar.



••rs y i



j-



v



v‘



-



:İ m







İnsanda, birbirinin üstüne yerleşmiş olan ve omurlararası disk denilen bağdokusal kıkırdaklarla birbirine bağlı bulunan 24 gerçek omur vardır, bunlar üç gruba ayrılır; 7 boyun omuru; ilk ikisi atlas* ve eksen* adını alır; 1 2 çift kaburgayı taşıyan 1 2 sırt omuru; diğerlerinden daha büyük 5 bel omuru. Bu serbest omurlara, kendi aralarında kaynaşarak sağrı* kemiğini oluşturan 5 sağrı omurunu ve yine kendi aralarında kaynaşarak kuyruksokumu*nu oluşturan 5 ya da 6 kuyruksokumu omu­ runu eklemek gerekir. Omurlar, omurganın farklı düzeylerinde bazı biçim değişiklikleri göstermekle bir­ likte bazı genel özelliklerini korurlar. Her omurda şu kısımlar bulunur: 1 . omur göv­ desi denen şişkin bir ön kısım; 2 . sinir ke­ meri denen ve ağzı öne bakan bir kemik kemer (kıvrılarak gövdesinin arka yüzüy­ le meydana getirdiği delikten omurilik ge çer); buna omurga ya da omurilik deliği elenir; bu kemer her iki yanda, önde ayakçıklar, arkada ise omur yüzeyleri tarafın­ dan meydana getirilir; 3. orta hatta ve ar­ kada bulunan dikensi çıkıntı; 4. yatay ve enine uzantı halinde enine çıkıntılar; 5. komşu omurlarınkiyle eklemleşen ve ek­ lem çıkıntısı denen dört dikey çıkıntı (iki üst, iki alt). Böylece, farklı omurlar önde omur göv­ deleri, arkada eklem çıkıntıları aracılığıy­ la birbirleriyle temas halindedirler İki kom­ şu omurun sınırladığı boşluğa birleşme deliği adı verilir ve buradan omurilik sinir­ leri çıkar. —«arş. anat. Omur, embriyonun sııtipi çevresinde gelişen, skleretomya kökenli kıkırdak ya da kemikten bir iskelet oluşu­ mudur. Her omur birbirini izleyen iki bölüte ait taslaklardan oluşur ve iki çift ke­ mere bitişik bir omur gövdesi içerir; sırt ke­ merleri birbiriyle kaynaşarak omurilik ka­ nalını meydana getirir ve omurilik bunun içinde yer alır; karın kemerleri gövdedeki büyük damarları (aort ve ana toplarda­ marlar) sarar ve yalnız kuyruk bölgesin­ de kapanır. Omurların yapısı çok karma­ şıktır ve özellikle omurgalı fosillerini sınıf­ lamakta yararlı çeşitli sınıflandırmalara kaynak olmuştur. Biçim açısından, omur gövdesi önde içbükey olanlara obrukönlüler, arkada içbükey olanlara obrukartlı-jj lar ve her iki yönde içbükey olanlara kar­ ma obruklular (amphicoelous) denir. İki omur arasında bulunan kıkırdak yapıda­ ki omur diski omurganın esnekliğini sağ­ lar. —Patol. Tam omur kırık ve çıkıkları ancak şiddetli travma sonucunda olabilir: düş­ me, ezilme. Bunlar, omuriliğin basınç al-



“ Herakles ile O m p h a le " Pom pei’dekl M arcus Lucretius villası’nda bulunan resim is. I. yy. Ulusal müze, Napoli



üç om ur tipi



boyun omuru



M ■ sırt omuru



i



omur 8840



Bol boyun omurları



I



Bo2 Bo3 8o4 Bo5 Bo6 Bo7



i! H!



sırt



om u rla rı



Sn



bel omurları



O M U R A , Japonya’da liman kenti, Kyuşu adasında (Nagasakl ili), Japon denizi ve Omura körfezi kıyısında; 65 500 nüf. Balıkçılık. Besin sanayileri, inci istiridyesi yetiştiriciliği.



O M U R G A a. 1. Anat. Başı taşıyan ve omuz kemeriyle kollara, kalça kemeriyle bacaklara bağlanan, gövde ekseni iske­ Sl2 leti. (Bk. ansikl. böl.) —2. Denize. Bir tek­ nenin alt bölümünde, baştan kıça kadar, Sı3 boydan boya uzanan temel yapı öğesi. St4 (Bk. ansikl. böl.) —3. Bir şeyin temeli, esa­ sı; belkemiği. Sl5 —Bot. Hevenk, salkım, başak ya da ko­ çan halindeki uzamış bileşik çiçeklerin St6 ekseni. —Denize. Omurga aşozu, ağaç tekneler­ 517 de, kaplama tahtalarının başlarını bindir­ 518 mek için omurga üzerine açılan yuva. |[ Omurga levhası, omurgayı oluşturmak Sı9 için yerleştirilen ağaç ya da sac levhalar­ dan her biri. || Omurga parilesi, ağaç tek­ sno nelerde, parça halindeki omurgayı birbi­ rine eklemek için, bu parçaların başları­ S l11 na açılan dişler ve yuvalar. | Omurga yu­ vası, kimi ağaç teknelerde, omurganın S il 2 yerleştirildiği iç omurganın oyuk bölümü. || Boru omurga, uzunlamasına İki destek­ le donatılmış omurga. (Bu omurga, dipte balast tankları bulunan gemilerde uygu­ Be2 lanır. Ana omurga ile İki destek omurga­ nın ambar dibi sacları arasında, boru dev­ Be3 relerinin geçtiği bir boşluk vardır) || Dış 6 omurga, bir geminin dibe oturması ya da kızağa çekilmesi durumunda postalan Be4 (eğrileri) ezilmekten korumak için omur­ ga üzerine çakılan ağaç parçaların tümü. || Dikey omurga, levha omurganın iç yü­ B eS zeyine dikey olarak boydan boya uzatılan Sa1 omurga. || Kontra omurga, ağaç tekneler­ Sa2 de, zedelenmemesi İçin omurganın altına yerleştirilen ikinci kat omurga. || Öksüz Sa3 omurga, tek pervaneli bir gemide, dümen Sa4 ekseninin oturduğu kıç bodoslamasının Sa5 Sa6 alt bölümünün yatay uzantısı. || Safra omurga, hafif teknelerin rüzgârın etkisiy­ le yana yatmaması için, alt bölümüne çok o m u rilik (arkadan görünüş) ağır bir kütle (genellikle kurşun) eklenmiş 1. Soğanilik; omurga. || Yalpa omurgası, geminin yalpa miktarını (iskeleye ya da sancağa) azalt­ 2. Arka koşut oluklar; 3. Arka orta oluk; mak için gemi teknesine kaynaklanmış gemi boyunun yarı uzunluğunda levha. 4, Arka kordon; —Nöroanat. Omurga atardamarı, dör 5. Filum term inale (uç konisi); düncü boyun omuru hizasından başlaya­ 6. At kuyruğu. rak boyun omurlarının enine kanalların­ dan dikey olarak çıkan, sonra artkafa bü­ yük deliğinden kafatasına girerek, beyin sapının ön yüzünde basilaris atardama rını oluşturmak üzere soğanlliğln yanında dolaşarak karşı taraftaki omurga atarda­ marıyla birleşen, köprücükaltı atardama­ rının bir dalı. (Omurga atardamarları, ka­ fatasının içindeki kısımlarından ön ve ar­ ka omurilik atardamarlarını oluşturacak dallan verirler.) || Omurga siniri, yıldızsı gangliyonun dalı olan ve omurga atarda­ marına eşlik eden sempatik sinir. || Omur­ ga toplardamarı, atlas hizasında bulunan ve omurilik toplardamarını veren omurga içi toplardamar ağı. —Ortop. Omurga çıkığı -> SPONDİLOLİSTEZİS. —Patol. Omurga ağrısı, omurganın her­ Bofl



sağrı o m u rla rı-j|



tında kalmasına ya da kesilmesine yol açan lezyonlar nedeniyle genellikle öldü­ rücü kazalardır. Buna karşılık, omurların kısmi kırıkları da nadir değildir (dikensi çı­ kıntı, enine çıkıntı ve eklem çıkıntısı kırık­ ları) ve omur gövdesinin tek başına çök­ mesinde olduğu gibi, kalıcı kusur bıraka­ rak ya da bırakmayarak iyileşebilir. Omurganın edinsel bozuklukları eğilme ve vereme bağlı kemik iltihabı ya da Pott hastalığıdır. Eğilmeler şunlardır: kifoz, skolyoz ve lordoz. Omurlarda romatizma has­ talıklarının birçok çeşidi görülebilir: bula­ şıcı hastalıklara bağlı olan ya da olmayan omurga eklemi iltihapları, omur gövdele­ rinin oturmasıyla birlikte artrozlar (spondilartroz), osteotitler (papağan gagası), kalsiyum yitimi ve Paget hastalığı, osteoz gibi çeşitli özgül hastalıklar.



hangi bir noktasındaki ağrı. (Pratikte bu terim özellikle omurga bölgesindeki yay­ gın ağrılar için kullanılır.) || Omurga iltiha­ bı - S P O N D Î L İ T , S P O N D İ L A R T R İ T . -Ted. Omurga içi şırınga, bir İlaç çözelti­ sinin beyin-omurllik sıvısına şırınga edilmesi. ANSİKL. Anat. Omurga, omurlararası disklerle birbirine eklenen ve bunların sağladığı esneklikle eğilme, dikelme, bü­ külme ve dönme hareketleri yapabilen ke­ mik parçalarından (omurlar) oluşur. Omur­ gada 7 boyun, 12 sırt, 5 bel ve bunların ucundaki birbirine kaynamış 5 sağrı omu­ ru ve kuyruksokumu omurları bulunur. Karşıdan bakıldığında omurga düz bir çiz­ gi gibi görünür; yandan bakıldığında 3 fiz­ yolojik eğriliği vardır. Dışbükey sırt eğrisi (sırt klfozu) ve öne doğru dışbükey iki eğ­ rilik (boyun lordozu ve bel lordozu). —Denize. Ağaç gemi inşaatında omurga, üzerinde geminin alt çatısını oluşturan eni­ ne parçaların birleştiği masif bir parçadır. Genellikle, aralıklı olarak yerleştirilmiş ve bir uçtan baş bodoslamasına, diğer uç­ tan kıç bodoslamasına doğru uzanan bir­ çok öğeden oluşur Metal gemi inşaatın­ da, yalnız küçük teknelerde levha omur­ ga kullanılır. Büyük gemilerde, omurganın yerine, merkezi bir iç omurgayla ve kabur­ ga çatallanyla berkitilmiş ve gerginleştiril­ miş tek bir merkezi kaplama sacı bulunur O M U R G A LI sıf. Omurgaları olan hay­ vanlar İçin kullanılır. (Karşt. OMURGASIZ.) —Havc. Zarfı, biçim değiştirmeyen metal bir iskeletle desteklenen bir güdümlü ba­ lon için kullanılır. O M U R G A LIL A R a. Bir omurgası olan hayvan şubesi. (Omurgalılar şubesinde 6 sınıf vardır: çeneslzler, balıklar, amfibyum­ lar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler. Ne var kİ doğal sınıflandırmadaki gelişmeler nedeniyle bu sınıflandırmada büyük de­ ğişiklikler olacağı sanılmaktadır. Bil. a. Vertebrata.) —ANSİKL. Omurgalılar şubesi (yaklaşık 50 0 0 0 türü vardır) kordalılar (epinöral ikincllağızlılar) dalına girer. Omurgalıların baş­ lıca özellikleri, dıştan ikiyanlı bakışım (sin­ dirim borusu ve buna bağlı karaciğer ve pankreas gibi salgıbezleri dışında bütün Içorganlarda da görülür); koruyucu or­ ganlar ya da faner'ler (pul, tüy, kıl) bakı­ mından zengin, çokkatlı bir deri ve deri bezleri; kıkırdaktan ya da kemikten iç is­ kelet (ana bölümü, sinir eksenini [omuri­ lik] içeren, ön kesimde kafatası biçiminde genişleyen ve özellikle başta bulunan du­ yu organlarıyla bağlantılı ve farklılaşmış bir tüm beyni kapsayan omurgadır); omurganın göğüs ya da sırt bölgesine bağlı kaburgalar: kemerlerle (omuz, kalça) omurgaya bağlı en çok iki çift üye (kollar ve bacaklar): içindeki yuvarlarda bulunan hemoglobin nedeniyle kırmızıya boyalı kan bulunan kapalı dolaşım sistemi; sin­ dirim sisteminin yutak bölgesindeki kıv-, rımlardan oluşan solunum organları (so­ lungaçlar ya da akciğerler): İki çeneli bir ağız (çenelerden en az biri kafatasına ve bakışım düzlemine göre hareketlidir; çe­ nelerde dişler ya da boynuzsu bir gaga vardır); az dallı ya da hiç dalsız sindirim borusu (birbirinden uzak İki deliği birbiri­ ne bağlar; yiyecekler bunun içinde genel­ likle bir yönde yol alır); dil, mide, karaci­ ğer, pankreas, hlpoflzin yönettiği bir Içsalgı bezleri sistemi, beyin-omurllitfrsinir sis­ teminden bir ölçüde bağımsız bir yaşatkan sinir sistemi, bölümlü bir yürek vb.'nin bulunması; sidik aygıtıyla anatomik ba­ kımdan ilişkili cinsellik organı; erkeklerin ve dişilerin hep bulunması. O M U R G A S IZ sıf. Omurgası bulunma­ yan hayvanlar için kullanılır. (Karşt. O M U R G A L I.)



—Havc. Zarfı, yalnız gazların iç basıncıy­ la biçimini koruyan bir güdümlü balon için kullanılır. O m u rg a s ıs h a y v a n la r ın ta ­ rih i (Histoire naturelle des animaux sans



vertèbres), Lamarck'in yapıtı (1815-1822). Bu kitap, daha 1801 'de Système des ani­ maux sans vertèbres'i (Omurgasız hay­ vanlar sistemi) yayımlayan doğabilimelnin zoolojik yapıtında çok önemli bir aşama­ dır. O zamana kadar yapılan bütün sınıf­ lamaların en akla uygunu, Lamarck’ın sınıflamasıydı. Bu kitapta omurgalıları omurgasızlardan ayıran Lamarck'ın kimi sınıflamaları bugün de geçerlidir. Ancak bu yapıtın en belirgin değeri yöntemlndeydl. Basitten karmaşığa giderek, yön­ temini doğanın düzenine uyduran La­ marck, hayvanlar âleminin İlk soyağacını ortaya koydu ve dönüşümcülüğün İlk adımlarını attı. O M U R G A S IZ L A R a. Omurgasız, çokhücreli hayvanları içeren yapay hayvan öbeği. — A N S İ K L . Omurgasızlar, omurgalılar gibi doğal bir öbek değildir. Buna karşılık, ka­ rın kesiminde sinir sistemi, sırt kesiminde arkadan öne doğru sığamsal hareketli bir sırt damarı bulunan hayvanların tümü, ya­ ni derlsldikenliler dışında bütün sölomlu omurgasız hayvanlar (eklemliler, yumu­ şakçalar, halkalısolucanlar vb.) Protostomia dalında toplanır. O M U R İL İK a Nöroanat. 1. Nevraksın omurga kanalının içinde bulunan kısmı. (Bk. ansikl. Nöroanat. ve Nöroblyol.) —■2. Omurilik gangtiyonu, omurilik sinir­ lerinin arka kökünde bulunan, duyum İş­ leviyle görevli sinir gangliyonu. || Omurilik kanalı, omurganın içinde boylu boyunca yer alan ve omuriliği barındıran kanal. || Omurilik kökü, omuriliğin yan oluğundan doğan sinir lifi (omurilik ön ya da arka kö­ kü). || Omurilik siniri, omuriliğin bir ön kö­ kü ile bir arka kökünün birleşmesiyle olu­ şan ve omurların kavuşma deliği hizasın­ da omurgadan çıkarak çevresel çeşitli du­ yu ve hareket sinirlerini vermek üzere dal­ lara ayrılan sinir. (31 çift omurilik siniri var­ dır: 8 çift boyun [Bo1 - Bo8 sinirleri], 12 sırt [Sı1 - Sı12], 5 bel [Be1 - Be5], 5 sağrı [Sa1 - Sa5] ve 1 kuyruksokumu.) —Anestez. Omurilik anestezisi, sertzarın altına iğne ile ilaç şırınga edilerek sağla­ nan yerel-bölgesel anestezi yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) —Nöroanat. Omurilik-ağsı sinir demeti, ortabeyln sinir ağına kadar omurilik-talamus demeti İle aynı yolu izleyen sinir lifle­ ri demeti. (Doğuş yeri ve görevi bilinme­ mektedir.) || Omurilik arka atardamarı, omuriliğin arka kordon ve boynuzlarının damarlanmasını sağlayan atardamar. (Bunlar İki tane olup, omurga atardamar­ larının arka yüzünden doğar ve omurili­ ğin arka yüzünde bir küçük atardamar şe­ bekesi oluşturur.) || Omurilik-beyincik de­ metleri, omuriliğin ön-yan kordonlarında bulunan, omurilik bozmaddeslnin IV. İla VII. tabakalarından doğan ve doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak beyincikte sona eren İki sinir lifi demetinin tümü. (Bk. ansikl. böl.) || Omurilik ön atardamarı, omuriliğin ön üçte ikisinin damarlanmasını (ön ve dış yan kordonlar, ön boynuzlar ve bozmaddenln orta bölgesi) sağlayan tek atardamar. (Omurga atardamarlarının ön yüzünden gelen iki küçük atardamar da­ lının birleşmesinden doğar ve omuriliğin ön orta oluğunda yer alır.) || Omurilik -talamusyan demeti, L E M N İ S K U S * DIŞI S İS TEM’In eşanlamlısı. || Omurilik toplardama­ rı, omuriliğe yayılmış olan toplardamar. (Omurilikte bir ön ve iki arka toplardamar vardır Hepsi omurilik atardamarlarının yo­ lunu izler) —N ö r o l . Omurilik baskı sendromu, o m u r ­ il ik t e k i b i r b a s k ı s o n u c u n d a



g e liş e n



k li­



(Bk. ansikl. b ö l . ) || Omurilik enfarktüsü ya d a omurilik yumu­ şaması, M İ Y E L O M A L A S İ 'n i n e ş a n l a m l ı s ı . || Omurilik kopukluk sendromu y a d a omur­ ilik kesiklik sendromu, o m u r g a n ı n k ı r ı l m a ­ s ı y l a s o n u ç l a n a n b i r t r a v m a y a , t a m b i r ya­ n ik



b e lir t ile r in



tü m ü .



t a y o m u r ilik y u m u ş a m a s ı n a v e b a z e n b ir u r a b a ğ lı o la r a k g e liş e n k lin ik t a b lo .



ansikl.



b ö l. )



|| Omurilik proteini,



(Bk.



b e y in



omurilik -omurilik sıvısı içindeki proteinler. (Normal olarak litrede 0,20 ile 0,40 g arasında bu­ lunur.) || Omurilik şoku, omuriliğin tama­ men kesilmesinden hemen sonra insan ya da hayvanda gözlenen, kas gevşekli­ ğiyle birlikte tam refleks yitimi. (Bit. amiki. böl.) —Patol. Omurilik sıvısında albümin ora­ nı, beyin-omurilik sıvısında bulunan albü­ min miktarı. (Aslında buna omurilik sıvı­ sında protein oranı demek daha doğru­ dur, çünkü doz belirleme yöntemleri beyin-omurilik sıvısındaki tüm proteinleri [albümin + globülinler] ölçer, bunu ı da normal oranı binde 0 ,2 0 g'dır.) —AN3İKL Anestez. Omurilik anestezisi 1885'te J. L. Corning (ABD) tarafından bulundu. Bu yöntemde ilaç doğrudan doğruya omuriliğe verilerek, omurilikte tıp kı bir travmanın yarattığı kesikliğe benzer farmakolojik bir kesiklik yaratılır. Teknik, üçüncü ve dördüncü bel omurları arasın­ daki omurlararası aralıktan bir iğneyle gi rilmesi esasına dayanır. Şırınga edilen anestezik maddeler çeşitlidir (linyokain, tetrakain vb ). Şırınga için, eğik kısımlara da inerek iğne yerinin tam altında anes­ tezi sağlayabilmek için beyin-omurilik sı­ vısından daha yoğun, yüksek basınçlı çö­ zeltiler kullanılır. Anestezi hemen ortaya çı­ kar ve iki buçuk saat kadar sürebilir. Omurilik anestezisinin başlıca uygulama alanları solunum yetersizlikleri, soluk bo­ rusuna kusmuk kaçma riski olan dolu mi­ deyle cerrahi girişimler, leğen ve bacak­ larla ilgili ortopedi ameliyatı, kalça ameli­ yatı ve başta makat bölgesi olmak üzere sindirim sistemiyle ilgili bazı ameliyatlardır. —Nöroanat. Omurilik-beyincik ön deme­ ti omuriliğin V. ila VII. tabakalarından do­ ğar, orta çizgiyi çaprazlar ve beyincik üst saplarından geçerek beyincikte sona erer. Duysal bilgileri iletir. Omurilik-beyincik arka demeti sırt omurilik-beyincik demeti ve artbeyin-beyincik demeti olmak üzere ikiye ayrılır Sırt omurilik-beyincik demeti, aksonları orta çizgiyi çaprazlamadan, doğrudan doğru­ ya ait beyincik saplarından geçerek be­ yinciğe ulaşan Clarke sütunu hücrelerin­ den doğar; bunlar omurilik-beyincik ön demetinden daha dakik duysal bilgiler ta­ şır. Artbeyin-beyincik demeti ise kolla' için dir ve öncekilerin homoloğudur. —Nöroanat. ve Nörobiyol. Omurilik, soğaniliğin devamıdır ve ikinci bel omuru hi­ zasında sona erer. Beyin-omurilik sıvısı ve beyin-omurilik zarlarıyla sarılmıştır Önden arkaya doğru hafifçe yassı, silindirimsi bir sopa biçimindedir; kollara ve bacaklara giden sinir köklerinin bulunduğu boyun ve bel kısımları şişkincedir. Omurilik iki kıs­ ma ayrılır: 1. Ortadaki bozmadde nöronların hücre gövdelerinden oluşur; enine kesitle H biçiminde görülen ön boynuz, arka boynuz ve ara bölgeye ayrılır. Kesitin düzeyine gö­ re az ya da çok kalın olur: boyun ve bel hizasında çok kalınlaşır; bu şişkinlikler kol­ lara ve bacaklara giden (duysal ve devim­ sel) nöronların hücre gövdelerinden olu­ şur. Ön boynuzun hücre gövdeleri devim­ sel nöronlarınkidir, arka boynuzunkilerse deriden, kaslardan, kemiklerden, eklem lerden ve içorganlardan gelen duysal lif­ leri alırlar. Bozmaddenin merkezinde, in­ sanda bir işlevi olmayan ependim kanalı bulunur. 2. Akmadde bozmadde'yı çepeçevre sa­ rar. Demet halinde kümelenmiş sinir lifle­ rinden oluşur; bir yanda büyük duysal de­ metler (ön ve dış yan omurilik-talamus de­ meti) ve diğer yanda inen demetler yer alır: korteks-omurilik yolu (piramidal yol). Doğrudan ve çapraz demetlerin bulu­ nuşu omuriliğin bir tarafındaki lezyonun vücudun iki yarısında da bozukluklara ne­ den olmasını açıklar. Fizyolojik açıdan, omuriliğin iki büyük işlevi vardır: refleks hareketlerini sağlamak ve beyinle çevre sinir sistemi arasında si­ nir bağlantısı kurmak. • Refleks hareketlerinin merkezi olarak



omurilik. Çevresel sinir lifleri tarafından ta­ şınan duysal bilgiler omurilikten yalnız beyne çıkmak için geçmez: deri, eklem, kemik, içorgan ve ağrı duyuları omurilik sinirlerinin arka köklerinden gelen ve omuriliğin arka boynuzunda sonlanan lif­ ler tarafından omuriliğin çeşitli katlarına ile­ tilir. Bu bilgiler oralarda işlenir, değiştirilir, bütünleştirilir, bazen süzülür ve ya bir ak­ tarma işlemiyle üst merkezlere gönderilir ya da devimsel merkezlere, yani devim­ sel nöronlara ve yaşatkan kumanda nö­ ronlarına gönderilir. Yalnız omurilikte gö­ rülebileni».: devimsel ya da yaşatkan ya­ nıtlara omurilik refleksleri denir. Basit refleksler doğrudan devimsel nö­ ronlarla eklemleşen bir duysal lifin hare­ kete geçmesinden doğar (örneğin, bir ka­ sın gerilmeye karşı kasılarak yanıt verme­ si olan miyotatik refleks). Kirişlerden ge­ len diğer refleksler ters yönde bir etki gös­ terir: duysal lifle motonöron arasında bu­ lunan bir ara nöronun etkisinden geçen ters miyotatik refleks. Başlangıcı deride olan refleksler, derinin şiddetle uyarılma­ sından sonra ortaya çıkan eş yanlı bükül­ me ve karşıt yanlı gerilme refleksleridir. Bu reflekslerin hepsine bölütsel refleksler de­ nir, çünkü uyarılan bölge ve gözlenen ya­ nıt açısından aynı bölütle ilgilidirler. Uzun ya d a bölütlerarası omurilik refleksleri de vardır: örneğin böğür derisi uyarılan kö­ pekte görülen kaşınma refleksi ve beyni çıkarılmış hayvanlarda görülen duruş uyumları: bacaklardan birinin derisinin yo­ ğun olarak uyarılması, arka bacaklarda, aynı tarafta bükülmeye, karşı tarafta geril­ meye, ön bacaklarda ise ters yönde bir yanıta neden olur. Bu çeşitli hareket ref­ leksleri karşılıklı olarak birbirlerini tutukla­ yabilir ya da birbirlerini kolaylaştırabilir ve otomatik hareketler (ayakta durma, yürü­ me, vb. sırasındaki duruş uyumları) için yararlıdır, insanda da birtakım kiriş reflek­ sleri (dizkapağı, aşil refleksleri, vb.) ya da deri refleksleri (karın, kremaster, diş ya da kayrama refleksleri, vb.) bulunabilir. İçorganların (kalp, sindirim kanalı ve bezleri, idrar yolları ve cinsel yollar, kan damarları) çalışmasını denetleyen yaşat­ kan refleks hareketleri de vardır. Omurilik beyinden ayrılmışsa bu refleks hareketlerinin hepsini incelemek zordur, çünkü beyin bu refleksler üzerinde bir de­ netim uygular, bedensel ve yaşatkan ha­ reketler üzerinde de doğrudan etki gösterir. • Geçiş yolu olarak omurilik. Çıkan yollar (omurilikten beyne doğru) ve inen yollar (beyinden omuriliğe doğru) olmak üzere iki çeşittir: 1. Çıkan yollar. Bazı duysal bilgiler doğ­ rudan doğruya beyne ya da beyinciğe yö­ nelir ve omurilik demetlerinden (arka ve dış yan kordonlar) sadece geçer. Bunun­ la birlikte, bunların çoğu omuriliğin bozmaddesinden doğar ve bunlar çeşitli de­ metlerden geçerken bütünleşmiş ve de­ ğiştirilmiş bilgilerdir. Bu duysal liflerin bü­ yük varış noktaları beyin sapındaki ağsı oluşum, beyincik ve talamustur. Bu bilgi­ lerin bir kısmı bilinç düzeyine erişir (somestezi), ancak çoğu otomatik uyumları sağlamaya yarar. 2. İnen yollar. Devimsel sistemler devinirlik üzerine omurilikten geçerek etki gös­ terirler. Büyük kumanda yolları da doğru­ dan devinim nöronları üzerinde ya da ara nöronlar üzerinde sona eren piramidal demettir. Omuriliğe bağlanan diğer hare­ ket merkezleri kırmızı çekirdek, tepe çe­ kirdekleri, vestibüler çekirdekler ve ağsı oluşumdur. Bilinçli istemli hareketler pira­ midal demetten geçer, diğer sistemlerse otomatik uyumları sağlar. Bütün bu sis­ temlerin etkisi ya doğrudan alfa motonöronları üzerinde, ya gama nöronlarında (gama sinir halkası), ya da çok karmaşık bir kumanda sistemi oluşturan ara nöron­ lar üzerinde gerçekleşir. Ayrıca, inen yollar hipotalamus ve be­ yin sapının yaşatkan merkezlerinden baş­ layarak yaşatkan hareketleri de düzenler



Son olarak, inen yollar çıkan sistemi de denetleyebilir. Soğanilikten gelen anatomik bir yolun, omuriliğin arka boynuzu üzerinde yüzeysel katmanlarda son erdi­ ği de kanıtlanmıştır. Bu yolun harekete geçmesi, arka boynuzda enkefalin salgı­ sını artırarak İç ağrı mesajlarının gelme­ sini tutuklar. Omurilik çeşitli hastalıklara (enfeksiyon­ lar, iltihaplar [ -> MİYELİT], yozlaşmalar; ur­ lar, damar bozuklukları) sahne olabilir. Omurilik omurga hastalıkları sırasında da zarar görebilir. Omuriliğin ön yan oluğundan doğan si­ nir lifleri omurilik ön kökünü oluşturmak üzere omuriliğin ön yüzü üzerinde birle­ şir ve arka yan oluktan doğan lifler de omurilik arka kökünü oluşturmak üzere birleşirler. Ûn kök, omuriliğin her düzeyin­ de, omurilik sinirini oluşturmak üzere ar­ ka kökle birleşir. Arka kökün üstünde omu­ rilik gangliyonu bulunur. Arka kökler duyum uyarılarını omurili­ ğe ulaştırır, sonra kortekse doğru iletir, ön köklerse hareket emirlerini çeşitli iskelet kaslarına ulaştırır.



bo zm a d d e akm adde —



8841



omurilik yapısından ayrıntı



o m u rilik a rka a ta rd a m a r ve to p la rd a m a rı m e rk e z i e p e n d im kanalı



s in ir



o m u rilik ön to p la rd a m a rı



a rk a kö k (d u ysa l)



o m u rilik ö n a ta rd a m a rı



o m u rilik g a n g liy o n



o m u rilik s in iri yan dalla rı İ T in c e z a r



İsi



rga to p la rd a m a r



akm adde b o zm a d d e



a rk a kordon a rka boyn u z - d u y s a l kök



y a n k o rd o n g a n g liy o n



yan boyn u z



d e v im s e l kök



—Nörol. Omurilik baskı sendromu. iki tip belirti gösterir: 1. Lezyon sendromu, lezyonla doğru­ dan doğruya ilintilidir ve duyumla ilgili omurilik sinir kökünden kaynaklanır; eğer baskı boyun ya da bel şişkinliğinde bulu­ nursa, kolları ya da bacakları tutan, çev­ resel tipte bir devinim sendromu gözlene­ bilir. 2. Lezyon-altı sendromu alttaki omurili­ ğin serbestleşmesine bağlıdır ve Babinski belirtisi de veren, gerilme durumunda spazmlı bir bacak felci biçiminde gözle­ nir. Burada bir duyu bozukluğunun orta­ ya çıkarılması çok büyük önem taşır; çün­ kü yüzeysel duyu azalmasının üst sınırı baskının üst sınırına uyar. Beyin-omurilik sıvısının incelenmesi al­ bümin oranının arttığını gösterir ve miye-



omurilik kordon ve boynuzlan



omurilik lografi baskının yerini ve bazen lezyonun tipini kesinleştirir Duruma göre, bir omur­ ga lezyonu (omur kanseri, bel fıtığı, trav­ ma, Pott hastalığı, omur anjiyomu) ya da omurga içi lezyon (pakimenenjit ve özel­ likle ur: nörinomlar ve menenjiyomlar) sözkonusu olacaktır. • Omurilik kopukluk sendromu. İki evre­ de gelişir: 1. Omurilik şoku denilen birinci evre, lezyonun altında, devimsellik ve duyunun yanı sıra kemik-kiriş ve deri reflekslerinin de ortadan kalkması biçiminde gözlenir; idrar ve dışkı da atılamaZ: 2. Omurilik otomatizmi denen ikinci ev re bundan 4 ila 6 hatta sonra yerleşir. İs­ temli devinimler ve çeşitli duyu tipleri lez­ yonun altında yine ortadan kalkmış ol­ makla birlikte, belli bir tonus artışı vardır, kemik-kiriş refleksleri canlı ve çok yönlü­ dür, taban derisi refleksleri gerilme şeklin de, bacağın uyluk ve uyluğun leğenkemi ği üzerine bükülmesi biçiminde gerçek leşir (üçlü çekilme tepkimesi); çatıkemiği ya da uylukların uyarılmasıyla refleks işe­ meler gerçekleşebilir. Ayrıca toplu tepki­ ler de gözlenebilir: hafif dahi olsa, bir de­ ri uyarılması bir üçlü çekilme refleksine terlemeye, refleks işeme ya da dışkılamaya neden olabilir. Omuriliğin yarı-kesimi bir Brown-Söquard sendromuna yol açar. • Omurilik şoku. Kan basıncındaki düşüş­ ten ya da kesim travmasından doğmaz, çünkü daha altta yapılan ikinci bir kesim­ den sonra ortaya çıkmaz. Omurilikten yukardaki yapılardan gelen kolaylaştırıcı si­ nir akımlarının ani olarak kesilmesinden doğar. Kas tonusunun ve reflekslerin ye­ niden oluşması kurbağada birkaç dakika, ilkel maymunlarda birkaç gün, insansı maymunlarda ve insanda aylar sürebilir. İnsanda omurilik şoku genellikle omurga kınldığı zaman olur; hareketler tümüyle or­ tadan kalkar, tam duyumsuzluk ortaya çı­ kar ve lezyonun alt tarafında kemik-kiriş ve deri refleksleri kaybolur, işeme ve dışkıla­ rına işlevleri bozulur. Omurilik şokunu omurilik otomatizmi adı verilen ikinci bir evre izler.



8842



O M U R LA R A R A S I sıf. Anat. 1. İki omur arasında olan. —2. Omurlararası eklem­ ler, omurları birbirine birleştiren eklemler (Bk. ansikl. böl.) || Omurlararası kavuşma delikleri, omurganın yan kısımlarında, art arda gelen omurların ayakçıklarının iç içe geçmesiyle oluşan ve omurilik sinirlerinin geçmesine yarayan delikler. —ANSİKL. Omurlararası eklemler tüm kat­ larda aynı yapıdadır. Eklem yüzeyleri, iki yüzü de dışbükey bir merceği andıran bir omurlararası disk ile birbirinden ayrılan omur gövdelerinin üst ve alt yüzleridir.



onuız



kol k e m iğ i bağı



OMURTCM» (öl. Sofya 840), Tuna Bulgar­ ları hanı (814-840). Kurum Han'ın oğlu. Istanbul kuşatması sırasında ölen babası­



— k ü r e k k e m iğ t



d ik e n s i çık ın tı ü s tü k a s ı kirişi



üst glenoit çıkıntı ES. malında zarar görmüş bir parçayı hücre­ O N A M A a. Onamak eylemi tasdik. nin onarmasını sağlayan mekanizmaların —Ruhbil, Kendisine karşı ileri sürülen sav tümü. (Bk. ansikl. böl.) ya da düşünceleri onaylama, hatta daha —inş. Cephe onarımı, bir cepheyi, kazı­ aşırı bir biçimde benimseme eğilimi. (Bu ma, yıkama ve / ya da sıvama yoluyla te­ tutum genellikle bir sevgi ya da özen iste­ mizleme işlemi. (Bk. ansikl. böl.) ğini yansıtır.) — A N S İ K L . Genet. DNA’nın onarımı. Hüc­ O N A M A K g. f. Bir kararı onamak, onu re DNA’sı normal olarak kendini eşlerken bir hata yapabilir, ama bu risk doğal ola­ onaylamak, onay vermek; tasvip etmek, rak çok zayıftır; ancak bu tehlike canlı or­ tasdik etmek. ganizmalar İyonlaştırıcı ışınlarla (doğal ve ♦ onnşm ak dönşl.f. Kendisiyle ilgili bir yapay radyoaktivite, kozmik ışınlar), mor­ şeye rıza göstermek, razı olmak. ötesi ışınlarla (güneş tayfı) ve zararlı kim­ ♦ onanm ak edilg.f. Onaylanmak, tas­ yasal maddelerle (sanayi artıkları, böcek dik edilmek, tasvip edilmek: Hapis ceza­ ilaçları) karşılaşınca artar. Bu nedenlerle sı kararı onandı. meydana gelen lezyonlar çeşitlidir: DNA zincirinin bir ya da iki ipliğindeki kopma­ O N A N (Necmettin Halil), türk şair ve lar, bazların eklenmesi ya da yerlerine edebiyat tarihçisi (Çatalca^ İstanbul, 1902 başka bazların gelmesi, köprüleme, ara­ -İstanbul 1968). İstanbul Üniversitesi türk ya giren parçalar. dili ve edebiyatı bölümü'nde öğrenime Onarım mekanizmaları başlıca iki tipte­ başladı (1919); İstanbul'un işgali üzerine dir: Anadolu'ya geçti ve orduda görev aldı. 1 . kesip çıkarma-yeniden bireştirme; enZaferden sonra öğrenimini tamamlayarak (1925) edebiyat öğretmenliği, ortaöğretim­ donükleaz denilen enzimler, bozuk parça­ yı kesip çıkarır, ondan sonra özdeş parça de genel müfettişlik yaptı; Yükseköğretim DNA polimeraz tarafından yapılıp yerine genel müdürlüğünde bulundu (1942 yerleştirilir; -1946). Dil ve tarih-coğrafya fakültesi'nde 2. S.O.S. onarımı, yitiğin özdeş olarak ye­ eski türk edebiyatı profesörü olarak ders rine konması değil, tam bir onarımdır. İn­ verdi (1946-1960). Konuşulan türkçeyle ve sanlarda, onarım mekanizmalarının yan­ hece vezniyle yazdığı şiirler (Çakıltaşları, lış işlemesinden doğan birçok hastalık bi­ 1927; Bir yudum su, 1932) sevgi, özlem linmektedir. Bunlardan en önemlileri yük­ temalarını işler; ulusal duyguları yansıtır. sek oranda kötücül değişikliklerle ve de­ Bu sonuncular arasında "İzmir kapıların­ ri ya da kan kanseriyle birlikte görülen da", "Bir yolcuya" gibi şiirler ün kazanmış­ kseroderma pigmentosum ve ataksi-tetır. Dilbilgisi kitapları 1928’den başlayarak lanjiektazi'dir. 40 yıl boyunca ortaöğretimde okutuldu. —inş. Bazı ülkelerde, cephe onarımının izahlı divan şiiri antolojisi (1940), konuyla ilgili en iyi yardımcı kitaplardandır. Eski belirli aralıklarla yapılması zorunlu kılın­ türk edebiyatıyla ilgili eleştirili metin yayın­ mıştır. Türkiye'de bazı belediyeler, özellik­ ları (Namık Kemal'in Talim i edebiyat üze­ le tarihsel yapılara bu işlemin uygulanma­ rine bir risalesi, 1950; Leyla ile Mecnun sını desteklemektedir. [Fuzuli’nin mesnevisi], 1958) da vardır. Alçı, kireç ya da çimento sıvayla kaplı ( -> Kayn.) cephelerin onarımı, bozuk bölümlerin tü­ müyle kazınması ve yenilenmesi yoluyla O N A N İZ M a. (fr onanisme). Ruhbil. -* gerçekleştirilir. Sıva katmanı kuruduktan M ASTÜRBASYO N. sonra cephe boyanabilir. O N AN M AK -> O N A M A K . Taş cephelerin onarımı, tüm çıkıntı ve O N A -O N a. Tekst. Jakar mekaniğinde çapakların raspalanmasına ve öğelerin kullanılan desen kâğıdı. yeniden derzlenmesine dayanır. Ardın-



dan, fırçalama, kazıma, yıkama ya da ba­ sınçlı su, buhar ya da kum püskürtme İş­ lemleri gerçekleştirilir. Gevrek taşlar sözkonusu olduğunda, flüatlama işlemine başvurulabilir. Bu işlemler gerecin dış yü­ zeyini (tuğlalar için pişirmeye, taşlar için kabuk oluşumuna bağlı olarak) bozdu­ ğundan, tehlikelidir. O N A R IM C I a. Bozuk bir şeyi onararak kullanılır duruma getiren kimse; tamirci: Oto onarımcısı. O N A R IM C IL IK a. Bozuk bir şeyi ona­ rarak kullanılır, yararlanılır duruma getir­ me işi; tamircilik. O N A R M A a. Onarmak eylemi, işi. O N A R M A K g.f. 1. Bir şeyi onarmak, za­ rar gören, bozulan arızalanan vb. bir şeyi düzeltmek, ondaki zararı, bozukluğu, arızayı vh gidermek; gidermek için çalışma­ lar, işlemler yapmak; tamir etmek: Bir musluğu onarmak. Televizyonu onarmak. Bir binanın çatısını onarmak. İşçiler yolu onanyorlar. —2. Tarihsel değer taşıyan bir binayı, resmi, heykeli vb onarmak, onun bozulmuş, yıpranmış yerlerini yeniden ya­ parak eski durumuna getirmek; restore et­ mek: Eski bir yalıyı onarıp otel olarak hiz­ mete açtılar. —3. Bir kusuru, hatayı onar­ mak, onun can sıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak; telafi etmek: Kalbimi kırdı, şim­ d i hatasını onarmaya çalışıyor. — Denize. Bir yelkeni onarmak, zamanla yıpranan ya da fırtına etkisiyle yırtılan bir yelkenin aşınmış ya da yırtılmış yerlerine yeni parçalar yamamak. ♦ o n a rılm a k edilg. f. Onarmak eylemi­ ne konu olmak. ♦ o n a rtm a k ettirg. f. Onarmak eylemi­ ni yaptırmak. O NARTM AK -



ONARM AK



O N A M İS (Aristotelis Ephoplistis), yu­ nanlı armatör (İzmir 1906-Neuilly-sur-Seine 1975). 1922'de Arjantin'e gitti ve ora­ da tütün ithalatçısı, sonra da Yunanistan'ın Buenos Aires konsolosu (1930) oldu. 1931' de deniz taşımacılığının bunalıma düştü­ ğü bir sırada, Canadian National de Montréal şirketinden yok pahasına altı şi­ lep satın aldı. 1936'da, İsveç'te petrol tan­ kerleri yaptırmaya başladı. İkinci Dünya savaşı sırasında, gemileri ya bu ülkede bağlı kaldı, ya da Müttefikler hesabına ça­ lışırken battı. Deniz sigortacılığı şirketlerin­ ce zararı ödenen Onassis, 1945'te yeni­ den çok büyük bir tanker filosu oluştur­ du. Ayrıca, 1956'da Olymplc Airways ha­ vacılık şirketi'ni kurdu, ONAŞM AK -



ONAMAK.



O N A T şif. Esk. 1. Doğru, uygun, mükem­ mel: "Üçüncü gün anda iribilevüz / Yol onat olursa vanbilevCız" (Hoca Mesut, XIV. yy.). —2. Onat dilli, tatlı dilli. || Onat kişi, dikkatli, temkinli kimse. ♦ be Doğru, uygun, mükemmel bir bi­ çimde: "Yoksul olup eli dar olan kişi/ Ne­ ye sunarsa onat gelmez iş i" (Kelile ve Dimne, XIV. yy.). "Sözün onat söyle sa­ kalın değirmende mi ağarttın" (Atalar sö­ zü XV. yy.). O N A T (Hikmet), türk ressam (İstanbul 1882 -ay. y. 1977). Deniz harp okulu'nu bitirdi (1903); kısa bir süre sonra askerlik­ ten ayrılarak Sanayii nefise mektebi'ne (Güzel sanatlar akademisi, bugün Mimar Sinan üniversitesi güzel sanatlar fakülte si) girdi. Burada Salvatore Valéry, Warnia Zarzecki gibi öğretmenlerden ders aldı. 1010-1914 yıllarında Paris'e gönderildi. Ecole nationale des Beaux-Arts'da Cormon'un atölyesine devam etti. 1949'a d e ğin Güzel sanatlar akademisi'nde ö ğ re tim üyesi, atölye başkanı olarak çalıştı, ay­ rıca Ösmanlı ressamlar cemlyetl'yle Gü­ zel sanatlar birtiği'nin kuruculan arasında yer aldı. İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Avni Lifij, Namık İsmail, Şevket Dağ v b •essamlarla Galatasaray sergilérini düzeneyerek türk resminde yeni bir çığırın açıl­



masına öncülük etti ve akademik-izfenimci sayılabilecek bir anlayışa dayanan Boğaz­ içi görünümlerini konu alan çalışmalarıy­ la ün kazandı. 1914 kuşağının en özgün temsilcilerin­ den biri olan Onat, Kuruçeşme'de taka­ lar, Kanlıca'da Hıdiv kasn, Kûçüksu d e re si vb. tablolarında, gün ışığının izlerini açıklı koyulu renk tuşlarının örgüsüyle zenginleştirdiği uzak ve yakın plan aynmları, yaşanmış bir doğa sevgisini dile ge­ tirir. Manolyalar, Güller, Kurbağalıdere ile Eyüpsuttan camisi ya da Topkapı sarayı' nın iç mekânlannı yansıtan 1945-1950 yıl­ ları arasında gerçekleştirdiği yapıtları sa­ yılmazsa, İstanbul'u sarı, turuncu ışıkları, mor, mavi gölgeleri, sisli, durgun sabah­ lan içinde gösteren çalışmaları Ziem, Signac, Van Rysselberghe gibi batılı ustaları anımsatır. İlk kişisel sergisini 1969'da An­ kara'da açan sanatçının yapıtları İstanbul Resim ve heykel müzesi'yle özel koleksi­ yonlardadır. O N A T (Ahmet Rasim), türk hekim (Yanya 1898-istanbul 1963). Darülfünun tıpfakültesi'ni bitirdi (1921), dahiliye mütehas­ sısı oldu. Uzun yıllar Haydarpaşa numu­ ne hastanesi dahiliye kliniği şefi olarak ça­ lıştı. Dünya Tıp birliği başkanlığı (1957 -1958), Türk tabipler odası başkanlığı yaptı (1953-1960). Başlıca yapıtları: Thyroilea (Tiroit hastalıklan [1948D; Türk doktorunun sosyal durumu (1956). O N A T (Emin Halit), türk mimar (İstanbul 1908 -ay. y. 1961). İstanbul Yüksek mü­ hendis mektebi'nde öğrenciyken göster­ diği üstün başan nedeniyle İsviçre'ye gön­ derildi ve öğreniminin geri kalan bölümü­ nü Zürich Teknik üniversitesi'nde tamam­ ladı (1934). Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Yüksek mühendis mektebi’nde görev aldı; doçent (1935), profesör ve mi­ marlık kürsüsü başkanı (1938), ordinaryüs profesör (1943) oldu. Okulun Teknik Universite’ye dönüştürülmesinden (1944) sonra mimarlık fakültesi dekanlığı (1944 -1946), rektörlük (1951-1953), milletvekilli­ ği (1954-1957) yaptı. Ayrıca Royal institu te of British Architects (İngiliz mimarları krallık enstitüsü) onursal haberleşme üye­ liğine seçildi (1946) ve Hannover Üniver­ sitesi kendisine onur doktorluğu payesini verdi (1956). Bu arada Union internationale des arehiteetes'in (Uluslararası mi­ marlar birliği) Türkiye örgütünü kurarak Lozan’da yapılan genel kurul toplantısına Türkiye temsilcisi olarak katıldı (1948). Mimar Vedat (Tek) Bey, mimar Kemalettin Bey ve Arif Hikmet Koyunoğlu'nun öncülüğünü yaptıkları geleneksel anlayış­ tan, C. Holzmeister'in getirdiği alman yeniklasikçiliğinin anıtsallık anlayışına geçil­ diği bir dönemde yetişen Onat'ın adı türk mimarlık tarihine meslektaşı Orhan Ar­ da'yla birlikte öncelikle Anıtkabirdin pro­ je mimarı olarak geçti. Zürich'teki öğret­ menlerinden Dr. O. Salvisberg'in akılcı-işlevci görüşü doğrultusunda, yarışmaya katılan öteki projelerden farklı olarak, kümbet ya da türbe stilizasyonları yerine Anadolu'nun antik kökenine dayalı bir yaklaşım içeren bu projeyi besleyen fel­ sefe, daha sonra Sedat Hakkı Eldem’le birlikte gerçekleştirdiği İstanbul Fen ve edebiyat fakülteleri, Ankara Fen fakülte­ si, İstanbul Adalet sarayı gibi yapılara da temel oldu. 1950'li yılların ürünü olan Ka­ vaklıdere'deki Cenap And evi, Çankaya' daki Cumhurbaşkanlığı sekreterliği, Sana­ yi kalkınma bankası (İstanbul) ya da An­ kara Emniyet genel müdürlüğü v b konut ve kamu yapılarında yerel mimari öğele­ re, yalın ve iddiasız bir geometriye koşut olarak mekânların organik bütünlüğüne önem verdi. Ölümünden sonra TÜBİTAK özel hizmet ödülü'ne değer görülen Onat' ın öteki yapıtlanndan bazılan şunlar: İstan­ bul Yolcu salonu, Uludağ sanatoryumu (L. Tomsu ile), Bursa Vali konağı, İstanbul Gü-



müşsuyu'nda İBM merkezi.



Hikmet Onat’ın



O N A T (Doğan), türk tenor (Edirne 1927). Ankara Devlet konservatuvarı'nda Elvlra De Hidalgo'nun öğrencisi oldu. 1951'de Devlet operası'na girdi. Lucia di Lammermoor, Tosça, Satılmış nişanlı, Aida vd. operalarda sahneye çıktı. 1960'tan son­ ra İstanbul Şehir operası’nda (1970'te Devlet opera ve balesi'ne dönüştü) ça­ lıştı. Avrupa'nın büyük kentlerinde kon­ ser ve resitaller verdi 1992’de emekli ol­ du. — Karısı Ferhan Onat, koloratur sop­ rano (İstanbul 1933 - ay.y. 1982). Anka­ ra Devlet konservatuvarı'nda öğrenim gördü. 1950'den başlayarak Ankara Devlet operası'nda Rigoletto, Don Pasquale, Sevil berberi gibi operalarda sah­ neye çıktı. 1970’ten sonra İstanbul Dev­ let opera va balesi kadrosunda yer aldı.



Nr ^



O N A T (Altan), türk hekim (Kayseri 1929). Zürich Tip fakültesi'ni bitirdi (1954). ABD' ye gitti, Mayo Clinic'te iç hastalıkları ihti­ sası yaptı (1956-1959). Dönüşte, Cerrah­ paşa tıp fakültesi'nde öğretim üyesi (1961), doçent (1964), profesör (1970) ol­ du. Kan, akciğer ve kalp hastalıkları, elek­ trokardiyografi, kalp aritmileri vb konular­ da çok sayıda bilimsel makalesi vardır. Başlıca yapıtları: Elektrokardiyografi ve teşhisteki yeri (1968); Kalp ve damar has­ talıkları (ortak yapıt, 1977). O N A T (Teoman), türk hekim (İstanbul 1931). Robert kolej'l (1951),Zürich Üniver­ sitesi tıp fakültesi'ni bitirdi (1957); aynı fa­ kültenin çocuk kliniğinde asistan olarak çalıştı. Bu kliniğin kardiyolojiye ilişkin ça­ lışmalarını da yürüten Onat, Schad ve Künzler ile birlikte yazdığı Kongenital kalp anomalilerinde ayırıcı tanı adlı yapıtıyla Montreal'de toplanan Uluslararası radyo­ loji kongresi'nde Schleussner ödülü’nü kazandı (1962). Bu kitap İngilizceye (1965), ispanyolcaya (1966) ve italyarıcaya (1967) çevrildi. Yurda dönünce (1962), İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi çocuk kliniği’nde uzmanlık sınavı vererek aynı üniversitenin çocuk hastalıkları ve sağlığı kliniğinde gö­ rev aldı (1964); burada çocuk kardiyoloji polikliniğini kurdu (1965). Doçent (1966),



Emin Halit O nıt ve Sedat Hakkı Eldem 'in gerçekleştirdiği İstanbul Fen ve edebiyat fakülteleri



Onat profesör (1972) oldu. Avrupa Çocuk kar­ diyolojileri birliği başkanlığını yaptı (1975 -1976). Eczacıbaşı tıp ödülü’nü kazandı (1976).



8846



O N AY a. (onamak’tan ona-y) 1. Bir gö­ rüşü, düşünceyi, eylemi, davranışı vb. haklı, yerinde, uygun görme; tasvip: Ba­ basının onayını almadan yurtdışına git­ mek istemiyor. Evlenmek için ailelerinin onayını almak. —2. Resmi bir makamın, bir kararı, bir atamayı uygun gördüğünü gösteren bildirimi, bunu belirten resmi iş­ lem: Atamalar onaydan çıkmadı. Kararna­ meler onaya sunuldu. Çalıştığınız kurum­ dan onay almanız gerekiyor O N A Y (Ahmet Talat), Çankırılı Talat di­ ye bilinir türk halk edebiyatı uzmanı (Çan­ kırı 1885-Ankara 1956). İstanbul Üniver­ sitesi edebiyat bölümü'nü bitirdi (1910). Kastamonu ve İzmir liselerinde edebiyat öğretmenliği; Zonguldak (1920) ve Bolu' da (1921) Milli eğitim müdürlüğü yaptı. Çankırı'dan milletvekili seçildi (1923). Türk halk edebiyatı alanında araştırma ve in­ celemelerde bulundu. Başlıca yapıtları: Âşık Dertli (1928), Türk halk şiirlerinin şe­ kil ve nevi (1928), Çankırı şairleri (2 cilt, 1931-1933), Âşık Tokatlı Nuri (1933), Dâstân-ı Ahmet Harami (1933), Kızılbaş şi­ irinde sual-cevap (1953).



G M O mt



O N A Y (Gülsin), türk kadın piyanocu (İstanbul 1954). İstanbul Belediye konservatuvarı'nda Verda Ün’ün öğrencisi oldu. 1966'da devlet bursuyla Fransa'ya gönderildi; Paris Ulusal konservatuvarı'nda Pierre Sancan, Nadia Boulanger, Monique Haas, Bernard Ebert gibi öğ­ retmenlerle çalıştı. Konservatuvarı 1972’ de birincilikle bitirdi. Yurda dönünce Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası'nın solocuları arasına girdi. Yurtiçi ve yurtdışında konser ve resitaller verdi. 1979'da Ravel, 1982’de Uluslarası Busoni ödülle­ rini aldı. 1987'de devlet sanatçısı oldu. Ö N A Y A K LI sıt. 5 çift yürüme ayağı bu­ lunan kabuklular için kullanılır Ö N A Y A K LIL A R a. Yumş. bil. Çiftsolungaçlı kafadanbacaklı yumuşakçalar takı­ mı. (Üyelerinin göğüslerinden çıkan, kav­ rayıcı ya da yürümeye yarayan, kimileri kıskaçlı 5 çift ayakları vardır. Oldukça iri hayvanlardır ve karides, ıstakoz, tatlısu ıs­ takozu gibi türleri yenir Bil. a. Decapoda.) —ANSİKL. Onayaklılarda başla göğüs bölütleri az çok kaynaşarak bir bütün oluş­ turur: bir bağayla kaplı olan başlıgöğüs. Göğüs ayakları 5 çifttir; bunlardan bir ya da birçoğu kıskaca dönüşmüş olabilir. Önayaktılar takımı iki öbeğe ayrılır: Natantia (yüzen onayaklılar), Reptantia (yürüyen önayaktılar). Birinci öbek çok karmaşıktır, karidesleri (karidesgiller, Penedidae) kap­ sar ikinci öbekte de birbirinden çok fark­ lı soylar bulunur: tatlısuıstakozugiller (tatlısu ıstakozları, böcekler vb.), Scyllaridae (ayı langustu, vb), düzensizkuyruklugiller (Pagurus'lar, Galathea'\ar) ve yengeçler (Brachyura). Takım üyelerinin bedensel gelişmeleri değişik sayıda evreden geçe­ rek gerçekleşir; en sık rastlanan gelişme süreci, bir plankton larvası, yani zoe ev­ resinden geçerek sağlanan gelişmedir. Onayaklıların çoğu denizde yaşar; ama tatlısularda ve karada yaşayan türleri de vardır. O N A Y L A M A a. Onaylamak eylemi. —Bilş. Manyetik bir şeridin manyetik kayıt ortamının niteliğini kayıt olanaklarını doğ­ rulamak amacıyla kontrol etmek. || Bir ya­ zılımı onaylama, bir yazılımın, şartname­ sindeki belirlemelere uygunluğuna ilişkin az çok yüksek bir güvence veren test ve prova işlemlerinin tümü. —Huk. Bir işlemin hukuka uygunluğunu belirten ve işlemi gerçekleştirenin dışında­ ki bir organ tarafından yapılan İrade açık­ laması. (Eşanl. TASDİK.) — A N S İ K L . Huk. Onaylama, onaylanacak işlemin niteliğine göre değişik organlar ta­ rafından yapılır Anayasa’ya göre uluslar­



arası antlaşmaların onaylanması, TBMM' nln onaylamayı bir yasayla uygun bulma­ sına bağlıdır (md.90). Duruşma tutanak­ larının aslına uygunluğu mahkeme baş­ kâtipleri tarafından onaylanır. Özel hukuk alanında sözleşmelerin altındaki imzanın, imzayı atan kişilere alt olduğunu ise no­ ter onaylar. O N A Y L A M A K g. f. 1. Bir şeyi (görüş, düşünce, eylem, davranış vb.) onayla­ mak, onu doğru, haklı, yerinde bulmak, uygun görmek; tasvip etmek: Bu direni­ şinizi onaylıyorum. Söylediklerini onayla­ mıyorum. —2. Bir kararı, bir atamayı vb. onaylamak, onayını belirten bir bildirim­ de bulunmak; tasdik etmek: Genel müdür kararnameleri daha onaylamadı. ♦ onaylanm ak edilg. f. 1, Doğru, haklı ve yerinde bulunmak: Onaylanmayan ka­ ba davranışlar. —2. Sözkonusu yazılı bir belge, karar, yazı vb, ise, yetkili ve ilgili ki­ şice uygun görüldüğünü belirten bir iş­ lemden geçmek: Meclisten çıkan yasa Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak Resmi gazetede yayımlandı. ♦ onaylatm ak ettlrg. f. 1. Bir bölgeyi (bir kimseye, bir makama) vb onaylatmak, onun bir kimsece onaylanmasını sağla­ mak, tasdik ettirmek: Belgelerinizi müdü­ re onaylatacaksınız. —2. Bir şeyi bir kim­ seye onaylatmak, ona kabul ettirmek, ka­ bul ettirmeye çalışmak. O N A Y L A N M A a. Onaylanmak eylemi. ONAYLANM AK -



ON AYLAM AK.



O N A Y LA T M A a. Onaylatmak eylemi. O N AYLATM AK -



ON AYLAM AK.



O N A Y LI sıf. Onaylanmış olan; tasdik edilmiş. * —Huk. Onaylı suret, aslına uygun oldu­ ğu yetkili organlarca doğrulanmış belge. O N A Y S IZ sıf. Onaylanmamış, tasdik edilmemiş. O N B A Ş I a Ask. Silahlı kuvvetlerde er­ den sonraki ilk rütbeyi taşıyan erbaşa ve­ rilen ad. —ANSİKL. Ask. Onbaşı en küçük askeri birlik olan manganın komutan yardımcı­ sıdır (komutan çavuş). Okur-yazar erler arasından, yönetmeliğe göre oluşturul­ muş sınav kurulunca yapılan yazılı ve söz­ lü sınavlarda başarılı olanlardan seçilir Se­ çilenlere rütbeleri (V biçiminde kırmızı şe­ rit) törenle takılır. O N B A Ş IU K a Ask. Orduda erlikten sonra gelen rütbeye verilen ad; bu rütbe­ deki kimsenin görevi. O N B EŞ a. (on beş’ten). Spor 1 . 15 oyun­ cudan kurulu bir rugby takımının tümü. —2. Teniste yapılan ilk sayı. O n b ln le rin d ö n ü ş ü , Genç Keyhüsrev’in ordusuna aldığı paralı yunan asker­ lerinin Asya içlerinden geri çekilişi (İ.Û. 401-400), Keyhüsrev'in ölümüyle sonuç­ lanan Kunaksa savaşı'ndan sonra, yunan askerleri ülkelerine dönmeyi kararlaştırdı­ lar Satrap Tissaphernes, önderlerini gö­ rüşmeye çağırdı ve öldürttü. Yunanlılar aralarında Ksenophon’un da bulunduğu yeni önderler seçtiler. Dağları aşarak, binbir güçlükle Karadeniz’e (Pontos Eukseinos) ulaştılar ve Sinop'tan denize açılarak Trakya'ya vardılar. Başlangıçta 13 000 olan sayıları, Trakya’ya ulaştıklarında 6 000'e inmişti. Ksenophon’un Anabasis’ te anlattığı bu kahramanca çekiliş büyük bir yankı uyandırdı; Yunanlılar’ın coğrafi bilgilerini genişletti ve Pers imparatorluğu’nun güçsüzlüğünü görmelerini sağla­ dı. O N B İN L İK a. On bin lira değerindeki kâğıt para. O N B İR a. (on bir'den). Spor. Bir futbol takımında sahada yer alan 1 1 futbolcunun tümü, (ilk onbir diye adlandırılır.) ♦ onbirter çoğl. a. Esk. tar. Atina’da İ.Ö. VI. yy.'dan önce kurulan ve kurayla belir­



lenen on yargıç ve bir kâtipten oluşan ku­ rul. (Onbirler hapishanelerden sorumluy­ dular, tutuklama dahil suçüstü olayları ko­ vuşturur, yargılar ve ölüm_cezalarının in­ fazına nezaret ederlerdi. Thespia'da da böyle bir kurul, kamu güvenliğini sağla­ makla görevlendirilmişti.) O N B İR O E N a. Geom. On bir açısı, do­ layısıyla on bir kenarı bulunan çokgen. O N B İR H E C E Lİ a Ed. Dizeleri 11 heceli şiir (Türk halk edebiyatında yaygın biçi­ minin durakları 6 + 5 ,4+ 4 +3 ’tür. Milli ede­ biyat akımı şairleri daha değişik duraklar da uyguladılar. Cumhuriyet döneminde A. M. Dıranas, C. S. Tarancı gibi şairler du­ raksız onbirheceli şiirler yazdılar.) O N B İR L İ a. Müz. 1. On bir dereceyle birbirinden ayrılan iki notanın aralığı. —2. Bir sekizli ve bir dörtlüden oluşan aralık. -- 3 . ikinci sesi, bir sekizli daha tiz olan dörtlü aralık (örn. : do3-faJ. —Ed. Bentleri 11 dizeden oluşan şiir. (Di­ van edebiyatında bentleri buna en yakın biçim, "onlu "dur [muaşşer]. Nazım temeli çift sayılı birim [beyit] olduğu ve bentler bunların art arda sıralanmasıyla oluştuğu İçin, bu yolda dize sayısı tek olan beyitler yaygın değildir. Cumhuriyet döneminde ise zaman zaman onbirli şiirler yayımlan­ mıştır. Örn. "ihtiyarlar baladı” , A. ilhan.) O N B İR N İS A N , Şanlıurfa'nın Suruç il­ çesi merkez bucağına bağlı belde; 4 613 nüf. (1990). O N C A sıf. (o adılının eşitlik durumu, o-n -ca). 1. Ona göre. —2. Epeyce, o kadar: Aradan onca zaman geçmesine karşın beni hatırladı. Harcanan onca emek bo­ şa gitti. ONCHO C ER C A a. Asalbil Filariinae altfamilyasından, asalak iplik solucan cinsi. (Onchocerca volvulus, Afrika’da insanlar­ da görülen onkosarkozun asalağı olan filaryadıt ama memelilerde asalak yaşayan başka türler de vardır (örneğin büyükbaş hayvanlarda O. gibsoni ve atta O. cervicalis). O N C İD İU M a. (lat. oncidium; yun. ogkos, yumrudan). Tropikal Amerika’da y e tlşen yalancı soğanlı ya da yalancı soğan­ sız, ama düz ve sert yapraklı çokyıllık or­ kide. (Genellikle gevşek ve eğri büğrü uzun salkım halinde toplu çiçekleri çoğum lukla sarı renklidir. Birçoğu seralarda y e tiştlrilir: Oncidium papilio, O. splendldum, O. carthaginense, O. serratum, O. varicosum, O. tigrinum, O. ornithorhynchum.) O N C O C E P H A LU S a. Tropikal Ameri­ ka’da yaşayan bitkibiti cinsi. (Reduviidae familyası.) O N C O C E PH A LU S a. Saplı çift yüzgeçli, slğilli derili bentlk balık cinsi. (Başlıca türü Florida kıyılarında yaşayan Oncocephalus* vespertilio'dur. Fenerbalığımsılar takımı, Oncocephalidae familyası.) O N C O C E P H A R U S V E S P E R T İR İO a. Antiller denizi'nde yaşayan, kabartılı d e rili kemiklibalık. (Bir rostrumu vardır; ka­ rın yüzgeçleri göğüs yüzgeçlerinin ön tarafındadır. Sırt yüzgeci illicium'a kadar uzanır. Oncocephalidae familyası.) O N C O C E R A S a. Ordovlces devri top­ raklarında çok yaygın kafadanbacaklı yu­ muşakça cinsi. (Kavkıları kısa, hafifçe kambur ve yanlardan basıktır. Notiloldler altsınıfı; Oncoceratidae familyası.) O N C O D İD AE a. Başının son derece kü­ çük ve karnının büyüklüğüyle dikkati çe­ ken ortoraf sinekler familyası. (Karınları şiş ve küreseldir. Larvaları örümceklerde asa­ lak yaşar. Brachycera takımı.) O N C O R H Y N C H U S a. Büyük Okya­ nusta yaşayan, Kaliforniya İle Alaska ara­ sındaki ırmaklara ya da Asya’daki Sibirya ve Japonya ırmaklarına giren sombalığı cinsi. (Sombalığıgiller familyası.) O N C U LA Y IN be. (o+n+culayın). Ona göre; onun gibi.



one-man-ishow ONDALIK a. Onda bir olarak alınan ya da verilen ücret. —Arit. Bir sayının ondalık gösterilişinde, virgülün sağında yazılı olan rakamlardan herhangi biri. (Herhangi bir tabanla gös­ terim haline genişletilir.) ♦ sıf. Arit. On sayısını taban olarak alan. || Ondalık kesir, paydası 10 un kuvvetleri olan kesir. j| Ondalık logaritma, tabanı 10 olan logaritma. || Ondalık sayı, r .10" bir tamsayı olacak biçimde bir doğal n tam­ sayısının var olduğu r oransal sayılarının D kümesinin elemanı. (-* D.) || Ondalık (ya da onluk) sayılama, 10 tabanına göre sa­ yılama. || Ondalık (ya da onluk) sistem, 10 un kuvvetlerini kullanan sistem. (Eşanl. ONLUK.) || Sonsuz ondalık açılım ya da sonsuz ondalık dizi, bir gerçek sayının A, a, a¡...an... biçiminde yazılışı, burada a1 a2...an... ondalık kısmı sonsuzdur. (1 gerçek sayısının sonsuz açılımı 0,33...3... tür.) —Ikt. tar Ondalık ağnam resmi, Osmanlı­ larca, Rumeli'deki hayvan sahiplerinden, sahip oldukları koyun ve keçilerin onda bi­ ri oranında alınan vergi. (Bk. ansikl. böl.) —Mat. çözlm. Bir x pozitif gerçelinin on­ dalık (ya da onluk) logaritması, 10 taban­ lı logaritma fonksiyonuyla x İn görüntüsü. —ANSİKL. İkt. tar. Ondalık ağnam resmi, her mali yıl başında, Rumeli sancağı ta­ rafından “ adedi ağnam resmi” yle birlik­ te mültezimler aracılığıyla toplanırdı. Bu vergiyle ilgili işler Maliye'de “Ağnam ruznamçeciliği” adıyla kurulan bir kaleme ve­ rilmişti. Bu kalemin başında bulunan Ağ­ nam müdürünün Rumeli'nin çeşitli bölge­ lerine gönderdiği sayıcılar kendi bölgele­ rindeki koyun ve keçilerin sayımını yapar, bir deftere kaydederdi. Bu defterin bir ör­ neği merkeze gönderilir, vergi bu kayıtlar üzerinden alınırdı. Saptanan vergi mikta­ rına göre toplanan hayvanlar Çorlu yöre­ sindeki kışlaklarda barındırılır, gerektikçe İstanbul’a getirtilerek kestirilip askere ve­ rilmek ve halka satılmak üzere kasaplara dağıtılırdı. Sonradan, Rumeli'nin merke­ ze yakın vilayetlerinde Ondalık ağnam resmi ile Adedi ağnam resmi birleştirile­ rek, mültezimlere belirli bir miktar üzerin­ den beş-on yıllığına ihale edilmeye baş­ landı. Tanzimat’ın ilanından sonra da hay­ van sayımının hükümetçe atanan memur­ lar aracılığıyla yapılmasına ve hayvan ba­ şına vergi alınmasına karar verildi.



ONDALIKÇI a. Ondalıkla çalışan kimse. ONDATRA a. Zool. B I Z A M SIÇANl'nın eşanlamlısı.



O N D İN İZM a. (fr. ondinisme). Psik. id­ rar boşaltma işlevlerinin erotik bir nitelik kazanması.



ONDMETRE a. (fr. ondemétre’den). Radyotekn. DALGAûLÇER’in eşanlamlısı.



O NDO , Nijerya'nın güney-batısınoa eyalet; 20 959 km2; 5 801 900 nüf. (1990). Merkezi Akure.



ONDOORAF a. (fr. ondographe). Eski­ den bir kâğıda mürekkeple, dönemsel bir gerilim ya da akım eğrisinin biçimini çiz­ mekte kullanılan ve bunun için bir kon­ dansatörün dönemsel olarak dolmasın­ dan ve boşalmasından yararlanan kayıt aygıtı.



O N D O K U ZM A Y IS, Orta Karadeniz bölümünde Samsun iline bağlı ilçe; 28 947 nüf. (1990); 22 köy. Merkezi, Sam­ sun’un 28 km K.-B.'sında, Samsun-Bafra yolu üzerinde Ondokuzmayıs (esk. Ballı­ ca, Engiz), 6 212 nüf. (1990).



ONDURMAK -> ONMAK. ONDÛLATÖR a. (fr. ondulateuı). Telekom. TELGRAF YAZiCisrnın eşanlamlısı.



ONDÚLE sıf. (fr. ondulé). Uzun süre dal­ galı, kıvrımlı kalması için saçlara uygula­ nan işlem; bu işlemle kıvrılmış saç; Saç­ larını ondüle yaptırmak. Ondüle saç. —Kâğ. san. Ondüle karton, bir ya da iki



yüzüne kaplama kâğıda yapıştn ıln nş oıuk lu kâğıttan oluşan karton. || Ondüle maki­ nesi, ondüle karton yapımında kullanılan makine. (Bir çark çifti meydana getiren tılmış iki dişli valsten oluşur; sürekli kâğıt yaprağı bu valsler arasından geçirildiğin­ de oluklu bir görünüm kazanır. Daha son­ ra, iki tutkal valsiyle olukların tepe nokta­ larına yapıştırıcı sürülerek kaplama kâğıt­ larının yapışması sağlanır). —Tekst. Ondüle iplik, az büküm ve¡ ılınit, çok kalın bir iplik ile bu kalın ipliğin üzeri­ ne sarılmış oldukça bükümlü daha ince ipliklerden oluşan iplik. || Ondüle kuma.havlandırma işleminden sonra ön yüzü kı vırcık bir görünüm alan kumaş. O N D Ü LÖ R a. (fr. onduleur). Elektro tekn., Fiz. E V İ R İ C İ 'n i n e ş a n l a n o l ı s , O N E G A , Rusya'da ırmak, Beyaz dsniz’e dökülür. Laça gölünden doğar, One­ ga körfezine ulaşır; 416 km (havzası 56 900 km2). O N E Q A , Rusya'da liman kenti, Beyaz deniz'de, Onega’nın denize döküldüğı yerde; 25 000 nüf. Bıçkıevi. Kimya sana­ yisi. Besin sanayileri. Kereste dışsatımı. O N E O A 36lü , Rusya’nın kuzey-bat!sında göl, yüksek bölümü Karelya Özerk Cumhuriyeti'nde kalır; 9 900 krn2 (en de­ rin yeri 120 m). Tektonik kökenli gölün çanağı, Dördüncü Zaman buzullarıyla aşırı oyuldu. Fennoskandiya tabanın ka yaşlarında biçimlenmiştir; kuzey kıyış kayalık adalarla devam eder ve gir nı çıkıntılıdır. Daha alçak olan güney kıyış buzultaşlı çökellerde oyulmuştur ve en­ gebeli bir kıyı çizgisinin yanında uzar maktadır. Svir aracılığıyla Ladoga gön ne, Beyaz deniz-Baltık kanalı aracıi ğ;,:Beyaz deniz'e bağlanan göl, Rusya'n Avrupa'daki topraklarında yer alan _ ulaşımı sisteminin temel taşlarındandır. O ı r e g i n - Y e v g e n İ y O n e g İn .



O ’ N E İL L (Brian) [öl. Downpatrick 12601 İrlanda kralı (1258-1260). İngiliz vesayeti ne karşı ayaklanan İrlanda kralları fede rasyonu tarafından Alrd Righ seçildi (1258); ama Downpatrick savaşı'nda ye­ nildi ve öldürüldü. O ’ N E İL L (Shane) [1530'a doğr.-öl. 1567], sonuncu Tyrone kralı (1559-1567). 1559’da babası Conn'un yerine geçti 156i’de gilizler'i yendi, krallığını tanıyan kraliçe f zabeth ile uzlaştı (1562). MacDonnelller le O'Donnelller'in aleyhine egemenliğini tüm Ulster’e yaymaya çalıştı. Ama, O'Donnell ler ayaklandılar ve O'NeiH'i yendiler. O ’ Neill, eski düşmanları MacDonnellier’e s, ğındı, ama onlarla anlaşmazlığa düşün ce öldürüldü. O ’ N E İL L (Hugh), 2. Tyrone kontu (1540’a doğr. -Roma 1616). Shaııe D'îJe Win yeğeni. Kuzeni Turlough, onun leh ne tahttan feragat edince (1593) U ls te ı in en güçlü lideri durumuna gelen Hugh O'Neill, Irlandalılar'ın özgürlük mücade­ lesinin başına geçti, 1595'te ingilizler’e karşı ilk başarıyı elde etti, ispanya ile ilişki kurdu ve Hugh O ’Donnell ile ittifak yaptı 1598’de savaş yeniden başladı; O'Neill u Yellow Ford'da kazandığı parlak zafe tuı. İrlanda'yı ayağa kaldırdı Güç durumda kalan Essex’in 1599'da imzaladığı muta rekeyi, Elizabeth onaylamadı ve I600’de Mountjoy’un komutasında güçlü bir ordu­ yu O ’NeiH'e karşı gönderdi. O ’Neill get çekilmek zorunda kaldı. 1601de geieı İspanyol yardımı çok zayıf ve yetersizdi çıkarma güneydeki Kinsale'ye yapıldı O'Neill yardıma koştu, ama ağır bir boz guna uğradı; Ulster’e doğru geri çekildi ve teslim oldu (1603). 1607 de ülkesi, ıceı, ayrılmak zorunda kaldı O ’ N E İL L (Owen Roe), İrlandalI önder (1590'a doğr. - Öİ.1649), Hugh O ’NeiHln yeğeni. Otuz yıl İspanyol ordusunda hız met etti. Ayaklanan İrlanda'ya döndü, 1642’de Ulster ordusu komutanlığını üst-



lenoı ve bağımsızlık partisini canlandırdı. O ’ N E İL L (Eugene Gladstone), amerikalı oyun yazarı (New York 1888-Boston 1953). Serüvenlerle dolu bir gençlik ge­ çirdi. İlk oyunları Provincetown Players topluluğu tarafından sahnelendi (Bound East for Cardiff, 1916; The Moon of the Caribbees, 1918). Tiyatroyu burjuva kural­ larından kurtarmayı ve ona batakhanele­ rin, yük gemilerinin kazan dairelerinin gerçeiv rıiığını sokmayı başardı. Bu gerçekçi­ nde, Strindberg, Nietzsche ve ibsen'in et­ kisiyle. belli bir yazgı duygusu da içeren anlatımcı bir günlük yaşam havası kattı (Beyond the Horizon, 1919; Anna Chris­ tie, 1922). imparator Jones'ta (The Empe­ ror Jones) [1921] tonunu ve kullandığı tek­ nikleri genişletti; simgesel bir cangıl de­ koru içinde, bir zenci diktatörü kendi ken­ disiyle içinden konuşturarak, onun bilinçdışını irdelemeye çalıştı. The Hairy Ape' de (1922), bu hayali soyutlamayı sürdür­ dü. Aynı yöntemi olağanüstü kişilerin yaz­ gısını konu alan yunan trajedisini taklit ederken de kullandı (Araya giren garip oyurı [Strange interlude], 1928; Elektra" ya yas yaraşır [Mourning Becomes Electraj, 1931). Tiyatronun başarısız bir anla­ tım aracından başka bir şey olmadığını göstermek için, Freud'dan sürekli olarak yararlandı. Sonu gelmeyen günler'den (Days Without End) [1934] sonra, The ice­ man Comethie (1946) yeniden ilk tema­ larına, gençliğinin sefil konutlarının anısı­ na (sürekli bir ölüm figürü biçiminde) dön­ dü. Kendi yaşamından esinlenerek yaz­ dığı (1939-1941) ve 1956’da sahneye ko­ nulan son oyunu Günden geceye’de (Long Day's Journey into Night), aile an­ laşmazlıklarının bir iç aydınlanma olana­ ğını büsbütün yok etmediğini gösterdi. Simgecilikle gerçekçiliğin sürekli karışımı, eski Yunanistan’a uzanan esin kaynaklan günlük yaşamın ağır basan yoksulluğu O’Neill I, bütüncü bir tiyatro anlayışına gö­ türdü Temsilin uyandırdığı heyecanın, günlük yaşamda anlatım olanağı bulama­ yan bütün duygulan doyuma ulaştırdığı bir bütüncü tiyatroydu bu. O ’ N E İL L (Terence), baron O ’N eill o f the Maine, kuzey İrlandalI siyaset ada­ mı (Belfast 1914). Birlik partisi üyesiydi, ni­ san 1956’da içişleri bakanı, 1956-1963 arasında Maliye bakanı, 1963'te de Ku­ zey İrlanda Başbakanı oldu. Katoliklerin artan hoşnutsuzluğu karşısında reform yanlısı olan O'Neill, aşırı Protestanların sal­ dırılarına uğradı ve çareyi Parlamentoyu feshetmekte buldu: şubat 1969 seçimle­ rinde yenilgiye uğrayarak istifa etmek zo­ runda kaldı (28 nisan).



8847



İrla n d a U lu s a l kü tü p h a n e s i, D u b lin



Hugh O’Neill 2. Tyrone kontu XV II, yy.'da yapılmış bir gravürden ayrıntı İrlanda Ulusal kütüphanesi, Dublin



A g e n c e in te rc o n tin e n ta le



O ’N E İL L (Alexandre), Portekizli şair (Liz­ bon 1924). Özgünlüğü daha ilk yapıtların­ da belli olmuştu (Temps de fantômes [fr. çev.], 1951; Au royaume du Danemark [fr. çev.], 1958). Yazılarındaki eğretileme ve sozdizimi konusunda özgür tutumu ne­ deniyle gerçeküstücülüğün mirasçısıdır; lirik heyecanla iğneleyici bir hicvi birleşti­ rir (Abandon surveillé [fr. çev.], 1960; Ie Sac aux oreilles [fr. çev], 1979). Metinle­ rindeki deneysele! tavrı onu barok etkile­ rin gözlendiği görsel ve somut bir şiire gö­ türür. O N E fflO P H A N T A a. (yun. oneirophantos, düşte ortaya çıkan dan). 2 400 - 500 m derinlikteki diplerde yaşayan denizhı­ yarı cinsi. (Çok yüksek ve dışbükey bede­ ninin altı yassıdır [karında sürünme olana­ ğı veren bir düzlük oluşturur]. Sırtında sı­ ralar halinde dizilen uzun papillalar var­ dır. Elpididae familyası.) O N U TO P H A N TİT E S a. Tarragona’daki (ispanya) Orta Trias dönemi katmanın­ da bulunan mikalaşmış ince bir kumtaşında kalan iz aracılığıyla bilinen fosil deniz­ hıyarı cinsi. (Elasipoda takımı.) O N E-M A N -S H O W a. (ing. one man show tek kişilik gösteri). Sanatçının sahne­ de tek başına yer aldığı gösteri.



Eugene G ladstone O'Neill



Onesikrates 8848



O n e s I k r a t e s , yunanlı filozof ve tarih­ çi (Astypalea ya da Aighina, 1.Û, 375'e doğr. -öl. İ.Ö. 300'e doğr.). Filozof Diogenes’ln Izleyicilerindendi. Büyük İskender’ le birlikte Hindistan’a kadar gitti ve onun tarihçileri arasında yer aldı.



Kutlu, uğurlu sayılan, beğenilen kimse için kullanılır. —4. Mutlu. ♦ a. Toplulukları, aileleri ya da bireyleri temsil etmek amacıyla kullanılan ayırtedici işaretler; arma. —Antropol. TUTEM'in eşanlamlısı.



O N E -S TE P a. ("bir adım" anlamında ing. sözcükler), iki zamanlı bir müzik eşli­ ğinde her zaman için bir adım atılarak ya­ pılan amerikan kökenli dans. (1925'e doğ­ ru irene ve Vernon Castle dans çifti tara­ fından yaygınlaştırılan one step, fox-trot'un bir türüdür.)



O N G U N (Cemil Sena), türk yazar (Sey­ dişehir, Konya, 1894 - İstanbul 1981). İs­ tanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi fel­ sefe bölümü'nü bitirdi (1917). 1925’te Pa­ ris'e gönderildi; Sorbonrıe Universitesi'nde felsefe öğrenimini sürdürdü. Anadolu ve İstanbul'da çeşitli liselerde felsefe okut­ tu. 1959‘da emekli oldu. Edebiyat, tarih, felsefe alanlarında yaptığı araştırmalarla tanındı. Başlıca yapıtları: Estetik (1931), Al­ lah fikrinin tekâmülü (1934), Psikoloji ders­ leri (1935). Felsefe ve sosyoloji (1943), Bü­ yük filozoflar ansiklopedisi (4 cilt, 1957 -1966), Hz. Muhammet'in felsefesi (1968), insanlar ve ahlaklar (1970).



G M E Ş Tİ -* GHEORGHE GHEORGHİU -DEJ. O n * to n c u p (bir ton kupası anlamın­ da İng. deyim), en eski ve ünlü yelken ya­ rışlarından biri, ilk kez 1896‘da Paris Yel­ ken derneği tarafından düzenlenen yarış başlangıçta en fazla 1 tonluk teknelere açıktı: ancak bugün değişik boydaki yel­ kenliler bu yarışa katılabilmektedir. One ton cup ya da Ton cup rating'gi 27,5 ayak olan yelkenliler arasında yapılır. Ancak bu­ nun yanı sıra Mini ton cup (16,5 ayak tek­ neler), Quarter ton cup (18 ayak), Halt ton cup (21,7 ayak) ve Three Quarter ton cup (24,5 ayak) ve Two tons cup (32 ayak) ya­ rışları da vardır. Gerçek dünya şampiyo­ naları olan bu yarışlar, ollmplk parkur üze­ rinde üç yarışı, bir küçük ve de bir büyük açık deniz yarışını içerir. O N E T T İ (Juan Carios), uruguaylı yazar (Montevideo 1909). 1929-1976 arasında yaşamış olduğu Buenos Aires'te Marcha dergisinin yazıişleri müdürlüğünü yaptı (1939-1974). El pozo’dan (1939) başlaya­ rak tüm romanlarında, çağdaş kent yaşa­ mının karamsar dünyasında hayal peşin­ de koşarken düş kırıklığına uğramış in­ sanların var oluş kaygılarını anlattı: Tierra de nadie (1941), La vida breve (1950), El Astillero (1960), Juntacadâveres (1964). 1974 başında siyasal muhalif olarak tutuk­ landı ve birkaç ay sonra serbest bırakıldı. Madrid’e sürgüne gitti, orada 1979’da y e ni bir roman yayımladı: Dejemos hablar al viento. Ayrıca hikâyeleri de vardır. O N E X , İsviçre'de komün, Cenevre'nin güney-batı banliyösü, 17 000 nüf. O N G A N (Emin), türk besteci (Edirne 1906 - İstanbul 1985). 1927’de girdiği Üs­ küdar musiki cemiyeti'ni 1938'den sonra yönetti ve bu derneğin, küçük bir konservatuvara dönüşmesini sağladı, sayısız öğ­ renci yetiştirdi. İstanbul radyosu’nda uzun yıllar kemancı ve koro şefi olarak görev yaptı. Yapıtlarının çoğu şarkı ya da fante­ zilerdir. En ünlüleri: Gönlümün bir hali var ki... (uşşak), Ömrümün güzel çağı... (bu­ selik), Hasretle yanan kalbime yetmez g i­ b i derdim (suzlnâk), Gittin bırakıp sevgi­ mi soldurmadı yıllar (rast). O N O A N IA (Juan Carlos), arjantinli dev­ let adamı (Marcos Paz, Buenos Aires eya­ leti, 1914). Ordu Başkomutanlığı yaptı, sonra üçlü askeri yönetim tarafından ha­ ziran 1966’da Cumhurbaşkanlığına atan­ dı. Kurduğu hükümet peroncu eylemleri göğüslemek zorunda kaldı. Siyasi buna­ lımı çözmekte yetersiz kalınca, yerine ge­ neral Levingston getirildi (1970). O N Q A R O (Antonio), İtalyan şair (Vene­ dik 1560'a doğr. - ay. y. 1600'e doğr.). Tas­ so' nun Am/n/a'sından esinlenerek pasto­ ral bir masal yazdı (1582). O N Q A R O (Francesco DALL') -♦ DALL’ ONGARO. O N G EN a. Geom. 10 açısı, dolayısıyla 10 kenarı bulunan çokgen. O N G O K E A a. Kongo’da çok bol olan or­ man ağacı. (Bu ağaçtan yağlıboya yapı­ mında kullanılan ve ongokea yağı ya da boleko denilen sıvı bir yağ elde edilir.) O N G U N sıf. 1. Bol ürün veren, çok ve­ rimli şey için kullanılır. — 2 . imar edilmiş, gelişmiş yer için kullanılır; bayındır. —3,



O N G U N C U LU K a. Bir onguna, toteme bağlılık. ( - TOTEMCİLİK.) O N G U N L U K a. Ongun olma durumu; mutluluk, bereket, feyiz. O N G Û Ü O R A T sıf. (fr. onguligrade'dan). Yürüdükleri sırada yalnızca ellerinin ve ayaklarının üstünde duran memeliler İçin kullanılır. (Bütün ongüligratlar toynaklıdır ve tırnaklar toynak halinde gelişmiştir.) O N H E C B Lİ a. Hece vezninin on hece­ den oluşan kalıbı. —ANSİKL. iki duraklıdır: 5 + 5 ,6 + 4 (ya da 4+6), 7+3 (ya da 3+7). Türk halk şiirinin az kullanılmış kalplarındandır. Ahmet Vefik Paşa Moliâre’den yaptığı manzum çe­ virilerde (Tartüf vd.) kalıbın 5+5 duraklı (bazen duraksız) biçimini kullandı. Çağ­ daş türk şiirinde de zaman zaman bu ka­ lıbı uygulayanlar görüldü (ör. "Maziyi yâ­ da daldığım zaman", C. S. Tarancı). O N İ A S I I I (öl. Antiokheia İ.Ö. 170), Yahudiler'in ruhani önderi (185-175). Antio­ kheia Ortodoksluğunu hellenizmin istilası­ na karşı savundu. Selefkiler’in istediği hellenleşmeden yana olan kardeşi lason, onu mevkisinden atıp yerine geçti. Onias III, Antiokheia'ya sığındı ve ihanete uğra­ yarak öldürüldü. O N İK (O K yun onyks, -ykhos, tır­ nak, oniks; bazı bilimsel terimlerin bi­ leşimine giren önek: onikofaji, onikografi. O N İK A Y R O F İ a. (fr. onychatrophie). Tır­ naklarda doğuştan olan ya da edinsel atrofi. O N İK İA D A , rumca Dodekarıssos, Ege denizl'nin G.-D. kesiminde. Menteşe kıyıları önünde yer alan G.-D. Sporadlar’ı oluşturan takımadalara verilen genel ad. Jeolojik literatürde Karia (Menteşe) takım­ adaları. En büyüklerinin (K.'den G.’e doğ­ ru Patmos [Batnos], Leryos [İleryoz], Kallmno [Kelemez], Kos [istanköy], Astypa­ lea [Astropalya, Istanbulya], Nişsyros [İncirliada), Symi [Sömbeki], Tılos [İlkil], Khalkls [Herke], Rodos Karpathos [Kerpe], Kassos [Çoban]) sayısı 12 olan takımada­ ların rumca adı bu sayıdan türetilmiştir (oniki=dodeka; ada=nesos, sözcüklerin­ den). Aslında adaların sayısı daha küçük olanlarla birlikte on İkiden fazladır. Anado­ lu karasının denizaltı doğal uzantısı üze­ rinde yer alan adalann bazıları Türkiye topraklarından çok dar boğazlarla aynlır. Turizm, sünger avcılığı. || Onikiada nomosu, 2 705 km2; 121 000 nüf. Merkezi Ro­ dos. —Tat. Türk deniz gücünün doruk noktası­ na eriştiği dönemde (1522-1538) önce bir bölümü Kanuni Sultan Süleyman, geriye kalanı da sonradan Barbaros Hayrettin Paşa tarafından osmanlı yönetimine katı­ lan Onikiada, Midilli sancakbeyliğine bağ­ landı. Hayrettin Paşa'nın ölümünden (1546) sonra yeniden kurulan Kaptanpa-



şa* eyaletl'nin yönetim birimlerinden biri oldu. Yeni bir düzenlemeyle Kaptanpaşa eyaletinin Cezair-i Bahr-I Sefid eyaleti’ne dönüştürülmesi üzerine (1867) bu kez de Rodos mutasarrıflığına bağlandı. Vilayet merkezi Sakız adasından Rodos'a taşının­ ca Rodos Cezalr-l Bahr-I Sefid'in merkez sancağı oldu (1876). Girit'in Yunanistan'a katıldığını ilan etmesi üzerine (1908), Onikiada'nın yerli halkı kendi aralarında birleşerek osmanlı yönetimine karşı ayaklandıysa da bu ayaklanma kısa sürede bas­ tırıldı. Türk-italyan savaşı sırasında (1911 -1912) adalar İtalyan deniz kuvvetlerince işgal edildi. Balkan* savaşı'nın başlama­ sı üzerine İtalya ile yapılan Uşi* (Ouchy) antlaşması uyarınca Türkler'in Trablusgarp ve Bingazi'den çekilmelerine karşı­ lık italyanlar da Onikiada'yı boşaltmayı ka­ bul ettiler (1912). Ancak, Balkan savaşı' nın türk ordusu için bir bozguna dönüş­ mesi, yunan donanmasının Cezair-i Bahr-I Sefid'in öteki adalannı da işgal etmesi, bu boşaltma işini aksattı; Babıâli Onikiada' nın Italyan işgalinde kalmasını güvenlik açısından gerekli bir önlem olarak gördü. Balkan savaşı'na son vermek için topla­ nan Londra* konferansı'nda Mldye-Enez hattı Balkanlarda kara sınırı olarak kabul edilirken, Onikiada’nın da Anadolu'nun güvenliği bakımından geçici bir süre için büyük devletlerin yönetimine bırakılması önerildi. Ancak, sonuçta bu adalar öne­ riye şiddetle karşı çıkan italyanlar'a bıra­ kıldı (1913). Birinci Dünya savaşı'nda (1914-1918) Osmanlı devletinin karşısında yer alan İtalya, Uşi antlaşması'nın geçer­ siz kaldığını bildirerek Onikiada'yı kendi topraklarına kattığını resmen duyurdu. Sa­ vaştan sonra Yunanistan da adalar üze­ rinde hak iddia etmeye başlayınca, Yu­ nanlılar ile italyanlar arasında bu konuda yapılan görüşmelerde Onikiada’nın Yuna­ nistan'a bırakılması karara bağlandı (1920). Ancak, İtalya’da Mussollnl'nln İk­ tidara gelmesi (1922), bu kararın uygulan­ masını engelledi. Türkiye, Onikiada üze­ rindeki egemenlik hakkından, kendi kıyılanna pek yakın bulunan ve nüfus çoğun­ luğu Türkler'de olan Meis (Kızılhisar), Symi (Sömbeki), Pharmakonisi, Gaydaroniso (Eşek) adalarının geri verilmesi koşu­ luyla Lozan* antlaşması'nda vazgeçti (1923). Ancak, daha sonra Ankara'da ya­ pılan ve Ankara antlaşması'yla (1931) so­ nuçlanan görüşmelerde sadece askerden arındırılması koşuluyla adaların İtalyan egemenliğinde kalması kabul edildi, ikinci Dünya savaşı'na kadar İtalya Onikiada'yı "isole italiana delTEgeo” (Ege denizi İtal­ yan adaları) adını verdiği özel bir sistem­ le yönetti, ikinci Dünya savaşı sırasında İtalya’nın Yunanistan'a saldırması, daha sonra adalardan çekilen İtalyan birlikleri­ nin yerini alman kuvvetlerinin alması, Onlkiada konusunu yeniden siyaset sahne­ sine çıkardı. Almanlar adaları boşaltırken, Türkiye'ye yaptıkları adaları işgal etme önerisi İnönü tarafından reddedildi. Onlklada Ingiliz kuvvetlerince işgal edildi (1945). Paris antlaşması (1947) ile de Oni­ kiada Yunanistan’a devredildi (1948). Böylece Onikiada, özellikle karasuları, asker­ den arındırılma, fır hattı, havaalanları, ba­ lıkçılık gibi sorunlarla o tarihten bu yana Türkiye İle Yunanistan arasında sürekli bir anlaşmazlık konusu olarak kaldı. O N İK İO E N a. Geom. 12 açısı, dolayısıy­ la 12 kenarı bulunan çokgen. O N İK İH E C E L İ sıf. 12 hecesi olan. ♦ a. 12 heceli sözcük ya da dize. O n lk lle r . Tar. Tanzimat döneminin ba­ kanlar kurulu; Heyeti vükela. (Bayramlaş­ ma [muayede] törenlerinde tahtın solun­ daki saçağın sırayla öpülmesi sırasında, sadrazamla nazırlar için bir protokol teri­ mi olarak kullanılırdı.) O N İK İL İ sıf. Arit. Tabanı 12 olan basa­ maklı sayı sistemine denir. (Kimileri, özel­ likleri bulunması dolayısıyla, ondalık sistem yerine bunu kullanmayı önermişlerdir.)



onikomikoz O N İK İL İK a. Nümism. Mahmut II döne­ minde (1808-1839) bastırılan altın sikke. (Adliyye ya da adli altını da denir.) O N İK İN a. (fr. onychine). Tırnak keratlnl. « O N İK İP A R M A K B A â lR S A â l a. Anat. incebağırsağın başlangıç bölümü. (Eşanl. DUODENUM.)



—ANSİKL. Anat. Onikiparmakbağırsağı pankreas başının çevresinde halka biçi­ minde kıvrılır ve karnın arka duvarına bi­ tişik olarak, omurganın ve aortun önün­ de bulunur, incebağırsağın geri kalan kıs­ mından sabit olmasıyla ayrılır. Başka bir özelliği de pankreasla gerçek bir bütün oluşturmasıdır. Onikiparmakbağırsağı mi­ de kapısından (pilor) başlar ve incebağırsakla birleştiği dirsekte sona erer; ortala­ ma uzunluğu 25 cm'dir. Onikiparmakbağırsağı dört kısma ayrı­ lır: geniş olan birincisine bulbus denir ve karaciğerin tepesi hizasına denk gelir; di­ key ve iniş aşağı olan İkincisi sağ böbre­ ğin damar ve üreterini örter; yatay olan üçüncüsü alt ve üst mezenter damarları arasında aortu çaprazlar; sonuncu kısmı ise hemen hemen dikey biçimdedir, ikin­ ci kısmın iç yüzü koni biçiminde iki küçük çıkıntı gösterir: üstteki küçük tümsekçiğe Santorini kanalı açılır; alttaki küçük kabartı ise "Vater ampulü" denen boşluktur ve koledok kanalıyla VVİrsung kanalı birlikte ya da iki ayrı delikle buraya açılır. Onikiparmakbağırsağı çoğunlukla ülser olan bir yerdir; buna karşılık, hiçbir zaman burada kanser başlamaz. —Karş. anat. Onikiparmakbağırsağının başlıca özelliği, Brünner bezleri denilen özgül bezlerin varlığıdır ve yalnız meme­ lilerde bulunur; kuşlarda onikiparmakbağırsağı kıvrımından söz etmek yanlıştır.



1, 2, 3, 4: o n iK p a rm a k b a ğ ırs a ğ ın ın 4 kısm ı



O N İK İ-S E K İZ L İK a. Her zamanında üç sekizlik bulunan, on İki sekizlikten oluşan dörte zamanlı ölçü. (Anahtardan sonra ya­ zılan - — kesiriyle gösterilir.) 8 O M İK İT E L L İ a. Kısa ve kalın saplı bağ­ lama türü. (Teknesi, divan sazınınki kadar iridir. On İki teli vardır. Bunlar üçer üçer akortlanır. Düzeni, tanbur akorduna ben­ zer: Onikitelliyle özellikle Kahramanmaraş ve Çankırı köylerinde samahlar seslendi­ rilir: Tel sayısının, On iki imam’ı ya da on iki hizmet aşkını temsil ettiği öne sürülür.) O H İK İT O N C U sıt. Müz. Onikiton tekni­ ğine ilişkin. ♦ sıt. ve a. Onikiton tekniğini kullanan besteci. O N IİK İT O N C U L U K a. Müz. Batı nın tampere kromatik ıskalasındaki 12 sesin de kullanıldığı besteleme tekniği. — ANSİKL. Onikitonculuk ("dodécapho­ nisme") terimini ilk kez, introduction à la musique de douze sons (On iki ses mü­ ziğine giriş) [1949] adlı yapıtında René Lei-



bowitz kullandı. Bu tekniği 1920’lerin baş­ larında tasarlayan ve kullanan Schönberg'dir. Onikitonculuk, ne diziselciliğin, ne de eksensizliğin eşanlamlısıdır Bir mü­ zik hem dizisel, hem eksensiz, hem de onikitonlu olabilir; nitekim Schönberg’in yapıtlarının çoğu böyledir. Ama bu terim­ lerden yalnız birisiyle adlandırılan müzik­ ler de olabilir. Bu 12 ses, zaten tampere kromatik gamda vardı. Ama Schönberg için sözkonusu olan, 1907'den başlayarak "serbest eksensiz” denilen yapıtlarıyla kullanımına son verdiği eksenli düzenin yerini, büyük biçimlere ve çok sıkı biçim­ de kurgulanmış bir müziğe dönüş olana­ ğı tanıyan yeni bir düzenin almasıdır. Bu­ nu yapmak için Schönberg eksenli müzi­ ğin notalar arasındaki hiyerarşilerini, "kar­ gaşaya yol açmadan” , -hiç olmazsa ku­ ramsal olarak- sistemli bir biçimde yok edebilmek için, onikitonlu diziye başvur­ du: başka türlü söylemek gerekirse, -ken­ disinden sonra çok daha uzaklara götürü­ len- dizi ilkesini açıkladı ve bunu kroma­ tik gamın 12 sesine uyguladı, ama bunu yalnızca seslerin yükseklikleri konusunda yaptı. Schönberg dizisi, herhangi bir dü­ zende, kromatik gamın 12 sesinden her birinin birer kez kullanılmasından başka anlam taşımaz. Böyle düzenlenebilecek 479 001 600 olası dizi vardır. Bir yapıtın temelinde çeşitli ölçütlere göre besteci ta­ rafından seçilen kesin bir dizi yer alır. Bu dizi, burada farklı biçimlerde kullanılabi­ lir: özgün, geriye dönüşlü (son notadan birinciye), çevirimlenmiş (aralıkların yönü değiştirilerek) ya da hem geriye dönüşlü hem de çevirimlenmiş olarak. Bu 4 du­ rumdan her biri, aynca kromatik ıskalanın öbür 11 derecesi üzerine de aktarılabilir. Aynı dizinin, 48 ayrı biçimde kullanılabil­ mesi bundandır (doğaldır ki, dizilerin 48 ayrı kullanım biçimi, 479 001 600 topla­ mına dahildir); besteci bir diziyi istediği gi­ bi düzenler. Bunlara, yatayla düşeyin öz­ deşliği ilkesi (dizinin notaları ister art ar­ da, isterse eşzamanlı olarak duyulsun); di­ zisel bakımdan, hangi sekizliye ait olursa olsun, aynı adı taşıyan notaların birbirine denk olduğu ilkesi ve son olarak, dizinin bir sunuluşunu bir sesten öbürüne aktar­ ma ve/ya da dizinin, çeşitli sunuluşlarını ayrı seslerde eşzamanlı olarak duyurma olanağı da eklenir. Tüm bu işlemler, ilke olarak dizinin biçimlendirmediği ritim, çalgılama, yoğunluk etmenlerini de kapsar. Schönberg, Berg ve Webern arasındaki basit bir karşılaştırma, dizisel onikitonculuğun teknik ve anlatım olanaklarının ge­ nişliğini gösterir. Bununla birlikte, bugün geriye dönüp bakıldığında bu teknik, dev­ rimci özelliklerinin ötesinde tampere gam­ daki 12 yarım sesin tümünün de kullanıl­ ması yolundaki nihai girişim olarak görü­ lür Demek ki, batı müziğinin en köklü ge­ leneklerinden hareketle geliştirilmiştir. Ok­ tavın egemenliğini ve yüksekliklerin (da­ ha doğrusu aralıkların) öteki müzik para­ metrelerine üstün tutulduğunu farketmesi de bunu kanıtlar. Onikitonculuk, eksensizllğln ve diziselciliğin, özel ve oldukça sı­ nırlı bir türüdür. Ama batı müziğinin geli­ şimine, diziselcilik kadar katkısı olmuştur O N -İK İY E -O N a. Tekst. Büyük karelerin den her biri tabanında on ikiye, yüksekli­ ğinde İse ona bölünmüş desen kâğıdı. O N İK İY Ü Z L Ü a. Geom. 12 yüzlü katı cisim. —ANSİKL. Geom. Onikiyüzlülerden dördü düzgündür; biri Platon oniklyüzlüsü öbür üçü de Kepler-Poinsot çokyûzlülerinin üyeleridir. (İki yıldız onlkiyüzlü Kepler ta­ rafından [XVI. yy ); büyük onikiyüzlü Poinsot tarafından [XIX. yy.) bulunmuştur.) Küçük ve büyük yıldız onikiyüzlü şu bili­ nen biçimiyle Euler-Poincarö teoremini gerçeklemez: Y+K=A+2, burada Y yüz sayısı, K köşe sayısı, A da ayrıt sayısıdır. Bu durum onikiyûzlülerin uzun süre Sllinmeyişlerini ve hatta Schlâfli gibi birtakım matematikçilerce kabul edilmeyişlerini açıklar.



O N İ K O D İ S M O R F İ a. (fr. onychodysmorphie). Tırnaktaki biçim bozukluğu.



8849



O N İ K O D İ S T R O F İ a (fr onychodystrophie). Tirnakların beslenme bozukluğu. O M İ K O F A J İ a. (fr. onychophagie). N A K ’ YEME'nin eşanlamlısı.



T IR ­



O N İ K O F G R L A R a. (lat. onychophora' dan). Zool. Sırtı bombeli, karnı düz, bir­ çok ayağı, yani lopopotları bulunan, sü­ müklüböceği andıran bedenli eklemba­ caklılar sınıfı. (Bil. a. Onychophora). —ANSİKL. Küt ayakları bir çift tırnakla do­ nanan, ön ucunda uzun ve halkalı duyar­ galar bulunan bu hayvanların yuvarlak gözleri duyargalarının dibindedir; karın yüzündeki ağzının dip kesiminde iki çift çene yapracığı bulunur. Onikoforlar nemli yerlerde, ırmakların yamaçlarında ve or­ manlarda taşların, devrilmiş ağaçların, çü­ rümüş odunların, ölü yaprakların altında yaşarlar; ılıman iklimli bölgeler dışında her yerde bulunurlar. Sülük gibi oldukça ya­ vaş yürüyen hayvanlardır: dakikada 50 cm yol alabilirler. Derileri, ayaklarının di­ bindeki koksa keseleriyle ve trakelerle (de­ likleri bedeninrher yanına dağılmıştır) so­ lurlar. Üzerlerirfe yapışkan bir sıvı (bunu salgılayan özel bir bez vardır) fışkırtarak yakaladıkları böceklerle beslenirler. Yavru­ larını canlı doğururlar İki familyaya dağıl­ mış 80 kadar türü bilinir: ekvator bölge­ sinde yaşayan Peripatidae ve Güney yarıküre'de yaşayan Peripatopsidae familya­ sı üyeleri. Boyları 2-15 cm arasında deği­ şir. O N İ K O G R Â F a. (fr. onychographe). Tır­ nak altındaki kılcal damarların zonklama­ larını kaydeden aygıt.



Y



K



A



12



12



30



küçük yıldız onikiyüzlü



Y



K



A



12



20



30



büyük yıldız onikiyüzlü



O N İ K O G R A F İ a. (fr. onychographie). Fizyol. Onikografla elde edilen kayıt. O N İ K O G R İ F O Z a. (fr. onychogryphose). Tırnağın, bazen çok büyüyüp sertleştiği ve bazen yön değiştirerek yük­ selip koç boynuzu biçiminde kıvrıldığı şe­ kil bozukluğu. (Özellikle ayak başparma­ ğında görülür.) O N İ K O J E N sıf. (fr. onychogdne). Dokubil. 1. Tırnak oluşumuyla ilgili olana denir. —2. Onikojen gelişme, Malpighi tabaka­ sı hücrelerinin keratinleşmek ve tırnağı oluşturmak için geçirdiği gelişme.



Y



K



A



12



12



30



büyük onikiyüzlü



O N İ K O K S İ S a. (fr. onychauxis). Tirnak tabakasının kalınlaşması. O N İ K O L İ Z a. (fr. onycholyse). Patol. Tir nağın serbest kenardan başlayarak par­ maktan ayrılması. O N İ K O L O J İ a. (fr. onychoiogie). Tip. Tır­ nağı inceleyen bilim dalı. O N İ K O M A D E Z a. (fr. onychomadĞse). Patol. Tirnak kökünün parmaktan ayrılma­ sı ve tırnağın yüzeysel tabakasının bozul­ ması. (Tırnağın düşmesine neden olabi­ lir.) O N İ K 0 M A L A 8 İ a. (fr. onychomalacia). Patol. Tirnakların yumuşaması. O N İ K O M İ K O Z a. (fr onychomycose). Patol. Mantarlardan ileri gelen tırnak ilti­ habı. (Eşanl. TIRNAK MİKOZU.) —ANSİKL. Onikomikoz dermatofit mantar­ lardan (çoğunlukla Trichophyton rubrum ya da T. interdigitalis) maya mantarların­ dan (Candida albicans) ya da küf man­ tarlarından (Scopulariopsis brevicautis) ileri gelebilir. Trichophyton oniksisi, tırnağın ucundan başlar Tirnak kalınlaşır, sarı bir renk alır ve süngerimsi bir görünüm edinir (hasırsazı özeği görünümü). Hiçbir iltihap belirtisi yoktur; Candida albicans'tan ileri gelen oniksisin tersine bunda perioniksis de gö­ rülmez. Candida albicans oniksisi genel­ likle bir tırnak çevresi iltihabı (perioniksis) ile başlar (mikroplu perloniksten ayırt et­ mek güçtür). Ondan sonra tırnak yeşilim­ si bir renk alır, çiziklerle kaplanır ve kırıl­ gan bir maddeye dönüşür. Küf mantarlarından ileri gelen oniksis,



Y 12



K 20



A 30



Leonardo d a Vinci tarafındım çizilen onikiyüzlü (F ra Luca Pacioli’nin De divine proportioned içi n)



onikomikoz yaşlı kişilerde ayak başparmağının siyah­ laşması ve çoğu zaman sanmtırak bir renk almasıyla ortaya çıkar



8850



O N İK O P ATİ a. (fr. onychopathie'den). Her tür tırnak hastalığı. (Eşanl. ONİKOZ.) O N İK O P O Y E Z a. (fr. onychopbiĞse). Tır­ nak oluşumu. O N İK O P T O Z



a. (fr. onychoptose). TIRNAK* DÜŞMESİ'nin eşanlamlısı.



O N İK O R E K S İ a. (fr. onychorrhexie den). Tirnaklarda uzunlamasına beliren, çatlak. O N İK O S K İZ İ a. (fr. onychoschizis). Tır­ nakların serbest kenarlarının kat kat çat­ laması.



N e lly B a h a n a



oniks



(S ibirya'da çıkarılmıştır)



L a u ro s -G ira u d o n



O N İK O IİL O M A N İ a. (fr. onychotillomanie). Patol. Tırnaklan ve çevresini berele­ me alışkanlığı. O N İK O Z a. (fr. onychose). 1. ONIKOPA Ti'nin eşanlamlısı. —2. Trnaklarda görü­ len trofik hastalık ya da bozukluk. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Onikozlar, aşağıdaki hallerde ortaya çıkan beslenme bozukluklarıdır: 1 . doğuştan şekil bozuklukları: tırnak yoklu ğu (anoniki), tırnak atrofisi (onikatrofi) ya da tırnak hiperatrofisi (paşyoniki), tırnak kalınlaşması (skleroniki), yanlamasııe eğ­ rilme,, cırnak biçimi tırnak (onikogrifoz), uzunlamasına çizik sedefsi tırnak; 2 . trav­ malar; yaralanma, tırnak kopması, tırnak batması, tırnak yeme; 3. çeşitli deri has­ talıklarının tırnakta yerleşmesi: sedef has­ talığı (özellikle), egzama, pelat, eritrodermi, pemfigus; 4. ateşli hastalıklar: bir ame­ liyat ya da doğum sonrası; sinir hastalık­ ları, avitaminozlar, zehirlenmeler, çoğun­ lukla lökonikl biçiminde ortaya çıkan kan hastalıkları (örneğin siroz, talyum zehirlen­ mesi) ya da renk değişimleri (dolaşım bo­ zuklukları sonrası kırmızı tırnak. Addison hastalığı gibi ya da hemosideroz gibi melanopatilerde siyah tırnak, sanlıkta sa ı tır nak [ksantoniki] vb.). O N İK S a. (lat. onyx; yun. onyks, tırnak ‘-tan). Miner. Çeşitli renkte eşmerkezli ko­ şut katmanlarıyla ve güzel görünüşüyle ayırt edilen akik türü. —ANSİKL. Görünüşü silisli oniksi andıran bir kalsit türüne kalker oniksi ya da Ceza­ yir oniksi adı verilir. Cezayir'de işletme ha lindeolan kalın damarlar biçiminde bulu nur. • Türkiye'deki en önemli oniks yatakları Denizli ve Kırşehir'de bulunur. Denizli'de, Gölemezli, Kızılcabölük, Vakıf köylerinde bulunan beyaz renkli, gri damarlı oniks ya­ takları 1 milyar m 3 mümkün rezerv içerir. Kırşehir'de il merkezine 10 km uzaklıkta ki Karıncalı köyü yakınlarındaki mağara larda bulunan, sarkıt ve dikitler biçin illi­ deki oniks mermerleri büyük parçalı ve çokrenklidir; sarı ve yeşil Avcıköy oniksi üstün nitelikli bir türdür. —Süslem sant. Antikçağ'da kameo ve mühûrtaşı üretiminde kullanılan oniks, sonradan altın ve yaldızla kaplanmış va­ zoların ve kupaların yapımında kullanıldı. O N İK S İS a. (fr. onyxis). Patol iltihaplı tır­ nak hastalığı. —ANSİKL. Mantarlara bağlı tırnak hasta lıkları (onlkomikozlar) oniksislerin en sık rastlananlarıdır. Her yerde görülen enfek­ siyon mikroplarından (stafilokok, strepto­ kok) ya da tırnağa yeşil bir renk veren piyosiyanik basilden ileri gelen mikroplu oniksisler de vardır. O N İK Y U M a. (lat. onychium). Zool. 1. Böceklerde, tırnakları taşıyan tarsusuı son eklemi. —2. Bazı örümceklerde ayak­ ların son eklemi.



yaldızlı güm üş ve oniksten ibrik bizans sanatı, X. yy. S a t Marco hâzinesi, Venedik



O N İL A H Y , M adagaskar’ ın güney -batısı’nda ırmak, Toleara nın G.’inde ge­ niş bir haliçle Mozambik boğazına dökü­ lür. Bazı bölümleri ulaşıma elverişli olan ıı maktan daha çok sulamada yararlanılır O M İR İZM a. (fr onihsme). Psik DÖŞSELLlK’in eşanlamlısı.



N İB O JS M sıf. ve a. (fr. onirogèné). Eczc., P s i k . H A L ü S İ N O j E N ' i n e ş a n l a m l ı s ı . A N İR O LO Jİ a. (fr. oniroiogie). Ruhbll. RÜYABİLİM’In eşanlamlısı. O N İS C O İD E A a. Tespihböcekleri alttamı. (Kabuklular sınıfı, eşayaklılar takımı.) •■VHÜSC’J # a. (yun. oniskos, tesplhböceğl'nden). Bahçelerde, seralarda ve mağaıalarda çok yaygın tespihböceği cinsi. (Oniscoidea alttakımı; Oniscidae f a m i l y a ­ sı.) O N İT İS a Eski Dünya’nın sıcak bölge­ lerinde yaşayan bokböceği cinsi. (Özellik­ le Afrika ve Hindistan'da bol bulunan Oni3 cinsi üyelerinin alışkanlıkları Copris'leokiyle aynıdır. Akdeniz bölgesinde Oniiıs bellal g\b\ bazı üyelerine rastlanır. Yaprakduyargalıgiller familyası.) O H İT S H A , Nijerya'da (Anambra eya>ti) kent, Nijer'in sol kıyısında; 328 300 nüf. (1991). Besin sanayileri (biracılık). O N K (cebel) — E l U nk (cebel). ’ M K O P Ç R M İT a (fr onchodermite). Asalbil. Onkoserkozda görülen deri mu­ koza lezyonu. O N K O JE N sıf. (fr. oncogène). Ur, özel­ likle kötücül ur yapabilen. (Kanserojen de denir.) O N K O JE N E Z a. (fr. onchogenèsé). Tip. rların doğuşunun incelenmesi. -TN KO Ü T a. (fr. oncolithe ya da onco:e). Yerbii. Yumurta biçiminde, boyutu mi, s: e ile santimetre arasında değişen ki: şii taşlaşma; bir çekirdek çevresinde bikmiş suyosunu kökenli eşmerkezli kat­ manlardan oluşur. O N KO LO G ya da O N K O L O J İ3 T a (fr oncologue ya da oncologiste). Onkoloji uzmanı hekim. O N K O L O Jİ a. (fr. oncoiogie). Tip. Özel­ de kötücül urları inceleyen bilim. (Kötü■arın incelenmesi durumunda KANSERBİLlM'in eşanlamlısı.) O n k o lo ji e n s titü s ü , Ankara’da Hacet­ tepe ünlversitesi’ne bağlı olarak onkoloji (urları inceleyen tıp dalı) alanında lisansüsiü eğirim; temel, klinik uygulama ve epidemlyolojik konularda araştırma yapan yükseköğretim kurumu. Temel onkoloji anser etlyolojisı, kanser biyokimyası, kanser genetiği, tümör biyolojisi ve immüolojisi, deneysel onkoloji), klinik onkolo(medikal onkoloji, pediatrik onkoloji, tü­ ner patolojisi) ve prediatrik onkoloji olmak üzere 3 anabilim dalında etkinlik gösterir. 0 0 0 yataklı üniversite hastanesinde her ırlü kanser cerrahisi yapılabilmektedir, vyrıca usnser kemoterapisi, diagnostik ve rrapötlk radyoizotop olanakları ile bilgi­ sayarlı beyin tomografisi de vardır. ■»NKOLOJİST -



O N KO LO G .



O N K O S ER K O M a. (fr. onchocercome). ■salbıl. Onkoserkozun kistlk lezyonu. ‘ M K O S H 1 K O Z a. (fr. onchocercose). --T ( 1\'hty.ıerca volvulus ile bunun mikTHryaiarından ileri gelen deri filaryozu. —ANSİKL. Hastalığa Orta Amerika'da ve lemen'de rastlanır. Fakat, gözlere de yer­ leştiği için özellikle Tropikal Afrika’da çok tehlikelidir. Burada yirmi milyondan fazla insanın bu hastalığa tutulmuş olduğu bi­ linmektedir. Onkoserkoz, dünyada körtürün ikinci sıradaki nedenidir 1975'ten be­ ri, asalağı bulaştıran sineklere karşı geniş çapta bir savaş yürütülmektedir (1982’de onkoserkozu kontrol programı 750 000 Km: "yi kapsamaktaydı). Asalağı taşıyan ve ; ulaştıran Simulium damnosum türü kü.: nk sineklere karşı girişilen kimyasal ve blvolojik savaş, hastalığı geriletmişse de kö­ künü kazıma olanağı henüz bulunama­ mıştır. Bunun için 1 300 000 km2’lik a l a ­ n ın kontrol edilmesi gerekmektedir. Tnkoserkoz, derideki belirtileriyle (onkodermit), kistlerle (onkoserkom) ve göz­ de yaptığı lezyonlarla tanınır.



Deri sendromu, kaşıntı, filarya uyuzu, (krav-krav, sahil yılancığı ya da Orta Ame­ rika'da morado hastalığı), renklenme bozukluklan ("leopar derisi” görünümünde vitillgo, Yemen’de şovda denen aşırı deri renklenmesi) ve deride beslenme bozuk­ lukları ("kertenkele derisi" görünümünde deri kalınlaşması) gibi çeşitli lezyonlarla kendini belli eder. Kist sendromu, bezelye tanesinden mandalina büyüklüğüne kadar değişebi­ len küçük düğümcüklerin varlığı ile belli­ dir Kistler bir kişide 1 ila 15 tane olabilir, ağrısızdır, İçlerinde erişkin filarya bulunur (dişisi 50 cm x 360 il, erkeği 3 cm x 130 y). Göz sendromu, bazen on on beş yıllık bir gelişmeden sonra ortaya çıkar ve mikrofilaryalar tarafından meydana getirilir, bütün korneayı saydamsız hale getirebi­ len noktalı keratit lezyonlarını, çeşitli iris lezyonlarını ve Ridley korlyoretlnitinl kap­ sar. Tedavi, suramin (filarya öldürücü) ve dietilkarbamazin (mikrofilarya öldürücü) ile yapılır ¡vermektin denen maddenin daha etkili olduğu sanılmaktadır. —'Yet. Onkoserkoz atta ve sığırlarda gö­ rülür Sığırlarda, 3 cm çapında deri altı şiş­ likleri yapar Atlarda onkoserkoz cıdağı ağ­ rılarına ya da topallamalara neden olabi­ lir O N K O S FE R sıf. (fr. oncosphöre). Onkosfer embriyon, üç çift çengeli olan bir şerit (asalak yassışeritlerln kurdu) embri­ yonu. (Örneğin tenyalarda bir embriyofor içindedir.) O N K O S İT a. (fr. oncocyte). Dokubll. Sitoplazması okslfil tanecikli, şişkin, içinde aşırı sayıda mitokondrl toplanmış dan hücre. (Onkosltlere çeşitli hastalıklarda, özellikle tiroit, paratiroit, tükürük bezi, böb­ rek urlarında [onkositom] rastlanır.) O N K O SİTO M a. (fr. oncocytome). Patd. anat. Onkositlerden oluşan iyicil ur. O N K O T İK sıf. (fr. oncotique). Biyoklm. Proteinlere özgü ve iyon derişiminden ba­ ğımsız geçişim (osmoz) basıncına denir. (Kan sıvılannın damardışı sıvılara karşı kul­ landığı osmoz basıncı budur.) O N LA R a. (on’dan). Arit. On tane birim­ den duşan g a ip (Ondalık sayılamada, bir tam sayının yazılışındaki sağdan İkinci ra­ kam onların sırasını gösterir.) O n la r e r m iş m u ra d ın a , türk masalla­ rının bitişinde kullanılan kalıplaşmış söz­ lerden biri. Masalın mutlu sona ulaştığı­ nı, kahramanların isteklerini elde ettiğini belirtir. Ardından gelen “ biz çıkalım kerevetine” sözü, masalın düşsel dünya­ sıyla gerçekliğin karşıtlığını gülmeceli bir biçimde ortaya koyar. O n la r g ru b u , aralannda Nedim Günsür, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız, Orhan Peker, Mehmet Pesen, Adnan Varınca gibi ressamların yer aldığı sanatçı topluluğu­ nun adı. Çoğunluğunu Devlet güzel sa­ natlar akademisi Bedri Rahmi atölyesi öğ­ rencilerinin düştürdüğü grup, 1947’de or­ taya çıktı; beş yıl kadar etkinlik gösterdik­ ten sonra dağıldı. Ortak ve özgün bir sa­ nat felsefesi geliştirmemelerine, bu mi­ denle de yeterince etkili dmamalarırıa karşın, öğretmenleri Bedri Rahmi Eyütooğlu’nun "leke, çizgi, benek, renk" kura­ mını benimseyerek kişisel üslup araştır­ malarında yeni duyarlıklara yönelmeyi, 1960’ların resmine canlılık getirmeyi ba­ şardılar. O n la r g r u b u , sanayileşmiş başlıca on kapitalist ülkenin (Amerika Birleşik Dev­ letleri, Almanya, Ingiltere, Fransa, Japon­ ya, Kanada, İtalya, İsveç, Hollanda, Bel­ çika) 1962 yılında Uluslararası para fonu içinde, uluslararası ödemeler durumunu ve İMF’den alınacak borçlar konusunu döviz ihtiyaçları açısından incelemek ve pazarlık güçlerini artırmak amacıyla oluş­ turdukları grup. Grup daha sonra, ulusla­ rarası para sisteminde reform yarıma amacı da edindi.



Ontario O N LAY a. (ing. onlay; on, üstüne, ve to tay, koymak). Dişç. cerr. Bir dişi onarmak ya da bir köprüyü tutturmak için, dişin taç kısmını kısmen ya da tamamen örten akıt­ ma altın ya da platine altın kaplama. O N LU sıf. On kişi ya da on birim içeren şey için kullanılır. ♦ a. Oy. Küçük kâğıtların en büyüğü. Üzerinde cinsinin on tane işareti bulunur ve oyununa göre on sayı değerini taşır ya da taşımaz. (Onluya, aynı adı taşıyan oyunda "manilla” denir.) —Müz. Bir üçlü aralıkta, ikinci sesin bir se­ kizli daha tiz olarak kullanılmasıyla elde edilen 10 dereceli aralık. || On çalgı için yazılan parça. (Çoğu kez dörtlü modeli­ ne göre kurgulanır.) —Tem. parç. Kuvvetli etkileşimlerin yakla­ şık (SU3) birim bakışımının bir gösterimi­ ne karşılık gelen, 3/2 spinli ve pozitif pariteli on baryonluk küme. O N L U K a. On lira (eskiden on para, on kuruş) değerindeki para. — A r i t . O N D A L I K 'ı n e ş a n l a m l ı s ı .



♦ sıf. 1. On birimden oluşan ya da on birim alabilen şey için kullanılır: Onluk sı­ ralar. —2. On üzerinden tam not alabile­ cek değerde olan: Onluk öğrenci. Onluk bir ödev. —Arit. O N D A L I K 'ı n e ş a n l a m l ı s ı . O N L U K O S M A N İ a. Nümism. OSMAN i'n in e ş a n la m lı s ı.



O N M A D IK sıf. 1. Talihi yolunda gitme­ yen, bir türlü başı dertten kurtulmayan kimse için kullanılır: Onmadık hacıyı Ara­ fat’ta yılan sokar (atasözü). —2. Bereket­ siz: Onmadık yılın yağmuru harman vak­ ti yağar (atasözü). — 3. Onmadık baş, ta­ lihsiz kimse. O N M A K g ç z f.1 . Bir kimse sözkonusuysa, erinç ve mutluluğa kavuşmak: Kardeş kardeşin ne öldüğünü, ne onduğunu is­ ter (atasözü). —2. Hasta bir kimse sözkonusuysa, sağlığına yeniden kavuşmak; hastalıktan kurtulmak, iyileşmek. ♦ ondurm ak ettirg. f. Bir kimseyi ondur­ mak, erince kavuşturmak; iyileştirmek, şifa bulmasını sağlamak. ♦ on ulm ak edilg. f. Bir hastalıktan söz ederken, geçmek, iyileşmek. ♦ onuftm ak ettirg. f. Bir hastalığı sağalt­ mak, iyileştirmek. O N M A Z sıf. 1. Tedavisi olanaksız hasta­ lık için kullanılır. —2. Düzelmez, yola gel­ mez. O N N E S (KAMERLİNGH) - KAMERLİNGH ONNES.



ÖN



NHU HAU -> NGUy En Gİa Th IEu .



O N O D A , Japonya’da liman kenti. Honşu (Yamaguçi ili) adasında, Sucrdenizi kı■' yısında; 44 800 nüf. Petrol arıtma.



ONOFRİ (Arturo), İtalyan yazar (Roma 1885 - ay. y. 1928). Gençlik şiirlerinde (Poemi tragici, 1908; Canti delle oasi, 1909) simgeciliğin, 1914-1917 arasında /a Voce' dt! yayımlanan yazılarındaysa Pascoli'nin etkisi görülür. Sonraki yapıtlarında Rudolf , / Steiner’in antropozofisinden etkilenmiştir / (Vincere il dragol, 1928; Zolla ritorna cosmç, 1930). O N O K L E A a. Soğuk ve ılıman iklimler­ de yetişen, nemli yerleri seven, sürüngen köksaplı, genellikle kısır eğrelti. (Çoğun­ lukla bahçelerde süs bitkisi olarak yetişti­ rilir. Bil. a. onoclea; polypodiaceae famil­ yası.) O N O M A R K H O S , y unanlı general (öl. Pagasai yakınında 10. 352). Üçüncü Kut­ sal savaş’ta, Philomelos’un ölümünden sonra, Fokisliler'in başkomutanlığına gel­ di, Delphoi tapınağı’ndaki hâzineleri ele geçirdi. 20 000 paralı asker topladı, Boiotia’yı istila etti, MakedonyalI Phllippos ll'yi iki kez yendi, ancak Pagasai yakınındaki Krokos ovasında ona yenildi ve öldürül­ dü.



O N O M A S T İK a. (fr. onomastique', yun. onomastike, ad verme sanatı'ndan). Dilbil. Ö Z E L A D B İ L İ M 'i n eşanlamlısı.



ABD dışında ödünç para verme işlemleri (ing. International Banking Facilities [İBF]) yapan bankalara denir.



O N O M ATO PE a . ( fr . onomatopée; g e ç . l a t . onomatopoeia; y u n . onomatopoiia, sözcük y a r a t m a ' d a n ) Y A N S l M A 'n t n e ş a n ­



O N S İY A L sıf. (fr. oncial, lat. uncialis, un­ da, ons'tan). Paleogr. Oldukça büyük bo­ yuttaki kapital harflerden oluşmuş yazı için kullanılır.



la m lı s ı.



O N O M İÇ İ, Japonya’da liman kenti, Honşu (Hiroşima ili) adasında, iç deniz kı­ yısında; 102 000 nüf. Buddha tapınakla­ rı. Tersaneler. Elektrik motorları. O N O N , Moğolistan ve Sibirya’da (Rus­ ya) ırmakMngoda ile birleşerek Amur'un ana kollarından Çilka'yı oluşturur; 1 032 km (havzası 96 200 km2). ON ÔR



a.



(fr. honneur). Oy.



K A R T L A R T n e ş a n la m lı s ı.



D E Ğ E R L İ*







a. Bu türdeki yazı. Onsiyal yazının karakteristik harfleri olan a, d, e, m işlek yazıdan türe­ medir. Yuvarlaklaştırılmış bu harfler III. yy.'da küçük harflere karışmış olarak or­ taya çıktı. IV. yy.'da yunan etkisiyle gelişti ve VII. yy.'ın sonundan sonra yalnızca baş­ lıklarda kullanıldı. Yan onsiyal yazı büyük N dışında küçük harf alfabesi kullandı. Kökeni III. yy.'a uza­ nan bu yazı X. yy.’a dek varlığını sürdür­ dü. — A N S İK L .



O N S a. (fr. once; lat. uncia'dan). 1. RoO N S LO W k o y u , ABD'nin (Kuzey Caro­ malılar'da herhangi bir birimin on ikide bi­ ri. —2. Roma libresinin on ikide biri, yani lina) Atlas okyanusu kıyısında geniş koy; kuzeyinde Lookont burnu, güneyinde Fe 27,288 g. —3. Eski Paris libresinin on al­ tıda biri, yani 30,594 g. — 4. Birçok ülke­ ar burnu vardır. de 24 ile 33 g arasında değişik değerler * O N T A R IO , Kanada'da il; 1 068 582 alan eski ağırlık birimi. —5. Eskiden kay­ km2; 9 747 600 nüf. (1990). Yönetim mer­ nakların debilerini ölçmek için Roma dev­ kezi Toronto. letlerince kabul edilen ve dakikada 285 lit­ Üç bölgeye ayrılır. G.’den K.'ye doğru: relik bir debiye eşit olan ölçü birimi. göller arasındaki yarımada ve Outaouais —Nümism. XVIII. yy.’da Malta'da, Paler­ ile Saint Lawrence arasındaki uzantısı mo'da ve Amerika'da naiplikle yönetilen (tortul topraklarda, yani buzul kayalarıyla İspanyol krallıklarında çıkartılan birçok al­ kaplı, Nıagara’dakıler gibi cuestalarla ketın paranın adı. (Ayrıca, İtalya ve Sicilya' silmiş ovalarda yer alır); Kanada kalkanı daki bazı antik sitelerde 1 ons ağırlığın­ nın orta bölümü (platolarda ve yuvarlak­ da bronz paralar da bastırılmıştı.) laşmış tepelerle yüzeye çıkan ya da göl­ ler, turbalıklar ve killi ovalar [Clay Belts] ta­ ON SAQ ER (Lars). norveç asıllı amerikalı rafından gizlenen billurlu kayalar Ontarifizikçi ve kimyacı (Christiania, bugün Os­ o'nun °/o 50’sini kaplar); Hudson ve Ja­ lo 1903 - Miami 1976). Trondheim'da, da­ mes koylarındaki alçak topraklar (geniş ha sonra da Zürich'te Debye'den ders al­ turbalıklarla kaplıdır [ilin % 30'u]). dı, 1928'de ABD'ye gitti ve bu ülkenin va­ Karasal iklim, enlemlere (42° ve 57° K.) tandaşlığına geçti. Önce Johns Hopkins, ve göllere yakın olup olmamaya bağlı ola­ daha sonra da Brown ve Yale ünversiterak küçük farklılıklar gösterir. Kış aylarının lerinde ders verdi. Daha 1931'de tersin­ ortalama sıcaklığı, güneyde - 5 °C, ku­ mez süreçler termodinamiğinin temellerini zeyde - 20 °C dolayındadır. Yazlar gü­ attı. Dalgalanmalar kuramı ve atomsal öl­ neyde sıcak ve nemli, kuzeyde serin ve çekte etkileşim olaylarının tersinirliği var­ daha kurudur. Kar, Georgia koyunun sayımı sayesinde kendi adını taşıyan kar­ D.’sunda çok bol yağar (göllerin etkisi), ilin şılıklılık bağıntılarını açıkladı. Bu bağıntı­ lar, elektroosmoz ve ısıl yayınım konuların­ kuzey yarısındaysa sürekli yerde kalır (en­ lemin etkisi). Doğal bitki örtüsü, G.'den da ortaya çıkan problemlere doyurucu çö­ K.'e doğru belirgen kuşaklar oluşturur: zümler getirdi ve biyolojik olaylarda da uy­ yaprakdöken orman (gürgen, meşe, akgulama alanı buldu. (1968 Nobel kimya çaağaç), karışık orman (çam, köknar), ku­ ödülü.) zeyde kozalaklılar ormanı, tundra ve Hud­ O n s a g a r b a ğ ın tıla rı. Termodin. Den son ile James körfezlerindeki turbalıklar. ge haline yakın sistemlerde tersinmez* Kanada'nın en kalabalık ili olan Ontaritepkimeleri düzenleyen bağıntılar. o'nun nüfus dağılımı çok düzensizdir; nü­ O N S E T a. (doğrudan etki, saldırı anla­ fusun onda dokuzu, toprakların onda bi­ mında ing. söze.). Elektrostatik baskı yön­ rinden azında toplanır. Geniş kuzey bölü­ temi. münde, demiryolları yakınında, maden merkezlerinde ya da limanlarda yer yer ON-SHORE sıf. (ing. söze.). ABD toprak­ küçük yerleşmelere rastlanır: North Bay, ları üzerinde kurulmuş olmakla birlikte, özel bir yasal düzenleme uyarınca, resmi Sudbury, Timmins, Sault-Sainte-Marie, ikametgâhı ülke dışında bulunan kişilere Thunder Bay. Tarım alanları, ulaşım ağla­ ait işlemlere ayrıcalıklı koşullar uygulayan rı ve başlıca kentler güneydedir. Başlıca yerleşme alanları Toronto, Ottawa, Hamilve bu kişilerden topladıkları mevduatla G . H u n te r



Lars O nsager



O ntario Kincardine yakınında Huron gölü kıyısında tarım işletmeleri



Ontario 8852



Füsun Onur Gölge oyunu k a rış * gereç I. Uluslararası İstanbul Ç ağd aş sergileri



(1987)



ton, Kitchener, London ve Winsdor’dir. Kentsel gelişme, günümüzde, Toronto -London-Niagara Falls üçgeninde ve özel­ likle de Golden Horseshoe’da (Toronto -Hamilton-Niagara Falls) görülür. Sanayi açısından, Ontario Kanada'da ilk sırayı (istihdamın ve katma değerin yak­ laşık yarısı) alır. Ham maddelerden yok­ sun olmasına (kereste ve kuzeydeki ma­ den cevherleri dışında) karşın, ABD'ye komşu olma, iyi bir ulaşım ağıyla donan­ ma ve gelişmekte olan bir iç pazarın mer­ kezinde olma gibi elverişli koşullar, sana­ yiyi desteklemektedir. Başlıca sanayi kol­ lan, birincil demir-çelik sanayisi (Hamilton, Sault-Sainte-Marie), demirdışı madenler metalürjisi (Port Col borne, Port Hope), otomobil (Winsdor, Hamilton, Oshawa) ve hava taşıttan (Toronto) yapımı, kimya sa­ nayileri (Sarnia ve "Kimya Vadisi". Niaga­ ra Falls, Cornwall), besin sanayileri (Lon­ don, Winsdor), kâğıt hamuru ve kâğıt (Thorold, Kuzey ve Kuzey-batı'daki dağı­ nık merkezler) fabrikalarıdır. Maden üretim değeri açısından, Onta­ rio ikinci sırayı (Alberta’nın ardından) alır. Kanada kalkanı bölgesinde, değerli ma­ denler (altın, gümüş), kullanımı yaygın madenler (bakır, kurşun, çinko, demir, ni­ kel) ve Porcupine Timiskaming, Sudbuıy, Red Lake Sturgeon Lake Steep Rock, El­ liot Lake yörelerinde uranyum bulunur. Tanm, göller arasındaki yarımada ve Outaouais-Saint Lawrence ırmakları ara­ sındaki kesimle sınırlıdır. Ancak, modern, makineleşmiş ve yüksek verimli tarım uy­ gulamaları, Ontario'yu Kanada’nın en önemli tarım bölgesi haline getirmiştir. Et ve süt hayvancılığı, tavukçuluk ve hayvan­ cılıkla birlikte yürütülen tarım, tütün ekimi (Güney-batı), sebze tarımı (Toronto’nun K.'i) ya da bağcılık ve meyvecilikle (Nia­ gara yarımadası) uğraşanlar dışında, iş­ letmelerin çoğunda ağır basar. Ontario'nun ulaşımı, mükemmel bir yol ağıyla sağlanır 401 sayılı otoyol Cornwall’! Winsdor’a, Queen Elizabeth otoyolu Ta ronto’yu Fort Erie'ye bağlar. Genişletilen Welland kanalı, 8 m su içi derinliği olan deniz gemilerinin geçmesine elverişlidir. —Tar. Etienne Brûlé (1610-11), ardından da Champlain’in (1615-16) araştırma gezisi yaptığı bu bölgede Fransızlar sadece bir­ kaç askeri ve ticari kuruluş oluşturdu. 1763'te İngiltere'ye bırakılan bölgede, 1783'ten sonra, Amerikan Bağımsızlık savaşı’ ndan sonra buraya sığınan İngiltere yanlılan yaşamaya başladı ve bölge, Qué­ bec bölgesinden ayrılarak Yukarı Kanada’yı oluşturdu (1791). 1812'de bölgeye gi­ ren Amerikalılar merkez York’u (Toronto) yaktılar. 1837 ayaklanmasının başarısızlı­ ğa uğramasından sonra, bölge Aşağı Kanada'ya bağlandı (1841); 1867’deyse Aşa­ ğı Kanada’dan aynlarak Kanada Konfederasyonu’nun bir ili oldu.



O N TA R IO , ABD'de (Kaliforniya), Paşadena'nın G.-D.'sunda kent; 133 180



nüf. (1990). Hava taşıtları yapımı. Elekt­ rikli gereçler. Uluslararası havalimanı.



ONTARİO götü, Amerika'daki Büyük Göller’in en küçüğü, ABD (New York eya­ leti) ve Kanada (Ontario ili) arasında pay­ laşılmıştır; 18 800 km2. 75 m yükseltideki yüzeyi, Erie gölününkinden 100 m aşağı­ dadır ve Niagara şelaleleri bu düzey far­ kının bir sonucudur. Derinliğine (257 m) bağlı akıntılar nedeniyle hiçbir zaman bü­ tünüyle donmaz, ısıyı ayariayıcı ve nemi koruyucu bir rol oynar. Aşağı bölümünde Saint Lawrence su yolunun tamamlanma­ sı (1959), yukan bölümünde Welland ka­ nalının (düzey farkını ortadan kaldırmaya yarar) genişletilmesiyle, Ontario gölü önemli bir su yolu (haliçteki limanlara ta­ hıl ve soya; yukardaki göllere demir cev­ heri taşınır) oldu. Göl kıyısındaki başlıca kent ve sanayi merkezleri, Toronto ile Ha­ milton (Kanada'da) ve Rochester’dır (ABD'de).



arasında bir dinamik biçiminde ortaya çı­ kar ve bu homeostazik dinamiğin başlıca öğeleri (genetik kalıtlar, olgunlaşma, d a ney) bireyden bireye değiştiğinden, bu bakımdan özgün sayılabilirler. Davranışın ontogenezine karşı bu epigenetist yakla­ şım, hem hayvanların etkinliklerinin bas­ makalıp olduğu düşüncesini (bireysel d a ğişkenlikler düşüncesi bununla karşıtlaşır), hem de eskiden objektivistlerin geliştirmiş oldukları "doğuştan etkinlikler/edinilen etkinlikler" dikotomisini basite indirgeyici ve geçersiz hale getirir.



ONTOLOJİ a. (fr. ontologie). Fels. VARLlKBİLİM'in eşanlamlısı. —Tıp tar. XIX. yy.’da, patolojik olayları fiz­ yolojik olaylara bağlamamakla birlikte onlann organizmadan bağımsız çeşitli etken­ lerden ileri geldiklerini ileri süren öğreti­ ye Broussais'nin verdiği ad. (Raspail bu öğretinin son yandaşlarından biriydi.)



ONTOLOJİN sıf. (fr. ontologique). VAR-



O NTENİENTE ya da O NTİN VEN T,



LlKBİLİMSEL'in eşanlamlısı.



İspanya'da (Valencia ili) kent, Clariano kı­ yısında, Alcoy’un K.-B’sında; 28 300 nüf. Eski tahkimli yer.



ONTOLOJİST sıf. ve a. (fr. ontologiste).



On th e Road, Jack Kerouac'ın romanı



O N TİK sıf. (fr. ontique). Fels. v a rlik s a l' ın eşanlamlısı.



Doğrudan ve dolaysız Tanrı bilgisinin in­ san için doğal olduğunu ileri süren kuram. (Ontolojizm 1861’de bir Papalık kararıyla kınandı, çünkü Kutsal Kitap'ta sürekli ola­ rak ileri sürüldüğü gibi, insan bilgisinin an­ cak duyulara dayanabileceği gerçeğine aykın düşüyordu.)



O N TİN YEN T - ONTENİENTE.



ONTONO JAVA, Büyük Okyanus'ta



(1957). Yazımından 8 yıl sonra yayımlanan yaşamöyküsü niteliğindeki yapıt, savaş sonrası yılların özgürlük ortamını dile ge­ tirir.



ONTOOENEZ a. (fr. ontogenöse’den). Etol. Davranışların ontogenezi, bireyin organogenezi sırasında davranışların yerli yerince gerçekleştirilmesinde rol oynayan süreçlerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİk l . Etol. Davranışlar, öznenin ana­ tomik yapıları geliştikçe ve daha sonra da büyüme evresinde yavaş yavaş ortaya çı­ kar. Patton ile Wintrebert, köpekbalıkların­ da hayvanın ilerlemesini sağlayan hara ketlerin organogeneziyle ontogenezi ara­ sındaki ilişkiyi belirlediler. Genç bireyde hareketlerin yapılmasında miyogenik et­ kinliklerin önemini ve hareketlerin belirlen­ mesi ve uyumunda sinirsel bağlantıların giderek kazandığı önemi ortaya koydular. Davranışlara ontogenetik yaklaşımda kar­ şılaşılan temel sorun, duyusal-devinimsel emirlerin yapılanmasıdır Bazı türler, omur­ galılarda doğumdan başlayarak, omurga­ sızlarda imago kabuk değiştirmesinden başlayarak, dışavurum biçimi çok az d a ğişiklik geçirecek, oldukça değişmez d a vinim etkinlikleri sergiler. Başka türlerdey­ se, davranış biçimi yaşa bağlı olarak bü. yük değişiklikler gösterir. Her bireyde davranışın gelişmesi, bire­ yin genetik kalıtımının yapısına bağımlıdır. Her türde gen sayısının yüksek olması ve gametlerin birbirinden ayrılmasına ve y a niden birleşmesine yön veren yasalar, benzer iki genotipin ortaya çıkış olasılığı­ nı olağanüstü azaltır. Genotipe has özel­ likler davranışın fenotipik evriminde etki­ lidir; aynca, bu evrim, birbirine paralel ola­ rak gerçekleşen ve karşılıklı olarak birbi­ rini etkileyen başlıca iki süreç sayesinde biçimlenir: bu süreçlerden biri olgunlaş­ ma, yani davranışın dışa vurumu için ge­ rekli anatomik yapıların gelişmesidir; bu yapılann biçimi, boyutu, gücü şu ya da bu tip bir etkinliğin gerçekleşmesini sağlar. Genetik kalıtım öğeleri bu düzeyde bazı yalın devinim şemalannın dışa vurulma­ sına ve daha karmaşık, daha gelişmiş ve bireyin evrim geçirdiği çevrede karşılaştı­ ğı uyarıcı öğelere bağlı olarak az ya da çok farklılaşmış diziler halinde örgütlen­ mesine neden olur Bu aşamada ikinci sü­ reç, yani deney işe karışır. Şu halde bu ikinci süreç, bireyin içinde evrim geçirdi­ ği dış çevrenin öğelerine bağımlıdır. Ayrı­ ca, öznenin olgunlaşmasının da dış çev­ reye bağımlı öğelerin (özellikle trafik ö ğ a ler) sonucu olduğu açıkça ortadadır. Davranışın gelişmesi, bireyle çevresi



VARUKBİLİMCİ’nin eşanlamlısı.



ONTOLOJİZM a. (fr. ontologisme). Din.



atol, Solomon adalanna bağlıdır ve bu ta­ kımadaların kuzey-doğu’sunda bulunur; 2 2 0 nüf.



ONTOPHİLUS a. Siyah ya da kahveren­ gi bedenli, bitkisel döküntülerde yaşayan kınkanatlı cinsi. (Histeridae familyası.)



ONULMAK -» ONMAK. ONULMAZ sıf. 1. iyileşmesi, tedavisi olanaksız, şifa bulmaz hastalık için kulla­ nılır; onmaz: Onulmaz bir hastalık. —2. Geçmesi, unutulması olanaksız acı, dert için kullanılır



O NULM AZUK a. İyileşmesi kabil olma­ yan bir hastanın hali ya da hastalığının ka­ rakteri.



ONULTMAK - ONMAK. ONUM a. Kötü bir durumdan kurtuluş. O NUNCU sıra say. sıf. On sayısının b a lirlediği sırada yer alan kimse şey için kul­ lanılır (adsız da kullanılır): Onuncu kata



çıkmak. Kitabın onuncu sayfası. Sıralama­ da onuncu olmak. Onuncu y ıl n utku, Atatürk’ün Cumhu­ riyetin ilanının onuncu yıldönümündeki (29 ekim 1933) söylevi. Söylevde az za­ manda çok ve büyük işler başarıldığını vurgulayan Atatürk, bu işlerin en büyüğü­ nün Türkiye Cumhuriyeti olduğunu; yapı­ lanlarla yetinilmemesini; çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkılması gerektiğini vur­ gular. Türk ulusunun sahip olduğu nitelik­ lerle, bilim meşalesinin ışığında gelişme ve uygarlık yolunda ilerleyeceğinden kuş­ ku duymadığını belirtir. On beş yıl boyun­ ca ulusa olan güveninin sarsılmadığını, türklüğün uygarlık ufkunda bir güneş gi­ bi doğacağını coşkuyla dile getirir. “ Ne mutlu türküm diyene” sözüyle söylevine son verir.



ONUR a. 1. Bir kimsenin kendine karşı duyduğu saygı; özsaygısı, izzetinefis, hay­ siyet: Onurunu korumak. Onuruna düş­ kün bir adam. —2. Başkalarının göster­ diği saygıdan kaynaklanan doyum; şeref, gurur: Bu benim için büyük bir onur. Onur duymak. —3. Onur kurulu, bir derneğin ya da kuruluşun ilkelerine aykırı davranan üyelerinin davranışlarını inceleyip karar veren kurul. || Onur üyesi, saygınlığıyla bir dernek ya da kuruluşa onur vereceği dü­ şüncesiyle seçilen üye. || Bir kimsenin, bir şeyin onuruna, bir kimseye saygı göster­ mek, bir olayı kutlamak amacıyla: Bir kim­



Oostende senin onuruna yemek vermek. || (Bir kim­ senin) onuruna dokunmak, bir kimsenin gururunu incitmek: Bunda onuruna do­ kunacak ne var? || Onuruna yedirememek, bir kimseden söz ederken, bir ola­ yı, bir davranışı, vb. kendine duyduğu saygıyla bağdaştıramadığı için tepki gös­ termek: Onun emrinde çalışmayı onuru­ na yediremediği için istifa etti. O N U R (Füsun), türk heykelci (İstanbul 1937). İstanbul Devlet güzel sanatlar aka­ demisi heykel bölümü'nde okudu, Hadi Bara atölyesi'ni bitirerek (1960) ABD’ye gitti. Maryland İnstitute College of Arts’ da masterini tamamladıktan sonra İTÜ mi­ marlık fakültesi’nde asistan olarak çalıştı (1968-1969). 1970'ten başlayarak kişisel sergiler açan, ayrıca Türkiye’de ve yurtdışında karma sergilere katılan sanatçı, Ha­ di Bara heykel yarışması'nda birincilik ödülü (1974), Yeni eğilimler sergisi'nde gü­ müş madalya (1981) kazandı. Minimal sa­ nat doğrultusunda cesur ve deneyci ça­ lışmalarıyla tanınır. O N U R JjErol), türk hekim (Aydın 1939). İs­ tanbul Üniversitesi tıp fakültesi'ni bitirdi (1965). 1969’da uzman hekim oldu; öğ­ retim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1972’de Plastik cerrahi bölümü başkan vekilliğinde bulundu. Baylor üniversitesi'nde asistan profesör olarak görev yaptı (1979). Aynı yılın sonlarında Hacettepe üniversitesi'ne döndü; Plastik ve rekonstrüktlf cerrahi bilim dalı’na profesör ola­ rak atandı. Bölümde mikrocerrahl laboratuvarını kurdu. 1988’de İstanbul’a döndü. Prof. Onur, vücudun geniş doku yapı­ larında, şimdiye değin uygulanan onarım yöntemlerine, buluşlarıyla önemli ve çok yönlü katkılar sağladı. Geniş doku kayıplannın onanmında aylarca süren ve birçok cerrahi müdahaleyi gerektiren yöntemle­ ri kısa sürelere sığdıran, müdahalelerin sayısını azaltan yöntemler geliştirdi. Bu alandaki çalışmalarıyla 1981 Sedat Simavl vakfı sağlık bilimleri ödülü'nü hocası Prof. Dr. Muzaffer Aksoy'la paylaştı. O N U R İS , mısır dilinde Inher, Yukarı Mı­ sır'da Tis'te ve Delta’da Sebennytos’ta ta­ pılan tanrı, Adında ("uzağı yakınlaştıran"), Güneş efsanesi'nde oynadığı role bir ima vardır: Onuris, uzak ülkelere Re’nin gö­ zünü aramaya gitmiştir (kimi zaman da bu görevi tanrı Şu*'nun üstlendiği söylenir). Onuris, alacalı uzun bir elbise giymiş, ba­ şında iki uzun tüy bulunan ve gökten inen bir ipi çeken bir adam olarak betimlenirdi. Daha sonra efsanesi, tanrıça Mehet’ in efsanesiyle karıştı; Mehet, bazen tanrı­ ça Tefnut* İle özdeşleştirilmiştir. O N U R LA N D IR M A K - ONURLANMAK. O N U R L A N M A K gçz. f. (Bir şeyden) onurlanmak, onur duymak. ♦ onurlandırm ak ettirg. f. 1. Bir yeri, oradaki kimseleri onurlandırmak, saygın­ lığı olan bir kimseden söz ederken, bir ye­ re gelerek, varlığıyla bulunduğu ortama, oradakilere onur vermek; şereflendirmek, şeref vermek: Toplantıya gelmekle bizi onurlandırdınız. Bir toplantıyı onurlandır­ mak. —2. Bir kimseyi onurlandırmak, onun onur duymasını sağlamak: Bu ödül­ le beni onurlandırdığınız için çok teşek­ kür ederim. O N U R LU sıf. 1. Onuruna düşkün, onu her şeyin üstünde tutan kimse için kulla­ nılır; şerefli, haysiyetli: Onurlu bir insan. — 2 . insana onur veren, saygınlığı olan bir şey için kullanılır, şerefli, haysiyetli: Onur­ lu bir meslek. Onurlu bir yaşam. Onurlu bir direniş. O N U R S A L sıf. Bir görevin, gerek ve yü­ kümlülüğünü yerine getirme koşuluna bağlı olmaksızın salt onurlandırmak ama­ cıyla, bir kimseye verilen san için kullanı­ lır; fahri: Onursal başkan. Onursal üye. O N U R S U Z sıf. 1. Özsaygısı olmayan ya da onunla bağdaşmayan davranışlarda bulunan kimse için kullanılır; haysiyetsiz,



şerefsiz: Herkesin aşağıladığı onursuz bir insan. —2. Saygınlığı olmayan şey için kullanılır; şerefsiz, haysiyetsiz: Onursuz bir iş. Onursuz bir yaşam. O N U R S U Z L U K a. Onursuz olma duru­ mu; onursuz bir kimseye yakışır davranış; haysiyetsizlik, şerefsizlik. O N U S P R O B A N D İ, kanıtlama yüküm­ lülüğü anlamına gelen lat. deyim. Digesta'dan alınan bu deyime göre, hukukta ispat yükümlülüğü davacı tarafa aittir. O N Y C H O D A C TY LU S a. Kore ve Ja­ ponya’da’ yaşayan, akciğersiz ikiyaşayışlı cinsi. (Larvaları başkalaşma sırasında do­ ğar Kuyruklular takımı, ilkelsemenderglller familyası.) O N Y C H O O A L E A a. Avustralya’da ya­ şayan, ince ve uzun kuyruğu boynuzsu bir mahmuzla son bulan küçük kanguru cinsi. (Üç türü bilinir; en yaygını Onychogalea unguifera Avustralya’nın kuzeyinde bulunur. Kangurugiller familyası.) O N Y C H O P H O R A a. Zool. ONİKOFORLAR sınıfının bilimsel adı. O N Y C H O T E U T H İS a. Uzun pençeli kalamar cinsi. (Kollarında, çekmenlerle birlikte önemli bir kavrama aygıtı oluştu­ ran çengeller bulunur. Bazı türlerin üye­ leri dev boyutlara ulaşır. Üyeleri daha kü­ çük bazı türlere Avrupa denizlerinde sık­ ça rastlanır.) O N Y Û Z L Û sıf. Geom. 10 yüzü bulunan. ♦ a. Geom. 10 yüzü bulunan katı cisim. O N Z A B İL İ a. Tropikal Afrika'da yetişen ağaç (Odunu pembemsi beyaz ya da do­ nuk esmer renkte, kabadokulu, yumuşak­ ça ve hafiftir, iç doğrama işlerinde, silme, kaplama ve kontrplak yapımında kullanı­ lır. Antrocaryon cinsi.) OODES H ELO P LO İD E S a. Bataklıklar­ da bol bulunan kızıl ya da siyah bedenli, keskin pis kokulu, gececi koşarkınkanatlı. (Koşarkınkanatlıgiller familyası.) O O D İN İU M a. Balıklarda, gömleklilerde halkalısolucanlarda, yumuşakçalarda ve selenterelerde dışasalak yaşayan kamçılı Protozoa cinsi. (Üyeleri Blastodinium'\ara benzer.) O O E N C YR TU S a. Pulkanatlıların yu­ murtalarında asalak yaşayan, çok küçük, burgulu zarkanatlı cinsi. (Ooencyrtus [Schedius] kuwanoa, çingene pervanede asalak yaşar ve Japonya kökenlidir; bu böcek, biyolojik mücadele amacıyla ABD'ye sokulmuştur.) O O F A Jİ a. (fr. oophagie). Plasentalı, vivipar köpekbalığı embriyonlarının (dikburun harharias gibi) gebelik sırasında dölyatağına ulaşan yumurtaları-yiyerek bes­ lenme yöntemi. O O K A Ş O H E İ, japon yazar ve edebi­ yat eleştirmeni (Tokyo 1909). Stendhal uz­ manı olarak tanındı. 1944’te askere gitti ve amerikan ordusuna tutsak düştü (1945), savaş ve tutsaklık deneyimi onu edebiya­ ta yöneltti (Furyoki, 1948). Filipinler sava­ şı'nı ve çaresiz kalan insanların psikoloji­ sini betimledi (Reite senki, 1967-69). Da­ ha çok ölüm temasını işleyen yazar, yapıt­ larında fransız psikoloji romanını savaş sonrası Japonya’ya uygulamayı denedi. (Musaşino Fucin, 1950; Nobi, 1951). O O L İT a. (fr. oolithe ya da oolite). Yerbil. Bir çekirdek (mineral ya da biyolojik ka­ lıntı) çevresinde eşmerkezli katmanların birikimiyle oluşmuş, balık yumurtası bo­ yunda (0,5 ile 2 mm) küresel küçük taş­ laşma. —ANSİKL. Oolitler denizlerin, daha ender olarak lagünlerin ya da göllerin çalkantılı sularında, yani fazla derin olmayan sular­ da (0 ile 10 m) oluşur. Asıltı haldeki çekir­ dek su içinde çözünmüş" bikarbonattan meydana gelen ardışık kireçli kabuklarla kaplıdır. Belli bir ağırlığa ulaşan oolit di­ be düşer ve çökelir: bu nedenle oolitlerin



hepsinin boyu, ortamın çalkantısına bağ­ lı olarak yaklaşık aynıdır 2 mm'nin üzerin­ deki boylarda olanlara pisolit* denir. Gü­ nümüzde oolitlerin kimi karbonatlı plat­ formlarda oluştuğu bilinmektedir. Paris havzasının jura çökellerinde çok sayıda oolit bulunur Ayrıca demirli oolitler de var­ dır: buradaki demir, anakaranın pedolojik bakımdan ayrışmasıyla oluşmuştur ve doğrudan doğruya oolitlerin oluşumu sırasında yoğunlaşmış olabileceği gibi, taşoluş sırasında da yoğunlaşmış olabi­ lir.



8853



O O M Y C E TE S a. Hücresel olmayan bir miselyum taşıyan ve ovogami yoluyla eşeysel çoğalan mantarlar sınıfı. (Oomycetes sınıfında saprolegniales, leptomitales, peronosporales takımları yer alır.) O O N O P S a. Sarı ya da kırmızı renkli, karnı daha açık renk olan, küçük örüm­ cek cinsi. (Oonops domesticus evlerde yaşar; böcek koleksiyonlarında ve bitkibllim kitaplarında bu hayvana sık sık rast­ lanır. Oonopidae familyasının örnek tlP i) O O R T (Jan Hendrik), hollandalı gökbi­ limci (Franeker 1900 - Leyden 1992). En önemli çalışmaları Gökada üstüne ince­ lemeleridir: Gökada'nın diferansiyel dön­ mesini ortaya koyduktan sonra (1927), yıldızların devinimlerini ve uzaydaki dağı­ lımlarını İnceleyerek kütlesini belirlemeye çalıştı (1932); amerlkalı ve avustralyalı araştırma ekiplerinden bağımsız olarak, yansız hidrojenin 2 1 cm dalga boyunda yayımını (bunu daha 1944'te Van de Hulst keşfetmişti) keşfettikten sonra, Gökada'nın yapısının sarmal biçimde oldu­ ğunu ortaya koydu. 1950'de, bugün ge­ nellikle kabul edilen bir kuram geliştirdi; Güneş'ten 40 000 ile 100 000 astrono­ mik birim uzaklıkta geniş bir kuyrukluyıl­ dız derişimi vardır (Oort bulutu). OOSFER a. (fr. oosphère). Erkek gamet­ le (anterozoit) döllendikten sonra yumur­ taya (zigot) dönüşen dişi gamet. —ANSİKL. Oosfer çoğunlukla suyosunlarında ve m antarlarda bulunan ve “ ovogon” denen, bir hücrenin (bazıları birçok çekirdekli) içinde oluşan zarsız, yu­ varlak bir protoplazma kütlesidir. Türlere göre ovogon başına bir ya da daha çok oosfer bulunur. Döllenme ana bitkinin (mil­ diyu) üzerinde olursa ovogonun zarı bir noktada delinir; döllenme dışarda olursa (fucus) o zaman oosferleri salıvermek için tamamen ya da kısmen parçalanır. Yosunlarda ve eğreltilerde oosfer arke­ gonun diblndedir ve kirpikli anterozoit bo­ yundan geçerek oraya ulaşır; tohumlu bit­ kilerde ise oosfer embriyon kesesinin için­ dedir ve çoğu zaman anterozoit çiçekto­ zu borucuğuyla embriyon kesesine ulaşır. O O S İN E T a. (fr. oocinèté). Asalbil. Spor­ luların eşeyli üremesini sağlayan hareketli yumurta. (Sıtma mikrobunun [plazmodium] oosineti sivrisineğin vücudunda ge­ lişir) O O S İT a. (fr. oocyte). Böcbil. OVOSİT’in eşanlamlısı. O O S P O R a. (fr. oospore). Oomycetes grubundan mantarların yumurtalarının döllenmesi sonucunda oluşan kalın çeperli spor O O S T E N D E , Belçika'da liman kenti, Batı Flandre arrondissementmn yönetim merkezi; 69 000 nüf. (1991). Büyük bir sayfiye ve kaplıca merkezi, ayrıca çeşitli etkinliklerin yürütüldüğü bir limandır: ba­ lıkçılık, Ingiltere'ye yolcu ve tarım ürünle­ ri taşıma, yat limanı. Sanayi kuruluşları, yerleşme alanının çevresinde toplanmış­ tır. Güzel sanatlar (dışavurumcular; Ensor salonu, L. Spllliaert salonu) müzesi; ressam Ensor'un evi. — Oostende arron­ dissementı; 7 komün; 133 000 nüf. —Tar. Küçük bir balıkçı köyü iken, XIII.



Nelly Bariand



Paris havzasında kalkerli oolit



Jenker-Time-Ufe



Jan Hendrik Oort



OPATO SH U (Joseph Meyer OPATOWSKi, Joseph —denir), yiddişçe yazan amerikalı yazar (Mtawa, Polonya, 1887 - New York 1954). 1907’de ABD’ye yerleşti, ku­ ruluşundan başlayarak (1914) Der Tog adındaki yiddiş gazetesine girdi ve 40 yıl boyunca orada makaleler ve skeçler ya­ yımladı. ilk romanları (¡'Histoire d'un vo­ leur de chevaux [fr. çev.j, 1912) natüralist akıma bağlıdır ve yiddiş yazarlar arasın­ da, Amerika deneyimini ilk betimleyen ve göçmen yahudinin amerikanlaşması ko­ nusuyla bu olayın yol açtığı çatışmaları ya­ pıtlarında (Hebrew, 1919; Arum Grand Street, 1929) ana tema olarak İlk işleyen yazardır. Ayrıca tarihsel romanları (Dans tes fôrets de Pologne (fr. çev.j, 1921; la Dernière insurrection [fr. çev.j, 1948-1952) da vardır. O PATR U M S A B U LO S U M a. 7 8 mm uzunluğunda kınkanatlı böcek. (Kumlu topraklarda bulunur. Karaböcekgiller fa­ milyası.) ActuaJit



O osten de yat limanı



N e lly B a ñ a ría



yy.'da büyüdü ve 1267'de kent statüsünü kazandı. Haçlılar döneminde liman, Doğu’ya doğru bir yol başlangıcı durumu­ na geldiyse de, hiçbir zaman Brugge'nin ve daha sonra Anvers’in gösterdiği geliş­ meye benzer bir ticari gelişme göstereme­ di. 1601-1604 arasında kent, Spinola ko­ mutasındaki ispanyollar'ın ünlü ve başa­ rısızlıkla sonuçlanan bir kuşatmasına karşı direndi. XVIII. yy.’da AvusturyalIlar, Anvers ablukaya alındığında bu kenti bir Hindis­ tan ticaret şirketinin merkezi durumuna getirmeye giriştilerse de bu şirket, avrupa rekabetiyle baş edemedi ve ancak do­ kuz yıl yaşadı (1722-1731). 1745-1748 ara­ sında Oostende, Fransızlar'ın eline geçti. Joseph II döneminde büyük bir gelişme gösterdi. 1794-1814 arasında Fransa’ya, 1830’a kadar Hollanda’ya, ardından Bel­ çika'ya bağlandı, her iki dünya savaşı sı­ rasında da yoğun çarpışmalara sahne ol­ du. O e s te n d e -B ru g g e k e n a h , Belçika’ da, seyre elverişli su yolu; XVII. yy.’da in­ şa edildi. Gent-Brugge kanalıyla beslenir ve Oostende'nin 5 km aşağısında Plassendale kanalıyla birleşir; 23 km. 0O S T E R H O U T , Hollanda’da (Kuzey Brabant) kent, Breda'nın K.-D.’sunda; 38 000 nüf. Eski evler. Mobilya sanayisi. Ya­ pı gereçleri. Tekstil. Elektroteknik.



opal



O o s tv a a rd e rs d la p , Hollanda’da ka­ nal, Flevoland ve Markerwaard polderieri arasında; Amsterdam ile İJsselmeer arasındaki ulaşımı sağlar. 0O S T-V LA AN D E R PIM (Doğu).



-



FLAN DRE



O O Z O İT a. (fr. oozoiöe’den). Zool. Göm­



Larousse



leklilerde, yumurtadan çıkan, bedeni se­ lülozlu kalın bir gömlekle kaplı, tek başı­ na yaşayan birey. (Eşeyli blastozoitlerin to­ murcuklandığı stolonu kapsar)------O O Z O fıî a. (fr oosome). Böcbil. tohum*



BELiRLEYlCİ’nin eşanlamlısı. o p ., "yapıt" anlamındaki lat. opus ya da ital. opera sözcüklerinin kısaltması. (Bes­ teciler tarafından, bir yapıtın, bestelenme ya da yayımlanma sırasını belirtmek ama­ cıyla arkasına bir sayı konularak kullanı­ lır: Beethoven, op. 68: Chopin, op. 21.)



OPAH a. İri bedenli (1,70 m ve 250 kg), canlı renkli, denizde yaşayan kemiklibalık. (Yumurta biçiminde ve basık bedenli­ dir. Ortasularda ve hemen bütün denizler­ de bulunur. Eti lezzetlidir. Bil. a. Lampris guttatus; Lamprididae familyası.) ■ O P A L, -II a. (fr. opale, lat opalus'dan). 1. Miner. Silis ailesinde yer alan ve silisin hid­ ratlı ve jelatinli bütün çeşitlerini kapsayan inorganik madde. (Eşanl. PANZEHİR TAŞI.) — 2 . İnce ve düzgün dokunmuş bir tür yaldızlı tunç kaşlı opalin vazo pamuklu kumaş. —ANSİKL. Miner. Opal bir koloittir; bileşi­ Dekoratif sanatlar müzesi. Paris minde yüzde 3 ile 13 arasında su bulu­



nur; yağsı ya da camsı bir görünümü var­ dır. Kırık yüzeyleri kavkımsıdır. Kimi türle­ ri çok güzel sedefli parıltılar verdiğinden mücevhercilikte değerli taş olarak kulla­ nılır. En güzel örnekleri Macaristan'da ve Avustralya’da çıkarılır. Çok çeşitli renkler­ de bulunduğu için her ülkede değişik ad­ ları vardır. Meksika'da bulunan ve kırmızı -turuncu, kimi zaman da yeşilimsi sarı renkte olan bir türü, ateş kırmızısı tonla­ rında sedefli parıltılar verir. Diğer opal tür­ leri şunlardır: saydam, sefedlenme özelli­ ği bulunmayan, yumru yapılı hiyalit; bile­ şimindeki hidrokarbonlar nedeniyle çeşitli renklerde bulunan rezlnit çakmaktaşı; yumru ya da kabuk şeklinde bulunan kaşolon; hidrofan, menilit, gayzerit, vb. O P A LİN sıf. (fr. opaline). Camc. Kalay ok­ sit katılarak donuklaştırılmış ya da kemik tozu katılarak yan donuk hale getirilmiş cama denir.



O P A V A , esk. aim. Troppau, Çek Cumhuriyeti’nde (Kuzey Moravya) kent, Opava ırmağı kıyısında; 61 000 nüf. XVI. yy.'dan kalma kulesi Meryem Ana kilisesi (çan kulesi 1618'de yapıldı) ve başka anıtlar. Barok üslubunda konaklar. Mü­ ze Bir tarım ve ormancılık bölgesinin merkezi; orman ve tarım ürünleri pazarı. Tar. Troppau prensliğinin eski başkentiy­ di; Troppau kongresi burada toplandı (ekim-aralık 1820). OPEC, Organization of Petroleum Expor­ ting Countries'm kısaltması. (-» PETROL İHRAÇ EDEN ÜLKELER ÖRGÜTÜ.) O p e l, 1862'de, Adam Opel (1837-1895) tarafından kurulmuş alman otomobil ya­ pım firması. Başlangıçta, dikiş makinele­ ri, sonra bisikletler imal eden bu firma, 1898'de ilk otomobilini piyasaya çıkardı. Günümüzde, General Motors’un bir filyalidir.



O P E N -C O VE R a. (ing. open, açık ve a. Camc. 1. Özellikle XIX. yy.’ın ilk ya­ cover, teminat'tan). Mükerrer sigorta söz­ rısında, fransız kristal fabrikalarının yapı­ leşmesi türü. Bu sözleşmeyle mükerrer si­ mında uzmanlaştıkları beyaz ya da renkli gortacı ilk sigortacının sözkonusu sc.deş­ opalin kristal. (Bk. ansikl. böl.) —2. XX. me çerçevesi İçindeki doğabilecek zarar­ yy.'da, donuk ya da saydam renkli cam. larını yüklenir. (Mükerrer sigortacı için zo­ -- 3 . Bu malzemelerden yapılmış eşya. runlu, ilk sigortacı içinse ihtiyaridir.) —ANSİKL. "Opalin” adı XV. ve XVI. yy.’larda Venedik’te, XVII. ve XVIII. yy.'larda Al­ O P E N D OOR a. (ing. open, açık ve do­ manya’da yapılan eşyalardan günümüz­ or, kapı). Psik. Akıl hastalarına uygulanan deki eşyalara kadar (banyo rafları, karpuz­ bir tedavi yöntemi; bu yöntem, onlara ola­ lar, abajurlar, vb.) opalin cam ürünlerinin bildiğince özgürlük vermeye, hastane için­ tümünü kapsar. Kullanılan ilk boya, kireç­ de de dışında da herhangi bir ayrımdan leşmiş kemiklerden çıkartılan kireç fosfa­ kaçınmaya dayanır. tıdır. Alman camcılarının verdiği “ Bein 0 P E N -E N D sıf. (ing. open, açık ve end, Glas” adı da buradan gelir. Avrupa’da, uç'tan). Tekst. Açık uç rotor iplik makine­ Çin'den getirtilen porselenin yapım yön­ sinde eğrilen iplikler için kullanılır. teminin bulunmasının zorluğu porselenin taklidi olarak önerilen opalin camların tu- . O P IN F İE L D a. (açık alan anlamında tulmasını sağladı. ing. söze.). Coğ. -> KIR. XIX. yy.'ın ortalarına doğru, Bohemya' Opon m a r k e t operations -> açik* dan gelen yeni işlem ve yöntemler, pirinç PİYASA İŞLEMLERİ. hamuru adjyla..satr!an-işıkgeçirmez bir opalin yapımına olanak verdi. OPEN P İT a. (ing. open, açık ve pit, ma­ den ocağı kuyusu'ndan). Mad. oc. Açık O P A LİN A a. Zool. Üyeleri bazı omurga­ işletme. lıların, özellikle de kurbağaların bağırsak­ larında asalak yaşayan, ağızsız, kamçılı O P E N S TO C K a (ing. open, açık ve Protozoa üsttakımı. (Birçok tür içeren bir stock, stok, yedek) Open stock satış, ek tek familyası vardır.) parçaların aynca satın alınmasını olanaklı O P A LLE Ş M E a. Camc. Saydam bir kılan satış biçimi. camın, kitlesindeki çok ince kristallerin O p e n T h e a tr e , 1963’te kurulan ve çökmesi sonucunda opal renge girme­ 1973’e kadar Joseph Chaikin tarafından si. yönetilen amerikan tiyatro topluluğu. Na—Fiz. Kritik opalleşme, kritik koşullara ge­ türalizmi reddeden Open Theatre, tiyatro tirilen bir akışkanda sisli bir görüntünün temsilini gerçekten önümüzde yaşanan belirmesi. (-> NATTERER DENEYİ.) bir olayla özdeşleştirerek ve oyuncuların O P A R T a. (ing. opticai art, kinetik sa­ nat). Kinetik* sanatın içinde, devinim iz­ lenimi uyandıran optik etkilerin ağır bas­ tığı eğilim. O P A S İM E T R İ a. (fr. opacimâtrie). Kim. DONUKLUKÛLÇÜM'ün eşanlamlısı. O P A T İJ A , Hırvatistan’da sayfiye ve tu­ rizm merkezi kent; 27 000 nüf. (ital. Abbazia)



hareketlerini hesaplı bir biçimde düzen­ leyerek bir çeşit gerçekliği kurmak ister. Oyuncudan beklenen, o anı bize verme­ sidir; fakat, bu beklenti temsilin kesin bir biçimde yapılaşmasına da engel değildir. Bu bakımdan tiyatro gösterisi hem bir sa­ hiplenme, hem de bir uzaklaştırma anla­ mına gelir. Özellikle America Hurrah (1966) ve TheSerpent'ta (1970) bu teknik açıkça görülür.



opera O P E R A a. (ital. sôzc.; "yapıt” anlamın­ daki lat. opus, -ens’in çoğulu opera’dan). 1. Solocular, koro ve orkestra için, sahne­ de oynanmak üzere yazılan dindışı, dra­ matik müzik yapıtı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu türden yapıtların oynandığı tiyatro. —3. Pekin operası, Batı'da cingşiye veri­ len ad. —ANSİKL. Bir tür adı olarak "opera”, ope­ ra in musica deyiminden türemiştir ve çe­ şitli adlar taşıyan birçok müzikli sahne ya­ pıtını içine alır. Opera kapsamına giren ciddi yapıtlara italyanlar favola, dramma per musica, dramma giocoso, azione teatrale, opera seria; Fransızlar divertisse­ ment, ballet héroïque (daha sonra opéra -ballet), tragédie lyrique action lyrique, lé­ gende dramatique, roman musical gibi adlar verdiler. Almanlar, genellikle İtalyan­ ca terimleri benimsediler. Hafif ya da ko­ mik opera türlerine italyanlar intermezzo ya da opera butta; Fransızlar opéra -comique opéra-bouffe opérette; Almanlar'sa singspiel adlarını verdiler. Çeşitli tür­ deki operaların oluşumuna, az çok yapı­ laşmış birçok öğe girer: bir uvertür ya da prelüd; recitativolar; arloso'lar; aryalar (özellikle da capo'lu [başa dönüşlü] arya­ lar); vokal İkililer, üçlüler, dörtlüler, beşliler, altılılar, solist gruplan, zaman zaman ko­ rolar ve baleler, öyküyle bütünleşen (marş­ lar) ya da öykünün dışında kalan senfo­ nik bölümler (enterlüd), müziksiz diyalog­ lar. Opera türü, bu öğelerin seçilmesi ve birleştirilmesiyle oluşur. • İtalya. Sanatlann (şiir, müzik ve dans) bir­ leşmesini öngören antik trajedi görüşüne bağlanan İtalya’da Rönesans döneminin sonunda dramatik bir müzikal tür doğdu. Floransa’da kont Bardi'nin etkisiyle, G. Caccini ve J. Peri "temsil üslubu"nun ilk örneklerini verdiler: Dafne (1594), Euridice (1600). Bu arada şair O. Rinuccini, pas­ toral dramın konusunu, gerçek bir opera librettosuna dönüştürdü. C. Monteverdi, dramatik madrigaller, madrigal tarzı gül­ dürüler ve ilk recitativo denemelerinin bir sentezini gerçekleştirmeyi başararak Orfeo (1607) ve Arianna ile ilk opera tipini ya­ rattı; yaratıcılığının son döneminde de ta­ rihsel operanın bir örneğini verdi (il Ritorno d'Ulisse in patria, 1641). Cavalli ve A. Scarlatti ile doruğuna ulaşan Italyan ba­ rok operası, tüm Avrupa'ya, özellikle de Almanya’ya örnek oldu ve o günden son­ ra, fiorituralı da capo aryanın kullanımı yaygınlaştı. Operanın merkezi, Floransa ve Roma' dan Napoli'ye kaydı; burada opera seria’ ların perde aralarında yer alan intermezzo*’lardan türeyen bir güldürü üslubu ge­ lişti; bunun ilk yetkin örneği Pergolesi’nin la Serva padrona'sıdır. XIX. yy.’ın başla­ rında, Rossini hem ciddi (Guglielmo Teli), hem de komik üslupta (Sevil berberi) ya­ pıtlar verdi. Cherubini (Medea) ve Spontini (la Vestale) büyük operaya bağlı kalır­ ken, bel canto’dan yana olan Bellini (Nor­ ma) ve Donizetti (Aşk iksiri), şarkıcıların is­ teklerini göz önüne aldılar Romantik ha­ reketin sonunda Avrupa sahnelerine Ver­ di egemen oldu. Verdi’nin olgunluk çağı yapıtlarından (Rigotetto, il Trovatore, La Traviata), sanatının doruğuna ulaştığı bü­ yük partisyonlara (Don Carlos, Aida, Otello, Falstaff) kadar uzanan dönem boyun­ ca, opera büyük bir çap ve dramatik bir üslup kazandı; çeşitli anlatım yolları ara­ sındaki sınırları kaldıran Verdi, hem sese hem de orkestraya kendi damgasını vur­ du. Verismo (gerçekçilik) akımından yola çıkan, ama daha gerçekçi bir tutumu be­ nimseyen Puccini, yalnız ciddi yapıtların­ da (La Bohème Tosça, Madame Butterfly, Turandot) değil, komik yapıtlarında da (Gianni Schicchi) recitativoların güçlü ve or­ kestralamanın zengin olmasına önem ver­ di. Ama, Mascagni, Leoncavallo ve Cilea’nın tüm çabalanna karşın opera günden güne geriliyordu. Busoni de (Doktor Fa­ ust), Dallapiccola da (Volo d i notte), ope­ rayı 2 0 0 yıldır işgal ettiği yere geri geti­ remedi.



• Fransa. Fransız operası, saray balesi, Molière ve Lully’nin komedi-balesi, Cor­ neille ve Racine’in trajedisi gibi yerli öğe­ lerle, o sıralarda doğmuş İtalyan operası­ nın, Mazarin döneminde ülkeye giren et­ kisinin birleşmesiyle doğmuştur. Cambert ve Perrin’in pastoral türündeki deneme­ lerinden (Pomone) ve Krallık müzik aka­ demisinin kurulmasından (1669) sonra, J.-B. Lully, lirik trajedileriyle (Armide), bir yüz yıl değişmeden kalacak olan opera modelini saptadı. Onu, Collasse, Campra, Destouche ve Rameau (Hippolyte et Aride, Cästor et Pollux, Dardanus) izledi­ ler. Fransa’da uluslararası opera tipini, Avusturya asıllı olmakla birlikte, İtalya’da yetişen ve sanat yaşamının en önemli dö­ nemini Paris’te geçiren Gluck yarattı (Orp­ hée, Alceste). Aynı dönemde F.A.D. Philidor, Monsigny, Duni ve Grétry, Gossec ve Méhul, Martini-Schwarzendorf opera-komik türünde örnekler verdiler. Devrim’den sonra, bir grup müzikçi An­ cien Régime’in opera-komlk geleneğini sürdürürken (E. Auber), bir grup müzikçi de, romantizmin etkisiyle, -güldürü öğe­ sini bir yana bırakarak duyguları alışılma­ mış bir yoğunlukla dile getirdi (Gounod [Faust, Mireille, Roméo et Juliette], Bizet [Carmen], Lalo [le Roi d'Ys], Massenet [Manon, Werther, Don Quichotte]). Öte yandan Meyerbeer büyük tarihsel operalar (les Huguenots), Félicien David, Delibes (Lakmé) ve Saint-Saëns (Samson et Dalila) egzotik yapıtlar verdiler; Berlioz, efsaneye (Faust'un lanetlenmesi) ya da ta­ rihe dayalı (Benvenuto Cellini, les Troyens) büyük freskler besteledi; A. Bruneau gi­ bi natüralizmden etkilenen G.'Charpenti­ er, popülist bir "müzikal roman"a örnek verdi. Türün alışılmış tanınıma sırt çeviren Debussy’nin operasında (Pelléas et M é lisande), inşat en önemli öğedir; orkestra ise, açınlama işlevini üstlenmiştir. Debussy’den sonra fransız operasını, Fauré (Pénélope), Dukas (Ariane et Barbe -Bleue), H. Rabaud (Mârouf), Roussel (Padmâvatî, opera-bale), Milhaud (Chris­ tophe Colomb), Poulenc (Dialogues des carmélites) gibi besteciler temsil etti. • Alman okulu. Barok dönemin^bestecileri, İtalya’yı örnek aldılar ve opera -serianın ilkelerini, Viyana, Münih ve Dresden'e aktardılar. Hamburg'da etkinlik gös­ teren Schütz, Keiser, Mattheson ve Tele­ mann da, Dresden’de etkinlik gösteren ve Hasse de, Roma, Floransa ve Napoli okullarının etkilerinden sıyrılmayı başara­ madılar. Viyana'da gelişecek olan bir ulu­ sal operanın oluşumunu Gluck hazırla­ mıştır. Böyle bir temele dayanan Mozart, opera-komik tarzındaki Bastien ve Bastienne ve lirik trajediye yaklaşan idomoneo' dan fransız üslubuna; klavsen ya da sü­ rekli bas eşlikli recitativolara ve da capo aryalara da yer verdiği Figaro'nun düğü­ nü, Don Giovanni ve Cosi fan tutte'de İtal­ yan üslubuna; almanca librettolar üzeri­ ne bestelediği, kişilerin psikolojisini bir melodi ve uygun bir orkestralamayla yan­ sıttığı ve romantizmi haber veren büyülü bir atmosfer yarattığı Saraydan kız kaçır­ ma ve Sihirli flütte de yeni oluşmakta olan alman üslubuna bağlandı. Beethoven'in Fidelio'suyla kişiliğini bu­ lan alman operası, fantastik öğeleri işle­ yen halk türkülerinden yararlanan ve or­ kestra renklerine büyük bir önem veren Weber ile (Der Freischütz, Euryanthe, Oberon) ile kendini kabul ettirdi. Her şey, alman operasının şiirle müziğin bir sen­ tezine doğru geliştiğini gösteriyordu. Bu­ nu lirik dramın büyük reformcusu Wagner gerçekleştirdi. Wagner, anlatılarla aryala­ rın dönüşümlü olarak birbirlerini izleme­ lerine son vererek sürekli melodiyi ön pla­ na çıkardı ve bu melodilere, insan sesiy­ le olduğu kadar orkestrayla da seslendi­ rilen bir dizi leitmotiv yerleştirdi. Aynca, se­ yirci tarafından görünmesini istemediği or­ kestrayı, şarkıcıların eşlikçisi durumundan kurtararak, sahnedeki eylemi yorumlama­ ya ve desteklemeye elverişli bir araç du­



rumuna getirdi ve bu sonuca varmak için de orkestrayı yeni çalgılarla zenginleştir­ di. Geleneksel Italyan operasından kop­ mak için yaptığı birkaç hamleden (Uçan hollandall, Tannhauser, Lohengrin) sonra Tetralogie, Tristan und isdde ve Parsifal ile düşlediği reformu bütün boyutlarıyla ger­ çekleştirdi. R. Strauss’un başarısı, zamanının ar­ moni ve orkestralama alanındaki edinim­ lerini bir yana bırakmadan, çeşitli kaynak­ lara (bu arada barok müziğe de) başvu­ rarak, Wagner’in etkisinden kurtulabilmesindedir (Güllü şövalye). Onikitonculuğun lirik müziğe girmesi, iki savaş arası dönemin anlatımcılığına kat­ kıda bulundu ve birkaç başyapıta (Schönberg’in Moses und Aron'u; Berg’in Wozzeck ve Lıılu’su) esin kaynağı oldu. Bu an­ latımcılığın etkisi, ikinci Dünya savaşı'ndan sonra da yer yer sürdü (B. A. Zimmermann'in Die Soldaten’i). • Öteki ülkeler. Müzik, dramatik öykü ve dansın, maske'de bir araya gelmesi, Pur­ cell (Dido and Aenea) ve J. Blow İle geli­ şen XVII. yy. sonu İngiliz operasının ha­ bercisidir. Aslında kendileri de yabancı et­ kiler altında kalan bu girişimler, İtalyan üs­ lubunun ülkede tutunmasını sağlayan bir­ takım yabancı bestecilerin (özellikle de Händel ve Bononcini) Londra'ya yerleş­ mesiyle gölgede kaldı. Ulusal bir yenilen­ me, Delius, Vaughan Williams, Tippett ve Britten ile, ancak XIX. yy. sonunda ortaya çıktı. İspanyol zarzuela bestecilerinin karşı koymaya çalıştıkları İtalyan etkisinden son­ ra, XVIII.-XIX. yy.’lar arasında folklor eğili­ mi ağır bastı ve Granados ile M.de Falla' nın temsil ettikleri ulusal bir okulun kurul­ masına yol açtı. XVIII. yy.'da Rusya’da da İtalyan lirik sa­ natı egemen durumdaydı. XIX. yy.’da Glin­ ka, halk kaynaklarına dönülmesini savu­ narak ve ulusal tarihten esinlenerek bu­ na karşı koydu (ivan Susanin). Onun bu girişimini sürdüren Beşler grubu’nun üye­ leri, durumların gerçekliği üzerinde dur­ dular ve halktan esinlenerek ünlü korolor yazdılar (Musorgskly’ln Boris Godunov'u; Borodin’in Prens Igor'u; Rimskiy-Korsakov’un Altın horoz'u). Beşler'e koşut ola­ rak Çaykovskiy, ülkesinden kaynaklanan romantik bir ülküyü savundu (Yevgeniy Onegin, Maça kızı). Rus devrimi, beste­ cilerin ulusal renge olan bağlılıklarını da­ ha da pekiştirdi (Prokofyev’in Üç portaka­ lın aşkı). Orta Avrupa'da yurtseverlik duygusu, Smetana (Satılmış nişanlı), Dvofâk (Rusalka) ve Janâöek'in (Jenufa) lirik partisyon­ larının çoğuna girmiştir. Geleneğe bu bağlılık mitolojik (Enesco'nun Oidipus'u) ya da efsanevi ve felsefi (Bartök'un Mavi sakalın şatosu) konulara da yönelmeyi en­ gellemedi. Moniuszko Szymanowski’nin yapıtlarında doğrudan beliren polonyalılık bilinci, Penderecki'de müziğe birer da­ yanak olarak seçilen birtakım tarihsel olay­ larla canlandırıldı (Loudun'un şeytanları). ABD’de opera tarihi, iki akıma bağla­ nır; İtalya'dan gelen geleneksel akımın temsilcisi G. C. Menotti'dir (Medyum, Kon­ solos); ülkenin öz ürünü olan caz ile neg­ ro spiritual gibi çeşitli etkileri bağdaştıran öteki akımı G. Gershwin temsil eder (Porgy and Bess). • Türkiye’de opera. XVI. yy.'ın sonuna doğru (Murat III döneminde) İstanbul'a gelen bir İtalyan kumpanyasının, Saray’da müzikli bir oyun sunduğunu belirten yazılı kaynaklar vardır. Avrupa’dakilere benzer ilk opera temsilleri, Selim III döneminde­ dir. Mahmut II, özellikle de -Batı ile İlişki­ lerin arttığı- Abdülmeclt I dönemlerinde çeşitli İtalyan kumpanyaları, birçok opera oynadılar. XIX. yy.'ın İkinci yarısında tran­ sız, İtalyan, alman ve yunan opera toplu­ lukları, İstanbul ve İzmir'de bir mevsim sü­ ren opera temsilleri verdiler. Yabancı bes­ tecilerden, Türkiye'de opera besteleyen­ ler oldu. Bunlardan Lombardi’nin Giselda'sı (1849) ve Giacomo Panizza'nın Si-



8855



opera 8856



1862-1875 arasında Charles G arnier tarafından yapılan Paris O péra tiyatrosu'nun



adlı operaları sahnelendi. 1949 ortasında fefre’si (1855) Naum tiyatrosu’nda oynan­ Tatbikat sahnesi, yerini yeni kurulan Dev­ dı. Verdi'nin kimi yapıtlarının, İtalya’dan let tiyatrosu ve operası’na bıraktı. 1958’de sonra (Fransa ve Almanya’dan bile önce) Devlet tiyatrosu ve Devlet operası birbirin­ ilk kez Türkiye’de oynanması özellikle İs­ den ayrıldı. 27 Mayıs 1960’tan sonra bu tanbul'da ciddi bir opera izleyicisinin var iki kurum, yasal olarak birbirine bağlı gö­ olduğunu gösterir. Bu dönemde azınlık­ ründüğünden yeniden birleştirildi. 1970 ların kurduğu topluluklar, operet ve opera ortasında, yürürlüğe giren yeni bir yasayla -komiklerin yanı sıra operalar da sunma­ ya başladılar. Bu topluluklardan Güllü tiyatrodan bağımsız Devlet* opera ve ba­ lesi kuruldu. Agop’un OsmanlI tiyatrosu ile, Dikran Çuhacıyan yönetimindeki Opera tiyatrosu Bu arada, Türkiye'de oynanan yaban­ cı operaların sayısı artarken türk besteci­ anılmalıdır. Daha önce yabancı müzikçiler de yeni operalar bestelediler: A. A. lerce Türkiye’de bestelenen operaların lib­ Saygun (Kerem, 1953), Nevit Kodallı (Van rettolarını da yabancılar yazmıştı. Türkçe Gogh, 1957), Sabahattin Kalender (Nas­ libretto üzerine ilk operayı lübnanlı Vadrettin Fioca, 1962), N. Kodallı (Gılgamış, ya Sabra besteledi: Kenan çobanları 1963), Ferit Tüzün (Midas'ın kulakları, (1916; metin Halide Edip Adıvar’indir). Mehmet Baha Bey’in (Pars) Nesteren’i, 1969). Ankara'dan sonra İstanbul da bir ope­ bestebsi de, librettocusu da türk olan ilk ra topluluğuna kavuştu: İstanbul* Şehir opera sayılabilir (yapıtın metni Abdülhak operası (1960). Bu topluluk 1970'te İstan­ Hamit’in [Tarhan] aynı adlı oyunudur). Bu bul Devlet* opera ve balesi’ne dönüştü. yolda denemeler, librettosunu Şahabettin 1970’lerde üç yeni türk operası beste­ Süleyman ile Hulki Amil’in (Keymen) yaz­ lendi: Çetin Işıközlü’nün Gülbahari (1972), dığı, Nurullah Taşkıran’ın bestelediği ihti­ A. Adnan Saygun'un Köroğlu'su (prömi­ yar ile sürdü. yeri, 1973'te ilk İstanbul festivali’nde ya­ Cumhuriyet döneminde, devletin müzik pıldı) ve Cengiz Tanç'ın Deli Dumrul'u politikası, türk halk müziği temeli üzerin­ de, Batı teknikleri kullanılarak çoksesli yeni (1979). 1980’lerden sonra Okan Demiriş, bir müzik yaratılmasını öngörüyordu. Bu türk opera repertuvarına üç yapıt daha amaçla, Avrupa'ya yetenekli gençler gön­ ekledi: IV. Murat (1980), Karyağdı Flatun derilirken, türk müzik öğretimi de Avrupa’ (1985), Yusuf ile Züteyha (1990). dan davet edilen uzmanların önerileri Türkiye’nin üçüncü opera topluluğu’da doğrultusunda yeniden düzenlendi. Cum­ 1982’de İzmir'de kuruldu. huriyetin onuncu yıldönümünde, aydın­ O p e ra c e m iy e ti, Ahmet Adnan Say­ lar, müzikte batılılaşma yolunda atılan gun ve Ragıp Kösemihaloğlu tarafından adımların somut sonucunu görmek için İstanbul'da kurulan (1930) ve müzik sev­ sabırsızlanıyorlardı. Cumhuriyetçi aydınla­ gisini yaymayı, operayı geniş kitlelere sev­ rın gönüllerinde yatan, çoksesli müziğin dirmeyi amaçlayan ,dernek. Bazı opera en yetkin ve en çaplı sentezi olan opera parçalarını çevirten dernekte, piyona re­ türünde, konusuyla, librettosuyla ve bes­ sitalleri de düzenlenmişti. tesiyle türk olan ilk yapıtın bir an önce yaO P E R A SER İ A a. ("ciddi opera" anla­ ratılmasıydı. Metni üzerinde Atatürk'ün mında ital. sözcükler). Konusu dramatik kendisinin de titizlikle durduğu ilk opera olan opera. Münir Hayri Egeli'nin librettosu üzerine Ahmet Adnan Saygun'un bestelediği, ^O p é ra tiy a tr o s u , 1671'de kurulan ve Özsoy*'dur. (ilk kez, haziran 1934'ta Ata­ Cambert tarafından yönetilen la Bouteiltürk ve resmi konuğu İran şahı Rıza Pehle’deki (Mazarin sokağı) top oyunu salo­ levi'nin huzurunda oynandı). Birkaç haf­ nundan, mimar Garnier’nin yaptığı ve ta gibi çok kısa bir sürede tamamlanan 1875’te açılan bugünkü binaya kadar Pa­ ve derleme bir kadroyla seslendirilen ya­ ris'teki tiyatro ve müzik gösterilerinin ser­ pıtın kimi kusurları hoşgörüldü. Aynı yıl yi­ gilendiği birçok salona verilen ad. İkinci ne A. A. Saygun’un Taşbebek ve Necil imparatorluk mimarisinin güzel bir örne­ Kâzım Akses'ln Bayönder adlı operaları ği olan bugünkü Opéra binası, zengin re­ da Atatürk'ün önünde sahnelendi. simler (salon tavanındaki resimler Chagall 1936’da kurulan Ankara Devlet konsertarafından yapılmıştır) ve heykellerle (Car­ vatuvarı’nın 1937'de açılan “ Temsil kısmı”, peaux’nun /a Danse grubu kopyası) be­ tiyatro opera ve bale altbölümlerinden olu­ zenmiştir. Büyük fuaye, Paul Baudry tara­ şuyordu. Cari Ebert tarafından örgütlenen fından süslenmiştir. Opéra'da büyük bir ki­ bu bölümde Tatbikat* sahnesi adlı bir uy­ taplık ve bir de müze vardır. gulama ekibi oluşturuldu (1940). Ebert’in O p o ra tiy a tr o s u ya da O p s ra h a n e -i yönetimindeki Tatbikat sahnesi’nin ilk ope­ o s m a n l, Güllü Agop'un topluluğundan ra temsili 21 haziran 1940’ta gerçekleşti­ ayrılan bazı oyuncuların şarkılı piyesler rildi: Mozart’ın tek perdelik yapıtı Bastien sahnelemek amacıyla Beyazıt meydanı’n ve Bastienne. Daha sonra Puccini'nin Ma­ da açtıkları (1874) tiyatronun adı. Güllü dame Butterfly'inin 2. perdesi, yine Puc­ Agop'a hükümetçe verilen türkçe piyes­ cini'nin Tosca’sının 2. perdesi ve Beetho­ ler oynamak tekeline karşı kurulan tiyat­ ven'in Fidelio, Smetana’nın Satılmış nişan­ ronun yöneticiliğini bir süre Dikran Çuhalı, Mozart’ın Figaro'nun düğünü, Puccini' cıyan yaptı. Sahnelenen müzikli oyunlar nin La Bohème, Verdi'nin Maskeli balo, Biarasında A rif Ağa'nın hilesi, Köse Kâhya, zet'nin Carmen, Rossini’nin Sevil berberi Leblebici Horhor bulunmaktadır. O P E R A -R A LE a. (fr. opéra-ballet). Sah ne için yazılan müzik ve koregrafi yapıtı. —ANSİKL. Opera-bale, XVII. yy.’ın sonla­ rından Devrim'e değin geçen yüzyıllık bir dönemde Fransa’da gelişti. Opera-bale terimi sonradan yalnız müzik tarihçilerin­ ce kullanılmıştır: o dönemde daha çok "ballet héroïque" ("kahramanlık balesi” ) denilen bu tür, saray balesinden ve yeni bir tür olan lirik trajediden doğdu. Opera -balede üç, dört ya da beş perde vardır. Kendi aralarında "giriş'lere ayrılan perde­ lerden her biri, ayrı ve bütünlüğü olan bir öykü üzerine kurulmuştur. Bu öyküler, ya­ pıtın başlığında dile getirilmiş genel bir dü­ şünceyle birbirine bağlanmıştır En ünlü opera-baleler: R Collasse’ın les Saisons'u (1695), türün ustası A. Campra'nın l ’Euro­ pe galante (1697) ve les Fêtes vénitiennes’i (1710); J.-J. Mouret’nin Les Fêtes de Thalié si (1714); A. Cardinal Destouches ve M. R. Delalande'in les Eléments (1721); Rameau'nun ünlü les indes galantes’i (1735).



O P E R A -K O M İK a. (fr. opéra-comique). Konuşmalı ve şarkılı oluntuların peş peşe geldiği opera. O P E R A N D a. (fr. opérande). Bilş. İŞLENEN'in eşanlamlısı. OPE R A S Y O N a. (fr. opération). 1. Belli bir amacı gerçekleştirmeye yönelik uygu­ lamaların, önlemlerin ya da işlerin tümü: Polis dün geceki operasyonda bin kilo uyuşturucu ele geçirdi. Operasyonlar sü­ rüyor. —2. Cerrahın hastaya uyguladığı iş­ lem; ameliyat. OPERATÖR a (fr. opérateur). 1. CERRAH'ın eşanlamlısı. —2. Bir tamlayanla, kimi teknik aygıtları çalıştıran kimselere ve­ rilen ad: Vinç operatörü. —Bayınd. Alet operatörü, hafriyat, dolgu ya da aktarma işlerinde yararlanılan araç­ ları kullanmakla görevli kişi. —Bilş. İŞLEYEN'in eşanlamlısı. || Bir bilişim servisinde, bilgisayar kontrol görevlisinin yetkisi altında, bilgisayarların çevre birim­ lerini beslemek (delinecek kartları delici­ ye yerleştirmek, manyetik şeritleri ya da disk yığınlarını takmak ve çıkarmak, yazı­ cıların kâğıt gereksinimini karşılamak vb.) ve bunların normal çalışmalarına özen göstermekle yükümlü işletim personeli görevlisi. —Ceb. ve Mat. çözlm. İŞLEMCİ’nin eşan­ lamlısı. —iş örgüt. Bir kontrol tablosunu gözet­ mekle görevli olan ve ölçüm aygıtlarıyla otomatik araçların işaret ve kayıtlarını cet­ vellere geçiren teknik eleman. —Mant. İŞLEMCİ'nin eşanlamlısı. —Matbaac. -> DİZGİCİ. —Petr san. Bir şef operatörün emri altın­ da, bir üretim, arıtım, pompalama tesisi­ nin yönetimiyle görevli işçi, ustabaşı ya da mühendis. —Sine. Film kamerasıyla görüntüleri çek­ mekle görevli kişi. (Sinemanın ilk dönem­ lerinde operatör çekimle ilgili tüm işlem­ leri tek başına yapıyordu. Günümüzde ise bu işlemler görüntü yönetmeninin [başoperatör de denir] başkanlığında, çerçeveleyici ve operatörden [kameraman] oluşan bir ekip tarafından gerçekleştirilir.) —Tur. Tur operatörü, bir seyahat acente­ sine ya da doğrudan müşteriye seyahat turu düzenleyip satan kişi ya da kuruluş. O P E R A TÖ R LÜ K a. 1. CERRAHLIK’ın eşanlamlısı, —2. Operatörün işi, mesle­ ği, görevi. O P E R E T a. (fr opérette; "küçük opera” anlamındaki ital. operetta'dari). Şarkılı bö­ lümlerle konuşmalı bölümlerin birbirini iz­ lediği hafif tiyatro türü. • Türkiye'de operet. XIX. yy.'ın ortaların­ da İtalyan, transız, alman, yunan kumpan­ yalarının İzmir ve İstanbul’da yoğun ilgi görmesi üzerine, azınlıklar tarafından yerli operet kumpanyaları kurulmaya başladı. Kimi tiyatrolar, zaman zaman operetler de oynadılar, ilk yerli operetleri Dikran Çuhacıyan* besteledi. Onu Kaptanzade Ali* Rıza Bey, Muhlis Sabahattin Ezgi*, İsmail* Hakkı Bey ve başkaları izlediler. Cumhuriyet döneminde Cemal Reşit Rey*, kardeşi Ekrem Reşit Rey'in libretto­ ları üzerine bestelediği bir dizi operetle büyük ün kazandı. Bu tür, 1940'lara doğ­ ru gözden düştü. —ANSİKL. Fransız halkının gülmeye olan düşkünlüğü, İkinci imparatorluk dönemin­ de Offenbach’ın, güldürü anlayışına ve pa­ rodiye dayalı yapıtlarının başan kazanması­ nı sağladı. Operete büyük ilgi gösteren kitle, Birinci Dü/tya savaşı'yla kayboldu (Chabrier'nin l'Etoile'i; Planquette'in les Cloches de Corneville’r, Varney’in les Mousquetai­ res au couvent'v, üecocq'un la Fille de Ma­ dame Angot: Messager’nin Véronique1, Fortunio'su). XIX. yy.’ın ikinci yarısında Vi­ yana opereti, Strauss (Die Fledermaus) ve F. Lehâr (Şen dul, Tebessümler diyarı) ile valsi de bünyesine aldı. Amerikan opereti, cazdan, özellikle de müzikholden esinlen­ di ve zaman zaman müzikal komedi* ile kaynaştı (irvirıg Berlin ve Cole Porter).



O P E R K Ü LE R a. (fr. operculaire). Zool. Ônkapakçik, altkapakçik ve arakapakgik ile birlikte kemiklibalıkların kapakçığına desteklik eden kemiksi parça. OPERON a. (fr opéron). Kromozom üze­ rinde düzenleme genlerinin yakınında bu­ lunan ve eşgüdümlü fenotip görünümle­ rini sağlayan bitişik yapılı genler grubu. —A N S İ K L . Operon, prokaryotlarda, özel­ likle Escherichia coli'de laktoz genleri için tanımlanmıştır. Operon tipi sistemlerin var­ lığı ökaryotlarda kanıtlanamamıştır. Bir bakteri operonunda, yapı genleri, tam proteinleri meydana getirecek olan polipeptik zincirlerinin bireşiminden so­ rumludur. Bu proteinler, enzim ya da yapı proteini olabilir Enzim olmaları halinde bir operon aynı metabolizma zincirinde etki­ li olan enzimlerin bireşiminden sorumlu birçok geni içerebilir. DMA molekülünde yazılı bilgi genetik şifreye göre bir haber­ ci RNA zincirine aktarılır ve bu bilgi poli­ peptik zincirini oluşturmak üzere bir aminoasit bölümü olarak gerçekleşir. Düzenleyici genlerse şu çeşitleri içerir: operonun öteki genlerinden uzakta olabi­ len ve baskıcı (represör) adlı bir protein molekülünün bireşiminden sorumlu olan düzenleyici bir gen; baskıcı tarafından ta­ nınan bir işlemci (operatör) gen; okuma­ yı başlatan bir öncü (promotor) gen. Dü­ zenleme sistemlere göre değişiktir. Bas­ kılayıcı bir sistemde yapı genleri, sitoplazma işe karışmadan protein bireşimini sağ lar Sitoplazma metaboliti ile işbirliği yapan baskıcı (korepresör) yalnız bireşimi bas­ tırmak için işe karışır. Bunun tersine ındüklenebilen bir sistemde, baskıcı bireşimi bastırır ve bireşimin gerçekleşebilmesi için bir indükleyici tarafından "bastırıcılıktan” kurtulması gerekir. Operonun herhangi bir noktasında de­ ğişinimler meydana gelebilir. Bu değişi­ nimler Jacob ve Monot'a genetik düzen­ leme ilkesini keşfetme olanağını sağlamış­ tır (1961). "Operon" terimi bu bilginler ta­ rafından 1962’de ortaya atılmıştır. O p a t b a y ra m ı, Teb'de kutlanan ve tanrı Amon’un bir heykelinin Karnak'taki tapı­ nağından Luksor’daki “ Güney haremi" ne (Opet) kadar ayin alayı halinde taşın­ dığı mısır bayramı. Bayram, taşkın mev­ siminin ikinci ayının on beşinci günü (ey­ lül sonuna doğru) başlıyordu. Amon’ un kendi haremindeki evlenme töreni ge­ rekçesiyle kutlanan büyük bir verimlilik bayramı olan bu bayram, daha yeni verimlileştirilen topraktaki ekim zamanını ha­ ber veriyordu. Törenlerin ayrıntıları, luksor tapınağı'ndaki sıra sütunlar üzerine iş­ lenmiştir. O P F İK O N , İsviçre'de (Zürich kantonu) komün, Zürich'in K.’inde, 11 444 nüf. O P H E L İA a. Yerleşik yaşayan çokkıllı halkalısolucan cinsi. (Prostomiumu zayıf, parapotları küçüktür.) O p h e lia , Shakespeare’in Hamlet adlı ya­ pıtının kişilerinden. Genç kız, bunamak üzere olan babası, kıskanç kardeşi ve an­ laşılması güç sevgilisi arasında çıldırır ve kendisini suya atarak intihar eder, böylece dramı hızla çözüme vardırır. Ophelia ti­ pi, deliliğin bir kurban olarak görüldüğü ilk örneklerdendir: gerçek akılda değildir, gerçek doğrudan ve içten bir kavramadır g —ikonogr Shakespeare’in kişisi Delacroix' ya (Ophella'nın ölümü, Louvre), Millais’ ye (Ophella'nın boğuluşu, Tate Galery), B. West’e (Çıldıran Ophella kralın ve kra­ liçenin huzurunda şarkı söylüyor), R. Redgrave’e (Su kıyısına oturmuş Ophelia), J. Lehmann'a (Kardeşi Laertes'e çiçek veren Ophelia) esin kaynağı oldu. Préault da bir alçakkabartmasında onu işledi (Marsil­ ya) K



u r u m l a r



O R A P A , Botsvana'da yer, Francistown' in B.'sında. Elmas madeni. O R A SERRATA, tırtıklı çevre anlamına gelen latince sözcük. (Görme hücresi çok az olan ve kirpiksi cismin [pars plana] ke­ narlarıyla birleşen retina çevresini belirtir.) O R A S U L S T A L İN ya da S T A L İN , rumen kenti Braşov'a 1960'a kadar verilen ad. O ra to r (Hatip), Cıcero'nun retorik kitabı (İ.Ö. 46). De oratore ve Brutus’u tamam­ layan bu yapıt, yeniattikecilerin kendi zevklerine göre çok süslü buldukları cicerocu belagate karşı yönelttikleri eleştirile­ re bir yanıttır. Cicero bu yapıtta, öğretme­ yi ve eğlendirmeyi bilen,, aynı zamanda hem teknisyen, hem de sanatçı olan ide­ al hatibi betimler. ORATORYO a. (ital. oratorio; "küçük capella" anlamındaki lat. Oratorium'dan). Sololar, koro ve çalgılar için yazılan, tem­ sil edilmeyen, genellikle dinsel dramatik müzik türü. — A N S İ K L . Oratoryo, özellikle lauda'dan doğmuştur. Aziz Filippo Neri tarafından Roma'da kurulan Congregazione dell'oratorio' nun ruh eğitimi seanslarında kul­ lanılmak üzere XVI. yy.'da yazılmış birçok lauda kitabı saklanmaktadır (Animuccia' nın Laudi spirituali’si). XVII. yy.’da iki tür oratoryo vardı: genellikle, ulusal dillerde­ ki manzumeler üzerine bestelenen oratorio votgare (halk oratoryosu) ve latince düzyazılar üzerine bestelenen oratorio latino. • Barok ve klasik oratoryo. Oratoryo teri­ minin İlk kullanılışı 1640’a rastlar (Pietro Della Valle’nin Oratorio della Purificazione'si). Carissimi, oratorio latino'nun usta­ sıydı (Jephte, Judicium Salomonis, Dilu­ vium universale). Ondan sonra ve XVIII. yy. boyunca Stradella, A. Scarlatti (Azize Ursula’nın martyki, la Giuditta), Legrenzi, Caldara ve Lotti, oratorio volgare türün­ de başyapıtlar yaratmayı başardılar. Oratoryonun yurdu İtalya'dır ve bu form, başka ülkelere İtalyan besteciler ta­ rafından götürülmüştür. XVII. yy.'ın ikinci yarısında Draghi, oratoryoyu Viyanalılar'a tanıttı. Draghi, sözleri, yalnızca Isa'nın Çile'sindeki olaylarla ilgili olan özel bir ora­ toryo türünde de yapıt verdi: sepolcro. Bu tür oratoryolarda konunun merkezi, Kut­ sal kabirdir. XVII. yy.'da Caldara ve Fux, Viyana sarayı için kontrapunto tekniğiyle oratoryolar yazdılar. XVII. yy.’ın alman oratoryosu, historia, actus musicus, Gespräche (diyaloglar) ve Passion-oratorio'dan kaynaklanmıştır. Al­ man oratoryosu, XVII. yy.’ın sonlarında ve XVIII. yy.'da, bir yandan Çile oratoryoları­ nı (Keiser, Telemann, Händel, Mattheson), bir yandan da Kutsal Kitap'taki konuları ya da hajiyografileri ele alarak (Telemann, Mattheson, C. Ph. E. Bach, Eberlin, C. H. Graun, J. C. F. Bach, J. Haydn, Mozart) gelişti. İngiltere'de XVIII. yy.'da Händel, usta işi oratoryolar besteledi ve türe, lirik sanatın, anlatım simgeciliğiyle zenginleşmiş ilkele­ rini uyguladı, koroya ağırlık verdi. İngiliz diliyle yazılmış öyküyü üç ana bölüme ayırdı ve Eski Ahit’ten esinlendi (Saul, israel in Egypt, Messiah, Samson, Judas Maccabaeus ve Jeptha). M. A. Charpentier, histoire sacräe (din­ sel öykü) adını verdiği yapıtlarıyla, mode­ lini Romada Carissimi’de bulduğu latin oratoryosunun Fransa’daki ilk örneklerini verdi. XVIII. yy.'da operanın gördüğü büyük



8867



oratoryo 8868



Hüseyin Rauf O rbay



Ergin O rbey



Kâzım Orbay



rağbet, oratoryonun dilini etkiledi ve baş­ hükümetinde Bahriye nazırlığına getirildi langıçtaki anlamını -dua- değiştirerek onu ve bu hükümetin baş delegesi olarak Mondros mütarekesi’™ imzaladı. 8 mayıs bir konser yapıtına dönüştürdü. Dinsel ko­ 1919’da kurmay albayken askerlikten ay­ nular kadar dindışı konular da bestecileri rılarak Anadolu'ya geçti. Erzurum ve Si­ esinledi. Artık bir ruh eğitimi aracı olarak vas kongrelerine katıldı. Heyeti temsiliye görülmeyen oratoryo, tıpkı opera gibi, yal­ üyeliği yaptı. 1920 başlarında yeniden açı­ nız kendisi için seslendirilir ve dinlenir ol­ lan Osmanlı Meclisi mebusanı’na Sivas du. mebusu seçildi. Meclis’in kapatılması üze­ • Romantik ve modem oratoryo. Fransa' rine tutuklanarak Malta'ya gönderildi. Bir da romantik oratoryonun ilk temsilcisi Beryıl kadar süren sürgünden dönüşte (1921) lioz'dur. Franck (les Béatitudes), Gounod Ankara'ya giderek aynı sıfatla TBMM'de (Mors et vita), Pierné (l'An mil, la Croisa­ yer aldı. Kısa bir süre Nafıa vekilliği yaptı de des enfants ve Saint François d ’Assise) gibi besteciler daha ç 8 k dinsel; Saint (1921-1922), TBMM başkan vekilliğinde bulundu. 12 temmuz 1922'de Başbakan­ -Saêns (le Déluge), Massenet (Marie -Magdeleine) gibi besteciler de teatral lığa atandı. Lozan konferansı'nda Türkiye baş temsilcisi ve Dışişleri bakanı ismet Paoratoryolar bestelediler. Debussy’nin Martyre de Saint Sébastien'indeki du­ şa’yla (İnönü) anlaşmazlığa düşünce yumculuk, d ’indy'nin la Légende de sa­ ağustos 1923’te bu görevi bıraktı ve int Christophe'undaki dinsellikle çelişir. TBMM'deki muhalefet grubu içinde yer al­ dı. Daha sonra bazı milletvekilleriyle Te­ Honegger, yazım tekniğini, koyu protes­ rakkiperver cumhuriyet fırkası'nı kurdu ve tan inancıyla yöneldiği oratoryo türünün kapatılana (3 haziran 1925) değin bu par­ hizmetine vererek, Avrupa'nın oratoryo ta­ tinin genel başkan vekilliğini yaptı. İzmir rihinde yeni bir dönemi başlattı (le Roi Da­ suikastı olayından ötürü yargılanma sonu­ vid, Jeanne d A rc au bûcher). Cl. Delvincu on yıl hapse mahkûm oldu; ancak Av­ court (Lucifer), A. Jolivet (la Vérité de Je­ rupa'da bulunduğu için hapis cezasından anne). O. Messiaen (la Transfiguration de kurtuldu. 1935'te çıkarılan genel aftan Notre Seigneur Jésus-Christ) ve P. Henry sonra yeniden Türkiye’ye döndü. Askeri (Apocalypse de Jean) gibi besteciler, çok yargıtay’ca aklanması üzerine 1939’da çeşitli üsluplarla Honegger'in izinde yü­ Kastamonu milletvekili, 1942’de Londra rüdüler. XIX. yy.'da alman besteciler, Mahşerle, büyükelçisi oldu, iki yıl sürdürdüğü bu gö­ revden emekliye ayrıldıktan sonra devlet İsa’nın doğumu ve Çile’siyle ilgili temala­ hizmetinden çekildi. (-> Kayn.) ra özel bir ilgi duydular ve konusunu Kut­ sal Kitap’tan alan orotoryolar bestelediler O R B AY (Kâzım), türk asker (İzmir 1886 (Beethoven, Christus am Ölberg [İsa Zey­ - Ankara 1964). Askeri mühendis mektetinlik dağında]; L. Spohr, Schubert, Men­ bi’ni (1904), Harp akademisi'ni (1907) bi­ delssohn). Ayrıca, konusunu tarihten ve tirdi. Balkan ve Birinci Dünya savaşların­ efsanelerden alan dindışı yapıtlar da bes­ da çeşitli birliklere komutanlık, Başkomu­ telendi (Schumann, Das Paradles und die tan vekili ve Harbiye nazırı Enver Paşa'ya Peri). yaverlik, Kurtuluş savaşfnda Doğu cep­ Liszt, oratoryonun çerçevesini genişle­ hesi kurmay başkanlığı yaptı. Milli savun­ terek türü, ayin düzenini aşan, çok kap­ ma bakanlığı ordu dairesi müfettişliği, Kaf­ samlı bir yapıta dönüştürdü, ama gregokas tümen komutanlığı, Genelkurmay ikin­ rius ezgilerinin üslubundan da uzaklaş­ ci başkanlığı gibi görevlerde bulundu. Or­ madı (Christus, Azize EHsabet efsanesi). generalliğe yükseldi (1935); ordu komu­ Dvor'âk gibi yaratıcılar, oratoryoya folk­ tanı, Mareşal Fevzi Çakmak’ın yerine Ge­ lor öğeleri kattılar (Azize Ludmila). XX. nelkurmay başkanı (1944-1946) oldu. En­ yy.'da, çeşitli ülkelerde bestelenen ulusal ver Paşa'nın kız kardeşi ile evliydi. Dok­ oratoryolarla türün gelişimi sürdü: Türki­ tor Neşet Naci'nin öldürülmesi olayına oğ­ ye'de Ahmet Adnan Saygun (Yunus Em­ lu Haşmet Orbay’ın adının karışması üze­ re) ve Nevit Kodallı (Atatürk); Almanya'da rine Genelkurmay başkanlığından istifa et­ Hindemith, Schönberg (Moses und ti ve emekliliğini istedi. 27 Mayıs 1960 devAron), Henze, Orff; Belçika'da R Benoit rimi’nden sonra kurulan Kurucu meclis’e (Lucifer); İsviçre'de Fr. Martin (le Vin her­ üye atandı ve Kurucu meclis başkanlığı bé, Golgotha); İngiltere’de Elgar (The Dre­ na seçildi (1961); kontenjan senatörü ola­ am of Gerontius), Vaughan Williams, Tip­ rak (1961-1969) ölümüne değin Cumhu­ pett (A Child of our Time), Britten (Üç me­ riyet senatosu üyeliği yaptı. sel); İtalya'da Perosi, Malipiero, Dallapic­ O R B E , Juralarln Fransa'daki bölümün­ cola (Job); Rusya’da Stravinski (CEdipus den doğan, ama çığırının hemen hemen -Rex), Prokofyev, Şostakoviç; Polonya’da tamamı Juralarln İsviçre bölümünde bu­ Penderecki; ABD’de Krenek; Bernstein; Kanada’da A. Contant (Caín), G. Coutu­ lunan ırmak; 52 km. re, Cl. Champagne, i. Anhalt, A. Prévost. O R B E , İsviçre’de (Vaud kantonu) komün, O R A V A , Slovakya’da ve Polonya’da ır­ Orbe kıyısında; 4 000 nüf. XIII. yy.'da ve XV. yy.'da yapılmış kiliseler. Kule (XIII. yy.). mak, Beskidler’ln Polonya'daki bölümün­ Çikolata fabrikası. Un fabrikası. Telefon den doğar. B.’dan Yukarı Tatralar'ın çev­ resini dolanır ve Vâh’a kavuşur (sağ kıyı­ gereçleri. dan); 1 1 2 km. O R B E T E LLO , İtalya'da komün, Toscana’da (Grosseto ili), Tirren denizi kıyısın­ O R B , Fransa'nın güney kıyısında ırmak; da; 14 600 nüf. Eski etrüsk kenti Orbetel145 km. Larzac causse’unun güneyinde Valras-Plage'da doğar. En önemli kollan lo, Argentario dağının bir kolunda, balık dolu iki denizkulağı arasında kurulmuştur Mare ve Jaur'dur (sağ kıyıdan). Balıkçılık. Kimya ve metalürji sanayisi O R B A İS , Fransa’da (Marne) komün, Montmirail'ın 16 km K.-D.'sunda; 617 nüf. O R B E T TO (I’) -> TURCHİ (Alessandro). . Eski bir benedikten manastırının yeri. Gü- < O R B E Y (Ergin), türk tiyatro ve sinema nümüze sadece kilisenin mihrap bölümü, yönetmeni (İstanbul 1936). Ankara Dev çapraz şahın, iki şahın arasındaki geçit let konservatuvarı tiyatro yüksek bölümü' kalmıştır. nü bitirdi (1961); oyuncu ve yönetmen ola­ O R B A Y (Hüseyin Rauf), türk asker ve si­ rak Devlet tiyatrosu'nda görev aldı. yaset adamı (İstanbul 1881 - ay. y. 1964). 1963’te Eskişehir Belediye tiyatrosu’nu Deniz harp okulu’nu bitirdi, ABD’de de kurdu ve yönetti. 1965'ten başlayarak denizaltıcılık eğitimi gördü (1905). Ossahneye koyduğu Linç ve Belgelerle Kur­ manlı-italyan savaşı’nda görev aldı. Bal­ tuluş savaşı oyunlarıyla Ankara Sanatsevenler derneği nce en başarılı yönetmen kan savaşı sırasında Hamidiye kruvazö­ seçildi (1971). Bir süre İstanbul'da film yö­ rünün komutanlığını yaptı ve bu görev­ netmenliği ve senaryo yazarlığı yaptı; Bi­ de gösterdiği üstün başarılardan ötürü zim aile (1975) filmi Uluslararası Taşkent ‘Hamidiye kahramanı" unvanıyla tanındı. Yarbay rütbesindeyken Bahriye nezareti film şenliği'nde Jüri özel ödülü'ne değer görüldü (1977). 1974'te Devlet konserva deniz kuvvetleri kurmay başkanlığına, tuvarı tiyatro bölümü başkanı, 1977-1978 ekim 1918'de kurulan Ahmet İzzet Paşa



döneminde İstanbul Şehir tiyatrosu ekip sanat yönetmeni, 1978-1979 yıllarında Devlet tiyatroları genel müdürlüğü göre­ vini üstlendi. Orbey, 1978 yılında Ulvi Uraz, 1982'de ve 1985'te Ankara Sanat kurumu ödüllerini kazandı. 1980 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Dil tarih coğ­ rafya fakültesi'nin tiyatro bölümünde dersler verdi. O R B İC C İA N İ (Bonagiunta), Bonagl unta da Lucca denir, İtalyan şair (Lucca, 1220'ye doğr. - ay. y. 1290). Sicilya okulu­ nun Toscana'daki ilk temsilcileri arasında yer alır. O R B İC U L İN A a. Çeşitli denizlerde yay­ gın olan ya da Üçüncü Zaman toprakla­ rında fosillerine rastlanan delikliler cinsi. (PeneropUdae familyası.) O R B İO N Y (Alcide DESSALİNES D’), fransız zoolog (Couêron, Loire-Atlantique, 1802 - Pierrefitte-sur-Seine 1857). Paléon tologie française (Fransız paleontolojisi) [1840-1860] adında bir kitap yazdı, Doğa tarihi ulusal müzesi'nde profesörlük yap­ tı (1853), katmanbilim paleontolojisinin ku­ rucularındandır. Cuvier’nin öğrencilerin­ den olan Orbigny “ Yer küreninln dönüş­ leri" düşüncesinin en ateşli savunucula­ rından ve lamarckçılığın muhaliflerlndendir. O R B İK Ü L E R sıf. (fr. orbiculaire, lat. or­ bicularis). Petrogr. Işınsal ya da eşmerkezli bir yapısı olan yumurta biçimli bir mag­ ma kayacının dokusu için kullanılır. O R B İL İU S (Pupillus), romalı eğitimci (Benevento ¡.O. 113-12). Horatius'un öğ­ retmeniydi ve verdiği beden cezalarını Horatius hiç unutamadı. Bu yüzden, eği­ timde bedensel cezaların kullanımına ba­ zen orbiliusçuluk adı verilir O R B İN İ (Mavro), İtalyanca yazan ragusalı tarihçi (Ragusa XVI. yy.'ın ikinci yarısı - ay. y. 1611). Dioclea papazının kroniğin­ den ve halk geleneklerinden yararlanarak yazdığı Regno degli Slavi (Slav krallığı) [1601] güney slavlarının tarihi niteliğinde dir. O R B İTO İTLE R a. Deliklilerden, mercek biçiminde ve delikli kavkılı hayvan öbeği. —ANSİKL Localar içermesi nedeniyle kavkılarının bombeli bir görünüm kazarı ması sayesinde Nümilitlerden ayırt edile­ bilirler. Gene aynı locaların biçimleri, orbitolltleri, yerbilimsel zamanlar boyunca art arda ortaya çıkan dört öbeğe ayırma olanağı verir: asıl orbilolitler (Üst Kretase); Orthophragmina (Eosen), Lepidocyclina (Oligosen), Miogypsına (Miyosen). O R B İT O L İN A a. Koni biçiminde, alt ya­ nı yuvarlak ve içbükey, deliksiz kavkılı de­ likli cinsi. (Alt ve Orta Kretase'nin mercan kayası evrelerinde fosilleri çok yaygındır Boyu birkaç milimetre, kimilerinin çapıy­ sa 2 cnYdir.) O H B İT O Ü T E S a. Eosen devri toprak­ larında bulunan, bir yanı hafifçe içbükey ve deliksiz kavkılı delikli cinsi. O R B İTO T O M İ a. (fr. orbitotomie). Gözçukuru içindeki bir ura ulaşmak ve onu çıkarabilmek amacıyla gözçukurunun ke mik çeperini kesme ameliyatı. O R C A O N A (Andrea Ol CİONE ARCAN GELD, I’ — denir). 1343-1368 arasında Floransa’da etkinlik gösteren İtalyan res­ sam, heykelci ve mimar. Bir kuyumcunun oğluydu; 1343'te ressamlar, 1352’de de heykelciler loncasına yazıldı. 1357’de S. Maria Novella'daki, İsa'yı azizlerle birlikte betimleyen çokkanatlıyı gerçekleştirdi; sa­ natçı bu yapıtında, Maso di Banco’nun bi­ çimlerini yalınlaştırarak kullanır. Veba sal­ gınından sonra ex-voto olarak, 1352-1359 arasında, ince bir zevki yansıtan başya­ pıtını, Orsammichele'deki çokrenkli tabernaculumun oymalarını gerçekleştirdi (Meryem'in ölümü ve yükselişi vb.). S. Croce'de yaptığı fresklerden yalnızca par­ çalar kalmıştır, —iki erkek kardeşi de res-



samdı: NARDO’ ve IACOPO Dİ CİONE. O R C H A R D (.William), ıngiliz mimar (öl. 1504) 1479'da Oxford Divinity School'da sarkık kilittaşlı yelpaze tonozlar kollandı. 1474'te yine Oxford'da iki katlı büyük taçkapısıyla dikkati çeken Magdalen College' in yapımına başladı. O R C H IS K L L A a. Kanatsız, sıçrayıcı, sıçrarkuyruklu cinsi. (Entomobryidae fa­ milyası.) O R C H E S İA a. (yun. orkhesis, dans'tan). Soğuk ve ılıman bölgelerde yaşayan kın­ kanatlı cinsi. (Orchesia micans, kızıl be­ nekli kahverengi bedenlidir; pollporlar üzerinde yaşar. Melandryidae familyası.) O re h é a OQrspfrftti Thoinot Arbeau'nun (Jehan Tabourot) dans tarihini, XVI. yy. danslarını ve ayakların temel pozisyonla­ rını anlatan yapıtı (1588). Diyalog biçimin­ de kaleme alınmış kitapta yazar, Capriol adlı bir dansçıyla söyleşir. F. Ashton'ın Capriol Suite (1930) adlı saf klasik balesi­ nin esin kaynağı bu tiptir OR C H ESTES a. (yun. orkhestes, dans­ çıdan). Sıçrayıcı, küçük hortumluböcek cinsi. (Calandra cinsi üyelerine benzer. Larvası kayın, karaağaç [Orchestes /agi], meşe [O. quercus] ve başka ağaçların yapraklarıyla beslenir. Hortumluböcekgiller familyası.) O R C H E S T İA a. (yun. orkhestes, dans­ çıdan). Çoğunlukla deniz kıyısındaki iri, nemli kumlar arasında ya da taşlar altın­ da yaşayan kabuklupıre cinsi. (Talitridae familyası.) O R C H İ (Emanuele), İtalyan yazar ve din adamı (Como XVII. yy.’ın başı - Procida 1649). Barok akımı yaymaya çalışan Orchi’nin en önemli yapıtı Ouaresimale'dir (1650). O R C H İD A C E A E a . Bot. familyasının bilimsel adı.



S A L E P G İL L E R



O R C H İL L A b u rn u , Hierro adasının (Kanarya adaları) batı ucu; eskiden coğ­ rafyacılar birinci boylamı buradan geçiri­ yorlardı. g O R C İN U S O R C A a. Çeşitli denizlerde yaşayan, iri bedenli dişlibalina. (Siyah ve beyaz renklidir. Erkeğinin boyu 9 m'yi, dişisininki 7 m’yi bulabilir. Çok büyük bir sırt yüzgeci vardır. Topluca dolaşan bu türün üyeleri, çoğunlukla balıkları avlarlar; ama, deniz memelilerine [hatta balinalara] bile saldırdıkları olur. Gösterilerde kullanılabi­ len akıllı hayvanlardır. Yunusgiller familya­ sı.) O R C O , İtalya'da ırmak, Piemonte'de, Po ırmağının sol kıyıdan kolu; 78 km. Fran­ sız sınırından doğan Orco, Gran Paradiso'nun güney yamacı boyunca akar ve Cuorgne ovasında, Chivasso yakırlında Po ırmağına kavuşur (sol kıyıdan). Hidro­ elektrik tesisleri. OR C U S* Rom. mit Ölüm ve Cehennem zebanisi. O R C Y N O P S İS U N IC O LO R a Sıcak ılıman sularda yaşayan kemiklibalık. (Tonbalığına benzer; uskumrugiller familyası; boyu 1 2 kg ağırlık için 1 , 2 0 m.) O R C Z Y (Emmuska, barones), macar asıllı İngiliz kadın yazar (Tarnaörs, Heves, 1865 - Londra 1947). The Scarlet Pimper­ nel (1905) adında bir kahramanlık roma­ nı dizisi kaleme aldı, bu yapıt aynı kahra­ manın her romanda görüldüğü ilk dizi ro­ manlardandır. Daha sonra polisiye roman­ lara (Unravelled Knots, 1925) yöneldi. O R D A N Ş İY a. (fr. ordanchite; Puy-de -Döme'daki Banne d'Ordanche1ın adın­ dan). Petrogr. Haüynitli tefrit. O R D Á S (Diego DE), ıspanyol conquista­ dor (Castroverde de Campos, Zamora, 1480'e doğr. - 1532 ?). Velázquez ile Kü­ ba'ya (1511-1519) ve Cortes ile Meksika' ya gitti (1519-1530), Popocatépetl e ilk tır­ manışı yaptı. Venezuela’yı keşfetmekle gö-



revlendirlldl (1530). Orinoco'nun kaynağı­ na doğru 600 km ilerlediyse de, yiyecek yokluğundan durmak zorunda kaldı. O R D E LA P P İ, XIII,-XVI. yy.’lar arasında Romagna’da, Forli senyörlüğüne egemen olan ghibelllno İtalyan aile. Papalık ege­ menliğine karşı savaşan SCARPETTA ve CECCO kardeşlerin savaş başarılarıyla (1315-1331) ün kazandı. Cecco, kendisine genel komutan unvanının verilmesini sağ­ ladı ve Forll'yi yönetti. —F rance sco (öl. Venedik 1374), senyörlüğün gücünü artırdıysa da)»kardinal Albornoz'a yenildi. O R D İN A L a. (fr. ordinat). Küm. kur. SIRA’ SAYlSI'nın eşanlamlısı. O R D İN A LİS T sıf. (fr. ordinaiiste). Ikt. Ordinalist koyut, bireylerin nesnel refahları­ nı ölçmenin olanaklı olmadığını, ancak ay­ nı bireyin -farklı durumlarına bakarak- re­ fahındaki iniş çıkışların ölçülebileceğini kabul eden koyut. O R D İN A R Y Ü S sıf. (lat. ve alm. ordinaruslan). Eğit. Türkiye'deki üniversitelerde en az beş yıl profesörlük yapmış ve bilim­ sel çalışmalarıyla kendisini uluslararası alanda da tanıtmış öğretim üyeleri arasın­ dan seçilerek bir kürsünün yönetimi ile görevlendirilenlere verilen unvan. (1960'ta kaldırılan bu unvan, bu tarihten daha ön­ ce kazanmış olanların hakları saklı tutul­ du.) O R D İN A T a. Geom. O başlangıçtı bir kartezyen işaretle donatılmış bir düzlemin (ya da bir alin uzayın) bir M noktasının or-t dinatı, işaretin ikinçj vektörüne göre OM nin koordinatı. l(0 ,j) işaretinin eksenine bu halde ordinat ekseni denir.] O rd ln a n u o v o (Yeni düzen), büyük işçi grevleri sırasında, İtalyan sosyalist parti yönetimiyle düşülen anlaşmazlık sonucu, 1 mayıs 1919'daTorino'da kurulan İtalyan sosyalist gazete. A. Gramsci, U. Terracini, R Togliatti ve başlangıçta A. Tasça ta­ rafından yönetilen bu gazetede, rus bolşeviklerine yakın bir devrimcilik savunu­ luyor ve proleter bir kültür gerçekleştiril­ mek isteniyordu. Ordine nuovo grubu, ocak 1920'de Torino’da Sosyalist parti'nin yönetimini ele aldı, eylül 1920'de fabrika işgallerini destekledi ve İtalyan komünist partisi kurulunca (ocak 1921) bu partiye geçti. Ordine nuovo, Roma üzerine yürü­ yüşün (ekim 1922) ertesinde Mussolini hükümeti tarafından kapatıldıysa da, da­ ha bir süre gizli olarak yayımlandı. O R D İN -N A Ş Ç O K İN (Afanasiy Lavrentiyeviç), rus siyaset adamı ve diplomat (1605'e doğr. - Pskov yakınında, 1680 ya da 1681). Polonya ile yapılan Andrusovo barış görüşmelerine katıldı (1667), ardın­ dan boyarlığa yükseltilerek elçiler prikazını yönetti. Yeni bir ticaret yasası düzen­ ledi (1667) ve Batı ile sanayi vé ticâret ilişki­ lerinin gelişmesini kolaylaştırdı. Battık denizi'ne doğru yayılma, dolayısıyla İsveç ile savaş ve Polonya ile barış yandaşı olarak kaldığı için çar Aleksey Mihayloviç ile an­ laşmazlığa düşerek 1671'de görevinden ayrıldı ve 1672'de bir manastıra çekildi. O R D İN O a. (ital. ordigno). Bank, ve Bors. B O R S A EMRh'nin eşanlamlısı. —Denize. Denizcilik işletmelerinde, gemi adamlarını gemilere atama belgesi. —Tic. huk. Deniz taşımacılığında, yük ge­ miye bindirilirken kaptana verilen belge. (Ordinonun bir sureti gemide kalır, öteki sureti de imza edilerek yükletene geri ve­ rilir. Bu suret karşılığında konşimento çı­ karılır)! Teslim ordinosu, taşınan malın be­ lirli bir kısmının teslim edilmesi emrini içe­ ren belge. (Malların birden çok kimseye kısım kısım satılması durumunda, alıcılar­ dan her birinin satın aldığı kısmı teslim alabilmesine olanak vermek için düzen­ lenir.) O r d j o n i k i d z e , Vladikavkaz kenti­ nin 1954-1990 arasında taşıdığı isim. O R D J O N IK ID Z E (Grigoriy Konstanti-



!



m



< ■ 1: i JL. M- J L - L -s ? ) f' — ... s iv . _ri — « 3 jŞ .j j L



Onagra



noviç, Sergo —denir), gürcü devrimci ve siyaset adamı (Goreşa, Kutaysi eyaleti, 1886 - Moskova 1937). 1903'ten başlaya­ rak bir sosyal demokrat grubunun üyesiy­ di. Bakü'de etkinlik gösterdi, tutuklandı, İran'a kaçtı (1909), Longjumeau'da Lenin'in kurduğu parti okulunu izledi (1911). 1912'de RSDİP merkez komitesi'ne seçil­ di. Ukrayna'ya (1917), ardından Güney Rusya ve Kuzey Kafkasya’ya olağanüstü komiser olarak gönderildi, Denikin'e karşı savaştı. 1920'den sonra RKP (B) kafkas bürosu başkanı olarak, Azerbaycan, Er menistan ve Gürcistan'da sovyet yöneti­ mini örgütledi ve 1922-1926 arası Kafkasardı bölgesi parti birinci sekreterliğini yü­ rüttü. Stalin'in siyasetini hoyratça benim­ setmek istediği kafkas bolşevikleriyle an­ laşmazlığa düştü ve Lenin tarafından kı



■■ A T



\ İ -w0



2



$



s¡>



■'



O tsam m ichste'deki büyük tabem aculum (1352-1359) Meryem Ana]



oretnus ona



m



'



. \ •'V



- .



\



Ordjonikidze 8870



nandı (1922- 1923). 1926'da Stalin tara­ fından Parti merkez denetim komisyonu başkanlığına getirildi ve muhalefeti temiz­ lemekle görevlendirildi. 1930'da Politbüro'ya girdi. 1932'de Ağır sanayi bakanlığı­ na getirildi. 30'lu yılların başında, sonra­ dan bütün yakınlarını tutuklatan Beria'nın yükselişine karşı çıkmıştı. 1937'de intihar etti ya da NKVD tarafından öldürüldü. O rd a iu d ic lo n ım p r lv a to r u m , Ro­ ma hukukunda, özel mahkemelerin izle­ diği yargılama usulü. Daypnın önce magistra (üst yönetici) önünde hedefi ve İçeriği belirlenerek formüle edilmesi (in iure), sonra da bir özel kişi olan iudex (yargıç) önünde görüşülerek karara bağ­ lanması (in iudicio) olmak üzere iki aşamadan oluşmaktaydı.________________ O R D O -Ü B E R A LİZ M a. (fr. ordo-libâralisme). İkt. 1936’dan sonra, özellikle Al­ manya’da savunulan ve devletin ekonomi­ ye karışmasına karşı, büyük işletmelere, tekellere, oligopollere düşman, azami re­ kabet ile asgari planlama yanlısı iktisat ku­ ramı. O R D O N A , Puglia'da (İtalya), Foggia’nın G.'inde köy. Eski Herdonia burada kurul­ muştur; V.-VI. yy.'lara ait bir italik yerleşi­ mi, konutları ve mezarlarıyla ortaya çıka­ rıldı. Forum, bazilika, pazar yeri ve amfitiyatro Sulla dönemine aittir (İ.S. I. yy.). O RDONAT a. (ordudonatım'ın kısaltma­ sı). Ask. Silahlı kuvvetlere ait birlik kadro­ larında yer alan çeşitli silah, araç ve ge­ recin ikmal, bakım ve onarımları, gerekli cephane, mühimmat, akaryakıtın sağlan­ ması vb. hizmetleri yürütmekle görevli yar­ dımcı askeri sınıf. (Kimi patlayıcı madde­ lerin uzmanlar aracılığıyla güvenliklerinin sağlanması da bu sınıfın görevleri arasın­ dadır.) O R D Ó N E Z (Bartolomé). Burgos kökenli İspanyol heykelci (öl. Barcelona ya da Carrara 1520). Fancelli’nin öğrencisiydi; 1515’te, Barcelona katedrali'nin trascoro' sundaki kabartmaların ve din adamlarına ayrılmış oturma yerlerinin yapımında ça­ lıştı; Napoli’de, D. de Siloé He birlikte, S. Giovanni a Carbonara kilisesi ’ndeki bir capellanía sunağını yaptı. Daha sonra, çok sayıda mezar anıtı gerçekleştirdi (Deli Juana I ve Güzel Felipe'nln Granada kral­ lık capellası’ndakl mezarları, 1519’a doğr.). O R D Ö N E Z DE M O N TALVO (García) -



R o d r íg u e z d e M o n t a l v o .



O R D O N O I (öl. Oviedo 8 6 6 ), Asturias kralı (850-866), kral Ramiro l’in oğlu ve ar­ dılı. Kurtuba (Córdoba) emirl Muhammet l'e yenildlyse de, dönek Musa’nın (859'a doğr.-860) ayaklanmasını bastırabildi. Ye­ rine oğlu Büyük Alfonso III geçti, O R D O N O II (öl. León 924), Galicia kra­ lı (910-914) ve León kralı (914-924), Astu­ rias kralı Büyük Alfonso lll'ün oğlu. Kar­ deşi Garcla l'in yerini aldı, ilkin Córdoba halifesi Abdurrahman lll’ü yendiyse de (San Esteban de Gormaz, 917), sonra ona yenildi (Junquera vadisi, 920). Yerine, kar­ deşi Fruela II geçti. O R D O N O I I I (öl. Zamora 956), León kralı (951-956), kral Ramiro ll'nin büyük oğlu. Kardeşi Sancho’nun ayaklanması­ nı bastırdı, Lizbon'u yağma etti (955), an­ cak müslümanların karşı saldırısını durdu­ ramadı. Yerine kardeşi Şişman Sancho I geçti. O R D O N O I V Kötü (öl. Córdoba 960), León kralı (958-960), Keşiş Alfonso IV’ün oğlu. Şişman Sancho l'i devirdiyse de, sonra ondan kaçmak zorunda kaldı (960). OR D O S a. Moğolcanın lehçesi; Çin’de, Huang Hı'nın menderesinde konuşulur. O R D O S , çince Hıtao, Çin'de plato, Gü­ ney Moğolistan’da, Fluang Hı'nın büyük kıvrımı içinde G.'inde Büyük Çin şeddi (iç Moğolistan özerk bölgesiyle Şaanşi ili ara­ sındaki sınırı belirler) vardır. Ordos’un ik­



limi çok kurudur ve akarsu ağı hemen h e men yalnızca acı sulu deniz kulaklarıyla sınırlı kalmaktadır. Ordos kültürü adı veri­ len tarihöncesi (yenitaş devri) kültürleri bu­ rada ortaya çıkarıldı. ORDOVİCES DEVRİ a. (Ordovicis, Wa les'de eskiden yaşamış bir halkın adın­ dan). Yerbil. Birinci Zaman’ın yaklaşık 60 milyon yıl süren ve Kaledonya dağoluşumu içinde yer alan sistemi. (Eşanl. ORDOV İS İY E N .)



—A N S İ K L . Ordovices devrini belirleyen katlar özellikle Wales’den seçilmiştir. Sarıl­ maya çok açık bir eğilim gösteren, dün­ ya çapındaki dağılımları ve deniz çökellerindekı bolluğuyla büyük bir stratıgrafik önem kazanan trilobitlerin doruk noktası­ dır. Ordovices devrinin başka önemli bir özelliği, Birinci Zaman sistemindeki katla­ rın stratigrafisi bakımından önemli pelajik biçimler olan graptolitlerin bu devirde başlamasıdır Ayrıca kitinozoerler, kolsuayaklılar, cinsel ikişekilliği pek belirgin ol­ mayan ostracodaların yanı sıra resif orga­ nizmaları (stromatoporidaeler, tabulatalar, tetracorallialar, yosunhayvanları) ve omur galılar önemli bir gelişme göstermişlerdir Nijer deltasının bugün bulunduğu bölge, yaklaşık olarak kutbun bulunduğu yere denk düşüyordu ve önemli bir buzullaş­ manın merkeziydi. O R D O V İS İY E N



a.



Y e r b il.



O R D O V İC E S



D E V R İ'n in e ş a n la m lı s ı .



ORDÖVR a (fr. hors d'œuvre). 1. Yeme­ ğin başında, esas yemekten ya da giriş yemeğinden önce sunulan soğuk ya da sıcak yiyecek; yemeğin, bu yiyeceğin su­ nulduğu bölümü. —2. Karışık ordövr, bir arada sunulan ordövr türleri (şarküteri, çiğ sebze salataları vb.) O R D R U R Kopenhag’ın K. banliyö kasa­ bası. Wilhelm Hansen’den (1868-1936) danimarka devletine kalan Ordrup villa­ sında zengin bir danimarka sanatı kolek­ siyonu ve Delacroix, Degas, Monet, Sisley, Cézanne, Gauguin, Matisse vb. res­ samlardan zengin bir tablo koleksiyonu vardır. O R D U a. 1. Bir devletin askeri güçleri­ nin tümü: Türk ordusu. Fransız ordusu. —2. Bir sefere, bir harekât bölgesine, bir göreve gönderilen ya da büyük bir komu­ tanın emrine verilen askeri güçlerin tümü: Harekât ordusu. Friedrich ll'nin ordusu. —3. Birçok kolordudan, tümenden olu­ şan ve cephe savaşıyla, geri hizmetlerin örgütlenmesini birlikte yürüten büyük as­ keri güç birimi. (Bk, ansikl. böl.) —4. Ka­ ra ordusu, deniz ordusu, hava ordusu; Türkiye'de askeri kara, deniz ve hava kuv­ vetlerine verilen ad. —5. Bir grup oluştu­ ran az ya da çok düzenli düşman ya da saldırgan kalabalık: Çekirge ordusu. — 6 . Aynı amacı paylaşan, benzeri işler yapan insan topluluğu: Fikir ordusu. Eği­ tim ordusu. —7. Ordu bozan -> O R D U B O ­ ZAN.



—Ask. Ordu evi -* ORDUEVİ. || Ordu em­ ri, taktik ve idari işlerin yürütülmesini sağ­ lamak amacıyla ordu komutanları tarafın­ dan yayınlanan emir. || Ordu hizmet birlik­ leri, bir harekât alanında ordunun idari hizmetlerini yürütmek amacıyla kurulmuş bulunan yardımcı hizmet ve destek birlik­ lerine verilen ad. || Ordu komutanı, bir or­ duya komuta eden ve genellikle orgene­ ral rütbesinde olan asker. || Ordu malı, as­ keri hizmet için sağlanan ve dağıtılan taşı­ nır mallarla askeri hizmet için ayrılmış ta­ şınmaz mallar. —Milli savunma bakanlığı ile Silahlı kuvvetler’in elindeki her türlü devlet malı. || Ordu merkezi, ordu karargâ­ hının bulunduğu yer. || Ordu üssü, harekâ­ tın yürütülmesi sırasında, ordu ikmal ve ba­ kım bölgesinin kurulup çalışmasını sağla­ yan üst düzey lojistik komutanlık. || Ordu­ lar grubu, stratejik bir hedefin ele geçiril­ mesi amacıyla ordu ya da büyük birlikler­ den birkaçının geçici olarak tek bir komu­ ta altında toplanmasıyla oluşturulan kuvvet.



—Ask. tar. Ordu hâzinesi, Osmanlı döne­ minde sefere çıkan ordu ile birlikte götü­ rülen, çeşitli maliye defterleri ile paranın korunduğu çadır || Ordu kadısı, osmanlı ordusunda, sefer sırasında ortaya çıkan hukuki ve şeri sorunların çözümlenmesiy­ le görevli olanlara verilen ad. (Bu görev önceleri kazaskerlerce yürütülürdü. Onla­ rın sefere katılmamaya başlamasıyla ule­ madan atananlarca yürütülmeye başlan­ dı. Yeniçeri ocağı'nın 1826'da kaldırılma­ sına kadar varlığını sürdüren ordu kadı­ ları Mekke payesi gibi yüksek bir rütbe sa­ yılırdı.) || Ordu kaimesi, Kırım savaşı sıra­ sında giderlerin karşılanması için piyasa­ ya sürülen 1 0 ve 2 0 kuruşluk tahviller. — Tanzimat’tan önce sefere çıkan sadrazam­ ların ülkedeki çeşitli bölgelerin yöneticile­ rine yazdıkları emirlere verilen ad. (Bu tür emirler ince, uzun boydaki özel kâğıtlara yazılarak gönderilirdi.) || Ordu mühimmesi, OsmanlIlar da, savaş sırasındaki geliş­ melerin divanda görüşülmesi sırasında tu­ tulan zabıtların işlendiği bir tür karar def­ teri. || Ordu şeyhi, osmanlı ordusunda as­ keri coşturmakla görevli din adamı. (Tan­ zimat'tan sonra yapılan düzenlemeler sı­ rasında bu görev ve bu görevin ait oldu­ ğu makam kaldırıldı.) || Ordu şikâyet def­ teri, osmanlı ordusunda sefer sırasında, ordu içerisinde oluşan çeşitli türden şikâ­ yetlerin kaydedilerek işlendiği defter. || Or­ du tepesi, ordunun yürüyüş kolu üzerin­ de, arkadan gelen birliklerin izleyecekleri yönü belirtmek için sipahiler tarafından iki fersah arayla yapılan tepe biçiminde işa­ ret, || Ordu-yı hümayun, osmanlı orduları­ na verilen ad. —Fels. Yedek sanayi ordusu, marxçılara göre, işsiz bırakılmış emekçi kitlesi. (Kari Marx'a göre, yedek sanayi ordusu, kapi­ talist üretim tarzının varlık şartıdır, çünkü emekçileri bağımlı bir halde tutar ve üc­ ret haddinin asgari bir düzeyde saptan­ masına hizmet eder.) — A N S İ K L . Ordu, bir devlet, ya da dev­ lete özgü bazı niteliklere sahip bir örgüt tarafından, doğrudan doğruya ya da do­ laylı olarak devşirilmiş ve bu devletin, ya da örgütün temel çıkarlarına saygı göste­ rilmesini sağlamak ve bu amaçla savun­ ma ve saldırı harekâtları düzenlemek üze­ re donatılmış, silahlandırılmış ve askerce eğitilmiş insanlardan meydana gelen hi­ yerarşik bir topluluktur. Ordu, en genel an­ lamıyla, bir devletin ya da bir topluluğun, askeri olanaklarının bütünüdür (türk ordu­ su, amerikan ordusu). Daha dar bir an­ lamda, ordu deyimi özel bir alanda savaş­ mak amacını taşıyan savaş araçlarının bö­ lümleri için de kullanılır (kara ordusu, de­ niz ya da hava ordusu). Nihayet, ordu, mevcudu birkaç bin kişiden, yüz binler­ ce kişiye kadar değişebilen büyük bir ka­ ra ya da hava birimidir. Ordular, komutan­ larının adıyla (Fatih'in ordusu), görevlen­ dirildikleri harekât sahasıyla (Ege ordusu), ya da bir rakamla (VIII. ordu) anılabilirler. —Ask. tar. Yüzyıllar boyunca orduların ya­ pıları ve önemi, coğrafi duruma, ekono­ mik ve siyasi koşullara, kurucularının ira­ desine ve tekniklerin gelişimine bağlı ola­ rak değişti. Bir arada varlığını sürdürmüş birçok ordu türü ayırt edilebilir. • Ulusal ordu. Ancak her vatandaşın fii­ len asker olduğu durumda ulusal ordu­ dan söz edilebilir. Savaş boyunca, eli si­ lah tutan erkeklerin tümü silah altına alı­ nır; siyası yetkililerse ordu komutanı olur­ lar. Ama taktik ve teknik alandaki ilerle­ meler kısa sürede bu sistemi etkisiz du­ ruma getirince bu zayıflığı ortadan kaldır­ mak için aktif askerlik hizmeti uygulama­ ya kondu. Antikçağ siteleri ile ortaçağ ko­ mün cumhuriyetlerinde askerlik süresi en aza indirilmişti: sıkça yapılan eğitimler bir­ liğin iyi durumda kalmasını sağlıyordu. Bunlar milis denilen halk ordularıydı. Gü­ nümüzde İsviçre konfederasyon ordusu bu ilkeye göre düzenlenmiştir Silahların ve uygulanan tekniklerin karmaşıklaşması yanında güçlü bir orduya sahip olma is­ teği de, devletleri askerlik süresini uzatma­



Ordu ya yöneltti Bugün askerlik hizmeti, ülke­ lere göre 1 ile 5 yıl arasında (Türkiye'de 2 ay ile 18 ay arası) değişmektedir. Bu sü­ renin bitiminde vatandaş, yasaların belirt­ tiği koşullar çerçevesinde, her an silah al­ tına alınabilecek biçimde ihtiyatta bekler. Askerlik hizmeti bakımından vatandaşlar arasında eşitlik gözetilerek oluşturulan or­ duların yanı sıra, kişilerin özel kategorilere göre silah altına alındığı ordular da vardır. • Derebeylik orduları. Derebeylerin buyru­ ğu altındaki vasallerin geçici olarak bir ara­ ya gelmesiyle oluşmuşlardı. Bu orduların çekirdeğini atlı ve zırhlı soylular meydana getiriyor, bunların çevresinde donanımı da­ ha zayıf olan ve okçuların ve topçu sınıfının ortaya çıkışına kadar savaşlarda ikinci de­ recede rol oynayan, yaya birlikler bulunu­ yordu. • Muvazzaf ordular, sürekli olarak eğitimli bir silahlı kuvvet bulundurma gereksinimin­ den doğdu (Yeniçeri ordusu, Türk ordusu). • Paralı asker orduları, askerliği bildikleri için silah altına alınan yabancılardan olu­ şuyordu. (Antikçağ'aa sapancılar, modernçağda macar süvariler). Devlet ya da hükümdar, bir ödenek karşılığında, asker toplama, donanım ve askerlere komuta etmekten sorumlu olan condottiero ile an­ laşma (condotta) yapıyordu. Milliyetçiliğin gelişmesi, paralı asker or­ dularının kalkmasına yol açtı. Gene de bu ordular varlıklarını sürdürdüler: sömürge­ leştirme hareketleri (özellikle XIX. yy.'da), bazı devletlerin güçsüzlüğü (savaşçı senyörier döneminde Çin) ya da usta savaşçı gereksinimi (Biafra ya da Katanga çatışmalan) paralı asker toplamayı gerekli kıldı. • Oridu ve toplum. Ordunun toplumdaki ro­ lü askeri harekâtlann hazırlık ve yürütülme­ sinden ibaret değildir. Milis ordusu, paralı asker ordusu, ulusal ordu, bazı toplum bi­ çimlerinin göstergesidir Ortaçağ milis or­ dusu, yürütülmesi büyük bir teknik ustalık gerektirmeyen bir siyasal örgütlenme ve si­ lahlanma tarzının karşılığıdır. XX. yy.'ın ilk yananda, silahlandınlmış kitleler, yüksek bir tanmsal üretkenlik, gelişmiş bir sanayi, çok miktarda üretilebilen gereçler ve çok sayı­ da insan gerektiriyordu. Buna karşılık pa­ ralı askerlerin tutulması, onları silah altına alan devlette a k a k sayısal açıdan yeter­ sizlik ve uzman personel eksikliği sorunla­ rını ortaya çıkarıyordu. Ordunun ulusların siyasi yaşamına mü­ dahale etmesini önlemek amacıyla aske­ ri yetkililerin sivil iktidara bağlılığı ilkesi An tikçağ’dan beri dile getirilmiştir. Bu ilkenin uygulanması, Devlet başkanının ordu ko­ mutanlığını üstlendiği anda bile hassas bir durum yaratır. Ordu sık sık kaba kuvvet olarak siyasi bir rol oynamıştır. Gelişmek­ te olan ülkelerde, ordunun düzenli ve eği­ timli başlıca örgüt oluşu askeri müdaha­ leyi kolaylaştırır. Ordu, halka okuma yaz­ ma öğretme ve bazı kamu kuruluşlarının yönetimi gibi askerlik dışında görevler de üstlenir. Buna karşılık, gelişmiş ülkelerde, uzmanlaşma, askerlerin savunma görev­ lerine dönmelerini kolaylaştırır. (Büyük ulu­ sal orduların tarihi ve kuruluşları için ilgili ülkelerin tarihlerine bakınız.) O R D U (52), D. Karadeniz bölümünde il; 830 105 nûf. (1990); 6 001 km2; mer­ kez ilçe dışında 18 ilçe, 5 bucak, 508 köy. Merkezi Ordu, 102 107 nüf. (1990). G.'de Kelkit vadisinin kenarında dik ya­ maçlarla yükselen dağların dorukları ile Karadeniz kıyıları arasında yer alan il top­ rakları K.'den G.’e gidildikçe yükseltisi ar­ tan, vadilerle yarılmış dağlarla kaplıdır, ik­ lim bakımından da çok belirgin bir sınır oluşturan Karagöl dağı (3 107 m) ve onun B.'ya doğru uzantıları ili G.’den sınırlar. Bunlardan Karagöl dağının K. yamacın­ da Buzul devrinin izleri (sirkler, sirk gölle­ ri, buzultaş setleri) ve küçük bir güncel bu­ zul vardır. Bu yüksek kesimden kaynağı­ nı alan ve karların eridiği dönemde taşan birbirine kabaca paralel ırmaklar (Turna suyu, Melet ırmağı, Dolama çayı, Curi ır­ mağı) araziyi, birbirinden beşeri bakım­



dan da ayrılan bölümler halinde, derin va­ dilerle yarmışlardır. Düz bir şekilde uza­ nan ve ancak akarsu ağızlarında dar alüvyal ovaların bulunduğu kıyının orta kesi­ minde iki ucunda Çam (esk. Vona bur­ nu) ve Yasun burunlarının bulunduğu küt­ lesel bir yarımada yer alır. Yarımadanın D.'sunda Karadeniz'in korkulan karayel fır­ tınalarına karşı bir sığınak sağlayan Per şembe (esk. Vona) limanı vardır. Jeolojik bakımdan Pontid tektonik biriminin sınır­ ları içinde yer alan il toprakları G.'de Pontid-Anatolid birimleri arasında bir kent kuşağı oluşturan ve K. Anadolu fayı ile ke­ silen Kelkit vadisi ile sınırlanmıştır, ilin G. kesimindeki yüksek doruklarda yer yer es­ ki temeli oluşturan granit plütonları mey­ dana çıkar. Bunun dışında bütün il toprak­ larını denizaltı volkanizması ürünleri ile ka­ rışık hafif kıvrımlı kretase oluşukları kap­ lar. ilin G.'indeki yüksek dağların doruk­ ları ile kıyı arasında kalan büyük kesimin kışları ılık, yazları nemli ve yıllık sıcaklık farklarının az olduğu D. Karadeniz iklimi­ nin etkisindedir. (Ordu ocak ort. sıcaklığı 5,8 °C, ölçülen en düşük sıcaklık - 7,2; temmuz ort. 22,1 °C). Çoğu kışın ve son­ baharda düşen yağışlar boldur (Ordu yıl­ lık yağış ort. 1 144 mm); dağların K.’inde 1 000 mm'yi geçer. Dorukların G.'inde, Kelkit vadisine bakan yamaçlarda ise bir­ denbire daha az yağışlı karasal bir iklim alanına geçilir, ilin iki kesimi arasındaki bu büyük iklim ayrılığı bitki örtüsünde de açıkça göze çarpar. K.’de kıyı şeridinde, orman büyük ölçüde tahrip edilmiş yerini tarım alanlarına (özellikle fındık bahçeleri) ve psödomakilere bırakmıştır. Ama yakla­ şık 1 0 0 0 m’den başlayarak 2 0 0 0 m yük­ sekliğe kadar yamaçlar, özellikle kayın ve ladin ağaçlarının başat olduğu nemli ve sık ormanlarla kaplıdır Kelkit vadisine inen ya­ maçlarda ise ancak seyrek meşe ve yer yer sarıçam toplulukları görülür. Ordu, Türkiye ortalamasından iki kat daha yoğun nüfuslanmıştır (km2'ye 138 kişi). Aslında yoğunluk kıyı şeridinde çok daha fazladır (Ünye'de krrr'ye 215 kişi, Fatsa'da 166 kişi). Halkın çoğunluğu (% 59,42) kırsal kesimde yaşar. Kırsal ke­ simde yerleşme düzeni dağların K.'inde ve G.’inde birbirinden farklıdır; K.’de da­ ğınık G.'de toplu köyler yaygındır. Kent niteliğindeki yerleşmelerin hemen hepsi kıyıda, iç kısımla bağlantıyı sağlayan yol­ ların denize ulaştığı yerlerde kurulmuştur (Ordu, Fatsa, Ünye). Yoğun nüfuslanmış olmasına karşın Ordu'nun yıllık nüfus ar­ tış oranı iç göçler nedeniyle Türkiye orta­ lamasının biraz altındadır (%« 17,3); hatta bazı ilçelerin nüfusu (Mesudiye ve Aybastı gibi güneyde dağlık kesimde bulu­



nan ilçeler) hemen hemen hiç artmamış­ tır. Engebeli arazisine karşın, il toprakla­ rının yarısına yakınında tarım yapılır. Bu­ nun büyük bir bölümünü fındık bahçeleri oluşturur (toplam fındık üretiminin % 25’i). İl tanmsal gelirinin % 701 fındıktan elde edilir. İl topraklarının, % 18,5 kadarı­ nı kaplayan tarlaların büyük bölümü (% 60) ilin başlıca tahıl türü olan mısıra ayrıl­ mıştır. Diğer önemli toprak ürünleri pata­ tes, fasulye, soya fasulyesi ve çaydır. Hayvancılık, kırsal kesimin diğer uğraşı­ dır; kıyı kesiminde balıkçılık yapılır, II top­ raklarında (bakır, kurşun, çinko gibi) re­ zervleri büyük olmayan çeşitli maden ya­ taklarına rastlanır. Bunların en önemlileri demir (Çambaşı yaylası) ve linyittir (Göl­ köy ve Aybastı yöresi). İmalat sanayisi ancak 1970'li yıllarda gelişmeye ve çeşit­ lenmeye başlamıştır; başlıca kolları çeşit­ li besin sanayileri (özellikle un ve fındık işleyen kollar), deniz ürünlerini İşleyen sanayi kuruluşları (Fatsa ve Ünye) ve çi­ mento fabrikasıdır (Ünye). Ordu ancak 50'li yıllardan sonra düzenli karayollarına kavuşmuştur. Daha önceleri kıyı şeridi ile iç kesimlerin bağlantısı çok güçtü; kıyı şeridinin D ve B. İle bağlantısı da ancak denizyolu ile sağlanıyordu. (-* Kayn.) O R D U , Karadeniz kıyısında, Doğu ve Orta Karadeniz bölümleri sınırında kent; aynı addaki ilin merkezi. 102 107 nüf. (1990). Ankara’dan 584 km uzaklıkta. • COĞRAFYA. Ordu OsmanlI dönemin­ de kurulmuş kentlerimizden biridir. Kuru­ luşu XIX. yy.'ın başlarına rastlar. Ondan önce, yakınındaki antik Kotyora harabe­ leri bir yana bırakılırsa, hiçbir yerleşme yoktu. Bugünkü Ordu'nun temeli, 10 km kadar içerdeki Bayramlı (Eskipazar) köyü halkının kıyıda bir iskeleye duyduğu ge­ reksinimi karşılamak üzere atıldı, iskele ye­ ri olarak da, Melet vadisini izleyerek iç ke­ simlerden gelen yolun denize ulaştığı ve Boztepe'nin (560 m) K.-B. fırtınalarına kar­ şı koruduğu Kiraz limanı kıyısı seçildi. Kentin çekirdeği burada Bülbül deresinin kıyıda yaptığı küçük alüvyal delta üzerin­ de, çarşı ve camiden oluşan küçük bir is­ kele mahallesi olarak doğdu. Bunu elve­ rişli konumun ve büyük ticari önem kaza­ nan fındık üretiminin yol açtığı hızlı bir ge­ lişme izledi; kent B.’ya Boztepe eteklerine, geriye ve kıyı boyunca K.-B.'ya doğru ge­ nişledi ve önemli bir yerel ticaret merkezi haline geldi. 1883'te büyük zarara neden olan yangına karşın kent hızla kalabalık­ laştı. Kurtuluş savaşı sırasındaki karışıklık­ lar ve azınlıkların ayrılması nedeniyle nü­ fus kaybetti ve nüfusu 50’li yıllara kadar 10 000 dolayında durakladı (1935’te 10



8871



Ordu il haritası



met Bey'in yaptırdığı (1891) ve Hükümet camisi diye de bilinen Hamidiye camisi ile Aziziye ya da Yalı camisi (1894/1895) ken­ tin belirtilebilecek öteki anıtlarıdır. Kentte ayrıca XIX. yy.’dan kalma çeşmeler vardır. O R D U B A L IK -»



KAR A BALG ASU N.



O rd u b e le d iy e s i K a ra d e n iz t iy a t ­ ro s u (OBKT), ordulu gazeteci Uğur Gürsoy'un girişimi ve Muhsin Ertuğrul’un des­ teğiyle 1964 yılı ortalarında kurulan tiyat­ ro topluluğu. İstanbul Şehir tiyatrosu sa­ natçılarından Ergun Köknar’ın çalıştırdığı topluluk, Hülleci oyunuyla 4 şubat 1965’ ten başlayarak perdelerini açtı. Adalet Ağaoğlu, Güner Sümer, ismet Küntay, Aziz Nesin, Rıfat İlgaz, Orhan Asena vb. birçok türk yazarının yapıtını il merkezin­ de ve turnelerde sahneledi. Sanat etkin­ liklerini Uğur Gürsoy yönetiminde sürdü­ rüyor (1993). O rd u'd an bir görünüm



115, 1945’te 10 346, 1950'de 11 6 6 8 nüf.); bu dönemi giderek hızlanan bir ar­ tış İzledi; 1960'ta 2 katına (20 029), 1970'te 38 483'e, 1980'de 52 785'e çıktı; 1990'daysa 100 OOO'İ aştı. Bölümün Trabzon'dan sonra İkinci kalabalık kenti haline gelen Ordu günümüzde, Doğu Karadeniz kıyılarının en güzel, en çağ­ daş kentlerinden, fındık üretimi ve ticare­ tinin en büyük merkezlerinden biridir. • TARİH. Ordu kenti ilk kez kuzey-batfda, bugünkü Bozukkale yakınında ve Karade­ niz kıyısında, Sinop’tan gelen miletli göç­ menlerce "Kotyora” adıyla (İ.Ö. VIII. yy.); daha sonra da güney-doğu’da, kıyıdan yaklaşık 10 km içerde bulunan Eskipazar köyünün yerinde Türkler tarafından "Bayramlı" adıyla (XIX. yy. başları) yeni­ den kuruldu. Zamanla gelişen kasabaya Türkler bugünkü adını vermeden çok ön­ ce, kent sırasıyla Büyük İskender'in (İ.Ö. 334), Pontos kralı Mithridates döneminde (İ.Ö. 132-63) Romalılar’ın, Roma Imparatorluğu’nun ikiye bölünmesi üzerine (İ.S. 395) payına düştüğü Bizans devletinin, Malazgirt savaşı’ndan (1071) sonra bir sü­ re Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın, ardın­ dan Danişmentliler'in (1142-1171), Danişmentliler beyliğini ortadan kaldıran Ana­ dolu Selçukluları’nın (1171-1190), yeniden Bizanslılar’ın (1190-1204) egemenliğinde kaldı. Dördüncü haçlı seferi sırasında İs­ tanbul'dan kaçan Bizans imparatoru Aleksios Komnenoş, Karadeniz kıyılarında Trabzon Rum imparatorluğu'nu kurdu (1204). Böylece bu devletin sınırları içine alınan Ordu, Trabzon Rum imparatorluğu’nu ortadan kaldıran Fatih Sultan Meh­ met tarafından fethedilerek osmanlı top­ raklarına katıldı (1461). Osmanlı yönetimin­ de kent, Trabzon, Canik (Samsun) ve bağ­ lı olduğu Şebinkarahisar sancağıyla bir­ likte önce Erzincan eyaletine (1520), son­ ra yine Şebinkarahisar’la birlikte Erzu­ rum’a (1560), ardından da Trabzon’a (1647) bağlandı. Tanzimat'tan sonra yeni­ den yapılan yönetsel düzenlemede Trab­ zon vilayetinin bir kasabası, 1871'de ilçe merkezi oldu. Hızla gelişen Ordu, 1883 yangınıyla bir günün içinde baştan başa yandı. Ancak, elbirliği yapan halkının bü­ yük çabaları ile yeniden bayındırlaştırıldı. Buraya yerleştirilen (1886) Rusya’dan kaç­ ma kafkasyalı göçmenler de Ordu’nun gelişimine katkıda bulundular. Mondros* ateşkesi’nden (1918) sonra kent, yabancı işgaline uğramadıysa da rum çetelerinin eylemleri oldukça tedirginlik yarattı. 1919’da kurulan Trabzon Mudafaa-i hukuk cemiyeti ve bu kuruluşun Ordu kolu, rum etkinliklerinin etkisiz hale getirilmesinde önemli rol oynadı. Cumhuriyet’ten sonra Ordu, aynı adla oluşturulan ilin merkezi ol­ du (1924). [-► Kayn.] • MİMARLIK. Ordu kentinde tarihsel de­ ğeri olan anıt azdır. İbrahim Paşa'nin yap­ tırdığı ahşap caminin yerine Tayyar Mah­ mut Paşa, Salih Ağa ve Ali Ağa’nin inşa ettirdiği ibrahimpaşa ya da Orta camisi (1800), yalın bir örnektir; mihrabı empire (ampir) üsluptadır. Kaymakam Mir Meh­



O rd u film m e rk e z i ya da O rd u f o t o fllm m e rk e z i, Türk silahlı kuvvetleri'nin fotoğraf, film çekimi vb. hizmetlerini yürü­ ten kuruluş. Barışta ve savaşta önemli ha­ rekât ve manevralarla törenleri fotoğraf ve filmle saptamak, eğitim, moral ve propa­ ganda hizmetlerini desteklemek bu kuru­ luşun temel görevidir. Ordu film merkezi'nin çekirdeği, 1915’te Merkez ordusu sinema dairesi'nde kurul­ du. Kurtuluş savaşı sırasında “ Ordu film alma dairesi" adıyla görevini sürdürdü. Kurumun personelini genellikle muhabe­ re sınıfına mensup subay ve astsubaylar oluşturur. O rd u p a z a rla n , 205 sayılı Ordu yar dımlaşma kurumu kuruluş yasası’nın 33 üncü maddesi uyarınca, üyelerinin tüke­ tim malları ile ilgili geresinimlerini iste­ nilen kalitede, en uygun fiyatla ve zama­ nında karşılayabilmek, satın alma güçle­ rine katkıda bulunabilmek amacıyla kuru­ lan, Ordu yardımlaşma kurumu'na bağlı sosyal hizmet örgütü. Büyük mağazacılık anlayışı içinde tüm ülkeye yayılan bir mağazalar zinciri oluş­ turan Ordu pazarları'nın ilk satış mağazası 1963'te Ankara’da açıldı. Bu tarihten son­ ra Ordu pazarları'nca Ordu yardımlaşma kurumu üyelerinin yoğun olarak bulun­ dukları yerlerde yeni mağazalar hizmete sokuldu. Halen Türkiye genelinde, top­ lam 25 satış mağazası faaliyet göster­ mektedir. Ordu pazarları satış mağazalarında te­ mel olarak dokuz reyon çalışmaktadır Bunlar; gıda ve temizlik maddeleri, par­ fümeri, züccaciye, tuhafiye, konfeksiyon, manifatura, kırtasiye, ayakkabı ve büyük eşya reyonlarıdır. Ayrıca bu reyonların bünyesinde olmak üzere mağazaların bu­ lundukları yörelerin özellikleri ve üyeler in talepleri doğrultusunda reyonlar oluşturul­ muştur. Ordu pazarları'nda, hizmetin etkinliği­ ni artırmak amacıyla üyelere ve askeri kantinlere yönelik olarak kredili satışlar da yapılmaktadır. Kuruluşundan bu yana giderek geli­ şen Ordu pazarları’nın 1992 yılı cirosu 560 milyar TL’ye ulaşmıştır. O rd u y a rd ım la ş m a k u r u m u (OYAK), 1 mart 1961'de Türk silahlı kuvvetleri men­ suplarına, Emekli sandığı’nca sağlanan sosyal güvencelere "ek sosyal güvence­ ler” katmak için 205 sayılı yasa ile, üyele­ rinin karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma­ ları esasına dayalı olarak kurulmuş sos­ yal güvenlik kurumu. Türk silahlı kuvvetleri'nde görev yapan tüm subay ve astsubaylarla Milli savunma bakanlığı, Jandarma genel komutanlığı, Ordu yardımlaşma kurumu ve kurumun sermayesinin °/o 50'sinden fazlasına sahip olduğu iştiraklerindeki görevlilerinden is­ teklileri "daimi üye” kabul etmektedir Ya­ saya göre, yedek subaylar OYAK’ın “ ge­ çici üye"leridir, OYAK'ın yönetim kurulu, yedi kişiden



oluşmaktadır. Yönetim kurulunun Türk si­ lahlı kuvvetleri'nde görevli üç üyesinden ikisi, Milli savunma bakanı'nca gösterile­ cek dört aday arasından, biri de Genel­ kurmay başkanı'nca gösterilecek iki aday arasından, genel kurulca gizli oyla; öteki dört aday ise, maliye, hukuk, bankacılık ve sigortacılık alanlarında uzmanlaşmış ki­ şiler arasından Milli savunma bakanı, Ma­ liye bakanı, Sayıştay yüksek denetleme kurulu, Türkiye Ticaret odası, Sanayi oda­ ları ve Ticaret borsaları birliği ve Türkiye Bankalar birliği yönetim kurulları baştan­ larından oluşan bir seçim komitesince se­ çilmektedir. Yönetim kurulu başkanını da bu komite seçmektedir. OYAK, üyelerinin geleceklerini güven­ ce altına almak amacıyla, emekli olduklannda ya da kaza, hastalık vb. nedenlerle malulen çalışamaz duruma geldiklerinde, herhangi bir nedenle öldükleri zaman “ emeklilik", “ maluliyet" ve "ölüm yar­ dımı” adı altında kendilerine ya da aile­ lerine sosyal yardım yapmaktadır OYAK'ın otomotiv, çimento, inşaat, gı­ da, tarım ilacı, elektronik, kimya, petrokimya ve sigortacılık sektörlerinde faaliyet gösteren birçok kuruluşa yatırımı bulun­ maktadır. O R D U B O ZA N sıf. Fesat çıkaran, dönek kimse için kullanılır. ♦ a. Varis hastalığına halk arasında ve­ rilen ad. O R D U B O Z A N U K a. 1. Fesatlık, ortalı­ ğı karıştırma. —2. Ordubozanlık etmek, fesatlık çıkarmak. O R D U C U a. Kur. tar. Osmanlılar’da se­ fer sırasında ordu ile birlikte yola çıkan, yol boyunca ordunun gereksinimlerini sağla­ yan esnaf ve zanaatkarlardan kurulu hiz­ met birliği. (Ehl-i hiref de denirdi.) —ANSİKL. Aşçı, berber, dokumacı, çizme­ ci, çuhacı, fırıncı, kalaycı, kılıççı, aktar nal­ bant, saraç, terzi vb. esnaf arasından sa­ yısı Divanı hümayun tarafından çıkartılan fermanla belirlenen orducular İstanbul, Edirne ve Bursa'dan çağrılırdı. Başlarına bir orducubaşı (ya da orducu ağası) ata­ narak toplanma yerleri bildirilirdi. Orducu­ ların seçimi çıkarılan ferman doğrultusun­ da ocak ihtiyarları, zanaat kethüdası ve yi­ ğitbaşı tarafından yapılırdı. Sefere çıkma­ dan önce emeklerinin ve karşılaşacakları zorlukların bedeli olarak esnaftan yüklü­ ce bir para alırlardı. O R D U D O N A T IM a. Ask. 1. Ordonat. —2. Ordudonatım malzemesi, silahlı kuv­ vetlere gerekli olan donatım, araç, silah ve cephanelerin tümü. || Ordudonatım hiz­ meti, ordudonatım malzemelerinin bakı­ mı, onarımı, depolanması ve dağıtımı için verilen hizmet. || Ordudonatım ikmal mad­ deleri, ordonat* sınıfına tahsis edilen as­ keri ikmal maddeleri. (Hammaddelerle hazırlanmış malzeme ve parçaları içerir.) O R D U E V İ a. Ask. Subay, astsubay ve emeklileriyle bunların ailelerine sosyal hiz­ metler vermek amacıyla kurulmuş tesis. —ANSİKL. Subay ve astsubayların çalış­ ma saatleri dışında kültürel gelişmelerinin sağlanması, sosyal ve moral ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla hizmet veren bu kurumlar, genellikle tümen ya da daha bü­ yük birlik garnizonları çevresinde k u n / lur. Bir çeşit dinlenme ve eğlence merkezi olan orduevlerinde meslekle ilgili ve ge­ nel kültüre dayalı konferanslar verildiği gi­ bi, aile toplantıları, bayram ve düğün tö­ renleri de yapılır. Tümen ve eşiti askeri birlik ve kuram­ lardan daha küçük birliklerin bulunduğu garnizonlarda orduevleri yerine kışla ve garnizon içerisinde, aynı işlevi gören su­ bay, astsubay ve erat gazinoları bulunur. Bunlar da yine garnizon komutanının gö­ zetiminde orduevleri gibi işletilir. Orduevleri ve askeri gazinolardan ya­ rarlanma hakkı olanlar dışında, isteyen ye­ rel yönetici ve memurlar garnizon komu­



tanlıklarına başvurarak alacakları özel izin ve giriş kartlarıyla' orduevlerinden yarar­ lanabilirler. Orduevlerinin gelir-gider hesapları Mil­ li savunma bakanlığı'nın müfettişleri tara­ fından denetlenir. O R D U G A H a. (türkç. ordu ve fars. -gâh'tan ordugâh). Ask. 1. Birliklerin ha­ rekât sırasında, açıkta ya da çadırda ge­ çici olarak konaklaması ve bu konaklama­ nın yapıldığı yer. —2. Açık ordugâh -» AÇIK. || Çadırlı ordugâh, askeri birliklerin konma bölgelerinde çeşitli tipte çadır ku­ rarak oluşturdukları ordugâh, (Silah ve araçlar çadır dışında, özel örtüleriyle ve nöbetçi gözetiminde bırakılırken çok has­ sas aygıtlar çadır içerisine alınarak dış etki ve tehlikelerden korunur.) || Seyyar ordu­ gâh, eskiden, harekât sırasında düşma­ nı gözaltında tutabilmek, keşif görevini ya­ pabilmek amacıyla kısa süreler için kuru­ lan ordugâh türü. || Tahkimli ordugâh, düş­ manın yaklaşması beklenen yönü kapat­ mak ya da geçit, boğaz tıkamak için ara­ zi yapısından yararlanılarak ve sürekli gö­ rev yapacak biçimde kurulan tahkimli yer. || Köy ordugâhı, harekâta katılan birlikle­ rin bulundukları çevredeki yerleşim böl­ gelerindeki ev, samanlık vb. yapılardan yararlanarak geceledikleri ordugâh türü. —Tar. Büyük göçebe imparatorluklarında, kral çadırlarının konaklama yerinden olu­ şan yönetim merkezi. O R D U K A R IN C A S I a. Böcbil. LEJYONERKARlNCA’nın eşanlamlısı. O R D U K A R IN C A S IO İLLE R a Böcbil. LEJYONERKARINCAGİLLER familyasının eşanlamlısı. O rd u ’n u n s o k a k la r ı, Ordu ve çevre­ sinde yaygın bir türkü ve bu türkü eşliğin­ de kadınlar tarafından oynanan karşılama türü halk oyunu. (Ordu karşılaması da de­ nir.) O R D U Z U , Malatya kentinin 4 km do­ ğusunda, Beydağları'nın kuzey etekleri ile Tüllüktepe arasında, bağ ve bahçele­ riyle ünlü bir yerleşme iken önce adı Bahçebaşı olarak değiştirilmiş, 1985’ten sonra da kentle birleşerek bir mahalle olmuştur. Yerleşmenin ortasından 3 bü­ yük kaynakla beslenen Pınarbaşı deresi geçer; derenin sol kıyısında önemli bir arkeolojik sit olan Aslantepe yer alır. OREC TO LO BU S a. Sıcak denizlerin kı­ yılarında ve derin kesimlerinde yaşayan, küçük bedenli köpekbalığı cinsi. (Yumu­ şakçalar ve kabuklularla beslenirler. Dip­ te yatarken başı çevresindeki deri parça­ larının yosunlara benzemesi sayesinde düşmanlarından kurtulurlar. Orectolobidae familyası.) O R E Q O N , Columbia ırmağının eski adı. O R E O O N , ABD'nin K.-B.'sında eyalet; 251 180 km2; 2 853 733 nüf. (1990). Başkenti Salem. B.'da, iki dağ sırası yer alır: Coast Ran­ ges (dağlardan çok tepelerden oluşur) Cascade Range (yanardağlarının (Hood, Crater Lake] yüksekliği 4 000 m’ye yakla­ şır; bir bölümünde Willamette'in yer aldı­ ğı bir çöküntüyü çevrelerler). Cascade Range'in D.'sunda, Blue Mountains'in ya­ nında yükseldiği ve dev Snake boğazının oyduğu bir plato uzanır. Columbia Casca­ de Range'i geniş bir geçitle keser. B.'da ılıman okyanusal iklim (Portland'da ocakta 3,5 °C, temmuzda 19,5 °C), Cascade Range’in D.'sunda kurak iklim egemendir. Bol yağışlı okyanusal iklimli kesimde, eya­ letin başlıca zenginlik kaynağını oluşturan güzel kozalaklı ormanlar bulunur. Tarım (süt hayvancılığı, tavukçuluk, meyvecilik, bir tüketim pazarı oluşturan en kalabalık bölgede, özellikle de aradaki çö­ küntüde (Willamette burasını baştan ba­ şa aşar) yapılır. Başlıca sanayiler, kereste (inşaat ya da kâğıt hamuru için), gemi ya­ pımı, elektrometalürji ve tarıma dayalı be­ sin sanayileridir Başlıca kentler Portland



E v e rts -R a p h o



(yerleşme alanı Washington’s taşar), Eu­ gene, Springfield ve Salem'dir. —Tar. Beyazlar tarafından, XVIII. yy. so­ nunda bulunan bölge (Juan Pérez, 1774; J. Cook, 1778), R. Gray (1792) ve Lewis ile Clark tarafından (1805-06) keşfedildi. İngilizlerle anlaşmazlık içinde olan ve yer­ leşme yerleri kuran (Astoria, 1811) Ameri­ kalılar, onlarla anlaşarak (1818 ve 1827 antlaşmaları) ülkeyi işgal ettiler ve bu iş­ gal, 49. enlem derecesinde bir sınır sap­ tanana (1846) kadar sürdü. Willamette Valley’e yerleşen Amerikalılar (1834), uzun süre Kızılderililer ile çarpıştılar (1848 -1880). Özel bölge olarak örgütlenen Ore­ gon (1848), Washington özel bölgesini oluşturan parçası çıkanldıktan (1853) son­ ra, eyalet düzeyine getirildi (1859). Kalifor­ niya'dan davar ithali (1834), sığırcılığın ge­ lişmesine yol açtı; ağaç sanayisi de bü­ yük ilerlemeler gösterdi. San Francisco’ ya giden demiryolunun (1868-1887) ve D.’ya doğru kıtayı baştan başa aşan iki de­ miryolu hattının (1884) yapılması, bu ikti­ sadi gelişmeyi daha da hızlandırdı. OREHOVO - ZU YEVO , Rusya’da kent, orta kesimdeki sanayi bölgesinde, Moskova'nın D.’sunda, Kliazma kıyısın­ da; 137 000 nüf. (1989). Triyaj garı. Teks­ til (ipekçilik) merkezi. Makine sanayisi. Plastik. Tekstil sanayisi için makineler. O R E İT H Y İA . Yun. mit. Erektheus'un kı­ zı. Boreas tarafından kaçırıldı ve Trakya’ ya götürüldü. —itonogr. Oreithyia’nın Boreas tarafından kaçırılması, kırmızı figürlü attike vazoların­ da resmedildi; bu konu, Delos’taki Atina­ lIlar tapınağı’nın (İ.Ö. V. yy.) akroterinde de işlenmiştir. O R E L , Rusya'da kent, Yukarı Oka kıyı­ sında; 337 000 nüf. (1989). Demir fabri­ kası. Makine sanayisi. Tarım makineleri. Tekstil sanayisi için malzeme. Ayakkabı­ cılık. Camcılık. Besin sanayileri. —Tar. 1566’da, Ivan IV tarafından, impa­ ratorluğun güney sınırını tatar istilalarına karşı korumak amacıyla kurulan Orel ken­ ti, XVIII. ve XIX. yy.'da zengin bir ticaret merkezi durumuna geldi. İç savaş’ta antikomünist Denikin kuvvetlerinin en ileri saldırı noktası olan ve 13 ekim 1919'da Denikin’in eline geçen kent, İkinci Dünya savaşı sırasında da kanlı çarpışmalara sahne oldu. 3 ekim 1941'den başlayarak Guderlan’ın tank birlikleri tarafından ele geçirildi ve 5 ağustos 1943’te kurtuldu. (-* ALMAN-SOVYET SAVAŞI.) O R E L (Şinasi), türk asker, yönetici, dip­ lomat (İstanbul, 1915). Harp okulu’nu, Harp akademisi’ni bitirdi. Akademi’de öğ­ retmenlik (1950-1953), NATO daimi grubu türk askeri heyeti'nde üyelik (1955-1958), Kara kuvvetleri komutanlığı genel sekre­ terliği (19581960) yaptı. Kurmay albayken emekliye ayrıldı ve Devlet planlama teş­ kilatının ilk müsteşarlığına atandı; bu ör­ gütün kurulmasında katkıları oldu (1961 -1962). Şam, (1962-1966) Islamabad (1966



-1969), Rio de Janerlo (1969-1971) bü­ yükelçiliklerinde bulundu. Parlamento dışından 1. Nihat Erim hükümetinde Milli eğitim bakanlığına atandı (1971). Bakan­ lıktan istifa etti; Dışişleri bakanlığı yüksek müşavirliği yaptı (1972). Boğaziçi üniver­ sitesi fahri felsefe doktoru sanını aldı. Ya­ pıtları: Kurmay muhtırası, Japonya ile sa­ vaş, Ermeniler'ce Talat Paşa'ya atfedilen telgrafların gerçek yüzü (İngilizceden çe­ viri). O R E L L A N A (Francisco DE), XVI. yy.'da yaşayan İspanyol kâşif flîujillo, Extrema­ dura, 1511 - Amazon 1546). 17 yaşında Amerika’ya giderek Pizarro’nun ordusu­ na girdi. 1541'de Eldorado’yu aramak üzere Ouito’dan yola çıkan Gonzalo Pizarro'nun keşif seferine katıldı. Kâşifler Coca'ya, ardından Napo’ya vardılarsa da, yi­ yecek kıtlığı, şubat 1542'de onlan birbi­ rinden ayrılmak zorunda bıraktı. Orellana grubu Amazon ırmaklan boyunca inme­ yi sürdürdü. Yedi aylık güç bir yolculuk; tan sonra Orellana, büyük nehrin ağzına, ardından Venezuela kıyılanna ulaştı. 1545' te aynı yolculuğu ters yönden bir kez da­ ha yapmak üzere ispanya’dan yola çıktı ve çığınnı keşfettiği nehirde öldü. O R E L L A N A L A V İE J A , İspanyada kent, Extremadura’da (Badajoz ili); 4 200 nüf. XVI. yy.’da onarım görmüş ortaçağ sarayı. Guadiana ırmağı (Badajoz planı) üzerinde sulama barajı. O R E LLA N İN a. (fr. orellanine). Bazı cortinarius türlerinde (Cortinarius orellanus, C. orellanoides, C. speciosissimus) bulu­ nan ve insan için öldürücü olan zehirli madde. (Orellanin zehirlenmesi falloit tip­ tedir, fakat belirtileri çok geç ortaya çıktı­ ğından müdahale bir fayda vermez.) O ra ll F ü s s ll, kökeni 1521'e kadar uza­ nan ve Zürich'te etkinlik gösteren İsviçre yayınevi. 1925'ten başlayarak, bugünkü adı altında, edebiyat ve güzel sanatlar yapıtlan, okul kitapları gençlik albümleri ve Theater Heııte, Opernwelt, Bûhnentechnische Rundschau vb. gibi birçok süreli yayın yayımladı. O R E L L İA a. Sarımsı meyvesineği cinsi. (Meyvesineğigiller familyası.) O R E N B U R O 1938-1957 arası Çkalov, Rusya'da kent, Urallar'da Samara'nın kavşağında; 547 000 nüf. (1989). Sanayi (takım tezgâhlar, metalürji, besin sanayileri) merkezi. Doğal gaz yatağı, gazı işleme ve Avrupa'ya giden gaz boruhattının başlangıç noktası. —Tar. 1735'te kurulan ve 1743'te kentin bugünkü yerine nakledilen bir kale olan Orenburg, ayrıca kazak bozkırları ve Örta Asya ile yapılan ticaretin örgütlenme merkeziydi, iç savaş sırasında, kasım 1917’den 1919 yazına kadar kazak ata­ man Dutov ve Kolçak'ın başında bulun­ dukları beyaz orduların elinde kaldı. O R E N S E ya da O U R E N S E , ispanya1 da kent, Galicia’da il merkezi, Miho ırmağı



Ongon Cascade Range (adía planda, Hood dağı)



Orense kıyısında; 109 283 nüf. (1990). fiomalılar'ın eski Aquae Urentes'i ve süev kral­ larının başkentidir. La Corurte-Madrid demiryolunun açılmasıyla gelişmesi hız­ lanan ticaret merkezi. — Örense ili; 7 278 km2; 435 479 nüf. (1990). Yörede oldukça yüksek dağ küt­ lelerinin bulunması tarım olanaklarını sı­ nırlamaktadır. Yalnızca bazı havzalar Galicia'nın çoküıünlü tarım formülüne (mı­ sır, lahana, patates, çavdar, sığır yetişti­ riciliği) göre yoğun biçimde ekilip biçilrnektedir. Birçok hidroelektrik kaynağının son yıllarda işletmeye sSkulması saye­ sinde bir sanayileşme (kimya sanayisi) hareketinin başlayacağı sanılmaktadır. —Güz. saııt. XV-XVIT. yy.Tar arasında çe­ şitli bölümleri değiştirilen, kısmen roman üslubundaki katedral (XII.-XIII. yy.); Santi­ ago de Compostela’dakilerden türemiş oymalı taçkapılar; sanat eserleri (XII. yy.'dan kalma haç; XVI. yy.'ın başına ait sunakarkalığı vb.). Barok üslubunda kili­ seler (S. Eufernia). Ortaçağ köprüsü. Pis­ koposluk sarayı’nda arkeoloji müzesi.



8874



OREO-v OHO-y yun. oros, dağ dan, önek olarak birçok sözcüğün yapısı­ na girer. O K U Ü D ö N a. Oligosen ve Miyosen dev­ ri topraklarında fosillerine rastlanan çiftparmaklı memeli cinsi. (Bazı katmanlarda fosilleri çok boldur. Çeşitli öbeklere özgü özellikleri bünyesinde toplar: tırnaklı, beş parmaklı üyeler; buna karşılık kemirgen­ ler gibi selenodon diş tipi.) A s s is ta n c e p u b liq u e



O M EODOZA a. Amerika palmiyesi. (Oreodoxa regia Antiller'de yetişen çok güzel bir ağaçtır. O. oleracea 30 m yük­ sekliğe erişebilir, bunun özeği sebze ola­ rak yenir: palmiye lahanası.) O H E O P AN A A a. Güney Amerika’nın sı­ cak ve dağlık bölgelerinde yetişen bitki. (Birçok türü ilginç yaprakları nedeniyle se­ ralarda yetiştirilir ve aralya adıyla bilinir. Aralyagiiler familyası.)



M athieu Ö rtila Ulusal tıp ak& m m kûıûphm si, Paris



O R E O P İT H E C U S B A M B O L İİ a Üçüncü Zaman'ın sonunda yaşamış, iri fosil maymun (Hürzeler bu hayvanın ek­ siksiz iskeletini Toscana'daki Bacinello’da buldu). —ANSİKl.. Kafatasının yuvarlak biçimi ve kalçalarındaki bazı öğeler bakımından gelişmiş bazı özellikler taşıyan bu hayvan önce insan soyunun atası olan bazı biçim­ ler arasında sınıflandırıldı. Ama, Oreopilnecus’ları insanın atalarından uzaklaştıran bazı özellikler de vardır: ön üyelerinin kol­ lamaya uyarlanmış olması gibi. Uzmanlar, Oteopithecus barnbolii’y'ı günümüzde ar­ tık temsilcisi bulunmayan bir soya sok­ maktadırlar.



OBÜSTE, romalı general (öl. Pavia 476). Pannoııia Romalılar'ındandı, Hunlar'ın hizmetine girdi ve Attila'nın yazıcılığını yaptı (442) Ecdicius’tan sonra milisin ba­ şına geçti (475), imparator Julius Nepos'a karşı ayaklandı. Yerine genç oğlu Romulus'u (Augustulus) imparator ilan ettirerek, İtalya'nın yönetimini kendi elinde tuttu. An­ cak Odoaker onu, Piacerıza'da eline ge­ çirdi ve boynunu vurdurdu. Böylece Batı İmparatorluğu da son buldu. O re s to ia , Aiskhylos’un i.û. 458'de Ati­ na'da oynanan tiyatro üçlemesi. Günümü­ ze kadar gelen tek yunan üçlemesidir. Agamemnon', Khoephoroi', Eumenides' adlı oyunları kapsar. Aisklıylos, üçlemenin konusunu ana katilı Orestes efsanesinden almıştır.



ORESTES. Yun. mit. Agamemnon ile Klytaimnestra'nın oğlu. Kız kardeşi Elektra’nın yardımıyla annesini ve suç ortağı Aigisthos'u öldürerek, bu kişilerce katle­ dilen babasının intikamını aldı. Anne ka­ tili olduğu için uzun süre Erinyesler tara­ fından rahat bırakılmadı. Tavrida’da Artemis’in tutsağı bulunan kız kardeşi iphige-



neia'yı kurtardı. Öyküsü birçok yazara esin kaynağı oldu: Aiskhylos'un üçleme­ si, Oresteia* (İ.Ö. 458); Sophokles'in Elektra’ (İ.Ö. 425'e doğr.); Euripides’in Andromakhe" (İ.Ö. 426’ya doğr.), iphigeneia ' Taurois'te (İ.Ö. 414), Elektra' (İ.Q 413) ve Orestes* (İ.Ö. 408); Racine'in Androm ak‘ (1667); Goethe'nin iphigenela* Tau­ rois'te (1779-1787); Giraudoux'nun Elek­ tra (1937); J.-R Sartre’ın Sinekler (1943) ad­ lı yapıtları. —Ikonogr. Orestes efsanesi, yunan vazo ressamlarına olduğu kadar yunanlı ve romalı heykelcilere de esin kaynağı oldu Özellikle Orestes’inD elphoi'de arınması konusunu işleyen İ.Ö. IV. yy.'a ait bir Apulia krateri, Napoli müzesi'ndeki, Pompei'den gelen bir duvar resmi (Orestes ile Pylades), heykel alanında, romalı heykel­ ci Cossutius Menelaos'un yapıtı Orestes He Elektra (I. yy.'ın İlk yarısı) ve Vatikan mü­ zesi'ndeki Orestes mitini canlandıran la­ hit (II. yy.) sayılabilir. O re o te s , Euripides'in trajedisi (İ.Ö. 408). Yapıtta Klytaimnestra'nın öldürülmesinden sonra, intikam tanrıçaları'nın (Erinyes) pe­ şini bırakmadıkları Orestes’in işlediği gü­ nahın kefaretini çekişi ve ana katilinin Ar gos halkınca yargılanışı anlatılır Hasta dü­ şen ve vicdan azabından delirmek üzere olan Orestes'i Elektra iyileştirir. Piyes, Orestes ile Elektra'nın Hermione'yi rehin alarak saraya yerleşmelerini sağlayan bir komplonun anlatılmasıyla tamamlanır ve Apollon'un işe karışmasıyla çözüme ulaşır. O R E S T İA ya da O R E S İİA S . Tar. coğ. Edirne'nin Antikçağ'daki adı. O r e s tle (T), Darius Milhaud'nun lirik üç­ lemesi. Librettosunu; Aiskhylos’tan yarar­ lanarak Paul Claudel’in yazdığı üçleme, Agamemnon (1913; Paris’te yalnız partis­ yonun seslendirilişi, 1927), les Choêphores (1916; Paris’te yalnız partisyonun ses­ lendirilişi, 1919) ve les Euménides (1917 -1922; ilk kez Brüksel'de 1949'da sahne­ lendi) bölümlerinden oluşur. Üç bölümü birden ilk kez 1963'te Berlin’de sahnelen­ di. Milhaud, çok sayıda vurmalı çalgı kul­ lanarak, müzikle eşzamanlı biçimde inşat edilen metnin son derece ritmik olarak vurgulanması ve bir koronun da katılma­ sı sayesinde, yunan trajedisinin ses dün­ yasını yeniden canlandırdı. 0 R E S U N D ya da bazen, S U N D , Bat­ tık denizi ile Kuzey denizi’ne bağlantılı de­ niz kollarından en doğuda olanı. K.’de, Sjaelland adası ve İsveç'e bağlı Küllen ya­ rımadası arasında derin bir çukur oluştu­ rur; Hâlsingborg (İsveç) ve Helsing^r (Da nimarka) arasında daraldıktan sonra, Gü­ ney İsveç yalıyarlarıyla Sjaelland'ın alçak kıyıları arasından yeniden genişler. Deniz trafiği burada oldukça yoğundur. O R E $ N İK O V (Aleksey Vasiliyeviç), rus tarihçisi ve nümismat (Moskova 1855 - ay. y. 1933). Moskova Tarih müzesi yö­ neticisiydi (1887-1933). Yapıtları: Monnaies du royaume du Bosphore et des villes de la Grèce ancienne (fr. çev.) [Bosporos krallığı ve eski yunan şehirleri sikkeleri] 1887; Monnaies russes jusqu'en 1547 (fr. çev.) [1547’ye kadar rus sikkeleri] 1896.



O rta n (L), C. Monteverdi’nin 5 peraelik müzikli fablı (favola). Librettosunu A. Striggio’nun yazdığı yapıt, ilk kez 1607'de Mantova’da sahnelendi. Parlak bir tocca­ ta ve müzik üzerine alegorili bir prologla başlayan yapıt, opera türünün ilk yetkin örneği kabul edilir Hem saray balesi, hem pastoral, hem de dram anlayışıyla işlenen partisyonda, floransa üslubunda bir reci­ ter cantando'yu merkez alan ve zengin, renkli bir orkestra tarafından desteklenen madrigaller (bazıları antik ölçülü), dans­ lar ve çalgılı ritornello'lar bir araya gelmiş­ tir. O R F F (Cari), alman besteci (Mürıih 1895 - ay. y. 1982). ilkin orkestra şefi olarak ta­ nındı. 1920-1935 arasında operalar, sen­ fonik şiirler ve kantatlar besteledi; ritim üzerine dayalı bir müzik eğitim sistemi ge­ liştirdi. 1925'te, ritmik jimnastik ve klasik dans eğitimi veren Güntherschule’nin ku­ ruluşuna katkıda bulundu. 1933'te yayım­ lanan Schuiwerk adlı kitabında, çocuklar için hazırlanmış ender etkin yöntemlerden biri olan ve geleneksel solfejin yerine önerdiği kendi yöntemini açıkladı. Ayııı za­ manda kişisel müzik anlayışını da dile ge­ tirdi: müzik, "ilkel” kaynaklarına dönmeli ve bedene olduğu kadar -müziği ayin gi­ bi gören- belli bir müzik düşüncesine de bağlı olmalıdır. 1937'de, i Triortfi başlıklı üç­ lemenin ilk yapıtı olan "pagan" ruhlu sah­ ne kantatı Carmina" Burana ile büyük ün kazandı (bu üçlemenin öbür iki yapıtı, Catulli Carmina [1943] ve il Triorıfo di Afro d/fe'dir [1953]). Aralarında Monteverdl'nin Orfso'sunun da bulunduğu çeşitli yapıt lardan yapılmış düzenlemeler dışında, da­ ha çok sahne yapıtları yazdı. Başlıcaları. Der Morıd (1939), Die Kluge (1943), Die Bernauerin (bavyera lehçesinde, 1947), Antigonae (Sophokles ve Hölderlin’in ya­ pıtlarından esinlenerek, 1949), Œ dipus der Tyrann (1959), Prometheus (1967), De temporum fine comoedia (ilk kèz 1973'te Salzburg festivali'nde sahnelendi). Ö R F İ LA (Mathieu Joseph Bonaventure), İspanyol kökenli fransız hekim ve kimyacı (Mahon 1787 - Paris 1853). 1811’de dok­ tor oldu, Paris'te bir kimya kursu açtı ve büyük başarı kazandı; kursa botanik, fi­ zik, adli tıp derslerini de ekledi ve 1813'te Traité des poisons tirés des règnes miné­ ral, végétal et animal ou Toxicologie gé­ nérale (Mineraller, bitkiler ve hayvanlar âleminden elde edilen zehirler üstüne in­ celeme ya da genel ioksikoloji) adlı kita­ bının ilk bölümünü yayımladı, 1815'te bu yapıtı tamamladı. Faküite'de adli tıp pro fesörü (1819), kimya profesörü (1823), 1831'de de Fakülte'nin dekanı oldu. O R F İZ M a. (fr. orphisme). XX. yy. sana tı. Delaunay'nin resim alanındaki arayış­ larına 1913'te Apollinaire tarafından veri len ad ("orfik kübizm” deyimi de kullanıl dı); bu arayışlar, gerçekteki biçim ve renk lere bağlı olmayan, biçim ve hareketin ya­ ratıcısı renk öğesine dayanan bir anlatı­ mı savunur. (Birçok ressam az çok yanlış olarak orfizme ortak edildiler: Kupka, Picabia, Léger, Kandinsky; ancak üç Ame­ rikalı Delaunay'e daha yakındır: Patrick Henry Bruce ve senkromizm yanlıları M. Russel ile S. Macdonald-Wright.)



O R E Y a. Tropikal Amerika'da yetişen ağaç. (Beyazımsı gri renkteki odunu ince dokulu, yumuşak ve hafif olduğundan, marangozlukta ve sandık yapımında kul­ lanılır. Bil a. campnosperma; anacardiaceae familyası.)



Y A G R İD A S I’ n ı n e ş a n la m lı s ı .



O R F E L İN (Zaharija Stefanoviö), sırp ya­ zar (Vukovar 1726 - Novi Sad 1785). Ken­ di kendini yetiştirdi, çok sayıda öğretici yapıt (yıllıklar, abece kitapları) yayımladı. İlk sırp dergisi Slav-sırp magazin'in (1768) yazıişleri müdürlüğünü yaptı, yurt­ sever bir şiir oları les Larmes serbes' i (fr. çev.) [1761] kaleme aldı. Döneminin en­ der laik yazarlarındandır. Vie de Pierre le Grand (fr. çev.) [1772] adlı bir yapıtı da­ ha vardır.



—ANSİKL. Bu balıklar, genellikle sıcak ve ılık denizlerin oldukça sığ kıyılarıyla 500 m'ye kadar inen diplerinde ya da dibe ya­ kın kesimlerinde yaşarlar. Orfoz, taş hani­ si ve kaya gridası adlarıyla anılan Epine phelus alexandrinus Süveyş kanalının açıl­ masından sonra Akdeniz'e girerek güney kıyılarımıza yayılmıştır. Türkiye sularında boyu 1 m'yi bulur. Örfoz, sarı hani ve rokos adları yerilen E. guaza'nın boyu 2 m'yi bulabilir. Orfoz ve taş hanisi adıyia bilinen



O R F 0 R B k o n tta n







R u s s e ll, ve



W ALPO LE.



O R FO Z



a . Z o o l.



1.



H a n ig ille r f a m ily a s ın ­



d a n b e ş b a l ı k t ü l ü n ü n o r t a k a d ı . -— 2 . K A ­



3 tür vardır: Mycteroperca rubra (boyu 1 m'ye kadar); E. haifsnsıs (boyu 50 cm'ye kadar); E tauvina (boyu 65 cm'ye kadar). ORG a. (tr. orgue; "alet” anlamındaki yun. organon'un latinceleşıniş biçimi organum'dari). 1. Belli sayıdaki borusu, kö­ rüklerdeki havanın basıncı altında, bir pe­ dal sistemi ve bir ya da birçok klavyenin aracılığıyla ses veren çalgı. (Bk. ansikl. böl. Organol.) —2. Ağızlı org, değişebi­ len sayıda kamıştan borusu olan, her bo­ ruda serbest bir dilin bulunduğu, çoksesli havalı çalgı. (Borular, balkabağından ya da tahtadan yapılan hava haznesinin al­ tında birleşirler. Bu tür çalgılara Güney -doğu Asya'da, Çin, Kore ve Japonya'da rastlanır. || Büyük org, bir koro orgunun karşıtı olarak, tribün orgunun tümü. || Elek trikli org, klavye ile somye arasındaki bağ­ lantıyı, elektrikli bir düzeneğin sağladığı çalgı. || Elektronik org, kilise orgunun tını­ sını taklit eden ya da yükseltilmiş, meka­ nik sinyallere dönüştürülmüş elektrik sin­ yalleri sayesinde özgün sesler üreten çal gı. (Bk. ansikl. böl. Organol.) || Su orgu, H Y D R A U L İ S 'i n eşanlamlısı. —ANSİKL. Organol. İ.Ö. III. yy.’da İskende­ riyeli Ktesibios tarafından bulunduğu ka­ bul edilen orgun, Batı Avrupa'ya VII. ve VIII. yy.’larda Venedik aracılığıyla girdiği sanılıyor. Org, XV. ve XVI. yy.’larda Güney Amerika'da, XVIII. yy.'da Kuzey Amerika' da, XIX. yy.'da Rusya’da, XX. yy.’da Asya ve Afrika'da da kullanılmaya başladı. Ör­ gün tarihi, beş bölüme ayrılabilir: 1. Antikçağ'da, pompaları suyun basın­ cıyla çalışan hydraulls, körükleri, insan ko­ luyla hareket eden pnömatik orga dönüş­ tü. 2. Ortaçağ’da üç org türü doğdu: kalça­ da taşınan ve tek elle çalınan portatif; da­ ha büyük olan ve iki elle çalınan pozitif ve büyük tribün orgu. Ortaçağ orgunun, 12 ayaktan 1/ 2 ayağa kadar, birkaç yüz açık borusu vardı. Büyük bir yenilik olan registerln icadı, Ortaçağ’daki üç org türüne de yeni bir yapı kazandırdı. Her register, bir takıma karşılıktı. Bu register (üzerinde de­ likler bulunan sürgü çubuğu), somyede, tuşlarla hareket ettirilen ve havanın geç­ mesini sağlayan supaplar ile, boruların açık ayaklarının girdiği tabla arasına yer­ leştirilmişti. 3. Klasik dönemde özel boru sıralarını bir­ birinden ayırmaya yarayan bu buluştan olabildiğince yararlanıldı. Bu sıralardan bazıları, birçok orkestra çalgısını (flüt, trompet, kromorn, obua) taklit etme ama­ cına yönelikti. Körük takımını ıslah eden org yapımcıları, çalgıya flüt ve trompet pedalyesl eklediler; takımlar bundan böyle, ağızlı, açık ya da kapalı ve dilli takımlar diye gruplandırıldı. 4. XVIII. yy.'ın ortalarından başlayarak, Av­ rupa'da orkestranın genişlemesi karşısın­ da orgu orkestraya yaklaştırma çabaları görüldü: 4 ya da 5 klavyeli anıtsal tipte orgların takım sayısı 60, 80, hatta 90’ı bu­ labiliyor ve bunlar toplam 4 000 - 5 000 boruyu kapsayabiliyordu. 5. Birinci ve ikinci Dünya savaşları arasın­ da, eski müziğin rağbet görmeye başla­ ması, org yapımcısını, klasik orgla senfo­ nik orgun bir bireşimini tasarlamaya itti. Org yapımcıları, her tür müziğe, her tür anlayışa hizmet edebilecek bir org yap­ mayı tasarladılar. Roma dünyasının çöküşünden sonra, org sirklerde ve tiyatrolarda kullanılmaz ol­ duysa da, evlerde, senyör malikânelerin­ de, katedral ve manastır kiliselerinde ken­ disine yer buldu. XI. yy.’dan XVIII. yy.’a ka­ dar ibadet çalgısı olan org, XVIII. yy.’dakl dinsel konserlerde yeniden konser salon­ larına girdi. XIX. ve XX. yy.’da zaman za­ man tiyatrolarda da görüldü. Tarihi boyun­ ca çoksesli bir çalgı olan org için, sanat­ çılar, cantus planus temalarından yola çı­ kılarak yazılmış özel ayetler ya da şarkı transkripsiyonları bestelediler: XVII. yy.’da org repertuvarına, operalardan, hatta danslardan alınmış öğeler girdi. Org için



bir org mekanizmasının şeması 1 - Tuş; 2. Tuş hareketini supaba ileten tahta çubuklar; 3. Register; 4. Somye tabanı; 5. Havayla besleme; 6. Hava kanalı; 7. Sürgülü register; 8. Borular; 9. Yalancı somye; 10. Boruların girdiği yuvalan 11. Yalancı register; 12. Boru ayaklarının oturduğu delikler; 13. Tabla; 14. Supap; 15. Küçük deri torba; 16. Supap yayı; 17. Abreje ve supap kumandası.



konçerto XVIII. yy.’da, senfoni XIX. yy.’da doğdu. Org, 1930'larm başlarıyla 1960'ların sonları arasında ani bir gelişme gösterdi. 1927'da kurulan Paris derneği'nin ardın­ dan, org severler birçok yeni dernekler kurdular. Org konserleri ve festivaller, çal­ gının repertuvarını yaygınlaştırdı; yorum ve doğaçlama yarışmaları, sanatçıların ve­ rimini artırdı. II. Vatikan konsllinden son­ ra, kilise orgu, ayindeki yerini yitirdi, bu­ na karşılık org konserleri yoğunlaştı, • Elektronik org. Başlıca üç türü vardır: borulu dkgu taklit eden ayin orgu; bir grup müzikçinln yerini tutabilecek tek bir çalgı İsteğine cevap veren portatif org (bir rhythm box’ı [ritim kutusu] olan bu elek­ tronik org türünde, programlanmış ritmik ve arnhonlk eşlikler sağlayan tuşlar vardır) ve profesyonel varyete müzikçilerince kul­ lanılan ve uygulamada sınırsız ses etkile­ ri sağlayan sahne orgu. Bu orglar, elektromekanik, elektrostatik, elektronik ve sayısal bir sistem sayesinde çalışır Hammond’un geliştirdiği elektro­ mekanik sistemde, hoparlörleri besleyen bir elektromıknatısta değişken bir akım indükleyen ses çarklı elektrik üreteçleri kul­ lanılır. Dereux’nün buluşu olan elektro­ statik sistem, kromatik gamın 1 2 yarım -sesine karşılık olan 1 2 üreteç üzerindeki org borularının kayıtlarını eşmerkezll osilogramlar çiminde yazar. Çözümlenen ve yeniden bileştirilen bu veriler, hoparlör odalarında kilise orgunun tınısını veren ses titreşimlerine dönüşür. Elektronik sis'em, armonikçe zengin dalgalar üretir. Ayıklanan ve süzülen bu dalgalar, orgun takım sayısınca kanal oluşturan çözümle­ yicilerden geçer. Her kanal, bir yükselte­ ce bağlıdır. Sayısal sistem, gerçek bir se­ si çözümleyerek, bir mikrobilgisayarın bel­ leğine aktarılan sayısal verilere dönüştü­ rür. Sayısal bir sentetizör, bu bilgileri yeni­ den işleyerek hoparlörlerde dinlenebilir elektromekanik titreşimlere çevrilen bir di­ zi elektrik gerilimıne dönüştürür. ORGAN a. (fr. organe; lat. organum; yun. organon, müzik aleti, vücut parçası’ndan) 1. Bir canlı varlığın vücudunun, belli sınırları ve özel işlevleri olan bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —2 Bir grubun görüşünü temsil eden yayın aracı: Bir siyasi partinin yayın organı. Muhalefetin yayın organla­ rı. - 3. Sır devletin, bir işletmenin belli hiz­ metlerini yürütmek ve yerine getirmekle yükümlü kuruluş: Devletin yönetim organ­ ları. Yasama, yürütme ve yargı organları. —Cerr. Organ nakli, bir kişinin sağlam bir organının, büyük damarların devamlılığı sağlanmak koşuluyla başka birine akta­ rılması. (Eşanl. TRANSPLANTASYON.) [Bk. ansikl. böl.] || Bir kirişi normal yapışma ye­ rinden ayırıp felç olmuş başka bir kırışın yerine yapıştırma amacını güden onarıcı müdahale. Kaybolmuş bir işlevi ya aa ha­ reketi yeniden sağlamak üzere gerçekleş­ tirilir. - Dişç. cerr. Bir dişi ya da diş taslağını bu­ lunduğu diş yuvasından çıkarıp başka bi­ rine yerleştirme. —Psikan. ve Psik. Organ nevrozu, pslkosomatik duygulanım. ■Zool. X organı, önayaklı kabuklularda göz saplarında bulunan ve özellikle bü­ yümede ve kabuk değiştirmede önleyici etki yapan içsalgı bezi. (Bu bezin salgıla­ d ığ ı ; c hormon, yumurta oluşumun­ da ve çevre renklere uyma sırasında rol oynayan sinüs bezlerinde birikir.) || Y or­ ganı, önayaklı kabuklularda bulunan Içsalgı bezi; bacakların yenilenmesi ve kabuk değiştirme lahil, her çeşit büyüme doğ­ rudan doğruya bu beze bağlıdır. ■Ansikl Bir organ, genellikle birçok do­ kuya ve çeşitli hücre tiplerini kapsayan karmaşık bir yapıya sahiptir. Bitkilerde ol­ un insanda ve hayvanlarda olsun, vü­ cudun diğer kısımlarına az ya da çok da­ ralmış bir sapla bağlı pek çok organ var.. i . Jdclor (kan ya da Desisuyu, çeşitli salgılar) ve hayvanlar âlemin­



de sinirsel emirler bu saptan geçer. Bir or­ ganın kendisi de daha küçük organların bir birleşimi olabilir (örneğin bir çiçek çe­ şitli çiçek bölümlerinden oluşur); birçok iş­ lev görebilir (örneğin pankreas hem dışsalgı, hem içsalgı bezidir); buna karşılık bir işlev birçok organ arasında bölüşülebilir (gangliyonlar). ikiyanlı bakışım halin­ de, organ çift olabileceği gibi (gözler, gö­ ğüs yüzgeçleri) tek de olabilir (kalp, mi­ de). —Cerr. Organ nakilleri iki tür sorun yara­ tır: büyük çoğunluğu çözümlenmiş olan teknik sorunlarla sonucu etkileyen bağı­ şıklık sorunları. Alıcının akyuvar sistemi­ nin ürettiği antijenlerle, bir antikor gibi dav­ ranan nakledilen madde arasındaki uyuş­ mazlıktan ileri gelme reddetme olayına en­ gel olmak için alıcı ve vericinin birbirine çok benzer bağışıklık karakterlerine sahip olması gerekir. Alıcı ve vericinin akyuvar ve alyuvar gruplan (H.L.A, sistemi*) ara­ sındaki uyum, ikisinin akyuvarlarının in vitro negatif aglütlnasyon tepkimeleri konu­ sunda önceden derln.araştırmalar yapma gereksinmesi bundandır. Ret tepkimele­ rini hafifletmek için elimizde fiziksel araç­ lar (radyoterapi) bulunduğu gibi birtakım ilaçlar da vardır (kortikoitler, antllenfositer serum, azoltioprin ya da slklosporin gibi bağışıklık kaldırıcı pmmüno de presör] İlaçlar). Bu bağışıklık sorunları, şimdilik, organ



bir orgun iç kesiti dom Bddos de Cettes'in M du facteur de l ’orgue (Org yapımcısının sanatı) adlı kitabındaki bir gravürden Paris, 1766



organ 8876



nakli gerekliliklerini çok kısıtlamaktadır. Kaldı ki, bunlar ayrıca adli tıp sorunları da doğurmaktadır. Ülkemizde yaşayan kişi­ den ve ölüden oryan ve doku nakli koşul­ lan yasalarla belirlenmiştir. On sekiz yaşı­ nı doldurmuş, mümeyyiz, yaşayan kişi­ den, İki tanık önünde alınan imzalı bir bel­ ge ile organ alınıp nakli yapılabilir. Ölü­ den, yasanın belirttiği ölüm hali bir tuta­ nakla saptandıktan sonra, yanında bulu­ nan yakınlarından alınan izinle organ alı­ nıp nakli yapılabilir (Organ -/e doku alın­ ması, saklanması ve nakli hakkında k. md. 6 ve 14). • Böbrek nakli: ilk kez 1959'da hemen he­ men aynı zamanda Boston'da J. R Merili tarafından ve Paris'te J. Hamburgerin ön­ cülüğünde onun servisinde gerçekleştiri­ len bu ameliyattan, bugüne kadar dünya­ da binlercesi yapılmıştır. Yapılan nakillerin % 50'sine yakını on sene sonra hâlâ çalı­ şır durumda olduğuna göre, sonuçların çok doyurucu olduğu kabul edilebilir. As­ lında deneme evresinden çıkmış olan tek organ nakli bu böbrek nakli ameliyatıdır. • Kalp nakli: ilk kez 1967’de Cap'ta Ch. Barnard tarafından insanda gerçekleşti­ rildikten sonra, dünya yüzünde sayısız hayvan deneylerine kaynak olmuştur. Tek­ nik, kalbin büyük bir kısmı (içlerine açılan damar deliklerinin çoğunun dışında kalan karıncık ve kulakçıklar) yerine henüz öl­ müş bir kişinin kalbinin o bölümlerini yer­ leştirmekten ibarettir. Bazı başarılı olgulara karşın başarısızlıkların sayısı çok yüksek­ tir. • Karaciğer nakli: dünyada başarı oranı çok değişik (500'ün üzerinde ameliyat ya­ pılmış ise de, nakil yapılan hastaların bir yıldan fazla yaşayanın oranı % 30’u geç­ memektedir. • Akciğer, pankreas, dalak nakli: henüz deneme evresinde olup sonuçlar çok ce­ saret kırıcıdır. O R G A N C IK a. Zool. Kısa boylu ve az çok küremsi biçimli her çeşit organ. O R O A N C IU K a. Ruhbil. Zihinsel işlev ve bozuklukları organik bir dayanağa bağlayan öğreti. O R O A N D İ a. (Urgenç kentinin adının bozulmuş biçimi Organdi'den). Elbise, korsaj ve masa örtüsü yapımında kullanı­ lan, çok aprelenmiş, İnce pamuk muslin. O R G A N E L a. (fr. organelle). Biyol. ORGANİT’in eşanlamlısı. O R G A N İK sıf. (fr. organique; lat. organicus; yun. organikos). 1. Örganlarla, canlı organizmalarla ilgili: Organik yaşam. Organik olgular. —2. Bir şeyin yapısında­ ki, oluşumundaki bir şey için kullanılır. —Ask. Organik birlik, kuruluş olarak kü­ çük ya da büyük bir birliğe bağlı oîan. I —Kim Organik kimya ile ilgili bileşikler için kullanılır. || Organik kimya, kimyanın, karbon ve karbon bileşiklerini inceleyen dalı. (Bk. ansikl. böl.) —Mim Organik mimarlık, mineral düze­ nin durağanlığını aşarak, tıpkı canlı dün­ ya gibi, programlar, yöntemler ve biçim­ ler arasında dinamik ve birleştirici bir ba­ ğıntı kurmayı amaçlayan eğilim, (Bk. an­ sikl. böl.) —Patol. Organlardaki bir lezyondan ileri gelen hastalığa, bozukluğa denir. —Pedol. Organik madde, topraklarda, yaprak ve dal döküntüleriyle köklerden (ya da kök döküntülerinden) oluşan selü­ lozlu bileşikler, odunözü ve (daha az mik­ tarda) bitkisel kaynaklı proteinlerin tümü. (Biyolojik etkinliğin etkisiyle (fauna ve mik­ roorganizmalar] bu taze organik madde kısmen ve az ya da çok hızlı bir biçimde bozunarak karbondioksit, amonyak ve su buharı verir. Geriye kalan da, humuslaşma olayları denen karmaşık dönüşümler sonunda humusu meydana getirir.) || Or­ ganik toprak, profilinin büyük bölümü or­ ganik madde bakımından zengin toprak. (Belli başlı üç organik toprak türü vardır: humuslu topraklar [ilk 30 santimetrede ya



da fazlasında % 10-15 organik madde]; humuslaşmış topraklar [% 35-40 organik madde] ve turbalar [% 60 ve daha çok], özel bir türü de bozkırlardaki eşsıcakltk topraklarıdır [ya da çernozyomlar]; bun­ lar, köklerden oluşan organik maddeleri içerirler, organik maddeler % 1 0 'un olduk­ ça altında olmakla birlikte düzenli bir bi­ çimde dağılmıştır, kimyasal bakımdan çok yoğuşmuş ve siyahtır.) —Petrogr. Organik kırıntılı, çok sayıda or­ ganik kalıntıya bağlı kırıntılı öğelerden oluşmuş bir tortul kayaç için kullanılır. (Eşanl. o rg a n o d e trItIK .) || Organik tor­ tul kayaç, oluşumunun en önemli ya da en belirgin bölümü canlı varlıklardan kay­ naklanan kayaç (hidrokarbonlar, kömürler diyatomit, radyolarit, spongolit, lümaşel kalkeri, falun, bileşik kireçtaşları vb.). — A N S İ K L . Kim. Organik kimya. Kimyanın bir bilim olarak geliştiği Lavoisier döne­ minde, canlı organizmalardan özütlenen bileşikler, yani üre ya da oksalik asit gibi organik bileşikler özel nitelikli maddeler olarak kabul ediliyor, bu maddelerin an­ cak yaşamsal bir gücün etkisiyle oluşabi­ leceğine inanılıyordu. Kimyanın, bu mad­ delerin incelenmesiyle ilgili dalına orga­ nik kimya adı verildi. VVöhler, 1828'de ©



O



amonyum siyanatı (NH 4 OCN), üreye (H2 N—CO—NIH2) dönüştürerek organik ve anorganik (ya da inorganik) kimya ara­ sında bir köprü kurdu. Ancak yaşamsal güç efsanesini yıkma onuru, karbon ve hidrojenden bireşim yoluyla asetilen elde etmeyi başaran Berthelot'nun oldu. Bu­ gün karbon ve karbon bileşiklerinin ince­ lenmesi organik kimyanın, canlıların hüc­ re ve dokularında meydana gelen kimya­ sal dönüşümlerin incelenmesi, biyokimya­ nın (ya da biyolojik kimya) alanına gir­ mektedir. Kimyanın, karbon ve karbon bileşikle­ rini inceleyen dalına organik kimya den­ mesinin gerçek nedeni, canlılardan özüt­ lenen bileşiklerin tümünde karbon atomu bulunmasıdır; karbon atomu gerçekten de elektron yapısının uygunluğu bakımın­ dan diğer karbon atomlarının yanı sıra başka elementlerin atomlarıyla da birleşerek sayısız madde oluşturabilir: canlıla­ rın dokularında bulunan öteki başlıca ele­ mentler hidrojen, oksijen, azot ve ender olarak kükürttür. Organik bileşiklerin açlaştırılması genel­ likle çok kolaydır; çünkü bu bileşiklerin ço­ ğu, damıtma ya da kristalleştirme yoluyla kolayca ayrılabilen küçük boyutlu mole­ küllerden oluşmuş ortak değerlikli bileşik­ lerdir. Bu bileşiklerin elementel çözümlen­ mesi, yani kapalı formüllerinin araştırılma­ sı, az sayıda element içermeleri nedeniy­ le son derece kolaydır. Özellikle son yıl­ larda ulaşılan teknik gelişmeler, gerek bu tür bir araştırmayı, gerekse yapısal çö­ zümlemeleri oldukça kolaylaştırmıştır. ( - * organik Ç Ö Z Ü M L E M E . ) Geçmişte durum kuşkusuz böyle değildi. Kimyanın kurulu­ şundan (Lavoisier) ilk modern açık formül­ lerin (Butlerov, Couper, Kekulâ) ortaya konmasına dek yaklaşık bir yüzyıl geçti; XIX. yy.'da kök, işlevsel grup, benzeşikllk, değerlik, ornatma ilkesi kavramları bulu­ narak o güne değin bilinen çok sayıda or­ ganik bileşik, belli bir düzenlemeye tabi tutuldu; organik bileşikler alifatik, aroma­ tik, karboksilik, ayrıkhalkalı gibi çeşitli se­ rile r halinde sınıflandırıldı. Bugüne dek bulunan ya da bundan sonra bulunacak olan organik bileşiklerin sayısız olması, bu bileşiklerin adlandırıl­ masında önemli bir sorun yaratmaktadır. 1892'de, Cenevre kongresi’nin çalışmala­ rına bağlı olarak Cenevre adlandırması denen ve organik bileşikleri sistemli bir bi­ çimde sınıflandıran bir ad dizini hazırlan­ dı; ne var ki yeni bulunan açık formüller nedeniyle bu ad dizininde sık sık düzelt­ meler yapılmak zorunda kalındı. O dö­ nemde yapılan, günümüzde de büyük öl­ çüde geçerli olan organik adlandırma, basitçe şöyle açıklanabilir: önce molekü­



lün karbon atomlan iskeleti saptanır ve bu­ na göre bir ad verilir; eğer bileşik halkalı değilse, adı en uzun zincirden, halkalıy­ sa en büyük halkadan türetilir. Dallanma­ lar varsa, bunlar ana iskelette, bir ya da daha çok hidrojen atomu yerine köklerin geçtiğini gösterir (şekilde örneğin metilslklopentan). İşlevsel grupların varlığı, önek ya da soneklerle belirtilir: örneğin hidroksi- bir önek, -ol ise, alkol ve fenolle­ rin işlevsel OH grubunun ayırtedici özelli­ ğini gösteren bir sonektlr. Önek ya da sonek, işlevsel gruplarda olduğu gibi kök­ lerde de, ana iskeletteki konumu belirten bir rakamın önüne yerleştirilir; bu da izo­ merlerin ayırt edilmesini sağlar. Öte yan­ dan biçimlenme ve yerleşmelerle ilgili stereokimyasal adlandırma da bu ad dizini­ ne göre yapılır







c



C— C— C







heksa n iskeleti



sik lo h e k s a n iske le ti



C — c ^ - c\ C— C— c m e tilp e n ta n iske le ti



1



y



C " C / m e tils ik lo p e n ta n iske le ti



HO — C — C — C — C — C — C h e ksanol-1 y a d a hidroksi-1 h e k sa n ın iş le v s e l g ru b u ve is k e le ti



org an ik adlandırm a --Mim. Organik mimarlık. Doğada bir bir­ lik ilkesi arayışı, Yunanlılar'!, insan vücu­ dundan yola çıkarak modüler oranlar kur­ maya yöneltmişti. Daha doğru bir deyiş­ le, Rönesans sanatçıları, Vitruvius'un Mimarlık'ını böyle yorumlamışlar, ama, bu­ nun derin sonuçlarını çıkarmak yerine, özellikle biçimsel uyum üzerinde durmuş­ lardı. Yaratılmış bir evrenin çeşitliliğine da­ ha duyarlı olan gotik Ortaçağ, bitkiler dün­ yasıyla kurulacak bir özdeşliğe daha çok ağırlık veriyordu. XIX. yy.'da akılcılık bu öğretiyi olgucu bir anlamda özümledi. Viollet-le-Duc, işlevler, yapılar gelişiyorsa, “ biçim de değişmelidir" sonucuna vardı; onu izleyenlerden Sullivan, Van de Velde, Hârlng, Aalto ve özellikle F. L. Wright da bu görüşü benimsediler. Organik bir mi­ marlık (1939) adlı yapıtın yazarı Wright, kendilerini organik olarak nitelendiren mi­ marlık eğilimleri üzerinde büyük etki yaptı. O R G A N İK Ç İ a Org. kim. Organik kim­ ya uzmanı. O R G A N İK LE Ş M E a. Tarım. Kimyasal bir elementin, gerek topraktaki mikroor­ ganizmaların bünyesine geçme, gerek bi­ yokimyasal tepkimelere uğrama sonucun­ da mineral biçimden organik biçime geç­ mesi. (En önemli örneği, azotun organik­ leşin esidir.) —Endokrinol. iyot ve iyodürlerin organik­ leşmesi, tiroksinin oluşması sırasında iyo­ dun tirozine bağlanması. O R O A N İT a. (fr. organite). Blyol. Hücreyi oluşturan öğelerin her biri (örneğin çekir­ dek, santrozom, mitokondriler, vb.). [Eşanl. o r g a n e l .] O R G A N İZA S Y O N a. (fr. organisation). 1. Düzenlemek, bir biçim, bir yapı vermek eylemi; düzenleme, tertip: Servisin yeni­ den organizasyonu çok zaman aldı. —2 . Bir şeyin düzenleniş, örgütleniş biçimi; ya­ pısı: Bana ülkedeki büyük güçlerin orga­ nizasyonunu tanıtınız. —3. Bir etkinliği ay­ rıntılı bir biçimde tasarlayıp gerçekleştir­ me: Toplantıda organizasyon çok bozuk­ tu. iyi, kötü bir organizasyon. ORGAN İZATÖR a. (fr. organisateui). Bir etkinliği hazırlayan, düzenleyen; bu işi iyi bilen kimse; düzenleyici: Bir şenliğin or­ ganizatörü. —Biyol. Gastrula evresinde, blastopordaki



üst dudağın endoderm kökenli orta bö­ lümünü belirtmek için Spemann'm öner­ diği (1921) terim. (Bk. ansikl. böl.) —Genel Çekirdekçik organizatörü, çekir­ dekçiğin yapımını sağlayan ve rlbozom RNA'sını bireştlren, genleri (ribozom DNA'sı) içeren kromozom bölgesi. (Bk, ansikl. böl.) —Spor. Boks maçı düzenleyicisi. -ANSİKL, Biyol. Organizatör hiç şüphe­ siz, embriyon hücerelerinin şu ya da bu yönde farklılaşmasını sağlayan yayılabilir maddeler (organlzin) üretir. İndükleme yo­ luyla etki gösterir. Organizatör merkezin nasıl geliştiği ve düzenleyici yetenekleri sayısız deneyler sonucu ortaya çıkarılmış­ tır, Genç amfibyum gastrulasında yerleri açık seçik belli olan bir baş organizatörü ve bir gövde organizatörü vardır. Gövde organizatörünün gücü karın bölgesine doğru gidildikçe azalır Organizatörle tepki alanı arasında bir etkileşim vardır, indükleyici etmenin kimyasal kökenli olduğu sa­ nılmaktaysa da bu maddenin yapısı he­ nüz iyi bilinmemektedir. —Genet. Çekirdekçik organizatörü. Çekir­ dekçik organizatörleri haploit genomlar­ da 100 ila 500'ün katları sayısınca bulun­ duklarına göre, gereksiz yere çok fazla ço­ ğalmış genlerdir. Çoğunlukla ikincil bo­ ğumlarda bulunurlar. Böyle yerlerin top­ lam sayısı her tür için karakteristiktir. Dai­ ma her haploit genomda en az böyle bir yer bulunur ve bunun harap olması hüc­ renin ölümüne neden olabilir. Bu çekir­ dekçik organizatörleri gümüşlü bir boya ile ortaya çıkarılabilir (AgNOR'la işaretle­ me). insanda uç santromerll kromozom­ ların (13,14, 15, 21 ve 22 no.'lu kromozom­ lar) her birinde kısa kolun ikincil boğu­ munda bir çekirdekçik organizatörü bu­ lunur. O R G A N İZ E sıt. (fr. organisé). 1 . Örgüt­ lü, düzenli, örgütlenmiş, düzenlenmiş bir topluluk, bir şey için kullanılır: Organize güçler. Organize bir hareket. —2. Bir şe­ yi organize etmek, öğelerini birleştirerek bir bütün oluşturmak; düzenlemek, örgüt­ lemek: Çalışmayı organize etmekle görev­ li kimseler. —3. Bir şeyi bir şey halinde or­ ganize etmek, o şeye o yönde biçim ve yapı vermek; düzenlemek: Servisi çeşitli bölümler halinde organize etti. —4. Bir şeyi (eylem) organize etmek, o şeyi, o ey­ lemi ayrıntılı biçimde tasarlayarak gerçek­ leştirmek, düzenlemek: Başarılarını kutla­ mak için büyük bir balo organize etmiş­ lerdi. Bir yarışma, bir maç, bir gösteri or­ ganize etmek; o eylemi hazırlamak, ha­ zırlayıcısı olmak, örgütlemek: Bir ayaklan­ mayı organize etmek. —5. Organize edil­ mek, düzenlenmek, örgütlenmek, belli bir işleme hazırlanmak, en ince ayrıntılarına kadar tasarlamak: Organize edilmiş bir karşı hareket girişimi. — 6 . Organize ol­ mak, örgütlenmek, organize edilmek, —Ikt. Organize sanayi bölgeleri, orta ve küçük sanayi kuruluşlarını belirli bir plan içinde toplamak ve gelişmelerini sağla­ mak amacıyla gerekli altyapı hizmetleri (yol, su, elektrik vb.) ve sosyal hizmet te­ sisleriyle (PTT, itfaiye, sağlık, güvenlik vb.) donatılarak kurulan sanayi bölgeleri. (Bk. ansikl. böl.) —A nsIk l . Organize sanayi bölgeleri, sa­ nayi yatırımlarını özendirmek, düzenli bir kentleşme ve dengeli bir bölgesel kalkın­ ma sağlamak, işsizlik sorununa bir çözüm getirmek amacıyla altyapı ve ulaşım so­ runları çözümlenmiş bir ortam yaratarak sanayileşmeyi düzenleyici bir rol oynarlar. Bu bölgeler, Türkiye'de genellikle fazla nü­ fuslu ve ekonomik gelişmeye elverişli kent­ lerde kurulmakla birlikte, devletin yönlen­ dirmesiyle geliştirilmesi amaçlanan orta büyüklükteki kentlerde ve kalkınmada ön­ celikli yörelerde de kurulmaktadır, ilk kez Birinci beş yıllık kalkınma planı İle benim­ senen organize sanayi bölgeleri, daha sonraki tüm kalkınma planlarında yer al­ mış ve birçok ilde kurularak belli bir işler­ lik kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu bölge­



lerde yer alacak sanayi tesisleri 2982 sa­ yılı yasanın (Konul inşaatlarında ve kalkın­ mada öncelikli yörelerde yapılacak yatı­ rımlara vergi, resim ve harç istisna ve mu­ aflıkları tanınması hakkında kanun) sağ­ ladığı olanaklarla devletin getirdiği "Teş­ vik belgeli yatırımlardan yararlandırıl­ maktadırlar, O R G A N tZ İN a. (fr. organisine). Biyol Embriyonun gelişimi sırasında, organiza­ törden yayıldığı varsayılan etkin madde. O R G A N İZ M A a. (fr organisme'den), 1. Örgünleşmiş canlı varlık (hayvan ya da bit ki), —2. Canlı bfr varlığı oluşturan organ­ ların tümü; uzviyet, —3. İnsan vücudu. O R G A N İZ M A C IU K a. Fols XIX. yy.'da toplumun (ya da toplum kurulularının) ör­ gütlenme ve İşleyişinin, canlı organizma­ ların örgütlenme ve İşleyişine benzediği­ ni ileri süren öğreti. —A nsIkl, Fels, J.-J. Rousseau, organizmacılığı şöyle tanımlar: "Birey olarak ele alınan siyasal topluluk, canlı ve insan be­ denine benzer bir beden olarak düşünü­ lebilir. Egemen güç, başı simgeler; yasa­ lar ve gelenekler, sinirlerin kökeni, anlığın, istemin ve duyuların merkezi olan beyni, organlar da bu beynin yargıçlarını ve me­ murlarını oluştururlar; ticaret, sanayi ve ta­ rım, ortak geçimi sağlayan ağız ve mide­ dir; kamu mâliyesi, yürek işlevi gören cid­ di bir iktisadın, tüm bedene besin ve ya­ şam dağıtmaya gönderdiği kandır; yurt­ taşlarsa, makineyi hareket ettiren, yaşa­ tan, çalıştıran ve hayvan sağlıklı bir du­ rumdaysa, acılı etkili beyinde hemen du­ yulmadıkça hiçbir yerinden yaslanama­ yacak gövğeyi ve organları meydana getirirler" (Economie polıtique). O R G A N LA Ş M A a. Gelişmekte olan bir canlı varlıkta organların oluşması. (Bk. an­ sikl. böl.) —Bot. Bitkilerde organlaşma kökte baş­ ka, sapta (gövde) başkadır. Organlaşma olguları büyümeyle birlikte gerçekleşir ve bitkinin salgıladığı oksin miktarına bağlıdır. —ANSİKL, Doğal organlaşma, bitki ya da hayvanların gelişmesi sırasında dokuların farklılaşmasına koşut olarak meydana ge­ lir ve ancak bu olgunun sonucunda eriş­ kin birey üreme yeteneği kazanır. Deney­ sel organlaşma, yalıtılmış embriyon ya da erişkin hücreleriyle ya da dokularla kültür yapılarak gerçekleştirilir; bunun bitkilerde gerçekleşmesi hayvanlarda olduğundan çok daha kolaydır; "büyüme" maddele­ ri, organlaşmayı oldukça kolaylaştırır. O R G A N O A L Û M İN Y U M a Org kim. En az bir karbon-alüminyum bağı içeren organik bileşik, —ANSİKL. Organoalüminyum bileşikleri, alüminyumun bir RX halojenürü üzerine etkimesi sonucunda RaAI, R2AIX ve RAIX, bileşiklerinin karışımı ya da alümin­ yum nidrürün (AIH,) alkenler üzerine et­ kimesiyle, RjAI, RoAlH ve RAIH, bileşik­ lerinin karışımı halinde elde edilir. Birinci tür bileşikler, elektroncul tepkenler karşı­ sında organomagnezyum bileşikleriyle benzer özellikler gösterir ikinci tür bileşik­ lerse, alkenlerle basınç altında tepkime­ ye girer; bir alüminyum atomunun en az ornatılmış bir karbon atomuna bağlanma­ sıyla alkenin oligomerleşmesini Olaylaş­ tıran bu tepkimeden, özellikle sanayide yararlanılır, R,AIH ve RAIH, hidrürlerı in­ dirgen, RjAIX ve RAIX2 haıojenürleri ise kimi zaman AIX3 katalizörlerinin daha az etkin biçimleri olarak kullanılır. O R O A N O B A K IR a. Org. kim. En az bir karbon-bakır bağı içeren organik bileşik. —ANSİKL. Bir organomagnezyum ya da bir organolityum bileşiğinin bakır II tuzuyla verdiği tepkimeden elde edilen organabakır bileşikleri (RCu ve R2CuM) [M=Li ya da MgX], düşük sıcaklıkta kullanılma­ larının gerekmesine karşın sıkça yararla­ nılan tepkenlerdir. Bu bileşiklerin etkime biçimi, organomagnezyum bileşiklerinin etkime biçiminden tümüyle farklıdır: bu



tepkimede bakır, Spê ya da Sp3 karbon atomuna bağlı halojen atomlarının etkisi­ ne olanak sağlayan bir geçiş metali gibi davranır (örneğin ArX+R,CuU -» A rR+RCu+LlX). Organobakır bileşikleri ayrıca aldehit, keton, eşlenik etilensel esterlerle tepkime­ leri sırasında, 1-4 konumlarında etkimeyi kolaylaştırır. O R O A N O C IV A e. Org. kim. Formülü RHJ< yada R,Hg olan ve en az bir karbon-cıva bağı İçeren organik bileşik. (Organocıva bileşikleri, organomagnez yum bileşiklerinin tersine hava karşısında karartı olmalarına karşın, suya karşı az du­ yarıdırlar,) O R G A N O Ç İN K O a. Org, kim. En az bir karbon-çlnko bağı içeren organik bileşik. -A n s Ik l. Frankland tarafından 1850 yı­ lında hazırlanan bakışımlı organoçinko bi­ leşikleri (RyZn), bilinen eri eski organometal bileşikleridir. Bunlar arı olarak elde edilebilirler, ancak havada kendiliğinden tutuşurlar. Bu nedenle çinko melalinin or ganik bir iyodür üzerine etkimesi (Rl+Zn -* RZnl) ya da bir çinko tuzunun bir or­ ganomagnezyum bileşiğiyle tepkimesi sonunda elde edilen (RMgX+ZnY 2 -» RZnY+YMgX) katma organoçinko bileşik­ leri daha çok (RZnX) yeğlenir. Organo­ magnezyum bileşiklerinden daha az tep­ kin olan organoçinko bileşikleri, asit klorürlerle tepkimeye sokularak keton üreti­ minde kullanılır (Blaise). O R G A N O D B T R İTİK sıf. (fr. organodétritique). Petrogr ORGANİK* KIRlNTILI'nın eşanlamlısı. O R G A N O D İN A M İZ M a. (fr. organodynamisme). Psik. H. Ey’ tarafından ge­ liştirilen zihinsel işleyiş ve zihin bozukluk­ ları kuramı. O R G A N O D İS R L A Z İ a. (fr organodysplasie). Patol. Bir ya da birçok organda birden görülen doğuştan hastalık. (Ya dö­ lütteki bir hastalıktan ya da progenezdeki bir disgeneziden [gen değişinimi) ileri gelir.) O R G A N O FE R R İK sıf. (fr organoterrique). Yerbil. ve Pedol. Toprağın organik artıklarından ve demirden oluşan bir taş­ laşma tipi için kullanılır, OROAN O FO SFO RLU sıf. Kim. Fosfor­ dan bireşim yoluyla türetilen kimyasal or­ ganik ürünler için kullanılır. ♦ a. Organofosforlu ürün. —ANSİKL, Tarım* koruma ilacı olarak kul­ lanılan orgonofosforlu ürünlerin pek çok çeşidi (malatiyon, paratlyon, vb.) vardır Bunlar biyolojik olarak daha kolay parça­ landıkları ve daha özgül oldukları için uzun dönemde doğal çevrenin korunması bakımından pesfe/Herden daha az teh­ likelidirler. Bu özgüllük, bitkinin içine sızan ve besisuyuyla taşınan kimi müstahzarla­ rın ("sistematik tarım koruma ilaçları") et­ kime biçimiyle daha da artar. Bundan yal­ nızca besisuyuyla beslenen kemirici bö­ cekler zarar görür, dolayısıyla yararlı tür­ ler korunur. Bu özellikleri nedeniyle orga­ nofosforlu ürünler tarımda, daha ekono­ mik olmalarına karşın orgonoklorlu ürün­ lerden daha çok yeğlenir. O R O A N O O E N E T İK sıf. (fr. organogénétique). Etol, ve Psik. Organogeneze iliş­ kin. O R G A N O O E N EZ a. (fr. organogenèse'den). Etol. Bedensel ve ruhsal bir hareketin organik bir nedene bağlanması. ORG AN O G R AFİ a. (ft organographie). Biyol. Çıplak gözle ya da büyüteçle gö­ rülebilen bitkisel ya da hayvansal organ­ ları, diseksiyon yapmaksızın betimleme. (Bu anlamda MORFOLOJİ de denir.) O R G A N O JE L a. (fr. organoget). Kim. Bir organosol'ün pıhtılaşması sonunda olu­ şan pelte. O R O A N O JE N sıf. (fr, organogène). Yer-



organojen 8878



bil. Kaynağı canlı yaratıklar olan için kul­ lanılır. O R G A N O K LO R LU sıt. Org. kim. Klor­ dan bireşim yoluyla elde edilen; çözücü, soğutucu, tarım koruma ilacı, fungusit ya da kimi plastiklerin bileşeni olarak kulla­ nılan pek çok organik kimyasal ürüne de­ nir. ♦ a. Organoklorlu ürün. —ANSİKL. Gelişmiş ülkelerde elde edilen klorun büyük bölümü, organoklorlu bile­ şiklerin hazırlanmasında kullanılır. Bu ürünlerin en önemlileri klbrlu çözücüler (perkloroetilen, trlkloroetilen, vb.), plastik­ ler [poll(vinil klorür)), tarım koruma İlaçla­ rı (D.D.T., aldrin, dieldrin, heksaklorosikloheksan, lindan, vb.), fungusitler (heksaklorobenzen, pentaklorofenol, vb.), herbisitler ile sanayide plastikleştlrme etkeni, yapıştırıcı, boya vb ’nin bileşenleri olarak geniş ölçüde kullanılan poliklorlu bifeniller (PC.B.) gibi çok sayıda diğer kimyasal molekül vb'dir. D.D.T'nin zehirliliğinin anlaşılmasından sonra, yapılan pek çok analiz, organo­ klorlu ürünlerin yeryüzünün hemen her yerine bulaştığını ortaya koydu; Kuzey ku­ tup yöresindeki topraklarda, likenlerde, deniz memelilerinde, kuşlarda, bu bölge­ lerin besin zincirlerinde ve hatta insanlar­ da eser miktarda D.D.T.'ye rastlandı; oysa bu bölgelerde D.D.T., o güne değin hiç kullanılmamıştı. Bu kimyasal moleküller doğal ortamda uzun süre kalabilir; bu da, bu molekülle­ rin büyük biyosfer çevrimiyle aktarılması­ nı ve besin zincirleri boyunca birikmesini kolaylaştırır. Özellikle ikinci Dünya savaşı’ndan sonra geniş ölçüde kullanılan or­ ganoklorlu tarım koruma İlaçlarının çeşit­ li bileşikler yapma özelliği ve kalıcılığı, ya­ rarlı hayvan türlerinin yok olması ve uyum yoluyla dirençli soylar oluşturan zararlıla­ rın yerleşmesi sonucu ekosistemlerdeki biyolojik dengelerde önemli değişiklikle­ re yol açtı. Örganoklorlu ürünlerin bulaşma biçim­ leri, genellikle bu ürünlerin türüne göre değişir. Tarım koruma ilaçlan, özellikle ha­ vadan ilaçlama uygulamaları sırasında at­ mosferdeki aerosoller aracılığıyla maksi­ mum bir dağılma gösterir. Yapılan analiz­ ler sonucu, aralarında heksaklorosikloheksan, dieldrin, ve D.D.T.'nin de bulun­ duğu tarım koruma ilaçlarının kalıntılarına, atmosfer tozları ile Avrupa'nın çeşitli bölge­ lerinde 1 0 - 7-io ~ 6 g/kg arasında değişen miktarlarda rastlandı. Bu maddelerin su­ lara bulaşması ise pestisitler ile poliklorlu bifenillerin sanayisel üretim artıklarının ya doğrudan akarsulara verilmesi ya da at­ mosfer ve yağmurlarla dolaylı yoldan ger­ çekleşir. Sanayi atıklarının döküldüğü yer­ lere yakın sularda avlanan balıkların etin­ de saptanan poliklorlu Menülerin oranı, D.DI'den yüz kez daha fazladır. Okyanus­ larda meydana gelen yüksek seyrelme nedeniyle bu sularda kayda değer nice­ likte organoklorlu ürünlere rastlanmamış, ancak açık deniz balıkları üzerinde yapı­ lan analizlerde sözkonusu ürünlerin bu­ lunduğu kanıtlanmıştır. Her gün yenilen besinlerde de organoklorlu artıklara rastlanmaktadır; ancak bu artıkların oranı ge­ nellikle ya çok düşük ya da çok az örnekte yasayla izni verilen miktarın biraz üzerin­ dedir. Tüketim maddelerinin son derece çeşitli olması göz önüne alınırsa, bu bul­ gular istatiksej bir "yoklama” olarak ka­ bul edilebilir. Üstelik bu analizler, kolayca belirlenebilen birkaç pestisitle sınırlıdır. Ko­ nut çöpleri ile sanayi artıklarının yakıldığı fabrikalar, bu artıklarda RV.C. kökenli mal­ zemeler ile organoklorlu ürünler içeren ar­ tıkların yüksek oranda bulunması yüzün­ den havanın bu tür maddelerle kirletilme­ sinde önemli kaynaklardır. Bu ürünler, at­ mosferde, hava kirliliğine yol açan diğer önemli maddelerle bileşerek çok çeşitli zehirli bileşikler oluşturabilir. Organoklorlu bileşikler, kimi bölgelerde yüksek dozda alındığında doğrudan, ki­



mi dokularda zamanla birikerek dolaylı yoldan birçok hayvan türünün ortadan kalkmasına neden olur. Çok düşük doz­ ların yetişkin balıklar üzerinde görünür bir etkisi saptanamamış, ancak aynı miktar­ daki dozlann balıkların yumurta ve yavru­ larının ölüm oranını büyük ölçüde artırdı­ ğı kanıtlanmıştır. Organoklorlu maddele­ rin ayrıca yumurtalarının kabuklarını kırıl­ gan duruma getirerek kuşların üremesini azalttığı, metabolizma ve iç salgı bezlerin­ de çeşitli bozukluklara yol açtığı belirlen­ miştir. Pek çok Avrupa ülkesi tarımda, orga­ noklorlu ürünlerin kullanımını yasaklamış­ tır Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), ha­ zırladığı yönergelerle, organoklorlu ürün­ lerden elde edilen diğer parazit ilaçlarının kullanımını düzenlemeye girişmiştir. An­ cak günümüze dek bol miktarda kullanı­ lan, kimi ülkelerde bundan sonra da kul­ lanılacak olan D.D.T. ve klorlu siklodienlerin doğal çevreye bulaşması, daha uzun süre devam edecektir. Organoklorlu ürünlerin ekolojik denge­ ler, hayvan türleri, insan sağlığına yönelik tehlikesi henüz önlenememiştir; çünkü, pestisit olmamalarına rağmen, doğal çev­ reye yayılarak birikebilen, ayrıca kalıcı ol­ maları yüzünden aynı zehirleyici etkiyi gösteren poliklorlu bifeniller gibi organo­ klorlu öteki ürünler bol miktarda üretilmek­ te ve kullanılmaktadır. O R G A N O K U R Ş U N a. Org. kim. En az bir karbon-kurşun bağı içeren organik bi­ leşik. (Bu bileşikler kurşun tetraetll gibi ge­ nellikle kurşun IV’ün türevleridir.) O R G A N O LE P T İK sıf. (fr. organoleptique). Bir duyu alıcısını etkileyebilene de­ nir. (Bu terim daha çok ağız yoluyla alınan maddeler için kullanılır.) O R O A N O L İT Y U M a. Org. kim. En az bir karbon-lityum bağı içeren kimyasal bi­ leşik. (Ziegler tarafından bulunan RLİ for­ müllü organolityum bileşikleri, lityum me­ talinin hidrokarboniu bir çözücü [eter bozunur] eşliğinde, organik bir RX halojenürü üzerine etkimesi sonunda elde edilir. Organomagnezyum bileşikleriyle aynı özellikleri taşımalarına karşın, onlardan daha tepkindirler.) O R G A N O LO Jİ a. (fr. organoiogie). Müz. Çalgıları inceleyen bilim dalı. —ANSİKL. XX. yy.'ın başında, C. Sachts ve E. von Hornbostel adında iki müzikolog bu terimi sistemli bir biçimde kullanmaya başladılar. Organoloji; 1. aralarında akra­ balık ilişkisi kurulması ve izledikleri evrim çizgisinin belirlenmesi gereken çalgıların tarihsel incelenmesine temel olan elyaz­ malarını ve ikonografileri inceler; 2 . her çalgıyı betimleme amacıyla İnceler, yani onun yapısal özelliklerini ayrıntılı bir biçim­ de gözden geçirir; 3. çalgıları akılcı bir tu­ tumla sınıflandırır ve çalınma biçimleri ve biçimleriyle ilgili etkenler dışındaki etken­ leri (köken, kullanım vb.) de göz önünde tutan bir yöntemle onların listesini çıkarır; 4. çalgıların onarımıyla uğraşır. Organoloji, araştırma alanını giderek genişletmekte, kesin bilimlerden (akustik) yararlanmakta ve etnoloji, toplumbilim, müzik târihi gibi bilim dallarıyla işbirliği yapmaktadır. O R G A N O M A G N E Z Y U M a Org. kim. En az bir karbon-magnezyum bağı içeren organik bileşik. —ANSİKL. V. Grignard’ın bulduğu organo­ magnezyum bileşikleri, magnezyum me­ talinin eter ya da tetrahidrofuran ortamın­ da bir RX halojenürü üzerine etkimesi so­ nunda oluşur (Normant). R MgX formü­ lü, 2 RMgX s R2 M g+MgX, dengesi nedeniyle uzun sûre kuşkuyla karşılandı. Bu denge yalnız çözeltide olu­ şur (Grignard çözeltisi); ama son yıllarda radyokristalografi yöntemiyle yapılan çö­ zümlemeler, kristalleşmiş ürünlerin daha çok RMgX(OR' 2)2 formülüne uyduğunu



göstermiştir. Bu formülde magnezyum atomu, dört komşu atomla kuşatılmıştır; atomlardan biri R kökünün karbon atomu, diğeri X halojeni atomu, öteki ikisi ise OR ' 2 gruplarının oksijen atomlarıdır. Organomagnezyum bileşikleri, çok za­ yıf asitlerin (RH) eşlenik bazlan olarak ka­ bul edilebilir. RH'den daha kuvvetli olan asitlerin hepsi, RMgX'i RH’ye dönüştürür; örneğin RMgX + H20 - RH+HOMgX tepkimesinde olduğu gibi suyun, alkolle­ rin, amonyağın, birincil ve ikincil aminle­ rin, asitlerin tepkimesi bu şekildedir. Organomagnezyum bileşikleri, aynı za­ manda kuvvetli nükleofil tepkenlerdir Halojenürlerle tepkimeye girdiklerinde R gruplarını bir halojen atomuyla değiştirir­ ler; örneğin, SİCI4 +2 RMgX - R,SİCI? +2CIMgX. Bu tepkime, sanayide silikon üretiminin te­ melini oluşturur. Organomagnezyum bileşikleri, çifte karbon-oksıjen bağlarına katılır. Aldehit, keton ve esterlerle alkolleri, karbondiok­ sitle karboksilik asitleri verir. Oksijen, kü­ kürt, iyot, kükürt dioksit, sülfürik asit anhidrit vb. ile bileşir. Organomagnezyum bileşikleri organik bireşimde çok kullanılan tepkenlerdir. ORGAN O M ETAL a. Org. kim. En az bir karbon-metal bağı içeren organik bileşik. O R G A N O M E TA LO İT a Org kim. Ok sijen, kükürt, azot ve halojenlerin türevle­ rinden başka en az bir karbon-metaloit bağı içeren organik bileşik. O R G A N O M İN E R A L sıf. (fr. organominörat). Pedol. Organik kırıntılarla türemiş minerallerin ya da alttaki ana kayacın bir­ likte bulunduğu kat için kullanılır. G rg a n o n , Aristoteles'in mantık yapıtları derlemesi; VI. yy.'dan başlayarak bu adla tanınan bu derlemede, Kategoriler (Kategoriai) incelemesi, Peri ermenias (Yorum üzerine) incelemesi, Birinci analitikler (Analytika protera), ikinci analitikler (Analytika hystera), Topika ve Peri sophistikon elenkhon (Yanıltmacaların çürütûlmesi) adlı yapıtlar yer alır. O R GANOPATİ a. (fr. organopathie). Patol. Yalnız işlev bozuklukları gösteren ve sine materia (maddesiz) denilen hastalık karşıtı olarak ogranik lezyonlara dayanan hastalık. O R G A N O S (sierra de los), Küba'da ki­ reçli kütle, Guaniguanico sıradağının ba­ tı bölümü. Küba’nın kuzey-batı kıyısına egemendir. O R G A N O S İLİS Y U M a. Org. kim. En az bir karbon-silisyum bağı içeren orga­ nik bileşik. (Örneğin silikonlar.) ORGAN O SO L a. (fr. söze). Polim. Temel olarak poli(vinil klorür) ile bir plastikleştiriciden oluşan, akışmazlığını azaltmak için uçucu bir çözücü (örneğin ksilen, çözü­ cü nafta, terebentin esansı) katılan hamur. (Organosol ile plastisol arasındaki fark, organosolde bir çözücünün bulunmasıdır.) —Kim. Asıltı ortamı organik bir sıvı olan kolloidal çözelti. O R G A N T İN a. Tekst. Bir tür organze (Tülbent inceliğinde, seyrek dokunmuş, kolalı bir kumaştır Daha çok fantazi giyim­ de kullanılır. Bezeme öğesi olarak da ya­ rarlanılır.) ♦ sıf. Bu kumaştan yapılmış olan: Or­ gantin tuvalet. Organtin bluz. O R G A N ZE a. (Urgenç kentinin adının bozulmuş biçimi Organzf den). 1. Her bi­ ri aynı yönde (genellikle Z) büküldükten sonra birlikte S yönünde yeniden bükü­ len iki ham ipek ipliğinden meydana ge­ len ipek ipliği. —2. Bu iplikten dokunmuş oldukça saydam, sertçe ve ince kumaş. (Daha çok fantezi giysi yapımında ya da bezemede kullanılır) —3. Organze kulla­ nılan dokuma işleminde, çözgü ipliği. —4. Organze bükmek, organze üretmek için ham ipek ipliklerini iki kez bükmek.



sıf. Organzeden yapılmış olan. Organzede, bükümlerin önemi elde edilecek kaliteye göre değişir. Organ­ zeler, normal apreli (metrede 500 İle 600 devir düzeyinde bükümler), orta apreli (metrede 350 ile 450 devir düzeyinde bü­ kümler) ve fazla apreli (metrede 1 0 0 0 de­ vire kadar varan bükümler) olarak üçe aynlır. Organze, dayanıklılığından dolayı ipekli dokumalarda çözgü ipliği olarak kul­ lanılır.



larında, meşede vb.’inde yaşayan bir ke­ lebektir. Ağaçların budandığı sırada, kışı ağaçkabukları üzerinde geçiren yumurta­ ları ve boş kozaları yok etmek gerekir.



O rg a z k o n tu ’n u n c e n a n Ü r e n i (El entierro del conde de Orgaz). el Greco' nun başyapıtlarından biri (4,60x3,60 m, S. Tomé kilisesi, Toledo, 1586). Efsaneye gö­ re, aziz Stephanus ve aziz Augustinus gökten inerek, S, Tomé kilisesi'nin yeniden yapımında para desteğinde bulunan Or gaz serıyörü Gonzalo Ruiz'ln cenaze tö­ renine (öl. 1323) katılmış ve onun gömül­ mesine yardımcı olmuşlar. Yapıt bu efsa neyi anlatır. Tablonun alt bölümünde, ara­ larında ressamın (sağdan altıncı kişi) ve oğlu Jorge Manuel’lnki de (diz çökmüş) bulunan bir dizi hayranlık uyandırıcı port­ re yer almaktadır. Üstteyse bir melek, ölü­ nün ruhunu, İsa, Meryem ve azizlerin me­ leklerin ortasında görüldüğü gibi tablonun üst bölümüne doğru götürmektedir,



ORHAN BEY, Saruhanoğulları beyi (öl,







— A N S İK L .



O R G A ZM a. (fr orgasmo). Cinsel zevkin en yüksek noktası. —ANSİKL. Orgazm zevk almanın çok kı­ sa bir süre için çok yoğunlaşması İle be­ lirgindir. Kamış son derece şişkindir ve üretra deliğinden kesintili olarak üç ya da dört defa meni fışkırır (boşalma). Kadın­ da orgazma hiçbir özel salgı olgusu eşlik etmez, bundan ötürü kadında orgazmı nesnelleştirmek çok güçtür, bu yüzden kadında orgazmın var olduğu uzun za­ man kuşku İle karşılanmıştır. Kadın en azından iki noktanın uyarılmasıyla orgaz­ ma ulaşabilir: dölyolu ve klitoris (bızır). Orgazmdan sonra gevşeme evresi ge­ lir: Masters ve Johnson'a göre erkek aşa­ ğı yukarı yarım saat içinde bir daha uyarılamaz, kadınsa bir birleşme sırasında ar­ ka arkaya birkaç kez orgazm olabilir O R G C U a. Org çalan müzlkçi. O R G E N E R A L a. Ask. Silahlı kuvvetler­ de en yüksek general rütbesi ve bu rüt­ bedeki general — A N S İ K L . Orgeneraller ordu ve daha üst düzeydeki birlik ve kurumlarda görevlen­ dirilir. Orgenerallerin atandıkları başlıca görevler Genelkurmay başkanlığı, kuvvet komutanlığı, Genelkurmay 2. başkanlığı, ordu komutanlığı, Deniz kuvvetleri'nde donanma komutanlığı, Yüksek askeri şû­ ra üyeliği, Milli güvenlik kurulu genel sek­ reterliği ve Harp akademileri komutanlığı­ dır, Orgeneral rütbesinin Deniz kuvvetle­ rin d e eşiti "oramlral"dir. O R G E N E R A LL İK a. Ask. Orgeneral rütbesi ve bu rütbedeki askerin görevi. O R O É TO R ÍX , helvetialı önder (öl. İ.Ö. 58'e doğr). Sezar’a göre, yurttaşlarını Galya'nın güney-batisına doğru yığın halin­ de göç etmeye İkna etti. Bir ihbar sonu­ cu halk, tutkulu projelerini öğrendi. İntihar ettiği sanılmaktadır. O RO O N a. (fr. orgone). Psikan. W. Relch’a göre tüm evrene dağılan ve her türlü canlı varlığa özgü cinsel enerjiyi gi­ zil olarak İçeren öğe. O RO O N F A S İY E S İ a. Yerbil. Güney Fransa ve Avrupa’nın kimi bölgelerinde görülen kalkerli Alt Kretase’nin özel fasiyesi. (Eşanl. Ü R G O N İ Y F N . ) O R G Y İA a. (laf. söze.; yun. orgyia, İki ko­ lun uzunluğu’ndan). Tarak duyargalı erke­ ği çok gelişmiş kanallı, dişisiyse kısa ve körelmiş kanatlı kelebek cinsi. (Tombulgüvegiller [Lymantriidae] familyası.) —ANSİKL. Batı Avrupa'da iki türü bulunur: Orgyia genostigma, mayıs-eylül arasında uçuşur ve tırtılı meşe, erik ve gül ağaçla­ rında yaşar; O. antiqua, temmuz-ekim ara­ sında görülen, polifaj tırtılı meyve ağaç­



ORHAN BEV (Sücaettin), Menteşoğulları beyi (öl. 1344’ten önce). Babası Me­ sut Bey'in ölümünden sonra, kardeşi İb­ rahim Bey'i bertaraf ederek beyliğin ba­ şına geçti (1319). Rodoslu şövalyelerden geri almak girişimi başarısızlıkla sonuçlan­ dı (1320). 1412). Mtızafferettin ishak Bey in oğlu. Ba­ basının ölümü (1390) üzerine beyliğin ba­ şına geçen kardeşi Hızırşah'ın beyliğini ta­ nımadı, onunla mücadeleye girişti. Karamanoğulları'nın, Yıldırım Bayezit’e karşı oluşturduğu İttifaka katıldı. Ankara savaşı’nda (1402) Timur’un yanında bulunu­ yordu. Savaşı kazanan Timur, Saruhan beyliği'ni ona verdi. Ancak kısa bir süre sonra Hızırşah, beyliğe yeniden egemen oldu.



ORHAN BEY - ORHAN GAZİ. ORHAN ÇELESİ, türk şehzade (öl. İs­ tanbul 1453). Mehmet l’irı oğlu. Ağabeyi Murat ll’nin kendisini öldüreceği korku­ suyla Bizans'a sığındı; Blzanslılar'ın elin­ de Osmanlı devletine karşı bir şantaj öğesi olarak kullanıldı. Mehmet ll'nin ilk tahta çı­ kışından (1444) sonra Bizans tarafından taht iddiacısı olarak serbest bırakıldı. Ça­ talca taraflarında faaliyet gösterdikten son­ ra Deliorman'a geçti; üzerine yürüyen Ha­ dım Şihabettln Paşa karşısında yeniden Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Mehmet II Karaman seferine çıktığında (1452) Bi­ zans imparatoru Konstântin Palaiologos XI, padişahın Anadolu'daki ordugâhına gönderdiği elçiler aracılığıyla Orhan Çelebl’nin masraflarına karşılık önceden ka­ rarlaştırılan yıllık 300 000 akçenin iki katı­ nı istedi ve bu para verilmediği takdirde şehzadenin serbest bırakılıp taht davası­ na da yardım edileceğini bildirdi. Güç du­ rumda bulunan padişah, imparatorla an­ laşmak zorunda kaldı. İstanbul kuşatma­ sı sırasında sur komutanı olarak savunma­ da görev alan Orhan Çelebi, türk kuvvet­ lerinin şehre girmeleri üzerine ele geçme­ mek için surların üstünden atlayarak inti­ har etti,



ORHAN ÇELERİ, türk şehzade (öl. Bursa 1512). Bayezlt ll'nin torunu, Selim l’in yeğeni ve şehzade Mahmut'un oğlu. Tahtı babasının elinden alan Selim I, Ana­ dolu’da hükümdarlığını İlan ederek ken­ disine karşı ayaklanan ağabeyi şehzade Ahmet'in üzerine yürüdü (1512). İki kardeş arasındaki bu savaş sırasında Anadolu’ yu istila eden büyük amcası şehzade Ah­ met’ten korkan Orhan Çelebi, kardeşleri Musa ve Emir'le bitikte küçük amcası Ya­ vuz Sultan Selim'e sığındı. Ancak, salta­ natta rakip İstemediği için Fatih* kanun­ namesi'™ uygulayan padişah amcası ta­ rafından kardeşleriyle birlikte boğdurula­ rak öldürüldü.



ORHAN ÇELEBİ, türk şehzade (öl. Gazvln, İran, 1561). Kanuni Sultan Süleylan'ın torunu, şehzade Bayezit'ln büyük oğlu. Padişah dedesi tarafından Çorum sancakbeyliğlne atandı (1559). Şehzade Selim'le (sonradan Selim II) yaptığı Kon­ ya savaşı'nı yitiren babası ve üç kardeşiyle birlikte Iran şahı Tahmasp l'e sığındı. Ka­ nuni ve büyük şehzade Selim'le pazarlı­ ğa gireşen şahın buyruğu uyarınca önce Gazvin'de hapse atıldı (1560), sonra da İs­ tanbul'dan gönderilen cellatlara teslim edilerek babası ve kardeşleriyle birlikte öl­ dürüldü. Cesetleri osmanlı elçileri tarafın­ dan Sivas’a getirildi ve orada gömüldü.



ORHAN G A Zİ (Söğüt 1281 - Bursa 1360), türk padişah (1326-1360). Osman Gazi ile Mal Hatun’un oğlu. Şehzadelik döneminde Bilecik ve Yarhlsar kalelerinin fethinde önemli rd oynadı (1298). Bu ara­ da tutsak alınan Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hatun (Holotira) ile evlendirildi. Bu



evlilikten Süleyman (Paşa) ve Murat (son­ radan Murat I) adlı iki oğlu dünyaya gel­ di. Babasının Burka tekfuru yönetimindeki müttefiklere karşı kazandığı Dinboz (Dimbaz) zaferi üzerine (1306) savaş alanından kaçan Kete tekfurunu Ulubat kalesinde kuşattı. Ulubat tekfurunun köprü kendile­ rinde kalmak koşuluyla kaleyi Türkler’e bı­ rakmayı kabul etmesi üzerine yapılan söz­ leşme OsmanlIlarla yabancılar arasında yapılan ilk askeri anlaşma oldu. Babası­ nın buyruğuna verdiği komutanlardan Ko­ nur Alp ile birlikte Karatekln, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapıcık ve Keresteci kalelerini fethetti (1317). Damla hastalığı­ na tutulan Osman Gazi tarafından önce başkomutan vekiliğine (1320), hastalığın ilerlemesi yüzünden sonra da Orhaneli' nin (Atranos) fethi sırasında saltanat na­ ipliğine (1324) getirildi. Böylece yönetsel ve askeri tüm yetkileri bir hükümdar gibi elinde topladı ve ardından çoktandır alın­ masına çalışılan Bursa'yı kuşattı (1325). Bursa fethedildikten ve bu sırada ölen Os­ man Gazi vasiyeti gereği Bursa’da Gü­ müşlü kümbet'e gömüldükten sonra, ikin­ ci osmanlı padişahı olarak tahta çıktı (1326). Üvey ağabeyi Alaettin Bey i "Paşa” unvanıyla kendisine vezir atayan Orhan Gazi, komutanlarından Akça Koca ile Konur Alp aracılığıyla Aydos ve Samandıra'yı fethetti, devlet merkezini Yenişehir' den Bursa'ya taşıdı, kendi adına ilk osmanlı sikkesini kestirdi (1326-1327). Dev­ let kuruluşlarının temellerini atarak veziri Alaettin Paşa ile birlikte Divan örgütünü oluşturdu; vi'ızera ile ilmiye ve askeriyenln kıyafetlerini saptayan, toprak dağıtımını tı­ mar yöntemine bağlayan yasalar çıkardı; “ yaya" ve "müsellem” adıyla Osmanlı devletinin ilk sürekli ve düzenli ordusunu kurdu (1328-1329). Bu arada, 8 000 kişi­ lik bir kuvvetle İznik kentini kuşattı (1329). Ordusunun başında şehri kurtarmaya ge­ len Bizans imparatoru Andronikos III Palaiologos’u Maltepe'de (Pelekanon) yene­ rek iznik’e girdiyse de kalede savunmayı sürdüren ve bu arada yardım alan bizanslı askerlerin direnişi karşısında geri çekildi. Ertesi yıl İzmit’i kuşattığı sırada Bizans imparatorunun denizden donanmayla kentin yardımına gelmesi üzerine bit kez daha kuşatmayı kaldırmak ve şehri impa­ ratora bıraktığına ilişkin bir barış antlaş­ ması imzalamak zorunda kaldı (1330). An-



Orgaz kontu'nun cenaze töreni (1586) el Greco'nun yapıtı Santo Tomé kilisesi, Toledo



O rtıan Gazi



cak hemen ertesi yıl İznik kentiyle kalesini ele geçirdi ve İznik konsili’nin toplandığı ünlü Ayasofya kilisesi'ni camiye dönüştür­ dü (1331). OsmanlI devletinin ilk sadraza­ mı sayılan Alaettin Paşa'nın aynı yıl ölü­ mü üzerine ikinci vezir şehzade Süleyman Paşa'yı onun yerine getirdi. Daha sonra Taraklı, Mudurnu, Göynük kasabalarıyla (1332) Gemlik fethedildi (1333); Balıkesir ve çevresi ele geçirilerek Karesioğulları beyliği’nin büyük bölümü osmanlı toprak­ larına katıldı (1336). İzmit ve Koyunhisar kalelerini (1337); ardında da Hereke, Ya­ lova ve Armutlu kasabalaftnı (1338) fethe­ den Orhan Gazi, böylece İstanbul’a iyice yaklaştı. Bir yandan iç bunalımlarla, bir yandan da Rumeli'de sırp ve bulgar sa­ vaşlarıyla uğraşan Bizans imparatorluğu, fethedilen yerler Osmanlılar'da kalmak ve. Şile ile Üsküdar yörelerine Türkler'in akın düzenlemeyeceklerine ilişkin güvence ve­ rilmek koşuluyla Orhan Gazi ile yeni bir barış antlaşması yapmak zorunda kaldı (1341). Ölen imparator Andronikos lll'ün çocuk yaştaki oğlu İonnes V Palaiologos'a başkaldırıp bizans tahtında hak iddia eden ioannes VI Kantakuzenos, İç ve dış düşmanlarına karşı güçlü bir müttefik edinmek amacıyla türk hükümdarına 17 yaşındaki güzel kızı Theodora’yı vererek karşılığında damadından 6 0 0 0 türk as­ keri istedi (1346). Orhan Gazi, Kantakuzenos'a yardım etti. Böylece Karadeniz kı­ yılarına kadar Trakya'yı ele geçiren Kan­ takuzenos, sonunda İstanbul’u da kuşa­ tarak, yine türk askeri sayesinde başken­ te girip hükümdarlığını resmen onaylattı (1347). Aynı yıl damadı Orhan Gazi’yi ka­ dını Theodora ve oğullarıyla birlikte Üs­ küdar’a çağırıp burada onuruna şölenler ve şenlikler düzenledi. Ancak, saltanatını güçlendirip İstanbul'da konumunu sağ­ lamlaştırdıktan sonra Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi düzenlenmesi için papa­ ya başvurdu. Başlangıçta bu haberlere inanmayan ve kaynatasından böylesi dav­ ranışlar beklemeyen Orhan Gazi, ancak imparatorun Türkler’in müttefiki olan Cenevizliler’e karşı Venediklilerle anlaşma­ sı üzerine harekete geçerek Üsküdar ve Kadıköy ile Marmara adalarını fethetti (1352). Anadolu içlerine gönderdiği oğlu Süleyman Paşa, onun adına Eretnaoğulları'ndan Ankara'yı aldı; küçük Gerede beyliği’ni ortadan kaldırdı (1354). Ardın­ dan Cenevizliler’den sağlanan gemilerle askerinin başında Rumeli’ye geçen Süley­ man Paşa, burada önemli bir bizans üs­ sü olan Çimpe (Tzympe) kalesini ele ge­ çirdi. Aynı yıl Trakya'nın güney kıyılarında­ ki kentlerle kaleleri baştan başa yıkan bü­ yük depremden yararlanarak Galibolu’yu alması üzerine Çimpe ile Gelibolu arasın­ da uzanan kıyıları boydan boya osmanlı topraklarına tatmış oldu. Daha sonra ba­ basının Anadolu’dan gönderdiği türk göç­ menleri bu kıyı boyuna yerleştirdi ve Ge­ libolu başta olmak üzere bölgedeki tüm kaleleri onartarak içlerine muhafızlar koy­ durdu. Böylece artık üç denizde kıyıları bulunan Osmanlı devleti, bu tarihten (1354) sonra iki anakara üzerinde yayılmış bir ülke kişiliğine büründü. Bu fetihleriyle yetinmeyen Süleyman Paşa, ardından 4 yıl içinde Rumeli’de Bolayır, Tekirdağ, İp­ sala, Malkara, Hayrabolu, Keşan, hatta bazı kaynaklara göre Dimetoka, Çorlu ve Edirne kentleriyle yörelerini ele geçirdi (1354-1358). Ancak, bunlardan Dimetoka, Keşan, Çorlu ve Edirne, ilk Rumeli fatihi şehzade Süleyman Paşa öldükten (1359) sonra BizanslIlar tarafından geri alındı. Genç ve yiğit oğlu Süleyman Paşa’nın acı­ sına dayanamayan yaşlı Orhan Gazi de ertesi yıl öldü (1360). Bunun üzerine oğlu Murat I ardılı oldu. Orhan Gazi öldüğünde, Anadolu ve Rumeli’deki osmanlı topraklarının yüzöl­ çümü, babasından devraldığı ülkeyi yak!?ş.ık i k i k a t ı genişletmiş olarak, 60 0 0 0 n2 idi. Osman Gazi'nin bir anakara ve d e n i z k ı y ı s ı üzerinde bıraktığı beyliği, a n a k a r a v e ü ç deniz kıyısı üzerinde



uzanan önemli bir türk devleti durumuna getirdi. İstanbul ve Çanakkale boğazları­ na egemen olarak çember içine aldığı Bi­ zans imparatorluğu’nun Anadolu'daki topraklarını Şile ve Biga ile osmanlı ülke­ si dışında kalan Alaşehir, Karadeniz Ereğlisi gibi birkaç kentle sınırlı bıraktı. Öte yan­ dan, Karesi ve Gerede beyliklerini ülkesi­ nin topraklarına katmakla Anadolu yaka­ sındaki türk nüfusunu artırarak Rumeli ya­ kasındaki fetihleriyle çoğalan rum nüfusu­ na karşılık topluluklar arasında bir denge sağlamayı başardı. Yaşamının büyük bö­ lümünü savaş alanlarında at sırtında, dev­ letinin yeni atılan temellerini sağlamlaştır­ ma yolunda geçirmiş olan Orhan Gazi, osmanlı tarihinin seçkin hükümdarların­ dan biridir. Türbesi Bursa'da, babası Os­ man Gazi'nin yanındadır. {-> Kayn.) O R H A N K E M A L , asıl adı Mehmet Raş lt Ö ğütçü (Adana 1914-Sofya 1970). TBMM I. dönem Kastamonu milletvekili (1920-1923) avukat Abdülkadir Kemali'nin oğlu. Babasının Ahali fırkası’nı kurması­ nın (1930) ardından, gelişen olaylar sonu­ cu ailesi Suriye’ye göç ettiği için ortaokul son sınıfta öğrenimi bıraktı (yaşamının bu dönemini “ Küçük adamın notları'' başlı­ ğı altında yayımlamaya başladığı yaşamöyküsel romanı Baba ev/’nde [1949] ko­ nu edinmiştir). Bir süre sonra doğduğu kente dönerek pamuk fabrikalarında işçi­ lik, dokumacılık, ambar memurluğu, Ve­ rem savaş derneği’nde kâtiplik yaptı (ya­ şamının bu dönemi, Yugoslavya göçme­ ni bir ailenin işçi kızıyla evlenmesinin [1937] hikâyesi Avare yıllar [1950], Cemi­ le [1952], DCınya evi [1960], Arkadaş ıslık­ ları [1968] romanlarına konu olmuştur). Askerlik görevini yaparken Ceza yasası' nın 94. maddesine aykırı davranıştan 5 yıl hapse mahkûm edildi (1939). Bursa cezaevi’nde bulunduğu sırada, burada tu­ tuklu Nâzım Hikmet’le ilişkileri, toplumcu­ luk anlayışı üzerinde etkili oldu (bu konuy­ la ilgili anıları Nâzım Hikmet’le üç buçuk yıl [1965] kitabındadır). 1950’de İstanbul’a geldikten sonra tefrika romanlar, kitaplar yayımlayarak yalnızca kalemiyle geçindi. Tedavi için gittiği Sofya’da öldü. Cenaze­ si yurda getirildi; mezarı İstanbul'dadır. Yapıtlarında güç yaşama koşulları için­ deki küçük insanları, onların geçim sıkın­ tılarını canlandırır. Ancak sanat anlayışı yalnızca tanıklık etmeyi değil, halkın da­ ha iyi bir yaşama ulaşmasına yardımcı olacak uyarıcı, yönlendirici bir gerçekçi­ lik yolunu izlemiştir, ilk ürünleri 1930'larda kendi yaşamöyküsünden çizgilere daya­ nan bir çerçevede, Çukurova’da tarım ve fabrika işçilerinin sorunlarını işlemiş, da­ ha sonra yaşamını sürdürdüğü İstanbul' da gurbetçilerin, kenar mahalle insanla­ rının, işçilerin dünyasını yansıtmıştır. Yaşa­ mı geniş bir biçimde kapsayan yapıtı için cezaevi gözlemleri de malzeme olmuştur. Bu tür yapıtlarından 72. koğuş (uzun öy­ kü, 1954) oyun haline getirilerek AST (1967) ve Devrimci Ankara Sanat tiyatro­ su (1976) tarafından sahnelendi. AST'taki temsil sanatçıya Ankara Sanatsevenler derneği’nin yılın en iyi oyun yazarı ödülü­ nü kazandırdı. Konularını Çukurova çev­ resinden alan Vukuat var (1959), Hanımın çiftliği (1961), Kanlı topraklar (1963), Ka­ çak (1970) romanları, toprak sahipleriyle tarım işçilerinin ilişkilerini, tarım kesimin­ de meydana gelen değişmelerin etkileri­ ni, yoksul fabrika işçilerinin dünyasını ele alan bir dizi oluşturur. Murtaza (1952, Bek­ çi Murtaza adıyla Ulvi Uraz tiyatrosu'nda sahnelendi, 1969; Bekçi adıyla Ali Özgentürk tarafından filme alındı, 1986), fabrika çevresini konu edinirken körü körüne gö­ rev duygusuna bağlı kahramanının kişili­ ğini çözümler. Köyden kente nüfus göçü, gurbetçi-işçilerin Adana'daki güç yaşamı Bereketli topraklar üzerinde (1954) roma­ nının eksenini oluşturur Gurbet kuşları (1962) bu konuyu işlemeyi gurbetçilerin İs­ tanbul’daki yaşamından kesitler vererek sürdürür. Köylülerin, ırgatların, küçük el-



sanatlarıyla uğraşanların, küçük memur­ ların vb. kaynaştığı bu yapıtlar yanında, kadınlarla genç kızlar ve çocukların serü­ venlerini ele alan romanlar da özel bir yer tutar. Kenar mahallede yaşayan, kendi toplumsal konumundan daha geriye itil­ miş ailedeki kadınlarla ilgili El kızı (1960), sinema ve eğlence dünyasında sömürü­ len kadınlarla ilgili Yalancı dünya (1966), Sokaklardan bir kız (1968) bu çerçevedeki romanlarındandır. Suçlu (1957), Küçücük (1960), Sokakların çocuğu (1963) gibi ro­ manlarında, İstanbul’un yoksul çevrelerin­ de, çözülmüş aile yaşamlannın, eğitim bo­ zukluklarının suça ittiği çocuklar ve onla­ rın ayakta kalabilme çabaları canlandırı­ lır. Müfettişler müfettişi (1966) ile onu izle­ yen Üç kâğıtçı (1969) taşradaki yönetici, memur çevresinin taşlamasıdır. Bunlar ve benzeri romanlarda hareketli olaylar, yer yer şive taklidinden yararlanan konuşma­ larla sergilenen konular, yazarın 2 0 0 ka­ dar öyküsünü de beslemiştir (Ekmek kav­ gası, 1949; Kardeş payı, Sait Faik hikâye armağanı, 1957; Önce ekmek, Sait Faik hikâye armağanı ve TDK ödülü, 1968 vb.). 72. koğuş, Murtaza gibi yapıtları ya­ nında roman ve öykülerinden daha baş­ ka sahne uyarlamaları da yapıldı; Eskici dükkânı (AST tarafından sahnelendi, 1969), Kardeş payı (Ankara Mithat Paşa tiyatrosu'nda sahnelendi, 1970-1971). [-» Kayn.] O rh a n K a m a i ro m a n ftd filü , Orhan Kemal'in ailesi tarafından verilmekte olan ödül. Romancının toplumcu dünya görü­ şüne ve gerçekçi edebiyat anlayışına uy­ gun yapıtlara verilir. Kurulduğu 1972’den başlayarak ödülü şu yapıtlar kazandı: Boynu bükük öldüler (Yılmaz Güney, 1972), Büyük gözaltı (Çetin Altan, 1973), Yenişehir'de bir öğle vakti (Sevgi Soysal, 1974), Yaralısın (Erdal Öz, 1975), Bir gün tek başına (Vedat Türkali, 1976), Kutsal ba­ rış (Haşan izzettin Dinamo, 1977), Kara Ahmet destanı (Fakir Baykurt, 1978), Meh­ metçik Mehmet)Mehmet Başaran, 1979), Bir düğün gecesi (Adalet Ağaoğlu, 1980), Yıldız karayel (Rıfat İlgaz, 1982), Cevd“ ! Bey ve oğulları (Orhan Pamuk, 16 >3), Kurşun ata ata biter (Tarık Dursun K., 1984), Issızlığın ortasmda-Geç kalmış ölü (Mehmet Eroğlu, 1985), Kale kapısı (Ya­ şar Kemal, 1986), Yukan şehir (Şemsettin Ünlü, 1987), Kahramanlar ölmeli (Ahmet Yurdakul, 1988), Eski toprak)Samim Kocagöz, 1989), Bir yaz mevsimi romansı (Demir Özlü, 1990), Kurtlar (Peride Celal, 1991), Köy/ö/er(Talip Apaydın, 1992). O R H A N E L İ, Bursa ilinin Ege bölgesi sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 30 015 nüf. (1990); 1 731 km2; merkez bu­ cağı dışında 2 bucak, 55 köy. Merkezi, Bursa'nın 54 km G.'inde Orhaneli, 6 434 nüf. (1990). Tahıl, şekerpancarı üretimi. Orman ürünleri. Hayvancılık. Krom ve lin­ yit yatakları. O R H A N G A Z İ, Marmara bölgesinde Bursa iline bağlı ilçe; 56 426 nüf. (1990); 476 km2; 26 köy. Merkezi, Bursa’nın 45 km K.-K. D.'sunda Orhangazi (esk. Pazarköy), 31 889 nüf. (1990). Tahıl, şeker­ pancarı üretimi. O rh a n g a z i k ü illy e s l, Bursa'da Orhan Gazi döneminden cami, hamam, medre­ se, imaret, mektep, hamam ve handan m eydana gelen yapılar topluluğu (1339/1340). Cami, Bursa’daki erken osmanlı mimarlığının önemli örneklerinden­ dir. Kentin 1413'te Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından kuşatılması sırasında bü­ yük zarar gördü, Mehmet I (Çelebi) zama­ nında onarıldı (1417). Ters T (zaviyeli, yan mekânh) camiler planındaki yapı, ana ek­ sen üzerinde, arka arkaya yer alan kub­ beli iki mekânla, birinci mekâna açılan kubbeli bölümlerden oluşur. Son cemaat yeri Bursa’da ilk kez bu yapıya eklenmiş­ tir. Beş bölümlü son cemaat yerinin yan­ larındaki sivri bir kemer içinde yer alan ikili kemerler yapının önemli özelliMerindendir.



Dış cephelerde tuğla örgülerle geomet­ rik ve ışınsal motifler, rozetler elde edilmiş­ tir. Osmanlı mimarlığının en eski çifte hamamlanndan olan hamamda erkekler bö­ lümü kare planlı, kubbeli soğukluk, iki kubbeli ılıklık ve dört eyvanlı, köşe hücre­ li sıcaklıktan oluşurken kadınlar bölümü daha yalındır. Külliyeye gelir sağlamak üzere yaptırılan han (Emir hanı) XVI. yy.'a değin Bezazistan olarak anılmıştır. O R H A N L I, Niğde'nin merkez ilçesi Veşilgölcük bucağına bağlı belde; 3 035 nüf. (1990). Belediye O R H A N T K P E , esk. Dragostepe, Ko­ caeli yarımadasının G.-B. kıyısında, Mal­ tepe ve Kartal arasında dirençli kuvarsit­ lerden oluşmuş tepe (101 m). Kıyıda, ya­ rımadaya benzer bir çıkıntı oluşturur. Ya­ maçları ve kıyıları, son 40-50 yıl içinde İs­ tanbul'un seçkin yazlıklarından birini oluş­ turan yapılarla kaplagrnış; K. yamaçları önünde Cevizli istasyonu çevresindeki düzlükler önemli bir sanayi alanına dö­ nüşmüştür. O R H O N , Moğolistan'da ırmak, Selenga'nın kolu (sağ kıyıdan); 1 124 km (hav­ zası 132 800 km*). O R H O N (Orhan Seyfi), türk şair, yazar (İstanbul 1890 - ay. y. 1972). Hukuk fakültesi'ni bitirdi. Meclisi mebusan kanunlar kalemi'nde çalıştı; Harp okulu'nda, İstan­ bul Erkek lisesi'nde edebiyat öğretmenli­ ği yaptı. Akbaba (sonradan Y. Z. Ortaç ta­ rafından yayımlandı), Papağan, Güneş, Ayda bir gibi gülmece ve edebiyat dergi­ lerini çıkardı. Haftalık Çınaraltı dergisini (1941-1944), türkçülük aleminin ikinci Dün­ ya savaşı yıllanndaki sözcüsü olarak ya­ yımladı. Zonguldak, daha sonra İstanbul milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı (1946-1950; 1965-1969). Meslek yaşamı­ nı 1960 sonrasında muhafazakâr çevre­ lerin sözcüsü gazete köşe yazarı olarak ta­ mamladı. Aruz vezniyle, serbest söyleyi­ şe yatkın duygusal şiirler yazmıştı (Fırtına ve kar, 1919). Beş* hececiler adlı edebi­ yat topluluğu içinde yer alarak hece vez­ niyle halk edebiyatı çizgisindeki ürünleriy­ le (Gönülden sesler, 1922; O beyaz bir kuştu, 1941 vb.) tanındı. ■ O R H O N (Mübin), türk ressam (İstanbul 1924-Paris 1981). Sadrazam M.ustafa Re­ şit Paşa’nın torunudur. Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi’ni bitirdikten (1947) sonra doktora amacıyla gittiği Paris’te Şadi Çalık, ilhan Koman, Sadi Öziş vb. res­ samların kurduğu l'Atelier de l'art abstrait'de resim çalışmalarına başladı. Grand Chaumière akademisi Modigliani atölyesi’ne devam etti (1952-1953). Yapıtlannı isB k. re s im s a y fa 8 8 8 2



tanbul, Washington ve çeşitli Avrupa kent­ lerinde sergiledi. Yurtdışında çeşitli bienallere de katılan sanatçı, daha çok doğu gi­ zemciliği doğrultusunda dışavurumcu bir soyutlamayı temel alan çalışmalarıyla ta­ nındı. Yapıtlanndan bazısı İstanbul Resim ve heykel müzesi’ndedir. O rtıo n a b e c e s i O rh a n tü r k ç e s l -



g ö k t ü r k ç e



.



GÖKTÜRKÇE.



O rh o n v e Y e n ls e y y a ş ıtla n , K. Mo­ ğolistan'da Ortıon, Selenga ırmakları bo­ yunda ve G. Sibirya’da Yukarı Yenisey yö­ resinde göktürk harfleriyle taşa yazılmış türkçe mezartaşları ve anıtlar. Genellikle Göktürk* dönemine ait olan ve türkçenin yazılı en eski ürünleri olarak bilinen yazıt­ lar arasında dil, yazı, yazım bakımından farklılıklar vardır. Genellikle yüksekçe yer­ lerde, uzun, yassı taşlar üzerine kazılmış­ lardır. Bazıları sonsuzluğu simgeleyen taş­ tan kaplumbağalara ya da benzer altlık­ lara oturtulmuştur. En ünlüleri Baykal gö­ lünün G.’inde Orhon vadisinde Koşo Çaydam gölü yakınındaki Kültigin (732) ve Bil­ ge Kağan (735) yazıtlarıyla bunların D.'sunda, Tola nehrinin yukarı bölümünde Bayan Çokto yakınındaki Tonyukuk (725 7) yazıtıdır. Ayrıntılı ve uzun metinlerden



oluşan bu üç yazıt, benzerleri arasında ta­ rih, idil ve edebiyat değeri bakımından en önemlileridir. Yazıtlar, mezar üzerinde ya da ölünün anılmasını sağlayacak bir anıt biçiminde balballar, heykeller ve tapınak­ la b ir arada bulunmaktadır ilhanlı tarihçi­ si Cüveyni’nin XIII. yy.'da varlığından söz ettiğııi yazıtlarla ilgili bilgiler, batı dünyası­ na ancak XVIII. yy.'da ulaştı. Savaş esiri ve sıürgün olarak 13 yıl Sibirya’da kalan isveçli Johann von Strahlenberg, Das N o rd und Östiiche Teil von Europa und Asiaı (Asya ve Avrupa’nın kuzey ve doğu yakası) p730] adlı yapıtında Yenisey kıyı­ larındaki taş yazıtları konu edinmişti, ilk bulu nan yazıt da doğabilimci Daniel Gottlieb Messerschmidt'in varlığını haber ver­ diği, Abakan’a dökülen Uybat nehri üze­ rindeki yazıttı. Ancak bunların hangi dil­ de olduğu bilinmiyordu, yazısı da daha okıınamamıştı. irkutsklu rus N. M. Yadrintsev, Orhon ırmağı yakınında bulduğu (181319) yazıtların kopyalarını yayımladıktan sorııra bilim çevrelerinin ilgisi bu bölgeye yörnsldi. O. O. Heikel yönetimindeki finli araşıtırma kurulu Inscriptions de l'Orkhon (Ortıon yazıtları) [1892], W. Radloff baş­ kanlığındaki rus araştırma kurulu da At­ las der Altertûmer der Mongotei (Moğol eski eserleri atlası) [1892] adlı yapıtlarda yakıtların fotoğraf ve kopyalarına yer ver­ diler. Bu metinler arasında yer alan çince çevirinin de yardımıyla danimarkalı Vilhelın Thomsen o güne değin okunama­ yan göktürk yazısını çözdü (1893). Thomseıı bu çalışmasında, metinlerde en çok yinelenen sesli harfleri ve sözcükleri be­ lirlemiş, böylece Tengri, Türk, Kültigin adlanıını okuyarak bu sözcüklerdeki harfler yardımıyla 38 harfi saptamıştı. Onun Ins­ criptions de l'Orkhon déchiffrées (Çözül­ m üş Orhon yazıtları) [1896] adlı yapıtı, tür koloji tarihinde yeni bir dönemi başlat­ tı. Göylece elde edilen malzemeyle türk dil i tarihi ve türk tarihi birçok yönden ay­ dınlanırken yazılı türk edebiyatının tarihi deı yeni metinlerle zenginleşmiş oldu. Kül­ tigin yazıtı'm göktürk kağanı llteriş'in oğullarından Bilge Kağan, kardeşi Külti­ gin için diktirmişti. Bilge Kağan yazıtı, Bilgeı Kağan için oğlu tarafından diktirildi. Kdftigin yazıtı gibi bunu da iki kardeşin “ atisi" (yeğeni) diye adlandırılan Yolluğ Tegim kaleme almıştı. Anlatı, Bilge Kağan'ın ağzından düzenlenmişti. Tarih olaylarını sı­ ralayan, halka ve gelecek kuşaklara öğüt­ ler veren birçok bölümün doğrudan doğ­ ruya Bilge Kağanı'ın söylemiş olduğu söz­ leri aktardığı kabul edilmektedir. Tonyukuk yazıtı ise Bilge Kağan'ın veziri Tonyukuk tarafından diktirilmişti. Bu yazıtta da de­ neyimli bir devlet adamının içinde yaşa­ dığı olaylar kendi ağzından dile getirilir. Bu yeczıtlarda Göktürk kağanlığı'nın kuruluşu, Çin'e bağımlılık dönemi, İlteriş (Kutluk) Kağan'ın yönetiminde devletin yeniden ku­ ruluşu anlatılır; devletin yaşaması için ne­ le r yapılması gerektiği belirtilir; gelecek için öğütler sıralanır; komşu uluslarla iliş­ kilerin nasıl düzenleneceği gösterilir; inançlar, yaşam, gelenek ve görenekler­ le ilgili ayrıntılar yansıtılır. Yazıtların anlatı­ mın türkçenin VIII. yy.’da gelişkin, etkileyici b ir edebiyat dili durumuna geldiğini gös­ terir. Buradaki birçok kullanış biçimi, da­ h a sonraki edebiyat ürünlerinde, örneğin ü e d e Korkut hikâyeleri'nde de yer alır Bir­ ç o k dil özelliği, göktürkçeye dayanan Tür­ kiye türkçesinde aynen yaşar. Güney Sibirya'da Yenisey ırmağının ve kollarının suladığı alanda, Kırgızlar’ın ya­ şadığı bölgede bulunan Yenisey yazıtları 50'yi aşkın taştan oluşur. V. yy.'dan IX. yy.’a kadar uzanan zamana ait bu kısa mezar yazıtlarında ölenin kendi ağzından kısa yaşamı, ailesine, ulusuna bağlılığı, dünya­ y a doyamadığı içtenlikle anlatılır. Bunlar Orhon yazıtlarındaki kadar gelişmemiş bir yıazıyla yazılmıştır. Talaş nehri kıyısında Ev­ liya Ata yakınında bulunan az sayıdaki ç o k kısa yazıt ise Batı Göktürkler'den kal­ mıştır. (-» Kayn.)



O R H Y d o r u iu , Pyrönöeş-Atlantiques’ de doruk, Bask ülkesinde, Ispanya sını­ rında; 2 017 m.



ORİA a. Suyosunu kalıntılarında yaygın, çok küçük bedenli çokkıllı halkalısolucan cinsi.



O RİADA (Seân), İrlandalI besteci (Corcaigh 1931 - Londra 1971). Paris'te Pierre Schaeffer'den ders aldı. İrlanda'ya dönün­ ce halk müziğindeki zenginliği keşfetti. Bu onu, Ceoltöirl Cualann adlı bir doğaçla­ ma topluluğu kurmaya (1960) yöneltti. 1956’da Dublin manastırı’nın müzik yö­ netmenliğine getirildi. 1963’te Corcaigh üniversitesi'nde müzik profesörlüğüne atandı. Besteleri üç sınıfa ayrılır: Grieg ve Sibelius’un etkilerini taşıyan sonromantik yapıtlar; doğaçlamaya dayalı geleneksel yapıtlar (Aughrim ağıtı, Batı dünyasının soytarısı) ve çağdaş yapıtlar (Nomos I, II, III, IV. V, VI [1957-1966]).



O rhan Seyfi O thon



ORİA M U S C U LO S A a. Böcbil. Arpa­ ya zarar veren kelebek. (Kukamavpervanegiller familyası.)



O RİANİ (Barnaba), İtalyan gökbilimci (Garegnano, Milano yakınında, 1752 - Mi­ lano 1832). Brera gözlemevi'nde gökbi­ limci olarak çalıştı (1777), yörüngesini be­ lirleyerek Uranüs’ün, daha önceleri sanıl­ dığı gibi bir kuyrukluyıldız değil, bir geze­ gen olduğunu gösterdi. Cenova ile Mila­ no arasındaki meridyen yayının ölçülme­ si çalışmalarına katıldı.



O RİANİ (Alfredo), İtalyan yazar (Faenza 1852 - Casola Valsenio, Ravenna yakının­ da, 1909). Öykü ve romanlar yazdı, skandallaria başarıya ulaşmaya çalıştı (Memorie inutlli, 1876; A l di tâ, Sappho türü aşk­ ların öyküsü, 1877; La disfatta, 1899). Ta­ rih ve siyaset üzerine yapıtları, ölümünden sonra ve bir öncü olarak görüldüğü faşist dönemde ilgi uyandırdı (Fino a Dogali, 1889). O R İB A S İO S , yunanlı doktor (Bergama 325 - Bizans 430). Kıbrıslı Zenon'un öğ­ rencisiydi. O sırada Doğu'da sürgün olan Julianus, onu Galya'ya götürdü (355) ve imparator olunca (361) İstanbul quaestoru yaptı. Bu hükümdarın ölümünden (363) sonra, Valentinianus ve Valens’in gözünden düşerek sürüldü. Çok büyük bir ün kazanması üzerine, imparatorlar onu geri çağırmak zorunda kaldılar. Baş­ lıca yapıtları: Synopsis, Euporista vb. Tü­ kürük bezlerini onun bulduğu söylenir. ORİBATA a. (yun. oreibates, dağlar ara­ sında yürüyen'den). Bitkilerden yapılmış hayvan yataklarında ya da toprakta yaşa­ yan, zırhlı örtenekli akarlar alttatımı. (Actinotricha üsttakımı.) —ANSİKL. Orman topraklarında çok bol bulunan Oribata'lar yavaş yürürler, ama ayakları ve duyu ayakları tam bir uyum içindedir; bedeni zırhlı ve koyu kahveren­ gidir: bütün bu özellikleri Oribata'ları Sarcoptiformes'lerden ayırır. Bitki döküntüle­ riyle beslenirler. O R İB E , Japonya’da çay töreninin dü­ zenleyicisi (XVI. yy. sonu - XVII. yy.). Furuta Oribe, Mino bölgesinde (Gifu ili) ya­ pılan bir seramiğe adını vermiştir. O R İB İ a. Afrika’da yaşayan küçük anti­ lop. (Erkeklerinde düz boynuzlar vardır. Bil. a. Ourebia ourebi; boynuzlugiller fa­ milyası; Antilopinae oymağı. O r ie n ta l Oespo&tem. A Compara­ t iv e S tu d y o f "Steteıî P o w e r (Doğu despotizmi. Mutlak iktidar üstüne karşılaş­ tırmalı b ir inceleme), Karl Wittfogel’in ya­ pıtı (1957). Yazar, bu yapıtında eskiden do­ ğuda, ekonomisi, devlet yönetimi altında bulunan suların dağıtım sistemi aracılığıy­ la işleyep tarım toplürtıları bulunduğu ve bu toplumlaröa devlete değişik bir biçim vermek amacıyiisiyasal bir mücadele yü­ rütme istçğinin olmadığı, çünkü bu iste­ ğin rejim tarafından boğulup yok edildiği konusundaki marxçı tezleri inceler. Wittfo-



Réunion des musées nationaux



Oribe kurs ve ağ motifli çaydanlık kahverengi ve beyaz mine Japonya, XVIII.-X IX . yy. Guimet müzesi, Paris



Oriental Despotism . 8882



gel’in tezine göre, sovyet rejimi 1917’den başlayarak yeniden sözkonusu devlet bi­ çimine ve siyasal duruma dönme tehlike­ sine düşmüştür. Lenin bu tehlikeyi fark et­ mişti; ama ondan sonra gelenler, onun uyarılarına rağmen, sovyet rejimini mo­ dern bir doğu despotizmi durumuna ge­ tirdiler. Wittfogel’in yapıtı, asya* tipi üretim biçimi konusundaki marxçı tartışmalar ba­ kımından da büyük bir önem taşır.



tinler yorumlamasında öncü olarak, daha sonraki tanrıbilim üzerinde geniş bir etki­ de bulundu. Kutsal kitapların yorumıu ve tanrıbilim konusundaki başlıca çalışrr laları arasında, şu yapıtları sayılabilir: Kutsal ki­ taplar üzerine Homiliai, Eski Ahit üzerine eleştirel bir yapıt olan Ta* Eksapla, reddi­ ye kitabı Kata Kelson ve felsefi-t anrıbilimsel bir bireşim olan Peri Arkho n (il­ keler üzerine).



O R İE N T E , Ekvador'un doğu kesimin­ deki iller bütününe verilen ad, And sıra­ dağları ile Amazon'un Peru'daki havzası arasında. Bu geniş bölge (yaklaşık 130 000 km2) çok az nüfusludur (300 000'den az).



ORİGENF rç| sıf. Origenes ya da yan­



O rİB iît-E jtp re e « , 5 haziran 1883’te Compagnie internatiorıale des wagons -tits (Uluslararası yataklı vagonlar şirketi) tarafından Münih, Viyana, Belgrad ve Sof­ ya (ya da Bükreş-Köstence) üzerinden Pa­ ris ve İstanbul arasında sefere sokulan uzun güzergâhtı (3 186 km) uluslararası tren, izlediği yol birçok kez değişti ve baş­ langıçta bu yolun bir bölümü Tuna ve Ka­ radeniz üzerinden vapurla alınıyordu. Bü­ yük lüks trenlerin ilki olan bu ekspres, 1919'da ikiye bölündü ve kısmen yerini, güzergâhı daha güneyden geçen Simplon-Orient-Express'e, 1926'da da Arlberg -Orient-Express'e bıraktı. 1930'da Taurus -Express ile Küçük Asya’ya uzatıldı. Bu uluslararası tren günümüzde lüks tren ni­ teliğini yitirmekle birlikte, Paris'i her gün Münih ve Viyana yoluyla Budapeşte'ye bağlamaya devam etmekte, haftada dört kez de Bükreş’e kadar uzanmaktadır. a. (jap. söze.). Geleneksel japon katlanmış kâğıt sanatı. (Beyaz renkli katlanmış kâğıtlar, başlangıçta şinto tapı­ naklarında sunu olarak kullanıldı. Heian döneminden sonra bir dinlence uğraşına dönüştü ve renkli kâğıtlar kullanılmaya başladı.)



Mübin Oıtron'un bir yspıtı



© R İS E N E S , yunan tanrıbilimci ve kut­ sal kitaplar yorumcusu, kilise babası (İs­ kenderiye 185'e doğr. - Kaisareia ya da Tir 252-254). ilkin İskenderiye dinsel bilgiler okulunu yönetti ve burayı, birçok hıristiyan ve pagan dinleyiciyi çeken gerçek bir tanrıbilirn okulu durumuna getirdi. Okulun ün kazanması, karşısına birçok düşman çı­ kardı. Bunlar, öğretisini reşmi düşünceler doğrultusunda olmamakla suçluyorlardı. Çeşitli entrikaların karşısında Origenes, Fi­ listin Caesareası’rıa sığınmak zorunda kaldı ve İskenderiye okulunu orada yeni­ den kurdu. Kazandığı büyük ün, Decius' un zulmüne uğramasına yol açtı (250). Gördüğü işkenceler yüzünden, birkaç yıl sonra öldü. Aziz Augustinus ile birlikte, Hıristiyan Antikçağı’nın en önemli düşünürterinden biriydi. Tanrıbilimde ve kutsal me-



daşlarının i ciretisine ilişkin. ♦ sıf. ve a. Bu öğretilerin yandaşı. O R İG E N E S Ç İLİK a. 1. Origenes'im platonculuktan esinlenen öğretisi. —2. Origenes'in yapıtlarının kimi tartışma göt ürür yanlarına dayanan bazı tanrıbilim akılcıla­ rına verilen ad. —ANSİKL. Origenes'in ölümünden sonra, bir tanrıbilim akımı gelişti. Bu akım, g e r çek bir okul oluşturmamakla birlikte , İs­ kenderiye ve Kaisareia üstadının düşün­ cesindeki bazı tartışma götürür yanları sis­ temleştirdi (örneğin Kutsal Kitaplar ın yo­ rumlanmasındaki aşırı alegoricilik, ruhla­ rın daha önceden var olma ve yazg ıları üzerindeki ve Tanrı sevgisinde yeniden bir canlanmaya ve lanetin yadsınmasına yol açan öğreti [apokatastasis] gibi). Bu dü­ şünce akımı VI. yy.'da etkisini yitirdi. O r ig in e l D ix ie la n d J a z z B a n ıl, 1913'e doğru New Orleans’da, ameri kalı beyaz müzikçilerce kurulmuş beşli. Caz denilen müzik türünde plak dolduran ilk orkestradır. 16 ocak 1917'de New York' taki Victor stüdyolarına giren Nick La R:occa (kornet), Eddie Edwards (trombon), Larry Shields (klarinet), Henry Ragas (pi­ yano) ve Tony Sbarbaro (vurma çalgılar), "Dixie Jass Band one step” ve "Livery Stable Blues" adlı iki parçayı kaydettiler. 7 martta satışa çıkan plak, olağanüstü il­ giyle karşılaştı. Original Dixieland Jııazz Band, cazı ABD'de ve 1919’da uzun bir turneye çıktıkları İngiltere’de halka benim­ setmeyi başardı. 1925'te dağılan orkest­ ra üyeleri 1936'da yeniden bir araya g e ­ lerek yeni başarılar elde ettiler. Ama a n ­ laşmazlığa düşmeleri üzerine çok geçme­ den yine dağıldılar. O R İH fJE L A , Ispanya'da (Alicante iii) kent, Segura kıyısında, Murcia’nııı K. -D.'sunda; 50 000 nüf. XIV. ve XVI. yy.’l ar­ dan kalma katedral, eski S. Domingo (XVI.-XVII. yy.) manastırı ve diğer anıtfiar. Velázquez'in büyük bir tablosunun bulun­ duğu diócesis müzesi. Ticaret merkeızi, —Yakınında, büyük huerta (portakal bah­ çeleri). O R İJ İN a. (fr originé). Başlangıç, köken; bir şeyin ortaya çıkış noktası, kaynak.



.



O R İJ İN A L sıf. (fr. original). 1 Özgüm. —2. Davranışları garip, yadırgatıcı gelen kimse için kullanılır: Orijinal bir adam. ♦ a. 1. Bir belgenin ilk nüshası; aslı: tlu nüsha orijinaline uymuyor. —2. Kaynak dildeki metin, çeviriye karşıt olarak. KOFYA’ya, RÖPRODÜKSİYON’a karşıt olarak sanatçının elinden çıkan yapıt. —4, Bir s anatçıya model olan somut bir nesne ya da gerçek bir kişi: Bu portre orijinaline p a k benzemiyor. —5. Fabrikasınca üretilmiş . olan, taklit olamayan bir araç, bir alet, bir parça: Bu parçanın orijinalini ancak fa b ­ rikasında bulabirsiniz. —Matbaac. Basılı reprodüksiyonda kulla­ nılmak üzere fotogravür tekniğinde yapı Imış kitap resimleme öğesi. O R İJİN A L İT E a. (fr. originalité). Orijinal­ lik, özgünlük. O R İJ İN A L L İK a. 1. Özgünlük. —2, B ir kimsenin kendisindeki ya da davranışır ıdaki kimseninkine benzemeyen garip özellik: Bu bir orijinalliktir, ama herkesi hoşuna gitmeyebilir. O R İK Û LO T E R A F İ a. (fr. auriculothéiapie). Akupunk. Kulak kepçesinde belirl i noktalara iğneler sokularak ve elde edi -



!en özgül belirtilerden, özellikle kulak-kalp refleksinden yararlanılarak çeşitli hastalık­ ların teşhis ve tedavi edilmesi. (Eşanl. KU­ LAKTAN TEDAVİ YÖNTEMİ.) —ANSİKL. Oriküloterapide teşhis, kulak-



kepçesi üzerinde insan vücudundaki bü­ tün organların tam bir refleks haritasının bulunmasına dayanır. Kulak, içorganlar ve meridiyenler arasındaki İlintiler, akupunk­ turun bugün bilinen en eski kitabında (Neijing) gösterilmiştir. Teşhis, kulakkepçesi üzerinde, hasta olan yerle ilintili rıokta ya da bölgeleri belirleyen çeşitli arama aygıt­ ları sayesinde gerçekleştirilir. Bugün çok iyi hazırlanmış ve geliştiril­ miş olan teknikler, gerçekten de patolojik noktaları, hatta hastalığın gelişmekte ol duğu alanın doğasını belirlemeyi sağla­ maktadır. Böylece kulakkepçesi adeta bir gösterge tablosu haline gelir ve tecrübeli bir hekim buradan “ okudukları” ile has­ tasının sağlığı hakkında kesin bilgiler el­ de eder. Kulakkepçesi aynı zamanda te­ davi yeridir: yüzeyinde yazılı olan uzakta­ ki bozukluklar konusunda araştırma yapıl­ masını sağlamakla kalmaz, oraya yapılan uyanlarla bu bozuklukları etkilemeyi, hat­ ta düzeltmeyi bile sağlayabilir. O R İL L İA , Kanada’da (Ontario) kent, Simcoe gölünün K.'inde; 6 400 nüf. Ma­ kine yapımı. Demir-çellk. Kereste sanayi­ si. O R İM A S Y E N sıf. (fr. aurıgnacıen). Tarönc. AURİGNAC KüLTÜRÜ'nün eşanlamlı­ sı. © R İM O C O (Guarauno yerlilerinin dilin­ de Ori-noko "pagay tipi sandalın kullanıl­ dığı en zorlu yer” anlamına gelir), Trinidad adası yakınında Atlas okyanusuma dökü­ len Güney Amerika ırmağı; 2160 km. Orinoco ırmağının yaklaşık 900 000 km2’lik havzası, D.'da Venezuela'nın Llanos ova­ sını kapsar. Orirıoco, 1 045 m yükseltide­ ki Guyana kalkanı kabartısından doğar (2° 19' 5 " K. enlemi ve 63° 21' 4 2 " B. boylamı). Keskin dirseklerle K.-D.'ya döne­ rek Ventuari ırmağıyla birleştiği yere ka­ dar Arkeyen devrinde oluşmuş tabanın penepleri üzerinde akar. Daha aşağılar­ da K.'e dönerek kalkanın batı kenarını iz­ ler ve denize ulaşıncaya kadar kalkan bo­ yunca ilerler. Apure ırmağına kadar, bü­ tün büyük kolları (Guaviare, Vichada, Me­ ta, Arauca) Kolombiya doğu sıradağları ile Mârida sıradağından doğar; Llanos alüv­ yon ovasında ilerleyen Orinoco'nun çığrı alüvyonlanma etkisiyle kalkanın etekleri­ ne doğru kaymıştır. Apure ırmağıyla bir­ leştiği yerin aşağısında, ırmağın çığırı D.’ya döner ve Orinoco sağ kıyıdan Gu­ yana'dan gelen en büyük kollarını alır: Caura ve Caronf. Geniş bir delta oluşturarak (23 000 km2) Atlas okyanusu na dökülür. Güney kolu (Boca Grande) en geniş ko­ ludur; Macareo gibi taraklanıp şamandı­ ralarla işaretlendikten sonıa uzun bir sü­ reden beri Orinoco’dan da ulaşımda yaraılanılmakladır; büyük tonajlı gemiler bile Ciudad Guayana’ya kadar çıkabilmekte­ dir. Orinoco'nun rejiminde, düzenli bir ka­ barma ve alçalma görülür: ırmak suları­ nın kabarması nisan ayında başlar, yavaş ama sürekli bir artış göstererek ağustos -eylül aylarında en üst düzeyine ulaşır (sa­ niyede 40 000 - 50 000 m3) aynı aylarda sular alçalmaya başlar ve mart ayında en düşük düzeye ulaşır (saniyede 15 000 m3). Ciudad Bolivar’daki daralma yerin­ de mevsimlik düzey farkı 13 m'ye ulaşır ve Venezuela Guyanası merkezinin lima­ nı, yüzen dubalar üstünde kurulmuştur. Eğimi son derece azsa da Orinoco ır­ mağının çığırı Ciudad Bolivar'a kadat ula­ şımı engelleyen çağlayanlarla (raudales) sık sık kesilmektedir. Kaynağından 500 km sonra, Gasiqulare kolu ya da “ kanalı" Orinoco’dan ayrılır ve rlo Negro'ya doğ­ ru akar; Orinoco ırmağı, debisinin sekiz­ de birini Amazona kavuşan bu kolu ne­ deniyle kaybeder. Casiquiare Orinoco ve



Orissa 8883



Lick gözlem evi'nin (ABD) 3,05 m ’lik teleskopuyla fotoğrafı çekilen Orion bulutsusunun m erkez bölümü



orion takımyıldızı



L ic k g ö z le m e v i



Amazon arasında bir doğrudan bağlantı oluşturur. Orlnoco, Yeni Dünya ırmakları arasında varlığı en önce hissedilmiş ır­ maktır: Kristof Kolomb üçüncü gezisi (1498) sırasında bu ırmağı keşfetti. Ayrı­ ca Orinoco, bir ölçüde de olsa çığırı ilk araştırılan ırmaktır (Diego de Ordâs, 1531); Orinoco'nun çığırı bütünüyle ancak 1951'de, bir fransız-venezuela ortak araş­ tırma gezisi sırasında belirlenebilmiştir. O R İO LİD A E a . Z o o l . S A R I A S M A G İ L L E R familyasının bilimsel adı. O R İO N . Yun. mit. Poseidon’un oğlu olan dev avcı. Artemis tarafından öldürüldü ve takımyıldıza dönüştürüldü. ■ O R İO N (lat. Orion), ar. C ebbâr ya da El -cebbâr, gökyüzünün en ilginç takımyıl­ dızlarından biri olan ekvator takımyıldızı. Antikçağ’da Yunanlılar bu yıldızı, Ülker'i izleyen bir avcıya benzetmişlerdir. Orion, çıplak gözle görülebilen yedi yıldızlık bir grupla diğer takımyıldızlardan ayrılır: bu yıldızlardan dördü (ikizlerevi* Bellatriks* Rigel*, Saıph*) büyük bir dörtgen çizer, (avcının gölgesi); bu dörtgenin ortasında, eğik biçimde sıralanan diğer üç yıldız, Orion'un Göğüskemeri'nı ya da kuşak'ını oluşturur (bu yıldız, Tırmık, Üç Kral ya da Üç Sihirbaz adlarıyla da tanınır). GöğüsO rlon takım yıldızı John Fiam steed'in atlasına göre



kemerinin merkez yıldızının altında, düşey olarak birbirine çok yakın sıralanan, 4. ka­ dirden üç yıldızın oluşturduğu ışık çizgisi ayırt edilir: bu, Orion'un Kılıcı'dır. Kılıcın ortasındaki yıldız, $ Orion, teleskopta altı­ lı bir sistem olarak ortaya çıkar ve bu sis­ temin dört ana bileşeni, Orion Trapezi adı verilen şekli oluşturur. Bu sistemin çevre­ sinde, 1610’da Peiresc tarafından keşfe­ dilen ve çıplak gözle görülebilen ender bulutsulardan biri olan büyük M42 bulutsu*su uzanır; 1 600 ışık yılı uzaklıkta yer alan, içerdiği sıcak yıldızlarla aydınla­ nan ve bunların morötesi ışımasıyla iyonlaşan bu geniş hidrojen bulutu, yayımlı bulutsuların ilkörneğini oluşturur Bu böl­ ge, genç yıldızlar bakımından çok zengin­ dir. M42'nin kendisi de, takımyıldızın he­ men hemen tamamını kaplayan geniş bir karmaşık bulutsunun, Barnard Büklümü' nün yalnızca merkez bölgesidir Göğüskemeri yıldızlarının en doğusunda yer alan f Orion yıldızının yakınında "At Başı" denilen karanlık bir bulutsu bulunur. Son olarak, Bellatriks'in batısında, eğri bir çizgi halinde sıralanan bir dizi az parlak yıldız, Orion’un KalkanTm oluşturur. Orion takım­ yıldızı, gök ekvatoruna yakın konumu ne­ deniyle, kutuplar dışında, yerkürenin her noktasından gözlemlenir. Orion takımyıl­ dızı, Türkiye’de yılın büyük bir bölümün­ de, geceleri gözlemlenebilir ve ocakta 2 1 sa (UT) ve şubatta 19 sa (UT) civarında yücelim noktasına ulaşır. ( -* GÖK ha­ ritası.) O R İS S A , Hindistan'da eyalet, Bengal körfezi kıyısında; 156 000 km2; 26 370



000 nüf. Merkezi Bhubanesvar. Orissa, Mahanadi vadisine egemendir, iç kesimi (yüzölçümünün üçte ikisi, ama nüfusun üçte birinden biraz fazlası) Dekkan sert ta­ banı üzerindedir: yükseltisi 500 -1 300 m arasında değişen, engebeli bir platodur. Alüvyonlu kıyı ovası, özellikle Mahanadi deltasından oluşur, iklimi çok yağışlıdır (1 300 mm’den çok yağış) ama kuraklık (kasırga da) da görülür. İnsanların ortak noktası oriya* dilidir. Ama, ağaçlı dağlık alanda toplam nüfusları 5 milyonu aşan bir kabileler topluluğu yaşar. Jütle birlikte (bağımsızlıktan sonra üretimi arttı) çeltik tarımına dayanan ekonomi, çok geri kal­ mıştır. Fakat, Hindistan'ın en büyük baraj­ larından Hirakud barajı, Rurkela çelik fab­ rikası, yeni Paradip limanı, çağdaşlaşma yolunda atılmış adımlardır. En önemli kenti Katlak, bir üniversite merkezidir. Deniz kı­ yısındaki Puri, Hindistan’ın başlıca hac yerlerinden biridir. —Tan Ariler'in yerleştikleri en doğudaki ül­ ke olan Orissa, İ.Û. III. yy. ortasında impa­ rator Aşoka tarafından fethedildi. Bu hü­ kümdarın buddhacılığı benimsemesine de, bu son derece kanlı fetih yol açtı. 335 -375 arasında Orissa, Samudragupta ta­ rafından yeniden Guptalar'ın imparator­ luğuna, ardından IX. yy.'da Palalar’ın imparatorluğuna ilhak edildi. 1592'de kıs­ men Moğollar'ın imparatorluğuna katıldı, 1751'de Marathalar'ın eline geçti ve 1803'te de ingilizler tarafından fethedildi. —Arkeol. ve Güz. sarıt. Mahanadi'nin K.’inde, Yenitaş dönemine ait kalıntılar or­ taya çıkarıldı. Bazı buluntu yerlerinde Doab* bölgesi Tunç çağı kültürünün (İ.Ö.



Orissa Puri kentinin çevresinden bir görünüm



Orissa iO O O 'd e n s o n r a ) iz le r i n * ra s t la n d ı, S u r la r la ç e v r ili Ş i ş u p a lg a r h k e n ti D e m i r ç a ğ ı n a b a ğ la n ı r ( k a r e p la n lı, s e k iz k a p ılı) ; K a lln g a 'n ı n f e t h iy le iliş k ili o ld u ğ u s a n ı l m a k t a ­ d ı r ( D h a u l i v e C a u g a d a 'd a k l A ş o k a f e r ­ m a n la r ı) , İ.Ö , I, ■ i,S , I. y y . a r a s ı n d a k a y a ­ l a r a o y u lm u ş c a y n a y a p ıla r ı g ö r ü l m e y e b a ş l a n d ı ( U d a y a g ir i, K h a n d a g ir i) ; D e o g a r h 'd a k i b r a h m a t a p ı n a ğ ı g u p t a ü s lu b u n d a d ır , 5 5 0 ' d e n s o n t a m a h a y a n a v e t a n t r a o ılığ ın ö n e m i a r ttı; b u d ö n e m d e b ir ­ ç o k m a n a s t ır k u r u ld u ( R a t n a g ir i, K h iç ln g , A ç u t r a c p u r v b .) . V I II , - X II I , y y . a r a s ı n d a " O r l s s a ü s l u b u " g e liş ti; m h a a d ı v e r ile n ş ik h a r a " lı t a p ı n a k t ip i e n y e t k in b iç im in e u la ş tı ( B h u b a n e s v a r , P u r i, K o n a r a k ) , M ü s İ d m a n la r t a r a f ı n d a n a l ı n d ı k t a n s o n r a e y a ­ le t , t a p ı n a k v e m a n a s t ır la r ıy la , 1550 d o ­ l a y l a r ı n a d e k ( O d i v l ş a ) b u d d h a c ı la r ı n s ı­ ğ ın a ğ ı d u r u m u n a g e l d i , s a n a t g id e r e k ö z e lle ş t i; ö z g ü n b ir h a l k k ü lt ü r ü v e s a n a t ı v a r lığ ın ı s ü r d ü r d ü .



8884



O RİSTANO, Sardlnya'da (İtalya) kent, II merkezi, Orlstano körfezi yakınında; 31 000 nül. Yeni limanın kurulması kentte sa­ nayinin (metalürji, elektronik, balık kon­ serveciliği) gelişmesine yol açtı. — Ortstano III, 2 631 km2; 160 148 nüf.(1989).



klasik senfonik orkestranın



35ah¡



l e n e n b ir s a r a y e d e b i y a t ı b e lir d i. M a h a d e v D a s , P u m a l a r ı m a n z u m o la r a k ç e ­ v ir d i. X V I II , y y .'d a , R a d h a v e K r lş n a ’ n ın a ş k la r ı ü z e r i n e y a z ıl a n ş iir le r d e b ir g e l iş ­ m e g ö r ü ld ü , K u r g u b a k ı m ı n d a n F a k ir M o ­ h a n S e n a p a t i ( 1 8 4 3 - 1 9 1 8 ) , ş iir b a k ı m ı n d a n R a d h a n a th R a y (1 8 4 8 -1 9 0 8 ) v e M a d h u s u d a n R a o ( 1 8 6 3 - 1 9 1 2 ) , 1 8 6 6 'd a n b a ş l a y a ­ r a k ç a ğ d a ş e d e b i y a t a y o l a ç tıla r , O n la r ın a r d ı n d a n ş a ir v e t o p l u m s a l r e f o r m c u Q o p a b h a n d u D a s , S a t y a v a d ı o k u lu n u k u r d u O k u ld a ş la r ı a r a s ın d a , ş a ir v e ç e v ir m e n N ila k a n t h a D a s d a y e r a lıy o r d u . Ö z ö ğ r e n im li d o k u m a c ı G a n g a d h a r M e h e t ; Tapasvıni a d lı v e t u r ü n ö n b a ş y a p ıt ı o la n b ir kavya y a z d ı . N a n d a k lş o r B a la 'y a , " b ö l g e s e l ş a ir ” l a k a b ı t a k ıld ı. Ç a ğ d a ş r o m a n c ıl a r ­ d a n G o p i n a t h v e K a n h u ç a r a n M o h a n t y ile K a lln d ic a r a n P a n lg r a h i, ü n k a z a n d ıla r . Ş a ir S a ç i R u t a r a y , g ü d ü m l ü ş iir le r y a z d ı, 1 8 8 0 'd e R a m S a n k a r R o y v e C a g a n M o ­ h a n L a la 'n ın s a y e s in d e ç a ğ d a ş tiy a t r o o r ­ t a y a ç ı k t ıy s a d a , h a l k o p e r a s ı y a t r a c a n l ı ­ lığ ın ı k o r u d u . O R İ Z A B A , M e k s i k a 'd a ( V e r a c r u z e y â ­ le t i) k e n t , Orizaba yanardağı'n ın y a n ı n ­ d a : 1 1 5 0 0 0 n ü f. ( 1 9 9 1 ) , T e k s t il m e r k e z i. B ir a c ılık . K a h v e e k im i. — Orizaba y a d a ClllaltĞpell y a n a r d a ğ ı, M e k s ik a 'n ın e n y ü k s e k n o k t a s ıd ır : 5 7 0 0 m .



O n lX E (Nicolás ORMAECHEA. -d e n ir), bask şair (Oreja, Guipúzcoa, 1888 - San Sebastian 1961). Başyapıtı Euskaldunak O R İ Z A E P H İ L U S a . B e s in m a d d e l e r i (1950) bask kırsal yaşamından alabildiği­ ü z e r i n d e y a ş a y a n , k a h v e r e n g i v e y a s s ı b e ­ ne geniş bir kesit verir. d e n li , d a r v e ç iz g ili e lit r a lı k ın k a n a t lı c in s i. ( H e m e n h e m e n h e r b ö lg e d e b u lu n a n b u ORİYA a D o ğ u p r a k r lt le r i, ö z e l li k l e d e h a y v a n la r d a n , O riza e p h ilu s su rin a m e n m a g a d h i a r a c ı l ı ğ ı y l a s a n s k r iı ç e d e n t ü r e ­ s is 'e d a h a ç o k t a h ılla r ü z e r i n d e , O . m erm iş h in t - a r i d il. H i n d i s t a n 'd a y a k la ş ık 3 1 c a to r'a y a ğ lı b itk i t a n e l e r in d e ra s tla n ır. Y a s m ily o n k iş i ( 1 9 9 2 ) t a r a f ı n d a n k o n u ş u lu r . s ı k a b u k lu k ın k a n a t lıg ille r f a m ily a s ı.) — A N S İK L . O r is s a e y a le t in in r e s m i d ili o la n O R İ Z Z O N T E - V A N B L O E M E N (J a n ). o r iy a , d a ğ lı k k e s i m l e r d e n ç o k k ıy ı b ö l g e ­ le r iy le v a d i l e r d e k o n u ş u lu r ; O r iy a y ı k o n u ­ 0R JA S A E T E R ( T o r e ), n o r v e ç li y a z a r ş a n b ir k a ç t o p l u lu k d a B i h a r ’a , B e n g a l 'e , ( S j â k 1 8 8 6 - L i l l e h a m m e r 1 9 6 8 ) . O la v M a d h y a P r a d e ş ile K a l k ü t â y a y a k ın b ö l­ A u k r u s t g ib i G u d b r a n d s d a l e n e y a le t i k ö ­ g e l e r d e y a ş a r. B u d il a z s a y ı d a h e c e s e l k e n li v e o n u n la b ir lik t e y e n in o r v e ç d ilin d e a y r ılık g ö s te r ir . B r a h m i d e n t ü r e m iş y a z ıs ı y a z a n b a ş l ı c a ş a ir le r d e n b ir iy d i. D a ğ s e v ­ d e v a n a g a r iy le a k ra b a d ır. B u n a r a ğ m e n g is i v e s e ç t iğ i d il, y a p ıt la r ın ın h e m b ö l g e ­ h a r fle r , ü s t l e r i n d e n y a t a y b ir ç iz g i y e r i n e s e l, h e m d e u lu s a l b ir n it e lik k a z a n m a la ­ b ir d a ir e y le ç e v rili o ld u ğ u n d a n d e ğ iş ik m iş r ı n a k a t k ı d a b u l u n d u . E p ik v e lir ik b ir ü ç ­ g ib i g ö r ü n ü r B u n u n da nedeni e s k i d e n , l e m e o la n b a ş v a p ıt ı G u d b ra n d L a n g le ite k o la y y ır t ıla n p a l m i y e y a p r a k la r ı n a k im i ( 1 9 1 3 - 1 9 2 7 ) v e P o è m e s d e 1‘h o m m e (fr. ç iz g ile r in ç i z i lm e s in e o la n a k v e r m e y e n ç e v .) ( 1 9 1 5 ] , d o ğ a d a k i u y u m a b ir ö v g ü m a d e n i u ç k u lla n ım ıd ır . O r i y a d a k i ç o k s a ­ o la n C h a n t d u fle u v e (fr. ç e v .) [ 1 9 3 2 ] v e y ı d a s ö z c ü k s a n s k r it ç e d e n a k t a r ılm ış tır . g e i e ı ıe k s e i , s a ğ lık lı b ir k ır s a l y a ş a m c o ş ­ Y a z ıy la s ö y le y iş a r a s ı n d a u y u m v a rd ır . B ir ­ k u s u i ç i n d e g e ç m iş le ş im d iy i b ir le ş t ir e n ç o k y a n ıy la o r iy a y a ç o k b e n z e y e n b e n g a I A rb re d e vie (fr. ç e v .) [ 1 9 4 5 ] g ib i ş iir k i­ lin in d u r u m u y s a b ö y le a e g ü d lr . t a p t a n . b u n ite lik te y a p ıt la r d ı. A y n ı z a m a n ­ — E d . ilk y a p ıtla r , X I II , - X IV y y ,'a u z a n m a k ­ d a , C h ris to p h o ro s ( 1 9 4 8 ) v e le L o n g Vo­ la d ır la r . M a r k a n d a D a s ’ ırı K eşava k o lll1s i, y a g e d e n o c e s (fr. ç e v .) [ 1 9 4 9 ] g ib i, a n l a ­ ilk v lş n u ş iir d i, M ü s l ü m a n is tila la r d ö n e m i t ım c ı b ir k u r u lu ş t a ş ıy a n d r a m la r , a y r ı c a o la n X V . y y .'d a , k ö y lü a s k e r S a r a l a D a s " y a ş l ıl ı k d in g in l iğ i " n i d il e g e t i r e n Etter(1435-1466), m a n z u m b ir M a h a b h a ra ta s o m m a r ( 1 9 5 3 ) a d lı b ir ş iir k it a b ı v e B ruu y a r la m a s ı y a z d ı N i l a m b a ” V ip r a 'm r , D ed e k ro n a ( 1 9 6 6 ) a d lı s e r ü v e n e y ö n e lik b ir u la tola s u a n g a a d lı y a p ıt ı, P u ı f d e k i C a o y u n y a z d ı, g a n n a t h t a p ı n a ğ ı 'n ı n k u r u l u s u n u a n l a t ı ­ O n h a n (F r a n c is z e k S z m a c Ia r z y o r d u . X V I. y y .'d a . 1 5 1 0 ’s d o ğ r u P u r l 'y e - S m r e c z y n s k I , W tadystaw - - d e n i r ) , p o y e r le ş e n b e n g a li m is t ik C a ll a r , y a 'n ı n ö n ­ lo n y a lı y a z a r ( P o r e b a W ie lk a , P o d h a le , c ü l ü ğ ü y l e k ir iş n a c ıiık t e k r a r g ü ç le n d i . Ca1 8 7 5 - K r a k ó w 1 9 3 0 ) . Y o k s u l b ir d a ğ k ö y ­ it a n y a , d in s e l e d e b i y a t a ö n k a z a n d ı r a n lü s ü n ü n o ğ lu y d u , h ik â y e l e r i n d e ü lk e s in in b e ş s a k h a m n (d o s t) u s ta s ı d u r u m u n a g e l­ in s a n la r ım v e m a n z a r a l a r ı n ı g e r ç e k ç i b ir d i. G e r ç e k t e n d e b u s a k h a i a r d a n ö r n e ğ in b a k ı ş l a b e t i m l e d i. P o lo n y a k ır s a l k e s im i­ B a la t a m D a s ( 1 4 7 2 - ö î. ?), tü r R a tfm y a n a n in îo p iu r n s a l s ın ıfla r ın ı a y r ın t ıla r ıy la İn c e ­ u y a r la m a s ı y l a C a g a r , n a t r î ;D a e ( 1 4 9 2 le m e y i a m a ç l a d ı (N o u v e lle s [fr. ç e v .] , -1552), b ir B h a g a v a te P u tâ n a ç e v ir is iy le , 1 6 9 8 ; /e » Jo u rn a lie rs [fr. ç e v .] , 1 9 0 0 ; ProA c y u t a n a n d a d a b l? Harlvam şe. '-¡y a r ış m a m o r İ 9 İ O , K o s tk a N a p ie rsky. 1 9 2 5 ) . Ş iir s ıy ia d in s e l e d e b i y a t a ü n k a z a n d ır d ıla r . k ita tp ia r; ( D e c e tte triste te rre [fr. ç e v .] , K r a llığ ın p a y la ş ılm a s ın d a n s o n r a , U p e n d 1 9 0 3 ; C h a n ts d u te m p s [fr. ç e v .] , 1 9 1 5 ) v e r a B h a n c a v ^ k a v y a 'm ı t a r a r ı n d a n s ir n g e tiy a t r o o y u n la r ı (S a c rific e [fr. ç e v ] , 1 9 0 5 ; F ra n e k R akoczy, 1 9 0 8 ) y a z d ı. ; O R K E S T R A a . (ita ! o rc h e s tra ; " d a n s e t m e k " a n la m ın d a k i y u n . orkh e ls th a i'd e n orkhestra) 1. S o lis t le r iç in y a z ıl m a m ı ş b ir m ü z i k p a r ç a s ın ı s e s l e n d i r m e k ü z e r e b ir a r a y a g e l e n ç a lg ı la r ı n t ü m ü . — 2 . B ir s e n ­ f o n ik k o n s e r k u r u lu ş u o la r a k b ir a r a y a g e l­ m i ş ç a lg ı c ı la r t o p lu lu ğ u . — A n tik . Y u n a n l ı la r d a t iy a t r o n u n , s a h n e y le s e y ir c ile r in o t u r d u k la r ı y e r a r a s ı n d a k a la n v e k a r e n u r , Ihymeie" a d ı v e r ile n b ir D io ıiy s p t tL iia g : e tr a fın d a d ö n d ü ğ ü b ö lü ­ m ü ( Ş a i r e b iç im in d e o lu p s a h n e d e n d a ­ h a a l ç a k t a y d ı. ) |j R o m a l ı l a r d a t iy a t r o n u n



a y n ı b ö l ü m ü . ( Y a r ım d a i r e b iç im in d e y d i.) — A N S İ k l O y u n c u l a r a e ş lik e d e n ç a l g ı c ı - 1 la r t o p l u lu ğ u , d ö n e m i n e v e ü lk e s in e g ö ­ r e d e ğ iş ik y e r l e r d e b u lu n u r la r d ı: s a h n e ­ n in ö n t a r a f ın d a , k im i z a m a n d a b ir a z a ş a ­ ğ ıs ın d a ( o r k e s t r a ç u k u r u ) ; s a h n e n i n ü z e ­ r i n d e a l ç a k y a n l a r ın d a ; s a h n e n i n g e r i s i n ­ d e , f o n d a k i d e k o r p e r d e s in i n a r k a s ı n d a ( ö z e llik le İt a ly a 'd a ) ; s a h n e n in a l t ı n d a (B a y r e u t h 't a ) . T iy a t r o b in a s ın ın d ış ın a ç ı k ı n c a o f k e s f r a a ç ık h a v a d a o ld u ğ u g ib i b ir k o n ­ s e r s a lo n u n d a y a d a b ir t a p ı n a k t a d a k o n ­ s e r v e r m e y e b a ş la d ı. • Ç a lg ı to p lu lu ğ u n d a n s e n fo n ik o rke s tra ­ ya. R ö n e s a n s ' d ö n e m i n d e k ü ç ü k ç a lg ı t o p lu lu k la r ı p o llf o n ik b ir y a p ıt ın s e s p a r t i­ le r in i d e s t e k l e m e k l e y a d a v o k a l b ir p a r ç a n ı n ç a lg ı İç in y a p ıla n t r a n s k r ip s iy o n u n u s e s l e n d i r m e k le g ö r e v le n d ir iliy o r la r d ı. A y ­ r ıc a d a n s e t m e k iç in d e k ü ç ü k m ü z i k t o p ­ lu l u k l a r ı n d a n y a r a r la n ılıy o r d u . O p e r a n ı n o r t a y a ç ı k m a s ıy la o r k e s t r a y a k a t ıla n ç a l ­ g ıla r ın s a y ıs ı v e ç e ş id i, a n la t ım ı g ü ç le n d i r ­ m e k a m a c ı y la a r tır ıld ı: o r k e s t r a y a ş a r k ıy a e ş lik e d i y o r y a d a b e t lm le y lc i s e n f o n ile r ­ d e g ö r ü l d ü ğ ü g ib i s a h n e d e k i o la y la r ın a r a s ı n d a y e r a lıy o r d u . K o n ç e r t o n u n o r t a ­ y a ç ı k m a s ıy la XVII. y y .’d a o r k e s t r a d a b a ­ ğ ım s ı z lı ğ ın a k a v u ş t u . • K lasik orkestranın yapısı. XVII. y y .'ın s o n ­ l a r ın a d o ğ r u İt a ly a n m ü z i k o k u lu n u n y a y lı ç a lg ı la r a ile s in i d e s t e k l e m e s i y l e y a y lı ç a l ­ g ıla r , o r k e s t r a la r ın h e m e n h e m e n h iç d e ­ ğ iş m e y e n t e m e lin i o lu ş t u r d u la r ; XVIII. y y .'la b ir lik t e b u ç e k i r d e ğ e y e n i y e n i ü f le ­ m e li ç a lg ı la r k a t ıld ı ( k la r in e t ) . G e n iş le m i ş ş e k liy le b u o r k e s t r a , o z a ­ m a n l a r y e n i b ir t ü r o la n s e n f o n iy i y o r u m ­ l a m a y a e lv e r iş li s ü r e k li k u r u lu ş la r a d ö n ü ş ­ tü ( P a r is 't e C o n c e r t s p ir it u e l; M a n n h e im o r k e s t r a s ı) . O r k e s t r a n ın y a p ı s ı n d a d a ş u ş e k i ld e b ir d e ğ iş ik lik y a p ıld ı: b ir y a y lı ç a l ­ g ıla r d ö r t lü s ü ( s a y ıla r ı d e ğ iş e b iliy o r d u ) , iki flü t, ik i o b u a , ik i f a g o t , ik i k la r in e t , ik i y a d a d ö r t k o r n o , ik i y a d a ü ç t r o m b o n , iki t r o m p e t v e t im b a l. B e e t h o v e n b il e s e n f o ­ n ile r i iç in b u o r k e s t r a y la y e tin m iş tir. • M o d e rn orkestra. K la s ik o r k e s t r a n ın y a ­ p ıs ın d a b ir d e v r i m y a p a n B e r l io z b ir ç o k y e n ilik g e t ir d i; ç a lg ı s a y ıs ın ı a r t ır d ı, ç o k tiz v e ç o k p e s ç a lg ı la r ı d e v r e y e s o k a r a k s e s p a le t in i a l a b i ld i ğ i n e g e n iş le t t i, ç a lg ı a i l e ­ le r in i b ir le ş t ir e r e k d e ğ il d e t o n l a r a r a s ın ­ d a y e n i b a ğ la n t ı l a r k u r a r a k k la s ik o r k e s ­ t r a ç e r ç e v e s i n i k ır d ı. L ir ik b ir d r a m ın b ir p a r ç a s ı, b ir ö ğ e s i o la n W a g n e r o r k e s t r a ­ s ı d a ğ ıl ı m ı v e k o n u m u ( s a h n e n i n a lt ın a ) b a k ı m ı n d a n y e n ile n d i, k a d r o s u g e n iş le d i v e z a m a n z a m a n o p e r a d a k i k iş ile r in yÂarini a ld ığ ı g ib i d r a m ın p s ik o lo jik d a y a n a ğ ı o ld u . • O rkestranın pa rça la nm ası. K im i b e s t e c i­ le r in (S a tie , [ P a r a d e ] ) s ırf d in le y ic iy i r a h a t ­ s ız e t m e k iç in o r k e s t r a y a b ir t a k ım g ü r ü lt ü e le m a n la r ın ı s o k m a la r ı V a r è s e 'd e (Ionisa­ tion•) d a h a c id d i s o n u ç la r d o ğ u r d u v e g e ­ le n e k s e l o r k e s t r a y a a z y a d a ç o k a y k ırı d ü ­ ş e n b ir ç o k ç a lg ın ın ( ö r n e ğ in M a r t e n o t d a l ­ g a la r ı) g ir m e s in e y o l a ç t ı. A y r ıc a s e s d e n ­ g e s i d e ğ iş ik b ir a y a r la m a y a g ö r e k u r u ld u v e v u r g u lu ç a lg ıla r h is s e d ile c e k d e r e c e d e a ğ ı r b a s tı. B u n u n y a n ı s ır a e le k t r o n ik t e n ( ü z e r in d e ö n c e d e n y a p ılm ış k a y ıt b u lu n a n m a n y e t ik b a n t la r ) y a d a s e s in y e n i b ir b i­ ç i m d e i ş le n m e s in d e n k a y n a k la n a n o g ü ­ n e k a d a r d u y u lm a m ış t ın ıla r d a o r k e s t r a ­ d a y e r a lm a y a b a ş la d ı. Ö n e m li b ir d e ğ iş ik ­ lik d e b e s t e c ile r in s e s k a y n a k la r ın ı d e ğ iş ik b iç im le r d e d a ğ ıt m a k is t e m e le r in d e n d o ğ ­ d u v e o r k e s t r a , t o n s e r i n v e r ild iğ i m e k a n ­ d a ç e ş itli n o k t a la r a d a ğ ıl a r a k p a r ç a la n d ı. • S e n f o n i o r k e s t r a s ı g ib i, X V I. v e X V II. y y .'ın ç a lg ı t o p lu lu ğ u d a X V III. yy.’ın s o n u n ­ d a n b a ş l a y a r a k " o d a o r k e s t r a s ı" d e n ile n v e k e n d i n e ö z g ü b ir r e p e r t u v a r ı o la n k ü ­ ç ü k k u r u lu ş la r h a l in d e g ü n ü m ü z e k a ç la r g e lm iş tir. X IX . v e X X . y y . b e s t e c ile r i b u t ü r k u r u lu ş la r iç in d e b ir ç o k y a p ı t ( S c h ö n b e r g 'in O d a se nfonisi) v e r m iş le r d ir . O R K E S TR A -A D A M a . V ü c u d u n u n ç e ­ ş itli y e r l e r in d e t a ş ıd ığ ı b ir ç o k ç a lg ı y ı a y n ı a n d a ç a la n g e z i c i m ü z ik ç i. ( T o p u k la r ın d a ç ın g ır a k la r , d iz l e r in d e s im b a lle r , b ö ğ r ü n -



Orlando o e b û y û k B ir d a v u l v b . B u lu n u r d u ,)



C s r r , I r b M i n ı n y a r ı lm s i ı ,



O R K E S T R A L A M A h , B ir m ü z i k p t t r ç f r t n o t a la r ın ın ç e ş itli o r k e s t r a ç a lg ı la r ı n a g i r « a a g ı i ım ı ( E ş a n l. O R K i S f f l A S K J N ) — A s s i k u O r k e s t r a l a m a y a b e s t e le m e İle b * » M e y a d a b a ş la n g ıç t a b ir s o lo ç a lg ı iç in y a k ılm ış b ir y a p ıt ü z e r i n d e y a p ılır , B u s a ­ n t i m d o ğ u m ta r ih i X V I, y y .'ın s o n u d u r , O d ö n e m d e o r t a y a ç ı k a n o p e r a , b e s t e c ile r i ç e ş itli ç a lg ı tın ıla r ın ın r e n k le r i ( t e o r in d e d ü ­ ş ü n m e y e y ö n e lt m iş t i, G e r ç e k t e n d e a r a m a m ü z iğ i h e r ç a lg ı y a b e t im le m e , a n l a tim , ç a ğ r ış t ır m a g ü c ü b a k ı m ı n d a n a y r ı b ir d e ğ e r v e rir, O y s a a r ı m ü z ik t e , b e a t e c in ln a m a c ı h e r ç a lg ı y ı t o p lu s e s in o lu ş u m u n a k a t k ıs ı b a k ı m ı n d a n e l e a l m a k v e ö z e llik le d e k la s ik u s t a l a r d a b u t o p lu s e s i t a m b ir d e n g e y e v a r d ır m a k t ır , X V I II . y y ,'d a b ir ç o k e s k i ç a lg ı n ı n y o k o ld u ğ u n u v e k la r ln e t ile k o r n o n u n k a t ılm a s ıy la o r k e s t r a y e lp a z e s i ­ n in d e ğ iş t iğ in i g ö r ü y o r u z , B e e t h o v e n s e s le r in ç a ğ r ış t ır m a g ü c ü n e b ü y ü k b ir ö n e m v e r iy o r v e k e n d i s i n d e n ö n c e k i l e r in o r k e s , t r a y a p ıs ın ı b e n im s e m e k le b ir lik te y e n i ç a l ­ g ıl a r a ( k ü ç ü k flü t v e t r o m b o n ) y e r v e r m e k ­ t e n d e g e r i k a lm ıy o r d u , B e r llo z 'u n e n ç o k ü z e r i n d e d u r d u ğ u ş e y is e , o r k e s t r a n ın b ü ­ t ü n z e n g in l iğ i n d e n y a r a r l a n a b il m e k iç in s e s d ü z l e m le r i n i ü s t ü s t e g e t i r m e k v e h e r ç a lg ı y a a y r ı b ir a r a ş t ı r m a g ü c ü t a n ım a k t ı. O r k e s t r a m e v c u d u n u ö z e llik le d e ü f le m e li ç a lg ı la r s a y ıs ın ı b ir h a y li a r t ır a n W a g n e r 'e t e p k i o la r a k R im s k iy -K o r s a k o v , R . S tra u s s , D e b u s s y v e R a v e l t ı n ı l a r a t e k r a r b ir e y s e l­ lik le r in i k a z a n d ı r a r a k ç a lg ı la r a ö n c e l ik t a ­ n ım a y ı a m a ç l a y a n m o d e r n o r k e s t r a a n l a ­ y ı ş ı n a g id e n y o lu a ç tıla r .



O R K İB R İO İO İM İT # . (fr, om hi-ipidid y m ite ) P s t e l. I r b e z i v e e p l d i d im in e y m z a m a n d a ilt ih a p la n m a s ı,



ORKESTRALAMAM g . f. M ü z . 1 . O r ­ k e s t r a l a m a iş le m in e t a b i t u t m a k . —2. Ye­ niden orkestralamak, o r k e s t r a la m a y ı y e ­ n il e m e k . — B ir o r k e s t r a n ın ü y e s a y ıs ın ı d e ğ iş t ir m e k v e /y a d a b ir y a p ı t t a ç a lg ı la ­ r ın p a r t ile r in i y e n i d e n d ü z e n l e m e k .



ORKHESTİKOS sıf. (y u n . s ö z e .; " d a n s ç ı" a n la m ın d a k i o r it ö e s f e s t e n ) , E s k . y u n . Ö z e l­ lik le d a n s - ş iir - m ü z ik b ile ş im in d e d a n s s a ­ n a t ın ı b e lir t m e k iç in k u lla n ılır d ı,



ORKESTRASYON a . (fr. orehestration). O R K E S T R A L A M A 'n ı n e ş a n l a m l ı s ı .



ORKEZOORAFYA a .



(fr. orchĞsographte'd e n ) . A d ım la r ı, b ir p a r t is y o n u n n o t a la r ı a l t ı n a k o n a n u z la ş ım s a i iş a r e t le r ­ le b e l ir t e r e k d a n s l a r ı y a z m a y ö n t e m i. ( B u y o lu İlk k e z , Orch6sographie‘ a d lı y a p ıt ın ­ d a T h o i n o t A r b e a u d e n e d i, B u ilk d a n s y a z ıs ı, d a h a s o n r a y e r in i k o r e g r a f iy e , y a ­ k ın b ir g e ç m iş t e d e d a n s y a z ıs ın a b ır a k t ı.)



ORKHOMENOS. T a r c o ğ . İ.Û . V III. v e V I. y y .'la r d a e tk in b ir t ic a r e t m e r k e z i o lm u ş B o io tia k e n ti. T h e b a ilile r y a v a ş y a v a ş k e n t e y e rle ş tile r, e g e m e n lik k u r d u la r v e I.Ö . 3 6 4 't e k e n ti y a k ıp y ık tıla r O r k h o m e n o s , M a k e d o n ­ y a lI P h ilip p o s t a r a f ın d a n o n a r ıld ı, a m a h ırls tly a n lığ ın ilk y ılla r ın d a y e n id e n y ık ıld ı.



ORKİ-, ORKİD (OK -ORKİT, -ORKİD I , y u n . orkhis y a d a orkhldlon, e r b e z i 'n d e n , ö n e k y a d a s o n e k o la ­ r a k b a z ı s ö z c ü k le r in b il e ş im in e g ir e r ; orklaljl, kriptorkidi, slnorkldi.



ORKİALJİ a . (fr. orchialgie). P a to l. E r b e z l a ğ r ıs ı.



ORKİDE a . (fr. orchidée). Ç iç e k l e r in i n g ü z e lliğ in d e n d o la y ı s e r a d a y e tiş tir ile n , s a ­ l e p g i l le r d e n b ir t a k ım b itk i t ü r le r in in o r t a k a d ı,



ORKİDEKTOMİ a . (»r, orchidectomie). C e r r . B ir y a d a ik i e r b e z in i n k e s ilip ç ık a r ıl­ m a s ı. -ORKİDİ



> O R K İ -,



ORKİDO- -



O R K İ- ,



ORKİDOPEKSİ a . (fr. Orchidopexie). C e r r . E r b e z i n i t o r b a l a r ı n iç in e t e s p it e t m e a m e liy a t ı. ( S a d e c e e r b e z i e k t o p is i h a l le ­ r i n d e y a p ı l ır )



ORKİDOTOMİ a . (fr. orehidotomie).



O R K İN O Z a , Z e e l , T O N B A U Ğ i'n ın e ş a n ­ la m lıs ı. — S a lık ç , O rk in o t tığ ı - * f O N S A U iâ i' A Ğ IO R K İN O Z C U a , O r k i n o z a v ı y a p a n b a ­ lık ç ı, •O R K İT



ORKİ-,



O R K İT a , (fr, orehite). P a to l, E r b e z i İltih a ­ b ı, — A n s I k l O r k it ç o ğ u z a m a n e p i d i d im in ilt ih a b ı ile b ir lik t e g ö r ü l ü r v e b ir o r k ie p ld ld im lt g e r ç e k le ş m i ş o lu r. A k u t d u r u m u n d a b e lir t ile r ş ö y le d ir , e r b e z i t o r b a l a r ı n d a k a s ı ğ a d o ğ r u y a y ıla n ş id d e t li a ğ r ı; y ü k s e k a te ş ; t o r b a la r ş iş v e k ırm ız ıd ır , O r k it le r e b u ­ la ş ıc ı h a s t a lı k l a r d a , ö z e llik le k a b a k u la k t a r a s tla n ır , O r k i e p i d i d im lt l e r b e ls o ğ u k l u ğ u n u n v e e n d e r o la r a k d a s ı r a d a n m i k r o p ­ la r ın y a p t ığ ı b ir ü r e tr itin ih tila fı o la b ilir. G e ­ n e llik le . h e r h a n g i b ir s e k e l b ır a k m a d a n , a n t ib iy o t ik le r le İy ile ş ir, a m a e p i d i d i m d e b a z e n a t m ık y o lu n u tık a y a n v e k im i z a m a n k ıs ır lığ a n e d e n o la n s e r t b ir ç e k i r d e k b ı ­ ra k a b ilir . i d r a r y o lu h a s t a la r ı n d a , s ık s ık s o n d a k o y m a y ü z ü n d e n v e a d e n e k to m i a m e liy a t ı s o n r a s ın d a o r k i e p i d i d im it ih tila f y a p a b ilir .



O RKNEY a daları, B ü y ü k B r it a n y a ' d a t a k ım a d a , is k o ç y a 'n ın K . - D . 's u n d a ; 9 7 5 k m 2; 1 9 0 0 0 n ü t. ( 1 9 9 1 ) . Is k o ç y a ' d a n P e n t l a n d b o ğ a z ı ile a y r ıla n 9 0 a d a , ü ç ö b e k t e t o p la n ır : e n b ü y ü k a d a o la n M a i n la n d ( lim a n ı v e y ö n e t im b ö l g e s i m e r ­ k e z i K ir k w a ll ile b ir lik t e ) ; S c a p a k o y u ile M a i n la n d 'd a n a y r ıla n G ü n e y u r K n e y a d a ­ la rı (H o y , F lo t t a , S o u t h R o n a ld s a y ) ; K u z e y O r k n e y a d a l a r ı ( W e s tr a y , R o u s a y , E d a y , S a n d a y , S t r o n s a y ) . A d a la r ın b ü t ü n ü , D ö r ­ d ü n c ü Z a m a n b u z u l t a ş l a r ıy la k a p lı, G . - B .'d a n ( e n y ü k s e k n o k t a s ı 4 7 0 m ) K .-D .'y a d o ğ r u e ğ im li, k u m t a ş lı b ir p la t o o lu ş tu r u r . O ld u k ç a d u r g u n e k o n o m is i ( k o y u n , s ığ ır v e y u m u r t a t a v u ğ u y e tiş tir ic iliğ i), K u z e y d e n iz i 'n d e k i h id r o k a r b o n l a r ı n iş le t ilm e y e b a ş l a n m a s ı y l a y e n i d e n c a n lılık k a z a n d ı. P i p e r v e C la y m o r e 'd e n ç ık a r t ıla n p e tr o l b ir b o r u h a t t ıy t a F lo t t a t e r m i n a li n e t a ş ın ır : o r a ­ d a n d a t a n k e r l e r a r a c ı l ı ğ ı y l a İn g iliz v e W a l e s p e t r o l r a f in e r ile r in e y o lla n ır.



ORKNEY adaları ( G ü n e y ) , A n t a r k t ik a y a k ı n l a r ı n d a B ü y ü k B r it a n y a 'y a b a ğ lı t a ­ k ı m a d a , G r a h a m t o p r a ğ ı'n ın K ,- D .'s u n d a ; 4 7 0 0 k m * . 1 8 2 1 'd e k e ş f e d ile n v e b a ş lıc a d ö r t a d a d a n o lu ş a n b u t a k ım a d a n ın b ü ­ y ü k b ö lü m ü b u z l a r la k a p lıd ır . O RKO ( O R d u is t ih la k K O o p e r a t if i) , s u ­ b a y , a s ts u b a y , a s k e ri m e m u r la r la b u n la ­ rın e m e k l i , d u l v e y e t im le r i y a r a r ı n a e t k in ­ lik g ö s t e r e n , s ın ır lı s o r u m lu t ü k e t im k o o ­ p e r a t if i. 1 9 6 2 ’d e , 1 2 a r a lık 1 9 5 3 t a r ih li v e 4 - 1 6 1 3 s a y ılı B a k a n la r k u r u lu k a r a r ı’n a d a ­ y a n ı l a r a k 1. O r d u m e n s u p l a r ı t a r a f ı n d a n 7 5 0 0 0 T L s e r m a y e ile k u r u ld u . B a ş l a n ­ g ıç t a , ç e ş it li ille r d e 1 5 m a ğ a z a a ç a n k o o ­ p e r a t if , 1 9 6 3 't e n s o n r a O r d u p a z a r la r ı'n ın g id e r e k y a y ılm a s ı ü z e r in e , İs t a n b u l d ış ın ­ d a k i m a ğ a z a l a r ın ı k a p a t t ı. O R K O , b u g ü n İs t a n b u l'u n ç e ş itli s e m t le r in d e b u lu n a n 1 0 m a ğ a z a s ıy la e t k in lik g ö s t e r m e k t e d ir . O R KO Z a . C o ğ . v e D e n iz b il. İs t a n b u l b o ­ ğ a z ı n d a y ü z e y s u la r ın ın K a r a d e n i z 'e d o ğ ­ r u ile r l e m e s i n e v e r ile n a d . — ANSİKL. N o r m a l k o ş u lla r d a İs t a n b u l b o ­ ğ a z ı n ı n y ü z e y s u la r ı, K a r a d e n i z ile M a r ­ m a r a d e n iz i a r a s ı n d a k i y a k l a ş ık 2 5 c m 'lik s e v iy e f a r k ın ı i z le y e r e k v e a y r ı c a g e n e l li k ­ le h â k i m k u z e y r ü z g â r l a r ın ı n e tk is iy le , M a r m a r a d e n l z i 'n e d o ğ r u İle rle r. A m a u z u n s ü r e li v e ş id d e t li l o d o s d ö n e m le r i n ­ d e M a r m a r a d e n lz l’n d e n s ü r ü k le n e n d a ­ h a t u z lu s u la r b o ğ a z a g ir e r v e K a r a d e n i z ' d e n g e l e n s u la r ın b o ğ a z a s o k u lm a s ın ı e n ­ g e lle r . B u d u r u m d a y ü z e y a k ın t ıs ı K .'e d o ğ r u ile rle r. S ıc a k l ığ ı v e t u z lu l u ğ u d a h a y ü k s e k o la n s u la r ın b o ğ a z ı k a p la m a s ı s o ­ n u c u n d a o r t a m k o ş u lla n d e ğ iş ir ; b u n e ­



d e n l e ö z e llik le s ı c a k v e t u z lu lu k d e ğ iş im i ­ n e k a r ş ı d u y a r lı o la n b a z ı b a l ık t ü r le r i o lu m s u z b iç im d e e tk ile n ir .



8888



ORKUN ( H ü s e y i n N a m ı k ) , t ü r k d ilc i v e t a r ih ç i ( İs t a n b u l 1 8 0 2 - A n k a r a 1 9 8 « ) , Is t a n ­ b u l Ü n i v e r s i t e « e d e b i y a t f a k ü l t e ı l 'n d e o k u d u , M a c a r i s t a n '« g i d e r e k ( 1 8 8 4 ) B u ­ d a p e ş t e Ü n iv e r s i t e l i f e ls e f e f a k ü lt e s i n l b i­ t ir d i. T ü r k i y e 'y e d ö n d ü k t e n ( 1 9 3 0 ) s o n r a , A n k a r a G a z i e ğ i t im e n s t it ü s ü 'n d e , P o lis k o le ji'n d e , T ip f a k ü lt e s i v e D e v l e t k o n s e r v a t u v a r ı 'n d a t ü r k t a r ih i d e r s le r i v e r d i. T ü r k d ili v e t a r ih iy le IIq III y a p ıt la r ıy la t a n ın d ı: P e ç e n e k le r ( 1 9 3 3 ) , E sk i tü rk yazıtları ( 1 9 3 6 - 1 9 4 1 , 4 c ) , H u n la r ( 1 9 3 8 ) , P rens Kalyan a m k a ra ve P a p a m ka ra h ik â y e s in in uyg u rc a s ı ( 1 9 4 0 ) , T ürk ta rih i ( 1 9 4 6 , 4 c ) , T ü rk ç ü lü ğ ü n ta rih i ( 1 9 5 1 ) v b . O RKUNT ( S e z a i) , t ü r k a s k e r, s iy a s e t a d a m ı (İstanbul 1 9 1 8 ), D e n i z h a r p o k u lu ' n u , D e n i z harp a k a d e m ls l'n l b itird i. D e n i z kuvvetleri'nde ç e ş it li iç v e d ış g ö r e v l e r d e b u l u n d u , T ü m a m i r a ll i ğ e k a d a r y ü k s e ld i. D o n a n m a k o m u t a n y a r d ım c ıs ı, D e n i z e ğ i ­ t im k o lo r d u k o m u t a n ı, G e n e l k u r m a y is tih ­ b a r a t d a i r e b a ş k a n ı o ld u ; e m e k l i y e a y r ıl­ d ı ( 1 9 6 7 ) . T B M M ’ n in 1 4 . d ö n e m in d e C H P İs t a n b u l m ille t v e k ili s e ç ild i ( 1 9 6 9 - 1 9 7 3 ) . P a r ti İç i n d e o r t a n ın s o lu h a r e k e ti e g e m e n o lu n c a K e m a l S a t ı r ö n d e r li ğ in d e k u r u la n C u m h u r iy e t ç i p a r t i 'y e k a tıld ı, b u p a r t i G ü ­ v e n p a r tis i ile b ir le ş in c e C u m h u r iy e t ç i g ü ­ v e n p a r t is i ( C G P ) ü y e s i o ld u . 1 9 7 3 't e m il­ le t v e k illiğ i s o n a e r in c e T R T y ö n e t im k u r u ­ lu ü y e liğ i y a p t ı ( 1 9 7 5 - 1 9 7 8 ) .



Seal M m



ORKYNİA. T ar. c o ğ . A n a d o lu 'n u n K a p p a d o k i a b ö l g e s i n d e k e n t; y e r i s a p t a n a ­ m a d ı. A n t ik k a y n a k la r a g ö r e B ü y ü k İs k e n ­ d e r 'i n g e n e r a lin e a r a s ın d a k i m ü c a d e le d e , A n t i g o n o s M o n o p h t a i m o s K a r d ia lı E u m e n e s 'm b ir lik le r in i b u r a d a y e n ilg iy e u ğ r a t t ı ( İ.Ö



3 2 1 ),



ORLANDfHKMI ( A n a s t a s io s ) , y u n a n lı m i­ m a r v e a r k e o l o g ( A t in a 1 8 8 7 - ay. y. 1 9 7 9 ). A t i n a a k r o p o l le r i n d e k i a n ı t la r ı n ( 1 9 1 0 - 1 9 1 7 ) , s o n r a Y u n a n is t a n 'd a k i A n t i k ç a ğ a n ı t la r ı n ı n ( 1 9 2 0 - 1 9 5 8 ) a n a s t ilo s is y o lu y la o n a r ı lm a s ı ç a lı ş m a l a r ın ı y ö n e t t i, b u n l a r ­ d a n ç o k s a y ı d a r e s titü s y o n y a y ım la d ı. B u ­ n u n l a b ir lik te , y a ş a m ı n ı n b ü y ü k b ö l ü m ü ­ n ü B iz a n s a r k e o lo jis in e a d a d ı . Arkheio tu b y za n tin u m n e m e iu f e s E lla d o s 'u n ( Y u n a ­ n is t a n 'd a k i b iz a n s a n ıt la r ın ın a r ş iv le r i) 1 2 c ild in i y a y ım la d ı ( 1 9 3 5 't e n 1 9 7 3 'e ) . A y r ıc a , 1 9 3 0 - 1 9 7 3 a r a s ı n d a , S a k ız a d a s ı a n ı t la r ı ­ n ın r ö lö v e le r i, A k d e n i z h a v z a s ı n d a k i a h ­ ş a p ç a tılı e r k e n h ır ls tly a n lık b a z ilik a la r ı. E s ­ k i Y u n a n l ı la r d a y a p ım g e r e ç le r i v e m im a r ­ lık t e k n iğ i, P a t m o s 't a k l A g h lo s i o a n n e s m a n a s t ı r ı 'n ı n b iz a n s d ö n e m i f r e s k le r i, P a ı t h e n o n ’u n g r a ffito la r ı ü z e r in e ç a t ış m a ­ l a r y a p t ı,



ORLANDİ ( G u id o ) , Ita ly a n y a z a r ( F lo r a n ­ s a , X I II , y y .'ın İk in c i y a r ıs ı). G u i t t o n e d 'A r e z z o 'n u n e t k is in d e , w e l f e y a n lıs ı ş a ir d i. D a n t e d a M a ıa n o , D . C o m p a g n i v e G . C a ­ v a lc a n t i ile b ir lik t e ç a lı ş a r a k a t ış m a la r y a z ­ d ı.



ORLANDO, A B D 'd e



( F lo r i d a ) k e n t , T a m p a 'n ın K ,- D . 's u n d a ; 1 6 4 6 9 0 n ü f. ( 1 9 9 0 ) . Y ö n e t im v e t u r iz m m e r k e z i. E le k t ­ r o n ik p a r ç a l a r T u r u n ç g ille r . — Y a k ın ın ­ d a , D i s n e y W o r ld 'u n g ö s t e r i p a r k ı.



■ORLANDO ( V it t o r io E m a n u e l e ) , İt a ly a n s iy a s e t a d a m ı ( P a le r m o 1 8 6 0 -R o m a 1 9 5 2 ). H u k u k ç u y d u , ü n iv e rs ite d e d e rs v e r d i, ılım lı lib e r a l m ille t v e k ili o la r a k ( 1 8 9 7 - 1 9 2 5 ) , k e n d is in i E ğ it im b a k a n l ı ğ ı n a ( 1 9 0 3 - 1 9 0 5 ) g e t i r e n G lo litti ile İş b ir liğ i y a p t ı. K a ­ b in e s in d e A d a l e t b a k a n l ı ğ ı n a ( 1 9 0 7 - 1 9 0 9 v e 1 9 1 4 -1 9 1 6 ) g e t ir ild iğ i S a l a n d r a 'y ı , s a v a ­ ş a g ir m e y e y ö n e lt t i ( 1 9 3 5 ) . İç iş le r i b a k a n ­ lığ ı y a p t ı ( 1 9 1 6 - 1 7 ) , C a p o r e t t o d a n ( e k im 1 9 1 7 ) s o n r a k u r u la n U lu s a l b ir lik h ü k ü m e ­ t i'n in b a ş ı n a g e ç t i. B a r ış k o n f e r a n s ın a İta l­ y a n d e l e g a s y o n u b a ş k a n ı o la r a k k a tıld ı, İ t a ly a 'n ın M ü t t e f ik le r s a f ın d a s a v a ş a g ir ­ m e s i n e k a rş ılık t o p r a k ö d ü n le m e le r i ö n g ö ­ r e n L o n d r a a n t la ş m a s ı ( 1 9 1 5 ) m a d d e l e r i ­ n in u y g u l a n m a s ı k o n u s u n d a W il l s o n 'ın



Vittorio Emanuele (Mando



Orlando 8886 W » 5 Í | r 1"■



'



O R LE A N A IS , O r t a F r a n s a 'd a e s k i il, L o ır e ’ ın o r t a h a v z a s ı n d a . M e r k e z i Orléans. G ü n ü m ü z d e k i L o ir e t, L o ir - e t - C h e r v e E u r e - e t - L o ir d é p a r t e m e n t ! a r ı n ı n y e r i n d e u z a ­ n ıy o rd u . — T a r. X y y .'ın ik in c i y a r ı s ı n d a F r a n s a ’ y a b a ğ la n a n b ö lg e , 1 3 4 4 't e , O r lé a n s d ü k ü P h i lip p e i'i n e lin e g e ç t i . B ir k a ç k e z F r a n ­ s a k r a lıy la O r lé a n s d ü k le r i a r a s ı n d a e l d e ­ ğ i ş t i r d ik t e n s o n r a 1 6 2 6 'd a k e s in b i ç im d e F r a n s a ’ y a b a ğ la n d ı .



ORLÉANS, Fransa'da bölge (Centre)



L a u ro s -G ira u d o n



“ Angelica canavarla karşı karşıya" Ariosto’nun ÖfkeliOrlsndo'su için Fragonard’ın deseni Bibliothèque nationale, Paris



g ö s t e r d iğ i d ü ş m a n c a d a v r a n ı ş k a r ş ı s ı n d a k o n fe r a n s ı t e r k e t t iy s e d e b i r ş e y s a ğ la y a ­ m a d ı . İ ta ly a , D a lm a ç y a v e F iu m e 'd e n v a z ­ g e ç m e k z o r u n d a k a ld ı . B u t o p r a k y it im i, İ t a ly a ’d a O r la n d o 'n u n ik t id a r d a n d ü ş m e ­ s in e y o l a ç tı. Y e r im N i t t i'y e b ı r a k t ı ( h a z ir a n 1 9 1 9 ), F a c t a ’ n ı n is t if a s ı n a k a t k ı d a b u lu n ­ d u ( e k im 1 9 2 2 ) v e 1 9 2 4 't e M u s s o lin i’ y e m u h a le f e t e g e ç t i. 1 9 3 1 'd e f a ş is t d e v le t in p r o f e s ö r le r e z o r l a k a b u l e t t ir d i ğ i b a ğ lı lı k a n d ı n ı im z a la m a y ı k a b u l e t m e d iğ i iç in R o m a Ü n iv e r s it e s i n d e k i k ü r s ü s ü n e a n ­ c a k 1 9 4 4 't e d ö n e b il d i. Anılar11 1 9 6 1 'd e y a ­ y ı m la n d ı . O rla n d o (Âşık), M a t t e o M a n a B o ia r d o ' n u n , 3 k it a p v e 6 9 b ö lü m d e n o l u ş a n e p ik ş iir i. Y a z ı lm a s ın a 1 4 7 6 'd a b a ş la n a n v e y a ­ z a r ı n ö l ü m ü y l e k e s in t iy e u ğ r a y a n ş iir i, Öf­ keli Orlando* ile A r io s t o s ü r d ü r d ü , ilk ik i k it a p 1 4 8 7 ’d e y a y ı m la n d ı ; 6 9 b ö lü m l ü k y a ­ y ın , 1 4 9 5 't e g e r ç e k le ş t i . K a r o le n j d e s t a ­ n ı y la b r e t o n r o m a n la r d a n e s in le n e n y a p ıt, d i n s iz l e r e k a r ş ı g i r iş il e n s a v a ş la r ı n b e t i m ­ le n m e s in e , o la ğ a n ü s t ü o l u n t u la r ( s ih ir li y ü ­ z ü k le r , b ü y ü lü ş a t o la r ) v e O r la n d o 'n u n A n g e lic a ’y a k a r ş ı d u y d u ğ u a ş k ı n h ik â y e s in i e k le r . X V I. y y .’d a n b a ş la y a r a k , a r k a iz m le r ­ d e n v e le h ç e s e l d e y iş le r d e n y ı la n o k u r la r , F r a n c e s c o B e r n i’ n in t o s c a n a le h ç e s in d e k i m e t n i n i o k u m a y ı y e ğ le m i ş le r d ir ( 1 5 3 1 ) .



Louis, O rléans dükü (1372-1407) guvaşlı bir suluboyadan ayrıntı (eskiden Paris'te Célestins kilisesi'nde bulunan bir resimden) Gaignières kol. B. N., Paris



O rla n d o (Öfkeli), A r io s t o 'n u n 1 5 1 6 ’d a 4 0 b ö lü m o la r a k , s o n r a 1 5 3 2 ’d e k e s in b i ç i­ m iy le ( 4 6 b ö lü m ) y a y ı m la n a n e p ik ş iir i. A r i­ o s t o Aşık O rlando'yu B o i a r d o ’ n u n y a r ı ­ d a b ı r a k t ı ğ ı n o k t a d a y e n id e n e le a ld ı v e b a ş lı c a o r t a ç a ğ ş ö v a ly e ç e v r i m le r i n d e n o l u ş a n t e m e l k a y n a k la r a b a ş v u r d u . B o ia r d o 'n u n ş ö v a ly e ü lk ü v e d ü n y a s ı n ı o l d u ­ ğ u g i b i b e n im s e m e s i n e k a r ş ı lı k A r io s to , b u ü lk ü v e b u d ü n y a d a , b i r ç o k o l a ğ a n ü s ­ t ü s e r ü v e n d o k u m a k iç in b ir b a h a n e d e n b a ş k a b i r ş e y a r a m a d ı . A n g e li c a t a r a f ı n ­ d a n ö n e m s e n m e y e n O r la n d o 'n u n a ş k ç ı l­ g ı n lı ğ ı n ı n ş iir e s o k u lm a s ı , o n u n b ü y ü k t e ­ m a y e n iliğ in i o l u ş t u r u y o r d u . Ş iir d e ö z e llik ­ le , k a r t a l b a ş lı a t a b i n e n v e O r la n d o 1y u iy i­ le ş t i r e c e k ila ç ş iş e s in i g e t i r e n A s t o lf o 'n u n A y y o l c u lu ğ u v e E s t e a i le s in in k a y n a k la ­ n a c a ğ ı R u g g i e r o ile B r a d a m a n t e ’ n in a ş k ­ la r ı a n la t ı lm a k t a d ı r . O rla n d o , V ir g in ia V V o o lf’u n r o m a n ı ( 1 9 2 8 ) K im i z a m a n e r k e k y a d a k a d ın o la n v e d u ­ y u m l a r ı n t ü m ü n ü a lg ı la m a y a v e t ü k e t m e ­ y e ç a lış t ı ğ ı g i b i o n la r ı y a z ı y a d ö k e r e k s a ­ b i t l e ş t ir m e k iç in b o ş y e r e ç ı r p ı n a n g a r ip b i r k a h r a m a n ı n ü ç y ü z y ı l s ü r e n y a ş a m ın ı k o n u e d e r.



ve département (Loiret) merkezi; 107 968 nüf. (1992). Ticaret merkezi. Besin (şa­ rapçılık, konserve ve şeker fabrikası), ma­ kine (tarım makineleri), sepicilik ve ayak­ kabı, elektroteknik, kimya ve ecza, tekstil, mobilya ve cam sanayileri merkezi, — T a r. C a r n u t i h a lk ı n ı n b a ş k e n t i e s k i Genabum o l a n k e n t, İ.Ö . 5 2 ’d e S e z a r ’a k a r ş ı a y a k la n d ı . A u r e lia n u s d ö n e m i n d e Aurelianum a d ın ı a ld ı ( g ü n ü m ü z d e k i a d ı b u n ­ d a n g e lm e k t e d ir ) . 4 9 8 'd e f r a n k k r a lı C lo v is 'i n e l in e g e ç e n k e n t, 5 1 1 - 5 6 1 a r a s ı n d a O r lé a n s k r a l lı ğ ı 'n ı n b a ş k e n t i o l d u . 5 6 1 'd e B o u r g o g n e . X . y y .’d a C a p e t s ü la le s in in e li­ n e g e ç t i . 1 4 2 9 'd a in g il iz le r ’ in s a ld ı r ı s ı n a k a r ş ı A r m a g n a c l a r ’ ı d e s t e k le d i. K a to lik le r le c a l v in c i ie r a r a s ı n d a k i d i n s e l m ü c a d e ­ le le r d e r o l o y n a d ı v e F r a n ç o is d e G u is e b u r a d a ö l d ü r ü ld ü ( 1 5 6 3 ) . 1 7 9 'd a L o ir e t ’ n in m e r k e z i o l d u . 1 8 7 0 ’t e P a r is 'i k u r t a r ­ m a k l a g ö r e v le n d ir il e n g e n e r a l A u r e lle d e P a l a d i n e s ’ in k a r a r g â h m e r k e z iy d i. — G ü z . s a n t. ik in c i D ü n y a s a v a ş ı 'n d a n b ü ­ y ü k z a r a r la r g ö r e n O r lé a n s , s a v a ş s o n r a ­ s ı n d a , k la s ik k e n t ç i lik a n la y ı ş ı n a u y g u n o l a r a k y e n id e n y a p ı ld ı . K e n t t e b u lu n a n O r t a ç a ğ y a p ıla r ı a r a s ı n d a S a in t - A ig n a n k i­ lis e s i v e k a t e d r a l ( c e p h e s i n i X V III. y y .’d a J . V. G a b r ie l s ü s le d i) s a y ıla b ilir . A y r ı c a X V I. y y . 'd a n , N o t r e - D a m e - d e - R e c o u v r a n c e k i­ lis e s i, b e le d iy e k o n a ğ ı v e b i r ç o k e v k a lm ış ­ tır. il g in ç G ü z e l s a n a t la r m ü z e s i. O R LE A N S ( J e a n D ') -



D U N O İS .



I O R LÉ A N S ( L o u is , -d ü k ü ) [ 1 3 7 2 - P a r ıs 1 4 0 7 ], C h a r le s V 'in ik in c i o ğ lu . M il a n o d ü ­ k ü n ü n k ız ı V a le n t in a V is c o n t i’ n in k o c a s ı; k a r d e ş i C h a r le s V i ’ n ı n O r lé a n s d ü k l ü ğ ü ­ n ü k e n d is i n e b ı r a k m a s ı n ı s a ğ la d ı ( 1 3 9 2 ) . Ç e k ic i a m a s e f a h a t e d ü ş k ü n v e s a v u r g a n y a r a d ı lı ş ta y d ı . B o u r g o g n e d ü k le r i A t a k P h ilip p e , s o n r a d a K o r k u s u z J e a n ile ç a ­ t ış m a y a g ir d i, J e a n t a r a f ı n d a n ö l d ü r t ü l d ü . O R LÉ A N S ( C h a r le s D '), f r a n s ı z ş a ir ( P a ­ r is 1 3 9 4 - A m b o ı s e 1 4 6 5 ). D ü k L o u is d ’O r lé a n s 'n m o ğ lu . A z in c o u r t y e n ilg is in d e n s o n r a in g il ı z l e r ’e t u t s a k d ü ş t ü , F r a n s a 'y a d ö n ü ş ü n d e M a r ie d e C lè v e s ile e v le n d i v e o n d a n b i r o ğ lu o l d u ( g e le c e ğ i n L o u is X I I' s i). B lo is s a r a y ı 'n ı b i r e d e b iy a t m e r k e z in e d ö n ü ş t ü r d ü B a la d la r , a ğ ı t la r v e r o n d o l a r y a z d ı. O R LÉ A N S ( G a s t o n , —dükü), t r a n s ı z p r e n s ( F o n t a in e b le a u 1 6 0 8 - B io is 1 6 6 0 ), H e n r i I V 'ü n ü ç ü n c ü o ğ lu v e L o u is X l l l ’ü n k a r d e ş i, A n jo u , s o n r a O r lé a n s d ü k ü (1 6 2 6 ), G e le c e k t e k i k r a l L o u is X lV ’ü n d o ğ u ş u n a k a d a r ( 1 6 3 8 ) t a h t ı n v â r is iy d i. M o n t p e n s ie r d ü ş e s iy le e v liliğ in d e n la G r a n d e M a d e m o i­ s e lle s a n ıy la a n ıla n b ir k ız ı o ld u . S ü r e k li o la ­ r a k R ic h e lie u ’y e , s o n r a M a z a r in 'e k a rş ı e n t ­ r ik a la r ç e v ir d i. F r a n s a ’n ın d ü ş m a n la r ı y la b i­ le iş b ir liğ i y a p tı a m a s o n u n d a s u ç o r t a k la ­ rın ı ( C h a la is , M o n t m o r e n c y , C in q - M a r s ) y ü z ü s t ü b ır a k t ı F r o n d e 'u n s o n u n d a B lo is ’ y a s ü r ü ld ü ( 1 6 5 2 ) . O R LÉ A N S ( P h ilip p e I, —dükü), tr a n s ı z p r e n s ( S a i n t - G e r m a in - e n - L a y e 1 6 4 0 - S a in t - C lo u d 1 7 0 1 ), L o u is X III v e A n n e d ' A u t r ic h e 'in ik in c i o ğ lu , L o u is X lV ’ü n k ü ç ü k k a r d e ş i ( 1 6 4 3 't e " M o n s i e u r " s a n ın ı a ld ı) , A n jo u , s o n r a O r lé a n s d ü k ü ( 1 6 6 0 ) . H e n r ie t t e t e - A n n e d 'A n g le t e r t e v e o n u n 1 6 7 0 ’te ö lü m ü ü z e r in e P f a lz p r e n s e s i B a v y e r a lı C h a r lo tt e E lis a b e th ile e v le n d i; o n d a n o la n ü ç ç o c u ğ u n d a n b ir i g e le c e k t e n a ip P h ili­ p p e İl d ir. A s k e r i b a ş a r ı la r ı n ı k ı s k a n a n L o ­ u is X IV , 1 6 7 7 'd e n s o n r a k u m a n d a n lı k y a p ­ m a s ı n ı e n g e lle d i.



O R LE A N S ( P h ilip p e II. - dükü) ( S a in t - C lo u d 1 6 7 4 - V e r s a ille s 1 7 2 3 ], F r a n s a n a i­ b i (1 7 1 5 - 1 7 2 3 ) , O r lé a n s d ü k ü P h ilip p e L in o ğ lu v e L o u is X lV ’ü n y e ğ e n i, b a b a s ın ın ö lü ­ m ü n e k a d a r (1 7 0 1 ) C h a r t r e s d ü k ü . 1 6 9 2 ‘d e L o u is X IV v e M ™ d e M o n t e s p a n ’ ın n e s e ­ b i d ü z e lt ile n k ız ı M ile d e B lo is ile e v le n d i L o u is X lV ’ ü n ö l ü m ü n d e (1 e y lü i 1 7 1 5 ) h a ­ n e d a n ı n , e r k e k s o y u n d a n g e le n y a ş ç a e n b ü y ü k p r e n s i o la r a k n a ip o ld u . Y e tk ile r in i s ın ır la y a n k r a llı k v a s iy e t n a m e s in i P a r is p a r la m e n t o s u 'n d a ip ta l e ttir d i v e m u t la k ik tid a r ı e le g e ç ir d i. N a ip lik d ö n e m i, L o u is X IV h ü ­ k ü m d a r lı ğ ı n ı n s o n la r ı n a e g e m e n o la n k o ­ y u d in d a r lı k h a v a s ı n a ş id d e t li b ir t e p k i d ö ­ n e m iy d i. N a ip , d o s t la r ı y la b ir lik t e P a la is - R o y a l'd e s a f a h a t ö r n e k le r i v e r iy o r d u . B a ­ k a n la r ı n y e r in e , s o y lu la r d a n o lu ş a n s e k iz k o n s e y a t a y a r a k (1 7 1 5 ) ik tid a r ı s o y lu la r a y e ­ n id e n k a z a n d ır d ı; a m a b a ş a r ıs ız lık la s o n u ç ­ la n a n b u u y g u la m a d a n 1 7 1 8 'd e v a z g e ç il­ d i. M a li k r iz e L a w s is t e m in i u y g u la y a r a k ( 1 7 1 6 - 1 7 2 0 ) ç ö z ü m b u lm a y a ç a lış tı. D ı ş iş ­ le r in i ilg ile n d ir e n k o n u la r d a b a ş r a h i p D u b o is ’ n ın t a v s iy e le r in e u y a r a k F r a n s a t a h tı ü z e r in d e h a k id d ia e d e n F e lip e V ’ı e n g e l­ le m e y e ç a lış tı, o n a k a r ş ı, İ n g ilt e r e v e B ir le ­ ş ik E y a le tle r ile (1 7 1 7 ), d a h a s o n r a d a A v u s ­ t u r y a ile ( 1 7 1 8 ) it t if a k k u r d u v e C e lla m a r e ' n in k o m p lo s u n u ( 1 7 1 8 ) o r t a y a ç ı k a r d ı ; k ıs a b ir s a v a ş s o n u c u n d a F e lip e V 'i y e n d i (1 7 1 9 ). L o u is X V r e ş it o lu n c a , g ö r e v in d e n ' ç e k ild i, s o n r a B a ş b a k a n lı ğ a g e t ir ild i (1 0 a ğ u s t o s 1 7 2 3 ). O R LÉ A N S ( L û u î s , P h # ip p e J o s e p h , — dükü), Philippe Egalité d e n ir ( S a in t - C lo u d 1 7 4 7 - P a r is 1 7 9 3 ), d ü k P h ilip p e II' n in t o r u n u n u n o ğ lu , L o u is e M a r ie A d e la i­ d e d e B o u r b o n - P e n t h iè v r e 'in k o c a s ı. T ü m y e n ilik le r e a ç ı k t ı, m a s o n o l d u ( 1 7 8 6 ’d a b ü ­ y ü k ü s t a t lı ğ a g e tir ild i) , ö n c e d o n a n m a d a g ö r e v a l d r K ı s a s ü r e d e E ş r a f m e c l is i’n e , s o n r a d a E t a t s - g é n é r a u x ’ y a k e s in lik le k a r ­ ş ı ç ık tı v e s o y lu la r ın t e m s ilc is i o ld u . P a la is - R o y a l'i, b e lk i d e L o u is X V I 'n m y e r in i a lm a h ı r s ı y la b ir e n tr ik a y u v a s ı h a lin e g e tir d i. E k im 1 7 8 9 ’d a t e m m u z 1 7 9 0 ’a k a d a r İ n g il­ t e r e ’y e s ü r g ü n e g it m e k z o r u n d a k a ld ı ( K o n ­ v a n s iy o n m e c lis i d ö n e m i n d e ( e y lü l 1 7 9 2 ), “ P h ilip p e E g a lit é " a d ın ı b e n im s e d i v e k u ­ z e n i k r a lın id a m e d ilm e s in d e n y a n a o y k u l­ la n d ı . A m a o ğ lu , g e le c e k t e k i k r a l L o u is - P h ilip p e * , D u m o u r ie z ile b ir lik t e f ir a r e d in ­ c e , t u t u k la n d ı ( n is a n 1 7 9 3 ), s o n r a g iy o t in le id a m a m a h k û m e d ild i ( k a s ı m 1 7 9 3 ). O R LÉAN S ( F e r d in a n d P h ilip p e L o u is , — dükü) [ P a le r m o 1 8 1 0 - N e u illy - s u r - S e in e 1 8 4 2 ], ü o u is - P h ilıp p e I ile M a r ie - A m é lie 'n in b ü y ü k o ğ lu . C e z a y ir ’in f e t h i s ı r a s ı n d a d ik ­ k a ti ç e k t i v e b ir k a z a d a ö l d ü (1 3 t e m m u z 1 8 4 2 ). O r lé a n s ( P h ilip p e , —dükü), L o u is P h i­ li p p e d ’O r lé a n s d e P a r is ’n m o ğ lu , P a n s k o n tu ( T w ic k e n h a m 1 8 6 9 - P a le r m o 1 9 2 6 ) F r a n s a 'd a y e tiş ti (1 8 7 1 - 1 8 8 6 ) . 2 3 h a z ir a n 1 8 8 6 y a s a s ı 'y la s ü r g ü n e g ö n d e r il d i v e g e ­ ri d ö n e r e k a s k e r liğ in i y a p m a k iç in b o ş y e ­ r e ç a b a g ö s t e r d i B a b a s ı n ı n ö lü m ü ü z e r i­ n e k r a l y a n lı la r ı n ı n r e s m i a d a y ı o ld u ( 1 8 9 4 ), A c t io n f r a n ç a is e h a r e k e t in i d e s t e k le d i. Ç o ­ c u k s u z o l d u ğ u n d a n h a k la r ın ı k u z e n i G u is e d ü k ü J e a n ’a b ır a k tı O R LE A N S a d a s ı, S a in t L a w r e n c e a d a ­ sı. Q u é b e c ( K a n a d a ) y a k ı n ı n d a . M e y v e ( ç i­ le k , e lm a , e r ik ) y e t iş t ir ic iliğ i. S a y f iy e y e r i. O R LÉAN S s ü la le le ri, C a p e t le r h a n e d a ­ n ı n d a n g e le n p r e n s lik s ü la le le r i B ir in c i O r ­ lé a n s s ü la le s in in ( 1 3 4 4 - 1 3 7 5 ) t e k t e m s ilc i­ s i, P h ilip p e V I d e V a lo is 'n ın b e ş in c i o ğ lu P h ilip p e I 'd ir ; b a b a s ı n d a n h a s o la r a k O r ­ lé a n s d ü k lü ğ ü n ü a ld ı, ik in c i O r lé a n s s ü la ­ le s i C h a r le s V I ’n ın k a r d e ş i L o u is I d ’O r lé ­ a n s ile b a ş la d ı; to r u n u , 1 4 9 8 ’d e F r a n s a k r a ­ lı L o u is X II o ld u . Ü ç ü n c ü s ü la le n in ( B o u r b o n - O r lé a n s ) b a ş ı, 1 6 2 6 - 1 6 6 0 a r a s ın d a , L o u is X l l l ’ü n m ir a s ç ı b ı r a k m a d a n ö le n k a r ­ d e ş i G a s t o n d ’O r lé a n s id i. D ö r d ü n c ü s ü ­ la le L o u is X lV 'ü n k a r d e ş i v e n a ip P h ilip p e l l ’ n in b a b a s ı o la n P h ilip p e I ile b a ş la d ı . K r a l L o u is - P h iiip p e I b u s o y d a n g e lm iş t ir . B o u r b o n la r 'ı n d o ğ r u d a n s o y u C h a m b o r d k o n -



ORLÉANS SÜLALELERİNİM



BAŞLICA ÜYELERİ



P h ilip p e VI (1293-1350), F ra n s a k ra lı (1 3 28-50)



B İR İN C İ O R L E A N S S Ü L A L E S İ



J e a n II d e V alois



P h ilip p « i (1331 *-1375). O rlé a n s d ü kü (11344) m e ş ru a rd ıl bıraıkm adı



Is a b e lle (doğm . 1923)



H enri (d o ğ m . 1933), C le rm o n t k o n tu (1957)



H é lè n e (doğm . 1934)



C h a rle s V d e V alois İ k İn c i O r l e a n s s ü l a l e s i



M a rie Is a b e lle (d o ğ m . 1959)



F ra n ço is (d o ğ m . 1961)



' C h a rle s VI



L o u is (1372-1407), O rlé a n s d ü k ü (1392-1407)



I Je a n (1402-1468) ‘O rlé ia n s P iç i" , D u n o is ve L o n g u e v ille 0 la r v a r ­ d ır. • Ornatmalar yöntemi. B u a ş a ğ ıd a b e t im ­ l e n e n y ö n t e m i n y e n i d e n ü s t e l e m e s in d e n o lu ş u r. G ö z ö n ü n e a l ı n a n f f o n k s iy o n u n u n b e ­ lir le n e c e k , y a d a h iç o lm a z s a y a k la ş ık d e ­ ğ e r i b e l ir le n e c e k o la n a n c a k b ir r s ıfırın ı k a b u l e t t iğ i b ir ]a, ö [ a r a l ığ ı n d a n iş e b a ş ­ la n ır . B u k o ş u lla r d a f(a) ■ f{b) < 0 d ır. B u n d a n s o n r a c , e ] a , b [ g ö z ö n ü n e a lın ır, / ( c , ) = 0 is e c , , y a k l a ş ıl m a s ı n a ç a ­ lış ıla n s ıf ır ın t a m d e ğ e r id ir . Â jc ,) * 0 is e , y a f(a) ■ f ( c t ) < 0 d ır : r e ] a , c , [ v e a , = a , b , = c , k o n u r ; y a d a f(a) ■ f(c , ) > 0 d ır : r e ] c , , t>[ v e b u d u r u m d a a , = c , v e b , = b ko n u r. H e r ik i h a ld e , r y i i ç e r e n , ç a p ı b - a d a n k ü ç ü k b ir ] a , , b , [ a r a lığ ı e l d e e d ilir. B u y ö n t e m b ir ç o k k e z k u lla n ıla r a k , r n in t a m d e ğ e r i ü z e r i n e g e lin e b ilir ; n a s ıl o lu r ­ s a o ls u n , r n in is t e n d iğ i k a d a r k ü ç ü k ç a p lı b ir ç e r ç e v e le m e s i e l d e e d ilir.



KUŞSUDİNOZORLAR



takımının bilimsel adı.



ORNİTHOCHEİRUS a. Fosillerine İn­ giltere’de Kretase devri topraklarında rast­ lanan sürüngen pterozor cinsi. (Kafatası çok hafif ve dişlidir. Kanat açıklığı çok faz­ ladır: bazılarında 5 m’yi bulur. Ornithocheiridae familyası.)



ORNİTHODORUS a. Memelilerde ve kuşlarda asalak yaşayan ve insana rekürens humma bulaştıran, kanla beslenen eklembacaklı cinsi.



ORNİTHOMYİA a. Sarımsı ya da yeşi­ limsi bedenli, çeşitli kuşların ve bazen in­ sanların kanını emen sinek cinsi. (Atsineğlgiller familyası.)



ORNİTHOPODA a. ikinci Zaman'da ya­ şamış Ornithischia takımından sürüngen­ ler alttakımı. (Örnek tipi iguanodon'dır.) —ANSİKL Ornithopoda alttakımı üyelerin­ den önce Jura devrinde Camptosaurus" lar ortaya çıktı. Alt Kretase’de görülen ikiayaklı iguanodon'ların boyu 8 m’yi buldu; bunları, Üst Kretase'de “ ördek gagalı dinozorlar" adı verilen, gene boynuzsu bir gagayla donanan ve büyük olasılıkla otçul beslenen Hadrosaurus’\at gibi hay­ vanlar izledi.



ORNİTHOPTERA a. Güney-doğu As­ ya ve Avustralya’da yaşayan gündüz ke­ lebeği cinsi. (Gündüz kelebeklerinin en İri­ leridir; nemli ormanlarda yaşar ve genel­ likle çok yükseklerde uçarlar. Çoğunluk­ la kadifemsi siyah zemin üzerine geniş şe­ ritleri parlak yeşil bir görünümdedir. Kelebekgiller familyası.)



ORNİTHOPUS a. Avrupa. Kuzey Afri­ ka, Batı Asya ve Güney Amerika kökenli, az ya da çok yatık, biryıllık otsu bitki. (Yap-



Orpheus raklar tektüysüdür; küçük, pembe ya da beyaz olan çiçekler, uzunca saplı küçük başlar halinde bir aradadır. Badıç biçimin­ deki meyveler kıvrık ve az ya da çok ek­ lemlidir. Kelebekçiçekllgiller familyası.)



ORNİTİDYUM a. (laf. ornithidium’dan). Küçük çiçekli, yalancı soğanlı, epifit orkide; tropikal Amerika'da 20 türü bilinir. (Ornithidium densum ve O. fragrans türleri sıcak seralarda yetiştirilir. Salepgiller familyası.)



ORNİTİL-KARBAMİL-TRANSFERAZ a. (fr ornithyl-carbamyl-transférase). Biyokim. Üre bireşimini sağlayan karaciğer en­ zimi. (Kandaki miktannın artışı özgül olarak karaciğer sitolizini gösterir Virüslü hepatitlerde miktan büyük ölçüde yükselir ve ancak hastalık iyileştiği zaman normale döner)



ORNİTİN a. (fr ornithine). Biyokim. Prote­ in yapıcı olmayan, H2N—(C H ^ —CHfNH^ —CÖ2H formüllü bazik amlnoasit. (Glukoz ve transaminasyon yapıcı olup üreogenez çevriminde önemli rol oynar. Guanidinli tü­ revi arginindir.)



ORNİTOFİL sıt. (fr. ornithophile). Tozlaş­ ması kuşlarla sağlanan bitkilere denir. (Ornitofil türlere özellikle sıcak bölgelerde rast­ lanır.)



ORNİTOLOG



a



( fr



a . ( fr



tes dağlarında; 20 100 nüf. Madenkömürü yatağı üstünde kurulmuş (1950) bir “ yeni kent”tir Termik santral. Demirsiz madenler metalürjisi.



OROORAFİ a. (fr. orographie). Coğ. Yer-



dilik asit, orotldlnin 5 ' fosforik esteri.



yüzündeki yüzey şekillerini betimleme.



OROTİDİN a. (fr. orotidine). Orotik asidin ribonükleosidi.



OROTİK sıf. (fr. orotique). Orotik asit, ka­



ORO-HİDROGRAFİK sıf. (fr. oro-hydro­



raciğer hücresini koruyucu olarak kullanı­ lan ve ürik asit bireşimini tutuklayan sente­ tik ilaç (Gut tedavisinde ve kandaki koles­ terol ve lipit miktarını düşürmekte kullanılır.)



OROHİPPUS a. Kuzey Amerika'da Orta Eosen dönemi topraklarında fosillerine rast­ lanan atgillerin fosil cinsi. (Üyelerinde işlev­ sel üçer parmak vardır)



OROJEN



a.



(fr. orogène). Yerbil.



DAö-



O L U Ş ’ u n e ş a n la m lı s ı.



OROJENEZ ya da OROJENİ a. (fr. oro­



k u ş b I-



genèse ya da orogénié). Yerbil. ŞüM’un eşanlamlısı.



ornithologie).



K U Ş B İ-



OROMETRİ a. (fr. orométrié). Yer enge­



ORNİTOZ a. (fr ornithose). insana geçe­



OROMOCTO, Kanada'da kent, New



ORNİX a. Tırtılı bitkilerin yapraklarını bo­ ru biçiminde yuvarlayarak kemiren, küçük bedenli güve cinsi. (Gracilariidae familya­ sı.)



0RNSBO (Jess), danimarkalı yazar (Ko­ penhag 1932). Danimarka modernist şiiri­ ne örnek oluşturan şiir kitaplarında (Poè­ mes [fr. çev.], 1960; Mythes [fr. çev.], 1964; Tusdigte, 1966; A comme Alfred ou l ’A lp­ habet routant [fr. çev.], 1967) saldırganlığı ve İmgelerinin yoğunluğuyla dikkati çeken bir üslup kullandı. Ayrıca tiyatro oyunları (Dvœrgen der blev voek, 1966) ile bir de roman (Dullerdage, 1976) yazdı.



ORO- -



O ftO (EL),



E k v a d o r 'd a



4 4 9 8 3 5 n ü f.



(1989).



il ;



M e rk e z i



ORORANCHACEAE



826 km2; Machala.



5



a . B o t. C A N A V A R -



ğer bir adı.



ORON, İsrail’de madencilik (fosfatlar) mer­ kezi, Necef’in kuzeyinde a



Z o o l . ç lR U ’ n u n e ş a n la m lı s ı .



ORONİMİ a (fr. oronymie). Adbilimin dağ adlarını inceleyen dalı.



ORONTE ya da ORONTES, Asi ırma­ ğına batılı kaynakların verdiği ad. OROPOS. Tar. coğ. Yunan kıtasında site, Eğriboz’da Asopos’un ağzı yakınındaydı. Oropos önce güçlü komşusu Eretria’ya is­ kele görevi yaptı. Arazisi uzun süre AtinalI­ lar ve Thebailller arasında çekişmelere yol açtı. Yakınlarında, birçok hacının gelip has­ talıklarına şifa aradıkları ünlü kutsal yer Amphiaraos bulunmuştur Kazılar sonucu burada bir tiyatronun bulunduğu saptan­ mıştır.



OROSHÂZA, Macaristan'da (Békés yö­ netim bölgesi) kent, Tisza'nın kollarından birinin kıyısında; 36 000 nüf. Tarım merke­ zi. Camcılık.



orobanche). Bot.



den). Biyokim. Siyalik asitçe zengin plaz­ ma alfa globülini. (Plazmadaki oranı iltihap olaylarında, özellikle akut eklem romatiz­ masında çok artar) [Eşanl. S E R O M U K O İ T « a 1 G L İ K O P R O T E İ N A S İT .]



O T U G İL L E R f a m ily a s ın ı n b ilim s e l a d ı. (fr.



OROMOS, etyopyalı Gaitalar' halkının di­



OROSOMUKOİT a. (fr. orosomucoîde’



OREO-.



ORORANŞ a .



-Brunswick’te, Fredericton'ın G.-D.’sunda, 10 300 nüf.



ORONQO



CANA



V A R O T U 'n u n e ş a n la m lı s ı .



OROBİE Alplert, İtalya'da Alp kütlesi. Adda'nın G.'inde, B.'daki Como gölüyle D.'daki Oglio arasında; 3 052 m. O RO BhiS CYANEUS a. Yuvarlak göv­ deli hortumlukınkanatlı. Ekinbitine benzer. Larvası menekşe kapsüllerinde yaşar. Hortumlukınkanatlıglller familyası.)



OROBUS a. (lat. orobus, nohut; yun. orobos'tan). Mürdümüğe çok benzeyen,.ama bileşik yapraklarının ucunda sülük bulun­ mayan sık dallı bitki. (Kelebekçiçekliglller fa­ milyası.)



O RODES ya da ORODE, Arsakiler ha­ nedanından gelen parth kralı (İ.O. 57’ye doğr. - 39). Kardeşi Mithridates III ile birlik­ te babası Phraates lll’ü zehirledi (57'ye doğr), ardından soyluların devirdiği Mith­ ridates lll'ün yerine geçti (55). 53’te gene­



OROSPU a. (fars. rüspi'den).



Sacramento'nun K.'inde; 8 700 nüf. Feat­ her üstünde Güney Kaliforniya'nin su ge­ reksinimini karşılayan büyük baraj.



OROYA (La), Orta Peru'da (Junfn yöne­ tim bölgesi) kent, Orta sıradağlarında; 26 000 nüf. Karayolu ve demiryolu kavşağı. Baku; çinko, kurşun, kadmiyum dökümevleri ve rafinerileri. Oraya (La) humması. Asalbil. Bartonel-



besi ölçümü.



bilen akut ya da gizli kuş hastalığı. Ornitozun etkenleri çok zaman virüslerle karıştınlmıştır. Oysa etken sade­ ce hücre ve yumurtalar üzerinde üretilebi­ len Chiamydia psittaci adlı bakteridir Has­ talık insanda yüksek ateş, başağrısı ve ak­ ciğer belirtileri İle kendini belli eden ağır bir enfeksiyona neden olur Kuşlar ve özellikle güvercinlerle olan İlinti halinde teşhise ko­ laylıkla vanlır. Serum muayenesi teşhisi doğrular ve kesinleştirir Tetrasiklin familya­ sından antibiyotiklerle tedavi iyileşmeyi sağ­ lar. Hastalık papağanlardan bulaşmışsa psittakoz adıyla anılır.



OROVİLLE, ABD’de (Kaliforniya) kent,



DAğO LU-



ü M 'in e ş a n la m lı s ı.



— A N S İK L .



OROTİDİLİK sıf. (fr. orotidylique). Oroti-



noktası; 2 375 m. graphique). 1. Sulara ve yüzey şekillerine ilişkin. —2. Oro-hidrografik harita, yalnız­ ca akarsuların ve yüzey şekillerinin göste­ rildiği harita.



8895



OROTAVA (La), ispanya'ya bağlı Teneri­ fe (Kanarya takımadaları) adasında kent; 31 500 nüf. (XVIII. yy.’dan kalma kilise Oy­ malı, tipik ahşap balkonlu evler. Botanik bahçesi.)



OROHENA, Tahiti adasının en yüksek



ornithologue).



U M C İ’ n in e ş a n la m lı s ı,



ORNİTOLOJİ



rali Surena, romalı trlumviratus Crassus'u Carres’te (Harran) yendi; bunu kıskanan Orodes, galip generali öldürttü. 38’de Antonius'un generali Ventidius Bassus, Orodes’in büyük oğlu Pacorus'u Kuzey Suri­ ye’deki Gindarus’ta yendi ve az sonra da Pacorus öldürüldü. Saltanatı parth devle­ tinin doruğunu simgeleyen Orodes, ikinci oğlu Phraates IV yararına tahttan çekildik­ ten sonra yeni kral, baba bir kardeşlerini ve babasını öldürttü.



Genel­ likle bir ücret karşılığında sayısız erkekle cinsel ilişkide bulunan kadın; fahişe —2. Ahlaksız, baştan çıkaran ya da kolay baş­ tan çıkarılan kadın. —3. Kadınlar için kul­ lanılan çok ağır bir hakaret sözü. —4. Orospuluk etmek, kötü yola düşmek; herkesi baştan çıkarmaya çalışmak; bir şey elde et­ mek İçin bir kimsenin bütün arzularına kat­ lanmak; bir kimseye kalleşlik yapmak. || Orospu bohçası gibi, darmadağınık, karı­ şık, dökük saçık şeyler için kullanılır (kaba.). 1.



OROSPULUK a. 1. Orospunun yaptığı iş, orospuya özgü davranış; fahişelik. —2. Kalleşlik, kaypaklık.



OROSTOPOLLUK a. Arg. Kurnazca iş, hile, düzen, dolap: Bu işte bir orostopolluk var, ama henüz çözemedim, ( o r o s t o p o ğ L U L U K da denir.)



OROSZLANY, Macaristan’ın (Komârom yönetfn bölgesi) kuzey-batı’sında kent, Vér-



loz çeşidi.



OROZCO (Pascual), meksikalı devrimci (Santa Isabel, Chihuahua, 1882 - El Paso, ABD, 1915). Katırcıydı. Kasım 1910'da Porfirio Dı'az'a karşı ilk başkaldıranlar arasın­ da yer aldı. Madero’nun en önemli askeri önderi olarak, Pancho Villa ile birlikte Ciu­ dad Guerrero’yu aldı (mayıs 1911) ve Diaz’ın istifasına yol açtı. Madero ile anlaş­ mazlığa düşerek, mart 1912’de ona karşı ayaklandı ve bir radikal reformlar progra­ mı ilan etti. Ancak amerikan boytotu so­ nucunda yenildi. Daha sonra general Huerta'ya katıldı, 1914'te ABD'ye sürüldü ve orada öldürüldü. OROZCO (José Clemente), meksikalı res­ sam (Ciudad Guzmàn, Jalisco, 1883 - Me­ xico 1949). Devrimi destekleyen bir sanat­ çı olarak hlcivll resimler ve karikatürler ger­ çekleştirdi. Gerçekçilik ve lirizmi birleştiren güçlü bir anlatımcılığı yansıtan resimleri, 1920’den başlayarak ulusal ve popüler sa­ natın kendini yenilemesine katkıda bulun­ du. Duvar resminin önemli bir temsilcisi olan Orozco, tarih ve mitoloji konulannı iş­ leyen birçok anıtsal kompozisyon gerçek­ leştirdi. Bunlar özellikle Mexico (Ulusal ha­ zırlık okulu, 1922-1925; Ulusal öğretmen okulu, 1948), Guadalajara (Üniversite 1936; Cabahas düşkünlerevl, 1939) ve ABD’de (Pomona College Claremont, Ka­ liforniya, 1930; New School for social re search, New York, 1931) yer alır



Orphanotrophalon, Bizans dönemin­ de Konstantinopolis'te (İstanbul) bulunan en önemli yetimhane; XI. yy. sonlarında onarıldı.



Orphée, 2 perdelik. 8 tablolu koregrafik dram. Yunanlılar’ın Orpheus efsanesinin modern bir yorumu olan yapıtın koregrafisini Maurice Béjart, müziğini Pierre Henry hazırladı. Béjart'in sahneye koyduğu bale İlk kez 1958'de Liègédekl Krallık tiyatre su'nda Béjart’in Ballet-Théâtre'i tarafından sahnelendi.



ORPHEUS. Yun. mit. Trakya efsaneleri­ nin müzisyen ozanı, kral Oiagros'un oğlu. Şarkılanyta hayvanlan, bitkileri, hatta taşları büyüleyerek tüm yaratıklann efendisi oldu. Karısı Eurydike ölünce onsuz yaşayama­ yacağından, ölüler ülkesine karısını geri is­ temeye gitti ve Hades'i ikna etti; ancak, dö­ nüş yolunda, uygulanan yasaklamaya rağ­ men Orpheus geriye doğru baktı ve Eury­ dike sonsuza dek yok oldu. Zeus, Orphe us’u yıldınmıyla çarptı; başka bir efsaneye göre de Orpheus Mainadlar tarafından parçalandı. Başı dalgalar tarafından Midil­ li’ye kadar taşındı ve orada kehanetlerde



hayvanlan büyüleyen Otpheus Blanzy-tös-Fısmes’de bulunan bir mozaikten aynntı R om aûalya sanalı, IV. yy. Belediye müzesi, Laoo



Orpheus 8896



Eugenio d’Ors y Rovira



bulundu. Orpheus'un liri bulduğuna, ke­ hanet ve büyü usûllerini keşfettiğine ina­ nılırdı. —Ed. Eros ve Thanatos mitlerinin bir ara­ ya gelmesinden oluşan bir mitin kahrama­ nı, orpheusçu şiirlerde dile getirilen huzur dilinin peygamberi Orpheus, Eurydike’nin ölümüyle simgeleşmiş mutsuz bir aşkın kurbanı olarak şairlerin son derece ilgisi­ ni çekmiştir. Vergllius'un Georgica'sından R Emmanuel'in Tombeau d'Orphée'sine (1941) kadar yaradılışın ya da şiirin özgün temalarından biridir: şair-münecclmin İlk örneği (Marsllio Ficino, Novalis, Nerval, Hugo) ve yaratıcının büyük acıyla öde­ mek zorunda olduğu bedelin simgesi ol­ muş (TrakyalI kadınlar, onları küçümseyi­ şinin intikamını almak için Orpheus’u öl­ dürür ve parçalara ayırırlar) ve böylece Apollinaire, Segalen, Rilke, Blanchot'nun yapıtlarında yüceltilmiştir. —Ikonogr. Polygnotos’un Delphoi’deki bir freskinde ve Philostratos’un betimlediği bir resimde Orpheuş efsanesinden sah­ neler yer alıyordu. İ.Ö. V. yy.'dan başlaya­ rak yunan vazolarında (Münih'teki bir amfora), Pompei'dekl bir freskte, Paler­ mo’daki bir mozaikte ve Hermeş, Orphe­ us ve Eurydike’yı betimleyen İ.Ö. V. yy.’a alt güzel bir kabartmada da (üç örneği bi­ linir: Napoli, Louvre ve Roma) bu konu iş­ lenmiştir. Erken hıristiyan sanatında Or­ pheus, aziz Callxtus katakombu ve Domitilla mezarlığı fresklerinde ve birçok lahit kabartmasında İsa’nın pagan bir örneği olarak ortaya çıkar. Daha geç dönemlerde, Orpheus'un ya­ şamı, Christine de Pisan’ın Bourgogne kökenli bir elyazmasını (Brüksel) süsleyen minyatürlere esin kaynağı oldu. Orpheus ile Eurydike, Poussin (Louvre) ve Delac­ roix (Montpellier); Orpheus ölüler ülkesin­ de, Signorelli (Orvieto katedrali), Kadife Bruegel (Floransa), il Tintoretto (Modena), Rubens (Potsdam, Madrid), R. Savery (Vi­ yana) ve Fr. Perrier (Louvre); Eurydike’yi ölüler ülkesinden çıkaran Orpheus, L. Carracci (Bologna) ve Corot (özel kol.); Trakyah kadınlar tarafından parçalanan Orpheus, Dürer (deseçı, Naumburg) ve R. Savery (Viyana); Orpheus’un başı, G. Mo­ reau (Louvre) tarafından işlendi. Ancak, en çok canlandırılan sahne, Lirinin sesiy­ le hayvanları büyüleyen Orpheus' tur: Gi­ ovanni Bellini (Washington), L. Bassono (Verona), A. Vaccaro (Napoli, Besançon), Kadife Bruegel (Madrid), R. Savery (Lahey, Londra, Paris de Louvre), Potter (Amsterdam). Pierre de Franquevllle'ln gerçekleştirdiği bir heykelle (Louvre), Delacroix’nm insanlara barış sanatlarını öğ­ reten Orpheus adlı kompozisyonu da (Meclis binası, Paris) sayılabilir. —Müz. Bu efsane Orpheus, Eurydike gi­ bi adlar altında, J. Peri’den (1600) günü­ müze değin birçok müzikçi tarafından iş­ lenmiştir. Bunlar arasında, opera türünün atası sayılan Monteverdl'nin Orfeo*’su (Mantova, 1607); Calzabigi’nin üç perde lik İtalyanca librettosu üzerine Gluck’un bestelediği Orfeo ed Euridice (Viyana, 1762) anılmaya değer Gluck’un yapıtı, il­ kin Mollne ve Gluck (Orphée; Paris, 1774), sonra da Berlioz (1859) tarafından önemli ölçüde değiştirildi. Bu konuyu işleyenler arasında, Caccini, Landi, L. Rossi, Keiser, J. Haydn, Mallpierp, Milhaud, Stra­ vinski, Casella, Krenek, Damase gibi bes­ teciler de vardır.



Orphmıs, 3 tablolu bale. Konusunu L. Kirstein, koregraflsini G. Balanchine, mü­ ziğini Stravinski hazırladı. Yunanlılar’ın Or­ pheus mitinden esinlenilerek yaratılan ya­ pıt, ilk kez 1948'de New York’taki City Cen­ ter of Music and Drama’da sahnelendi.



Orphaus cehennem de (Orphée aux Enfers), Jacques Offenbach’ın 2 perde­ lik opera buffası. Librettosunu H. Crémieux ve L. Halévy'nin yazdığı yapıt ilk kez 1858’de Paris'te sahnelendi. 1874’te 4 perdelik yeni bir versiyonu hazırlanan ya­ pıt, Antikçağ’a alaycı yaklaşımı yüzünden



eleştirmenleri öfkelendirmişse de, beste­ cisine, ilk büyük başarısını getirmiştir.



ORPHEUSÇU sıf. Fels. Orpheus’a at­ fedilen dogmalar, mlsterler, felsefi düşün­ celer ve ona mal edilen şiirler için kullanı­ lır. ORPHEUSÇULUK a. Eski Yunanistan’ da Orpheus’a bağlanan ve kurtuluşun, sonsuz hayatın, bu dünyada nasıl yaşa­ dığımıza bağlı olduğunu ve ruhun arılığı­ nı bedenin kirliliğinden, ancak çileci bir yaşamın kurtarabileceğini ileri süren din­ sel akım. (Bk. ansikl. böl.) — A N SİKL İ.Ö. VI. yy.’da Yunanistan’da or­ taya çıka» orpheusçuluk, başlangıçta yu­ nan dünyasını yöneten slyasal-dinsel dü­ zene bir karşı çıkma niteliğindeydi. Or­ pheusçuluk yandaşları, şamanlarınklni andıran, toplumsal sayının dışında kalan bir yaşam biçimini benimsiyorlardı. Beyaz­ lara bürünerek, her türlü hayvansal yiye­ ceği reddederek, tam bir etyemezliğe kat­ lanıyorlardı. Et tüketiminin kanlı kurban ayinine bağlı olduğu bir toplumda bu du­ rum, siyasal ve dinsel düzeni kabul etme­ diğini göstermek anlamına geliyordu. An­ cak toplumsal düzenin orpheusçulukla reddi ayrıca, evrendoğumsal tipte ve res­ mi dine karşıt tüm bir düşünce sistemiyle de ortaya çıkıyordu. Orpheusçu metinler, yetkin yaşam simgesi ve her şeyin kayna­ ğı olan yumurtanın, bireysel insan yaşa­ mının yokluğuna kadar yavaş yavaş alça­ lan varlığın bütünlüğü olduğunu ortaya koyan bir evrendoğum ileri sürüyorlardı. Bize kadar ulaşan ender orpheusçu metinler arasında, eski Mısırlılar’ınkine benzer bir tür "ölüler kitabı” yer almak­ taydı. Orpheusçuluk yandaşları arınmalar özveriler ve giriş ayinleri önermekteydiler. Çileciliğin (törensel bir kullanım dışında et ve şaraba el sürmeme; giysilerin beyazlı­ ğının simgelediği beden arılığı) hüküm sürdüğü ve yeni başlayanlara özgü kar­ ma topluluklar da vardı, ilk topluluklar, Attike'de doğdu ye ardından tüm Yunanis­ tan’da, Güney İtalya ve Sicilya’da ortaya çıktı. Bunlardan bazıları, hıristiyan döne­ me kadar varlığını sürdürdü.



ğı 20 cilt tutan kronikleri dışında, La vida de Goya (Goya'nın yaşamı) [1928], La Fi­ losofía de la inteligencia (Aklın felsefesi) [1950] adlı kitapları önemlidir.



ORSA a. (¡tal. orza'dan). Denize. 1. Yel­ kenleri, olabildiğince rüzgârın estiği yöne çevirerek seyretme. —2. Latin yelkenliler­ de, yelkenleri rüzgâr yönüne çevirmeye yarayan ve her iki yandan yelkenin orta­ sına bağlanan halat. —3. Bir teknenin rüzgâr alan yanı. —4. Orsa alabanda eğ­ lendirmek, bir yelkenli teknenin bulundu­ ğu mevkiyi korumak amacıyla, yelkenle­ rini rüzgârdan en az yararlanacak biçim­ de kullanarak tekneyi yolundan alıkoyup vakit geçirmek. |[ Orsa alabanda tiramo­ la, teknenin pruvasını rüzgârın estiği yö­ ne alarak, rüzgârı bir bordadan diğer bor­ daya geçirmek için yapılan manevra. || Or­ sa boca, yelkenli bir teknenin rüzgâr yö­ nüne yaklaşıp uzaklaşarak, düzensiz bir biçimde bir iskeleye bir sancağa seyret­ mesi. || Orsa pupa çemberi, sübye dona­ nımlı yelkenlilerde, orsa pupa palangala­ rını bağlamak için yan yelken bumbalarının cundası yakınına geçirilen ve iki tara­ fında birer mapa bulunan çember. || Or­ sa pupa palangası, yan yelkenlerin bumbalarını dlrisa etmek, istenildiği durumda tutmak için bumba İle küpeşte arasına do­ natılan palanga. |¡ Orsa seyir, yelkenli bir teknenin, yelkenler iyi dolacak şekilde rüz­ gârı pruvasına yakın alarak yaptığı seyir. || Orsa yakası, yelkenlerin rüzgâra bakan ya da rüzgâr üstünde bulunan kenar ya­ kası. || Orsada bulunmak, rüzgârın estiği yöne olabildiğince yakın bulunarak sey­ retmek. || Orsada kazanma, yelkenli bir geminin orsa seyrinde az düşme yaparak istediği rotada gidebilmesi. || Orsaya ka­ çan, istendiği yöne baş tutamayarak, pru­ vasını rüzgâr yönüne kaydırmaya eğimli bir tekne İçin kullanılır. || Orsaya kaçmak, yelkenli bir tekneden söz ederken, istenen yöne baş tutamayarak rüzgâr yönüne kay­ mak. Bir tekneden söz ederken, dümenin fazla basılması sonucu, pruvasını rüzgâr yönüne çevirmek.



ORSALAMAK g. f. Denize. Yelkenle se­



ORPİMEHT a. (fr. orpiment; lat. auripig-



yirde rüzgârı pruvaya almak.



mentum'dan). Miner. Monoklinik sistem­ de yer alan doğal arsenik. (Eşanl. SARI



♦ ünl. Denize Orsala!, rüzgârı pruvaya alıp tiramola ederken, dümenin ters yö­ ne basılması için verilen komut.



ZIRNIK, AURİPİGMENT.)



—ANSİKL. Miner. As2S3 formülündeki orpiment altın sarısı ya da turuncu renkte yapraksı kütleler halinde bulunur. Genel­ likle realgarın bulunduğu bölgelerde da­ marlar içinde rastlanır. Orpiment boyacı­ lıkta kullanılır. Boyalı kumaş yapımında indlgoyu çözündürmeye yarar.



Orplngton ördeği, İngiltere kökenli, kı­ zıl sarı tüylü ördek ırkı. (Bol yumurtlama­ sı kadar etinin lezzetiyle de ünlüdür.)



Orplngton tavuğu, iri yapılı İngiliz ta­ vuk ırkı. (Yumurtlaması orta, eti bol ve ol­ dukça lezzetlidir.)



ORREFORS, İsveç'te yer, Kronoberg' de (Hâlleberga komünü), Vâxjö’nün D.’sunda. Ünlü kristaller.



ORREHTE (Pedro), İspanyol ressam (Murcia 1580 - Valencia 1645). Uzun sü­ re İtalya'da kaldıktan sonra Murcia’da, Valencla’da ve Toledo’da çalışmalarını sür­ dürdü. Venedik resminin, özellikle Bassanolar'ın etkisinde kaldı. Valencia katedrall'nde AzizSebastianustablosu (1616) ve Toledo katedrall’ndekl Azize Leocadia'nın mucizesi (1617) en önemli yapıtları arasın­ da yer alır



ORRERY kontu -»



BÖ YLE



ORS Y ROVİRÂ (Eugenio



(Roger).



D’), İspanyol



yazar (Barcelona 1882 - Villanueva y Geltrü 1954). 1902’den başlayarak Xönius tak­ ma adıyla La Veu de Catalunya'da kısa kronikler yayımladı. La Ben Plantada’yı (1911) katalanca yazdı. 1920'ye doğru Castllla insanına yöneldi; A.B.C.'ye yazı­ lar yazdı ve yeni bir entelektüalizm adına barok anlayışa karşı çıktı, iki dilde yazdı­



ORSALATMAK gçz. f. Denize. Dümen basıp, tekneyi rüzgârın estiği yöne dön­ dürmek. o r s a y , Fransa'da (Essonne) kanton merkezi, Paris'in 18 km G.-B.’sında, Yvet­ te ırmağı kıyısında; 14 931 nüf. (1992). Özel firmalar, kamu kuruluşları ve Güney-Paris Üniversitesi burada çeşitli araştırma laboratuvarları kurmuştur.



ORSEİN a. (fr. orcéiné). Org. kim. Orsinolün amonyaklı ortamda yükseltgenmesi sonunda elde edilen ve 14 boyarmad/deden oluşan karışım; mikroskopla yapı­ lan incelemelerde ve biyolojik çözümle­ melerde kullanılır. —Tekst, ipek ve yün üzerinde, mora ça­ lan bir nüans elde etmede kullanılan boyarmadde. (Az dayanıklı olan ve sanayi­ de artık kullanılmayan bu boyarmadde, turnusola benzer.)



ORSELİK ya da ORSELİNİK sıf. (fr orsellique ya da orsellinique'ten). Org. kim. Orselik ya da orselinik asit, dlhldroksl-2,4 metll-6 benzoik asidin yaygın adı; rocella ve lecanora türü likenlerin eritrininde bu­ lunur.



ORSEOLO, Venedikli aile. En ünlü üye­ leri: PİETRO N, doge (992-1009), Cumhu­ riyeti, Slavlar’a ödediği bir haraçtan kur­ tarmayı başardı (1000) ve Zara, Spalato ve Ragusa’yı egemenliği altına soktu; Dalmaçya ve Hırvatistan dükü unvanını aldı; —OTTONE, Pletro ll’nln oğlu (öl. İstanbul 1032), 1009’da doge oldu, Hırvatlar’ı yen­ di, sonra İstanbul’a sürüldü. O R S İ (Lelio), Modena okuluna bağlı ital­



yan ressam (Novellara, R eggio Emilia, 1511 - ay. y. 1587). C o rreggio'nun yapıt­ larını inceleyerek kendini yetiştirdi; daha sonra R om a'ya g ittiğ in d e M ichelangelo' nun b ü yü k hayranı oldu. Yapıtları arasın­ d a sayabileceğim iz Emvas hacıları (Lond­ ra) ve İbrahim'in kurbanı (Napoli) adlı tab­ loları, düşsellikleri bakım ından o zam an için b ü yü k birer yenilikti. ORSİ (Paolo), İtalyan arkeolog (Rovereto 1859 - ay. y. 1935). Sicilya üzerine uz­ manlaştı, Siracusa ve G ela'da kazılar yap­ tı. Siracusa O lym pieionu (1903) ve Gela’ daki eski eserlerle (1908) ilgili yayınları var­ dır. ORSİN a. (fr orcine). Org. kim. ORSİNOL'ün eşanlamlısı. O RSİNİ, ghibellinocu C olonnalar'ın ra­ kibi, welfe yanlısı romalı aile. GİACİNTOdi Bobone (Celestinus III adıyla 1191-1198 arasında papalık yaptı), aile servetinin te­ m ellerini attı. Yeğeninin torun ço cu ğu MATTEO ROSSO (öl. 1246'ya doğr.) aileyi gü çlen d ird i ve onun siyasal geleneğini (papayı desteklem e, C olonnalar'a karşı düşm anlık) kurdu. Roma senatörü seçil­ di (1241); kenti Friedrich ll'y e karşı savun­ du (1241). M atteo Rosso'nun oğlu GİOVANNİ GAETANO’nun (N icolaus* III adıyla papa oldu [1277-1280]) papalığı dönem in­ d e Orsiniler’in gücü daha d a arttı. Aile içi çekişm eler Papalık’ı zayıflattı ve Colonnalar ile Güzel Philippe IV'ün, Orsiniler’in des­ teklediği Bonifatius V lll’e karşı zafer kazan­ malarına yol açtı (N epi'nin işgali, 1297). — Kardinal NAPOLEONE (Rom a 1263'e do ğ r - A vignon 1342), papayla birlikte Avignon’a gitti. Papalık'ın, G regorius XI ile birlikte ye­ niden Roma’ya dönmesi, Orsiniler'in eski gücüne kavuşmasını sağladı. — GENTİLE VİRGİNİO (öl. Napoli 1497), Colonnalar'a karşı Sixtus IV'ü destekledi ve Colonnalar’ı yendi; napolili Aragönlular’a ve Fransa kra­ lına önce hizmet etti, sonra da onlarla sa­ vaştı. Orsiniler’in servetine elkoymaya çalı­ şan, am a başaramayan Cesare Borgia'nın e m riy le z e h irle n e re k ö ld ü rü ld ü . —• NİCCOLO, Pitigliano kontu (1442 - Lonigo, Vicenza yakınında, 1510) ve LORENZO (öl. 1536) komutan olarak ün kazandılar; PA­ OLO GİORDANO, Bracciano dükü de (1541 - Salo 1585) ünlü bir komutandı, inebahtF d a Venedikliler’e kom uta etti (1571), ama yeğenini öldürdüğü Sixtus Quintus’un ba­ şa geçmesi üzerine Roma’dan aynlmak zo­ runda kaldı. Orsiniler birkaç kola ayrıldılar ve Roma dışında önemli rol oynadılar (özel­ likle Taranto prensleri kolu).'Orsiniler'in Kilise'ye verdikleri diğer bir papa d a PİERFRANCESCO'dur (Benedictus XIII) [1724 -1730], ORSİNİ (Cesare), İtalyan yazar (Ponzano M agra 1571'e doğr. - 1638’e doğr), barok şiirler (Selva poetiche, 1635) ve Magister Stopinus takm a adıyla yayımladığı m akar­ nacı hicivler (Capricda macaronica, 1636) yazdı. ORSİNİ (Felice), İtalyan yurtsever (Meldola, Forti yakınında, 1819 - Paris 1858). Genç İtalya adlı derneğin üyesiydi, Romagna ayaklanmasından sonra tutuklandı (1844). 1846'da serbest bırakıldı, \fenedik’te savaş­ tı (1848), Kurucu m ed is’te milletvekili oldu (1849) ve Mazzini tarafından ayaklanmalar çıkarmakla görevlendirildi, başarısızlığa uğ­ radı. Londra’ya sığındı, Mazzini ile anlaş­ m azlığa düştü, İtalya davasına ihanetle suçladığı N apoléon lll’ü öldürm ek için bom balar hazırladı. Fransa’ya gitti, Pieri ve Rudio ile birlikte O pera'ya gitm ekte olan im paratorun kortejine bir suikast düzenle­ di; 8 kişi öldü ve 148 kişi yaralandı (14 ocak 1858). Savunmasını Jules Fav/e üstlendi. Orsini, imparatora yazdığı bir mektupta İtal­ ya'yı kurtarması için ona yalvardı (11 şubat). 13 martta idam edildi. ORSİNİ (Giulio) - * GNO lI (Domenico). ORSİNOL a. (fr. orcinof). Org. kim. (HO)2C6H3— C H 3 form ülünde dihidroksi -3,5 m etilbenzene verilen ad. (Orsinol, or-



selik asitle birlikte p e k ço k liken türünde ço k az o randa bulunur ve orselik asitten karboksil giderilerek elde edilir. Özellikle­ ri bakım ından rezorsinole ç o k benzer, am a ftalik anhidritle bir fluoresein verm ek üzere tepkim eye girm ez. A m onyak eşli­ ğ in d e yükseltgendiğinde orseini verir.) [Eşanl. ORSİN.] ORSİPRENALİN a. (fr. orciprönaline). Bronş kaslarını etkileyen ve kuvvetli bronş genişletici etki yaratan sentetik ilaç. (Sül­ fat tu zu şe k lin d e astım tedavisinde ve ak­ ciğerlerin çalışm asının incelenm esinde kullanılır.) ORSİRUFİN a. (fr. orcırufınefoen). Org. kim. Formülü 0 , 414,^03 olan boyarmadde; derişik sülfürik asit içinde çözülen orsinin, nitrit asidiyle verdiği tepkim e sonun­ d a elde edilir. ORSK, R usya'da kent, G üney U rallar’ da, Ural ırmağı kıyısında; 271 000 nüf. (1989). Bakır, nikel ve krom yatakları ya­ kınında bulunan kentte, demirdışı m eta­ lürji ve dem ir-çelik (O rsk-H alilovo kom binası [3,5 M t çe lik]) ağır basm aktadır. O R S O I PARTECİPAZİO (öl Venedik 737). Venedik dogesi (726-737). M arcello Tegalliano’nun yerine geçti, Ravenna va­ lisine Lom bardlar'ın elinde bulunan baş­ kentin yeniden ele geçirm esi için yardım etti. Bu olay nedeniyle, kendisine im para­ to r tarafından “ H yp a to s" unvanı verildi. — O ğ lu Orso II Deodato 742'den 7 5 5 ’e kadar d o g elik yaptı. ORSOVA, türkç. İrşeve, R om anya’da (Banat bölgesi) kent, Tuna ırm ağının sol kıyısında, D em ir Kapı barajının inşa e d il­ mesi sırasında yeri değiştirilm iş ve suları­ nı Tuna’ya boşaltan Cerna ırmağının oluş­ tu rd u ğ u b ir su örtüsünün kıyısında yeni­ den kurulmuştur. Su sporları turizmi. CİRSTED -» OERSTED. ORŞA, Beyaz Rusya'da kent, Dniepr ırmağı kıyısında, Vitebsk'in güneyinde; 123 000 nüf. (1989). Demiryolu kavşağı. Tekstil (yün ip liğ i ve dokum acılığı, hazırgiyim , dikiş m akineleri) merkezi. Beto­ narme. Besin sanayisi. ORTA a. 1. Bir şeyin iki uç noktasından ya da b ir şeyin her noktasından eşit uzak­ lıkta olan yer, merkez: Çemberin ortasına bir nokta koymak. Alanın ortası. Ekmeği ortasından ikiye bölmek. —2. Bir yerin ke­



narlarından aşağı yukarı aynı uzaklıkta bulunan yer: Yolun ortasına park eden arabalar. Nişan tahtasının ortası. Ovanın ortasında ikiye ayrılan b ir ırmak. — 3. Bir



dönem in, b ir sürecin, b ir eylemin bir met­ nin vb. başlangıç ve bitiş noktalarından eşit uzaklıkta olan an; bölüm ; bu ana, bö­ lüm e yakın olan zam an yer: Yüzyılın orta­ larında büyük bir bunalım patlak vermiş­ ti. Kış ortasında baharı yaşamak. Filmin ortalarına doğru ritim düşüyor. Romanın ortasında düğüm çözülüyor. —4. G örü­ len, içinde bulunulan yer: Ortada kimse­ ler yok. Ortadaki eşyaları bir kenara yığı­ nız. —S. Bir şeyin, b ir kim senin başka



şeyler, kim seler arasında, içinde bulundu­ ğu zam anki konum u: Kalabalığın ortasın­ da bir nokta gibi kalmıştı. Sizi ortamıza alalım. —6. Bir ödev ya d a sınav kâğıdı­



nın verilen en yüksek notun yarısına eşit ya da o na yakın olan not: İngilizceden or­ ta almak. Ortayla mezun olmak. — 7. Si­ yasette ılımlılığı ve kanatlar arasında aşı­ rılıktan uzaklığı belirtir: Ortanın solu. Or­ tanın sağı. — 8. Orta baklası, herkesin cin­ sel isteğini d o yurm ak için ilişkide bu lu n ­ duğu kadın. || Orta hizmetçisi, evin içini te­ m izleyip düzenlem ekle görevli hizmetçi. || Orta işi, bir evin silinip süpürülm esi gibi işlerin tüm ü. || Orta malı, bir kişinin olm a­ yan, herkesin yararlandığı şey; sıradan, özgünlüğü bulunmayan, beylik, basm aka­ lıp: Söylediklerinin ilginç b ir yanı yok, or­ ta malı düşünceler; her isteyen kişiyle cin­ sel ilişkide bulunabilen kadın. || Ortada, apaçık, görünür d urum da olan, hiçbir giz­



liliğ i o lm a y a n : Cinayeti onun işlediği orta­ da; s o n u c u k e s in le ş m e m iş , t a r a f l a r d a n h e r b ir in in k a z a n m a ş a n s ı e ş it o ld u ğ u d u ­ r u m l a r iç in s ö y le n ir : Anketlere göre seçim ortada. Şampiyonluk henüz ortada, ilk üç takımın da kazanma olasılığı var. || Orta­ da bırakmak, b ir k im s e y i ç o k g ü ç k o ş u l­ l a r i ç i n d e k e n d i h a l in d e t e r k e t m e k : Ço­ cuklarını ortada bırakıp kaçan bir baba, bir ana. || Ortada fol yok yumurta yok — F O L ’ Y O K YUMURTA Y O K . || Ortada kalmak, s ö z k o n u s u b ir ş e y s e , k im s e ü z e r i n e a l m a ­ m a k , ü s tle n m e m e k , y a p m a y a y a n a ş m a ­ m a k : işler ortada kaldı, kimsenin oralı ol­ duğu yok; b ir k im s e is e , b a r ı n a c a k b ir y e r b u l a m a m a k ; ç o k g ü ç k o ş u lla r i ç i n d e ik i ş e y y a d a ik i s e ç e n e k a r a s ı n d a a r a s ı n d a k a lm a k , b ir tü r lü k a r a r v e r e m e m e k . || Or­ tada olmak, ü z e r i n d e d u r u lm a s ı, d ü ş ü n ü ­ l ü p e l e a l ın m a s ı g e r e k m e k : Ortada bun­ ca sorun varken bir de onunla mı uğra­ şacağız? || (Bir şeyi) ortadan kaldırmak, o n u g iz le m e k , a ç ık t a b u l u n d u r m a m a k : Şu kitapları ortadan kaldır, baban okuduğu­ nu görmesin. || Bir kimseyi ortadan kaldır­ mak, o n u ö ld ü r m e k , y o k e t m e k : Bu ada­ mı ortadan kaldırmadıkça işler iyi gitme­ yecek. || Ortadan kalkmak, s ö z k o n u s u b ir m a l y a d a n e s n e is e , g ö r ü lm e z , b u l u n m a z o lm a k : Şeker de çay da ortadan kalktı, herhalde zam gelecek; y o k e d i lm e k : Ön­ ce şu pislikler ortadan kalkmalı; b ir k i m ­ s e is e , y o k e d i lm e k , ö ld ü r ü lm e k . || Orta­ dan kaybolmak, b ir k im s e s ö z k o n u s u y s a , s e z d i r m e d e n g it m e k y a d a n e r e d e o ld u ­ ğ u b ilin m e m e k . || Ortadan konuşmak, söy­ lemek, b ir y e r d e h e r k e s in i ç i n d e a d b e ­ lir t m e d e n k im i k im s e le r e d o k u n a c a k s ö z ­ le r s ö y l e m e k : Seni kastetmedim, ben or­ tadan konuşuyorum. |{ Ortasını bulmak, ılım lı b ir y o l s e ç m e k , u z la ş t ır m a k . || Bir şeyi y a d a kimseyi ortaya almak, e t r a f ın ı k u ş a t ­ m a k , h e r y a n d a n ç e v i r m e k . || Ortaya atıl­ mak, s ö z k o n u s u b ir k im s e is e , b ir iş i y a p ­ m a k iç in is t e k d u y d u ğ u n u c o ş k u y la g ö s ­ t e r m e k : Oysa kendileri ortaya atılmış, bu işi biz yaparız demişlerdi; b ir s a v , b ir d ü ­ ş ü n c e y a d a s ö z is e , ile ri s ü r ü l m e k , s ö y ­ l e n m e k , h e r k e s in b ilg is in e s u n u lm a k : Ye­ ni yeni düşünceler atılıyor ortaya. || Orta­ ya balgam atmak, b ir iş y o lu n d a g id e r k e n z ih in le r i b u l a n d ır a c a k , h e r k e s t e k u ş k u y a ­ r a t a c a k b ir s ö z s ö y l e m e k ( k a b a .) . || Bir şe­ y i ortaya çıkarmak, o n u k a n ıt la r ıy la g ö s ­ t e r m e k , a r a ş t ı r m a l a r s o n u n d a o ş e y in v a r ­ lığ ın ı k e ş fe tm e k : Suçluyu ortaya çıkarmak. Bir casus şebekesini ortaya çıkarmak. || Ortaya çıkmak, b e lli o lm a k , t ü r e m e k : H e le o zaman gelsin, başkaları da ortaya çı­ kar; k e n d in i g ö s t e r m e k : Kim yaptıysa or­ taya çıkıp söylesin. || Ortaya dökmek, g ö s ­ t e r m e k , ç ı k a r ı p s e r g il e m e k : Bohçasındakileri bir bir ortaya döküp yaydı; a ç ık la ­ m a k , d il e g e t i r m e k : Düşüncelerini ortaya dökmekten kaçınıyordu. || Ortaya düşmek, b ir k a d ı n s ö z k o n u s u y s a , h e r k e s le d ü ş ü p k a lk m a y a , c in s e l iliş k i k u r m a y a b a ş l a m a k . || Ortaya koymak, b ir ş e y i h e r k e s in g ö r e ­ b ile c e ğ i b ir y e r e , a ç ı ğ a k o y m a k ; ç a lış a r a k b ir ş e y y a p m a k , y a r a t m a k : Çok sıkıntı çekmiş, ama unutulmaz yapıtlar ortaya koymuştu. — A s tr o l. Gökyüzü ortası, t u t u lu m u n b e lir li z a m a n v e y e r d e y ü c e ld iğ i n o k t a . ( G ö k y ü ­ z ü o r t a s ı b o y la m ı , a y n ı d u r u m la r d a s id e ra l z a m a n ın d e ğ e r i n e g ö k s e l e k v a t o r u n ü s t ü n d e k a r ş ılık g e lir .) — D ilb il. O r t a ç a t ı. || Ortaya çıkma, d ils e l b ir o lg u n u n ( s e s s e l, d ilb ilg is e l, s ö z lü k s e l) b ir b ü t ü n c e d e b e lir m e s i. — E l s a n t . Ü ç p a r ç a d a n o lu ş a n a ğ ı z lı k l a r ­ d a b a ş lık la e t e k a r a s ı n d a k a la n b ö l ü m e v e r ile n a d . — G e o m . ik i n o k t a n ın e ş a ğ ır lı k m e r k e z i. ( B k . ansikl. b ö l.) — K o re g r . Orta alıştırmalan, s ın ıf ın o r t a s ın ­ d a , b a r a d a y a n m a d a n y a p ı l a n a lı ş t ı r m a ­ lar. ( D a n s e ğ it im in in ik in c i a ş a m a s ın ı o lu ş ­ tu r u r la r v e d a n s e tm e y i ö ğ r e tm e k a m a c ı­ n a y ö n e lik t ir le r : h e r b ir i ü z e r i n d e s ır a y la d u r u la r a k b a s it, y a v a ş la t ılm ış v e b a r d a ö ğ ­ r e n ilm iş a d ı m l a r d a n b a ş l a n ı r v e b a ğ a d ı m l a r ı y la b ir b i r i n e b a ğ l a n a n v e z i n c ir ­



lemeler ya da cümleler oluşturan karma­ şık adımlara geçlik Orta alıştırmalanna, sıç­ ramalar dönüşler, batterle, pointe'ler, agage'lar girer Eşgüdüm ve ezberleme çalış­ ması plan orta alıştırmaları, bir koregrafik yapıtın çalışmasına hazırlıktır.) —Kur. tar. Yeniçeri ocağı'nda cemaat orta­ larının kısa adı. (Bk. ansikl. böl.) || Orta bay­ rağı, her ortanın kendine özgü bayrağı. (Ay­ nı zamanda orta komutanı yayabaşının for­ su sayılan orta bayrağı, çatal biçiminde; ya­ rısı kırmızı, yarısı sarı renkteydi. Üzerinde orta nişanı bulunurdu.) —Mad. oc Yer altında sürülen bir galeri annında öncelikle patlatılarak kopanlması ge­ reken göbek bölümü. || Orta deliği, orta aç­ mak için delinen lağım deliği. —Oy. Ortaya koymak, masaya para sür­ mek. —Sesbil. Hece içerisinde, bir enerji doru­ ğu oluşturan ve böylece daha yüksek bir algılanma derecesine ulaşan bütünleştiri­ ci öğe. (Eşanl. ÇEKİRDEK.) —Siyas. bil. Ortanın solu, türk siyasal ya­ şamında bir yaklaşıma verilen ad. (Bk. an­ sikl. böl.) —Spor Futbol, hentbol, hokey vb. oyun­ larda topun kanatlardan merkeze doğru atılması. ♦ sıf. 1. Her iki yanında kendi türünden eşit sayıda şey bulunan, onların arasında kalan şey fcin kullanılır: Orta parmak. Orta kat. —2. Özellikle siyasette ılımlılığı, aşırı­ lıktan uzaklığı temsil eden eğilim için kul­ lanılır: Orta sağ. Orta sol. —3. Bir kimse­ nin, bir şeyin benzerleri arasında en altta ya da en üstte yer almadığını, aralarda bir yerde bulunduğunu belirtmek için kullanı­ lır: Orta kat. Orta dereceyle mezun olmak. —4. Orta boy, ne büyük ne küçük olan şey için kullanılır: Orta boy bir ceket istiyorum. || Orta boylu, çok uzun ya da çok kısa boylu olmayan kimse için kullanılır: Orta boylu bir genç. || Orta direk, çadırın ortasında bulu­ nan direk -» ORTADİREK. || Orta halli, ne zengin ne yoksul kimseler için kullanılır: Or­ ta halli bir aile olmak. || Orta karar, ne iyi ne de kötü derecede olan şey için kullanı­ lır: Orta karar çalışıyor. || Orta şekerli, şeke­ ri ne az ne de çok olan şey için kullanılır: Bana bir kahve, orta şekerli olsun; iyi de kötü de sayılmayacak durum İçin kullanılır || Orta yaş, gençlikle İhtiyarlık arası yaş. || Orta yaşlı, ne yaşlı, ne genç olan, ilişinin de özelliklerini taşıyan: Orta yaşlı biri sizi sordu. —Anat. Orta çizgi, insan vücudunu İki eş kısma böldüğü varsayılan çizgi. || Orta si­ nir, kol sinir ağından çıkarak koltukaltı boş­ luğunu geçen, sonra kolun iç yüzünden aşağı inerek önkolun orta eksenini izleyen ve el ayasına ulaşarak orada son dallara ayrılan sinir. (Önkolun bütün ön kaslarına [ön dirsek kası ile ortak derin bükücü ka­ sın iç demetleri hariç], tenar tümseği kaslanna [tenar dalı] dal verir ve elin büyük bir kısmının duysal sinirlerini sağlar) || Orta top­ lardamar önkolun ön yüzünde yukan çıkan toplardamar. —Arabac. Orta göbek çivisi, eski at araba­ larında kundak, yastık ve barcığı birbirine bağlayan kalın ve uzun çivi, —Bel. Orta üslup Avrupa’da üsluplann be­ lagat açısından sınıflandırılmasında (bozuk, seçkin) soylu duygulara olduğu gibi (des­ tan, trajedi) hicivli ya da parodinin güldü­ rü öğelerine (komedi) yer vermeyen türle­ re özgü ölçülü bir üslup için kullanılır —Bine. Orta dörtnal, herhangi bir düz ko­ şu ya da kros yarışmasından önce idman amacıyla yapılan canlı fakat orta kararlı dörtnal. Çalışma dörtnalı da denir. —Dilbil. Bir dilin evriminde, eski bir durum­ la modern durum arasındaki geçiş evresi için kullanılır (örn. orta fransızca, fransız di­ linin XIV. ve XVI. yy. arasındaki durumu­ dur). || Orta çatı, özellikle sanskritçe ve yunancada görülen hint-avrupa fiil çekimi ça­ tısı. Eylemin dolaylı ya da dolaysız olarak özneye dönüşünü dite getirir ya da kimi ge­ çişsiz fiillere benzer —Dilbilg. Orta hece düşmesi, eklerin etki­ siyle kimi sözcüklerde orta hece durumuna



gelen seslerin kaybolması. (Ağız, burun, karın, omuz, göğüs gibi ikinci hecelerin ortasında dar ünlü bulunan organ adılın­ dan sonra ünlüyle başlayan bir ek gelin­ ce ikinci hecelerdeki dar ünlüler düşer: ağzı, burnu, karnı [baldır, topuk gibi kimi organ adlarında orta hecenin düşmediği görülür: baldırı, topuğu]. Bunun gibi İkin­ ci hecelerde -v-.-y- ya da dar.ünlü -r- olan fiil köklerinden (devir.-kıvır-çevir-, savur-) sonra -i, -ım-indi, -ik yapım ekleriyle edil­ genlik eki -il geldiğinde ikinci heceler­ deki dar ünlüler düşer: devirim > devrim, kıvırım > kıvrım, çevirim > çevrim, gi­ bi.) —Ekmekç. Orta maya, "küçük* maya"yı altı misli hamurla yoğurup 20° de altı saat bekleterek elde edilen maya. (Orta maya üç misil hamurla yoğrulup bekletilerek “ ana* maya" elde edilir.) —Esk. denize. Orta kat, yelkenli savaş ge­ milerinde, yukarıdan aşağıya doğru üçün­ cü kat güverte || Orta kayık, KÜTÜK'ün eşanlamlısı. —Esk. mim. Orta kapı, osmanlı konakların­ da harem ve selamlık bölümlerini bağlayan kapı. (Topkapı sarayı'ndaki Haremi hüma­ yun kapısı ile Babüsselam da bu adla anı­ lırdı.) —Genet. Orta sentromerli, sentromeri az ya da tam ortada olan kromozoma denir. (Karşt. U Ç * S E N T R O M E R L İ . ) —Havc. Orta menzilli uçak, orta mesafeler­ de (genellikle 4 000 km’nin altında) kulla­ nılan nakliye uçağı. || Orta menzilli uçak hat­ tı, ortamenzilli uçakların çalıştığı hava hattı. —Hidrol. Orta sıcaklıklı, çıkış sıcaklığı 25 ile 42 °C arasında olan kaynak suları için kul­ lanılır. (Eşanl. M E Z O T E R M A L . ) —Kur. tar Orta çavuş - ÇAVUŞ*-l M İY A N E . || Orta kapı -* B A B Ü S S E L A M . || Orta kazanı, her "orta"nın yemeğinin piştiği kazan. —Mant. Orta terim, bir tümdengelimci usavurmada birinci önermeyi İkincisiyle ilişki­ ye sokan ve böylece sonucu geçerli kılan öğe (Bk. ansikl. böl.) —Meyve. Orta boylu ağaç, yüksekliği 1,2 m ile 1,40 m arasında olan ağaç. (Uzun boylu ağaç ile bodur ağaç arasında yer alır.) —Müz. Orta bölge insan sesinin ya da bir çalgının pes ve tiz sesleri arasında kalan ses alanı. —Sabunc. Sabun yapımında, yağ asidi miktarı % 30-50 oranına karşılık gelen, anizotrop yoğun ve akışmaz faza denir. —Sesbil. Eklemleme yeri, ağız boşluğunun uçlarından birinde değil de, orta kesimin­ de bulunan bir sesbirim için kullanılır (örn. çevre sesbirimleri olarak nitelenen dudak­ sıl ve artdamaksılların tersine dişyuvasıllar, damaksıllar). || Eklemlenme noktası ağız boşluğunun orta bölgesinde bulunan bir ses birimi için kullanılır || lirası, açık bir ün­ lüyle kapalı bir ünlü arasında bulunan bir ünlüye denir || Orta açık ünlü, açıklığı, yük­ sek bir ünlüyle alçak bir ünlü arasında bu­ lunan ünlü. —Spor. Orta saha -> S A H A . || Orta saha oyuncusu, futolda savunma ve hücum oyunculan arasındaki bağlantıyı sağlamak­ la görevli futbolcu. (Eşanl. H A F .) || Orta sık­ let, profesyonellerde 69,853 ve 72,574 kg arası, amatörlerde ise 71 ve 75 kg arası ağırlıkta olan boksörlerin dahil oldukları ka­ tegori; bu katogoriye giren boksör —Hal­ terde 72-79 kg arası ağırlıkta olan halterci­ lerin bulundukları kategori. —Süslem. sant. Orta bağ, tezhipte, bakı­ şık motifleri birbirine bağlayan bezeme öğesi. —Topbil. Orta sınıflar, üçüncü sektör (hiz­ metler sektörü) kapsamına giren ve me­ mur, zanaatkâr, küçük tüccar, işletme per­ soneli v b kişilerden oluşan toplum tabakalannın tümü. —Yerbil. Orta sıcaklıklı, düşük sıcaklıklı da­ mar için gerekli olandan daha düşük ba­ sınç ve sıcaklık (200-300 °C) koşullarında dolan bir damar için kullanılır (Eşanl. M E Z O T E R M A L .)



—Zootekn. Orta kesıcidiş, evcil otçul hay­



vanlarda, ön kesicidişlerle yan kesicidişler arasında bulunan kesicidiş. ♦ orta la r çoğl. a. Arit. Bir orantının or­ taları, orantının ikinci ve üçüncü terimi. (Her orantıda, ortalar çarpımı yanlar çar­ pımına eşittir.) — A N S İ K L . Geom. Bir [AB] doğru parça­ sının ortasından, bunun gibi bir (A,B) çiftnoktasının ortasından söz edilir. [AB] nin i ortasının karakteristik özellikleri olarak şunlar gösterilebilir: uzaklıklar: AI=IB= AB



— ; (AB) doğru parçası üzerinde tanım­ lanmış cebirsel ölçüler: AI=IB; bir E„ işa­ retinde koordinatlar: M nin koordinatları Mu



* & )is e ,v ıe [l



n},x‘



eşlik eden f „ vektör uzayının vektör leri: Ât = îS (= ^. B ). —Kur. tar. Bugünkü bölük karşılığı olan kı­ saca orta diye ifade edilen cemaat orta­ ları birden yüz bire kadar sıra numarası alırdı. Başlarına “ yayabaşı” denirdi. 60, 61, 62 ve 63. ortalar padişahın maiyetin­ de hizmet görürler ve solak diye anılırlar­ dı. Diğer ortalar vilayetlerde görev yapar­ lardı. Her ortanın ayrı bayrağı ve tanıtıcı amblemi vardı; savaşta bunları çadırları­ nın üzerine koyarlardı. Başlangıçta yalnız 101 cemaat ortasından oluşan Yeniçeri ocağı'na Fatih döneminde Sekbanlar ocağı katıldı. Bayezit II döneminde ise yal­ nız devşirmelerden oluşan Ağa bölükleri kuruldu. Böylece 65. cemaat ortasını teş­ kil eden 34 sekban ortasıyla birlikte Yeni­ çeri ocağı üç zümreden oluşmuş oldu. —Mant. Orta terim. Bu kavram ilk uygu­ lanış alanını klasik tasımda buldu. Aristo­ teles, orta terimi şöyle açıklar: "Orta terim, kendisi başka bir terimde içerilmiş olan ve kendisinde başka bir terimi içeren ve bu yüzden ortada yer alan terimdir” (Anali­ tikler, 1,1,4). Örneğin, "Bütün kuşlar hay­ van, bütün serçeler de kuş ise, bütün ser­ çeler hayvandır" tasımında, “ kuş" terimi “ hayvan" teriminde içerllmiştir, aynı za­ manda üçüncü bir terimi, "serçe” terimi­ ni de kendi içermektedir. Bu durumda, "kuş" orta terim, "hayvan” büyük terim, "serçe” de küçük terim adını alır. —Siyas. bil. 1965 genel seçimlerine gidi­ lirken CHP genel başkanı ismet İnönü, partinin ortanın solunda olduğunu ileri sürdü. CHP'nin altı temel ilkesi'nden (altı ok) halkçılık, laiklik ve devrimciliğin parti­ yi, partiler yelpazesinde ortanın soluna yerleştirdiğini açıkladı. 1961 Anayasası' nin da partiler için ortanın solunda bir si­ yaseti öngördüğünü savundu. Ortanın so­ lu, aşırı sol girişimlerin yayılmasını önle­ yecek bir akım olarak sunuldu. CHP'de bu akıma karşı çıkan sağ gruba, genel sekreter Bülent Ecevlt önderliğindeki or­ tanın solu grubu üstün geldi; sağ kanatta olanlar CHP'den ayrıldılar. Ortanın solu akımı 1969 seçimlerinde de savunuldu; anlamı açıklandı. Karşı partiler kendi pro­ pagandaları açısından "ortanın solu"nu değerlendirdiler ve CHP'ye karşı "Orta­ nın solu, Moskova’nın yolu” biçiminde slo­ ganlar ürettiler. O R T A , Sivas'ın Şarkışla ilçesine bagiı bucak; 2 133 nüf. (1990); 12 köy. Merke­ zi Ortaköy, 542 nüf. (1990). O R T A , Çankırı'nın Karadeniz bölgesi sınırları içinde kalan kesiminde İlçe; 26 457 nüf. (1990); 513 km2; 27 köy. Merke­ zi, Çankırı'nın 65 km B.'sında Orta, 5 887 nüf. (1990). Tahıl üretimi. O R TA (Garda OE), portekizli hekim ve doğabilimci (Elvas 1499'a doğr.-1568). 1534'te kralın başhekimi olarak, Doğu Hindistan’a gönderilen bir donanmayla yola çıktı. Asya kolerasını ilk betimlejren odur. Coloquios dos Simples e Drogas e Coisas Medicinalis da india America (Hin­ distan ve Amerika kökenli uyuşturucula-



Orta Afrika Cumhuriyeti bağı, mısır, yağmura bağlı olarak yetişti-



rilen pirinç ve toprakların kuzeydeki yarısında darı) yanı sıra, önemli bir gelir kay­ nağı oluşturan pamuk (gerilemektedir, 1990'da 33 000 t), tütün (2 000 t) ve kahve de yetiştirilmektedir. Ama, kauçuk gibi kahve (25 000 t, 1989) de özellikle sanayi işletmelerinde üretilmektedir. Sı­ ğır yetiştiriciliğiyle (2,5 M baş), kurak mevsimlerde yaylaya çıkan, süt ve tere­ yağı satan Bororolar uğraşır. Büyük şirketler ormanları etkin biçimde işletir. Boali çağlayanı elektriğin % 90'ını sağ­ lar. Yeraltından, el emeğiyle elmas çıka­ rılır. Bakuma'daki uranyum henüz işletilmemektedir. El sanatlarının her yerde et­ kin olmasına karşılık sanayileşme önem­ sizdir (kereste soyma ve biçme, besin sanayisi, tekstil, elmas yontuculuğu, bi­ siklet ve otomobil montajı). Bangi'de odaklanan karayolu ağı par­ lak durumda değildir (yalnızca % 2'si asfaltlanmış 22 500 km yol). Irmak ula­ şım yolu (Ubangi ve Sangha) kıtanın or­ tasında kalan bu ülke için hayati rol oy­ nar; ama ulaşım sorunları vardır: sığ su­ lar, kayalık eşikler. Duala ile kara bağ­ lantısı (kara ve demiryolu) önem kazan­ mıştır. Elmaslar, pamuk, kahve ve keres-



OflTA AFRİKA CUMHURİYETİ



elektrik makineleri



malıAfaife ^



^



makineleri



tarım v e Ç A D h a y v a n c ılık .ç a j hayvar,|arının



ın h a y v a n la r ın ın



M ' B o ro ro h a y v a n c ılık



\



¿ .- d t "



s



J S



r ''



; -A



elmas işletmesi



m



uranyum



demir (tasarı)



E N E R Jİ



y o lla r ı\



to'gesi



sanayi m akine ve donanımları (pompa, kompresör, vb.) •



MADENLER



korum a ilaçları



D IŞALIM



x\ V 2



kamyon



m adenlerde ve ki bayındırlık işlerinde ■ kullanılan gereçler ▼



| şiarım $



8899



'



MDele



j@



kömür



l-:& -



hidroelektrik santral



% Uaddb



Ş '% n g a « o . K a g a -B a n d o ro



LAGOÎ V, L



Transkam erun TRANÎ yoluna doğru -J



M ’Patu



Bozum



Bakuma



Bambi rj" Â lin d a o lO A L İir* fc BOALı



\.



N



r"i< o n



| j Y / İç J



I



g



o



......



kahve tarımı kuzey sınırı pamuk bölgesi



AĞAÇ SANAYİ



O V







çırçıriama mgrkezı yağ fabrikası iplikçilik, dokuma ıpımçııiK, aokuma, basma, hidrofil pamuk, pansman



D IŞSAT IM



f ( Z in g a uM olngum ba



SIK ORMANIN KUZEY SINIRI



P A M U K S A N A Y İS İ



*L o k o ‘



Yukarı „ Sangha işletme bölgesi



ULAŞIM — transafrika yolu ■ asfaltlı bölüm J incelenen bölüm ®



Lobaye işletme bölgesi







hızar







ağacın ilk dönüşümü (1974‘ten beri)_____



_________



| ) t Bangi



çeşitli sanayi merkezi



tasarı halinde bölüm



— öbür yol (asfaltsız) büyük tonajlı gemilere açık akarsu yolu küçük tonajlı gemiler başlıca akarsu üzeri liman



biçilmiş ve soyulmuş ağaç



pamuk



işlenmiş ve



MADENSEL ÜRÜNLER



.idawMimtfBi. rın ve kımı Dasit ilaçların tarihi) adlı kitabı yayımladı.



OR TA A F R İK A C U M H U R İY E Tİ, Orta Afrika'da devlet; 617 000 km2; 2 937 000 nüf. (1991). Başkenti Bangi. Resmi dili fransızca. COĞRAFYA • Doğal çevre. Kamerun'daki Adamaua platosunu devam ettiren Cambriaöncesi taban ve ikinci Zaman'da oluşmuş ve B.’da Yadö kütlesinde (Ngaui dağı, 1 40CF m) ve K.-D.’da (Dar Fertit, Bongo dağları, 1 400 m) yükselen kumtaşı örtüsü, yanı başında kayalık (kaga) inselberglerin bu­ lunduğu düzleşmiş topraklardan bir sırt oluşturur. Bu yüksek topraklar, K.’de Çad çanağının kenarına doğru ve G.’de Ubangi’ye ve Zaire çanağına doğru inen bir dizi



akarsuyu besler. G.'de yarı ekvator rejimin­ de (1 600 mm) olan yağışlar kuzeye doğ­ ru azalır (7 aylık kurak mevsim, 900 mm), oysa sıcaklık artar (30 °C'tan çok). Güney­ deki kesintili bir sık orman kuşağı bir ya­ na bırakılırsa, ülke, bol büyük memeli hay­ vanları içeren bir faunayı (filler, mandalar, antiloplar) barındıran seyrek ormanla ya da ağaçlı savanla kaplıdır. • Nüfus ve iktisat. Bandalar (orta kesimin doğusu), Gbayalar (batı), Saralar (kuzey -batı) ve Zandeler (güney-doğu) çeşitli za­ manlarda yöreye gelmiştir ve patikalar bo­ yunca kurulmuş küçük köylerde yaşarlar; buna karşılık Pigmeler (ormanda) ve Bo­ rorolar az yerleşiktirler. Sürekli kırsal göç­ ler Bangi'nin ve birçok bölgesel merke­ zin (Berberati, Bossangoa, Bangassu) bü­ yümesini hızlandırdı. Besin bitkilerinin (manyok, sinirotu, yam, yerfıstığı, balka-



te, dışsatımların hemen hemen tamamını oluşturmaktadır; hidrokarbonlar, çimento, içecekler, taşıt araçları ve makineler dış­ alımın en önemli kalemleridir. Av turizmi devlet için önemli gelir kaynağıdır ve hay­ van rezervleri düzenlenmiştir. Tarım ürün­ lerindeki (kahve) ve elmas üretimindeki ar­ tış, dış ticarette geçici bir fazlalık yarattıysa da, günümüzde ödemeler dengesi açık vermektedir. TARİH Yaşamları büyük ormanın varlığına bağlı olan Babingalar ve bugün sayıları birkaç tanığa indirgenmiş olan Bantular aracılık yapan ve ırmak havzasının bazı bölgelerinde Ubangiler diye bilinen Nzakaralar ile nübye soyundan gelen Saralar'a karıştılar. Fanglar XVIII. yy.'ın sonla­ rına doğru ülkeden ayrılarak Atlas okya-



EKONOMI



ÜRÜNLER



Orta Afrika Cumhuriyeti 8900



nusu yönüne göç ettiler. Çad’ın G.’inden G.-D.'ya göç eden Zandeler ise Yukarı Ubangi ve Bahrülgazel'de bir devlet kur­ dular Bandalar ile çarpıştılar, daha sonra onlarla uzlaşarak üç ayrı banda krallığı oluşturdular. Hausa ülkesinden gelen Gbayalar da Pöller’in saldırıları yüzünden G.-D.'ya göç ettiler. Onların bir kolu olan Mancalar daha sonra Kuzey'e doğru iler­ lediler. Darfur'dan gelen Bandalar bir uaddai sınır beyliği olan Dar ül-Kuti’nin ku­ rulması sonucu parçalandı. Bunların da­ ğılmaları bir dizi savaşa neden oldu. Önceki yüzyıllarda da Afrika'yı kasıp ka­ vuran esir avı XIX. yy.’da Bagirmi, Uaddai, Bornu ve Adamaua'dan (Pöller) başlaya­ rak yoğunlaştı. Daha sonra, bölgeye Bahrülgazel yakınlarındaki geniş bir bölgeye egemen olan Zübeyr gibi Yukarı Nll'in bir­ takım tacir-beyleri geldi. 1875 yılına doğ­ ru, Yukarı Ubangi Mısır yönetimine geçti. Zübeyr'in G.-B.'ya doğru ilerleyen köleci seferlerini yardımcısı Rabah, bir yandan da özellikle Bandalar arasından asker top­ layarak sürdürdü. 1885'te Mancalar’a ye­ nilince, saldırılarını Saralar'a yöneltti. Ra­ bah, Kuti'de bir hükümet darbesi gerçek­ leştirdikten sonra Çad'a yerleşti. Bu dar­ beyle sultan Kober devrildi, yerini yeğeni Senusi aldı. 1885'ten sonra, Kongo havzasına yer­ leşen Fransızlar, K.'e doğru ilerlediler ve 1889’da Bangi'yi kurdular. 1891 şubatın­ da Crampel öldürüldü, aynı yılın mayıs ayında Foureau, Gbaya'lar karşısında ye­ nilerek geri çekildi. 1892'de Comité de l'Afrique française için Dybowski ve Maistre tarafından imzalanan antlaşmayla Fransa savanların batısını ele geçirdi. 1894 yılının en önemli olayı Belçikalılar'ın M’Bomou'nun G.’inden geri çekilmeleriy­ di. Yukarı Ubangi genel komiserliği Liotard’a verildi. 1896’da Pöiler, Gbayalar'a ve Fransızlar'a yenildiler. Rabah'a Uaddai ülkesine karşı askeri harekâtlar düzenlen­ di. Marchand heyetinin Faşoda'da (Kodok) başarısızlığa uğramasından sonra (1896-1898) Fransa elinde yalnızca Uban­ gi havzası kalmak üzere, Nil ve Bahrülgazel’den çekilmek zorunda kaldı. 21 Mart 1895 fransız-ingiliz antlaşması, Fransa'ya Çad gölü çevresindeki üç sömürge böl­ gesini, Cezayir. Batı Afrika ve Kongo hav­ zasını birleştirme olanağını verdi; ama bu birliği sağlamak için önce Rabah'ı orta­ dan kaldırmak gerekti (Kuseri savaşı, 10 ocak 1900). 1905'te Ubangi-Şari sömürgeye dönüş­ türüldü ve 1910’da Kongo havzasıyla Çad’daki öbür üç fransız toprağına katı­ larak Fransız Ekvatoral Afrikası oluşturul­ du. 1900 yılından sonra, ölçüsüz yağma­ lara girişen imtiyazlı şirketlerin kuruluşu ve yerli halk arasından aşırı sayıda hamal toplamaları, özellikle Mancalar arasında gerçek ayaklanmalara yol açtı. Direnişin üstesinden gelmek ve imtiyazlı şirketlerin ülkeye elkoymalarını kolaylaştırmak için 1908'den 1911 'e dek sürecek büyük bir sefer yapılması gatekti. Bu sırada korkunç salgın hastalıklar halkı kırıp geçiriyordu. Fransız-alman rekabeti, Sangha ve Lobaye havzalarını Almanya’ya bırakan ve 1914-15'te yeniden işgal edilecek olan toprakları sömürgelikten kurtaran 1911 antlaşması'yla sona erdi. 1919’da Uban­ gi tam bir yoksulluk içinde bulunmaktay­ dı, bu nedenle sömürge valisi Lamblin kır­ sal bölge halklarını kurtarmaya girişti. Ba­ şardığı işlerin en önemlileri bir ulaşım ağı kurulması ve yeni bir tarım siyasetinin uy­ gulamaya konulmasıydı. Kauçuk krizi ve Kongo-Okyanus hattı için işçi toplanması Gbayalar savaşı denilen savaşa yol açtı (1928-1934). Ama ekonomik bunalımın hüküm sürdüğü bu dönemde, maden, pamuk ve kahve üretimi başlatıldı. Gene de Fransız Ekvatoral Afrikası'nın Fransa’ ya bağlanması, Ubangi-Şari’de ağır sö­ mürü koşullarını geri getirdi. 1946’da Fransa’nın denizaşırı toprakla­ rından biri durumuna gelen Ubangi-Şari Fransa parlamentosu'na delege olarak



1951 ve 1956'da yeniden seçilecek olan özerklik ve katılım yandaşı Barthélémy Boganda’yı gönderdi, ilk siyasal parti olan le Mouvement économique et social de l'Afrique noire (MESAN) ağustos 1950'de kuruldu. 1956'da ayrıntıları hükümet ka­ rarnameleriyle belirtilecek olan bir yasayla Ubangi-Şari'ye içişlerinde özerklik tanın­ dı. MESAN Fransız Ekvatoral Afrikası’nın siyasal yaşamına katılmak istedi. Ekim 1958'de Boğanda Ubangi, Kongo ve Çad’ın yanı sıra Belçika ve Portekiz sö­ mürgelerini de kapsayacak bir Birleşik Devlet kurulmasını önerdi ve 1 aralık 1958'de Communauté’nin merkezinde Orta Afrika Cumhuriyeti ilan edildi. Boganda'nın mart 1959’da bir kazada ölmesi üzerine Devlet ve Flükümet başkanlığına akrabası David Dacko getirileli. Dacko 1962’de MESAN’i tek yasal parti duru­ muna getirdi ve ocak 1964'te oyların °/o 99’unu alarak yeniden seçildi. 31 aralık 1965 gecesi albay Jean Be­ del Bokassa, Çin yanlısı komünistlerin bir komplosunu bahane ederek akrabası Da­ vid Dacko'yu devirdi, ardından Devlet ve Hükümet başkanlığına geldi. Bokassa ocak 1966’da Çin Halk Cumhuriyeti ile iliş­ kilerini kesti ve Meclis'i dağıttı. Genel sek­ reteri olduğu MESAN’ın desteğiyle 1967' de general oldu ve tüm yetkileri elinde toplamaya başladı. 1972’de, ölümüne dek Cumhurbaşkanı kalacağını ilan etti ve 4 aralık 1976'da da İmparator unvanını al­ dı._ Ülkenin dışişleri dalgalı bir gelişim iz­ ledi. Orta Afrika Cumhuriyeti, Zaire ve Çad'ın da üyesi oldukları Orta Afrika Cumhuriyetleri Birliği'nden (UFAC) çekil­ di ve Gabon ile Kongo Halk Cumhuriyeti’nin üye oldukları Orta Afrika Gümrük ve ekonomi birliğine (UDEAC) kabul edildi. Kısa bir süre sonra Bokassa bu birlikten de ayrıldı ve Zaire ile ilişkilerini kesti. 1970’te Zaire Cumhurbaşkanı Mobutu ile barıştı. Bokassa, 1969'dan sonra kararlı biçim­ de sosyalist ülkelere yaklaşma politikası uyguladı ve İsrail ile ilişkilerini kesti. Fran­ sa ile ilişkileri 1969’da elmas şirketlerine konulan vergiler ve 1971'de çıkarılan Or­ ta Afrika parası gibi mali nitelikteki birta­ kım anlaşmazlıklar yüzünden kararsız bir döneme girdi. 1974’te Bokassa geniş çapta ulusallaş­ tırmaya gitti ve Bangi’deki Fransız başkon­ solosluğunu kapattı, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler V. Giscard d'Estaing' in Cumhurbaşkanlığı döneminde düzeldi. Keyfi bir yönetimin hüküm sürdüğü ül­ kede ekonomik sorunlar arttıkça, hükü­ met gücünü yitirdi. Bokassa 1979’da, Fransa'nın da yardımıyla eski Başkan Dacko tarafından devrildi. Cumhuriyet yeniden kuruldu; 1981'de halkoylamasıyla yeni bir anayasa yürürlüğe kondu. Da­ vid Dacko Cumhurbaşkanlığına seçildi, ama bir askeri darbe sonucunda yerini André Kolingba'ya bırakmak zorunda kal­ dı. 1982'deki darbe girişimi rejim karşıtla­ rı üzerindeki baskıların artmasına neden oldu. Ülke dışına kaçan muhalefet önder­ leri anayasanın tekrar yürürlüğe konması ve askeri yönetime son verilmesini amaç­ layan bir örgüt kurdular. 1986'da tekpartili düzeni öngören bir anayasa kabul edil­ di. 1987’de seçimler yapıldı. Mart 1991' de yeni bir anayasa reformu yapıldı ve başbakanlık makamı ihdas edildi. Nisan 1991'de çokpartili yaşama geçildi. Ekim 1992'de yapılması gereken Cumhurbaş­ kanlığı seçimleri, karışıklıklar nedeniyle başkan Kolingba tarafından askıya alındı, Kolingba şubat 1993'te, demokratikleş­ me sürecini engellediği gerekçesiyle başbakan Mehendoma'yı -görevden ala­ rak, yerine, muhalefetteki Sosyal demok­ rat parti nin başkanı Enoch Derant Lakoué'yi başbakanlığa atadı. ORTA AĞAÇKAKAN a. Zool. Asya ve Avrupa'nın büyük bölümünde yaşayan ağaçkakan. (Başının üstü kırmızı, kuyrukaltı pembedir. Yerli kuştur. Böcekler, to­



humlar, palamutlarla beslenir. Bil. a. Dryolbates medius; ağaçkakangiiler familyası.)



Orta Am erika barış planı (Arias pla­ nı), Orta Amerika'da barışın gerçekleşti­ rilmesini sağlamak için Guatemala Baş­ kanı Oscar Arias Sânchez’ln önerdiği plan. Arias’ın Guatemala, Nikaragua, Kosta Rika, Salvador ve Honduras için önerdiği 10 maddeyi kapsayan planda: 1. ulusların her birinin iç barışı sağlaması ve devletlerle gerilla grupları arasında barışçı bir diyalog kurulması; 2. etkili ve sürekli ateşkes ilan edilmesi; 3. çoğulcu, geniş katılımcı; basın özgürlüğüne, özgür siya­ sal partilere dayanan demokratik düzenin gerçekleştirilmesi; 4. serbest seçimlerin yapılması; 5. gerillalara askeri yardımların kesilmesi; 6. ülke topraklarının komşu ül­ kelere saldıran gerillalann üssü olarak kul­ lanılmasına izin verilmemesi; 7. Contadora grubu'nun denetimi altında güvenlik, tahkik, denetim, silahsızlanma gibi konu­ larda görüşmelerin sürdürülmesi; 8. gö­ çe zorlanan insanlara koruma ve yardım sağlanması; 9. yoksulluktan kurtulmuş, eşitlikçi bir toplum düzeyine ulaşmak için işbirliğinin sağlanması; 10. planda öneri­ len konuların gerçekleştirilmesinin sürek­ li izlenmesi öngörülüyordu, ilgili ülke başkanları tarafından 7 ağustos 1987'de im­ zalanan plan Başkan Arias Sânchez'e 1987 Nobel barış ödülü'nü kazandırdı.



Orta Am erika ortak pazan (Central American common market) [CACM], 1960'ta Managua’da kurulan ve Guate­ mala'yı, Honduras’ı, Nikaragua'yı ve 1962’ de Kosta Rika'yı içine alan iktisadi toplu­ luk. O rta Anadolu linyitleri işletm e­ s i, Ankara'nın Nallıhan ilçesinde Türkiye Kömür işletmeleri kurumu'na bağlı işlet­ me. 1967'de Başyurt kolektif şirketi'nden devralınan kuruluş, Çayırhan-Nallıhan ve Davutoğlu-Nallıhan yataklarını işletmek­ tedir. Yatakların toplam rezervi 400 mil­ yon ton dolayındadır.



O rta Anadolu rafinerisi, Kırıkkale’ de kurulu petrol arıtım tesisi. 1976'da türk firmaları ile Romenexport-import ve Roompetrol adlı rumen firmalarınca yapımı­ na başlandı. 1986 sonunda deneme işlet­ mesine alınan tesisler, 1987 başında ke­ sin işletmeye açıldı. Yılda 5 milyon ton ham petrol işletme kapasitesine sahip olan rafineri, bölgenin petrol gereksinimi­ ni karşılamaktadır. Kuruluş, bünyesinde bulunduğu Türkiye petrol rafineleri aş' deki diğer rafinerilerle birlikte özelleştiril­ mesi öngörülen KIT'ler listesine alınmıştır. ORTA ATLANTİK sırtı - ATLAS Ok­ yanusu sırtı. O rta Batum , D. Karadeniz bölgesinin bazı kesimlerinde, özellikle Artvin ve çev­ resinde, erkekler tarafından oynanan ho­ ron türü bir halk oyunu.



O rta cam isi, Yeniçeri ocağı'nın cami­ si; osmanlı kaynaklarında Camii miyâne olarak anılan bu yapı önceleri mescit iken, Süleyman l'in (Kanuni) sadrazamı İbrahim Paşa tarafından camiye dönüştürüldü. Ye­ niçerilerle ilgili önemli konular burada gö­ rüşülürdü. XVII. yy.’dan sonra sık sık pat­ lak veren yeniçeri ayaklanmaları da bu­ rada kararlaştırılıyordu. Osman II Yedikule’ye götürülmeden önce bir süre burada hapsedildi.



ORTA gölü (Antikçağ'da lacus Cusius), Alpler'in eteğinde küçük buzul gölü, İtal­ ya’da (Novara ili). 300 m yükseklikte bulünur, Toce ırmağının kolu Strona aracılı­ ğıyla Maggiore gölüne dökülür; 18,2 km2. ORTA İmparatorluğu, Çinliler'in ken­ di ülkelerine verdikleri adlardan biri olan Cong-Hua teriminin ("Cong” orta anlamı­ na gelir) çevirisi olan ve eskiden batılı coğ­ rafyacılar tarafından Çin'e verilen ad.



ORTA İMPARATORLUK, firavunlar monarşisinin ikinci istikrar dönemi. Birin-



Ortaçağ a ara' dönemin (İ.Û. 2263-2160) karışıklıklanndan sonra, Teb prensleri, yeniden tek bir krallık yaratarak ve XI. ve XII. ha­ nedanları kapsayan (2160-1785'e doğru) Orta imparatorluk'u kurarak Mısır'ı tekrar birleştirdiler. Birbiri ardınca Antetler ve Montuhotepler, daha sonra Amenemhat’ lar ve Sesostris'ler, ülkenin gerek iç yöne­ timini, gerekse onun dış istilacılara karşı savunmasını sıkıca kendi ellerine aldılar. Yeni hükümdarlar, monarşinin ve devlet otoritesinin itibarını canlandırmaya özen gösterdiler: bundan böyle daha ''insani” bir niteliğe bürünen firavun (tanrılarla in­ sanlar arasındaki zorunlu aracı), “ zayıfla­ rı ayakta tutan bir destek" oldu. Toplum daha iyi bir yapıya kavuşturuldu, resmi görevler kral tarafından dikkat ve özenle yeniden dağıtıldı. Bunu yaparken kral, özellikle, görevlerin miras yoluyla geçme­ sine karşı önlemler almakta ve her zaman bağımsızlık özlemi duyan taşra hüküm­ darlarını yakından gözlemekteydi. Yöne­ tim yeniden örgütlendi, kadastro gözden geçirildi. El-Fayyum toprakları değerlen­ dirildi: Moeris gölü çevresine, suyun da­ ğılışını düzenleyerek geniş, verimli bir ova yaratan bir kanal sistemi kuruldu; El-Lahun'da inşa edilen bir eklüz, suyun geli­ şini düzene sokarken, büyük bir baraj da taşkın zamanlarında biriken suların oluş­ turacağı tehlikeye karşı vadiyi koruyordu. Çalışmalar, İşleri yakından denetleyebil­ mek için başkentini El-Lahun'a taşıyan Sesostris II tarafından başlatıldı. Krallığın res­ mi koruyucusu bundan böyle tebli tanrı Amon oldu ve onun çevresinde gerçek bir birleştirici devlet dini örgütlendi; Amon, güçlü güneş tanrısı Re ile birleşti ve diğer tanrılar, tanrı Amon-Re’nin yardımcı tanrı­ ları haline geldiler. Kent prenslerinin, Mı­ sır kralları olmaları sayesinde, Teb ve Amorfun parlak çağı başladı. Yalnızca tanrı Osiris* bu "sistemin dışında kaldı. Osiris herkes için ölüler tanrısı oldu ve kut­ sal yeri Abydos*, bundan böyle büyük bir dinsel ve siyasal saygınlık kazandı. Ülkeyi daha tam bir güvenceye almak için Amenemhat I, Delta'nın doğu sınırı üzerindeki kaleler dizisinden oluşan “ Prens Duvarları"™ inşa ettirdi. Fenike siteleriyle ilişkiler karada ve denizde gelişti; Akde­ niz kıyısı ülkeleri Mısır hegemonyası altı­ na girdi. Sina ve madenleri değerlendiril­ di, seferler çoğaldı; burada Amenemhat III ve Amenemhat IV adına tapınaklar ku­ ruldu. Nübye ve Sudan içlerine sistemli bir giriş başladı; seferler en azından 3. çavlana kadar ulaştı (Sesostris II döneminde), stratejik noktalara kaleler yaptırıldı ve afrika toprakları tam anlamıyla bir "kolonileştirme"ye sahne oldu. Mısır, Orta İmparatorluk döneminde tekrar zenginlik ve saygınlık kazandı. Ne var ki, bir yandan bir hanedan krizi öte yandan Yakındoğu Asya “ haritası"™ de­ ğiştiren büyük hint-avrupa istilaları, fira­ vunluk kurumunun bu ikinci tarih evresi­ ni de sona erme tehlikesiyle karşı karşıya getirdi ve bu durum Yeni* imparatorluk dönemine kadar sürdü.



ORTA KONGO, eski Fransız Ekvatoral Afrlkası'nın (FEA) toprakları. (-» KONGO.) O rta m enzilli fü zeler (IN F) a n t­ laşm ası, ABD Başkanı Reagan ile SSCB Komünist partisi genel sekreteri Gorbaçov'un VVashington'da imzaladık­ ları (8 aralık 1987), orta menzilli füzelerin imha edilmesini öngören antlaşma. 500 5 500 km menzilli, nükleer başlık taşıya­ bilen ABD yapısı Cruise ve Pershing II füzeleriyle rus yapısı SS-4, SS-5, SS-22, SS-23 ve üç nükleer başlık taşıyan SS20 füzelerinin üç yıl içinde, yerleştirildik­ leri ülkelerden (İngiltere, eski AFC, Belçi­ ka, İtalya, eski ADC, eski Çekoslovakya ve eski SSCB) sökülerek imha edilmesi hükmünü içeren antlaşma "Yüzyılın ant­ laşması' olarak bütün dünyada olumlu karşılanmıştı.



ORTABAĞ, Şırnak ın Uludere ilçesine



bağlı bucak; 10 250 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi Ortabağ (esk. Gerür), 1 337 nüf. (1990).



ORTABEYİN a. Nöroanat. Embriyonda­ ki orta beyin keseciğinden başlayarak ge­ lişen beyin bölümü. (Yetişkinde, ortabeyin öndeki beyin sapları İle arkadaki dördüz tüberküllerden oluşur ve halka tümseği beyin yarımküreleriyle birleştirir.)



ORTABÖBREK a.



MEZONEFROZ'un



eşanlamlısı.



ORTABÖLGE a. Petrogr. Hidroksllll minerallerim(amfiboller, mikalar) kararlılığıy­ la ayırt edilen başkalaşım kuşağı.



ORTABÖLOESEL sıf. Petrogr. Ortabölgeye ilişkin bir kayaç için kullanılır.



ORTACA, Muğla ilinin Akdeniz bölge­ sinde kalan kesiminde ilçe; 29 287 nüf. (1990); 16 köy. Merkezi, Muğla'nın 80 km G.-D. sunda Ortaca, 12 103 nüf. (1990).



ORTACALAR, Artvin'in Arhavi ilçesi­ ne bağlı bucak; 1 573 nüf, (1990); 8 köy. Merkezi Ortacalar (esk. Ortaköy), 173 nüf. (1990).



ORTAÇ ->



S I F A T F İ İL .



ORTAÇ (Yusuf Ziya), türk şair, oyun ya­ zarı, yayımcı (İstanbul 1895 - ay. y. 1967). Vefa lisesi'ni bitirdikten sonra sınavla ede­ biyat öğretmeni oldu. Ordu milletvekili ola­ rak TBMM'de görev aldı (1946-1950). He­ ce vezniyle ve sade dille ürün veren, Beş* hececiler adlı topluluğun üyelerindendi. Hece vezniyle türkçe ilk oyun olan Binnaz (1919), döneminde geniş ilgi gördü. Gül­ mece dalında ürünler vererek 1924'te gül­ mece dergisi Akbaba'yı yayımlamaya başladı. Yayımı aralıklarla süren bu der­ gi, yazarın ölümünden sonra kısa bir sü­ re de oğlu Engin Ortaç tarafından çıkarıl­ dı. Dikkatli toplumsal gözlemlerle yazılmış Göç (1943), Uç katlı ev (1953) gibi roman­ ları olan yazarın edebiyat dünyasıyla ilgili gözlem ve anıları Portreler (1960), Bizim yokuş (1966) yapıtlarındadır.



ORTAÇAĞ, Avrupa tarihinde geleneksel olarak, son Batı Roma imparatorunun dü­ şüşü (476) ile kimilerine göre İstanbul’un Türkler tarafından fethi (1453), kimilerine göre ise Amerika'nın keşfi (1492) arasına yerleştirilen dönem. Başlangıç ve bitiş tarihlerinin böylesine »kesin olarak belirlenmesine karşı çıkılabilir Ortaçağ’ın kronolojik olarak asıl başlangı­ cı sayılabilecek son germen İstilalarından (V. yy.) çok önce Roma uygarlığı çöküş dö­ nemine girmiş ve yerini, ortaçağ "sistemi­ nin habercisi olan siyasi, toplumsal-iktisadi ve dinsel eğilimlere bırakmıştı. Ama özel­ likle dönemin öbür ucundaki olaylar önem­ lidir: 1453’te İstanbul'un Türkler tarafından fethi ve XVI. yy.'da patlayan din savaşları. Bunlardan birincisi, sona ermekte olan bir dünyayı simgeler: can çekişen imparator­ luğun tek başına kalması, XV. yy.'ın ortasın­ da, haçlı seferi ya da İslamlık karşısında tam bir dayanışma düşüncesinin geride kaldığını gösteriyordu. Dahası, bu olay, ar­ tık ulusal devletlere bölünmüş olan ve la­ iklik, bireycilik ve çıkar anlayışının hızla ge­ liştiği batı dünyasında, köklü bir anlayış de­ ğişiminin de simgesiydi. Din savaşlarıysa Papalık'ın önderliğindeki din birliğinin so­ na erdiğini gösteriyordu. Ortaçağ uygarlığının belirgin özelliği, si­ yasal düzeyde kamu kavramının zayıflama­ sı yanında, otoritenin de iyice bölünmüş ol­ ması; toplumsal-iktisadi düzeydeyse, tarıma dayalı bir ekonomi ve tek gerçek zenginlik kaynağı olanı toprağı elinde bulunduran bir asker soylular sınıfı ve toprağı işleyen, kö­ leleştirilmiş bir köylü sınıfından oluşan bir toplum; düşünce düzeyinde de, dinsel inanca dayalı ve inancın dile getirilmesin­ de yalnızca Kilise mensuplarına söz hakkı tarayan bir sistemdir.



frank dönemi Galya'da hüküm sürmüş ilk iki haneda­



nın egemenliklerine denk düşen dönem­ de, batı dünyası, Antikçağ’dan gelen de­ ğerler ile barbar istilalarının getirdiği ye­ nilikleri bağdaştırmaya çalıştı. Germen halklarının, bunlar arasında da üç yüzyıl boyunca Galya, İtalya ve Doğu'da Elbe' ye kadar uzanan bölgeyi egemenlikleri al­ tında bulunduracak olan Franklar’ın yer­ leşiminin ilk sonucu, eski Roma imparatorluğu'nun Doğu kesiminden (pars Orientalis) kopmasını hızlandırmasıdır. Bi­ zans, lustinianos döneminde (527-565), imparatorluk otoritesini tüm eski Roma imparatorluğu'na yaymak istemiş, ama bu girişim sonuçsuz kalmıştı. Böylece er­ ken ortaçağ uygarlığı Batı'da çoğunluğu oluşturan Galya-Romalılar'la germen isti­ lacılar arasında gittikçe artan kaynaşma içinde oluşacaktı. Önce iktisadi düzeyde, Roma imparatorluğu'nun son iki yüzyılında başlamış olan evrim hızlandı, iktisadi yapı daha III. yy.’da sallanmaya başlamıştı. Fetihlerin durmasıyla köle el emeği yok olmuş ve imparatorluk hâzinesi boşalmıştı, ilk bar­ bar akınlarından kaynaklanan güvensiz­ lik ve IV. yy.’da imparatorların müdahale­ ci bir iktisadi siyaset izlemeleri yatırımları azaltmış, parayı kıtlaştırmış ve kent yaşa­ mını geriletmişti. Kentlerdeki tüccarlar ve zanaatçılar imparatorluk yönetiminin tedir­ gin edici baskılarından kurtulmak için top­ lu olarak Roma yüksek aristokrasisinin vil­ lalarına (villae) sığındılar. Alışverişin bü­ yük ölçüde gerilemesi sonucu kentlilerin kırsal kesime göç etmesi, kent merkezle­ rine yalnızca yönetim ve din işleri nede­ niyle yaşayacak olan birer müstahkem mevki görünümü kazandırdı. Kentler bu ıssız görünümlerini bütün Erken Ortaçağ boyunca koruyacaklardı. Bu durum bü­ yük toprak sahiplerinin iyice güçlenmesi­ ne neden oldu ve batılı halklar kendileri­ ni hükümdarın uzak otoritesinden daha iyi koruyan yerel güce bağlanmayı yeğledi­ ler. Bu durumda germen istilaları çok bü­ yük değişiklikler getirmedi; bu istilalar, bü­ yük malikânelerin çevresiyle sınırlı kalan ve tüm Erken Ortaçağ boyunca varlığını koruyan kapalı bir kırsal ekonominin ge­ lişmesini ve Ortaçağdaki bağımlılık sis­ temlerinin kökenini oluşturan ve zayıfı güçlüye bağlayan uygulamaları yaygınlaştır­ dı. Barbar hükümdarlar, parasızlık yüzün­ den, hükümetin ve Roma imparatorlarının yönetiminin karmaşık çarklarını döndüremediler. Bunu başarabilseler bile, kendi ik­ tidarları konusundaki görüşleri böyle bir sürekliliği her türlü siyasal anlamdan yok­ sun bırakacak nitelikteydi. Erken Ortaçağ’ın belirgin özelliklerinden biri de bir savaşçı grubuna egemen olan ve ele ge­ çirdiği toprakları ancak çıkar sağlayacak bir yurtluk olarak gören geleneksel ger­ men önderi anlayışı ile yunan-roma dün­ yasının, kamu yararını gözeten kurumlaş­ mış iktidar anlayışının karşı karşıya gelme­ siydi. Merovenjler döneminde (VI. yy. -VIII. yy.’ın ortası) bu anlayışlardan birin­ cisi fazlasıyla öne çıktı; buna karşılık Karolenjler döneminde (VIII. yy.'ın ortası - IX. yy.’ın sonu), seçkin bir grubun düşünce­ sinde de olsa, imparatorluk fikrinin yeni­ den doğuşu, krallığın saygınlığını eski Ro­ ma ilkelerinin düzeyine çıkarma isteğini yansıtıyordu. Ama bu İstek ancak, çöken imparator­ luğun tek ruhsal dayanağı olan Kilise’nin Antikçağ'ın mirasını uzun süre kararlı bir biçimde savunmasıyla gerçekleşebildi. Kuşkusuz batı dünyasındaki genel çökün­ tüden Kilise de etkilenmişti. Kilise’nin ge­ leneksel yapılarında da bir süre anarşi görüldüyse de (VI.-VII. yy.’lar), kırsal kesimin önem kazandığı bir toplumun gereksinim­ lerine piskoposluk kiliselerinden daha iyi uyan, hatta belli bir düşünsel kültürün canlanmasını sağlayan keşişlik kurumu­ nun büyük bir gelişme göstermesiyle Ki­ lise yepyeni bir güce kavuştu. VII. ve VIII. yy.'larda benedikten keşişlerinin çabasıyla metinlerin çoğaltılması da yunan-roma



8901



Yusuf Ziya Ortaç



Ortaçağ 8902



düşünce mirasının bir bölümünün kurtarıl­ masında önemli bir rol oynadı. Bunun ya­ nı sıra Kilise, kırsal yöreleri hıristiyanlığa döndürerek ve Franklar'ın askeri yayılma­ sına koşut olarak Friesland, Saksonya ve Kârnten'i hıristiyanlaştırarak batı dünyasının ruhsal birliğini sağlamayı başardı. Galya, Germanya, İtalya ve ispanya'nın hıristiyan olan kuzey kesiminin VIII. yy.'ın son çeyre­ ğinde Charlemagne'ın otoritesi altında bir­ leşmesiyle müslüman tehdidi önlenince, frank krallığına Tanrı’nın adaletini tüm hıristiyanlığa yaymak gibi dinsel bir görev ve­ ren teokratik öğreti gene Kilise’nin içinden doğdu. Böylece Karolenj dönemi Kilisesi' nin evrenselliği Roma imparatorluğu’nun anısının zihinlerde uyandırdığı o büyüleyi­ cilikle birleşiyordu. Bu çifte özlom, 800'e doğru Charlemagne’ın öncülüğünde im­ paratorluğun yeniden kurulmasıyla sonuç­ landı; ama bu yeniden kurulma tümüyle yapaydı; gerçekten de, batı dünyasının din­ sel birliğini kurmayı ve sürekli kılmayı amaçlayan bu siyasal birlik, kurucusundan sonra ancak otuz yıl ayakta kalabildi. Romalılığa dönüşü yürekten dileyen Kilise dü­ şünürleri, kendilerine önerilen model ile ge­ leneksel uygulamalar (verasete dayalı bö­ lüşüm) arasında seçim yapamayan hü­ kümdarların ve kafalarında bir devlet dü­ şüncesi oluşmasına el vermeyecek ölçüde çeşitli topluluk ilişkilerinin (aile klanı, kom­ şuluk, yandaşlar) içinde yer alan yönetilen­ lerin kararsızlığını hesaba katmamışlardı. Karolenj imparatorluğu'nun Verdun payla­ şımıyla (843) başlayan çöküşü ve bunun sonucunda doğan anarşi, Antikçağ’ın mi­ rasından yararlanma düşüncesinin sonu ol­ du derebeylik çağı (X.-XIII. yy.)



Verdun paylaşımından ancak yanm yüz­ yıl sonra, Karolenjler dönemindeki merke­ zileşme sırasında etkisiz kalan güçler ku­ rulan yapıyı bütünüyle yıktılar. Frank toplumunun, bağımlılık ilişkilerinden hoşnut ol­ duğunu iyi bilen Karolenjler vasallığı ken­ di çıkarları doğrultusunda kullanmaya ve Batı’nın güçlü saydığı her şeyi hükümda­ rın egemenliğinde bir vasallık hiyerarşisi içinde bütünleştirmeye çalıştılar Vasalların bağlılığını güçlendirmek amacıyla beneficia uygulaması yaygınlaştırıldı. Gerçekte bu vasallık ve beneficia ilişkisi krallığı düzelmez bir biçimde güçsüz düşürdü, yüksek gö­ revlilere (dük, marki ve kontlar) ve krala bağlı öbür vasallara hızla zenginleşme ola­ nağı verdi ve toprak ayrıcalığını vasalın senyöre bağlılığının koşulu durumuna ge­ tirdi. Çöküşün dış nedenleri de yok değil­ di. VIII. yy.’da, müslüman yayılması, hıristiyanlığın frank monarşisinin çevresinde bir araya gelmesini sağlamıştı. IX.-X. yy.'daysa, norman korsanların, Sarazenler'in sürekli atanları, ardından macar atanları tam tersi bir duruma yol açtı: bölgesel bir güvensiz­ lik yaratan bu akınlar Verdun paylaşımıyla doğan krallıkların parçalanmasında ve ye­ rel savunma ve yönetimden sorumlu kişi­ lerin nerdeyse bağımsız duruma gelmele­ rinde etkili oldu. Doğu'da, kısa bir anarşi döneminin ardından, Otto hanedanının başlattığı yenilenme, Ren ye Elbe ırmakla­ rı arasındaki topraklar ile İtalya'nın birliği­ nin, roma-germen imparatorunun yöneti­ minde bir süre devam etmesine olanak sağladı. Batıdaysa, bunun tersine, krallık İktidarı, toprak sahibi prensler ve kontlar, yani sıradan senyörler yararına çöktü. Böy­ lece devlet gücünün savaşçı sınıf yararına parçalanması ve soylular arasında vasallığa ve fief’e dayalı ilişkilerin güçlükle düzen­ lenmesi, güvensizliği artırarak sık sık böl­ gesel savaşlar çıkmasına neden oldu. Bu durum kırsal kesimde yaşayanları senyörlerin şatolarına sığınmaya, küçük mülk sa­ hiplerini güvenlik uğruna özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlayarak köylülerin koşulla­ rının kötüleşmesine ve ortaçağ kölelik dü­ zeninin yaygınlaşmasına yol açtı. Bununla birlikte, XI. yy.’da, bu genel çö­ küntü içinde yeni yönelimler ortaya çıkacak,



yerleri olan üniversite merkezleri kuruldu. XII. ve XIII. yy.’larda düzen ve birlik öğeleri Avrupa, bilgiyi yalnızca hıristiyanca amaç­ olarak belirecekti. Bunlardan ilki Kilise’ye lar için kullanmanın sonucu olan yalıtlanİlişkindir. Karolenjler döneminin önemli ku­ madan yavaş yavaş kurtuldu. XII. ve XIII. rumlan arasında, yalnız Kilise, laik İmpara­ yy.'lar, dinsel, toplumsal, iktisadi ve düşün­ torluğun etkisinden sıyrılarak, kendi bün­ sel düzeylerde bir dönüm noktası olmak­ yesinde reform yapmayı (XI. yy.'ın sonun­ la kalmadı, siyasal düzeyde de belirleyici da gregorius devrimi), Papalık'ın çevresin­ bir rol oynadı: Kilise reformlarına yön ve­ de kendi kurumlannı güçlendirmeyi ve batı ren düzen ve hiyerarşi kaygısı zamanla hıristiyanlığının siyasal birliğini olmasa da soylu sınıf için de önem kazandı ve XII. dinsel birliğini sağlamayı başaracak gücü yy.'ın ilk yarısında prensler ve krallar çev­ gösterebilecek gibiydi. Kilisedeki bu yeni­ resinde yavaş yavaş bir hiyerarşi kurulma­ lenme geleneksel keşişlik kurumunun çok ya başladı. Burjuvazinin kazanımlarının da büyük bir atılım yapması (Cluny) ve feodal XII., özellikle de XIII. yy.’larda durumları dünyadan daha bağımsız yeni bir keşişlik gözle görülür biçimde düzelen kırsal nü­ kurumunun (Citeaux) doğmasıyla ortaya fus üzerinde bazı yansımaları oldu. So­ çıktı. Özellikle de Kilise'nin şövalyelik idea­ nunda, XIII. yy.’da, krallık otoritesi olağan­ li üzerindeki ruhsal etkisiyle kendini göster­ üstü bir güç kazandı ve yüzyılın sonunda, di: düzen ve Janrı barışı, bir şövalyelik ide­ Beaumanoir, Aristoteles'ten aldığı ortak çı­ alinin doğması, XI. yy.'ın sonlarından baş­ kar kavramına dayanarak bu otoriteyi ya­ layan haçlı seferleri serüveni, gerçekte yağ­ sallaştırdı. macılığa ve şiddete fazlaca alışmış bir as­ ker sınıfın rolünü (pugnatores), öbür iki sı­ G eç Ortaçağ (XIV.-XV. yy.) nıfın, yani dua edenlerin (oratores) ve çalışanlann (laboratores) korunmasıyla sınırlan­ Hiç kuşkusuz Geç Ortaçağ bütün bu dırıp onları kışlaya döndürmeye çalışarak değişmelerin dolaysız mirasçısıydı, aynı hıristiyan halkın birliğini yeniden kurmayı zamanda da Ortaçağ'a özgü değerlerin amaçlayan bir siyasetin çeşitli yönleriydi. Ki­ yavaş yavaş bırakıldığı bir dönem oldu. Ki­ lise'nin bu ruhsal etkisi, Doğu Avrupa'da lise’nin, altın çağını yaşamakla birlikte, ilk daha XI. yy.’ın başında imparatorluğun ta­ büyük sapkınlıklarla (Vaudlular, Katharlar) sarılarıyla çatıştı ve sezarpapacılığın üstün da karşı terşıya kaldığı XIII. yy. sona erer­ gelmesiyle, sonunda Kutsal imparatorluk’ ken, Kilise, ruhsal otoritesini sarsan bir bu­ un tümüyle çökmesine yol açtı, ama Batı nalım dönemine girdi (Avignon'daki papa­ Avrupa’da, özelikle de Fransa'da, tam ter­ lık, ayrılıklar). XIII. yy.’da daha çok din sine, hem imparatorluğun yayılmacılığını adamlarının yaygınlaştırdığı düşünsel ve önlemek, hem de kilise kurumlarından fe­ sanatsal etkinliğin XIV. yy.'dan başlayarak odal toplum üzerindeki otoritesini yeniden Kilise’nin etkisinden kurtulmasıyla, bu kurmak için yararlanmak İsteyen bir monar­ alanların en başarılı temsilcileri artık laik şiyle uyum içinde gelişti. XI. ve XII. yy.'larda ortaya çıkan ikinci yö­çevrelerden çıkar oldu. İtalyan rönesansı, XIV. ve XV. yy.'larda, Kutsal Kitap ve Ki­ nelim iktisadi ve toplumsal niteliklidir. Da­ lise babalarından çok, Antikçağ edebiya­ ha XI. yy.'ın ortasında alışverişin yavaş ya­ tına ve sanatına dayanacaktı. Kilise'nin si­ vaş yeniden başlamasıyla kendini belli yasal yaşam üzerindeki etkisi bakımından eden bir iktisadi canlanma görüldü. İslam­ da aynı durum sözkonusuydu. Bonifatius lık karşısında elde edilen ve Akdeniz ege­ VIII ile Güzel Philippe IV arasındaki çekiş­ menliğini yeniden batı filolarına (Venedik, me monarşilerin bağımsızlıklarını kazan­ Cenova) kazandıran zaferlerin (Reconqu­ malarıyla sonuçlandı; XIII. yy.’daki hare­ ista, Sicilya’da norman fetihleri, haçlı sefer­ ketler sırasında anarşiye boğulan Kutsal leri) yanı sıra, tarımsal verimin yükselmesi­ imparatorluk dışında, monarşilerin otori­ ne bağlı olarak nüfusun artması ve buna teleri, bunalım içindeki feodal toplum kar­ benzer etkenler sonucunda, ticaretin ve şısında güçlendi. Kültürün yavaş yavaş la­ üretimin canlanması, kent merkezlerinin ikleşmesi ve devletin güçlenmesi modern hızla gelişmesini kolaylaştırdı; bu merkez­ dönemi hazırlarken, birtakım toplumsal ol­ lerin çevresindeki yerleşmeler de canlı, ça­ gular belirginleşti: kent burjuvazisi daha lışkan ve yolculuğa düşkün yeni tür bir ke­ ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine karşı ba­ simin buluşma yerleri durumuna geldi. ğımsızlığını kazandığı senyörler karşısın­ Sözkonusu kesim senyörlüğün çizdiği hu; da olduğu kadar, koyduğu yasaklarla ikti­ kuksal çerçeveye karşı çıkarak, kişisel aysadi yaşamı köstekleyen Kilise karşısında ncalıklar, hatta yönetim özerkliği İstedi. Ko­ da tutumunu belli etmişti. XIII. yy.'dan iti­ mün hareketi daha XI. yy.'ın başında Kubaren, çocuklarını tanrıbilim değil, özgür zel İtalya’da doğdu ve yörenin hemen her sanatlar, hukuk ve hekimlik okumak üze­ yerinde derebeylik düzenini yıktı. Ardından re üniversitelere yollayanlar ve böylece zi­ Kuzey Fransa’da, özellikle de kumaş üreti­ hinleri dindışı bilgilere yöneltenler burju­ cisi kentlerin kontlardan önemli ayrıcalıklar valardı. Daha Güzel Philippe IV'ün döne­ sağladığı Flandre bölgesinde yaygınlaştı. minde, özellikle de Valoislılar'dan sonra, Başka yerlerde prensler komün olgusunu krallara en iyi danışmanları sağlayanlar, daha iyi dizginledilerse de bu durum bur­ güçlü bir monarşi için çalışanlar ve Yüz juvazinin kişisel, ticari ve yönetimsel öz­ Yıl savaşlarında ulus düşüncesinin doğ­ gürlükler kazanmasını ve bu yeni sınıfın masına katkıda bulunanlar onlardı. Tarı­ feodal toplum yasalarının dışına çıkması­ mın ağır bastığı, dinin ve ortaklaşma an­ nı önleyemedi. layışının her zaman egemen olduğu bir Son yönelim düşünsel niteliklidir. Ku­ toplumda çok küçük bir kesimi olarak kal­ ramsal hukuk (kilise hukuku, roma huku­ makla, kimi kurumlan açısından gruplaş­ ku) alanındaki yenilenmeden (bir sonraki maya (meslek loncaları) eğilimli olmakla dönemin en önemli özelliği olan, devlet birlikte XV. yy. kent burjuvazisi, yapısında yapısındaki yenilenme üzerinde bu huku­ kendine özgü değerler (serüven ruhu, bi­ kun belirleyici bir etkisi olmuştur) başka, reycilik, gerçekçilik, çıkar duygusu) barın­ daha XII. yy.'da genellikle din adamları­ nın gerçekleştirdikleri ve dogmacı çarpıt­ dırıyordu. XVI. yy.’ın başında bu değerle­ rin geçerlilik kazanması Ortaçağ’ın sonu malardan kurtulmayı amaçlayan, nereden oldu. gelirse gelsin her türlü katkıyı kabul etme­ ye hazır bir düşünsel araştırma hareketi ORTAÇAĞCI a. Ortaçağ uzmanı. başlatıldı. Bu serbestlik hıristiyan, müslü­ ORTADAMAKSI a. Sesbilg. Eklemleme man, yahudi ya da iranlı düşünürler ara­ yeri sert damağın ortasında yer alan bir sında bağıntı kurulmasını ve Aristoteles, ünsüz için kullanılır. Ptolemaios gibi unutulmuş yazarların ba­ tı kültürüne katılmalarını sağladı, böylece, ORTADAMAR a. Bitki yapraklarının tam insan üzerine yeni bir düşünme çabası­ ortasında bulunan ve yan damarlara gö­ na ve klasik metinlerin yazımı ve incelen­ re daha kalın damar. mesinde parlak bir dönüşe olanak hazır­ ORTADİKME a. Geom. 1. Bir doğru ladı. Bu kapsamlı düşünsel çaba, kendi parçasına (daha belirgin biçimde taşıyı­ kurumlan yarattı: XII. ve XIII. yy.'larda, Av­ cısına) dik olan ve onun ortasından ge­ rupa’nın büyük kentlerinde, bilgiye susa­ çen doğru. (Bu doğru parçasını içeren bir mış kozmopolit bir topluluğun buluşma



düzlemin, doğru parçasının uçlarından eşit uzaklıkta olan noktalarının kümesi ol­ duğu biçiminde de tanımlanabilir. Grafik çizimi için, R > AB/2 olmak üzere iki I ve J noktasında kesişen iki C(A, R) ve C'(B, R) çemberlerinden yararlanılır: (IJ), [AB] nin orta dikmesidir.) —2. Ortadikme düz­ lemi ya da aşırı düzlemi. —3. Bir üçge­ nin orta dikmesi, bu üçgenin üç kenarın­ dan her birinin orta dikmeleri. (Bunlar göz önüne alınan çevre çemberinin merkezi olan bir noktada kesişir.) ♦ sıf. Geom. Bir doğru parçasının orta­ sından geçip bu doğru parçasına dik olan (E3 afin uzayında) bir düzleme ya da da­ ha genel olarak (E„ afin uzayında, n > 3) bir aşırıdüzleme denir ([AB] ele alınan doğru parçası, H de aşırıdüzlem ise, H ye [AB] doğru parçasının ortadikme düz­ lemi, ya da A ile B noktalarının ya da [A, B) çiftinin orta dikme düzlemidir denir. Bu aynı zamanda, H ve (AB) yi içeren E„ düzleminin, dim H = p - 1 ise A ile B den eşit uzaklıktaki noktalarının kümesi­ dir.) O R TA D İR E K a. (orta direk, çadırın or­ tasında bulunan temel direk’ten). Tkz. Toplumunr'gelir düzeyi düşük olan ve ge­ niş bir kesimi oluşturan bölümü.



verimli hilal ülkelerini (Suriye, Lübnan, İs­ rail, Ürdün, Irak), Mısır'ı, Arabistan yarı­ madasını, İran’ı ve genellikle, Afganistan'ı içine alır. Ama bazen Libya’yı, Sudan’ı ve hatta Hindistan yarımadası ülkelerini (özel­ likle Pakistan) kapsayacak biçimde de ge­ nişletilir. Arapçada buna oldukça benze­ yen bir kavram vardır: Mağrib ("Batı” ) ile karşıtlaşan ve temelde Kuzey Afrika’ dan oluşan Maşrık ("Doğu"); Mağ­



O RTADOĞU, hem Uzakdoğu, hem Batı kavramıyla karşıtlaşan coğrafi kavram. Ay­ rıca, aynı ülkeler için kullanılan ve içeriği açık seçik belirlenmemiş olan Yakındoğu (ing. NearEast) kavramını da rahat rahat kapsar. Böylece Ortadoğu terimi, Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri, Türkiye'yi,



rib ile Maşrık arasındaki sınır da belirsiz­ dir (ilke olarak Libya topraklarında Sirenayka ve Trablus arasından geçer). Uzakdoğu ile Batı arasındaki Ortadoğu, çoğunlukla bir geçit alanı olarak tanımla­ nır: buna göre Ortadoğu, bir yanda bü­ yük Avrasya ve Afrika kara kütleleri, öte yanında Akdeniz ile Hint okyanusu bulu­ nan bir kıstaktır. Eskiden kervan ticareti (antrepo görevi yüklenen büyük kent mer-



(Suudi Arabistan)



T U R K M E N I S T A N



Ç u lla /



Konya



Ortadoğu



Bender __ TurkmeVf



.D iyarbal kdana



M usul. KIBRIS •G azı )eyr(izor



fıiy a s L ım a s o l^ y * ,



T artu s



L a r n a k a '1r3biusşam— B e y ru t j . A K D t N 11 lü b n a n J İsk en d eriye "y e Roş Pinna— /



P•ortortS a id



/



\\



/



frä n (Mehrabad)



:Humus a d ftfıı



Aşdod C / l - M



N eceI



Kirman K ahire



/



S üveyş



Bâsr^ç



t



Umm-Kasr



S u ve y s /k a n a ln y



MISIR



İL



« a ,¿ İH T *'« Tebuk



*>°ayl*\



¡ s^=*5^ ^ U “ Ç ubail el-Vech Hirebah



ORTADOĞU’DA ULAŞIM ALTYAPILARI



Y



\



Ha»rulmutat,âhUŞeh'



„Bender



Bend er



\%S£ Abbas



7 Darin Lengeh ^el-Katıl ... a r ' ^b o ğ a z ı D a m h ı a m ^ / e, Hübar BA H R E Y N O* Âli .fle Reş ş ül Hayr Hayma D a h ^ a n ^ r- ( l~ Z ~— Muharrak C - Ş-Şerce e r c e (M Halıt) \ ' ^ Mina Sulm an -“ HHor o r Fakkan Fakk? vFucayra



el-Kasım 'H ayber



-^KATAR



/



'kalba -^ D,-iöay u b a y (k (Mina Reşit)



\



lureytor-r^, M a tr a h Lvn / v sfa-'ltA- Kabus)



K ie d ln e (el-Culeyden) S



Rabıg—A Kadımah



ulaşım altyap ısı • 0 q q



uluslararası havalimanı bolgenm bazı ülkeleriyle ulaşımı olan havalimanı ıç hat havalimanı tasarı halinde havalimanı demiryolu tasarı halinde demiryolu







U



D.



l:*



T A



N ■



B fir E



(Şadla)



& & L



*D ulm (Z alim )



Tuvval



I I



Cidde V (Kral '1« Abdulazız)v/



UMMAN



M ekke



Kunfude



feribot denizyolu ticaret limanı (p e tro l lim a n la n dışınd a)



m



U



Bahar o



el-Kahmah '



Cizan Fersan



Suk A b s U N Kamaran ad. ¿¿P ' (pune



otoyol



v ıa otoyol tasarısı — yol . . . yol tasarısı petrol boruhattı gaz boruhattı



\4 " ş / 'K i i (er-Rahaba)



Sayun .JGuraf)



Gayda Nıştavn havalimanları



*



p 'e rR e yya n el-Mukella



el-H ud eydi>r\ Taiz ( \.(et-Canad‘



ta m -S u rra h ) M u k a y ra s



tasarlanan petrol boruhattı Babulm endeb



Hormaksar



Tel-Avıv-Yafa (Ben Gu Kudüs (Atarot) Amman (Kraliçe Aha) Suk Abs (Kal'at Marın



500 km



Ortadoğu 8904



R usya'ya doğru



b a ş lıc a y a ta k la r pe trol



| T ebriz



-R am an



Q



M e rs iı



ta ş ım a | rnamm h a m pe trol



Tahran L a rn a k a K I B R lö f



mamm d o ğ a l gaz



\



;erku{
F O S F O R İK . ]



ORTOFOTO a. (fr orthophoto). Haritc. ve Fotogram. 1. Bir hava fotoğrafının küçük temel yüzeylerinin doğrultulması, ölçeklendirilmesi ve birleştirilmesiyle elde edi­ len belge fotoğraf. —2. Ortofoto harita, ortofotoların birleştirilmesiyle elde edilmiş, bir haritanın metrik özelliklerinden olan ve üst üste çekim tekniğinden yararlanılarak çeşitli bilgilerin aktarıldığı belge. —ANSİKL. Bir yüzeyi bir düzlem üzerinde­ ki dikgen izdüşümü anlamına gelen orto­ foto, fotoğraf perspektifinden ve optik ek­ senin düşey olmamasından kaynaklanan biçim bozukluklarının giderildiği bir fotoğ­ raftır. Bu özelliğiyle ister klasik harita yeri­ ne, ister ortofoto harita alımı ya da reviz­ yonunda kullanılabilir.



ORTOQENEZ a. (fr. orthogenése'deri). Biyol. Belli bir karakterin bir soyda dere­ ce derece ve aynı "evrimsel doğrultu"da değişmesiyle belirgin evrim biçimi. —ANSİKL. Ortogenez örnekleri pek çok­ tur: atgiller, titanotheriumlar, devegiller, hortumlugiller vb. özellikle atgillerin ortogenezi klasik bir örnektir Atgillerde orto­ genez boy, baş iskeleti, dişlerin, bacak­ ların boyları ve yapısı ve parmakların sa­ yısı ile ilgilidir Eohippustan equus'a dek bütün soy koşucu tipe doğru evrim geçi­ rir, özellikle parmakların sayısı azalarak tek parmağa iner. Ortogenez üç türlü olabi­ lir: 1. gelişme tedricen olur ve tip iyi bir dengeye ulaşınca durur; karakterler ted­ ricen geliştiğinden bu ortogenezler genel­ likle fizyolojik bir mükemmelliğe erişir (at çok iyi bir koşucudur); 2. tedrici gelişme durmak bilmez, çoğu kez tür için zararlı ve sıkıcı olan aşırı gelişmelere ya da hipertelilere yol açar (mamutların savunma dişleri, megaceros'un çok büyük boynuz­ ları, maehairodus’un dev köpekdişleri, ba­ zı böceklerin çok uzun duyargaları); 3. son olarak ortogenezler, geriye doğru ge­ lişme göstererek daha basit organların meydana gelmesine ya da bir organın tü­ müyle kaybolmasına yol açabilir (bacak­ sız amfibyumlar ve sürüngenler, arka üye­ leri olmayan balinagiller vb). Çoğu kez bu üç türlü gelişme aynı dizide bir arada gö­ rülür.



dilin eklemlenmesindeki bozuklukları gi­ dermeyi amaçlayan özel düzeltme eğiti­ mi. —ANSİk l . Sözlü dili düzeltme eğitiminin amacı doğru bir sesçil dizge yerleştirme (eklemleme bozukluklarının düzeltilmesi ya da konuşma gecikmelerinde sesçil ay­ rımlaştırmanın yerleştirilmesi), bir gösteren dizgesinin kurulması ve dil gecikmeleri ORTOONAT sıf. ve a. (fr. orthognathe). eğitiminde söylemin düzenlenmesi, keke­ Antropol. Çene kemikleri dışarı doğru çı­ lemelerde ritim bozukluklarının düzeltilmekık olmayan ve bu nedenle yüz profili al­ sidir. Yazılı dili düzeltme eğitimi, sözcük nın altından çene ucuna kadar hemen he­ bozuklukları ya da yazım bozukluklarına men düz bir çizgi oluşturan kişiye denir. yöneliktir. ORTOONEİSS a. (fr. orthogneiss). Pet­ S. Borel-Maisonny'nin geliştirdiği, hem rogr. Gneiss'a dönüşmüş magma kayacı. sese, hem harekete dayalı yöntem, genel­ likle ortofoni uzmanlarına çalışmalarında ORTOQONAL sıf. ve a. (fr. orthogonal). temel oluşturur. Eğitim seanslarının verim­ - * D İK G E N . liliği eğiticinin çocukla iyi bir ilişki kurma­ ORTOHELYUM a. (fr. orthohélium'dan). sına bağlıdır. Verimlilik şansı, eğitici çocu­ Anorg. kim. Helyumun, dış katmanında­ ğa yazılı ya da sözlü bildiri üretme zev­ ki iki elektronun spinlerinin birbirine koşut kini kazandırırsa ve çocukta önemli kişi­ olduğu ayrı biçimlenmiş (allotropik) bir tü­ lik bozuklukları bulunmazsa daha da ar­ rü. tar. ORTOHİDROJEN a. (fr. orthohydroORTOFONİST a. (fr. orthophoniste). Ço­ géne). Anorg. kim. Hidrojen molekülü­ cukta ve yetişkinde konuşrna bozuldukla­ nün, oda sıcaklığında ve normal basınç­ rını tedavi eden uzman. ta kararlı olan, iki protonunun (hidrojen atomlarının çekirdekleri) spinlerinin birbia. (İt orthophorio). ODalmol.



8913



XVI. yy.'ın ilk yarısında Ferrara'nın büyük sanatçılarından biridir. O dönemde eşsiz denebilecek canlı bir renk ve ışık anlayı­ şıyla genellikle dokunaklı, yüreğe işleyen anıtsal nitelikli bir üslup geliştirdi (Pietâ, Borgese galerisi, Roma).



ortoklinal çukur



ORTOMETRİK sıf. (fr. orthométrique). Jeod. Bir noktanın ortometrik yükseltisi, bu noktanın jeoite uzaklığı. (Deniz düzeyi üstünde çoğunlukla yükselti adını alan bu uzaklık aynı zamanda, sözkonusu nokta­ nın jeopotansiyel kotunun, bu noktayla jeolt arasındaki ağırlığın ortalama değerine bölümüdür.) ORTOMİTOZ a. (fr. orthomitose). Biyol.



ortoklinal akarsu



rine koşut olduğu bir duruma denk düşen ayrı biçimlenmiş (allotropik) bir türü.



ORTOKARBONAT a. (fr. orthocarbonate). Kim. Ortokarbonik asidin tuzu ya da esteri.



ORTOKARBONİK sıf. (fr. orthocarbo­ nique). Kim. Ortokarbonik asit, serbest olarak bulunmayan, H4C 0 4 formülünde ve karbon hidroksit yapısında asit. || Orto­ karbonik asit esteri, formülü C(OR)4 olan bileşik; karbonik asitten türetilen bu bile­ şik, aynı zamanda alkali alkolatların kloropikrin üzerine etkimesiyle de hazırlanır. (Etil ortokarbonat [CÇOCjFIjJJ, amonyak­ la ısıtıldığında guanidlnı verir.) ORTOKLAZ



a . ( fr .



orthoclase).



ORTOZ'



u n e ş a n la m lı s ı.



■ORTOKLİNAL sıf. (fr. orthoclinal). Jeomorfol. Akış doğrultusu, katmanların eği­ mine dik olan bir akarsu (ortoklinal akar­ su); bir cuesta alnının altındaki dirençsiz kayalarda oluşan çukur (ortoklinal çukur). [Bu terim (terminolojisinde, akaçlamayı yalnızca yapıyla olan ilişkileri açısından ele alan J. W, Powell'm 1875'te bulduğu sözcük), W. M. Davls'ln ilk akaçlama ek­ senlerinden (bunlara konsekant denir) da­ ha sonraki bir kuşağa ait akarsuları belirt­ mek için benimsediği sübsekant(J. B. Jukes, 1862) terimine tercih edilmelidir.] ORTOKROMATİK sıf. (fr. orthochroma­ tique). Mordan sarıya dek tayf renklerine duyarlı olan, ancak kırmızıya duyarlı olma­ yan fotoğraf katmanları İçin kullanılır.



OHTOKRON sıf. (fr. orthochrone).Geom. Kendine eşlik eden matrisin, k > 0 olmak koşuluyla ( k 0 'i biçiminde olan, düzVo fc -v lemin bir dönmesi için kullanılır.



ORTOLAN a. (fr. ortolan; ital. ortolano; lat. hortolanus, hortus, bahçe’den). Gri -yeşil ve sarı tüylü, sırtı siyah çizgili, eti lez­ zetli yelve. (Bil. a. Emberizia hortulana; yelveglller familyasının örnek türü.) — A n s i k l . Türkiye'de de bulunan ortolan bağlarda yaşamayı sever, taneler, tomur­ cuklar ve küçük kurtlarla beslenir. Bazı ül­ kelerde makbul bir av kuşudur. ortostat dini törene katılan kadınlar Kargamıs, Geç Hitit dönemi İ.Ö. IX. yy.



ORTOLANO (Giovanni Battista BenveNUTi, I’ —denir), İtalyan ressam (Ferrara 1487-1524'e kadar yaşadığı belgelenmiş­ tir). Dosso Dossi ve Garofalo ile birlikte



Mltoz bölünmenin en sık olan çeşidi.



ORTONA, İtalya'da liman kenti, Abruz-



me bozukluklarını (şaşılık, heterofori, yö­ nelme bozuklukları vb.) tedavi eden oftal­ moloji dalı. ( O R T O P T İ K de denir.)



ORTOPTİK sıf. (fr. orthoptiqué). Oftalmol. 1. Ortopsiye değgin. —2. Ortoptik tedavi, şaşılıkta, iki gözle birden görme­ yi, göz eksenlerini doğru biçimde merkezleştirmeyi sağlayan tedavi. ♦



a . O R T O P S l'n i n e s k i e ş a n l a m l ı s ı .



— G eom .



->



D İK G ö R ü ş .



ORTOPTİST a. (fr. orthoptiste). Oftalmol. Göz oynatıcı kaslardaki bir anomali ile il­ gili iki gözle birden görme bozuklularını (şaşılık ve bozuk bakış alışkanlıkları, vb.) düzeltmeye çalışan eğitici.



ORTORAF sıf. (fr. orthoraphe). Erişkini



ziler'de (Chieti ili), Adriya denizi kıyısında; 21 600 nüf. Balıkçılık. Sayfiye merkezi. Sofra üzümü pazarı.



nemf zarfından T biçiminde bir çatlak aça­ rak çıkan ikikanatlı böcek için kullanılır. (Bütün sivrisinekler ve bazı Brachycera alttakımı üyeleri ortoraftır.) [Karşt. S İ K L O -



ORTONORMAL sıf. (fr. orthonormal).



R A F .]



Ceb. ve Geom. DİKDÜZGûLü'nün eşan­ lamlısı.



ORTOPANTOMOORAFİ a (fr. orthopantomographie). Radyol. Dişlerin ve iki çenenin tam büyüklükte radyolojik görün­ tüsü. (Özellikle ağızla ilgili olan bu teknik, çenelerin düzküresel görüntüsünü verir; görüntü röntgen tüpünün ve röntgen fil­ minin özekdeş daireler içinde ters yönde hareket ettirilmesi ile elde edilir.) ORTOPEDİ a. (fr. orthopédie). Flareket sistemi ve omurga hastalıklarını inceleme­ yi ve tedavi etmeyi konu edinen tıp ve cer­ rahi bölümü. —Dişç. Diş-yüz ortopedisi, çene kemikle­ ri, dişler ve bunların kapanışları arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi öngören uzman­ lık dalı. (Bk. ansikl. böl.) —A N S İ K L . Dişç. Diş-yüz ortopedisi, çocuk­ larda çok küçük yaşta başlayarak önemli biçim bozukluklarını önlemek için kötü alışkanlıkları (yanlış duruşta meme emme, parmak emme, vb.) ortadan kaldırmayı öngörür. Çocuk sabit aygıtlara da (diş yü­ züklerine bağlı kemerler), oynak aygıtlaha da (akrllik maddeden yaylı ya da yivli ay­ gıtlar) kolay razı olur ve dayanır. Burun ve ağız boşluMarının ortopedik gelişmesi, so­ lunum kapasitesini artırmaya yarar. Eriş­ kinde de birçok kötü konum ve biçim bo­ zuklukları tedavi edilebilir.



ORTOPEDİK sıf. (fr. orthopédique). 1.







a. Oıtoraf böcek.



ORTOROMBİK sıf. (fr. orthorhombique). Krist. Kafesinin bakışımı, koşutyüzlü bir dlkdörtgeninki ya da eşkenar dörtgen ta­ banlı bir prizmanınki gibi olan bir sistem için kullanılır.



ORTOSANTRİK sıf. (fr orthocenthque). Geom.



- » Y Ü K S E K L İ K M E R K E Z L İ» .



ORTOSİLİKAT a. (fr. orthosilicate). Kim. 1. Ortoslllsik asidin tuzu ya da esteri. —2. Ortosilikat asidi, O R T O S İ L İ S İK » A S İ T 'i n eşanlamlısı.



ORTOSİLİSİK sıf. (fr. orthosilicique). Anorg. kim. Ortosilisik asit, formülü H4S i04 olan varsayımsal asit; bu asidin yalnız ortosilikatlar denen tuzları bilinmek­ tedir. (Eşanl. O R T O S İ L İ K A T A S İ D İ . )



ORTOSKOPİ a. (fr. orthoscopie). Opt. Düzlemsel bir cismin geometrik olarak benzerini veren optik bir aletin niteliği. —Foto. Bir fotoğrafın, resimlerin görüldü­ ğü açı ile nesnelere doğrudan bakış açı­ sı eşdeğer olacak şekilde gözlemlenme­ si.



ORTOSKOPİK sıf. (fr. orthoscopique). 1. Geometrik bozulması iyice düzeltilmiş bir fotoğraf makinesi objektifi ya da bir gözmerceği için kullanılır. —2. Fotoğrafı ortoskopi koşullarında gözlemleme İçin kullanılır.



Örtopediye değgin. —2. Ortopedik cer­ ■ORTOSTAT a. (fr. orthostate; “dik duran" rahi, hastalığın kökeni, hastanın yaşı ne anlamında yun. orthostates'ten). Arkeol. olursa olsun, kemikleri ve eklemleri ilgilen­ 1. Dikine konulmuş ve başka blokları ta­ diren, kanlı ya da kansız, bütün cerrahi te­ şıyan taş blok. —2. Bir duvarın alt sırası­ davileri kapsayan uzmanlık dalı. (Bk. annı oluşturan,bezemeli ya da yalın, düşey sikl. böl.) blok ya da kaplama taşı. —Nalbantl. Ortopedik nal, çeşitli ayak ku­ — A N S İ K L . Yenitaş dönemi dolmeninde surları ya da hastalıkları olan atlara çakı­ mezar yapısının çeperleri tümüyle ya da lan özel biçimde nal. kısmen ortostatlardan oluşur ve bu ortos— A N S İ K L . Çocukta, travmalardan ileri ge­ tatlar kapak taşlarını taşırlar; bunların ba­ len lezyonla birlikte daha birçok hastalık zıları oymalıdır (Galvanis). Diğer bazı an­ ortopedik tedaviyi gerektirir; doğuştan kal­ tik yapılarda ise ortostatlar duvarların ta­ ça çıkıkları, koksa valga ya da vara, at banında yer alırlar; Alacahöyük ve Malat­ ayaklar, kamburluklar, vb. Bunun için, al­ ya'daki Hitit dönemi tapınak, saray ve sur çıya alarak, ortopedik taban ve ayakkabı kapıjarını süsleyen ortostatlar; tel Halef' giydirerek düzeltme ile yetinilebilirse de, teki İ.Ö. I. binyıl'ın başından kalma ortos­ kanlı müdahalelere de gerek duyulabilir. tatlar; özellikle de asur yapılarındaki ortos­ Erişkinde, ortopedi özellikle travmalar­ tatlar (Asurnazirpal'ın av sahneleriyle süs­ dan ileri gelen lezyonlarla uğraşır (kırık­ lü Nemrud'da bulunmuş ünlü ortostat di­ lar, çıkıklar). Lezyonu düzeltmek için alçı­ zisi [IX. yy.]; Ninova'dan [British Muséum] ya alma, sürekli çekme gibi kansız yön­ ya da Hursabâd'daki Sargon sarayı'ndan temler kullanır ye da ameliyatla eski hale [Louvre] gelen, Asurbanipal’in sahneleriy­ getirmeye çalışır. Ortopedik cerrahi, pro­ le süslü ortostatlar, XVII. yy.). Günlük ya­ tez kullanma ycluyla koksartroz gibi yoz­ şam üzerine gerçek bir bilgi kaynağı oluş­ laşmalı bazı eklem hastalıklarının sonuç­ turan bu ortostatlarda en sık rastlanan te­ larını büyük ölçüde iyileştirmektedir. malar, kütüklerin yüzdürülerek taşınması, kentin kuşatılması, halkların sürgün edil­ ORTOPEDİST a. (fr. orthopédiste). 1. mesi, kanatlı cinler, müzikçller, kralın çar­ Ortopedi uz cerrah. —2. Ortopedik dak altında dinlenmesidir. protezleri imaı eden ve takan yapımcı. B. Anadolu mimarlığında kullanılmayan ORTOPİROKSEN a. (fr. orthopyroortostatlara Hititler'de çokça rastlanır. Bo­ xèné). Petrogr. Bir tür piroksen. ğazköy'deki Tapınak V’te ortostatlar, ana giriş duvarında düzgün dörtgenler biçi­ ORTOPİROKSENİT a. (fr. orthopyromindedir; yükseklikleri ön cephede köşe­ xénité). Ortopiroksenli magma çökelimlelerden ana girişe doğru 1,80 m'ye ulaşır rinden oluşmuş kayaç. (böylece giriş bölümüne anıtsallık kazan­ ORTOPNE a. (fr. orthopnée). Patol. So­ dırılmıştır). Alişar'da da Hitit dönemine taluyabilmek için hastayı ayakta durmaya ya rihlendirilen bir yapıda bu tür ortostatlar da oturmaya zorlayan nefes darlığı. kullanılmıştır. Daha sonraki gelişmelerde bu yüksek duvar döşemesi, tüm duvar kaO flIV M f a (k orthoptie) tkı gözle gör



İmliğini oluşturan tek parça taştan meyda­ na gelmiştir (Boğazköy Tapınak I). AlacahöyCık’teyse ilk kaz kabartmalı ortostatlarla karşılaşılır: bunlar kurban törenleri ve av sahnelen kabartmalanyla süslüdür (Sfenksli kapı'nın yer aldığı duvarlar). G.-D. Anadolu’da Tel Açana'da daha I.û. XVIII. yy. sonlarında, düz kireçtaşı di­ limlerinden meydana gelen ortostatlar kul­ lanılıyordu (Yarim-Um sarayı). LÛ XV.-XIV. yy.’laratarihlendirilen Nlgmepa sarayı'nda da aynı teknik kullanılmıştır. Kabartmalı ortostat tekniği, Geç Hititler' le birlikte yaygınlaştı (Kargamış, Zincirli [Samal], Karatepe, Arslantepe, Sakçagözü vd.). Dönemin saray, tapınak ve anıt­ sal sur kapılarında bakışık düzende yer­ leştirilmiş kabartmalı ortostatlarda gele­ neksel öğelerle asur ve arami etkileri kay­ naşmıştır. i sıf. (fr. orthostatique). Fizyol. 1. Ayakta duruş ile ilgili olan; ayakta durunca meydana gelen. —2. Ortostatik hastalık, ORiOSTATlZM'in eşanlamlısı. ORTO STATİZM a. (ir. orthostatisme). Flzyol. 1. Ayakta durma eylemi; dik duruş. —2. Bazı kişilerde ayakta duruşta meyda­ na çıkan bozuklukların tümü. (Eşanl. ORTOSTATİK HASTALIK.) OHTO TONOS a. (fr. orthotonos). Patol. Tetanosta paroksistik krizler sırasında or­ taya çıkan çok özel kas kasılması. (Gerici ve bükücü kaslar birlikte kasılır, öyle ki, vü­ cut düz bir kazık gibi kalır.) «O RTOZ a. (fr. orthose). Mlner. Monoklinlk sistemde yer alan KAISi,Oe formülün­ deki doğal potasyum alüminosilikat. (Eşanl. OHTOKLAZ.) —ANSİKL. En önemli feldlspatlardan olan ortoz iki dikdörtgen dilinim içerir. Kristal­ leştiği zaman, "Manebach", "Karlsband”, “ Baveno" denilen Ikizlenmelere neden olan düzenli kümeler verme eğilimi gös­ terir. Hidrofluorlk asit dışında, asitlerden etkilenmez. Atmosfer etkisiyle yavaş an­ cak derin bir bozunmaya uğrar; karbondioksitli su, ortozun bileşiminde bulunan potasyum hidroksiti çözünebilen silikat du­ rumunda açığa çıkarır ve kaolene dönüş­ türür. Birçok türü vardır. En önemlileri ara­ sında adüler, sanidin, güneştaşı sayılabi­ lir Ortoz, püskürtü kayaçların, özellikle granitin en önemli bileşenidir. Bazı say­ dam ve sarı ortozlar mücevhercilikte kul­ lanılır. >a. (fare, rüze'den). 1. Kendini, ira­ desiyle haz verici şeylerden uzak tutan kimsenin eylemi. —2. Kendini, ibadet amacıyla, belli bir süre İçin, içecekten, yi­ yecekten ve kimi eylemlerden tümüyle ya da kısmen yoksun bırakma. (Bk. ansiki. böl. Din.) —3. Oruç açmak, vakti gelince oruç bozmak, İftar etmek. || Oruç bozmak, orucunu bir şey yiyerek, içerek kesmek ya da sona erdirmek. || Oruç tutmak, oruç İbadetini yerine getirmek için sahurdan if­ tara kadar yeme, içme vb. şeyleri yapma­ mak. || Oruç yemek, oruç tutmamak. —ANSİKL. İsi. İslam dininin beş şartı sa­ yılan beş temel İbadetten biri olan oruç, Kuran ve hadislerde "savm" ya da "siyam" sözcükleri ile anlatılır. Tan yerinin ağarmasından (imsak* vakti) güneş batıncaya kadar yeme, içme ve cinsel İlişki­ den uzak durmakla (imsak) yerine getiri­ lir. Kuran’da "Ey inananlar, oruç sizden öncekilere yazıldığı (farz kılındığı) gibi si­ ze de yazıldı; umulur ki korunursunuz" (II, 183) denilerek orucun farz* bir ibadet ol­ duğu, ayrıca eski dinlerde de uygulandı­ ğı belirtilir. Dinler tarihi araştırmaları da he­ men bütün dinlerde, değişik biçimlerde olmakla birlikte, oruç ibadetinin bulundu­ ğunu saptar. İslam dininde oruç hicretin ikinci yılında (624) farz kılındı. Hz. Mu­ hammet, ölünceye (632) kadar dokuz ra­ mazan orucu tuttu. Yükümlülük koşullarını taşıyan ve her­ hangi bir geçerli engelle karşı karşıya bu­ lunmayan kadın ve erkek her müslümanın her yıl ramazan ayını oruçla geçirme­ si farzdır. Geçerli bir nedenle ramazan



ayında oruç tutmayan kişinin, tutmadığı gün sayısınca orucunu kaza etmesi gere­ kir. Fıkıh kitaplarında oruç ile ilgili koşul ve hükümler başlıca şu üç bölüm altında in­ celenir: 1. Orucun farz olmasının koşulları: a) müslüman olmak; b) akıllı olmak; c) ergin­ lik çağına ulaşmış bulunmak. (Bu koşul­ ları taşımayanlara oruç farz değildir.) 2. Orucu yerine getirmenin koşullan: a) sağlıklı olmak; b) mukim olmak (sürekli kaldığı [ikamet ettiği]) yerde bulunmak. Oruç tutamayacak kadar hasta olanlar, oruç tutmaları sağlıkları açısından sakın­ calı olanlar, iyileşinceye kadar oruçlarını erteleyebilirler. Dinsel kaynaklarda göste­ rilen ölçülere göre yolcu sayılanlar (-* SE­ FER) da isterlerse oruç tutmazlar ve yol­ culuklarının bitiminde tutmadıkları oruçla­ rını kaza ederler 3. Tutulan orucun geçerli olmasının ko­ şulları: a) oruç tutmaya niyet etmek; b) ye­ me, içme ve cinsel ilişkiden belli süreler­ de uzak durmak; c) kadınların aybaşı ya da loğusalık kanamalarının bulunmama­ sı. Niyet edilmeksizin herhangi bir neden­ le aç geçirilmiş bir gün, oruç yerine sayıl­ maz. Unutarak, gerçekten farkında olma­ yarak bir şey yemek, İçmek ya da cinsel İlişkide bulunmakla oruç bozulmaz. Ayba­ şı ya da loğusalık kanamaları durumun­ da kadınlar isteseler de oruç tutamazlar; daha sonra tutamadıkları gün sayısınca kaza orucu tutarlar. Bunun gibi herhangi bir geçerli nedenle oruç tutamayan ya da niyet ederek başladığı bir orucu bozmak zorunda kalan kişi, orucunu tutmadığı gün sayısınca kaza eder. Niyet ettiği ve başladığı orucu yiyen kişinin, bu oruç ya da oruçlarını kaza etmesi farzdır; ayrıca, kaza günlerinin sayısına altmış gün de "kefaret orucu” eklemesi vaciptir. Kefaret, bir köle ya da cariye azat etmek, bunlar olanaksızsa altmış yoksulu birer gün do­ yurmakla da ödenebilir. Yenilmesi, içilmesi olağan olan her tür­ lü nesnelerle ilaç gibi sağlık için elverişli şeylerin "zorunlu olmaksızın" ve "bile bile" kullanılması hem kazayı hem de ke­ fareti gerektirir, ilaç şırınga edilmesi, ku­ lak yoluyla ilaç alınması gibi ağız dışındaki yerlerden vücuda herhangi bir nesnenin verilmesi; yenilmesi, içilmesi olağan olma­ yan, tat, zevk ve beslenme sağlamayan şeylerin ağızdan alınması yalnızca kazayı gerektirir. Oruçlar, zorunluluk durumuna göre başlıca üç bölüme ayrılır: 1. Farz oruçlar. Ramazan orucu ile bu orucun kazası olan oruçların tutulması farzdır. 2. Vacip oruç­ lar. Belirli ya da belirsiz bir zamanda tu­ tulması adanmış oruçlar ile kefaret oruç­ larının tutulması vaciptir. 3. Nafile oruçlar. Farz ve vacip olmamakla birlikte Tanrı hoş­ nutluğunu kazanmak amacıyla belirli gün­ lerde ya da istenilen zamanlarda tutulan oruçlardır. Şevval ayında altı gün, muhar­ rem ayının dokuzuncu ve onuncu günle­ ri, zilhicce ayının İlk dokuz günü, haftanın pazartesi ve perşembe günleri Hz. Mu­ hammet’in nafile orucu tuttuğu, bu ne­ denle oruç tutulmasının sünnet olduğu günlerdir. O R U Ç (Arif), türk gazeteci (Şumnu, Bul­ garistan, 1882 - İstanbul 1956). Ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. Edebiyat fakültesi'ni bitirdi. Kurtuluş savaşı sırasında An­ kara'ya gitti. Eskişehir'de Çerkez Ethem’ İn para yardımıyla Yeni dünya gazetesini çıkardı (1920). Bu gazete sonra resmi Türkiye Komünist fırkası organı olarak ya­ yımını sürdürdü; Oruç’un Kayseri’ye sü­ rülmesi üzerine kapandı. 1923’te İzmir’ de Yeni Turan gazetesini yayımladı. 1926’da İzmir suikastı'yla ilgili olarak bü­ tün muhaliflerle birlikte o da tutuklandı; serbest bırakıldı. 1929’da İstanbul’da Yarın’ı yayımlamaya başladı. Hükümeti eleş­ tirmesi yüzünden sık sık tutuklandı; tek parti yönetiminin basın organlarının sal­ dırılarına hedef oldu. Kurma girişiminde bulunduğu Laik cumhuriyetçi işçi ve çift­ çi fırkası'na izin verilmedi. Bask'1»' karşı­



Réunion des musées nationaux



sında gazetesini kapatmak zorunda kal­ dı (1931). Vatandaşın birinci hürriyeti kita­ bıyla basın özgürlüğünü savundu. Sınırdışı (Bulgaristan) edildi. 1938’de Türkiye’ ye dönerek çeşitli gazetelerde Ayhan tak­ ma adıyla tarih yazıları yazdı. Eylül 1948’de Müstakil türk sosyalist partisi’ni kurdu ve başkanlığını üstlendi. Ölümün­ den sonra partisi fesholdu.



mûzikçiler Nlnova’daki



Asurbanipal sarayı’nda bulunan bir ortostattan ayrıntı iipsli kaymaktası I.Ô .VII. yy. Louvre müzesi, Paris



O R U Ç E * Â » l L E d irn e li, Kâtip, türk tarihçi (XV. yy.). Adil adlı edlrnell bir kazzazın (ipekçi) oğlu. Tevarih-i âl-i Osman adını verdiği vakayinamesi (kronik) baş­ langıcından (Osman Gazi) Fatih Sultan Mehmet döneminin ortalarına (Karaman seferi, 1467) kadar osmanlı tarihini içerir. Tanık olduğu ve içinde yaşadığı olaylar dı­ şında kalan tarihsel hadiselere ışık tutar­ ken, eski kaynaklardan, özelikle en çok Yahşi Fakih’in Menakıbname'sinden ya­ rarlandığı anlaşılır. Edirne'de oturan yaza­ rın, olaylarına tanık olduğu Mehmet II dö­ nemine ilişkin betimlemeleri daha ayrıntı­ lıdır. Başka yerlerde aranıp bulunamayan bilgileri kapsayan ve sonu tamam olma­ yan yapıtın tek özgün elyazma nüshası, Franz Babinger tarafından Oxford'da Bodleian Library'de ortaya çıkarıldı, yine onun tarafından yayımlandı (1925). O R U Ç R E İS , türk denizel (Midilli 1474 ■Tlemsen, Cezayir, 1518). Tımarlı sipahi­ lerden Nurullah Yakup’un dört oğlundan İkincisi. Fatih Sultan Mehmet döneminde sipahi olarak Midilli'nin fethine katılan (1462) ve daha sonra adada çömlekçilik­ le uğraşan babasının yanında çalıştı. On sekiz yaşında denizciliğe heveslenerek kardeşi llyas ile birlikte Anadolu, Suriye ve Mısır kıyılarında korsanlığa başladı. Trablusşam üzerine yaptığı seferden döner­ ken, bir Rodos şövalyeleri filosunun sal­ dırısına uğradı. Savaş sonucunda karde­ şi llyas şehit olurken, kendisi de yaralana­ rak tutsak düştü ve Bodrum kalesinde hapse atıldı. Bir süre sonra kardeşi Hızır'ın (sonradan Barbaros* Hayrettin Paşa) ödediği fidye karşılığında tutsaklıktan kur­ tulan Öruç, Mısır Memlukları'nın hizmeti­ ne girerek kadırga reisliği yaptı. Bayezit ll'nln büyük oğlu olan Antalya sancakbeyi K orkjt Çelebi’ye başvurarak edindiği 18 oturaklı bir gemiyle yeniden korsanlığa başladı ve Rodos şövalyelerine göz açtır­ madı. Ancak, bir kıyıda demir üstünde ya­ tarken, şövalye gemilerinin ani baskınına uğradı. Kendisi kıyıya çıkıp kurtulduysa da gemisi şövalyelerin eline geçti. Yine Korkut Çelebi'den sağladığı 24 oturaklı bir kadırgayla bu kez korsanlık eylemlerini İtalya kıyılarında sürdürmeye koyuldu. Tahta çıkan Selim l'in, ağabeyi Korkut Çelebi’yi öldürtmesi ve şehzadenin yandaş­ larını tasfiyeye başlaması üzerine (1512) üslendiği Midilli’den ayrılarak önce İsken­ deriye’ye, sonra da Gabes körfezinde, Trablusgarp ile Tunus arasında bulunan Cerbe adasına göçtü; burasını kendisine merkez yaptı. Daha sonra Rumeli kıyıla­ rıyla Ege adaları arasında korsanlık yapan Hızır Reis’i de yanına çağırdı ve iki kar­ deş bundan böyle Akdeniz’de birlikte ça­ lışmaya başladılar. Korsan filosunun ko­ mutanlığı, türk leventlerinin "Baba Oruç"



Larousse



çıkarılan ortoz (boyu: 13 x9 cm)



uzaması üzerine Garcia di Tineo komuta­ sında yeni bir İspanyol birliği de bu kuv­ vetlere katıldı. Yedi ay süren bir kuşatma­ dan sonra yanındaki son 40 leventle umutsuz bir huruç (çıkış) hareketine giri­ şen Oruç Reis, peşini bırakmayan düş­ man askerleriyle vuruşarak öldü. Hızır Re­ is (Barbaros Hayrettin Paşa) Cezayir emiri olarak ağabeyinin yerine geçti (1518). [ - Kayn.]



O r u ç b e y ü , Bayburt'un merkez ilçe­ si merkez bucağına bağlı köy; 489 nüf. (1990). Siptoros» höyüğü'nde ilk Tunç çağı çanak çömlekleri bulundu.



ORUÇLU sıf. ve a. Oruç tutan kimse için kullanılır; niyetli.



ORUÇSUZ sıf. ve a. Oruç tutmayan kim­ se için kullanılır.



ORUN a. Hiyerarşik bir düzende önemli bir görev; bu görevdeki kimsenin görev yeri; makam, mevki, kat.



ORURO, Bolivya'da kent, 3 700 m yük­



Orvieto Popolo sarayı v (XII.-XIII. yy.)



dedikleri ve kardeşine oranla daha dene­ yimli olan Oruç Reis'e verildi. Kuzey Afri­ ka kıyılarına sürekli baskınlar düzenleyen Ofuç Reis, korsanlıktan elde edilen gani­ metin beşte birini Tunus sultanı Ebu Ab­ dullah'a vermek koşuluyla Tunus limanı ağzındaki Halk el-Uved kalesinde barın­ ma izni aldı (1513). Akdeniz'de venedlk, fransız, İspanyol savaş ve ticaret gemile­ rini batırarak ya da ele geçirerek kazan­ dıktan başarılarla büyük servet ve ün sağ­ layan kardeşler Kurtoğlu Muslihittin, Ay­ dın, Turgut, Muhittin, Piri gibi türk korsan reislerinin de gemileriyle kendilerine ka­ tılmaları üzerine filolarını iyice güçlendir­ diler. Bu arada, Yavuz Sultan Selim’e de­ ğerli armağanlar göndermeyi unutmayan M . L e v a s s o rl



Âdem ile Havva Orvieto katedraii'nin cephesindeki mermer kabartma (XIV. yy, başı) Oruç Reis, karşılığında padişahtan gemi



G a llim a rd b e lg .



George Orwell



ve asker yardımı aidi (1515). Ertesi yıl Cezayirliler'in yardım çağrısını kabul ederek ispanyollar'ın üzerine yürüyen iki kardeş çok şiddetli savaşlar sonunda Şerşel ve Cezayir kentlerini ele geçirdiler (1516). Kendisini Cezayir emirl ilan eden Oruç Reis, kentin karşısındaki Pehon adasına sığınan ve-daha sonra yardım alarak Ce­ zayir'e karşı saldırıya geçen ispanyollar' la savaşırken tek kolunu ve ağabeyi ishak'ı yitirmesine karşın, düşman kuvvet­ lerini püskürtmeyi başardı. Cezayir'i de­ nizden ve yalnız kendi güçleriyle alama­ yacaklarını anlayan ispanyollar, kendi ko­ rumaları altındaki Tlemsen emirini kenti karadan ele geçirmekle görevlendirdiler. Bunu haber alan Oruç Reis, ani bir bas­ kınla Tlemsen’i zapt etti (1517). Kaçıp ispanyollar’a sığınan Tlemsen emiri, on­ lar sayesinde yerliler ve İspanyol askerler­ den oluşturduğu bir orduyla önce Kalat ül-Kıla’yı türk korsanlarından geri aldı; ar­ dından da Tlemsen'i kuşattı. Kuşatmanın



seltide yönetim bölgesi merkezi, Poopö gölünün K.'lnde; 176 700 nüf. (1989). Ağaçsız bir dağda kurulmuş kent, yeni semtlerin yayıldığı ovaya egemendir: ka­ lay metalürjisi. — Oruro yönetim bölgesi, 53 588 km2; 461 000 nüf. (1990).



ORVİETO, İtalya'da kent, Umbria'da



ğiştirerek, cepheyi, mimarlık tekniği açı­ sından bir anlam taşımayan, dekoratif bir yüzeye dönüştürdü; içeride ise, Signorelli, 1499-1504 arasında S. Brizio capellası’nın ünlü fresklerini (taslakları Fra Angeli­ co tarafından hazırlanmıştır) gerçekleştir­ di. Komün müzesi (etrüsk koleksiyonları) ve Opera del duomo müzesi. j ORWELL (Eric Arthur BLAİR, George—



denir), İngiliz yazar (Motihari, Bengal, 1903 - Londra 1950). Birmanya impara­ torluk polis örgütü'ne atandı (1922), 1928'de görevinden istifa etti, burjuva an­ layışından sıyrılarak Paris'te dilendi (Bur­ mese Days, 1934; Down and out in Paris and London, 1933). Gazeteci oldu, ispan­ ya iç savaşı'nda sosyalistlerin yanında sa­ vaşırken yaralandı, Homage to Catalonia (1938) adlı kitabında stalinci yöntemleri yerdi. Coming up for air (1939) adlı kita­ bında tarihsel bir sav ortaya attı (hitlerclliğe karşı savaş İngiltere’de bir devrime yol açacaktır), ancak öngörüsü doğru çıkma­ dı. Her devrimin nerdeyse kaçınılmaz bir biçimde ihanete uğrayacağı temasını iş­ leyen Hayvanlar çiftliğinde (Animal Farm, 1945) siyasal alegorideki ustalığını bir kez daha kanıtladı. Bir siyasal örıceleme roma­ nı olan 1984 *’te (1949), geleceğin totali­ ter devletini anlattı: devlet, günlük yaşa­ mı, toplumsal belleği ve dili (barış savaş demektir) denetimi altına alacaktır, insanlararası ilişkileri kolaylaştıran hoşgörülü bir toplum ödemi, bu öngörü romanının özü­ nü oluşturur. Açık görüşlü bir yazar olan Orwell, aynı zamanda bir dil felsefecisidir; gerçeğe bağlı kaldığı gibi, bireysel anla­ tım özgürlüğünü savunmaya da özen gösterir.



(Terni ili), Tevere ırmağının kolu Paglia'nın vadisi yanında yükselen bazaltlı bir kaya­ nın üzerinde; 23 600 nüf. Orvieto bir bağ­ cılık bölgesi merkezidir. Artistik el sanat­ ları: dövme demir, seramik, dantel. Tarım araç ve gereçleri. Hazırgiyim. Ayakkabı­ cılık. Yakınlarda, Etrüskier'den kalma (İ.Û. IV. yy.) yeraltı mezarlığı ve S. Severo e Martirio manastırı (XII. yy.). ORWOCOLOR a. (tesc. edil. a.). Negatif —Tar. Bu sit üzerinde birbiri ardınca bir etrenkli fotoğraf yöntemi. rüsk, bir roma (Urbs vetus), bir de gotik ORWOKROM a. (tesc. edil. a.). Evirtilir kent kuruldu. Önce bir lombardia yöne­ renkli fotoğraf yöntemi. tim bölgesinin, sonra da Toscana’nın en güney yönetim bölgesinin merkezi olan O RY (Edward, K id —denir), amerikalı Orvieto, 1157'de papaya teslim oluncaya caz tromboncusu ve orkestra şefi (La Pla­ kadar, Toscana markiliği’nin Papalık dev­ ce, Louisiana, 1886 - Honolulu 1973). letlerine komşu müstahkem sınır mevkisi New Orleans üslubunda caz yapan bir­ durumundaydı. O tarihten sonra, Tuscia' çok topluluk yönetti. 1925'te Chicago'da da Aziz Petrus Ülkesi'nin bir kenti olarak King Oliver topluluğu’na katıldı. 1933'te uzun süre bağımsızlığını korudu ve ço­ müziği bıraktı, ancak 1942'de New Orle­ ğunlukla Floransa ile ittifak yaparak geniş ans Revival hareketi dolayısıyla yeniden topraklarını Siena'ya karşı savundu. başladı. 1949-1953 arasında Los Ange1130'a doğru doğan Örvieto komünü les'ta çalıştı; 1956 ve 1959'da çıktığı Av­ önce konsüllük, 1199'dan sonra da porupa turneleri sırasında birçok kentte kon­ destalık rejimi altında gelişti. Her iki rejim ser verdi. 1961'den sonra yalnızca özel de soyluların elindeydi. Meslek dallarına nedenlerle çaldı. Çalgısını, özgün niteli­ göre örgütlenen halk 1260'tan sonra ikti­ ğini ve haşinliğini vererek çalardı. Ayrıca dara ağırlığını koydu (1250'ye doğru bir kreol şivesiyle şarkı da söylerdi. Başlıca halk önderinin ortaya çıkması); ama her plakları: Muskrat Ramble (L. Armstrong zaman varlıklı burjuvala,dan destek gören ile, 1926), Ory's Creole Trombone (Armiki rakip klan biçiminde (Monaldeschller strong'la, 1927), Blues for Jimmie (1944), ve Filippeschller) gruplaşmış olan soylu­ Storyville Blues (1946). ları bertaraf etmesini sağlayacak türdeş­ ORYA a. Oy. -» KARO. likten yoksundu. Welfe yanlısı olan MonalORYANTAL sıf. (fr. oriental). Doğu ile deschiler XIII. yy.’da, papaların genellikle ilgili, Doğu’yu hatırlatan: Oryantal dans. kentte oturmasından ve Anjou kuvvetleri­ nin desteğinden yararlanarak, 1313’te ra­ ORYANTALİST a. (fr. orientaliste). Dokiplerini alt ettiler ve 1334’te Ermanno Moğubilimci, müsteşrik. naldeschi ile senyörlüklerlnl kurdular. Fa­ ORYANTALİZM - D O Ğ U C U L U K . kat devletlerinin yönetimini tekrar papala­ ORYCTES a. Erkeğinin göğsü dışbükey rın ele alması üzerine, kardinal Albornoz, ve kambur olan, başında düşey bir boy­ kenti ele geçirdi ve 1354'te orada bir kale nuz bulunan, kahverengi ya da kızıl bok­ yaptırdı. Orvieto, yüz yıl kadar daha ko­ böceği cinsi. (Yaprakduyargalıgiller famil­ mün özgürlüklerinden yararlanmaya de­ yası.) vam ettikten sonra, 1448’de Nicolaus V’in — A N S İ K L . Gergedanböceği (Oryctes nayönetimine girdi. sicornis) ve O. grypus birbirine çok ben­ —Arkeol. ve Güz. sant. Çoğu kez Volsinii zeyen iki Oryctes biçimidir. Gergedanbö­ ile bir tutulan kent, Etrüsk döneminin ceği, ayrıca, tropikal bölgelerde yaşayan önemli bir merkeziydi. Birçok tapınağın O. rhinoceros's da çok benzer. Oryctes kalıntıları ortaya çıkarıldı; Belvedere tapıcinsi üyeleri, sepi yerlerinde, yaprak yığın­ nağı'nda pişmiş toprak bir kahraman hey­ larında, limonluklarda bulunur. O. rhino­ keli bulundu. İ.O. Vlll.-lll. yy. arasında kul­ ceros Büyük Okyanus bölgelerindeki hin­ lanılan iki nekropoliste ele geçirilen bol distancevizi bahçelerine büyük zarar ve­ miktarda mezar eşyası kent müzesinde rir. Öbür Oryctes'lerden O. boas, Afrika’ sergilenmektedir. dakl palmiyeliklerde zararlara yol açar. Kent, güzel sarayları (Popolo sarayı, XII.-XIII. yy.'1ar; Soliano sarayı, 1300’e ■DRYX a. (yun. oryks). Afrika ve Arabis­ tan'ın çöl bölgelerinde yaşayan antilop doğr.) ve 1263-64'te yapım ına karar ve­ cinsi. (Boynuzlugiller familyası; Antilopirilen katedrali ila O rtaçağ'daki dokusu­ nae oymağı.) nu korumuylur. iS O Tden aonra. L. M a ­ —ANSİKL Beisa, gemsbok gibi türleri içekam. katadratn oapRe laaanmını de­



osbeckia ların dip morenlerinden sağladıkları kaba malzemeyle tıkanması sonucu oluşmuş­ tur.



bir osun oluşumu OSA yarım adası, Büyük Okyanus'ta Kosta Rika kıyısında yarımada.



OSAOE, ABD'nin orta kesiminde ırmak, Missouri’nin kolu (sağ kıyıdan), Kansas ve Missourl'yi sular ve Jefferson City’nin yu­ karı kesiminde son bulur; 800 km (havzası 39 625 km2).



OSAOELER, eskiden Missouri eyaleti­



antildpnstak adı da verilir. Ö. çallotis Do­ ğu Afrika'da, O. leucoryx Umman’da ya­ şar. Bunlar iri, beyaz ya da kızıl donlu, düz ve çizgili uzun boynuzlu, sürü halinde ya­ şayan, kaçarak ya da boynuzlarını kulla­ narak düşmanlarına karşı kendilerini sa­ vunan hayvanlardır; alacakaranlıkta etkin­ lik gösterir, ot ve meyvesiyle beslenirler. Oryx cinsi üyeleri sıvı su olmadan uzun süre yaşayabilir, terlemeden çok sıcakla­ ra dayanabilirler Erkekler dişilere sahip ol­ mak için acımasız dövüşler yaparlar. O R Y X TAO a. Büyük Sahra ve Sahel’ de yaşayan, uzun ve eğri boynuzlu, iri an­ tilop. (Boynuzlugiller familyası; Hippotraginae ya da Oryginae oymağı.) O R Y ZO M Y S a. (yun. orydzon, pirinç ve mus, sıçan’dan). Kuzey Amerika'da yaşa­ yan, bataklık bölgelerinin yakınındaki ça­ lılıklarda yuva yapan kemirici cins. (Bitki­ ler ve küçük omurgasızlarla beslenir. Cırlaksıçangiller familyası.)



ORZESZKOWA (Eliza), polonyalı kadın edebiyatçı (Milkowszczyzna, Grodno ya­ kınında, 1841 - Grodno 1910). Kendini toplumsal eyleme adamak amacıyla ken­ di kendine derin bir kültür edindi ve bü­ tün ömrünü küçük Grodno kentinde ge­ çirmesine karşın, yapıtlarında, gerek seç­ tiği konuların çeşitliliği, gerek toplumsal çözümlemesinin doğruluğuyla, yaşadığı dönemin hayranlık verici bir panoramasını çizdi. Roman yazarlığına Obrazek z tat glodowych (Kıtlık yıllarından görüntüler [1866]) adlı yapıtıyla başladı. Elliyi aşkın kitabında, ülkesinin, özellikle de kırsal çev­ renin toplumsal ve iktisadi sorunlarını ir­ deledi (Cham, 1888, vb.). N ad Niemnen' de (1888) kırsal kesim soylularının duru­ munu ele aidi, ama burjuvaziyi (Pompaliıiski, 1875), kadınların durumunu (Mart­ ha, 1873), Yahudiler'i (Meir Ezofowicz, 1878) ve proletaryayı da incelemekten ge­ ri kalmadı. O s Anorg. kim. Osmiyum'un simgesi. ■ O S a. (fr söze.; İsveççe âs, çoğul, ösar, tepe'den). Jeomorfol. Sarp kenarlı, uzun ve büklümlü dolgu biçiminde, tabakalaşmış çakıl, kum gibi kırıntılı gereçlerden oluşan tepe; buzulaltı geçit ve tünellerinin, bir inlandsisin gerilemesi sırasında akarsu-



nin güneyinde ve Arkansas eyaletinin kuzey-batı’sında yaşayan ve sioux lehçe­ leri konuşan Kuzey Amerika Kızılderilile­ ri. Osage toplumu, İki yarıya (barış halkı ve savaş halkı) ayrılmış bir biçimde örgüt­ lenmişti. Bu iki yarı da, ayrıca, kendi içle­ rinde, babasoylu ve dıştanevli yedi klana bölünüyordu ve her klanın kendine özgü bir iktisadi ve toplumsal işlevi vardı. Osageler, bazen deri çadırlarda (avcılığın [bi­ zon, geyik] gereklerine bağlı göçebe ya­ şam), bazen de toprak evlerde (tarım ve toplayıcılık ürünleriyle geçimlerini sağla­ dıkları sürekli köyler) oturuyorlardı. 1808 antlaşması sonucu olarak Osageler, Oklahoma'da kapalı bir bölgeye yerleşmek zorunda kaldılar. Bu bölgede daha son­ ra önemli petrol yatakları bulundu ve Osa­ geler, petrolden sağladıkları ekonomik güç sayesinde, kültürlerini bir süre daha koruyabildiler.



OSAKA, Japonya'da kent, Honşu ada­ sında, Osaka ilinin yönetim merkezi, Ja­ pon denlzl'nin doğu ucunda, Yodo delta­ sının ve Osaka körfez!nin kıyısında. Osaka'nın nüfusu 2 636 000 kişidir (1991); ama kent, İç kesimdeki Kyoto'ya kadar; Japon denizi boyunca 75 km'lik bir şerit­ te (Akaşi'den Sakai'ye) yayılan bir bitişikkentle (Keihanşin) çevrilidir. Japonya’nın ikinci büyük iş merkezi olan Osaka, önce Naniva (IV. yy.) adı al­ tında başkent oldu ve Kore'den gelen buddhacılık kentte benimsendi. XVI. yy.’da şogun Toyotoml Hideyoşi, Sakai’ye komşu limanların tüccarlarını buraya ge­ lip yerleşmeye zorladı ve olağanüstü bü­ yük bir şato (1615'te Tokugava saldırıları sonucu teslim oldu) yaptırdı. XVIII. yy.’da, ülkenin en büyük ticaret merkezi haline gelen kentte parlak bir kültür gelişti. 1868'den sonra Japonya'nın dışa açılması ve sanayileşme kenti takımadanın ikinci önemli sanayi merkezine dönüştürdü (1970’teki uluslararası sergi kentin bu ba­ şarısını vurguladı). Osaka, bugün, ülkenin tüm batı yarısında ve başkentin etki ala­ nının üçte ikisinde ağırlığını (nüfus, sana­ yi, merkezler, ekonomik etki) duyurmak­ tadır. Bir delta ovasında gelişen kentte çeşitli kanallar bulunur; kent yaşantısı, büyük ti­ caret yolu Mldosuci'nin birbirine bağladı­ ğı Umeda (garın yakınında) ile Dotombori -Namba’ya yayılmaktadır. Bir metro ve kenti kuşatan bir demiryolu hattı iç ulaşı­



mın büyük bölümünü gerçekleştirmekte­ dir Sanayi semtleri kent çevresinde ve özellikle 1955'ten bu yana, yavaş yavaş kurutulan körfez kıyısında (yeni uluslara­ rası havalimanı burada yapılacaktır) yayıl­ maktadır. El emeğinin bolluğu, deniz kıyısındaki konumu, sermayenin bulunması, işadam­ larının girişimciliği ve hesapçılığıyia ünlü burjuva sınıfı sayesinde bir yüzyıl içinde Osaka'da dev bir sanayi bütünü gelişirken tekstil sanayisi eski üstünlüğünü yitirdi, is­ tatistik açısından Japonya'nın beşinci li­ manı sayılan, ama Osaka limanını çevre­ leyen Kobe (başlangıçta Osaka ticaretini yürütmek için kurulmuştu) ve Sakai ile bir­ likte, Tokyo körfezinden sonra ülkenin ikin­ ci ticaret üssü (Tokyo körfezinin japon uluslararası ticaretinin % 30'unu gerçek­ leştirmesine karşılık Osaka ve bu iki liman % 20’sini gerçekleştirmektedir) oldu. Kobe'yle birlikte Osaka limanından, ham­ madde (tekstil, maden, petrol) ve beşin maddeleri dışalımı, makine, kimya ürün­ leri ve tekstil ürünleri dışsatımı gerçek­ leştirilir. — Osaka ili, 1 858 km2; 8 747 000 nüf. (1989). —Güz. sant. Kentte bulunan çok sayıda tapınağın büyük bir bölümü, ülkenin en eski buddhacı kuruluşlarından biri olan Şitenno-ci gibi, ikinci Dünya savaşı’ndan sonra yeniden yapılmıştır, ilginç müzeler (savaştan sonra onarılan ortaçağ şatosun­ daki belediye müzesi).



8917



OSASCO, Brezilya'da kent, Tıetâ kıyısın­ da, Sâo Paulo yerleşmesinin batısında; 474 000 nüf. Metalürji, besin ve tekstil sa­ nayileri. O S A Z O N a. (fr. osazone). Org. kim. Ge­ nel formülü RC( = NNHCgHj)—CH = NNHC6H5 olan ve E. H. Fischer tarafından bulunan bisfenilhidrazonların genel adı; fenilhidrazinin ozlar üzerine etkimesi sonunda el­ de edilirler. —ANSİKL. Bir osazonun, RCOCH2OH ya da RCHOHCH = O formülünde bir ozdan oluşması, özellikle, ya bir ketoz (RCOCH2OH) ya da iki epimer aldozun (RCHOHCH — CHO) birin­ den kaynaklanan bir ozon türevinin (RCO—CH = O) oluşumunu sağlayan bir yükseltgenme tepkimesidir. Osazonlar bü­ yük ölçüde kristalleşmiş bileşikler oldu­ ğundan, E. H. Fischer’ln glukozun üçboyutlu formülünü bulmasında büyük yara­ rı oldu. O M E C K İA a. Tropikal Asya ve Afrika' da yetişen ipek tüylü ağaçsı ya da otsu bitki. (Çiçekleri pembe, mor ya da kırmı­ zımsı renkte olur, dalların ucunda tek tek ya da yumak halinde bulunur; meyvesi bir kapsüldür. Elli kadar türü bilinmektedir. Jacques Perpo-Explorer



O saka’dan bir görünüm



Melastomaceae familyası.) O S B O R N (Sherard), İngiliz amiral (Mad­ ras 1822 - Londra 1875). Hindistan ve Çin'de görev yaptı; 1850'de Arktika böl­ gesinde Franklin'in araştırmasına katıldı. Kırım savaşı sırasında Azak denizi filosu­ na komuta etti. O SBO R N (Henry Fairfield), amerikalı paleontolog (Fairfield,, Connecticut, 1857 - Garrison, New York eyaleti, 1935). New York’taki American Museum of National History'de omurgalılar paleontolojisi bö­ lümünü kurdu ve onun müdürlüğüne ge­ tirildi. Omurgalıların ve özellikle büyük me­ melilerin paleontolojisiyle ilgili birçok ya­ pıt yazdı.



National Portrait Gallery



Thomas Osborne okulunun bir resminden ayrıntı National Portrait Gallery, Londra



G a llim a rd b e lg .



■ O S B O R N S (Thomas), Dar,by kontu, Carm arthen markisi ve Leeds t. dükü, genellikle lord Danby adıyla tanınan İn­ giliz siyaset adamı (Kiveton, Yorkshire, 1632 - Easton, Neston, Northamptonshi­ re, 1712). Aşırı kral yanlısıydı. Başhaznedar olarak Clifford'un yerine geçti (1673), çok geçmeden de Başbakan oldu (1674 -1679). Birleşik Eyaletleri destekledi 1677’de prenses Mary ile William of Orange'ın evlenmelerini sağladı; bu arada, Louis XlV'ten hoşlanmamasına karşın, Fransa'dan mali yardım sağlamaya çalış­ tı. Başbakanlığında her şeyden önce, par­ lamento çoğunluğuna dayanmak konu­ sunda titizlik gösterdi, bunu sağlamak için de büyük ölçüde rüşvete başvurdu. Avam KamarasTnda bir “ Saray partisi” kurdu ve böylece Shaftesbury'nin buna tepki ola­ rak bir “ Yurt partisi" kurmasına yol açtı. Oates'in suçlamaları, devrilmesine (1679) ve hapsedilmesine neden oldu. James II' nin siyasetinden rahatsız olan ve kaygı du­ yan Thomas Osborne, William of Orange' la temas kurdu ve stathouder'e yöneltilen çağrıyı başka altı soyluyla birlikte imzala­ yarak 1688 devrimi’nin hazırlayıcılarından biri oldu ve onun adına York ve Hull'u ele geçirdi. Başbakanlıkla (1689-1699) ödül­ lendirildi; 1696'ya kadar bu görevde kal­ dı. Whigler tarafından uzaklaştırıldı.



■ O S B O R N E (John), ıngiliz oyun yazarı gazeteci ve aktör (Londra 1929). “ Öfkeli gençler' 'in önderi olarak olanaksız bir ger­ çeklik ve gerçek bir eziklik adına, kurulu düzene ulusal ve özel önyargılara çatmak için hiciv ve sövgüye başvurdu (Look back in Anger, 1956; The Entertainer, 1957; Epitaph for George Dillon ¡A. Creiahton’la birlikte!, 1958; A Patriot tor The, John Osborne 1965 [eşcinselliği övücü pasajlarından ötürü yasaklandı]). Tarihle 'analitik' yorümu birleştirerek kurulu düzenle iyi geçin­ me İsteğinin köklerine inmeye çalıştı (The World o f Paul Sllckney, 1959; Lut­ her, 1961; Inadmissible Evidence, 1964; A Bond Honoured, 1966) ve kadin-erkek sorununda Pinter'le çekişti (Under Plain Cover, 1962; Hotel in Amsterdam, 1968; Time Present, (1968). Gerek tiyatro uyar­ lamaları (Dorian Gray'in portresi, [The Picture of Dorian Gray] 1973), gerek yazdığı oyunlar ( Watch it come down, T974), yazarın çıkmazını doğrular: Son yapıtları: God rot Tunbridge Wells! (TV oyunu, 1985), TheForther( 1989).



oselot



O S C A R a. (ödülle birlikte verilen küçük heykelciğe şaka yollu takılan Oscar adın­ dan). 1927’de Hollywood’da kurulmuş olan Academy of Motion Picture Arts and Sciences tarafından verilen önemli sine­ ma ödülü. (En önemli Oscarlar şu dallar­ da verilir: en İyi film, en iyi erkek ve kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi yabancı film.) OSC AR ELLA LO B U LA R İS a. Kıyı böl­ gelerindeki kayaçların alt yüzünü kapla­ yan, canlı renkli, küçük sünger. (Demospongiae sınıfı, Tetractinellida takımı.) O S C İLLA T O R İA a. Bütün hücreleri bir­ birine benzeyen mikroskobik liflerden olu­ şan mavi suyosunu. (Çok yaygın olan ve çok hızlı büyüyen oscillatorialar geçici su



birikintilerinde ya da yerdeki nemli yüzey­ lerde üreyebilin Spirulinalara yakın olan bu suyosunları onlar gibi bol canlı madde sağlar.) O S C İN E L LA a. Larvası buğday başak­ larını yiyen, siyah, parlak, küçük sinek cin­ si. (Sapsineğigiller familyası.) — A N S İ K L . Erişkinleri, 3 mm boyunda, si­ yah bedenli, tibiaları bütünüyle sarı çok küçük sineklerdir; larvasının uzunluğu, gelişme evresinin sonunda 4 mm'ye ula­ şır; başakları yerken, dışarıdan görülebi­ len izler bırakmaz. Lindan ve heptaklor aracılığıyla Oscinella larvalarıyla savaşılabilir. Arpa başaksineği O. frit ve O. pusilla türleri yaygındır. O S D A R A -*



ASDARA.



OSEANİT a. (fr. ocĞanite). Petrogr. Ok­ yanus bölgelerinde oldukça sık rastlanan, olivin bakımından zengin bazalt. C S EAM O O RAFYA a. (fr. ocâanographie'd e n ) - > D E N İ Z B İ L İ M . O S E İN a. (fr. ossdine). Biyokim. Kemik dokusunun temel maddesini oluşturan azotlu madde. IÖ S E L O T a. (isp. oceiote; aztek dilindeki oce/oftan). 1. Amerika’da yaşayan ve kür­ kü için avlanan yabanıl kedi. (Bil. a. Felis pardalis; kedigiller familyası.) —2. Bu hay­ vanın kürkü. — A n s İ k l . Oselot’un boyu, kuyruğuyla birlikte yaklaşık 1,50 m’ye ulaşır. Meksika ve Patagonya'da bulunan bu hayvanın kürkü, siyah çemberler içinde kızıl nokta­ larla ya da çizgilerle bezelidir; kıllar kısa ve ipeksidir. Makbul sayılan oselot kürkün­ den mantolar, ceketler, vb. ya da garnitür­ ler yapılır. Oselot korunma altına alınan hayvanlar arasında yer aldığından günü­ müzde avlanmaları sıkı denetim altına alınmıştır. O S E O M Ü K O İN a. (fr. ossdomucoîne' den). Biyokim. Kondroitin-sülfürik asit içe­ ren ve kemiğin temel hammaddesinf oluş­ turan (kemikleşmenin ilk aşaması) kemik alikoproteini. O S E T D İL İ a. Doğu Iran öbeğinden dil; Orta Kafkasya'da (Osetya) yaklaşık 500 000 kişi tarafından konuşulur. — A N S İ K L . Oset dili, Iskitler ile Antikçağ' daki Sarmatlar’ın kullandığı dille uzak ak­ rabadır. Eski İran dilinin kimi özelliklerini (fiil örnekleri, 8 durumlu ad çekimi) korur. Ses yapısı, Kafkasya'daki hint-avrupa ol­ mayan dilerden etkilenmiştir; bugünkü sözlükte rusçadan çok aktarma vardır. XIX. yy. sonunda edebiyat dili olarak da kullanılan oset dili kiril abecesiyle yazılır. » S E T L E R , 1979’da sayıları 542 000 olan ve 300 000'i Kuzey Osetya'da yaşa­ yan Orta Kafkasya halkı. Osetler'in atala­ rı, II. yy.'ın sonuna doğru Don havzasın­ dan Kafkasya'ya doğru sürülüp burada iber-kafkas yerlileriyle karışmış İran aşiret­ leri olan Alenler'dir. VI. ve VII. yy.’larda bizans hıristiyanlığı Osetler arasında yayıl­ dı. IX.-XIII. yy.’lar arasında, Osetler, Kuzey Kafkasya’yı egemenliği altına alan feodal bir devlet kurdular. Bu devlet, Cengiz Han’ın Moğollar'ı tarafından yakıldı. Bun­ lar, Osetler'i Orta Kafkasya’nın vadilerine doğru sürdüler. Osetler'in bir bölümü (Diaorlar) XVII. ve XVIII. vv.'larda Kabartavlar ve Tatarlar’ın etkisiyle islamiyeti kabul etti; ironlar ise ortodoks hıristiyan olarak kaldılar. XVIII. yy.’ın sonunda, Oset ülkesi Rus Imparatorluğu'na ilhak edildi. O S E T Y A , Büyük Kafkaslar'ın orta kesi­ minde, Osetler'in yaşadığı bölge. Bugün Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmış du­ rumdadır. O S E T Y A Ö Z E R K C U M H U R İY E ­ T İ (Kuzey), Rusya Federasyonu'na bağ­ lı özerk cumhuriyet; 8 000 km2; 637 000 nüf. (% 66 Oset, % 22 Rus). Merkezi Vtodikavkaz. Büyük Kafkaslar'ın kuzey yamaçlann-



da yer alan dağlık bir bölgedir. Alçak ke­ simlerdeki verimli topraklarda step tipi bitki örtüsü gelişmiştir, yükseklere doğru çıkıldıkça ormanlar, daha sonra da alp ti­ pi çayırlar yer alır. İklim, yükseltiyle birlik­ te sertleşir. Alçak yamaçlarda ve Mozdok yakınlarında, sulamayla buğday, mı­ sır, patates, kenevir ve meyve yetiştirilir. Daha yükseklerde ise koyun ve sığır be­ siciliği yapılır. Vladikavkaz'da yoğunlaş­ mış olan sanayi inşaat malzemeleri üreti­ mi, metalürji ve gıda işlemeye dayanır; ayrıca kurşun, çinko ve bor madenciliği yapılır. Büyük Kafkaslar'ın her iki yanın­ daki ormanlardan, başta kayın olmak üzere bol miktarda kereste elde edilir. Terek üzerinde, hidroelektrik santralları inşa edilmiştir. 1991 de Osetler ile inguş azınlık ara­ sında çıkan çatışmalar yüzünden aralık 1992'de olağanüstü durum ilan edildi. Ortodoks Osetler'in giriştiği etnik temizlik sonucunda 30 000 kadar müslûman Inguş komşu Çeçen-lnguş Cumhuriyeti'ne sığındı. (-* Harita için bkz. KAFKASYA). O S E T Y A ö z e tir M lg e a l (Güney), Gürcistan'a bağlı özerk bölge. 3 900 km2; 125 000 nüf. (% 66 Oset, % 29 Gür­ cü). Başkent Tshinvali. Büyük Kafkaslar'ın güney eteklerinde yer alır. Sulama yapılan yerlerde tahıl, meyve ve üzüm yetiştirilir. Yüksek ya­ maçlarda başlıca geçim kaynağı koyun besiciliği ve ormancılıktır. Güney Osetya, kuzey ile birleşmek is­ teyerek kasım 1990'da bağımsızlık ilan etti. Ancak bu nedenle Gürcistan'la ça­ tışmalar çıktı. Mart 1!İ91'de ateşkes sağ­ landı. Gürcistan aynı yıl eylül ayında böl­ genin özerkliğini kaldırınca çatışmalar yeniden başladı. Ocak 1992'de Osetler tekrar bağımsızlık ilan ettiler, çatışmalar sürdü. Temmuz 1992'de Rusya müdaha­ le ederek bir tabur askerle sükûneti sağ­ ladı. (-* Harita için bkz. KAFKASYA).



OSFRADYUM a. Yumuşakçalann örte­ neği altında bulunan, taraksı yapıda kü­ çük duyu organı.



OSFREZİYOLOJİ a. (fr. osphrésiologie-, yun. osphresis, koku, ve logos, bilimden). Fizyol. Kokuların ve koklama organlannın incelenmesi.



OSOOOD (William Fogg), amerikalı ma­ tematikçi (Boston 1864 - Belmont, Mas­ sachusetts 1943). Harvard'da profesör olarak çalışırken, çözümlemenin pek çok alanıyla ilgilendi (diferansiyel denklemler, değişimler hesabı, sürekli fonksiyon dizi­ lerinin yakınsaklığı, çok sayıda karmaşık değişkenli analitik fonksiyonlar kuramı). Fonksiyonlar kuramı üstüne incelemesi (1923-1932) başvuru kitaplanndandır.



O s g o o d -S c h la tta r



h a s ta lığ ı,



1903'te tanımlanan, kavalkemiğinln üst ucunu tutan ve özellikle spor yapan 10 -15 yaşlarındaki erkek çocuklarda rastla­ nan büyüme osteodistrofisi. Dizde ağn ve şişmeyle ortaya çıkar ve iz bırakmadan iyi­ leşir. O S H A W A , Kanada'da (Ontario) liman kenti, Ontario gölünün kuzey kıyısında; 123 651 nüf. Otomobil aksesuarları. Ta­ şıt lastikleri. Yün isleme. Bulgaristan'da ırmak, Tuna'nın sağ kıyıdan kolu; 314 km (havzası 2 820 km2). Osım kaynağını Balkanlardan alır, Troyan ve Loveç’i geçtikten sonra Niğbolu yakınında Tuna'ya kavuşur. O S IA N O E R (Andreas HOSEMANN. Andreas —denir), alman protestan tanrıbilimci, gökbilimci ve matematikçi (Gün­ zenhausen 1498 - Königsberg 1552). Nürnberg protestanlarının önderi olarak Augusburg diyetine katıldı, Smalkalde antlaşması'nı imzaladı ve Königsberg'de profesör oldu. İnsanın, Isa’nın gücü saye­ sinde kazandığı inançla temize çıktığını savundu. Mikofaj Kopernik'in De revotutionibus (Yörüngeler üzerine) adlı kitabı­



Osiris ayağı na yazdığı imzasız önsözde, kopernikçi kuramın kullanışlı bir matematiksel varsa­ yım olduğunu, ancak evrendeki gerçek devinimleri açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürdü. O S İJ E K , Hırvatistan'da kent, Aşağı Dravanın kıyısında; 104 200 nüf. Doğu Hırvatistan'ın başlıca kent merkezidir. Üniversite. Sanayi (besin ve tekstil sana­ yileri, dericilik, tarım makineleri, sabun imalathanesi) merkezi. —Tar. ve Güz. sant. Osijek Ortaçağ'da katolik piskoposluk merkeziydi. OsmanlI dö­ neminde (1526-1687) Osek ya da Esek olarak anılan kent İslamlaştı (Sultansüleyman, Kasımpaşa, Mustafapaşa camileri, mescitler, Kasımpaşa ve Mustafapaşa medreseleri). XVIII. yy.’da barok üslupta yeniden imar edildi. Bugün müzeye dö­ nüştürülen Belediye sarayı (1702), Cappucino manastırı (1706), Sveti Jakov kilisesi (1723) bu dönemdendir.



OSİLKTÖR a. (fr. oscillateuhderi). Saatç. Zaman aygıtlarında, bir rezonatör ile bu­ nu çalıştıran bir sistemden oluşan ayarla­ ma organı. (Saatçilikte dönüşümlü olarak kullanılan başlıca osilatörler şunlardır: sar­ kaç, sarmal balans, metal diyapazon, çu­ buk ya da mercek biçiminde kuvars, atom ya da molekül osilatörü.) OSİLOORAF a. (fr. oscillographe). Za­ mana bağlı olarak değişen fiziksel bir bü­ yüklüğün değişimlerini gözlemlemeye ve kaydetmeye olanak veren aygıt. (Günü­ müz osilograflarında, bir katot ışınları de­ metinin, elektrik alanı ya da manyetik alan etkisiyle saptırılmasından yararlanılır ve bunlara bu nedenle katodik ya da katot ışınlı osilograflar adı verilir.)



OSİLOORAM a. (fr. oscillogramme). Bir osiloskop ekranı üzerinde oluşan ve işa­ retlerin zamansal çözümlemesine olanak veren eğri.



I OSİLOMETRE a. (fr. oscillomètre'den). Tip. Atardamarların titreşimlerini ölçmeye yarayan araç. (En çok kullanılanı Pachon osilometresidir.)



OSİLOMETRİ a. (fr. oscillométrie). Tip. Bir osilometre ile kol ve bacaklarda atar­ damar titreşimlerinin incelenmesi. (En yüksek titreşimler, kollukla uygulanan kar­ şıt basınç, atardamar boşluğundaki orta­ lama basınç değerine ulaştığında elde edilir. Bu yöntem büyük atardamarların açıklığı hakkında bilgi verir.)



| OSİLOSKOP a. (fr. oscilloscope). Elek­



bir gerilim, demeti düşey olarak hareket ettirir; 3. üzerinde, gözlemlenmek istenen eğri­ lerin oluştuğu, tüp eksenine dik bir ışıldar ekran. Kullanılan ışıldar madde (kimi kez yanlış olarak fosfor da denir) flüorışısı ye­ şil olan bir çinko ortosilikat (willemit) ola­ bilir. Öte yandan, özellikle, ekran üzerin­ de beliren ışıklı eğrinin fotoğrafı alınmak istendiğinde, mavide maksimum bir ışıl­ dama gücü gösteren çinko sülfür de kul­ lanılır. Dönemsel olmayan hızlı olayları in­ celemek sözkonusu olduğunda, ışıldama­ sı belli bip kalım gösteren maddelerden yararlanılır. incelenecek büyüklük, genellikle düşey saptırma levhalarına uygulanan, değişken bir gerilim olmalıdır. Aynı zamanda, yatay saptırma levhalarına, dönemi, incelene­ cek gerllimlerin dönemine eşit ya da tam katı, testere dişi biçiminde gerilimler uy­ gulanır; bunlar bir zaman ölçeği oluştu­ rur. Bir eşzamanlama düzeneği, kararlı ve tek bir iz elde etmek için, incelenen İşa­ retlerle daima aynı fazda kalan, testere di­ şi biçiminde bir tarama başlatır. Bu İz ek­ ran üzerine, incelenen.gerilimin biçimini, frekansını, fazını vb çözümlemeye olanak veren bir eğri çizer. Kimi osiloskoplar, ay­ nı anda birçok eğri elde etmeye olanak verir; çift zaman ölçeğiyle donatılmış di­ ğerleri, yüksek frekanslı ayrıntıları, daha alçak frekanslı işaretler üzerinde incele­ meye olanak verir; bellekti osiloskop, bil­ ginin belleğe aktarımı yoluyla, herhangi bir işareti gözlemlemeye olanak verir. Önceleri bir laboratuvar aygıtı olan osi­ loskop, kısa sürede, doğrudan malzeme üzerinde ve bunu bozmadan, çok çeşitli üretim kontrolleri yapmaya olanak veren evrensel bir ölçü aygıtı haline gelmiştir. O S İM E N a. (fr. ocimène). Org. kim. For­ mülü



(CHjfeC = C H -C H ,C H = C (CH3)—CH - CH2 olan monoterpensel hidrokarbon; fesle­ ğenden (Ocimum basilicum) özütlenir; allo-osimen ile mirsenin izomeridir.



OSİMO, İtalya'da, Marche'de (Ancorıa ili) komün; 26 (XX) nüf. Müzik aygıttan. Tekstil. Büyük bölümü XIII. yy.'da yapılmış katedral. O S İN N İK İ, Rusya'da kent, Batı Sibir­ ya'da, Kuzbas'ta; 62 000 nüf. Kömür çı­ karma. Kent, Novokuznetsk metalürji bitişikkentinin bir parçasıdır.



pıldı; Heliopolis’te, Enneadlar'Tn içinde, güçlü tanrı Re ile birleşti; Memfis’te, me­ zar tanrısı Sokaris’in yerini aldı ve Ptah'la birleşti; Abydos'ta, Hentiimerrtiu İle (nekropolisin tannsı) bir tutuldu. Bu değişik un­ surlar arasında yavaş yavaş bir bireşim gerçekleşti ve çok geçmeden bir efsane doğdu: toprakların iyi kralı Osiris insanla­ ra tarımı, bağcılığı ve çeşitli sanatları öğ­ retmişti; kardeşi Seth, Osiris’i kıskandı ve bir şenlik sırasında onu bir sandığa kapa­ tarak Nil'e attı; kız kardeşi ve karısı isis, tanrıyı Byblos kıyılarında bularak geri ge­ tirdiler. Osiris’i yeniden ele geçiren Seth, tannnın bedenini on dört parçaya böldük­ ten sonra, parçaları bütün Mısır'a dağıttı. Kız kardeşi Nephthys'le (Seth'in kansı) bir­ likte ve Anubis'in yardımıyla, isis, Osiris' in bedenini yeniden birleştirdi; birer dişi kuş biçimini alan isis ile Nephthys, tanrı­ ya rüzgârıyla can vermek İçin geniş ka-



natiannı çırptılar. Böylece Osiris dirildi. İsis gebe kaldı ve doğurduğu Horus’u, amca­ sı Seth’in intikamından korkarak, Delta bataklıklannda gizlice büyüttü; yetişkinlik ça­ ğına geldiğinde mirasını devralmak İsteyen Horus, Seth’i teke tek dövüşe çağırdı. Re ve tannlar mahkemesi toplanarak karannı açıkladı: Horus babasının yeryüzündeki krallığının sahibi olacak, babası ise yeraltındaki seçilmişler krallığını yönetecekti. Bu efsaneden çıkan sonuca göre: ölümünden sonra, Osiris’in bedenine yapılan kutsal uy­ gulamalar kendi için, aynı duaları okuta­ rak yaptırabilen her insan yeniden yaşam bulacaktı; sonsuzluk önceleri yalnızca krala



8919



Pachon osüometresj



OSİPOVSKİY (Tımofey Fyodoroviç), rus



filozof (1766-1832). Harkov Üniversitesi tron. Zamana göre değişen bir büyüklü­ rektörüydü. De l'espace et du temps (fr. çev.) [Mekân ve zaman üzerine] (1807) ve ğün değişimlerini görüntülemeye ve böylece bir gösterim elde etmeye olanak ve­ Méditations sur le système dynamique de Kant (fr. çev.) [Kant'ın dinamik sistemi üze­ ren aygıt, (ilke olarak osiloskop, görüntü rine düşünceler] (1813) adlı yapıtlarında kayıt düzeneği olmamasıyla osilograftan ayrılır.) Kant’ın idealizmini çürütmeye çalıştı. —A ns Ik l . Osiloskopta, akım ya da geri­ O s lre lo n , Seti l'in (XIX. hanedan), Abylim değişimlerini ekran üzerinde çizili bir dos'ta yapılan kenotaphionu; mezar tapı­ eğri biçiminde göstermek için, bir elektron nağıyla aynı eksen üzerinde, bu anıttan demetinden yararlanılır. Osiloskop, cam birkaç metre uzaktadır. Bu yapı benzer­ bir vakum tüpünden’oluşur ve tüp içinde sizdir. Dünyanın yaratılışı sırasında, sula­ şu öğeler bulunur: rın dışında beliren ilk çıkıntıyı, "ilk tepe" 1. bir elektron demeti üreten ve elektron yi simgeler. Kullanılan gereçler, kireçtaşı, tabancası adı verilen bir sistem. Bu sis­ kumtaşı ve granittir ve her birinden belirti temde, çok küçük bir yayım yüzeyi elde simgesel bir amaçla yararlanılmıştır. Du­ etmeye olanak veren dolaylı ısıtmalı bir ka­ varlarına çeşitli metinler yazılmış olan to­ tot vardır. Filaman, ısıya dayanıklı madde­ nozlu bir koridor, yapının koroyeri önün­ den küçük bir bloku ısıtır; bu blok İçine, de yer alan iki giriş sofrasına kadar uza­ bir baryum oksit ve stronsiyum oksit karı­ nır. İlk oââ olarak düşünülen koroyeri bir şımı içeren bir oyuk açılmıştır. Yüksek bir kanalla kuşatılmıştır ve bu kanal yeryüzü­ pozitif potansiyele getirilmiş hızlandırıcı nün ilk sularıyla doludur. anotun bir deliği vardır ve bu anota va­ ran elektronların birçoğu, bu delikten ge­ ■ OSİRİS, mısır dilinde User, mısır tanrı­ sı. Bedenini sıkıca saran bir giysiyle insan çerek flüorışıl bir ekrana çarpar. Katota biçiminde betimlendi; iki yanında birer tüy göre negatif olarak kutuplanmış ve bulunan yüksek ve beyaz bir taç giyerdi; "wehnelt" adı verilen bir silindir, bir triyot ızgarasıyla aynı işlevi yaparak ekran üze­ göğsü üzerinde kavuşturduğu ellerinde rindeki ışıklı spotun parlaklığını ayarlar; bir asa ile bir flagellum tutardı. Başlangıç­ ta bitkiler dünyasının yaşam gücünü sim­ 2. tüp ekseni yatay olduğunda, birinciler yatay ve İkinciler düşey olmak üzere iki gelediğinden, bedeni genellikle yeşile bo­ yanırdı. Büyük bir olasılıkla Delta’da baş­ çift saptırma levhası sistemi. Düşey levha­ lara değişken bir gerilim uygulayarak, layan kültü, çok kısa sürede bütün Mısır'a yayıldı: Busiris'te kral-tanrı Ancti'nin yeri­ elektron demeti yatay yönde saptırılır. ni aldı; Delta’da isis ve Horos'la birlikte ta­ Benzer şekilde yatay levhalara uygulanan



Bk. resim sayfa 8920



özgüydü; ancak, Orta imparatorluk döne­ minden sonra, ölümden sonra yaşam her­ kes için geçerli olmaya başladı. Tannnın kutsal kenti Abydos önemli bir hac merke­ zi oldu; büyük şenlikler sırasında yapılan gizli ayinlerde; tannnın yeniden yaşama dö­ nüşü canlandınldı. Osiris efsanesi, toprağa gömüldükten birkaç ay sonra ilkbaharda yeniden can­ lanan tohum aracılığıyla, mitolojik düzlem­ de, doğadaki yaşamın değişkenliğini yan­ sıtır. Samiler'in Ba’al efsanesi ve Suriye’ deki Adonis efsanesiyle benzerlik göste­ rir. Osiris kültü klasik dönemde bütün Ak­ deniz kıyılanna yayılmıştı. , ön yüzünde mumyalan-



bir osiloıkopun



Osiris ayağı prens Sait Halim Paşa (1913-1917) hükü­ metlerinde Posta ve telgraf nazırı olarak görev aldı. Daha sonra emekliye ayrıldı.



8920



OSKAR I (Paris 1799 - Stockholm 1859), İsveç ve Norveç kralı (1844-1859). Karl XIV (Bernadotte) ve Désirée Clary’nin oğlu. İs­ veç prensi (1810), krallık vârisi (1818) ve Norveç kralı naibi (1824) oldu. Hüküme­ te aldığı liberal danışmanlar bir dizi reform gerçekleştirdiler (ceza yasası, veraset hak­ ları, meslek kurumlarının kaldırılması vb.). Oskar I İskandinav birliğinden yanaydı; düklükler olayında Danimarka lehine ihti­ yatlı bir askeri harekâta girişti (1848-49). Rusya’ya düşmandı; Fransa ve İngiltere’ nin Kırım zaferinden yararlanarak çarın Aland adalarını tahkim etmekten vaz­ geçmesini sağladı (1856). Akli dengesini yitirince (1857) naipliği oğlu Karl’a bırak­ tı.



O slris Sennecem’in Deyr ül-Medine'dekl (Mısır) mezarını süsleyen bir duvar resminden ayrıntı Yeni imparatorluk, XIX. hanedan



OSKAR li (Stockholm 1829 - ay y.



mış Osiris biçiminde dev bir firavun hey­ keli bulunan ayak. (Eski Mısır'da mezar ta­ pınaklarında bu ayak türüne oldukça sık rastlanır: Ramesseum, Medinet Habu vb.)



1907), İsveç (1872-1907) ve Norveç (1872 -1905) kralı. Oskar l'in üçüncü oğlu. Kar­ deşi Karl XV'in yerine geçti. İsveç-Norveç birliğinin bozulmasını kabullenmek zorun­ da kaldı (1905). Norveç, tahtı Bernadotte’a önerince Oskar II bu öneriyi tüm aile­ si için reddetti. Diplomasi alanındaki us­ talığı ve adalet anlayışı, hassas uluslar­ arası sorunların çözümünde birçok kez Oskar ll’ye başvurulmasına yol açtı.



O S İS M İİ. Esk. coğ. Bretagne'ın doğu



OSKARSHAMN, İsveç’te (Kalmar), Bal-



yarısında yaşayan Galya halkı. Başlıca kenti Vorgium’du (Carnaix).



OSİTOSİN



a.



(fr. ocytocine). Biyokim.



tık kıyısında liman kenti; 27 500 nüf. Ma­ kine sanayileri. Kereste ve kâğıt dönüştür­ me. Nükleer santral.



O K S İ T O S İ N 'in e ş a n l a m l ı s ı .



OSKÇA a. italik dili; umbria lehçesine



O S K A N (Yervant), ermeni kökenli türk neykelci (İstanbul 1855 - ay. y. 1914). Tür­ kiye'de Tanzimat döneminin ilk heykelcisi olarak bilinir. Eğitimini Fransa ve İtalya’da tamamlayıp İstanbul’da döndükten son­ ra yeni kurulan Sanayii nefise mektebi'nin heykel öğretmenliğine getirildi (1882). Okul müdürü Osman Flamdi Bey'in de yardımcılığını yaptı ve ölümüne değin bu görevde kaldı. İlk öğrencileri İhsan (Özsoy)*, İsa* Behzat ve Mehmet Bahri bey­ lerdir Fransa’da Houdon, İtalya’da F. Della Valle’nin yapıtlarında görülen klasik üslup­ la rokoko zarafetini birleştirmeyi denedi. Naile Hanım'ın ve Osman Hamdi'nin büstleriyle Zeybek ve Tavukçu kadın gibi heykel çalışmalarından başka resimleri de vardır.



çok yakın olan ve onunla birlikte osk-umbria öbeğini oluşturan bu dili Osklar ko­ nuşurdu. — A n s İ k l . Roma öncesi dönemde oskça en yaygın dildi: Osklar'ın dışında Apen­ nin ve Campania Samnitleri ile Lucania ve Bruttium halkı da bu dili kullanırdı. Osk­ ça, özellikle Campania sitelerinden kay­ naklanan 200'den çok yazıt aracılığıyla öğrenilmiştir. I.Ö. III. yy.'dan İ.S. I. yy.'a dek yayılan bu metinlerin en yenileri Pompei’ nin yok olduğu dönemden kalmadır. Bu dönemde oskça, latince ve yunanca kar­ şısında hemen hemen ortadan kalkmıştı. Bu yazıtlar, resmi metinlerden (Nola ve Abella siteleri arasında bir antlaşma, Bantia sitesinin ceza yasaları), ithaflardan, la­ netleme cümlelerinden, para yazılarından vb. oluşur. Kimi güldürü oyunlarının osk kökenli olmasına karşın oskçanın edebi­ yat dili bulunmadığı sanılır.



OSKAN EFENDİ, ermeni kökenli türk maliyeci ve siyaset adamı (Erzurum 1867 - İstanbul 1922). Erzincan'da başladığı öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Irak, Anadolu ve Rumeli'de Düyunu umumiye müfettişi olarak görev yaptı. Maliye müfet­ tişliğinden Rumeli Maliye komisyonu üye­ liğine getirildi, ikinci meşrutiyet'ten (1908) sonra Maliye nezareti baş müfettişi oldu. Mahmut Şevket Paşa (1913) ve mısırlı



OSKHOPHORİA a. (yun. söze, oskhos, küçük dal ve phoros, taşıyan'dan). Esk. Yun. Bağbozumu öncesinde kutlanan Ati­ na şenlikleri. Eskiden Minotauros'a haraç olarak gönderilen gençleri simgeleyen ya­ kışıklı delikanlılar Dionysos tapınağı'ndan Athena Skiras (Phaleron'da) tapınağı'na kadar bir tören alayı düzenlerlerdi. (Genç­ lerden bazıları üzümlü asma dalları taşır­ lardı.)



OSKİ a. (ermenice vosgi, altın’dan). Arg. Lira.



OSKLAR, lat. Osci ya da O pici. Esk. coğ. Orta Apenninler’de yaşayan Sabeîli halkı. Campania’ya inerek, Capua ve Cumae'yi alan Osklar'ın bir bölümü Latium’a çekildi. İ.Ö. V. yy.'ın ortasında, merkezi Ca­ pua, Cumae ve Nocera olan üç federas­ yon kurdular. Campania'da, büyük ölçü­ de yunan etkisi altında kaldılar.



OSKULUM a. Zool.



S U Ç I K I Ş D E L İ Ğ İ ' 'nin



eşanlamlısı.



OSK-UMBRİA DİLLERİ a. Oskça ve umbria lehçesiyle Orta İtalya’daki küçük lehçeleri içeren (Volsci, Sabini, Marsi) ita­ lik dilleri öbeği. Yervant O skan Naile Hanım büstü MSÜ Resim ve heykel müzesi, İstanbul



OSKÜLATÖR a. (fr. osculateuT). Geom. D O K U N U M 'u n



eşanlamlısı.



O slar hastalığı (ing. doktor sir William Osler'ın [Band Head, Kanada, 1849 - Oxford 1919] adından), hasta bir endo-



karda streptokokların yerleşmesinden ileri gelen ve yavaş gelişen kötücül endokardit. Olguların çoğunda mikrop türü Strep­ tococcus viridans’tır. , OSLO, Norveç'in başkenti, Skagerrak' ın uzun bir kolu olan Oslofjordun ucun­ da; 461 127 nüf. (1991). Oslo, denize 100 km uzaklıkta, verimli bir tarım bölgesindedir. Yeri, hem ülkenin iç kesimiyle (Glomma ve Vorma vadileri aracılığıyla) hem denizle kolayca bağlan­ tı kurmasına olanak verir. Oslo fiyordu boyunca, ülke işçilerinin yarısının toplandığı, gerçek bir bitişikkent oluşturmakla birlikte çok ferah bir dizi kü­ çük kent sıralanmaktadır. Bununla birlik­ te etkinliklerin büyük bölümü, hem baş­ kent, hem demiryolu ve karayolu kavşağı olan Oslo kentine doğru yoğunlaşır, işte bu nedenle limandaki rıhtımlar büyük bir trafiğe (5,3 Mt) sahne olur. Kentin uzun elişçiliği geleneğinden yararlanan birçok sanayi Oslo'ya yerleşmiştir (tekstil, besin, makine, elektromekanik sanayileri). Başlangıçta Akershus yarımadası kıyı­ sına kurulan kent, daha sonra çok geniş­ lemiş, sanayiler liman kesiminde ve Akerself vadisinde kalmıştır. Fiyord boyunca toplanan evler, komşu kırsal kesime de ya­ yılarak, hem modern bir mimariyi (bele­ diye konağı) hem de eski köylerde rastla­ nılan ahşap kulübeleri kaynaştıran çok çe­ lişkili bir manzara oluşturmaktadır Çok ya­ yılmış (40 km2) olan Oslo kenti, doğayla iç içedir; sözgelimi banliyö trenleriyle doğ­ rudan kayak alanlarına gidilebilmektedir. —Tar. 1048'e doğru Harald III Hârdrâde tarafından kuruldu, daha batıda Akershus kalesini yaptıran Haakon V (1299-1319) za­ manında başkent oldu. Oslo'nun siyasi önemi daha sonra İskandinav birliklerinin (1397) kurulması ve hansa ticaretinin (norveç kerestesinin ihracı) gelişmesiyle azal­ dı. XVI. yy.'da, hansa tacillerinin yerini Hol­ landalIlar aldı. Kent, 1624’te yakıldı, daha sonra ülke valisinin konutu Akershus kalesi yakının­ da yeniden kuruldu ve Danimarka kralı Christian IV tarafından yeniden kuıularak Christiania adını aldı. XVIII. yy.’da, ingilizler yavaş yavaş Hollandalılar’m yerini al­ dılar ve işlenmiş kereste satın almayı yeğ­ lediklerinden, kereste sanayisi gelişti. Bir üniversitenin kurulmasıyla (1811) Oslo, Norveç’in kültür merkezi durumuna gel­ di; önce Danimarka’ya, sonra da İsveç'e karşı milliyetçilik eylemleri baş gösterdi. Norveç, İsveç'le birleşince (1814) kent Norveç hükümet ve parlamentosunun merkezi oldu. XIX. yy.’da, Christiania sa­ nayileşerek gelişti ve on bin dolayındaki (1815) nüfusu, 200 000'i aştı (1900). Ba­ ğımsız Norveç’in başkenti olan Christia­ nia, yeniden Oslo adını (bu ad Christiania'nın varoşlarından birinin adı olarak ya­ şıyordu) aldı (1 ocak 1925). —Güz. sant. Akershus şatosu (1300’e doğr. ve XVII. yy.). Müzeler: tarih, deko­ ratif sanatlar, açık hava ulusal folklor (Bygd^y’da: eski ahşap mimari, dini sa­ nat, günlük yaşam) müzeleri. Ulusal ga­ leri, ressam Munch ve heykeltıraş Vigeland müzeleri, Sonja Henie vakfı (Hövikodden'de: çağdaş sanat), vb.



OSMAN I, Osman Gad ya da Osman Bey de denir (Söğüt 1258 - ay. y. 1326), Osmanlı devletinin kurucusu olan ilk türk padişah (1281-1326). Kayı aşireti reisi Ertuğrul* Gazi'nin küçük oğlu (Osman­ cık). Ertuğrul Gazi yaşamının son yılların­ da öteki oğulları Savcı ile Gündüz'e göre üstün nitelikleri bulunan Osman'ı Kayı aşi­ reti reisliğine aday gösterdi. Babasının ölümü üzerine bazı aşiret ileri gelenleri, amcası Dündar Bey'i reisliğe getirmek is­ tedilerse de Ertuğrul Gazi'nin gaza yol­ daşlarından Gazi Abdurrahman, Akça Koca, Konur Alp, Turgut Alp, Saltuk Alp, Aykut A lp Ak Timur, Kara Mürsel, Kara Te­ kin, Samsa Çavuş, Şeyh Mahmut gibi bir­ çok bey ve özellikle kayınpederi olan ahi­ lerin ünlü şeyhi Edebali’nin diretmesi so-



nucu Osman Gazi beyliğin başına geçti (1281). Komşu bizans tekfurlarıyla elden geldiğince iyi geçinmeye çalışan Osman Gazi, bunlardan İnegöl tekfuru Nikolaios' un aşiretin yaylaya çıkış-iniş yolu üstünde olan Ermeni derbenti'nde pusu kurduğu­ nu öğrendi. Burada yapılan ve sonuçsuz kalan çarpışmada ağabeyi Savcı Bey’in oğlu olan yeğeni Bay Koca şehit düşün­ ce, savaşçılarını geri çekti (1284). Ertesi yıl bu çarpışmanın öcünü almak için hare­ kete geçen Osman Gazi, Emirdağı eteğin­ deki Kulacahisar'ı 300 kişilik bir kuvvetle basarak ele geçirdi (1285). Osmanlı tari­ hinde alınan ilk kale olarak bilinen bu ha­ şandan sonra beyliğin topraklan İznik gö­ lü doğrultusunda kuzeye doğru genişle­ meye başladı. Öte yandan, Kulacahisar' ın fethi üzerine kaygıya kapılan İnegöl ve Karacahisar tekfurları, Osman Gazi'ye karşı birleştiler. İki taraf arasında Doma­ niç yakınındaki ikizce (ya da Ekizce) de­ nen yerde yapılan ve Osman Gazi'nin za­ feriyle sonuçlanan savaşta (1286) Savcı Bey şehit düştü, birleşik ordunun komu­ tanı Phllatos öldürüldü. Daha sonra Eski­ şehir yöresinde ve Porsuk çayı kıyısında bulunan Karacahisar üzerine yürüyen Os­ man Gazi, uzun bir kuşatma sonunda bu önemli kaleyi fethederek ilk büyük başa­ rısını kazandı (1288). Bizanslılar'a karşı el­ de edilen bu zaferter üzerine Anadolu Sel­ çuklu hükümdarı Mesut II, "Osman Şah" başlığı altında gönderdiği bir fermanla Sö­ ğüt mülküne ek olarak Eskişehir ve İnö­ nü yörelerinin de Osman Gazi'ye verildi­ ğini bildirirken, yanı sıratablhane (büyük davul), tuğ, alem (bayrak), altın kılıç, gü­ müş takımlı at, okla yay ve yüz bin dirhem para gibi beylik simgesi olan armağanlar da kendisine sunuldu (1289). Sultanın be­ ğenisine değer olduğunu ispatlamak için Göynük ve Taraklı Yenicesi üzerine akın­ lar düzenleyen Osman Gazi, elde edilen pek çok ganimetin büyük bölümünü Sel­ çuklu hükümdarına gönderdi (1292). Ar­ dından Bilecik, Yarhisar ve İnegöl kalele­ rini fethetti (1298), Yarhisar tekfurunun, Bi­ lecik tekfurunun oğluyla düğünü yapıl­ makta olan kızı Nilüfer Hatun'u (Holoflra) tutsak alarak kendi oğlu Orhan (sonradan Orhan Gazi) ile evlendirdi. Anadolu Sel­ çuklu devletinin parçalanarak beyliklere bölünmesi üzerine (1299) Osman Gazi egemen olduğu bölgelerde bağımsızlığını ilan etti. Oğuz töresi gereğince tüm türkmen beyleriyle aşiret reisleri Osman Ga­ zi'ye bağlılık andı içtiler. Törende hazır bu­ lunan herkes, sırası geldikçe onun önün­ de diz çöküp sunulan kımızı içti. Böylece Osman Gazi, yeni kurulan Osmanlı dev­ letinin ilk padişahı oldu. Yondhisar ve İz­ nik gölünün güney kıyısındaki Yenişehir fethedildikten sonra yeni devletin merke­ zi olarak Yenişehir seçildi (1300). impara­ tor Andronikos II Palaiologos'un hassa as­ kerleri komutanı Musalonikis yönetiminde­ ki bizans kuvvetleri yenilgiye uğratılarak Koyunhisar (Baphaeon) kalesi ele geçiril­ di (1301). Osman Gazi’nin Köprühisar üzerine bir sefer açmak için topladığı sa­ vaş meclisinde 90 yaşındaki amcası Dün­ dar Bey, bu hareketin tekfurların düşman­ lığını artırıp aralanndaki güçbirliğini yo­ ğunlaştıracağını söyleyerek sefer önerisi­ ne karşı çıktı. Bu davranışın orduda ikilik yaratacağını ve yeni oluşan devleti belki de temellerinden sarsacağını düşünen Osman Gazi, yayına yerleştirdiği bir okla Dündar Bey’i vurarak (1302) Osmanlı ha­ nedanında aile içinden birini öldüren ilk kişi oldu. Aynı yıl Köprühisar fethedildi; İz­ nik kuşatıldı ve başkent Yenişehir’in çev­ resini güvence altına almak için Marmaracık kalesi ele geçirildi (1303). Yeni türk devletinin ardı arkası kesilmeyen fetihle­ rinden tedirgin dan Bursa tekfuru, çevre­ sine topladığı Atranos (Orhaneli), Madenos, Kete ve Kestel tekfurlarının birleşik kuvvetlerinin başında Yenişehir üzerine yürüdü. Birleşik orduyu Dinboz'da (Dimbaz) karşılayıp yenilgiye uğratan Osman Gazi, bu önemli zaferden sonra Kestel,



Kete ve Ulubat kalelerini kolayca ele ge­ çirdi (1306). Ertesi yıl İznik yeniden kuşa­ tıldı; Yalova üzerine sürekli akınlar düzen­ lenmeye başlandı (1307). Devlet sınırları­ nın artık Marmara denizi'ne dayanması, Osman Gazi'nin denizciliğe önem verme­ sine yol açtı. Bu düşünce doğrultusunda kurulan tezgâhlarda yaptırılan kürekli ha­ fif gemilerle, ilk türk denizcisi sayılan Emir Ali, Marmara denizi’ne açılarak Kalolimni (Besbikos) adasını fethetti (1308) ve fa­ tihinin onuruna “ Emirali” diye anılmaya başlanan adanın adı, sonradan “ imralı” ya dönüştü. İznik gölü çevresindeki Koçhisar'ın osmanlı topraklarına katılmasın­ dan sonra denizciliğe verilen önem daha büyük boyutlara ulaştı (hatta bazı bizans ve batı kaynaklarında Osman Gazi’nin Rodos adasını St. Jean şövalyelerinden almak için 1310'da gemilerle asker götü­ rüp kaleyi kuşattığı, ancak bunu başara­ madığı belirtilirse de osmanlı kaynakların­ da böyle bir olaydan söz edilmez). Öte yandan, Harmankaya tekfuru Köse Mlhal, müslümanlığı kabul ederek Abdullah Mihal adını aldı ve osmanlı hizmetine girdi (1313). Bu arada Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke, Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerinin fethedilmeleriyle devletin sınırı Karadeniz yö­ nünde kuzeye doğru da önemli ölçüde genişledi. Marmara doğrultusundaki ku­ zey yönü dışında her yandan osmanlı top­ raklarıyla çevrilmiş olan Bursa kenti, erte­ si yıl kuşatıldı (1314). Ancak, bu çok sağ­ lam kalenin uzun bir abluka sonunda tes­ lim zorunda kalacağını düşünen Osman Gazi, biri Kaplıca ve öteki de Uludağ yö­ nünde olmak üzere kentin iki yanına iki havale hisarı yaptırdı. Bunlardan Kaplıca tarafındaki kalenin dizdarlığına yeğenle­ rinden Ak Timur’u, dağdakine de komu­ tanlarından Balaban (Balabancık) Bey'i atadı. Daha sonra oğlu Orhan ile komu­ tanlarından Konur Alp, Sakarya boylarını izleyerek Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapıcık ve Keresteci kalelerini fethettiler (1317). Bu arada, Akça Koca da Kocaell’de ilk fetihlerine başladı. Artık yaş­ landığı, ayrıca damla hastalığına da tutul­ duğu için seferlere pek katılamayan Os­ man Gazi, giderek güvenini kazanan oğ­ lu Orhan Gazi’yi başkomutan vekilliğine atadı, kendi de başkent Yenişehir’de yal­ nız devlet işleriyle uğraşmaya koyuldu (1320). Böylece babasının yerine seferle­ re çıkan Orhan Gazi, Mudanya’yı fethetti, Gemlik ve deniz yoluyla ilk kez Trakya üze­ rine yürüyerek Bizanslılar'ın buradaki kı­ yı kentlerini yağmalayıp yıkıma uğrattı (1321). Sakarya'nın D.’sunda küçük bir türk beyliği olan Umurhanlar’dan Akyazı ve Mudurnu alındı, Sapanca gölünün B. kıyısındaki Ayanköy Bizanlılar’la yapılan



bir savaştan sonra ele geçirildi (1323). Er­ tesi yıl Pronektos (Prenetos) kasabasını fetheden Kara Mürsel Bey, buraya kendi adını verdiği gibi, yine ismini taşıyan çok süratli bir gemi tipi bularak bunlardan oluşturduğu bir donanmayla kıyı şeridine egemen oldu. Hastalığı iyice ilerleyen yaş­ lı Osman Gazi, Atranos’un fethi sırasında başkomutanlıkla birlikte tüm yönetsel yet­ kileri oğlu Orhan Gazi'ye devretti ve osmanlı topraklarına katılan kasabaya da onun onuruna “ Orhaneli” adını verdi (1324). Böylece köşesine çekilen babası­ nın yerine yönetimi ele alan Orhan Gazi, 12 yıldır abluka altında bulunan ve osmanlı topraklarının ortasında tıpkı bir ada gibi kalmış olan Bursa üzerine yürüdü. Abdullah Mihal’in önemli girişimleri sonu­ cu kent kan dökülmeksizin teslim oldu (1326). Bursa tekfuru, 30 bin duka altını fidye karşılığında askerleriyle birlikte Gem­ lik üzerinden İstanbul’a gönderildi. Oğlun­ dan uzun süredir beklediği Bursa'nın fet­ hi müjdesini alan Osman Gazi, ona ga­ zalarını sürdürmesini, adil ve merhametli olmasını, reayaya iyi davranmasını, özel­ likle devleti güçlendirmek için hiçbir öz­ veriden kaçınmamasını öğütledikten son­ ra hasta yatağında öldü (1326). Vasiyeti gereğince cenazesi Söğüt’ten Bursa'ya götürülerek Gümyşlükümbet’e gömüldü. Oğlu Orhan Gazi ardılı oldu. Osmanlı hanedanının kurucusu olan Osman Gazi’nin fetihleri sırasında başlı­ ca hedefi denizlere ulaşmaktı. Bu tasarı­ mını büyük bir özen ve düzenle izleyerek sonuçta Karadeniz ve Marmara kıyılarına erişmeyi başardı. Yıkıma doğru giden Bi­ zans imparatorluğu’nun bu durumunu çok yakından gözlediği için onun karşısın­ da öteki türk beyliklerine oranla en güçlü rakip olma niteliğini kazanmayı amaç edindi. Böylece bu devleti iki denizden kıstırmak, bizans topraklarının arasında kama biçiminde girintiler yaparak çeşitli parçalara ayırmak, bu bölüntülerin birbiriyle olan ulaşım ve bağlantısını kesmek için elden geleni yaptı. Bu plan doğrultu­ sunda İzmit ve Gemlik körfezlerine daya­ nan osmanlı kamaları, bu bölgede bir bü­ tün olarak yer alan bizans topraklarını so­ nunda üç parçaya ayırdı. Okur yazar ol­ mayan Osman Gazi, sadece savaş alan­ larında edindiği deneyimlere dayanarak ve elindeki yetersiz olanakları en iyi biçim­ de değerlendirerek bu tasarısını başarıy­ la gerçekleştirmesi sayesinde, kendisin­ den sonra yerine geçen Orhan Gazi'ye iki denizle Sakarya ırmağı boyunca uzanmış bir devlet bıraktı. (-* Kayn.) O S M A N Nakkaş, türk minyatürcü (XVI. yy.'ın ikinci yarısı). Yaşamına ilişkin bilgi yoktur, ancak osmanlı minyatürünün kla­ sik dönemi olarak nitelenen XVI. yy.'ın ikin-



O slo’dan bir görünüm (sağda katedralin çan kulesi)



Büyük Larousse



Osman " 8922



$ehnamei Setim Han (1581)



B ü y ü k L a ro u s s e



O sm anlI ıtürk kitaplığı, İstanbul



B p ÿ Ù k L a ro u s s e



Osman III Atatürk kitaplığı, İstanbul



ci yarısında, Selim II ve Murat III döneminde, sarayda sernakkaş olarak görev aldı­ ğı ve Seyit Lokman Çelebi ile birlikte ça­ lıştığı bilinmektedir. Önemli minyatürleri Seyit Lokman Çelebi'nin yazdığı Şehname-i Selim Han (Selim lll'ün tahta çıkışın­ dan ölümüne değin geçen olaylar), Kıya­ fet ül-insaniye fi şemail il-osmaniye (Os­ man Gazi’den Murat lll'e değin osmanlı sultanlarının portreleri), Surname-i hüma­ yun (Murat lll'ün oğlu Şehzade Mehmet' in sünnet düğünü), Hünername (Osman Gazi’den Selim l'e değin sultanların tahta çıkışı, yaptıkları işler, zaferleri) adlı yapıt­ larda bulunmaktadır. Türk-islam minyatü­ rüne yenilikler getiren bu yapıtlarda en göze çarpan özelliklerden biri gerçekçi oluşlarıdır; padişahlar 3/4 profilden, bağ­ daş kurmuş ya da diz çökmüş otururken gösterilmiştir, giysiler, sarıklar dönemin özelliklerini yansıtır. Doğa betimleri konu­ yu etkilemeyecek biçimde, dümdüz bir fon olarak ele alınır. Kentlerin fethinde sa­ vaş sahnelerinden çok, fethedilen yeri çevresiyle birlikte sakin bir ortam içinde göstermeyi yeğlemiştir. Konular çok sayı­ da figürün yer aldığı büyük kompozisyon­ lar biçiminde resmedilmiştir. O S M A N I I Genç (İstanbul 1604 - ay. y. 1622)) türk padişah (1618-1622). Ahmet I İle Mahfiruz Sultan'ın oğlu. Tahttan indiri­ le n amcası Mustafa Un yerine padişah ol­ duğunda 14 yaşındaydı. Annesinin, hoca­ sı Ömer Efendi'nin ve kızlarağası Süley­ man Ağa’nın etkisinde kalmakla birlikte yaşına göre inslyatif sahibiydi. Amcasını tahta çıkaran sadaret kaymakamı Sofu Mehmet Paşa’yı azlederek yerine Öküz Mehmet Paşa'yı getirdi. Ona yardımcı olan şeyhülislam Esat Efendi'nin elinden fetva dışındaki bütün yetkilerini aldı. Do­ ğu cephesinde, Sadrazam Halil Paşa’nın komutasında İran’a karşı yürütülen savaş antlaşmayla sona erdi (eylül 1618). İran, Kars ve Ahıska kalelerinin Osmanlılar'da kalmasını ve haraç olarak her yıl 100 yük İpek göndermeyi kabul etti. Osman II, az­ lettiği Halil Paşa’nın yerine Öküz Mehmet Paşa’yı, daha sonra da kendisine büyük meblağlar sunan Güzelce Ali Paşa'yı sad­ razam atadı. Ayaklanarak Lehlller'e sığı­ nan Boğdan voyvodası Kaspar Gratiani' nin üzerine gönderilen Ûzi beylerbeyi İs­ kender Paşa, Lehlilerle birleşen Gratiani' nin kuvvetini Yaş yakınlarında ağır bir ye­ nilgiye uğrattı (eylül 1620). Ardından Dniestr’i geçerken sıkıştırdığı leh ordusunu imha etti (ekim 1620). Bu zaferler üzerine Osman II, devlet ileri gelenlerinin aksi gö­ rüşte olmasına karşın bizzat Lehistan se­ ferine çıkmaya karar verdi. Sefere çıkma­ dan önce babası bu geleneğe son verdi­ ği halde, kardeşlerinin en büyüğü şehza­ de Mehmet'i öldürttü (ocak 1621). Mayıs 1621’de Lehistan seferine (Hotln* seferi) çıkan Osman II, eylül 1621'de Hotin kale­ sini kuşattı. Art arda yapılan altı hücum so­ nuçsuz kalınca Lehlilerin barış önerisini kabul etti. Yapılan antlaşmayla Hotin ka­ lesi osmanlı egemenliğindeki Boğdan voyvodalığına bırakıldı (ekim 1621). Osman II, bozulan Yeniçeri ve Sipahi ocaklarını kaldırarak yeni bir ordu kurmak istiyordu. Bunun için gizlice Suriye'de bir kuvvet oluşturmaya girişti. Suriye'ye git­ meyi ve burada oluşturduğu büyük bir kuvvetin başında İstanbul'a dönerek Ye-, niçerl ocağı’nı kaldırmayı tasarlıyordu. Bu' amaçla hacca gideceğini İlan edip yol ha­ zırlıklarına başladı. Osman II, Üsküdar’a geçmek üzereyken yeniçeriler ve sipahi­ ler ayaklandılar (18 mayıs 1622). Halkın ve ulemanın aşağı tabakalarının katılmalarıy­ la ayaklanma büyüdü. Asiler, padişahın hacdan vazgeçmesini ve hocası Omer Efendi ile kızlarağası Süleyman Ağa’nın sürülmesini istediler. Durumun ciddiyeti­ ni anlayan Osman II hacdan vazgeçtiğini açıkladı, ancak hocasını ve kızlarağasını sürgüne göndermeyi kabul etmedi. Erte­ si gün At meydanı'nda (Sultanahmet mey­ danı) toplanan asiler bu kez Hoca Ömer



tomano, üzüntüsünden bir manastıra ka­ Efendi, kızlarağası Süleyman Ağa, sadra­ pandı. (-* Kayn.) zam Dilaver Paşa, eski sadaret kaymaka­ mı Ahmet Paşa, baş defterdar Baki Paşa ■ O S M A N I I I (İstanbul 1699 - ay. y. 1757), ve sekbanbaşı Nasuh Ağa'nın idamını is­ türk padişah (1754-1757). Mustafa II ile tediler. Osman II, ulemanın ricalanna kar­ Şehsuvar Sultanin oğlu. Ağabeyi Mahmut şın bu istekleri de kararlılıkla reddetti. Bu­ l'in ölümü üzerine yirmi beşinci padişah nun üzerine asiler hiçbir direnişle karşılaş­ olarak tahta çıktı. Şehzadeliği sarayda ve madan Saray’a girdiler ve Osman ll'yi dar bir çevre içinde geçtiğinden, devlet ayak divanına çağırdılar. Padişah asilerin yönetiminde sorumluluk taşıyacak dene­ bu isteğini de geri çevirdi. Bu arada asi­ yime sahip bulunmuyordu. Tahta çıkar ler haremde mahpus bulunan eski sultan çıkmaz, o güne değin uygulanagelen Mustafa'yı dışarı çıkardılar. Osman H'nin usulün dışına çıkarak emekli askerlere de sadrazam Dilaver Paşa ile kızlarağası Sü­ yüksek miktarlarda cülus bahşişi dağıttı. leyman Ağa'yı asilere teslim etmesi olay­ Birkaç ay sonra Mahmut I zamanından ları yatıştırmaya yetmedi. Asiler sultan beri sadrazam olan Köse Bahir Mustafa Mustafa’yı padişah ilan ederek ulemayı Paşa’yı azledip yerine Anadolu beylerbeyi zorla biat ettirdiler. Bu durum karşısında Hekimoğlu Ali Paşa’yı getirdi. Ancak Ali Osman II Üsküdar’a geçerek Bursa’ya git­ Paşa, şehzade Mehmet'in öldürülmesi mek istedi. Ancak asiler kayıkları kaçırdı­ düşüncesine karşı çıktığı için üç ay sonra ğı için bunu gerçekleştiremeyince gece azledilerek Kıbrıs'a sürüldü. Ali Paşa'nın Ağa kapısı'na giderek Yeniçeri ocağı'na ardılı olan Naili Abdullah Paşa, Nişancı Bı­ sığındı. Ertesi gün (20 mayıs) Orta camiyıklı Ali Paşa gibi sadrazamlar da kısa sü­ si'nde yeniçerilere Osman ll’nin ocağa sı­ re bu makamda kalabildiler. Bıyıklı Ali Pa­ ğındığını bildiren yeniçeri ağası Kara Ali şa rüşvet aldığı ve yalan söylediği gerek­ Ağa sözlerini bitirmeden parça parça edil­ çesiyle sadarete gelişinin ikinci ayında di. Ağa kapısı’na giden asiler Osman II' idam edildi (1755). Yerine gelen Yirmişeyi hakaretlerle Orta camisi'ne getirdiler. kiz Çelebi Mehmet Efendi’nin oğlu ve İb­ Daha sonra Mustafa l’in sadrazam atadı­ rahim Müteferrika'yla birlikte ilktürkçe bağı Kara Davut Paşa ile yeniçeri ağası Der­ sımevini kurmuş olan Mehmet Sait Paşa' viş ağa tarafından yine hakaretlerle ve hal­ nin sadrazamlığı da beş ay kadar sürdü. ka teşhir edilerek Yedikule zindanına gö­ Osman lll’ün nisan 1756'da ikinci kez sad­ türülen Osman II orada boğduruldu. Ge­ razamlığa getirdiği Bahir Mustafa Paşa, ce Topkapı sarayı’na götürülen cenazesi makamında dokuz aydan biraz fazla kal­ ertesi gün babasının türbesine gömüldü. mayı başardı. Bunun nedeni sadrazamın, Osman II deneyimsizliğine karşın icra­ şehzade Mehmet’in öldürülmesi (aralık atında kararlı bir hükümdardı, imparator­ 1756) konusunda padişahla anlaşmış ol­ luğa eski görkemini kazandırmak istiyor­ masıydı. Nitekim bu olaydan bir ay kadar du. içtenlikle ıslahat yanlısıydı, ama dene­ sonra Osman III, Mustafa Paşa’yı azledip yimi ve çevresi buna uygun değildi. Cim­ Koca Ragıp Paşa'yı sadrazamlığa getirdi riliği ve ocaklılara kötü davranması aske­ (ocak 1757). Aynı yılın ortalarına doğru rin kendisinden soğumasına neden ol­ hastalanarak ölen Osman III, Yenicami’de, muştu. Para ve servet hırsı ise sadrazam­ ağabeyi Mahmut l'in yanına gömüldü. lardan rüşvet alacak dereceye ulaşmıştı. Osman lll’ün dönemi görünüşte savaş­ Osman II, saray geleneğine aykırı olarak sız ve ayaklanmasız geçmiş olmasına kar­ saraydaki cariyeleri evlendirip çırak çıkar­ şın, İstanbul iki büyük yangın, ayrıca bir maya kalkıştığı gibi Pertev Paşa'nın ve veba salgınıyla önemli ölçüde sarsıldı. Sık şeyhülislam Esat Efendi'nin kızları ile ev­ sık meydana gelen sadrazam değişiklik­ lenmişti. Farisi mahlasıyla yazdığı şiirleri­ lerinin yol açtığı huzursuzluk ve iktidar nin toplandığı bir Divan'ı vardır. (-* Kayn.) boşluğu sonucu Mısır, Belgrad gibi bazı O S M A N , Padre O ttom ano da denir, uzak eyaletlerde valiler görev yapamaz türk şehzade (XVII. yy.). Sultan İbrahim'in duruma düştüğü gibi, Erzurum ve yöre­ gürcü kökenli cariye Zarife'den olan oğ­ sinde eşkıyalık olaylarında artış görüldü. lu. İbrahim'in bu çocuğu, kendinden olan Osman lll’ün üç yılı bile bulmayan salta­ şehzade Mehmet’ten (sonradan Mehmet natı döneminde gerçekleştirilen en önemli IV) daha çok sevmesini çekemeyen Tur­ yapılar Ahırkapı feneriyle temeli 1748 ya han Sultan, padişahı sürekli tedirgin etme­ da 1749'da atılan Nurosmaniye camisi' ye başladı. Bu duruma sinirlenen padi­ nin tamamlanmasıdır. (-* Kayn.) şah, bir gün bahçedeki tartışma sırasın­ Osman III çaşm asl, İstanbul Beyazıt' da şehzade Mehmet'i sarayın mermer ha­ ta, Nuruosmaniye camisi’nin Kapalıçarşı’ vuzuna fırlattı. Güzel cariyeyi padişaha su­ ya bakan avlu kapısına bitişik çeşme; nan darüsaade ağası Sümbül Ağa, bu 1756’da Osman III tarafından yaptırıldı. olaydan sonra Turhan Sultanin hışmından Barok üsluptaki çeşmenin yanlarında iki­ korkarak evlat edindiği küçük Osman'ı ve şer sütun yer alıyor, üstü yuvarlak bir ke­ Zarife’yi yanına alıp, hacca gitme baha­ merle son buluyordu (günümüzde çok yı­ nesiyle saraydan ayrıldı. Gemi, Girit ada­ kıktır). sı açıklarında Venedikli korsanların saldı­ rısına uğradı, Sümbül Ağa öldürüldü; Za­ O S M A N Topal, Bacak, Reis, türk halk rife ile oğlu küçük Osman tutsak edildi. şairi (Rize 1865 - ay. y. 1950). Okuryazar Korsanlar tutsakları Girit'in Venedikli vali­ değildi. Attan düşerek sakat kaldı. Koyun­ sine, o da İtalya’ya göndererek papaya ar­ culuk yaptı; tarımla uğraştı. Kaval çalar, mağan etti. Vaftiz edildikten sonra ilahiyat türkü siöylerdi. Yerel ağızla destanları, tür­ öğrenimi görüp papaz olan Osman'a pa­ küleri, atışmaları derlenmiştir. (-* Kayn.) pa tarafından "Padre Ottomano” (Os­ O S M A N (Ahmet), faslı diplomat ve siya­ manlI papazı) adı verildi ve resmen osset adamı (Ucda 1930). idari işler bakanı manlı tahtının mirasçısı ilan edildi. Bu yüz­ (1970-71), sonra Krallık kabinesi müdürü den çıkan 1645-1669 Türk-Venedik sava­ "(1971-72), 1972-1979 arasında da Başba­ şı süresince Padre Ottomano Osmanlı kan oldu. 1984’te Temsilciler meclisi baş­ devletine karşı hıristiyan dünyasını birleş­ kanı seçildi. tirmek için bir siyasal silah olarak kullanıl­ O S M A N , soyadı A rpacıoğlu, türk fut­ dı. Fransa’ya giden Padre Ottomano, ora­ bolcu (Mersin 1947). Ankara Petrolofis ta­ da d.a Louis XIV tarafından Mehmet IV'e kımında yetişti. Mersin İdman yurdu takı­ karşı osmanlı tahtının tek vârisi olarak be­ mına geçti. Bu takımda ikinci lig gol kral­ nimsendi (1660). Yaklaşık tüm avrupalı hülığını kazandı. 1971-1976 yılları arasında kümdarlann onu osmanlı padişahı olarak oynadığı Fenerbahçe’de parladı. 1972 kabul ettiklerine dair sadrazam Köprülü -1973 sezonunda gol kralı oldu. Fazıl Ahmet Paşa'ya gönderdikleri mek­ tuplar, Türk-Venedik savaşı'nın gidişini et­ O S M A N A B D Ü L M E N A N E F E N D İ, kilemedi. Kandiye kalesinin teslim olması türk sufi (öl. Sandıklı 1883). İlköğrenimini üzerine Girit'in Osmanlı devletine bırakıl­ doğduğu yerde babasından gördükten dığına ilişkin banş antlaşmasının imzalan­ sonra İstanbul’a gelerek Sivrihisari Os­ man Efendi’den icazet aldı. Nakşibendi masından (1669) sonra unutulan ve ken­ tarikatına girdi ve Denizli'ye giderek budi kaderiyle baş başa bırakılan Padre Ot­



Osman Ebubekir Dikne rada Denizli tekkesi şeyhi oldu. Din, man­ tık ve nakşibendilik konusundaki başlıca yapıtları: Şerh alâ kasidet il-muaşeret li'ş -Şeyh İl-Ekber, Tercümetü miftah il-maiyye fi tarikat in-nakşibendiyye, HCılasat ül -mantık fi şerhi tehzib il-mantık, Meclis-i din, Risale-i nutkiyye.



OSMAN A â A B alyem ez, türk asker (öl. İstanbul 1515). Selim l’in Iran seferine sekbanbaşı olarak katıldı (1514). İstanbul'a dönüşünde yeniçerileri bu sefer sırasında kimlerin ayaklanmaya kışkırttığını soruştu­ ran padişaha onunla birlikte vezir İsken­ der Paşa ve Kazasker Tacizade Cafer Çelebi'nin adları verildi. Bu tür ayaklanma­ ların yinelenmesini önlemek isteyen Selim I, Yeniçeri ocağı'na bir gözdağı vermek için her üçünü de ayaklanmalardan so­ rumlu elebaşılar olarak idam ettirdi. Ayrı­ ca, yeniçeri ağaları Fatih döneminden be­ ri ocağa bağlı olan sekbanbaşılardan se­ çilirken, bu tarihten başlayarak yapılan bir yasa değişikliğiyle Saray’dan atanmaları kesinleşti. Böylece Yeniçeri ocağı artık es­ ki bağımsızlığını yitirmiş oldu.



OSMAN BEY -



O S M A N I.



OSMAN BEY, türk şehzade (öl. Yenişe­ hir 1513). Bayezit H’nin torunu, şehzade Ahmet'in büyük oğlu. Babasıyla birlikte katıldığı ve şehzade Ahmet’in terdeşi Se­ lim l’e yenilerek tutsak düştüğü Yenişehir Meydan savaşı’nda (1513) çarpışarak öl­ dü.



OSMAN BEY, türk şehzade (Amasya 1558 - Bursa 1561). Kanuni Sultan Süley­ man’ın torunu, şehzade Bayezit’in küçük oğlu. Konya savaşı’ndan (1559) sonra 4 ağabeyi ile birlikte İran’a kaçan babası ta­ rafından Amasya'da bırakıldı. Babasıyla ağabeyleri orada idam edilirken (1561), küçük şehzade de Amasya’dan getirildi­ ği Bursa’da, annesinin kucağından alına­ rak boğduruldu. OSMAN BEY T a n b u ri, B üyük, türk besteci (İstanbul 1816 - ay. y. 1885). Tan­ buri Numan Ağa'nın torunu, Tanburi Zeki Mehmet Ağa’nın oğludur. Mahmut II ta­ rafından Enderun'a alındı. Babası kimse­ ye ders vermediğinden tanburu kendi kendine öğrendi. Enderun'da ilkin hanen­ de olarak ünlendi. 1846’da sersazende ol­ du. Galata mevlevihanesi’ndeki ayinlerde tanbur çalardı. Günümüze ulaşan 40 do­ layında yapıtının büyük çoğunluğunu peşrevler ve sazsemaileri oluşturur. Os­ man Bey'ln lirik, akıcı üslubu, özellikle peşrevlerinde belirgindir. Bu yapıtlar yo­ ğun melodik örgüleriyle, o dönemin ye­ nileşme hareketi içinde yer alır. Başlıca peşrevleri: Nihavent, Hicaz (Hümayun), Hüzzam, Nişabürek, Segâh, Uşşak, Sa­ ba, Yegâh, Hicazkâr.



OSMAN BEY T a n b u ri, K üçük, türk besteci (İstanbul 1825 (?] - ay. y. 1900 [?)). Döneminin ünlü tanburilerlndendi. Peş­ revler ve sazsemaileri besteledi. Bunlar­ dan dördü günümüze ulaşabildi. Nişabü­ rek sazsemaisi, türk çalgı müziği repertuvarının en parlak parçalarındandır.



OSMAN BİN AFFAN Z innureyn, Dört halife'nin üçüncüsü (Mekke 574-Medlne 656). Varlıklı bir tüccar ve iyi bir toplum adamı olarak tanındı. Hz. Peygamber’in kızlarından Rukiye ile evlendi. Müslüman­ lığı ilk kabul edenler arasında yer aldı. Müslümanlığın başlangıç yıllarında bu di­ ni kabul edenlere yapılan eziyetler karşı­ sında Habeşistan'a (Etyopya) ve ardından da Medine'ye göç edenlere katıldı. Me­ dine'de eşi Rukiye ölünce gene Hz. Mu­ hammet’in kızlarından Ümmü Külsüm ile evlendi. Bu dönemlerde ve daha sonra Ebubekir (632-634) ve Ömer (634-644) dönemlerinde göze çarpacak bir etkinlik­ te bulunmadı. Ömer'in öldürülmesinin ar­ dından halife seçilmesine, büyük bir ola­ sılıkla bu göreve seçilebilecek daha ye­ tenekli kişilerin birbirlerine düşmeleri ne­ den olarak gösterilir. Bağlı bulunduğu Emevi ailesi, Hz. Peygamber ve Ömer dö­



nemlerinde, Cahiliye* devri'ndeki önemli yerleri İslam topraklarına katmaya çalıştı. Osman, halife seçildikten (644) sonra Ömer’in siyasetini izleyip geliştirdi. Göre­ ve başlar başlamaz eyalet valilerini değiş­ tirip yerlerine kendi ailesinden olanları ata­ dı. Küçük rütbedeki görevliler için de ay­ nı biçimde davrandı; Ömer’in devlete egemen olma ve yönetimde birlik ve be­ raberlik sağlama isteğini, devlet görevle­ rine kendi akrabalarını getirmekle gerçek­ leştirebileceğini umdu. Ancak halk, yöne­ timdeki tüm aksaklıkların Osman’ın bu davranışlarıyla ilgili olduğu inancını taşı­ maya başladı. Gerçekte sorun, Ömer ta­ rafından kurulan "divan sistemi" ile ilgi­ liydi. Ömer döneminde savaşlarda elde edilen ganimet belirli sayıdaki askere yet­ tiği halde, Osman’ın döneminde asker sa­ yısının artması nedeniyle yetmemeye baş­ ladı. Ganimetin çoğaltılması için fetihlere hız verildi. Başta Sasani imparatorluğu’ nun son eyaleti Ermeniye olmak üzere, Kuzey Afrika kıyıları ve Anadolu’nun bir bölümü ele geçirildi. Ancak, buralardan gelen ganimetin valiler ve Osman'ın aile bireyleri arasında bölüştürülmesi asker ve halk arasında hoşnutsuzluk uyandırdı. Os­ man, ganimetin askerler arasında hemen bölüşülmesi yerine, ganimetten devlet eliyle yararlanılması politikasını güttü. Ay­ rıca İslam imparatorluğu'nda bizans ve İran modellerine uygun bir yönetimin oluş­ masını amaçladı. Bu arada asker aylıkla­ rında İndirim yapması hoşnutsuzluğu da­ ha da yaygınlaştırdı. Osman'a karşı bir başka hoşnutsuzluk da Kuran metninin saptanmasında ortaya çıktı. Zeyd bin Sabit'in başkanlığında hazırlattığı Kuran me­ tinlerini esas alıp, öncekileri yok etmesi, onları daha önce halka açıklayanları güç durumda bıraktı. Bu nedenle birçok kurra* kendisine karşı çıktı. Kamuoyu, katı merkeziyetçiliğin yerini Hz. Peygamber ta­ rafından getirilmiş bulunan eşitçilik ilkesi­ nin alması yolundaki düşüncelere sahip çıktı. Ayrıca Talha, Zübeyr, Ali gibi islamın önde gelenleri kendisine cephe aldılar. Gerçekten, Osman sayesinde Emevi ai­ lesi aşırı zengin olmuştu. Bu zenginlik, Hz. Peygamberin gösterişsiz, sade yaşamını özleyen ve dünya nimetlerine önem ver­ meyenler arasında da geniş tepki uyan­ dırdı. Osman, on iki yıl süren halifeliğinin İlk yarısında başarılı, ikinci yarısında başarı­ sız oldu; kendisine karşı ilk hareket, eko­ nomik bir bunalımın baş gösterdiği Irak' ta başladı (650). Ardından Kûfe’de kurranın etrafından toplanan halk ayaklandı (652-653) ve bu ayaklanma sonucu emevi kökenli vali Sait ibnülas görevinden alına­ rak yerine Osman'ın karşıtı Ebu Müseleşari getirildi. Mısır'da Osman'ın evlatlığı Ebu Huzeyfe halifeye karşı ayaklandı ve emevi valisi Ebu Sarh’ı görevinden alarak yerine kendisi geçti. 655'te eyaletlerdeki ayaklanmalar Medine'ye doğru kaymaya başladı. Medine'ye ilk ulaşanlar Mısırlılar oldu. Yapılan görüşmeler sonunda Os­ man bütün İsteklerini kabul ettiğinden ayaklanmacılar herhangi bir çarpışmaya girmeden geri dönmek için yola çıktılar. Ancak, yolda bir habercinin üzerinde Os­ man tarafından Mısır'daki valiye hitaben yazılmış bir mektup ele geçirildi. Mektupta Osman, kendisi ile görüşme yapanların Mısır'a ulaşır ulaşmaz öldürülmelerini is­ tiyordu. Bunun üzerine Mısırlılar Medine’ ye dönerek Osman'ın evini kuşattılar. Os­ man, mektubun sahte olduğunu söylediy­ se de kimseyi inandıramadı, islamın dört halifesinden üçüncüsü, aralarında ilk ha­ life Ebubekir'in oğlu Muhammet'in de bu­ lunduğu kişiler tarafından evinde Kuran okurken öldürüldü; kanı, okumakta oldu­ ğu Kuran üzerine aktı; evi yağmalandı. Osman, karısı ve bir dostu tarafından giz­ lice gömüldü. Muaviye'nin Osman'ı kur­ tarmak için Şam'dan yolladığı ordu, hali­ fenin öldürüldüğünü öğrenince geri dön­ dü. Osman'ın halifeliği ve kanlı sonu, İslam



tarihinde bir dönüm noktası sayılır. Nitekim, öldürülmesinden sonra islamın siyasal ve dinsel birliği sona erdi; iç savaşlar­ la birlikte dinsel ayrılıklar da belirgin biçim­ de ortaya çıktı. (-* Kayn.)



OSMAN BİN FUDİ, Sokoto-pöl imparatorluğu’nun kurucusu (Marata 1754 - öl. 1817). Agades'te reformcu murabıt Ceb­ rail bin Ömer el-Akdesi'nin öğrencisi ol­ du. 1804'te iç savaşlarla yıpranan hausa krallıklarına karşı Gober'in kuzeyinden başlayarak cihat açtı. On yıl sonra, krallı­ ğı Dendi ve Gurma'dan Maroua’ya kadar uzanıyor, Katsina, Kano, Zaria, Adamaua’yı da içine alıyordu. 1810'da Bornu kar­ şısında yenilgiye uğradı. 1812’de impara­ torluğunu kardeşi ve oğlu arasında pay­ laştırdı. Batı'yı kardeşine, Doğu'yu oğlu Muhammet Bello'ya verdi. Böylece Gvandu ve Sokoto emirlikleri doğdu.



OSMAN BİN M EZ’UN (Ebüssaib), ilk sahabeden (öl. 625). Müslümanlığı ilk ka­ bul edenlerin on üçüncüsüdür. Müslü­ manların Habeşistan (Etyopya) ve Medi­ ne’ye yaptıkları göçlere katıldı. Aşırı din­ darlığı yüzünden dünyadan elini eteğini çektiğinden Hz. Muhamet'e şikâyet edil­ di.



OSMAN DEDE, türk tarihçi (Erzurum XVII.-XVIII. yy.). Doğduğu yerde öğrenim gördü. Daha sonra İstanbul’a gelip Erzu­ rum valiliğinden tanıdığı Köprülü Fazıl Ah­ met Paşa’nın yanına kapılandı. Fazıl Ah­ met Paşa'nın Erzurum ve Şam valilikleri­ ni, 15 yıl süren sadrazamlığı sırasındaki olayları, bu arada Macaristan ve Kandiye’nin fethiyle (1669) sonuçlanan Girit se­ ferini tüm ayrıntılarıyla anlatan ve Tarih-i mühürdar diye de anılan Haşan” Ağa'nın Cevahir üt-tevarih adlı yapıtının gerçekte Haşan Ağa’nın olmayıp onun anlattıkları­ nı kaleme alan Osman Dede'ye ait oldu­ ğu iddia edilir. Ayrıca, Osmanzade Ahmet Taip’in Tarih-i Fazıl Ahmet Paşa (1723) adlı yapıtı da ona yakıştırılır.



OSMAN DEDE K utb-ı N ayi, Şeyh, türk besteci ve ney virtüözü (İstanbul 1652 (?) - ay. y. 1730). Genç yaşta Galata mevlevihanesi şeyhi Gavsi Dede'ye bağlandı. Neyi kimden öğrendiği bilinmiyor. Nefeszade İsmail Efendi'den sülüs ve nesih, şeyhi ve sonradan kayınpederi olan Gav­ si Dede'den de talik yazıları öğrendi. 1680'de Galata mevlevihanesi'nin neyzenbaşılığına getirildi. Gavsi Dede'nin ölü­ mü üzerine dergâhın şeyhi oldu (1698); buradaki Mesnevi derslerini de kendisi vermeye başladı. Türk müziği tarihinin en büyük ney virtüozlarından biri olan Osman Dede, da­ ha önceki ebcet* notasından yararlana­ rak yeni bir ebcet notası geliştirmiş, bu sis­ temle, birçok yapıtı notalamıştır. Ne var ki, bu derleme kayıptır. Ayrıca Rabt-ı tâbirât-ı musiki adlı manzum bir müzik sözlüğü yazmıştır. Hz. Muhammet'e ilişkin Ravzatu'l-icaz adlı kitabı da kayıptır. Ayrıca "N ayi" ve “ Osman” mahlaslarıyla yazdı­ ğı şiirleri vardır. Osman Dede'nin başyapıtı, güftesi de kendisinin olan Miraciye’dit. Hz. Muham­ met’in miracını konu alan bu beste, yarısı unutulmuş olmakla birlikte (244 beytin 122’si unutulmuştur), yalnız dinsel türk müziğinin değil, tüm klasik türk müziği re pertuvarının en uzun ve en sanatlı yapıtı­ dır. Öteki besteleri arasında dört mevleviayini, dinsel ve dindışı peşrevler, sazsema­ ileri ve bir yürüksemai vardır. O S M A N E B U B E K İR D İK N E , Mehdi­ lerin Doğu Sudan’daki genel valisi ve ko­ mutanı (Sevakin 1840 - Mekke 1926). Di­ yarbakır kökenlidir. Köle ticareti ile uğraş­ tığından bir süre hapis yattı. Salıverilince Muhammet Mehdi Ahmet’e kapılandı ve Becca kabilelerine vali olarak atandı (1883). ingillzler’in koruması altında bulu­ nan Mısırlılar'a karşı giriştiği savaşlarda başarı sağladı (1883,1884). Ancak, İngi­ liz generali Graham karşısında ağır bir ye-



8923



Osman Ebubekir Dikne nilgiye uğramaktan kurtulamadı (1884). Mehdi'nin ölümünden sonra halife Abdullahi'nin hizmetine girdiyse de İngilizlerle yaptığı savaşlarda sürekli yenildi. Savaş yanlısı ve çok acımasız olması nedeniyle halkın sevgisini yitirdi. Uzun süre sürgün hayatı yaşadı; Mekke'de öldü.



8924



OSMAN EBU SA’İD (öl. 1331), Fas'ta marini hükümdarı (1310-1331). Saltanatı sı­ rasında Fas kentinde 1320’den 1323'e de­ ğin güzel medreseler yapıldı, ülke yeni­ den canlandı ve iç barıj sağlandı.



OSMAN EFENDİ H atipzade za d e O sm an



H A T İP -



E fe n d İ.



OSMAN EFENDİ H afız -



H A F IZ O S ­



M A N E F E N D İ.



OSMAN EFENDİ Morali, türk defter­ dar (öl. İstanbul 1818). Morali Süleyman Penah Efendi'nin oğlu. Maliye'de yetişti. Baş halife, defterdar mektupçusu ve Gizlisıtma Hacı İbrahim Efendi'nin yerine baş defterdar oldu (1794). Ertesi yıl görevden alınarak tersane eminliğine atandı (1795). Sadaret kethüdalığından (1798) defter eminliğine (1804) ve ikinci kez baş defter­ darlığa (1806) getirildi. Azledilerek Rusçuk'a sürüldü (1807). Mahmut II tarafın­ dan affedilerek İstanbul’a döndü ve yine defter emini oldu (1808). Rikap defterdar­ lığına atandı (1811). Tophane nazırlığı (1816) sırasında öldü.



OSMAN EFENDİ Kayışzade, türk hat­ tat (Burdur ? - İstanbul 1894). Kazasker Mustafa izzet Efendiden ve onun ölümün­ den sonra da öğrencisi Muhsinzade Ab­ dullah Bey'den hat meşk etti. Aklamı sitte'nin tanınmış hattatlarından olmakla bir­ likte, özellikle nesih yazı ile eserler verdi. Yazısının güzelliği ve hafızlığı yüzünden, kimi zaman, bağlı olduğu Hafız Osman okulunun kurucusu Hafız Osman Efendi ile karıştırılmıştır. Yüz altı Kuran yazdı (bir Kuran’ı basılmıştır).



OSMAN ENVERİ EFENDİ, türk hat tat (Tokat ? - İstanbul 1926). ilköğrenimini doğduğu yerde, medrese öğreniminiyse İstanbul’da yaptı. Muhsinzade Abdullah Bey'den hat meşk ederek icazetname al­ dı. Halife Abdülmecit’e arapça, farsça ve hat dersleri verdiği gibi şehzadeler mek­ tebinde de hocalık yaptı. Hafız Osman okuluna bağlıydı. Özel koleksiyonlarda bulunan yapıtlarından güçlü bir hattat ol­ duğu anlaşılmaktadır; Üsküdar'daki Selmanağa camisi'nde güzel bir hilyesi var­ dır.



Osman Hamdi Bey özel kol.



rılması üzerine askerlik mesleğine girdi. 1911-1912 Türk-italyan savaşı’nda gönül­ lü olarak gittiği Trablus'ta (Libya) İtalyanlar'a karşı çarpıştı. Uşi* (Ouchy) antlaşması'nın imzalanmasından (1912) sonra İs­ tanbul'a döndü. Abbas Halim Paşa’nın kı­ zı Nebile Kerime Hanım ile evlendi (1913). Birinci Dünya savaşı'nda italyanlar’a kar­ şı savaşmak üzere miralay (albay) rütbe­ siyle Libya'ya gönderildi (1916). Mondros* mütarekesinden (1918) sonra italyanlar'a karşı yerli mücahitlerin başında Trablusgarp savunmasını yönetmek istedi. An­ cak, bu hareketin Osmanlı devleti için za­ rarlı olacağı amcası Vahdettin (Mehmet VI) tarafından kendisine bildirilince, ital­ yanlar’a teslim olmak zorunda kaldı (1919). Salıverildikten sonra İstanbul’a gel­ di (1920). Halifeliğin kaldırılması ve Os­ manlI hanedanının sınır dışı edilmesi hak­ kında yayımlanan yasa üzerine eşiyle bir­ likte Türkiye'den ayrıldı (1924).



OSMAN OAZİ -



OSM AN



I.



OSMAN HALİSA EFENDİ, Osman K ethüda da denir; türk kethüda (öl. İstan­ bul 1737). Babıâli kalemi’nde yetişti. Tezkireci (1730), sadaret mektupçusu (1733) oldu. Sadrazamlığa getirilen Silahtar Se­ yit Mehmet Paşa tarafından sadaret kethüdalığına atandı (1736). Rusya’nın Tür­ kiye'ye savaş açması üzerine (1736) Rus­ la rla anlaşmış olan AvusturyalIlar, savaş hazırlıklarını tamamlayana kadar Osmanlı devletini oyalamak için arabulucu rolü oy­ namaya başladılar. Bu oyuna kanan sad­ razam, isakçı ve Babadağı ordugâhlarıy­ la Lehistan'ın Niemirow kentinde toplanan konferanslarda sonuçsuz görüşmelerle vakit geçirirken, yönetim yetkisi kendisine bırakılan sadaret kethüdası Osman Halisa Efendi de Özü ve Bender muhafızları Yahya ve Abdullah paşaların yardım iste­ mek için İstanbul'a gönderdikleri adam­ ları barış olacağını öne sürerek boş elle geri çevirdi. Ancak, hazırlıklarını tamam­ layan Avusturya'nın Rusya yanında sava­ şa girmesi (1737), Özi'yi kuşatan Ruslar' ın artık dayanma gücü kalmayan kaleyi iş­ gal etmesi ve Kırım'ı yeniden istilası üze­ rine bütün bunlara neden olan Osman Kethüda idam edildi; sadrazam Seyit Mehmet Paşa görevden alındı; Kırım han­ lığından azledilen Feth Giray’ın yerine Mengli Giray II atandı.



OSMAN HAMDj BEY, türk ressam, ar­



keolog, müzeci (İstanbul 1842 - ay. y. 1910). İbrahim Ethem Paşa’nın oğludur. Ortaöğrenimini tamamladıktan sonra on OSMAN FUAT EFENDİ, türk şehza­ iki yıl Paris'te kaldı. Burada bir yandan hu­ de (İstanbul 1890 - ?). Murat V'in torunu, kuk derslerine devam ederken, bir yan­ şehzade Mehmet Selahattin Efendi'nin dan da Jean-Löon Göröme ve Gustave küçük oğlu. Tahttan indirilen dedesinin Boulanger’den resim dersleri aldı, ayrıca (1876) ailesinin, tüm fertleriyle birlikte göz­ arkeolojiyle ilgilendi. 1867’de Paris’te açı­ altında tutulduğu Çırağan sarayı’nda doğ­ lan Uluslararası sergi’de Osmanlı devleti du. Dedesinden musiki ve beste dersleri komiseri olarak bulundu. 1869’dan baş­ alarak büyüdü. Murat V'in ölümü üzerine layarak çeşitli devlet hizmetlerinde çalış­ (1904) ailece tutukluluk durumunun kaldı­ tı. 1881 'de, kuruluş halindeki Müze-i hü­ mayun (sonra İstanbul Arkeoloji müzesi) üdürü Anton Dethier'nin ölümü üzerine kurumun müdürlüğüne getirildi. O sı•ada Çinili köşk'te bulunan bu müzeyi yeliden düzenleyip geliştirdi. Bu görevine ık olarak 1882'de Sanayii nefise mektenin müdürlüğü de kendisine verildi. Ay­ ıl yıllarda H. Schliemann’ın Truva’da (Ça¡kkale) yaptığı kazıya katıldı. Nemrut da­ mda ve C. Humann'ın Bergama kazılaında araştırmalar yaptı. Sayda’daki kral lezarlarını ortaya çıkardı (1887), Milas ya­ kınlarındaki Lagina kazılarını yönetti. Bu­ günkü Arkeoloji müzesi de onun zama­ nında tamamlanarak açıldı (1891). Osman Hamdi Bey portre ressamı ola­ rak da tanındı. Özellikle insan figürünün türk resmine girmesinde katkısı büyük ol­ du. Tablolarında daha çok fotoğraftan ya­ rarlanmasına karşın, ayrıntılarda titiz işçi­ liğe önem verdi. Kaplumbağa terbiyeci­ si, Yeşil cami'de Kuran okuma, Mimozalı kadın, Şehzade türbesinde derviş gibi ça­ lışmaları günümüzde de türk resminin öz­



gün örnekleri arasında sayılmaktadır. M. de Launay ile Les costumes populaires de la Turquie en 1873 - iki yüz doksan se­ nesinde elbise-i Osmaniye, Yervant Oskan'la birlikte le Tumulus de Nemroud -dagh (Nemrut dağı tümülüsü [1883]), T. Reinach ile birlikte Une nécropole royale de Sidon, fouilles de Hamdi Bey (Sidorï da bir kral mezarlığı, Hamdi Bey'in kazı­ ları [1892]) vb. adlı yapıtları vardır. (-» Kayn.)



OSMAN NURİ BEY, Yüzbaşı Nuri Bey de denir, türk yazar (İstanbul 1875 - ay. y. 1911). Harbiye’yi bitirdi; aynı okul­ da öğretmenlik yaptı. Çeşitli gazetelere askerlik ve tarih konularına ilişkin yazılar yazdı. Üç ciltlik Abdülhamit'in hayat-ı si­ yasiye ve hususiyesi adlı bir kitabından başka Karadeniz ve Boğazlar meselesi, Bölük muharebesi, Yeni piyade talimna­ mesinin izahı adlı yapıtları bulunmaktadır.



OSMAN NURİ EFENDİ, türk hattat (Eğridere, Kırcaali, 1842 - İstanbul 1915). İstanbul'da Fatih medresesi’nde Hafız Şakir Efendi'nin derslerine devam etti; ica­ zetname aldı. Hattat Şevki Efendi’den hat meşk etti. İstanbul Aksaray'daki Validesultan camisi’nin bitişiğindeki kitaplığın mü­ dürlüğüne atandı. Hafız Osman okuluna bağlı olarak birçok Kuran, enam ve dua kitabı yazdı.



OSMAN PAŞA Çerkez, türk vezir (öl. Kerkük 1554). Enderun'da yetişti. Kanuni Sultan Süleyman’ın ikinci İran seferine ka­ tıldı (1548). Üçüncü vezir Ahmet Paşa’nın öncü kuvvetleri komutanı olarak, büyük bir düşman birliğini Kemah yakınında ge­ ce baskınıyla bozguna uğrattı. Bu başa­ rısından ötürü vezir payesiyle Halep vali­ liğine atandı. Daha sonra Bağdat valiliği­ ne getirildi (1552) ve Nahçivan seferine çı­ kan Kanuni tarafından Kerkük bölgesini ele geçirmekle görevlendirildi (1554). Za­ lim kalesi (Kalei Zalim) kuşatmasında şe­ hit düştü.



OSMAN PAŞA Ö zdem iroğlu - ÔZDEMİROĞLU OSMAN PAŞA.



OSMAN PAŞA Çiftelerll, türk vezir (Çifteler, Eskişehir, 1587 - İzmit yakınların­ da 1643). Enderun'da yetişti. Ağa rütbe­ siyle Anadolu mütesellimi olarak dış hiz­ mete çıkarıldı (1630). Murat IV'ün Bağdat seferi sırasında (1638) mehdilik iddiasıy­ la yönetime karşı ayaklanarak çevreye dehşet saçan Sakarya şeyhi Ahmet bin İsa Ruhullah'ın üzerine gönderildi. Kuv­ vetlerini yendiği şeyhi yakalayıp öldürttü. Bu başarısından ötürü vezir payesiyle Şam valiliğine atandı (1639). Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa tarafından Anadolu beylerbeyliğine getirildi (1640). Sadrazamın kötü yönetimine karşı ayak­ lanan ve karşısına çıkan hükümet kuvvet­ lerini yenerek İstanbul üzerine yürüyen Si­ vas valisi Nasuhpaşazade Hüseyin Paşa ordusunu durdurmakla görevlendirildi (1643). İzmit yakınında yapılan savaşta vu­ rularak öldü; yenilgiye uğrayan kuvvetle­ ri dağıldı. OSMAN PAŞA Boşnak, türk vezir (öl. Eğri 1681). Bostancı ocağı'nda yetişti. Bostancılar kethüdası (1664), bostancıbaşı oldu (1667). Vezir payesiyle Şam valili­ ğine atandı (1671). Mehmet IV'ün birinci Lehistan seferi sırasında (1672) kalenin teslim olmasıyla sona eren Kamenıçe (Kamieniec) kuşatmasına katıldı. Zoravno (Zorowon) barışı'ndan (1676) sonra Mısır (1677), Diyarbakır (1678) ve ikinci kez Şam (1679) valisi olarak görev yaptı. Bosna beylerbeyi (1680), Eğri muhafızı (1681) ol­ du.



OSMAN PAŞA Yeğen, türk vezir (öl. Niş 1688). Yeniçeri ocağı’nda yetişti, ikinci Viyana kuşatmasına bölükbaşı olarak ka­ tıldı (1683). Bozgundan sonra Anadolu’ ya kaçarak celalilerle işbirliği yaptı. Süley­ man II tahta çıkınca (1687), affedilip Afyonkarahisar mutasarrıflığına, ardından da vezir payesiyle Macaristan serdarlığına



Osman Şems g e t i r ild i. B e l g r a d 'ı k u ş a t a n a v u s t u r y a o r ­ d u s u , S a v a ü z e r in d e k i Ç i n g e n e a d a s ı n d a ( O s t r o v o G ig a n li ja ) k ö p r ü b a ş ı k u r a r k e n O s m a n P a ş a k o r u m a k la g ö r e v li o l d u ğ u B e l g r a d 'ı n b e d e s t e n iy l e h a n la r ı n ı a s k e r i­ n e y a ğ m a la t t ı ğ ı g i b i, e r t e s i g e c e d e k a ­ r a n lı ğ ı f ır s a t b i lip k u v v e t le r iy le b ir lik t e N iş 'e k a ç t ı v e B e l g r a d d ü ş m a n e l in e g e ç t i ( 1 6 8 8 ) . S a d r a z a m B e k r i M u s t a f a P a ş a ’ n ın b u y r u ğ u y la id a m e d ild i.



OSMAN PAŞA K ara, t ü r k v e z ir ( ö l. 1 7 1 5 ). E n d e r u n 'd a y e tiş ti. Ç a v u ş b a ş ı lı k ta n ( 1 7 1 1 ) v e z ir p a y e s iy le d ı ş h i z m e t e ç ı k a r ı ­ la r a k E r z u r u m v a liliğ in e a t a n d ı (1 7 1 3 ). M o ­ r a ( A n a p o li) m u h a f ı z ı o l d u ( 1 7 1 5 ) .



OSMAN PAŞA Kayserili, t ü r k d e f t e r ­ d a r ( ö l. 1 7 2 6 ) . K a p ı c ı la r k e t h ü d a lı ğ ı n d a n (1 7 1 1 ) b a ş d e f t e r d a r lı ğ a g e t ir ild i (1 7 1 4 ). A y ­ n ı y ıl a z le d ile r e k r ik a p d e f t e r d a r lı ğ ı n a a t a n ­ d ı . A r d ı lı o l a n B a k k a lz a d e S a r ı M e h m e t P a ş a g ö r e v d e n a lın ın c a (1 7 1 6 ), b a ş d e f ­ t e r d a r v e k ili o ld u . G ö r e v e a s a le t e n a t a n a n ç o k y a ş lı D a m a t M e h m e t P a ş a 'n ı n b a ş d e f t e r d a r l ı k d ö n e m i n d e ( 1 7 1 7 ) d e y e r in i k o r u d u . A n la ş m a z lığ a d ü ş tü ğ ü D a m a t M e h m e t P a ş a 'n ı n b i r a y s o n r a a z l e d i lm e ­ s i ü z e r in e a s a le t e n b a ş d e f t e r d a r l ı ğ a g e ­ t ir il d i. O n a y s o n r a g ö r e v d e n a lı n d ı v e v e ­ z ir p a y e s iy l e V id in m u h a f ı z l ı ğ ı n a g ö n d e ­ r ild i. D a h a s o n r a B o s n a v a lis i ( 1 7 1 9 ) , A v l o n y a m u h a f ı z ı ( 1 7 2 1 ) v e K o n y a v a lis i ( 1 7 2 3 ) o l a r a k g ö r e v y a p tı . 1 7 2 3 - 1 7 2 7 T ü r k - İ r a n s a v a ş ı ’ n a N a h ç iv a n m u h a f ı z ı o l a r a k k a t ı ld ı . A z e r b a y c a n s e r a s k e r i K ö p r ü lü z a d e A b d u ll a h P a ş a 'n ı n k o m u t a s ı n d a T e b ­ r iz k e n ti ü z e r in e y ü r ü r k e n h a s t a la n d ı ( 1 7 2 5 ) v e g ö n d e r il d iğ i L a r is t a n 'd a b i r s ü ­ re s o n r a ö ld ü .



OSMAN PAŞA K üçük, ç e r k e z k ö k e n li t ü r k v e z ir ( ö l. S a y d a 1 7 2 6 ) . K ö le s i o l d u ğ u K ı r ı m h a n ı S e lim G ir a y I t a r a f ı n d a n M e h ­ m e t I V 'e a r m a ğ a n e d ild i ( 1 6 8 4 ) . E n d e r u n ’ d a y e t iş t i. S ila h t a r lı k t a n ( 1 6 9 0 ) v e z ir p a y e ­ s iy le d ı ş h i z m e t e ç ı k a r ı la r a k H a n y a v a lili­ ğ i n e g ö n d e r il d i ( 1 6 9 3 ) . ik i n c i v e z ir o l a r a k k u b b e a lt ı n a a lı n d ı ( 1 6 9 5 ) . A y n ı y ıl s a d a ­ r e t k a y m a k a m ı o ld u . A h m e t l l l 'ü n t a h t a ç ı ­ k ı ş ı n d a n ( 1 7 0 3 ) s o n r a Ş a m v a liliğ in e a t a n ­ d ı . S a y d a v a liliğ i s ı r a s ı n d a ö l d ü .



OSMAN PAŞA T o p a l, t ü r k s a d r a z a m ( M o r a 1 6 8 4 - K e rk ü k 1 7 3 6 ). N a m ık K e ­ m a l 'in b ü y ü k d e d e s i; k a p t a n ı d e r y a D a m a t R a t i p A h m e t P a ş a 'n ı n b a b a s ı . B o s t a n c ı o c a ğ ı ' n d a y e t iş t i. B o s t a n c ı b a ş ı lı k t a n ( 1 7 1 5 ) v e z ir p a y e s iy le T ır h a la m u t a s a r r ı f lı ­ ğ ı n a a t a n a r a k ( 1 7 2 0 ) d ı ş h i z m e t e ç ı k a r ı l­ d ı . B o s n a v a lis i ( 1 7 2 2 ) , N i ş ( 1 7 2 5 ) v e V i­ d i n ( 1 7 2 7 ) m u h a f ız ı o ld u , iş k o d r a v a lis i o la ­ r a k A r n a v u t lu k ı s la h a t ı y la g ö r e v le n d ir il d i ( 1 7 2 9 ) . A z le d il e n K a b a k u la k İ b r a h im P a ş a 'n ın y e r in e s a d r a z a m lı ğ a g e t ir ild i (1 7 3 1 ). I r a k s e r a s k e r i A h m e t P a ş a ’ n ı n o n d a n a l­ d ı ğ ı y e t k iy e d a y a n a r a k y a p t ı ğ ı b a r ı ş a n t ­ la ş m a s ı g e r e ğ i n c e A z e r b a y c a n b ö lg e s in ­ d e A r a s ı r m a ğ ı n ı n s ı n ı r k a b u l e d ilm e s i ü z e r in e Ş ir v a n , D a ğ ı s t a n v e G ü r c is t a n O s ­ m a n lI d e v le t in d e k a lır k e n , T e b r iz , K ir m a n ş a h v e H e m e d a n g ib i s a v a ş s ıra s ın d a g e ri a lı n a n k e n t l e r le H u v e y z e v e L u r is t a n d a İ r a n ’a b ı r a k ı lı n c a ( 1 7 3 2 ) , b u a n t la ş m a n ı n y a r a t t ı ğ ı h o ş n u t s u z lu k ü z e r in e g ö r e v d e n a lın d ı ; T r a b z o n v a liliğ in e g ö n d e r il d i ( 1 7 3 2 ) . A r d ı n d a n d a E r z u r u m v a l ili ğ in e a t a n d ı ( 1 7 3 3 ) . İ r a n 'd a s a f e v i s a l t a n a t ı n a s o n v e ­ r ip T ü r k - ir a n s a v a ş ı ’ n ı y e n id e n b a ş la t a n N a d ir Ş a h , a y n ı y ıl b ü y ü k b ir o r d u y la B a ğ ­ d a t 'ı k u ş a tı n c a , A n a d o lu b e y le r b e y i p a y e ­ s iy le D o ğ u c e p h e s i s e r d a r lı ğ ı n a g e t i r ild i v e B a ğ d a t 'ı k u r t a r m a k la g ö r e v le n d ir il d i. B a ğ d a t y a k ı n ı n d a k i D u lc e y lik ( D u c u m ) k ö ­ y ü ö n le r i n d e y a p ı la n s a v a ş ta İr a n o r d u s u ­ n u b o z g u n a u ğ r a ttı (1 7 3 3 ). 3 0 0 0 0 ö lü d ı­ ş ı n d a t o p l a r ı y la a ğ ır lık la r ı n ı d a b ı r a k ı p y a ­ r a lı o l a r a k H e m e d a n ’a k a ç a n N a d ir Ş a h , c a n ı n ı z o r k u r t a r d ı . B u b ü y ü k z a f e r ü z e r i­ n e M a h m u t l'e o t u r d u ğ u y e r d e " G a z i ” u n ­ v a n ı v e r ild i. D a h a s o n r a I r a n lı la r ’a k a r ş ı ik i z a fe r d a h a k a z a n a n (1 7 3 4 v e 1 7 3 5 ) O s ­ m a n P a ş a , e r t e s i y ıl o r d u s u n u d a ğ ı t ı p K e r ­ k ü k y ö r e s in d e k i k a r a r g â h ı n d a h a s t a y a t ­ t ığ ı s ı r a d a c a n d ü ş m a n ı N a d ir Ş a h ’ ın b a s ­



k ın ı n a u ğ r a y a r a k ş e h it o ld u . B ö y le c e K e r ­ kük



v ila y e ti d e



İ r a n lIla r t a r a f ı n d a n



iş g a l



O S M A N P A Ş A Gazi - > G A Z İ O S M A N PAŞA.



e d ild i.



O S M A N P A Ş A ( F e r it) , t ü r k a s k e r ( D a ­



OSMAN PAŞA Y en işeh irli, t ü r k v e ­ z ir ( Y e n iş e h ir , T ır h a la , 1 7 0 3 - C i d d e 1 7 7 5 ) . E n d e r u n ’d a y e t iş t i. Ç a v u ş b a ş ı lı k t a n ( 1 7 6 1 ) r e is ü lk ü t t a p lı ğ a g e t ir ild i (1 7 6 7 ). A z le d ile r e k R ik a b ı h ü m a y u n d e f t e r d a r l ı ğ ı n a a t a n d ı ( 1 7 6 9 ) . 1 7 6 8 - 1 7 7 4 T ü r k - R u s s a v a ş ı 'n a s o n v e r m e k iç in t o p l a n a n v e s o n u ç s u z k a la n B ü k r e ş b a r ı ş k o n f e r a n s ı 'n a k a t ı ld ı ( 1 7 7 2 ) . V e z ir p a y e s iy le E d ir n e ( 1 7 7 3 ) , K a s t a m o n u ( 1 7 7 4 ) v e C i d d e ( 1 7 7 5 ) v a l ili k le r i n d e b u ­ lu n d u . **



ğ ı s t a n 1 8 4 4 - İ s t a n b u l 1 9 1 2 ). Y ir m i y a ş ı n ­ d a T ü r k iy e 'y e g e le r e k a s k e r lik m e s l e ğ i n e g ir d i. D o k s a n ü ç h a r b i’ n e ( 1 8 7 7 - 1 8 7 8 ) b i n ­ b a ş ı o l a r a k k a tıld ı. S ü le y m a n P a ş a k o m u ­ t a s ı n d a Ş ı p k a g e ç i d i n d e r u s k u v v e t l e r in e k a r ş ı s a v a ş ı r k e n y a r a la n d ı . S a v a ş ta n s o n ­ r a k a y m a t e m r ü t b e s iy le T r a b l u s g a r p k o ­ m u t a n lı ğ ı n a a t a n d ı . M ir a la y o la r a k T a ş k ış la k o m u t a n lı ğ ı n a g e t ir ild i ( 1 8 8 0 ) . F e r ik r ü t b e ­ s iy le H i c a z v a lis i v e k o m u t a n ı o ld u ( 1 8 8 2 ) . B u g ö r e v i s ı r a s ı n d a M it h a t v e D a m a t M a h ­ m u t C e la l e t t i n p a ş a la r ı n T a if z in d a n ı n d a b o ğ u la r a k ö l d ü r ü lm e le r i ü z e r in e ( 1 8 8 4 ) , ik i n c i m e ş r u t i y e t 't e n ( 1 9 0 8 ) s o n r a it t ih a t ­ ç ı la r t a r a f ı n d a n r ü t b e s i a lı n ı p M id ill i’ y e s ü ­ r ü l d ü ( 1 9 0 9 ) . B a lk a n s a v a ş ı b a ş la y ı n c a ( 1 9 1 2 ) , İ s t a n b u l’a d ö n m e s i n e iz in v e r ild i. R ü t b e s i g e r i v e r ile n p a ş a , c e p h e y e h a r e ­ k e t e t m e y e h a z ı r la n ı r k e n ö ld ü .



OSMAN PAŞA M üderris, Gazi, t ü r k a s k e r ( X V III. y y .) . E s k i s a d r a z a m la r d a n T o ­ p a l O s m a n P a ş a ’ n ı n t o r u n u , R a tı p A h m e t P a ş a ’ n ı n o ğ lu . 1 7 6 8 - 1 7 7 4 T ü r k - R u s s a v a ş ı ’ n a T u n a s e r a s k e r i o l a r a k k a t ı ld ı . T u n a ’ n ın g ü n e y y a k a s ın a g e ç e n m a r e ş a l R o m a n z o v k u v v e t l e r in i S ilis t r e ’d e b o z g u n a u ğ r a t a r a k ı r m a ğ ı n ö t e y a k a s ı n a ç e k i lm e k z o r u n d a b ıra k tı (1 7 7 3 ). K a z a n d ığ ı b u p a r ­ la k z a f e r ü z e r in e k e n d is i n e “ G a z i” u n v a ­ n ı v e r ild i.



OSMAN PAŞA G üm rükçü, t ü r k v e z ir ( ö l. İ s t a n b u l 1 8 3 8 ) . E n d e r u n 'd a y e t iş t i. M a t b a h e m i n li ğ in d e n ( 1 8 0 9 ) g ü m r ü k ç ü l ü ­ ğ e g e t i r ild i (1 8 1 1 ). T o p h a n e ( 1 8 1 5 ) v e M ü ­ h i m m a t ( 1 8 2 0 ) n a z ır ı o l d u . Y o ls u z lu ğ u g ö ­ r ü l d ü ğ ü n d e n a z l e d i le r e k A r a p k ir 'e s ü r ü l­ d ü ( 1 8 2 1 ) . A f f e d il d ik t e n s o n r a v e z ir p a y e ­ s iy le K a r s m u h a f ı z l ı ğ ı n a a t a n d ı ( 1 8 2 2 ) v e b u g ö re v i s ıra s ın d a 1 8 2 1 -1 8 2 3 T ü rk -Ira n s a v a ş ı ’ n a k a t ı ld ı . B o z o k ( 1 8 2 3 ) , a r d ı n d a n d a K a y s e ri (1 8 2 5 ) m u ta s a rrıfı o ld u . İs ta n ­ b u l ' d a B o ğ a z m u h a f ı z l ı ğ ı n a g e t i r ild i ( 1 8 2 8 ) . T e k e s a n c a ğ ı k e n d is in e a r p a lı k v e ­ r il e r e k e m e k li e d ild i ( 1 8 3 1 ) .



OSMAN PAŞA T ellalzad e, t ü r k v e z ir ( ö l. İ s t a n b u l 1 8 4 8 ) . E n d e r u n ’d a y e t iş t i. N iş m u h a f ı z ı ( 1 8 3 9 ) , K ı b r ı s m u h a s s ı lı ( 1 8 4 2 ) o l a r a k g ö r e v y a p tı . V e z ir p a y e s iy le D â r ı ş û ­ r a y ı a s k e r i b a ş k a n lı ğ ı n a g e t i r ild i ( 1 8 4 4 ) . H a le p v a l ili ğ in e a t a n d ı ( 1 8 4 6 ) . A n a d o lu m ü ş i r liğ i s ı r a s ı n d a ( 1 8 4 7 - 1 8 4 8 ) y ö n e t im e k a r ş ı a y a k la n a n C iz r e m ü t e s e lli m i B e d ir h a n a y a k la n m a s ı n ı b a s t ı r d ı .



OSMAN PAŞA Patrona, t ü r k a m ir a l ( R iz e 1 7 5 8 - ay. y. 1 8 6 0 ) . K a ly o n n e fe r liğ i n d e n y e t iş t i. M ı s ır d o n a n m a s ı n d a k a d ı r ­ g a r e is i o l a r a k g ö r e v y a p t ı ( 1 8 2 5 - 1 8 3 0 ) . D a h a s o n r a İ s t a n b u l'a d ö n e r e k t ü r k d o ­ n a n m a s ı n ı n h i z m e t in e g i r d i. K ı r ım s a v a ş ı b a ş la d ı ğ ı z a m a n ( 1 8 5 3 ) 1 2 g e m ili k b i r K a ­ r a d e n i z f ilo s u o l u ş t u r u l d u v e i n c e b u r u n ’ la A m a s r a a r a s ı n d a k a r a k o l g ö r e v i v e r ile n b u f ilo n u n k o m u t a n lı ğ ı n a d a , " p a t r o n a ” ( v is a m ir a l) r ü t b e s iy le O s m a n P a ş a g e t i r il­ d i. Ş id d e t li b i r f ı r t ı n a y ü z ü n d e n t ü r k f ilo ­ s u n u n S in o p ’t a d e m ir li b u lu n d u ğ u n u h a ­ b e r a la n K a r a d e n iz r u s d o n a n m a s ı a m i­ r a li N a h im o v , k o m u t a s ı n d a k i 6 b ü y ü k s a ­ v a ş g e m is iy l e li m a n a a n i b i r b a s k ı n y a p t ı ( 3 0 k a s ı m 1 8 5 3 ) . Y a k la ş ı k 3 s a a t s ü r e n S i­ n o p b a s k ı n ı n d a t ü m t ü r k f ilo s u y o k e d il­ d i ğ i g i b i, 2 0 0 0 'i a ş k ı n d e n iz c i d e ş e h it o l­ d u . P a tro n a O s m a n P a ş a a y a ğ ın d a n y a ­ r a lı o l a r a k t u t s a k d ü ş t ü ; t o p a t e ş i n e t u t u ­ la n S in o p k e n t i n in y a r ı s ı y a n d ı . K ı r ım s a v a ş ı 'n a s o n v e r e n P a r is * b a r ı ş a n t la ş m a s ı ’ n ı n im z a la n m a s ı ü z e r in e ( 1 8 5 6 ) s e r b e s t b ı r a k ı la n O s m a n P a ş a y u r d a d ö n ü n c e R i­ z e ’d e o t u r m a y a z o r u n lu t u t u ld u .



OSMAN PAŞA, t ü r k a m i r a l ( İ s ta n b u l 1 8 3 5 - O ş im a , J a p o n y a , 1 8 9 0 ) . R u s la r 'ı n S in o p b a s k ın ı s ı r a s ı n d a ( 1 8 5 3 ) t u t s a k d ü ­ ş e n P a tro n a O s m a n P a ş a ’n ın to ru n u . D e ­ n iz h a r p o k u lu n u m ü la z ı m o la r a k b itir d i (1 8 7 7 ). K o la ğ a s ı r ü t b e s iy le P a r is d e n iz a t a ­ ş e liğ in e a t a n d ı ( 1 8 8 3 ) . B a h r iy e n a z ır ı H a ­ ş a n H ü s n ü P a ş a ’ n ı n k ı z ıy la e v le n in c e m i­ r a la y r ü t b e s iy le A b d ü lh a m i t li n in y a v e r i o l­ d u ( 1 8 8 8 ) . P a ş a lı ğ a y ü k s e ld iğ i y ıl ( 1 8 9 0 ) , J a p o n y a ’y a b ir d o s t l u k z iy a r e t i y a p a c a k o la n E r t u ğ r u l f ir k a t e y n in in k o m u t a n lı ğ ı n a g e t ir ild i. J a p o n y a d ö n ü ş ü n d e g e m is i fır tı­ n a y ü z ü n d e n O ş im a b u r n u n d a k i k a y a lık ­ la r a b in d ir e r e k b a t ı n c a 5 2 4 t ü r k d e n iz c is iy ­ le b ir lik t e b o ğ u ld u . ( - > E R T U Ğ R U L F A C İA S I.)



O S M A N P A Ş A Tatar, t ü r k a s k e r ( ö l. İs ­ t a n b u l 1 9 2 4 ) . H a r b iy e ’ y i e r k â n ı h a r p k o la ­ ğ a s ı ( k u r m a y ö n y ü z b a ş ı ) o l a r a k b it ir d ik t e n s o n r a ö ğ r e n i m in i t a m a m l a m a s ı iç in A l ­ m a n y a 'y a g ö n d e r il d i. Y u r d a d ö n d ü k t e n s o n r a ç e ş it li g ö r e v le r a ld ı . B ir in c i f e r ik r ü t ­ b e s iy le Y e m e n o r d u s u k o m u t a n lı ğ ı n a ( 1 9 0 6 ) , M a k e d o n y a 'd a ç ı k a n k a r ı ş ı k lı k la r ı b a s t ı r m a k iç in m ü ş ir r ü t b e s iy le R u m e li o r ­ d u s u k o m u t a n lı ğ ı n a ( 1 9 0 7 ) a t a n d ı , ik i n c i m e ş r u t i y e t in ila n ı ü z e r in e ( 1 9 0 8 ) g ö r e v ­ d e n a lın d ı . A b d ü lh a m i t II t a h t t a n in d ir ild ik ­ t e n ( 1 9 0 9 ) s o n r a t u t u k la n d ı y s a d a e r t e s i y ıl s e r b e s t b ı r a k ı ld ı . M o n d r o s m ü t a r e k e s i d ö n e m i n d e ( 1 9 1 8 - 1 9 2 0 ) Â y a n m e c lis i ü y e ­ li ğ in e g e t i r ild i. O S M A N R A Ş İT P A ŞA Mektubizade, t ü r k v e z ir ( ö l. İ s t a n b u l 1 8 8 0 ) . ilm iy e ’d e y e ­ t iş t i. İ z m ir k a d ı s ı y k e n ( 1 8 3 6 ) M ü l k iy e s ı n ı ­ fın a g e ç e r e k A y d ın k a y m a k a m ı (1 8 3 7 ), T r a b z o n m ü f e t t iş i ( 1 8 4 0 ) , z a p t iy e n a z ır y a r ­ d ı m c ı s ı ( 1 8 4 5 ) o l d u . A z le d il e r e k z a h ir e m ü d ü r lü ğ ü n e a t a n d ı ( 1 8 4 7 ) . S a lih P a ş a ' d a n b o ş a la n ş e h r e m in liğ e g e t ir ild i ( 1 8 5 7 ) . M e c l is i v â l â ( 1 8 5 9 ) v e T a n z im a t m e c lis i ( 1 8 6 0 ) ü y e liğ in e s e ç ild i. V e z ir p a y e s iy le İz ­ m ir v a l ili ğ in e a t a n d ı ( 1 8 6 1 ) . A z le d il d ik t e n ( 1 8 6 3 ) b i r s ü r e s o n r a C e z a ir - i B a h r - i S e f id v a lis i o l d u . G ö r e v d e n a l ı n a r a k İ s t a n b u l'a ç a ğ r ı l d ı ( 1 8 6 5 ) . B ir k a ç y ı l a ç ı k t a b e k le t il­ d i k t e n s o n r a e m e k li e d ild i ( 1 8 6 8 ) . O S M A N S A H İP E F E N D İ Pirizade -» P İR İZ A D E O S M A N S A H İP E F E N D İ. O S M A N S A İB E FE N D İ, t ü r k b ilg in (ö l. İs ta n b u l 1 8 6 3 ). M e d r e s e ö ğ r e n im i g ö r d ü . M ü n e c c im b a ş ı o l d u . D a h a s o n r a D a r ü lm u a lli m in 'd e m a t e m a t i k o k u t t u . T îp la d a il g il e n d i. B a ş lı c a y a p ı t la r ı : Talim ül-Küre; Ahkâm üi-emraz, Kolera. O S M A N S ELA H A T TİN , t ü r k y a z a r ( İ s ­ t a n b u l 1 8 2 0 - ay. y. 1 8 8 6 ) . İ s t a n b u l Y e n ik a p ı m e v le v ih a n e s i ş e y h i N â s ı r A b d ü lb a k i D e d e ’ n in o ğ lu . 11 y a ş ı n d a y k e n Y e n ik a p ı d e r g â h ı ’ n d a , b a b a s ı n ı n p o s t u n a g e t i­ r ild i. is la m i ilim le r , a r a p ç a v e M e s n e v i o k u ­ d u . 1 8 5 8 ’d e d e r g â h ı n ş e y h liğ in i ü z e r in e a ld ı . Y e n ik a p ı v e E y ü p B a h a r iy e t e k k e l e ­ r in d e M e s n e v i d e r s i v e r d i. A b d ü lh a m i t II' n in ilk s a lt a n a t y ı lı n d a p a d iş a h ı n M e s n e v i h o c a lı ğ ı n a g e t i r ild i. M it h a t P a ş a ’ n ı n y a k ı ­ n ı v e m e ş r u t i y e t y a n d a ş ı y d ı . İ s la m d i n iy l e h ı r is t iy a n lı ğ ı k a r ş ı la ş t ı r a n a r a p ç a El-lisarı ül-Muhammediye fîmâ dalle bihi'l-lseviye a d lı k it a b ı , ş iir le r in i t o p l a d ı ğ ı k ü ç ü k Divan'ı. t a s a v v u f a d a m la r ı n a h ü c u m e d e n H o c a is h a k E f e n d i’ y e y a n ı t o l a r a k y a z d ı ­ ğ ı Risale-i vahdet-i vücut g i b i y a p ı t la r ı y la ta n ın d ı.



OSMAN ŞEMS, t ü r k ş a ir ( İ s ta n b u l 1 8 1 4 - ay. y. 1 8 9 3 ) . S e y it m ü n z e v i M e h m e t E m in E f e n d i’ n in o ğ lu d u r . N a k ş ib e n d i ş e y h i İ s ­ m a il E f e n d i’ y e m ü r i t o l d u . Ş e y h in in ö l ü ­ m ü n d e n s o n r a h a lv e t i t a r ik a t ı n a g ir d i. D a ­ h a s o n r a d a k a d ir i v e ü v e y s i t a r ik a t ı ş e y h ­ le r in d e n A b d ü r r a h im Ü n y e v i'y e b a ğ la n d ı . 5 0 y ı la y a k ı n M e r c a n c a m i s i im a m v e h a ­ t ip l i ğ i n d e b u lu n d u . H e r s e k li  r if H i k m e t B e y 'i n e v i n d e e s k iy e b a ğ lı ş a ir le r in o lu ş -



8925



Osman Şems



OSMAN ŞERİF PAŞA Topal, türk ve­ zir (İstanbul 1804 - ay. y. 1874). Bahriye mektebi'nde okudu. Mısır’a giderek Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın hizmetine gir­ di. Paşanın ölümü üzerine (1849) yurda döndü. Karesi (1851), Biga (1853) ve Kıb­ rıs (1855) mutasarrıflıklarında bulundu. Belgrad muhafızlığına atandı (1856). Ve­ zir payesiyle Bosna valisi d d u (1861). Emekliye ayrıldıktan (1867) sonra İstan­ bul'a yerleşti.



ke. Gramajı düşük paraların dolaşımdan kaldırılmasından sonra çıkarılan bu sikke­ ler on akçe değerindeydi ve onluk osmani olarak da anılıyordu. Bunlar başlangıç­ ta bir dirhem ya da on beş kırat ağırlığındaydı. Ön yüzünde Sultan ül-Berreyn ya­ zısı, arka yüzündeyse basım yeri ve tarihi vardı. Mustafa l’in ikinci saltanat dönemin­ de (1622-1623) daha düşük ağırlıkta osmaniler bastırıldı. İbrahim döneminde (1640-1648) onluk osmanilerle birlikte beş akçe değerinde yarımlıklar kesildi. Bu sik­ kelerin önyüzünde padişahın tuğrası için­ de adı, arkayüzündeyse basım yeri ve yılı bulunuyordu.



Osm anağa cam isi, İstanbul'un Ka­



Osmani nişanı -» NIşani



oşmâni



OSMANİYAN



osmani’ n i n



tprduğu Encümeni şuara’nın toplantıları­ na katıldı (1860). Tasavvuf içerikli şiirleri vardır.



dıköy semtinde cami. Babüssaade ağa­ sı Osman tarafından inşa ettirildi (1713). ¡Mahmut II döneminde onarıldı (1813). OSMANBEYZADE (Mehmet Ali Fethi) türk yazar (Rusçuk 1804 - İstanbul 1857). İstanbul’da müderrislik yaptı; Encümeni daniş üyeliğine seçildi. İstanbul kütüpha-ı nelerindeki kitapların adlarını kapsayan ve birinci cildi tamamlanan El-asar ül-aliyye fi hazâin il-kütüb adlı yapıtı çalışmalarının en önemlisidir. Öteki yapıtları: El-hayr ül -hasen fi şerh il-müsteşarı mutemen, Tercûme-i kelam-ı erbain-i Hazreti Ali, Hilye-i sultani, Sermaye-i necat.



İOSMANCALI, Manisa'nın merkez il­ çesine bağlı bucak; 9 516 nüf. (1990); 29 köy. Merkezi Osmancalı, 790 nüf. (1990). O SM A NCIK, Karadeniz bölgesinin iç kesiminde Çorum iline bağlı ilçe; 52 490 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 1 bucak, 40 köy. Merkezi, Çorum'un 61 km kuzeyinde Osmancık, 21 347 nüf. (1990). Tahıl, baklagiller, meyve, şeker­ pancarı üretimi. Hayvancılık.



O SM ANCIK, Konya'nın Kadınhanı il­ çesi merkez bucağına bağlı belde; 2 820 nüf. (1990). Belediye. O SM ANELİ, Marmara bölgesinde Bi­ lecik iline bağlı ilçe; 18 118 nüf. (1990); 526 km2; 27 köy. Merkezi, Bilecik'in 32 km K.'inde Osmaneli, 8 704 nüf. (1990). Şekerpancarı, meyve, sebze. İpekböcekçiliği. Halı, döşeme ve döküm fabrikaları.



O SM ANG AZİ, Marmara bölgesinde Bursa iline bağlı ilçe, anakent sınırları içinde; 510 902 nüf. (1990); merkez bu­ cağı dışında 1 bucak, 31 köy. Merkezi Osmangazi, 473 302 nüf. (1990).



OSMANİ



s ıf.



oşmâni). Esk.



(ö z .



a.



Osman



O s m a n lI la r la



ve



- / ’d e r



ilg ili,



O s-



m a n l ı l a r ' a a it .



Osmancık'tan bir görünüm



OSMANİ a. Nümism. Osman II döne­



Çorum



minde (1618-1622) bastırılan gümüş sik­



ç o ğ l.



ç o ğ l.



a



oşmâniyân). Esk.



OSMANİYE



s ıf.



(a r.



(a r.



O s m a n lI la r .



osmani'n i n



d iş i.



oşmaniyye). Esk. O s m a n l ı , O s m a n l ı y a a i t : Devlet-i Osmaniye ( o s m a n l ı d e v l e t i ) . Kavaid-i Osmaniye (o s m a n l ı c a d i l k u r a l l a ­ r ı, g r a m e r i) .



O SM ANİYE, Akdeniz bölgesinde Adana iline bağlı ilçe; 1 7 4 8 7 5 nüf. ( 1 9 9 0 ) ; 9 7 4 km , merkez bucağı dışında 4 bucak, 4 7 köy. Merkezi, Adana nın 8 3 km K.-D.'sunda Osmaniye, 1 2 2 3 0 7 nüf. ( 1 9 9 0 ) . Tahıl, pamuk, turunçgiller. Önemli bir tarım alanı olan Ceyhan ova­ sı ya da Yukarıova’nın D. kenarında, ova­ yı G.-D. Anadolu’ya birleştiren demir ve karayolları üzerinde bulunan Osmaniye, günümüzde birçok il merkezinden daha çok nüfuslu olmasına karşın, XIX. yy’da bazı göçerkonar aşiretlerin, Fırka-i İslahi­ ye tarafından Hacıosmanlı köyü ve çev­ resine yerleştirilmesi ile doğmuş ve bir il­ çe merkezi olarak Osmaniye adı verilmiş yeni bir kenttir.



OSM ANU a. 1. XIII. yy.'da kurulan ve kurucusu Osman Gazi’nin adıyla anılan devlete ve onun uyruğundan olan kimse­ ye verilen ad. —2. Osmanlı imparatorlu­ ğu ya da sülalesi. —3. (Tamlayan olarak) bu devlete ilişkin ya da ona ait şeyi belir­ tir: Osmanlı şiiri. Osmanlı yaşama biçimi. — 4. Osmanlı efendisi, nazik, incelikli, çe­ lebi kimse: O tam bir osmanlı efendisiydi. —Esk. ölçbil. Osmanlı kademi, yaklş. 15 inç (38,1 cm) uzunluğundaki osmanlı öl­ çü birimi. —Kur tar Osmanlı tezkiresi, Osmanlı dev­ letinde kimlik belgesi, nüfus kâğıdı. (1863 -1864 genel nüfus sayımından sonra her osmanlı yurttaşına birer tane verilen bu kimlik belgesi, cüzdan biçiminde değil, çizgili, sıradan bir kâğıt niteliğindeydi.) —Nümism. Osmanlı altını, Abdülmecit döneminden başlayarak bastırılan meci­ diyelere verilen genel ad. —Oy. Osmanlı küşadı — K U Ş A T . ♦ s ı f . Cesaretli ve onurlu, düşündüğünü çekinmeden söyleyen kadın için kullanılır.



O smanlı, XIX. ve XX. yy.Tarda Türkiye sınırları İçinde ve dışında yayımlanmış ba­ zı süreli yayınların adı. Bilinenler şunlar­ dır: —Mehmet Tevfik Bey’in sahibi oldu­ ğu "osmanlı menafiine hizmet eder” gün­ lük gazete. 1876-1877 yıllarında İstanbul' da yayımlandı. —Abdullah Cevdet Bey' in sahibi, Tevfik İlhami Bey’in yazı işleri müdürü olduğu günlük gazete. Temmuz 1880’den temmuz 1885’e değin İstanbul' da yayımlandı, —ittihat ve Terakki cemi­ yeti tarafından on beş günde bir çıkarılan gazete. 1897’den başlayarak 1904 yılına değin Mısır, İngiltere ve İsviçre'de basıldı, —istikbali vatan ve millet cemiyeti osmaniyesi adına, "Vatan ve milletimizin her tür­ lü zulüm ve istibdattan kurtarılabilmesi için neşrolunur türk gazetesidir" altyazısıyla, Yunanistan'ın Pire kentinde yayımlandı (1903). [Birinci sayıdan sonra çıkıp çıkma­ dığı bilinmiyor.] —Ahmet Fazlı Bey'in sa­ hibi, Nihat Reşat Bey’in başyazarı oldu­ ğu günlük gazete. 1909 yılında İstanbul' da yayımlandı. —Ahmet Necip Bey’in sa­ hibi, Mahmut Nedim Bey’in yazı işleri mü­ dürü olduğu siyasal gazete. Haftada iki



kez olmak üzere 1912-1916 arası Konya’ da yayımlandı. Bunlara ek olarak, başlığında “ Os­ manlI" sözcüğü bulunan şu süreli yayın­ lar da bilinmektedir: Osmanlı alım ve sa­ tım anonim şirketi gazetesi (1911), Osmanlı genç dernekleri mecmuası (İstanbul 1917 -1918), Osmanh hilali ahmer mecmuası (Ankara 1921-1923), Osmanlı kadınlar âle­ m i gazetesi (1911), Osmanlı mühendis ve mimar cemiyeti mecmuası (1909), Os­ manlI ressamları cemiyeti gazetesi (İstan­ bul, 1908), Osmanlı seririyat mecmuası (İstanbul 1908-1910), Osmanlı terakkii zi­ raat (İzmir, 1894), Osmanlı ziraat ve tica­ ret gazetesi (İzmir, sonra İstanbul’da, 1905 -1910). O s m a n lı bankası aş, ingiliz-fransız or­ taklığıyla Türkiye'de kurulan yabancı ser­ mayeli banka. Türkiye'nin en eski banka­ sıdır. XIX. yy.'ın ikinci yarısında, Osmanlı devletinin para ve maliye işlerinin iyice bo­ zulması üzerine bir devlet bankasının ku­ rulması kaçınılmaz olmuştu. Bunun için, Osmanlı devletinin İngiltere ile olan mali işlerinde aracılık eden bir İngiliz sermaye grubuna banka kurma izni verildi. Bu grup, 1856’da, 500 000 İngiliz lirası ser­ mayeyle Bank-ı Osmani’yi (Öttoman bank) kurdu, ancak önemli bir etkinlik gösterme yen bu banka bir süre sonra lağvedilerek yerine Bank-ı Osmani-i şahane (impérial Ottoman bank - Banque Impérial Ottoma­ ne) adında yeni bir banka kuruldu. Bu bankanın kuruluşuna La Société généra­ le de crédit mobilier, Le Comptoir natio­ nal d ’escompte de Paris, Les Frères Mellet et cie ve La Banque de Paris et de Pays-Bas adlarındaki fransız sermaye grupları da katıldı. Osmanlı hükümeti ile banka arasında yapılan sözleşmede ban­ kaya otuz yıl süreli bir ayrıcalık dönemi ta­ nınıyor, bu dönem içerisinde Hazine'nin görevlerini yapmak ve banknot çıkarmak yetkileri bankaya veriliyordu. Hükümet bu süre içinde kâğıt para çıkarmamayı ve bu tür ayrıcalık verilecek bir başka banka kur­ mamayı da kabul ediyordu. Ayrıca, ban­ ka ve şubeleri her türlü vergi ve resimden bağışık tutulacak, bankaya devlet bankası olma İşlevinin yanı sıra ticaret bankaları­ nın yapabileceği tüm işlemleri yapma hakkı da tanınacaktı. Bankanın kuruluş sermayesi, yarısı hemen ödenmiş 500 franklık 135 000 hisse senedinden oluşu­ yordu. Bu senetlerin 80 000'i İngiliz, 50 000'i fransız ortaklarca satın alınmış, 5 000 hisse senedi de Osmanlı devletinin payı olarak ayrılmıştı. Banka 60’la 90 gün arasında vadeli hazine bonoları karşılığın­ da, Hazine'ye 12 500 franklık bir hesap açıyor, devletin ülke içinde ve dışındaki borçlarının faizlerini ve amortismanlarını belirli bir komisyon karşılığında ödemeyi üstleniyor, İstanbul'da ve şube açmaya izinli olduğu tüm yerlerde Hazine işlem­ lerini yerine getirmeyi taahhüt ediyordu. Osmanlı bankası, çıkardığı banknotla­ ra ilk iki yıl % 50, daha sonra % 33 ora­ nında altın karşılığı bulundurmuştur. An­ cak, banknotların yalnızca İstanbul’da al­ tına çevrilebilir olması, İhraç edilen bank­ notların halk tarafından tutulmamasına yol açmış, emisyon hacmi 1914'e kadar 4 mil­ yon liraya çıkabilmiştir. Bankanın dış istik­ razlara aracılık etmesi etkinliğini artırmış, 1879'da Rüsum-u sitte idaresi’nin, 1881'de Düyunu umumiye'nin kurulmasında, Re­ ji, Ereğli maden kömürü, Terkos, liman ve gaz şirketlerine, vb. ayrıcalık verilmesi ka­ rarlarında önemli rol oynamıştır. Cumhuriyet döneminde, Osmanlı bankası'nın banknotları devlet parası olarak kabul edilmeyerek dolaşımdan kaldırılmış, bu banknotlara sahip olanlara, karşılığı, ancak 34 yıl sonra (1947) altın kuruna gö­ re ödenmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşun­ dan sonra Türkiye’deki çalışmalarını bir ti­ caret bankası olarak sürdüren banka, ha­ len, 11 haztran 1952 tarihinde yapılan ve 6113 sayılı yasayla onaylanan “ Türkiye Cumhuriyeti hükümetiyle Osmanlı banka-



Osmanlı hanedanı sı arasında mukavelé'ye göre etkinlik göstermektedir. 1975'te sona eren bu söz­ leşme, hükümet sözleşmeyi yenilemeye­ ceği konusunda bir ihbar yapmadığı için geçerliliğini korumadadır. Sözleşmeye gö­ re banka (merkezi İstanbul’da olmasına karşın) Türkiye’de şube açan yabancı bankalara uygulanan türk mevzuatına tabi tutulmaktadır. 1990 sonu itibariyle, Osmanlı bankasinın dağıttığı toplam kredi 721,1 milyar TL, toplam mevduatı ise 918 milyar TL olmuştur. Özel kişilerin mülkiyetinde olan Osmanlı bankası'nın en büyük ortağı transız Paribas grubu, banka sermayesi­ nin % 45,6'sını elinde bulundurmaktadır. Bankanın Türkiye’nin çeşitli kentlerinde 70 şubesi vardır.



Osmanlı çiftçiler derneği, türk siyasi partisi (1919). Mesleki bir dernek olarak kuruldu. Tüzüğünde siyasetle meşgul ol­ mayacağı belirtilmesine karşın giderek si­ yasal partiye dönüştü. Partinin yöneticile­ ri arasında Hamdullah Emin Paşa, göz doktoru Esat Paşa, Mehmet Emin Paşa, Mustafa Münif Paşa, Dr. Mustafa Hulusi bulunuyordu. Kurucuların çoğu büyük toprak sahipleriydi. Parti 1919 seçimlerin­ de İstanbul'dan ve çeşitli illerden adaylar gösterdi. Adaylar arasında Hamit, Haşan Ferit, Baro başkanı Lutfi Fikri, Celalettin Arif beyler İstanbul'dan seçimi kazandılar. Eski Washington elçisi Rüstem Bey (Alf­ red Rüstem) de derneğin Gelibolu ada­ yıydı. Seçilen mebusları daha sonra An­ kara'ya geçerek TBMM’ye katıldılar. Müdafaai hukuk hareketi’ni desteklediler. Dernek 1923’e kadar İstanbul’a çalıştı.



rütmeye çalışır, ikinci bölümde Anadolu’ nun XIII. ve XIV. yy.'ın ilk yarısındaki siya­ sal ve toplumsal tarihini ele alarak ince­ ler. Üçüncü bölümde sınır boylarındaki yaşam biçimini anlatır ve Osmanlı devle­ tinin kuruluşuyla birlikte temelleri atılan as­ keri, dini, mesleki kurumlar hakkında bil­ gi verirken, tarihsel gerçeklere dayanarak devletin başlangıcından beri gelişim ne­ denlerini sıralar.



Osmanb dram kum panyası, Tanzi­ mat döneminde, Mardiros Mınakyan'la Serovpe Benliyan’ın (Benkliyan) ortakla­ şa kurdukları ve bir süre işlettikleri tiyatro topluluğu. Bazı kaynaklara göre, Osmanlı dram kumpanyası’nın kuruluşu 1882, ba­ zılarına göreyse 1885'tir. Ancak 1885'te topluluğun Mınakyan'ın yönetimine geç­ tiği ve temsillerini Ösmanlı dram tiyatrosu adıyla 1904’lere değin sürdürdüğü bilin­ mektedir. 1893-1895 yılları arasında türkçe oyunların yanı sıra ermenice oyunlar da sahneleyen Osmanlı dram kumpanya­ sının kadrosunda zamanın en ünlü sanat­ çıları (H. Aleksanyan, M. Çaprastyan, Binemeciyanlar, Mari Nıvart, Satenik vb.) bulunuyordu. Osmanlı g fif d em ekleri, türk yarı -askeri gençlik örgütleri. Birinci Dünya sa­ vaşı öncesinde (1914) gençliği askeri bir disiplin altında örgütlemek ve eğitmek için ittihat ve Terakki’nin kurduğu derneğin başkanı "B aşbuğ” sanını taşıyan Harbi­ ye nazırı Enver Paşa'ydı. Bütün okul, medrese ve resmi kurumlarda zorunlu olarak etkinlikte bulundu. Doğrudan Har­ biye nezareti'ne bağlı olan örgüt yerini, Genç dernekleri'ne bıraktı (1916).



Osmanlı dem okrat fırkası, Fırka) « fO S M A N LI h a n e d a n ı, Osman l'in kur­ ibad da denir, türk siyasal partisi (1909 -1911). 1906-1907 yılında kurulmuş olan Selameti Umumiye kulübü Dr. İbrahim Temo ve Dr, Abdullah Cevdet tarafından bir siyasal partiye dönüştürüldü. Mısır’da bu­ lunan Abdullah Cevdet’in katkısı dolaylı oldu. 31 mart vakası aleyhindeki eylem­ lere katılan parti Cemiyetler kanunu’nun kabulünden sonra hukuken 6 şubat 1909’da kuruldu. Partinin üyeleri arasın­ da Dr. İbrahim Temo (başkan), Abdullah Cevdet (ikinci başkan), Ahmet Rıfat, Per­ tev Tevfik, Fuat Şükrü (Dilbilen), Bezmi Nusret (Kaygusuz) bulunuyordu. 1908 se­ çimlerine katılmayan partinin Mebusan meclisi'nde üyesi yoktu. İttihat ve Terakki iktidarı bütün muhalefet partilerine oldu­ ğu gibi bu fırkaya da baskı yaptı. İstan­ bul'da Türkiye, İzmir'de Feryat, Manastır' da Hukuki İbad, Halep'te Ahali gazetele­ ri partinin sözcülüğünü yaptılar. Parti, öteki muhalefet partileri gibi, Hürriyet ve itilaf fır­ kası ’na katılma kararı aldı.



Osmanlı devletinin kuruluşu, Prof. Dr. Fuat Köprülü'nün Sorbonne’da verdi­ ği üç konferansından (1934) derlediği ta­ rih yapıtı. Önce Les Origines de l ’Empire Ottoman başlığı altında ve İstanbul Fran­ sız enstitüsü yayınları arasında, enstitü üyelerinden Prof. Sébastien Charléty'nin bir girişiyle fransızca olarak yayımlanan ki­ tap (1935), daha sonra Prof. Nedim Filipoviç tarafından sırpçaya çevrilerek ya­ yımlandı (Saraybosna, 1955). Türkiye'de Türk tarih kurumu yayınları arasında çıkan yapıtın birinci basımı 1959'da (bu arada oğlu O. F. Köprülü'nün giriş yazısıyla ve Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu adıy­ la da basıldı [1972]), ikinci basımı 1984’te yapıldı. Üç bölümden oluşan yapıtının ilk bölümünde yazar, The Foundation of the Ottoman Empire (1916) adlı kitabında, Os­ man'ın babası Ertuğrul ve aşiretinin Moğollar'dan kaçıp Söğüt’e yerleştiğini, müslüman olmayan bu topluluğun daha sonra bu müslüman çevrede İslam olarak yeni dinin yarattığı zinde bir ruhla Rumlar'ı da İslâmlaştırıp yepyeni bir ırk kurduklannı ve Balkanlar'ı İslamlaştırmak amacıyla da bir ihtida aracı olarak “ devşirme" yöntemini benimsediklerini savunan tarihçi ve türkolog H. A. Gibbons'un bu görüşünü çü­



duğu ve türk padişahlarının mensup ol­ dukları sülale. Padişahların toplam sayısı 36 olmakla birlikte, bazılarının ikişer kez tahta çıkmaları sonucu saltanat değişim­ lerinin sayısı 39'a yükselir. Ancak, son ha­ life Abdülmecit padişah olmadığından 36 toplamının içine girmez. Murat II ( 1 4 2 1 -1444; 1446-1451), Fatih Sultan Mehmet (1444-1446; 1451-1481) ve Mustafa I (1617 -1618; 1622-1623) ikişer kez tahta çıkan pa­ dişahlardır. Bazı kaynaklarda Fetret* devri’nde Yıldırım Bayezit’in padişahlıklarını ilan etmiş olan oğullarından Süleyman ve Musa çelebiler de padişahlar cetveline alı­ nır. Böylece osmanlı hükümdarlarının sa­ yısı 38'i bulur. Ancak, bu iki şehzade tüm osmanlı topraklarına hiçbir zaman tam an­ lamıyla egemen olamadıklarından bu de­ ğerlendirme geçerlilik taşımaz. 36 padi­ şahtan ilk 8'i halifelik sıfatını taşımazken, sonraki 28’i halife ve padişah olarak hü­ küm sürdü. Padişah olmayan son halife Abdülmecit de bu toplama katılınca, Os­ manlI hanedanından 29 halife yetiştiği or­ taya çıkar. Osman l'den (1299) saltanatın kaldırılmasına kadar (1922) geçen süre içinde sıralanan padişahların batın sayısı 21’dir Saltanat mirası Osman l'den Ahmet Te kadar (1603-1617) ilk 14 padişah dö­ neminde Avrupa'da olduğu gibi babadan oğula (evladiye kuralı) geçti. Ancak, Mus­ tafa l’den (1617) Mehmet VI'ya (Vahdettin) kadarki (1918-1922) 22 padişah dönemin­ de hanedanın en yaşlı erkek üyesi (ekber ü erşed kuralı) tahta çıktı. Bu kuralın uygu­ lanması nedeniyle padişahlardan 15'i bir­ birinin kardeşi ve amcaoğludur. 36 padi­ şahtan 13'ünün adları birbirinin eşi oldu­ ğundan toplam 13 padişah adı vardır: bi­ rer Orhan, İbrahim, Abdülmecit ve Abdülaziz adına karşılık ikişer Bayezit, Süley­ man, Mahmut; üçer Ösman, Selim, Ah­ met; dört Mustafa; beş Murat; altı Meh­ met adlı padişah vardır. Ancak, padişah olmayan son halife de bu hesaba katılır­ sa, Abdülmecit adının da iki sayılması ge­ rektiğinden toplam 14'e yükselir. Padişah­ ların 20’sinin halk ağzında ya da tarih kay­ naklarında yerleşmiş lakapları vardır: Os­ man I ile Orhan I (Gazi); Murat I (Hüdaveridigâr); Bayezit I (Yıldırım); Mehmet I (Çelebi); Mehmet II (Fatih); Bayezit II (Ve­



li) ; S e lim I ( Y a v u z ) ; S ü l e y m a n I ( K a n u n i y a d a A v r u p a lI la r d a M u h t e ş e m ) ; S e lim II ( S a rı v e S a ı t ıo ş ) , M e h m e t III ( E ğ r i f a tih i) ; M u s ­ t a f a I ( D iv a n e ) , O s m a n II ( G e n ç ) ; M u r a t IV ( B a ğ d a t f a t ih i v e Z a lim ) ; İ b r a h im ( D e li) , M e h m e t IV ( A v c ı) ; S e lim III ( H a lim ) ; M a h ­ m u t II ( A d li) ; A b d ü la z iz ( P e h liv a n ) v e A b d ü lh a m it II ( K ız ıl S u lta n ) . G e r iy e k a la n 1 6 ’s ı la k a p s ı z o l d u ğ u n d a n y a ln ı z a d n u m a r a ­ s ı y la a n ılır . M u r a t I T d e n b a ş la y a r a k ş e h ­ z a d e li k le r i n d e ö ğ r e n i m v e e ğ it im le r in e ö z e n g ö s t e r ile n p a d iş a h l a r ı n ç o ğ u ş a ir d ir . Ş a ir p a d iş a h la r ı n d i v a n e d e b iy a t ı g e le n e ğ i n c e a d y e r i n e k u l la n d ı k la r ı m a h la s l a r ş ö y le s ır a la n ır : M u r a t II ( M u r a d i) , F a t ih (A v n i) , B a y e z it II ( A d li) , Y a v u z ( S e lim i) , K a n u ­ n i ( M u h ib b i) , S e lim II ( S e lim i) , M u r a t III ( M u r a d i) , M e h m e t III ( A d li) , A h m e t I ( B a h t i) , G e n ç O s m a n ( F a r is i) , M u r a t IV ( M u r a ­ d i) , M u s t a f a II ( ik b a li) , A h m e t III ( N e c ib i) , M a h m u t I ( S e k b a t i) , M u s t a f a III ( C ih a n g ir ) , S e lim III ( ilh a m i) v e M a h m u t II ( A d li) . Y in e ş a i r p a d iş a h l a r d a n M e h m e t V ’ in Çanak­ kale ş ii r in d e is e m a h la s y e r i n e k e n d i k ü ­ ç ü k a d ı n a ( R e ş a t ) r a s t la n ı r . O s m a n l ’d e n M u r a t H ’ y e k a d a r ilk 6 h ü k ü m d a r B u r s a 1 d a , d a h a s o n r a k ile r d e İ s t a n b u l'd a g ö m ü ­ lü d ü r . A n c a k , s o n p a d iş a h M e h m e t V T n in ( V a h d e tt in ) m e z a r ı Ş a m 'd a , s o n h a lif e A b d ü lm e c i t 'i n k i d e M e d in e ’d e d ir . O s m a n lı t a ­ r ih in d e İ s t a n b u l’ u n f e t h in d e n ( 1 4 5 3 ) ö n c e e n ç o k y a ş a y a n h ü k ü m d a r 7 8 y a ş ın d a ö l e n O r h a n G a z i, İ s t a n b u l’ u n f e t h in d e n s o n r a e n ç o k y a ş a y a n p a d iş a h d a 7 6 y a ­ ş ı n d a ö l e n A b d ü lh a m i t ll'd ir . E n g e n ç ö le n p a d iş a h 1 8 y a ş ın ı d o ld u r m a d a n ş e h it e d il­ m iş o l a n O s m a n l l ’d i r ( G e n ç ) . C ü lu s y a ş ı a ç ı s ı n d a n e n y a ş lı p a d iş a h 6 5 y a ş ı n d a ta h ta ç ık a n M e h m e t V (R e ş a t), e n g e n c i d e 7 y a ş ı n d a p a d iş a h o l a n M e h m e t I V ' tü r . O s m a n lı t a r ih in d e 1 6 t a h t t a n in d ir m e o la y ı v a r d ır . A n c a k , M u s t a f a I ik i k e z t a h t ­ t a n in d ir i ld i ğ i iç in b u o l a y la r d a 1 5 p a d iş a h t a h t ı n ı y it ir d i. B u n la r d a n ik is in in ( M u r a t II v e A h m e t III) t a h t t a n in d ir ilm e le r i k e n d i is ­ t e ğ i y le a y r ı la r a k s a lta n a tt a n v a z g e ç m e ( fe ­ r a g a t ) b i ç im in d e y k e n , s o n p a d iş a h V a h d e t t in ’ in t a h t t a n in d ir ilm e s i, d o ğ r u d a n s a l­ t a n a t ı n k a l d ı r ı l m a s ı y la ilg ilid ir . H a lif e l iğ i n k a ld ı r ı lm a s ı n a iliş k in y a s a d a s o n h a lif e A b d ü lm e c i t ’ in d e t a h t t a n in d ir i lm iş o l d u ğ u n ­ d a n s ö z e d ili r s e d e o n u n p a d iş a h l ı k s ıfa tı o l m a d ı ğ ı iç in b u s a y ı y a k a t ı lm a s ı d o ğ r u d e ğ ild ir . H a n e d a n t a r ih in d e 4 5 y ıl, 11 a y , 7 g ü n s ü r e n d ö n e m i y le ( 1 5 2 0 - 1 5 6 6 ) e n u z u n s a l t a n a t K a n u n i'n in v e e n k ıs a s ı d a s a d e c e 9 3 g ü n le ( 1 8 7 6 ) M u r a t V ’ in p a d i ­ ş a h lı ğ ı d ı r . O s m a n l ’d e n K a n u n i’ y e k a d a r ilk 1 0 p a d iş a h o r d u b a ş ı n d a v e e t k in b a ş ­ k o m u ta n o la r a k h e m e n tü m s e fe r le r e k a ­ tıldı. B u g e le n e ğ i ilk b o z a n v e s a r a y ı n d a n h i ç a y r ı lm a y a n p a d iş a h S e lim II ( 1 5 6 6 - 1 5 7 4 ) o l d u . O n d a n s o n r a k i p a d iş a h l a r ­ d a n M e h m e t III ( 1 5 9 5 - 1 6 0 3 ) , O s m a n II ( 1 6 1 8 - 1 6 2 2 ) , M u r a t IV ( 1 6 2 3 - 1 6 4 0 ) , M e h ­ met IV ( 1 6 4 8 - 1 6 8 7 ) v e M u s t a f a II ( 1 6 9 5 - 1 7 0 3 ) s e f e r e ç ı k tı . G e r iy e k a l a n l a r d a n k i­ m i o r d u y la b i r lik t e y o l a ç ı k t ı y s a d a s a v a ş a l a n l a r ı n a k a d a r g i t m e d i. B ö y l e c e e t k in o l a r a k s a v a ş a n p a d iş a h l a r ı n s a y ıs ı 1 5 'i g e ç m e z k e n , ö t e k i 2 1 'i s a v a ş a la n ı g ö r m e ­ d i. Ç ö k ü ş d ö n e m i n i n h i ç s a v a ş a k a t ı lm a ­ m ı ş p a d iş a h l a r ı n d a n k im i n e o r d u n u n k a ­ z a n d ı ğ ı z a f e r l e r d e n ö t ü r ü o t u r d u k la r ı y e r ­ de fetvayla “ G a z i” u n v a n ı v e r ild i. G a z a s ız 8 g a z i p a d iş a h v a r d ır : M a h m u t I ( 1 7 3 0 - 1 7 5 4 ) , M u s t a f a III ( 1 7 5 7 - 1 7 7 4 ) , A b d ü l h a ­ m it I ( 1 7 7 4 - 1 7 8 9 ) , S e lim III ( 1 7 8 9 - 1 8 0 7 ) , M a h m u t II ( 1 8 0 8 - 1 8 3 9 ) , A b d ü lm e c it ( 1 8 3 9 - 1 8 6 1 ) , A b d ü lh a m i t II ( 1 8 7 6 - 1 9 0 9 ) v e M e h ­ m e t ( R e ş a t ) V ( 1 9 0 9 - 1 9 1 8 ) . H a n e d a n t a r i­ h i n d e e c e liy l e ö l m e y e n p a d iş a h l a r ı n s a ­ y ıs ı 8 ’d ir : s a v a ş a l a n ı n d a ş e h it e d ile n M u ­ r a t I ( 1 3 8 9 ) ; z e h ir le n e r e k ö l d ü r ü le n F a t ih ( 1 4 8 1 ) ile B a y e z it II ( 1 5 1 2 ) ; c e l la t e l in d e ö l e n G e n ç O s m a n ( 1 6 2 2 ) ile S e l im III ( 1 8 0 8 ) ; ö l d ü r ü le n y a d a in t i h a r e d e n A b ­ d ü la z i z ( 1 8 7 6 ) v e t a h t t a n in d ir i ld i k t e n s o n ­ r a f e t v a y la id a m e d ilm i ş o l a n İ b r a h im ( 1 6 4 8 ) ile M u s t a f a IV ( 1 8 0 8 ) . Y e n iç e r ile r in k a r ı ş ı k lı k ç ı k a r m a l a r ı n a m e y d a n v e r m e ­ m e k iç i n a r d ı lla r ı b a ş k e n t e g e lip t a h t a ç ı ­ k a n a k a d a r o s m a n lı t a r ih in d e 7 p a d iş a h ı n



8927



OSMANLI HANEDANI S ü le y m a n ş a h



(öl. 1231) Dündar Bey (1212-1302)



Ertu ğrul G azi



— I



— I-------------Sungur Tekin



Gündoğdu



(1198-1281)



Gündüz Bey (1231-1283)



Savcı Bey (1219-1286) Bay Koca (1244-1284)



Aydoğdu Bey (1254-1301)



Ak Timur (1260-1327)



O sm an I



(1258-1326) (b. 1281-1299) (p. 1299-1326)



Alaettin Bey (1274-1331)



(a. Mal Hatun)



Fatma (öl. 1324)



O rhan



(1281-1360) (p. 1326-1360)



Süleyman Paşa (1316-1359)



İbrahim (1323-1357)



(a. Nilüfer Hatun) M urat I (Hüdavendigâr) (1326-1389) (p. 1360-1389)



Fatma Hatun (1325-1371)



Halil (1347-1360)



Hatice Hatun (1350-1422)



Savcı (1362-1385)



Yakup (1364-1389)



(a. Gülçiçek Hatun) B a y e z it I (Yıldırım) (1360-1403) (p. 1389-1402)



İbrahim (1370-?)



Nilüfer Hatun (1377-1449)



Melek Hatun (Nefise) (1365-1405)



I



Karamanoğlu Alaettin Ali Bey le evlendi (1379) Ali Bey (1382-1424)



Musa Çelebi (1375-1413)



Süleyman Çelebi (1373-1411)



Mustafa (Düzmece) (1376-1422)



İsa Çelebi (1377-1405)



(a. Devletşah Hatun) M ehm et I (Çelebi) (1389-1421) (p. 1413-1421)



Kasım (1391-1417)



Karamanoğlu Mehmet Bey (1380-1424)



Hundi Hatun (1382-1450) Emir Buhari ile evlendi (1396)



(1393 - ?)



I



Orhan (1415-1453)



Yakup Bey ile evlendi (1400)



I



Emir Ali (1397 - ?)



Mahmut Bey (1413-1429)



Mustafa (1410-1423)



Yusuf Bey (1414-1438)



(a. Emine Hatun)



Ahmet Bey (1406-1430)



M urat II



(1404-1451) (1. p. 1421-1444) (2. p. 1445-1451)



Alaettin (1423-1443)



Haşan (1425-1444)



Mustafa (1450-1474)



Cem (1459-1495)



I—



Gevher Melek



Ahmet (1465-1513)



Korkut (1467-1513)



I



Cem (1499-1522)



I



Murat



X



Süleyman



Mahmut (öl. 1514)



Ishak



(a. Gülbahar Hatun) B a y e z it II (Veli) (1448-1512) (p. 1481-1512)



I----------



Hafsa







Pir Ahmet (1431-1474)



Fatma Hatun (1448-1496) Candarlı İbrahimpaşaoğlu Mahmut Çelebi ile evlendi (1463)



Ahm et



I



Kasım (1432-1483)



Şehzade Hatun (1435-1480) Beylerbeyi Sinan Paşa ile evlendi (1449)



Gevherhan Sultan (1460-1524) Uğurlu Mehmet Bey ile evlendi (1474)



Ayşe Sultan



Göde Ahmet (Akkoyunlu hük.) (1475-1498)



Ayşe



Abdullah (1466-1485)



Mehmet (1475-1507)



Alaettin



(a. Ayşe Hatun) S e lim I (Yavuz) (1470-1520) (p. 1512-1520)



Alemşah (1476-1510) Osmanşah (1492-1512) Musa (1491-1512)



Murat (öl. 1514)



İlaldı Hatun (1415-1480) Karamanoğlu İbrahim Bey ile evlendi (1429)



“ I----------------- 1



(Küçük) (1450-1451)



(a. Hüma Hatun) M eh m et II (Fatih) (1432-1481) (1. p. 1444-1445) (2. p. 1451-1481)



Oğuz Han (1479-1482)



Murat (1477-1522)



Osman (öl. 1513)



Orhan (1426-1450)



Umur Bey



Selçuk Hatun (1407-1485) Candaroğlu İbrahim Bey ile evlendi (1425)



Yusuf



Ahmet (Büyük) (1420-1437)



Oğuz (1383-1397)



Abdullah (öl. 1514)



Beyhan Sultan (öl. 1598) Ferhat Paşa ile evlendi



I



(a. Hafsa Sultan) S ü le y m a n I (Kanuni) (1495-1566) (p. 1520-1566)



Mahmut (1469-1503)



Şahinşah (1472-1509) I Mehmet (1490-1512)



Ayşe



Orhan (1492-1512)



Fatma Sultan (öl. 1553)



Emir (1493-1512)



Hafsa Sultan (öl. 1538) İskender Paşa ile evlendi



I Ayşe



Kamer Sultan



I Fatma



Hatice Sultan (1498-1582) sadrazam Makbul İbrahim Paşa ile evlendi (1524)



Esmehan Sultan Mehmet Şah (1525-1528)



Hundi Sultan



Şah Sultan (öl. 1572) sadrazam Lütfi Paşa ile evlendi (1523)



Hanım Sultan (öl. 1539) vezir Çoban Mustafa Paşa ile evlendi



Süleyman I M u ra t (15 11 -15 1 4)



M ahm ut (15 13 -15 1 8)



A b d u lla h (1515-1523)



M u sta fa (1515-1553)



r



I M u ra tşa h (öl. 1553)



M ehm et (öl. 1553)



(a. H ü rre m S u lta n ) S e lim II (S arı, S arhoş)



M ehm et (1521-1543)



(1524-1574) (p. 1566-1574)



I H ü m a şa h F e rh a t P a şa ile e v le n d i



I O rh a n (öl. 1561)



I M ehm et (Öl. 1561)



B a ye zit (1526-1561)



C ih a n g ir (1530-1553)



I A b d u lla h (öl. 1561)



I M ahm ut (öl. 1561)



M ihrim ah S ultan (1522-1578) R üstern Paşa ile evlendi (1539)







I O sm a n (öl. 1561)



Raziye (1541-1557)



1 H a n za d e



1 O sm a n Bey (öl. 1576)



“ i H a k a n i M eh m e t B ey



n



t



M u s ta fa P a şa (öl. 1593)



(ö l. 1593)



H ü m a şa h A yşe 1. S e m iz A h m e t Paşa 2. F e rid u n A h m e t B e y ile e v le n d i



O sm a n B e y (öl. 1591)



S a lih a (öl. 1586) Y u s u f S in a n P a şa ile e vle n d i



M ahm ut (öl. 1643)



!



M ehm et (154 8-1 5 72 )



1



1



S ü le y m a n (1 55 0-1 57 4 )



M u s ta fa (1 55 1-1 5 74 )



1



1 ----------



C ih a n g ir (155 3 -1 5 7 4 )



A b d u lla h (1554-1574)



(a. N u rb a n u S ulta n ) M u ra t III (1546-1595) (p. 1574-1595)



1



O sm an (1556-1574)



I-------------S o k u llu z a d e H a şa n Paşa (1563-1602)



S e lim (1567-1585)



Mustafa



S ü le y m a n (15 8 5-1 58 6)



(1 568-1595)



M ahm ut (1 58 2-1 5 95 )



B. C ih a n g ir (1 58 5-1 5 87 )



B a ye zit (1580-1595)



A b d u lla h (1580-1595)



Ahm et (öl. 1595)



K. C ih a n g ir (1587-1595)



A la e ttin (öl. 1595)



A le m şa h (ö l. 1595)



A b d u rra h m a n (öl. 1595)



İb ra h im Paşa (1565-1622)



G e vh e rh a n (1544-1590) 1. P iya le Paşa (1566) 2. M e h m e t Paşa (1578) ile e v le n d i



M ahm ut (1585-1587)



H ü se yin (öl. 1595)



H aşan (ö l. 1595)



K o rku t (öl. 1595)



İshak (öl. 1595)



(a. S a fiy e S u lta n ) M e h m e t İli (1566-1603) (p. 1595-1603)



O sm a n (1581-1595)



M urat (öl. 1595)



Hüm a 1. Lala M u s ta fa Paşa 2. M u s ta fa z a d e M e h m e t Paşa ile e v le n d i



Y a ku p (öl. 1595)



C ih a n g ir (15 81 -15 89 )



(a. H a tic e M a h firu z e ) O s m a n II (G en ç) (1604-1622) (p. 1 61 8-1622)



M ehm et (1 60 5-1 62 1 )



S e lim (1585-1597)



i



S ü le ym a n (1587-1591)



(a. K ösem S u lta n ) M urat IV (1612-1640) (p . 1623-1640)



— 1 S ü le y m a n (1611-1635)



(a. H an d a n S ulta n ) A h m et I (1590-1617) (p. 1603-1617)



I S e lim (1610-1611)



Kasım (1614-1638)



(a. H a n d a n S u lta n ) M u stafa I (D ivane) (1592-1639) (1. p. 1617-1618) (2. p. 1622-1623) (ç o c u k yok)



I H ü se yin (1613-1617)



F e th iye Ç uhadar A h m e t P a şa ile e v le n d i (1615)



~T



H aşan (1611-1612)



B a y e z it (1615-1635)



E m ir (1621-1622)



Zeynep



Ahm et (16 27 -16 38 )



M ehm et (1 63 3-1 63 7)



S ü le y m a n (16 31 -16 39 )



A la e ttin (1 63 5 -1 6 36 ) I A fife



K a ya S ultan (1633-1659) M e le k A h m e t P a şa ile e v le n d i (1646) 1



1 F a tm a



F a h riy e Ç uhadar Ahm et P a şa ile evle n d i (1604)



A yşe 1. K a n ije li İb ra h im Paşa (1586) 2. Y e m iş ç i H a şa n Paşa (1602) ile e v le n d i



F atm a 1. H a lil Paşa (1593) 2. C a fe r P a şa (1601) ile e vle n d i M a h m u t B ey (1594-1598)



H a tice S u lta n



! fa . K ösem S u lta n ) İbrahim (D eli) (1615-1648) (p. 1640-1648)



"1



I



Yusuf (öl. 1595)



Öm er (1586-1588)



“1 M ira h u r A h m e t Paşa ile e v le n d i (1604)



M ahm ut (1582-1602)



F a tm a S ultan (1546-1580) 1. K a n ije li S iyavuş P a şa (1574) 2. C e rra h M ehm et P a şa ile e v le n d i



S in a n B ey (1575-1599)



D a vu t (öl. 1595)



A li (öl. 1595)



I------------------



I



E sm a h a n Ş ah S ultan (1545-1585) 1. S o ku liu M e h m e t Paşa (1562) 2. K ala ylıko z Ali P a şa (1580) ile e vle n d i _ ı_



ı I A yşe F atm a (1605-1656) (1606-1667) 1. N asuh Paşa (1612) 2. K ara ka ş M e h m e t P a şa (1615) 3. H a fız A h m e t P a şa (1626) 4. M u rta za P a şa (1635) 5. A h m e t P a şa (1639) 6 . V o y n u k A h m e t P a şa (1645) 7. ip ş ir M u s ta fa P a şa (1655) ile e v le n d i



I G e v h e rh a n (1606-1650) 1. K ara M e h m e t P a şa (1618) 2. T o p a l R ecep P a şa (1623) 3. S iy a v u ş Paşa (1643) ile evle n d i



I S a fiye (1630-1699)



I



f R u k iy e S u lta n (1640-1695) 1. M e le k İb ra h im P a şa (1663) 2 . G ü rc ü M e h m e t P a şa (1693) ile e vle n d i



Ayşe



S a fiy e (1639-1697) Sarı H ü se yin P a şa ile ev le n d i (1659)



I M e h m e t R em zi (1660-1719)



R u kiye (1663-1696)



M u s ta fa Bey (1627-1647)



H a n za d e (1609-1647) 1. B a yra m P a şa (1623) 2. N a ka ş M u s ta fa Paşa (1643) ile e vle n d i



K ösem (1606-1626)



A tike (1614-1660) 1. K enan P a şa (1633) 2. D o ğancı Y u s u f Paşa (1652) ile e vle n d i



(a. Turhan Suttan) M eh m et IV (Avcı) (1642-1693) (p. 1648-1687)



(1648-1650)



C ih a n g ir (16 46 -16 4 8)



i ----------------



i M u ra t (1643-1644)



1 O rh a n



B a y e z it (16 46 -16 4 7)



S e lim (1644-1699)



(a. S a lih a D ila şu b ) S ü le y m a n II (1642-1691) (p. 1687-1691) (ç o c u k yok)



Gevherhan (1642-1694) 1. Cafer Paşa (1646) 2. Çavuşzade Mehmet Paşa (1647) 3. Helvacı Yusuf Paşa (1692) ile evlendi



Ü m m ü g ü ls ü m



F a tm a S u lta n (1642-1666) 1. M u s a h ip Y u s u f P a şa (1645) 2. F a z lu lla h F azıl Paşa (1646) ile evle n d i



O sm a n (1644-1649)



(1642-1670) A b a za Ahmet P a şa ile evlendi (1653)



(a. H a tice M uazzez)



Ahmet II (1643-1695) (p. 1691-1695)



İb ra h im (1692-1714)



(a. Rabia Gülnuş)



S ü le ym a n (1681-1683)



B ay e z it (16 78 -16 7 9)



M u stafa II



S e lim (1692-1693)



H a tice (1662-1743) 1. M u s a h ip M u sta fa P a şa (1675) 2. M o ra li H aşan P a şa (1691) ile e v le n d i



(1664-1703) (p. 1695-1703)



M e h m e t B ey (1676-1732)



S afiye (1696-1710) M a ktu lza d e A li Paşa



A b d ü lm e lik (1719-1721)



A b d u lla h (1718-1719)



Ahmet (1696-1699)



H aşan



(1699-1733)



(a. S a lih a S u lta n )



M ehm et (1698-1703)



H ü s e y in (16 99 -1700)



M ah m ut i



M u ra t (1702-1703)



(a. Ş e h s u v a r S ultan) O s m a n III (1699-1757) (p. 1754-1757) (ç o c u k yok) S elim



A yşe (1696-1752)



E m in e (1696-1739)



(1699-1701)



~r



(1696-1754) (p. 1730-1754) (ç o c u k yok)



A h m e t III



(1673-1736) (p. 1703-1730)







H a tic e



F atm a



Mahmut (1688-1701)



İb ra h im



B a ye zit (1718-1721)



A li (1725-1726)



A b d ü lm e c it (1709-1710)



(a. Rabia Gülnuş)



Ü m m ü g ü ls ü m (K ü çü k) (1667-1720) 1. M e rz ifo n lu K ara M u sta fa Paşa (1675) 2. S ila h ta r Ç e rk e z O sm an Paşa (1694) ile e vle n d i



F a tm a (1682-1700) 1. Ç e rke z İb ra h im Paşa (1695) 2. V e z ir M e h m e t P a şa (1698) ile e vle n d i



Hatice Sultan (1693-1695)



A tike Sultan (1691-1694)



A siye S u lta n (1690-1695)



8eyhan (1645-1700) 1. Hazerpare Ahmet Paşa (1647) 2. Uzun İbrahim Paşa (1648) 3. Bıyıklı Mustafa Paşa (1689) ile evlendi



(1720-1721)



H aşan (1720-1722)



S afiye (1696-1778) 1. M a k tu lz a d e A li P a şa (1710) 2 . M irza za d e M e h m e t Paşa (1726) 3. E b u b e k ir Paşa (1740) ile evle n d i Z a h id e H a m m su lta n (1711-1790)



(1721-1723)



E m e tu lla h (1701-1727) S irk e O sm a n P a şa ile e v le n d i (1720)



I H ib e tu lla h (1725-1766) H acı A li Paşa ile e v le n d i



Murat (2 tane) (1707-1708)



Mehmet (4 tane) (1697-1717)



Numan (1723-1764)



Fatma (1697-1699)



Hatice (1691-1695)



Zeynep (1700-1705)



Rukiye (1696-1698)



ı F a tm a (1721-1801)



Selim (1715-1716)



F atm a E m in e (1704-1733) (1711-1720) 1. S ila h ta r (a. R a b ia Ş erm i) A li P a şa (1709) A b d ü lh a m it I 2. N e v ş e h irli (1725-1789) İb ra h im Paşa (p. 1774-1789) (1717) ile e v le n d i



S ü le y m a n (17 1 0-1 73 2)



Seyfettin (1728-1732)



(a. M ih riş a h S u lta n )



Mustafa ill (1 71 7-1 7 74 ) (p . 17 5 7-1774)



Ü m m ü g ü ls ü m (1708-1732) N e v ş e h irli A li P a şa ile e vle n d i (1724)



Zeynep (1723-1774) 1. S in e k M u sta fa P a şa (1728) 2. M e le k M e h m e t P a şa (1765) ile e v le n d i



ı



M e h m e t B ey (1718-1737)



M u sta fa (1725-1730)



M ehm et (1726-1737)



A y ş e (K ü çü k) (1715-1775) 1 . İs ta n b u llu M e h m e t Paşa (1728) 2. R a tip A h m e t P a şa (1740) 3. S ila h ta r M e h m e t P a şa (1758) ile evle n d i



ı



Saliha (1715-1778) 1. Sarı Mustafa Paşa (1728) 2. Aptipaşazade Ali Paşa (1740) 3. Sadrazam Ragıp Paşa (1758) 4. Ağa Mehmet Paşa (1764) ile evlendi



Esma (Büyük) (1726-1788) 1. Yakup Paşa (1743) 2. Muhsinzade Mehmet Paşa (1758) ile evlendi



Rukiye (1729-1780)



T H ib e tu lla h M ih riş a h (a. Mihrişah Sultan) (17 59 -17 6 2) (1762-1768) S e lim III (Halim) (1761-1808) M ehm et (p. 1789-1807) (1 76 6-1 76 7) M ih rim a h Ş ah (çocuk yok) (17 62-1763) (1761-1802) N iş a n c ı S eyit M u s ta fa Paşa ile e v le n d i (1778)



ı Ş e rife H avva (1780-1781)



B e yh a n (1765-1824) S ila h ta r M u s ta fa Paşa ile e v le n d i (1784) H a tice (1785-1866)



H a tice (1768-1822) S e yit A hm et Paşa ile e vle n d i (1786)



Ahm et (1729-1736)



A yşe



—I A la e ttin Paşa (1787-1832)



O sm a n P a şa (1789-1839)



I R u kiye



Atike



Hatice



(17 1 2 -1 7 3 7 )



(1710-1738)



Ibrahimpaşazade Mehmet Paşa ile evlendi (1724)



Abdullah (1775-1776)



A b d ü la z iz (17 79 -17 8 0)



Abdürrahim (1777-1778)



Ahm et (1780-1782)



(a. A y ş e S in e p e rve r) Mustafa IV (1 779-1808) (p.^ 1807-1808)



M ehm et (1776-1781)



A le m şa h (1784-1786)



S elim (1779-1781)



S ü le y m a n (1779-1786)



N u sre t (1782-1785)



(a. N a k ş id il) Mahmut II (A dli) (1785-1839) (p. 1808-1839)



D ü rrü ş e h v a r (1767-1826) A h m e t N a z if E fendi ile e v le n d i (1780) M u ra t (1783-1785) Zeynep



— I



Atiyetullah



Hatice (1776-1777)



Zübeyde (1728-1756) 1. Süleyman Paşa (1748) 2. Numan Paşa (1749) ile evlendi



Melekşah (1780-1781)



Rabia (1781-1782)



Esma (Küçük) (1778-1848) Kaptanıderya Hüseyin Paşa ile evlendi (1792)



E m in e (1 808-1809) F a tm a (1782-1786)



Hibetullah (1788-1841) Alaettin Paşa ile evlendi (1803)



(1788-1791)



A b d u lla h (1810-18 2 0)



B a y e z it (1812-1813)



A b d ü lh a m it (2 ta n e ) (18 13 -18 29 )



K e m a le ttin (1 81 3-1 8 15 )



Ahm et (5 tan e ) (18 14 -18 2 3)



N iz a m e ttin (1835-1838)



M u ra t (1813-1814)



M ehm et (2 ta n e ) (1814-1822)



M ahm ut (18 22-1823)



S ü le y m a n (1818-1819)



O sm a n (1813-1814)



A yşe (1809-1810)



F atm a (1809-1810)



S a lih a (1811-1843) H a lil R ıfat Paşa ile e v le n d i (1834)



A b d ü lh a m it (1835-1839)



M ih rim a h (1812-1838) M e h m e t S ait P a şa ile e vle n d i (1836)



Ş a h S u lta n (1812-1814)



E m in e (181 5 -1 8 1 6 )



A d ile (1826-1899) M e h m e t A li A tiy e P a şa ile (18 2 4 -1 8 5 0 ) e v le n d i (1845) A h m e t F e th i j P a şa ile H a y riy e e v le n d i (1849-1867) (1840)



Zeynep (1815-1816)



A s a f M a h m u t C e la l Paşa (1838-1903)



sC



mıye (1843-1884) I







F a tm a (1 828-1830)



F e rid e (1847-1871)



Mahmut II



I



(a^. B e zm iâ le m ) (1 823-1861) (p. 1839-1861)



Y u s u f İz z e ttin (1857-1916)



M a h m u t C e la le ttin (1862-1888)



M e h m e t N iz a m e ttin (1908-?)



M a h m u t Ş evket (1872-1903)



S aliha (1862-1942) A h m e t Z ü lk e fil P a şa ile e v le n d i (1889)



(a. H a y ra n d il)



Abdülmeclt (son ha life ) (1868-1944) (h. 1922-1924)



M e h m e t S elim (1866-1867)



...



I



M ü n ire (1824-1825)



(a. P e rte v n iy a l) Abdülaziz (P e h liva n ) (1830-1876) (p. 1861-1876)



H a yriye (1831-1883)



Abdülmeclt



I



H a tice (1825-1842)



E m ine (1874-1920) M e h m e t Ş e rif (Ç a vd a ro ğ lu ) ile e v le n d i (1901)



E sm a (1873-1899)



M e h m e t S e y fe ttin (1874-1894)



~1 D ü rrü ş e h v a r (1920) H a y d a ra b a t nizam ı H id a y e t AJi B a h a d ır ile e v le n d i (1939)



Ö m e r F a ru k (1898 - ? )



Hanzade (1923) M ısırlı P re n s A li O sm a n ile e vle n d i (1940)



N e slişa h (1921)



I B e re k e t A li H an (1940)



K e ra m e t A li H an (1942)



Fazıla (1942)



(a. Ş e vk e fz a ) Murat V (1840-190 4) (p. 1876)



Ahm et B a h a e ttin (2 ta n e ) (1 84 1-1 8 52 ) (18 45 -18 47 ) \



M e h m e t S e la h a ttin (1861-19 15 )



H a tic e (18 70 -19 2 8)



O sm a n F ua t (1890 - ?)



R u k iy e (18 8 5 - ?)



A b it (1848-1849)



(a. T irim ü jg a n )



Abdülhamit II



Fuat (1848-1849)



Abdüssam et (1849-1854)



B u rh a n e ttin (1849-1876)



F e h im e (18 75 -1927)



F a tm a (1879 - ?)



N u re ttin (1851-1855)



N iz a m e ttin (1850-1853)



.I



(1842-1918) (p. 1876-1909)



(a. G ü lc e m a l)



Mehmet (Reşat) V



S e y fe ttin (1850-1855)



(1844-1918) (p. 1909-1918)



İb ra h im T e v fik (1874-1917)



A liye (1880-1903)



Z iy a e ttin Ef. (18 7 3 - ?)



Ö m e r H ilm i Ef. (1 8 8 8 - ?)



R ü ştü (1852-1853)



N a im e (1840-1843)



M a h m u t N e c m e ttin Ef. (1878-1913)



R e fia S ultan (1 8 8 7 - ?)



B e h iy e (1881 - ?)



Z iy a e ttin (1 846-1849) N am ık (1850-1851)



(a. G ü lü ş tü )



Mehmet (Vahdettin) VI (1861-1926) (p. 1918-1922)



M e diha (1856-1928) 1. S a m ip a şa za d e N e c ip B e y (1879) 2. D a m a t F e rit P a şa (1886) ile evle n d i



M e vh ib e (1840-1841)



B e h iye (1841-1847)



Fatm a (1840-1884) 1. A li G a lip B ey (1854) 2 . M a b e yin ci N u ri B e y (1859) ile evle n d i



N e yire (1841-1843)



R e fia (1842-1879) E th e m P a şa ile e vle n d i (1857)



M ü n ire (1844-1862)



C e m ile (1843-1915) M a h m u t C e la le ttin P a şa ile e v le n d i (1858)



B e h ice (1848-1876) H a m it B ey ile e vle n d i (1876)



ı S a m i Bey (1880 - ?)



F e n ire S u lta n (18 8 8 - ?)



U lv iy e S u lta n (1892 - ?)



M a h m u t C e la le ttin B ey



E rtu ğ ru l Ef. (1912 - ?)



S a b ih a S u lta n (18 9 4 - ?) Ö m e r F a ru k ile e v le n d i (1920) N e s liş a h



H



S e n ih a (1851-1912) A s a f C e la le ttin P a şa ile e v le n d i (1876)



P re n s S a b a h a ttin (1878-1936)



L ü tfu lla h (1879-1922)



I A b d ü lh a m it II (K ızıl S u lta n )



M e h m e t S e lim (1 8 7 0 - ?)



A h m e t N u ri (18 78 -19 0 3)



A b d ü lk a d ir (1 8 7 8 - ?)



B u rh a n e ttin (18 8 5 - ?)



A b d ü rra h im (18 9 4 - ?)



A h m e t N u re ttin (1901 - ?)



M e h m e t B e d re ttin (1901-1908)



M e h m e t A b it (1905 - ?)



U lv iy e (1868-1875)



M ih rü m a h S e lç u k (1 9 2 0 - ?)



Z e k iy e (1872-1950)



N a im e (1876-1943) 1. G a zi O sm an P a ş a ’nın k ü ç ü k o ğlu K e m a le ttin Paşa (1898) 2. İşko d ra lı C e la le ttin P a şa (1904) ile evle n d i



G a zi O sm a n P a ş a ’nın o ğ lu N u re ttin Paşa ile e v le n d i (1889)



U lv iy e (1 89 0-1 89 1 )



N a ile (1884-19 57 ) A rif H ik m e t P a şa ile e vle n d i (1904)



F a tm a A liye (1893 - ?) M ısırlı M u h sin B e y’ le e v le n d i (1911)



Ş a d iy e (18 86 -19 7 7) 1. F a h ir B e y (1910) 2. B ü y ü k e lç i R e şat H a lis B e y (1931) ile e v le n d i



M e h m e t C a h it (18 9 9 - ?)



A yşe (O s m a n o ğ lu ) (1887-1960) 1. A h m e t N am i B ey (1910) 2. Y a rb a y M e h m e t Ali B e y (1921) ile e v le n d i



R e fia (1891-1938) A li F u a t B e y le e vle n d i (1910)



A d ile (1901 - ?)



H a tice (1897-1898)



S a m iye (1907-1909)



S a m iy e (19 1 4 - ?) R ebia (1912 - ?)



Ö m e r N am i (1912 - ?)



A liye (1913 - ?)



O sm a n (19 1 8 - ?)



H am id e (1914 - 1940)



A b d ü lh a m it R auf (1 9 2 2 - ?)



Osmanlı hanedanının soyağacı çizelgesinde “ a.” padişahların annelerini, “ b.” (yalnız Osman l'de) beylik dönemini, “ p .” padişahlık dönemlerini, ‘ ‘ 1. p .” birinci, “ 2. p .” ikinci padişahlıklarını belirtir. Çizelgede hanedandan gelen erkeklerin (şehzade) evlenmeleri gösterilmezken, yalnız hanedanın kız çocuklarının (sultan) kimlerle evlendikleri gösterilmiştir. Osmanlı tarihinde önemli rolü olmayan kimi şehzadeler, sultanlar ve evlilikleri yer darlığından ötürü alınmamıştır.



Osmanlı İmparatorluğu ölümü bir süre gizli tutuldu: Çelebi Meh­ met l ’ln 41 gün, Murat ll'nln 16 gün, Fa­ tih’in 1 gün, Yavuz'un 9 gün, Kanunl'nln 48 gün, Selim ll'nln 7 gün ve Murat lll'ün 11 gün. Padişahlar arasında en çok ço­ cuğu olan Murat lll'ün 20 yıl süren salta­ natı dönemine (1574-1595) kız ve erkek 135 evladı dünyaya geldi. Ancak, bunla­ rın çoğu yaşamadığından, kendi öldüğü zaman geride 26 sultan ile 20 şehzade bı­ raktı. Hanedan tarihinde "Yenilikçi" ola­ rak tanınan 7 padişah vardır: bu düşün­ cenin ilk temsilcisi olan Genç Osman (1618-1622), Ahmet III (1703-1730), Mus­ tafa III (1757-1774), Abdülhamit I (1774 -1789), Selim III (1789-1807), Mahmut II (1808-1839) ve Abdülmecit (1839-1861). Bunların arasında tutuculuğa en kesin darbeyi indirmeyi başaran padişah Mah­ mut ll’dir. Cülus bahşişi geleneğine Ab­ dülhamit I döneminden (1774-1789) baş­ layarak son verildi. Orhan Gazi dönemin­ de (1326-1360) Asya'dan Avrupa'ya uza­ nan türk egemenliği, Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) Afrika'ya ve Se­ lim II döneminde (1566-1574) yapılan Sumatra seferi’nden (1569) sonra da Okya­ nusya'ya dayandı. Böylece Osmanlı impa­ ratorluğu yükselme çağında dünyanın 4 kıtasına yayılmış bir güç görünümü kazan­ dı. Osmanlı devletinin en geniş egemen­ lik sınırı Mehmet IV dönemine (1648 -1687) rastladığı gibi, İkinci Viyana bozgu­ nundan (1683) sonra gerilemeye başla­ ması da yine aynı dönem içinde yer alır. Osmanlı hanedanı mensuplan Cumhuri­ yetin ilanından sonra sınır dışı edildiler (1924). Hanedanın kadınlarına Türkiye'ye girme izni verilince (1951), hayatta kalan­ ların çoğu (Ayşe, Fatma, Nemika, Şadiye sultanlar vb.) yurda dönerek “ Osmanoğlu" soyadını aldı ve İstanbul'a yerleşti. (-» Kayn.)



Osmanlı Hilali ahm er cem iyeti madalyası, Osmanlı Hilali ahmer cemiyeti’nce, maddi ve manevi yardımları gö­ rülenlere verilmek üzere bastırılan madal­ ya (1911-1912). Üç dereceli (altın, gümüş, tunç) olan bu madalyaların üzerine ortası beyaz, kenarları kırmızı hilali ahmer moti­ fi ve zeytin dalı işlenmişti, üst tarafında "Muavenet-i insaniyyetkârane" ifadesi yer alıyordu. Bunlar cemiyetin önerisi ve pa­ dişahın onayı ile veriliyor, takılmamak ko­ şuluyla vârislere geçiyordu.



Osmanlı hürriyet cem iyeti, türk si­ yasal partisi. Abdülhamit II yönetimine karşı çıkan bir grup subay ve memur 1906’da Selanik'te gizli bir örgüt kurdu­ lar. Dokuzu mason olan on kurucu üye yarbay Bursalı Tahir, binbaşı Nakiyettin (Yücekök), yüzbaşı Edip Servet (Tör), yüz­ başı Kâzım Nami (Duru), yüzbaşı Ömer Naci, yüzbaşı İsmail Canbolat, yüzbaşı Hakkı Baha (Pars), Mehmet Talat, Rahmi (Aslan), Mithat Şükrü (Bleda) beylerdi. Ta­ lat, Rahmi ve İsmail Canbolat beyler son­ radan Merkezi umumi adını alacak olan Heyeti âllye'yi oluşturdular. Baskıcı yöne­ time karşı olanlar arasında pek çok yan­ daş edinen ve gizli bir parti gibi çalışan örgüt hızla gelişti. Paris’teki Terakki ve it­ tihat cemiyeti partiyle ilişki kurdu. Dr. Nâ­ zım birleşmenin sağlanması için Paris'ten geldi, iki cemiyet eylül 1907'de Osmanlı Terakki ve ittihat cemiyeti adıyla birleşti­ ler.



Osmanlı hürrlyatparvsr avam fır­ kası, türk siyasal partisi (1918). Mütare­ ke öncesinde ittihat ve Terakki partisi’nden istifa eden Ali Fethi Bey (Okyar), Hü­ seyin Kadri, Fuat Hulusi (Demirelli), Dr. Sa-_ mi beylerle bu parti kuruldu. Parti kuruculanndan Fethi Bey, İzzet Paşa hüküme­ tinde Dahiliye nazırlığını üstlendi. Fırka, basında ittihatçıların maskeli bir örgütü gibi değerlendirildi. Fırkanın yayın orga­ nı Minber gazetesi kurulurken Mustafa Kemal Paşa da katkıda bulunmuş, daha sonra gazetede yazıları da yayımlanmış­ tır. Fırka ittihatçılık eleştirilerine karşı, itti­



hat ve Terakki'nin son kongresine çağrıl­ dığı halde katılmadı. Birinci Damat Ferit Paşa hükümeti partinin feshedilmiş İttihat ve Terakki’nin üyeleri tarafından, bir "m u­ vazaa” partisi olarak kurulduğunu belirtti ve partinin feshine ve kapatılmasına ka­ rar verdi.



Osmanlı İlayı vatan cem iyet, türk siyasal derneği. 19 kasım 1919’da içlerin­ de Yahya Adnan Paşa, Kiraz Hamdi Pa­ şa’nın da bulunduğu İstanbul hükümeti­ ni destekleyen kimselerce kuruldu. İngilizler ve Yunanlılarla işbirliği yapan der­ nek, Yunanlılar’ın TBMM'ye karşı Anado­ lu'da kurmak istedikleri kukla meclisi des­ tekledi. Eylemlerini bir sûre Tariki salahiye cemiyeti'nin yan kuruluşu olarak sür­ dürdü; onların kaderini paylaştı. Üyeleri­ nin çoğu İstiklal mahkemelerinde yargı­ landı; bir bölümü yurtdışına kaçtı. OSMANLI İMPARATORLUĞU, XIII. yy. sonlarında Eskişehir dolaylarında kü­ çük bir beylik olarak ortaya çıkan ve As­ ya, Avrupa, Afrika kıtalarına yayılarak bir dünya imparatorluğu durumuna gelen türk devleti. En geniş döneminde sınırla­ rı K.’de Karpat dağlarının kuzeyinden Ha­ zar denizi'ne; D.'da Hazar denizi’nin batı kıyılarından Basra körfezine; G.'de bütün Arabistan yarımadası, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir'i kapsayarak Sudan'a; B.'da Viyana’nın biraz doğusundan Zagreb'e ka­ dar uzanıyordu. kuruluş (1299-1453)



Kösedağ savaşindan (1243) sonra Anadolu, giderek artan ölçülerle moğol egemenliğine girmeye başladı. XIII. yy. sonlarında Anadolu Selçuklu devleti tü­ müyle tarih sahnesinden silindi; Anado­ lu'nun doğu ye orta kesimleri doğrudan Moğol ilhanlı imparatorluğu’na bağlanır­ ken, Anadolu Selçuklu devletinin, uç be­ yi olarak Bizans sınırına yerleştirdikleri Türkmenler de yer yer, biçim bakımından İlhanlılar'a bağlı, ama gerçekte bağımsız beylikler kurmaya başladılar. XIII. yy. son­ larında, XIV. yy. başlarında Anadolu'nun batı kısımlarında pek çok türkmen beyli­ ği ortaya çıktı. Bu beyliklerin en küçüğü, Eskişehir-Sakarya-Söğüt dolaylarındaki Osmanlı beyliği idi. Bu küçük beylik, kısa sürede Anadolu ve Balkanlar'da yayıla­ cak, büyük bir dünya devleti olarak Tür­ kiye ve dünya tarihinde önemli bir yer iş­ gal edecektir. Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları gibi güçlü beylikler var­ ken, küçük Osmanlı beyliğinin onları ta­ rih sahnesinden silerek, büyük bir impa­ ratorluk durumuna gelmesi, bugün de ta­ rihçilerin önemle üzerinde durdukları bir konudur. Osmanlı beyliği, artık iyice zayıflamış olan Bizans imparatorluğu ile karadan sı­ nıra sahip olan tek türkmen beyliği idi. Bu dönemde Bizans, ekonomik bağımsızlığı­ nı tümüyle kaybetmiş, ülkede hemen tüm ekonomik faaliyetler, İtalyan tüccar cum­ huriyetleri Venedik ve Cenova'nın eline geçmişti. 1204 yılında, İstanbul'a Latlnler' in hâkim olması, buna karşılık bizans bü­ rokrasisinin ve bizans feodalitesinin iznik'e sığınarak burada yeni bir Bizans impara­ torluğu kurması ile Bizans'ın ağırlık mer­ kezi büyük ölçüde Anadolu'ya kaymış ol­ du. İznik imparatorları, İznik İle Konya ara­ sında sağlam bir savunma hattı meyda­ na getirdiler ve doğudan batıya doğru Sel­ çuklu ilerlemesini durdurmayı başardılar. Böylece Blzans-Anadolu Selçuklu sınırı sabit bir hal almış oldu. Ancak Mikhael VIII Palaiologos’un 1261'de İstanbul’u Latinler’den geri alıp burayı yeniden Bizans imparatorluğu’nun başkenti yapmasın­ dan sonra, Bizans imparatorluğu'nun ağırlık noktası yeniden Balkanlar’a kaydı; Anadolu’daki bizans toprakları ihmal edil­ di. Hele 1284’te bizans donanmasının mali endişelerle dağıtılması, Anadolu'daki bizans topraklarıyla devlet merkezinin iliş­



kilerini büsbütün zayıflattı; Anadolu’daki bizans toprakları büyük ölçüde devlet merkezinin desteğinden yoksun hale gel­ di. Mikhael VIII Palaiologos 1261'de İzmir ve dolaylarında Cenovalılar'a önemli ikti­ sadi imtiyazlar tanıyınca, zaten Latinler' den nefret eden Anadolu bizans halkı, bu defa bizans merkez yönetiminden de so­ ğuyarak kendilerini nefret ettikleri Latinler'e terk edilmiş hissetmeye başladı. Ana­ dolu’daki rum-ortodoks halkın bu duru­ mu, türkmen beyliklerinin, özellikle Os­ manlI beyliğinin, Anadolu’daki bizans top­ raklarını ele geçirmesini kolaylaştırdı. Osmanlı beyliğinin doğduğu topraklar, Bizans imparatorluğu'nun Marmara böl­ gesi topraklarıyla komşuydu. Bu toprak­ larda Bizans’ın büyük kent ve kasabaları bulunuyordu. Bu durum, bizans kent eko­ nomisiyle Türkmenler'in göçebe hayvan­ cılık ekonomisinin birbirini tamamlayan bir bütün oluşturmasına neden oluyordu. Bölgede, bizans kent ekonomisinin ürün­ leriyle göçebe Türkmenler'in hayvancılık ekonomisinin ürünlerinin pazarlandığı, değiş tokuş edildiği büyük pazarlar kuru­ luyor, bu pazarlar bölgeye, dolayısıyla Os­ manlI beyliğine büyük bir ekonomik po­ tansiyel kazandırıyordu. Osmanlı beyliği­ nin ilk koyduğu vergilerden birinin Osman Bey zamanında "bazar rüsumu” olması, bu pazarların ekonomik potansiyelini ve osmanlı ekonomisine katkılarını gösteren bir kanıttır Ayrıca, Osmanlı beyliğinin ku­ rulduğu topraklar, Bizans'ı Tebriz'e bağ­ layan ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Bu işlek ticaret yolunun Osmanlı beyliği­ nin topraklarından geçmesi, vergi, haraç ya da yağma biçiminde, beyliğe büyük zenginlikler kazandırıyordu. Osmanlı beyliğinin kurulduğu Eskişehir -Sakarya-Söğüt dolayları Anadolu’da bi­ çim bakımından ilhanlılar’a bağlı olsa da, moğol ilhanlı etkisinin uzanamayacağı ka­ dar batıda yer alan bir bölgeydi. Bu yüz­ den Osmanlı beyliğinin toprakları, moğol baskısından kaçan oğuz aşiretleri, Ana­ dolu Selçuklu asker, memur ve bilim ada­ mı için bir sığınak yeri işlevini yerine geti­ riyordu. Bu ise, başlangıçta toprakları kü­ çük, nüfusu az, asker, yönetici ve bilim adamı olarak deneyimli kimselere gerek­ sinim duyan Osmanlı beyliğinin insan po­ tansiyelini güçlendiriyordu. Osmanlı beyliğinin topraklarının kara­ dan Bizans ile sınırdaş olması, beyliğe öteki türkmen beyliklerinin sahip olmadı­ ğı bazı moral değerler de kazandırıyordu. Osmanlı beyliğinin karadan Bizans'la yap­ tığı savaşlar ona, Anadolu türk-islam ka­ muoyunda, islamın dinsel görevlerinden biri olan gaza farizasını yerine getiren bir beylik olarak saygınlık kazandırırken, bu farizayı yerine getirmek isteyen gazileri ve yapılan savaşlardan ganimet elde etmek isteyen savaşçıları onun topraklarına çe­ kiyordu. Osmanlı beyliğinin kurulduğu sıralarda, bektaşilik ve babailik gibi tarikatlar, bölge­ de etkili bulunuyordu. Bunun gibi dinsel karakteri olan ahiler de, Osmanlı beyliği kurulduğu sıralarda bölgede ve bölge İn­ sanları üzerinde etkili olan bir esnaf ku­ ruluşuydu. Osmanlı beyliğinin kurucusu kabul edilen Osman Bey'in bölgenin nü­ fuzlu şeyhlerinden olan Şeyh Edebali'nin kızı Bâlâ Hatun ile evlenebilmek için ısrar etmesi, onun hem politik ileri görüşlülü­ ğünü, hem de Şeyh Edebali’nin bölge in­ sanları üzerindeki büyük nüfuzunu gös­ terir. Nitekim Osman Bey ile Bâlâ Hatun' un evlilikleri gerçekleştikten sonra ahile­ rin önde gelenlerinden Şeyh Mahmut Ga­ zi, Ahi Şemsettin ve oğlu Ahi Haşan ve Cendereli (Çandarlı) Kara Halil, Osmanlı beyliğinin hizmetine girmişler ve bu bey­ liğinin kuruluşunda, büyümesinde ve ör­ gütlenmesinde, en azından Osmanlı ha­ nedanı mensuplan kadar önemli roller oy­ namışlardır. Osmanlı beyliğinin temelleri XIII. yy. or­ talarında böyle bir ortamda atıldı. Beyli­ ğe adını veren Osman Bey’in babası Er-



8933



AVUSTURYA Viyana kuşatm aları



Astrahar



Milanos



5



-M A C A R İS T A N



T2,



C enova N tc e .lü rk transız donanması 1543



BOSNA



ÇERKEZL-ER



E F LA K TAN



iagusSp Ç a tta rı!



*



V a rn a



®



T rabzon 1461-0



Ç irm en. 1371



Edirne CEDONYA



*



1444



B U L G A R İS T A N 1448



İstanbul. 14i



■TRAKYA



Amasya, 7



it (Nıkomedeıa)



Cezayir e doğru 1516



.



4



Ankara 1402 Tebriz r \



A N A K elalonyârA NAKSOS ^ DÜKLÜĞÜ ^ 1566



Malla Şövalyeleri



1530-1798



< KARAM AN 1468 ^ KOo n ya ^Tarsus A n ta ly a 0 : '> Hak



G E R M İY A N O A y d ın



Hemedan Kasrışirin



IRİSTAN SURİYE Trablusgarp



İskenderiye



Akabe



EL VAHAT M e d in e Âsuan



O s m a n lı İm p a ra to rlu ğ u + orta la rın d a ¡XIV. y y .iın ikinci yarısınd a



0



A rd ış ık ba ş k e n tle r Sa vaşla r



.



OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN OLUŞUMU



O sm an l



Orhan Gazi



^



O Mekke 1517



A n tlaşm ala r



XVI. y y .’ın ba ş la rın d a H a b s b u rg la r'ın m ülkleri XVI. yy. in orta la rın d a V e n e d ik to prakla rı



tuğrul Bey hakkında sağlam ve güvenilir bilgiler hemen hemen yoktur. Bilinen, ken­ disinin XIII. yy.'da Batı Anadolu’da yaşa­ yan türkmen beylerinden biri olduğudur. Babası gibi Osman Bey'in hayatı hakkın­ da da bilinmeyenler pek çoktur. Osman Bey Çobanoğulları beyliğinin vasalı ola­ rak bizans topraklarına akınlarda bulunur­ ken, bu beyliğin Bizans’la anlaşması üze­ rine, bölgede Bizans üzerine akınlarda bulunanlar, etkinliklerini bu kez Osman Bey’in bayrağı altında sürdürdüler. Bu du­ rum yavaş yavaş Osman Bey'i bağımsız­ lığa doğru iten bir etken oldu. Osman Bey bölgenin ve Bizans’ın içinde bulunduğu durumdan ustaca yararlanmasını bildi; bölgedeki İslam tarikatlarının, özellikle Şeyh Edebali’nin gücünden ve nüfuzun­ dan yararlandı. Bizans’a karşı savaşan ga­ zilerin önderi durumuna gelen Osman Bey bizans köy, kasaba ve kalelerini birer birer ele geçirmeye başladı. Başarıları hem topraklarının büyümesine, hem de Anadolu Selçuklu topraklarından, komşu türkmen beyliklerinden asker, komutan ve yöneticilerin onun saflarına katılmasına yol açtı. Genellikle 1299 tarihi, Osman Bey' in bağımsızlığını ilan ettiği tarih olarak ka­ bul edilir. Osmanlı beyliğinin genişlemesi, Mar­ mara bölgesindeki büyük bizans kentle­ rinden Bursa'nın 1326’da Osmanlı beyliği­ nin eline geçmesiyle sürdü. Bursa’nın alı­ nışını göremeden o yıl ölen Osman Bey’ in yerine geçen oğlu Orhan Bey zamanın­ da da Osmanlı beyliğinin gelişmesi hızlan­ dı. Bursa’nın ardından Marmara bölgesi­ nin öteki büyük bizans kentleri, İznik ve



5 çavlan



İzm'rt de Osmanlılar'ın eline geçti. Osmanlı ilerlemesini durdurmak isteyen ve başın­ da bizans imparatoru Andronikos lll'ün bulunduğu bir bizans ordusu Pelekanon denilen yerde bozguna uğratıldı (1329). Osman Bey döneminde, Osmanlı bey­ liği yalnız bizans topraklarında genişlemiş­ ti. Orhan Bey döneminde ise komşu türkmen beyliklerinin topraklarında da geniş­ lemeye başladı. Balıkesir, Çanakkale Ber­ gama dolaylarına sahip olan Karesi bey­ liği toprakları da osmanlı egemenliğine girdi (1345). Böylece OsmanlIlar hem Ka­ resi beyliğinin donanmasına, hem Rumeli’ ye geçiş için stratejik birtakım noktalara, hem de Rumeli topraklarını iyi tanıyan Ka­ resi komutanlarına sahip oldular. Karesi beyliğinin Hacı İlbey, Evrenos Bey, Ece Halil, Gazi Fazıl gibi komutanları osmanlı hizmetine geçtiler ve özellikle Rumeli'nin fethinde çok önemli rol oynadılar. XIV. yy. ortalarında, yani Osmanlılar’ın Rumeli'ye geçmeye hazırlandıkları sırada Balkan yarımadasında Doğu Trakya,’ Sela­ nik, Güney Epir (Epeiros), eğreti bir biçim­ de Bizans İmparatorluğu’na bağlıydı. Ya­ rımadada ayrıca sırp, bulgar krâlıkları ve arnavut prenslikleri vardı. Bazı liman kent­ leri de Venedik'in elinde bulunuyordu. XIV. yy. ortalarında halkı ortodokslardan oluşan Balkanlar siyasi birlikten yoksun ol­ manın yanı sıra katolik Venedik ile katolik Macaristan'ın istila tehdidi altındaydı. Os­ manlIlar Rumeli’ye Bizans Imparatorluğu'nda Palaiologoslar ile Kantakuzenoslar arasındaki taht kavgalarından yararla­ narak 1354’te ayak bastılar. OsmanlIlar’ ın Balkanlar’da ele geçirdikleri ilk üs Ge-



libolu yarımadasında Çimpe (ya da Çimpi) kalesi oldu. Orhan Bey’in yerine ge­ çen oğlu Murat I (1326-1389), Balkan fe­ tihlerini hızla sürdürdü. 1363'te Edirne ya­ kınlarında Sazlıdere denilen yerde, osmanlı ilerlemesini durdurmak isteyen bir bizans-bulgar ordusu yenilgiye uğratıldı ve bu zaferin ardından Edirne Osmanlılar’ın eline geçti. Kısa bir süre sonra, Edirne’yi geri almak isteyen macar-sırp -bulgar-eflak-bosna birleşik ordusu Edir­ ne yakınlarında, Sırpsındığı savaşı'nda ağır bir yenigiye uğratıldı (1364). Bu za­ ferle Balkan yarımadasının içlerine giden yollar Osmanlılar’a açılmış oldu. Bulgar ve sırp krallıkları hem kendi içlerinde par­ çalanmış, hem de birbirleriyle savaş ha­ linde bulunuyorlardı. Bu bitmez tüken­ mez feodal savaşlardan bıkmış Balkan ulusları, tıpkı bizans köylüleri gibi osmanlı yönetimini kabule hazır durumdaydı. Bu yüzden, osmanlı ilerlemesine karşı di­ renme, yalnızca feodal Balkan devletle­ rinin zayıf yönetici tabakasından geldi; onların bu zayıf direnmesi de osmanlı ilerlemesini durdurmaya yeterli olmadı. OsmanlIlar kısa süre içinde Bulgaristan'ı, Yunanistan’ı ve Sırbistan'ı ele geçirmeyi başardılar. XIV. yy. sonlarında osmanlı sı­ nırı Tuna'ya ve Belgrad'a dayanmış bu­ lunuyordu. Balkan devletlerinin ve onla­ rı destekleyen Avrupa devletlerinin osmanlı ilerlemesini durdurma çabaları, Bi­ rinci Kosova* (1389), Niğbolu* (1396), Varna* (1444), İkinci Kosova* (1448) sa­ vaşları ile kırıldı. İstanbul’un Osmanlılar'ın eline geçmesinden önce Belgrad ve do­ laylan, Arnavutluk, bazı liman şehirleri dı-



Osmanlı İmparatorluğu şında Balkanlar büyük ölçüde osmanlı egemenliğine girmiş bulunuyordu. Osmanlı beyliği yöneticileri kuruluştan XIV. yy.’ın son çeyreğine kadar, politik ile­ ri görüşlülük göstermişler, Anadolu türk­ men beylikleri ile herhangi bir çatışmadan bir İki İstisna dışında, bilinçli olarak uzak durmuşlardır. Bu dönemde Osmanlı bey­ liği askeri ve siyasi gücünü, büyük ölçü­ de bizans topraklarında genişlemede kul­ lanmıştır Orhan Bey zamanında zayıf, iç­ ten parçalanmış Karesi beyliği toprakları kolayca ele geçirilmiş, bunun dışında öte­ ki Anadolu beylikleriyle ciddi çatışmalara girişilmekten uzak durulmuştu. OsmanlI­ lar, Anadolu topraklarında genişlemeyi, ancak Murat I döneminde, Balkanlar'a iyi­ ce yerleştikten sonra ciddi olarak düşün­ müşler ve uygulamaya koymuşlardır. Murat I döneminde Germiyanoğlu Sü­ leyman Şah’ın kızı ile Murat l’ln oğlu şeh­ zade Bayezit'in evlenmeleri, Kütahya, Tav­ şanlı, Emet, Simav ve Gediz dolaylarının çeyiz olarak Osmanlılar'a geçmesine ne­ den oldu. Yine Murat I döneminde Os­ manlI beyliği, Hamitoğulları beyliğinden Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Karaağaç ve Seydişehir’i 1374'te 80 000 altın karşılığı satın alarak Anadolu’daki topraklarını ba­ rış yoluyla genişletti. Ancak, barış yoluy­ la da olsa Anadolu’daki bu genişleme, kendilerini Anadolu Selçukluları’nın vâri­ si sayan Karamanoğulları beyliği ile sınır­ daş yaptı ve bu durum osmanlı-karaman mücadelesinin başlamasına neden oldu. Osmanlı tarihinin önemli bir parçası olan osmanlı-karaman mücadelesi, X V . y y . sonlarına, Karamanoğulları beyliği orta­ dan kalkıncaya kadar sürdü. OsmanlIlar ile, başta Karamanoğulları olmak üzere, Anadolu türkmen beylikleri arasındaki mücadele, Murat Tin oğlu Yıl­ dırım Bayezit (Bayezit I) [1389-1402] dö­ neminde tüm beyliklerin ortadan kalkma­ sı ve topraldannın osmanlı topraklarına ka­ tılmasıyla sonuçlandı. Bu dönemde Os­ manlIlar, türkmen beyliklerinin toprakların­ dan başka, Kadı Burhanettin’in mülkü sa­ yılan Sivas, Kayseri. Malatya ve Elbistan’ı da ele geçirmeyi başardılar; böylece O s ­ manlI sınırı doğuda Fırat'a kadar geniş­ ledi. Ancak bu durum, Osmanlılar'ı top­ rakları ellerinden alınan beylerin sığındı­ ğı Timur'la karşı karşıya getirdi. Osmanlı yönetimine geçen Anadolu türkmen bey­ liklerinin asker ve yöneticileri henüz büyük ölçüde eski beylerine bağlılıklarını koru­ yorlardı. Bunlar, Ankara savaşı (1402) sı­ rasında Timur ordusunda bulunan eski beylerinin yanına geçtiler. Bu hem Anka­ ra savaşı'nda Osmanlılar’ın yenilmesine, hem de XIV. yy.’da kurulmuş olan Anadolu siyasi birliğinin dağılmasına neden oldu. OsmanlIlar, Anadolu’nun siyasi birliğini ye­ niden ancak XV. yy.’ın ikinci yarısında, Mehmet II (Fatih) döneminde kurabildiler. Ankara savaşı’nda Osmanlılar'ın uğra­ dığı ağır yenilgi, yalnız Anadolu'daki siyasi birliğin parçalanmasına neden olmakla kalmadı, Osmanlı devletinin kendi içinde de parçalanmalara yol açtı. Yıldırım Bayezit’in oğulları Süleyman Çelebi, İsa Çe­ lebi, Musa Çelebi, Mehmet Çelebi, osmanlı tahtına sahip olabilmek için birbirlerlyle mücadeleye giriştiler. Fetret* devri adı verilen ve 1413'e kadar süren bu taht kavgası dönemi, Mehmet Çelebi’nin (Mehmet I) [1413-1421] kardeşlerini orta­ dan kaldırıp, Osmanlı devletinin birliğini yeniden sağlamasıyla sona erdi. Ankara savaşı'ndan sonra dikkati çeken en önem­ li özelliklerden biri, Anadolu'daki eski türk­ men beyliklerinin yeniden kurulmasına, Osmanlı devletinin de Bayezit'in oğulları arasında parçalanmasına karşın Balkan uluslarının osmanlı yönetiminden kurtul­ mak için girişimde bulunmamalarıdır. Bu­ nun da nedeni büyük ölçüde, osmanlı sis­ teminin, özellikle miri toprak düzeninin, Balkan feodal sisteminden daha iyi, da­ ha ileri bir sistem olması ve Balkan halklannın büyük ölçüde bu sistemden hoş­ nut olmalarıdır.



A n k a r a s a v a ş ı ’ n d a k i a ğ ı r y e n ilg i, o s m a n lı g e liş m e s in i y a r ı m y ü z y ı l k a d a r g e ­ c ik t ir m i ş o l d u . A n c a k O s m a n lı d e v le t i, b ir d e v le t i t ü m ü y l e t a r ih s a h n e s in d e n s il e b i­ le c e k k a d a r b ü y ü k v e ö n e m li o la n b u s a r ­ s ı n t ıy ı a t la t a b ild i; y a r ı m y ü z y ı llı k b i r g e c ik ­ m e y l e d e o ls a y e n id e n g e liş m e v e b ü y ü ­ m e y o l u n a g i r d i. 1 4 5 1 'd e M u r a t II ( 1 4 2 1 - 1 4 4 4 , 1 4 4 6 - 1 4 5 1 ) ö l ü p d e y e r i n e o ğ lu F a t ih S u lt a n M e h m e t ( M e h m e t II) [1 4 4 4 - 1 4 4 6 , 1 4 5 1 - 1 4 8 1 ] p a d i ­ ş a h o l d u ğ u n d a , a r t ı k O s m a n lı d e v le t i, A n ­ k a r a s a v a ş ı l ı n t ü m s a r s ı n t ı la r ı n ı a t la t m ı ş v e k u r u lu ş d ö n e m i n i t a m a m l a m ı ş b i r i m p a r a t o r l u k o l a r a k d ü n y a t a r ih in d e k i y e ­ r in i a l m a y a h a z ı r b u lu n u y o r d u . 1 4 5 1 'd e M e h m e t II, a t a la r ı n ı n p e k ç o k d e f a g i r iş ip d e b a ş a r a m a d ı k la r ı İ s t a n b u l'u a l m a iş in i d ü ş ü n e b i le c e k v e b u n u g e r ç e k le ş t i r e b ile ­ c e k k a d a r k e n d in i g ü ç lü h i s s e d i y o r d u . genişleme (1453-1566) M e h m e t II, 6 n i s a n 1 4 5 3 ’t e k u ş a t t ı ğ ı İ s ­ t a n b u l ’ u 2 9 m a y ı s 1 4 5 3 't e z a p t e t t i v e a r ­ t ı k b i r im p a r a t o r l u k d u r u m u n a g e le n d e v ­ le t in e b a ş k e n t y a p tı . A r d ı n d a n , b iz a n s t a h ­ tı ü z e r in d e h a k id d i a e d e b ile c e k h a n e ­ d a n la r a k a r ş ı h a r e k e t e g e ç t i . M o r a d e s ­ p o t l u ğ u ( 1 4 6 0 ) , T r a b z o n İ m p a r a t o r lu ğ u ( 1 4 6 1 ) v e P a l a io lo g o s l a r ile a k r a b a l ı ğ ı b u ­ lu n a n G a lt u l u s l a ile s in i o r t a d a n k a ld ı r d ı . S ı r b is t a n , B o s n a v e H e r s e k 'i il h a k e tti ( 1 4 5 9 ) . B a l k a n l a r d a g e n iş l e m e O s m a n lı • I m p a r a t o r lu ğ u ’ n u T u n a ü z e r in d e M a c a r is ­ t a n ’ la ; A r n a v u t lu k , Y u n a n is t a n k ı y ıla r ı v e E g e d e n iz i n d e V e n e d ik ’ le k a r ş ı k a r ş ı y a g e t ir d i. U z u n b i r s a v a ş ( 1 4 6 3 - 1 4 7 8 ) s o n u n ­ d a V e n e d ik , iş k o d r a , v A k ç a h is a r ( K r u je ) k e n t le r iy le L im n i v e E ğ r ib o z . a d a la r ı n ı O s m a n lı la r ’a b ı r a k m a y ı v e e l d e e t t iğ i t ic a r e t s e r b e s t liğ i k a r ş ı lı ğ ı n d a h e r y ıl 1 0 0 0 0 a l­ t ı n ö d e m e y i k a b u l e t t i. B u s a v a ş s ü r e r k e n M e h m e t II, K a r a m a n o ğ u lla r ı b e y liğ in i o r ­ t a d a n k a ld ı r d ı ( 1 4 6 8 ) ; K a r a m a n o ğ u lla r ı ’ n ı k o r u y a n v e V e n e d ik 'le b i r a n t la ş m a y a p a n a k k o y u n lu h ü k ü m d a r ı U z u n H a s a n 'ı O tlu k b e l T ’ n d e a ğ ı r b i r y e n ilg iy e u ğ r a t t ı . B u z a fe r le , O s m a n lı im p a r a t o r l u ğ u F ır a t'ı n b a ­ t ı s ı n d a k i A n a d o lu t o p r a k la r ı n a y e r le ş t i; G e d i k A h m e t P a ş a 'n ı n T o r o s la r ’ ı v e A k d e ­ n iz k ı y ıla r ın ı z a p t e t m e s iy le d e M ı s ır M e m ­ lu k la r ı ile s ı n ı r d a ş o l d u . G e d i k A h m e t P a ş a ’ n ı n 1 4 7 5 ‘t e K u z e y K a r a d e n iz 'e y a p t ı ğ ı s e fe r , c e n e v iz k o lo n ile r i K e f e v e S u d a k ’ ın f e t h i v e K ı r ım H a n lı ğ ı 'n ı n o s m a n lı h i m a ­ y e s in e g i r m e s iy l e s o n u ç la n d ı . B ö y l e c e O s m a n lı i m p a r a t o r l u ğ u b i r iç d e n iz d u r u ­ m u n a g e le n K a r a d e n iz ü z e r in d e s iy a s i v e e k o n o m i k t a m b i r e g e m e n li k k u r d u , M e h ­ m e t H 'n in G ü n e y İ t a ly a ’ n ı n f e t h iy l e g ö r e v ­ le n d i r d iğ i G e d i k A h m e t P a ş a , d e n iz a ş ı r ı b i r s e f e r le N a p o l i k r a l lı ğ ı 'n ı n e l in d e b u l u ­ n a n O t r a n t o ’ y u a ld ı v e İ t a ly a i ç l e r in d e h a ­ r e k â t a b a ş la d ı . A m a M e h m e t H 'n in ö l ü ­



m ü ( 1 4 8 1 ) b u s e f e r in y a r ı m k a lm a s ı n a n e d e n o ld u . M e h m e t H ’ n in ö l ü m ü n d e n s o n r a O s ­ m a n lI im p a r a t o r lu ğ u , b i r iç b u n a lı m la k a r ş ı k a r ş ı y a g e ld i . B a y e z it II ( 1 4 8 1 - 1 5 1 2 ) , t a h t k a v g a s ı n a g i r iş e n k a r d e ş i C e m ’ i y e n iç e r i­ le r e d a y a n a n I s h a k v e G e d i k A h m e t p a ­ ş a la r ı n d e s t e ğ i y le y e n d i; C e m , R o d o s ş ö ­ v a l y e le r in e s ı ğ ı n m a k z o r u n d a k a ld ı . 1 4 8 4 ’t e k i B o ğ d a n s e f e r i ile k u z e y t ic a r e t i­ n in z e n g ir ) l im a n la r ı K ili v e A k k e r m a n O s ­ m a n lI im p a r a t o r l u ğ u ’ n a k a t ı ld ı . C e m ’ i v e K a r a m a n o ğ u lla r f n ı n k a lın tı la r ın ı d e s t e k le ­ y e n M e m l u k l a r l a s a v a ş ( 1 4 8 5 - 1 4 9 1 ) is e g e n e lli k le O s m a n l ı l a r ’ ın y e n ilg is iy l e s o ­ n u ç la n d ı . V e n e d ik 'le s a v a ş ( 1 4 9 9 - 1 5 0 3 ) , im p a r a t o r l u ğ a M o d o n , K o r o n , N a v a r in , I n e b a h t ı lim a n la r ı n ı k a z a n d ı r d ı . B u s a v a ş s ı r a s ı n d a O s m a n lIla r , A k d e n iz 'd e V e n e d ik ile b o y ö l ç ü ş e b il e c e k b i r d o n a n m a m e y ­ d a n a g e t ir d ile r . B u a r a d a , İ r a n 'a e g e m e n o la n Ş a h İ s m a il’ in h a lif e le r i a r a c ı lı ğ ı y la Şi­ il iğ i T ü r m e n le r a r a s ı n d a y a y m a y a b a ş la m a s ı , A n a d o l u 'd a o s m a n lı e g e m e n li ğ in i s a r s a n b i r s iy a s i t e h lik e o l a r a k b e lir d i. Ş a h İ s m a il’ in h a lif e l e r in d e n Ş a h K u l u ’ n u n ö n ­ d e r liğ in d e k i a y a k la n m a g ü ç lü k l e b a s tı r ı la b il d i (1 5 1 1 ). • 1 5 1 2 -1 5 2 0 : Doğu'ya yöneliş. B a b a s ı B a ­ y e z it l l ’ y i t a h t t a n u z a k la ş t ı r a n Y a v u z S u l­ t a n S e lim ( S e lim I) [1 5 1 2 - 1 5 2 0 ) , Ş a h İ s m a ­ il 'in A n a d o lu ’d a k i m ü r i t l e r in e k a r ş ı ş id d e t li b i r m ü c a d e l e y e g ir iş t i. Ş a h İ s m a il'e k a r ş ı Ç a ld ı r a n * ’d a k a z a n d ı ğ ı z a f e r d e n ( 1 5 1 4 ) s o n r a T e b r iz ’e k a d a r ile r le d i. B u z a f e r in a r ­ d ı n d a n D u lk a d ır o ğ u lla r ı v e R a m a z a n o ğ u lla r ı b e y lik le r i v e b ü t ü n D o ğ u A n a d o lu o s m a n lı e g e m e n li ğ in e g i r d i. B u n d a n s o n r a S e lim I, M e m l u k la r ’a k a r ş ı h a r e k e t e g e ç ­ ti. A t e ş li s il a h l a r d a k i ü s t ü n lü ğ ü s a y e s in d e k a z a n d ı ğ ı M e r d d a b ı k * ( 1 5 1 6 ) v e R id a n iy e * ( 1 5 1 7 ) s a v a ş la r ı , O s m a n lı im p a r a t o r iu ğ u 'n a S u r iy e , F ilis tin v e M ı s ır 'ı k a z a n d ı r ­ d ı . H i c a z o s m a n lı e g e m e n li ğ in e g i r d i. B ö y l e c e O s m a n lı im p a r a t o r l u ğ u , H in t o k y a n u s u ’ n a a ç ı lm a o l a n a ğ ı n a k a v u ş t u v e İs la m d ü n y a s ın ın ö n d e r l iğ in i t a r t ış m a s ız b i­ ç i m d e e l e g e ç ir d i . B u a r a d a S e lim I, h a li­ f e u r iv a n ı a ld ı v e b u u n v a n k e n d is i n d e n s o n r a g e le n o s m a n lı p a d iş a h l a r ı t a r a f ı n ­ d a n d a k u lla n ıld ı . • 1 5 2 0 - 1 5 2 6 : Osmanlı gücünün doruğu. K a n u n i S u lta m S ü le y m a n ( S ü le y m a n I) [1 5 2 0 - 1 5 6 6 ] , S e lim I d ö n e m i n d e d u r a k la ­ y a n B a t ı ’ y a k a r ş ı g a z a s iy a s e t in i y e n id e n y ü r ü r lü ğ e k o y d u . B e l g r a d 'ı n z a p t ı ( 1 5 2 1 ) O r t a A v r u p a 'd a ; R o d o s 'u n z a p tı ( 1 5 2 2 ) is e A k d e n iz ’d e k i e t k in lik l e r i iç i n O s m a n lı im p a r a t o r l u ğ u 'n a e lv e r iş li b i r k o n u m k a ­ z a n d ı r d ı . M a c a r o r d u s u n u M o h a ç * 't a y o k e d e n ( 1 5 2 6 ) K a n u n i, M a c a r is t a n ’ ın b a ş ­ k e n ti B u d a 'v a ( B u d in ) g i r d i v e M a c a r is t a n ’ ı Z â p o ly a 'n ı n k r a l lı ğ ı n d a h im a y e s in e a ld ı . B u , O s m d n lı im p a r a t o r l u ğ u ’ n u M a c a r is ­ t a n e g e m e n li ğ i iç in H a b s b u r g l a r 'l a k a r ş ı



8935



Bayezit I (Yıldırım)



B û v ü k L a ro u s s e



Rodos adasının zaptı (1522) Hüseyin Zekâl Paşa’nın tablosu Deniz müzesi, İstanbul



Mohaç meydan savaşı’nı (1526) gösteren bir minyatür



Sûieympnname Topkapı sarayı kütüphanesi, İstanbul



Kanuni Sultan S ü le p a n



karşıya getirdi. Kanuni, Zâpolya'yı koru­ mak için 1529'da Viyana'nın kuşatılmasıy­ la sonuçlanan seferi, 1532’de de “Alman* seferl” ni yaptı. 1541'de İse osmanlı ege­ menliğindeki Macaristan topraklarını bir osmanlı eyaleti (Budln ejsletl) yaparak il­ hak etti; ölen Zâpolya’nın oğluna, kendi­ sine bağlı olmasıjroşuluyla Erdel prensli­ ğini verdi. 1543'tekl Macaristan seferi sı­ rasında ise Estergon kalesini zapt etti. 1547’de Avusturya ve Almanya ile imza­ lanan barış antlaşması ile Kanuni, ellerin­ de tuttukları Macaristan topraklarını yılda 30 000 altın haraç ödenmesi koşuluyla Habsburglar'a bıraktı. Ancak savaş, 1551' de yeniden başladı. Kanuni döneminde Osmanlı imparatorluğu’nun Batı’ya karşı bir savaş cephesi de Akdeniz'di. Akdeniz’de'meydana ge-' len ilk önemli olay, Salnt Jean şövalyele­ rinin elinde bulunan Rodos’un alınması ol­ du (1522). Kanunl’nln Rodos’u ele geçir­ diği sıralarda türk-lslam korsanlar, Ceza­ yir’de bir korsan devleti kurmuş bulunu­ yordu. Ancak bu korsan devleti, Kari V’in baskıları karşısında, Osmanlı imparatorluğu’nun korumasına girmek zorunda kal­ dı ve böylece Cezayir bir osmanlı eyaleti oldu (1533). Bu korsan devletin başında bulunan ünlü denizci Hızır Reis de, Bar­ baros Hayrettin Paşa adı ile osmanlı kaptanıderyalığına getirildi. Hayrettin Paşa’ nın osmanlı kaptanıderyası olduğu dö­ nemde, Akdeniz’de Osmanlı imparatorlu­ ğu ile başta ispanya ve İtalyan şehir dev­ letleri arasında çok şiddetli deniz müca­ deleleri gerçekleşti. Bu dönemin en önemli olayı, Preveze* deniz savaşı’nda Barbaros Hayrettin Paşa’nın, kendisinden gemi, top Ve asker sayısı bakımından üs­ tün olan ve Andrea Doria komutasındaki birleşik hıristiyan donanmasına karşı ka­ zandığı parlak zafer oldu (28 eylül 1538). Bu zafer osmanlı donanmasının Akdeniz’ in en güçlü deniz kuvveti olduğunu orta­ ya koydu. 1541’de Kari V’in Cezayir’i al­ mak için yaptığı girişim de püskürtüldü. Yine Preveze deniz savaşı’ndan sonra osmanlı donanması, Barbaros’un komuta­ sında, Fransa’ya yardım etmek için Kari V’in müttefiki Savoia dükünün elinde bu­ lunan Nice’i aldı (1543). 1551’de Trablusgarp (Libya) osmanlı egemenliğine geç­ ti. Cerbe’de 1560’ta büyük bir deniz za­ feri daha elde edildi. Bütün bu başarılar Osmanlılar’ın Akdeniz’in en güçlü deniz kuvveti olduğunu ortaya koyduğu gibi, bir süre Akdeniz’in bir osmanlı denizi olma­ sını da sağladı. Akdeniz'de OsmanlIlarla hıristiyan Ak­ deniz devletleri arasında her iki taraf için de yıpratıcı deniz savaşları yapılırken, Os­



manlI İmparatorluğu 1538’den başlayarak Hint okyanusu'nda Portekizlilerle müca­ deleye girişti. Osmanlı İmparatorluğunun Hint okyanusu için mücadelesi 1669’a ka­ dar sürdü. Bu süre içinde birkaç kez Hin­ distan’a, bir kez de Sumatra adasına do­ nanma gönderildi; Yemen, Habeşistan ve bazı Afrika ülkeleri Osmanlı Imparatorluğu’na katıldı, Hint okyanusu'nda Portekizliler’e karşı bazı deniz başarıları elde edildi ise de, OsmanlIlar Hint okyanusu'nda ke­ sin bir üstünlük sağlayamadılar. Osmanlılar'ın bu başarısızlığında, osmanlı deniz­ ciliğinin ve osmanlı gemilerinin daha çok Akdeniz gemiciliği ve Akdeniz tipi gemi­ ler olması önemli bir rol oynamıştır. Osmanlılar’ın Hint okyanusu’ndaki başarısız­ lığı daha sonra hem osmanlı devleti hem de tüm doğu ulusları için son derece olumsuz sonuçlar doğuracaktır. , Kanuni döneminin önemli mücadele alanlarından biri de Iran oldu. Yavuz Sul­ tan Selim zamanında İran’a karşı kazanı­ lan Çaldıran zaferi’ne, osmanlı ordularının Tebriz’e kadar ilerlemesine ve tüm Doğu Anadolu’nun Osmanlı imparatorluğu ege­ menliğine geçmesine karşın İran ile kesin bir barış antlaşması imzalanmamıştı. Ge­ rek İran gerekse Osmanlı İmparatorluğu, birbirlerine kuşku ile bakıyorlardı. Iran, Anadolu'yu ele geçirme planlarından vaz­ geçmediği gibi, OsmanlIlar da Hint okyanusu'na kuzeyden açılan iki körfezden biri olan Basra körfezine açılan Irak toprakla­ rını ele geçirme emelleri besliyorlardı. Bu arada iki devlet arasında sınır olayları da eksik değildi; birtakım sınır görevlileri dur­ madan taraf değiştirmekteydiler Bütün bu olaylar bir araya gelince 1533’te sadra­ zam İbrahim Paşa Iran seferiyle görevlen­ dirildi, arkasından da padişah İran sefe­ rine çıktı (1534) "Irakeyn seferi” denilen bu seferin en önemli ve kalıcı etkisi Bağ­ dat dahil olmak üzere Irak topraklarının Osmanlılar’ın eline geçmesi oldu (1535). Böylece Hint okyanusu'na açılan iki önemli körfezin ikisi de Osmanlılar’ın elit'«ine geçmiş oldu. İran savaşları 1555’teki Amasya antlaşması ile sona erdi; antlaş­ ma sonucu Azerbaycan ile merkezi Teb­ riz, bir kısım Doğu Anadolu toprakları ve Irak Osmanlılar'ın eline geçti. Bu barış 1576 yılına kadar sürdü. duraklama (1566-1683) • 1566-1606: Kanuni'nin ölümünden Zitvatoruk antlaşması’na. Zigetvar seferi'nde ölen Kanuni’nin yerine geçen oğlu Selim II (1566-1574) silik bir padişahtı. Ancak 1579'a kadar imparatorluğun gerçek yö­ neticisi olan sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın sayesinde, imparatorluk, geniş­ lemesini sürdürdü (Sakız'ın alınması, 1566; Yemen'in kesin olarak ilhakı, 1569; Tunus’un fethi, 1571; Kıbrıs'ın Venedik’ten alınması, 1571). Kıbrıs'ın alınmasından kı­ sa bir süre sonra inebahtı* deniz savaşı’nda (1571) osmanlı donanması ağır bir ye­ nilgiye uğradı. Her ne kadar, Sokullu'nun gayretleriyle kısa sürede yeniden bir do­ nanma inşa edildiyse de, ölen 20 000 ka­ dar usta denizcinin yarattığı boşluk gide­ rilemedi. Bu bakımdan inebahtı deniz sa­ vaşı osmanlı denizciliğinin çöküşünün başlangıcı olarak kabul edilebilir. Süveyş kanalı ile Don-Volga kanallarının açılması girişimleriyse, İmparatorluğun tarihinde önemli sonuçlar doğurabilecek niteliktey­ di. Ancak Sokullu’nun çabalarına karşın, bu iki girişim de sonuca ulaşamadı. Bu yüzden Osmanlı Imparatorluğu'nun ge­ rek doğudaki türk ülkeleri, gerekse Hint okyanusu ile ilgisi büyük ölçüde kesildi. Sokullu, Selim ll’nin oğlu Murat III (1574 -1595) döneminde de yerini korudu. Vad is-Seyl savaşı (1578) Fas'ın osmanlı koru­ masına girmesi ve böylece osmanlı etki­ sinin hemen tüm Kuzey Afrika’yı kapsaya­ cak biçimde genişlemesi sonucunu do­ ğurdu. Sokullu Mehmet Paşa, 1578’de İran'a açılan savaş sürerken, bir suikast sonunda öldürüldü (1579).



XVI. yy. sonlarıyla XVII. yy.’ın ilk yarısı, Osmanlı imparatorluğu için gerek içte ge­ rekse dış ilişkilerinde bunalımlı bir dönem oldu, içte yeni bir toplum ve devlet yapı­ sına geçilirken, dışta Osmanlı imparatorluğu'nun Avrupa devletlerine karşı üstün­ lük iddiası sona erdi; osmanlı büyüme ve ilerlemesi durdu. 1578'de başlayan Osmanlı-iran savaşlan, karşılıklı başarı ve ba­ şarısızlıklarla 1590'a kadar uzadı. Osmanlı Imparatorluğu’nun artık bir tek seferle Do­ ğu Anadolu’ya ya da Irak’a sahip olabil­ diği dönem geride kalmıştı. İstanbul ant­ laşması ile (1590), osmanlı sınırı Hazar denizi'ne kadar uzandıysa da, artık Osmanlı imparatorluğu, merkezden uzakta bulu­ nan bu topraklan elde tutabilecek güce sahip değildi. Gürcistan, Azerbaycan ve Mezopotamya, İran’la çekişme konusu ol­ makta devam etti. Bir süre sonra yeniden başlayan ve 1639'da imzalanan Kasrışirin* antlaşması’na kadar aralıklarla süröp savaşlar sonunda, sınırlar az çok belirlen­ di; İran Azerbaycan’ı alırken Bağdat ve Basra Osmanlılar'da kaldı. İstanbul antlaşması’ndan üç yıl sonra, 1593'te başlayan Osmanlı-Avusturya savaşı ise osmanlı gü­ cünün iyice sarsıldığını açıkça ortaya koy­ du. Savaşlar genellikle, Eğri, Kanije, Es­ tergon gibi kaleler çevresinde cereyan et­ ti. 1596’da kazanılan Haçova* meydan sa­ vaşı biraz da tartışmalı bir zaferdi. Sava­ şa son veren Zitvatoruk* antlaşması ise, bir dönemin sona erdiğini gösteren ulus­ lararası bir belge oldu (1606). Bu antlaş­ ma ile Osmanlı imparatorluğu Yanık, Es­ tergon, istolni-Belgrad, Eğri, Kanije, Uyvar gibi kaleleri elinde tuttu. Ancak, ant­ laşmanın öteki maddeleriyle Avrupa'da en üstün devlet olmak iddiasından vazgeçi­ yor, Avusturya imparatoru ile osmanlı pa­ dişahını eşit iki hükümdar olarak kabul ediyordu. Yine bu antlaşmayla Avusturya bundan böyle, Osmanlı Imparatorluğu'na vergi veren bir devlet olmaktan çıkmak­ taydı. İstanbul antlaşması ve Zitvatoruk antlaş­ ması, çok büyük zorluklarla ve az kazanç­ la da olsa Osmanlı imparatorluğu’nun le­ hine sayılabilecek antlaşmalardı. Ancak bu antlaşmaların imzalanmasını izleyen yıllarda osmanlı devlet ve toplum yapısın­ daki bozukluklar, artık saklanamaz bir hal aldı. XVI. yy.’ın sonlarından XVII. yy.'ın or­ talarına kadar, Osmanlı İmparatorluğu bü­ yük toplumsal ve siyasal dönüşümleri ifa­ de eden iç isyanlarla çalkalandı. Dünya ticaretinin okyanuslara kayması, klasik ticaret yolları sayesinde Osmanlı imparatorluğu’nun aldığı büyük transit ti­ caret vergilerinde büyük düşüşlere neden oldu. Daha Kanuni hayattayken, 1564’te osmanlı bütçesi açık vermeye başlamış bulunuyordu. Bu durum kapıkulu asker­ lerinin, bu arada yeniçerilerin ulufelerinin ödenmesinde hâzineyi büyük zorluklarla karşı karşıya bırakmaya başladı. Öte yan­ dan, kapitülasyonların da etkisiyle osmanlı ekonomisi ikinci ağır bir darbe daha yi­ yince, işi bozulan esnaf ve zanaatçılar, ufak bir ulufe umuduyla Yeniçeri ocağı' na yazılmaya başladı. Böylece osmanlı merkez hâzinesi bir ikilemle karşı karşıya kaldı: bir yanda mevcut askerin ulufesini ödemekteki sıkıntı, öte yanda ulufe öde­ necek asker sayısında sürekli ve hızlı bir artış. Bu durum ister istemez hazine, do­ layısıyla yöneticilerle, ulufeli askeri karşı karşıya getiren önemli bir etken oldu. İs­ tanbul'daki ayaklanmalar, Selim ll'nin tah­ ta çıkışı sırasında meydana gelen ve ko­ lay atlatılabilen olay sayılmazsa, 1590’da başlar. 1577-1590 İran savaşlan sona erin­ ce cepheden İstanbul’a dönen askerin bi­ rikmiş paraları, değeri düşük bir akçeyle ödenip esnaf da bu parayı kabul etmeyin­ ce sipahiler ayaklandılar. Bu, İstanbul'da kapıkulu askerinin ilk önemli isyanıydı. Ön­ lenemeyen bu isyanlar, 1826’da Yeniçeri ocağı’nın kaldırılmasına kadar sürdü. Öte yandan, osmanlı merkez hâzinesi açık vermeye başlayınca, merkez yöneti­ mi, gözlerini bu kez tımarlı sipahilerin ye-



I po d o lyA



POLONYALILARI 1 66 3 S



O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u ve V a s a l d e v le tle r



I 1672jr77|-1699 BUKOVİNA 117751 '



XIV. yy.'ın ortalarında



C I\o c i(n ,l6 2 lf 1673



V“ "!



.



RUTENYA



K ah le n b e rg 1663



AVUSTURYA S t G o tth a rd va 1664



SLOVENYA



XIV. yy.'ın ikinci yarısında



□ I



| XV. yy.’da



|(.



| XVI. ve XVII. yy.'da



jM



1683’e kadar OsmanlIlar'ın en uç ilerlemesi



Lju blja na o Z a g r e b l L aiba ch A g ra m L



Başkentler



• T im işo a ra Tem esvár M



BANAT* ,



> f ,i7?9 ;



D u b r o v n lK



^ 0



1326-1365 arası 1453'ten sonra



^ 1 3 6 5 'te



M Viyana kuşatmaları f l ğ V 1529, 1683



Z a ra 0 v \ ° . 1521 1739 P ozarevacL Z a da r \ \ v . ’ N iV lm s r p i RASKA SpS \ o M o s ta r S lM S T A N P I &13ERSEK Yeni Pazar o a ° Nl§ 'io *



^ ^



#



Savaşlar







Antlaşmalar



Ispanyol donanmasının İnebahtı'ya doğru izlediği yol, 1571



K A R A D E N İ Z



p e£



v 3 7 Kosova C a tta r o y M 1389,1448 K otor O j§kodra p ‘V *



S cutari



NAPOLİ



Uskiip (Skopje)



I



KRALLIĞI



P



1 XVI. yy.'ın başlarında Habsburglar’ın mülkleri



I : J



ro ^3itola ^



XVII. yy. sonunda Venedik Cumhuriyeti L iM N p if 1478 p



İ



I .: I Dubrovnik Cumhuriyeti İ B f e i ı I (Ragusa)



M lg l# K E F A LO f 1479



inebahti



< i



157 Patrai



?



fe a t %



S Á K IÍ .1 5 6 6



° Foça, 1455 O Izm ir



GERMİYAN



Sm yrna



MORA ' 1 6 8 5 -1 7 1 8 Venedik



N a va rin ,



Modoru"*



A n ta lya



M o n e m v a s ia j



Osmanlı İmparatorluğu nun kayıpları



Cerigo | | 1699’dan sonra, Karlofça barışı



KIBRIS 1570



[znn



1718'den sonra, Pasarofça barışı



\ 7 ~ y ~ \ öbür kayıplar. \ / A XVIII. yy.'ın sonuna kadar l i



i 1718-1739 arası Habsburglar’ca I işgal edilen bölgeler [1774] OsmanlIlar'ın bırakma tarihi



tiştirilmesinde kullanılan miri toprakların şeri ve örfi vergilerine çevirdi. Bunun için­ dir ki, XVI. yy.’ın ortalarından başlayarak mukataa ve iltizam usulü birden yaygın­ laştı. Bu usulle osmanlı merkez bürokrat­ ları, mültezim denilen kimseler aracılığıy­ la miri toprakların şeri ve örfi vergilerini merkez hâzineye aktardılar. Ancak bu usulün yaygınlaşması sonucu, Anadolu ve Rumeli'de binlerce dirlik sahibi, geçim kaynaklarından yoksun kaldı. Bu gibi kim­ seler, daha Kanuni'nin saltanatının son yıl­ larında, ama özellikle XVII. yy.'ın ilk yarı­ sında, osmanlı merkez yönetimiyle aman­ sız bir mücadeleye giriştiler. "Celali* ayaklanmaları" adıyla bilinen bu ayaklan­ malar osmanlı toplum yapısı için, çok önemli sonuçlar doğurdu. Sıradan birer eşkıya olmayan, her biri sancak beyi, bey­ lerbeyi ya da dirlik sahibi olan celali reis­ lerinin başlıcaları Karayazıcı, Deli Haşan, Tavil Ahmet, Canboladoğlu, Kalenderoğlu, Abaza Mehmet Paşa'ydı. Anadolu'da yarım yüzyıl kadar süren, köy ve tarım ekonomisini tümüyle yıkıma uğratan Ce­ lali ayaklanmalarında başarı, kapıkulu ocaklarına, özellikle yeniçerilere dayanan merkezi yönetimin oldu. Celaliler'in yenil­ mesiyle tımarlı sipahiler ve miri toprak dü­ zeni tarihe karıştı. Anadolu ve Rumeli'de iltizam usulü iyice yerleşti. • 1606-1683: Zitvatoruk antlaşması'ndan ikinci Viyana kuşatmasına. Zitvatoruk ant­ laşmasından sonra batı cephesinde sa­ vaş sona ermişti. Bu kez Osmanlı Imparatorluğu’nun kuzey uçları önem kazan­ dı. Erdel ve Boğdan'da osmanlı egemen­ liğini sarsacak bir siyaset izleyen Polon­



ya’nın müdahalesini önlemek gerekiyor­ du. Osman ll'nin (1618-1622) 1621'de Po­ lonya’ya yaptığı sefer (Hotin* seferi), Hotin’den ileri geçemedi: ama Boğdan üze­ rinde etkili bir denetim kurulmasını sağ­ ladı. Osman II, Hotin seferi sırasında ba­ şarısızlıklarına tanık olduğu kapıkulu or­ dusunu kaldırarak yeni bir ordu kurmak düşüncesindeydi. Ama bu düşüncesini uygulamaya fırsat bulamadan bir yeniçe­ ri ayaklanması sonunda tahttan indirildi ve öldürüldü. Murat IV (1623-1640), aşırı bir sertlikle Büyük Larousse



kapıkulu ocaklarını disipline sokmayı ve Anadolu'da düzeni kurmayı başardı. Re­ van (1635) ve Bağdat (1638) seferleri so­ nunda Safeviler'in 1624’te ele geçirdikle­ ri Bağdat’ı geri aldı. Sultan İbrahim’in (1640-1648) Girit'i almak üzere Venedik'e açtığı savaşla (1645), osmanlı deniz gü­ cünün zayıflığı açıkça ortaya çıktı. Vene­ dik filoları Girit’e takviye gönderilmesini engellemek için Çanakkale boğazı'nı ab­ lukaya aldılar. Yedi yaşında tahta çıkarılan Mehmet IV'ün (1648-1687) saltanatının ilk yılları kargaşalık İçinde geçti. Yeniçerile-



OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN AVRUPA’DA İLERLEMESİ VE GERİLEMESİ (XIV.-XVIII. yy.’lar)



Preveze deniz savaşı’nı (1538) betimleyen bir tablo ressam Behzat Ahmet'in yapıtı



Deniz müzesi, İstanbul



Osmanlı İmparatorluğu 8938



Murat IV



Zigetvar seferinde Kanuni Sultan Süleyman ordusuyla Hünername



Topkapı sarayı kütüphanesi, İstanbul



rin Atmeydanı* vakası’nda sipahileri sindirmesi üzerine (1648), ocak ağaları dev­ let yönetimine egemen oldular (Ağalar* saltanatı). Ocak ağalarını destekleyen bü­ yük valide Kösem Sultan’ın öldürülmesin­ den sonra Ağalar saltanatı'na son verildi. Ama bu kez saray ağalarının nüfuzu art­ tı. 1656'da yeniçeriler ulufelerinin düşük ayarlı parayla ödenmesi nedeniyle ayak­ landılar (Vakai* vakvakiye). Venedik, Limni ve-Şozcaada'yı ele geçirerek Çanakkale boğâzı'nı kapattı. Bu bunalımlı dönemde'sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmet Paşa, impara­ torluğa yeni bir canlılık kazandırmayı ba­ şardı. İstanbul’da işleri yoluna koyduktan sonra Venedik ablukasını kırarak Limni ve Bozcaada’yı geri aldı (1657). Bir sefer dü­ zenleyerek Erdel’in asi voyvodası György Rakoçi’yi cezalandırdı. Anadolu'da Aba­ za Haşan Paşa’nın başlattığı ayaklanma­ yı bastırdı. Mehmet Paşa’nın ölümü üze­ rine sadrazamlığa getirilen oğlu Fazıl Ah­ met Paşa, Erdel'e müdahale eden Avus­ turya'ya savaş açtı. 1663 yazında berkitil­ miş Uyvar kalesi Osmanlılar'ın eline geç­ ti. Avusturya 1664'te, Szent Gotthârd'a el­ de ettiği başarıya karşın Erdel'deki osmanlı egemenliğini onaylamak ve fethe­ dilmiş Uyvar ve Grosswardein (Varad) kentlerini Osmanlılar’a bırakmak zorunda kaldı (Vasvar* antlaşması, 1664). Bu cep­ hede sağladığı barıştan yararlanan Fazıl Ahmet Paşa, Kandiye’yi alarak Girit'in fet­ hini tamamladı (1669). Ukrayna Kazakla­ rının hetmanı Doroşenko'nun osmanlı hi­ mayesine girmesi Osmanlı Imparatorluğu’nu Polonya ile karşı karşıya getirdi. 1672’den 1776'ya kadar süren savaşlar sonunda Polonya, Podolya’yı Osmanlı imparatorluğu'na bırakmak ve Batı Ukray­ na’dan el çekmeyi kabul etmek zorunda kaldı (Puças [1672], Zorawno [1766] ant­ laşmaları). Doroşenko'nun Osmanlı hima­ yesinden çıkarak Ruslar’la birleşmesi üze­ rine Rusya'ya açılan savaşı (1677) Fazıl Ahmet Paşa'nın ardılı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sonuçlandırdı: Doroşenko' nun Ruslar’a terk ettiği merkezi Çehrin ka­ lesini zapt ettikten sonra (1678) Rusya ile bir antlaşma yaptı (1681). Polonya ve Rus­ ya ile yapılan antlaşmalarla OsmanlI im­ paratorluğu Batı’da en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Venedik, Polonya ve Rusya kar­ şısında elde ettiği başarılara güvenen imparatorluk, bu kez Orta Avrupa'da ye­ ni fetihlere yöneldi. Macaristan’ın Habsburglar’ın egemenliğindeki bölümünde ayaklanan ve padişahtan yardım isteyen macar soylusu imre Tököly'yi macar tah­ tına oturtmak için Avusturya'ya savaş aç­ tı. Büyük bir orduyla Viyana’yı kuşatan (1683) Kara Mustafa Paşa’nın, Jan SobiB ü y ü k L a ro u sse



eski’nin kurtarma ordusu karşısında, Kah­ lenberg (Almandağı) eteklerinde uğradı­ ğı yenilgi, Osmanlı Imparatorluğu'nu ön­ lenemeyen bir çökme ve dağılma süreci­ ne soldu. gerileme ve çöküş (1683-1922) • 1683-1699: Viyana kuşatmasından Karlofça antlaşması'na. Viyana bozgunu Os­ manlI imparatorluğu’na karşı Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya arasında ön­ cekilerden daha etkili bir kutsal ittifak oluş­ turulmasına yol açtı. Geniş bir cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı impa­ ratorluğu 1699'a kadar süren savaşlarda çok ağır yenilgilere uğradı (Mohaç, 1687; Salankamen, 1691; Zenta, 1697). 1699 yı­ lına gelindiğinde Osmanlı imparatorluğu artık savaşa devam edemeyecek kadar tükenmiş bulunuyordu. Avusturya, Lehis­ tan ve Venedik’le imzalanan Karlofça* ant­ laşması (1699) ile Macaristan'ın büyük bö­ lümü Avusturya'ya; Mora ve Dalmaçya kı­ yıları Venedik’e; Podolya da Lehistan’a bı­ rakıldı. Savaşa geç giren, dolayısıyla ye­ terli kazanç sağlayamayan Rusya bu ant­ laşmayı imzalamak istemedi; ancak savaşı tek başına sürdüremeyince 1700'de İstan­ bul antlaşması’nı imzalamak durumunda kaldı. Bu antlaşma ile de Rusya Azak ka­ lesini aldı. Karlofça antlaşması sonucu Os­ manlI imparatorluğu ilk kez Avrupa dev­ letlerine toprak bıraktı, ikinci Viyana ku­ şatması ile başlayan savaşların önemli bir sonucu da, XVII. yy. sonlarına kadar Av­ rupa siyasetinde önemli bir yeri olmayan Rusya’nın, bundan böyle gerek Osmanlı imparatorluğu, gerekse Avrupa için çok önemli bir öğe olarak ortaya çıkmasıydı. • 1699-1718: Karlofça antlaşmasından Pasarofça antlaşması'na. 1699 Karlofça antlaşmasından Pasarofça antlaşması’na kadar geçen sürede Osmanlı imparator­ luğu Avusturya, Lehistan, Vfenedik ve Çar­ lık Rusyası ile tek tek savaşma, böylece Karlofça ve İstanbul antlaşmaları ile kay­ bettiği toprakları geri alma siyasetini izle­ di. Önce Rusya ile Prut* savaşı’nı ve Prut antlaşması'™ yaptı (1711); İstanbul antlaş­ ması ile Rusya’ya bıraktığı Azak kalesini geri almayı başardı. Ardından, Venedik'e savaş ilan etti ve çok başarılı bir seferden sonra Karlofça antlaşması ile Venedik’e bı­ rakılmış olan Mora yarımadasını Girit'te henüz Venedik'in elinde bulunan bazı li­ manları geri aldı. Ancak Avusturya henüz Venedik savaşı sona ermeden Osmanlı imparatorluğu’na bir nota vererek, Vene­ dik'ten alınan toprakların geri verilmesini istedi. Bu kabul edilmeyince de Osmanlı imparatorluğu'na savaş açtı (1716). Rus­ ya ve yenedik karşısında başarılı olan Os­ manlI imparatorluğu, Avusturya karşısın­ da aynı başarıyı gösteremedi; Petrovaradin'de ağır bir yenilgiye uğradı (1716). 1718'de imzalanan Pasarofça* antlaşma­ sı ile Osmanlı imparatorluğu, Mora’yı elin­ de tutarken, Temesvâr (Timişoara), Küçük Eflak, Belgrad ve Kuzey Sırbistan’ı Avus­ turya'ya bırakmak zorunda kaldı. • 1718-1774: Pasarofça antlaşması'ndan Küçük Kaynarca antlaşması'na. Pasarof­ ça antlaşması osmanlı devlet adamlarının dünya görüşlerinde önemli bir değişikli­ ğe yol açtı. XVII. yy.'da, Osmanlı imparatorluğu’nda ıslahat hareketleri bir zorun­ luluk olarak kendini gösterince, osmanlı devlet adamları ve düşünürleri genellik­ le, imparatorluğun zayıflamasını, klasik osmanlı kurum ve usullerinden uzaklaşma­ sıyla açıkladılar (Koçi Bey vb.). Dolayısıy­ la bu dönemin ıslahatları da eski, klasik dönem osmanlı kurumlarına bir dönüşü, onları eksiksiz uygulamayı amaçladı. An­ cak, 1683-1699 savaşları ve Karlofça ant­ laşması, 1716-1718 savaşları ve Pasarof­ ça antlaşması’nın ortaya çıkardığı gerçek, artık klasik osmanlı kurumlarından vazge­ çilmedikçe Avrupa ile baş edilemeyece­ ği oldu. Bunun üzerine Osmanlı devleti­ nin, Avrupa devletleri karşısında varlığını koruyabilmesi için, osmanlı devlet adam­



ları avrupa usullerinin, avrupa kurumlarının kabul edilmesi gerektiğini savunma­ ya başladılar. Böylece klasik osmanlı kurumlarından ve kültüründen uzaklaşma, buna karşılık avrupa kültürüne yaklaşma, avrupa kurumlarını kabul süreci, başte bir deyişle ’’batılılaşma" süreci başlamış ol­ du. Osmanlı imparatorluğu'nda avrupalılaşma ya da batılılaşma süreciyle birlikte birtakım avrupalı aydınlar, uzmanlar, ön­ celeri müslüman olarak, daha sonra müslüman olmaksızın Osmanlı imparatorluğu hizmetine girmeye başladılar: macar asıllı olan ve Macaristan’da papazlık eğitimi gö­ ren İbrahim Müteferrika, bir avrupa kuru­ mu olan matbaayı getirdi. İbrahim Müte­ ferrika, ayrıca yazdığı kitaplarda osmanlı aydınlarını, XV. yy. sonlarından başlaya­ rak dünyada, özellikle Avrupa'daki geliş­ melerle ilgilenmeye çağırdı. XVIII. yy.’ın ilk yarısında müslüman olarak Osmanlı im­ paratorluğu hizmetine giren transız soy­ lusu Bonneval kontu Claude Alexandre, Humbaracı ocağı’nın başına getirildi ve bu yüzden “ Humbaracı Ahmet Paşa” adıyla tanındı. Humbaracı Ahmet Paşa da, tıpkı çağdaşı İbrahim Müteferrika gi­ bi, osmanlı yöneticilerine Avrupa’daki as­ keri vb. yeniliklere ilişkin raporlar sundu. Humbaracı Ahmet Paşa'nın bu raporları osmanlı devlet adamları üzerinde etkili ol­ du ve Ahmet Paşa’nın etkisiyle ilk kez çağ­ daş anlamda subay yetiştirmek için “ Hendesehane” açıldı. Böylece Osmanlı imparatorluğu’nda avrupalılaşma yolunda ilk adımlar atılmış oldu. Avrupalılaşma ya da batılılaşma hareketleri bundan böyle, ba­ zı aksama ve kesintilere karşın imparator­ luğun sonuna kadar sürdü. XVIII. yy. başlarında, osmanlı kurulula­ rının çağın gerisinde kaldığı bir gerçekti. Ancak batılılaşmayı savunan osmanlı dev­ let adamları da, tıpkı XVII. yy.'dakiler gi­ bi, Osmanlı imparatorluğu'nun çöküşün­ de ve gerileyişindeki temel nedenleri (ti­ caret yollarının okyanuslara kayması ve Avrupalılar’ın eline geçmesi, yeni keşfe­ dilen kıtalardan Avrupa'ya büyük miktar­ larda altın ve gümüş stoklarının gelmesi, avrupa kapitalizminin merkantilizm aşa­ masına ulaşması, bütün bunların osmanlı ekonomisi üzerinde yaptığı olumsuz etki ve kapitülasyonların bu olumsuz etkiyi da­ ha da artırması) göremediler ya da gör­ mek istemediler. Bunun içindir ki, batılılaş­ maya ve batı kurumlarının alınmasına ko­ şut olarak, Osmanlı imparatorluğu'nun ekonomik çıkarlarına uygun önlemler alı­ namadı. Aksine, Osmanlı imparatorluğu’ nu hızla yarı sömürge yapacak olan, 1740 kapitülasyonları gibi yeni ekonomik ödün­ ler verildi. Böylece, İmparatorluk, bir yan­ da batılılaşma hareketleri ile güçlenmeye çalışırken, öte yanda verilen kapitülasyon­ larla hızla yarı sömürge olma sürecine gir­ di. Batılılaşma ile yarı sömürge olma ko­ şutluğu nedeniyle toplum bu hareketlerin yararlarını göremedi; yeni kurumların fi­ nansmanı için yeni vergiler gerektiğinden, zararını bile gördü. Dolayısıyla da osmanlı toplumu batılılaşmaya hiçbir zaman hoş gözle bakmadı. Ayrıca XVII. yy.'ın son yıllarından baş­ layarak iyice yaygınlaşan “ malikâne” sis­ temi de toplumun orta kesimlerinin tepki­ sini çekmeye başlamıştı. Malikâne siste­ mi en yaygın bir biçimde “ Lale* devri” olarak bilinen ve Batı ile ilişkilerin yeni bir döneme girdiği 1718-1730 yılları arasında uygulandı. Bütün önemli vergi kaynakları malikâne adı altında zengin mültezimle­ rin eline geçti. Bu bakımdan Lale devri bir yanıyla da, büyük sermayeli mültezimler­ le, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa çevre­ sinde toplanan büyük bürokratların ortak­ lığı dönemi oldu. Lale devri'ne son veren Patrona Halil ayaklanması, bir yanıyla bü­ yük bürokrasi ve büyük sermaye ortaklı­ ğına karşı küçük bürokratların ve küçük sermayenin tepkisini dile getiren toplum­ sal bir olaydı. Bu bakımdan batılılaşma hareketi, daha başlangıcında, toplumun



Osmanlı İmparatorluğu orta ve alt kesimlerinin tepkisini ve düş­ manlığını çeken bir hareket olarak başla­ mış oldu. XVIII. yy.’da Osmanlı imparatorluğu’nun tek başarısı, 1736-1739 Osmanlı-Rus, Osmanlı-Avusturya savaşları oldu. Bu sa­ vaşlarda OsmanlIlar, özellikle Avusturya karşısında başarılı savaşlar verdiler. Os­ manlI kuvvetlerinin avusturya ordusunu Belgrad önünde yenerek kenti kuşatma­ sı Avusturya'yı barışa zorladı. Öte yandan Azak'ı alan ve Kırım'a giren Ruslar, daha sonra Hotin'i de ele geçirmelerine karşın Avusturya'nın savaştan çekilmesi ve Osmanlı-Prusya ittifakı olasılığı karşısında ba­ rışa yanaştılar. Belgrad* antlaşması ile (1739) Osmanlı imparatorluğu, Tuna ve Sava'nın güneyindeki toprakları (Belgrad dahil Sırbistan, Bosna), Küçük Eflak'ı ve Temesvâr'ın doğusunu geri aldı. Bu, Bal­ kanlarda osmanlı egemenliğinin daha bir buçuk yüzyıl sürmesini sağladı. XVIII. yy.’da Kıta Avrupası'nda güçlü bir kara devleti olan Fransa, denizaşırı kıta­ larda İngiltere ile rekabet edemeyince gözlerini kendi anavatanına daha yakın olan, Akdeniz çevresindeki topraklara çe­ virmişti. Akdeniz’in çevresindeki toprakla­ rın da çok büyük bir kısmı Osmanlı impa­ ratorluğu’nun elinde olduğundan, Fran­ sa ister istemez Osmanlı imparatorluğu’ na yanaşmak, onu desteklemek siyaseti­ ne yöneldi. Fransa bu siyaseti sonucu, 1736-1739 savaşlarında Osmanlı impara­ torluğu ile Avusturya ve Rusya arasında arabuluculuk yaptı; bu hizmetine karşılık olarak da 1740 kapitülasyonlarını kopar­ dı. Böylece Fransa XVIII. yy.'ın ilk yarısın­ dan başlayarak Osmanlı imparatorluğu’nda çok büyük ekonomik çıkarları olan bir devlet durumuna girdi. Bu büyük ekono­ mik çıkarları dolayısıyla da Osmanlı impa­ ratorluğu’nun toprak bütünlüğünü savun­ mak Fransa’nın temel siyaseti oldu. Bu si­ yasetin bir gereği olarak, 1768-1774 sa­ vaşlarından önce osmanlı ordusunu güç­ lendirmek için pek çok askeri uzmanı, bu arada ünlü baron de Tott’u Osmanlı impa­ ratorluğu’na gönderdi. Fransa'nın Osmanlı imparatorluğu’na yaklaşma politikası güttüğü sıralarda, Av­ rupa'nın öteki büyük devleti İngiltere’nin ekonomisinde ağırlık merkezi, henüz Amerika kıtası ve bu kıtada bulunan sö­ mürgeleriydi. Bu bakımdan XVIII. yy.'ın ilk yarısında İngiltere, Osmanlı imparatorluğu'nu Fransa'nın müttefiği olarak görüyor ve Kıta Avrupası’nda Fransa’ya karşı Rus­ ya'yı desteklediğinden, Osmanlı-Rusya ilişkilerinde de Rusya'nın yanında yer alı­ yordu. İngiltere’nin bu siyaseti, 1776’da Ame­ rika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığını elde etmesine, dolayısıyla da Ingiltere’nin Kuzey Amerika'daki en değerli sömürge­ lerini kaybetmesine kadar sürdü. Bu ta­ rihten sonra Hindistan’a bağlanan en kı­ sa yolun geçtiği Akdeniz, Kuzey Amerika’ daki kayıplarını Hindistan’da gidermek is­ teyen İngiltere için büyük bir önem kazan­ dı. Dolayısıyla İngiltere, Osmanlı imparatorluğu’nu, Çarlık Rusyası’nın Akdeniz’e inmesini engelleyen tampon bir devlet olarak görmeye ve Rusya'ya karşı Osman­ lI imparatorluğu'nun yanında yer almaya başladı. Uluslararası ilişkiler bu durumda iken, l^histan meselesi yüzünden Osmanlı imparatorluğu Fransa'nın kışkırtmasıyla Rusya’ya savaş açtı (1768). Bu savaş Os­ manlI imparatorluğu için gerçek bir fela­ ket oldu. Osmanlı imparatorluğu ne de­ neyimli, modern savaş yöntemlerini bilen komutanlara ne de disiplinli bir orduya sa­ hipti. Osmanlı orduları, sayıca kendinden pek küçük çarlık orduları karşısında ağır ve utanç verici yenilgilere uğradı. Çarlık orduları Kırım'a girdiği gibi, bir çarlık filo­ su Çeşme'de osmanlı donanmasının he­ men hemen tümünü yok etti. Savaş 1774’ te imzalanan Küçük* Kaynarca antlaşma­ sı ile sona erdi. Bu antlaşma gereği Kırım, Kuban, Bucak bölgeleri Osmanlı Impara-



8939



gösteren bir minyatür



B ü y ü k L a ro u s s e



torluğu'ndan ayrılıyor, bağımsız bir dev­ let (Kırım Hanlığı) oluyordu. Osmanlı im­ paratorluğu ve Rusya bu bölgelerde otu­ ran kabilelerin içişlerine karışmayacaklar, Kırımlılar’ın kendilerinin seçeceği hanlar, yalnız dinsel bakımdan İstanbul'daki hila­ fet makamına bağlı olacaklardı. Küçük Kaynarca antlaşması İle Karadeniz artık bir osmanlı denizi olma özelliğini kaybe­ diyor, İstanbul, osmanlı tarihinde ilk kez denizden tehlike altına giriyordu. Rusya ayrıca osmanlı ortodokslarını koruma ba­ hanesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç­ işlerine karışabiliyor, her yerde açabileceği konsolosluklarla hem haber alma hem de olayları tahrik etme olanağına sahip olu­ yordu. • 1774-1808: Reform denemeleri. Osman­ lI kamuoyu, gerek 1768-1774 savaşların­ dan, gerekse Küçük Kaynarca antlaşması'ndan yeterince etkilendi. 1768-1774 sa­ vaşlarındaki ağır yenilgiler, osmanlı dev­ let adamlarının, askeri ıslahata daha cid­ di olarak sarılmalarına neden oldu. Os­ manlI kamuoyu ve osmanlı devlet adam­ ları Kırım gibi hem müslüman hem de İs­ tanbul’un güvenliği açısından çok önemli bir ülkenin kaybını uzun süre içlerine sin­ diremediler. Küçük Kaynarca antlaşması'ndan 1792 yılına kadar, Kırım’ın geri alınması osmanlı dış politikasının ana he­ defi olurken, bu hedef aynı zamanda as­ keri ıslahatı olumlu yönde de etkiledi. Osmanlı donanmasının çarlık donan­ ması tarafından Çeşme'de hemen hemen tümüyle yok edilmesi üzerine, iyi denizci ve deniz subayı yetiştirmek acil ve önem­ li bir sorun olarak kendini gösterdi. Bu ne­ denle 1773‘te baron de Tott’un da yardı­ mıyla “ IVlühendishanei bahrii hümayun" adıyla bir denizcilik okulu açıldı. Askeri ıs­ lahat 1774'ten sonra da sürdü: özellikle Kara Vezir Seyit Mehmet Paşa'nın ve Ha­ lil Hamit Paşa’nın sadrazamlıklarında bu konuda oldukça önemli işler yapıldı. Eği­ time, humbaracı ve topçu askeri yetiştiril­ mesine özel bir özen gösterildi; "sürat topçuları" adı altında klasik osmanlı top­ çuluğuna göre modern bir topçu sınıfı oluşturuldu. Başta Fransa olmak üzere Avrupa'dan askeri uzmanlar getirtildi. Bunların yardımıyla sınır kaleleri güçlen­ dirildiği gibi, çağdaş bilgilere sahip subay yetiştirme işine de hız verildi. Osmanlı İmparatorluğu 1774 Küçük Kaynarca antlaşması’nın yarattığı bunalımı atlatamamış ve askeri ıslahattan henüz sonuç alama­ mışken, Rusya, bir olupbittiyle Kırım, Ku­ ban ve Taman bölgelerini işgal ettiğini ve kendi topraklarına kattığını ilan etti (1783). Rusya ile bir savaşı göze alamayan Os­ manlI imparatorluğu bu olupbittiyi yalnız­ ca protesto etmekle yetinmek zorunda kaldı. Ancak Kırım'ın Çarlık Rusyası tara­ fından ilhakı, Küçük Kaynarca'dan sonra ikinci ağır darbe oldu ve Rusya'ya karşı



savaş düşüncesi daha da güçlendi. Nite­ kim 1787 yılında Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya savaş ilan etti. Ancak bir süre sonra Avusturya Osmanlı imparatorluğu’ na savaş ilan edince osmanlı kuvvetleri iki cephede savaşmak zorunda kaldı. 1787-1792 savaşları, 1768-1774 savaşları gibi büyük bozgun ve yenilgiyle sonuçlan­ madı. 1789 yılında çıkan Fransız devrimi, kısa süre sonra tüm Avrupa’yı ilgilendiren bir sorun ve Kıta Avrupası’nın feodal kral­ lıklarını, özellikle feodal Avusturya'yı teh­ dit eden önemli bir tehlııte halini alınca osmanlı kuvvetleri Avusturya karşısında ol­ dukça başarılı oldular, ancak, Rusya kar­ şısında gene de yenilgilere uğradılar. Fransız devrimi'nin kendi ülkesini tehdit et­ mesi üzerine Avusturya, Osmanlı impara­ torluğu ile barışa yanaştı (Ziştovi* antlaş­ ması, 1791). Bu antlaşma iie Osmanlı dev­ leti küçük bir toprak kaybı dışında hemen hemen eski sınırlarını korudu. Avusturya savaştan çekilince, Rusya da tek başına savaşı sürdüremedi ve 1792 yılında Os­ manlI imparatorluğu ile Yaş* antlaşması’ nı imzaladı. Bu antlaşma ile Osmanlı İm­ paratorluğu, Kırım'ın Çarlık Rusyası tara­ fından ilhakını kabul ediyor Turla (Dniestr) ile Bug ırmağı arasındaki Ûzl Kırı denilen araziyi Rusya’ya bırakıyordu. Amcası Abdülhamit l'in ölümü üzerine (1789) Rusya ve Avusturya’ya karşı sürdü­ rülen 1787-1792 savaşı sırasında tahta çı­ kan Selim III, veliahtlığından beri tasarla­ dığı köklü yenileştirme hareketlerini bu sa­ vaşın sonuna kadar ertelemek zorunda kaldı. Yaş antlaşmasıyla (1792) başlayan barış döneminde artık iyice bozulmuş olan Yeniçeri ocağı dışında düzenli, yeni bir ordu kurmaya karar verdi. “ Nizamıcedit" adlı bu ordu, batı orduları gibi eğiti­ lecek, Avrupalılar'ın geliştirdiği silahlarla yeni savaş taktikleri uygulayacaktı. 12 000 kişiden oluşan bu ordu, Avrupa'dan ge­ tirtilen subayların ve askerlik uzmanlarının gözetiminde İstanbul’da ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde eğitilmeye başlandı. Masraflarını karşılamak İçin de gelenek­ sel osmanlı kuruluşlarından ayrı olarak tı­ mar vb. bazı vergi dışı akarları kapsayan "Iradı cedit" adlı yeni bir gelirler hâzinesi oluşturuldu. Yine batılı teknisyenlerin gö­ zetimi altında modern silah ve cephane yapan fabrikalar kuruldu; türk subayları­ nı eğitmek amacıyla teknik okullar açıldı. Ayrıca, yönetim mekanizmasını yenilemek için bazı girişimlerde bulunulduysa da, bu çabanın başarı oranı düşük oldu. Öte yandan, yozlaşmış benliğini koruyan Ye­ niçeri ocağı’nın Nizamıcedit'e karşı düş­ manca bir tavır takınması üzerine padişah yeni ordunun kullanım alanını ve sayısını sınırlı tutmak zorunda kaldı. Bu arada, za­ manının büyük bölümünü bağımsız dav­ ranışlara yönelen Afrika'daki Garp ocak­ ları, yerli beyler elinde kalan Mısır, buyruk



OSMANLI İMPARATORLUĞU NUN GERİLEMESİ VE CÖKÜSÜ (1683-1920)



dinlemeyen Cezzar Ahmet Paşa’nın ege­ men olduğu Suriye kölemen yönetimi al­ tına giren Bağdat ve yöresi, Vahhabiler’in dinsel bir yönetim kurdukları Neclt, Ana­ dolu ve Rumeli’de derebeylik hevesine ka­ pılan ayandan güçlü kişilerin çıkardığı ayaklanmaları bastırma gibi sorunlarla uğ­ raşmaya ayıran Selim III, Mısır seferine çı­ kan Napoléon Bonaparte’ın İskenderiye'yi ele geçirmesi üzerine (1798) İngiltere ve Rusya ile anlaşarak Fransa’ya savaş ilan etti. Türk-fransız barışı’yla (1802) Mısır'da­ ki savaş sona ererken, Rysya, Avusturya ve devrim Fransası hizmetindeki ajanla­ rın kışkırttığı sırp milliyetçilerinin ayaklana­ rak Belgrad’ı işgal etmeleri (1806), yeni bir Türk-Rus savaşı (1806-1812), padişahı or­ dusunun büyük bölümünü oluşturan Ye­ niçeri ocağı’yla anlaşmak zorunda bırak­ tı. Şiddetli bir muhalefetle karşılaştığında sinen, kendi başlattığı yenilik hareketleri­ ni ve Nizamıcedit ordusunu her zorluğa karşın destekleyecek güçten yoksun olan Selim III, sonuçta tutucuların düzenlediği Kabakçı* Mustafa ayaklanması’™ da en­ gelleyemedi ve tahttan indirildi (1807). Se­ lim III sarayda hapsedilirken, yerine ge­ çen amcaoğlu Mustafa IV'ün (1807-1808) yönetimindeki tutucular, ıslahat hareketle­ rine son verdiler ve ıslahatçıların çoğunu öldürdüler. Ancak, sağ kalan ıslahatçıları çevresine toplayarak İstanbul'a giren Rus­ çuk âyanı ve Tuna seraskeri Alemdar Mustafa Paşa’nın BabIâli ve saray baskı­ nı, sadrazam Çelebi Mustafa Paşa’nın az­ ledilip tutuklanması, bu arada tutucuların büyük yenilikçi Selim lll'ü öldürmesi, kı­ sa süren bir hükümdarlık döneminden



sonra Mustafa IV’ün tahttan indirilmesi, ıs­ lahatçı kardeşi Mahmut ll'nin cülusu, Ka­ bakçı başta olmak üzere ayaklanmacıla­ rın cezalandırılması ve kendisinin de sad­ razam olmasıyla sonuçlandı (1808). • 1808-1839: Mahmut ll'nin saltanatı. “ Sekbanıcedit" adı altında Nizamıcedit’i yeniden kuran sadrazam Alemdar Mus­ tafa Paşa, Alemdar* vakası denen yeni­ çeri ayaklanmasında öldü. Bunun üzeri­ ne Mahmut II, yerini almasından korktu­ ğu ağabeyi Mustafa IV’ü idam ettirdi ve ayaklanmacılarla anlaşmaya varılması üzerine Sekbanıcedit kaldırılırken, tutucu yönetim yeniden kuruldu (1808). İngilte­ re ile yapılan Çanakkale barışı (1809); Besarabya (Bucak) ve Boğdan'ın bir bölü­ münün elden gitmesine karşın, Ruslarla imzalanan Bükreş* antlaşması (1812), Os­ manlI devletinin soluk almasına olanak sağladı. Ardından, Mekke Vahhabiler’den geri alındı, Kara Yorgl’nin başlatmış oldu­ ğu sırp ayaklanması bastırıldı (1813). Böylece ıslahatla uğraşma fırsatı bulan Mah­ mut II, yarı bağımsız valileri, derebeyleri, âyanla yarandan başına buyruk kişileri, yerel ağaları ve öteki baskı gruplarını de­ netim altına aldı. Yönetim sistemini mer­ kezciliğe önem vererek yeniden düzenle­ yen padişah, kısa sürede Anadolu, Irak ve Rumeli’nin büyük bölümünde devlet otoritesini kurmayı başardı. Yunan ayak­ lanmasının başlamasıyla (1821) Mora’da yunan bağımsızlığının ilan edilmesini (1822) izleyen birtakım önemli olaylar bi­ le hızla sürdürülen yenilik hareketlerini durduramadı. Mora’da karaya çıkan mı­ sırlı İbrahim Paşa’nın ordusu (1825) Me-



solongion ve Atina’ya girerek yunan ayak­ lanmasını bastırmanın son aşamasına ge­ lirken (1826), İstanbul'da ulemanın para­ sal gücünü kırmak için Evkaf nezareti'ni kuran ve böylece yeniçerileri ilmiye sınıfı­ nın desteğinden yoksun bırakan Mahmut II, Yeniçeri ocağı’nı ortadan kaldırdı (Vakai hayriye*). Yunan ayaklanmasının sön­ meye yüz tutan alevini yeniden canlandır­ mak için rus, İngiliz, transız birleşik deniz kuvvetlerinin Navarin’de türk-mısır ortak donanmasını yok etmesi (1827) yüzünden başlayan ve Edirne* antlaşması (1829) ile sona eren Türk-Rus savaşı’nda (1828 -1829) Osmanlı devleti önce Yunanistan’ın özerkliğini (1829), sonra da bağımsızlığı­ nı (1830) tanımak zorunda kaldı. Cezayir’ in Fransızlar tarafından işgal edilmesi ve Sırbistan'a da özerklik verilmesine (1830) karşın, padişah, özellikle sarık ve kavuk yerine fesi getirerek yaptığı kıyafet düzen­ lemesiyle (1828) yenileşme hareketlerin­ de kararlı olduğunu gösterdi. Bu arada, uzun vadeli tasarımları yüretmek için ye­ ni daireler kuruldu; devlet memurlarına, öldüklerinde mallarının devlete değil de doğrudan mirasçılarına kalması, emekli­ lik hakkının tanınması, maaşların düzenli olarak hükümet eliyle ödenmesi gibi da­ ha büyük ölçüde güvence sağlandı. Isla­ hat hareketleri birbiri ardınca sürüp gider­ ken, yönetime karşı ayaklanan Mısır vali­ si Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu İb­ rahim Paşa komutasına verdiği kuvvetler Suriye'yi istila ederek (1831) padişahın or­ dusunu Konya’da bozguna uğrattıktan (1833) sonra İstanbul'a korkulu günler ya­ şatmaya başladı. Rusya'dan yardım iste-



Osmanlı imparatorluğu mek zorunda kalan Mahmut II, Hünkâr* iskelesi antlaşması'nı imzaladı (1833). Böylece İstanbul mısır ordusunun tehdi­ dinden kurtulduysa da Suriye Mehmet Ali Paşa’ya bırakılmış oldu (Kütahya antlaş­ ması, 1833). Ancak, yenilginin öcünü al­ maya kararlı olan padişah, yenilik hareket­ lerini sürdürmenin yanında sefer hazırlık­ larına da başladı: yabancı uzmanların gözetiminde büyük bir “ Doğu ordusu” oluşturdu; bu orduya mühimmat yetiştire­ bilmek ve iletişimi sağlayabilmek için ye­ ni yollar yaptırdı; bir posta servisi düzen­ ledi (1834); BabIâli’de Tercüme odası’nı ve yabancı ülkelerde daimi elçilikler açarak batı dillerinin öğrenilmesi ve batı kültürü­ nün tanınması yolunda olanak sağladı; Di­ vanı hümayun'un yerine Heyeti vükela’yı ve Adliye nezareti’nin çekirdeği olan Di­ vanı deavi nezaretl'ni kurdu (1838). Tüm bu yenilikleri gerçekleştirdikten sonra da Mısır’a sefer açtı (1839). Seçkin ordusu­ nun Nizip’te yeniden bozguna uğradığı­ nı öğrenmeden ölen Mahmut II (1839), geride eskisine göre küçülmüş, ancak ol­ dukça yenilenmiş bir imparatorluk bırak­ tı. • 1839-1876: Tanzimat dönemi. Abdülmecit'in padişahlık dönemi (1839-1861) Gülhane hattı hümayunu okunarak ilan edi­ len Tanzimat’la başladı. Hükümet ve dev­ let kurulları (Mecalisi devleti âliye), yönet­ sel ve parasal denetim, adliye ve ilmiye yenilikleri, askerlik işleri gibi başlıca dört alanda yeni düzenlemelerin öngörüldüğü Hattı hümayun, gerçekte Avrupa devlet­ lerinin baskısıyla yurttaşın, özellikle reaya­ nın (hıristiyan tebaa) ana haklarını güven­ ce altına alan bir belge niteliğindeydi. Bu­ na göre, padişah başta olmak üzere hiç kimse mahkeme kararı olmadan kişiyi idam ettiremeyecek ya da sürgüne gönderemeyecek; vergiler, müslüman ve hıristiyanlardan eşit olarak yasalar uyarın­ ca toplanacak; yurttaşlık hakları ırk ve din farkı gözetilmeksizin korunacak; hıristiyanlar da asker ve devlet memuru olabileceklerdi. Tanzimat dönemi osmanlı toplum yaşamına olduğu kadar ede­ biyat ve düşünce alanına da yenilikler getirdi. Eğitim, ulemanın denetiminden çıktı, medreseler dışında çağcıl okullar açıldı; türk edebiyatında başlamış olan batılılaşma hareketleri Tanzimat’la birlikte daha da hızlanınca, doğu edebiyatı çer­ çevesinden çıkmanın gereğine inananlar tarafından "Tanzimat edebiyatı" diye anı­ lan yeni bir edebiyat türü geliştirildi. Öte yandan, Londra* antlaşması’yla (1840) Suriye yeniden osmanlı topraklarına katı­ lırken, Mısır valiliği miras olarak Mehmet Ali Paşa ve ailesine bırakıldı (1841). Mah­ mut II döneminde kurulmuş olan ilkokul­ larla rüştiyeleri (ortaokul) ve yeni açılan idadileri (lise) yönetmek üzere Maarifi umumiye nezareti kuruldu (1847); Mülte­ ciler* sorunu türk tezi doğrultusunda çö­ zümlendi (1849) ve Encümeni daniş’in (bi­ lim akademisi) açılış töreni yapıldı (1851). Prut ırmağını geçen rus ordusunun Memleketeyn’e (Eflak-Boğdan) girmesiyle baş­ layan Türk-Rus savaşı (1853-1856), daha sonra İngiltere ve Fransa’nın da Osmanlı devletinin yanında Rusya’ya karşı savaşa girmesi üzerine (1854) "Kırım* savaşı" de­ nen büyük çatışmaya dönüştü. Kırım savaşı'nın ağır harcamaları, Osmanlı devle­ tini tarihinde ilk kez dış ülkelerden para bulmak zorunda bırakınca, Londra'da im­ zalanan 5 maddelik bir sözleşmeyle (1855) İngiltere ve Fransa'dan °/o 4 faizle 5 mil­ yon İngiliz altını borç alındı. Bu borç İçin Mısır haracı, İzmir ve Suriye gümrükleri­ nin geliri karşılık gösterildi. Bu arada, Türkiye’de işletmeye açılan ilk telgraf hat­ tı, Malakoff zaferi üzerine Kırım’dan İstan­ bul’a çekilen ilk telgrafta Sivastopol’ün düştüğü müjdesini iletti (1855). Paris* ant­ laşmasıyla (1856) sona eren Kırım savaşı’nın sonucunda, Rusya'nın elinde bulu­ nan Tuna ırmağı deltasının ağızlarındaki adalar osmanlı topraklarına katıldı. Batılı devletlerin, özellikle dış borçların ödene-



memesi yüzünden Osmanlı İmparatorlu­ ğ u ’nun iç işlerine karışmaya başlamaları üzerine Tanzimat* fermanı’nda reaya ya­ rarına birtakım değişiklikler yapıldı (1856); birleşik Eflak ve Boğdan voyvodalıkları adını alan Memleketeyn'e özerklik tanın­ makla (1858) gelecekteki bağımsız Ro­ manya’nın temelleri atıldı;, bir hıristiyan mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul edilen Lübnan sancağına ayrıcalıklı özerk­ lik tanındı (1861) ve Abdülmecit, yine bü­ yük dış borçlanmalara gidilerek yaptırılan görkemli Dolmabahçe sarayı'nda öldü (1861). Abdülmecit'in kardeşi ve ardılı olan Abdülaziz tlöneminde (1861-1876) de imparatorluk önemli iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla yetinmeyen azınlıkların istekleri giderek arttı. Doğal olarak, batılı devletlerin de bir süredir alışageldikleri gibi bu istekler doğ­ rultusunda Babıâli üzerindeki baskıları yo­ ğunlaştı. Öte yandan, Rumeli'de slav öğe­ leri kışkırtmayı gelenekleştiren Rusya’nın özendirmesi üzerine bağımsızlık istemiy­ le başlayan Karadağ ayaklanması kısa sü­ rede bastırıldıysa da (1862), imparatorluk yönetiminin Karadağ’da aldığı önlemlere Fransa ve Rusya birlikte karşı çıkınca, uy­ gulama işkodra barış antlaşması’yla (1862) durduruldu. Bundan yüreklenen Sırplar ve Ulahlar (Rumenler) da bağım­ sızlık yolunda harekete ğeçtiler. imzalanan iki İstanbul protokolü (1862 ve 1864) ile önce türk egemenliğinde bulunan sırp ka­ lelerinden üçü Sırbistan’a bırakıldı; müslümanların sadece kalelerde oturabilecek­ leri kabul edildi ve Belgrad kentindeki türk karakolları kaldırıldı; sonra da Romanya adını alan Memleketeyn’ln birliği ve Prus­ ya hanedanından Carol'un (Kari Hohenzollern) prensliği onaylandı. Mısır valisi İs­ mail Paşa'nın isteği doğrultusunda valili­ ğin babadan oğula geçmesi kabul edildi ve mısır valilerine "hıdiv” unvanı verildi (1866). Ancak, Girit'in Yunanistan’a katıl­ ma isteği kabul edilmedi ve sadrazam Âli Paşa’nın hazırladığı nizamnameyle Girit için özel bir yönetim öngörüldü (1867). Bu arada, ortaya çıkan meşrutiyet yanlısı Ye­ ni OsmanlIlar, Tanzimat'a karşı propagan­ daya başladılar. Eleştiriler, giderek güçle­ nen ve hükümete karşıt tutum takınan ba­ sına (Tercümanı ahval, Tasviri efkâr vb.)_da yansıdığından, yönetim "KararnameiÂli" denen sansür yasasını çıkardı (1867). Ağır borçlar altında ezilen osmanlı mâliyesin­ de yeni düzenlemelere gidilirken, Fransa ve Ingiltere İle imzalanan ticaret anlaşma­ larıyla bu devletlere kapitülasyonlara ek olarak ticaret ayrıcalıkları verildi. Avrupa ile ticaret ilişkilerini geliştirmek isteyen hü­ kümet, Londra ve Paris sergilerine katıl­ dı. Paris sergisi dolayısıyla Abdülaziz, Pa­ ris, Londra ve Viyana’yı kapsayan bir Av­ rupa gezisine çıktı (1867). Abdülaziz’in Av­ rupa’dan dönüşünde padişahın bile yet­ kilerini sınırlayan bir nizamnameyle Millet meclisi durumunda büyük bir "Şûrayı devlet" ve adliyenin bağımsızlığı anlamın­ da bir "Divanı ahkâmı adliye" kurularak demokrasi yolunda önemli bir adım atıldı (1868). Fransızca eğitim yapan Galatasa­ ray sultanisi'nin açılmasıyla eğitim alanın­ daki yeniliklerin ilki gerçekleştirildi. Ardın­ dan, eğitim sorununa yeni düzenlemeler getiren "Maarifi umumiye" nizamnamesi yayımlandı (1869). Bunu askeri rüştiyelerle idadilerin kurulması, fibbiyei mülkiye mektebi’nin öğrenime açılması İzledi. Bu ara­ da, ordu için yeni silahlar alındı; güçlen­ dirilen donanma, İngiltere’den sonra dün­ yanın ikinci büyük deniz kuvveti durumu­ na getirildi. Rumeli ve Anadolu demiıyollarının yapımı başlarken, "idarei Aziziye” adıyla bir denizyolları İşletmesi kuruldu; Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak üzere "Şir­ keti hayriye” ye imtiyaz verildi. Türk mede­ ni kanunu sayılan Mecelle'nin yayımlan­ masına da başlandı. Reformlar konusun­ da Osmanlı imparatorluğu’nu destekle­ yen Fransa’nın savaştığı Prusya'ya yenil­ mesi üzerine (1870) bundan yararlanmak üzere harekete geçen Rusya, Paris ant­



laşması'nın (1856) bağlayıcı hükümlerini tanımadığını ilan etti. Bu arada, Rum ortodoks kilisesi’nden ayrılarak ulusal kilise­ leri çevresinde toplanan Bulgarlar da ba­ ğımsızlığa giden yolda önemli bir adım at­ tılar. Öte yandan, sadrazam ve Hariciye nazırı Âli Paşa’nın ölümüyle (1871) salta­ natının ikinci dönemi başlayan Abdülaziz, alınan mali önlemlerin sağladığı geçici re­ faha dayanarak harcamalarını büyük öl­ çüde artırdı. Dış siyasette Rusya yanlısı bir tutum izleyen bu dönem sadrazamların­ dan Mahmut Nedim Paşa, padişahın keyfi isteklerine kayıtsız şartsız teslim olurken, saraya para yetiştirebilmek için her çare­ ye başvurdu. Tanzimat geleneğine aykırı olarak aziller ve sürgünler yeniden baş­ ladı. Buna ek olarak kıtlığa neden olan ku­ raklık ve sel felaketleri de'köylüler arasın­ da geniş bir hoşnutsuzluk yarattı. Merkez­ leri Rusya'da bulunan slav cemiyetlerinin Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Bul­ garistan hıristiyanlarını ayaklandırmak için uzun süredir harcadıkları çabalar, Hersek ayaklanması'nın patlak vermesiyle sonuç­ landı. (1875). Öte yandan, 1855’te başla­ yan dış borçların tutarı yıllık ulusal gelirin yarısından çoğuna yükselince (1875), “ Tenzili faiz" kararı alındı. Buna göre dış borç faizlerinin yarısı nakit olarak, yarısı da yeni hisse senetleri çıkarılarak borcu borç­ la ödeme durumunda kalındı. Bu durum­ da devlet hâzinesinin kendi iflasını açık­ lamış gibi olması üzerine İngiliz ve fransız hükümetleri bankerlerine BabIâli’nin bundan böyle almak İsteyeceği krediler­ den ötürü hiçbir sorumluluk üstlenmeye­ ceklerini ilan ettiler. Böylece Osmanlı dev­ leti iç ve dış tüm parasal saygınlığını yitir­ di. Bu arada, parasal güçlükler içinde bo­ calayan devletin bir türlü bastıramadığı Hersek ayaklanması, Bosna’ya da sıçra­ dı. Bosna-Hersek'e göz dikmiş olan Avusturya-Macaristan Başbakanı kont Andrâssy, BabIâli’ye sorunun sözde çözümü için kendi adıyla anılan ıslahat ta­ sarısını sundu. İstanbul’da öneri üzerinde görüşmeler sürüp giderken, bulgar ayak­ lanması başladı (1876). Aynı yıl Selanik* vakası sırasında iki yabancı konsolosun (fransız ve alman) öldürülmesi avrupa ka­ muoyunda türk düşmanlığını büsbütün artırdı. Öte yandan, meşrutiyet yanlısı Mit­ hat Paşa ile arkadaşlarının kışkırtmasıyla İstanbul'da ayaklanan medrese öğrenci­ lerinin baskısı üzerine azledilen Mahmut Nedim Paşa’nın yerine Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlığa getirildi. Hükümette koltuksuz nazır olarak görev alan Mithat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, şeyhül­ islam Hayrullah Efendi ve sadrazam (dört­ lü cunta), Abdülaziz’i tahttan indirmek için hazırlıklara giriştiler. Selanik vakasından sonra İngiltere dışında 5 büyük devlet .(Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa ve İtalya) ağır koşullar İçeren Ber­ lin memorandumu’nu hazırladı ve bunu BabIâli'ye vermeyi kararlaştırdı. Ancak, buna fırsat kalmadan, şeyhülislamın özel­ likle padişahın dengesizliğini ve savur­ ganlığını vurgulayarak kaleme aldığı hal fetvasıyla Abdülaziz tahttan indirildi (30 mayıs 1876) ve yerine yeğeni Murat V tah­ ta çıkarıldı. Cülusundaki olağandışı koşul­ lar ve uzun süre hapiste kalması yüzün­ den sinirleri bozulan Murat V, amcası Ab­ dülaziz’in kanlı ölümü ve bunu izleyen Çerkez* Haşan vakası üzerine büyük bir sarsıntı geçirerek rahatsızlanınca, 93 gün sonra, Sırbistan’la Karadağ'ın Osmanlı devletine karşı savaşa başladıkları sırada tahttan indirilip yerine kardeşi Abdülhamit II getirildi (31 ağustos 1876). • 1876-1878: Birinci meşrutiyet. Tanzimat’ ın batılılaşma ortamı içinde yetişen ve Mit­ hat Paşa ile arkadaşlarına meşrutiyeti ilan edeceğine söz vererek tahta çıkmış olan Abdülhamit ll’nln dönemi (1876-1909) Sırp­ larla Karadağlılar’a karşı kazanılan zaferle­ re karşın, Rusya'nın savaşa son verilmesi konusundaki ültimatomunu BabIâli’nin ka­ bul etmesiyle başladı. Böylece ödeneme­ yen dış borçlar yüzünden Batı’dan hiç



8941.



«Dduımecıt



Osmanlı imparatorluğu 8942



A b d ulh am it II



y a r d ım g ö r m e y e n v e R u s y a 'n ın t o r ş ıs ın d a y a ln ız k a la n O s m a n l ı d e v le t i, S ır b is t a n v e K a r a d a ğ ile a t e ş k e ş im z a la d ı. B u a r a d a , a n a y a s a n ın h a z ı r l a n m a s ı iç in o lu ş t u r u la n k o m is y o n ç a lı ş m a l a r ın a b a ş l a d ı ; is tifa e d e n R ü ş t ü P a ş a 'n ı n y e r i n e M i t h a t P a ş a s a d r a z a m l ı ğ a g e t ir ild i. Ö t e y a n d a n , P a r is a n t l a ş m a s ı ’ n d a im z a s ı b u l u n a n d e v l e t l e r B a lk a n la r 'd a k i d u r u m u g ö r ü ş m e k ü z e r e İ s t a n b u l ’d a t o p l a n d ıl a r ( T e r s a n e * k o n f e ­ ra n s ı) . A y n ı g ü n B ir in c i m e ş r u t i y e t l e b ir ­ lik te A n a y a s a ( K a n u n u e s a s i) ila n e d ild i ( 2 3 a r a l ık 1 8 7 6 ) . R u m e li ’d e k i a z ı n lı k l a r a v e r i­ le c e k a y r ı c a lı k l a r k o n u s u r t ö a a ş ır ı is t e k le ­ ri e n g e l l e m e k a m a c ı y l a M e ş r u t i y e t i n ila n e d ild iğ i T e r s a n e k o n f e r a n s ı ’ n a y a n s ıt ıld ı. • A n c a k , A n a y a s a ’y ı c i d d i y e a l m a y a n b ü ­ y ü k d e v le t le r , O s m a n l ı I m p a r a t o r lu ğ u ’n u B a lk a n la r 'd a ö n e m li ö d ü n le r v e r m e y e z o r ­ la y a n b ir p r o g r a m s u n d u la r . B a b I â l i 'n i n g e r i ç e v ir d iğ i T e r s a n e k o n f e r a n s ı'n ın k a ­ r a r la r ı, p a d iş a h ın is t e ğ iy le o la ğ a n ü s t ü b ir m e c l is t e y e n i d e n g ö r ü ş ü l e r e k b ir k e z d a ­ h a r e d d e d i ld i . R e t k a r a r ın ın T e r s a n e k o n f e r a n s ı 'n ı n s o n t o p l a n t ı s ı n d a ( 2 0 o c a k 1 8 7 7 ) ilg ili d e v l e t l e r e b ild ir ilm e s i, a v r u p a lı d e le g e le r a r a s ın d a a n la ş m a z lık ç ık m a s ı­ n a v e k o n f e r a n s ın d a ğ ıl m a s ı n a y o l a ç t ı. K o n f e r a n s ın d a ğ ıl m a s ı n d a n h e m e n s o n ­ r a M i t h a t P a ş a ’y ı a z l e d e n A b d ü l h a m l t II, a y r ı c a A n a y a s a ’ n ın ü n lü 1 1 3 . m a d d e s in e d e d a y a n a r a k o n u y u rtd ış ın a s ü rd ü , a n ­ c a k , k a n u n u e s a s i ’n in g e r e ğ in i y e r in e g e ­ t i r e r e k s e ç im id r i y a p t ır d ı, ilk M e b u s a n m e c l is i ’ n i a ç t ı ( I s H ı ı a r t 1 8 7 7 ) . B u a r a d a , s a v a ş is te y e n R u s y a 'n ın b u k a r a r ın ı e n g e l ­ l e m e k iç in h a r e k e t e g e ç e n İn g ilt e r e ’ n in g i­ r iş im iy le h a z ı r l a n a n L o n d r a p r o t o k o lü , o s m a n lı M e b u s a n v e  y a n m e c l is l e r i n d e g ö r ü ş ü l e r e k r e d d e d ilin c e , R u s y a O s m a n lı i m p a r a t o r lu ğ u ’ n a s a v a ş a ç t ı ( 2 4 n is a n 1 8 7 7 ) . D o k s a n ü ç * h a r b i 'n i n ( 1 8 7 7 - 1 8 7 8 T ü r k - R u s s a v a ş ı) O s m a n lıla r ’ ın y e n ilg is iy le s o n a e r m e s i ü z e r in e , A v r u p a d e v le t le r i R u s la r ’ın İs t a n b u l'u e le g e ç ir m e s in i ö n le ­ m e k iç in b a ş t a İn g ilte r e o lm a k ü z e r e iş e k a ­ r ış m a k g e r e ğ in i d u y d u la r A y a s te fa n o s * a n tl a ş m a s ı ’y l a ( 3 m a r t 1 8 7 8 ) R o m a n y a , S ır ­ b is t a n v e K a r a d a ğ ’a b a ğ ım s ı z lı k v e t o p ­ r a k v e r m e y i; T u n a 'd a n E g e 'y e u z a n a n v e M a k e d o n y a ’y ı d a i ç e r e n ö z e r k b ir B u l g a ­ ris ta n ’ ı t a n ım a y ı; B a lk a n la r 'd a K u z e y D o b r u c a ile T u n a d e lt a s ın d a k i a d a la r ı, A n a d o ­ lu ’d a B a t u m , K a r s , A r d a h a n v e B a y e z it s a n c a k la r ı n ı R u s y a ’y a b ır a k m a y ı; a y r ı c a d a a ğ ı r s a v a ş t a z m in a t ı ö d e m e y i k a b u l e t ­ m e k z o r u n d a k a la n O s m a n lı im p a r a t o r lu ­ ğ u , b a tılı d e v le t le r in d ip lo m a t ik b a s k ıs ı s o ­ n u c u t o p l a n a n B e r lin * k o n g r e s i ’ n d e b u a ğ ı r k o ş u lla r ın h a f if le t llm e s iy le b ü y ü k b ir y ü k t e n k u r t u ld u , im z a l a n a n B e r lin * a n t la ş ­ m a s ı (1 3 t e m m u z 1 8 7 8 ) g e r e ğ i n c e ö z e r k ­ lik v e r ile n B u lg a r is t a n 'ın s ın ır la r ı d a r a lt ıld ı­ ğ ı g ib i, ik iy e d e b ö lü n d ü : k u z e y d e k i a s ıl B u lg a r is t a n T ü r k i y e 'y e b a ğ lı b ir p r e n s lik d u r u m u n a g e t ir ilir k e n , g ü n e y b ö l ü m ü d e " D o ğ u R u m e li ” a d ı y l a ö z e r k b ir v ila y e t e d ö n ü ş t ü r ü ld ü v e h ır is t iy a n b ir v a lin in y ö ­ n e t i m i n e b ır a k ıld ı. B a ğ ı m s ız l ı ğ ı t a n ı n a n R o m a n y a , S ır b is t a n v e K a r a d a ğ ’ın t o p r a k k a z a n ç la r ı a z a lt ıld ı. B a lk a n la r 'd a B e s a r a b y a ile b ir lik t e A n a d o l u 'd a B a t u m , K a r s v e A r d a h a n s a v a ş t a z m in a t ı o la r a k R u s y a ’y a v e r ild i. B o s n a - H e r s e k v e Y e n i P a z a r 'ın y ö ­ n e tim i, e g e m e n li k h a k k ı O s m a n lı d e v le t in ­ d e k a lm a k ü z e r e A v u s t u r y a 'y a b ır a k ıld ı. B u a r a d a , R u s y a ’y a k a r ş ı y a p ı l a n a y r ı b ir T ü r k - in g iliz a n t l a ş m a s ıy la K ıb r ıs ’ın y ö n e ­ tim i d e g e ç i c i b ir s ü r e iç in İ n g i lt e r e 'y e v e ­ rild i. • 1 8 7 8 -1 9 0 8 : A b d u lh a m it II rejim i. B u a n t ­ la ş m a la r ı e le ş t ir e n v e o n a y l a m a k t a n k a ç ı­ n a n M e c lis i m e b u s a n ’ı A n a y a s a ’n ın k e n ­ d is in e v e r d iğ i y e t k iy e d a y a n a r a k s ü r e s iz t a t ile s o k a n A b d ü l h a m i t II, d e v l e t y ö n e t i­ m in i g i d e r e k t e k e l in e a ld ı. Y ö n e t im m e r ­ k e z i k o n u m u n a g e t i r d iğ i Y ıld ız s a r a y ı ç e v ­ r e s i n d e o lu ş m a y a b a ş la y a n y ü k s e k u le ­ m a , b ü r o k r a s i v e p a ş a la r a r is t o k r a s is in i r ü t b e le r , m a a ş l a r v e b o l ih s a n la r l a k e n d i ­ s in e b a ğ la m a y ı b a ş a r d ı. S a d r a z a m y a d a b a ş v e k il u n v a n ıy la a t a d ı ğ ı h ü k ü m e t b a ş k a n la r ın ı K a n u n u e s a s i ile t a n ı n a n y e t k ile ­



sı için önce Askeri tıbbiyö'de kurulan gizli ri bir yana, geleneksel yetkilerinden bile cemiyetin (1890) etkinlikleri, kısa sürede yoksun bıraktı. Fransa'nın Tunus'a elkoyHarbiye başta olmak üzere İstanbul'daki masının (1881) ülkede yarattığı olumsuz tüm yükseköğrenim kuruluşlarına yayıldı. tepkileri, Abdülaziz’in öldürülmesinden Çoğunluğu subaylardan oluşan bu gizli sorumlu tuttuğu Mithat Paşa'nın Yıldız sacemiyet üyeleri, aralarına sivilleri de alıp rayı'ndaki özel mahkemede yargılanma­ çeşitli komiteler kurdular ve baskı yöneti­ sına dikkatleri çekerek yok etmeye çalış­ mine başkaldıran bir aydın hareketi niteli­ tı. Bu arada, dış borçların ödenmesi için ğinde ortaya çıktılar. Polis kovuşturmasın­ Muharrem kararnamesiyle (20 aralık dan kurtulmak için Avrupa'ya kaçan ce­ 1881) avrupalı görevlilerin yönetiminde miyet üyeleri, Jön* Türkler adıyla Paris ve Düyunu umumiye idaresi kurulduktan Cenevre'de merkezler oluşturdular (1902). sonra 191 milyon İngiliz altını olan borç Daha sonra "ittihat ve Terakki” adını alan toplamında indirme yapılarak 106 milyon cemiyetin asker üyeleri. Manastır ve Se­ İngiliz altınına düşürüldü. Ertesi yıl Mısır’ı lanik’teki birlikleri denetim altına alarak işgal eden Ingilizler’i (1882) bundan böy­ le en tehlikeli devlet sayan padişah, on­ Abdülhamit II yönetimine karşı ayaklandı­ lar (1908). Saray'a Kanunuesasi’nin yürür­ larla doğrudan bir savaşa girmektense, lüğe konmasını isteyen telgraflar yağma­ batılı devletler arasındaki geleneksel re­ ya başlayınca, bunalan ve çaresiz kalan kabetten yararlanmayı yeğledi. Mithat ve padişah, ikinci meşrutiyeti ilan etmek zo­ Mahmut Celalettin paşaların atıldıkları Taif runda kaldı (23 temmuz 1908). zindanında boğularak öldürülmelerini (1884) göz ardı ederken, Doğu Rumeli vi- • 1908-1922: İkinci meşrutiyet. İmparator­ luğun içine düştüğü kargaşadan yararla­ layeti’nin Bulgaristan’la birleşmesine de, nan Avusturya, Bosna-Hersek’i toprakla­ Slavlar’ın koruyucusu rolünü üstlenen Rus­ rına kattı; bağımsızlığını duyuran Bulga­ ya ile yeni bir çatışmaya girmekten özel­ ristan prensliği, krallığa dönüştü ve Girit, likle kaçındığı için seyirci kaldı (1885). An­ Yunanistan'a katıldığını bildirdi. Öte yan­ cak, zekice birtakım siyasal oyunlarla İn­ dan, Abdülhamit ll'nin açtığı yeni Meclis’ giltere’nin karşısına Mısır'da Fransa’yı, te (17 aralık 1908) çoğunluğu ele geçiren Basra körfezinde giderek güçlendiğini gö­ ittihatçıların uyguladığı komitacı yöntem­ rüp yanaştığı Almanya’yı çıkardı. Trabluslerin yarattığı olumsuz tepki, meşrutiyet garp’ta gözü olan Fransa ve İtalya'yı Ku­ karşıtı “ 31 mart* vatosı’’na yol açtı. Ru­ zey Afrika’da birbirine düşürdü. Girit’te çı­ meli’deki kuvvetlerden derlenen Hareket* kan ayaklanmaları bastırdı ve Giritlileri ordusu, İstanbul’a girerek ayaklanmayı desteklemek için işe karışan Yunanistan'a bastırdı. Yeşilköy'de toplanan Ayan ve Me­ savaş ilan ederek yenilgiye uğrattı (1897). busan meclisleri, padişahın hal'ine karar Daha sonra Avrupa devletlerinin baskısıy­ verince, tahttan indirilerek Selanik’e gön­ la Girit'e özerklik vermek zorunda kalınca, derilen Abdülhamit ll’nin yerine kardeşi batı emperyalizmine karşı İslamcılığı be­ Mehmet (Reşat) V getirildi (1909). 65 ya­ nimseyerek imparatorluğun bütünlüğünü şında tahta çıkan Mehmet V döneminin korumaya çalıştı. Rumeli’de Balkan dev­ (1909-1918) başında, önce Arnavutlar, ar­ letlerinin imparatorluğa karşı birleşmele­ dından da Dürziler ayaklandı (1910). Trabrini önlemek için aralarındaki anlaşmaz­ lusgarp’a saldıran İtalyanlar karşısında ba­ lıklardan yararlanmayı büyük bir ustalık­ şarılı olamadıkları için gözden ve iktidar­ la başardı; Rusya’yı sürekli başka sorun­ dan düşen (1912) ittihatçılar, bu kez de ye­ larla oyalayarak Slavlar'ı kışkırtma çaba­ ni kurulan Türk ocakları aracılığıyla türklarını, öngörülen Makedonya ıslahatının çülük ve turancılık propagandasına giri­ yapılmasını engelledi. Ermeniler'in yaşa­ şerek taraftar toplamaya çalıştılar. Ancak, dığı osmanlı vilayetlerinde ıslahat yapılma­ bu tutum, imparatorluğun türk olmayan sına ilişkin dış baskıları, ermeni nüfusun hiçbir yerde çoğunlukta olmadığını belir­ uluslarını, özellikle Ruslar’ın kışkırttığı Slav öğelerini olumsuz yönde etkiledi. Böyle­ terek uygulamaya koymadı. Arabistan’da ce devletin Trablusgarp savaşı ve Arna­ Filistin sorununda da aynı tutumu izlerken, vutluk ayaklanmasıyla uğraşmasını fırsat siyonistlerin Filistin’de devlet kurmak için bilen Balkan devletlerinin aralarında birönerdikleri parayı geri çevirdi. İslamcılık­ leşerek saldırıya geçmeleri üzerine Bal­ la birlikte özel önem verdiği halifelik un­ kan* savaşı (1912-1913) başladı. Uşi ant­ vanını bir siyasal araç niteliğinde kullana­ laşmasıyla (1912) Trablusgarp ve Bingarak Batıkların kışkırttığı Araplar arasında baş gösteren ayrılıkçı eğilimleri etkisizleş­ zi’yi, Onikiada ile birlikte Ege adalarını İtalya'ya bırakan Osmanlı devleti, Balkan tirmeye çalıştı. Ayrıca, arap ulemasına pa­ savaşı’nın ilk evresinin bitiminde de Ru­ yeler dağıttı; arap vilayetlerindeki tekke ve meli’deki topraklarının hemen tümünü yi­ zaviyelere ayrıcalıklar tanıdı, bunlara pa­ tirdi. Makedonya’nın Balkan devletleri ara­ ra yardımı yaptı; İstanbul'da topladığı ta­ rikat önderlerine geniş olanaklar sağlayıp sında paylaşılması yüzünden çıkan ve Ro­ manya'nın da katıldığı savaşın ikinci ev­ kimini kişisel hizmetine aldı. Böylece Av­ resinde Bulgaristan'a karşı harekete ge­ rupa'dan alınan örnekler ya da yöntem­ çen türk ordusu, Edirne başta olmak üze­ lerle değil de geleneklere ve şeriata da­ yalı bir düzen sayesinde devletin ayakta re Doğu Trakya'nın bir bölümünü geri al­ durduğuna inan geniş halk kitlelerinin dı (1913). Ancak, Osmanlı İmparatorluğu, bu savaştan, Rumeli'deki topraklarının desteğini sağlamaya çalıştı. Öte yandan, °/o 83’ünü ve nüfusunun da % 69'unu yi­ transız, İngiliz, alman sermayesiyle Ana­ tirmiş olarak çıktı. Öte yandan, kanlı BabI­ dolu ve Rumeli’de demiryolları yapıldı; Hi­ caz demiryolu padişahın İslamcılık akımı­ âli* baskını’yla Kâmil Paşa'yı istifaya zor­ layarak yerine Mahmut Şevket Paşa'yı na güç kazandırırken, İstanbul'u impara­ sadrazamlığa getirmiş olan ittihatçılar torluğun uzak köşelerine bağlamak için (1913), onun öldürülmesinden sonra sad­ Bağdat demiryolunun yapımına başlandı. razam olan Misıriı Sait Halim Paşa döne­ Bu arada, rüştiye ve idadiler yaygınlaştı­ minde (1913-1917) yönetimi tam anlamıy­ rıldı; Hukuk mektebi, Sanayii nefise (Gü­ la ellerine geçirebildiler. Harbiye nazırı En­ zel sanatlar akademisi), Ticaret mektebi, ver Paşa’nın aceleciliği, alman yanlısı tu­ Darülfünun (Üniversite) açıldı; polis örgütü tumu, özellikle rus düşmanlığı yüzünden batı örnekleri doğrultusunda yeniden dü­ ittifak devletleri'nin (Almanya ve Avusturzenlendi; Emekli sandığı kuruldu; Ceza ya-Macaristan) yanında itilaf devletleri’ne usulü ve Ticaret usulü kanunları çıkarıldı; aralarında Colman von der Goltz’un (Goltz (İngiltere, Fransa ve Rusya) karşı Birinci Dünya* savaşı'na (1914-1918) katılan Os­ Paşa) da bulunduğu seçkin alman asker­ lik uzmanlarının yardımıyla Silahlı kuvvet­ manlI imparatorluğu, 4 yıl boyunca 7 cep­ hede (Doğu Anadolu, Kafkasya, Çanak­ lerin modernleştirilmesine başlandı. Bu­ kale, Irak, Filistin ve Suriye, Makedonya) na karşılık donanma Haliç'e çekilerek çü­ rümeye terk edildi. Ayrıca tüm ülkeyi kap­ kahramanca çarpıştı. Sonunda, insan gü­ cü ve mühimmat toynakları tükenen dev­ sayan geniş hafiye örgütüne ve basına uy­ let, tam bir perişanlığın içine düştü. Ağa­ gulanan çok sıkı sansüre karşın, ülkede güçlü bir muhalefetin doğmasını engelle­ beyi Abdülhamit ll’nin Beylerbeyi sarayı'nda öldüğünü (1918) gören Mehmet V, ye­ yemedi. Meşrutiyetin yeniden ilan edilme­ nilginin yaklaştığını sezinlemesine karşın, si ve Kanunuesasi'nin yürürlüğe konma­



Osmanlı İmparatorluğu aynı yıl felaketin gerçek yüzünü görme­ den öldü. Son osmanlı padişahı olduğu­ nu bilmeden tahta çıkan kardeşi Mehmet (Vahdettin) VI (1918-1922), imparatorluğun içinde bulunduğu perişanlığa hiçbir çö­ züm getiremedi. Bu arada, Talat Paşa'nın istifa ederek yerine Ahmet izzet Paşa’nın sadrazam olmasıyla ittihat ve Terakki fır­ kası yönetimden uzaklaştı (14 ekim 1918). Osmanlı devleti, Bulgaristan’ın teslim ol­ ması üzerine Almanya ile kara bağlantısı kesilince, barış istemek zorunda kaldı ve itilaf devletleri’yle Mondros* mütarekesi' ni imzaladı (30 ekim 1918). ittihatçıların önde gelenleri ateşkesten hemen sonra yurtdışına kaçtılar. İstanbul limanına de­ mirleyen itilaf devletleri donanmalarının karaya çıkardığı askerler, osmanlı toprak­ larını işgale başladılar. Padişah, onların zoruyla ittihatçıların çoğunlukta bulundu­ ğu Mebusan meclisi’ni dağıttı (21 aralık 1918); ittihatçılar işgalciler tarafından tu­ tuklanmaya başlandı. Kars'ın Ermeniler (19 nisan 1919), Antalya’nın italyanlar (29 nisan), İzmir'in de Yunanlılar (15 mayıs) ta­ rafından işgali üzerine ülkenin içinde bu­ lunduğu durumu görüşmek amacıyla pa­ dişah Şûrayı saltanat’ı toplantıya çağırdı (26 mayıs) ve hiçbir sonuç alınamayaca­ ğını anlayınca da toplantıyı dağıttı. Vah­ dettin, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa' nın (Atatürk) başlattığı ulusal kurtuluş ha­ reketine, ittihatçıların serüvenci bir eylemi olarak gören Damat Ferit'in etkisiyle, kar­ şı çıktı; Ingilizler'in baskısıyla, Kuvayı milliye’ye karşıt bir hareket olan Kuvayı inzibatiye’yi destekledi. Ancak, imzalandıktan sonra yalnız Yunanistan tarafından onay­ lanan Sevr* antlaşması'nı (10 ağustos 1920) onaylamadı. Anadolu hareketi ge­ lişip zafere doğru yürüdükçe, kendisine ve saltanatına zarar getirmeyecek siyasal çö­ zümler aramayı sürdüren Mehmet VI, kur­ tuluş savaşı’nın tam bir zaferle sonuçlan­ masından sonra TBMM’nin saltanatla ha­ lifeliğin ayrılması ve saltanatın kaldırılma­ sına karar vermesi üzerine (1 kasım 1922) "tüm İslamların halifesi" sıfatıyla İstanbul’ daki İngiliz işgal kuvvetleri komutanına sı­ ğındı. Padişah bir İngiliz savaş gemisiyle Türkiye’den ayrılırken (17 kasım 1922), 623 yıllık Osmanlı imparatorluğu da so­ na erdi. TBMM tarafından padişah sıfatı­ nı taşımadan halife olarak atanan Abdülmecit Efendi (18 kasım 1922), Cumhuri­ yetin ilanından (1923) sonra halifeliğin de kaldırılması üzerine (3 mart 1924) yasa hü­ kümleri uyarınca tüm Osmanlı hanedanı mensuplarıyla birlikte sınır dışı edildi. Böy­ lece Osmanlı devletinin ardından Osman­ lIlar da tarihe karıştı. KURUMLAR VE TOPLUMSAL YAPI Tarihin en uzun ömürlü imparatorlukla­ rından biri olan Osmanlı imparatorluğu, Selçuklu türklüğünün bir devamı ve uzan­ tısı olarak doğdu. Gerek Anadolu Selçuk­ lu devleti, gerek Osmanlı imparatorluğu, Bizans'ın kısa bir süre önce hıristiyan olan toprakları üzerinde kurulmuşlardı. Os­ manlI imparatorluğu içinde egemen öğe Türkler’di; bu öğe açıkça ifade edilmedi­ ği ve kendi bilincinde olmadığı dönemler­ de bile çok önemli rol oynadı. Ulemanın yüksek kademelerinde Türkler egemen­ diler. imparatorluğun resmi dili türkçeydi. imparatorluğun yöneticileri çeşitli ırklar­ dan gelmelerine karşın türkçe, İslamlıkla birlikte bu gruba girebilmenin doğal ko­ şuluydu. Osmanlı devleti kuruluşundan başlayarak bir Anadolu devleti olduğu ka­ dar, bir Balkan devleti olarak ortaya çıktı. Osmanlı imparatorluğu’nun Bizans’tan al­ dığı miras, çok abartılmıştır. Bazı tarihçi­ ler Osmanlı imparatorluğu’nun İstanbul’ un fethinden sonra bizans kurum ve uy­ gulamalarını aynen aldığını ileri sürmüş­ lerdir. Bugün, bunun yanlış ve osmanlı kurumlarının biçimlenmesinde Bizans'ın pa­



yının çok az olduğu genellikle kabul edil­ menliklerine ek bir unvan olarak kendi mülkleri için geçerliydi. Osmanlı toprak­ mektedir. ları dışında halifelik iddiası ilk kez, Küçük Kuruluşundan çöküşüne kadar Osman­ Kaynarca antlaşması’yla (1774) osmanlı lI imparatorluğu, İslam inancına dayanmış egemenliğinden çıkan Kırım Tatarları için bir devlet kimliğini korudu. Avrupa’da İs­ sözkonusu oldu. Daha sonra Abdülhamit lam egemenliğini kurma misyonu, daha II, halifelik sıfatını bir dış siyaset aracı ola­ sonra yerini Avrupa'nın saldırısını durdur­ rak kullanmış, bunda bir ölçüde başarılı ma misyonuna bıraktı. İslamlığın en eski olmuştu. Osmanlılar’da kimin tahta geçe­ topraklarını kapsayan imparatorluk İslam­ ceği uzun süre belirsiz olarak kaldı. Meh­ lıkla özdeşleşti. met II zaten var olan kardeş öldürme ge­ Osmanlı toplumsal kuruluşunda ağırlık, leneğini yasalaştırmış, ancak, tahta geç­ başlangıçta, ordunun temel gücünü oluş­ me yöntemini saptamamıştı. Selim ll’den turan sipahilerdeydi. Yeni fetihlerle tımar­ sonra en büyük erkek evladın, Ahmet I' ları çoğalan ve zenginleşen sipahilerin den sonra da hanedanın en yaşlı erkek merkezi devlete karşı önemli bir siyasi üyesinin tahta çıkması gelenekleşti. odak oluşturmaları önlendi. Bu konudaki Saray, padişahların ve yakınlarının ika­ önlemlerin en etkilisi, devşirilen hıristiyan metgâhı olduğu gibi, yönetim örgütünün çocukların ordu ve yönetimde kullanılma­ de önemli bir parçasıydı. Osman Bey he­ sıyla ortaya çıkan "ku l" sistemiydi. Top­ nüz Bizans’a karşı savaşan bir gaziler top­ lumsal kökenlerinden koparılmış kul ya da luluğunun başı iken, Osmanlı beyliğinde kapıkulları doğal olarak çıkarlarını devle­ bir saray ve saray kavramı yoktu. Bursa’ tin çıkarlarıyla özdeşleştirdiler ve merkezi da osmanlı hükümdarlarının sarayı ya da yönetimden yana tavır aldılar. Mehmet sarayları olduğu ve bunların izlerinin XVII. ll'nin saltanatı, XV. yy. sonlarına kadar osyy.’a kadar geldiği bilinmektedir. Ancak manlı toplumsal kuruluşuna damgasını Bursa sarayı'na ilişkin hemen hiçbir bilgi vuran yerel alleler-merkezi yönetim müca­ yoktur. Edirne’de yapılan saraylar, İstan­ delesinde bir dönüm noktası oldu. İstan­ bul’un fethinden ve başkent olmasından sonra da varlıklarını korudular. Zaman za­ bul'un fethiyle güçlenen merkezi yönetim, man padişahlar seferler ya da uzun av türk aristokrasisini temsil eden sadrazam partileri dolayısıyla bu saraylarda oturdu­ Çandariı Halil Paşa'nın azli, daha sonra lar. Ancak Edirne sarayı’na ilişkin bilgiler da öldürülmesiyle önemli bir başarı elde de yok denilecek kadar azdır. etti. Mehmet II döneminde devlet yöneti­ İstanbul’da ilk saray, İstanbul’un fethin­ mi, padişah ve sadrazamın elinde toplan­ den sonra, Mehmet II tarafından, şimdiki dığı gibi, önemli görevlere kapıkulları Süleymaniye camisi ile İstanbul Üniversi­ atandı. Taşrada özel mülk ya da vakfa dö­ tesi merkez binalarının bulunduğu alan­ nüştürülmüş topraklar müsadere edilerek da kurulmuştu. Ancak, kaynaklarda devlet mülkiyetine geçirildi, imparatorluk­ Saray-ı atik-i mamure olarak geçen bu ilk ta merkeziyetçi eğilim, Bayezit II dönemin­ saray (Eski saray) çok kullanılmadı. Topde geçirdiği duraklamaya karşın güçlen­ kapı sarayı’nın yapımı tamamlandıktan meyi sürdürdü ve XVI. yy.’da doruğuna sonra Eski saray tümüyle terk edildi ve ulaştı. bundan sonra ölen padişahların aileleri­ XVI. yy.'ın ilk yarısında klasik osmanlı nin ikametgâhı oldu. Eski saray varlığını düzeni bütün kurumlarıyla yerleşmişti. Asli 1826 yılına kadar sürdürdü. Bu tarihte Ye­ görevi Tanrı tarafından konulmuş düzeni niçeri ocağı’nın kaldırılıp, "Asakiri mansu(nizamı âlem) korumak olan padişah, mut­ rei Muhammediye"nin kurulması üzerine lak bir iktidara sahipti. Bu görevinde ona burada Serasker kapısı inşa edildi (bu­ yardımcı olan görevlilerin tümü “ askeri" günkü İstanbul Üniversitesi binası). adı verilen sınıfı oluşturuyordu. Bu sınıf, Osmanlı tarihinde, siyasi, idari ve kül­ yalnızca savaşçılarla sınırlı kalmayıp kamu türel açıdan en önemli rolü “ Saray-ı cedid hizmetinde bulunanların tümünü (kapıkul­ -i amire” (“ Yeni saray” ) ya da günümüz­ ları, ulema, sipahiler) kapsıyordu. Askeri deki yaygın adıyla “ Topkapı sarayı” de­ sınıfın dışında kalan kesimlerse “ reaya” nilen saray oynadı. adıyla, imparatorluğun halk öğesini oluş­ Kara ve deniz tarafından yüksek surlar­ turuyordu. Askerilerin reayaya göre önem­ la çevrili bulunan Topkapı sarayı, esas ola­ li ayrıcalıkları vardı. rak Birun, Enderun ve Harem olmak üze­ re üç ana bölümden oluşuyordu. Bu üç Yönetim aygıtını, merkez ordusunu el­ bölümün her birinin, imparatorluğun yö­ lerinde tutan kapıkulları, padişahın kişisel netiminde ayrı işlevleri vardı. Topkapı saköleleriydi. Bunların sürekli yenileştirilme­ rayı'nın ilk kapısı olan "Babıhümayun” ile si, iktidar merkezlerinde kalıtsal bir aristok­ ikinci kapısı olan "Babüsselam” arasında rasinin gelişmesini önledi. Geri alınabilir kalan ve "Birun” ya da "Birinci yer” de­ tımarlarla padişaha bağlı olan tımarlı si­ nilen bölümünde “ Maliye hâzinesi", "Sa­ pahiler, yine de bir ölçüde güvenceye sa­ ray hastanesi", bakaya kalan vergilerin hiptiler. imparatorluk içinde gerçekten gü­ toplanmasına memur “ Baş bakıkulu dai­ vencesi olan tek sınıf dinin, yargının ve resi”, “ Şehremini dairesi”, “ Darphane bi­ eğitimin denetimini ellerinde tutan ulema nası” , ayrıca silah deposu ve cebehane (ilmiye sınıfı) idi. Bunlar vergiden bağışıktı olarak kullanılan Ayairini kilisesi bulunur­ ve kullardan farklı olarak servetlerini ve du. Yine idamların yapıldığı “ Siyaset statülerini kuşaktan kuşağa devredebi­ çeşmesi” ya da "Cellat çeşmesi” de bu­ lirlerdi. radaydı. Bütün bunların dışında, Osmanlı imparatorluğu’nda sadrazam dahil olmak yönetim üzere bütün devlet memurları sarayın Bi­ run bölümüne bağlı kabul edildiklerinden • Padişah ve saray. Kuramsal olarak, tüm "Birun halkı” ya da "Birun ricali” olarak siyasal ve hukuki yetkileri kişiliğinde top­ anılırlardı. layan padişah, devletin varlığının ve sü­ Topkapı sarayı’nın Babüsselam ya da rekliliğinin simgesiydi. Osmanlı imparatorOrta kapı denilen ikinci kapısı ile Harem luğu’nda padişah olma hakkı Osmanlı ha­ arasında kalan bölümüne “ Enderun” de­ nedanının erkek üyelerine aitti. Yüzyıllar nirdi. Sarayın devlet yönetimi bakımından süren egemenliği, Osmanlı hanedanına en önemli yeri burasıydı. Osmanlı impamüslüman, hatta bir kısım hıristiyan teba­ ratorluğu’nun en önemli kurumlarından anın tartışmasız bağlılığını kazandırmıştı, olan "Divanı hümayun” , burada, "Kubimparatorluk tarihinde Osmanlı haneda­ bealtı” denilen yerde toplanırdı. “Ayak nını devletin başından uzaklaştırmak için divanı” denilen ve olağanüstü durum­ larda yapılan toplantılarda, bayramlaş­ hemen hiçbir girişim olmamıştır. malarda padişahın tahtı burada kuru­ Osmanlı padişahlarının mutlak hüküm­ lurdu. Kapıkulu ocakları'nın ulufeleri de dar niteliği, bazı fiili ve yasal sınırlamala­ burada dağıtılırdı. Çok önemli olaylarda, ra karşın, kısa süren Birinci meşrutiyet dö­ nemi dışında, ikinci meşrutiyet'e (1908) Sancakı şerif, Enderun'da Bağüssâade kadar sürmüştür. Osmanlı padişahlarının önünde dikilirdi. BabüsşaadsTiin tam kar­ halifelik yetkisi, başlangıçta dünyasal ege­ şısında "Arz odası” denilen oda bulunur-



8943



Mehmet (Reşat) V



Mehmet (Vahdettin) VI



Osmanlı İmparatorluğu 8944



d u . D i v a n t o p l a n t ı la r ı n d a n s o n r a , s a d r a z a m d iv a n t o p l a n t ı s ı n d a a l ı n a n k a r a r la r la ilg ili o la r a k p a d i ş a h a b u r a d a b ilg i v e r ir d i. P a d i ş a h , e lç ile r i d e b u r a d a k a b u l e d e r d i . K u ts a l e m a n e t l e r in s a k la n d ığ ı " H ı r k a - i s a ­ a d e t d a ir e s i” d e s a r a y ın b u k ı s m ın d a b u ­ lu n u r d u .



Enderun’un Osmanlı im p a ra to rlu ğ u ’ndaki ço k önem li b ir fonksiyonu da, devlet adam ı ve üst düzeyde yönetici yetiştiren bir okul olmasıydı. Enderun m ektebi'nd e uzun ve sıkı b ir eğitim ve öğretim gö­ ren devşirmelerin en yeteneklileri, padişa­ hın kişisel hizm etinde de bıîlbnarak, tam bir kul zihniyeti içinde yetiştirilirler, padi­ şaha ve padişahın temsil ettiği devlete bağlılık ve hizmet duygusunun dışında bir du ygu taşımazlardı. Dolayısıyla, bu sınıf mensuplarının yönettikleri toplum la ırksal, dinsel, ailesel, sınıfsal h içb ir bağları ol­ mazdı. Bunların bazıları padişahın kızı, kız kardeşi ya d a yakını ile evlendirilir, böylece padişaha ve devlete bağlılıkları güçlen­ d ir ild i. Bu “ ku l" sınıfı sayesindedir ki, Os­ manlI im paratorluğu’nda, feodal gelişm e­ ler kesinlikle önlenm iş, tarihin en uzun ömürlü, en merkeziyetçi devletlerinden bi­ ri m eydana getirilmiştir. Padişahların kadınlarının ve cariyelerinin ikamet ettiği Harem'e erkek olarak yal­ nız padişah ve hadım ağaları girebilirdi. Osmanlı im p a ra to rlu ğ u ’nun yönetim inde H arem ’in XVI, yy. ortalarına kadar, b ir et­ kisi olmamıştı. A nca k XVI. yy. ortalarında, Kanuni Sultan Süleym an dönem inde, pa­ dişahın karısı (Hürrem Sultan) ve kızı (Mihrimah Sultan) devlet yönetim inde etkili ol­ m aya başladılar. XVII. yy.’da, M urat IV’ün ço cu klu k çağlarında, Sultan İbrahim ve M ehm et IV’ün ilk zam anlarında Harem ve harem kadınları devlet yönetim ini alabil­ d iğ in e etkilediler. XVI. yy. sonlarına kadar, osm anlı şeh­ zadelerinin eğitim ve öğretimlerine, b ir hü­ kü m d a r adayı olarak yetişm elerine son derece dikkat edilirdi. Şehzadelere d ö ­ nemlerinin en iyi bilim adamları hoca ola­ rak atandıkları gibi, belli b ir yaşa gelince de, b ir sancağın yönetim iyle görevlendi­ rilirler ve yine yanlarına tecrübeli b ir dev­ let adamı, "la la ” adı ile danışm an atanır­ dı. A ncak XVII. yy. başlarından sonra, ola­ sılıkla, güçlü hüküm darlar istemeyen kapıkullarının etkisiyle, bu yöntem den vaz­ geçildi. XVII. yy.’dan başlayarak şehzade­ ler, Topkapı sarayı'nın “ Şimşirlik” dairesin­ de sıkı bir gözetim altında, bir tü r hapis hayatı yaşamaya başladılar. Bu yöntem le birlikte, şehzadelerin eğitim lerine de ge­ reken özen gösterilm ez olmuş, şehzade­ ler a ncak okuryazar bazı cariyelerden o kum a yazma öğrenm e olanağı b u la b il­ mişlerdir. G erek bu hapis hayatı gerekse her an ö ldürülm ek korkusu, onların ruh­ sal durum larını d a olum suz yönde etkile­ miş, kuruluşundan XVI. yy. sonlarına ka­ d ar son derece değerli hüküm darlar ye­ tiştiren Osmanlı hanedanından XVII. yy.'da sinirleri ve ruhsal dengesi bozuk padişah­ lar tahta çıkmıştır. • Merkez örgütü. Osmanlı yönetim inde padişahtan sonra en yetkili kişi, sadra­ zamdı. Padişahın m utlak temsilcisi olarak kabul edilen sadrazam ların yetkileri son derece genişti. Sözlü ve yazılı emirleri pa­ dişah irade ve ferm anı ile eşde ğ e rd e ka­ bul edilirdi. Padişahların m utlak vekili ol­ duklarının alameti olarak, sadrazam larda padişahların birer m ührü bulunurdu. Sad­ razamların azilleri de, padişah m ührünün k e n d ile rin d e n g e ri alınm ası yoluyla olurdu. Sadrazamlar, asker (ehl-i seyf) ve sivil (ehl-i kalem) devlet m em urlarının azil ve tayin haklarına sahip oldukları gibi, tım ar tevcihleri de onlar tarafından yapılırdı. Sa­ vaş halinde, eğ e r padişah sefere katılmı­ yorsa, başkom utan (serdarı ekrem) olarak ordulara kom uta etm ek hakkı d a sadra­ zamlarındı. XVII. yy'dan başlayarak im paratorluğun



yönetim inde padişahların önem leri g id e ­ rek azalır ve ikinci plana düşerken, sad­ razam ların ağırlığı d a h a d a artm aya baş­ ladı. G ene d e sadrazam ların tayin ve azil­ leri, ikinci m eşru tiye te (1908) kadar sınır­ sız ve sorum suz bir yetki ile padişahlara aitti. A ncak XVII. yy.'da padişahlar üzerin­ d e saray kadınları ve başta saray hadım ­ ları olm ak üzere çeşitli saray görevlileri et­ kili olduklarından, sadrazam tayininde ve azlinde bu gibi kim selerin de etkisi kuv­ vetle duyulm aya başlanmıştı. Bu yüzyılda, g erek sadrazam o lm ak isteyenler, gerek­ se ne kadar güçlü olursa olsun sadrazam­ lar rüşvet ve hediyelerle, önce bunları ka­ zanm ak ve kollam ak yolunu tercih etm iş­ ler, bu durum ise, sadrazam lık m akamına gelenlerin niteliğini olum suz yönde etkile­ miştir. Sadrazam lar devlet işlerini Divan'a ve Divan üyelerine danışarak, onların yardı­ m ıyla yürütürlerdi. M ehm et ll'ye kadar Di­ van toplantılarına padişahlar başkanlık et­ tiğ i halde, M ehm et ll’den başlayarak pa­ dişahlar Divan toplantılarını kafes arkasın­ dan gizlice izlem eye başlamışlar, b ir süre sonra bunu da terk etmişlerdi. Bu d urum ­ da Divan toplantılarının başkanlığı da sad­ razam lara bırakılmış oldu. Osm anlı im p a ra to rlu ğ u ’nda tüm idari, siyasal, askeri, şeri, mali işler Divan'da g ö­ rüşüldüğü gibi, devlet yönetim inden her­ hangi b ir şikâyeti olanlar d a tem yiz sure­ tiyle D ivan’a başvurm ak hakkına sahipti. Divanı hüm ayun toplantılarına başta sadrazam olm ak üzere kubbealtı vezirle­ ri, kaptanıderya, kazaskerler, defterdarlar, nişancı, vezir rütbesine sahip ise yeniçeri ağası katılırdı. Divan kayıtlarının tutulduğu daireye “ Di­ van kalem i” denirdi. Bu dairenin başı, reisülkûttaptı. Divan kalemi, Beylikçi, Tahvil, Ruûs ve A m edi kalemleri olm ak üzere dört daireye bölünm üştü. B ütün bu daireler, XVII. yy.’da, O sm an­ lI im p a ra to rlu ğ u ’nun yönetim inin ağırlık merkezi, padişahtan ve padişah sarayın­ dan, sadrazam a ve sadrazam dairesine (Babıâli) kayınca old u kça büyük değişik­ liklere uğradı, bu arada işlevlerinde önem li değişiklikler oldu. Kubbealtı vezirleri, Divan toplantılarına katılan, ancak belli b ir görev ve m akam ­ ları olm ayan vezirlerdi. XVI. yy.’da bunla­ rın sayıları yediye kadar yükseldiyse de, XVIII. yy.'da sayıları bir ila üç arasında d e­ ğişmiştir. 1731 yılından sonra kubbealtı ve­ ziri atanmamıştır. “ Tevkii” de denilen nişancı, gerek Divan'ın, gerekse Osmanlı İm paratorluğu’ nun en önemli m em urlanndan biriydi. G ö­ rünüşteki görevi, resmi belgelere padişa­ hın tuğrasını çe km e k ise de, asıl fonksi­ yonu D ivandan çıkan kararların, padişah fermanlarının, öteki devletlere gönderilen yazıların devletin eski yasaları ile, eskiden gönderilen yazılarla çelişm em esini denet­ lem ek, gereken düzeltm eleri yapm aktı. Nişancının ç o k önem li b ir görevi de, yeni fethedilen memleketlerin tahririni yapm ak­ tı. Nişancılık XVII. yy. ortalarından sonra g id e re k önem ini kaybetti, yerlerini reisülküttaplar aldı. Nişancılık makamı, 1836’da tüm üyle kaldırıldı. • Taşra yönetimi. Osmanlı im paratorluğu' nun yönetsel bölünm esinde en b üyük bi­ rim "eyalet*’’ti. Eyaletler sancaklara, san­ caktar kazalara ayrılmıştı. Eyaletin m ülki ve askeri yöneticisi beylerbeyi, eyaletinin tımarlı sipahi o rd usundan sorum luydu. D o ğrudan tım ar sistem ine bağlı eyaletler yanında "m üstesna eyaletler" denilen do­ kuz eyalet, "salyane*” ile yönetilirdi. Bazı özel yerler eyalet sistem inin dışında tu tu l­ muştu (Mekke, Medine). Cezayir, Tunus ve Trablusgarp eyalet sayılmakla birlikte, yerli "dayT’lar tarafından yönetilmekteydiler. Bir sancakbeyinin yönetimine verilen sancak, ikinci yönetim kadem esini oluşturuyordu. Kadı ile subaşının yönetim inde bulunan kaza tem el yönetsel birim di. Kırım Hanlığı, Eflak, B oğdan, Erdel g i­ bi bağlı devletlerin özel statüleri vardı. Kı­ rım Hanlığı dışında bağlı devletler, her yıl İstanbul’a bedel-i cizye ya da haraç adı altında yıllık vergi gönderirlerdi.



XVIII. y y ’da görev yerlerine gitmeyen ya da seferde olan beylerbeyi ya da sancakbeylerine vekâlet eden "m ü te se llim ” ler, d irlik sahipleri tarafından vergi alacakla­ rını toplam akla görevlendirilen “ voyvoda" lar, devlet ile halk arasındaki ilişkileri d ü ­ zenlem ekle görevli "â ya n la r" taşra yöne­ tim ind e g ü ç kazandılar. • Maliye örgütü. O sm anlılar'da ilk maliye örgütü Ç andarlı Kara Halil (öl. 1387) ve Molla Rüstem’in çabaları ile kuruldu. Neşri’nin Kitab-ı cihannüma'sında Osm an Ga­ zi dönem i (1299-1326) anlatılırken Zikr-i kanum osmani başlığı altındaki bölüm de Osm an G azi’nin bazar baçı (bir tü r pazar resmi ya d a kazanç vergisi) alınmasına neden olan bir olaydan söz edilm esi, Osm anlılar'da daha tam bir devlet d u ru m u ­ na gelm eden bile bazı mali konulara el atıldığını gösterir. Osm anlılar'da ilk bütçenin 1653'te Tarhuncu A hm et Paşa tarafından düzenlen­ d iğ i yolundaki bazı kaynaklarda yer alan bilgiler d oğru değildir, ilk bütçenin İstan­ b u l’un fethinden (1453) daha önceleri var o lduğunu kabul etm ek gerekir. Bütçe, bir devletin yıllık gelir ve giderlerini gösteren hesap cetveli o ld u ğ u n a göre, çeşitli ver­ g ile r toplayan, bunlarla ilgili geniş bir g ö ­ revli kadrosu bulunan, öteki konular gibi m ali konuları d a düzgün yasa ve nizam­ lara bağlayan b ir devletin bütçe düzenle­ m ediğini düşünm ek yanlış olur. Nitekim, Fatih kanunnam esi'nde “ Yılda bir kere defterdar’ ım rikab-ı hüm ayunum a irat ve masrafım okuyalar, hilat-i fahire g iye le r" b içim inde g e çen anlatım, yıllık bütçenin varlığının bir kanıtıdır. Yine aynı kanunna­ mede, mali konularla ilgili değişik hüküm ­ ler de yer alır OsmanlIlar yeni aldıkları yer­ lerde arazi tahriri (toprak yazımı) yaptırır, ayrıca padişahlar değiştikçe ve 30-40 yıl­ lık aralıklarla yazımlar yinelenirdi. Arazi tahrirleri toprakların m ülkiyet türünden başka, halkın kazanç ve vergi g ü cünün hesaplanm asına yardım ederdi. Osm anlı m aliye örg ü tü nd e zam an za­ m an bazı değişiklikler yapıldıysa da, bu örgütü yönetenler genellikle değişm edi. ( -*



D E F T E R D A R .)



• Maliye kalemleri. Osmanlı m aliye ö rg ü ­



tü n d e defter ve hesapları tutan, işlemleri yürüten kalem daireleri, zam anla beliren gereksinm eler karşısında, özellikle XVIII. yy.’da, bazı eklentilerle değişikliklere uğ­ rağıysa da, dairelerin ana hatları aynı kaldı. XVI. yy.'ın ortalarında hüküm et m erkezin­ deki m aliye kalemleri şunlardı: 1. Hazine -i âm ire dairesi; 2. Baş defterdarlığa bağ­ lı kalemler; 3. A nadolu defterdarlığım a bağlı kalemler; 4. Şıkk-ı sâni defterdarlı­ ğım a bağlı daireler; 5. Ruzname* kalemi. • Devlet hâzineleri. O sm anlılar'da biri dış, öteki iç hazine olm ak üzere iki hazine* vardı. Taşra hâzinesi de denilen dış hazi­ ne K u b b e a ltrn ın yanında, iç hazine ise sarayın Enderun* kısmındaydı. Devletin esas m aliye hâzinesi dış hazine idi. Dış hâzinenin fazla paraları iç hâzineye akta­ rılırdı. Kanuni Sultan Süleyman dönem in­ d e (1520-1566) iç ve dış hazineler iyice d olm uş bulun d u ğu n d a n , Rüstem Paşa' nın veziriazamlığı sırasında (1533-1553 ve 1555-1561) Yedikule'de b ir hazine daha oluşturuldu. • Vergiler. Osmanlı devleti bir İslam dev­ leti old u ğ u n da n devlet kurum larının ço ­ ğ u n d a o ld u ğ u gibi, vergi sistem inde de doğal olarak islami karakter egem endi. Ancak, islami kökten gelen vergilerin ya­ nı sıra, zam anın koşul ve gereksinm ele­ rinden doğan ve şeriat hukukunda örnek­ lerine rastlanm ayan örfi* vergilere d e yer verilmiş, böylelikle osmanlı mâliyesi şeri ve örfi esasların birlikte yü rütüldüğü b ir sis­ tem görünüm ünü kazanmıştır. Osm anlI­ la rd a devlet kurum larının önem li b ir bö; lüm ü ya d o ğ ru d a n ya d a dolayısıyla ver­ gi işiyle ilgili bulun d u ğu n d a n , vergi siste­ m inde kesin çizgilerle belirlenm iş ayrıntılı bir sıralam a yapm ak o ld u kça güçtür. Bu­ nunla birlikte O sm anlılar’da vergiler, ge­ nel olarak şeri vergiler ve örfi vergiler d i­ ye; toplayan m akam lara göre de devlet hâzinesine ait vergiler ve hazine dışında kalan vergiler diye ikiye ayrılır.



Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeni



Osmanlı toprak düzeni, tem elde tım ar sistemine dayanıyordu. Sistemin özü, top­ rağın devlet m ülkiyetinde olmasıydı. İran, Selçuklu (ıkta) ve bizans (pronoia) toprak sistemlerinin bir uzantısı biçim indeki tımar sistemi, ancak XVI. yy.’da im paratorluğun geneline yaygınlaşabildi. Bu sistem de fet­ hedilen topraklar (kimi yapımevleri, pazar, lim an, değirm en, g ü m rükle r de dahil) sağlayacakları gelire göre “ dirlik” denilen birim lere ayrılırdı. Bu birim lerin en küçü­ ğ ü olan tım ar (ötekiler has ve zeamet), bir beratla sipahilere dağıtılırdı. Yönetici sınıf­ tan sayılan sipahiler her türlü vergiden ba­ ğışık tutulurlardı ve temel görevleri asker­ likti. Kendilerine verilen dirlikte üretim den ve ticari etkinliklerden sorum luydular. Ç ağrıldıklarında sefere katılırlar, tımarın b ü yü klü ğ ü n e g ö re saptanan sayıda ce b e li*’yi birlikte sefere götürürlerdi. G e­ çim lerini kendilerine verilen tım ardaki re­ ayadan devlet adına toplanan vergilerden aldıklara payla sağlarlardı. Osmanlı im pa­ ra torluğu'nun gelişm e dön em ind e tım ar sahipleri, fethedilen yeni topraklarda önem li etkinlik kazanırken merkezi otori­ te bunların bir sınıf olarak örgütlenm ele­ rine engel olm aya b ü yü k önem vermişti. A nca k XVI. yy.’dan sonra yeni tım ar kad­ roları devletin ulaşabileceği sınırlara ge­ lip dayandığından önlem ler gevşetilmeye başladı: sipahilerin tımarları babadan oğ u la aktarm alarına izin verildi. Yine de merkezi yapı tım arların ilk sahibine veril­ d iğ i büyüklükteki o randa devredilm esini sağlayarak, bunun aile m ülkü olarak g e ­ nişlem esine engel olm aya çalıştı. Ayrıca seferlere katılmayan sipahilerin tım arları­ nın ellerinden alınması da b ir başka ö n ­ lem di. Bu usulle tımarsız kalan sipahinin yeni bir tım ar isteme ya d a başka b ir tı­ m ara ge çm e hakkı d a vardı. Tüm bu uy­ gulamalar, tımarlı sipahiler arasında bir haraketlilik yaratıyor ve onların yerel aris­ tokrasiler oluşturmalarına engel oluyordu. Mülkiyeti devletin olan ve miri olarak ad­ landırılan toprak üzerinde kurulan tım ar­ lar, sipahilerin yönetim indeki köylü (reaya) tarafından işlenirdi. Reayanın e kip biçtiği toprak, genellikle bir çift öküzün işleyebi­ leceği büyüklükteydi ve bunun karşılığın­ da, istenildiğinde cebeli olarak sefere ka­ tılm ak ve sipahi ile devlete vergi ödem ekle yüküm lüydü. “ Çift resm i” (gayri m üslim ler ispenç), öşür, beslenen hayvanlarla il­ gili olarak “ ağnam ” adlı vergileri ödeyen reaya, tım ar sahibinin çeşitli angaryasını (malını pazara götürme, am bar ya d a ahı­ rını yapm a, onu ağırlam a vb.) da yerine ge tirm e k zorundaydı. Devlet yapısının te­ meli o ld u ğ u n da n merkezi denetim in za­ yıflam asına değin, reayanın bu angarya ile ezilm esine çeşitli kanunnam elerle en­ gel olunm aya çalışılmıştı. Reaya yıldan yı­ la ö d em ek zorunda o lduğu bu vergiler­ den başka "avarız” adıyla devletin ola­ ğanüstü d urum larda (savaş vb.) topladı­ ğı vergiyi d e ödem ekle yüküm lüydü. Osmanlı im p a ra to rlu ğ u ’nun ço k geniş topraklara sahip olması tımar sisteminden başka sistem lerin d e yaşamasına olanak sağlamıştır. Tımar sistem i özellikle R um e­ li'de yaygınken A n a d o lu ’da Beylikler d ö ­ nem indeki özel m ülk topraklarında aynı sistem egem en kılınamamış, buralarda ikili bir m ülkiyet biçim inin tanınm asına yol açılmıştır, ikili m ülkiyetin (özel m ülk sahi­ binin haklarına malikâne', devletin hak­ larına divani, ikili m ülkiyete de malikâne' -divani denilirdi) varlığı reayanın ürününün beşte biri ile o n d a birini to p ra k kirası ola­ rak m ülk sahibine, ayrıca devlet için ö d e ­ yeceği vergileriyse sipahilere verm esine yol açıyordu. Bu tü r toprakları (malikâne -divani) işleyen reaya, ağır birtakım yü­ küm lülüklerle karşı karşıyaydı. Ayrıca tam özel m ülkiyetin egem en ol­ du ğ u yerler de vardı. Buraları devletin çe ­ şitli nedenlerle egem enlik kuramadığı yer­ lerdi. Devlet buralarda kendinden önce­ ki m ülkiyet ilişkilerini kabul etmek, eyalet



düzeyinde saptanan vergileri toplam akla yetinirdi, im paratorluğun Balkanlar'a ya­ yılma dönem inde m üslüm an nüfusun bu­ raya kaymasını özendirm ek am acıyla bu­ ralara yerleşecek olanlara tam özel m ül­ kiyet haklarının tanınmasına d a özen gös­ terildi. Mevat denilen boş topraklarda üre­ tim i özendirm ek için de tem liknam e veri­ lerek özel m ülkiyet hakları tanınırdı. Mevatı işleyenlerden devletçe to p ra k kirası alınmazdı. Vakıf sistem i O sm anlılar’da b ir başka m ülkiyet biçim iydi. Merkezi otorite dene­ tim sağlâm ak am acıyla örfi hukuku kulla­ narak özel toprakları zoralıma başvurarak kendi eline geçirebilirdi. Bu olasılık toprak sahiplerini mirasçılarının m allarından ya­ rarlanm alarını sağlam ak am acıyla vakıf­ lar kurm aya yöneltti. Özel mülkiyetin tam tersi olan toprak sa­ hipliği de tüm üyle devletin sahip olduğu ve işlettiği miri topraklardı. Fethedildikten ve tım ara ayrıldıktan sonra devlete kalan topraklardaki miri hasların geliri doğrudan H azine'ye gidiyordu. toplum



Osmanlı im paratorluğu’nda sosyal sınıf­ lardan söz etm ek m üm kün değildi. Halk genel olarak “ reaya" ve "b e ra y a " olm ak üzere ikiye ayrılırdı. Vergi veren halk anlam ına gelen reaya, m üslüm anlar ve zim m ilerden (m üslüm an olm ayanlar) oluşurdu. Zim m iler hür ve devletin zim m etinde, yani koruması altın­ daydılar. Ö zerk kiliseleri çevresinde örgüt­ lü çeşitli zim m i cem aatler dinsel, hukuk­ sal ve kültürel ayrıcalıklara sahiptiler. Hu­ kuk açısından m üslüm anlardan ayrıldık­ ları te k nokta, askerlik ve devlet hizmeti­ ne alınmamaları ve askerlik çağına gelen erkek zim m ilerin “ cizye” ve "h a ra ç” (top­ rak vergisi) ödem ek zorunda olmalarıydı. Özel hukuklarına ait işlerde kendi din adam larının yönetim indeki kilise m ahke­ m elerine giderlerdi. Devlet, zim m ilerden b ir yakınm a olm adıkça, bu işlere karış­ mazdı. A ncak bazı konularda, özellikle ce­ za hukuku işlerinde zim m iler “ k a d f’nın görev alanına girerler, isterlerse kendi din adam larının yetki alanına giren konular­ d a d a kadıya başvurabilirlerdi. Zim m ile­ rin ço k olduğu bölgelere bazen zim m i yö­ neticinin atandığı d a olurdu. Zim m iler din değiştirm e özgürlüğüne de sahiptiler. M üslüm an olan bir zim mi, m üslüm anların bütün hak ve yüküm lülüklerine sahip olurdu. Müslüm an halkın din değiştirm e özgür­ lüğü yoktu. Buna karşılık devlet hizm etin­ d e görev alm a hakkına sahipti. Tanzimat' ın ilanından sonra (1839) zim m ilere de devlet ve o rd u d a görev alm aları hak ve yüküm lülüğü getirildi. G erek m üslüm an, g erek zim m i reaya, yaptıkları işlere göre çeşitli tabakalara ayrılmıştı. A m a bu taba­ kalardan birinden ötekine ge çm e özgür­ lüğü her zam an vardı. Osmanlı devletin­ de, öteki İslam devletlerinde old u ğ u gibi padişah, reayayı kollam ak, gözetm ek ve onun refahını sağlam akla yüküm lüydü. Reaya yani halk, yöneticilere göre daha fazla güvence altında bulunuyordu. Ç ün­ kü reaya, yöneticilerde o ld u ğ u g ib i “ ku l” sayılmazdı. Çeşitli ırk, din, m ezhep ve dil­ den halk toplulukları osmanlı yönetim inin k u rd u ğ u ve batılı yazarların "m ille t sistem i” adını verdikleri bu sistem saye­ sinde yüzyıllarca bir arada ve b üyük bir uyum içinde yaşadılar. A nca k ulusçuluk akım ları ortaya çıktıktan sonra bu to p lu ­ lukları b ir arada tutm ak güçleşti. Bilhas­ sa em peryalist devletlerin kendi çıkarları doğ ru ltu su n d a kışkırttıkları bu toplum lardan her biri bağım sızlık kavgasına girişti. Bütün ç o k uluslu im paratorluklar gibi XIX. yy.’dan başlayarak Osmanlı devleti de par­ çalanm a sürecine girdi. Reayanın dışında kalan ve vergi verm e­ yen halk anlam ında “ beraya” sözcüğüy­ le ifade edilen yönetici sınıf da üçe ayrı­ lırdı: seyfiye (ordu), kalemiye (bürokrasi)



v e ilm iy e ( e ğ i t im c i le r v e y a r g ıç la r ) . A ncak O s m a n l ı İ m p a r a t o r lu ğ u ’n u n k u r u lu ş d ö n e m i n d e b u a y r ım ı y a p m a k p e k m ü m k ü n d e ğ il d i. B u d ö n e m d e b ü t ü n y ö n e t ic i s ın ı­ f a “ a s k e r i ” d e n ilir d i. A s k e r i s ö z c ü ğ ü b ü ­ t ü n k a m u h iz m e t le r in i i ç in e a l a n b ir k a v r a r n d ı.'B u n la r ın r e a y a d a n fa r k lı o la r a k b a ­ z ı v e r g il e r d e n m u a f o lm a a y r ıc a lık la r ı v a r ­ d ı. A n c a k , g ö r e v d e n a y r ı lı n c a b u a y r ı c a ­ lığ ı d a k a lk a r d ı. B u a s k e r i z ü m r e z a m a n iç in d e “ k u l ta if e s i” v e " u le m a ” o lm a k ü z e ­ r e ö n e m li f a r k l a r l a b ir b i r i n d e n a y r ıld ı.



M ehm et II dönem ine kadar ulema, dev­ letin çeşitli kadem elerinde görev aldığı halde, M ehm et II, ulem anın görevini yar­ gı, din ve eğitim işleriyle sınırladı. U lem a dışında kalan kamu hizmetlileri de p a d i­ şahın “ ku l” ları sayıldı. Kul taifesinin kaynağını, “ devşirm e” sis­ temi ile zimmi çocuklarının bir bölüm ünün m üslüm anlaştırılarak devlet hizmetine alınması oluşturur. Bunların seyfiyeye katılanlarına “ kapıkulu" denildiği gibi, kalem iyeye katılanlarına da “ k u l" denildi. İs­ ta n bu l’un fethinden sonra M ehm et II, sad­ razamları bile devşirm elerden atamaya başlayarak, devlet yönetim inde söz sahi­ bi olan eski türk ailelerinin nüfuzunu iyi­ ce kırdı. O zam ana kadar b ü yü k devlet m em urluklarına hem en hep Türkler geti­ rilirken, devşirm eler atanm aya başlandı. Devşirm e kökenli devlet adam ları, p a d i­ şahın kulları, köleleriydi. Padişah da bu ki­ şisel köleleriyle devlet işlerini yürütür, kim ­ se onun işine karışmazdı. A rada bir tü rk kökenli devlet adam ları d a yüksek m ev­ kilere geldiklerinde padişahın kulu olarak görülm eye başlandı. G iderek, ulem a dı­ şında tüm askeri sınıf “ ku l" sayıldı. İslam hukukunun temel esaslarıyla pek bağdaş­ mayan bu sistem de kulların örfi (sultani) hukuktan kaynaklanan iyi tanımlanm ış bir yasal statüleri vardı. Bütün yetki ve otori­ telerine karşın kulların h içbir güvenceleri yoktu. Kul, görevini yerine getirm ek için gerekli m al ve m ülkü tasarruf edebilirdi; a m a bu malların ge rçe k sahibi padişah­ tı. B undan dolayı, ulem a dışındaki devlet hizmetlileri öldüklerinde, edindikleri mal m ülk padişah tarafından geri alınırdı. M ahm ut ll’ye kadar süren bu yöntem e “ m üsadere" denilirdi. Kul sistemi sayesin­ de zimmilerin devlet hizmetine (müslüman olarak) katılmaları sağlanmış oldu. Devşir­ m e yoluyla kul toplam a yöntemi, XVIII. yy. başlarında terk edilm eye başlanm ış ise de, ulem a dışındaki devlet görevlilerinin, türk-m üslüm an kökeninden de gelseler, padişah kulu sayılmaları anlayışı M ahm ut II dönem i sonlarına kadar sürdü. Osmanlı Im paratorluğu'nda, kul taifesi­ nin dışında kalan ulem a sınıfının önemli b ir yeri vardı. Devletin kuruluş d önem in­ de en yüksek siyasi görevlere getirilm iş olan ulema, kul sistemi benim senince m ü­ derrislik, dini hizmetler ve en önemlisi yar­ gıçlıkla görevlendirilir oldu'. Bunun sonu­ cu olarak kullar ulem anın içine girm edi; yani ulem adan olanlar genellikle türk ve m üslüm an olm ak özelliğini sürdürdüler. Kul olm adıkları için ulem a, padişah kar­ şısında güvenceye sahipti. Padişah huku­ ka uygun olm ayan davranışlarını bile on­ ların vereceği bir fetva ile meşrulaştırabilirdi. Bu yüzden ulem a devlet içinde g ü ç­ lü bir m evkiye sahipti. Ç ok ağır suçlar d ı­ şında ölüm le cezalandıramazlardı. D enilebilir ki, devlette en ayrıcalıklı ve yaygın tabaka ulem a idi. U lem a bu g ü ç­ lü durum unu korum ak için, zaman zaman kullarla işbirliği yapm aktan çekinm em iş­ tir. Tanzimat’tan sonra batı eğitim ve hu­ kuk sisteminin ülkeye girmesiyle ulemanın eski itibarı oldukça sarsıldı. ordu



Osmanlı im paratorluğu’nun gücü, özel­ likle XVII. yy. ortalarına de ğ in üstün nite­ liklerini koruyan askeri varlığına bağlıydı. Klasik dönem inde osm anlı ordusu, tım ar sistem ine dayanan ve savaş zamanı ha­ rekete geçen “ eyalet askerleri” ile mer-



8945



Osmanlı İmparatorluğu b üyük engel olan Yeniçeri ocağı kaldırıl­ landıkları bilinm ektedir. Kuşatm a topları, dı; "Asakiri m ansurei M uham m ediye" adı surlarda g e d ik açm aya yarayan büyük altında yeni bir ordu, bu orduya subay ye­ gülleler atacak güçteydi. M ehm et ll’nin, İstanbul kuşatm asında, o dönem e değin tiştirm ek için de “ M ektebi harbiye” (Harp okulu) açıldı. Böylece b u günkü Türkiye görülm em iş büyüklükte to p la r kullandığı Kapıkulu ordusunun en önem li özelliği, C um huriyeti ordusunun tem elleri atılmış bilinmektedir. OsmanlIlar topu meydan sa­ osmanlı egem enliğindeki hıristiyan aileler­ oldu. vaşlarında d a başarıyla kullandılar; Otlukden alınarak türk-islam geleneğine göre beli (1473), Çaldıran (1514), M ercidabık yetiştirilmiş çocuklardan (devşirme*) oluşdonanma (1516), Ridaniye (1517), M ohaç (1526) sa­ masıydı. Kapıkulu ordusu, sayıları Kanu­ vaşlarında topun önem li etkisi oldu. Tü­ ni Sultan Süleym an d ö nem inde 12 000 Bir kara devleti olarak do ğ an Osmanlı fe k ise, M ehm et II dön em ind e yeniçerile­ -15 0 0 0 ’i bulan ateşli silahlarla donatılm ış beyliği, Karesioğulları, S aruhanoğulları, rin tü m ü n d e bulunan b ir silahtı. Osmanlıyaya kuvvetler olan yeniçeriler; ok, mız­ Aydınoğulları, Menteşeoğulları gibi deniz­ la r’ın kullandığı tüfeklerin namlusu Avrurak ve kılıç, daha sonraki dönem lerde de palılar'ınkinden daha uzundu ve daha bü­ ci tü rk beyliklerinin topraklarını ele g e çi­ pistol ve karabina gibi tüfekler kullanan rince onların deniz kuvvetleri ve denizci kapıkulu süvarileri (altı bölük), ayrıca da yü k çaplı m erm i atabiliyordu. XVI. ve XVII. yy.Tarda ateşli silahların askerlerine de sahip oldu. OsmanlIlar, Ru­ cebeci, topçu, lağım cı, hum baracı gibi m eli’ye geçişlerinde ve Trakya ile Balkan kullanılm asındaki b ü yü k gelişme, profes­ teknik hizm et sınıflarından oluşuyordu. yarım adası topraklarında ilerlem e ve yer­ XVI. yy. sonlarına kadar osm anlı o rd u ­ yonel orduyu zorunlu kıldığından tımarlı sipahilerin sayısı azalırken kapıkulu o rdu­ leşm elerinde bu deniz g ü cü n d e n yarar­ sunun ağırlığını eyalet askerleri (tımarlı si­ landılar. Balkan yarım adası topraklarına sunun sayısı 1567'de 48 0 0 0 ’e 1620 yılla­ pahiler) oluşturuyordu. Tımar sistem ine iyice yerleşince, g üçlü bir deniz kuvveti rında ise 100 000 dolaylarına yükseldi. göre, her dirlik sahibi kişisel gereksinim ­ XVI. yy. sonlarına kadar A vrupa ve As­ gereteinim i b ir zorunluluk olarak ortaya lerine ayrılan bölüm ü (kılıç) dışında, tımar­ çıktı. Bu zorunluluğun etkisiyle XIV. yy.’da ya’d a karşısında h içb ir g ü cün duram adı­ larda her 3 000 akçelik, zeam et ve has­ G elibolu, Karam ürsel, E dincik ve İzm it'te ğı osm anlı ordusu sonraki yıllarda Avru­ larda her 5 000 akçelik gelir için b ir atlı ilk osm anlı tersaneleri kuruldu. Bu tersa­ pa'da ortaya çıkan askeri teknolojideki ye­ asker (cebeli) beslem ek zorundaydı. Bu neler içinde en b üyüğü, Yıldırım Bayezit nilikleri ve bunun sonucu olarak savaş askerlerin silah donanım ları d a sipahi ta­ dönem inde Saruca Paşa tarafından kuru­ yöntem lerindeki gelişm eleri yeterince iz­ rafından karşılanırdı. Böylece Osmanlı lan G elibolu tersanesiydi. XIV. yy. gerek leyem edi. Başlangıçta bu gerilik m utlak im paratorluğu miri toprakların şeri ve örfi gem i yapımı gerek denizcilik bakım ından değil, göreceydi ve etkisini hem en g ö s­ vergilerinden yoksun kalır, buna karşılık osm anlı denizciliğinin kuruluş dönem i ol­ term edi. A nca k XVII. yy. sonlarındaki ye­ 100 000-200 000 kişilik güçlü b ir süvari du. Bu yüzyılda Osmanlı devleti Venedik, nilgiler osmanlı ordusunun batı orduları kuvvetine sahip olurdu. A nadolu sipahi­ Cenova g ib i A kd e n iz’in denizci devletleri karşısında savaş g ü cünü yitirdiğini açık­ leri, Anadolu beylerbeyinin em rinde b u ­ ile yaptığı deniz savaşlarının hem en tüm ü­ ça ortaya koydu. lunur ve kargı, ok, eğri kılıç g ib i silahları nü kaybetmişti. Osmanlı denizciliğinin asıl Osmanlı ordu su n d a ilk ıslahat hareke­ kullanırlardı. Rumeli beylerbeyinin em rin­ gelişm e dönem i, İstanbul’un fethinden tine kalkışan padişah Osm an II oldu. Hodeki Rumeli sipahilerinin silahı ise, ince sonra başladı; parlak dönem i, bir bakım a tin seferi'ndeki başarısızlıktan yeniçerileri uzun süvari mızrağı ve düz nam lulu kılıç­ altın çağı ise XVI. yy. oldu. Bu yüzyıldan sorum lu tutan Osm an II, Yeniçeri ocağı' tı. Osmanlı süvarileri, avrupa şövalyeleri sonra tüm osm anlı kurum lan gibi osmanlı nı kaldırarak yeni bir ordu kurm ak düşüngibi hareket yeteneğini sınırlayan plaka­ denizciliği de b ir gerilem e sürecine girdi. cesindeydi. A ncak bu düşüncesini g e r­ lar b içim inde zırh giymezler, göğüslerine Fatih Sultan M ehm et İstanbul’u aldık­ çekleştirmeye fırsat bulam adan tahttan İn­ ve kollarının dirsekten aşağısına dem irden tan sonra H aliç'te b ir tersane kurdurm uşdirildi ve yeniçeriler tarafından öldürüldü. gö ğ üslü k ve kolluk takarken vücutlarının tu. A ncak Suriye, Mısır kıyılarının Osmanlı M urat IV ve Köprülüler dönem indeyse Ye­ öteki bölüm lerini ö rm e zırhla kapatırlar­ im paratorluğu’nun egem enliğine g e ç m e niçeri ocağı ve öteki Kapıkulu ocakları dı. siyle, yetersiz kalan bu tersaneyi, Yavuz baskı ve katı disiplinle ıslah edilm ek iste­ Akıncılar ve deliler, hafif süvarilerdi. Ru­ Sultan Selim yeni eklerle genişletti. Aynı nildi; çağın gereklerine uygun b ir yenilik m eli’de görev yapan akıncıların sayısı XVI. anda 130 gem i yapılabilen bu tersanede hareketi görülm edi. yy.’d a 40 000 kadardı. Bunlar ordunun İtalyan gemileri örnek alınarak yapılan g e 1683-1699, 1716-1718 savaşlarından önü nd e n gider, düşm an ordusunun iler­ milerle, osm anlı donanm asındaki gem i sonra osm anlı devlet adam ları, artık Os­ leyişini engellem ek, keşif yapm ak görev­ sayısı artırılmış, gem ilerin savaş gücü yük­ m anlI im paratorluğu’nun eski yasa ve ku­ lerini üstlenirlerdi. XV. yy. sonlarında Ru­ seltilmişti. Osmanlı im p a ra to rlu ğ u ’nun sı­ rum lan ile içine d üştüğü gerilem e ve d a ­ m eli’de T ü rk le rle birlikte boşnak, hırvat, nırları içine giren topraklar genişledikçe ğılm a d an kurtulam ayacağını anladılar. sırp gibi slav halklarından oluşturulan de­ H aliç tersanesi de yetersiz kaldı; Kızılde1718'den başlayarak avrupa kurumlarının lilerin, ürkütücü b ir görünüm ü vardı. niz üzerinde Süveyş'te, Tuna üzerinde alınması b ir zorunluk olarak kabul edildi Azaplar, osm anlı ordusunun hafif piyade R usçuk'ta, Fırat üzerinde B irecik’te yeni ve bu yö nde ıslahat hareketleri başladı. kuvvetleriydi. Farisanlar süvari olarak sı­ tersaneler yapıldı. A ncak, bu yeni d ö n em d e de yeniçeriler nır kalelerinde hizm et görürlerdi. Osm anlı tersanelerinde çalışanların hiçb ir ıslahatı kabul etm ediklerinden Ye­ Sefere çıkan osm anlı ordusunun yürü­ hepsine birden “ Tersane h a lkı" denirdi. niçeri o ca ğ ı’na el atılam adı. Islahat hare­ yüş düzeni olağanüstüydü. Akıncılar (da­ Bunlar her ü ç ayda bir hâzineden ulufe ha sonra Kırım Tatarları), öncü (pişdar) ketleri, genellikle osm anlı ordusunun tek­ alırlardı. Tersane halkı’nın başlıcaları olarak o rdudan iki üç g ünlük bir uzaklık­ nik sınıflarıyla donanm asında gerçekleş­ azaplar, kalafatçılar, neccarlar, hum baratirilebildi. Osmanlı devlet adamlarının gö­ ta bulunurlardı. Onları, yol açan, köprü­ cılar idi. rüşlerinde ortaya çıkan değişikliklerin do­ leri onaran, yürüyüş hattını saptam ak için Gem i yapım ve donatım ı için gerekli ğal b ir sonucu olarak, bazı AvrupalIlar kazıklar çakan kazmacılar izlerdi. Sonra olan kendir Kastamonu ve Sam sun’dan; m üslüm an olarak Osmanlı im paratorlukapıkulu askerleri ortada, tımarlı sipahiler katran ve zift Biga, Bayramiç, Tuzla, Kazkanatlarda olm ak üzere asıl ordu gelirdi. ğ u 'n u n hizm etine girdi ve osm anlı o rdu­ dağı, E ğ rib o zv e Kastam onu'dan; yelken Asıl orduyu erzak ve m ühim m atı koruyan sunun çeşitli kurum larında görev aldı. bezi Çanakkale, S aruhan, Aydın ve M en­ Bunların ilki ve en önem lilerinden biri, bir artçılar (düm dar) izlerdi. Yürüyüşe genel­ te şe d e n gelirdi. Halat ve üstüpü Güm ülfransız soylusu olan H um baracı A hm et likle g e ce yarısı ya d a sabaha karşı baş­ cine’den, gem ilerin kürekleri Kocaeli, Bur­ Paşa'ydı. H um baracı o ca ğ ı’nın başına lanır, konaklam a yerine varış ö ğ le vaktini sa ve Edirne'den sağlanıyordu. Gem i len­ getirilen H um baracı A hm et Paşa bu oca­ bulurdu. Konaklam a yerinin m erkezinde gerleri B ulgaristan'da S am ako im alatha­ ğı yeni b ir düzene soktu. G ene H um bapadişahla birlikte kapıkulu askeri ve dev­ n e s in d e yapılırdı. let ricali yer alırdı. H er eyalete ait tımarlı racı Ahm et Paşa'nın girişim iyle 1734 yılın­ Osmanlı donanm asındaki gem iler hem sipahiler, m erkezin açıklarında dururdu. d a Ü sküdar'da Osmanlı im paratorluğu’n­ kürek hem de yelkenle hareket edecek d a ilk subay yetiştirm e okulu olan "H en Demirci, saraç, kasap, fırıncı gibi zanaat­ cinsten gemilerle, yalnız yelkenle hareket çılarla sakalar konaklayan orduya hizmet desehane” açıldı. edebilecek cinsten gem ilerden m eydana XVIII. yy.'ın ikinci yarısında, özellikle verirlerdi. gelirdi. H em yelken, hem kürekle hareket Osmanlı ordusunun ağırlığını, sayıları Fransa’nın yardımıyla Topçu ocağı’nda ol­ eden gem ilere genellikle “ çe k tiri” denir­ kapıkulu kuvvetlerinden ço k daha fazla d ukça önem li yenilikler gerçekleştirildi: di. Bu tü r gem ilerin en küçüğü "karaolan tımarlı sipahilerin oluşturması savaş “ sürat to p çu la rı” adı altında yeni b ir to p ­ m ürsel", en b ü yüğü de "b a ş ta rd e " idi. çu sınıfı oluşturuldu; to p döküm ocağı da düzenini ve taktiklerini de etkilem işti. Sa­ Yalnız yelkenle hareket eden gem ilere ge­ vaş düzeni esas olarak ortada bir merkez çağın koşullarına uygun bir düzeye g e ­ nel olarak “ kalyon" denirdi. Bunların da ile bu m erkezin sağında ve solunda yer tirildi. göge, barça, burton, karaka, karavele, fir­ alan iki kanat sipahi g rubundan oluşuyor­ Selim III dön em ind e bu yenilik hareket­ kateyn, kapak ve üçam barlı g ib i türleri leri d a h a d a ileri götürüldü. Yeniçeri o ca ­ du. Yeniçeriler ve öteki kapıkulu kuvvet­ vardı. Osmanlı donanm asında hizmet ğı herhangi bir yeniliği kabul etm eyecek lerinin yer aldığı merkez, siperler, araba­ eden denizcilere azap, levent, kürekçi, ay­ kadar denetim den çıktığından, onların dı­ lar ve öne aralıklı olarak yerleştirilen to p ­ lakçı, kalyoncu, gabyar, su d a g a b o gibi şında yeni bir kara ordusu (Nizamıcedit) larla korunurdu. Düşm anın saldırısını kı­ isim ler verilirdi. kuruldu. Bu orduya subay yetiştirmek için racak asıl çekirdek, burasıydı. Kanatlar­ Osmanlı d eniz kuvvetlerinin en b üyük d e "M ü h e n d isha n e i berrii hüm ayun” adı daki sipahiler ise düşm an saflarını parça­ am iri kaptanpaşa ya d a kaptanıderya idi. lam ak için, geri hatlara sarkarak çevirm e altında bir okul açıldı. Bu yenilikler Selim İlk dönem lerde kaptanıderyanın rütbesi lll'ü n tahttan indirilm esi (1807) ile b ir süre hareketlerinde bulunurlardı. sancakbeyi iken, XVI. yy.’dan başlayarak kesintiye uğradıysa da, 1808'de M ahm ut O sm anlılar’ın, XV. yy. başlarında kuşat­ bu rütbe beylerbeyi, aynı yüzyılın sonla­ H'nin tahta geçm esiyle yeniden başladı ve m a topunu, aynı yüzyılın ortalarında, ikinci rında d a vezir düzeyine getirildi. Kaptanı1826'da tüm askeri yeniliklerin önünde en Kosova savaşı’nda d a sahra to p un u kul­



'



kezde bulunan düzenli ve sürekli "kapı-



8946



k u lu ” a s k e r in e d a y a n ıy o r d u . B u n la r ın y a n ı sıra a k ın c ı, d e l i, a z a p , b e ş li, f a r is a n , g ö ­ n ü llü g ib i y a r d ım c ı k u v v e t le r d e v a r d ı.



Osmaniı İmparatorluğu manın temsil ettiği resmi sünni İslamlık ve m edreseye karşın arap kültürü, imparator­ deryalar yalnız donanm anın ve tersane­ tarikatların temsil ettiği halk İslamlığı. Heplu ğ a nüfuz edem edi; b ir zam anlar örnek nin en b ü yü k am irleri değillerdi. Bunlar, alınan İran d a artık uzak ve yabancı sa­ si belli ö lçü de sünni İslamlığa aykırı olan aynı za m anda K aptanpaşa eyaleti deni­ ya da onunla g ö rünürde uzlaşan tarikat­ yılmaya başlandı. len idari birim in de en yüksek m ülki ve as­ lar şeriatın bekçisi ulem a tarafından sürek­ O sm anlIlar asıl dehalarını, yarattıkları keri amiriydiler. B arbaros Hayrettin Paşa’ li eleştiriliyordu. A m a bu, dervişlerde ger­ im paratorluğun örgütlenm esinde göster­ nın kaptanıderyalığı ile birlikte kaptanıdermişlerdi. B ununla birlikte, m im arlık, m in­ çe k rehberlerini bulan halkın tarikatlara yalara aynı zam anda C ezairigarp eyaleyakınlık duymasını engellem iyordu. XVIII. yatür, çini, hat g ib i sanatlarda; şiir ve m u­ t i’nin d e beyberbeyliği verilm eye başlan­ yy.’da tarikatlar A na d o lu ’nun hem en her sikide yetkin örnekler verdiler İslam d ü n ­ dı. Kaptanpaşa eyaleti'nin sancakbeyleri yasının minyatür, hat, çini vb. geleneksel savaş zam anlarında kendi donattıkları bi­ yerine yayılmıştı. Loncalar ve esnaf birlik­ leriyle olan sıkı bağları onları, m esleki ve sanat türleri Osmanlı dönem inde Anadolu rer gem i ile donanm aya katılm ak zorun­ toplum sal hayatta da etkili kılıyordu. Tari­ daydılar. Osmanlı donanm asında kaptave A kdeniz etkisiyle yeni bir biçim e girdi. katlar daha ço k halk akımları olm alarına Özellikle tü rk m im arisi O sm anlIlar d ö n e ­ nıderyadan sonra en yüksek rütbeli ko­ karşın, seçkinler arasında da yansıma bu­ m inde evrensel düzeyde ürünler verdi. Di­ m utanlar kapudane, patrona, riyale adlı luyordu. Bunların en yaygını bektaşilik hal­ van edebiyatı yaratıcı aşaması arap ve kom utanlardı. kın tarikatı olarak kalırken, mevlevilik seç­ İran edebiyatlarında tam am lanm ış bir ge­ Osmanlı donanm ası her yıl düzenli ola­ kinler arasında yaygınlaşmıştı. leneğin son b üyük halkasıydı. Ö zgün bir rak ilkbaharda A kdeniz’e açılırdı. D onan­ bireşimi ifade eden divan m usikisinin üre­ m anın asli görevi, osm anlı kıyılarını düş­ EĞİTİM tim ine Rumlar ve Ermeniler’in de katılması m an devletlerin ve korsanların saldırıların­ halklar arasında ortak bir duyarlığın geli­ dan korum aktı. XVII. yy.'ın ilk çeyreğine Osmanlı im p a ra to rlu ğ u ’nda bugünkü şebileceğini gösterm esi bakım ından il­ kadar Karadeniz tüm ü ile bir osmanlı gö­ ilkokul düzeyinde eğitim -öğretim veren ginçti. lü old u ğ u n da n , K aradeniz’e donanm a kurumlar, sıbyan* m ektepleri idi. Bu okul­ O sm anlIlar bilim ve düşünce alanında g ö n de rm e k gerekm iyordu. A nca k XVII. larda okum a-yazm a, Kuran ve dö rt işlem b ir yaratıcılık gösterem ediler. Osm anlIlar' yy.'ın ilk çeyreğinde Karadeniz'de korsan­ da bilim ve düşünce Vlll.-Xl.yy.’lar İslam lar g ö rü ldüğünden ve bunlar A nadolu ve öğretilirdi. Bunlardan başka osmanlı toplu m unda ço k yaygın olan tekke* ve uygarlığının silik b ir gölgesi olarak kaldı. B oğaziçi kıyılarına zarar verdiklerinden, zaviyeler, halk okulu niteliğindeydi. Bu XVII. yy.'ın ilk çeyreğinden başlayarak bu Bilim ve felsefeye kuşkuyla bakan Osm an­ yaygın öğretim kurum larından başka lIlar, bu alanda eski İslam yapıtlarına şerh­ denize d e küçük bir do n an m a g ö n deril­ A cem i* ocağı ve Enderun* m ektebi özel ler ve haşiyeler yazm akla yetindiler. Top­ m eye başlandı. Karadeniz’de b üyük de­ amaçlı öğretim kurum larıydı. lum sal yaşamın her alanında kendini d u ­ niz gücü bulundurulm ası a ncak 1774 yı­ Osmanlı im paratorluğu’nda, kuruluşun­ yuran düşürm e üretim i eksikliği, bu to p ­ lında Küçük Kaynarca antlaşması ile Rus­ dan XVIII. yy.'ın sonlarına kadar tek ve en lum u belirlem iş gibiydi. ya'nın bu denize inm esi üzerine olm uş­ yüksek derecede öğretim yapan kurum ­ Dinsel bilimler XIV.-XV. yy.’larda gelişme­ tur. lar, m e d re s e le r oldu, ilk osmanlı m edre­ ye başlamıştı. Davudi Kayseri ve Molla FeOsmanlı donanm ası 1571 inebahtı (Lesesi O rhan Bey tarafından İznik'te yaptı­ nari, henüz kurum laşm akta olan O sm an­ panto) deniz savaşı’na kadar A kdeniz’in lI devletinin dinsel ve felsefi sistem inin te­ rıldı (1331). Bu medreseyi sonraki yıllarda en güçlü deniz kuvvetiydi. A ncak 1571 yı­ melini attılar. M ehm et II, ibni Rüşt ile Gadaha gelişm işleri izledi. Fatih m edresele­ lında İnebahtı yenilgisi, osmanlı do n an ­ ri (Sahnı seman), okutulan dersler bakı­ zali’nin başlattığı felsefe ve din alanında­ ması için ço k ağır bir d arbe oldu. H er ne m ından günüm üzdeki ilahiyat, hukuk ve ki eski kavgayı canlandırm ış, konuyu tar­ kadar Osmanlı İm paratorluğu bir kış mev­ edebiyat fakültelerinin benzeriydi. XVI. tışmak üzere İran'dan Nasırettin Tusi’yi ge­ sim inde, bu savaşta elden çıkan gem ile­ yy.'da Kanuni Sultan Süleym an’ın İstan­ tirtmişti. Osmanlı uleması, Hocazade Musrin yerine yenilerini yapabildiyse de, bu b u l’da yaptırdığı ve kendi adıyla anılan lihittin Mustafa’nın etkisiyle Gazali’nin izin­ savaşta ölen 20 000 kadar usta denizci­ m edreselerde ise daha ço k tıp ve m ate­ den giderek skolastiği benim sedi. XV. nin yerine yenilerini h içb ir zam an yetiştim atik derslerine ağırlık verildi. Bu m edre­ yy.'ın önem li yazarlarından biri de özgün rem edi. Bu tarihten başlayarak osmanlı selerin içinde m edresenin en yüksek m er­ düşüncelerini hayatıyla ödeyen Şeyh B ed­ d eniz gü cü zayıflam aya başladı. Nitekim tebesi D arülhadis bulunuyordu. XVII. rettin'di. Molla Hüsrev ve Zembilli Ali Efen­ bu olaydan seksen yıl sonra, Köprülü yy.'dan başlayarak, O sm anlılar'da öteki di, M olla Fenari okuluna bağlı olarak İs­ M ehm et Paşa'nın sadrazamlığında, Vene­ b irçok kurum larda old u ğ u gibi tüm e ğ i­ lam hukuku üzerine çalışm alarını sü rd ü r­ d ik donanm ası Ç anakkale boğazını ablu­ tim kurum lan, başta m edreseler olm ak düler XVI. yy.’d a Ebussuut Efendi, örfi hu­ ka altına alarak, osm anlı donanm asının kukla şeri hukuku bağdaştırm ada büyük üzere bir çökm e ve gerilem e sürecine gir­ Girit’te bulunan osmanlı ordusuna yardım di ve çağın gereksinim lerini karşılayamaz yetenek gösterdi. götürm esini engelleyebildi. oldu. Bunun sonucu olarak d a XVIII. Osmanlı tarihçiliği genellikle olayları Osmanlı donanm asında ilk ciddi ıslahat yy.'dan başlayarak m edresenin dışında kaydetm e (vakanüvislik) sınırını aşamadı. hareketi M ezom orto Hüseyin Paşa’nın O sm anlılar’ın kökenlerine ilişkin en eski yeni öğretim kurum lan aram a ve kurm a kaptanıderyalığı sırasında oldu. Bu d ö ­ zorunluğu ortaya çıktı. n em de osm anlı donanm ası için yeni bir bilgileri aktaran Ahm edi, Âşık Paşazade gib i yazarları, O rhan Bey zam anındaki Osmanlı im p a ra to rlu ğ u 'n u n gerilem e­ kanunnam e hazırlandığı gibi, hem yelken Rumeli fetihlerini anlatan Kâşifi izledi. Ensi ve çökm esi en çarpıcı biçim de askeri hem d e kürekle hareket eden çektiri cin­ alanda görü ld ü ğ ü için m edresenin dışın­ veri, Tursun Bey’in yapıtları M ehm et II dö­ sinden gem iler kesinlikle terk edilerek, yal­ d a kurulan öğretim kurum lan askeri nemi için değerli kaynaklardır, Bayezit II nız yelkenle hareket eden kalyon cinsi ge­ dönem inin önem li tarihçileri Kem alpaşaam açlarla kurulan okullar oldu. Bunların m iler ön plana çıktı. M ezom orto Hüseyin zade (ibni Kemal) ve Neşri dir. XVI. yy. ta­ ilki subay yetiştirm ek için 1734'te Üskü­ Paşa ö ld ü ğ ü n de osmanlı donanm asında 40 kadar kalyon cinsinden gem i bulunu­ rihçiliğinin önem li adları ise H oca Sadet­ d a r’da kurulan “ H endesehane” idi. Bu­ tin Efendi, M ustafa Ali ve Selaniki’ydi. nu 1773'te ça ğ d a ş a nlam da deniz suba­ yordu. 1710 yılında B üyük Petro'ya karşı yı yetiştirmek için açılan "M ühendishanei Bunları XVII. yy.'da İbrahim Peçevi, MüKaradeniz'e hareket eden osmanlı donan­ neccim başı A hm et Efendi ve N aim a izle­ bahrii hüm ayun” , 1795’te kara subayı ye­ ması 3 6 0 parça g e m iden m eydana g e ­ tiştirm ek için açılan “ Mühendishanei berrii miştir. Naim a olayları kaydetm enin yanı sı­ liyordu. hüm ayun” izledi. XVIII. yy.’da osmanlı donanm ası için en ra sentezlere yönelm esiyle öteki tarihçiler­ O sm anlı im p a ra to rlu ğ u ’nda, XVIII. den ayrılır. b ü yü k felaket, 1770 yılında b ir rus filosu­ nun osmanlı donanm asını Ç eşm e’de yok yy.’da açılan bu m eslek okulları için ilk kez Matem atik ve gökbilim alanlarındaki en etmesi olmuştur. Bu büyük felaketten son­ olm ak üzere Avrupa'dan hocalar getirtil­ önem li adlar XV. yy.’da yaşayan Ali Kuş­ çu ile XVI. yy.’da yaşayan Cezayirli Ali bin di. Fransızcadan kitaplar çevrildi ve g e ­ ra, yeni bir osm anlı donanm ası m eydana Veli ve Takiyettin M ehm et’ti. Takiyettin getirm ek, usta denizciler ve deniz subay­ ne ilk kez olm ak üzere bu okullarda ö ğ ­ M ehm et’in XVI. yy.’ın ikinci yarısında İs­ ları yetiştirmek, en önem li ve en acil bir rencilere fransızca öğretilm eye başlandı. ta n b u l’da kurduğu gözlem evi, ulem anın mesele olarak kendini gösterdi. Bu zorun­ B öylece osmanlı aydınları arasında arapluluğun b ir sonucu olarak da 1773 yılın­ baskısıyla yıktırılmıştı. ça, bilim dili olm ak tekelini kaybederken, d a M ühendishanei bahrii hüm ayun adın­ Coğrafya alanında yazanların en ünlü­ fransızca ilk adımlarını atmaya ve yerleş­ sü, XVI. yy.’da bilinen dünyayı gösteren iki d a yeni denizilik okulu açıldı. Böylece bu­ meye başladı. günkü Deniz harp okulu’nun temelleri atıl­ bölüm lü b ir haritanın da sahibi olan Piri Başta m edrese olm ak üzere, klasik osReis'tir (bu haritanın yalnız batı bölüm ü manlı eğitim -öğretim kurum larına en bü­ mış oldu. Bu yeni okul için Avrupa'dan ö ğ­ günüm üze ulaşmıştır). D aha ço k coğraf­ yük d a rb e M ahm ut II d ö nem inde indiril­ retm enler getirtildi. ya yapıtlarıyla tanınan Şeydi Ali Reis, gök­ di. M ahm ut II dönem i hem klasik osmanlı öğretim sistem inden uzaklaşıldığı, hem bilim ve m atem atik alanlarında d a çalış­ KÜLTÜR VE UYGARLIK d e bugünkü eğitim -öğretim sisteminin te­ m alar yapmıştı. XVII. yy.’ın ünlü bilginlerinden Taşköp- m ellerinin atıldığı bir dönem sayılır. Osmanlı uygarlığı, özünde bir türk-islam 1826'da Yençeri o cağı'nın kaldırılması rülüzade yaşam öyküsü, dinsel bilimler, yaratısı olm akla birlikte, im paratorluğu ile sonuçlanan Vakai hayriye ile osmanlı oluşturan öteki etnik ve dinsel öğelerin de m antık, dilbilgisi konularında önem li ya­ pıtlar vermiştir. XVII. yy. bilginlerinin en ün­ yenileşm esinin ön ü nd e en büyük engel b ir ö lçü de katıldığı b ir bireşim di. O sm an­ lI uygarlığı klasik aşam asına g eldiği XVI. lüsü coğrafya, yaşam öyküsü, tarih alan­ olan yeniçeri-medrese İkilisinin m addi gü­ cü kırılmış oldu. Bu olaydan sonra yeni larında yapıtlar veren Kâtip Ç elebidir. yy.'da hem batı hem de doğu ilkelerine ka­ Osmanlı uygarlığı, dinsel bir uygarlıktı. öğretim kurum lan hızla birbirini izlemeye palı b ir bütünlüğe ulaştı. M ehm et II döne­ m inde Rönesans Avrupası ile başlayan Bilim, sanat, devlet, toplum yaşamı her başladı. 1827’de yeni kurulan Asakiri mansurei ilişkiler O sm anlılar’ın yüklendiği dinsel şey dinin denetim indeydi. A nca k İslamlık M uham m ediye o rd u su ’na hekim yetiştirmisyon nedeniyle sınırlı kaldı. Öte yandan iki düzeyde işlemişti: m edresenin ve ule­



8947



Osmanlı İmparatorluğu 8948



m ek için M ektebi tıbbiye, subay yetiştir­ m ek için de 1834’te M ektebi harbiye ku­ ruldu. Tibbiye’nin ilk açıldığı yıllarda arapça öğretilirken bir süre sonra bu ders kal­ dırıldı, buna karşılık öğrencilere fransızca öğretilm eye başlandı. M ahm ut II saltanatı d ö nem inde bütün elverişsiz koşullara karşın, İstanbul’da ilk­ öğretim in zorunlu olması ilkesi benim sen­ di. Yine M ahm ut II dönem inde ilkokuldan sonra gidilen ve bugünkü ortaokula kar­ şılık düşen “ rüştiye’ Ter açıldı. Klasik osmanlı aydınları yeni dönem e ve yeni d ö ­ nem in şartlarına kolay intibak e dem edik­ lerinden, devlet m em uru yetiştirm ek için "M e k te b i ulum ı edebiye", “ M ektebi m a­ arifi a d li” , "M e k te b i irfaniye” g ib i o ku l­ la r açıldı. B öylece osm anlı m em u r kesi­ mi b ü yü k ö lç ü d e m ed rese d en ve klasik osm anlı öğretim kurum larından kopm uş old u . 1836 yılın da b a n d o c u yetiştirm ek için "M uzikayı hüm ayun m e kte b i” kurul­ du. 1821 yılına kadar Babıâli tercüm e odası'n d a genellikle rum tercüm anlar kulla­ nılırken, 1821 yılında başlayan M ora ayak­ lanması sırasında rum tercüm anların asi­ lerle ilişkileri ortaya çıkarıldığından, Tercü­ me odası'na genellikle türk, İslam m em ur­ lar atanm aya başlandı. Fransa ve İngil­ tere gibi b üyük batılı devletlerle B abıâli1 nin fransızca bilen bu m em urları arasın­ d a ilişkiler hızla gelişti; bu m em ur kesimi batılılaşmayı bütün enerjileri ile destekle­ meye başladılar Bunun içindir ki Tanzimat dönem inin Mustafa Reşit Paşa, Â li Paşa, Fuat Paşa gibi ö n d e gelen devlet a d a m ­ ları genellikle Tercüm e oda sı'n d an yetiş­ tiler. Yeni öğretim kurum larına geçiş, M ah­ m ut ll’den sonra d a hızla sürdü. 1847’de, öğretm en yetiştirmek için Darülm uallim in (Erkek öğretm en okulu); 1853’te de kız çocukları için ilk kez bir rüştiye açıldı. 1860’ta İstanbul'a gelen transız Jean Victor D uruy’ün osmanlı eğitiminin düzenlen­ mesi için verdiği rapora dayanılarak 1869’ d a "M aarif-i um um iye nizam nam esi" m eydana getirildi. Bu nizam nam eye gö­ re 12 yaşına kadar bütün çocuklar için ilk­ öğretim in zorunlu olması; 500 evli her yer­ leşim birim inde b ir rüştiye, kasaba ve şe­ hirlerde her bin ev için b u günkü lise d ü ­ zeyinde “ id a d i’Terin açılması kabul edil­ di. 1868'de İstanbul’da fransızca öğretim yapan G alatasaray sultanisi (Galatasaray lisesi); 1872’de türkçe öğretim yapan ilk idadi açıldı. Osmanlı im p a ra to rlu ğ u 'n d a b ir üniver­ site (D arülfünun) açm a işine ilk olarak 1846’da girişilm iş ama, sonuç alınam a­ mıştı. D arülfünun'un açılması 1870, 1874, 1881’de de g ü n dem e gelmiş, am a bu gi­ rişim ler de ya ço k kısa öm ürlü olm uş ya da daha işin başında başarısızlıkla sonuç­ lanmıştı. Osmanlı im paratorluğu’nda Da­ rülfünun'un açılması a ncak 1900’de g er­ çekleşti. D arülfünun konusundaki başarısızlığa karşılık, m eslek okulu veya m eslek yük­ sekokulu açm a işi daha başarılı gitti. 1847’de bir ziraat mektebi, 1859'da bir or­ m an mektebi, 1860’ta telgraf mektebi, 1842’de bir ebe m ektebi açıldı. 1859 yılın­ da da bugünkü Siyasal bilgiler fakültesi’ nin kökeni olan "M ektebi mülkiye” a ç ıld ı. 1864'te “ Islahhane" adı altında sanat m ektepleri açıldı, ilk kez Niş'te M ithat Pa­ şa tarafından açılan Islahhane’yi Sofya ve R usçuk’ta açılanlar izledi. 1868'de bu tip okullardan biri İstanbul’da "Sanayi mekte­ b i” adı altında erkekler için, 1869'da kız çocukları için açıldı. 1865’te kurulan Cemiyet-i tedrisiye-i islamiye’nin girişimleri so nunda 1873 yılında yetim ço cu kla r için lise düzeyinde olm ak üzere “ Darüşşafaka" kuruldu. Osmanlı öğretim örgütü A bd ü lha m it II dö n em ind e ço k hızlı bir gelişm e göster­ di. 1881’de hazırlanan eğitim program ına gö re her eyalet m erkezinde bir üniversi­ te, bir teknik üniversite, bir öğretm en oku­ lu, bir ziraat okulu, bir yol okulu, bir güzel



sanatlar okulu, b ir orm an okulu, bir tica­ ret okulu kurulacaktı. Sancak merkezlerin­ de lise, kaza m erkezlerinde ortaokul, na­ hiyelerde de ilkokul ile sanat okulları açı­ lacaktı. A yrıca her nahiye m erkezinde bir genel kitaplık kurulması kararlaştırıldı. 1892-1893 yıllında tüm Osmanlı im parato rlu ğ u ’nda eski usulle ders yapan 18 938, yeni usulle ders yapan 3 057 iptidai (ilkokul) vardı. 1905-1908 yıllarında yeni usullerle (usul-ı cedit) öğretim yapan ipti­ dailerin sayısı şöyleydi: resmi erkek kız karm a



3 388 304 3 621



özel ________ erkek 1 431 kız 336 karm a 567



1906-1907 yılında tüm Osmanlı im parato rlu ğ u ’ndaki rüştiyelerin (ortaokul) sayı­ şı d a şöyleydi: erkek 462



kız 74



karma özel askeri toplam 1 57 25 619



1905-1906 yılında tüm Osmanlı im p a ­ ratorluğu'nda 109 idadi vardı. Bu okullar­ da 1909 yılında 20 000 öğrenci okuyordu. 1906 yılında ilk, orta ve liselere öğret­ m en yetiştirmek üzere üç bölüm de ö rgüt­ lenm iş olan İstanbul Ö ğretm en o kulu'nun dışında tüm im paratorlukta 32 öğretm en okulu vardı. A bd ü lha m it II dönem i M aarif nezareti' nin yeni ve daha geniş bir biçim de örgüt­ lendiği bir dönem oldu. M ekâtibi idadiye dairesi, M ekâtibi rüştiye dairesi, M ekâtibi iptidaiye dairesi açıldı. İstanbul’da 50 ki­ şiden oluşan M aarif meclisi, 11 üyeden oluşan Telif eserler dairesi, 75 üyeden olu­ şan Teftiş ve muayene dairesi kuruldu. Vi­ layetlerde de m aarif m üdürlükleri ile m a­ arif müfettişlikleri oluşturuldu. D arülfünun’un dışında 1883 yılında Mülkiye m ühendis mektebi (Teknik üniver­ site), 1895 yılında M ülkiye baytar m ekte­ bi (Veteriner fakültesi), 1881 yılında Sana­ yii nefise m ektebi (Güzel sanatlar fakülte­ si) ile Bayezit kütüphanei um um isi açıldı. EDEBİYAT ■ T Ü R K İY E .



GÜ ZEL SANATLAR ->



T Ü R K İY E



O s m a n lı lib e r a lle r i k o n g re s i (Birin­ ci), A bd ü lha m it II yönetim ine karşı çıkan



ve A vru p a ’ya kaçan Jö n T ü rk le r’in 1902'deki toplantıları. A bdülham it II yöne­ tim inin cinayet ve fesat çıkarm akla suçla­ dığı D am at M ahm ut Paşa, H oca Kadri, şair Hüseyin Siret, çeşitli ülkelerde yaşa­ yan Jön Türkler'i birleştirm ek am acıyla fransız âyan azası Lefâvre-Pontalis’in evin­ de toplandılar. Kongre başkanlığına Da­ m at M ahm ut Paşa seçildi. M üteşebbis he­ yet üyeleri Prens Sabahattin, Ali Haydar M ithat, İsmail Kemal, Kaymakam İsmail Hakkı, Rumlar’ın temsilcisi Mozuros ve Dr. Fradhis Efendi’den oluştu. E rm eniler'in temsilcisi de Sisliyan’dı. Kongrede A bd ü l­ ham it yönetim ine karşı girişim lerin salt bil­ diri yayım lam akla başarılam ayacağı, o r­ du n un da harekete katılmasının sağlan­ ması tartışıldı. İkinci olarak devrim için ya­ bancı ülkelerin desteğinin aranıp aranm a­ ması konusu ele alındı. Bu konuda kon­ gre ikiye ayrıldı. Adem i m üdahaleciler, ya­ bancı hüküm etlerin devrim e ancak ken­ di çıkarları doğrultusunda yardım edecek­ lerin savunarak karşı çıktılar. İttihat ve Terakki'nin ilk kurucuları ve A hm et Rıza Bey bu görüşü savundular. M üdahaleciler ise, m üdahaleci devletin yardımını, kendi çı­ karını sağlam a isteği olmaması durum un­ d a kabul edebileceklerini ileri sürdüler. Ç o ğ un lu ğu sağlayan bu g ru b u n önderi de Prens S abahattin’di. D aha sonra bu



gru p la r b irbirinden iyice ayrıldı: adem i m üdahaleciler Terakki ve İttihat cem iyeti’ ni, müdahaleciler, Teşebbüsü şahsi ve adem im erkeziyet cem iyeti'ni kurdular. Kongre, istibdat yerine getirilecek rejimi saptam aya çalıştı. O s m a n lı lib e r a lle r i k o n g re s i (ikinci),



A vrupa’da A bd ü lha m it II yönetim ine başkaldıran Jön Türkler’in 1907’deki to plan­ tıları. 1907 sonunda erm eni Taşnaksutyun örgütünün önerisi, Terakki ve ittihat ile Teşebbüsi şahsi ve adem im erkeziyet cem i­ yetlerinin desteğiyle bir "u m u m m uhali­ fin ” kongresi toplanm asına karar verildi. Prens S abahattin’in başkanlığında aralık 1907'de Paris’te toplanan kongreyi Ahm et Rıza Bey ve M alum yan Efendi yönetti. Kongreye üç b ü yü k ö rgüt dışında öteki türk, erm eni, arap, yahudi örgütlerinin temsilcileri de katıldı. Kısa vadeli üç m ad­ delik bir eylem planı üzerinde anlaşm aya varıldı: 1. Sultan tahttan indirilecek; 2. m evcut yönetim değiştirilecek; 3. m eclis­ ler açılacaktı. Bu am açlar dışında hükü­ mete karşı silahlı direniş, grevler, ordu için­ de propaganda, genel ayaklanma gibi ey­ lem ler altı m ad d e lik bir öneri paketi için­ de kam uoyuna sunuluyordu. Kongre or­ tak eylemlerin düzenlenmesini üstlenecek bir "İcra a t kom itesi” oluşturdu. Bu kom i­ te yurtiçinde çeşitli hareketleri örgütledi. 1908 M eşrutiyet ilanı ise daha ço k Terak­ ki ve İttihat cem iyeti'nin ve ona bağlı as­ keri birliklerin girişim leriyle gerçekleşti. O s m a n lı m a tb u a t c e m iy e ti, Hüse­



yin Cahit (Yalçın), M ahm ut Sadık, A b d u l­ lah Zühtü, A hm et Cevdet, A hm e t Rasim vb. gazeteciler tarafından İstanbul’da "M atbuatı o sm a niye^em iyeti” adıyla ku­ rulan dernek (1908). ı ürk gazetelerinin ve gazetecilerin haklarını savunmayı ve so­ runlarına çözüm getirm eyi amaçlayan dernek, d a h a sonra M atbuat cem iyeti (1917), Türk m atbuat cem iyeti (1919), İs­ tanbul m atbuat cem iyeti (1921) adlarını aldı. O s m a n lı m e s a i fır k a s ı, tü rk siyasi



partisi (1919). Mütareke dönem indeki sos­ yalist partilere karşı bir d e n g e öğesi ola­ rak eski ittihatçı m em ur ve işçiler tarafın­ dan kuruldu. Sosyalist akım ların işçi ara­ sında yandaş b u ld u ğ u nu gören birtakım kişiler bu olaylardan yararlanmayı am aç­ lıyorlardı. 1919 seçim lerinde Zeytinburnu fabrikaşı’ndan N um an usta aday gösteri­ lerek İstanbul m ebusu seçildi. Fırka, önemli b ir etkinlik gösterem eden M ütare­ ke dö n em ind e dağıldı. O s m a n lı m ü e llifle r i, Bursalı M ehm et Tahir’in yapıtı (1914-1923, 3 c). Osmanlı devletinde XIV. yy.’dan XX. yy.’a kadar ye­ tişen bilgin, yazar, şair ve şeyhlerin yaşam­ ları anlatılır; yapıtları tanıtılır. Birinci ciltte şeyhler ve bilginler; ikinci ciltte bilginlerin devamı, şair ve yazarlar; üçüncü ciltte ta­ rihçiler, hekimler, m atem atikçiler ve co ğ ­ rafyacılar yer alır. Yapıtta geçen yazar ve kitap adları A hm et Remzi (A kyürek) tara­ fından ayrı ayrı toplanarak Miftah ül-kûtCıp ve esami-i müellifin fihristi adıyla bastırıl­ mıştır (1928). O s m a n lı re s s a m la r c e m iy e ti -» T Ü R K R E S S A M L A R C E M İY E T İ.



O s m a n lı s o s y a lis t fır k a s ı, tü rk siya­ sal partisi. 1910’d a iştirak dergisi sahibi Hüseyin Hilmi, Sosyalist gazetesi sahibi Nam ık Haşan, Muahede gazetesi sahibi Pertev Tevfik, İnsaniyet gazetesi sahibi İs­



mail Faik, Baha Tevfik, İsmail S uphi tara­ fından kuruldu. Ittihatçılar’a karşı m uha­ lefet saflarında yer aldı; işçileri greve kış­ kırttı; ancak toplum cu bir eleştiri getirem e­ di. İttihat ve Terakki partiye karşı sert dav­ randı; başkan ve yöneticileri tutuklattı. Par­ tinin sosyalist düşünce akımları ve eylem­ leri üzerinde önem li bir etkisi olm adı. Ya­ yın organı iştirak dergisi 20 sayı yayımlan­ dı. Dr. Refik Nevzat Paris’te partinin şube­ sini kurdu. Paris'teki şubenin yayımladığı Beşeriyet gazetesinin yu rd a girm esi ya­



saklandı. Parti 1919'da yeniden Türkiye Sosyalist fırkası adıyla faaliyete geçti. O s m a n lı tiy a tr o s u , Tanzimat d ö n e ­



m inde etkinlik gösteren tiyatro to p lu lu ğ u . G üllü A g o p tarafından kurulan (1868) ti­ yatronun adı, belgelerde "D eraliyye'de G edikpaşa’da vaki Güllü A go p Efendi’nin ta h tı id a re s in d e b u lu n a n O s m a n lı tiya tro su " b içim inde geçer. (-> G E D İ K P A Ş A T İ Y A T R O S U . ) 1880’de tiyatronun yöne­ tim i M ınakyan'a geçti. D eğişik zam anlar­ da Güllü Agop'la, Abdürrezzak ya d a baş­ kalarıyla ortaklık kuran M ınakyan zam a­ nında topluluk, Osmanlı dram tiyatrosu, Osmanlı dram kumpanyası gibi adlarla fa­ aliyet gösterdi. Osmanlı tiyatrosu ise, bir süre Ş ehzadebaşı’nda yine M ınakyan’la Abdürrezzak'ın birlikte işlettikleri bir bina­ nın adı oldu; sonra değişik biçim lerde başka topluluklarca kullanıldı, ikinci m eş­ ru tiy e tte n sonra A hm et Fehim Efendi de Osmanlı tiyatrosu adını taşıyan kısa öm ür­ lü b ir to p lu lu k kurmuştur. (-* Kayn.) O S M A N L IC A a ve sıf. (osmanlı ulus



adından). 1. Osmanlı im paratorluğu d ö ­ nem inde arapça ve farsçadan ço k sayı­ d a sözcük alınarak m eydana getirilen ve yüksek sınıfın yazı dili olarak kullanılan ba­ tı türkçesi. — 2 . Bu dilin kurallarını araştı­ ran bilim dalı. ♦ be. Osmanlı yaşam ına ve görenekle­ rine uygun biçim de. — A n s İ K L . Dilbil. O ğuz lehçeleri, batı türk­ çesi ya d a güney-batı türkçesi adlarıyla anılan türk lehçeleri grubunun XIII. yy.’dan XX. yy.'ın başlarına kadar süren ve ara p ­ ça ile farsçadan sınırsız ölçüde sözcük alı­ narak geliştirilen yazı diline verilen addır. Selçuklu d ö nem inden pek az sayıda ya­ zılı yapıt kaldığından ve dil yapısı bakımın­ dan osmanlıcanın başlangıç dönem inden farklı gö rü lm e d iğ in d e n bu dönem yapıt­ ları d a bu a d la anılır. Osmanlı devletine geniş b ir im paratorluk haline gelm eye başlayınca kurucusunun adından Os­ manlI devleti ya d a Devlet-i Osmaniye d e ­ nir. Ülkede konuşulan dil de giderek lisan-ı osmani ve osmanlıca adlarını alır Osmanlıcanın genellikle üç bölüm de incelenmesi hem en bütün dilcilerce kabul edilmiştir: 1. Eski osmanlıca. Eski A nadolu türkçesi, es­ ki Türkiye türkçesi g ib i terim ler de kulla-, nılan bu dönem S elçuklulardan başlaya­ rak XIII.-XV. yy.'lar arasını içine alır. 2. Asıl osmanlıca ya d a klasik osmanlıca. XVI. yy.'dan XIX. yy.’ın ortalarına kadar süren dönem i içine alır. 3. Yeni osmanlıca. XIX. yy. ortalarından XX. yy. başlarına kadar süren dönem . 1. Eski osmanlıca d ön em ind e genellik­ le dilin sade old u ğ u kanısı yaygınsa da, bu görüş, d a h a ço k bu d ö n em den kalan m esnevilere ve halk için yazılan dinsel ki­ taplara bakılarak verilm iş bir yargıdır. Di­ vanlarda yer alan tevhitler, münacatlar, naatlar ve kasidelere bakılacak olursa b in ­ lerce arapça ve farsça sözcüğün, ibare­ nin, tam lam anın yer aldığı görülür. Yunus Em re g ib i nefeslerinde ço k sade bir dil kullanan, geniş halk yığınlarına seslenen b ir şairin bile “ Risalet ün-nushiye” adlı m esnevisinde oldukça yabancı sözcükler­ le ve farsça tam lam alarla yüklü bir dil kul­ landığı görülür. Dönem in belli başlı yazım, ses ve biçim bilgısi özellikleri şöylece sıra­ lanabilir: arap yazısının türkçeye uygula­ nışı, XI. yy.'dan başlayarak d o ğ u türkçesinde g ö rd ü ğü m ü z uygulam adan b ü tü ­ nüyle farklıdır, ilk hece dışında ünlülerin harfle gösterilm ediği görülür, ilk hecede de düzenli bir b içim d e değildir. Sözcük sonundaki ünlülerse harfle gösterildiği gi­ bi sık sık hareke ile d e gösterilir. Sözcük sonundaki -en hecelerinin tenvinle yazıl­ dığı görülür. D aha seyrek olarak -ın/-in ve -un/-ün seslerinin d e esre ve ötre tenvini ile yazıldığı dikkati çeker. Sözcük başın­ daki ünlülerin yazılışı da değişiktir Elif har­ finin sözcük başında sekiz ünlüyü de kar­ şılayacak biçim de kullanıldığı görülür Bu­ nun yanında o-,ö-,u-,ü- için elif, ve vav, /-,/için elif ve ye haflerinin kullanıldığı, a- için­



se elif üzerine m ed işareti konduğu da g ö­ rülür ve bu d urum XV. yy.’a d o ğ ru geldik­ çe artar. Kimi m anzum eserlerde ünlüle­ rin harfle gösterilmesi ölçü ile ilgilidir, imale yapılan yerlerde harf kullanılır; kısa hece­ ler ise hareke ile gösterilir. Sözcük başın­ da s- ve t- sesleri bulunan kalın ünlülü söz­ cü kle rd e “ sa d ” ve " tı" harflerinin kulla­ nılması da her zam an kurallı değildir. Türkçedeki p ve ç sesleri için genellikle “ be” ve “ cim ” harfleri kullanılır. Bazı m etinler­ de "p e " ve "ç im " harfleri kullanılırsa da düzenli değildir, -rj sesi "k e f” harfi ile ya­ zılır. "Tagrı" sözcüğünde ise genellikle "n u n ” ve "k e f” harfleri ile yazıldığı dikkati çeker Londra'da bulunan bir satırarası Ku­ ran çevirisinde kalın ünlü bulunduran söz­ cüklerde t) sesinin "k a f" üzerine üç nok­ ta konularak gösterildiği görülmüştür. Dönem in belli başlı özellikleri şunlardır: b üyük ünlü uyum u tamdır. Zam an zam an ince ünlü b u lu nduran sözcüklere kalın -duk, -mak eklerinin geldiği görülürse de genellenem ez, ilgi eki -ki/-kı ve -gi/-ğı bi­ çim in d e uyum a girer, -ken ulaç eki i- fiili üzerine ge ld iğin d en asıl fiille uyum yap­ maması doğaldır. K üçük ünlü uyum u ise yoktur. Eski türkçeden beri yalnızca düz ve yalnızca yuvarlak biçim leri kullanılan ekler bu durum larını korudukları gibi, m ve v ünsüzlerinin yanlarındaki ünlüleri yu­ varlaklaştırması ikinci tekil ve ço ğ u l kişi­ deki iyelik eklerinin de birinci tekil ve ç o ­ ğul kişilere örneksem e yoluyla yalnızca yuvarlak biçim erinin kullanılması, edilgen­ lik, dönüşlülük ve işteşlik eklerinden ö n ­ ce gelen bağlayıcı ünlünün yalnızca t/i bi­ çim in d e olması, ökı-, süri-, yöri-, bulıt, g i­ bi sözcüklerde eski biçim lerin korunması yüzünden küçük ünlü uyum u iyice bozul­ muştur. Eski türkçedeki bazı kalın ünlüler incelmiştir: ayıt- > eyit-, yon- > yöri-, ıt > it, tır/la- > diıjle- gibi. Eski türkçedeki ki­ m i b sesleri v olm uştur: bar > var, bar> var-, bir- > ver-, seb- > sev-, ebir- > evir- gibi. Eski türkçedeki sub sözcüğü ise sub > suv > su gelişm esine u ğ ra r Eski türkçede yapım ve çekim eklerinin başın­ d a bulunan -ğ-/-g- sesi genellikle düşer. Birden ço k heceli sözcüklerin sonundaki ■Sİ -g sesleri düşer. Tek heceli sözcüklerin so­



nunda İse kendini korur, ince ünlü bu lu n ­ d uran sözcüklerin başındaki H e r d- ol­ m uştur: til > dil, ti- > de-, tüş > düş g i­ bi. Başlangıç dönem i metinlerinde bu ge­ lişm enin kalın ünlü bulunduran sözcükle­ re de sıçradığı görülür: dağ, doprak, dokuz gibi, ince ünlü bulunduran sözcük­ lerdeki k- > g- gelişm esini ise her iki ses de kef harfi ile yazıldığından ve ayırıcı bir işaret kullanılm adığından m etinlerden iz­ lem ek m üm kün değildir. A ncak t- > dgellşm esi ile birlikte ele alındığından bu dönem de bu gelişm enin d e tam am landı­ ğı varsayılmaktadır. Bu gelişm enin kalın ünlü bulunduran sözcüklere sıçramadığı görülür. H ece sonunda ve iki ünlü arasın­ d a k > h gelişm esi görülür: yok > yoh, çok > çoh, ırak > ırah, akar > ahar, okı> ohı- gibi. Bir yarı ünlü ile b ir ünlü ara­ sında da aynı gelişm e görülür: uyku > uyhu, korku > korhu. Eski türkçedeki d sesleri İse y olur: adak > ayak, adır- > ayır-, adığ > ayu “ ayı".



Yapıbilgisl bakım ından belli başlı özel­ likler şunlardır: ad çekim ekleri tamlayan durum u + uıj/+üq, ünlülerden sonra + n u r/+ nur), yönelm e durum u + a /+ e , belirtm e d urum u + //+ /, kalma durum u + da/+de, çıkm a durum u + dan/ + den (y a ln ızc a yer g ö s te rm e g ö re v in d e + dın/+ din: öndin, sondın), eşitlik d u ru ­ mu + ça/+çe, araç durum u -t-n’dir. Ek fiil ekleri: birinci tekil kişi + am /+em , ikinci tekil kişi: + sın/+ sin, üçüncü tekil kişi: + sız/+ siz, birinci çoğul kişi: + vuz/+ vüz, + uz/+üz, İkinci ço ğ u l kişi: + sız/ + siz, üçüncü çoğul kişi: + dur/ + dür, + durur. iyelik ekleri sırası İle +um /+ üm , + q ( + u rj/+ ü ıj ), + ı / + i (ünlülerden sonra + s ı/+ s i), + m u z / + m üz ( + um uz/ + ümüz), + qu z/+ t)üz ( + uyuz/+üi)üz), +ları/+leri. Fiil çekim inde + a /+ e e ki ge­



niş zam an, gelecek zam an ve istek kipi görevlerinde kullanılır. Geniş zam an için ayrıca +r, + ar/-ver ve + u r/+ ü r ekleri kullanılır. G elecek zam an eki -ısarZ-iser'dir. Bunun yanında -daçı/-deçi, -ası/-esi ekle­ ri d e ortaç görevinde kullanılır. Dönem in sonlarında -acak/-ecek eki de çekim li ola­ rak kullanılm aya başlar. G örülen geçm iş zam an eki sırası ile -dumZ-düm, -dui]/-dür), -dı/-di, -duk/-dük, -duıjuzZ-dürjüz, -dı(lar) / -di(ler), anlatılan geçm iş zam an eki -mış/ -miş’tir. Em ir çekim inde her kişi için ba­ ğımsız ekler gelir. 1. teki, k.: -ayın/-eyin ve istek kipi ile birleşm eye başlayarak -ayım/ -eyim, 2. teki, k.: eksiz ya da -ğıl/-gil, 3. teki, k.: -sunZ-sün, 1. çoğl. k.: -alımZ-elim, -alumZ-elüm, 2. çoğl. k.: -i) ve bunun ya­ nında -urjZ-ür) ve seyrek olarak -uguz/ -üıjüz, 3. çoğl. k.: -sunlarZ-sünler. Ortaçlar­



dan yapılan fiil çekim ine gelen kişi ekleri d e şö yle d ir: 1. teki, k.: -van/-ven(< ben), -vamZ-vem, -am/-em, -ın/-in, 2. teki, k.: -sınZ-sin, 3. teki, k.: eksiz ya da -dur/-dür (durur), 1. çoğl. k.: -vuz/-vüz, -uz/-üz ( < biz), 2. çoğl. k.: -sızZ-siz, 3. çoğl. k.: -lar/ -ler. O rtaç ekleri: -an/-en, -duk/-dük, -r (-ar/-er ve -ur/-üf), -asıZ-esi, -daçıZ-deçi, -ıcı/ -ici, -acakJ-ecek. U laç ekleri: -aJ-e, u/-ü, -ı/-i, -p (-up/-up), -ban/-ben (-uban/-üben), -madınZ-medin, -dukçaZ-dükçe, -ıcak/-icek, -ınca/-ince, -ken (yalnız i- fiili üzerine). Bi­



leşik fiil çekimleri /'- fiili ile ya çekimli fiil üze­ rine idi, ise, imiş getirilerek ya da zam an ekinden sonra i- fiili çekilerek yapılır, /'-fiili bir ünlüden sonra geliyorsa araya y koru­ yucu ünsüzü girebildiği g ib i i- fiili de d ü ­ şebilir: geldiydi ya da geldidi, gelseydüm ya d a gelsedüm. Bu dönem den kalan önem li yapıtlar şunlardır: Yunus Emre di­ vanı, Ahm et Fakih: Çarhname, Kitabu ev­ saf/ mesacid iş-şerife, Şeyyat Hamza: Yu­ suf ve Zeliha, H o ca D e h ha n i: 1 kaside ve 7 gazel, Gülşehri: Mantık ut-tayr; Âşık Pa­ şa: Divan, Fakrname, Hoca Mesut: Süheyl ü Nevbahar, Tursun Fakih: Gazavatname, M ercim ek Ahm et: Kâbusname, Sadrettin Şeyhoğlu: Marzubanname, Kadı Burhanettin: Divan, Salebi: Kısas ül-enbiya; Kırk vezir hikâyeleri (yazarı bilinm iyor), Enveri: Düsturname; Tevarih-i âl-i Osman (ya­ zarı bilinm iyor), Yazıcıoğlu: Muhammediye, Şeyhi: Divan, Hüsrev ü Şirin, Ferahname, Harname, Ahm edi: Divan, iskendername, Ahm et Dai: Divan, ibni Hatip: Ferahname, Süleym an Çelebi: Mevlit (Vesilet ün-necat), Sabuncuoğlu: Cerrahiye-i ıilhaniye, M ehm et: Aşkname. Ayrıca Beylik­ ler dönem inde yazılmış yazarı belli olm a­ yan Tebareke tefsiri, Yasin tefsiri gibi din yapıtları ve Kuran çevirileri vardır, ishak bin Murat: Edviye-i müfrede, tarihi bilinen en eski osmanlı tıp yapıtıdır. Öm er bin Mezit: Mecmuat ün-nezair (XIV.-XV. yy. şair­ lerini içine alan nazireler m ecm uası). Y i­ ne bu dönem içersine katacağımız önemli b ir yapıt da Dede Korkut kitabıdır. Yazı­ ya geçirilişi XVI. yy.'da olm akla birlikte eski Anadolu türkçesinin dil özelliklerini taşır. 2. Klasik osmanlıca dönem inde yazı dili konuşulan dilden ayrılmıştır. Şiirde o ld u ­ ğu gibi düzyazıda d a hü n er gösterm ek esas olduğundan iç kafiyelerle, benzetme­ lerle ve çeşitli sanat ve söz oyunlarıyla örülm üş, ulaçlarla, edat öbekleriyle birbi­ rine eklenmiş uzun cüm lelere dayanan bir yazı dili kurulmuştur. Gerçi doğrudan d o ğ ­ ruya halka bilgi aktarm ak am acıyla yazı­ lan d in kitaplarında, tarihlerde, tıp kitap­ larında oldukça sade bir düzyazı sürm ek­ tedir, am a d oğrudan doğruya hüner g ös­ term ek için yazılan kitaplarda tüm üyle yapm a bir dil kullanılır. Kuşkusuz bu d u ­ rum çağın sanat anlayışıyla yakından il­ gilidir. Bu d ö n em de Baki, Fuzuli, Nef'i, Neşati, Naili, Nabi, Şeyh Galip, Vasıf, N e­ dim g ib i büyük şairler; Sehi, Latifi, Âşık Çelebi, Salim gibi tezkereciler; Kâtip Çele­ bi, Selaniki Mustafa Efendi, Hoca Sadet­ tin, Silahtar Mehmet Ağa, Naima, Raşit, izzi, Vasıf gibi tarihçiler ve Evliya Çelebi gibi büyük bir seyahatname yazarı yetişmiştir Bu dönem de, arap yazısının türkçeye



osmanlıca 8950



uygulanm ası belirli kurallara bağlanm ış, yazım kalıplaşmıştır Yüzyıllar boyunca or­ taya çıkan ses değişm eleri yazıya yansı­ mamıştır. Genellikle kitaplar harekesiz ola­ rak yazılmaya başlandığından, eski A na ­ d o lu türkçesi d ö n em inde iyice bozulan küçük ses uyum unun ne zaman kurallı bir d urum a geldiğini izlememiz oldukça g ü ç­ tü r A ncak dönem in ikinci yarısından son­ ra yavaş yavaş m eydana geldiği sanılmak­ tadır. Ünsüz uyum unun da yani yum uşak ünsüzlerden sonra yum uşak ünsüzlerin, sert ünsüzlerden so n ra 's e rt ünsüzlerin gelm esi olayının da ne zam an başladığı­ nı yazıdan anlam ak m üm kün değildir. Ka­ lın ünlü bulunduran sözcüklerde t- > dgelişm esinin bu dönem de sürdüğü kesin olm akla birlikte t ya da d okunm asına ba­ kılmaksızın “ tı" harfi ile yazıldığından bu gelişm eyi de yazıda görem iyoruz. Daha önceki d ö n em de oldukça yaygınlaşan ö değişm esinin bu d ö n em de kaybo­ luşu dikkati çekiyor. Eski osm anlıcada g ö rd ü ğü m ü z gele­ ce k zam an eki olan -ısar/-iser kaybolmuş, -acakZ-ecek eki gelecek zam an eki olarak yerleşmiştir. Eski osm anlıcada henüz ek­ leşm em iş olan ve süreklilik gösteren bir yardım cı fiil konum unda görülen yon- fiili bu dö n em d e şim diki zam an eki d u ru m u ­ na gelmiştir. Yine eski osm anlıca d ö n e ­ m inde g ö rm ed iğ im iz -malı/-meli gereklik kipi eki dönem in başlarında -maluZ-melü biçim inde sıfat görevinde kullanılırken sonradan b ir çekim eki d urum unu almış­ tır. ikinci tekil kişi em ir eki -ğıIZ-gil bu d ö ­ nem de kullanım dan düşm üştür. O rtaç­ lardan yapılan ulaç ekleri çoğalm ıştır:



dairelerinde sade bir dil kullanılması M ah­ m ut II dönem inde başlatılmıştı. “ G ülhane hattı h ü m a yu n u "n u kalem e alan Mustafa Reşit Paşa ve onun yetiştirmesi olan Cev­ d e t Paşa sade d ilden yanaydı. Devlet ka­ lem lerinde süslü b ir üslupla yazan kâtip­ ler yerine oldukça sade bir dil kullanan ye­ ni b ir kâtip sınıfı doğuyordu. Fermanlar, beratlar oldukça rahat anlaşılır b ir dille ya­ zılmaya başlanmıştı. D ilde yenileşm e hareketi b ir yandan da halk edebiyatı türlerinin kullanılması konu­ sunu gündem e getiriyordu. A kif Paşa'nın b ir ağıtı, N am ık Kem al'in hece ölçüsünü kullandığı birkaç şiiri, Ziya Paşa'nın bir türküsü hece ölçüsünün aydın sınıfça kul­ lanıldığı ilk örneklerdir. Bu şiirlerde, halk şairlerindeki ö lçü de sade bir dil kullanıl­ mış olması da ilgi çekicidir. Servet-i fünun dönem inde ise dilde tam b ir geriye dönüş g ö rü lü r Kavram lar ba­ kım ından yepyeni olan Servet-i fünun şii­ ri, dil bakım ından tanzim atçıların ço k ge­ risindeydi. Hafit Ziya'nın rom anlarında kul­ lanılan dil d e sadelikten oldukça uzak farsça tam lam alarla ve uzun cüm lelerle süs­ lenmiş bir dildi. 1912'de ise servetri fünuncuların karşısına çıkan, Osmanlı im para­ to rlu ğ u ’nun dağılm aya başlaması ile d ü ­ şüncede old u ğ u g ib i d ilde de ulusçulu­ ğ u savunan yeni b ir kuşağın ortaya çıktı­ ğını görüyoruz ki, bundan sonra kullanı­ lan dili osm anlıca olarak değil, türkçe ola­ rak adlandırıyoruz. OSMANUCACIL1K a. Dil yönünden osm anlıcadan yana olanların tutum u.



OSMANLICILIK a. Tanzimat'tan sonra gelişen ve Osmanlı im paratorluğu içinde­ ki tüm unsur ve etnik grupların kendileri­ ni "osm anlı” kabul etmeleri gerektiğini sa­ lar cüm leleri b irbirine b ağlam ak için bol­ vunan düşünce akımı. ca kullanılır olmuştur. Yine m astar ekine —ANSİKL. Fransız d evrim i'nden (1789) ile getirilerek yapılan -mağlaZ-meğle ulaç sonra gelişen ve yayılan ulusçuluk akımı eki özellikle resmi yazışm alarda ço k kul­ Osm anlı im para to rlu ğ u 'n u da sarstı; ba­ lanılan bir ulaçtır. Aynı görevde m astar ğımsızlık girişimleri başladı. Namık Kemal eki ile araç d u rum u ekinin birleşm esiyle g ib i osmanlı aydınları parçalanm ayı önle­ -mağınZ-meğin ulaç eki ortaya çıkmıştır. m ek için çokuluslu Osmanlılık idealini öne Bunların yanında cüm leleri birbirine b a ğ ­ sürdüler. Bu ideal yüz yıl boyunca O s­ lam ak için "n aşi, m ebni, binaen” gibi m anlI devletinin resmi görüşü oldu. A n­ edatlar ve zarflar kullanılır. Süslü nesirler­ ca k arap m illiyetçiliğinin gelişm esi; müsde iç kafiyeye bolca yer verilir, iç kafiyeler lüm an, katolik ve Ortodoks Arnavutlar'ın genellikle cüm leciklerin başladığı ve bit­ ulusal sorunlar sözkonusu o lunca birleş­ tiği yerleri gösterm eye yarar. Eşanlamlı ve meleri gibi olaylar yapay Osmanlıcılık ide­ yakın anlam lı sözcüklerin arka arkaya sı­ alinin boşluğunu ortaya koydu. 1904 yı­ ralanması ve bunların arasında ses ben­ lında Yusuf A kçura tü rkçü lü k tartışmasını zerliklerinin bulunm ası b ir güzellik öğesi başlatınca, ona karşı Ali Kemal ve A hm et olarak kabul e dilir 3. Yeni osmanlıca, osmanlı toplum unun Ferit Osmanlıcılığı savunmayı sürdürdüler, ikinci m eşrutiyet’ten sonra bu akım ın sa­ Batı'ya yönelm esi ile ortaya çıkan ve Bal­ vunucusu Süleym an Nazif türkçüleri, kan yenilgisiyle hızlanan ulusçuluk akımı "C e n g iz hastalığT’na tutulm akla suçladı so nunda yerini ça ğ d a ş türkçeye bırakan ve O sm anlılar'ın dam arlarında "h u s u si” bir dönem in dilidir. Bu d ö n em d e osmanbir kanın bulunduğunu bile ileri sürebildi. lıcaya birçok yeni kavramlar, yeni e d e b i­ Bu akım Balkan savaşı'yla büyük d a rbe yat türleri ve gazete girm iş ve yeni gerek­ yedi. C um huriyet sonrasında uluslaşm a sinim leri karşılayacak bir dil aranm asına süreci tam am lanınca anlamını yitirdi. başlanmıştır. Kuşkusuz birdenbire eski­ d e n kopm ak sözkonusu olam azdı. Bu OSMANLILIK a. Osmanlı olm a durumu. yüzden de başlangıçta N am ık Kemal, ReOSMANOĞLU, Türkiye'de halifeliğin caizade M ahm ut Ekrem g ib i yazarların kaldırılması üzerine (1924) sınırdışı edilen d ilde çift standart uyguladıkları görülür. ve kadınlarına yu rd a girm e izni verilince Gazete ve rom anlarda uygulanan dille, (1951), İstanbul’a d ö n ü p yerleşen hane­ duygu ve düşüncelerini açıklam ak için dan üyelerinin soyadı. — ŞADİYE, A bd ü lkullandıkları dil arasında fark vardı. Recaham it H'nin Em salinur K a d ın d a n olan kı­ izade, üslubu üçe ayırıyor ve "sade", zı (İstanbul 1886 - ay. y. 1977). İsta n b u l’ “ m üzeyyen" ve " â li” üslup adlarını veri­ d a B ükreş b ü yü ke lçiliği m em u rla rın da n yordu. Eski süslü nesre hücum ediliyor, Fahir B ey'le evlendi (1910). Bu evlilikten am a bütünüyle de bir yana bırakılamıyorS am iye adlı kızı o ld u (1914). Eşi verem ­ du. Artık nesirde b ir yü k g ib i kabul edi­ den ö ld ü (1922). H anedan m ensupları sı­ len iç kafiyeler bile bütünüyle terk edile­ nır dışı edilince, kızıyla b irlikte Fransa' miyor, eski alışkanlıkların b ir sonucu ola­ ya g itti (1924). Paris b üyükelçisi Reşat rak sık sık kullanılıyordu. Yeni dönem in yol Halis B ey’le evlendi (1931). O nun da ölü­ açıcısı d u ru m u n d a olan Şinasi, 1860'ta m ü üzerine ikinci kez dul kaldı (1944). Bir Agâh Efendi ile çıkarm aya başladığı amerikalı subayla evlenen kızıyla birlikte s Tercüman-! ahval’in önsözünde, gazetede New York’a gitti (1946). Türkiye’ye dönm e herkesin anlayabileceği bir dil kullanılaca­ izni verilince İstanbul’a yerleşti (1951). ğını bildiriyordu. Böylece her zam an aynı A m erika'da yazmaya başladığı anılarına sadelikte olm asa d a yavaş yavaş bir g a ­ dayalı yapıtı ön ce Saray ve harem hatıra­ zete dili m eydana geliyordu. Edebiyata larım adıyla Hayat dergisinde tefrika edil­ yeni giren rom an, öykü ve tiyatro türlerin­ di (1963), sonra üzerinde yapılan bazı de de sade bir dil kullanılması gerekiyor­ değişiklikler ve eklem elerle Hayatımın acı du. D üşünceleriyle yeniden yana olan Zi­ ve tatlı günleri başlığı altında kitaplaştırıl­ ya Paşa şiirde ve düzyazıda bütünüyle es­ dı (1966). —AYŞE. A bdülham it ll’nin Müşki dili kullanıyor ve savunuyordu. Devlet -andaZ-ende, -dukdaZ-dükde, -mışçaZ -mişçe, -duklayınZ-dükleyin gibi yeni ulaç­



fika Kadından olan kızı (İstanbul 1887 - ay. y. 1960). Beyrut eşrafından Fahribeyzade A hm et Nami Bey ile evlendi (1910). Bu ev­ lilikten Ö m er N am i (1912), Aliye (1913) ve O sm an (1918) adlı üç ço cu ğ u oldu. Ko­ casından ayrılarak hassa m üşiri Rauf Pa­ şa'nin oğlu yarbay M ehm et Ali Bey’le ev­ lendi (1921) ve A bd ü lha m it Rauf adlı o ğ ­ lunu dünyaya getirdi (1922). Sınır dışı edi­ lince, eşi ve çocuklarıyla birlikte Fransa' ya g id e re k Paris'e yerleşti (1924). Dul kal­ dı (1937). Türkiye'ye girm e izni verilince (1951), İstanbul’a döndü. Babam Abdül­ hamit adını verdiği anıları Hayat dergisin­ d e tefrika edilirken yarıda kesilince, kitap olarak yayımladı (1960). — NEMİKA, A b ­ dülham it ll'n in torunu, şehzade M ehm et Selim E fendi'nin kızı (İstanbul 1888 - ay. y. 1969). Babasıyla birlikte Türkiye'den ay­ rılm ak zo ru n d a kaldı (1924). Babası öle­ ne kadar yaşamını çeşitli avrupa kentle­ rinde sürdürdü. Yurda girm e izni verilince (1951), İstanbul’a yerleşti. — FATMA, Gev­ heri Sultan denir, A bd ü laziz'in torunu, şehzade M ehm et Seyfettin E fendi'nin kı­ zı (İstanbul 1904 - ay. y. 1980). Babasıyla birlikte Türkiye'den ayrıldı (1924). Mısırlı prens A hm et G evheri ile evlenerek Kahire'ye yerleşti (1930). Kocası öldükten (19*«8) sonra onun geliriyle geçinm eye ça­ lıştı. M ısır’da cum huriyetin ilan edilmesi üzerine (1953) m allarına ve gelirine elkonulunca, Türkiye’ye dönerek İstanbul’a yerleşti. Ut, tanbur, lavta ve kem ençe g i­ bi çalgıları büyük ustalıkla çalan sultanın, b irçok bestesi d e vardır. OMMANPAŞA, Yozgat'ın m erkez ilçe­ sinde bucak; 7 486 nüf. (1990); 19 köy. Merkezi Osmanpaşa, 1 792 nüf. (1990). OSMANTUS a. Kuzey Am erika’da, Do­ ğu Asya’da ve O kyanusya'da yetişen ko­ kulu çiçekli ağaç ya d a çalı. (Zeytingiller familyası.) —ANSİKL. Osm antuslar oval ya d a mızrağımsı, sert ve hepyeşil yapraklı ağaçlar­ dır. Küçük beyaz çiçekleri yaprakların kol­ tu ğ u n d a n ya da dalların u cu n d a n çıkar. Ç inliler bu çiçekleri çayı kokulandırm ak için kullanırlar Osmanthus aquifolium açık havada büyüyebilir; d iğ e r türleri lim onluk­ larda yetiştirilir. OSMANZADE AHM ET TAİP; tü rk şair ve tarihçi (İstanbul 1660 ? - Kahire 1724). Divan hocalarından Osm an Efen­ d i'n in oğludur. M edrese öğrenim i gördü. Çeşitli m edreselerde m üderrislik yaptı. Şam'a vali atanan Kemankeş M ehm et Paşa’ya kethüda oldu, ilm iye sınıfından ay­ rılması yüzünden adı m üderrisler defterin­ den silindiyse d e bir süre sonra m üder­ risliği geri verildi. H alep m evleviyetine atandı. Son görevi Mısır mevleviyetiydi (1723). Söylentiye göre, Mısır valisi tara­ fından zehirletilerek öldürüldü. Şiirlerinde önceleri Hamdi, sonraları Taip mahlasını kullandı. A hm et lll'ü n yeni doğan bir şeh­ zadesi için yazdığı tarih m anzum esiyle “ reis-i şairan" sıfatını aldı. Tezkireler bir Divan'ı bulu n d u ğu n u yazarlarsa da b u g ü ­ ne kadar ele geçmemiştir. Şiirleri m ecm u­ alarda dağınık haldedir Münşeat'ı (Nuruosm aniye kütüphanesi, no. 4293) 5 0 ’ye yakın nesir örneğini içerir. Kınalızade Ali Ç e le b i'n in Ahlak-ı Alai'sini, inşa örneği olarak Hulasat ül-ahlak adı altında özet­ ledi. A hm et lll'ü n hastalığı ve iyileşmesi nedeniyle kırk hadis şerhi olan Sıhhatâbâ d i yazdı. Hüseyin Vâiz Kâşifi’nin Ahlak-ı Muhsin!’sini, Kitab-ı ahlak-ı Ahmedi adıy­ la türkçeye çevirdi (bas. 1840). OSMANZADE HAMDİ - AKSCY (Ham­ di). OSMERİDAE a. (yun. osmeres, kokulu ’dan; fam ilya üyeleri güçlü b ir hıyar ko­ kusu yayar). Kuzey yarıkü re d e yaşayan, düşük pullu kemiklibafık familyası. (Salmonidae familyası üyelerine benzeyen bu ba­ lıklar mikrofajdır. Kıyılara yaklaşır ya da yu­ m urtlam ak için tatlısulara girerler; örnek türü Osmerus eperlanus'tur.)



oss ■ O S M E R U S E P E R LA N U S a. iri ve dü



şük pullu, yüksek, d ar ve içi yağ dolu yüzg eçli kem iklibalık. (K uyruk yüzgeci çatal­ lıdır. Atlas okyanusu'nda, Gaskonya kör­ fezinde ve N orveç d e n izi'n d e yaşar. Ortasularda bulunan g ö çm en bir balıktır; ilk­ b a harda yum urtlam ak için akarsulara gi­ rer; bazı bireyleri göç etm eden yaşar. Kes­ kin bir hıyar kokusu taşıyan eti pek yen­ mez. Osmeridae familyası.) O S M İA a. Siyah ya da tunç rengi beden­



li, yalnız yaşayan arı cinsi. (İri başlıdır. Yü­ zü ço ğ u n lu kla boynuzlarla bezelidir. Av­ rupa'da yaygın birçok türü vardır. Yuvala­ rını ço k çeşitli biçim lerde yaparlar; bazı tü rle r yuvalarını, Megechile cinsi üyeleri gibi, g e lin cik çiçe ğ inin yapraklarıyla d ö ­ şerler. Arıgiller familyası.) O S M İA M A T a. (fr. osmiamate). A norg.



kim. B irdeğerli [O s N 0 3) _ anyonu içeren kom plekslerin genel adı. O S M İA M İK sıf. (fr. osmiamique). Anorg. kim. Osmiamik asit, H [0 s N 0 3] form ülün­



de, tek başına elde edilem eyen asit. O S M İA T a (fr osmiate). Anorg. kim. İki-



değerli [0 s 0 4]2- anyonu içeren tuzların genel adı. (Bu tuzlara osm at da denir.) O S M İK sıf. (fr. osmique). A norg. kim. Formülü 0 s 0 4 olan bir anhidrit (osmiyum tetraoksit) için kullanılır. (O sm ik anhidrit özellikle doku müstahzarlarının bileşimine katılır.) O S M İR İD Y U M a. (fr osmiridium). Miner.



İRİDOSMİN'in eşanlamlısı. O S M İY U M a (fr osmium; oksitlerinden



birinin yaydığı özel kokudan dolayı yun, osme, koku'dan). D o ğ ad a özellikle irid­



yum osm iyür (iridosm in) d u ru m u n d a bu­ lunan, platin g ru b u nd a n m etal. (Simgesi O s olan kimyasal elem ent.) [Bk. ansikl. böl.] — Miner. Doğal osmiyum, heksagonal sis­ tem de yer alan doğal osm iyum ve iridyum alaşımı. (B ileşim indeki osm iyum atomları oranı % 80'dir.) ♦ sıf. A norg. kim. osmiyum IV, dörtdeğerli osm iyum bileşikleri için kullanılır. —ANSİk l . O sm iyum , atom numarası 76, atom kütlesi 190,2 olan kim yasal b ir ele­ menttir. iridyum ve platinle birlikte, platin gru b u nu n üç ağır elem entinden biridir. 1803'te, Tennant tarafından iridyum la (1804) yaklaşık aynı d ö n em d e bulundu. Osm iyum ço k sert, 22,6 yoğunluğunda, 3 040 °C 'a d o ğ ru eriyen, in d ig o mavisi renginde bir katıdır. A kko r derecede ha­ vada yükseltgenerek osm iyum perokside ( 0 s 0 4) dönüşür; am onyak ve alkalilerle K [0 s N 0 3] g ib i osm iam atları veren osm i­ yum peroksit, süblim leşebilen, korozyona yol açan, keskin kokulu, beyaz b ir katıdır. O sm iyum trioksit ( 0 s 0 3) serbest olarak bulunm az, ancak bu oksidin karşılığı olan osm iatlar bilinmektedir. O sm iyum un baş­ ka oksitleri d e vardır, bunların en ço k ta­ nınanı kahverengi bir ka(ı olan osm iyum dioksittir (0 s 0 2). O sm iyum , en önem lileri 4 değerlikli olan birçok tuz serisi oluşturur; nitekim os­ m iyum tetraklorür (OsCI4), osm iyum un d o ğ ru da n klorla bileşm esiyle m eydana gelir. Toz halinde b ir katı olan osm iyum tekraklorür, diğer metal klorürlerle birleşerek kloroosm iatlar (örneğin K2[O s C y ) gi­ bi karm aşık tuzlar verebilir. O sm iyum un çıkarılması, platin* m eta­ lürjisine dayanır. • Kullanım alanları. O sm iyum arı olarak ço k az kullanılır. A uer von VVelsbach, os­ m iyum dan akkor la m b a fla m a n la r yap­ mıştı. O sm iyum peroksidin ( 0 s 0 4) siyah altoksitlere kolayca indirgenebilen çözel­ tisi, d o kulara em dirilerek ayrıntıların m ik­ roskopta daha g ö rü n ür hale getirilm esi am acıyla d o ku b ilim d e kullanılır, iridyum osmiyür, ç o k sert olm ası ve bozulm am a­ sı nedeniyle biz, düşey yatak vb. yapımın­ d a İşe yarar. O S M İY U M U ) sıf. A norg. kim. Bileşimin­



de osm iyum bulunan b ir alaşım, bir bile­ şim, b ir cevher için kullanılır. O S M İY Ü R a. (fr. osmiure'den). Anorg.



kim. Bazı osm iyum alaşım ya d a bileşik­ lerine kimi zam an verilen ad. (Çok az kul­ lanılır.) O S M O L a. (fr. osmole). Fizs. kim. Bir lit­



— Güz. sant. Kentteki eski yapıların büyük bir bölüm ü günüm üze ulaşmıştır: daha ço k XII.-XIII. ve XV. yy.’larda yapılmış olan katedral, gotik üslupta St. Johann, St. Ma­ rien ve St. Katharinen kiliseleri, XV. yy.’ın sonundan kalma belediye sarayı (Friedenssaal; Westfalen barışı’nın hazırlık ça ­ lışmaları b urada yapılmıştır). Tarih m üze­ si.



re suda çözünm üş bir m olün 0 °C 'ta ve 22,4 atmosfer basıncı altında geçişm e ba­ OSO (Orbiting Solar Observatory'nin kı­ sıncı. saltması), Güneş'i geniş b ir dalga boyu d i­ zisinde (y, X ve m orötesi ışınımlar) göz­ O S M O L A L İT E a (fr osmolalité). F iz s . k im . O S M © L A L L lK ’ ın e ş a n la m lı s ı . lem lem ede ve Güneş etkinliğini inceleme­ de kullanılan am erikan uyduları ailesi. O S M O L A L U K a. Fizs. kim. Bir çözelti­ 1962 ile 1975 arasında sekiz uzay aracı deki, geçişm e basıncı bakım ından etkin başarıyla fırlatıldı. parçacıkların, çözücünün 1 kilogram ı için O S O R K O N , dört firavunun Libya kökenli osm ol ya da bindebir-osm ol (m iliosmol) adı: ikisi XXII., ö b ü r ikisi XXIII. hanedan­ olarak ifade edilen derişim i. (Eşanl. O S ­ dandır. — O S O R K O N I ( İ . Ö . 92 9-893'e M O L A L İT E .) doğr.), babası Şesonk l'in yerine geçti. — O S M O L A R İT E a . (fr. osmolarité). Fizs. O S O R K O N II ( İ. Ö . 870-847), oğlu Nemk i m . O S M O L A R L l K 'ı n e ş a n l a m l ı s ı . rud'u A m on rahibi olarak Karnak'a yerleş­ tirdi. B ub a stista p ın a ğı'n d a ki ünlü “ tören O S M O L A R L IK a. Fizs. kim. Bir çözelti­ salonu” nu tamam lattı ve lahdinin ortaya deki, geçişm e basıncı bakım ından etkin çıkarıldığı Tanis nekropolisine göm üldü. parçacıkların, çözücünün 1 litresi için os­ — O S O R K O N III dön em jnd e ( İ. Ö . 757-748) mol ya da bindebir-osm ol (miliosmol) ola­ rak ifade edilen derişimi. (Eşanl. O S M O L A ­ Nil görülm em iş biçim de taşınca, Teb’in bir R İT E .) bölüm ü ve A m on tapınağı sular altında kaldı. "A m o n ’un m a lla rfn ın kendi ailesin­ O S M O M ETR E a . (fr. osmomètre'üen). de kalmasını sağlam ak amacıyla, kral ai­ K i m . G E Ç l ş i M Ö L Ç E R 'i n e ş a n l a m l ı s ı . lesinden b ir kızı “ tanrının karısı” olarak O S M O N D (Floris), fransız m etalürji uz­ K arnak’a yerleştirm e geleneğini başlattı. manı (Paris 1849 - Saint-Leu 1912). Creu— O S O R K O N IV, XXIII. hanedanın son hü­ sot'nun laboratuvarında çe liğ e su verm e küm darı; İ .Ö . 730’dan önce, Sais prensi işlemini inceledi; dönüşüm noktalarının Tefnakht tarafından tahttan indirildi. varlığını ortaya koydu ve dem ir-çeiik ü rün­ O S O R N O , O rta Şili de yanardağ, karlı lerinin bileşenlerini belirledi. M etalografi­ konisinin düzgü n lü ğ ü yle ünlüdür; 2 660 de kullanılan iki tem el incelem e yöntem i­ m. Lav akıntıları Todos los Santos gölünü ni tasarladı: m ikroskobik m etalografi ve ısıl Llanquihue g ö lünden ayırdı. çözüm lem e. Théorie cellulaire des pro­ O S O R N O , Şili’de kent, II merkezi, orta priétés de l ’acier (Çeliğin özellikleri üstü­ kesim deki büyük vadinin güney bölü­ ne hücre kuramı) adında bir kitabı yayım­ m ünde, araukan bölgelerinin sınırında; landı (1894). 133 158 nüf. (1990). Besin sanayileri. O s m o n d fo r m ü lle r i, karbonlu çelikle­ Göller bölgesinin turizm merkezi. rin dayanımını (haddelenm iş durum da), O S O U İD A TE S. Esk. coğ. Bearn'da ya­ başlıca elem entlerinin kimyasal çözüm le­ şayan Galya halkı. Başlıca kentleri, Benem elerine bağlı olarak açıklayan deneysel harnum (Lescar) ve iluro (Oloron). bağıntılar. O SM O N D A C EA E a. Kral eğreltisi ve to-



OSS (Office of Strategie Service’ in kısalt­



dea gibi, sporkesesinin tepesinde kalın bir bölge bulunan büyük eğreltileri kapsayan bitki familyası.



H u g h e s A irc ra ft Co.



O S M O N D İT a. (fr. osmondite). Metalürj.



Çeliklerin, özellikle suverilmiş ve m eneviş­ lenm iş çeliklerin bileşim ine giren, ço k in­ ce dem ir ve d e m ir karbür yığışımı. OSMOZ y a osmos,



yun.



d a



OZMOZ



a.



(fr. osmose;



i t m e ' d e n ) . F i z s . k i m . G E Ç lş -



M E ’ n in e ş a n la m lı s ı,



O S M U N D A R E G ALİS -



KR A L EĞ REL­



T İS İ.



O S M Y LU S C H R Y S O P S a Derelerin



yakınında, genellikle yaprakların altında yaşayan, Planipennia öb e ğinden böcek. (Osmylidae familyasının örnek türü.) [Eş­ anl. O S M Y L U S M A C U L A T U S . ] O S N A B R Ü C K , A lm anya'nın Aşağı Saksonya eyaletinde kent, Teutoburgerw a ld ’m kuzeyinde, 156 900 nüf. (1989). D em lr-çelik sanayisi. Makine ve elektrikli gereçler yapımı. Kırtasiye. Kimya, besin ve tekstil (yün) sanayileri. —far. Osnabrück, 783'te C harlem agne ta­ rafından kurulan piskoposluk kilisesinin çevresinde gelişti. 1082’de surlarla çev­ rildi; Hansa üyesi olan kent, kum aş tica­ retiyle zenginleşti. Reform hareketi Osnab rü ck’te benim sendiyse de (1521) cizvitler b urada A kadem ie C arolinum ’u kurdular (1630). O tuz yıl savaşı’nda b ü yü k zarar gören kentte (M ünster ile aynı zam anda), Westfalen* barışı görüşmeleri yapıldı (ara­ lık 1644 - ekim 1648). Kentteki Kilise m ülk­ lerine elkondu. O snabrück sırasıyla Hannover’e (1803), Prusya’ya (1806), Westfalen'e (Weser yönetim bölgesi, 1807), Fran­ sa’ya (Yukarı Em s yönetim bölgesinin merkezi, 1810) ve yeniden H annover’e (1815) bağlandı.



ması), İsviçre’de 1942’de kurulm uş ame-



8951



osmenıs eperlanus



G üneş’i gözlem lem ede kullanılan am erikan uydusu O SO 'nun özel odada birleştirilmesi (21 haziran 1975’te Kennedy Space C enter’dan fırlatıldı)



O S S İE T Z K Y (Carl V O N ) , alman gazete­ ci ve siyaset adamı (H am burg 1889 - Ber­ lin 1938). D aha 1912'de barışı savundu. B irinci Dünya savaşı m ilitarizm düşm anlı­ ğını d a h a d a güçlendirdi. 1922'de “ artık savaş yo k” hareketini başlattı. Yarı askeri nitelikte aşırı sağ bir ö rgüt olan Reichsw e h r’in silahlandırılm asına ve daha son­ ra başka bir gözle bakacağı komünist par­ tisine karşı kam panya açtı. 1931'dé 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1932 aralığın­ d a affedildi, am a 1933 yılı sonunda Hitler'in em riyle yeniden tutuklandı ve bir toplam a kam pına gönderildi. 1935'te No­ bel barış ö d ü lü ’nü aldı. Verem oldu, 1936'da serbest bırakıldı ve b ir hastane­ de öldü.



O S S İM B & L E a. G abon'da yetişen ve yarı ince dokulu, yarı sert, yarı ağır, kızıl sarı­ ya çalan kırmızı kahverengi bir o d u n ve­ ren ağaç. (Odunu doğram acılıkta kullanı­ lır Bil. a. Newtonia leucocarpa; küstüm otugiller familyası.) O S S O - B U C O a. (delikli kem ik anlam ın­



L a u ro s -G ira u d o n



Lora kıyılarında arpının sesiyle hayaletleri canlandıran Ossian G erard'ın yapıtı 1801'de yapılan özgiin yapıtın kopyası (1809-10’a doğr.) Malmaison şatosu



rikan gizli ha b er alm a ve eylem bürosu. Allen Dulles, Basel’den başlayarak A l­ m anya ve işgal altındaki Fransa'da istih­ barat ağı kurdu. Bu büronun Fransa'daki Direniş hareketine de yararı oldu. 0 S S , H ollanda’da (N oordbrabant), Nijm egen’in G.-B.’sında kent; 46 900 nüf. Ec­ zacılık ürünleri. O tom obil yapımı. M ezba­ halar ve et işleme. O S S A , Yunanistan'da dağ, Tem pe vadi­ sinin G.'inde, Pelion dağının K.’inde; 1 978 m.



O S S A B İ l a. D acryodes cinsinden ağaçların ozigoya ço k benzeyen odunu. 0 S S E , Fransa'da (A rm agnac) ırmak,



O S S O K O a. Ö zodunu açık bej ile kahverengi-turuncu renkte, tüm odunu ka­ ba dokulu, gevrek-yarı sert, hafif-yarı ağır arası olan tropikal afrika ağacı; odunu iç doğram acılıkta, kaplam a ve kalıp işlerind ş kullanılır. (Bil. a. Scyphocephalium ochöcoa.) O S S O L a. MANİL'in eşanlamlısı. Q S S O LA (val d'), İtalya’d a (Piemonte) Toce’nin yüksek vadisi, Dom odossola'nın orta kesiminin doğusunda. Hayvancılık ve turizm etkinliklerinin hiç de küçüm senm e­ yecek bir sanayi etkinliği eklenir: hidrolik santralların enerjisini kullanan kimya ve metalürji.



Gélise'nin kolu (sağ kıyıdan); 120 km. Nérac’ın B.’sında son bulur. Ö s s e r v a to r e R o m a n o (L), 1861'de Roma’d a kurulan ve 1929’dan başlayarak Vatikan’da basılan g ü n lü k İtalyan gazete­ si. Papalık’ın yarı resmi yayın organıdır. Açta Sanctae Sedis’te yayım lanm alarına dek, papanın konuşm aları için başvuru­ lacak tek kaynaktır. Bazı sütunlar resmi bir nitelik taşır. H er hafta m akalelerinden ya­ pılan bir derlem eyi İtalyanca, fransızca ve İspanyolca olarak yayımlar. Pazar günleri resmi nitelik taşımayan, resimli b ir hafta­ lık gazete çıkarır: L'Osservatore delta Do-



OSSOWSKä (Stanislaw), polonyalı filo­ zof ve toplum bilim ci (Lipno 1897 - Varşo­ va 1963). Gösterge kavramının analizi üs­ tüne b ir tez yazdı (1926) ve estetiğin te­ m elleri üstüne b ir kitap yayımladı (1933). 1957’de yayımladığı başka bir yapıtında, çeşitli toplum bilim kuram larının, toplum ­ sal tabaklaşmayı nasıl ele aldıklarını ince­ ledi ve sosyalist ülkelerle kapitalist ülkeler­ deki toplum sal yapıların karşılaştırılması­ nı sağlayacak kavramsal kategoriler öner­ di.



menica.



vasalların m etbuları için yerine getirm ek­ le yüküm lü oldukları askerlik hizmeti. — 2. Feodal d ö n em d e ordu.



İtalyan şair Eugenio M ontale’nin şiir yapıtı (1925). Edebiyatta­ ki kapalılık akımı biçimlerini, simgelerini ve görüşlerini bu yapıttan almıştır.



O s s i dİ s ıs p p ia ,



OssEa», III. yy.'ın İskoç efsanevi kahra­



Carl von O ssietzky (toplam a kampında)



d a ital. söze.). Domatesli ve beyaz şarap­ lı bir sos içinde ilikli kem iklerle birlikte pi­ şirilen, yuvarlak dilim ler halinde kesilmiş dana inciği yahnisi. Pirinç ya d a ham ur iş­ leriyle sunulur (M ilano mutfağı).



m anı ve bardı, Fingal'in oğlu. Jam es M acpherson, 1760’ta onun adıyla gaelceden çevrilm iş Fragments of ancient poe fry'yi yayımladı. Yapıt b ü yü k ilgi gördü ve yeni b ir edebiyat akım ının doğm asına yol açtı. — ikonogr. Ossian’ın şiiri, yeniklasik ya da önrom antik eğilim li b irçok sanatçıya esin kaynağı oldu. Iskoçyalı A lexander Runcim an (Edinburgh ulusal galerisi: günüm ü­ ze ulaşmamış bir duvar süslemesi için de­ senler, 1772-73), J. A. Koch (1800-1803'e doğr., K openhag Thorvaldsen müzesi ve Viyana akademisi), R unge (1804-05’e doğr., H am burg) ve Girodet-Trioson’un (M ontargis ve başka yerler) desen dizile­ ri; A bildgaard* (Ay ışığında atalarının göl­ gelerini seyreden Fingal, 1782, Kopen­ hag), G érard (Arpının sesiyle hayaletleri canlandıran Ossian, 1801; özgün yapıt ka­ yıptır, kopyaları H a m b u rg ’d a ve Malmaison şatosu’ndadır), ingres (Ossian'ın dü­ şü, 1813, M ontauban), A. C ouder'in (Cuehullin'in umutsuzluğu, M agnin müzesi, Di­ jon) tabloları.



O S T a. (lat. düşm an, sonra d a ordu an­ lam ına gelen hostis’leri). 1. O rtaçağ'da,



O S TA D S İS , yalancı peygam ber (öl.



B ağdat 768). Peygam ber olduğunu öne sürerek, Zerdüştçülüğü yaym ak için H o­ rasan’da A bbasi devletine karşı önemli bir ayaklanm a başlattı (767). 300 000 kişinin katıldığı ayaklanma, Herat ve Sicistan böl­ gelerine yayıldı. Ayaklanm acılar arap ko­ m utan el-Ersam'ı M erver Ruz’da öldürdü­ ler. A bbasi halifesi Mansur, O stadsis’in üzerine Hazim bin Huzeym e’yi gönderdi. Huzeyme, ayaklanmayı bastırdığı gibi dağlık bölgelere kaçan Ostadsis’i yakala­ yarak B a ğ d a t'ta idam ettirdi. O S TA R İO P H Y S İ a. (yun. ostarion, kü­ çü k kem ik ve physa, kese’den). Kemikli-



balıklar takımı. (Yüzme kesesiyle iç kula­ ğı arasında Weber kemikçiğinin bulunm a­ sı üyelerinin başlıca özelliğidir. Tatlısulard a yaşarlar. Üyeleri bugün sazanlar takı­ mını oluşturur.) O S T E A L Jİ a. (fr. ostéalgie). Tıp. Kem ik



ağrısı. O S T E İC H T Y E S a. iç iskeleti kem ikleş­ m iş balıklar sınıfı. ( Osteichtyes sınıfı, ço k eşitsiz ü ç altsınıfa ayrılır: Actinopterygii



[hem en bütün üyeleri kem iklibalıklar üsttakım ınoan toplanır], saçakyüzgeçlimsiler



ve ciğerlibalıklar; Osteichtyes sınıfı üyeleri, kıkırdaklıbalıklar [köpekbalıklarının hemen hem en tüm ü] ile karşıtlaşır.) O S T E İT a. (fr. osteite). Patol. İL T İH A B I’ n ı n



O STENDE



K E M İK *



eşanlamlısı. -



O S T E N İT -*



OO STENDE. A U S T E N İT .



O S T E N İT L E Ş T İR M E a. Metalürj. Ostenitleştirme çeliği, ostenit bölgesinde (os-



tenit sıcaklığında) biçim lendirilm iş krom -m olibdenli çelik. OS TE N S U M a. (geç lat. söze.; klasik lat. ostendere, sunm ak’tan). Din. Kutsanmış hostia’nın, dindarların ibadetine sunulm ak üzere, içine konulduğu altın ya d a güm üş kap. O S TE O A R TR İT a. (fr. ostöo-arthrite).



Bazen eklem yüzlerinde kem ik lezyonlarına neden olan iltihap. O S T E O A R T R O P A T İ a (fr. ostöo -arthropathie). Kem iklerde biçim bozuklu­ ğu ihtilaflarına yol açan eklem hastalığı. — A n s İ K L . 1890’da Pierre M arie tarafın­ dan tanım lanan ve onun adını taşıyan ha­ valı hipertrofi yapıcı osteoartropati el ve ayaklarda hipertrofi, oluklu, şişkin tırnak­ larla h ipokratik b ir g örünüm verm esiyle belirgindir. Erkeklerde daha sıktır ve (ol­ guların % 9 0 ’ında) gö ğ üs içinde, akciğer­ de ya d a başka b ir o rg a n da bazen sindi­ rim sistem indeki bir hastalığın öncü be­ lirtisi olabildiği gibi, ço k nadiren de yalnız başına ortaya çıkabilir. O S TE O B LA S T a. (fr. ostâoblaste). Do-



kubil. Kem ik iliğinde ve periostun kemik yapıcı tabakasında gözlenen, em briyon dönem ine d ö nm üş ya d a o dönem den kalmış ge n ç h ü cre (Temel kem ik m a d d e sini osein oluşturur ve so nunda bunun içinde hapis kalır.) [Eşanl. O S T E O J E N H Ü C ­ R E .]



O S TE O D İS TR O F İ a. (fr. osteodystrophie). 1 . iskeletteki trofik bozukluk. —2. Böbrek osteodistrofisi, süreğen böbrek



yetersizliği sırasında görülen ve kem ik yu­ m uşaması ile ikincil hiperparatiroidi lezyonlarını d a kapsayan kem ik belirtileri. O S TE O FİB R O Z a. (fr osteofibrose). il­ tihaplı olm ayan kem ik hastalığı. İliğin lifli yozlaşm asıyla belirgindir. —ANSİKL. ister yerel ister genelleşm iş ol­ sun, osteofibroz hiperparatiroidi, Reck­ linghausen hastalığı ya d a böbrek kökenli bir lifsi-kovuklu osteoz (Rutishauser ve A lbright hastalığı) gibi ço k çeşitli hastalık­ lara bağlı olarak gelişebilir. O S TE O FİT a. (fr. osteophyte). Romatol. Hasta bir eklem in yakınında ortaya çıkan d e ğişik büyüklükte ve bazen çıkıntılı ke­ m ik oluşum u. (Kem ik zarından kaynakla­ nır vfe artrozun karakteristik belirtisidir.) O S TE O FİTO Z a. (fr. osteophytose). Pa­



tol. Osteofitlerin gelişm esi ile belirgin has­ talık. OSTEO FO N a. (fr. osteophone). Kemik­



lerin iletkenliği sayesinde dıştan gelen sesleri iç kulağa taşımayı sağlayan aygıt, (işitmeyi düzeltici aygıtların vibratörleri osteofonlardır.) O S TE O G E N ES İS IM P ER FEC TA a



Kem iklerde tam b ir osteoporoza neden olan bağdokusu hastalığı. —ANSİKL. Porak ve D urante tarafından 1905’te tanım lanan ve bu araştırm acıla­ rın adıyla da anılan hastalık, dölütün ya­ vaş gelişmesi üzerine radyografi yapılarak d o ğ um d a n ön ce de ortaya çıkarılabilir. D oğ um d a m ikrom eli (çok kısa, biçim siz ve kıvrık kol ve bacaklar) ve iri kafatası gö­ rülür; kafatası elle yoklandığında yum uşak ku b b e kısmı b ir parşöm en duygusu ve­ rir; alın çıkık ve burun kartal gagası g ib i­ dir Radyolojik değişiklikler ço k belirgindir: kem ik açık renkli ve kabuk kısmı incedir. Ayrıca gözlerde sklera mavidir, diş gelişi­ mi tam d e ğ ild ir ve sağırlık vardır. Kem ik bozuklukları ve kırıklar pahasına da olsa,



çocuğun yaşamını sürdürmesi olasıdır. Hastalığın ağır çeşitleri kısa sürede ölümle sonuçlanır. Kalıtsal olarak nasıl iletildiği be­ lirsizdir. Çekinik ya da başat yoldan geçe­ bilir (yeni değişinimler). Lobstein hastalığı çocuk yürümeye baş­ ladığında ya da daha sonra çok az bir darbeyle gelişen bir kırık üzerine ortaya çıkarılır. Ağır biçimlerde yineleyen kırıklar nedeniyle kemik anomalileri çabuk belir­ ginleşir Buna Van der Hoeve üçlüsü ek­ lenir: mavi skiera, kusurlu dişler ve sağır­ lık. Hastalık çoğunlukla başat otozomik yolla geçer. O S TEO G LO SSİD AE a . K E M İ K D İ L L İ G İ L L E R familyasının bilimsel adı. O S T E O JE N



K E M İ K * Y A P l C l 'n ı n



ojen hücre,



ostéogène) 1. e ş a n l a m l ı s ı . —2. Oste-



s ıf.



( fr .



O S T E O B L A S T 'ı n e ş a n l a m l ı s ı .



O S TE O JE N E Z a. (fr. ostéogenèse). Ke­ miklerin ve kemik dokusunun oluşumu ile ilgili embriyoloji bölümü. O S T E O JE N İK sıf. (fr. ostéogénique). 1. Osteojeneze ilişkin olana denir. —2. Ke­ mik yapımı anlamında kullanılır. —3. Osteojenik hastalık, B E S S E L - H A G E N H A S T A L I Gl’nın eşanlamlısı. O S T E O K LA S T a. (fr. ostéoclaste). Dokubil. Dirençli kemik maddesini tahrip eden ve içinde boşluklar açan çokçekirdekli hücrelere Kölliker'in verdiği ad. O S T E O K L A Z İ a. (fr. ostéoclasie). Cerr. Kemik ya da eklemlerdeki biçim bozuk­ luklarını düzeltmek için bazı kemikleri kır­ ma esasına dayanan ameliyat. —Dokubil. Osteoklastlardan ileri gelen osteoliz. OSTEOKONDRİT a. (fr. ostéochondrite). Ayırıcı osteokondrit, K Ö N İ G H A S T A L I Ğ E n ı n e ş a n l a m l ı s ı . || Büyüme osteokondriti, g e n ç in s a n la r d a ç o c u k lu k y a d a



y e n iy e t m e lik



d e v r e s in d e , k e m iğ in h e n ü z k ı k ı r d a k e v r e ­ s in d e o ld u ğ u s ı r a d a o r ta y a ç ık a n a s e p t ik k e m ik ilt ih a b ı . ( Ç o ğ u n lu k l a k e m ik ile b it iş ­ m e k ık ırd a ğ ın ın



b ir le ş m e y e r in d e o r ta y a



ç ı k a n , b a ş la n g ı ç t a h e r h a n g i b ir ş ik â y e t e n e d e n o lm a z k e n , t e d a v i e d ilm e z s e , d a h a s o n r a a r t r o z a z e m in h a z ı r la y a n b iç im



bo ­



z u k lu k la r ı n a y o l a ç a r .) [ E ş a n l. B Ü Y Ü M E O S T E O K O N D R O Z U .]



O S T E O K O N D R O D İS P LA Z İ a. (fr. ostéochondrodysplasie). Embriyol. Kıkırdak ve kemik dokularının, büyüme ve gelişme bakımından kalıtsal oluşum anomalisi. O S TE O K O N D R O M a. (fr. ostéochondrome). Büyüme kıkırdağına yakın bölge­ lerden doğan iyicil kemik uru. O S TE O K Û N D R O M AT O Z a (fr. ostéochondromatose). Daha çok diz ve dir­ seklerde olan ve eklemlerin içinde ekle­ min çalışmasını güçlendirici yabancı ci­ simlerin (osteokondrom) oluşmasıyla so­ nuçlanan eklem hastalığı. (Eşanl. R E İ C H E L H A S T A L IĞ I,



R E İC H E L -H E N D E R S O N -J O N E S



S E N D R O M U .)



O S TE O K O N D R O Z a. (fr. ostéochondrosé). Patol. Büyüme osteokondrozu, B Ü ­ Y Ü M E O S T E O K O N D R İ T İ * ’nin eşanlamlısı. O S T E O K R A N a. (fr. ostéocrâne). Emb­ riyol. Omurgalılarda, hem kıkırdaktan ke­ mikleşmiş iç iskeleti, hem yüzeyel, yani deri kökenli iskeleti içeren kemik kafatası. (Sırt tarafında bulunan ve tüm beyni kap­ sayarak arkada omurgayla eklemlenen nörokran ile karın tarafından bulunan ve ağız yutak boşluklarını kapsayan splanknokran olmak üzere ikiye ayrılır; embri­ yonda ondan önce iç iskeletin tamamen kıkırdaktan oluştuğu evre yer alır.) O S TE O LE P İS a. Devon devrinde yaşa­ mış fosil balık cinsi. (Karada yaşayan dörtayaklıların atasıdır. Osfeo/ep/s'ler, saçakyüzgeçlimsilerin Rhipidistia öbeği içinde sınıflandırılır; boyu yaklş. 30 cm.) O S T E O LİT a. (fr. ostéolithe). Taşlaşmış kemik.



O S T E O LİZ a. (fr. osteolyse). Dokubil. Kemik dokusunun, özellikle kemiğin temel maddesinin özel hücrelerce soğurulması. (Soğurmayı ya osteoklastlar yapar [osteoklazi] ya da osteositler yapar [osteosit çevresi osteoliz). Hormonal bozukluklar bu fizyolojik etkinlikleri arttırabilir. Kemiği sıkıştıran ya da kaplayan bir lezyon da, ke­ mik dokusunda yıpranmaya yol açarak bir osteolize neden olabilir.) O STEO LO G a. (fr. ostéologue). B İ L İ M C İ ' n j p eşanlamlısı.



K E M İK -



O S T E O LO Jİ a. (fr. ostéologié). B İ L İ M ’ f n eşanlamlısı.



K E M İK -



O S TE O M a. (fr. ostéome). Erişkin kemik dokusundan oluşan iyicil ur. Bazı kemik­ lerde (kemiksi osteom) ya da bir kas için­ de rastlanır. (Bu son durumda sınırlı bir kan pıhtısının kemikleşmesinden doğar.) O S T E O M A LA S İ a. (fr. ostéomalacie). Patol. K E M İ K * Y U M U Ş A M A S I ’ n ı n eşanlam­ lısı. O S TE O M E LE S a. Andlar'da, Polinezya'da, Çin'de ve Japonya'da yetişen çalı görünümünde ağaççık. (Osteomeles anthyllidifolia akdeniz ikliminde iyi yetişebilen güzel bir süs bitkisidir. Gülgiller familya­ sı.) O S T E O M İY E L İT a. (fr. ostéomyélite). Patol. Kemik ve ilik iltihabı. —ANSİKL. Akut osteomiyelitin her zaman görülen mikrobu bir deri lezyonundan (kan çıbanı, mikrop kapmış yara) ya da mukoza yarasından vücuda giren sarı stafilokoktur. Mikrop kemiğe kan yoluyla ge­ lir ve tercihen uzun kemiklerin uç kısımla­ rına yerleşir. Enfeksiyon kemiğin bütün öğelerini sarar ve ölü kısımları dışarıya atar (sekestrum). Klinik olarak çocuktaki akut osteomiyelit birdenbire titreme, 40 °C ateş ve dalgınlıkla başlar, ortaya çıkan ağ­ rı, hasta kol ya da bacağın ağrıyı duyma­ yacak bir konumda hareketsiz tutulması­ na neden olur. Hastalık antibiyotik teda­ visinin ve kesin hareketsizliğin etkisi altın­ da iyileşmeye yönelir, fakat antibiyotikle­ re dirençli mikroplarla olan enfeksiyonlar­ da, eskiden olduğu gibi, uzayan ve süre­ ğen bir osteomiyelite dönüşebilir. Travma sonrası görülen süreğen osteomiyelitler bir kırıktan (açık kırıklar, savaş yaraları) başlayan enfeksiyonlardır; bun­ ların tedavisi uzun ve güçtür. —Vet. Osteomiyelit hayvanlarda da olabi­ lir, özellikle atlarda görülür. Hastalık ame­ liyatla ve ilaçla tedavi edilir (antibiyotik te­ davisi). O S T E O M İY E LO F İB R O Z a. (fr. ostéomyélofibrose). Hematol. iliğin giderek kaybolması ve yerini lifsi dokuya bırakma­ sı. O S TE O M İY E LO S K LE R O Z a. (fr. ostéomyélosclérose). Hematol. iliğin kaybol­ ması ve yerini sert bir dokuya bırakması, ayrıca anormal bir kemik yoğunlaşması­ nın buna eşlik etmesi. (Bu durumda, da­ lağın yanı sıra karaciğerde ve lenf bezle­ rinde de miyeloit metaplazi görülür.) OSTE O N a. (fr. ostéoné). Dokubil. Tıkız kemik dokusunun ana öğesi. (Kılcal kan damarları ile sinirleri içeren uzunlama­ sına bir kanalın çevresinde eşmerkezli dizilmiş 4 ila 20 kemik lamelinden olu­ şur.) O S TE O N E K R O Z a. (fr. ostéonécrose). Kemik nekrozu. O S TE O O D O N TO K E R A TO P R O TE Z a. (fr ostéo-odonto-kératoprothèse). Oftalmol. Keratoprotez çeşidi. O S TE O P E R İO S T İT a. (fr. ostéopériosf/te’den). Kemiğin ve üstündeki kemikzarının aynı zamanda iltihaplanması. — Dişç. Diş-dişçukur osteoperiostiti, diş, dişçukuru kemiği ve dişeti arasında irin toplanması ile kendini belli eden hastalık. (Bazen hasta dişin çekilmesini gerektirir) O S TE O P E T R O Z a. (fr. ostéopétrosè).



P a t o l . A L B E R S - S C H Ö N B E R G H A S T A L I Ğ I 'n ı n e ş a n la m lı s ı.



O S TE O P LA S T a. (fr. ostéoplaste). Do­ kubil. Kemiğin ana maddesinin içinde bu­ lunan ve osteoblasttan (osteosit) türemiş hücreyi içeren boşluk: O S TE O P LA S T İ a . (fr. ostéoplastie). Cerr. K E M İ K * P L A S T İ Ğ İ ’ n i n e ş a n l a m l ı s ı . O S T E O P O R O M A LA S İ a. (fr. ostéoporomalacie). Patol. Kemikteki protein örgü­ sünün seyrelmesi ve fosforlu kalsiyumlu madensel öğelerin kemiğe sinmesinde yetersizlik biçiminde ortaya çıkan iskelet hastalığı. (Osteoporoz ve osteomalaside görülen patolojik süreçlerin birleşmiş ha­ lidir.) OSTEO PO R O Z a. (fr. ostéoporose) Pa­ tol. Kemikteki protein örgüsünün seyrel­ mesiyle iskelette ortaya çıkan yaygın mi­ neral kaybı. — A N S İ K L . Kemikteki porozlanmanın artı­ şı, yapısında yer alan kemik dokusu mik­ tarının azalmasıyla tam bir “ zayıflama’'ya neden olur. Osteoporoz omurgada ve le­ ğende ağcılarla ve eklemlerin oynamasın­ da zorluklarla kendini belli eder Radyografide, kemikler daha saydam ve çizgili, omur gövdeleri de yassılmış gö­ rünür. Kemiklerin yaşlanmasına bağlı bi­ rincil osteoporozların yanı sıra, içsalgı has­ talıklarına (Basedow ve Cushing hastalık­ ları), uzun süreli bir kortikosteroit tedavi­ sine, travma sonrasına, sindirim sistemi ya da böbrek bozukluklarına ve menopoz dönemi değişikliklerine bağlı osteoporozlar ortaya çıkar. Bunların tedavisi kalsiyum ve metabolizmayı güçlendirici ilaçlar ve­ rilmesine dayanır. O S TE O P Ö S İLİ a. (fr ostéopœcilie). Pa­ tol. 1916’da Ledoux-Lebard tarafından ta­ nımlanan ve radyografide osteoskleroz görüntüleri veren nadir iskelet (eller, diz­ ler) hastalığı. (Albers-Schönberg lekeli osteopösilisi ve Vorhoeve şeritli osteopösilisi diye iki çeşidi vardır Kalıtsal ve ailevi bir hastalık olup hiçbir klinik belirti vermez, gizli kalır.) O S TE O P SA TİR O Z a . (fr. ostéopsathyrose). L O B S T E İ N H A S T A L I Ğ I ’ n ı n e ş a n ­ la m lı s ı .



OSTEOSARKOM a. (fr. ostéosarcome). Patol. Kemik yapılar üreten hücrelerden oluşan sarkom, — A N S İ K L . Osteosarkomlar kemiklere öz­ gü kötücül urların en sık görülenleridir Ağ­ rı genellikle ilk belirtidir; radyografide pek açık seçik olmayan ve "saman alevi" de-



nen yırtık görünüşte bir alan ve bir kemik zarı mahmuzu görülür. Ancak dokubilimsel inceleme ile teşhis konabilir. Karyolitik ilaçlar bu urların gidişini iyileştirmiştir. —Vet. Osteosarkom, sığırda, atta, domuz­ da ve etçillerde görülmüştür. O S TE O S E N T E Z a. (fr. osteosynthĞse). Cerr Kırık bir kemiğin parçalarını yerli ye­ rine koymak ve sağlamlaşıncaya kadar genellikle madenden bir aygıtla sabit tut­ mak amacına yönelik cerrahi müdahale.



O S TE O TO M İ



a.



( fr .



ostéotomie). Cerr.



K E M İK * K E S İM İ’ n in e ş a n la m lı s ı .



O S TEO TR O P



s ı f . ( fr .



ostéotrope).



T e r c i­



h e n k e m ik le r e t u t u n a n m a d d e le r e d e n ir .



O S TE O Y İT



s ı f . (fr. o s f e o / d e ’d e n ) . D o k u ­



b il. K E M İK S İ'n in e ş a n la m lı s ı .



O S TE O Z a. ( fr . ostéose). iltihaplı olma­ yan, distrofi cinsinden kemik hastalığı. — A N S İ K L . Osteozların birçoğu içsalgı sis­ teminin iyi çalışmamasından ileri gelir: biri paratiroit adenomu sonucunda oluşan paratiroit osteozu; hipertiroidiye bağlı olan ve kemik ağrıları yapan tiroit osteozu. Di­ ğer osteozlar ur ya da distrofi kökenlidir. 0 S T E R D A L , Norveç'te vadi, Glâma’nın akaçladığı vadi, Oslo ile Trondheim ara­ sında bir ulaşım yoludur. O S T E R M A N (Andrey ivanoviç, — kontu), alman asıllı rus diplomat ve dev­ let adamı (Bochum, Westfalen, 1686 - Berezov, Sibirya, 1747). 1703'ten başlayarak Büyük Petro'nun hizmetine girdi, 1725 -1741 arasında Rusya'nın dış siyasetini yö­ netti. Yekaterına I döneminde gizli Yüksek konsey üyesiydi, gerçek iktidarı ona bıra­ kan Anna ivanovna tarafından kontluğa yükseltildi (1730). Avusturya ittifakına bağlı kaldı. Münnich'in yardımıyla, Biron'u na­ iplikten uzaklaştırdı (1740). Yelizaveta ve transız yanlılarının entrikalarıyla görevden uzaklaştırılarak (1741) Sibirya’ya sürüldü.



J u llia rd



önkolda çifte kırık üzerinde yapılan osteosentez tedaviden önce (yukarıda) ve tedaviden sonra (yanda) [karşıdan ve yandan görünüş] CZ J u llia rd



(Yapılacak işlem çemberleme, vidalama, çivileme, vb. biçiminde olabilir.) O S TE O S İT a. (fr. osteocyte). Dokubil. Mineralleşmiş kemik maddesiyle tama­ men sarılmış olan osteoblast. (Osteositler, birbirleriyle ağızlaşan kanalcıkların çıktı­ ğı çukurcuklarda [osteoplast] bulunur.)



O S T E R O D E , Almanya'nın Aşağı Sak­ sonya eyaletinde kent, Harz’ın batı ete­ ğinde; 28 900 nüf. Turizm merkezi. Eski kentin güzel çekirdek bölümü. Dökümevi. Metalürji. Makine ve elektrikli gereç sanayileri.



O STEO SKLER O Z a. (fr osteoselerose). Patol. Çoğunlukla bir iltihaba bağlı olarak kemik dokusunun sertleşmesi. (Bir meta­ bolizma bozukluğuna ya da bir urun olu­ şum sürecine de bağlı olabilir.)



OSTERTAGİOZ a. (fr. ostertagiose'öari). Vet. Gevişgetirenlerin şirdeninde ve bağır­ sağında ostertagia'nın gelişmesinden ileri gelen ve fazlaca islahe ve zayıflamaya ne­ den olan asalak hastalığı.



O S TE O SKU TU M



O S T F İL D E R N , Almanya’nın Baden Württemberg eyaletinde kent, Stuttgart' in G.-D. banliyösünde; 28 400 nüf.



a . Y u m ş . b i l . K E M İK S İ*



P U L ’ u n e ş a n la m lı s ı.



Ostia Corporazioni meydanı (yerde, ticaret limanlarının adıyla birlikte, lim ana demirlem iş gemileri gösteren mozaik) İ.Ö . II. yy.



0 S T E R 0 , Faeroerne takımadalarında, deniz üzerinde yüksek yalıyarlar oluşturan ada; 286 km2; 9 000 nüf. Balıkçılık. Ko­ yun yetiştiriciliği.



O S TE O S P E R M U M a. Bot. Güney Af­ rika ve Avustralya’da yetişen, her zaman yeşil, çokyıllık çalı. (Yaprakları çoğunluk­ la almaşıktır; sarı çiçekleri tek kömeçler ya da talkım halinde toplu olur. Bileşikgiller familyası.) OSTEOTOM a. (fr. osteotome). Cerr. Zin­ cir biçiminde kemik testeresi.



0 S T F O L D , Güney Norveç'te yönetim bölgesi (fylke), Oslo fiyordunun D.'sun­ da; 4 183 km2; 238 000 nüf. (1990). Mer­ kezi Moss. Killi bir bölgedir (tuğla). O S TF R İE S LA N D



-



D O Ğ U F R İE S L A N D .



O S T H O F F (Hermann), alman dilbilimci (Billmerich, Westfalen, 1847-Heidelberg 1909). 1877'de Heidelberg’de profesör ol­ du. Yenidilbilgisi okulunun kurucuların­ dandır. Burgmann ile işbirliği yaparak Morphologische Untersuchungen (Biçimbilimsel araştırmalar) [1878-1890] adlı der­ giyi çıkardı. O S T İA , İtalya’da Roma komününe bağlı yer, Tevere ırmağı ağzının yakınında. — Lido di Roma ya da Lido di Ostia Roma’ ya 23 km uzaklıkta, başkente otoyoluyla bağlı bir kumsaldır —Eski Ostia (Ostia Antica) kazı alanı, denizden 44 km içerdedir. —Tar. Tevere ağzında (ostium) bir roma ko­ lonisi olan kent, efsaneye göre Ancus Martius tarafından kurulmuştur; oysa en eski kalıntılar (tüften bir castrum suru) İ.S. 338’e kadar uzanabilmektedir. Marius ta­ rafından yağmalanan kent, Sulla tarafın­ dan yeniden kuruldu (yeni sur) ve Hadrianus'un yaptırdığı güzel anıtlarla donatıl­ dı. Septimius Severus, kıyıya kadar bir yol döşetti (via Severiana). Roma tarihinde Ostia, ikinci pön savaşı sırasında askeri liman olarak (korsanlara karşı), ardından Urbs’un (Roma) ikmali için başta gelen yolcu ve ticaret limanı olarak çok önemli bir rol oynadı. Constantinus’tan başlaya­ rak Ostia'nın gerileme nedenleriyle Roma ticaretinin gerileme nedenleri, sıtma dışın­ da, aynıydı: Balı Akdeniz havzasının yiti­



rilmesi. 830’da yeni bir Ostia kurulduysa da, kısa sürede gerilemeye başladı. XIX. yy. başından itibaren Ostia'da düzenli ka­ zılara girişildi. —Arkeol. Decumanus maximus 1 200 m uzunluğundadır. Birkaç hamam (mozaik­ ler), bir palestra, bir vigil kışlası ve Corpo­ razioni meydanı’nı çevreleyen güzel yapı topluluğunun yanında bir tiyatro (Agrippa tarafından yapıldı, Septimius Severus ve Caracalla tarafından onarıldı) vardır. Bu meydan çepeçevre bir revakla sınırlandı­ rılmıştı. Revağa, tüccar ve armatörlerin ya­ zıhaneleri açılıyordu (bu etkinlikleri simge­ leyen mozaikler), ortada ise "Ceres” ta­ pınağı bulunuyordu. Kentte ayrıca bir fo­ rum (revaklarla çevrilmiştir; bazilika ve curia), pazar yerleri, birçok depo binası (horrea) nymphaionlar, Fortuna Annona tapı­ nağı, Roma ve Augustus tapınağı, II. yy.’dan kalma capıtolium, Attis ve Bellona ile birlikte Magna Mater'e adanmış bir ta­ pınak, bir Mithraeum ve bir hıristiyan ba­ zilikası da vardı. Kazılar, zemin katında dükkân ve tavernalar bulunan çok katlı ki­ ra evi tipi insula’nın incelenmesini, oyma­ lı ya da resimli birçok dükkân tabelası yar­ dımıyla Antikçağ mesleklerinin (çırpıcı, fı­ rıncı) tanınmasını sağladı. Kente giriş yol­ larının kenarlarında mezarlar yer alır; Ro­ ma limanı nekropolisi (isola Sacra, ¡.S. II. -IV. yy.) her tür Roma mezarını bünyesin­ de toplar. Traianus kanalı'nın iki yanında birçok yazıt (özellikle mezar taşlan) bulun­ du; bu yazıtlar Ostia limanı yaşantısında, azat edilen yunanlı ve doğuluların oyna­ dıkları rolün önemini ortaya koyar. O S TİN A TO a. (“ ısrarlı” anlamında ital. söze.). Müz. Genellikle bir yapıtın bas par­ tisinde çok sık olarak yinelenen ritmik ya da melodik motif. O S T İY U M a. (lat. ostium, giriş’ten). Zool. — S U G İ R İ Ş D E L İ Ğ İ * . O S T L A N D (“ Doğu ülkesi"), Litvanya, Letonya, Estonya ve Beyaz Rusya’dan olu­ şan topraklar 1941'den 1944'e kadar Rosenberg'e bağlı bir Reich komiserinin yet­ kesi altında tutuldu. O s tla n d (Ostdeutsche Landbewirtschaftungsgesellschaftin kısaltması), ikinci Dünya savaşı’nda Reich’ın işgal ettiği do­ ğu topraklarındaki tarımsal işletme şirke­ ti. ilkin Polonya'da kurulan bu örgüt, özel­ likle Fransa’da etkinliğini genişletti. Laon, Charleville, Nancy ve Dijon'da dört bölge­ sel müdürlük kurdu, 170 000 ha toprağı kendi yararına bir araya getirdi; bunun 110 000 ha kadarı, toplu göçten çok etkilenen ve çiftçilerin geri dönüşleri yasak bölge­ nin kurulmasıyla engellenen Ardennes’deydi. O STR A C İO N İD A E le r



f a m ily a s ın ı n



a . S A N D IK B A L IĞ IG İL -



b ilim s e l a d ı.



OSTRACODA a. Belli belirsiz bedeni ikiçenetli bir bağayla kaplı olan ve en çok dört çok gelişmiş ayakla donanan kabuk­ lular altsınıfı. (Antennulaları ve duyarga­ ları çok büyüktür ve hareket etmeye ya­ rar. Bu altsınıfın üyeleri öbür kabuklular­ dan çok farklıdır.) O STR AC O D ER M A a. Silures ve Devon devirlerinde yaşamış fosil çenesiz omur­ galılar sınıfı. (Bedenlerinin ön bölümü sert bir kemik bağayla [kafa kalkanı] korunu­ yordu. Ostracoderma sınıfı iki altsınıfa ay­ rılır: günümüzdeki bofabalıklarının türedi­ ği Cephalaspidomorphes; günümüzde­ ki Myxina'ların türediği Pteraspidomorphes.) O S T R A K İS M O S a. (yun. çömlek kırığı anlamına gelen ostrakon'dan). Antik. Ati­ na'da uygulanan ve siyasal güç ya da tut­ kusundan kaygı duyulan yurttaşların on yıl için sürgüne gönderilmesini sağlayan usul. —A ns İKL. Atina’da ostrakismos kuruntu­ nun Kleisthenes döneminde ortaya çıktı­ ğı sanılmaktadır. Her yıl halka, bir ostra­ kismos oylaması yapılmasının gerekip ge-



ostroslavizm rekmediği soruluyor ve böyle bir oylama yapıldığı zaman her yurttaş kendi bülte­ nine (oylamanın yapıldığı agorada birçok örneği bulunmuş olan ostrakon), sürülme­ sini istediği kişinin adını yazıyordu. İ.Ö. V. yy'da Hipparkhos (bilinen ilk örnek, 1.0.488/7), Aristeides, Themıstokles ve Kimon, Atina'dan bu usulle sürülmüşlerdir. Hyperbolos'tan (417) sonra bu usul bıra­ kıldı. Sürgün, istediği yere gitmekte özgür­ dü; mallarını yitirmiyor ve ilkece yalnızca on yıl için sürülüyordu.



OSTRAKON a. (yun. söze). Antik. Pra­ tik amaçlarla kullanılan, yazı ya da resim (oy, taslak, plan) çizilen kabuk ya da çöm­ lek kırığı. —ANSİKL. Esk. tar. Eski Mısırlılar, kayala­ rın eteğinden topladıkları kireçtaşı ya da pişmiş toprak parçaları üzerine yazıp çi­ ziyorlardı. Eski imparatorluk'tan Mısır ta­ rihinin sonuna kadar bu uygulama sürdü. Günlük yaşamla ilgili metinler (hesaplar, mektuplar) ya da edebiyat yapıtlarının kopyaları (bilgelikler, öyküler, aşk şiirleri) [genellikle işlek bir hiyeroglifle yazılmış olarak], günümüze kadar böyle geldi. Bu ostrakonlar üzerinde, bize çok canlı bir sa­ natı tanıtan desenci ve ressamların birçok serbest çalışmalarıyla da karşılaşıldı. Percheron-Ziolo



Themistokles adını 'aşıyan yunan ostrakonu Agora müzesi, Atina



O STRAVA, Çek Cumhuriyetimde kent, Kuzey Moravya'nın merkezi; 327 553 nüf. (1990). Polonya sınırının 20 km G.’ inde, XIX. yy.'ın ortasından beri işletilen bir kömür havzasının (üstün nitelikli kö­ mürler, kok yapmaya elverişli kömürler) ortasında, Yukarı Oder kıyısında kurul­ muş büyük bir madencilik ve sanayi merkezidir. Demir-çelik kombinası ve kimya sanayisi kentteki başlıca ağır sa­ nayi kuruluşlarıdır. Ostrava, PolonyaÇek Cumhuriyeti sınırı boyunca K B.'dan G.-D.'ya, ve Frydek-MIstek ara­ sında K.-D.’dan G.-B.'ya doğru uzanan bir bitişikkentin merkezidir.



OSTRĞİL (Otakar), çek besteci ve orkestra şefi (Prag 1879 - ay. y. 1935) ilk yapıtları Mahler'in etkisini taşır. Daha son­ ra, özgün ve yalın kontrapuntolu atonal bir üslup geliştirdi. 1919'da sanat danışman­ lığına getirildiği Prag Ulusal tiyatrosu’nu 1921-1935 arasında yönetti. Burada Berg'in Wozzeck'ini sahneletti. Ayrıca 1912’den başlayarak Filarmoni orkestrası'nın şefliğini yaptı. 1926-1929 arasında konservatuvarda orkestra yönetimi ders­ leri verdi. Sekiz opera (Honzovo krâlovstvi, 1934), oyun müzikleri, kantatlar, koro parçaları ve orkestra yapıtları (senfoni, 1905; impromptu, 1911; Süit, 1912; Sinfonietta, 1921), oda müziği parçaları beste­ ledi. OSTREİDAE a. Zool. İs tİR İd y e G İlle r familyasının bilimsel adı. OSTREVENT, Fransa nın kuzeyinde bölge, Escaut ve Scarpe vadileri arasın­ da. Şekerpancarı ekimi yapılan bir tarım ülkesi olan bölge Sensée ırmağı ve kolla­ rınca yarılan bir platodur; çayırlar ve yem bitkileri üretimi sığır yetiştiriciliğine olanak verir; vadi tabanlarındaysa sebze tarımı yapılır.



OSTRODA, Polonya’da kent, Mazurya'



da, Olsztyn'in B.'sında; 28 000 nüf. Sanayi (demiryolu onarımı) ve özellikle de gemi gezintilerinin yapıldığı Batı Mazurya göl­ ler bölgesinde turizm merkezi. Elblag ka­ nalı kıyısında küçük ırmak limanı. O S T R O O O R S K İ (Georgije), sırp bizansbilimci (Sen-Petersburg 1902). 1933'te Belgrad Üniversitesi'nde profe­ sör oldu, 1948de bu kentte Bizans tarihi ve uygarlığı enstitüsü'nü kurdu. Köylülük tarihi uzmanı olarak Pour l'histoire de la féodalité byzantine (Bizans feodalitesi tarihi için) [Brüksel, 1954] adlı kitabı ya­ yımladı. Geschichte des byzantinisehen Reiches (Bizans devleti tarihi) [1941, 1952 ve 1963'te yeniden yayımlandı] ad­ lı yapıtı birkaç dile çevrildi. O S TR O G O T LA R ("Parlak Gotlar” ), Gotlar’ın iki büyük kesiminden birini oluş­ turan eski germen halk. IV. yy.'da Ostrogotlar, Dniepr'in her yanına da yayılan güçlü bir krallık kurdu­ lar. 370'e doğru Hunlar'ın akınları üzeri­ ne bir azınlık, batıya doğru Tuna'ya kadar kaçarak Roma imparatorluğu'na girdi, Edirne savaşı'nda zafer kazandı ve sonun­ da Pannonia'ya yerleşti (380). Bu bölge, Radagais komutasında, 405-06'da İtalya' ya karşı girişilen yıkıcı bir akının kalkış nok­ tasını oluşturdu. Bir başka azınlıksa, 1475'e kadar Kırım'da yaşadı. Ancak Ostrogotlar’ın çoğunluğu, Hunlar'a boyun eğdi ve Hunlar’ın Batı'ya doğru sel gibi boşanmalarında onları izleyerek Campi Catalaunici savaşı’na katıldı (451). 455'e doğru bunlar, imparatorluğa yeni bir as­ ker kaynağı sağladı. 470-475’e doğru Aşa­ ğı Moesia ve Balkanlar'ı istila ederek bu­ raları kırıp geçirdiler. Ostrogotlar, gerçek­ te imparatorluğun güvenliğini tehdit edi­ yorlardı. imparator Zenon, eskiden İstan­ bul’da rehine olarak tutulan genç kral Theodorich*'ten, Ostrogotlar’ı İtalya’ya götürerek, ülkeyi Odoaker'den geri alma­ sını istedi (488). Odoaker yenilip öldürül­ dü (493) ve İstanbul’un tamamen sözde kalan metbuluğu altında, İtalya ve İtalya' ya bağlı ülkeler üzerinde Ostrogotlar'ın egemenliği kuruldu. Theodorich, roma kurumlarından geri kalanları kurtarmaya çalıştı. Bir romalı gibi yönetimi sağlayarak çevresine Romalılar’ı (Cassiodorus) top­ ladı; onların unvan ve hiyerarşilerine say­ gı göstermekle birlikte, ordu Gotlar'ın so­ runu olduğu İçin, Romalılar’ı sivil görev­ lere yerleştirdi; Gotlar ise fethedilmiş bir ülkedeymiş gibi, ordugâhlarda yaşamayı sürdürdüler. Italyanlar'ın dil (latince), din (395’ten başlayarak katoliklik) ve kültür değişikliklerine dokunulmadı. Theodorich fermanı (500'e doğr) hemen tümüyle Röma’dan esinleniyordu. Theodorich’in kişi­ liği ayrıca Boetius, Cassiodorus ve Ennodius ile birlikte edebiyat zevkinin yeniden doğduğu bir Ostrogot İtalyası’nın kurul­ masına da büyük bir katkıda bulundu. Dış siyaset ulusal ve akıncı niteliğini korudu; Theodorich, öteki akıncı hükümdarlarla bağlaşmalar yaptı. Bununla birlikte, Ostrogotlar'ın uzun bir zamandan beri bağlı oldukları ariusçu sapkınlık, İtalyan halk topluluklarının on­ lara karşı düşmanlık duymalarına yol aça­ rak her türlü kaynaşma ya da kökleşmeyi engelledi ve bu da İstanbul ile olan ilişki­ leri bozdu. 535’te iustinianos, kraliçe Amalasuntha’nın yeğeni Theodat tarafın­ dan öldürülmesini izleyen bunalımdan ya­ rarlanarak, Belisarios'u Ostrogot krallığı’ na saldırttı. Theodat’ın tahttan indirilip öl­ dürülmesinden sonra kral ilan edilen Vitige, 540'ta Ravenna’da teslim oldu. İtalya yeniden imparatorluk egemenliğine gir­ diyse de, Totila komutasındaki Ostrogot­ lar, Narses tarafından Umbria’daki Tadinae’de (Gualdo Tadino) bozguna uğratılıncaya kadar (552) savaşmaya devam etti­ ler. Son ostrogot garnizonları direnme­ lerini 555'e kadar sürdürdüler (Compia [Conza] teslim şartlaşması). Geriye ka­ lan çok az sayıdaki Ostrogot da ya Doğu'ya sürüldü, ya da roma halkı içinde



eriyerek h içbir iz bırakm adı. O S TR O G R A D S K İY (Mihail Vasiliyeviç), rus matem atikçi (Paşennaya 1801-Poltava 1862). Yaptığı önem li çalışm alar Peters­ burg m atem atik okulunun gelişm esini ve rus balistik okulunun kurulmasını sağla­ dı. Özellikle, Green teoremiyle ilgili bağım ­ sız tanıtlam asıyla tanındı; Fourier'nin ısı üstüne ve Poisson’un esneklik üstüne ça ­ lışmalarını derinleştirerek bu teorem in n -li bir integrate dönüşüm ünü genelleştirdi.



8955



O s tr o g ra d s k ly te o re m i. Mat. çözlm.



C 1 sınıfından bir / vektör alanının, İR3ün bir B elem ansal tıkızının (dışa d oğru yön­ lenm iş) sınır yüzeyinden geçen akışının, d iv /n in B tıkızı üzerindeki integraline eşit o ld u ğ u n u ifade eden teorem. (Bu iki b ü ­ yüklük arasındaki eşitlik Ostrogradskiy formülü adını alır. B, ikişer ikişer y -ayrık elemansal tıkızların birleşimi iken, ya da B iki basit tıkız iken teorem geçerliliğini korur.) O S T R O L E K A , Polonya’da kent, Var­ şova’nın K.-D.'sunda, Narew kıyısında, voyvodalık merkezi; 36 000 nüf. Selüloz ve kâğıt sanayisi. Demiryolu kavşağı. Ostroleka voyvodalığı (6 498 km2 ve 391 600 nüf. [1989]) Kurpie yöresi İle Batı Bug ve Narew vadilerinin aşağı çığırları­ nın arasındaki topraklar üzerinde yayılır Ormanların, bataklıkların ve çayırların e ki­ li alanlardan daha ço k yer kapladığı fakir b ir tarım (çavdar, patates) bölgesidir. — Ask. tar. Burada, 1807’de Fransızlar Ruslar ı, 26 mayıs 1831’de Ruslar ayak­ lanan Polonyalılar’ı yendiler.



Deyr ül-M edine’de (Mısır) bulunan ostrakon resimli kireçtaşı (sopalı savaşım) Yeni imparatorluk, XIX. hanedan Louvre müzesi, Paris



O s tr o m lr İ n c ili, Rusya'da, Novgorod



kenti valisi Ostrom ir için 1056-57’de yazıl­ mış eski slav dilinde en eski elyazması İn­ cil. M etni kopya eden diyakoz Grigoriy öz­ g ü n metne, Kiev Rusyası’nda kullanılan bazı yerel deyim leri eklemiştir. O STR O R O G (Léon Valerien, kont), leh



asıllı fransız hukukçu ve do ğ ub ilim cl (öl. Londra 1932). İslam hukuku üzerinde ça ­ lıştı. Oxford ve Lahey üniversitelerinde ö ğ ­ retim üyeliği yaptı. 1900’lerde osmanlı hü­ küm etince İstanbul’a çağrıldı. Adliye nezareti'nde, Tekel id aresi'nde danışm anlık yaptı (1909). Daha sonra Babıâli birinci h ukuk m üşavirliğine atandı; D arülfünun' d a ders verdi. 1914’te görevi kaldırıldı; Fransa’ya gitti. Birinci Dünya savaşı bitin­ ce yeniden İstanbul'a döndü. Osmanlı hü­ küm etine verdiği raporları Paris’te yayım­ ladı; Pour la Réforme de la Justice Otto­ mane (1912). İslam hukukçusu el-Maverdi’ nin yapıtı el-Ahkâm es-Sultaniye'yı açıkla­ malı olarak fransızcaya çevirdi (1901, 1906). İstanbul’da yerleştiği Kanlıca’daki O strorog yalısı, B oğaziçi'nin en ünlü yalı­ larından biri olarak korundu.



O stro g otlar üzerinde Theodat’ ın baş resmi bulunan bir bronz paranın önyüzü VI. yy. Bibliothèque nationale, Paris



OSTROSLAVİZM a. (fr. austroslavisme).



H absburg im p a ra to rlu ğ u ’nda yaşayan S lavlar’ın Avusturya’yı yaşatm ak ve sa­ vunm ak isteğini benim seyen, ancak, al-



O strava'nın merkezinden bir görünüm



ostroslavizm manca konuşan halk kesimiyle de kendi­ leri için eşitlik isteyen öğreti. (1820‘li yıllar­ da hazırlanan ostroslavizm, 1865’e kadar çek halkının siyasal programının temelini oluşturdu.) O S T R O V a d a s ı ya da Z İT N Y O S T R O V , esk. aim. Grosse Schütt, Slovakya’da, Tuna'nın İki kolu arasında ka­ lan ada, 85 km uzunluğunda ve 15-30 km genişliğindedir; büyük bir tarım (mı­ sır, şekerpancarı, tütün, ayçiçeği, sebze­ cilik) bölgesidir.



8956



O STR O VO -



A.P.N



Aleksandr Nikolayeviç



Ostrovskiy



A.P.N.



VEGHORİTİS.



O S TR O V S K İY (Aleksandr Nikolayeviç), rus oyun yazarı (Moskova 1823 - Şçelıykovo, Kostroma yönetim bölgesi, 1886). 50'yi aşkın oyunla (fars, komedi ve ger­ çekçi, tarihsel, fantastik dram) rus ulusal repertuvarının gerçek kurucusudur, için­ de büyüdüğü gelenekçi esnaf ve küçük memur çevrelerinde geçen konularını “ yaşamdan kesitler" dediği bir çerçeve içine oturtur: Svoi eyudi soçtemsaya (1850), Fakirlik ayıp değil (Bednost ne Porok) [1854], Dohodnoye mesto (1856). Başyapıtı olan Fırtına'da (Groza) [1859] rus kadınının yürekler acısı durumunu ele aldı. Ömrünün sonuna doğru, Rimskiy -Korsakov’un müziğiyle ünlenen Sneguroşka (1873) adlı büyüleyici yapıtını yazdı ve Moskova tiyatroları müdürlüğüne atan­ dı (1886). Yapıtlarında, toplumsal yanlarıy­ la ele aldığı kişilerin çeşitliliği, töreleri çiz­ medeki nesnelliği, zengin dili ve zaman zaman ulaştığı gerçek liriklik, Ostrovskiy'in yeteneğini oluşturan öğelerdir. O S T R O V S K İY (Nikolay Alekseyeviç), rus yazar (Vilia, Volinya, 1904-Moskova 1936). işçi çocuğuydu, iç savaşta Budenniy'in ordusuna katıldı. Sakat ve kör kaldı (1928), militanlığını edebiyat alanında sür­ dürdü. Özyaşamöyküsel romanı Ve çeli­ ğe su verildi de (Rozdennıye burej, 1932 -1935) Pavel Korçagin'in kahramanlığını anlatırken, toplumsal savaşımların pota­ sında biçimlenmiş bir kuşağın yiğitliğini ve coşkulu atılımını yansıttı. Yarım kalan ikinci romanı Fırtına çocukları'nda (Kak zakaljalas stal, 1934-1936) ise Ukrayna bolşeviklerinin savaşımıyla faşizmin ilerleyen güçlerine karşı uyarıyı bir arada verir. O S T R O W iE C S VV İÇ TO KR ZYS K İ, Polonya’da kçnt, Kielce platosunun kena­ rında, Göry Swiçtokrzyskie'nin D.’sunda; 63 000 nüf. Ülkenin en eski demir-çelik bölgelerinden birinin ortasında bulunan kent, bugün etkinliği süren tek merkezdir; modernleştirilen kent önemli bir sanayi (demir-çelik, metalürji, tarım makineleri) merkezidir. O S TR O W M A Z O W iE C K A , Polonya da kent, Varşova'nın K.-D.’sunda, Batı Boug’uyla Narew arasında; 17 000 nüf. Kü­ çük sanayiler (elektromekanik, selüloz, kâ­ ğıtçılık).



Nikolay Alekseyeviç Ostrovskiy



O S TR O W S K A (Bronisfawa), polonyalı kadın yazar (Varşova, 1881 - Krakövv 1928). Simgeci ve parnasçı akımların et­ kisindeki yapıtları Polonya’daki çağdaşçı­ lık akımına bağlı şiirin genel eğilimjerini yansıtırken (Opale [fr. çev.], 1902; Echa­ rpes sacrifiées [fr. çev.], 1910) giderek lirik ve içli bir şiire (l'Anneau de la vie [fr. çev.], 1919) yöneldi. Ayrıca çocuk kitapları yaz­ dı ve fransız şairlerinden çeviriler yaptı. O S T R O W S K i, kökeni Lublin bölgesine dayanan polonyalı aile. Grunwald'da (1410) kendi özel bayrağı altında savaşan bu ailenin başlıca üyeleri şunlardır: TOMASZ ADAM (Krupach, Lublin yakınında, 1735-Varşova 1817), 1811'de Senato baş­ kanlığı yaptı; —ANTONİ (Varşova 1782 -Tours 1845), öncekinin oğlu, 1830-31 ayaklanması sırasında Varşova garnizonu komutanıydı; —WLADtSLAW (Varşova 1790 -Kraków 1869), öncekinin kardeşi. 1830 -31 ayaklanması sırasında Milletvekilleri meclisi'nin başkanıydı; — KRYSTYN (Ujazd, Rawa yakınında, 1811-Lozan 1882), Anto-



ni'nin oğlu, Mickiewicz'in yapıtlarını fransızcaya çevirdi; —JÖZEF (Maluszyn, Kalisz yakınında, 1850-ay. y. 1924), Merkezi imparatorluklar tarafından kurulan fiktif polonya devletinin Naiplik konseyi üyesiy­ di (1917-18).



ile Ural arasındaki ormanlık bölgede ya­ şayan fin-ugur halk. Başlıca iktisadi etkin­ likleri, hayvancılık (rengeyiğ'ı, köpek), ba­ lıkçılık ve kenevir tarımıdır. Ostyaklar, eski şamanlık dininin ve satın alma yoluyla ev­ lenme töresinin izlerini hâlâ korurlar.



O S TR Ö W W lE L K O P O L S K i, Polon ya’da kent. Büyük Polonya ovasında, Kalisz'ln G.-B.’sında; 62 000 nüf. Sanayi (de­ miryolu gereçleri ve duyarlı makineler, ya­ pı gereçleri, hazırgiyim ve mobilya) mer­ kezi. Demiryolu kavşağı. —Yakınında do­ ğal gaz yatakları.



O ’S U LLİV A N (James Sullivan STARKEY, Seum as —denir), İrlandalI şair (Dublin 1879 - ay. y. 1958). Dublin magazine'in (1923) kurucusu, yetenekli bir deneme ya­ zarıydı; kelt gizemciliğinden etkilendi, "Kelt alacakaranlığı" adındaki akımı baş­ lattı (The Twilight People, 1905; Mud and Purple, 1917; The Lamplighter, 1929).



O STRYA a. Kuzey ve Orta Amerika, Gü­ ney Avrupa ve Asya'da yetişen her mev­ sime dayanıklı ağaç. (Kışın dökülen yap­ rakları gürgen yaprağına benzer. Çiçek­ ler genellikle bireşeyli tırtılsı başak duru­ mundadır; dişi çiçek topluluklarıysa şerbetçiotununkilere benzer. Huşgiller famil­ yası.) O s ttr u p p a n (Doğu birlikleri anlamına gelen alm. söze) y^ da Hiw! (alm. Hilfswillıge'nin [yardımcı gönüllüler] kısaltması), 1942'den başlayarak SSCB etnik azınlık­ larına (Kazaklar, Ermeniler, Gürcüler, Litvanyalılar, Finliler ve Beyaz Ruslar) men­ sup sovyet savaş tutsakları arasından top­ lanan ek ordu birliklerine OKW’nin verdi­ ği ad. 1943'te bu öğelerin sayısı 800 000 kişiye yükseldi. Ordu bunlardan, ya men­ zil bölgeleri kıtaları (alman-sovyet ve bal­ kan sınırları), ya savaş birlikleri (Sırbistan, İtalya) ya da işgal kıtaları (Ukrayna, Polon­ ya, Fransa) olarak yararlandı, Osttruppen' lerin, general Vlasov tarafından toplanan ve ocak 1945'te Wehrmacht'a katılan iki "Rus kurtuluş ordusu" tümeniyle karıştırılmamaları gerekir. O S T U N İ, İtalya’da kent, Puglia’da (Brin­ disi ili), Adriya denizi kıyısında; 31 200 nüf. Tarım merkezi. —Yakınında, Marina di Ostuni sayfiye merkezi. O S TW A LD (Wilhelm), alman kimyacı (Ri­ ga 1853-Grossbothen, Leipzig yakınında, 1932). Riga'da (1881) ve Leipzig'de (1887) profesörlük yaptı. Leipzig Elektrokimya enstitüsü'nün müdürü oldu (1898). Elek­ trolitler ve kataliz konusunda çalıştı. 1888'de elektrolitlerin iyonlaşmasına küt­ le etkisi yasasını uygulayarak kendi adını taşıyan seyreltme yasasını buldu: bu ya­ saya göre seyreltme sonsuza gittiğinde, iyonlaşmanın tam olduğu kabul edilir. Tep­ kime hızını tanımlayarak, kataliz olayını bir kimya kinetiği problemi olarak ortaya koy­ du. 1907'de amonyağın katalitik yükseltgenmesi yoluyla nitrik asidin sanayide ha­ zırlanmasını gerçekleştirdi. Atomların var­ lığını kabul etmeyen Ostwald, enerjetik üzerine kurulan bir felsefe okulunun belli başlı temsilcilerinden biridir. En önemli ya­ pıtları şunlardır: Lehrbuch der allgemei­ nen Chemie (Genel kimya ders kitabı) [1885-1888], Elektrochemie (Elektrokimya) [1894], Die Schule der Chemie (Kimya okulu) [1904], Die energetischen Grund­ lagen der Kulturwissenschaft (Kültürbiliminin enerjetik temelleri) [1910], Grosse Männer (Büyük adamlar) [1909], Die Har­ monie der Farben (Renklerin uyumu) [1918], vb; Van’t Hoff ile birlikte, 1887’den başlayarak Zeitschrift für physikalische Chemie'yi (Fiziksel kimya dergisi) yayım­ ladı. (1909 Nobel kimya ödülü.) O s tw a ld y a s a s ı. Fizs. kim. Çok seyreltik bir çözeltide, bir elektrolitin a ayrışma katsayısını, yani derecesini a2



K



1-«"c bağıntısıyla açıklayan yasa; bu bağın­ tıda K, ayrışma değişmezini, C molar de­ rişimi gösterir. (Eşanl. SEYRELTME YASA­ SI.) O STY A K a. Uğur öbeğinden dil; Obi va­ disinde yaklaşık 200 000 kişi tarafından konuşulur. O S T Y A K L A R , Batı Sibirya’da, Orta Obi



O S U M ya da O S U M İ, Güney Arnavut­ luk'ta ırmak, Devoll ile birleşerek Seman'ı oluşturur. O S U N A , ispanyada kent, Andalucia'da (Sevilla ill), Ecija'nın G.’inde; 21 700 nüf. Eski iber-roma sitesi (Urso) [Madrid Arke­ oloji müzesi'nde heykeller] olan kent XVI. yy.’da büyük bir gönenç dönemi yaşadı. Piskoposluk kurulu binası ve plateresco üslubunda içavlusu bu dönemin ürünü­ dür (sanat yapıtları). XVIII. yy.’da, kilisele­ re ve sivil yapılara barok üslubunun dam­ gası vurulmuştur. O S U N A (Pedro de Alcántara TÉLLEZ G iR Ó N Y G u z m Á n , dükü) - T e ' l l e z G iR Ó N Y G U Z M Á N .



O S U R G A N sıf. ve a. Kaba. Sık sık yelle­ nen. O S U R M A K gçz. f. Kaba. Bir kimse sözkonusuysa, yellenmek, gaz çıkarmak. O S U R U K a. Kaba. 1. Yellenme sırasın­ da bağırsaklardan (kimi zaman sesli ola­ rak) atılan gaz. —2. Osuruğu cinli, olur ol­ maz her şeye öfkelenen, sinirlenip lyavga çıkaran kimse için kullanılır (kaba ). || (Bi­ rinin) osuruğunu düğümlemek, bir kimse­ yi korkutmak, ona gözdağı vermek (ka­ ba). OSURUKAĞACI -



KOKARAĞAÇ.



O SW ALD (605’e doğr - ? Maserfeld, bu­ gün muhtemelen Oswestry, 641), 633-641 arasında Northumbria kralı. Gençliğini sürgünde geçirdikten ve iona’da hıristiyan olduktan sonra Deira ve Bernicia krallık­ larını birleştirdi. Aidan’ı Lindisfarne’da yer­ leşmeye çağırarak hıristiyanlığı Kuzey İn­ giltere’de yaydı. 641'de Maserfeld savaş'ında Mercia kralı Penda'ya yenildi ve öl­ dürüldü. Anglosakson kilisesi tarafından aziz ilan edildi. O S W A LD (Genevieve), amerikalı müze müdürü (Buffalo 1923). New York Public Library'de dans koleksiyonunun başına getirildi (1947). Dictionary Catalog of the Dance Collection'ın (Dans koleksiyonu­ nun kataloğu) [1964-1974, 10 cilt] yayımı­ nı yönetti. O S W A LD (Lee Harvey), Başkan John F. Kennedy'nin katili olduğu kabul edilen kişi (New Orleans 1939-Dallas 1963). Asker­ lik görevini deniz kuvvetlerinde yaptı, 1959’da terhis edildi, Sovyetler Birliği ne giderek orada evlendi ve haziran 1962'ye kadar bu ülkede kaldı. ABD’ye dönünce, Castro'dan yana çevrelerle sık sık görüş­ tü. Kennedy’nin öldürülmesinden hemen sonra Dallas'ta tutuklandı. Warren rapo­ ru, cinayetin tek sorumlusu olarak onu gösteriyordu, iki gün sonra, 24 kasım 1963’te, Kennedy ailesinin öcünü almak istediğini söyleyen Jack Ruby tarafından, polislerin arasındayken öldürüldü. Ger­ çekte Oswald’in kişiliği karanlıkta kalmıştır. O S W A LD «O N W O L K E N S T E ÍN al­ man yazar (Schöneck şatosu?, Tirol, 1377'ye doğr. -Meran 1445). Minnesangdan çok, halk şiirlerine yakın şiirler yazdı. Serüvenlerle dolu yaşamını yansıtan ya­ pıtında bölgesel lehçe kullandı ve miza­ ha yer verdi. O S W EG O , ABD’de (New York) liman kenti, Oswego ırmağının Ontario gölüne döküldüğü yerde; 20 000 nüf. Alüminyum



metalürjisi. Tekstil. Kırtasiye. Üniversite. — Yakınında, nükleer santral. O SM fİÇCİM , aim. eski adı A uschw itz*, Polonya’nın güneyinde kent, Krakow’un B.'sında Sota’nın Vistül ile birleştiği yerde; 45 000 nüf. Sanayi merkezi (organik kim­ ya ve makine sanayileri). O S W İU ya da O S W Y (612 ye doğr. -670), Northumbria kralı (642-670), Oswald’m kardeşi ve ardılı. Mercia ve Gwynedd krallarına ve iskoçya'ya karşı kazandığı zaferler sonunda krallık gücü­ nün doruğuna ulaştı, ama bu zaferlein hiçbiri belirleyici olmadı. Ateşli bir hıristiyan olan Oswiu, tüm anglosakson kilise­ lerinin birleşmesiyle oluşan ve bu kilise­ leri Papalık’ın ilkelerine bağlayan Streaneshalch (Whitby) sinodunu topladı ve yönetti. O S Y M A N D İA S , firavun Ramses ll'nin (gerçekte Usir-Maat-Re) adının bozulmuş yunanca biçimi. Bu ad çevresinde, Diodoroso Sikellotes'in ünlü “ Osymandias' ın mezan"nda (gerçekte Ramses ll'nin ta­ pınağı) betimlediği bir yunan efsaneler di­ zisi oluştu. O S Y R İS a. Güney Avrupa, Afrika ve As­ ya'da bulunan, her zaman yeşil, tüysüz ve yarı asalak çalı. (Çiçekleri kokuludur; er­ kek çiçekleri yanal salkım halinde, dişi çi­ çekleri yalnız bulunur. Bezelye büyüklü­ ğündeki etli meyveleri kırmızıdır. Santalgiller familyası.) O » , Kırgızistan'da kent, Fergana çökün­ tüsünde, Pamir'in eteğinde; 213 000 nüf. (1989). Kent bir dağ eteği vahasıdır Tekstil (İpek ve pamuk) kombinası Be­ sin sanayileri (meyveler, süt ürünleri, et). Yapı gereçleri. —Tar. Ortaçağ boyunca kent, Türkistan'ı Çin (ipek yolu) ve Hindistan'a (Baharat yo­ lu) bağlayan kervan yolu üzerinde önem­ li bir konaklama yeri oldu. Kokand hanı­ na bağlı olan kent, 1876'da Ruslar tara­ fından alındı. Orta Asya müslûmanlarının en kutsal hac yerlerinden biri olan Taht-ı Süleyman, Oş yakınlannda yer alır. O Ş İM A N A G İS A , japon film yönetme­ ni (Kyoto 1932). Aristokrat bir ailedendi; 1959’da ilk uzun metraj filmini gerçekleş­ tirdi: A i to kibo no maçi. Daha sonra Seişun zankoku monogatari (1960), Nihon no yoru to kiri (1960), Taiyo no hakaba (1960) gibi filmler çevirdi. Bu filmlerin uğradığı ti­ cari başarısızlıklardan sonra sinemayı bı­ raktı ve televizyon için çalışmaya başladı. Seyahatler (Kore, Vietnam) yaptı ve ancak 1965'te Etsuraku adlı filmle sinemaya döndü. Radyo, sinema ve televizyon için yazdığı birçok senaryonun yanı sıra kitap­ lar da (özellikle denemeler) yayımladı. Önemli filmleri: Hakuçu no torima (1966), Ninca bugeiço (1967), Koşikei(1968), Şincuku dorobo nikki (1969), Şonen (1969), Tokyo senso sengo hiva (1970), Duyula­ rın egemenliği (Ai no korida [1975], Ai no borei (1978), Furyo ya da İyi noeller Bay Lawrence (1983), Yunbogi No Nikki (1986), Max-mon amour 11987). O Ş İN I (öl. 1320), Rupen hanedanın­ dan Kilikia kralı (1309-1320). Leon lll'ü n oğlu. Babasının ölümü üzerine ardılı ol­ du (1309). Ülkede iç düzeni sağladıktan sonra Kutsal toprakları kurtarmak ama­ cıyla yeni bir haçlı seferi düzenlemesi için papaya sürekli mektuplar yazdı. Ayrıca, Fransa ve Sicilya krallarını da aynı amaç doğrultusunda yönlendirmeye ça­ lıştı. Bu etkinliklerini haber alan Mısır memluk hükümdarı Nasrettin Muham­ met'in üzerine gönderdiği orduya yeni­ lerek ülkesinin önemli bir bölümünü yi­ tirdi (1319); yenilginin üzüntüsünden er­ tesi yıl öldü. O Ş İN O G R A F İ a. (ing. oceanography' den) - DENİZBltiM. OT, -tu a. 1. Sapı yumuşak ve yeşil olan ve her yıl ölen bitki. (Eşanl. OTSU BİTKİ.) —2. Koşullar elverişli olduğu zaman, her



yerde doğal olarak biten küçük bitki. —3. Çeşitli otsu bitkilerden oluşan doğal bitki örtüsü; çimen. —4. Kurumuş ya da kurutulmuş bitki sapları; kuru ot: Minder­ lere ot doldurmak. Hayvanlara ot vermek. — 5. Ağı, zehir. —6. İlaç. —7. Arg. Esrar. —8. Ot bitmemek, bir yerin verimsiz ve çorak olduğunu belirtmek için söylenir. ||Of gibi, tatsız, tuzsuz yiyecekler için kullanı­ lır. ||Of gibi yaşamak, tekdüze, renksiz bir yaşam sürmek. ||Of tutunmak, vücuttaki fazla kılları dökmek içir, ilaç sürünmek. ||Of yemek, uyuşturucu kullanmak (arg.). ||(B/rine) ot yoldurmak, bir kimseye çok güç ve sıkıntılı bir iş gördürmek. —Bitki patol. Ot ilacı, Tarlalardaki kötü ot­ ları öldürmek için tarım alanında kullanı­ lan sentetik kimyasal madde. (Eşanl. HERBİSİT.)



—Bot. Deniz otları, suyosunları, denizyosunu. ||Şifalı ya da tıbbi otlar, eczacılıkta kullanılan otlar. ||Çokyıllık otlar, yer altındaki kısmı kışın da yaşayan otlar. (Otlar çokyıllık olsalar bile, hepsi çokyıllık olan ağaç ve çalı gibi yer üstündeki kısımlarıda kı­ şın yaşayan odunsu bitkilere karşıt sayılır) — Kur. tar. Ot gecesi, osmanlı saray mut­ fağının "helvahane" denen bölümünde macun yapıldığı günün akşamı. (Bk. ansikl. böl.) —Tarım. Kuru ot, otçul hayvanları (gevişgetirenler, at, eşek, tavşan) beslemeye ya­ rayan kurutulmuş bitki. (Bk. ansikl. böl.) ||Yabancı ot, tarlada kendiliğinden biten ve tarım bitkisi için az ya da çok zararlı olan bitki. (Bk. ansikl. böl.) —Tarım mak. Ot kurutma tırmığı, biçilmiş otu altüst ederek, çevirerek kuru ot hali­ ne gelmesini kolaylaştıran makine. (Bk. ansikl. böl.) sıf. içi otla doldurulmuş şey için kulla­ nılır: Ot minder. Ot yastık. —A n s ik l . Bitki patol. Tam etkili ot ilacı, bütün bitki cinslerini öldürür; seçmeli ot ilacı ise tarım ürünlerine zarar vermeden sadece kötü otları tahrip eder. Ot ilaçları etkilerini üç yoldan gösterir, ilacın eriştiği yaprakların doğrudan tahribi; yaprak yo­ luyla bitkinin dokularına girerek metabo­ lizma işlevini etkileme; toprağın içinden kök yolu ile giriş. Toprağın nitelikleri ilacın etkisini büyük ölçüde etkiler. Seçmeli ot ilaçlan, etki biçimlerine göre, tarımın de­ ğişik dönemlerinde kullanılabilir: ekimden önce (toprağa katılabilir), boylanmadan önce (ekimle hasat arasında) ya da bitki­ nin değişik fizyolojik yaşlarında, gelişme sırasında. Dünyada, 2 000 (Türkiye'de 200) kadar ot ilacı ve bu ilaçların bileşi­ mine giren pek çok etkin madde vardır. Etkin maddelerin başlıcaları şunlardır: mi­ neral maddeler (sodyum klorat, amon­ yum sülfat, demir sülfat, petrol yağları) ya da sentetik organik maddeler (fenol ve krezol türevleri, arlloksiasitler, karbonatlar, üre yerine geçen maddeler, diazinler, triazinler, amitler, dörtlü amonyumlar, benzonitriller, toluidinler, vb.). —Kur. tar. Macun yılda bir kez ilkbahar­ da, nane, darıfülfül, havlıcan, gül, gelin­ cik türünden bitkisel hammaddeler büyük kazanlarda kaynatılarak yapılırdı. Daha sonra baş kullukçu yerine götürülerek ko­ runan macundan saray erkânına da ayrı­ lırdı. Aynı gece Helvahane ocağı halkı için eğlenceler düzenlenir, buraya gönderilen hokkabaz, hayalbaz ve ince sazlar ocak halkını eğlendirirdi. —Tarım. Kuru ot. Doğal ve yapay çayırla­ rın biçilmesiyle elde edilen kuru ot buğ­ daygillerden, baklagillerden ya da ikisinin karışımından oluşur. Biçilen taze otlar ya doğrudan doğruya güneşte serilip alet ve makinelerle altüst edilerek ya da gölge bir yere yığılarak ve özel düzenekler kullanı­ larak kurutulur. Taze ot, içerdiği suyun büyük bir kısmını kurutma işlemi sonu­ cunda kaybeder; kuruyan ot, taze ağırlı­ ğının ancak % 10-15'i kadar kalır; bu du­ rumda uzun süre saklanabilir. Kuru ot, yıl içinde, taze ot üretilemediği ya da bulun­ madığı zaman hayvanlara yedlrilir. Kuru



otun besleyici değeri bitkilerin biçilme sı­ rasındaki gelişme evresine ve kurutmasındaki başarı derecesine bağlıdır En uygun biçime evresi, buğdaygiller için başak bağlamanın, baklagiller için çiçeklenmenin başlangıcıdır. Kurutma aşamalarında pek çok etmen rol oynar ve otun besleyi­ ci değerini etkiler; yağmurlar bitkinin su­ da çözünen öğelerinden bir kısmını gö­ türür, kurutma sırasında yapılan yığma ve aktarma işlemleri yaprakların bir kısmını kaybettirir, presleme de, özellikle baklagil­ lerde kuru otun besleyici kalitesinde bir azalmaya neden olur • Yabancı ot. Bir tarım bitkisi de, sonra eki­ len tarım bitkisinin içinde biterse yabancı ot sayılır. Örneğin bir buğday ya da pata­ tes tarlasında bir önceki yıldan kalma pa­ tates ya da kolza filizlerinin uç vermesi böyledir. Yabancı otlar iki türlüdür: pek çok tohum yapabilen bir ya da ikiyıllık ya­ bancı otlar ve serbest alanları hızla dol­ durabilen ya da vejetatif çoğalma yoluy­ la sık bir bitki örtüsü oluşturan yabancı ot­ lar (köksaplı, stolonlu, yumrulu, soğanlı bitkiler). Genel olarak yabancı otların zararı, su, ışık ve mineral tuzlar için tarım bitkisiyle rekabet etmelerinden doğar. Küsküt gibi asalak yabancı otlarsa üzerinde yetiştik­ leri baklagil yem bitkilerinden önemli mik­ tarda besin çalar. Bazı yabancı otların da başka türlü zarar verdikleri anlaşılmıştır: kök salgıları (turpgiller, bileşikgiller), yap­ rak salgıları (pelin). Bazı yabancı otlar geliştikleri ortamın özel bitkileridir: asit ve çok nemli toprak­ lar atkuyruklarına çok uygun gelir; iyi iş­ lenmemiş ve kalsiyumca fakir çayırlarda labada ve düğünçiçeği çok iyi yetişir. Ya­ bancı otlarla savaşma yollarından biri her fırsatta toprağın kusurunu düzeltmeye ça­ lışmaktır (akaçlama, alçılama, kireçleme). Nedeni bulunup ortadan kaldırılamadığı zaman da yabancı otları yok etmek ola­ nağı vardır. Bunun için çeşitli teknikler uy­ gulanır: çapalama ya da ot ilacı kullanma yoluyla tarladaki yabancı otların tümüyle yok edilmesi. Henüz araştırma aşamasın­ da olan bir yöntem de, yabancı otları et­ kileyen, ama tarım bitkisine dokunmayan ve yabancı otları rekabet edemeyeceği bir gelişme evresinde alıkoyarak tarım bitki­ sine üstünlük sağlayan büyümeyi yavaş­ latıcı maddelerin kullanılmasıdır. —Tarım mak. Ot kurutma tırmıklarında bi­ çilmiş otu kaldıran, çeviren, suyunun uç­ masını kolaylaştırmak için yayan, ama bunları yaparken haşin mekanik etkileriyle onları hırpalamayan organlar bulunur. Es­ kiden çok olan ve hayvanla çekilen dişli ot tırmıklarının yerini şimdi döner tamburlu ya da havalandırıcı tırmıklar aldı. Bunlar­ da makine ilerledikçe dikey bir eksenin çevresinde dönen ışınsal parmaklar bu­ lunur; daha sonra icat edilen döner topaçlı tırmıklarda, yere göre eğik duran esnek metal dişler dikeye yakın bir eksenin çev­ resinde döner Ama bir topaç yanındakinin tersine döner. Bu tırmıkların kimisi namlu yapmaya da yarar. O T ->



od.



V enie re -S a d ia



8957



döner topaçlı ot kurutma tırmığı



ot(o)O T (O K yun, autos, kendi; kendi ba­ şına, kendiliğinden, kendisi tarafın­ dan anlamını vermek için birçok söz­ cüğün bileşimine girer: otomobil, oto­ kritik, otobiyografi, otomatik, vb.



O TA , Japonya’da kent, Honşu adasın­ da (Gumma ili), Maebaşi'nin G.-D.'sunda; 139 801 nüf. (1990). Cephane fabri­ kaları. Otomobil ve hava taşıtları yapımı. Elektrikli gereçler. Plastikler. Tuhafiye. O ta b a n i. Der. hast. Özellikle Asyalı ka­ dınlarda görülen ve gözçukuru çevresin­ deki derilerde, konjonktiva ve sklerada or­ taya çıkan mavi ben. OTACI a. Esk. Çeşitli bitkilerden ilaç ya­ parak hastalıkları iyileştiren kimse; hekim. O T A C IL IK a. Esk. Çeşitli bitkilerden ilaç yapma işi.



, Yeni-Zelanda'da (Güney ada­ sı) tarihsel bölge. 37 100 km2'lik bir alan kaplayan, 1990'da 182 000 nüfuslu bir "istatistik alanfna (merkezi Dunedin) bu bölgenin adı verilir.



otaoo



■ O T A â ya da O TAK a. (esk. türkç. söze.). Genellikle padişaha ya da yüksek rütbeli görevlilere ait çok büyük ve gösterişli çadır. —Esk. Otağı geran, otağ yapanlar. —Kur. tar. Otağı asafi, sadrazama özgü büyük çadır. ||Ofağ/ hümayun, padişaha özgü büyük, etekli ve çok süslü çadır. (Bk. ansikl. böl.) —Mit. Türk yaşamında önemli bir yeri olan otağ mitolojiye de yansımıştır. Kırgızlar'ın Manas destanfnda Manas’ın otağı Ak otağ, düşmanı Bok-Murun’kiyse Boz otağ’dır. Manas ve Temir Han’ın kızı olan karısı Kanıkey Hatun için göklere değen altmış kanatlı gerdek otağı kurulur. —A ns İk l . Her zaman kırmızı renkte olan otağı hümayun, padişah sefere Rumeli yönünden çıkarsa Davutpaşa ya da Çırpı­ cı çayırında, Anadolu yönünden çıkarsa Üsküdar'da Doğancılar meydanında ve Edirne'den yola çıkacak olursa Kabak meydanında kurulurdu. Otağı hümayunu önceden saptanan yerde hayme mehter­ leri kurarlardı. Seferde padişahın iki ota­ ğı olur, bunlardan birinde otururken, öte­ ki tuğlarla birlikte bir sonraki menzilde ha­ zır edilir, kendisi buraya gelince, ilk otağ yine bir konak ileri götürülürdü. Otağı hü­ mayunun bakım ve korunmasını sipah ağasının kapıkulu sipah bölüğünden ata­ dığı bir kişi üstlenirdi. Sefere çıkan padi­ şahın otağı hümayunu, yeniçeri ağasının gözetimi altında, rikap ağaları ve şeyhle­ rin zikirleriyle develere yüklenir, otakçıbaşı, mehterbaşı ve yaklaşık 700 mehterle birlikte kurulacağı alana götürülürdü. Gü­ zel görünümlü, ağaçlıklı bir yerde kuru­ pamuklu kumaştan lan otağı hümayun, ordugâhta yeniçeri aplike tekniğiyle yapılmış çadırlarıyla çevrilirdi. Tuğları ve otağı hü­ Osmanlı dönemi; XVII. yy.'m ikinci yansı mayunu taşımakla görevlendirilen kişile­ Askeri müze, İstanbul rin başındaki konakçıbaşı beylerbeyi, san­



cakbeyi ve genellikle kapıcıbaşı rütbesin­ de olurdu. Sınır boylarında otağı hüma­ yun kurulacağı zaman toplarla birlikte ye­ niçeriler de üç el ateş ederlerdi, iki bölüm­ den oluşan otağı hümayun pamuk ipliğin­ den dokunur, üstü de renkli şerit ve sır­ ma saçaklarla süslenirdi. Otağın yanında ayrıca bir galeriyle buna bağlı bir başka çadır bulunur, padişah bu çadırda divan görüşmelerini dinlerdi. Yine otağa bağlı bir başka çadırda ise, “ Hazinei hümayun” denen padişah hâzinesi dururdu. Padişah dışındakiler (şehzade, vezir, beylerbeyi vb.) kırmızı çadır kullanamazlardı. O T A â A a. (fars. otağS). Esk. Padişah ya da vezir kavuklarında bulunan tül ya da püskül biçimdeki sorguç. OTAK -



OTAĞ.



O T A K A M A S ATO , japon mimar (Fukuşima 1923). Önce Maekava’nın ortağıydı, 1962'de kendi bürosunu kurdu. Metabolism* grubu'nun üyesi olarak, ge­ leneksel verilerle modern teknikleri bağ­ daştırmaya çalıştı. Geleceğe yönelik araş­ tırmalardan başka, Yokohama'da bir kon­ ser salonu, bir kitaplık ve bir gençlik mer­ kezi, Çiba kültür merkezi gibi yapıları ger­ çekleştirdi. O T A K A R ya da O T T O K A R , Bohem­ ya kralları -> PftEMYSL OTAKAR I ve II. O T AK A R İYO Z a. (fr. otacariose'dan). Bir akarın (Otodectes cynotis) köpek ve ke­ dinin dışkulak yolu içinde neden olduğu asalak hastalığı (kulak uyuzu). [Siyahımsı esmer bir kulak kiri ve şiddetli bir kaşıntı ile belirgindir; kaşıntı yüzünden saramsı nöbetler görülebilir.] O TAK Ç I a. Esk. 1. Osmanlı ordusunda otağ kurmakla görevli kimse. — 2. Otağ yapan ya da satan kimse. —Ask. tar. Kapıkulu süvarileri arasındaki ulufecilerden seçilen ve padişahın eskiyen çadırlannı satmakla görevli en yaşlı üç sü­ vari. (Bunlardan biri "emin” , İkincisi "na­ zır", üçüncüsü ise "kâtip” ti. Görevlerine başka bir kimse karışamazdı.) O T A K O İT sıf. (fr. autacoîde'den). Eczc. Vücudun içinde bireştirilen bir grup mad­ deye denir. (Histamin, serotonin, anjiyotensin, bradikinin ve prostaglandinler ge­ nellikle bu grup içinde yer alır.) ♦ a. Otakoit madde. OTALA a Akdeniz bölgelerinde yaşayan, sümüklüböceğe benzeyen karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Kavkısı yuvarlak, basık, deliksiz, sağlamdır; iyice eğik bir ağzı ve beyazımsı, lekeler ya da şeritlerle bezeli bir testum'u vardır. Helicidae fa­ milyası.) O T A L A M A K gçz. f. 1. Bir kimseyi, bir şeyi otalamak, o kimseyi zehirlemek, o şe­ ye zehir katmak. —2. Bir kimseyi, bir has­ talığı otalamak, ilaç vererek onu iyileştir­ mek, bir hastalığı iyi etmek. O T A L Jİ a. (fr. otalgie). Tip. Kulak ağrısı. O T A M A K g.f. Bitkilerden elde edilen ilaçlarla bir hastalığı iyileştirmek. O T A N T İK sıf. (fr. authentique). Kaynağı üzerinde herhangi bir kuşku bulunmayan, kaynağı bilinen şey için kullanılır; belirti­ len sanatçıya ait olduğu kesinlikle bilinen bir yapıt, bir yazı, bir mektup vb. için kul­ lanılır: Otantik belgeler. Çallı'hin bu tab­ losu otantiktir. O T A R IL M A K -



OTARMAK.



O TAR İİD A E a. Zool. İRİKULAKLIGİLLER familyasının bilimsel adı. O T A R M A K g.f. Yörs. Hayvanları yay­ mak, otlatmak, doyurmak, ♦ ota tılm ak edilg. f. Hayvanlar sözkonusuysa, otlatılmak. OTARŞİ a. (fr. autarcie; yun. autarkeia, kendi kendine yeterli olma'dan). 1. iktisadi alanda kendi isteğiyle kendi kendine ye­ terli olmaya yönelen ülkenin durumu. (Bk.



ansikl. böl.) —2. Bu durumu savunan öğreti. —ANSİKL. Otarşi, Ortaçağ’da büyük ma­ likânelerde ifadesini bulan kapalı ekono­ minin sistemli biçimidir. Önceleri ailesel olan otarşi, daha sonra yerel ve bölgesel bir nitelik kazandı. İlkel topluluklar, otarşi­ yi doğal bir zorunlulukla uyguluyorlardı. Yunanlılar (özellikle Spartalılar) için, otar­ şi özgürlüğün bile başlıca koşullarından biriydi. Derebeylik döneminde, sarazen, norman ve daha başka istilacılara karşı topluluklann korunmasını sağlamak ama­ cıyla, siyasal ve askeri bir zorunluluk ola­ rak ortaya çıktı. Çağdaş dönemdeyse, fa­ şist İtalya ya da nasyonal-sosyalist Alman­ ya gibi totaliter düzenler, böyle bir rejimi benimsediler. Otarşi, genellikle kendi içine kapanma otarsisi ve yayılma otarsisi olarak ikiye ay­ rılır. Birincisi, bir devletin, kendi ulusunun sosyal ve ekonomik yapısını dış etkenler­ den koruyarak değiştirmek isteğinden (özellikle S talin'in ölüm üne kadar SSCB’nin durumu), ya da kuvvet peşin­ de koşan ve yabancı ekonomilere her tür­ lü bağımlılığı reddeden bir ekonomi çer­ çevesi içinde savaşa hazırlanma isteğin­ den (Hitler Almanyası bunun tipik bir ör­ neğini vermiştir) doğabilir Yayılma otarsi­ si, kendi içine kapanma otarşisinin sonu­ cu olarak ortaya çıkar, içeride katlanılan bütün yoksunluklara ve her türlü üretim bi­ çiminin kullanılmasına karşın, ulusal çer­ çeve hızla daralır. Bu durumda ulus, üze­ rinde yaşadığı alanı genişletme hevesine kapılabilir. Nasyonal-sosyalist öğretinin bü­ yük önem verdiği “ yaşam alanı” kavra­ mı, "yaygın alan” kavramının bütünleyi­ cisidir. Buna koşut olarak, kudret iradesi ortaya çıkar. Bu da yeniden silahlanmaya ve öteki uluslarla silahlı çatışmaya yol açar O T A R U , Japonya'da liman kenti, Hokkaido adasında, Işikari körfezinde; 163 215 nüf. (1990). Ticaret ve sanayi (kim­ ya, kırtasiye, tarıma dayalı besin sanayi­ leri, kauçuk işleme) merkezi. Balıklava­ lar. —Yakınında, kömür yatağı. OTAVALO, Ekvador’oa (İmbabura ili) kent, Ouito’nun K.-K.-D.'sunda; 9 200 nüf. Kızılderili el sanatları merkezi (tekstil, se­ petçilik). Turizm. OTAVİT a. (fr. otavite). Miner. Romboedrik sistemde yer alan, kalsit grubundan kadmiyum karbonat. O TÇU a. 1. Bitkisel ilaçlarla hastaları iyi­ leştirmeye çalışan kimse, otacı. —2. ilaç yapımında kullanılan bitkilerin ticaretini ya­ pan kimse. —ANSİKL Otçular çok eskiden beri her ülkede vardır. Bunlar, zehirli maddeler lis­ tesinde yer alanlar dışında, yerli ya da it­ hal edilmiş her türlü tıbbi bitki ve bitki kı­ sımlarını satmak üzere bulundurabilirler ve hekimlikte kullanılmak üzere satabilir­ ler Bunlardan, iştah açıcı, sindirimi kolay­ laştırıcı, göğüs yumuşatıcı, ferahlatıcı, midevi ve yara iyileştirici karışımlar da yapa­ bilirler. OTÇURAŞI a. Ask. tar Osmanlılar'da or­ dunun gereksinimi olan barutun yapımın­ da çalışanların amiri. —A n s Ik l . Tüfek kullanımı yaygınlaşma­ dan önce osmanlı ordusunda barut yal­ nız toplarda kullanıldığından barut yapı­ mı Cebeci ocağı'nca gerçekleştirilirdi. Da­ ha sonraları yeniçerilerin tüfeklerinin ge­ reksinimi olan barutun yapımı için yeni bir örgüt kurularak başına otçubaşı getiril­ di. O T Ç U L sıf. Bitkilerle ve özellikle otlarla beslenen omurgalı hayvan için kullanılır. (Böcekler için bitkicil ve insan için etye­ mez terimi kullanılmaktadır; besin zincirin­ de otçullar "ilk tüketicilerdir.) ♦ a. Otla beslenen omurgalı hayvan. —ANSİKL. Otçul omurgalıların bağırsağı etçillerinkinden çok daha uzundur ve se­ lülozu sindirmelerine olanak veren bir bakteri florası kapsar. Bu flora ya bölüm-



lere ayrılmış bir mideye (gevişgetirenlerin işkembesi) ya da bir bağırsak divertikülüne (körbağırsak) yerleşmiştir. Otçul me­ melilerin özel dişleri vardır: kesiddişler; sü­ rekli ya da uzun bir süre uzayan ve eriş­ kinlerde çeşitli öbeklerin özelliğini oluştu­ ran bir "yıpranma yuzeyi"nin gelişmesi­ ne yol açan öğütücü yanak dişleri. O T E L a. (fr. hôtel'den). Geçici müşterile­



re günlük bir ücret karşılığında mobilyalı odalar ya da daireler kiralayan ticari kuruluş. O T E L C İ a. Otel sahibi ya da otel işleten



kimseı —Med. huk. Otelcinin sorumluluğu. Otelci ile otelde kalacak kişi arasında bir sözleş­ me yapılır Bu karma bir sözleşmedir: ka­ lacak yer sağlanması açısından kira, ye­ mek söztonusu ise satım, yolcunun yanın­ daki ya da saklanmak üzere otelciye bı­ rakılan eşyalar için emanet sözleşmesidir. Bu emanet ilişkisi nedeniyle yasa, otelci­ ye sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlu­ luk, geçerli bir emanet sözleşmesi olma­ yan durumlarda da sözkonusudur. Otel­ cinin emanet hükümlerine göre sorumlu olabilmesi için tek koşul, otelde kalma söz­ leşmesinin yapılmış olmasıdır. Otelcinin sorumluluğu eşyanın tür ve miktarına gö­ re iki bölümde düzenlenmiştir: 1. Sıradan eşyalar hakkında sorumluluk. Otelci, yol­ cuların getirdiği eşyalann hasara uğrama­ sından, yok olmasından ya da çalınma­ sından sorumludur. Bunun için ayrı bir emanet sözleşmesinin varlığı aranmaz. Otelci zararın, yolcudan, ona gelen ko­ nuklardan, mücbir sebepten ya da eşya­ nın niteliğinden kaynaklandığını kanıtlaya­ rak bu sorumluluktan kurtulabilir. 2. Otel­ cinin değerli eşyadan sorumluluğu. Bu sorumluluk eşyanın otelciye emanet ola­ rak bırakılmış olup olmamasına göre de­ ğişir. Değerli eşya otelciye emanet olarak bırakılmamışsa, otelci ancak, kendisinin ve çalışanların kusurundan sorumludur. Eşya emanet olarak bırakılmışsa, otelci •kusursuz da olsa- zararın tümünden so­ rumludur. ^O t e l c i k a d ın (La locandiera), Gofdoni’



nin komedisi (1753). Floransa'da bir han işleten güzel Mirandolina, kadın düşma­ nı olduğunu ileri süren şövalye Ripafratta’nın gönlünü fethetmek için, kendisine yanaşmak isteyen Forlimpopoli markisi ile Albafiorita kontuna yüz vermez. Sonunda amacına ulaştıktan sonra uşak Fabrizio' yu seçer. O T E L C İL İK a. 1. Otelle ilgili işletme ve



etkinliklerin tümü. —2. (Tamlayan olarak) oteli, otelciliği ilgilendiren şeyi belirtir: Otel­ cilik okulu. Otelcilik eğitimi. —A nsIk l . Türkiye'de çağdaş anlamda otelcilik işletmeciliği XIX. yy.'ın ikinci yarı­ sında başladı. İstanbul’da yaşayan azınlıklann, levantenlerin katkılarıyla ortakları arasında Wagons-Lits şirketi'nin de bulun­ duğu ünlü Pera Palas oteli 1892'de açıl­ dı. Bunu, Tokatlıyan'ın ve Tepebaşı sem­ tinde aralarında Bristol otelinin de bulun­ duğu bir dizi otelin hizmete girmesi izle­ di. İstanbul'un Beyoğlu yakasında bu ge­ lişmeler olurken, )0 OTSLLO) bu yapıttan esinlendi. —ikonogr. Shakespeare’in oyunu çeşitli İngiliz ressamlarına, ayrıca Delacroix ve özellikle Chassâriau'ya esin kaynağı oldu. (Louvre'da: Söğütün romansı, Desdemona'nın yatışı [1849], Othello ve Desdemona Venedik'te [1850].)



8960



O TH EM ATO M a. (fr. othĞmatome; yun. ötos, kulak, haima, kan ve ome, ur'dan). Patol. Çoğunlukla kulak kepçesinde mey­ dana gelen hematom.



r



O T H İU S F U L V İP E N N İS a Taşların, yosunların, ağaç kabuklarının altında ya­ şayan kısakanatlıböcek. (Kısakanatlıböcekgiller familyası.) O T H O (Marcus Salvlus) [Ferentlnum İ.S. 32-Brixellum 69], Roma imparatoru (69). Neron’un gözde adamıydı. Gözden dü­ şünce (Poppaea'nın evlenmesi) Lusitania valisi oldu. Neron ölünce Galba'yı destek­ ledi; ama Galba'nın Pison'u evlat edinme­ sine (10 ocak 69) ve kendisini tahttan uzaklaştırmasına öfkelenerek Galba'yı Praetorianus birliklerine öldürttü (15 ocak). Senato ve halkın desteğiyle tahta çıktı. Germanya orduları, Praetorianus birlikle­ rini Bedriac’ta yenince (14 nisan 69) ümit­ sizliğe kapılarak intihar etti. O T H O N İ ya da O T H O N O İ, esk. F a n o s , ion denizi’nde Yunanistan'a bağlı ada, Korfu'nun K.-B.'sında; 10 km2; 400 nüf. O T H O N N A a. Özellikle Güney Afrika'da yetişen çokyıllık ot ya da çalı. (Yaprakları almaşık ya da kökten sürme ve kimisin­ de etlidir; çiçekleri sarı ya da mavi kömeçler halinde toplu ya da yalancı şemsiye halinde birleşiktir. Othonna crassifotia ka­ yalı bahçelerde yetiştirilir. Avrupa iklimin­ de kışın soğuk serada korunması gerekir. Bileşikgiller familyası.) O T H R Y S d a ğ la rı, Yunanistan'da dağ kütlesi, Orta Yunanistan'ı Tesalya’dan ayırır ve Volos ile Lamia körfezlerinin yanında yükselir; 1 726 m.



OtlukbeV dağlan



O T İ, Batı Afrika’da ırmak, Volta ırmağı­ nın sol kıyıdan kolu; yaklş. 500 km. Bur­ kina Faso’nun güney-doğu'sundan doğar, G.'ye doğru akar, Togo'ya girer ve Gana ile Togo arasında sınırı çizdikten sonra Vol­ ta gölüne dökülür. Togo’da pirinç yetiştir­ mek ve otlaklar meydana getirmek amacıyla ırmak üzerinde tesisler yapıldı.



O T İK sıf. (fr. otique; yun of/toslan). Ku­ lakla ilgili olan —Zool. Otik kapsül, omurgalılarda iç ku­ lağı çevreleyen kafa iskeleti bölümü. \\Otik levha, omurgalıların embriyonunda deri kalınlaşması (işitme keseciği ve sinirdüğümü olarak ikiye ayrılır). O T İO R R H Y N C H U S a. (yun. otion, ku­ lak, ve rhynkhos, gaga, somak’tan). Kızıl ve kahverengi bedenli, üstünde lekeler, pulsu şeritler bulunan hortumlukınkanatlı cinsi. (Cinste yüzlerce tür bulunur. Bazı­ ları çok zararlıdır: Bağ maymuncuğu or­ tak adıyla bilinen üç tür [Otiorrhynchus peregrinus, O. scitus, O. sulcatus], zeyti­ ne zarar veren O. meridionalis, yoncala­ ra, kabayoncalara, sebzelere zarar veren O. ligustrici, meyve bahçelerine dadanan O. raucus ve O. lugdunensis. Hortumlukınkanatlıgiller familyası.) O T İT a. (fr. otite). Patol. KULAK1 İLTİHABI' nın eşanlamlısı. O T İZ M a. (fr. autisme). Psik. - kapanim. O T L A K a. 1. Hayvanların otlatıldığı yer; yaylak, mera. —2. Otu çok olan yer, çayır. O T L A K Ç I sıf. ve a. Arg. Gereksinimleri­ ni başkalarının sırtından karşılayan kimse için kullanılır: Günde iki paket sigara tü­ ketiyorum, otlakçıların yüzünden. Otlakçı­ nın tekidir o. O T L A K Ç IL IK a. Arg. Başkalarının sırtın­ dan geçinme; otlakçı olan kimsenin nite­ liği, eğilimi, tutumu. O T L A K İY E a. (türkç. otlak ve ar. -iyye' den). Esk. Devlete ait otlaklardan yarar­ lanan hayvan sahiplerinden alınan vergi. O T L A M A K gçz. f. 1. Bir hayvan sözkonusuysa, gezerek ot yemek: Atlar çayır­ da otluyor —2. Arg. Para ve emek har­ camadan bir başkasının sırtından ge­ çinmek. ♦ o t lr n m a k dönşl. f. 1. Otlamak, ot ye­ mek. —2. Arg. Bir kimseden, bir şeyin­ den otlanmak, onun yiyecek ve içecekle­ rinden para ödemeden yararlanmak, ot­ lakçılık etmek. —Balıkç. Otlanmış olta, balıklann yakalan­ madan yemi yemeleri nedeniyle iğnede hiç yem kalmamış olması. ♦ o tla t ılm a k edilg. f. Otlamaya götürül­ mek, otlamaya bırakılmak. ♦ o t la t m a k ettirg. f. Hayvanları otlaya­ bilecekleri bir yere götürmek, otlamaya bı­ rakmak: Bu köy sığırlarını bu merada otlatır. O T L A N M A K -> OTLAMAK. O T L A T IL M A K -» OTLAMAK. O T LA TM A a. 1. Otlatmak eylemi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Aşırı otlatma, meranın ot kalmamacasına hayvanlara yedirilmesi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Otlatma iki türlü yapılır: hayvan­ ları otlayacakları yere belli bir süre bıra­ karak yapılan serbest otlatma ve ot savur­ ganlığını önlemek için hayvan salmayı bit­ kinin gelişme sürecine uydurarak yapılan kontrollü otlatma. Kontrollü otlatmalar da şöyle sınıflandınlır: —sıralı otlatma, mera ya da çayır hareketli çitlerle sınırlandırılarak sürüyü, ihtiyaca göre kısa bir süre (yarım ila 2-3 gün) dar bir alanda otlatmak yöntemidir; çilerin ye­ ri değiştirilerek parseller sırayla otlatılır; ay­ nı yöntem hayvanlar düzgün aralıklarla yerleri değiştirilen kazıklara bağlanarak da uygulanabilir. —sıfır otlatma (ing. zero-grazing), ahırda tutulan hayvanlara verilmek üzere otun her gün biçilerek getirilmesi yöntemidir. Kontrollü otlatma teknikleri, özellikle me­ ra ya da çayırın gübrelenmesiyle birlikte uygulanırsa, parsel başına daha yüksek verim alınır, hayvanların tükettikleri ot mik­ tarı daha iyi kontrol edilebilir ve asalakla­ ra karşı daha güçlü bir savaş verilebilir. ♦ Aşırı otlatmanın nedeni, yenebilir otlann miktarına göre çok fazla hayvan bu­ lundurmak ya da bir sürüyü aynı yerde uzun süre tutmaktır Bu durumda, otlar tü­ müyle yolunmuş ve bitkinin yeniden sür­ mesini sağlayacak kısımlar yok edilmiş



olur. Böylece bitki örtüsünün verimi düşer ve toprak aşınarak değerini yitirir. O T LA T M A K -> OTLAMAK. O T L O H ya da O T L O H v o n S a n k t E m m e m m , alman filozof (Tegernsee ya­ kınında 1010'a doğr - Regensburg 1070' ten sonra). 1032'de Regensburg'daki Sankt Emmeram manastırı'na keşiş ola­ rak girdi ve Fulda manastırı'nda da yaşa­ dı. Şair ve tarihçi de olan Otloh, Ortaçağ’ ın ilk özyaşamöykülerinden birini (biberde temptationibus suis etscriptis) yazdı ve bu yapıtta Kutsal Kitaplar'ın doğruluğundan ve Tanrı'nın varlığından kuşku duyduğu­ nu belirtti. Kutsal metinlerin dindışı ölçü­ lerle yargılanamayacaklarını ileri sürdü ve Platon, Aristoteles ve Boetius'un yapıtla­ rının okunmasını reddetti. O T LU B A Ğ A a. Zool. Halk arasında ka­ ra kurbağasına verilen ad. O T L U K a. 1. Otu bol olan yer. —2. Ku­ rutulmuş ot yığını. —3. Biçilmiş, kurutul­ muş otların konulduğu yer. —Balıkç. Göllerde ve akarsularda bulu­ nan çeşitli bitkilerden oluşan topluluk. —Denizbil. Altkıyı katının, su yosunları ya da deniz buğdaygilleri çayırlarıyla örtülü kesimi. (Bu bitkilerin kökleri, tortulları tutar.) O T L U K B E L İ, Erzincan'ın Çayırlı ilçe­ sine bağlı bucak; 5 563 nüf. (1990); 13 köy. Merkezi Otlukbeli (esk. Karakulak), 3 050 nüf. (1990). O T L U K B E L İ d a ğ la n , D. Anadolu böl­ gesi ile D. Karadeniz bölümü sınırında K.'de Kelkit vadisi, G.'de Erzincan ovası ve Karasu vadisi arasında uzanan ve doruk­ larının çoğu 2 500 m'yi aşan dağ kütlesi­ ne verilen genel ad. En yüksek dorukla­ rı, Erzincan'ın K.-B.'sında Karadağ (2 832 m) ve Aşkale'nin K.-B.'sında Coşan dağı (2 975 m). K.'de Pontid kenet kuşağı ile sınırlanan kütlenin çekirdeğini paleozoyik billurlu şistler oluşturur; mezozoyik oluşuk­ ları ile ofiyolitler geniş yer tutar. O tlu k b e li m e y d a n s a v a ş ı, osmanlı padişahı Mehmet II (Fatih) ile akkoyunlu hükümdarı Uzun Haşan arasında Erzu­ rum'un Tercan ovasındaki Üçağızlı köyü yakınlarında yapılan savaş (11 ağustos 1473). Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın Osmanlı devletine karşı Venedikli­ ler ve öteki bazı hıristiyan krallıklarla an­ laşarak işbirliği yaptığını öğrenen Fatih, Anadolu seferine çıkmsl hazırlıklarına gi­ rişti (1472). Ertesi yıl 14 yaşındaki küçük oğlu Cem Sultan’ı İstanbul’da saltanat kaymakamı olarak bjraktıktan sonra 150 bin kişilik ordusuyla Üsküdar'dan Anado­ lu içlerine doğru ilerlemeye başladı. Amasya valisi olan büyük oğlu şehzade Bayezit (sonradan Bayezit II) ile Karaman valisi olan ortanca oğlu Mustafa'nın yol­ da vilayet askerleriyle kendisine katılma­ sı üzerine ordusunun mevcudu 200 bine yükseldi. Akıncı olarak önden gönderilen Mihaloğlu Ali Bey, Akkoyunlular yöneti­ mindeki Kemah’ı yağmalayıp yıkıma uğ­ rattı. Bu arada, ileri hareketi yönetmekle görevlendirilen Rumeli beylerbeyi Has Murat Paşa, Fırat ırmağını geçtikten son­ ra 20 bin askeriyle Uzun Hasan'ın yakla­ şık 250 bin kişilik ordusuna korkusuzca saldırınca, gerisindeki pusu birlikleriyle önündeki ana kuvvetler arasında kalma­ sı sonucu 12 bin askeriyle birlikte öldürü­ lürken, Turhanoğlu Ömer Bey, Rumeli def­ terdarı Ahmet Çelebi, Aydınoğlu Hacı Bey, Ferıarizade Ahmet Paşa gibi bazı de­ ğerli komutanlar da Akkoyunlular'a tutsak düştü. Kazandığı bu küçük zaferle iyice yüreklenen Uzun Haşan, Venedikliler'in gönderdiği topçu birlikleriyle desteklenen büyük ordusunun başında Fatih'in üzeri­ ne yürüdü, iki türk ordusu Otlukbeli'nde karşılaştı. Uzun Hasan'ın amacı Fatih'i yendikten sonra tüm osmanlı ülkesini ele geçirip İstanbul'a yerleşmek, Fatih’inki ise doğu sınırlannı zorlayan en güçlü düşma­ nını etkisiz duruma getirmekti. Bu meydan savaşında Fatih, sadrazam Mahmut Pa­ şa ile birlikte ordusunun merkezinde yer almakta, sağ kanat şehzade Bayezit'in, sol kanat da şehzade Mustafa'nın komu-



tası altında bulunmaktaydı. Şehzade Bayezit’in maiyetinde Gedik Ahmet Paşa, şehzade Mustafa'nın maiyetinde de Ana­ dolu beylerbeyi Davut Paşa vardı. Buna karşılık akkoyunlu ordusunun merkezini Uzun Haşan, sağ kanadını küçük oğlu Zeynel Bey, sol kanadını da büyük oğlu Uğtırlu Mehmet Bey yönetmekteydi. Sa­ yı üstünlüğüne güvenerek hemen toplu saldırıya geçen Akkoyunlular, OsmanlIlar' ın silah üstünlüğü karşısında önce duraladılar, sonra insan gücünü yitirdikçe ge­ rilemeye başladılar. Böylece karşı saldırı­ ya geçen OsmanlIlar, düşman ordusunun üstüne üç koldan yüklendiler. Ünce akko­ yunlu ordusunun sağ kanadı çöktü. Os­ manlIlar'ın sol kanat komutanı şehzade Mustafa'nın karşısında savaşan Zeynel Bey'in vurulduktan sonra başı kesilerek Fatih'e gönderildi. Ardından OsmanlIlar' ın yoğun top ve tüfek ateşi karşısında Uzun Hasan'ın bulunduğu merkez bölü­ mü çözüldü. Savaşı yitirdiğini anlayan Uzun Haşan, ardında 40 bini aşkın ölü bı­ rakarak başkenti Tebriz'e çekildi. Düşma­ nını etkisiz duruma getirme amacını ger­ çekleştirmiş olan Fatih, kazandığı Otlukbeli zaferinden sonra akkoyunlu ordusu­ nu izlemedi. Savaş alanında 3 gün kalıp İstanbul'a döndü. Osmanlılar’a tutsak dü­ şen akkoyunlu bilim adamlarıyla sanatçı­ larına saygı gösterdi ve bunlardan Kadı Mahmut, Seyit Mehmet gibi kişileri yanın­ da İstanbul’a götürüp kendi hizmetine al­ dı. Otlukbeli meydan savaşı'nın sonucu olarak daha önce Niksar’a kadar uzayan akkoyunlu sınırı Şebinkarahisar'a kadar geriledi, Akkoyunlu devleti artık bundan böyle belini doğrultamadı ve özellikle bu­ rada Akkoyunlular’la birlikte Venedikliler ve öteki batılı devletler de yenilgiye uğra­ mış sayıldığından Osmanlılar'a karşı oluş­ turulan müslüman-hıristiyan ittifakı en ağır darbeyi yedi. (-»Kayn.) O T L U K K Ö Y -> PANAGYURİŞTE. O T M A N B A B A , kalenderi şeyhi (Öİ.1478). Müritlerinden Küçük Abdal'ın Veiayetname-i Otman Baba (Cebeci il halk kütüphanesi, na 495) adlı yapıtına (1483) göre asıl ağı Hüsam Şah'tır. 1402'de Ti­ mur'la birlikte Horasan’dan Anadolu’ya geldi. Müritleriyle birlikte Rumeli'ye geçti ve buradaki osmanlı fetihlerine katıldı. Edirne’den başlayarak Serez, Dobruca ve Filibe’ye kadar birçok yer dolaştı. Geçtiği yerlerde halka oğuzca seslenerek Balkanlar’ın türkleşmesinde önemli rol oynadı. Bulgaristan’daki tekkesi döneminin en önemli tekkelerindendi. Mehdilik ve pey­ gamberlik iddiasında bulununca idam edildi. O T M A N L I, Sinop'un Ayancık ilçesine bağlı Yenikonak bucağının merkezi; 352 nüf. (1990) OTO a. Otomobil sözcüğünün kısaltılmış biçimi: Otonuzun bakımını ihmal etmeyin. 1. O T O - -



0T(0)-.



2. O T O -, fr. auto-, automobile'den; birçok sözcüğün bileşimine girer. O. T. O, (lat. Ordo Tempii Orientis (Doğu Tapınağı tarikatı] sözcüklerinin başharfleri), Ortaçağ tapınağı'na bağlı olduğunu ileri sürmekle birlikte, onunla bir akraba­ lığı olmayan tarikat, ilk belirtisine 1904'te Oriflamme dergisinde rastlanmakla birlik­ te, 1905-06’da Th. Reuss tarafından ku­ ruldu. Eski tapınakçıların sırrı olduğu ileri sürülen en büyük sırn, cinsel büyünün ku­ ram ve uygulamasıydı. 1912'de O. T. O.'ya katılan A. Crowley, İngiliz ve İrlanda kolu­ nun başına getirildi. O. T. O. günümüzde varlığını özellikle alemanik İsviçre, Büyük Britanya ve Kaliforniya'da sürdürmektedir. O Y O A N A L JE Z İ a. (fr. autoanalgésie). Özellikle kadın-doğum hastalıklarında kul­ lanılan ve hastanın ağn ortadan kalkana kadar kendi kendine (azot protoksitli ya da pentranlı ağrı kesici) bir solunum maske­ si kullanmasıyla sağlanan yüzeysel narkoz yöntemi. (Eşanl. OIDNARKOZ.)



O T O A N T İK O R a. (fr. autoanticorps). ÖZANTİKOR’un eşanlamlısı. OTOBAN a. (alm. Autobahn). -* aiEMX.



O TO FO N İ a. (fr. autophonie), insanın kendi sesinin kulakta aşırı ve ağrı verecek kadar yankılanması.



OTO BİYO G R AFİ a. (fr. autobiographie). ÖZYAŞAMöYKüSÜ'nün eşanlamlısı.



OTOFRETAJ a. (fr. autofrettage’dan). Sil. ÖZGERME’nin eşanlamlısı.



O T O B İY O G R A F İK sıf. (fr autobiogra­ phique). ÖZYAŞAMöYKüSEL'in eşanlamlısı.



OTO G AM sıf. (fr. autogame). Özdöllenme yoluyla çoğalabilene denir. (Özellikle bitkiler için kullanılır.)



O TO BÜ S a. (fr. autobus'den). 1. Şehir­ lerarası ve şehir içi toplu taşımacılıkta, tu­ ristik gezilerde kullanılan, karoserisı camlı, motorlu büyük taşıt. (Otobüs, genellikle gi­ diş yönüne bakan, birbirine koşut 40 ya da daha fazla koltuklu ve çoğunlukla bir Diesel motoruyla donatılmış bir taşıttır.) —2. Otobüsü, treni kaçırmak, ele geçen bir fırsatı değerlendirememek. O T O BÜ S Ç Ü a. 1. Otobüs işletmecisi. —2. Otobüs şoförü. O T O B Ü S Ç Ü LÜ K a. Otobüs işletme­ ciliği. O T O D İD A K T sıf. ve a. (fr. autodidacte' tan), öZÛĞRENİMLİ'nin eşanlamlısı. OTODİN a. (fr. autodyne). Radyotekn. Al­ gılayıcı katı, sönümsüz dalgalı bir telsiz işaretini, vurularla işitilebilir bir işarete dö­ nüştürmeye olanak veren, yörel bir salı­ nım üreteci görevi yapan radyo alıcısı. O T O D İY A LİZ a. (fr. autodıalyse’den). ÛZDİYALiZ'in eşanlamlısı. O T O E N F E K S İY O N a. (fr. auto-infection). Hastalığın başladığı ana kadar hiçbir bozukluk yaratmadan normal ola­ rak organizmada bulunan mikropların ne­ den olduğu enfeksiyon. (Otoenfeksiyonun olması için, kişinin direncini azaltan so­ ğuk, aşırı yorgunluk, şeker hastalığı, ba­ ğışıklık sistemini.ortadan kaldıran tedavi­ ler ve buna karşılık, normal koşullarda hastalık yapmayan mikropların etkinliğini artıran rastlantısal bir nedenin ortaya çık­ ması gereklidir. Bu gibi durumlara enfek­ siyon da denir.) O TO ER O TİZM a. ifrjputoérotisme). Psikan. - özerotİzm . OTO FAJİ a. (fr. autophagie; yun. autos, kendi ve phagein, yemek'ten). Uzun sü­ re aç kalma durumunda, hayvan ya da bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için çok gerekli olan organlarını beslemek üzere az gerekli olan organları tüketme­ leri. (Benzer bir olgu, üstün yapılı böcek­ lerde nemf başkalaşması sırasında görü­ lür. Bu olgu bir çeşit doku erimesidir.) O T O F İN A N S M A N a. (fr. autofinance­ ment). işi. ikt. Bir işletmenin kendi yatınmlarını, kendi kârlarından ayırdığı parayla finanse etmesi. —ANSİKL. Otofinansman kavramı, bir iş­ letmede sonuçların ortaya çıkış biçiminin çözümlenmesiyle ilgili bir kavramdır. (-> NAKİT* ak im i .) Muhasebe bakımından, ne ölçüde otofinansman yapılabileceği, işlet­ me sonucunun (ya da kâr ve zarar hesa­ bı bakiyesinin), amortismanların ve ihtiyat niteliğindeki karşılıkların (kazanç vergisi ve dağıtılan temettülerin bu karşılıklardan çı­ karılması gerekir) toplamı alınarak belirle­ nir. Buna göre, otofinansmanın kaynağı, gerçekleştirilen ve dağıtılmayan kârlardan oluşur. Ötofinansman oranı ise, bu fazla­ lıkla işletme tarafından aynı bir dönem içinde yapılan yatırımlar arasındaki oranı ifade eder. işletme için, otofinansmanın yararı, bir büyüme sürecini, dış sermayeye başvur­ mak (hisse senetleri ya da tahviller çıkar­ mak) zorunda kalmaksızın sürdürmek ya da çeşitlendirmek olanağını sağlamasıdır. Böylece, firma, sermaye piyasasına ve bankalara karşı bağımsızlığını korur ve bir dış sermaye katkısından doğabilecek mali yükler (temettü ya da faiz ödemeleri) altı­ na girmemiş olur. Hisse senedi sahipleri, ücretliler ve tüketiciler bakımından, otofinansmanın sonuçları genellikle tartışma­ lıdır. Bu tartışma otofinansmanın temsil et­ tiği finansman biçiminin kısa vadeli sonuç­ larıyla onun yapılmasını olanaklı kıldığı ya­ tırımların uzun vadeli etkileri arasında bir ayrım yapma gereğini ortav? koymaktadır



O TO G AM İ a. (fr. autogamie), ö z d ö lle n ME'nin eşanlamlısı. O TOOAR a. (fr. auto ve gare’dan). Ge­ rek kamu taşımacılığında (şehirlerarası otobüsler), gerek yük taşımacılığında (kamyonlar) kullanılan ağır tonajlı vasıta­ ları karşılamak için düzenlenmiş tesis; ga­ raj. O TO G EN İ a. (fr. autogénie'den). Tıp tar. Anatomik bir öğenin, belli bir ortamda, başka bir anatomik öğe bulunmaksızın oluştuğunu kabul eden eski kuram. (As­ lında bu öğeler [yumurtalar, epitelyum, vb.] daha önceden var olan öğelerin bölütlenmesi sonucunda oluşur.) O T O G İ-Z O Ş İ, masal ve öykü kitaplarını (aşk öyküleri, buddha efsaneleri, halk ma­ salları) belirten japonca söze; bu yapıtlar XV. yy. sonunda ya da XVI. yy. başların­ da Japonya'da doğan halk edebiyatının ilk örnekleridir. O TO G R AFİ a. (fr. autographie). “ Kalıp kâğıdı” adı verilen bir tür kâğıda yağlı mü­ rekkeple çizilmiş desenlerin, taşbaskı ta­ şı üzerine aktarılmasını sağlayan yöntem; bu yöntemle elde edilmiş kopya. O TOGREF a. (fr. autogreffe). Cerr. Nakli yapılacak parçanın bireyin kendisinden alındığı gref. O T O H EM O LİZ a. (fr. autohémolyse). Dı­ şardan hemolitik bir madde katılmadığı halde alyuvarların zamanından önce tah­ rip olması. (Otohemolizin in vitro incelen­ mesi, kanın in vitro bir süre bekletildikten sonra tahrip olan alyuvar miktarını ölçme­ ye yarayan bir işlemdir. Glukoz ya da A.T.R kullanılarak ya da kullanılmadan yapılan bu işlem, hemolitik kansızlığın birçok çe­ şidini saptama olanağı verir.) O T O H E M O TE R A P İ a. (fr. autohémo­ thérapie). Özellikle alerji biliminde kulla­ nılan ve hastaya, kendi tanından 20 ila 30 ml'nin, alındıktan hemen sonra kas yoluy­ la yeniden şırınga edilmesini öngören te­ davi yöntemi. (Gözden düşmekte olan bir yöntemdir) O T O H İSTO R AD Y O G R A Fİ a. (fr. autohistoradiographie). Hücre biyolojisinde kullanılan ve bazı öğeleri radyoaktif ele­ mentlerle işaretlenmiş duyarlı bir eriyikle, incelenecek hücreleri kaplamayı öngören yöntem. —ANSİKL. Otohistoradyografide, hücrenin içine metabolizmayla bütünleşmiş bir rad­ yoaktif karışım verilir. Daha sonra hücre­ ler tespit edilir ve özel bir fotoğraf filmiyle örtülür. Bu film radyoaktif elementlerden etkilenir. Elementin (genellikle trityum) iz bıraktığı yerler siyah lekeler halinde beli­ rir. DNA molekülleriyle bütünleşen trityumlu timin kullanılarak, bu molekülün oluş mekanizması hakkında birçok bilgi edinil­ miştir. O T O İM M Ü N İZ A S Y O N a. (fr auto-immunisation). öZBAĞlçiKLlK'ın eşanlamlısı. O TO JEN sıf. (fr. autogène; yun. autogè­ nes, kendi kendine var olan'dan). Otojen kaynak -> kaynak. —Cev. hazl. Otojen öğütücü, yatay muy­ luları çevresinde dönen ve birbiri ardına dönen aygıta düşen büyük cevher parça­ larını doğrudan öğütmede kullanılan çok büyük çaplı silindir. OTO JES TİYO N a. (fr. autogestion'dan). — ÖZYÖNETİM. O T O JİR O -



AUTOGİRO.



O T O K A R a. (fr. autocar'dan). Şehirler-



115° ila 165° C arasında değişir ve 30 ila 45 dakika sürdürülür. O T O K L A V LA M A a. Hidr. bağl. içinde beton bulunan kalıpları, 120 ile 190°C ara­ sındaki bir sıcaklıkta çelik otoklavlara yer­ leştirme yöntemi. (Gözenekli betonlar için yaygın olarak kullanılan otoklavlama, bu yolla kalıplanmış parçalara özellikle ba­ sınç etkilerine karşı yüksek dayanım ka­ zandırır.) OTOKOLfM ATÖR sıt. (tr. autocollimateuı). Opt. ÖZ DENETLEYİCİ'nin eşanlamlısı. O TO KO N İ a. (fr. otoconie). DENGETAşr nın eşanlamlısı. OTO KO N TR O L a. (fr. autocontrôlé). ÔZDENETİM'in eşanlamlısı.



N e s tle



h azır kahve üretim surecinde kahve taneleriyle dolu tablaları otoklava yerleştirme



otomasyon



Durance üzerindeki Serre-Ponçon hidroelektrik santralı'nın kontrol ve kum anda odası



arası yolculuklâr için yapılmış büyük oto­ büs. O T O K A TA LİZ a. (fr. autocatalyse). Fizs. kim. ÖZKATALİZ'in eşanlamlısı. OTO KLAV a. (fr. autoclave). Gerek ba­ sınç altında sanayisel bir işlem gerçekleş­ tirmek, gerek buharla pişirmek ya da ste­ rilize etmek için kullanılan kalın çeperli sız­ dırmaz kap. —ANSİKL. Bes. san. Besinler havası bo­ şaltıldıktan sonra otoklavda belirli bir sü­ re, yaklaşık olarak 115°C'ta ısıtılır. Bu ay­ gıtlar pişmeyi hızlandırır. Otoklavların iki çeşidi vardır: kesintili ve sürekli otoklavlar. Kesintili otoklavlarda doldurma, işlemin başında yapılır, içine besin konan kaplar sabit (hareketsiz) olabileceği gibi (statik La ro u s s e



O T O K O R K U LU K a. Bayınd. Bir yolun kenarına ya da bir otoyolun gidiş ve dö­ nüş şeritlerinin ortasına, yatay olarak yer­ leştirilen ve sürücü direksiyon hâkimiyeti­ ni kaybettiğinde aracın yoldan çıkmasını önleyen metal ya da beton kirişi. O T O K R A S İ a. (fr. autocratie). Tek bir ki­ şinin mutlak bir biçimde iktidarı elinde tut­ tuğu siyasal sistem. —ANSİKL. XVII. yy.'ın başından XIX. yy.'a kadar Rusya'da, çarın hiçbir muhalefete izin vermeden, kendisini -klasik mutlak hü­ kümdarlardan farklı olarak- hiçbir gelenek ve görenekle bağlı saymayıp ülkeyi ukaz' larla yönetmesinde tam bir otokrasiye ta­ nık olundu. ¿ T O K R A T a ve sıf. (fr. autocrate). 1. Mutlak bir iktidarı olan, bu iktidarı kimsey­ le paylaşmadan ve sınırsız bir şekilde kul­ lanan hükümdar. — 2. Tüm siyasal önder 1er ya da aşırı derecede baskıcı olan her­ kes. ♦



a. Rus çarlarının resmi unvanı.



O T O K R A T LIK a. Otoriter ve otokrat ol­ ma özelliği. O T O K R İT İK a. (fr. autocritique). -» ÖZE­ LEŞTİRİ.



yataklı ya da kuşet vagonlarda, bagaj ola­ rak değerlendirilen arabalar ise hızları 140-150 km/sa olan iki katlı özel taşıtlarda taşınır. Otokuşet trenlerin büyük bir bölü­ mü mevsimlik olarak çalışır. O T O LİTH E S S E N E G A LE N S İS a. Sı­ cak denizlerde yaşayan, parlak bedenli, güçlü dişli, çok lezzetli kemiklibalık. (Gölgebalığıgiller familyası.) O T O LİZ a. (fr. autolyse; autos, kendi, ve lysis, erime'den). Biyokim. ve Dokubil. Hayvan ya da bitki hücrelerinin, bakteri ve küf gibi dış etkenlerin her türlü etkisi dı­ şında, kendi enzimleriyle tahrip olması ve aşırı olgunlaşan meyvelerde olduğu gibi (geçkinlik) bir çeşit erimeye ya da sıvılaşmaya uğraması. (Ölümden sonra gerçek­ leşen bu olay, üstün yapılı böceklerin baş­ kalaşması sırasında larva dokularının histolize uğraması'y\a karıştırılmamalıdır.) [Eşanl. ÖZSİNDİRİM; karşt. HETEROLİZ] || Otolize uğramak, hücreler ve dokulardan söz ederken, otoliz yoluyla, kendiliğinden harap olmak, parçalanmak. OTOLOG sıf. (fr. autotogue). Bireyin ken­ disinden elde edilen her türlü organik maddeye denir O TO LO Jİ a. (fr. otologie). 1. Anatomi, fiz­ yoloji ve patolojinin kulakla ilgili bölümü. —2. Kulak ya da kulak hastalıkları üstü­ ne yazılmış tıp kitabı. O T O LO JİS T a



(fr otologiste). Tıp.



KULAK' uZMANI'nın eşanlamlısı.



O TO M A N sıf. (ir. ottoman). AvrupalIlar’ ın Osmanlılar’a verdiği ad. ♦ a. 1. Tekst. Kadın elbiseleri yapımın­ da kullanılan, atkısı pamuk, kalın fitilli ipek­ li kumaş. —2. Sedir biçiminde kanepe. OTOMANG a. Orta Meksika'daki kızılderili dillerinin bağlandığı geniş kapsamlı so­ yağacı. Otomiyle komşu diller (pame, mazahua, matlatzinca), popoloca, mazatek, mikstek, zapotek ve chınanteco bu varsa­ yımsal çerçevede yer alırlar.



N O T O K R O M sıf. (fr. autochrome). Ekle­ ■ OTO M ASYO N a. (fr. automation). Çeşitli meli bireşim ilkesine dayanan ve 1906’da sınai, tarımsal, idari ya da bilimsel işlerin A. ve L. Lumière adına tescil edilen bir yürütülmesinde, insan müdahalesini ta­ renkli fotoğraf yöntemi için kullanılır mamen ya da kısmen ortadan kaldırma. (Otomasyon, bir fırının sıcaklığını ayarla­ ♦ a. Bu yöntemle elde edilen plaka. ma ya da bir takım tezgâhına sıralı ku­ —ANSİKL. Pankromatik bir duyarkata uy­ manda etme gibi en basit işlere uygula­ gulanan otokrom plakada yan yana ma­ nabildiği kadar, kimyasal bir birimi bilgi­ vi, yeşil ve kırmızı mikroskobik nişasta ta­ sayarla ya da bir bankayı otomatik olarak nelerinden oluşan bir filtre mozaiği vardır. yönetme gibi en karmaşık işlere de uygu­ Fotoğraf, dayanağın arkasından çekilir, lanır.) [Eşanl. OTOMATİKLEŞTİRME.] (Bk. an­ sonra da basılarak pozitif bir görüntü el­ sikl. böl.) de edilir. (-» EVİRTİM.) Gümüş taneleri, ge­ —ANSİKL. Otomasyon çağı 1775'te, Ja­ reksiz nişasta filtrelerinin üstünü kapatır; mes VVatt'ın basit etkili buhar makinesinin örneğin kırmızı bir filtre, mavi ve yeşil filt­ ortaya çıkışıyla başlar. 1784'te geliştirilen relerin üstünü kapatan siyah noktalardan çift etkili makine, iki otomatik sistemle do­ oluşur ve bu durumda ışık, kırmızı filtre­ natılmıştı: buhar dağıtıcısı ve çıkış milinin lerden geçer. Cam plakanın yerini film hızını, yük dalgalanmalarına karşın değiş­ alınca, bu tekniğe Filmcolor ve Lumicomez tutan bilyalı ayarlayıcı. lor, daha sonra da Alticolor adı verildi. Otomasyon yalnızca, insan yerine oto-



ı ş ı k l a n m ı ş g u m u ş h a l o je n u r



"



t a n e l e r i iç e r e n p a n k r o m a t ik d u y a r lı k a t m a n ; b u t a n e l e r iz h a r d a n s o n r a , ı ş ık t a s a y d a m s ı z g ü m ü ş ta n e le r i v e r ir



--------- 1



c a m p la k a



re n k li n iş a s t a t a n e le r i __________________ s a y d a m b d lü m ( b a s k , s l r a S ın d â g id e n ış ı k l a n m a m ı ş g ü m ü ş h a l o je n ü r t a n e l e r i)



otokrom bir plakanın şeması



işlemeden sonra kırm ızı görüntünün oluşum una örnek bir yönlendirm e döngüsünün



otoklavlar), çalkamalı da olabilir (döner seP e tli otoklavlar); sürekli otoklavlar (sterilizasyon otoklavları), büyük üretim yerlerin­ de üretim bantlarında kullanılır. —Cerr. Otoklavlar cerrahide örtüler, eldi­ venler, pansumanlar ve cerrahi aletler için kullanılır. Bunlar yüksek basınca dayana­ bilen ve içinde kaynama noktasına ulaş­ mış su bulunan, silindir biçiminde kaplar­ dır Tam bir kuruma elde edebilmek için kondansör kullanılarak ileri derecede va­ kum oluşturulur; sağlanan nemli sıcaklık



O TO KR O S a. (fr autocross). Doğal gü­ zergâh üzerinde yapılan otomobil sporu. O TO KTO N a. (fr. autochtone, yun. autokhthon, -onos, öz- ve khthon, toprak' tan). Yerbil. YERLİ'nin eşanlamlısı. O TO KU Ş E T sıf. (fr. autocouchette). Oto­ kuşet tren, yolcuların arabalarıyla birlikte seyahat etmelerine olanak verecek biçim­ de düzenlenmiş özel tren. —ANSİKL. Bir otokuşet trende, yolcular



mat kullanımına dayanmaz: örneğin dikiş makinesinin dikişi, terzininkinden farklıdır. Otomasyon göz önüne alınan süreci az çok derin biçimde, yeni bir bakış açısıyla ele almaya ve kazanılmış alışkanlıklarla, geleneksel çözümleri yeniden gözden ge­ çirmeye dayanır. Öte yandan, bir süreci yönlendirmede sözkonusu olan zihinsel işlevlerin tümünü ya da bir bölümünü tek­ nolojik organlara aktaran otomasyon, bu özelliğiyle, basit makineleştirmeden daha



otomat yüksek bir düzeyde yer alır. Sanayi ve yönetimde ortaya çıkan oto­ masyon sorunları, sırasıyla otomasyoncular ve bilişimciler tarafından çözülür ve bunlara otomasyon uygulanacak sürecin uzmanları da katılarak çeşitli dallardaki uz­ manların bir araya gelmesinden oluşan bir ekip kurulur. Bir sürece otomasyon uy­ gulanması, teknik, ekonomik bir çerçeve­ de yer alır ve otomasyon bu çerçevenin yalnızca bir yönüdür. Otomasyon, sürecin kendisine, otomasyonu gerektiren gerek­ sinimlerin incelenmesine ve üretilen ürün­ lerin dağıtımına ya da hizmet yükümlülük­ lerine bağlıdır. Büyük sınai, idari ve ticari bütünlerin tasarım ve yönetiminin, ayrıl­ maz bir parçasıdır. Otomasyonun başl.ca yararı verimliliği artırması ve kaliteyi yük­ seltmesidir. Otomasyonun başlıca bileşenleri, bilgi vericileri ve algılayıcıları, etkileyiciler ve bunların güç yükselteçleri ve bilgi işlem organlarıdır (özellikle bilgisayarlar ve mikroişlemciler); bu bileşenlerin yapısı, göz önüne alınan sistemin (ardışıl otomatik sis­ tem ya da otomatik denetim sistemi) ya­ pısına bağlıdır. (-* OTOMATİK.) Otomas­ yonda, bütün tekniklerden (pnömatik, hid­ rolik, elektroteknik ve elektronik) yararla­ nılır. Çok sayıda sanayi donanımında, enerji ya da malzeme bilançolarını hesaplama­ da, tehlikeli değerler alabilen büyüklükleri denetlemede, başlama ve durmayı, sıralı olarak yönlendirmede, ölçüm hesapların­ da vb. bir yönlendirme bilgisayarı kulla­ nılır. Ama bilgisayar, optimumlaştırma ya da özuyum hesaplarını da gerçekleştire­ bilir; optimum çalışma koşulları, sürece, ya dolaylı olarak, bilgisayann yönettiği kla­ sik ayarlayıcılar aracılığıyla ya da doğru­ dan yönlendirme sözkonusu olduğunda, dolaysız olarak verilir. Sıralı yönlendirme sistemlerinde, bir merkezi bilgisayar, do­ nanımın çeşitli öğelerini yöneten özel h e sap makinelerine iletilecek genel yöner­ geleri belirler; daha da özerkleşmiş böy­ le bir yapı, mikroişlemcilerin sunduğu g e niş olanaklardan büyük ölçüde yararlanır Otomatik sistemlerin birçoğunun ardışıl tipte olduğu mekanik imalat alanında bi­ le, takım tezgâhlannın sayısal kumanda­ sında bilgisayar kullanılmaya başlanmış­ tır; bu, bilgisayar belleğine kaydedilmiş bir program aracılığıyla, takımların seçimine ve izleyecekleri yola kumanda eder. —Topbil. Otomasyonun istihdam üzerin­ deki etkileri olumsuz gözükmektedir; çün­ kü otomasyon, bir üretim dalında çalışan emekçi sayısının azalmasına yol açabilir. Örneğin, Fransa’da sentetik tekstilde, oto­ masyondan ötürü -üretimde herhangi bir düşüş olmadığı halde ücretli sayısı birkaç yılda % 300 azaldı. Saatçilikte elektronik, mekanik işçiliğin en önemli bölümünün yerini aldı. Kitapçılıkta, dizgicilerin direni­ şi programlanmış dizgiyi bir süre geciktirdiyse de önleyemedi ve bu geçiş bazen zorbaca oldu. Ama otomasyonun son muhasebesi gerek istihdam, gerek nite­ likli emek bakımından henüz kesinlik ka­ zanmış değildir Gerçekten de, otomasyon elektroniğin ve bilişimin gelişmesini kolay­ laştırmakta ve çoğu kez bir dalda otomas­ yona geçişle birlikte eleman sayısının art­ tığı görülmektedir (bankacılıkta olduğu gi­ bi). Otomasyon, özellikle, nitelikli iş isteyen bazı meslekleri ortadan kaldırdığı için an­ laşmazlıklara yol açmakla birlikte, yinele­ meye dayanan, tehlikeli, yorucu ya da hiç­ bir ilgi çekici yanı olmayan işlere son ver­ mektedir. Otomasyon, çok fazla sayıda ni­ telikli işçi ya da fikir işçisi kullanır; hatta, otomasyon olmasa, okullannı yeni bitirmiş olanların kendi uzmanlıklarına uygun iş­ ler bulmakta daha da büyük zorluklarla karşılaşabilecekleri düşünülebilir. iş örgütlenmesi bakımından, otomas­ yon daha büyük bir merkezileşme ve mer­ kezileşmeden uzaklaşma olanağı sağlar: ama, bunlar çoğunlukla kuramsal olanak­ lardır. Ellerindeki gücü paylaşmak korku­ su, yöneticileri bazen giderek daha büyük



çapta ve dolayısıyla, hükmetmesi daha zor sanayi ve yönetim toplulukları kurma­ ya ve böylece merkezileşme görüntüsü­ nü büsbütün güçlendirmeye yöneltmek­ tedir. Ücretliler de, bu merkezileştirici oto­ masyona karşı yeni tavırlar ortaya koymak­ tadırlar: bireysel davranışların artması, de­ vamsızlık, sabotaj. Bu yüzden, yönetim­ ler personelin gözetim altında tutulması ve disipline alınması çabalarına hız vermek­ te ve bazen daha esnek teknikler kulla­ narak (mini-bilişim) ya da görevlerin içe­ riğini zenginleştirerek sorumluluktan bir öl­ çüde merkezilikten uzaklaştırmaktadırlar. OTOMAT, -tı a. (fr. automate; yun. automatos, kendiliğinden hareket eden). 1. Mekanik, pnömatik, hidrolik, elektrik ya da elektronik aygıtlar yardımıyla, canlı cisim­ lerin hareketlerine benzer hareketler ya­ pabilen makine. (Genellikle androit anla­ mında kullanılır.) (Bk. ansikl. böl.) —2. Su musluğunun açılmasıyla çalışan ve boru­ larından geçen suyu ısıtma düzeneği bu­ lunan aygıt. —3. Bilinçdışı bir biçimde ya da dış bir gücün etkisiyle makine gibi dav­ ranan kişi: Otomat gibi itaat etmek —Aydınlt. - MERDİVEN OTOMATİĞİ* —Bilş. Birtakım durumları ve durum ge­ çiş koşullarını tanımlayan bir kurallar kü­ mesinden oluşan matematiksel yapı. (Bk. ansikl. böl.) —Metalürj. Otomat alaşımı, büyük seriler halinde parça üretmek amacıyla, takım tezgâhlarında yüksek hızla çalışma sıra­ sında kısa, kırılgan talaşlar ve temiz bir iş­ lenmiş yüzey elde etmek istendiğinde kul­ lanılan alaşım. (Otomat pirinçleri, kurşunlu bronzlar ve kurşun kürecikleri içeren ki­ mi alüminyum alaşımları en yaygın olarak kullanılanlardır.) —Teknol. Otomobil sanayisinde, boya ya da kaynak gibi işlerde kullanılan otoma­ tik mekanizma ve makine. || Programlana­ bilir otomat, işleme programı delikli ya da manyetik şerit gibi bir kayıt ortamı yardı­ mıyla verilebilen ve bu nedenle kolaylıkla değiştirilebilen otomatik sistem. —ANSİKL. Otomat terimi, uygun mekaniz­ malarla ve bilerek harekete geçirilen bir enerji kaynağının yaşayan varlıkların dav­ ranışını taklit etmeyi sağladığı bir makine­ ler sınıfını belirtir. En eski otomatlar ara­ sında, Daidalos tapınağı nda yapıldıkları söylenen canlı heykeller sayılabilir Yunan­ lılar ve daha sonra Romalılar, çeşitli me­ kanik oyuncaklar yaptılar. Ancak Antikçağ konusunda ileri sürülen bütün betimleme­ ler içinde, hayal payını gerçekliğin payın­ dan ayırmak güçtür. Ortaçağ’da Albertus Magrıus ya da Regiomontanus (Johann Müller) tarafından yapıldıkları söylenen dikkat çekici otomatlar konusunda da du­ rum böyledir. Haklarında kesin bilgiler bulunan ger­ çek otomatlar, saatçilik sanatıyla birlikte ortaya çıktı. Büyük gelişmeyi de XVIII. yy.’da gösterdi. Vaucanson'un, gençliğin­ de yapmaya başladığı “ ince oyuncaklar" arasında şu otomatlar da vardı: Coysevox'un heykelini örnek alan bir faunayı simgeleyen ve dil, dudak ve parmak ha­ reketleriyle on iki dolayında ezgi çalabi­ len Yan flüt çalıcısı; Tamburan; Paris'te, Sa­ natlar ve meslekler konservatuvan'nda hâlâ hayranlıkla seyredilen bir Viyeici ka­ dın; Marmontel'in C/âopâfre'ının göste­ rimlerinde kullanılmış olan bir Engerek yı­ lanı. Vaucanson'un kanatlarını çırpmak, yüzmek, suda çırpınmak, yem yemek ve kuş pisliğine benzer bir madde çıkarmak becerisiyle donanmış Ördek otomatı çok ünlüydü. Bu otomatın birçok taklidi yapıl­ dı. Bu taklitlerin kalıntıları incelenirse, bü­ tün mikromekanik kaynaklarına başvuran, çarklardan, zembereklerden, kaldıraçlar­ dan, kam oyunlanndan, paletlerden vb. yararlanan dikkat çekici başyapıtlar söz­ konusu olduğu sonucuna varılabilir. Tek bir kanadında 2 000 parça vardı. Bütün bu otomatların amacı, yaşamı kopya et­ mek değil, yalnızca yaşam hareketlerini taklide çalışmaktı. Nitekim Vaucanson'un ördeğinin pisliği, görünüşe göre, hayva­



nın içine depo edilmiş boyalı ekmek gülleciklerinden oluşuyordu. Böyle bir taklit süreci XVIII. yy.'ın bütün ünlü otomatiannda görülür. Bu ünlü otomatlar arasında, şunları saymak gerekir: Rahip Mical'ın Konuşan başlar'ı; Friedrich von Knauss' un 1760'ta Viyana'da sergilediği Androit yazar; La Chaux-de-Fondslu Jaquet-Droz kardeşlerin 1783'te Fransa'da ve İsviçre' de sergiledikleri otomatlar; Regensburglu Leonhard Maelzel'in 1808'de yaptığı Panharmonica; Schwilgué'nin yaptığı Lyon, Cambrai ve Strasbourg saatleri (1842), rus sanatçılarca yapılan ve Krem­ lin vitrinlerinde bugün de görülebilen sarkaçlarca hareket ettirilen otomatlar; Robert-Houdin'in Hokkabaz, ipcambazı, Öten kuş, Desenci yazar, Gizemli porta­ kal ağacı, Pastacı, vb. otomatları. Kempelen'in Satranç oyuncusu adlı bir otomatı, kamuoyunu uzun süre düşündürdü. Üze­ rinde bir satranç tahtası bulunan bir tür sandık önünde bir otomat, insan bir oyun arkadaşıyla satranç oynuyor ve nerdeyse sürekli olarak kazanıyordu; öyleyse san­ dıkta deneyli bir oyuncunun saklandığı kesindi! Elektrik, özellikle de elektronik, yalnız bazı davranışları yinelemeye değil, ayrıca bazı düşünsel işlevleri de gerçek­ ten taklit etmeye yetenekli yeni bir otomat­ lar kuşağının ortaya çıkmasına yol açtı. Q ÿia 1912’de Torres Quevedo’nun yaptı­ ğı elektrikli bir satranç oyuncusu, en güç partileri oynayabiliyordu. 1951'de Man­ chester Üniversitesi'nde yapılan ve sözü çok edilen Marienbad oyuncusu çok ba­ sit bir otomattı, çünkü bu oyunda kesin olarak kazanma olanağı veren bir algorit­ ma vardı. Aynı dönemde Strachey, ABD' de iyi bir oyuncuyla oynamaya yetenekli bir dama oyuncusu yaptı; bunun için ma­ kine, belli bir durumdan yola çıkarak bü­ tün olanaklı hamlelerin sonuçlarını önce­ den çözümlemek zorundaydı. Mikroelektrikteki ilerlemeler, 1977'de amerikan piya­ sasında görece ucuz bir fiyata satılan ve yüksek düzeyde satranç oynamaya yete­ nekli bir oyuncunun ortaya çıkmasını sağ­ ladı. Buna göre, bugün gerçek bir and­ roit satranç oyuncusu yapmak olanaklıdır. Sanayide kurma ve takma iş ve işlemleri­ ni yapabilen ve robot diye adlandırılan otomatlar kullanılmaktadır. —Bilş Otomatlar kuramı birçok bilişim tekniğinin (lojik devreler, diller kuramı, der­ leme teknikleri) temelini oluşturur. Otomat­ lar, işleme yeteneklerine bağlı olarak sıra­ lanır: 1. en az yeteneklileri olan ve 3 tipi bir dilbilgisine (Chomsky dilbilgisi) sahip bir dille yazılmış cümleleri çözümleyebilen ve tarayabilen, sonlu durum otomatları ya da ardışıl makineler; 2. 2 tipi dilbilgilerini (bağlamdan bağım­ sız dilbilgisi) işteyebilen istifli otomatlar; 3. 1 tipi dilleri (bağlama bağlı dilbilgileri) işleyebilen sınırlı, doğrusal otomatlar; 4. 0 tipi dilbilgisi olan dilleri işleyen ve her algoritmayı gösterebilen ve en yetenekli otomat olan Turing* makinesi. Sonlu durumlar otomatı ya da ardışıl makine, girişleri (şekil 1 ve şekil 2) ve ge­ rektiğinde çıkışları (şekil 2) olan bir "kara kutu" gibi göz önüne alınabilir.



şekil 1



şekli 2



Genel davranışı izlenen kara kutunun, sonlu sayıda durumu vardır. Otomatın f +1 anındaki durumu yalnızca t anındaki du­ rumuna ve aynı andaki girişine bağlıdır: Q



CHAROLAIS iCOMTÉ



V i



\



(



,



o







I Fribourg 1644



OSMANLI



STEİERMARK



İSVİÇRE



İMPARATORLUĞU



TİR O L



KAN TO N LAR I



acó km



._ < Ö 1618 de Kutsal İmparatorluğun sınırları



= = >



Avusturya Habsburgu [







— » Tilly



Habsburg



[ İspanya Habsburgu



=



Orduların başlıca hareketlen



Orduların başlıca hareketleri



■ ■ fc Gustaf II Adolf #



Spinola Wallenstein



MMNk



Savaşlar



Z



Tilly ♦



m m



Antlaşmalar



Z u s m a rs h a u s e n , 1648



Otuz Yıl savaşları sırasında İm paratorlukla insan kayıpları



» 1625’ten başlayarak Danimarka kralı Christian IV’ün müdahalesi



, . % 66’nın üstünde



Bohemya isyanı (1618). protestan soyluların ayaklanması



% 15-33 arası



% 33-66 arası



% 0-15 arası



1625, Valtellina’nın Fransa tarafından işgali Y.-P. Yukarı Pfalz



H. Heidelberg



bazı piskoposlukları yönetiyordu). Ancak Wallenstein’in kurduğu (1625) ordu Chris­ tian IV’ü yenilgiye uğratınca, kral Alman­ ya'ya müdahale etmekten vazgeçti (Lübeck barışı, 12 mayıs 1629). Gücünden emin olan Ferdinand II, iade* fermanı'nı yayımladı (6 mart 1629). Ama Regensburg dlyeti'nde (1630) oğlu­ nu Romalılar kralı seçtirtmeye kalkışınca, alman Seçici prenslerinin (Bavyera Seçi­ cisi de bunların arasındaydı) ve transız diplomatların (Joseph du Tremblay adlı Cappuccino rahibi) ortak çabalarıyla ba­ şarısızlığa uğratıldı. Ayrıca Richelieu, Fer­ dinand ll'nin karşısında yeni ve korkutu­ cu bir rakip, Gustaf II Adolf'u çıkardı. Ko­ yu bir lutherci olan ve Baltık denizi'ni bir İsveç gölü yapmak isteyen İsveç kralı, çok dindar köylülerden meydana gelmiş, di­ siplinli ve iyi silahlanmış ulusal bir ordu kurmuştu. Tllly'nin Magdeburg’u korkunç bir biçimde yağmalaması (mayıs 1631), is­ veçlilerin Pomeranya'ya girmesiyle aynı zamana rastladı; Gustaf II Adolf, müttefiki Saksonya ile birlikte, Tilly’yı Breitenfeld' de ağır bir yenilgiye uğrattı (17 eylül 1631). Almanya'ya egemen olan Gustaf II Adolf un, Ren'e yönelmesi buranın askeri dene­ timini elinde tutan müttefiki Fransa'yı bile ürküttü; Gustaf II daha sonra Bavyera’ya girdi, Bohemya'yı tehdit etti; Wallenstein karşısında Lützen zaferini kazandıyşa da bu savaşta öldü (16 kasım 1632). İsveç kralının ölümü Kutsal imparatorluk'u kur­ tardı; böylece hem imparatorluk ordusu tehditten kurtulmuş oldu, hem de impa­ rator, kuşkusuz Bohemya tacına göz di­ ken komutanı Wallenstein’i öldürtmek fır­ satını elde etti (25 şubat 1634). Bununla birlikte İsveç tehdidi sürdü, çünkü şansölye Oxenstierna, Saksonya -Weimarli Bernhard’ın emrine verilen or­ dunun birliğini korumayı başardı ve pro­ testan alman prensleriyle ittifak kurarak onları çevresinde topladı (Heilbronn birli­ ği, 23 nisan 1633). Ancak imparatorluk kuvvetlerinin ve ispanyollar'ın isveçliler'i Nördllngen'de yenilgiye uğratmaları (5-6



$



Savaşlar







eylül 1634) bu birliği bozdu; isveçliler Main'ın gerisine çekildiler ve Saksonya, tüm ittifakların kalkmasını öngören Prag antlaşması’nı imzaladı (1635). Richelieu, artık rahatça hareket edebi­ lecek duruma gelen imparatorun müda­ halesini engellemek için Oxenstierna ile sağlam bir ittifak kurdu (Compiegne, 28 nisan 1635); çatışmaya doğrudan girme­ ye karar vererek ispanya’ya savaş ilan edince (19 mayıs 1635), imparator da ona karşı savaş açtı (1636). ispanyollar ve imparatorluk kuvvetleri D.’da hemen Saint-Jean-de-Losne'u ku­ şattılar. K.’de Somme kıyısındaki Corbie’ yi ele geçirdiler ve Paris’i tehdit etmeye başladılar. Saint-Jean-de-Losne’un büyük bir direnme göstermesi; Corbie’nin yeni­ den Fransızlar'a geçmesi; 1638'den baş­ layarak Saksonya-Weimarli Bernhard'ın Alsace’tan, isveçli Baner'in de Almanya' dan saldırmaları, Fransa'nın imparatorluk topraklarındaki durumunu düzeltti. Saksonya-Weimarli Bernhard’ın ölümü (1639) üzerine, onun ordusunu kendilerine bağ­ layan Fransızlar, Alsace’ı işgal ettiler ve İs­ veç ile ittifaklarını yenilediler (1641). Bundan sonra Richelieu, kuvvetlerinin en önemli bölümünü ispanya'ya yöneltti: hem Portekiz, hem Katalonya'daki ayak­ lanmalara destek sağladı (1640). Arras (1640) ve Perplgnan'ı (1642) işgal etti, Condö ise Rocroi'da ünlü İspanyol terciolar'ını yenilgiye uğrattı (1643). Her tür­ lü istila tehlikesi ortadan kalktığından Fran­ sa, Mazarin'in önderliğinde saldırılarını sürdürdü. Fransızların müttefiki olan İs­ veçliler, Almanya, Bohemya, Moravya'yı geçip Saksonya'ya çekilmeden önce Viyana'yı tehdit ederken (1645), fransız ko­ mutan Turenne de Güney Almanya'da ha­ rekâtını sürdürdü ve Bavyera’yı barış İs­ temeye zorladı (1647). Gerçekte, alman prensleri ve kentleri ta­ rafından sıkıştırılan ve 1640'tan beri Bran­ denburg ve Saksonya’nın etkin desteğini yitirmiş bulunan imparator, daha 1644'te Fransa, İsveç ve onların müttefikleriyle,



Antlaşmalar



G Franz ve E. Keyser’e göre



Münster ve Osnabrüok'te barış görüşmelerine başlamak zorunda kaldı; bu görüş­ meler 1648'de, imparatorluk’un gücünü bütünüyle azaltan ve Almanya’yı fransız -İsveç denetimine sokan Westfalen* ant­ laşmalarıyla sonuçlandı. Bununla birlikte, genel barış sağlana­ mamıştı, çünkü sonunda bağımsızlığını tanıdığı Birleşik Eyaletler ile ayrı bir barış antlaşması imzalayan ispanya (Münster, 1648), Fransa ile anlaşmaya yanaşmıyor­ du. Conde’nin Lens’teki zaferinden son­ ra (ağustos 1648), Fransa ispanyollar'ın Artois, Champagne ve Güney'deki saldı­ rılarını püskürttü; ispanyol-ingiliz çatışma­ sında da Cromwell ingilteresi'ni destekle­ di. ingilizler Jamaika’yı işgal ederken (1655), Turenne ve İngiliz birlikleri İspan­ yolları Dunes’de yenilgiye uğrattılar (14 haziran 1658) ve ispanyollar'ın Condö’nln ihanetinden yararlanmasına izin verme­ den Dunkerque'i ele geçirdiler. Mainz Se­ çicisi tarafından "Ren birliği" adı verilen ve imparatorun Hollanda'daki ispanyollar'a yardım etmesini yasaklayan bir ba­ rış birliği kurulması (1658) sonunda ispanya'yı Pireneler* antlaşması'nı kabul etme­ ye ikna etti (1659). Bu zafer sayesinde Mazarin, Avrupa’nın kuzeyinde baş gösteren ve Baltık egemenliği konusunda Danimar­ ka, Brandenburg, Polonya ve Rusya'nın İsveç ile çatışmasına neden olan anlaş­ mazlığa son vermeyi başardı (Birinci Ku­ zey* barışı, 1660-61). • Savaşırı sonuçları. Kutsal imparatorluk' un siyasal açıdan parçalanmasıyla sonuç­ lanan Otuz yıl savaşı, Avrupa’nın ortasın­ da, nüfusu ve iktisadi yaşamı yok olmuş bir bölge meydana getirdi. Her milletten paralı askerlerle defalarca karşı karşıya ka­ lan Pomeranya, Brandenburg, Bohemya, Saksonya, Rheinland bölgeleri, açlığa, salgın hastalıklara, pek çok eziyete ve kat­ liama maruz kaldı, böylece nüfus 16 mil­ yondan 6 milyona indi. Almanya’nın 1650 -1850 arasında siyasal bir varlık gösteremeylşi, bir bakıma bu durumdan kaynak­ lanır. Ispanya ekonomisi çökmeye yüz tut-



OTUZ YIL SAVAŞI



Otuz yıl savaşı 8982



tu (HollandalIlar deniz ablukasına başvurmuşlardı), hazînesi boşaldı. Fransa, sa­ vaştan galip çıkmasına rağmen, Champagne, Bourgogne, Picardle yöreleri mah­ voldu ve savaştan büyük zarar gördü. Ama Fransa'nın kayıpları öteki ülkelerinkinden daha azdı ve savaş ve Fronde sı­ rasında büyük acılarla karşılaşan ülkenin barış özlemlerinin, elde edilen zaferle ve Alsace'taki Habsburg topraklarıyla birleş­ mesi, Fransa'yı üstün duruma geçirdi. O T U Z A R ülş. say. sıf. Üleştirmede otuz sayısıyla belirlenen çokluktaki şey için kul­ lanılır: Otuzar kişilik sınıflarda ders yap­ mak. O T U Z B A Ş I a. Kur. tar. Humbaracı oca­ ğı subaylarından bir bölümüne verilen ad. (Ulufeli humbaracılar her yüz kişi bir oda olacak biçimde örgütlendirllmişti. Bu oda­ larda bir odabaşı, iki ellibaşı, üç otuzbaşı ve on onbaşı görev yapardı.) O tu z b a ş le r, 1946 seçimlerinden sonra TBMM'de ılımlı ve genç CHP’Iİ milletve­ killerinin oluşturduğu grup. Başbakan Re­ cep Peker'in izlediği sert siyasete karşı olan grup CHP Meclis grubu toplantısın­ da (26 ağustos 1947) Peker hükümetine karşı oy verdi. Grupta Nihat Erim, Kasım Gülek, Cavit Oral gibi gençlerle birlikte Memduh Şevket Esendal gibi deneyimli ve ılımlı bir politikacı da yer alıyordu. İnö­ nü'nün de desteğini alan grup Peker'in İstifasını sağladı. Grup üyeleri giderek CHP içinde etkili oldular; parti yönetimin­ de görev üstlendiler. O T U Z B İR a. Oy Elli ikilik bir desteyle oynanan iskambil oyunu. (Bu oyunda su­ ratlar onar, aslar hem birer hem de on birer sayı sayılır. Kâğıtlarındaki sayı top­ lamı otuz biri bulan oyuncu elini açar, otuz biri bulan yoksa en yüksek sayılı el kazanır.) O T U Z İK İL İK sıf. ve a. Müz. 1. Değeri, bir onaltılık notanın yarısı kadar olan no­ ta. (Dörtlük notanın üç kuyruklu biçimidir.) —2. Otuzikilik es -* E S .



Jean-Baptiste Oudry Beyaz ördek (1753) [özel kol.]



O tu z la r, İ.Ö. 404'te sekiz ay boyunca Ati­ na'yı yöneten otuz yüksek görevliye veri­ len ad. Bu görevliler, galip Spartalılar'ın baskısıyla sınırlı bir yurttaşlar grubu tara­ fından seçilmiş ve geleneksel demokra­ sinin yerini almak amacını güden oligarşlk bir konsey oluşturmuşlardı. En etkin­ leri de Theramenes ve Krltias'tı. Sürgün­ leri çevrelerine topladılar; etkin demokrasi görevlileri hapse atılıp ölüm cezasına çarptırıldı; yüksek görevliler, Otuzlar tara­ fından seçildi. Yasalar değiştirildi. 3 000 ayrıcalıklıya ayrılan yurttaşlık niteliği kabul edilmeyen herkesi, yargılamadan ölüm



cezasına çarptırmaya kadar gidildi. Thrasybulos, Otuzlar'ı Atina’dan kovdu (404 so­ nu ya da 403 başı). O tu z la r ç a r p ış m a s ı, Bretagne vera­ set savaşı sırasında, 27 mart 1351 günü Ploërmel yakınında, Mi-Voie'da girişilen çarpışma. Jean de Montfort hesabına sa­ vaşan Ingiliz Richard Bramborough, Ploërmel'i İşgal ediyordu. Josselinli yüzbaşı Jean de Beaumanoir, ingillzler’i teke tek çarpışmaya kışkırttı. Her iki taraftan da otuz savaşçı seçildi. Çarpışma bütün gün sürdü. Çarpışanların hepsi yaralandı, bir­ kaçı da öldü ve çarpışmayı kazanan Fransızlar, ingilizler'I tutsak ettiler. O T U Z U N C U sıra say. sıf. Otuz sayısıyla belirlenmiş sırada yer alan kimse ya da şey için kullanılır (adsız da kullanılabilir): Listede otuzuncu sırada gösterilmiş. Evli­ liklerinin otuzuncu yılını kutladılar. OTW AY (Thomas), İngiliz oyun yaza­ rı (Trotton, Sussex, 1652 - Londra 1685). Oyunculukta sağlayamadığı başarıyı tra­ jedileriyle (Alcibiades, 1675; Don Car­ los, 1676) elde etti, Racine'den (Titus et Bérénice, 1677) ve Molière'den (Soapin' in dolapları ¡les Fourberies de Scapln, 1677]) uyarlamalar yaptı, kaba güldürüleri (Friendship in Fashion, 1678) ve burjuva dramlarını (The Orphan, 1680) da dene­ di. Gönüllü olarak orduya yazılıp Hollan­ da’da askerlik yaptı, bu deneyiminden ya­ rarlanarak da The Soldiers Fortune'ı (1680) ve The Atheist'I (1684) kaleme al­ dı. Gerçek duyarlılığı ve öfkeyi büyük bir ustalıkla anlatan başyapıtı Venice preser­ ved (1682) de onu tam bir yoksulluk için­ de ölmekten kurtaramadı. O T W O C K , Polonya'da kent, Varşova'nın G.-D.’sunda; 38 300 nüf. Çam ormanı or­ tasında, kumlu ve kurak bölgede, Vistül yakınındaki ayrıcalıklı konumu kenti, hem sayfiye hem de ünlü bir kür merkezi (sa­ natoryum) haline getirdi. Araştırma ensti­ tüleri. O T Y A M (Nedim), türk besteci (İstanbul 1919). Ankara Devlet konservatuvarfnda trompet öğrendi. 1942'de Cumhurbaş­ kanlığı filarmoni orkestrası'na girdi. Bir ara radyo çocuk korusunu yönetti. Birçok fil­ min müziğini yazdı. Uzun yıllar İstanbul Belediye konservatuvarı’nı yönetti. Başlı­ ca yapıtları: Maral (bale müziği). Köyüm seni unutmadım (solo, koro ve orkestra İçin), 27 Mayıs senfonisi, Fatih destanı (or­ kestra için). O T Y A M (Fikret), türk gazeteci, yazar ve ressam (Aksaray, Konya, 1923). İstanbul Devlet güzel sanatlar akademisi (Mimar Sinan üniversitesi) Bedri Rahmi atölyesi' ni bitirdi (1953). Öğrenciyken çeşitli yayın organlarında polis ve adliye muhabirliği yaptı. Doğu ve Güney Anadolu'yu dolaş­ tıktan sonra Dünya gazetesinde yayımla­ dığı (1953) röportaj dizisi geniş yankılar uyandırdı. Ulus (1956-1962) ve Cumhuri­ yet (1962-1979) gazetelerinde yayımını sürdürdüğü Anadolu İzlenimlerini yabancı ülkelere yaptığı gezilere ilişkin gözlemle­ riyle birlikte Gide gide genel başlığı taşı­ yan kitaplarında topladı (Ha bu diyar [1959]; Oy Fırat ası Fırat [1966]; Ne biçim Amerika ne biçim Rusya [1970] vb.). Anı­ larını Arkadaşım Orhan Kemal ve mektup­ ları (1975), Şu bizim Gazipaşa (1984), İs­ met Paşa'lı yıllar (1984) adıyla kitaplaştı­ ran Otyam TDK deneme, eleştiri, gezi ödülünü (1961), Ankara Gazeteciler sen­ dikası Altın kalem armağanı’nı (1963 ve 1968) kazandı. Ankara, İstanbul ve baş­ ka merkezlerde resim sergileri açtı.



marlığı profesörüydü (1879-1906); Altona, Berlin, Hamburg, Kiel ve Wiesbaden’da yenigotlk kiliseler yaptı ve çeşitli kitaplar yayımladı. O U A C H İTA , ABD’nin güneyinde ırmak, Red River'ın kolu (sol kıyıdan); 973 km. O U A C H İT A M O U N T A İN S , ABD'de ormanla kaplı ve tarıma elverişli kütle, D.'dan B.'ya doğru yaklaşık 360 km bo­ yunca Little Rock’tan (Arkansas) Atoka' ya (Oklahoma) kadar uzanır. En yüksek noMası 899 m. OUBANOUİ -



UBANGİ.



O U C H Y ya da U Ş İ, Lozan'da semt ve liman, Laman gölü kıyısında. (-> UŞİ ANT­ L A Ş M A S I.)



O U D (Jacobus Johannes Pieter), hollandalı mimar ve kuramcı (Purmerend 1890 - Wassenaar 1963). Mondrian ve Van Doesburg ile birlikte De Stljl grubunu kurdu, ancak, grubun çok soyut olduğunu dü­ şünerek 1920'de De Stijl'den ayrıldı ve De 8 en opbouw dergisine geçti. Burada, Delft Teknik okulu’nun tutucu ve idealist görüşlerine karşı savaştı ve otuz yıl sonra haklı çıktı. 1935'te, büyük ölçüde etkile­ diği Avrupa modern hareketinden ilk uzaklaşanlardan biri oldu. Yapıtları bu evrimi dile getirir: işçi siteleri (1922-1927), ulus­ lararası üslubun en güzel örnekleri arasın­ dadır; daha sonra Lahey'de gerçekleştir­ diği Shell binası (1938) daha esnek bir işlevselciliğe doğru geçişe tanıklık eder. O U D E N A A R D E , fr. Audenarde, Belçi­ ka'da kent, Doğu Flandre arrondissemenf'ının merkezi, Escaut kıyısında; 27 200 nüf. Tekstil sanayisi. Bira fabrikası. —Güz. sant. Mimar Hendrick Van Pede’ nln planlarına dayanarak 1525-1536 ara­ sında inşa edilen gotik Belediye sarayı (müze ve bitişiğindeki eski kumaş hali, ikinci kattadır). St Walburga kilisesi (XV. yy. gotik üslubunda) ve Onze-Lieve-Vrouw van Pamele kilisesi (Escaut gotik üslubun­ da 1235-1240). Kent, özellikle XVI. ve XVII. yy.’larda canlı verdür kompozisyonlarıyla ünlü bir duvar halıcılığı merkezi olmuştur. O U D E R İJ N , fr. Vieux Rhin, Ren in ko­ lu (Hollanda), Utrecht-Katwijk arasında ka­ nal içine alınmıştır. Ulaşım yolu olarak ve Rijnland’ın sulanmasında bu ırmaktan v ^ rarlanılır. " O U D İN O T (Nicolas Charles), de Reg­ gio dükü, Fransa mareşali, Chambre des pairs üyesi (Bar-le-Duc 1767 - Paris 1847). İtalya'da Masséna'nin kurmay başkanı ol­ du (1800), tüm imparatorluk savaşlarına katıldı ve 1809 seferi sırasında gösterdiği yararlık ona mareşal asasını kazandırdı. Restauration'a katıldı, Paris'te Ulusal mu­ hafız birliği'nin başkumandanı oldu (ekim 1815) ve invalides'in başına getirildi (1842). —Oğlu NICOLAS CHARLES VİCTOR (Bar-le-Duc 1791 - Paris 1863), tümgene­ ral oldu. 1849'da İtalya’daki birliğe ku­ manda etti ve Roma'yı ele geçirdi. 2 Ara­ lık hükümet darbesine karşı çıktığı İçin 1851'de tutuklandı. O U D N E Y (Walter M. D), Iskoçyalı hekim ve kâşif (Edinburgh 1790 - Katagum, Bornu, 1824). Clapperton'ın Trablusgarp'tan (1821) Murzuk’a (1822) yaptığı ilk yolcu­ lukta ona eşlik etti. Bornu'nun başkenti olan ve Çad gölü kıyısında bulunan Kuka'ya (ya da Kukava) 1823 martında ulaş­ tılar ve aynı yılın son günlerinde batıya doğru yola çıktılar. Oudney geri dönerken yolda öldü. O U O O N C ya da U D O N G Kampuçya' da kent, Kompong Speu ilinde, Phnom Penh'in K.'inde. 1618'den 1866’ya kadar Kampuçya krallığı’nın başkenti. Krallık mezarlığı.



O T Z A M B A K a. Kökten sürme uzun ve dar yapraklı, salkım ya da koçan biçimin­ de beyaz ya da pembe çiçekli bitki. (Bil. a. anthericum; 50 tür; zambakgiller famil­ g O U D R Y (Jean-Baptiste), transız ressam yası.) (Paris 1686 - Beauvais 1755). Babası O T Z E N (Johannes), alman mimar (SleJacques Oudry ve Largillière’in öğrencisiy­ seby, Schleswig, 1839 - Berlin 1911). Ber­ di. Gerçekleştirdiği “ Köpek etütleri", “ Kuş lin Teknik yüksekokulu'nda Ortaçağ mi­ gruplan” , “ Çiçek ve meyvelerle av hay-



vanları" tablolarıyla büyük ün kazandı. 1743’te Akademi'de profesör olarak De Troy'nın yerini aldı. Beyaz köpeğin koru­ duğu balaban kuşu ile keklik, Büyük sü­ rek avı (Louis XV’in avlarını konu alan bir duvar halısı için taslak) adlı yapıtlarının ya­ nı sıra birçok manzara resmi ve natürmor­ tu Louvre'dadır. Beyaz üstüne beyaz ton­ larıyla ünlü Beyaz ördek tablosu (Cholmondeley kol., Londra) ve La Fontaine’ln Fabllar'ı için yaptığı resimlemelerden de çok söz edilir. —Oğlu JACQUES CHARLES da (Paris 1720 - Lozan 1778) hayvan re­ simleri yapmıştır. O U D T S H O O R N , Güney Afrika'da (Ca­ pe ili) kent, Great Swartberg’in eteğinde, Küçük Karroo kıyısında; 27 000 nüf. Ta­ rım ürünleri pazarı. Devekuşu yetiştiricili­ ği O U E M E , Benin'de ırmak, Gine körfezi­ ne dökülür; 500 km. iki kola ayrılır; bütü­ nüyle Porto-Novo denizkulağında son bu­ lan Ouémé, ve Kotonu'nun karşısında Nokoué denizkulağına ulaşan Sö. Akaçlama çalışmaları sonucunda ırmağın aşağı çı­ ğırında tarım toprakları (pirinç, mısır, yağpalmiyesi) kazanılmıştır O U E S T y ö n e tim b ö lg e s i, Haiti Cumhuriyeti'nde yönetim bölgesi; 7 900 km2; 1 930 081 nüf. (1989). Yönetim merkezi Port-au-Prince. O UQRÉE, Belçika'da (Liège ili) yer, Meuse kıyısında, Liège’in (Seraing komünü) güney-batı sanayi banliyösünde. Metalürji. O U İD A (Maria Louise d e la RAMEE, —denir), İngiliz romancı (Bury Saint Ed­ munds 1839 - Viareggio, İtalya, 1908). 1868’den sonra İtalya’ya yerleşti, Dickens’ın estetiğine yakın bir anlayışla ka­ leme aldığı ve büyük bir başarı kazanan romanlarında (Chandos, 1866, Under two flags, 1867), iffetli kadın tipine bağlı .kal­ madı. Ayrıca çocuk kitapları yazdı (Bimbi, 1882). O U İD A H ya da U İD A H , Benin'de liman kenti, Gine körfezi kıyısında, Kotonu’nun B.'sında; 30 000 nüf. 1623'te, burada, bir fransız satış karteli kuruldu. XVII. yy.'ın so­ nunda, Portekizliler kentte küçük bir kale yaptı ve 1961'e kadar bu topraklara ege­ men oldular. XVIII. yy.'da ve XIX. yy.'ın ba­ şında Ouidah, büyük bir köle ticareti mer­ keziydi. O U İ-J A a. (fr. oui ve aim ¡a sözcüklerin­ den). Abece harflerini taşıyan ve ispiritizmacıların, medyumların açıklamalarını saptamak için kullandıkları tablo. O U L U , İsveççe Uleâborg. Finlandiya1 da liman kenti, aynı adlı ilin merkezi; 101 379 nüf. (1990). 1610'da Botten körfe­ zinde, Oulujoklnin ağzında kuruldu. Ge­ lişmiş sanayi merkezi; makine yapımı, kimya sanayileri, kereste sanayisi, teks­ til. Kereste ve ürünleri dışsatımı. Üniver­ site merkezi. Müzeler. — Oulu Ur, 61 145 km2; 436 940 nüf. (1990). O U L U J O K İ, Finlandiya’da ırmak, Bot­ ten körfezine dökülür, Ouiujârvi gölünün gideğeni; 107 km. O U N C E a. (fr. once; ing. ounce, ons' tan). Avoirdupolds ölçüler sisteminde 1 pound’un 1/16'sına eşdeğer olan, yakla­ şık 28,35 g değerindeki İngiliz kütle ölçü­ sü birimi (simgesi oz). [Troy ölçüler siste­ minde 480 grain'e eşdeğer olan troy oun­ ce yaklaşık 31,1 grama eşittir.)



de beyaz, parlak kırmızı ya da pembe çi­ çekli, karşıt yapraklı otsu bitki. (Avustral­ ya ve Güney Amerika’da 18 türü bilinmek­ tedir. Sıracagiller familyası.)



O U V E A ya da U V E A , Loyauté takıma­ dalarının en küçük (160 km2) ve en tenha (2 777 nüf.) adası.



O U R O P R E T O , esk V ila Rica, Brezil ya’da (Minas Gerais) kent, Belo Horizon­ te'nin G.-D.'sunda; 24 000 nüf. Birçok anıt, özellikle de XVIII. yy.’dan kalma kiliseleri (bazıları Aleijadinho tarafından yaptırılmış­ tır) sayesinde kent, gerçek bir müze ve tu­ rizm merkezidir. Kent, 1933'ten beri ulu­ sal anıt sayılmakta, çevresindeki kırsal alan birjjlusal park oluşturmaktadır. —Far. Ouro Preto gelişimini, 1694'te bulu­ nan altına borçludur. 1897'ye kadar Minas Gerais'in başkentiydi; 1788'deTiradentes ayaklanmasının merkezi oldu.



O U Y A N O Ş İU ya da O U Y A N O X İU , çinll devlet adamı ve yazar (1007 - Yingcou 1072). Bakanlık yaptı, reformlardan yana çıktı, tarih yapıtları (Şın Tang şu [Tang hanedanının yeni tarihi]), denemeler ("an­ tik tarz"da düzyazıyı geliştirdi) ve eleştiri­ ler ("şiirsel tartışma" türünü buldu) yazdı; Song hanedanlığının en büyük şairlerin­ den biri sayılır.



O U R T H E , Belçika'da ırmak, Meuse'ün sağ kıyıdan kolu; 165 km. Yukarı Fagnes' in iki kolu Yukarı Ourthe’u oluşturur. Ka­ vuştukları yerin aşağısında, ırmak eski kütlenin arasında bir boğaz açar. Nihayet Ourthe, güney-kuzey doğrultusundaki bir çığırda ilerleyerek ve Liège yerleşme ala­ nında Meuse ırmağına kavuşur. O U S E , Büyük Britanya’da birçok ırma­ ğın adı. —En büyüğü Northampton’ın G.'inde doğar, Bedford ile Huntingdon'ı suladıktan sonra Wash'a kavuşur; 260 km. K üçük Ouse Huntingdon'ın koludur. —Y orkshire Ouséu kaynağını Penninler'den alır ve Trent ırmağıyla birleştikten sonra Humber halicini oluşturur. —Sus­ sex Ouséu Weald'den doğar, South Downs'ı aşar ve Newhaven’da Manş de­ nizi'ne dökülür; 50 km. O U S E L E Y (sir Frederick Arthur GORE), İngiliz besteci ve kuramcı (Londra 1825 - Hereford 1889). 1849'da papaz oldu. Oxford Üniversitesi'nde müzik dersleri verdi ve Hereford katedrali'nde capella yöneticiliği yaptı. Treatise of Harmony (krmoni üzerine) [1868] ve Treatise of Coun­ terpoint and Fugue (Kontrapunto ve füg üzerine) [1869] adlı İncelemeleri yazdı. Besteleri arasında anthem'ler, ilahiler, din­ sel koro parçaları, org ve oda müziği ya­ pıtları vardır. O U ST, Bretagne'da ırmak, Mené funda­ lıklarından çıkan Vilaine'in kolu (sağ kıyı­ dan); 155 km. Nantes-Brest kanalı çığırın­ dan geçer. Ô U TA R D E S ırm ağı, Kanada'da (Qué­ bec) ırmak, Manicouagan'ın ağzı yakının­ da Saint Lawrence halicine dökülür (sol kıyıdan); 483 km. Irmaktaki hidroelektrik tesisleri Manicouagan’nınkilerle birlikte gerçekleştirildi. O U T S R E E D İN O a. (ing. outbreeding). Zootekn, Akraba olmayan hayvanları çift­ leştirerek çoğaltma sistemi. OUTCROSS a. (ing. outcross). Zootekn. Outbreeding sonucu doğan hayvan. O U TE R B R İD O E (Paul), amerikalı fotoğ­ rafçı (New York 1896 - ay. y. 1958). 1930 -1940 yılları arasında çektiği renkli fotoğ­ rafların mükemmelliğiyle tanındı. Photo­ graphing in color adlı yapıtını yayımladı (1940). Avangard araştırmalarının ürünü olan, soyutlamanın sınırlarına dayanan ve arı graflkçillği yansıtan çok güzel resim di­ zileri de hazırladı. O U TLAW a. (ing. outlaw/). Haydut, kanun kaçağı. O U T O K U M P U , Finlandiya'da yer, Kuopio’nun G.-D.'sunda. Bakır yatağı.



O U R , Belçika'da doğan ırmak, Ouren' in aşağı kesiminde Lüksemburg grandüklüğüyle Almanya arasındaki sınırı çi­ zerek Sûre'e kavuşur (sol kıyıdan).



O U T P U T a. (verim, çıktı anlamında İng. söze.). Siyas. bil. iktidarın toplumbilimsel ve siyasal çözümlenmesinde icraat, karar. — ikt. - ÇIKTI.



O U R C Q , Fransa'da (Île-de-France) ır­ mak, Marne'ın kolu (sağ kıyıdan); 80 km. La Fère-en-Tardenois ve La Ferté-Milon'a geçen Ourcq, Meaux'nun biraz yukarısın­ da Marne'a kavuşur.



O U T R A M (sir James), İngiliz general (Butterley Hall, Derbyshire, 1803 - Pau 1863). Uzun süre Hindistan ordusunda hizmet ettikten sonra, 1857'de general rüt­ besiyle İran seferini yönetti.



O U R E N S E - ÖRENSE.



O U T R E M O N T , Kanada'da (Québec) kent, Montréal yerleşmesinde; 24 000 nüf.



O U R İS İA a. Tek tek ya da salkım halin­



OUVÉA -



UVEA (Wallis).



OVA a. 1. Dümdüz değilse bile, topog­ rafyası çok az farklılık gösteren, akarsu­ ların yüzeyde aktığı geniş alan. (Bk. ansiki, böl.) —2. Yüksek ova, yükseltisi ol­ dukça fazla, az engebeli geniş alan. (Pla­ tolardan farklı olarak ovaların yanında kü­ çük sıradağlar uzanır. Yüksek ova terimi, özellikle And dağlarıyla Mağrib bölgeleri için kullanılır ve hem dağlarla kuşatılma­ sı, hem de akarsu ağının cılız olması ne­ deniyle vadilerle yarılmamış geniş alanları belirtir.) —Denlzbil. Batiyal ova, bir kenar denizi içinde yer alan, derin deniz ovası. (Batlyal ovalar gerçek derin deniz ovalarından daha sığ olurlar [yaklş. 3 000 m] ve temel­ lerinin okyanusal kabuktan oluşması ge­ rekmez.) || Derin deniz ovası, okyanus havzalarının tabanı oldukça düz, yatay ya da az eğimli (eğim Voo 0,5'ten az) olan derin bölümü. Karalardaki aşındırma et­ kisinin ürünü olan gereçleri akıntılar de­ rin deniz ovasına kadar taşıdıklarından, derin deniz ovaları engebesi az; tekdüze bir görünüm alırlar. Okyanusal kabuk üze­ rinde çökelmiş tortul dizinin ortalama ka­ lınlığı 500-1 000 m'dir, ama 2-3 km’yl de bulabilir, hatta geçebilir. Ortalama derin­ lik 5 000 m (Atlas okyanusu) İle 6 000 m (Büyük Okyanus) arasında değişir En ge­ niş derin deniz ovalarından biri, 1200 000 km2'lik bir alan kaplayan Sohm ovasıdır (Kuzey Atlas okyanusu). —ANSİKL. Coğ. "Ova" terimi, çeşitli bo­ yutlardaki yüzey şekillerine uygulanır: Da­ vis kuramında öngörülenin tersine, ideai bir döngünün son evresi olması gerekme­ yen aşınım ovası; taşkın sularının çökelttiği balçıklarla beslenen alüvyon ovası; eri­ me sularının buzul önüne yaydığı iri ge­ reçlerden oluşan buzulönü ovası ya da sandur; buzullaşmamış ya da buzuldan kurtulmuş bir yan vadide buzul dilinin ge­ risinde biriken akarsu ya da göl kökenli dolgu maddelerinden oluşan buzul seti ovası; akaçlamanın dışakışlı olup olma­ masına bağlı olarak kıyıda ya da iç kesim­ de bulunan bir ırmak ya da uvedln oluş­ turduğu taban düzeyi ovası; bir kıyı oku­ nun koruduğu alanda ya da denizden ge­ len gereçlerin yığılıp kaldığı körfezlerde, denizden gelen alüvyonların çökelmesiyle oluşan kıyı ovası. • iktisadi coğrafya ve insan coğrafyası. Dünya nüfusunun büyük bölümü ovalar­ da, yükseltisi 200 m'yi aşmayan yerlerde yaşar. Ovalar çoğunlukla elverişli ısı koşul­ larından yararlanır. Bununla birlikte, tropi­ kal kuşakta, yükseltisi fazla bölgelerdeki (Doğu Afrika ve And dağları platoları) ya­ şama koşulları, sık ormanlarla kaplı nem­ li ve sıcak ovalara oranla çok daha elve­ rişlidir. ö te yandan, dağlarda toprakların nite­ liğini bozan şiddetli bir aşınma meydana geldiğinden, ovalarda tarım, dağlara oranla, çok daha verimli topraklar üzerin­ de yapılır. Ayrıca ovalarda ulaşım dağla­ ra göre çok daha kolaydır. Son olarak, ovalar çeşitli maden yataklarının (kömür, petrol, demir) korunduğu jeolojik kesim­ lerdir; oysa dağlarda bu gibi kesimler aşınımla büyük zarar görür Yeryüzündeki sa­ nayi etkinliklerinin büyük bölümü ve bu­ nun sonucunda da yeni kentler hep ova­ larda toplanmaktadır. Bununla birlikte, ovalık bölgelerin doğal avantajları kesin ve genel olmaktan çok uzaktır. Tropikal bölgelerde, iklim bakımın-



ova 8984



Ova Kızılderilileri O rtada G üneş ve Ay’ı, bir köşede dans etm ek için bir araya gelen üç köy halkını, öteki köşede savaş sahnelerini betim leyen bizon derisi. Arkansas Sioux sanatı. musée de l'Homme, Paris



dan yaşamaya daha elverişli dağlık kesim­ ler, ovalara oranla daha kalabalıktır; ne var ki aynı özelliğe Orta Avrupa ve Kuzey Af­ rika'daki bazı dağlık bölgelerde de rast­ lanır; bunun nedeni, bazı istila olayları sı­ rasında ovalarda yaşayan İnsanların bü­ yük bölümünün daha güvenli dağlık böl­ gelere (Karpatlar, Kafkasya, vb.) çekilme­ sidir. Uzunca bir süre insanlar, ağır top­ raklı, zengin, tekdüze büyük ovaları de­ ğil, toprakları çok daha engebeli, çok da­ ha çeşitli, ama kapalı ekonomi çerçeve­ sinde işlenmesi daha kolay, dağlık kesim­ leri tercih ettiler. Çoğunlukla ovaların de­ ğerlendirilmesi, önemli akaçlama ya da sulama çalışmalarını gerektirdiğinden kı­ sa süre öncesine kadar sıtmanın kol gez­ diği Tuna ırmağının suladığı Avrupa ova­ ları, Doğu Avrupa ovaları ve Akdeniz böl­ gesindeki bazı ovalar, ancak bir ya da iki yüzyıldan beri kalabalıklaşabildi. Sanayi devrlmine kadar dağlık bölgeler, su, ke­ reste, enerji ve hammadde kaynakları içermeleri açısından ovalara oranla çok daha elverişli yerlerdi. Günümüzde ovaların üstünlüğü çok da­ ha açık biçimde anlaşılmaktadır: çünkü, büyük kent birimlerinin oluşmasına yol açan hızlı k'ıtle ulaşımı ve makineleşmiş ta­ rım için seçilen yerler ovalardır. Modern teknikler çorak ve bataklık ovaların değer­ lendirilmesine olanak sağlamaktadır: ni­ tekim, yüz yılı aşkın bir süredir, tarım alan­ larının daha çok ovalarda genişlediği gö­ rülmektedir. Başlangıçta yalnızca dağlar­ da kurulan santrallardan elde edilen hid­ roelektrik bile, günümüzde, ovalarda ön­ lerine dev setler çekilen büyük ırmaklar­ dan da elde edilmektedir. O va K ız ıld e r ilile r i, Mississippi'nin ba­ tısındaki ovalarda yaşayan Kızılderililer. XVII. yy.’ın sonuna doğru, ispanyollar He birlikte Eski Dünya’dan gelen at, güney ovalarındaki yaşamı değiştirmeye başla­ dı. XVIII. yy. başında, kuzey ovalarındaki birçok kabile tarımı bırakarak, bizon avı çevresinde örgütlenen yeni bir yaşam tar­ zına yöneldiler. Bazıları, günlük yaşamın bağlı olduğu büyük sürüleri korumayı amaçlayan katı kurallar koydular. Ovalar­ daki topluluklar, savaşçı birliklerine daya­ nıyor ve bireyin toplumsal statüsü, yiğitlik ve bilgeliğine bağlı bulunuyordu. Şefler, belli bir duruma (savaş ya da av) göre ge­ çici olarak seçiliyorlardı. Geri M a n za­ manda grup, yaşlıların öğütlerine uyuyor­ du. Her grubun kendi Güneş* dansı ve "kutsal paketler” (bir kumaşa sarılan in­ san mumyası) çevresinde örgütlenen bir­ çok gizli derneği vardı. Bu kültür, klasik biçimiyle yüz yıldan bile az sürmesine rağmen, ova binicileri Kuzey Amerika Kızılderilileri'nin örneği olmayı sürdürdüler. O V A A Z A T L I, Bursa'nın Mustafake­ malpaşa ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 135 nüf. (1990). O V A B A Ö , Diyarbakır'ın Çınar ilçesi Kilvan bucağının merkezi: 939 nüf. (1990).



O V A C IK , Doğu Anadolu bölgesinde Tunceli iline bağlı ilçe; 15 316 nüf. (1990); 1 538 km , merkez bucağı dışın­ da 2 bucak, 64 köy. Merkezi, Tunceli'nin 61 km kuzey-batısında Ovacık, 3 647 nüf. (1990). Tahıl ve baklagiller üretimi. Kö­ mür yatakları. O V A C IK , Çankırı'nın B. Karadeniz bö­ lümü sınırları içinde kalan kesiminde il­ çe; 7 099 nüf. (1990); 376 km2; 42 köy. Merkezi, Çankırı'nın 184 km K.-B.'sında Ovacık, 1 451 nüf. (1990). Tahıl üretimi. O V A C IK , Şanlıurfa'nın Hilvan ilçesine bağlı bucak; 6 694 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Ovacık, 825 nüf. (1990). O V A C IK , Erzurum'un Ilıca ilçesine bağlı bucak; 9 378 nüf. (1990); 34 köy. Merkezi Üçköşe, 321 nüf. (1990). O V A C IK , İçel in Gülnar ilçesine bağlı bucak; 2 873 nüf. (1990); 3 köy. Merkezi BüyCıkeceli, 1 986 nüf. (1990). O V A C U M A , Zonguldak'ın Safranbolu ilçesine bağlı bucak; 6 274 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi Ovacuma, 623 nüf. (1990). O V A E Y M İR İ, Aydın 'ın merkez ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 5 211 nüf. (1990). O V A K A V A Ö I, Konya' nın Karatay ilçe­ si Yarma bucağına bağlı belde; 2 261 nüf. (1990). O V A K E N T , esk. Adagide, İzmir'in Ödemiş ilçesine bağlı bucak; 13 704 nüf. (1990); 11 köy. Merkezi Ovakent, 4 404 nüf. (1990). O V A K E N T , Yozgat ın Boğazlıyan ilçe­ si merkez bucağına bağlı belde; 3 851 nüf. (1990). O V A K IŞ L A , Bitlis'in Ahlat ilçesine bağlı bucak; 10 300 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi Ovakışla (esk. Purhus), 2 274 nüf. (1990). OVAL, 41 sıf. (fr. ovale; lat. ovum ceuf). Yu­ murta biçiminde olan şey için kullanılır; beyzi. —Al. tak. Ova! eğe, testereleri elde bile­ mede kullanılan oval kesitli eğe. (İnce dişli ve yarı ince dişli oval eğe türleri vardır.) —Anat. Oval çukur, kalbin sağ kulakçık ta­ rafında kulakçıklararası bölme üzerinde bulunan çukurluk. || Oval çukurcuk, orta­ kulakta labirent çeperinin üzerinde bulu­ nan çukurcuk. (Dalıza girişi sağlayan ve oval pencere denen bir delikle son bulur.) | Oval delik, temelkemiğlnln büyük kana­ dının üzerinde bulunan ve altçene siniri­ nin geçmesine yarayan delik. —Geom. Bir oval ya da bunun sınırladığı bütün yüzeyler için kullanılır. (DEĞİRMİ de denir.) —Nöroanat. Oval merkez, beyin yarımkü­ releri arasında beyin koıtekslyle çepeçev­ re sanlmış olan ve yanmkürelerin yatay ke­ sitinde ortada gözle görülebilen akmadde kütlesi. || Vieussens oval merkezi, na­ sırlı cisim ile birleştirilmiş iki oval merkez­ den oluşan akmadde kütlesi. üçte bitlik oval



♦ a. Dikgen iki bakışım ekseni bulunan, kapalı, dışbükey düzlemsel eğri. —Geom. Dikgen iki bakışım ekseni bulu­ nan, birbirine teğet olarak birleşen iki çember yayından oluşmuş kapalı düzlem eğri. || Üçte birlik oval, merkezleri büyük çap üzerinde bulunan çemberlerin yarı­ çapı, bu çapın üçte birine eşit olan özel oval. —Jeoflz. Kutup ovali, jeomanyetik kutup­ ları çevreleyen ve üzerlerinde kutup olay­ larının sistemli olarak göründüğü oval bi­ çimde bölge. O V A LA M A a. Ovalamak eylemi. O V A LA M A K g. f. (ovmak'tan ov-ala -mak). 1. Bedenin bir bölümünü (bir şey­ le) ovalamak, tekrar tekrar ovmak, sertçe ovmak; ovuşturmak: Dizlerini ovalaya ovalaya doğruldu. Gözlerini ovalamak. —2. Ellerini ovalamak, ellerini birbirine sürt­ mek; ovuşturmak. —3. Bir şeyi ovalamak, onu ezerek ufak parçalara ayırmak; ufa­ lamak: Bayat ekmekleri ovalayıp kuşlara atmak. ♦ ovalanm ak dönşl. f. Kendi kendini ovmak. ♦ ovalanm ak edilg. f. Bir şeyden söz ederken, ovalamak eylemine tonu olmak. ♦ ovalatm ak ettirg. f. Ovalamak eyle­ mini yaptırmak. O V A LA N M A a. Ovalanmak eylemi. O V A LA N M A K -* OVALAMAK. O V A LA TM A K - OVALAMAK. O V A LB Ü M İN a. (fr ovalbumine). Biyokim. Yumurta akında bulunan albümin. OVALI sıf. ve a. Ovada yaşayan, ova hal­ kından olan kimse için kullanılır. O V A LIK sıf. Ova durumunda olan yer için kullanılır: Ovalık bir bölge. O V A L IK , rumca Tim e, Kıbrıs rum kesi­ minde Baf ilçesine bağlı köy. O V A L IK K İL İK İA -> KİLİKİA PEDİAS. O V A LLE , Şili'de kent, Coğuimbo’nun G.'inde; 31 800 nüf. O V A LLİK a. Mak. san. Silindirsel bir dö­ nel yüzeyde görülen çembersellik hatası. (Bir parçanın ovailiği, özellikle işleme sı­ rasındaki düzensiz bir sıkışmadan ya da kullanım sırasında oluşan bakışımsız bir aşınmadan kaynaklanabilir.) O V A LO S İTO Z a. (fr ovalocytose). Hematol. Yapısal ya da kalıtsal ovalositoz, ELİPTOSİTOZ’un eşanlamlısı. O V A M B O L A N D , Namibya'nın kuze­ yinde yönetim bölümü, Angola sınırında; alanı yaklaşık 50 000 km2; 520 000 nüf. (1987). Merkezi Ondangua. O V A M B O LA R -> AMBOLAR. O V A N D O C A N D İA (Alfredo), bolivyalı subay ve devlet adamı (Cobija 1918 - La Paz 1982). Ordunun başkomutanıyken, kasım 1964'te general Barrientos ile bir­ likte iktidarı ele aldı. 1965-66'da ortak Cumhurbaşkanı, 1969’da Barrlentos’un ölümünden sonra da tek başına Cumhur­ başkanı oldu, aynı yıl petrol yrâtaklannı ulu­ sallaştırdı ve SSCB ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu. 1970’te ordu tarafından İk­ tidardan uzaklaştırıldı. O V A Ö R E N , esk. Göztezln, Nevşehir' in Gülşehir ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 2 177 nüf. (1990). Köyün G.'inde geniş bir ören yeri vardır. Bunun B.'sında, capella ve mezarların bulundu­ ğu tepenin altı bir yeraltı yerleşmesidir. O V A R İT a. (fr. ovarite). YUMURTALIK* İLTİHABl'nın eşanlamlısı. O V A R İY E K T O M İ a. (fr. ovariectomie' den). Cerr. Yumurtalığın çıkartılması. —ANSİKL. Vet. Yumurtaiıklann çıkartılma­ sı, kedide kızgınlığı önlemek ve hayvanı kısırlaştırmak İçin en iyi yöntemdir. Köpek­ te daha riskli olan bu girişim, ergenlik ça­ ğına ulaşmamış köpekte uygulanmak to-



Oviedo şuluyla, yineleyen yalancı gebeliklerin ya da meme urlarının önlenmesi açısından da düşünülebilir. O V A R İYO L a. (fr. ovariole'dan). Biyol. Bazı türlerde yumurtalığın yapıcı öğesi. (Böceklerde yumurtalık bir ovariyol deme­ tinden oluşur. Takımlara göre ovariyol ya yalnız ovositlerden ya da hem ovosit hem de vitellüslü hücrelerden oluşur.) OVARİYOYOMİ a. (fr. ovariotomie'den). Araştırma amacıyla parankiması kesilerek yumurtalığı açmayı öngören ameliyat. O VA R Y U M a. (lat. ovarium). YUMURTALlK’ın eşanlamlısı. OVATEK E S İ a. Güney Afrika ovalarında yaşayan antilop. (Erkeğinde bir biçiminde kıvrılmış uzun boynuzlar, bütün sırt boyun­ ca uzanan bir yele ve boynun altında uzun bir tutam kıl vardır. Bil. a. Trageiaphus angasi; boynuzlugiller familyası; sı­ ğırlar oymağı.) O V C E P O L J E ('Koyunlar ovası'), Ma­ kedonya'da ova, Sveti Nikole ile Stip'in çevresinde. Yayla hayvancılığı. Tahıl ye­ tiştiriciliği. O V Ç A R K A a. (rusça söze.). Hayvan sü­ rülerinin korunmasında yaygın olarak kul­ lanılan, iri, rus çoban köpeği. O V D U R M A K -» OVMAK. O V D U R T M A K - OVMAK. O VE N O KO L a Tropikal Afrika'da yetişen ağaç. (Siyahımsı dar damarlı, bakır parıl­ tılı, beyazımsı benekli, oldukça ince dokulu, sert ve ağır, esmer-gri odunu ağaç işlerinde, mobilyacılıkta, parke yapımında kullanılır. Bil. a. Guibourtia ehie; erguvan­ giller familyası.) O V E N S (Jürgen), alman ressam (Tön­ ning, Holstein, 1623 - Friedrichstadt, bu­ gün Yaunelgava, Letonya, 1678). Rembrandt'ın öğrencisiydi, flaman ve’ hollandalı ressamların etkisinde kaldı; daha çok portreci olarak çalıştı (özellikle Holstein -Gottorp sarayında). O VER A R M S TR O K E a. (yukardan ku­ laç anlamına gelen ing. söze.). Bir arm -stroke değişkesi olan ve yukardaki kolu su üstünde arkadan öne getirirken bacak­ larla bir makas hareketi yapmaya daya­ nan yüzme stili. O V E R B E C K (Johann Friedrich), alman ressam (Lübeck 1789 - Roma 1869). 1809’da Viyana'da, F. Pforr ve başka bir­ kaç kişiyle ulusal tarih ve dinden yola çı­ karak sanatı yenilemeyi amaçlayan üukasbund’u kurdu. Bu sanatçılar 1810'da hıristiyan geleneğini araştırmak için Roma’ ya gittiler ve nasıralı* ressamlar adıyla ta­ nındılar. Overbeck, "Casa Bartholdy" freskleri üzerinde çalıştı (Yusuf'un öykü­ sü, 1816-17, bugün Doğu Berlin'de) ve As­ sisi'deki Porziuncolajnın cephe süsleme­ lerini gerçekleştirdi. Üslup açısından, Raffaello gibi Rönesans ustalarından esinlen­ di (Vittoria Caldoni'nin portresi, Wupper­ tal ve Münih). Katolikliği kabul ettikten son­ ra (1813), dinsel konulu birçok resim yap­ tı ve yüzyılın ikinci yarısında alman kilise resmi üzerinde büyük etkisi oldu. O V E R B E C K (Johannes Adolf), alman arkeolog (Anvers 1826 - Leipzig 1895), Jo­ hann Friedrich Overbeck'in yeğeni. Yunanlılar'da plastik sanatlar tarihinin antik edebiyat kaynakları konusunda yaptığı çalışmalarla (1868) tanındı. O V E R B O O K İN O a. (ing. söze.; over, fazla ve booking, kiralamadan). Otele, ip­ tal olasılıklarını göz önünde bulundurarak eldeki yer ya da oda mevcudundan da­ ha yüksek sayıda rezervasyon yapılması. O V E R B U R Y (sir Thomas), İngiliz şair (Compton-Scorplon, Warwickshire, 1581 - Londra 1613). Avukattı, dostu Robert Carr'ın Essex kontesiyle evlenme tasarı­ sına karşı çıkınca, kralın, Bacon'ın ve kon­ tesin öfkesini üzerine çekti ve Londra ku­



lesi'nde zehirlenerek öldürüldü. İngiltere’ de çığır açan A Wife (1614) adlı öğretici şiiri ve özellikle Characters adlı yapıtında, Överbury, zeki, ama mutsuz bir gözlemci olarak görülür.



çen hareketi. (Bazı "çan eğrileri” böylece daha sivrileşir; gerekli düzeltmeler uy­ gun biçimde yapılmadığı takdirde diğer “ kazaların” giderilmesi sonuçları bozabi­ lir.)



O VE R D R IV E a. (ing. overdrive). Tahvil oranı, ana vites kutusunun dişli tahvil oranlannın birini ya da tümünü değiştiren (artıran) ve elle ya da otomatik olarak ku­ manda edilen dişli düzeneği.



O V E T T (Steve), İngiliz atlet (Brighton 1955). Moskova Olimpiyat oyunları'nda (1980) 800 m olimpiyat şampiyonluğunu kazandı; 1978'de 1 500 m Avrupa birinci­ liğini ve 800 m Avrupa ikinciliğini kazan­ mıştı ve 1 500 ile bir mil dünya rekorlarını da, rakibi S. Coe ile almaşarak, sürekli olarak elinde tutuyordu.



O V E R F İS H İN O a. (ing. overfishing). AŞIRI BALlKÇILIK"ın eşanlamlısı. O V E R F L A K K E E , Hollanda'da (Güney Hollanda) ada, Ren’in denize döküldüğü yerin G.’lnde. Goeree’yle birleşmiştir. O V E R İJ S S E L , Hollanda'nın doğusun­ da il; 3 806 km2 (Kuzey-doğu polderiyle birlikte); 1 045 000 nüf. (1991). Merkezi Zwolle. Overijssel birbirinden ayrı iki ke­ simden oluşur: batıdaki alçak ve killi top­ raklar (sığır besiciliği yapılan bu toprak­ larda giderek önemini yitiren ticaret et­ kinliklerinin yerini yeni sanayi işletmeleri aldı); Twente'nln kumlu toprakları (çokürünlü tarım yerini giderek hayvancılığa bırakmaktadır); eskiden parlak olan teks­ til sanayisi (Ensschede-Hengelo-Almelo bitişikkenti tekstil sayesinde oluştu), gü­ nümüzde ciddi sorunlarla karşı karşıya­ dır; kimya sanayisinin ve dönüştürme metalürjisinin daha iyi durumda olması, Overijssel sanayisinin sorunlarını bütü­ nüyle çözmeye yetmemektedir. —Tar. VIII. yy.’da kontluğa dönüşen Ove­ rijssel, daha sonra Utrecht piskoposları­ nın (XI. yy.), Kart V'in (1528) eline geçti ve Maurits van Nassau tarafından fethedildi (1591-1597). Napoléon I döneminde Bouches-de-l'Yssel département'mi oluş­ turdu (1810-1814). O V E R K İL L a. (yok etme anlamına ge­ len ing. söze.). Ask. 60’iı ve 70'li yıllarda, caydırma çerçevesinde, SSCB’nin gücü­ nü stratejik nükleer silahlara dayanarak tam bir yıkımla tehdit etmeyi savunan bir ABD kuramına verilen ad.



0V E R LA N D (Arnulf), norveçli yazar (Kristiansund 1889 - Oslo 1968). Önce şiir kitapları (Den ensomme fest, 1911; De hundrede M iner, 1912) yayımladı; Birin­ ci Dünya savaşı'ndan sonra Mot Dag der­ gisinde bir araya gelen marxçi gruba ka­ tıldı; bazen karamsar, bazen alaycı bir ha­ vaya bürünen katı ve özlü bir şiirin ustası oldu, ezilenleri (Brfidog vin, 1919), dürüst­ lüğü ve adaleti savunurken (Berget det Bla, 1927), bir yandan da nazilere karşı sosyalistlerden yana çıktı (Jeg besverger dig, 1934; Den rpde front, 1937) ve alman işgali sırasında halka alarm çağrısı yapan bir yapıt yazdı (Ord i aivor til det norske folk [Norveç halkına ciddi sözler], 1940). Direnişçilere katılan, tutuklanan ve Alman­ lar tarafından toplama kampına gönderi­ len 0verland, 1945’te ülkesine dönüşün­ de ulusal şair olarak karşılandı ve savaşı konu alan şiirler yazdı (Vi overlever alt, 1945; Tiibake til livet, 1946). Savaştan son­ ra şiiri giderek daha simgesel, daha lirik bir özellik kazanan 0verland'ın öyküleri, denemeleri ve oyunları da vardır.



O V İD İU S (Publius Naso), latin şair (Sulmona, Abruzzi, İ.Ö. 43 - Tomi, bugün Kös­ tence, Romanya, İ.S. 17 ya da 18). Atlı sı­ nıfından bir ailenin çocuğuydu; şiirle da­ ha çok ilgilenebilmek için avukatlığı bırak­ tı, Roma'nın kibar ve aydın çevrelerine ka­ tıldı. ¡.S. 8 ’de, bilinmeyen ahlaksal ya da siyasal nedenlerle, Augustus tarafından Pontos Euksenios'ta Toml'ye sürüldü ve orada öldü. Ovldius birkaç erotik şiir kitabı (Aşklar’ [Amores], Heroides* Sevmek’ sanatı [Ars amatoria], Remedia amoris, Medicamine faciei femineae), daha sonra, çok daha yetkin yapıtlar olan Metamorphoseis’ ve Fasti” y\ son olarak da sürgün sırasında Tristia’ ve Mektuplar’ (Epistulae ex Ponto) ile Antikçağ’da çok ünlü olan, ancak günümüze kimi parçaları kalan Medea'yı yazdı. Büyük bir anlatma kolaylığı ve araş­ tırıcı, özgün bir bakışı bulunan Ovldius, özellikle, ele aldığı konuların çeşitliliği ve anlatımındaki incelikle dikkati çeken yapıt­ lar verdi. Şiirlerinde Roma yüksek sosye­ tesini büyük bir ustalıkla canlandıran Ovidius, sürgünden yakındığı yapıtlarında bi­ le havailikten kurtulamadı. Ovidlus'un sü­ rekli nükte yapmaya, özentili sahneler çiz­ meye çalışması okuyucuyu bıktırsa da, zengin ve pitoresk anlatımı, yaşadığı dö­ nemde çok büyük bir ilgi görmesinde ve Ortaçağ’a kadar en beğenilen latin şairi olarak kalmasında rol oynadı. L a u ro s -G ira u d o n



¥



Ovidius’un Remedia amoris adlı yapılının XIV. yy.’a ait bir elyazmasının sayfası Belediye müzesi, Perpignan



O V E R L A N D P A R K , ABD'de (Kan­ sas) kent, Kansas City'nin güney-güneybatı banliyösünde; 111 790 nüf. (1990). Konut merkezi. O V E R LO K a (ing. overlock). 1. Kumaş kenarına makineyle yapılan sık sürfile di­ kişi. —2. Bu dikişi yapan makine OVERLO KÇU a. 1. Overlok makinesin­ de çalışan işçi. —2. Overlok makinesi sa­ tan ya da onaran kimse. O v a rio rd h a r e k â tı, haziran 1944'te Müttefiklerim Normandiya* çıkarmasına yol açan harekâta verilen kod adı. O VERSH O O T a. Fizyol. Bir grafik kayıt eğrisinin, dönüş süresinde çıkıştaki taban çizgisini aşan ya da kaydedilen uyarıya tam uyan değeri genlik bakımından ge­



8985



O V İE D O , ispanya'da kent, Asturias'da il merkezi; 194 637 nüf. (1990). Üniversi­ te. Kent 1934'te ve 1936-37'de yakılıp yıkıldıysa da yeniden inşa edilmiştir. Yöne­ tim, maliye, ve sanayi (metalürji, besin) merkezi. —Oviedo ili, 10 565 km2; 1 211 362 nüf. (1990). Cantábrica sıradağları­ nın K. yamacında yayılan il, çok engebe­ li bir bölgede yer.alır. Kıyı kesiminde ye­ tiştirilen ürünler (mısır, patates) yerini yük­ sek vadilere doğru çayırlara ve ormanla­ ra bırakır. İlde, kömür yataklarının yanı sı­ ra, ağır;saoayiriin kurulmasına olanak ve­ ren çinko ve demir madeni yatakları da



geslnde Rize dağlarında geçit (1 600 m); Rize’nin Iklzdere İlçesini Erzurum'un ispir ilçesine bağlayan karayolu bu geçidi iz­ ler. O V İZ M a. (fr. ovisme). Biyol. Günümüz­ de terk edilmiş bir biyolojik kuram. (Ona göre, kalıtsal özellikler yalnız dişi gamette [ovul] bulunur, spermatozoit sadece ge­ lişmeyi başlatan bir uyarıcı rolü oynar.) —A nsİkl. Ovizm döllenmesiz çoğalma* konusundaki çalışmalardan sonra bir de­ receye kadar yeniden geçerlik kazandı. (Hatta “ herhangi bir uyaran bile yumur­ tada gelişmeyi başlatabilir" diyecek kadar ileri gidildi.) Bununla beraber, döllenme­ siz çoğalma hayvanlar âleminde ender görülen bir çoğalma tarzıdır ve daima normal eşeyliğin evriminden türer. O V M A a. Ovmak eylemi. —Sağl. kor. El ayasıyla ve parmaklarla yü­ zeysel alanlara (deri ve dokular) ve kas kütlelerine uygulanan ve yatıştır» etki ya­ ratan masaj. —Ted. Deri yoluyla emilmek üzere hazır­ lanmış ilaçların alınma biçimi. (Ovma, ya kan çekici etki sağlamak amacıyla ya da yerel olarak bazı ilaçları [sakinleştiriciler, antienflamatuvarlar, gevşeticiler] deriye yedirmek için yapılır.)



Oviedo



Santa María de Naranco capeUasi'nm (eski krallık sarayı) içten görünüşü IX.-X. yy.



bulunmaktadır. —Tar. VIII. yy.'da Ovetum, bir manastır merkezi ve Asturias krallığı'nın başkenti durumuna geldi (X. yy. başında başken­ tin Leön’a taşınmasına kadar). 1262’de ko­ mün kuramlarıyla donatılan Oviedo, Or­ taçağda son derece zenginleşti. 1808de, Fransızlar'a karşı bir direniş merkezi oluş­ turdu. iç savaş sırasında milliyetçilere ka­ tıldı ve temmuz-eklm 1936 arasında hü­ kümet kuvvetleri tarafından kuşatıldı. —Güz. sant. Antikçağ etkilerine hâlâ çok açık olmasına karşın tonoz yapımında ve anıtsal heykelcilikte büyük yaratıcılık gös­ teren, gerçek bir romanöncesl sanatın, Asturias sanatının en ayırtedici örnekleri Ovledoda yer alır, iki katlı Cámara Santa capellası (katedralin yanında) ve freskler­ le süslü S. Julián de los Prados bazilikası (800'e doğr.) kentin içindedir. Kent yakın­ larındaysa kral Ramiro döneminden (842 -850) kalma iki önemli yapı bulunur: S. María de Naranco capellası'na dönüştü­ rülen eski krallık sarayı ve S. Miguel de Llllo kilisesi; kentin 30 km güneyinde yer alan küçük S. Cristina de Lena kilisesi de aynı döneme aittir. Yapımına 1388de baş­ lanan ve 1498de kutsanan Oviedo kated­ rali gotik üsluptadır. Eski S. Vicente ma­ nastırında eyalet müzesi.



OVİGER sıf. (fr. ovigéreden). Biyol. 1. Kürekayaklıların, pyçnogonidanın, vb. oviger kesecikleri gibi, hayvanlarda yumur­ taları barındıran dış organlara denir. —2. Kabukluların yumurta taşıyan dişilerine denir. —3. Oviger disk, PROLİGER DİSK’ in eşanlamlısı.



OVİHEİT a. (fr. owyhéeite; Amerika Bir­ leşik Devletleri'ndeki Owyhee [County]’ den). Miner. Ortorombik sistemde yer alan doğal kurşun ve gümüş antimonatsülfür. ju OVİJEŞİ sif. (fr. ovigéne). Dokubil. 1. Yu­ murta doğuran. —2. Ovijen tabaka, yu­ murtalıkta, ilk genğ follküllerin yığılmasın­ dan oluşan yüzeysel tabaka. (Foliküllerin gelişmesi yumurtaları meydana getirir.) O V İM B U N D U L A R



-



M B UNDU LAR.



O V İS E L a. (fr. ovicelle, lat. ovum, yumur­ tadan). Ectoprocta öbeğinden yosunhayvanlarında embriyonun olgunlaştığı kuluç­ ka odası. (Kolonideki polipiti yozlaşmış bir dişi bireyin dönüşüm geçirmesi sonucu oluşur.)



OVİSİT sıf. (fr. ovicide). Kim. Böceklerin ve diğer omurgasızların yumurtalarını öl­ düren bir madde için kullanılır. O V İT D A Ö I g e ç id i, O. Karadeniz böl-



OV M A Ç a. Yörs. 1. Ovalanarak ufalan­ mış hamurdan yapılan çorba. —2. Taze tarhana. O V M A K g. f. 1. Bedenin bir bölümünü (bir şeyle) ovmak, elini oraya bastıra bas­ tirá yinelenen bir hareketle (bir maddey­ le ya da hiçbir madde kullanmaksızın) sürtmek: Boynumu biraz ovar mısın? Kas­ ları yumuşatmak için bacakları kremle ov­ mak. —2. Bir şeyi (bir şeyle) ovmak, bir şeyi, temizlemek parlatmak amacıyla bir şeyin üzerine (temizleyici, parlatıcı bir madde kullanarak ya da kullanmadan) yi­ nelenen hareketlerle sürtmek; bastıra bas­ tirá üzerinden geçmek: Tahtaları ovmak. Lavaboyu vimle ovmak. Yumuşak bir bez­ le gümüş kaşıkları ovmak. —Metalürj. Bir kumu ovmak, döküm ku­ mu tanelerini, bunların bir bağlayıcıyla kaplanmasını sağlamak üzere birbirleri üzerinde kaydırmak. ♦ ovdurm ak ettirg. f. Ovmak eylemini yaptırmak: Omuzlarını ovdurmak. Bir ye­ ri telle ovdurmak. ♦ ovd urtm ak ettirg. f. Ovdurmak eyle­ mini bir başkasına yaptırmak. ♦ ovulm ak edilg. f. Ovmak eylemine konu olmak. ♦ ovunm ak dönşl. f. Bir kimseden söz ederken, kendi bedenini ovmak. OVOOA a. Tropikal Afrika'da yetişen ve kaba dokulu, yumuşak ve hafif pembemsi bej bir odun veren ağaç. (Odunu İç doğ­ ramacılıkta, düzenlemede, hafif yapı işle­ rinde, kasa yapımında, kaplamacılıkta kul­ lanılır. Bil. a. Loga oleosa; rhizophoraceae familyası.) OVOGAM İ a. (fr. oogamie'deri). Biyol. ve Bot. Hareketli, kamçılı ve küçük bir anterozoidin (erkek gamet), hareketsiz, yedek besinle dolu, yuvarlak bir oosferi (dişi ga­ met) döllemesi. (Ovogamiye çeşitli suyosunlannda, karayosunlarında, eğreltilerde ve natris denilen açıktohumlularda rastla­ nır.) O V O O EN EZ a. (fr. ovogenése'deri). Bi­ yol. Dişi hayvanlarda ilk diplolt gonosltin, iki kutup yuvarı atarak haploit ovotide dö­ nüşmesiyle sonuçlanan hücre farklılaşma­ sı süreci. — A N S İ K L . Ovogenez bir çoğalma evresi ile başlar ve bu sırada ovogoniler çoğalır. Sonra ovogani uzun bir büyüme evresi geçirir ve bu evrede yedek besin topla­ yarak İri bir hücre olur. Bu "birincil ovosit" böylece olgun bir ymurtanın yapısını ve boyutlarını kazanır. Fakat tam olgunluğa ulaşması için, bir dinlenme evresinden ve gerekliyse döllenmeden sonra, iki karak­ teristik bölünme geçirir. Bu evreye, olgun­



laşma evresi denir. Birinci olgunlaşma mitozu sonunda bir­ birine eşit olmayan İki yavru hücre oluşur: İkincil ovosit ve yozlaşacak olan çok kü­ çük birhücre, yani, birincil kutup yuvarı. İkinci olgunlaşma mitozu sonunda ikincil ovosit İkiye bölünerek ovotit ve ikincil ku­ tup küreclğini verir Bu da birinci kutup yu­ varı gibi yozlaşacak küçük bir hücredir. Ovotit, türünün n sayıdaki kromozomunu içeren haploit bir hücredir. OVO G LO BÜ LİN a. (fr. crvoglobuline). Biyokim. Yumurta akında bulunan globülin. OVOGON a. (fr. oogone'dan). Bazı suyosunlarına (fucus), charophyta grubuna ve çeşitli mantarlara (peronosporales, saprolegniales) özgü organ. (Yumurtlamadan önce ya da sonra döllenmeye yarayan ga­ metler (oosferler] bunun içinde farklılaşır.) O V O G O N D A â A R C lâ l a. Bot. 1. Bir­ çok suyosununda (fucus) üreme organ­ larını içeren çukurluk. —2. Ciğeryosunlarının dağarcığı. OVOOONİ a. (fr. ovogonie). Biyol. Ovogenezin başlangıcı olan ilk gonosit. (Ovo­ goniler diplolttlr; memelilerde ancak dişi bireylerin yaşamının kısa bir döneminde çoğalır.) O V O K İS T a. (fr. ookysfe'ten). Vet. Koksidiyozun bulaşmasını sağlayan ve dış or­ tama çok dayanıklı olan kistleşmiş yumur­ ta. O V O LE S İTİN a. (fr. ovolĞcithine). Biyokim. Yumurtadan elde edilen lesitin. O V O LİT - OOLİT. OVOM ÜSİN a. (fr. ovomucine). Biyoklm. Yumurta akında bulunan ve alyuvarların grip virüsü tarafından çökertilmesini en­ gelleyen glikoprotein. O V O N İK a. (fr. ovoniçue, Ing. ovonics' ten). 60'lı yıllarda, amerlkalı Stanford R. Ovshinsky'nin bulduğu ve ince katman­ lar halindeki bileşmiş kimi elementlere İliş­ kin özelliklere dayanan tekniklerin tümü. ♦ sıf. 1. Ovoniğe ilişkin. —2. Ovonik et­ ki, ovonik tekniklerinde ortaya çıkan ya da kullanılan etki. —ANSİKL. Ovonik, elektroniğin teknolojik bir dalıdır. Kalkojenürlerle (özellikle tellür), dönemli sınıflandırmanın dördüncü ve be­ şinci sütunundaki elementlerin (silisyum, germanyum, arsenik, antimon) bileşimle­ rinden oluşan filmlerin özelliklerinden kay­ naklanır. İlk ovonik etki, bu filmlerde görülen bir elektriksel iletim eşiği etkisidir. Bir film İki elektrot arasına yerleştirildiğinde uygula­ nan gerilim bir eşik değerini aşmadığı sü­ rece çok büyük bir direnç gösterir. Bu ge­ rilim eşiği aşıldığında, direnç birkaç nanosaniyede, başlangıçtaki değerinin bin­ de birine düşer. Olay tersinirdir ve bir mlkrosaniyeden az bir sürede başlangıç du­ rumuna dönülür. Bu eşik etkisi, gigahertzler bandında çalışabilen, son derece hız­ lı anahtarlama düzeneklerini gerçekleştir­ mede kullanılır. İkinci ovonik etki, camsı yapıdan kris­ tal yapıya ya da kristal yapıdan camsı ya­ pıya geçişin sonucu olan bir bellek etki­ sidir. Düşük gerilimlerde, camsı film yalıt­ kan, kristal film ise iletkendir. Camların bir çoğu gibi kalkojenür camlar da, “ de liquidus” sıcaklığı adı verilen bir sıcaklık­ tan daha düşük bir sıcaklığa getirildikle­ rinde donuklaşabilirler; "de liquidus" sı­ caklığının üzerinde, cam kararlı bir sıvıdır. Bu sıcaklığın biraz altında ise, önce ilet­ ken olan, ama 375 “C'nin üzerinde ısıtı­ lıp hızla soğutulduğunda yeniden yalıt­ kanlaşan kristal bir evre oluşur. Isıl etkilerden kaynaklanan bu evre de­ ğişimleri, birkaç mlliamperlik bir akım uy­ gulanarak yerel olarak ve milisaniye dü­ zeyindeki zaman aralıklarında elde edile­ bilir. Bu evre değişimleri, hemen hemen noktasal olarak, laserle de elde edilebilir. Evre değişimleri tersinirdir ve ancak bin­ lerce çevrimden sonra yorulma ortaya çı­ kar. Özdeş yöntemlerle, bilgi depolamak ya da silmek de olanaklıdır. Bu bilgiler op­ tik yöntemlerle okunabilir, çünkü camsı ya­



Oxelösund pılar saydam, kristal yapılar ise saydam değildir. Ovonik bellekler, bilgilerin sıkça okunduğu ama ender olarak silindiği uy­ gulamalar için uygundur OVD PLA ZM A a. (fr. ooplasme'dan). Bö­ cek yumurtasının iç sitoplazması. (Ovoplazma, ilmekleri vitellus ya da dötoplazma içeren bir ağ biçimindedir.) [Karşt. PERİPLAZMA.j



OVO SİT a (fr. ovocyte). Zool. Ovogenez şırasında dişi gametin farklılaşma evresi, (iki çeşit ovosit vardır: bir ovogoninin bö­ lünmesiyle oluşan, diploit ovosit I ya da birincil ovosit; ilk kutup yuvasının dışarı­ ya atılması sonucu oluşan, hapboit ovo­ sit II ya da ikincil ovosit.) —Böcbil. Böceklerde olgunlaşmadan ön­ ceki dişi gamet. (Ovositler germaryumda farklılaşır.) [Eşanl. OOSİT] O V O TESTİS a (fr. ovotestıs). Biyol. Dokusal açıdan hem yumurtalık, hem erbezi özelliği gösteren eşeysel bez. (Ovotestis, salyangoz gibi bazı erdişi hayvanlar­ da bulunur.) O VOVİVİPA R a ve sıf. (fr. ovovivipare). Biyol. Babaköş ve engerek gibi yumurta­ sı karnında açıldığı için doğuruyormuş gi­ bi üreyen hayvanlara denir. O V O VİVİPA R U K a Biyol Yumurtaların ana karnında açılması sonucu doğruyormuş gibi üreme ve yumurtlama biçimi. O V U C U a. Metalürj. Kum ovucu, döküm kumunu ovmaya yarayan aygıt. O VULA a. Sıcak ve ılıman denizlerde ya­ şayan, öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Yumuşak bölümleri si­ yahtır; yumurta ya da mekik biçimindeki, kaygan, parlak kavkısı genellikle beyazdır, dar bir açıklığı ve kaygan, enine oluklu bir peristomu vardır. Papu halkı, Ovula ovum'u süs olarak kullanır Ovulidae ya da Amphiperatidae familyasının örnek tipi.) O VULASYO N a. (fr. ovulation'dan). YUM URTLAM A.



O VU LM A K



OVMAK.



OVUNMAK -



OVMAK.



O V U Ş T U R M A a. Ovuşturmak eylemi. O V U ŞTU R M A K g. f. 1. Bir şeyi (bir şey­ le) ovuşturmak, bir şeyi bastıra bastıra bir şeyin üzerinden tekrar tekrar geçirmek; ovalamak; Uyuşan kotunu ovuşturmak. Eliyle gözlerini ovuşturmak. —2. Ellerini ovuşturmak, birbirine sürtmek; ovalamak. ♦ ovuşturulmak edilg. f. Ovuşturmak eylemine konu olmak. O VUŞTURULM AK -



OVUŞTURMAK.



Ö VÜ L a. (fr. ovule). Eczc. 1. Dölyolu pan­ sumanı için kullanılan zeytin biçiminde ha­ zırlanmış yumuşak ya da sert kıvamda ilaç. —2. Kuru övül, dölyoluna yerleştiril­ mek üzere hazırlanmış komprime, (içeri­ ğini yavaş yavaş dölyoluna salıverir.) O V Y E Ç K İN (Valentin Vladimiroviç), rus yazar (Taganrog 1904 - Taşkent 1968). 1935'te öyküler (Récits kolkhozi­ ens [fr. çev.]) yazmaya başladı, savaşı yansız bir gözle aktaran yapıtlarının (le Salut du front [fr. çev ], 1945) yanı sıra, oyunlarıyla (Nastiya Kolosova, 1949), özellikle de denemeleriyle (le District en semaine [fr. çev ], 1952-1956) dönemin tarım siyasetinin sért bir gözlemcisi ve ’köy edebiyatı'nın öncülerinden biri ola­ rak tanındı. O W A N DO , esk. Fort-Rousset, Kongo' da yer. Cuvette bölgesinin merkezi, ekva­ tor yakınında. OW EN



ya d a



O W A İN -



Eoghan.



O W E N (George), walesli tarihçi (Henllys, Dyfed yönetim bölümü, 1552 - Haverford­ west Dyfed yönetim bölümü, 1613). Yargıç ve wales gentrysinin ileri gelen üyesiydi, boş zamanlarında wales tarihini inceledi. 1602'de Wales ve özellikle 1603’te Pemb­ rokeshire (bugünkü Dyfed yönetim bölü­ mü) üzerine yazdığı betimlemeler, XVII. ve XVIII. yy. İngiliz "antiquarie” lerinin ilk ve en iyi örnekleri arasında yer alır.



O W E N (Goronwy), walesli şair (Llanfair Mathafarn Eithal, Anglesey. 1723 - Bruns­ wick County, Virginia, 1769). Rahip oldu, Virgınia'da tütün yetiştirdi; eski kelt gezgin çalgıcılarının okuduğu cywydd türünde ustaydı; daha sonra hırıstıyanlığın desta­ nını welsh dilinde yazmak umuduyla gün­ lük olaylar üzerine pek çok şiir kaleme al­ dı. Ancak The Day of Judgementi ta­ mamlayamadı. XVIII. yy. kelt edebiyatının canlanmasında rol oynayan Owen'm kur­ duğu edebi akım, bugün de etkindir. O W E N (Robert), İngiliz insansever ve sosyalist (NSWtown, Powys yönetim bölü­ mü, 1771 - ay. y. 1858). Manchester'de bir iplik fabrikasının üretim müdürlüğünü yaptı, sonra kendi hesabına çalışmaya başladı. Glasgowlu bir iplik fabrikatörünün kızıyla evlendikten sonra, 1799'da New Lanark’ta (iskoçya) büyük bir işletme sa­ tın aldı ve 1824'e kadar yönetti. Bu arada büyük bir servet yaparak bunun önemli bir bölümünü işçilerinin durumunu düzelt­ mekte kullandı. A New View of Society, or Essays on the Principie of the Formation of Human Character (Toplumun yeni bir görünümü ya da insan kişiliğinin oluşum ilkesi üzerine denemeler) [1813-14] ve Report to the County of Lanark (Lanark eya­ letine şikâyet mektubu) [1815-1821] adlı yapıtlarında düşüncelerini açıkladı. İlerle­ me ve mutluluğa inanıyordu. Kimilerinin (patronlar) zenginliğine ve kimilerinin de (işçiler) yoksulluğuna yol açan kapitalist rejimi eleştiriyor, bir iş yasası hazırlaması gereken devletin (1819'da onun etkisiyle çocukların çalışmasını sınırlandıran bir ya­ sa kabul edildi) ve insansever patronların çabasıyla, işletme yaşamını değişikliğe uğratmak istiyordu. Sonra yavaş yavaş karşılıklı işbirliği ve mal ortaklığına daya­ nan bir sistem geliştirmeye başladı. Bunun üzerine, “ ortaklaşa çalışma köy­ leri" kurmayı tasarladı. 400-600 hektar arasındaki mülkler üzerinde kurulan ve sayıları 500 - 2 000 arasında değişen "er­ kek, kadın ve çocukların bilimsel birlikleri” olan bu köylerde İşbölümü kaldırılacak, ücret olmayacak, kârlar tüm köy nüfusu arasında bölüşülecek, eğitim temel bir yer tutacaktı. 1824'te ABD'ye gitti ve serveti­ nin büyük bir bölümünü harcayarak ko­ münist New Harmony (indiana) kolonisi­ ni kurdu. Ancak 1825'te kolonlar arasın­ da anlaşmazlık ve çekişmeler baş göster­ di, bu durum da 1826'da bölünmelere yol açtı. Birkaç yıl daha sûren deneyi 16'sı ABD'de ve 7'si Büyük Britanya'da olmak üzere, başka deneyler de izledi. 1829’da New Harmony'nin başarısızlığa uğrama­ sı üzerine Owen, Büyük Britanya'ya geri döndü. Hiçbir zaman yılgınlığa kapılmadan, et­ kin bir biçimde sendika ve kooperatif ha­ reketine katıldı. 1832'de bir emek değişim borsası (National Equitable Labour Exchange) [Ulusal nitelikte dürüst bir iş ve işçi bulma kurumu] kurdu. Üreticiler bu borsada, piyasa iktisadını ortadan kaldır­ mak amacıyla, kendi yapılmış ürünlerini mübadele ediyorlardı. Sistem daha 1833' te başarısızlığa uğradı. Ancak İngiliz işçi hareketi bu sırada tam bir gelişme için­ deydi ve grevler birbirini izliyordu. Owen, sendikaların eylemleri arasında bir eşgü­ düm kurulmasını önerdi. 1834'te Grand National Consolidated Trades Union ku­ ruldu ve kısa bir sürede 500 000 işçiyi bir araya getirdi. Bu hareketin amacı, zora başvurmadan, yalnızca grev yoluyla, de­ rin toplumsal dönüşümler sağlamaktı. An­ cak birkaç ay içinde hareket, hükümet ve patronlar tarafından bastırıldı. Toplumun ancak inandırma ve eğitim­ le değişebileceğine inanan Owen, bunun üzerine "mantıklı kafalar"a seslendi, Hampshire'deki Queenwood'da, yeni bir ortaklaşa çalışma köyü kurdu. Book of the New Moral World (Yeni ahlak dünyasının kitabı) da [1836-1844] adlı yapıtını da o sı­ rada yayımladı. Ölümünden bir yıl önce, Life of Robert Owen Written by himselft (Kendi kalemiyle Robert Owen'in yaşamı)



[1857] yayımlattı. Daha yaşadığı günler­ de düşünceleri (owencilik ya da sosya­ lizm), işçiler arasında ve bazı burjuva katmanlarda derin bir etki yarattı. Owen, İn­ giliz sendikacılığına ve çartizmin "ruhsal güç" eğilimine büyük bir atılım kazandır­ dı.



8987



O W E N (sir Richard), İngiliz doğabilimcı (Lancaster 1804 - Londra 1892). Öncele­ ri cerrahlık yaptı, 1835’te Cerrahlar koleji müzesi'nde, 1836'da da British Museum doğa tarihi bölümü'nde müdür oldu. Kar­ şılaştırmalı anatomi ve paleontoloji konu­ larında pek çok yapıtı vardır. O W E N (Daniel), walesli yazar (Mold, Clwyd yönetim bölümü, 1836 - ay. y. 1895). Bir madencinin oğluydu; terzilik, vaizlik yaptı, ingiliz-welsh roman gelene­ ğinden uzaklaşan kurmaca yaşamöyküleriyle (Hunangofiant Rhys Lewis, 1885), sanayi devriminin sorunlarını dile getirdi (Profedigaethan Enoc Huws, 1891).



F le m in g



O W E N C IL IK a. Robert Oweriin, çalış­ ma ve ürün ortaklığına dayanan sistemi. O W E N O O , Gabon’da yer, Libreville ya­ kınında, kereste dışsatım limanı. O W E N F A L L S , Nil'in Ugandadakı ke­ siminde çavlanlar, Jinja nın K.'inde. Baraj ve hidroelektrik tesisi. Ow en G lendo w er



-



g le n d o -



WER.



O W E N S (James CLEVELAND, Jesse —denir), amerikalı atlet (Danville, Alaba­ ma, 1913 - Tucson 1980). 1936’da Beriiri de dört olimpiyat şampiyonluğu kazandı (100 m, 200 m, uzun atlama ve 4x100 m bayrak), 100 m ve 200 m ile uzun atam a (8,13 m, 1935'te gerçekleştirildi ve ancak 1960'ta kırıldı) dünya rekorlarını elinde tut­ tu.



O W E N S B O R O , ABD'de (Kentucky) kent, Ohio kıyısında, Louisville'in B.’sında; 54 400 nüf. Bir tarım bölgesinin merkezi. Tarıma dayalı besin sanayileri. Metalürji. Kimya. Mobilyalar. O W E N S O U N D , Kanada'da (Ontario) kent, Huron gölünde, Georgia körfezi kı­ yısında liman; 19 500 nüf. Tersaneler. Elektronik. O W E N STA N LE Y, Yeni Gine'de kütle. Papua-Yeni Gine'de, adanın G.-D.'sunda; mont Victoria'da 4 074 m. K.-B.'dan G. -D.'ya doğru 300 km’yi aşkın bir çizgi ha­ linde uzanır. Hepyeşil orman 3 400 m yük­ seltiye kadar yamaçları kaplar. Owen Stanley dağlarında papu kabileleri yaşar. O W E R R İ, Nijerya'da kent, Port Harcourt’un K.'inde, imo eyaletinin başkenti; 75 000 nüf. O X A Ü D A C E A E a. Bot. EKŞİYONCAGİLLER familyasının bilimsel adı. OXBOW a. (ing. oxbow, menderes). Hidrol. iki komşu kıvrıntıyı ayıran kolun kesil­ mesi sonucu bir akarsuyun terk ettiği B k. re s im s a y fa 8 9 8 8



menderes çıkıntısı. (Böyle bir ölü kolun [Louisiana'da bayu denir] yerinde geçici olarak, hilal biçiminde bir göl bulunabilir.) O X E LÔ S U N D , İsveç'te (Södermanland)



Robert Owen William Brooke’ın bir portresinden ayrıntı



Daha sonra etkisi azalan Oxenstiema, Christina'nın tahttan çekilmesini önleye­ medi. O X E N S T ÎE R N A (Bengt Gabrielsson), K orsholm ve Vasa kontu, isveçli diplo­ mat (Mörby, Uppland, 1623 - Stockholm 1702), Axel'in yeğeni. Osnabrück (1648) ve Oliva barışı (1660) görüşmelerine ka­ tıldı, livonya genel valiliği yaptı (1662 -1666), Nijmegen antlaşması'na (1678) ve şansölye olarak Lahey antlaşması (1681) görüşmelerine katıldı.



Oun-sur-Meuse’ün batısında Meuse'ün bir menderesinin kesilmesinden doğan oxbow (Meuse)



S to c k h o lm m ü z e s i



Axel Gustavsson Oxenstiema D. Dum onstier’nin deseni (1633) Stockholm müzesi



Oxford Brasenose College (1509)



liman kenti, Nyköping yakınında, Battık denizi kıyısında; 14 000 nüf. Çelik fabri­ kası. Sayfiye merkezi. O X E N S T iE R N A (Axel Gustavsson), S öderm öre kontu, isveçli devlet adamı (Fânö, Uppsala, 1583 - Stockholm 1654). Şansölye oldu (1612), kral Gustaf Adotf'un güvenini kazandı, seferleri sırasında ülke­ yi, onun adına yönetti. Prusya genel vali­ liğine getirildi (1626). Polonya ile Altmark silah bırakışması görüşmelerini yürüttü (1629); Rheinland’ı yönetmekle görevlen­ dirilince (1631), ordunun yiyecek ve silah gereksinimlerini sağlamada parlak bir ba­ şarı gösterdi. Christina’nın Naiplik kurulu başkanlığına getirildi (1632), beş üyeli bir 'Senato'ya bağlanan Riksdag'ı kolejlere bölen 1634 Anayasası’yla krallığa yeni bir düzen getirdi; posta hizmetini, Abo üni­ versitesi'™ kurdu ve Amerika'daki Delawa­ re kolonisini kurdurttu (1638). Nordlingen yenilgisinden (1634) sonra, Prusya'dan alınan topraklan Polonya’ya geri vererek, bu ülkeyle bozuşulmasını ön­ ledi; sonra Richelieu’den para yardımları sağlamak üzere Compiègne’e gitti (1635) ve onunla Hamburg bağlaşması'™ imza­ ladı (1638), ardından Danimarka'ya Brömsebro antlaşması’™ kabul ettirdi (1645); bu antlaşmayla Sund üzerinden taşınan mallardan alınan vergiler kaldırılıyor ve Gotland, Ösel ve Halland İsveç'e bırakılı­ yordu. Westfalen barışı’yla Gustaf Adolf' un rüyası gerçekleşti ve Batı Pomeranya Stettin'le birlikte Oder ağzındaki toprak lar, Bremen ve Verden İsveç'e geçti (1648) K e rs tin g



O X F O R D , Büyük Britanya'da kent, yö­ netim bölgesi merkezi, Thames ırmağı­ nın yukarı çığırı kıyısında; 116 200 nüf. (1989). Gotik mimari anlayışıyla yapılmış kolejler ve birçok başka anıt, eski kente büyük bir çekicilik kazandırır. Günümüz­ de katedral olarak kullanılan Christ Church, roman-norman üslubundadır Christ Church College'ın resim (İtalyan primitifleri) galerisi. Oldukça zengin ar­ keoloji ve doğu sanatları müzesi (Ashmolean Museum), Bodleian Library (renkli resimlerle süslü elyazmaları). Bu eski üniversite kenti sanayileşmiştir (konservecilik, otomobil yapımı, elektrik gereçleri). —Tar. Adına İlk kez Anglosakson kroniği'nde rastlanan kent, Norman döneminde gelişti. Kentte bulunan okullardan yola çı­ kılarak, XII. yy.'da, Paris'teki örneğe göre gelişme gösterecek olan bir üniversite ku­ ruldu. Bazı bilginlerin 1209'da ayrılıp Cambridge'te başka kolejler kurmalarına karşın, XIII. yy.'da Oxford Üniversitesi, tanrıbilim, özellikle de Robert Grosseteste ve Roger Bacon'un sivrildikleri fen alanında, Paris Üniversitesi’ne rakip oldu. XIV. yy.’da en büyük tanrıbilimciler (Ockham, Duns Scot, Bradwardine ve Wycliffe) Oxford’da yetiştiler ve ders verdiler; üniversite, özel­ likle de Merton College, matematik ve fi­ zik dallarında uzmanlaşmaya devam etti. Wycliffe'in mahkûmiyeti bu canlılığa son verdi; XVI. ve XVII. yy.'larda daha katolik ve tutucu olan Oxford, Cambridge ile ya­ rışmak zorunda kaldı ve ancak XVIII. yy.'dan sonra eski ününe yavaş yavaş ka­ vuştu. Cambridge*'te olduğu gibi üniver­ site, bir dizi özel ve bağımsız vakıftan olu­ şur. University College (1249’da William of Durham tarafından kuruldu), Balliol Col­ lege (1263’te John Baliol [ya da Balliol] ta­ rafından kuruldu) ve Merton College (1264’te Walter of Merton tarafından ku­ ruldu) en eski üç kuruluştur. En ünlü ko­ lejler arasında, Queen's College (1340), New College (1379), All Souls (1438), Magdalen (1458), Brasenose (1509), Cor­ pus Christi (1517), Christ Church (1525), Saint John's (1555), Trinity (1555), Jesus (1571), Wadham (1612), Pembroke (1624), Worcester (1714), Hertford (1874) da sayı­ labilir. XX. yy.'da, üniversitenin modernleştirilmesiyle yeni kurumlar (Oxford Poly­ technic, 1970) oluşturuldu.



Oxford English Dictionary (Oxford İngilizce sözlüğü), İngiliz dilinin tarihsel sözlüğü, 12 cilt ve 1933'te yayımlanmış bir ekten oluşur. J. Murray'in tasarlayıp yönet­ tiği New English Dictionary on Historical Principles'in (İngilizce yeni tarihsel ilkeler sözlüğü) [1854-1928, 10 cilt] gözden ge­ çirilmiş baskısıdır. Yapıt, XII. yy.’dan bu ya­ na İngilizce sözcük dağarcığının tümünü kapsayan bir dizelgedir; anlamlar tarihsel bir plana göre sınıflandırılmış ve tarihleri belli yaklaşık 5 milyon alıntıyla örneklendirılmiştir. 1955'te, A Supplement of the Oxford English Dictionary'nin (Oxford İn­ gilizce sözlüğü’ne ek) [3 cilt, 1972, 1976 ve 1980'de yayımlandı] hazırlanmasına başlandı. Oxford h areketi, XIX. yy.'da çoğu Ox­ ford Üniversitesi mensubu clergymanle ri, Anglikan kilisesi'ni yenileştirmeye ve hatta aralarından bazılarını Roma kilisesi’ne geçmeye yönelten ritualism akımı. Birçok anglikan aydın ve papaz, yerleşik kilise dogmalarının liberalizm tarafından



tehlikeye düşürüldüğünü görmek ve Par­ lamento'nun anglikanizm üzerindeki artan etkisini saptamaktan üzüntü duyuyorlar­ dı. Aralarından bazıları -Oxford profesör ya da tanrıbilimcileri- bu duruma karşı bir tepkide bulunmaya karar verdiler; Edward Bouverie Pusey (harekete bazen puseycilik adı veriliyordu), John Henry Newman ve John Keble, bunların en önemlileriydi. John Keble'ın 14 temmuz 1833'te Ulus­ ça dinden dönme konusunda verdiği va­ az, derin bir etki yarattı ve yerleşik kilise­ nin korunmasının temellerini attı. 1833 -1841 arasında, Newrhan’m yönetimi altın­ da, Kilise babaları’nın öğretilerinin, Roma sorununun ve Kilise kavramının açıklıkla tartışıldıkları Tracts for the tim es adlı risa­ leler yayımlandı (yayımcılara verilen tractarianlar adı buradan geliyordu); aynı za­ manda tractarianlar, üniversitenin alayla­ rına ve anglikan piskoposluğun ilgisizliği­ ne rağmen, gerçek bir hıristiyan yaşam ortaya koyuyorlardı. Ancak anglikan pis­ koposluk, sonunda aklı fikri hep papalık verasetinde, azizlere tapmada, missada olan hareketin "papacı" eğilimlerinden te­ laşa kapıldı. 1843’te bunalım patlak ver­ di ve risale 90, Anglikan kilisesi'nln otuz dokuz maddesine göre, mahkûm edildi. Newman ve Ward, Roma kilisesi'ne geç­ tiler; Pusey ve Keble, Anglikan kilisesi'ne bağlı kalmakla birlikte, bu Kilise'yi yenileş­ tirdiler.



O xfo rd



h flk O m ls rl, 10 haziran 1258'de, Simon de Montfort başkanlığın­ daki baronlar tarafından İngiltere kralı Henry lll'e kabul ettirilen reformlar prog­ ramı. Yarısı Krallık konseyi, yarısı da ba­ ronlar tarafından seçilen yirmi dört üyeli bir komite, bir oxford manastırında topla­ nan Parlamento'ya programını onaylattı. Birçok reform arasında bu hükümler, üç parlamentonun her yıl toplanacağını ve kralın öğütlerine uymak zorunda olduğu on beş üyeli bir daimi konseyin kurulaca­ ğını özellikle belirtiyorlardı. Henry lll'ün kö­ tü niyetliliği ve bazı baronların aşırı istek­ leri, bu reformcu girişimi bozdu. 1261'den başlayarak Baronlar savaşı patlak verdi. 1265'te galip gelen kral, Kenilworth dictumu sırasında (1266) Oxford hükümleri’ni yürürlükten kaldırdı. OXFORD KATI a. Yerbil. Jura sistemi­ nin katı. (Eşanl. oksfo rd İye n .)



OXFORD kon ttan , De Vere* ve Harley* ailelerinin taşıdığı unvan.



Oxford University Press, İngiliz üni­ versitesi Oxford'un 1478'de kurulan basım ve yayım bölümü. Önemli bir yayınevi­ ne dönüşen kuruluş, sözlükler, her dal­ da öğretim kitapları, müzik, din kitapları ve çocuklar için albümler yayımlamakta­ dır.



OXFORD ve ASOUİTH kontu ASQUiTH.



Oxford-down ırkı, bol yapağılı, çok doğurgan, oldukça İri İngiliz koyun ırkı. (Bol otlu bölgelere uygun bir hayvandır; koçları et koyunu üretiminde de damızlık olarak kullanılır.) O X F O R D S H IR E , Büyük Britanya'da yönetim birimi, Cotswold Hills'de, Tha­ mes ırmağının sol kıyısı arasında; 2 612 km2; 578 900 nüf.(1988). Merkezi Oxford. O X İL İA (Nino), İtalyan yazar ve gazete­ ci (Torino 1888 - Monte Tomba 1917), S. Camasio ile birlikte, öğrenci yaşamını ko­ nu alan bir komedi (Addio, giovinezza, 1911) yazdı. O X N A R D , ABD'de (Kaliforniya) kent, Los Angeles'ın K.-B.'sında; 142 220 nüf. (1990). Kimya sanayisi. Plastik. Duyarlı aletler. Kâğıtçılık. Elektronik. O X U S , Amu Derya ırmağının Antikçağ' daki adı.



O X Y B E LU S a. Beyaz ya da san lekeli, siyah zarkanatlı böcek cinsi. (Kumlu top­ raklarda yeraltı yuvalan kazarlar. Oxybelus uniglumis türü Batı Avrupa’da yaygın­ dır; sinekleri avlayarak yuvasına depolar. Kazıcıyabanansıgiller familyası.) O X Y C A R E N U S LAVATERAE a. Ihlamurağacı gövdesinde bulunan tahtakuru­ su. (Uzunyarımkanatlıglller familyası.) O X Y M iR U S C U R SO R a. Alpler'de yaygın tekeböceği. (Çam, köknar, kara­ çam gibi kozalaklılarda yaygındır. Tekeböceğigiller familyası.) O X Y M A a. Yazın çeşitli bileşikgillerde ya­ şayan sinek. (Meyvesi neğiller familyası.) O X Y N O T iC E R A S a. Hafif göbekli, çı­ kıntılı, düz kavkılı ammonit cinsi. (Lias dev­ ri topraklarında fosillerine rastlanır.) O X Y N O T iM E a. Zool. DOMUZBALIĞlGİller familyasının bilimsel adı. O X Y N O TU S C E N T R İN A a. Bentik su­ larda yaşayan, pütürlü derili, küçük kö­ pekbalığı. (Beden kesiti hemen hemen üçgendir. Akdeniz’de bulunur. Domuzbalığıgiller familyası.) O X Y O M U S a. Çok küçük ve koyu renk bedenli, leşçil böcek cinsi. (Yaprakduyargalıgiller familyası.) O X Y O PU S a. Sıcak bölgelerde bulunan küçük bedenli örümcek cinsi. (Dikenli ayaklı, pasrengi ya da gri uzun gövdeli, sert kırçıllı kıllıdır. Oxyopidae familyasının örnek tipi.) O X Y P L E U R U S N O D İD E R İ a. Avru­ pa’nın güneyinde yaşayan tekeböceği. (Çamlann ölü kesimlerinde ya da çotuklannda gelişir. Tekeböceğigiller familyası.) O X Y P O D A O M C A a. Bitki döküntüle­ ri arasında ya da karınca, köstebek, dağ sıçanı yuvalarında yaşayan, pasrengi, kı­ zıl ya da kahverengi bedenli kısakanatlıböcek. (Kısakanatlıböcekgiller familyası.) O X Y P O R U S R U f U S a. İri mantarlar­ da, özellikle de Agaricus’larda yaşayan, kırmızı-turuncu kısakanatlı böcek. (Kısakanatlıböcekgiller familyası.) O X Y P T lL A a. Küçük örümcekler cinsi. (Thomisidae familyası.) O X Y R A C H iS a. Afrika ve Asya’nın tro­ pikal bölgelerinde yaşayan, kambur gö­ ğüslü, arka ucu ince uzun ve sivri olan zarkanatlı cinsi. (Başında iki boynuz bu­ lunur. Kamburağustosböceğlglller famil­ yası.) O X Y R H Y N C H A a. Bağasının ön bölü­ mü arka bölümünden daha dar, gözçuRürian genellikle noksan olan yengeç öbeği. (Yalnızca aynagiller familyasını içe­ ren bu öbek günümüzde çok benzeşmez sayılmakta ve sınıflandırmalarda artık bu öbeğe yer verilmemektedir.) O X Y T E L A a. Dışkı maddelerinde yaşa­ yan, kahverengi, siyah ya da kızıl, küçük bedenli kısakanatlıböcek cinsi. (Genellik­ le gübrelerin yakınında bulunurlar. Kısakanatlıböcekgiller familyası.) O X Y T H Y R E A a. Eski Dünya'nın sıcak ve ılıman bölgelerine yayılan böcek cin­ si. (Beyaz lekeli, siyah ya da bronz renkli Oxythyrea funesta, genellikle devedikeni çiçekleri içine gömülerek yaşar; çeşitli bit­ kilerle buğday başaklanna ve bağ tomurcuklanna zarar verir. Yaprakduyargalıgiller familyası.) O X Y T R lC H A a. Çemberkirpikli Proto­ zoa cinsi. (Üyelerinin başlıca özelliği kar­ nındaki beş kirpiktir. Çok sayıdaki türlerin­ den bazıları denizde diğerleri tatlısularda yaşar) O X Y U R lS a. Eklembacaklılarda ya da omurgalılarda asalak yaşayan, bir konaklı, küçük bedenli, ipsisolucan cinsi. (Dişisi 10 mm, erkeği 3 mm uzunluğundaki iğnekurdu [Enterobius vermicularis], insanda bulunur; erkek sağ kalınbağırsağa yerle­



şir; döllenmiş dişi, hastalık yapıcı yumur­ talarını anus kenarına bırakır.) O Y a. 1. Seçim, halkoylaması v b durum­ larda söz, yazı ya da belirli bir işaretle be­ lirtilen görüş (Eşanl. REY): Sizin oyunuz nedir? (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu görüşü yansıtan pusula ya da hareket; rey: Oylar sayılmaya başlandı. Önerge 10'a karşı 40 oyla kabul edildi. —3. Oy aynmı, oylama­ nın sona ermesinin ardından, aday olan kişi, grup ya da partilerin aldıkları oyların saptanması için yapılan işlem. |l Oy çok­ luğu, oylamaya katılanlann yarıdan çoğu­ nun aynrdoğrultuda oy kullanmalan: Oy çokluğuyla seçilmek. JOy hakkı, oy ver­ me yetkisi. ||Oy sandığı, seçim sırasında oylamaya katılan seçmenlerin oy pusula­ larını attıkları sandık. ||Oy toplamak, yete­ rince oy almak. || Oy pusulası, renglyle üzerindeki bir işaret, bir ad ya da bir söz­ cükle bir oyu belirtmeye yarayan pusula. I| (Bir şeyi) oya koymak, üzerinde konuşu­ lup tartışılan bir konuda sonucu belirle­ mek ya da bir öneriyle ilgili olarak bir top­ luluğun görüşünü almak için oy kullanma­ larını istemek; oylamak: Oya koyar, sonu­ ca göre davranırız. —Anayas. huk. ve Siyas. bil. Oy kullanma­ ma, herhangi bir seçim ya da halkoylamasına, isteyerek ya da istemeyerek katılma­ ma, oy vermeme (Kullanılmayan oylar, ka­ yıtlı seçmen sayısından oy kullanan seç­ men sayısının çıkarılmasıyla bulunur. Tüm ülkelerde oy kullanmamaya ilişkin kural­ lar vardır. Kimi ülkeler oy kullanmamaya çeşitli yaptırımlar getirmişlerdir. 10.6.1983 tarih ve 2839 sayılı Milletvekili seçimi k. seçmen kütüğünde kaydı ve sandık liste­ sinde oy kullanma yeterliği bulunduğu halde özürleri olmaksızın seçime katılma­ yanların para cezasıyla cezalandırılması­ nı öngörmektedir.) —Huk. Oy verme, bir seçimde ya da ka­ rar aşamasında bireysel ya da toplu ter­ cihlerin belli yöntemlerle açığa vurulma­ sı. (ilke olarak, oy verme işlemi gizli [hüc­ rede yapılması, kapalı zari içinde oyların verilmesi, oy pusulaları üzerine herhangi bir işaret konmaması), eşit [bir kişinin bir tek oy verebilmesi] ve kişiseldir; özgür bir biçimde gerçekleşir.) ||Oy verme hakkı, seçmen olabilmek için yasada aranan ko­ şullara sahip yurttaşlann, temsilcilerini belirleyebilme ve seçebilme haklan. || Geçerli oy, belli bir tercihi gösteren ve seçim ya­ sası kurallarına uygun olarak verilmiş oy. (Geçerli oylar, verilmiş olan tüm oylardan geçersiz oyların çıkarılmasıyla elde edilir.) f ışari oy ya da işaretle oylama, oy sahibi­ nin belli fiziksel eylemlerle oyunu açıkla­ ması (el kaldırma, ayağa kalkma vb.). || Postayla oy verme, kimi ülkelerde seç­ menlerin seçim sandığına gitmeden, pos­ ta yoluyla oylarını iletebilmeleri yöntemi. (Bir dönem Fransa'da uygulanmış olan bu yönteme 31 aralık 1975 tarihli yasayla son verildi.) || Vekâleten oy verme, bir carlama­ ya bizzat katılamayan kişinin, bir başkası­ nı kendi adına oy kullanmaya yetkili kılma­ sı ve bu suretle oy verilmesi usulü. (Fran­ sız parlamento hukukunda bir ara uygu­ lanan bu usul meclise devamsızlığı artırı­ cı sonuç doğurmuştur. Bu nedenle 1958 Anayasası her parlamenterin kendi oyu­ nu bizzat kendisinin vermesi anlamına ge­ len kişisel oy usulünü getirmiştir.)! Zonınlu oy ya da oy verme zorunluluğu, ulusal egemenlik ve görev-seçim kuramlarına dayalı olup, her yurttaşın seçimlerde oyu­ nu kullanmasını zorunlu kılan, oy verme­ meyi yasaklayan ve belli yaptırımlarla kar­ şılayan sistem. (En tipik uygulaması Bel­ çika'da bulunan bu yöntem, 1982'den sonra kısmen Türkiye’de de uygulama alanı bulmuştur. Buna göre, 1982 Anaya­ sası için yapılan halkoylamasına geçerli bir özrü bulunmaksızın katılmayanlar, bu­ nu izleyen beş yıl içinde yapılacak genel ve yerel seçimlere, ara seçimlerine ve halkoylamalarına katılma, seçimlerde aday olma hakkından yoksun bırakılmış­ lardı [Anayasa, geçici mad. 16]. Milletve­ kili seçimi kanunu da geçerli özrü olmak­ sızın oy kullanmayanların para cezasına çarptırılacağını öngörmüştür [md. 63].) —Siyas. bil. Oy avcılığı, bir kişinin ya aa



bir siyasal partinin boş vaatlerle taraftar­ larını artırmaya çalışması. —ANSİKL. Genel oy sistemi, seçme işini bir hak sayan halk egemenliği kuramın­ dan kaynaklanır. Ulusal egemenlik kura­ mına göre ise, seçme işi bir hak değil bir görevdir; dolayısıyla bu görevi yerine ge­ tirmeye yeterli sayılanlar bu işleme katıla­ bilirler. Bu, sınırlı oy sistemine götürür. Temsili demokrasilerin başlangıç dönem­ lerinde geçerli olan bu sistemde oy ver­ me hakkı cinsiyete (sadece erkeklere), servet durumuna (belli bir gelir düzeyinin üstündekilere, örneğin belli miktarda ver­ gi verenlere oy verme hakkı tanıyan ser­ vete dayalı oy sistemi) ya da öğrenim dü­ zeyine (örneğin, sadece okuma yazma bi­ lenlere bu hakkın tanınması) göre sınırlan­ mıştı. XIX. yy.’ın ortalarından sonra, halk sınıflarının verdikleri mücadelelerle, oy verme hakkının sınırlan genişletildi ve ge­ nel oy sistemi 'ne yönelindi. Bu yönde atı­ lan ilk adımlar, sen/et ve öğrenim koşulla­ rının kaldırılması oldu. Bunları, XX. yy.’da kadınlara da oy hakkının tanınması hare­ ketleri izledi (örneğin Fransa'da 1944, Türkiye’de 1934). Günümüzde, oy verme hakkının doğabilmesi için öngörülen bir­ takım koşullar ise (o ülkenin yurttaşı ol­ mak, belli bir yaşı doldurmuş bulunmak vb.), genel oy hakkının yadsınması anla­ mına gelmez; bunun düzenlenmesiyle il­ gili olağan kurallar olarak görülür. Buna karşılık, oy hakkının tanınmasında ırk ay­ rımı güdülmesi, genel oy ilkesinin reddi anlamına gelir. Oy verme, değişik kademelere dağılan bir süreç niteliği gösterir. Tek dereceli oy usulünde seçmenler temsilcilerini bizzat ve doğrudan doğruya seçerler. İki dere­ celi oy usulünde ise seçmenler, temsilci­ leri seçecek olan "İkinci seçmenleri” be­ lirlerler. Her seçmenin bir tek oy hakkına sahip olduğu usule eşit oy sistemi denir. Bunun karşıtı, bazı seçmenlerin birden fazla oy verme hakkına sahip oldukları çok sayılı oy sistemidir. Örneğin, aile oyu denen uygulamada aile başkanı, aile üye­ lerinin sayısıyla orantılı oy kullanma ola­ nağı bulabilmiştir. Katsayılı oy'da da, belli koşullara sahip bulunan seçmenler aynı seçimde birden fazla seçim çevresinde oy kullanabilirler. OYA a. (oymaktan oy-a). 1. iğne, firkete, mekik ya da tığ gibi araçlardan biriyle ve ince İplik kullanılarak dokunan ve çoğun­ lukla kenar süsü olarak kullanılan bir tür ince dantel. (Bk. ansikl. böl.) —2. Oya gi­ bi, bir şeyin güzelliğini ve inceliğini vur­ gulamak için kullanılır. —Müz. Bir gerçek notadan sonra duyu­ lan ve ona yeniden dönmeye zorlayan bir alt ya da bir üst ses. (Asıl sesten 1 ton ya da 1 yanm-ton daha pes ya da tiz olabi­ lir.) —ANSİk l . El sant. Oya, Anadolu’da en yaygın geleneksel el sanatı ürûnlerindendir. Yapıldığı araca göre mekik, tığ, iğne, firkete oyası gibi adlar aldığı gibi kullanı­ lan malzemeye göre de değişik isimler alır (mum, boncuk, püskül, koza, çaput oya­ sı vb). Oya genellikle kullanılacak iplikten yapılan bir zincir örgü ya da tutturulacağı kumaşın kenarına yapılır. Düz ve ince bir şerit biçimindeki oyaların yanı sıra zin­ cirden aşağı doğru sarkacak biçimde do­ kunmuş üç boyutlu çiçek, meyve, yaprak v b motiflerden oluşan oyalar da vardır. Oya motifleri genellikle doğadan esinle­ nilerek oluşturulmuştur ve bunlar içinde stilize edilmiş örneklere de rastlanır. Kimi zaman motiflerin sert durmasını sağlamak amacıyla iplik, at kılıyla birlikte örülür. Oyalar yemeni, mendil, çevre v b eşya­ nın kenarlarına dikilir. Baş süslemesinde ya da giysileri bezemek üzere yaka, kol kenarlannda kullanıldığı da olur. Genellik­ le çok renkli olan oyalar motiflerine göre, yaprak oya, gül oya, biber oya, sünbül oya vb ; motifinin benzerlik gösterdiği şeye gö­ re kirpik oya, oğlan perçemi, çarkıfelek, mektepli kızlar v b ; yapıldığı yere göre



oya Bursa oyası, Selanik oyası vb. değişik ad­ lar alır. Bazı araştırmacılar Anadolu'daki oya motiflerinin ve adlarının başlı başına bir araştırma konusu olduğunu öne sürer­ ler. Anadolu’da kızlar çok küçük yaşta oya yapmayı öğrenirler ve çeyizlerinde mutla­ ka elleriyle dokudukları oyalar bulunur. Bazı yörelerde oyaların değişik anlamlan da vardır. Örneğin hamile kadınlar başla­ rına al renkli güllü, üzüntüsü olanlar ya da bir yakını ölenler kahverengi ve “ mezartaşı" adı verilen oyayla bezeli, birisiyle kav­ galı olanlar biber oyalı yazmalar takarlar. Oyacılık Anadolu'da bugün de sürdü­ rülen bir el sanatıdır. Çeşitli eşyaların ke­ narına dikilmesi yanında yaka iğnesi, ke­ mer, çanta süsü vb. biçimlerde de kulla­ nılmaktadır.



8990



OYACI a. Oya yapan ve / ya da satan kimse. O Y A Ç İÇ E â i a. Pembe ya da koyu me­ nekşe renginde çiçekler açan süs ağaç­ çığı. (Park ve bahçelerde yetiştirilir; ağus­ tostan ekime kadar salkım halinde çiçek açar. Bil. a. Lagerstroemia indtca; lythraceae familyası.) O YAK -»



O R D U Y A R D IM L A Ş M A K U R U M U .



O y a k R e n a u lt o to m o b il fa b r ik a la ­ rı a f - • R E N A U L T .



B ü y ü k L a ro u s s e



İsmail Hakkı Oygar’ın bir seramiği (1940)



O Y A LA M A a. 1. Oyalamak eylemi. —2. İlgiyi, dikkati, asıl yoğunlaştırılması gereken noktadan uzaklaştırarak zaman kaybettirme: Oyalama taktiği. —Ask. Oyalama mevzisi, oyalama muha­ rebesi yapan birliklerce işgal edilen mev­ zi. || Oyalama muharebesi, taarruz eden düşmanla kesin sonuçlu bir muharebeye tutuşmadan onu yıpratmak ve geciktir­ mek amacıyla uygulanan muharebe türü. (Bu tür muharebe birbiri ardınca gelen oyalama mevzilerinde ve bu mevziler ara­ sında kalan alanlarda yapılır.) O Y A LA M A K g.f. 1. Bir kimseyi (araç tümleci + ) oyalamak, ilgisini, dikkatini bel­ li bir süre için başka bir yöne çekerek onun dert edindiği şevi düşünmemesini sağlamak; avutmak, eğlendirmek: Hasta yatağında fıkralar anlatarak onu oyalama­ ya çalışıyor. —2. Bir kimseyi (araç tümle­ c i + ) oyalamak, çeşitli hilelere, oyunlara başvurarak onun herhangi bir eylem için harekete geçmesini engellemek, ona za­ man kaybettirmek ya da bu yolla zaman kazanmak: Şaşırtma manevralarıyla düş­ man ordusunu oyalamak. Türlü bahane­ lerle alacaklılannı oyalıyor. Bu tür taktikler­ le bizi oyalamak istiyorlar. —3. Bir şey sözkonusuysa, bir kimsenin hoşça vakit ge­ çirmesini sağlamak ya da onun çok za­ manını almak: Bu kitap seni trenin kalkış saatine kadar oyalar. O iş beni çok oyala­ dı. ♦ oyalanm ak dönşl. f. 1. Bir şey yapa­ rak eğlenmek, zaman geçirmek: Sabah­ ları müzik dinleyerek bir süre oyalanmak. Bulmaca çözerek oyalanmak. —2. Za­ man yitirmek ya da çok ağırdan almak, yapılması gerekeni değil de başka şeyle­ ri yapmak: Oyalanmayın, hemen işinizin başına dönün! Böyle oyalanırsan, ödev­ lerini bitiremezsin. oyalanm ak edilg.f. Zaman kaybet­ mek, eğleşmek, gecikmek: Kar yüzünden tren yollarda çok oyalandı. ♦ oyalandırm ak ettirg. f. Oyalanması­ na yol açmak, oyalanmasını sağlamak. O Y A LA M A K g. f. Bir şeyi oyalamak, oya yaparak ya da oya geçirerek onu süsle­ mek. oyalanm ak edilg. f. Oyalamak eyle­ mine konu olmak. O Y A LA N D IR M A K



• O YALAM AK.



O Y A LA N M A a. Oyalanmak eylemi. —Etol. Oyalanma etkinliği, S A P T I R M A * K İ N L İ Ğ I ’ n l n eşanlamlısı. O Y A L A N M A K -*



O YALAM AK.



ET-



O Y A LA YIC I sıf. Eğlendiren, hoşça vakit geçirten ya da meşgul eden, zaman kay­ bettiren şey için kullanılır: Oyalayıcı bir ki­ tap, film. El oyalayıcı bir iş. —Tip. Bir hastalığın nedenine yönelmeksizin belirtileri üzerinde etki gösteren te­ daviye, reçeteye denir. (Eşanl. p a l y a t I f . ) O Y A U sıf. Kenarına oya yapılarak ya da geçirilerek süslenmiş şey için kullanılır: Oyalı yemeni. Oyalı mendil. O Y A L I, Şırnak’ın Idil ilçesine bağlı bu­ cak, 8 535 nüf. (1990); 18 köy. Merkezi Oyalı (esk. Alyan, Delvikasır), 957 nüf. (1990). O Y A M A , Japonya’da kent, Honşu (Toçigi ili) adasında, Tokyo'nun K.'inde; 1 4 2 263 nüf. (1990). Elektronik, Madenocağı gereçleri. Alüminyum metalürjisi. Besin sanayisi. O Y A M A İV A O (marki), japon mareşal (Kagoşima 1842 - Tokyo 1916), Samuray ve Saigo Takamori'nin yeğeniydi, samu­ ray ayaklanmasının bastırılmasına katıldı (1877). Polis şefliği (1379), Savunma ba­ kanlığı (1880) ve Genelkurmay başkanlığı (1882) yaptı, Çin’e karşı girişilen savaşta bir kolordunun başına getirildi. Port-Arthur'u aldı (1894) ve mareşalliğe yüksel­ tildi. Marıçurya’da başkomutanken (1904 -05) kendisine Mukden dükü unvanı ve­ rildi. O Y A P O C K ya da O Y A P O C , Güney Amerika'da ırmak, Fransız Guyanası ile Brezilya arasında sınır çizdikten sonra At­ las okyanusu’na dökülür; 370 km. O Y A Ş İO , Batı Büyük Okyanusla soğuk su akıntısı (kışın 5 °C, yazın 10-15 °C), Bering ve Ohotsk denizlerinden başlayarak Kuriller yayı ve Japonya boyunca ılıman su cephesine kadar (Tokyo enlemi) akar. Akıntının sıcaklığı ve debisi, yukarıdaki enlemleri etkileyen soğumaların düzenle­ diği iniş çıkışları gösterir. Cephe boyun­ ca Oyaşio suları G.’e doğru iner, Honşu’ nun G.'inde derinde akan bir ara su oluş­ turur. O Y B İR L İĞ İ a. 1. Oylamaya katılan her­ kesin görüş ve isteklerinin aynı noktada toplanması: Toplantıda oybirliği sağlana­ madı. —2. Oybirliğiyle, herkesin uzlaştı­ ğı aynı görüşteki oylann toplamıyla: Ka­ rar oybirliğiyle alındı. Oybirliğiyle oteli terk etme kararı alındı. —3. Oybirliği etmek, bir konuda anlaşmak, görüş birliğine var­ mak. OYCU sıf. ve a. Oy alabilmek uğruna her yolu deneyen kimse için kullanılır; oy av­ cısı. O Y C U LU K a. Oy alabilmek uğruna her yolu deneme işi. O YD AŞ sıf. Bir başkasıyla aynı düşünce­ de olan, aynı görüşü paylaşan kimse için kullanılır; hemfikir, düşündeş. OYDURM AK -



OYMAK.



O YEM , Gabon’un kuzeyinde yer, Wöleu -N'tem bölgesinin yönetim merkezi; 16 200 nüf. O Y O A R (İsmail Hakkı), türk seramikçi (Petriç, Bulgaristan, 1908 - İstanbul 1975). İstanbul Sanayii nefise mektebi'ni bitirdik­ ten sonra Hakkı izet ve Vedat Ar'la birlik­ te Paris’e gönderildi. Orada Yüksek deko­ ratif sanatları okulu'nda iç mimari ve de­ korasyon bölümlerinde okudu, ilk sera­ miklerini Paris Salon d ’Automne'da sergi­ ledi (1928). Yurda dönüşünde Sanayii ne­ fise mektebi'nin Tezyinat ve ona bağlı ola­ rak Seramik ve türk çiniciliği atölyesi'ni kurmakla görevlendirildi; çalışmalarıyla seramik eğitiminin çağdaşlaşmasını sağ­ ladı. Seramiğin yanı sıra dekoratif sanatlann öteki alanlannda da öncü çalışmalanyla tanındı. Birinci Uluslararası İzmir fuan'nın düzenlenmesinde sanat danışmanlı­ ğı yaptı (1935). Etibank işletmelerinde iç mimari ve mobilya-tasarımlarıyla uğraştı (1937-1950). Yurtiçi ve yurtdışında düzen­



lediği çağdaş türk seramikleri sergileriy­ le, bu alandaki çalışmaların tanınmasına katkıda bulundu. İstanbul Beşinci ulusla­ rarası seramik sergisi'nde altın madalya ile ödüllendirildi (1967). O Y L A M A a. 1. Bir karar alma ya da se­ çim dolayısıyla bireysel ya da topluca is­ teğin gösterilmesi, (ilke olarak oylama giz­ lidir [zarf, ayrı bölme, oy pusulalarında herhangi bir işaretin bulunmaması], eşit­ tir [bir insan, bir oy], kişisel ve özgürdür. Bununla birlikte bu özelliklere uymayan oylamalar da vardır.) —2. Bir mecliste bir toplantıda bir görüşün açıklanma şekli: El kaldırarak oylama. —3. Bir şeyi oylama­ ya koymak, üzerinde tartışılan bir sorunu ya da öneriyi belli bir çözüme bağlamak için ilgililerin oyuna sunmak: Öneri oyla­ maya konuldu. —Siyas. bil. Açık oylama, kimin ne yön­ de oy kullandığının bilinmesine olanak sağlayan yöntem. (Parlamentolarda bu yöntemin uygulanması elektronik araçla­ rın kullanılması gibi modern usullerle ola­ bileceği gibi, parlamenterlerin adlarını ve seçim çevrelerini gösteren oy pusulaları­ nı sandığa atmaları ya da ad cetvelinin okunması sırasında ayağa kalkarak "ka­ bul", "re t" ya da “ çekimser" sözcükleri­ ni söyleyerek oylannı belli etmeleri gibi yol­ larla da gerçekleşebilir.) || Gizli oylama, ne yönde oy verildiğinin başkaları tarafından bilinmemesini sağlayan yöntem. (TBMM' de gizli oylama, üzerinde herhangi bir işa­ ret bulunmayan yuvarlakların kutuya atıl­ masıyla gerçekleşir. Beyazlar olumlu, ye­ şiller çekimser, kırmızılar da olumsuz oy kullanıldığı anlamına gelir. 15 milletvekili­ nin bir önerge ile gizli oylama yapılması­ nı istemesi ve bunun da TBMM genel kurulu'nda kabulü durumunda gizli oylama kararı alınabilir. Ancak, Anayasa ya da iç­ tüzükte açık ya da işaret yoluyla oylama­ nın zorunlu tutulduğu durumlarda gizli oy­ lama istenemez.) O Y L A M A K g. f. Bir şeyi oylamak, bir ka­ rarı, bir öneriyi vb. oya sunmak, oya koy­ mak; oylamadan geçirmek. ♦ oylanm ak edilg. f. Oya sunulmak; oy­ lamadan geçirilmek: Karar tasarısı mec­ liste bugün oylanacak. Bütçenin tamamı oylandıktan sonra maddelerin tartışılma­ sına geçildi. O Y L A N M A gçz. f. Oylanmak eylemi. O YLAN M AK -



OYLAM AK.



q



O Y L A N IŞ a. Oylamak eylemi ya da bi­ çimi. O Y L A R , Güney Laos’ta (Boloven) yaşa­ yan mon-khmer halk. Sayıları birkaç bin tahmin edilen Oylar, yüksek yaylalarda ya­ şamakta, çeltikçilik ve hayvancılık yap­ maktadırlar. Taylar tarafından durmadan kovalandılar ve kökleştirildiler. Buddhacılığın etkisinde kalmışlardır. O Y LA Ş IM a. Oylaşmak eylemi. O Y L A Ş U K sıf. Oytaşım niteliğinde olan şey İçin kullanılır. O Y L A Ş M A K g. f. Bir ya da birden çok kimseyle bir sorun, bir konu üzerinde kar­ şılıklı değişik görüşler ileri sürmek; müza­ kere etmek. O Y LU K



UYLUK



O Y LU M a. 1. Bir cismin kapladığı ya da sınırlarının belirlediği alan; hacim. —2. Bir kabın sığası. —3. Kıvnm. —4. Oylum oy­ lum, girintili çıkıntılı, kıvrım kıvrım. —Geom. H A C İ M 'i n eşanlamlısı. —Güz. sant. Resimde üçboyutluluk, de­ rinlik etkisi; mimarlıkta mekân karşılığı. O Y L U M , Trabzon'un Sürmene ilçesi Küçükdere bucağına bağlı köy; 3 359 nüf. (1990). O Y L U M L A M A K g f Güz sant. Re­ sim sanatında, nesnelerin oylum ve bi­ çimlerini özellikle ışık gölge oyunlarıyla belirginleştirmek.



O Y LU M L U sıf. Çok yer kaplayan, boyut­ ları büyük şey için kullanılır; hacimli: Oy­ lumlu b ir tez çalışması.



—Marangl. Kalınlığın azaltılması geniş bir yüzey üzerinde yapıldığı zaman oyma "zemin" adını alır. Oyma tamamen kapalı olduğu zaman, yani her yanı, kendisiyle bir bütün oluşturan kabartmalarla çevrili olduğu zaman, oymayı elde etmek için panonun tümünü oyma kalemiyle oymak gerekir. Bu zorluktan kaçınmak için pano, kiniş, lamba ve kordon rendesiyle biçim­ lendirilmiş çıtalarla çerçeveleme yoluna gidilir.



O Y M A a. 1. Oymak eylemi. —2. Oyula­ rak yapılan süsleme: Koltuğun oymaları. —Cerr. Yüzeysel bir yarmadan sonra dı­ şarı alınan kapsûllü bir uru özel çıkartma yöntemi. —Grav. Oyma kalemi, ağaç ya da maden kazıma işleminde kullanılan çok ince çap­ la. (Kesiti oval biçimde olabilir, ucu köşeli ya da sivridir.) O Y M A B A S K I a. Matbaac. 1. Tarama —Güz. sant. Oyma sanatı. Oyma işleri. gravür tekniğine benzer baskı yöntemi. —Jeomorfol. Alttan oyma, bir engebenin (Bu yönteihde baskı işlemiyle birlikte bir temelden oyularak yıkılması. (Bk. ansikl. ıstampalama işlemi de sözkonusudur ve kabartma ıstampalama yoluyla ya da kul­ böl.) * - M a k . san. Kopyalı oyma tezgâhı, bir lanılan mürekkebin koyuluğuyla sağlanır.) gravürün kopyasını çıkarmaya yarayan —2. Sökülüp takılabilen harflerin icadın­ tezgâh. (Bk. anskil. böl.) dan önce, genellikle lif yönlü ağaç üzeri­ —Marangl. Testere, dekupaj ve şerit tes­ ne (ksilografi) kazınmış levhalarla yapılan tere makinesiyle ahşaba biçim vermek, baskı. kalınlığını tümüyle almak işlemi. || Çevre­ O Y M A C I a. Oyma işleri yapan usta. leyen bölümlerinde kabartmalar meyda­ na getirmek için küçük yüzeyli pano ve ^ O Y M A C IL IK a. Oyma işleri yapma sa­ levhaların bazı bölümlerinin kalınlığını natı: Tahta oymacılığı. Oymacılık son yıl­ azaltmak işlemi. (Bk. ansikl. böl.) || Kafes larda yeniden canlandı. oyma, ince bir levhanın (örneğin, kontr­ —ANSİKL. • Taş oymacılığı. Eskiçağ'dan plak kaplama) kalınlığını dolu ve boş bö­ beri özellikle mimarlıkta uygulanan taş oy­ lümler oluşacak biçimde tümüyle çıkara­ macılığında alçakkabartma* ya da yüksekrak yapılan oyma. (Kafes oyma, dekupaj kabartma* teknikleri kullanılır. Asur, hitit, ve küçük kasnaklı şerit testere makinesiyle geç hitit yapılarını süsleyen ortostatlar, Hiyapılır.) || Yuvarlatarak oyma, masif bir par­ titler'in (Fasıllar, Eflatunpınar) ve Phrygiaçayı istenen eğim, kavis ve yuvarlaklıkta lılar'ın (Yazılıkaya, Maltaş, Arslantaş) kaya keserek yapılan oyma. (Özellikle, koltuk, anıtları, Lykialılar’ın kaya mezarları, lahitsandalye, masa ayak-kayıt ve arkalıkları­ ieri taş işçiliğinin özgün örnekleri olarak nın, kulp ve askıların hazırlanmasında uy­ belirtilebilir. Anadolu'da gerçekleştirilen ilk gulanır. işlem darlamalı şerit testere ma­ türk yapıtlarında taş oymacılığı mimariy­ kinesinde gerçekleştirilir.) le sıkı sıkıya bağlantılıdır. Divriği Ulu ca­ — Metalürj. Oyma masası, akımla metal misi ve darüşşifa'sının (1228) taçkapısınkaplama (galvanoplasti) uygulamalarında da ve mihrabında Anadolu öncesi tuğla mum ya da gutta-perka üzerine izlerin ka­ ve alçı işlemelerinin etkisi belirgindir (yükzınarak işlendiği tezgâh. sekkabartma biçiminde iri palmetlerin ve —Oftalmol. Göz oyma, görme siniri kesi­ yıldızların üzerleri ayrıca ince desenlerle lerek göz küresinin çıkartılması. (Sakatlabezenerek iki kademeli süsleme uygulan­ yıcı olan bu ameliyattan sonra yapay bir mıştır). Anadolu Selçukluları'nın cami, göz takılması gerekir.) || Gözçukuru oyma, medrese, kervansaray, türbe gibi yapıla­ gözçukurunun yumuşak kısımlarının, gözrındaysa taşa daha yatkın bir üslup geliş­ kapaklarıyla birlikte çıkartılması. (Bu ame­ tirilmiştir ve bezemeler özellikle taçkapılaliyat kemikzarı yerinaS bırakılarak ya da rın çevresinde yoğunlaşmıştır. Bu süsle­ kemikzarı alınarak gerçekleştirilebilir. Gözmelerde daha yüzeysel bir üslup görülür, çukurunu tümüyle boş bırakan bu ameli­ ancak yer yer yüksekkabartmalarla karşı­ yat kötücül ur olgularında uygulanır.) laşılmaktadır (Sivas Gök medrese, Konya —Süslem. sant. Kafes oyma -*■ KAFES. inceminareli medrese, Erzurum Çiftemi—ferz. Nakış, dantel ya da kumaştan bir nareli medrese). Daha sonra selçuklu taş motifin çok sık bir dikişle kumaşa aplike işçiliği ve motifleri Karamanoğulları yapı­ edildikten sonra altta kalan kısmın kesilip larında bir ölçüde sürdürülmüştür (Kara­ çıkarılmasıyla elde edilen motif. man ibrahimbey imareti, Hatuniye med­ resesi), Osmanlı öncesi taş oymacılığının ♦ sıf. Oyularak yapılmış şey için kullanı­ bir başka önemli grubunu mezar taşları lır: Oyma kapı. Oyma yazı. oluşturur. Özellikle Ahlat’ın XI.-XV. yy.'lar —Denize. Oyma kayık, kalın bir ağaç kü­ arasına tarihlendirilen ve bir dantei ince­ tüğünü oyarak yapılan ilkel tekne. liğiyle işlenmiş mezar taşları, üzerlerinde —ferz. Oyma aplike yapmak, bir süs mo­ taş ustalarının adlarını taşımaları açısıntifini kumaş üzerine oyma aplike tekniğiyle uygulamak. —ANSİKL. Jeomorfol. Irmaklarda, yamaç­ alfabeüeki bütün hailleri kazıyarak işleyebilen ların alt bölümünün alttan oyulması genel­ sayısal kumandalı bir kopyalı likle ot köklerinin saçaklarıyla tutunan üst oyma tezgâhıyla bir koni üzerine bölümün çökmesine yol açar. Bu olay da­ ha çok, su akıntısının çarptığı içbükey kı­ çukur baskı işleme yılarda etkili olur. Akıntı, bu biçimde top­ Adora lanan malzemeyi boşaltacak kadar güç­ lü değilse bunları hemen yakınında aşağıçığırdaki dışbükey kıyıya biriktirir ve böylece menderesler oluşur. —Mak. san. Bir gravürün kopyası aynı bo­ yutlarda; büyütülerek ya da küçültülerek çıkarılabilir. Kopya çıkarma oranı, bir yan­ dan freze bıçağını tutan mili, diğer yan­ dan da kopyası çıkarılacak nesneyle te­ mas halindeki yoklayıcıyı taşıyan bir koşutkenarın uzunluk/genişlik oranı değişti­ rilerek belirlenir. Kopyalı oyma tezgâhına genellikle elle kumanda edilir; ancak ki­ mi kez, bazı tiplerde bulunan yeni gelişti­ rilmiş bağlama düzenlerinin yardımıyla kopya çıkarma işlemi bütünüyle otomatik olarak da gerçekleştirilebilir Metalürji sa­ nayisinin değişik sektörlerinde, takım ya­ pımında yaygın olarak kullanılan bu tez­ gâhlar özellikle madalyacılıkta kesitleri kü­ çültülen torna tezgâhının vazgeçilmez yar­ dımcısıdır.



dan da önemlidir. Osmanlı mimarlığında taş işçiliği ölçülü bir biçimde uygulanmıştır (minberler, sütun başlıkları, mukarnaslar, şerefe korkulukları ve altları, çeşmeler vb.). Mezar taşları ve lahitler de dönemin farklı üsluplarını yansıtan bezemeleri ve yazılarıyla taş oymacılığının özgün örnek­ leridir. • Değerli taş oymacılığı. Mühür, tılsım ve süs olarak kullanılan oymalı cevherler, IV. binyıl'da Mezopotamya'da ve daha son­ ra Mısır'da ortaya çıktı. IV. binyıl'ın sonu­ na doğru, damga mührün yerini Doğu' da (Uruk, Fara, Cemdet-Nasr hanedanöncesi krallıkları, Ur ve Akkad hanedan­ ları), yavaş yavaş, üzerinde insan biçimli tasvirler bulunan silindirler aldı. Mühür, Batı'da ilk olarak Minos uygarlığında (Gi­ rit'te) görüldü. Mercimek biçimindeki bu taşlar (akik, kalsedoin, kırmızı akik), geo­ metrik şekillerle ve daha sonra hayvan fi­ gürleriyle ve çeşitli simgelerle (yay, haç, yıldız, ok vb.) süslendi. Fenikeliler, l.Ö. III. binyıl'da, Asur ve Mısır silindirlerini kullan­ dılar; ahemeni egemenliğinden (İ.Ö. VII. yy.) başlayarak pers taş oymacılığını taklit ettiler ve silindirlerin yerini damga mühür­ ler aldı. Hititler döneminden (İ.Ö. II. binyıl) günümüze ulaşan serpantin, diyorit, hematit ve steaşistten yapılmış, üzerleri­ ne hiyeroglif, çivi yazısı, insan ve hayvan figürleri işlenmiş mühürler büyük bir us­ talık ürünüydü. Yunanistan’a Minos uygar­ lığının etkisiyle giren cevher oyma sana­ tı, İ.Ö. V. ve IV. yy.'larda doruk noktasına ulaştı. Bu işlenmiş taşlar, çağın en ünlü heykelcilik yapıtlarının (diskobolos, doryphoros vb.) küçük birer kopyası gibiydi. O çağın en ünlü oymacıları arasında, Ber­ gama sarayı'nda etkinlik gösteren Athenion'u ve İskenderiye sarayı'nda çalışan Pyrgoteles’i saymak gerekir. Kendilerinin yoksun oldukları cevherleri dışardan ge­ tiren Etrüskler, İtalya'da çeşitli değerli taş ve mühürtaşı oymaları gerçekleştirdiler. Bunların birçok örneği, Tarquinia, Vulci, Bologna ve Chiusi'deki mezarlarda bulun­ muştur. Onları örnek alan Romalılar da mühürtaşı ve karne* oyma sanatını uygu­ ladılar. Ancak, Roma’da taş oymacılığının gelişmesi, İ.Ö. I. yy.’da, doğu hanedanla­ rının hâzinelerinin ele geçirilmesi dönemi­ ne rastlar. Augustus döneminde, Dioskurides, resmi mühürleri kazıdı ve imzaladı. Büyük karne (Cabinet des Médaillée Bib­ liothèque nationale, Paris) ve Augustus karnesi (Viyana), İ.S. I. yy. oymacılık sana­ tının önemli örnekleridir. Daha sonraları, Doğu'da, gözde bir sa­ nat olarak devam ettiği ve çok sayıda sasani (Hüsrev II kupası, Bibliothèque nati­ onale) ve bizans (çeşitli Isa figürleri, muş­ tulamalar) yapıtlarıyla temsil edildiği hal­ de, aynı dönemde, değerli taş işlemecili­ ği, Batı'da unutuldu ve haçların, ciboriumların, kutsal emanet mahfazalarının süs­ lenmesinde, antik değerli taşların kullanıl­ masıyla yetinildi. IX. yy.’a kadar Rheınland cam zanaatçıları, işlenmesi daha kolay olan yumuşak cam hamurunu kullandılar. Taş oymacılığının yeniden doğuşu, yeni karolenj hanedanı döneminde gerçekleşti ve sanatçılar doğal kristali kullanmayı ter­ cih ettiler (örneğin, kristal üzerinde haça gerilme tasvirleri). XV. ve XVI. yy.'larda bu sanat, Arıtikçağ' dakiyfe karşılaştırılabilecek bir yetkinliğe ulaştı. Çoğunlukla mitolojiden seçilen ve değerli taşlara işlenen konular, heykelci­ ler, ressamlar, madalya yapımcıları ve tezhipçiler tarafından örnek alındı. Papa Martinus V, Ferrara'da Esteli Leonello, Floransa'da Lorenzo de Medici gibi sanat koru­ yucuları, önemli koleksiyonlar oluşturdu­ lar. En ünlü sanatçılar arasında, şunları sa­ yabiliriz: G. Delle Corniole (Savonarola’ nın kırmızı akik üzerine portresi, Uffızi mü­ zesi), Valerio Vicentini (Devleri yıldınmla çarpan lupiter, Viyana) ve Fransa'ya ge­ lerek bu ülkeye değerli taş oymacılığı zev­ kini getiren Matteo del Nassaro. O. Coldoré ve J. de Fontenay (İngiltere kraliçe­ si Elizabeth / ’in sardoniks üzerine portre-



oymacılık 8992



W







i



V V w‘ 15 a



jp İ s



“ *ÎT



bir taş oy a c ılık örneği Hatuniye medresesi



gerece, kullanımı yaygın olmayan değer­ li taşları ve üretim sonucu elde edilen maddeleri de (cam hamuru, yapıştırılmış tekrenkli cevherlerden oluşturulan çokrenkli taşlar) eklemek gerekir. Oyma tekniğinin pek değişmediğini, eski ve modern yazarların verdiği bilgiler­ den anlıyoruz. Oymacı, bir küçük çark, oyucu uçlar, çeşitli boydan testerelerin ya­ nı sıra perdahlama amacıyla, zeytinyağı su ya da terebentinle (günümüzde) ısla­ tılmış elmas, zımpara, deniz kabuğu ya da tripoli tozları kullanılır. Balmumu bir mo­ del yaptıktan sonra, sanatçı, desenin tas­ lağını bir elmas uç kullanarak oyulacak taş üzerine çizer. Daha sonra taş, tahta bir tutamak üzerine yerleştirilir ve oymacı, iş­ lenecek yüzeye çeşitli oyucu uçları uygu­ lar. Oyma İşlemi sona erdikten sonra or­ taya çıkan yapıt zımpara, deniz kabuğu ya da tripoliyle perdahlanır.



M



t



-



■ |



!p r T



■■■’ V. ,î



"



..* ■



v



Karaman



“ î*



He Böyûk Larousse



si, Bibliothèque nationale, cabinet des Médailles), en ünlü fransız oymacıları ara­ sındaydı. XVII. yy.’da bir duraklama gös­ terdikten sonra, değerli taş oymacılığı, XVIII. yy.'da, Floransa'da Louis Siriès ve özellikle, Fransa'da J. Guay (Louis XV'\n Sardoniks üzerine büstü, Bibliothèque nationale) tarafından canlandırıldı. XIX. yy.'da V. Jeuffroy dikkati çekti (damarlı akik üzerine Napoléon Bonaparte, Bibliot­ hèque nationale) ve daha sonra değerli taş oymacılığına duyulan ilgi azaldı. Öyle ki, XX. yy.'da bu sanat, birkaç uzman ta­ rafından devam ettirildi. Türkler de akik, necef, zümrüt, yakut, yeşim, topaz gibi değerli taşları başarıyla işleyebiliyorlardı. Osmanlı saray sanatçı­ larının oluşturduğu ehli hiref arasında de­ ğerli taş yontucuları (hakkâkan) vardı (Fenni Efendi, Benderyan). Bu taşlardan mücevherlerin, takıların yanı sıra mühür yüzükler yapılıyordu (Selim I, Murat lll'ün mühür yüzükleri ünlüdür). [-> HAKKÂKLIK.] • Ahşap oymacılığı. Mihrap, minber, sü­ tunlar ya da sütun başlıkları, kapı ve pen­ cere kanatları, vaaz kürsüleri, Kuran rah­ leleri, sandıklar, sandukalar Anadolu türk ahşap işçiliğini yansıtan eserlerdir. Bu ya­ pıtlarda oyma, kündekâri, eğri kesim, kak­ ma vb. teknikler kullanılmıştır. Ayfonkarahisar Ulu camisi'nin mukarnaslı ahşap sü­ tun başlıkları mermer gibi ince işlemelidir. Sivrihisar Ulu camisi'ndeyse direklerin üst bölümleri rozet, palmet, geometrik ve bit­ kisel motiflerle bezenmiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminden günümüze ulaşan kapı ve pencere kanatları arasında Kay­ seri Ulu camisi'nin, Ankara Hacıhasan ve Alaettin camilerinin, Konya Beyhekim mescidi'nın, Birgi Ulu camisi'nin, Niğde Sungurbey camisi’nin, Kastamonu ibnineccar camisi'ninkiler belirtilebilir. Minber­ leri de ahşap oymacılığının özgün ürün­ leridir (Konya Alaettin camisi, Divriği Ulu



taş oym adık) Azapkapı çeşmesi (1733) İstanbul



OYMAK g. f. 1. Bir şeyi oymak, keskin, Değetli ta ; n s ıa n K Müzik, lacivert taşı Fransa, XVI. yy. /la m H IM , Paris) camisi. Ankara Aslanhane camisi, Beyşe­ hir Eşrefoğlu camisi, Manisa ve Bursa Ulu camileri). Masif ağaç üzerine çeşitli tek­ niklerin bir arada kullanıldığı Taşkınpaşa camisi'nin mihrap ve minberi (XIV. yy.) gü­ nümüze ulaşan en seçkin eserlerdir. Mevlana Celalettin Rumi’nin, Ahi Şerafettin’in (Ankara Etrıoğrafya müzesi) ve Seyit Mah­ mut Hayrani'nin kardeşi Necmettin Ah­ met'in (İstanbul Türk ve İslam eserleri mü­ zesi) oymalı ahşap sandukaları dönemin ahşap işçiliğini yansıtan yapıtlardır. Amas­ ya Bayezitpaşa camisi’nin ve Bursa Yeşil cami ve türbesinin yanı sıra, Edirne Bayezit külliyesi camisi'nin rumi, hatayi, kıvrıkdallar ve çiçekli yazılarla süslü kapı, pencere ve dolap kapakları XV. yy. osmanlı anşap işçiliğinin zengin örneideridir. İstanbul Şehzade, Süleymaniye ve Mihrimahsultan camilerinin ahşap kapı kanat­ ları ve vaaz kürsüleri ahşap oymacılığın seçkin ürünleridir XVII. yy.'dan sonra ka­ pılarda ve öteki ahşap bölümlerde oyma ve kündekârinin yanında kakma tekniği çokça kullanılmaya başlanmıştır (İstanbul Topkapı sarayı, Yeni cami, Sultanahmet camisi vd.). • Oymacılık tekniği. Oymacılıkta, üç sını­ fa ayırabileceğimiz minarellerden yararla­ nılır: kuvarslar (doğal kristal, ametist, akik, kalsedoın, lacivert taşı), metal oksitleri (he­ matit, malakit, kalsit) ve bitümler (kehri­ bar). Ayrıca, hayvan salgıları da (mercan, inci, deniz kabukları) kullanılır. Bu iki grup



sivri uçlu bir araçla ondan parçalar kopa­ rıp atarak bir çukur, bir delik oluşturmak: Toprağı oyan köstebekler. Kabak oymak. —2. (Bir şeye) desen oymak, özel araç­ larla kazıyıp yontarak bir nesnenin yüze­ yinde belli desenler oluşturmak. Tahtaya laleler oymak. —3. Bir şeyi oymak, doğal etkenlerden söz ederken, aşındırıp çukur­ lar oluşturmak: Kayaları oyan dalgalar. — 4. Bir kimsenin beynini oymak, bir ağrı ya da gürültü sözkonusuysa, o kimseyi çok rahatsız etmek. —5. Kol. yaka vb. oy­ mak, kumaş, deri vb. bir şeyi bir girinti oluşturacak biçimde kesmek. —6. (Bir kimseyi) oymak, bir kimseye zarar vermek (tehdit amacıyla söylenir): Sözlerine dik­ kat et. oyarım seni. —Güz. sant. Taş, ağaç, metal vb, madde­ lerin yüzeyini özel aletlerle oyarak biçim­ lendirmek, süslemek. —Metalürj. Metal bir eşyayı kuyumcu ka­ lemi ya da başka bir alet kullanarak işle­ mek, süslemek. || hriStal bir parçayı oy­ mak, bu parça üzerinde bir çukur oluş­ turmak. —Mutf. Bir sebze ya da meyvenin içini harç ile doldurulmak üzere boşaltmak. ♦ oydurm ak ettirg. f. Bir şeyi oydurmak, onun oyulmasını sağlamak, oymak eyle­ mini yaptırmak. ... ♦ oyulm ak edilg. f. Oymak eylemine konu olmak: Oyulmuş taşlardan tespih yapmak. Patlıcanlar iyice oyularak içi dol­ durulur. Mermer üzerine lale desenleri oyuldu. Başım çok ağrıyor, sanki beynim oyuluyor. Yakanın biraz daha oyulması ge­ rekiyor.



OYMAK a. Aynı bölgede yaşayan ya da



bir ahşap oymacılık örneği Karaman imaret camisi kapısından ayrıntı XV. yy. başları Türk ve İslam eserleri müzesi İstanbul



birlikte göç eden, yönetim biçimleri, dil­ leri, dinsel inaçları ortak aynı soydan ge­ len ailelerin oluşturduğu obadan büyük, boytan küçük topluluk. —Astrofiz. Yıldız oymağı, oluşturdukları yıldızlararası madde içinde uzanan, genç ya da oluşum dönemindeki dağınık yıldızlar topluluğu. (Bk. ansikl. böl.) —ize. Obaların birleşmesiyle oluşan izci kuruluşu. (16-32 izciden oluşur.) || Oymak beyi, oymak kursunu bitirmiş yönetici. (21 yaşından büyük olması gerekir) (Oymak başı da denir.] —Küm. kur. Bir E kümesinin parçalar oy­ mağı, E nin J(E) parçalar kümesinin VAe3/CEA s ® ve



V(A,),eNe » / ( J A, e s IEM



bağıntılarını sağlayan, boş olmayan 3S altkümesi. (Aynı



biçimde f | A ,e a i



el-



,e N



de edilir. E nin bir A parçalar kümesim içe­ ren, E nin bütün parçalar oymaklarının ke­ sişimi, A nin doğurduğu oymak denen, yi­ ne bir oymaktır.) —Tar. Türkmen ulusunu (Oğuzlar) oluştu­ ran her bir bölüm. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Astrofiz. Yıldız oymaklarının var-



lığı, ermeni asıllı gürcü astrofizikçi Am­ O Y M A U sıf. Oymaları girintileri çıkıntıları bartsumyan tarafından, yıldızların gökyü­ bulunan; oymalarla süslenmiş olan şey zünde tayf tiplerine göre dağılımını ince­ için kullanılır: Oymalı tavan süslemeleri. lerken ortaya çıkarıldı. Oymakların küme­ O Y M A P IN A R , Antalya'nın Manavgat lerden* farkı, bulundukları bölge içinde ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 1 961 yıldız yoğunluklarında zorunlu olarak bir nüf. (1990). artış göstermemeleridir. Bunlar, genellik­ le, çekirdek adı verilen bir ya da daha çok O y m a p ın a r b a ra jı v a h id r o e le k tr ik açık kümeyi çevreleyen ve bu çekirdek­ s a n tr a lı, Antalya ilinde, Manavgat çayı ten saniyede yaklaşık, on kilometre düze­ üzerinde kurulu baraj ve hidroelektrik yindeki hızlarla uzaklaşan yıldızlar gibi santralı Elektrik enerjisi üretmek amacıyla görünür. Oymaklar, içerdikleri yıldızların yapılan tesis 1984’te işletmeye açıldı. büyük çoğunluğunun tayf tipiyle adlandı­ Enerji üretimi bakımından Atatürk, «ara­ rılır: OB oymakları (çok parlak, mavi yıl­ kaya, Keban hidroelektrik sandallarından dızlar). T oymakları (t Tauri tipi kırmızı yıl­ sonra gelen Türkiye’nin 4. büyük tesisidir dızlar). Yıldız evrimi kuramı, bir oymağın Antalya iline 76 km uzaklıkta, Antalya yıldızlarının, çekirdeğin yıldızlarıyla aynı -Alanya arasında kurulan barajın gövdesi zamanda oluştuklarını ve bu çekirdekten beton kemer tipinde, baraj kret kotu 185 yavaş yavaş ayrıldıklarını ileri sürer. m, temelden yüksekliği 185 m, talvegden —Tar. Oymaklar, anayurtları olan Orta As­ yüksekliği 157 m, normal su kotunda (184 ya'da mevsimine göre yaylakla kışlak ara­ m) su toplama hacmi 300 milyon m3, göl sında sürekli hareket halinde bulunan koalanı 4,70 kmz'dir. 540 MW gücündeki nargöçer ya da yarı konargöçer türkmen santralın elektrik üretimi 1 620 GVVh'tır. boylarıydı. Oymak halkı genellikle hayvan­ O Y M Y A K O N p la t o s u , rusça Oymcılıkla geçinir, zamanının büyük bölümü­ yakonskoye ploskogorlye, Sibirya'da. nü sürülerine otlak bulmak için değişik ko­ Rusya'ya bağlı Yakutistan Özerk Cumhu­ naklarda geçirirdi. Çabuk kurulup çabuk riyetinde plato. Soğuk kutuplarından biri kaldırılacak nitelikte olan ve "yurt" denen buradadır; -50°C ile -70°C arasında so­ çadırları genelde üçe ayrılırdı: keçi kılın­ ğuklar ölçülmüştür. dan dokunmuş, direkli kara çadır; pamuk­ tan dokunmuş ya da keçeden yapılmış O Y N A K sıf. 1. Hareket edebilen ya da devirli çadır; "alaycık" ya da "alacık” Bitirilebilen, yeri, konumu değişebilen, sa­ adıyla anılan ve koyun kılından döverek bit olmayan şey için kullanılır: Bir makine­ yapılan keçe çadır. Çadırların kendilerine nin oynak parçaları. Sadece alt çene oy­ özgü bir iç bölümü vardı. Bunların direk­ naktır. —2. Sık sık değişen kararsız şey lerine "cağ", erzak konmak için ayrılmış için kullanılır; değişken: Son günlerde al­ yerine "sitil" denirdi. Oymağın yaşamın­ tın fiyattan çok oynak. —3. Canlılık veren, da binek ve yük hayvanları önemli bir yer hareketli şey için kullanılır: Oynak bir mü­ tutar, oymak halkı giyim eşyasından çu­ zik. —4. Ahlak yönünden serbest, davra­ valına kadar her şeyini kendi dokurdu. nışları hafif kadın için kullanılır. Böylece kendine yeterli olan oymak hal­ —Anat. Eklem yüzlerinden biri içbükey, kı, içine kapalı bir ekonomik yaşam biçi­ biri dışbükey olan oynar eklem. mi sürdürürdü. Çobanlıktan arta kalan za­ —Balıkç. Tatlısularda, balığın böcek ka­ manlarını geçimlik el sanatlarıyla uğraşa­ parken su yüzeyinde meydana getirdiği rak değerlendirirlerdi. Her oymağın başın­ kırışıklık. || Oynak yapma, sürü içindeki da bir bey bulunur, beyler ihtiyarlar kuru­ balıkların kuyruklarıyla su yüzeyini kırıştır­ lunun oyları alınarak seçilirdi. Oymaklar ması. genellikle beylerinin adlarını alırlar ve bu —Bors. Kullan çok yoğun bir dalgalanma adla anılırlardı. Türkpıen boyları anayurt­ gösteren menkul değerler için kullanılır. larından Ön Asya'ya göçtükten sonra, —Denize. Oynak pusula, güçlü salınımözellikle İran'da kurulan Safevi devleti, as­ ları olan pusula. || Oynak tekne, fazla ka­ keri açıdan bu oymaklara dayalı bir dü­ rarlı olmayan tekne. zenle yönetildi. Oymak beyleri devletin en —Mak. san. Bir yönde hareket ettirildiğin­ üst askeri konumlarına yükselebilen kişi­ de bir konum algılayıcısına etki yapan, an­ ler olarak yönetimde önemli roller oyna­ cak diğer yönde hareket ettirildiğinde dılar. Öte yandan, osmanlı topraklarına yapmayan bir büte için kullanılır. || Devin­ göçen oymaklar devletçe raiyet (vergi yü­ diren ve devindirilen öğeler arasındaki bir kümlüsü halk) sayıldı. Kortya yöresine yer­ hiza sapmasına olanak verebilen bir tah­ rik sistemi için kullanılır. leştirilen oymaklar Karaman* atı diye anı­ —Tic. Oynak merdiven -* M E R D İ V E N . lan ve dünyanın her yerinde aranan cins —Uluslarar. ikt. Oynak sermaye durma­ atlar yetiştirdiler. Bunlar vergilerini yetiştir­ dan yer değiştiren ve gittiği yerde, faiz dikleri atlardan ödedikleri için “ at çeken" oranları değişikliğine ve kambiyo riskleri­ adıyla anıldılar. Osmanlı topraklarında ya­ nin değerlendirilmesine göre kısa vadey­ şayan oymaklarca seçilen beylere ancak le yatırılmaya hazır spekülatif sermaye. hükümet tarafından onaylandıktan sonra (Oynak sermayeler, kitleleri ve'ödemeler beylik beratı verilirdi. Oymağını yönetmek­ dengesiyle ekonominin likiditesi üzerinde­ te ya da vergisini göndermekte geciken ki çifte etkileri yüzünden, devletler ve ikti­ bey, bölge voyvodasınca azledilir, yerine sadi politikalar için tehlike oluştururlar.) bir yenisi seçilirdi. Batı ve Güney-batı Ana­ [Eşanl. H O T M O N E Y . ) dolu'da yaşamlarını sürdüren konargöçer oymaklar, XVI. yy.'dan sonra “ yörük" adını ■ O Y N A K a. Müz. Türk müziğinde bir kü­ aldılar. Vteniçeri ocağı kaldırıldıktan (1826) çük usul. (9 zamanlı, 6 vuruşludur. Daha sonra asker sıkıntısı çekmeye başlayan çok, Ege türkülerinde ve oyunhavalarında rastlanır.) devlet, büyük ölçüde oymak gençlerin­ den yararlanırken, asker veren oymakları O Y N A K Ç A sıf. Hafif oynak olan şey için vergi dışı tuttuğu gibi, bunları ayrıca ha­ kullanılır. zine ödeneğine de bağladı. Bozdoğan, ♦ sıf. ve be. Oynak bir kimseye yakışır Melemend, Kara Hacılı, Karakeçili gibi oy­ biçimde. maklar bugün de Anadolu'nun çeşitli böl­ gelerinde, yerleştirildikleri yörelerde top­ O Y N A K L IK a. 1. Hareket edebilen ya rağa bağlı olarak ya da yarı konargöçer da ettirilebilen, sabit olmayan bir şeyin ni­ durumda ve yine oymak adı altında ya­ teliği: Çenenin oynaklığı. —2. Değişken­ lik. —3. Canlılık veren, hareketli bir şeyin şarlar niteliği: Bir müzik parçasının oynaklığı. O Y M A K L I, esk. Nefslgerger, Adıya­ —4. Oynak bir kimsenin, davranışının ni­ man'ın Gerger ilçesi merkez bucağına teliği; oynakça davranış. bağlı köy; 502 nüf. (1990). Köyün yakı­ O Y N A M A a. Oynamak eylemi. nında sarp bir kaya üzerinde yükselen Gerger kalesi, günümüze sağlam olarak O Y N A M A K g. f. 1. (Bir kimseyle) bir şey ulaşmış bir Ortaçağ yapısıdır. oynamak, bir oyunu oynayarak bir oyun­ O Y M A K O N S K O Y E P LO S K O O O R İla, bir oyuncakla eğlenerek hoşça vakit geçirmek: Benimle bilya oynar mısın? Y E -» O Y M Y A K O N p l a t o s u .



Kaydırak oynamak. Bebek oynamak. —2. a. + cılık + oynamak, özellikle çocuklar­ dan söz ederken, bir etkinliğe öykünerek eğlenmek: Doktorculuk oynamak Evcilik oynamak. —3. (Bir kimseyle, bir kimseye karşı) bir oyun oynamak, kurallarını bile­ rek ve bunlara uyarak, bir oyunu ya da bir sporu uygulamak, bir oyuna bir spor etkinliğine katılmak: İskambil, tenis, bas­ ketbol oynamak. Yarı finali oynamak. —4. Bir şans oyunu oynamak, bir şans oyunu­ na para yatırmak: Toto, loto oynamak. —5. Bir şey oynamak, müzik eşliğinde belli bir oyunun figürlerini uygulamak: Zeybek oynamak. Çiftetelli oynamak. —6. Bir kişiliği oynamak, kendine o kişiliğin ha­ vasını vermek, öyle görünmeye çalışmak: Şimdi de fedakâr anneyi oynuyor. —7. Bir kâğıdı, bir taşı oynamak, onları oyuna kat­ mak, ya da bir şeyin yerini değiştirmek: Kupa kızını oynadı. Şahınızı oynamanız gerekirdi. Bir piyonu oynamak. —8. Bir yapıtı, bir yazarı oynamak, bir kimse bir tiyatro topluluğu sözkonusuysa, bir yapıtı tiyatroda temsil etmek, belli bir yapıtı yo­ rumlamak: Şehir tiyatroları bu yıl Hamlet'i oynayacak. Bu grup yalnızca Brecht oy­ nar. —9. Bir rolü, bir kişiyi oynamak, tiyat­ ro ya da sinemada bir rolü yorumlamak, şu ya da bu rollerle çıkmak: Othello'yu oy­ namak. Komedilerde hizmetçi rolünü oy­ nuyor. Filmlerde kötü adam rolleri oynar. Rolünü çok kötü oynuyor. — 10. Bir şeye, bir kimseye (ya da üzerine) oynamak, ba­ hislerde kazanacağını düşündüğü şeye ya da kimseye para yatırmak: 7 numaralı ata oynamak. Amerikalı boksör üzerine oynamak. — 11. Kumar oynamak — K U ­ MAR.



♦ gçz. f. 1. Hoşça vakit geçirmek, eğ­ lenmek, kendini oyuna vermek: Çocuklar gidin bahçede oynayın. Sokakta oyna­ maktan başka bir şey düşünmüyor. —2. Bir şeyle oynamak, herhangi bir nesney­ le eğlenmek: Bebeğiyle oynamak. Oyun­ caklarıyla oynamak. —3. (Bir kimseyle) bir şeyine oynamak, ortaya bir şey koya­ rak bir oyunu uygulamak: Yemeğine oy­ namayalım mı? —4. Bir şeyle oynamak, onu ellemek, kurcalamak: Çocuklar be­ nim kitaplarımla oynamasın lütfen. Bu te­ levizyonla kim oynadı? —5. Bir şeyle oy­ namak, o şeyi dalgın dalgın farkına var­ madan evirip çevirmek: Yüzüğüyle oyna­ mak. Konuşurken kravatıyla oynamak. —6. Bir şeyle (soyut) oynamak, o şeyi teh­ likeye atmak, önemsememek: Sağlığıyla, yaşamıyla oynamak Bir kimsenin gelece­ ğiyle, mevkisiyle oynamak. —7. Bir kim­ seyle, onun duygularıyla oynamak, o kim­ seyi, duygularını hiçe saymak, alay et­ mek: insanlarla oynamayı bırak. Bir kim­ senin gururuyla, onuruyla oynamak —8. Bir şeyle oynamak, bir şeyin kullanımın­ da büyük kolaylık ve ustalık göstermek: Sözcüklerle oynamak. Kemanla âdeta oy­ nuyor. —9. Bir nicelikten (para, fiyat vb.) söz ederken, sabit olmamak, değişiklik göstermek: iki semi arasında fiyatlar çok fazla oynuyor, iki üç bin lira arasında oy­ nar. iki üç lira oynuyor. — 10. Bir şeyden düm



dütn



_______________________



9/ePZ ül_i_J____ tek



tek



tek



tek



söz ederken, kımıldamak, hareket etmek, hareket işlevini yerine getirmek: Dudak­ ları hafifçe oynadı. Fizik tedaviden sonra sağ dizi oynamaya başladı. — 11. Bir şe­ yin herhangi bir parçasından söz eder­ ken, sabitliğini yitirmek, gevşemek: Masa­ nın ayakları oynamış. Kapının menteşelen oynamış, kapanmıyor. — 12. Bir kimseden söz ederken, bir takımda oynamak, ora­ da yer almak: Okul takımında oynamak. Üniversite karmasında oynuyor. — 13. Bir kimseden söz ederken, bir müzik eşliğin­ de ritmik hareketler yapmak: Hadi sen de oyna. Çok güzel oynar. — 14. Bir şeyden söz ederken, sarsılmak, yeri değişmek: Bina temelinden oynamış. — 15. Bir tiyat­ ro oyunu ya da bir filmden söz ederken,



tiyatroda, sinemada, televizyonda göste­ rilmek: Bu gece televizyonda hangi film oynuyor? — 16. Ed. Bir doğa olayından söz ederken, yansımak, kımıldamak, tit­ remek, ışık gölge oyunları yapmak: Saba­ hın ilk ışıkları perdelerin arasında oynu­ yor. —17. Oynamal, bir işi gereği gibi yap oyalanma, boşuna vakit geçirme anlamın­ da söylenen uyarı sözü. || Büyük oynamak -» BÜYÜK. || Oynaya oynaya, sevine sevi­ ne, büyük bir sevinçle —Anat. Oynar eklem -» EKLEM. || Oyna­ maz eklem -> EKLEM. —Bors. Borsada oynamak, borsalarda fi­ yatların kısa süreli iniş çıkışlarından yarar­ lanarak, kâr amacıyla altın, tahvil, hisse senedi v b menkul değerlerle çeşitli ürün­ lerin alım ve satımını yapmak. ♦ oynanm ak edilg. f. 1. Oynamak ey­ lemine konu olmak: Gururuyla oynandı­ ğı için böyle davrandı. —2. Oynamak ey­ lemi yapılmak, koyulmak, sergilenmek: Sabahtan akşama kadar sokakta oynan­ maz ki. Kumar oynanmak. Şenlikte halk oyunları da oynandı. ♦ oynaşmak işt. f. 1. İki ya da daha çok kimse hayvan sözkonusuysa, birbirteriyle oynamak: Çocuklar odada oynaşma­ yın. Bahçede bir köpek, yavnılanyla oy­ naşıyor. —2. iki kimse sözkonusuysa, ara­ larında gönül ilişkisi kurmak, sevişmek. ♦ oynatılm ak edilg. f. Oynatmak eyle­ mine konu olmak: Masa sakın yerinden oynatılmasın. Oynatılmaktan hiç hoşlan­ maz. ♦ oynatm ak ettirg. f. 1. Bir kimseyi oy­ natmak, oyunla oyalamak, eğlendirmek; oynamasına izin vermek: Çocuklan götür de bahçede biraz oynat. Çocukları evde oynatmıyor; müzikle uyumlu hareketler yaptırmak: Düğünde beni zorla oynattılar; verdiği sözde durmayarak düzenle oyala­ mak, aldatmak, kandırmak: Aylardır, bu­ gün yarın diyerek bizi oynatıp duruyor. — 2. Bir şeyi oynatmak, kımıldatmak, ha­ reket ettirmek: Masayı yerinden oynata­ madık. Parmağını oynatıp durma. —3. Herhangi bir oyun oynanmasını sağlamak ya da izin vermek: Evinde kumar oynatıyormuş Evde tavla oynatmıyor. —4. (Ak­ lını) oynatmak; delirmek: Sen (aklını) oy­ nattın galiba. —S. Kukla vb. bir şeyi ipler, çıtalar ya da el yardımıyla istenilen hare­ ketleri yaptırmak: Kukla oynatmak. Kara­ göz oynatmak. —6. Bazı yöntemlerle eği­ tilmiş bir hayvana müzik eşliğinde isteni­ len hareketleri yaptırmak: Ayı oynatmak. —7. Bir tiyatro yapıtını ya da bir filmi, sah­ neye koymak, göstermek ya da sahneye konmasına, gösterilmesine izin vermek: Bu filmi TV'de oynatmalı. O Y N A N IŞ a. Oynamak eylemi ya da bi­ çimi. O Y N A N M A K -> OYNAMAK. O Y N A Ş a. Tkz. Aralarında evlilikdışı cin­ sel ilişki bulunan, birbirleriyle gönül eğlen­ diren kadın ve erkekten her biri; dost, âşık. O Y N A Ş M A a. Oynaşmak eylemi. OYNAŞM AK O Y N A T IL M A K -



OYNAMAK. OYNAMAK.



O Y N A T IM a. 1. Oynatmak eylemi. —2. Sinemacılıkta bir filmin seyirciye gösteril­ mesi işi. O Y N A T IM C I a. Sinemacılıkta, oynatım işiyle uğraşan kimse. O Y N A T M A a. Oynatmak eylemi. OYNATMAK -



OYNAMAK.



O Y N A Y IŞ a. Oynamak eylemi ya da bi­ çimi. O Y O , Nijerya'da; Ibadan'ın kuzeyinde kent; 226 300 nüf. (1991). Ticaret ve elsanatları merkezi. Tekstil (pamuk). O Y O , büyük bir olasılıkla XIV. yy. sonu ya da XV. yy. başında kurulan yoroba (Gü­ ney Nijerya) krallığı; tarihinin başlangıcı



ancak efsaneler aracılığıyla bilinmektedir. Nitekim, ilk krallardan biri olan Şango, Yıl­ dırım tanrısı olmuştu. XVI. yy.'da kral yani alafin, gücünü oluşturan hafif süvariyi kur­ du. Gücünün doruğundayken, Nijer'den kıyı lagunalarına, Benin krallığı'ndan bu­ günkü Togo sınırlarına kadar birçok kral­ lığa kendi metbuluğunu kabul ettirdi. Zen­ ginliği, köle ticaretine dayanıyordu. 1780'den başlayarak krallık, Borgu’nun (1783), Nupe'nin (1791) ve Dahomey'in (1818) özgürlüklerine kavuşmalarıyla ya­ vaş yavaş çözüldü. Ordunun başkomuta­ nı, Pöller İle anlaşarak ilorin başkanı du­ rumuna geldi (1820). Ovolar'daki yoruba topluluğuyla savaş, Oyo'nun saygınlık kay­ bını hızlandırdı. 1835'te Old Oyo ortadan kaldırıldı ve tüm yoruba ülkesi iç savaşlar­ da yakılıp yıkıldıktan sonra, 1893'te Ala­ fin ile bir himaye antlaşmasının imzalan­ masından sonra İngiliz denetimine geçti. O Y O N O (Ferdinand), kamerunlu yazar ve diplomat (Ngulemakong, Ebolovva ya­ kınında, 1929). Çocukluk yılları, romanla­ rında anlattığı Ebolovva bölgesinde geç­ ti. Yükseköğrenimini Fransa'da tamamla­ dıktan sonra, fransız yönetiminde ve dış­ işlerinde önemli görevler aldı. Büyük bir ustalığın acımasız bir alaycılıkla birleştiği yapıtlarında (Une vie de boy; le Vieux Nègre et la médaille 1956) ırkçılığı ve sö­ mürgeciliği yerdi. 1960'ta yayımladığı Chemin d'Europe Afrikalı'nın manevi öz­ gürlüğü açısından bir umut niteliği taşır. O Y O N O -M B İA (Guillaume), kamerun­ lu oyun yazan (Mvoutessi, 1939). Özellikle başanlı komedileriyle (Trois prétendante un mari, 1960,5. perdesini 1968'de ekle­ di; Notre fille ne se mariera pas, 1969) ta­ nınırsa da, gerçekçi ve renkli bir dille ka­ leme aldığı öyküleri de (Chronique de Mvoutessi 3 cilt, 1971-1972) ilgi çekicidir O Y N A K g e ç id i, Kastamonu'yu inebo­ lu’ya bağlayan karayolunun, Kastamonu havzasının K.’indeki dağlık kesimde izle­ diği geçit (1 210 m). O Y R A T Ç A a. Dilbil. KALMUKÇA'nın eşanlamlısı.



O Y R A T LA R - * KALMUKLAR. O Y S A , O Y S A K İ bağ. Söylenenin, bir sonra söylenene karşıt olduğunu belirte­ rek iki cümleyi birbirine bağlar; ama, hal­ buki, fakat: Tembellik yapıyor, oysa çok akıllı çocuktur. Sinirden hiçbir şey yiyemedim, oysa çok acıkmıştım. Dışarı çıktı, oy­ sa ders çalışması gerekiyordu. Dün İstan­ bul'a gitti, oysaki bana gitmeyeceğini söy­ lemişti. O Y Ş T R A H (David Fyodoroviç), rus ke­ mancı (Odesa 1908 - Amsterdam 1974). Wieniawski (Varşova 1935) ve Ysaye (Brük­ sel, 1937) ödüllerini kazandı. Geleneksel yüksek rus virtüözlüğünün temsilcisidir. —Oğlu İGOR, kemancı (Odesa 1931), Bu­ dapeşte yanşması'nı (1949) ve Wienlawski ödülü'nü (Varşova, 1950) kazandıktan sonra, keman virtüözü olarak mesleğini sürdürmektedir. O Y T İS İK A a. (fr. oiticica'öan) Brezilya' da yabani olarak yetişen ve yavaş büyü­ yen bir ağaçtan (Licania Rigida) çıkartı­ lan sıvı yağ. (Çin odun yağı yerine kulla­ nılan bu yağın özelliği, eleostearik ve likanik asidleri yüksek oranda içermesi­ dir.) O Y T U N (Haşan Şükrü), türk veteriner ve parazitoloji uzmanı (Hanya 1899 - An­ kara 1978). Askeri baytar mektebi'ni bitir­ di (1919). Bir süre askeri okullarda öğret­ menlik yaptıktan sonra ihtisas için Alman­ ya'ya gönderildi. 1930'da doktorasını ta­ mamlayarak yurda döndü; Yüksek baytar rnektebi'nde görev aldı. Yüksek ziraat enstitüsü veteriner fakültesi parazitoloji ve helmitoloji enstitüsü baş asistanlığına atandı (1933); profesör oldu (1941). 1969'da emekli olan Oytun, parazitoloji ve helmitoloji alanındaki çalışmalarıyla tanın­ dı: Genel parazitoloji ve helmitoloji ( 1945



-1961), Tıbbi parazitoloji (1949-1968), Tıbbi entomoloji (1956-1969). O Y U K a. Sert bir maddede oluşan ya da oluşturulan çukur yer, kovuk: Bir kayanın oyuğuna saklanmak. Duvardaki oyukları alçıyla doldurmak. Dişimde bir oyuk var. —Bot. Gözenekli oyuk, kurak bölge bit­ kilerinde (kaktüsgiller) gözeneklerin bu­ lunduğu boşluk. || Kıllı oyuk, kurak bölge­ lerin bitkilerinde yapraklann üzerinde çok­ ça bulunan boj kıllı boşluk. (Buralarda bu­ harlaşma pek az olur.) — E l e k t r o n . Oyuk rezonatörü, B O Ş L U K * R E Z O N A T Ö R Ü 'n ü n eşanlamlısı. —Elektrotekn. Manyetik bir armatüre, bir sargının iletkenlerini yerleştirmek için açı­ lan yuva. (Ardışık iki oyuk arasında yer alan ferromanyetik bölüme Diş adı verilir.) || Bir doğru akım elektrik arkında, pozitif kömürün ucunda oluşan boşluk. || Oyuk açma, manyetik bir devrede oyuk gerçek­ leştirme tekniği. —Jeomorfol. Rüzgâr oyuğu, C A O U D E Y R E ' nin eşanlamlısı. —Mad. oc. Cevher içinde cidarlara dik ve koşut olarak açılan ve bir çizgi halinde uzanan boşluk. —Metalürj. Pas oyuğu, demirli metallerin yüzeyinde atmosfer korozyonu sonunda ortaya çıkan oyuk. —Zool. Dışarıdan gözle görülemeyen (özellikle, yağ bezleri, memelilerin meme­ leri gibi çeşitli salgıbezleri) deri oluşum­ larına verilen ad. (Pullar, tırnaklar, boynuz­ lar, telekler ve kıllar gibi gözle görülebilen fanerlerle karşıtlaşır.) ♦ sıf. Oyulmuş olan: içi oyuk bir ağaç. O Y U KÇ U L sıf. Memelilerin alın sinüslerin­ de ve burun-yutak boşluklarında yaşayan larvasineğigillerin larvaları için kullanılır. O Y U K L U , Erzurum’a bağlı Çat ilçe mer­ k e z i n i n e s k i adı. O Y U LG A a. (oyulmak'tan, oyul-ga). iki kumaşı birbirine tutturmak ya da kumaşı büzmek amacıyla, İğneyi bir üstten bir alt­ tan geçirerek yapılan iğreti, seyrek dikiş; teyel. (Süslemede da kullanılır.) O Y U L G A L A M A K g. f. Oyulga dikişi yapmak. ♦ oyulgalanm ak edilg. f. 1. Kumaştan söz ederken oyulgalanmak eylemine ko­ nu olmak. —2. Birikmek, sıralanmak. O Y U LG A LA N M A K



-



O YULG ALAM AK.



O Y U L G A M A a. (oyulmaktan oyul-ga -ma). 1. iğneyi tutturulacak ya da büzü­ lecek kumaşın bir üstünden bir altından geçirerek oyulga dikişi yapma. —2. Oyul­ gama iğnesi, iğneyi kumaşın bir üstün­ den, bir altından geçirerek işleme ya da dikme tekniği. || Geçmeli oyulgama iğne­ si, oyulga dikişinde iğnenin alta alınması nedeniyle oluşan boşlukların üzerini işle­ yerek yapılan süsleme iğnesi. O Y U L G A M A K g. f. Yörs. Oyulgalamak. O Y U L O A N M A K gçz. f. Yörs. Bir şeyin içine iyice girmek, içine işlemek. O YU LM A



a . O y u lm a k e y le m i.



— J e o m o r f o l.



Y A R IN T I*



O LU Ş U M U ’n u n



e ş a n la m lı s ı.



O YU LM AK -



OYMAK.



O Y U M a. 1. Ağaç ya da fidan dikmek için açılmış yer, oraya dikilen bitki. —2. Çukur, oyuk. —Bot. Kimi bitkilerde bulunan kazık kök. O Y U M L A M A K gçz. f. Bitki sözkonusuysa, kök salmak, tutmak. O Y U N a. 1. Zorla yapılmayan, hiçbir ya­ rar amacı gütmeyen ve eğlenmek ya da bir tat almak için girişilen fiziksel ya da zi­ hinsel etkinlik: Çocuğun, yetişkinin oyunu. Oyuna ya da taunlara katılmak. Bu oyun­ lar sizin yaşınıza göre değil. (Bk. ansikl. böl. Ruhbil.) —2. Duruma göre fiziksel ya da zihinsel niteliklerin, kurnazlığın, bece­ rikliliğin ve rastlantının rol oynadığı, yenen­ lerin ve yenilenlerin bulunduğu, uzlaşmalı kurallara dayanan eğlence etkinliği: Şans



oyunu, iskambil oyunu. Bir oyunda en olmak. Oyunda hile yapmak. —3. güçlü ızellikle para riskinin bulunduğu değişik şans oyunlarının tümü; kumar: Oyun tut­ kusu. Oyun salonu. Oyunda varını yoğu­ nu yitirmek. —4. Toplu olarak oynanan bir oyunu düzenleyen kurallar bütünü: Oyu­ nu bozmak. Oyuna uyum sağlayama­ mak. —5. iskambil, tavla vb. oyunlarda, el, parti: Sonucu, üçüncü oyun belirleye­ cek. Bir oyun daha oynayalım mı? —6. Bir oyuna başlama: Ben oynadım, şimdi oyun sırası sende. —7. Bir sonuç elde et­ mek amacıyla özellikle fiziksel yetenekle­ rini kullanan kimsenin hareketleri: Eskrim­ de kılıç oyunu. Güreşçilerin ayak oyunları. —8. Bir rolü yorumlamak eylemi, yorum­ lama biçimi: Dekor çok kötüydü ama oyuncuların oyununa diyecek yok. —9. Toplu oynanan bir oyunu, bir sporu uygu­ lamak, bir oyunu, bir maçı oynamak ey­ lemi ya da biçimi: Güçlü ve kendinden emin bir oyunu var. Takımların her ikisi de güzel b ir oyun sergilediler. — 10. Bir kim­ senin, bir şeyi elde etmek, bir isteğine ulaşmak için yararlandığı ustaca ama dü­ rüst ve yasal olmayan yol, yöntem; hile, dolap: Bu onun oyunlanndan yalnızca bi­ ri. Onların bu oyununu bozmalıyız. — 11. Kaprisli ya da çılgınca davranan bir kim­ senin ciddiyetten uzak, davranışı: Onun bu tür oyunlarına hâlâ alışmadın mı? Bu tür çocuksu oyunlardan vazgeç. — 12. Oyun almak, oyunu almak, bir oyunu kazan­ mak. || Nit. sıf. + oyun çıkarmak, bir spor­ cu ya da bir ekip sözkonusuysa, oyunda, karşılaşmada belirtilen biçimde başarı dü­ zeyini tutturmak: iyi, kötü, güzel bir oyun çıkarmak. Takımımız harika bir oyun çıka­ rarak açık farkla galip geldi. || Oyun ebe­ si, çocuk oyunlannda oyunu yöneten kim­ se, oyunun başı. || Bir kimseye oyun et­ mek, oyun oynamak, oyun yapmak, hile ve kurnazlıkla bir kimseyi aldatmak, do­ lap çevirmek: Dikkatli ol, sana bir oyun et­ mesinler. || Sıf. + bir oyun oynamak, ama­ cına ulaşmak için belirtilen biçimde hare­ ket etmek: Tehlikeli bir oyun oynamak. Kö­ tü bir oyun oynamak?|| Oyun içinde oyun, bir iş içinde hile üstüne hile yapma ya da art arda dolap çevirme. || Oyun kâğıdı, is­ kambil kâğıdı. || Oyun kurmak, bir yarış­ mada belirli taktikler uygulayarak yarışma­ yı kazanmaya çalışmak. || Oyun, oyunu vermek, oyunda kaybetmek. || Oyuna çık­ mak, oyunda rol almak, sahneye çıkmak. || Oyuna gelmek, hileyle ya da düzenle al­ datılarak kötü bir duruma düşmek. || Bir kimseyi oyuna getirmek, onu güzel söz­ lerle, hile ile aldatmak, kandırmak ya da beklemediği kötü bir durumla karşı karşı­ ya bırakmak. || Oyuna girmek, oyuna ka­ tılmak. || (Bir kimsenin) oyununu bozmak, onun yaptığı hileyi boşa çıkarmak, bu yol­ la sonuç almasını engellemek: Gerekli g i­ rişimleri zamanında yaparak oyununu bozdular. || Oyunun kuralı, kuralları, her­ hangi bir duruma gelmek, herhangi bir et­ kinlik alanına girmek gerektiğinde sessiz­ ce kabul edilmek zorunda kalınan anlaş­ ma noktası ya da noktaları. || Oyunu ku­ rallara göre oynamak, bir işe, bir eyleme, o iş ve eylemin gereklerine uyarak katıl­ mak. —Ed. Anlatımda güzellik sağlamak ya da tartışmayı kazanmak için başvurulan do­ lambaçlı anlatım yolu: Söz oyunu. —Ed. ve Tiyat. Dramatik ve/ya da gösteri sanatıyla ilgili yapıt (Eşanl. P İ Y E S ) ; b u ya­ pıtın sahnede, televizyonda ya da radyo­ da gerçekleştirilmesi (Eşanl. T E M S İ L ) : Oyun yazarı. Başarılı bir oyun. Tiyatro, te­ levizyon, radyo oyunu. Oyunun en geri­ limli noktası. —Etol. Davranış kütükleriyle ilgili devinimsel eylemler bütünü. (Genellikle güdülen­ me bağlamıyla ilişkisi olmadan ve büyü­ mekte olan bireylerce gerçekleştirilir.) —Folk. Çocuk oyunları, çocuklar tarafın­ dan eğlenmek ve oyalanmak amacıyla tek başına ya da topluca yapılan, kurallı ya da kuralsız, belli bir oyun aracını ge­ rektiren ya da gerektirmeyen; çoğunluk­



la hesap, taklit, rastlantı ya da maharete dayanan eylemler. (Bk. ansikt. böl.) || Halk oyunları -» H A L K . —Mat. Sıfır toplamlı oyun, oyuncuların bir kazanç elde ettikleri ve kazancın cebirsel toplamının sıfır olduğu oyun. || Oyunlar ku­ ramı, karar verme kuralları ile taktik ve strateji soyut kavramlarından yararlanarak problemlerin çözümünü sağlayan mate­ matiksel yöntemlerin kümesi. (Bu kuram­ dan başlıca iktisadi ya da askeri problem­ leri yorumlamada yararlanılır.) [Bk. ansikl. böl. Mat.L —Müz. Oyun havası, türk müziğinde, eş­ liğinde dans edilebilen, ritmik ve kıvrak melodilerle örülmüş enstrümantal parça­ ların genel adı. (Oyun havalarının çoğu, nim sofyan, sofyan, düyek, yürükaksak gi­ bi küçük usullerle ölçülmüştür. Başlıca oyun havası türleri: çiftetelli' zeybek' horon', hora’, b a r' ağırlama', halay* köçekçe', tavşanca", tonga’, sirto' vb.) —Ruhbil. Oyunla tedavi, ruhsal tedavi amacıyla oyundan (takım ya da beceri oyunları) yararlanma. —Spor. Sporcuların fiziksel, ruhsal ve sportif anlayışını geliştirmek amacıyla ya­ pılan hareketlerin tümü. || Teniste set'in bö­ lümü. (Oyunu kazanmak için en az dört puan kazanmak gerekir.) —Tar. telm. Karamadın koynu, sonra çıkar oyunu - * K a r a m a n . —Tiyat. Oyun ağası, Anadolu'da köy se­ yirlik oyunlarının düzenlenmesinden so­ rumlu kişi. {Oyun babası da denir) || Oyun alanı, bir oyunun seyircinin görebileceği şekilde oynanmasına elverişli yer: Toplu­ luk, oyun alanı olarak yıkık bir köşkün gi­ riş merdivenlerini seçmiş. || Oyun çıkarma, köy oyunlarını hazırlayıp seyirciye sunma anlamına gelen bir deyim. (Ayrıca, prova­ ların son aşamasında,bir piyesin seyirci­ ye sunulacak düzeye gelmesi anlamında da kullanılır: Oyunu, birkaç güne kadar çı­ karacağız.) || Oyun düzeni, sahneye konu­ lacak bir piyesle ilgili tüm çalışmaların ve teknik hazırlıkların eşgüdüm halinde ger­ çekleştirilmesi anlamına gelen bir deyim. CYOnetmen, oyunun iç ve dış eylemlerine ilişkin görüşlerini, dekor, giysi, ışık vb. ko­ nuları içeren ayrıntıları ve uygulayım pla­ nını, provalar sırasında gördüğü eksikleri oyun düzeni defteri denilen bir deftere kaydeder.)! Oyun kurmak, belirli bir met­ ne dayanmaksızın, daha çok doğaçlama yoluyla ve gruptaki oyuncuların önerileri­ ni geliştirmek suretiyle bir oyunun iskele­ tini meydana getirmek. || Oyun seçici, ge­ nellikle dramaturg anlamına kullanılan de­ yim. (Bir tiyatroda sahnelenecek ya da radyo, televizyon gibi kamu iletişim kuram­ larında yayımlanacak piyesleri seçer.) || Çocuk oyunu -» ç o c u k . || Dramatik oyun, tiyatro etkinliğine bağlı olarak oyuncula­ rın serbest ifadelerine ve iletişime dayalı eğitici uygulama. || Ekip oyunu, bir tiyatro topluluğunda yer alan sanatçılardan her birinin büyük rol, küçük rol ya da baş oyuncu, figüran oyuncu farkı olmaksızın, kimi zaman dönüşümlü olarak rolleri pay­ laşmaları. || Öğretici oyun, belli bir konu­ yu ele alan ve amacı tiyatro oyunu aracı­ lığıyla o konuyu öğretmek olan oyun. (Da­ ha çok okullarda başvurulan yöntemler­ den biridir.) || Ön oyun, asıl oyun başlama­ dan önce, seyirciyi ısındırmaya ve sahne­ lenecek piyesin daha iyi anlaşılmasına yö­ nelik giriş bölümü. (Eski çağlarda bazı pi­ yes yazarları kendilerini tanıtmak, yazdık­ larının yanlış anlaşılmasını önlemek ya da böyle bir oyunu yazmanın nedenlerini açıklamak için, kitapların başına konan önsöz gibi, bir ön oyunla giriş yapmayı yeğlerlerdi. Günümüzde de zaman za­ man böyle bir uygulamaya gidildiği görül­ mektedir.) ♦ o yu nlar çoğl. a. Genellikle çeşitli ül­ kelerden gelen temsilcilerin bir araya top­ lanmasıyla gerçekleştirilen birçok sportif daldaki yarışmaların tümü: Olimpiyat oyunları. Üniversite oyunları. Akdeniz oyunları.



—Antik. Kalabalık bir izleyici topluluğu önünde yapılan ve galiplerin ilanıyla so­ nuçlanan spor karşılaşmaları ya da tiyat­ ro yarışmaları. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İ K L . Bilinen en eski oyunların izleri Münbit hilal (Verimli hilal) yöresinde, Mısır' da ve Anadolu'da bulundu. Mahasna (Yu kan Mısır) mezarlığı’nda, koni biçiminde on bir taşla birlikte bulunan üç çarpı otuz altı hanelik oyun tahtası IV. binyıl'ın başlarına tarihilenir. Ur kral mezarlarında (III. binyıl), haneleri sedef kakmalı iki oyun tahtasının yanı sıra, siyah ve beyaz noktalarla işaret­ lenmiş on dört yuvarlak taş bulunmuştu,. Büyük bir olasılıkla Münbit hilal’de yaşa­ yan kavimler, belki de Çin aracılığıyla (bazı metinlerde oyunların bu ülkede II. binyıl’ da bilindiği belirtilir), dravid Hindistanı'yla oyun alışverişinde bulunmuşlardı. Bunun­ la birlikte, tarihi kesin olarak saptanabilmiş belgeler ancak Konfuçius dönemine (l.Ö. V. yy.) kadar uzanmaktadır. Aynı dönem­ de Hindistan'da oynanan toplam 18 oyun Buddha’nın diyaloglarında kısaca betim­ lenir. Atina’da Yunanlılar, Platon’un Mısır' dan gelme bir tür oyun olduğunu belirtti­ ği kybeia'ya merak sarmışlardı (İ.Û. 500). Bu oyun l.Ö. 100’e doğru Roma'da alea’ ya, Roma askerlerince götürüldüğü Iran’ da da narcfa dönüştü. Hindistan'da narcf dan satranca giden ilk aşamalardan biri olan aştapada doğdu. Lydialılar kumar oyunlarına çok düşkündü. Bunlar arasın­ da zar ve aşık kemiği ile oynanan oyun­ lar başta geliyordu. Herodotos Lydia hal­ kının bu oyunları uzun süren bir kıtlık dö­ neminin acısını unutmak için buldukları­ nı yazar. İ.S. I. yy.’m başlarında tavlaya (ta­ bula) dönüşecek olan duodecim scriptorum Romalılarda yaratıldığında, zar ve aşık çoktandır yaygındı. VI. yy.'da İran'da, özellikle de Hindistan'da, caturanga gibi satrancı müjdeleyen oyunlar ortaya çıkar­ ken, Avrupa'da XIII. yy.'a dek hiçbir yeni­ lik görülmedi. Dama oyununun İspanyol kökenli atası alquerque, büyük bir olası­ lıkla XIII. yy.’da doğdu. Bugün bildiğimiz biçimde oyun kâğıtları Avrupa'da XIV. yy.’da ortaya çıktı. Reversi (XVI. yy.’a doğ­ ru) Fransa'da, whist ve boston (XVIII. yy.) İngiltere'de yaratıldı. Bunları XIX. yy.'da malilla ve poker, XX. yy.’da briç, belot, kanasta ve remi gibi başka birçok oyun tü­ rü izledi. Briç ve satranç gittikçe yaygın­ laşmaktadır. Strateji oyunları (Uzakdoğu kökenli go gibi) Avrupa’ya yayılıyor. Söz­ cük oyunları (Scrabble gibi) ve konulu oyunlar (Monopoli gibi) çoğalıyor; elektro­ nik geçmişin oyunlarına yeni biçimler ve­ riyor ya da yeni yeni oyunlar yaratılması­ nı sağlıyor. Oyunlar kimi kez dinsel uygulamaların kültürel kalıntıları olarak kabul edilir: Afri­ ka ave/e'sinde, yıldızların gökyüzündeki hareketi canlandırılırken, Meksika patoft’ si güneş ve kehanetle ilgili bir çevrim can­ landırır. Oyunun yapısı simgeleri yüklen­ meye çok elverişlidir. —Antik. Hftitler'de de tanrılar için yapılan şenliklerde yarışmalar düzenlenir, birinci gelene bir mina gümüş ve iki özel ekmek ya da asker giysileri ödül olarak verilirdi. Kimi törenlerde rahiplerle Fırtına tannsı sa­ vaşını simgeleyen oyunların yanı sıra, eğ­ lendirici oyunlar da düzenlenirdi. Homeros’un şiirlerinde sözü geçen kit­ le oyunları Yunanistan'da çok yaygındı. Her zaman bir tanrı onuruna düzenlenen bu oyunlarda başlangıçta yalnız güreş, koşu, boks, disk atma, araba yarışları vb. gibi atletizm gösterilerine yer verilirdi. Da­ ha sonra bunlara müzik ve şiir yarışmala­ rı eklendi. En tanınmışları Olympia, Delphoi, Nemea (Pythia oyunları), Isthmia oyunlarıydı. Romalılar’da, şenlikler, yıldönümü kut­ lamaları, cenaze törenleri, vb. sırasında genellikle forum, sirk, amfitiyatro ya da ti­ yatrolarda çeşitli oyunlar (araba yarışları, gladyatör dövüşleri, sahne gösterileri) dü­ zenlenirdi. Oyunlar bireylerce ya da dew let adına düzenlenir, ancak, giderlerin bü­ yük bir bölümü aedllisler, daha geç dö­



nemde de praetorlar tarafından karşılanır­ dı. Oyunlar'ın Etruria’dan Roma'ya geçi­ şi İ.Ö. IV. yy.'a rastlar. Bunların başlıcaları şunlardı: Apollon onuruna kısmen tiyatro­ da, kısmen sirkte yapılan ludi Apollinares 5 ya da 6 temmuz-13 temmuz arasında); upiter onuruna Capitolium oyunları; Flo­ ra onuruna mayıs başında düzenlenen açık saçık nitelikte Floralia oyunları; tanrı­ ların anası onuruna Büyük oyunlar (Megalenses); halkın Aventlnus tepesine çe­ kildikten sonra kazandığı zaferin anısına kutlanan pleb oyunları; ite r yüz on yılda bir, görkemli törenlerle kutlanan saecularis oyunları. Oyunlar, Constantinus'un ar­ dılları tarafından kaldırıldı, ancak bu pek kolay olmadı. Bizans döneminde Konstantinopolis'in ünlü Hlpodrom’u önemli yarışmalara sah­ ne oluyordu. Bunların bir bölümü siyasal içerikliydi ve araba yarışmacıları Maviler ve Yeşiller olarak İki grup oluşturuyordu. Yarışmalar quadriga denilen dört atlı, iki tekerlekli arabalarla yapılıyordu. Hipodrom'dakl yarışmalar sırasında ayrıca çe­ şitli eğlenceler düzenleniyordu. —Etol. Günümüze kadar yalnızca yavru memeli hayvanların oyunları incelenmiş ve bunlara dayanarak çocukların oyunla­ rına ilişkin gözlemler yapılmıştır. Hayvan­ lar evreninde daha çok genç bireyler oyun oynarlar; bununla birlikte erişkin kedi ve köpeklerde, hiçbir uyaran bulunmadan (aksi halde oyundan çok bir boş etkinlik sözkonusu olurdu), oyuna benzeyen ya­ kalama davranışları taslakları gözlenmek­ tedir; sonuç olarak, oyunun, bireyin dav­ ranışlarını olgunlaştırabilmesi için gerekli bir etkinlik olduğu anlaşılmaktadır. Oyun, eksiksiz ve sonlanmış diziler halinde ola­ ya kanşan devinimsel öğelerin birbirinden ayrılmasını hem kolaylaştırma hem de gerçekleştirme olanağı verir. Ontogenez sırasında oyun etkinliklerinin iki amacı ola­ bilir: bazı davranışları (cinsel, beslenmeyle ilgili, vb.) öğrenme; bireyin, yaşadığı çev­ rede karşılaşacağı olumlu ve olumsuz et­ kenleri (avlar, türdeşler) tanıması. —Folk. Çocuk oyunlarının eğlendirici ve oyalayıcı işlevi yanında, eğitici ve sosyal İlişkileri geliştirici bir yönü de vardır. Ana­ dolu'da çocuk oyunlarında kır-kent ayrı­ mı oldukça belirgindir. Her iki kesimde de oynanan yaygın çocuk oyunlannın yanı sı­ ra değişik yörelere özgü oyunlara ya da bilinen oyunların değişik oynanma biçim­ lerine de rastlanmaktadır. Kullanılan oyun gereçlerine ve oynanış biçimine göre ka­ baca bir gruplama yapılacak olursa, ço­ cuk oyunları başlıca on gruba ayrılabilir: 1. Top oyunları değişik türde ve amaç­ tadır, buna göre topun niteliği de değişir. Meşin, lastik toplar yanında bazı oyunlar­ da bez, kâğıt, vb. malzemeden yapılmış toplar da kullanılır Örneğin Konya yöre­ sinde oynanan çindilli oyununda, topun İşlevini ebenin takkesi görür. 2. Bir başka grup, en yaygın türü çelikçomak olan değnekli oyunlardır. Bunların biri hedefe değnekle nişan alınan oyun­ lar, öteki top ve değnekle oynanan oyun­ lar olmak üzere iki türü vardır. Bu türlerin de yörelere göre pek çok çeşitlemesine rastlanır. 3. Taş ve gülle oyunları, tüm tehlikesine karşın günümüzde de çok yaygın oyun­ lardır. Bilya, boncuk, ceviz, çeşitli sayıda taş v b nesneterle oynanan oyunlar da bu gruba girer. Üç taş, altı taş, dokuz taş tü­ rü oyunların çok eski olduğu bilinmekte­ dir. Taş oyunları arasında Tekirdağ’ın tay­ yare oyunu, çapraz oyunu vb. yere çizil­ miş çizgiler üzerinde oynanan kaydırağa benzer oyunlar da vardır. Taş ve gülle oyunları, yörelere göre farklılıklar göster­ mekle birlikte Anadolu’nun hemen her ke­ siminde yaygındır. 4. Koşma, kovalama, kurtarma oyunlan, hem kırsal kesimde hem de kentlerde yaygın oyunlardır. Bu tür oyunlann en yay­ gın olanları, "elim sende" türünden ebe­ nin elini a egon o,*.- nhniiöi h*va



KARISI



ve



ÂŞIĞI.



O y u n u n , s o n u (Fin de partie), Beckett' in piyesi (1957). Yapıtta, Hamm adında kör ve felçli bir efendi, Clov adında kılı kırk ya­ ran, ama belleği zayıf bir uşak; Harnm’ın iki çöp varilinde barınan anababası Nagg ve Nell'in çerçevesinde, çağdaş toplumda insan ilişkilerindeki trajik kopukluk anlatılır. O Y U Ş a. Oymak eylemi ya da biçimi, o z , anglo-sakson ounce'ının simgesi. ■OZ (fr. -ose). Org. kim. Bir bileşiğin bir monosakkarit olduğunu gösteren sonek.



O Z a. (fr. ose). Dallanmamış bir tek kar­ bon zinciri taşıyan glusitlerin genel adı. (Eşanl. MONOSAKKARİT.) — ANSİKL. En basit ozlar C„H2„Ö „ genel formülüyle gösterilir ve bu formülde n, 3 -8 arasında değişebilir Ozlar karbon atom­ larının sayılarına göre trioz (n=3),.tetroz (n =4), pentoz (n =5) vb. olarak adlandırı­ lır. Tüm ozlarda çifte bir C = 0 bağının yanı s ıra n -1 sayıda OH alkol grubu bulunur; dolayısıyla bu bileşikler H—(CHOH)^—CO—(CHOH)p—H formülüyle de gösterilebilir, p genellikle ya sıfır (aldozlar) ya da birdir (ketozlar). CHOH gruplarının karbon atomları bakı­ şımsızdır; bu nedenle ozlar, enantiyomer çiftleri biçiminde bulunur. Her enantiyomer, karbon zincirinin uza­ ması sonucu, bakışımsız en yalın trioz enantiyomerlerinden biri olan gliseraldehitten (CH2O H -C H O H -C H O ) türer. Tetroz, pentoz, heksoz vb.'lerin hepsinde CH2O H -C H O H -(C H O H )„ - C O —(CHOH) —H, yani CH2OH—CHOH—R türünde bir zin­ cir bulunur. CH2OH—CHOH—R ve gliseraldehitin ışığın polarma düzlemini sa­ ğa döndüren (R biçimlenmesi) enantiyomeri, yani D-gliseraldehit gruplarıyla ay­ nı uzaysal düzenlenmeyi gösteren ozlar D-serisi'ni, buna karşılık yine CH2OH —CHOH—R ve gliseraldehitin ışığın po­ larma düzlemini sola döndüren (S biçim­ lenmesi) enantiyomeri, yani L-gliseraldehit gruplarıyla aynı uzaysal düzenlenmeyi gösteren ozlar L-serisi'n oluşturur. Nitekim glukozun, D-glukoz ile L-glukoz olmak üzere iki enantiyomeri vardır Aldozlar m - 1 (yaniTı- 2) sayıda bakı­ şımsız karbon atomu içerir; dolayısıyla n = 3 için 1, n = 4 için 2Tjn = 5 için 4, n = 6 için 8, vb. enantiyomer çifti bulunur. Her enantiyomer çiftine ayrı bir ad verilir. (Bk. şekil ozların biçimlenmesi). Bu çiftlerden arabinoz, riboz, ksiloz, galaktoz, glukoz (çoğu D-serisindendir) gibi kimilerine do­ ğada rastlanır ve oldukça önemlidir. Öte­ kilerse bireşim yoluyla elde edilir. Ozların yapısı, düz formüllerle gösterilebildiğinden daha karmaşıktır Gerçekten CHOH ya da CH2OH parçalarındaki OH grupları, bakışımsız yeni bir karbon ato­ munun oluşumu yoluyla halkalı yarıasetaller meydana getirmek için çifte C = 0 ba­ ğına katılma eğilimi gösterirler:



halkalı yarıasetal Bu yarıasetaller, anomerler (a ve 0) adıyla bilinir ve bir ozun enantiyomerinden oluşan her halka için iki anomer bu­ lunur. Günümüzde ancak 5 zincirli (furanozlar) ve 6 zincirli halkalar (piranozlar) bi­ linmektedir. Bununla birlikte halkalı dört yarıasetalin ilişilmemiş C = 0 grubu içeren bir enantiyomere denk düştüğü görülür; bu yarıasetallerden ikisi furanoz, ikisi de piranoz anomeridır; bu dört anomer, enantiyomer ile birlikte çözeltide denge halinde bulunabilir. Buna karşılık bu bile­ şikler, ilke olarak arı durumda ve kristal bi­ çiminde de elde edilebilir, ama bir krista­ lin çözelti haline geçmesiyle yavaş yavaş denge durumuna gelen bir karışım mey­ dana gelir; buna kimyada döndürme" de­ ğişimi denir. Özgün bir heksoz olan D -glukoz, D-sorbitole indirgenebildiği gibi, aynı zamanda önce bir monoasit (D -glukonik asit), sonra da bir diaside (D -sakkarik asit) yükseltgenebilir. Fenilhidrazinle tepkimeye girerek D-mannoz ve D -fruktozla da oluşabilen fenilosazonu verir. Hidrosiyanik asidin D-glukoza etkimesini izleyen hidroliz ve indirgeme işlemlerin-



Ozerov CH - O c h 2o h



CH = 0 ho^U h ho



c h



CH = O HO>|«H



H ►p OH CH2OH



H ►p OH



HNOH



I O



H ►p OH



o



OH = O H *j«O H



C H jO H D -arabinoz



CHjOH



D *«ritroz



X 0



L -a ra b in o z



D -g lise ra ld e h it



CH = O h M « oh



I



2o h



X - i 1 X



c h



İ r 0 1



O Z A N S O Y (Faik Ali), asıl adı Mehmet Faik, türk şair (Diyarbakır 1876 - Ankara 1950). Süleyman Nazif’in kardeşidir. As­ keri rüştiye’den sonra Mülkiye’yi bitirdi (1901). Kaymakamlık, mutasarrıflık, Diyar­ bakır'da valilik yaptı. Dahiliye müsteşarlı-



I



O Z A N S IU K a. Şairanelik.



X



O Z A N S I sıf. ve be. Ozana yakışır bir bi­ çimde; şairane.



I o



O Z A N L IK a. Ozanın yaptığı iş ya da ozan olma özelliği.



I 0 1



O Z A N K Ö Y , rumca K azaphani, KKTC' de Girne ilçesine bağlı köy.



I o X



O Z A N C A be. Ozana yakışır biçimde, ozan gibi.



X



O Z A N a. (türkç. ozgariûan). 1. Oğuzlar' ın kopuz eşliğinde destan türkü söyleyen şairlere verdiği ad. (Bk. ansikl. böl.) —2. Eski halk şairlerinin çaldığı saza (kopuz) verilen ad. (Anlamını genişleten sözcük, ozanın kopuzuna ad olmuştur; bu çalgıyı çalana ozancı da denilmiştir.) —3. Çok ko­ nuşan, boş sözler söyleyen kimse. (XV. yy.'dan başlayarak divan şairleri, halk şii­ rini hor gördükleri için sözcüğü bu anlam­ da kullanmışlar, aynı anlam halk dilinde de yayılmıştır.) —4. Şair. (XX. yy. başında Dede Korkut k/fab/'ndan alınan sözcük, dil devriminin etkisiyle yeniden kullanılma­ ya başlamıştır.) —AnsİKL. XIII. yy.’da Memluklar'ın askeri alaylarında obanlar yer alıyor, saz eşliğin­ de eski destanları (Oğuzname) okuyor­ lardı. Anadolu Selçuklularında orduda ozanlar vardı. Bu gelenek Anadolu bey­ liklerinde ve Osmanlı devletinin ilk döne­ minde de sürdü. Murat ll’nin sarayında oğuz destanları okuyan ozanlar bulunu­ yordu. XV. yy.’da yazıya geçirilen Dede Korkut kitabı’ndan ozanların Oğuzlar ara­ sında oba oba dolaştıkları, şölenlere ka­ tılarak kopuz çalıp eski destanları söyle­ dikleri, yeni olaylarla ilgili yeni şiirler de dü­ zenledikleri öğrenilmektedir. Dede Korkut, ozanların piri olarak tanınır, ozanlar yarı kutsal kişiler sayılırdı. XV. yy.'dan başlaya­ rak Anadolu’da ve Azerbaycan’da yeni koşullarda birçok özellikleri değişen ozan­ lar âşık diye anılmaya başladılar. Bu yüz­ yılda ya da biraz daha sonra ozan adıyla tanınan âşıklar da yetişti. Türkmenler ara­ sında ise ozan yerine baksı sözcüğü kul­ lanılmaya başlandı. (-* Kayn.)



2o h



L-eritro z CH - 0



O Z A L İT Ç İ a. Ozalit çıkarma işiyle görevli kişi.



*L h



8999



CH2OH



L-g lis e ra ld e h it



oziann biçimlenmesi



O Z (Amos), İsrailli yazar (Kudüs 1939). Genç kuşak İsrail edebiyatının öncülerindendir. Romanlarında (Ailleurs peut-être [fr. çev.], 1966; Mon Michael [fr. çev.], 1968; Parfaite Tranquillité [fr. çev.j, 1982; Black Box [Ing. çev ], 1987) ve öy­ külerinde (Jusqu'à la mort [fr. çev.], 1971; la Colline du mauvais conseil [fr. çev.], 1976), içinde yaşadığı toplumun tüm değerlerini sarsmaya çalıştı. Dene­ meleri de yayımlandı; In the Land of Isra­ el (1983), The Slopes of Lebanon (1987), Knowing a Woman (1989). O Z A L İT a. (diazol'ùn anagrami tesc. edil. a. Ozalid'den). Matbaac. Diazo bile­ şikleri yardımıyla duyarlaştırılmış kâğıt üzerinde temasla kopya tekniğine göre çekilmiş pozitif ya da negatif filmlerden oluşan montaj provası. (Ofset ya da helyogravür kopya işlemlerinden önceki bu deneme provası, basıla olarak kullanıla­ bilir.)



CH = O H *|«O H



Hoe|eH



0 1



den sonra iki epimer heptozdan oluşan bir karışım elde edilir. Suyu giderilebilen D-glukozun oksimi, gümüş hidroksitle tep­ kimeye sokulduğunda bir pentoz olan D -arablnozu verir. Aldehit, keton ve alkollere özgü bu tep­ kimeler, hem ozların başka ozlara dönüş­ türülmesini, hem de bakışımsız karbon atomu biçimlenmelerini tanımak için ge­ rekli bağıntıların ortaya çıkarılmasını sağ­ lar.



D-treoz



CH = 0



CH - O



H ^O H ho*



H O *|« H



L h



HO frrtH



H ^O H



H ►p OH



CH2OH



CH2OH



D -riboz



CH2OH



D -ksiloz CH - O OH



D -iiksoz



CH - O H



OH



HOMH C H jO H L-glukoz



ğında bulundu; liselerde, Mülkiye'de ders vereli. Servet-i fünun şairleri arasında yer almış, Fecr-I ati akımı ortaya çıkınca bu topluluğun başına geçmişti. Sevgi, doğa konularını duygulu bir anlatımla işledi. Şiir kitapları: Fani teselliler (1900), Elhan-ı va­ tan (1915) v b Oyunlan: Payitahtın kapısın­ da (1918), Nedim ve Lale devri (aruzla, 1950). O Z A N S O Y (Halit Fahri), türk şair, yazar (İstanbul 1891 - ay. y 1971). Galatasaray lisesi’ni bitirdikten sonra sınavla edebiyat öğretmeni oldu; bu görevi 40 yıl sürdüre­ rek (1916-1956) emekliye ayrıldı. Servet-i fünun dergisini yönettiği yıllarda (1926 -1942) bu dönemlerin genç kuşaklarının tanınmasına katkıda bulundu. Aruzla duy­ gusal şiirler yazdıktan sonra aynı içeriği hece veznindeki şiirleriyle sürdürdü. Bu yoldaki yapıtlarıyla Beş* hececiler toplu­ luğu İçinde yer aldı. Manzum oyunlar (köy yaşamından gerçekçi bir kesit veren Bay­ kuş [aruzla], 1916; Nedim [heceyle], 1932 vb.) yazdı. Edebiyat çevreleri, tiyatro dün­ yasıyla ilgili anılanna Edebiyatçılar geçi­ yor (1939), Darülbedayi devrinin eski gün­ leri (1964) gibi kitaplarında yer verdi. O Z A N S O Y (Munis Faik), türk şair, dev­ let adamı (Midilli 1911 - Paris 1975). Faik Ali Ozansoy'un oğlu. Ankara Üniversitesi hukuk fakültesi'ni bitirdi (1935). Cumhur­ başkanlığı genel sekreterliği (1958-1960), Başbakanlık müsteşarlığı (1965) yaptı. Pa­ ris'te Türkiye’nin UNESCO daimi temsil­ cisi oldu (1971). Hisar dergisinin (1950 -1957) kurucularındandı. Şiirleri: Yakarış (1959), Zaman saati (1965), Kaybolan dünya (1971) gibi kitaplarında; deneme­ lerinden bir kısmı Düşündüğüm gibi (1957) yapıtındadır. Manzum tragedyası Medea (1963), Ankara Devlet tiyatrosu'nda oynandı (1966; Tahsin Saraç tarafından fransızcaya çevrildi, 1968). O Z A R K d a ğ la n , ABD'de kütle Mississippi'nin B.’sında Kütlesel ve türdeş olma­ yan tortul kayaçlardan oluşan Ozark dağ­ ları, K.'de tekdüze platolar (Salem plato­ su), G.’de sırtlar ve oluklar (Boston Mountains) oluşturur. Tarımsal etkinlikleri (hay­ vancılık, bostan tarımı ve meyvecilik), or­ man işletmeciliğini ve maden kaynakları­ nı (boksit, çinko ve kurşun) geride bırakan turizm, en önemli etkinliktir. OZAMA C İZ A B U R O , japon amiral (Kocoegoen Micazakiken 1886 - Tokyo 1963). 1936'da tuğamiral olarak yüksek denizci­ lik okulunda ders verdi, 1941'de bir zırhlı gemiler tümenine komuta etti, ardından Endonezya'nın alınmasına katıldı. 1944'te Mariana adaları savaşı'na katılan japon fi­ losunun ve Leyte'de görev alan uçak ge­ mileri birliğinin başına getirildi. Mayıs



D -guloz



4 OH



OH



HOI



«H



IH



H



HOI



4h



H



«OH



OH



OH



OH



CH - O HI



Hi



CH2OH D -idoz



CH2OH D -galaktoz



1945'te japon donanması başkomutanlı­ ğına atandı. O Z A V A » B İC İ, japon orkestra şefi (Floten, Mançukuo, bugün Şınyang, Liao­ ning, 1935). Sanat yaşamına 1961'de L. Bernstein’in asistanı olarak başladı. Chi­ cago (1964-1968) ve Toronto (1965-1970) orkestralannın müdürlüğünü yaptı. Japon filarmoni orkestrası'nın (1968-1970), son­ ra da San Francisco Symphony Orchestra'nın (1970-1976) müzik yönetmeniydi. 1973'te Boston Symphony Orchestra'nın başına getirildi. Özellikle romantik dönem ve XX. yy. yapıtlarını yönetti. Günümüzde, ABD, Avrupa ve Japonya'nın ünlü orkestralanyla konserler vermekte, plaklar dol­ durmaktadır. ÖZDy Macaristan'da (Borsod yönetim bölgesi) kent, Bükk kütlesinin K.'inde, lin­ yit yataklannın yakınında; 40 000 nüf. Me­ talürji. Ö Z E M a. Batı Afrika'da yaşayan küçük maymun. (Bil. a. Cercopithecus [Miopithecus] talapoin; uzunkuyruklumaymungiller familyası.)



Mdnii Faft O i e m



t



O Z E N A a. (yun. ozaına, pis kokudan). Patol. Pis kokulu kabuk yapan atrofili bu­ run iltihabı çeşidi. (Ozena, burun muko­ za ve iskeletinin atrofisi ve burun boşlu­ ğu çeperlerini çok kötü kokulu kabukla­ rın kaplamasıyla belirgindir.) O Z E N F A N T (Amédée), fransız ressam (Saint-Quentln 1886 - Cannes 1966). Kü­ bizmin bir uzantısı olarak arıtıçılık*ın ku­ ramsal ilkelerini ortaya koydu (Elan dergi­ si, 1915-1917); 1918'de Ch. E. Jeanneret (Le Corbusier) ile birlikte bu yeni akımın bildirisini yayımladı (Après le Cubisme) [Kübizmden sonra]; bu iki sanatçı, TEsprit Nouveau adlı dergiyi (1920-1925) yönet­ tiler. Ressamın bu dönemdeki çalışma­ ları gerçek nesnelerden kaynaklanan arı ve yalın biçimlerle, renklerde ölçülü bir uyumla ve tüm öykü öğelerinin ayıklanmış olmasıyla belirginleşir (Kompozisyon, 1920, Kunstmuseum, Basel). Daha son­ raları, süslemeye daha çok yer veren ve daha esnek bir sanata yöneldi (Yaşam, 1932-1938, Art moderne ulusal müzesi, Paris). 1930'larda, birkaç sanat okulu kur­ du (Paris, Londra ve New York’ta) ve çe­ şitli kitaplar yayımladı: Art (I. Bilan des arts ■modernes, II. Structure d'un nouvel es­ prit) [Sanat (I. Modem sanatların bilanço­ su, II. Yeni bir anlayışın yapısı)], 1928. O Z E R O V (Vladislav Aleksandroviç), rus oyun yazan (Borki, Kalinin bölgesi, 1769 -ay. y. 1816). Klasik (Edip v Afinah, 1804) ve duygusal (Fingal, 1805; Poliksena, 1809) piyeslerinde başanlı olamadı, yurtsever dramı Dimüriy Donskoy (1807) ile ünlendi.



C H jO H D -taloz



Halit Fahri Ozansoy







Ozias O Z İA S - AZARİAS.



9000



O Z İD A Z a. (fr. osidase). Biyokim. Ozit bağlarının hidrolizle kopmasını özgül ola­ rak katalizleyen enzim. O Z İE R İ, İtalya'da kent, Sardlnya'da (Sassari ili), Logudoro'da; 11 000 nüf. Yeniklaslk üslubunda katedral. Hayvancılık mer­ kezi. O Z İO O a. Tropikal Afrika'da (Gabon) ye­ tişen ve daha çok kaba dokulu, yarı sert ve yarı ağır gri-pembe bir odun veren ağaç Odunu iç doğramacılıkta, kontrplak ve sandık yapımında Rüllanıiır. (Bil. a. Dacryodes buettneri; burseraceae famil­ yası.) [Dacryodes'in özellikle igaganga, ossabel ve safukala gibi türleri de ozlgo adıyla anılır.] O Z İT a. (fr. oside'den). Biyokim. Hldrolizlenmeyle ya'nız ozları veren holozitler ile, bir ya da birkaç oza ve glusitli olmayan bi­ leşiklere (aglukonlar) bölünen heterozitleri İçeren glusitlerin iki büyük sınıfından biri. O Z İZ A L A . Tar. coğ. Anadolu’nun Kappadokia bölgesinde, Morimene yöresin­ de kent, Tatta gölünün (Tuz gölü) D.'sundaydı. Piskoposluk listelerinde yer alan Ozzala ve iogola ile aynı yerleşme oldu­ ğu sanılmaktadır. O ZM O TR O F sıf. (fr. osmotrophe’öan). Biyol. Fagositoz yapamayan ve yalnız hücre zarından geçişme yoluyla aldıklan sıvılarla beslenen ağızsız hücrelere ya da blrhücreli canlılara (protistler, bakteriler, köklerin emici tüyleri vb.) denir. O Z M O TR O F İ a. (fr. osmotrophie’den). Biyol. Ozmotrof hücrelerin beslenme tar­ zı. O Z O B R A N C H U S a. Timsahların, tatlısu kaplumbağalannın ve Afrika'daki peli­ kanların ağzında asalak yaşayan sülük cinsi. (Hortumlusûlükler takımı.)



0 ı,c x v crj \ ./ 0 o OZOftit



O Z O B R O M İ a. (fr. ozobromie). Foto. 1906'da T. Manly'nln bulduğu fotoğraf basma yöntemi (görüntünün bir pigment­ le oluşturulduğu "kömürlü” yöntemin [ozotipi] bir türüdür). —ANSİKL. Ozobromi yönteminde önce, gümüş jelatinli bromür sürülmüş bir kâğıt üzerine sıradan bir baskı yapılır ve bu baskı bir formol çözeltisine doldurularak sertleştirilir. Ardından, pigmentli bir kâğıt, potasyum bikromat, potasyum ferrisiyanür ve potasyum bromür karışımı bir ban­ yoya batırılır Bu maddeleri emen kâğıt, fo­ toğraf baskısına bastırılır. Otuz dakika ka­ dar sonra, bu baskının görüntüsünü oluş­ turan gümüş, tepkimeye girerek pigmentli jelatini çözünmez duruma getirir. Burada oluşan görüntü ayıklama işleminden sonra görülebilir. O Z O K E R İT a. (fr. ozocdrite'deri). Miner. Balmumu görünümünde doğal hidrokarbür. (Eşanl. YERMUMU.) O Z O N a. (fr. ozone). Kim. Molekülü üç oksijen atomundan oluşan gaz halinde yalın cisim (0 3). —Org. kim. Ozonla ayrışma, doymamış bir hidrokarbonun ozonla parçalanması. (Eşanl. OZONOLİZ.) [Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Çevrebil. Çevre kirliliği çok olan şehirlerde ve sanayi bölgelerinde ozon, azot dioksitin (NOj) ışılkimyasal ayrışma­ sıyla oluşur. Havadaki oranı belli bir eşiği aştıktan sonra zehir etkisi gösteren ozon bitki yapraklarında nekrozlara yol açar ve fotosentez etkinliğini azaltır. Kükürt dioksit gibi hava kirliliğine yol açan öbür et­ menlerle birleşerek etki gösterebildiği ¡çjn çok az yoğunlukta bile, ekili alanlara ver­ diği zarar, tek başına verdiği zarardan da­ ha fazla olur insanda mukoza tahrişine ve akciğer alveollerindeki esnekliğin azalma­ sına yol açar. —Jeofiz. ve Meteorol. Atmosferdeki sü­ rekli ozon miktarı (atmosfer ozonu) “ indir­ genmiş kalınlığa” göre yani normal sıcak­ lık ve basınçta tüm gazın toplanacağı dü­ şey bir sütunun kalınlığına göre belirtilir.



Bu kalınlık ortalama olarak 2,5 mm'dir. Ozon 15 ile 40 km yükselti arasında çok yoğundur ve 25 km'ye doğru en yüksek derişime ulaşır. Tüm ozon burada toplan­ mıştır (ozonosfer). Ozonun çok az bir mik­ tarı da alçak katmanlarda oluşur. Günü­ müzde alçak katmanlardaki ozonun stra­ tosferde oksijen molekülünün dalga bo­ yu çok kısa olan morötesi ışımaların, ser­ best elektronlann ve kozmik ışınımlann et­ kisiyle ayrışması sonucu oluştuğu düşü­ nülmektedir. En önemli rolü morötesi ışımalar oynar (dalga boyu 0,12 ile 0,20 /ım arasında). Ters bir tepkime ozonun sınırsız olarak art­ masını önler: ozon, dalga boyu 0,20 ile 0,29 /im arasında değişen morötesi ışıma­ ları soğurarak oksijen moleküllerine dö­ nüştürür. Böylece 15 ile 40 km arasında toplanan ozon, düşey devinimlerle topra­ ğa kadar iner. Aynca kararsız kutupsal ha­ va, kararlı tropikal havaya oranla daha çok ozon içerir. Yükseltide, doğurucu ve tah­ rip edici mekanizmaların mevsimlere gö­ re (morötesi ışımalann yoğunluğu) denge­ si, mevsimlik dağılımları da açıklar. Sonuç­ ta, yeryüzündeki yerel farklar alçak kat­ manlardaki tahrip edici mekanizmalardan kaynaklanır Gerçekte ozon normal sıcak­ lıkta ağır ağır ayrışır ve indirgen cisimler oksijenin fazla atomunu soğurur. Böylece ozon oranı temiz havada 100 ma'te 200 ile 400 mg'a ulaşır; içinde indirgen tozlar bulunan kent havasındaysa çok zayıftır. Stratosferin ozonu bu soğurucu özellik­ leriyle dalga boyu kısa olan morötesi ışı­ maların toprağa ulaşmasını önler: Güneş tayfı 0,29 Çin’de durur. Eğer böyle olma­ saydı dalga boyu 0,29 jım'den küçük dal­ galan n etkisiyle Yer'de yaşam olmayacak­ tı. Ozon ayrıca, havanın sağlığa elverişli olmasını sağlayan güçlü bir bakteri öldü­ rücüdür. Sanayi kökenli sayısız kimyasal tepki­ meler ozon katmanının oluşumunda ve delinmesinde rol oynar; 1950'den başla­ yarak hidrojenli (su buharı, metan ve moleküler hidrojen), azotlu (uçak motorları­ nın ve kimyasal gübrelerin ürünleri) bile­ şiklerin ve halojenli bileşiklerin (çözücüler, aerosollerdeki gazlar) etkisinin getirdiği sorunlar çok önemlidir. — Kim. Ozon, içinden elektrik kıvılcımları geçirilen havada kokusu yüzünden ilk kez 1781’de Van Marum’un dikkatini çekti; da­ ha sonra C. F. Schönbein 1840'ta yeniden keşfederek ozon adını verdi; Marignac, Becquerel ve Fremy tarafından incelene­ rek yapısı açıklandı; Soret’in araştırmala­ rı sonucu formülü bulundu. Ozon mavi renkli, 1,66 yoğunluğunda, solunumu tehlikeli, kuvvetli, keskin koku­ lu bir gazdır -1 1 2 °C'ta sıvılaşarak indigo mavisi renginde son derece kararsız bir sıvı verir. Suda oksijenden daha çok çözünür; gerek terebentin esansı, gerek­ se diğer organik esanslar tarafından so­ ğurulur. Ozon yüksek sıcaklıkta kararlıdır; 1 500 °C'a doğru oksijenden tersinir olarak el­ de edilebilir. Buna karşılık soğukta den­ gesizdir, bozunarak oksijen verme eğilimi gösterir. Ozon ne kadar derişikse, bozunma o kadar kolay olur ve 100 °C'a doğru ısıtmayla meydana gelir. Ayrıca toz halin­ deki pek çok cisimle (kömür, manganez dioksit) bozunabilir. Bu kararsızlık, ozonun yükseltgen özelliklerinde ortaya çıkan en temel niteliğidir. Soğukta iyodu, hemen hemen tüm metalleri, özellikle cıva ve gü­ müşü yükseltger; klor, brom ve iyodu hid­ rojen ya da metallerle oluşturduğu bileşik­ lerinden açığa çıkanr. Kükürt, fosfor ve ar­ senik asitlerini maksimum düzeyde yük­ seltger; soğukta amonyağı, amonyum nitrit ile amonyum nitrata dönüştürür, ayrıca organik maddeleri (mantar, kauçuk) yükseltgeyerek parçalar. Bütün bu tepkime­ lerde ozonun üç oksijen atomundan yal­ nızca biri atom durumunda tepkimeye gi­ rer; diğer ikisi normal oksijen olarak açı­ ğa çıkar. Buna karşılık ozon, terebentin esansı ve



doymamış çeşitli organik bileşikler tarafın­ dan tümüyle soğurularak ozonitler denen az kararlı katılma ürünlerini verir. Ozon, yeşil bitkiler tarafından klorofil iş­ levi (özümleme) sırasında oksijen molekü­ lüyle aynı anda, ama daha az oranda üre­ tilir; ayrıca üst atmosferde fotokimyasal tepkimeler sırasında da meydana gelir. (Bk. ansikl. böl. Jeokim. ve Meteorol.) So­ ğukta oksijen açığa çıkaran kimyasal tep­ kimeler ile elektrik kıvılcımlanndan yarar­ lanarak ozon üretilebilir. Bileşiminde en çok % 10 ozon bulunan ozonlu oksijen el­ de etmek için gazın bir ozonlaştıncıda iyonlaşmasını sağlayan, soğuk ve yayınık elektrik boşalmalı bir elektrik yayıntısı için­ den oksijen geçirilir. Ozon, yükseltgen ve bakteri öldürücü etkisi nedeniyle kullanılır; özellikle kapalı ortamlann havasını dezenfekte etmekte ve suları mikroplardan anndırmakta işe ya­ rar. Ayrıca tekstil ürünlerinin ağartılmasında, şarabın, odunun yaşlandırmasında, sikatif yağların hazırlanmasında, kimi bit­ kisel esanslann (vanilin üretimi) bireşimin­ de, özellikle oleik asit üzerine etki ettirile­ rek pelargonik ve azelaik asit üretiminde kullanılır. —Org. kim. Bir alken (R2C=-FU) üzerine ozon katılması, öncelikle bir molozonit ve­ rir; moiozonit daha sonra kendi kendine hızla yeniden düzenlenerek ozonite dönü­ şür. Eğer karmaşıklaştırma etkenleri yok­ sa ozonit, su yanında karbonilli bileşikler (R2C = 0 ve R ^C =0) ile hidrojen perok­ side (H jO j) ayrışır. R ya da R grupların­ dan biri hidrojen atomuysa, bir karboksilik asit (RC02H ya da R C 02H) oluşur Bu bakımdan ozonitin, çoğu kez, örneğin çin­ ko eşliğinde R2C = 0 ve R ^C = 0 bileşik­ lerini veren indirgen hidrolizi yeğlenir. Alkenin formülü, ozonla ayrışma parçalanndan kolayca yeniden oluşturulabilir; bu nedenle ozonla aynşma, özellikle doğal organik bileşiklerin yapısını aydınlatmada yaygın olarak kullanılır. O Z O N a. (fr. osone). Org. kim. Ozların, formülü RCOCHO olan yükseltgenme ürünlerinin genel adı; bu ürünlerin bisfenilhidrazonlanna osazon denir (osazonlardan ozonlar elde edilebilir). O Z O N O Ö ZLE R a. 1. Kim. OZONOSKOP'un eşanlamlısı. —2 .Ozongözler kâ­ ğıdı, OZONOSKOP KÂĞlDI'nın eşanlamlı­ sı. O Z O N İT a. (fr. ozonide). Org. kim. Ozo­ nun alkenler üzerine katılmasının ikincil ürünleri ile molozonitlerin yeniden düzen­ lenmeleri sonunda oluşan trioksolan-1,2,4’ ün yaygın adı. (Ozonitler son derece ka­ rarsız bileşiklerdir, ama kimi durumlarda tek başlarına da elde edilebilirler. Kimya­ sal bileşimleri hem aldehit, hem keton, hem de karboksilik asitleri gösterir.) O Z O N İU M a. Gübre mantarian başta ol­ mak üzere bazı mantarların miselyumlarının keçeleşmiş hali. O Z O N L A M A a. Kim. Ozonlamak eyle­ mi. (Suyun ozonlanması, mikroplan öldür­ mesinin ötesinde, hoşa gitmeyen tat ve kokulann giderilmesini de sağlar.) O Z O N L A M A K g. f. Bir cismi (özellikle su) mikroplarından anndırmak ya da baş­ ka bir maddeye dönüştürmek amacıyla üzerine ozon etki ettirmek. OZONLAŞT1R1CI a Anorg. kim. Ozon­ lu oksijen ya da ozonlu hava hazırlamaya yarayan aygıt. (Ozon üreteci, ozonlzatör de denir.) —ANSİKL. Berthelot'nun geliştirdiği bu ay­ gıt, laboratuvarlarda günümüzde de kulla nılmaktadır Sanayide çeşitli azonlaştırıcılardan, özellikle Van der Made ozonlaştınası (borulu elektrottu) ile Otto ozonlaştırıası'ndan (düşey elektrottu) yararlanılmaktadır. O Z O N O L İZ a. (fr. ozonolyse). Org. kim. OZON*la AYRIŞMA'nın eşanlamlısı. OZO N O M ETR E a (fr ozonomâtre'den). Kim. OZONûLÇER’in eşanlamlısı.



best iyot ve potasyum hidroksit veren ozon, kâğıdın her iki yarısını da maviye boyar. Klor ya da azot peroksit, kâğıdın bi­ rinci yansını, amonyaksa ikinci yansını ma­ viye boyar. Ozonun niceliğini belirlemek için potasyum İyodür fazlasına ozon etki ettirilir; böylece serbest iyodun niceliği hiposülfitle tayin edilir. Öte yandan aynı amaçla arsenik III oksidin yükseltgenmesinden de yararlanılır.) [Eşanl. OZONGÖZ­



ön kapak



LER* KÂĞIDI]



O ZO N Ö LÇ E R a. Kim. Atmosferdeki ozon niceliğini belirlemeye yarayan aygıt. (Eşanl. OZONOMETRE.) O Z O N Ö LÇ Ü M a. Kim. Hava ya da ok­ sijen içindeki ozon niceliğini belirleme. Ur,¡çapan Şaçiku



Ozu Yasuciro’nun Tokyo (1953) filminden bir sahne O ZO N O SFER a. (fr. ozonosphère). Meteorol. 15 ile 40 km yükseltide yer alan ve atmosfer ozonunun hemen tümünü kap­ sayan Yer atmosferi katmanı. O Z O N O SK O P a. (fr ozonoscope). Kim. Bir ortamda ozonun varlığını saptamaya yarayan düzenek. (Eşanl. OZONGÖZLER.) || Ozonoskop kâğıdı, eser miktardaki ozo­ nun varlığını belirlemek için kullanılan bir tür kâğıt. (Bu, yarısı kırmızı turnusola, ya­ rısı nişasta kolasına batınlmış ye potasyum iyodür emdirilmiş bir kâğıttır. İyodürle ser-



O Z O R K Ö W , Polonya'da kent, L ö d i'u n K.-B.'sında, Yukarı Bzura'da; 20 000 nüf. LödZ'un büyük tekstil sanayisi bölgesin­ de yer alan tekstil (pamuk, yün, hazırgiylm) merkezi. O Z O IİP İ a. (fr. ozotypie). Foto. Ozobromi tekniğinde, baskı ilkesinden yararlanı­ lan fotoğraf basma yöntemi. O Z U O A a. Tropikal Afrika’da yetişen ve sertten çok serte ve ağıra kadar değişik, ince dokulu bir odun veren ağaç. (Odu­ nu hidrolik çalışmalarda ve travers yapı­ mında kullanılır. Bil. a. Saccoglottis gabonensis; erythroxylaceae familyası.) O Z U Y A S U C İR O , japon film yönetme­ ni (Tokyo 1903 - ay. y. 1963). Sinemaya güldürü türünden filmlerle başladıktan



yatay borulu ozonlaştıncı sonra, çok sayıda tatlı-acı komediler çe­ virdi. Bazı filmleri; Kaişain seikatsu (1929), Tokyo no gaşo (1931), Umarete va mita keredo (1932), Dekigokoro (1933), Todake no kyodai(1941), Banşun (1949), Bakuşu (1951), 7c*yo(1953), Kohayagava-ke noçki (1961), Samma no aci (1962).



İL



bir ozonlaştıncvun borusundan aym t KAYNAKÇA



Öfcrufc p la to s u . S. Erinç, Konya bölümünde ve İç Toros sıralarında karst şekilleri üzerine müşahedeler (Türk coğrafya dergisi, sayı 20, İs­ tanbul, 1960); Jeomorfoloji II (İstan­ bul, 1971). O ğ u z. M. F. Köprülü, Oğuz etno­ lojisine dair notlar (Türkiyat mecmu­ ası, c. I, İstanbul, 1925). — W. Barthold, Orta Asya türk tarihi hakkın­ da notlar (İstanbul, 1927). —N. A. Başkakov, Oğuz, Oğuz Kağan eti­ molojisi üzerine (Türk dili ve edebi­ yatı araştırmaları dergisi, c. XXIV -XXV, İstanbul, 1986). O ğ u z K a ğ a n d e s ta n ı. V. C. Aşkun, Oğuz destanı (İstanbul, 1935). —W. Bang ve R. R. Arat, Oğuz Ka­ ğan destanı (İstanbul, 1936). —M. Kaplan, Oğuz destanı ile Dede Korkud kitabında eşya ve aletler (Jean Deny armağanı, Ankara, 1958); Oğuz Kağan destanı (İstanbul, 1979). O ğ u z la r. H. N. Orkun, Oğuzlar'a dair (İstanbul, 1935). - M . F. Köp­ rülü, OsmanlI İmparatorluğumun etnik menşei meselesi (Belleten, sayı 28, Ankara, 1943). —Z. V. Toğan, Umumi türk tarihine giriş (İs­ tanbul, 1946). —M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ta­ rihinde oğuz istilası (Dil ve tarih -coğrafya fakültesi dergisi, c. V, sa­ yı 3-4, Ankara, 1947); Büyük Sel­ çuklu İmparatorluğumun kuruluşu /., İslam âlemine girmeden önce Selçuklular, Oğuzlar devleti ve ma­ hiyeti (Dil ve tarih-coğrafya fakülte­ si dergisi, c. XV. sayı 1-3, Ankara, 1957). —F. Sümer, Oğuzlar (İstan­ bul, 1980). O ğ u z n a m e . F. Sümer, Oğuzlar'a ait destan mahiyette eserler (Dil ve tarih-coğrafya fakültesi dergisi, c.



XVII, sayı 3-4, Ankara, 1961). -V . M. Jirmunski, Kitab-ı Korkud ve Oğuz destanı geleneği (Belleten, sayı 100, Ankara, 1961). —A. inan, Türk destanlarına genel bir bakış (Ankara, 1968). —Z. V. Toğan, Oğuz destanı, Reşidettin oğuznamesi, tercüme ve tahlili (İstanbul, 1972). —Ebülgazi Bahadır Han, Türkler'in soykûtüğü, haz. M. Ergin (İstanbul, 1973). —K. Eraslan, Man­ zum oğuzname (Türkiyat mecmu­ ası c. XVIII, İstanbul, 1976). O ln o a n d a . A. S. Hail, The Oenoanda sun/ey (1974-1982) [I. Araştır­ ma sonuçları toplantısı, 1984]; Oenoanda 1983 (II. Araştırma sonuç­ ları toplantısı, 1985). o k ç u lu k . H. B. Kunter, Eski türk sporian üzerine araştırmalar (İstan­ bul, 1938). —S. K .lrtem , Türk ke­ mankeşleri (İstanbul, 1939). —R Arbak, Ok ve okçuluk hakkında bibliyografya (Türk kültürü, sayı 22, Ankara, 1964). —Ü. Yücel, Sultan II. Mahmut devrinde okçuluk(Türk etnografya dergisi, sayı 10, Anka­ ra, 1967). O k y a r (Ali Fethi). C. Kutay (yay.), Fethi Okyar: üç devirde bir adam (İstanbul, 1980). O lc a y tu . B. Spulet Iran Moğolları. Siyaset, idare ve kültür, İlhanlIlar devri 1220-1350, çev. C. Köprülü (Ankara, 1957). —Reşldeddin Fazlullah, Cami al-Tavarih, yay. A. Ateş, (c. II, Ankara, 1957). O n a n (Necmettin Halil). Hocamız Prof. Necmettin Halil Onan’ın anı­ sına armağan (Türkoloji dergisi, c. IV, sayı 1. Ankara, 1972). O rb a y (Hüseyin Rauf). Rauf Orbay' ın hatıraları (Yakın tarihimiz dergisi, c. I-IV, sayı 1-2 İstanbul, 1962-1963).



O rd u (il). S. Erinç, Kuzey Anadolu kenar dağlarının Ördu-Giresun ke­ siminde landşaft şeritleri (Türk coğ­ rafya dergisi, sayı 7/8, İstanbul, 1945). —MTA Enstitüsü, Türkiyeje ­ oloji haritası (1: 500 000, Samsun paftası, Ankara, 1962). —DİE, Ta­ rımsal yapı ve üretim (Ankara, 1984); Genel nüfus sayımı 1985 (Ankara, 1986). O rd u (kent). S. Arıpınar, Ordu şeh­ rimizin tarihi (Belgelerle türk tarihi dergisi, sayı 15-16, İstanbul, 1968 -1969). —S. Çebi, İktisadi yönden Ordu ili (Ankara, 1967); Ordu tarihi ve 50. yılda Ordu şehri (Ordu, 1973); Çağlar içinde Ordu (Ankara, 1978). —Ordu ili yıllığı 1967 ve 1973. —B. Yedlyıldız, Ordu kazası sosyal tarihi (Ankara, 1985). O rh a n O a z l. Âşıkpaşazade, Tevarih-i âl-i Osman (İstanbul, 1915). —Hüseyin Hüsameddin (Ya­ sar), Orhan Bey'in vakfiyesi (Türk tarih encümeni mecmuası, sene 16, sayı 17/94, İstanbul, 1926). —i. H. Uzunçarşılı, Gazi Orhan Bey’in vakfiyesi (Belleten, sayı 19, Ankara, 1941); Gazi Orhan Bey'in hüküm­ dar olduğu tarih (Belleten, sayı 34, Ankara, 1945). —V. Mirmiroğlu, Or­ han Bey ile Bizans imparatoru III. Andronikos arasındaki Pelekano savaşı (Belleten, sayı 50, Ankara, 1949). —M. Ç. Uluçay, Orhan Ga­ zi (İstanbul, 1956). O rh a n K e m a l. N. Uğurlu, Orhan Kemal'in ikbal kahvesi (İstanbul, 1973). —F. Otyam, Arkadaşım Or­ han Kemal ve mektuptan (İstanbul, 1975). —A. Bezirci ve H. Altınkaynak, Orhan Kemal (İstanbul, 1977). —S. Uturgari, Orhan Kemal'in ya­ pıtlar. Türk gerçekçiliğinin gelişme­ sinde yeni bir aşama (Sovyet tür-



kologlarının türk edebiyatı incele­ meleri, İstanbul, 1980). O ru ç Reis. Kâtip Çelebi, Tuhfet ül-kibar fi esfar il-bihar (İstanbul, 1141 [1728]). —Mehmed Şükrü, Esfar-ı bahriye-i Osmaniye (İstan­ bul, 1306 [1888]). —Ali Rıza Seyfi (Seyfioğlu), Kemal Reis ve Baba Oruç (İstanbul, 1325 [1907]); Bar­ baros Hayreddin (İstanbul, 1330 [1912]). —Emir Ali Haydar (Alpagut), Tarih-i bahri sahifeleri (İstan­ bul, 1331 [1913]). - F . Kurtoğlu, Türkler'in deniz muharebeleri (İs­ tanbul, 1932). —F. Canm, Türkler'in denizciliği, Oruç Reis ve garb ocakları (İstanbul, 1965). O s m a n I. Âşıkpaşazade. Tevarih -i âl-i Osman, yay. Âli Bey (İstanbul, 1914); N. Atsız haz., Âşıkpaşaoğlu tarihi (İstanbul, 1970). —M. H. Yınanç, Düsturname-i Enveri (İstan­ bul, 1928). —H. Gibbons, Osman­ lI imparatorluğu'nun kuruluşu, çev. R. Hulusi (İstanbul, 1928). - M . Ç. Uluçay, Osman Bey (İstanbul, 1956). —F. Köprülü, OsmanlI dev­ letinin kuruluşu (Ankara, 1959). —i. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi (c. I, Ankara, 1961). O s m a n II. Kâtip Çelebi, Fezleke (c. I, İstanbul, 1268 [1852]). - N a ima, Tarih (c. II, İstanbul, 1280 [1863]). —Peçevi, Tarih (İstanbul, 1281 [1864]). —i. H. Uzunçarşılı, Os­ manlI tarihi (o lll/l, Ankara, 1951). —C. Yener, Genç Osman (İstanbul, 1954). —M. Ç. Uluçay, Genç Os­ man (İstanbul, 1957). O s m a n P a d re O tto m a n a . H. Missak, Le Père ottoman 1644 -1676) (Paris, 1903). O s m a n III. Vasıf, Tarih (Bulak, 1246 [1830]). —i. H. Uzunçarşılı,



9002



OsmanlI tarihi (c. IV/1 ve IV/2, Ankara, 1956-1957). O s m a n (Topal —, Bacak —, Reis). S. Kazmaz, Rize halk şairleri (An­ kara, 1976) O s m a n b ln A ffa n . Rifat, Hazreti Osman ve şehadeti (İstanbul, 1326 [1908]). - Ö . R. Doğrul, İslam tarihinde ilk ihtilaf ve ihtilaller (İstan­ bul, 1936). —V. Ertan, Hazreti Os­ man (Ankara, 1959). —O. Keskioğlu, Hazreti Osman Zinnureyn (An­ kara, 1960). —J. Wellhausen, Islamın en eski tarihine giriş, çev. F. Işıltan (İstanbul, 1960). —C. Brockelman, İslam milletleri ve devletleri ta­ rihi, çev. N. Çağatay (Ankara, 1964). —A. C. Akıncı, Hazreti Os­ man (İstanbul, 1971). O s m a n lI h a n e d a n ı. H. D. Alderson, The structure of the Otto­ man dynasty (Oxford, 1956). — Mehmet Süreyya, Osmanlı devle­ tinde kim kimdi? Osmanoğulları. Sicill-i Osmani'nin birinci cild bab-ı evvelini düzeltip genişleten: G. Oransay (Ankara, 1969). O s m a n lı İm p a r a to r lu ğ u . Ah­ med Refik (Altınay), Osmanlı dev­ rinde Türkiye madenleri (İstanbul, 1931); Lâle devri, haz. H. A. Dlriöz (Ankara, 1973). —S. Çetintaş, Os­ manlI türk mimarisi (Ankara, 1934). —M. Göker, Osmanlı imparatorlu­ ğu'bun Avrupa ile ticari münase­ betleri (Ankara, 1934) —H. Yeniay, Osmanlı borçları tarihi (Ankara, 1936). —R. Ş. Suvla, Osmanlı im paratorluğum da ve Türkiye Cumhuriyet!'nde devlet borçları (Ankara, 1939). —Y. Akçura, Os­ manlI deVfetinin dağılma devri (An­ kara, 1940). —D. C. Blaisdell, Os­ manlI imparatorluğumda Avrupa mali kontrolü, çev. H. A. Kuyucak (İstanbul, 1940, yeni çevirisi, A. i. Dalgıç, İstanbul, 1979). —O. Ergin, Türkiye maarif tarihi (5 c, İstanbul, 1940-1943). —A. Erzi, Osmânlı devletinin kurucusunun ismi mese­ lesi (Türkiyat mecmuası, c. Vll-Vill, cüz 1, İstanbul, 1940-1942). —M. K. inal, Son sadrazamlar (4 c, İstan­ bul, 1940-1953). —Z. Karamursal, Osmanlı mali tarihi hakkında tetkik­ ler (Ankara, 1940). —i. H. Uzunçarşılı, Osmanlı devleti teşkilatına met­ hal (Ankara, 1941); Osmanlı devle tinin saray teşkilatı (Ankara, 1945); Osmanlı tarihi (4 c, Ankara, 1947 -1959); Osmanlı devletinin merkez ve bahriye teşkilatı (Ankara, 1949); Osmanlı devletinin ilmiye teşkilatı (Ankara, 1965). —A. Adnan-Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim (İstanbul, 1943). - Û . L. Barkan, XV. ve XVI. asırlarda Osmanlı imparatorluğum­ da zirai ekonominin hukuki ve ma­ li esasları (İstanbul, 1943). —E. Z. Karal, Osmanlı imparatorluğumda ilk nüfus sayımı 1831 (İstanbul, 1943); Osmanlı tarihi (4 c, Ankara, 1947-1962). —İ. H. Danişmend, izahlı osmanlı tarihi kronolojisi (4 c, İstanbul, .1947-1955). - P Wittek, Osmanlı imparatorluğumun doğu­ şu, çev. F. Arık (İstanbul, 1947). - Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüma



(Neşri tarihi), haz. F. R. Unatve M. A. Köymen (2 c, Ankara, 1949 -1957). F. H. Tökin, Osmanlı Türk­ lerinde fikir hareketleri (İstanbul, 1951). —E. H. Ayverdl, Fatih devri mimarisi (İstanbul, 1953); Osmanlı mimarisinin ilk devri (İstanbul, 1966). —A. S. Levend, Gazavatnameler (Ankara, 1956). —D. Kuban, Türk barok mimarisi hakkında bir deneme (İstanbul, 1954); Osmanlı dini mimarisinde iç mekân (İstan­ bul, 1998). —C. E. Arseven, Türk sanatı tarihi (3 c, İstanbul, .1955 -1959). —A. B. Kuran, Osmanlı imparatorluğumda inkılap hareket­ leri ve Milli mücadele (İstanbul, 1956). —H. İnalcık, OsmanlIlarda raiyyet rüsumu (Belleten, sayı 92, Ankara, 1959); The Ottoman ampi­ re. The classical age 1300-1600 (London, 1973). —M. F. Köprülü, Osmanlı devletinin kuruluşu (Anka­ ra, 1959); Bizans müesseselerinin osmanlı müesseselerine tesiri (İs­ tanbul, 1981). —R. E. Koçu, Os­ manlI padişahları (İstanbul, 1960). —Ayni Ali Efendi, Kanunname-i âl-i Osman, haz. H. Tuncer (Ankara, 1962); Kavanin-i âl-i Osman der hulasa-i mezamin-i defter-i divan, haz. T. Gökbilgin (İstanbul, 1979). —B. Kütükoğlu, Osmanlı-iran siya­ si münasebetleri 1578-1590 (İstan­ bul, 1962). —Y. Öztuna, Başlangıç­ tan zamanımıza kadar Türkiye tari­ hi (12 c, İstanbul, 1963-1967). - H . Tuncer, Osmanlı imparatorluğumda toprak hukuku, arazi kanunları ve kanun açıklamaları (Ankara, 1962); Osmanlı imparatorluğumda toprak kanunları 1299-1730 (Ankara, 1965). —A. Mumcu, Osmanlı dev­ letinde siyaseten katil (Ankara, 1963); Osmanlı devletinde rüşvet (Ankara, 1969); Oivan-ı hümayun, hukuksal ve siyasal karar organı olarak (Ankara, 1976). —S. Eyice, ilk Osmanlı devrinin dini-içtimai bir müessesesi: zaviyeli camiler (iktisat fakültesi mecmuası, c. XXII, sayı 1 -4, İstanbul, 1962). —C. Orhonlu, Osmanlı imparatorluğumda aşiret­ lerin iskân teşebbüsü (İstanbul, 1963); Osmanlı imparatorluğumda devlet teşkilatı (İstanbul, 1967). — L. Güçer, XVI.-XVII. asırlarda Os­ manlI İmparatorluğumda hububat meselesi ve hububattan alınan ver­ giler (İstanbul, 1964). —A. Kuran, İlk devir osmanlı mimarisinde cami (Ankara, 1964). —M. Cezar, Os­ man// tarihinde levendler (İstanbul, 1965). —A. Bozkurt, Osmanlı imparatorluğumda kollar, ulak ve iaşe menzilleri (Ankara, 1966). —i. Artuk ve C. Artuk, Osmanlı nişan­ ları (İstanbul, 1967). —Ö. Aksoy, Osmanlı devri sıbyan mektepleri üzerine bir inceleme (İstanbul, 1968). —J. Baysal, Osmanlı Türkleri'nin bastıkları kitaplar (İstanbul, 1968). —E. Kuran, Avrupa'da Os­ man// ikamet elçiliklerinin kuruluşu ve ilk elçilerin siyasi faaliyetleri (An­ kara, 1968). —Ahmed Rasim, Os­ manlI tarihi, haz. H. D. Yıldız (İstan­ bul, 1969). —Naima, Tarih, haz. Z. Danışman (2 c, İstanbul, 1967 -1969). —N. Atsız, Âşıkpaşaoğlu ta­



rihi (İstanbul, 1970); Oruç Bey tari­ hi (İstanbul, 1972). —O. Aslanapa, Turkish art and architecture (Lon­ don, 1970), —T. Çavdar, Osmanlılar'ın yarı sömürge oluşu (İstanbul, 1970). —ibn Kemal, Tevarih-i âl-i osman VII. defter, haz. Ş. Turan (An­ kara, 1954); Tevarih-i âl-i osman I. ve II. defter, haz. Ş. Turan (2 c, An­ kara, 1970-1983). —M. Akdağ, Türkiye'nin iktisadi ve içtimai tarihi 1453-1559 (2 c, Ankara, 1971); Türk halkının dirlik ve düzenlik kavgası. Celali isyanları (Ankara, 1975). — Hayrullah Efendi, Devlet-i âliyye-i Osmaniye tarihi, haz. Z. Danışman (7 c, İstanbul, 1971). —Joseph von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu tarihi. Başlangıcından Karlofça andlaşmaşı'na kadar, haz. Z. Da­ nışman (İstanbul, 1972). —Koçi Bey, Koçi Bey risalesi, haz. Z. Da­ nışman (İstanbul, 1972). —N. Sayar; Türkiye İmparatorluk dönemi siya­ si, askeri, idari ve mali olayları (İs­ tanbul, 1972). —Ahmed Cevdet Pa­ şa, Tarih, haz. D. Geray (5 c, İstan­ bul, 1973-1976). —Dursun Bey, Tarih-i Ebul-Feth, haz. A. Tezbaşar (İstanbul, 1973). —N. Göyünç, Os­ manlI İmparatorluğu hakkında ba­ zı düşünceler (Ankara, 1973). —R. Lewis, Osmanlı Türkiyesi'nde gün­ delik hayat, çev. M. Poroy (İstanbul, 1973). —O. Oztürk, Osmanlı hukuk tarihinde mecelle (İstanbul, 1973). —M. Kütükoğlu, Osmanlı-ingiliz ik­ tisadi münasebetleri 1580-1838 (Ankara, 1974). —M. Sertoğlu, Os­ manlI Türkleri'nde tuğra, başlangıcı ve gelişmesi (İstanbul, 1975). —M. And, Osmanlı tiyatrosu, kuruluşu, gelişimi, katkısı (Ankara, 1976). — W. Engelhardt, Tanzimat, çev. A. Düz (İstanbul, 1976). -Y . T. Kurat, Osmanlı imparatorluğu'nun payla­ şılması (Ankara, 1976). —Matrakçı Nasuh, Beyan-ı menazil-i seter-i lrakeyn-i Sultan Süleyman Han, haz. H. G. Yurtaydın (Ankara, 1976). —M. T. Gökbilgin, Osmanlı mûesseseleri, teşkilatı ve medeni­ yeti tarihine genel bakış (İstanbul, 1977); Osmanlı İmparatorluğu me­ deniyet tarihi çerçevesinde osmanlı paleografya ve diplomatik ilmi (İs­ tanbul, 1979). —Z. Kazıcı, Osman­ lIlarda vergi sistemi (İstanbul, 1977). —Y. Özkaya, Osmanlı imparatorluğu'nda âyanlık (Ankara, 1977). —Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i vekaiyat, haz. A. Özcan (2 c, İstanbul, 1977). —i. M. Kunt, San­ caktan eyalete 1550-1650arasında osmanlı ümerası, il idaresi (İstan­ bul, 1978); Bir osmanlı valisinin yıl­ lık gelir gideri (İstanbul, 1981). — M. Z. Pakalın, Osmanlı tarih deyim­ leri ve terimleri (3 c, İstanbul, 1971 -1972); Maliye teşkilatı tarihi 1442 -1930) (4 c, Ankara, 1978). - A . Taneri, Osmanlı devletinin kuruluş dö­ neminde hükümdarlık kurumunun gelişmesi ve saray hayatı teşkilatı (Ankara, 1978). —Mehmed Esad, OsmanlIlarda töre ve töreler. Teşrifat-ı kadime, haz. Y. Ercan (İs­ tanbul, 1979). —Mustafa Nuri Pa­ şa, Netaic ül-vukuat, Kurumlan ve örgütleriyle osmanlı tarihi, haz. N.



Çağatay (2 c, Ankara, 1979). —Ho­ ca Sadeddin Efendi, Tacüttevarih, haz. i. Parmaksızoğlu (5 c, Ankara, 1979). —T. Timur, Osmanlı toplum­ sal düzeni, kuruluş ve yükseliş dö­ nemi (Ankara, 1979). —S. Akşin, 100 soruda Jön Türkler ve ittihad-ı Terakki (İstanbul, 1980). —Kâtip Çelebi, Tuhfet ül-kibar fi esfar il -bihar, haz. O. Ş. Gökyay (İstanbul, 1980). —i. S. Sırma, Osmanlı dev­ letinin yıkılışında Yemen isyanları (İstanbul, 1980). — M. Ç. Uluçay, Padişahların kadınları ve kızlan (An­ kara, 1980). —H. Küçük, Osmanlı devletini tarih sahnesine çıkaran kuvvetlerden biri: tarikatlar ve Türk­ ler üzerindeki müsbet tesirleri (İs­ tanbul, 1980). —S. Umur, Osmanlı padişah tuğraları (İstanbul, 1980). —N. Kurdakul, Osmanlı devletinde ticaret andlaşmaları ve kapitülas­ yonlar (İstanbul, 1981). —Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı hakikat, haz. i. Mlroğlu (3 c, İstanbul, 1981 -1983). —T. Ateş, Osmanlı toplumunun siyasal yapısı (İstanbul, 1982). —A. Büyüktuğrul, Osmanlı deniz harp tarihi ve Cumhuriyet donan­ ması (İstanbul, 1982). —M. A. Kllıçbay, Feodalite ve klasik dönem osmanlı üretim tarzı (Ankara, 1982). —Ö. E. Kürkçüoğlu, Osmanlı dev­ letine karşı arap bağımsızlık hare­ keti 1908-1918 (Ankara, 1982). — M. K. Ûke, Osmanlı imparatorluğu, Siyonizm ve Filistin sorunu 1880 -1914 (istanbuy 1982). —A. N. Öl­ çen, Osmanlı medis-i mebusam’nda kuvvetler ayrımı ve siyasa! işken­ celer (Ankara, 1982). —M. Sencer, Osmanlı toplum yapısı (İstanbul, 1982). —Z. Toprak, Türkiye'de milli iktisat 1908-1918 (Ankara, 1982). —H. Atay, OsmanlIlarda yüksek din eğitimi (İstanbul, 1983). —i. Or­ taylı, imparatorluğun en uzun yüz­ yılı (İstanbul, 1983); Osmanlı impa­ ratorluğumda alman nüfuzu (İstan­ bul, 1983). —A. G. Öçgûn, Osman­ lI sanayii istatistikleri 1913-1915 (İs­ tanbul, 1984). —Ş. Pamuk, Osman­ lI ekonomisi ve dünya kapitülasyo­ nu 1820-1913 (Ankara, 1984). s ts m a n h c a . J. W. Redhouse, Grammaire raisonnöe de la langue Ottomane (Haris, 1846). —Ahmed Cevdet Paşa, Kavaid-i Osmaniye (İstanbul, 1267 [1851]). - J . Deny, Türk dili grameri. Osmanlı lehçesi, çev. A. U. Elöve (İstanbul, 1941). — A. C. Emre, Osmanlı edebiyatına hazırlık dersleri (İstanbul, 1947). — F. K. Timurtaş, Osmanlıca grameri (İstanbul, 1964). —M. Ergin, Os­ manlIca dersleri (İstanbul, 1975). O tlu k b e ll m e y d a n s a v a ş ı. Ne­ cati Salim, Türk ordusunun eski seferlerinden bir meydan muha­ rebesi. Otlukbeli 1473 (İstanbul, 1933). —I. H. Tümerdem, Osman­ lI imparatorluğu devrinde büyük meydan muharebeleri (İstanbul, 1939). —S. Tansel, Osmanlı kay­ naklarına göre Fatih Sultan Mehmed'in siyasi ve askeri faaliyeti (An­ kara, 1953). o z a n . F. Köprülü, Edebiyat araş­ tırmaları (Ankara, 1966).



mÖ a. 1. Türk abecesinin on dokuzuncu hadi. —2. Geniş, yuvarlak ön ünlü. —AnsİKL. Latin abecesinde yoktur. 1928'de kabul edilen türk abecesinde ge­ niş yuvarlak, art ünlü (o) ile geniş, yuvar­ lak, ön ünlüyü (ö) birbirinden ayırmak için kullanılmıştır • Sesbilgisi. Geniş, yuvarlak, ön ünlü olan ö, incelik ve kalınlık yönünden geniş, yu­ varlak, art ünlü ö'ye karşıttır Bu harfle gös­ terilen ünlü eski türkçe döneminden beri kurallı olarak yalnızca İlk hecede bulunur. Ödünçleme sözcüklerde (organizatör, re­ jisör, aktör), yansımak sözcüklerde (öhö) ve bileşik sözcüklerde (önsöz, karagöz, özbeöz, İnönü, Gülören) birinci heceden sonraki hecelerde de ö sesi görülür • Tarihsel sesbilgisi. Türkçenin tarihsel ge­ lişimi içinde sözcüklerin ilk hecesinde bu­ lunan ya da bileşik sözcüklerin ilk hece­ sinde görülen o sesinin kimi etkilerle ö'ye dönüştüğü görülür. Eski türkçede yon- bi­ çiminde olan fiil, yürü- biçimini almadan önce yöri- > yöru- biçiminde kullanılmış olmalıdır. Nitekim bugünkü Anadolu ağız­ larında yörü- olarak görülür, öyle < o ey­ le, böyle < bu eyle, sözlüklerinde o sesi y’nin inceltici etkisiyle ö olmuştur, uş eyle > şöyle gelişmesi ise böyle ve şöyle'ye örnekseme ile ortaya çıkmış olmalıdır. v sesi, yanındaki e'yi yuvarlaklaştırarak ö'ye çevirebilmektedir: ev > öv > öy (ku­ manca), tövbe < ar. tevbe, nöbet < növbet < ar. nevbet. b dudak ünsüzü de ya­ nında bulunan e sesini yuvarlaklaştırarak ö'ye çevirebilmektedir: bedük > beyük > böyük (sonradan y'nin daraltıcı etkisiy­ le büyük olmuşsa da Anadolu ağızla­ rında genellikle böyük biçimi sürmekte­ dir). Eski türkçede töpü olan sözcük, Türki­ ye türkçesinde tepe olmuştur Ayrıca v se­ sinin yanındaki e'yi yuvarlaklaştırma eği­ limi azeri türkçesinde çok yaygındır: sev> söv-, devlet > dövlet, mevzu > mövzü, sevin- > söyün-. Eski türkçedeki -egü heceleri de diftonglaşarak öv olur: bilegü > bilöv. Kırgız ve altay lehçelerinde dudak ben­ zeşmesi olduğundan yuvarlak ö ve ü ün­ lüsünden sonra gelen e sesleri ö olur: közgö < közge 'göze', ölgön < ölgen 'ölen', özünçö < özinçe 'kendince', köldön < kölden 'gölden', küngöçö < küngeçe 'gü­ ne kadar', küröş- < küreş- 'güreşmek'. Çeşitli türk lehçelerinde e > ö, ö > ü, ö > e, ö > o, ö > ü gelişmeleri görülür: e > ü: er > ör (soyon), eçki > öske 'keçi' (tarançı), eki > ökü ‘iki’ (karakalpak), kebe/ek > köbelek 'kelebek' (karaçay). ö > ü: kölige > külük 'gölge' (yakut), törü- > türe- (Türkiye türkçesi). ö > e : öküz > egiz (karaçay), köz > kez 'göz' (karaçay), körjlek > kelmek ‘gömlek > (karaçay). ö > o : köp > kop 'çok' (doğu türkçe­ si), gön > gor- (Kayseri). ö > ü : sön- > sün- (Kazan), öl- > ül(Kazan).



Batı Trakya ağızlarında da kurallı olarak ö > ü gelişmesi görülür. Batı Anadolu ağızlarında ö > ü, Orta Anadolu ağızla­ rında ö > o gelişmesi oldukça yaygındır. Azeri türkçesinde, eski türbeden gelen kimi yuvarlak biçimler korunmuştur: bö­ yük, gözet. Bunların yanında ülke sözcü­ ğü de ölke olmuştur. Ö ünl. Tiksinti ya da usanç belirten söz: Ö, bu ne biçim yemekI Aynı şeyleri duy­ maktan ö diyecek haldeyiz. Ö B B , Ö S T E R R E IC H IS C H E B U N D E S B A H N ' m (Avusturya Federal demiryolları) kısalt­ ması. Ö B E K a. 1. Birbirine benzer ya da aynı cinsten şeylerin bir araya gelmesiyle olu­ şan küme, grup, takım: Çiçek öbekleri. Çocukları öbeklere ayırın. —2. Öbek öbek, toplu olarak, yığın yığın, küme kü­ me: Çocuklar öbek öbek yerlerini aldılar. Bahçede öbek öbek güller, ortancalar vardı. —Astrofiz. On ile yirmi arasında gökcismi içeren küçük gökadalar kümesi. || Yerel öbek, Gökadamıza ait küçük gökadalar kümesi. (Bu küme maksimum genişleme­ si yaklaşık 7 milyon ışık yılı olan bir elip­ soit hacim içine dağılmış, aralarında Macellan* Bulutlan ile Andromeda” nın M 31 gökadasının da bulunduğu otuz kadar gökcismini kapsar.) || Yıldız öbeği, bir gök­ adanın, ortak kimi özelliklere (yaş, kimya­ sal bileşim vb.) sahip yıldızlarının oluştur­ duğu topluluk. (Bk. ansikl. böl.) —Bilş. Bilgisayar belleğine kaydedilmiş olan ve ayrışmaz bir bütün halinde işlen­ mesi ya da aktarılması gereken karakter­ ler ya da sözcükler grubu. || Manyetik bir şeritte, kayıt ayırıcı iki boşluk arasında yer alan kayıt. || Bir bilgisayarda, aynı işleve katkıda bulunan devreler kümesi. (Nite­ kim, hesap öbeği ve bellek öbeğinden söz edilir.) —Biyol, Hayvanbilim ya da bitkibilim sı­ nıflandırmalarında kullanılan, hiyerarşide­ ki yeri (sınıf, takım, cins, şube vb.) belirtilemeyen ya da belirtilmek istenmeyen altbölüm. — Böcbil. Öbek odağı ya da alanı, özel ekoloji koşullarıyla donan, göçmen kırçekirgelerinin öbekçilik ve göç alışkanlıkla­ rını başlattıkları bölge. (Bu bölgelerin bi­ linmesi, çekirge istilalarını başlatan koşul­ ları önceden belirleme olanağı verir.) —Dilbil. Bir öğeyle birlikte kullanılan söz­ cüklerin tümü: Özne öbeği, nesne öbe­ ği. || Dil öbeği, köken, coğrafya ya da tıp gibi nedenlerin göz önünde tutulmasıyla bir araya getirilen diller bütünü. || Sözcük öbeği, geleneksel dilbilgisinde, bir dizi sözcükten oluşan cümle kurucusu. (Bu. kavrama, yapısal dilbilim dolaysız kurucu-



Örme sütun SultanM et-istanbul



öbek darı, üretici dilbilim ad, fiil diziminden vb. söz ederek kesinlik kazandırır.) —Mant. ve Mat. Genellikle KüME'nin eşanlamlısı olarak kullanılan terim. (Öbek terimi, küme olmayan büyüklük ya da çoklukları adlandırmak üzere, küme teri­ miyle birlikte kullanılır. Örneğin sıra sayı­ lar öbeği, kardinal sayılar öbeği birer kü­ me değildir.) —Polim. Öbekleşme olayına bağlı olarak iki faza ayrılma sırasında ortaya çıkan akışmazlığı en yüksek faz. —Sesbilg. Türdeşliği iki durak arasında yer almasından ya da aynı vurgu çevre­ sinde toplanmasından kaynaklanan söz­ ce kesiti. —AnSİKL. Astrofiz. Yıldız öbeği. Bu kav­ ram, ilk kez 1944'te amerikalı Baade ta­ rafından ortaya atıldı. Yıldız’ ların, önce öbek I ve öbek II diye iki gruba ayrılması­ na yol açan bu kavram, daha sonra, 1974’ te, öbek III adı verilen yeni bir yıldız sınıfı varlığının kabul edilmesiyle genişletildi. Çok sönük ve kırmızı renkte olan bu cü­ ce yıldızlar gökadaların çevresinde yoğun bir hale oluşturabilecek güçtedir. Böyle bir halenin varlığı da, özellikle sarmal göka­ da disklerinin kararlılığını açıklamayı sağ­ layacaktır. t



9004



Ö B E K Ç İL sıf. Zool. Öbek ya da toplu ■halde yaşayan, ama sosyal olmayan hay­ van türü için kullanılır.



Abdullah ö c a lM



Ö B E K Ç İL L İK a. Böcbil. Bazı böcekler­ de görülen, ya bir arada yaşamak için (bazı tırtıllar gibi), ya sürü oluşturmak (çe­ kirgeler gibi) ya da kışı geçirmek (kırmız böcekleri gibi) için bir arada toplanma alışkanlığı. ¿ B E K L E N M E K gçz. f. Öbek oluştur­ mak, öbek öbek olmak. Ö B E K LE Ş M E a. Polim. Kimi makromolekülsel çözeltilerin iki faza ayrılması ola­ yı— ANSİ k l . Polim. Kimi makromolekül bi­ leşiklerin çözeltileri, iki faza ayrılabilir: bu fazlardan biri çok akışkan, diğerinin akışmazlığı çok yüksektir; çok akışkan olan faz, pek az nicelikte çözünmüş ürün içe­ rirken, makromolekül bileşiklerin büyük bölümü akışmazlığı yüksek olan fazda bu­ lunur: buna öbekleşmiş faz ya da kısaca öbek denir., iki faz çalkalandığında birbiriyle karışır, ancak dinlenmeye bırakıldı­ ğında birbirinden yeniden ayrılır. Makro­ molekül bir bileşikte, öbekleşme olayının bulanması temel olarak şu etkenlere bağ­ lıdır: 1. çözücünün türü; bileşiminde % 53 oranında asetik asit bulunan selüloz ase­ tat, kloroform içinde ancak sınırlı bir şiş­ me gösterirken, % 2-5 oranında mutlak alkol katıldığında bir öbek meydana geti­ rir; 2 . sıcaklık; yukarıda sözü edilen öbek, 57 °C'ın üzerinde kaybolur. Öbekleşme olayı, öbekleşmiş fazda polimerleşme derecesi en yüksek, üstte yü­ zen fazda ise polimerleşme derecesi en düşük makromolekül maddeler bulundu­ ğundan, makromolekül maddelerin ayrıl­ masında kullanılır. Ö B E K L E Ş M E K gçz. f. Birbirine benzer ya da aynı cinsten şeyler sözkonusuysa, bir araya gelmek, bir grup oluşturmak: Alanın çeşitli yerlerinde öbekleşen insan­ lar. Ö B Ü R belgsz. sıf. (o ve bir'den). 1. Bir varlığı ya da nesneyi aynı türden bir baş­ ka varlık ya da nesneden ayırmak için kul­ lanılır; başka, diğer: Bir tavşanı vurdu, öbür ikisini kaçırdı. —2. Sözü edilenden bir önceki ya da bir sonrakini belirtir: Öbür evleri böyle geniş değildi. Bu otobüse de­ ğil öbür otobüse bineceksiniz. —3. Konu­ şulan zamana göre bir sonraki haftayı, ayı, yılı vb. belirtir; önümüzdeki, bir sonraki: Borcumu öbür ay ödeyeceğim. —4. Öbür gün, yarından sonraki gün: Öbür gün gelir (yarından sonra). —5. Öbür dünya, yaşanılan dünyaya karşıt olarak in­ sanların öldükten sonra varlıklarını sürdü­ receklerine inanılan âlem, ahiret, öteki



dünya. ♦ öbürü, öbürleri belgsz. adi. Sözü edilenden başkası; bir önceki va da bir sonraki kimse ya da şey; öteki: öbürlerin­ den o kadar farklı ki. ilerde duranlardan birini tanıdım, öbürünü tanıyamadım. O kitabı değil öbürünü istiyorum. Ö B Û R K Û adi. Öbürü. Ö C A L A N (Abdullah), kürt eylemci (Ömerli. Şanlıurfa, 1949). İlkokulu köyün­ de, ortaokulu Nizip'te okudu. Ankara'da Tapu Kadastro meslek lisesini bitirdi (1969). Diyarbakır'da (1969) ve İstanbul Bakırköy'de (1970) kadastro memuru olarak çalıştı. Diyarbakır Ziya Gökalp lisesi'nden diploma aldı. İstanbul Hukuk fakültesi'ne, sonra Ankara'da Siyasal bil­ giler fakültesi'ne kaydoldu (1971), Ey­ lemci toplantılara, örgütlere katıldı; 1972'de 7 ay tutuklu kaldıktan sonra ser­ best bırakıldı. Diyarbakır'a yerleşti (1978) ve aynı yıl, kürtçülük davasında kuramsal tartışmalar ve siyasal girişim­ lerle vakit kaybetmektense, işe silahlı ey­ lemlerle başlamak üzere PKK'nın (Kürdistan işçi partisi) kurulmasına öncülük etti. Örgüt üyeleri başlangıçta "Apocular" adıyla tanındı. Abdullah Öcalan 12 Eylül 1980'den önce yurt dışına kaçtı; Suriye'den Lübnan'a geçti, Bekaa vadi­ sinde bir kamp yeri edindi (1979). PKK, 1984'ten başlayarak Türkiye'de halka, devlet görevlilerine ve silahlı kuvvetlere karşı terör eylemlerini yoğunlaştırdı, ö c a ­ lan örgütün tartışmasız lideri konumunu, farklı düşünenleri tasfiye etmek yoluyla da olsa sürdürdü. Nisan 1993’te Bey­ rut'ta düzenlediği basın toplantısında, si­ lahlı eyleme son vererek siyasal plat­ formda uzlaşmaya niyetli göründü, Ö C Û a. Küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş düşsel yaratık; umacı.



ÖÇ a. 1 . Yapılan bir kötülüğün acısını çı­ karma, ona karşılık verme isteği ve işi; in­ tikam: —2. Esk. Bahis. —3. (Bir kimse­ den, bir şeyden) öç almak, öcünü almak, gördüğü bir kötülüğün, uğradığı bir zara­ rın acısını, aynı yolla çıkarmak; intikamını almak: Ondan öcünü almak için yıllarca beklemişti. Ö D a. 1. Karaciğerin yeşil sarı renkli, acı salgısı. (Eşanl. s a f r a .) —2. Öd kanalı — KOLEDOK. — 3. Ödü bokuna karışmak, aşırı ölçüde korkmak: Adları okununca korkudan ödleri boklarına karışmıştı (ka­ ba.). I] Ödü kopmak, ödü patlamak, bir­ denbire karşılaşılan ürkütücü bir durum karşısında çok korkmak: Köpeğin hırlaya­ rak kendisine doğru koştuğunu görünce ödü koptu korkudan. || (Birinin) ödünü ko­ partmak, patlatmak, çok korkutmak. ÖD a. (hintçe id, arapça ud'dan). 1. —



ÖDAĞACI. — 2. Ödağacının kıyılan parça­ larının yakılmasıyla yapılan tütsü. Ö D A Ğ A C I a. Çinhindi'nde ve Endonez­ ya adalarında yetişen ve odunu dinsel tö­ renlerde tütsü olarak kullanılan ağaç. (Bil. a. Aquillaria agallocha ya da Aloexylum agallochum; thymelacaceae familyası.) Ö D EM a. (fr. œdème; yun. oidema'dan). Organizmanın sıvı bileşenlerinin, bağdokusundaki hücrelerarası boşluklarda anormal toplanması. (Bk. ansikl. böl. Patol.) || Kötücül ödem, şarbonun ağır biçi­ mi. —Der. hast. Ouincke ödemi, genellikle boyun-yüz bölgesinde aniden ortaya çı­ kan ve gırtlağa kadar yayılabilen, alerji kö­ kenli ödem. (Eşanl. a n j İy d n û ROTİk ÖDEM, DERİ ANJİYONÖROZU, DEV ÜRTİKER.) [Bk. ansikl. böl.] —Kad. hast. Nedeni bilinmeyen çevrim­ sel ödem, su ve sodyum tutulmasına bağ­ lı olarak kadınlarda ortaya çıkan ve nedeni belli olmayan sendrom. Kilo alma ve ge­ nel bir doku şişmesiyle belirgindir. (Özel duyusal ve ruhsal bir zemin üzerinde ge­ lişir ve idrar söktürücü ilaç tedavisine iyi yanıt verir.) (Eşanl. MACH SENDROMU]



—Nörol. Beyin ödemi, serum sızmasına bağlı olarak beyin hacminin artması. (Be­ yin urlarının sık görülen bir ihtilatıdır. Ka­ fa içi basınç artışı sendromuna yol açar. Akut beyin zarı-beyin ödemi atardamar hi­ pertansiyonunun bir ihtilatıdır.) —Reanim. Akut akciğer ödemi, albüminli bir seröz sıvının damar içi ortamdan da­ mar dışı ortama sızmasıyla, akciğer alveollerine az ya da çok miktarda sıvı dolma­ sı. (Boğulmaya neden olabileceğinden acil tedaviyi gerektirir.) || Gırtlak ödemi, kılcaldamar geçirgenliğindeki artışa bağlı olarak gırtlak bölgesinin şişmesi. (Bronş ağının üst bölümlerini kısmen ya da tama­ men tıkayarak boğulmaya neden olabilir Başlıca nedenleri, alerjik tepkimeler ve arı sokmalarıdır. Acil tedaviyi gerektirir.) —1Yet. Ödem hastalığı, besideki genç do­ muzlarda görülen ve felçle birlikte sindi­ rim sisteminde seroza ya da derialtı öde­ mi biçiminde ortaya çıkarak yüksek oran­ da ölüme neden olan hastalık. —ANSİKL. Der. hast. Ouincke ödemi. Yü­ zün ödemle dolması yüzünden dudaklar şişer, gözkapakları kapanır. Çoğu zaman büyük boyutlara varan ödem sert, iyice sı­ nırlı ve kaşıntısızdır. Birkaç saat sürdükten sonra yavaş yavaş iz bırakmadan kaybo­ lur. Devre devre alevlenmeler ortaya çıka­ bilir. Gırtlağa yayılmadıkça tehlikesiz bir hastalıktır. ( - GIRTLAK Ö D E M ' I . ) Nedenler ürtikerle birdir. Deri altındaki gevşek do­ kulardaki bir ürtiker türüdür denebilir. C1 esteraz enzimi eksikliğine bağlı ailevi bir biçimi de (kalıtsal anjiyonörotonik ödem) vardır. —Patol. Ödemler, sadece deride belire­ bilir. Bunlar beyaz, yumuşak ve ağrısız olup genellikle vücudun alt bölgelerinde oluşur: ayakta duranlarda bacaklar, sırtüs­ tü yatanlarda bel. Genelleşerek çeşitli se­ röz boşlukları (plevra, karınzarı ya da perikart içine sızma) sararsa buna anasark denir. Ödemler hücre dışında aşırı su birikti­ ğinin alametidir. Organizmanın su ve sod­ yum atımı böbreklere bağlı olduğundan, ödemler böbrek hastalıklannın en sık rast­ lanan belirtilerindendir. Bir yandan böb­ rek yetersizliğine neden olmamış nefrotik sendromlarda (onkotik basıncın düşmesi nedeniyle sıvının damardan hücrelerara­ sı ortama geçmesi), öte yandan yetersiz böbreğin atım gücünün sodyum girdisi­ ni karşılayamadığı böbrek hastalıklarında görülebilir. Ö D EM E a. 1. Bir kimseye, bir kuruluşa vb. onun hesabından para aktarmak ey­ lemi: Bir emekli maaşını ödeme. Bir kim­ senin ücretini doğrudan doğruya onun bankadaki hesabına ödeme. —2. Öde­ nen tutar: 1 000 liralık bir ödeme. Çok yüksek miktarlarda ödemeler. —Bank. Ödeme garantisi, bir ödemeyi, bir bankanın güvencesi altına sokan an­ laşma. (Ödeme garantisi işlemleri, uzun süre, yalnızca uluslararası ticaret alanın­ da, satıcıların alıcıları iyice tanımadıkları için, bir banka güvencesine gerek duy­ dukları durumlarda kullanılmıştır. Iskonto konusunda banka, bir ödeme garantisi ya da yazılı ıskonto anlaşmasıyla, senedi ve­ rene rücu hakkından vazgeçerek ödeme risklerini üstlenmeyi taahhüt edebilir.) [Eşanl. d ü k r u v a r .] || Ödeme kredisi, borçlu adına kısa vadeli olarak açılan ve ödeme kolaylığı sağlayan kredi. (Bir ban­ kada hesabı bulunan bir müşterinin, baş­ ka şubelerden yaptıracağı ödemeler için, hesabının bulunduğu şubenin öteki şube­ lere verdiği provizyon emirleri ödeme kre­ disi niteliğindedir.) —Bilş. ve Bank. Elektronik ödeme, bir banka hesabından öbürüne, anlık bir fon aktarımı yapmaya olanak veren, bilişimleştirilmiş ödeme sistemi. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Para borcunu yerine getirme. (Bk. ansikl. böl.) || Ödeme yeri tayini, alacaklı­ nın mütemerrit olması durumunda, borç­ lunun istemi üzerine borcun ödeneceği yerin yargıç tarafından saptanması (Borç­



Ödemiş lar k. md. 91). || Ödemelerin tatili, borçlu­ nun geçici bir duruma dayanmaksızın va­ desi gelmiş ve çekişmesiz borçlarını öde­ yememesi (ic. if. k. md. 177/2). || Taahhüt edilen sermayenin ödenmesi, ticaret şir­ ketlerinde, her ortağın şirket sözleşmesi ile koymayı taahhüt ettiği sermayeyi ödeme­ si. (Taahhüt edilen sermayenin ödenme­ mesi durumunda, şirket, bunun ödenme­ sini isteyip bu konuda dava açabileceği gibi, ödemede gecikme nedeniyle uğra­ dığı zararın giderilmesini de isteyebilir Türk tic. k. md. 140). —ic. iti. huk. Ödeme emri, bir borcun ye­ rine getirilmesi İçin icra dairelerince borç­ luya gönderilen yazı. (Bk. ansikl. böl.) —Ikt. Ödemeleri ertelemek, ödemeleri ka­ rarlaştırılan tarihte yapmayarak, vadeleri­ ni İleri bir tarihe almak. —iş. huk. ve Verg. huk. Ödeme emri, ka­ muya bir borcu olan, vergi ya da sosyal güvenlik primlerine ilişkin yükümlülükle­ rini yerine getirmemiş bir kişiye, ödeme­ de bulunmasını, aksi takdirde, yasal ko­ vuşturmaya uğrayacağını bildiren yazılı emir. —Postc. Ödeme çeki, posta çeki hesap sahibi tarafından imzalanan ve belirli mik­ tardaki paranın hesabındaki karşılıktan düşülerek kendisi ya da bir üçüncü kişi adına çek merkezi gişesinden ödenmesi ya da adresine gönderilmesi için çek mer­ kezine verilen ve düzenlendikten sonra hesap sahibi tarafından çek merkezine ile­ tilen havale; doğrudan alıcı olarak göste­ rilen kişiye verileni İse kıymetli evrak hük­ münde, olan emir. (Eşanl. HESAPTAN ÖDE­ ME.) || Ödeme haberi kartı, ödemeli gön­ derilen herhangi bir postanın alıcıya ulaş­ tığını ve İstenen ücretin ödenip ödenme­ diğini gösteren haber kartı. ( Alma haberi kartı da denir.) || Ödeme şartlı gönderi ->



ÖDEMELİ. —Tic. Ödeme kolaylıkları, bir ödemenin yapılması için tanınan süreler. || Ödeme yeteneği, borçlunun borçlarını vadesinde ödeyebilme gücü. (Ödeme yeteneğinin li­ kiditeyle yakın bir ilişkisi vardır. Para ve ko­ laylıkla paraya çevrilebilen kasa ve ban­ ka hesapları, senetler ve öteki kıymetli ev­ rak ticari ve mail şirketlerde kullanılan kı­ sa vadeli sermayeyi oluştururlar. Bu ne­ denle likiditesi uygun olan kuruluşların ödeme yetenekleri de fazladır.) || Mahsu­ ben ödeme, ödenmesi gereken bir tutar­ dan düşülmek üzere, ondan daha az bir miktarı ya nakden, ya kaydi parayla ya da mal olarak ödeme || Ön ödeme, bir mal, alıcıya teslim edilmeden önce, malın fiya­ tının tümünün ya da bir bölümünün, bir ya da birkaç kerede alıcı tarafından öden­ mesini belirten ve özellikle ABD'de çok yaygın olan bir satış yöntemi. || Peşin ekle­ me, bir malın teslimi anında bedelini he­ men ödeme. —Tic huk. Ödeme yasağı, bir kambiyo se­ nedini İradesi dışında elinden çıkaran ki­ şinin başvurusu üzerine mahkemenin bu senet karşılığının ödenmemesi konusun­ da verdiği karar. —Verg. huk. Geçici vergi ödemesi, vergi­ lendirme dönemi tamamlanmadan ve he­ saplar kesinleşmeden, ilerde kesin tahak­ kuk tutarından mahsup edilmek üzere, geçici bir vergiyi ödeme. —ANSİKL. Bilş. ve Bank. Elektronik öde­ m e Alıcı, kimi bilgiler içeren, nama yazılı plastik kaplı bir kart (ödeme kartı) taşımalı ve satıcı, satış uç birimi denen özel bir bili­ şim uç birimi kullanmalıdır. Muamele, alı­ cının kartını, satıcının ödeme makinesine sokmasıyla somutlaşır. Kart üzerinde kayıtlı bilgilerin yapısı ve bu kartlara uygulanan işlemler, bir sistemden öbürüne değişir. Kart üzerinde sahibinin banka kod numa­ rası, ödeme izni ya da kodlu biçimde alımlara göre azalan belirli bir toplamın eşde­ ğeri gibi bilgiler vardır işlem, içeriği düzenli olarak bankalararası bir merkeze aktarılan ödemeyi, manyetik bir şerit üzerine kaydet­ meye dayanır; ama işlem sırasında, alıcı­ nın kart içeriği değiştirilebilir ya da alıcı borçlu duruma da geçebilir.



Üç elektronik ödeme sistemi vardır. Bi­ rincisi, çevrim içi muamele yapmaya da­ yanır; içine müşterinin kartını soktuğu, tüc­ carın satış uç birimi, iki ilgilinin hesapları­ nın bulunduğu bankanın bilgisayarına bağlıdır ve ödeme gücünü doğruladıktan sonra, alıcının hesabını verir. İkinci yön­ temde, müşterinin belirlediği gizli bir kod taşıyan manyetik pistli bir kart kullanılır. Bu durumda, tüccarın ödeme makinesi ban­ kanın bilgisayarına bağlı değildir. Ödeme yalnızca, manyetik şerit ya da disk üzeri­ ne kaydedilir; tüccar, daha sonra bunun içeriğini bankalararası bir merkeze akta­ rır. Bu yöntem, basitlik ve kartın ucuz ma­ liyeti gibi üstünlükler taşımasına karşın, güvenlik düzeyi bakımından yetersiz gö­ rülmektedir. Üçüncü yöntem de, çevrim dışı, yani banka bilgisayarıyla bağıntısı ol­ madan gerçekleştirilir, ama bu yöntemde, manyetik pistli karttan daha güvenli, an­ cak buna karşın daha masraflı olan bellekli bir kart kullanılır. Elektronik ödeme çek yığılmasını önler ve tüccarlara güvenlik ve ana maliyetleri azalttığı oranda maddi tasarruflara olanak sağlar. —Huk. Borç ilişkisinin en doğal sona er­ me biçimi ödemedir. Aksi kararlaştırılmamışsa ödeme, alacaklının ödeme zama­ nında oturduğu yerde yapılır. ( - » İFA.) Ko­ nusu para olan borçlar ulusal para ile ödenir (Borçlar k. mad. 83/1). Sözleşme yapanlar, bu sözleşmeye değer kayıtları koymuş olabilirler. Bu kayıtlar, altın ya da yabancı para değer kaydı ile altın ya da yabancı para kaydıdır. Altın ya da yaban­ cı para değer kaydı ödemenin, ödeme anındaki altın ya da yabancı paranın de­ ğeri üzerinden yapılacağını gösterir. Öde­ me yine ulusal para ile yapılır; ancak, öde­ necek paranın miktarı altın ya da yaban­ cı paranın değerine göre saptanır. Altın ya da yabancı para kaydında ise, sözleşme­ nin yanları altın ya da yabancı paranın ay­ nen ödenmesini kararlaştırırlar. —iç. ifl. huk. Ödeme emrine ilişkin kural­ lar icra ve iflas kanunu’nda yer alır. Am­ me alacaklarının tahsil usulü hakkında ka­ nunda da icra ve iflas k.’nun düzenleme­ lerine paralel kurallar vardır. Bir ödeme emrinde şu kayıtlar bulunur: 1 . alacaklı ve borçlunun kimliği ve adresi; 2 . borcun tu­ tarı; 3. senet ya da senet yoksa borcun ne­ deni; 4. borcun yedi gün içinde (kambiyo senetlerine ilişkin takiplerde on, kiraya ve ipoteğin paraya çevrilmesine ilişkin takip­ lerde otuz, taşınır rehnin paraya çevrilme­ sinde on beş gün) ödenmesi uyarısı; 5. belirtilen süre içinde borçlunun borca iti­ raz edebileceği; 6 . mal bildiriminde bulun­ ma uyarısı; 7. borç ödenmez ve borca iti­ raz edilmezse icra takibinin sürdürülece­ ği; 8 . icra memurluğunun mührü ve yet­ kili memurun İmzası. (-* İCRA, HACİZ.) Ö D E M E K g. f. 1. (Bir kimseye) bir şey ödemek, borçlu olunan şeyin karşılığını o kimseye vermek; tediye etmek: Bir alacak­ lıya borçlarını ödemek. Kira parasını öde­ mek. Tahsildarın su parasını ödemek. —2. Bir kimseye para, ücret ödemek, ça­ lışmasının, emeğinin karşılığı olarak hakettlği parayı ona vermek: İşçilerin, memur­ ların aylıklarını ödemek. Çalıştığınız her saat için size para ödenir. —3. Bir kimse­ ye belli bir miktar para ödemek, satın alı­ nan bir mal karşılığında o miktarda para­ yı ona vermek: Araba için on milyon öde­ dik. Ev için ne kadar ödediniz? —4. Bir şeyi ödemek, zarar verilen bir şeyin aynı­ sını ya da değeri kadar para vererek za­ rarı karşılamak; tazmin etmek: Kırdığı va­ zoyu ödemek zorunda kaldı. Kırılan cam­ ların parasını kim ödeyecek? — 5. Bir şe­ yi bir şeyiyle ödemek, o şeyi büyük bir ça­ ba, büyük bir özveriyle kazanmak: Bu bü­ yük zaferi kanımızla ödedik. — 6 . Bir ha­ tayı, bir yanlışı ödemek, cezasını çekmek: Bu ihmalkârlığın cezasını çok pahalıya ödeyeceksin. Tedbirsizliğinin cezasını ha­ yatıyla ödedi. —7. Bir masrafı ödemek, bir girişimden söz ederken, yatırılan para­



yı çıkarmak: Dükkân, masrafını iki yılda ödedi. — 8 . Hesabı ödemek, yapılan masrafı karşılamak: Hesabı kim ödeye­ cek? —9. Cepten, cebinden ödemek -»



CEP. —Tic. Bir borcu ortadan kaldırmak, bir borç hesabını kapatmak. ♦ ö deşm ek işt. f. 1. Bir kimseyle ödeş­ mek, (birbirleriyle) ödeşmek, karşılıklı ola­ rak birbirlerine alacak verecek bırakma­ mak, birbirlerine borçlu olmamak; kendi­ sine yapılan olumlu ya da olumsuz bir davranışa aynı biçimde karşılık vermek: Hesabı ben vereyim, seninle sonra öde­ şiriz. Hayatımı kurtarmıştı, şimdi ödeşmiş olduk. Yaptığı kötülüğü unutmadım, bir gün ödeşeceğiz. —2. Ödeş gödeş ol­ mak, kimi yörelerde “ ödeşmek" yerine kullanılır. ♦ ödenm ek edilg. f. Ödemek eylemine konu olmak. —işi. ikt. Ödenmemiş sermaye, ticari or­ taklıklarda ortakların koymayı taahhüt et­ tikleri sermayenin henüz ödenmemiş bö­ lümü. || Ödenmiş sermaye, bir ortaklık söz­ leşmesinde yatırılması kararlaştırılan ser­ mayenin fiilen ödenmiş bölümü. ♦ ödetm ek ettirg. f. 1. Bir şeyi (somut) [bir kimseye] ödetmek, bir hesabı, bir bor­ cu, bir parayı (bir başkasının) ödemesini sağlamak; ödemek eylemini yaptırmak: Dün gece lokantada hesabı ona ödettik. —2. Bir şeyi (soyut) bir kimseye ödetmek, bir zararı onun karşılamasını, ödemesini sağlamak: Yaptıklarının hesabını ona öde­ teceğiz. Ö D E M E Lİ sıf. 1. Postaya verilirken gön­ derici tarafından belirtilen miktardaki pa­ ranın varış yerinde alıcıdan alınarak gön­ dericiye iletilmesi kaydıyla kabul edilen gönderi için kullanılır. (ÖDEME ŞARTLI da denir.) — 2 . Ücreti telefon edilen kişi tara­ fından ödenen ve ancak onun kabulüyle yapılan telefon görüşmesi için kullanılır. ♦ be Ödemeli olarak: Beni ödemeli ara­ yabilirsin. Dergiyi ödemeli gönderebilir misiniz? Ö D E M E Z L İK a. Huk. Ödemezlik defi, iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, ta­ raflardan birine, karşı taraf edimini yerine getirmedikçe ya da bunu önermedikçe, edimini yerine getirmekten kaçınma hak­ kı veren savunma biçimi. —A n s İk l. iki tarafa borç yükleyen söz­ leşmelerde aksi kararlaştırılmamışsa ku­ ral, edimlerin aynı anda yerine getirilme­ sidir. Taraflardan biri borcunu yerine ge­ tirmeden ya da bunu önermeden, karşı taraftan borcunu yerine getirmesini ister­ se, ödemezlik de fi ile karşılaşabilir. Öde­ mezlik def’i, kullanan kişiye, borcunu ye­ rine getirmekten kaçınma olanağı sağlar. Ödemezlik definin ileri sürütebilmesi için şu koşulların bulunması gerekir: 1 . iki ya­ na borç yükleyen bir sözleşme olmalıdır; 2 . edimler aynı sözleşme içinde ve birbi­ rinin karşılığı olmalıdır; 3. karşı edim so­ na ermemiş olmalıdır; 4. ödemezlik def' inde bulunan tarafın, borcunu öncelikte yerine getirme yükümlülüğü bulunmama­ lıdır. Öncelikle ödeme yükümlülüğünün bulunmaması koşulunun bir istisnası var­ dır. Karşı edim borçlusu, borç ödeyemez duruma düşerse, önce ifa ite yükümlü olan taraf da ödemezlik definde buluna­ bilir. Ancak bu kaçınma, karşı edim için teminat gösterilinceye kadardır. Teminat gösterildikten sonra, önce ifa İle yükümlü bulunan taraf edimini yerine getirmek zo­ rundadır. Ö D E M İŞ , Ege bölgesinde İzmir iline bağlı ilçe; 124 968 nüf. (1990); 1 212 km , merkez bucağı dışında 4 bucak, 78 köy. Merkezi, İzmir’in 138 km G.-D.'sun­ da Ödemiş, 51 620 nüf. (1990). Pamuk, tahıl, zeytin, incir, üzüm, tütün üretimi, —far. İ.Ö. 3000’den başlayarak bir yerle­ şim bölgesi niteliği taşıyan Ödemiş ve çev­ resi, sırasıyla Hitit, Lydia, Pers, Büyük İs­ kender ve Bergama krallıklarının egemen­ liğinde kaldıktan sonra Romalılar’ın eline



9005



Ödemiş geçti (İ.Û. 190). R om a İm paratorluğu'nun ikiye bölünm esi üzerine (395), D oğu Rom a’nın (Bizans) payına düştü. Bir ara A na­ dolu S elçukluiarı’nın eline g e çen kent, m oğol akınları yüzünden S elçuklular’ın zayıflaması üzerine yeniden bizans e g e ­ m enliğine girdi. Aydınoğulları beyliğine bağlandıktan (1310) sonra önem li b ir kül­ tür merkezi durum una gelen Ödemiş, Mu­ rat II dönem inde osmanlı topraklarına ka­ tıldı (1426). XVI. yy. sonlarına kadar bir kül­ tü r merkezi olarak önem ini korudu. XVII. yy. başlarında m eydana gelen karışıklık­ lar sırasında büyük zarara uğradı. XIX. yy. sonunda İzm ir vilayetinin m erkez sanca­ ğına bağlı bir kaza durum una getirildi. Bi­ rinci Dünya savaşı'nın bitim inde Yunanlı­ lar tarafından işgal edildi (1919). B üyük ta­ arruz sonucunda tü rk ordusunca kurtarıl­ dı (1922).



9006



Ö d e m iş z e y b e ğ i, İzmir ve çevresinde,



özellikle Ö dem iş yöresinde erkekler ta­ rafından oynanan zeybek türü halk oyu­ nu. Ö D E M Lİ sıf. Patol. Ö dem le belirgin sü­ sulu ödiyometre X IX yy. ulusal müzesi, Paris



platin tel dereceli deney tüpü = cıva doiu kap



cıvalı ödiyometre



reçlere denir. Ö D E N EK a. Bütçeleri saptayan, oylayan,



düzenleyen m akam larca herhangi b ir iş için ayrılmış para; tahsisat. — Huk. Bir mali yıl İçinde, belli b ir kamu hizm etinin yerine getirilebilm esi için dev­ let bütçesinden ayrılan para. (Kamu hiz­ metleri için bütçeye konm uş öd e ne k tu­ tarları o yıl yapılacak harcam aların üst sı­ nırını belirler. İta am iri bu sınırın üstünde, yani ayrılan ödenekten fazla harcam a ya­ pamaz.) || Ek ödenek, bütçede bölüm vem addesi bulunan b ir ödeneğin yetm eme si d u ru m u n d a yeniden alınan ödenek; munzam tahsisat d a denir. || Mahrumiyet yeri ödeneği, ülkenin doğal, ekonom ik, sosyal, kültürel, sağlık ve ulaştırma koşul­ ları nedeniyle yaşam a ve çalışm a g ü çlü ­ ğ ü olan yerlere sürekli b ir görevle atanan m em urlara, o yerin m ahrum iyet derece­ sine göre aylıkla birlikte ödenen ek para. || Olağanüstü ödenek, bütçe düzenlendi­ ği zam an öngörülm eyen yeni b ir hizmet için konan ödenek. (Fevkalade tahsisat da denir.) || Örtülü ödenek, gizli ha b er alm a ve gizli savunm a hizmetleriyle devletin g ü ­ ve n liğ i ve yüksek yararları için ya d a si­ yasal, sosyal ve kültürel ala n larda o la ğ a ­ nüstü hizm etlerin görü lm e sin de harcan­ m ak üzere B aşbakanlık b ü tçe sin d e yer ödometre Köprüler m erkez laboratuvarı’nda)



alan ö d enek. (Ö rtülü ö d e n e ğ in h a rca ­ ■ Ö D İY O M E TR E a. (fr. eudiomötre; yun. eudios, sakin, dingin, ve m efre’den). Anal, m a yerini ve b içim in i B aşbakan b e lir­ kim. Kimi gaz karışımlannın hacim ölçüm ler.) sel çözüm lem esini ya d a bileşenleri gaz — Kam u m al. Devlet bütçesinde belirlen­ olan kimi cisim lerin .bireşimini, karışımın m iş kam u hizm etlerinin yapılmasını sağ­ içinden b ir elektrik kıvılcımı geçirerek yap­ lam ak üzere, her bir harcam a kalemi için m aya yarayan aygıt. (Eşanl. SINAMALI mali yıl içinde kullanılm ak koşuluyla, tah­ sis edilen para. || Ödenek aktarması, büt­ GAZÖLÇER*.) çenin b ir bölüm ü ya d a m addesindeki —ANSİKL. Ûdiyom etreyle yapılan çözüm ­ ödenekten alıp başka b ir bölüm ya da lem e yöntem i, b ir karışım gaz halinde iki ayrı bileşenden m eydana gelmişse, gaz m addesine aynı m iktarda ödenek ekleme. karışımı aracılığıyla ödiyom etreye üçüncü (Bk. ansikl. böl.) || Ödenek tavanı, b ir büt­ b ir gazın doldurulm ası ve bu gazın elek­ çe d e herhangi bir fasılda yetki verilen har­ trik kıvılcımı etkisi altında iki bileşenden bi­ cam aların üst sınırı. (Tasarruf, a ncak bu riyle bileştirilmesi ilkesine dayanır, iki ç e ­ sınırlar İçinde yapılabilir.) || ihtiyat ödene­ şit ödiyom etre vardır: ği, bütçe yasasında bölüm ve m addesi • Sulu ödiyometre. Sulu ödiyom etreyi \folbulunan ödenek miktarıyla tam olarak kar­ ta buldu. Gay-Lussac, bu aygıtı kullana­ şılanam ayan harcam alar için kullanılan rak havanın bileşim ini belirledi, suyun bi­ ödenek. (İhtiyat ödeneğinden aktarm a ya­ reşim ini gerçekleştirdi. Sulu ödiyom etre, pılacak gereksinim lerin ve gereği açık her iki ucu, b ir m usluk ve b ir huniyle do­ olan giderlerin [m ahkem e giderleri, ilama natılmış m etal düzeneklerle kapatılan, ka­ bağlı borçlar vb.] tertipleri bütçe yasasın­ lın ca m dan yapılm ış bir deney tüp ün d e n d a gösterilmiştir. Bu ödenekler yetersiz m eydana gelir. Üst bölüm den çıkan yalı­ kaldığında, Bakanlıkların isteği ve Maliye tılmış m etal b ir çubuk, m etal düzenekle bakanlığı’nın onayıyla ihtiyat öd e ne ğ in ­ kendisi arasında b ir elektrik kıvılcımının d e n aktarm a yapılabilir.) oluşabilm esi için deney tü p ü için d e üst­ — ANSİKL. Kamu mal. Ödenek aktarma­ teki düzeneğin alt bölüm üne kadar uza­ sı, aynı bölüm içinde bir m ad deden öte­ kine ya d a bir bölüm den başka bir b ö lü ­ nır. Bu iki düzenek arasında dereceli me­ m e olm ak üzere iki biçim de yapılabilir. Bi­ tal b ir şerit bulunur: üstteki düzeneğe, kı­ vılcımın geçişinden sonra g e rid e kalan rinci tü r aktarm a, ilgili bakanın isteği ve gazın hacm ini değerlendirm eye yarayan Maliye bakanının onayıyla gerçekleşir, ay­ bir ölçek, yani dereceli bir deney tüpü yer­ rıca b ir yasa çıkarılm asına gerek yoktur, leştirilir. M eydana gelen bileşik, gaz halin­ ikinci tü r aktarm adaysa, TB M M bütçeyi d e değilse, kaybolan gazın hacmi, bileşik­ bölüm ler itibariyle onayladığından, bu ak­ te yer alan gazların hacm inin toplam ına tarm alar için de M eclis’in kararı gerekir. eşittir; bu bileşiğin bileşimi önceden bilin­ Tüm ödenek aktarmalan mali yıl içinde ya­ diğinden, karışımı oluşturan gazlardan bi­ pılabilir, mali yıl sonundaysa kullanılmamış bütün ö d e nekler iptal edilir. A yrıca ö d e ­ rinin hacm i kolayca bulunur; diğeri arada­ ki farka bağlı olarak ortaya çıkar. Eğer nek aktarm alarına, m aaş ve ücret te rtip ­ m eydana gelen bileşik gaz halindeyse, le rin d e n başka h a rca m a tertiplerine, ak­ içeride kalan gazda; 1 . bileşm e sonunda ta rm a yapılan te rtip le rd e n öteki te rtip le ­ oluşan gaz; 2. artık yardım cı gaz; 3. karı­ re, ihtiyat ö d e n e ğ in d e n aktarılan te rtip ­ şımın yardım cı gazla bileşm eyen diğer le rde n başka b ir te rtib e aktarm a yapıla­ g az bileşeni bulunur. Karışımın bileşimini m ayacağı g ib i bazı sınırlam alar d a g e ti­ b elirlem ek için, bileşm enin so n u n d a olu­ rilmiştir. şan gazın soğurulması gerekir. Ç ünkü su­ Ö D E N E K L İ sıf. Devlet ya d a kam u ku­ yun gazların b ir bölüm ünü çözündürm e­ ruluşlarınca kendisine öd e ne k ayrılmış si g ib i bir sakıncası vardır. olan. • Cıvalı ödiyometre. Cıvalı ödiyometre; üst —Tiyat. Ödenekli tiyatro, yıllık bütçesi, yö­ bölüm ünden birbirine ço k yakın, yalıtılmış netim i ve çalışması devletçe ya d a bağlı iki platin tel geçirilen dereceli b ir deney bu lu n d u ğu belediyece karşılanıp denet­ tüpünden m eydana gelir D eney tüpünün lenen tiyatro. (Devlet tiyatroları, İstanbul açık ağzı cıva dolu b ir kaba daldırılır. Bir Belediyesi şehir tiyatrosu gibi.) elektrik kıvılcımı g e çirild iğ ind e tüpteki cı­ Ö D E N M E K - ÖDEMEK. va düzeyinde önem li b ir düşüş görülür ve buna bağlı olarak b ir m iktar gaz açığa çı­ Ö D E N T İ a. D ernek, se n d ika vb. ku ru ­ kabilir. Gay-Lussac bu sorunu çözüm le­ luşlarda giderlere katılm ak am acıyla üye­ m ek için ödiyometresinin alt bölüm üne bir lerin ö d e m e k zo ru n d a o ldukları para; supap yerleştirmiştir. Mitscherlich ve Bunaidat. sen ödiyometreleri d e dereceli deney tüp­ Ö D E Ş M E K -> ÖDEMEK. lerinden m eydana gelir. Ö D E T M E K -> ÖDEMEK. Ö D İY O M E TR İ a. (fr. eudiomĞtrie). Anal, kim. G az karışımlarını ödiyom etre yardı­ Ö DEV a. 1 . Bir kimsenin yerine getirm ek­ mıyla çözüm lem e yöntemi. (Buna sınamale yüküm lü o lduğu şey, görev, vazife, ve­ lı gazölçüm de denir.) cibe. — 2. Ders saatleri dışında öğ re n ci­ lerin yapm akla yüküm lü oldukları alıştır­ Ö D K E S E S İ a. SAFRAKESESİ'nin eşan­ m alar ve çalışm alar; Gramer ödevi. Tatil lamlısı. ödevleri. Ödevleri kontrol etmek.



Ö D LE K sıf. ve a. (öd'den öd-le-k). Kor­ — Fels. Kant’a göre, "isten cin özgür ola­ kak, yüreksiz, tabansız: Ne ödleksin, me­ rak yasaya boyun eğm esi bilincine bağlı zarlıkta korkulacak ne var? eylem ” . (B ütün eğilim lere uygulanan ka­ çınılm az bir zorlam ayla birlikte görülür). Ö D LE K Ç E sıf. Bir kim senin cesaretten, Kant şöyle der: “ Yasaya uyan ve eğilim ­ yüreklilikten yoksun tutum unu belirtm ek lerden d o ğ an her türlü belirleyici ilkenin için kullanılır: Gelişmeler karşısında ödlek­ çe bir tavır almak. dışında kalan bu eylem nesnel olarak pra­ tik bir nitelik taşır ve ödev (alm. Pflicht) d i­ Ö D L E K L İK a. Cesaretten yoksunluk; ye adlandırılır ve ödev, bu her türlü belir­ korkaklık, yüreksizlik: Ödlekliğin bu kadan leyici ilke dışında kalması nedeniyle, ken­ da fazla. di kavramı içinde pratik b ir zorlamayı, ya­ ni bazı eylemlerin, hangi g ü çlüğ e yol ■ Ö D O M E TRE a. (fr aedomötre'derı). Bayınd. H e r türlü yanal genleşm eye engel açarsa açsın, yerine getirilm esini de olarak, b ir to p ra k num unesinin düşey bir iç e rir" (Pratik aklın eleştirisi, 1, 13 [Kritik yü k altında oturmasını ölçm eye yarayan d e r Praktischen Vernunft]). aygıt. Ö D E V B İL G İS İ -» DEONTOLOJİ. —ANSİKL. Ö d o m e tre içine to p ra k num u­ nesinin d o ld u ru ld u ğ u düşey b ir silindir­ Ö D E V C İL sıf. Ö devlerini, sorum lulukla­ den oluşur; bu silindirin tabanına, num u­ rını eksiksiz yerine getiren kim se için kul­ nedeki fazla suyun uygulanan yükle bo­ lanılır; vazifeşinaz. şalmasını sağlam ak için gözenekli taşlar Ö D E V Lİ sıf. Bir ödev yüklenm iş olan. döşenmiştir. Num une, silindir içinde bir pistonla sıkıştırılır ve pistonun düşey haÖ D İP -> OİDİPUS.



Ödünç verme ve kiralama reketleri iki kom paratör yardım ıyla ölçülür ve uygulanan yükün fonksiyonu olarak bir grafiğe aktarılır Aygıt, ayrıca num unenin çeşitli yükler altındaki geçirgenliğini sap­ ta m a k am acıyla, içinden basınçlı su g e ­ çirm eye olanak veren b ir düzenekle d o ­ natılmıştır. Ö D Ü L a 1. Bir yarışmada, bir otorite, bir



jüri vb. tarafından en iyi olduğu kabul edi­ len kimseye, hayvana ya d a nesneye ve­ rilen onur; bu onuru gösteren arm ağan; m ükâfat: Güzellik yarışmasında birincilik ödülünü kazanmak. Nobel ödülü. En gü­ zel ev köpeği ödülü. Ödül tutarı. Büyük ödülü kazanan yapıt. —2. Bir iyiliği ö d ü l­



lendirm ek için verilen ya da yapılan şey; m ükâfat: Bu davranışınızın ödülünü mut­ laka göreceksiniz. —3. Ödül almak, gös­ terilen başarı, yapılan b ir iyilik karşılığın­ d a arm ağan alm ak. || Bir kimsenin başı­ na ödül koymak, onun dirisini ya da ö lü ­ sünü getirene belli b ir m iktar para vaat et­ m ek. | Ödül vermek, b ir kim senin bir iş­ teki başarısını ya da yaptığı bir iyiliği ödül­ lendirm ek. —Ask. Personeli iyi hizm ete teşvik etm ek am acıyla yasalarda belirtilen kurallar çer­ çevesinde başarılara karşılık verilen nak­ di ya d a ayni arm ağan. (Bk. ansikl. böl.) — Bine. At yarışları ve b inicilik sporunda kazananlara verilen para, kupa, plaket vb. — Spor. S por karşılaşm alarında başarılı olan sporcu ve takımlara verilen ve bu ba­ şarıyı belgeleyen, simgesel eşya ya d a pa­ ra. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Ö düller şu nedenlerle verilebi­ lir: üstün cesaret ve bağlılık, görevde ö r­ nek başarı, birlik düşüncesine bağlılık. Ve­ rilen ödüller, nedenleriyle birlikte, ilgili ki­ şinin kişisel dosya ve sicil defterine işle­ nir. Bu ödüller, nişanları, takdir ve teşek­ kür yazılarını, m addi ve parasal arm ağan­ ları içerir. Genel olarak öd ü ller d örde ay­ rılır: üstün hizmet ödülü, cesaret ve fera­ gat ödülü, fikri gayret ödülü, okul bitirm e başarı ödülü. Ayrıca, bazı yarışm alar ve sınavlar sonu cu n d a başarılı olanları, öv­ güye d e ğ e r davranışları, savaş ve hare­ kâtlarda başarılı olanları m ükâfatlandır­ m ak ve savaş gereçlerinin geliştirilm esi­ ne katkıda bulunanları desteklem ek am a­ cıyla nişan, berat, fazladan izin ve 1 . d e ­ rece bölgeye tayin g ib i öd ü ller de verilir. — S por Çeşitli spor dallarında ödüller ku­ pa, m adalya, şilt ve diplom alardır; bunla­ rın yanı sıra ödül olarak para d a verilebi­ lir. Yağlı güreşte ise pehlivanlara para, bu­ zağı, koç, kuzu, halı vb. öd ü ller d e dağıtı­ lır. A m atör sporcular Uluslararası o lim p i­ yat kom itesi’nin koyduğu değerin üstün­ d e ödül alamaz, alırlarsa profesyonel ilan edilirler. Ö D Ü LLE N D İR İLM E K - ÖDÜLLENDİR MEK.



Ö D Ü LLE N D İR M E a. Ö düllendirm ek



eylemi. Ö D Ü L L E N D İR M E K g. f. Bir kimseyi ödüllendirmek, gösterdiği b ir başarı ya da



yaptığı bir iyilik nedeniyle ona ödül ver­ mek. ♦ ödüllendirilm ek edilg. f. Ödül, arm a­ ğan verilm ek; m ükâfatlandırılm ak. Ö d ü llü , bir karagöz ve ortaoyunu fasıı.



Pişekâr, yaşlı zenneyle kızına rastlar ve on­ lara b ir ev bulur. Yaşlı zennenin ölen ko­ cası, kızının bileğini bükebilecek ve baş­ kalarına yenilm eyecek b ir pehlivanla ev­ lenm esini vasiyet etmiştir, işsiz kalan Ka­ vuklu kızla bilek güreşi yapıp onu yener. Sırtını yere g etirecek b ir pehlivan bulun­ m adığını kanıtlamak için d e ünlü pehlivan­ ların tü m ü yle güreşir; kim ini bileğinin g ü ­ cüyle kimini çeşitli oyunlarla yenerek ö dü­ lü, yani kızı kazanır. karagözde bu oyun, Pehlivanlar-Ödüllü adıyla oynanır. Ö D Ü N a. (ödem ekten). 1. Bir yarardan,



b ir haktan, b ir istekten ya d a b ir koşuldan vazgeçm e; taviz: Bunca ödün yetmedi mi? — 2 . Ödün vermek, karşısındakiyle



uzlaşm a sağlam ak için kim i hak, istek ya d a koşullardan vazgeçmek: Ödün verme.ye başladın mı sonu gelmez. || Ödün ver­ mez, katı, ilkelerine sıkı sıkıya bağlı; uzla­



şılmaz. Ö D Ü N Ç sıf. Geri alınm ak ya d a verilm ek



üzere alınan ya da verilen para, eşya için kullanılır: Bu daireyi alabilmek için bir mik­ tar ödünç para aldım. Ödünç kitap servi­ si. — Deniz, huk. Deniz ödüncü - * DENİZ.



— Huk. S onradan geri a lm ak üzere para ya d a herhangi bir misli eşyanın m ülkiye­ tini başkasına devretm e yüküm lülüğü d o ­ ğ uran sözleşme. (Eşanl. KARZ.) [Bk. an­ sikl. böl.] || Kâra katılmalı ödünç sözleşme­ si, b ir tacire ya da ticaret ortaklığına faiz yerine kârdan bir pay alm ak koşulu ile bel­ li bir para verilmesi biçim inde yapılan söz­ leşme. (Bk. ansikl. böl.) || Ödünç para ver­ me işleri hakkında kanun hükmünde ka­ rarname, faizden para kazanm ak için



ö d ü nç para verm e işleriyle uğraşan g e r­ çe k ve tüzel kişilerin etkinliklerini düzen­ leyen, 6 ekim 1983 tarih ve 90 sayılı ka­ nun h ü km ünde kararname. (Bk. ansikl. böl.) be. Geri alm ak ya da verm ek üzere: Arabamı birkaç günlüğüne ödünç aldı. Bu kitabı sana ödünç vermiştim. Kitabını birkaç günlüğüne ödünç istiyorum. —ANSİKL. Huk. Ö dünç sözleşmesinde,



ödünç veren kişi belirli bir para ya d a misli eşyanın m ülkiyetini öd ü nç alana devret­ m eyi üstlenir. Ö d ü n ç a la n d a aynı tutar­ daki parayı ya d a aynı nitelikteki eşyayı ö d ü n ç veren kişiye geri verm e borcu altı­ na girer. Ö dünç sözleşmesinin konusu ge­ nellikle paradır. A nca k herhangi bir misli eşya da ödünç sözleşmesinin konusu ola­ bilir. Ö dünç sözleşm esinin ayırıcı özellik­ lerinden biri m ülkiyet hakkını devretm e yüküm lülüğü doğurmasıdır. Bu niteliğiy­ le kira ve ariyet sözleşm esinden ayrılır. Bu tü r sözleşm eler eşya üzerinde yalnızca kullanım hakkı sağlarlar. Oysa ö d ü n ç ve­ rilen eşya ya d a parayla mülkiyet hakkı da devredilm iş olur. Ö dünç alan kişi para ya d a eşyayı tüketir. Bu para ya d a eşyanın aynen geri verilm esi sözkonusu değildir. Bu nedenle ö d ü n ç sözleşm esinin konu­ su para ya da öteki misli eşyalardan biri olabilir. Ö dünç alan kişi tu ta r ve nitelikte eşit olan aynı türden eşyayı geri verm ek durum undadır. • Kâra katılrfıalı öd ü nç sözleşmesi, ödünç sözleşm esinin b ir türüdür. Bu tü r ö d ü n ç­ te ö d ü n ç alan aldığı parayı belirli bir amaçta, kâr getiren bir etkinlikte, özellikle b ir ticari işletm ede kullanm ak zorundadır. Ö dünç alan, ö d ü n ç aldığı parayla girişe­ ce ğ i işlerden e ld e ettiği kârdan belli bir bölüm ünü ö d ü n ç verene ödem ekle yü­ kümlüdür. Kârdan öd ü nç verene ödenecek kısım, net ya d a brüt kârın ya d a satış tutarının belli bir oranı ya d a götürü (m aktu) bir tu ­ tarı olabilir. Kâra katılmalı ö d ü n ç sözleşmesi ödünç verene kimi zam an faizden daha elverişli olanaklar sağlar. Ayrıca dinsel nedenler­ le faize karşı olanlar bu tü r sözleşm eyle ö d ü n ç verdikleri şeyin karşılığını almış olurlar. Faiz, ödünç sözleşmesinin zorunlu bir öğesi değildir. Ticari olmayan öd ü nç söz­ leşmelerinde faiz istenebilmesi için bunun özel olarak belirtilmiş olması gerekir Ticari işlerdeki ödünç sözleşmeleriyse faiz karşı­ lığında yapılır Faiz verilmesi gereken bir ödünç sözleşmesinde faiz oranı gösterilme­ m iş ve bu konuda yerleşmiş bir âdet de yoksa yasa kuralları uygulanır 19 aralık 1984 tarih ve 3095 sayılı yasa'nın koyduğu kural şöyledir: Borçlar kanunu ve Türk tica­ ret kanunu’na göre faiz ödenmesi gereken durum larda, oran sözleşmeyle saptanm a­ mışsa faiz ödemesi yıllık yüzde otuz oranın­ d a yapılır. Bakanlar kurulu, ekonomik koşul­ ları dikkate alarak bu oranda artırma ve ek­ siltme yapabilir. Ö d ü n ç sözleşm esi ö d ü n ç veren kişiye



sözleşmenin konusu olan para ya d a misli eşyayı ödünç alan kişiye teslim borcu yükler. A nca k öd ü nç alan, sözleşm eden son­ ra ö dem e güçsüzlüğüne düşerse, öd ü nç veren, söz verdiği teslim den kaçınabilir (B orçlar k. m d. 310). Ö d ü n ç alan kişi, tu­ ta r ya da nitelikçe aldığına eşit aynı tü r­ d e n şeyleri geri verm ekle yükümlüdür. Ö d ü n cü n geri verilm esi konusunda ne belirli b ir ödem e günü, ne bildirim süre­ si, ne d e geri istendiği zam an borcun m uaccel olacağı kararlaştırılmamışsa, o borcun ilk istem den başlayarak altı hafta için d e geri verilm esi gerekir (Borçlar k. m d. 312). Ö düncün geri verilmesi için be­ lirli bir gün saptanm ış olsa bile -ödünç sözleşm esi faizli değilse- öd ü nç alan kişi bu süreden önce aldığını geri verebilir. Ö dünç sözleşm esinde tarafların teslim ve tesellüm (teslim alma) istekleri zam anaşı­ m ına bağlıdır. Ö dünç alan kişinin verile­ c e k şeyin teslim ine ve öd ü nç verenin de o şeyin alınmasına ilişkin istekleri, karşı ta­ rafın tem errüdünden başlayarak altı ay içinde zam anaşım ına uğrar (B orçlar k. m d. 309). Ö dünç alanın geri yerm e b or­ cu d a zamanaşımına bağlıdır. Ö dünç söz­ leşm esinden d o ğ an alacaklar on yıl için­ de zam anaşım ına uğrar. • Ö d ü n ç para verm e işleriyle uğraşanlar M aliye ve g ü m rük bakanlığı’ndan izin al­ m ak zorundadırlar. Bu kişiler, bakanlıkça kabul edilen sermaye ve varsa yedek ak­ çeleri ile sınırlı olarak, ö d ü n ç para vere­ bilirler. Ö d ü n ç para verm e işleri ile u ğra­ şanlar m evduat toplayam az, tahvil vb. m enkul kıymet satamazlar. Tefecilik kabul edilen işleri yaptıkları m ahkem ece belirlenenlerin izin belgeleri iptal e d ilir ve işyerleri kapatılır. Ö d ü n ç para verm e işleriyle uğraşanla­ rın uygulayacakları faiz oranları ile alacak­ ları öteki masraf ve gelirlerin üst sınırını ba­ kanlık saptar. Ö d ü n ç para veren kişiler, verdikleri paranın tutarı, faiz ve koşulları­ nı gösteren imzalı bir belgeyi ö d ü n ç ver­ dikleri kişilere verm ek zorundadırlar. Bu kararnam ede yazılı yüküm lülük ve sorum lulukları yerine getirm eyenler para cezasıyla cezalandırılırlar. Ö d ü n ç v e rm e v e k ir a la m a y a s a s ı



(Lend-Lease Act), A B D Kongresi tarafın­



dan m art 1941'de kabul edilen ve Başka­ na, "A B D ’nin savunması için savunulması yaşamsal önem taşıyan” devletlere savaş m alzem esi ve her türlü malı satm a, dev­ retme, m übadele ve borç verme yetkisi ta­ nıyan yasa. Bu yasa, dışarıya kapanm adan yana olanlarla etkin ve enternasyonalci b ir dış siyasetten yana olanlar arasındaki tartış­ m aya son verdi. Etkili b ir kam uoyu kam ­ panyasına karşın, dışarıya kapanm adan yana olanlar yenildi. İngiltere, haziran 1940'tan beri nazi A lm anyası’na karşı tek başına savaşıyordu: Amerikalılar, artık sa­ vaşın dışında kalamayacaklarını anladılar. Çatışmaya katılmadan önce, ABD, ingilizler’e yardım yapmayı kararlaştırdı. Ö dünç verm e ve kiralam a yasası, savaş borçla­ rını kaldırıyor; bir ulusun, başka bir ulusun güvenliğini korum ak için savaşabileceği­ ni kabul etm ekle de uluslararası ilişkiler­ de yeni bir yol açıyordu; bu koşullarda, ikinci ülkenin, birincisinin savaş giderleri­ ni finanse etmesi olağandı. Ö nce İngilte­ re'yi kapsayan Ö d ü n ç verm e ve kiralam a yasası, daha sonra SSC B'yi, Çin'i, hatta general de G aulle'ün komitesini (sürgün­ deki hüküm et) de içine aldı. M art 1941’ den ağustos 1945'e de ğ in ABD, bu yasa uyarınca, 8 milyarı geri ö d enm ek üzere, toplam 50 m ilyar d o la r verdi. B unun % 6 0 ’ını İngiltere, % 2 2 ’sini de Sovyetler B irliği aldı. Ö d ü n ç verm e ve kiralam a ya­ sası 21 ağustos 1945'te kaldırıldı. Aynı anlayış M arshall planı’na d a egem en ol­ du. A B D Başkanı Roosevelt, 4 aralık 1941' de, Türkiye'nin savunmasının A B D ’nin sa­ vunm ası için yararlı old u ğ u gerekçesiyle, Türkiye’ye de bu yasa kapsam ında yar-



9007



Ödünç verme ve kiralama 9008



dım yapılacağını açıkladı. Yardım, 1942 yı­ lında gönderilm eye başlandı. A n c a k Tür­ kiye'nin savaşa girm ekten kaçınması üze­ rine A B D 1 nisan 1944’te yardımı kesti. Ö D Ü N Ç LEM E sıf. Û dünç olarak alınmış



şey için kullanılır; ariyet. — Dllbil. Ödünçteme sözcük, aktarım* yo­ luyla bir dilden başka bir dile geçm iş olan sözcük.



Braine, Jo h n Wain, Ted Hughes), eleştir­ m enleri (Colin Wilson), oyun yazarlarını (John Osborne, Ann Jellicoe, John Arden, A rn old Wesker, Shelagh Delaney, Harold Pinter) ve sinemacıları topladı. Ö F K E LİY A R A S A G İLLE R a. Tropikal A m erika’da yaşayan böcekçll yarasa fa­ milyası. (Bil. a. Furipteridae. Yarasalar ta­ kımı.)



Ö D Ü N LE M E a. Û d ü nle m e k eylemi; ta-



Ö F K E S İZ sıf. Öfkeli, kızgın olmayan.



— Fels. Ö dün vererek dengeyi sağlam a. (Taviz de denir). || Ûdünleme kuramı, tüm bireylerin m utluluk ve m utsuzlukta eşit ol­ duklarını savunan görüş. — Fizyol. Büyümede ödünleme yasası, bazı organların ötekilere zarar verecek bi­ çim de büyüm em esi ve çeşitli vücut bölütlerindeki büyüm e devrelerinin, uyum lu olarak birbirini izlemesi. — Patol. Bir hastalığın, bir lezyonun ya da suyuksal bir dengesizliğin patolojik etki­ lerini, organizm anın fizyolojik bir denge sağlam aya çalışan tepkileriyle hafifletm e ya da ortadan kaldırma. (Ödünlem e orga­ nizm anın norm al savunm a te pkisidir ve b irçok o rg a n da ya d a aygıtta ortaya çıka­ bilir.)



Ö F O TİD a. (fr. euphotide). Petrogr. B ü­



Ö D Ü N LE M E K g. f. Ö dünle karşılamak,



taviz verm ek. ♦



ödünlenm ek edilg. f. Patol. Bir lez­



yonun zararlı etkileri, ya organizm anın sa­ vunm a tepkisiyle ya d a tedaviyle ortadan kaldırılmak. (Ö dünlenm iş bir diyabet za­ yıflamaya neden olmaz.) Ö D Ü N LE N M E K - ÛDÜNLEMEK. Ö D Ü N LÜ sıf. Fels. 1. Ö dün niteliği taşı­ yan. — 2. Ûdünlü tüze, iki birey arasında­



ki değiştokuşta, bireysel değerlere bakıl­ m adan, eşitliği savunan görüş. Ö D Ü N S Ü Z sıf.



1 . Ö dün verm eyen bir kim se için kullanılır. — 2. Ö dün verm eksi­ zin yapılan bir iş, ödün niteliğinde olm a­ yan b ir durum için kullanılır.



Ö F ünl. Usanç, bezginlik, tiksinti vb. duy­ guları anlatm ak için kullanılır: Ûf, sıkıldım! Of, ne pis bir koku! Ö F K E a. 1. Bir saldırganlık, bir hoşnut­



suzluk d u yg usundan kaynaklanan ve ka­ ba kuvvet tepkileriyle birlikte görülen şid­ detli ve geçici duygusal durum ; hiddet: Öfkeye kapılmak. Öfkesini yenememek. Öfkesini birinden çıkarmak. —2. Bu d u ­ rum un ortaya çıkması: Öfke nöbeti. — 3. Öfkesi kabarmak, öfkesi topuklarına çık­ mak, aşırı ö lçü de kızmak, ç o k öfkelen­ m ek. || Öfkesi burnunda, ço k öfkelenm iş du ru m d a olan: Tavlada üst üste yenildiği için öfkesi burnunda, çatacak birini arıyor. Ö F K E C İ sıf. Sık sık ve ça b u k öfkelenen



kim se için kullanılır. Ö F K E L E N D İR M E K - ÖFKELENMEK. Ö F K E LE N İŞ a. Ö fkelenm ek eylem i ya



d a biçim i. Ö F K E LE N M E a. Ö fkelenm ek eylemi. Ö F K E L E N M E K gçz. f . (Bir kimseye, bir şeye) öfkelenmek, büyük bir öfke duy­ m ak; kızmak, hiddetlenm ek: Kendisine yalan söylendiğini anlayınca çok öfkelen­ di. Bunda öfkelenecek ne var? öfke lendirm ek ettirg. f. Bir kimseyi öfkelendirmek, onun öfkelenm esine yol



açm ak; kızdırmak, hiddetlendirm ek. Ö F K E Lİ sıf. 1. Ç abuk öfkelenen bir kim ­ se için kullanılır: Öfkeli bir insan. — 2 . Öf­



ke İçinde olan, öfkelenmiş olan kim se için kullanılır; hiddetli, kızgın: Bugün çok öf­ keli, istersen bu konuyu hiç açma. —3. Öfkeyi gösteren şey için kullanılır: Öfkeli b ir ses. Ö fk e li g e n ç le r (Angry Young Men),



B üyük Britanya’d a ortaya çıkan ve 1955 -1965 yılları arasında gelişerek İngiliz toplum unun ve m odern to plum un gelenek­ sel değerlerini eleştiren akım. Bünyesin­ de çeşitli romancıları (Kingsley Amis, John



yü k boyutlu (1 ile 10 cm ) kristaller içeren gabro. (Kristallerin boyutu, bu kayaçlara, norm al gabrolarınkinden daha açık bir renk verir.)



Ö F O T İK sıf.(fr. euphotiçue). H idrol. O k­



yanusların ya da göllerin, güneş ışığı alan ve ço k m iktarda bitkiye rastlanan (denlzyosunları, denizhasırları vb.) yüzeysel ku­ şağı İçin kullanılır. (Karşt. IŞIKSIZ.) —ANSİKL. Fotosentez gerçekleştiği için org a n ik m addelerin derecesine ve asıltı haldeki m addelerin (çökeller, sürükleyler, vb.) oranına göre değişen derinliktedir. S uyun ço k tem iz old u ğ u kimi dağ gölle­ rinde yüz m etreye ulaşabilir, ötrof* ya da çökellerin ço k m iktarda bulunduğu göller­ de birkaç m etreyi geçm ez. Ö G E D E Y K A Ğ A N ya d a OGODAY K A Ğ A N (1185-1241), m oğol hanı (1229



-1241). Cengiz H an'ın oğullarından üçüncüsü. Daha C englz'in sağlığında ikinci oğul Çağatay, nesebi kuşkulu olan büyük oğul C u ci'nin C engiz'in yerine geçm esi­ ne karşı çıktığından üçüncü oğul Ö gedey veliaht ilan edildi. C engiz Han ölünce (1227), onun yerine Ö ge d e y'in geçm esi kararlaştırılmış olmasına karşın, bunun ku­ rultayca d a onaylanm ası gerektiğinden, kurultay toplanana kadar b üyük kağana, m oğol töresine göre, ata yurdunun bek­ çisi sayılan küçük o ğ u l Tuluy vekillik etti. Sonunda M oğollar'ın büyük kurultayı top­ landı ve Ö gedey resm en kağan ilan e d il­ di (1229). C elalettin’in Harizm şah devleti­ ni yeniden canlandırmasını hoş karşılama­ yan ve bu bölgenin kesin olarak denetim altına alınm asına karar veren Ögedey, Ç orm agan kom utasında bir orduyu İran'a g ö n de rd i (1230). Bu ord u İran’ı, Tiflis b ö l­ gesini ve İran Azerbaycanı’nı ele geçirdi, ö te yandan, K. Çin’de C engiz Han döne­ m inde Cin sülalesiyle başlayan savaş sür­ d ü rü ld ü ve so nunda Cin ülkesi M oğolis­ tan topraklarına katıldı (1234). G.’de ger­ çe k Ç in im paratorluğu olan Song hane­ danına savaş açıldı (1235). Kore işgal edi­ lerek M oğol İm pa ratorluğunun egem en­ lik sınırı içine alındı (1236). Kama Bulgarla rı'ndan öç alm ak ve tüm kıpçak ülkesi­ ni ele geçirm ek için A vrupa üzerine bir se­ fer yapılmasına karat veren Ögedey, C en­ giz soyunun bütün temsilcilerinin katıldık­ ları b üyük bir ordu hazırlatarak Batu Han’ ın başkom utanlığı altında B.'ya g önderdi (1237). Ö nce Bulgar devletini ortadan kal­ dıran Batu H an ordusu, d a h a sonra kıpça k ülkesinde ilerlem eye başladı. A rdın­ dan Rusya Ukraynası üzerine yöneldi (1239). Polonya’ya girildi, Silezya ve Moravya işgal edilerek M acaristan’a ulaşıldı (1240). M acar ordusunu yok eden Subutay kom utasındaki m oğol öncü kuvvetle­ ri, N eustadt kentini de ele g e çirip Viyana önlerine geldi (1241). A ncak, aynı yıl Öged e y’in ölüm ü üzerine hareket durduruldu ve M oğollar geri çekildiler. Böylece tüm A vrupa m oğol istilasına uğram aktan kur­ tulm uş oldu. Bu sefer sonunda, Tuna ağ­ zına kadar uzanan topraklar m oğol yöne­ tim i altına girdi. Kağanın ölüm ünden son­ ra b ü yü k kurultay toplanıp onun büyük o ğlu G ü yük'ü han ilan edene kadar (1246) Ö ge d e y'in eşi Töregene ülkeyi ka­ ğ a n vekili olarak yönetti. Ö G E L M A N (Kadri), tü rk tiyatro ve sine­



m a o yuncusu (D enizli 1906-istanbul 1986). O rtaöğrenim ini tam am ladıktan sonra Kadıköy Yeni operet heyeti’nde sah­ neye çıktı (1924). Bir süre değişik to p lu ­



luklarda çalıştı, 1929'da İstanbul Şehir ti: yatrosu’na girdi ve em ekliye ayrılıncaya (1969) de ğ in 2 0 0 'ü aşkın oyunda rol al­ dı. M uhsin E rtuğrul’un yönetm enliğini yaptığı Sözde kızlar film iyle sinem a oyun­ culu ğu n a başladı; Kahraman Mehmet (1949), Akdeniz korsanları (1950), Bırakın yaşayalım (1956) vb. film lerin senaryola­ rını yazdı; çekim lerini yönetti. Son kez Parkta bir sonbahar günüydü adlı TV di­ zisinde oynadı. Ö G LE N A a. (lat. euglena; yun. eugtenos, güzel gözlü'den). Ö glenalar g rubun­ dan suyosunlarının örnek cinsi. Ö G L E N A LA R ya da Ö G LE N A G İLLER a. Yeşil oldukları halde, yeşil suyo-



sunlarından ço k esm er suyosunlarına ya­ kın olan tipik birhücreli suyosunları grubu. —ANSİKL. Öglenalar, tek tek ya d a koloni halinde yaşayan ve klorofili! oldukları için bitkilere benzeyen, fakat birhücreli hay­ van karakteri taşıyan organizmalardır. Ye­ d e k besinleri nişastaya benzeyen, fakat iyotla maviye boyanmayan param llondan oluşur. Bazı cinslerin çeperleri kalın ve serttir. Öglenanın üzerindeki az ya da çok b üyük bir oyuktan İki kamçı çıkar, bunlar daha sonra blrleşerek iyice görülebilen te k bir kamçı haline gelebilir. G ene üze­ rinde, karaten İçeren, tu ru n cu renkte ve ışığa duyarlı bir leke (stigma) bulunur. Bazı öglenalar hep renksizdir, yani yalnız pro­ tozoa gibi beslenir. Kimi cinsleriyse karan­ lıkta renksizleşir ve ışıkta yeniden yeşille­ nir Bu gruptaki canlılar cryptophyceae familyasındakilere, hatta peridinia grubuna oldukça yakındır. Öglenaların birçoğu organik m addece ç o k zengin, yani kirli sularda yaşar. Çift­ liklerdeki su birikintilerine yeşil rengi ve­ ren ço ğ u zam an bunlardır. ağız



stigma



kasılgan



atar koful



ışık algılayıcı organ kloropfastlar



hazne



i'- M -



blefaroblastlar (kamçının kökleri) nişasta tanecikleri çekirdek



kamçı çizgili kutikula



çekirdeksi cisimcik



Ö G L O B Ü L İN a. (fr. euglobuline). Biyo-



kim. Saf suda çözünm eyen, am a eser m iktarda elektrolit bulunursa çözünebllen globülln-lipit senapsı. — Hematol. Öglobülinlerin erime zamanı, plazm ada çökelen öglobülin pıhtısının eri­ m e zamanını ö lçm e testi. (Bu test fibrinolitik ve antifibrinolitik etkinlikler arasında­ ki dengeyi değil, plazm adaki toplam fibrinoliz etkinliğini değerlendirir, çünkü çö ­ kelen ö g lo b ü lin pıhtısından fibrinolizi tu­ tuklayan m addeler atılmış olur. Bu zaman norm alde 3 saat ya d a daha fazladır. Göz­ lenen erim e zam anına göre, akut [10 da­ kikadan az], kesin [10 ila 30 dakika], suba kut [30 ila 60 dakika] ve silik [60 d a ki­ kadan fazla] olarak nitelenir. Bu tekniğin d e ğişik bir biçim i de toplam kanda çöke­ len öglobülinlerin erim e zam anının ölçülmesidir.) [Eşanl. FEARNLEY TESTİ.] Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı bucak; 2 584 nüf. (1990); 6 köy. Merkezi Öğdem, 397 nüf. (1990).



ÖĞDEM,



ÖĞE a 1 . Bir bütünü ya d a b ir bileşimi



oluşturan yalınç şeylerden her biri; ele­ m an, unsur. —2. Dört öğe, A ntikça ğ ’da



öğle tüm cisimleri oluşturan temel, maddeler olarak kabul edilen toprak, su, hava ve ateş. (Bk. ansikl. böl. Astrol., Giz. bil. ve ikonogr.) —Balis. Atış öğesi, bir topçu atışında, belli bir hedefe ulaşması gereken bir mermi yolunu belirleyen temel verilerin her biri. (Atış öğesi, balistik, aerolojik ve gerekti­ ğinde coğrafik düzeltmeleri göz önünde bulunduran topografik öğeler ve düzeltil­ m iş tanzim öğeleri olarak ikiye ayrılır. Rüz­ gâra çok duyarlı ve yere çok yakın giden roketler İçin fırlatılışlarından sonra en son aerolojik değişimleri göz önüne alan son öğeler'i de eklemek gerekir.) —Bilş. Aynı konuya ilişkin olan ve bir bilgi koleteiyonunda ya da fişlikte taban man­ tık kaydını oluşturan temel bilgi verileri kü­ mesi. (Bk. ansikl. böl.) —Ceb. ELEMAN'ın eşanlamlısı. —Dilbil. Bir cümleyi oluşturan özne, tüm­ leç, yüklem gibi birimlerden her biri. —Elektrotekn. Bir akümülatör ya da elek­ trik pili grubu. (Eşarp. ELEMAN.) —Fels. Sokratesöncesi filozoflarda, evre­ nin oluşturucu ilkesi, (ionia okulundan her filozof öğelerden birini, özellikle suyu, ha­ vayı (havanın üst bölümünü de “ esir” oluşturur], ateşi ve toprağı, evrenin kuru­ cu ilkesi olarak düşünüyordu. Stoacılar gi­ bi daha sonraki bazı yunan filozoflarsa ev­ renin, bu dört öğenin değişik dozlardaki bir karışımının ürünü olduğunu ileri sür­ düler.) || Hegel'e göre, bir gerçekliğin için­ de bulunduğu ve bu gerçekliğin içine do­ lan ortam. (Hegel, başka şeylerle birlikte, tasarım öğesinin, salt düşünce öğesinin ve kendinin bilinci öğesinin de sözlerini eder ve şöyle der: “ Felsefe, her şeyden önce tikeli kendinde içeren tümelliktedir” [Tinin görüngûbilimi (Phânomenologie des Geistes), "Önsöz” ].) —Gökbil. Bir yörüngenin öğesi, bir gök­ cisminin yörüngesini ve bu yörünge üze­ rindeki konumunu tanımlamayı sağlayan parametrelerin her biri. (Bk. ansikl. böl.) [Eşani. ELEMAN.] —Inş. İşlevsel yapım öğesi, bir inşaatın, kendine özgü işlevsel bağımsızlığı olan, az çok karmaşık oluşturucu bölümü (örn.: bir duvar, bir döşeme, bir bölme duvarı). || Karmaşık yapım öğesi, bir bütün oluş­ turan gereçlerin basit birleşimi (örn.: bi­ leşik gövdeli bir kiriş). —Psikan. Çeşitli topiklerdeki her türlü ruh­ sal aygıt yapısı. (O, ben, üstben, sansür vb. birer öğedir.) —Telekom. işaret öğesi, kesikli bir işare­ tin, biçimi, genliği, süresi ya da zaman içindeki konumuyla benzerlerinden ayırt edilen bölümü. (Eşanl. eleman.) —ANSİKL. Astrol. Astrologların öğeleri, simyacıların kullandıkları öğelere benzer, fakat adlarının çağrıştırdığı basit kavram­ larla özdeşleşmez. Ptolemaios’un karma öğeler arasında kurduğu bir hiyerarşiye göre, temelleri oluşturan ateş ve hava, top­ rak ve suyla yoğrulup karışarak, Evren’in hareketleriyle yerküre üzerindeki bütün yaşam biçim ve değişikliklerine yol açar. —Bilş. Öğe, bir fişlikte erlşilebilen en kü­ çük bilgi miktarıdır. Örneğin bir şirketin personel fişliğinde, öğe bir şirket çalışa­ nına ilişkin bilgiler kümesidir (ad, adres, ücret, nitelik, telefon numarası, sosyal si­ gorta). Dolayısıyla öğenin bir mantık biri­ mi vardır ve fiziksel kayıt kavramından ayırt edilmelidir: her öğe, fiziksel olarak ayrı bir­ çok kayıt taşıyabilir. —Giz. bil. Gizlici gelenek, maddede dört öğe ya da nitelik kabul ediyordu: su, top­ rak, hava ve ateş (ve bazen de beşinci bir öğe ya da nitelik olarak esir). Bu öğe ya da niteliklerin içinde üç ilke vardı: cıva, tuz ve kükürt. Dört öğe, genel bir dörtlü sınıf­ lamaya yol açıyor ve her biri hava falı, re­ mil, su falı ve ateş falı gibi bir kehanet bi­ çimini ortaya koyuyorlardı. —Gökbil. Bir gezegenin ya da kuyrukluyıl­ dızın yörünge öğelerini tanımlamak İçin tutulum düzleminin ve bu düzlem üzerin­ deki y ilkbahar noktası doğrultusunun bi­ lindiği varsayılır, iki durum göz önüne alınır:



yörüngesi düzlemi (tutulum)



gezegenin -------yörüngesel düzlemi



bir gezegenin yörüngesinin öğeleri • Yer yörüngesi. Yörünge öğelerinin sa­ yısı beştir. Yörüngesel elipsin biçimini ve boyutlarını iki öğe belirler: a, elipsin yarı -büyük ekseni ve e, bu elipsin dışmerkezliği. Tutulum düzlemindeki elipsin doğrul­ tusunu belirleyen öğe, y noktası ile günberi noktası doğrultusu arasındaki w açı­ sıdır. Devinime karşılık gelen iki öğe ise, T, yıldız dolanım süresi ile 6 , Yer’in günberi noktasından geçiş anıdır. Gerçekte bu beş öğe Güneş sistemin­ de dörde indirgenir, çünkü, aynı sistem­ de yer alan bütün gökcisimleri için, Kepo3



ler'in üçüncü yasası ile verilen ^



ora­



nı (her gezegenin kütlesinin merkezi gök­ cismine oranla ihmal edilebilmesi koşuluy­ la) geçerlidir. • Bir gezegen ya da kuyrukluyıldızın yö­ rüngesi. Tutulum düzlemine göre yörün­ ge düzleminin konumunu belirlemek için iki öğe eklemek gerekir: i, yörünge düz­ leminin eğimi ve O, y noktası doğrultusu­ na oranla tutulum düzleminde ölçülen, yö­ rünge düzlemi üzerindeki çıkış düğümü­ nün boylamı. —ikonogr. Dört öğe, mevsimler ve dünya­ nın bölümleriyle birlikte, sanatçılar tarafın­ dan en çok kullanılan süsleme temaların­ dan biri oldu. Ortaçağ’da, toprak ve su, Çarmıha germe sahnesinde bazen alego­ rik kişiler biçiminde temsil edildi. Toprak, iki çocuğu emziren (IX. yy. minyatürü, Bib-



liothöque nationale, Paris) ya da iki ağaç tutan ve yapraktan bir taç giyen bir kadın olarak canlandırıldı. Genellikle su, elinde bir balık (Bamberg dua kitabı, XI. yy.) ya da içinden su dökülen bir kap tutan (İsa1 nın vaftizini betimleyen bizans fildişi yapıt­ ları) bir erkek figürüyle temsil edildi. Ha­ va, ayı taşıyan kanatlı bir erkek, ateş de güneşi tutan yarı çıplak bir kadınla (Bam­ berg dua kitabı) canlandırıldı. Klasik dönemde, yunan-roma mitoloji­ sinden alınan tasvirler kullanıldı: ateş ge­ nellikle Vulcanus’un demirci ocağıyla; ha­ va, Alolos, rüzgârlar ya da iuno'nun ara­ basıyla; toprak, aslanların çektiği Kybele’ nin arabasıyla; su ise bir deniz tanrısı ya da tanrıçasıyla (örneğin Neptunus ya da Galateia) canlandırıldı. Öğeler, Kadife Bruegel (tek tabloda: Viyana Kunsthlstorisches Museum, Prado; ya da dört ayrı tabloda: Milano Ambroslana kitaplığı ile Louvre arasında paylaştırılmış dizi, Lyon müzesi'ndekl dizi), Albani (Torino), Veronese (Maser’deki villa Barbaro'da bulu­ nan freskler) tarafından resme alındı. XVII. -XVIII. yy.'larda bu konu birçok gravürcü tarafından işlendi; öğeler teması duvar ha­ lılarında (Le Brun’ün patronlarına göre ya­ pılan Gobellns duvar örtüleri) ve heykel­ lerde de (Le Hongre'un Hava, Marsy'nin Su heykelleri, Versailles) kullanıldı.



9009



Ö Ğ ESEL sıf. Öğeyle ilgili, öğeye İlişkin. Ö ĞLE a. 1 . Günün ortası olan saat, ge­ nellikle saat on İki: Saat öğleyi vurdu. —2. Sabahtan ikindiye geçişte gün orta­ sında kalan kısa bir süre: Öğle sıcağında güneşte çok kalma. Öğleden sonra yürü­ yüşe çıkalım. Öğle uykusu. Öğle yeme­ ği. —3. Öğle paydosu, öğle tatili, öğle dinlencesi, çalışanların dinlenmek ve ye­ mek yemek için, bir saatten az olmamak üzere öğle saatlerinde kullandıkları İzin (Bk. ansikl. böl.) —Gökbil. Göz önüne alınan zaman ölçe­ ğini (yıldız zamanı, gerçek Güneş zama­ nı, ortalama Güneş zamanı, evrensel za­ man, yasal zaman vb.) tanımlamayı sağ­ layan hareketli bir gökcisminin meridyen­ den üst geçişi. (Niteliği belirlenmediğin­ de öğle, yasal zamana denk düşer.) — A N S İ K L . Huk. 2 mart 1 9 5 4 tarih ve 6 3 0 1 sayılı Öğle dinlenmesi kanunu'na göre nüfusu on bin ve daha çok olan il ve ilçe­ lerde fabrika, imalathane, dükkân vb. iş­ yerlerinde çalışan kişilere, bir saatten az olmamak üzere öğle dinlenmesi verilir. Belediye meclislerinin kararıyla, nüfusu on binden az olan il ve ilçelerde de öğle din­ lenmesine ilişkin yasa kuralları uygulana­ bilir. Dinlenme süresinin başlama ve so­ na drme saatleri, mevsimlere göre, o ye-



Öğeler alegorisi Kadife Jan Bruegei’in (figürlerde H. Van Balen’in [?] işbiriiğryte) y a p ıt Su, ayakta duran Am phitrite ile Toprak, yüzü öne dönük oturan figür (Ceres ya d a Kybele) ve sırtı dönük nü (B o ra ?) ile H ava ve Ateş büyük bir olasılıkla uçan iki figürle (iuno ile Vesta'nın kucaklaşması ?) canlandınlmıştır



Kunsthistorisches Museum, Viyana



rin belediye meclisince belirlenir. Kural olarak, öğle tatilinde İşyerleri kapatılır. Öğ­ le tatili süresince açık olması gereken yer­ lerde çalışan işçilerin dinlenmeleri nöbet­ leşe olarak sağlanır. Öğle dinlenmesi ya­ sasına uymayan işverenler para cezasına çarptırılır. Ö Ğ LEN a. Öğle: Öğlen yemeği yedin mi? Öğlen tatili. be. Günün ortasına rastlayan zaman­ da, tam öğle vakti ya da öğle civannda; öğleyin: Öğlen dışarı çıkalım mı? Öğlen yediğimiz yemeği beğenmedim. Dûn öğ­ len görüştük. Ö Ğ LE N C İ



s ıt.



ve



o la r a k , ik ili ö ğ r e t i m le d e n



s o n ra



d e rs



a.



S A B A H Ç l’ y a



k a rş ıt



y a p a n o k u lla r d a , ö ğ ­ g ö re n



ö ğ r e n c ile r iç in



k u lla n ılır .



Ö Ğ LEN D E be. Öğle vakti, öğleyin: Öğ­ lende gelir. Ö Ğ LEÜ S TÜ a. Günün öğleye yakın sa­ atleri. ♦ be. Öğleye yakın saatlerde, öğleye doğru: Öğleüstü evden çıkarız, ikindiye doğru oradayız. Ö Ğ LEY İN be. Öğle vakti; öğle üzeri: Öğ­ leyin gelirim. Ö Ğ M E K ->



ÖVMEK.



Ö Ğ R E N C İ a. 1. Bir eğitim kuruntunda öğrenim gören kimse; talebe: ilkokul öğ­ rencisi. Yüksekokul öğrencileri. —2. Özel­ likle sanat, felsefe vb. alanında bir usta­ dan ders alan, onun İzleyicisi olan kimse: Michelangelo'nun öğrencileri. —3. Özel ders alan kimse. —4. (Tamlayan olarak) öğrencilerle ilgili, öğrencilerle oluşturulan, düzenlenen bir şeyi belirtir: Öğrenci kan­ tini. Öğrenci gösterileri. — Ask. Askeri öğrenci -* Ö Ğ R E N C İ . — E ğ i t . Öğrenci kredisi -> K R E D İ. || Öğren­ ci yurdu -» Y U R T . Ö ğ re n c i s e ç m e v e y e r le ş tir m e m e rk e z i (ÖSYM), Türkiye'de yüksek­ öğretime öğrenci seçme ve yerleştirme İş­ lemlerini bir merkezden yürüten kuruluş. Üniversitelerarası kurul tarafından 1750 sayılı Üniversiteler yasası'nın 52. mad­ desi uyarınca kuruldu (22 kasım 1974). 1981’de yürürlüğe giren 2547 sayılı Yük­ seköğretim yasası İle Yükseköğretim kurulu’na bağlandı. Merkez, Yükseköğretim kurulu'nca saptanan ilkeler çerçevesinde yükseköğretim kurumlarına girecek öğ­ rencilerin sınav sistemini belirler, sınavla­ rı hazırlar, seçme ve yerleştirme işlemleri­ ni yürütür ve sistemi geliştirme amacına yönelik araştırmalar yapar. ÖSYM başka­ nı, Yükseköğretim kurulu başkanı tarafın­ dan atanır. Başkan, Yürütme kurulu'na ve Danışma kurulu’na başkanlık eder; görev süresi 3 yıldır. Yürütme kurulu, ÖSYM başkanının önereceği 6 kişi arasından Yük­ seköğretim kurulu başkanlığı’nca 3 yıl için seçilen 3 üyeden oluşur. Danışma ku­ rulu İse, her üniversite rektörünün önere­ ceği ikişer aday arasından Yükseköğretim kurulu'nca seçilecek birer üye ile, değişik öğretim ve eğitim alanlarından Milli eği­ tim gençlik ve spor bakanlığı'nca görev­ lendirilmesi istenecek 4 üyeden oluşur. ÖSYM'de test hazırlama, ölçme ve değer­ lendirme, bilgiişlem, araştırma-geliştirme, sınav hizmetleri, organizasyon ve koordi­ nasyonla ilgili uzmanlık birimleri etkinlik gösterir. Merkez, yükseköğretim kurumlarına öğrenci seçme ve yerleştirme işlem­ leri yanında, yükseköğretim kurumlarının isteği üzerine anket, doçentlik sınavları dahil her düzeyde sınav ve değerlendir­ meleri yapar; ayrıca, yabancı uyruklu öğ­ rencilerin yükseköğretim kurumlarına yer­ leştirilmelerini, uyguladığı ayrı bir sınavla gerçekleştirir; isteyen bazı kuruluşlar için personel seçimi sınavlarına testler hazır­ lar ve Anadolu üniversitesi açık öğretim fakültesi açık öğretim programları öğren­ cilerinin sınavları ile öğrenci hizmetlerini de yürütür.



Ö Ğ R E N C İL İK a Öğrenci olma duru­ mu; süresi: Öğrenciliği sevmek. Öğrenci­ liğinde çok çalışkandı. Öğrencilik yılları. Ö Ğ R E N İLM E K -



ÖĞRENMEK.



Ö Ğ R E N İM a. 1. Herhangi bir meslek, sanat, iş için gerekli bilgi, beceri ve alış­ kanlıklar kazandırmaya yönelik eğitim; tahsil: Öğrenimini yarıda bıraktı. — 2 . Öğ­ renim belgesi, bir kimsenin öğrenim du­ rumunu gösteren belge, tasdikname; bir kurs ya da seminere katılıp onu tamam­ layanlara verilen belge, sertifika. —Anayas, huk. Öğrenim hakkı, çağdaş anayasalarda ve uluslararası hukuk bel­ gelerinde sosyal haklar arasında yer alan, kişilerin, yurttaşı oldukları devletten öğre­ tim olanakları sağlamasını isteyebilmesi anlamına gelen hak. (TC Anayasası'na göre, sosyal haklar arasında yer alan öğ­ renim hakkı, kız erkek bütün vatandaşla­ ra parasız ilköğrenim görme olanaklarının devletçe sağlanmasını öngörür. Ayrıca devlet, maddi olanaklardan yoksun başa­ rılı öğrencilere, öğrenimlerini sürdürebil­ meleri amacıyla burslar sağlamak, baş­ ka yollardan gerekil yardımları da yapmak zorundadır. Aynı şekilde, durumları nede­ niyle özel bir eğitime İhtiyaçları olanları da topluma yararlı kılacak önlemleri almak ve bu arada bunların öğrenimini sağlamak, devletin ödevleri arasındadır.) Ö Ğ R EN M E a. Öğrenmek eylemi. — Eğit. Belli bilgi, beceri ve anlayışlar edinme, yeti ve yeteneklerini geliştirme. (Bu terim, insan öğrenmesini hayvan öğ­ renmesiyle bir tutan, öğrenmeyi salt ko­ şullandırma olarak gören davranışçı ruh­ bilimi çağrıştırır. Bu ruhbilimin başlıca uy­ gulama alanı, programlı öğretimdir. An­ cak, bu öğretim, öğrencinin çok karma­ şık olan güdülenme sorununu dikkate al­ maz. "Sınama-yanılma" temeline dayalı, yeni bir sorun ve durum karşısında başa­ rı ve başarısızlık deneyimi aracılığıyla öğ­ renme yöntemi, Frelnet'nin teknikleri ve modern okul, öğrenme kuramlarının kap­ samını ilginç bir biçimde genişletti ve do­ ğal öğrenme yöntemlerini gündeme ge­ tirdi.) —Etol, ve Ruhbil. insan ya da hayvanın, yaşadığı çevrenin ve deneyiminin etkisiy­ le öznel davranış şemaları oluşturabilmek ya da bunlarda değişiklik yapabilmek için işlettiği belleğe kaydetme süreçleri bütü­ nü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Etol, ve Ruhbil. Doğuştan devindirici dışavurum olanakları, çoğunluk­ la eksik ya da tamamlanmamış devindirici dizileri oluşturan az sayıda eylemle sı­ nırlı kalır. Bununla birlikte, bireyin genetik programı erişkinin bütün davranış yapıla­ rını gizil olarak içerir. Ortogenez sırasın­ da duyu, sinir ve devindirici sistemlerin organogenetik açıdan tamamlanması ger­ çekleştikçe davranış yapıları da oluşmak­ tadır. Davranış gelişiminin incelenmesi, iki büyük öğrenme sürecinin ayırt edilmesi­ ne olanak verdi. Birinci sürecin temel özelliği, çeşitli ana­ tomik yapıların olgunlaşmasıyla bağlan­ tılı olarak ortaya çıkan bütünüyle işlevsel devindirici dizilerdir. L. Carmichşel, ikiyaşayışlılarda embriyonun'deneme amacıy­ la uyuşturulmasıyla yumurtanın çatlama­ sına kadar her çeşit kas deviniminin en­ gellenmesine karşılık, bu işlemden geçi­ rilen iribaşların uyuşturulmamış diğer ör­ neklere oranla hiçbir davranış geriliği ser­ gilemediğini gösterdi (1926): her iki hay­ van öbeğindeki bireyler de hemen yüz­ dü. Birçok bilim adamı (D. A. Spalding, 1873; Ch. O. Whitman, 1919), bazı yavru kuşların erişkin oluncaya kadar kanatları­ nı oynatmalarını engellediler ve erişkin ha­ le gelmiş kuşlar serbest bırakıldığında, hiçbir öğrenme sözkonusu olmadan bu kuşların uçma hareketlerini kusursuz bi­ çimde yaptıklarını gözlediler. İkinci süreçte, anatomik yapıların olgun­ laşması davranışın doğru gerçekleşmesi­



ne olanak vermeye yetmemekte, kuş bu­ nu dış çevrede rastladığı modellere ba­ karak öğrenmektedir Doğal çevrede mo­ del, türdeşlerden biridir (anne, baba, kar­ deşler); ne var ki deney sırasında bu mo­ delin yerine, minimum sayıda etkili sesli uyaran gerçekleştirebilen bir yapay mo­ del kullanılabilir. Birçok ötücükuşun şar­ kısı, göğüs gırtlağı kaslarının karmaşık ve eşgüdümlü biçimde hareket etmesiyle gerçekleşir ve genetik kalıp türe özgü şar­ kının kusursuz biçimde gerçekleştirilme­ si için tek başına yeterli değildir. Örneğin kayın ispinozu ve beyaz kafalı serçe, yu­ murtadan çıkmalarından sonraki ilk yıl bo­ yunca dinleye dinleye babalarının şarkı­ sını öğrenir Yaşamlarının böylesine duyar­ lı bir evresi sırasında bu sesli uyarandan yoksun olan yavru kuşlar, türe özgü nor­ mal bir şarkıyı erişkinlik çağında çıkara­ maz. Başka bir öğrenme biçimi de hem mor­ foloji hem de davranış alanında türe has özellikleri edinmektir. J. P. Hailman, 1962'de, martıgillerin (martı, denizkırlangıcı) soydaşlarını doğuştan tanımadıkla­ rını, yumurtadan çıkmalarını izleyen gün­ lerde görerek bu bilgiyi edindiklerini gös­ terdi. Birçok türde (ördekler, kazlar, vb.), erken ve hassas bir evre boyunca cinsel eşlerin tanınması da aynı biçimde olur. Öğrenmenin bu özel süreçlerine etkilen­ me adı verilir ve bu süreçlerin özelliği ter­ sine çevrilemez olmalarıdır. Başka öğren­ me biçimleri de vardır Bu öğrenme biçim­ leri, bireyin davranış dağarcığını, türdeş­ lerinin eylemleriyle karşılaştırarak ve uyar­ lanmak zorunda kaldıkları özel ekoloji ko­ şullarına bağımlı karşılaştırmalar yaparak oluşturma olanağı verir Öğrenme süreç­ leri arasında, sinirsel kökenli tümevarım olayları, gizil öğrenme, deneme-yanılmayla öğrenme, şartlı refleks, Insight ve alışmayla öğrenmeyi de unutmamak ge­ rekir. —Ruhbil. Öğrenme terimi çevre etkilerin­ den kaynaklanan ruhsal etkinlik değişim­ lerini kapsar. Günümüzde öğrenmeyi, edi­ nimlerin bir parçası saymak eğilimi gös­ terilmekle, böylece edinimler de değişimin olası belirleyicileri karşısında yansız öğe­ ler olarak görülmektedirler (doğuştan gel­ me bir biçimde yönetilen basit gelişim, çevrenin etkisi altında “aydınlanma” ya da çevrenin öğrenmeye yol açan nedensel etkisi). Bu durumda yürümenin, konuş­ manın ya da daha özgül olarak belli bir sözdizinsel yeteneğin, belli bir işlemin ya da belli bir düşünsel etkinliğin öğrenilme­ sinden çok, ediniminden söz edilebilecek­ tir. Böylece son yirmi yıl İçinde, öğrenme kavramının uygulama alanı daralmış ve kuramsal ağırlığı azalmıştır. Bu döneme kadar sözkonusu kavram, koşullama olay­ larına, duyusal-devinlmsel değişimlere, belleğe, hatta bilgi edinimine ve algıya, düşünsel şüreçlere ya da güdülenime iliş­ kin birçok olguya uygulanmıştı. Bu düşün­ ce tarzı, nerdeyse deneysel eğilimli ruh­ bilimin tümünü kapsayan genel bir birleş­ tirici öğretinin varlığına dayanıyordu. Bir­ kaç öğrenme kuramı arasındaki, kimi za­ man çok ateşli bir nitelik kazanan rekabe­ te karşın bu öğretinin temel önemi, çok geniş bir biçimde benimsenmekteydi. Ki­ mi öğrenme yasalarının genelliğinin be­ nimsenmesine dayanıyor ve bu yasaların odağında da yineleme yasası ve uyartı ya da yanıtlarla etkilerinin bitişikliği yasası yer alıyordu. Durum bugün çok değişti. Bir kez, bir­ leştirici bir öğrenme kuramına ulaşma ça­ balarının büyük bir başarısızlıkla sonuç­ landığına kimse karşı çıkmıyor, ikinci ola­ rak, yeni olgu kategorilerinin ortaya çıkma­ sı, deneysel bakış açısını değiştirdi ve in­ sanda tek bir deneyle gerçekleştirilen de­ ğişimler -daha önce bu değişimlere “ tek bir deneyde öğrenme" adı veriliyordu- da­ ha iyi incelendi. Bu durum, yineleme ya­ sasının görelileştirilmesine katkıda bulun­ du. Genel olarak, o döneme kadar önem­



öğretmen senmeyen birçok belieksel olgu önem ka­ zandı ve bellek kavramı eski gücüne ye­ niden kavuşarak, bugün bilişle ilgili sorun­ ların çoğunda öğrenme kavramına yeğ­ lendi. Öte yandan, olaylar eskiden ege­ men öğrenme kuramlarının temel olarak kabul ettikleri pekiştirme kuramına verilen önemi doğrulamadı. Son olarak, çocuğun ruhbilimsel gelişmesi üzerindeki incele­ meler de ruhbilimsel çevrenin yoğun et­ kilerini -haksız ya da haklı olarak- ortaya koymadı. Aynı zamanda kuramlar da altüst oldu ve bunun sonucunda behaviorculuğun “ uyartı-yanıt” türünden kavramlarının ye­ rini billşçiliğin kavramları alırken, bağlan­ tı ve çağrışım kavramlarının yerini de bil­ gi, dönüşüm ve bilişimin işlemi kavramla­ rı aldı. Son olarak da bazı yazarlar öğrenmeyi kabul etmeyerek, hatta olguların çözüm olanağı vermediği durumlarda bile do­ ğuştana çözümlere yöneldiler. Temel öğrenme olguları üzerindeki araştırmalar, böylece biraz psikofizyolojiye doğru kaydı ve bireşim girişimleri de yerlerini geniş ölçüde birçok inceleme ve modellere bıraktı. Ö Ğ R E N M E K g. f. 1. Bir şeyi, bir şey yapmayı öğrenmek, ona ilişkin bilgi ve be­ ceri edinmek, belli bir alışkanlık, yaşama biçimi kazanmak: İngilizce öğrenmek. İn­ gilizce konuşmayı öğrenmek. Bir teoremi öğrenmek. Okumayı öğrenmek. Görgü kurallarını iyi öğrenmemişsiniz. —2. Bir şeyi (bir kimseden, bir şeyden) öğrenmek, bilmediği bir şey hakkında bilgi, haber al­ mak: Onun iyi durumda olmadığını öğ­ rendim. Bunu en yakın arkadaşından öğ­ rendim. Bir arkadaşının evlendiğini gaze­ teden öğrenmek. —3. Hanya'yı Konya'yı öğrenmek, yaşamda türlü olaylarla karşı­ laşarak deneyim kazanmak; dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmek. ♦ öğ renilm ek edilg. f. Öğrenmek ey­ lemine konu olmak: Türkçe kolay öğreni­ len bir dildir. Nerede oturduğu öğrenildi mi? Ö Ğ R E Tİ a. Bir dünya, toplum, vb. anla­ yışını dile getiren, dinsel, felsefi, siyasal, vb. bir öğretim sistemi oluşturan ve genel­ likle düşünce ve davranış kurallarının önerilmesine yol açan inanç ve ilkelerin tümü: Bir ahlak, sanat, edebiyat, iktisat öğreti­ si. idealist, maddeci bir öğreti. Faşist öğ­ reti. (Eşanl. D O K T R İ N . ) Ö Ğ R E TİC İ sıf. 1. Amacı eğitmek, öğret­ mek, bilgi vermek olan her türlü yapıt, araç için kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir sanat, bir bilim dalının yöntemlerini sis­ temli bir biçimde açıklamaya yönelik bir şey için kullanılır: Öğretici yönü ağır ba­ san bir radyo programı.. — A N S İ K L . Öğretmeye, hangi konu üzerin­ de olursa olsun sistemli öğütler vermeye yönelik tüm yapıtlar öğreticidir: meseller, hayvan masalları, Çin ve Hindistan’daki (sutras) dinsel kitaplar ve halk edebiyatı sözkonusu olduğunda öyküler ve alma­ naklar böyledir. Öğretici yapıt titiz bir bi­ çimde manzumlaştırılmıştır ve öğretiler bi­ limsel ya da teknik bilgiler verir. Dizenin az sözle çok şey anlatır nitelikte oluşu ve ritmi bu tür yapıtların özdeyişe dönüşme ve akılda tutulmalarını özellikle kolaylaştı­ rır. işler ve günler adlı yapıtı ahlak, davra­ nış üzerine temel ilkeler, tarım üzerine bil­ giler içeren Hesiodos’un dışında yunan edebiyatı felsefi esinli öğretici M aplar ba­ kımından çok zengindir (Ksenophanes, Parmenides, Empedokles, Solon, Aratos). Latinler'de Lucretius, De natura rerum adlı yapıtında Epikuros’un felsefesini anlatır; Vergilius’un Georgica'sı ahlak kurallarını, din konusundaki temel düşünceleri ve kır­ sal kesim işleri için öğütleri içerir. Ovidius'un Sevmek sanatı (Ars amatoria) adlı yapıtıysa belirtiktir. Ortaçağ'da hıristiyanlığın etkisiyle yeni bir yapıya kavuşmuş olan bu türün Avru­ pa'daki başlıca temsilcileri arasında şun­



lar sayılabilir: Fransa’da, Bai'f, Belleau, Ronsard, Boileau; İngiltere’de, Robert Mannyng, Gover, John Philip, Erasmus, Darwin vb. Romantik lirizmle öğretici şiir önemini yitirdi, bu arada bilim de özel söy­ lemler getirdi. Türk edebiyatında İslam dini ilkelerini, toplumda geçerli bilgileri, hatta arapça ve farsçayı öğretme amacıyla öğretici yapıt­ lar telleme alınmıştır. Yusuf Has Hacip'in kişi, toplum, devlet yaşamının düzenlen­ mesi yolunda bilgi veren Kutadgu bilig'ı (1069), İslamlığın kabulünden sonra geli­ şen öğretici edebiyatın en eski ürünlerindendir Âşitt Paşa’nın (1272-1333) tasavvuf bilgilerini kapsayan Garipname'si, Nabi’ nin oğluna İslam ahlakını öğretmek, iyi bir insan, toplumda başarılı bir kişi olma yo­ lunda bilgiler vermek için yazdığı Hayri­ ye'si bu türün örneklerindendir. Manzum arapça-türkçe, farsça-türkçe sözlükleri ise zorlama birer ürün saymak gerekir. Günü­ müzde bir öğretiyi savunan yapıtların da­ hi mutlaka sanat kaygısıyla yazılmış olması zorunlu sayılmakta ve salt öğretici nitelik­ teki yapıtlar edebiyatın kapsamı dışında tutulmaktadır. Ö Ğ R E T İC İL İK a. Öğretme, bilgi verme amacı taşıyan şeyin ya da tutumuyla bu amacı ortaya koyan kimsenin, davranışla­ rının niteliği: Hiçbir öğreticilik taşımayan bir film. Ö Ğ R E T İL M E K -*



ÖĞRETM EK.



Ö Ğ R E TİM a. 1. Belli bir alanda, belirli bir amaca göre o alanın gerektirdiği bil­ gileri öğretmek işi, eylemi; tedrisat, talim, tedris (Bk. ansikl. böl. Eğit.) —2. öğren­ meyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenle­ me, gerekli araçları ve gereçleri sağla­ mak, öğrencilere kılavuzluk etmek eyle­ mi. (Bk. ansikl. böl. Eğit.) —Bilş. Öğretim yazılımı, bir bilim dalının, bir yöntemin, kimi bilgilerin öğretiminde uzmanlaştırılmış ve bilgisayar destekli öğ­ retimde kullanılan yazılım ya da program. || Bilgisayar destekli öğretim, her tür bilim dalının öğretiminde kullanılan uygulama­ lı bilişim teknik ve yöntemlerinin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Eğit. Öğretim görevlisi, üniversitelerde öğretim üyesi bulunmayan dersler ya da herhangi bir dersin özel bilgi ve uzman­ lık isteyen konularının eğitim-öğretim uy­ gulamaları için sözleşmeli ya da ders sa­ ati ücretiyle görevlendirilen kimse. || Öğ­ retim programı, bir okulu bitirmek ya da bir alanda uzmanlaşmak için okunması gerekilen ders ve konuları kapsayan prog­ ram. — Öğrencilere bir plana göre kazan­ dırılması istenilen öğrenim yaşantılarının tümünü içine alan program. || Öğretim üyesi, yükseköğrenim kuruluşlarında gö­ revli profesör, doçent ya da yardımcı do­ çent. (Bk. ansikl. böl.) || Öğretim yardım­ cıları, öğretim görevlileri, okutmanlar, uz­ manlar, çevirmen ve araştırma görevlile­ ridir. || Öğretim yılı, herhangi bir öğretim kurumunun derslere başladığı tarih ile derslere son verdiği tarih arasında geçen süre. — A N S İ K L . Bilş. Bilgisayar destekli öğre­ tim. Belirleyici üç etmenin (öğretim siste­ mindeki gereksinimlerin artışı, deneysel psikolojideki ilerlemeler ve bilişim teknik­ lerinin gelişmesi) birleşiminin sonucudur. Öğretim sistemindeki gereksinim artışı, bilgilerini artırmaya yönelen nüfus yüzdesindeki artışla doğru orantılıdır ve bu, özellikle, gelişmekte olan ülkeler gibi, genç nüfuslu ülkeler için geçerlidir; öte yandan, bilgilerini artırmaya ya da açığa çıkarmaya yönelmiş, artan sayıda birey, saatte öğrenci başına maliyeti, temel eğitiminkinden daha yüksek olan daha yük­ sek düzeyde öğrenim görmektedir; ayrı­ ca, üretkenlik kaygısı, öğretim görevlileri­ ni de düşündürmektedir ve saat başına eğitim maliyeti, uzun vadede, ancak, ye­ ni pedagojik tekniklere yapılacak maddi yatırımlar artırılarak elde edilebilir; son ola­ rak, yeni eğitim gereksinimleri ortaya çık­



maktadır; geleneksel eğitim sistemlerinin kolayca sağlayamadığı profesyonel for­ masyon, yetişkinlerin kişisel kültürlerini art­ tırma. Deneysel psikolojideki gelişmeler saye­ sinde, bilgi edinme süreçleri daha iyi bi­ linmektedir ve öğrenme kuramına daha fazla yaklaşılabilmektedir. Bilişim tekniklerinin gelişmesi günü­ müzde, gittikçe rekabete dayalı maliyetler­ le bu yeni öğretim gereksinimlerini karşı­ lamaya olanak vermektedir. Ayrıca, peda­ gojik araştırmalardan elde edilen sonuç­ ları göz önüne alarak büyük bilgisayarla­ rın belleklerine önemli miktarlarda bilgi (bilgi bankası) ve çok sayıda öğretim programı (öğretim yazılımlarına dayalı pe­ dagojik yönlendirme) kaydedilebilir Evde, işyerinde, öğretim merkezlerinde, pek pa­ halı olmayan bilgisayar uç birimleri kuru­ labilir. Belli bir yerel zekâya sahip olan bu uç birimleri öğrenciyle söyleşmeye, kulla­ nıcının yanıtlarını göz önüne alarak, etki­ leşimli biçimde öğretim yazılımları gerçek­ leştirmeye ve gerektiğinde bir bilişim ağıy­ la güçlü merkezi bilgisayarlara bağlanma­ ya elverişlidir. —Eğit. Öğretim, bireyin yaşam boyu sü­ ren eğitiminin uygun bir öğrenim ortamın­ da (okul) planlı ve programlı olarak yürü­ tülen kısmını oluşturur. Gerek eğitim ge­ rekse öğretim, süregeldiği toplumun top­ lumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik ol­ gularından etkilenir, hem evrensel hem ulusal bir nitelik taşır. (Çeşitli ülkelerdeki öğretim sistemleri için kendi maddelerine bakınız.) • Öğretim üyesi. Öğretim üyeleri, yüksek­ öğretim kurumlarında önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim-öğretim ve uygulama çalışmalarını yapmak ve yap­ tırmak, proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek, bilimsel araştırma ve yayın et­ kinliklerinde bulunmakla görevlidirler. Başka bir İşe geçmek, emekli olmak, çe­ kilmek ya da işten çekilmiş sayılmak yo­ luyla öğretim görevinden ayrılanlar unvan­ larını taşıyabilirler. Öğretim üyeliğinde yaş haddi 67’dir. Ö Ğ R E TİŞ a. Öğretmek eylemi ya da bi­ çimi. Ö Ğ R E TM E a. Öğretmek eylemi. Ö Ğ R E T M E K g. f. 1. (Bir kimseye, bir topluluğa) bir bilim dalı, bir sanat öğret­ mek, onlara dersler vererek onu öğren­ melerini sağlamak: Çocuklara İngilizce öğretmek. —2. Bir kimseye bir şey yap­ mayı öğretmek, ona o şeyi yapması için gerekli bilgileri, beceriyi, alışkanlıkları ka­ zandırmak: Araba kullanmayı öğretmek. Yemek yapmayı öğretmek. —3. Bir kim­ seye, bir topluluğa bir şeyi öğretmek, bir deneyden, bir yaşantıdan vb. söz eder­ ken, onların bir şeyi anlamalarını, ondan ders çıkarmalarını sağlamak, kimi gerçek­ leri onların kafasına sokmak: Deneyimle­ rim bana sabırlı olmayı öğretti. Tarih, bi­ ze her şeyin tekerrürden ibaret olduğunu öğretiyor. Bana, gerçeğin anlatılandan değişik olduğunu öğrettiniz. öğ retilm e k edilg. f. Öğretmek eyle­ mine konu olmak: Huşça sadece birkaç fakültede öğretiliyor Ö Ğ R E TM E N a. 1. Resmi ya da özel bir eğitim kurumunda çocukların, gençlerin, yetişmişlerin istenilen öğrenme birikimi ka­ zanmalarına kılavuzluk etmek ve yön ver­ mekle görevlendirilmiş kimse. —2. Bilgi, görgü ve yaşantısı ile belli dal ve alanlar­ da başkalarının yetişme ve gelişmesine yardım eden kimse. —3. Öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği öğrenimi bitirerek ya da yeterlikleri kazanarak öğretmenlik yapma yetkisini elde etmiş olan kimse. (Bk. ansikl. böl.) —4. Kişiye herhangi bir konuda bilgi ve deneyim kazandıran şey: En iyi öğretmen hayatın kendisidir. —Havc. Bir ya da birkaç öğrenciye bir uçağın pilotajını, seyrüseferi, motorların ve aletlerin bakımını öğretmekle görevlendi­ rilen deneyimli pilot. (Öğretmen uçuş sı­



9011



rasında [uçuş öğretmeni] ya da eğer mümkünse uçuş simülatörleri kullanarak yerde eğitilir.). — A n s I k l. 1981 yılında kabul edilen 2547 sayılı Yükseköğretim yasası ile öğ­ retmen yetiştiren tüm yükseköğretim ku­ rumlan üniversite çatısı altında toplandı. Milli eğitim bakanlığı, yeni atayacağı öğ­ retmenleri bir süre “yeterlik ve yarışma sınavı" ile belirlediyse de, bu uygulama­ ya 1 9 9 1 yılında son verildi. Öğretmenlik mesleğinin toplumsal ve özellikle de ekonomik yapısında son yıllarda ortaya çıkan önemli gerileme sonucu bu mesle­ ğe girmek isteyenler önemli ölçüde azal­ mıştır. Bakanlık verilerine göre, öğrenci yerleştirme sınavında, öğretmenlik eğiti­ mi veren 4 yıllık lisans programlarını ka­ zanan öğrencilerden pek azının ilk 3 ter­ cihi arasında öğretmenlik mesleği yer al­ maktadır. Ö ğ r e tm e n lis e s i, müzik ve resim dersleri dışında genel İlse programını uygulayan ve öğrencileri yükseköğreti­ me hazırlayan ortaöğretim kurumu. //köğretmen okulları 1970’te genel İlse programları uygulayacak biçimde dü­ zenlendi; 1974-1975 ders yılından baş­ layarak Öğretmen lisesi adıyla, lise den­ gi bir kurum durumuna getirildi. Okulu bitirenler üniversite giriş sınavına da ka­ tılabilmekte, eğitim* yüksekokullarına ve öğretmen yetiştiren fakültelere öncelikle alınmaktadırlar. 1992 yılında Türkiye ge­ nelinde 5 082 öğrencisiyle 26 Öğretmen lisesi faaliyet göstermekteydi. Ö Ğ R E TM E N E V İ a. Öğretmenlerin ge­ çici bir süre konaklamaları için düzenlen­ miş, çeşitli hizmet birimlerini de içerebilen yer. Ö ğ r e tm e n le r b a n k a s ı t a ş (Türki­ ye), 7118 sayılı “Türkiye Öğretmenler bankası taş kuruluş kanunu'nun verdiği yetkiye dayanarak Milli eğitim bakanlı­ ğınca kurulan anonim şirket statüsünde­ ki özel banka. İlkokul öğretmenleri yapı sandığı'nın aktif ve pasifi devralınarak 1959'da kuruldu. Merkezi İstanbul’dadır. Kuruluş amacı pay sahibi öğretmenlerle Milli eğitim merkez ve taşra örgütlerinde görevli bulunan memurlara konut yapımı için ipotek karşılığında yirmi yıla kadar va­ deli krediler açmak; bu kişilere ait arsalar üzerinde konut yaparak bunları peşin ya da ipotek karşılığında yirmi yıla kadar va­ deyle yine bu öğretmen ve memurlara satmak ya da bu amaçla arsalar ve ko­ nutlar satın almak; bankaya ait taşınmaz­ ları kiraya vermek; yapı, onarım, taahhüt ve proje işleriyle uğraşmak; yapı malze­ mesi ve ders araçları sanayisi kurmak ve ticareti yapmak, bu amaçla ortaklıklar kur­ mak ve kurulmuş olanlara ortak olmak; ti­ caret ve sanayiye yönelik her türlü girişim­ lerde bulunmak ve tüm bankacılık işlem­ leriyle uğraşmaktır. Banka 99 yıl süreyle kurulmuştur. Ancak bu süre Genel kurul kararıyla bir katına kadar uzatılabilir. Bankanın hisse senetleri A ve B grup­ larına ayrılmıştır, ilkokul öğretmenleri ya­ pı sandığı’nda ödentisi bulunan öğret­ menlere ayrılan A grubu senetler, serma­ yenin % 55'ini oluşturmaktadır. Ancak, bu kişiler tarafından satın alınmayan ya da sa­ tın alınması taahhüt edilmeyen senetleri öğretmenlerle Milli eğitim bakanlığı me­ murları, bunlardan artakalanı da öteki gerçek ve tüzel kişiler satın alabilir. Ser­ mayenin % 45'ini oluşturan B grubu se­ netleri önce öğretmenler ve Milli eğitim bakanlığı memurları, artanı başka gerçek ve tüzel kişiler satın alabilir. A grubu his­ se senetleri ada, B grubu hisse senetleri ise hamiline yazılıdır. Banka, en az % 50'si ipotekli kredilerde kullanılmak üzere Ge­ nel kurulun kararıyla ödenmiş sermaye­ sinin iki katına kadar tahvilli tahvilsiz uzun vadeli borç alabilir. Ancak bu yetkinin kul­ lanılabilmesi Devlet yatırım bankası'nın uygun görüşüne ve Maliye bakanlığının onayına bağlıdır. Öğretmenler ve Milli eği­



tim memurlarının konut gereksinimlerini karşılamak üzere bankanın ödenmiş ser­ mayesi ve ihtiyat akçelerinin en çok % 75'i ile Genel kurul kararına dayanarak borçlandığı tutarları ipotek karşılığı borç verebilir, ancak, topladığı mevduatı ta­ şınmaz mal alım ve satımına, konut yapı­ mına ya da ipotek karşılığı borç vermeye ayıramaz. 1990 sonu itibariyle ödenmiş sermayesi 122,9 milyar TL, yeniden de­ ğerleme fonu ile yedek akçeleri toplamı 8,3 milyar TL olan banka, 1 052,4 milyar TL'lik mevduat toplamış, 815,3 milyar TL kredi dağıtmıştır. 93 şubesinde 1 949 ki­ şi çalışmaktadır. Ö Ğ R E T M E N LİK a. Öğretmenin mesle­ ği; görevi. Ö Ö Ü N a 1 . Yemek için, defa, kez: Gün­ de üç öğün yemek yemek. Bir insanın bir günde yiyebileceğini o, bir öğünde yiyor. —2. Bir öğünlük gereksinmeyi karşılaya­ cak miktardaki yiyecek: Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz (atasözü). —ipekböcç. ipekböceklerine bir defada yiyecekleri miktarda dut yaprağı dağıtıl­ ması. Ö Ö Ü N M E -*



ÖVÜNME.



ÖÖÜNMEK -



ÖVÜNM EK.



Ö Ğ Ü R sıf. (esk. türkç. öğür, bölük’ten). 1. Birbirine yakın yaşta olan kimseler için kullanılır; yaşıt. —2. Arkadaş, eş dost ol­ muş kimse için kullanılır. —3. Eş, birbiri­ ne alışmış olan canlılar için kullanılır. —4. (Öğür olmak, birbirine alışmak, yakın­ laşmak. Ö Ö Ü R LE Ş M E K gçz. f. Birbirine alış­ mak, dost olmak, birbirinden ayrılmaya­ cak derecede sevişip anlaşmak. Ö Ö Ü R LÜ K a Birbirine alışmış olma durumih Ö Ğ Ü R M E a. Öğürmek eylemi. Ö Ğ Ü R M E K gçz. f. 1. Bir kimse sözkonusuysa, kusma sırasında ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak. — 2 . Yörs. ..Sığır sözkonusuysa, böğürmek. —3. Öğüresi, öğüreceği gelmek, bir şey­ den aşırı ölçüde tiksinmek, iğrenmek: Bunları dinledikçe insanın öğüresi geliyor. ♦ öğürtm ek ettirg. f. Bir kimsenin öğür­ mesine yol açmak. Ö Ğ Ü R T L E M E K g. f. Yörs. Bir şeyi seç­ mek, ayıklamak, iyisini kötüsünden ayır­ mak. Ö Ğ Ü R TM E K -



ÖĞÜRMEK.



Ö Ğ Ü R TÜ a. 1. Öğürmek eylemi. —2. Öğürürken çıkarılan ses. —3. Öğürtü gel­ mek, öğürmeye başlamak, öğürmek. Ö Ğ Ü T a 1. Bir kimsenin, doğru yolu göstermek amacıyla, başka bir kimseye yapması ya da yapmaması gereken şey­ ler konusunda söylediği söz; nasihat: Öğütlerinizi unutmayacağım. Bir kimsenin öğütlerini dinlemek. —2. Bir kimseden öğüt almak, bir konuda izlenecek yolu be­ lirlemek için bir kimsenin görüşlerine baş­ vurmak. || Öğüt tutmak, kendisine verilen öğütlere uymak. || Bir kimseye öğüt ver­ mek, bir kimseye yol göstermek, neyi ya­ pıp neyi yapmayacağını söylemek. —Ed. Eski Mısır’daki öğretici metinlere ve­ rilen ad. (Öğütler, babanın oğluna verdi­ ği ders biçimindeydi ve ahlaki bir eğitime yönelikti.) Ö ğ ü t, Selanikli Abdülgani Ahmet Bey ta­ rafından önce Afyon'da, sonra Konya ve Ankara’da (1 146 sayı) yayımlanan gaze­ te (1 eylül 1917 - 9 mayıs 1923). Afyon'da 96 sayı haftalık olarak yayımlandıktan son­ ra yunan ordusunun İzmir'e çıkmasının ardından Abdülgani Bey basımevini Kon­ ya’ya götürdü ve 97. sayıdan başlayarak gazeteyi günlük olarak yayımladı (1 tem­ muz 1919). Öğüf’ün bu tarihlerdeki ilk yazı işleri müdürü ve başyazarı Şeyh Naili Efendi’nin oğlu Aşki Naili Bey’di. Önün ar­ dından Saatçizade Hüsnü Bey sorumlu



müdür, Feridun (Kandemir) Bey de baş­ yazar oldular. Öğüt, bir yandan Kurtuluş savaşı ve Kuvayı milliye hareketini ateşli yazılarıyla desteklerken, bir yandan da iti­ laf devletleri, özellikle de ingilizler’e karşı sert yayınlar yapıyordu, italyanlar’ın basımevini kapatmaları (26 ocak 1920) üze­ rine üç hafta kadar Nasihat adıyla yayını­ nı sürdüren gazete, kısa sürede Anadolu' da Ankara hükümetini tutan öteki gaze­ teler arasında tirajı en yüksek, haberleri ve yorumları en çok ilgi çeken gazete ol­ du. Gerek bu nedenle gerekse Ankara’ da TBMM’nin tutanaklarını ve öteki evra­ kını basan bir tesisin bulunmayışından, Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Öğüt basımevinin Ankara'ya getirtilmesi isten­ di. 7 temmuz 1921 günü Ankara’da ya­ yımlanmaya başlayan gazete, Kurtuluş savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra sa­ hibi tarafından kapatıldı. Gazetenin bu dö­ nemdeki sahibi yine Abdülgani Ahmet Bey, yazı işleri müdürü Sadri Ethem’di (Ertem). Yazar kadrosunda Enver Behnan (Şapolyo), Münir Müeyyet (Bekman), Lütfi Arif, Raif Nezihi vb. bulunuyordu. (-* Kayn.) Ö Ğ Ü T Ç E N (Salim), asıl adı Mehmet, türk halk şairi flrabzon 1887 - ay. y. 1956). Düzenli bir öğrenim görmedi. Küçük yaş­ ta ticarete atıldı, iyi saz çalar, halk hikâye­ leri de anlatırdı. Aruz ve hece vezinleriyle şiirler yazdı. “ Hamsi" şiiri ünlüdür. (-* Kayn.) Ö Ğ Ü TÇ Ü sıf. Öğütler veren kimse için kullanılır; nasihatçı. ♦ a. Dini öğütler veren kimse; vaiz. Ö Ğ Ü T Ç Ü (Abdülkadir Kemali), türk si­ yaset adamı (Tarsus 1889 - İstanbul 1948). İstanbul Hukuk mektebini bitirdikten son­ ra savcılık yaptı, ilk TBMM’ye Kastamonu milletvekili (1920-1923) olarak girdi. Millet­ vekiliyken bir süre Adalet müsteşarlığı gö­ revini de yürüttü, Pozantı İstiklal mahke­ mesi üyesi seçildi. Mustafa Kemal Paşa’ ya (Atatürk) muhalif olan ikinci grup'ta yer aldı, yinelenen seçimlerde ikinci kez seçilemedi. Adana’ya yerleşti; avukat olarak çalışırken Toksöz, Ahali, Mücadele adlı gazeteleri de çıkararak muhalefetini sür­ dürdü. Şeyh Sait ayaklanması sonrasın­ da Elazığ istiklal mahkemesinde yargılan­ dı, altı ay hapse mahkûm oldu. Serbest Cumhuriyet fırkası’nın kurulmasına izin ve­ rilince, üçüncü bir parti olarak Adana'da Ahali’ cumhuriyet fırkası'nı kurdu, genel başkanı oldu (1930). Ülke çapında örgütlenemeyen bu parti, Adana ve Maraş gi­ bi illerde katıldığı belediye seçimlerinde başarılı olamadı ve üç ay sonra da Bakan­ lar kurulu kararıyla kapatıldı. Menemen olayı üzerine bir kez daha yargılanmak­ tan çekinerek o dönemde fransız yöneti­ minde olan Antakya’ya kaçtı ve Türkiye’ ye 1938 affından sonra döndü. Orhan Ke­ mal imzasıyla tanınan romancı Mehmet Raşit Öğütçü'nün babasıdır. Ö Ğ Ü T Ç Ü (Mehmet Raşit) -> ORHAN KEM AL.



Ö Ğ Ü T LE M E a. Öğütlemek eylemi; tav­ siye. Ö Ğ Ü T LE M E K g. f. Bir kimseye yapma­ sı gerekeni göstermek, salık vermek, tav­ siye etmek: Bir dişçiye gitmemi öğütledi. Doktor dağa gitmemi öğütledi. Oraya oto­ mobille gitmenizi öğütlerim. Ö Ğ Ü T M E a. Öğütmek eylemi. —Boyac. Homojen bir karışım elde etmek amacıyla, pigmentleri ve olası dolgu ge­ reçlerini bir bağlayıcı (su, tutkal, yağ, ya­ pay reçine, vb.) içinde, mekanik yolla da­ ğıtma. (Sanayide bu işlem öğütücülerde yapılır. Boyaları kullanılabilir kıvama getir­ mek için, karışım daha sonra karıştırıcılar­ da inceltici ve çözücülerle sulandırılır.) — Kâğ. san. Basınçsızöğütme, kâğıt ha­ muruna düşük basınçlı bir öğütme işlemi uygulama. —Ormanc. Öğütme odunu, talaş levha ya



öğütücü da kâğıt hamuru yapmaya yarayan ağaç parçaları ya da hızar artıkları. —Teknol. Bir maddeyi, ya kullanıldığı bo­ yutlara getirebilmek ya da heterojen bile­ şenlerinin ayrılmasını kolaylaştırmak için parçalayarak ya da düzgün boyutlara ge­ tirerek sınıflandırılmalarını kolaylaştıracak biçimde belli bir boyuta indirgemeye da­ yanan işlem: yıkanmak üzere hazırlanan maden kömürü, heterojen cevherler vb. (Bu işlem, en pahalı mekanik cevher ha­ zırlama işlemi olan kırma yoluyla gerçek­ leştirilir.) [Bk. ansikl. böl.] || Öğütme maki­ nesinden geçirmek eylemi. || Öğütme ma­ kinesi, metalürji fabrikalarında cevherleri öğütmede kullanılan ve aynı zamanda çe­ şitli sanayi kollarında çok ince tozlar elde etmeye de yarayan aygıt. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Belli bir yönteme göre yapılma­ sı, yani çalışan aygıt içinde istenilen bo­ yutlara erişen bölümleri ayıran bir eleme ile birlikte yürütülmesi gereken öğütme genellikle üç evreden oluşur: bir fındık bü­ yüklüğüne kadar kaba öğütme, bir tahıl tanesi büyüklüğüne kadar öğütme, toz haline kadar son öğütme. Kaba öğütme, en sert maddeler için, iki çene arasında (fındık kıran tipi) ya da oluklu bir tekerlekle sabit bir silindir ara­ sında yapılır. Daha gevrek maddeler, dön­ me hareketi yapan çekiçlerin darbesiyle ya da eşmerkezli çemberler üzerine yer­ leştirilmiş birçok döner çubuk dizisi ara­ sından geçerken kırılır (konkasör, parça­ layıcı). Öğütme kuru olarak ya da ürünün bo­ zulma tehlikesi nedeniyle kullanımı yasak­ lanmamışsa, su içinde ya darbeyle (öğü­ tücüler) ya da yavaş ezmeyle gerçekleş­ tirilir (değirmenler, silindirli öğütücüler; top­ lu öğütücüler). Kırma devresinden gelen cevher, tane büyüklüğünü çıkış büyüklü­ ğüne kadar küçülten bir dizi öğütücüden geçer. Bir eleyici, yeterli miktarda öğütül­ memiş olan ürünü sistemin girişine gön­ derir. Son öğütme ya çok ağır tekerlekler ve çok yavaş dönen değirmenlerde ya da borulu değirmenlerde (yavaş dönen ve İçinde çok sert [çakmaktaşı, çelik vb.] top­ lar bulunan uzun borular) gerçekleştirilir. Ayrıca, içinde bir çember üzerine sür­ tünen ve burada maddeyi öğüten teker­ cikler bulunan, yüksek hızlı aygıtlar da kul­ lanılmaktadır istenilen İnceliğe erişen toz­ lar, hızı istenildiği gibi ayarlanan bir hava akımıyla ayrılır. ♦ Öğütme makinesi. Bu makinede, bir ka­ mın kaldırdığı tokmak, içinde çalıştığı tek­ nenin alt tarafına (örs) bağlı çelik bir ya­ lak üzerine düşer: yeterince öğütülmüş parçacıklar bir elekten geçirilerek boşal­ tılır. Öğütme sulu ya da kuru olarak yapı­ lır. Düşme yükseklikleri 15 ile 45 cm olan ve dakikada 30 ila 95 darbe vuran tok­ maklar genellikle 5 İle 10’luk gruplar ha­ linde yerleştirilir. Altın içeren mineralleri öğütmede kullanılan öğütme makineleri, altının tutulabilmesi için, yalak, amalgamlanmış bakır levhalarla kaplanır Ö Ğ Ü T M E K g. f. 1. Bir maddeyi öğüt­ mek, onu bir değirmen ya da değirmen taşıyla toz haline getirinceye değin ezmek: Buğday, kahve, karabiber öğütmek. —2. Yediği bir yiyeceği öğütmek, çiğnemek, ezmek, sindirmek.



rayan makinelerin genel adı. —Bayınd. Zemini parçalamak ve gereç çı­ karmayı kolaylaştırmak İçin bir tarak ge­ misinin ön bölümüne takılan metal lamalı döner aygıt. —Boyac. İçinde pigmentlerin ve olası dol­ gu gereçlerinin bir bağlayıcı ile birlikte öğütüldüğü aygıt. —Kâğ. san. İ N C E L T İ C İ 'n i n eşanlamlısı. —Kim. müh. Burgaçlı öğütücü, küçük to­ pakların bir bağlayıcı İçinde dağıtıldığı ufalama aygıtı. (Ufalama, birbirine koşut olarak dönen, aralarında 1 0 - 2 0 ^m'lik bir mesafe bulunan iki diskle yapılır.) —Teknol. Öğütme İşlemini gerçekleştiren aygıt. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İ K L . Öğütücüler eksenleri çevresin­ de dönen, yatay ya da hafif eğik olarak yerleştirilmiş 1 ile 4 m çapındaki silindir­ lerden oluşur. Madencilikte en çok kulla­ nılanlar, küçültme oranları 500/1'e erişebllen çubuklu öğütücüler ve toplu öğütü­ cülerdir. En genel anlamıyla göz önüne alındığında, “ öğütücü" sözcüğü bir mal­ zemeyi ufalamak, toz haline değilse bile küçük parçalara indirgemek için kullanı­ lan tüm araçları kapsar; ancak, öğütücü­ lerin, herbiri özel olarak adlandırılan bir­ birinden farklı tipleri vardır (konkasörler, taşlar, değirmenler, öğütme makineleri, havanlar vb.). Gerçek anlamıyla öğütücü­ ler, ezerek öğütme yapan silindirli öğütü­ cüler (düz ya da oluklu), çekiçli öğütücü­ ler ve toplu ya da çubuklu öğütücüler'd\t. Silindirli öğütücüler'de, genellikle önce­ den bir kırılma işleminden geçirilen öğü­ tülecek malzeme, ters yönlerde dönen, koşut eksenli, iki çelik silindir arasına gön­ derilir. Silindirler arasındaki uzaklık, bitmiş ürünün tane büyüklüğünü (tane, toz) be­ lirler. Eksenler, güçlü olmakla beraber çok sert cisimlerin geçmesine izin verecek ka­ dar esnek yaylar aracılığıyla istenen uzak­ lıkta tutulur. Çekiçti öğütücüler'de, bir kılıf içinde bü­ yük bir hızla dönen çekiçleri oluşturan bir parçalar sistemi bulunur. Dönme ekseni­ ne yakın bir yerden içeriye giren ve çev­ reye doğru fırlatılan malzeme, ezilerek de­



ğil, yolu üzerinde aldığı darbelerle öğü­ tülür. Toplu öğütücülerde yatay eksenli bir si­ lindir içine sert malzemeden yapılmış kü­ relerle birlikte yerleştirilen malzeme, dö­ nen tüm sistemle birlikte sürüklenen ve yeniden düşen toplarla ezilir Cevher çok sertse, kendi büyük parçaları öğütücü gö­ revi yapabilir. Otojen öğütücüler ya da kaskat öğütü­ cüler bir ön kırma gerektirmez. Büyük çaplı silindir oldukça büyük bir hızla dö­ nerken yataklardan birinin içinden giren ve merkezkaç kuvvetin etkisiyle kaldırılan büyük parçalar birbirinin üzerine düşerek yavaş yavaş ufalanırlar. Güçleri 10 000 BG’ne kadar olabilen bu tip öğütücüler, çok büyük donanımlarda giderek daha fazla kullanılmaktadır. Tarımda kullanılan öğütücülerde, öğüt­ me İşlemi çoğunlukla hızla dönen bir mil üzerine radyal olarak yerleştirilen çekiçle­ rin ya da döveçlerin çarpmasıyla ve da­ ha nadir olarak da mazlemeyi İki silindir arasından geçirerek ezmek suretiyle ger­ çekleştirilir. Öğütücüler, öğüttükleri ürünün tipine göre sınıflandırılır Tohum öğütücüleri, hayvan yemi üretmekte kullanılır. Bunlar



traktörle çekilen sam an ve örün arlığı öğütücüsü



Rivierre-Casalis



çek içli



(tersinir çalışma çekiçlerin her iki yüzünü de kullanmaya olanak verir)



kömür, kayaç, gübre vb. düz silindir



titreşim li mafsallı çekiç darbe



levhalarıyla donatılmış



öğütülm üş malzeme (tane büyüklüğünü, silindirlerin aralığı belirler) çu b u k lu (hareketsiz)



kaplama levhası



öğütülm üş malzeme (tane büyüklüğü, öğütme odası çekiçlere göre ayarlanarak belirlenir) o tojen



çubuklar (öğütücü iç



-öğütülm üş ürünleri



büyük ve görece ağır malzemeler



yapay kum, şamot vb.



♦ öğ ütülm e k edilg. t. Öğütmek işine konu olmak. Ö Ğ Ü T Ü C Ü sıf. Bir maddeyi ufalama, küçük parçalara ayırma ya da toz haline getirme özelliği olan şey için kullanılır. —Anat. Öğütücüyüz, dişin tümsecik, çu­ kur çizgi ve kenar çukurlardangluşan üst yüzü. (Karşıt dişlerin öğütücü yüzleri bir­ birine değerek çiğnemeyi sağlar.) —Anat. ve Zootekn. Öğütücü dişler, be­ sinleri öğütmeye yarayan büyük dişler. (Öğütücü dişlerde tacın biçimi türün bes­ lenme rejimiyle bağıntılıdır.) [ - * A Z I . ] ♦ a. Bir maddeyi ufalamaya, küçük par­ çalara ayırmaya toz haline getirmeye ya­



9013



kaldırma çubuğu öğütücü tambur besleme ağzı



öğütülm üş malzeme (görece büyük ya da orta tane büyüklüğü) öğütücülerin içi



tahrik düzeneği



öğütücü parçalar



öğütülecek malzeme



ÇEŞİTLİ ÖĞÜTÜCÜ TİPLERİ



öğütücü 9014



Ökolampadius. Bakır üstüne gravür.



çoğu kez, karıştırıcılarla birleştirilerek öğütücü-karıştırıcılar elde edilir. Tarımda kullanılan öğütücülerin birçoğu binalar içinde yer alır ve elektrik motorlarıyla tah­ rik edilir. Saman ve ürün artığı öğütmek­ te kullanılan öğütücüler, yatay ve enleme­ sine bir mil üzerine monte edilen döveçleri ya da çekiçleri, kimi kez de, yere ko­ şut olarak dönen bir helisi bulunan sey­ yar makinelerdir. (-> S A P * D E Ğ İ R M E N İ . ) Çakıllı öğütücüler, aynı tipten, ama çok güçlendirilmiş makinelerdir. Kâğıtçılıkta öğütücülac, kuru ya da ha­ fifçe nemlendirilmiş eski kâğıtları ve kar­ tonları parçalamak için ya da pişirmeden önce ekin saplarını ezmek için kullanılır (silindirli öğütücüler, çekiçli öğütücüler vb.). Çöplerin işlenmesinde çoğu kez çekiçli öğütücüler kullanılır; aynı zamanda kâğıt yapraklarına ya da plastik maddelere uyarlanan parçalama sistemleri de vardır. Bu aygıtların kullanılabilmesi için arıtma is­ tasyonlarının uygun biçimde düzenlenme­ si gerekir. Toz haline getirdiği çöpler evi­ ye çıkış borusundan bir su akımı ile sü­ rüklenen ve artık öğütücü denen elektrikli bireysel öğütücüler de kullanılmaktadır. Altına yerleştirildikleri eviyenin çıkış deli­ ğine bağlanan bu tip aygıtlar, çöplerin konduğu bir öğütme odası, kırıcı dişleri taşıyan bir başlık, bir öğütme tablası ve merkezkaç basınç altında çalışan bir bo­ şaltma odası içerir. Bir elektrik motoru öğütme ve kırma tablalarını çevirir. Aygıt ancak yeterli miktarda su verdiğinde ça­ lışır ve güvenlik bir disjonktörle sağlanır. Ö Ğ Ü T Ü L M E K -*



ÖĞ ÜTM EK.



Ö Ğ Ü T Ü Ş a. Öğütmek eylemi ya da bi­ çimi. Ö H Ö ünl. 1. Öksürme sesi. —2. Bir kim­ senin orada bulunduğunu belli etmek, dikkat çekmek, bir kimsenin sözleri ya da davranışlarına takılmak, bir kimseyle eğ­ lenmek için öksürüğü taklit ederek çıkar­ dığı ses. Ö JE N AT a. (fr. eugenate). Dişç. cerr Çin­ ko oksitle öjenol tozu spatula ile karıştırı­ larak hazırlanan ve gittikçe katılaşan be­ yaz macun. (Öjenatlar, dentin oluşumunu kolaylaştıran nedbeleştirici özelliğinden dolayı, dentin yarası pansumanı olarak kullanıldığı gibi diş kökü ve çevresinin nedbeleşmesirii kolaylaştıran kanal dolgu macunu olarak da kullanılır.) Ö JE N O L -* Ö K A İN M im Kemal Oke



EU G EN O L.



E U K A İN .



Ö K A L İP T O L a (fr. eucalyptol). Eczc. Okaliptüsün başlıca bileşeni (oranı °/o 70 ila 85’e varır) olan sineola tedavide veri­ len ad. (Ökaliptol bronş salgısında deği­ şiklik yapar ve antiseptik olarak solunum yollarını etkiler; inhalasyon, pastil, şurup ve süppozituar biçiminde kullanılır.) O K A L İP T Ü S -



O K A L İP T Ü S .



Ö K ARYO T sıt. (fr eucaryote). Biyol. P R O K A R Y O T bakteri hücresine karşıt olarak üs­ tün yapılı hayvansal ve bitkisel organizma­ ların hücresine denir. (Ökaryot hücrelerin başlıca özelliği, kromozomların bir zarla sitoplazmadan ayrılmış olan bir çekirde­ ğin içinde bulunmasıdır.) ♦



ökse ardıcı



a. Ökaryot organizma.



Ö K Ç E a 1. Ayakkabıda tabanın yere basmasını sağlayan ve ayak topuğunun altına gelen bölüm. —2. Bir kimsenin ök­ çesine basmak, onu çok yakından izle­ mek, onun peşinde olmak. —Ayakkc. Ökçe vardolası, ayakkabı taban köselesinde yapılacak ökçe katlarının ya­ tay kesitine biçim ve düzen vermek için ayakkabının topuk kenarlarına yerleştirilen vardola. || Pine ökçe, ayakkabıya sonra­ dan eklenmiş ökçe. —Dy. Bir makas dilinde iğne tarafına kar­ şıt yönde bulunan uç. || Ökçeden girilebilen makas, trenin geliş doğrultusuna rağ­ men girilebilen makas. (Bir makasa ökçe­



den girebilmek için makasın kilitli olma­ ması ve transmisyonunda esnek bir çu­ buk bulunması gerekir. Girişten sonra tek­ rar eski konumlarını alabilen ya da giriş sırasındaki konumlarını koruyan tipleri var­ dır.) || Bir makasa ökçeden girmek, bir trenden, bir lokomotiften söz ederken, tre­ nin geliş doğrultusuna göre farklı bir doğ­ rultuda bulunan makası ökçe tarafından aşarak onu birinci dingil tekerleklerinin et­ kisiyle uygun konuma getirmek. — inş. Ökçe demiri, bir panjurun duvara çarpmasını önleyen ve panjuru açık ko­ numda tutmaya yarayan küçük metal par­ ça. —Bir kapının kanatlarının gereğinden fazla açılmasını önlemek için zemine yer­ leştirilen metal parça. — Nalbantl. Ökçe yatırma, nalın ökçesini tırnak yüzüne doğru, 2,5-3 cm bükme; bu işlem nal çakılırken tamamlanır. —Tarım mak. Pullukta taban demirinin ar­ ka parçası. (Pulluk izinin dibine sürtüne­ rek ilerler.) —Vet. Ökçe darlığı, atlarda görülen ve toy­ nağın arka kısmının (ökçe) daralmasıyla belirginleşen kusur. (Âtı ökçeleri üzerinde yürümeye zorlayan her türlü nallama bi­ çimi, ökçe darlığını yok edebilir.) —Zootekn. Toynaklılarda ayak çeperinin arka kısmı (Bk. ansikl. böl.) — A N S İ K L . Zootekn. Atta ökçe toynağın ar­ kadaki çıkıntılı kısmıdır. Sağ ve soldaki iki ökçe çıkıntısının arasında kalan üçgenimsi boşlukta tırnak çatalı yer alır, iyi bir ökçe, toynak çeperinin ön taraftaki yüksekliğinin yarısı kadardır ve onun gibi yere 45° eğik­ tir. Yüksek ökçeler toynak çeperinin ön yüksekliğinin yarısından fazladır ve dike­ ye yaklaşır. Bu ökçeler, genellikle "dar’; dır. Bu kusur çoğunlukla tırnağı nallama sırasında yeterince yontmayan nalbantın hatasından ya da normal aşınmayı engel­ leyen çok uzun ve çok kalın kollu nal kul­ lanılmasından doğar. Ökçe darlığı böyle başlar. Alçak ökçeler ise karşıt kusurdur: çoğunlukla düztabanlıkla birlikte bulunur. Önceki gibi bu kusur da uygun nallama ile düzeltilebilir. Ö K Ç E C İ a. Ayakkabılar için ökçe yapan ve satan kimse. Ö K Ç E Lİ sıf. 1 . Ökçesi olan ya da ökçesi belirtilen biçimde olan ayakkabı için kul­ lanılır. —2. Kadın ayakkabıları için, yük­ sek topuklu. Ö K Ç E S İZ a. Ökçesi olmayan ya da ök­ çesi alçak olan ayakkabı için kullanılır. Ö K Ç Ü N (Gündüz), türk hukukçu, siya­ set adamı (Eskişehir 1936 - Ankara 1986). Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi'ni bitirdi (1958). Ankara Hukuk fakültesi'nde devletler hukuku asistanı, doçent (1966) ve profesör (1974) oldu. Konuk pro­ fesör olarak Columbia Üniversitesi’nde bir yıl ders verdi (1975). Bazı uluslararası top­ lantılarda Türkiye’yi temsil eden Ökçün, SBF dekanlığı ve CHP Eskişehir milletve­ killiği (1977-12 eylül 1980), Ecevit hükü­ metlerinde Dışişleri bakanlığı (1978-1979) yaptı. Ö K E a. Deha sahibi, dâhi. O K E (Mim Kemal), türk cerrah (İstanbul 1884 - ay y. 1955). Askeri rüştiye ve Tip idadisi'nden sonra Mektebi tıbbiyei şahane’yi hekim yüzbaşı rütbesiyle bitirdi (1910). Gülhane hastanesi'nde (bugün Gülhane askeri tıp akademisi) ihtisas yap­ tı. Türk-italyan savaşı sırasında gönüllü olarak Derne cephesi'nde görev aldı. Dö­ nüşte Gümüşsüyü askeri hastanesi’ne cerrah ve röntgen uzmanı olarak atandı. Balkan savaşı ve Birinci Dünya savaşı sı­ rasında ağır yaralıların getirildiği bu has­ tanede çalıştı. Bir süre Çanakkale 5. Or­ du sağlık başkan yardımcılığı ve menzil müfettişliği başhekimliği yaptı. Savaş sıra­ sında kurulan Bulaşıcı hastalıklarla müca­ dele kurulu'na başkanlık etti. Savaştan sonra Gülhane askeri tıp akademisi'ne Prof. Dr. vv/eiting’in yerine cerrahi hocası



oldu (1918). Kurtuluş savaşı sırasında An­ kara Öebeci merkez hastanesi’nde görev aldı; Gülhane tıp akademisi 1. hariciye kliniği’ni yönetti. Sakarya savaşı sırasında ağır yaralılar için İsparta’da Hilali ahmer (Kızılay) hastanesi’ni kurdu. 1923'te yeni bir statüyle çalışmaya başlayan Gülhane askeri tıp akademisi 1 . hariciye kliniği’nde profesör ve direktör oldu. Mason locası Büyük üstatlığı yaptı (1930-1933). Emekli olduktan sonra (1941), İstanbul’dan millet­ vekili seçilerek TBMM'ye girdi (1946). Prof. Öke, Atatürk'ün güvendiği hekim­ lerdendi, onun ölümüne değin sağlığıyla yakından ilgilendi. Cerrahide, özellikle de karın cerrahisi alanında yaptığı yenilikler­ le ünlendi; karın cerrahisinde uyguladığı bir yönteme “ Mim Kemal usulü” adı ve­ rildi. Cerrahi alanında birçok incelemele­ ri ve kitapları vardır. Bunlardan başlıcaları: Karın cerrahisi (1935); Diyabet ve şirürji (1939). Ö K E L İK a Öke olma durumu, niteliği; dâhilik. Ö K L İT ->



E U K L E İD E S .



Ö K M E N (Mahmut Nedim), türk siyaset adamı (Kilis 1908 - İstanbul 1967). Mülki­ ye mektebi'ni bitirdi (1931); maliye müfet­ tişliği ve başmüfettişliği yaptı. DP’den Kah­ ramanmaraş milletvekili seçildi (1950). Ad­ nan Menderes hükümetlerinde Tarım (1951-1955; 1957-1960) ve Maliye (1955 -1956) bakanlığı yaptı. 27 Mayıs 1960 hareketi’nden sonra Yüksek adalet divanı’nda Anayasa'yı ihlal suçundan yargılanıp hüküm giydi. Hastalığı nedeniyle serbest bırakıldı. Ö K O L A M P A D İU S (Johannes HAUSSCHEİN ya da HUSSCHİN, — denir), isviç­ reli reformcu (Weinsberg 1482 - Basel 1531). Erasmus ile dost olan bu hümanist, profesör olduğu (1523) Basel'de Reform’ dan yana bir tutum takındı. Katedralin pa­ pazı oldu (1529), Kilise'yi Reform'un ilke­ lerine göre yeniden düzenledi. Barışçı bir yaradılışta olduğundan, kudasta İsa'nın gerçek varlığı üzerine çıkan uzlaşmazlık­ ta, Zwingli’nin tinsel yorumunu benimse­ mekle birlikte Luther ile Zvvingli’nin görüş­ lerini bağdaştırmaya çalıştı. Ö K O L İT a (fr. eucolite). Miner. Karma­ şık kalsiyum, sodyum, demir, manganez, seryum ve niyobyum silikozirkonat. Ö K R O M A TİN a. (fr euchromatine; yun. eu, iyi, ve khroma, renk’ten). Biyol. Özel kimyasal bileşimi olan kromatin tipi. —ANSİKL. Ökromatin holoproteinlerle bir­ leşmiş dezoksiribonükleoproteinlerden oluşur. Kromozomların daha hafif boya­ nan ve interfaz sırasında az görülen bazı bölümlerinde yer alır. Belli bir kromozom­ da ökromatin bölütlerinin uzunluğu ve ko­ numları sabittir. Ö KSE a. (yun. iksos). 1. Ökseotu ya da çobanpüskülünden yapılan ve çoğunluk­ la kuş tutmak için kullanılan, yapışkan ve cıvık madde. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu macuna bulanarak kuş tutmakta kullanı­ lan değnek; ökse çubuğu: Ökseye yaka­ lanan kuşları salıvermek. —3. Çekiciliği­ ni kullanarak erkekleri kendisine bağlayan kadın. —4. Ökse avı, bir ökse yardımıyla gerçekleştirilen av. || Ökse çubuğu, kuş tutmak için üzerine ökse sürülmüş değ­ nek. || Ökseye basmak, tutulmak, bilme­ yerek ya da dikkatsizce kendi zararına olan bir iş yapmak; yanılarak zarara uğ­ ramak. —ANSİKL. Ökse, dikenli çobanpüskülü ka­ buğunun iç bölümünden yapılır. Suda kaynatılan kabuk bir macuna, kendi hali­ ne bırakılan macunsa mayalanmaya baş­ ladıktan sonra ökseye dönüşür Keten yağı rüzgârsız bir yerde kaynatılınca da bu madde elde edilir. Ayrıca ökseotu sapla­ rından da ökse sağlanabilir. Ö K S E A R D IC I a. Avrasya ya da Kuzey Afrika’da yaşayan ardıçkuşu. (Hepçildir. Mart ayından başlayarak Kuzey Akdeniz



Öktem ülkelerinde yuva yapar. En kuzeydeki top­ luluklar kışı geçirmek için Akdeniz bölge­ sine göç ederler. Bil. a. Turdus viscivorus; karatavukgiller familyası.) ÖKSEKUŞU



a.



Zool.



S A K A K U Ş U ’n u n



e ş a n la m lı s ı.



Ö K S E N İT a. (fr. euxenite; yun. euksenos'tan). Miner. Çoğu zaman kahveren­ gimsi siyah amorf kütleler biçiminde, ki­ mi zaman da dağınık kristaller halinde bu­ lunan doğal itriyum, seryum ve uranyum titanoniyobat. Ö K S E O T U a. Her mevsimde yapraklı olan ve ağaçlar üzerinde yaşayan bitki. (Bil. a. Viscum albüm; ökseotugiller famil­ yası.) — A N S İ K L . Bot. Yarı asalak bir bitki olan ökseotu birçok ağacın (özellikle elma ve nadiren meşe) dalları üzerinde yaşar Sap­ lar hep ikiye ayrılarak dallanır (dikotomi) ve karşıt, klorofilce zengin, kalın yaprak­ lar taşır. Çiçekleri bireşeylidir; meyveler tek tohumlu, yuvarlak, beyaz, yapışkan ve su­ ludur. Bazı kuşlar, örneğin ardıç kuşları, bunları çok sever; kondukları ağaçların üzerine dışkılarıyla bıraktıkları tohumlar ökseotunun yayılmasını sağlar. Her zaman yeşil olan ökseotu, kışın yaprakları dökül­ müş olan konak ağaçları, kendi klorofil özümlemesinin ürünlerinden yararlandır­ dığı için, bazı yazarlar bu işbirliğini bir ortakyaşama benzetirler. Bununla beraber, ökseotu bir ağaç üzerinde fazla miktarda bulunursa ağacı yorar ve tüketir. Ökseo­ tunun meyvelerinden ökse elde edilir. Meyveler eczacılıkta ve halk hekimliğinde de kullanılır. (-> Ç E K E M . ) Ökseotunu yok etmek için kesmek, ona desteklik eden dalı iyice budamak, yerini demir sülfat eri­ yiği ile badanalamak ve yarayı katranla sı­ vamak gerekir. Ö K S E O T U G İLLE R a. Ağaçların dalla­ rı üzerinde asalak ya da yarı asalak yaşa­ yan ve köklerinden bir kısmı konak ağa­ cın dokularına girerek emece dönüşen bitkiler famjlyası. (Bil. a. loranthaceae.) — A N S İ K L . Ökseotugillerde yapraklar kar­ şılıklı, kalın, meşin gibi sert ve bütündür; bazılarında körelerek pul halini alır; kimi türlerde daimidir, kimi türlerde mevsimi gelince dökülür. Çiçekler erdişi ya da bireşeyli, düzgün yapılı, çok ufak çiçek ör­ tülü, çoğunlukla yeşilimsi ya da sarımtırak­ tır. Üzümsü olan meyvelerin etli kısmı çok yapışıktır (ökse). Özellikle sıcak bölgeler­ de yetişen ökseotugillerin 30 cinsi ve 100'den fazla türü vardır Adi ökseotu (Vis­ cum albüm) Türkiye'de birçok ağaçta (göknar, çam, çeşitli orman ağaçları), kır­ mızı meyveli zeytin ökseotu (V. cruciatum) Akdeniz bölgesinde zeytin ağaçlarında, loranthus meşe ve kestane, arceuthobium andız ve ardıç üzerinde yetişir. Ö K S İN İK sıf. (fr. euxinique; Karadeniz' in fr. esk. a. Pont-Euxin'den). Düşey su do­ laşımının, derinlerdeki tabakalarda oksi­ jenin azalmasına ve bakteri kökenli kükürt­ lü hidrojenin artmasına yol açtığı havza­ lar ve su kütleleri için kullanılır. (Suların in­ dirgeyici özelliği, dipteki mide bulandırıcı çamur üzerinde biriken organik gereçle­ rin korunmasına yardım eder.) Ö K S İN İZ M a (fr euxinisme). Denizbil. Öksinik havzaların (daha çok bir eşikle ka­ palı havzalarda görülür) ve su kütlelerinin Ö K S Ü a. Yörs. Yarı yarıya yanmış odun parçası. Ö K S Ü L E M E K g. f. Yörs. 1. Ateşi, yarı yanmış odunla tutuşturmak. —2. Tahrik etmek, kışkırtmak. Ö K S Ü R M E a. Öksürmek eylemi. Ö K S Ü R M E K gçz. f. 1. Akciğerlerde bu­ lunan havayı istemsiz olarak ve gürültülü biçimde bir ya da birçok sarsılmayla dı­ şarı atmak. — 2 . istemli olarak, boğazı ka­ zıyan bir öksürük sesi çıkarmak: Bir kim­ senin dikkatini çekmek için öksürmek.



—3. Öksürüklü bir hastalığa yakalanmak; öksürük olmak: Çocuk öksürüyor, denize sokmayalım. —4. Bir motor sözkonusuysa, işlemeye başlamazdan önce birkaç kez patlayıcı ses çıkarmak. —5. Öksürüp tıksırmak, kesik kesik öksürmek: Başına gelenleri öksüre tıksıra anlatmaya başla­ dı. ♦ ö ksü rtm e k ettirg. f. Bir şey sözkonusuysa, bir kimsenin öksürmesine yol aç­ mak: Pipo dumanı beni öksürtüyor. Ö K S Ü R T M E a Öksürtmek eylemi. ÖKSÜRTMEK -



ÖKSÜRMEK.



Ö K S Ü R T Ü C Ü sıf. Pnömol. 1. Öksürü­ ğe neden olan, öksürten. — 2 . Öksürtücü bölgeler, uyarılınca öksürtücü refleksi başlatan, solunum mukozasının özgül böl­ geleri. | Öksürtücü refleks, öksürüğü baş­ latan refleks. Ö K S Ü R Ü K a 1. Kısa bir soluk alışın ar­ dından zorlanarak ve gürültülü bir biçim­ de havanın dışarı atılması. (Bk. ansikl. böl.) —2. Genellikle üşütmeyle ortaya çı­ kan ye öksürükle kendini gösteren hasta­ lık: Öksürüğe yakalanmak. Öksürük ol­ mak. —Eczc. Öksürük ilacı, öksürüğü yatıştıran ya da yok eden ilaç. (Bk. ansikl. böl.) —Yet. Bulaşıcı köpek öksürüğü, çok sa­ yıda köpek beslenen ve yetiştirilen yerler­ de görülen trakeobronşit. — ANSİKL. Öksürük bir refleks eylemidir; bu refleksin sinir yolları, solunum mukoza­ sının öksürtücü bölgelerinden (gırtlak, so­ luk borusu, bronşlar) başlayarak soğanilikteki solunum merkezine gider ve soluk verme kaslarında son bglur Çoğu zaman belirgin özellikleri vardır: plevra hastalık­ larında kuru, bronşitlerde dolu ve hırıltılı, boğmacada nöbetli, vb. Öksürük, balgam sökmeyi ve solunum yollarını serbestleş­ tirmeyi sağladığından ille de kesilmeye ça­ lışılmam alıdır. —Eczc. Öksürük ilaçları iki gruba ayrılır: soğanilikteki öksürük merkezini etkileye­ rek öksürük refleksini ortadan kaldıranlar ve uyku vermeden solunum organlarını etkileyenler Bu sonuncular bronş kasılma­ larını tutuklayarak yerel anestezik etki gös­ terirler; ya da iltihap önleyici etki yaratır­ lar. Ö K S Ü R Ü K L Ü sıf. 1. Sürekli öksüren kimse için kullanılır. — 2 . Öksürüklü tıksı­ rıklı, sağlıksız, hastalıklı kimse için söyle­ nir. Ö K S Ü R Ü K O T U a. Bütün Avrupa'da yaygın, gövdesiz, köksaplı, çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. tussilago; bileşikgiller famil­ yası.) — ANSİKL. Öksürükotunun dişli, kalın da­ marlı ve alt yüzü beyazımsı olan yaprak­ ları, uzun çiçek saplarından sonra çıkar. Çiçekleri, kırmızı pulcuklarla kaplı uzun bir sapın ucunda sarı bir kömeç halinde toplu bulunur. Türkiye’de bulunan türü (Tussila­ go farfara) Kuzey Anadolu'da, kuru ya­ maçlarda ve yol kenarlarında yetişir Halk arasında buna farfaraotu, kavalak ve sulandıkotu da denir. —Eczc. Öksürükotunun (Tussilago farfa­ ra) çiçek kömeci infusyon şeklinde öksü­ rük kesici olarak kullanılır. Göğüs yumu­ şatıcı ve yara iyileştirici bitki karışımlarına da katılır.) —Halk. hek. Öksürükotunun kurutulmuş yaprakları helme ve acı maddeler içerir. Öksürük kesici ve göğüs yumuşatıcı etki­ si vardır. Çiçekleri de aynı amaçla kulla­ nılır infusyon yapılarak günde 2-3 bardak içilir. Ö KSÜRÜKTEPE



-



DÜNDARTEPE.



Ö K S Ü Z sıf. ve a. (türkç. ög, anne'den ög -süz). 1. Annesi ya da babası, ya da hem annesi, hem babası ölmüş olan çocuk: Öksüz büyümek. Öksüzlere ilgi, şefkat göstermek. —2. Kimsesiz, yalnız. —3. Öksüz kalmak, annesi ve babası ölmüş ol­ mak: Yedi yaşımdayken öksüz kalmıştım; hiçbir yakını kimsesi bulunmamak. || Ök­



süz(gözü) doyuran, çok büyük tabak, ça­ nak, bardak vb. için kullanılır. || Öksüz se­ vindiren, bir kimseye verilen değersiz an­ cak gösterişli şeyler, özellikle de giysi için kullanılır. || Öksüze kaftan biçmek, çaresiz­ lik içinde bulunan kimsesiz, arkasız biri­ ne büyük olanaklar sağlamak. || Öksüzler anası, öksüzler babası, yoksul ve kimse­ siz olanlara yardım eden, onları koruyan kadın ya da erkek.



9015



Ö K S Ü Z Â Ş IK , asıl adı A li, türk halk şa­ iri (XVII. yy.). Yeniçeri ocağı’ndan yetişmiş şairlerdendir. Bir şiirinden Tuna boyların­ da yaşadığı anlaşılmaktadır ("Eser bad-ı saba yeli Tuna'nın"). Doğadan, aşktan, gurbetten söz eden içtenlikli şiirleri vardır. Aşık Ömer onu "Öksüz Âşık deyişleri aseldir [bal]" diye över. Ö K S Ü Z D E D E , türk halk şairi (XVI. yy.). Yeniçeri ocağından yetişmiş şairlerdendir. Osmanlı-iran savaşı'nda (1570-1590) Fer­ hat Paşa tarafından İstanbul’a getirilen İran şehzadesi Mirza Haydar hakkındaki koşmasıyla ("imirza'mı hoşça tutun ağa­ lar") tanınır. Ö K S Ü Z B A U Ğ I a. Zool. Sıcak ve ılık de­ nizlerin 200-250 m derinlikteki ince çakıl­ lı, kumlu-çamurlu diplerinde yaşayan kemiklibalık. (Parmak biçimini almış, birbi­ rinden ayrı hareket edebilen göğüs yüz­ geci ışınları üzerinde yürür. Ağzı alt taraf­ tadır. Hepçil beslenir. Bil. a. Trigla lyra; kırlangıçbalığıgiller familyası; boyu 60 cm'ye kadar.) Ö K S Ü Z L Ü K a. 1. Öksüz olma durumu. —2. Kimsesizlik, yalnızlık. —Arıc. Anaarıdan yoksun kalmış kovanın durumu. —ANSİKL. Arıc. işçi arıların öksüz kaldık­ larını anlamaları için yarım saat yeter. Bu­ nu anlar anlamaz, yan yana bulunan üç gümecin arasındaki bölmeleri yıkarak bir kurtarıcı ana gümeci yapar ve el altında üç günlükten daha genç larvalar varsa bunları içine yerleştirip bolca arısütüyle besler, yeni anaarı üretirler. Körpe larva bulunmazsa işçiler analaşır ve yumurtla­ maya başlar (larvalar ve bulundukları yer tamamen tahrip olmuşsa hemen hemen, bütün işçiler yumurtlamaya katılır). Fakat yumurtalar döllenmemiş olduğundan bunlardan sadece erkek arı ürer ve kovan “erkek arı kovam" haline gelir; bu da ko­ vanın sonu olur; ancak Cap arısı denen ırk belki bu akibetten kurtulabilir. Ö K T E (Melek), Gün ve Koşer soyadlarıyla da bilinir, türk tiyatro oyuncusu (Kas­ tamonu 1919 - İzmir 1975). Ankara Dev­ let konservatuvarı tiyatro bölümü'nün ilk mezunlarındandır (1941). Tatbikat sahne­ sinde, sonra Devlet tiyatrosu’nda oyna­ dı. Birçok piyeste başrole çıktı. 1963’te Oraloğlu topluluğu'nda konuk yönetmen ve oyuncu olarak bulundu. Aynı yıllarda bir süre İzmir Devlet tiyatrosu müdürlüğü de vaptı. Ö K T E L (Nurettin Mazhar), türk veteri­ ner (İstanbul 1906 - ay.y. 1974). Yüksek veteriner okulu'nu (1928) ve Eczacılık okulu'nu bitirdi. Veteriner okulu'nda teda­ vi asistanı (1933), daha sonra Yüksek zi­ raat enstitüsü’nde iç hastalıkları kliniği asistanı olarak çalıştı. Farmakoloji ve toksikoloji enstitüsü şefliğine getirildi (1941). Doçent (1943), profesör (1947), kürsü profesörü (1952) oldu. 1962'de Veteriner fakültesinden ayrılarak Ankara Üniversi­ tesi eczacılık fakültesi farmakoloji kürsüsü'ne geçti, aynı yıl dekan seçildi. Başlı­ ca yapıtları; Türkiye'de kullanılan ev ilaç­ larıyla bunların farmakolojik tesirleri ve tedavide ehemmiyeti (1939), Veteriner hekimlere mahsus ilaç şekilleri ve bunla­ rın hazırlanmalarının ilmi esasları (1959). Ö K T E M (Hulusi), türk müzikçi (Köprü­ lü, Makedonya, 1892- İstanbul 1959). İs­ tanbul Belediye konservatuvarlnın yatılı bölümünü yönettiği yıllarda İstanbul Şe­ hir bandosu'nu kurdu ve şefliğini yaptı (1927-1934). Marşlar, okul şarkıları bes­



ökse veren meyve



ökseotu



öksürükotu



sı heykel sempozyumu (1990) gibi ödül­ lerin de sahibidir.



Tarıkut Öktem Sevgi (1988) Seul Kültür merkezi Kore Cumhuriyeti



J. Six



öküz



teledi, birçok halk türküsünü armonize et­ ti. Ö K T E M (imran), türk hukukçu (İstanbul 1904 - Ankara 1969). İstanbul Hukuk fakültesi'ni bitirdi. Değişik yerlerde yargıç­ lık yaptı. Yargıtay üyeliğine seçildi (1949). Yargıtay ikinci (1952) ve birinci başkanı (1966) oldu. Yargıtay başkanı olarak adli yılı açış konuşmasında, nurculara karşı al­ dığı tavır ve laiklik konusunda yaptığı açık­ lamalar büyük bir yankı uyandırdı. Ölü­ münde, Ankara’daki cenaze töreninde protesto gösterileri yapıldı. Ö K T E M (İbrahim), türk siyaset adamı (Karaman 1904 - İstanbul 1982). İstan­ bul Üniversitesi tıp fakültesi'ni bitirdi; çe­ şitli devlet hastahanelerinde görev yaptı; uzmanlık sınavı vererek operatör oldu; Bursa hastanesi başhekimiyken Demok­ rat parti'den Bursa milletvekili seçildi (1954-1957). DP içindeki ispat hakkı hareketi'ne katıldı; DP'den ayrılarak Hürriyet partisi’nin kurucuları arasında yer aldı (1955). 1957 seçimlerinde bu partinin ba­ şarı gösterememesi üzerine CHP’ye ka­ tılması evresinde CHP parti meclisi'nde görev aldı; genel sekreter yardımcılığı yaptı. 1961 Kurucu meclis'inde CHP’nin temsilcisi oldu. Yapılan genel seçimlerde yeniden Bursa milletvekili seçildi (1961 -1973). İsmet İnönü hükümetlerinde (1963 -1965) Milli eğitim bakanlığı yaptı. Ö K T E M (Tankut), türk heykelci ve se­ ramikçi (Konya 1940). İstanbul Tatbiki güzel sanatlar yüksekokulu seramik bölümü'nü bitirdi (1965). Aynı kurumda öğ­ retim üyeliği, bölüm başkanlığı (19761978), müdürlük (1979-1982) yaptı. Mar­ mara Üniversitesi güzel sanatlar fakülte­ si heykel bölümü başkanı (1983-1985) oldu. Şimdi seramik ve heykel bölümleri öğretim üyeliğini sürdürüyor. Birçok Ata­ türk (Saray-Tekirdağ, 1971; OrhangaziBursa, 1973; Hava harp okulu, 1980; Tuzla Piyade okulu, 1981; Kara harp okulu, 1987, İnegöl, 1989; Budapeşte , 1992; Bayrampaşa ve Conkbayırı, 1993, vb.) heykel ve anıtlarından başka, Bay­ rampaşa’daki Fatih Suttan Mehmeı (1978), Magosa'daki Özgürlük (1978), Manisa'daki Milli egemenlik (1986), Kas­ tamonu'daki Şerife Bacı (1987), Zongul­ dak’taki Maden işçileri (1987), Çanakka­ le'de Dumlupınar şehitliği (1992), vb. anıtları gerçekleştirdi. Açılan uluslararası bir yarışmayı kazanması üzerine bir hey­ keli Seul’deki (Güney Kore) Kültür mer­ kezi önüne dikildi. Tarabya oteli (1966), 10. Uluslararası heykel sergisi (1967), İz­ mir Türk denizcileri anıtı uygulaması (1969), Kırkpınar anıtı (1973), Mersin Kuvayı milliye anıtı (1974), Arkeoloji müzesi seramik dalı (1975), Stuttgart Uluslarara­



Ö K Ü Z a. 1. Koşumda daha uysal olma­ sı ya da semirmeye, besiye daha elverişli hale gelmesi için burulmuş erkek sığır. (Bk. ansikl. böl.) —2. Kaba. Bön, görgü­ süz, kaba. —3. Arg. içine cıva konmuş hi­ leli zar. —4. Öküz arabası, öküzlerin koşulduğu araba. || Öküz arabası (kağnı) gi­ bi, oldukça ağır giden taşıtlar için kullanı­ lır.J Öküz damı, öküzler İçin yapılmış ahır. || Okuz gibi, aptal, duygusuz, anlayışsız, görgüsüz kimseler İçin kullanılır: Öküz gibi biridir o, böyle inceliklerden anlamaz. || Öküz gibi bakmak, hiçbir şey anlamadan, aptal aptal bakmak: Sırtını duvara vermiş dans edenlere öküz gibi bakıyordu. || Öküz öldü, ortaklık ayrıldı, bozuldu, bitti, iki kişiyi ya da daha çok kimseyi birbirine yakınlaştıran, bağlayan bir nedenin yok ol­ masıyla birlikte yakınlığın da kalkması, çö­ zülmesi durumunda söylenir. || Öküz tre­ ne bakar gibi bakmak, aptal aptal, bön bön bakmak. || Öküze boynuzu yük ol­ maz, öküze boynuzu ağır gelmez, insa­ na yakınlarının yük olmayacağını belirt­ mek için söylenir (tkz.). || Öküze boyundu­ ruğu kuyruğundan vurmak, bir işe tersin­ den başlayarak onu acemice yapmak. || Öküzü dama (bacaya) çıkarmak, olanak dışı bir işi yapmaya kalkışmak. || Öküzü bı­ çağın yanına götürmek, bir işin yapılma­ sında gereksiz yere güçlük çıkarılması du­ rumunda söylenir. || Öküzün altında buza­ ğı aramak, akla aykırı, inandırıcı olmayan bahanelerle suç ve suçlu arayan bir tutum içinde olmak. — A N S İ K L . Burulmuş erkek sığır 1,5-2 ya­ şından itibaren öküz adını alır. Bu yaşa ge­ linceye kadar, yavru iken buzağı, 1 yaşı­ na kadar dana, ondan sonra, burulmamışsa boğa, burulmuşsa tosun adıyla anı­ lır. Sanayileşmiş ülkelerde öküzün koşum hayvanı olarak kullanılması sona ermiş, kullanım bugün için tamamen et üretimi­ ne yönelmiştir. Çalışmayan öküzün eti çok iyi olur, çünkü eneme, öküzün etini daha yumuşak ve daha yağlı yapar. Ekonomik nedenlerle günümüzde kasaplık hayvan­ ların daha genç olması yönünde genel bir eğilim vardır; hayvanlar çoğunlukla iki üç yaş arasında kesime verilir. Ama mera hayvancılığı yapılan ülkelerde kesim biraz daha ileri yaşlarda yapılabilir (5 yaş gibi). Öküz besisinin son evresi ahırda ya da merada tamamlanabilir. Türkiye’de öküz etine kasaplarda asla "öküz eti” denmez. Genç öküz ve inek etine “ dana eti” , yaşlı öküz ve inek etine "sığır eti” denir. Ö K Ü Z B A L IK Ç IL I a. Güney Avrupa’ dan Batı Asya'ya kadar uzanan alanda ya­ şayan balıkçıl. (Boynu, gagası, bacakları kısadır. Kent çevres'inde yaşamayı sever. Çekirgelerin toplandığı dönemlerde boz­ kırlarda bu hayvanların ardına düşer. Bil, a. Bubulcus ibis; balıkçılgiller familyası.) Ö KÜ Z MEHMET PAŞA Paşa Öküz, Damat.



*



M EHM ET



Ö K Ü Z S U KU R B AÖ AS I a Zool. Kuzey Amerika'da yaşayan iri sukurbağası. (Tık­ naz bedeni alacalı yeşildir. Avlayabildiği her şeyi yer. Uzunluğu 15-20 cm'yi bulur. Bil. a. Rana catesbiena; sukurbağasıgiller familyası.) ÖKÜZBAUÖ I



a . Z o o l . S ı c a k , ı lı k , o l d u k ­



ç a s e r in d e n iz le r in



100 m



d e r in lik te k i o r -



ta s u la r ın d a v e y ü z e y e y a k ın k e s im le r in d e y a ş a y a n k ık ı r d a k lıb a lık . ( S o lu n g a ç y a y la ­ rı b ir le ş ik b ir k a p a k la ö r t ü lü d e ğ ild ir , a y r ı a y r ı y e d i ç if t y a r ı k la d ı ş a r ı a ç ılır . B e d e n l e ­ r i t o r p il b iç im in d e d ir . K a r a d e n iz d ı ş ı n d a k i d e n iz le r im iz d e



b u lu n u r .



Heptranchias perlo;



E t ç ild ir .



B il.



a.



y a r ı k lı g ille r f a m ily a s ı;



b o y u 3 m ' y e k a d a r . ) [ E ş a n l . Y E D İ Y A R IK L I C A N A V A R B A L IĞ I.]



Ö K Ü Z B A Ş I a. Şeritler ve çiçek taçlarıy­ la süslü çelimsiz bir öküz başı biçiminde bezeme r ıotifi. (Antikçağ’da tapınak, su­



nak ve mezar frizlerinde kullanılan ve tö­ renlerde kurban edilen hayvanları çağrış­ tıran öküzbaşları, Rönesans’ta yeniden yaygınlık kazandı.) Ö K Ü Z B U R N U a. Zool. Bazen kalao” ya verilen ad. Ö K Ü Z O Ö Z Ü a. Elazığ yöresinde yetiş­ tirilen büyük, uzun salkımlı sık, yuvarlak, mor renkli ve kalın kabuklu, bol sulu, tat­ lı, iri üzüm. (Kaliteli kırmızı şarap yapımın­ da kullanılır.) Ö K Ü ZO Ö Z Ü a. Avrupa, Kuzey Afrika ve Batı Asya'da yetişen biryıllık otsu bitki. (Yaprakları ince uzun, kargı biçimindedir; çiçekleri sarı ya daluruncu kömeçler ha­ linde topludur. Kömecin çevresindeki çi­ çekler dilsi, ortasındakiler borumsudur. Yetiştirilmesi çok kolay olan öküzgözü Batı Avrupa’da bahçelerde de yetiştirilir. Bil. a. calendula; bileşikgiller familyası.) [Türkiye' de yöresel olarak altıncık ve ölüçiçeği de denir.] — A N S İ K L . Çayır öküzgözü (Calendula arvensis) ile tıbbi öküzgözünün (C. officina­ lis) çiçekleri safra artırıcı ve antiemflamatuardır. Öküzgözü tentüründen hazırlanan homeopatik ilaç ülserleşmiş yaralarda ağ­ rı kesici ve antiseptik olarak kullanılır. Ö K Ü ZO Ö Z Ü a. Anthemis cinsinden pa­ patya türü (Anthemis arvensis). [Trakya ve Kuzey Anadolu'da yol kenarlarında ve boş tarlalarda yetişir, ama seyrek bulunan bir papatya türüdür. Yöresel olarak yaba­ ni papatya, sığırgözü ve sığır papatyası da denir] Ö K Ü Z O Ö Z Ü a. Batı Avrupa'da halk he­ kimliğinde iltihap dağıtıcı nitelikleri için kul­ lanılan otsu bitki. (Bil. a. arnica; bileşikgil­ ler familyası.) [Dağ öküzgözü (Arnica montana) dağlardaki meralarda yetişir. Tu­ runcu sarı çiçekler açar; çiçeklerinden, dolaşım sistemini uyarıcı nitelikler taşıdı­ ğı için ekimozlara karşı kullanılan bir sıvı çıkarılır] (Eşanl. A R N İ K A ) Ö K Ü Z İN İ m a ğ a ra s ı. Arkeol. Antalya' da Karain mağarasının yaklaşık 20 km K. -D.'sunda mağara; 1957’de i. Kılıç Kökten tarafından saptandı. Yapılan kazılarda beş kültür evresi belirlendi; Üst Yontmataş dö­ neminden çakmaktaşı ve obsidiyenden aletler, Yenitaş ve Bakırtaş dönemleriyle ilk Tunç çağdan (Bakırçağ) çeşitli çanak çömlekler ele geçti. Bakırtaş katmanında ayrıca pişmiş topraktan sacayakları bulun­ du. Bu katmanda yarı çömelmiş durum­ da yatırılmış, kolları göğüs üzerine bükül­ müş bir iskelet ortaya çıkarıldı. Ö K Ü Z K Ü M E S İ, parlak Aldebaran yıl­ dızının yakınında, Boğa' takımyıldızında yer alan eğik V biçiminde açık yıldız kü­ mesi. Aslında bu küme, "Boğa akımı" de­ nilen çok geniş bir yıldız topluluğunun çe­ kirdeğidir. Bu kümede 140 yıldız bulundu­ ğu kesindir, ama bunlardan başka yüzler­ ce yıldız da bu kümede yer alabilir. Yak­ laşık 150 ly uzaklıktaki bu küme, Gökada içindeki bilinen bütün kümelerin en yakın olanıdır. En parlak yıldızları A 3 ya da A 5 tayf tipindedir, ama çoğunluğu Hertzsprung-Russel diyagramının ana serisine ait F, G ya da K tipindeki cücelerdir. Olası yaşı bir milyar yıl düzeyindedir. (-• G Ö K haritası.) Ö K Ü Z L Ü K a. Kaba. 1. Kabalık, görgü­ süzlük, bilgisizlik. —2. Aptalca, kabalıkla ve düşüncesizce yapılan davranış. Ö K Ü ZS O Ö U Ö U -



S İ T T E '- İ S E V R



Ö L a Yörs. 1. Toprağın nemi; tav. —2. Islaklık. Ö L A N D , Baltık denizi'nde (Kalmar) İs­ veç'i bağlı ada; 1 344 km2; 20 200 nüf. Başlıca kenti Borghotm. 6 km uzunluğun­ da bir köprüyle kıtaya bağlanan, uzun bi­ çimli, verimsiz bir platodur: Kalmar boğa­ zında yalıyarlar oluşturmakla birlikte, yu­ muşak bir eğimle Baltık’a doğru iner. İkli­ minin yumuşaklığı nedeniyle, beğenilen bir dinlenme yöresidir. Adanın güney bö­



lümünde, kuş rezervi ve kuşbilim müzesi. Uranyum madeni. Ö LÇ E K a. 1. Hacim ölçmede kullanılan sığası saptanmış kap, bu kabın içeriği. —2. Tahıl ölçmeye yarayan kap; kile. —3. Dört okkaya eşit ağırlık ölçüsü. —Astrofiz. Evren'in ölçek faktörü, statik ol­ mayan Evren'ln göreli modellerinde, iki gökada arasındaki uzaklık süresine göre değişimi belirten parametre. (Eşanl. EV­ REN YARIÇAPI.)



—Avc. Av tüfeği kartuşuna konan barut ya da saçmayı ölçmeye yarayan, küçük, sap­ lı, metal kap. — Bes. san. Herhangi bir maddeden bel­ li bir miktarı bir kaba ya da bir kanalda ak­ makta olan bir sıvıya ölçülü olarak katma­ ya yarayan aygıt. (Elle çalıştırılanları bu­ lunduğu gibi otomatik olarak çalışanları da vardır.) —Coğ. ve Haritc. Harita üzerinde belirli iki nokta arasındaki uzunluğun, yeryüzün­ de bu iki nokta arasındaki gerçek uzun­ luğa oranı. (Eşanl. MİKYAS.) [Bk. ansikl. böl.] || Çizgisel ölçek, üzerinde haritadaki uzunlukların gerçekteki karşılığını göste­ ren sayılar bulunan çizgi. || Kesir ölçek, kü­ çültme oranını gösteren kesir: 1:200 000 —Denize. Gelgit ölçeği, denizde belli bir noktaya yerleştirilen ve kabarma sırasın­ daki su yüksekliğini ölçmede kullanılan dereceli düşey cetvel. (Bu yükseklikleri kaydeden aygıta gelgitölçer denir.) || Yük ya da deplasman ölçeği, rakam ya da eğ­ ri olarak aşağıdaki bilgileri gösteren tab­ lo: 1 . boş çektiği suda geminin deplasma­ nı; 2 . farklı çektiği sularda geminin dep­ lasmanı, bu çektiği sularda, geminin bat­ ması için gerekli ton sayısı bir İngiliz par­ mağı ya da bir santimetredir; 3. bir gemi­ nin farklı çektiği sulara karşılık gelen ve1 016 ya da 1 0 0 0 kg'lık tonlarla gösteri­ len long ton; 4. bir geminin, kış, yaz ya da tropikal yük markalarına karşılık gelen maksimal çektiği sular. (Yük ölçeği, gemi­ nin yükünü hesaplamayı sağlar.) —Fiz. Ölçek kuramı, ölçülebilen büyük­ lükler değişmeyecek şekilde, bir vektör alanı üzerinde (ölçek dönüşüm denilen) bir dönüşüm yaparak, madde alanlarının fazının, uzay zamanının her bir noktasın­ da değiştirilme olanağı olan alanlar kura­ mı. (Bk. ansikl. böl.) —Geom. Bir ikidûzlemli çiftinin ölçek açı­ sı, temsilcisi [p, p '} yarıdüzlem çifti olan bir ikidûzlemli açı için, temsilcisi, p ve p ' ile, bunların ortak sınırına dik olan düzle­ min arakesitleri olarak elde edilen yarıdoğruların oluşturduğu yarıdoğrular İkili­ sinin açısı, (p = p ' ise ölçek açısı sıfırdır.) || Bir ikidûzlemli kesmesinin ölçek açısı, ikidüzlemli kesmesiyle, bunun ayrıtına dik olan düzlemin arakesiti olarak elde edilen açı kesmesi. (Verilen bir ikidûzlemli kes­ me için, bu biçimde elde edilen bütün öl­ çek açıları izometriktir.) —¡stat. Aritmetik ölçek, gerçek değerle­ rin orantılı uzunluklarla gösterildiği ölçek. || Logaritmik ölçek, gerçek değerlerin bu değerlerin logaritmalarına orantılı uzun­ luklarla gösterildiği ölçek. —Jeofiz. Deprembilimde yer sarsıntıları­ nı sınıflamak için kullanılan ölçü. (Yeğin­ lik ölçekleri bir depremi makrosismik ve­ rilerle tanımlar ve ortaya çıkan zararların türünü ve önemini belirler; yeğinliğin de­ ğeri dışmerkezden uzaklaşıldıkça azalır. Bugün bu tipte çok sayıda ölçek vardır: Mercalli, Mercalli-Cancani-Sieberg, Rus­ ya'da MSK, ABD'de değiştirilmiş Mercal­ li ölçekleri. Bunlar zararın büyüklüğüne göre l'den XII'ye kadar, romen rakamla­ rıyla gösterilir. Genlik ölçekleri, çeşitli aletlerle yapılan ölçümlere dayanır. Baş­ vurulan dalga tipine ve uzaklığa göre bu tür pek çok ölçek kullanılır. [Richter ve Gutenberg ölçekleri]; hepsi, arap rakam­ larıyla yazılmış, 9’dan küçük değerlerle gösterilir. Bu değerler depremin belirgin özelliğini ortaya koyar ve ölçüm noktası­ na bağımlı değildir.) —Jeomorfol. Direnç ölçeği, jeolojik bir ke­



sitin geçtiği kayaçlarda göreli direncin kla­ sik yoldan gösterilmesi. —Mat. çözlm. Her noktasına kot denen bir gerçek sayı eşlik ettirilmiş bir doğru ya da doğallaştırılır bir eğrinin noktaları di­ zisi. || Fonksiyonel ölçek, taşıyıcıyı yönlen­ direrek ve üzerine OM = I ■f{x) yi taşıya­ rak, kotu x olan M noktasının elde edildi­ ği ölçek, burada f verilen tekdüze bir fonk­ siyon, I de modül denen, önceden veril­ miş bir uzunluktur. || Metrik ölçek, basa­ makları ve adımı değişmez olan ölçek. —Metalogr. Sayma ölçeği, bir alaşımın ya­ pısal niteliklerini (tane iriliği ölçeği [kırılma yüzeyi ya da mikıpgrafik örnek üzerin­ den], parçacıkların irilik ölçeği ve dağılı­ mı [karbürler, enklüzyonlar, grafit, vb.]) görsel karşılaştırma yoluyla değerlendir­ meye yarayan görüntülerin tümü. — Metalürj. Korozyon ölçeği, bir yüzeyin korozyon derecesini çıplak gözle karşılaş­ tırma yoluyla yaklaşık olarak değerlendir­ meye yarayan ve yüzeysel yoğunlukları görüntüden görüntüye değişen korozyon oyuklarının çoğunlukla renkli, örnek klişe ya da görüntülerinin tümü. —Ölçbil. Sıvıların ya da kuru maddelerin hacimlerini ölçmede kullanılan kap. || Cam ölçek, çeperlerinde farklı derecelendirme­ ler bulunan ve böylece içine konan besin maddelerinin (şeker, un, süt) miktarlarını ölçmeyi sağlayan kap. —Ruhbil. Gözlemleri, belli yapılar içinde ve ruhbilimde ölçümler yapmayı sağlaya­ bilecek biçimde sıralama. (Ad ölçekleri, sı­ ra ölçekleri, aralık ölçekleri ve oran ölçek­ leri gibi ölçekler vardır.) || Bir gelişme dü­ zeyi saptamaya yarayan testler öbeği (Binet-Simon ölçeği). || Öznel ölçek, uyar­ tı değerleriyle algısal cevaplar arasında­ ki bağlantıya dayanan ve öznenin duyum­ larını değerlendirmede kullanılan ölçek, (ilk öznel ölçek tipini Fechner hazırlamıştır.) —Şapkac. Ölçek mastarı, bir şapkada baş girişinin ölçüsünü saptamak için nu­ mara kasnağına geçirilen oval tahta par­ ça. —Teknol. Kimi olayların küçültülmüş mo­ delleri üzerinde yapılan dinamik incele­ mede, model üzerinde ölçülen evrim sü­ resinin, gerçek olaya denk düşen süreye oranı. || Renk ölçeği, suluboya ya da yağ­ lıboya resim yapmada, boyamada, mat­ baacılıkta vb. bir renkten öbürüne geçişi sağlayan nüansların (tonluluk ve doyma) oluşturduğu dizi. (Renk atlasları [örneğin Mansell’inki], karşılaştırma ölçeklerini oluşturur.) —Yerbil. Jeolojik zamanı dilimlere ayırmayı ve böylece yeryüzünün her noktasındaki bütün kayaçların tarihlendirilmesini sağla­ yan karşılaştırma sistemi. (Böylece oluş­ turulan toplu ölçek, boşluk ve çakışma ol­ maksızın zamanlara, sistemlere ve katla­ ra ayrılır. Bu sonuca varmak için kullanı­ lan araçlar çeşitlidir: paleontoloji, litoloji, izotopiktarihlendirme, paleomanyetik dö­ nüşümler, paleoklimatolojik değişimler, dağoluşumlar, uyumsuzluklar, mineralojik özellikler, jeofizik.) [Eşanl. E Ş E L . ] — A N S İ K L . Coğ. Geniş bir arazi parçasını küçük bir kâğıt üzerinde gösterebilmek için uzunlukların, seçilen bir oranda kü­ çültülerek kâğıda aktarılması zorunludur. Bu küçültme oranı (ölçek), haritalanan alanın genişliğine ve haritanın kullanım amacına göre seçilir. Örneğin kadastro haritaları (planlar) 1 :1 0 0 0 , 1 : 2 0 0 0 gibi bü­ yük ölçeklerde hazırlanır. Buna karşılık kı­ taları gösteren duvar ve atlas haritalarının ölçeği 1 : 1 0 0 0 0 0 0 0 ile 1 : 1 0 0 0 0 0 0 0 0 ara­ sında değişir. Kullanılan ölçeğe göre ha­ rtalar büyük ölçekli (ölçeği 1 : 2 0 0 0 0 0 'den büyük olanlar, planlar ve topografya hari­ taları bu gruba girer), orta ölçekli (1 : 2 0 0 0 0 0 -1 :1 0 0 0 0 0 0 arasında), küçük ölçekli (1:1 000 000'dan Küçük) olmak üzere ge­ nellikle üç gruba ayrılır. Haritalarda ölçe­ ğin gösterilmesi, yararlanılması bakımın­ dan bir zorunluluktur. Ölçek, değişik bi­ çimlerde gösterilir. Bunlardan biri, gerçek uzunlukların küçültme oranını gösteren



kesir ölçek'tir (1 : 1 0 0 0 0 gibi). Ölçek grafil< olarak da gösterilebilir; bu gruptaki öl­ çeklerden çizgisel ölçek, haritanın bir kö­ şesine ya da çerçevesinin altına çizilmiş ve üzerine haritadaki uzunlukların, ger­ çekte hangi uzunluğa karşılık geldiğini gösteren işaret ve sayılar konmuş bir çiz­ gi biçimindedir Büyük ölçekli haritalardan uzunlukları daha doğru olarak ölçebilmek için diyagonal ölçek adı verilen başka bir grafik ölçek türü kullanılır. Diğer bir ölçek türü de değişken d/çek’tir; bazı izdüşüm sistemlerinde (örn. Merkator projeksiyo­ nunda) haritadaki uzunluklar ile gerçek uzunluklar arasındaki oran, enleme göre değiştiğinden bu sistemlere göre yapılmış haritalara paralellere göre küçültme ora­ nını gösteren bir değişken ölçek diyagra­ mı koymak gereklidir. Ölçeklerden harita üzerinde izdüşüm alan hesaplamalarında da yararlanılır; gerçek alanı bulmak için haritada ölçülen alan, ölçeğin karesi ile çarpılır. Ancak bu amaçla kullanılacak ha­ ritanın, alan koruyan bir izdüşüm sistemi­ ne göre yapılmış olması gerekir. —Fiz. Ölçek kuramları. Klasik elektromanyetiklik iki temel fiziksel kavrama dayanır; bunlar uzayın ve zamanın vektörel fonk­ siyonları olan elektrik alanı ile manyetik alandır. Bu alanlar hareketli, yüklü bir par­ çacık üzerine uyguladıkları kuvvet aracı­ lığıyla ölçülebilir. Bununla beraber doğru­ dan doğruya alanlar üzerinde değil de, çoğu kez "potansiyel" denilen başka ni­ celikler üzerinde fikir yürütmek yararlı olur. Bu potansiyeller skaler ya da vektörel ola­ bilir Bunlar alanların hesaplanmasını mümkün kılmakla beraber alanlardan ha­ reketle tek şekilde belirlenme olanağı yok­ tur ve bunlar doğrudan doğruya da ölçü­ lemezler; bununla beraber bir potansiyel farkı (örneğin bir gerilimölçerle) doğrudan doğruya ölçülebilir. Belirli bir elektrik alanı ile bir manyetik alan verildiğinde bunlara bir potansiyel­ ler sınıfı denk düşer; bu potansiyeller 1920’de H. Weyl’in önerdiği bir terim olan bir “ ölçek dönüşümü” aracılığıyla birbir­ lerine bağlıdır. Kuvantum fiziğinde ise potansiyel kav­ ram daha temel bir anlam kazanır Bu, Aharanov-Bohm olayı ile belirginleşmek­ tedir. Bu olayda, bir Young delikleri dene­ yinde elektronların girişim saçaklarının bi­ çimi elektronların bulunma olasılığının sı­ fırdan farklı olduğu bölgede kendisi de sı­ fır olan bir manyetik alan tarafından bo­ zulmaktadır. Elektronların manyetik alan ile etkileşmesini yerel bir biçimde betim­ lemek için, elektronların bulunma olasılı­ ğının sıfırdan farklı olduğu uzay bölgesin­ de kendisi de sıfırdan farklı olan vektör po­ tansiyelinden yararlanmak gerekir. Aharamov-Bohm olayı bu biçimde yo­ rumlanabilir: elektronun dalga fonksiyonu­ nu ya da daha doğru bir biçimde, kuvantalanmış elektron alanının fazında oluşan yerel bir değişim bütün fiziksel nicelikler hiç değişmeden kalacak şekilde, bu ala­ nın bir elektromanyetik alanla etkileşme­ siyle elde edilebilir Bu bizi doğrudan doğ­ ruya ölçek kuramı kavramına götürür; as­ lında fiziksel öngörüleri değiştirmeden kuvantalanmış bir madde alanının fazını ye­ rel bir biçimde (yani uzay-zamanın her bir noktasında farklı bir biçimde) değiştirmek mümkün değildir. Bununla beraber fazda yerel bir değişiklik, madde alanının, dö­ nüşüm özellikleri faz değişimiyle belirle­ nen "ölçek alanı" denilen bir alanla eşlendirilmesi halinde mümkündür. Böylece bir ölçek kuramında, etkileşmelerin özel­ likleri bir bakışım, yani yerel faz dönüşüm­ lerine göre değişmezlik özelliğine bağlan­ mış olmaktadır. En basit ölçek kuramı örneği elektro­ manyetikle :tir; bu kuramda yerel faz dö­ nüşümü madde alanını hem uzay nokta­ sına, hem de zamana bağlı ve mutlak de­ ğeri de 1 ’e eşit karmaşık bir sayı ile çarp­ maya dayanır. Bu tipten iki dönüşümün çarpımı değişmelidir, yani çarpımın ele­ manları aralarında değiştirilebilir. Böyle bir



p i s t t e 8 0 0 v e 1 5 0 0 m k o ş t u . Ö z e ll ik le 8 0 0 m 'd e 1 9 4 0 ’la r ın e n İy i a t le t le r i o la n R ı z a M a k s u t v e Ö k k e ş K o ş k u n 'u g e ç e r e k a d ı n d a n s ö z e t t ir d i. 8 0 0 m 'd e D o ğ u A k ­ d e n iz ş a m p iy o n lu ğ u n u k a z a n d ı ( 1 9 4 7 ) . Ö LÇ E R a Ateşi karıştırmak için kullanı­ lan demir çubuk. Ö LÇ E R M E K g. f. Esk. 1. Ateşi ölçermek, ateşi canlanması için karıştırmak. —2. Lambayı ölçermek, ışığını çoğaltmak için lambanın fitilini kaldırmak. —3. Bir kimseyi, bir topluluğu ölçermek, kışkırt­ mak,. ayaklandırmak.



kurama danimarkalı matematikçi Abel'in adından yola çıkarak “ Abel kuramı" de­ nir. Ölçek alanı da skaler ve vektörel po­ tansiyellerden oluşur ve kuramın kuvantalanmış şeklinde bu alanın kuvantumları fotonlardır. Abel kuramına uymayan bir ölçek ku­ ramında, madde alanının pekçok bileşe­ ni vardır ve faz çarpanı da uzay noktası­ na ve zamana bağlı olan bir birim matris­ tir; bu matrisler, ayrıca, bir Lie grubunun gösterilimini oluştururlar ve bunların çar­ pımlarında, elemanlar, aralarında değişti­ rildiğinde çarpım sonucu farklı olur; Abel kuramına uymayan matrisler de bu özel­ likten kaynaklanır. Böyle bir ölçek kuramı­ nın kuvantalanmış şeklinde ölçek alanının kuvantumları, spini 1 ve kütlesi de sıfıra eşit bozonlardır; Abel kuramına uymayan halin tersine, ölçek bozonları etkileştikleri parçacıkların kuvantum sayılarını taşırlar Elektromanyetik ve zayıf etkileşmeler Abdussalam ve Weinberg'in geliştirmiş ol­ dukları Abel kuramına uymayan bir ölçek kuramına uyar. Bu kuramda ölçek bozonları ile W+, W~ ve Z° ile gösterilen üç bozondan oluşur. Kuvvetli etkileşimlerin ku­ ramının da Abel kuramına uymayan bir öl­ çek kuramına uydukları düşünülmektedir. Kuvantum kromodinamiği denilen bu ku­ ramda ölçek bozonları, kuarkları hadronlar biçiminde birbirine bağlayan sekiz glüon'dur. Hem elektro-zayıf etkileşmeleri ve hem de kromodinamiği aynı bir ölçek ku­ ramı çatısı altında birleştirme amacı gü­ den (ama hâlâ çok spekülatif) iddialı bir projenin en ilgi çekici öngörüsü de yak­ laşık 1 0 3 0 yıllık bir ortalama ömürle pro­ tonun kararsız bir parçacık olduğudur.



bir viyadükü ö lçm e sırasında ve tam am lanm asından hem en sonra ölçülen göreli biçim değiştirmelerin evrimini c



Ö LÇ E K D E Ş



s ıf.



M a t.



E Ş Ö L Ç E K L İ’ n in



e ş a n la m lı s ı.



Ö LÇ E K Lİ sıf. Geom. Parçaları, ölçek far­ kıyla aynen tümün biçiminde olan geo­ metrik bir şekil ya da doğal bir eleman için kullanılır. (Bu fraktal*lerin bir ayırtediciliğidir.) — H a r i t c . Ölçekli cetvel, K U T S C H ’ u n e ş a n ­ la m lı s ı.



ÖLÇ EN a. Mant. Gerçeklik ölçeni, birçok basit önermeden yola çıkarak karmaşık bir önerme kurma olanağı sağlayan ve ay­ nı zamanda karmaşık önermenin doğru­ luk değerini gösteren denklem. uzaktan ö lçm e sanayisel süreci yönlendirm e



Ö L Ç E N (Adnan), türk atlet ve yönetici (İstanbul 1926 - ay.y. 1983). Atletizme kros koşusu ile başladı (1939). Sonra



J _ k a r ş ıa ğ ı r lt k I I



I



ayar k u tu su







I



!



J gösterge



Ö LÇ M E a. Bir büyüklüğü, kendi türün­ den bir birimle karşılamak, başka bir bü­ yüklüğe oranlamak eylemi: Ölçme sistem­ leri. —Ger. day. Gerilme (ya da biçim değmiş­ tirme) ya da genişleme ölçme aygıtı, bir yapı elemanının boyutlarında ortaya çıkan değişimleri (kısalma, uzama gibi), bu de­ ğişimlere denk düşen gerilmelerin değer­ lerini saptamak amacıyla ölçmeye yara­ yan araç. (Bu araçların inşaat mühendis­ liğinde en yaygın olarak kullanılanları elek­ trikli olanlarıdır. Bu aygıtlarda, yüzeyine yapıştırılmış olduğu yapı gerecinin boyut­ larında ortaya çıkan değişmelere bağlı olarak biçim değiştiren bir telin elektriksel direncinin değişmesi İlkesinden yararlanı­ lır) p — Inş. ve Bayınd. İnşaat mühendisliğinin (bina, sanat yapıtı vb.) ya da yerbilimin (zemin, kayaç vb.) ilgi alanına giren bir ya­ pının davranışını tanımak için, çeşitli alet­ lerden oluşan bir donanımı kurup bundan yararlanma. (Bk. ansikl. böl.) —Ölçbil. Belirli bir fiziksel büyüklüğe (öl­ çülen), bir birime göre değer verilmesini sağlayan işlemlerin tümü. || Bir birime olan oranı tanımlanamasa bile, saptanabilir bir büyüklüğün konumunu uzlaşmalı olarak kabul edilen bir ölçek üzerinde işaretle­ me. (Bk. ansikl. böl.). || Ölçme gücCı, uz­ laşmalı olarak seçilmiş bir büyüklüğün ölçme sınırına bölünmesiyle elde edilen değer. || Ölçme sınırı, verilen ölçme koşul­ larında, ölçülen büyüklüğün kaydedilebialen en küçük değişimi. || Uzaktan ölçme, büyüklükleri uzaktaki bir noktadan ölçme ve sonuçları telekomünikasyon yoluyla iletme. (Bk. ansikl. böl.) —Petr. san. Bir depoyu, bir sarnıcı, bir tan­ kı ölçmek eylemi. —Şarapç. Alkol ölçme, şarap ya da şıra­ da mayalanmayla oluşan alkol oranını ölç­ me işlemi. — A N S İ K L . inş. ve Bayınd. Bir yapıda ölç­ me işleminin yapılması, genellikle inşaat maliyetinin düşmesini sağlar. Gerçekten de, yapının gerçek davranışının ölçümler­ le tanınması, bir yandan güvenlik katsa­ yılarını istenen sınırlar içinde tutmaya ola­ nak verirken, bir yandan da hesapların deneysel olarak doğrulanmasını gerekti­ ren yeni yapım tekniklerinin uygulanma­ sını sağlar. Daha tasarım aşamasında göz önüne alınan ve işler ilerledikçe yerleştiri­ len ölçme aygıtları, aşağıdaki beş nokta­ nın tümü ya da bir bölümü üzerinde et­ kin bir müdahaleye olanak verir: inşaat sı­ rasında ölçümler, ardından özel yerleştir­ me işlemleri yapma, belirli iç kuvvetler al­ tında mekanik davranışı, sonra da kulla­ nım sırasındaki davranışı denetleme ve in­ celeme, strüktürlerinin takviyesi ya da onarımı gerektiğinde yapılacak işlemleri denetleme. —Ölçbil. Ölçme, birime göre bir dizi ölçü oranı elde etmeye olanak veren bir karşı­ laştırma aleti ve bir etalon dizisiyle yapı­ lır: terazi ve işaretli kütleler, mikrometrik komparatörler ve etalon mastarları, ölçü köprüsü ve direnç kutuları vb. Ölçme ay­ nı zamanda, dereceli ve ayarlı bir ölçeği bulunan bir aygıtla da gerçekleştirilebilir: dereceli kumpas, palmer, otomatik tera­ zi, amperölçer, voltölçer, manometre vb. Ölçme sırasında birçok hata kaynağı­ nın etkisinde kalınabilinir. Bu etkiyi azalt­ mak için ' ift tartı yöntemi gibi uygun ölç­ me yöntemleri kullanılır ve ölçme üzerin­



deki etkisi bilinen hataları gidermek için düzeltmeler yapılır (ayarlama, sıcaklık, ba­ sınç, hava itmesi vb. düzeltmeleri). Kay­ nağı bilinmeyen artık hatalar raslantısal olarak ortaya çıkar; bunlar, toplam artık hatanın belli sınırları aşmama olasılığı be­ lirlenerek, bir belirsizlik payı ile nitelenir. ♦ Uzaktan ölçme. Uzaktan ölçmenin, sa­ nayi, tıp vb. alanlarda çok sayıda uygula­ ması vardır. Ancak, uzaktan ölçmede kul­ lanılan teknikler, daha çok, güdümlü mer­ milerin ortaya çıkmasına bağlı olarak ge­ lişmeye başlamıştır. Gerçekten de güdüm­ lü bir merminin herhangi bir anda nasıl davranacağının bilinmesi, merminin işle­ yişine ilişkin belli sayıdaki ayırtedici para­ metrenin (basınçlar, sıcaklıklar, titreşimler, pilotaj komutları, vb.) o anda iletilmesini gerektirir. Bunun nedeni, güdümlü mer­ milerin, çoğunlukla, uçuş sonunda kay­ bolması sonucu sözkonusu parametrele­ rin, kaydedilip daha sonra incelenmesinin olanaksız oluşudur. Ölçme sonuçlarının İletilmesi genellikle güdümlü merminin içi­ ne yerleştirilmiş bir verici ile mermiye yö­ neltilmiş antenler arasında sağlanan hertz bağlantısıyla gerçekleştirilir. Ö L Ç M E K g. f. 1. Bir şeyi (somut) [bir şeyle] ölçmek, bir şeyin boyutlarını, ölçü­ sünü ya da ölçülerini metre, santimetre vb. olarak belirlemek, saptamak: Bir masayı metreyle ölçmek. —2. Bir şeyin hacmini, alanını, gücünü, miktarını, yoğunluğunu vb. (bir şeyle) ölçmek, bir ölçü aracıyla hacmini, yüzeyini vb. belirlemek, sapta­ mak: Bir duvarın uzunluğunu, bir tarlanın alanını, bir kazandaki basıncı ölçmek. Rüzgârın hızını ölçmek. Bir metre kareye bir ay içinde düşen yağmur miktarını ölç­ mek. —3. Bir kimseyi, bir hayvanı ölçmek, boyunu, büyüklüğünü belirlemek: Bir ço­ cuğun boyunu ölçmek. —4. Bir şeyi, bir ölçü birimiyle ölçmek, şu ya da bu ölçü birimiyle belirlemek: Hacimleri metre küp­ le, sığaları litreyle, açıları dereceyle ölçe­ biliriz. — 5. Bir şeyin miktarını, uzunluğu­ nu vb. (bir şeyle) ölçmek, istenilen mikta­ rı, uzunluğu bir ölçü aletiyle (örnek almak, kullanmak vb. üzere) belirlemek: Gerekli 50 g unu bir bardakla ölçmek. — 6 . Bir şeyi (soyut) bı'r şeyle, bir şeye göre ölç­ mek, önemini, çapını ya da niteliğini bir başkasıyla karşılaştırarak belirlemek, de­ ğerlendirmek: Bir kitabın değerini satış miktarıyla ölçmek.—7. Kullandığı sözleri ölçmek, ölçülü konuşmak, konuşurken, bazı sınırları aşmamak: Sözlerinizi ölçerek konuşmanız gerekir, sanırım kiminle ko­ nuştuğunuzun farkında değilsiniz. — 8 . Ölçüp biçmek, ölçmek biçmek, bütün bo­ yutlarıyla inceden inceye düşünmek; iyi değerlendirmek: Ölçüp biçmeden karar vermeyin. —inş. Çaplayarak ölçmek, bir taşın ya da düzgün olmayan ahşap bir parçanın ger­ çek hacmi yerine, bunları içine alabilecek dik bir koşutyüzlünün hacmini ölçmek. —Teknol. Mekanik, hidrolik, prtömatik ya da elektriksel bir öğeye, bir bölümünü oluşturduğu bütün içinde üzerine düşen görevi gerektiği gibi yapabilmesi için ve­ rilecek boyutları ya da genel olarak işlev­ sel nitelikleri belirlemek. ♦ ölçtürm ek ettirg. f. Bir şeyi ölçtürmek, boyutlarını, ölçüsünü vb. belirtmek. ♦ ö lçülm ek edilg. f. 1 . Ölçmek eylemi­ ne konu olmak. —2. Bir şeyle (ölçü biri­ mi) ölçülmek, bir nicelikten söz ederken, şu ya da bu ölçü birimiyle belirlenmek: Uzunluk metreyle, ağırlık kiloyla ölçülür. ♦ ölçüşm ek işt. f. 1. (Boy) ölçüşmek, yan yana gelerek boylarını karşılaştırmak. —2. Bir kimseyle (boy) ölçüşmek, onun­ la yarışmak, yarışabilecek nitelikte olmak: Yüksek atlamada kimse onunla ölçüşe­ mez. — 3 . Boy ölçüşmek - * B O Y . ♦ ö lçü ştü rm e k edilg. f. Ölçüşmek ey­ lemi yaptırmak. Ö LÇ M E -K A T L A M A a. Tekst. 1. Doku­ ma tezgâhından çıktıktan sonra apre ve terbiye işlemlerinden geçirilen dokumaları



ölçü katlamak ve ölçmek İçin uygulanan işlem. — 2 . Ölçme-katlama makinesi, dokuma­ ları katlayan ve ölçen makine. Ö LÇ M E N G Ü V E G İLLE R M Ü H E N D İS P E R V A N E G İL L E R



a.



B ö c b ll.



f a m ily a s ın ı n



e ş a n la m lı s ı.



Ö LÇ T Ü R M E K



-*



Ö LÇ M EK.



Ö LÇ Ü a 1 . Ölçmek eylemi, işlemi: Ölçü birimleri. —2. Bir ölçmede karşılaştırma terimi olarak kullanılan, temel birim olarak ele alınan nicelik, ölçü birimi: Metrekare bir alan ölçüsü birimidir. —3. Bir şeyin ölçulmesinden elde edilen sonuç: Bel ölçü­ sü. —4. Uzunluk ölçmeye yarayan araç. — 5. Bir şeyi değerlendirme aracı, bir şe­ ye biçilen değer: insan her şeyin ölçüsü­ dür. —6 . Eylemde, davranışta, değerlen­ dirmede. yargılamada vb. ılımlılık: Ölçü di­ ye bir şey bilmiyor. Hiçbir şeyde ölçüyü ka­ çırmaz. —7. Ölçüt, kıstas: Kadın erkek iliş­ kisinde ölçüler zamanla değişiyor. — 8 . Öl­ çü almak, istenilen boyutlarda uygun bir nesneyi bulmak ya da yapmak için o nes­ nenin tüm boyutlarını ölçmek; bir terzi sözkonusu olduğunda, elbise dikeceği kişi­ nin vücut ölçülerini saptamak. || Ölçü üze­ rine,. ısmarlama. \\(Ayakkabıcıya, terziye, marangoza vb.) ölçü vermek, bu kimse­ lere yaptırılacak şeyle ilgili olarak o şeyin ölçülerini bildirmek. || Ölçüye vurmak, ölç­ mek.] Ölçüyü kaçırmak, doğru olanı aş­ mak, haklarının sınırlarının ötesine geç­ mek: Akşam yemeğinde ölçüyü kaçırdım, bütün gece uyuyamadım. || Ölçüde, ölçü­ sünde, oranında, kadar: Size elimden gel­ diği ölçüde, olanaklarım ölçüsünde, ola­ bildiği ölçüde yardımcı olacağım. || Belli bir ölçüde, belli ölçüde, belli bir oranda: Olup bitenden belli bir ölçüde o da so­ rumludur. || Büyük ölçüde, oldukça, bir noktaya kadar: Söyledikleri büyük ölçüde doğru. —Dilbil. Ölçü belirteci — N İ C E L İ K " B E ­ L İR T E C İ.



—Dlşç. cerr. Ölçü alma, protez yapımın­ da kullanılacak bir kalıp elde etmek üze­ re içine alçı dökmek için bir çenenin tü­ münün ya da bir kısmının kalıbını çıkarma. —Ed. - V E Z İ N . —Fels. Hegel'de varlık öğretisinin nitelik ve nicelikten sonra üçüncü mantıksal bö­ lümü. (Bk. ansikl. böl.) •* Geom Bir açı kesmesinin ölçüsü, "iyi seçilmiş" bir vektörel yarıdoğru İkilisi açı­ sının ölçüsüyle tanımlı gerçek sayı. (Bk. ansikl. böl.) || Bir açının ölçüsü, bir vektö­ rel yarıdoğru İkilisi açısının, belirli bir eşyapı uygulamasıyla görüntüsü olan ger­ çek sayı. (Bk. ansikl. böl.) || Bir (A, B) çiftnoktasının cebirsel ölçüsü, xA ile xB sıray­ la A ile B nin apsisleri olduğuna ve (AB) doğrusu bir işaretle donatıldığına göre, AB ile gösterilen, xB- x A ya eşit gerçek sayı. (AB, kimi kez "AB çizgi" diye oku­ nur.) [Bk. ansikl. böl.] —inş. Dış ölçü, duvar kalınlıklarını da he­ saba katan plan boyutu. || İç ölçü, duvar kalınlıkları dışta bırakılarak duvardan du­ vara alınan ölçü. —Müc. Çaplarını denetlemek için, altın tellerinin içinden geçirildiği halka. —Müz. Ritmin, orantılı değerlere bölün­ mesi. (Bu bölümler zaman birimleri olur.) || XVIII. yy.’dan başlayarak, eşit değerde ikili ya da üçlü zamanlar oluşturmak üze­ re 2 ya da 3 birimin düzenli olarak bir ara­ ya gelmesi. (Ölçü, birbirine eşit 1, 2, 3, 4 ... zamanı kapsar.)(Klasik ve modern mü­ zikte, içeriği ne olursa olsun, iki ölçü çiz­ gisi arasında kalan süre. —Ölçbil. Bir büyüklüğün birim olarak alı­ nan.aynı cinsten bir başka büyüklüğe sa­ yısal oranı. || Ölçü birimi, bir ölçme işlemi iğin temel birim ya da karşılaştırma birimi işlevi gören nicelik: Metre kare bir yüzey ölçüsü birimidir. (-> B İ R İ M . ) —Petr. san. Ölçü tablosu, bir depolama tankının, bir tankerin taşıdığı sıvı düzeyi­ ne göre sığasını veren tablo. —Ruhbll. Ölçü kuramı, test yöntemini te­ mellendiren ve öznenin aldığı notun ger­ çek not ve yanılgı olarak iki bölüme ayrı-



labileceğinl ortaya koyan kuram. Eskiden bu notlara değişmez bir gerçeklik tanınır­ dı. Şimdiyse bu notlar konusunda yapılan tanımlamalar genellikle uzlaşımsal tanım­ lamalar olarak görülmektedir. —Su işler. Ölçü kutusu, su yollarının ya­ pım ve bakım işleriyle görevli kimselerin, verilen su miktarını ölçmede kullandığı, üzerinde birçok delik bulunan kutu. —Tek. res. Bir teknik resmin ya da mimari bir çizimin üzerine yazılan ve canlandırı­ lan cismin bir boyutunu veren rakam. || Nominal ölçü, bir parçanın, kendisine ve­ rilecek üreffm toleranslarının belirlenme­ sinden önceki kuramsal ölçüsü. —Terz. Sanayi ölçüsü, seri halinde giysi üretim tekniği. (Belirli bir müşteriye göre bazı küçük düzeltmelerin yapılabilmesi de hesaba katılmıştır.) — T o p o l. ilk y a k l a ş ım d a , v e r ile n b ir E k ü ­ m e s in in h e r p a r ç a s ın a ( ö r n e ğ in a f in u z a y ) ç o ğ u k e z p o z it if b ir g e r ç e k s a y ı e ş lik e t t i­ r e n , ç o ğ u k e z n ile g ö s t e r ile n u y g u l a m a : b u u y g u l a m a / r ( 0 ) = 0 o lm a k ü z e r e V (A , B ) e [ î ( E ) ] 2 MA) + KB) = MAUBJ+^AnB) t o p l a m a ö z e lliğ in i g e r ç e k le r . ( B k . ansikl. b ö l.) —Zootekn. Ölçü bastonu, çiftlik hayvan­ larının çeşitli vücut ölçülerini almak için kullanılan baston biçiminde ve ölçekli ölç­ me aracı. || Ölçü pergeli, aynı amaçla kul­ lanılan ölçülü pergel (ölçü bastonu ile öl­ çülmesi güç ve nispeten küçük ölçüler için kullanılır). || Ölçü şeridi, aynı amaçla kullanılan mezür. ♦ ölçü ler çoğl. a. Bir kimsenin boyunu ve yapısını belirleyen ve belli bir amaç için saptanan boyutların dizisi: Bu elbise sizin ölçülerinize uygun değil. —ANSİKL. Fels. Ölçü (alm. Mass), duru­ mu gereği, nitelenmiş nicelik'tir. Bu niteli­ ğiyle, varlığın kendine dönüşünü, kendi gerçeğini ortaya koyar. Bununla birlikte "ölçü, henüz varlığın kendine mutlak dö­ nüşü olmaktan çok, varlık alanı içinde kendine dönüşüdür” (Wissenschaft der Logik [Mantık bilimi], "Varlık", 3). Buna göre ölçü, özün hareketine yer bırakmak zorundadır; varlık, kendini varoluş, somut gerçeklik ve kavram olarak gösterecek, ancak özün hareketiyle tümüyle kendine dönebilecektir. —Geom.* Bir çittnoktanın cebirsel ölçü­ sü. Bir noktanın apsisi, bir g dereceleme­ sinde jru noktanın görüntüsü olduğuna göre, AB = g(B) - g(A) gibi gösterilişlere de rastlanabilir. Aynı bir eksenin A, B, C, ... elemanları göz önüne alındığında, ce­ birsel ölçülerin özellikleri şu biçimdedir: _ AB =_0 o A =_B; _ BA = -A B ; AC = AB+BC (Chasles bağıntısı). • Vektörel yarıdoğru İkilileri açılarının ölçü­ sü. Bundan sonraki açıklama, İR den, vek­ törel yarıdoğru İkililerinin kümesi A içine bir 0 uygulamasının sezgisel kurulmasından yararlanır. Uygun olmayan bu durumdan kaçınmak istenirse, daha ince faz* kavra­ mı kullanılmalıdır. Bunun gerçeklenmesi için, bir Tl. trigo­ nometrik çemberini, İR yi gösteren bir ek­ sen üzerinde, Tl nun A noktası, eksenin başlangıcıyla çakışacak biçimde“ yuvarlamak" gerektir. Böylece, eksenin x nok­ tasına karşılık olan, Tl nun bir M noktası­ nın aracılığıyla, her x e, y>= (OA, OM) ola­ cak biçimde A nın bir elemanı eşlik et­ tirilebilir. Ayrıca, bu 0 uygulamasının şu üç özelliği bulunmaktadır: 1. V(x, x ') e İR2, 6 (x -+-x')=-6 (x)+e(x'); 2 .0 (tt)=ou (doğru açı) olacak biçimde ir £ İR "* vardır ve 0 nın (0 , ir] ile kısıtlaması, [0 , ?r] dan . 4 nın 4 * altkümesi içine bir bijeksiyondur, burada 4 T b > 0 olmak üzere, matrisi



bj



olan dönmelere eşlik eden y> açılarından oluşmuştur; b kimi kez Sin ı—*■ tp 4- tp ( b u r a d a = { * ; ıp + s j d i r ) v e h ( ö n c e k i p a r a g r a f t a t a n ı m la n a s ı 4 d a n IR/2 ırZ iç i­ n e e ş y a p ı u y g u la m a s ı ) e ş y a p ı u y g u la m a ­ la r ı g ö z ö n ü n e a lın s ın la r . e



h



t -1



A' -*■ A -*■ R / 2 t t Z -► R / t t Z d i y a g r a m ı , 4 ' d e n IR /ır Z iç i n e b i r e ş y a p ı u y g u la m a s ı b e lir t ir ; b u n u n a r a c ılığ ıy la , 4 ' ü n v e k t ö r e l d o ğ r u İ k ilile r in in h e r a ç ı s ı n a , 0 ile ir a r a s ı n d a b i r ö l ç ü v e r ile b ilir . •B ir açı kesmesinin ölçüsü. Ç ı k ı n t ılı b i r



"(-3V) vektörel yarıdoğru İkilileri açılarının ölçüsü



[ x S y ] ( y a d a ] x S y [ ) a ç ı k e s m e s in e b i r ö l­ ç ü a y ı r m a k iç in T l( S , 1) t r ig o n o m e t r i k ç e m b e r i v e d o ğ r u y ö n lü (S , S A , S B ) d ik d ü z g ü lü iş a r e t i g ö z ö n ü n e a lın ır, ö y le k i A e [S x ) o ls u n v e [S y ) y a r ıd o ğ r u s u , S (A ) ile a y n ı b i ç im d e [ S B ) ile b e lir li y a r ı d ü z le m d e b u lu n s u n . B u d u r u m d a a ç ı k e s m e s i­ n in ö l ç ü s ü ( S A , SM) a ç ı s ı n ı n ö lç ü s ü d ü r , b u r a d a [ M ] = [ S y ) n T L d ir. G ir in t ili b i r [ x R y ] ( y a d a ] x B y [ ) a ç ı k e s ­ m e s i iç in a y n ı iş le m iz le n ir , ş u a y r ı m la k i b u r a d a [R y ) , [R B ) ile a y n ı y a r ı d ü z le m d e d e ğ il d i r ; a ç ı k e s m e s in in ö l ç ü s ü ( R A , R M ) ■ a ç ı s ı n ı n ö lç ü s ü d ü r . Y a r ı d o ğ r u İk ilis i a ç ı la r ı n d a o l d u ğ u g ib i, ö lç ü ra d y a n , d e r e c e y a d a g r a d tü r ü n d e n o la b ilir . — H u k . Ölçü ve tartı. 2 6 m a r t 1 9 3 1 t a r ih v e 1 7 8 2 s a y ılı Ö lç ü l e r k a n u n u ’ n a g ö r e T ü r k iy e 'd e k u l la n ı l a c a k ö l ç ü le r iç in m e t r e s is t e m i k a b u l e d ilm iş tir . B u y a s a d a k u l la ­ n ı la n ö l ç ü s ö z c ü ğ ü t a r t ıy ı d a if a d e e d e r . U z u n lu k ; a ğ ır lık ; h a c im ö l ç ü a le t le r i; a r e ­ o m e t r e le r ; h u b u b a t m u a y e n e a le t le r i; s u , a k a r y a k ı t, e le k t r ik v e h a v a g a z ı s a y a ç la r ı ile t a k s im e t r e le r in a y a r la n a r a k d a m g a l a n m ı ş o lm a la r ı g e r e k ir ( m d . 2 ). — T o p o l. Ö lç ü k a v r a m ı n ı n d a h a k e s in b ir ta n ım ın ı, y a d a d a h a g e n e l b ir ta n ım ın ı v e r m e k a m a c ıy la , d a h a y a n ıltm a y a k a ç a n m a t e m a t ik s e l a r a ç la r g e r e k lid ir . B ö y le c e b i r ilk e v r e d e , h e r h a n g i b ir E k ü m e s in e v e E ü z e r in d e k i s a y ı s a l f o n k s iy o n la r ı n 31 R ıe s z u z a y ı n a d a y a n a r a k ( k im i k e z D a n ie ll ö l ç ü s ü d e n e n ) b i r ö l ç ü t a n ı m la n a b il ir ; 3t u z a y ı ü z e r in d e k a r m a ş ık d e ğ e r l i n d o ğ r u ­ s a l b iç im i o la r a k b u ö lç ü ş u ik i k o ş u lu s a ğ ­ la r : a ) W E 31 (f p o z it if a lın m ış t ı r ) , 3M € IR + / V g E R , ]g j < f = > ] g ( g ) | < M ; b ) 3 i n in



g ir in t ili



açı kesmelerinin ölçüsü



ç ı k ı n t ı lı



elemanları olan ve V (y n>p artan pozitif fonksiyonlardan oluşan dizi 0 a yakınsar, yani Hm fi(fr) = 0 dır. (E, İR) üzerinde ta­ nımlanmış ölçülerin kümesi, (D üzerinde bir uzay oluşturur. W e 31. p(f)€ İR gerçek ölçüleri gibi ve W G 31 (f pozitif alınmıştır), n (f)> 0 pozitif ölçüleri gibi özel ölçüler tanımlanabilir, n, ile n2 gerçek ölçüler olmak üzere, her /ı ölçüsü, bir ve ancak bir türlü olarak /»= H ı+ in 2 biçiminde yazılabilir. fi ve v gibi iki pozitif Btçü, ancak ve an­ cak v - f i pozitifse fi, v den küçüktür de­ nerek karşılaştırılabilir. Buna dayanarak, herhangi bir n gerçek ölçüsünün (jı* ile gösterilen) pozitif parçası, n den büyük pozitif ölçülerin kümesinin en küçük ele­ manı olarak tanımlanabilir, aynı biçimde bunun (ß - ile gösterilen) negatif parçası ( ~ li) nün pozitif parçası olarak tanımla­ nabilir; çünkü ii= fi+ - f i ' dir, her gerçek ölçü, pozitif iki ölçünün tek türlü (iyi) tanım­ lanan farkına eşittir. ikinci bir evrede, bir küme ölçüsü tanım­ lanabilir. Bunun iç im i, E üzerinde tanım­ lı, gerçek değerli (2-kat fonksiyonların Riesz uzayı olmak üzere, (E, .11) üzerinde ta­ nımlı, pozitif bir fi ölçüsünden yararlanı­ labilir. Böyle fonksiyonlardan her birinin, sonlu birer değer kümesi vardır ve İR* ın her parçasının, bu fonksiyonların her bi­ riyle elde edilen ters görüntüsü e nin ele­ manıdır. m şöyle tanımlanır: e - İR* A i-* m (A ) = n ( X / ü ,



m ölçüsü toplama koşulunu gerçekler: 6 nin ikişer ikişer ayrık V(AJ „ > 0 eleman di­ zisi: U A „e e , n=0



mi U n =0



'



n =0



Üçüncü bir evrede amaç, (E, fonksiyonu yardımıyla, [a, 0 ] üzerinde aşağıdaki biçimde tanım­ lanmıştır: H : ( " — İR [ a ,x [ — ıp(x)



lu.pi — ¥(P). Bu durumda, y>, afin bir fonksiyonsa, p düzgün dağılmış bir "kütle"den başka bir şey değildir; 3. E: olasılık kümesi; ( ’ : bir elemanı E olan olaylar boyu; n : #ı(E) = 1 koşulunu ger­ çeklemesi istenen olasılık; 4. KÜPLENİR, KARELENİR maddelerinde başka örnekler bulunmaktadır. Ö L Ç Ü L Ü , esk. Vezlnköy, Kars’ın mer­ kez ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 2 156 nüf. (1990). Ö L Ç Ü L Ü L Ü K a. Aşırıya kaçmama, öl­ çülü, dengeli davranma durumu; itidal. —Ruhbil. Beden gereksinimlerini karşıla­ mada aşırıya kaçmama. (Eskiden itidali mizaç denirdi.) Ö LÇ Ü M a. Ölçme işlemi; Son yapılan öl­ çümlere göre metrekareye 56 kg yağış düşmüştür. —Anat. Beden ölçümü, bazı anatomik boyutları ya da çapları saptamak için baş­ vurulan işlem. (Bk. ansikl. böl.) —Denize. Ölçüm yenileme, bir gemiyi ye­ ni bir ölçüm işleminden geçirme. (Önem­ li değişikliklere uğramış ya da sertifikası 1 0 yılı geçmiş tüm gemiler için zorunlu­ dur.) || Gemi ölçümü, bir geminin tonajını elde etmek için yapılan gerekli hesapla­ rın ve ölçüm işlemlerinin tümü. (Bk. an­ sikl. böl.) —Jeod. Yatay ölçüm, istasyon noktasıyla seçilen çeşitli noktaları birleştiren doğrul­ tular arasındaki yatay açıları teodolitle ölç­ me işlemlerinin tümü. (Bu ölçümler, baş­ langıç doğrultusu üstüne kapanma yoluy­ la, belli bir yönde gerçekleştirilir.) —Ölçbıl. Ölçüm zinciri, İncelenmekte olan bir sistemin durumu ile ilgili, bilgileri sağ­ layan algılayıcıların ve ölçü değerlendir­ me düzeneklerinin tümü. —Topogr Topografyada ölçülerek yapılan



değerlendirmelerin tümü. || Harita ya da plan alımı için yapılan ölçmelerin tümü. —A ns Ik l . Anat. Vücudun çeşitli kısımla­ rının (boy, göğüs, kol, bacak, vb.) ölçümü büyümeyi ve büyümenin ahenkli olup ol­ madığını anlamaya yarar. Karın çevresinin göbek hizasında ölçümü; gebeliğin, şiş­ manlığın, ya da assitın gidişi hakkında bil­ gi verir. Kafatasının çevresi meme çocu­ ğunda düzenli olarak ölçülür. Gebe kadın­ da leğen ölçümü doğumun normal yol­ lardan olup olamayacağını önceden an­ lamaya yarar. —Denize. "Günümüzde gemi ölçümlerin­ de kullanılan birçok değişik mevzuat var­ dır: bir yandan, 1947'de imzalanan ve 1963’te düzeltilerek başlıca Avrupa dev­ letlerinde kullanılan uluslararası ölçüm ku­ ralı (Oslo sözleşmesi); öte yandan, ABD, Büyük Britanya ve SSCB kurallarının ya­ nı sıra Panama ve Süveyş kanallarını ge­ çen gemilerin uymak zorunaa olduğu özel kurallar, ölçüm kurallarını birleştirmek amacıyla yapılan çalışmalar, 32 devletin, 23 haziran 1969’da Londra'da imzaladığı yem bir uluslararası ölçüm anlaşmasıyla sona erdi; bu anlaşmaya imza koyan ül­ kelerde 18 temmuz 1982’de yürürlüğe gi­ ren bu kurallar, bu tarihten başlayarak, in­ şa edilecek gemilerde uygulandı. Anlaş­ mada, ayrı ayrı hesaplanmış bir gros to­ naj ile bir net tonaj öngörülür. Tonaj mar­ kası, uluslararası ölçüm kuralına 1963’te eklenmiştir; bu marka suya girmedikçe, ki­ mi alanlar, özellikle üst güverteler arası, to­ naj ölçümünde göz önüne alınmaz. —Zootekn. Hayvanlarda beden ölçümü değişmez noktalardan, özellikle İskeletle ilgili nirengi noktalarından yapılır. Bunun için boy tahtaları, büyük boy sürmeli ayak­ lar ya da şerit metreler kullanılarak başlı­ ca şu ölçümler yapılır: cıdağı yüksekliği (hayvanın boyunu verir); karın yüksekliği, karın çevresi; karın genişliği; kalça geniş­ liği (iki uyluk ucu arası); leğen uzunluğu; omzun ön kenarından kıçın art ucuna ka­ dar beden uzunluğu; sarmal olarak vücut çevresi. Çeşitli yaşlarda yapılan ölçümler hayva­ nın gelişmesini incelemeye yarar. Çeşitli ölçüler arası oranlar, hayvanları karşılaş­ tırmaya ve ırkların sınıflandırılmasına ya­ rar. Bazı ölçümler, bazı formüllerden ya­ rarlanılarak sığırların aşağı yukarı ağırlık­ larını saptamak için kullanılır. Örneğin Guetelet formülü: hayvanın ağırlığı= 87,5 x [karın çevresi]Jx uzunluk; Crevat formü­ lü: hayvanın ağırlığı = [göğüs çevresi]3x 80. ( - BARİMETRİ.) Ö L Ç Ü M L E M E a Ölçümlemek eylemi; değerlendirme, değer biçme. Ö LÇ Ü M LE M E K g. f Ölçmeyle elde edi­ len sonuçları değerlendirmek. Ö LÇ Ü M L Ü sıf. Geom. METRİK'in eşan­ lamlısı. —Ruhbil. Ölçümlü test, özneye sorulan soruların, onun daha önceki sorular kar­ şısındaki başarı düzeyine göre belirlendiği test. (Bu test biçimi ABD'de, 70'li yıllardan başlayarak gelişti. Bu testte genellikle bir bilgisayar kullanılmakta ve öznenin daha önceki yanıtlarını değerlendiren bilgisayar, ona sorulması gereken yeni soruların güç­ lük düzeyini belirlemektedir.) Ö LÇ Ü M S E L sıf. Ruhbil. Ölçümsel nite­ lik, bir testin ölçü aleti olarak taşıdığı has­ saslık, güvenirlik ve geçerlilik gibi nitelik­ lerin tümü. Ö LÇ Ü N a. Standart. Ö LÇ Ü N LÜ sıf. Geom. ve Topol. STANDART'ın eşanlamlısı. Ö LÇ Ü N M E a. Ölçünmek eylemi. Ö L Ç Ü N M E K g. f. Bir şeyi, bir konuyu enine boyuna düşünmek, hesaplamak; teemül etmek. Ö L Ç Ü S Ü Z sıf. 1. Aşırı: Ölçüsüz bir öz­ veri göstermek. Ölçüsüz bir hoşgörü. — 2 . Davranışlarına, sözlerine sınır koymayan bir kimse için kullanılır: Ölçüsüz bir insan.



♦ be. Düşünülmeden, gelişigüzel bir bi­ çimde: Ölçüsüz konuşmak. Ölçüsüz pa­ ra harcamak. Ö L Ç Ü S Ü Z L Ü K a Ölçüsüz davranma; ölçüsüz olan şeyin, kimsenin niteliği. Ö LÇ Ü Ş M E K



ö lç m e k .



Ö LÇ Ü Ş T Ü R M E K -



ÖLÇÜŞMEK.



Ö LÇ Ü T, -tü a. Doğruyu yanlıştan ayır­ mak, bir şeyi yargılamak, değerlendir­ mek, tanımlamak için başvurulan ilke, öğe; kriter: Ahlaksal bir ölçüt. Bu konuda ölçütleriniz nedir? Bu, bir ölçüt sayılmaz. —Istat. Bir örnekten yola çıkılarak hesap­ lanan ve uyarlanan bir dağılımdan ya da iki özellik arasındaki bağımsızlık gibi bir sıfır varsayımından sapmayı değerlendir­ meye yarayan nicelik. (Bu nicelik, bazı var­ sayımlar altında bir kı-kare [x2] dağılımı gösterir.) —Mat. Matematiksel bir nesnenin belirli bir özelliği taşıyıp taşımadığını gerçekle­ meye olanak veren pratik yöntem. (Örne­ ğin, d'Alembert, Cauchy yakınsaklık ölçü­ tü gibi.) [Eşanl. KRİTER) Ö LD Ü R E S İY E be. Öldürürcesine, nere­ deyse öldürecek kadar: Bir kimseyi öldü­ resiye dövmek. Ona öldüresiye vuruyor­ du. Ö LD Ü R M E a. Öldürmek eylemi. —Cez. huk. Kasten adam öldürme, bir ki­ şinin yaşamına bilerek, isteyerek son ver­ me. (Bk. ansikl. böl.) || Taksirle adam öl­ dürme, kusurlu bir davranışla bir kişinin ölümüne neden olma. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Cez. huk. • Kasten adam öldür­ me. Adam öldürme eyleminin suç sayılma­ sının nedeni, yaşam hakkını korumaktır. Onarılmaz zararlar doğuran bu suç, ki­ şilere karşı işlenen suçlardan en ağırı sa­ yılmıştır. insan, doğumundan ölümüne ka­ dar bu suçun mağduru olabilir. Adam öl­ dürme suçunun oluşması için, eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Örneğin, ke­ sinleşmiş bir ölüm cezasının yerine geti­ rilmesi suç sayılmaz. Yetkili bir doktorun yaptığı ameliyat sonucu meydana gelen ölümün adam öldürme suçu sayılmama­ sının nedeni, eylemin hukuka aykırı olma­ masıdır. Kendini korumak için başkasını öldürmek (meşru müdafaa) de aynı ne­ denle suç sayılmaz. Kasten adam öldür­ me suçunun cezası, 24 yıldan 30 yıla ka­ dar ağır hapistir (Türk cez. k. md. 448). Kasten adam öldürme suçu karı, koca, kardeş, babalık, analık, evlatlık, üvey ana, üvey baba, üvey evlat, kayınbaba, kayna­ na, damat ve gelinlere karşı işlenirse ya da zehirleme yoluyla gerçekleştirilirse suç­ lu ömür boyu hapis cezasına çarptırılır (Türk cez. k. md. 449). Kasten adam öl­ dürme suçu aşağıdaki koşullarda işlenir­ se suçluya ölüm cezası verilir: 1 . usul ya da füruğdan (üstsoy ya da altsoy) birine karşı işlenirse; 2. TBMM üyelerinden biri­ ne ya da üyelik sıfatı sona ermiş olsa bile bu görevinden dolayı işlenmiş olursa; 3. canavarca bir duyguyla ya da işkenceyle işlenirse; 4. tasarlanarak yapılırsa; 5. bir­ den çok kişiye karşı işlenirse; 6 . yangın, su baskını gibi araçlarla yapılırsa; 7. baş­ ka bir suçu hazırlamak, kolaylaştırmak ya da işlemek için yapılırsa; 8 . bir suçtan do­ ğacak yararı elde etmek için işlenirse; 9. bir suçu gizlemek, delil ve izlerini ortadan kaldırmak için işlenirse; 1 0 . kan gütme ne­ deniyle işlenirse; 1 1 . devlet memurların­ dan birine karşı ya da memurluk görevi sona ermiş olsa bile bu görevi yapmasın­ dan dolayı işlenirse (Türk cez. k. md. 450). • Taksirle adam öldürme. Tedbirsizlik, dik­ katsizlik, meslek ve sanatta acemilik ya da emir ve kurallara uymama yüzünden bir kimsenin ölümüne neden olan kişi iki yıl­ dan beş yıla kadar hapis ve otuz bin lira­ dan aşağı olmamak üzere ağır para ce­ zasıyla cezalandırılır. Ölü sayısı birden çok olursa ya da bir kişinin ölümüyle birlikte bir ya da birden çok kişinin de yaralan­ masına neden olursa suçluya dört yıldan on yıla kadar hapis ve otuz bin liradan az



öldürme 9022



olmamak üzere ağır para cezası verilir. Bu suçlarda kusurun derecesine göre ceza sekizde bire kadar indirilebilir (Türk cez. k. md. 455). Ö LD Ü R M E K -



Ö LM EK



Ö LD Ü R TM E a. Öldürtmek eylemi. Ö LD Ü R T M E K ->



Ö LM EK



Ö LD Ü R Ü C Ü sıt. 1. Ölüme yol açan şey İçin kullanılır: Öldürücü bıçak darbeleri. —2. Acı verecek kadar yoğun olan bir şey için kullanılır: Öldürücü b ir soğuk. —3. Çok yorucu, yıpratıcı şey için kullanılır: Öl­ dürücü bir çalışma temposu. —Adli tıp. Öldürücü etmen, bir organiz­ mayı gelişmeyle ya da bağımsız yaşamla bağdaşmaz kılan ve dolayısıyla daha embriyon halinde iken ya da doğumun­ da onun ölümüne neden olan morfolojik ya da fizyolojik genetik ya da edinsel ka­ rakter. (Ana karnındayken yaşama zarar vermeyen bazı kalp ve damar biçim bo­ zuklukları, anadan ayn yaşam İle bağdaş­ mamakta, öldürücü birer etmen olmakta­ dır.) —Biyol. Öldürücü doz, bir hayvan ya da insanın ölümüne yol açan zehirli madde miktarı. (Bk. ansikl. böl. Çevrebll.) —A n s I k l . Çevrebil. Özellikle suda yaşa­ yan canlılar açısından ilginç olan öldürü­ cü doz, balığın yaşadığı sudaki zehir yo­ ğunluğu olarak, özellikle mb (milyonda bir) ya da bmb (bin milyonda bir) olarak belirtilir; bu yoğunluk sanayi atıklannın atıl­ dığı akarsulardaki kirlilik derecesi hakkın­ da fikir verir. °/o 50’lik öldürücü doz (kısa­ ca Ö. D. 50), bu maddeyi alan canlıların (belli bir hayvan türü) yarısını öldürmek için gerekli ve yeterli zehirli madde mik­ tarıdır. Ö LD Ü R Ü LM E a. Öldürülmek eylemi. Ö L D Ü R Ü LM E K ->



Ö LM EK.



Ö LD Ü R Ü Ş a. Öldürmek eylemi ya da biçimi. Ö LE S İY E be. 1. En uç derecede, aşın ölçüde: Ölesiye sıkılmak. —2. Kendini aşı­ rı derecede yorarak, zorlayarak: Ölesiye çalışmak. ÖLEŞ a. Esk. Ölü: Uğraş yerinde müslüman öleşi komadılar (Tevarlh-i Ali Os­ man, XV. yy.). ÖLET, -tl a. Esk. Öldürücü salgın hasta­ lık; kırgın, kıran: "Hiç yağmur yağmadı, nâs ortasında ölet çağ o ldu " (Tarih-i ibni Kesir tercümesi, XV.yy.). Ö LE Y A Z M A K gçz. f. (ölmek ve yaz­ maktan öl-e-yaz-mak). Ölecek gibi olmak, ölecek duruma gelmek (genellikle abar­ tılı anlatımlarda): Yorgunluktan ûleyazdım. Ö LD Ü N sıf. 1. Canlılığını, diriliğini, taze­ liğini yitirmiş bitki için kullanılır. —2. Can­ lılığın, gücün tükenmişliğini gösteren şey için kullanılır: ölgü n bir sesle konuşmak. —3. Gücü azalmış, zayıf ışık için kullanı­ lır: Ölgün sarı bir ışıkla aydınlanan so­ kaklar. Ö LD Ü N -



U L C İN J .



Ö LG Ü N L Ü K a. Canlılığını, diriliğini yitir­ miş olan şeyin niteliği. Ö LK E R ÖLLÜ K



ÜLG ER.



a . F o lk .



-



B E B E * T O P R A Ğ I.



Ö LM E a. ölm ek eylemi. —Patol. Vücuttaki bir dokunun ya da bir organın bir kısmının ölümü. Ö L M E K gçz. f. 1. Bir canlı varlıktan söz ederken, yaşamı sona ermek ya da sona ermek üzere olmak; son nefesini vermek: Kalp krizinden ölmek. Genç ölmek. Dağ­ da insan soğuktan ölebilir. Köpek, yaşlı­ lıktan öldü. Ölürken kızını kardeşine ema­ net etti. —2. Canlı bir şey (bitki) sözkonusuysa, hayati işlevleri azalmak; can çekiş­ mek: Bu çiçekler susuzluktan ölüyor. —3. Yok olmak, kaybolmak, varlığı sona er­ mek: Ölen uygarlıklar, diller, sözcükler. —A. Bir şeyden (soyut) ölmek, o şeyin



son derece etkisinde kalındığını belirtir: Gülmekten, susuzluktan, açlıktan ölmek. Sabırsızlıktan ölüyorum. Burada sıcaktan ölüyoruz. —5. Bir aygıt sözkonusuysa, kullanılamaz duruma gelmek, iyice eski­ mek: Bu buzdolabı ölmüş, yenisini alma­ nız gerek. — 6 . Bir zaman sözkonusuysa, boşa geçmek: Oraya buraya koştururken bütün günüm öldü. —7. Öldü fiyatına, yok pahasına. || Öldüm öldüm dirildim, güç bir durumda korkulu, heyecanlı an­ lar yaşandığını belirtir || Öldün mü, bir şey yapmaya istekli olmayan, yorgunluğunu bahane eden kimseye söylenir. ||Ölenle ölünmez, "her şeye rağmen hayat devam ediyor" anlamında söylenen avutma sö­ zü. \\Öleyim mi, ölelim mi, bütün yolların denendiğini ve tükendiğini belirtmek için kullanılır. I| öldüm, çok beğendim; çok yo­ ruldum. || Ölme eşeğim ölme (çayır çimen bitecek), beklemenin bir işe yaramayaca­ ğını, şimdi gerekli olan bir şeyi ilerde el­ de etmenin bir yaran olmayacağını belirt­ mek için kullanılır. || Ölmek var dönmek yok, tasarlanan ya da başlanılan bir işten ne pahasına olursa olsun dönülmeyeceğlni, sonuna deöln gidileceğini anlatmak için söylenir. || Ölmezsin ya, o kadar da torkunç değil. || Ölüp ölüp dirilmek, çok ağır ve tehlikeli bir hastalıktan kıl payı kur­ tulmak, üst üste çok sıkıntılı ve üzüntülü durumlara düşerek sonunda kurtulmak. || ...san ölür müsün, bir işi yapmaya yüksünen kimseye söylenir. || Ölür müsün, öl­ dürür müsün?, çok kızılacak, ters ve kötü bir durum karşısında ortaya çıkan tersli­ ğin doğuracağı belayı göze almada duraksandığı zaman söylenir. ♦ öldü rm e k ettirg. f. 1. Nesnesiz ola­ rak kullanıldığında, bir kimsenin yaşamı­ na isteyerek ve şiddet kullanarak son ver­ mek: Para için öldürüyor. Öldürmekten zevk alan bir sapık. —2. Bir kimseyi, bir hayvanı öldürmek, isteyerek yaşamına son vermek: Haydutlar bekçiyi iki el ateş ederek öldürdüler. Kuduz b ir köpeği öl­ dürmek. —3. Canlı bir varlığı öldürmek, onun ölümüne neden olmak: Onu öldü­ ren bu kurşundu. Aldığınız haplar sizi öl­ dürebilirdi. —4. Bir kimseyi öldürmek, bir kimse ya da bir şey sözkonusuysa, birini çok yormak, yıpratmak, üzmek, bitkin du­ ruma getirmek: Bu çocuklar beni öldüre­ cek. Bu gürültü, bu merdivenler beni öl­ dürüyor. —5. Bir şeyi öldürmek, onu yok etmek, kaybolmasına, yıkılmasına neden olmak: Bencillik sevgiyi öldürür. Sanayinin gelişmesi kimi el sanatlannı öldürdü. — 6 . Bir şeyi öldürmek, ovarak, kızgın yağ­ da çevirerek vb. bir sebzenin sertliğini, di­ riliğini gidermek: Yağda soğanlan öldür­ mek. —7. Bir kimseyi bir şeyden öldür­ mek, bir şeyi dayanmanın son sınınna ge­ tirmek (bağlama göre tümleçsiz de kulla­ nılır): Gülmekten, sıkıntıdan öldürmek. Dayaktan öldürdü çocuğu. — 8 . öld ü r Al­ lah, ne kadar zorlarsan zorla. || Öldürdün!, aşırı derecede zorlanmayı belirtir. || Öldü­ receğim, öldürürüm (seni), korkutmak amacıyla tehdit yollu söylenir. || Öldürme, üstüne varma, zorlama. || Kendini öldür­ mek, intihar etmek. || Sen insanı öldürür­ sün, bir şeyde direnen, bir şeyi anlama­ makta, yapmamakta ısrar eden, sabır ta­ şıran kimseye söylenir. || Zaman, vakit öl­ dürmek -> Z A M A N , V A K İT . ♦ öldürtm ek ettirg. f. Bir kimseyi öldürt­ mek, onun öldürülmesini sağlamak: Kira­ lık bir katil tutup hasmını öldürtmek. ♦ ö ldü rülm ek edilg. f. Öldürmek eyle­ mine konu olmak, yaşamına kasten son verilmek: Sokak ortasında kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. ♦ ölün m ek edilg. f. Ölmüş, artık yaşa­ mıyor olmak: Bir hiç uğruna ölünür mü? —İHuk. ölünceye kadar bakma sözleşme­ si -> B A K M A . Ö LM E Z sıf. 1. Kalıcı, ölümsüz olan ya da öyle olduğu düşünülen şey için kullanılır; ebedi. Ölmez yapıtlar bırakan bir sanat­ çı. —2. Çok sağlam, kolay kolay eskime­



yen şey için kullanılır. —3. Ölmez oğlu ->



Ö LM EZO Ğ LU.



Ö L M E Z Ç İÇ E K a. Bileşikgiller familya­ sından, bürümü bitki öldükten sonra da bozulmayan birçok bitkiye, özellikle helichrysum cinsinden bitki türlerine verilen ad. — A N S İ K L . Ölmezçlçekler basit ve tüysü yapraklı, parlak, sarı, beyaz, pembemsi küçük kömeçler halinde bileşik çiçekli, çokyıllık otsu bitkilerdir. Türkiye’de on beş kadar ölmezçiçek (helichrysum) türü ye­ tişir; örneğin Doğu Anadolu dağlarında H. arenarium, H. armenicum, Kuzey ve iç Anadolu dağlarında H. graveolens, Batı Anadolu'da H. italicum, H. orientale, Maraş, Antakya yörelerinde H. plicatum, H. sanguineum, H. stoechas. Türler arasın­ da fark gözetilmeksizin, bunların kurutul­ muş çiçekli dallan halk hekimliğinde id­ rar söktürücü, safra söktürücü ve kum döktürücü olarak infusyon ya da dekoksiyon (% 3) halinde kullanılır. Ö LM E Z L E Ş T İR M E K g. f. Bir şeyi, bir kimseyi (adını, şanını vb.) ölmezleştirmek, onu ölümsüzleştirmek. Ö L M E Z L İK a. Ölmez, kalıcı olan bir var­ lığın niteliği; ölümsüzlük. Ö LM E Z O Ğ LU sıf. Çok dayanıklı, çok sağlam, yıpranmayan şeyler için kullanılır. Ö LM Ü Ş sıf. Varlığı sona ermiş olan. ♦ ö lm ü şler çoğl. a. Geçmişte ölmüş olan yakınlar: Ölmüşlerinin ruhu için bir bardak su verir misin? Ö L S N E R (Gustav), alman mimar, şe­ hircilik uzmanı (Posen 1879 - Hamburg 1956). Berlin Üniversitesi mimarlık fakültesi'ni bitirdi. Nazi baskısı yüzünden ABD’ye gitmek zorunda kaldı (1933). Türkiye’ye çağrıldı ve İstanbul Yüksek mühendis mektebi'nde ders vermeye başladı (1939). İstanbul Teknik üniversitesi'nin kurulmasından sonra (1944), şe­ hircilik kürsüsüne profesör olarak atan­ dı. İkinci Dünya savaşı’nın sona ermesiy­ le Hamburg’un imarı için Almanya'ya döndü. Ö LÜ sıf. 1. Yaşamı sona ermiş bir canlı varlık, bir organ için kullanılır: Ölü bir in­ san. Ölü bir at. Ölü yapraklar. —2. Canlı, güncel olmaktan çıkmış, geçmişe mal ol­ muş bir şey için kullanılır: Ölü medeniyet­ ler. Ölü bir kent. —3. Canlılıktan yoksun, durgun bir yer, bir şey için kullanılır: Ölü bir taşra kenti. — 4. Sönük, güçsüz bir ışık için kullanılır: Ölü bir mum ışığında kitap okumaya çalışmak. —5. Ölü gibi, hare­ ketsiz bir biçimde olduğu gibi duran: Kö­ şeye uzanmış, ölü gibi yatıyor. || Ölü mev­ sim, herhangi bir etkinlikte işlerin, alış­ verişin çok az ve durgun olduğu dö­ nem. || Ölü renk, parlak olmayan, donuk renk. —Denizbil. Ölü sular kabarması -* D Ö R ­ DÜN.



—Denize. Ölü dalga, rüzgâr olmadan ka­ baran dalga. || Ölü deniz, yüzeyinde fırtı­ na dindikten sonra bir süre devam eden ve fırtına anındakinden daha az güçlü, ancak düzenli bir biçimde birbirini izleyen köpüksüz dalgalar görülen deniz. || Ölü sular, yol alan bir gemiyi izlermiş gibi gö­ rünen su kütlesi. || Ölü süratle seyir, maki­ neleri stop etmiş bir teknenin, üzerindeki hızla tamamen dururıcaya kadar yol alma­ sı. || Ölü yol, bir teknenin, yalnız yakının­ daki sabit bir cisimle karşılaştırıldığında anlaşılabilen hızı. —Dilbll. Ölü dil, bir topluluk tarafından ar­ tık konuşulmayan dil. —Elektroakust. ve Bllş. Ölü bölge, bir manyetik şeritte, kayıt için ayrılmış alanın başlangıcını ve bitimini göstermeye yara­ yan ve manyetik katmanı bulunmayan bö­ lüm. —Elektrotekn. Ölü saat, elektrik enerjisi tü­ ketiminin en düşük düzeyde olduğu sa­ at. (Dolu saatlere ya da yüklü saatlere kar­ şıt olarak.)



—Havc. Ö/ö koni, Dir radyoelektrik biykının üzerinde bulunan, Dir koni biçimindeki uzay hacmi; bu hacmin içine giren bir uçak blykından hiçbir vurum alamaz. (Eşanl. SESSİZLİK KONİSİ.) —Hırist. Ölüler bayramı ya da günü, özel­ likle katollklerde, ölüler İçin dua ile geçiri­ len 2 kasım günü. —Jeomortol. Ölü buz, bir buzul dili ya da gerileme halindeki bir Inlandsis tarafından bırakılmış buz kütlesi. (Buzuttaş malzeme­ leriyle ne kadar İyi örtülmüşse erime ola­ yından o kadar iyi korunur; sonunda eri­ meye yol açan yüzeysel çökme, kettle ya da sûlle denen kapalı bir çukurun oluş­ masına neden olur.) ölü buz yumuşak araziler yanardağ bacası



LaurosASiraudon



yanardağ ölü buzu —Nüfbil. Ölü doğum, bir çocuğun ölü olarak dünyaya gelmesi. —Belirli bir yer­ de ve belirli bir sûre içinde ölü doğumla­ rın sayısı. || Ölü doğum oranı, belirli bir nü­ fusta ve belirli bir süre İçinde ölü doğum­ ların toplam doğumlara oranı. (Bk. ansikl. böl.) —Oy. Oyunu kaybettiği için ya da geçici olarak oyun dışı kalma. || Ölü top, bilardo­ da, oynanılan topun iki toptan birine do­ kunduktan sonra, üçüncü topun üzerine çok hafif gelerek kalan top. —Radiletiş. Ölü bölge, bir yayının yer dal­ gasıyla alınabildiği bölge ile iyonosfer dal­ gasıyla alınabildiği bölge arasında ve sıç­ rama uzaklığının ötesinde yer alan halka biçimli bölge. (Eşanl. SÜKÛT BÖLGESİ.) —Sil. Ölü bölge, yaklaşık 80-85° ile yuka­ rıya ateş edebilen uçaksavar toplarının namlularında, düşey doğruya göre ateş altına alınamayan ve namlu ağzına göre tam tepede meydana gelen koni biçimin­ de bölge. ♦ a. 1. Bir insanın naa'şı; cesedi: Ölüyü kefenlemek. —2. Yaşamı son bulan, an­ cak insanların anısında yaşayan kimse: Ölülere saygı göstermek. —3. Ölmüş olan İnsan: Bu kazada üç ölü iki yaralı var. —4. Bir hayvan adıyla birlikte ve tamlanan ola­ rak, o hayvanın leşi: Kedi ölüsü. —5. Arg. Hileli kumar aracı, özellikle de cıvalı zar, İşaretli iskambil kâğıdı. — 6 . Ölü benzi gi­ bi solgun, cansız görünüşlü yüz için kul­ lanılır. || Ölü fiyatına, değerinden oldukça ucuza, yok pahasına: Mallarımızı ölü fiya­ tına satıyoruz, yine de alıcı yok. || Ölü gözü gibi, sönük, fersiz ışık için kullanılır. || Ölü salı, halk arasında teneşire verilen ad. || Ölü soyucu, bir kimsenin İçinde bulundu­ ğu güç koşullardan yararlanarak kendisi­ ne çıkar sağlayan kimse için kullanılır. || Ölüler ülkesi, mitolojide ölü ruhların top­ landığı yer; öbür dünya. || Ölüsü kandilli, kınalı, "Allahın belası, murdar” anlamın­ da kullanılan bir sövgü sözü (arg.). || Ölü­ sü dirisine binmek, tehlikeli ve aceleci bir durumun yarattığı karışıklığı belirtmek İçin kullanılır. || Ölüsü ortada kalmak, cenaze­ sini kaldırma işini yapacak kimsesi olma­ mak. || Bir kimsenin ölüsünü öpmek, 1'şu­ nu yapmazsan çok sevdiğin biri ölsün” anlamında kullanılan yemin sözü: Anne­ min ölüsünü öpeyim ki her şey söylediğim gibi oldu. || Ölüyü güldürür, bir kimsenin şakacı olduğunu belirtmek için kullanılır. —Adli tıp. Ölü sertliği, ölümden sonra kol ve bacakları oynamaz hale getiren sert­ lik. (Bk. ansikl. böl.) ■ —Arkeol. Ölüler kitabı, eski Mısır'da Yeni imparatorluk döneminden kalma, cena­ ze töreniyle ilgili metin. Bu metnin bir ör­



evi halkı, başsağlığına gelmiş olanları da­ neği, açıldığında uzunluğu birkaç metre­ vet ederek hamama gidip yıkanır. Bazen yi bulan bir papirüs tomarına yazılarak mezarlara konurdu. (Bk. ansikl. böl.) de komşu ve tanıdıklar ev halkını hama­ ma davet eder. Ölü hamamı genellikle ye­ —Bes. san. Ölü sertliği, pastırmacılıkta, meklidir. Bazı yörelerde bir tür ağıt töreni kesilmiş hayvanın bedeninde, kesimden niteliği taşıdığı da görülür. 1 - 8 saat sonra ortaya çıkan katılaşmaya —isi. İslam inancına göre ölüm, ölüm me­ verilen ad. (Parçalama İşlemi ölüm sertli­ leği Azrail'in insanın ruhunu bedeninden ği sırasında yapılır. Sertlik 24 saat sonra ayırmasıyla gerçekleşir. Bu durumda, ölü­ çözülür.) nün yanında bulunanlardan birinin onun —Cez. huk. Ölülere hakaret ve sövme. gözkapaklarını sıvazlayarak kapatması, (Bk. ansikl. böl.) bir bez parçasıyla çenesini bağlaması ve —Folk. Ölü hamamı, ölümden belli bir sü­ böylelikle ağzının açık kalmamasını sağ­ re sonra genellikle kadınlar arasında dü­ zenlenen ve yas süresinin bittiğini belirten laması gerekir. Bu arada ölünün giysileri tören. (Yas hamamı da denir.) [Bk. ansikl. çıkarılarak üzeri beyaz bir örtüyle örtülür, ayakları düzgünce uzatılır, elleri iki yanı­ böl.] || Ölü helvası -» HELVA. || Ölü aşı ya na konulur. Ölünün yanında, ölü yıkanma­ da yemeği -* AŞ. dan önce Kuran okunmaz, ölünün ardın­ —Sey. oy. Ölü oyunu, ana temasını Ana­ dan üzülmek ve ağlamak dince sakıncalı dolu'da çok yaygın olan ölüp dirilme mo­ değilse de, yüksek sesle ağlamak, döğüntifinin oluşturduğu, çeşitli oynanış biçim­ mek, ağıt yakmak günahtır. Ölünün belli leri olan seyirlik bir köy oyunu. (Ölüm, ya­ kınların üzüntüsü, ağıt yakma, dirilme ve kurallara göre yıkanmasına gasil, kefene eğlence gibi ana bölümlerden oluşur.) sanlmasına tekfin, kabre götürülmesine teş­ — ANSİKL. Adli tıp. Ölü sertliği. Ölü sertli­ yi, mezara gömülmesine defin denir. —Nüfbil. Ölü doğumlar kız çocuklardan ğinin nedeni kaslardaki mlyozinin pıhtılaş­ çok erkek çocuklarda görülür; bu iki do­ masıdır. Pıhtılaşma, büyük bir olasılıkla, ğum sınıfının birbirine oranı yaklaşık 1 , kas kendini besleyemez hale geldiği za­ man ortaya çıkan asitlerin (laktik ya da sar1 0 'dur. Ölü doğum daha çok^aşlı anne­ lerin çocuklarında gözlenir. Ölü doğum kolaktlk asit) etkisiyle meydana gelir. Bu oranı düzenli bir biçimde gerilemiştir. Ör­ olay ölümden bir ila altı saat sonra başlar neğin, Fransa'da yüzyılın başında % 40 ve kokuşma olayları miyozini erittiği ya da cesedin eklemleri oynatılabildiği zaman İken 1980'de % 8,5'e düşmüştür. ortadan kalkar. Ölü senliği ölümün kesin ■ Ö lü c a n la r (Mertvıye duşi), Nikolay Gokanıtıdır. Kaslar artık elektrik uyarılarına gol'ün romanı (1842; 2. bölüm tamamlan­ cevap vermez. mamış ve yazarın ölümünden sonra, —Arkeol. ölüler kitabı, bir ölçüde piramit­ 1852'de yayımlanmıştır). Şişko ve kurnaz lerde ve lahitler üzerinde yer alan daha bir küçük toprak sahiDİ olan Çiçikov, zen­ eski metinlerden türemiştir. Sayıları gide­ ginleşmek için bir yol bulur ve son sayımrek artan kalıplaşmış cümlelerin Dir der­ lemesi niteliğindedir. XXI. hanedan döne­ minden sonra, gerçek adı Güne çıkış ki­ tabı olan bu derlemede, gerek içerik ge­ rek düzenleme açısından belli bir kopuk­ luk gözlemlenir. Metnin taşıdığı önemin yanı sıra, Ölüler kitaplannda kimi kez yük­ sek sanat değeri taşıyan ve Mısır dininin en karmaşık yönlerini aydınlatan küçük re simler dikkati çeker. —Cez. huk. Bir ölünün ceset ya da kemik­ leri üzerinde hakaret sayılan fiillerde bu­ lunmak, aşağılama ya da haklı olmayan bir nedenle ölünün cesedini ya da kemik­ lerini almak suçtur. Bu tür eylemlerde bu­ lunanlar üç aydan bir yıla kadar hapis ve para cezası ile cezalandırılır. Cesedi aşa­ ğılama ve hakaret İçin maddi eylem ge­ rekir. Sözlü hakaret bu suçun kapsamına girmez. Bir ölünün hatırasına karşı işlene­ cek hakaret ve sövme suçları için özel bir hüküm yoktur. Bu tür eylemlere hakaret ve sövme suçlarına ilişkin yaptırımlar uy­ gulanır. Şikâyet hakkı ise, ölünün miras­ çıları tarafından kullanılır (Türk cez. k. md. 178, 488). —Folk. Ölü hamamı, genellikle ölümden kırk gün sonra yapılır. Anadolu'nun bazı yörelerinde üçüncü, on beşinci, otuzun­ cu, elli ikinci günlerden sonra ya da ilk bayramdan sonra yapıldığı da olur. Ölü



yazıcı Nebked’in Ö lüler kitabı (“ güne çıkış” ın başlangıcı: güzel batıda tanrıların sevgili kulu olmak) papirüs Yeni imparatorluk X VIII. hanedan L trn s müzesi, Psris



Nikolay Gogol'den tiyatroiaştırılan Ölü catılar’m R oger Plancnon topluluğu tarafından Théâtre de France'taki temsili (1960)



ölü kraliçeye taç giydirir. Oyunun en trajik sahnesinde kral Errante "B ir de beni za­ yıf sanırlar" der. Gerçekte oyunda anla­ tılan zayıf görünme korkusuyla kişiliği pi­ yese egemen olan kralda yerleşmiş bu­ lunan “ bu korkunç çelişkiler düğüm ü” dür. Oyunun son derece yalın ilk iki per­ desi, görkemli ve etkili imge bolluğu içe­ risinde gelişen üçüncü perdeyle ters dü­ şer. Yapıt, Mahir Canova'nın rejisiyle Dev­ let tiyatrosu tarafından oynandı (1952 -1953). g Ö L Ü B A Ş P ERVANE a. Bal yemek için kovanlara giren gece kelebeği. (Tırtılı pat­ lıcangillerin, özellikle de patatesin üstün­ de yaşar. Göğsünün sırt kesiminde kuru­ kafaya benzeyen bir leke bulunduğundan bu adla anılır. Bil. a. Acherontia atropos. Pulkanatlılar takımı; Sphingidae familya­ sı.) Bemand Ö L Ü K sıf. Canlılığı, diriliği azalmış, güç­ süz, ölgün. dan sonra ölen sertleri, yani ölü "canları” düşük bir fiyatla satın alarak, “ kâğıt stölfllar dansı, acımasız iskeletler ta­ rafından ölümcül bir dansa sürüklen­ üzerinde" uzak bir bölgeye nakleder ve miş her yaştan ve her sınıftan insanları bir devlet bankasından toprak ve kredi betimleyen ve Ortaçağ'ın sonunda sık­ sağlar. Hayalgücü ile keskin bir gerçekçi­ ça rastlanan bir resim konusu. Bu resim liğin karışımı olan ve Puşkin’den alındığı türü XV. yy.'da Fransa'da (1424'ten itiba­ söylenen bu öyküde, taşra yaşamının ve olumsuz yanlarıyla "b ir bütün olarak rus ren, Paris'te cimetière des innocents' insanı” nın acımasız bir dökümü yapılmış­ da), daha sonraları da İsviçre (Basel, tır. Çizdiği karikatürün yapacağı etkiden Bern) ve Almanya'da (Lübeck, 1463) yay­ dehşete kapılan Gogol, romanına cehen­ gınlık kazandı. Londra’da ve İtalya'da da nemden sonra cenneti anlatan bir devam ölüler dansını konu alan resimler yapıl­ yazarak pişmanlığını belirtmeye çalıştıysa dı. Rouen'daki St-Maclou kilisesi'nin sü­ da başarısızlığa uğramış ve Kutsal topra­ tun başlıkları bu konuyu canlandıran oy­ ğa yaptığı bir yolculuktan sonra, bağnaz malarla süslüdür. bir keşişin de etkisinde kalarak, bugün an­ Ölüler dansı teması kaynağını hiç kuş­ cak birkaç parçası kalan elyazmalarını kusuz edebiyattan, Ennezat’da (Puy-de yakfVııştı. -Dôme) resmedilmiş Dit des trois morts Ö L Ü D İ N İ Z -> LUT gölü. et des trois vifs gibi şiirlerden alır. XV. ölübaş pervane tırtılı yy.’ın sonunda, Arsm oriendi ve Paris'te Ö L Ü D E N İZ , G.-B. Anadolu'da Akdeniz Guy Marchant tarafından yayımlanan le kıyısında, Fethiye’nin kuşuçuşu 8 km ka­ Miroir du salut (1485) gibi yapıtlarda bu dar G.’inde lagün. Dik yamaçlarla çevrili konuyu işleyen resimlemeler bulunur. bir vadinin aşağı çığrının, yükselen deniz Holbein, ölüler dansı üzerine Alfabe suları altında kalmasıyla oluşmuş küçük adlı yapıtın yanı sıra çeşitli desenler ger­ bir koyun ağız kısmının, dalgaların ve çekleştirdi; bu desenler Trechsel’in Lyon’ akıntıların sürükleyerek çökelttiği bir kum da yayımladığı (1538) Simulacres et his­ ve çakıl seti ile kapanmasıyla meydana ölübaş pervane toriées faces de la Mort adlı yapıtta, gelmiştir. Set, üzerindeki dar bir gedikle gravürcü Lützelburger tarafından kulla­ denize bağlantılıdır. Ormanlık çevresi, ma­ nıldı. vinin türlü tonlarındaki durgun suları ve sakin atmosferi ile Türkiye'nin en ünlü tu­ —Koregr. Kurt Jooss’un DerGrüne Tisch (1932), Flemming Flindt'in Ölümün zaferi rizm yörelerinden biri durumuna gelmiş­ tir. Turistik kuruluşlar. (1971) adlı yapıtları gibi kimi önemli koregrafik yapıtlarda bu temayı çağrıştıran Ölüdeniz elyazm aları — L U T G Ö L Ü sahneler vardır. E L Y A Z M A L A R I. —Müz. Çeşitli resimlerden esinlenilerek ■Ölü kraliçe (la Raine morte), Henry de bu tema üzerine bestelenmiş yapıt. (Or­ Montherlant'ın üç perdelik oyunu (1942). kestra için yazılabilen bu tür yapıtlar, so­ Kral Ferrante, veliaht prens don Pedro’ lo bölümleri içerebilir ya da bir oratoryoy­ Ölüdeniz nun gizlice evlendiği inös de Castro'yu öl­ la bütünleşebilir. Kimi besteciler, Dies dürtmüştür. Ama Ferrante ölür ve Pedro irae gibi gregorius temaları kullanmışlar­ dır. Bu türdeki en ünlü yapıtlar: Liszt’in piyano ve orkestra için bir çeşitlemesi olan Ölüler dansı; Sain-Saëns'in iske­ letlerin dansı adlı senfonik şiiri, A. Honegger’in ölüle r dansı adlı oratoryo­ su.)



Henry de M onM ant’ın ölü kraliçe adlı yapıtından bir sahne J. Yonnel ve G. Casile (yöneten Pierre Dux) [Comödie-Française, Paris, 1962]



Ölüler söyleşisi (Nekrikoi dialogoi), Samosatalı Lukianos'un (İ.S. II. yy.) ya­ pıtı. Her çevreden ve her çağdan kişiler (tanrılar, mitoloji kahramanları, krallar ve filozoflar) ölüler ülkesinde bir araya ge­ lir. Bu kişiler arasında geçen konuşma­ lar yazara, ölümün yok ettiği tüm büyük­ lüklerin anlamsızlığını ortaya koyan ken: di felsefesini sergilemesine olanak sağlar.



Ölülerinizi hayırla anınız, Hz. Mu­ hammet’in, arapça metni "Üzkürû mevtâküm bil-hayr” olan bir hadisi. Bu hadis nedeniyle ölen kişinin, zorunlu olmadık­ ça kusurlarını gizli tutmak, iyiliklerini an­ mak ve yaşatmak müslümanlarca önem­ li bir erdem sayılır. Bu ilke, türktoplumunda “ Ölünün ardından konuşulmaz” özde­ yişi biçimini almıştır, Ö LÜ M a. 1. Biyol. Canlı bir yapının (or­



gan, birey, doku ya da hücre) yaşama öz­ gü niteliklerini kesin olarak yitirmesi ve yı­ kıma sürüklenmesi: Kaza üç kişinin ölü­ müne neden oldu. Bir arkadaşının ölümü­ nü ailesine bildirmek. (Bk. ansikl böl.) —2. Bir yaşamın, zamanda belli bir an, bir ta­ rih olarak ele alınan sonu: Bir yapıtı yaza­ rının ölümünden sonra yayımlamak. Onun ölümünden sonra hepimiz büyük bir boşluk hissettik. —3. Ölme şekli, bir ölüme ilişkin ayrıntılar: Doğal bir ölüm. Ka­ za sonucu ölüm. Şerefli bir ölüm. Kuşku­ lu bir ölüm. —4. Ölümü haber veren şey ya da ölümün dış belirtileri, kişileştirilme­ si: Yüzüne bakılınca ölüme çok yakın ol­ duğu anlaşılıyordu. —5. Etkinliğin tümüy­ le durması: Süpermarketlerin gelişimi kü­ çük dükkânların ölümüne neden oldu. — 6 . Ölüm cezası; idam: Ölüme mahkûm edilmek. —7. Ruhsal ya da bedensel ba­ kımdan, katlanılmaz çok güç bir durum: Bu sıcakta yola çıkmak bir ölüm. — 8 . Ölüm Allah'ın emri, “ er ya da geç herkes ölecektir; bu işi yapmak için ölümü bile göze alıyorum” anlamında kesin kararlı­ lık belirtmek amacıyla söylenir. || Ölüm de­ ğil ya, bir şeyin fazla çekinilecek, korku­ lacak bir yönü bulunmadığını belirtir. || Ölüm döşeğinde, ölmek üzereyken: Ba­ ban ölüm döşeğinde, sen nelerle uğraşı­ yorsun. || Ölüm fermanı, birinin kesin ola­ rak ölmesi konusunda verilmiş karar ya da yapılan iş ve hareket. || Ölüm kalım, ölüm dirim, her türlü tehlikeyi düşünerek göze alma. || Ölüm kalım meselesi, savaşı, ya­ şamda kalabilmek ya da varlığını sürdü­ rebilmek için verilen savaşım. || Ölüm ses­ sizliği, derin ve iç karartıcı sessizlik. || Ölüm, ecel terleri dökmek, çok güç, sıkın­ tılı, heyecanlı anlar yaşamak: Sen gelin­ ceye değin ölüm terleri döktüm. || Ölüm var, dirim var, “ insan yaşayabileceği gibi her an ölebilir düşüncesiyle davranarak tedbirli bulunmalı” anlamında kullanılır: Ölüm var, dirim var, insanın kenarda birik­ miş birkaç kuruşu olmalı. || Ölümle burun buruna gelmek, ölüm tehlikesiyle çok ya­ kından karşılaşıp ondan kurtulmak. || Ölü­ mü göze almak, hayatını hiçe sayarak ya da ölümden korkmayarak tehlikeli bir işe girişmek: Ölümü göze aldıktan sonra in­ san her şeyi yapar. | Ölümün ötesi kolay, “ asıl güçlükler yaşarken vardır” anlamın­ da söylenir. || Ölümün soluğu, ölümü ha­ ber veren işaretler. || Ölümüne susamak, koşmak, ölümüne yol açabilecek ya da ölümle sonuçlanabilecek tehlikeli işlere gi­ rişmek: Ölümüne mi susadın, elektrik di­ reğine çıkılır mı? —Cez. huk. Ölüm cezası, hükümlünün yaşamına son verilmesiyle yerine getirilen ceza. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Ölüm karinesi, ölümüne kesin ola­ rak bakılmasını gerektirecek durumlarda kaybolan ve cesedi bulunmayan kişinin gerçekten ölmüş sayılması (Türk med. k. md. 30). || Ölüm tazminatı, haksız fiil so­ nucu birini öldüren kişinin, ölenin yakın­ larına ödediği tazminat. (Bk. ansikl. böl.) || Ölüm tutanağı, bir ölüm olayı üzerine yet­ kililerce tutulan tutanak. (Bk. ansikl. böl.) || Ölüm yardımı, emekli sandıklarıyla sos­ yal sigorta kurumlarının ölenin yakınları­ na yaptıkları parasal yardım. (Bk. ansikl. böl.) || Ölüme bağlı tasarruf, kişilerin, ölümlerinden sonra sonuç doğurmak üzere yaptıkları hukuksal işlem. (-> V A S İ­ Y E T , M İ R A S ’ S Ö Z L E Ş M E S İ . ) || Birlikte ölüm karinesi -» B İ R L İ K T E . —isi. Azrail adlı ölüm meleğinin ruhu be­ denden ayırması. (Bk. ansikl. böl.) — Kad. doğ. Yenidoğanın yalancı ölümü, doğumda cansız gibi görünen ve soluk almayan, ama kalbi az ya da çok hızla çarpmakta olan yenidoğanın durumu. (Bu durum bugün Apgar göstergesinin saptanması ile daha iyi belirlenmekte ve entübasyon, oksijenleme ve kalp masaj­ ları ile kurtarma odasında acil olarak te­ davi edilmektedir.) —Nörobiyol. Beyin ölümü, beynin hiçbir normal işlev göremediği bir organizmanın patolojik durumu. (Bk. ansikl. böl.)



— Nüfbil. Ölüm noktası, Lexis* diyagra­ m ın da bir ölümü belirten nokta. || Ölüm oranı, belli b ir d ö n em d e bir nüfus İçinde­



ki ölüm lerin o nüfusa oranı (hayvanlar için de kullanılır). [ÖLÜM HIZI ya da KABA ÖLÜM O RANI da d e n ir] (Bk. ansikl. böl.) || Ölüm oranı katsayısı, iki yaş arasında bulunan b ir insan g rubundaki ölüm sayısının, bu yaşların ilkinde olan insan sayısını göste­ ren rakam. (G rup için, bu iki yaş arasın­ daki ölüm olasılığını belirtir.) || Aşırı ölüm oranı, karşılaştırma için ele alınan bir ölüm oranına göre fazla ölüm sayısı. (Bk. ansikl. böl.) || Bebek ölüm oranı, birinci yaş g ü ­ nüne henüz ulaşm am ış bebekler arasın­ da bir takvim yılı içindeki ölümlerin, o tak­ vim yılı içindeki do ğ um lara oranı. — Psikan. Ölüm dürtüsü, Freud'un ikinci topiğinde, insan varlığında bulunan, ama ona yabancı olan ve onu yaşamdan uzak­ lara iten bir gücü belirtir. (Bk. ansikl. böl.) — Sıg. Ölüm sigortası, sigortalının ölmesi durum unda, onun hak sahibi yakınlarına bir anaparanın ya da b ir iradın ödenm e­ sini garanti eden sigorta. —Tanrıbil. Tanrı'nın ölümü tanrıbilimi, ça ğ ­ daş düşüncede Tanrı fikrinin artık hiçbir rol oynamadığı konusundaki toplum bilim ­ sel saptam adan d o ğ an am erikan kökenli tanrıbilim sel düşünce akımı. (Bk. ansikl. böl.) —Tip. Ölümün belirtileri, komanın aşıldığını ve adli tıp incelem esi için organların alı­ nabileceğini gösteren veriler. (Bk. ansikl. böl.) ¡; Yalancı ölüm, kalp ve solunum iş­ levlerinin kısa bir süre için durm ası ya da ileri derecede yavaşlamasıyla belirgin d u ­ rum. (işlevler fark edilemeyecek kadar za­ yıf olduğundan kişiye ölü görünüm ü verir.) • ünl. Yok olması istenen bir kimseye, bir to p lu lu ğ a ya da b ir şeye yönelik ola­ rak söylenen söz: Zalimlere ölüm! — ANSİKL. Bıyol. Hücresel düzeyde, ya­ şamsal işlevlerin devam etmesi diye ta­ nımlanan ölüm süzlüğün olağanüstü bir tarafı yoktur: ikiye ayrılan b ir bakteri öl­ mez, birleşen iki gam etten yeni b ir varlık m eydana gelirken ölüm işe karışmaz ve daha geniş anlam da düşünülürse, yaşam olgusu yeryüzünde bir m ilyar seneden ben devam etmektedir. Laboratuvarda düzenli aralıklarla yeni besi ortam ına ak­ tarılan bir doku kültürü zam an sınırı ol­ maksızın üretilebilir (Harrison, Carrel, Gautheret). Ç ok hücreli canlılarda ölüm ün bir kural olması b irbirinden bağım sız iki nedene bağlıdır: • Dış nedenlere bağlı ölüm . avcı bir hay­ vanın dişleri arasında ölüm , besleneceği avı bulam adığı için açlıktan ölüm , iklim değişikliği nedeniyle ölüm , bir kaza, has­ talık, vb. nedenlerle ölüm . D oğada en sık rastlanan ölüm tipi budur. • iç nedenlere bağlı ölüm: yaşlılık yüzün­ den ölüm , bazen genetik program a b a ğ ­ lı ölüm (beslenmeyen kelebek, ananın ölü­ mü ile sonuçlanan yum urtlam a, cesedi yavruları koruyan koşnil, vb.), daha sık ola­ rak da kırılganlığın gittikçe artması (kemik, d am ar çeperleri) ve bunun kaza olasılığı­ nı sürekli artırması sonucu m eydana g e ­ len ölüm . ( - U ZU N Ö M ÜRLÜLÜK.) • Biryıllık türlerin durumu. "Kötü mevsim” i (kış donu ya da kurak mevsim) olan iklim ­ lerde yaşayan biryıllık hayvan ya da bitki türleri, bu mevsim başlar başlam az arka­ larında yavaşlamış b ir yaşam süren döl­ ler (tohum, yum urta) bırakarak ölürler. La­ boratuvarda, elverişsiz şartlar ortadan kal­ dırılınca bu varlıklar genellikle, sanki yaş­ lılıkları m evsimlerin bir yıllık ritmine uyum sağlarmışçasına, biraz daha uzun (ama ço k değil) yaşarlar. Yıldan başka hiçbir biyoritlm yaşamın uzunluğunu belirleyemez. • Yan ölüm, organizm anın yalnız bir bö­ lüm ünü ilgilendiren ölüm dür: yaprak d ö ­ ken ağaçların yaprakları, kriptofit çokyılhk otların toprak dışında kalan kısmı, yı­ lan ve böceklerin deri değiştirm esi, m e­ şe mantarı ye özodunu, vb. Genel olarak insanda ve hayvanlarda canlı m addenin g ünlük olarak yenilenmesi her gün birçok



B.N., Paris



hücrenin ölm esiyle gerçekleşir. • Tohumlarda, küçük anhidrobiyoz hay­ vanlarda vb. yaşam yavaşlaması temelde, bazen uzun am a her zam an sınırlı bir sü­ re sonunda, koşullar elverişli olur olm az etkin yaşamın (çimlenme, yumurtanın açıl­ ması, canlanm a) tekrar kazanılmasıyla ölüm den ayrılır. Kış uykusu* için de du­ rum aynıdır. Ö lüm ün yararı apaçık m eydandadır: yalnız ölüm sayesinde biyosfer, genişle­ meyen bir gezegende kendine yer bula­ bilir: biyolojik evrim ancak ölüm yoluyla sağlanabilir. — Cez. huk. • Ölüm cezası. Kim i ülkele­ rin yasalarından çıkarılan, kimi ülkelerin yasalarında bulunm akla birlikte uygulan­ m ayan bu ceza kimi ülkelerde sıkça uy­ gulanm aktadır. Ölüm cezasının gerekli o lu p olm adığı yıllarca tartışıldı. Bu ceza­ nın hukuk tekniğini aşan bir yönü vardır. Bu tü r b ir cezanın benim senm esi, yalnız­ ca ceza hukuku ve krim inolojinin kapsa­ mını aşar. Ö lüm cezası, giderilm esi ola­ naksız zarara yol açtığı için özellikle adli hataların b u lunduğu d urum larda eleştiri konusu yapılmaktadır. Türk ceza k. ölüm cezasına yer veren yasalardandır. Türk hu­ kukunda m ahkem elerce verilen ve kesin­ leşen ölüm cezalarının yerine getirilm esi­ ne karar verm e yetkisi TB M M ’nindir (Ana­ yasa m d. 87). M eclis’in onayından g e ç­ meyen ölüm cezası kararları yerine getiri­ lemez. Türkiye’de ölüm cezası hüküm lü­ nün asılmasıyla yerine getirilir. Cezanın ye­ rine getirilm esi sırasında kararı veren m ahkeme üyelerinden biri, C. savcısı, dok­ tor, zabıt kâtibi ve cezaevi m üdürü hazır bulunur. H üküm lünün bağlı o lduğu dinin temsilcisi, savunm a avukatı ya da ailesin­ den bir kişi de cezanın yerine getirilm esi sırasında hazır bulunabilir. — Folk. A n a d o lu d a ölüm e ilişkin birçok gelenek ve inanış vardır. Bunlar ölüm ü dü­ şündüren ön belirtiler ve kaçınmalar, ölüm sırasında yapılması gerekenler ve ölüm ­ den sonraki uygulam alar olarak g ru p la n ­ dırılır. A na d o lu ’nun birçok yerinde baykuş öt­ mesi, köpek uluması, ayna kırılması, düş­ te ölm üş bir yakınını görm e ya da henüz evlenm em iş kızlar için kendini gelinlikle g örm e vb. pek ço k önem li ya da önem ­ siz olay, ölüm ü düşündüren ön belirtiler olarak değerlendirilir. Kaçınm alar yerine getirilm ediği ya da yapıldığı zam an ölüm ­ le sonuçlanacağına inanılan davranışları kapsar. D eğişik yörelerde bugün de ya­ şayan, evden ölü çıktığında o mahalledeki su dolu kapları, “ azrail parm ağını batır­ mıştır ya da bıçağını yıkamıştır" diye dök­ me: ölü yıkanırken ya da cenaze geçer­ ken “ üstüne ölüm uykusu çö km e sin " d i­ ye uyuyanları uyandırm a; ölü evinden çı­ kanın "ö lü m ün ağırlığı taşa g e çsin " diye b ir taşa oturması; m ezar kazan ya da top­ rak örtenlerin kazma, kürek vb.'yi art ar­ da ölüm olur diye elden ele verm eyip top­ rağa koyduktan sonra ötekine iletmesi; ölü yıkayıcılarının davranışlarını yinelem em ek için sabunu el üstünde başkasına verm e vb. bu tü r kaçınm alar niteliğindedir. Ölüm ve ölüm sonrasındaki uygulam a­ ların ço ğ u n lu ğ u dinsel gerekleri yerine



getirm e amacı taşır. Yörelere göre bazı farklılıklar görülm ekle birlikte genelde te­ m el din kuralları, belirleyici etkendir. Ölüm anından göm ülm e İşlemi bitince­ ye de ğ in gözetilen bazı töreler de vardır. Ö rneğin; bazı yörelerde ölünün g ö m ü l­ mesi konusunda aceleci davranılır. Bunun nedeni ölünün kokmasını önlem ek, acıyı bir an önce unutturm ak, ölünün sorgucu m eleklere iyi cevap verebilm esi için bey­ ninin soğum am asını sağlam ak vb. olarak açıklanır. Bu törelerin bir b ö lü ğ ü n de ise büyülük öğeler görülür. Ölünün ağzı ve burnunun pam ukla tıkanması şeytanın girm esini önlem ek için alınm ış bir tedbir olarak değerlendirilir; bazı yörelerde ölü­ nün yıkanm asından artan su kaçınılması gerekil bir m adde olarak dökülür; bazı yö­ relerdeyse tam tersine bu su şifa niyetine kırklı çocuklara, hastalara dökülür Bu suy­ la, öteki dünyada ölenle buluşm a ya da acıyı soğutm a amacıyla el yüz yıkama ge­ leneği de vardır. A n a d o lu ’da ölüm olayıyla ilgili oldukça yaygın geleneklerden biri de ağıt yakm a­ dır. Bunu başsağlığı dilem e töresi izler. Ki­ mi zam an bu iki töre iç içedir. Başsağlığı dilem eye gelenler üzüntülerini ifade eder ve ölü çıkan evdekileri yalnız bırakm am a­ ya çalışır ve ölü evine yem ek götürürler. Ö lünün eşyalarıyla ilgili en yaygın ge­ lenek, bunları yoksullara dağıtmaktır. Ba­ zen bunların su serpm e, ayazlam a vb. sem bolik arındırm a işlem lerinden geçiril­ diği de olur. Bu gelenek, ölünün d ö n üp gelerek eşyalarını kullanana zarar verm e­ sini önlem e amacını taşır. Ölünün anıldığı, ruhuna adanarak Ku­ ran, m evlit okutulduğu, aş verildiği belli günler, daha çok ölüm ün kırkıncı, elli ikinci günüyle yıldönüm ü; daha seyrek olarak da üçüncü ve yedinci günüdür. Bu tür ge­ leneklerin bir bölümü, özellikle yemek ver­ m e eski tü rk İnanışlarının izleri olarak d e ­ ğerlendirilm ektedir. Ölü için yas tutm a süresi A na d o lu ’nun çeşitli yörelerinde farklılıklar gösterir. En yaygını kırk gündür. Bu süre içinde süslü giyinilm ez, eğlencelere katılınmaz, bazı yörelerde yıkanılm az ve iş tutulm az. Yas rengi karadır. Bir yakını ölen başına kara yazm a bağlayarak bunu belli eder. Bazı yörelerde giysilerini ters giyme, saçlarını kesme, beliklerini çözm e vb. uygulam ala­ ra da rastlanır. Yasın sona erdirilm esi birçok yerde ba­ zı kurallara bağlıdır. Bazı yörelerde bunun için ölüm den sonraki ilk bayramın geçm e­ si gerektiğine inanılır, ilk bayram da bay­ ram gezm esine çıkılm az, gelen konukla­ ra şeker yerine acı kahve İkram edilir. Ka­ dınların kara yazmalarını çıkarıp renkli yazma bağlam aları, erkeklerin sakallarını tıraş etmeleri vb. bazı davranışlar da çe ­ şitli yörelerde yas dönem inin bittiğini be­ lirtir. Birçok yörede de yas ham am ı ya da ölü* hamamı denen uygulam ayla yas so­ na erdirilir. Gelenekselliğini koruyan yörelerde ölü­ m e ilişkin inanışlar ve gelenekler bugün d e varlığını sürdürm ekle birlikte özellikle kentlerde bunların yerini daha çağdaş uy­ gulam alar almıştır. — Huk. Ölüm, kişiliğe son veren b ir olay-



Ö lü ler dansı “ ölüm tarafından sürüklenen kral, kardinal, imparator, papa” nın tezhipli bir sayfasından ayrıntı Bedford atölyesi, 1420’ye doğr. Bibliothèque nationale, Paris ■



Ölümün zaferi Pisa'da campo santo fresklerinden birinin sol bölümü (1360’a doğr.-1380) "Ölümün zaferi ustasının yapıtı



dır. Ölümle birlikte, ölenin kişilik hakları da sona erer. Buna karşılık ölüm kişinin mal, varlığı haklarını ortadan kaldırmaz, bun-’ lar ölenin mirasçılarına geçer. Ölen kişi adına dava açılamayacağı gibi, ona karşı da dava açılamaz. Ölen kişi hak sahibi olamayacağı gibi, borç altına da giremez. Ölüm olayı, kural olarak, nüfus kayıtlarıy­ la kanıtlanır. Ancak bu kayıtların yanlış ol­ duğunu ileri süren kişi bunu her tür kanıt­ la kanıtlayabilir. • Ölüm tazminatı. Ölüm nedeniyle öde­ nen tazminat, maddi-, ve manevi olabilir. Haksız fiil nedeniyle ölüm sonucunda ödenecek tazminat, özellikle cenaze gi­ derlerini de kapsar. Ölüm, haksız fiilin he­ men ardından olmamışsa tazminat teda­ vi giderlerini ve çalışma gücünden yok­ sun kalmaktan doğan zararları da içerir. Ölüm sonucunda başka kimseler, ölenin yardımından yoksun kalmışlarsa onların bu zararının da ödenmesi gerekir (Borç­ lar k. md. 45). Yargıç, özel durumları göz önüne alarak ölünün yakınlarına manevi zarar karşılığı olarak adalete uygun bir taz­ minat verilmesine karar verebilir (Borçlar k. md. 47).



• Ölüm tutanağı, köylerde muhtar, il ve il­ çelerle sağlık örgütü bulunan öteki yerler­ de gömme İzni verenler tarafından düzen­ lenir ve nüfus memurluklarına gönderilir. Ölüm genel bir taşıt aracında olmuşsa tu­ tanak bu taşıtın sorumlusu tarafından dü­ zenlenir. Sel, yangın, yer sarsıntısı, trafik kazası vb. nedenlerle meydana gelen top­ lu ölüm olaylarında ölüm tutanakları vali ve kaymakamlarca görevlendirilen me­ murlar tarafından düzenlenir Kıtalarında ölen asker kişilere ait ölüm tutanakları kı­ ta doktoru ya da onun yerine bakan gö­ revlilerce hazırlanır • Ölüm yardımı, ölenin hak sahibi yakın­ larına (karı, koca, çocuk, ana ve baba) ay­ lık bağlanması, toptan ödeme yapılması ve cenaze masraflarının verilmesi yardım­ larını kapsar. Emekli sandığı’na bağlı ola­ rak çalışanlardan emekli, malullük aylığı alanların ya da buna hak kazananların, hizmet süreleri on yıl ve daha fazla olan­ ların ve görevi nedeniyle ölenlerin hak sa­ hiplerine aylık bağlanır. Emekli ve malul­ lük aylığı alanların ölümü halinde bir ay­ lık tutarında ölüm yardımı yapılır. Hak sa­ hibi kişilere ölüm aylığı bağlanması ola­



Yaşlı adam Genç Hans Holbein'ın ölüm dansı'ndaki Hans Lützelburger tarafından ağaç üzerine oyulan (1522'ye doğr.-1526) ve Lyon’da 1538'de yayımlanan kırk levhasından biri Bibliolhique rıatlonale, Paris



Ölümün zaferi ressamı bilinmeyen bir XV. yy. tablosu Ulusal galeri Palermo



n a k s ız o la n d u r u m la r d a , E m e k li s a n d ı ğ ı 'n d a b i r ik e n p a r a k a r ş ı lı ğ ı n d a t o p t a n ö d e m e y a p ılır . S o s y a l s ig o r t a la r k a n u n u ' n a g ö r e s ig o r t a lı n ı n ö l ü m ü iş k a z a s ı y a d a m e s l e k h a s t a lı ğ ı n d a n b a ş k a b i r n e d e n le m e y d a n a g e lm iş o lm a lı d ı r , iş t e h lik e s i n e ­ d e n iy l e ö l ü m o lm a s ı s o n u c u y a p ı l a n y a r ­ d ı m la r a y r ı c a d ü z e n le n m iş t ir . S ig o r t a lı n ı n ö l ü m ü n d e h a k s a h ib i k iş ile r e y a s a d a b e ­ li r le n e n o r a n la r d a ö l ü m a y lığ ı b a ğ la n ı r . B u n u n İ ç in s ig o r t a lı n ı n m a l u ll ü k , y a ş lılık a y lığ ı a l m a k t a y k e n y a d a b u a y lık la r ı n b a ğ la n m a s ı n a h a k k a z a n d ı k t a n s o n r a y a ­ h u t e n a z b e ş y ı ld a n b e r i s ig o r t a lı o l a r a k t o p l a m b i n s e k i z y ü z g ü n m a l u ll ü k , y a ş lı ­ lık v e ö lü m s ig o r t a la r ı p r im i ö d e m iş o lm a s ı g e r e k ir Ö lü m a y lı ğ ı n a h a k k a z a n m a d a n ö l e n s ig o r t a lı n ı n k e n d is i n i n v e iş v e r e n in ö d e d iğ i p r i m le r h a k s a h ip l e r in e t o p t a n ö d e n ir Ö le n s ig o r t a lı n ı n a i le s i n e c e n a z e m a s r a fı y a r d ı m ı d a y a p ılır . — I k o n o g r . ’ O r t a ç a ğ ’ ın s o n la r ı n a d o ğ r u ö lü m , h ı r is t ly a n ik o n o g r a f is in in b a ş lı c a t e ­ m a l a r ı n d a n b ir i d u r u m u n a g e ld i . O d ö ­ n e m le r d e ö lü m , y a ş a m ı n d o y u r d u ğ u t ü m k iş ile r in p e ş in e d ü ş e r e k ö ç a la n t a n r ı s a l b i r v a r lı k o l a r a k g ö r ü lü y o r d u ; ç ü r ü m e k t e o la n b ir c e s e t ( J e a n n e d e B o u r b o n ’u n m e z a r ı n d a k i fig ü r , L o u v r e ; S t r a s b o u r g m ü z e s i 'n d e k i M e m l in g 'in s u n a k a r k a lı ğ ı ) y a d a d a h a g e n e l o la r a k , e l in d e b i r o r a k t a ­ ş ı y a n ( y a d a t a ş ı m a y a n ) b i r is k e le t b i ç im in ­ d e c a n la n d ı r ı ld ı . Ö lü m ü n a h la k i v e y e r g i­ c i (Ölüler' dansı) b i r a n la y ı ş la b u b i ç im ­ d e if a d e e d ilm e s i, m e z a r s a n a t ı n a e g e ­ m e n o la n m a r iz g e r ç e k ç ilik le b ir a r a d a y ü ­ r ü d ü ( k a r d in a l L a g r a n g e 'ı n , R e n é d e C h a lo n ’ u n , k a r d in a l B ir a g u e 'ı n m e z a r h e y k e l­ le r i; m e z a r 'a n ı t la r ı n d a ilk is k e le t f i g ü r le r i­ n in X IV . y y .’d a g ö r ü lm e y e b a ş la n m a s ı ) . Ölümün zaferi t e m a s ı M a h ş e r a t lı s ı n d a n e s in le n ir ; S u b ia c o f r e s k le r i (X IV . y y .) v e P a ­ le r m o ’d a S c la f a n i s a r a y ı f r e s k le r in d e , P is a c a m p o s a n t o ’s u n d a a d ı b i lin m e ­ y e n b i r r e s s a m , F lo r a n s a 'd a S . C r o c e ’d e O r c a g n a t a r a f ı n d a n , Y a ş lı B r u e g e l ( M a d ­ r id ) , d a h a s o n r a B . W e s t (Solgun atın üze­ rindeki ölüm, P h ila d e lp h ia ) t a r a f ı n d a n e le a lı n d ı . J . C o lo m b e ’u n Ölüm ve askerler k o n u s u n u İ ş le y e n b i r m in y a t ü r ü (Très Riches Heures du duc de Berry) v e M a g n a s c o ’ n u n b i r t a b l o s u d a (Campomorte Exvoto’su) a n ıla b ilir . A n c a k , ö l ü m t a s v ir le ­ r in e ö z e lli k le g e r m e n k ö k e n li s a n a t ç ı la r ı n y a p ı t la r ı n d a s ı k ç a r a s t la n ı r : D ü r e r (Atlı, ölüm ve şeytan). H . B a l a u n g (Ölüm ve genç kız v e Ölüm ve kadın, B a s e l; Vanitas, V iy a n a ) , H o lb e ı n ( Ölüm görüntülen a d lı g r a v ü r d iz is i) , R e th e l (Ölüler dansı k o ­ n u lu a ğ a ç ü z e r in e o y m a b a s k ı) , B ö c k l in



(Ölüler adası), M. Klinger (Ölüm üzerine, iki gravür dizisi). İspanyol ressamlar ara­ sındaysa bu tema, Valdés Leal (Finis gloriae mundi ya da iki ceset; Ölüm, Sevilla) ve Goya (gravürler) tarafından ele alındı. F. Rops’un Baloda ölüm ve Ensor’un gra­ vürü insanlar sürüsünü kovalayan ölüm de sayılabilir Heykelcilik alanında, flaman kiliselerindeki kürsüleri taşıyan iskeletler, Thorvaldsen tarafından yapılan ve Ölüm ve ölümsüzlük temasının işlendiği Prens Eugen anıtı (Münih) ya da Picasso’nun Ölü başlan (1943) sayılabilir. (-> HİÇLİK.) Sinema alanında gerçekleştirilen ikonografik bir buluş da kayda değer: Cocteau' nun Orphée filmindeki ölüm motosikletçileri. Tanınmış bir kişinin ölümüne ilişkin kom­ pozisyonların da sayısı çoktur. Mantegna' nın Ölü İsa (Milano), Ghirlandaio’nun Aziz Francesco'nun ölümü (Floransa), Van Dyck’ın Âdem’in ölümü (Leningrad), il Tin­ toretto’ nun Habll’ln ölümü (Venedik) adlı yapıtları. —İsi. İslam inancına göre, her canlının ya­ şam süresi Tanrı tarafından kesin olarak saptanmıştır. Kuran’da şöyle denir: “ On­ ların ecelleri (ölecekleri zaman) geldiğin­ de ne bir saat sonraya ne de öne alabilir­ ler" (VII, 34). “ Her canlı ölümü tadacaktır” (III, 185). “ Hayat gibi ölüm de insanlar için bir sınavdır” (LXVII, 2). Hz. Muhammet, müslümanlara koşul­ lar ne olursa olsun, ölümü istemeyi kesin bir dille yasaklarken, “ Tanrım, yaşamam hayırlıysa yaşamamı, ölümüm hayırlıysa ölmemi sağla" denilmesine izin verir. —Nörobiyol. Beyin ölümü. Klinik olarak beyni ölmüş durumda olan hasta, kendi­ liğinden hiçbir etkinlik gösteremez, soluk almaz, gözbebekleri midriyaz halindedir, ağrı verici uyarılara karşı hiçbir tepki gös­ termez; buna aşılmış koma durumu de­ nir; bu durumda organizma yapay olarak ısıtılmalı ve havalandırılmalıdır. Elektroansefalogramda çizgi dümdüzdür. Ölümün varlığını gösteren bu durumda da, solu­ num yapay olarak sağlanabildiğine göre bunun bir gerileme, bir iyileşme olanağı bulunan bazı barbütirik zehirlenmesi ko­ malarından ayırt edilmesi gereklidir. Be­ yin ölümü hallerinde, bir organ nakli (kalp, böbrekler) sözkonusu ise içorganların ya­ şaması sürdürülür. —ANSİKL. Nüfbil. Nüfusbilim çözümleme­ sinde, genel ölüm oranının incelenmesi­ ni iki gösterge sağlar. Kaba ölüm oranı, yıllık ölümlerin sayısının toplam nüfus sa­ yısına oranını belirtir; bununla birlikte söz­ konusu oranın değerinin bir ölçüde nüfu­ sun yaş yapısına bağlı olması uluslarara­ sı karşılaştırmalarda yanlışlıklara yol açar; gerçekten ölüm oranı düşük yaşlı bir ül­ kenin kaba ölüm oranı, ölüm oranı yük­ sek genç bir ülkeninkinden daha fazla olabilir. Bu durumda, doğuştaki yaşama umudu ya da ortalama ömür daha geçerli bir göstergedir: belirli bir toplulukta, be­ lirli bir kuşak ya da bir dönem için ölüm koşullarının daha iyi gösterilmesini sağlar. Yaşam* tablosu çizelgeleri aracılığıyla el­ de edilir. Bireyler ve birey grupları arasında göz­ lenmiş ölüm oranı farklılıkları arasında şu ya da bu etmenin kesin rolünü belirlemek günümüzde hâlâ güçtür. Ölüm nedenleri arasında iç etkenler ve dış etkenler ayrı­ mının yapılması, özellikle bebek ölüm ora­ nının çözümlenmesini sağlar (iç etkenle­ re bağlı bebek ölüm oranı, bir ülkeden ötekine çok az değişir; oysa, ülkenin top­ lumsal açıdan sağlığı koruma ve hastalık­ ları önleme donanımını yansıtan dış etken­ li ölüm oranı için durum bunun tam tersi­ dir). Bu, dış etkenli ölümlerin toptan yok oluşuna karşılık düşen yaşama umudunu ölçen limit biyolojik ölüm oranı kavramı­ nım tanımlama olanağını da verir. Ama ço­ ğunlukla, toplumsal çevreye göre ölüm karşısında eşitsizlik örneğinin de göster­ diği gibi, iç ve dış etkenler birbirine karı­ şır, karşılıklı etkilenerek ortak etkilerini ar­ tırırlar. Az elverişli koşullarda yaşayanların



ortalama ömrü ile çok elverişli koşullarda yaşayanların ortalama ömrü arasındaki fark çok büyüktür. Ayrıca elverişli ve elve­ rişsiz koşullarda yaşayan gruplar içinde de kırsal kesimde ve kentsel alanlarda ya­ şamaya göre büyük farklılıklar gözlenir. Türkiye'de, 1931'de derlenmeye başla­ nan ölüm istatistikleri 1949 yılı sonuna ka­ dar yalnızca 25 il merkezini, 1950 başın­ dan 1 mart 1957'e değin bütün il merkez­ lerini, bu tarihten sonra da bütün il ve ilçe merkezlerini kapsamı içine almıştır. Bu is­ tatistiklerdi ve ilçe merkezlerindeki ölüm olaylarında, yasa gereği olarak, “ ölü göm­ me kâğıdı izni” vermekle görevli olan ki­ şilerce doldurularak, illerde sağlık müdür­ lükleri, ilçelerde sağlık ocakları kanalıy­ la Devlet istatistik enstitüsü'ne (DİE) gön­ derilen "ölüm istatistik formları” na daya­ nılarak hazırlanmaktadır. Türkiye'de, ölüm düzeyine ilişkin kapsamlı verilerin bulun­ mayışı -özellikle 1960 öncesi için- bu ko­ nuda yapılan saptamaların, özel araştır­ macılarla Birleşmiş milletlerin yaptığı tah­ minlere dayandırılması zorunluluğunu do­ ğurmuştur. Buna göre, 1930'lardaki ka­ ba ölüm oranına ilişkin tahminler °/o o 2 0 ile °/o o 30 arasında değişmektedir. Ölüm olaylarındaki bu yüksek oran, Cumhuri­ yetin kuruluş aşamasında gelir ve refah düzeyinin düşüklüğü; sıtma, frengi, tifüs, vb. salgın hastalıkların yaygın oluşu ve bu­ na karşılık o yıllarda sunulabilen sağlık hiz­ metlerinin yetersizliğinden kaynaklanıyor­ du. Hükümetlerin, nüfus artışını özendiri­ ci bir politikayı benimsedikleri bu dönem­ de, özellikle ölümlerin azaltılmasına önce­ lik ve ağırlık verilmiştir. Ancak, 1940-45 yıl­ larında, savaş koşulları altında en önemli ilaçların bulunamayışı, salgın hastalıklar, şiddetli geçen kışlar yüzünden ölümlerin -özellikle bebek ölümlerinin- artması ka­ ba ölüm oranlarında da % 10 ile % 40 arasında artışlara yol açmıştır. 1945'te, sa­ vaşın bitimiyle, ölüm düzeylerinde de önemli gerilemeler görüldü. Bir araştırma­ ya göre (Gürtan), 1945-50 arasında % o 17.6 olan kaba ölüm oranı, 1950-55 ara­ sında % o 14,1'e, 1955-60 yıllarında % o 12,6’ya düştü. Bir başka tahmine göre (Shorter) ise, kaba ölüm oranlan, sözko­ nusu dönemlerde sırasıyla °/o o 24,6, °/o o 21,8 ve % o 19,5 oldu. Bu durumda, kaba ölüm oranlarının 1945-50 döneminde °/o o 20, 1950-60 döneminde ise °/o o 15-20 ol­ duğu söylenebilir. Bu olumlu gelişmede, 1950’ler Türkiye'sinde, tarımda modern­ leşme ve sanayinin gelişmesiyle yükselen refah ve gelir düzeyinin etkisiyle bulaşıcı hastalıklara karşı kullanılan ilaçların yay­ gınlaşması, DDT kullanımı, sıtma ve ve­ remle savaşımda elde edilen başarılı so­ nuçlar, çocuk sağlığındaki iyileştirmeler önemli katkılar sağladı. Ölüm düzeyinde­ ki gerileme 1960’tan sonra da sürerek 1960-65 arasında °/o o 17,3, 1965-70 ara­ sında % o 11,5. 1970-75 arasında da % o 8 . 6 olarak hesaplandı (Shorter). Birleş­ miş milletlerin tahmini ise aynı dönemler için sırasıyla, X» 15 ve X» 11,7 ve 197580 dönemi için de X» 10’dur. DİE'nin 1989 Türkiye nüfus araştırmasına göre, aynı yıl kaba ölüm hızı %o 7,79 olarak gerçekleşmiştir. Öte yandan, ölüm oran­ larına koşut bir gelişme gösteren ortala­ ma ömür süresi (doğuştaki yaşama umudu), Türkiye'de, 1940 öncesi 45 yıl dolayında iken, 1940-45 döneminde 35 yıla geriledikten sonra, 1945-50 arasın­ da 45 yıla, 1950'li yıllarda ise 50 yıl do­ laylarına yükselmiştir. Birleşmiş millet­ lerin hesaplamalarına göre, ortalama ömür süresi 1950-55 yılları arasında ka­ dınlarda 48,3, erkeklerde 45,8; 1955-60 arasında kadınlarda 61,6, erkeklerde 60,3 yıl olarak saptanmıştır. Hacettepe üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre ise, 1965 te kadınlar için 55 yıl olan ortalama ömür süresi erkekler için 52 yıl, 1985'te kadınlar 67 yıl, erkekler için 62 yıl olarak saptanmıştır. 1989'daysa bu rakam, kadınlar için 69 yıl, erkekler için 64 yıl, ortalama 67 yıla ulaşmış durum-



■iiİI



/



■ë k m







i



~



:



t



**



/ ;



K t



y



*



ılA ftlfe y -t y f * •



t i. \



-



İM



,4







ïfé & S '



> '



.



....



Scala



'# r



M



ü



dadır. Böylece 1990‘larda Türkiye, orta­ lama ömür süresinde gelişmekte olan ül­ keler ortalamasının (61 yıl) ve dünya ge­ nelinin oldukça üzerine çıkmış ve geliş­ miş ülkeler grubuna (75 yıl) yaklaşmıştır. Türkiye'de tarihsel süreç İçinde, kaba ölüm oranlarındaki gerileme, bebek ölümlerinde de görülmekle birlikte, be­ bek ölüm oranlarındaki düşüş daha ya­ vaş bir tempoda gerçekleşmiştir. Nite­ kim. 1945-1950 yılları arasında % sıcak, ısıtma > sıtma vb.).



Ö N S E S LE N D İR M E -•



P L A Y -B A C K .



Ö N S E Z İ a. Görünüşte aralarında hiçbir ilişki olmayan iki olay arasında kurulan gi­ zemli bağ; hissikablelvuku. Bu olaylardan birinin ortaya çıkması, öteki olayın da or­ taya çıkmasına yol açtığından böyle bir bağın var olduğu sonucuna varılır. (Etno­ graflar önseziden, birinin bir hayal görme­ si ve sonradan ailesinden birinin öldüğü­ nü öğrenmesi durumunda söz ederler.) Ö N S E Z İL İ sıt. Önsezileri güçlü kimse İçin kullanılır. Ö N S IK IŞ T IR IC I a. Soğut, san. K O M P R E S Ö R 'ü n eşanlamlısı.



ÖN-



Ö N S IR A L A M A a. Küm. kur Önsıralama bağıntısı, yansımalı ve geçişli ikili bağın­ tı. Ö N S IR A U sıt. Küm. kur. Ûnsıralı küme, bir önsıralama bağıntısıyla donatılmış kü­ me. Ö N S IR TS A L sıt. Sesbllg. Dilin sırtının ön kesimiyle oluşturulan ünsüz için kullanılır (örn. [s]). Ö N S İN D İR İM a. Sindirimden önceki dış sindirim. (Bk. ansikl. böl.) —Fizyol. Sindirimden önce gelen ve onu hazırlayan işlemlerin tümü. || Sindirim yü­ künü hafifletmek amacıyla hastalara veri­ len bazı besinlere uygulanan İşlem. — A N S İ K L . Biyol. Önsindirim canlı bir tür İçin iki durumda gereklidir: 1 . ağız bulun­ madığı zaman ve organizma katı organik besinlerle karşı karşıya kaldığı zaman. Bu duruma bakterilerde, mantarlarda, böcekçil bitkilerde, çürükçül ya da asalak yeşil olmayan bitkilerde rastlanır; 2 . sindirim borusuna açılan delik katı maddelerin yu­ tulmasına uygun olmadığı zaman: karıncaaslanı kurtçuğunun altçenesi, ev sine­ ğinin süngerimsi hortumu, tahtakurusunun sokucu hortumu, örümceklerin emi­ ci bir kursağa bağlı küçük ağzı, içinden ters dönmüş midesini çıkartarak avını dı­ şarıda sindiren denizyıldızının ağzı. Bu ör­ neklerin çeşitliliği, önsindirimin yalnız bit­ kilere özgü olmadığını gösterir. ÖN SİN TE R LE M E a. Metalürj. Toz mad­ delerden hazırlanan ürünü hafifçe topaklaştırmak amacıyla sinterlemeden önce (normal sinterleme sıcaklığının altındaki bir sıcaklıkta) uygulanan ısıl İşlem. (Bu iş­ lem toz metalürjisinde ürünün daha fazla yoğunlaştırılmasından önce koruyucu bir atmosfer altında ve bir fırın içinde yapılır. En çok kullanılan teknik sıkıştırma, önslnterleme ve sinterleme olmak üzere üç aşa­ mada gerçekleştirilir; ikinci aşama, yani önsinterleme, sıkıştırmadan kaynaklanan iç gerilme kuvvetlerinde bir gevşemeye yol açar.) Ö N S İP A R İŞ a. İkt. Bir müşterinin, ma­ lın üretiminden önce gösterdiği satın al­ mak istemi. Ö N S O Ö U T M A a. Soğut, san. Bir baş­ ka işlemden önce gerçekleştirilen soğut­ ma (özellikle sevk etmeden ya da depo­ lamadan önce bir besin maddesinin hızlı soğutulması). Ö N S O LU K LU sıt. Sesbilg. Söylenişi bir soluklamayla başlayan ve özellikle kimi kızılderili dillerinde bulunan bir ünsüz için kullanılır (fox, hopi). Ö N S O Y M U K a. Bot. Damarlı bitkilerin soymuğunun ilk dokularının tümü. (Eşanl. P R O T O F L O E M .)



Ö N S Ö Z a. Ed. Bir yapıtın yazılış amacı­ nı belirtmek, içeriğini tanıtmak vb. için ya­ pıttan önce yer verilen tanıtıcı yazı. (Eşanl. D İB A C E , M U K A D D E M E .)



Yapıtlara önsöz koyma alışkan­ lığı Antikçağ'a kadar uzanır: özellikle yu­ nan (Herodotos, Thukydides, Plutarkhos) ve latín (Sallustius, Titus-Llvius) tarihçiler, önsözlerinde amaç ve yöntemlerini açıklarlardı. Divan edebiyatında manzum ve men­ sur yapıtların başındaki dibace*ler birer — A N S İK L .



önsöz sayılabilir, Tanzimat'tan sonra yenilik getiren birçok yapıta yazarlarının gelenek­ ten ayrılan yeni görüşleriyle ilgili önsözler yazıldı (örn. Namık Kemal’in Celalettin Harzemşah önsözü, Abdülhak Hamit'ln Makber önsözü, Ahmet Haşim’in Piyale önsözü, Orhan Veil'nin Garip önsözü). Ö N S Ö ZLE Ş M E a. Huk. İleride bir söz­ leşme yapılacağı konusunda yapılan an­ laşma. (-» A K İ T * Y A P M A V A A D İ . ) Ö N Ş IR A a. Bes. san. Üzüm ya da elma­ nın sıkılmasından önce tekneden ya da sıkıcıdan akan üzüm ya da elma suyu. —Şaraf3Ç. Önşıra alımı, üzüm değirme­ ninden geçilerek ezilmiş üzümlerden preslemeden önce, kendiliğinden akan şı­ ranın alınması. Ö N Ş İZ O F R E N İ a. Psik. Gerçek bir şi­ zofreniye doğru gelişebilen önpslkoz du­ rumu. Ö N 1A B ELA a. Reklamc. Trafiğe açık her türlü yoldan görülebilecek biçimde yerleş­ tirilen ve yakında belirli bir etkinliğin sür­ dürüldüğü bir binanın bulunduğunu gös­ teren yazı, resim vb. Ö N TA R İH a. Tarihöncesi ve tarih döne­ mi arasında kalan insanlık tarihi çağı. — A N S İ K L . İlk yazılı belgelerden önce ge­ len bu çağın temel özelliği, ilkin Bakırtaş*’a yol açan bakır madenciliği, ardın­ dan adını Tunç* çağına veren bu tunç ma­ denciliği ve Hallstatt* çağı ya da La Tfene* çağı diye de adlandırılan Demir* çağına veren demir madenciliği olmak üzere, ma­ denciliğin ortaya çıkışıdır. Öntarihin krono­ lojik sınırları bölgelere göre değişiklik gös­ terir. Eski Şark*'ta bakırın V. blnyıl'dan ön­ ce kullanıma girdiği sanılmakla birlikte, bazı okyanus^ etnileri ya da Kızılderililer, madeni ancak XX. yy. eşiğinde kullanma­ ya başladılar. Ö N TAR SU S a. Böcbil. Böceklerin ayak­ larındaki uç oluşumların tümü. (Bazı İlkel biçimlerde, öntarsus, eklemli, iki yan tır­ nakla çevrili bir orta tırnaktan oluşur. Söz­ gelimi ikikanatlılarda yan uzantılar [ya da yastıklar] ve bir orta uzantı [empodium] bulunabilir.) Ö N TA S A R a. Gerçekleştirilecek bir ya­ pıya ilişkin ilk öneri ve düşünceleri belir­ ten proje; avan proje. ÖNTASARI a. Bir tasarının grafik, teknik, hukuki, iktisadi vb. nitelikteki hazırlık ça­ lışması. Ö N TA S IM a. Mant. -



Z İN C İR L E M E * TA­



S IM .



Ö N TA V LA M A a. Kaynakç. Parçaları, çekmeden kaynaklanan biçim değiştirme­ lerini azaltmak ve yüksek sıcaklıkta kalma zamanını artırarak sertleşme etkisini en aza indirmek için, kaynak işleminden ön­ ce ısıtma. Ö N TE P E a. Coğ. Ana sıradağların ke­ narında yer alan yüzey şekilleri. Ö N TE S T a. Bir reklam mesajından bek­ lenen etkilerin, reklamın yayımlanmasın­ dan önce değerlendirilmesi ya da ölçül­ mesi. —Ruhbll. ve Topbil. Bir anket soru kâğı­ dının ya da bir testin İlk biçiminin sınama­ dan geçirilmesi. (Öntestln üçlü bir amacı vardır: 1 . soru kâğıdı ya da testin uygu­ lanma yöntemlerini saptamak; 2 . sorulan soruların anlaşılma durumlarını denetle­ mek; 3. soruların gerçekten anket ya da testin ölçmeye çalıştığı değişkene yönel­ mesini sağlamak.) Ö N T IK IZ sıt. Topol. 1. V 6 > 0 için, £ yarıçaplı açık yuvarlarla sonlu bir örtülüşü var olan bir E metrik uzayı için kullanılır. —2. Ûntıkızparça, bir E metrik uzayının, metrik bir altuzay olmak bakımından öntıkız olan parçası. (E öntıkızsa bütün par­ çalar da öyledir. Öntıkız bir parçanın ka­ panışı, ya da böyle parçaların sonlu bile­ şimi de öntıkızdır. İR" nln ya da



k o ş u c u hin t ö rd e fli



y e ş ilb a ş ö rd e ğ in d iş is i, p a la z ı v e e rk e ğ i



BAZI ÖRDEKTÜRLERİ



Ö PÜŞM EK



-



ÖPMEK.



Ö R C İN a ip merdiven. Ö R D E K a. 1. Kazsılar takımının ördekglller familyasından su kuşu. (Bk. ansikl. böl. Zool.) —2. Erkek hastaların yataktan kalkmadan idrar yapabilmeleri için kulla­ nılan, camdan ya da plastik maddeden yapılmış, özel biçimli kap. —3. Arg. Uzun yolculuklarda şoförlerin yollardan aldıkları yolcu. —4. Arg. Aptal, sersem. —5. Ör­ dek avlamak, uzun yolculuklarda yollar­ dan yolcu toplamak (arg.). || Ördek başı — ÖRDEKBAŞI. || Ördek yürüyüşü, çömelmlş durumdayken yürüme. —Avc. Ördek avı, öbür kuşların av mesiminden daha önce başlar. Yaban ördeği avı, tekneyle ya da pusuya yatarak yapı­ lır. Yaban ördeği avında daha çok epanyöller ve retriever'ler kullanılır. Av için pu­ suya yatan avcılar, genellikle yaban ördek­ lerini çekmek için çığırtkanlardan yararla­ nırlar. —Havc. Ördek kanat, bir uçağın gövde­ sinin ve kanat takımının önüne yerleştiri­ len yatay kuyruk takımı. —Zool. Asalak ördek, Amerika’da yaşa­ yan, yumurtalarını çeşitli kuş türlerinden hayvanların yuvasına bırakan ördek (ördekglller familyası). || Boz ördek — BOZÖ RDEK. || Berberistan ördeği ya da misk ördeği BERBERİSTAN Ö RDEĞ İ. || Büyük testeregagah ördek -> BÜYÜK TESTEREGAGALl. || Deniz ördeği -* KARAPATKA. || Dikkuyruk ördek -* DİKKUYRUK. || Hanım ördeği - HA N IM Ö RDEĞ İ. II Hint ördeği, Cava kökenli evcil ördek ırkı. (Hareketleri çok canlıdır. Çok bol yumurta yapar.) || Ka­ dife denizördeği — k a d İ f e D E N İ z ö R D E ğ İ . || Macar ördeği -* MACAR ÖRDEĞİ. || Mançurya ördeği, Mançurya ve Japonya kö­ kenli, çokrenkli tüylü, başı tepelikli ördek. (1745’te süs kuşu olarak Avrupa'ya geti­ rildi. Bil. a. Aixgalericulata; ördekgiller fa­ milyası.) || Ördek palazı, ördek yavrusu. || Ördek palazı, ördek yavrusu. || Ördek to­ pu, eskiden bazı ülkelerde ördek avında kullanılan büyük kalibreli tüfek ya da kü­ çük top. || Tüneyen ördek, Kuzey Ameri­ ka’da yaşayan süs ördeği. (Hayvanat bah­ çelerinde sık şık bu kuşa rastlanır. Bil. a. Aix sponsa. Ördekgiller familyası.) || Yaz ördeği -» YAZ Ö RDEĞ İ. || Yeşil baş ördek. -



YEŞİLBAŞ ÖRDEK.



—A ns Ik l . Zool. Ördekgiller familyasının tıknaz gövdeli, kısa boyunlu (kuğuların ter­ sine), geniş ve yassı gagalı, gagalarının



yanında çamuru süzmek (besin madde­ lerini tutar) için yapracıklar bulunan, kısa ayakkemerli, perdeli ayaklı (palmipedes) üyelerine genellikle ördek adı verilir. Ör­ deklerin çoğu Anatinae altfamilyasında toplanır; bu altfamilyaysa birçok oymağa ayrılır: Tadornini (al kuşaklı ördek, mısır ka­ zı, Güney Amerika'daki tepeli ördek vb.); Merganettini (Merganette cinsi üyeleri); Cairini (mançurya ördeği gibi tüneyen ör­ dekler, cüce kaz, gambiya kazı, berberis­ tan ördeği); Somateriini; Oxyurini (mavi gagalı ördek); Mergini (testeregagalı ör­ dek, sarıgöz, kutup dalıcıördeği, Melanitta cinsi üyeleri); Anatini (çamurcunlar, yüzerördekler [su altına dalmadan dip çamu­ runu karıştıran ördekler]). Arka parmağın­ da bir perde bulunan Aythini'\ere (dalıcı ördekler [dalıcı ördek], elmabaş vb.) ge­ lince, bazı bilim adamları bu ördekleri ayrı bir altfamilyada toplarlar: Fuligulinae. Tür­ kiye'de rastlanan diğer ördek türleri: sütlabi*. testereburun*, tepeli* patka, paspaş*. küçük testereburun, angut’, kaşıkçın*, fiyu*, bıldırcın ördek, hergeleci*. —Zootekn. Evcil ördekler iki yabani tür­ den gelir: Berberistan’ ördeklerini veren misk ördeği (Cairina moschata) ve öteki evcil ördekleri (Pekin, Labrador, hint ko­ şucu ördekleri, vb.) veren yeşilbaş yaban ördeği (Anas platyrhynchos). Ördek, ge­ nellikle kolay yetiştirilen ve her mevsime dayanıklı bir hayvandır. Üretimin en nazik evresi civcivlerin yetiştirilmesidir. Ördek genellikle küçük aileler halinde yaşar, her erkeğin gözdeleri vardır: altı dişiye yakla­ şık bir erkek düşer. Cins ördekler beşinci aya doğru yumurtlamaya başlar. Dişi ge­ ce ya da sabah erken yumurtlar. Yumurt­ lama rekoru, 365 günde 363 yumurta ile hint koşucu ördeğinindir. Bu durum kuş­ kusuz bir rekordur, ama cins yumurtlayıcı ördeklerde (hint koşucu, kaki kampel) genel olarak yılda 2 0 0 'ün üzerinde yu­ murta alınabilir. Bazı ülkelerde ördek yumurtası sarı ren­ gi ve katı yağ kıvamında oluşu nedeniyle pastacılıkta kullanılır Ördek yetiştirmenin başlıca amacı çabuk gelişen ördek palaz­ larını üretmektir. Et üretimi için ıslah edil­ miş ırklarda 1 0 haftada 2 kg'lık dişiler ve 3,5 kg'lık erkekler elde etme olanağı var­ dır. Ö R D E K B A LIĞ I a Zool. LAPİN’in eşan­ lamlısı. Ö R D E K B A Ş I a. Laciverde bakan koyu yeşil renk. ♦ sıf. Bu renkte olan. Ö R D E K G A G A S I a. Açık turuncu renk. ♦ , sıf. Bu renkte olan. Ö R D E KG İLLE R a. Perde ayaklı su kuş­ ları familyası. (Ördekgillerin bedeni han­ tal, gagası çoğunlukla mikrofaj beslenme­ ye elverişli dış yapracıklarla sınırlıdır; er­ keklerin bir penisi vardır; yavrular yuva­ dan çabuk ayrılırlar. Familya iki oymağa ayrılır: Anserinae [kuğular, kazlar, Branta cinsi üyeleri, vb.]; Anatinae [al kuşaklı ör­ dek, ördek, çamurcun, dalıcı ördek, testeregagalı, sarıgöz, Melanitta cinsi üyele­ ri]. Bil. a. Anatidae.) Ö R D E K L İK a. Ördeklere ayrılmış göl­ cük. Ö R D E K M E R C İM E Ö İ a. Sumercimeğine çok benzeyen ve kimi zaman durgun suların yüzeyinde bol miktarda bulunan çok küçük su bitkisi. (Bil. a. Wolffia [alman hekim J. F. Wolff un adından], Lemnaceae familyası.) [Bitki, köksüz, 1 mm çapında yarıküresel küçük bir mercimeği andırır. Avrupa'da çiçek açmayan türü Wolffia arrhiza tomurcuklanmayla çoğalır.] Ö R D E K U Ç A K a. Klasik uçak konumla­ rından farklı olarak kuyruk takımı gövdenin önünde, kanadı ise arkada bulunan uçak, (ilk uçakların gerçekleştirildiği dönemlerde birçok yapımcı, özellikle de Wright kardeş­ ler ve Vbisin bu formülü uygulamışlardır Gü­ nümüzde de sesüstü uçaklann en hızlıların­ da bu düzenleme biçimine dönülmektedir)



Ö RDÜRMEK -



ÖRMEK.



ÖRE (İsveççe), 0 R E (danca ve norveççe) a, Danimarka, Norveç ve İsveç'in, ku­ ronun yüzde biri değerinde, ufak parası. Ö R E B R O , İsveç'te kent, Svarta'nın Hjâlmar gölüne döküldüğü yerde, il (lân) merkezi; 120 944 nüf. (1991). XIII. yy. ki­ lisesi; XVI. yy.'dan kalma şato. Müzeler. Ayakkabıcılık. Tekstil ve besin sanayileri. Kâğıt hamuru. — Örebro ili; 8 515 km2; 271 523 nüf. (1990). Ö R E K a. 1. Özellikle duvarcının ve dül­ gerin yaptığı her tür yapı. —2. Yörs. Ba­ şıboş gezen hayvan sürüsü. Ö R E K (Osman), kıbrıslı siyaset adamı (Lefkoşa 1925). İstanbul'da hukuk öğre­ nimi gördü. Lefkoşa’da avukatlık yaptı (1952-1959). Londra konferansı'nda Dr. Fazıl küçük ve Rauf Denktaş ile birlikte Kıbrıs türk toplumu'nu temsil etti. Kıbrıs Oumhuriyeti’nde Lefkoşa milletvekili seçil­ di; Savunma bakanı oldu. 1974‘teki Kıb­ rıs barış harekâtı’ndan sonra kurulan Kıb­ rıs Türk Federe devleti Başkan yardımcı­ lığına getirildi. 1976'da Meclis başkanlı­ ğına seçildi. 1978'de bir süre Başbakan­ lık yaptı. Sonra gene avukatlığa başladı. Ö R E KE a. Eskiden, tekstil elyafını eğir­ mede kullanılan, çoğunlukla süslü ve baş kısmı şişkin ya da çatallı, genellikle ağaç­ tan (özellikle sorgun ağacı) değnek. —Bağc. Öreke tarzı, meyve veren dalla­ rın, çotuğun köküne tespit için küçük ke­ merler biçiminde kıvrılması ve sırıklar tut­ turulan bağ çubuklarının dikilmesi işlem­ lerinden oluşan ve Aşağı Ren ve Yukarı Ren havzalarında kullanılan bağcılık yön­ temi. Ö R E LE M E K g. f. Yörs. 1. Gelişigüzel, üstünkörü iş yapmak. —2. Biçim vererek düzeltmek. ♦ örelenm ek edilg. f. Sözkonusu bir iş­ se, üstünkörü yapılmak; bir yerse, biçim verilmek, düzeltilmek. Ö R E LE N M E K -



Ö R ELEM EK.



Ö R EN a. 1. Eski kent, yapı, vb. kalıntısı; harabe. — 2 . Ören gülü, yabangülü. —Bot. Ören bitkisi, özellikle örenlerin üze­ rinde, evlerin, yolların ve genellikle insan bulunan yerlerin yakınında yetişen bitki­ ye ya da bitki topluluğuna denir, (insanın etkinliğinden doğan bazı artıkların içerdiği organik maddelerin ayrışması ve mineral­ leşmesi dolayısıyla toprakta bol miktarda amonyaklı ve nitrik azot bulunduğu için ören bitkileri çoğunlukla nötrofildir. Kireç­ li tozların fazlalığı da bunu kolaylaştırır.) ♦ sıf. Yıkıntılarla dolu: Ören yolu. Ö R E N , Muğla'nın Milas İlçesine bağlı bucak; 9 041 nüf. (1990); 17 köy. Merke­ zi Ören, 1 865 nüf. (1990). Ö R E N , Malatya'nın Akçadağ ilçesi mer­ kez bucağında belde; 2 8 8 8 nüf. (1990). Ö R E N , İzmir'in Kemalpaşa ilçesi mer­ kez bucağında belde; 3 476.nüf. (1990). Ö R E N , Giresun'un Eynesil ilçesi mer­ kez bucağında belde; 3 319 nüf. (1990). Ö R E N , Balıkesir’in Burhaniye ilçesine bağlı turistik merkez. Edremit körfezi kıyı­ sında. Oteller, pansiyonlar, çeşitli turistik kuruluşlar. Ö R E N (Enver), türk gazeteci ve İşada­ mı (Honaz, Denizli, 1939). Kuleli askeri IIsesi’nden sonra İÜ Fen fakültesi zoolojibotanlk bölümünü bitirdi (1961). Bir süre asistanlık yaptıktan sonra iş hayatına atıl­ dı; başlangıçta Hakikat adıyla çıkardığı Türkiye gazetesini kurdu (1970). Türkiye' de ilk defa “iş yerlerine ve evlere elden gazete dağıtımı” modelini ve aynı dağıtı­ cı kadroyla eşya pazarlama hizmetini başlattı. Sonra Türkiye gazetesinin de aralarında bulunduğu 13 şirketten olu­ şan Ihlas gazetecilik holding aş'yi kurdu. Grubun süreli yayınları da oldu (Türkiye



çocuk, İ n g i l i z c e Turkey [ e k o n o m i ] , Teks­ t il ve teknik, insan ve kâinat, Medikal ga­ zete [ t ı p ] , v b . ) ; 1 9 8 3 ' t e T ü r k i y e Gazetesi Radyo ve Televizyonu ( T G R T ) i l e i h l a s a ş t e le v iz y o n y a y ım c ılığ ı n a d a g ir d i.



Ö R E N C İK , Kütahya'nın Emet ilçesine bağlı bucak; 12 976 nüf. (1990); 13 köy. Merkezi Örencik, 4 650 nüf. (1990). Ö R E N L İK a. Ören durumuna gelmiş yer; harabelik, viranelik.



laşmazlığı çözüme bağlayan yazılı hukuk kaynağı yoksa, sorunu örf ve âdete göre karara bağlar. Örf ve-âdet hukuku kural­ ları etki alanlarına göre ikiye ayrılır: 1 . ge­ nel örf ve âdet kuralları ülkenin her yerin­ de uygulanır; 2 . özel örf ve âdet kuralları ise ya belirli bir bölge içinde ya da belirli bir meslek grubu içinde geçerlidir. Ö RFEN be. (osm. örften örfen). Örf, âdet gereğince.



Ö R E N S O Y (Tevfik Recep), türk hekim (İstanbul 1875 • ay. y. 1951). Askeri tıbbiye'yi hekim yüzbaşı rütbesiyle bitirdi (1898). Gülhane hastanesi’nde bir süre staj yaptıktan sonra Almanya'ya, Würtzburg Universitesi'ne gönderildi (1900). Dönüşte (1904), ilk kez tıp programına gi­ ren embriyoloji dersini okutmakla görev­ lendirildi. Askeri tıbbiye'de embriyoloji (1905), Tıbbiye mektebi’nde histoloji okut­ tu (1906). Tıp fakültesi embriyoloji ve his­ toloji profesörü oldu (1908). 1909'da as­ keri ve sivil tıbbiye birleştirilince, yeni tıp fakültesinde histoloji ve embriyoloji profe­ sörü olarak görev yaptı. 1942’de emekli­ ye ayrıldı. Türkiye'de histoloji ve embriyolojinin ge­ lişip yerleşmesi konusunda yoğun çaba harcayan Ûrensoy, yapıtlarıyla da bu ala­ na katkıda bulundu. Yapıtlarının başlıcaları: Oesephagus bezleri (1910); Über zwei Abnormitäten der Medulla Oblonga­ ta des Menschen (1901); Histologia (1936); Kısa embriyoloji (1941); Duyu or­ ganları (1944).



Ö R Fİ sıf. (ar. 'u rf ve -/"den cu rfi). Esk. Âdetle, gelenekle ilgili. —Esk. ğty. Örfi destar, örf adı verilen ka­ vuğun üzerine sarılan burma sarık. —Huk. Örfi idare, siKiYöNETİM'in eşan­ lamlısı. —ikt. tar. Örfi vergi, Osmanlı imparatorluğu'nda öşür, haraç, zekât ve cizyeden olu­ şan şeri vergilerden ayrı olarak, fethedi­ len yerlerde eskiden beri alınan vergiler­ le, bu ülke ya da bölgelerin özelliklerine, günün gereksinimlerine göre konan yeni vergilere verilen ad. (Belirli bir sisteme gir­ meyen bu vergilere çeşitli yerlerde deği­ şik biçimlerde uygulanmış olan gümrük, duhuliye, pazar resimleri örnek olarak gösterilebilir.)



yararı herkesçe kabul edilen şey. (Örfler, İslam hukukunda iyi nitelik taşıyan gele­ neklerdir.) || Örfi âm, kimin tarafından or­ taya atıldığı belli olmayan ve ülkenin tü­ münde ya da büyük bir bölümünde ge­ çerli olan örf. || Örfi has, belli bir meslek çevresinde ya da ülkenin belli bir bölge­ sinde kabul edilen örf. || Örfi kavli, bir top­ luluğun bir sözü başka başka anlamlar vermeden, tek bir anlamda kullanmaları. || Örfitari, ortaya çıktığında, örf olarak ka­ bul edilmeyip zamanla ortak bir anlam ka­ zanarak meydana gelen örf. —ANSİKL. Huk. Bir geleneğin ya da âde­ tin örf ve âdet hukuku kuralı haline gel­ mesi için üç öğe gereklidir: 1 . maddi öğe (süreklilik, bir âdetin zaman içinde yine­ lenmesi); 2 . manevi öğe (kişilerin bunla­ ra uyma konusundaki inançları); 3. hukuk­ sal öğe (bu kurallara uymanın zorunlu ha­ le gelmesi, yani yaptırıma bağlanması). ö rf ve âdet kuralı hukukun yazılı olma­ yan kaynaklarındandır. Yargıç, hukuksal anlaşmazlıkları çözmek için öncelikle ya­ zılı hukuk kaynaklarına başvurur. Bir an­



Ö R FİY E sıf. (ar. curfi'nin dişi. curfiyye). Esk. 1. Örfle, âdetle ilgili. —2. Askeri yö­ netim için kullanılır: idare-i örfiye (sıkıyö­ netim).



Ö R F İ (Cemalettin Muhammet bin Bedrettin-i Şirazi), iranlı şair (Şiraz 1555 - Lahor 1591). “ Örfi" mahlasını, şeri ve örfi kanunlarla uğraşan babasının mesleğin­ den dolayı aldı. Öğrenimini Şiraz'da ta­ mamladı. Erken yaşta şiir yazmaya baş­ ladı; çağdaş şairlerle şiir yarışmaları yap­ tı. Hindistan'a gitti; önce Ekber'in veziri Mirza Abdürrahim Han'a kapılandı, son­ Ö R E N Ş E H İR , Kayseri'nin Pınarbaşı il­ ra Ekber’in hizmetine girdi. Lahor’da öl­ çesine bağlı bucak; 4 023 nüf. (1990); dü; kemikleri otuz yıl sonra Necef’e götü­ 16 köy. Merkezi Örenşehir (esk. Viranşe­ rülerek oraya gömüldü. hir), 275 nüf. (1990). XVII. yy.'dan başlayarak Türkiye’de ta­ Ö R E N T E P E . Arkeol. İçel'in Mut ilçesin­ nınmaya başlayan Örfi en çok Nef'i’yi et­ de, Mut-imrahor yolu üzerinde höyük; D. kiledi. Ününü daha çok kasidelerine borç­ H. French tarafından yapılan yüzey araş­ ludur. Gazellerinde felsefi düşüncelerine tırmalarında (1963), İ.O. Ill.-ll. binyıl'lara ve de yer verir. Başlıca yapıtları: Divan; NiHitit dönemine ilişkin seramikler ele geç­ zami'nin yapıtlarından esinlenen Mecme ti. ül-ahbar ve Ferhat ü Şirin adlı mesnevile­ ri; tasavvufla ilgili Nefsiyye. ÖR EN YE K Ü T Ü Ğ Ü a. Denize. Karade­ niz kıyılarında odun ve kereste taşımada Ö R F İ (Ağazade Mehmet Efendi), asıl adı kullanılan, tek direkli, gabya ve randa do­ M ahmut, türk şair, tarihçi (Edirne ? - ay. nanımlı tekne. (Gövdesi, rampa kenetle­ y. 1772 ?). Babası yeniçeri ağasıydı. Bos­ riyle bağlanarak inşa edilir.) tancı ocağı'ndan yetişti, kethüdalığa ka­ ÖRF a. (ar. cu rf tan osm. cörf). Bir toplum­ dar yükseldi. Sadrazam Damat İbrahim da o topluluğun bireylerince benimsen­ Paşa kendisine Lüleburgaz’daki İbrahim miş davranış biçimi, davranış ilkeleri; ge­ Hanzade evkafına bakma görevini verdi. lenek, âdet: Ödlerine bağlı bir halk. 1730 Patrona ayaklanmasında İbrahim —Esk. giy. Osmanlı devletinde şeyhülis­ Paşa'nın adamı olarak tanındığından işi lam, kazasker ve İstanbul kadısı nın res­ elinden alındı. Şiirleri Divan'ındadır. Ley­ mi günlerde giydikleri bir tür büyük kavuk. la ile Mecnun, Muhabbetname gibi mes­ (Üzerine burma tülbentten sarık sarılırdı.) nevileri vardır. Tarihle ilgili yapıtları: Mef­ —Huk. Örf ve âdet hukuku, bir toplumda hum üt-tevarih (Âdem’den 1659’a kadar kendi kendine oluşan ve sürekli yinelene­ genel tarih), Örfi Mahmut Ağa tarihçesi rek yerleşen âdetlerin, yaptırıma (müey­ (bas. 1874). [-> Kayn.] yide) bağlanmasıyla meydana gelen ku­ ÖRFİYAT çoğl. a. (ar. curfî'nin çoğl. curral ya da kurallar bütünü; yazılı olmayan fiyyât). Esk. Gelenekle ilgili, geleneğe ait hukuk. (Bk. ansikl. b ö l) şeyler. —İsi. huk. Şeriata ve akla göre iyiliği ve



ÖRGE a. MOTİF'e karşılık olarak önerilen sözcük. Ö R G E E VR E N (Süreyya), türk siyaset adamı (Sındırgı 1888 - Ankara 1969). İs­ tanbul Hukuk mektebi'ni bitirdi (1911). Bal­ kan savaşı’nda Taşova savcısıyken Yunanlılar'a tutsak düştü; savaş sonunda yurda döndü. Birinci Dünya savaşı'na gönüllü olarak katıldı, Mustafa Kemal Paşa’nın emrinde çalıştı. Şam işgal edilince İstan­ bul'a gitti; Edremit ve Nazilli'de savcılık yaptı. Söke'de yargıçken bir Kuvayı milli­ ye müfrezesi oluşturdu ve yunan işgalci­ lere karşı direnişte etkin rol oynadı. TBMM’nin ikinci döneminde Karesi (Ba­ lıkesir) milletvekili seçildi (1923); 1950 yı­ lına kadar Balıkesir, Aksaray ve Bitlis mil­ letvekili olarak Parlamento'da yer aldı. Şeyh Sait ayaklanması üzerine oluşturu­



lan Diyarıbekır istiklal mahkemesi savcılı­ ğı görevini yürüttü. Bu göreviyle ilgili anı­ larını Dünya gazetesinde yayımladı (1957). ÖRG ELEM EK g. f. Fels. Örgen durumu­ na getirmek, ayrılmış parçaları bir araya getirip iş görebilecek bir duruma sokmak. ÖRGEN



a . O R G A N ın e ş a n la m lı s ı .



— F e ls . B ü t ü n ü n b e lli b ir g ö r e v i o la n p a r ­ ç a s ı.



Ö R G E N LİK



-



O R G A N İZ M A .



Ö R G E N C İL İK ->



O R G A N İZ M A C IL IK .



ÖR GÜ a. 1. Örmek eylemi, özellikle de elde şişlerle bir şey örmek eylemi. —2. Bir şeyin örülüş biçimi: Gevşek bir örgü. —3. Örgü ören bir kimsenin örmekte olduğu şey: Eline örgüsünü alıp köşeye oturdu. —4. Örülmüş saç bölüğü. (Bk. ansikl. böl. Folk.) —5. Bir yazının planı, bir anlatının kurgusu; çatı. — 6 . Olay örgüsü, bir anla­ tıda olayların sıralanışı. —7. Örgü maki­ nesi, triko yapmayı sağlayan makine. || Ör­ gü örmek, şişlerle ve elde örgü işleri yap­ mak. —Bot. Bazı mantarların şapkasının kena­ rında bulunan ve sapın üzerine kadar uzayan liflerin tümü. —Dokubil. Bir dokunun çatısını ya da da­ yanıklı kısmını oluşturan öğeler. —Mim. ve inş. Duvar örgüsü, taş, tuğla ya da mermerlerin, bir yapının, bir anıtın şu ya da bu bölümüyle olan bağıntıları­ na göre uygun bir biçimde yerleştirilme­ si. (Bk. ansikl. böl.) || Kabartmalı duvar ör­ güsü, kabartmalar oluşturan duvar örgü­ sü. ■ —Mim. ve Süslem. sant. Birbirinin içinden .geçirilmiş girift şeritlerden oluşan kesinti­ siz bezeme. —Örg. Örgüye başlama, örgü şişine ilmik geçirme. || Lastik örgü, tutulmuş ilmikli ör­ gü tipi; ilmikler, tezgâhtaki iğne yatakların­ dan birine, sonra diğerine düşürülerek oluşturulur. —Polim. Zincirlerin kendi aralarında ço­ ğunlukla ortak değerlikli bağlarla birbiri­ ne bağlanması sonunda oluşan üçboyutlu, makromolekül yapı. (Bk. ansikl. böl.) —Tekst. Bir dokumada, atkı ve çözgü ip­ liklerinin bir desene göre kesişme biçimi. || Dokuma işlemi sonunda, çözgü ve atkı ipleri arasında oluşan bağlantı. |j Birbirle­ rine bağlanışlarıyla dokumaları oluşturan ipliklerin yerleştiriliş biçimi. ♦ sıf. Örgü biçiminde olan şey için kul­ lanılır. —Elektrotekn. Örgü kılıf, elektrik kablola­ rını ayırmada ya da kaplamada kullanılan, dokuma ipleri ya da metal tellerden örü­ lü kılıf. —Şeritç. Örgü şerit, çözgü iplikleri birbirleriyle çaprazlaşan ve atkı ipliği bulunma­ yan şerit türü. —ANSİKL. Folk. Örgü, kadınların çok es­ ki dönemlerden beri saçlarını derli toplu tutmak için uyguladıkları bir saç biçimidir. Saçın gürlüğüne ya da modaya göre tek, çift ya da çok sayıda belik halinde örülen saçlar, kimi zaman kurdele, şerit, kılabdanlara dizilmiş altın, inci vb. ile süslenip uçları çeşitli süslerle tutturulurdu. Anado­ lu'da, özellikle Türkmenler'in yaşadığı yö­ relerde birçok belik halinde örülmüş ve şeritler, boncuklarla süslenmiş saç biçimi bugün de yaygıdır. Örgü kırsal yörede yaşayan kadınların başlıca saç biçimlerin­ den olmasının yanı sıra kentlerde de za­ man zaman moda olmaktadır. —Mim. ve inş. Uzun süre savunma ve din yapıları, tapınaklar, oyulan ya da inşa edi­ len mezarlarla ilgili gereksinimleri karşıla­ yan taş işçiliği, yavaş ve masraflı bir tek­ nik olduğu için, en az zarar ve işgücüyle hammaddeden yararlanmaya çalıştı. Taş­ ları ocaklardan çıkarma araçlarının ve ge­ rekli aletlerin yetersiziiği, İ.Ö. I. binyıl'a ka­ dar Anadolu'da, Yunanistan'da ve Etrurıa’ da, Ortaçağ'a kadar Amerika ya da Ja­ ponya'da istinat ve sur duvarları için, yer sarsıntılarına ya da insanlara dayanabile-



örgü 9048



k a rm a 6 r g ü '~ '* ^ çokgen



¡ç y ¡¡z e y kap la m a sı



iıkta kullanılan çeşitli örgü türleri



o p u s re tic u la |u m ka p la m a



bağ ta ş la n y la sıra a lm a ş m a s ıy la o lu ş a n sıralar



e m p le k to n



,J. P. Paireault-Magnurr,



kyklops örgüsü (Sacsahuamaıi’daki inka kalesi, Cuzco bölgesi [Peru] XV. yy. [?])



altla solda;



çokgen örgü (Delphoi’deki Apollon tapınağı’oın teras duvarı VI. yy.'ın son çeyreği)



İ.Ö . II. y y . b a ş ı n d a , y a p ı m s a n a t ı n d a g e r ç e k b ir d e v r im s a y ı la n ç im e n t o y a b a ğ lı o l a r a k d o lg u y ö n t e m in i n b e n im s e n m e s i, d u v a r ö r g ü s ü n ü n iş le v in i t ü m ü y l e d e ğ iş ­ t ir d i: a r t ı k ö r g ü , d o lg u lu b i r d u v a r ı n iç b ö ­ lü m ü n ü g iz le y e n s ü s le y ic i b ir k a p la m a d a n b a ş k a b i r ş e y d e ğ il d i . B a ş la n g ı ç t a b u k a p la m a , d ü z g ü n o l m a ­ y a n m o lo z t a ş la r la y a p ılıy o r d u (opus Incertum). S o n r a , İ.Ö . II. y y . b o y u n c a , d u v a r ı n t a b a n ı n a g ö r e e ğ ik b i r k a f e s iz le n im i v e ­ r e n m o l o z t a ş la r la g e r ç e k le ş t i r ile n k a p la ­ m a o r t a y a ç ı k tı v e İ.Ö . I. y y . 'ın o r t a la r ı n a k a d a r u y g u la n d ı . 1 0 0 y ı lı n d a n s o n r a A u g u s t u s d ö n e m i n i n a y ı r t e d io i ö r g ü t ü r ü opus reticulatum ( k ö ş e le r i ü z e r in e y e r le ş ­ t ir il e n k a r e m o l o z t a ş la r ) g ö r ü lm e y e b a ş ­ la d ı. D u v a r la r ı , s o n d e r e c e d ü z g ü n , p iş m iş t u ğ la la r la k a p la m a u y g u la m a s ı d a A u g u s t u s d ö n e m i n d e b a ş la d ı . ¡.S . I. y y . 'd a opus reticulatum ile b ir le ş t ir ile n b u opus mix­ tum, II. y y . 'd a n s o n r a t a ş k a p la m a la r ı h e ­ m e n h e m e n t ü m ü y l e o r t a d a n k a ld ı r d ı . • Ortaçağ 'd a , z e n g in t a ş o c a k la r ı n a s a h ip b a z ı d o ğ u b ö lg e le r i d ı ş ı n d a , t a ş d u v a r ö r ­ g ü s ü t u ğ l a k a r ş ı s ı n d a e s k i ö n e m in i y it ir ­ d i. K e s m e ta ş , r o m a n ü s l u b u n d a k i b ü y ü k y a p ı la r ı n v e b u n la r ı n y o n t u lm u ş b e z e m e ­ le r in in ç o ğ a l ı p g e liş m e s iy le y e n id e n ö n ­ c e l ik k a z a n d ı. B u n u n la b ir lik t e , t o n o z k ö ­ ş e le r in d e b ile d ü z le m s e l t a ş la r k u lla n ılıy o r ­ d u . Y a r ı s a y d a m b i r k ılıf y a r a t m a k is t e y e n g o t i k m im a r lı k , t a ş ı y ıc ı b i r is k e le t e d ö n ü ş ­ t ü ; ö n c e le r i a y r ı a y r ı v e d ü z le m s e l o la n ö ğ e le r i, s o n u n d a , t a s a r ı m ı y la b a r o k u m ü j­ d e le y e n ü ç b o y u t l u y a p ı s a l b i r b i r im e b o ­ y u n e ğ d i. X V I. y y . 'd a y a p ı u s t a s ı h â lâ ta ş ı t u t u m lu c a k u l la n a n v e t a ş y o n t m a s a n a t ı ­ n a e g e m e n o la n b ir ö r g ü u s ta s ıy d ı. • Klasik dönemler'Ci, h a m m a d d e , a r t ı k t a ş o c a ğ ı n d a iş le n m e y ip d e v b lo k la r h a lin ­ d e ş a n t iy e y e g e t i r ile r e k b u r a d a k e s ilip b iç lm l e n d ir il d iğ in d e n , in ş a a t m im a r i b ir y ö n ­ d e g e liş t i. T a ş la r ı ö r d ü k t e n s o n r a y e r i n d e d ü z le m e v e iş le m e y ö n t e m in in k u lla n ılm a ­ s ı. y a p ıy ı b i r h e y k e le d ö n ü ş t ü r d ü ; ö ğ e b a ş lı b a ş ı n a t a ş ı d ı ğ ı d e ğ e r i y it ir e r e k , k e n ­ d i s iy le b i r ö r n e k o l a n ö t e k i ö ğ e le r le b i r lik ­ t e ö r g ü i ç i n d e f a r k e d ilm e z o l d u . N e v a r k i, t a ş y o n t m a s a n a t ı d a , g e liş i p y e t k in le ş ­ m e k t e n , k a y n a k la r ı n d a n k o p a r ı lm ı ş b ir s a ­ n a t la y a r ı ş ı r c a s ı n a k a r m a ş ı k ö ğ e le r y a r a t ­ m a k t a n g e r i k a lm a d ı . • XIX. yy. ortası'n d a , H . L a b r o u s t e 'u n A n t ik ç a ğ , V io lle t - le - D u c 'ü n O r t a ç a ğ iç in y a p ­ t ık la r ı ç ö z ü m le m e le r , d u v a r ö r g ü s ü n e e s ­ k i s a y g ı n lı ğ ı n ı k a z a n d ı r d ı , h a t t a o l a n a k la ­ r ın ı g e n iş le t t i. Y a k la ş ı k y e t m iş b e ş y ıl b o ­ y u n c a t a ş , in a n ı lm a z b i r a t ı lı m g ö s t e r d i; m e t a lin v e b e t o n a r m e n i n g i t t ik ç e a r t a n ö n e m in e r a ğ m e n , p r o g r a m la r ı n ç e ş itliğ in e v e m im a r i s e ç m e c iliğ in e u y u m g ö s te r d i.



düzgünleşme taş örgü (Side tiyatrosu’nda galeriden bir bölüm)



S. Hela sağda:



kuru taşlarla gelişigüzel örgü (Vaucluse'deki bir köy kulübesinin içi)



c e k kyklops y a a a çokgen ö r g ü n ü n s e ç . ı m e s in e y o l a ç t S o n d e r e c e h a s s a s , e ğ ik d e r z lı d u v a r ö r g ü le r i v u r m a v e a ş ı n ­ d ı r m a y o lu y la d e v K a y a b lo k la r ı y la g e r ç e k .e ş t ir ı ld ı . B u n a k a r ş ı lı k , a z ç o k k a lın b a n k ­ la r h a lin d e k i t o r t u i k a y a ç la n n ç e k i ç le r y a d a s e r t m e t a l d e n k e s k ile r le iş le n m e s i, d a ­ n a z a h m e t li b i r iş ti. K a t m a n la r ı n b i r b ir i n e K o ş u t o lm a s ı b a n k y ü k s e k liğ in e , t a ş ı m a v e k a ld ı r m a o la n a k la r ı n a b a ğ lı o la r a k , ç e ­ ş it li b o y u t la r d a k o ş u t y ü z lü b i ç im le r e ld e e d ilm e s in i s a ğ lı y o r d u Y e te r i; a le t le r in b u ­ lu n m a m a s ı v e g e le n e k le r . M ı s ır d a v u r m a v e a ş ı n d ı r m a u s u lle r in in k ir e ç ta ş ı v e k u m t a ş ı iş ç i liğ in d e u z u n y ı lla r g e ç e r li k a lm a ­ s ı n a y o l a ç t ı . D u v a r la r ı n d ü z g ü n ö r g ü s ı­ r a l a r ı n d a n o l u ş m a m a s ı v e d e r z le r i n o y u l­



J. C. Fauchon-Scope



m u ş b i r k a p la m a a r k a s ı n a g i z le n m e s i b u y ü z d e n d ir . D e v b l o k iş ç iliğ i, ç o k g e liş m iş b i r t a ş y o n t m a s a n a t ı y la b i r lik t e A h e m e : n ile r, Y u n a n lı la r v e R o m a lı la r 'd a d a g ö r ü ­ le c e k t ir . • Eski Yunan'd a , h a r ç s ı z o l a r a k b i r a r a y a g e t i r ile n v e m e t a l k e n e t le r le t u t t u r u la n , a m a y ü k s e k liğ i v e g e n iş l iğ i ( b a ğ ö r g ü s ü ) y a d a y a ln ı z g e n iş l iğ i ( y a la n c ı b a ğ ö r g ü ­ s ü ) a y a r la n a n , b ü y ü k , o r t a v e k ü ç ü k b o y ­ d a t a ş la r k u lla n ılm ış t ı r ; emplekton t ü r ü d ü ­ z e n le m e d e y s e , ik i y ü z lü b a ğ t a ş la r ı n d a n y a r a r la n ılm ış t ı r . • Roma1d a , E t r ü s k le r ’ in a r d ı n d a n v e im ­ p a r a t o r lu k d ö n e m i n e k a d a r , d ü z g ü n a n ı t ­ s a l ö r g ü y a d a opus quadratum y a y g ın b ir b i ç im d e k u lla n ılm ış t ı r .



• Türkler, Anadolu'ya gelmeden önce anıtsal yapılarının duvarlarını özellikle tuğ­ lalarla örer, yağmurdan ve hava etkilerin­ den korumak için yüzlerine sırlı tuğla ya da çini kaplarlardı. Anadolu’daki zengin taşocaklarıyla ve taş yapım teknikleriyle karşılaştıklarında, tuğlanın yerini taş aldı. XV. yy.'dan sonra, taş işçiliği büyük bir ge­ lişme gösterdi. Bazı örneklerde, taşla bir­ likte, hatıl işlevi görecek biçimde tuğla sı­ ralarına da yer verildi ve almaşık taş-tuğla sıralarından oluşan duvarlar örüldü. Klasik dönemde, demir kenetlerle bir­ birine bağlanan düzgün kesme taşlarla duvar örme tekniği çok gelişti. Bu teknik büyük bilgi ve beceri gerektirdiğinden, duvarcıların yanı sıra senktraşlar, kemerciler, kubbeciler, neccarlar, dülgerler ve minareciler de duvar örme eyleminde gö­ rev aldılar -—Polim. Bir örgü, ya zincirlerin oluşumu sırasında ya da daha önceden var olan zincirlerin kendi aralarında birbirlerine bağlanması sonunda oluşur. Fenoplastlartn alkali bir katalizör eşliğinde sağlanan bireşimi, birinci türe girer; ikinci türe ise, doymamış polyesterlerin, zincirlerin stiren motifleriyle birbirlerine bağlanması sıra­ sında meydana gelen ağlaşması ile kau­ çuğun, poliizopren zincirlerinin kükürt atomlarıyla birbirlerine bağlanması sıra­ sında gerçekleşen kükürtlenmesi örnek olarak verilebilir. Zincirler arasındaki bağ­ lantı yerlerine genellikle "köprü" adı ve­ rilir. Ayrıca elmas, silis, karborundum (SiC)„ vb. gibi anorganik makromolekül maddeler de örgü oluşturabilir. Son birkaç yıldan bu yana örgülerin fizikokimyasal bakımdan incelenmesine ve olabildiğince iyi tanımianmış örgülerin bi­ reşim yoluyla oluşturulmasına büyük önem verilmektedir. Farklı türde iki mak­ romolekül sistemin, aynı uzaysal bölgede iki ayrı örgü oluşturduğu yapılara denk düşen "iç içe geçmiş örgü” kavramı gibi yeni bir kavram ortaya atılmıştır. Ö R G Ü C Ü sıf, ve a. Örgü işleri yapan ve / ya da satan kimse. Ö R G Ü LÜ sıf. 1. Örülmüş: Örgülü saç. —2. Görünüşü örgüye benzeyen. —Coğ. Örgülü çığır, sık sık birbirinden ay­ rılıp yeniden birleşen birçok kısa kola ay­ rılmış akarsu çığırı. (Bu tür çığırlar, bir taş­ kın sırasında gerçek birer yerel engele dö­ nüşen alüvyon tıkaçlarının oluşması sonu­ cu ortaya çıkarlar; suların alçalmasından sonra ırmak sularının bir bölümü bu tıkaç­ ların üstünden aşar, setin yüzeyine iner, sonra, setin aşağı ucunu dolaşarak ana yatağa kavuşur.) Ö R G Ü N sıf. Değişik ve düzenli işlevleri olan parçalardan, organlardan oluşan şey için kullanılır. —Eğit. Örgün eğitim, kişilerin yaşama atıl­ madan, ış ve meslek kollarında çalışma­ ya başlamadan önce okul ya da okul ni­ teliği taşıyan yerlerde özel bilgiler bakımın­ dan yetişmelerim sağlamak amacıyla belli yasalara göre düzenlenen eğitim. —Dü­ zenli, planlı ve yöntemli biçimde verilen herhangi bir eğitim. Ö R G Ü N LE Ş M E a 1. Biyol. Hayvansal ya da bitkisel bütün canlılarda her düzey­ de (molekül, hücre, doku, organizma) gö­ rülen ve canlılık işlevim sağlayan yapısal çeşitlilik. —2. Bu çeşitliliği yaratan ya da artıran süreç. (Türlerin çoğunda, ama hepsinde değil, evrim daha karmaşık bir örgünleşme biçiminde ortaya çıkar. Bir canlının embriyonsal gelişmesi, yalnız bü­ yüme ve kısımların farklılaşması biçimin­ de değil, aynı zamanda bunların örgün­ leşmesi biçiminde ortaya çıkar.) ÖRGÜT, -tü a. 1. Genellikle amaçlan be­ lirlenmiş, oldukça geniş kapsamlı birlik; teşkilat: Emniyet örgütü. Devlet örgütü. —2. Bir örgütlenmede birbirine bağlı bi­ rimlerden her biri: Partinin ilçe örgütleri. Yeraltı örgütleri. —Cez. huk. (Bk. ansikl. böl.)



—Tar Direniş örgütü, İkinci Dünya savaşı sırasında, alman işgali altındaki ülkelerde, bir başkanın emri altında, haber alma ve karşı istihbaratta çalışan, gönüllülerden oluşmuş yeraltı .örgütü. —Uluslarar. huk. Uluslararası örgüt, dev­ letlerin (hükümetlerarası örgüt) ya da dev­ let niteliğinde olmayan kuruluşların oluş­ turdukları dünya çapında, bölgesel ya da kıtasal düzeyde etkinliği olan örgüt. (Ulus­ lararası örgütler özellikle, devletlerin ortak güvenliğini sağlama ve insanlığın maddi ve manevi koşullarını geliştirme amacıyla kurulurlar) || Hükümetlerdışı örgütler, özel­ likle gelişmekte olan ülkelerin gereksinme­ lerini gidermek amacıyla kurulan ve ilke olarak devlet fonlarından yararlanmayan örgütler. (Uluslararası af örgütü, UNİCEF... vb.) —A nsikl. Cez. huk. Suç işlemek için ör­ güt kurmak. Suç işlemek İçin örgüt ku­ ranlar, yalnız bu örgütü kurmaktan dolayı bir yıldan iki yıla kadar ağır hapis ceza­ sıyla cezalandırılır. Bu suçun maddi un­ suru örgütün kurulması, manevi unsuru da suç işleme kastıdır. Örgüt kurma su­ çu iki ya da daha çok kişinin suç işleme amacıyla bir araya gelmesiyle oluşur, ö r­ güt halk arasında korku yaratmak, siya­ sal ya da toplumsal görüşten kaynakla­ nan amaçla ya da kamu düzenine karşı suçlarla kasten adam öldürmek ya da yağma ve yol kesmek ve adam kaldır­ mak suçlarını işlemek için meydana geti­ rilmişse, verilecek ceza bir yıldan üç yıla kadar hapistir. Örgüt yöneticilerine veri­ lecek ceza üçte birden yarıya kadar artı­ rılır (Türk cez. k md. 313). Ö R G Ü TÇ Ü a. Örgütleme işleriyle uğra­ şan, bu alanda yetenekli kimse; teşkilat­ çı: iyi bir örgütçü. Ö R G Ü TÇ Ü LÜ K a. Örgüt kurma, örgüt­ lemek işi; teşkilatçılık. Ö R G Ü TLE M E a. Örgütlemek eylemi. Ö R G Ü T L E M E K g. f. 1. Bir şeyi örgüt­ lemek, bir bütünün öğelerini teker teker ele alarak, tutarlı ve kullanım amacına uy­ gun bir bütün oluşturmak; teşkilatlandır­ mak: Bir partiyi örgütlemek. —2. Bir ey­ lemi örgütlemek, o eylemin gerçekleşme­ sinde etken olmak, eylemi hazırlamış ol­ mak: Bir ayaklanmayı örgütlemek. ö rg ütlen dirilm e k edilg. f. Örgütlen­ dirmek eylemine konu olmak. ♦ ö rgütlen dirm ek g. f. Bir topluluğu, bir hareketi, bir kuruluşu vb. örgütlendir­ mek, onun örgütlenmesini sağlamak; onu örgütlemek. örgütlenm ek dönşl., edilg. f. 1. Bir topluluk sözkonusuysa, belli bir amaç çer­ çevesinde düzenli bir bütün oluşturmak. —2. Bir eylem sözkonusuysa, en ince ay­ rıntılarına dek düşünülmüş olmak. Ö R G Ü T L E N D İR İL M E K -



Ö RGÜTLE



MEK.



Ö R G Ü TLEN D İR M E a. Örgütlendirmek eylemi. Ö R G Ü T L E N D İR M E K



-



ÖRGÜTLE



MEK.



Ö R G Ü T L E N İŞ a. Örgütlenmek eylemi ya da biçimi. Ö R G Ü TLE N M E a. Örgütlenmek eyle­ mi; teşkilatlanma. —işi. ikt. Örgütlenme şeması, karmaşık bir örgütün (işletme, işletmeler grubu vb.) yapısını, çeşitli öğeleriyle ve bu öğeler arasındaki ilişkilerle birlikte gösteren gra­ fik. (Bk. ansikl. böl.) —Ruhbil, Örgütlenme ruhbilimi, işletme içindeki çeşitli hiyerarşik örgütlenme ve iş­ bölümü tiplerinin ve bunların, emekçile­ rin güdülenim ve doyumu üzerindeki et­ kisinin doğurduğu sorunlarla ilgilenen ruhbilim kolu. —Topbil. Bilimsel iş örgütlenmesi, yapıla­ cak işlerin çözümlenmesinin bu işlerden her birinin, içindeki beklenmedik durum­ ların payı en aza düşürülecek üretim sü­



reciyle daha iyi bütünleşmesini ve emek­ çinin güdülenimini artırmak üzere en doğ­ ru ve en kesin bir biçimde ücretlendirilebilmesi için kesinlikle tanımlanabileceği bir noktaya kadar götürülebileceğini ileri süren kuram. (Bk. ansikl. böl.) || İş örgüt­ lenmesi, belli bir toplumsal oluşum (atöl­ ye, sanayi ya da ticaret kurumu, işletme) içinde üretim ereğiyle her bireyin görev ve sorumluluklarının dağılım ve eşgüdü­ münü amaçlayan etkinliklerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) || Toplumsal örgütlenme, bir toplumun oluşturucu öğeleri arasında var olan az ya da çok kararlı ilişkilerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İ K L . işi. ikt. Örgütlenme şemasında işletmenin iç yapısı, her düzeyde, bir alt düzeyden birkaç birimi, bir şefin yöneti­ mi altında bir araya getiren birimler halin­ de gösterilir. Şema, işletmenin insan gü­ cü kaynaklarını en iyi biçimde kullanma­ yı sağlayacak bir düzenlemeyi yansıtma­ lıdır. Böylece, çeşitli yapı tipleri (hiyerarşik yapı, işlevsel yapı, staff'-and-line yapı) oluşturulabilir. Böyle bir grafik, ya var olan bir örgütün kusurlu yanlarının (emir ku­ manda ikiliği, aynı şefe bağlı görevli sayı­ sında aşırı fazlalık vb.) ortaya çıkmasına olanak verir ya da yeni bir örgütlenme ağı kurulması bakımından yararlı olur. Ancak, çoğu kez, resmi örgütlenme şemasına, İş­ letmenin ve gerçek karar devrelerinin so­ mut işleyişine karşılık gelen resmi olma­ yan bir örgütlenme şeması da eklenir (devre dışı bırakmalar, yan bağlantılar, res­ mi olmayan "atlamalar” vb.). —Topbil. • 1900-1930: Bilimsel iş örgütlen­ mesi. iş örgütlenmesi konusundaki ilk tu­ tarlı kuramı, F. W. Taylor ve öğrencilerine borçluyuz. Taylorcı yöntemin üç temel il­ kesi, uygulama işini tasarlama işinden ke­ sin olarak ayırmak, yapılacak işleri yine­ lenen, dolayısıyla kronometre ile ölçüle­ bilen temel öğelere bölmek ve bireysel emekçiyi uygun bir ücretlendirme siste­ miyle (parça başına ücret) özendirmekten oluşuyordu. Taylor’ın izleyicileri arasında, Henry L. Gantt, C. B. Thompson, Carl G. Barth, Frank B. ve Lillian Gilbreth, Luther Gulick, Lyndall Urwick ve James D. Moo­ ney gibi kişiler vardı. Avrupa'da bilimsel iş örgütlenmesi, özellikle Henri Fayol'un çabalarıyla ancak Birinci Dünya savaşı’ndan sonra büyük bir yaygınlık kazandı. • 1930-1950: insan ilişkileri. Elton Mayo yönetimindeki harvardlı araştırıcılar, Wes­ tern Electric'in Hawthorne’daki atölyelerin­ de yaptıkları uzun bir soruşturma sırasın­ da, Bilimsel iş örgütlenmesinin kuramsal çerçevesi içinde açıklanamayan olgular­ la karşılaştılar Bu araştırıcılar çalışma gru­ bunun ve bu grup içinde gelişen insan ilişkilerinin, bireylerin çalışma ahlakı ve do­ yumu üzerinde olduğu kadar başarıları üzerindeki etkisini de yavaş yavaş ortaya koydular. Bu doğrultuda yapılan birçok in­ celeme, çalışma ekiplerinin en uygun bo­ yutu ve bu ekipler içinde uygulanması ge­ reken komuta üslubu konularına yönel­ di. Elton Mayo'nun en ünlü ardılları, F J. Roethlisberger, T. N. Whitehead, W. F. Whyte ve G. Homans gibi araştırıcılardır. • 1950-1970: Örgütlenme toplumbilimi. Toplumbilimciler, Max Weber’in bürokra­ si çözümlemesini yeniden ele aldılar ve iş­ letmeyi, bünyesinde çeşitli güçlerin yer al­ dığı, bilgilerin aktarıldığı ve çeşitli strateji­ lerin rol oynadığı bir kurum olarak incele­ diler. Bu açıdan iş örgütlenmesi toplam bir kurumsal bütünlüğün tikel bir öğesinden başka birşey değildi, iş yerlerindeki kural­ lar nasıl oluşuyor ve nasıl değişikliğe uğruyorlardı? Bu kurallar kimilerince nasıl kullanılıyor ya da amaçlarından uzaklaş­ tırılıyorlardı? Bürokratik sistemin kurumsal çıkmazları nerelerdeydi? Robert K. Mer­ ton, R. Dubin, Philip Selznick, Alvin W. Gouldner ve Michel Crozier gibi araştırı­ cılar işte bu soruların yanıtını arıyorlardı. • K. Marx’in Kapitalde manüfaktürden fabrikaya geçiş konusunda yaptığı gibi, bazıları da işin çeşitli ardışık aşamaların­ daki örgütlenmesini teknolojik gelişmeye



örgütlenme 9050



bağlı toplumsal İlişkilerin sonucu olarak görmeye çalıştılar. G. Friedmann (les Problèmes humains du machinisme in­ dustriel [Sanayide makineleşmenin do­ ğurduğu insansal sorunlar], 1947), Fran­ sa'da özellikle A. Touraine ve öğrencileri­ nin araştırmalarım etkiledi. Taylorcı iş örgütlenmesi modeli, sana­ yide egemenliğini sürdürmekle birlikte, güçlü direnişlerle de karşılaştı (iş yavaş­ latmalar, çatışmalar, sorumsuz davranış­ lar teknik' değişimlere uyumsuzluklar, vb.). Hem insan ilişkileri (ustalık eğitimi, özerk ya da yarı özerk küçük ekipler kurulma­ sı), hem hiyerarşik yetkinin kullanılması (amaca göre yönetim, danışma yapıları, yönetimin iktisadi seçimleri konusunda personelin bilgilendirilmesi), hem de emekçinin teknikle ilişkileri (işlerin çeşitlen­ dirilmesi, çokdeğerlilik) konusunda birçok deney yapıldı. ÖRÜTLENM EK -



ÖRGÜTLEM EK.



Ö R G Ü TLE N M E M İŞ sıf. Huk. Bir örgü­ te bağlı olmayan kişi için kullanılır. —ikt. Örgütlenmemiş para piyasası — T E ­ F E C İL İK .



Ö R G Ü TLE Y İŞ a. Örgütlemek eylemi, ya da biçimi. Ö R G Ü TLÜ sıf. Örgütlenmiş, düzenlen­ miş bir topluluk, bir şey için kullanılır: Ör­ gütlü bir mücadele. Ö R G Ü TS E L sıf. Örgüte ilişkin, örgütle il­ gili olan şey için kullanılır, Ö R G Ü TS Ü Z sıf. Herhangi bir örgütü ol­ mayan; örgütlenmemiş olan topluluk, ha­ reket vb. için kullanılır: Örgütsüz mücade­ le genellikle başarısızlıkla sonuçlanır. Ö R İH A LİN sıf. (fr. euryhalin; yun. eurys. geniş, ve halos, tuz dan). Suda yaşayan ve yaşadığı ortamdaki önemli tuzluluk de­ ğişikliklerine dayanabilen organizmaya denir. (Bazı örihalın organizmalarda dü­ zenleyici organlar, özellikle idrar boşaltıcı organlar vardır ve bunlar dış ortamdaki tuzluluk çok değişse bile dokulardaki ve kandaki tuz yoğunluğunun sabit kalmasını sağlar. Haliçlerde ve denlzkulaklarında yalnız örihalin türler yaşar.) [Karşt. STENOH A L İN ]



Ö R İH A L İN L İK a. Örihalin su organiz­ malarını niteleyen özellik. Ö R İİY O N İK sıf. (fr euryionique'den). Ya­ şadığı ortamda meydana gelen önemli iyonik tepkime değişikliklerine (pH) daya­ nabilen organizmaya denir. Ö R İK (Nahit Sırrı), türk yazar (İstanbul 1894 - ay. y. 1960). Bir süre Galatasaray sultanisi'nde okudu; bir süre de Hukuk mektebi'ndeki dersleri izledi. Kendi ken­ dini yetiştirerek doğu ve batı kültür kay­ naklarına ulaştı. Gazetecilik yaptı; çeviri­ ler yayımladı (Albert Sorel, Avrupa ve Fransız ihtilali [l'Europe et la révolution Française], 14 c. vd.). Anadolu yol notlan (1939), Bir Edirne seyahatnamesi (1941), Kayseri-Kırşehir-Kastamonu (1955) yapıt­ ları gezip gördüğü çevreleri, değişik bö l-. gelerin tarih, sanat ve insan gerçeklerini yansıtır. Edebiyat ve sanat bahisleri (1932), Roman ve hikâye (1933), Hayat ve kitap­ lar (1946) yaşadığı dönemin sanat olay­ larına tanıklık eder. Hikâyeleri (Sanatkâr­ lar, 1932), romanları (Sultan Hamit düşer­ ken, 1957; Yeni basımı Abdülhamit düşer­ ken, 1975), anıları (Eski zaman kadınları arasında, 1959) geçmiş zaman dünyası­ nı zengin ayrıntılarıyla sergiler. Ö R İM E R sıf. (fr. eurymère). Zool. Hem saplar, hem yapraklar, hem de aynı bitki­ nin meyveleri üzerinde yaşayabilen polifaj böcek için kullanılır. (Karşt. S T E N O M E R . ) Ö R İTER M sıf. (fr. eurytherme; yun. eurys, geniş ve thermos, sıcak'tan). Biyol. Yaşadığı ortamda meydana gelen yüksek sıcaklık değişikliklerine dayanabilen orga­ nizmaya denir. (Öritermlerin bir kısmı, özellikle suda yaşayanlar, kanlarında ve



dokularında meydana gelen büyük sıcak­ lık değişikliklerine dayanırlar, geri kalanın­ da [karada yaşayan sıcakkanlılar] dış or­ tamdaki sıcaklık değişikliklerine karşı iç or­ tamlarında sıcaklığı değişmez tutan düze­ neklere sahiptirler.) [Karşt. S T E N O T E R M . ] ♦ a. Öriterm organizma. Ö R İT E R M İ a. (fr. eurythermie; yun. eurys, geniş, ve thermos, sıcak’tan). Su­ da yaşayan bazı öriterm organizmaların özelliği. (Karşt. s t e n o t e r m İ . ) Ö R L İK O N



-



O E R L İK O N .



ÖR M E a. 1. Örmek eylemi. —2. Kıldan örülerek elde edilen ip. ♦ sıf. Örülerek yapılan şey için kullanı­ lır: Örme elbise. —Halıc. Eski bir halının, yıpranmış çözgü ve atkılarını iğneyle onarma. —Mim. Önceden hazırlanmış bir çizime göre, taş ya da tuğla bir duvarın, bir dö­ şeme kaplamasının ya da bir çatının öğe­ lerini yerleştirme. (Taş bir duvar sözkonusu olduğunda, farklı boyutlarda öğeler kullanılır; tuğla bir duvarda düşey derzle­ rin görünen yüzlerini ve konumlarını de­ ğiştirecek biçimde [derzleri şaşırtarak] tuğlaları dizmek yeterlidir.) —Org. Öfme birimi, bağlamalı ilmikli tri­ kotaj makinesinde bir sıra ilmiğin oluşma­ sına kumanda eden organların tümü. || Örme sanayisi — T R İ K O T A J ' S A N A Y İ S İ. —Tekst. Dokuma işleminden sonra, görü­ nür üretim hatalarını (kopuk iplikler, dü­ ğümler, eksik iplikler, çözgü ya da atkı ara­ lıkları vb.) onarmaya dayanan işlem, || Yır­ tık örme, bir dokumanın yırtılmış bir bölü­ münü örerek onarma. —ferz. Yırtılmış bir kumaşın onarımı sıra­ sında. iğneyle dokumanın atkı ve çözgü, ipliklerini yemden oluşturma, j! Örme to­ pu, yumurtası, örerek yama yaparken deetek olarak kullanılan, biçimi az çok yu­ murtayı andıran tahta top. Ö rm e s ü tu n , İstanbul'da Sultanahmet meydanında bizans sütunu. Bizans döne­ minde Hipodromda bulunan üç önemli anıttan (Dikilitaş*, Burmalı* ya da Yılanlı sütun) biriydi. Yapım tarihi bilinmemekte­ dir; ancak Konstantinos VII Prophyrogenetos döneminde (913-959) dikildiği ya da onarıldığı öne sürülmektedir Kare gövdeli anıtın üzeri yaldızlı bakır levhalarla kaplıydı ve kaidesinde kabartmalı tunç levhalar yer alıyor, tepesinde de tunç bir küre bulunu­ yordu. Latin işgali sırasında (1204-1261) levhalar ve tunç küre, sikke basımı ama­ cıyla söküldü. Ö R M EC İ a. Örgü ören; örgü örmesini bi­ len kişi. ♦ a. Örme işinde çalışan işçi. Ö R M E K g. f. 1. iplik, yün, tel vb şeyleri (makinede, şiş, tığ vb. bir araçla ya da el­ le) birbirine geçirerek işlemek: Yün ör­ mek. —2. Bir şey örmek, örerek onu bi­ çimlendirmek: Sepet örmek. Dantel ör­ mek. Kazak örmek. —3. Bir ilmik örmek, bir sıra (durum tümleci +) örmek, onu şiş, tığ vb ile işlemek: iki ilmiği ör, ikisini atla, iki sıra ördükten sonra keseceksin. Las­ tik örmek. —4. Saç vb. örmek, birkaç bö­ lüme ayırıp her bir bölüğü ötekine dola­ mak; dolayarak bir örgü oluşturmak: Saç­ larını örmek. —5. Bir deliği, bir yırtığı ör­ mek, kumaş üzerinde oluşmuş bir deliği, iplikle ve elde kendi dokusuna benzer bir doku oluşturarak kapatmak. — 6 . Duvar örmek, yapı harcıyla onu yapmak ya da onarmak. —inş. Kuru örmek, herhangi bir bağlayı­ cı kullanmadan bir duvar, bir öğe oluştur­ mak. —Tekst. Kadifede, üretim hatasından kay­ naklanan boşlukları ve delikleri kapatmak, doldurmak. || Yırtık örmek, bir yırtığı, ku­ maşın atkı ve çözgüsünü yeniden oluştu­ rarak onarmak. —Terz. Örerek yamamak. ♦ gçz. f. Yörs. Yapmak: N ’örüyon (ne ya­ pıyorsun)?



♦ ördürm ek ettirg. f. Örmek eylemini yaptırmak; bir şeyin örülmesini sağlamak. ♦ örülm ek edilg. f. Örmek eylemine ko­ nu olmak: Duvar örüldü. Küçük kızın saç­ ları örüldü. Ö R N EĞ İN be. Söylenen şeyi doğrulaya­ cak ya da açıklayacak olan örneği tüm­ ceye katmaya yarar; sözgelimi, sözgelişi; mesela: Kendine uygun bir İş, örneğin, rehberlik yapmayı dene. Ö R N E K a. 1. Bir bütüne ait nitelikleri ta­ şıyan ve model yerine geçen parça; nu­ mune, göstermelik, eşantiyon: Boya, ku­ maş örnekleri. —2. Bir şeyi yapmak için seçilen ya da verilen şey; model: Bir şeyi yapmak için bir örnekten yararlanmak. Klasik örnekleri incelemek. —3. Bir konu­ nun, bir olayın, bir durumun, vb. daha iyi anlaşılmasını sağlamak; bir savı, bir dü­ şünceyi vb. desteklemek, kanıtlamak amacıyla tanık gösterilen söz, yapılan davranış; misal: Bu tanıma iki örnek ver­ mek yeterli. Geçmiş yıllarda bunun birçok örneğini gördük. —4. Bir şeyin benzeri ya da tıpkısı; Bu divanın bir örneği Milli kü­ tüphanededir. Bir yazının bir örneğini dos­ yaya yerleştirmek. —5. Ait olduğu bütü­ ne ilişkin bir fikir veren, onun özelliklerini taşıyan şey: Bu kilise gotik mimarinin gü­ zel bir örneğidir. XVI. yy. şiirinden özgün bir örnek. — 6 . Bir kimseye fiziksel ya da huy, davranış açısından çok benzeyen kimse: Çocuk babasının örneği. —7. Dü­ şünce ya da nitelikçe seçilmeye değer ol­ duğu düşünülen kimse, şey için kullanı­ lır: Kardeşim bana sürekli örnek gösteril­ miştir. — 8 . Bir kimseyi örnek almak, dav­ ranış biçimini o kimsenin davranışlarına göre düzenlemek, onun gibi olmaya ça­ lışmak. |i (Bir kimseye) örnek olmak, bir kimseyi huy ve davranışıyla etkileyip on­ da kendisine benzeme isteği uyandırmak. || (Bir şeyin) örneğini almak, bir şeyin bi­ çimini çizmek. || (Bir şeyin) örneğini çıkar­ mak, bir şeyin aynısını yapmak. —Dilbil. Örnek cümle, bir dilbilgisi kuralı­ nın doğru olarak nasıl uygulanacağını göstermeye yarayan ya da bir sözcük maddesinde ele alınan sözcüğün tanımı­ nı doğrulamak ve örneklendirmek için kul­ lanılan, bir metinden alınma ya da sözlük yazan tarafından kurulan cümle. —içit. san. Örnek şişesi, alkol derecesi­ ne bakmak üzere imbikten alınan damı­ tık içki örneğinin konulduğu küçük şişe, —inş. Kimi gereçlerin, yönetmeliklere uy­ gun boyut ve türlerdeki numuneleri. —istat. - ÖRNEKLEM.* —Kim. müh. Bir malzemenin tamamını temsil ettiği varsayılan, üzerinde çeşitli öl­ çüm, çözümleme ve deneylerin yapıldığı parça; bu işlemlerden elde edilen sonuç­ lar malzemenin tümüne mal edilir. || Örnek alıcı, örnek alma işleminde kullanılan ay­ gıt. (Kesikli olarak çalıştığında bu aygıta BÖLÜCÜ adı verilir.) || Örnek alma, bir maddenin niteliklerini saptamak üzere ya­ pılacak deney, çözümleme, v b için sis­ temler, kurallar ve istatistiksel olasılıklara uygun olarak bir bölümünü ayırma işlemi. (Bu basit bir işlem olabildiği gibi ufalama, homojenleştirme, kurutma vb. aşamalar­ dan geçen bir işlemler bütünü de olabi­ lir.) || Örnek kabı, incelenecek maddeler­ den alınan örneklerin konduğu cam, por­ selen ya da metalden yapılmış özel kap. —Metalürj. Kimyasal çözümleme yoluyla niteliğini denetlemek için külçe ya da çu­ buktan kesilerek ayrılan küçük metal par­ ça. —Organizasyon, Bir kümeden belirli ko­ şullarda, gereç teslimine ilişkin şartname­ lerde öngörülmüş deneyler için alınan parça; bu deneyler için özel olarak hazır­ lanmış parça. (Bk. ansikl. böl. Ger. day.) —Ölçbil. Benzer başka cisimlerle (ağırlık­ lar, ölçüler, paralar) karşılaştırmak için kul­ lanılan standart cisim. —Pulc. Bask'ı ‘durumunu, pulu bastıran kuruluşa göstermek için hazırlanan pro­ valar. (Pulun hazırlanmasını görme açısın­



örneksemeci dan önemlidir Bu pullar posta idareleri­ nin müze ya da arşivlerinde bulunur, sa­ tılmaz.) [Hazırlık örnekleri ya da esse de denir.] —Posta idarelerinin pulu basan matbaaya, posta idarelerine ve kişilere ar­ mağan ettikleri, postada geçerli olmayan, üzerlerine matbaada ya da damgayla de­ lik açılarak örnek (specimen) yazılan pul. —Siber Örneklenmiş bir büyüklüğün, ör­ nekleme anındaki değeri. —Teknol. Örnek alma, araştırma ya da malzeme uygunluk kontrolü için bir örnek kesme. —Topbil. Örnek incelemesi, İncelenmek­ te olan toplumsal grup ya da kategoriyi temsil eden az sayıda kimsenin deneyle­ rini, görüşmeler ve gözlemler yoluyla de­ rinliğine inceleyerek bazı toplumsal dav­ ranışları anlamayı amaçlayan araştırma yöntemi. —Verg. huk. Gümrük vergisinin tahakkuk ettirilmesinde ya da bağışıklık hükümleri­ nin uygulanmasında fiziki muayeneye ya da kimyasal tahlile gerek duyulan durum­ larda asıl eşya üzerinden alınan numune. (Bk. ansikl. böl.) —Yerbil. incelenmek üzere çıkarılan mi­ neral, kayaç, akışkan parçası. ♦ sıf. Ker.di türünde kusursuz olan ve benzemeye değer nitelikte görülen şey ya da kimse için kullanılır: Örnek bir fabrika. Örnek bir tutum, davranış. Örnek bir ka­ dın. Örnek bir çift. Örnek bir öğrenci. —Bınc. Örnek biniş, binici ve atının bir alanda, bir manejde binicilik hareketleri­ ni zarif bir biçimde yapması, sergilemesi. — ANSİKL. Ger. day. Bir hammadde (me­ tal. tahta, çimento vb.) kümesini kabul et­ meden önce sanayici, bunlara genellikle bir dizi deney (çekme, bükme, darbe) uygular. Bu deneyler bütün kümeye uygu­ lanamayacağından, bunun içinden deney örnekleri alınır. Şartnameler seçme koşul­ larını ve her deney için örneklere uygula­ nacak işlemler kümesini (biçim, boyutlar, ısıl işlem) belirtir. Örneğin çekme deney­ leri için, çoğu kez silindirsel bir örnek alı­ nır; bu örnek, deneyin yapılacağı makine­ nin çeneleri arasında sıkıştırılacak iki ka­ fa taşır. Uzamaları ölçebilmek için kesit (genellikle cm 2 düzeyinde) ve silindir üze­ rine çizili işaretler arasındaki uzaklık (bir­ kaç santimetre düzeyinde) belirlenir. Tah­ taların mekanik ve fiziksel özelliklerine iliş­ kin deneyler, boyutları ve ağaç gövdesi­ nin eksenine göre doğrultusu standartlaş­ tırılmış örnekler üzerinde yapılır. Bu doğ­ rultunun seçimi, canlı bir malzeme olan tahtanın anızotropisine bağlıdır. Tahtadan türeyen malzemelere (kontrplaklar ve ma­ sif levhalar, yonga levhalar, lif levhalar) iliş­ kin deneyler de, standart örnekler üzerin­ de gerçekleştirilir. —Verg. huk. Gümrük memurları, ürünle­ rin vergi bağışıklığından yararlanabilme­ leri ya da gümrük vergisinin saptanabil­ mesi için gerekli koşullara sahip olup ol­ madıklarını anlamak amacıyla vergiye tabi tutulan eşyalardan örnekler alabilirler. Bu örnekler gümrük laboratuvarlarında, bu­ ralarda yapılamayan durumlarda resmi laboratuvarlarda incelenir ve tahlil sonuçları tahakkukta esas tutulur. Dışarda yaptırıla­ cak tahlillerin ücreti yükümlü tarafından peşin olarak ödenir. Ayrıca, bakanlıkça saptanacak esaslar çerçevesinde, ticari niteliği bulunmadığı kabul edilen nümunelik eşya ve modeller gümrük vergisinden istisna edilmiştir. » Ö R N E K (Sedat Veyis), türk halkbilimci (Zara, Sivas, 1927 - Ankara 1980). Anka­ ra Üniversitesi ilahiyat fakültesi’ni bitirdi (1953). Almanya’da dinler tarihi ve etno­ loji doktorası yaptı (1960). Ankara Üniver­ sitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi etno­ loji kürsüsü nde asistan (1961); aynı kür­ süde profesör (1971) oldu. Etnoloji kürsüsü'nün kaldırılıp Sosyal antropoloji ve Halkbilim kürsüsü olarak ikiye ayrılması­ nı sağladı (1980). Başlıca yapıtları: Sivas ve çevresinde hayatın çeşitli safhalarıyla ilgili batıl inançlar ve büyüse! işlemlerin et­



nolojik tetkiki (1966), Etnoloji sözlüğü (1971), Anadolu folklorunda ölüm (1971), 100 soruda ilkellerde din, büyü, sanat, ef­ sane (1971), Budunbilim terimleri sözlüğü (1973), Türk halkbilimi (1977), Geleneksel kültürümüzde çocuk (1979). Ö R N E K A L A N a. Denizbil. Deniz dibin­ den tortullar çıkaran aygıt. O R N E K K Ö Y , esk. Derebaşı, İzmir'in Karşıyaka ilçesine bağlı köy iken anaken­ tin büyümesiyle birleşlp mahalle oldu. Ö R N B K LE M a. ¡stat. 1. Bir ana kütleden belli bir özelliği incelemek için seçilen bi­ rimler topluluğu. — 2 . p birimlik bir ana kütleden n birimlik bir örneklem (p>n), belli bir özelliği incelemek amacıyla bir ana kütleden n tane birimin seçilmesi. (İn­ celenen özelliğin niteliğine göre seçim ia­ deli ya da iadesiz olarak yapılabilir. Ana kütle sonsuz olduğunda, bu ayrımın öne­ mi kalmaz.) —ANSİKL. Istat. Bir ankette, bir örnekle­ mede deneyler, kuramsal olarak davranış­ ları aynı biçimde ölçülebilen bir kütlenin tümünden oluşan bir ana kütleden kısıtlı sayıda çekilen öğeye yöneliktir. Böylece incelenen öğeler, ana kütleden çekilen bir örneklemi oluştururlar, yani bir örnekleme yapılmış olur. Örneklem, elde edilen so­ nuçlar, ana kütle öğelerinin tümü incelen­ seydi elde edilecek sonuçlardan anlamlı derecede ayrılmıyorsa, örneklemin ana kütleyi temsil ettiği söylenir. Örnekleme yöntemleri, temsili örneklemlerln seçilme­ sine olanak sağlar. Ö R N E K LE M E a. Örneklemek eylemi. —Bilş. ve Telekom. Sürekli bir işaretin, bu işaretin yaklaşık bir gösterimini vermek amacıyla düzenli zaman aralıklarında bir dizi değer alma. (Örnekleme sonrasında çoğu kez bulunan değerler kuvantalanır ve genellikle zaman çoğullamasıyla iletil­ mek üzere, sayısal bir işaretle gösterilir.) || Örnekleme dönemi, bir işaret üzerinde gerçekleştirilen iki ölçmeyi ayıran zaman aralığı. || Örnekleme işareti, darbeleri, öl­ çülecek bir işaretten örnek alımlarını be­ lirleyen darbeli işaret. —Istat. Bir örneklem seçilirken, ya çok ke­ sin bir biçimde rastlantıya yer veren (rast­ lantısal örnekleme), ya ampirik ya da eleş­ tirel bir metoda başvuran (ampirik örnek­ leme) yöntem. (Örnekleme, sondaj yoluyla yapılan anketin çerçevesini oluşturur.) || Sistemli örnekleme, belli bir sisteme göre sıralanmış -örneğin alfabetik sıraya görebir ana kütleden, temsili bir örnekleme sağlayan örnekleme yöntemi. (Böylece, ana kütledeki p. sıradaki, [p rasgele bir sayı olmak üzere) sonra (p+q). sıradaki, sonra (p +2q). sıradaki vb. öğelerle örnek­ lem oluşturulur. Bu yöntemde önemli olan, kütleyi sınıflamaya ön ayak olan il­ keyi iyi bilmektir. Aksi durumda, sapma [yanlılık] denen sistematik hataya yol açı­ lır.) —Ormanc. Örnekleme alanı, bir deneme İçin ormanda ayrılan birkaç arlık olan. —Topruhbil. ve Topbil. Alan örneklemesi yöntemi, bir sondaj çalışmasında, sözkonusu nüfusun coğrafi dağılımı temel alı­ narak, ilgili bireylerin konutlarını topolojik açıdan genellikle eşit büyüklükteki de­ mografik yerleşim bölgelerine (örneğin kentsel bir yerleşme yerinde, mahallele­ re, ev bloklarına ya da apartmanlara) ay­ rıştırarak örnekleme yapılmasını sağlayan yöntem, (örneklemeye temel olacak böl­ geler ya da birimler, basit rastlantısal yön­ tem aracılığıyla saptanır. Her birimde iliş­ ki kurulacak kişi ya da kişilerin saptanma­ sında da benzer bir yöntem kullanılır.) Ö R N E K L E M E K g. f. Bir şeyi örnekle­ mek, örnek vererek açıklamak; örneklen­ dirmek. —Bilş. ve Telekom. Bir işarete örnekleme uygulamak. —Istat. Bir kütleden, içinden çekilen ana kütleyi temsil edebilecek biçimde bir ör­ neklem seçmek.



—Siber. Bir büyüklüğün zaman içindeki değişimini, genellikle dönemsel belirli an­ lardaki, örnek adı verilen değerler dizisiyle tanımlamak.



9051



♦ örneklenm ek edilg. f. Örnek verile­ rek açıklanmak. —Bilş. ve Telekom. Örneklenmiş işaret, değerlerinin, örnekleme anlarında alındığı kabul edilen işaret. —Siber. Örneklenmiş sistem, bilginin ör­ neklenmiş olduğu sistem. (Örneklenmiş bir otomatik denetim sisteminde, hata, ha­ ta algılayıcının [izleme radarlarında oldu­ ğu gibi] ya da eşlik eden bilgi işlem or­ ganlarının (sayisal kumandalı sistemlerde olduğu gibi) yapısına göre örneklenir.) ♦ örneklen dirm e k ettirg. f. Örneklerle göstermek, ortaya koymak. Ö R N E K L E N D İR M E mek eylemi.



a. Örneklendir­



Ö R N E K L E N D İR M E K



-



Ö R NEKLE



MEK.



ÖRNEKLENM EK -



Ö R N EKLEM EK.



Ö R N E K L E Y İC İ a. Bilş. ve Telekom. Bir işarete, örnekleme uygulamaya yarayan aygıt. —Siber. Değişken bir büyüklüğün, genel­ likle dönemsel belirli anlardaki, örnek adı verilen değerler dizisini üreten düzenek. (Örnekleyiciyi, genellikle, son örneğin de­ ğerini, bir sonraki örneğe dek koruyan bir koruyucu izler.) Ö R N E K L İK sıf. Örnek olarak ayrılmış olan; numunelik, göstermelik. —Ruhbil. Değişkenler örnekliği, özne ör­ neklemesiyle ilgili görüşlerin, bir İncele­ mede yer alan değişkenlerin seçimi soru­ nuna da uygulanması. (Bir örneklikten belli bir alan için geçerli olabilecek sonuç­ lar çıkarabilmek İçin, kimi zaman belli bir içerik* alanını temsil eden bir değiş­ kenler örnekliğinden yararlanılmaya çalı­ şılır.) Ö R N E K S E M E a. Özde farklılıklar taşı­ makla birlikte benzer özellikler gösteren şeyler arasındaki benzeşme; analoji. —Dilbil. Aynı sınıftan terimler arasındaki benzerliklerden kalkarak dilde yeni biçim­ ler yaratılmasına yol açan eylem. (Bk. an­ sikl. böl.) — A N S İ K L . Dilbil. Örnekseme dilde birbi­ rine yakın biçimlerinin özümsenmesine dayanır: örneğin söylem, eylem sözcüğü örnek alınarak üretilmiştir. Çocuk dilinde birçok örneksemeye rastlanabilir. Örnek­ seme dil biçimlerinde hem değişim, hem de koruma etkeni olarak ortaya çıkar, çün­ kü dilbilgisi kategorilerinin anlatım olanak­ ları, birleştirmeye, özellikle sesçil nitelikli dış kökenli değişimlere karşı dilin tutarlılı­ ğını sağlamaya yönelir Örnekseme kavramı dilbilimsel düşün­ ce tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Es­ ki dilbilglciler (örneksemeciler) bir yana bı­ rakılsa bile, bu kavram yeni dilbilgiciler ta­ rafından sesçil yasaların etkisiyle altüst olan dil dizgelerinin yeniden düzenlenişi­ ni açıklamak için kullanılmıştır. F. de Saussure de, örnekseme kavramına önemli bir yer vermiş ve bu kavramı, bir değişim ve yaratım ilkesi, yani dilin evrimini sağlayan bir ilke olarak ele almıştır. Ö R N E K S E M E C İ a. Yunancanın, dola­ yısıyla da bütün dillerin temelde düzenli olduklarını İleri süren Antikçağ dilbilgini ya da filoloğu. —ANSİKL. İ.Ö. II. yy.'dan başlayarak alev­ lenen örneksemecilerle aykırılık yanlıları arasındaki tartışma dilin doğası ve köke­ ni üzerinde sürdürülen felsefi bir tartışma­ nın dilbilgisi düzeyindeki uzantısıdır: dil bir "doğa" ürünü müdür, yoksa bir "uzlaşma"nın sonucu mudur? Örneksemeciler biçimbilim (ad ve fiil çekimleri) ve anlambilim (anlam ile biçim arasındaki ilişkiler) düzeylerinde dilin düzenli olduğunu gö­ rüyor ve bu düzenin insan düşüncesine özgü bir sistemleştirmeyi yansıttığına ina­ nıyorlar, bu inançtan hareket ederek söz-



Sedat Veyis Ö rn ek



örneksemeci cüklerl sınıflandırmaya yarayacak çeşitli modeller hazırladılar. Dolayısıyla da dilbil­ gisinin kurulmasına büyük katkıları oldu. Aykırılık yanlıları ise dilin bir düzenlilik kaynağı olan insanlar arası bir uzlaşma­ dan türediğine inanmıyor, dilin tam tersi­ ne doğadan kaynaklandığını ileri sürüyor­ lardı. Bunu kanıtlamak için de dilde insan mantığı ile açıklanamayacak ne kadar dü: zensizlik örneği varsa bunları bir bir bu­ lup ortaya koyuyorlardı. Onlara göre bir dilbilgisi hazırlanırken mantıksal şemalar kurmaktan kaçınmalı, öncelik dilin kullanı­ mına tanınmalıydı. İskenderiyeliler ve Roma'da Varrp Sezar (örnekseme üzerine bir incelemenin yazarıdır) ve yeni attikeciler örneksemeciydi; buna karşılık stoacılar, Ber­ gama okulunun dilcileri ve Cicero aykırı­ lık yanlılarını destekliyordu.



9052



Ö R N E K S E M E K g. f. Bir şeyi örneksemek, onu örnek tutmak, örnek almak. Ö R N E K S E M E Lİ sıf. Örneksemeye da­ yanan. —Bilş. Sürekli bir fonksiyonla ölçülen fizik­ sel bir büyüklük ya da değişimleri sürekli olan bir işaret için kullanılır. || Ûrneksemeli bilgisayar işlenecek bilgilerin örneksemeli işaretlerle gösterildiği bilgisiyar. || Örneksemeli hesap, işlenecek işaretlerin, sü­ rekli ölçüleri kullanılarak yapılan hesap || Sayısal örneksemell dönüştürücü, örneksemeli bir işareti (sürekli), sayısal bir işa­ rete (süreksiz) dönüştüren organ. —Dilbil. Örneksemeden kaynaklanan bir dil olgusu (değiştirme, yaratma, vb.) için kullanılır. || Orneksemeli sözlük, sözcükle­ rin aralarındaki anlamsal ilişkiler bakımın­ dan (eşanlamlılık, tematik öbekler, türeme ve oluşum) ¡Jruplandırıldığı sözlük. —Haritc. Fiziksel bir büyüklükle karşılaş­ tırılarak belirtilmiş olan için kullanılır. |l Örneksemeli haritacılık, nesnelerin fiziksel değişkenlerle ve çoğunlukla grafik biçim­ de kaydedilmesi ya da gösterimi. (SAYI­ SAL* HARİTACILIK'ın karşıtıdır.) —Topogr. Örneksemell fotogrametri, pers­ pektif ışın demetlerinin yeniden oluşması ve benzeşik ışınların kesişimi problemle­ rini çözmek için mekanik ya da optik bir örneksemeden yararlanılan değerlendir­ me yöntemi. (Değerlendirme genellikle grafik çizimle gerçekleştirilir, ancak koor­ dinat kaydediciler kullanılarak sayısal de­ ğerlendirme de yapılabilir. Orneksemeli fotogrametri ANALİTİK* FOTOGRAMETRİ'nin karşıtıdır.) Ö R N S K Ö L D S V İK , İsveç'te liman ken­ ti, Botten körfezi kıyısında; 60 000 nüf. Ö R O D İN -



EURODİN.



Ö R O D O L -> EURODOL. Ö R O P İN -* EUROPİN. Ö R O P İY U M ya da Ö R O P Y UM - EUROPİYUM. Ö R O P İY U M II ya da Ö R O P Y UM II EUROPİYUM II.



2



Ö R O P İY U M II I ya da Ö R O P Y U M III - EUROPİYUM III.



1



3



1. Kazancı önü (dik nal biçimli) 2. Kazancı örsü (saplı, kare biçimli); 3. Karoserci örsü (olukkı saçtan biçimlendirmek için).



ÖRS a. Metalürj. 1. Dövülerek yapılan çe­ şitli işlemlerde kullanılan ve darbelere da­ yanabilecek nitelikte hazırlanan metal küt­ le (demirci örsü çilingir örsü, kaplamacı örsü, kunduracı örsü, vb.). —2. Metal kü­ tükleri ezmeye yarayan düz yüzeyli döv­ me matrisi. || Demirci örsü, üzerinde me­ tal dövülen, dökme demir ya da çelikten yapılmış, bir tarafı yuvarlak, diğer tarafı ko­ ni biçiminde düz yüzeyli araç; büyük örs. ler, genellikle yere çakılı bir kütük üzerine R oturtulur. || Kazancı örsü, metal sacı biçim­ lendirmede kullanılan küçük örs. —Anat. Memelilerin ortakulağında bulu­ nan kemikçiklerden biri. (Çekiç ve üzen­ gi kemikçikleriyle eklemlenir. Memeli ol­ mayan omurgalılarda altçenenin üstçeneyle eklemlenmesini sağlayan kare ke­ miğin homoloğudur.) [öRSKEMİöi de de­ nir] —Ayakkc. Ayakkabı tamirinde kullanılan, ayak biçiminde, demir kunduracı aleti.



—El sant. Ay kenar örsü, tepsi kenarları­ na ay biçimli çukurluklar yapmada kalıp olarak kullanılan bakırcı örsü. (Kalıp örs de denir.) || Badem örsü, kap üzerindeki kabartma süsleri yapmaya yarayan bakırcı örsü. (50-60 cm uzunluğunda olan örsün kafasındaki düz yüzeyin ortasında bir ya­ rık bulunur. Tezgâhta yere paralel olarak tutturularak çalışılan bir örstür. Kafa kısmı kabartma süsler oluşturacak biçimde yu­ varlaktır.) || Dip örsü, bakır kapların dip kı­ sımlarının yapımında kullanılan örs. (Ayrı bir kütüğe çakılarak yerde kullanılır. 35-60 cm arasında değişen çeşitli boyları vardır. Tüm bakır kapların dip kısmı bu örs üze­ rinde dövülür.) [Taban örsü, helvahane ör­ sü de derir.] || Emzik örsü, ince uzun ib­ rik emziklerini yapmada kullanılan “ L" harfi biçimli ve sivri uçlu örs. (40-45 cm uzunluğunda, 20-25 cm yüksekliğindedir.) || Sahan örsü -» KUNDRES. || Semaver ör­ sü, semaver onarımında kullanılan 35-40 cm uzunluğunda yassı örs. || Tırnak örsü, etekli güğüm ve ibriklerin eteklerindeki keskin dönüşleri yapmada kullanılan 60 -65 cm uzunluğunda, ucu hafifçe kıvrık örs. (Tezgâha, yere paralel olarak tutturu­ larak kullanılır.) || Top ibrik örsü, ince bo­ yunlu ibriklerin gövdelerini düzeltmede kullanılan bir tamir örsü. (60-80 cm uzun­ luğunda, kafasının üst yüzeyi yuvarlakça, iki yanları düz ve boynu kıvrıktır.) || T örsü -* ZAVA. —Nalbantl. Nal yapılacak demiri dövüp buna biçim vermekte kullanılan 150-200 kg ağırlığında demir ya da çelik alet (Bk. ansikl. böl.) || Küçük örs, nallık sacları kes­ mek, nalları kıyılamak, ökçeleri kaldırmak, alaturka mıhları düzeltmek için kullanılan, aynası hafif balıksırtı ve yalnızca koni ucu bulunan 3,5 kg ağırlığında örs. —Tarım. Tirpan örsü, tarlada tırpanın ağ­ zını dövmek için kullanılan taşınabilir kü­ çük örs. —Teknol. Kuyumcu örsü, kuyumculukta kullanılan, demir ya da dökme demirden küçük örs. (Bk. ansikl. böl.) —Teknol. ve Folk. Tenekeci örsü, üzerin­ de yuvarlak ya da oval bir bölüm bulunan ve tenekeciler, kazancılar tarafından kul­ lanılan düz ya da kıvrık küçük örs. —ANSİKL. El sant. Metallerin dövülmesin­ de yapılacak işe göre çeşitli biçimlerde çelik örsler kullanılır. En yaygını T biçimin­ de örslerdir. Özellikle yükseltme yöntemi uygulanacaksa işlem her zaman T-örs üzerinde başlar. Büyük boy T-örslerin kol­ ları 30 cm kadar uzunluktadır, kesitleri ovaldir, ancak bir kol ötekisinden biraz da­ ha enlidir. Küçük boy T-örslerin ise bir ko­ lunun üstü düz, ötekisi dışbükeydir; kol­ lar uçlara doğru hafifçe incelir. Ayrıca da­ ire kesitli, aşağıdan yukarıya doğru hafif­ çe genişleyen, üstleri düz kaide örsleri vardır. Bunlar dibi düz olan tasların işlen­ mesinde kullanılır. Kare kesitli, L biçimin­ deki örsler üzerinde her biçim uygulana­ bilir. Yuvarlak başlı örsler de çeşitli işler­ de kullanılır. Maden işleyicilerinln kullan­ dığı bir başka örs at* denilen türdür. Örs­ lerin yüzeylerinin pürüzsüz ve cilalı olma­ sı gereklidir. —Nalbantl. Örsün üst yüzüne ayna denir; bir ucu koni biçiminde sivri, diğer ucu da köşelidir. Balyozcunun önünde bulunan tarafa örs önü ya da göğsü, demircinin ya da ustanın önünde bulunan tarafa da örs arkası ya da sıdı denir. Örsler, örsaltı ya da örs kütüğü üzerine yerleştirilir; bu alt­ lık ağaç, İçi boş dökme demir, taş ya da betondan yapılır, kimi zaman içine toprak ya da kum doldurularak örsün fazla ses çıkarması engellenir. —Teknol. Kuyumcu örsü. Demirci örsü gi­ bi, doğrudan taşıyıcı bloğa dayanmayan kuyumcu örsü, ana metalin uzantısı olan ve daha fazla gömülmesini önleyen bir fa­ tura taşıyan çubuk yardımıyla blok İçinde tespit edilmiştir Kuyumcu örsünün başlarından biri yu­ varlaktır; bir başka tipinde, yüzeyde İki oluk bulunur. Ayrıca değerli metallerden yapılmış eşyaların markalanmasında kul­



lanılan kuyumcu örslerinin yüzeyinde, ka­ bartma olarak eşyaya geçecek olan ka­ zınmış İşaretler bulunur; garanti markası İse bir zımbayla işlenir. Ö R S (İbrahim), türk ressam (Tercan. Erzincan, 1946). Devlet güzel sanatlar akademisi yüksek resim bölümü'nü ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesi’ni bitirdi (1971). Bir yıl Kopenhag Krallık akademisi’nde gravür eğitimi gördü Döndükten sonra Güzel sanatlar akademisi (Mimar Sinan üniversitesi güzel sanatlar fakülte­ si) resim bölümünde öğretim üyeliği yaptı (1972-1986). Resim çalışmalarının yanı sıra beton, mozaik gibi malzemeleri le gerçekleştirdiği büyük boyutlu panola­ rıyla da tanınan sanatçı, Cumhuriyetin 50. yılı resim yarışması (1973), Sheraton oteli pano yarışması (1974-1975) birinci­ lik, Görsel sanatçılar derneği (1978 ve 1979), Devlet resim ve heykel sergisi ba­ şarı (1976 ve 1979), Enka resim yarışma­ sı ikincilik (1984) ödüllerini kazandı. Ö R S E LE M E K g. f. 1. Bir şeyi örsele­ mek, eskitmek, yıpratmak ya da hırpala­ mak: Dolu, küçük fidanları örseledi. —2. Bir kimseyi örselemek, bir şeyden söz ederken, bir kimsenin fiziksel ya da ruh­ sal gücünü yitirmesine yol açmak; sars­ mak, yıpratmak. ♦ örselenm ek edilg. t. Yıpranmak, hır­ palanmak; Örselenmiş bir kumaş. Ö R S E LE N M E K -



ÖRSELEMEK



Ö R S K E M İÖ İ a. Anat. lısı.



ÖRS



ün eşanlam­



Ö R TB A S a . Örtbas etmek, b i r İş in , b ir olayın, bir e y l e m in v b , g iz le n e r e k y a da başka türlü g ö s t e r ile 'e k b a ş k a la r ı t a r a f ı n ­ d a n d u y u lm a s ı n ı , y a y ı lm a s ın ı ö n le m e k : . Olayı, gazetelere geçmeden örtbas ettiler ÖRTEN sıf. K ü m , kur. Bir A kümesinden bir B kümesi üzerine örten uygulama, ta­ nım bölgesi A olan t uygulaması, öyle kı B nln her y elemanı, A nın en az bir x ele­ manının t İle elde edilen görüntüsüdür. (Eşanl. SÜRJEKSİYON.) Ö R TE N E K a. Biyol. Hayvanların vücu­ dunu örten ve bütünü ya da bir bölümü ektodermden kaynaklanan dokuların tü­ mü. (Bk. ansikl. böl.) —Zool. Bazı havyan öbeklerinde (kabukluplreler, denlzkestaneleri vb.) bedeni ko­ ruyan sert kılıf. (Bu kılıfa, duruma göre kavkı, kabuk, kapsül gibi adlar da verile­ bilir.) [Eşanl. KILIF, te k a ] || Eklembacaklı­ larda, dış çeper ya da dışiskelet, (Üç ta­ bakadan oluşur: dış kutikula; üstderl hüc­ releri ya da hipoderm; bazal zar.) |] Yumuşakçalarda, iç kütlenin bütününü ya da bir bölümünü örten ve dış yüzü genellikle bir kavkı (genellikle bedene yapışık durmaz) salgılayan deri kıvrımı. (Örteneğin altında, özellikle solunum organlarını [solungaçlar ya da akciğer] içeren bir örtenek boşlu­ ğu bulunur. Örteneğin kenarı dokunma­ ya karşı çok duyarlıdır ve bazen görme or­ ganlarıyla [taraklarda] donanır.) [Eşanl. MANTO] (Bk. ansikl. böl.) ♦ sıf. 1. Yumuşakçaiarın örteneğiyle İl­ gili. — 2 . Örtenek eklemleri, ıkıçenetlilerde, örteneğin kavkı çenetlerine yapıştığı yer. —ANSİKL. Biyol. örtenekler deriyi, deride­ ki salgı bezlerini, fanerleri ve çeşitli özgün maddeleri (kutikula, kabuk, bağa) içerdi­ ği gibi genellikle mezodermden kaynak­ lanan bağ yapılarını da (altderi, derlsidlkenlllerin kabuğu, balıkların pulları, altderi kemikleşmeleri vb.) İçerir. —Zool, Yumuşakçaiarın örteneği kavkıyı salgılar; bazen kavkı örteneğin bir kıvrı­ mı altına gizlendiğinden dışardan görü­ lemez (mürekkepbalığı). Örteneğin sinir­ leri, bir çift yan sinir düğümünden gelir; bu düğümler birçok yumuşakçada çok gelişmiştir ve beyne bağlıdır. Çeşitli Ikiçenetll yumuşakçalarda, inciler daha çok ör­ tenekti oluşur. Birçok Ikiçenetllde, örteneğin kenarı,



s o l u n u m d a y a r a r la n ı la n h a v a n ı n g i r ip ç ı k ­ m a s ı n ı s a ğ la y a n b i r ç if t b o r u c u k h a lin d e d e v a m e d e r . B a z ı k a f a d a n b a c a k lı la r d a d a b u n a b e n z e y e n b i r d ü z e n e r a s t la n a b ilir .



t u r b a y la ç e ş itli k a lk e r t o r t u la r ın ın k a r ı ş ı m ın ­ d a n m e y d a n a g e lir . S t e r il o lm a s ı z o r u n lu d e ğ il s e d e m a n t a r a s a la k l a r ı n a k a r ş ı ö n ­ l e m le r i n a lı n m a s ı g e r e k lid ir .



Ö R T M E a . 1 . Ö r t m e k e y le m i — 2. Yörs. B a ş ö r t ü s ü . — 3. Yörs. Ü s t ü k a p a lı , ö n ü



ÖRTM ECE a . E d . Y U M U Ş A T M A n ın e ş a n ­ la m lı s ı.



a ç ı k y e r. — A k u s t . Örtme etkisi, f a r k lı b ir s e s y a d a b i r g ü r ü lt ü n ü n ( ö r t e n iş a r e t ) v a r lığ ı n e d e ­ n iy le b e lli b i r s e s t e n y a d a g ü r ü lt ü d e n ( ö r ­ t ü le n iş a r e t ) k a y n a k la n a n d u y u m a z a lm a ­ s ı. — A s k . D ü ş m a n ı n o la s ı t a a r r u z u n a k a r ş ı, o n u a t e ş a lt ı n a a l a r a k o y a la m a k v e y a n ı lt ­ m a k a m a c ı y l a g ö r e v le n d ir il e n k u v v e t in a l a c a ğ ı t ü m g ü v e n lik ö n le m l e r i. || Örtme kuvveti, ö n c ü n ü n il e r is i n d e r a s t la n a c a k d ü ş m a n b ir lik le r in i t e m iz le m e k v e a s ıl k u v ­ v e t le r i b a s k ı n d a n k o r u m a k , k e ş if v e o y a ­ la m a y a p m a k a m a c ı y l a y ü r ü y ü ş k o lu n u n y a d a s a v u n m a m e v z ile r in in 2 0 - 3 0 k m ile ­ r is in d e g ö r e v le n d ir ile n m u h a r e b e g ü c ü ile m a n e v r a y e t e n e ğ i y ü k s e k ö ğ e le r d e n o lu ş ­ t u r u l m u ş k a r a b i r liğ i. ( B e lir li b i r m e v z i t u t ­ m a la r ı s ö z k o n u s u o l m a m a k l a b ir lik t e h a s ­ s a s n o k t a la r ı [ g e ç i t v e b o ğ a z la r ] g e ç ic i o l a r a k e l d e t u t a r a k g e c ik t ir m e g ö r e v i y a ­ p a r la r . B u b ir lik le r in k o m u ta n ı , g ö r e v in i g e ­ r id e k i a s ıl k u v v e t k o m u t a n ı n ı n e m ir v e k o ­ m u ta s ı a ltın d a y a p a r.) — A s k . h a v c . Örtme harekâtı, k a r a k u v v e t ­ le r in i d e s t e k le m e k iç in b a ğ la n t ı n o k t a la r ı ­ n a (k ö p rü , k a v ş a k , g a r v b .) y a d a d a h a g e n e l o la r a k , g e ç ic i b i r s ü r e iç in t ü m d ü ş ­ m a n e t k in liğ in i d u r d u r m a k a m a c ı y l a t ü m ö n e m li h e d e f le r e h ü c u m e t m e y e d a y a n a n h a v a h a re k â tı. — B o t . Örtme derecesi, b e lir li b ir b it k i t o p iu m u n d a t o p r a ğ ı n y ü z e y in i k a p la y a n b ir t ü r ü n b i r k a t m a n a y a d a b it k i ö r t ü s ü n e o ra n ı. — E le k t r o t e k n . v e K a y n a k ç . B ir e l e k t r ik k a y n a ğ ı e l e k t r o t u n u n ö z ü n ü , e r im e y le ç ö k e le n m e t a l in n it e lik le r im iy i le ş t ir m e k iç in , m in e r a l y a d a o r g a n i k b i r m a d d e y l e k a p ­ la m a . — T a r ım . Y a s tık m a n t a r ı ü r e t im in d e , ö n c e ­ d e n m is e ly u m u n g e liş m iş o l d u ğ u y a s t ı ğ ı n (to k u rc u n , to rb a , s a n d ık ) ü s tü n ü to p r a k ta ­ b a k a s ı y la k a p la m a e y le m i. || Örtme topra­ ğı, ö r t m e iç in k u lla n ı la n k a lk e r t o r t u la r ı y l a t u r b a k a rış ım ı to p r a k . — Y e r b il. B in d ir m e y a d a s ü r ü k le n m e s o ­ n u c u o r t a y a ç ı k a n t e k t o n i k ç a k ı ş m a . Ört­ me lambosu, a lt t a k i a r a z ile r le u y u m g ö s ­ t e r m e y e n b i r s ü r ü k le n m e ö r t ü s ü p a r ç a s ı . — A n S İk l. A s k . " Ö r t m e " k a v r a m ı, e m n i­ y e t k a v r a m ı n ı n s o m u t u y g u la m a l a r ı n d a n b i r id i r D o s t b i r lik h a r e k â t ı n ı t e h d it e d e n o la s ı d ü ş m a n h a r e k â t ı n ı e n g e lle m e k a m a ­ c ı y la n e r a ş a m a d a k o m u t a n lı k ç a a lı n a n a k t if ( b i r lik l e r in k u lla n ı m ı ) v e p a s if ( t a h r i p v b ) ö n le m l e r b ü t ü n ü n ü iç e r ir B u Kavram ö n c e le r i ç iz g is e l d i v e s ı n ı r ­ la r a u y a r la n m ı ş t ı . " Ö r t m e b i r lik l e r i" d e m ­ le n m u v a z z a f b i r lik l e r b u n la r a h ı z la k a tıla b il e n b ö lg e ih t iy a t la r ı n ı n d e s t e ğ i y le ü l­ k e n in ı ç ı n o e n s a ğ la n a n o r d u la r ı n a ğ ı r lı ğ ı b ö lg e y e g e lin c e y e d e k s a v a ş a g i r iş e b ile ­ c e k g ü ç t e y d i. İ k in c i D ü n y a s a v a ş ı n d a n s o n r a ö r t m e k a v r a m ı, ü ç ü n c ü b o y u t u n ( u ç a k la t a ş . m a h e lik o p t e r le ta ş ı m a , h a v a c ı lı k ) o y n a d ığ ı r o ­ lü n g i t t ik ç e ö n e m k a z a n m a s ı y la y e p y e n i b i r b i ç im a lm ış , ü lk e t o p r a k la r ı n ı n b ü t ü n ü ­ n ü k o r u y a n e m n iy e t ö n le m l e r in i k a p s a r d u r u m a g e lm iş t ir . " Y ü z e y d e ö r t m e " ü l k e ­ n in y a ş a m s a l ö r g e n l e r i n in v e d u y a r lı n o k ­ t a la r ın ın k o r u n m a s ı n ı s a ğ la y a b ile c e k a n ı n ­ d a b i r u y a r ı y a k a r ş ı lı k v e r e b il m e lı d ı r — T a r ım . Ö r t m e iş l e m in in a m a c ı il e r id e k a r p o f o r la r ı v e r e c e k o la n e m b r iy o n la r ı t a ­ ş ı y a n m is e ly u m k o r d o n la r ı ü z e r in d e k i k ü ­ ç ü k c is im c ik le r in ( p r ı m o r d iy u m ) o r t a y a ç ı k ­ m a s ı y la b e lir g in l e ş e n m a n t a r o l u ş u m u n u b a ş la t m a k t ı r P r im o r d ly u m la r ı n g ö r ü n m e s i m is e ly u m g e liş im in i y a v a ş la t a n v e m a n t a r o lu ş u m u n u b a ş la t a n f iz y o lo jik b ir z o r la m a ­ d a n ( s t r e s ) ile r i g e lir . O r t a m ı n v e d a y a n a ­ ğ ı n k o f u l la r ı n a g ö r e d e ğ iş e n 2 ila 4 c m k a l ı n lı ğ ı n d a k i m is e ly u m ü z e r in e y a y ı la n t o p r a k ( ö r t m e t o p r a ğ ı ) ıs la k , s a f v e n ö t r



Ö R TM EK g . f. 1 . Bir şeyi (bir şeyle) ört­ mek, o n u b ir ş e y le k a p a ta r a k g ö r ü n m e z d u r u m a g e tir m e k ; Bir heykeli örtmek. Yü­ zünü elleriyle örtmek. — 2. Bir şeyin üs­ tünü örtmek, k o r u m a k a m a c ıy la ü z e r in e b ir ö rtü y e r le ş tir m e k : Sineklerden koru.mak ıçm yemeklerin üstünü örtmek — 3. Bir örtüyü (bir yere) örtmek, o n u y a y m a k : Battaniyeyi yatağın üstüne örtmek. Masa örtüsünü örter misini’ — 4. Bir kimsenin üstünü örtmek, ü ş ü m e m e s i iç in y a ta n b ir k im s e n in ü s tü n e b ir ö rtü y e rle ş tirm e k : Ço­ cuğun üstünü iyice örttün mü? — 5. Bir şeyi, bir yeri örtmek, b ir ş e y s ö z k o n u s u y sa , o n u n , o ra n ın ü z e r in e ya yılm ış, k a p la n ­ m ış o lm a k : Duvarı nefis bir İran halısı ör­



tüyordu — 5. Bedeni, bedenin bir bölü­ münü örtmek, b ir ş e y d e n s ö z e d e rk e n b e ­ d e n i, b e d e n in b ir b ö lü m ü n ü k a p a tm a k , g iz le m e k y a d a o n u n ü z e r in e g iz le n m e s i­ n i k o ru n m a s ın ı s a ğ la y a c a k b iç im d e y e r­ le ş tirilm e k : Bacaklarını bileklerine kadar



örten b ir etek giymek. Omuzlarını bir şal örtüyordu — 7. Bir şeyi bir şeyle örtmek, b ir ş e y i ö rtü g ib i k u lla n a r a k o n u k a p la ­ m a k : Bir yeri toprakla örtmek. Damı tene­



kelerle örtmek — 8. Bir kapama düzene­ ğini örtmek o n u k a p a m a k : Kapıyı, pen­ cereyi. perdelen örtmek. — 9. Bir şeyi ört­ mek. Dır ş e y s ö z k o n u s u y s a , b a ş k a b ir şeyi g iz le m e k , g ö r ü n m e z d u r u m a g e tir m e k :



Bulutlar güneşi örtüyordu. — 10. Bir kim­ senin suçunu, hatasını örtmek, b ir k im s e y i k o r u m a k iç in s u ç u n u , h a ta s ın ı g iz le m e k ; a n la ş ılm a m a s ın ı s a ğ la m a k : Babalarına



karşı çocukların hatalarını örtmek. — 1 1 . Bir şeyi (soyut) bir şeyle örtmek, b ir ş e y in a rk a s ın a s ığ ın a r a k o n u g iz le m e k : Bilgisiz­ liğini saldırganlıkla örtmeye çalışmak. — B ılş . Bir kesintiyi örtmek, b i r ö r t ü n ü n b i­ t in i. b i lg is a y a r d a y ü r ü t ü le n b i r iş le m in , b u k e s in t i g e ld i ğ i n d e , d u r m a m a s ı iç in u y g u n o l a r a k k o n u m la m a k . — D o k u b il. S ö z k o n u s u b i r e p it e ly u m y a d a h ü c r e le r o l d u ğ u n d a , b i r d o k u y u , b i r m u ­ k o z a y ı. b i r o r g a n ı k a p la m a k . — G ö k b ı l. Bir gökcismini örtmek, b i r g ö k ­ c is m i n in t u t u lm a s ı n a y o l a ç m a k . ♦ örttü rm e k e ttırg . f Ö r t m e k e y le m im y a p tır m a k y a d a y a p ılm a s ın a iz in v e rm e k :



Damı tenekelerle örttürmek. Bir kimsenin başını örttürmek. ♦ örtülm ek e d ı lg . f. Ö r t m e k e y le m in e k o n u o lm a k : ö r tm e k e y le m i y a p ılm a k : Ço­ cuğun üstü örtüldü mü? Kapılar, ' pence­ reler örtüldü. — G ö k b ı l. B ir g ö k o s m m d e n s ö z e d e r k e n , g ö r ü n e n ç a p ı d a h a b ü y ü k b ir b a ş k a g ö k ­ c is m i n in a r k a s ı n d a k a lm a k . — K ü m . k u r v e T o p o l. Bir E kümesinin örtülüşü ¡: k ü m e a ile s i, ö y le ki E n in h e r e le ­ m a n ı .■ u n e l e m a n la r ı n d a n e n a z b ir in e a ittir. ( B ir p a r ç a la n ı ş ö r t ü l ü ş ü n b i r ö z e l h a ­ ld ı r . G e n e ı n a la e . E n in b i r ö r t ü l ü ş ü n ü n e ı e m a n la r a y r ı k o l m a k z o r u n d a d e ğ il d i r v e E y e a t o l m a y a n e l e m a n la r iç e r ir .) örtünm ek ö ö n ş l. t 1. B ir k im s e d e n s ö z e d e r k e n , k e n d i ü z e r in i b i r ş e y le ö r k m e k : Sıkıca örtün, gece ayaz çıkacak. — 2 . B ir k a d ı n d a n s ö z e d e r k e n , b i r e r k e k ­ t e n g iz le n m e k iç in b a ş ın ı v e y ü z ü n ü b ir ö r ­ t ü y le gizlemek ♦ örtüşm ek ş t. f. 1 . İk i d ü z le m , ik i b ıç „ T ı s o z K o r .u S u y s a ü s t ü s t e g e lm e k : ç a K iş r n a k — 2. (Bir şeyle) örtüşmek. o n u n .a n o k ta s , n o k ta s ın a u y u ş m a k : Seninle dü­ şüncelerimiz örtüşmüyor. Ö R TM EÖ LÇER a . B o y a c . B ir b o y a n ı n y a d a k a p la y ı c ı m a d d e n in ö r t m e g ü c ü n ü d e ğ e r l e n d ir m e y e y a r a y a n a y g ıt . — A is ıS iK ^ . Ö r t m e ö ı ç e r . y ü z e y in s iy a h v e o e y a z b ö lg e le r i a r a s ı n d a k i k o n tr a s tı n a y ır t e d ile m e m e s i iç in g e r e k li e n a z b o y a k a ­ lın lığ ın ı b e lir le m e y i s a ğ la r . D ö r t a y r ı tıpı b u ­



lu n a n b u a y g ı t la r la , k u r u m u ş b i r b o y a d a ­ k i k a lı n lı k d e ğ iş i m in i , s ıv ı b i r b o y a n ı n k a ­ lı n lık d e ğ iş im in i, z e m in k o n tr a s tı d e ğ iş i m i­ n i y a d a k a lın lı ğ ı y e t e r s iz b i r t a b a k a ü z e ­ r in d e k i k o n tr a s tı ö l ç m e k m ü m k ü n d ü r .



Ö RTTÜRM EK -



ÖRTMEK



Ö R T Ü a 1 . B ir y e r in , b ir ş e y in g iz le n m e s i y a d a k o r u n m a s ı iç in ü z e r in e ö r t ü l e n ş e y . — 2 . Ç a tı , d a m . — 3 . S a k la y a n , g iz le y e n y a d a d a h a b u la n ı k g ö s t e r e n h e r ş e y ; p e r ­ d e : Sis örtüsü. Gecenin karanlık örtüsü. Gizlilik örtüsü. — A r ı c . Örtü tahtası, k a p a ğ ı n a l t ı n d a k o ­ v a n g ö v d e s in i n ü z e r in e y e r le ş t ir ile n t a h t a . ( Y e k p a r e b i r t a h t a o l a b i le c e ğ i g i b i 5 - 1 0 p a r ç a d a n d a o lu ş a b ilir . H e r n a s ıl o l u r s a o l s u n g e n e lli k le o r t a k ı s ı m d a 3 0 m m ç a ­ p ı n d a b i r d e lik b ı r a k ı lı r v e d e liğ in ü z e r i in ­ c e s in e k t e li ile k a p a t ı l a r a k a r ı la r ı n ç ık ış ı y a d a d ı ş a r d a n z a r a r lı la r ı n g ir iş i ö n le n ir . H a v a la n d ı r m a y a y a r a y a n b u d e lik t e n y e m ­ le m e d e y a p ıla b ilir . ) — A s k . B ir liğ i, d ü ş m a n ı n g ö r ü ş ü n d e n g i z ­ le y e n d o ğ a l y a d a y a p a y k o r u n a k . (Sığı­ nak is e , b i r liğ i h e m d ü ş m a n g ö r ü ş ü n d e n h e m d e a t e ş i n d e n k o r u r .) — A s k . h a v c . Fotoğraf örtüsü, h e m h a v a ­ d a n f o t o ğ r a f ı ç e k ile n b ö lg e n i n b ü y ü k lü ğ ü ­ n ü h e m d e ç e k i le n f o t o ğ r a f ı n t ip i n i b e lir ­ t e n d e y im . J, Hava örtüsü, k o m u t a n lı k t a ­ r a f ı n d a n k o r u n m a s ı is t e n e n b i r b ö lg e y e d ü ş m a n u ç a k la r ı n ı n z a r a r v e r m e s in i ö n ­ le m e k iç in a v u ç a k la r ı n d a n o lu ş a n b i r lik ­ le r i h a v a d a b u lu n d u r m a k e y le m i. ( H a v a ö r t ü s ü n d e , h a v a d a n y e r e a t ı la n g ü d ü m l ü • m e r m ile r g i t g id e d a h a ö n e m li b i r r o l o y ­ n a m a k ta d ır) — B llş . B a ş k a h e r h a n g i b it b i ç im le n im l e r iy le , b u n la r ı d e n e m e k y a d a b u n la r d a n b i r t a k ı m a l t k ü m e le r ç ı k a r m a k iç in , lo jik o l a r a k b i r le ş e b il e n b it b i ç im le n im i . \, Ke­ sinti örtüsü, b i r b ilg is a y a r ı n y a ln ı z c a , ö r ­ t ü y e iliş k in b iti u y g u n o l a r a k k o n u m la n m ı ş k e s in t ile r i h e s a b a k a t m a s ı n a o la n a k v e r e n ik ili k o n u m la r ( k e s in t i b a ş ı n a b i r k o n u m ) k ü m e s i. — B o t . Çiçek örtüsü, ç iç e k t e e ş e y s e l o r ­ g a n la r ı ( ç a n a ğ ı o lu ş t u r a n ç a n a k y a p r a k l a r v e t a c ı o lu ş t u r a n t a ç y a p r a k la r ) s a r a n v e k o r u y a n o r g a n l a r ı n t ü m ü . B u n la r ı n h e p ­ s in e b i r d e n ç iç e k k ılıfı d a d e n ir . | Mum ör­ tüsü. b a z ı s a p la r ı n v e y a p r a k la r ı n ü z e r in i k a p la y a n m u m t a b a k a s ı . |[ Tohum örtüsü, t o h u m u s a r a n z a r |ı Yosun örtüsü, a y n ı s ü ­ r ü n g e n p r o t o n e m a n ı n d a lla n ü z e r in d e o l u ş a n y a p r a k lı s a p la r ı n t ü m ü . ( H e r s a p b a ş lı b a ş ı n a b e s le n d i ğ i h a ld e y o s u n ö r ­ tü s ü b ıf s p o rd a n d o ğ m u ş s a a n c a k o z a ­ m a n t e k b it k i s a y ılır .) — B o t . v e Ç e v r e b ı l . Bitki örtüsü, b ir t o p r a ­ ğ ı ö r t e n b it k ile r in t ü m ü . ( B k . ansikl. b ö l. ) — D e n iz e . G e m i g ü v e r t e s in d e d u r a n b ir a y g ıtı, y a ğ m u r d a n y a d a d e n iz s e r p in t is in ­ d e n k o r u m a k iç i n ö r t ü l e n b e z . — E le k t r o t e k n . v e K a y n a k ç . B ir a r k k a y n a ­ ğ ı e le k t r o t u n u n b i r b a ğ la y ı c ı y l a ( g e n e l lik ­ le p o t a s y u m y a d a s o d y u m s ilik a t ) t o p a k ia ş tır ılm ış . k a r m a ş ık b ile ş ı m lı t o z la r d a n o l u ­ ş a n . a z y a o a ç o k k a lın k a p la m a s ı. — E v e ş y . Masa örtüsü, m a s a y ı k o r u m a k , s ü s l e m e k y a o a ü z e r in d e y e m e k y e m e k ü z e r e m a s a ü z e r in e ö r t ü l e n k u m a ş . ( Ü z e ­ r in d e y e m e k y e m e k a m a c ı y l a y a p ı l a n la r ­ d a d a n a ç o k y ı k a n a b i le n k u m a ş la r y e ğ ­ le n ir . K u m a ş a b e n z e t ile r e k n a y lo n d a n y a ­ p ı lm ı ş o la n la r : d a v a r d ır . M a s a y ı s ü s le m e k v e k o r u m a k a m a c ı y l a y a p ı la n la r s a g e n e l­ lik le o a n t e l o e n y a d a ü z e r i iş le n m iş k u ­ m a ş l a r d a n o lu r .) i Sofra örtüsü, y e m e k k ı ­ r ı n t ıla r ı n ı n y e r e a ü ş m e s in i ö n le m e k a m a ­ c ı y la s in i y a d a a y a k lı s o f r a a lt ı n a s e r ile n g e n iş ç e ö r t ü . ( S o f r a y a o t u r a n la r ö r t ü n ü n k e n a r la r ı n ı p e ç e t e g i b i d i z le r i n e a lır. G e ­ n e llik le y ı k a n a b i le n k u m a ş la r d a n y a p ılır . O s m a n l I l a r d ö n e m i n d e d e r id e n o la n la r ı d a k u lla n ı lı y o r d u . T o p k a p ı s a r a y ı m ü z e s ı 'n d e b u lu n a n , ü z e r i a p lik e t e k n i ğ iy l e b e z e li d e r i s o f r a ö r t ü s ü ü n lü d ü r . ) — H ı d r o l. Örtü halinde sellenme. ç o k y ü k ­ lü v e k u r a k b ö lg e le r d e b i r b o ğ a z ı n ç ı k ı ­ ş ı n d a . g e n iş b i r a l a n a y a y ı la n in c e b i r s u k a t m a n ı n ı n t ü r b ü la n s lı a k ış ı. (W . J . M c



örtü 9054



örtü altı tarım plastik tüneller içinde çilek tarlası



-Gee’nln Yeni Meksika’daki gözlemleri so­ WÖrtü altı tarım, plastik maddeden örtüler kullanılarak yapılan tarım. (Korunakların nucunda 1897’de betimlediği örtü halin­ [seralar] kurulması, çilek, kavun, mısır gi­ de sellenme olayı, dağlık bir beslenme bi bitkilerin malçlanmasında plastik mad­ havzası gerektirir ve tümüyle rastlantısal delerin kullanılması 1960 yıllarında baş­ özelliktedir. Bu akış yamaçların ya da dağlamıştır.) || Örtü aşınması, geniş bir yüzey­ eteklerinin yüzeyini genellikle etkileyen dağınık akışlarla ["rill-wash" ya da “ sheet de, çok ince bir toprak tabakasının olduk­ -wash" tipi akışlar] karıştırılmamalıdır.) ça d ü z g ü n bir şekilde suyla sürüklenip ta­ — inş. Örtü kiremidi, bir çatı örtüsünde, bi­ şınması. || Örtü ekimi, daha önce ekilmiş tişik iki alt kiremidin kenarları üzerine, dış­ bir bitkiden sonra toprağın üzerine baş­ ka bitki ekilmesi. || Örtü gübresi, sürüle­ bükey yüzü yukarı bakacak biçim de yer­ rek toprağa gömülmesi gerekmeyen, top­ leştirilen ve yağm ur suyuna karşı sızdırrağın yüzeyine serpilmesi yeterli olan eri­ mazlık sağlamaya yarayan oluklu kiremit­ yebilir gübre (nitratlar, sülfatlar). lerden her biri. (ALT' KİREivîiTTn tersidir.) || Birleşim örtüsü, bir sundurm a çatıyla b u ­ —Teknol. Yüzeyin, bitişik bölümlere uygu­ nun dayandığı duvarın birleşme yerine ko­ lanan bir işlemden etkilenmemesi için ko­ nulan alçı. || Yan dere örtüsü, yan dere ruyucu bir madde ile örtülen bölümü. —Tekst. Göğüs örtüsü, bir kumaşın doku­ üzerine yapılan harç ya da alçı örtü nan bölümünü korumak için tezgâh üze­ — Kasapl. Örtü yağı, kasaplık hayvanların rine örtülen beyazlatılmamış meşin. gövdesini kaplayan yağ. —Tip. Koruyucu örtü, alttaki çarşafı koru­ —Kuşç. Örtü tüyleri, kuşlarda kanat telek­ mak için dörde katlanarak yatan hastala­ lerini ve tüylü kuyrukların dibini kaplayan rın altına yerleştirilen ve her kirlendiğinde tüyler. değiştirilen bez parçası. —Şilteyi korumak —Mad. oc. Örtü kaldırma, az derinlikteki bir yatağı açık havada işletebilmek için için çocuk ve bebek yataklarında çarşa­ fın altına yerleştirilen kauçuk ya da kau­ üzerindeki kısır malzemeyi kaldırmaya da­ yanan işlem. || Örtü kaldırma oranı, işleti­ çukla desteklenmiş kumaş parçası. lecek bir ton cevher ya da kömür için kal­ — T o p o l. Ö z e l b ir ö z e lliğ i g e r ç e k le y e n , b i r dırılması gereken kısır malzeme ağırlığı ya a n a l i t i k u z a y ü z e r in d e d a lla n m a m ı ş da hacmi. (Örtü kaldırma oranı çok yük­ R ı e m a n n * y ü z e y i. — Y e r b il. L o t o lo jik v e m e k a n ik b ir s ü r e k s iz ­ sekse, yeraltı İşletmesine geçmek gerekir lik d ü z e y in d e ( a y r ı lm a d ü z e y i) b i r s u b s tr a Kömür ya da yüksek değerli cevherlerde t u m d a n a y r ı lm a y a y a t k ı n o l a n v e k ı v r ı lm a kabul edilebilir örtü kaldırma oranı 30'a varabilir; buna karşılık düşük değerli cev­ t e k t o n i ğ i g ö s t e r e n a r a z ile r in t ü m ü . |j Örtü herlerde kabul edilebilir oran 1 'in altına tektoniği, ö r t ü n ü n b i r b ö lü m ü n ü n a ltt a k i düşer.) |j Örtü tabakası, bir yatağın üzerin­ s e r t t a b a n a b a ğ lı k a ld ı ğ ı v e o n u n la b i r lik ­ de bulunup onu örten verimsiz arazı. t e b i ç im d e ğ iş t ir d iğ i t e k t o n i k t ü r ü . || Buzul —Mim. ve inş. Bir sütun arasını, bir açıtı, örtü taşı, b u z u l ö n c e s i b ö lg e le r d e k im i d ü z a l a n la r ı n b i ç im le n m e s i n i b e lir le y e n bir odayı, herhangi bir mekânı üstten sı­ nırlayan organ, yapı, t a ş ö r t ü . ( B u ö r t ü t a ş ı n ı n k a r b a s ın c ı a l t ı n ­ d a k a lm a s ı , p i p k r a k e le n n e t k is i n d e n k a y ­ —Nük.ı müh. K im i nükleer reaktörlerde, n a k la n d ı ğ ı s a n ı la n b ö y le b i r ö r t ü n ü n f a r ­ kalp çevresine ya da içine yerleştirilen ve k ı n a v a r ı lm a s ı n ı z o r la ş t ır ı r . ) ], Sürüklenme ışınlanacak bir madde, örneğin parçala­ örtüsü, b ü y ü k ö l ç ü d e y e r d e ğ iş t ir m i ş ( y ü z nabilir bir maddeye dönüştürülmek iste­ nen verimli bir madde içeren öğe. K ilo m e t r e y e k a d a r ) v e k ö k e n in d e n k o p ­ —Ormanc. Ölü örtü, ormanda her yıl ye­ m u ş ( k ö k y a d a k ö k a la n ı ) a l lo k t o n y a p ı ­ re dökülen bitki parçalarından oluşan ör­ s a l b ir im . ( B u ö r t ü a n o r m a l b i r d o k a n a k tü. b o y u n c a y e r li t a b a n ı ö r t e r ; y e r li t a b a n s ü ­ —Pedol. ve Jeomorfol Yamaç örtüsü, bir r ü k l e n m e a ln ı n ı n g e r is in d e b u lu n a n b ir p e n c e r e d e g ö r ü le b i lir [ t e k t o n ik p e n c e r e ] . ile birkaç metre kalınlığında kireçli bölge­ Ö r t ü is t if le r i d e o lu ş a b ilir .) [ B k . ansikl. b ö l. ] lerdeki yamaçların bazı bölümlerim kap­ ♦ s ıf. R a d y o t e k n . Örtü anten y ü k s e k b ir layan köşeli ya da yuvarlak çakıllardan y a t a y d ü z le m d e y e r a l a n v e t e r m in a l k a ­ oluşan, çok az kireçli malzeme ya da top­ p a s it e s i g ö r e v i y a p a n b i r t e ll e r k ü m e s in e rak. (Bunlar, buzulçevresi kökenli dökün­ tüler ya da akma örtüleridir.) b a ğ lı d ü ş e y b i r te l y a d a h e m e n h e m e n —Petr. san. Geçirimsiz örtü, petrolün ya d ü ş e y t e ll e r d e n o lu ş a n a n te n . ( B ir k a ç y ü z da doğal gazın yüzeye doğru göç etme­ m e tr e b o y u n d a k i b ü y ü k a n te n le r b u tip ­ sini önleyen geçirimsiz kayaç; bu'örtünün t e n d ir v e m ı r y a m e t r e l ik y a d a k il o m e t r e l ik altında, bir "hazne kayaç" içinde binken a a lg a la r ı n y a y ı m ı n d a k u lla n ılır .) petrol ya da doğal gaz bir yatak oluştu­ — A n s İ K l B o t . v e Ç e v r e b i l B ir t o p r a ğ ı n b itk i ö r t ü s ü n d e , b itk ile r in k ö k le r i t o p r a k iç i­ rur. —Saraçl. Eyer örtüsü, hayvanın sırtını ran e g ir e r , h a v a d a k a la n k ı s ım la r ı d a t o p r a ­ ğ ı n y ü z e y in d e b i r ö r t ü o lu ş t u r u r . B u r a d a natsız etmemesi içini eyerin altına konan örtü —Boyunluğun baş kısmını örten ge­ ü s t ü s t e b i r ç o k t a b a k a v a r d ır ; y o s u n la r , o t ­ niş deri parçası — Kaba koşumlarda kul­ la r ç a lı la r a ğ a ç ç ı k la r v e ç e ş it li b o y d a lanılan pöstekı. a ğ a ç la r v e t o p r a ğ ı n a l t ı n d a d a b u n la r ı n —Tarım. Topraktaki ısıyı ve nemi korumak k ö k le r i a z ç o k s ı r a y la y e r le ş m iş le r d ir . B ü ­ amacıyla, ekinlerin üzerine, ağaçların dip­ t ü n t o p r a k ö r t ü l ü o l d u ğ u z a m a n b it k is e l lerine serilen, saman, kuru yaprak, güb­ o lu ş u m kapalı a d ın ı a lır, y e r y e r ç ı p la k t o p ­ re, ziftli kâğıt ya da ince plastik tabaka, j, r a k p a r ç a la r ı ( k ı r a ç y a d a y a r ı - k ı r a ç b ö l ­ g e le r ) b u lu n d u ğ u n d a is e açık d e n ir . D e n ­ g e h a lin d e k i k a p a lı b ir o l u ş u m d a k i t o p r a k , ç ı p la k b i r t o p r a k t a n a ş a ğ ı d a k i ö z e llik le r le a y r ılır ; ış ık a lm a z , h a v a a z ta z e le n ir , y ü z e y b u h a r l a ş m a s ı y a v a ş tır , b a y ı r l a r d a a ş ı n m a a z y a d a h iç y o k t u r , h u m u s o r a m d a h a y ü k s e k tir , s ı c a k lı k d a h a y a v a ş d e ğ iş ir , a lt ­ t a b u lu n a n k a y a n ı n e t k is i d a h a z a y ıftır. D e ­ m e k k i. t o p r a k v a r d ı r d i y e b i lm e k iç in ü z e ­ r in d e e s k i d e n b e r i y a d a y e m b ir b it k i ö r ­ t ü s ü n ü n v a r lığ ı g e r e k li d ir B ir o r m a n t o p r a ğ ı n d a k ı s a b o y lu a ğ a ç ­ la r ı n t ü m ü canlı örtü y ü . k u r u y a p r a k la r ı n v e b it k is e l k a lın tı la r ın t ü m ü d e cansız ör­ tü y ü o lu ş tu r u r . T o p r a ğ . n K o r u n m a s ı v e h u ­ m u s u n o l u ş u m u ¡ç ın c a n s ı z ö r t ü n ü n y e n n a e o ı r a k ı im a s , v e k o r u n m a s ı z o r u n lu o u .r — Y e r o ıl. Sürüklenme örtüleri B u ö r t ü l e r ü ç b a k ı m d a n in c e le n e o il ir le r ; lı t o lo jik b i­ le ş im le r in e g ö r e ( f ly s c h ö r t ü s ü , o f ı y o litik ö r ­ tü ) . y a p ı la r ı n a g ö r e ( D o ğ u A lp le r ı A v u s t u r ­ y a ö r tü le n g ib i te m e l ö r tü s ü y a a a C h a b -



lais Önalpleri gibi tortul arazilerden oluşan örtme örtüsü), oluşumlarına göre (çekim süreçleriyle oluşmuş yüzeysel kayma ör­ tüsü, pennik tipte derin örtü). Ö R TÜ A LIM a. Mad. oc. —



DEKAPAJ



Ö R TÜCÜ sıf. Boyac. Sürüldüğü yeri gös­ termeyen bir boyaya, sıvaya denir. —Kozmet. Akıcılığıyla cilde mat ve düz­ gün bir görünüm veren güzellik ürünü için kullanılır. ♦



a. Kozmet. Matlaştırıcı ürün.



Ö R T Ü C Ü LÜ K a. Boyac. Bir ya da bir­ kaç boya tabakasının, kuruduktan sonra altındaki herhangi bir rengi gizlemeye yat­ kınlığı Ö R TÜ K sıf. Örtülmüş, kapalı, örtülü; Kapı örtük, içeri giremeyiz. Gözleri örtük, öyle­ ce yatıyordu. —Ruhbil, Hiçbir davranışla açığa vurulma­ yan. j| Örtük öğrenme, Tolman kuramında ve bu kurama ilişkin tartışmada, pekiştirme olmaksızın gerçekleşen öğrenme Ö R TÜ K E N G E B E a. Jeomorfol. Alttaki sağlam kayaç dokanağında, ayrışma ve ufalanma sınırının düzensiz uzanışı. (Bu düzensizlikler alterıt örtüsü içindeki yüzey­ sel eğimler sisteminden bağımsızdır.) [Eşanl. k r İp to r ö ly e f.] Ö R T Ü K LÜ K a. Ruhbil Bir uyartının de­ neğe uygulanmasının başlangıcıyla, bu­ na karşılık düşen cevap başlangıcı arasın­ da geçen zaman. (Örtüklük zamanı, ruh­ bilimide genellikle iç ruhsal süreçlerin bir göstergesi olarak kullanılır. Denekten, elin­ den geldiği kadar çabuk cevap vermesi istendiği durumlarda ise, "tepki zamanı" deyimi kullanılır.) [ÖRTÜKLÜK ZAMANI da denir.] —Psikan. Örtüklük dönemi, çocuk cinsel­ liğinin, 5 yaş ile önergenlik arasındaki dö­ nemi. (Çocuk cinselliği edinçleri, bu dö­ nem boyunca normal olarak bastırıma uğ­ rar.) Ö R T Ü K S O LU N G A Ç LILA R a Altso lungaçlı karındanbacaklı yumuşakça ta­ kımı. (Bil, a. Tectibranchiata.) Ö R TÜ K TA S IM a. Fels. Aristoteles’e gö­ re. belirtik o lm a y a n "göstergelerden ya da d o ğ r u y a benzer ö n c ü lle r d e n yola çıkan t a s ım ” (Birinci analitikler [Analytıka protera ], 2. 27). Ö R TÜ LM E a. Örtülmek eylemi. —Gökbil. Bir gökcisminin, görünen çapı daha büyük olan bir başka gökcisminin arkasında geçici olarak kaybolması. Ö R T Ü L M E K - ÖRTMEK Ö R TÜ LÜ sıf. 1. Örtülmüş olan. —2. Yü­ zeyi bir şeyle kaplanmış yer için kullanılır: Karla örtülü yalçın tepeler. —3. Kapatıl­ mış: örtük: Perdeleri örtülü, evde yoklar galiba —4. Anlaşılması güç, kapalı, bu­ lanık bir şey için kullanılır: Örtülü bir anla­ tım. Örtülü bir konuşma. —Ask. Düşmanın görüşü ve atışından ko­ runmuş olan güzergâh ya da arazi par­ çası için söylenir. |] Örtülü arazı, ağaçlarla kaplı arazi. —Kamu mal. Örtülü ödenek, propagan­ d a ve s iy a s a l p o lis giderlerini karşılamak için hükümetin emrine verilen para. (Ka­ mu harcamalarında, ödemeleri yapanlar­ la ödeme emrini verenlerin ayrı makam­ lar olmasına ilişkin kural burada uygulan­ m a z ve örtülü ödeneklerle ilgili para doğ­ rudan doğruya Başbakanın emrine verilir.) —Yerbil. Tektonikte, üst sınırları bozulmam ı ş bir tortul dizisinin içinde oluşan teğet y a p ıla r için kullanılır.,, Örtülü engebe, çözellerle ka p lı eski engebe, j Örtülü olmak. Dır d o k a n a k t a n söz ederken, etkilemedi­ ği ve kendinden, daha yem oluşumlarla Kaplı olmak. —Zool. Bir örtüyle donanan için kullanılır. (Örneğin, yumuşakçalann örtülü larvası.) ♦ oe. Açıklama yapmaaan, bir şeyleri gizleyerek; müphem: Örtülü konuşmak.



örümceğimsiler Ö R TÜ LÜ B U R U N L U Y IR T IC IM A R T l a. Zool. Dünyanın b üyük bölüm ünde yaşayan martı. (Koyu ve açık renkli t ip l e r i



vardır Gezici ve göçm en kuştur. Kuluçka d ö nem inde tunduralarda, geri k a la n z a ­ m anlarda deniz. ırm ak ve göl kıyılarında bulunur. Etçildir. Bil. a. Stercorarius pomarinus: yırtıcım artıgiller [Stercorariidae] f a ­ milyası.) Ö R TÜ LÜ K a. Denize. Ü s t g ü v e r t e d e b u ­ lunan ve m ürettebat m a h a ll in e g i r m e d e kullanılan bir açıklığın üzerine ö r t ü le n k ü ­



ç ü k boyutlu kapak.



d ız ı v e h a lif e E b u b e k ı r in k ız ı E s m a y ı u y a ­ r a r a k " E s m a , k a d m ı n e r g in l ik ç a ğ ı n a g i r ­ d i k t e n s o n r a ( y ü z v e e lle r in i g ö s t e r e r e k ) ş u n d a n v e ş u n d a n b a ş k a b i r y e r in i g ö s ­ t e r m e s i d o ğ r u d e ğ il d i r ” d e r. A y r ı c a b ü t ü n k a y n a k la r ö r t ü n m e ( te s e t t ü r , h i c a p ) ile il­ g ili a y e t le r in g e lm e s i n d e n s o n r a m ü s lü m a n a ile v e t o p l u m la r ı n d a y ü z y ı lla r b o ­ y u n c a ö r t ü n m e n in u y g u la n d ı ğ ı n ı g ö s te r ir . X X . y y h n b a ş la r ı n a k a d a r h e m e n b ü t ü n m ü s l ü m a n u l u s la r d a ö r t ü n m e ı s la m t o p lu m u n u n b e lir g in n i t e lik l e r in d e n b ir i o l a ­ r a k ( ş ia r ) k a b u l e d ilm iş tir .



Ö R TÜ N M E a Ö rtünm ek eylemi.



ÖRTÜLM EK -



— İsi. Müslüm an kadın ve erkeklerin, ıslam dininin kural ve geleneklerine göre giyin ­ m eleri. (Bk. ansikl. böl.) — A n s I k l . islam da akıllı ve erginlik ça ğ ı­ na girmiş kadın ve erkek her müslümanın, bedenlerinin "avret m ahalli” denilen b ö ­ lüm lerini kapatm aları Kuran, sünnet ve ic m a ' ile farz kılınmıştır. Erkekler için av­ ret mahalli, bedenin g ö b e k ile dizkapakları arasındaki bölüm ü; kadınların avret m ahalleri ise yüz, eller ve ağırlıklı bir g ö ­ rüşe göre, ayaklar dışındaki bütün vücut­ tur Kadın ve erkek m üslüm anlar avret m a­ hallerini örtm eden namaz kılamayacakian gibi, nikâh düşm eyecek kadar yakın ak­ rabaları (mahrem) dışında kalanlar yanın­ da avret mahallerini açamazlar. K a d ın a n ­ ca k m ahrem leri yanında başını kollarını ve dizkapaklarına kadar bacaklarını aça­ bilir Örtünme. Kuran’ın on ayetinde h e m g e ­ nel bir yaşam ilkesi olarak kabul edilir, hem de nam az ve h ac gibi ibadetler sıra­ sında örtünm e emredilir. B u ayetlerden iki­ sinin anlamı şöyledir: “ Ey M u h a m m e t , inanan erkeklere söyle, gözlerini ( h a r a m olana) bakm aktan korusunlar, utanç yer­ lerini esirgesinler” (XXIV, 30). Aynı em ir kadınlar için de yinelenir ve onlardan a y ­ rıca başlarını da örtm eleri istenir ( X X IV , 31). "E y M uham m et, kendi eşlerine, kız­ larına ve m üslüm anların kadınlarına s ö y ­ le, giysilerini üzerlerine alıp örtünsünler Bu, onların (iffetli olarak) bilinm elerine ve rahatsız edilm em elerine daha uygundur” (XXXIII, 59). İslam dünyasında K urandan sonra en tem el kaynak kabul edilen altı hadis kitabı (kütüb-i sitte) içinde Nesai’ninki dışında kalanlarla öteki birçok hadis kaynaklarında Kitab ül-libas (Giysi bölümü) başlığı altında örtünm e ile ilgili pek ço k hadis yer alır. Bu hadislerden birinde Hz. M uham m et, ince bir giysi ile dolaşan bal­



Ö R TÜ S Ü Z s ıf. Ö r t ü ö r t ü lm e m iş , ö r t ü s e ­ r il m e m iş b i r ş e y y a d a ö r t ü ö r t m e m i ş b ir k im s e ¡ç ın k u lla n ılır ı Örtüsüz bir masa, kar­ yola. divan Örtüsüz, genç bir bayan. ♦ b e Ö r t ü n m e d e n : Örtüsüz yatmak. Ör­ tüsüz sokağa çıkmaz



Ö RTM EK.



Ö R TÜ S Ü ZLER a . Ç ı p la k b e d e n li, a m i p ­ le r t a k ı m ı. ( B il. a . Athalamiales; Granuloreticulosa s ın ı fı . ) Ö R TÜ Ş M E a . Ö r t ü ş m e k e y le m i ÖRTÜŞM EK -



Ö RTM EK.



Ö R TÜ Ş Ü M a . Ö r t ü ş m e k e y le m i y a d a b iç im i ÖRÜ a Yörs. 1 . Ö r m e k iş i — 2 . K u m a ­ ş ın y ır tık y e r in i b e lli o lm a y a c a k b i ç im d e ö r ­ m e iş i. — 3 . Ö r ü le r e k y a p ı l a n ş e y , b in a . — 4 . O t la k , m e r a — T V . B ir t e le v iz y o n g ö r ü n t ü s ü n d e , t e k b ir d ü ş e y t a r a m a s ı r a s ı n d a in c e le n e n y a t a y ç iz g ile r k ü m e s i. ( G ü n ü m ü z s is t e m le r in d e , k ı r p ı ş m a y ı ö n le m e k iç in , h e r g ö r ü n t ü d e , b ır ı ç if t ç iz g ile r , ö b ü r ü t e k ç iz g ile r iç in , ik i ö r ü b u lu n u r . ) |, Örü sıklığı, b i r s a n iy e d e g e r ç e k le ş t i r ile n d ü ş e y t a r a m a s a y ıs ı. ( Ö r ü s ı k lı ğ ı , g ö r ü n t ü s ı k lı ğ ı n ı n b ı r iş im d ü z e y in i b e lir t e n s a y ı y la ç a r p ı m ı n a e ş ittir .) Ö R Ü C Ü a . 1. Ö r m e iş i y a p a n k im s e . — 2 . K u m a ş y a d a ö r g ü le r d e k i d e lik y a d a y ı r tı k la r ı ö r e r e k o n a r a n k im s e ; b u iş in y a ­ p ı ld ı ğ ı y e r. — H a lıc . B ir h a lı n ı n y ır tı k la r ın ı, a ş ı n m ı ş y e r ­ le r in i ö r e n u z m a n . Ö R Ü C Ü L Ü K a . Ö r ü c ü n ü n y a p t ı ğ ı iş. Ö R Ü LM E a . Ö r ü lm e k e y le m i. — U la ş . Örülme noktası, k a r a y o lla r ı n d a , ik i y a d a d a h a ç o k d o la ş ı m h a tt ı n ı n , ç a r p ı ş ­ m a t e h lik e s i y a r a t a c a k b i ç im d e a y n ı d ü ­ z e y d e k e s iş t iğ i n o k ta . Ö R Ü LM E K -



Ö R M EK.



Ö R Ü LÜ lüydü.



S ıf



Ö r ü lm ü ş o la n : Saçları örü­



9055



Ö R Ü M C E a . B ö c b ı l , T ırtılla rı in c ir , a r m u t , k a y ıs ı a ğ a ç la r ı n a z a r a r v e r e n b ö c e k . ( B il. a . Anthophila pariana; Glyhipterygidae fa . m ı ly a s ı . ) Ö R Ü M C E Ğ İM S İLE R a . Ö r ü m c e k l e r a k r e p le r a k a r la r v b . g i b i h a y v a n la r ı iç e ­ r e n k a r a d a y a ş a y a n d u y a r g a s ı z v e a ltç e n e s ız e k l e m b a c a k l ı l a r s n ,fı ( 5 0 0 0 0 i a ş ­ k ı n t ü r ü iç e r e n ö n e m i, o ı r s ın ıftır. B il. a . Arachnoidea) — A N S İK L Ö r ü m c e ğ im s il e r in b e d e n i ik i ( b a ş lı g ö ğ ü s v e k a r ı n ) y a d a ü ç ( b a ş lı g ö ğ ü s . K a r ın , a r t k a r ı n ) b ö ı g e a e n o lu ş u r ; y a d a b i r in c i g ö ğ ü s b ö lü t ü d a h a s o n r a k i b ö lü t le r ie k a y n a ş a r a k b ir b a ş (Galeodes) m e y d a n a g e t ir ir y a d a b e d e n d e g ö z le g ö ­ r ü l e b i le n b ö lü t le r e r a s t la n m a z ( a k a r la r ) . B a ş lı g ö ğ ü s b ö lg e s in d e a ltı ç if t e k le n t i b u ­ lu n u r ; k a r ı n d a y ü r ü m e d e g ö r e v a la n e k ­ le n t ile r e r a s t la n m a z v e k a r n ı n a ltı d a r y a d a g e n iş o la b ilir . A k r e p le r d e , u c u n d a z e n ırlı b ir ç e n g e l b u lu n a n b ir a r t k a r ı n v a r d ı r Telyphonusla r d a a r t k a r ı n h a r e k e t li b i r i p ­ lik b iç im in d e d ir . A k r e p le r d e , y a la n c ı a k r e p le r d e . b ö ğ le r d e k a r ı n d a o n ü ç a y r ı b ö lü t o u lu n u r : a m a ö r ü m c e k le r d e . Opılionidea l a r d a v e ö z e llik le a k a r la r d a b u b ö lü t le r h e m e n h e m e n b ü t ü n ü y le k a y n a ş m ı ş tı r . Ö r ü m c e ğ im s il e r d e d u y a r g a y o k t u r , ü ç e k le n t i v a r d ır : z e h ir ç e n g e lle r i, ç e n e a y a k ­ la r ı. y ü r ü m e a y a k la r ı . Z e h i r ç e n g e lle r i ö r ü m c e k le r d e s a ld ır ı o r g a n ı d ır : ç e n g e ld e ­ k i h a r e k e t li b ö lü m d e , i ç i n d e n z e h r in a k t ı ­ ğ ı b i r d e lik b u lu n u r . A ğ z ı n a r k a s ı n d a y e r a ı a n ç e n e a y a k la r ı y a d a d u y u a y a k la r ı n , n t a r s u s u . e r k e k ö r ü m c e ğ i m s ile r d e ç if t le ş m e o r g a n ı n a d ö ­ n ü ş m ü ş t ü r . Y ü r ü m e a y a k la r ı d ö r t ç if t tir ; D u n la r ın b iç im le r i f a r k lı d ı r v e u ç l a r ı n d a y a ­ lı n y a d a k a r m a ş ı k t ı r n a k la r ı v a r d ır . A ğ b e z le r ı . y a l a n c ı a k r e p l e r d e k a r n ı n ilk D ö lü t ü n d e , ö r ü m c e k le r d e a n u s u n y a k ı n ı n ­ d a d ı r . Ö r ü m c e ğ im s ile r , b e d e n le r in i n a r k a b ö lü m ü n d e n ip lik ç ı k a r t a n t e k h a y v a n d ı r . Ö r ü m c e ğ im s il e r in g ö z le r i y a lın d ır . B a ş lıg ö ğ s ü n ü z e r in d e v e y a n la r ı n d a y a l ı n g ö z ­ le r y e r a lır : y a l ı n g ö z le r i n s a y ıs ı v e d iz iliş i ö b e k t e n ö b e ğ e d e ğ iş ir . D u y u k ı lla r ı, d o ­ k u n m a v e iş it m e d u y u s u o r g a n la r ı d ı r . A y ­ r ıc a , d u y u g ö r e v i y a p tı k la r ı s a n ıla n ö z e l o r ­ g a n la r d a v a r d ı r : G a / e o o t e s le r in lir b i ç i­ m in d e k i o r g a n la r ı , a k r e p le r in t a r a k la r ı , v b . Ö r ü m c e ğ im s il e r in s o l u n u m a y g ı t ı n d a h iç s o l u n g a ç y o k t u r ; a m a s o l u n u m a y g ıt la r ı c o k ç e ş i t l id i r ; a k r e p le r d e v e Migale'lerde



örümceğimsilerin bazı tipleri



Amblypygl



haçlı örümcek



güvercin kenesi



orakçı



\ ^ BSCHİI^e \ PHASODİDAE KCEHEHI/d a e



HEXiSOPOD/DAE



V E J O V lD A E ÜÇGENGÛĞÜSLÛAKBEPOİLLER



GYLİPPİDAE SOLİFUGİDAE



C H /ER İL/D AE



/ A U U °TRECHİDAB / ^ fo o /n ^



CHACTİDAE



J £ * * * * .



örümceğimsilerin sınıflandırması (akarlar ve örümcekler dışında)



ö rü m c e ğ im s ile r a K C .gener, ö r ü m c e k le r in ç o ğ j n a a a k c i­ ğ e r le r v e tra k e le r, a k a r la r o a y a ln .z c a t r a ­ k e le r y a a a y a lın d e r i s o lu n u m u .



9056



Ö r ü m c e ğ im s ile r b a ş k a la ş m a g e ç e m e ­ d e n y a d a p e k a z o a ş k a la ş m a g e ç ir e r e k g e l.ş ırle r. Ö r ü m c e ğ im s ile r ö r ü m c e k le r i. a K re p ie rı. y a la n c .a K re p le rı. b ö ğ le r ı. a k a r la r. k ü ç ü k b ö lü tiü ö r ü m c e k le r ı. Opilionıdea’ la n . U ropygi le rı. Amblypygi'le ri. Ricınulei v e Schizomidea'lan iç e rir. G ü n ü m ü z d e c in s ve tü r (3 5 0 0 0 ) b a k ım ın d a n b u ö b e k ­ le rin e n k a la b a lığ ı ö rü m c e k le r d ir .



ÖRÜMCEK



a. 1 . Ö r ü m c e k le r ta k ım ın ­ d a n b ö c e k le rin o rta k a d ı (3 fc . ansikl. b ö l.) — 2 . Ö r ü m c e k a ğ ı: Önce tavandaki örüm­ cekleri temizledi — 3 . Örümcek bağla­ mak ü z e r in d e ö r ü m c e k a ğ ı o lu ş m a k : b ir ş e y s ö z k o n u s u y s a u z u n s ü re k u lla n ı lm a ­ m ış o ı m a k Örümcek kafalı, y e m lik le re



o ü ş m a n e sK .ye s k s k ıy a b a ğ lı k im s e le r ç m k u lla r .;:.r : Bu örümcek kafalılar çoğun­ lukta kaldıkça köklü bir değişme olmaz. Örümcek ağı sarmak, b ir y e ri ö r ü m c e k a ğ la r, k a p la m a k — D e n iz e . Branda örümceği, b ra n d a la r ın n e r ¡k i u c u n d a b u ı u n a n ip le r in o lu ş t u r d u ­ ğ u ağ. — İkt. Örümcek — M aK . s a n



ağı kuramı — CO BW EB Örümcek ayağı yağ kanalı.



b ir y a t a k y a s tığ ı y a d a k ız a k y o lu y ü z e y i­ n e. y a ğ la y ıc ın ın t ü m s ü r t ü n m e y ü z e y in e o a ğ .l:,m ın ı k o la y la ş tır m a k iç in a ç ıla n h e li­ s e l k a n a l. — P atol. Örümcek sokması, ö r ü m c e k z e h ­ riy le z e h ir le n m e . (B k . ansikl. b ö l.)



bir örümcekkuşu türü: kırm ızı sırtlı örümcekkuşu (Lanius collurio)



— Petr. s a n . K u y u a ç m a s ıra s ın d a , k u y u d :b .n e d ü ş e n k a b lo la rı b o r u la r ı v e ç e ş itli p a r ç a la r ı ç ı k a r m a o a k u lla n ıla n k u r ta r m a a le ti. — Ş e h ırc Örümcek ağı kent, b ir m e r k e z ­ d e n b a ş la y a r a k y ıld ız g ib i ış ın s a l o la r a k d ü z e n le n m iş y o lla n , b irb irle rin e e ş m e rk e z li a rte rle rle b a ğ la n a n k e n t. (E ş a n l. IŞINSALEŞMERKEZLİ KENT.) [B ir ö r ü m c e k a ğ ın ı a n ­ d ır d ığ ı iç in b u a d la a n ılır v e ta r ih i, d ik g e n p la n lı k e n t k a d a r e s k id ir; O rta ç a ğ d a . ö z e l­ lik le m ü s ta h k e m y e r le r d e b ü y ü k r a ğ b e t g ö r m ü ş tü r.]



Deniz örümceği — DENİZ Ö R Ü M ­ Su örümceği - * S u Ö RÜM CEĞ İ. ♦ s ıf. Ö r ü m c e k a ğ ı b iç im in d e o la n . — E l s a n t. Örümcek bağlama, y a n y a n a 1 g e le n il m e k le r i d iy a g o n a l o l a r a k b i r b ir i n e — Z o o l.



CEĞİ



ağ örme



haçlı örümceğin erkeği ve dişisi



o a ğ la y a r a k y a p ı la n v e ö r ü m c e k a ğ , g ö r ü ­ ■ Ö R Ü M C E K L E R a . E k le m b a c a k lı la r ı n n ü m ü v e r e n b i r m a k r a m e d ü ğ ü m ü . (Ajur ö r ü m c e ğ i m s ile r s ı n ı f ı n d a n b ö c e k t a k ı m ı. bağlama a a d e n ir . ) |, Örümcek örgü, t ığ ( 3 5 0 0 0 ’ i a ş k ı n t ü r ü v a r d ır . B il. a . Araneiışı d a n t e lle r e u y g u la n a n ö r ü m c e k a ğ ı g ö ­ da.) r ü n ü m lü ö r g ü . — ANSİKL. Ö r ü m c e k l e r in t e m e l ö z e lliğ i, — A N S İ K L . E d D iv a n e d e b iy a t ı n d a ö r ü m ­ g e n e lli k le z e h ir b e z le r iy le d o n a n a n , u ç la r ı c e k ( a r a n k e b u t ) s ö z c ü ğ ü y le H z . M u h a m ­ K ıv r ık z e h ir ç e n g e lle r i, t e k k ü t le o lu ş t u r a n m e t 'in b a ş ı n d a n g e ç m iş ş u o la y a t e lm ih b a ş lı g ö ğ ü s le r i, h e m e n h e m e n h iç b ö lü t iz i y a p ılır : M e d in e 'y e g ö ç m e k ü z e r e H z . E b u t a ş ı m a y a n k a r ı n la r ı , k a r ı n la r ı n ı n u c u n d a ­ o e k ı r le b ir lik t e M e k k e 'd e n a y r ı la n H z . M u k i 2 - 8 a ğ m e m e s i v e k a r n ı n b a ş lı g ö ğ s e n a m m e t . iz l e y e n le r d e n k u r t u l m a k iç in b ir s a p la b a ğ la n m a s ı d ı r E r k e k le r d e ç e n e a y a k la r ı n ı n s o n e k le m i ç if t le ş m e o r g a n ı n a S e v r d a ğ ın d a b ir m a ğ a r a y a s ığ ın d ı. T a n ­ rı n ın o u y r u ğ u y la b i r ö r ü m c e k m a ğ a r a n ı n d ö n ü ş m ü ş t ü r . B ü t ü n ö r ü m c e k le r e t ç ild ir ; a ğ z ı n a a ğ ın ı g e r d i; b ir ç if t g ü v e r c in d e g e ç o ğ u a ğ ö r e r ; b a z ıla r ı g e z g in b i r y a ş a m ıp y u m u r t l a d ı . H z . M u h a m m e t ’ i'f e l e y e n s ü r ü p g ü n d ü z le r i d o la ş ı r k e n , ç o ğ u g e c e ­ K u r e y ş lı le r m a ğ a r a y ı a r a m a k is t e y in c e c id ir Y e r y ü z ü n ü n h e r y a n ı n a d a ğ ı lm ı ş b u U m e y y e b in H a le f " B u r a d a ö r ü m c e k le r h a y v a n la r ı n f o s ille r in e Ü ç ü n c ü Z a m a n d a h a M u h a m m e t d o ğ m a d a n a ğ g e r m iş ; t o p r a k la r ı n d a r a s tla n ır . Ö r ü m c e k l e r e s k i­ g ü v e r c in le r y u v a y a p m ı ş ! ” d e d iğ i iç in d ö ­ d e n ıkı a ltt a k ı m a a y r ı lı y o r d u : Theraphosae n ü p g it t ile r ve g e r ç e k ö r ü m c e k l e r . G ü n ü m ü z d e y s e — P a t o l B ü t ü n ö r ü m c e k le r a z y a d a ç o k ö r ü m c e k le r ik i b ü y ü k ö b e k t e t o p la n ı r : Orz e h ir lid ir . Z e h i r le n m e d e z e h r in e t k i d e r e ­ thognathae (Liphıstomorphae, Mygalomorphae a ltt a k ı m la r ın ı iç e r ir ) ; Labidognatc e s i n e g ö r e d e ğ iş i k b i ç im le r e b ü r ü n ü r Ö r ü m c e k l e r in A v r u p a 'd a y a ş a y a n t ü r le ­ hae ( t e k a l t t a k ı m ı , t ü r le r in ç o ğ u n u iç e r e n rin in z e h ir le r i a z e t k ilid ir ; b u n u n la b e r a b e r Araneomorphae’d ı r ) . d u y a r lı d e r ile r d e s a d e c e t e m a s la b ile h o ş Ö R Ü M C E K L İ s ıf 1 . Ö r ü m c e k a ğ la r ı y la o lm a y a n t a h r iş le r e n e d e n o l a b i lir T r o p ik a l k a p la n m ış , ö r ü m c e k t u t m u ş y e r y a d a ş e y b ö lg e le r d e y a ş a y a n ö r ü m c e k le r s e d a h a ;ç ın k u lla n ı lı r : Örümcekll tavanlar — 2 . te h lik e lid ir; z e h irle n s in ir s is te m in d e s a k a tÖrümcekli kafa, g e r ic i d ü ş ü n c e le r e b a ğ ­ ■ığ a (ih tila ç la r, fe lç ), d o la ş ım s is t e m i n d e lı y e n ilik le r e k a p a lı k im s e iç in k u lla n ılır . b o z u k lu k la r a (k a lp b o z u k lu k la rı), b a z e n



a e ö lü m e n e d e n o la b ilir.



— Z o o l. E n g e n iş a n la m ı y la " ö r ü m c e k ” s ö z c ü ğ ü , ç o ğ u n lu k l a , ö r ü m c e ğ i m s ile r s ı­ n ıfın ın ö r ü m c e k le r t a k ı m ı m o l u ş t u r a n b ü ­ t ü n h a y v a n la r iç in k u lla n ılır . D a h a d a r b ir a n la m d a , g e r ç e k ö r ü m c e k le r i, y a n i Araneomorphae'terl b e lir tir . Ö r ü m c e k k a r n ın o a k ı b ü y ü k b e z le r d e n s a l g ı la d ı ğ ı ip e k le a ğ ı n ı v e y u m u r t a la r ı n ı ç e v r e le y e n k o z a y ı ö r e r ; k e n d in i b o ş lu ğ a b ı r a k t ı ğ ı n d a d a g e ­ n e b u ip e ğ e t u t u n a r a k a ş a ğ ı in e r. Ö r ü m c e k l e r in z e h ir ç e n g e lle r in i n ilk e k ­ le m in d e z e h ir s a lg ıla m a n b e z le r v a r d ır . Z e ­ h ir b o ş a lt m a k a n a lı n ın a ğ z ı, ç e n g e lin u c u ­ n a y a k ı n b ir y e r d e d ir . Z e h ir ö r ü m c e ğ e a v ı­ n ı h a r e k e t s iz h a le g e t i r m e o la n a ğ ı v e r ir ; b u z e h ir , b ö c e k le r i y ı ld ı r ı m ç a r p m ı ş g i b i e t k il e r s e d e ı lı m a n b ö lg e ö r ü m c e k le r in i n z e h r i in s a n iç in t e h lik e li d e ğ ild ir . ÖRÜM CEK M AYMUNU a Z o o l G ü n e y A m e r i k a 'd a y a ş a y a n m a y m u n . ( B a ­ c a k la r ı in c e u z u n , k u y r u ğ u s a r ı lı c ı v e u z u n d u r . M e y v e , b ö c e k v e y u m u ş a k ç a la r la b e s le n ir B il. a Ateles paniscus; y e n id ü n y a m a y m u n u g i lle r f a m ily a s ı . ) Ö R Ü M C E K B İL İM a . Ö r ü m c e k le r i k o n u a la n h a y v a n b il lm d a lı . Ö R Ü M C E K G İLLE R a . H a ç lı b a h ç e ö r ü m c e ğ i g ib i ö r ü m c e k le r i iç e r e n f a m ily a . ( B il. a . Arancidae.) — A N S İK L Ö r ü m c e k g ill e r f a m ily a s ı n d a , b ü t ü n d ü n y a y a d a ğ ı la n 1 0 0 0 'i a ş k ı n t ü r b u lu n u r . B u n la r a r a s ı n d a , t r o p ik a l ü lk e le r ­ d e y a ş a y a n d e v t ü r le r d e y e r a lır. Ö R Ü M C E K K U Ş U a Ö r ü m c e k k u ş u g ille r f a m ily a s ı ü y e le r i n in o r t a k a d ı. ( T ü y le r i ç e ş it li r e n k le r d e o l a b i le n , g ö z ü n d e n e n ­ s e s i n e k a d a r s iy a h b i r ç iz g i b u lu n a n , u c u ç e n t i k li g ü ç lü g a g a lı , e t ç il k u ş la r d ı r . ) [E ş a n ı b o ğ a n ] — ÂNSİKL. S e k s e n k a d a r ö r ü m c e k k u ş u t ü ­ r ü tfilın ir . D ik e n le r ü z e r in d e y a k a la d ı ğ ı b ö ­ c e k l e r v e k ü ç ü k o m u r g a l ı l a r la b e s le n ir : a v la r ı n ı y a h e m e n y e r y a d a k ı ş ın y e m e k iç in ! s a k la r . Ç o ğ u E s k i D ü n y a 'n ı n ı lı m a n ik ­ lim li y e r l e r in d e y a ş a r . T ü r k iy e ’d e r a s t la n a n b a ş lı c a t ü r le r i: k ı r m ı z ı * s ır tlı ö r ü m c e k k u ­ ş u ; k ız ıl* b a ş lı ö r ü m c e k k u ş u ; s iy a h * a lın lı ö r ü m c e k k u ş u ; b ü y ü k ö r ü m c e k k u ş u (L. excubitor). Ö R Ü M C E K K U S U G İLLE R a G e n i ş v e ç e n g e l g a g a lı , a v c ı , ö t ü c ü k u ş l a r f a m il y a ­ s ı. ( Ö r ü m c e k k u ş u g ille r , ik i o y m a k t a [Laniinae ( ö r ü m c e k k u ş u ) , Malacotinae ( g o n o le k le r ) ] t o p l a n a n 8 0 k a d a r t ü r k a p s a r . B il. a . Laniidae.) [ E ş a n l. b o ğ a n G İlle r ]



örümceklerin biyolojisi



Ö R Ü M C E K L E N M E K g ç z f B ir y e r " S ö z k o n u s u y s a , ö r ü m c e k a ğ la r ı y la k a p la n ­ m a k ; b a k ı m s ı z v e t e r k e d ilm i ş o lm a k .



Ö R Ü M C E K S İZ A R a . 1. M e r k e z s in ir s is t e m in i s a r a n ü ç z a r d a n b ir in e , ö r ü m c e k a ğ ı k a d a r İ n c e l iğ i n d e n d o la y ı v e r ile n a d . — 2 . Örümceksızar altı aralığı, ö r ü m c e k s ız a r ile in c e z a r a r a s ı n d a b u lu n a n b o ş lu k . ( B ü y ü k m ik t a r d a b e y in - o m u r ll lk s ıv ıs ı iç e ­ r e n h a z n e le r o l u ş t u r a c a k b i ç im d e g e n iş ­ le y e b ilir . K a r ı n c ı k la r la M a g e n d ie d e liğ i a r a ­ c ı lı ğ ı y la İliş k ilid ir ; d a m a r la r , b e y in v e o m u r ­ ilik t e n ç ı k a n s in ir le r iç i n d e n g e ç e r . ) || Örümceksizar üst aralığı, s e r t z a r I le ö r ü m c e k s l z a r a r a s ı n d a k i b o ş lu k . — ANSİKL Ü ç b e y ı n - o m u r l lik z a r ı n d a n b i­ ri o la n ö r ü m c e k s iz a r , d ı ş t a k i s e r t z a r v e İ ç ­ te k i İn c e z a r a ra s ın d a d ır. S e rtz a rın b ü y ü k b ir b ö lü m ü k a f a t a s ı n a y a p ış ır , İ n c e z a r o lu k v e y a r ı k la r İ ç in e g ir e r , ö r ü m c e k s iz a r s e r t z a r a t u t u n a r a k o l u k v e y a r ı k la r ı n ü z e r in ­ d e n k ö p r ü g i b i g e ç e r v e b ö y le c e ö r ü m c e k s ı z a r a ltı a r a lı ğ ı n ı s ı n ı r la n d ı r m ı ş o lu r. B e y ı n - o m u r ilik s ıv ıs ı o m u r ili k v e b e y in ç e v ­ r e s i n d e b u b o ş lu k i ç i n d e d o la ş ı r . Ö R Ü M C E K Z A M B A Ğ I a . G e n e lli k le y a p r a k d ö k m e y e n v e d ü z b o r u b iç im in d e , u z u n ş e r i d im s i y a d a m ı z r a ğ ı m s ı a ltı b ö lü t lü b i r k ılıf iç in d e , ç o ğ u n lu k l a b e y a z , k o ­ k u lu v e ş e m s i y e b i ç im in d e t o p l u ç iç e k le r a ç a n s o ğ a n lı b itk i. (4 0 t ü r ü A m e r i k a ’d a , b i r t ü r ü A f r ik a ’d a y e t iş ir ; g ü z e l b i r k a ç t ü r ü d e s ü s b itk is i o la r a k y e tiş tir ilir . B il. a . hyme■ nocallis; n e r g is g ill e r f a m ily a s ı .) Ö R Ü N TÜ a B ir y a p ın ın , b i r b ü t ü n ü n o l u ş t u r u l m a b iç im i. ÖRYES s ıf. (fr. euryece; y u n eurys. g e ­ n iş v e oikos, e v ’d e n ) , 'B a z ı e k o lo ji e t k e n ­ le r in d e k i ( b a s ı n ç , s ı c a k lı k , n e m ) d e ğ iş i k ­ lik le r e d a y a n a b ile n v e b u s a y e d e ç e ş itli o r ­ t a m la r d a y a ş a y a b ile n t ü r le r İ ç in k u lla n ılır , ( K a r ş t , STENOES.) — A N S İK L . B ü y ü k s ı c a k lı k d e ğ iş i k lik l e r in e d a y a n a b i le n ö r y e s t ü r le r e öriterm, f a r k lı d e r in l ik le r d e y a ş a y a b ile n le r e öribat v e h e m t u z la h e m d e t a t lı s u d a y a ş a y a b ile n ­ le r e örihalin t ü r le r d e n ir . ÖSEFAL s ıf. (fr. eucephale; y u n . eu, iy i­ lik , d ü z e n lil ik d ü ş ü n c e s i v e kephale, b a ş ’ ta n ) . B ö c b ll. S iv r is in e k le r in v e b a z ı Brachycera ö b e ğ i la r v a la r ı y la ik lk a n a t lı b ö c e k ­ le r iç in k u lla n ılır . ( B u h a y v a n la r ı n g ö v d e ­ d e n İ y ic e a y r ı , k it in le ş m lş , a lış ı lm ı ş a ğ ı z p a r ç a la r ı y l a d o n a n a n b i r b a ş la r ı v a r d ır . ) [K a r ş t . B A Ş S IZ .] ÖSEL adası -



SAREMA.



ÖSLİNG y a d a OESLİN G, L ü k s e m b u r g le h ç e s in d e E’SIek, L ü k s e m b u r g g r a n d ü k lü ğ ü n ü n k u z e y b ö lü m ü , ü lk e n in ü ç t e b i r i­ n i k a p la r . Ö s lln g ’ in ü z e r in d e y e r a ld ı ğ ı A r d e n n e p la t o la r ı s o ğ u k v e t u r b a lı k tı r , k o z a ­ la k lı k ü ç ü k o r m a n la r ı n v e ç a y ı r la r ı n b ö l-



östrojen



düğü fundalıklarla kaplıdır. Güneye doğ­ ru bu platolar Moselle'in kolu olan vadi­ lerle (çayırlar ve sanayi bitkileri ekimi ya­ pılan oluklar [Sûre, Wiltz, Clerf] kazarlar) kesilir. Ö S T A K İB O R U S U ya da Ö S TA K İK A N A U - ÖSTAKİ B O RU-SU .



reste sanayileri. Kimya. Ö S T R A D İO L a. (fr. oestradiol). Biyokim. C 18H2 4 0 2 formüllü steroit hormon; cinsel etkinlik evresindeki kadında östrojen sal­ gısının % 95’ini oluşturur. 18 OH



/



Ö S TA TİK sıf. (fr. eustatique). Östatizme ilişkin. Ö S TA TİZ M a (fr. eustatisme). Yerbil. ve Denizbil. Tektonik ya da klimatik neden­ lerle okyanus ve deniz düzeylerinin yavaş­ ça değişmesi. (Okyanuslarda düzeyin östatik değişiklikleri, art arda transpresyonlara ve gerilemelere neden olur; böylece hem stratigrafik düzeni belirler, hem de işaret olarak kullanılabilir.) —Jeomorfol. H. Baulig’in ortaya attığı ve yeterince kararlı olduğu sanılan bölgeler­ de karasal yontulma katlarının yalnızca deniz düzeyinin değişimlerinden kaynak­ landığını ortaya koyan kuram. Ö S T B E R O (Ragnar), isveçli mimar (Stockholm 1866 - ay. y. 1945). Ulusal ro­ mantizmin başlıca temsilcisidir: danımarkalı Nyrop’tan etkilenerek başyapıtı Stock­ holm Belediye sarayı’nı gerçekleştirdi (1909-1923). Yerel geleneklerin yanı sıra Venedik Dukalık sarayı’nın etkisinde kalan yapı çevreyle büyük bir uyum içindedir. Ö S T E R O Ö T L A N D , İsveç'te (Gota­ land) il (lân), Vâttern gölüyle Baltık deni­ zi arasında; 10 569 km2; 399 506 nüf. (1990). Merkezi Linköping. Başlıca kent­ leri Norrköping, Mótala. Ö S T E R LİN O (Anders), isveçli şair (Hâlsingborg 1884 - Stockholm 1981). Yapıt­ larında ölçülü bir şekilde gelenek ile do­ ğayı bağdaştırdı (idyllernas bok, 1917; Va­ reos Löv och Höstens, 1955; la Poésie et la vie [fr. çev.], 1961; Tard dans la vie [fr. çev.], 1970). Aynı zamanda denemeler (Dikten och Livet, 1961), gezi yazıları (Nostalgie de l'italie [fr. çev], 1971) ve edebi­ yat eleştirileri yazdı. Ö S TE R S U N D , İsveç'te kent, Jâmtland ilinin (lân) merkezi; 56 000 nüf. 1786’da Starsjö gölü kıyısında kuruldu. Kültür (kü­ tüphane, müzeler) ve turizm merkezi. Ke­



Ûstrodiolun cinsiyet organları üzerindeki özgül etkilerinin (-» ÖSTROJEN) yanı sıra damarlar, sinir sistemi, lipitler ve hidrokarbon metabolizması üzerinde de etkileri vardır Doğal östradiol, 17 beta östradioldür. Tedavide ve gebeliğin önlenme­ sinde yapay östradiol olan etinil östradiol kullanılır. 17 beta östradiole dihidrofolikülin de denir. En etkin östrojen budur. — ANSİKL.



Ö S TR A N a. (fr. œstrane). Org. kim. For­ mülü C 18 H3 0 olan dört halkalı doymuş hidrokarbon; iskeletine ekilenin, östradi­ ol ve folikülinde rastlanır. Ö S TR İO L a (fr œstriol; œstrus’tan). Östrojenler grubundan C 18 H2 4 0 3 formül­ lü, steroit doğal hormon. — ANSİKL. Gebe olmayan kadında östriol miktarı fazla değildir ve 17 beta östradiolün karaciğerde hidroksillenmesinden sonra ortaya çıkabilen bir metabolittir. Ge­ be kadında ise, tersine, östriol, gebelik dı­ şında salgılanandan bin kat fazla salgıla­ nan östrojenlerin hemen hemen tamamı­ nı kapsar Östriol öncüsü bileşikler dölü­ tün karaciğeri ve böbreküstü bezleri tara­ fından da salgılandığından, normal östri­ ol atımı dölütün iyi durumda olduğunu gösterir. Bu nedenle östriol miktarının iz­ lenmesi, riskli gebeliklerin izlenmesinin önemli bir öğesidir. Ö S TR O JE N sıf. (fr. œstrogène). Fizyol. 1. Dişide östrus yaratana denir. —2. Osfrojen alıcısı, hedef organların sitoplazma-



s ı n d a b u lu n a n v e b u h o r m o n u n h ü c r e ç e ­ k i r d e ğ i n e g ir m e s in i s a ğ l a y a n p r o t e in li m a d d e . ( M e m e y a d a d ö ly o lu n d a k i k ö tü ­ c ü l u r l a r d a b u a lıc ıla r ın i n c e le n m e s i p r o g n o z a ç ıs ın d a n ç o k y a r a r lı o la b ilir .) — 3 . Östrojen hormonlar, b u ö z e lliğ e s a h ip h o r ­ m o n la r g r u b u . (Bk. ansikl. b ö l.) ♦ a . Ö s t r o je n h o r m o n . — T e d . Östrojen tedavisi, ö s t r o je n k u lla n ı­ m ı n a d a y a n a n t e d a v i y ö n t e m i. ( Ö z e llik le m e n o p o z t e d a v is in d e k u lla n ılır K la s ik o la ­ r a k s e n t e t ik ö s t r o ıe n le r d e n y a r a r la n ılm a k ­ la b irlik te , y e n i v e r iş b iç im le r in in b u l u n m a ­ s ı d o ğ a l ö s t r a d io lü n t e r c ih e d ilm e s i n e y o l a ç m ış t ır .) — ANSİKL. D o ğ a l ö s t r o je n h o r m o n l a r s ik lo p e n t a n o f e n a n t r e n ç e k i r d e ğ i n d e n t ü r e ­ miş s t e r o it le r d ır v e 18 k a r b o n a t o m u i ç e ­ rirler. B u n la r d iş id e b ü y ü m e n in d ü z e n l e n ­ m e s i, t ü r ü n d e v a m e t m e s i iç in g e r e k li o r g a n la r ın d e s t e k le n m e s i v e iş le m e s iy le g ö revli c in s e l h o r m o n la r d ır . E s a s k a y n a k la r ı y u m u r t a lık o lm a k la b irlik te , p la s e n t a , b ö b Everts-Rapho



n - nn, . r t - M ™ Stockholm Belediye sarayı (1909-1923)



östrojen reküstü bezi ve hatta erbezi dahi bundan salgılayabilir. En etkin ve en iyi bilinen fiz­ yolojik östrojen östradioldûr. Ostron ve öst­ riol gibi diğer bileşiklerin östrojen etkisi daha zayıftır. Östrojenler salgılandıktan sonra, büyük oranda taşıyıcı proteinlere bağlı olarak kanla dolaşır, bu yoldan he­ def organlara (cinsel organlar, meme bez­ leri, sinir sistemi, yağ ve kemik dokusu) ulaşırlar. Daha sonra karaciğerde suda eriyen etkisiz katabolitlere dönüştürülür ve idrarla atılırlar. Bu doğal östrojenlerin ¡@nı sıra, kimya­ sal formülleri çok farklı olan, ancak etki­ leri östradiolünkine benzeyen sentetik maddeler de vardır. Bunların en tanınmı­ şı, gebelikten korunmada kullanılan östro -projestatif bileşiklerin birçoğunun bileşi­ mine giren etinilöstradioldür.



9058



ÖSTRON a . eşanlamlısı.



( fr .



œstrone).



F O L İK Ü L İN 'in



ÖS TR O P R O JE STATİF sıf (fr cestro -progestatif). Hem östrojen, hem projes­ tatif içerene denir. ÔS TR O Z a. (fr. œstrose). Vet. Oestrus larvalarının neden olduğu hastalık. ÔSTRUS a. (fr. oestrus). Zootekn. KIZGINLIK’ın eşanlamlısı.



ö ş r I , ö ş r I y e sıf. (ar. röşr ve -/'den cöşrı, dişi, 'öşriyye). Esk. Üşüre ait, öşürle il­ gili. — isi. huk. Arazi-i ûşriye -* ARAZİ.



325 °C



0



kurşun



% 3 8 , 1 '?> .{



o kalay



kurşun-kalay alaşımının ötektik noktası



Ö ŞÜR, -ş rii a. (ar. ruşr1clan). Ürünün on­ da biri olarak alınan vergi. (Bk. ansikl. böl.) —Esk. Onda bir. —Din. Tevrat’ta, rahiplerin ve levilerin ge­ çimlerini sağlamaları için verilmesi zorunlu olan bağış. —isi. Kuran’da 1 0 ayetlik bölüm. —ANSİKL. Şeriat hükümlerine göre arazi­ ler öşür arazisi ve haraç* arazisi olmak üzere ikiye ayrılır. Başlangıçta hiçbir veri­ mi bulunmadığı halde, kişi ya da kişilerin özel çabalarıyla canlandırılıp verimli du­ ruma getirilen araziye, “ öşür arazisi” de­ nir Halkı müslüman olan ülkenin toprak­ larıyla, fetihten sonra müslümanlara ganimet* olarak verilmiş topraklar da öşür arazisi sayılır. Yağmur, ırmak ve çeşme sularıyla do­ ğal olarak sulanan arazinin öşür oranı 1 / 1 0 , toprak sahibinin kendi çabasıyla kur­ duğu sulama düzeneği ile sulanan arazi­ nin öşür oranı 1 / 2 0 'dir. Özellikle Osmanlılar'da verimliliklerine göre gruplandırılan bu topraklardan südüs (1/6), humüs (1/5) gibi adlarla değişik oranlarda öşür vergi­ si alınmıştır. Öşür, bir ürün vergisi olduğun­ dan, zekâtta olduğu gibi havelan-ı havi (bir yıl geçme) koşulu aranmaz, hasat mevsiminin ardından öşür tahsil edilirdi. Bu yasa 17 şubat 1925 tarih ve 552 sayılı yasayla kaldırılmıştır.) Ö Ş Ü R C Ü a. Öşür toplayan görevli. Ö T A N A Zİ a. (fr. euthanasie; yun. eutha­ nasia, tatlı ölüm'den). Can çekişmenin ya da çok ağrılı ölümcül bir hastalığın acıla­ rına son vermek için ağrısız bir ölüm sağ­ layan yöntemlerin tümü. —ANSİKL. Yapay çarelerle yaşamı uzat­ maktan sakınan bir yöntem olarak ve onulmaz, ağrılı bir hastalık halinde öneri­ len, tamamen belirtilere yönelik bir teda­ vinin seçimiyle ötanaziyi birbirine karıştırmamalıdır. Hatta, ötanazi, reanimasyon yöntemleri sayesinde kalbi çalışmakta olan bir kimsede beynin öldüğü anlamı­ na gelen "geçkin koma"da reanimasyonun durdurulmasına da benzemez. Bu nedenle, hasta ya da sakat bir kişiye ölüm sağlamayı öngören gerçek anlamda öta­ nazi modern sanayileşmiş ülkelerin yasa­ larında kabul edilmemiştir. Ancak bu ül­ kelerden bazılarının tarihinde benzer yön­ temlerin önerildiği ve uygulandığı olmuş­ tur. Bunlar genellikle insanlığa karşı işlen­ miş cinayetler olarak kabul edilmiştir.



— C e z . h u k . P e k ç o k ü lk e n in c e z a y a s a s ı, ö t a n a z i y i , a y rı b ir s u ç s a y m ış v e k a s t e n a d a m ö ld ü r m e s u ç u n a o r a n l a d a h a h a fif b ir c e z a ile k a r ş ıla m ış tır . T ü r k c e z . k . 'n d a b u k o n u d a b ir h ü k ü m y o k tu r. D o k t r in d e is e , ö t a n a z iy i k a s t e n a d a m ö ld ü r m e ş e k ­ l in d e c e z a l a n d ı r m a k , f a k a t fa ilin a m a c ı n ı “ t a k d ir i h a fif le t ic i n e d e n " o la r a k k a b u l e t ­ m e k e ğ ilim i v a rd ır . ÖTE a . 1 . B ir k im s e n in b u l u n d u ğ u y a d a t e m e l a lın a n b ir ş e y e g ö r e d a h a u z a k o la n k o n u m ; Oraya değil, biraz daha öteye geç. Gözlerini iskelenin ötesinde duran adama dikti. ( K a r ş t . B E R İ . ) —2. Bir şeyin ötesi, o n u n a r t a n ı, g e r i k a la n ı y a d a h e ­ n ü z s ö y le n e c e k , y a p ı l a c a k , d ik k a t e a l ı n a ­ c a k v b . b ö lü m ü ; s e r i; o n a f a z l a d a n e k l e ­ n e n ş e y : Bunu yap, ötesini bana bırak. Kendisine söylenenlerden işin ötesini tah­ min edebiliyordu, işin başı sağlık, ötesi boş. Bizim bilgimiz içinde olanlar bu ka­ dar, ötesini bilemeyiz. — 3 . Bir şeyin öte­ sinde, b ir d e r e c e n in , b ir d ü z e y in ü s tü : Ba­ şarımız beklediğimizin çok ötesinde oldu. Zararımız karşılanabilir olmanın çok öte­ sinde. —4. Ötede beride, ş u r a d a b u r a d a , s a ğ d a s o ld a , ç e ş it li y e r l e r d e : Ötede beri­ de aleyhimde konuşuyormuş. || Öteden beri, b a ş l a n g ıç t a n b u y a n a , u z u n z a m a n ­ d ır : Ondan öteden beri nefret ederdi. || Öteden beriden, ş u n d a n b u n d a n , şura­ d a n b u r a d a n , ç e ş itli y e r l e r d e n ya d a şey­ le r d e n : Oturmuş öteden beriden konuşu­ yorduk. || Ötesi berisi, b ü t ü n eşyaları, ne­ yi v a r s a : Ötesini berisini toplayıp bir çu­ vala koydu. || Ötesi var mı?, “ bir şeyden k o r k u m y o k , k im n e d e r s e d e s i n " anla­ m ı n d a k u lla n ıla n m e y d a n okum a sözü. || Ötesinde berisinde, b ir y e r d e değil, d a ­ ğ ın ı k y e r le r d e : Bahçenin ötesinde berisin­ de japon gülleri vardı. || Ötesine boş ver­ mek, ö t e s in i d e r t e t m e m e k , b ir ş e y e z a ­ r a r v e r m e k p a h a s ı n a d a o ls a , am acından s a p m a d a n h a r e k e t e t m e k . || (Bir işin) öte­ sini beri etmek, o n u b ir d ü z e n e k o y u p , bir s o n u c a b a ğ la m a k . || Öteye beriye, şura­ y a b u r a y a ; t ü r lü y e r le r e . ♦ s ıf. 1 . ik i k o n u m d a n u z a k olanı b e lir ­ tir: Köyün öte yakası. Irmağın öte yanı. — 2 . ...dan öte, o n d a n d a h a ç o k , onu a ş a n : Güzel değil, güzelden de öte bir şey. — 3 . Öte gün, " g e ç m iş , ç o k önce de­ ğ il, y a k ın g ü n l e r d e " a n l a m ı n d a h a lk a r a ­ s ı n d a k u lla n ılır . || Öte yanda, öte yandan, o n u n y a n ı s ır a , o n u n la b ir lik te , aynı z a ­ m a n d a : Bir yandan işleri aksattığı için ona kızıyor, öte yandan bunun gerekçelerini düşünüp ona hak veriyordu. ♦ b e . Ö t e t a r a f a d o ğ r u , ö t e y e : Biraz öte git bakalım. ÖTEBERİ a . Ö n e m s iz , u f a k t e f e k e ş y a ; ç e ş itli ş e y le r : Bu küçük dağ gezisi için, bü­ tün bu öteberiye ne gerek var? Pazardan biraz öteberi almalı. Karyolasının yanında öteberisini koyduğu bir komodin duruyordu. ÖTEÖEN -



Ö t le ğ e n



Ö T E Ö E N O İLLER -



Ö T L E Ğ E N G İL L E R .



Ö T E K İ b e lg s z . s ıf. 1. B ilin e n y a d a sözü e d i le n d e n a y r ı; b a ş k a , d iğ e r , ö b ü r : Öteki ülkelerde neler olup bitti bilmiyoruz. — 2 . B ir ş e y e g ö r e d a h a u z a k t a o la n ; ö n c e k i y a d a s o n r a k i; ö b ü r : Aradığımız bu ev de­ ğil öteki ev. Otobüs kaçtı, öteki otobüsü beklemeniz gerekiyor. — 3 . S ö z ü e d i le n z a m a n d a n b ir s o n r a k i; ö b ü r : Taksitlerim öteki ay bitiyor. —4. Öteki dünya, ö b ü r dünya. ♦ b e lg s z . a d i. 1 . S ö y l e n e n d e n başkası, u z a k t a k i , ö n c e k i y a d a s o n r a k i şey y a da k im s e : Ötekine binmelisiniz. Aklım ötekin­ de kaldı. Öteki içeride oturuyor. —2 . Öteki beriki, o lu r o lm a z k im s e le r , şu b u : Öteki beriki hakkımızda konuşmuş. ♦ öte kisi, ö te kile ri, b e l g s z . a d i. ik i t a ­ ra fta n b iri, s ö z ü e d i le n d e n b a ş k a s ı: Biri sü­ rekli konuşurken, ötekisi kafa sallıyordu. Ötekisi daha genç.



Ö TEK S İ a (fr. eutexie; yun. euteksia, ko­ lay ergime özelliği'nden). Fizs. kim. ÖTEKTlKLİK’in eşanlamlısı. Ö T E K T İK sıf. (ing. eutectıc; yun. eutektos, kolay eriyen’den). Fizs. kim. ve Metalürj. 1 . Ötektiklik ya da bir ötektik ile ilgili. —2. Bileşimleri ötektik noktaya denk dü­ şen iki maddenin oluşturduğu bir karışım için kullanılır. || Ötektik çukur, üçlü bir ala­ şımda, üçüncü bir elementin katılmasıy­ la oluşan ikili alaşımların ötektik noktala­ rının tümü. (Ötektik çukur üçlü bir ötektik noktaya yol açar.) || Ötektik dönüşüm ya da tepkime, sıvı bir fazın ötektik sıcaklık denen özgün bir sıcaklıkta iki ayrı katı fa­ za, tersinir olan dönüşmesi (S S K, +Kj). || Ötektik kristalleşme, ergimiş ötektik ala­ şımın bileşenlerinin soğuma sırasında jaynı anda kristalleşmesi. || Ötektik nokta, bir durum diyagramının ötektik bir dönü­ şüme denk düşen noktası. (İki ya da da­ ha çok bileşenden oluşan bir alaşım ya da terışımın ergime sıcaklığı.) || Ötektik sı­ caklık, ötektik tepkimenin meydana gel­ diği sıcaklık. || (Ötektik sıvı, ötektik bileşimli sıvı. —Soğut, san. Ötektik kap, bir serpantini soğutma donanımına bağlayarak dondurulabilen ve içinde ötektik bir karışım bu­ lunan koşutyüzlü ince kap. (Dondurulan karışım soğutucu görevi yapar) a. Fizs. kim. ve Metalürj. Genel ola­ rak son derece ince dağılmış iki ya da da­ ha çok fazın birleşmesiyle oluşan, bileşim­ leri bakımından tam bir ötektik dönüşü­ me uğrayan ya da uğramış olan alaşım ya da bileşen. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Metalürj. Ötektik bileşimdeki (E) ikili bir AB alaşımının katılaşması, de­ ğişmeyen bir tepkimeyle kendini gösterir: sıvı (E) -* katı faz a (x) + katı faz B ÖZBEKLER.) — 2 . (Tamlayan olarak) Özb ekler’e özgü, Ö zb ek le rle İlgili olanı b e ­ lirtir. — Mutf. Özbek pilavı -* PİLAV. Ö Z B E K (Gıyasettln Muhammet) [12 8 2 -134 1], altınordu hükümdarı (13 12 -13 4 1). A m cası Tokta Han'ın ölümü üzerine tahta çıkınca (13 12 ), müslümanlığı kabul etti ve kendisinden başlayarak bundan böyle ül­ kesinin m üslüman hanlarca yönetilmesi­ ne yol açtı. Ancak, ıranlılaşan ilhanlılar’ ın tersine, Altınordu devleti onun dönem in­ d e her bakım dan hızla türkleştl. iç d ü ş­ manlarının üstesinden gelerek yönetime e g e m en olm asında kendisine büyük öl­ çü d e yardım ed en han sülalesinden Kut­ luk Timur'u Harizm valiliğine atadı. Daha son ra Edirne'ye kadar uzanan bölgeleri



Ö Z B E K B İN M U H A M M E T , A zerbay ca n atabeyi ( 117 1 - Alınca 12 2 5 ). Şem set­ tin İldeniz in torunu, Nusrettln Muhammet Pehlivan’ın küçük oğlu. A zerbaycan ata­ beyi olan a ğ ab ey i Nusrettln Ebubeklr'ln önerisiyle H arizm şah Alaettln Tekiş tara­ fından H em edan valiliğine getirildi (1196). Ağabeyinin ölümü üzerine (1210 ), Azer­ baycan atabeyi olarak bölgeyi Tekiş'in o ğ ­ B e rto l-A tla s -P h o to



lu ve ardılı Alaettin M uham m et ad ın a yö­ netm eye b aşladı. C en g iz Han orduları M averaünnehır’i istilaya girişince (1220), kendisi d e İsfahan'la Tebriz’i ele geçirdi ve H arlzm şahlar’ın yeni hükümdarı Celalettin’e karşı ayaklandı. Ancak, Tebriz'i kuşa­ tan M oğollar'a yüklü bir fidye ö d em ek ve onların egemenliğini tanımak zorunda kal­ dı (1221). M oğollar’ın çekilip gitmesinden (12 23 ) sonra bölgeyi yeniden denetimi al­ tına alarak bu kez d e B ağ d a t halifesi en -N asır'ın hizmetine girdi. Ancak, Hindis­ tan’dan geri dönerek halife ordusunu boz­ gu n a uğratan ve ardından da İsfahan'la Tebriz'i alan Celalettln Harizmşah tarafın­ dan atabeytikten azledildi (1225). Bunun üzerine ön ce G e n c e’ye çekildi, d ah a son ­ ra sığındığı Alınca kalesinde kendi a d am ­ larınca öldürüldü. B ö ylece A zerb aycan ’ d a Ildenizli atabeylerin egem enliği son buldu.



ÖZBEKÇE a



9065



Özbekler'in konuştuğu



türk dili. U ygurcayla birlikte türk dilleri­ nin güney-doğu öbeğinden sayılan Öz­ bekçe, ça ğ a ta y c a y la yakın akrabadır. Önceleri arap a b e ce siy le yazılan Özbek­ ç e günüm üzde kiril a becesin i kullanır. Ancak 1 9 9 1 'deki bağımsızîıktan sonra, latin a b e c e sin e g eç m e kararı alınmıştır. Dilin iki lehçe öbeği vardır: İran etkisinde çok a z kalan kuzey lehçeleri (Kazakistan 1 ın güneyi, Hiva yöresi) v e tacik aracılığıy­ la büyük ölçüde İran etkisinde kalan g ü ­ ney lehçeleri (Taşkent, Buhara, Sem erkand). Bu g ü n ey lehçelerinde türk dilleri­ ne özgü ünlü uyumu ortadan kalkmıştır.



— A N S İK L .



Ö Z B E K İS T A N , Orta A sy a 'd a devlet; 447 400 km2; 20 3 2 2 000 nüf. (1992). Başkenti Taşkent. Resm i dili Özbekçe.



COĞRAFYA • D oğal yapı. Özbekistan, g ü n ey­ batıdaki Amu Derya (Ceyhun) ile kuzey­ doğudaki Sir Derya (Seyhun) ırmakları a rasın d a uzanan toprakların büyük bölü­ münü kapsar. Kuzey v e kuzey-batıda Kazakistan, doğu v e g ü n ey-d oğu da Kır­ gızistan ve Tacikistan, güney-batıda Türkmenistan, g ü n eyd e ise A fganis­ tan’ın küçük bir bölümüyle çevrilidir. Özbekistan'ın düz ve kurak batı kesimi ülke topraklarının yaklaşık b eşte dördü­ nü oluşturur. Kuzey-batıdaki alüvyonlu Turan ovası, Aral gölünün çevresin d e 60-90 m 'ye kadar yükselir, g ün eyd e ise Kızılkum çölüne karışır En batıdaki Üstyurt yaylası ( 2 0 0 m) hafif dalgalı düz bir yüzeye sahiptir. Bölgenin en belirgin özelliği alçak sırad ağlar v e tuzlu batak­ lıklar, düdenler ve m ağaralarla kaplı ka­ palı havzalardır. Kuzey-batıdaki Karakalpak özerk bölgesinin İç kesimlerine ka­ dar uzanan Amu Derya deltası alüvyonlu çökellerle kaplıdır. Sir Derya v e Amu



Rıfat Özbek’in bir kreasyonu.



Özbekistan



Semerkand yakınlarındaki Zerefşan dağlarından bir görünüm



Özbekistan Ö ZB E K İS TA N



9066 Ust Yurt A r a l g ö lü



[AZAKİSTAN KAR AKALPAK Ö ZER K BÖ LG ESİ



Nukus



U rg e n ç



Kızılkum



»’**



\



TÜRKMENİSTAN Karakum



Ç ım k e n t



İV O



\



C i z a A v / - » A ^ ^ İN a m a ı



Semerkar



v



Karşi



havalim anı karayolu



200



500 1000 m dem iryolu



Derya ırmakları arasın d a yaklaşık 300 000 km2'lik bir alanı kaplayan Kızılkum çölünün önemli bölümü cumhuriyet sınır­ ları içinde kalır. Dağlık doğu kesiminde, birbirinden vadi ve havzalarla ayrılan ve Tien Şan'ın (Tanrı dağları) batı uzantısını oluşturan d a ğ sıraları uzanır. Bunlar sıra­ sıyla Karjantan, Ugam , Pskem , Çatkal ve Kuramin dağlarıdır. G issa r v e Alay dağları Orta Asya'nın en büyük vadisi olan F ergan a vadisini b oydan b o ya g e ­ çer. K uzeyde Tien Ş a n ’ın batı uzantıları bulunur. G ü n eyd e Türkistan, M alguzar ve Nuratau dağlarıyla çevrili olan T aşkent-Golodnaya bozkırının ortasından Slr Derya ırmağı g eç er. Eski bir kültür merkezi olan güneydeki Z erefşan vadi­ sinde Buhara v e Sem erkand gibi eski kentler yer alır. Vadinin güneyinde Kaşkaderya h avzası, ülkenin gü n ey­ do ğusun da ise Serh an derya havzası uzanır. Kırgızistan v e Tacikistan’daki



•'d a sanal Buhara'daki Kelan minaresi (11 2 7)



TARİH



I



\ \ aşkabad



300 Km



Ç rm b ı4



Ç 'r ç ik * A > * j^ ‘ ^ T A Ç K E N T ^ f-^



liği ve dayanıklılığıyla ünlüdür. Ülkede dünyanın en sa f altını çıkarılmaktadır. Ö zbekistan bu alan d a d ün yad a b aşta gelen ülkelerden biridir. Birçok meyvenin a n a vatanı olan Öz­ bekistan 'da 1 5 0 çeşit üzüm, 3 0 çe şit ka­ vun ile mısır, s e b z e ve tütün yetiştirilir. Ülkede 10 milyona yakın koyun, 3 milyon sığır, yarım milyon keçi beslenm ektedir, ipekböcekçiliği çok gelişmiştir. Aral g ö ­ lünün kıyısındaki Muynak'ta havyar üreti­ mi yapılır. Tarımdaki su ihtiyacını kuraklık nedeniyle d o ğal olarak çözüm leyem eyen Ö zbekistan'da büyük sulam a proje­ leri gerçekleştirilmiştir.



^



1 0 0 0 OOO'dan fazla



0



50 0 000 - 1 000 000 1 0 0 0 0 0 -5 0 0 0 0 0 1 00 0 0 0 'd e n a z



d ağlardan d o ğan Sir Derya v e Amu Der­ ya dışında, ülkedeki 600'ü aşkın a karsu ­ yun hepsi Aral gölü havzası içinde kalır. Ö zbekistan'da çok kurak bir kara iklimi hüküm sürer. Yıllık ortalam a y a ğ ış miktarı 200 mm’dir. Yazlar uzun, sıca k v e kurak, kışlar ise kısadır. Yazları sıcaklık sık sık 40“ C'nin üzerine çıkar. Kışın a ra sıra don görülür v e ortalam a sıcaklık — 12 °C 'y e kadar düşer. Ö zbekistan 'da bitki örtüsü yüksekliğe gö re büyük değişiklik gösterir. Batıdaki düzlükler, havzalar v e d a ğ eteklerinde yo­ ğunluğu yüksekliğe göre d eğ işen otsu bitkiler, tepelerd e ise odunsu v e çalımsı bitki y a d a ormanlar görülür. Ülke toprak­ ların an cak % 1 2 'si orm anlarla kaplıdır. • Nüfus. Ö zbekistan'da 60 kadar farklı etnik grup yaşam aktadır. Ö zbekler nüfu­ sun % 70'ini oluşturur, onları R uslar (% 10), Tatarlar (% 4) v e Kazaklar (% 4) iz­ ler. Küçük gruplar arasın da Tacikler v e Karakalpaklar sayılabilir. Kentleşmenin hızlanm asına karşın Özbeklerin dörtte üçü kırsal kesim de oturur. Kentlerde ise Ruslar, Tatarlar, UkraynalIlar, Yahudiler ve Ermeniler çoğunluktadır. Orta A s­ ya'nın en büyük metropolü olan T a ş­ kent'te ( 2 milyon nüf.) en kalabalık etnik grup Ruslardır. Rusları Özbekler, Tatar­ lar, Yahudiler, UkraynalIlar, Koreliler, K a­ zaklar v e Ermeniler izler. Ülkenin diğer büyük kentleri Sem erkand (3 7 1 000 nüf.), Buhara, Hive v e Hokand'dır. • Ekonomi. Ö zbekistan tarım, san ayi v e do ğal kaynaklar bakımından İleri d ü zey­ d e bir ülkedir. 3 5 milyon hektar arazide yetiştirdiği yıllık 1 0 0 0 0 tonu bulan üreti­ miyle dünyanın en büyük üçüncü pamuk üreticisidir. Ö zbekistan'da kurulmuş olan yüzü aşkın san ayi dalının ürünleri, 9 0'a yakın ülkeye ihraç edilir. Ülke'de pam uk toplam a v e işlem e makinaları sanayi, kimya v e g a z ürünleri sanayi, maklna ve metal işlem e san ayi ile tekstil san ayi ku­ rulmuştur. Eskiden pirinç v e ipekte SSC B 'n ln üretiminin % 50 'd en fazlasını tek b aşın a Ö zbekistan üretiyordu. Ö zbekistan’d a g en iş d o ğ al g a z, petrol v e kömür yatakları vardır. Kom şu cum hu­ riyetlere b ağlan an boru hatlarına ek ola­ rak Buhara'dan Urallar'a kadar uzanan bir d o ğal g a z boruhattı İnşa edilmiştir. Kuramin sıradağların da bakır, çinko, kur­ şun, tungsten v e molibden yatakları, Kızılkum çölünde altın bulunmuştur. Nuratau'dan çıkarılan G a zg a n mermeri g ü zel­



Ö zbek halkı bazı tarihçilere gö re; Altın O rda devletinin kuruluşu sırasında, Uralların doğusundaki Irtlş ırmağının kayna­ ğına doğru uzanan bölgenin, Cengiz Han’ın torunu Ş e y b a n 'a verilm esiyle, bu b ö lg ed e y a şa y a n v e Kıpçakların büyük hükümdarı v e M engü Timur'un torunu Ö zbek Han dönem inde ( 1 3 1 3 - 1 3 4 1 ) müslümanlığı benim sem iş v e "Ö zbek" adını alarak tarih sah n esin e çıkmışlardır. XV. yüzyılın ilk yarısından itibaren gün ey-do ğuya yönelen ö zb ekler, hüküm­ darları Ebülhayr dönem inde Seyhun ır­ mağının kuzey kıyısına ulaşarak M averaünnehlr'deki Tlmurlu topraklarını tehdit etm eye başladılar. 14 6 8 yılında Ebülhayr'ın ölm esiyle geçici bir gerilem e dö­ nemine girdiler. 15 0 0 yılında Ebülhayr'ın torunu fvtuhammet Şeyb an i dönem inde, Sem erkand dahil bütün Maveraünnehlr'l egem enlikleri altına aldılar. Bu b ö lgede merkezi Buh ara v e Hive (Harizm).olan iki ayrı hanlık kuran Şeybaniler, 15 9 8 yılına kadar M averaünnehr'i yönettiler. Zam an içinde kıtalararası kervan ticaretinin ö n e­ mini yitirmesiyle b ölgedeki ekonominin gerilem eye b aşlam ası, Şeyb an i h an ed a­ nının sonunu getirdi. B ö lge Astrahan so­ yundan gelen “C ani’ lerin yönetimi altına girdi. Bölgenin ekonomik v e kültürel geri­ lemesini durduram ayan Canilerin son hükümdarı Ebu'l-Gazl Han saltanatı (17 5 8 - 17 8 5 ) iranlı komutan Nadir Şah'ın B uh ara'ya girip, Harizm 'e saldırm asın­ dan yıllarca sonra, Mangıt kabilesinden Şahm urat tarafından son a erdirildi. XIX. yüzyıla kadar büyük çalkantıların, savaşların, belirsizliklerin yaşand ığı Amu Derya v e Sir Derya ırmakları arasındaki b ö lge Buhara, Hive v e Hokand hanlıkları­ nın egem enliğindeydi. A m a bu devletle­ rin hiçbiri kesin sınıra, çevred eki kabile reisleri üzerinde sürekli bir denetim e ve tehlike anında hem en karşı koyabilecek g ü c e sahip değildi. XVIII. yüzyıl başların­ d a b ö lg eye sızm aya b aşlayan Ruslar, 18 6 0 ’lardan sonra Hokand hanlığını top­ raklarına katıp Buhara v e Hive hanlıkları­ na d a üstünlüklerini kabul ettirdiler. 19 2 0 yılında Buhara v e Hive hanlıkları, Kızılordu tarafından yıkıldı v e s a d e c e kâ­ ğıt üzerinde bağım sız olan “Harlzm, Bu­ hara v e Türkistan sovyet halk cumhuri­ yetleri" kuruldu. Bütün bu gelişm eler B asm acı ayaklanm asının d a h a d a yayıl­ m asına neden olunca, Türkistan Kom is­ yonu 1 9 2 2 yılında bir dizi reform yaparak ayaklanm anın etkisini yitirmesini sağladı. 19 2 4 yılında Orta A sya v e Kazakistan sınırları yeniden belirlenerek Harizm, Bu­ hara ve Türkistan cumhuriyetleri dağıtıl­ dı. B ö lge toprakları Özbekistan, Kazakis­ tan, Kırgızistan, Tacikistan v e Türkmenis­ tan arasın d a bölüştürüldü. 19 3 6 ’d a Karakalpak b ö lgesi özerk bir yönetim birimi statüsünde Ö zbekistan’a bağlandı. 19 3 7 - 1 9 3 8 yıllarındaki büyük temizlik sırasın d a milliyetçi bir komplo hazırlığı içinde oldukları g erekçesiyle, aralarında B aşb ak a n Feyzullah H ocayev ve Ö zbekistan kominist partisi birinci sekreteri Ekmel Ikramov'unda bulundu­ ğu çok sa y ıd a Ö zbek İdam edildi. 1980'li yılların sonunda, glasn o st ve Perestroyka politikalarının uygulanm asıy-



la S S C B dağılm a sürecine girince, 20 ha­ ziran 19 9 0 tarihinde egem enliğine kavu­ şan Özbekistan, G o rb aç o v 'a karşı girişi­ len başarısız d arb e girişimini takip eden günlerde bağım sızlık kararı alarak, 3 1 a ğu sto s 19 9 1'd e bağımsızlığını ilan etti. Ö zbekistan, bağım sızlık ilan ettikten sonra b aşta Türkiye olmak üzere birçok devlet tarafından resm en tanındı ve bun­ larla ilişkiler kurm aya b aşladı. Birleşmiş Milletler e (BM), Avrupa Güvenlik ve iş­ birliği konferası’na (AGİK), Kuzey Atlan­ tik İşbirliği konseyi ne (KAİK), B ölgesel işbirliği teşkilatı’na (ECO) üye oldu. İs­ lam ko n feransfna ve d ah a birçok b ö lg e­ sel ve uluslararası birliğe katıldı.



EDEBİYAT Ö zbek edebiyatı ça ğ a ta y edebiyatının devam ıdır. Ç a ğ a ta y dili v e edebiyatı XVII. yy.'dan b aşlayarak Buhara, Hlve, Hokand gibi m erkezlerde eski gücünü yitir­ miş olarak sürdü. Bu edebiyatın son tem ­ silcisi Mukimi mahlasını kullanan Emin Mirza Hoca'dır ( 1 8 5 1- 19 0 3 ) . Ö zbek halk edebiyatının en eski ürünleri yazıya g e ç i­ rilmediği İçin büyük ölçüde unutuldu. XIX. yy.'d a yetişen halk şairleri arasın da Cum an Halmuratoğlu, C a sa k Bahşl, Klçlk Buran ün kazanmıştı. E rgaş Cumanbülbüloğlu'nun (18 6 8 -19 3 7 ) anlattığı 30 kadar destan arasın d a Ravşan, Kunt-



tuğmiş, Kunduz bilan Yulduz, Kizçibek, Aysulur d a yer alıyordu. Nazaroğlu'nun (18 7 2 -19 5 3 ) anlattığı destanlardan y a ­ yımlananlar Arzigul, Sahipkıran'dır. Özbekler arasın d a Alpamiş, Goroğli gibi kahramanlık destanları yanında İslam dünyasının Ferhad u Şirin, Tahir bilan Zuhra gibi ortak a şk öyküleri, Kuntuğmiş, Arzigul gibi aşk öyküleri anlatılı­ yordu. Nasrettin H o ca hikâyeleri Apandi fıkraları adıyla yaşam aktaydı. Hokand'da oluşan yenilik yanlısı yazarlar topluluğun­ dan Furkat (18 5 8 -19 0 9 ) eski şiir g ele n e­ ğinin gül v e bülbül temalarına karşı çıka­ rak toplum sal tem alara yöneldi. Mahmuth oca Behbudl (18 7 4 -19 19 ) , Münevver Kari (18 8 0 -19 3 3 ) gibi yazarlar "cedltçilik" adı verilen yenilikçi hareket İçinde eğitim sorunlarına önem verdiler. T a ş­ kent’te yeni öğretim yöntemlerini uygula­ yan bir okul a ça n M ünevver Kari, Hurşit, Necat gazetelerini yayımladı. Ayine der­ gisini, Semerkand dergisini, aynı addaki gazeteyi yayım layan Behbudi ilk Özbek dramının (Pederküş, 1 9 1 2 ) d a yazarıdır. Hokand v e M argelan 'da açtığı okullarla eğitim hareketine katılan H am za Haklmz ad e Niyazi (18 8 9 -19 2 9 ), Nlhan takma adıyla toplumsal eleştiri şiirleri yayımladı (Kizil gul, Ak gut, Puşti gul, 19 16 ); ö ğ re­ tim sorununa ağırlık veren oyunlar (Zaherli hayat, 19 1 6 ) kalem e aldı. Ç a ğ d a ş görüngü ( 1 9 1 9 - 19 2 3 ) adlı ed eb iyat top­ luluğunun üyelerinden Abdurrauf Fltrat (18 8 6 -19 3 8 ? ) şiirleri yanında Oğuz Han, Temur sağanisigibi dramları, Hind ihtilal­ cileri trajedisiyle tanınır. Çolpan (18 9 719 3 8 ) şiirlerinde (Tan sırları) toplumsal sorunlar üzerinde gen iş biçim de durdu;



Muştumzor, Coranin isyanı, Ortak Karşibayev gibi oyunları yazdı. Ö zbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulduk­ tan (19 2 4 ) sonra şiirlerinde Ekim devriml’nl v e yeni düzeni savunan Niyazi (18 8 9 -19 2 9 ) Burungu kazılar yaki Maysaranin işi (1926), Yar İslahatI (19 26 ) gi­ bi oyunlarında yargı organları, toprak re­ formu gibi konuları ele aldı. Aydın takma adını kullanan M anzura Sab irova (190619 5 3 ) gerçekçi düzyazının kurucusu ol­ du. Sadrettln Ayni (18 7 8 -19 5 4 ) Buhara cellatları yapıtıyla Özbek romancılığının temelini attı. Bu dönemin yazarları a ra ­ sında A ybek takm a adıyla yazan roman­ cı M usa Taşm uham m etov (19 0 5), şair, öykücü Gafur Gulam (19 0 3 -19 6 6 ), Uy­ gun takma adıyla şiirler (Bahar sevinçlari, 19 2 9 ; Yaş olkasiga, 19 36 ), öyküler y a ­ zan Rahmetullah Atakoziyev (19 0 5), Yaşin takm a adıyla yazan oyun yazarı K â­



mil Numanov (1909), romancı Abdullah Kadri Colkunbay, öykücü Abdullah Kahhar (19 0 7 ) sayılabilir



ARKEOLOJİ ve SANAT Harizm, So g d lan e ve Kuzey Baktria’da XX. yy. ortalarından bu yan a g erçekleşti­ rilen araştırmalar sonucunda, tahkim edilmiş ahem eni kentleri, Baktrla siteleri, kuşana kent v e saraylarıyla buddhacı manastırları kalıntıları ortaya çıkarıldı Her yerde karşılaşılan oymalı v e boyalı süslem eler, gerçekçilikleriyle bu b ö lg e­ d e yaşam ış olan çeşitli kavlmlerln uygar­ lık tarihlerini çok iyi yansıtmaktadır. Halç a y a n 'd a bulunan toprak hükümdar hey­ kelleri (I. yy.), Dalverzlntepe’d e ele g e ç i­ rilen b ağışçı heykelleri (II. yy.), Balalıktep e" ve E frasiyab ’daki (bugün Sem er­ kand) dereb eyi ve zengin tacirleri betim­ leyen canlı renkli frizler (VI.-VII. y y ), buddhacılığı benim sem iş (Termez, Karatepe) ve onun Çin’e geçm esin e aracı ol­ muş bir topluma hizmet eden san atçıla­ rın yarattığı din dışı yapıtlardır.



İslam sanatı Anıtlar -bunlar Orta A sy a 'd a korunmuş olanların en güzelleridir- Iran uygarlığına bağlanır. Bu dönem den günüm üze ula­ şan en eski yapı, Sam an! hanedanının kurucusu İsmail bin Ahmet’in Buhara"’daki türbesidir (892-907). O ysa, ele geçirilen çinilerden de anlaşıldığı gibi, İlk dönem İslam uygarlığı bu yörede o la ğ a ­ nüstü bir d ü zeye erişmiştir. XII. yy., İran gibi burada d a büyük minarelerin yapıl­ dığı (Kelan minaresi, Buhara) ve a h şap mimarlığın geliştiği bir dönem oldu. Bü­ yük bir olasılıkla 1 0 0 0 yılından b a şla y a ­ rak yaygın laşan bu a h şa p mimarlık, XVIII. y y.'a kadar revaçta kaldı. Timur’un Sem erkand’ ı kendine başkent olarak s e ç ­ m esinden sonra, kent olağanüstü güzel­ likte anıtlarla bezendi v e tüm ülkeye ör­ nek oldu (Biblhanım m ed resesi, Şahzlnd e türbeleri, Timur'un türbesi [Gur-Emlr] vd ). XVI. y y .’dan itibaren mimarlar ken­ dilerini tekrar etm eye başladılar; bununla birlikte Buh ara etkin bir m erkez olarak kaldı. Hlve*'de XVIII. y y .’d a yapılan Ulu cam i ile XIX. yy.'dan kalma iki m edrese, geleneksel mimarlıktan esinlenen yapıt­ lardır. Buhara emlrinln sarayı XIX. yüzyıl türk-lran san at anlayışına uygun bir ör­ nektir. Taşkent operası İslam üslubuna İl­ ginç bir dönüş olarak karşım ıza çıkar (XX. yüzyıl yeniislam üslubu). Ö zbekis­ tan özellikle X. ve XI. yüzyıllarda büyük çini sanatçılarının yaşadığı bir bölge ola­ rak önlenmiştir.



ÖZBEKKAN (Suphi Ziya), türk b este­ ci (İstanbul 18 8 7 - Ankara 1966). B este­ ci vezir Mehmet Yusuf Ziya P a ş a ’nın o ğ ­ lu. Mekteb-i hukuk'u bitirdi. Hariciyecilik ve bankacılık yaptı, üst düzey devlet m e­ murluklarında bulundu. 19 4 3 - 19 4 5 arası Ankara radyosu müdürüydü. 1 9 5 2 ’den sonra R ad y o ’d a san at danışm anlığı ve öğretmenlik yaptı. Müzik ö ğren m eye Vasllakl'den aldığı kem en çe dersleriyle 1 2 yaşın d a başladı. Daha sonra dönemin ünlülerinden pek çok sözlü e s e r "m eşk” etti. B esteciliğe 1 9 2 7 ’de, 40 yaşından sonra b aşladı. O dönemin popüler b e s ­ tecilerinin tersine, geleneklerle bağlarını koparm adan, tümüyle kişisel bir üslup geliştirdi. Repertuvardaki 60 yapıtının 46'sı şarkıdır. Bunlarda, Hacı Arif B ey'le Şevki B e y ’in üsluplarını birleştirdi. Klasik türk müziğinin son büyük temsilcilerin­ den biri sayılır. B aşlıca yapıtları: Ey bad-ı saba yâr ile vuslat ne zamandır (sa b a yürüksemai) Gücendi biraz sözlerime.. (u şşak şarkı), Neden hiç durmadan sev­ miş bu gönlüm... (u şşak şarkı), Dökül­ müş zambak gibi (u şşak şarkı), Dün ge­ ce ye's ile kendimden geçtim (hicaz di­ van), Feryad ediyor bir gül için bülbül-i şeydâ (hüseyni şarkı), Titrer yüreğim her



ne zaman yâdıma gelsen (m uhayyer şarkı), Semt-i diidâre bu demler güzerin var mı saba (s a b a şarkı), Bir gamlı hazanın seherinde... (kürdillhlcazkâr şarkı).



ÖZBEKLER ya d a UZBEKLER, B Türkistan'da, Afganistan'ın K. kesimin­ den başlayarak F erg an a havzasını, Amu Derya v e Slr Derya arasındaki M averaünnehlr'l kapsayan ve Aral gölü kıyıları­ nın ötesine uzanan gen iş bir alan a yayıl­ mış olarak y a şa ya n türk soyu. Tarihönce­ si çağlardan beri büyük uygarlıkların ve birçok türk devletinin beşiği olan bu top­ raklardaki Özbekler'ln toplam sayısı 18 milyonu aşar. Bunun büyük çoğunluğu Ö zbekistan’d a y a şa r (19 9 2 ’d e 2 0 ,3 mllypn olan Ö zbekistan nüfusunun % 70'i, yani 1 4 ,2 milyonu Ö zbekler'den oluşu­ yordu). A yrıca kom şu Tacikistan’d a 1 ,2 milyon, Türkm enistan'da 300 000, Kırgı­ zistan’d a 56 5 000, Kazakistan’d a 3 3 0 000 kadar Ö zbek yaşar, buna g ö re Orta A sy a cumhuriyetlerindeki Özbekler'in toplam sayısı 1 6 milyon kadardır. Bunlar dışındaki en büyük Özbek topluluğu ( 2 milyon kadar), Afgan Türklstanı d a deni­ len Kuzey Afganistan'dadır. Ayrıca Çin'e bağlı D. Türkistan’d a küçük bir Özbek grubu yaşar. Özbekler, Orta A sy a Türk cumhuriyetleri içinde sayıları en büyük hızla artan ulustur (yıllık nüfus artış oranı % E Ğ İ T İ M . || Özel eği­ tim sınıfı -* E Ğ İ T İ M . || Özel okul, özel ola­ rak öğrenim yapan okul. (Bk. ansikl. böl.) —Hematol. Özel antijen, bazı ailelerde bulunan ve bilinen alyuvar kan grupları sisteminden tamamen bağımsız olan al­ yuvar antijeni. (Özel antijenler pek çoktur.) —Huk. Özel af -* A F . || Özel hukuk -> H U ­ K U K . || Özel idare -» İL * Ö Z E L İ D A R E S İ. || Özel kalem müdürlüğü, bir bakanlıkta, ba­ kanın resmi ve özel yazışmalarını her tür­ lü protokol ve tören işlerini düzenleyen ve öteki kuruluşlarla işbirliğini sağlayan mü­ dürlük. || Özel mahkeme, belirli dava ve uyuşmazlıkların çözümü için özel yasay­



la kurulmuş mahkeme. (Özel mahkeme­ lerin baktıkları işler, kişiler ya da konular bakımından sınırlandırılmıştır. Çocuk mah­ kemeleri, iş mahkemeleri, tapulama mah­ kemeleri gibi.) || Özel mülkiyet, özel hukuk kişilerinin (tüzel ya da gerçek kişi) bir eş­ ya üzerindeki mülkiyeti. (-* M Ü L K İ Y E T . ) —ikt. Özel dış kredi, hükümetlerin, ger­ çek ve tüzel kişilerin kısa ya da uzun va­ deli sermaye gereksinimlerini karşılamak amacıyla uluslararası sermaye piyasala­ rından sağladıkları ticari nitelikli kredi. (Bu tür borçlanmalar, genellikle hükümetlere yardım niteliğinde verilen düşük faizli, uzun vadeli kredilerden farklı olarak nor­ mal faiz oranları üzerinden yapılmakta ve geri ödeme süreleri sıkı bir plana bağlan­ maktadır.) || Özel girişim, özel kesim tara­ fından mal ya da hizmet üretmek ve kâr sağlamak amacıyla emek ve sermaye gi­ bi üretim etmenlerini bir araya getirerek örgütleyen ekonomik amaçlı kuruluşlara verilen ad. (-> İ Ş L E T M E * ) || Özel sektör -> Ö Z E L K E S İ M * || Özel ticaret, iç tüketime yö­ nelik dışalımla yabancı ülkelere yapılan ulusal kökenli dışsatımın tümü. (Böylece, transit mallar, özel ticaretin dışında kalır. Gümrükler, yalnızca özel ticaret üzerinde çalışırlar, ama birçok ülkenin mevzuatı, öze! ticaret ile genel ticaret arasında ay­ rım yapılmasını çoğu zaman güçleştirir.) || Özel yatırım, belirli bir ülkede ve dönem­ de, özel mülkiyete ait üretim araçlarına, konut ve sanayi yapılarına, mal stokuna, yapılan ilaveler. —Kamu mal. Özet bütçe, Muhasebeı umumiye k.'na göre, yerel gider ve gelir­ leri kapsayan bütçe. (Yerel yönetimleri oluşturan belediyelerin, il özel idarelerinin ve köylerin bütçeleri özel bütçe kapsamı­ na girmektedir. Ancak, uygulamada bu bütçelerdeki giderler büyük ölçüde yerel kaldığı halde, gelirlerin önemli bölümü devlet gelirlerinden karşılanmaktadır. Özel bütçeler, öncelikle kendi özel yasalarında­ ki [il özel idaresi kanunu, Belediye kanu­ nu] özel hükümlere göre, böyle bir hüküm yoksa, Muhasebei umumiye k. hükümle­ rine göre düzenledir.) —Postc. Özet damga, anma pulu çıkarıl­ mamış bazı önemli olaylar için belirli gün­ lerde ve olaylarla ilgili yerlerde geçerlikte bulunan herhangi bir posta pulunu ya da anma blokunu iptal etmek İçin yaptırılan tarih damgası. (Bu damgaların üzerinde olayla ilgili yazı ve motifler bulunur.) || Özel gün zarfı, üzerine yapıştırılan pula özel bir flatelik damga basılan, damgayla ilgili yazı ve motifler taşıyan özel zarf. |j Özel ulak, dağıtıcıların, posta gönderilerini (mektup, koli, havale, tebligat) genel dağıtımı bek­ lemeden alıcıya adresinde teslim etmele­ rine ilişkin posta hizmeti. (Bu hizmet bir kere yapılır. Adresinde bulunamayan alı­ cı, PTT İşyerine çağrılarak gönderisi tes­ lim edilir. Acele posta servisi [APS], bir özel ulaktır.) —Telekom. Özel devre, K İ R A L I K * D E V R E ' nin eşanlamlısı. || Özel hat, tek ve özel bir abone numarasıyla erlşilebllen abone hat­ tı. —üluslarar. ikt. Özel çekiş hakları, ödeme dengelerindeki açığı kapatabilmeleri için, Uluslararası para fonu (İMF; tarafından devletlere, kotalarıyla orantılı olarak veri­ len krediler. —Verg. huk. Özel beyanname, Kurumlar vergisi k.’na göre, dar yükümlülüğe giren yabancı kurumların, vergiye tabi kazanç­ larının, değer artışı kazancı ile arızi ka­ zançlardan ibaret bulunduğu durumlarda vergi dairelerine vermek zorunda olduk­ ları beyanname. (Yabancı kurum ya da Türkiye’de onun adına hareket eden kim­ se, bu tür kazançları elde ediliş tarihinden başlayarak 15 gün içinde vergi dairesine bildirmekle yükümlüdür.) ||. Özel indirim, Türk gelir vergisi k.'na göre, gelir vergisi yükümlülerinin tümüne uygulanan genel indirimden başka, ücret yoluyla gelir el­ de edenlere ayrıca uygulanan indirim. (Özel indirtin günde 2 0 0 , ayda 6 0 0 0 , yıl­ da 72 000 TL'dir. Bakanlar kurulu özel in­



dirim tutarlarını 15 katına kadar artırmaya yetkilidir. Bu yetki, kalkınma planı ve yıllık programlarca özel önem taşıdığı belirtilen kesimlerle kalkınmada öncelikli bölgeler­ de fiilen çalışanların ücretleri İçin farklı özel indirim tutarları saptamak biçiminde de kullanılabilir.) ♦ a. 1. Bir bütünün tek bir öğesini oluş­ turan şey: Bu sorun özelden genele gidi­ lerek çözülebilir. — 2 . Özel olarak, yüzyüze, başka kimse olmadan: Sizinle özel ola­ rak görüşmeliyim; özellikle, bilhassa: Bu konuya özel olarak değindi; ayrıca: Özel olarak belirtmem gerekirse. — A N S İ K L . Anayas. huk. Herkes, özel ha­ yatına ve aile hayatına saygı gösterilme­ sini isteme hakkına sahiptir Adli soruştur­ ma ve kovuşturmanın gerektirdiği istisna­ lar dışında, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Yasanın açıkça gösterdiği durumlarda, usulüne göre ve­ rilmiş bir hâkim kararı olmadıkça, gecik­ mesinde sakınca bulunan durumlarda da yasayla yetkili kılınan bir makamın emri bulunmadıkça, kimsenin üstü, özel kâğıt­ ları ve eşyası aranamaz, bunlara elkonulamaz (Anayasa md. 20). —Ask. Daha birinci Dünya savaşı’nda, büyük taktik birliklerin (tümen ya da tu­ gay) bünyesinde, görev ve koşulların bü­ yük bir çeşitlilik göstermesine bağlı ola­ rak, daha esnek birlikler ortaya çıktı. Ge­ çici olarak oluşturulan, kendi olanakları­ nın yanı sıra öteki birliklerin olanakların­ dan da yararlanan ve çoğu zaman farklı sınıflara mensup birliklerden meydana ge­ len bu kuvvetin komutası albay rütbesin­ de bir komutana veriliyordu, ikinci Dünya savaşı'nda Amerikalılar, zırhlıların (combat command) ya da piyadenin (combat team) ağırlıkta olduğu özel görev kuvvetleri kur­ dular. —Eğit. 1925’te çıkarılan Maarifi umumiye yasası'nda özel okullarla ilgili hükümlere yer verildi. 1965 tarih ve 625 sayılı Özel öğretim kurumlan yasası’yla bu tür okul­ lar yeni bir yönetmeliğe bağlandı. Ayrıca, özel yüksekokullar da açılmaya başladı. 1965-1970 arası Türkiye’de 37 özel yük­ sekokul kuruldu. Ancak, Anayasa mahke­ mesi özel yüksekokul açılmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna karar verince özel okullar İzmir'de Ege üniversitesi’ne, öteki illerde de iktisadi ve ticari ilimler akade­ mileri ile Mimarlık akademilerine bağlan­ dı (1971). 1982 Anayasası, vakıfların yük­ seköğretim okulları açabilmelerine izin verdi. Yükseköğretim kurulu tarafından hazırlanan Vakıf yükseköğretim kurumları yönetmeliği (1985) uyarınca özel Bilkent üniversitesi öğretime açıldı (1986). 1983 tarih ve 2843 sayılı yasa ile 625 sayılı ya­ sanın bazı maddeleri değiştirildi ve özel okullar "TC uyruklu gerçek kişiler, özel hu­ kuk tüzel kişileri ya da özel hukuk hüküm­ lerine göre yönetilen tüzel kişiler tarafın­ dan açılan okulöncesi eğitimi,- ilköğretim, ortaöğretim kurumlan, bu düzeyde haber­ leşme ile öğretim yapan kuruluşlar vb. ile yabancılar tarafından önceden açılmış olan özel öğretim kurumlan” olarak tanım­ landı. Yasada ayrıca özel öğretim kurumlarının eğitim, öğretim, yönetim, denetim ve gözetimi ile ilgili hükümlere de yer ve­ rildi. Özel okul açmak için gereken izin Milli eğitim gençlik ve spor bakanlığı'ndan alınır. Kalkınmada öncelikli yörelerde özel mesleki teknik okullara öncelik tanınır. Resmi benzeri bulunmayan, resmi benze­ ri deneme aşamasında olan okullar, as­ keri ve dinsel eğitim-öğretim yapan ve emniyet örgütüne bağlı okulların benzeri özel öğretim kurumlan açılamaz. Yeni ya­ saya göre yabancı uyruklu gerçek ve tü­ zel kişiler Türkiye’de kendi adlarına ya da TC uyruklu gerçek ve tüzel kişiler adına yeni özel öğretim kurumu açamazlar. 1992’de Türkiye'de, 749 özel türk oku­ lunda 142 287, 83 azınlık okulunda 6 005, 35 özel yabancı okulda 10 759 ve 2 özel uluslararası okulda 470 öğrenci öğrenim görmekteydi. Özel türk liselerinin büyük



bölümü ile özel yabancı liseler, merkezi sistemle yapılan giriş sınavı ile öğrenci alır. 1993'te özel okullara alınacak 8 260 öğrenci için yapılan kolejlere giriş sınavı­ na yakş, 18 0 0 0 öğrenci başvurmuştur, Ö Z E L (İsmet), türk şair, yazar (Kayseri 1944), Siyasal bilgiler fakültesi'nde yarı­ da bıraktığı öğrenimini Hacettepe Üniversite'si transız dili ve edebiyatı bölümü'nde tamamladı (1977). İkinci yeni akımının etkisindeki şiiri (Geceleyin bir koşu, 1966) toplumsal sorunlara marxçı yaklaşımla eğildi {Evet isyan, 1969); son­ ra sanatını İslamcı görüş besledi (Cina­ yetler kitabı, 1975). Denemeleri Şiir oku­ ma kılavuzu (1980), Zor zamanda konuş­ mak (1984), Taşları yemek yasak (1985), Bakanlar ve Görenler (1985), Faydasız yazılar (1986), Waldo sen neden burada değilsin?{ 1988) vb. kitaplarındadır. Ö zel A m e rik a n R o b e rt lis e s i -* R O ­ B E R T L İS E S İ.



Ö zel D a rü ş ş a fa k a lis e s i, İstanbul'da öksüz ve yetim çocukların eğitimini sağ­ lamak amacıyla açılan ilk parasız yatılı li­ se, Cemiyet-i tedrisiye-i islamiye tarafından 1863’te padişah fermanı ile kuruldu. Ama­ cı, Kapalıçarşı’daki esnaf çocuklarını eğit­ mekti. Kuruluşta Ziya Paşa etkin rol oyna­ dı. Aksaray'daki Ebubekir mektebi'nde de okulun bir şubesi açıldı. Okullar bir ara maarif nazırlarından Münif Paşa tarafın­ dan kapatıldıysa da birkaç yıl sonra ba­ basız çocukların eğitimini sağlamak ama­ cıyla Fatih'te Darüşşafakatülislamiye adlı bir okul açıldı. 15 haziran 1875'te öğreni­ me geçen bu öğrenim kurumu ilk mezun­ larını 15 temmuz 1880'de verdi. Okül, Abdülhamit II döneminde Maarif nazırlığına bağlandı, ikinci meşrutiyet’ten (1908) son­ ra okulu bitirenlerin çabalarıyla Darüşşa­ faka yeniden bağımsız bir statü kazandı ve bu tarihten başlayarak hızlı ve kapsamlı bir gelişme gösterdi. Okul, günümüzde (1989) Darüşşafaka cemiyeti tarafından yönetilmekte, geliri ise dernek üyelerinin ödentileri ve çeşitli ba­ ğışlardan sağlanmaktadır. Darüşşafaka lisesi'nin öğretim dili 1953 yılından bu yana İngilizcedir. 1992-1993 öğretim yılında okulda 191 'i kız, 373’ü er­ kek olmak üzere, toplam 564 öğrenci eğitim görüyordu. Ö zel N ö tr e O a m e d e S lo n tra n s ız k ız lis e s i -» N O T R E D A M E D E S İ O N . Ö zel S t B e n o it tra n s ız lis e s i ->



ST



B E N O İ T F R A N S IZ L İS E S İ.



Ö zel S t G e o rg A v u s tu ry a K ız lis e ­ s i -> S t G e o rg A vu stu rya K ız lİsesî. Ö zel S t G e o rg A v u s tu ry a T ic a r e t o k u lu -> S t G e o rg A vu stu rya Lİsesİ V E T İC A R E T O K U L U .



Ö zel S t J o s e p h tra n s ız lis e s i ->



ST



J O S E P H F R A N S IZ L İS E S İ.



Ö z e l S t J o s e p h tra n s ız o r ta o k u lu -



S T J O S E P H F R A N S IZ O R T A O K U L U .



Ö zel S t M ic h e l tra n s ız lis e s i ->



ST



M İ C H E L F R A N S IZ L İS E S İ.



Ö zel S te P u lc h e r ie tra n s ız k ız o r­ ta o k u lu -> S T E P U L C H E 'R İ E F R A N S I Z K I Z O R TAO KULU.



Ö zel T a rs u s a m e rik a n lis e s i -> T A R S U S A M E R İ K A N L İS E S İ.



Ö zel te r a k k i v a k fı -



Ş İŞ L İ T E R A K K İ L İ­



S E S İ.



Ö z e l T e v flk F ik r e t lis e s i -*



T E V F İK



F İK R E T L İS E S İ.



Ö zel Ü s k ü d a r a m e rik a n k ız lis e s i -*



Ü S K Ü D A R A M E R İ K A N K IZ L İS E S İ.



Ö Z E L A D B ÎL İM a. Dilbil. Özel adların kökenini inceleyen sözlükbilim dalı, (insanadları bilimi ve yeradıbilim* gibi türle­ ri vardır.) [Eşanl. O N O M A S T İ K ] Ö ZELC İ a. Huk. Özel hukuk alanında uz­ man olan kişi.



Ö ZELEŞ TİR İ a. 1. Bir siyasi partinin, bir militanın, savunduğu ideoloji ve bunun gerektirdiği pratiğe göre kendi davranışı üzerindeki yargısı. (Komünist partilerde eleştiri ve özeleştiri merkeziyetçiliğin teme­ lidir.) [Eşanl. O T O K R İ T İ K ] —2. Bir kimse­ nin kendi davranışlarını değerlendirmesi, kendisiyle hesaplaşması. —3. Özeleştiri­ sini yapmak, yanılgılarını kabul etmek. Ö ZELG E a Bir kimsenin sahip olduğu gayrimenkul mal, mülk. Ö Z E L İK a Fels. Herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği. (Hassa da denir.) Ö Z ELLE ŞM E a. Özelleşmek eylemi. Ö Z E L LE Ş M E K gçz. f. Bir şey sözkonusuysa, özel bir duruma gelmek. ♦ özelleştirm ek ettirg. f. 1. Bir şeyi (so­ yut) özelleştirmek, onu belli bir kimseyle, toplulukla vb. ilişkili kılmak, onunla bağ­ lantılı olarak ele almak: Meseleyi bu ka­ dar özelleştirmemeliydin. —2. Bir kurulu­ şu, kurumu vb. özelleştirmek, onun mül­ kiyetini özel girişime devretmek. Ö Z E LLE Ş T İR M E a. Kamu mal. Kamu kesimine ait bir işletmeyi ya da bir etkinli ği özel kesime devretmek: Kamu iktisadi kuruluşlarını özelleştirme. — A N S İ K L . Kamu mal. Özelleştirme dar anlamda KİT’lerin (Kamu iktisadi teşeb­ büsleri) özel kesime devri, satışı ve kira­ lanması, yani mülkiyet ve yönetimlerinin değişik yöntemlerle özel kesime aktarıl­ ması biçiminde anlaşılmaktadır Geniş an­ lamda özelleştirmeyse, kamu kesimi etkin­ liklerinin sınırlandırmasıdır. Bu kapsam içine, yalnız KİT’lerin özel kesime bırakıl­ ması değil, başka bazı kamu kesimi eko­ nomik etkinlikleri de girer: örneğin, dev­ let tarafından üretilen paralı köprü, kara­ yolu, eğitim, sağlık vb. hizmetlerin finans­ manlarının özelleştirilmesi ya da finansma­ nı kamu kesimince üstlenilen bazı hizmet­ lerin işletme haklarının özel kesime ihale edilerek üretimlerinin özelleştirilmesinde olduğu gibi. Ayrıca, kamu tekellerinin çö­ zülmesi (Türkiye’de tütün tekelinde oldu­ ğu gibi) ve bu üretim alanlarının özel ke­ simin rekabetine açılması da bu kapsam­ dadır Günümüzde, özelleştirme denilince kamuoyunda daha çok dar anlamda özel­ leştirme (KİT’lerin özelleştirilmesi) anlaşıl­ maktadır. Türkiye'de KIT'lerin özelleştirilmesiyle ilgili çalışmalar 1980 yılından sonra hız­ landırılmış ve bu amaçla bir dizi yasal düzenleme gerçekleştirilmiştir. İlki 2 0 şu­ bat 1984 tarihli ve 2983 sayılı "Tasarruf­ ların teşviki ve kamu yatırımlarının hızlan­ dırılması hakkında kanun'dur. Daha son­ ra 28 mayıs 1986’da 3291 sayılı"... Ka­ mu iktisadi teşebbüslerinin özelleştiril­ mesi hakkında kanun" çıkarıldı. Bu ka­ nunları gereğince özelleştirme kapsamı­ na alınan KIT'lerin belli başlıkları şunlar­ dır: Sümerbank, Güven sigorta, Akdeniz sanayi ve ticaret aş, Denizcilik bankası, Erzincan Gıda maddeleri sanayi ve tica­ ret aş, Türkiye yapağı ve tiftik aş, Petkim petrokimya aş, Petlas lastik sanayi ve ti­ caret aş, Et ve balık kurumu, Orman ürünleri sanayi kurumu (Artvin, Antalya, Ayancık, Bartın, Bolu, Devrek ve Vezir­ köprü müesseseleri), Türkiye süt endüst­ risi kurumu, Yem sanayi taş, Petrol ofisi anonim şirketi, Türkiye petrol rafinerileri aş, Türk hava yolları AO, Kömür satış ve tevzi müessesesi; Antalya, Bergama ve Manisa dokuma fabrikaları; Adıyaman, Aşkale, Bartın, Çorum, Denizli, Gazian­ tep, İskenderun, Ladik, Sivas, Şanlıurfa, Trabzon, Niğde, Afyon, Ankara, Balıke­ sir, Pınarhisar, Söke ve Trakya çimento fabrikaları (bunların bir kısmı 1 9 9 2 ve 1993 yılları arasında satıldı) vd. Ö Z E L LE Ş T İR M E K -



Ö ZELLEŞM EK.



Ö Z E L L İK a 1. Bir şeyi, bir kimseyi baş­ ka bir kimseden, başka bir şeyden ayıran özel nitelik; hususiyet: Bir cismin fiziksel özellikleri. Mıknatısın demiri çekme özel­



liği. Bencillik, kişiliğinin belirgin özelliğidir. Yörenin özelliklerinden biri de iklimin ılı­ man olmasıdır. —2. Bir şeyi, bir kimseyi benzerlerinden farklı kılan, onu sıradan ol­ maktan çıkaran nitelik: Bu giysinin hiçbir özelliği yok. Onun ne özelliği var da ba­ na değil, ona inanıyorsun? —Fels. Bir şeyin temel özellikleri, Aristo­ teles’e göre, bir şeyin özünden kaynaklan­ makla birlikte, ona ait olmayan özellikler. —Foto. Özellik eğrisi, ışığaduyarlı bir kat­ manın özelliklerini gösteren grafik. —istat. istatistiklerin konusu olan bu top­ luluk bireylerinin, değişik derece ve gö­ rünümlerde sahip oldukları şey. (Bk. ansikl. böl.) —Siber. Herhangi bir sistem (mekanik, elektriksel, pnömatik, hidrolik vb.) için, bir nedenle (giriş büyüklüğü) bir etki (çıkış büyüklüğü) arasındaki ilişkinin ifadesi. (Bu ilişki matematiksel bir formülle, bir grafik­ le ya da bir değer tablosuyla gösterilebi­ lir.) || Antistatik özellik, sıfırdan farklı olan statikliğinin işareti, ayarlanan büyüklüğü, ayarlama yokluğundaki duruma göre ters yönde değiştirecek biçimde olan otoma­ tik denetim özelliği. || Astatik özellik, yöner­ ge değerleri karşılaştırma değerlerine eşit olmak üzere, statikliğı sıfır olan ayarlama özelliği. || Doğal özellik, her tür ayarlama yokluğunda, bir sistemin iki büyüklük ara­ sında kurduğu ilişkinin ifadesi. || Otoma­ tik denetim ya da ayarlama özelliği, bir sis­ temin doğal özellik'ine karşıt olarak, bir . otomatik denetim düzeneğinin etkisinde­ ki bir giriş büyüklüğü ile bir çıkış büyük­ lüğü arasındaki bağıntı. || Özayarlanırlık özelliği, özayarlı bir sistemin doğal özelli­ ği; ayırtedici nitelikteki büyüklük, değeri bir makinenin yüküne ya da bir aygıtın re­ jimine bağlı olan belirli, bağımsız bir bü­ yüklüğe bağlı olarak verilir. || Statik özel­ lik, sıfırdan farklı olan statikliğinin işareti, ayarlanan büyüklüğü, ayarlama yoklu­ ğundaki durumla aynı yönde değiştirecek biçimde olan otomatik denetim özelliği. —Uluslarar. huk. Özellik ilkesi, iade edil­ mesi istenen suçlunun, iadeye esas ola­ nın dışında başka bir suçtan yargılanamaması kuralı. (Suçluların iadesine ilişkin Av­ rupa sözleşmesi'nin 14. maddesinde yer alan bu ilkenin istisnaları da aynı madde­ de belirtilmiştir.) —Zootekn. Evcil hayvanları birbirinden ayırt etmeye ve kimliklerini belirleyici ka­ yıtları düşmeye yarayan, genellikle hayva­ nın donuyla ilgili özel karakter. (Bunlar en başta kulağın, baştaki işaretin, alnın, kıl­ sız derinin ve sekilerin görünümüne da­ yanır.) — A N S İ K L . ¡stat. Bireylerin bir tek özelliği incelenirse, buna yalın özellik denir. Bir­ çok özellik birlikte ele alındığında, karma­ şık özellik sözkonusu olur. Yalın özellik ölçülebiliyorsa ya da yalnızca bir ölçekte derecelendirilebiliyorsa (ısı gibi), nicel özel­ likten söz edilir. Bunlar yapılamıyorsa, özellik, ya iki şıklı ya da daha çok olmak üzere, n/fe/'dir. Karmaşık bir özellik nicel, nitel ya da karma olabilir. Nicel özellik, bir bireyin boyu gibi sürekli ya da çocuk sa­ yısı gibi süreksiz olabilir. Birey sayısı çok olduğunda bu ayrım kaybolur. Nitel özel­ lik yalnızca sürekli ya da süreksiz olmak­ la -yani kesikli olan ya da olmayan biçim­ ler göstermekle- kalmaz; aynı zamanda tamamlanan şıkların tümünde tek yönde gidiş yolu bulunup bulunmamasına göre, zincirleme olabilir ya da olmayabilir Askeri rütbeler aşamalı olduğuna göre, rütbe, in­ san için zincirleme bir özelliktir. Ama ne meslek, ne sosyal sınıf, ne (de milliyet zin­ cirleme özellik değildir. Ö Z E L L İK L E be. 1. Bir öğeyi, bir ayrın­ tıyı, bir koşulu diğerlerinden ayırır; bilhas­ sa: Konserde özellikle gençler vardı. Özel­ likle şiirde bir gelişmeden söz edilebilir. Bu kenti özellikle böyle havalarda daha çok seviyorum. —2. Bir bütünün diğer öğe­ lerine oranla özel, ayrıcalıklı bir biçimde; özel olarak: Meyveyi severim, özellikle de armudu. —3. Her şeyden önce, özel ola­



özerklik rak: Bu geziye sizin katılmanızı özellikle is­ tiyoruz. Ö Z E M E K g. f. Yörs.'Yoğurdu, pekmezi vb. özemek, onları suyla İnceltmek, sulan­ dırmak. Ö Z E N a 1. Bir şeyi yapmada ve sürdür­ mede gösterilen titizlik; ihtimam, itina: Özen gerektiren bir iş. Bir işi özenle yap­ mak. Bir giysiyi özenle yerine asmak. — 2 . Özen göstermek, bir şeyin iyi olması için onu özenerek titizlikle yapmaya çalışmak: Kılığına kıyafetine özen göstermek. Yan­ lışlık yapmamak için çok özen gösterme­ niz gerekecek. Ö Z E N (Cahit), türk hekim (Orhangazi, Bursa, 1914). İÜ tıp fakültesi ni bitirdi (1940). Ankara Numune hastanesi'nde akıl ve sinir hastalıkları asistanı ve pato­ loji anatomi uzman yardımcısı olarak ça­ lıştı (1943-1948). Ankara Üniversitesi tıp fakültesi'nde adli tıp doçenti (1948), pro­ fesör (1954) oldu. Adalet bakanlığı adli tıp müessesesi ve meclisi başkanlığına atandı (1955). 1969 da İstanbul Üniver­ sitesi tıp fakültesi adli tıp kürsüsü profe­ sörlüğüne seçildi, 1993 te emekli oldu. Çeşitli tıp dergilerinde yayımlanmış çok sayıda makalesinin yanı sıra, adli tıp ko­ nusunda yazılmış birçok yapıtı vardır. Başlıcaları: Adli tıp dersleri (1952), Adli tıp (1955), Adli tıpta yaş tayini (1969), Adli tıp ve toksikoloji (1971). Ö Z E N (Hikmet), türk boksör (Erzurum 1945 - ay. y. 1972). Boksa genç yaşta Er­ zurum'da başladı (1958). Özellikle sert sol yumruğu ile ünlendi. 1969-1972 yılları ara­ sı kilosunda Türkiye birincisi oldu. Balkan şampiyonalarında bronz (1970) ve gümüş (1972) madalya kazandı. Ö Z E N C İ sıf. ve a. AMATÖR karşılığı öne­ rilmiş sözcük. Ö Z E N Ç a. 1. istek. —2. imrenme. Ö Z E N D İR M E a Özendirmek eylemi. —Tic. Bir dağıtıcının, çok düşük bir pay aldığı belli bir ürün için bir reklam kam­ panyası açarak müşteri çekmesine daya­ nan yöntem. Ö Z E N D İR M E K - ÖZENMEK. Ö Z E N D E N sıf. ve a. AMATÖR karşılığı önerilm iş sözcük.



Ö Z E N G E N L İK a. AMATÖRLÜK karşılığı önerilm iş sözcük.



Ö Z E N İL M E K - ÖZENMEK. Ö Z E N İŞ a. Özenmek eylemi ya da biçi­ mi. Ö Z E N İY İL E M E a (öz ve eniyileme' den). Siber. Belirli bir ölçüte göre optimal bir çalışma biçimini araştırma ve sürdür­ me. (Bir optimal yönlendirme sistemi ve donanımından oluşan bütün, özeniyileme olanağına sahiptir.) — A N S İ K L . Özeniyileme olanağı ancak bil­ gisayarla yönetilen sistemlerde görülür. Gerçekte bu olanak, donanımın çalışma parametrelerini, gereçlerin mekanik ya da ısıl davranışlarından kaynaklanan zorlan­ malara uyarak, bir performans indisini maksimuma çıkaracak ya da bir maliyet fonksiyonunu minumuma indirecek biçim­ de, gerçek zamanda hesaplamayı gerek­ tirir. Böylece örneğin, kimyasal bir üretim biriminin çalışması, her koşulda optimum kılınabilir: maksimum verim, minimum enerji ve hammadde çıktısı, optimum ka­ talizör değiştirme anı vb. Ö Z E N L İ sıf. 1. Özen gösterilerek yapı­ lan bir iş için kullanılır; titiz: Özenli bir ça­ lışma. — 2 . Özen göstererek çalışma alış­ kanlığında olan kimse için kullanılır; titiz: Özenli ve çalışkan bir öğrenci. Ö Z E N M E a. Özenmek eylemi.



mek, ona öykünmek, onun gibi olmaya, onun yaptıklarını yapmaya çalışmak: Ar­ kadaşlarına özenip sigara içmeye başla­ dı. Senden özendim, ben de şimdi para biriktiriyorum. —3. Bir şeye, bir şey yap­ maya özenmek, kendisinde bulunmayan bir özelliğe sahip olmaya çalışmak, ona heves etmek; onu yapmaya yeltenmek, kalkışmak: Şairliğe özenmek. Kabadayı­ lığa özenmek. —A. Özene bezene, büyük bir dikkatle, istek ve özenle. || Özenip be­ zenmek, bir işi en küçük noktalarına de­ ğin dikkatle önem vererek yapmak. ♦ özendirm ek g. f. Bir kimseyi bir kim­ seye, bir şeye özendirmek, teşvik etmek; özenmesini sağlamak: Ödüllerin, özendir­ mek işlevi vardır. ♦ özenilm ek edilg. f. Özenme eylemi­ ne konu olmak; bir şeye özenti duyulmak: Özenilerek yapılmış işlemeler. Zenginlerin yaşamına özenilmek. Ö Z E N S İZ sıf. . 1 . Özen gösterilmeden, gelişigüzel yapılan iş için kullanılır: Özen­ siz bir ödev. — 2 . Özen göstermeden, is­ teksizce çalışan kimse için kullanılır. Ö Z E N S İZ L İK a. Özensiz olma durumu; özensiz olan şeyin niteliği; itinasızlık. Ö Z E N T İ a. Bir kimseye, bir topluluğa ge­ nellikle gülünçlüğe varacak ölçüde ben­ zeme, öykünme isteği, bu istekten kay­ naklanan doğallıktan, İçtenlikten yoksun davranış biçimi: insanın aklı özentinin bu kadarını ve bu biçimini bir türlü almıyor. Özenti kurbanları. Soyluluk, seçkinlik özentisi içinde olmak. ♦ sıf. ve a. Davranışlarında özenti için­ de olan kimse için kullanılır: Ne özenti bir insan. O özentinin biridir, onunla yapa­ mazsın. Ö Z E N T İC İ sıf. Bir kimseye ya da bir şe­ ye benzemeye heveslenen. Ö Z E N T İC İL İK a Özentici olma, özenti gösterme durumu. Ö Z E N T İL İ sıf. Doğallıktan, içtenlikten yoksun; yapmacık: Özentili bir yürüyüş. Özentili bir sevinç gösterisi. Özentili bir an­ latım. Ö Z E N T İS İZ sıf. Özenti niteliği taşıma­ yan; doğal, yalın: Özentisiz bir anlatım. 8Ö Z E R (Kemal), türk şair (İstanbul 1935).



İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü'ndeki öğre­ nimini yarım bıraktı. Cumhuriyet gazete­ sinde düzeltmen olarak çalıştı; kitabevi iş­ letti; yayımcılık yaptı; a, yeni a, Şiir sana­ tı, Varlık dergilerini yönetti, ilk şiirlerinde (Gül yordamı, 1959 vd), temsilcilerinden olduğu ikinci" yeni akımının anlayışına uy­ gun biçimde sözcüklerin alışılmış sırala­ nışından, dilbilgisi kurallarından uzaklaş­ tığı oldu. Doğa, cinsellik, aşk, yalnızlık, ölüm gibi temaları işledi. Kullandığı İmge­ ler (otağ, kadırga, sur, korsan vd.) zaman zaman kent uygarlığının ve çağdaş yaşa­ mın gerisine kayıyordu. Sonraları toplum­ cu şiir anlayışına bağlandı. Güncel olay­ lara tanıklık etti. Şiirinde artık toplumsal ey­ leme geçen işçiler, türlü ülkelerden ba­ ğımsızlık savaşçıları canlandırılıyor, sorum­ suz aydın tiplerine taşlamalar yöneltiliyor­ du (Sen de katılmalısın yaşamı savunma­ ya, 1975, TDK ödülü; Kimlikleriniz lütfen, 1981, Toprak ödülü vd.). Altan Küçükyalçın, "Haliç1' başlıklı şiir dizisine (1978) da­ yanarak aynı adlı belgesel filmi çekti. Bü­ tün kitaplarından seçmeler Çağdaş ve bo­ yun eğmeyen (1985) adlı yapıtındadır. Öteki kitapları: Sanatçılarla konuşmalar (1979), Güldeki şafak (Bulgaristan izle­ nimleri, 1979). Sınırlıyor beni sevda (şiir­ ler, 1987), İnsan yüzünün tarihinden bir cümle (şiirler, 1990; 1991 Yunus Nadi şi­ ir armağanı).



Ö Z E N M E K gçz. f. 1. (Bir şeye) özen­ mek, bir işi büyük bir dikkat ve titizlik gös­ tererek yapmaya çalışmak; itina etmek: R Ö ZE R (Zerrin), türk şarkıcı (Ankara 1958). TRT'nin açtığı bir yarışmada aldı­ Bu kez çok özendi, bir kusur bulamazsı­ ğı birincilikle müziğe başladı. Gönül, O nız. —2. Bir kimseye, bir kimseden özen­



yaz. Seni seviyorum, Bırak ellerimi, Ya­ lan olur gibi parçaları, başarılı yorumuy­ la türk pop müziğinin sevilen şarkıları arasına soktu. Ö Z E R D İM (Sami Nabi), türk kütüpha­ neci ve yazar (Hayrabolu 1918). Ankara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakülte­ si macar dili ve edebiyatı bölümü'nü bi­ tirdi. Öğretmenlik ve kütüphanecilik yap­ tı. Derleme ve bibliyografya çalışmalarıy­ la tanındı: 10 kasım - 31 aralık 1938 gün­ lerinde Atatürk için çıkmış yazıların bibli­ yografyası (1958), Atatürk devrimi kro­ nolojisi (1963), Seçilmiş bektaşi fıkraları (1975), Elli yılda kitap (1975), Bilinme­ yen Atatürk (1976), Devrimin öyküsü (1978), Atatürkçünün el kitabı (1981), Bir don bir gömlek (1984). Ö Z E R K sıf. 1. Kendi kendini serbestçe kendi yasalarıyla yöneten bir bölge ya da ülke için kullanılır. (Eşanl. MUHTAR, OTO­ NOM) —2. Kendine özgü işleri kendisi düzenleyen ve yöneten kurumlar için kul­ lanılır: Üniversitelerin özerk hale getirilme­ si için çalışmalar yapılıyor. (Eşanl. MUH



9075



TAR, OTONOM.)



—Dilbil. işlevi sözcedeki yeriyle belirlen­ meyen dilsel bir birim (monem, sentag­ ma) için kullanılır. —Topbil. Özerk grup, bir işletmede mali ve örgütsel özerkliği olan çalışma birimi. (Hyacintke Dubreuil, bu sistemi şöyle be­ timler: özerk grup, parçaları kendi üreti­ minin yukarısındaki ekipten satın alır, ger­ çekleştirdiği ürünü aşağısındaki ekibe sa­ tar ve kendi kendini örgütlemenin mali araçlarını bu yoldan sağlar.) || Özerk sen­ dika, büyük sendika merkezlerinden hiç­ birine bağlı olmayan sendika. || Özerk yö­ netim, her atölyenin öteki atölyelerden ba­ ğımsız olarak kabul edildiği işletme örgüt­ lenme sistemi. Ö ZER K LE Ş M E a. Özerkleşmek eylemi. —Ruhbil. Özerklik yönünde gelişme.



Zerrin S z*r



Ö Z E R K LE Ş M E K gçz. f. Özerk duruma gelmek. ♦ özerkleştirm ek ettırg. f. Bir bölgeyi, bir kurumu özerkleştirmek, orada merke­ zi iktidarın dışındaki, makamlara, bağım­ sız olarak, karar alma yetkisi tanımak, ama özerklik, muhtariyet vermek. Ö ZE R K LE Ş TİR M E K - ÖZERKLEŞMEK Ö Z E R K L İK a. Huk. 1. Kendi kendini serbestçe, kendi yasalarıyla yöneten bir bölgenin, bir ülkenin durumu. (Eşanl. MUHTARİYET, OTONOMİ.) —2. Bir kamu ku­ ruluşunun, devletin merkezi İktidarının müdahalelerine uğramadan, kendi işleri­ ni yönetebilmesini sağlayan yetki ve kurumlarla donatılmış olma durumu. (Eşanl. MUHTARİYET, OTONOMİ.) —3. irade özerk­ liği - İRADE. —Fels. Herhangi bir varolanın, yaratıcısı değil de uygulayıcısı olduğu bir yasayı kendine uygulaması. (Bk. ansikl. böl.)|| is­ tencin özerkliği, Kant'ta, kendisini kendi özüne göre ve dolayısıyla ahlak yasasının evrensel biçimine uygun olarak belirleyen istencin niteliği. —Kamu mal. Mali özerklik, bir kamu ku­ ruluşunun kendi kaynaklarından serbest­ çe yararlanarak harcamalarını yönetme­ si durumu. —A nsIkl. Fels. Hegel’e göre, özerkliği (Selbständigkeit) iki alt-kategoriye ayırmak gerekir. Buna göre iki çeşit özerklik var­ dır: 1 . dolaysız özerklik, evrende verilmiş durumlarıyla varlıkların birbirlerine oran­ la dışsallığı; 2 . asıl özerklik ya da düşün­ sel özerklik, varolanın, "kendini olumsuzladıktan sonra, bu kendi olumsuzlamasını da olumsuzlayıp yeniden kendisine dönüş” olarak kendini ileri sürdüğü za­ man elde ettiği özerklik (Wissenschaft der Logik [Mantık bilimi], "Ö z”, 2,2 ve 3). An­ cak birbirine karşıt saydamlık ve yaban­ cılık eğilimleri aşıldığı zaman varlık, ken­ di iç ve dış gerçekliğinde ve özgürlüğün­ de tam bir özerkliğe kavuşabilir. —Huk. Geniş ve siyasal anlamda özerk­ lik, bir devlet sınırları içinde belirli bir ül­



Kemal Özer



ke, bölge ya da yöreye içişlerinde ser­ bestlik tanımayı ifade eder. Genellikle çokuluslu devletlerde görülen özerklik uygulamaları, federasyon çatısı altında yarı bağımsız bir siyasal statü, yönetsel bir düzenleme, eğitim ve kültür alanında kurumsal bir yapılanma gibi değişik kap­ samlarda olabilir. Özerklik, federe bir statü taşımayan, ama içişlerinde belirli bir serbestlikten yararlanan bir yönetim biçiminde de ortaya çıkabilir. Rusya'da Tataristan, Çin'de Sinkiang bu tür özerk­ liğin örnekleri olarak verilebilir. İdari an­ lamda özerklik kamu kOfumlarının kendi hizmetlerini düzenlemesi hakkını kapsar. 1982 Anayasası özerklik kavramına üni­ versiteler için bilimsel alanda yer vermiş­ tir. Bununla birlikte il özel idaresi, beledi­ ye ve köy gibi yerel yönetimler de özerk­ lik ilkesine göre çalışır. Ö Z E R O Ğ U LLA R I, Oğuzlar'ın Üçok ko­ lundan olan Özer boyunun başındaki yö­ netici türkmen sülale. Adını ilk başbuğla­ rı Özer Bey'den alan bu türkmen boyu, XIV. yy.'dan başlayarak Çukurova ve Payas bölgelerinde etkinlik gösterip reisleri Davut Bey’in yurt edindiği Kozan (Sis) yö­ resine yerleşti (1374). Dulkadıroğlu Süli Bey'le güçbirliği yaparak Memluklar’a karşı ayaklanan Özeroğlu Davut Bey, An­ takya'yı ele geçirdiyse de (1411) üzerine gönderilen Halep valisi Yulbuga en-Nasri’ye yenildi, dağa çekildi ve bir süre son­ ra da öldü. Onun oğlu ve ardılı Özeroğlu Aydoğmuş Bey, Memluklarla anlaşarak ayaklanmacı Ramazanoğulları’na karşı savaşmaya başlayınca (1419), gözüne gir­ diği memluk hükümdarı Barsbay tarafın­ dan Dersak ve Dörtyol (İmraniye) yöresi emirliğine getirildi (1429). Karamanoğlu İbrahim Bey'in Kayseri seferine de katılan Aydoğmuş Bey (1435) Antakya, Harım, Ayıntap bölgesinde şii şeyhlerin yöneti­ minde etkinlik gösteren bazı türkmen aşi­ retlerini sindirerek buraları denetim altına aldı (1448). Onun yerine geçen Özeroğlu Mekki Bey, Türk-Mısır savaşları sırasında (1485-1491) Memluklar’ın yanında Osmanlılar'a karşı savaştı. Yavuz Sultan Se­ lim döneminde (1512-1520) osmanlı yöne­ timine geçen bölgeye Üzeyir ya da Özer sancağı adı verildi. Dörtyol, Payas, İsken­ derun ve Derbsak yörelerini içeren bölge­ de özeroğulları, uzun süre sancakbeyi olarak görev yaptılar. Daha sonra öteki türkmen boyları ve yerli halkla karışan soy­ ları ortadan kalktı. XVI. yy. ortalarında bunların büyük bölümü çiftçiliğe başlaya­ rak toprağa bağlandı. Türkmenler'in göçerkonar olarak kalan bölümüne de "Üze­ yir” ya da "Özer Yörükleri” dendi. Ana­ dolu'ya geldikten sonra ilk yurt tuttukları Payas-Ersin yöresine bugün "Özerili" de­ nir. Ayrıca, Dörtyol'un bir mahallesi de “ Özerli" adını taşır. Ö Z E R O T İZ M a. 1. Bireyin bir dış nes­ neden yararlanmaksızın, örneğin mastür­ basyonda olduğu gibi, kendi vücuduna yönelerek bir doyuma ulaşmasını sağla­ yan cinsel davranış. —2. Psikan. Çocuk­ taki erken cinsel etkinliklerin tümü. (Nes­ nesi çocuğun kendi vücudu olan bu et­ kinlikler, cinsel dürtünün beslenme gibi cinsel olmayan işlevlerden ayrılmasıyla belirginleşen belli bir libido gelişim evre­ sinin ayırtedici özellikleridir.) [Bk. ansiki. böl.] —ANSİKL. Psikan. Çocuk cinselliğini yetiş­ kin cinselliğinden ayırmak isteyen Freud, Cinsellik üzerine üç deneme'de (Drei Abhandlungen zur Sexualtheorie) [1905], özerotizmi bir libido evresi olarak, ya da en azından narsisizmden önce gelen önnesnesel bir evre olarak görür. Bu evre ki­ şiliğin gelişiminde kısmi dürtülerin birleş­ tikleri ve ayrıcalıklı nesne olarak benin kendisine yöneldikleri bir uğraktır. Freud, "narsis doyum olanağı” nın özerotizmli ol­ duğunu söylediği halde, cinsel dürtülerin bir bölümünün "hemen bir nesne gerek­ tirdiği" ölçüde, köksel olarak bu doyuma yatkın olmadığını da kabul eder. Freud,



daha sonra Psikanaliz’e giriş'te (Vorlesungen zur Einführung an der F%choanalyse) [1917], benin oluşmasından önceki birin­ cil bir narsisizm varsayımı ileri sürdü. Bu narsisizmin modeli de rahim içi yaşamın nesnesiz evresiydi. Böylece, özerotizm ile narsis evresinin cinsel etkinliği, bir tutul­ muş oluyordu. Bu görüş birçok yazar ta­ rafından eleştirildi. Sözkonusu eleştiriciler arasında yer alan Melanie Klein’a göre, süt çocuğunun nesne bağlantıları daha en baştan vardır ve içselleştirilmiş nesne­ lerin libidosal bir yeniden yatırımıyla be­ lirginleşen narsis durumlarla atbaşı gider Ö Z E Ş Z A M A N L A Y IC I a. Elektrotekn. Açısal algılamada kullanılan eşzamanlı makine türü. (Eşanl. SELSYN.) Ö Z E T a 1. Bir metnin, bir belgenin, bir film in vb. içeriğinin kısaltılmış biçimi: Ro­ manın özeti. Bir dersin özetini çıkarmak. —2. Herhangi bir olayın, durum un özü­ nü oluşturan kısa açıklama: Bize durumun kısa bir özetini yaptı. —3. Özet olarak, özetle, kısaca. —Ed. Bir edebiyat yapıtının ya da herhan­ gi bir yazının kısaltılmış biçimi. —Eğit. Bir parçayı temel özelliklerini ko­ ruyarak daha kısa ve daha özlü bir biçim­ de yeniden yazma kuralına dayanan alış­ tırma. — Elektrotekn. Özet şema, çeşitli manev­ ra aygıtlarını birbirine bağlayan ve genel­ likle üzerinde her aygıtın konum unu be­ lirten renkli gösterge lambaları bulunan (kırmızı çalışıyor, yeşil çalışmıyor) dağıtım tablolarının ön bölüm üne perçinlenmiş, görünür cetvellerden oluşan basitleştiril­ miş şema. (Eşanl. SİNOPTİK ş e m a .) — Sine. SİNOPSİS'in eşanlamlısı. —ANSİKL. Belg. Özetin amacı, bir yapıtın içeriği hakkında olabildiğince kesin bir fi­ kir vermek, doğ ru d an ilgili okuyucunun, değerlendirm e yapm asına yardımcı ol­ mak, gene doğ ru d an İlgili okuyucuya te­ mel bilgileri dolaylı olarak metinden aktar­ mak, ya da belge hazırlamaya yardımcı olmaktır. Belgesel sistemlerde, temel ve­ riler için çoğu zam an çözüm lem eli özete başvurulur. Bu tü r özetler, eldeki pek çok verinin içinden aranılanın hızla bulunm a­ sını sağlar.



Ö Z E T LE M E a. Özetlemek eylemi. Ö Z E T L E M E K g. f. 1. Bir sözceyi özet­ lemek, yazıldığından ya da söylendiğin­ den daha kısa olarak ifade etmek: Bir ko­ nuşmayı özetlemek. Bir dergideki bir ma­ kaleyi özetlemek. Yazarın düşüncesini özetlemek. Bakanlar kurulu'nda alınan ka­ rarları özetleyen bir genelge. —2. Bir bü­ tünü özetlemek, bir şeyi (bir şeyle) özet­ lemek, onu özüne inerek açıklamak: Du­ rumu bazı rakamlarla özetleyebiliriz. —3. Az önce açıklanan bir şeyi özlü bir biçim­ de yeniden ele almak, temel noktalarını belirtmek: Özetlemem gerekirse, daha özenli olmanız gerektiğini söyleyeceğim. ö z e t le n m e k edilg. f. Özet haline g e ­ tirilm ek, özet olarak açıklanm ak, temel noktalarıyla ele alınmak.



Ö Z E T L E N M E K -» ÖZETLEMEK. Ö Z E Y Ö N E LİK sıf. 1. Husserl'in görüngübiliminde, duyulur ya da ruhbilimsel gerçeklikle ilgili şeylere oranla, şeylerin özüne ilişkin olan her şey için kullanılır. — 2 . Özeyönelik imge, belli bir örtüklük döneminden sonra bir algının yeniden canlanması. || Özeyönelik indirgeme, bi­ lincin algıladığı ya da denediği bir şeyi, öz olarak nitelenen şematik bir özneye dö­ nüştürmesine yol açan işlem. (Husserl'de özeyönelik indirgeme, görüngübilimin te­ mel kavramlarından biridir.) Ö ZG E sıf. (öz’den öz-ge). Esk. Başka: "Üş bu menzilden irenler tapuya / Dahi muhtaç olmaz özge kapuya" (Nesimi, XIV.



yy-)♦ ilg. A d + den özge, başka, dışında, gayrı: "Andan özge kimse Hakkı baş göziyle görmedi" (Kuddusi Divani, XIX. yy.).



Ö Z G EC İ sıf ve a. Çıkar gözetmeden başkalarının iyiliğini düşünen kimse için kullanılır; diğerkâm. Ö Z G E C İL sıf. Özgeci, diğerkâm. Ö Z G E C İL İK a. Başkalarının iyiliği için her türlü özveriyi gösterme eğilimi, tutu­ mu. Ö Z G E Ç M İŞ a. Bir işe istekli olan ada­ yın, başvurduğu işverene sunmak üzere hazırladığı, diplomaları, mesleki deneyi­ mi vb. gibi medeni durumuyla ilgili bilgi­ lerin tümü; bu bilgileri içeren belge, dos­ ya. Ö Z G E N (İhsan), türk kemençe virtüözü (Urfa 1942). İstanbul Üniversitesi iktisat fa­ kültesini bitirdi (1967). Aynı yıl İstanbul radyosu'na girdi; askerlik hizmetinden sonra da Ankara radyosu'na geçti. 1976' da kurulan İstanbul Devlet türk müziği konservatuvarı’nda tanbur, kemençe ve lavta öğretmenliğine getirildi. Çaldığı tüm çalgıları kendi kendine öğ­ renen Özgen, özellikle tanbur, kemençe ve lavta konusunda, Tanburi Cemil Bey' in birçok taksimini ezberleyip "taklit" ede­ rek onun tekniğini tümüyle kavradı. Ayrı­ ca çeşitli çello ve keman metotlarını da in­ celeyerek kemençede yeni sol el pozis­ yonları ve yay teknikleri geliştirdi. Niyazi Sayın ve Necdet Yaşar’la verdiği konser­ ler ve yaptığı radyo-TV programlarıyla dik­ kat çeken Özgen, kemençeden çıkardığı olağanüstü yumuşak, dolgun ve zengin tınıyla ve melodik taksimleriyle ünlendi. Avrupa'da ve ABD’de de pek çok konser­ le ününü genişletti, Ö Z G E N D -* ÖZKENT. ÖZG ER M E a. Sil. Bir namlunun, iç ba­ sınç uygulayarak soğukta dayanımını ar­ tırmayı sağlayan yöntem. (Eşanl. OTOFRETAJ.) [Bk. ansiki. böl.] —ANSİKL. Sil. Atım yatağının yapımı ta­ mamlanmamış ve hâlâ silindirsel olan bir namluya, iki ağzı kapatılarak gittikçe ar­ tan bir iç basınç etkisi uygulanır. Metalin iç katmanı üzerindeki esneklik sıracı aşıl­ dığında, çevresindeki malzemeyle tutulan iç katman kalıcı olarak biçim değiştirir ve bu olay yavaş yavaş yayılır; böylece, bir­ biri üzerindeki metal katmanların gitgide artan sıkışmasıyla sürekli bir germeli bağ­ lama elde edilir. (-* GERMELİ* BAĞLAMA.) Bu tür bir özgerme yönteminde işlem, namlu kalınlığının bir bölümüyle sınırlıdır, çünkü namlu tamamen plastikleştirilirse şişme olacaktır (ince namlulara özgerme yöntemi uygulanmaz). Bu amaçla, kimi kez namlu içinde ateşlenen bir barut hak­ kı kullanılır, ama genellikle bir basınç ço­ ğaltıcısıyla namlunun atım yatağına bağ­ lanmış hidrolik bir presten yararlanılır Böy­ lece de, namlunun, atış sırasında biçim değiştirmeden dayanabileceği basınç ar­ tırılır. Namluya uygulanan bitirme işlemleri (yatak açma, yiv açma) daha sonra ger­ çekleştirilir. Ö Z G Ö N D E R İM a. Anlamsal içeriği yal­ nızca kendisiyle bağıntılı bir sözcenin özel­ liği. Bu durum sözkonusu özelliğe bir kar­ şıtlık oluşturma olanağını verir. (Örneğin: Yalancının paradoksuna yol açan "Ben hep yalan söylerim” cümlesi özellikle ken­ di kendine gönderme yapan bir cümle­ dir. Çünkü her cümle yalansa her cümle­ nin yalan olduğunu söyleyen cümle de ya­ landır.) Ö Z G Ö N D E R İM S E L sıf. 1. Özgönderim özelliği taşıyan sözceler için kullanı­ lır. —2. Bir sözcüğün (ya da bir gösterge­ nin) nesneye değil de kendi kendine gön­ derme yaptığı durumda kullanılır (örn. Ya­ rın bir belirteçtir cümlesinde yarın'ın kul­ lanımı). Ö ZG Ü ilg. Bir kimseye, bir şeye, bir yere özgü, sadece o kimseye, o şeye ve o ye­ re has, ona ait bir şey için kullanılır: Bir ya­ zara özgü b ir üslup. Bir bölgeye özgü ye­ mekler. Bir kuşa özgü ses.



özgüllük — Fels. Aristoteles’e göre bir şeyin ayırtedici özelliği. Yani, özgül olarak on a ilişkin ol­ m ak ve b aşka hiçbir şeye ilişkin olmamak­ la birlikte, o şeyin tanımıyla ortaya konu­ lan ö züne d e bağlı olm ayan özellik. (Ör­ neğin gülm ek, insan a özgü bir özelliktir; çünkü insan, gülmekle tanımlanmaz [çün­ kü insan akıllı bir hayvandır] am a g en e de gülm ek yalnızca o n a aittir.)



Ö Z G Ü (Melahat), türk dil ve tiyatro bilimci (İstanbul 1906). Berlin Üniversitesi’n d efel­ sefe doktoru oldu (1932). 19 3 5 'te DTCF'de alm an dili ve edebiyatı öğretim üyeliğine getirildi; 19 4 6 'd a profesörlüğe yükseltildi. Alman dili ve edebiyatı kürsüsü başkanlı­ ğı (1944-1950, 19 58 -19 6 1), aynı fakültede Tiyatro kürsüsü başkanlığı ve emekliye ay­ rıldığı 19 7 6 'y a değin Tiyatro araştırmaları enstitüsü müdürlüğü yaptı. Alman hükü­ m etince Schiller m adalyası ile ödüllendi­ rildi (1955). G. E. Lessing, F. von Schiller, J. W. von Goethe, F. Hölderlin, F. Schlegel, G. Hauptmann, S. Zw eig vb. yazarlardan birçok yapıtı türkçeye çevirdi. Tiyatroyla il­ gili çalışm alarından ötürü Avni Dilligil jüri onur ödülü’ nü aldı (1986).



bir çok op era d a başrol oynadı. Ayrıca Bulgaristan, Rom anya, R usya, İtalya ve Kıbrıs'ta o p era temsillerine katıldı, kon­ serler verdi Birinci G e o rg e E n escu yarışm a'sında, türk v e rumen yapıtları d a ­ lında birinci oldu.



Ö Z G Ü D E N (Fahir), türk atlet (Ankara 1 9 3 2 - ay. y. 1979). K ısa bir süre futbol oy­ nadıktan son ra atletizme geçti. Uzun yıl­ lar kınlamayan 400 m Türkiye rekorunu 49,0’lık d e rece siy le kırdı (1954), 1 9 5 6 ’d a bu rekoru 4 8,6'ya indirdi. 19 6 0 ’ta 400 m engelli rekorunu d a 53,4'lük d erecesiyle eline geçirdi. Balkan şam piyo n asın d a 4 x 400 m yarışında birinci gelen türk ta­ kımında yer aldı (1955). Akdeniz oyun­ larında 400 m 'de altın m adalya kazandı (1959). 400 m rekoru 19 5 7 ve 400 m en ­ gelli rekoru 19 6 4 ’e kadar kınlamadı. Ya­ şam ının son yılları ilgisizlik yüzünden sı­ kıntı İçinde geçti.



Ö Z G Ü D Ü M a. Devingen bir a raca, bir



operatörün katkısı olm adan, yerine getir­ m ekle yükümlü olduğu göreve bağlı ola­ rak hareketini kendi kendine sürdürm e olanağını veren yöntem. —ANSİKL. Have. Ö zgüdüm , uzaktan g ü ­ itÖ Z G Ü Ç (Tahsin), türk arkeolog (Kırcadüm den farklı olarak yerde bir pilotun bu­ ali, Bulgaristan, 1916). Ankara Üniversitesi lunmasını gerektirm ez. Ö zgüdüm lü bir dil ve tarih-coğrafya fakültesi arkeoloji bö­ araçta, seyrüseferin bağım sız bir şekilde lüm ü'ni) bitirdi (1940); aynı fakültede asis­ yapılm asını sağ lay a n bütün donanım lar tan (1940), doçen t (1946) ve profesör yer alır. (1954) oldu. Dekanlık (1968-1969) ve 1969 Ö zgüdüm ilk olarak, 19 4 7 yılında, Ku­ -1980 arasın da dört dönem rektörlük y ap ­ zey Atlas okyanusu'nu g e ç e n bir uçakta tı. 19 8 1 den sonra YÖK b aşkan vekili ol­ uygulandı; uçaktaki pilot, hareketten ön­ du. 19 8 3 'te Atatürk kültür, dil ve tarih yük­ c e mühürlenmiş olan kum anda levyeleri­ s e k kurumu yönetim kurulu üyeliğine g e ­ ne yol b oyu n ca dokunm adı. U çak, kendi tirildi. bağım sız radyo düzenekleriyle tam am en 19 4 5 ’te M. Akok'la Ankara Anıtkabir tüözgüdümlü olarak Newfoundland'dan tek mülüsleri kazılarını, 19 4 7 'd e K ahram an­ b aşına kalkarak Brise-Norton (Oxford) ha­ m araş Karahöyük*, S iv a s Topraktepe ve vaalanına indi. Önce, bir radyopusulayla Maltepe, Kayseri Fıraktin kazılarını yönet­ yolun ilk üçte birinde bulunan bir gem iye ti. 19 4 8 ’den beri sürdürdüğü Kültepe* yerleştirilmiş bir vdliciye, sonra yolun İkinci (Kaneş) kazılarıyla Anadolu arkeolojisine üçte birinde yer alan ikinci bir vericiye ve önemli katkılarda bulundu. 1 9 5 7 ’d e Hoson olarak d a İniş alanındaki vericiye d o ğ ­ roztepe* kazılarında Bakırtaş ve ilk Tunç ru yöneldi ve aletli İniş yöntemiyle yere İn­ ç a ğ a tarihlenen bir yerleşm e saptadı. dirildi. Araçların uzak m esafelerd e g ü d ü ­ 19 5 9 -19 6 8 arasın d a Altıntepe*'de önemli mü için çeşitli özgüdüm yöntemleri d ü şü ­ bir urartu yerleşm esini ortaya çıkardı. nülmüştür; bununla birlikte en ilgi çekici 19 6 7 'd e Kayseri Kululu*, 19 7 3 'te M aşat’ iki yöntem astronom ik özgüdüm ve ey­ höyük kazılarını gerçekleştirdi. 19 7 9 'd a kendisine Alm anya tarafından Yüksek li­ lemsizlikle özgüdümdür. Birinci yöntem de hem optik hem d e radyoelektrik temeller­ yakat nişanı verildi. B aşlıca yapıtları: Ûnden yararlanılabilir Gerçekten, uzayın her­ tarihte Anadolu'da ölü gömme âdetleri hangi bir yönüne, g ere k bir yıldız tarafın­ (1948), Karahöyük hafriyatı (N. Ö zgüç'le, dan yayılan ışığı alm ak üzere bir gök dür­ 1949), Kültepe kazısı 1948 (19 50 ), Hobünü, g ere k belirli bir uzay b ölgesinden roztepe, Eski Tunç devri mezarlığı ve is­ gelen belirli frekanstaki sürekli yayımları kân yeri (M. Akok’la, 1958 ), Altıntepe mi­ marlık anıtları ve duvar resimleri (1966), alm ak için küçük bir radyo alıcısı yöneltiAltıntepe II, mezarlar, depo binası ve fil­ lebilir. R ad yo alıcısı (ya d a g ö k dürbünü), sürekli olarak yıldız uzayının bilinen bir yö­ dişi eserler ( 1969), Demir devrinde Külte­ pe ve civarı (19 7 3 ), Maşat höyük kazıları nüne dönük kalacağın dan , füze, cayrosve çevresinde yapılan araştırmalar koblk bir ufuk yardım ıyla ufka g ö re yük­ (19 78 ), Les Hittites (Hititler) [19 79 ], Ma­ sekliğini, bir cayroskobik pusulayla karşı­ şat höyük II, Boğazköy'ün kuzey­ laştırarak da, g ü n ey açısını bulabilir. Ha­ doğusunda bir hitit merkezi ( 19 8 1) , Kül­ reketli cismin konumu iyice belirlenmiş ol­ tepe-Kaniş II, Eski Yakındoğu'nun ticaret d uğu n dan , bir elektronik hesaplayıcı, merkezinde yeni araştırmalar (1986). u çağı seçilen v e b elleğe yerleştirilen yol üzerinde tutacak biçimde kumandaları et­ Ö Z G Ü Ç (Nimet), türk arkeolog (A da­ kileyerek uçuş koşullarını değiştirir. pazarı 19 16 ). Ankara Üniversitesi dil ve Eylemsizlikle özgüdüm de, cayroskoptarih-coğrafya fakültesi arkeoloji bölü­ larla kararlaştırılan v e ço k duyarlı ivmem ünü bitirdi (1940); aynı bölüm de a s is ­ ölçerler taşıyan bir platformdan yararlanı­ tan (1940), doçent (194 8) v e profesör lır. Bu Ivmeölçerler, aracın, uzaydaki üç ko­ (19 58 ) oldu. Avrupa v e A B D 'd e d ers ver­ ordinat eksenine gö re ivmelenmelerini di. 19 8 4 'te em ekliye ayrıldı. 19 4 7 'd e her an ve sürekli olarak ölçer. Ölçü sonuç­ Prof. T. Ö zgüç'le Kahram anm araş K ara­ ları, önce, hızları h esaplayan bir Integral höyük, S iv a s Toprakkale ve Maltepe, alıcıya, son ra d a rota çlzlmini g erç ek le ş­ Kayseri Fıraktin, 19 4 8 'd e n b aşlayarak tiren ikinci bir integral alıcıya gönderilir. Kültepe" (Kaneş) kazılarına katıldı. —Savunm . Bir güdüm lü merminin özgü19 6 2 'd e Acemhöyük* kazılarını yönetm e­ düm ü, hem bir özgüdücüyle, hem yönelye b aşladı. N iğde yakınındaki T ep e b ağtici bir ışın demetiyle, hem d e duyarlığını ları höyüğü'nde kurtarma kazıları yaptı iyileştirmeyi sağlayan tamamlayıcı bir sis­ (19 7 2 - 19 7 5 ). 19 7 8 'd e yönetm eye b a şla ­ tem le takviye edilmiş ya da edilm em iş bir dığı Sa m sa t kazıları uzun süre devam et­ eylemsizlik merkeziyle gerçekleştirilebilir. ti. Önemli yapıtları: Kültepe mühür baskı­ Edilgin, etkin ya d a yarı etkin bir ö zgü­ larında Anadolu grubu (türkçe, İngilizce, dücüyle, güdüm lü mermi h ed ef tarafın­ 196 5), Kaniş karumu I b katı mühürleri dan yayılan ya d a yansıtılan bir işarete b a­ ve mühür baskıları (1968). ğımlıdır. Yöneltici bir ışın dem etiyle ö zgü­ Ö Z G Ü Ç (Müfide), türk sopran o (G azi­ düm durum unda, güdüm lü merminin iz­ antep 19 4 3). Ankara Devlet konservatuleyeceği yön, fırlatma sisteminden yayılan varı'nda öğrenim gördü. 19 6 5 'te solist bir ışın dem etiyle (kızılaltı, elektrom anye­ olarak girdiği Ankara Devlet o perası'n d a tik, laser) saptanır ve güdüm lü mermi,



kendi konumunu, bu ışın demetinin ek se­ nine göre bulur. Eylemsizlik merkeziyle öz­ güdüm durum unda ise, güdüm lü mermi, her an kendi coğrafik koordinatlarını bilir ve bu koordinatlar ile h edef koordinatları arasındaki sap m a y a bağlı olarak, h ed efe ulaşm ak için pılotaj sistemine iletilmesi g e ­ reken düzeltmeleri belirler.



9077



Ö Z G Ü D Ü M LÜ sıf. Borda aygıtları saye­ sinde bağım sız olarak seyred en bir taşıt için kullanılır.



Ö Z G Ü L sıf. Özel olarak bir türe ait olan, bir şeye özgü olan, onun karakteristik yan­ larını oluşturan bir şe y için kullanılır. — Dilbll. Tür adın a g ö re Içlemi d ah a b ü­ yük, kaplamı d ah a küçük sözcükler İçin kullanılır. (Örneğin, serçe, karga, kartal, tür adı kuş’a oranla özgül terimlerdir.) — Eczc. Belirli bir hastalık üzerinde etkili olan ilaca denir. — Fels. Aristoteles’e göre, türe özgü. — Kim. Kendine özgü niteliği olan bir tep­ kime için kullanılır. — Ûlçbil. Bir m addenin hacmi, kütlesi, hatta kimi zam an ağırlığıyla ilgili bir bü­ yüklük İçin kullanılır, || Özgül ağırlık -> ÖZ­ GÜL KÜTLE* —Termodin. Özgül ısı -» ISI. —Tıp. Bir hastalığı ya d a yalnız belli bir hastalık için etkili bir tedaviyi gösteren kli­ nik belirtiye ya d a biyolojik tepkiye denir.



Ö ZG Ü LD İR E N Ç Ö LÇ E R



a Elektro tekn. Bir iletkenin özgül direncini ölçm e­ ye yarayan aygıt.



Ö ZG Ü LE M E a. Û zgülem ek eylemi. Ö Z G Ü LE M E K g. f. Bir yeri, bir şeyi bir kimseye, bir şeye özgülemek, o n a ayır­ m ak, verm ek, on a hasretm ek, tahsis et­ mek.



Ö Z G Ü L L Ü K a. Özgül olm a durumu. —Asalbil. Asalak özgüllüğü, bir asalağın, gelişm esinin bir ya d a birkaç döneminde, yalnız belli bir türde, bir cinste ya d a hay­ vansal sınıflamanın d a h a g en iş bir gru­ b un da yaşa m a özelliği. (Bk. ansikl. böl.) — Fizs. kim. iki izomer m eydan a getirebi­ len, am a kendisini yöneten m ekanizm a yüzünden yalnız bir ürün veren bir tepki­ menin belirgin niteliği. , — Ruhbil. Etkensel çözüm lem ede bir d e ­ ğişkenin değişkenliğinin bütün etkenlere b ağlan am ayacak bölümü. (Özgüllük top­ luluğun bütünleyicisidir.) —Tip. Belirtileri sabit ve nedeni her zam an aynı olan bir hastalığın karakteri. —ANSİKL. Asalbil. A salak özgüllüğü a s a ­ lak türlerinin evrimi ve özellikle bazı konak­ lara uyum sağlam asıyla yakından ilgilidir; biyolojik evrim açısından, asalak özgüllü­ ğ ü konak-asalak ilişkilerinin odak nokta­ sıdır: bir konak türüne ço k eskiden beri uyarlanm ış olan bir asa la k genellikle pek fark edilmezken (İnsanda axyurls), yeni bir konak türüne yerleşen bir asalak çok ciddi hastalıklara n eden olabilir (keseclkli ekinokokkozun etkeni olan Echinococcus multilocaris)', öte yandan, bu özgüllük a s a ­ lağın gelişm e evresine göre çok farklı ola­ bilir (çoğunlukla d aha sık rastlanan bir lar­ va evresi, örneğin doğal olarak yalnız bazı eklem bacaklılarda g eçeb ileceği gibi, a s a ­ lak çıkm azlarında olduğu gibi [arakonak olarak] diğ er türlerde ve [sonkonak ola­ rak] omurgalı bir hayvan d a d a geçebilir). Sabitlikten uzak olan bu özgüllük tam tersine evrimsel ve dinamiktir; örneğin, tüm larva evreleri gezgin olarak v ücud u­ m uzda g e ç e n b ağırsak salucanının (Ascaris lombricoides) belki d e eskiden g e ­ lişim çevrimi sırasında kullandığı arakonakların yerine vücudum uzun şu ya d a bu organını kullandığı v e b ö ylece varlığı­ nı gü ven ceye aldığı (ortama karşı d ah a İyi bir korunmayla uyum gösterdiği) düşünü­ lebilir. Yalnız insanlarda bulunan asa la k türle­ rinin sayısı fazla olm am akla birlikte, hem insanlarda, hem diğer om urgalılarda (zoonozlar) bulunan 2 0 0 ’d en fazla yassısolucan türü ya d a cinsi sayılabilir; bu zoo-



Tahsin Özgüç



özgüllük 9078



nozların listesi bu kadarla sınırlı değildir, ancak "yeni bir asalağın” bulunması, a sa ­ lağın özgüllüğündeki bir değişiklikten çok türümüzün ekolojik ve etolojik alışkanlık­ larındaki değişikliğe bağlıdır; birinci du­ rum da, zam an jeolojik ça ğlarla ölçülür­ ken, İkincisinde tarih çağlarıyla ölçülür.



Ö Z G Ü L Ü K a. Ö zgü olm a durumu. Ö ZG Ü N sıf. 1 . D oğrudan d oğruya kay­ nağından gelen ya d a yaratıcısının elin­ d en çıkan bir parça, bir yapıt, bir metin vb. için, kopyaya, röprodüksiyona, çeviri­ ye, yeni bir düzenlem eyeıvb. karşıt olarak kullanılır; orijinal, otantik: Özgün bir bel­



genin fotokopisini çekmek. Bu gençler için bir uyarlama değil, özgün metnin ken­ disidir. —2. A lışılagelenden ayrılan, sıra­



landığı, hiçbir baskıcı ya d a yabancı e g e ­ menliğin altında bulunm adığı durum için kullanılır: Özgür bir toplum. Özgür bir ulus. —3. Siyasi iktidara doğrudan bağlı olmayan, devletin yönetimi altında bulun­ m ayan, herhangi bir baskı görm eyen bir ş e y için kullanılır: Özgür basın. —4. Dile­ diği gibi hareket etmek, dilediğini seçm ek durum unda olan bir insan için kullanılır:



Kararlarında, hareketlerinde özgür olmak. Özgür bir insan. — 5. mastar (-mak) + -da özgür, bir şeyi yapıp yapm am akta ser­ best olan, herhangi bir kimsenin iznine g ere k kalm adan, herhangi bir kim se ta­ rafından denetlenm eden dilediği gibi davranabilen bir kim se için kullanılır: Kendi



dan olmayan, sık rastlanmayan bir ş e y için kullanılır; orijinal: Çok özgün bir roman.



odası var, dilediğini kabul etmekte özgür­ dür. Gidip gitmemekte özgürsünüz. ♦ be. Serb est: Bir kimseyi özgür bırak­ mak.



Bu filmde özgün hiçbir yan yok, hep bil­ diğimiz sahneler. Özgün b ir dekorasyon.



Ö Z G Ü R A R (Ferit İbrahim), Foto Ferit



— 3 . Kendi türünde tek olan, d a h a ö n ce­ ki hiçbir örnekten esinlenm eyen bir kim­ se, b aşka hiçbir şeye benzem eyen bir şey için kullanılır; kişisel, yeni, görülmemiş, ori­ jinal: Gelenekle bağıntılarını koparmış öz­



gün bir sanatçı. — Grav. Özgün taşbaskı, tüm üyle ya d a kısmen sanatçının elinden çıkan ve taşbaskı taşı ya d a çinkosu üzerine doğru­ dan işlenmiş yapıt.



Ö Z G Ü N A Y (Nazım) -



FLORİNALI NA­



ZIM.



Ö Z G Ü N E Ş (Mehmet), türk asker ve si­ yaset adam ı (Kayseri, Talaş, 19 2 1). Harp okulu v e Harp akadem isin i bitirdi. Kore savaşlarında gö rev aldı (19 53). 27 M ayıs 19 6 0 devrimi'ni gerçekleştiren Milli birlik komitesi’ nde görev aldı (1960). 19 6 1 A na­ yasa sı g ereği tabii senatör oldu (1961 -1980). 1 2 Mart 19 7 1 d arb esind en sonra Nihat Erim (1975), Naim Talu (1974-1975) ve 12 Eylül 19 8 0 d arb esind en sonra Bülend Ulusu (1980-1983) hükümetlerinde Devlet bakanlığı yaptı.



Ö Z G Ü N LE Ş M E a. Û zgünlüşm ek eyle­ mi.



Ö Z G Ü N L E Ş M E K gçz. f. Ö zgün duru­ m a gelm ek. ♦ özgünleştirm ek ettirg. f. Ö zgün du­ rum a getirm ek.



Ö Z G Ü N L E Ş T İR M E K



-



ÖZGÜNLEŞ­



MEK.



Ö Z G Ü N L Ü K a. 1. Ö zgün olan şeyin 'özelliği; orijinallik: Bu film özgünlükten yoksun. Bir üretim yönteminin özgünlüğü. — 2 . Bir kimsenin yeni, özgün bir ş e y ya­ ratma yeteneği; kişilik; orijinallik: Özgün­



lüğü olmayan bir sanatçı. — Hom eopat. Hastayı bireyselleştiren, "h astalığın ı” kişiselleştiren ve o n a göre ilaç seçilm esini sağlayan belirti özgünlü­ ğü. (Bk. ansiki. böl.) — Ruhbil. Gençlere özgü özgünlük buna­ lımı, erginin aileye, okula ve gen el olarak toplum a göre bireyselliğini ortaya koyma­ ya yönelik söz, giyim, vb. gösterilerinin tü­ mü. —ANSİKL. H om eopat. Özgünlükler bir araya gelin ce bir sendrom un “ anlam lı” yönlerini ortaya çıkarmaya, garip, alışılma­ dık, hatta çelişkili oldukları kadar bir d e ­ ğ e r d e taşıyan belirtileri değerlendirip sı­ raya sokarak bir tablo oluşturmaya olanak verirler. A n cak ilgili hastalığın gidişi sıra­ sın d a ortaya çıktıklarında d e ğ e r taşıyan bazı b eslen m e davranışları, tatlar, nefret­ ler, bazı besinlerin uyandırdığı sinirlendi­ rici etkiler, susuzluk duyulm ası ya d a du­ yulm am ası d a sıklıkla h e s a b a katılır. Ç ok anlamlı oldukları için h astalığa bağlı d e ­ ğişimler d e araştırılır. Psikolojik koşullar ise en ön p lan da tutulur.



Ö Z G Ü R sıf. 1. Bir efendinin malı olm a­ yan, köle olm ayan bir kim se için kullanı­ lır; hür: Seriler özgür değillerdi, bir senyörün malıydılar. —2. Bir devlet, hükümet ya da halkın, tam olarak egemenliğini kul­



d e denir, türk fotoğrafçı, kam eram an, res­ sam (İstanbul 18 8 2 - ay. y. 19 53 ). R essam Rıza B ey'd en özel resim dersleri aldı. 1 9 1 0 ’dan son ra foto muhabirliği yaptı. İlk türk fotoğrafhanesi olan atölyesini Sirke­ cid eki Büyük postane karşısında açtı. Bi­ rinci Dünya sav a şı'y la ilgili birçok film ve fotoğraf çekti. Atatürk orman çiftliğinin ku­ ruluşuyla ilgili filmler d e çeken O zgürar’ ın Atatürk, İnönü ve Fevzi Ç a k m ak 'a iliş­ kin yağlıboya tabloları vardır.



Ö ZG Ü RC E be. Ö zgür bir biçimde; öz­ gür olarak: Özgürce yaşamak. Özgürce düşünmek, karar vermek. Ö ZG Ü R LEŞ M E a. Bir b ağ d a n , bir en ­ gelden , bir bağımlılık durum undan, bir egem enlikten, bir önyargıdan kurtulmak eylemi: Kadının özgürleşmesi. Siyasal, ik­



tisadi özgürleşme. —ANSİKL. Tar. Britanyalı katoliklerin özgür­ leşmesi. XVI. yüzyıl Reformu, britanya krallıklarındaki katolıkler üzerinde tam bir baskı kurmuştu. Katolik kilisesi ve katolik rahipler hain sayıldıkları gibi, katolik laik­ lerin d e hem en tüm devlet işlerine girm e­ leri ve toprak sahibi olmaları yasaklanm ış­ tı. H ele büyük katolik çoğun luğu na, özel­ likle XVIII. yy. başındaki c e z a yasalarıyla inanılmaz ve sürekli eziyetler edildiği İrlan­ d a'd a durum son d e re c e kötüydü. XVIII. yy. son u na doğru, bu kıyımların haklılığı ta rtışm a kon usu ed ilm e y e b a ş la d ı; 17 8 8 ’de, ardından 1 7 9 1 d e , Ingiltere'deki katolikdüşmanı davranışları hafifleten ya ­ salar kondu ve 17 9 2 'd e Iskoçya, kendi re­ jimini yumuşattı; aynı zam a n d a İrlanda' daki c e z a yasaları d a uygulam adan kal­ dırıldı. 17 9 8 İrlanda ayaklanması, 18 0 0 ’de Birlik'e yol açarken, katoliklerin ö zgürleş­ m e sorununa yeni bir yoğunluk kazandır­ dı. Pitt, Birlik'i eld e etm ek için ö zgürleş­ m e sözü vermişti; kralın inatçı muhalefeti karşısında, sözün den dönm ek zorunda kaldı. Katolik İrlanda, O ’Connell’ın yöne­ timinde bir Catholic Association olarak ör­ gütlendi (1823). Wellington, koyu bir ka­ tolik düşm anı olm asına rağm en, im para­ torluk birliğinin tehlikeye düştüğünü anladı ve kaçınılm aza katlanarak nisan 1 8 2 9 ’d a katolikler üzerindeki birçok yasa ğı kaldı­ ran ve onlardan basit bir tahta bağlılık an ­ dı isteyen yasayı kabul ettirdi. Bunun üze­ rine, yürürlükteki ayrımcı yasaların ço ğ u d a gitgide kaldırıldı v e 1 9 1 0 ’da, kralın taç g iym e andı, d a h a uzlaştırıcı bir biçim de değiştirildi. Geçm işteki din savaşların­ d an günüm üze, katoliklerin şan sölyeliğe getirilmemesi gibi birkaç gelenek kalmıştır.



Ö Z G Ü R LE Ş M E K gçz. f. M addi ya d a m anevi sınırlamaların boyunduruğundan kurtulmak, özgür bir durum a gelm ek: Ba­ zı düşünürlere göre teknolojik devrim so­ nucunda insanlar özgürleşeceklerdir. ♦ özg ürleştirm ek ettirg. f. Bir kimseyi, bir topluluğu özgürleştirmek, onun özgür­ leşm esini sağlam ak.



Ö Z G Ü R L E Ş T İR M E K



-



ÖZGÜRLEŞ



MEK.



Ö Z G Ü R L Ü K a. 1 . Huk. Köle olmayan,



birinin mutlak egem enliği altında bulun­ m ayan kişinin durumu. — 2 . Tam e g e ­ menlik hakkına sahip olan, zorb a bir ikti­ darın baskısı ya d a yab an cı bir gücün egem en liği altında olm ayan halkın duru­ mu. — 3 . Y asayla belli alanlara sağ lan an haklar bütünü, siyasal iktidarın karışm a­ sına y a d a herhangi bir b askıya konu ol­ m am a durumu (basın özgürlüğü, sen d i­ ka özgürlüğü gibi). [Eşanl. HÜRRİYET.] — 4 . Bağım sızlığın, toplumsal bir grubun üyelerine tanınm ası m eşru, uygun görü­ len en üst derecesi: Özgürlük şampiyonu,



şehidi, savunucusu. Her insanın özgürlü­ ğü, öbür insanların özgürlüğüyle sınırlıdır. (Bk. ansiki. böl. Ikonogr.) — 5 . Herhangi bir dış b askıya boyun eğ m e d en karar ve­ rebilen, önyargıların, ortak görüşlerin ya d a dış güçlerin etkisi altında kalmayan bir kimsenin durum u: Karar verme, düşün­



me, hareket etme özgürlüğünü korumak. (Bk. ansiki. böl. Fels.) — 6 . Bir kimsenin herhangi bir otoriteye d an ışm ad an , her­ hangi bir izin istem e zorunda kalm adan kendi bildiğince, kendi seçim lerine göre hareket etm e olanağı; serbestlik: Ona çok



az özgürlük tanıyorsunuz. — Ed. -» HÜRRİYET. — Huk. Basın özgürlüğü — BASIN. || Bilim ve sanat özgürlüğü, herkesin bilim ve s a ­ natı serb estçe öğrenm e ve öğretme, açık­ lam a, yaym a ve bu alan larda her türlü araştırm a hakkına sahip olması (Anayasa md. 27). || Bireysel özgürlük ya d a kişi öz­ gürlüğü, her bireyin kendi ülkesinde ser­ b estçe dolaşabilm e, ülkeden çıkabilme, ülkeye girebilme, ülkesindeyken hukuksal güvenlik (keyfi yakalam a ve tutuklama ve cezalandırılm aya karşı dokunulmazlığının korunması) içinde bulunabilm e hakkı. || Çalışma özgürlüğü, ücretlinin istediği iş­ te çalışabilmesi, işverenin d e dilediğini işe alabilm esi anlam ına gelen ilke. (Fransız devrim i’yle d o ğ an bu özgürlük, liberaliz­ min anahtar ilkelerinden biridir. Ç alışm a özgürlüğü, d ah a sonraları emekçilerin ç a ­ lışm a özgürlüğü kavramının g erç ek bir g üven ce oluşturmamasından do ğan boş­ luğa kapatm ak için benim senen "çalışm a h a k k l'y la dengelen m iş ve daraltılmıştır.) || Dernek kurma özgürlüğü, m addi ve m a­ nevi çıkarlarını savunm aları, bilgi ve etkin­ liklerini (çalışmalarını) sürekli biçim de bir­ likte yürütebilmeleri için bireylere tanınan hak. (Herkes, ö n ce d en izin almaksızın d ernek kurm a hakkına sahiptir [A nayasa md. 33].) || Din ve vicdan özgürlüğü, her­ kesin dinsel inançlarında serb est olması, kimsenin dinsel inanç v e kanaatlerinden dolayı suçlanam am ası. || Düşünce özgür­ lüğü, düşün celer edinebilm e ve bunları açıklayabilme serbestliği. (Bk. ansiki. böl.) || Haberleşme özgürlüğü, kişilerin çeşitli araçlarla (posta, telgraf, telefon vb.) birbirleriyle iletişim kurabilme hakkı. (H aberleş­ menin gizliliği esastır. Yasanın açıkça g ö s­ terdiği durumlarda, usulüne g ö re verilmiş yargıç kararı olm adıkça, gecikm esin de sakın ca bulunan durum larda ise y a s a c a yetkili kılınan mercinin emri bulunm adık­ ça, h ab erleşm e en gellen em ez ve gizlili­ ğin e dokunulam az [A n ayasa md. 22].) || Sendika özgürlüğü, işçinin istediği sendi­ kaya girm e ya d a hiçbir sendikaya girm e­ m e hakkı. || Seyahat ve yerleşme özgür­ lüğü, kişilerin bir yerden b aşk a bir yere gitme, ülke dışına çıkm a, ülkesine geri d ön m e v e istediği yerd e y a şa m a hakkı. (Seyahat özgürlüğü, s u ç soruşturm a ve kovuşturması yap m ak ve s u ç işlenmesini önlem ek için, yasayla sınırlanabilir. Yurtdışına çıkm a özgürlüğü, ülkenin ekono­ mik durumu, yurttaşlık ödevi ya d a ce za soruşturm ası ya d a kovuşturması n ed e­ niyle sınırlanabilir. Yerleşm e özgürlüğü de s u ç işlenmesini önlem ek, sosyal ve eko­ nomik gelişm eyi sağlam ak, sağlıklı ve dü­ zenli kentleşmeyi gerçekleştirm ek ve ka­ mu mallarını korumak am açlarıyla yasayla sınırlanabilir [A n ayasa m d. 23].) || Sözleş­ me özgürlüğü, hukuksal ehliyeti olan her­ kesin, ahlak ve kamu düzenine aykırı ol­ m am ak koşuluyla, özel hukuka ilişkin her



türlü sözleşmeyi yapabilme hakkı. |] Top­ lantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü, her­ kesin, yasanın öngördüğü biçimsel kural­ lara uyarak, önceden İzin almaksızın silah­ sız ve saldırı amacı taşımayan topluluklar oluşturabilme, görüş ve dileklerini kamu­ ya açıklayabilmek için yol ve meydanlar­ da yürüyüş düzenleyebilme hakkı (Ana­ yasa md. 34). —Masonl. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, Fransa Büyük Doğu locası’nın, II. Cum­ huriyetin (1848) programından esinlene­ rek benimsediği döviz. Israrla süregelen bir yanlışın aksine, bu tarihten önce hiç­ bir zaman böyle bir maso^dövizi olma­ mıştı. Fransa Ulusal büyük locası, bu dö­ vizi hiç kullanmamıştır. —Slyas. Halkın özgürlüğü -> N A R O D N A Y A VO LY A .



Fels. Aristoteles ahlakında, öz­ gürlük üzerine düşünce, onun istençli ey­ lem kuramıyla birlikte oluşur: "Bunlar (öz­ gür istençli eylemler), daha yapıldıkları an­ da bile bir yeğlemenin sonucudur ve edi­ min kesin ereği durumla bağıntılıdır” (Ethika nikomakheia, 3,1,6). Bu çözümle­ me, “ yeğleme” yle bağıntısı olmadığı za­ man "siyaset” olarak adlandırılan eylemin araçları ve amaçları arasındaki bağıntı so­ rununu, adaletle, "sakınım 'ia bağıntı so­ rununu ortaya çıkarmaktadır. Descartes’ta özgürlük sorunu bilgiyle ve istençle bağıntısı bakımından ele alı­ nır. Özgürlük, "hiçbir dış güç bizi zorlamadan" eylemde bulunmak olana­ ğıdır (Metafizik düşünceler [Méditations], 4). Bu olanak, kayıtsızlık özgürlüğü’ne kar­ şı yetkin özgürlüğü gerçekleştiren bilinçli ve istençli bir edim olarak, bütün bireyler­ de bulunan bir olanaktır: "Çünkü özgür olmam için iki karşıttan birini seçmek ko­ nusunda kayıtsız olmam zorunlu değildir; gerçekte, ister onda iyi ile doğrunun bir­ leştiğini açıkça bildiğim İçin, ister Tanrı dü­ şüncemi bu yönde belirlediği için olsun, bir şeye ne kadar çok yönelirsem, o şeyi o kadar özgürce seçer ve benimserim. Hiç kuşkusuz, tanrısal iyilik ve doğal bilgi de özgürlüğümü azaltmak şöyle dursun, daha çok artırır ve pekiştirir. Öyle ki her­ hangi bir nedenin etkisi olmadan, bir yön­ den çok öteki yöne doğru hiçbir eğilim göstermediğim zaman duyduğum kayıt­ sızlık, özgürlüğün en alt düzeyidir ve İs­ tençteki bir yetkinlikten çok, bilgideki bir eksikliği gösterir; çünkü doğru ve İyi ola­ nı her zaman açık seçik bilseydim, hangi yargıyı vermem ve hangi yeğlemede bu­ lunmam konusunda hiçbir zaman düşü­ nüp taşınmak zorunda kalmaz ve böyleoe, hiçbir zaman kayıtsızlığa düşmeden, tümüyle özgür olurdum” (ay. ypt.). Kısıtlanmamış İstençli edim olarak orta­ ya çıkan özgürlük düşüncesi, Splnoza’da açıklık kazanır: "Yalnızca kendi doğası uyarınca var olan ve eylemleri yalnızca kendisi tarafından belirlenen şey özgür-dür. Buna karşılık, tanımlanmış ve belirlen­ miş bir neden uyarınca var olması ve bir etki yaratması bir başkası tarafından be­ lirlenen şeye de zorunlu, daha doğrusu kısıtlı denir” (Etika [Ethica seu liben dictus sclto te Ipsum], 1, tanım 7). Yalnızca tözün, yani Tanrı’nin özgür neden olması da bundandır. Ruh, sonlu bir kip olduğun­ dan, sonlu nedenlerin sonsuz dlzisince zorunlu olarak şunu ya da bunu isteme­ ye yönlendirilir. Öyleyse onda "mutlak ya da özgür hiçbir istenç" yoktur (ay. ypt., 2,48). Öyleyse insansal düzlemde özgür yaşam, “ duyumsal isteğe uymaya izin verilen” (ay. ypt., 5, 41, şerh) yaşam ola­ rak değil, zorunluluğun bilinciyle aydınla­ nan yaşam olarak kabul edilebilir. J.-J. Rousseau, özgürlüğü sözleşme ve yasa çerçevesine yerleştirerek etik ile si­ yasetin birliğini yeniden kurmaya çalıştı: “ Kendi benimsediği yasaya uymak, özgürlüktür" (Toplum sözleşmesi [Du contrat social], 3,14). Bu görüş, toplumsal grup için geçerli olan sözleşme düşünce­ sini bireysel bilinci yöneten bir yasa ola­ rak yorumlayan Kant’ı etkiledi. Bununla — A N S İK L .



birlikte, Kant yasayla sıkı ve karşılıklı ilişki içindeki bir özgürlük düşüncesi yararına siyasal felsefeyi de kapsayan bir özgürlük felsefesini bir yana bıraktı. Ayrıca Kant'a göre, istencin eylemini yalnızca yasanın biçimi belirliyordu.bunun için de İstencin bütün duyulur kısıtlamalardan bağımsız olması gerekiyordu. Böylece, “ Özgürlük ve koşullanmamış pratik yasa, karşılıklı bir bağıntı içindedirler" (Pratik aklın eleştiri­ si [Kritik der praktischen Vernunft], 1 , 1 ,6 ). Bu ahlak yasası, ancak onu evrensel bir rehber olarak kabul eden özgür insan için bir anlam taşır: “ Öyle davran kİ, İstenci­ nin dayanağı kural, aynı zamanda evren­ sel bir yasanın ilkesi olarak geçerli olabilsin" (ay. ypt.). Hegel, bu bölünmeyi kabul etmez. Öz­ gürlük ve İstenci bir özgürlük felsefesiyle bir siyaset felsefesi arasındaki soyutla­ malar olarak ele alan Hegel arlstotelesçlliğl yeniden canlandırır. Gerçekten de Hegel’de bilincin ilk bilgi biçimlerinden sistemin en uç noktalarına kadar felsefe­ nin tek konusu, bireyin kendi öznel ve nes­ nel özgürlüğüne erişmesidir Bundan ötü­ rü kavram, "öznelliğin ya da özgürlüğün ülkesi” dir (Wissenschaft der Logik (Man­ tık bilimi], "Öz", 3, 3); gerçekten de bu uğ­ rakta her şey, "kavramda özgürlüğe ka­ vuşan töz” e (ay. ypt., "Kavram”, giriş) eriş­ meye yol açar. Bu da öznenin ancak ta­ rihsel somut gerçeklik durumuna geldiği zaman gerçekten özgür olduğu anlamı­ na gelir: "Hukukun alanı, genel olarak tin­ seldir; [...] çıkış noktası, özgür İstençtir; öy­ le ki özgürlük, onun tözünü ve belirleni­ mini oluşturur, hukuk sistemi de gerçek­ leşmiş özgürlüğün ülkesinden kendisini bir ikinci doğa gibi kendisinden üreten ruhsal dünyadan başka bir şey değildir” (Grundlinien der Philosophie des Rechts [Hukuk felsefesinin İlkeleri], 4). Marxçılık, hegelcilikten farklı olarak, öz­ gürlüğü bir idealin bireysel ve siyasal ge­ rekleri olarak ele alır. Bundan ötürü de marxçılığın özgürlük konusundaki düşün­ cesi, özgürlüğün İnsansal, tarihsel ve top­ lumsal yaşamdaki gerçekleşme koşulla­ rını incelemeye yönelir: "Her birey, yeti­ lerini ancak [başkalarıyla birlikte olduğu] topluluk içinde her bakımdan geliştirebi­ lir ve bundan ötürü kişisel özgürlük ancak topluluk İçinde gerçekleşebilir [...] Gerçek toplulukta bireyler özgürlüklerini birlik ol­ duklarıyla aynı zamanda, bu birlik yardı­ mıyla ve bu birlik İçinde elde edebilirler" (Alman ideolojisi [Deutsche ideologie], 1). Engels şöyle der: “ Özgürlük, doğa yasa­ ları karşısında uydurma bir bağımsızlık an­ lamına gelmez, bu yasaları bilmek ve bu bilgiye dayanarak onları belli erekler için yöntemll bir biçimde kullanabilmek anla­ mına gelir" (Anti-Dühring, 1 , 2 ) . Nietzsche’nin özgürlük anlayışı kendi­ ni en çok kölelik tehlikesiyle karşılaşınca duyumsayan bir güç olarak tanımlanır. Gerçekten de Wille zur Macht'ta (Güçlü­ lük İstenci) özgürlük, bir güç olarak ele alı­ nır, çünkü "özgür" demek, hiçbir kısıtlan­ ma duygusu sözkonusu olmadan “ ne en­ gellenmiş, ne de itilmiş" demektir. Boyun eğmek zorunda kaldığımız bir dirençle karşılaştığımız zaman, kendimizi artık öz­ gür hissetmeyiz; ancak eğer boyun eğ­ mez ve onu boyun eğmek zorunda bıra­ kırsak, kendimizi özgür hissederiz. Demek ki "özgür istenç" imiz olarak adlandırdığı­ mız şey, güç üstünlüğü duygumuz ve kı­ sıtlanan bir, güç karşısında kısıtlayan bir gücümüz olduğu bilincidir” . Bu nedenle Nietzsche, alışılmışa aykırı bir biçimde, en özgür insanla baskıcı bir devlet tipinde karşılaşılabileceğini düşünür: "Halklar arasında özgürlük neyle ölçülür? Aşılma­ sı gereken dirençle, yukarı 'ya çıkmak için katlanılan çabayla. Öyleyse en yüksek öz­ gür insan tipi, en güçlü direncin sürekli olarak kırılması gereken yerde, tiranlığın yanı başında, kölelik tehlikesinin hemen eşiğinde aranmalıdır" (Götzendaemmerung [Putların alacakaranlığı], 38). Heldegger'e göre, doğruluğu temellen­



diren özgürlük, her şeyden önce kişinin kendini olduğu gibi ortaya koymasına ve göstermesine olanak vermektir: “ Özgür­ lük yalnızca [...] yeğlememizi şu ya da bu aşırılığa doğru yöneltmek konusunda ba­ zen kendimizi kaptırıverdlğimiz heves de­ ğildir. Özgürlük, eylem ya da eylemsizlik olanaklarımıza İlişkin basit bir kısıtlama yokluğu da değildir. Hepsinden önce [...] özgürlük, var olanın var olan olarak ortaya çıkmasına olanak vermektir" (Vom Wesen der Wahrheit) [Doğrunun özü üzerine], Sartre’a göre, verilmiş ve donmuş bir İn­ san doğasından söz edilemez, "b ir baş­ ka deyişle, gerekircilik yoktur insan özgür­ dür, insan özgürlüktür" (Varoluşçuluk) [L1 existentialisme est un humanisme). Ancak sartrecı özgürlük, maddi gerçeklik içinde yer aldığı İçin, somut bir özgürlük olma­ ya yönelir. Sartre, insanın içinde bulundu­ ğu durumların özgürlük için bir engel oluşturmadıklarını, tersine, özgürlüğün kaynaklandığı temel olduklarını düşünür: “ Mutlak engel yoktur; ancak engel, özgür olarak yaratılan ve özgür olarak edinilen tekniklerde kendi karşıtlık gücünü göste­ rir; o da bunu özgürlüğün ortaya koydu­ ğu ereğin değerine göre açığa vurur. Böy­ lece özgürlük çelişkisini sezmeye baş­ larız: özgürlük, ancak durum içinde var­ dır durum da ancak özgürlükle vardır" (l'Etre et le Néant [Varlık ve hiçlik], 4,2). —Huk. Düşünce özgürlüğü. Çağdaş de­ mokrasilerde daha çok "İfade (açıklama) özgürlüğü” anlamında kullanılmakla bir­ likte, bunun da önkoşulu durumundaki başka birtakım hak ve serbestlikleri de içeren geniş kapsamlı bir özgürlüktür. Dü­ şünce özgürlüğü ilkin, düşüncenin ana malzemesini oluşturan bilgilere, haberle­ re ve başkalarınca üretilmiş düşüncelere ulaşabilme özgürlüğünü içerir (bilim ve sanatı ’öğrenme, bilim ve sanat ürünleri­ ne ulaşabilme, haber alma özgürlükleri), ikinci olarak, edinilen düşünce ve İnanç­ lardan dolayı kınanmama hakkı ve özgür­ lüğü yer alır (kanaat özgürlüğü). Bu, her türlü felsefi, siyasi, dini, vb. inanç ve dü­ şüncenin mutlak olarak saygı görmesidir. Özellikle dinsel İnançlar sözkonusuysa “ din ve vicdan özgürlüğü" terimi kullanı­ lır. Düşünce ve İnançlarından dolayı kı­ nanmama hakkı, bunları açıklamaya zorlanamama hakkını da gerektirir (konuş­ mama özgürlüğü). Bu, özellikle dinsel İnançlarını ya da inançsızlığını açıklama­ ya zorlanmama hakkını koruyan bir gü­ vencedir. Bazı özel durumlarda da, konuş­ mama özgürlüğü özel olarak korunur (sa­ nığın, avukati gelene dek konuşmama hakkı, kimsenin kendini ya da yakınlarını suçlayıcı açıklamalarda bulunmaya ya da delil göstermeye zorlanamaması). Düşün­ ce özgürlüğünün modern çağdaki anla­ mı ve özü, onun üçüncü boyutunu oluş­ turan "düşünceleri açıklama” (ifade) öz­ gürlüğüdür. Hatta, kişinin İç dünyasında kalan düşüncelerin korunmasının özgür­ lük açısından büyük bir anlam taşımama­ sı ve bunların bilinebilmesinin de zor olu­ şu nedeniyle, günümüzde düşünce öz­ gürlüğü kavramını “ ifade özgürlüğü" ya da "söz özgürlüğü” terimleriyle karşılayan hukuk sistemleri vardır (özellikle ABD). Düşünce ve İnançların açıklanması çe­ şitli biçimlerde gerçekleşebilir. Bunun en yaygın ve geleneksel biçimi, söz ya da ko­ nuşma yoluyla açıklamadır (konferans, söylev, söyleşi, müzik, toplu slogan vb.). Düşüncelerini başkalarına aktarmanın bir yöntemi de yazı yoludur. Burada, bireysel yollardan (özel yazışmalar) daha çok et­ kili olan yöntem, yığınlara seslenen basım ve yayım yoludur (gazete, kitap, broşür, dergi vb.). Ancak, düşünceyi açıklamanın yolları söz ve basına indirgenemez; bun­ lar önceden kestlrilemeyecek ve tüketilemeyecek kadar çoktur. Radyo, televizyon, sinema, tiyatro, resim, karikatür vb. en çok yaygınlığı ve etkisi olan ifade yolları ve bi­ çimleridir. Bilim ve sanatı öğretme ve yay­ ma, toplantı ve gösteri düzenleme, dernek ve siyasal parti özgürlükleri de düşünce



•ï , vr/: m



ç



" ;" K;':X ...... * Iâ tta ri-Â fÖ'/Ş'tş, .P L ™ , , !B;' "•■’ ■' Sti Tî 5>«7-Şm,



Dünyayı aydınlatan özgürlük N ew York limanının girişinde yer alan Barthoidi’nin heykeli (1874-1886) (m eşale deniz seviyesinden 93 m yüksekliktedir; heykelin başındaki taca kadar çıkılabilir.)



Özgürlük madalyası



özgürlüğünün uzantıları ve açıklanış bi­ çimlerindendir. Düşünceler, sessiz, pasif ya da sembolik yollardan da açıklanabilir (pandomim, açlık ya da sakal grevi, pro­ testo duruşu, çiçek koyma vb.). Düşünceyi açıklama özgürlüğünün kapsamına, düşüncesini aktif biçimde sa­ vunma, başkalarına aşılamaya çalışma hakkı da girer. Bu bağlamda, düşünce­ nin aktif ve sistemli bir biçimde ve taraf­ tar kazanmak amacıyla başkalarına akta­ rılması ya da yayılması anlamına gelen "propaganda" da, düşüncenin açıklana­ bilmesi özgürlüğünün kapsamı içinde yer alır. Zaten propaganda sözcüğü de, "yay­ mak" anlamına gelen latince propagare fiilinden türemiştir. Bu açıdan, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasilerde “ düşünce suçu" anlamında bir “ propaganda su­ çu "na yer yoktur. Bununla birlikte, felsefi ve siyasal içeri­ ği bakımından sınırsız sayılan düşünce özgürlüğünün doğal birtakım sınırlarının bulunduğu açıktır. Bir kere, "düşünce” kavramının dışında kalan hakaret, küfür, iftira biçimindeki ifadeler, düşünceleri açıklama özgürlüğünün sağladığı koru­ madan yararlanamaz. Bunun gibi, toplu­ mu ve kamuyu ilgilendirmeyen ve tümüyle kişisel konularla ilgili ifadeler de (özel ya­ şama ilişkin bilgiler, dedikodu, vb.) düşün­ celerin açıklanması kavramı altında yer al­ maz (bu konuda, devlet ve siyaset adam­ larının yaşamlarıyla ilgili bazı istisnalar var­ dır: bunların özel hayatlarının kamuya ser­ gilenmesi bazı durumlarda kısmen dü­ şünceyi açıklama özgürlüğü çerçevesi içinde sayılmaktadır). Ayrıca, ticari ve kâr amaçlı ifadeler (reklam, ilan), düşünce öz­ gürlüğünden çok, mülkiyet, ticaret ve özel girişim özgürlükleri çerçevesinde ele alı­ nır, bunların bağlı olduğu hukuki rejim çer­ çevesinde düzenlenir (haksız rekabet, vb.). Düşünce açıklamalarıyla ilgili bir baş­ ka doğal sınır, belli bir durumda somut olarak suça kışkırtıcı (şiddet kullanmak,



başlıklı bir kadın olarak temsil edilir. adam öldürmek, başkasının özgürlük haklarını kullanmasını engellemek) nitelik­ 1789 tarihinden başlayarak sanatçılar, teki ifadelerin cezalandırılmasıdır. Batı de­ özgürlüğü, phrygia başlığı giymiş bir ka­ mokrasilerinde resmi bir devlet ideolojisi­ dın olgrak canlandırdılar. 1830’da Dela­ nin bulunmayışı, dolayısıyla bütün düşün­ croix, Halka" yol gösteren özgürlük adlı ce ve inançların serbestçe açıklanıp ya­ tabloyu yaptı. 1886'da Fransa, Bartholyılabilmesi ve bu anlamda “ düşünce suçdi'nin gerçekleştirdiği Dünyayı aydınla­ ları” nın ortadan kalkmış olması (birtakım tan özgürlük adlı dev heykeli ABD’ye ar­ hukuk sistemlerinde ırkçılık propagandası mağan etti ve heykel New York limanının yasağı gibi istisnalar hariç), belli bir du­ girişine yerleştirildi; bu heykelin, ABD ta­ rumda somut olarak suç işlemeye çağrı rafından armağan edilen daha küçük bir (ayaklanma, şiddete başvurma vb.) nite­ örneği, Paris’teki Grenelle köprüsü'nü liği taşıyan ifadelerin sahiplerinin cezalan­ süslemektedir. dırılmasına engel olmamaktadır. Şu fark­ la ki, burada da içeriği ne olursa olsun H Ö z g ü rlü k m a d a ly a s ı ya da M e d a l o f F re e d o m , 1945 yılında ihdas edilen belli bir siyasal ya da felsefi düşüncenin amerikan nişanı. 1963’te, bunun yerine açıklanması yasaklanmış değildir; sade­ Cumhurbaşkanlığı özgürlük madalyası ce bu düşüncenin "somut ve yakın bir (Presidential Medal of Freedom) çıkarıldı. tehlike” yaratacak ve başkalarını suç iş­ Bu madalya, amerikan çıkarlarının güven­ lemeye itecek biçimde kullanılmış olması liği ya da Savunulması, dünya barışı ya da cezalandırılmaktadır. ABD Yüksek mahke­ kültür konularında üstün hizmetleri görü­ mesinin "açık ve somut tehlike" ya da len kimselere verilir. "açık ve yakın tehlike” ölçüleriyle gelişen bu anlayış, gerek bu ülkede gerekse öteÖ z g ü rlü k ü z e rin e (On Liberty), John ki-batı demokrasilerinde, zaman zaman si­ Stuart Mill'in denemesi (1859). Mill’e gö­ yasal koşullara göre değişime uğramış ol­ re, devlet, "demokrasl'nin azınlıkların ezil­ makla birlikte genel olarak kabul görmüş­ mesine yol açmamasına özen göstererek tür. Böylece, özünde cebir ve şiddet ya da bireyi ve topluluğu korumakla yetinmeli­ antidemokratik öğeler içerse bile, herhan­ dir. gi bir siyasal düşünce ya da doktrinin so­ Ö Z G Ü R LÜ K Ç Ü sıf. 1. Özgürlükten ya­ yut olarak açıklanması, savunulması ve na olan kimse, onun tutumu için kullanı­ propagandası yasaklanmamakta (“ ırkçı­ lır: Özgürlükçü bir insan. Özgürlükçü dü­ lık propagandasfyla ilgili bazı sınırlama­ şünce. — 2 . Özgürlüklerin eksiksiz biçim­ lar hariç), ancak bunların belli somut olay­ de yaşanmasına olanak tanıyan şey için larda suça kışkırtma aracı olarak kullanıl­ kullanılır: Özgürlükçü demokrasi. ması durumunda ve sadece bu olayla sı­ nırlı olarak hukuki yaptırım uygulanmak­ Ö ZG Ü V E N a. insanın kendisine duydu­ tadır. ğu güven. Resmi bir devlet ideolojisine yer veren Ö Z H A D IM L A Ş T IR M A a Psik. Bir bi­ otoriter rejimlerde ise, düşünceleri açıkla­ reyin kendi cinsel organlarını kendinin sa­ ma özgürlüğü, sistemin felsefi sınırları için­ katlaması. de kullanılabilmektedir. Ö Z H A N , rumca A som atos, KKTC'de Türkiye'de düşünce özgürlüğünün kap­ Girne ilçesine bağlı köy. samlı bir biçimde tanınması 1961 Anaya­ sasıyla olmuştur. Daha önceleri anayasa­ Ö Z H A V A LA N D IR M A L I sıf Mak san larda bu konu ya düzenlenmemişti (sade­ Rotor miline bağlı küçük bir çark yardı­ ce basın özgürlüğünden kısıtlı bir şekilde mıyla kendi kendini doğal olarak soğutan söz eden 1876 Kanunuesasisi ile, temel bir döner makine için kullanılır. hak ve özgürlüklere yer vermeyen 1921 Ö Z IŞ IK (Şekip Ayhan), türk besteci (An­ Anayasası) ya da çok kısa formüllerle ge­ kara 1932 - İstanbul 1981). Üsküdar mu­ çiştirilmişti (1924 Anayasası). 1961 Anaya­ siki cemiyetinde yetişti. Ankara (1958 sası ilk kez bu özgürlüğü mutlak bir kap­ -1966) ve İstanbul radyosu'nda (1966 samla tanımladı ve içeriğinin sınırlanabi­ -1981) ut çaldı. Hafif, melodik şarkıları bü­ leceği yolunda herhangi bir kural öngör­ yük yaygınlık kazandı, için için yanıyor di­ medi. Ayrıca, düşünce özgürlüğünün ye başlayan muhayyerkürdi şarkısıyla uzantıları da (basım ve yayım, dernek, "alaturkacılar” arasında ilk kez Altın plak toplantı ve gösteri, bilim ve sanat vb.) kazandı. Başlıca şarkıları: Belki bir sabah önemli güvencelerle donatıldı. Buna kar­ geleceksin (rast), Yine hazan mevsimi gel­ şılık, yasalarda var olan ve düşünce öz­ di (nihavent), Güzel olmaya güzel (buse­ gürlüğünü kısıtlayıcı birtakım kuralların lik), Bir garip Orhan Veli (hicaz), Rüzgâr varlığı da bir başka olguydu. Anayasa söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şar­ mahkemesi, 1962'den sonra verdiği ka­ kımızı (muhayyerkürdi), Senede bir gün rarlarda, bunların Anayasa'ya aykırı olma­ (hicaz), Ufacık tefeciktin (nihavent), Ne za­ dığı sonucuna vardı. Yüksek mahkeme’ man geleceksin (nihavent), Gün gelir de ye göre, salt ve dokunulmaz olan yalnız­ beni unutursun demiştim (uşşak), Unut­ ca bilim ve sanat özgürlüğü ile kişilerin madım seni ben, her zaman kalbimdesin kendi iç dünyalarında kalan düşünce ve (karcığar), inançlardı; bu düşüncelerin açıklanması ise sınırlanabilirdi ve Anayasa buna engel Ö Z İ, Dniepr (Özü ya da Ekşisu) ırmağı­ değildi. 1982 Anayasası bu ayrımı benim­ nın Karadeniz'e döküldüğü yerde Ruslar' seyerek, “düşünce ve kanaat hürriyeti” ile m Ocsakov dedikleri eski türk eyalet mer­ "düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ 1 kezi. Bayezit li nin Boğdan seferi sırasın­ ni ayrı maddeler halinde düzenledi. Yeni da (1484) Kilya ve Akkerman kaleleriyle anayasa bunlardan birincisiyle ilgili olarak birlikte osmanlı topraklarına katıldı. Türkherhangi bir sınırlama öngörmemiş, açık­ ler'in burada leh ve kazak akınlarına kar­ lama ve yayma özgürlüğünü ise gerek şı sağlam bir kale yükselttikten sonra kendi maddesinde, gerekse genel bir sı­ "Karakerman" ve "Uzunkale” diye de an­ nırlama kuralı getiren 13 ve 14’üncü mad­ dıkları kent adını taşıdığı eyaletin merkezi delerle kısıtlama yoluna gitmiştir. Böylece olarak önceleri beylerbeylerce yönetildi. 1961 Anayasası döneminde Anayasa Dniestr (Turla) ırmağını geçmeye çalışan mahkemesi tarafından Anayasa’ya uygun leh ordusunu yok eden İskender Paşa sayıldıkları halde kamuoyu ve hukuk dok­ (1620), Özi beylerbeylerinin en ünlülerin­ trininin bir bölümü tarafından tartışma ko­ den biridir. Kırım ayaklanması sırasında nusu olmaya devam eden bazı yasa ku­ (1624) 30 bin atlısıyla harekete geçerek rallarının (özellikle Türk cez. k.'nun 141, Akkerman, Kilya, İsmail, Yerköyü gibi os142 ve 163. maddeleri). Anayasa'ya uy­ manlı kalelerini yakıp yıkan Yavuz Şahin gun oldukları vurgulanmış, bu kısıtlama Giray, sonunda Özi kalesini de kuşattı. An­ ancak 9 yıl sonra, söz konusu maddele­ cak, onu püskürttükten sonra ardına dü­ rin 12.4.1991 tarih ve 3713 sayılı kanunla şen nogay beylerinden Özi valisi Arslanyürürlükten kaldırılmasıyla sona ermiştir. oğlu Kantemir Mirza, Tuna boylarında ikonogr. Siracusa’da ele geçirilen yu­ bozguna uğrattığı düşmanının tüm kuv­ nan paralarında özgürlük zapt edileme­ vetlerini yok etti. 1736-1739 Türk-Rus sayen bir at, roma paralarındaysa yuvarlak



vaşı sırasında düşman kuvvetlerince ku­ şatılan ve 70 gün dayandıktan sonra mühimmatsızlık ve yardımsızlık yüzünden Ûzi muhafızı Yahya Paşa tarafından Ruslar'a teslim edilen kent (1737), rus ordusunu Dniestr kıyılarında bozan Kırım hanı Mengli Giray’la Bender seraskeri Veli Pa­ şa tarafından geri alındı (1738). Lehistan’ı korumak için Rusya’ya karşı açılan sefer sırasında (1768-1774) Ûzi üzerine yürüyen rus ordusu, kent önlerinde kale muhafızı Hazinedar Ali Paşa tarafından bozguna uğratıldı (1771). Aynalıkavak* tenkihnamesi’nden (1779) sonra Babıâli "Kırım senedi” denen 3 maddelik yeni bir ant­ laşma imzalamak zorunda kaldı (1784). Bu belge uyarınca Ûzi ve Soğucak kale­ leri OsmanlI devletinde kalırken, Kuban ır­ mağı Türkiye ile Rusya arasında sınır ka­ bul edildi. 1787-1792 Türk-Rus savaşı sı­ rasında Ûzi muhafızı Mehmet Ali Paşa'nın savunduğu kaleye şiddetli bir saldırı so­ nunda 80 bin kişilik ordusuyla giren rus komutanı Potemkin, kenti yağmaladığı gi­ bi halk ve askerden 25 bin kişiyi de kılıç­ tan geçirdi (1788). Savaşa son veren Yaş* barış antlaşması gereğince (1792) Ûzi kenti kalesiyle birlikte kesin olarak Rusya' ya bırakıldı. Kırım* savaşı'nda Kılburun zaferinden (1855) sonra burası bir ara türk birliklerinin eline geçtiyse de bir daha Ûzi'de kalıcı osmanlı yönetimi kurulmadı. Paris* barış antlaşması’yla Rusya'ya geri verildi (1856). Ö sl k a la s !, Dniepr ırmağının Karade­ niz'e döküldüğü noktada, adını taşıdığı kentin korunması için osmanlı yönetimin­ ce yaptırılan ve Karakerman, Uzunkale di­ ye de anılan eski türk kalesi. (-* ÛZİ.)



rumda özindüktansın iki etkisi vardır: a) i akımının değişimlerini, v geriliminin değişimlerine oranla geciktirir (gerilime göre akım “ geri faz kayması” ); b) i yeğinliğini azaltır ve devre akım geçi­ şine, artık R ohm direnciyle değil ama, aşağıdaki bağıntıyla verilen bir "empedans'Ta karşı koyar: z



= V r2 + 4 ^ V 2l2



burada f, akımın frekansını (hertz olarak) belirtir. Bağıntıdan da görüldüğü gibi, frekans yükseldikçe Z çok büyük değerler alır: indüktifliğî* yüksek bir bobin, yüksek fre­ kanslı akımları büyük ölçüde durdurur (radyoteknikte, akımların filtrelenmesi).



■6zlf



ikincilik (19 70 ), 3 3 . Devlet resim v e hey­ kel sergisi'n d e birincilik (19 7 2 ) ödüllerini kazandı. 19 9 0 'd a emekli oldu.



Ö Z İT İC İ a. Sil. Otomatik olarak çalışa' bilen itme düzeneği.



Ö Z İL E T İM a. Elekt. içinden yüksek fre­ ■ Ö Z İT İM L İ sıf. Güdümlü mermiler, fırlatıkanslı akımlar geçen bir solenoit içine yer­ cılar ve uzay araçları gibi atmosferde ya leştirilmiş bir cisimde, bu cisim elektriksel da uzayda özitmeyle dolaşan hareketli ci­ olarak devreye bağlı olmadığı halde, akım simler için kullanılır. oluşumu. (Darsonvalizasyonda, hastaların —ANSİKL. SİL ve Ask. Ûzitimli mermiler, organizmalarına etkiyen işte bu akımlar­ geçmişte basit bir biçimde kullanılmıştır. dır.) Bunlara örnek olarak, havai fişeği, işaret fişeği ve 1855'te Sivastopol kuşatmasın­ Ö Z lN D Ü K L E M E a. Elekt. - öz İn d ü k ­ da kullanılan Congreve fişeği verilebilir... l e m e *. Ancak mermiler, yalnızca İkinci Dünya saÖ Z İN D Ü K Y A N S a Bir devreden geçen vaşı’nda, askeri uygulamalar alanında bü­ manyetik indükleme akışının, devrede yük bir gelişme gösterdi. Bugün genel akan I akımına oranı. (Eşanl. SELF olarak, güdümlü mermi adı verilen mo­ -İNDÜKTANS.) dern özitimli mermiler, itici bir takım ile as­ —ANSİKL. Bir devreden, şiddeti i olan de­ keri bir imla hakkından meydana gelir, iti­ ğişken bir akım geçiyorsa, bunun öz man­ ci takım, katı ya da sıvı halde propergol yetik alanında bulunan akının kendisi de (motor yakıtı ve yakıcı) ya da türbojet, romdeğişkendir. Elektromanyetik indükleme* jet, palsjet ile itilen güdümlü mermiler için yasaları uyarınca, bu devrede, birinci akı­ yalnızca yakıt içeren tanklardan oluşur. ma, bunun değişimlerini geciktirmek üze­ Propergoller yanma odasında yanar ve it­ re eklenen bir indüklenmiş akım ortaya çı­ me, yanma sonunda oluşan gazların bir kar. Başka bir deyişle, devrede yeni bir e lülede genişlemesiyle elde edilir. elektromotor kuvvetin oluştuğu da söyle­ nebilir: di e — —L —



dt



Sadi Ö ziş’ln bir yapıtı



(Sadi), türk heykelci (İstanbul 1923). İstanbul Güzel sanatlar akademlsi’nde Kenan Temizkan'ın öğrencisi oldu (1944-1948). Avrupa sınavını kazanarak gittiği Paris'te kostüm tasarımı ve tarihi da­ lında uzmanlık eğitimi gördü (1948-1952). Türkiye’ye döndükten sonra bir süre ser­ best çalıştı. 1962’de Güzel sanatlar aka­ demisi dekoratif sanatlar bölümü'ne üs­ lup ve kostüm tarihi öğretmeni olarak atandı. 1969’da profesör, 1983'te Mimar Sinan üniversitesi sahne ve görüntü sanatlan bölümü başkanı oldu, ilhan Koman ve Şadi Çalık’la birlikte demir çubuklar­ dan mobilya yaparak heykelciliğe yöiteldi ve soyut metal düzenlemeleriyle tanın­ dı. 31. Devlet resim ve heykel sergisi'nde



Ö Z İT M E a. Kimi uzay araçlarının kendi öz olanaklarıyla yol alabilme özelliği. Ö Z İY O N L A Ş M A a. Kim. Bir dış etki ol­ maksızın bir atom ya da molekülün kendi kendine iyonlaşması. (Ûrneğin Auger et­ kisi.)



Bu ifade, öbür birimler sırasıyla volt, amper ve saniye olduğunda, henry ile be­ lirtilen özlndûktans L'yi tanımlar. Ö Z K A N (Ali izzet) -> ALİ İZZET ÛZKAN. • Uygulamalar. Ûzindüktansın çok sayıda uygulaması vardır, ancak burada en ¿ Ö Z K A N (Hüseyin), Hüseyin Anka da önemli ikisi incelenecektir: denir, türk heykelci (Dumurcalı 1909). 1. Devrelerin kapanma ve kesilmesinden Edirne Ûğretmen okulu'nda Ratip Aşir kaynaklanan aşırı akımlar. Bir doğru akım Acudoğu'nun öğrencisi oldu. İstanbul Gü­ üreteci içeren bir devre kapatıldığında, re­ zel sanatlar akademisi’nde Rudolf Beljim akımı ancak, L’nin değeriyle doğru ling'ln atölyesini bitirdi (1940). Sağlam orantılı bir gecikme sonunda yerleşir. (Ör­ malzeme bilgisi ve güçlü tekniğiyle ger­ neğin büyük bir elektromıknatıs için, nor­ çekleştirdiği antik yunan heykellerini ha­ mal rejime ulaşma zamanı yaklaşık bir da­ tırlatan anıtsal düzenlemeleriyle (DTCF kikadır.) önündeki Mimar Sinan heykeli, Ankara Zi­ Aynı şekilde, devre kesildiğinde, ana raat bankası önündeki Mithat Paşa hey­ akımın kaybolmasını geciktiren bir kesil­ keli, Anıtkabir girişindeki erkek-kadın me aşırı akımı ortaya çıkar. L’nin büyüklü­ grupları ve aslanlar. Hürriyet gazetesi cep­ ğü ve kesilme süresinin kısalığıyla doğru hesindeki bronz rölyef, çeşitli il merkezle­ orantılı olan bu akım, her zaman rahatsız rindeki Atatürk heykelleri vb.) tanındı. Son edici ve kimi kez tehlikeli olabilen bir "ke­ yıllarda biçimleri parçalı hale getiren ışık silme kıvılcımı" oluşturur. planlarıyla modle etme yönünde bir an­ Ûte yandan, çeşitli aletlerde (örneğin in­ layışı benimsedi ve Dolmabahçe parkın­ dükleme bobini) aşırı akımlardan yararla­ daki soyut kompozisyon gibi yapıtlar da nılabilir. üretti. 2. Kapasitif olmayan devrelerin, sinüzoidal alternatif akımdaki davranışı; bu du­ Ö Z K A N A TÇ IK a. Havc. Kalkışı kolaylaş­



Hüseyin Özkan M i m Sinan heykeli Ankara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi Ankara



tırmak ve daha küçük yarıçaplı dönüşle­ re olanak tanımak amacıyla sesüstü uçak­ ların gövdelerinin ön tarafına her iki yan­ dan yerleştirilen ve çoğunlukla yüksek hız­ larda geri çekilebilecek biçimde yapılan küçük kanatçık. Ö ZKA R A R L1 sıf. Havc. Bir türbülansın etkisiyle dengesi bozulduğunda yeniden denge konumuna dönmeye yönelen bir uçak için kullanılır. ||Ûzkararfı profil, yunuslamaya karşı iyi bir kararlılık veren, böylece kuyruksuz uçakların (uçan kanatlar) gerçekleştirilmesini sağlayan ve genellik­ le çift eğriliği olan kanat profili. Ö Z K A R S U (Talat) -* TALAT ÛZKARSLI.



ezitimii mermilerle



(20 mm’lik 12 roket) donatılmış sovyei yapımı BM-24 aracı



özkataliz Ö Z K A T A LİZ a. Fizs. kim. Bir tepkimenin, kendi kendine ürettiği bir ürünün katalizör işlevi yaptığı özel kataliz olayı. (Nitrik asi­ din demir ya da bakırla bozunması sıra­ sında bu şekilde oluşan azot oksitleri, bozunmayı daha da etkinleştirir) [Eşanl. CflüKATALİZ.]



9082



Ö Z K A Y A (Naci), türk futbolcu (Ankara 1923). Futbola Ankara’da başladı. Ankaragücü ve Ankara Demlrspor’da ünlendi. Daha sonra Galatasaray’a geçti (1947). Galatasaray’la 3 kez lig şampiyonluğu ya­ şayan N. Özkaya 15 kez milli oldu. Defans­ ta sert oyunuyla tşnındı. Futbolu bıraktık­ tan sonra Iskenderunspor'da antrenörlük ve Galatasaray’da yöneticilik yaptı (1985). Ö Z K A Y N A K a. Muhs. işletmelerin sahip ya da ortakları tarafından sağlanan kay­ naklar ile işletmenin etkinlikte bulunduğu süre içinde özvarlıklarındaki a rtılar sonu­ cu oluşan kaynakların bütünü. (Ozkaynak, bilançonun sağ tarafında yer alır.) —-ikt. Ûzkaynakla karşılamak, bir girişimin yatırımlarını, kendi gerçekleştirdiği kârlarla finanse etmek. Ö Z K E D İB A L IĞ IG İL L E R .



a



Z o o l . T IR



P A N A G İL L E R f a m ily a s ın ı n e ş a n la m lı s ı.



Ö ZKE D İ B A L IK L A R I a Zool. Geniş an­ lamıyla asıl kedibalıklarını içeren köpek­ balığı alttakımı. (Bil. a. Rajiformes.) Ö Z K E N T ya da Ö Z G E N D . Tar. coğ. B. Türkistan'da Fergana vadisinin K. kesimin­ de eski kent; Karahanlılar devletinin mer­ keziydi. Atilla Özkırımlı



Ö Z K E R (Tarık), türk mühendis (İstanbul 1919 - ay. y. 1977). İTÜ elektrik fakültesi' ni bitirdi (1944), Aynı fakültede profesör ol­ du (1958). Ölümünden sonra türk bilim yaşamına katkılarından ötürü mühendis­ lik dalında TÜBİTAK’ça hizmet ödülüyle onurlandırıldı. Başlıca yapıtları: Telgraf sis­ temlerinde distorsiyon (1954), Boole cebiri ve Lojik devreleri (1959), Boole cebirine giriş (1968).



Ö Z K O N A K . Nevşehir’in Avanos ilçesi­ ne bağlı bucak; 14 737 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi Özkonak (esk. Genezin)-, 4 449 nüf. (1990). Ö Z K O R U N M A a. Otomatik bir alarm sistemi sayesinde, hırsızlığa ve haneye te­ cavüze karşı korunma. —Nük. müh. Soğurucu bir madde kütle­ sinin iç bölgelerinin, dış bölgelerdeki soğurulma sonucu yararlandığı dış kaynaklı ışımaya karşı korunma. Ö Z K O R U N U M a. Psikan. Kayıtsız şart­ sız yerine getirildikleri zaman organizma­ yı yok edecek değişik zorlayıcı isteklere, özellikle de cinsel isteklere rağmen, orga­ nizmanın yaşamını sürdürme eğilimi. —A ns Ik l . S. Freud'un cinselliğin taşıdığı önemi ortaya koyması, cinsel dürtülerin kendi doyumlarından başka hiçbir şeye _ boyun eğmedikleri zaman canlının yaşa* mını tehlikeye düşürebileceklerini kabul etmesini olanaklı kıldı. Bastırım konusun­ da yaptığı ilk açıklama da cinsel dürtüle­ rin varsayımsal bir gerçeklik ilkesine bo­ yun eğdikleri sonucuna varmasına yol aç­ tı. Bu ilke, haz ilkesine karşıttı, ama aynı zamanda ona dolaylı bir doyum da sağlı­ yordu. Freud, o zamana kadar özdeş saydığı ben dürtüsüyle özkorunum dürtüsünü de birbirinden ayırdı (1915). Daha sonra 1920’de, ölüm dürtüsü kavramını ileri sü­ rerek sisteminde bir çelişkinin ortaya çık­ masına yol açtı. Gerçekten de varlığın iz­ lediği temel yön, cansıza geri dönmekse, yaşam da, yaşam olmayanın özel bir du­ rumu; en az gerilimli bir durumun sürdü­ rülmesi demekti. Bu durumda ölüm, yani bireyin yok olması, freudcu öğretinin yön­ lendirici ilkesiydi. Ama ikinci düşünceden sıyrılamayan Freud, cinsel dürtüleri ya­ şamdan yana çekmek zorunda kaldı (eros). Bunun iki nedeni vardı. Bir yandan, eski öğretide baskıya gelmez cinsel dür­ tüler, yok olma tehlikesine yol açan dür­ tüler oldukları için, paradoksal bir biçim­ de, yaşamla ve dolayısıyla birleşmeyle bağlantılı sayılmışlardı. Öte yandan, ger­ çekte eski niteliklerini korudukları için bu dürtüler, canlıyı ölümle rahatsız eden dür­ tüler olarak, onu özellikle yaşama zorun­ da bırakıyorlardı. Bu güçlük, Freud'u, özkorunupı dürtülerini, eskiden karşısında oldukları erosun yanına kesinlikle koymak. zorunda bıraktı. Çünkü ölüm dürtüsünün olumsuzluyor gibi göründüğü canlı olgu­ sunu açıklamak gerekiyordu.



Ö Z K E R T E N K E L E G İL L E R a Eski Dünya'da yaşayan sürüngen kertenkele­ ler familyası. (Bil. a. Lacertidae.) —A nsIkl. Sıcak ılıman iklimli, akdeniz ik­ limli ya da kurak iklimli bölgelerde yaşa­ yan özkertenkelegiller, dağlarda ya da so­ ğuk kışlı yerlerde az bulunurlar. Hepsi de böcekçildir) gündüzcüdür; gece olunca ya da kışın, yeraltı yuvalarına sığınır. Kumlarda, ağaçlarda yaşayan türleri varsa da örnek tipleri toprakta yaşar. Lacerta, Zootoca, Psammodromus ve Algyroides cins­ ■ Ö Z K U L (Münir), türk tiyatro ve sinema leri Iyf bilinir. oyuncusu (İstanbul 1925). İstanbul Erkek lisesi’nde okurken Bakırköy halkevi’nde ■ Ö Z K IR IM L I (Atilla), türk eleştirmen sahneye çıktı. 1951'den başlayarak Küçük (Konya 1942). İstanbul Üniversitesi ede­ biyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölü- / sahne, İstanbul Şehir ve Ankara Devlet ti­ yatrolarında çalıştı. 1962-1965 arası tiyat­ mü'nü bitirdi (1968). Hacettepe üniversi­ ro çalışmalarını kendi kurduğu toplulukla tesi temel bilgiler yüksek okulu türkçe sürdürdü. Kanlı Nigâr'daki rolüyle ilhan İs­ bölümü'nde öğretim görevlisi olarak ça­ kender (1968), Sersem kocanın kurnaz lıştı; İstanbul Atatürk eğitim enstitüsü, İs­ karısı1ndaki çölüyle Avni Dilligil (1978) ve tanbul Devlet konservatuvarı'nda edebi­ İsmail Dümbüllü (1980) ödüllerini kazan­ yat öğretmenliği yaptı. Çağdaş türk ede­ dı. Birçok filmde de oynadı; Sev'kardebiyatıyla ilgili eleştiriler, incelemeler kale­ ş/'m’deki oyunculuğu nedeniyle Antalya me aldı. (Edebiyat incelemeleri, yazılar I, Film şenliği’nde yılın karakter oyuncusu 1983). .Tasavvufi halk edebiyatını da in­ seçildi (1972), Aile şerefi filmindeki Yaşar celedi (Alevilik-bektaşilik ve edebiyatı Usta tipiyle de Azerbaycan Film şenliği’n­ (1985). Türk edebiyatı ansiklopedisitıi (Ide ödül kazandı (1977). Naşit Özcan’ın yaV, 1982-1987) kaleme aldı. Diğer başlıca şamöyküsünü anlatan ibiş’ın rüyası’nda yapıtları: Yazarları da vururlar (Celal Üsİbiş, Hababam sınıfı’nda Kel Mahmut tip­ ter ile birlikte, 1987), Tarihe not düşmek (1989), Hayatımıza, sevgisizliğe ve yal­ leriyle de sinemadaki başarılarını pekiş­ nızlığımıza dair (1991). tirdi. Kendisine İsmail Dümbüllü tarafın­ M iinir Özkul dan verilen ve ünlü ortaoyuncu Kel Haİstanbul’u satıyorum (1987-88) Ö Z K İN E T İK sıf. Ruhbil. Özkinetik devi­ san’da gelen geleneksel "kavuk'u, birlik­ adlı oyunun bir sahnesinde nim, tam karanlıkta, ışıklı bir noktaya gözü­ te çalıştığı Ortaoyuncular topluluğunun nü ayırmadan bakan özneye, o noktanın kurucusu ve yöneticisi Ferhan Şensoy'a yer değiştiriyormuş gibi görünmesine yol devretti (1989). açan yanılsama. (Etki ve telkinin doğur­ Ö Z K U T U P L U sıf. Geom. Ûzkutuplu duğu sonuçlara çok duyarlı olan bu gö­ dörtyüzlü, verilen bir ikilenik içip, her kö­ rüngüden, toplumsal ruhbilimde, bu so­ nuçların deneysel olarak indelenmesi için şesi karşı yüzün kutbu olan dörtyüzlü. \\Özkutuplu üçgenyverttgrrSif konik için, yararlanılmıştır.) her köşesi karşı kenarın kutbu olan üç­ Ö Z K O M P L E K S a. Fizs. kim. Metalsel gen. özkompleks, özdeş bir merkez iyonu içe­ ren kompleks. (Örneğin Cu [CuCI4].) Ö Z LE M a. 1. Uzakta olan, yitip giden bir



kimseye, bir şeye, bir yere kavuşma, onu onları görme isteği, hasret: Anneme duy­ duğum özlem artık dayanılmaz oldu. Ka­ dın çocuğunun özlemine katlanamadı, geri döndü. Özlemini duyduğu şeyleri ala­ mamak. —2. Olması istenen bir şeye du­ yulan büyük istek: Barış özlemi. —3. Bir şeyin özlemini çekmek, bir şeyi aşırı ölçü­ de özlemek; istemek. || Özlem gidermek, uzun süre uzak kalınan, özlemi çekilen bi­ riyle oturup konuşmak; hasret gidermek. —Ruhbil. Yüksek, üst düzeydeki bir şeye karşı duyulan istek, eğilim. (Meyil de de­ nir.) Ö Z LE M E a Özlemek eylemi; iştiyak. Ö Z LE M E K g. f. 1. Bir kimseyi, bir şeyi, bir yeri özlemek, onun yokluğunu, yitip gitmesini üzücü bir boşluk olarak duy­ mak; onu görmeyi, ona kavuşmayı iste­ mek, göreceği gelmek: Ölen bir arkada­ şını özlemek. Yokluğunuzda sizi çok öz­ leyeceğiz. Çocuklarını çok özlemişti. Evi­ ni özlemek. İstanbul'u özlemek. —2. Bir şeyi özlemek, onu istemek, ona gereksi­ nim duymak: Barış dolu bir dünyayı özle­ mek. Baharı özlemek. ♦ özlenilm ek gçz. f. Özlenmek. ♦ özlenm ek gçz.f. Özlemek eylemine konu olmak. ♦ özletm ek ettirg. f. 1. Bir kimseye bir şeyi, bir yeri özletmek, o kimsenin onu öz­ lemesine yol açmak: Bu güç günler ba­ na çocukluğumun başıboş günlerini öz­ letiyor. —2. Bir kimseye kendisini özlet­ mek, özlenmesine, aranmasına yol aç­ mak: Neredesin, özlettin kendini. Ö Z L E M L İ sıf. Özlemi olan, özleyen. Ö Z L E N İL M E K Ö ZLENM EK -



Ö ZLEM EK.



Ö ZLEM EK.



Ö Z LE R (İsmail Safa), türk siyaset adamı. (Adana 1885-ay y. 1940). Adana idadisi'ni, Mülkiye mektebi’ni bitirdi (1908). Yö­ neticilik, öğretmenlik yaptı. Yedek sübay olarak Birinci Dünya savaşı'na katıldı. Sa­ vaş sonrası Adana’nın Fransızlar tarafın­ dan işgali üzerine Pozantı'ya yerleşti. Bu­ rada toplanan kongre tarafından Adana valiliğine getirildi. TBMM’nin birinci döne­ minde (1920-1923) Mersin, ikinci döne­ minde (1923-1927) Adana, dördüncü dö­ neminde (1931-1935) Seyhan milletvekil­ liği yaptı. Rauf Orbay, Fethi Okyar ve is­ met İnönü kabinelerinde (1922-1924) Mil­ li eğitim bakanı olarak yer aldı. Ö Z LE Ş M E a. Özleşmek eylemi; arılaş­ ma. Ö Z LE Ş M E K gçz. f. 1. Bir şeyden söz ederken, arı, saf duruma gelmek; arılaş­ mak: Dilimiz özleşiyor. — 2. Tahıl vb. söz ederken, olgunlaşmak. —3. Koyulaşmak, ağdalaşmak. ♦ özleştirm ek g. f. Bir şeyi özleştirmek, arı, saf duruma getirmek, arılaştırmak: Dili özleştirmek. Ö Z LE Ş T İR M E a. Özleştirmek eylemi. —Dilbil. ve Ed. Türkçenin olanaklarından yararlanarak yabancı sözcükler yerine ye­ nilerini bulma ve yazı diline yerleştirme iş­ lemi. (Bk. ansikl. böl.) —Eczc. Taze bitkilerin ve hayvansal or­ ganların etli kısımlarını parçalayarak öz haline getirme işlemi. — A N S İ K L . Dilbil. ve Ed. Türkiye'de Milli* edebiyat akımı halkın konuştuğu türkçeye dayanan bir yazı dili oluşturmaya ça­ lıştı. ilk kez Genç kalemler dergisinde sa­ vunulan Yeni’ lisan hareketi arapça, farsça kurallara dayanan tamlamaların bu dil­ lere göre yapılmış çoğul şekillerinin, bu dillerdeki ilgeçlerin kullanılmasına karşı çı­ kıyordu. Ancak hareketin öncüsü olan Ömer Seyfettin ve arkadaşları halk diline geçmiş yabancı sözcükleri türkçeleşmiş sözcükler saydılat Yeni lisan hareketinin bir aşırılık saydığı tasfiyecilik* ise bütün ya­ bancı sözcüklere türkçe karşılıklar bulun-, masını öngörüyordu. Türk dil kurumu'nun kuruluşuyla (1932) gerçekleştirilen dil dev-



öznitelik rimi, halk ağızlarından derlenen, eski me­ tinlerden taranan ve türkçe köklerden ye­ ni türetilen sözcüklerle yazı dilinin geniş ölçüde özleştirilmesini sağladı. (-> TÜRK DİL KURUMU.) Ortaöğretimde ve bütün bi­ lim dallarında türkçe terimlerin kullanılma­ sı yaygınlaştı. Ataç gibi hiç yabancı söz­ cük kullanmadan yazma eylemini gerçek­ leştirmeye koyulanlar en aşırı ucu oluştu­ ruyordu. Edebiyat, kültür hatta bilim yazı­ larında özleşme hızla gelişti. Tanzimat ya­ zarlarının yapıtlarında yüzde 30 oranınında olan türkçe sözcükler, özleştirme ha­ reketi sonucunda yüzde 80 oranına kadar yükseldi. Ö Z LE Ş T İR M E C İ a. Özleştirmecilikten yana olan kimse. Ö Z E L E Ş T İR M E C İL İK •* ARITICILIK. Ö Z L E Ş T İR M E K Ö ZLETM EK -



ÖZLEŞMEK.



ÖZLEMEK.



Ö Z L E Y İŞ a. Özleme, özlem, hasret. Ö Z LÜ sıf. 1. Özü, içi olan şey için kulla­ nılır: Özlü buğday. —2. Gereksiz söz kul­ lanmadan, kısa, yoğun bir biçimde anla­ tılan düşünce vb. için kullanılır: Düşün­ düklerini son derece özlü bir biçimde an­ lattı. —3. Yapışkan, verimli toprak, çamur vb. için kullanılır. —Değirmene. Özlü buğday -> KUVVETLİ* BUĞDAY.



—Mant. Özlü yeralış, yerine başkası ge­ çirildiğinde, bulunduğu önermenin doğ­ ruluk değeri değişikliğe uğrayan yeralış için kullanılır. (Bazı sözcüklerin bu durum­ da olabileceklerini düşünen Quine, şöyle der: “ Bir sözcüğün yerine bir başkasının geçirilmesi, doğru bir önermeyi yanlış önerme durumuna dönüştürebiliyorsa, o sözcük o önermede bir özlü yeralış ger­ çekleştiriyor demektir". Örneğin, " 2 çift­ tir ya da 2 çift değildir" cümlesindeki "ya da” sözcüğü, bir özlü yeralış oluşturur.) [Karşt. BOŞ YERALIŞ*.] Ö Z L Ü , esk. Kundu, Antalya'nın mer­ kez ilçesi Aksu bucağına bağlı köy; 1 623 nüf. (1990). » Ö Z L Ü (Demir), türk öykücü (İstanbul 1935). İstanbul Üniversitesi hukuk fakül­ tesini bitirdi (1959); bu fakültede hukuk felsefesi asistanı oldu. Askerliğini er ola­ rak tamamladıktan sonra avukatlık yaptı; bir ara TİP örgütünde görev aldı; 12 eylül 1980’den sonra türkçe okutmanı olarak İs­ veç’te bulunduğu sırada yurttaşlıktan çı­ karıldı. Öykülerinde (Soluma, 1963, TDK ödülü; Öteki günler gibi bir gün, 1974; Aşk ve poster, 1981 vd.) yer yer kendi yaşa­ mına ve yakın çevresine dayanan malze­ meyle büyük kentteki aydınları, sanatçıları, yabancılaşmayı, bunalımları, aşk ilişkile­ rini anlattı. Kenti ve çevresindeki doğayı, caddelerde, pastahanelerde, kafeteryalar­ daki hareketi yansıttı. Kişilikleri, ruh du­ rumlarını çözümleyici, ayrıntılara inen bir anlatımla konu edindi. İlk gençlik döne­ minin izlenimleri Bir küçük burjuvanın gençlik yılları (1979), Muş'ta askerlik yap­ tığı dönemle ilgili saptamaları Bir uzun sonbahar (1976) romanlarında, yurtdışındaki yaşamından izlenimler ise Berlinde sanrı (1987), Stockholm öyküleri (1988) gi­ bi kitaplarındadır. 1989 da yurttaşlığı ia­ de edilen yazarın diğer başlıca yapıtları: Bir yaz mevsimi romansı (roman, 1989; 1990 Orhan Kemal roman armağanı), Sürgünde on yıl (anı, 1990), Berlin gün­ cesi (1989 ilkbaharı) [anlatı, 1991], Ka­ nallar (anlatı, 1991). Ö Z L Ü K a. 1. Bir şeyin öz durumu. —2. Tamlayan olarak, bir kimsenin kendisine, zatına ait şeyi belirtir: Özlük işleri, özlük hakları. —Fels. Bir varlığın özü, oluşturucu özel­ liklerinin tümü. —ida. huk. Özlük işleri, memurların çalış­ ma, disiplin, yükselme ve emeklilik gibi ki­ şisel durumlarıyla ilgili işler, zat işleri. (Ka­ mu kuruluşlarında her memur için bir öz­ lük dosyası tutulur.)



O Z M A N A V (Kemal Bekir) -



Kem al



BEKİR.



Ö Z M E M E LİLE R a. Tipik eteneli meme­ liler altsınıfı. (Özmemelilerin köşeli çıkıntı­ sı bulunmayan bir altçenesi, kürekkemiğine yapışmış bir kargamsı kemiği, he­ men hemen hep difyodont dişleri, tek bir dölyatakları, bir korteks birleşekleri vardır. Bir alan toplasentaları bulunur; uzun emb­ riyon gelişmesi bütünüyle dölyatağında gerçekleşir. Özmemeliler altsınıfı, günü­ müzde yaşayan ya da fosil 2 2 takım ve günümüzde yaşayan tekdeliklilerle kese­ liler dışındaki bütün türleri içerir. Bil. a. Eutheria.) [Eşanl. ETENELİLER.] Ö ZNE a Dilbil. 1. Cümlede, ad ya da eş­ değerli kategorilere (adıl, fiilin ad biçimi mastar) ilişkin zorunlu bir terimin yerine getirdiği ve fiilin kişi ve sayı kategorilerini belirleyen işlev. (Bk. ansiki. böl.) —2. Bu işlevi yerine getiren sözcük. (Türkçede öz­ nesi kişi adılı olan cümlelerde, özel vurgu dışında, özne cümlede yer almaz; yükle­ min sonuna getirilen kişi eki özneyi belir­ tir.) —3. Özne gösterme durumu, kimi bükülgen dillerde (tibetçe, bask dili, kafkas dilleri) oluşa etken biçimde katılan öğeyi göstermek için kullanılan durum. (Bk. ansikl. böl.) ¡Özne öbeği, özne ve ona bağlı sözcüklerden oluşan öbek. —Fels. Bilince benzer her türlü düşünce­ yi temellendirdiği varsayılan ve karşısında gerek düşünce içeriğinin, gerek dış dün­ yanın birer nesne oluşturdukları bireysel ve gerçek varlık. ||Hegel’de, tösün ilk de­ ğişmezliğinden sıyrılmasını ve özgürlük bi­ çimine kavuşmasını belirten terim. — Mant. Geleneksel mantıkta, bir yükle­ min ya da bir özniteliğin bağlandığı şey. —Psikan, Simgesel yasaya bağımlı olması ve kendi gerçekliğini kurabilmek için sö­ ze başvurmak zorunda kalması bakımın­ dan insanoğlu. (Bk. ansiki. böl.) —Ruhbil. Kendinin nedeni olarak birey. —ANSİKL. Dilbil. "Özne” terimi, dilbilim metinlerinde, özne kavramlarının işlemsel bir değer taşıdığı bağlamlarda (mantıksal, sözdizimsel, öğretimsel) tam yerini bulan değişik anlamlarda kullanılır. Antikçağ'dan Port-Royal geleneğinde­ ki mantıksal dilbilgilerinde özne iki soyut oluşturucudan biridir. Öteki oluşturucu, önermenin oluşumu için gerekli yüklem­ dir. Cümle ya da sözce gibi özgül çerçe­ velerde ele alınan özne kavramı, çağdaş dilbilimde, değişik kavramlar içerir. Örne­ ğin, üretici dilbilgisinde, derin yapı düze­ yinde, özne ya da mantıksal özne terimi “ ad dizimi” ni belirtir. “ Fiil dizimi” ile ba­ ğıntılı cümlenin ad dizimi soyut bir tiple­ mesini oluşturur. Yüzeysel gerçekleşme bazı dönüşümlerde (edilgenleştirme, vb.) bunu yansıtamayabilir. Öte yandan, söz­ celerine açısından bir sözcede, başlangıç­ taki sözcüğün edimsel gücü “ psikolojik" denilen öznenin yüklemle ve söylemin ko­ numu ile bağıntısı içindeki davranışının çözümlenmesine yönelir. • Özne gösterme durumunun bulunduğu dillerde bu durum, geçişli fiillerde oluşa etken biçimde katılan öğeyi belirtmeye ya­ rar, oysa geçişli fiillerdeki oluşum edilgen öğesi ve geçişsiz fiillerdeki etken öğe ya da edilgen fiillerdeki özne yalın durumda­ dır ya da duruma ilişkin bir belirtim yok­ tur. Fiil yükleminde biri etken, öteki edil­ gen iki öğe bulunabiliyorsa özne göster­ me durumu bunları birbirinden ayırt etme­ ye yarar; fiil yükleminin tek öğesi olursa bu öğe, etken olsa bile, özne gösterme durumu belirtisi taşımaz, çünkü bu belirti burada gerekli değildir. —Psikan. Özne her zaman bilinçdışının öznesidir, yani hiçbir zaman kendinin bi­ lincinde değildir; hiçbir durumda ben ile, yani kendini sandığı kişiyle özdeş değil­ dir. Daha çok Freud’un o'suna benzetile­ bilir. Bundan ötürü özne kapatılmıştır, ya­ ni olduğunu sandığı şeyle özdeş değildir; ortaya çıkamaz, çünkü çekirdeğini oluş­ turduğu bir bastırım altındadır. Ayrıca, ol­ duğu yeri hiçbir zaman bilmez. Dolayısıy­



la böiünmüş'Vut, yani kendisiyle özdeş de­ ğildir. Gene de sabit bir noktası vardır: Oidipus kompleksinde bu nokta öteki'ne du­ yulan istektir. Özne isteyendir, çünkü ana (Öteki) istemiştir. Fantazmâda özne, fantazmanın nesne­ si, ötekinin isteğinin nedeni olarak tasa­ rımlanır. Bu da öznenin, simgesel yasada alacağı yeri bulması için fantazmayı ve sonra sözü kullanmasına olanak verir. Ö Z N E L sıf. 1. Fels. Düşünen varlık ya da bireysel bilinç olarak tanımlanan özneye bağlı olan şey {nesnel'in karşıtıdır) için kul­ lanılır. (Bk. ansiki. böl.) —2. Bireysel olan, her bireyin kişiliğine, zevklerine, yönelim­ lerine göre değişebilen bir şey için kulla­ nılır; sübjektif: Bu değerlendirmeniz son derece özneldir. Bir metnin öznel yorumu. —3. Kişisel görüşlere aşırı ağırlık tanıyan ve yan tutan şey için kullanılır; Nesnellik­ ten yoksun öznel bir eleştiri. —Dilbil. Adla dile getirilen eylemin özne­ sini gösteren ad tamlaması (ya da tamla­ yan durumu) için kullanılır (örn. Çocukla­ rın sevgisi "çocuklar seviyor” ile eşdeğerlidir). —Patol. Öznel belirti, yalnız hasta tarafın­ dan algılanan hastalık belirtisi (örneğin ağrı). [Bir semptom, aslında, her zaman özneldir ve nesnel belirti karşılığıdır.] —Ruhbil. Yalnızca tikel bir bireye, yani “ özne” ye ilişkin. || Tikel bir özne tarafından bi­ linen, hatta yalnız onun için bilinebilir olan. || Öznel ruhbilim, İÇEBAKIŞÇI* RUHBİLİM' in eşanlamlısı. || Öznel yargı, öznel ses, öz­ nel ölçekler, doğruluk koşullarına bağlı bir bilgi biçiminin sağladığı "nesnel" veriler­ le bağlantılı oldukları kabul edilen yargı, ses ve ölçekler. —ANSİKL. Fels. Kant'ta, özellikle ahlaki is­ tenç alanında, bireysel varlığa ilişkin şey için kullanılır. (Kant şöyle der: "Pratik ilke­ ler, ileri sürdükleri şey, özne tarafından yal­ nızca kendi öz istenci için geçerli sayıldı­ ğı zaman özneldirler [alm. subjektiv] ya da özdeyişler oluştururlar; bu ileri şürüş, her­ hangi bir düşünen varlığın istenci için ge­ çerli olarak kabul edildiği zamansa, nes­ nel ilkeler durumuna gelirler" [Pratik ak­ lın eleştirisi (Kritik der praktisehen Vernunft), 1 ,1].)|| Hegel'de, öznelliğe ilişkin. Ö Z N E L C İ sıf. Fels. Öznelciliğe ilişkin. —Ruhbil. Öznelci ruhbilim, İÇEBAKIŞÇI* RUHBİLİM'in eşanlamlısı. sıf. ve a. Öznelcilik yandaşı. Ö Z N E L C İL İK a. 1. Fels. Var olan her şe­ yin ancak düşünen bir özneye, ona ger­ çeklik ve/ya da değer veren bir bilince gö­ re gerçeklik ve/ya da değer kazandığını ileri süren öğreti. —2. Yalnızca kendi kişi­ sel düşüncelerine göre yargılayan; ger­ çekliği yalnızca kendi duygulanımları açı­ sından algılayan kimsenin davranışı. — Huk. Hukuksal öznelcilik, hukuksal yü­ kümlülüğü kişinin iradesine dayandıran öğreti. Ö Z N E L L İK a. 1. Fels. NESNEL' e karşıt olarak, öznel olan bir şeyin niteliği. — 2 . Gerçeği yalnızca kendi bilinç halleri açı­ sından gören kimsenin durumu. —Fels. Hegel’de, içi ve dışı diyalektik ola­ rak birleştiren her tür manevi somutlaştır­ ma ilkesi. Ö Z N İT E L İK a 1. Fels. Klasik felsefede, genel olarak töz üzerine bilinen şey. (Bk. ansiki. böl.) —2. Kendinden öznitelik, Aristoteles’te, öze ilişkin olan. (Bk. ansiki. böl.) — ANSİKL. Fels. Geleneğe uyarak, "öznitelik” ve “ töz” karşıtlığını benimse­ yen Descartes, şöyle yazar: “ Daha genel olarak bu kiplerin ve niteliklerin tözde ol­ duklarını ve töze bağımlılıklardan başka bir şey olmadıklarını düşündüğüm za­ man, onlara öznitelik adını veriyorum." (Felsefenin ilkeleri [Principes de la philosophie], 1, 56. Spinoza, bu karşıtlığı yeni­ den ele alarak kavramları Descartes ka­ dar sıkı bir biçimde, düşünen özneye (zi­ hin) bağlar. Şöyle der: “ Öznitelikten, zih­



9083



Demir ö d ı



öznitelik nin (intellectus) kendi özünü oluşturan töz­ den algıladığı şeyi anlıyorum.’’ (Etika, 1,4.) • Kendinden öznitelik. Aristoteles'e göre bir öznenin, kendinden iki tür özniteliği vardır, "ilkin, öznenin özüne ilişkin öznitelikler, kendinden'dirler. (ikinci analitikler [Analytika hystera], 1,4.) Ote yandan, ken­ dinden öznitelikler, ancak özne yoluyla ta­ nımlanabilen özniteliklerdir; örneğin “ dön­ güse!", “ çizgi” öznesinin bir kendinden özniteliğidir, çünkü bu öznitelik çizgiyle ta­ nımlanır ve onsuz tanımlanamaz.



9084



■ Ö ZO D U N U a. Bot. Odunca, nitelikleriyle ve sertliğiyle dıştaki kısımlardan (diriodun, kabuk) değişik olan az ya da çok koyu renkli orta kısım. — A N S İ K L . Özodunu, ağaçtan ağaca az ya da çok belirgin değişiklik gösterir: ör­ neğin, meşede ve çamlarda renkli özodu­ nu çok belirgindir. Kayın ve köknarda bu özellik bulunmaz ve bu yüzden onların “ belirgin diriodun” u yoktur denir. Özodu­ nu teknolojik bakımdan mükemmeldir, çünkü artık canlı dokular ya da nişasta gi­ bi işlevsel dokular içermez, daha ağırdır, daha serttir ve daha dayanıklıdır: dirioduMustafa Nihat Özön na göre böceklerden ve mantarlardan ko­ lay zarar görmez.



kabuk



bir ağacın kesitinde özodunu s o ym u k



d irio d u n



özodunu



• Özodunu oluşumu. Ağacın yaşamı bo­ yunca canlı kalan parankima ve öz ışın­ ları gibi odun dokuları ölür ve bu kısımlar tanen ve oleorezin birikintileri ile renkle­ nir; yapraklardaki damarlar, kozalaklarda­ ki trakeitler tıkanır ve ham besisuyu taşı­ ma görevi yapamaz. Özodununda nişas­ ta gibi yedek besin maddeleri kalmaz. Özellikle yaralanma gibi olgular özodunu oluşumunu en azından yer yer hızlandı­ rır. Fakat normal olarak özodunu oluşumu­ nun hızı, türe özgüdür. Örneğin meşede ancak yirmi yıl kadar sonra özodunu olu­ şur; kestanede bu oluşum üç ya da dört yıl sonra ortaya çıkar. Bu nedenle özodu­ nu ile diriodunun karşılıklı olarak dayanık­ lılıkları hesaba katılırsa, genç kestane ağaçlarıyla mükemmel parke yapılabilir, halbuki aynı şey genç meşe ile olanaksız­ dır.



kap alı ö z o d u n u



iki özodunu biçme tipi



Ö Z O F A G O G A S T R O S T 0 M İ a (fr. oesophago-gastrostomie). Cerr. Yemekborusu darlığı ya da uru olduğu zaman yemekborusunu midenin büyük tümseğiy­ le ağızlaştırma ameliyatı. Ö Z O F A G O K A R D İY O T O M İ a. (fr. œsophagocardiotomie'den). Cerr. Muko­ za dışı özofagokardiyotomi, H E L L E R a m e LİYATI'nın eşanlamlısı. ÖZOFAGOM ALASİ a. (fr. œsophagomalacie). Yemekborusu çeperinin mide özsuyu tarafından sindirilmesi. (Sık sık kusmaktan ileri gelen bu durum yemekborusunun yırtılmasına neden olabilir.) ÖZOFAGOPLASTİ a. (fr. œsophagoplastie). Cerr. Bir deri parçası ya da incebağırsak yahut enine kalınbağırsak bölü­ mü kullanılarak yemekborusunun bir kıs­ mının değiştirilmesini öngören ameliyat. ÖZOFAGOSKOP a. (fr. œsophagoscope). Tip. D oğal yollardan girilerek yemekborusunu içten incelemeye yarayan endoskop. ÖZOFAGOSKOPİ a (fr oesophagoscopie). Özofagoskopla yemekborusunun iç­ ten muayenesi.



.ÖZOFAGOSTOMİ a (fr. œsophagosto­ ■ Ö Z Ö N (Mustafa Nihat), türk edebiyat ta­ rihçisi (İstanbul 1896 - ay. y. 1981). Birinci mie). Cerr Hastayı beslemek amacıyla yeDünya savaşı'nda idadi’de öğrenciyken mekborusundaki darlığın alt tarafından silah altına alındı (1915). Terhis olduktan yemekborusunun bir bölümünü deriyle (1918) su İstanbul Üniversitesi edebi­ ağızlaştırma ameliyatı. yat fakültesi’nde öğrenim görerek (1920 ÖZOFAGOSTOMOZ a. (fr œsophagos-1923) edebiyat öğretmeni oldu. Meslek tomose). Evcil hayvanlarda œsophagosyaşamının büyük bölümünü Gazi eğitim tomum cinsi asalak larvalarının neden ol­ enstitüsü’nde geçirerek (1934-1961) emek­ duğu hastalık. liye ayrıldı. Üniversitede öğrenciyken ho­ —ANSİKL. Özofagostomoz, koyun ve ke­ cası Yahya Kemal’in yönetiminde Kurtu­ çide Oesophagostomum columbianum, luş savaşı’nı destekleyen Dergâh dergisi­ sığırda O. radiatum, domuzda O, dentani (1921-1923) yayımlayarak basın dünya­ tum larvalarından ileri gelir. Bu asalaklar sına girdi. Öğretmenlik yıllarında özellik­ atlarda hastalık yapmaz. Hastalığın baş­ le Tanzimat’tan sonraki türk edebiyatı üze­ lıca belirtileri, seröz bir enterit ve zayıfla­ rindeki çalışmalarıyla tanındı: Metinlerle madır. Otopside, incebağırsak mukozasın­ türk edebiyatı l-ll (1930-1932, yeniden dü­ da, boylan topluiğne başından fasulye ta­ zenlenmiş basımı: Son asır türk edebiya­ nesine kadar değişen nodüller görülebi­ tı tarihi, 1941), sanat kişiliklerinin ayırtedilir ci yanlarını belirler; yapıtları önemli yön­ ÖZOFAGOTOMİ a. (fr. œsophagoto­ leriyle tanıtır; nesnel değer yargıları geti­ mie). Cerr. Yemekborusunun kesilmesi. rir Bu dönemle ilgili Türkçede roman hak­ kında bir deneme (1936), Namık Kemal ÖZOFAJ a . ( fr . œsophage). Y E M E K B O ve ibret gazetesi (1938) gibi çalışmaları R U S U ' n u n eşanlamlısı. vardır Gene aynı döneme ait yapıtların ay­ ÖZOFA JEK TOM İ a. (fr. œsophagecto­ rıntılı önsözler ve açıklayıcı notlarla yayı­ mie). Cerr. En çok yemekborusu kanse­ mını yapmıştır: Ahmet Vefik Paşa’nın Mo.rinde olmak üzere yemekborusunun bir liöre çevirileri (1933), Namık Kemal'in Za­ kısmını çıkartma ameliyatı. vallı çocuk (1940), Vatan yahut Silistre (1940), intibah (1944), Âkit Bey (1961) ya­ Ö Z O F A J İT a. ( f r . œ sophagite). pıtları, Şinasi’nin Şair evlenmesi (1940), Y E M E K B O R U S U * İ L T İH A B I'n ın e ş a n la m lı s ı . Nabizade Nâzım’ın Zehra'sı (1954) vb. ÖZOFAJİZM. a . ( f r œsophagisme). Tanzimat öncesine ait metin yayınları şun­ Y E M E K B O R U S U * S l K I Ş M A S l 'n ı n e ş a n l a m l ı s ı . lardır: Seyahatname l-lll (Evliya Çelebi, 1944-1945), Gördüklerim I, II (Evliya Çe­ Ö Z O Ğ L U Ö Z (Koksal), türk boksör (An­ lebi, l-ll, 1976), Silahtar tarihi, XVII. asır sa­ kara 1956). Boksta 1972’de 16 yaşında 67 ray hayatı (1947). Sözlükleri (Osmanlıca kg’de Türkiye şampiyonu olarak adını du­ -türkçe sözlük, 1952; Edebiyat ve tenkit yurdu ve milli takıma seçildi. Romanya’ daki Balkan şampiyonasında(1976) altın, sözlüğü, 1954; Türkçe yabancı kelimeler Atina'daki Balkan şampiyonası'nda (1978) sözlüğü, 1962), dünya klasiklerinden çe­ virileri (Dostoyevskiy, Maksim Gorki, Şobronz madalya kazandı. lohov, Guy de Maupassant, Jack London Ö Z O K (Fazıl), türk spor yöneticisi (İstan­ vb.) de vardır. (-» Kayn.) bul 1921 - ay. y. 1985). Soyu Tozkopa­ ran*^ kadar uzanan Bahir Özok'un oğ­ Ö Z Ö N (Nijat), sinema yazar ve tarihçisi lu. Özellikle 1940'iı yıllardaki yoğun çalış­ (İstanbul 1927), Dil ve tarih coğrafya fa­ malarıyla okçuluk sporunun Türkiye'de kültesini bitirdi. Sinema üzerine eleştiri, yaygınlaşıp kökleşmesini sağladı. Bağım­ araştırma ve inceleme yazılarını Yağmur sız Okçuluk federasyonu'nun kurulmasın­ ve toprak, Yeryüzü, Yeditepe, Pazar pos­ dan ( 8 mart 1961) 1982'ye kadar federas­ tası, Ulus, Akis vb. dergi ve gazetelerde yon başkanlığı yaptı. yayımladı. 1956’da ülkenin ilk ciddi sine­ ma dergisi sayılan Sinema'yı hazırlayıp Ö ZO N A R A N sıf. Teknol. Arıza halinde, yönetti ve sonra çeşitli kitap çalışmaları­ kendini otomatik olarak onarabilen bir na yöneldi: Sinema sanatı (1956), Ansik­ nesne ya da bir sistem için kullanılır. lopedik sinema sözlüğü (1958), Türk sine­ Ö ZÖĞRENEN sıf. Siber. Özöğrenme ya­ ma tarihi (1962), Sinema el kitabı (1964), pabilen bir sistem için kullanılır. Türk sinema kronolojisi (1968), ilk türk si­ —ANSİKL. Özöğrenen bir biçim tanıma nemacısı Fuat Uzkınay (1970), 100 soru­ sistemi. Örneğin, ondalık sayılamanın on da sinema sanatı (1972), Sinema ve tele­ rakamını tanımayı "öğrenebilir” ; bunun vizyon sözlüğü (1975), Sinema: uygula­ için, tanınacak şekiller, her keresinde ya­ yım, sanatı, tarihi (1985), Dil kılavuzu nıtın doğru ya da yanlış olduğu bildirile­ (1985). Sinemaya katkılarından dolayı rek, birçok kere sisteme sunulur ve bu iş­ İFSAK'tan sinema ödülü (1984), Ulusla­ lem tüm yanıtlar doğru oluncaya dek sür­ rarası İstanbul film festivali yönetiminden dürülür. iyi tasarlanmış bir özöğrenen sis­ de onur ödülü aldı (1989). tem, belli bir genelleme yapabilir; bu an­ Ö ZÖ N G ER İLM E a. inş. ve Bayınd. lamda örneğin, biçingleri öğrenme evre­ "Genleşen çimento" adı verilen özel çi­ sinde kullanılanlardan farklı olan rakam­ mentoların genleşme gücünden yararla­ ları, kesin olarak tanıyabilir. narak betona uygulanan basınç. (Bu çi­ Ö ZÖ Ğ R EN İM a. Kendi kendine bilgilen­ mentolar betonarme içinde kullanıldıkla­ me, kendi kendini yetiştirme işi. rında istenen basınç özöngerilmesi şişme Ö ZÖ Ğ R EN İM Lİ sıf. Kurumsal bir eğitim engellenerek oluşur.) almadan kendini yetiştirmiş kimse için kul­ Ö ZÖ N G ER İL M E Lİ sıf. inş. ve Bayınd. lanılır. (Eşanl. O T O D İ D A K T .) Özöngerilme etkisinde kalan. Ö ZÖ Ğ R EN M E a. Siber. Bilgi işlem ya Ö ZPATLAR sıf. Bir yakıcı, bir başlatıcı ol­ da süreç yönlendirme sistemleri gibi sis­ maksızın patlayan bir gaz için kullanılır. temlerin çalışma programlarını daha ön­ (Kendiliğinden patlayan da denir.) ceki eylemlerinden elde ettikleri düşük ya da yüksek verime göre sürekli olarak ken­ Ö Z P E K İŞ T İR İM a. Ruhbil. Bireyin, çok di kendilerine değiştirebilme yetenekleri. kısa vadede ve aracı bir olay olmaksızın, (Özöğrenme yeteneği olan sistemlere kendi benliğinde, araçsal ya da işlemle"özöğrenen” sistemler denir.) yici anlamda bir pekiştirim yaratmasını Ö Z Ö Ğ R E T İM a. Kişinin, öğrenim için gerekli kaynaklarla kendi kendini donat­ ması ilkesine dayanan bir öğretim yolu. (Öğrenen kimse, öğretim ile doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ilgili araçlar­ dan [kitaplar, kitle iletişim araçları vb.] ya da özel gereçlerden [öğretim makineleri, programlı öğretimler vb.] yararlanır. Birey­ sel öğretim ve bağımsız çalışma da ben­ zer türde etkinliklerdir.)



sağlayan davranış. (Özpekiştirim deyimi, özellikle özuyarımı belirginleştirmek için kullanılır.) Ö Z P IN A R , Siirt'in Şirvan ilçesine bağiı bucak; 8 295 nüf. (1990); 18 köy. Merke­ zi Özpınar, 803 nüf. (1990). Ö ZP R O T O LİZ a Kim. Aynı maddenin iki molekülünden birinin asit, diğerinin baz gibi davranarak bir proton değiştirdikleri



öztest tepkime. (Bu tepkime, amfoter cisimlerle ilgilidir Örneğin suyun özprotolizi aşağı­ daki tepkimeyle gösterilebilir: H20 + H20 [Eşanl.



-



H3 0 + + OH- .)



O T O P R O T O L İZ .]



Ö Z R E K A B E T a. Tic. Bir malın, aynı iş­ letmenin öteki mallarıyla rekabeti. Ö Z R İT İM L İL İK a. Nörobiyol. Yalın korteks nöronlarında kendiliğinden ve ritmik bir elektrik etkinliği biçiminde beliren özel­ lik. (Kodeksteki üç elektrik üretecinden biri olan bu olgu, elektroansefalografide sap­ tanan eşzamanlılığı anlaşılır kılabilir.) Ö Z S A K A T L A M A a. Psik. Kişinin, ken­ di kendisinde yara ve lezyonlar meydana getirmesi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Psik. Özsakatlama davranışla­ rına, daha çok, eğitim kurumuna yerleş­ tirilen geri zekâlı ve/ya da psikozlu çocuk­ larda rastlanır: kafasını duvarlara vurma, yumruklarını ısırma, vb. Erginlerde ise, öz­ sakatlama, şizofreni tablosu içinde yer alır, daha çok cinsel bir nitelik gösterir ve özhadımlaştırmaya kadar gidebilir. Böylece kişi, simgeleştirilememiş olan özhadımlaştırmayı, gerçeklikte yerine getirir. Ö Z S A LD IR G A N sıf. Psik. Özsaldırganlık gösteren davranışlar için kullanılır. (» S A L D IR G A N L IK a. Psik. Kendine yönelik bilinçli ya da bilinçdışı saldırgan­ lık. Ö Z S A LIN IM a. Fizs. mekan. Salınan sis­ temdeki iç kuvvetlerin etkisiyle oluşan ve fekansı, sözkonusu 'sistemin ayıdedicl özelliği olan salınım. Ö Z S A V U N M A a Kendi kendini savunrtna;-jpir kişinin, bir toplumsal grubun, her­ hangi bîr'tehlike karşısında, güvenlik güç­ lerine, polise başvurmadan gösterdiği kendiliğinden tepki. Ö ZSAYGI .a.- Bir kimseyi kendine karşı saygısını korumaya yönelten duygu; hay­ siyet, izzetinefis, onur. —Fels. Rousseau’ya göre özsevgisinin tersi ve toplumun tekellerinden biri olan toplumsal duygu. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İ K L . Rousseau şöyle der: "Doğaları ve etkileri bakımından çok farklı iki tutku olan özsaygısı ve özsevgisini birbirine ka­ rıştırmamak gerekir. Özsevgisi, her hayva­ nı kendini korumaya yönelten ve insanda aklın denetimine girip acımayla biçim de­ ğiştirerek, insanlığı ve erdemi doğuran doğal bir duygudur. Özsaygısı ise, yapay, göreli ve toplumda türeyen bir duygudur; bireyi, kendini, herkesten daha önemli görmeye yöneltir; insanların birbirlerine yaptıkları bütün kötülüklerin ve onurun gerçek kaynağıdır” (insanlar arasında eşitsizliğin kaynağı ve temelleri üzerine ko­ nuşma) [Discours sur l’origine et les fon­ dements de l’inégalité parmi les hom­ mes], Ö Z S E L sıf. Öze ilişkin, özle ilgili olan şey için kullanılır. --—Fels. Öze ilişkin. (Skolastik düşünürler­ de ilineksel, varoluşçulardaysa varoluşsa! teriminin karşıtıdır.) —Hematol. Özsel etmen, mide mukoza­ sı nca salgılanan ve B12 vitamininin incebağırsakta emilmesini sağlayan madde. Ö Z S E LL İK a. Fels. Özsel olanın ayırtedici özelliği. Ö ZSERM AYE a. Bir bilançonun pasifin­ de gözüken ve borçlanma yoluyla elde edilmemiş olan sermayelerin tümü. (Özel­ likle şirket sermayesiyle ihtiyatlardan olu­ şur.) Ö Z S E V E R (Hüseyin Siret), türk şair (İs­ tanbul 1872 - ay. y. 1959). Mülkiye idadisi’ni bitirdi. Hastalığı dolayısıyla aynı oku­ lun yüksek bölümündeki öğrenimini yarı­ da bıraktı. Hariciye nezareti mektubi kalemi’nde ve Nafıa nezareti tercüme odası’nda memurluk yaptı. Serveti fünun der­ gisinde yazmaya başladı (1897). Transvaal savaşı’nda Boerler karşısında ingilizler’i



destekleyen bir muhtırayı İngiliz elçiliğine sunanlar arasında bulunduğu için tutuk­ landı. Bu olaydan sonra sürekli Abdülhamit ll’nin siyasetine karşı çıktı. Malatya’nın Hısnımansur (Adıyaman) ilçesine tahrirat kâtibi olarak gönderildi. Mersin'e atandık­ tan sonra İngiliz elçiliğinin yardımıyla İs­ kenderiye'ye kaçtı. Önce Kahire'ye, daha sonra Paris’e geçti. Paris'teyken Yıldız sarayı'na dinamit konulması olayına adı ka­ rıştı; hakkında idam kararı verildi. 1902'de Paris’te toplanan Birinci Jön Türk kongresi’ne katıldı; açış konuşmasını yaptı. İkinci meşrutiyet'in ilanından sonra İstan­ bul’a döndü (1908). Bursa vilayeti mek­ tupçuluğuna atandı. Matbuatı dahiliye müdürlüğüne; bir süre sonra Sadardt hazinei evrak müdürlüğüne getirildi. Babıâli baskını’na karışması üzerine yine yurtdışına kaçmak zorunda kaldı (1913). Mütareke’den sonra İstanbul’a döndü (1918). Hariciye nezareti mektupçuluğu, Matbu­ at umum müdürlüğü, Darüşşafaka'da edebiyat öğretmenliği yaptı. Politikayla ya­ kından ilgilenmesine karşın şiirlerinde bi­ reysel konulara yönelmiştir. Dil ve anlatım bakımından Serveti fünun şiirinin özellik­ lerini yansıtan yapıtlarında aşk, sevgi, do­ ğa, gurbet temalarını işledi. Son şiirlerin­ de sade dili, hece veznini kullandı. Şiirle­ ri Leyal-i girizan (1909), Bağbozumu (1928), Kıvılcımlı kul (1937) kitaplarındadır. Ö Z S İN D İR İM a. Tip. Ölümden sonra ya da in vivo olarak mide ülserlerinin oluşu­ mu sırasında mide mukozasının kendi sal­ gılarıyla sindirilmesi. Ö zsoy, Ahmet Adnan Saygun’un üç per­ delik operası. Librettosunu, İran şahı Rı­ za Pehlevi’nin Ankara’ya gelişi nedeniyle Atatürk’ün verdiği konuya dayanarak Mü­ nir Hayri Egeli'nin yazdığı opera, ilk kez 19 haziran 1934'te Ankara halkevi’nde sahnelendi. Yazımı, bestelenmesi ve pro­ vaları çok kısa bir zamanda tamamlanan yapıt, iranlılar’la Türkler’in aynı soydan ge­ len kardeş halklar olduğu temasını İşler. Ö Z S O Y (İhsan), türk heykelci (İstanbul 1867 - ay. y. 1944). Sanayii nefise mektebi’nin kurulmasından (1883) sonra açılan heykel bölümünün ilk öğrencisi oldu. Bu­ rada dokuz yıl Yervant Oskan'dan ders al­ dı ve okulu birincilikle bitirdi. Paris’e gide­ rek Deloye, Soldi, Thomas gibi ustaların yanında eğitimini sürdürdü. Türkiye’ye döndükten sonra Arkeoloji müzesi'ne onarımcı olarak girdi, ayrıca Y. Oskan’ın yardımcısı, onun ölümü üzerine de aka­ demiye öğretmen oldu. Aynı zamanda Kız sanayii nefise mektebi heykel bölümü’nün yöneticiliğini yaptı. 1933 yılına değin sü­ ren akademi öğretmenliği sırasında Zühtü Müridoğlu, Mehmet Mahir Tomruk, Ratip Aşir Acudoğu gibi heykelcilerin yetiş­ mesini sağladı. Doğalcı anlayışa bağlı bir sanatçı olan Özsoy’dan günümüze kalan yapıtların sayısı çok azdır. Bilinenler, İstan­ bul Resinvve heykel müzesi’nde bulunan Nimet ve Kerime Salahur hanımların büst- ’ leriyle, Kadıköy’deki Süreyya sineması sahnesi üzerindeki friz ve figürlerdir. Ö ZSÖ N E R sıf. Kim. Bir alev içinde ya­ nabilen, ama alev içinden alındığında kendiliğinden sönen bir madde için kul­ lanılır. Ö Z S Ö N Ü M L Ü sıf. Fizs. mekan. Doğal sönümlü dinamik bir sistem için kullanılır. Ö Z S U a. Hayvansal ya da bitkisel doku­ larda bulunan ve gerektiğinde özütlenebilen organik sıvı. —Bot. Koful özsuyu, içinde mineral tuz­ lar, organik maddeler (yedekler ve artık­ lar) ve pigmentler (antosiyanlar, flavonlar, vb.) bulunan sulu eriyik. (Bk. ansikl. böl.) —Fizyol. Salgı bezlerince salgılanan ve enzim içeren organik sıvı. |[ Kas özsuyu, kasların sıkılmasıyla elde edilerek fizyoloji, bakteriyoloji, vb. alanında kullanılabilen ve besleyici bir ortam oluşturan sıvı. — A N S İ K L . Bot. Koful özsuyu. Kofullarda



bulunan su, bitkinin en önemli yedek maddesidir (etil bitkiler). Bu yedekteki de­ ğişmeler, hücrelerin şişmesinden ve or­ ganların buruşmasına, solmasına yol açan plazma bozulmasından sorumludur Özgül hücrelerin içindeki bu değişimler bitkilerdeki bazı hareketleri sağlar (yap­ rakların kıvrılması, gözeneklerin açılması ve kapanması, uyanıklık ve uyku durumu, vb.). Erimiş mineral maddeler, hücrenin iyonik dengesinde ve dolayısıyla hücre . geçirgenliğinde önemli rol oynar.



9085



Ö Z S U (Hüseyin Nurettin) -> HÜSEYİN NURETTİN. Ö Z S U Ç L A M A a. Kendi kendini suçla­ ma, kendine karşı çoğu kez hayal ürünü olan suçlamalarda bulunma. (Bu hasta­ lıklı ve genellikle hayali suçluluk, çoğu kez özcezalandırma mekanizmasıyla birlikte görülür ve hezeyanlı melankolide İntihar­ lara yol açar. Özsuçlama alkolik hezeyan­ larda ve bazı mitoman geri zekâlılarda da sık rastlanan bir temadır.) Ö Z S U N A Y (Ergun), türk hukukçu (İstan­ bul 1935). İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesi’ni bitirdi (1957). İsviçre’de Fribourg, Fransa'da Strasbourg ve ABD'de Harvard hukuk fakültelerinde karşılaştırmalı hukuk ajanında çalışmalar yaptı. Medeni hukuk  ç e n ti (1965), profesörü (.1972) oldu. Başlıca yapıtları: Medeni hukuka giriş (1970), Medeni hukukumuzda tüzel kişi­ ler (1974), Karşılaştırmalı hukuka giriş (1976). Ö Z T A Ş IM A L I sıf. Elektrotekn. Öztaşımalı kablo, havai hatlarda kullanılan ve mekanik direnci görece uzak noktalardan asılmasına olanak verecek kadar yüksek olan kablo. Ö Z TE D AV İ a. Bir hastanın, doktora da­ nışmaksızın kendisi için yararlı olduğunu düşündüğü ilaçları kullanması. lÖ Z T E K İN (Rasim), türk asker, siyaset adamı (Debre, Kocacık, 1874-Ankara 1933). Mühendishanei berrii hümayun’u bitirdi. Jandarma subayı olarak miralaylı­ ğa kadar yükseldi. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarına katıldı. Kurtuluş savaşı başında Kuvayı milliye birliklerinde görev aldı, ilk TBMM’ye Cebelibereket milletvekili seçildi (1920). ikinci dönemde (1923-1927) Bursa milletvekili oldu. Terak­ kiperver cumhuriyet fırkası kurulduğunda (1924-1925) bu partide yer aldıysa da da­ ha sonra Cumhuriyet halk partlsi’ne dön­ dü; 1927 ve 1931 seçimlerinde Kütahya milletvekili seçildi. Ölümünden sonra ai­ lesi Öztekin soyadını aldı.



Kerime Hanım büstü MSÜ Resim ve heykel müzesi İstanbul



Ö Z T E L K İN a. Bir düşüncenin, öznenin davranışı üzerindeki istence dayanmakla birlikte akılsal olmayan etkisi. Ö Z T E L L İ (Hüseyin Cahit), türk folklor araştırmacısı (Erzincan 1910-Ankara 1978). Ankara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü'nü bitirdi (1939). Lise ve öğretmen okulların­ da edebiyat öğretmenliği yaptı. Kuruluşu­ na öncülük ettiği Milli folklor enstitüsü'nün (bugün Milli folklor araştırmaları dairesi) müdürlüğüne atandı (1966). Emekli ol­ duktan (1971) sonra Dil ve tarih-coğrafya fakültesi’nde halk edebiyatı dersleri ver­ di. Başlıca yapıtları: Zileli şairler (1944), Karacaoğlan (bütün şiirleri, 1971), Yunus Emre (bütün şiirleri, 1971), Evlerinin önü (halk türküleri, 1972), Bektaşi gülleri (bektaşi şiirleri, 1973), Uyan padişahım (top­ lumsal, siyasal şiirler 1976), Belgelerle Yu­ nus Emre (1977). [-* Kayn.] Ö Z T E P K İ a. Dilbil. Konuşan bireyin, zi­ hinsel ya da duygusal konumuna göre dil­ sel verileri düzenlemesi. Ö Z T E S T a Ruhbil. Bireyin kendi başı­ na yapabileceği ve sonuçlarını ölçebile­ ceği biçimde hazırlanmış test. (Öztest, ge­ nellikle, evet ya da hayır diye yanıtlanan ve bir dizi eksi ve artı puanları içeren bir soru cetveli biçiminde hazırlanır; sonucu



Rasim Öztekin



öztest 9086



öğrenmek için puanları toplamak yeter. Geçerliliği şüpheli olan öztest genellikle ancak bir dergi oyunu olarak kullanılır.)



kümetinde de (1980 -1983) yeniden atan­ dı. Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı ve ge­ nel sekreterliğinde bulundu.



Ö Z T E Ş H İS a Tip. Bir kimsenin, dokto­ ra danışmaksızın, kendisinde bulunan gerçek ya da farazi bir hastalığa teşhis koyması.



Ö Z T U N A (Yılmaz), türk yazar, siyaset adamı (İstanbul 1930). Paris'te siyasal bi­ limler okurken öğrenimini yarıda bırakıp gazeteciliğe başladı. Hayat (1961-1965), Hayat tarih (1965-1974) dergilerinin yazı iş­ leri müdürlüğünü, Türk ansiklopedisi’nin (1974-1980) genel yayın yönetmenliğini yaptı. AP Konya milletvekili seçildi (1969 -1973). Başlıca yapıtları: Türkiye tarihi (1964-1967), Türk musikisi ansiklopedisi (1969-1976), Osmanlı padişahları (1969), Türk musikisi tarihi (1977), Bir darbenin anatomisi (1984).



Ö Z T O P A K LA Ş IM a. Kim: müh. Her­ hangi bir bağlayıcı katılmaksızın bileşen­ lerin basınç ya da ısı etkisi altında birbiri­ ne yapışması sonunda meydana gelen yı­ ğışıma. Ö Z T O P R A K (Sedat), turk besteci (Kon­ ya 1890 - İstanbul 1942). Kendi kendini yetiştirdiği söylenebilir. Genç yaşta bir ut virtüözü olarak tanındı. Türk müziği bölü­ mü kapanıncaya (1926) değin Darülelhan’da ders verdi. Daha sonra gazinolar­ da çalıştı, plaklara çaldı. Repertuvardaki 80 dolayında yapıtının 50 kadarını peşrev­ ler, sazsemaileri ve çeşitli oyun havaları oluşturur. Geri kalanlar şarkıdır. Özellikle sazsemaileriyle tanınmıştır. Bunlarda, liriz­ mi virtüozlukla birleştirdi. En ünlü sazse­ maileri suzidil (Fahri Kopuz ile birlikte), şehnaz, şehnazbuselik ve evç makamlarındadır. Ö Z T R A K (Faik), türk yönetici, siyaset adamı (Malkara, Tekirdağ, 1883-Ankara 1951). Mülkiye mektebi’ni bitirdi (1906); çeşitli yerleşim merkezlerinde kaymakam­ lık, mutasarrıflık yaptı. Denizli mutasarrı­ fıyken kuvayı milliyecilere yardım etti. Kur­ tuluş savaşı'na katıldı ve TBMM'nin birin­ ci döneminde Cebelibereket milletvekili olarak yer aldı. Bu görevi Tekirdağ millet­ vekili sıfatıyla 1950'ye değin sürdüren Öztrak birinci ve ikinci Refik Saydam hükü­ metlerinde (1939-1942) içişleri bakanlığı, TBMM Başkanvekilliği yaptı.



Mustafa Öztürk



Ö Z T R A K (Orhan), türk yönetici, siyaset adamı (Malkara, Tekirdağ, 1914). FaikÖztrak'ın oğlu ilhan ve Adnan Öztrak'ın ağa­ beyidir. Ankara Hukuk fakültesini bitirdik­ ten sonra kaymakamlık, mülkiye müfettiş­ liği yaptı. CHP genel sekreter yardımcılı­ ğında, Kurucu meclis üyeliğinde (1961) bulundu. 1961-1973 arası Tekirdağ’dan milletvekili seçildi ve ismet İnönü hükü­ metlerinde Gümrük ve tekel (1962-1963), içişleri (1963-1965) bakanlığı yaptı. CHP’ nin ortanın solu politikasını benimsemesi üzerine Turhan Feyzioğlu ve bazı milletvekilleriyle bu partiden ayrılıp Güven par­ tisini kurdu. Cumhuriyetçi güven partisi adını alan bu partide genel sekreterlik yaptı. Süleyman Demirel başkanlığında kurulan ortaklık hükümetinde (1975-1977) bir kez daha Gümrük ve tekel bakanlığı­ na getirildi. Ö Z T R A K (Adnan), türk yönetici (Mal­ kara 1915 - Ankara 1992). Ankara Hu­ kuk fakültesini bitirdi (1938). Çeşitli dev­ let görevlerinde, Şarkikaraağaç ve Kızıl­ cahamam kaymakamlıklarında bulundu. Basın yayın genel müdürlüğü' nde çalış­ tıktan sonra Fransa'ya gitti (1949). Paris Hukuk fakültesi'nde doktora yaptı. Dönü­ şünde (1951), Kızılay genel sekreteri ve genel başkan yardımcısı oldu. 1964'te kurulan TRT' ye ilk genel müdür olarak atandı ve bu kuruluşun yayınlarının ve yayın alanlarının gelişmesinde önemli katkıları oldu. 1971 de Ferit Melen hükü­ meti döneminde Başbakanlık müşavirli­ ğine atandı, 1975'te emekli oldu.



Ö Z T U R A N L I (O. Zeki), türk yazar (Sö­ ke 1926-izmir 1982). İstanbul Hukuk fa­ kültesini bitirerek (1951) avukat oldu. Kır­ sal kesim insanlarını konu alan ve insan­ cı değerleri savunan hikâye ve oyunlar yazdı: Mühür (1962), Tabanca (1969), Ba­ şakçılar (1970), Kör karga (1972), Batak göl (1969-1970, Kent oyuncuları), Evlatçıklar (1973-1974, Ulvi Uraz topluluğu). Ö Z T U T A R LI sıf. Fiz. Karşılıklı etkileşim halindeki parçacıklardan oluşan bir sis­ temde, sistemin öbür parçacıklarının, sis­ temin bileşenlerinden biri üzerindeki or­ talama etkisini yaklaşık olarak gösteren saymaca alan ya da potansiyel için kulla­ nılır. (Ortalama etkinin hesaplanması, di­ ğer parçacıkların yine sözkonusu ortala­ ma alan tarafından belirlenen hareketinin bilinmesini gerektirir. Öztutarlı terimi bura­ dan kaynaklanır. Öztutarlı alan yöntemi, örneğin atom fiziğinde elektronların kar­ şılıklı etkileşimlerini incelemede kullanılır. [Hartree yöntemi].) Ö Z T Ü K E T İM a. ikt. Bir üreticinin kendi üretimi olan ürünleri kendisinin tüketme­ si. — ANSİKL. Gelişmekte olan ülkelerde, iş­ letmelerin büyük çoğunluğunun başlıca işlevi hâlâ çiftçi ailelerinin gereksinim duy­ dukları yiyecek maddelerini sağlamaktır. Bu ülkelerde ekim alanlarının önemli bir bölümü çoğunluğu öztüketime giden ta­ hıl üretiminde kullanılır. Gelişmiş ülkelerde, köylü aileleri bahçe ürünleriyle (sebze ve meyve), kümes hay­ vanlarıyla (tavuk, hindi, tavşan vb.) ve iş­ letmenin kendi üretimiyle (süt, et, patates, şarap) beslenmeyi geniş ölçüde sürdür­ mektedir. Beslenme konusunda, küçük iş­ letmelerde ve endüstrinin dönüştürülme­ sine gerek kalmadan tüketilebilecek ürün­ ler yetiştiren işletmelerde öztüketimin pa­ yı daha fazladır. Tümüyle ele alındıkların­ da, çiftçilerin, besinlerinin yaklaşık dörtte birini öztüketimden sağladıkları sanılmak­ tadır. işletme ürünlerinin aile gereksinim­ leri için kullanılmasının başka biçimlerini de -örneğin ısınmak için odun kullanmak gibi- buna eklemek gerekir. Ama öztüketim kentlerde oturan nü­ fusla tarımla uğraşmayan kırsal nüfusu da ilgilendirir (sebze bahçeleri, aile bah­ çeleri). Öztüketim, kent nüfusunun yiye­ cek tüketiminin yaklaşık % 1 2 'sinl, top­ lam nüfusun yiyecek tüketiminin ise % 1 0 'dan biraz azını oluşturur. Öztüketim artmasa bile sürmesinde birçok etmen rol oynar. Bu etmenler şunlardır: taze ürünleri evde saklamanın çeşitli yolları olması (dondurma), ikinci oturma yerle­ rinin sayısının artması, doğal ürünlere duyulan ilgi, “ toprağa dönüş” ideoloji­ sinin etkisi. Son olarak, bunalım dönem­ lerinde (savaş döneminde besin madde­ si kısıtlamaları, ekonomik bunalım za­ manlarında mali güçlükler) öztüketimde artış görülür.



Ö Z T R A K (ilhan), türk hukukçu, siyaset adamı (Ankara 1925). Faik Öztrak'ın oğ­ lu, Orhan Öztrak'la Adnan Öztrak'ın kar­ deşidir. Ankara Hukuk fakültesini bitirdik­ ten (1947) sonra avukatlık yaptı. Medeni hukuk alanında İsviçre’de doktorasını ta­ mamlayarak (1952-1957) Siyasal bilgiler ■ Ö Z T Ü R K [Mustafa), Mustafa Ağa diye fakültesi'nde öğretim üyesi, doçent (1961), bilinir, türk siyaset adamı (Tunceli, Hozat, profesör (1971) oldu. Bir süre Basın-yayın 1859-Tunceli 1938). Abbasoğlu aşireti re­ yüksek okulu müdürlüğü, parlamento dı­ isi Zinozade Ali Ağa’nın oğlu. Özel öğre­ şından ikinci Nihat Erim, Ferit Melen ve nim gördü. Babası ölünce, aşiretin reisi ol­ Naim Talu kabinelerinde (1971-1974) Dev­ du. Bidayet mahkemesi üyeliği yaptı. Kur­ let bakanlığı yaptı. Bu göreve 12 eylül tuluş savaşı öncesinde Erzurum ve Sivas 1980’den sonra kurulan Bülent Ulusu hü­ kongrelerini (1919) destekledi, ilk TBMM’



ye (1920-1923) Dersim milletvekili olarak katıldı. Ö Z T Ü R K (Seyfi), türk siyaset adamı (Es­ kişehir 1927). Ankara Hukuk fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık yaparken CKMP temsil­ cisi olarak Kurucu meclis’e girdi (1961). 1961 seçimlerinde milletvekili seçildi. Su­ at Hayri Ürgüplü'nün koalisyon kabinesin­ de Köyişleri bakanlığı yaptı (1965). CKMP’ den ayrılıp Adalet partisine geçti. AP hü­ kümetlerinde ulaştırma (1965-1967), Dev­ let (1967-1969 ve 1977-1978), Çalışma (1969-1971) bakanlıklarında bulundu. Ya­ sama görevi 12 eylül 1980’e değin sürdü. 1983’ten sonra Doğru yol partisine üye oldu. Ö Z U Y A R IM a. Deneys. ruhbil. Beyinle­ rinin iyice belirlenmiş bölgelerine elektrot­ lar yerleştirilmiş bulunan ve bir manivela­ ya basarak bu bölgelerden birini elektrikle uyarabilen hayvanlarda gözlenen davra­ nış. Ö Z U Y A R M A a. Elektrotekn. Özuyarmalı makinelerin özelliği. Ö Z U Y A R M A U sıf. Elektrotekn. indükleyicileri besleyen doğru akımın yine kendi indüvisi tarafından üretildiği bir elektrik makinesi için kullanılır. ♦ özuyarm alı a. Özuyarmalı elektrik üreteci. Ö Z U Y U M a. Siber. Süreç yönlendirme sistemi gibi bir sistemin, yapı parametlerini, çalışması, çevresindeki değişimlere (hammaddelerin ayırtedici nitelikleri, ya­ kıtın niteliği, meteorolojik koşullar vb.) rağ­ men doyurucu kalabilecek biçimde değiş­ tirebilme yeteneği. Ö Z U Y U M L U sıf. Siber. Özuyum yetene­ ği olan bir sistem için kullanılır. (Özuyumlu bir otomatik pilot, bir uçağı, alçak irti­ fada sesaltı uçuştan, yüksek irtifada sesüstü uçuşa dek değişebilen çok çeşitli uçuş koşullarında, kuralınca yönetebilir.) Ö Z Ü A K (Yılmaz), türk yüzücü ve ant­ renör (İstanbul 1938). İstanbul Yüzme ihtisas kulübü'nde yüzmeye başladı; 13 yaşında milli takıma se.çlldl. 1952-1960 arası birçok rekor kırdı. Sporu bıraktıktan sonra antrenörlüğe başladı. Aralarında oğlu Murat Özüak da bulunan birçok şampiyon yüzücü yetiştirdi. Galatasaray kulübünde antrenörlük yapıyor. Ö Z Ü M LE M E a. Özümlemek eylemi. —Biyol. Virüsler dahil tüm canlı varlıkla­ rın, kendi büyüme ve çoğalmalarını sağ­ lamak amacıyla, çeşitli yabancı yapılar kendi yapılarına çevirme olgusu. (Özüm­ leme sırasında yeşil bitkiler fototrofi yoluy­ la, hayvanlar fagotrofi yoluyla vb. sağla­ dıkları enerjiyi harcarlar.) [Eşanl. ASİMİLAS­ YON.] (Bk. ansiki. böl.) —Bot. Klorofil özümlemesi, FOTOSENTEZ'in eşanlamlısı. —Petrogr. Bir maddenin bir magmaya ka­ tışması. (Burada sözkonusu olan, içinden bir magma geçen kayaçların bir bölümü­ nün ya da tümünün erimesi, sonra farklı bileşimlerdeki iki sıvının karışmasıdır. Bu olayın sonunda oluşan madde, melez bir magmadır. Lacroix, 1898’de özümleme­ yi, kayaçların içine sızan bir magmanın, bu kayaçların bir bölümüyle ya da tümüy­ le katışması olarak tanımlamıştır.) [Eşanl. MELEZLEŞME] —Ruhbil. J. Piaget’ye göre, bireyin örnek­ ler aracılığıyla çevresini değiştirme süre­ ci. (Özümleme, adaptasyon işleminde uyum sağlamayla bağlantılıdır; hareketli­ likle, gerçek ya da gizil etkileri algılama yo­ luyla çevreyi değiştirir.) — ANSİKL. Biyol. Hücreler büyüyebilir, kendilerini yenileyebilir ve çoğalabilir. Can­ lı madde yapılır ve yıkılır; yabancı mad­ deleri bağlayabilir ve içine alabilir. Böyle­ ce canlı varlık, enerjetik ve plastik mad­ desini oluşturur ya da yeniler ve yedek olarak depolar. Bireşimle sonuçlanan bu yapım süreci anabolizmayı oluşturur. Özümleme yetileri bakımından canlı



varlıklar iki bölüme ayrılır: bazıları, kendibeslekler, gereksinmeleri olan bileşikleri basit elementlerden (mineral azot, kar­ bon, hidrojen, kükürt, karbon gazı) yarar­ lanarak bireştireblldikleri için mineral bir ortamda yaşayabilir; dışbeslek olanlar (hayvanlar, bakterilerin birçoğu, mantar­ lar) ancak kendibesleklerin bireştirdiği ge­ nellikle basit organik maddelerden bire­ şim yapabilirler. Karmaşık besinler sindi­ rimle yıkılır ve daha sonra, canlı madde­ nin bireştirilmesi için tekrar işleme soku­ lur. Hücreler az çok yüksek olan özümle­ me oranlarıyla birbirlerinden ayrılır. Yaşam için gerekli besin maddelerini yapanlar dışbesleklerden çok kendibesleklerdir. Gerçekten de bunlar kökleriyle suyu ve madensel tuzları, özellikle yapraklarıyla da karbondioksiti soğururlar; bitkiler bu çe­ şitli elementleri, yeşil organlarındaki klo­ rofilde depolanan ışın enerjisini kullana­ rak organik moleküllere (glusitler, lipitler, protitler) dönüştürmek üzere bir araya ge­ tirir. Dışbeslekler karbonlu ürünleri bireştiremedlkleri için doğada daha önce bireştirilmiş olanları kullanmak ve bunları doğrudan soğurmak zorundadırlar. Onlar­ da özümleme, çok basit besinlerden ya­ rarlanılarak yapılan tam bir bireşimden çok, moleküler düzeyde meydana getiri­ len değişiklikleri içerir.



bir kadın olan Bacchis’e olan aşklarının anlatılmasıyla başlayıp gelişir. Oyunun öz­ gün yanı, özellikle Menedemus'un kişili­ ğinden kaynaklanır: hatalarının günahını ödemek için kendine inatla eziyet etmesi geleneksel roma ahlakına çok yabancı bir tutumdur.



Ö Z Ü N L Ü sıf. Bir şeyin özünde var olan; entrensek. (Eskiden zati, deruni denirdi.) —Geom. Bütün başka (J,g) eşdeğer gös­ terimleri için doğru olan parametrelenmiş bir (I,/) yayının bir özelliği için kullanılır. [Bu (I,/) ile gösterilen geometrik yayın özünlü bir özelliğidir. Yalın ya da katlı nokta kav­ ramları, aynı biçimde yalın yay ya da ka­ palı yay kavramları da özünlü özellikler­ dendir.] —Mant. Özünlü kanıtlar, bir konunun özünden çıkartılan kanıtlar. —Topol. Bir eğrinin iki noktasını birleştiren en küçük uzunluğun, bu iki nokta ne olur­ sa olsun aralarındaki uzaklığa eşit oldu­ ğu yay yay bağlantılı bir metrik uzay için kullanılır. (Üstün bir uzay özünlüdür.)



Ö Z Ü R , -zrü a. (ar. cuzr’dan). 1. Kendi­ ni haklı göstermek, bir kusur ya da hata­ yı bağışlatmak için öne sürülen neden; mazeret: Özrü kabul edilmedi. Özrü olma­ dığı halde toplantıya katılmadı. —2. Bir şeyin yapılmamasını, bir kusur ya da ha­ tanın hoş görülmesini, kabul edilmesini gerektiren neden, mazeret: Zamanında uyanamamış olman işine geç kalman için özür olamaz. —3. Bir şeyde, bir üründe, özellikle de kumaşlarda bulunan yapım hatası, eksiklik, kusur; defo: Bu kumaş ba­ zı özürleri olduğu için bu kadar ucuz. —4. Fiziksel eksiklik ya da zihinsel bozuk­ luk; sakatlık. —5. Özür dilemek, özrünü belirterek bir işten bağışlanmasını, bu du­ rumun anlayışla karşılanmasını istemek; yapılan bir yanlıştan ötürü bağışlanma di­ leğinde bulunmak. || Özür dilerim, hatası­ nın ve kusurunun bağışlanmasını isteyen kişinin söylediği nezaket sözü: Özür dile­ rim, sizi kırmak istememiştim. || Özrü ka­ bahatinden büyük, yaptığı bir suç ya da kabahat için özür dileyeyim derken daha büyüğünü işleyen kimsenin durumu için kullanılır. —Esk. Özr-hah, özür dileyen, affedilmek isteyen. || Özr-pezir, affedilir. —isi. Aptes tutmayı önleyici durum. (Bk. ansikl. böl.) —Metalürj. Parçaların hazırlanması, ısıl, kimyasal ya da mekanik dönüşümleri ya da kullanımları sırasında meydana gelen iç ya da dış kusur; hata. (Bk. ansı'kl. böl.) —ANSİKL. İsi. Olağan durumlarda aptesli olarak yerine getirilmesi gereken ibadet­ ler için özürlü olunması halinde bu koşul özür geçince ortadan kalkar idrar tutama­ ma, sık sık burun kanaması, sürekli ishal ve kanama gibi durumlar birer özür sayı­ lır Bu özürler aptes alıp namaz kılacak ka­ dar bir süre kesilmemek koşuluyla tam bir namaz vakti boyunca sürer ve bir sonra­ ki her namaz vaktinde de en az bir kez görülürse bu durumdaki kişiye "özür sahibi” denir. Özür sahibi, her namaz vak­ tinde bir kez aptes alır ve kanama, idrar gibi özür namaz içinde bile sürse, içinde bulunduğu vakit doluncaya kadar aptesli sayılır, dilediği kadar ibadet edebilir. Son­ raki vakitte yine aptes alınması gerekir Bu durumdaki kişinin özründen dolayı bede­ ninin ya da giysisinin kirlenmesi de özrün bir parçası sayılır ve ibadet etmesini en­ gellemez. Tam bir namaz vakti geçtiği hal­ de özür durumu görülmeyen, örneğin ka­ naması kesilen kişi, özür sahibi olmaktan çıkar. —Metalürj. Bir özür ancak nitelik normu­ na göre tanımlanabilir (çünkü bu, yargı belirten bir terimdir); aksi takdirde biçim­ sel ya da yapısal bir özellik olarak adlan­ dırmak gerekir (bu durumdaysa bir sap­ tama olur). Özürler geometrik ve metalürjik olarak ikiye ayrılır. Geometrik özürler parçanın biçimi ve yüzey kalitesi ile ilgili­ dir; metalürjik özürlerse çatlaklıklar, göze­ neklilikler ve enklüzyonların (kalıntı) yanı sıra kırılganlık, yetersiz sertlik ve hetero­ jenlik gibi yapısal kusurları kapsar. Bir me­ talde üretim ve kullanımın her aşamasın­ da özgül kusurlar görülebilir ve bu kusur­ lar örneğin çatlak, soğuma çatlağı, da­ mar kabartı, pürtük, pul ve çeşitli kırılgan­ lıklar gibi özel terimlerle anılır.



Ö z ü n ü n c e lla d ı (Heautontimorumenos), Terentius’un, konusu Menandros’tan alınma komedisi (İ.Ö. 163). Yoksul bir genç kız olan Antiphila'yı seviyor diye oğlu Clinia’yı evden kovan Menedemus, daha sonra pişmanlık duyar ve bu duygunun etkisiyle kendi kendine eziyet etmeye baş­ lar. Olayların azlığına karşın oyunun çok karışık olan örgüsü, Clinia'nın Antiphila’ ya, arkadaşı Clitipho’nun da hafifmeşrep



Ö Z Ü R E M E a. Hücresel yapılara ve ge­ nellikle canlılara özgü özümleme (daha önceden bulunanlarla özdeş yeni makromoleküllerin yapılması), örgünleşme (kar­ maşık yapıların kurulması) ve öz yapıları­ nı eşzamanlı olarak eşleme yeteneğini be­ lirten nitelik ve yeti. —ANSİKL. Çekirdekteki kromozomlar, çe­ kirdekçik, Golgi aygıtı, mitokondriler özüreme yoluyla çoğalır. Bazı hayvanlarla bit­



Ö Z Ü M L E M E K g. f. 1. Biyol. Besinleri özümlemek, besinleri parçalayarak orga­ nizmaya özgü maddeler yapmak üzere değişikliğe uğratmak. — 2. Bir topluluğu (bir başka topluluk içinde) özümlemek, onları o topluluk içinde eritmek, o toplu­ luğa katmak: Azınlıkları kendi kültürü için­ de özümlemeye çalışmak. —3. Bilgileri özümlemek, onları anlamak, belleğinde tutmak, kendinin kılmak; sindirmek: Oku­ duklarını özümleyip bunlardan bir sonuç çıkarıyor. ♦ özüm lenm ek edilg. f, 1. Besinlerden söz ederken, organizmaya gerekli özel maddelere dönüşmek: Nişastalı bitkiler ol­ dukça kolay özümlenir. —2. Bilgilerden söz ederken bir kimse tarafından kavran­ mak, onun belleğine yerleşmiş olmak: Özümlenmeyen bilgilerin ne yararı olabi­ lir. —3. Bir başka topluluk tarafından eri­ tilmek, o toplumun içine katılmış olmak: Ana devletçe özümlenen azınlıklar. Ö Z Ü M LE N M E a. Özümlenmek eylemi. Ö Z Ü M L E N M E K -* ÖZÜMLEMEK. Ö Z Ü M S E M E a Özümsemek eylemi; özümleme. Ö Z Ü M S E M E K g. f. Bir bilgiyi, bir konu­ yu anlayarak kavramak; özümlemek. ♦ özümseı'ımek edilg. f. Özümsemek eylemine konu olmak; özümlenmek. Ö Z Ü M S E N M E K -» ÖZÜMSEMEK.



kilerin vejetatif çoğalması daha geniş an­ lamda bir özüremedir. Buna karşın, için­ de yaşadığı hücreyi kullanarak üreyen vi­ rüsler özüreme yeteneğinden yoksundur. Ö Z Ü R L Ü sıf. 1. Bir işi yapmamasında kabul edilebilir nedeni ya da bir engeli bu­ lunan kimse için kullanılır; mazeretli, ma­ zur. —2. Yapımında herhangi bir hata bu­ lunan şey, özellikle de kumaş vb. için kul­ lanılır; defolu: Bu kumaş özürlü. Özürtü çorap. —3. Fiziksel bir eksikliği ya da zi­ hinsel bir bozukluğu olan kimse için kul­ lanılır; sakat: Özürlü çocuklar. —Ormanc. Özürlü odun, bir hastalığı ya da bir özrü bulunan bir ağaçtan elde edi­ len ve bu yüzden kalitesi düşük olan odun. —Tip. Çok özürlü, birden fazla sakatlığı ya da bedensel eksikliği olana denir. —Tic. Özürlü mal, sözleşmede belirtilmiş ya da istenebilir koşullara uymadığı için teslim alınmayan mal. (Muhasebede, ia­ deler adıyla açılan bir nazım hesaba ge­ çirilir.) Ö Z Ü R S Ü Z sıf. 1. Bir işi yapmamasında kabul edilebilir bir nedeni, bir engeli bu­ lunmayan kimse için kullanılır; mazeretsiz: —2. Hatası, kusuru, eksikliği bulunmayan şey için kullanılır. ♦ be. Özrü, mazereti olmaksızın. Ö Z Ü T a. Kim. müh., Anal. kim. ve Eczc. 1. Bitkisel ya da hayvansal bir maddeden su, alkol ya da eter gibi bir çözücünün et­ kisiyle ayırımsal özütleme işlemi sonunda elde edilen bir çözeltinin, belirli bir dere­ ceye kadar derişikleştirilmesiyle hazırla­ nan préparât. (Özütler kıvamlarına göre sıvı ya da akışkan, yumuşak, sert ve kuru özütler olarak ayrılır.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Sıvı-sıvı sistemde çözücü bakımın­ dan zengin faz. —Petrokim. Özütleme yöntemiyle, diğer hidrokarbonlardan ve özellikle de yağla­ yıcı kesitlerden ayrılan aromatik hidrokar­ bon. —Sütç. Kuru özüt, sütte ya da bir süt ma­ mulünde bulunan kuru madde miktarı. || Yağsız kuru özüt, yağsız kuru madde mik­ tarı. —ANSİKL. Eczc. Özüt hazırlanması iki ev­ reyi kapsar; birincisi özüt çözeltisinin el­ de edilmesi, İkincisi bunun yoğunlaştırılmasıdır. Yoğunlaştırma sırasında ısı ve ha­ va ile temastan ileri gelebilecek bozulma­ ların en düşük düzeyde kalmasına dikkat edilmelidir. Özütler, özgül bitkilerdeki ağır­ lıklarını temsil eden kıvamlarına göre akış­ kan ya da sıvı ve su oranlarına göre yu­ muşak, sert ya da kuru özüt olarak sınıf­ landırılır. Özütlerin çoğu titre edilerek et­ kin madde ve kuru kalıntı oranları sapta­ nır. Özütler az ya da çok koyu esmer renk­ te olup, hava ve ışık geçirmeyen kaplar­ da saklanırlar. —Kimi. müh. Renklendirici sepileme özütleri, et özütleri vb., giderek elde edildik­ leri asıl hammaddelerin yerini almaktadır. Sanayide özüt üretmek için, istenen mad­ denin özel bir sıvı içinde çözündürülme­ sine çalışılır. En çok kullanılan çözücü sı­ vılar su, alkol ve eterdir, istenen madde­ ler çözündürüldükten sonra, hacimleri el­ den geldiğince küçültülür, yani derişikleş­ tirilir. Derişikleştirme işlemi, ya ısı etkisi al­ tında, ya açık havada ya da çok çabuk bozulan organik kökenli özütlerin uzun sü­ re saklanabilmesini sağlayan bir yöntem­ le, vakum altında yapılır. Ö Z Ü T LE M E a Eczc. Hayvansal ya da bitkisel bir eczadan bir ya da birçok etkin madde çıkarıp ayırma işlemi. (Bk. ansikl. böl.) —Kim. Özütleme aygıtı, kimi maddelerin çözünebilen bölümlerini uçucu bir çözü­ cüyle özütlemeye yarayan aygıt. (Bk. an­ sikl. böl.) —Kim. müh. Ayırımsal özütleme, bir karı­ şım içindeki yararlı görülen bir bileşeni, bölümsel ayırımlama yoluyla elde etme iş­ lemi. —Kim. müh. ve Anal. kim. Bir hammad­



özütleme 9088



Adnan ö if a f ç M r



deden, kimi benzer özellikleri olan ve özütü meydana getiren ürünleri karışık olarak elde etmeye dayanan işlem. (Bk. ansikl. böl.) || Özütleme aygıtı, özütleme işlemi­ nin yapıldığı aygıt. || SeçimseI özütleme, aynı fazda bulunan iki ya da daha çok maddeyi, ortama, bu fazla karışmayan bir sıvı katarak maddelerden birini tercihli ola­ rak çözündürüp ayırmaya dayanan işlem. (Bk. ansikl. böl.) — Parf. Bitkisel bir maddenin kokulu bile­ şenini bir çözücü yardımıyla elde etmeye dayanan işlem. (Bk. ansikl. böl. Kim. müh., Anal. kim. ve Part) —Petrokim. Damıtma yoluyla ayrılamayan, aromatik hidrokarbonlar gibi kimi ci­ simleri seçici bir çözücüyle özütlemeyi sağlayan arıtma yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Eczc. Özütleme değişik yön­ temlerle yapılabilir: suya yatırma, sindir­ me, dekoksiyon, infusyon, liçing ya da süzme, ayrıca sürekli damıtma ve püskürt­ me (nebulizat). Bu son iki teknik sanayi­ de kullanılır. En uygun yöntem, en kısa sü­ rede ve her türlü değişme ya da bozul­ mayı önleyecek en düşük sıcaklıkta en fazla etkin maddenin elde edilmesine ola­ nak sağlayan yöntemdir. — Kim. Değişik tiplerde çeşitli özütleme aygıtları vardır. Örneğin soğukta, taşıyıcı işlevi gören uçucu bir çözücü yardımıyla (alkol, eter, vb.), bileşiminde bu çözücü­ de çözünebilen kimi cisimler içeren mad­ deler Payen aygıtıyla özütlenebilir. —Kim. müh., Anal. kim. ve Parf. Özütle­ me, genellikle presleme ya da bir çözü­ cüyle çözerek ayırma işlemine dayanır; bu çözücü, ortamdan daha sonra uzaklaştı­ rılır. Bitkisel ya da hayvansal pek çok ham­ maddeden sanayide (sepileyici* özütler), parfümcülükte ve eczacılıkta kullanılan çe­ şitli özütler elde edilir. Presle özütleme, yağ üretiminde 1855 yılına dek uygulanan başlıca yöntemdi. Bir çözücüyle, örneğin karbon sülfürle özütleme yöntemi, ilk kez J. Deiss tarafından kemik yağı elde etmek ya da yünün yağını gidermek (1855), gresi işlemek amacıyla kullanıldı; a/na bu yön­ temin sanayiye uygulanması Edouard Bataille'ın çabaları sonucu ancak 1892'de gerçekleşti. Sıvı-sıvı özütleme, bir sıvı içinde çözün­ müş olan bileşenleri, çözücü denen ve bu sıvıyla çok az ya da hiç karışmayan baş­ ka bir sıvı yardımıyla yapılan fiziksel bir ayırımlama yöntemidir; işlem sırasında bi­ leşenlerin her iki sıvıdaki göreceli çözü­ nürlük farklarından yararlanılır. "Çözünen” , karışımın bir çözücü için­ de çözünen bileşenini, "özüt” , çözücü ba­ kımından zengin fazı, "arıtma ürünü" ise çözücü bakımından fakir fazı belirtir. Bile­ şenlerin kimyasal yapılarının, fazlar arasın­ daki değişim mekanizmalarında büyük bir önemi vardır. Bunun en basit örneği, B ve C gibi iki fazda da aynı şekilde çözünen ve bu fazlarda belli bir dağılım eğrisine göre dağılan bir A maddesinin durumu­ dur (şekil 1). Sistemi açıklayabilmek için çözünürlüğün genellikle sıcaklığa ve çok az olarak da basınca göre değiştiği göz önüne alınarak çizilen bir eşsıcaklık diyag­ ramından yararlanılır. Şekil 2'deki diyag­ ramda A maddesinin, B ve C nin içinde her oranda karıştığı, buna karşın B ve C ’nin birbiri içinde kısmen karıştığı kabul edilir. Çözünürlük eşsıcaklık eğrisi, diyag­ ramı iki bölgeye ayırır. R bir A,B,C karışı­ mının bileşimini gösterirse eşlenik nokta­ lar denen Q ve R noktalan, sözkonusu da­ ğılım eğrisine bağlı olarak iki fazın ayrıl­ dıktan sonraki bileşimini belirler. Birçok durumda deneysel olarak belirlenen bu çözünürlük diyagramları, İstenen özütlemenin elde edilebilmesi için gerekli ku­ ramsal tablaların ya da aktarma birimleri­ nin sayısının hesaplanmasını sağlar. Sıvı-sıvı özütleme yönteminde fiziksel iş­ lemler her zaman aynı sırayla uygulanır, yani önce temas sağlanır, sonra fazlar bir­ birinden ayrılır: bütün bu işlemlerin temel amacı, değişim yüzeyini artırmak ve mad­ de aktarımı için gerekli olan sürede faz­



lar arasındaki teması sağlamak üzere bir fazı bir başka faz içinde en iyi şekilde da­ ğıtmaktır. Böylece dağıtılmış olan fazlar kaynaştırılarak durultma yoluyla toplanır ve sonra yeniden ayrılır. Kesiksiz çalışmak üzere tasarlanan ay­ gıtlarla genellikle karşıakımlı, çok kade­ meli özütlemeler yapılır. Özütleme aygıt­ ları üç büyük gruba ayrılır: 1 . karıştırıcı-durultucu, bir karıştırıcı ile bir durultucunun birbirine monte edilmesin­ den oluşur; emülsiyon, durultucu İçine kendi ağırlığıyla akar ve ayrılan fazlar bu­ radan bitişik kademelerdeki karıştırıcılara gönderilir; 2 . özütleme kolonu, karşıakımla dolaşan İki sıvı faz arasında sürekli bir temas sağ­ lar; türbülans ve arayüzeyi büyüten bir çalkantı meydana getirerek etkinliği daha da artırır; 3. merkezkaç özütleyici, yerçekim alanı yerine merkezkaç alan uygulayarak daha



dan ve ayınmlama kulelerinden oluşan bir dizi içinde çözücüden uzaklaştırılır. Yoğuşturulan çözücü yeniden elde edilir ve kul­ lanılır. Bu yöntem yüksek basınçlar ve sı­ caklıklar gerektirmez. Ö Z Ü T L E Y İC İ a. Petr. san. Kuyu açma sırasında elde edilen bir karottan ya da postalardan, hidrokarbonları özütlemeye yarayan laboratuvar aygıtı. —Petrokim. Çözücüyle özütleme donanı­ mı. Ö Z Ü T S E L sıf. Eczc. Özütleme yoluyla elde edilmiş olan maddelerin tümü için kullanılır. Ö Z V A T A N , İç Anadolu bölgesinde Kayseri iline bağlı ilçe; 23 739 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi, Kayseri'nin 82 km K.'inde ûzvatan (esk. Çukur), 7 699 nüf. (1990). Ö Z V E R E N sıf. Özverili. Ö Z V E R İ a. Bir amaç uğruna kendinden ya da kendi çıkarlarından vazgeçme; fe­ dakârlık. Ö Z V E R İL İ sıf. 1. Bir amaç uğruna ken­ dinden, kendi çıkarlarından vazgeçen kimse, bu kimsenin davranışları için kul­ lanılır; fedakâr: Özverili bir baba. Özverili bir davranış. — 2 . Özveri gerektiren iş için kullanılır: Özverili bir iş. Ö Z Y A K IN S A K sıf. TV. Üç elektron taba­ kası, üç demetin aynı anda yakınsaması­ na olanak verecek biçimde, aynı doğrul­ tu üzerinde yer alan trikrom bir televizyon tüpü için kullanılır.



9



«kll 1 . dağdım eğrisi



A



yüksek geçiş hızları ile daha büyük du­ rultma hızlarının elde edilmesini sağlar. Sıvı-sıvı özütleme, nadir toprakların ay­ rılması ve arılaştırılması, nükleer sanayi­ sinde toryum ve uranyum tuzlarının açlaş­ tırılması gibi sulu çözeltilerin işlendiği pek çok yöntemde yaygın olarak kullanılır. —Petrokim. En eski özütleme çözücüsü, Edeleanu yönteminde kullanılan kükürt dioksit ve benzol karışımıdır; bu yöntemden günümüzde de, gazyağını aromatikler ba­ kımından fakirleştirmede yararlanılır. Gli­ kollar, sülfolan, N-metilpirrolldon, dimetilsülfoksit BTX aromatikleri (benzen, toluen, ksllen), petrol kesimlerinin buharla kraking ya da katalitik reforming işlemlerinden ge­ çirilmesiyle elde edilen akışkan artıkların­ dan özütlemede kullanılır. Yağlama yağ­ ları için, akışmazlık indisini iyileştirmede aromatik özütleyici çözücüler olarak furfurol ya da fenol yeğlenir Bir özütleme do­ nanımı, esas olarak, içinde, önceden ısı­ tılmış ve karşıakım altında iyice karıştırıl­ mış çözücü ve yağ bulunan bir işleme ko­ lonundan oluşur. Aromatikleri ve çözücü­ nün büyük bir bölümünü içeren rafinat, kolonun tepesinde, özüt ise altında ayrı­ lır. Her evre, daha sonra, buharlaştırıcılar-



Ö Z Y A L Ç IN E R (Adnan), türk öykücü (İstanbul 1934). İÜ edebiyat fakültesi’ndeki öğrenimini yarıda bıraktı; gazete ve dergilerde çalıştı. İlk öykülerinde, büyük kentin kenar semtlerindeki günlük yaşa­ mın ayrıntılarına İniyor, zaman zaman gerçeküstücü tutumla fantastik görüntü­ ler canlandırıyordu. Çözümleyici bir anla­ tımla ayrıntıları sergilemeyi bütün yapıtla­ rında sürdürdü ( Sur. 1963, Sait Faik ar­ mağanı vd.). Kişilerinin çevreleriyle uz­ laşmazlıklarının nedenlerini zamanla ge­ niş ölçüde toplum sorunlarına bağladı (Yağma, 1971, TDK ödülü; Gözleri bağlı adam, 1977, Sait Faik armağanı). Bazı öykülerinde taşradaki yaşama, çevreye, sorunlara eğildi ( Yıkım günleri, 1972). Son yıllarda gene toplum sorunlarına yö­ neldi (Cambazlar savaşı yitirdi, 1991; Haldun Taner öykü ödülü). Ö Z Y A P I a. Karakter. —Ceb. iki elemanın bileşkesi, donatıldığı küme üzerinde bulunan ve bir eşyapı oluşturan iç bileşim yasası. || Özyapı uy­ gulaması, bir kümenin kendi üzerine eşyapı uygulaması. [T ile gösterilen bir içyapı yasasıyla donatılmış bir küme A ve bir bijeksiyon y>: A -* A olsun. A nın her x, y İkilisi için (xTy) = y> (x) T y> (y) ise ıp bir özyapı uygulamasıdır. Eğer y> ldA, D E N İ Z B U Z ' U . ) P AC KAG IN G a. (ing. söze.). Ambalaj ve koşullandırma tekniklerinin reklamcılık açı­ sından incelenmesi. P a c k a r d (vanee), amerikalı toplum­ bilimci ve gazeteci (Granville Summit 1914). Çağdaş toplumda isteklerin rek­ lamlar aracılığıyla yönlendirilmesi üzerin­ de durdu ( The Hidden Persuaders [Gizli inandırıcılar], 1957) ve kitlelerin iletişim araçlarınca koşullandırıldığını ortaya koydu (The Status Seekers [Saygınlık tutkunları], 1959; The Sexual Wilderness [Cinsel ıssızlık], 1968; A Nation of Stran­ gers [Bir yabancılar ulusu], 1972; The People Shapers [Halk biçimlendirlcilerl]/ 1977; Our Endangered Children [Tehli­ keye atılmış çocuklarımız], 1983; The Ultra Rich [Aşırı zenginler], 1989). P A C O D’ A R C O S (Joaquim), portekizli yazar (Lizbon 1908 - ay. y. 1979). Lizbon’ daki burjuva yaşamın kronikçisiydi (Ana Paula, 1938; Espetho de tres faces, 1950), aynı zamanda romanlar ve yolculuk öy­ küleri de yazdı (Neve sobre o mar, 1942). Etkili ve gerçekçi bir anlatıcı olarak, ayrı­



ca özellikle Memorias duma nota de banco (1962) adlı bir yapıtla yaşamı ve çağı üzerine yazdığı anılarını (1973, 1976,1979) da sayabiliriz. p a c ta c o n v e n ta , latince benimsenmiş antlaşmalar anlamına gelen ve Polonya kralının, seçilmesinden önce soylularla yaptığı ve yetkisini sınırlayan konvansiyon­ ları adlandıran sözcükler. P a c ta s u n t s e rv a n d a , verilen söze bağlılık ilkesi. Özellikle uluslararası hukuk­ ta büyük ¿nem taşıyan bu ilke, 1969 Vi­ yana antlaşmalar sözleşmesi’nde şöyle di­ le getirilmiştir: her antlaşma tarafları bağ­ lar ve taraflarca iyi niyetle uygulanmayı gerektirir. P A C U V İy S (Marcus), latin trajedi şairi (Brindisi İ.Ö. 220-Taranto İ.Ö. 130'a doğr.). Şair Ennius’un yeğeniydi, Scipiolar'ın çev­ resine katıldı ve praetexta (roma konulu) bir trajedi dışında, hepsi de palliatae (yu­ nan konulu) on İki kadar trajedi yazdı. Ya­ pıtlarından kalan parçalarda, tuhaf ve fan­ tastik efsanelere karşı belirgin bir eğilim görülmektedir. PAÇA a. (fars. pa, ayak ve -çe; pâ-çe, kü­ çük ayak'tan). 1. Pantolonun, şalvarın, şortun, donun v b ayakların ya da bacak­ ların çıktığı bölümü: Pantolonun paçala­ rını kesip şort yapmak. Bu şortun paça­ ları çok kısa. —2. Kasaplık hayvanların kesilmiş ayağı; bu ayaktan yapılan yemek. —3. Paçaları sıvamak, bir işi yapmaya, onun gereklerini yerine getirmeye hızla hazırlanmak. || Paçalarından akmak, bir kimseden söz ederken, kir ve pislik için­ de bulunduğunu belirtmek için söylenir. || Paçası düşük, kılıksız, pasaklı özensiz­ ce giyinen kimse için kullanılır || (Birini) pa­ çasından tutup atmak, bir kimseyi aşağı­ layıcı bir tutumla bir işten ya da yerden kovmak. —Esk. sil. Yay yapımında kullanılan hay­ van sinirlerinden kesilen, artan parçalara verilen ad. (Timar ya da ince yarış okları­ nı çekecek yaylarda inek siniri; tirkeş, Çer­ kez, tatar oklarının yaylarındaysa öküz si­ niri kullanılırdı. Bu sinirler kurutulduktan sonra yayın uçları arasında beşe bölünür, iki baştan artan parçalar kesilirdi. Beş boy sinir yeniden kurutulur, sonra mermer üze­ rinde şimşir tokmakla dövülerek yumuşa­ tılır, tel tel inceltilirdi.) —Kasapl. Sığır ve dananın önkol ve aya­ ğının üst kesiminde yer alan kısımlar. (Tü­ müyle kemikli olan bu kısım kasaplık bir parça değildir.) —Mutf. Çeşitli biçimlerde hazırlanmış (haşlanmış, galeta ununa bulanarak kızar­ tılmış vb.) kasaplık (dana, koyun) ya da şarküteri (domuz) hayvanının ayağı. )| Ke­ çi ya da koyunun ayak kısmından yapılan yemek. || Paça dondurması, ortadan kırı­ larak haşlanmış paçaları kemiklerinden ayırıp, suyu biraz koyulaşınca sarmısak ve sirkeyle birlikte içine etlerini de atıp don­ durarak yapılan paça yemeği. Paça don­ ması da denir.) || Paça tiridi, paçanın suyuyla ıslatılmış pide ya da ekmeklerin üze­ rine paçanın etlerini koyup fırında pişire­ rek yapılan yemek. (Yoğurtlu olarak da ya­ pılır.) || Paça yahnisi, bol soğanlı ve nohutlu paça yemeği. (Paçalar haşlandıktan son­ ra ayrı bir yerde bolca soğan kavrulur, İçi­ ne haşlanmış nohut, biraz salça ve doma­ tes konularak kendi suyuyla pişirilir.) —Spor. Yağlı güreşlerde güreşçinin giy­ diği kispetin her iki baldırın ortasına ka­ dar uzanan kısmı. (Paçaların uçkurluk­ larındaki urganlar iyice bağlanır, böylelikle rakip güreşçi paçayı elle tuttuğunda kis­ petin bu kısmı yutarı doğru kaymaz.) || Yağlı güreşte parmakları kispetin paça ba­ ğına geçirip tutarak rakibin dengesini bozmaya yarayan bir oyun başlangıcı. (Tek elle yapılırsa tek paça, çift elle birden yapılırsa çift paça denir.) || Paça bağı, pa­ çadaki ince uçkurlukta bulunan ve tutul­ duğu zaman paçanın yukarıya doğru sıy­ rılmasını önleyen ince ve dayanıklı bağ. ü Paça kasnak, yağlı güreşte bir oyun.



(Güreşçi bir eliyle rakibinin bir paçasından tutar, öteki elini apış arasından geçirerek kispetin belinden kavrar ve rakibi sırtüstü çevirmeye çalışır.) || Paça kazık, yağlı gü­ reşte bir oyun. (Güreşçi bir eliyle rakibi­ nin paçasını yakalar, kispetin paça derisi­ ni avuçlar; öteki eliyle rakibinin vücudu­ na, ya da bacağına sarılarak başaşağı diker.) —'ferz. Paça astarı, paça kenarlarrnın ayakkabıya sürtünerek aşınmasını önle­ mek amacıyla paçanın iç kısmına dikilen kumaş ya da deri şerit. —Yağ. mad. Paça yağı, sığır paçasından özütlenen ve çok yüksek oleik asit oranı (°/o 60-65) ile yükseltgenmeye karşı çok büyük direnci bakımından diğer yağ­ lardan ayrılan yağ; bu özelliklerinden do­ layı saatçilikte yağlama yağı olarak kulla­ nılır. —Zootekn. Özellikle tavuk ve güvercin gi­ bi kuşların ayak bileklerinden başlayarak bacaklarını saran tüy topluluğu.



9095



Pisa Üniversitesi



PAÇACI a. 1. Koyun, keçi vb. kasaplık hayvanların kesilmiş ayaklarını satan kim­ se. —2. Paça, işkembe çorbası vb. ye­ meklerin pişirilip satıldığı lokanta. P A Ç A C ILIK a. Paça yapma ve satma işi. P AÇ AG Ü N Ü a. Düğünün ertesi günü. —Folk. Düğünden sonraki ilk cuma gü­ nü güvey evinde yapılan yemekli toplan­ tı. (Bu toplantıya gelin ve güveyin en ya­ kınları katılır. Düğün yemeğine ek olarak paça ikram edildiğinden bu adı almıştır.) P A Ç A H A N E a. (fars. pâçe, paça ve ha­ neden, paçe-hane). ikt. tar. OsmanlIlar döneminde, kent ve kasabalarda kesilen koyun, keçi, kuzu ve oğlaklardan mezba­ halarda alınan vergilerden birinin adı. (Mezbahalarda paçahanelerden başka kasaphane, salhane, kellehane, ayak ve ciğer parası gibi birçok vergi alınırdı. Bu vergiler hayvan başına 2 ile 1 0 para ara­ sında değişirdi. Bazı yerlerde de iltizama verilir, mültezimler topladıkları belirli ver­ gilerden başta kesilen hayvanların ayak, baş ve ciğerlerini alarak paçacılara satar­ lardı.) P AÇ AK a. Urganc. Birbirine dolaşmış ur­ gandan elde edilen hurda yığını. P AÇ A L a. (fars. pâçsf). 1. Ekmek yap­ mak için kullanılan çeşitli tahılların yasa­ ca gerekil görülen karışım oranı. — 2 . Yörs. Çeşitli şeylerin karışımı. —Bors. Paçal yapmak, bir şirketin hisse senetlerinden ilk seferkinden ucuz bir fi­ yatla bir miktar daha satın alarak satın alı­ nan toplam hisse senetleri tutarını daha düşük bir fiyata mal etmek. —Değirmene. Belli bir kalitede un elde et­ mek İçin değişik teknik özelliklere sahip buğdayları belli oranlarda birbirine karış­ tırarak elde edilen karışım. —Mad. oc. Sanayisel özelliklere uygun cevher oluşturmak için değişik tenörlü cevherlerin karıştırılmasıyla elde edilen ka­ rışım. —Tüt. Sigara yapımında istenen içimi sağ­ lamak için değişik tütün çeşitlerinin belli oranda karıştırılmasıyla yapılan harman. PAÇ AL a. 1. Balıkç. Ringabalıklarını tuz­ layıp güneş görmeyen, serin ve nemli bir yerde depolama işlemi. —2. Ringabalıklarını fıçılarda tuzlamaya yarayan, tuza doymuş salamura suyu. P AÇ A LI sıf. 1. Paçası belirtilen nitelikte olan pantolon vb bir giysi için kullanılır: Bol paçalı bir pantolon. Sökük, yırtık pa­ çalı bir pantolon. —2. Tüyleri ayak bilek­ lerine tadar uzanan kümes hayvanları ve kuşlar için kullanılır: Paçalı tavuk. Paçalı güvercin. —'Ferz. Bol paçalı pantolon, kalçadan diz­ lere değin dar, dizden sonra paçası gide­ rek bollaşan pantolon. P AÇ A LI Ş A H İN a Zooi. Avrupa, Asya ve Amerika'nın en kuzeyi dışındaki bölge­ lerinde rastlanan şahin. (Beyazımsı başın­ da koyu kahverengi çizgiler, beyaz kuyru-



Al Paciııo, kendisine En iyi Aktöı Oscar’ını kazandıran “Kadın Kokusu” adlı filmin bir sahnesinde.



paçalı şahin ğunun ucundaysa geniş bir siyah şerit vardır. Göçmendir. Küçük memeliler, sü­ rüngenler ve kuşlarla beslenir. Bil. a. Buteo lagopus; Falconidae familyası.)



9096



P A Ç A LIK a. 1. Pantolon, şalvar vb. giy­ silerin ayak bileğini saran kısmı. —2. Folk. Gelinlerin paçagünû'nde giydikleri, ge­ nellikle ağır kumaşlardan yapılmış giysi. (Düğün giysisine oranla daha sade olur.) —3. Paça yapmak için ayrılmış koyun ya da keçi ayağı. —Giy. Şalvarın bilek kısmına işlenen ya da aplike edilen işleme. || Şalvarın üzerine, diz altından ayak bileğine değin uzanacak bi­ çimde sarılan işlemeli ya da el dokuma­ sı, desenli kumaş parçası. (Paçalığın, gömleğin ucundaki işlemelerle uyumlu ol­ masına özen gösterilir. Özellikle Ege böl­ gesi türkmen kadın giyiminde, giyimi ta­ mamlayıcı bir öğedir.) —Oto. Çamurlu yolda giderken tekerlek­ lerin çamur sıçratmasını önlemek için ar­ ka çamurluklara takılan, kauçuk ya da elastomerden siper. P AÇ A M O R A a Eskiden gemicilerin, peksimet kırıklarını bir kap içinde ıslatıp, üzerine yağda kavrulmuş soğan dökerek yaptıkları bir tür yemek.



ig n a c y J a n P ıd e rm k i León Bonnat'nın bir portresinden ayrıntı Bonnst müzesi, Bayonre



Pedlnc mağarası'ndan bir görünüm



ra, bileşen liflerini yeniden elde etmek için didilir; daha sonra bu lifler, iplikçilikte, do­ kunmamış kumaşların üretiminde, kıtık ya da yalıtkan katmanlar oluşturmada kulla­ nılır. Bez ve pamuk paçavralarından kâ­ ğıt hamuru hazırlamada da yararlanılabi­ lir; ancak günümüzde bunların yerini, di­ ğer hammaddeler, özellikle de selüloz ve eski kâğıtlar almıştır. • Paçavra didici. Bir paçavra didici, ge­ nel olarak, işlenecek paçavraları, eğik me­ tal dişlerle donatılmış, çok hızlı dönen bir tamburun yanına ağır ağır sürükleyen besleme silindirlerinden oluşur. Bu dişler tarafından kavranan paçavralar didilir ve iplikçilikte yeniden kullanılabilir tekstil hur­ dalarına dönüşür, iyi bir sonuç elde etmek için paçavraların paçavra didiciden genel­ likle birkaç kere geçirilmesi gerekir. "Garnet makinesi” denilen kimi makinelerde, paçavralar, büyük bir tamburun sert tarak dişleri ile küçük çaplı birçok silindirin diş­ leri arasında didilir. PAÇAVRACI a. Eski bez paçavraları top­ layıp satan kimse. P AÇ İLE a. (fars. pS, ayak ve çile'den pa -çile). Esk. Karda yürümek için ayakkabı­ lara takılan kalbura benzer ayaklık.



ken bir kondansatöre seri bağlı, sabit ya da ayarlanabilir kondansatör. (Bk. ansikl. böl.) —Ans Ikl Trimerler gibi, padding de, fre­ kans değişimli bir alıcıyı üstün biçimde ayarlamada kullanılır. Padding, salınım üreteci devrenin frekans değişimini, de­ ğişken kondansatörün sığasına bağlı ola­ rak yavaşlatmaya olanak verir. P a d d in g to n , Londra'nın (Büyük Britan­ ya) batı mahallesi, Regent's Park ile Hyde Park arasında. P A D D O C K -P O LO a. Bine. Poloyu an­ dıran binicilik sporu. (Oyun alanı daha ufaktır ve polodaki tahta topun yerini bu­ rada daha büyük meşin bir top almıştır. Binici dört at yerine iki at değiştirme hak­ kına sahiptir.) P A D E R B O R N , Almanya'nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Münster havzasıyla Weser dağlarının bir­ leştiği yerde; 115 300 nüf. (1989). XIXIII. yy.'dan kalma katedral (XIII. yy.’da yapılmış oymalar); 1017’ye doğru yapıl­ mış capella. Bizans-roma üslubunda hal kilise. Belediye konağı (XVII. yy. başı). Diócesis müzesi. Paderborn bir ulaşım yolları kavşağı ve bir ticaret, yönetim ve sanayi merkezidir. Tarıma dayalı besin sanayisi. Makine ve elektrikli gereçler ya­ pımı. Çimento fabrikası. Kâğıt sanayisi. —Tar. Charlemagne'ın sık sık kaldığı ve 777’de büyük bir meclis topladığı kent, IX. yy. başında diócesis oldu. Zengin bir ti­ caret merkeziydi; zamanla bir hansa kenti (1295) ve piskopos Protestanların elinden çekip aldıktan sonra da diócesis kenti du­ rumuna geldi (1604). 1803'te Prusya'ya verildi, 1807'de Westfalen krallığı'na katıldı ve 1813'te yeniden Prusya'ya verildi.



PAÇAVRA a. 1. Eskimiş kumaş ya da bez parçası; çaput. —2. Çok eskimiş, bu­ ruşuk, ütüsüz giysi: Çıkar o paçavrayı üs­ tünden. —3. Değersiz, iğrenç kimse ya da şey. — 4. Paçavra gibi, bir şeyin ya da bir kimsenin değersizliğini belirtmek için kullanılır. || Paçavra hastalığı, gribe halk arasında verilen ad. ||Bir şeyi paçavraya çevirmek, paçavrasını çıkarmak, hırpala­ mak, iler tutar bir yanını bırakmamak, ber­ bat bir duruma sokmak: Üst üste yazdığı yazılarla romanı paçavraya çevirmişti. —Tar. Paçavra kâğıt, 3 ağustos t914'te, İn­ giltere büyükelçisi sir Edward Goschen'e karşı, Belçika'nın tarafsızlığını güvence al­ tına alan 1839 antlaşmasına uyulmasını isteyen Büyük Britanya'nın, bir paçavra kâğıt için (a serap of paper, çünkü konuş­ ma İngilizce yapılıyordu) akraba bir ulus­ la savaşmayı düşünebilmesinden yakınan alman şansölye Bethmann-Hollweg’in kullandığı deyim. —Tekst. Konfeksiyon sanayisinde, kesim sırasında dökülen kumaş arlıkları. (Bk. ansikl. böl.) || Paçavra didici, paçavraları diden makine. (Eşanl. ŞİFONÛZ.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Tekst. Paçavralar, genellikle ayırma ve temizleme işlemlerinden son­



P A Ç İL E B A Z a. (fars. pâçile ve bâz, oynayan'dan pâçile-bâz). Esk. sey. oy. Şen­ liklerde ayaklarına bağladıkları bir buçuk metreyi bulan sırıklarla çeşitli denge gös­ terileri yapan cambaz; sırık cambazı.



P. T etre l



922 nüf. Üniversite. Çimento fabrikası. Bukittinggi ve Savahlunto'ya demiryoluyla bağlı olan Padang, Mihangkabau ül­ kesinin dışarıya açıldığı kapıdır. Eski Pa­ dang limanı ve 10 km G.'deki modern Telukbayur limanı, iyi korunan bir koyda yer alır (kahve ve kopra dışsatımı).



P A D E R N O D U O N A N O , İtalya'da kent. Lombardia'da (Milano ili), Seveso kıyısın­ da; 38 800 nüf. Alüminyum metalürjisi. Tekstil. Camcılık.



P A D A N O d a ğ la rı, Endonezya'da dağ kütlesi, Sumatra adasında; Merapi'de 2 891 m. Kütle, Barisan dağlarının orta bö­ lümünü oluşturur. Yağmurlu, toprağı ve­ rimli (pirinç, kahve, hindistancevizi, tütün, çay) bir bölgedir, iklimi sağlığa yararlı te­ davi merkezleri.



P A D IL a. Balıkçının ayağıyla iterek çamur üstünde kaydırabileceği kadar hafif olan, küçük, düz altlı tekne.



PAÇ O Z ya da P AÇ U Z a. (yun. patsos, yassı’dan). Zool. Ciran'ın (Liza ramada) boyu 15 em den küçük yavrularına veri­ len ad. ♦ sıf. ve a. Arg. Fahişe: Bırak şu paçozu. Paçozkadın.



P AÇ U LO L a. (fr. patchoulol). Org. kim. ■ P A D E R E W S K i (ignacy Jan), polonyalı Formülü C ^ H ^ O olan seskiterpensel al­ piyanocu ve siyaset adamı (Kury Lówka, kol; tefarikotu esansının kokulu maddesi­ Podolya, 1860 - New York 1941). Daha dir. (Eşanl. TEFARİKOTU KÂFURU.) çok gençken Varşova konservatuvarı’nda ders verdi. Öğrenimini, Berlin ve Viyana' PAÇUZ - P A Ç O Z . da sürdürdü. 1915'te ABD'de, polonyalı PADALYA ya da PEDALYA a Avc. Ka­ savaş kurbanlarına yardım kampanyası ra avcılığından uçan avları belli bir nokta­ düzenledi. 1919'da Polonya konseyinin ilk ya çekmek amacıyla bir ağaç dalına bağ­ başkanlığına getirildi, çok geçmeden is­ lanan içi doldurulmuş kuş. tifa etti. Besteleri arasında iki opera (Manru, 1901; Sakuntala), piyano ve orkestra P A D A N a. (fr. pas-d'âne, eşek ayağı). için bir Polonya fantezisi (1893), piyano Atın, köpeğin, gevişgetirenlerin ağzını için Konser hümoreskleri (1887) [bunlar­ açık tutarak muayene etmeye ya da ağ­ dan, ünlü Menuet ve Polonya ordusuna zında ameliyat yapmaya yarayan aygıt. ithaf ettiği bir Marş (1918) anılmalıdır] P A D A N O , Endonezya'da liman, Suönemlidir. Chopin'in tüm yapıtlarının ya­ matra'nın batı kıyısında, Arau ırmağının yımlanmasına katkıda bulundu. Hint okyanusu'na döküldüğü yerde; 480



P A D A R İL E R ->



P A D R İL E R



P ADAŞ a. (fars. pâ, ve türkç. -daş'tan pâdaş). Esk. Ayaktaş, hempa, kötü insa­ nın kötü arkadaşı. P ADAŞ ya da PAD A Ş T -



padeş.



PADAVRA, P ED AVR A ya da BEDAVR A a. (yun. pefauro'nun çoğl. petaura' dan). 1. inş. Çatıları ya da düşey yüzey­ leri kaplamada kullanılan, düz bir kiremit biçimindeki ahşap levha. —2. Padavra gi­ bi, padavrası çıkmış, çok zayıf, aşırı ölçü­ de zayıflamış kimse için kullanılır. P A D D İN O a. (vatka anlamında ing. söze.). Terz. Bir giyside omza vatka yer­ leştirmek işlemi. —Elektron. Bir süperheterodinin yerel sa­ lınım üretecini ayarlamaya yarayan değiş­



PADEŞ, PADAŞ ya da PAD A Ş T a (fars. pâ ve -deş, -dâş'tan padeş, pâdâş, pâdaşt). Esk. Ödül, mükâfat.



P A D İL L A (Juan DE), castillalı soylu (To­ ledo 1484 - Villalar, Valladolid ili, 1521). Castilla’nın başkaldıran komünlerinde ku­ rulan Kutsal Cunta, yerel yönetim hakla­ rının korunmasını amaçlayan ayaklanma şırasında onu askeri şef olarak seçti, imparatorluk ordusu tarafından Torrelobatön'da yenilgiye uğratıldı ve ertesi gün ba­ şı kesildi. ■ P A D İR A C m a ğ a ra s ı, Fransa'da, Gramat (Lot) causse'unda mağara, 75 m de­ rinliğinde. Bir yeraltı akarsuyu olan, yak­ laşık 3 km boyunca dar koridorlarda ya da geniş kemerler altında aktıktan sonra Dordogne'a kavuşan Padirac ırmağı'na ulaşır. Martel'in keşfettiği, ziyarete elverişli biçimde düzenlenen Padirac, Causse'ların önemli turistik yerlerinden biridir. P A D İŞ A H a. (fars. pâdişâh). Osmanlı imparatorluğu'nda hükümdara verilen ad; osmanlı hükümdarı. (Bk. ansikl. böl.) —ikt. tar. Padişah dirliği, OsmanlIlar dö-



neminde, devletin geçim aracı olarak ver­ diği maaş, ulufe, tımar gibi gelirlere veri­ len ad. (Eskiden devletin bütün mal ve ge­ lirleri padişaha ait kabul edildiği için bu tür geçim araçlarına da bu ad verilmiştir.) —ANSİKL. Padişah, osmanlı hükümdarla­ rının resmi sıfatları arasında, yasal devlet başkanlığını tanımlayan başlıca unvan ola­ rak kullanılmasına karşın, ilk osmanlı hü­ kümdarlarından Orhan ve Murat I için bu­ nun yanı sıra daha çok "bey” unvanı kul­ lanıldı. XIV. yy.’da ve XV. yy.'ın ilk yarısın­ da osmanlı hükümdarları, İslam devlet başkanlarının geleneksel resmi sıfatı olan "sultan” unvanıyla birlikte “ bey” ve "han” payelerini kullanmayı yeğlediler. Murat II, Mehmet II ve Bayezlt II bile hıristiyan dev­ letlerle yapılan antlaşmalarda “ sultan” dan çok “ han” yad a "em ir” unvanını kullan­ dı. Osmanlı hükümdarları İçin XIV. yy.'dan XV. yy.'ın ilk yarısına kadar Murat l'den başlayarak “ büyük sultan” anlamında "hüdavendigâr” ve “ hünkâr” unvanları da kullanıma girdi. Özellikle İstanbul’un fethinden (1453) sonra Fatih Sultan Meh­ met için “ imparator” anlamında genel olarak "padişah” unvanı kullanılmaya başlandı. Öte yandan, İran’da Osmanlılar'a rakip olarak yükselen Safeviler, osmanlı hükümdarlarının “ padişah" unva­ nına karşı "şehlnşah" unvanını benimse­ diler. Osmanlılar’da padişahın yetkileri, uç beyliğinden başlayarak devletin gelişimi oranında arttı. Mehmet ll’ye kadar uç bey­ leri olarak hıristiyanlığa karşı İslam gaza­ sının öncüleri gözüyle bakılan osmanlı hü­ kümdarları, İstanbul’un fethinden sonra İslam dünyasının en büyük güç kaynağı sayıldılar. İstanbul'u fetheden Fatih, dola­ yısıyla kendisini Roma imparatorlarının mirasçısı, Anadolu ve Rumeli’nin egeme­ ni, özellikle de islamın en büyük cihat tem­ silcisi bildi. Bayezit II ile birlikte din öğesi­ ne önem verilmeye başlanınca devlet yö­ netimi, padişahın görüşleri doğrultusun­ da şeriat düzenine uygun bir biçimde ge­ lişti. Mercidabık savaşı’ndan (1516) son­ ra "hadim-ül haremeyn ve’eş-şerifeyn" unvanını kullanan Yavuz Sultan Selim, İs­ tanbul’a döndüğünde padişah unvanının yanına, son abbasi halifesinden aldığı "halife" unvanını da ekledi. Bunun doğal bir sonucu olarak ondan sonraki padişah­ lar kendilerini tüm İslam dünyasının tek hükümdarı ve yasal halifesi saydılar. Ön­ celeri yazışmalarda osmanlı hükümdarları için “ saadetlu padişahım” , “ devletlu padişahım” gibi kısa ve yalın seslenme­ ler kullanılırken, sonraları, özellikle XVIII. yy.’dan başlayarak “ şevketlu, kerametlu, inayetlu padişahım” , "şevketlu, mehabetlu, inayetlu, kudretlu, velinimeti bi-minnetim efendim padişahım” türünden uzun,.şatafatlı kalıplar kullanıldı. XIX. yy. başlarında "padişahı güzin, halifeyi ruyi zemin" ya da “ padişahı islampenah” di­ ye anılan osmanlı hükümdarları, Tanzimat döneminde (1839-1876) müslüman olma­ yan türk uyrukluları (reaya) devlete bağ­ lamak amacıyla yasal hükümdarlık nite­ liklerinin vurgulanmasına önem verdikle­ rinden, ayrıca 'bütün Osmanlılar'ın hü­ kümdarı” unvanını da aldılar. Birinci meş­ rutiyet (1876) anayasası (Kanunuesasi) pa­ dişahın devlet hiyerarşisi içindeki gelenek­ sel üstün durumunu ve kesin egemenli­ ğini korurken, ikinci meşrutiyetin (1908) batı anayasaları etkisinde değiştirilen ye­ ni anayasası, yetkilerini sınırlandırdığı pa­ dişahı, sıradan bir meşrutiyet hükümdarı durumuna indirgedi. 23 nisan 1920’de kurulan TBMM hükümetinin, saltanatın kaldırıldığını bildiren bir yasayla osmanlı hükümdarlarının tüm egemenlik yetkileri­ nin türk ulusuna geçtiğini açıklaması üze­ rine (1922) sona eren Osmanlı imparator­ luğu ile birlikte padişah unvanı da tarihe karıştı. (-* Kayn.) P A D İŞ A H L IK a. 1. Padişah olma duru­ mu. —2. Padişahın görevi; unvanı. —3. Bir padişahın saltanat dönemi. —4. Pa­ dişahın yönetimi: Padişahlık zamanı. Pa­ dişahlıkla yönetilen ülkeler. —5. Bir padi­ şah tarafından yönetilen ülke.



P A D İŞ A H Z A D E a. (fars. pâdişâh ve zâöe’den padişâh-zade). Esk. Padişahın oğlu, şehzade. P a d je la n ta , İsveç'in kuzey-batı'sında ulusal park, Norveç’in peynircilik bölgesi boyunca uzanır; 2 0 1 0 km2. P A D M A , pali dilindeki paduma'dan ge­ len ve pembe (Nelumbium speciosum) ya da beyaz lotus çiçeğini belirten sanskritçe sözcük. Geleneksel sekiz (ya da do­ kuz) hâzineden biri, güneş tanrılarının ala­ metidir ve Şri (Laksmi) tarafından taşınır. Bu motif mimarlıkta (bazı site ve yapı plan­ larının belirtilmesi) ve bezeme sanatında önemli bir rol oynar: silme türleri, ayaklık­ lar, tahtlar, sandalyeler vb. Betimlenme bi­ çimi bölgelere ve dönemlere göre değişir.



tı. 1945'ten ölümüne kadar K. Nkrumah' in danışmanlığını yaptı. Pan-Africanism or Communism? (Panafrikancilik ya da ko­ münizm?) [1956] adlı bir yapıtı vardır. P a d o a y ö n te m i. Mant. Bir kuramın il­ kel simge ve terimlerinin birbirleriyle ta­ nımlanabilir olmadıklarını, yani bağımsız bir sistem oluşturduklarını doğrulamayı sağlayan yöntem. Buna göre q nun, P ı,..„ p n den başlayarak tanımlanabilir ol­ madığını gerçekleştirmek.için, ilgili kura­ mın A^.^.Ap belitlerini yerine getiren ve p,,..., p „ e aynı değerleri, ancak q ya farklı değerleri veren iki yorum (aynı temel alanından) yapılır. Her iki yorumda da bü­ tün belitler yerine getirildiklerine göre, eğer p,,..., p „ den başlayarak q nun bir tanımı elde edilirse, p , p „ e verilen de­ ğerler verisi her iki yarımda da tek olan q nun değerler verisini saptamak olana­ ğını sağlar ve ilk tasarının sonu bir çeliş­ meye varır.



P A D M A , Hindistan ve Bangladeş’te ır­ mak; yaklş. 300 km. XVI. yy.'dan beri Ganj deltasının başlıca kolu, Cangipur'un 8 km aşağısında, ırmağın iki kola (B.'da asıl Padma; D.’da [eskiden ırmağın başlıca P A D O A N O (Annibale) - An n İBALE PAbölümü olan] Bhagirathi) ayrılmasıyla olu­ DOVANO. şur. Brahmaputra'nın en önemli kolunu alır ve ırmağın daha aşağı bölümüne adı­ H P A D O V A , İtalya’da kent, Veneto’da il nı veren Meghna ile birleşir. merkezi, Bacchiglione ırmağı kıyısında; 220 358 nüf. (1990). Milano'dan VeneP A D M A S A M B H A V A , VIII. yy.'da ya­ dik'e ve Bologna'dan Alpler’e giden ka­ şamış budist keşiş ve tantracı yogi, guru rayollarının kavşak noktasında bulunan Rimpoç adıyla da tanınır. Önce Hindis­ kentin, sanayinin (tarım makineleri, moto­ tan’ın kuzey kesiminde Nalanda’da öğre-, sikletler, elektrikli ve mekanik aygıtlar, tisini yaydı, sonra çağrıldığı Tibet'te tantbesin [şeker] ve kimya, yapay tekstil ra buddhacılığını tanıttı. ürünleri, hazırglyim) gelişmesine yol P A D M A S A N A , yoga’da ve buddhacılıkaçan ve çok eskilere dayanan bir ticaret ta, dinsel tefekkür için alınan temel otu­ işlevi vardı. Aynı zamanda etkin bir dü­ ruş biçimini belirtir sanskritçe sözcük. Bu şünce merkezidir; üniversitesi 1 2 2 2 'de oturuşun özellikleri şunlardır: tefekküre kurulmuştur. — Padova ili, 2 142 km2; dalacak kişi yere oturur, sırtını dimdik tu­ 818 623 nüf. (1989). Po’nun K.’inde, bü­ tar ve tabanı yukarı doğru bükülen her yük Kuzey İtalya ovasında uzanır. ayağı öbür bacağın kalçasına dayanacak biçimde bacaklarını büker. "Kuralına uy­ S ca la gun” duruşların en iyisi sayılan bu duru­ şun yaşam enerjisinin belkemiği boyun­ ca yukarı doğru yükselmesini sağladığı ve bu enerjiyi manevi uyanışın merkezi olan beyne kadar ulaştırdığı ileri sürülür. P a d m A v a tf, Albert Roussel'in 2 perde­ lik opera-balesi, Metin, Louis Laloy'nın bir şiiridir, ilk kez 1923’te Paris operası’nda sahnelenen yapıtın esin kaynağı hindu ef­ saneleridir. Koro, orkestra ve sahne düze­ ninin büyük önem taşıdığı yapıt, 1967'de Strasbourg operası tarafından yeniden sahnelendi. P A D M O R E (George), İngiliz uyruklu antilli gazeteci ve siyaset adamı (Trinidad and Tobago 1903 - Londra 1959). Kızıl sendika enternasyonali bünyesinde siyah işçiler arasında yapılan propagandanın yürütülmesinden sorumluydu, komünist gazete The Negro Workeri (1930-1933) yönetti, komünist görüşten ayrıldı ve 1937’de antilli tarihçi C. L. R. James ve J. Kenyatta ile Panafrikan hareketini başlat­



Padova Palazzo della Ragione (XIII.-XV. yy.)



Padova Üniversitesi’nde Fabrlci d’Acquapendente’nin anatomi amfisi (1394)



adıyla anılan S. Antonio bazilikası (XIII. yy.) [ana sunağının bronz alçakkabartmaları Donatello’nundur]; Giotto’nun ünlü freskleriyle süslü olan ve Arena capellası da denilen Scrovegni capellası; Eremitani capellası (1944'te bir bombar­ dıman sonucunda Mantegna’nın burada yer alan fresklerinin hemen hemen tümü tahrip oldu); S. Sofia (kısmen XVI. yy.'dan kalma), S. Giustina(Veronese’nin tablosu) kiliseleri ve S. Giorgio capellası (Altichiero'nun freskleri). En önemli dindışı mimar­ lık yapıtları ise şunlardır: Palazzo della Ragione (“ il Salone" XIII.-XV. yy.), belediye sarayı, loggia del Consiglio ve üniversite (üçü de XVI. yy.'da yapılmıştır); la. scuola del Santo (Aziz Antonius'un yaşamını ko­ nu eden freskler; bunlardan bir bölümü Tiziano’nun yapıtıdır), yeniklasiktarzda ya­ pılmış olan (1816-1817) ünlü Pedrocchi kahvesi, “ il Santo” nun önünde Donatello'nun yapıtı olan Gattamelata’nın heyke­ li yer alır. Belediye müzesi Venedik res­ samlarının yapıtlarının zengin bir koleksi­ yonuna sahiptir.



Padova’da



S. Antonio bazilikası (XIII. yy.) (solda, Donatello’nun Gattamelata’sı)



Paestum (1 .0 .4 5 0 )



—Tar Aeneis'de sözü geçen bir efsaneye göre, Padova’yı Priamos'un kardeşi Truvalı Antenor kurdu. Önce Etrüskler'in, da­ ha sonra da Romalılar’ın egemenliği altı­ na giren kent (o zamanki adıyla Patavium) [İ.Û. 49], imparatorluk devrinde çok zen­ gin bir ticaret merkezîydi. Ünce Attila ta­ rafından, ardından da Lombardlar tarafın­ dan yağma edildi ve Karolenj krallığı’nın İtalya’daki topraklarına katıldı. XI. yy.'da, Otto l'in özerkliğini kabul etmesiyle, özgür kent konumuna kavuşan Padova, Verona ve Venedik’e karşı savaştı, daha sonra da Lombardia birliği’ne katılarak (1167) Friedrich Barbarossa'ya karşı bu iki kentle bir­ leşti. Kent, bağımsız bir cumhuriyet olduk­ tan sonra podestalarını Este ailesinden seçti; ancak daha sonra, Friedrich ll’nin (1237-1256) imparatorluk naibi olarak ata­ dığı Ezzelino III da Romano’nun, ardın­ dan da, Carrara sülalesinin (1318-1405) yönetimi altına girdi. 1405'te Venedik, Padova’yı ilhak etti ve bu durum 1797'ye ka­ dar sürdü. Campoformio antlaşması Padova’yı Avusturya'ya verdi. 1866'da da ye­ ni kurulan İtalyan krallığı kenti kendine bağladı. İtalyan cephesinde Birinci Dün­ ya savaşı’nı sona erdiren 3 kasım 1918 ateşkesi, AvusturyalIlarla Padova’da im­ zalandı. —Güz. sant. Padova'nın sanat hâzineleri arasında en önde gelenler şunlardır: XVI. yy.’a ait katedral, XIII. yy.’dan kalma vaftizhane; kubbeleri Bizans mimarlığından esinlenilerek yapılmış olan ve “ il Santo"



P a d o v a o k u lu , XV. yy. sonu ile XVI. yy. başlarında yaşamış padovalı hümanistler. Floransa okulunun rakibi olan Padova okulu, aristotelesçiliğin ve ibnirüştçülüğün etkisinde kaldı. Padova okulunun, toplum­ sal ve dinsel konularda tartışmadan kaçın­ mayan üyeleri (Pomponazzi gibi), ruhun ölümsüzlüğü tezini savundular ve hıristiyanlığın mucizelerini ve inançlarını eleş­ tirdiler. P a d o v a ta v u ğ u , çok iri ibikli tavuk ırkı. Birçok çeşidi arasında bir de cüce tipi var­ dır (cüce Padova tavuğu). PADOVANO



( A n n ib a le )



-



A N N İB A L E



PADOVANO.



P A D R İL E R , P A D A R İL E R ya da P E D A R İLE R , XIX. yy.'ın ilk yarısında Minangkabau bölgesinde (iç Sumatra) hıristiyan sömürge yönetimine karşı, İslamlığın saflığını korumaya girişen topluluğa Hollandalılar’ın verdiği ad. XIX. yy. başların­ da müslümanlığın vahhabilik inancını be­ nimsemiş olarak ülkelerine dönen minangkabaulu 3 hacı (1808), agamlı ünlü ilahiyatçı Tuankunan Rentceh’ı de kendi görüşleri doğrultusunda yönlendirdi. Çev­ resine büyük bir mürit grubu toplayan Tu­ ankunan Rentceh, Agam bölgesinde vahhabiliğe uygun düşmeyen halk gelenek ve görenekleriyle savaşıma girişti: horoz dövüşü, kumar, tütün, içki, afyon yasak­ landı; kadınlar çarşaf giymeye zorunlu tu­ tuldular; namaz kılmayanlar öldürüldü; bu uygulamalara karşı çıkan köyler yakılıp yı­ kıldı. Böylece “ dini temizleme hareketi” adı altında, zor kullanarak Agam bölge­ sinin büyük bölümünde egemenlik kuran Tuankunan ve Padriler, kendilerine katıl­ mayan halk başkanlarının çağrısına uyup üzerlerine gönderilen hollanda kuvvetle­ riyle de savaştılar. Tuankunan öldükten (1832) sonra dağılan Padriler, çeşitli böl­ gelere göçtüler. Bu arada, bölgenin Everts-Rapho



güney-doğu’sundaki Lintau yöresinde ve Pasaman Hoca adlı bir din adamının ön­ derliğinde, aynı amaç doğrultusunda ey­ lemlere girişen bir başka padri topluluğu, tüm yöreyi denetim altına aldıktan sonra Tanah Datar kentini de ele geçirerek Minangkabau hanedanını ortadan kaldırdı (1833). Yöreye dehşet saçarak bir korku rejimi kuran Padriler, sömürge yönetimiy­ le güçbirliği yapan yerli halk tarafından yok edildiler (1835). Öte yandan, toplulu­ ğun kuzey kolu sayılan ve imam Tuanku yönetiminde etkinliklerini sürdüren Alahanpancang Padrileri, önce "Boncol” adını verdikleri sağlam bir kale kurdular; ardından da çevıe köyleri denetim altına aldılar ve sömürge yönetiminin merkezi olan Padang kentini ele geçirerek müslüman halkı hıristiyan Hollandalılar’a karşı ayaklanmaya çağırdılar (1833). Üzerlerine gönderilen hollanda birliklerini yenilgiye uğratan Padriler, ayaklanma hareketini ül­ ke boyutlarında yaygınlaştırdılar. Bir cihat niteliğine bürünmüş olan bu harekete öte­ ki müslüman halk da katıldı. Ancak, da­ ha sonra büyük ve iyi donatılmış hollan­ da kuvvetleri karşısında başarısızlığa uğ­ rayarak gerileyen Padriler, Boncol kalesi­ ne kapandılar. Uzun bir kuşatmadan son­ ra kale düştü (1837); teslim olan imam Tu­ anku sürgüne gönderildi ve padri hare­ keti de sona erdi. PAD S T E A M a . ( i n g pad, t a m p o n v e steam, b u h a r ' d a n ) . T e k s t . E M D İ R M E - B U H A R L A M A ’ n ın e ş a n la m lı s ı.



P A D U C A H , ABD’de (Kentucky) kent, Ohio ve Tennessee'nin birleştikleri yerde, zengin bir tarım (meyve, büyükbaş hay­ vancılık, tütün, mısır) bölgesinde; 29 300 nüf. Uranyum zenginleştirme. Kimya sa­ nayisi. Demiryolu gereçleri onarımı. P A D U K a. Asya'da, tropikal Afrika’da ye­ tişen ve ışıkta çabucak solan parlak kır­ mızı ya da morumsu bir odun veren ağaç. (Budakları dilme levha olarak aranır. Yarı sert ve yarı ağır odunu marangozlukta, hidrolik çalışmalarda, mobilyacılıkta, kap­ lamacılıkta kullanılır. Pterocarpus cinsi; kelebekçiçekligiller familyası.) P A D U L A (Vincenzo), İtalyan yazar (Acri, Cosenza, 1819 - ay. y. 1893). Gazeteci ve şairdi, Apoca/Zsse'nin manzum bir çe­ virisini yaptı ve halk efsanelerini manzum olarak yeniden yazdı. Dello stato delle persone in Calabria (1864) adlı deneme­ si Mezzogiorno ile ilgili siyasal edebiyatı etkiledi. P AED ER US R İP A R İU S a Suların ke narında yaşayan ve koşuşan, yol yol renkli böcek. (Kısakanatlıböcekgiller familyası.) P A E LLA a. (tava anlamında isp. söze.). Yağda kavrulmuş ve etsuyunda pişirilmiş safranlı pirince, tavuk eti parçaları, kari­ des, sucuk, midye ve çeşitli sebzeler (do­ mates, soğan, bezelye, enginar vb.) katı­ larak hazırlanan pilav. (İspanyol mutfağı; Valencia spesyalitesi.) P A E O N İO S ->



P A İO N İO S .



P A E R (Ferdinando), İtalyan besteci (Par­ ma 1771 - Paris 1839). Venedik’te ve Viyana’da (1797) orkestra şefliği yaptı. 1807 -1811 arasında Napoleon Tin kişisel mü­ zik şefiydi. Daha sonra Theâtre-italien’in orkestrasını yönetti. Bu görevini, 1826’da Rossini'ye devretmek zorunda kaldı. Ya­ şamının son yıllarında Louis-Philippe'in oda müziği yöneticiliğini yaptı ve Paris konservatuvarı'nda ders verdi. Leonora (Dresden, 1804) adlı operasını, Beet­ hoven’in, aynı konuyu işleyen Fidelio' sundan birkaç yıl önce besteledi. Öteki operalarından Agnese (Paris, 1809) ve /e Maitre de c.hapelle (Paris, 1821) anılma­ ya değer. P AE S İN A a. (ital. paesina). Cilalanan yü­ zünde doğal olarak bir manzara resmi be­ liren Toscana mermeri. •P A E S T U M , İtalya'da Tirren denizi kıyı-



sında, Napoli'nin 100 km kadar G.'inde yer alan Capaccio komününün (Salerno ili) bir bölümü. —Tar. Sybarisli Yunanlılar’tarafından İ.Ö. VII. yy.'da Poseidonia adı altında sömür­ geleştirilen ve 400’e doğru Lucanialılar' ın eline geçen kent, İ.Ö. 273'te “ Paestum" adı altında Roma kolonisi durumuna gel­ di. V. yy.'da piskoposluk merkezi oldu; an­ cak, sıtma yüzünden terk edildi ve Sarazenler tarafından 877’ye doğru yıkıldı. Pis­ koposluk 1136’da Capaccio'ya taşındı. —Arkeol. Yunan kentinden kalan agora­ nın İki yanında birer temenos bulunur. Bunlardan Hera'ya adanmış olanında, İ.Ö. 450'e doğru dor düzeninde yapılan iki ta­ pınak (tapınaklardan biri uzun süre bazi­ lika adıyla anılmıştır) yer alır; Athena’ya adanmış diğer temenostaysa bir üçüncü tapınak (eskiden bunun bir Ceres tapına­ ğı olduğu düşünülüyordu) yükselir. Bu ta­ pınaklar, Büyük Yunanistan'ın en güzel ve en iyi korunmuş yapıları arasında yer al­ maktadır. Kentte ayrıca Roma kolonisi dö­ neminden kalan forum, sokaklar, birçok ev ve Captolium olduğu düşünülen bir ta­ pınak ("Barış tapınağı” adıyla anılır) or­ taya çıkarılmıştır. Ancak, Paestum'un en olağanüstü ka­ lıntıları belki de nekropoliste bulunanlar­ dır. Süslemeleri İ.Ö. 480-470’e doğru ger­ çekleştirilmiş olan “ dalgıç” mezarında, anıtsal yunan resminin günümüze kadar ulaşabilen yegâne örneği bulunur: bir şenlikte yer alan bir aşk sahnesi ve yapı-. ya adını veren suya dalma sahnesi. İ.Ö. IV. yy.'dan kalan Lucania mezarlarında, sa­ vaşçılar ve dans sahneleri görülmektedir. P A E T U S (Thrasea) -> Thrasea. P A E Z (José Antonio), venezuelalı dev­ let adamı (Acarlgua 1790 - New York 1873), melez kökenliydi. Morillo'ya karşı yapılan bağımsızlık savaşında llaneros başkanı oldu (1822). Büyük Kolombiya’ nın bir bölümü olan Venezuela'nın (1822) başkomutanıydı ve kendisini diktatör ilan ederek (1826) Venezuela’nın bağımsızlı­ ğını kazanmasında ve Büyük Kolombiya’ nın parçalanmasında rol oynadı. Bolívar' ın (1831-1835, 1838-1843) emriyle Cum­ hurbaşkanı oldu, ülkeyi eski silah arkadaş­ larıyla yönetti. 1843 ve 1849’da Monagas'ın diktatörlüğüne karşı başkaldırdı. Ye­ nildi ve New York’a sürüldü (1850). Geri çağrılarak (1859) ordunun yönetimini ele aldı, Amerika Birleşik Devletleri’ne büyük­ elçi olarak atandı. Daha sonra Başbakan­ lığa seçildi (1861) ve ülkeyi diktatörce yö­ netti. 1863'te görevden çekildi. P A E Z L E R , Güney Amerika Kızılderilile­ ri; başlıca yerleşme alanları, Orta(Tlerradentro bölgesi) ve Batı (Kolombiya) And sıradağlarıdır. Paezler sebze ve meyve ta­ rımı ve hayvancılıkla geçinirlerdi. Sosyopolltlk örgütlenmeleri, ortak bir toprak var­ lığına dayanır, bunun bölünmesi ve işle­ tilmesiyle (parcialidades) oluşan çeşitli M. G atellier



köylerde, çalışmalar ortaklaşa yürütülür. Giderek pek çok paez, beyazlara ait İşlet­ melerde çalışmaktadır. PAFTA a. (fars. batte, dokunmuş olan' dan pafta). 1. Büyük harita, plan ya da modeli oluşturan parçalardan her biri. — 2. Büyük benek, leke. —3. Oyma lev­ ha. —Esk. Parça. —Avc. Bazı karacaların boynunda bulu­ nan açık renk leke. || Koşucu köpekle­ rin sırtında ve böğürlerinde bulunan tüyler„ ? —Esk. giy. Giysilere, özellikle kadın giysi­ lerine bezemek amacıyla eklenen deği­ şik renkte ya da aynı kumaştan parça. — Birbirine eklenmiş parçalardan oluşan metal kemerlerde, kemeri oluşturan levha­ cıklardan her biri. —Haritc. Bir ülke ya da bölge gibi büyük bir alanı kapsayan ve aynı ölçekli birden fazla parçadan oluşan haritanın her bir parçası. —Huk. Kadastroca ölçülen yerlerin ada ve parsellerinin belli ölçekte çizilmiş hari­ taları. B —işlem. Normal duyarlıkta bir dış vida aç­ mak için kullanılan takım. (Bk. ansikl. böl.) —Saraç. Kolanı tutan deri ya da metal hal­ ka. || Süs için atın koşum takımlarına ya da başka yerlere takılan metal pul ya da çakılan iri başlı çivi. —ANSİKL. işlem. Vida açma paftası, sap­ lamalara, çubuklara, boru uçlarına vb., el­ le ya da makineyle vida açmaya olanak sağlar. Elle vida açmada, ortası boş ve radyal yönde ayar vidaları olan, içinde, açılacak helisel izin derinliğini paylaşan belli sayıda kesici dişin bulunduğu birta­ kım kullanılır. Bu dişler bir kafesin içinde ya da diş tarağı adı verilen levhalar üze­ rinde, sıra sıra dağılmıştır, işlem, vida açı­ lacak parçanın ucuna geçirilen pafta dön­ dürülerek gerçekleştirilir; pafta dönerken yüzey üzerine vida yivi açar. Seri halde, hızlı vida açmak istendiğin­ de, özel tornalar üzerinde, kurs sonunda mekanik olarak açılan ve böylece paftayı çıkarmak için ters yönde döndürme zo­ runluluğunu ortadan kaldıran, otomatik devreden çıkarıcılı paftalar kullanılır. P a fto s g e d iğ i, Osmanlı döneminde İz­ mir, Manisa ve Bursa yörelerinde şehit ve kasaba dışında bazı araziler üzerinde bi­ na yapmak ve ağaç dikmek için arazi sa­ hibine belli bir ücret verilerek sağlanan in­ tifa hakkı. (Bu hak tapuya tescil edilirken bina ve ağaçlar bunları yapan ya da di­ kenler adına, arazi de maliki adına kay­ dedilirdi. Paftos gediği 17 şubat 1925 ta­ rih ve 552 sayılı yasayla kaldırıldı.) P A G , ¡tal. Pago, Adrlya denlzi'nde Hır­ vatistan’a bağlı ada, Velebit kıyılarından Pag kanalı İle ayrılır; 287 km2; 7 000 nüf. Küçükbaş hayvancılık, peynircilik. Tuzla­ lar. Elişi danteller. Ada bugün, bir köp­ rüyle kıtaya bağlanmıştır. —Pag'da,



1392’de yapılmış gotik katedral, Röne­ sans dönemi kiliseleri, Venedik'e özgü gotik üslubundan barok üslubuna kadar çeşitli üsluplarda yapılmış evler vardı. P A G A D İA N , Filipinler’de liman kenti, il yönetim merkezi, Mindanao adasında 107 000 nüf. (1990). Balıkçılık. P A G A L U , esk. A nnobon, EkvatoFGinesi'nde yanardağ kökenli ada; 17 km2; 1 400 nüf. Balıkçılık. Kereste işletmeleri. 1471'de Portekizlilerin bulduğu ada, 1778'de İspanyolların eline geçti. PAG AN sıf ve a. (lat. paganus, köylü’ den). Çoktanrılı halklar ve onların inanç­ larına ilişkin şeyler için kullanılır. ¿ P A G A N , Birmanya’da yer; birman ulu­ sunun doğduğu ve geliştiği zengin Kyaukse çeltik ovasının yakınlarında, Sittang vadisi, Assam ve Yünnan’a giden yolların kavşağında, iravadl’nln orta kesiminde, Çindvin’e kavuştuğu noktanın yukarısın­ da. Eskiden adı Arimaddanapura, yani "düşmanları yok eden kent" olan Pagan' ın varlığı, 849’dan beri bilinmektedir; Anoratha’nın hükümdarlığı sırasında (1044 -1077) parlak bir dönem geçirdi ve 1287' de Moğollar’ın eline geçinceye kadar Birmanlar'ın başkenti olarak kaldı. Kapladığı alan (4 144 ha) ve az çok yıkık 5 000 kadar dinsel yapıyı içermesi bakımın­ dan dikkati çeken bir arkeolojik yerdir Ken­ tin merkezindeki en eski kalıntılar iravadl ile bir kenarı yaklaşık 1,5 km uzunluğunda bir kare oluşturan surlardır; surların doğu ke­ simindeki Sarabha kapısı'nın iki yanında, Pagan'ın koruyucuları olan iki cinin tasvir­ lerini barındıran iki küçük yapı bulunur. Anoratha, buddhacılığı benimseyince bu dini Birmanlar’a da kabul ettirdi ve böylece Pa­ gandaki olağanüstü mimari etkinliğin baş­ lamasına yol açtı: manastırlar dinsel rütbe­ lerin verildiği salonlar kitaplıklar ve Birman­ ya’da çoğu zaman “ pagoda" adıyla anı­ lan, kimi kez yalancımermer kaplamalı tuğ­ la tapınak ve stupalar. Mimarlığın İlk evresi Monlar'ın etkisini taşımaktadır, fakat Şriksetra* kenti tapınaklarında Pyular'ın benim­ sediği planlar da görülebilir. Galeriyle çev­ relenmiş tapınma salonunu bir önyapıyla birleştiren enlemesine gelişen plan şema­ sı, XI. yy.'ın sonlarından kalma Pahtothamya, Nagayon ve Abeyadana tapınaklarının ayırtedlcl özelliğidir. Ananda tapınağı (1090’a doğr.) merkez çekirdekli tapınakla­ rın en ünlüsüdür. Mimarlığın ikinci evresi, salt birman kökenlidir; bu evrede tapınak­ lar ortadaki bir bölümün çevresinde üst üs­ te yükselen katlarla dikey ve görkemli bir görünüm kazanır: XII. yy.’dan talan Thatbylnnyu Sulamani ve Gavdavpalln tapınak­ ları bu grubun içinde yer alır. Hindistan'da­ ki Bodh-Gaya tapınağı’nın kopyası olan Mahabodhl (XIII. yy.) ile vlşnu tarikatına ait olduğu sanılan Nat-hlaung-gyaung (XI. yy.) gibi bazı tapınaklar kendilerine özgü nite­ likler taşır Stupalar arasında, büyük Şvezigon pagodası’nın yaldızlı kubbesi her dönemde sayısız hacıyı kendine çekmiştir



saplı, yuvarlak sı



otomatik devreden



büyük çaplı borular için pafta



Pagan’dan bit görünüm ortada Dtı (XII. yy.)



Oldukça yalın dış süslemeler, yalancımermer frizler kimi zaman da, Birmanya’ da tanınan 550 cataka'nın temsil edildiği vernikli pişmiş toprak levhalardan oluşur. Dev boyutlu tapınma tasvirleri, steller, ba­ zen de tek bir rengin tonlarıyla gerçekleş­ tirilmiş incelikli resimler tapınakların içini süsler. Müze.



9100



P a g a r; k a le s i v e k u t s a l a l a n ı



YE-



Ş İL A L IÇ .



P A G A N A LİA a. (lat. pagus, köy'den). Esk. Rom. Ocak ayınd^ yapılan, ekim şenlikleri. P A G Â N İ, İtalya'da kent, Campanla'da (Salerno ili), Sarno vadisinde; 31 500 nüf. Ticaret (meyve ve sebze) merkezi. Konser­ ve fabrikaları. ■ P A G A N İN İ (Niccolo), İtalyan kemancı ve besteci (Cenova 1782-N ice 1840). Çocuk yaşta dinleyici önünde çaldı. 1797 -1828 arasında Kuzey İtalya'da konser ge­ zileri yaptı. Livorno’da bir fransız tüccar, kendisine Guarnerius yapısı olağanüstü bir keman armağan etti. Paganini’nin ya­ şamı boyunca çaldığı bu keman, bugün Cenova’da saklanmaktadır. 1828’den son­ ra Viyana’da, Polonya'da, Almanya’da, Bohemya'da, Paris'te (1831) ve Londra’da NİCC0İ0 Paganini (1832) resitaller verdi. İtalya’ya 1834’te Ulusal yüksek müzik konsemtum döndü. Paganini’nin keman çalış tekniği Paris hiçbir dönemde.aşılamamıştır. Tellerin bi­ rini ya da tümünü daha tiz akortlamak, ya­ yı zıplatmak ye çok hızlı staccatolar yap­ mak, tellerin ses alanını genişletmek ama­ cıyla sık sık armonikleri kullanmak gibi yöntemleri, kemanın tınısını ve ses hacmi­ ni çok büyük ölçüde etkilemiştir Pagani­ ni, kemanın anlatım olanaklarını büyük öl­ çüde artırmıştır (24 Kapris, 1820). P A G A N İZ M a. (fr. paganisme; lat. pagarıus, köylü’den). -* P A G A N L I K . ı



ır \



İj pagodası (XII. yy.)



P A G A N LIK a. H ıristiyanlığın ba şlangıcınl ilk yüzyıllarda, özellikle kırsal kes im le rd e yaşayanların uzun sü re ba ğlı kaldığı ço ktanrıcılığa hıristiyanların ve rdiği ad.



P A G A N O (Francesco Mario), İtalyan si­ yaset adamı (Brienza 1748 - Napoli 1799). Napoli’de profesör oldu; ceza yasasının yenilenmesine katkıda bulundu (Considerazioni sul Processo Criminale [Ceza hu­ kuku üzerine görüşler], 1787). Fransız dü­ şüncelerinden yanaydı. Partenopea Cum­ huriyeti geçici hükümetinin üyesi oldu (1799). Yasama komitesi’nln başkanlığını yaptı ve anayasayı hazırladı. Bourbonlar' ın dönüşünde idam edildi.



kin fizyolojik olayların yeniden oluşumu sı­ rasında anarşik ve biçimsiz bir hal alması ile belirgindir. Röntgende görünümü ka­ rakteristik*1' j|k kez 1876'da tanımlanmış­ tır. Nederıı bilinmeyen bu hastalığın köke­ ninde bir virüsün bulunması olasılığı var­ dır. Ortaya çıktığında, kemik ağrıları, koksartroz tipi eklem bozuklukları, sağırlık ve sinirsel ağrılar ile kendini belli eder. Siste­ matik olmamakla beraber özellikle kafa kemiklerini, omurgayı, göğüs, leğen ve bacak kemiklerini kapsamına alır.



P A G A S A İ. Esk. coğ. Tesalya’da kent, Pagasetikos körfezinde (Golos), Ege de­ nizi’nin kuzey-batı kıyısında. Efsaneye gö­ re, Argonautlar gemiye burada bindi. I.Ö. V. yy.'da büyük bir esir pazarıydı. Roma döneminde, parlak bir devir yaşadı. Sur kalıntıları.



P A G E T (lord George Augustus Frede­ rick), İngiliz general (Llanfairpwll, Gwy­ nedd, Wales, 1818 - Londra 1880). Henry William Paget’ln oğlu. Kırım'da Balaklava' da ünlü "Hafif tugay saldırısında uararlık gösterdi (1854).



PAGAY a. (fr. pagaie; malayca pengayu/ı’dan). 1. Bir ya da iki palalı kürek; Amerika yerlileri piragualarını, pagayı tek­ nenin küpeştesine dayamadan ilerletirler­ di. —2. Kanoda (tek pagay) ya da kayak­ ta (çift pagay) kullanılan itme aracı. P A G E (Ruth), amerikalı kadın koregraf ve dansçı (Indianapolis 1905 - Chicago 1991). Chicago operası’nda baş dans­ çıydı (1924-1927). Bu arada Rus balele­ rinde de dans etti (1925). Chicago operası’nda baş dansçılık ve bale yönetmen­ liği yaptı (1934-1937; 1942-1945). Bent­ ley Stone ile birlikte Page-Stone Ballet’i kurdu (1940-1946). Chicago Lyric Opera’nın (1954-1970), kendi topluluğu Ruth Page's International Ballet'in (19661969) koregrafı ve bale yönetmeniydi. Sözü geçen topluluk, f972’de yeniden kuruldu. Page, güçlü yapıtlar verdi: Fran­ kie and Johnny (1938); Billy Sunday (1946); Revanche (1951); birçok Car­ men versiyonu (1961; Carmen and José adıyla, 1976), Carmina Burana (1966), Alice in the Garden ( 1970). Otobiyografi­ sini yayımladı: Page by Page, 1980. P A G E A N T a. (ing. söze.). Ed. tar. Orta­ çağ ingilteresi’nde, üstünde İsa'nın mu­ cizelerini anlatan piyeslerin çevrimler ha­ linde oynandığı ve çeşitli seyirci topluluk­ larını dolaşan araba; piyesin kendisi. P AG ELLU S a. Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan hepçil mercanbalığı cinsi. (Yan dişleri azıdişlerine benzer. On dişleri kü­ çük ve sivridir. Bilinen üç türünün hepsi Türkiye sularında yaşar: kırma” mercanbalığı; mandagöz* mercanbalığı; mercanbalığı*. Sparidae familyası.)



P A G E T O F B E AU D ESER T (William Paget, 1. — baronu), İngiliz siyaset ada­ mı (Wednesbury, West Midlands, 1505 - West Drayton, Middlesex, 1563). 1543’te Devlet bakanıydı; son günlerinde Henry VIII ve Somerset (1548'den 1551’e kadar) üzerinde büyük etkisi oldu ve izledikleri politikayı ılımlılaştırmaya çalıştı. Northumberland'ın iktidarı ele geçirmesi sonucu hapsedildi, ama 1553’te Mary Tudor'un tahta çıkmasıyla eski konumuna kavuştu. 155,6'da Lord Privy Seal (Krallık mührü lor­ du) oldu ve 1559’da da görevinden çe­ kildi. P A G G İ (Giovanni Battista), İtalyan res­ sam (Cenova 1554 - ay. y. 1627). L. Cambiaso’nun etkisinde, özellikle Floransa ve Cenova kiliseleri için resim yaptı. Lomazzo'nun kuramlarına polemik yaklaşımlı bir yanıt olan Delinitione e Divisione della pittura (Resmin tanımı ve bölümlenmesl) [1607] adlı bir inceleme kitabı yazdı. P A G İO P H Y LL U M a. Trias’tan Alt Kretase'ye kadar fosil olarak bulunan ve araukarya'ya benzeyen açıktohumlu bitki. P A G L İA R İN İ (Elio), İtalyan yazar (Viserba, Forli, 1927). Çeşitli yayın organların­ da yazarlık, yöneticilik yaptı. 1960’h yıllar­ da E. Sanguinetti tarafından canlandırılan öncü grup Novissimi'ye bağlı “ deneysel" bir şairdir. Dizelerinde bilim, teknik, rek­ lam dillerini çeşitli lehçelerde geçen de­ yimlerle bütünleştirdi (La ragazza Carla, 1962; Lezione di física e fecaloro, 1968; Doppio trittico di Nandi, 1977). P A G N İN İ (Luca Antonio), İtalyan yazar (Pistoia 1737 - Pisa 1814). Karmel tarika­ tına girdi (1753), eski yunan ve latin şair­ leriyle yeniklasik şairlerden çeviriler yaptı (Poesie bucoliche italiana, latine, greehe, 1780).



P A G E T (Henry William), 1. A nglesey markisi, İngiliz mareşal (Londra 1768 - ay. y. 1854). ihtilal ve imparatorluk dönemle­ ri Fransası’na karşı yapılan savaşlarda gö­ ■ P A G N O L (Marcel), fransız yazar ve si­ nemacı (Aubagne, Bouches-du-Rhône, rev aldı ve Waterloo zaferinin kazanılma­ 1895 - Paris 1974). Önce tiyatro ile İlgilen­ sına katkıda bulundu. 1828'de İrlanda ge­ nel valisi oldu, 1830-1833 yılları arasında di; R Nivoix ile birlikte gerçekleştirdiği les O ’Connell tarafından başlatılan ayaklan­ Marchands de gloire (1925) ve Jazz'dan mayı bastırdı, ama ılımlı davrandı. (1926) sonra, Topaze ile (1928) büyük ba­ şarı kazandı. Ünü, doğrudan ekrana ak­ P A G E T (Violet) -> LEE (Vernon). tarılan Marius (1929), Fanny (1931) ve P a g a t h a s ta lık la r ı , İngiliz cerrah sir César (1937) üçlemesiyle büyüdü. Se­ James Paget (1814-1899) tarafından ta­ naryocu ve diyalog yazarı olarak, Raimu nımlanmış iki ayrı hastalığın adı. 1. Paget ile birlikte Marius ve Fanny'yi, Fernandel deri-mukoza hastalığı. Bir çeşit kanser­ ile 7öpaze’ın yeni bir versiyonunu filme dir. çekti. Daha sonra Giono'nun yapıtların­ Paget meme hastalığı, meme başında dan aktarılan filmler (Angèle, 1934; Re­ ya da çevresinde oluşan pullu kabuklu bir gain, 1936; la Femme du Boulanger, lezyondur. Egzamaya benzer bir görünü­ 1938) yönetti ve yapımcılığını üstlen­ mü vardır, iyicil olarak uzun sürede geli­ di. şir, sonradan yayılır ve sertleşir Oysa as­ lında, memenin süt kanallarının uç kısmın­ ■ PAG ODA a. (fr. pagode; portekizce pa­ gode; tamul dilinde pagodi; sanskritçe dan başlayıp meme başına doğru ilerle­ bhagavat'tan). Hint stupasından türeyen yen bir epltelyoma sözkonusudur. Paget ve Uzakdoğu’da Buddha kültüne adanan vulva hastalığı, menopoz zamanında bü­ dinsel yapı. (Bk. ansikl. böl.) yük dudaklar üzerinde gelişen, kabuklu, —Süslem. sant. XVII. ve XVIII. yy.’da İh­ boynuzumsu, yapışık lezyonlardır. Ter bez­ racat amacıyla Çin’de yapılan, başı hare­ leri epitelyomasından ikincil olarak gelişen ketli küçük çinli heykeli. salgı bezi kökenli üstderi içi bir kanserdir. — A N S İ K L . "Pagoda” sözcüğü, özel bir 2. Paget kemik hastalığı. Osteodistrofi ola­ mimarlık türüne bağlanmayan bir yapıyı rak kabul edilen bir romatizma hastalığı­ tanımlamak için kullanılır: bir buddha ta­ pınağı, basamaklı çatılı bir pavyon, hatta dır. Kemiğin yapımı ve soğurulmasına iliş­



bir stupa pagoda tanımına girebilir. Çin pagodası iki ana kaynaktan türemiştir: bir yandan çin (eğrisel çatılarıyla katlı pavyon­ lar), öte yandan hint (hint stupası ve sikharası). Önceleri ahşap olarak yapılan pa­ godalar için VI. yy.'dan sonra, daha çok tuğla ya da taş yeğlendi. Ayakta kalmış en eski çin pagodası Songyüesi’de (Hınan) bulunur ve 523'te Song Şan üzerinde ya­ pılmıştır. V. yy.'dan başlayarak pagoda, buddhacılıkla birlikte Kore krallıklarına, ar­ dından Japonya’ya girdi. Kore’de yalnız taş örnekler (Gyongcu'daki kare pagoda, 634) bulunmasına karşılık, Japonya, Uzakdoğu’nun en eski ahşap pagodala­ rını barındırır. Bunlardan Kyoto-Nara böl­ gesinde bulunanlar ünlüdür. İngilizcenin etkisiyle bugün, Güney-doğu Asya’daki her türlü stupaya pagoda denilmektedir: birmanya mimarlığı, hatta Hindistan'daki bazı brahman tapınakları. PA G O LİT a. (fr. pagoHte). Çinliler’in pa­ goda ya da magot adını verdikleri küçük heykellerin yapımında kullandıkları taş. —ANSİKL. Pagolitin birkaç çeşidi bulun­ maktadır: bunların bir bölümünü pirofilite yakın doğal hidratlı bir magnezyum sili­ kattır. En sık rastlananlar kırmızıya çalan beyaz, et rengi, grimsi ve yeşilimsi olan­ larıdır. P A O O P A S O , Tutuila adasında kent, ABD’ye bağlı Samoa takımadalarındaki başlıca yerleşme; 11 000 nüf. 1889'da ku­ rulan deniz üssü. Uluslararası havalima­ nı. P A G O P H İLA E B U R N E A a. Kuzey Kanada’da yuva yapan bembeyaz tüylü martı. (Zaman zaman Batı Avrupa kıyıla­ rına da gelir. Martıgiller familyası.) P A O O S . Tar. coğ. İzmir'deki Kaditekale' nin Antikçağ’daki adı. İzmir (antik Smyrna) kenti, Hellenistik dönemde Pagos tepesi­ nin yamaçlarına kurulmuştu. PAG RAE -



BAGRAS.



P A G R U M . Tar. coğ. Anadolu’nun Kappadokia bölgesinde kent, Kappadokia Komanası’nı Melitene’ye (Malatya) bağla­ yan yol üzerindeydi. Elbistan’ın D.’sunda olduğu sanılıyor. PAOURUS a. KABUKLUKEŞlş'in cins adı. PAG US a. ("kasaba" anlamında lat. söze.). Tar. Kırsal yönetim bölgesi. —ANSİKL. Başlangıçta, pagus sitenin kır­ sal bir bölümüydü. Burada yaşayanlara pagani (köylüler) denirdi. Romalılar, bu adı kabilelerin ve sitelerin İtalya dışında­ ki, örneğin Galya ve Afrika'daki kesimleri için kullandılar. Roma pagus'unun bele­ diye tipi bir yönetimi, anıtları (tapınak, su­ nak), koruyucu tanrısı, bayramı (paganalia) vardı. Karolenjler çağında pagus (Galya’da 300 pagus vardı), büyük önem ka­ zandı (topografik olarak eski civitas'ın kar­ şılığıydı), daha sonra parçalandı. Bu pa­ gus, Galya-Roma pagus'uyla aynı şey değildi. Pagus'un başında kont (comes) vardı ve kontluk, pagus'tan böylece türe­ di. P A O U S R E D E N S İS (Ortaçağ'da yok olan bir kasaba olan Redae'den), Erken Ortaçağ'da, Fenouillet, Donezan, Sault bölgesi ve Capcir’i içine alan, eski Languedoc kontluğu. Yaklaşık olarak, eski Aleth piskoposluğu'na tekabül ediyordu (Aleth ve Limoux bölgesi). Barcelona ve Carcassone kontlarına ve Trencaveller'e bağlandı ve 1247’de kraliyet topraklarına katıldı. P A â N İK . Arkeol. Elazığ'ın Ağın ilçesi merkez bucağına bağlı Kaşpınar köyün­ de höyük. İngiliz arkeoloji enstitüsü adı­ na Richard Harper yönetiminde başlatı­ lan kazılarda (1968) İlk Tunç çağa değin inen bir yerleşme belirlendi. Höyüğün B.’sında, Fırat nehrinin B. kıyısındaki ro­ ma sınır kalesinde ve kulede Geç Roma ve Bizans dönemlerinden çeşitli sikkeler ve seramikler ele geçti.



PAH a. (fars. pah). 1. Eğik olarak kesil­ miş kenar; şataf. — 2 . inişli yer, bayır. —Ciltç. Kimi ciltlerde, kitabın kolay açılma­ sını sağlamak amacıyla sırt boşluğuna yerleştirilen 45° kıvrılmış karton. —Ciltçilerin kullandıkları derilerin tıraşından çı­ kan parçalara verilen ad. || Pahını almak, tıraş edilen derilerin kalan pürtüklerini te­ mizlemek, deriyi bir kez daha inceltmek. —inş. Bir parçanın ayrıtı boyunca uygu­ lanan ve bu ayrıtın oluşturduğu dik açıyı, dar ya da geniş bir açıya dönüştüren eğik kesim; bir taş blokunun, ahşap bir parça­ nın ayrıtını keserek elde edilen, eğik düz­ lemli verev silme. (Eşanl. şataf.) —inş. ve Bayınd. Bir duvarın dış yüzüne, tabanı, tepeden indirilen düşeye göre çı­ kıntı yapacak biçimde verilen eğrilik. (Eşanl. ÖNYÜZEY EĞİMİ.) —Mak. san. ve Marangl. Pah kırma, PAHLAMA'nın eşanlamlısı. (Bir parçanın kes­ kin ayrıtında, keskinliği gidermek için eğik olarak gerçekleştirilen küçük kesim; böy­ lece elde edilen eğik düzey. (Pah, doğra­ macılıkta olduğu gibi, marangozlukta da, parçanın korunmasına yardımcı olur ve aynı zamanda estetik bir görünüm kazan­ masını sağlar. Pah silme olarak son bula­ bilir; profili düzlemsel, içbükey ya da dış­ bükey olabilir.) —Marangl. Bezemek ya da keskinliğini azaltmak için eğik alınmış kenar, kanal ya­ nağı. (Pahlar düz, oluklu, kordonlu olabi­ lir. Düz pahlara flüt damağı da denir.) P A H A ya da B A H A a. (fars. paha) 1. Bir malın ya da bir işin değeri; özellikle de onun para olarak karşılığı; eder, fiyat. — 2 . Paha biçilmez, değeri ölçülemeyecek ka­ dar yüksek şeyler için kullanılır. || Bir şeye paha biçmek, bir şeyin değerini belirle­ mek ya da tahmin etmek. || Bir şey paha­ sına, başına geleceği, nasıl bir sonuçla karşılaşacağını bilerek, karşılığında: işten atılma pahasına da olsa her şeyi söyleye­ ceğim. —Esk. Bi-paha, çok değerli. P A H A C I sıf. ve a. Bir malı değerinden fazla fiyata satan satıcı için kullanılır. P A H A L A N M A K gçz. t. Bir şeyden söz ederken, fiyatı artmak, pahalılaşmak: Te­ mel gıda maddeleri giderek pahalanıyor. P A H A U sıf. 1. Fiyatı yüksek olan şey için kullanılır: Turfanda sebzeler pahalı olur. Bu daire bizim için çok pahalı. —2. Malları yüksek fiyatla satan ya da yüksek bir fi­ yatla hizmet veren bir mağaza, bir kimse için kullanılır: Pahalı bir dükkân. Pahalı bir dişçi. Pahalı olmayan küçük bir lokanta. —3. Büyük harcamalar gerektiren şey için kullanılır; masraflı: Pahalı bir yolculuk. Pahalı bir zevk. —4. Pahalıya oturmak, pahalıya mal olmak, bir şey sözkonusuysa, çok büyük özverilerle ya da harcama­ lar sonucunda elde edilmek. be. Yüksek fiyatla: Bunları çok pahalı almışsın. P A H A L IL A Ş M A K dönşl. t. Bir şeyden söz ederken pahalanmak, fiyatı artmak. P A H A L IL IK a. 1. Bir şeyin fiyatça yük­ sek ûlma ya da büyük giderler gerektir­ me durumu: Dayanıklı ev eşyalarının pa­ halılığı. —2. Halkın satın alma gücüne oranla tüketim maddelerinin, kiraların çok yüksek olduğu durum; hayat pahalılığı: Pahalılıkla mücadele etmek. P A H A N O , Malezya’da, Pahang eyale­ tinde ırmak; yaklş. 440 km. Jeiai ve Tembeling'in birleşmesiyle oluşur, önce G.’e, sonra D.'ya yönelir ve Çin denizi'ne dökü­ lür. P A H A N G , Malaysia’da devlet, Malez­ ya'da D.’da, Güney Çin denizi’yle sınırlı­ dır; 35 965 km2; 1 054 800 nüf. (1990). Merkezi Kuantan. B.’da, Malezya yarıma­ dasının orta kesimindeki sıradağlarla ve K.’de, dalgakıranlar ve eklentileriyle çev­ rilmiş olan devlet, Pahang ırmağının hav­ zasını İçerir. Dağları, hinthurması ve zamk yapımında kullanılan ormanlarla kaplıdır.



Ayrıca yerleşim bölgesi haline getirilmiş (Fraser’s Hill) dinlence merkezleri vardır. Hevea ekimi. Çeltik tarımı. Kalay, altın ve demir madenleri. —Tar. Johor krallığı’nın islamlaşan bir eya­ letiydi (1511), gitgide bağımsızlaşarak 1888’de İngiliz himayesine girdi ve 1895’ te Malezya devletlerinden biri durumuna geldi. 1957’de bu devletler, Malezya fede­ rasyonumu kurdular.



Nara’daki (Japonya) Yakuşi-ci’nin Doğu pagodasının görünüş ve kesiti (önce Fuclvara’da yapılmıştır)



P AH A R İ a. Keşmir’in güneyinde Nepal’e kadar uzanan bölgede konuşulan hint ari dili. (Pahari üçe ayrılır: doğu pahari ya da nepal dili; başlıca lehçeleri Uttar Pradeş’te konuşulan garhvali ve kumauni olan orta pahari; ve Dehra Dun [Himaçal PradeşJ bölgesinde konuşulan batı pahari ya da caunsari.) P A H A R İL E R , Nepal halkı. Sayıları 5 milyondan fazladır. Nepal dili konuşurlar. Brahman ya da ksatriya gibi kastlara da­ hil olmadıklarından kuyumcu, sepici, de­ mirci, müzisyen vb. gruplara ayrılan Dam­ lar biçiminde yaşarlar, içtenevlilik ege­ mendir; yerleşim babayerlidir. Pahariler hinducuduetar. P A H A R P U R , Bangladeş'te Racşahi bölgesinde arkeolojik yer. Haç biçimli bir plana göre inşa edilmiş dev bir tapınağın çevresinde yükselen büyük buddhacı manastırı (Somapuramahavihara), Dharmapala (770’e doğr.-810) tarafından yap­ tırıldı ve bir Kanauc hükümdarı tarafından tamamlandı (X. yy.’ın başı). Manastır, buddhacılık ve brahmacılıkla ilgili konu­ ları işleyen kaplama levhalarıyla (pişmiş toprak ve taş) süslenmiştir. D oğuda/çok sayıda adak sfupas/’yla birlikte Tara tapı­ nağı yükselir. P A h k ln is a a r i a n tla ş m a s ı, İsveç ve Novgorod Rusyası arasındaki büyük karelya savaşı'na (1293-1323) son veren ant­ laşma. Bu antlaşmayla birlikte Finlandiya’ ya Karelya kıstağından (Siestarjoki) Botten körfezine (Oulu'nun G.-B.’sı) kadar uzanan bir sınır verildi. Antlaşma PâhkinâsaarT de (İsveççe Nöteborg) imzalandı.



M arcel Pagnol (1965'te)



pahlam a 9102



L a ro u s s e



PA HLAM A a. Pah oluşturacak biçim de kesm e; şataflam a. — Dişç. cerr. Prizmaları pahlam a, dolgu­ nun dış oyuğunu örtmesi ve koruyabilme­ si için, oyuğun çevresindeki mine prizma­ larını tıraş etm e işlemi. (Pahlam a. yalnız altın dolgularda [inlay ve onlay] kullanılır.) — Mak. san. ve M arangl. Bir parçanın bir ayrıtını, pah adı verilen ve kendisine ko­ şut bir kesm eyle kırma işlemi. (Eşanl. PAH KIRMA.) —Teknol. Pahlam ak eylemi.



yer, Cardam om sıradağlarının kuzey etek­ lerinde, Tayland sınırı yakınında. Değerli taş (safir, yakut ve zirkon) yatakları.



akıntıları oluşturması sonucunda, büyük m iktarda kırmızı alüvyon Colorado’ya sü ­ rüklenmektedir.



PAİLU, Çin’de, mezarlar, tapınaklar ve



P A İN T E R (G eo rge Duncan), İngiliz d e ­



bazı kamu yapıları önünde tek ya d a bir­ çok açıklıklı anıtsal bir kapı oluşturan ve bir kişinin, bir olayın anısına ya d a onuru­ na yapılan revaka verilen ad,



n em e yazarı (Birmingham 1914). A ndré Gide (1951), M arcel Proust (1965) ve Cha­ teaubriand' ın (1977) yaşamöykülerıni ka­ lem e aldı, hepsin d e d e özellikle yazarla­ rın gençlik yılları üzerinde,durdu. Ayrıca Proust’un mektuplarını çevirdi.



PAHLI sıf. Pahlı olan; şataflı. P AHOEHOE a. (hawaii dilinde söze.). Thom as Paine G eorge Rom ney’in yapıtından W illiam Sharp’ın bir gravürü (ayrıntı)



Petrogr. Kaygan yüzey üzerindeki cam sı lav akıntısı.



Bibliothèque nationale, Paris



aselbent ağ ac ın a (Styrax benzoin) [styracaceae familyası] atılan ilk çentiklerden el­ d e edilen ürüne verilen ad.



PAHONG a. Aselbent üretilen ülkelerde,



P A HU İ D İLİ a. FANG'ın eşanlam lısı. P a h u İle r -



F a n g la r



PAİ ya da PAY a. (ıng. pie). Nümlsm. Hindistan’d a ıngiliz egem enliği sırasında kullanılan bakır sikke. Paysa” ’nın dörtte bi­ ri değerindeydi. 18 35, 1844 ve 18 70 ’te ya­ pılan anlaşm a hükümlerine g ö re bir paı paysanın üçte bin olarak ayarlanmıştır.



P A İG N TO N , Büyük Britanya’da (Devon) sayfiye merkezi, M anş kıyısında, G.’ınde yer aldığı Torquay ve Brixham 'la birlikte, Torbay borough'unu (116 000 nüf.) oluş­ turur. Taçkapısı norman üslubunda gotik kilise. Botanik ve hayvanat bah çesi.



P Â İJ A N N E , Orta Finlandiya’d a göl, su ­ ları Kymıjoki aracılığıyla Finlandiya körfe­ zine boşalır; 1 090 km2.



■ P A İN E (Thomas), İngiliz yazar ve siya­ N im a ta lla h -Z io lo



Giovanni Paisiello Elisabeth Vigee-Lebrun’ün bir portresinden ayrıntı la Scala tiyatrosu müzesi Milano



Portekizli matematikçi ve devlet adam ı (Coim bra 18 7 2 - Lizbon 1918). Cumhuri­ yetçiydi; bir hükümet d a rb esiyle B a ş b a ­ kan M achado'nun yerine geçti (aralık 19 17 ). an cak bir yıldan d a h a kısa bir sü ­ re sonra öldürüldü.



P A İ L İN , Kam puçya’da (Battam bang İli)



P A H L E N (Peter Ludwig, VON d e r — kontu), ru sça P y o tr A le k s a n d r o v iç P a ­ len , livonya asıllı rus general (Palms 17 4 5 - Mltau, bugün Yelgava 1826). Petersburg askeri valısiydi (1798); Pavel l'e yapılan su­ ikastı (1801) düzenleyen başlıca kişiler ara­ sında yer aldı.



Paul Painlevé R. Thom sen’m bir portresinden ayrıntı



P A İN L E V E (Paul), transız matematikçi



P A İS (Sıdönıo Bernardıno DA SİLVA),



ve siyaset adamı (Paris 18 6 3 - ay. y. 1933). Lille’d e (1886), Paris Fen fakültesı’n ae (1892) ve Polıteknik o k u ld a d ers verdi. P A İSİB LE (Ja c q u e s ya d a Jam es), tran­ 19 0 0 ’d e Bilimler akam ed isi’ ne seçildi. sız asıllı İngiliz besteci, flütçü ve obuacı Özellikle diferansiyel denklemler ve cebir­ (16 5 0 'y e doğr. - Londra 17 2 1). 16 7 4 ’te In­ d e diferansiyel denklem lerin tekil nokta­ giltere kralı C h arles ll’nın hizmetine girdi. larıyla ilgilendi; n cısımliler probleminin bi­ Flüt sonatları ve oyun müzikleri yazdı. linen sonuçlarını yaygınlaştırdı. Sürtünme konusunda ünlü çalışm alar yaptı, havacı­ ■ P A İS İE L L O (Giovanni), İtalyan besteci lık alanında önemli kuramlar geliştirdi ve (Roccaforzata, Taranto. 1740 - Napoli (1909'da) Havacılık okulu’n d a uçak m e­ 1816) Napoli’d e Duranteden ders aldı, ilk kaniği derslerim başlattı. Bu konuda ön­ operalarını Bologna, Venedik, M odena ve cü olan Painlevé. Wilbur Wright’m AuvoP arm a'da besteledi. Napoli’d e (1766) tüm urs eğitim merkezi üstünde, yaptığı uçuş rakiplerim g ö lg e d e bıraktı, L’ldo lo cinese sırasında, ilk yolcusu oldu (1908). C um ­ (1767) ve D on Ouijote (1769) adlı yapıtları huriyetçi sosyalist partiden milletvekili s e ­ görülm em iş bir ilgiyle karşılandı. 17 7 6 çildi (19 10 -19 33), Mili, eğitim bakanlığı’na -1783 arasın aa çariçe Yekaterına ll’nin caatandı ve ulusal savunm ayla ilgili buluş­ pella yöneticiliğim yaptı. P etersb u rg’daylarla görevlendirildi (ekim 1 9 1 5 - aralık Ken. en tanınmış yapıtı olan il Barbiere di 1916 ). S a v a ş bakanlığı’ na getirildi (mart Siviglia'yı besteledi (1782). Bunu izleyen -eylül 19 17 ). Nivelle saldırısı başarısızlığa yapıtlarından il Re Teodoro in Venezıa (Vi­ uğrayınca Petaın'i başkom utan, Foch ’u yana, 1784) önemlidir. N apoli’ye dönün­ d a genelkurm ay başkanı ilan etti (mayıs). c e La M olinara (1788) ve Nına o la pazza K onsey başkanı ve yeniden S a v a ş baka­ p e r am ore (1789) adlı operaları yazdı. nı (eylül-kasım 19 17 ) oldu, bozguncu pro­ 18 0 2-18 0 4 arasında. Paris'te Birinci konp a g an d a yaptığı gerekçesiyle açılan g en ­ sül’ün müzik düzenleyicısıydi (Ayin missasoru son u nd a görevlerinden alındı. Sol sı, 1804) 18 0 6 d a Napolılı Ferdınando IV’ gruplardan oluşan C artel’in kurucuların­ ün hizmetine girdi. Özellikle komik yapıt­ dandır, M eclis başkanlığı yaptı (haziran ları başarı kazandı. Bu bakım dan Ğima19 24 - nisan 1925), Başbakanlığın yanı sı­ rosa’nın başlıca rakibiydi. Ayrıca dinsel ve ra S a v a ş bakanlığı (nisan 19 25) sonra d a enstrümantal yapıtlar d a besteledi. Maliye bakanlığı (29 ekim 19 2 5) g ö revle­ P A İS İY H İLE N D A R S K İ, bulgar keşiş rini üstlendi, ancak 2 2 kasım da iktidardan ve yazar (Bansko ? 1 7 2 2 ’ye doğr. - Hilendüşürüldü. 19 2 5 ile 19 2 9 yılları arasın da dar manastırı 1798), geleneksel olarak hem en hem en kesintisiz bir süre S a v a ş bulgar rönesansının başlangıcına d am g a­ bakanı olan Painlevé, orduda köklü d eğ i­ sını vuran istoriya Slavyanobolgarskaya' şiklikler yaptı ve askerlik hizmetinin bir yı­ yı (Bulgar slavlarının tarihi) [1762] yazdı. la indirilmesi için. 19 2 8 'd e bir yasanın 5 0 ’den fazla elyazm asının sayımı yapılan onaylanm asını sağlad ı. D aha sonra H a­ ve ancak 1844'te le Livre des Rois (fr. çev.) va bakanlığı yaptı (aralık 19 3 0 - o cak [Kralların kitabı] adıyla basılan bu yapıt, 19 3 1; haziran 19 3 2 - o cak 1933). aşırı bir yurtseverlik d uygusu ve şiddetli P A İN T E D D ESE R T (anlamı "boyalı bir yunan korkusuyla dikkat çeker. ç ö l" [toprağın oluştuğu kayaların değişik P A İSLE Y, Büyük Britanya'da kent, isrenkleri dolayısıyla]), A B D ’d e (Arizona) koçya Lowlands’unda, G lasg o w ’un B.’sınbölge, Colorado platosunun bir bölümü, da; 85 000 nüf. Kilise (XV. yy.), XII. Küçük Colorado'nun B.’sında. Burada, -XIII. yy.’larda kurulan eski manastır. Mü­ engebelerin biçimi g erçek bir çöl tipindeze. San ayi merkezi: gem i yapımı; tekstil dır: kayaçların rüzgâr etkisiyle ufalanm a­ (pamuk), kimya ve besin sanayileri. sı ve sel oluşturan yağm urların çam ur



P A H LA M A K g. f. Pah « lu ştu rac ak bi­ çim de kesm ek. —Teknol. Bir ayrıtın keskinliğini, bir açının sivriliğini giderm ek.



L a ro u s s e



(ocak 1963). gün eyd ekin eyse (2 50 0 m) ıtalyan A. Aste. J. Aıazzı, F. Nusdeo, V. Taldo ve C. Casati (şubat 19 6 3) tırmanaı.



set adam ı (Thetford, Norfolk, 17 3 7 - New York 1809). Bir quakerin oğluydu, arala­ rında denizciliğin d e yer aldığı ço k sayı­ d a m eslekte çalıştı ve 17 7 4 ’te Am erika’ya g ö ç etti. Ingiliz kolonilerinin bağım sızlığı için m ücadele verdi, Pennsylvania M aga­ zineî’i çıkardı (17 7 5 -17 7 7 ) ve C om m on Sense (1776) adlı yapıtını yayımladı. 1 7 8 7 ’de Büyük Britanya’ya geri döndü, Fransız devrim i’nin yanında tavır aldı ve Burke’ nin Reflections on the Revolution in France'taki eleştirilerine, The Right o f Man (1791-92) adlı bir savunm ayla karşılık ver­ di. İngiliz hükümeti tarafından ihanetle suçlandı, F ran sa’ya gitti, b urada coşkuy­ la karşılandı ve K o n vansiyonda Pas-o‘e -Calais’den milletvekili seçildi (eylül 1792). Girondinler’in safın da yer aidi, Louis XVI’ nın öldürülm esine karşı çıktı ve Terör yö­ netimi tarafından h ap se atıldı. 9-Therm idor’dan sonra serb est bırakıldı, bir yaradancı felsefe yapıtı olan A ge o f Reason’ ı (1794-1796) yayımladı ve bu nedenle armerikalı Kalvinciler tarafından tanrıtanımaz­ lıkla suçlandı. 18 0 2 'd e A B D ’ye döndü.



P A İN E K u le leri, P atagonya Andları'nda, Şili’de, granitli sivri doruklar. Bir ulu­ sal parktadır. Ortadaki kuleye (2 460 m) ilk kez İngiliz C. Bonington ve D. Whillans



P A İO N İO S ya d a P A E O N İO S , O V yy.'da yaşam ış M ende (Khalkidike) asıllı yunanlı heykeltıraş. Oiym pia’da Z e u s tap ın ağı’nm akroterlermi oluşturan bronz­ dan Nikeler’i gerçekleştirdi. Aynı tapınakta Messinialılar'ın adadığı (İ.Ö. 424, Olympia) m ermer Nıke’nin ayakları, giysisinin hava­ lanan kıvrımları İçinde neredeyse yere d e­ ğ e c e k gibidir; heykelin ü çg en biçim inde­ ki kaidesinde sanatçının adı kazılıdır. PAIR a. (fr. pair). Tar, 1 . O rtaçağ’da Fran­ s a kralının vasalı; O rtaçağ ’d a ve Ancien R égim e’de, pair’lik haline getirilmiş bir toprağın senyörü ve Parlam ento’nun ya ­ sal üyesi, — 2 . F ran sa’da, 18 14 -18 4 8 a ra ­ sınd a C h am bre d e s pairs üyesi.



P ais (El), 19 7 6 ’d a M adrid’d e kurulan ispanyol sab ah gazetesi. Değişik görüşle­ re açık, ideolojik ve siyasal bağımsızlıktan yan a olan bu gazetenin, İspanyol aydın çevrelerinde büyük bir saygınlığı vardır.



P A İS (Ettore), İtalyan tarihçi (Borgo San Dalm azzo 18 5 6 - R om a 1939). Mommse n ’in izleyicisiydi; Palerm o (1886), Pisa (1889), Napoli (1899) ve R om a’d a (1906 -1937) profesör olarak bulundu. Eski İtal­ ya tarihi konusunda uzmanlaştı.



P A İS L E Y (ian Richard Kyle), kuzey İr­ la ndalI p a p az ve siyaset adam ı (Ballyme-



na; Belfast'ın K.-B.’sı, 1926). 19 5 1 d e Ku­ zey İrlanda Ö zgür presbiteryen kilisesi’ni kurdu. Katolik kilişesi’ nı komünizmin yu­ vası olmakla suçladı, Kuzey İrlanda’da sta­ tu quo’nun korunması için şiddetle savaştı ve çevresin e aşırı protest'an uçları toplaaı. Storm ont'a (Belfast parlam entosu) ve Britanya parlam en tosu'n a seçildi (1970), 19 7 2 ’d e birlikçi partinin demokratik kana­ dını kurdu ve liderlerinden biri oldu. 1973 ile 19 7 5 arasın d a katolik ve ılımlı Protes­ tanları birleştiren geçici yönetime karşı çık­ tı. 19 7 9 ’d a Avrupa konseyi d elegesi seçildi.



P A İS O S , lat. P a e s u s . Tar. co ğ . A n ad o ­ lu’nun K.-B.'sındâ, Mysla bölgesinde kent, Propontis'in (Çanakkale boğazı) G. kıyı­ sında, Lam psakos İle Parion arasındaydı. İ.Ö. VII. yy. ortalarında Miletliler tarafından kurulan bir koloni kentiydi. İ.Ö. V. yy. b a ş­ larında Dara'nın kom utanlarından Daurıs e s tarafından ele geçirildi. Strabon zam a­ nında kent yıkılmış, halkı L am psako s’a g ö ç etmişti. P A İT A , P eru’nun (Pıura yönetim b ö lge­ si) kuzey-batı kıyışında liman kenti, Negritos’un G .’inde; İ4 900 nüf. Balıkçılık.



P A İ TA V Y TE R A LA R , Güney Amerika Kızılderilileri. Paraguay’ın (Concepciön ve Am am bay yönetim bölgeleri) doğu bölge­ lerinde ve ayrıca Mato G ro sso (Brezilya) bölgesinin bir bölüm ünde yaşarlar. Yakla­ şık 19 50 0 kişidirler ve guarani dilini ko­ nuşurlar. Pai Tavyteralar bugün kültürleri­ ni kaybetm e süreoindedirler.



P A İU T E L E R , Kuzey Am erika Kızılderi­ lileri. N evada’nın K.-B.'sı, Kaliforniya'nın K.



pakisalpenjit -D.’su, Oregon'un G.-D.’sundaki geniş top­ raklarda, ayrıca idaho’nun G.-B.’sında ya­ şarlar. Paiuteler bir şoşon dili konuşur. Top­ lulukları birbirlerlyle dayanışan bölümle­ re ayrılır; bu ayrım balıkçılık ve avcılıktan (tavşan vb.) kaynaklanan zorunluluklara bağlıdır. Bu etkinlikler sürekli avlar düzen­ leyen şefler tarafından yönetilir. 4 ile 6 ai­ lenin birleşmesinden oluşan yerel grup­ lar temel aile birimini oluşturur; bu aileler­ de kız kardeşlerle gerçekleştirilen çokkarılılık ve bazen de çokkocalılık görülür. Şamanlık önemli bir yer tutar. 3 000 kişi ol­ dukları tahmin edilen Paiuteler kendileri­ ne ayrılan özel bölgelerde yaşarlar. P A J a. (fr. page). Tar. Önceleri, bir senyörün hizmetine verilen delikanlı. P « |a rito s , Meksika'da (Veracruz eyale­ ti), Minatitlân yakınında petrokimya mer­ kezi. PAJED EN sıf. (fr. phagödöne). Patol. faJEDENİK'in eşanlamlısı. P A J E T T A (Giancarlo), İtalyan siyaset adamı (Torino 1911). Italyan komünist par­ tisi üyesiydi; 1933'te tutuklandı ve on yıl hapiste kaldı. Serbest bırakılmasından sonra Direniş hareketine katıldı. 1945'te İtalyan komünist partisl’nin merkez komi­ te ve politbüro-üyeliğine seçildi ve L'Unitâ’ yı yönetti. P A J O U (Augustin), transız heykeltıraş (Paris 1730 - ay. y. 1809). J.-B. Lemoyne’ ın öğrencisi oldu, 1748'de Roma ödülü' nü kazandı. Mme du Barry’nin en gözde heykeltıraşıydı ve onun birçok büstünü yaptı. Versailles operası'nın oyma deko­ runu gerçekleştirmekle görevlendirildi (1768-1770). Angiviller kontunun siparişi üzerine Fransa’nın önemli kişilerinin (Descartes, Bossuet, Pascal ve Turenne) hey­ kelleriyle çok sayıda büst yaptı. En ünlü yapıtı Terkedilmiş Psykhe (Louvre) tepkiyle karşılandı. Pajou 1788’de, Paris'teki innocents çeşmesi’nl J. Goujon'un tarzında ta­ mamlamakla görevlendirildi. P A K , -kİ sıf. (fars. pak). 1. Temiz, saf. —2. Esk. Halis, katışıksız. —3. Esk. Ku­ sursuz, günahsız. —4. Esk. Mübarek, mukaddes. —Esk. Pak-daman, pak-damen, eteği te­ miz; namuslu, iffetli. || Pak-daman!, pak -dameni, etek temizliği; namusluluk, iffetlilik. || Pak-meşreb, yaradılışı, tabiatı iyi olan, iyi huylu. || Pak-zad, temiz asıllı, so­ yu temiz. P A K A a, (kiçua dilindeki paca’dan). Tro­ pikal Amerite’da, Meksika ile Uruguay arasındaki bataklıklarda yaşayan, agutiye benzeyen, iri bedenli bazı kemirici hay­ vanların ortak adı. (Agutigiller familyası; boyu 12 kg için 75 cm.) —A n s İKL. Pakalar tıknaz, kısa bacaklı, ge­ lişmemiş kuyruklu, elmacık kemiği bölge­ sinin (güçlü homurtular çıkarmasını sağ­ layan titreşim keselerini kapsar) çok ge­ lişmiş olması nedeniyle geniş kafalı hay­ vanlardır. Ova pakası (Cuniculus paça) or­ manda, dağ pakası (Stictomystaczanowskii) açıklık yerlerde yaşar. Her iki türün bi­ reyleri de gececidir, yeraltı yuvalarında ba­ rınırlar. Pakalar etleri için avlanır. P A K A U N (Mehmet Zeki), türk tarihçi (Ohri, Manastır, 1886 - İstanbul 1972). Ma­ nastır Mülkiye idadisi’nde okudu. İstan­ bul’da devam ettiği Tibbiye’yi hastalığı ne­ deniyle bitiremedi. Maliye memuru olarak devlet hizmetine girdi. Malmüdürlüğü, İs­ tanbul defterdar yardımcılığı, Divanı mu­ hasebat başmurakıplığı, İstanbul, İzmir Emlak ve eytam şefliği, Kazanç tetkiki iti­ raz komisyonu üyeliği gibi görevlerde bu­ lundu. 1950’de emekliye ayrıldı. OsmanlI tarihi üzerine ansiklopedik ve biyografik nitelikte yapıtları vardır: Maktul şehzade­ ler (1918), Tanzimat maliye nazırları (2 c, 1939-1940), Son sadrazamlar ve başve­ killer (5 c, 1940-1948), Osmanlı tarih de­ yimleri ve terimleri sözlüğü (3 c, 1946 -1956), Maliye teşkilatı tarihi 1442-1930 (4



c, 1978). Mehmet Süreyya'nın Sicill-i osmani adlı yapıtına ek olarak hazırladığı Son osmanlı büyükleri (19 c, Türk tarih ku­ rumu kütüphanesi’nde), basfffnamıştır. P A K A N çoğl. a. (fars. pak'ın çoğl. pakân). Esk. 1. Temizler, arıklar. —2. Aziz­ ler, veliler, ermişler. P A K A N a. ABD’ nin güney-doğu’sunda, serin ve nemli yerlerde yetişen büyük ağaç. (Oval biçimli cevizine de pakan de­ nir. Pakan [Carya olivaeformis] Kuzey Amerika’da bizim ceviz ağacının eşdeğe­ ridir. Cevizgiller familyası.) P A K A R A N A a. (kiçua dilindeki pacarana, yalancı paka'dan). Güney Amerika’ da yaşayan iri kemirici hayvan. (Pakaranagiller familyasının tek türüdür. Bil. a. Dinomys branickii.) P A K A R A N A C İLLE R a. Güney Ameri­ ka'da yaşayan kemirici familyası. (Tek tü­ rü pakarana iri bir kobaya benzeyen, kü­ çük kulaklı bir hayvandır. Andlar’ın orman­ lık eteklerinde yaşar. Bil. a. Dinomyidae.) P A K B A Z sıf. ve a. (fars. pak ve bâz'dan pâk-bâz). Esk. 1. içten bağlı, sadık, vefa­ lı. —2. Aziz, ulu. —3. Parasının tamamı­ nı kumarda kaybeden. P A K B A Z A N çoğl. a. (fars. pâk-bâz'ın çoğl. pak-bazan). Esk. 1. Vefalı, sadık kimseler. —2. Azizler, ulular. —3. Kaybe­ den kumarbazlar. P A K B A Z İ a. (fars. pâk-bâz ve -/’den pak -bazi). Esk. 1. Vefalı olma, sadık olma. —2. Azizlik, ululuk. —3. Bütün parasını kumarda kaybetme. P AK -Ç O İ a. Çin kökenli sebze (Brassica chinensis, çin lahanası). P A K D E M İR L İ (Ekrem), türk siyaset adam ı (G ördes 1939). ODTÜ makine mü­ hendisliği bölümü'nü bitirdi (196 2). Dok­ torasını Ingiltere’d e yaptıktan sonra E ge üniversitesi'nde öğretim üyeliği, DPT m üsteşar yardımcılığı, Hazine v e dış tica­ ret m üsteşarlığı görevlerinde bulundu. 19 8 7 ’d e AN AP’tan İzmir milletvekili se ç i­ lerek Özal hükümetinde ulaştırma bakanı olarak yer aldı (198 7). 19 8 9 ’d a Maliye ve Gümrük bakanı oldu. Bu görevden 19 9 0 ’ d a istifa etti. Haziran 1 9 9 1 ’d e kurulan M. Yılmaz hükümetinde ekonom iden sorum ­ lu devlet bakanlığı v e b aşb ak an yardım cı­ lığı görevini üstlendi. Kasım 19 9 1 seçim ­ lerinde ANAP M anisa milletvekili seçildi.



PAKET, - t i a. (fr. paquet; hollandaca pak). 1. Sicim, bant vb. ile ambalajlanmış elde taşınabilir büyüklükteki nesne: Lüt­ fen bunu paket yapar mısınız? Güzel bir armağan paketi. —2. Bir ambalajın için­ de kullanıma sunulan mal, eşya ya da yi­ yecek maddesi (ilgili madde tamlanan olarak belirtilir): Bir paket sigara. Üç pa­ ket makarna verir misiniz? —3. Bu biçim­ de kullanıma sunulan bir şeyin içeriği: Günde iki paket (sigara) içiyor. —4. içine bir şey konmak için genellikle kâğıttan ve kartondan vb. hazırlanmış şey: Paketin içinde ne var? —5. Bir şey (soyut) paketi, herhangi bir konuda alınmış önerilerin, kararların vb. tümü: Sorunla ilgili olarak bir öneri paketi hazırlandı. — 6 . 3 ir şeyi pa­ ket etmek, paket yapmak, onu paketle­ mek. — 7. Paket program, radyo ve tele­ vizyon için gerektiğinde yayımlanmak üzere banda alınmış olan hazır program. || Paket taşı, dört köşe yontulmuş taş. —Bilş. ve Telekom. Bir ileti ya "da bir ileti parçası ve sayısal hizmet öğeleri oluştu­ ran ve bir bütün olarak gönderilen sayı­ sal veriler kümesi; sayısal hizmet öğeleri­ nin bir adresi, iletim yöntemiyle belirlenen bir düzene göre düzenlenmiştir. (Bu, pa­ ketlerle değiştirim yöntemidir.) —Post. Küçük paket, ticari değeri olsun ya da olmasın, gıda maddeleriyle öteki eşyaların mektup postasıyla gönderilmek üzere postaya verilen gönderilere verilen ad. (Yurtiçine ve yurtdışına gönderilecek küçük paketlerin ağırlığı bir kilogramı ge­ çemez.)



—Tekst, ipek sanayisinde, yirmi çileden ya da seksen turadan oluşan bütün. || Do­ kumacılıkta, tek bir kancaya karşılık gelen tek bir gücü teline bağlanmış gücü gözü topluluğu. || Her biri 300 yardalık 12 tura içeren 1 0 0 keten ipliği çilesinden oluşan bütün. (Paket, keten ipliklerini numaralan­ dırmada kullanılan eski sistemin [İngiliz numaralama sistemi] temelini oluşturuyor­ du.)



9103



P A K E T L E M E a. Paketlemek eylemi. —Tüt. Sigaraları ya da belli miktarda kıyıl­ mış tütünü paketlere yerleştirme işlemi. P A K E T L E M E K g. f. Bir şeyi paketle­ mek, onu paket haline getirmek; paket yapmak: Armağan olarak verilecek kitap­ ları paketlemek. ♦ paketlenm ek edilg. f. Paket haline getirilmek; sarılmak, ambalajlanmak.' ♦ paketletm ek ettirg. f. Paketlenmesi­ ni sağlamak; sardırmak. P A K E TLE N M E a. Paketlenmek eylemi. PAKETLENM EK -



PAKETLEMEK.



PAKETLETM EK -



PAKETLEMEK.



P A K F U N G ya da PAK FO N G a (fr. packfung ya da packfong'dan). Metalürj. Kuyumculukta kullanılan, bileşiminde ba­ kır, nikel ve çinko bulunan, alman gümü­ şü (mayşor) türünde alaşım. (Çin pakfungunda % 26-58 oranında bakır, % 7-41 oranında nikel ve % 16-45 oranında çin­ ko bulunur; demir oranı % 2 ’ye kadar çı­ kar.) P A K H E T , kedi başlı eski Mısır tanrıçası (çoğu zaman aslan-tanrıça Sekhmet ile karıştırıldı). Beni Hasan’da, “ geçici akar­ su ağzının" tanrıçasıydı ve dağlarda olu­ şan fırtınaların neden olduğu yıkıcı selle­ ri simgeliyordu. Başlıca tapınağının (Be­ ni Hasan’daki Artemidos speosu) çevre­ sinde uçsuz bucaksız bir kedi mezarlığı yer alıyordu. P A K H O İ -* BEİHAİ. P A K İ a. (fars. pak ve -/’den paki ). Esk. 1. Temizlik, saflık, arılık. —2. Ustura. P A K İD E R M A sıf. (lat. Pachyderma; yun. pakhydermos, kalın deriliden). Kalın ve hemen hemerî çıplak derili bazı memeli­ ler için kullanılır. ♦ a. Eskiden Cuvier’nin yalnızca otla beslenen ama gevişgetirmeyen, kalın de­ rili memelilere (filler [hortumlumemeliler], domuzlar [domuzumsular] ve atgiller [tekparmaklılar]) verdiği ad. P A K İD E R M İ a. (fr. pachydermie). 1. De­ ride bağdokusu hiperplazisine bağlı ka­ lınlaşma. (Özellikle elefantiyaziste görülür) —2. Kıvrımlı pakidermi, çıkıntılı kıvrımlar halinde saçlı deri kalınlaşması. (Daha çok erkeklerde görülen, doğuştan nadir bir hastalıktır.) —Yet, Köpek, domuz, sığır ve atta, dermit, intani lenfanjit, süreğen egzamalar­ dan sonra görülen, derinin kalınlaşması ile belirgin deri hastalığı. P A K İG L O S İ a. (fr. pachyglossie-, yun. pakhys, kalın, ve glossa, dil’den). Tıp. Di­ lin kalınlaşması. P A K İM E N E N J İT a. (fr. pachyméningife’ten). Nörol. Sertzarın kalınlaşmasına ne­ den olan süreğen iltihap. (Alkoliklerde ve yaşlılarda rastlanan kanamalı klasik pakimenenjit, aslında sertzar altında örgenleşmiş hematomlardır. Sertzar ile örümceksizar arasında üreyen fibroz oluşumların kökeni bunlardır.) —Yet. Süreğen kemikleştirici pakimenenjit, yaşlı köpeklerde genellikle bel bölge­ sinde oldukça sık görülen pakimenenjit. P A K İP LÖ R İT a. (fr pachypleurite). Pnömol. Plevra yapraklarının kalınlaşmasıyla belirgin, süreğen iltihaplı plevra lezyonu. P A K İS A L P E N J İT a. (fr. pachysalpingite). Patol. Süreğen salpenjitin özel bir çeşidi. (Kas ve mukoza altı katmanlarının hipertrofisi biçiminde ortaya çıkar.)



Ekrem P M m W



^■'Kerimabad ,



/



Öp,.: ^ atew5, V A G ilM İ?© 5®' 4 ; BALTISTAN • Kafe’ni ■ » T » * ., « ¡ s * :



f . T eru l< o g h o i f \



. ..¿ T



'b .K/artga ! 26 .P grba t M a ila k a n t



M a rd .a i



Herat



Hayb/n£e£i£. Paraçm aı^



} Miram > Ş |h



Dera İs m a il Han



Sistan Içöküntüsü



Lahoı



Rjri*



Hocak\. S



S in d e m a n J



geç\df§tC



• ş^Kila >' nj .TauS l^Sâîftjllah ■§) ,' -«ZıaraC‘'|j>LjJMrtÎİ_ ^ *«pst



Hane)



Dera



Gazdan; ^ /



iaincfak— ---------- -------Kıla \ Kuh ı *« ‘



j,



F o ft M unro



/B a h a v a ln a g a r



Bahavalpjjr



§afed Sultan ^--■•--»J^gk Klındi



Ş eril >albandir



„ç



c



v. u



— -v,



R a h im y a r H ^n



^ , ö İ d a V l , ^ f rPUr .



g



' £



(



. v/



M



/



^



^ ekran a »««*'



i



/



î



D arfu 7 ;



*^Beia




P A Y K Û B . rangozlukta kullanılanın ise 45-60 cm ara­ P A K U L A (Alan J .), amerikalı film yönet­ sındadır Ağaç oymacılığında kullanılan fa­ meni (New York 1928). Tiyatroda olduğu re kuyruğu testere çok dar bir pala teste­ gibi sinemada da yapımcılık (Robert Mulredir. Elektrikli ve portatif pala testereler ligan’ın filmleri [1957-1968]), ve yönet­ şantiyelerde çok kullanılan modern alet­ menlik yaptı: Fahişe (Klute) [1971], Baş­ lerdendir. kanın adamları (All the President's Men) PALA a. (ital. pala, sunakarkalığı). İtalyan [1976], Eve gelen atlı (Comesa Horse­ sanatında, XV. yy.’dan sonra yapılan ve man) [1978], Sophie'nln seçimi (Sophie's bölmeli panoların ve sunakarkalıklarının Choise) [1982], Dream Lover (1986), tersine, tek parçalı bir resimden oluşan Orphans (1987), See You in the Morning büyük sunak tablosu. (1989), Presumed Innocence (1990). Antik yazarlara göre Miltiades tarafından kurulmuş (İ.Û. VI. yy.), atinalı general Alkibıades görevinden ayrıldıktan sonra bu­ radaki berkitilmiş konağına yerleşmişti (İ.Û. 407). [Bugün Bolayır.]



9108



A v u s tu ry a U lu s a l k ita p lığ ı



P A K Y O N İK İ a. (fr. pachyonychie'den). Tip. Tırnağın kalınlaşması.



Frantisek Palacky Hellich’in yapıtından Kriehuber’in bir taşbaskısı (ayrıntı) Avusturya Ulusal kitaplığı



P A L A . Tar. ooğ. Anadolu'nun K.’inde, Halys (Kızılırmak) nehrinin B.’sında bölge. Hltitler'le komşu olan Pala ülkesi Antikçağ’da Paphlagonıa olarak anılıyordu (gü­ nümüzde Kastamonu yöresi). Boğazköy’ de ele geçen hitit beigeleri arasında, hint -avrupa dil ailesine bağlanan pala dilin­ de yazılmış levhacıklar da vardır.



yatürler (XI. yy.) sayesinde bir ölçüde bi­ linmektedir. Bu mimarlık, Nepal ve Bir­ manya (Pagan) mimarlığını da etkiledi ve Güney Bengal'de (Barakar, XIII. yy. dolay­ ları) bir süre varlığını sürdürdü. Heykelci­ lik, Guptalar’ın heykelciliğinden daha do­ nuk olmakla birlikte, dikkat çekici bir işçi­ liğe sahiptir (sırt sırta getirilmiş tunç hey­ keller). P A LA D İL İ a. Hititçeye yakın eski hint -avrupa dili. Boğazköy hitit arşivlerinde bulunan yirmi dolayındaki çivi yazılı tab­ letlerden öğrenilmiştir. P A L A B IY IK a. Yanaklara doğru kıvrılan, gür ve uzun bıyık. ♦ sıf. Palabıyıkları olan kimse için kulla­ nılır; palabıyıklı. P A L A B IY IK L I sıf. ve a. Yanaklara doğ­ ru kıvrık, uzun ve gür bıyıkları olan kimse için kullanılır: Palabıyıklı bir ihtiyar. Şu, or­ tada oturan, palabıyıklı bize bakıyor. P A L A C H (Jan), çek öğrenci (? 1948 Prag 1969). Rus müdahalesini ve bu mü­ dahalenin yol açtığı "normalleştirme" si­ yasetini protesto etmek için, 16 ocakta Prag’da aziz Venceslav heykelinin altın­ da kendini yaktı. P A L A C İO (Manuel DEL), İspanyol şair (Lérida 1831 - Madrid 1906). Monarşiye karşı yergileri ve siyasi taşlamaları nede­ niyle, Porto Riko’ya sürgüne gönderildi (1867). 1868 devrimi’nden sonra, ispan­ yada resmi görevler aldı. En değerli lirik şiirleri halk geleneklerinden esinlenir (Me­ lodías intimas, 1884).



P A L A C İO S , ABD’de (Texas) kent, Ma­ PAL, ing. Phase Alternation Line'in kısalt­ tagorda körfezinin doğu kıyısında; 4 700 ması, 1966’dan başlayarak çeşitli ülkeler­ nüf. —Yakınında, nükleer santral. de benimsenen alman kökenli renkli tele­ P A L A C İO V A L D E S (Armando), İspan­ vizyon sistemi. PAL sisteminde bir ışıltı ve yol yazar (Entralgo, Asturias, 1853 - Mad­ iki renklilik işareti kullanılır; bu renklilik işa­ rid 1938). Önce gazetecilk yaptı, 1881’den retleri, ana renklerden ikisini gösterir; başlayarak edebiyatla ilgilendi (El Seño­ üçüncü renk, ışıltı işaretinden, iletilen iki ■ P A L A , 765-770 yıllarına doğru Bihar, rito Octavio). Bu gerçekçi romanlar (La Orissa ve Assam gibi başlıca ganj eyalet­ işaretin ağırlıklı değerleri çıkarılarak elde Hermana San Sulpicio, 1889; La Espuma, lerini birleştirerek 1 Ö8 6 ’ya kadar egemen­ edilir. Bu işaretler, taşıyıcıyı ortadan kaldı­ 1891) ve burjuva romanları (Tristán o el Pe­ liği altında tutan eski hint hanedanı. En rarak, aynı frekansta ve fazları dörttebirli simismo, 1906) yazdı. ünlüleri Dharmapala olan bazı debdebe­ iki altfaşıyıcının genliğine modüle eder, li hükümdarlar, imparator unvanını aldılar. ancak, her satırda, alttaşıyıcılardan birinin ■ P A L A C K Y (Frantisek), çek tarihçi ve si­ Başkentleri Mudgagiri'ydi (bugünkü fazı, yarım dönemlik bir değişime uğrar. yaset adamı (Hodslavice, Moravya, 1798 Monghur). Buddhacılığın büyük koruyu­ Demodülasyonda, bir satır süresi kadar - Prag 1876). Arşivciydi, edebiyatla ilgilen­ cuları olarak, hükümdarlık dönemlerinde gecikmeli bir satır kullanılır; bu, görüntü­ dikten ve 1818’de çek şiirinin başlangıcı bu dinin gelişmesini sağladılar; ünlü Nayü oluşturan satırlar arasındaki renk işa­ üzerine bir kitap yayımladıktan sonra, landa Üniversitesi'nin temelleri de onlar retlerini karşılaştırmaya ve kimi hataları 1827'den başlayarak Bohemya ulusal mü­ zamanında atıldı. Palalar'ın yerini, 1170’e azaltmaya olanak verir. ze bültenini (Çasopis Çeskeho Musea) çı­ doğru Senalar aldı. kardı ve 1829’da Bohemya krallığı devlet­ P ALA a. 1. Dış yüzü kesici, eğik ve ge­ —Sant. ve Arkeol. Pala hanedanı sanatı, ler tarihçiliğine getirildi. 1836’da almanca niş ağızlı, kabzadan uca doğru genişle­ Sena hanedanı döneminde de sürdü. Yı­ bir Bohemya tarihi (Geschichte von Böhyen kılıç. —2. Pala çalmak, pala sallamak, kıma uğrayan mimarlık (Nalanda, Paharmen) yayımlayarak çek tarih okulunun te­ anlamsızca, boşu boşuna didişip uğraş­ pur, vb.), buddhacı elyazmalarındaki min­ mellerini attı. 1848'de bu kitabı, Déjiny nâmak. |[ Pala çekmek, palayı belinden çı­ ■rodu ceského adıyla, çekçe yeniden yaz­ kararak vurmak ya da vurma girişiminde J. -L. Nou dı. Bu tarihin merkezini, barışçı Slavlar ve bulunmak. savaşçı Almanlar arasındaki karşıtlık oluş­ —Denize. Pala çevirmek, kürek palasını turuyordu. Hus hareketi, çek tarihinin do­ su yüzeyine koşut olarak geriye vererek ruğu ve dünya tarihine temel katkısı ola­ kürek çekmek. || Pala sırtı, kürek palaları­ rak gösteriliyordu. Palacky siyasal bir rol nın keskin kenarı. || Çark palası, yandan de oynadı ve ilk çek ulusal programını or­ çarklı gemilerde, çarkı oluşturan enli ve taya koydu. 1848de yayımladığı bir açık yatay yüzeylerden her biri. || Kürek pala­ mektupla, Frankfurt Parlamentosu'nda sı, bir küreğin, suya daldırılan geniş ve çek milletvekillerin yer almasına karşı çı­ yassı bölümü. || Pervane palası, gemi per­ karken, federalist ve eşitlikçi bir Avustur­ vanesinin poyrasına cıvatalarla tespit edil­ ya'nın korunmasını savundu. 2-16 haziran miş sabit ya da piç kontrollü pervaneler­ 1848 arasında Prag'da toplanan slav de olduğu gibi hareketli kanatlardan her kongresine başkanlık etti. Sonra Viyana ve biri. Kremsier’deki (KromérTz) Avusturya Par—Esk. sil. Bir tür ağır, kısa ve geniş kılıç. lamentosu’nda, federal düşünceyi ve (Ağzı enliydi ve uca doğru daralıyordu. Avusturya Slavları için eşit haklar isteyen Araplar bu tür kılıçlara “ zülfikâr” derler­ ostroslavizm program ını savundu. di. Süvarilerce kullanılan palaların kabza­ 1861’den sonra, Viyana Senyörler mecli­ ları altın işlemeli, kınları gümüşten olan­ si üyesi olarak, 1867 uzlaşmasına karşı sa­ ları vardı.) 8 vaşıma girişti. —Have. Bir pervaneyi oluşturan, döner kanat biçiminde öğe. (Bk. ansikl. böl.) P A L A D E (George Emil), Romanya asıllı —Hidr. pnöm. Çoğu kez bir akışkanı ha­ amerikalı óiyoloji uzmanı (Yaş 1912). reket ettirmeye ya da bu akışkan tarafın­ 1956’da Rockefeller enstitüsü'nde, sonra dan hareket ettirilmeye yarayan levha bi­ da Yale üniversitesi’nde ders verdi. Rlboçiminde parça. zom üstünde çalışmalarıyla, 1974’te Albert —Marangl. Pala testere, marangozluk ve Claude ve Christian de Duve ile birlikte Buddha, otuz üç tanrının doğramacılıkta kullanılan ve uca doğru Nobel tıp ve fizyoloji ödülü’nü aldı. gökyüzünden iniyor daralan kalın ve uzun bir laması bulunan bazalt m ezar taşı, pala sanatı, X. yy. P a la d e ta n e c ik le r i, özgün üç yapı­ büyük el testeresi. (Bk. ansikl. böl.) dan (pütürlü kesecikler, pütürsüz kesecik— A N S İ K L . Have. Yakıt fiyatlarındaki artış, Hatiorıal Museum, Delhi



1er ve ribozomlar) oluşan çok küçük par­ çacıklar halinde hücre organltleri.



PALAD O R a. Denize. 1. inşa halindeki bir geminin postalarını (eğrilerini) gerekli konumda tutmak İçin, sancak ve İskele postaları arasına vurulan geçici kemere. (Teknenin kaplamaları vurulduktan sonra kaldırılır.) —2. Palador mezarnası, ambar ağızlarının baş ve kıç taraflarına konulan ve üzerine ambar ağzı paladoru dayan­ dırılan mezarna. P a la d ’o ro , Venedik’te, San Marco ba­ zilikasında bulunan, mine ve kuyumcu­ luk yapıtlarıyla süslü büyük sunakarkalığına (334x212 cm; önceleri büyük bir ola­ sılıkla sunağın önünde yer alıyordu) veri­ len İtalyanca ad. Çeşitli figürlerin yer aldı­ ğı alt bölümdeki küçük levhaların çoğu blzanslı bir sanatçının elinden çıkmadır (1105). Daha sonra, bunlara başka lev­ halar da eklenerek yapıt oymalı yeni bir dekor düzenlemesiyle tekrar kurulmuş­ tur. PALAE(O)- -



P A L E O -.



P ALAE E C H İN U S a Ambulakrumlararası bölgesi (birçok levha dizisinden olu­ şur) geniş denizkestanesi cinsi. (Avrupa ve Amearlka’dakl Karbon devri toprakla­ rında fosillerine rastlanır. Palæ echinidae öbeğinin örnek tipi. P ALAEM O N a. (lat. palaemon ; yun. mi­ tolojik ad Palaim on’öari). Bazı türleri de­ nizde, bazıları tatlısularda yaşayan karides cinsi. (Karides ya da teke adıyla bilinen Palaemon serratus Akdeniz'de yaygındır. P alæ m onidae familyası.) PALAEO M ASTO D O N a. Fosil hortumlumemell cinsi. (Fayum’da [Mısır] Alt Eo­ sen dönemi topraklarında bir Palaeomastodon kafatasıyla gelişmemiş dişleri bu­ lundu.) PALAEONİSCİFORMES ya da-PALAEO N İS C O İD E A a. Palasonlscus ve bu cinsle akraba cinsleri içeren fosil balık ta­ kımı. P A LAE O P H İS a. Batı Afrika, Afrika ve Kuzey Amerika’da Eosen devri toprakla­ rında fosillerine rastlanan büyük bedenli suyılanı cinsi. (Günümüzdeki boayılanlarına benzerler.) P ALAEO PH O N U S a. Gotland adasın­ daki Üst Sllunes devri topraklarında İyi ko­ runmuş bir izi ortaya çıkarılmış paleozoylk akrep cinsi. PALAEO TH ER İU M a. Eosen ve Alt Oli­ gosende yaşamış fosil memeli tekparmaklı cinsi. (Cuvler'nin Montmartre'dakl alçıtaşı İçinde fosilini bulduğu bu hayva­ nın dişleri hafifçe hlpsodonttur, önazıları azılara benzer, ayakları üçparmaklıdır. At­ ların atası olan H yracotherium 'larüan tü­ redikleri sanılır, ama soyları devam etme­ miştir.) P A L A F İT T A a. (fr. söze.; it. “ kazık" an­ lamında palafitta'dari). Arkeol. Avrupa’da, göl kıyılarında yer alan ve Yenltaş ile Tunç çağı arasına tarihilendirilen (İ.Ö. 3000-700) Tarihöncesi konut kalıntılarına verilen ad. — A N S İ K L . Kulübelerde çok sayıda kazık kalıntısının bulunması, göllerde, kazıklar üzerine kurulmuş "göl yerleşmeleri" dü­ şüncesini doğurdu. Aslında bunlar, çoğu kez, Tarihöncesl'nln nispeten kurak bir ev­ resinde su kenarına yapılmış konutlardır. İtalya’da Lombardla göllerinde, İsviçre’de Auvernler gölünde ve Fransa’da Charavlnes’de yakın tarihlerde yapılan kazılar­ da, bu göl kıyısı köylerindeki gündelik ya­ şam üzerine birçok bilgi elde edildi. Bu köylerin, ani ve yinelenen taşkınlar sonu­ cu yok oldukları sanılmaktadır. P A L A F O X Y M E L Z İ (José R E B O L L E D O D E ) , Zaragoza dükü, Ispanyol gene­ ral (Zaragoza 1776 - Madrid 1847). Özel muhafız olarak Fernando VII ile birlikte Bayonne'a gitti ve onu oradan kaçırmaya



E v e rts -R a p h o



çalıştı. Aragón genel komutanlığına geti­ rildi (mayıs 1 8 0 8 ) ve Zaragoza savunma­ sında (aralık 1 8 0 8 - şubat 1 8 0 9 ) ün saldı. Vlncennes'de hapsedildi ( 1 8 0 9 - 1 8 1 3 ) , Ara­ gón genel komutanı olarak meşrutiyetçi­ lere katıldı ( 1 8 2 0 ) , Krallık muhafız birliği’ nin başına getirildi ( 1 8 2 3 ) , sonra da Marla -Cristina de Borbön’ın saflarına geçti. P A L A F O X Y M E N D O Z A (Juan D E ) , Ispanyol rahip (Fitero, Navarra, 1 6 0 0 - Osma, Castilla, 1 6 5 9 ) . Hint konseyine atan­ dıktan ( 1 6 3 9 ) sonra kilise hiyerarşisine gir­ di, Meksika’da Puebla de los Angeles pis­ koposluğu ( 1 6 4 0 ) , kral naip vekilliği ( 1 6 4 2 ) yaptı, Kızılderilileri karşı gösterdiği İyi yü­ reklilikle tanındı ve clzvltlerin aşırılıklarınakarşı çıktı. Roma'ya çağrıldı ( 1 6 4 9 ) , Osma piskoposluğuna nakledildi ( 1 6 5 3 ) . P A LA F R U G E LL, ispanyada liman ken­ ti, Katalonya’da (Gerona ¡II), Akdeniz kıyı­ sında; 1 5 1 0 0 nüf. Sayfiye merkezi. P A L A G O N İT a. (fr. palagonite; Sicilya’ da bir bölge Palagonia’dan). Petrogr. De­ nizaltı lavlarıyla bir arada bulunan volka­ nik sarımsı cam. PALAH E N G a. (fars. palaheng). Esk. 1 . Dizgin, yular. —2. Çılbır. —3. Kement. —4. Tazının boynuna geçirilen ağaç tas­ ma. —5. Kemer. P A L A İA P O L İS . Tar coğ Anadolu’da İki kent. — Pam phylla P a la ia p o lis’ ı, Pamphylla ile Plsldla bölgeleri sınırında kent; Olbasa İle Lyslnla arasında olduğu sanılıyor. Roma döneminde para bastı. 431’de Efes konsill’ne katıldı. —Lydia Pala iap o lis’I, Kaystros (Küçük Menderes) nehrinin yukarı çığırında kent (günümüz­ de, Ödemiş’e bağlı Beydağ bucağı). P A L A İA S M Y R N A (lat. Palea Smyrna). Tar. coğ. Bayraklımda kurulan İlk İzmir ken­ tine verilen ad. P A L A İG A M B R E İO N . Tar coğ. Anado­ lu’nun B.’sında antik kent; Mysla ya da Aiolls bölgesinde olduğu sanılıyor; yeri ke­ sin değildir. P A L A İO LO G O S , blzanslı soylu aile; XI. yy. ortasında N İ K E P H O R O S Palaiologos İle ortaya çıktı, Nlkephoros’un oğlu G E O R G İ O S , Alekslos I Komnenos’un tahta çıkma­ sına ( 1 0 8 1 ) katkıda bulundu. A l e k s İ O S Palaiologos, Alekslos III Angelos’un kızıy­ la evlenince ( 1 1 9 8 ) , Alekslos III Angelos onu ardılı olarak atadıysa da hükümdar­ lık edemedi. Buna karşılık büyük domestlkos A N D R O N İ K O S P alaiologos’u n oğlu, İznik imparatoru olarak ( 1 2 5 8 ) Mlkhael* VIII adıyla İstanbul’u yeniden fethetti ve Palalologoslar ailesinin İki yüzyıl boyunca



(1261-1453) İmparatorluk tahtına yerleş­ mesine yol açtı. Palalologoslar ayrıca, Mlstra despotluğu’na (1383-1460) ve Monferrato marklllğl'ne de (XIV.-XVI. yy.) hükümdarlar verdiler. Türk fethi, Palalologoslar’ı dağıttı. (->• A N D R O N İ K O S , K O N S T A N T İN O S , İO A N N E S , M A N U E L . M İK H A E L .)



P A L A İO LO G O S (Georgios), rum soy­ lu (XV. yy.), iki Mora despotundan Tho­ mas Palalologos’un oğlu, son blzans İmparatoru Konstantlnos Palaiologos XI' İn yeğeni. Kuzey Mora’yı fethettikten (1458) sonra Güney Mora seferine çıkan (1460) Fatih Sultan Mehmet’e karşı baba­ sının ordusunda görev alarak despotlu­ ğun merkezi olan Patras kalesini savun­ du. Kale düşünce Türkler'ce tutsak edil­ diyse de bir süre sonra kaçmayı başardı. Mora’nın venedlk egemenliğindeki Koron kentine sığındı. Türk-Venedlk savaşı sıra­ sında (1463-1479) venedlk ordusu hizme­ tinde Osmanlılar'la çarpışırken öldü. P A L A İLO G O S (Andreas) (Ahmet).



M e s Ih



P a ­



ş a



P a la is (Grand ve Petit), Parls’tş, 1900 Ev­ rensel sergisi İçin Champs-EIysees’nin doğu kesiminde yapılan anıtlar. Grand Pa­ lais’nin batı bölümünde, 1937’den beri Ye­ ni buluşlar sarayı yer alır. 1963’ten sonra yeniden düzenlenen doğu bölümü, Ünlversite'ye ve büyük sergilere ayrılmıştır. Petit Palâls’nln mimarı Charles Glrault'dur. Burada da geçici sergiler düzenlenir. P A L A İS K E P S İS . Tar. coğ. Anadolu’ nun K.-B.’sında, Troas bölgesinde kent. (Yeri tartışmalıdır.) —Strabon, Alsepos (Gönen) çayının yukarı çığırının D.’sunda bulunduğunu bildirir. Kiepert bu kenti ida (Kaz) dağının K.-B.’sına yerleştirmiştir. An­ tik yazarlara göre kent, yün ürünleriyle ün­ lüydü. Truva savaşlarından sonra yöreye Blthynialılar’ın gelmeleriyle kent halkı B.’ya çekildi ve Evciler kesiminde Skepsls ken­ tine yerleşti. P ALA K E TE a. Esk. denize. Eskiden, de­ niz savaşlarında, düşman gemilerinin ar­ malarını parçalamada kullanılmış, birbiri­ ne zincirle bağlı iki gülleden oluşan savaş aracı. (M akas gülle de denirdi.) P A L A K L I, 4 temmuz 1987 tarihli yasa ile İlçe olan Y ağ lıdere bucak merkezinin eski adı. P A L A L IK a. Çatı kirişinin yanı. || Palalı­ ğına, kılıcına, kılıçlama.



P A L A M , Hindistan'da yer. Delhi havali­ manı. P A L A M A R a. (yun. palamarı, urgan, İp’



Paris’te, 1897-1900 arasında Deglane ve Louvet tarafından yapılan Grand P alais’nin doğu cephesinde giriş sundurması



palam ar ten). 1. Bir gemiyi sabit bir noktaya bağ­ lamada kullanılan zincir ya da halat. (Bk. ansikl. böl.) —2. Palamarı koparmak, çöz­ mek. bir yerden habersizce kaçmak; sı­ vışmak (arg.). —Balıkç. Palamar kazığı, bir balıkçı tek­ nesini bağlamak için bir ırmak (gölcük ya da göl) dibine çakılan kazık. I —Denize. Palamar ambarı, geminin baş tarafında bulunan ve içine yedek pala­ marlar konulan ambar. (Eskiden cezalı ge­ miciler buraya hapsedilirdi.) || Palamar anele bağı, bir palamarı.^çipolu bir demi­ rin anelesine bağlamak için yapılan dü­ ğüm. || Palamar babası, rıhtım kenarları­ na çakılan ve palamarları bağlamada kul­ lanılan ağaç ya da demir kazık. || Palamar boyu, demir palamarlarına uygulanan ve kısa mesafeleri hesaplamada kullanılan eski uzunluk ölçüsü. (Palamar boyu 120 kulaçtı [yaklaşık 195 m]; metre sisteminin kabul edilmesiyle 2 0 0 m olarak sabitleş­ tirildi.)! Palamar halatı, birkaç yomayı ken­ di bükümlerinin aksi yönüne bükerek ya­ pılan kalın halat. (Çapı 400 mm'ye varan palamar halatı gemileri bağlamaya ve ye­ dekte çekmeye yarar.) || Palamar halkası, iskele ve rıhtımlarda, palamar babası bu­ lunmayan mevkilerde palamarları bağla-



9110



kıç p a la m a rla rı



a ç m a z p a la m a rla rı



CESITLI PALAMAR TİPLERİ



b o rd a p a la m a rla rı



ras 1859 - Atina 1943). “ 80 kuşağı"nın önemli bir temsilcisiydi; demokrasi müca­ delesi veren militan bir kuşağın tüm eği­ limlerini ve çelişkilerini yansıtan ve Avru­ pa’daki büyük akımlara açık olan birçok eleştirel yapıt ve şiir yazdı. Başlıca şiir ki­ tapları Tragudia tis Patridos (1886) ve Asaleute zoe'de (1904) yunan vezinlerinin tüm olanaklarından yararlandı. Ayrıca iki bü­ yük epik freski (O dodekatoghos tu gyphtu, 1907; E phloghera tu Basiliu, 1910) ve öyküleri (O thanatos tu pallikariu, 1891) vardır.



P A L A M A R C I a. Yanaşma ve kalkma sı­ rasında, gemiden verilen palamarı iske­ ledeki babaya takan ya da babadan çı­ karan görevli. P A L A M A R L A M A K g. f. Denize. Baştan ve kıçtan verilen halat ya da zincirlerle bir gemiyi belli bir konumda sabitleştirmek. —Şarküt. Palamarlama işlemini uygula­ mak. P A L A M A S (Kostis), yunanlı yazar (Pat-



MİR MEŞESİ.]



P A L A M U T B A U Ğ I a. Zool. Genellikle sı­ cak ve ılık denizlerin hem açık, hem kıyı kesimlerinde ortasularda yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Sarda sarda; palamutgiller fa­ milyası.) [PALAMUT da denir.]



P A L A M A S Ç IL IK a. Gregorios Palamas’ın, kezikiacılık öğretisini andıran mis­ tik öğretisi. Kendini çileciliğe veren ve ina­ yete eren insanın, Tanrı’yı görme mutlu­ luğuna bu dünyada bile erişebileceğini savunan bu öğreti, katoliklere göre tanrfbilim alanında, Tanrı'nın tanrısal özünü onun özniteliklerinden ayırmak yanılgısı­ na yol açıyordu. P A L A M E D E S . Yun. mit. Yunanlı kahra­ man. Eğriboz (Euboia) kralı Nauplios’un oğlu. Odysseus’u, Truva’ya karşı savaşa gitmek zorunda bıraktı. Odysseus da onu, Truvalılar ile işbirliği yapmakla suçlayarak öç aldı. Taşa tutularak öldürüldü. Yunan-



sp rin g p a la m a rla rı



mak için konulan kalın ve büyük anele. || Palamar lombarı, gemilerin baş ve kıç omuzlukları ile küpeştelerinde bulunan ve gemi bağlanırken palamarı rıhtıma ya da iskeleye vermede kullanılan loça. |[ Pala­ mar motoru, limana yanaşacak gemilerin palamarlatını rıhtıma ya da şamandıraya taşıyan deniz motoru. || Palamar resmi, gemilerin, liman içindeki bir şamandıra­ ya ya da rıhtıma bağlanmak için ödedik­ leri vergi. || Palamar şamandırası, limana girmeden önce açıkta bekleyen gemileri bağlamaya yarayan şamandıra. || Palamar tutmak, bir gemiden söz ederken, bir is­ keleye, rıhtıma ya da şamandıraya pala­ mar vererek bağlanmak. || Palamar zinci­ ri, kimi durumlarda, bir mevkide uzun sü­ re yatacak gemileri bağlamak için halat­ la birlikte ya da halat yerine kullanılan zin­ cir. (Genellikle kıçtan kara olan gemilerde, kıçtan dikine bir zincir verilerek hem bağ­ lama emniyeti sağlanır, hem de kıyıdan esebilecek kuvvetli bir rüzgâra karşı ge­ minin açması önlenir.) || Baş kıç palama­ rı, bir gemiyi rıhtıma bağlamak için baş­ tan ve kıçtan kıyıya verilen palamar. —ANSİKL. Palamarlar gemiden verildikleri mevkilere göre değişik adlar alır: baş, kıç palamarları, geminin başından ya da kı­ çından olabildiğince uzak bir noktaya bağlanır; açmaz halatı ya da palamarla­ rı, gemiye dik olarak verilir; spring pala­ marları baştan ya da kıçtan verilir, ancak baştan verilen spring palamarı geminin kıç hizasındaki babaya, diğeri ise baş hi­ zasındaki babaya bağlanır; geminin orta bölümünden rıhtıma verilen palamarlara da borda palamarları denir.



P A LA M U T M EŞESİ a. Kışın yaprakları­ nı döken, 5-10 m yüksekliğinde meşe tü­ rü. Yaprakları uzun, ait yüzleri tüylüdür. Meyvesi (palamut) iri bir akendir. Batı Ana­ dolu'da ve Yunanistan'da yaygın olarak ye­ tişir. (Bil. a. Ouercus aegilops.) [Eşanl. İZ­



b a ş p a la m a rla rı



Iılar, alfabelerindeki birçok harfi, parayı, dama, zar ve aşık oyunlarını onun buldu­ ğuna inanıyorlardı. P A L A M E D E S Z (Anthonie), hollandalı ressam (Delft 1601 - Amsterdam 1673). Önce Van Mierevelt’in, daha sonra Direk Hals'ın öğrencisi oldu. Portre sanatının ya­ nı sıra, kibar toplantılarını, muhafız birlik­ lerini ve müzik dinleyen kişileri canlandır­ mada büyük başarı gösterdi. P A L A M O S , ispanya’da (Katalonya, Gerona ili) liman kenti, Akdeniz kıyısında; 12 400 nüf. Sayfiye merkezi. Balıkçılık. P A L A M U T a. (yun. balanidi, bir orkinos türü). 1. Palamutbalığı. —2. Arg. Kalın sa­ rılmış esrarlı sigara. —Balıkç. Palamut ağı, palamut avında kullanılan, tonbalığı ağına benzeyen ama daha küçük gözlü ağ. P A L A M U T a. Bot. Meşe ağacının mey­ vesi. (Eşanl. PALIT ya da PELİT.) [Bk. an­ sikl. böl.] —Bot. Palamut uru, bir böceğin (Cynips quercus calycis) sokmasından sonra sap­ sız meşenin palamut yüksüğü üzerinde gelişen mazı. —ANSİKL. Palamut besidokusuz iri bir to­ hum içeren bir akendir. Dip tarafı meyve sa­ pından oluşan çok büyük, kalın ve çok sa­ yıda pullarla (tırnak) örtülü bir kadehçikle çevrilidir. Palamut 3 cm kadar uzunlukta, açık kahverenginde vs buruk lezzetlidir Yaklaşık °/o 10 tanen içerir Taze ya da kav­ rulmuş olarak Batı Anao'olu’da hayvan ye­ mi olarak da kullanılır Kavrulmuş palamut­ tan toz halinde palamut kahvesi yapılır. To­ zun 15 g ’ı 1 litre suda kaynatılıp süzüldük­ ten sonra hazırlanan dekoksiyon (°/o 5-10) halk hekimliğinde peklik verici olarak kul­ lanılır Palamutun kadehçiği 4-6 mm çapın­ da bir yarım küre biçimindedir % 35-40 ta­ nen içerir. Bundan çıkarılan palamut özü Antikçağ'dan beri sepicilikte kullanılır. P A L A M U T , Manisa'nın Akhisar ilçesi­ ne bağlı bucak; 17 215 nüf. (1990); 16 köy. Merkezi Zeytinliova (esk. Yayakûy), 4 802 nüf. (1990). Belediye.



—ANSİKL. Oldukça büyük ve keskin, sivri



dişlerle kaplı ağzı, torpil biçimindeki bede­ nin ucundadır Sırtlarının genellikle mavimsi rengi, yanlara doğru açılarak karında gü­ müşi beyaza dönüşür Sırttan başına değin, siyaha yakın koyu renkte birçok şerit bulu­ nur. Büyük sürüler oluşturarak mevsimlik uzun göçlere girişir: kolyoz, hamsi, sardal­ ye vb. küçük balıkların ardına takılarak İlk­ bahardan başlayarak Karadeniz'e doğru (anavaşya), sonbahardaysa gene aynı ba­ lıkların peşinde Akdeniz'e (katavaşya) doğ­ ru göç ederler. Türkiye’de büyük iktisadi değer taşıyan bu balık, boyuna göre çe­ şitli adlarla anılır: Palamutvonozu; (12-16 cm); kestanepalamudu (16-22 cm); çingenepalamudu (22-28 cm); palamut (28-35 cm); zindandelen (35-40 cm); torik (40-45 cm); sivri (45-55 cm); altıparmak (55-65 cm); piçuta (65 cm’den büyük). PALAN a. (fars. palan). 1. Genellikle eşek­ lerin, kimi zaman da atların sırtına yerleşti­ rilen, kaşsız, geniş, yumuşak bir tür eyer. —2. Palan vurmak, hayvanın sırtına palanı koyarak bağlamak. —Saraç. Genellikle eşeklere, kimi kez de atlara vurulan, kaşsız, enli, yayvan ve yu­ muşak bir çeşit eyer || Palan otu, SEMER* OTU'nun eşanlamlısı. P A L A N A , Rusya Federasyonumda kent, Uzakdoğu'da, Koryak Özerk bölge­ sinin merkezi; 3 000 nüf. P A LA N C I a. 1. Palan yapan ve / ya da satan kimse. —2. Palancı makası, palan­ cının çuval, telis, keçe kesiminde kullandığı büyük boy makas. P A L A N D IZ a. Çeşmenin musluktaşı. P A L A N D Ö K E N a. Taşlık ve yokuş yer. P A L A N D Ö K E N d a ğ la rı, D Anadolu bölgesinde Karasu-Aras sıradağlarının or­ ta kesiminde uzunluğu yaklaşık 1 2 0 km'yl bulan dağlık kütleye verilen genel ad. B.'da Dumanlıdağ (2 170 m) ile başlar D.’da Aras vadisi kenarında Şahveled dağı (2 921 m) ile sona erer; en yüksek doruğu orta kesi­ minde, Erzurum’un Grindedir (Büyükejder tepesi 3 176 m). K.’inde faylar boyunca sı­ ralanmış Aşkale, Erzurum ve Pasinler ova­ ları yer alır. Kütlenin yapısı karmaşıktır; B. ve orta kesimlerinde en geniş yeri bazalt ve andezit türü kayaçlar, D. kesiminde ofiyolitlerle karışık Mezozoyik oluşuklar kap­ lar Doruk kesiminde Dördüncü Zaman bu­ zullaşmasına ait geniş izler vardır. P A LA N D U Z a. (fars. palan ve düz’dan palân-düz). Esk. Semer diken, palancı, se­ merci. P A LA N D U ZA N çoğL a. (fars. palan -düzün çoğl. patan-düzân). Esk. Semer di­ kenler, semerciler. —Kur. tar. Palanduzanı hassa, osmanlı sa­ rayında has ahır görevlileri. (Bunlar, yük hayvanlarına vurulan semer eyer vb. pa­ lanların yapım ve bakım işleriyle uğraşırlar­ dı.) P A L A N D U Z İ a. (fars. palân-duz ve



palaserte -/’den palan-duzı). Esk. Semercilik, saraç­ lık, palancılık. PALANGA -> PALANKA. PALANGA a. (ital. palancodan). Hız dü­ şürücü bir sistemle donatılmış ve bir kab­ lo ya da zincirle, bir yükü düşey doğrul­ tuda, sınırlı bir uzaklık içinde kaldıran kü­ çük bir kancaya bağlı kaldırma aygıtı. (Bk. ahsikl. böl.) —Denize, iki makaradan geçirilmiş bir ha­ lattan oluşan ve gemilerde ağır cisimleri kaldırmaya ya da döndürmeye yarayan donanım. || Bir kadırga dümeninin yeke­ sine kuvvet uygulayarak döndürmeye ya­ rayan halat. || Palanga bedeni, bir palan­ ga donanımında, palanga makaraların­ dan donatılan halatın, makaralar arasın­ da kalan bölümü. (Eşanl. VETA.) || Palan­ g a rigavosu, bir palanga donanımında, donatılan halatın, makara bülbülüne bağ­ landığı çıması. || Palanga üstüne palanga, bir palanganın kaldırma kuvvetini artırmak İçin, bu palanganın tlrentlsl üzerine vuru­ lan İkinci palanga. || Palangaya vurmak, bir yükü, ağır bir cismi kaldırmak İçin pa­ langadan yararlanmak. || A d i palanga, el palangası, genellikle biri tek dilil, diğeri çift dilli iki makaradan oluşan, portatif küçük makara. |[ C unda palangası, yelkenli ge­ milerde, seren cundalarına donatılan ve eşya ya da yükleri kaldırmada kullanılan, uzun kamçılı ve kancalı İki bastikadan (torno) oluşan palanga. j| Çarmık palangası, alt makarası kancalı, iki çift dilli makara­ dan oluşan ve çarmık doldurmada kulla­ nılan palanga. (Bu palanganın üst maka­ rası ana kolonlara, alt makarası İse, kan­ casından çarmık flladoruna takılmış bir başka palanganın tlrentlslne bağlanır.) || Çift dilli palanga, her makarasında İki dil bulunan palanga. (Genellikle ağır cisim­ lerin kaldırılmasında kullanılır.) || D em i' p a ­ langası, eski yelkenlilerde, demiri gemiye almada kullanılan palanga. || Kabasorta palanga, tek dilli İki makaradan oluşan palanga. (Bu makaralardan biri sabit, di­ ğeri hareketlidir ve genellikle hafif İşlerde kullanılır.) || Kamçılı palanga, herhangi bir yere bağlanabilmesi için üst makarasın­ da bir kamçı bulunan palanga. || Kancalı palanga, üzerlerinde kancalar bulunan, bir çift dilli ve bir tek dilil makaradan olu­ şan palanga. || Kandilisa palangası, yatay ya da eğik bir sereni yelken açmak için yerine kaldırmada kullanılan palanga. || Karula palangası, yelkenli teknelerde, karula kandilisasını germede ya da gevşet­ mede kullanılan palanga. || M anti kapan palanga, bir tornodan donatılan tek bir makaradan oluşan en basit palanga. || M antilya palangası, serenleri doğrultma­ da ya da karga cunda etmede kullanılan palanga. || Tirfil palangası , biri sabit ve kamçılı, diğeri hareketli ve kancalı iki ma­ karadan oluşan ve hafif yükleri kaldırma­ da kullanılan orta boy palanga, ¡j Yalpa p a ­ langası, üst makarası rulo, alt makarası İse tek dilil bir tornodan oluşan palanga. (Dal­ galı havalarda, tlrinket ve mayistra seren­ lerinin oynamalarını önlemek İçin seren cundaları ile direkler arasına bağlanıp dol­ durulan bu palangalar, gemiye yük ve malzeme almada da kullanılır.) —A n sİkl, Aktar. • Kollu palangalar. Adi p a ­ langalar, değişik sayıda birçok kolu olan, zincirli basit palangalardır. D işli düzenli p a la n g a la rd a , manevra volanı bir birin­ cil dişli düzenini harekete geçirir; bu dişli düzeni, zincir çarkına bağlı dişlileri kavra­ yan bir küçük eş dişli çiftini döndürür Pla­ net hareketi yapan başka bir modelde, hız düşürme içten dişli bir ayna dişliyle kav­ ranan bir küçük eş dişli çiftinin yer değiş­ tirmesiyle sağlanır. Hız düşürme sistemi otomatik olarak bir tersinirliğe neden ol­ duğundan, dişil düzenli tüm palangalar, yükün aşağı düşmesini önleyen bir fren­ leme sistemiyle donatılmıştır. Palangala­ rın verimleri 0,7 İle 0,85 arasında değişir Mekanizma ve makaralar bir arada kulla­ nılarak 60 tona kadar yükler kaldırılabilir. M andal çarklı pala n ga lar her doğrultu­



da yük kaldırmaya ve çekmeye olanak ve­ rir. Manevraları yük frende tutularak bir manivelanın gelgit hareketiyle, sağlanır; bununla birlikte, çok hafif ve kullanışlı olan bu aygıtın hareket alanı oldukça dardır (1,50 m). • Elektrikli palangalar. Bu palangalar, bir hız redüktörüyle gerek kaldırma kablosu­ nun sarıldığı bir tamburu, gerek kaldırma zincirinin takıldığı yük makarasını hareket ettiren bir elektrik motoruyla donatılmış­ tır. Elektrikli motoruna, bir kumanda ku­ tusuyla yerden kumanda edilir. Herhangi bir nederde akım kesildiğinde yükün düş­ mesini önlemek için bu palangalarda da, motorun içinde ya da motordan bağım­ sız olan ve otomobillerdeki gibi diskli bir frenden oluşan bir frenleme sistemi bulu­ nur Gerek tek bir kaldırma kolu, gerek makaralı birkaç kaldırma kolu olan elek­ trikli palangalar çok yaygın olarak kulla­ nılmaktadır. Zincirli palangaların 125 kg ile 5 t ara­ sında değişen yük kapasiteleri vardır. Kablolu palangaların kapasitesi 32 tona değin çıkar. Kaldırma yüksekliği ise 20 m’ye ulaşır. • Pnömatik palangalar. Sıkıştırılmış havay­ la çalışan bu palangaların iki ayrı tipi var­ dır: 1 . pistonlu pala n ga lard a bir silindir ile bu­ nun içinde, sıkıştırılmış havanın etkisiyle hareket eden, koluna bir kanca takılmış bir piston bulunur. Tek etkili, çift etkili ya da dengeli olan bu palangalar 8 tona ka­ dar olan yükleri 2-3 m yüksekliğe kaldı­ rabilir. Bu palangaların en önemli özellik­ lerinden birisi de hareketlerinin yumuşak­ lığı ve duyarlılığıdır; son derece sağlam olan bu aygıtlar, ayrıca hızlı ve düzenli bir hız değişimine sahiptir; 2 . m otorlu pala n ga lar sıkıştırılmış havay­ la çalışan bir motorla donatılmıştır, bu mo­ tor kablolu palangalarda bir tambura, zin­ cirli palangalarda İse zincir çarkına bir dönme hareketi verir. • H idrolik palangalar. Bunlar, bir pompa­ nın sağladığı basınçlı yağla çalışan, dö­ ner hidrolik motorlu palangalardır. Bu ay­ gıtlarda, bir motor, bir hız redüktörü, bir tambur ve bir kablo ya da yük makarası İle bir zincir ve bir frenleme sistemi bulu­ nur. Pnömatik ve hidrolik palangalar özellik­ le patlama tehlikesi gösteren ortamlarda kullanılır. Palangalar sabit (delikli, asma kancalı ya da ayaklı) ya da hareketli olabilir. Ha­ reketli palangalar havai bir hat üzerinde hareket eden bir araba ile donatılırlar: ara­ balar elle (yükü iterek ya da arabanın dişli volanını döndüren sonsuz zincirle), bir elektrik motoruyla ya da pnömatik motorla çalıştırılır. PALANGYO (Peter), tanzanlyalı romancı (Aruşa 1939), can çekişen bir baba ile oğ­ lunun dramatik çatışmasını dile getiren buruk bir kitabın yazarı (D ying in the Sun, 1969). PALANİ a. (fars. palan ve /'den p a la n i). Esk. Semer yapan kimse, semerci. PALANKA ya da PALANGA a. (yun. phalanga; ital. palanca). 1. Yan yana ça­



kılı büyük kazıkların arkalarının toprakla berkıtilmeslyle meydana gelen sur ve hendekle çevrili küçük hisar. (Özellikle ilk­ ç ağ da ve Ortaçağda uygulanıyordu.) — 2. Yan yana çakılmış kazıklardan mey­ dana gelen bir surla çevrili küçük kasa­ ba. —Sey. oy. Ortaoyununun sergilendiği ge­ nellikle oval biçimli alan. —A n s İk l . Palanga sözcüğünün ortaoyu­ nu terimi olarak türkçeye, XV. ve XVI. yy.’larda ispanyadan gelen yahudller ara­ cılığıyla geçtiği öne sürülür. Biçimi, çoğun­ lukla ovaldir; yuvarlak ya da dörtköşe de olabilir Seyirciyle oyun yeri, ipler ve kazık­ larla yapılmış sınırla ayrılır. Palangada, sandık* odası, kapı* çalgıcıların bulundu­ ğu yer, dükkân* oyunun oynandığı yak-



9111



zincirli elektrikli palanga 1. Kaldırma motoru; 2. Fren; 3. Redüktör; 4. Kuvvet çifti sınırlayıcısı; 5. Zincir kılavuzu; 6. Zincir çarkı; 7. Kumanda kutusu.



laşık otuz arşın boyunda ve 2 0 arşın enin­ de meydan, yeni’ dünya, mevki*, kafes ve seyircilerin oturduğu bölümü ayıran parmaklık* yer alır. P A L A N L I. Arkeol. Adıyaman ilinde ma­ ğara. i. K. Kökten tarafından saptanan (1952) mağarada Üst Yontmataş döne­ minden buluntulara ve kaya resimlerine rastlandı. P A L A N S . Rom. mit. Hercules'in oğlu, Palatlnus’a adını veren kahramanlardan biri. P A LA O S -



PALAU.



P a la p a , Endonezya tarafından kullanı­ lan telekomünikasyon uyduları ailesi. Bu uydular amerikan firmalarınca gerçekleş­ tirilmiş ve NASA tarafından fırlatılmıştır. Pa­ lapa 1, 8 temmuz 1976da yörüngeye otur­ tuldu. P A LA Q U ÍU M a. Gutta-perka ve daha başka iki ticari odun (bitiş ve nyatoh) ve­ ren ağaç cinsi. (Sapotaceae familyası.) —ANSİKL. Palaquium, yaklaşık 25 m yük­ sekliğinde bir ağaçtır. Basit, almaşık dizi­ li. çok sert, alt yüzü kızılımsı tüylü, üst yü­ zü koyu yeşil yaprakları vardır. Bu cinsin 60 türü, Malezya yarımadasında, Sumatra'da, Borneoda ve Filipin adalarında bal­ ta girmemiş sıcak ve nemli ormanlarpa yetişir. Gutta-perka en çok ıkı türden elde edilir: Palaquium gutta (Dichopsis gutta) ve P oblongifolium . Bunların lateksi, kau­ çuk ağaçlarındaki gibi düzenli akmaz. Ye­ tişkin bir ağaç ancak 300-400 g gutta ve­ rir. Günümüzde ağaç kesimi ve çizimi ya­ saklanmıştır, bunun yerim eriticiler kulla­ narak ya da ezme ve önce sıcak, sonra soğuk suda işleyerek yapraklardan gutta çıkarılması almıştır. P A LA R , Hindistan’da ırmak. Karnataka ve Andhra Pradeş in güney sınırlarından doğar, önemli bölümü Tamil Nadu’nun kuzeyindedir, Vellur'u geçer ve Pondiçeri’ nin K.'inde Hintokyanusu’na dökülür; 295 km. PALAS a. (büyük lüks otel anlamındaki fr. p a la c e ’tan). [Özel bir addan sonra] bü­ yük. gösterişli yapı. ♦ sıf. Arg. 1. Basit, koiay bir şey için kul­ lanılır: Palas b ir ders, palas b ir okul. — 2 . Zorluk çıkarmayan, yumuşak huylu kim­ se için kullanılır: Palas b ir öğretmen. PALAS ya da PELAS a. (fars. palas, p e ­ las). Esk. 1. Eskimiş aba, çul. —2. Eski­ miş kılım ya da keçe. —3. Palas-pare -> PALASPARE. t¡ Palas-puş. eski çullar giymiş ya da sarınmış fakir. PALASERTE a. Denize. Ana çarmıklar ile direkler arasındaki açıyı büyütmek ve



kablolu elektrikli palanga



elle çalıştırılan zincirli palanga



palaserte 9112



çarmıkları desteklemek için, yelkenli ge­ milerde, güverte düzeyine, bordalardan taşırılarak yerleştirilen enli tahta. PALASKA a. (macarca söze.). Giy. As­ kerlerin kullandığı kütüklük, tabanca, ka­ satura, matara vb. taşımaya yarayan kö­ seleden yapılmış bir tür kemer. (Günü­ müzde Türk silahlı kuvvetleri’nde palas­ ka yerine "örme bel kemeri" kullanılmak­ tadır.) PALAS PA ND IR A S be. Hazırlanmaya, toparlanmaya zaman bulamadan; çarça­ buk, alelacele: Palas pandıras evden çık­ mak. Palas pandıras alıp karakola g ötür­ düler.



PALASPARE ya da PELASPARE a (fars. pelâs ve pare'den pelas-páre). Esk. Eskimiş aba, çul gibi değersiz kumaş par­ çası, paçavra. PA LA STURA a. (¡tal. palla dİ stoppa' dan). Ask. Ateş ettikten sonra top namlu­ sunun İçini temizlemede kullanılan, ucu­ na paçavra sarılı sırık. || Ağızdan dolma silahlarda kurşun ve barutu sıkıştırmak amacıyla namluya bastırılarak sokulmuş paçavra. PALATİN a. (fr. palatlne). Yerbil. Perm devrinin sonunda yer alan ve yaklaşık 230 milyon yıl öncesine tarihlenen son hercynia dağoluşum evresi. P a la tin a , Heidelberg Üniversitesi'nin kütüphanesi. XVI. yy.'da kuruldu. 1623’te Tilly tarafından boşaltıldı ve birçok elyaz­ ması Vatikan kütüphanesi'netaşındı. XIX. yy. başında Heidelberg'de yeniden dü­ zenlendi. PALATİNAT, Pfalz'ın fransızcası. P a la tin o -» PALATİUM tepesi. PALATİNUS sıf. (lat. Palatinus [m ons], Palatinus dağı). Rom. tar. 1. Palatinus da­ ğına ilişkin ya da ona ait olan şey için kul­ lanılır. —2. Palatinus oyunları, Llvia tara­ fından, Augustus'un anısına düzenlenmiş olan oyunlar (ocak ayında). P a la tin u s (Mons) — PALATİUM tepesi. PALATİT a. (fr. palatite). Tip. DAMAK* İLTİHABl'nın eşanlamlısı. ■ P A LA TİU M te p e s i, M ons P a la ti­ nus, ital. Palatino, Eski Roma’nın, adını çobanların koruyucu tanrıçası Pales'ten alan, yedi tepesinden biri, inanışa göre, Romulus İ.Ö. VII. yy.’da Palatium tepesi­ ne yerleşmişti: Romalılar, kentin kurucu­ sunun evi kabul ettikleri bir kulübeyi ko­ ruyorlardı. Son kazılarda ortaya çıkarılan Demir çağından kalma kulübe kalıntıları, bu inanışı doğrulamaktadır: tepeye adını veren tanrıça Pales için 21 nisanda dü­ zenlenen şenlikler, hâlâ kentin kuruluş yıl­ dönümü olarak kabul edilir. Tiber'e bakan yamaçtaki bir mağarada, Lupercalia şen­ Palatium tepesi likleri düzenlenirdi, Circus maximus’a inen yamaçta da, Hercules tarafından öldürü­ Rome



len Cacus adlı canavarın barınağı vardı. Bu kültlere, İ.Ö. 204’te, Kybele kültü ek­ lendi; Kybele (Magna Mater) tapınağı, Cir­ cus maximus'un batısında yer alıyordu. Cumhuriyetin son dönemlerinde, Pala­ tium, Roma'nın en kibar mahallesiydi: Ci­ cero ve daha başkaları, orada oturuyor­ du. Flaviuslar'ın sarayının altında, Cum­ huriyet dönemine ait iki büyük soylu evi­ nin kalıntıları ortaya çıkarıldı: İ.Ö. I. yy. baş­ larından kalma Griffonlar evi ve sözde au­ la isiaca (isis tapınağı). Augustus, tepenin güney yamacına yerleşti; evinin hemen yanına Apollon Palatinus tapınağı’ nı yaptırarak burasını kutsallaştırdı ve evi­ nin girişine bir tapınağa özgü öğeler koy­ durdu. Augustus'un kişiliğinin damgasını taşıyan bu yapı, onun ölümünden sonra müzeye çevrildi. Böylelikle, XIX. yy.’da “ Casa di Livia” da, daha yakın bir tarihte de yamaçtaki diğer birimlerde ortaya çı­ karılan freskler korunmuş oldu. Tiberius, Claudius ailesine ait evlerden de yararla­ narak, tepenin batı kesiminde bugün Farnese bahçelerinin altında kalan çok bü­ yük bir hükümdar konutu yaptırdı. Tiberlus’tan sonra, birçok imparator bu sarayı kullandı. Neron, önce Domus transitoria’ yı, sonra Domus aurea’yı inşa ettirerek, Palatium’u Esquilinus parklarına bağla­ maya çalıştı. Onun başarısızlığının ardın­ dan Domltianus, tepenin doğu kesimine, Domus Augustana'yı yaptırdı. Böylece, te­ penin neredeyse tümü imparatorluk mül­ kü oldu.



ror, 1956) ve vokal parçalar da besteledi (Atardecer, 1947). Valencia halk ezgilerini



derledi. P A LA U A N ya da PA LAW AN, Borneo yönünde K.-D.’dan G.-B.’ya doğru 400 km boyunca uzanan Filipinler takımadasının güney-batı’sında ada; yaklş. 14 000 km 2 (komşu birkaç küçük adayı ve takımada­ yı kapsayan Palauan ili; 14 896 km2; 237 000 nüf.). Dağlık (Mantaligajan'da 2 084 m), ama yanardağ kapsamayan ada, az nüfusludur. Çoğu müslüman olan halk (ada uzun süre Brunei sultanlığı na bağlı kaldı ve ünlü deniz korsanları Morolar'ı barındırdı), kıyılarda (özellikle, yönetim merkezi Puerto Princesa çevresi) yaşar ve pirinç yetiştirir, iç bölüm ormanla kaplıdır. Ada açıklarında işletilen birkaç petrol ya­ tağı ülke gereksinimini karşılamaktan uzaktır. PA LA U FA B R E (Josep), katalan yazar (Barcelona 1917). El altından ya da sür­ gündeyken yayımlanan şiirleriyle başkal­ dırısını ortaya koydu (Balades amargues, 1943; Câncer, 1946). iki oyununun (Esquelet d e don Joan, 1957; Hom enatge a Pi­ casso, 1972) yanı sıra, tiyatro denemeleri yazdı ve Picasso üzerinde uzmanlaştı (Pi­ casso i e/s seus am ics Catalans, 1971).



zasının iltihabı. (Stomatit ve farenjit halle­ rinde sık görülür.)



P A LA U N G LA R , TA-AM GLAR ya da R U M A İL E R , 100 000 kişi oldukları sa­ nılan Birmanya (Çan ve Kaçin devletleri) ve Güney Çin (Yünnan) halkı. Pirinç eken ve hayvan yetiştiren Palaunglar, aynı za­ manda zanaatla (sepetçilik, dokumacılık) uğraşırlar. 60 lı yıllara kadar, komşuları Çanlar’ınkıne benzer kademeli prenslik­ ler biçiminde örgütlenmişlerdi.



PALATOPLASTİ a. (fr. palatoplastie). Cerr. DAMAK* PLASTİĞI’nın eşanlamlısı.



PALAUNG-UA a. Mon-khmer dil öbeği; Palaunglar konuşur.



PALATORAFİ a. (fr. palatorraphie). Cerr.



PALAVRA a. (isp. p a la b ra ’dan). Arg. 1 . Herhangi bir konuda hiçbir gerçekliği ol­ mayan, uydurma haber ya da söz; inanıl­ ması güç, abartılı konuşma; martaval.



P A L A T O F A R E N JİT a (fr. p a la to -pharyngite ). Tip. Damak ve yutak muko­



DAMAK* DİKİMİ'nin eşanlamlısı.



P A LA U ya da PA LA O S, günümüzde Belau, Mıkronezya'da takımada, Caroline adalarıyla Filipinler arasında; 487 km2; 12 200 nüf. Merkezi Koror. Yanardağ ya da mercan kökenli 2 0 0 kadar ada içerir; en önemli adası Palau'dur Villalobos’un 1543'te keşfettiği takımadalar, Almanlar satın alıncaya (1899) kadar İspanyol ege­ menliğinde kaldı. 1919-1945 arasında ja­ pón mandası altındaydı. Daha sonra ABD yönetimine (trusteeshlp , 1947) girdi, 1980' de Mikronezya adalarının çoğu gibi, yarı bağımsız hale geldi. PALAU, İtalya’da sayfiye ve turizm merke­ zi, Sardinya kuzey-doğu kıyısında, Maddalena takımadalarının karşısında; 2 400 nüf. PA LA U (Manuel), İspanyol besteci ve or­ kestra şefi (Alfara del Patriarca, Valencia, 1893 - Valencia 1967). Valencia konservatuvarı'nda ders verdi. 1952'de bu okulun başına geçti. Orkestra yapıtlarının (Debussy'ye saygı, 1929; Concierto d ram á­ tico, 1948) yanı sıra oyun müzikleri (Ma-



— 2 . Palavra savurmak, atmak, sıkmak,



gerçekdışı sözleri ya da bir haberi gerçek­ miş gibi abartarak söylemek, yüksekten atmak. —Denize. Palavra yolcusu, yolcu gemile­ rinde, kamara yolcularının dışındaki yol­ cular. ♦ sıf. Uydurma, saçma: Palavra hab e r­ ler. — Donlzc. Palavra güverte, yolcu gem ile­ rinde, genellikle üst güvertenin altına rast­ layan güverte, (p a la v ra da denir.)



PALAVRACI sıf. ve a. Arg. Aslı olmayan, uydurma söz ya da haber ortaya atan, yaptığı işleri abartan, bu davranışları huy edinmiş olan kimse için kullanılır. P alav ra cı a s k e r (Miles gloriosus), Plautus’un komedisi (İ.Ö. 205’e doğr.). Pleusicles adındaki bir gencin sevdiği fahişe Philocomasium, Pyrgopolinices adında bir askere satılmıştır. Pleusicles, kölesi Palastrio’nun da yardımıyla askeri kandıra­ rak fahişeyi elinden almaya çalışır. Önce askeri Phllocomasium’un ikiz bir kız kar­ deşi, bulunduğuna inandırırlar, sonra da Acroteleutium adındaki güzel fahişeyi ona âşıkmış gibi gösterip askerin yanına gön­ derirler Piyes askerin yaptıklarından utan­ masıyla son bulur. Entrikanın bu iki bölü­ münün pek başarılı bir biçimde bağlan­ dığı söylenemezse de, kasıntı ve övüngen asker tiplemesi karşısında bu kurgu ha­ tasının sözü bile edilmez. Askerlikteki söz­ de başarılarını ve kadınları elde etmede­ ki ustalığını anlatırken gülünç duruma dü­ şen Pyrgopolinices kaba ve gülünç oyun kişilerine model olmuştur. PA LAVRACILIK a. Palavra söyleme alışkanlığı.



t



P a la w a n -



palau an .



PALAY a. (fars. pâlây). Esk 1. Yedek at. —2. Süzgeç. PALAYANKOTTAİ, Hindistan’da kent, Tamil Nadu’nun güney kesiminde, Ma-



durai’nin G.'inde; 70 000 nüf. P A LA Z a. Kaz, ördek, keklik, sülün vb. kuşların civcivlikten çıkmış yavrularına ve­ rilen ad. —Kasapl. Palaz eti, sekiz haftalıktan se­ kiz ay sonuna kadar olan ve en az 1,5 kg ağırlığına ulaşmış hindilerin eti. P A L A Z IM A K gçz. f. Yörs. Canlanmak, gelişmek, büyümek. PALAZLAM AK -



PALAZLANMAK



P A L A Z L A N M A K ya da P A L A Z LA ­ M A K gçz. f. 1. Kaz, ördek vb. yavrusu sözkonusuysa, büyümek, irileşip semirmek. —2. Küçük çocuklardan söz ederken, bü­ yümek, gelişmek. —3. Zenginleşmek, mal varlığını artırmak: Büyük şehirlerde palazla­ nan ticaret burjuvazisi. —4. Yörs. Çok eski­ mek, kullanılmayacak duruma gelmek. —5. 4rg. Karşı gelmek, kafa tutmak. P A L A Z L A Ş M A K gçz. f. Palaz durumu­ na gelmek; irileşmek, büyümek.



yen fosil insan. (Daha çok Neandertal* adam diye anılır.) P A L E A R İO (Antonio DELLA PAGLİA, A onio —denir), Italyan yazar (Veroli, Froslnone, 1503 - Roma 1570). Hümanist ve reform yanlısı tanrıblllmci, Actio in pontifices romanos (1606) adlı yapıtının yayım­ lanmasından sonra diri diri yakıldı.



Pablo Palazuelo Rubedo P(1970) guvaş özel kol.



P A L E C H İN İD A E a. Üyelerinin testumu genellikle yirmi sırayı aşkın levha dizisin­ den oluşan denizkestanesi familyası. (Baş­ lıca cinsleri: Maccoya, Lovenechinus, Oİİgoporuş. Palaeechinus, Melonechinus, vb. Melonechinoidea takımı.) P ALE M B A N G a. (öz. a. Paiembang' dan). Hezaren mobilyaların örülmesinde kullanılan küçük çaplı rotang şeridi. P A L E M B A N G , Endonezya’da kent, il merkezi, Sumatra'nın G.'inde, Musl kıyı­ sında; 903 000 nüf. Ulaşım kavşağı ve ta­ rım işletmeleriyle petrol yataklarının (pet-



Palencia katedrali’nin



büyük mihrabı (Philippe Biguerny’nin ve atölyesindeki sanatçıların heykelleri [1505’ten önce]; Jan Joest'un resimleri [1506-150911



■ P A L A Z U E L O (Pablo), İspanyol ressam (Madrid 1916). Ingiltere'de mimarlık ve süsleme sanatları öğrenimi gördükten sonra, 1940’ta resme yöneldi. Önceleri Klee’nin etkisinde kalan sanatçı, savaştan sonra gittiği Paris’te tam bir geometrik so­ yutlamaya ulaştı. 50’li yılların sonuna doğ­ ru yapıtları daha doğal ritimler kazandı: aşırılığa kaçmadan eğilip bükülen çizgiler, kimi kez koyu siyahlarla bir arada kullanı­ lan toprak rengi ve kırmızı düz yüzeyler. P A L A Z Z E S C H İ (Aldo GİURLANİ, A ldo —denir), İtalyan yazar (Floransa 1885 - Roma 1974). Fütürist döneminde yazdı­ ğı şiirlerinde (L'incendiario, 1910) ve öy­ külerinde (// Codice di Perelâ, 1911) yer alan kelime oyunları ve ses taklitleri, yer­ lerini giderek imgelem oyunlarına bırak­ tı: romanesk masallar (/ fratelli Cuccoli, 1948; il Doge, 1967; Stefanino, 1969) ve şiir kitapları (Poeşie, 1930; Via delle cento stelle, 1972). Özellikle çocukluk anıla­ rında, hayal gücüyle birlikte gerçekliğe de yer verir (Stampe deli'Ottocento, 1932; Le Sorelle Materassi, 1934). P A L A Z Z O L O S U LL'O G LİO , İtalya'da komün, Lombardla’da (Brescla ili), Öglio ırmağı kıyısında; 16 600 nüf. Çimento fab­ rikası. Tekstil (pamuk). Makine sanayileri. PALÇAN KAN G R İ -



BROAD PEAK.



PALDAO a. Flllplnler’de yetişen ve koyu gri renkte, yarı ince, yarı sert ve yarı ağır bir odun veren ağaç. Ceviz ağacına ben­ zemesi nedeniyle mobilyacılıkta ve kap­ lamacılıkta kullanılır. Yeni Gine cevizi diye anılması bu benzerliğinden İleri gelir. (Bil. a, Dracontomelum dao.)



O ro n o z



rol rafinerisi, gübre, gemi onarım tersane­ leri, kauçuk İşleme) yer aldığı bir bölge­ nin ticaret ve sanayi merkezi. —'Far. Paiembang Şrivlcaya krallığı'nın başkenti oldu. Krallık bu dönemde bura­ dan başlayarak Malayu Batang Har! ırma­ ğı kıyısında Cambl, Bangka adası ve Cava'nın batı bölümünü ele geçirerek yayıl­ maya başladı. XII. yy.'da Paiembang öne­ mini yitirirken Cambl güçlü duruma gel­ di. XIV. yy.’dan 1825’e dek bir sultanlığın başkenti oldu.



P A LD IM , PALD ÜM ya da PALD UM a (fars. pal, ip ve düm, kuyruk'tan pâldüm). Saraç. 1. Yük ve binek hayvanlarının sağ­ rısı üzerinden geçen, semer ya da eyerin kaymasını önleyen kalın kayış. —2. Pal­ dım kayışı, yük hayvanlarının kıç tarafını saran tokalı kayış parçası. || Paldım toka­ ■ P A L E N C İA , ispanya’da kent, Castilla sı, paldımı hamuta bağlayan toka. || Pal­ Leon’da ¡I merkezi, Carriön kıyısında; 6 6 dım vurmak, çeki hayvanına paldım tak­ 2 0 0 nüf. 1321'de yapımına başlanan go­ mak. || Paldımı aşmak, altından kalkama­ tik katedral, XI. yy.'dan kalma bir krlpta yacağı bir işe kalkışmak. (Vlzigot kalıntılarıyla birlikte) ve pek çok P ALD IR K Ü LD Ü R be. (yansıma söze.). sanat eseri (XVI. yy. başında yapılmış Büyük bir gürültü çıkararak; ansızın, uy­ büyük mihrap f/ascoro'nun [koro yeri gunsuz ve gürültülü bir biçimde: Paldır bölmesi] oymaları ve Jan Joest'ln mihra­ küldür merdivenden yuvarlanmak. Paldır bı; P. Berruguete ve el Greco'nun tablo­ küldür odaya dalmak. ları, gotik flaman halıları, vb.'nin yer aldı­ ğı müze) içerir. Arkeoloji müzesi. Yöne­ P A LD U M PALDIM. tim ve ticaret merkezi. Otomobil yapımı. P A LD Ü M -* PALDIM. Tekstil. Deri İşleme. — Palencia ili; 8 029 km2; 189 680 nüf. (1990). K.'de, Cantáb­ P ALE-ALE a. (ing. pale-ale). Birac. Açık rica sıradağlarının son engebelerini oluş­ sarı renkli ale. turan dar kesim bol yağış alır (büyükbaş P A LEA N O D O N a. Eosen devrinde ya­ hayvancılık, çavdar, patates). G.’e doğ­ şamış fosil memeli cinsi. (Xenarthra‘ların ru, tekdüze Carriön ve Plsuerga ovaları [tardlgratlar ve tatular] atası sayılan bu yayılır. Güneydeki kireçtaşlı düz tepeler hayvanların dişleri eksiktir.) (páramos) yarı çöl görünümündedir; an­ P A L E A N T R O P İY E N a. (fr. paleanthrocak Tierra de Campos ovasında sula­ pien). Kalıntıları, günümüz İnsanından çok mayla tahıl yetiştirilir. büyük farklılık gösteren ve bundan ötürü Homo sapiens sapiens alttürüne girme­ P ALEN G a. (fars. pâ ve lüng, örtü; pâ



-lüng'den). Esk. 1. Çarık. —2. Paleng-i fersude, eskimiş çarık. 3



P A L E N Q U E , Son Klasik dönemde (i.S. 600-650) gelişen Chiapas (Meksika) eya­ letinin maya kenti, inscripciones (Yazıtlar) tapınağı yüksek bir piramidin tepesinde yükselir; içerde, piramidin ortasında oyul¡VtŞ bir merdiven, İşlenmiş büyük bir kapak taşıyla örtülen tekparça bir lahdin bulunduğu bir mezar odasına götürür; bu



Palenque Giineş tapınağı Son Klasik dönem maya sanatı



Palenque 9114



mezar odasında orta yaşlı, büyük bir ola­ sılıkla önemli bir kişinin cesedi ve çoğu ye­ şim taşından birçok sunu bulunmuştur. Pi­ ramitlerin üzerine bu tapınaktan daha kü­ çük ve kafesli bir mahya süsüyle taçlanan başka tapınaklar da yapılmıştır. Başka bir önemli yapı olan "büyük saray” , bir plat­ form üzerinde yükselir. Bu saray bir dizi tonoz galeriden oluşur ve üzerinde bir iç merdiveni bulunan kare bir kule yer alır. ■Palenque yapılarının, çoğu, aralarında çok güzel yapılmış insan yüzleri de bulu­ nan yalancı mermerden motiflerle süslen­ miştir. PALEO- ya da PALAEfO)-, (fr. paleo- ya da palae(o)-; yun. palaios, eski'den). Birçok terimin bileşimine girer. P A L E O A N T R O P O B İY O LO Jİ a (fr paléoanthropobiologie). Geçmiş insanı in­ celeyerek elde ettiği bilgilere (fiziksel ve kültürel özellikleri) dayanarak İnsan soyu­ nun geçmişini yeniden oluşturmaya çalı­ şan paleontoloji dalı. P A LE O B İY O K LİM A T O LO Jİ a. (fr. paléobioclimatologië). Jeolojik dönemlerin biyoklimatolojisi. P A LE O B O T A N İK a. (fr. paléobota­ nique). Çeşitli fosilleşme tarzlarına göre korunmuş olan bitkileri inceleyen doğa bil­ gisi dalı. (Eşanl. PALEOFİTOLOJİ, FOSİL BO­ TANİĞİ ya da BİTKİ PALEONTOLOJİSİ.) —ANSİKL. Paleobotanlk Fransa’da A. Brongniart tarafından kuruldu (Prodrome d'une histoire des végétaux fossiles [Fo­ sil bitkiler tarihine'giriş], 1828). Kullanılan araştırma yöntemleri fosilleşme tarzlarına göre değişir. Sözkonusu olan yalnız İzler İse, sanki kuru yaprak koleksiyonunda saklanmış kurutulmuş bir bitkiymiş gibi, biçimleri incelemek için basit bir büyüteç yeterli olur. Bazı teknikler fosil yaprak do­ kularını içinde bulundukları kayalardan ayırmayı ve ayrıntılı olarak gözenekler İle diğer üstderi oluşumlarını incelemeyi sağ­ lar. Bitkiler silis, kalsiyum, karbonat, vb. maddeler sinerek mineralleşmişse, ince plaka üzerinde yapılacak anatomik ince­ lemeler canlı bitki üzerinde yapılanlar ka­ dar İleriye götürüleblllr: Bernard Renault' nun yaptığı çalışmaların sonucu budur. Paleobotanik tortul arazilerin sınıflandı­ rılmasına katkıda bulunur; kimi zaman da, maden aramalarında en sağlam destek olur. P A LE O B O T A N İK Ç İ a. Paleobotanik uzmanı. P ALEO CO ĞRAFYA a. Yerin eski devir­ lerdeki coğrafyası.



P ALEO D E M O G R AFİ a. (fr. paléodémographie). Toplu yeraltı mezarlıklarında­ ki (özellikle de Yenitaş döneminden kalma olanları) kemik kalıntılarını inceleyen ve böylece halkların nüfus yapılarını ortaya koymaya çalışan bilim. P ALE O D İC T Y O P T E R A a Birinci Zaman’da özellikle de Karbon devrinde ya­ şamış fosil böcek takımı. (Günümüzde Dictyoptera' lara benzemeleri nedeniyle bu adla anılırlar. Bu böcekler, bütün ka­ natlı böceklerin ataları olabilir.) P ALE O E K O LO Jİ a. (fr. paléoécologie). Günümüzde yaşamayan canlı varlıkların yaşama biçimini ve birblrlerlyle, çevrele­ riyle ilişkilerini İnceleyen bilim. P A L E O E N D E M İK sıf. (fr. paléoendémique'ten). iklim değişikliklerinin ya da çevrede yaşayan canlılar arasındaki etkin rekabetin etkisiyle yaşam alanları gitgide daralan arkaik türlere denir. P A L E O F İT O LO Jİ a. (fr. paléophytologie). PALEOBOTANİK'in eşanlamlısı. PALEOGMAT sıf. ve a. (fr. paléognathe). Saban kemiği, damağı ve pterigoitlerl az çok kaynaşmış kuş damağı için kullanılır.



(Fosil kuşlar ve koşarkuşlar paleognattı.) [Karşt. NEOGNAT.] P ALEO G R AF a. (fr. paléographe). Pa­ leografi uzmanı. P ALEO G R AFİ a. (fr. paléographie). Es­ ki yazılar bilimi. (Bk. ansikl. böl.) —Müz. Müzik paleografisi, eski müzik ya­ zılarını okuma, bugün kullanılan notaya çevirme, çözme, tarihleme, bunların ilk yerlerini belirleme, kullanılışı ve kullanıcı­ ları üzerine kesin bilgiler bulma sanatı. (Dom Pothier ve dom Mocquereau, bu ad altında, 1889'dan başlayarak, “ gregorius, ambrosius, mozarap ve galllkan müzikle­ rinin başlıca elyazmalarf’nın tıpkıbasımı­ nı yayımladılar. Bu koleksiyon bugün 20 cilde ulaşmıştır.) —ANSİKL. Paleografi, yazıların tarihini an­ latır ve yazıtbilimle İlgili belgelere yalnız­ ca şöyle bir değinerek, eski metinlerin bi­ ze ulaştırdıkları belgeleri okumayı ve tarihlendirmeyi öğretir; ayrıca bu belgelerin tarihini de inceler Elyazmalarının İncelen­ mesiyse kodlkolojl"nin ilgi alanına girer. Paleografların ilgisini her şeyden önce Akdeniz dünyası (Yunanistan, Roma, An­ tik Yakındoğu) yazılarının inpelenmesi çek­ miştir. Bu inceleme özellikle papirüs söz­ konusu olunca bazı özel teknikler (özel bileşimll ışıklar vb.) gerektirdi. Hemen he­ men silinmiş bir yazının okunması, bazı kimyasal maddelerin (pallmpsestuslar) kullanılmasını zorunlu kılmıştı. Günümüz­ de harflerin biçimbilimsel evrimi, onların çiziliş şekline (ductus) ve kullanılan alete göre İncelenmektedir. Yunan paleografi­ si, Bernard de Montfaucon’un çalışmala­ rından (Paleographia graeca [Yunan pa­ leografisi], 1708) doğmuştur. Yunan alfabesi Fenike alfabesinden uyarlanmıştır Bu alfabe en başından baş­ layarak günümüze kadar varlığını sürdü­ ren ve büyükharf denilen yazı türünü kul­ lanır. Çağdaş matbaacılıkta kullandığımız büyükharflerin çoğu bugün hâlâ bu ya­ pıyı korumaktadır. Yine de papirüsün kul­ lanılmaya başlamasıyla birlikte, birtakım bağlama ve kısaltmalarla yazılan elyazısının yaygınlaşması üzerine bazı bozulma­ lar olmuştur Önceleri papirüs tomarların­ dan, ardından parşömen codexlerden oluşan kitap sanayisi, sonradan onsiyal di­ ye adlandırılan ilk "kitap yazısı"nın geliş­ mesine yol açtı. Daha sonra küçükharf denilen ve matbaacılıkta kullanılan bu­ günkü yunan küçükharflerlyle pek fazla farklılık göstermeyen bir başka kitap ya­ zısı doğdu. Montfaucon'dan başlayarak Thompson, Gardthausen, Kenyon, Schubart ve Medea Norsa yunan yazısıyla İl­ gilenen en ünlü paleograflardır. Roma yazısı yine büyükharf, onsiyal ve küçükharf türünden adlandırmayla yunan yazısınınkine koşut bir gelişme gösterdi. (Doğruluğu uzun zaman kabul edilen bu adlandırmaların son zamanlarda tartışıldı­ ğı görülmektedir.) Başlangıçta yunan al­ fabesinden türeyen bir büyükharf türüy­ dü. IV.-VIII. yy.’lar arasında latln kitapların­ da onsiyal yazı kullanıldı. Bunun yanı sı­ ra, III. yy.'dan başlayarak büyükharfln ev­ rimleşmesi sonucu bir ilkel (ya da yarı on­ siyal) kü çükh a rf gelişti. Ardından özellik­ le kitaba yönelik olan ve Charlemagne dö­ neminde (Ren ve Loire arasında) geliştiği için Caroline adı verilen bir küçükharf kul­ lanıldı. Roma topraklarının benevento, vizlgot (ispanya), merovenj (Fransa ve Germanya) ve ada (Büyük Britanya, İrlanda) diye bölünmesine koşut olarak başka la­ tln yazıları da ortaya çıktı. Caroline yazısı­ nın başarısı gotik yazının gecikmiş geliş­ mesini (XIII.-XIV. yy.) engellemedi Gözden düşen gotik yazıya tepki olarak hümanistik yazı doğdu (XV. yy.). XVI. yy. matbaa­ cıları ve özellikle Italyan tipograflar, yeni­ den moda haline getirdikleri Caroline'i rom en olarak adlandırdılar. Aldo Manuzlo’ nun bulduğu italik yazı bunun biraz sağa eğik bir değişkesiydi. Bu iki yazı çağdaş matbaa karakterlerinin başlıca iki türünü oluşturdu.



Latin paleografisi Jean Mablllon İle başIşdı (De re diplomática, 1681). Paris’te Ecole des chartes’ın kuruluşu latin pale­ ografisine yeni bir atılım kazandırdı. A. de Wailly, Wattenbach, Delisle, Traube, Paoli, Prou, Thompson, A. de Boüard ve R. Marichal bazı ilkeleri yeniden tartışılan bu bilimin gelişmesine katkıda bulundular. PALEO HE TER O D O N TA a Trigonia' larla akraba olan iklçenetli yumuşakçalar altsınıfı. (Örnek tipleri Modiomorpha'lar, deremidyelerl ve Trigonia'lardır.) PALEO H İS T O L O Jİ a. (fr. paléohlstologie). Fosillerde saklı kalmış hayvan ve bitki dokularını inceleyen bilim. P ALEO JEN a. (fr. patéogéné). Yerbil. Üçüncü Zaman’ın (yaklaşık 40 milyon yıl) üç devire ayrılan (Paleosen, Eosen, Oli­ gosen) İlk evresi. —ANSİKL. Paleontolojik bakımdan biraz daha yeni olan blrçeneklller dışında bu­ gün de yaşayan bütün büyük gruplar bu dönemde oldukça belirgindi; bu koşullar­ da blrçenekliler-otçullar-etçillerden oluşan beslenme zinciri henüz yerleşmemişti. Bu dönem memelilerin tarihi ve evrimi için çok önemlidir. Büyük boy delikliler (nümülitler, alveolinellalar, discocyclinalar ve lepidocyclinalar) hem çeşitlidir, hem çok sa­ yıdadır. Paleocoğrafya bakımından Yer yuvarlağının biçimi çok az bir farkla (Ku­ zey Amerika Grönland ile kenetlenmiştir, Güney Amerika’dan ayrıdır; Asya Avrupa’ dan ayrıdır) bugünküne benzer. Bütün bunlardan başka, Eosen sıkışma, Oligosen’se gevşeme dönemi olarak kabul edi­ lebilir. (-* KATMANBİLİM.) P A LE O K A R P O LO Jİ a. (fr. paléocarpologie). Fosil meyve ve tohumları inceleyen bilim dalı. P A L E O K L İM A a. (fr. paléoclimat). Jeo­ lojik zamanların iklimi. P A L E O K L İM A T O LO Jİ a. (fr. paléoclimatologie). Eski iklimlerin incelenmesi. —ANSİKL. Terimin öz anlamı bakımından jeolojik çağlar sözkonusudur Bununla bir­ likte, daha yakın dönemlerde birbirini iz­ leyen iklimler de dikkate alınır (buzul dö­ nemi, günümüze kadar tarihsel dönem). Paleokllmatolojlk yaklaşımda çeşitli araç­ lardan yararlanılır: yerbilim ve jeomorfo­ loji (örneğin, büyük okyanuslarda derin­ den çıkarılan sondaj karotlarını İnceleye­ rek jeolojik katmanların yaşını belirleme; kıtasal ve deniz altı arazi biçimlerinin ya­ şını saptama; buzul değişimleri; vb.), palinoloji, varvların gözlemlenmesi (göl çökellerlnl inceleme), ağaç halkalarının ince­ lenmesi, paleontoloji, arkeoloji, fenolojl (bitkilerin çiçeklenme ve yapraklanmasın­ da görülen değişiklikler, meyvelerin olgun­ laşmasını iklime göre inceleme), İklimler tarihi (belgelere ve tanıklara dayanarak), meteorolojik gözlemler (XIX. yy.’dan baş­ layarak aletlerle). Geçmişteki iklim olaylarını açıklarken, günümüz iklimlerini düzenleyen etkenler­ den yararlanırız: Güneş ışınımıyla birlikte kozmik etkenler, Yer’in kendi çevresinde­ ki, Güneş çevresindeki devinimleri ve küreselliğiyle birlikte gezegensel etkenler, karaların, denizlerin ve engebelerin, buz­ ların ve geniş ormanlık alanların, vb. da­ ğılımının yarattığı etkiyle birlikte coğrafi et­ kenler. Coğrafi etkenler İklim olaylarında iç dengenin etkili olmasına yol açar; iç dengeyi belirleyen de, suküre, atmosfer ve krlyosferin (buzlaşmalar) ortaklaşa etkile­ ridir. Kimi iklim değişiklikleri iç denge çer­ çevesinde görülen düzenlemelere bağım­ lıdır ve dolayısıyla, daha genel etkilerin so­ nucu değildir (radyasyon bilançolarında, Güneş'in ya da atmosfer saydamlığı de­ recesinin etkisiyle ortaya çıkan değişiklik­ ler, kutuplar ekseninin tutulum düzlemine göre değişmesi, vb.). Paleoklimatoloji bir olayın değişmezliği­ ni ortaya koyar: Yer'de görülen İklimler mozaiğinin sürekli bir evrimleşme göster­ mesi sonucu iklimlerin değişkenliği. Geç­ miş zamanlarda iklimler değişmişti; doğal



p a le o n to lo ji dengelerin ve dengesizliklerin bir sonucu olarak gelecekte de değişecekleri kesin­ dir. Bununla birlikte İnsan, özellikle XX. yy.’dan başlayarak gösterdiği etkinliklerle atmosferin bileşimine (ve bunun sonucu olarak ışınımsal düzeneklere) müdahale etmektedir ve gelecek zamanlarda iklim­ ler, bunun İzlerini taşıyacaktır. PALEO KO R TEK S a. (lat. paleocortex). Nöroanat. RİNANSEFAL'ın eşanlamlısı.



P A L E O K S İLO L O Jİ a. (fr. palâoxylologie). Soyu tükenmiş damarlı bitkilerin, özellikle fosil odunların iletim aygıtını İnce­ leyen bilim dalı. P A L E O L İT İK sıf. ve a. (fr. paleolithique). YONTMATAŞ’ın eşanlamlısı. P A L E O M A N Y E T İK sıf. (fr. paleom agnötique). Paleomanyetlkliğe İlişkin. P A L E O M A N Y E T İK L İK a (fr paleom agnetism e'den ). Yer manyetik alanının ya da jeomanyetlkllğin tarihçesi üzerine İn­ celeme. —ANSİKL. Manyetik ağlar ve gözlemevle­ ri, Yer manyetik alanının yüzyıllık değişim­ lerini-, ancak nispeten yakın bir geçmişe kadar İncelemeye olanak verir: alan şid­ detinin ilk ölçümleri yalnızca XIX. yy.’ın ba­ şına kadar uzanır, oysa manyetik sapma ve manyetik eğilmenin ilk ölçümleri XVI. yy.’a uzanır, ama bunlar da yalnızca Batı Avrupa’da yapılmış ölçümlerdir. Bununla birlikte Yer manyetik alanının tarihçesini dolaylı olarak yeniden oluşturmak olana­ ğı vardır; bunun İçin pişmiş toprak kapla­ rın, piştikleri çağda fosilleşmiş kalıcı mık­ natıslanmasından ya da kayaların oluştuk­ ları çağda fosilleşmiş kalıcı mıknatıslan­ madan yararlanılır: birinci mıknatıslanma, tarihsel geçmiş için (arkeomanyetlklik), İkincisi ise jeolojik geçmiş için (paleomanyetlklik) kullanılır. • Yer m anyetik alanınıh yönünün evirtim­ leri. Püskürme sırasında bir lav Curie nok­



tasından daha yüksek bir sıcaklıkta oldu­ ğundan, mıknatıslanamaz, ama soğurken mıknatıslanır ve bu andaki alanın ayırtedlcl niteliği olan bir ısılkalıct mıknatıslan­ mayı (ATR) korur. Eğer jeonükleer krono­ loji yöntemleriyle bir dizi püskürmenin ta­ rihi saptanablllrse, ATR'lerin ölçümü ara­ cılığıyla, alanın doğrultusu zamana bağlı olarak elde edilir. Bu yöntem, yer alanının son 4 milyon yıl süresince bir dizi yön evir­ timlerine uğradığını ortaya koymuştur (is­ ter kuzey-güney, ister güney-kuzey yönün­ de olsun, yalnızca dipol alanına benzeti­ len Yer'ln alanı Yer eksenine yakın bir di­ pol tarafından üretilir). Tarihilendirme yön­ temlerinin kesin olmayışı karşısında, çok



geride kalmış çağlar İçin Javlara dayana­ rak güvenilir sonuçlar elde etmenin ola­ nağı yoktur. Bu sonuçlar deniz çökelleri­ nin mıknatıslanmasının İncelenmesiyle doğrulanabilmlştlr. Alanın bugünkü yön­ de yönlendiği çağlara “ olağan” , öbürle­ rine "ters” adı verilir Alanın tersine dönüş mekanizması bugün dahi hâlâ bilinme­ mektedir, ama bunun görece az zaman önce (5 000 yıldan daha az bir zaman­ da) gerçekleşmiş olduğu sanılmaktadır, • Okyanusların m anyetik düzensizlikleri.



Okyanus ortası sırtlarının her İki yanında Yer manyetik alanının düzensizlikleri gö­ rülür. Okyanus diplerinin genişlemesi sı­ rasında bu sırtların altında soğuyan mag­ ma, mıknatıslanır (ATR), sonra da bu sır­ tın her İki yanına İtilir; dolayısıyla, soğu­ ma dönemindeki manyetik alan doğrultu­ suna göre, bir ya da öbür yönde bir dizi mıknatıslanmış şerit oluşur. Lavların ve ok­ yanus dibi sırtlarının çevresinin İncelen­ mesiyle elde edilen sonuçlar arasındaki karşılaştırma, genişleme hızını (yılda bir­ kaç santimetre) elde etmeye olanak verir. Genişleme hızının değişmediğini kabul ederek, alanın daha eski evirtimlerinin ta­ rihi saptanabilir. Çeşitli okyanus dibi sırt­ ları (Atlas okyanusu ve Büyük Okyanus) arasında elde edilen sonuçlar, yaklaşık 80 milyon yıla kadar tutarlıdır. • Gerçek anlamıyla paleomanyetiklik. Da­ ha da gerilerdeki (80 milyon yıldan 500 milyon yıla kadar) çağlar için, alanın dal­ ma aynı davranışı ve aynı evirtim tipini gösterdiği kabul edilir. Aynı bölgeden ve çağdan gelen büyük sayıdaki örneklerin ATR ölçüsü manyetik eğilmenin ortalama değerini (180° yaklaşıklıkta) elde etmeye olanak verir. Bundan, göz önüne alınan bölgenin o çağda sahip olduğu yükselti çıkar. Bu ölçümler, jeolojik çağlar boyun­ ca büyük kara parçalarının ötelenmesini ortaya koymuş ve konumlarını yeniden belirlemeye olanak vermiştir. P A LE O N İS C U S a (yun. palaios, eski, ve oniskos, berlambalığı’ndan). Fosil kemlklibalık cinsi. (Uzun bedenleri ganolt pullarla örtülüydü. Permi devrinde çok yaygındılar Actinopterygii'lerin özellikle de mersinbalıklarının ve Polypterus'ların atası oldukları sanılır.) PALEONTOLOJİ a. (fr. paléontologie). 1 . Jeolojik devirler boyunca dünyada yaşamış olan canlı varlıkları (bitkiler, hayvanlar ve in­ sanlar) İnceleyen bilim, fosiller bilimi. — 2 . Hayvan paleontolojisi, kökeni hayvan olan fosillerin incelenmesi. (Eşanl. PALEOZOOLOJİ.) [Bk. ansikl. böl.] || Bitki paleontolojisi, PALEOBOTANİK’In eşanlamlısı.



—ANSİKL • Paleontoloji tarihi. Pythago­ ras (İ.Ö. VI. yy.), Sardelsli Ksanthos, Herodotos (İ.Ö. V. yy.), Yunanistan'da Aristo­ teles ve Theophrastes (İ.Ö. IV. yy.), Roma’ da Lucretius, Ovidius, Yaşlı Plinlus, Orta­ çağ da Albertus Magnus, Roger Bacon, Boccaccio ve Saksonyalı Albrecht fosille­ rin varlığını bir ölçüde sezmişlerdi. Bernard Palissy ve Leonardo da Vinci ise Buffon'un yapıtının habercisi oldular. Bununla birlikte, eski zamanlar boyun­ ca gelişmiş yaratıklara ilişkin bir sıralama yapmak, tortul tabakaların yaşına bakarak faunalar arasında ayrım yapmak (katmanbilimsel paleontoloji) fikri ancak XVIII. yy.'ın sonunda doğdu. İngiltere’de William Smith, İtalya'da G. B. Brocchl, daha son­ ra Fransa’da Alexandre Brongnlart, bu ve­ rimli düşünceden yararlandılar. Ama çok daha önce Buffon, canlı varlıkların evrim ilkesini açık bir biçimde ortaya koymuş, onların jeolojik çağlar boyunca farklılıkla­ rını ve .sürekliliklerini açıklamıştı, Fosil ha­ lindeki omurgalıların karşılaştırmalı anato­ misini gerçek anlamda kuran Cuvier (1769-1832), türlerin evrimine inanmıyor­ du; faunalardaki yenilenmeyi tufanlarla, “ yeryüzündeki değişmelerle açıklıyordu. Lamarck (1744-1829) ve Etlenne Geoffroy Saint-Hilaire’ın (1772-1844) öncülüğünde "evrimci” bir okul geliştiyse de, bu okul ancak Charles Darwin’ln (1809-1882) Tür­ lerin kökeni (On the Origin of Specles) [1859] adlı yapıtını yayımlamasından son­ ra kendini kabul ettlrebildl. O dönemden başlayarak, paleontoloji, fosillerin hem sis­ tematiğini, hem de ekolojisini, zaman ve mekândaki dağılımını, evrimlerini incele­ yen bir biyoloji bilimi haline geldi. Paleontoloji dört büyük bölüme ayrılır: bitki paleontolojisi (ya da paleobotanik), hayvan paleontolojisi (ya da paleozoolojl), mikropaleontolojl (mlkrofosillerln ince­ lenmesi) ve insan paleontolojisi. Paleoekoloji ve paleobiyocoğrafya ise paleonto­ lojinin uzmanlık dallarıdır. • Hayvan paleontolojisi. Dünyanın milyar­ larca yıldan beri var olduğu doğruysa da, bugün artık dünyada yaşamın uzun süre yalnızca basit mavi yosunlar ve İlkel bak­ teriler biçiminde sürdüğünü biliyoruz. Hayvansal yaşamın kabul edilebilir ilk İz­ lerine ancak proterozoylk devrin (yani yak­ laşık 650 milyon yıl önce) sonlarında rast­ lanmıştır (omurgasızlar), ilk omurgalılar



stf?go**ı.ıurııs



9115



PALEONTOLOJİ



paleontoloji



s. p»yangın



|



L a C h a p e lle -a u x -S a in ts



h e s p e ro rn is



S. Miyosen devri



m e g a th e riu m



s ırtla n g ille rd e n p te ro d o n 'u n kafata sı



b ir d in o th e riu m 'u n k a fa ta sı



b ir h ip p a rio n 'u n ayağı



Üst Cambrıa devrine ait çenesız balıklar­ dır. Silures devrinde, kimi eklembacaklı­ lar denizden karaya geçtiler. Bunlara Devon sisteminde akciğerli balıklar, ikiakciğerliler ve ilk amfibyumlar katıldı, ilk omurgasızlardan trilobitler, kolsuayaklılar ve goniatites'ln, katmanbilimin kurulma­ sında önemli bir rolü oldu. Sürüngenler Karbon devri'nde ortaya çıktılar; suyun dı­ şında, tamamen yeryüzünde yaşamaya yatkın ilk omurgalılar onlardır. Bu aynı za­ manda dev böceklerin yaşadığı dönem­ dir Birinci Zaman Perm devriyle sona erer. ikinci Zamanların belirgin özelliği ammonitler ve deniz sürüngenleridir. Yeryüzündeyse sürüngenler geliştiler ve dev biçimlere ulaştılar, ilk memeliler Trias'ta, ilk kuşlarda Jura devrinde ortaya çıktı. Kretase devrinin sonunda okyanuslarda ammonitler, karalarda da dinozorlar yok oldu. Üçüncü Zaman memelilerin, bu­ günküne benzer faunaların geliştiği devir­ dir. Nihayet, Dördüncü Zaman'ın başların­ da insan ortaya çıktı. • insan paleontolojisi. Günümüz insanı, tüm canlı varlıklar gibi, çok uzun bir geç­ mişin ürünü olup günümüz maymunlarıy­ la ortak bir kökene sahiptir. Fosil halindeki büyük maymunlar, gü­ nümüzden 15 milyon yıl öncesinden baş­ layarak hızlı bir farklılaşma dönemi geçir­ diler. insanın içinde yer aldığı dal olan insangiller* bu dönemde, Miyosen devri­ nin sonlarına doğru, günümüzden yakla­ şık 10 milyon yıl önce belirdi. Bu dönem­ de insana özgü özellikler (yüzün küçülme­ si, köpekdişlerinin ufalması) bazı büyük primatlarda görülmekle birlikte, bunlardan hangisinin sözkonusu dalın “ insandan önce” ki bölümüne ait olduğu söylene­ mez. Günümüzden 4 milyon yıldan daha uzun bir süre önce, Pliyosen devrinin so­ nunda Doğu Afrika’da ortaya çıkan australopithecus*, tartışmasız ilk insangillerdir. Daha o dönemde, iki ayaklı olan, ama kü­ çük bir beyni (450 cm 3 kadar) bulunan australopithecus, kısa sürede, biri sağlam öbürü narin yapılı iki ana gruba bölündü. Aşağı yukarı 2 milyon yıl önce ortaya çık­ tı hom o * türünün (Homo habilis) ilk örnek­



leri büyük bir olasılıkla bu narin yapılı australopithecus’tur. Bunların hızla gelişme­ siyle 1,5 milyon yıldan beri bilinen ve fark­ lılaşarak hemen hemen tüm Eski Dünya' ya yayılan H om o erectus (pithecanthropus-sinantropus) ortaya çıktı. 1 milyon yıl­ lık bir süre içinde sürekli gelişen, özellik­ le de kafatası hacmi 775’ten 1 250 cm3’e çıkan H om o ereotus. günümüzden yak­ laşık 400 000 yıl önce H om o sapiens' in doğmasını sağladı. Türümüzün coğrafi kökeni (Afrika ya da Asya) bugün de aydınlatılmış değildir; ay­ rıca H om o sapiens de hızla farklılaşarak alttürlere bölünmüştür: bunların en iyi bi­ linenleri, günümüzden 35 000 yıl öncesi­ ne kadar tüm Avrupa’da görülen H om o sapiens neandertalensis (Neandertal in­ sanı) ile, bir başka yörede ortaya çıkan H om o sapiens sapiens tir. H om o sapiens sapiens, H om o sapiens neandertalensis'



in yerini aldı ve Amerika ile Avustralya'ya yerleşti. Günümüz insanlarının tümü bu alttürden gelirler. Genellikle Insansıgiller’ ın evrimi, beyin hacminde bir artış, kafatası yapısında sü­ rekli bir biçim değişikliği ve kemik yapıla­ rının narinleşmesiyle belirginleşmektedir. PALEOPALLIUM a. (fr. paléopallium ). Nöroanat. RİNANSEFAL'ın eşanlamlısı. PALEOPATOLOJİ a. (fr. paléopathologie). insan fosilleri üzerinde iskelet mua­ yenesi sonucu gözlenen patolojik belirti­ leri (travmalar, kemik hastalıkları) incele­ yen bilim dalı. P A LE O P İTY S a. (yun. palaios, eski, ve pitus, çam’dan). 1870’te Orta Devon taba­ kasında bulunan Palaeopitys m iller türü­ ne dayanılarak tanımlanan ağaç cinsi, (Progym nosperm opsida grubundan bir



bitki sayılır.) PALEOPTERA a. Kanatları hem dinle­ nirken, hem de uçarken hep yanlarda be­ dene dikey duran, arkaya doğru hiç kat­ lanmayan böcek seksiyonu. (Kanatlıböcekler altsınıfının bu seksiyonu üç üsttakım içerir: Plaedictyoptera, Ephem eroptera, Odonatoptera.) [Karşt. NEOPTERA.]



PALEORUBRUM a. Nöroanat. Kırmızı çekirdeğin alt ve ön tarafında bulunan ve soyoluş bakımından onun en eski kısmı olan bölüm. (Paleorubrum, büyük hücreli bir oluşumdur.) PA LE O S EN a. (fr. paléocène). Yerbil. Yaklaşık 10 milyon yıl süren ve paleojen sisteme bağlı dizi. PALEOSİBİRYA D İLLERİ a Sibirya



nın kuzeyinde ve doğusunda konuşulan diller. —ANSİKL. XIX. yy.'da bulunan “ Paleosibirya" terimi, tüm Sibirya’yı kaplayan ge­ niş bir dil ailesinin kalıntıları olduğu var­ sayılan ve ural, tunguz, türk halklarının ya­ yılmasıyla geniş alanlara dağıldığı düşü­ nülen dilleri içerir. Ama, XVII. yy.'da bu dil­ ler (ve bunları konuşan halklar) bugünden çok daha geniş bir alana yayılmış durum­ daydı ve ne aralarında ortak bir kökenin varlığı kanıtlanabildi, ne de bu diller bili­ nen bir aileye bağlanabildi. Dört öbek ayırt edilir: 1. Batıda, günümüzde bin do­ layında insanın konuştuğu ket diliyle bu­ gün ortadan kalkmış üç dili (kot, arin, as­ san) içeren yenisey öbeği; 2. Kuzey-batı’ da, koryak ve kamçadal ile birlikte çukçiceyi de içeren öbek; 3. Amur'un ağzında ve Sahalin’de konuşulan gılyak; 4. Yakutistan Özerk Cumhuriyeti’nin iç kesimlerin­ de konuşulan ve kimi uzmanların ural dil ailesine bağladığı yukagiroe. Dilbilgisi ve ses yapısı düzlemlerinde bu diller arasın­ da büyük ayrımlar vardır. Sözcük düzle­ minde, tunguzoadan ve son dönemlerde rusçadan yapılan çok sayıda aktarma bir birlik öğesi olarak belirir 1937’den beri kiril abecesiyle yazılırlar. Özellikle Yukagirler’ de yazılı bildirişim için piktografik yöntem­ ler vardır (kayın ağacı kabuğu üstüne çiz­ giler). PALEOSİTOLOJİ a. (fr. paleocytologıe). Fosil organizmaların hücre içeriklerini in­ celeyen bilim. PALEOSOL a. (fr. paleosol). Pedol. Bu­ günkü koşullardan farklı bitki ve iklim ko­ şullarında oluşmuş eski toprak. (Bazı paleosollar kalın ve genç çökellerin altına gö­ mülmüş olabilir; bunlar fosilleşm iş * top­ raklardır; diğerleriyse Dördüncü ve hatta kimi kez Üçüncü Zamanda birbiri ardına düşük değişime uğramışlardır: bunlar da ço k d ö n g ü lü * topraklar ’dır.) PALEOSTACHYA a. (yun. palaios, es­ ki, ve stakhys, başak’tan). Paleobot. Calamitaceae familyasından fosil kozalaklı bitki cinsi. PALEOSTRİATUM a. Nöroanat. PALLİDUM’un eşanlamlısı. PALEOTALAMUS a. Nöroanat. Talamusun alt çekirdeklerinden oluşan ve soyoluş bakımından onun en eski kısmı olan parça. PALEOTAXODONTA a. ikiçenetli yu­ muşakça altsınıfı. (Üyelerinin [örn. nucula] çenetlerinin menteşesinde tarak dişi gi­ bi sıralanmış birçok diş bulunur. Yapraksı