MEB İslam Ansiklopedisi 3 [3] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

burası Salım ( öl m. 519 = 1125 ) 'in ahfadı elin­ |LA, [ Bk. CEBELE.] R . [Bk. CÂBER.] de kaldı. [ S ilim ’den sonra ‘ Izz al-Din Sayf al-Davla Abu T-yasan 'A li zamanında 1146 H İY A . { Bk. CEBERİYE.] '4 S ’. T .^ B k . CEBERT.] ( 5 4 1 ) senesinde Musul ve Halep emîri atabeg Zengi burasım şiddetli bir muhasara altı­ [ Bk. c e b e r t l i na aldı, fakat 15 eylülde kölelerinden biri ta­ g f ^ y l ü T . [B k . CEBERUT.] rafından öldürülmesi üzerine, ordusu dağıldı[ Bk. CEBBÂR.] ğmdan, kale yine eski sahibinin elinde kaldı 1. V[ Bk. CEBBOL.] Nihayet 564 ( 1 16 8 / 116 9 ) ‘te bu Ş ih ib al[ Bk, ’CEBBÛL.] C A 'B A R veya C a ' ba r -KALESİ şı- Din Mâlik b. ‘A li kaleyi Nür al-Din Mahmüd ’de fırat nehrinin orta mecrasının b. Zengi ’ye, Surüc şehrini almak mukabilinde, :4 ' v ® 4- '■ e, Ş iffin ’in hemen-hemen karşısın- teslim etti. [ ‘ Ukayi-oğullarının bu kaledeki hâ­ harâbesidir. Islâmîyetten evvel ve kimiyetleri tam 83 sene sürmüştür. 589 ( 119 3 ) ilk zamanlarında, bu mahalle Dav- 'da Caber 'i yeğeni Malik al-Zâhir al-GâziJnin [_au!y-W issowa, IV, 3234) deniliyordu. elinden almağa muvaffak olan Malik al-‘ Adil M;|t|-vft^|-^yacıIarî Davsar dedikleri bu ma- Abu Bakr b. Ayyüb burasının tahkimatım art­ |f4^^#Ş-kka ’dan B iliş *e giden ( krş, İbn Hur- tırmış ve hazînesini burada saklamıştır. Malik f s ® ■ 74 î Takan, III, 220) yo! üzerinde, al-Hâfîz Nür al-Dîıı Arslan Şâh (598 — 1202) olduğunu kaydederler. Memlûkler 'm emareti uzun sürmüş ve onun zamanında ~vğ:^f S4-İ':-; rîumş ’tan, Salamya, Buğaydid ve Hvarİzmliler Ca'bar havalisini yağma etmişler­ ■ .riya ) tariki ile, R a’s al-'Ayn ’a gi- dir. Malik al-Hafiz ile oğlu Taîpi al-Din Masyolu F ır a t’ı Ca'bar mevkiinde kes- 'üd ’un arası açılmış ve Mas'üd, Ca'bar kale­ :4 ' sinde servet ve emvalin çokluğunu Hvârizmlisasa İstinat etmeyen bir arap an­ ler 'e haber vererek, onları bu kalenin zaptına sak İ isnii al-Nu'mâa b. âl-Munzir teşvika başlamıştı. Malik al-Hâfiz saf er 638 is iitu âfi' Davsar 'in isminden iştikak., ettirir. (eylül 12 4 0 ) 'de Halep hükümdarı olan hem­ Samanlar Numayr kabilesi' elinde kalan şiresi Safiye Hatun ile yeğeni al-Malik al-Na­ ' İO40 tarihlerine doğru Mısır Fatım î şir: Şalâh al-Din Y u su f’a haber göndererek, İflS İt^ iİ tinin Suriye kumandanı Anüştigin Ildız- muayyen tahsisat mukabilinde, C a 'b a r’i ona geline geçmiş ise de, onun ölümünden teslim eylemiştir. 1260 ’ta Ca'bar Hulagu ’ya WMM •S. a ^ kabilenin reisleri olan ‘ Utayr ailesi teslim olmuş ve kale tahrip edilmiştir. G it­ an geri alınmış ve daha sonra IÇuşayr gide büsbütün harap olan bu kale arap aşiret­ in eline geçmiştir ]. Ca'bar ismine ge­ lerine yaylak ve türkmen oymaklarına da kış­ le Selçuklular devrinde burasım alan lak olmağa başlamıştır. Herden Sâbik al-Din C a 'b a r’den geldiği  şık Paşa-zade ( İstanbul, 1332, s. 3 ) başta Bu zat ve oğullan Malikşâh b. Alp- olmak üzere, eski osmanlı vak’anüvlslerinin bir kaleyı alıp da Halep 'Ukaylilerinin so- kısmı tarafından nakledilen bir hikâye ve yine olan Salim ’e, eski ülkesine karşılık onlar tarafından „türk mezarı" tesmiye edilen üzere, terkedinceye kadar ( 479 =s 1086/ mezar, emir Zengi ’nin buradaki meşhcdinia Jbu civarda yol kesicilik ettiler ve sul- türkmenler arasında bırakmış olduğu hâtıra ile jâlikşâh tarafından öldürîdüler. Frenk- Anadolu türk devletinin kurucusu Süleyman uvakkat süren işgali hârie olmak üüzere, Şah b. Kutulmuş ’un 5 haziran 1086 tarihinde



4



CÂBER



Halep civarındaki şehâdetİnin hâtırasının ka­ rıştırılmış olmasından teşekkül eden bir riva­ yete zemin olmuştur. Bu rivayete göre, „türk mezarı" osmanlı devletinin müessısi Osman B e y ’in büyük babası ( ? ) Süleyman Şah ’m F ır a t’ı geçerken, boğulup, defnolunduğu yer sa­ yılmaktadır. Hattâ bu mezar Abdülhamid II. tarafından, mükemmel bir surette, yeniden yap­ tırılm ıştır ]. Abu ’ l-Fidâ1 ’mn anlattığına göre, kendi za­ manında kale harabe hâlinde id i; Muhammed al-Naşir b. Çala’ ün 'un hâkimiyeti sonlarına doğru tamir görmüştür. [ Memlûkler zamanında Halep naipliğine bağlanan Ca'bar ’i, türkmen Döger ulusunun bir boyu işgal etmiş, bu boyun reisleri tarafından bîr emaret kurulmuş ve DÖgerlı beyleri, gerek Memlûk saltanatının ve ge­ rekse Osmanh imparatorluğunun devamı müddetince, buraya hâkim olmuşlardır. Zamanımızda Çapar, Bekmeşli, Ilbegli, Karaşeyhli, Çadırlı, Güllü, Güvenç ve SaygÜl gibi, DÖger ulusunun muhtelif oymakları Ca'bar et­ rafım kışlak ittihaz ettikleri gibi, Vilde adın­ daki arap bedevi aşireti de yazın bu kale harabesi civarında konaklar. Osmanh devleti zamanında Ca'bar Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkezi idi. 1918 senesi son baharında bu havalı İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş ve müteakiben cemiyet-i akvam tara­ fından, Fransa ’mn mandası altına konularak, Suriye ’nin hudutları içinde kalmıştı. 20 teşrin I. 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara itilâfnâmesinin müzakereleri sırasında, „türk mezarı" âbidesinin orada bulunması do layı sı ile, bu muahedenin 9. maddesi hükmüne göre, Türkiye hududundan 100 km. kadar uzakta, Suriye arazisi dâhilinde olmasına rağmen, orası türk toprağı sayılmış ve burada muhafızlar bulundurmak ve bayrak çekmek hakkı Türkiye ’ye verilmiştir. Bugün bu mevkide, Fırat nehri vadisine hâkim bir tepe çıkıntısı üzerinde bir çok kısımları henüz sağlam duran Ca'bar kalesi ile etekte „türk mezarı" ’m ihtiva eden bir küm­ bet ve Türkiye cumhuriyeti hükümeti tarafın­ dan yapılmış bir jandarma karakolu bulun­ maktadır]. B i b l i y o g r a f y a : Yakıüt, Mu cam, II, 84; Abu ’l-Fidâ’ ( nşr. Reinaud), s. 269 ve 276 v .d .; İbn Fazl Allah al-‘Omari, T a 'r if (Kahire, 13 12 ) , s. 176 ve 180; Kalkaşandi, Z av «I-şu âh (Kahire, 1324 = 1906), s. 300; G. le Sirange, Palestine undcr ike Moslems, s. 4 1 7 ; ayn. mil., Easiern Caliphate, s. 10 2 ; Ritter, Erdkunde, X , 1074—1080; M. von Oppenheim, Vom Mittelmeer zam pers. G olf, II, 675 M. Hartmann, ( Z D P V , XXII,



CÂ b ÎR. 167 ) ; G. L. Bell, A m uraik io Amurath, s. 48—5 1; Tzz al-Din b. Şaddad, a l-A ‘lâk al~ hazıra f i umara al-Şâm va 'l-C azira, II (Berlin kütüp., arap. yazm., nr. 9800, mad. CA'BAR, var. 20—22 ) ; Makrizi, al~Suluk (Mı­ sır, 1934). (M. Hartmann .) Bu makale Mükrimin Halil Yınanç tarafın­ dan tevsî edilmiştir. C A B İR . [ Bk. CÂBÎR.] C Â B İR . C A B İR b . A fla h , A bü Muhammed , orta çağda garpta Geber adı ile tanınmış bir h e y e t ş i n a s t ı r . Bu zatı, tam ismi Abü 'A bd Allah Cabir b. Hayyân al-Şüfi olan e 1 k i m y a c ı Geber ile, ekseriya karıştırırlar. Cabir b. Aflah S e v illa ’da doğmuştur; yaşadığı tarih kat’î olarak bilinmiyor. Bununla beraber XII, asır ortasında vefat etmiş olacağı, oğlu­ nun yahudi feylesof îbn Maymun ( öl m. 1204 ) ’u şahsan tanımış olması keyfiyetinden çıkarıla­ bilir, A yrı iki isimle hâlâ mevcut olan bir hey’et eseri yazmıştır ; Kitâb aUhay a namında biri — E scu rial’de ve Islâh al-macîsti ismi ile diğeri de — Berlin ’dedir ; müellif Batlamyus ’un bâzı görüşlerini şiddetle tenkit ediyor; bilhassa güneşe takriben 3' ’hk bir „ihtilâf-ı manzar" ( sath-ı arz üzerinde duran bîr müşahidin gö­ zünden her hangi bir yıldıza giden hat ile ar­ zın merkezinden o yıldıza giden hat arasındaki 2âviye) atfettiği hâlde, arza güneşten daha yakın olan Zühre ve Utarid seyyarelerinde hissolunacak kadar ihtilâf-1 manzar bulunmadığı hakkmdaki iddiasını, haklı olarak, cerhediyon Bundan başka bu eser, hey’et kısmından evvel, müsellesata dâir, hususî bir faslı ihtiva etmekle temeyyüz eder ( bk. mad. ABU *L-VAFÂ’ ). Kürevî müsellesata dâir düstûrlarından netice ihracı için, esas olarak ,,4 bu’ut kaidesini" kullanıyor ve ilk defa olarak zaviye-i kaimeli müselles için, beşinci esas düstûru vazediyor ( kos- A — kos a. sın B.). Müstevî müsellesâtta da Bat­ lamyus usûlüne göre hareket eder, yâni sinüs ve koşmuş müseiiesât tâbiİerini kullanacak yer­ de, yeterlerin yardımı ile meselelerini hâll­ eder. — Bu eser, Gerardi de Cremona tara­ fından, lâtinceye tercüme edilmiş ve bu ter­ cüme Gebri fû ii A ffla Hispalensis de astro­ nomla libri IX , in guibus Piolemaeum, aliogui doctissimum, emendavit v.s, adı ile, Petrus Apianus tarafından, 1534 ^ 6 Nürenberg’de neşr­ olunmuştur. Ulûm-i gaybiyeden bahis, S efer ha-tamar adlı, ibranîce bîr eserin Cabir b. Aflah *a âit bir eserden tercüme olup »olmadığı belli d eğild ir; bu eserin müellifi de İbn Aflah değil, Abü Aflah al-SaralL, I, 531 ) ’in meşhur K âfiya 'sinin şerh i; oğlu Ziya* al-Din Yusuf için, 897 ( 1492 ) senesinde kaleme alınmış olduğundan, a l-F ava’id al-Z iya*îya adını taşır. Bu şerh çok makbul sayıl­ mış olup, Molla Câmî adı ile bütün türk dün­ yasında ve bilhassa Türkiye medreselerinde son zamana kadar okunmuştur. Bu şerhe dâir yazılmış olan haşiyeler için krş. Brockelmann, SttppL, I, 533 v.d. — 28, Ş a rf-i manzum va manşur.



İ6



ĞÂMİ - CAMÎD.



D î n î i l i m l e r e d â i r e s e r l e r i . — 29. Tafstr* Bahara sûresinin 22. âyetine kadar ; krş, H. Rıtter, A yasofya kütüphanesinde tefsir il­ mine âit arapça yazmalar ( Türkiyat mecm., V I — VII, 65 v.d.) — 30. Şa vâkid al-nubüva (tab. Lucknow, 129 3). — 31. R isâla-î tarcama-i arbafin hadiş-i manzum (te*Hfİ 886 — 1481). Kırk hadisin manzum tercümesidir. — 32. R isâla-i şarh-i badis. Abu Zarr al-'U^ayli ’nin rivayet ettiği bîr hadisin şerhi. — 33. Risâla dar ma­ nâsı k-i (ıccc. — 34. R isâla-i tahlifi ya. La ilâha illa'llâh hakkında bir risale ( tab. Lahor e* 1297, Madras, 1274, 1272, ^29°)T a s a v v u f a d â i r e s e r l e r i . — 35. Nafahât al-uns min fıazarât a l-k a d s; 883 ( 1478) ’te de kaleme alınmıştır, Anşâri Har av i ( öl m. 48 1; krş. H. Ritter, Philologika VIII î D er İslamf X X , 1934, 93 ) ’nin Tabakat al-şüfiya adlı eserinin tâdil ve tevsiidir. Bu eser Cami ’nin en mühim ve en meşhûr eserlerinden bî­ ridir (tab. De Sacy, Notices et Extraits, XII, 287—436; Nassau Lees, Calcuttâ, 1895, Bom­ bay, 1289, Lucknow, 1323). Şark türkçesine Mir ‘ A li Şir tarafından ve Türkiye türkçesine ilâveler ile Lami i tarafından ( İstanbul, 1289 ) tercüme edilmiştir. Zeyil ve tercüme-i hâli Cami ’nin talebelerinden 'A bd al-Gafur al-Lari tara­ fından yazılmıştır. — 36. Suhanân-i YNâca Mufyammed Parsa ( ölm. 822—1419 ). Meşhûr nakşbendî şeyhinin bâzı eserlerinden iktibas edil­ miş bâzı sözler, — 37. R isâla-i tarilç-i tavaccuh-i hvâcagân yahut Risâla dar şarâ'it-i zikr veya Risâla dar tarilşa-i nakşbandiya. Nakşbendî tarikatİ hakkında bir risale, — 38. Risâlat al-durra al-fâhira yahut R. f î tahkik mazhab al-şüfiya (b k . Brockelmann, Supplemeni, II, 285 v.d .). — 39. Lavâ'ifı, İbn al-‘Arabi ’nin Fuşüş ve Şadr al-Din Konavi ’nin Fuşüş ’undaki vahdet-î vÜcûd sisteminin halk İçin yazılmış bir şekli ( tab. bir yazmanın faksi­ milesi ve E. H. Whinfield ile Mirza Muhammed K azvini’nin İngilizce tercümesi, L a v a ih , Treatise o f Şâfism , Oriental Translation Fund, New series, X V I, London, 1928, M acm ua-ı Manla Cam i, İstanbul, 1309, birinci risale, Türk, trc. İs­ tanbul, 1291, Muhammed b. Fazl Allah ve Molla ‘ İmâd ’ın da hâşiyelerî vardır (bk. Ethe, Çatalogae Indîa Office, nr, 1372/1373 ).—40. Risâla fi ’l-vucüd veya R isâla-i vaciza dar tahkik ve işkât-i vâcib al-vucüd. — 41, Ş a rk fu ş ü ş alhikam, 863 ( 1458/1459 ) ’te kaleme alınmıştır. İbn al-‘Arabi (Ölm. 638 =» 1240 ) ’nin meşhûr kitabının şerhidir. — 42. Nafcd al-nuşüş f i şark nakş a f fuşüş. Nalçş al-fuşüş, İbn ‘Arabi ’nîn kendi eseri Fuşüş al-hikam hakkında yazdığı bir muhtasardır. N ak d onun şerhidir. — 43, A ş f'a i al-lam aât, 886 ( 1 481 ) ’da yazılmıştır.



Şâir Irak* ’nin aşka dâir Muammât ’ının şer­ h id ir; bk. H. Ritter, D er İslam, 21 ( 1 9 3 3 ) , s. 95—98} tab. Hindistan, 114 3 h. Leningrad A sya müzesinde şâir tarafından bizzat yazılmış olan bir külliyat vardır. Bu nüsha Baron Victor Rosen ( Collections scientifiyues de VInstiiai des langues orientales Les manuscrits persans, 1886, s. 215 — 259) tara­ fından mufassalan tavsif edilmiştir. Son sahifesi ( colophon) Browne, L H P , III, 508 ’de dercediimîştir. Ayasofya kütüphanesinde 405 numarada kayıtlı bir K ur an tefsirinde Yâkub Bey ’e İthaf edilmiş kendi ei yazısı ile bir man­ zumesi vardır. Kayseri ’de, R â şii Ef. kütüpha­ nesinde ( Edebiyat 118) Subkat al-abrâr, Tukfat al-ahrâr, Yusuf ve Zalihâ, Layla ve Macnün ve .bfiradnâma-i îskandari ’yî ihtiva eden ve 889 h. ’de şâir tarafından yazılmış bir nüsha vardır. 898 ’de Bayezid II. için yazılmış bir yazma külliyatı Fatih kütüphânesinde 4045 nu­ marada mahfuzdur. 890’da yazılmış Tuhfat alahrâr, Subhat al-abrâr, Y ûsuf va Zallha, Laylâ-u Macnün, Hiradname-i îskandari bir arada toplamış bir yazma Ayasofya kütüphânesinde 3853 numara ile mahfuzdur. Baharistan ’ da 899 ’da istinsah edilmiş bir yazması Ayasofya ’da 3811 numarada mahfuzdur. B i b l i y o g r a f y a i Metinde gösterilen­ lerden başka bk. bir de Sam Mirza, Tuhfa-i S ü m i( Tahran, 1314), 85—90; Hvandmir, H abıb al-siyar ( Tahran, 1271), III, 337 ; Rızâ î£uli Hân Hidayat, Macma< al-fusahâ, II, 1 1 ; ayn. mil., Riyâz a l-a rifin ( Tahran, 1316 ), s. 79™ 84; Raşid Yâsimi, Salâm ân-u Absâl tabına mukaddime; H. Pejmân, Divanı mukaddi­ mesi (Tahran, 1 31 7) ; Ouseley, Biographical Notices o f Persian Poets (London, 1846), s. 1 3 1 —138; Sachau ve Ethe, Catalogue o f the Persian , . . Mânuscripts in the Bodleian Library ( Ozford, 1889 ), nr. 894—976 ; Hermann Ethe, Catalogue o f persian Mânuscripts in the Library o f the India O ffice ( London, 1903 ), süt. 743—773 ; Catalogue o f the A ra * bian and Persian Mânuscripts İn the Orıental Public L ibrary at Bankipore ( Calcutta, 1910 ), nr^ 180—212, ( H. R itter .) C A M İ1. [ Bk. c ÂMİ . j C A M Î. CÂM İ‘ (a .), }}bir yere toplayıcı ve bir araya getirici" mânasında olarak, K upan ’ m II, 7 ve IV, 139. âyetinde kullanıldığı gİbî, Allahın isimlerinden biridir, — al-C âm t yahut asıl tam şekli ile al-M ascid al-câmı bir bel­ denin, içinde cuma namazı kılınan, büyük câmii demektir. Krş. mad. AL-MASCÎD. C  M İD . t Bk.. CÂMİD.] C  M İD . CÂMİD ( a .), arap grameri ıstılahlarmdandır. »Donmuş" demek olan câm id keli-



CÂMİD — CÂNBÂZÂN.







mesi gramerde „gayr*i munsarif** mânasında kul­ tan D ’Ohsson ( Tableau general de VEm p ir e lanılır. al-lsm al-cami d, „bir masdardan i ş t i ­ Ottoman, Paris, 1824, VII, 3 0 9 ) ’un da bunla­ k a k etmediği gibi, kendisi de bir m a s d a r, rın, gariban denilenîer ile birlikte, Anadolu sa­ yâni mücerret hâlde bir ism-i fiil olmayan'* ke­ hilindeki kuvvetlerden olduğunu bildirmesi lime demektir ( Fleischer, Kleinere Şehriften, I, doğru olmasa gerektir. 167, III, 540 V,dd.); racul »erkek" ve batta ,f i rBilâhare, osmanlı ordusunun ilk muvazzaf dek Eserini 740 (13 4 0 ) senesine doğru yazmış olan Mustavfi ’ye göre, Selçuklulardan Sultan Malikşâh (465—485 = 1073—109a) tarafından C alülâ’da, belki aynı zamanda kervansaray ola­ rak da kullanılmak üzere, bir kışla ( ribât, halk : lisanında rubai ) inşa edilmiş ve bu tarihten iti­ baren bu şehire Ribât Calüla demek âdet olmuş­ tur. Bu Malûmat, bize Calülâ ’nm mevkiini de k a fi olarak tespit etmeğe yardım etmektedir. Filhakika Ribât Calülâ ’nın bugünkü Kızıl-Robât ’ın aynı olduğunda hemen-hemen şüphe yok gib i­ d ir; bilhassa arap coğrafyacılarının Calülâ için gösterdikleri mesafeler Kızıl-R obât’a tamamiyle uygun düşmektedir. Calülâ şehri 34° 10' şimal arzı, 450 şark tulünde ( Greenw,), Cebel Hamrİn üzerinden geçen boğazın şark müntehasında dağlık arazide bulunuyor. Diyalâ nehri bu şeh­ rin şarkından ve çok yakınından geçmektedir. Halk lisanında Çazilâbâz ve Kazrâbâz şekille­ rini alarak ( krş. Petermann, Reisen im Orient, II, 274), bozulmuş veya îÇizrebât (krş. Herzfeîd, Petermanns Geogr. Miti., 1907, s. 51 ) şek­ lînde kısaltılmış olan Kızıl-Robât kelimesinin mânası „kızıl kervansaray" ’dır. Orta çağdaki Calülâ gibi, bugünkü Kızıl-Robât da ehemmiyet­ siz bir şehirdir. Kervanların çok geçtikleri bir yol üzerinde bir durak ve menzil olmaktan başka bir rolü yoktur. B i b l i y o g r a f y a ' . Ba'kübâ ’da gösterİ■ len eserlerden başka bk. bir de Streck, Baby- lonîen nach den arab, Geograph., I, 8, 15 ; G. le Strange, The lands o f i he East. Calip hate (190 5), s. 62 ve Çızıl-Robât hakkında krş. Ritter, Erdkunde, IX, 418, 489; Ker Porter, Reis en in Georgien, Persien and Armenien . . . (Weİmar, 1833), II, 334 v.dd. ( M. S t r e c k .) C E L V E T İY E . C ALVA TİYA , Üsküdarlı Ş eyh 'A ziz Mahmüd Hudâyi ’nin kurduğu t a r i ­ k a t ı n adıdır. Calvat ( »yerini, yurdunu terketm ek") tasavvuf ıstılahı olarak, kulun, Tanrı sıfatlan ile, halvetten çıkışına ve Tanrı va rlı­ ğında fânî oluşuna denilir ( Sayyid Şarif, Ta'rifât, s. 3 ). Bursaîı İsmail Hakkı, Silsilanâm e-i



67



calvatîya ( s. 63 ) adlı kitabında, İlk önce Tan­ rının 7 adı ile zikr vermenin, meşhûr Şeyh Abü Ishâk Şafi al-Din Ardabtli ( 735 = 1334/1335 ) ’nin şeyhi, İbrahim Zâhid Gilâni (6 9 0 = 12 9 1 ) 'den kaldığını ve h a l v e t e karşılık, c e l v e t meşrebinin de yine bu zattan zuhûr ettiğini söyler. İbrahim Zâhid Gilâni ’de zuhûr eden bu meşrep, ‘A ziz Mahmüd Hudâyi ’de kemâlini bulmuş bu münâsebetle Muhmüd Hudâyi, c e î v e t î y e denen tarikatı kurmuştur (ayn. esr., s. 87). Yine İsmail Hakkı, bir sâlikin, yâni hakikat yolcusunun, tarikat bakımından, celvetî bile olsa, halvette kaldıkça, halvetî sayılacağını fakat tarikati halvetî olan birisinin, halvetten geçmiş ve bu meşrebe, bu neş’eye sahip olmuş­ sa, hakikatte celvetî olduğunu da ayrıca söy­ ler ( s. 64 ). Celvetîlik, bayramîyeden ayrılan bir tarikat tir ( bk. 8AYRAMİYE ). Bütün kaynaklarca Mah* müd Hudâyi ’nin şeyhî Üftâde ’dir. Kendisinin Vâki'ât adı kitabı da bunu açıkça gösteriyor. Yalnız Üftâde ile Hacı Bayram arasındaki sil­ sile bîr az karışıktır. Bâzan bir müezzinin va­ zifesini görüp, karşılığında p ara . istemeksizin ezan okurken bir müddet sonra kendisine aylık tâyin edilmesi üzerine gördüğü bir rüyada „makammdan üftâde oldun" sözü ile azarlanması yüzünden, asıl adı olan Muhy al-Din *i bırakıp, İlâhilerinde Üftâde mahlasını kullanan ve 998 (1580/1581 ) ’de B u rsa’da vefat eden Muhy alDin Üftâde, İsmail Hakkı ’ya göre, Bursa ’da Ulu camide eski minare dibinde oturan Kötü­ rüm Hızır Dede ’ııin halifesidir. Hızır Dede, evvelce çobanmış; sonra kötürüm olup, çoban­ lıktan kalmış ve bu minare dibinde ibâdete dalmışken, Hacı Bayram Ankara ’ya gelince, Hacı Bayram ’a bi'at ediyor ( s. 76 ). Tibyân, Üftâde ’nin Karnd Allah Çelebi ’den. onun, ba­ bası A k Şemseddin ’den, onun da Hacı Bayram ’dan feyiz aldığını ayrı bir rivayet olarak kayd­ ediyorsa da, bu silsile, hiç bir yerde görülmediği gibi, celvetılerce de rivayet edilmemiştir. ‘Aziz Mahmüd Hudâyi, Ş a k a ik zeyli ’ne göre, Seferi-Hisar ’iıdır. Gülşen Efendi, K ülliyât-1 hazret-i H udâyi ’de Sivrihİsarh öldüğünü söy­ lüyor, Silsilanâm e-i calvat i ya, şeyhi Konya Koç-Hisarı ’nda göstermede, Tibyân da bu ikin­ ci rivayeti kabûl etmekte ve 948 S 1541/1542 ) 'de doğduğunu ilâve etmektedir. Gülşen Efendi, doğum tarihini, 950 ( 1543/1544 1 olarak kaydedi­ yor. İstanbul ’da okuyan, Edirne ’de Sultan Selim medresesinde muidlik, Şam ve M ısır’da naiplik eden, Mısır ’da Karim al-DÎn Halvatİ adlı birisine intisap edip, halvetî olan Mahmüd Hudâyi, nihâyet Bursa'da Farhâdiya rssdresesine müderris ve Câmi‘-i 'atik mahkemesine naip oluyor. Bu sırada, aa’aneye göre, bir gece



6$



CELVETÎYE.



rüyasında cennetlik sandığı bir çok kimseleri Mahmüd Hudayi, üç kere haccetmiştir. Mih­ — cehennemde, cehennemlik sandıklarını — rimah Sultan ’ın kızı A yşe Sultan ’ı aldığı da cennette görüyor. Bunun üzerine ertesi sabah rivayet edilmektedir. Şeyhin tatlı dilli ve gü­ derhâl Üftâde ’ye gidip, t e s l i m oluyor. Tib- zel söz söyler bir zat olduğu ( Naimâ ), seyrek yân ve K ülliyât, bu teslim oluşun tarihîni i sakallı ve orta boylu bulunduğu ( İsmail H a k k ı) zilkade 984 cumartesi ( 1577 ) olarak kaydedi­ söylenir. A kbıyık *m âdetini tâzelediğîni ve saç yor ki, an’ane ile böyle rivayet edilmiş olduğu koyuverdiğini, dervişlerine de saç koyverdirtti» anlaşılmaktadır. K ülliyât ( s. 4 v. d.) ’ta, Üftâ­ ğini Şakâ'îfc zeyli ’nden anlıyoruz ( I, 64 ), İs­ de ’ye intisabına sebep olarak, başka bir riva­ mail H akkı: — »Cüneyd Bagdâdî soyundan ol­ yet daha kaydedilmektedir. Mahmüd Hudayi, duğu kendisinden duyulmuştur" — diyor. Mah­ Üftâde ’ye 3 yıl kadar hizmet ettikten sonra, müd Hudayi, 1038 ( 1628 ) yılı saferınin ikinci kendisine halifelik verilip, Sivri-H isar ’a gön­ salı gecesi vefat etmiştir. Ölümüne bir çok ta­ derilmiştir. Bİr müddet sonra İstanbul ’a gelip, rihler düşürülmüştür. Fakat kimin olduğunu tarihi cidden pek Çam lıca’da Musalla mescidine bitişik iki taş bilmediğimiz dt/u-* oda yaptırıp, bir vakit orada oturmuş, oradan güzel bir tesadüftür. Rum Mehmed Paşa camii yanındaki bir odaya Mahmüd Hudayi ’nin 18 arapça ve 12 türkçe göçmüş, 997 (1588/1589 ) ’de şimdiki tekke ve eseri vardır ki, bunlar Üsküdar ’da Selim A ğa camiin yerini almış, 1003 (1594/1595 ) ’te tek­ kütüphanesinde Hudayi kitapları arasındadır. kenin ve camiin yapılması bitmiş ve oraya Başka eserleri de belki vardır ( bu eserlerin taşınmıştır. Naimâ tekke ve camiin, Rüstem adları için bk. Külliyât, s. 607, n o t), Eserle­ Paşa ’nm kızı A yşe Hanım tarafından yaptırıl­ rinin çoğu, bir kaç sahifeîik rİsâleciklerdir. dığını kaydetmektedir ( 1 , 112 v. d.). 1002 cemâ- Arapça Macâlis, tefsirlere müracaat edilmeden ziyelâhirinde ( 15 9 4 ) Fâtih camimin cuma yazılan ve tamamlanmamış bir tefsirdir. Risâla vaizliği ile müfessir ve muhaddisliği kendisine f i ’l-tarifcat al-Muhammediya adlı arapça risa­ verilmiş, tekkedeki cami yapılınca camiin ha­ lesi ile türkçe Tarîkatnâme ’si ve yine türkçe tipliğini alıp, Fâtih camimdeki vazifesini bı­ manzûm Nacât al-ğarik adlı risalesi, K ü lliyât rakmış ve buna karşılık' Ü sküdar'daki, îskele adı altında divanı ile bir arada basılmıştır. En camii de denen, Mihrimah Sultan camimin per­ mühim ve büyük eseri, Üftâde ’nin tasavvufî şembe vaizliğini almıştır. Ayrıca Suîtanahmed sözlerinin zaptından meydana gelen Valfı ât adlı câmiinin vaizliği de kendisine verilmişse de, kitaptır. Üftâde ’nin türkçe konuştuğu muhak­ Özür dilemiş ve yalnız her ramazan ayınm ilk kak olmakla beraber, ’Aziz Maîımüd Hudayi pazartesi günü Suîtanahmed ’de vaaz etmeği bu kitabı arapça yazmıştır. Kendi elyazısı ile yazılmış ve iki cüzden meydana gelmiş olan kabul etmiştir. Mahmud Hudayi zamanında büyük bir hür­ aslî nüsha, Selim A ğa kütüphânesinde Hudayi mete mazhar olmuştur. Silsilanâm e-i calvatiya kitapları arasında 574 numarada kayıtlıdır. Üs­ şeyhin bu teveccühe uğrayışma Ahmed I. ’in tündeki vakfiyeden, şeyhin babasının Mahmüdbir rüyasını kerametle tâbir etmesini, sebep oğİu Fazl Allah adlı birisi olduğunu da anlı­ olarak, gösteriyor, Peçevî, Rumeli kazaskeri yoruz. Bu eser, yalnız celvetîlik ve tasavvuf ba­ Şun' Allah ’ın te’siri ile vezir Ferhad Paşa ta­ kımından değil, türlü münâsebetler ile zama­ rafından Fâtih camiine vaiz tâyin edildiğini nındaki adamlardan ve vak’alardan da bahset­ kaydetmekte ve şöhretinin bu suretle başladı­ mesi dolayısiyle, tarih bakımından da değer­ ğına işaret etmektedir ( II, 36}. Naimâ, şey­ lidir. Gülşen Efendi merhum, divanına pek fâhülislamın şeyhi sevmediğini söylemektedir İdeli notlar iiâve etmiştir. Bâzı şiirlerin tari­ ( I, 112 v. d.) Fakat Ahmed I . ’in ölümünde hini, hemen çoğunun bestelenmiş olduğunu ve padişahı yıkamak üzere davet edildildiği, ihti­ bestekârlarını, bu arada şeyhin de besteleri ol­ yarlığından bu hizmette bulunamayıp, padişahı duğunu (s. 112, 1 3 7) ve bir İlâhînin Murad halifelerinden Şaban Dede ’nİn yıkadığı dü­ HI. ’ın ölümü münasebetiyle söylendiğini ( s. 79 ) şünülecek olursa (Naimâ, II, 154 ), Ahmed I. bu notlardan öğreniyoruz. İlâhîlerinin bir kısmı, ’in Hudayi abdest alırken su döktüğü, valide hece iledir ve bilhassa bunlarda Yunus te’siri Sultan ’m havlu tuttuğu, padişahın şeyhin ar­ görülür ve bir kısmı da zâten Yunus 'a nazi­ dında yaya yürüdüğü gibi, bâzı hikâyelerin, redir. Hemen bütün şiirleri zühdî-tasavvufî olup, dağru olmasa bile ( K ülliyât, s. 9 v.dd. ), bir ash şiir bakımından, pek değerli değildir. Hattâ bulunduğu ve Ahmed I. ’in şeyhe ziyâdesi ile bunlarda tasavvufun vec.d ve aşkını, coşkunluk saygı gösterdiği anlaşılır. Zâten Peçevî, Naimâ ve taşkınlığını bile bulamayız. Esasen Mahmüd ve diğer bütün kaynakların, şeyh hakkında Hudayi, vahdet-i vücudu, şeriat hudutlarım taş­ haddinden fazla hürmetkar bir dil kullanmaları mamak üzere, kabûl eden ve her hususta şeri­ da buna delildir. atın zâhidiik yolunu tutan tam sünnî bîr şeyh­



CELVETİYE - CEM. tin Hattâ o, tasavvufta taşkınlık gösteren ya­ hut bir az serbest fikirli c?o!a sufîlere bile mu­ arızdır. Simavnakadısı-oğlu Bedreddin’in ve Bedreddin sûfilerinin aleyhine padişaha bir arîza bile vermiştir ( M. Şerefeddin, Sim avnakadısıoğltt Şeyh Bedreddin, s. 72— 74 ). Yalnız garip­ tir kî, bu arîzada kendisinin Balkanlardaki „ S i­ ma vna tâifesi'c arasında b a b a olduğunu da kaydeder. Anlaşılıyor ki, Rumeli ’de de bulun­ muş ve belki merak yüzünden, bunların arasına karışmıştır. Bir aralık, kendini bunlara kap­ tırmış olması da ihtimâl dahilindedir ( s. 74). Celvetîlik tamamıyle sünnî bir tarikattır. Bu tarikate sülük, esma iledir. Esma-i seb’a, yâni Tanrının 7 adı, „usûl-i esmâ“ admı alır. Ceîvetîlikte bunlardan başka beş ad daha kabûl edilmiştir ki, bunlara da „furû’-İ esma" denilir ( ju * t



CENGİZ HAN.



malûmatı azd ır; fütuhat savaşlarına dâir fazla fık r a ), Daha Cengiz Han hayatta iken, mağ­ bir şey bildirmez. Bu»a mukabil, İslâm kay­ lûpların medeniyetini, hiç değilse, hârice» ta­ naklarında da zikredilen Horasan ’da vuku bu­ mamen benimseyen ve bir kaç dil konuşabilen lan ufak bir disiplinsizlik ( bir ordu grupu, genç moğuliar vardı. Ancak han mağlûp mil­ hanın emrine rağmen, bir tarlanın yağmasına letlerin medeniyetlerine dâima yabancı kalm ış­ girişm işti) bilhassa zikredilmeğe ve üzerinde tır ; ana dili olan moğuîcadan başka hiç, bir dile âşinâ değildi. durulmağa değer. Cengiz Han ’m, daha Moğulîstan 'da iken, Cengiz Hân 'ın „dâhiiî siyaseti" ( eğer böyle bir tâbir yerinde is e ) için dikkate değer bir geniş fetih plânları ile hareket ettiğine dâir cihet de, kendisine izafe edilen sözlere göre, elimizde hiç bir delil yoktur. Komşu medenî onun Orhun kitabelerindeki „fakir ve çıplak­ ülkelere yaptığı ilk seferlerde talan maksadı ların" yardımcısı hanın aksine olarak, sâdece or­ güdülüyordu; dâimî moğul hâkimiyeti buralar­ dusu ve kavmi arasında nizam ve disiplinin te’- da çok daha sonradır. Batıya ilk sefer, bu is­ sisine yarayan hizmetlere kıymet vermesidir. tikamette kaçan düşmanların takibi için yapıl­ Cengiz ’e göre, kendisinden önce oğul babaya, mıştır. Daha sonra, hâdiselerin inkişafı ile, bu küçük kardeş ağabeğine, gelin kain vâldesine, seferler plânlı bir fetih harbine inkılâp etti. 1205 yılında, Cengiz Han, ilk defa, medenî memurlar âmirlerine itaat etmiyorlar ve âmirler de, emirleri altında bulunanlara karşı vazife­ bir ülke olan Tangut ( Çinlilerin Hsia yahut lerini ifa etmiyorlardı. Hükümdarlığı zamanın­ Hsi-Hsia tâbir ettikleri d ev let) ’a sefer etti da, idaresi altında her yerde, intizam te’min ve ve boİ ganimetle döndü. H sia ’ya karşı harp daha sonra müteaddit defalar tekrarlandı. 1210 her kesin mevkii tâyin edilmişti. Söylendiğine göre, Cengiz Han mühür ve ’da Hsia imparatoru Cengiz Han ’a kızını, zevce yâzi kullanıldığım, ilk olarak, Naymânlar ülke­ olarak, vermeğe mecbur oldu. Muhasamata, bu sinde görmüştür. Emrindeki müslüman tacirler, tarihten çok sonra, yeniden başlandı ve im­ bugünkü şarklı tacirler gibi, çok uzak ülkeler paratorun ölümünden bir sene önce, Hsia dev­ ile ticarî münasebetlerde bulundukları hâlde, letine nihayet verildi. Şimalî Ç in ’de Kin sülâlesi ile 1 2 1 1 ’de baş­ yazı yazmak bilmezlerdi. Nayman hanlarının hizmetinde bir u y g u r mühürdar vardı. Cengiz lamış olan harp de uzun sürmüştür. Bu harpte, Han onu kendi hizmetine aldı, imparatorluğun­ başladığı andan itibaren, bütün kuvvetlerden da u y g u r yazısının kullanıl masını tamim etti istifâde edilmiştir ; Mogulistan ’da yalnız 2.000 ve. bu yazının oğullarına ve diğer asîl genç asker b ıra k ıld ı; han ve 4 oğlu da, ordu ile moğullara Öğretilmesini emretti. Moğul impa­ birlikte, bu harbe iştirak ettiler. Müteaddit ratorluğunun daha o sıralarda doğrudan doğ­ muzafferiyetierden sonra, moğul ordu grupları, ruya çın memuriyet sistemi, te’siri altında kal­ R aşid al-D in’e göre, 1 2 1 3 ’te ve Çin resmî, dığına hükmetmemize bir sebep yoktur. Göçe­ anallerıne göre ise, 12 14 ’te Peking önünde beler nazarında Çin imparatorluğunun pek bü­ buluştular. Burada sulh yapıldı ve Cengiz Han yük tutulduğu muhakkaktır. Peking 'in zaptın­ çin prenseslerinden biri ile evlendi. Fakat $ dan az sonra, Cengiz.H an’ın karısı olup, ko­ ay sonra harp yeniden başladı. 12 x5’te Peking, casından sonra 30 küsur sene daha yaşayan uzun bir muhasaradan sonra, galiplere teslim Kin sülâlesine- memsûp prenses güzel d eğild i. oldu ve 12 16 ’da Cengiz Han M oğulîstan’a dön­ ve^dünyaya hiç bir çocuk getirmemişti. Buna dü. Fakat Cengiz Han buradan ayrılır-ayrılmaz, rağmen, „büyük bir imparatorun kızı" sıfatı Kin imparatorluğunun mühim bir kısmı geri île, sülâlesinin izmihlalinden sonra da, bütün alındı. Daha sonra bu harbe devam vazifesini hayatı boyunca, vatandaşlarından hürmet gör­ kumandanlardan Mnljuli üstüne aldı. Fakat uğ­ müştür ( krş. R aşid al-Din, Tradı vost. oid. radığı bütün mağlûbiyetlere rağmen, Kin impa­ arh. o b ş ç XIII, 1 31). Mamafih Cengiz H an ’ın ratorluğu devam etti ve ancak Cengiz Han ’m sarayında devletinin kuruluşundan uzun zaman halefi tarafından ortadan kaldırılabiidi. 1 2 1 1 — 1216 yıllarında, moğullarm bütün kuv­ sonra da Çin medeniyetinin hiç bir mümessili yoktu, Meng-Hung ’un bildirdiğine göre, çin vetleri Çin ’de meşgul iken, batıya kaçan düş­ yazısı moğuliar tarafından, Çin ile münasebet­ manların takibine fasıla verilmek mecburiyeti lerinde bile, ancak 1 2 1 9 ’dan sonra kullanıl­ hâsıl olmuştur. Bu sebeple, moğul silâhlarının mıştır. Bundan önce' Çin ’e gönderile» tah­ batıdaki bütün muvaffakiyetleri ya 12x1 'e ka­ rirat yalnız u y g u r yazısı ile yazılıyordu. dar veya 12 16 ’daa sonra elde edilmiştir. Moğulîstan ve Çin ’in hemen batısında KaraIra alı. memurların da Cengiz Han ’ın hizmetine ancak Mâverâünnehr ’in fethinden sonra girdiği Hıtay gûrhanîanmn ülkesi bulunuyordu. Bu anlaşılıyor ( krş. d’öhsson, Histoîre des Mongols, ülke uygur memleketinden (k rş. BİŞBALÎK) 1, 413 v. d., Raşid al-Din tarafından bildirilen Aral gölüne kadar uzanan bütün sahayı ihtiva



CENGİZ HAN. ediyordu. Kara-Hıtay devleti, ilk olarak, Mo- onun da böyle bir muharebeye girişmek tasav­ ğulistan 'dan kaçan insan kalabalığının ve bun­ vuru yoktu. Cengiz Han ’m bu muharebeden ları tâkip edenlerin istilâsına uğradı. Esasen haberdar olup-olmadiği, haberdar idi ise, nere­ muhtelif müslüman hükümdarlarının ve bilhassa de ve ne zaman haber aldığı malûm değildin Hvârizmşâh Muhammed ’in taarruzları ile za­ Ancak bu muharebenin iki devletin münase­ yıflamış olan Gürhan hâkimiyeti bu suretle betleri üzerinde hiç bir te’siri olmamıştır. G â­ tamamen ortadan kalktı. 1209 ’da uygur hüküm­ libâ bu çarpışma her iki tarafça esef edilecek darı (İd ik u t), 1 2 u ’de bugünkü Yedi-Su şima­ bîr anlaşamamazhk diye kabul edilmiştir. Cen­ linde bulunan Karluk hükümdarı Arslan Han giz Han ’m bir kaç sene sonra, bütün İslâm ( moğullara ilk tâbi olan müslüman hükümdar­ âlemi için felâketle neticelenen, Hvârİzmşâh d ır), 1216 ’dan sonra da İli vadisindeki A l- devletine karşı büyük seferinin bu hâdise ile mahk hükümdarı moğul lara boyun eğdiler. Mâ- hiç bir alâkası yoktur. Bu seferin sebepleri, fakat ekseriya vesika­ verâünnehr Hvârizmşâh tarafından zaptedildi. Kara-Hıtay devletinin diğer kısımlarını da Nay- ları îâyıkı ile bilinmeden, sık-sık bahis mev­ man hükümdarı Küçlük ele geçirdi. Müteakip zuu olmuştur. En yeni İlmî tetkiklerde bile senelerde Küçlük, hiç bir engele rastlamadan, halife Naşir lidin Allah ’m moğul lara bir se­ hâkimiyetini bu sahalarda sağlamlaştırdı. Ken­ faret heyeti göndererek, düşmanı Hvârizmşâh’a disi, kabilesinin ekser mensuplan gibi, aslen karşı, onlardan yardım istediği rivayeti haki­ hıristiyan id i; Kara-Hıtay ülkesinde »putperest­ kat gibi gösterilir. Hâlbuki Mirhvand ( Vie de liği" ( gâlibâ budizmi) kabûl etti. Bugünkü D jenghiz Khan, nşr. Jaubert, s. 102 v. d.) ’da Çin-Türkîstanı ’ndaki müsliimanları, uzun mu- buna dâir verilen mufassal malûmat kafiyen mukavemetlerden sonra, hâkimiyeti altına al­ efsânevî mâhiyettedir. İlk kaynaklarda halife­ mağa muvaffak oldu ve aleyhlerinde şiddetli nin böyle bir hareketinden, İslâm âlemine ya­ takibata, girişti. Alenî ibâdet yasak edildi ve yılmış müphem bir rivayet olarak, bahsedilir; halk Hıtay libası giymeğe mecbur kaldı. Serkeş adetâ bu tarihten 20 sene sonra papa tarafveya şüpheli şahısların evlerine asker yerleş­ darlarmm Friedrich II. ’e karşı ve onun tarâftirildi ki, bu usul, XV II. asırda Louis XIV. darlarmın da papaya karşı olan aynı şekildeki tarafından, Fransa ’da protestanlara da tatbik ithamları gibi ( krş. L. Cahun, Introduction d olunmuştur." l ’histoire de l ’Asie, Paris, 1896, s. 356 v. d.). Cengiz H an’ın yeniden batıya teveccühü 1216 Vakıa Cengiz Han 1215 veya 1216 ’da, Peking ’da kabil olabildi. Bu tarafta düşmanların ta ­ 'de müslüman bir sefaret hey’eti kabul etjmiştİr; kibine bu sefer büyük oğlu C u c i’yi memur Fakat bu hey’et halife tarafından değil, Hîvâetti, Cuci ilkin, Naymaniarm değil, Merkitlerin rizmşâh tarafından gönderilmişti. Çin ’deki moüzerine yürüdü. Moğuliar tarafından Baykal ğul muvaffakiyetleri orta A sya ya kadar duyul­ doğusundaki sahaya sürülmüş olan Merkitler muştu. Hvârizmşâh da bunları İşîtmîştî ve gön­ bugünkü Kırgız bozkırlarına sığınmışlardı. Çar­ derdiği sefaret hey’eti vasıtası ile, yeni fatihin pışma bu bozkırın batı kısmında, şimdiki Tur­ kuvveti hakkında daha sarih bir fikir edinmek gay mmtakasında vuku buldu ve Merkitler istiyordu. Bu sefaret heyeti hakkında malumat hemen tamamen yok edildiler. Fakat hemen veren yegâne müverrih ( C uzcâni, Tabakât-i sonra moğul ordusu Hvârizmşâh ’m kalabalık N aşiri, trc. Raverty, s. 270 v. d,, 963 v. d.), bir ordusunun taarruzuna uğradı. Bu ordu ^malûmatını bizzat gönderilen sefirden ( Bahâ aşağı Sır-Derya vadisinden hareketle m mtaka-’ al-Din R â z i) almıştır. mn hâkimi Kıpçakîara karşı sefer etmişti. Mu­ Cuvayni ’de zikredilen ticaret kervanı ( krş, harebe sahası ve coğrafî şerait hakkında yegâ­ Schefer 'deki metin, Chrestomathie persane, ne sahih malûmat veren Nasavi, diğer menbâ- II, 106 v. d.) bu sıralarda gelmiş olsa1 gerektir, îarın aksine olarak, bu muharebenin ö tra r Tacirlerin, hanı, Moğulîstan ’da veya Çin ’de katl-i âmından sonra değil, daha önce 612 gördükleri, bu menbâda bildirilmez. Demek ( 1 21 5/ 1 21 6) ’de vuku bulduğunu sarahaten oluyor ki, iki devlet arasında ticarî münasebete kaydeder. Muharebede hiç bir taraf netice lerîn ie ’sisİ için İlk teşebbüs Hvârizmşâh dev­ alamadı. Müteakip gece moğuliar ordugâhlarım letinden gelmiştir. Moğulîstan ’dan orta Asya boşalttılar ve düşmanı aldatmak maksadı ile, ’ya bîr sefaret hey’eti ve ticaret kervanı gön­ nöbetçi ateşlerini söndürmeksizin, uzaklaştılar derilmesi, ona bir mukabele olarak, kabul ve bÖylece, aradaki mesafeyi açarak, tâkip edil­ edilmelidir. Daha 1203 ’ten önce müslüman ta­ mekten kurtuldular. Cuci ’nin bu muharebeyi cirlerin Cengiz Han ’a gelenleri, bu ticaret istemediği sarahatle kaydedilir. Hvârizmşâh ’m münasebetlerinin her iki taraf İçin, aleîûmum bütün kâfirlere düşman nazarı ile baktığını kabul edildiğinden fazla bîr ehemmiyeti hâiz söylediği rivayet edilmekle beraber, her hâlde olduğunu gösterir.



CENGİZ HAN. . 1218 ’de Mâverâünnehr ’de moğul hanının el­ çisi olarak Hvârizmlî, Bnharalı ve Otrarlı 3 müslüman görmekteyiz. Bunlar Hvgrizmşâh 'a kıymetli hediyeler getirmişler ve hanın kendi­ sine „en sevgili oğullarından birisi" nazarı ile baktığım tebliğ etmişlerdir. »Oğul" tâbiri Muhammed'i rencide etmiş olmalıdır 5 zîra bu şöz ile şarkî A sya ’da ve İslâm âleminde hü­ kümdarlar vasailerine hitap ederlerdi. Bununla beraber, Cengiz Han ’tn, iddia edildiği gibi, H vSrizmş5h ’ı bu suretle kasden tahrik etmek istediği şüpheli olsa gerektir. Muhakkak olan cihet, iki hükümdar arasının bu hâdise yüzün­ den açılmadığıdır. Muhammed ’m memnuniyet­ sizliğini, sefaret hey’etini kabûl ettiği zaman değil, müteakip gece elçilerden biri ile konu­ şurken, izhar etmiş olduğu ve muhatabından aldığı tatminkâr cevap üzerine, sefaret hey’e­ tini müsait cevap ile memleketine gönderdiği bildirilir. Ticaret kervanı hepsi müslüman olan 450 k i­ şilik bir kafileden mürekkep idi. Başlarında 4 tacir bulunuyordu: Otrarlı ‘Oraar Höcâ, Marâgalı ( Azerbeycan) Hammil, Baharatı Fahr al-Din Dizaki ve Heratlı Amin al-Din. Bütün bu tacirler hudut şehri Ortar ’da katl­ edildiler ve malları yağma edildi. Bu katillerin şehrin kumandanının şahsî tamah veya sulta­ nın emri ile mi yapıldığı mâlûm değildir. Y al­ nız hiç bir meabâda tacirlerin casusluk veya tahrik edici bir hareketle bu âkibete uğradık­ larına dâir bir kayda tesadüf edilmez. Cengiz Han ’ın, diğer bir sefaret hey’eti vasıtası ile, tarziye istediği bildirilir, Muhammed bu hey­ ’eti, veya içlerinden bîrini de öldürttü. Bu hâdiseler H vârizm devletine karşı seferi artık bir zaruret hâline getirmişti, İslâm kay­ naklarına göre, Cengiz Han ’m bu seferi öoo.ooo veya 700.000 kişi ile yaptığı söylenir. Bu sa­ yılar, şüphesiz, pek mübalağalıdır; fakat moğullarm bu kuvvetli düşmana karşı mümkün olduğu kadar büyük bir ordu ile harekete geç­ miş olacakları da pek tabi’îdir. Buna hükmet­ tirecek diğer bir cihet de, 12 u ’de olduğu gibi, bu seferde de han ve 4 oğlunun ordunun ba­ şında bulunmalarıdır. Bununla beraber doğu ülkeleri de tamamen askersiz bırakılm adı; Çin ’deki harp bu seneler içinde de devam etmiş­ tir, Kumandan Mukaîı ( Muhali ) ’nın emrinde, 129,000 mevcudlu moğul ordusunun hemen ya­ rısı bulunuyordu. Çin ’dekı bu ordudan her hâlde hiç veya pek az kuvvetler çekilm iştir; yoksa Kinler bu fırsattan, daha iyi bir şekilde, istifâde edebilirlerdi. Buna göre, HvSrizmşâh ile muharebeye sevkedilen moğul ordusunun asıl muharip kısmı 70.000 kişiden pek fazla olmasa gerektir; tâbi kavîmlerden bu sefer



için gönderilen asker moğul ordusundan bir az daha fazla sayıda olabilir. Bunlar arasında 2 müslüman hükümdar da vardı. l^arîuk hü­ kümdarı Arslan Han ve Almalık hükümdarı Sugnak-Tigİn, orduları ile, dindaşlarına karşı, moğullann safında harbe iştirak etmek mec­ buriyetinde kaldılar. Mâverâünnehr ve diğer ülkelerdeki muharebelerde moğul ordusunun birlikleri hakkında sahip olduğumuz malûmat bizi moğullar ve müttefiklerinin ordu mevcu­ dunun 200.000 kişiyi tecavüz etmediğine hükmettirmektedir. H vârizmşâh ordusunun sayıca moğullara üstün olduğu muhakkaktır. Ancak bu ordunun muhtelif birlikleri, aralarında an­ laşamamış olduklarından, Cengiz Han ve ku­ mandanlarının idaresi altında sevkedilen orduya karşı koyamadılar. Moğul ordularının İslâm ülkelerinde elde et­ tikleri zaferler neticesinde, bizzat Cengiz Han ’ın batı istikametinde Buhara *ya, cenup istika­ metinde Sind kıyısında Peşâver havalisine ve ordularının Azak denizine kadar ilerledikleri şimdiye kadar, bir çok defalar, tafsilâtı ile anla­ tılmıştır. D’Ohsson ( Histoire des Mongols, I, 216 v.d.) ’un etraflı surette naklettiklerine ilâve edilecek yeni bir şey pek azdır. Yukarıda söy­ lendiği gibi, hâdiselerin bu şekilde inkişafında 1 2 1 8 ’de Küçiük devletinin Cengiz H an ’ın ku­ mandanlarından Cebe tarafından ortadan kal­ dırılmasının te’siri olduğu kabûl edilebilir. Kâşgar ve diğer şehirlerde halk, başlarındaki müs-, tebitlere karşı kıyam île, moğuîları kurtarıcı gibi karşıladı, Küçiük idaresi altında müslümanlarm mâruz kaldıkları dinî takibatın ak­ sine olarak, moğul kumandam her kesin atala­ rının dinîne sâdık kalmakta serbest olduğunu ilân etti. Bu hâdiselere dâir haberler, hiç şüp­ hesiz, Mâverâünnehr’e de ulaştı. O trar’da öl­ dürülenlerin hepsinin müslüman olması, H vârizmşâh’ı, tebeasım moğullara karşı mücâdele­ nin bir cihad olduğuna kandırmakta zâten güç­ lüklere uğratmıştı. Bu kere mesele kendisi için bütün-bütün müşkül bir hâl aldı. Moğul stratejisi bütün medenî memleketler­ de ( Çin ’de, Ön Asya ’da ve bilâhare Rusya ’da) aym idi. Her yerde silâhsız köy ahâlisi kütle hâlinde toplanıyor ve müstahkem mevkilerin muhasarasında istihdam ediliyordu. Kalelere taarruzda moğullar bu zavallıları öne sürerek, ilk ok yağmurunda bunları telef ettiriyorlar ve bu suretle takip eden asıl orduya yol açılmış bulunuyordu. Hattâ bâzı hâllerde bunlara bay­ raklar verilerek, düşmanlarda kalabalık bir ordu karşısında bulunduğu zehabı uyandırılıyordu. Hocend muhasarasında moğullar m sayısı 20.000 ’i geçmediği hâlde, beraberlerinde getirdikleri esirlerin 50.000 ’e yaklaşhğı anlaşılmaktadır.



CENGİZ HAN. Mâverâünnehr ve Hvarizm 'de moğul hâkimi­ yeti daha Cengiz Han zamanında, kat’î olarak, teessüs etmişti. Hvârizmşâh’m diğer ülkelerini bir kere daha fethetmek zarureti hâsıl oldu. Muhammed, şahsen, hemen-hemen hiç bir yer­ de düşman ordusuna karşı harekete geçmedi. Kaçışı ve ölümü hakkında bildirilen şeyleri, takip edenlerin izini kaybettikleri şeklinde tef­ sir etmek yerinde olsa gerektir. A ksi hâlde kıt’aya o kadar yakın olan Hazer denizindeki adada ele geçirilmesi güç olmazdı. 1240 yılma âit anonim bir moğul tarihi Muhammed ’in ha­ lefi Calal al-Din ’in moğul elçilerinin Öldürül­ mesini emreden şahıs olduğunu vatandaşlarına isbat etmektedir. Ibn Batuta ( nşr. Defremery ve Sanguinetti, III, 23 v.d.), 100 sene sonra, orta A s y a ’da buna benzer rivayetleri bizzat işitmiştir. Cengiz Han ve yakınlarının bu hu­ susta her hâlde daha iyi mâlûmat sahibi olduk­ larını kabûl etmek zarureti olsa gerektir. Bizzat Cengiz Han tarafından kumanda edi­ len ordu, bütün harb boyunca, tek bir mağ­ lubiyete .dahi, uğramadı. İslâm kumandanları ^ncak küçük moğul birliklerine karşı bâzı ge­ çici muvaffakiyetler elde ettiler, Harbin umu­ mî cereyanı hakkında itimat edilebilir malû­ mata sahibiz. Mamafih bu malûmatın çoğu 658 ( 1260 ) ’de yazılmış olan tek bir menbâdan ( Cuvayni, Târih-i cihan-guşây) alındığı cihetle, teferruatta her zaman sahîh değildir. Eser ile vak’alar arasında geçen 40 sene, bilhassa ha­ nın sözleri ve icraatı hakkında, bir takım efsânelerin türemesine kifayet etmiştir. Çok defa, en son İlmî eserlerde bile, ana dili olan moğulcadan başka bir lisan bilmeyen Cengiz Han ’m, Buhara ’yı zaptettiği zaman, mescidin ( musalla ) minberinden halka hitapla, insanları, işledikleri günahlardan dolayı, cezalandırmak üzerem A llah tarafından gönderildiğini söylediği: rivayeti yer bulmuştur ( bk. msl. Schefer, Ckrest. persane, II, 124 ). Bu hususta şunu ilâve etmek k â fid ir: Buhara ’nın zaptı hakkında, Cuvayni ’den önce, 3 müverrih malûmat ve rir; bunların hiç birinde böyle bir kayıt yoktur. Hanın arzusu üzerine Çin ’den Hindükuş ’a seyahat eden tao dini sâliklerinden çinli rahip Çang-Çun bize, han ve oğullarının emri üzerine ve Cengiz'in Hindükuş’tan Mâverâünnehr’e avdetinde, tahrip edilen arazi hakkında bâzı mâlûmat vermektedir. Cengiz Han ’m bu mez­ hebin ebedî hayata ulaşmak yollarına âşinâ olduğu anlaşılmaktadır; Çang-Çun 'a tevcih et­ tiği bir sual üzerine ondan ald ığ ı: — „Hayatı muhafaza etmenin çâreleri vardır, ama ölmez­ liğe kavuşmanın çâresi yoktur" — cevabı Cen­ g iz ’de bir hayli kırgınlığa sebep olmuş olabilir; buna rağmen, o nefsine hâkim kalmış ve çinli lalam Ansiklopedisi



râhibe karşı teveccühünü azaltmadığı gibi, onun hulûs ve samimiyetini öğmüş ve sonraları, her zaman tatbik etmemekle beraber, öğüt ve tav­ siyelerini bile büyük bir hürmetle karşılamış­ tır. Mart 1223 ’te bir av esnasında Cengiz Han ’ m hayatı tehlikeye girmişti. Attan düş­ müş ve azgın bir yabanî domuzun taarruzuna uğramıştı. Rahip, Cengiz Han ’a, yaşı ilerlemiş olduğu cihetle, artık bu eğlenceden vazgeçmesi lâzım geleceğini söyledi. Han bir daha avlan­ mayacağım vaad e tt i; fakat vaadini ancak 2 ay tutabildi. Cengiz Han 1223 yazını Çulan-Başı bozkı­ rında ( bugünkü Sır-Derya doğusunda ve İsken­ der silsilesi şim alinde), 1224 yazım da Irtış kıyısında geçirdi. Vatanına 1225 ’te döndü. A y m senede buradan Hsia devletine sefer e tt i; bu kendisinin son seferidir. Burada Çin ’in bu­ günkü Kan-Su eyâletinde, Tsin-Çou şehrinden uzak olmayan bir yerde ve Hsia merkez şeh­ rinin k at’î olarak tesliminden bir kaç gün önce, 624 ramazanının ilk yarısında (ağustos 1 2 2 ; ) vefat etti ( ölüm tarihi ihtilaflıdır ). Cesedi Mo­ ğolistan ’a getirildi ve Onon ve Kerüîen meliha­ ları civarında, Burhan-Haldun dağlarında bir yere defnedildi. Gömüldüğü yer, moğul âdeti üzere, gizli tutuldu. Daha sonra, o dağlara haleflerinden bazıları da gömülerek, heykelleri dikildi. Bu sâhamn çok daha cenubunda bulu­ nan Ordos ’ta, büyük sed ile Hoang-Ho arasın­ da Camhak ırmağı üzerinde, bugün 2 keçe ça­ dır vardır. Bunlarda, bazılarına göre, bakır, bir kısmına göre de gümüş bir sandık içerisinde Cengiz Han ’m kemikleri, eyeri, fincanı ve çu­ buğu ( l ) mahfuzdur; muayyen günlerde ziya­ ret edilir ve kurban kesilir. Bu yadigârların muahhar bir devre âit olduğu ve kurban âyi­ ninin de sonradan yapılmağa başladığından bit­ tabi şüphe: edilemez. Buna dâir verilen ilk ma­ lûmatın hangi zamaıiâ âît olduğu bugüne ka­ dar araştırılmış değildir. Büyük fatihin hayatının son 10 yılındaki ha­ ricî görünüşüne dâir, çinli Meng-Hung ve iranlı Cüzcâni vasıtası ile, bâzı malûmata sahibiz. Uzun boyu, geniş alm ve uzun sakalı ile, ırkdaşlarmdan ayrılıyordu. Cüzcâni ayrıca, iri vücutlu ve yeşil-elâ gözlü olduğunu bildirir. Tepesinde yalnız bir kaç tel ak saçı vardı. Cengiz Han hayatta iken, 3. oğlu Ügedey ’İ de kendine halef tâyin etmişti. Her göçebe devlette olduğu gibi, Cengiz Han 'ın kurdu­ ğu devlette de, devletin hükümdara değil, hü­ kümdar ailesine âit olduğu, bu ailenin her rüknünün bir u l u s u ( k a b ile ), bir y u r t ( a ra z i) ve bir i n c ü ( saray ve askeri için lüzumu kadar v a rid a t) ’ye sahip olmak esası hâkimdi. Bu esasa Cengiz Han da riâyetle, ?



9&



CENGİZ HAM.



moğul an’anesi icabı, babasının „ e v i n i ", yâni aslen sahip olduğu araziyi ( Moğulistan ’m doğu kısm ı), tevarüs eden küçük oğlu Tuli hâriç olmak üzere, oğullarından her biri daha Cengiz Han hayatta iken, muayyen arazi parçalarının sahibi olarak tanındılar. Cengiz Han hâkim bulunduğu müddetçe, bu şartlar altında dahî, devletin birliğine halel gelmediği anlaşılmak­ tadır. Oğulları muhtelif mıntakalann hüküm­ darları olmaktan ziyâde, babalarının refik­ leri ve sâdık yardımcıları olarak görülürler. Her birinin devlet idaresinde hususî vazifeleri va rd ır: Cuci — avcı başı, Çağatay — moğu! örf hukuku ( yasa ) tatbikçisi ve Tuli — harp nâzın idi. Babalarının ölümünden ancak az önce, Tuli ile büyük oğlu Cuci ’nin arası a çıld ı; Cuci, batı Ülkelerinin fethinden sonra, âiîenîn Moğo­ listan ’a dönmeyen yegâne rüknüdür. Cuci ’nin babasına karşı isyan edip-etmediği veya moğul an’anesinin iddia ettiği gibi, bütün bunların iftira olduğu tâyin edilememektedir. Bilinen bir şey varsa, o da Cengiz H an’ ın oğluna karşı sefere hazırlandığı sırada Moğulistan ’a bunun ölüm haberinin geldiğidir. Muahhar menbalara göre ise, Cuci babasından sonra 6 ay daha yaşamıştır. B i b l i y o g r a f y a : d’Ohsson, Histoire des M ongoh, 1 ’de zikr ve İstifâde edilen menbâlardan başka bk. bilhassa Cüzcaııi, Tabakât-i N aşiri ( metin Bibliotheca îndica, Calcutta, 1864 ve trc. Raverty, London, 1881) ; 1221 senesine âid çînli Meng-Hung ’un verdiği malûmat için bk. V. Vasil-ev ( Trudı vost. otd. arh. obşç., İV ); çinli râhİp Çang-Çun ’un seya­ hatine dâir olan malûmat, Palladius ( Trudı • ■ rossiyskoy duhovnoy missii v Pekine, Î V ) ve E. Bretschneider ( Mediaeval Researches frotn Eastern Asiatic Sources, î, 35 v. d.) tarafından tercüme edilm iştir; bir moğul ta­ rafından kaleme alınmış olan 1240 senesine âit yüû7i«pao-mî>f ( „Yüan sülâlesinin gizli ta r ih i") adlı anonim eserin elde mevcud çin yazısına nakledilmiş şekli ile çince tercümesi, Palladius tarafından, rusçaya çevrilmiştir ( Trudı rossiyskoy duhovnoy missii, I V ). Bütün bu membâiardan istifâde sureti ile W. Barthoid, Cengiz ’in şahsiyeti ve faaliyeti hakkında, bir deneme vücuda getirm iştir; krş. Zapi&ki vost, otd. ark, ob$ç„ X, 105 v. d .; Turkestan v epohu mongol'skago «aşestviya, U, 409 v. d .; mezkûr esere âit müellif tarafından verilen malûmat için bk. M S O S , İ ; Ostas. Stud., s. 196 v, d . ; cîld IV, Westas. Stud., s. 179 ve Hartmann tarafından buna dâir yapılan icmal İçin bk. O L Z , VI, 246 v. d .; diğer icmaller için bk. Skrine ve Ross, The Heart o f A si a ( London, 1899 )> s*



149 v. d. ve R . Stübe, Tsehinghiz-Chan, seine Siaaisbildung und seine Persönlichkeit ( Neue Jahrbücher fü r das klassische A lt er tum v. b,, 1908, s. 532 v. d.). O rd os’takı kült için krş. G. N. Potanın, Pom inki po ÇingisHane ( îzv. imp. russk. geogr. obşç., XXI.). (W . B arthold .) Bu makalenin yazıldığı zamandan beri moğullara ve bilhassa Cengiz devrine âit bâzı mühim kaynaklar neşir ve garp dillerine ter­ cüme edilmiş olduğu gibi, ayrıca Cengiz ’e âit bîr takım monografiler çıkarılmış, moğul tari­ hine âit neşredilen bâzı umûmî eserlerde ona uzun sahifeler ayrıtmış ve bunlardan başka, bâzı yeni ve ehemmiyetli tetkikler sayesinde, onun hayatına, İçinde yetiştiği muhitin İçtimaî ve İktisadî şartlarına ve kurmuş olduğu huku­ k î müesseselere âit bilgilerimizin bazıları tas­ hih veya İkmâl olunmuştur. Burada bunlar hakkında kısa, fakat tenkidî mâhiyette malû­ mat vererek, W. Barthold ’un makalesindeki bâzı yanlışlıkları düzeltmek, onun „Cengiz devletinin kuruluşunu XII. asırda Moğulistan ’da aristokrat ve demokrat sınıflar arasındaki mücâdelenin bir neticesi" gibi gösteren meş­ hur nazariyesı hakkmdaki bâzı tenkitlere k ı­ saca işaret etmek ve nihayet vermiş olduğu bibliyografyayı, aradan geçen 35 yıllık uzun zaman zarfındaki başlıca neşriyat hakkında malumat vererek, tamamlamak istiyoruz. o. K a y n a k l a r . Yüan-ÇNao pi-shi ( yahut Yizan-çao bi-şi, yâni moğullann gizli ta rih i) hakkında şn son yıllarda çok mühim neşriyat yapılarak, bu hususta evvelce yapılmış olan tetkikler büyük nisbette tashih ve ikmâl edil­ di. Alman mongoiist-sinologu E. Haenisch, 1937 ’de bir moğulca metnin çin hiyeroglifleri ile yazılmış bir nüshasını, 1939 'da bunun lugatçesinî ve 1941 ’de de almanca tercümesini çı­ kardı. Rus mongolisti S. A . Kozin de 1940 ’ta bu metin hakkındaki çok etraflı tetkiklerinin birinci cildini neşretti ki, burada eserin mâ­ hiyeti hakkında geniş malûmattan başka, mo­ ğulca metnin rusça tercümesi de mevcuttur ( birbirinden oldukça farklı olan bu tercümeler ve bu mesainin mâhiyeti hakkında malûmat almak için bk. Ahmed Temir, TM, 1942, V II— VIII, 349—3 5 1; Abdülkadir İnan, Belleten, 1942, sayı 21, 22, s. 1 2 1 —12 6 ; Akdes Nimet Knrat, Ankara üniversitesi d il, tarih-coğrafya fa k ü l­ tesi dergisi, 1944, II, sayı 3, s. 469—474 ). Bu devre âit ehemmiyetli birer kaynak olan çinli seyyahlardan Çang-Çun ’un seyahatnamesi 1931 'de, Arthur Waîez tarafından, İngilizceye tercüme ve neşrolunmuştur: The travels o f an Alchem isi. The jou rney o f the Taoîst Ch’ang-Ch’un from China to Hindakush at the



Cengiz Han.



te



summons o f Ckîngiz Kkan. Recorded by his muhtıraları, X X X , cüz 3/4 ). Bu hususta ayrıca disciple L i Chik-Ch’ang, London, 1931 ( The bk. W. Barthold, Orta A sy a türk tarihi hak­ Broadıvay T ra vellers) ; ayrıca bk. Wu Lien- kında dersler (İstanbul, 1927 ), s. 138 v.d. the, E arly Chinese travellers and their succesRene Grousset 'nİn U E m p ire des Steppes sors ( Jo u rn al o f the North China Branch of ( Paris, 1939 ) adlı eserinde, Cengiz hakkında, the R. A s. Sac.), L X IV ( 1 933 ), s. 1—23. oldukça iyi ve toplu bir hulâsa mevcut olduğu b. M o n o g r a f i l e r . Birinci cihan harbin­ gibi ( s. 242—316 ), yine aynı müellif, G. Glotz den sonra, ilim âleminde moğul tarihine ve tarafından neşredilen Histoire generale külliya­ hususiyle Cengiz *in şahsiyetine karşı büyük tının orta çağa âit kısmının X . cildini teşkil bir alâka gösterilmiş, ona âit oldukça mühim eden U A sie orientale des origines au K V e siecle monografiler neşredilmiştir, Rus mongolisti B. (P aris, 1 9 4 1 ) ’de aynı mevzuu daha basit bir İ. Vladim irtsov'un 19 2 3 'de Çinghiz Han adlı şekilde tekrarlamış ( s . 274—310 ) ve E. Carusça eseri ( İngilizce tre. D. S. Mirsky, The vaignac tarafından çıkarılan Histoire du Monde life of Ckingis Khan, London, 1930) çok gü­ külliyatının VIII3. cildinde de ( L ’Em pire mongol, zel bir monografi olup, müellif, Cengiz devle­ Ier phase, Paris, 19 41) bu hususta daKa geniş tinin kuruluşu hakkında Barthold 'un nazariye- malûmat vermiştir ( s . 55—2 8 7 ); mamafih bu sine sâdık kalmıştır. E. Chara»Davan ’ıu Cingiz son eser, daha ziyâde, rivayetlerin sıralanma­ Han ( Belgrad, 1929) adlı rusça eseri, daha sından ibaret olup, oldukça vuzuhsuz, hâkim ziyâde askerî tarih bakımından, dikkate lâyık­ fikirlerden ve tarihî görüşlerden mahrum, basit tır. Joachim Barckhausen 'in U E m p ire jaune de bir vekayinâme mahiyetindedir. Genghis Khan (Paris, 19 3 $) adlı kitabı ka­ d. B a ş k a t e t k i k l e r . Cengiz 'in nasıl bilinden bir takım eserler, hattâ zikre bile bir muhit içinde yetiştiğini ve kurduğu büyük lâyık değildir. Fernand Grenard ’ın Gengis- siyâsî eserin mâhiyetini îâyıkı ile anlamak için, Khan ( Paris, 1935 ) adlı monografisi, dar mâ­ moğulİartn içtimai hayat ve teşkilatı hakkında nası İle, bir ihtisas eseri olmamak ve bîr takım B. I. Vladimirtsov ’un, ölümünden sonra zevcesi teferruat yanlışlıklarından kurtulmamakla be­ tarafından tanzim ve neşrolunan ve moğıdlarm raber, güzel ve anlayışlı bir terkip tecrübesi İçtimaî teşkilâtı, moğul göçebe feodalizmi ( Le­ ve İlmî kıymete mâlik bir vulgarisation tecrü­ ningrad, 1934) hakkında yazdığı eseri, birinci besi gibi kabûl olunabilir; müellif sâdece Cen­ derecede mühimdir. R. Grousset yukarıda adı giz 'in hayatına âit rivayetleri sıralamakla ik­ geçen U E m pire de Steppes adlı kitabında bun­ tifa etmeyerek, moğul devletinin kuruluşunu dan pek az istifâde edebilmiş ve müellifin bu ve bir dünya imparatorluğu şeklinde inkişafını, yeni eserinde, Cengiz devletinin kuruluşu hakgeniş bir tarihî kadro içinde, tetkike çalışmış­ kıııdaki Barthold nazariyesinden ayrıldığım da­ tır ki, ihtiva ettiği bâzı acele hükümlere ve hi farkedememiştir. Vladimirtsov son eserinde, yanlış tamimlere rağmen, nsûl ve görüş bakım­ XII. asır sonunda göçebe moğul feodalleri He larından, dikkate lâyıktır. Müellifin bu eserdeki moğul halkı arasında artık hiç bir mücâdele ana fikirlerini daha iyi anlamak için, onun şu kalmamış olduğunu, bunu isbat edecek hiç bir küçük makalesi de unutulmamalıdır: Nomades delile tesadüf etmediğini iddia ederek, Cengizd ’Asie, les raisons de la puissance mongole Camuka mücâdelesini sâdece «feodal reisler ( Annales d'histoire eeonomigue et sociale), arasındaki bîr tefevvuk mücadelesi" şeklinde 1931, III, 563—567. kabûl etmektedir. Hâlbuki Barthold'e göre, XII, c. U m u m î e s e r l e r . Cengiz hakkında enasır sonları ile XIII. asır başları, bu mücâdele­ mühim tetkiklerden biri olmak sıfatını hâlâ nin en büyük bir şiddet kazandığı bîr devir­ muhafaza eden W. Barthold ’un rusça büyük dir ve moğul feodalizminin galebesi, yâni Mo­ eseri, H. A. R. Gibb tarafından, müellifin bâ­ ğulistan'da Cengiz devletinin kuruluşu, bu de­ zı ilâveleri ile beraber, İngilizceye tercüme virde olmuştur. Bu iki rus âlimi arasındaki bu edilm iştir: Turkestan dozun io the Mongol în - görüş farkları hakkında daha fazla malûmat vasion, ( 1928, G M N S, V ) ; P. Pelliot tarafından almak için bk. B. Grekov ve A . Yakoubovski, bu esere yapılan bâzı mühim tashihler ve ilâ­ L a H or de d*Or ( Paris, 1939, s. 39—60 ) ; hu veler hakkında bk. Not es sur le Turkestan de kısmı yazan Yakoubovski, Barthold ’un fikrini M. W. Barthold ( T'oung Pao, 1930, X X V II, nr. şiddetle müdafaa etmektedir. I, s. 12—56 ). W. Barthold, Cengiz devletinin Cengiz 'in büyük eserini îâyıkı He anlayabil­ Moğulistan 'daki sınıf mücadelesinden doğmuş mek için, Cengiz yasasını, yâni onun hukukî olduğu hakkmdaki nazariyesini, sonradan, türk müesseseler!ni, öğrenmek de birinci derecede ve moğıtllarda İçtimaî hayat ite İktisadî sistem mühimdir. Bu maksat için yapılması icap eden arasındaki rabıtalar hakkında bir tebliğinde de bir çok işlerin henüz yapılmamış olduğunu itiraf müdafaa eimİştir ( Kazan Lenİn üniversitesi etmekle beraber, şu son yıllarda bu hususta ol­



îöo



CENGİZ HAN - CENNÂBİ.



dukça mühim gayretler sarfolunduğunu da söy­ ter n. den A rab. Geogr., II, 61, 63, 86; III leyelim ve başlıca şu eserleri tavsiye edelim : ( 1912 ), s. 125 v .d d .; Monteith, J R G S ( 1857 ), s. 108 ; Tomaschek, Die Küstenfakrt Nearchs Curt Alinge, Mongolische Gesetze ( Leipzîg, 19 3 4 ); V. A . Riasanovsky, Fundam enial Prin*= S B A k . Wien, CXX I, 67, nr. VIII. ( M . S t r e c k .) ciples o f Mongol L a w ( Tientsin, 1937 ) ; Georg C E N N A B Î. a l -CA NNÂ BÎ, A bu Muhammed Vernadsky, The Scope and Contents o f Chingis K h an s Jâ s a ( H arvard Jo u rn al o f Asiatic Mu st a fâ b . J-Ia sa n b . S inan b . A hmed a l H usayn I a l -H â ş Imî a l -C a n n a bî a l -A m âsî Studieş, V , III, nr. 3/4, 1938, s. 37—537 )* Bunlara ilâve olarak, Cengiz ’in portresi ve ( ? —1590), A m asya’da Em îr H üseyin’in oğlu umumiyetle bu sülâleye mensup hükümdarların olup, Bursa ’da yaşamıştır. İstanbul ’da Ebüsikonografisi hakkında Mostaert ’in makalesine su’ûd Efendi 'den ders almış, sonra Bursa ve ( i4s/a M ajör, 1927, IV, 147—156, fas. 1 ) ve Cen­ Edirne ’de iabsilini ikmâl etmiştir. Halep ’te giz kelimesinin mâna ve mâhiyeti hakkıudaki kadılığa tâyin ve hastalık sebebi ile, azlolunmuhtelif faraziyeler hakkında Osman Turan ’ın duktan sonra, 999 ( 1590 ) ’da ölmüştür. A l- A y ­ yazısına ( Belleten, 1941, sayı 19, s. 267—276) lam al-zâkir f i ahvâl al~avâ>il va ’l-avâhir adın­ müracaat edilebilir. Bu devir hakkında tarihî da ve umumiyetle Târih al-Cannabi denilen 82 tetkiklerde bulunmak isteyenler, bilhassa şu müslüman hanedanı tarihini, 82 bâbhk bir eser mühim tarihî atlasa müracaat etmelidirler : A . hâlinde, müzeyyen bir üslûp ile yazmıştır. Bu Hermann, Atlas o f China ( Harvard, 1935 ). kitap müteaddit yazmalar hâlinde vardır ( bk. Son olarak, Cengiz ’in doğum yılı olmak üzere, Topkapı sarayı kutup., nr. 2958 ve Râgıb Paşa Barthold tarafından, İran müverrihlerine istina­ kütüp., nr. 983; A şır Efendi kütüp., nr. 608/ den, gösterilen 1155 yılının da 1167 olarak tas­ 609; Islamica, X X , 300 ). Bu eserin türkçe bîr hihi icap ettiğini söyleyelim ; malum olduğu telhisi kaleme alınmış olup, 60 bâb üzerine üzere, Yüan sülâlesinin resmî vekayinâ mel er in­ tertip edilmiştir. Bu eserlerden Mustaphae filü de Cengiz ’in doğum y ılı olarak, 1162 tarihi Husein A lgenabü de gesiis Tim urlenkii seu gösterilir; P. Peîliot, 9 kânun I. 19 3 8 ’de Paris Tamerlanis opusculum Turc. A rab. Pers. L a Asya cemiyetinde yaptığı bir tebliğde, X IV , tine redditum a, Jo . Bapt, Podesta, Viennae asır çin kaynakları üzerinde icra ettiği yeni araş­ A usiriae 1860, hulâsa edilmiştir. Bundan başka tırmalar neticesinde 1167 yılının kabûlü icap müellifin, Tuhfat al-adib va hadiyat al-arib ettiğim bildirmiş ve Timuçin adının moğulca adında, bir umumî tarihi vardır. B i b l i y o g r a f y a ' . Borockelmann, G A L , » d e m i r e i" mânasında tefsirinin, fonetik ba­ Su ppl., s. 411 v .d .; Ş. Sâmî, Kam us al-adâm, kımından, doğruluğunu müdafaa etmiştir ( bk, bk. m ad .; Bursalı Tâbir, Osmanlt m üellifleri, L 'E m p ire des Step pes, s. 638 v.d.). ^ M . F uad K öprülü .) m , 39. C E N N Â B İ. C A N N A Bİ, A bü S a ’ îd CEN N Â BE. CANNABA (bir.d e C annâbâ , CüNNÂBA), orta çağlarda Arracân vilâyetine (? —9 13 ), meşhur Çarmat reislerinden olup, bağlı olan ve Basra körfezinin en mühim li­ evvelce un tüccarı idi, Hamdan Karmat ken­ manlarından biri olmak itibariyle, o zaman disini cenûbî İran ’a d â li [ b, bk.] tâyin e tti; oldukça ehemmiyetli rol oynayan bir Iran ş e h ­ ilk önce orada, arapîann zararına, iranlılara r i d i r . Şehir sahilde olmayıp, denizden tak­ dalkavukluk ederek, oldukça büyük muvaffaki­ riben 4 km. mesafede (29 V20 şimal arzı ve yetler kazandı; müridleri arasında sosyalizmi 50° 40’ şark tülünde, Greenw.)} kendini açık te’sis ederek, bunların mallarım müştereken denize bağlayan küçük bir körfezin ( Hârak idare e tti; fakat halife ’nin siyâseti bu harekete adasının şimâl-i şarkîsinde) müntehasmda idi. son verdi. Bunun üzerine Hamdan IÇarmat Abü Sa'ıd ’i Cannâba 'de büyük bir sınaî faaliyet mev­ cuttu ; burada yapılan mensucat bilhassa en Bahrayn ’e gönderdi. A z zaman evvel bu vilâ ­ mühim ihracat maddelerinden birini teşkil edi­ yette bir köle isyanı çıkmıştı. Da~i burada mü­ yordu. Şehir bugün harabe halindedir; evvelce sait bir zemin buldu; bir çok kimseleri etra­ işgal ettiği sahanın yakınında, Cenavur isminde, fına topladı ve nufuzlu bir zâtın kızı ile ev­ bir köy vardır. İhtimâl bu İsim İngüizierin lendi. Abü S a ‘ id ’in hangi tarihte dâ‘i tâyin edildiği kat’îyetle bilinmemekle beraber, 286 kelimeyi yanlış anlamalarından ileri gelmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Bibi, Geogr, Arab. ( 899 ) ’da Bahrayn ’in büyük bir kısmını hükmü ( nşr. de Goeje), tür. y e r; Yakut, Mu cam altına aldığı ve K atif ’i zaptettiği anlaşılıyor. (nşr. Wüstenfeld ), II, 1 22; Tuch, De Nino 287 ’de tarafdarları Bahrayn ’in payitahtı olan Urbe ( Lipsİae, 1845 ), s. 10 ; G. le Strange, Hacar civarım yağma ediyorlar ve Basra ’ya yak­ The Lands o f the East. Caliph. ( 1905 ), s. laşıyorlardı. Halife Mu'tazid onlara karşı, bir 273 v.d., 296; P. Schwarz, Iran im Mittelal- çok gönüllü ile de takviye edilmiş, 2.000 kişilik



CENNÂBÎ - CENNE. bîr ordu gönderdi. Bu ordu Çarmat reisi tarafın­ dan bozguna uğratılarak, kumandanı esir alındı ve sonra serbest bırak ıld ı; diğer esirler de katledildi. 290 (903 ) 'a doğru Abü Sa'id payitaht Ma­ car ’i, uzun bir muhasaradan sonra, suları kese­ rek, ele g eçird i; sonra Yamama ’yi inkiyat et­ tirdi ve ‘Omân ’a taarruz etti. Bu en muvaffa­ kiyetli zamanında, zabitlerinin bir çoğu ile be­ raber, Lahsâ [ bk. AHSÂ ] sarayında katledil­ di ( 3 0 1 = 9 1 3 ) . Bu cinayetin, kendisini mahdi ilân eden ve Abü Sa'id ’den şüphelemekte haklı görünen büyük reis ‘ Ubayd Allah tarafından tertip olunduğu zannedilmektedir. Abü Sa'id ölümünden sonra evliya sayıldı. Taraf darları döneceğini umduklarından, eyeri vurulmuş bir at dâima mezarının kapısında beklerdi. Bahrayn 'deki Çar matlar, ona izafeten, Abü Sa'id i tesmiye olunurlar. Yedi çocuk b ı­ raktı ; en küçükleri Suiaymân Abü Tâhir, ağa­ beyini mağlûp ettikten sonra, babasının yerine geçti. B i b l i y o g r a f y az M .J. de Goeje, Memoire sur les Carmathes du Bahreın et îes Faüm ides (Leyden, 18 8 6 ); Mas'üdi, Tanbîh ( trc. Carra de Vaujc), s. 498—501.



(B. Carra de Vaux.) CEN N E, fransız Sudanı ’nda bir ş e h i r olup, Tîmbuktu ’nun cenub-İ şarkîsinde, 300 km. mesâfede ve Segu Sikoro *nun 160 km. şimâl-i şar­ kîsinde, 13 0 35' şîmâl arzı ve 6° 40' şark tulü ( Paris ) üzerindedir. XV I. asırda portekizliler tarafından garbî A frika ’ya verilmiş olan Guinea adının, Ciımi veya Ginni telâffuz edilen bu Cenne kelimesinden gelmiş olması muhte­ meldir. Cenne ’ye kadar giden ilk avrupah, fransız Rene Caillie olmuştur ( 11 mart 1828 ). Cenne, Nijer ( Niger ) *e akan Bani ırmağının sol sahilinde, yağmur mevsiminde su ile Örtülen geniş bir ovanın ortasında ve kayalık bir yayla üzerindedir. Leo Africanus (V II. kitap ; nşr. Schefer, III, 288) Cenne ’nin bu hususiyetini kaydeder. „Senede 3 ay ( temmûz, ağustos ve eylül ) bu köy bir ada manzarası a lır ; zîra bu aylarda Nijer, tıpkı Nil gibi, taşıp, sahillerini basar*. Esasen Cenne her mevsimde etrafındaki yerlerden bir bataklık kordonu ile ayrılm ıştır; bu keyfiyet, çok defa, düşman hücumlarının te’sirsiz kalmasına sebeb olmuştur. 14 kapılı olup, kerpiç bir duvarla çevrelenmiştir ve şehrin eb’adı, boylamasına 1 km. ve enlemesine de 700 m. kadardır ; aşağı yukarı 6.000 nüfusu ( Bozo, Bambara ve Fulbe) vardır. Bunlardan bazıları, yanlış olarak, arap neslinden geldiklerini ifti­ harla söylerler. En çok kullanılan dil, bir Bozo lehçesidir. Sonğay dilini bilenler çok ise de, bu dil yanlız ticarî münasebetlerde kullanılır.



tol



Cenne uzun müddet, iktisâdı bakımdan, bü­ yük bir ehemmiyete sâhip olmuştur. X V İ1. asır­ da, Târih al-Sudan ( trc. Houdas, V, 22 ) mü­ ellifi şöyle yazar : — „Burası, müslüman pazar yerlerinin en mühimlerinden biridir. Tağâzza ( Taodeni ’nin şimalinde 2 günlük mesafede) mâdenlerinden gelen tuz tacirleri ile Bitu ( Bin» ger ’e göre, Bukuku ) mâdenlerinden gelen al­ tın tacirleri burada buluşurlar . . . Bu bereketli şehir sayesindedir ki, ufkun her noktasından kervanlar Timbuktu 'ya akm ederler.. .*. Bundan başka burada hararetli bir esir ticareti dp vardı. Cenne, aynı zamanda, bir nevi ilim ve tahsil merkezi idi ve bu cihetten Tim buktu'yâ reka­ bet ederdi. Kelâm ve fıkıh tedrisatı burada inkişaf hâlinde idi. Cenne, fransızlar tarafından işgal olunduğundan beri, gerçi en yakıp civar için pazar yeri olmak itibariyle, bir dereceye kadar ehemmiyetini muhafaza etmiş ise de, esir ticaretinin menedilmesi, ehemmiyetini azaltmış­ tır. Tahsil hayatı da çok gerilemiştir. Din dersi Kur’an okumağa ve ilm-i hâl öğrenmeğe inhi­ sar etmektedir. Esasen din hayatı burada ol­ dukça sönüktür. Cenne’nin te'sis tarihi, görünüşe göre, hicre­ tin IÎI. asrına kadar geri gitmektedir, O za­ manlarda Cenne ’nin bulunduğu havalide sakin olan Nonolar, Bozoları hâkimiyetleri altına almışlardır. Şimalde Masına 'dan gelmiş olan Nonolar, çok geçmeden Bozoîar ile iyice k arış­ mışlardır. Nonolların payitahtı olan Cenne Ceno ( eski Cenne) mevkii, fatihlere çok dar geldi­ ğinden, ikamet yerlerini boş bir yaylaya nakl­ ederek, orada şimdiki Cenne şehrini inşa et­ mişlerdir. Bunlar o zamanlar putperest id iler; fakat İslâm dinini memnuniyetle kabûi etm iş­ lerdir. Yalnız kabîle reisleri, bir kaç asır, eski dini muhafaza etmişlerdir. Nihayet VI. (X II.) asır etrafında, bunlardan Konboro ( Rohlf ’ta Kanbara) müslüman olmuştur. Târih al-Südân ’a nazaran, kendi sarayını yıkmış ve yerine. XIX. asrın başına kadar sağlara kalmış ve bakiye­ leri bugün de mevcut olan, bir cami yaptırm ış­ tır. Bu yapının inşası, an’anece, Malum îdris adında bir faslıya atfolunmaktadır. Rivayet olunduğuna göre, bu adam şehrin ahâlisine, evlerini, Cenne ve civarında bâlâ mûtat olan tarzda, inşa ve tezyin etmeği Öğretmiş. Kon­ boro sülâlesi (Manalar hanedanı) X V . a s­ rın sonuna kadar Cenne ’ye hâkim olmuş ve sonra bunların yerine Sonğaylar geçmiştir. Filhakika 1480'de Sonni 'A li, 7 senelik bir muhasaradan sonra, şehri zaptedip, ahâlisine yıllık bir cizye yüklemiştir. Esasen Sonğay hâkimiyeti cenueliler için faydalı îd i; zîra bu sayede bütün bu civarda emniyet hüküm sür­ düğünden, bunlar ticarî münasebetlerini Tiny



102



C EN N E — CEN N ET.



sık dal ve yaprakları ile zeminini gölgelendi­ ren hurmalık ve bağlık mânasına gelen bu keli­ me, K u r an ’da ve müslümanlarca İyiler ve tak­ va sahipleri için âhir ette hazırlanmış olan ferah ve huzûr yerinin ismi olarak kullanılmaktadır (L X X X , 1 3 , 1 4 ; L, 3 1 ; X IX , 6 0 ,6 3; LX X V I, 1 2 ; VII, 4 1; IX, 112 ) . B i’setin ilk devirlerinde inen ilk sûrelerin ihbarı mâhiyetteki bâzı âyet­ lerinde cemi sığası ile, cannat şeklînde vârid olmuştur. Cenneti müjdeleyen haberlerin birin­ cisi olması muhtemel LX V III, 34 ’t e ; — „Takva sahipleri için rabbîerinîn Önünde nimet cennet­ leri vardır" — ve nüzûl tarihi buna yakın olan L X X IV , 38, 39 ’d a : — „E s h â b - 1 y e m i n d e n başka, her kes kendi kazancına bağlıd ır; bun­ ların makamları cennetlerdir" — deniliyor. Bu ve bunlardan sonra inen başka âyetlerde cennet ile cennete gireceklerin karşılıklı cemi sigaları ile ifâde edilmiş olmalarına bakılarak, her kesin, hiç olmazsa, bu gibi âyetlerin şümulünde olan­ ların, ayrı-ayrı hususî cennetleri olacağına ina­ nılır. Bunu te’yit eden muteber an’aneler de vardır. Yukarıda geçen birinci âyette olduğu gibi, cennete dâir olan iik âyetlerde cennetle­ rin cins ve nevilerine işaret edilmeğe başlan­ dığı ve sonraları derece ve isimleri ile vasıf­ ları üzerinde de durulduğu görülüyor. „Nimet cennetleri" demek olan canncit al~na‘ tm ile fa d n cennetleri" mânasına gelen canncit ‘ adn bu isimlerin başında gelir ( LV I, 1 2 ; X X , 76). Kur’an ’ m muhtelif yerlerinde geçen ve bâzan tekrarlanan sıfat ve isimler cennetlerin derece­ leri ile İlgili görülmektedir. Selâmet yurdu ( dar al-salâm , X , 25, 26 ), sonsuzluk yurdu {d â r a lhuld, X V , 48), oturma yurdu ( dür al-mulçümat X X X V , 32), sığınılacak cennet ( cannat alma'vâ, X X X II, 19 ), hayat yurdu ( dâr al-hayavân, X X IX , 64), bağ-bahçe ( al-firdavs^ XV III, 107 ; XXIII, i r ) ve emin yer ( al-mafcârn alamîn, X X X IV , 5 1 ) gibi, adları vardır. Cenne­ tin, bu dünyada yapılan iyiliklerin âhir etteki karşılığı ( X X , 76 ; X IX , 63 ; X X X II, 17 ) oldu­ ğuna bakılır ve insanların fiil ve amellerindeki çeşitlilik düşünülürse, Kur an ’da eennet hakkmdaki türlü-türlü isim ve tavsifî kelime ve tâbirlerin, o iyiliklerin âhir etteki karşılıkları­ nın da, vasıf ve derece İtibariyle, farklı ola­ caklarına delâlet etmek üzere kullanıldığına hükmedilebilir ( X L V I, 19 ; IV, 94). Yalnız her derece ve nev’in, yaradılış ve muhteva­ ları bakımından, çift oluşları üzerinde bil­ hassa durulmaktadır ( LV , 46—75 ). Cennetlerin çift olmalarından, bu ikiliğin cisraânî ve rûhânî veya maddî ve manevî sıfatlarına delâlet ede­ ( G. Y ver.) CENNET. CANNA ( A.) „b a h ç e" mânasına ceği mânasını çıkaranlar varsa da, bu hususta olup, dinde, âhiretin nimetler yurduna alem ol­ büyük müfessirler kat’î bir hüküm beyanından muştur, S e t i r mânasına olan çann kökünden. çekinmişlerdir.



buktu, Gao ve Nijer 'in kavsine kadar yayabi­ liyorlardı. Sonğayları fashlar istihlâf etmişler­ dir. Şarif Ahmed aİ-Maoşür al-Zahabi tarafın­ dan Sudan *m fethine memur edilmiş olan Paşa Cuder 1596 senesinde Cenne ’yi işgal etmiştir. Fas hâkimiyeti X IX . asrın başına kadar de­ vam edebilmiş ve Cenne de, evvelâ bir paşa tarafından, sonra yanında muavin olarak, bir amîn ( hazinedar ) ve bir îçaid. ( askerî âmir ) bulunan bîr hakim tarafından temsil olunmuş­ tur. Bu memurlar, Cenne-Koy adında, yerli bir kabile reisinin elinde bulunan mahallî idareyi murakabeleri altında tutuyorlardı, Fas hâkimi­ yeti Cenne için hayırlı olmamıştır. Ahâliden bîr çoğu, faslı lan a irtikâp ve itisaf lar nidan bezerek, hicret etmişlerdir ; diğer taraftan, XVIII. asırdan itibaren, Bambaralar şehre git­ tikçe daha sık baskınlar yapmışlardır. Hattâ banların reislerinden biri olan Ngolo [ bk. BAMBARA ], XVIII. asrın ikinci yarısında, baş şehir hâriç olmak üzere, bütün Cenne havalisini tahakkümü altına almağa muvaffak olmuştur. Fulbelerin baskını, Fas hâkimiyetini sona erdirmiştir. O zamanki efendilerinden bîzar olan cenneliler, 1810 ’da Marabut Ahmadu Şayhu ’ya, kendi arzuları İle, teslim olmuşlardır. Fakat fashlar tarafından tertip olunan bir k ı­ yam, Cenne ’de yerleşmiş Fulbelerin katli ile neticelenmiş ve Ahmadu ’yu şehrî kuşatmağa mecbur kılmıştır. Şehir ancak tam bir muha­ saradan sonra düşmüştür. Bundan sonra fash­ lar öldürülerek, gayr-ı menkûl mallan Fulbeler arasında taksim olunmuştur. Ahmadu mahallî idâreyi yerli bir reise bırakmış, fakat bunu memurlarından birinin murakabesi altına koy­ muş ve Cenne ’yi, omırn mangal ’a, yâııi or­ du baş-kumandanma, karargâh ittihaz etmiştir. X IX. asırda Cenne, Fulbe devletinin kararsız mukadderatına ıştirâk etmiştir. 1863 ’te al-Hâcc 'Ömar tarafından zaptolunan bu şehir, 1893 ’e kadar bu fatihin halefinin hâkimiyeti altında kalmış ve bu tarihte, Archinard ’ın kumanda et­ tiği fransız kıtaatı tarafından, işgâl olunmuştur. B i b l i y o g r a f y a ' . Tarîk al-Sudan (trc. Houdas, Publications de l'Ecole des Langues orieniales vivantes, Paris, 1900), fasıl V ; H. Barth, Reisen and Enideckungen, IV, 604 v. dd.; R. Caillie, Jo u rn a l d ’an voyage d Timhouctou et d D j en ne dans VA frique centrale (P aris, 1830), II, fasıl X V III; Dubois, Tombouctou la mysterieuse (P aris, 1897 ), fasıl V —V I ; Ch. Monteli, Monograpkie de Cenne, çerd e et ville (Tulle, 1903 ).



CENNET. Cennetin Kur’an ve hadislerde geçen ve maddî gibi görünen vasıfları bilhassa şöyle hulâsa edilebilir: a. Altın ve gümüşten, inci ve ipekten bir­ birinin üstünde, icabında içinden dışı, dışından içi görülen çeşitli ev, oda, kasr ve çadırlar (X X X IX , 20, 37 î IX, 7 3 ; X X IX , 58 ; L X V 1, u ). b. Çok dal ve yaprağı, geniş gölgeleri olan ve türlü meyvalar ile süslü, çok güzel kokulu ve bazılarının budakları kıymetli mâden ve taşlardan ve eşleri dünyada görülmeyen çeşit ağaçlar ( LVI, 29, 30; LV , 48 ). c. Görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin ya­ nına kadar sarktığından, koparılması kolay, türlü bol meyvalar ( LV , 5 2 ; LII, 18 ; II, 2 5 ; VII, 4 2; LVI, 20 ; X X V I, s? ; X X X V III, 5 1). d. Zeminlerinden ırmaklar akan ve pınarlar fışkıran bağ, bahçe ve bostanlar ( VII, 4 2 ; XX, 7S> 76 ; X , 9 ; X V , 4 S ; X X X IX , 20; IV, 12, 56, i 2 i ; LX V , 1 1 ; IX, 72, 1 0 1 ) . e. Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü koku ve lezzette şerbetler, pâk şarap ve nevi-nevi tükenmez nimetler (L II, 2 i;X L I I I , 70; LVI, 18 ; X X V I, 56; X IX , 6 2 ; X X X V III, SI, 69j 24; XLIII, 72 ; XIII, 37 ; LII, ı 9 ; LX X X III, 25) v.b. Cennet ehli için hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, sinirlenme, huysuzluk v.b. yoktur ve olgunluk çağı, değişmeden, devam eder. Cennet ehlinin, dünyada güzel niyet ve ihlâs ile yaptıkları her türlü iyiliklerin âhîrette katkat karşılıklarını bulmaktan ve nihayet kemâlin zirvelerine yükselerek, vicdanları önünde A lla­ hın rızası ile ebedî felâh ve saadete ermekten, gönülleri sevinçler ile dolup, taşacak ve on lar: — «İşte dünyada iken peygamberlerin söyle­ dikleri doğru ç ık tı; Allah vaadini yerine getir­ di, ne mutlu bize" — diyeceklerdir, Kur’an, cennet ehlinin hâllerini şöyle tavsif eder: — „Bu gün cennet ehli lezzetler içinde cûşândır. Kendileri ve eşleri de gölgelerde uzan­ mışlardır. Orada meyveler ve onların istedikleri her şey vardır. Onlara, bağışlayan rabb tarafın­ dan, hep selâm gelir" ( X X V I, 55, 57 ) ; — «Her kim ona ( Allaha ) imanlı olarak gelir ve düzgün işler ( dünya ve âhirete â it) de işlemiş ise, işte onlara en yüksek dereceler vardır, Onlar dâimâ alt tarafından ırmaklar akan sadn cennetlerin­ de kalacaklardır. Nefslerini saf tutmuş olanla­ rın mükâfatları budur" ( XX , 75, 76 . Meğer ki, tövbe ve İman edip, işlerini düzgün işleyeîer. , . İşte bunlar cennete girer ve hiç bir haksızlığa uğramazlar. Rahmanın kullarına ve­ rileceğini vaad ettiği 'adn cennetleridir. Onun vaadi muhakkak yerine g e tirilir. . . " ( XIX, 60—6^ ); ■— «îman edip, işlerini düzgün yapaıı-



toj



lan, rabbleri, imanları ile hideyete, alt-tarafın­ dan ırmaklar akan na’îm cennetlerine iletir. Orada onların ilk duaları, «Allahım, sâni ten­ zih ederiz" ve son duaları d a : «bütün âlemleri yoktan var edip, yetiştiren Allaha hamd olsun» ’dur ( X , 9, 10 ). Görülüyor ki, Kur’an ’ın tâliminde cennet, peygamberlerin davetlerine uyarak, iman edip, dünya ve âhirete âit işleri, elden gelen bütün kudretle ve özenerek yapmış olmanın âhir etteki bir karşılığıdır. Allaha ve kullarına karşı ge­ rekli vazifelerin iyi ve düzgün olarak iöra edil­ mesi ile, fertler arasında ve cemiyette vicdan huzuru ve maddî refah şeklinde daha dünyada başlayan bu saadet, âhîrette umumî bir kardeş­ lik havası içinde ebedî bir hakikat hâline ge­ lir. Mekke devrinin son çağlarına doğru inen âyetlerde deniliyor k i : — «Takva sâhipleri cen­ netlerde, pınarlardadır. Oraya selâmetle emîn olarak girin. Biz onlar m göğüslerindeki her türlü kînî söktük. A rtık onlar tahtlar üzerinde, kardeş olarak, karşılaşacaklardır" ( X V , 45,47 ). Dünyada iken bir türlü bulunamayan mutlak saadet ve umumî kardeşlik, âhîrette tahakkuk ediyor demektir. Kur’an ’da ebedî cennet saa­ detine erecekler şu 4 zümre içinde hulâsa edi­ lir ( IV , 6 8 ) : 1. peygamberler, 2. peygamber­ lerin yolundan hiç ayrılmayanlar ( sıd d ık lar), 3. şehitler ve 4. dünya ve âhir et işlerini düzgün yapanlar ( sâlihler ). Cennet ve nimetleri dünyadaki iman ile iyi işlerin, tabiat üstü âlemin hakikî aksi oldu­ ğuna göre, bütün bunların da âhiret âlemine uygun olarak tecellî edeceklerini düşünmek mü­ nasip olur. O âlemdeki tezahürlerin, dünya li­ sanı ile izah ve tavsiflerinde, dünyadaki haya­ tın bir çok mefhum ve müesseseîerine âit ke­ lime ve tâbirlerin istiare edilmesindeki mec­ buriyetten şüphe edilemez. Esasen yukarıda gö­ rüldüğü üzere, Peygamberin cennet batkındaki ilk tebliğleri çok kısa birer ihbardan ibaret iken, sonraları tedricen muhit ve muhatapların ve bilhassa meraklı ve saf bâdiye araplarinin İsrarlı sualleri Üzerine ( H ad i al~arvâk, Mısır, I, 263 ), âyet veya hadisler ile tekrar izahlar yapılmış, fakat bu izahların, tabiat üstü bir âleme âit olduğundan, yine eksik kalacağına veyahut büs- bütün başka türlü olacağına da işaret edilmekte bulunmuştur. Kur’an (X X X II, 17 ) ’da : -— „ . . . İşlediklerine karşılık olarak, gözlerin fer ve tâbi ( Jçurrai a yun ) olmak üzere, kendileri için neler gizlendiğini hiç kimse bile­ mez" — deniliyor. Peygamber Allahtan naklen : — «Salih kullarıma, cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği ve* beşerin gönlünden bile geçmediği şeyleri hazırladım" — der ( Cuhâri, Şafcifı (İstanbul), VI, 2 1 ; Tirmizi, Sunan^



*04



CENNET — CERAD.



II, var. *98, Fatih kütüp., yazm. nr. 119 1}. 'A bd A llah b. "Abbâs : — «Dünyada bulunan­ lar ile cennetteki!er arasında, yalnız tarifleri için kullanılan kelimelerde benzeyiş vardır" — derdi ( İbn Kayyım, H adi al-arvâh, Mısır, I, »9 S> 3 °$ )* Dünyada başı-boş bırakılmış olmadığını bi­ len ( L X X X , 26 ), dağların kaldıramayacağı ağır mükellefiyet yükü altında olduğunu anlayan insan ( X X X III, 72 ) tasavvur ettiği mutlak sa­ adetin dünyada kurulamayacağına kanaat ge­ tirmiş bulunuyor; aynı zamanda imanla yapılan iyiliklerden zerresinin zayi olmayacağına da emin bulunmaktadır; bunun için, yüklendiği ağır mükellefiyetlerin cefası ile dolu geçen bi­ rinci hayat kapanınca, bunun mâkesi ve sonu olan ikinci hayatta nihayet bu saadete kavu­ şulacağına dâir, İlâhî vaadlere candan inanmak tamamiyle tabiî gelir, işte bu inanış, ebedî kurtuluş ve mutlak saadetin başlangıcıdır. Allah ile mü’minler arasındaki bu anlaşma Kur’an ’da bir nevi ticarî mübadeleye benze­ tilmekte ve bu İlâhî vaadi erin tahakkuku da kat’îyetle müjdelenmektedir ( IX, 112 ). Kur’an, inmeğe başladığından sonuna kadar, cennetin ebedî bir rahat ve mutlak bir saadet yurdu olduğunu tekrar eder. Cennete dâir âyetler ekse­ riya bunun ebedî bir fevz ve felah olduğunu b il­ dirmekle biter. Peygamberin iriihâline doğru İnen en son sûrede ( Tavba ), bu hususta bil­ dirilen İlâhî vaadlerin tahakkuk edeceği ve bunun da mutlak bir kurtuluş olacağı son de­ fa tekrar ve te’kit ediliyor ( IX, 21, 22, 72, 89 ). Fakat saadetin mutlak olması için, insanın in­ san olaîıdan beri aradığı ve ancak eserlerine bakarak, belki bir az aklında yahut doğrudan doğruya bir az da kalbinde bulabildiği hâlde, dünya gözü ile bir türlü göremediği bu varlık hakikatinin, gizli tarafı kalmayan âhiret âle­ minde ayan görülüp, bilinmesini dileyeceği de şüphesizdir. Ufak bir muhalefete rağmen, müslümanlığm bütün ehî-i sünnet âlimleri, müttefikan bu son dileğin de tahakkuk edeceğine k at’îyetle inanır ve bu inam kuvvetli delillere istinat ettirirler. B i b l i y o g r a f y a t Suyütİ, îtkân (M ı­



sır), I, 12 v. d .; Abü Manşür Mâturidi, 7V v ıid i ahi al-sunna ( Cârulîah Veli kiitüp,, nr, 47 ); Abü Hayyân Andulusi, al-Bahr al~muh.it ( Feyzullah kütüp., nr. 27 ) ; Zamahşari, Kaşşa f (M ısır), Buhari, Sahih ( İstanbul, tef­ sir kısm ı); Müslim, Sahih ( İstanbul, 1333 ), VIII, 144—149 ; Tirmizi, ( Fâtih kü­ tüp., nr. 1151 ), II, var. 72—90; Abü Dâvud al-Sicistani, Sunan (Mısır, 1280), II, 180; İbn Macah al-ÎÇazvini, «Sunan ( M ısır ), II, 3 0 J—308 ; Muhy al-Din İbn 'Arabi, Fuiâhât-i



M akkiya (M ısır), I, 413—430; İbn Klayyim al-Cavziya, H ad i al-arvâh ( M ısır), I, 151 v. d d .; II, 52 v.d d .; 'A li al-KSri, Fıkh -ı ekher şerhi ( Mısır, 1327 ), s. 87, 110 ; 'Oınar Nasafi, 'A k a id (İstanbul, 1326), s. 103 v.d., 138 v. d .; Abu ’İ-Hasan al-A ş'ari, M akâlât al-islâm iyîn ( nşr. H. R itte r), I, 207 v.d., 256; II, 274 v. d .; Camâl al-Dİn A friki, Lisân al~ *arab, VIII, 47 ; X V I, 244 v . d . X V I I , 150 ; Râğib İsfahanı, M ufradâi ( Reşid Efendi kü­ tüp., nr. 117 ), var. 45, 159



( HALİM SABİT ŞİBAV.) C E R Â C fM E . C A R Â C İM A , Curcuma ’nin cem idir; buna, hatalı olarak, CURACIMA de deni­ lir. Yakut (II, 55 ) ’a göre, Bayâs [ b. bk.] ile Bu­ lca [ b. bk,] arasında, bakır-sülfatı havzasının civarında Lukkam ( Am anus) tepesinde kâin bir şehrin ismi idi. Bu kelimenin cem’i bu şehrin sakinlerine verilen isimdir ; fakat bu şekil, da­ ha ziyâde, Panammu kitabesinde evvelce kul­ lanılmış olan eski Gurgum kelimesinin cemidir. Bu kelime, gerek o kitabede, gerek başka yer­ lerde bir eyâlet veya bir devlete delâlet et­ mekte ise de, sonraları bu eyâletin eski sâkin­ lerine de aynı isim verilmiştir. Belki bu eski isim Yakut tarafından zikredilen şehire bağlı kalmıştır ve eski Gurgum ’un merkezini, daha ziyâde, M araş’ta aramak icap eder, Carâcima arap fütuhatında ve Emevîler devrinde büyük bîr rol oynam ışlardır; oııdan sonra isimleri ta­ rihten silinmiştir. Lammens ( Etüde sur le regne du calife Omaiyade M o'âviya /, 17 ) *e göre, Car&eimaliler, Mardayt [ b. bk.] ’hlar ile karış­ mışlardır. B i b l i y o g r a f y a m Balazori ( nşr. de Goeje), s. 159 v .d d .; Sachau, Z u r historischen Geograpkie von Nordsyrien ( Sitzungsber. der Preuss. A kad., 1892), s. 320; Schiffer, Die Aram âer, s. 92 v. d. C E R Â D .A L - C A R A D ,ç e k ir g e l e r . Çekir­ gelerin, ânî olarak, kitleler hâlinde zuhûr et­ meleri, eskiden bunların denizden geldikleri zannını doğurduğundan, kıyamet günü yeniden diriîenîerin cemaatleri de çekirgelere benze­ tilmektedir ( K u r ân, LIV , 7 ). Çekirgeleri her vâsıta ile öldürmek caizdir, — Kansız et olmak itibariyle, balıklar gibi, yenilmelerine her za­ man ve her şekilde, cevaz vardır; fakat «hurma çekirgeden iyidir". «Çekirgeleri koruyan adam­ dan daha konuk sever" tâbiri, bahçesi çekirgele­ rin istilâsına uğramış bir bedevi hakkındadır. Bu bedevî çekirgeleri toplayacak olanları ölüm­ le tehdit etmiş ve güneş sıcağı basıp, uçacak hâle gelinceye kadar, çekirgelere bekçilik et­ tikten sonra: — «Şimdi onlara istediğinizi ya­ pabilirsiniz, çünkü benim elimin altından çık­ m ışlardır" — demiştir,



C ER Â D B i b l i y o g r a f y a : îhvan al-şafa ( tab. Bombay), s. 202; Dieterici, Tier undM ensek, s. 84; Kazvİnî, ‘ A câ'ib al-mahlükat ( nşr, Wügtenfeld ), s. 430; Damiri, fla y â t al-hayavân (tab . K ahire), s. 1565 Dımaşkı, Cosmographie ( nşr. Mehren ), s. 216. C E R B A . [ Bk. cerbe .] C E R B A . C A R B A veya CARBÂ1, Azruh ’un şi­ malinde, bir saat mesafede, Boşrâ 'yı Kızıl deniz ’e bağlayan eski romalılardan kalma yolun üs­ tündedir. Peygamber Tabük seferinde, senevî bir cizye mukabilinde, şehir sâkinlerinin emniyeti ve serbest ticaret yapabilmeleri için, Carbâ murahhasları ile bir muahede akdetmiştir. Y a ­ kut *un iddia ettiğinin aksine olarak, buranın halkı yahudi değil, hıristiyan idi. Carbâ ismi, Peygamber havuzunun ( h a vi al-nabi ) eb’adım tasvir için, hadislerde sık-sık zikredilmiştir. Bu havuz, Azruh ile Carbâ arası kadar geniştir. Bu tâbir ilk devrelerde bu şekilde istimal edilmişti. Muahhar rivâyetlerde ise, «Azruh ile Carbâ arasında 3 gecelik mesafe" tâbiri ilâve edilmiştir. O vakitten beri «Azruh ile Carbâ arası" tâbiri, büyük bir mesafenin müteradifi olarak kullanılmıştır. Bu mübalâğanın hadis mecmualarına girmiş bulunması, Carbâ ’nın hayli zamandan beri ortadan kalktığını gösterir [k rş , AZRUH], Bununla beraber bu mevki, haçlı seferlerinde yeniden rol oynamıştır. Salâh al-Din Ayyübi 1182 ’de, düşman karşısında, burada bir müd­ det ordugâh kurmuştur ( bk. Clermont-Ganneau, Revue Biblique, N. S. UI, 469 ). B i b l i y o g r a f y a : Yâküt, Mu cam ( nşr. 'Wüstenfeld), II, 48; İbn I^an^aL Musnad, II, 2 1 ; Bakri, Mu cam, s. 83 v.d .; Müslim, Sahih, II, 209 ; Balazori, FutUh ( nşr. de Goeje), s. 59; T abari, Annales, I, 1702.



C ER B E.



«5



bakiyesi el’an mevcut olan bir yüksek şose bu geçidi tamamiyle kapatmıştı. Adanın kıyıları, cenuptaki girinti ve çıkıntılardan sarfınazar edilirse, d Üz, sığ ve kumluk yahut bataklıktır ve bu hâl, gemilerin soku imasını güçleştirir. Bu sularda rned ve eezir çok hissedilir. Cerbe ’nin zemini killi kum taşı ve kireç taşından mürekkep olup, şimal-i şarkî tarafla­ rı kumlar ile Örtülüdür. Adanın avarızı fazla olmayıp, en yüksek yeri ancak 52 m. irtifamdadır. Adanın iklimi, sühunet bakımından, yek­ nesak ve mutedil olup, en soğuk ayın vasatisi 13,6°, en sıcak aymki ise, 26° ’dir. Yağmurlan seyrek olduğu kadar, dâimi akar suları, hattâ menbâları besleyeraeyecek derecede azdır. Yer altı sulan sulama işlerinde kullanılabilirse de, tuzluca olduklarından, içme için, yerliler sarnıç suyu kullanırlar. Cerbe ’nin toprakları umumiyetle münbittir. Hurmalıklar, zeytinlikler ve bağlar çoktur. Az yetişen hububat hal km ihtiyacına yetmez. Hal­ kın geçimi yalnız ziraatten olmayıp, zeytin-yağı istihsâli, dokumacılık ve çömlekçilik gibi, ma­ hallî san’atlar ile uğraşanlarda vardır. Bu son iki san’at eski olup, halkın nisbeten büyük bîr kısmını meşgul eder. Ada halkının 700 kadarı yün, pamuk veya ipekli dokuyarak, Örtü ve bütün Tunus ’ta çok rağbet gören «haile" ya­ hut hırka yaparak geçinir. Gueliala çömlekleri, beyaz ve sırlı çanak ve çömlekler yaparak, Tunus’a ve T rablu s’a gönderirler. K ıyı halkı hayatını denizden kazanır ; gemicilik ve balık­ çılık ile geçinir. Cerbeliîer çalışkan, becerikli, iyi iş adamları olup, bîr çokları Tunus şehirle­ rinde dükkâncılık eder, Sfax, Sussa ve Tunus ’ta cemaatleri, teşkilâtları ve reisleri bulunup, diğer İslâm tüccarları araşma karışmazlar. Dı­ şarıda çalışan cerbeliîer, epey bir para topla­ dıktan sonra, tekrar adalarına dönerler. ( H. E ammens.) C E R B E * C ER B A , Leo Afrieanus ’un GERBO, Adanın nüfusu 46.600 olup, km. murabbama Marmoî ’un GELVE dediği bu a d a , Akdeniz ’in 72 kişi düşer. Bu nüfus çok kalabalık olmakla KÜçük-Sırt körfezinde bulunur; şark-garp İsti­ beraber, ada üzerine dağınık bir şekilde yerleş­ kametinde boyu 39 km, ve şimâl-cenup istika­ miştir. Şehir ve kasabalarda bile evler sıkışık metinde eni 16—39 km. olup, mesahası 540 km2, tertipte değildir. En çok rastlanan mesken tarzı ’dır. Gabes körfezini teşkil eden 60 km. *lîk m enzel{ manzil) denilen çiftlikler olup, bunlar, bir deniz kolu adayı garpta cenubî Tunus k ı­ müştemilâtları ile beraber, komşu evlerden tar­ yılarından ayırdığı hâlde, cenupta Cerbe ile lalar, çayırlar ve kerpiç duvarlar ile ayrılmış kıt'a arasında, iki dar boğaz vasıtası ile denize bulunurlar. Daha XVI. asırda Leo Afrieanus ’un birleşen ve «Bugrara denizi" adı verilen bir ada hakkında yaptığı tasvir, bu bakımdan, nevi göl vardır. Boğazlardan garpta, Acim şimdi bile doğrudur. Bu çiftlik evlerinin du­ karşısında olanı ancak 2 km. genişlikte olup, varlarına mazgallar ve delikler açılmış olması, su kesimleri 3—4 metreyi aşmayan gemilerin . cer belilerin birbirine düşman saflara ayrılarak, geçmesine elverişlidir; şarkta al-Çantara kar­ gerek kendi aralarından, gerek karadan çıkıp şısında olan öteki boğaz, her ne kadar 3—6 gelecek hasımlara karşı korunmak mecburiye­ km. genişlikte ise de, develer cezir sırasında tinde olduklarını gösterir. Her biri bir şeyh kazıklar île işaretlenmiş sığ bir geçitten ( ta~ tarafından idare edilen 16 Aorns’a ve bu homs rilf al-camal) geçebilir. Romalılar devrinde j ’lardan her biri tekrar hümei ’lere veya ma-



ıo6



CERBE,



haileye ayrılır. jÇ/Smef Merin sayısı 9 7 'dir. En mühim lıümet ’ler şim aldedir; ftfümt-Sûfc ( 7.500 nüfuslu ) Cerhe ’nin idare merkezidir. Y erli ahâli muhtelif unsurlardan mürekkep­ tir ; büyük bir ekseriyeti berberîler teşkil et­ mekle beraber, arap ve musevîler de vardır. İbn Haldun { H isi. des Berberes, trc. Slane, 1, 173 ) 'a nazaran, Cerbe berberîleri ekseriyetle Lamaya aşiretine mensuptur. Bu aşiret daha 144 ( 761/762) senesinde, îbn Rustam Mn Abbasî valisi Muhammed b. al-A ş'at tarafından Kayravan’dan konulduğu sırada, A bâzi ilhadma tarafdar bulunuyordu. Bu hâdise üzerine îbn Rustanı, orta Magrib ’e çekilip, Lamaya ve Abâzi Lovâta aşiretlerini hükmü altında birleştirerek, Tâhert davleiini te’sis etmişti. Rustami devleti Fâtımîîer tarafından yıkıldıktan sonra, Lama­ ya Merin bir kısmı galiplerin akidesini kabul ettilerse de, geri kalanları ecdatlarının mezhe­ bine sâdık kaldılar, Murabıtlardan îbn Gâniya { 605 = 1208 ) tarafından tahrip edilmesi, La­ maya Merî dağılmağa mecbur etti. Bunların bâzılarıTlemeen ’de yerleşti; diğerleri bir Ketâmi aşireti olan Sedvikeşlerin yerleştiği Cerbe 'ye gittiler ve burada al-Bakri ’nin bir çok fıkra­ larda gösterdiği gibi, haricî akidelerini muha­ faza eden bir berberî kavmi buldular. A l-Bakri cerbeîileri fena ve hâin adamlar diye tavsif eder ( trc. de Slane, Deşer, de V Afrique, s. 48, 198 ). Cerbeliier, din ve dil bakımından, Tunus Mın diğer halkından farklıdır. Bunlar Şelha dedik­ leri berberi lehçesini muhafaza etmişlerdir. R. Basset ( Not es de lexicographie berbere, 2. seri, Paris, 1883, s. 24 ) 'ye nazaran, bu lehçenin ke­ limeleri Rif, Zvava ve Mzâb lehçelerine benzer. Sayısı 284 ’e varan camileri bâzı mimarî hu­ susiyetler arzeder. Bunlardan başlıcası, üstle­ rinde dik bir mahrut şeklinde taş bulunan alçak ve 4 köşe miııâr el erdir. Her ne kadar cerbeliler fikir hayatı İle pek az alâkadar ola­ gelmişler ise de, içlerinden oldukça taammış bîr kaç abâzi âlimi çıkmıştır. Meselâ Bü Messevar (ölm. XI. asır başlarında), Isın a'il alCaytâli (ölm. I330 ) (X V II, asırda yaşam ış), Slimân al-Ceblati, Turgut'un emri ile idam olunan Îbrâhîm al-Tlati, Ahmed b. A b i Setta ( ölm. 16 51) ve İbrahim al-Cameni (1637—1723) bunlardandır. ArapIar Gabes 'in cenubunda yerleşmiş bir kabile olan Hazem ’rn bîr kolu ve Ajîm civa­ rına, yakın zamanlarda hicret eden Uled Metabeul 'den ibarettir. Musevîler HÜmt-Sûif cenu­ bunda Hara Kebira ( 25000 nüfuslu) ve IdSra Şeğira (500) olmak üzere, iki yerde yerleş­ mişlerdir. Umumiyetle O dise’deki lotus-yiyiciler adası çldu|pı kabûl edilen Çer be, eski zamanlarda



Meninse adı ile tanınmıştı. Fenikeliler burada ticarethaneler kurmuşlar, kartacahlar ve da­ ha sonra romalılar adayı hâkimiyetleri altına almışlardır, imparatorluk devrinde Cerbe ’nin gâyet kalabalık ve ma’mûr olduğu anlaşı­ lıyor. Burada Meııinz ( al-K an tara), Tipaza ( Ajim civarında), Haribus ( Guellala ‘ya ya­ kın ), yeni Hümt-Suk yakınında, adaya ismini veren Gerba veya Girba gibi, bir çok şehir vardı. Vandal Mara ve onlardan sonra bîzanslılara âit olan ada, takriben 43 (665 ) 'te, Ruvayfa İbn Sabit al-Anşâri ’nin kumandasındaki araplar tarafından zaptedildi. Islâm işgalinin ilk asırları hakkında hemen hemen hiç malûma­ tımız yoktur. Bakrı ( Deşer, de VA friq ae, tür, yer), kendi devrinde, Cerba ’nin kara-yağız ber­ berîler ile meskûn olduğunu, bunların yalnız berberî lisanı konuşup, haricî akidelerine sâlik bulunduklarını, şekavet ve korsanlık ile geçindiklerini bildirir. İdrisi {D eşer, de VAf rique, trc. de Goeje, s. 1 51 ) de, cerbelilerin „kötü huylu, iki yüzlü olup, dâîmâ isyana hâ­ zır ve kimseye boyun eğmeyen insanlar oldu­ ğunu" söyler. Gerçekten adalarının arzettiği coğrafî vaziyetten istifâde eden cerbelilerin, îfrikûya ınüslüman hükümdarları karşısında, hemen-hemen müstakil durumda bulundukları farz edilebilir. Buna mukabil cerbeliier hıristiyanlar ile çok çetin savaşlarda bulunmağa mecbur kaldı­ lar. Sicilya Normanları adayı alarak, korsan­ lığa bir nihayet vermeğe çalıştılar. Milâttan sonra 1 1 3 5 ’te, Roger İL 'in amirali antakyaîı Georg, Cerbe 'yi ışgâl etti. Kadınlar ve çocuk­ lar esir alınarak, Sicilya 'ya götürüldü ve ada kırallığa ilhak olundu. 1153 'te çıkan bir isyan şiddetle bastırıldı ve adayı Normaıı hâkimiyeti kurtaramadı. 'A b d al-Mu1 inin, Mahdiya ’yi ve bütün Tunus sahilini ele geçirdikten sonra (1 1 59/ 1 1 60) , hıristiyanlar! C erb e’den kovdu, Bunlar 1284 ’te tekrar buraya geldiler. Bu de­ virde, Sicilya kıralı Pierre d ’Aragon ’un amirali Roger Doria, Uafşi ülkesini zaafa düşüren dahilî kargaşalıklardan istifâde ederek, Cerbe ’ye hücum etti, Adaya iki defa asker çıkardı (1284/1285 ) ve her yeri tahrip ve yağma ede­ rek, ahâliden 2.000 kişiyi Avrupa ’ya gönderip, sattırdı ve nihayet Cerbe 'yi temamiyle ele geçirdi. Adayı papalığa takdim e tti; papalık da burasını, evlâdına intikal etmek şartı ile, kendisine malikâne olarak verdi. Ada Roger Doria ’mn vârisleri elinde, 1310 senesine kadar, kaldı. Bu sırada ahâlisi iki fırkaya ayrılmış bulunuyordu ; Mu'Sviya kolu hıristiyanîara tarafdar bulunurken, Mestuna kolu husûmet gös­ termekte idi. Bunlar Hafşi sultanından imdat istediler j sultan iki kere hıristiyanlar* adadag



C ER BE.



107



çıkarmağa teşebbüs etti ise de, muvaffak ola­ gün 7 g pare gemi île Bü-Grara limanında madı. Bu iki fırka arasındaki rekabet devam yatarken, Venedik kaptanı Andrea Doria, Kâederek, kargaşalığın uzamasına sebep oldu. R o­ tib Çelebi ’nin ifâdesine göre, 150 gemiden mü­ ger Doria hanedanının son erkek ferdinin va­ rekkep bir donanma tarafından abluka edildi. sisi elinden Cerbe ’yi, rehine olarak, alan Frede- Düşman onun üzerine hücum etmeyerek, erzak rik d’Aragon, adaya Kataîonyah maceraperest ve mühimmatının tükenmesi ile teslim olma­ Ramoa Muntaner ’i gönderdi. Bu adam kanlı sını beklerken, Turgut Reis bir gece gemilerini icraatı ile adada sükûnu te’min etti ve 3 sene al-Kaniara yarım adası üzerinden aşırarak, abmüddetle idareyi eline aldı ( 1 31 1 — 1314). Bunu lokadan kurtuldu ( 1 541 ) ki, bu hâdise türk müteakip ada, doğrudan doğruya Sicilya k ı­ tarihlerinde Cerbe vak’ası adı ile mâruftur ]. ra! Iarının hâkimiyeti altına geçti. Valilerin Turgut Reis adayı idare eden şeyhin iktidarda kÖtii idaresi ve zulmü yüzünden, 1334 ’te çıkan kalmasına müsaade etti, fakat bir asır evvel bir isyan neticesinde, Sicilya kıt’alan adadan H afşiler tarafından inşa edilen Burç Hümt-Sük kovuldu. Evvelce Roger Doria tarafından inşa (B u rç a l-K a b ir)’ un yeniden inşasını da ihmâl edilmiş olan Câchetil ( Bore K a ştı]) hisarı hü­ etmedi. İnşa işi 1557 ’de bitince, buraya hâlâ cum ile alındı ve katl-i âmdan kurtulan as­ mevcut olan bir kitabe konuldu ( krş. R. Baskerler, köle gibi, satıldı. Bununla beraber S i­ set ve Houdas, Epigrapkie tunisienne, B ulleiin cilya kıratları Cerbe üzerinde hükümranlık de Correspondance africaine, 1882, s, 196). iddiasından vaz geçmediler. 1383 'te Ceneviz­ Üç sene sonra, Medina-Coeli dükünün kuman­ lilerin yardımı ile adaya ayak bastılar ve 1392 dasında, Trablus ’a karşı gönderilen bir İspan­ ye kadar Cerbe ’de bir garnizon bulundurdu- yol seferi kuvveti Cerbe Önünde göründü. İs­ . 1ar. Fakat kıral Alphons V. ’un, adayı ele ge­ panyol Iar hiç zahmet çekmeden adayı alıp, ora­ çirmek için, müteakip asırda giriştiği teşebbüs­ ya ( şubat—mart 1560 ) bir garnizon koydular. ler (3424 ve 1432) muvaffakıyetsizîiğe uğradı. Fakat 15 martta Piyâle Paşa tarafından mağ­ Hıristiyan hâkimiyetinden kurtulan cer beli­ lûp edilen Medina-Coeli, garnizonunu türklerin ler Hafsilerin idaresinden sıyrılmakta da gecik­ hücumuna terk ederek, Sicilya ’ya çekilmeğe mediler. Leo Africanus ’a göre, Sultan Abü mecbur oldu. Don Alvar de Sande kumanda­ ‘Omar ‘Osman ’ın ölümünde ( 1480 ) cerbeliier sında olan ispanyollar, 80 gün kadar dayan­ müstakil oldular ve karadan gelecek kabîle dıktan sonra, teslim olmak zorunda kaldılar, hücumlarından kendilerini korumak için, adanın Osmanh türklerı Tunus’a yerleşince, cerbecenup sahilini k ıt’aya bağlayan şoseyi bozdu­ liler, mahallî şeyhler tarafından idare edilmek­ lar. O sıralarda, adada iktidarı ele geçirmek le beraber, iürklere inkıyad ettiler. X V I. asır­ İçin, birbiri ile kavgaya tutuşan iki „şof“ ’tan da iktidar mevkiinde bulunan Semumeni aile­ birinin reisi, rakibini öldürdü ve emaret te’sis sinin yerine Calüdiyin ailesi kaim oldu. Bu etti. Bu değişiklikler kanlı karışıklıklar ile aile, Turgut Reis tarafından bu makama getiri­ vukû buldu. Leo Africanus ’a göre, 10 sene len Müsâ b. Calüd ’un soyundandır. Ailenin İçinde 10 şeyh öldürülmüştür. Bu anarşiye son ferdi XV III. asırda Tunus beyi ‘A lı b. rağmen ticarî faaliyet hayli gelişmişti. Cerbe Husayn b, ‘A li tarafından azledilmiştir. Bu emirlerinin hâzinesine, gümrük ve tuz rüsumu aileden çıkan şeyhler, 1599, 1600 ve 1601 'de olarak, 80,000 altın giriyordu. Bâzı İtalyan tüc­ çıkan isyanların da gösterdiği vecihle, türk pa­ carları adanın limanlarına sık-sık uğruyorlar şalarına karşı pek müstakil davranıyorlardı. ve buralarda tunuslu, türk ve mısırlı tacirler Adanın sükûnu, hârıcden gelen düşmanların ta­ İle karşılaşıyorlardı. A da ahâlisi Mısır ’a ihrâc arruzları ile de bozuldu. 1603 ’te Trablusgarpedilen kumaşlar ve bilhassa hıristiyan memle­ îılar Cerbe ’yi istilâya teşebbüs etmişlerse de, ketlerine yaptıkları korsanlık sayesinde, h ayli; taarruzları defedildi ve kendileri denize dökü­ zengin olmuştu. lerek, imha olundu. XVIII. asırda A li Paşa ’nın X V . asrın ikinci yarısında, Cerbe, Berberî emri ile idam edilen babasının intikamım almak korsanlarının üslerinden biri olmuştur. [ Daha arzusu ile, Ahmed b. Musa tarafından davet edi­ bu asrın sonunda ve XV I. asır başında Oruç len Urğammalar ileA kkaralar gelip, şeyh Müsâ Reis ve kardeşi Hızır Reis ( sonradan Barbaros b. Şâlah ’a hücum ettiler ve kendisini karaya kaç­ Hayreddin P a şa ) sık-sık Cerbe ’ye geldiler ve mak zorunda bıraktılar. Yûnus Bey ’in gönderdi­ burasını garbı Akdeniz havzasındaki hareket­ ği kıt'alar île takviye edilen şeyh, Musa Ahmed leri için, bir üs olarak kullandılar. Cerbe bil­ ’in tarafdarlarmı bozguna uğrattı ve büyük bir âhare Turgut Reis için de aym hizmeti gördü. kısmını kılıçtan geçirdi. 1792 ’de korsan ‘AH Adanın suları, bu mâruf denizcinin gemileri Bulgur, Trabuîus’tan Karamanlı ‘ A li P a ş a ’yı için, İspanyol donanmasının tecavüzüne karşı koğduktan sonra, Cerbe ’yi ele geçirmek istedi. emin bir sığınak teşkil ediyordu. Mamafih bir Muavini Kara Mehmed adaya asker çıkardı yç



108



CERBE - CEREŞ.



tunuslu vali Ham5da ’yi kaçmağa mecbur etti ise de, Tunus beyinin gönderdiği krt'alar ye­ tişince, 58 gün süren bir işgalden sonra, adayı tahliye etmek zorunda kaldı. X IX . asırda, gerek veba salgınları, gerek köleliğin ilgası yüzünden, çok sarsılmış olan Cerbe, 1864 ’te, uydurma bir mehdinin vaazları neticesinde, patlak veren bir isyanın bastırılmasından da pek zarar gördü. O zamandan sonra ada tam sükun ve asayişe kavuştu. Fransız himayesinin te’sisi Cerbe 'de hiç bir karışıklığa sebep olmadı. 28 temmuz ı88x ’de fransız k ıt’aları, hiç bir mukavemet ile karşılaşmadan, Burç al-Kabir ’e girdiler. Adanın askerî işgali esasen pek kısa sürdü. B i b l i y o g r a f y a : Bakrı, D eser, de VAf rique ( trc. de Sîane), s, 48, 198; Idrisi, ( trc. de G oeje), s. 1 51 ; Leo Afrİcanus, k i­ tap V (n şr. Sehefer ), II, 1 76; Ticani, Voyage da grand cheikh al-Lihyani dans la r&~ gence de Tunis en 73Ö6 ( trc, Rousseau, J A S 1852/1853 ); Muhammed Abu R âs b. AHmed al-Naşır, D eşer. et kist, de Djerbcı ( trc. Eziga, lâkabı Kayser, Tunus, 1884) ; H. Barth, Wanderungen darch die Kiistenlander des Mittelmeeres (Berlin, 1849), I, fasıl X ; V. Guerin, Voyage archeotogiyue dans la regence de Tunis ( 18 6 0); Ch. Tissot, Exploration scientifiyae de la Tunisie, geographie comparee de la province romaine d ’A friyu e ( Paris, 1866 ) ; Mas-Latrİe, Traites de paix et de commerce , . Introd. hisf., s. ı$8 v .d .; A . Brtılart, Monographie de Vîle de D jerba (1885 ) ; Laffıtte et Servonnet, L e golfe de Gabes en 7888 (Tunus, 1 888) ; Berthoion, Exploration anthropologique de Vîle de D jerba (Tunus, 1897 ) ; Bossoutrot, Documents pour servir â une histoire de D jerb a ( Revue Tunisienne, 1903 ); Gendre, L 'île de D jerba ( Rev. Tttntsienne, 1907 ve 19 0 8 ); Ta}j.fat al-kibâr f î asfâr al-bih 3r}{nşr, İbrahim müteferrika, 1411, tür. yer.); Ch. A . Juline, Histoire de VAfrique da N ord (P aris, 19 3 1), tur. yer. [ Bu makale tahrir heyeti tarafından tâdil edilmiştir ]. ( G. YVER.) C E R E Ş . C A R A Ş , eski G e RASA, .'Aclün dağ­ larının cenûb-i şarkî eteğinde ve sulan Vadi ’İ-Zarlçâ ’ya akan Vadi ’l-Der veya Vadi Caraş ( yunanlılarca Chrysorroas) adında küçük bir vadi içinde bir ş e h i r d i r . A dı, ilk defa ola­ rak, Makkabeler devrinde geçen bu beldenin büyük İskender ’den sonra kurulan yunan şe­ hirlerinden biri olduğu zaımolunuyor. Caraş, AIexandre Jannaus tarafından, yahudi ülkesine ilhak edildikten sonra, Ponıpeus ’un himmeti ile, istiklâline kavuşarak, gâlıbâ D ekapolis’e dâhil olmuş ve Trajan devrinden itibaren de, Rçtna ’mn Suriye eyâletine ve 160 senesine doğ­



ru Arabistan eyâletine ilâve edilmiş ve nihayet Palaestina Secunda 'ya ilhak olunmuştur. Bu devirde Gerasa büyük bir ehemmiyet kazanmıştır ve harabeleri seyyahları hayran bırakan bi­ nalar bu devre aittir. Fakat ne yazık ki, bunlar hâlen orada oturanların daimî tahriplerine mâ­ ruzdur. Evvelce birer mâbed iken, sonraları k i­ liseye tahvil edilmiş bulunan harabelerin de de­ lâlet ettiği vecihle, Gerasa hıristiyanlık devrin­ de bir piskoposluk merkezi idi. Şehrin hâkim vaziyeti d olayı siyi e olan ehemmiyeti Hİeronymus devrinde eski Gilead ’m da Gerasa tesmiye edil­ mesi keyfiyetinden istidlal olunabilir. Talmudî eserlerde bu vak'aya dâir izler bulunmaktadır. Arapların al-Urdunn vilâyeti ismini verdik­ leri ve coğrafyacıların bu bölgenin şehirleri arasında saydıkları Gerasa, Palaestina Secunda şehirlerinin çoğu gibi, Şurahbil tarafından fethedilmiştir. Ya'kübi ’ye göre, civar şehirler­ de olduğu gibi, bu şehirde de nüfusun ancak yarısı arap idi. Mukaddasi ’nîn Caba! 'Aclün *u Cabal Caraş ismi altında göstermesi, şehrin yukarıda kaydedilen hâkim vaziyetine delâlet eder. Fakat harabeler arasında arap âbideleri bulunmamasından anlaşıldığı gibi, şehir sonra­ ları hiç bir rol oynamamıştır. Şam atabeyi Tuğtigin ( 1 10 3 —1128 ) ’e âit olduğu ve kıral Bandom a’in 1121 ’de zapt ve tahrip ettiği bir hisardan yalnız bir yerde bahsedilirse de, buna âit sarih bir iz bulunamamıştır. Yakut, bizzat gören bir şahidin malumatına istinaden, şehrin XIII. asrın birinci yarısına âit bir tasvirini veriyor. Caraş o zamanlar tamamen harabe hâlinde bulunuyordu. Bir kaç değirmen çeviren bir su şehrî kat’etınekte id i; buna mukabil civar dağlarda (C abal C araş), bir çok köy ve Çiftlik vardı. Yâküt Emevîler zamanında yazıl­ mış bir şiirden de bahseder ki, bunda Caraş ’teki bir himci ( «hususî otlak" ) ’mn zikri geç­ mektedir ( bk. Nöldeke, Delectus Veterum carminum ar ab., 49,3 ). Vaktiyle o kadar muhteşem olan bu şehir o zamandan beri şimdiki harâp hâlinde kal­ mıştır. Ancak 1878 ’den itibârendir ki, çerkesler buraya gelerek. V adi ’ııin şark sahilinde, eski şehrin ufak bir kısmım kaplayan büçük bir köy kurmuşlardır. B i b l i y o g r a f y a i Schürer, Geschichte des jüdisehen Volkes im Zeitalter Jes u Chrisii, II ( 4, tab.), 177 v. d. ( burada başka bibliyografik malumat bulunur ) ; Thomsen, Loca Sacra, s. 51 v. d. ; Balâzori (nşr. de G o eje ), s. 116; Mukaddasi, B ibi. Geogr. Arab., III, 1 62; İbn al-Fakih, ayn. esr,, V, 116 ,* ibn Hurdâzbeh, ayn. esr., VI, 78 ; Y a '­ kübi, ayn, esr., VII, 327 v. d. ; Yâkmt, M a ­ çam (nşr. Wüstenfeİd), Iî, 6 1 ; Wüken(



CEREŞ - CERft Gesch. der Kreuzzüge, II, 469 v. d .; Merriil, I müdâhaleye mecbur k ald ıla r; fakat bu da, her East o f the Jûrdan, s. 281—290; R evue Bib~ hâlde, devamlı bir netice te’min edemedi, Haûlique, 1895, s - 374 v .d d .; Schumacher, Z eit- câc *m Irak valiliğine tâyini Carir ’in bundan schr. des deutschen Palâstİna- Vereins, XV III, sonraki hayatına kat’î bir istikamet verdi. F il­ 126 v. d .; X X V , m v dd»; Brünnow ve Do- hakika aî-Haccac şâiri halife ‘Abd al-Malik maszewski, Die Provincia A rabia, II, 233— ’in sarayına soktu. Halifenin teveccühüne maz239 ; Dalman, Palâstİna- Jahrbuch, 1908, s. har olmağa çalışan C arir, Tağiibiîerden al16. İsmin şekli hakkında bk, Mitteilungen Ahtal [ b. bk.] ve bilhassa al-Valid zamanında, and Nachrichten d » Deutsch. Palâstİna- Ve­ rakiplerini gözden düşürmeğe muvaffak olan reins, 1898, s. 57 v. d. kitabeler hakkında bk. şamh ‘A di b. al-Rİkâ‘ [ b. bk.] ile edebî bir ayn. e s r 1900, s. 10 v.dd„ 18 v.dd», 41 v .d d .; rekabete girişti. C arir sofu halife ‘ Omar II. ’in 1901, s. 33 v.dd, ; Zeitschr. des Deutsch, tam bîr teveccühüne mazhar oldu. Buna sebep, Pal.-V ereins, X X X II 222 v. d ,; X X X III, 12, kendisinin dındârâne hâl ve hareketi ile iffet 165 5 Prince Robert de Baviere, Zeitschr. des ve istikamet hususundaki şöhreti idi. Diva­ Münchener A lterium svereins, 1898; Revue nında muahhar halifelerden Yazid II. ve Htşâm ’ı medheden bir çok kasideler de vardır. B ibi., 1899 ve 1909, s. 448 v» d. Carir ’in Yamama ’de, başlıca rakibi Farazdak (F r. Buhl.) C E R ÎB . C A R İB ( A.), hususîyle h u b u b a t ’tan pek az sonra, no ( 728/729 ) ’da, bazılarına İçin kullanılan bir ö l ç ü d ü r . Bu tâbir, bir göre de, 114 (732/733 ) 'te öldüğü zannedil­ c e r î b dolusu tohum ekilebilen arazinin mesa­ mektedir. Carir şiirlerinde hakikî bir bedevi gibi gö­ hasına delâlet etmek üzere, m e s a h a ö l ç ü ­ s ü olarak da kullanılır. Bu ölçünün kıymeti, rünür, Her ne kadar babasına karşı aslında devrine ve yerine göre, değişir. Krş. Sauvaîre, evlâtlık hürmetine pek uygun düşmeyen bîr J A , 8. seri, VII (1886 ), 158—161 ve VIII (1887), tavır takınır ise de, hakikatin zıddına olsa dahi, aile adının verdiği gurur ile, soyunun 485 —488. Krş. mad, BATMAN şerefini müdafaa etmek lazım geldiğine kani C E R ÎD . CA RÎD , aslında « y a p r a k l a r ı s ı y r ı l m ı ş h u r m a d a l ı " mânasına olup, bulunuyordu. Ne olursa olsun, Carir, diğer bâzı at üzerinde oynanılan bir nevî oyunda hasma şâirler gibi, hicviyeleri ile değil, büyüklere yaz­ atılan ucu demirsîz ç o m a ğ a ve oyunun ken­ dığı kasideler sayesinde yaşamıştır. Hicviyeleri disine verilen isimdir. Bu cerîd ( c ir it ) oyunu, ile medhiyelerinden başka, güzel mersiyeleri de bir zamanlar tÜrk süvarilerinde çok makbûl idi vardır. Farazdak ile olan müşaaresine âît şiirleri, ve padişahlar oyunu seyretmek suretiyle, buna teşvik ederlerdi. Cindi ( cu n d i) ’ler cirit at­ 1905—1909 'da Bevan tarafından neşredilen N a­ makta çok mahir süvariler idi. Anadolu ’nun lça id isimli eserdedir ; al-Ahtal ile teati ettiği bâzı yerlerinde gençler hâlâ ilk baharda, şeh- hicviyeler, yazmalar hâlinde, toplanmıştır ( İs­ : rin dışına çıkarak, cirit oynarlar ( tafsilât için tanbul, Umumî kütüp., ıır. 54 71). Divanı 1313 bk. zeyl). ’te K a h ire ’de tabedilm iştir; bundan başka KiB i b l i y o g r a f y a ' . A . Cevad-Beg, Etat tüb- al-A ğâ n i ’de bir çok şiirleri vardır. B i b l i y o g r a f y a : Y§l v. d d ,; Shaw, Travels and observa3 hâkim île 4 kişilik ( 2 fransız 2 y e r li) jüri



ttZAYİÜ . tions ( Oxford, 1738 ) ; Schaler, V E ta i d 'A lg e r (Paris, 18 3 0 ); R. Basset, Documents geographiques sur VAfrique septentrionale (P a­ ris, 1898 ) ; E. Reclus, Nouv. geogr. üniverselle, X I; Wahl, U A lg e rie (5 . ta b .; Paris, 1908); Battandier ve Tra but, U A lg erie, le sol, les kabitants ( Paris, 1898 ); A , Bernard ve Ficheur, Les regions naiurelles de VA lg er ie ( Annales de giographie, aımee 1902),; A. Bernard, VAlgerİe ( Paris, 1929 ); ayn. mil., Enquete sur l’ha bii at rural des indiğe ne s de VAlgerİe (A lger, 19 2 1); A. Bernard, A frique septentrionale et occidentale, Giographie üniver­ selle, XI, 1 ( Paris, 1937 ; Cezayir ülkesine dâir başlıca toplu yeni e se r) ; Sfatistique generale de VAlgerİe et A nnaaire StaÜstique de VAlgerİe (A lger, 1936; ikinci cihan har­ binden evvel yapılan son nüfus sayımı neti­ celeri ). T a r i h i îbn Haldun, 'İbar ( trc. Slane, Hisioire des Berberes, Paris, 1852—1856, 4 cild }; İbn Abi Zari, al-fÇarİâ$ ; îbn 'Azarı, al-Bayan al-mağrib ( trc. v. Fagnan, Algİer, 1901/1992 ) ; al-Zarkaşi, Târik al-davlatayn ( Tunus, 1283; trc. Fagnan, Constantine, 1893 ) î al-MarrâIçuşi aI-M«'cıfc ( Leyden, 1847 ; tre. v. Fagman, Algir, 19 0 3 ); İbn A bi Dinar al-Kayravani, al-M unis f i Ahbâr îfr ik iy a va Tunis (Tunus 1283; trc. Pelissier ve Remusat, Exploration ■ scieniifique de VAlgerİe ( Paris, 1845), V III; al-Vafrani, Nıızhat al-H adi ( nşr. Houdas; Paris, 18 8 9 ); al-SalSvi, Kitâb aTisiiksâ1 (Kahire, 1312 ); Sander-Rang ve Deniş, Fondation de la regence d 'A lg e r ( Paris, 1837 ): Bü Ra’s ,GarâHb al-asfâr ( bk. Revue africaine, X X II—X X V II); Chronique du beylik d'O ran (trc. Rousseau, AJgier, 18 5 7 ) ; Mercİer, Histoire de VAfriqae septentrionale (Paris, 1888— 18 9 1); Faure Biguet, Histoire de VAf rique septentrionale ( Paris, 1905 ) ; Masqueray, Les revolutions de VAfrique du N ord ( Lavisse ve Rambaud Histoire generale, IV, X X ) ; Fournel, Les Berbers (Paris, 1875— 1888 ) ; A, Bel, Les Benou Gh&nya ( Paris, 19 0 3 ); A, Cour, L'etablissement des dynasties des ekerifs au Maroc et leur rivalite avec Ijes Turcs de la Regence d ’A lger ( Paris, 1904 ); de Grammont, Histoire d ’A lg er sous la domînation iurque ( Paris, 1886 ), ayn. mil., Etudes algeriennes: la course, Vesclavage, la redemption ( Revue historique, 1884/1885 ) ; Haedo, Topografia e hîstoria general de A rel (Valladolid, 16 12 ; frns. trc, Rev, A fricaine, X IV ve X V ) ; ayn. mlî., Epîtome de los reyes de A r gel ( frns. trc. Grammont, Rev. Africaine, k X IV , X X V ); Dan, Histoire de la barbarie et de ses corsaires ( Paris, 1637 ) ; Walzin Esİslâm A n siklo pedisi



Hi



terhazy, De la domination turque dans Vanetenne regence d 'A lg e r ( Paris, 1840 ) ; Playfair, Relations de la Grande Bretagne avec les Et ats barbaresques ( Rev. Africaine, X X I —X X V ) ; Gramaye, A fricae illusiratae libri decem ( Tournay, 16 6 2 ); E. de la Primatı daie, Docoaments sur Vhistoire de Voccupation espagnole ( R ev, Africaine, X IX xrX X I } ; Cat, Mission bibliographique en E spagne (Paris, 1 8 9 1 ) ; Ruff, La domination espagnole d Oran sous le gouvernement du comte d ’Alcaudete ( Paris, 1900 ) ; , Masson, Hist. des etablissements et du commerce français dans VAfrique barbaresque ( Paris, 1903 ); Nettement, Hist. de la conquite d*AV ger (Paris, 18 7 9 ); Peliissîer de Raynaud, Annales Algeriennes ( 2. tab. Paris, 1854 ) ; C. Rousset, U A lg erie de 1830 â 1840 (Paris, 1887 ) ; ayn. mil., La canquo); Rinn, Hist. de Vinsurreetion de 1871 (A lgier, 1891 ); Lamartiniere ve Lacroix, Documents sur le nord-ouest africain ( Lüle, ,ts.); Juîes Ferry, Le gouvernement de VAlgerİe. ( Paris, 1 8 9 1) ; Burdeau, U A lg erie en 1891 (P a ris, 18 9 2 ) ; Baudicour, La colonisation de ,VAl­ gerİe, ses elemente ( Paris, 1856 ) ; ayn. mil., L ’hıst. de la colonisation de VAlgerİe ( Paris, 18 6 0); Gouvernement general de V Algerİe % Ençuâie sur les resultats de la colonisation officielle de 1871 â 1895 ( Algier, 1906) ; Çh. A. Julien, Histoire de VAfrique du N o rd ( Pa­ ris, 1931 ); S. Gsell, Histoire ancienne de V A frique du N ord (Paris, 1913-^-1928 ) ; G, Yver, G. Marçais, Histoire de VAlgerİe (Pa-, ris, 1927 ) ; G. Marçais, Les A r abes en B er­ berle du X I 6 au X IV * siecle (Paris, 19 13 ). Â d e t l e r , d i n m ü e s s e s e l e r . Villot, Moeurs, coutumes et insiitutions des indigenes de V Algerİe( Alger, 1888 ); E. Doutte, U lslam atgerien en 7900 (A lg ie r, 19 0 0 ); Trumeîet, Les saints de Vİslam (P a ris, 18 8 1) ; ayn. mİL, U A lgerie legendaire (A lgier, 18 9 2 ); Rinn, Marabouts et Khouans ( Algier, 1884 ) ; Depont ve Coppoîani, Les confreries religieuses musulmanes ( Algier, 1897 ) ; Mohammed ben Cheneb, Proverbes ar abes de V Al­ gerİe et du Maghreb (P aris, 1905—19 0 7 ); A. Bernard ve N. Lacroix, L'evolution du nomadisme ( Algier, Paris, 1906 ) ; Pouyanne, La prapriete fonciere en A lgeriç ( Algier, 1903 ) ; Larcher, Tr ait e elemeniaire de lâgislatton algerienne ( Alger, 1903 ) ; Ismael Hamet, Les musulmans du N ord de VAfrique ( Paris, 1906 ) ; V. Demontes, L e peuple al~ gerien ( Alger, 1906 ) ; Brunel, L a question M



ĞEZÂYİ&. 'inâigene en A lgerie (Paris; 19 0 b ); Marçais, "V A ri en A lgerie ( Algler, 1906 ) ; Richard, De la civilisation da peuple arabe • ( Alger, 1850 ) ; ayn. mil., Les mysieres da peuple harabe (P aris, 1860). — Bk. bir de R! L. Playfair, A bibliography o f A lgeria, Papers o f ihe Roy. Geogr, Soc,; Annales de geograp h ie ’nin yıllık bibliyografyalarında, section 'II, Geographie regionale, A friqu e-B erberie; Bulletin de la Societe de geographie d ’A lg er et de VAfriqae dıı N ord ( her yılın 4. tri■ m estritî) ; Les tab les de la Remze des deux mondes et de la Revue africaine: G. Colin, Corpus des imcription arabes et turques de VAlgerie { Bibliotheçae d'archeologie a fri­ caine.) ; Mercîer, Corpus des inscriptions ara* bes et turçues de VAlgerie ( ayn. esr.); de Mas Latrie, Traites de paix et de commerce entre Chretiens et A r a l es au moyen âge ( Paris, ■ 1866 ); Plantet, Correspondance des deys ■ d 'A lg e r avec la Cour de France, 1579—1883 . ( Paris, 1900 }; de Grammont, Correspondance des consuls de France (A lg e r, 1898,); E x - ploraiions $c:entifique de VAlgerie (Paris, 1844 ) ; Tableau des etablissement français de VAlgerie (Ja h rg, 1838 — 18 6 6 ); Statistiçue generale de VAlgerie (1866 ’dan itibaren ) Moniieur üniversel Journal officiel kolleksi. yonlârı. ( G. YVER.) Bu madde tahrir heyeti tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir]. .C E Z A Y İ R . C E Z  İR , Avrupa dillerinde Alger (frns.), Algeri ( ital.), Algier ( alm.), Algİers .( iag’l-)» A fr ik a ’nın şİmâl sahilinde Cezayir ■. ülkesinin ( Algerie ) ve vilâyetinin ( departement d’Alger ) m e r k e z i d i r . Nüfusu, 1936 sayımına göre, 264.232 ’dir. . Romalıların yerleşmesinden Önce burada, Finike yahut Kartacaiilam ı,'ticaret mevkii, ola­ rak, kullandıkları Icosİum’un bulunduğu bilini­ yor. Bu şehir Vespasien zamanında lâtin müstemlekesi oldu, 371 veya 372 ’de berberi prensi . Fırmus tarafından zapt edildi ve bir nşüddet sonra, yine onun tarafından, Romalılara iade olundu. Burası, sonraları, bir piskoposluk merkezi olmuştur. V. asırdan sonra artık tarihte Icpsium ’dam bahsolunmaz. Sahası türkİer. .zamanındaki C ezayir’ink i ne hemen-hemen müsavi olan bu . şehir, VII. asırda arap isti­ lâsı sırasında harap olarak, ahalisi tarafından terkedilmiş olsa gerektir. XI. asırda bâzı tarihî inşaatın izleri henüz baki idî. Bakri ( al-Masâlik frns. trc.. Slane, jDesc. de V Afrique sep~ t e n t r :s. 156 ) de filhakika Bani Mazğannâ ’ların al Cazâ’îr 'inde eski âbidelerin, kadim kemer­ lerin,-zemini mozaikti bîr tiyatronun ve nihayet zbşide tşnzmda bir -kilise duvarının mevcüdi-



yetini'kaydeder. Diğer inşaat ve bâzı kitabeler 18 30 ’dan beri meydana çıkarılmıştır ( krş. Corpas inseript. Latin., VIII b ; X V ve Supplem ent; Gseîl, A tlas archeologique de VAlgerie, fas. I; var. V, not ). Her ne kadar tâyini kâbil olmayan bir tarihte Şanhacaler .grupundan bir berberi kabilesi olan Bani Mazğannâlar gelip civara yerleşmişlerse de, Icosİum ’un bulunduğu mahal X. asrın ortasına kadar boş kalmıştır. Z iri b. Menad ın saltanatı esnasında (945—971), bu emir in oğlu Bolugghı bu sahada bir şehir kur­ mak müsaadesini elde etmişti. Sahilden az bir mesafede bulunan kayalık küçük adalar tabiî bir . dalgakıran teşkil ettiği için, bu şehir Caza’ ir Bani Mazğannâ ismini almıştır ( Ibn Haldun, ‘Jbar, trc. Slane, H isi. des B erb„ II, 6 ), X. asrın sonundan itibaren, İbn H avkal’in tasvirinde görüldüğü gibi, bu yeni şehir, oldukça refaha kavuşmuştu. Bu seyyah der ki: «Cezayir bir' körfezde kurulmuş ve sûrlarla Çevrilmiştir; bir çok pazarları ve denize yakın tatlı su menbaları va rd ır... Bu şehrin etrafında pek geniş ovalar ve, bîr çok berberî kabileler ile meskûn, dağlar bulunur. Ahalînin başlıca servetini dağlarda - otlayan öküz ve koyun sürüleri teşkil eder. Cezayir ’den, ihraç mad­ desi olacak kadar bol bal çıkar ; ter ey ağ,- incir ve hububat hususunda da o kadar zengindir ki, K ayravân’a ve başka yerlere ihracat: yapar. Denizde, şehrin karşısında bir ada mevcuttur, ahali, düşmanları tarafından (tehdit edildikleri vakit buraya sığınır ( İbn Havkal, frans. trc, de Slatıe, J A , şubat 1842, s. 183 ). Bakrı, A fri­ ka ’yı tasvirinde ( göst. yer. ), Cezayir ’i «İspan­ yol, ifriljiyeli ve diğer gemicilerin sık sık uğradıkları" mahfuz bir liman, olarak, zikreder. C ezayir’in tarihi orta Magrib ’inkine sıkı surette bağlıdır. XI. asırdan X V I. asra kadar Cezayir, bu memleket için çarpışan bütün fatih ve müddeilerin hâkimiyetine boyun eğdi. Hammadilerin emaretine dâhil olduktan sonra Mu rabıt! ar m hükmü altına girdi, sonra «52 'de muvahhidinin nufuzuna geçti. Bani Ganıya!er A frika 'da tekrar Murabıt saltanatım kurmağa teşebbüs edince, ‘ A li b. Gâniya, Cezayir ’i zapt­ etti ( 1 1 8 5 ) ; burasım pek kısa bir müddet elinde tutabildi. Ahali kendisine karşı ayak­ landı ve al-Manşur’a tâbi oldu. Bununla bera­ ber Cezayir 6 2 3 1 2 2 6 ) ’te Yahya b, Ganiya tarafından işgal edildi. Al-M a’mûn tarafından tekrar zapt edilen (628 = 1230) Cezayir ’e, Hafşilerdeıı bir vali geldi (632 === J234/1235), Fakat 664 { 1235/1256 ) ’ten itibaren Cezayirliler Tunus sultanındı mümessilini kovarak, bir nevi cum­ huriyet kurdular ve 676 ( 1277 ) ’ya kadar müs­ takil kaldilar. Bu tarihte iki- neticesiz teşeb-



-CE-ZAVİft.



HV



biisü müteakip, Bicâye ’nin Hafşi valisi, âsileri kabiliyetleri, ne de san’at zevkleri ile temâyüz ■ mâğîûp etmeğe muvaffak oldu, Hafşi ierden Abü etmişti. Okumuşları pek ■ azdı. — Fakat ■' bu­ Zakariyi’. Bicâye'de müstakil bir devlet kur­ nunla beraber zühd ve tekvası ile, kelâma âit duğu sırada, Bie.ıyeliler bu emîrin hâkimiyetini malûmatı ile şöhret kaZanmiş murabıt1 Sıdı tamdılar { 684 = 1285 ) ise de, kendisine karşı ‘Abd al-Rahmân al-Şa'âlibi (789—873 = 1387 tam bir s-dakat beslemediler. îbn 'Allan ismin­ — 1468 ) ’yi zikretmek icap eder; sonralar! Cbde biri iktidarı eline geçirerek (1307 V, Bicâye zayir ’in piri addedilmiş olan bu mütedeyyin emîrinirı mümessillerini kovdu ve 14 sene müd­ zatın hâtırası, orada hâlâ büyük bir hürmetle detle. mâruz kaldığı bütün hücumları defetti. anılmaktadır. Camilere gelince, ekserisi tezyi­ Bununla beraber, Cezayir ’i^ muhasara etmeğe nattan âri, cemaat yerleri gayr-i muntazam, gelen Tlemsen emîri, Abü Hammü I. ya mağ­ damlan kırmızı kiremitle örtülmüş, kabâ bina lûp o’du (712 = 1312 /1313 ). Bu defa Marîniler, lardan 1 ibaretti. Bunlardan bazıları elan'm ev­ Abdaİvâdilere karşı yaptıkları muharebeler sı­ cuttur* S id i Heddi, Sidi-.Ramazân ve bilhassa rasında, bir çok kerre Cezayir ’e hâkim olmağa büyük câmi. muvaffak oldular: Abu ’I-Kasan ’ın muvaffaki­ X V . asrın son ve XV I. asrm ilk senelerinde yetleri devrinde 1347 ’den 1351 ’e kadar ve da­ Cazayir, diğer A frika sahil şehirleri g ib ir En­ ha sonra 1360 ’ta ve 1393 Te. Abü Hammü U. ’ya dülüs ’üıı hıristiyanlar tarafından- iap ti hâdi­ gelince, şehri iki defa istirdat etti ise de, kat’î sesinin aksüiameiine uğradı ; Eödüiüs'Teh ge­ olarak elinde tutamadı. Maiyetinin zulmünden len mülteciler ( yahudiîer, Endülüs arap lan ) bizar olaıı halk, i'k Önce Bicâye emîri Abü Zayyân ile nüfusu çoğaldı, fakat hıristiyan haçlı se­ a,, sonra Marinilerden 'Abd al-'A zîz ’e inkıyat ferlerine karşı kendini müdâfaaya mecbur kaldı. ettiler. O sırada bu anarşiden istifâde ederek, Filhakika kâtolik kırallar Afrika ’nıh şimal C ezayir’in hakikî hâkimleri, Miticah arap ka­ sahilindeki bütün kaleleri hâkimiyetleri, altına bilesi Şa'âliba oldu. Bunlar Şanhacaleri ova­ almak İstiyorlardı. O ran’m, Pedro Nayarro ve dan kovmuşlar ve A tlas dağlarına sürmüş’ erdİ. Ximeneş tarafından, zaptı ( 1509 ),: B icây e’hin Reislerinden biri olan Salim b. İbrahim, Zay- işgali ( 1 5 1 0 ) , Cezayirlilere tehlikenin yakınlı­ yânilere, Hafşilere, Mariailere sadakat yemini ğını ihtar etti. Cezayirliler, İspanyolların kuv­ edip, her birine, sırası ile ihanet ederek, nihayet vetine mukavemet edemeyeceklerinden, boyun kendisini bîr çok defalar affeden Abü Hammü II, eğd iler; katöîik kiralını metbû tanımağı, ken­ tarafından öldürüfünceye kadar ( 13 7 8 ) , Ceza­ disine her sene vergi vermeği, hıristiyan esirle­ y ir ’i istediği gibi, İdare etti. Oğlu Abü Tsşfin rini azad etmeği, korsanlık etmemeği Ve ’in entrikalarından korkan Zayyani amiri Abü nihayet limanlarını İspanyolların :hâsımîarına Hammü hükümet merkezini Tlemsen ’den Ce­ kapamağı teahhüt ettiler ( 31 kânun II, 1510 ), zayir ’e nakletmeği düşünmüş, fakat bu projeyi ŞayH Salim al-Tümİ, mûteberandan bir hey­ tatbik edememişti. XV. asırda yeniden bir çok etle, bî’at ve Ferdİnaııd ’a hediyeler takdim karışıklıklar zuhur etti. 1438 *de Zayyânilerden etmek üzere, bizzat Ispanya ’ya gitti. Pedro Abü Zayyân Muhammed, Tlemsen hükümdarına Navairo, muahedenin korsanlığa âİt maddele­ karşı ayaklandı; C ezayir’i uzun bir muhasara­ rinin icrasını te’min' ve Cezayirlilere nezâret dan sonra zaptetti ve şehri Mîtiea, Medea, Mi- etmek için, şehirden bir top menzili mesafede jiana ve Tenes( Tanas) ’i ihtiva eden bir devletin bulunan Penon adasına yerleşerek, orada bir merkezi yaptı. Emaret alâmetlerini ve al-Muşta- kale inşa etti ve içine 200 kişilik bir kuvvet ‘ in bi-’llâh ismini aldı. Fakat idaresinin sertliğin­ koydu. Korsanlığın ilgasından pek zarar gören den sık ı’an Cezayirliler, aynı senenin eylülünde Cezayir şehir ahâlisi, çok geçmeden bu vaziyet­ kendisini katlettiler. Bu tarihten itibaren, türk- ten bıkıp, usandılar ve Ispanyol boyunduru­ lerin istilâsına kadar, Cezayir ’de bir nevi küçük ğundan kurtulmağa çalıştılar. Katolik Ferdİ­ belde cumhuriyeti kuruldu. Bu cumhuriyet, Sa'â- nand ’ın ölümü ile bütün Berberistan ’da hâsıl Uba ’nin menfaat güden himâyesi altında, bir olan karışıklıktan istifâde eden Cezayirliler, burjuva oligarşisi tarafından idare edildi. Tari­ 1 5 1 3 ’ten beri C ice lli’nin hâkimi bulunan türk hî bîr taslağım yaptığımız berberi Cezayir, ha­ denizcisi Oruç R e is ’ten yardım istemek üze­ kikatte orta büyüklükte bir kasaba idi. Yalnız re, bir hey’et göndermeğe, Salım al-Tüimi ’yî müslüman gemicilerin değil, aynı zamanda Hı­ ikna ettiler. Oruç, Cezayir ’e gitti ve bir ristiyan tacirlerin de uğradığı limana ancak halaskar ğıbi karşılandı ise de, Pennon ’a karşı M ıtica’nin komşuluğu bir az ehemmiyet verdir­ bir şey yapamadı. Salim al-Tüm i ’yi ö Idil rt erek, mekte idi, XV. asırda Venedik ve Floransa bertaraf ettikten sonra, kendini askerlerine donanmaları buraya her sene uğrarlardı { Mas- 'su ltan ilân 1 ettirdi. Bunun üzerine Cezayir Latrie, Traites enire Chretiens et A ra b e s. . , , şehir ahâlisi, iürkleri iardetmek üzere, îspanmukaddime, s. 330, 33 3 ). Ahalîsi ne fikrî ( yoılar ve Şa'âlibeler ile anlaştılar; fakat "bu



14-â



cfezAYte.



isyan teşebbüsü meydana ç ık tı; fesatçı şeyhler yakalanıp başları kesildi, şüphe altında olanlar ve gayr-i memnunlar hapsedildi ve öldürüldü. BÖyîece Oruç Cezayir ’in hâkimi oldu. Jspajıyolîar burayı onun elinden almak için boşuna uğraştılar. 15 16 ’da Don Diego de Vera ve 1 5 1 9 ’da Don Ugo de Moncada tarafından Cezayir 'e yapılan seferlerin ikisi de hezimetle neticelendi. Fakat Penon, bıristiyanlann elinde kaldığı müddetçe türk hâkimiyeti, kat’î olarak, yerleşmiş sayılamazdı. Oruç ’ım vefatı, kardeşi ve halefi olan Hayreddin ‘in idaresinin ilk zamanlarında mârûz kaldığı güçlükler İspanyol kalesinin düşmesini uzun zaman geciktirdi. Masunlarına galip gelen Hayreddin, 150 9 ’da, S sene evvel Kabilîlerm kendisini koğdukîarı Cezayir ’e girince, bu işi sonuna erdirmek kararını verdi. 1529 mayıs başında Penon’a hücum etti. Vali Don Martin de Vargas 22 gün top ateşine mukavemet etti. Nihayet 27 mayıs 152 9 ’da, son 25 kişi ile birlikte, teslim olan Vargas, galibin emri ile, idam edildi. Penon temelinden yıkılarak, enkazının bir kısmı adacıkları birbirine bağlamak içîn kullanıldı ve boylece bugün dahî Hayreddin ismi ile anı­ lan bir mendirek vücuda geldi. Kendi istikame­ tine amûd bir rıhtım ile tamamlanan bu mendi­ rek, limanı şimal ve şîmât-i garbî rüzgârlarından korurdu. Cezayir gemileri böylece kışı fırtı­ nadan ve hıristiyan hücumlarından korkmaksızın geçirebilecekleri bir sığmak buldular. Deniz tarafına yerleştirilen bataryalar ile kara tarafına çekilen sûr, Cezayir ’i hemen-hemen zaptolunmaz bir hâle getirdi. Bütün bu tahkim işlerine Hayreddin’in başladı ve halefleri olan beylerbeyleri tarafından devam edildi. Türklerin Cezayir ’e yerleşmesi, hıristiyanlık için, dâimî bîr tehlike teşkil ediyordu. Bu sebeple Charles Quiat türk hâkimiyetini söküp atmağa teşebbüs etti. Daha 1 5 3 5 ’te Tunus’u zaptetmiş ve oraya Ispanya ’ya tâbi bir hüküm­ dar yerleştirmişti. Cezayir’ i zaptetmek ile bu işi halledeceğini düşünmüştü. Charles Quint bâzı yerli şefler ile, hattâ bizzat Hayreddin ile yap­ tığı uzun müzakerelerden sonra, 1541 eylülünde A frika ’ya hareket etti. İmparatorun bizzat idâre ettiği sefer, Andre Doria ’mıı kumandası al­ tında, 12,330 gemici taşıyan bir donanma ile 24.000 kişilik bir ordudan mürekkep bulunu­ yordu. Charles Quint de, Vera ve Moncada ’dan daha talihli çıkmadı, imparator 23 teşrin I. ’de Harrach ( Harrâş ) suyunun munsabmda karaya çıktı ve şehre hâkim Kudyat al-Şabün tepesinde mevki almağa muvaffak oldu ise de, mahsur­ ların şiddetli hücumları karşısında dayanamadı, perişan oldu. Malta şövalyelerinin cesareti olmasa idi, ihtimâl bozgunluk son derecesine



varacaktı; bu şövalyeler mutaamzları şehre kadar püskürttüler. Bunu gören Haşan Ağa kapılan derhâl kapattırdı, Aym gece kopan ve 140 gemiyi harap eden bir fırtına orduyu erzak ve mühimmattan mahrum bırakarak, ric’ate mecbur etti, imparator, güç haile ve katlanılmaz yorgunluklar pahasına, Matifou bur­ nuna varabildi ve ordudan kalmış olan dökün­ tüler tekrar gemilere bindiler. Büyük mikdarda ganimet elde eden Cezayirliler artık mağlûp edilemeyeceklerini zannettiler. Bu tarihten itibaren Cezayirliler rahatça kor­ sanlığa koyularak, 1830 ’a kadar buna devam ettiler. Mamafih korsanlık yavaş-yavaş şekil ve vasfını değiştiriyordu, İlk zamanlar kâfir­ lere karşı bîr harp iken, sonraları Cezayirlilere kâr getiren bir iş oldu. Kazancının bîr kısmını alan hükümeti ve gemileri teçhiz için birleşen ferdlerİ, hattâ maceralarında muvaffak olan korsanların ve gemi sahiplerinin ihsanlarından faydalanan halkı da zenginleştirdi. Bu kazanç­ lar bütün memleketlerden, ekseriya aşıtları hıristiyan olan sergüzeştçileri de cezbediyordu. 1688 ’de Estrees ’nin idaresindeki transız filosu şehri topa tuttu ve epeyce büyük zararlara sebep olarak, Cezayirlileri sulh teklifine mecbur e tti; 1773 ’te Cezayir dayısı Muhammed b. 'Osman ’m İspanya ’ya harp ilân etmesi üzerine, bu devlet tarafından Cezayir 'e, bir filo ile, 23.000 kişilik bir ordu gönderildi, 8 temmuz 1775 ’te bu kuv­ vetler, Cezayir ordusu tarafından, mağlûp edildi. 1815 ’ten sonra, Avrupa devletleri bu vaziyete nihayet vermeğe karar vermiş görünüyorlardı. Esaretin ilgası hususunda Viyana kongrasımn mukarreratım dayıya bildirmek üzere, 16 mayıs 1816 ’da C ezayir’e giden Lor d Ezmouth haka­ rete uğradığından, bir filo Cezayir ’in önüne kadar geldi ve şehre ateş açtı. Fakat Cezayirli­ ler büyük bir azimle kendilerini müdafaa ettiler (27 ağustos 1816). Ingiltere ile dayı Hüseyin arasındaki bir ihtilâfı müteakip şehir, amiral Neal tarafından, 1825 haziranında tekrar topa tutuldu ise de, bundan büyük bir zarar görmedi. Fransız ordusu 14 haziran 1830 ’da, Cezayir ’in 23 km. garbında, Sıd i Ferruş ’te karaya çıktı ve 19 ’unda dayının ordusunu Staweü ovasında mağlûp ederek, 29 .haziranda Fort l'Empereur ’üıı önüne geldi. Müdafıleri tarafından tahliye edilmiş olan istihkâm işgal edildi. Ertesi gün Hüseyin teslim şartnamesini imzaladı. Türk hâkimiyetinin teessüsü ve devamı, Ceza­ yir ’i Akdeniz âleminin en orijinal şehirlerinden biri yapmıştı. Küçük berberi kasabası mâmur ve kalabalık bir şehir olmuştu. Türk Cezayir ’i Kaşba { kale'içindeki kısım ) ’dan sâhüe kadar uzanan kayalık yamaç üzerinde yayılmıştı. Ce­ zayir hakkında etraflı bir tasvir bırakan Haedo,



CEZAYİR.



*49



sûrları gerilmiş bir yaya benzetir. Bu tasvire miş Keçâva camii, Sida camii, A li Biçenin ca­ göre, sûrlar yayı ve sahil de, kirişi teşkil ediyor­ mii, Mezzo Morto camii, 16 2 3 'te Ispanya'dan du. Surlar takriben 3.100 m. 'yi buluyordu. Hay­ iltica eden müslumanlar tarafından inşa edilen reddin tarafından başlanan ve halefleri tarafın- Endülüs camii, 1709 'da dayı Muhammed Bekdan devam olunan istihkamlar, şehrin muhafa­ taş zamanında inşa edilen Şurâfâ’ »zaviyesi zasını te’min ediyordu. Müdafaa sistemi, Klaşba v. b .. . ( Diğer tarihî binalar için bk. G. Mar'nın sûru ile bir kaç istihkâm bataryasından çais, L'exposition d'art musulman, la Revue müteşekkildi, n — 13 m. yüksekliğinde olan sûr, Africaine, Trimestre, 1905, 3, cü). burçlar ile teçhiz edilmişti ve Ön tarafında Cezayir ’ in n ü f u s u , türk hâkimiyetinin de­ bir hendek vardı. Sûrun s kapısı vardı: liman vam ettiği 3 asır zarfında hissedilecek derecede cihetindeki Yalı ( la M arine) ' ve Balıkhane değişti. 1612 ’de şehirde 12.000 ev ve 60.000 (PScherie j kapıları, cenupta, civarında idam hü­ nüfus bulunduğu hâlde, 1830 ’da ancak 30.000 kümlerinin icra edildiği Bâb-'Azün, şimalde Bâb kişi kalmıştı. Bu nüfus 3 grupa ayrılabilecek, al-Ved, cenûb-i garbide Sultan kalesine giden muhtelif unsurlardan ( türk, mağribî ve yayolun geçtiği Yeni-Kapı { Porte Neuye ). Şehrin b u d i) müteşekkildi. Türkler çok mütesanit bir en yüksek yerinde inşa edilen İfaşba, 1556 ta­ eşraf zümresi teşkil ediyorlardı. Ekseriyetinin rihinden itibaren, bir az daha alçakta olan eski menşe'i Anadolu olan bu adamlar buraya, milis berberi hisarının yerini işgal etti. 1816 'da ‘A li saflarına «yoldaş" olmak üzere, gelmişlerdi. Hoca aşağı şehirde seleflerinin ikametgâhı olan Milis nizamları, kendilerinin hükümetin en yük­ ve mevkii İcabı yeniçerilerin tecavüzüne mâruz sek mevkii olan «ağalık" makamına erişmek bulunan Cenîııa yi terkedince, Kaşba, dayıların emellerini beslemeğe müsait bulunuyordu. Halk­ ikametgâhı oldu. Kışlaları, askerî depolan, bun­ ça kendilerine e f e n d i ve a ğ a unvanları ve­ lardan maada hükümdarın hâzinesini ve hususî rilen türkler, basit bir yeniçeri de olsalar, Ce­ dâirelerini ihtiva ediyordu. Şehrin hâricinde biz­ zayir ’de üst tabakadan addedilirlerdi. Milis zat İfaşba ya hâkim bir tepe üzerinde, Charles- teşkilât mensupları, bu teşkilât siyasî ehemmi­ Qııint 'in ordugâhı yerinde, Haşan A ğa ’nın inşa yetini kaybettikten sonra bile, azametlerini hiç ettiği Sultân K a l'a 'si (F o rt l'Empereur, Bure bırakmamışlardı. Bir çokları yerli kadınlar ile ai-Tûvüs ) yükseliyordu. evleniyorsa da, bunlardan doğan çocuklar, yâni Sûrların dâhilinde şehir, bir tepenin sırtma kul-oğulları, ayrı bir sınıf telâkki ediliyordu. kat-kat kurulmuştu. Yerlilerin el’an «Cebel" XVI. asrın son senelerinden sonra bunlar me­ dedikleri yüksek kısımda, ağaç destekleri is­ muriyetlere tâyin edilmek hakkından mahrum tinat ettirilmiş, üst katları birbirine değecek edildiler ve en şiddetlisi 1663 'te kopan isyan­ kadar yakın, beyaz badanalı evler vardı. Mer­ lara rağmen, bu yasağı kaldırtamadılar. Türk­ diven basamakları ile kesilmiş, kemerlerin ler, bütün memlekette olduğu gibi, payitahtta mevcudiyeti Üe boş bir hâl almış ve ekseriya da dâima bîr ekalliyet olarak kalıyordu. S ay ı­ karşılaşan iki kişinin yan-yana geçemeyeceği ları Hayreddin zamanında 10.000, beylerbey­ kadar dar olan yokuşlu sokaklar, tepeye doğru ler zamanında 30.000, 1634 ’te 22.000 ve 1789 yükseliyordu. Aşağı şehir, XVI. asrın son sene­ 'da 5.000 olarak tahmin ediliyordu. 1830 ’da lerinde reislerin oturmak için tercih ettikleri bu sayı 4.000 ’e inmişti. Şehrin fransıztar ta­ yer olmuştu. «Limanın ve mendireğin muhafa­ rafından zaptının ferdasında bekâr yeniçerile­ zası onlara âit idi. Bundan dolayı bütün bu ma­ rin memleketten çıkarılıp, T ürkiye'ye İadele­ halle onlar için bir müstahkem mevki teşkil edi rine karar verildi ve bu karar az sonra bütün yor ve orada kendilerini baskınlara karşı emni­ milis âzasma teşmil olundu. Türkler ile bera­ yette hissediyorlardı" ( de Grammont, Hist. ber, Cezayir bahriyesine mühendis, amele, kıla­ d ’A lger sotıs la domination tıırçae, X, 127). vuz yetiştirmiş ve içlerinden bâzı en meşhûr Mâmı Arnavut, Süleyman Reis, Murad Reis, korsanlar da çıkmış olan, aslen avrupalı dönme­ Arabacı A li Biçenîn gibi, XVII, asırda yaşamış leri zikretmek icap eder. Seferlerin, Avrupa meşhur reislerinin sarayları ve camileri de bu­ donanmalarının müdâhalesi ile, gittikçe güçleş­ rada idi. Daha XV I. asrın son senelerinde 100 mesi ve o kadar kâr getirmemesi, bunların sa­ cami, mescîd ve zaviye vardı, Fransızların işgali yılarını azalttı. Haedo ’nun zamanında 20.000 arifesinde 13 büyük, 109 küçük cami, 32 raescid kadar iken, XVIII. asrın sonlarında 200—300’e ve 5 zaviye mevcuttu. Bu binaların çoğu orta düştüler. cesamette ve san'at kıymetleri az binalar idi. Mağribîler şehir halkının ( balaci ) ekseriye­ İçlerinde en ziyâde dikkati çekenleri, berberî tini teşkil ediyordu. Bîr kısmı eski Cezayir devrine âit büyük camiden maada, 1660 'ta yerlilerinin ahfadı İdi. Diğer kısmı da türkler hanefî mezhebine mensûp türkler için inşa olu­ zamanından beri gelmiş ve şehirlere yerleş­ nan yeni câmi, bir çok renkler île tezyin edii- miş ecnebiler idi (hıristiyan zulmü ile İspan-



* 5°



CEZAYİR.



y â ’dah kovulan endülüslüler, avrupalı mâcerâperestler, kul*okulları v. b.). Bunlar, umumî iş­ lere her hangi bir şekilde iştirakten memnu ve. askerlikten müstesna olarak, türk hâkimiyetini mukavemetsiz kabûl ediyor ve Cezayir ‘in. sahne olduğu facialara alâkasız bir seyirci olarak kalı­ yorlardı. Memleketin iç taraflarından gelen bâzı yerliler de Cezayir’e yerleşmişlerdi. Türk ida­ resi tarafından sıkı nezaret altında tutulan köy­ lüler, rehçber ve gündelikçi olarak çalışırlardı. Biskrîîer hamallık ve Mzâblar ekmekçilik eder? lerdİ. Bütün bu berrani gruplarından her biri, işlerin gidişinden mes’ul bir am in tarafından idare edilen küçük bir cemaat meydana geti­ riyordu. ■ ■ Mağribîler (kul-oğullan ile birlikte) 18 30 ’da îB.ooo kişi id i; zenciler 3.000, yerli berberîler de 1.000 kişi kadardı. Yahudiler Cezayir şehrinin hayatında git gide daha ehemmiyetli bir mevkii işgal ettiler. Sa­ yıları'az olan yerli musevîlere, 1 3 9 1 ’de gelen ilk kafileyi müteakip XV . ve bilhassa XVI. asırlarda gelen İspanya yahudıleri katıldı. Hay» reddiıi yahudtlerirı, muayyen bîr- sayıyı geçme­ yecek hadde, dükkân açmak ve cizye vermek şartı ile, Cezayir’de yerleşmelerine müsaade etti. Bunlardan beyler ile Avrupa hükümetleri arasında âdeta resmî bir mutavassıt vazıyetin­ de bulunan Soîiman Jackete (öhn. 1725 ), bil­ hassa Bacrîter ve Busnachler memleket işle­ rinde bir aralık pek büyük bir nufuz kazan­ dılar. Nephtâİi Busnach, 25 sene ( 17 8 0 - 18 0 5 ) müddetle; beyleri ve dayıları- keyfîne göre azil ve nasbetti, memleketin bütün kaynaklarını elinde tutarak eyâleti kendi menfaatine göre idâre etti. Fakat bu taşkın tahakküm, şid­ detli bir aksülâmel ile neticelendi. Cezayir k ı­ ralı lâkabını almış olan Nephtali bir yeniçeri tarafından katledilince ( 1806), kanlı bir ayak­ lanma oldu; zengin yahudiierin mağazaları yağ­ ma edildi, bir çoklan öldürüldü veya sürüldü. Bü hâl yahudiler için ağır bîr darbe oldu. S a ­ yılan, Rozet ’e göre, 4.000 ’e inmişti. Yahu­ diler, kendilerini tüı klerden çok eziyet çekmiş gibi göstererek, fıansız hâkimiyetini memnuni­ yetle karşı! adı lar i 1870 karar nâmesi, bunlara fransız vatandaşlığı hakkım da verdi. 'C ezayir’deki avrupahlar kısmen esirlerden, kısmen de hür tacirlerden teşekkül ediyordu. Esirler, denizde korsanlar tarafından yakala­ nan yahut Akdeniz kıyılarına, bilhassa İspanya, İtalya, Korsika ve Sardunya sâhİlleı ine yapılan akmlarda ele geçirilen hıristıyanlar idi. Bunla­ rın bir kısmı »beylik1* hissesine ayrılır ve ka­ lanlar bedestende müzayede ile satılırdı. Serbest avrupahlara gelince, bunlar umumiyetle az sa­ yıda idiler.' Çünkü Cezayir, Berberistan ’ııı di­ ğer şefiklerinin ve bilhassa şark iskeleleri ile



mukayese edilebilecek kadar, büyük bir ticarî ehemmiyeti haiz değildi. Konsoloslar ve bun­ ların arasında üstünlüğü.paylaşamayan fransız ve İngiliz konsolosları, konsolosluk- memurları ve "bâzı tacirler mevcudu hiç bir zaman 10 0 ’ü geçmeyen küçük bir koloni meydana getiri­ yordu. Türkîer zamanında Cezayir , şehri, mâ­ liye nazırının haznaci nezâreti altında hususî bir; idareye tâbi idi. Muhtelif kavim zümreleri ( zenci, mzâblar v.b.) ve küçük san’at erbabı amin ’lere tâbi loncalar teşkil ettikleri gibi,; yahudiler de müntehap bir şefe tâbi »mîllet** meydana getiriyordu. Sayh al- balad ‘m bütün afnin 1er üzerinde nufuzu vardı Pazarların ne­ zâreti mukâtib e, sokaklarınki, gündüzleri kâh­ yaya (k et hüda), geceleri, dâima türk olması icap eden, ağa al-kulîa’ ’a, hamamların, umumî evlerin inzibatı mez.vâr ’a, çeşmelerin bakımıve bunlara tahsis edilmiş vakıfların idaresi de,‘ ûmîn al^uyün ’a aitti. Bu idare, memnuniyeti mucip bîr tarzda devam ediyordu. TürkCezayir ’înİ ziyaret eden bütün seyyahlar burada tam bir asayişin mevcudiyetine şehadat ederlerdi. Bu idare cihazı, türk hâkimiyeti ile beraber ortadan kalktı. 1830 ’dan sonra Cezayir büyük değişikliklere uğramış, eski türk-mağribî şehri yerine yavaş yavaş büyük bir Avrupa şehri kaim olmuştur. Şehir fransız!ar tarafından işgal edildikten sonra, halkın 10,000’e varan büyük bir kütlesi Cezayir ’den ayrılmıştı. Bundan sonra, bir taraftan yerlilerin, diğer taraftan avrupe.lıîarm gelmesi ile, nüfusu sür’atle arttı. Birinci cihan harbine takaddüm eden son sayımda ( 1 9 1 1 ) bu nüfus 162.000, io sene sonra 207.000, nihayet 19 3 6 ’da 264.232 oldu (yakm civarı üe beraber 364 000). Bu nüfusun 70 % ’ni avrupaîılar ( bu­ nun takriben yarısı Fran sa’dan gelenlerin nesli, kalanı fransız vatandaşlığına geçmiş diğer avrupahlar ve ecnebi tabiyetınde bulu­ nan ispanyollar, italyanlar ve sayısı 20.000’i aşan yahudiler ), 30 % kadarını da müslüman yerliler teşkil ediyordu. Bu artışa muvazi ola-, rak şehrin sahası da çok büyüdü. Cezayir,, eski şehrin nüvesi etrafında, bilhassa deniz kıyısını takip eden 14 km. bir şerit gibi uza­ dı. Şehrin böyle uzunîama inkişafı, mevkiinin toproğrafyası icabı olmuş ve bu inkişaf şehre, kendi adını taşıyan koy kenarında, güzel bir amfiteatr manzarasını vermiştir. Ticâret faali­ yetinin artması üzerine eski liman, ilk önce. Hay- • reddin mendivekinin uzatılması ve Bâb 'Azün istihkâmına dayanan yeni bir rıhtım inşası ile genişletilmiş, daha sonra 1897 1912 seneleri ara­ sında yeni bir liman ( Ağa limanı) inşa olunmuş, bunun-da kâfi gelmiyeeeği anlaşılarak, daha yeni inşaata girişilmiştir. Limana girip çıkan-



CEZAYİR' - CEZAYİR-İ BAHR-İ SEFÎD* ‘ gemilerin tutarı X X . asır" başında 2,5 milyon, birinci cihan harbine tekaüdüm eden yıllarda 8 milyon ıken,:bu kemiyet 19 35'te 16,2 milyona çıkmıştır.’ r ■ -b 1 18 30 ’da C ezayir’de mevcut 176 dinî binadan" 1862 ’de ancak 48 tanesi kalmıştır (9 büyükcâihi, 19 küçük cami, 20 ınescid ve' zâviye).* E l’an- mevcut İslâm binaları arasında bilhassa üçünün arkeolojik ve artistik değeri’ ' v a rd ır: al-Saydıya camiinden getirilen sütunlar ile inşa edilen bir revakın tezyin ettiği büyük camı, İs­ tanbul ’daki bizans mâbedlerini-hatırlatan salip şeklinde bir plâna göre, 1660’ta inşa ^edilmiş olan Balıkhane camii1 ve 1696’da dayı-.al-Hâcci Ahmed tarafından, daha eski bîr binanın- yerine kurulan S id i ‘Abd ai-Rahmân al-Sa'âlibî eârtıii. Türkler tarafından-1 yapılan sûrların büyîik bir kısmi yıkılmış ve yerine .şimdi ortadan kaldı­ rılmağa başlanan yeni bir sû r1 inşa edilmişti. Eski K a şb a ’nin ancak bİr. "kaç bakiyesi kal­ mıştır. Yerliler şehrinin aşağı kısmı hemen tamamiyle modernleşti, Avrupavârî sokaklar açılmış ve yukarı kısmı ise; arzânî yollar ile kesilmek suretiyle orijinalliğini kaybetmiştir. Bu vandalhk, İşgalin başlangıcında,’ avrupaliIara, müstahkem sûr dâhilinde mesken tedariki bahanesi ile, yapılmış olsa bile, şehrin şimal ve cenûba': doğru tevessua meylinden sonra mâzûr görülemezdi. Avrupa hayat ve muaşe­ reti git-gide bu yeni mahallelere'de geçmektedir.' Buna mukabil yukarı şehir müslüman hayatının merkezî kalmıştır. Yerli halk bu dar ve karan­ lık sokaklarda toplanır, yerli san’atların temer­ küz yeri burasıdır ve küçüf esnaf da burada yer­ leşmiştir. Anlaşılıyor ki, fransızlar bir âz.geç olmakla beraber, şehrin biı kısmının muhafa­ zası' ve tam bir hara biden korunması lüzu­ muna kani olmuşlardır. Bu maksatla 1905 ’te »Societe du vîeil A îger“ adli bir cemiyet te­ essüs etmiş ve müslüman Cezayir 'den kalan şeyleri aramağı ve korumağı kendine vâ'zîfe edinmiştir. Cezayir vilâyetinin merkezi olan Cezayir, bir kâç seneden beri fikrî hayatın ve İslâmi­ yet tetkiklerinin de merkezi olmağa- başlamış­ tır. 20 kânun 1 . 1879 kanunu ile 4 yüksek mektep (hukuk, tip, fen ve edebiyat) te’sİs edilmiş ve bu müessese J909 ’da Cezayir üniversitesi adım almıştır ( talebe sayısı I93Ö/19371 : ders yılı sonunda 3.227). Ayrıca Cezayir şehrinde bir millî kütüphane, bir güzel san'atlar mek^ tebi ve müteaddit müzeler ( bilhassa islâny san'atlan müzesi) bulunmaktadır. Müteaddit ilim cemiyetleri 1830 ’dan beri şimalî A frika ’nm ıha/' zisi ve hâl-i hâzırı hakkında tetkiklere yardım­ larda bulunmuşlar ve ezcümle ilk sirâda gelen Sociele historique’in neşir vasıtası olan1 Revue



* 5*



Africaihe'tZyb ’dân'berî A frika tarihi hakkında kıymetli eser ve vesikalar neşretmiştir. İsla-* mî-ilimler S id i.'A bd. al-Rahmâa al-Şa‘âlabiya medresesinde tedris olunur; Burada, kelâıtf vö fıkıh ile beraber,1 modern ilimlerin mukaddematı öğretilir ve buradan hâkimler ile dînî memurlar (kâzı, ‘udül, imâra v.b.) yetişir.M İh lî kütüphanede arâp, türk ve berberi-yazmaları vardır. • B i b l i y o g r a f y a : Corpus înscript, latin., V III*, X V (Jcosium ) ve zeyil.; G; Göl in, Corpus des inscriptions ar abes e t iu r qu.es de, VA l gerie ; I, Department d*A lger ( Paris, T 901 ); Haede, Topografia e hsiio'ria -general de A rg el ( Vâlladolid, 1 6 1 2 ) ,: frns. ■ -trc, Berbruggeret Monnereau (Rev. Africaineİ XIV , X V ) ; Venture de Paradis, A lg er an ■ X V IIIe sîecle (’nşr. E. Fagnan, Alger, 1898 ) ; Berbrugger et D e v o u ! L e s ’casernes des Ja nissaires & A lg er ( R ev. Afrıcaine, I Î I ) ; Av Devoülx, Les edifices religieh.v d 'A lger ( Rein A fricaihe, V I—X I I I ) ; ayn. mil., :Not e s hisiorigues sur les mos'quee's d*Alger ( ayn. es/., IV, V ) ; ayn. mil., A lger, Etüde'âüx epoques romaine, arabe, turque (ayn. esr., X X , X X I); Rozet, Voyage dans la Regence d ’A lg e r ( A li­ gleri 1833 ) ; E,' Feydeau, A lger, etüde ( yeni tab., Paris, 18 8 4 ); Otth, Esyuisses a fricaines dessinees pendant un voyage d A lger ( Bern, -1839 ) ; Guiâuchain, A lger (A igİer, i 905 ) ; Boutin, Reconnaissane de la ville, des forts et batteries d ’A lg er ( 1867, nşr. Nette-1 ment, Hisioire de la conquete d*Alger '; Rieces justijicatives, nr. 5, s. 574—599 ; krş. bir de mad. CEZAYİR, bibliyografya ) ; R. Lespes, A R ger. Etüde de geograpkie et d'hisioire ( Paris, 19 3 0 ); ayn. mil., L ’origine du nom frdnçais d- „A lg er, str, 'i9 i Selmân Savcı yerine Satman Sâvaci olacaktır.



i



■ |ff|||£€



i



CİDDE - CİĞALA-ZÂDE. Erdkunde, XIII, 6—3 3 ; von Maltzan, Wall: fah ri nach Mekka, I, 216—323 ; ayn. mil., Reise nach Südarahien, s. 46 v .d d .; Hollanda ticaret mecmuası, nr. 272 ( 30 mayıs, 1912 ).



(R. Hartmann.) [ Bu makale tahrir hey’eti taralından ikmâl edilmiştir], C ÎĞ A L A -Z Â D E ( halk arasında C a ĞAL» oğlu },



S inan ( Y usuf S inan ) Paşa (1547 ? —



1605), türk d e v l e t adamlarmdandır. XVI. asrın ikinci yarısında ve XV II, asrın başlarında adı bir çok harplere ve talerlere karışmış ve imparatorluk orduları ile donanmasını idare et­ miş olan Ciğala-zâde, Kanunî Süleyman dev­ rinde, enderun-i hümayundan yetişmiştir. K ü­ çük adı Seipione olup, Messina’da doğmuş­ tur ve Ciğala ( İtal. Cigala, C icala) ailesine mensuptur. Cenova ’da asıl bir Ciğala aile­ sinin mevcudiyeti, bunların, aslen Ceneviz oldukları hâlde, korsanlıkla Messina ’da yer­ leştiklerini göstermektedir (k rş. lorga, Ge~ schickte d. Osm. Reich., Gotha, 1910, IIÎ, 183). Babası, türk tarihlerinde «Anapoü kapudanı" ve «Frenk kapudam* diye anılan Ciğala ( Visconti dİ C icala), hayatım Charles Quint ’in hizmetinde korsanlıkla geçirmiş ve anası ise, Novobrdo ( Üsküp ile Priştina arasında bir kale ) hisarı dizdarının kızı iken, esir edilmiş­ tir {En ciclop. ifa !., X, 158, mad. CİCALA). Kapudan Piyâle Paşa 'mn Cerhe muzafferiyeiinde (zilkade 967 = temmuz 15 6 1) aldığı esirler arasında bulunan bu baba oğul da, diğerleri ile birlikte, İstanbul ’a getirildi ve esirlerin divana sevkedüdiği sırada, genç Ciğala, padi­ şahın dikkatini çekerek, iltifatına mazhar oldu. Dinini değiştirdikten sonra, kendisine Yusuf Sinan adı verildi. Babası, kısmen oğlunun ve kısmen de o sırada bâzı esirlerin, fidye-i ne­ cat vererek, tahlisini te’min eden Avusturya elçisi Busbecq ’in nufuzu ile, tahl is olundu ve bir müddet Beyoğlu ’nda yaşadıktan sonra, 1564 'te Messina ’da öldü. Enderûn-Î hümayunda terbiye gören ve Ka­ nunî Süleyman ’ın teveccühünü kazanan Ciğalazâde, evvelâ siîâhdar ve sonra kapıcı-başı oldu. Bu vazifesi esnasında (1574 ) onun, o sırada isyan eden İvan ( Joan cei-Cumplit ) ’ın yerine, Eflâk beyinin oğlu Petro ( Petru Scbiopul ) ’yu geçirdiğini görüyoruz. Çok geçmeden, yeniçe­ rilerin uygunsuz hareketleri neticesinde azl­ edilen yeniçeri ağasının yerine, Ciğala-zade ge­ tirildi ( 982—1575 ). Mihrimah Sultan ’ın, biri­ nin ölümünden sonra diğerini almak suretiyle, iki torunu ile, 1573 ve 1576 senelerinde evlen­ di, Bu suretle hanedana intisap ettikten sonra, Ciğala-zâde Sinan Ağa, gerek mevkii ve gerek bu sıhriyeti dolayısiyle, büyük bir nüfuz sahibi : Ltâm Ansiklopedi»



tâ l



oldu. Fakat bir müddetten beri intizamı bozu­ lan yeniçerileri tam bir disiplin altına 'alama­ dığı görülünce, 2 sene sonra azledildi ( mu­ harrem 986—1578 ), Ciğala-zâde’nin idare ve askerlik hayatında daha büyük vazifeler alması, 1577 ( 985 j ’ de açılan Iran harpleri sırasında vuku bulmuştur. Kendisini 1583 (991 ) ’te Van beylerbeyi olarak görüyoruz. Yeni serdar Ferhad Paşa, Lala Mus­ tafa Paşa zamanındaki Gürcüstan seferinde zaptedilen, fakat istihkâmları tamamen harap olan Revan kalesini kısa bir zamanda tamir ettirmiş ve muhafazasını, vezâret payesi üe, Diyarbekir bey ler bey il iği uhdesinde kalmak suretiyle, o sırada Van beylerbeyi bulunan Ciğala-zâde Sinan P a şa ’ya tevdî etmişti ( 10 ramazan 991— 28 eylül 1583). Ciğala-zâde bu vazifede 2 sene kadar kaldı. 1584 tarihli bir hüküm, onun R evan’daki faaliyetini ve muvaffakiyetlerinin Bâbıâlide nasıl takdir ve memnuniyetle karşı­ landığını göstermektedir ı krş. Başvekâlet arşivi, mühimme defteri, nr. 53, s. 5 ). Ciğala-zâde 1585 ( rebiülevvel 993 ) senesi iptidalarında ikinci defa Van beylerbey iliğine tâyin edildi ve aynı zamanda, sadrâzam ve serdar Özd'emir-oğlu Osman Paşa ’ya, emri altındaki kuvvetlerle, mülâki olması bildirildi. Ciğala-zâde, bir müd­ det, bir taraftan Van havâlisinde asayişin te’mini, tımarlılar ile yurtluk ve ocaklık sahipleri­ nin sefere İştirak ettirilmeleri gibi İşler ile uğ­ raştı, diğer taraftan Van gölünde işlemek üzere gemi tedariki ile meşgfıl oldu. Sonra da, yaz ortasında, Çaldıran sahrasında serdara iltihak etti. Tebriz ’in zaptım hedef tutan bu harekette öncülük yapan Ciğala-zâde, evvelâ Sûfıyân köyü civarında ve sonra, Diyarbekir beylerbeyi Mehmed Paşa ile birlikte, Uçan yaylasında büyük bir kuvvetle hücum eden Hamza Mirza kumandasındaki iranlılara karşı, muvaffakiyet kazandı. Tebriz ’in zaptından sonra vukû bulan muharebelerin hepsine iştirak eden Ciğalazâde ’nin tamamen muvaffak olduğu ve her zaman şeciâne çarpıştığı söylenemez. Bilâkis Hamza Mirza ’nın Gence ve Karabağ hâkimi Imam-KuL Han, Mürşid-Kuh Han ve diğer ümerâ ile, baskın şeklinde yapacağı haber alı­ nan taarruzunu karşılamağa serdar tarafından memur edildiği vakit, bu hareket esnasında en büyük rol, Hikmeti Çelebi ’nin  lî ’ye an­ lattığına göre, Ciğala-zâde ile birlikte bulu­ nan kürd ümerâsından Mahmudî Haşan Bey tarafından oynanmıştır, kanlıların 3 şevval­ deki ( 28 eylül 1585 ) hücumlarında da, Ciğalazâd e’nin, vaktinden evvel harp sahasını terk etmek suretiyle, ordunun bozguna uğramasına ve Diyarbekir beylerbeyi Mehmed P a şa ’nın şehid düşmesine sebep olduğu anlaşılmaktadır. il



ı6 i



CİĞÂLÂ-ZÂDE.



Tebriz kalesinin inşası bittikten ve muha­ fazası için kuvvet tefrik edildikten sonra, ser­ dar, Ciğala-zâde ’ye : — „Bu kalede ya sen k al­ mak gereksin, ya ben" — demişse de, kendisi bu hususta taallül etmiş ve zâten hasta olan özdemır-oğlu da bu yiizden bir kat daha kuvvetten düşmüştür. Mamafih bir vesika, Tebriz hükümetinin bir müddet için Sinan Paşa ’ya tevcih edilmiş olduğunu ve „müşarunileyhin yanında hıfz ve harâset-i memleket için, bir yarar nâmdar ümerâya" ihtiyaç hissedil­ mekle, Bitlis hâkimi Şeref Han ’a bu yolda bir emir gönderildiğini bize göstermektedir (B a ş ­ vekâlet arşivi, mühimme defteri, nr. 59 ( 993 ),



Koıkmaz Han esir düştü. Şahverdi ^ian güç­ lükle kaçıp kurtuldu ise de, bilâhare itaat ve inkıyadını arzetti. Bu gibi başarılı hareketlerde bulunan ve Safevîler İran ’ının Hûzistan ve Erdelân vilâyetlerinde birçok fütuhatta bulunmak suretiyle harbin seyrini osmanlıîar lebine çe­ virmekte büyük bir rol oynayan Ciğala-zâde, bir taraftan, Iran iç işleri hakkında padişaha mufassal arizalar gönderirken, diğer taraftan da beylerbeyi bulunduğu Bagdad ’m terakki ve inkişafı yolunda bâzı tedbirler almakta idi, Ezcümle Bagdad ’dan müstakil bir hacılar kafi­ lesi çıkarılmasını ve bir emirülhacc tâyin edilme­ sini teklif ettiği gibi, halife ‘A li ’nin mezarının bulunduğu Necef ’e su getirmeği de istemişti. s- 7 5 )* Özdemir-oğlu ’nun vefatım müteakip ( 24 teş­ Ciğala-zâde’ye göre, evvelce buna benzer bir rin I. 1585 ) daha evvel emri İstanbul ’dan gelen hâlde iken, Kanunî Süleyman ’m himmeti İle Ciğala-zâde, serdar kaimmakamlığma geçti ve suya ve hayata kavuşan Kerbelâ gibi, Necef T e b riz ’e Trablusşam beylerbeyi Cafer P a şa ’yı de, Fırat ’tan bir kol alınarak, kurtarılmak ve bırakarak, orduyu Van ’a sevkederken, Hamza imar edilmek ihtiyacında bulunuyordu. Bu za­ Mirza kuvvetlerini Acı-Su mevkiinde büyük rureti duyan beylerbeyi, bu sahada tetkiklerde bir mağlubiyete uğratmağa muvaffak oldu ( 7 de bulunmuş, „ilm-i mesâhat ve hendeseden zilkade 993 = 1585). haberdar mimarları" getirterek, projeler, yap, Mesih Paşa ’mn sadâreti esnasında bir müd­ tırtmış ve bunun gayet kolayca ve 120.000 fîlori det serdar kalan Ciğala-zâde, o ksş yeni bir ile yapılması mümkün olduğunu meydana çıkar­ hareket yapmamakla beraber, son hezimeti mü­ mıştır. Şüphesiz büyük faydalar te’min edecek teakip Tebriz ’i muhasara eden Hamza Mirza olan bu tasavvurlar, az sonra B agdad ’dan ay­ 'ya ve Tiflis ’i almağa çalışan Gürcüstan hâ­ rılan Ciğala-zâde zamanında tahakkuk etme­ kimi Simon ’a karşı siyasî tertipler icrasından mekle beraber, onun aynı zamanda imarcı bir geri durmadı; filhakika İran ordusundaki türk- idareci olduğunu, samimî bir siinnî olmasına men beyleri ile muhabere ederek, onları, iran- rağmen, ş i’îlere karşı müsamahakârlığım gös­ lıların hiyaneti ile mahvettikleri Emirhan ’dan termektedir. Diğer taraftan Ciğala-zâde, Bag­ dolayı, intikam almağa teşvik etti ve bu suretle dad ’da daha XVIII. asırda bile Ciğala-zâde Tebriz İle Tiflis ’i muhasaradan kurtarmağa hanı denmekle meşhur olan, han ve kahvehaneyi muvaffak oldu. Ferhad Paşa 994 (1586 ) senesi bina ile etrafında mevcut sokakları imâr et­ baharında şark seferine serdar tâyin edildiği mişti ki, zamanının şâirleri bu han ve kahvesırada, Ciğala-zâde ’ye de Bagdad eyâleti ile hâneyi medhetm işi erdir, Ciğala-zâde 15 9 0 ’da, o havalideki beylerbey iler üzerine ser darlık kısmen de Iran ile sulh akdedilmesi yüzünden, tevcih olundu. Ciğala- zade ’nin Bagdad’da kal­ Bagdad ’daa ayrıldı, Nihavend kalesini muha-, dığı 5 sene daimî harp ile geçti. İlk sene saraya teşebbüs eden ir anlılara karşı İstanbul Pilur ve Ne var kalelerini zaptetti. 995 ’te ir an­ ’dan mütemadiyen asker talebinde bulunan lılar sulha talip oldukları için, Ciğala-zâde ’ye, Ciğala-zâde, Iran ile akdedilecek sulha âdeta Hemedaa tarafına ve o havalideki İran kalele­ engel telâkki olunduğu İçin, aleyhinde İstan­ rine sefer oluşmayarak, yalnız Hûzistan memle­ bul ’da oldukça kuvvetli bir cereyan vardı. ketlerinden Dizfûl ( Peçevî ’de Despûl) ’a karşı Onun mütemâdi istekleri, sulhun aleyhinde bir hareket yapması emredilmişti. Bu seferi de bulunduğu zehabını hâsıl etmiş ve hakkında zaferle başaran Ciğala-zâde, ertesi sene, İstan­ itimatsızlık uyandırmıştı. Hâlbuki Ciğala-zâde, bul ’dan gönderilenler ve o havalinin kuvvetleri iranlıîann sulh istemekte samimî olmadıklarını, ile birlikte, evvelâ bâzı küçük kaleleri, sonra mütemadiyen İliyle ve fesat yaparak, fırsat da Nihavend ’i zapt ve burayı kethüdası Meh- kolladıklarım, şayet sulha râzı olmak hayırlı med Ağa ( P a şa ) ’ya tevcih etti. Bu mühim ve faydalı ise, iki taraftan hudut tesbit edil­ kaleyi kaybeden ve Ciğala-zâde ’nin Hemedan medikçe ve tamamiyle sulh hâli teessüs etme­ fethine de teşebbüs edeceğini sanan iranlılar- dikçe, hududu askersiz bırakmanın ve düşmana dan Hemedan vâiisi Korkmaz Han ile Lûristan inanıp, ihmâl göstermenin caiz olamayacağı ka­ vâlisi Şahverdi Han, bütün kuvvetleri ile, Ciğala- naatinde idi ve bunu anlatmağa çalışıyordu; zâde üzerine geldilerse de, vukû bulan bir diğer taraftan da, bu vazifesinden affedilerek, muharebede ( zilhicce 996 ) bozguna uğradılar. ehliyet ve mehâretini iddia ile kapudan-ı der-



CİĞALA-ZÂDE. yalığa, vezir-i sâlis ta sla n ile, tâyinini istiyor­ du. Ciğala-zâde sulh akdedildikten sonra, ev­ velâ Erzurum beylerbeyiliğine tâyin edildi. 999 senesi ramazanında Kapudan Haşan Paşa 'mn vefatında da arzusu yerine getirilerek, kapudan-ı derya oldu ( 25 ramazan = 17 temmuz 159 1). Ciğala-zâde, donanma ocağının mahir ve emekdar kaplanlarım (Frenk Cafer Paşa, Arnavut Memi Paşa g ib i) tammış ve takdir ederek dâima bunları istihdam etmiş olduğu için, bu ilk kaptanlığı oldukça muvaffakiyetli geçti. 1592 ( iooo/ icoi ) ’de A kd eniz’de donanmayı iyi bir şekilde sevk ve idare ettiği gibi, ertesi sene sadrâzam Sinan Paşa ’mn Yam k-Kale ’yi fethettiği esnada, o da Messina havalisini vu­ rarak düşmanın bâzı gemilerini İstanbul ’a ge­ tirmişti (muharrem 1 0 0 3 = teşrin I. 1594). Bu ganimetler arasında İspanya, Malta ve Floran­ sa ’ya âit gemiler bulunduğu için, esasen padi­ şahın teveccühüne mazhar olan kapudan-ı der­ yaya karşı, İstanbul ’da umumî bir muhabbet uyandı. Ciğala-zâde, Koca Sinan Paşa ’nın üçüncü sadâreti sırasında, aym zamanda dör­ düncü vezir idi. Hâiz olduğu nüfuza güvenerek, o sırada kendisini Napoli ’den ziyarete gelen kardeşi Carolo Cicaîa içip, evvelâ Boğdan voy­ vodalığım, sonra Naxos dukalığını talep etti. Annesini ve kız kardeşini beraberce Messİna 'dan getirterek, İstanbul 'da yerleştirdi. Bundan sonra Ciğala-zâde, 1595 ’teki saltanat tebeddülünde ( cemâziyelevvel 1003 = kânun II.) devlet erkânı arasında yapılan değişiklikler sırasında azledilerek, yerine Halil Paşa geti­ rildi, Nisanda Ferhad Paşa ’ya karşı vukû bu­ lan yeniçeri isyanında ise, muharrik sıfatı ile, Karahisar-ı Şarkî ’ye sürgün edilmesi emroîundu. Mamafih hakkında verilen bu kararın kuvvede kaldığı görülmektedir. Çünkü bir kaç gün sonra Ferhad Paşa aleyhinde İbrahim Paşa ile birlikte padişaha maruzatta bulunanlar arasın­ da o da vardı. Çok geçmeden Ferhad Paşa 'mn katlini müteakip, Avusturya seferine çıkması kendisine tebliğ olundu, Ciğala-zâde ’nin ha­ yatında mühim bir safha da Eğrİ seferidir. Vezir-i sâlis olarak bu sefere iştirak eden Ciğala-zâde, bidayette yapılan harp meclisinde hareketin Komârom ’a karşı yapılmasını teklif etmişse de, bu teklifi kabûl edilmemiş ve bir müddet sonra Şam kuvvetleri ile birlikte, Haivan hn İmdadına gönderilmiştir. Fakat bu hususta yavaşlık ve ihmâl göstermesi, bu ka­ lenin ziyama sebep olmuştur ki, Peçevî ve Naimâ, paşanın bu kabahatinden dolayı muahaze olunması beklenirken, hiç bir cezaya çarptırılmamasma hayret ederler. Ciğala-zâde Eğri ’nin fethine iştirak ettikten sonra, Haç-Ova ( Keresztesmezö ) meydan muharebesinde ( 26



iŞî



teşrin I. 1596) gizlenmiş olduğu pusudan piş­ dar süvarileri iie çıkıp, düşmanın arkasından şiddetle hücum etmek suretiyle, kat’î bir rol oynadı. Bu sebeple Ciğala-zâde muharebeyi müteakip, sadrâzam İbrahim Paşa ’dan önce, padişahın huzuruna gelerek : — „Bu yüz aklığına ben sebep oldum" — dedi ve Hoca Sâdeddin Efendi ve o sırada büyük bir nufûz sâEibî bulunan kapu-ağası Gazanfer A ğa ’mn da ilti­ masları ile, sadâret mührü kendisine verildi. Bu devir vekayİinin içinde yaşayan ve bu mu­ harebede bizzat bulunan müverrih Peçevî ( II, 205 ) : — „ Müşarünileyhin vezâreti cemi âleme bir belâ ve musibet oldu nice yıllar def’ olma­ dı" — diyerek, 40 gün devam eden sadrazamlı­ ğında devletin başına bir çok gaileler çıkardı­ ğım ifâde ve makûl olmayan şiddetli ve zararlı bir takım tedbirler aldığına işaret eder. Bunlar­ dan biri, muharebenin hemen ferdasında orduya geçit resmi yaptırarak, tımar ve zeamet sahip­ lerinden, ulûfeli askerden mevcut bulunmayan 30.000 kişinin tahsisatını kesmesi ve bunları ağır cezaya ve idama mahkûm etmesi, orduya eski nizam ve disiplini ıâde etmek gayesini güden bir tedbir olmakla beraber, zararlı ol­ muş ve bu gibilerin, Anadolu ’ya geçerek, isyan etmelerini ve devletin başına Celâli hareket­ leri denilen gailelerin açılmasını intaç etmiştir, ikinci şiddetli tedbir de Kırım hanım azlettir­ mesidir. Ciğala-zâde, E ğ r i’ye bizzat gelmeyen ve istenildiğinden daha az bir kuvvetle yalnız kardeşi Feth-Giray ’ı gönderen Kırım hanım azl ve yerine Feth-Giray ’ı hannasbetmiş ve bird e bu yüzden Kırını ’da isyan çıkmasına sebep oîmnştur. Padişahın ordu ile birlikte avdeti ve Harmanlı 'ya muvasalatı esnasında, Valide Sul­ tan ’dan aldığı bir mektup üzerine, Ciğala-zâde ’nin az! ve A kşeh ir’e nefyini irâde'etti. Onun sadâretine sebep olanlar, bu meyanda Hoca Sâdeddin ile Gazanfer Ağa, baş-imrahor Ahmed Ağa, Belgrad muhafızı Sokullu-zâde Haşan Paşa ve Haç-Ova zafer nâmesini Ciğala-zâde ’nin medhi ile dolduran nişancı Lâm A li Çe­ lebi, ya azledildiler veya gözden düştüler. Bundan sonra Ciğala-zâde ( cemâziyelevvel 1006), Şam valisi ve müteakiben, sadâret kay­ makamlığı Halil Paşa ’ya tevcih olunduğu za­ man, ikinci defa kapudan-ı derya tâyin edildi ( 27 şevval 1007 = 23 mayıs 1599 ). Bu defa da İnebahtı ’da muhafız vazifesini görmek, Mes­ sina ’ya sefer etmek ve Mısır ’dan hazine ge­ tirmek üzere, İskenderiye’ye gitmek gibi, A k ­ deniz’ de bâzı vazifeler alan ve donanmayı iyi idare ederek, Turgut Reis zamanından kalma Koca Hacı Reis gibi, tecrübeli denizcilerin tavsiyeleri ile hareket eden Ciğala-zâde, 1064 ( muharrem 10 13 ) 'te, uhdesinde kapudanlık bu­



164



CİĞALA-ZÂDE ~ CİHÂD.



lunmak suretiyle, şark seferi serdarlısına geti­ rildi, Mamafih onun bu defa bu vazifesinde mu­ vaffak olamadığım ve ümerâ ve asker arasında bir ahenk te’min edemediğini görüyoruz. Nite­ kim, Revan 'a muvasalatından sonra, oğlu Mahmud Paşa ’nm beylerbeyiliğinde bulunduğu Ş ir­ van ’a gitmek istediği vakit, asker kendisine karşı gelm iş: — »Deryaya sefer etsen, anam görmeğe gidersin; karaya serdar olsan, oğlu­ nu getürmeğe rey edersin" — diyerek ( Peçevî, II, 2 6 1), otağma hücum etmişlerdir. Diğer taraftan mağlûben avdet ettiği V an ’da eyâ­ let kuvvetleri ile kendisine intizar eden Ha­ lep beylerbeyi Canbulat-zâde Hüseyin P a ş a ’yı, vaktiyle sefere gelmediğini bahane ederek, katl­ etmesi de, yine devletin başına büyük bir gaile çıkmasına sebep oldu. Van ’dan Diyarbek ir ’e gelen Ciğala-zâde recep 1014 (teşrin II. 1605) ’te, bir rivayete göre, kahrından zehir içmek suretiyle, bazılarına göre de, teessür ve ıstırabından, vefat etti ( Peçevı, II, 266). Ciğala-zâde cesur ve çok harp görmüş olmak­ la beraber, bütün müverrihler, onun mağrur, her keşi rencide edecek derecede sert ve idaresiz bir adam olduğunda birleşirler, ölümünden çok sonra, Sinan Paşa ’nm gûya oğlu olan birisinin, hıristiyanhğı kabul ederek, Avrupa ’yı dolaştığı ve hürmetle karşılandığı hakkında yanlış bir rivayet vardır ( krş. Hamnıer, trc. Mehmed A tâ, VIII, 289; îorga, ayrı. esr.). İstanbul ’da iki, Beşiktaş ’ta bir mescid, bîr medrese ve bir mek­ tebi vardır. Ciğala-oğlu ’nun sarayı ve ha­ mamının bulunduğu semt bugün Cağaloğlu adını muhafaza etmekte ve bu suretle tanınmaktadır. B i b l i y o g r a f y a i Başvekâlet arşivi, mühimme defterleri, nr, 34 (986), s. 11, 12 ; nr. 35 ; nr. 36, 38 ; nr. 44 ( 990 ), s, 123 ; nr. 52 ( 9 9 0 » s. 37, 6 1 ; nr. 53 ( 992/993 ). s* 280, 298 v .d d .; nr. 56, 59 ( 9 9 3 ) ; nr. 74 ( 10 11/ 10 13 ) , s, 101, 250, 239; Sarı Abdullah Efendi, Düstûr al-inşâ’ ( Üniversite kutup., T. Y., nr. 3110 ) ; Azmî-zâde Hâîetî, Munşaât (Üniversite kütüp., T. Y., nr, 1916, var. 2 2 ) ; 'Â li, Kunh al-ahkâr ( basılmamış kısımlar, Üniversite kütüp., T. Y,, nr. 5959, var, 541, 545» 548. 55°» 551 ve 3961, var. 466 ) ; T arikrl feth-i E ğri (H alet Efendi kütüp., nr. 623 ve Esad Efendi kütüp., nr. 2 1 3 1 ) ; Abdülkadir Efendi, Topçular kâtibi tarihi ( bk. A li İlhan, Edebiyat fakültesi, tarih tezi, 1933/ 1934, nr. XlV/4 ı ); Selânikî, Târih ( İstanbul, 12 8 1), s. 198, 200, 292; Müneccim-Başı, Ş a ­ ha i f al-ahbâr (İstanbul, 1285), 11, 550,556; Nuhbat al-tavârih (İstanbul, 1276), s. 158, 160, 18 4 ; Peçevî, Tarih ( İstanbul, 1283), II, fih rist; Nairaâ, Târih, I, fih rist; Kâtib Çe­ lebi, Fezleke (İstanbul, 1286), I, 79, 88;



Cevrî Çelebi, Târik ( İstanbul, 1297 ), II, 34, 38, 42 ; Nazmî-zâde Murtaza, Gülşen-i hulefâ ( İstanbul, 1143 ), s. 65 v.d .; A iâ, Târih, II, 42, 4 3 ; Osman-zâde Tâib, H adiJfat al-vuzar â ’ (İstanbul, 1271), s, 47 v .d .; H arita-i kapudanân-ı derya, s. 35 v .d .; Baronyai Decsi janos, M agyar H istoriâja, 1592—1598 ( Pest, 1S66), s. 266, 279; Gerlach, Türkisckes Tagehuch ( Frankfurt, 1674 ) ; Cl, Huart, Histoire de B agdad dans les temps modernes ( Paris, 1904 ), s. 46 ; Chaleondyl, Continuation de l'histoire des Turcs, II, 1029,



1034,^1079.



(M. T ayyîb GÖKBİLGİN.)



C ÎH A D . [Bk.^ciHÂD.] C ÎH A D . CİHAD, bir araya getirilen maddî ve manevî bütün kuvvetleri, yüksek gayeye ermek için, iyi niyet ile A l l a h y o l a n d a kul­ lanmaktır. Arapçada »takat, meşakkat ve zah­ met" mânasındaki cahd aslından gelen bu keli­ me, bu ıstılâhî mefhumu, hâdiseler ile dolu geçen uzun zamanlar esnasında, tedricen bul­ muştur. Bu bakımdan cihâdın da, devrelere ay­ rılarak, gözden geçirilmesi münasip olur. î. B i’s e t te n a s ıl maksat olan yüksek g a y e -: ye ermek için, bizzat Peygamber tarafından ve sahabesinin de yardımı ile yapılmış olan m âne- \ v î c ih â d ( cihâd-ı kebîr). Kuvvetle muhtemel olduğuna göre, Mekke devrinin ortalarına doğru inen sûrede (krş. Suyüti, İtkân, 1, 12 v. d.) cihâd ile bu kökten müştak emir sığasının istimal edilmiş olduğu görülüyor; X X V , 52 'de Öyle ise, sen kâfirlere boyun eğme; bütün kuv- : vetini kullanarak, K ıır’an ile onlara karşı mü-, cadele edip, büyük bîr cihâd (cihâdan kabir«») aç", — Bu âyette Peygamberin memur olduğu cihâdın, K u r’an ile yapılacağı emir olduğuna göre, harp şeklinde değil de, manevî bir mücâhede ile olacağı aşikârdır. Zâten b ı’setten sonra ikinci olarak inen sûrenin âyetlerinde, Allahı inkâr ve kendini tekzip edenlere uymak­ tan men’oiunan Peygamber ( LXVIII, 4, 8 ),’ • üçüncü olarak inen sûrenin hemen başında, l.': ibâdet için çok müsait bir zaman olduğundan,' her gece yarısı veya bir az evvel yahut bir az sonra uyanarak, kalkmak, 2. K u r’a n ' 1 tertil ( K u r’an ’m kelimelerini tâne-tâne açık ve hu­ susî bir ses ve eda ) ile tilâvet etmek, 3. A lla ­ hın adını anmak, 4. kendinden başka tapacak olmayan Allahı her işte vekil tutmak, 5. müş­ riklerin dediklerine karşı sabırlı olmak ve 61 müşriklerden tatlılıkla, fakat tamamen ayrılmak ile emrolunmuştu ( LXXIH, 1 —11 ). Peygamber ve bir kaç sahabesi tarafından bu emirlerin yeri­ ne getirilmeğe başlanması, putperest müşriklere karşı büyük manevî bir cihâd açmak demek idi. Çok geçmeden Peygamber müşrikleri doğrudan doğruya bilfiil tevhide davet ve inzâr ( istik­



CİHÂD, bâldeki tehlike ile korkutmak ) ile memur edil­ di ( LX X IV , i —8 ) ; bu vazifenin ifâsına da hemen başlandı. Puta tapanlara karşı amansız ve çeşitli inzarı ihtiva eden ve müslümanlığm esaslarını türlü ve mükerrer vecizeler ile bildi­ ren K u ran ’m Peygamber ve sahabesi tarafın­ dan, gece yarılarından başlayarak, sabahlara kadar ter t il ile okunması, göz yaşları ile yapı­ lan zikir ve duaların semâlara yükselen hazin sesleri, böyle hâdiselere ilk defa şahit olan Mekke muhitinde infial ve hayret ile karışık derin bir heyecan uyandırdıktan başka, bu ha­ ber bütün Arabistan ’a da sur'atle yayılıyordu, Eşhür-i hürüm ( receb, zilkade, zilhicce ve mu­ harrem } ve hacc ayları dolayısiyie, Arabistan ’m her tarafından Mekke ’ye gelen hacı, şâir, kâhin ve tacirleri de bu hâdise yakından ilgilendirme­ ğe başladı. Bîr müddet sonra, şirk ve câhiliyet hayatını çok sertçe tenkit eden ve yeni iman ye müsliiman hayatım öğreten sûre ve âyetlerin inişi çok sıklaşmış idi. Peygamber de tatlılıkla, fakat hamlelerinin kuvvetini eksiltmeden, dâve­ tine ve sahabesi de sadâkat ile ona yardımla­ rına devam ediyorlardı. Müşriklerin tazyıkları gittikçe arttı. B i’setin 5. yılı Peygamber evini değiştirmeğe ve 6. yılı da müslümanlardan bazıları Mekke ’yi bırakarak, Habe­ şistan ’a hicrete mecbur kaldılar. İşte tahminen bu devirlerde Peygamber yine davetlerinde tat­ lılıktan ayrılmaması ve sabırlı olması emrini al­ dı. Bütün bu müddet zarfında sûre ve âyetlerin inişi, müslümanhğın kendi tâbirine göre, inzar ve tabşir devam ediyor, hacc ve mevsimler do­ layısıyla, Kâbe ’nin ziyaretine gelenler ile gizli temaslar yapılıyordu. Bütün engellere, yapılan bütün eza ve cefalara rağmen, Peygamber ve sahabesi, K u ra n ’m tahakkukunu te’yid ettiği zafere inanıyorlardı. Peygamber M ekke’de kal­ dığı 13 senede, arasız cihadiar ile, müslümanlığtn bütün esaslarım bildiren 85—87 kadar sû­ reyi tebliğ ettikten sonra, gizlice Medine yo­ lunu tutmuştu. K u r’an ’da „eihâd-ı kebir" dîye bildirilen manevî büyük eihâdm birinci ve en mühim faslı da, bu hicret ile kapanmış oluyor­ du (X X V , 52). il. M a n e v î c ih â d ile varılan yüksek gaye­ nin müdafaası için, Peygamberin ve sahabenin de İştiraki ile, ilk üm m et d e v r in d e y a p ıla n s a v a ş la r ( cihâd-ı sağır), Hicret, umum müslümanîığm olduğu gibi, cihâd tarihinin de bir dö­ nüm noktası olmuştu. Peygamber, Yaşrib ’e gelir-gelmez, göç eden mekkeli müslumanlardan bazıları ile yerlilerden münasip gördükleri ara­ sında kardeşlik ( m uvâhât) te’sis etti. Müslü­ manlık zuhurunda, hattâ bütün Mekke dev­ rinde hususî bir ümmet nüvesi hâlini almakla beraber, mensûp olduğu kabilenin cakıla himâ-



165



yesine sığınarak, varlığım saklayabildiği hâlde, bu defa, nesep ve kabile bağlarından uzaklaşan tam bir ümmet hâline geçmek Üzere bulunu­ yordu. Vadinin bütün İktisadî münâsebetleri ile ilgili Mekke müşrikleri, Kâbe ve haremi bozmağa karar vermiş aşırı iddialı ve bütün bunları yıkmak için, binlerce vecizelerden ibâret K u r an ’ı yayan Peygamber ve arkadaş­ larının, Şam ticaret yolları üzerinde birleş­ melerine müsâheîe ile bakamazlardı. Bu teh­ likeli kimseler yok edilmeli ve cemiyetleri bir an evvel dağıtılmalı idî. Çok geçmeden, bu tehlikenin emareleri de artık belirmiş idi ( Buhâri, İstanbul, V, 3 ), Mekke ’de fi’lî savaş hazırlığı başladı. Müslümanların bundan haberi vardı. Fakat Peygamber, yukarıda görüldüğü üzere, cihâdı kıtal şekline dökmekten İsrar ile men'edilmekte idi. Yalnız Mekke müşrik­ lerinin Peygamber ve müslümânlara karşı reva gördükleri eza ve cefalardan başka, bu sefer de canlarına kasd ile hicrete mecbur etmeleri, Peygamber ve müslümanlara çok ağır gelmişti. Bazıları, Mekke ’nin zengin tacirlerinden iken, Yaşrib ’e gelince, sermayesiz kalmışlardı. Çünkü müşrikler muhacirlerin M ekke’de kalan mal ve mülklerine el koymuşlardı. Mekke muha­ cirlerini karşılayan Yasribli ensar da, İslâmî ka­ bul etmek ve müslümanİarı himayelerine almak suretiyle, mekkelilerin düşmanları sırasına gir­ miş bulunuyorlardı. A rtık mekkeliler tarafın­ dan üzerlerine gelmesi muhakkak olan kanlı savaşa el birliği ile karşı koymaları icap ede­ cekti. Ensar ve muhacirin, bütün müslümanlar, kitalİ muhakkak sayıyor ve buna hazırlanmanın lüzumuna inanıyorlardı. Medine’nin ilk devir­ lerinde inen sûrenin ( XLVIÎ, 4, 7 ) âyetlerinde: — »Kâfirlere karşı geldiğinizde boyunlarını vu­ run ; onları yenince sağlam bağlayın; harp du­ runca, onları ( esirleri) bir ihsan olarak salıverir veya bir fidye alarak, bırakırsınız. Hüküm budur" — deniliyor. Bu âyet, kâfirler ile olan ci­ hâdın, nihayet manevî mücâdele şeklinden çıka­ rak, kanlı savaş hâline geçmesini emrederken, zaferin müsİümanlarda kalacağına da işaret edi­ yordu. Müslümanlar bunu anladılar ve ümide düştüler. Artık savaş emrinin kafileşm esini te­ menni ediyorlardı. Zâten hicreti müteakip, müs­ lümanlar mekkelilerin Ş am ’a giden kervan yol­ larını kontrolleri altına almağa çalışıyor, belki bu suretle Mekke ’de kalan mallarının kurtarılabÜeceğiîii umuyorlardı. Muhacirlerden mü­ teşekkil müfrezeler ( sariya) Kurayş kervanları ile karşılaşıyor ve bâzan da çarpışıyorlardı. Bu hâle nazaran, günün birinde Medine’nin baskı­ na uğrayacağı da muhakkak idi. Mevsuk rivayetlere göre, kitâl 'in tedricen bâzı mühim şartlara bağlı olarak ibâhesiııi,



ı66



CİHÂD.



buna izin verildiğini ve nihayet vucubımıı ilk defa bildiren âyetler şunlardır: i, »sizin ile kıtal edenler '{ vuruşanlar ) ile Allah yolunda kıtal edin, fakat haksız taarruz etmeyin ( valâ ia t a d ü ). Allah haksız taarruz edenleri sevmez" (II, 190). — Bâzı müdekkiklere göre, kıtalin ibahesini ilk defa bildiren âyet budur (bk. . A l-Caşşaş, Ahkâm al-K.urân, İstanbul, I, 257). Bu anlayışa göre, .buradaki emir ıbâhe için oluyor, demektir. Aynı zamanda ilk tecâvüz edilemeyeceği ve yahut bilfiil harbe iştirak et­ meyen veya edemeyenlere dokunulmayacağı da anlaşılıyor. — 2. »Sizce hoş görülmediği hâlde, kıtal üzerinize farz kılındı. Hoş görmediğiniz şey bâzan sîzin için hayırlı olur; Sevdiğiniz şey de bâzan sizin için şer olur. Allah bilir fa„ kat siz bilmezsiniz" ( H, 216). — 3. »Sana şehr-i kar âm 'dan ve o ayda kıtalden soruyorlar. De k i : — şehr-i haramda kıtal büyük günahtır, A l­ lah yolundan alıkoymaktır, Allaha karşı kü­ fürdür ; Mescid-i Haram 'dan alıkoymak ve ehlini ondan çıkarmak ise, Allah indinde daha bü­ yüktür ; fitne çıkarmak, katilden de büyüktür, Yapabilseler, dininizden çevirinceye kadar dur­ madan, sizinle kıtâlden fârig olmayacaklar" (II, 2 16 ). Bu âyette, araplarda banş ayları olan eşhür-i hürüm [ b, bk.] ’de ve Mescid-i Haram’da kıtal memnu olduğu ve müslümanlık da bu hürmeti kabul ettiği hâlde, düşmanın bunu bilfiil ihlâl ettiği ve niyetlerinin de tamamiyle bozuk olduğu, madde gösterilerek ve delilleri ile izah ediliyor, Bunun için haram olan zaman (eşhür-i hürüm), haram olan mahal (M escid-i H arâm ) farkı gözetmeksizin müşrikler ile müslümanlar arasında harp hâli var, tıpkı onların yaptıkları ile misilleme yapılabilecek, demektir; şu hâlde, 4. »onları nerede bulursanız öldü­ rün ; sizi nasıl çıkardılarsa sîz de onları çıka­ rın. Fitne, katilden daha zorludur. Meseid-i Haram önünde sizinle kıtal edinceye kadar, onlarla orada kıtal yapmayın. Sizinle kıtâ! edince, siz de onları katledin. Kâfirin cezası böyledir. Onlar vazgeçerlerse, Allah ğa fü r ve rahim ’dir. Fitne tamamiyle bitinceye, ancak Allahın dini tekarrür edinceye kadar, onlar ile vuruşun. Vaz geçerlerse artık düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır, Harâm aylar karşılıklıdır. Bütün hürmetlerde misli İle mukabele vardır. Size tecâvüz edene, siz de tecâvüz edersiniz. Allahtan sakının. Biliniz ki, Allah sakınanlar iledir" ( H, 192, 3, 4, 5 ). Bu izin ve emir âyetlerinin bazılarında bu­ nun sakınılması mümkün olmayan bir mecburi­ yet olduğu, din için olmadığı, çünkü müslümanîığm cebre dayanmadan yürüyebilecek tabiî bir dîn olduğu ayrıca tasrih edilmektedir. Zâten Peygamberin bi’setinden sonra, Allah indinde



yegâne fıtrî din olduğu bildirilen müslümanlıkta ve dinde hiç bir vecihle zor kullanılmayacağı da, ayrıca bir umde olarak, tebarüz ettirilmektedir ( III, 19 ; II, 256 ). K u r’an ’a göre, ahdi bozmak, hiyânei, siyâsette iki yüzlülük, arkadan vurmak teşebbüsü ve el altından düşmanlar ile anlaş­ mak, kıtalin mühim sebeplerinden sayılır. Bu­ nunla beraber hicretin orta devirlerinde inen sûrenin bâzı âyetlerinde, kıtal meselelerinde müşriklerin de zarar ikâ etmiş olanları ile olma­ yanlarının bir tutulmaması tavsiye ediliyordu Fakat git-gide şirk, kıtali mucip sebeplerin başhcalarından sayılmağa başladı. Bütün müşrik­ lerin, kıtali mucip sebepler üzerinde ittifak ettikleri müteaddit müşahede ve tecrübeler ile sabit olmuştu. Bunun için müşriklerin hepsi birden düşman sayıldı ( IX, 36 ; VIII, 57, 58, 59 ; IV, 88, 9 o ;k rş. al-Caşşâş, Ahkâm a l-K u rü n , I, 258). Tecâvüz ve istilâ zihniyeti taşıyanları toptan müşriklere ilhak edenler de vardır, Müs­ lümanlık, Medine hayatında, önce kendilerine karşı bâzı tashih mâhiyetinde ve hayırhahâne tenkitleri olmakla beraber, binnisbe yakın tut­ tuğu ehl-i kitaptan yahudilerin adavetine uğ­ radı. Yahudilerin, çok geçmeden, müşrikler ile el altından haberleştikleri ve iş birliği ettikleri anlaşıldı ve mukabele gördüler. Müslümanlığı kabul etmiş gibi görünenlerden çoğunun da münafıklığı meydana çıktı. Hicret devrinin or­ talarına doğru inen sûrenin bir âyetinde ( V, 14 ) bunların, az istisna ile, ahit ve imsaki arını bozmaları tel'în, hiyânet ve fenalıkları takbih edilmekle beraber, Peygambere yine onlara karşı aff ile muamelede bulunmasını tavsiye edilmektedir. Fakat zaman geçtikçe, bütün müşrikler gibi, yahudi ve münafıkların da yola gelmeyecekleri artık anlaşılmış idi. Bu sebep­ ten oralardaki yahudi ve münafıklar da müslümanlarm düşmanlarından sayıldı. Medine dev­ resinin sonlarına doğru inen L X V L sûrenin 9. âyetinde kâfir ve münafıklara karşı şiddet gös­ terilmesi emir edilmektedir. Bu âyette kendi­ lerine karşı şiddet gösterilmesi emredilenlerin, münafıklardan başka, b ir d e k â f i r l e r tâbir edilen bir zümre olduğuna bakılırsa, K u r ’an ’ın, akideleri itibariyle Öteden beri tashih mâhi­ yetindeki tenkitlerine uğrayan, fakat aralarında sâlih ve iyileri bulunduğu kabul edilen n a s ar a y a karşı da vaziyet almanın sırası geldiğine işaret sezilmektedir. Hakikaten Medine dev­ rinin sonlarına doğru, Şam taraflarındaki hıristiyan âleminden gelen haberler, Peygamber ve sahabelerini endişeye düşürmeğe başlamıştı. Ümmet, Isa ’nm öğrettiği İlâhi dini Roma ve Yunar putperestlik efsâneleri ile karıştıran şar­ kî Roma devletinin, arap ceziresine ve burada zuhur eden müslümanlığa karşı düşmanca va-



CİHÂD. ziyetler takınmış olduklarım öğrenmişti. Ne­ ticesiz kalan, fakat burasının müdafaa edilece­ ğini bildiren Muta ve Tabük gazveleri, bunun fi’lî bir neticesi idî. İşte bu sıralarda inen bir âyette : — „Kend il erine kitap verilip de Allaha, âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve resulünün haram ettiğini haram saymayan, hak dinini kabul etmeyenlere karşı, boyun eğerek, c i z y e y i ve­ rinceye kadar mukateie edin. Yahudiler — Üzeyir Allahın oğludur, ııasranîler de — Mesih Alla­ hın oğludur, dediler. Bunlar onların ağızlarında ■ dolaşan sözlerdir ki, daha evvelce kâfir olanların ( romalılarm ve yunanlıların olacak ) sözlerinin benzeridir,, ( IX, 29, 30 ) ■— denilmektedir. Bu­ radaki ikinci âyet ile daha sonra gelen bir kaç âyet, ehl-i kitabın da, müşrikler gibi, dalâlette olduklarım ve bundan dolayı tevhitçi müslümanlara karşı koyabileceklerini ve binâenaleyh kendileri île müdâfaa savaşının caiz olacağım bildirmek üzere, varit olmuştur. Sonraları cere­ yan eden vak’alar da bunu te’yîd etmektedir, Peygamber, hayatının sonlarına doğru, mânevî cihâdın icabı olarak, komşu devlet reislerine birer sefaret hey’eti göndermiş, onları müslümanhk ve' selâmete davet ile, tebliğ vazifesini yap­ mış İdi. İran 'm kisrâsı, Rûm ’un kayseri ve Habeşistan’ın neeaşisî bunların arasındadır (krş. Buharı, İstanbul, V, 136 ). Hicretten Peygamberin irtihâline kadar, yu­ karıdan beri zikroîunan âyetlerin delâletleri ile, müslümanlık siyâsî tarihinin ilk 10 senesi boyunca, Peygamberin bizzat iştirak ettiği ve etmediği müteaddit „seriyyeler“ ile bir çok »gazveler" cereyan etmiştir. Seriyyelerin 35 ve­ ya 48, gazvelerin sayısı da, 19 veya 26, 27 olduğu rivayet edilmektedir ( bk. Buharı, İstanbul, V, 2 ; İbn Mâca, Mısır, II, 99; îbn al-Aşir, al-Kâmil, Mısır, II, 12 7). Yukarıda geçen ve başka âyet­ ler cihâdın teşekkül safhalarım gösterdiği gibi, bu vak’aîarı ayrıca tanzim de etmiştir. Bu sebepten âyetler ile vak’alar arasında gerçek bîr bağlılık olacağı şüphesizdir. Cİhâdm bu şekli İslâm müesseseleri arasına girince, bunun gönül arzûsu ile yapılabilmesi için, emek sarfetmek lâzım gelir. Münafıklar ile, Kur'an ’m tâbirine göre, kalpleri bozuk olanlar, bu işten hoşlanmıyor ve aleyhinde Çalışıyorlardı ( LXÎ, 20). Fakat hâli iyi takdir eden ve K a r an. ’m emir ve sözlerine kayıtsız ve şartsız inanan müslümanlar, bu hususta hiç bir münâkaşaya girmeden boyun eğmiş, bunun, Allah tarafından, mücâhidieri ve sabredenleri ayırt etmek için bîr imtihan olduğuna inanmış bulunuyorlardı (L X I, 31). Medine’nin ilk de­ virlerinde inen sûrelerde yurtlarından çıkarılıp, hicret eden ve Allahın yolunda eziyet görüp çldüren ve öldürülenlerin, fenalıkları affedilip



167



cennete girecekleri, cenk meydanında yüz çevi­ renlerin Allahın gazabına uğrayacakları ve cehenneme girecekleri bildiriliyordu (V III, 15, 16 ; III, 195 j LX Î, 1 1, 12 ) . Müslümanlar ile müşrikler arasındaki münâferetîn kıtale müncer olduğu görülünce, doğrudan doğruya Peygam­ bere hitaben : — »Artık Allah yolunda kıtal y a p ; Bununla ancak sen kendin mükellefsin; müminleri teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin saldırmalarını durdurur. Allahın besi, şiddetli ve tenkili daha şiddetlidir" ( IV, 84 ) — buyurulurken, mü’minlere d e ; — „E y İman edenler, sabredin, sebat gösterin, düşmana karşı koyun ve Allahtan da sakının ki, felâh bulasınız" ( III, 200) ve „Allah yolunda ölenlere ölüler demeyin, belki onlar d irilerdir; lâkin siz far­ kına varamıyorsunuz" (II, 1 5 5 ) — deniliyordu. Hadislerde ise, cihâd-i sagîrin fazileti, bâzan icra tarzı hakkında malûmat verildiği gi­ bi, bâzan bunun çok uzak diyarlara kadar ya­ yılacağı ve bu yolda kimler ile karşılaşılacağı, fakat her hâlde zafer ile ileri yürünüleceği ve büyük fetihler elde edileceği müjdelenmektedir. Bir hadiste türkler ile karşılaşılacağı, fakat türkler karşı koymazlarsa, onlara silâh çekil­ meyeceği emredilmektedir ( krş. Abü *Abd alRahman Ahmed aî-Nasâ’i, Sunan, tab. Mısır, II, 6$ ). Bu hadis, münekkidlerden Nur al-Din ‘ A li b. Muhammed tarafından İncelenmekte ve bunun müteaddit kollardan Peygambere dayandığı ve İbn al-Cavzi gibi, bir zâtın da senetlerinde ku­ sur görülmediği tebarüz ettirilmektedir ( 7 anzih al-şarta al-m arfu a ‘an al-ahbâr al-şan fa al-m avzua, Veliyeddin Câruilah kütüp., nr. 267, yazm .). İlk kıtal âyetleri müslümanlar arasında az-çok korku ile karşılandığı hâlde, sonraları buna yalnız alışılmış değil, sahabenin birbirine rekabet edercesine can ve mallan ile iştirak ederek, bundan geri kalmamağa gayret ettikleri görülüyor. Hattâ Peygamber, seferlerinden bazılarında merkezde bırakılacak kaymakamın tâyininde az-çok güçlüğe uğruyor, Şehâdet ve gazilik islâmm en yüksek bir rütbesi telâkki olunmağa başlıyor, Bİ’setle başlayan mânevî cihâdı devam ettir­ mek üzere her merkezden ilim yolunda çalı­ şacak mârûf ile emredip münkerden nehi ede­ cek olan kimselerin ayrılıp, seferlere iştirak et­ tirilmemeleri lüzumu da ayrı bir âyet ile emr­ ediliyor (I X, 122; III, 104) ki, bu islâmda iş bölümünün ilk mühim tezahürlerindendir, Islâm müesseseleri arasında ibâdet ve amel-i sâlih olarak yer alan cihâdın da, diğerleri gibi, bir takım mûcip sebepleri, adap, şerait ve erkânı ve bilhassa neticeler hâlinde buna terettüp eden ve İslâm hukukunca Hiiihjm



163



CİHÂD.



mevkii olan hükümleri vardır. Allah uğrunda bütün müslümanların riâyet etmesi zarurî (far2) yapılması lâzım gelen cihâd { krş. İbn Maca, bir h i z m e t oluyor. Bu sebepten bunlar da müsSunan, tab. Mısır, H, 93, 94 ), Medine devresinin İdmanlara nazaran zimmi adını alarak, vatan­ ortalarından sonra, bilhassa şu iki cephede daşların ikinci bir zümresini teşkil etmiş olu­ cereyan etmeğe başlam ıştı: a. şirkte ısrar He yorlar demektir. Arap müşrikleri müstesna, barışa yanaşmayacakları sabit olan arap müş­ mecusî, sâbi’îler ve başkaları da zimmet mese­ rikleri cephesi. Bunlar ile, tevhidi kabul edince­ lesinde ehl-i kitap muamelesine tâbi tutulu­ ye kadar, mukatele edilecekti ( IX, 1 — 15 ) ; b. yorlar, Bu suretle ümmet devletinin, biri müsMuta ve Tabük vak'alarmda görüldüğü üzere, lümaniara ve diğeri zimmetindeki zİmmîlere fitne ve fesadı bırakmadıktan başka, hâricdeki karşı olan salâhiyetlerini tahdit ve vazifelerini istilâcı dindaşları ile münâsebette bulunarak, tâyin eden ve „amme hukuku" mânasına gelen müslümanhk için daimî bir tehlike teşkil eden »vilâyet'i amme" hükümlerinin esasları kurul­ kitap ehline karşı cephe, Bunlar ile de, ümmet muş oldu. devleti himayesini kabul edip, cizye denilen III. Peygamberin irtihâlinden vergilerin verilmesini taahhüt edinceye kadar, s o n r a c i h â d . Cihâd, İlk devirlerden gelen savaş yapılacaktı (I X, 30). hamlenin hızı ile bu üçüncü safhanın ilk asır­ Peygamberin irtihâline doğru ümmet devleti larında da her iki cephesi itibariyle, çok yük­ şu iki büyük zümre ile karşı karşıya gelmiş sek tekâmüle mazhar olmuştur. Yukarıda geçtibulunuyordu t ği üzere Kur an ( IX, 122 ) ’m emrine göre ayrılan 1. Tebliğ ve daveti haber aldıkları hâlde,büyük manevî c i h â d ( cihad-i kebîr ) cephesi­ ümmet devletinin himayesine girmeği kabul nin tedricen, iftâ, ictihad, fık ıh ve ilim unvan­ etmeyenler. Azı müstesna olmak üzere, bütün ki­ ları altına girerek, ayrı bir yol teşkil ettiği ve tap ehli, mecusîler, sâbi’îler v.b. Arada emniyet çok geçmeden bunun da ayrı-ayrı ihtisas şube­ ve anlaşma misakı olmadığına göre, bunlar ile lerine göre ayrı-ayrı isim ve unvanlar aldığı ve daimî harp hâli var demekti. Bunların memle­ mezheplere ayrıldığı görülüyor, Kıt&l da ted­ keti dar al-lıarb ve kendileri düşman ve muharip ricen cihâd adı altında bütün müslümanların sayıldı. Fakat aradaki İnsanî münâsebet baki iştirak edebileceği bir ordunun yapacağı İçti­ olduğuna göre, bunlara karşı yürünülürken, maî bir ibâdet hâlini almıştır. Fütuhat ilerlePeygamberin kumandanlarına verdiği emirlere yerek, hudutlar genişleyince, muhtelif merkez­ ve müsUimanlığm tâlimine göre, silâh kullan­ lerde muayyen kadrolara tâbi daimî ordugâhlar madan önce, ınüslümanîığı veya himayeyi kabul kurulmuştur, C i h â d kelimesi, artık yalnız k ı­ etmeleri teklif edilmek şart idi. Aynı zamanda tal ve savaş mânasında kullanılmıştır. bunlardan savaşa iştirak edemeyecek olan ç o ­ Bütün bu devirlerde, manevî cihâd cephesine cuk, k a d ı n , d i n e r b a b ı ve i h t i ­ ayrılan bir kısım ilim ehli tarafından, Peygam­ y a r l a r a k a r ş ı s i l â h ç e k i l m e y e c e k berin hadis ve sünnetleri toplanırken, cihâd ■( K u r an, II, 1 91 Î krş. aî-Caşşaş, Ahkâm âl-Kar- (k ıta l) ve ordularım ilgilendiren hadis ve sün­ }ân, tab. İstanbul, 1, 257 v.d .; Burhan al-Dİn netler de bir araya getirilmeğe uğraşılıyor ve Marginâni, Bidat/at al-mubtadî, tab. İstan­ diğer bir kısım tarafından da bütün İslâmî bul, Tl, 116 v.d.) ve o zamanlar harp mey­ müessese ve menâsikin hükümleri araştırılarak, danlarında mûtad olan ve muşla denilen göz tesbit edilirken, cihâd ve neticeleri ile ilgili çıkarmak, kulak ve burun kesmek gibi vahşet­ hükümler de bir araya getirilmeğe çalışılıyordu. ler icra edilmeyecekti (N asâ’i, Sunan, Mısır, Bu yolda meydana getirilen kitaplar ekseriya II, 169). Bunlar ile arada bir ahid var ise, kitâb al~ cihâd ve kitâb al-siyar veya ki tab yahut kıtal neticesi bir misak akdedilmiş ise, al-cihâd va 'l-siyar unvanları altında cembuna riâyet etmek de mecburî idi (VIII> 62, edilmiştir. Kitâb unvanı verilen bu bablar 7 2 ; XII, 2 1 ; X V I, 91 î X X III, 8 ve 9 ). Aym da, cihâdın türlü hükümleri ile ilgili, bir çok zamanda aman ve isti mân meseleleri ve hü­ fasıllara ayrılmıştır. Peygamberin hayatı esna­ kümleri de bu cümledendir, İşte dâr al-harb ve sında bizzat iştirak ettiği ve etmediği serıyye muharipler ile olan münâsebetleri tâyin eden ve gazalar, yerleri, iştirak edenleri ve cereyan bu umdeler, islâmın milletler arası hukukunun eden vak’aları He tarih bakımından bahis mev­ bir başlangıcı oluyordu. Kur an ’ın bu kısa zuu edilmektedir. Bunlar da çoktuk kitâb alâyetleri, Peygamberin hadis ve sünnetleri ile mağâzi veya f a i l al-cihâd va ’l-hurûc f i sahil 'ilâh veya kitâb al-siyar va ’l-m ağâzi gibi, bir çok defalar ızâh edilerek, genişletilmiştir. 2. Ümmet devletinin himayesine girmeği kabûlunvanlar altu d a zikrolunur, Şihâh tâbir edilen edenler. Bunlar canlan için cizye { b. bk. ] ver­ ve ümmet arasında en doğru sayılan hadîs ve gisini kabul ettikten sonra, can, mal ve bütün sünnet kitaplarında bu bahisler vardır. Bu hu­ hukuklarının muhafazası, devlet teşkilâtı ye susta toplanan sünnetler İle, Peygamberin cihâd



CİHÂD.



169



batkındaki siyeri iamamiyle canlanmış bulu­ kilerini moğullara karşı bile müdafaa edemedi­ nuyordu. Bu siyer halifeler tarafından da, hemen ler. Müslümanlığın iktidar mevkii, batı türkleaynen, takip olunmuştur. rine geçinceye kadar cihâd fetvâiarmm te’siri Fakihîerin içtihatlarına güre, cihâd ve neti­ görülemedi. Haçlılara karşı yapılan müdafaa­ celeri dolayısı ile meydana gelen hükümler 5 lar ile Selçuklu ve Osmanlılarm yaptıkları sa nev’e ayrılabilir: vaşlarm hemen hepsinde millî müdafaa hede­ 1. Müslümanlara nazaran, c i h â d v e h ü ­ fi güdülmekle beraber, bir cihâd çeşnisi duyu­ k ü m l e r i . Cihâd, bedenî ve malî olmak üzere, labilir. İçtimaî bir ibâdettir; mütecaviz kâfirlere, mür- ■ OsmanIı imparatorluğunun son padişahların­ tedlere ve bâgîlere karşı yapılır. Müslümanla­ dan Mehmed V., hükümet tarafından iştirak edil­ rın müslümanlara silâh çekmesi, küfre yakın en mesine karar verilen birinci büyük harbin, bü­ büyük günahlardandır. Cihâdın ilânı, idaresi, tün müslümanlar tarafından umumî bir cihâd ümmeti temsil eden reislerinin bilistişâre vere­ olarak telâkki edilmesini te’min fikri ile, 22 ceği karara bağlıdır. Meşrû olarak ilân edilen zilhicce 1332 ( 29 teşrin I. 1330 ) tarihinde, cihâd cihâd, bütün müslümanların üzerine ‘ala 'l-kifciya beyânnamesi neşretmiş ve bu beyanname de farz olur, Müslümanlardan bir takımı tarafından fetvâlar ile te’yid edilmişti ( Islâm mecmuası, îfa olunduğuna göre, kalanlardan borç düşer. Bu II, 438 v.d.). Osmanlı devletî sınırlarının Öte­ vazife tamamiyle ihmâl edilirse, hepsi birden gü­ sinde hiç bir teşkilâtı bulunmayan, Osmanlı hi­ nahkâr olurlar. Fakihlere göre, yukarıda geçen lâfet makamı beyannâme ve fetvalarının, ben­ naslardaki kat’î emirler icabı, farziyeti kat’î ol­ lik ve istiklâlleri kalmayan uzak İslâm dün­ makla beraber, cihâd, mâhiyeti itibariyle, kan yasında nasıl karşılanmış olduğu biîinememiş dökme ve tahrip olduğundan, meselâ namaz, oruç İse de, asıl imparatorluğun mühim bir parçası gibi, aslında iyilik { hıışn ) bulunduğu düşünüle­ olan arap ülkeleri üe osmanlılarm nimetleri mez. Bundaki iyilik, düşmanın fenalığını defede­ içinde beslenen mekkeliler ve Peygamber sülâ­ rek, müslümanlığm yükselme vesilesi olmasından lesinden geldiklerini iddia eden emirleri, ya­ ileri gelmektedir. Şu hâlde bu vazifenin bazı­ bancıların sÖz ve vaidlerine kapılarak, sada­ ları tarafından yapılması kâfi sayılır. Kalan­ katten ayrılmış ve bâgî olmuşlardı. lar da iş ve güçleri ile meşgul olurlar. Fakat 2. C i h â d ı n i c r a s ı h a k k ı n d a k i h ü ­ düşman tehlikesi istilâ hâlini alırsa, n afîr umu­ k ü m l e r . Aleyhine cihâd açılan dâr-ı harbe yak­ mî olacağından, cihâd istisnasız, erkek ve kadın, laşınca veya muhasara edilince, dövüşme başla­ bütün müslümanlar için ayrı ayrı fa rz ‘agn madan önce, düşman tevhide çağırılır, bu kabul olur. Aceze dahi, kudretine göre, müdafaaya edilmezse, itaat ve cizye teklif edilir. Bu teklif­ iştirak etmek mecburiyetindedir. Müslümanlık ler yapılmadan dövüşmek haramdır. Bunlar ka­ ile esaret bir arada toplanamaz. bul edilmediğine göre, Allahtan yardım dileye­ Peygamberin ölümünü müteâkip, ilk dört ha­ rek, Besmele üe saldırılır. Yakmak, yıkmak ve lifeler çağı, hattâ belki Emevîlerden sonra, öldürmek için, yalan, hile, hud’a dâhil, eldeki Abbâsîlerin de bâzı seferleri müstesna, padi­ bütün vasıtalara müracaat edilebilirdi. Düşman, şahlar (m a la k ) devrinde ve ümmet camiası müslüman esir ve çocuklarının arkalarına saklan­ içinde cereyan eden dahilî savaşlardan bîr ço­ mak ister veya yurdlannda bulunan müslüman ğunun, fetvalara dayanmakla beraber, meşrû ei- tacirleri Öne sürerse dahi, ok atmaktan geri hâd oldukları hakkında şüphe etmek yanlış sa­ kalınmazdı. Kadınlar ile mushaflarm seriyyeyılamaz. Fakat ekseriya mevâlîden gelen müftü, lerde beraber bulundurulması mekruh sayıldığı müctehid ve âlimlerin çalışmaları ile, hukuk ve hâlde, bozulmayacağı belli olan büyük ordulara hükümleri bakımından, o çağa göre tekâmülü­ kadınların iştirak ettirilmesi câiz görülürdü. nün en yüksek derecelerine ulaşarak, velûd ham­ Yalnız cihâd farz-ı ayn hâlinde olmadığına gö­ lesini bitirmiş olan cihâd, tatbikatı cihetinden re, kadınların savaşa İştiraki ancak kocalarının artık gerilemişti. İmâmı ümmet devrinin ortala­ müsaadesi üe olabilirdi. Düşman tarafının ka­ rına doğru ilim { manevî cihâd ) cephesi de sko­ dın, çocuk ( krş. Buharı, ŞahUı, İstanbul, IV, lastik, şekilci ve taklitçi düşünüş İle bozulmuş 2 1), düşkün, ihtiyar, yatalak, mecnun, çolak, idi. Bu çağlarda yapılan iç ve d ış savaşlardan kör, aksak v.b. gibi, harp edemeyenleri öldühemen hepsine, siyer ve fıkıhta beyan olunan ci­ rülmezdi. hâd süsü verilmek istendiği ve ekseriya fetvâlar 3, İ r t i d a t h a k k ı n d a k i h ü k ü m l e r , ile te'yit edildiği muhakkaktır. Abbâsîler, yük­ İrtidat, aradaki ahdin bozulması telâkki edildi­ selme devirlerini geçirdikten sonra, müiûk ve İs­ ğinden ( zimmî ve harbî gibi, ahdî de olamaya­ lâm dünyası üzerindeki nüfuzları kırılmış oldu­ cağından }, tekrar ihtidayı kabul etmediğine gö­ ğundan, fetva ve emirnamelerinin fe’sir sahası re, fert ise, yakalanarak öldürülür ve cemaat da çok daralmış idi. Halifeler, makam ve mev­ ise, cihâd açılarak tenkil edilir ( krş. Muham-



ıjo



CİHÂD.



med b. Haşan Şaybâni, al-A şl, Feyzuîlah kü­ tüp., nr. 669, yazm., VI, var. 87 v.dd.). 4. Kendi dinlerinde kalmak üzere ümmet devletinin himâyesinegiren, z i m m î l e r h a k ­ k ı n d a k i h ü k ü m l e r . Bunlar hakkındaki hükümleri, dördüncü , halife 'A li şöyle vecize hâline getirmiş id i: ~~ „K a n î a r ı k a n ı m ı z , m a l l a r ı m a l ı m ı z g i b i d i r “ . — Bununla beraber «immîleriu verecekleri cizyelerin mikdarı, dinî durumları, müsîümanlar ile olan mü­ nasebetleri, ticâretleri, seyahatleri hakkında bîr çok hususî hükümler vardır. Bu hükümler, imâmı ümmet devrinin, müsiüman olmayan yurddaşlara karşı telâkki ve görüşünü göster­ meleri bakımından, çok mühimdir. 5. İslama ve zimmetine girmeyerek, ümmet devleti sınırlarının dışında kalan bütün i n ­ sanlık dünyası h a k k ın d a k i hüküm­ l e r . Bu yurdlar dâr-ı harp ve ahalisi de manen muharip sayılır. Böyle olmakla beraber, aradaki karşılıklı münâsebetler ve bu münâsebetlerin dayandığı esaslar i m â m î d e v l e t f ı k h ı n d a, siyer ’in rehberliği altında, mücmel şeriat olan ve o zaman ve devreye âit ö rfler bakımın­ dan halledilmiş bulunmaktadır. Bu münâsebetler Ş u esaslar dâhilinde hulâsa edilebilir: istîmân ve emân meseleleri, muahede, bunun sebep ve şart­ ları, âmân ve ahdin ne gibi sebep ve şartlar dâ­ hilinde bozulabileceği ve bozulamayacağı, dâr-ı harpten ele geçmiş mallar meselesi, esirlerin mübadelesi ve hükümleri, mal ve bedel muka­ bilinde anlaşmanın caiz olan ve olmayan nevi­ leri, ahidnânıelerin nasıl yazılacağı, dâr-ı harp­ teki, müsîümanlar, dâr-ı islâmdaki harbîler ile caiz olan ve olmayan muameleler, ehl-i İslâm ve ehi-i harbin dostları ile olan karşılıklı mu­ amele ve hükümleri, bâgîlere karşı olan mu­ ameleler, dâr-ı islâmdakilere karşı harbîler ile birlikte savaşan müslumanlann hâli, arada­ ki ticaret ve harbîlere nelerin satılıp-satılamayacağı meseleleri, müste’mînin dâr*ı islâmdaki emlâki, harbînin yurduna gidip-gelmesi işleri, dar-i İslâm ve harpte mâden işletmeleri, m üştekinin vergileri, müste’mînin metrûkâtı, müste’mînin dâr-ı islâmda kazandıkları ve be­ raberinde getirdikleri mallar, ehl-i harp ile evlenme v.b. İmâmî cemiyet tipindeki İslâm devleti fıkhı­ nın, m i l l e t l e r a r a s ı h u k u k u n a ait olan bu görüşleri ( ictihad ), Peygamberin ga­ za, cihâd ve buna terettüp eden neticeler hali­ kındaki yolları mânasına gelen siyer ( Marğinani, Hidâya, İstanbul, II, 1 15) kitaplarında toplanmıştır. B i b l i y o g r a f y a ; Abu Manşür alMaturidi, T a vilâ t akl al-sunna ( makalede geçen âyetlerin tefsirleri, Veliyüddin Carnîleh



kütüp., nr. 47 ) ; Abu Hayyan al-Andalûsi, alB alır al-muhii ( Feyzuîlah kütüp,, nr. 27 ) ; Rağib al-îşfahani, T a f sır ( makalede geçen âyet­ lerin tefsirleri, Feyzuîlah kütüp., nr. 62 ), M ufradât ( bk. mad. CAHD ) ; Zamahşari, al-Kaşş âf ; Cama! al-Din al-İfriki, Lisân al-arab, IV, 107—n o ; al-Buhâri, Sahih. (İstanbul), IV , 43—5$; V, 139—200; Abu £Abd al-Rahmân ai-Nasâ’ i, Sunan (M ısır), II, 52—67; Abu Dâvud al-Sicistâni, Sunan ( Mısır ), I, 246— 279; İbn Maca, Sunan ( Mısır ), II, 88—107; Tirmizi, al-Câmı ( Fatih kütüp, nr. n$o, I, var. 146—253 ) ; Mâlik b. Anas, al-M avatta‘ , H, 285 —330 (Zurkâni şerhi ile ) ; Muhammed b. Ha­ şan al-Şaybâni, al-A şl ( al-M absût; Feyzulîah kütüp., nr. 669 VI, var. 87—117 ); ayn. mil., al-Câm i* al-sağlr (M ısır), s, 73 v.dd. (hamiş, 1302 ); Muhammed b, Ahmed al-Sarahsi, al-Siyar al-kabir ( Umumî kütüp., nr. 5335 ) î Ahmed b. Muhammed al-'A ttâbi, Şark al-ziyâdât ( Feyzuîlah Efendi kütüp., nr. 763 ) ; Abu Yusuf, K iiâb al-harâc ( M ısır) ; Bazdavi, Şarh al~ziyâdâi (Fatih kütüp., nr. 1665, var. 158—160) ; Navâvi, Kitâb al-minfıâc ( Fa­ tih kütüp., nr. 2184, var. 146 v.d. ) ; Tabarı, Târik al-umam, II, 259; III, 107—110, 142 v.dd., 17 1—17 4 ; İbn al-A şir, al-Kâm il, II, 44 v.dd., 127. — Bk. bir de Mâvardi, Ahkâm alsuliânîya (K ahire, 1298), s. 54 v .d d .; juynboll, Handbuch de s islâmischen Geseîzes, s, 57) 336 v. d d ,; Hughes, Dictionary o f İslam ; Wensinck, C T M ; ayn. mil., H EM T, (H alîm S abit Ş îb a y .) Hicrî II, asrın ortalarından sonra, Abu Hanifa ( ölni. 150) ve Abü Yûsuf Y a’ hüb ( Ölm. 182 ) ’un tilmiz ve râvilerinden ve hanefî mezhe­ binin başlıca müellif imamlarından Muhammed b. Idasan al-Şaybâni (ölm, 187 veya 189 ) tara­ fından adları geçen üstadîarı ile kendisinin re’yi ve ıctihadlanm câmi ve belki de islâmda ilk fıkıh eseri olmak üzere, te’lif edilmiş olan al-A şl ( al-Mabsût ) ’da bu meseleler, Abvâb al-siyar f î arz al-lıarb başlığı altında, 40 kü­ sur bâbda taplanmış ve müellifin bu husus­ taki ayrı görüşleri de bunlara ilâve edilmiş­ tir. Cihâd aym imâmın bundan sonra yaz­ dığı. anlaşılan al-Câmi 1 al-şağir ’inde ve daha sonra yazdığı al-Ziyâd&t ’ın Ahmed b. Mu­ hammed ‘Attâbi tarafından şerhedilen nüsha­ sında da Kitâb al-siyar unvanı altında zikr­ edilmiş ve Fahr al-îslâm Pazdavi tarafından şerhedilen nüshada ise, bahsin ancak bir k ıs­ mı Bâb al-sabâyâ başlığı altında toplanmış­ tır. Muhammed b. Haşan, bulunduğu cihâd ve genişleme devri için çok mühim olan bu mese­ lelerin adı geçen metinlerde bahis mevzuu edil­ meleri ile kanaat etmeyerek, bunlar; al-Siyar



CİHÂD - CİHANDÂR ŞAH. al-şağır adlı müstakil bir kitapta toplamış ve bu kitap muasırları ve hattâ rakipleri arasında da takdire mazhar olmuştu. Fakat bugün, şerhli ve şerhsiz olarak, nüshaları mevcut değildir, İmam bu eserinden sonra, kuvvetli bir ihtimâle göre, hayatının sonlarına doğru, belki de son eserlerinden biri olarak, aynı mevzua dâir al~ S iy a r al-kabir adlı eserini meydana getirmiş­ tir. Bu eser ( Sarahsi ’mn şerhettiğî nüsha) Sultan Mahmud zamanında Aymtabh Ahmed Münib Efendi tarafından türkçeye tercüme edi­ lerek, İstanbul ’da basılmıştır. Hanefî mezhebi­ nin ilk ve esaslı kitaplarından sayılarak, Zahir al-rivâyat adı verilen ve diğer mezheplere de örnek olan bu kitaplar, mezhebin ilk yüksek alim ve fakihîerînden bir çokları tarafından, şerh ve ihtisar edilmiş ve diğer fıkıh kitap­ larına esas olmuştur. Aym zamanda Abü Hanifa ’nin baş tilmizi Abü Yûsuf Ya'küb ’un, Kâzi al-kuzât ’ı bulunduğu halife Hânin alRaşid 'in dileği üzerine, te’lif ettiği Kitâb al~ harâc da, amme velayetini hâiz halifelik makamı ile memurlarının, bilhassa cizye ve haraç gibi, vergilerin tarh ve cibâyeti gibi vazife ve sa­ lâhiyetlerini ve kısmen dâr-ı harp ahâlisi ile olan münâsebetlerini tahdid ve tâyin eder. Bu kitap, halife Harun al-Raşid devrinin aııa ya­ sası gibi idi. Abü 'übayd - Kudâma b. Sallâm al-Haravi ( Ölm. 223 ) ’nin Kitâb al-am>vâl ’i ile daha sonraları te’lif edilen Kitâb aİ-harâc ’iar da aşağı-yukarı böyle eserlerdendir. Bu eserler, bu devrin amme ve milletler arası hu­ kuku için, zamanımıza kadar kalan birer örnek sayılabilir. Abü H anifa’nin muasırı, Muhammed b. Ha­ şan ’ın da üstadlarmdan biri olup, adına mensup mezhebin imâmı bulunan Abü 'Abd Allah Malik b, Anas (Ölm, 179=795 ) fin, yu­ karıda adları geçen Zahir al-rivâyât metinle­ rinden bazıları ile aym devirde meydana ge­ tirdiği al-Muvatia' adlı eserinde siyer bahisleri Kitâb al-cikâd adı altında yazılmaktadır. Ha­ nefî ve mâliki mezhebinden sonra zuhur eden fıkıh mezheplerinin kitaplarında da aşağı-yukarı aym yol takip edilerek, cihâd, fıkıh metinlerin­ de İslâm ibâdet ve meaâsikinden olarak, zikr­ edilmektedir. ( H. S. Ş.) C İH Â N -Â R Â B EG lM . CA H Â N -Â RÂ BEGAM ( 16x4—;1681 ), umumiyetle Begam ŞShib İsmi ile tanınmış olan Cahâııârâ Begam, bâzan da PâdşSh Begam diye tesmiye olunur, Şâh-Cihân ’ın sağ kalan çocuklarının büyüğü idi ve 1614 ’te Acmir ’de doğmuş olsa gerektir. Annesi, Â şaf Hân [ b. bk,] ’m kızı ve Nür-Cihân ’ın yeğeni olup, Mümtaz Mahal veya Mümtaz al-Zamâni adlarını da taşıyan Arcumand Bânü idi kİ, Tâc Mahaîi kendisi için inşa edilmiştir.



*7 *



Cihân-Arâ hiç evlenmemiştir. Gayet güzel ye zarif olan bu kadının babası ve kardeşine karşı olduğu kadar, mürşidi DSrâ Şiköh ’a karşı bü­ yük bir sevgisi vardı. Bernier ve ’ Manucci, Cihân-Arâ hakkında bir çok kotu rivayetler naklederler. Her ne kadar Manucci böyle kor­ kunç bir ithamın vârid olmadığını söylerse de, Bernier ’nin Cihân-Arâ ’yı saray nazırım zehir­ leyerek öldürmekle itham ettiğini kaydetmek suretiyle, hem Cihân-Ârâ ’ya, hem de Bernier 'yo karşı haksızlık eder. Cihan-Âra ’nın hatâlar iş­ lemiş olması mümkündür. Zoraki bekârlığı da, ahlâkına zarar vermiş olabilir; fakat bu kadın gayet rahîm ve âlicenaptı; ihtiyarlığında haps­ edilmiş olan babasına karşı fedakâr bir evlat olmuştur. Nitekim Dr. Keene Cihân-Ârâ ’ya, ga­ yet haklı olarak, moğul Cordelia’sı demiştir. Cihân-Arâ gâyet dindardı. En sevdiği velî Acmirli Mu'in al*Din Ç işti ’nin menakıbini yazmıştır ( Rieu, Cataîogue^ o f ihe B . M. Persian Mss., I, 357). Cihân-Ârâ 1644 martında,, az kalsın, yanarak ölecekti. Agra ’da doğumu­ nun yıl dönümü tes’it edilmekte idi. Cihân-Ârâ, babasına iyi geceler temenni ettikten sonra kendi dâiresine gireceği sırada Dhâkâ musli­ ninden elbisesi, ateşe sürünerek, alev aldı ve boyîece göğüsünden ve kollarından ağır surette yandı. Kendisini kurtarmak isteyen hizmetçi­ lerinden iki veya üçünün yanarak öldüğü anla­ şılıyor. Agra ’daki büyük cami kendisi tarafın­ dan veya kendi namına, muhtemel olarak, kazayı atlatmasından dolayı, cenab-ı hakka şükran olmak üzere, 1644—1648 ’de inşa edilmiştir. Delili hâricinde, Çişti tarikatının meşhûr velîsi Nizâm al-Dın Avliyâ ’mn hazîresinde kendisine bir türbe yaptırmıştır. Bu türbede bizzat ken­ disinin yazdığı müessir bir kitabe de vardır ki, asıl metni Sayyid AJımed ’in  şâr al-şanâd î d { Lucknoıv, 1895, s. 39) ’inde bulunur. Eastwick ve Keene bunu tercüme etmişlerdir ( bk. Keene, Handboek io Delhit Caîcutta, 1882, s. 37 ). Cihân-Ârâ Begim 6 eylül x68ı ’de Dehli ’de öl­ müştür. Oriental Biographical D iciiom ry ’nin Keene neşrinde Cihân-Arâ ’mn mufassal bir hâl tercümesi vardır ve Pâdğâhnâma ile Hafi Hân ’da da hakkında malûmat vardır. (H . B eveiîidge .) C İH A N D  R Ş A H . CAH ÂND ÂR ŞAH, Muhammed Mu'izz a l -D1 n ( 1 661 —1 71 3 ), Dehli türk-hind imparatorlarının 13. olup, Şâh ‘Âlâm Bahâaur ’un büyük oğludur ve 1661 ’de doğmuş­ tur. Tahta çıkmadan evvel Multân eyâletinde valilik etmiş ve 1 7 1 2 ’de Lahor’da babasının vefatı üzerine, tahtı kendisine tem in için, üç kardeşi ‘Azim al-Şa’n, R afi‘ al-Kadr ve Cihan Şah ’ı memleketten koğmuş olan Zu ’l-Fikâr Hân tarafından tahta çıkarılmıştır, Cahândâr Şâh



172



CÎHANDÂR ŞAH - CİHANGİR.



nefsine düşkün * iradesi zayıf, korkak bir adamdı. babası Ekber kendisini tahttan uzaklaştırarak, A şırt derecede sefihâne yaşamak ve metresi olan yerine oğlu Husrav ’i veliaht ilân etmeği bile hindû dansözü Lal Knnvar ’e âdeta kul köle ol­ düşünmüştü. Fakat Cahângir babasına karşı mak suretiyle, tebeası nazarında itibarını düşür­ isyan edince, Ekber bu tasavvurundan vazgeç­ dü. Tahta çıkalı bir sene olmamış idi ki, kardeşi miştir ki, buna sebep, evlât sevgisinden ziyâde, 'Azim al-Şa'n ’ın büyük oğlu Farruhsiyar, Bârha Ekber ’in kararsızlık ve korkaklığıdır. Cahân'deki iki seyİd kardeşi, yânı IlâhâbSd vâîisî gir ahlâk ve seciyece mükemmel bir insan sa­ ‘ Abd Allah Hân ile Bihâr valisi Husayn ‘ Ali yılamaz ; tahsil ve terbiyesi de yüksek değildi. Han '1 kendine tarafdar kazanmağa muvaffak Başlıca merakı ilim ve av idi. İrâdesi zayıf olup, seyidler ile birlikte, Patna 'dan A gra üze­ olduğundan, etrafı nd akil erin te ’siri altında ka­ rine yürüdü ve Cahandâr 'm, daha kuvvetli bîr lıyordu. Safdil bîr hâli vardı. Bîr hususiyeti ordunun başında olmasına rağmen, korkusundan de tütüne karşı olan düşmanlığıdır. Gençliğin­ harp etmeksizin kaçan oğlu A'azz al-Din ’i de Nür-Cahan İle evlenmesine müsaade edil­ firara mecbur etti. Oğlunun firarını öğrenen memiş olması, belki de yazık olmuştur. Çünkü Cahandâr Şah, Dehii 'den hareketle, beraberinde bu kadının Cahângir üzerinde iyi bir te’sîri Zu ’İ-Fikar Han olduğu hâlde, 80.000 süvariden olabileceğine hükmetmek mümkündür. Gerçi mürekkep bir ordu ile Agra üzerine yürüdü, Cahârgir, hükümdar olduktan sonra, Nür-Cahân îki taraf orduları A gra civarında SamSgarfı ’ta ile evlenmiş ise de, bunun için kadının ilk karşılaştılar. Şiddetli bir muharebe esnasında zevcini öldürmek mecburiyetinde kalmıştır. Cahandâr Şah ile oğlu A ‘azz al-Din, Zu ’İ-Fi- Cahângir ’in artık yaşlanmış olan Nür-Cahan ^âr *ı, âsîler İie yalnız bırakarak, kaçtılar. Zu ’dan çocuğu olmadı. Nür-Cahân ’ın ilk koca­ ’J-F ik ir da, kaçanları bulamayınca, geri çekil­ sından bir kızı va rd ı; damadı ve Cahângir’in meğe mecbur oldu ve Farruhsiyar Dehli üzerine en küçük oğlu Şahriyâr ’ı tercih etmesi ve yürüdü. 12 şubat 1 7 1 3 ’te Cahandâr Şah, halefi Nür-Cahân ile Şah-Cahan arasındaki kavgalar Hindistan için felâketli neticeler tevlit etmiştir. Farruhsiyar ’in emri ile, boğduruldu. B i b l i y o g r a f y a . '. S iy a r al-m utaahhirin. Bu vak’alardaa M aâşir al-amara ( I , 1 3 3 ) ’da Nür-Cahân’m babası Giyâs B e g ’ in tercüme-i ( T, W. H aig .) CİHANGİR. CA H Â N G İR ( 15 6 9 - 16 2 7 ) , hâli münasebeti ile, mufassal surette bahsedil­ türk-hind padişahı Ekber ’in büyük oğludur. 31 mektedir, Cahângir devrine âit en mühim ağustos 15 6 9 ‘da Fathpür’da doğmuştur. Râcâ vakayı, kendisinin tahttan indirilmesine sebep Bihâri Mal Kaçhulahi ’nin kızı olan annesi, râc- olan hâdiselerdir. Cahângir 1626 ’da, Mahâbat putlardau i d i ; kendisine sonradan Miryam al* Han tarafından esir edilmek suretiyle, fi’len zamanı ( «zamanın Meryem ’i“ ) lâkabı verilmiş­ tahtından iskat edilmiş ve bîr müddet sonra da, tir. C ahângir’in derviş Salim Ç i ş t i’nin hücre­ zevcesi tarafından, esaretten kurtarılmıştır. Ca­ sinde ve onun duaları bereketi ile, doğmuş oldu­ hângir’in 5 oğlu, 2 kızı olmuştur. Büyük oğlu ğuna inanıldığı için, babası, kendisine Sultân Sultân Husrav, babasının saltanatı devrinin baş­ Salim ismini vermiş İse de, ona dâima Şayhü larında, ona isyan etmiş ise de, yakalanarak, Baba diye hitap ederdi. Cahângir, 24 teşrin I. hapse atılmış ve çok uzun süren bir esaret 1605 ’te tahta çıkınca, Nür al-Din Cahângir hayatından sonra, Dakhan ’da vefat etmiştir. Pâdşâh unvanım aldı. Cahângir 22 sene hükü­ İkinci oğlu Sultân Parvez sevimli bir prens met sürmüş ve Racavr ’dan ayrılarak, Keşmîr i d i ; fakat, ‘ babası gibi, içkiye düşkün id i; ’den Lahor ’a giderken, 28 teşrin I. 1627 'de babasının sağlığında ölmüştür. Sonraları Şâhvefat etmiştir. Lahor civarında, Râvi nehrinin Cahân ismini almış olan Sultân Hurram baba­ sağ sahili üzerinde bulunan ŞSh-Dara mevkiinde sına isyan etmiş ise de, itaat ve inkiyat etme­ defnedilmiştir. Karısı Nür-Cahân’m mezarı da ğe mecbur olmuştur. Cahângir vefat edince, yerine Şâh-Cahân geçti. Cahângir ’in tahta kendi mezarının yanındadır. Cahângir ’in bir çok meziyetleri vardı. Hakikî cülusu sıralarında doğmuş ve kendisine bu bir tabiat âşıkı id i; adalet ve ha kaniyetİ sebeple Sultân Taht ismi verilmiş olan Sultân severdi. Fakat içki ve afyona fazla düşkünlüğü Cahandâr ’ın doğuştan ebleh olduğu anlaşılı­ yüzünden, devrinde hiç bir askerî muvaffakiyet yor. Sultan Şahriyâr şahsiyetsiz bir prens idi kaydedilmediği gibi, Agra ile Lahor arasında ve kendisine «hayırsız" mânasına gelen bir vücuda getirilen ağaçlı, geniş yol müstesna lakap verilmişti. Babasının vefatından sonra, olmak üzere, hiç bir müsbet eseri de zikredil­ tahtı zaptetmeğe kalkışmış, fakat yakalanarak, memektedir. Saltanatının 17. senesinde ( 1622 ), idam edilmiştir. Cahângir tarafından, Tüzük-i Cahângir i ismi Kandahar şehri iranlılarm eline geçti. Henüz veliaht iken, babasının vezirlerinden Abu ’l- ile, yazılan hâtırat kıymetli bir eserdir. Birinci Fazi ’î öldürmüş ve o derece sefahat^ dalmış ki, çildi İngilizceye tercüme edilmiş ve Roy. As,



CİHANGİR Soc. tarafından neşrediİiniştir ( London, 1909 }. Tüzük’ün diğer bir yazma nüshası mevcut ise 'le, bunun kısmen sahte olduğu anlaşılıyor. Bunun Majör Price tarafından yapılan tercü­ mesi 1829 ’da, yine Roy. As. Soc, tarafından, neşredilmiştir. Tüzük ’ün fârisî metni, aligarhh Sayyid Ahuned tarafından Gâzipür (1863) ve Aligarh (1864 ) ’ta neşredilmiştir. Bu tabı bir çok hataları ihtiva etmektedir. Bu hatıratın mühim parçaları Elliot ’un History o f İndia adlı ese­ rinin 6. cildinde tercüme edilmiştir. Sir Thomas Roe ’nün Jo u r n a l’ 1 ile Edvvard Terry ’nin kita­ bı, Cahângir hakkında, bir çok dikkate değer malûmat ihtiva etmektedir. Bu eserlerden baş­ ka, Cahângir devrine âit olarak, Cahângir ’in kâtibi Mu'tamad H in tarafından farsça yazılmış bir vekayinâme de vardır ki, B ibi. İnd, ’de 1865 ’te neşrolunmuştur. __ ( H. BEVERIDGE.) C İH A N SÛ Z . CA H Â N SÖ Z ( i - 1 1 5 6 ) , „cihan yakan", Gaznelilerden Bahrim Şâh ’ı mağ­ lûp edip, Gaznin ve Büst şehirlerini, bu lâka­ ba lâyık bir gaddarlık ve vahşetle tahrip eden G ünlerden‘A la’ al-Din Husayn ’e verilen bir ad­ dır ( S45 — 1150% 'A la 1 al-Din Husayn, bilâhare Selçuklu hükümdarı Sancar’e saldırmak için, Guzzlara ve Halellere iltihak e tti; fakat mağ­ lûp olarak, esir düştü. Az zaman sonra tekrar Gür ’daki ülkesini istirdat ederek, hâkimiyetini Murğab ovasına kadar yaydı. Gürü hânedanını Çok kuvvetti bir vaziyette bırakarak, Herat ’ta 55* (u$6 ) ’de öldü ( bk. madd. EFGANÎSTAN ve BAHRÂM ŞAH), (M. LONGWORTH DAMES.) C tH A N -Ş A H . CİHÂN-ŞÂH, Mu?affar al DÎN ( 140$? — 1467 ), Kara-Koyunlu padişahlarındandır. K ara-Y usuf’un oğullarından olup, doğum senesi kat’î şekilde belli değildir. Za­ manında yaşayan müelliflerden Sahâvi ( aTZu al~lâmi\ Mısır, 1354, III, 80), IX. (XV.) as­ rın başlarında ve İbn Tağriberdi 810 ( 1407/ 1408) senesinde veya bundan sonra doğmuş olması ihtimâlini ileri sürerse de ( al-Minhal öZ-şn/r, mad. CİHAN-ŞAH), Timur ’un ölümü üzerine, Anadolu ’nun şarkında ve Azerbaycan ’da bulunan ülkelerini geri almak maksadı ile, Suriye ’den hareket eden Kara-Yusuf Mardin ’de hükümdar Artuk-oğlu Macd al-Dîn 'İsa ’ya misafir olmuş ve bu esnada Cihan-Şah dünya­ ya gelmiş olmasına nazaran, kendisinin 1405 senesinde doğduğu anlaşılmaktadır. Adı evvelâ Mardin-Şah konmuş ise de, babası şehir adla­ rının kadınlara verilmekte olduğunu söyleye­ rek, Cihan-Şah ’a çevirmiştir. A z zamanda Azerbaycan ve bütün Irak-ı Arap ’ı ele geçiren Kara Yusuf, oğullarının her birini ülkesinin bir tarafına vâli tâyin ederken, 141$ ’te Sulta­ niye yi aldıktan sonra, Cihan-Şah’ı, yaşı kü­ çük olmasına rağmen, buraya vâli nasbeyîemişti.



CİH ÂN-ŞÂH. 14 2 0 ’de Kara-Koyunlulara karşı birinci yü­ rüyüşünü yapan Şahruh, Ray civarına geldiği esnada, ümerâsından Yusuf Hoca ’yı Kazvin’i almağa memur etmiş ve bu şehirde Kara-Yusuf adına hâkim olan Kör-Haydar-oğlu Kasım, mu­ kavemet edemeyerek, Cihan-Şah nezdine çekil­ mişti. Şahruh ’un yaklaşmakta olduğunu gören Cihan-Şah Sultaniye kalesinde mukavemete hazırlanmış ve bunun için şehir halkını kaleye sığınmağa mecbur etmiş ve bütün zahireyi kaleye taşımış ise de, türkmenleri etrafına top­ layarak, çağataylar ile savaşmağa ve Şahruh ile boy ölçüşmeğe giden babasının 13 teşrin II. 1420 ’de Ucan yaylağında vukû bulan ölümünü duyar-duymaz, kaleyi ve şehri tahliye ederek, çekilmiş ve bir az sonra bu mevki Şahruh tarafından işgal olunmuştur. Babasının payi­ tahtı olan Tebriz ’de tutunamayacağım ve türkmea ümerâsının kendisinin büyük kardeşleri olan İskender ( b. bk.j ile îspan’ın etrafında toplanmakta olduklarını gören bu şehzade di­ ğer büyük kardeşi o’an Bagdad vâfisî ŞahMehmed [ b. b k .j’İıı yanına gidip, onun mai­ yetine girmek mecburiyetinde kalmış ve bun­ dan dolayı ilk İkİ ağabeyisi ile Şahruh arasında 29 ve 30 temmuz 1421 ’de vukua gelen AJaşkirt ’teki büyük savaşa iştirak etmemişti. Bag­ dad ’da bulunduğu esnada, Celâyirli haneda­ nından olup, Basra, Vâsıt ve Şüşter havâ­ lisinde hükümdar bulunan Sultan Üveys [ b. b k .]’i mağlûp ve telef ederek, ağabeyisine yar­ dım eden Cihan-Şah, Celâyirlilerden alman yerlerin kendisine verilmediğini görünce, mü­ teessir olmuş ve bir müddet sonra Şah Mehmed 'den ayrılıp, büyük ağabeyisi İskender 'in yanma çekilmiş, o da buna Kara-Koyunlu ha­ nedanının ana yurdu olan Van gölü havzasında bâzı kaleler vermiştir. Fakat bir müddet sonra Cihan-Şah bu ağabeyîsîndeu de daha bâzı böl­ gelerin hâkimiyetini istemiş ise de, alamamış ve muğber olarak, isyan edip, bir kalede ta­ hassun eylemiş ve ağabeyisinin muhasara ve tazyiki karşısında kaleden çıkarak, Şahruh’a iltica etmek üzere firar etmiş ise de, takipçi­ ler tarafından Ray civarında yakalanıp, getiril­ miştir. İskender onu öldürmek istemiş ise de, annesinin müdâhale ve şefaati ile affeylemiş, yanında alıkoyup, bilâhare ona Van gölü havza­ sındaki bütün şehir ve kasabaların idaresini tevcih etmiştir. Buna rağmen ağabeyisinin tahak­ kümünden usanan Cihan-Şah, bir müddet Bag­ dad ’a gidip, diğer ağabeyisi ile tekrar birleş­ miş ise de, sonra ondan da ayrılarak, kendi bölgesine dönmüş, İskender ile barışmış ve ona yardımlarda bulunmuş, maiyetinde olarak, muharebelerin çoğuna iştirak etmiş ve hattâ 14 28 ’de Şahruh’un Kara-Koyunlular üzerine



t?4



CİHÂN-ŞAH.



ikinci yürüyüşü esnasında, Seîmâs ovasında 27 ve 28 temmuzda onîaı* ile yapmış olduğu bü» yük puıhsrebede Kara-Koyunlu ordusunun sol cenanına kumanda etmiştir. Kazanmış olduğu muzafferiyetlere rağmen, Kara-Koyunlu ulusunu dağıtamayacağını ve Kara-Koyunlu prenslerini ortadan kaldırama­ yacağını gören Şahruh bu prensler arasındaki rekabet ve münazaadan istifâdeye çalışmış ve İskender ’in diğer kardeşleri ile muharebeye girişip, kendisini metbu tanımaları şartı ile, bulundukları memleketlerde hükümran olabi­ leceklerini onlara bildirmiş ve bu arada türkmenlerin Bu sat tesmiye ettikleri Abü Sa'id b. Kara-Yusuf *a Azerbaycan ve Arran bölgeleri­ nin hükümdarlık menşurunu vererek, Azerbay­ can ’a dönmüştü. Şahruh bu bereketinden son­ ra, Kara-Yusuf 'un diğer oğulları içinde evvelâ Ispan Şahruh’a inkıyat etmiş ve hattâ 1433 ni­ sanında Bagdad ’ı kardeşi Şah-Mehmed ’in elin­ den aldıktan ve 1434 'te; onu telef ettikten son­ ra, karşısına çıkan Cihan-Şah ’ı da bozguna uğratmıştı. Bu tarihlerde Cihan-Şah da, bundan evvel 1433 'te Abü Sa'id ’i mağlûp ve telef ede­ rek, A zerbaycan’ ı tekrar ele geçiren İskender ile münazaa ve mücâdeleye girişmiş ve Şahruh ’u metbû tanımıştı. İskender İle uğraşmak üzere, üçüncü defa Azerbaycan yürüyüşüne çıkmış olan Şahruh 1435 'te, Ray 'de bulunduğu esnada, Kara-Ko­ yunlu ümerâsından olup, kendine iltica etmiş olan A ka-Pîr ’i ve diğerlerini Van 'da bulun­ makta olan Cihan-Şah 'm yanma gönderip, Çağırtması üzerine, bu sene temmuzun orta­ sında Cihan-Şah'm yeğeni Şah A !i b. Şah Mehmed ile Kara-Koyunlu ulusuna mülhak Aynalîu boyunun reislerinden Bayezid Bey ile beraber, Ray 'e gelmişti, Şahruh, Azerbaycan 'a bizzat yürümeden evvel, Cihan-Şah ’a mühimce kuvvetler vererek, İskender'in elindeki memleketleri işgale me­ mur ederken, bir taraftan oğlu Mehmed Cûkî ile Şirvan hükümdarı Halil Allah { b. bk.] ’ı onun üzerine göndermişti. Tarafdarı olan bey­ lerin çoğunun kendinden ayrılıp, kardeşine iltihak ettiğini gören ye çağatay ordusuna karşı mukavemet edemeyeceğini anlayan İsken­ der kaçmağa ve osmanh padişahı sultan Murad II. ’a ilticaya mecbur olmuştu. Şahruh 1436 senesi başında, Karabağ kışlağında iken, ya­ nma gelen Cihan-Şah’ı, onun maiyetine top­ lanmış olan türkmen askerlerine çağatay or­ dusundan bir mikdar kuvvet ilâve suretiyle takviye edip, İskender ’in ailesinin bulunduğu kaleyi muhasaraya gönderdi. Bu kalede muha­ fız bulunan Şah-AH Bey Bayramlu ile Şeydi Mahnutd Bey teslim oldular.



1436 'da Horasan ’a donen Şahruh Azerbay­ can ve Arran kıt'alanm n hükümdarlığını C i­ han-Şah’a bırakarak,. „al damgalı" nişan ( s u ­ reti için bk. Hâfiz Abrü, Zubdat al-iavarih 'a zeyl edilen 'A bd al-Razzâk Samarkandi 'nin Matla al-sa'dayn, 839 vukuatı kenarında, Fatih kütüp., nr. 4371 ) vermiş ve adâletle hareket ederek, uzun zamandan bert mütevali harpler ile harap oiaıı memleketini imâr etmesini ve, zulüm ve fesattan sakınmasını tavsiye etmiştir. Şahruh, hiç bir suretle itaat altına alınması mümkün olmayan ve yalnız Ahlat, Azerbay­ can, Arran ve Irak-ı Arap kıt'alarm ı almakla kalmayarak ikide-birde İrak-ı Acem ’i zapta kıyam eden Kara-Koyunlu türkmenlerini bu şe­ kilde tatmin ediyor ve onların başbuğları olan Kara-Yusuf-oğullarını kendi namına bu bölge­ leri idareye memur birer vekil ve hükümdar tammış olmakla, hem kendi şerefini kurtarıyor ve hem de imparatorluğunun zâhİrî birliğini muhafaza ediyor ve bunu yapmakla yarım asır­ dan beri türkmen denilen garp, yâni Anadolu, Azerbaycan, Arran ve Irak-ı Arap türkleri ile orta Asya türkleri arasında mütemadiyen de­ vam ederek, korkunç safhalar geçirmiş ve Iran ile Irak-ı A rap 'in ve Anadolu'nun harâbisine sebebiyet vermiş olan kanlı mücâdeleleri sona erdirmiş bulunuyordu. 1438 senesi ilk baharında İskender — Tebriz 'de ve Cihan-Şah — Erdebil 'de bulunuyorlardı. Cihan-Şah, yanında Çâkiriu boyunun reisi, Bistâm Bey oğlu Bayezid Bey ile diğer Kara-Ko­ yunlu beyleri ve Şirvan ümerâsı da bulunduğu hâlde Merend 'e gelmiş ve orada Tebriz 'den ha­ reketle Sufîyân çeşmesi yakınma bulunan ağabeyisi İskender ile karşılaşmıştır. Muharebeden evvel İskender ’in ümerâsından mühim bir kısmı, başlarında Karamanlı boyunun reisi Pîrî Bey olduğu hâlde, bozguna uğrayan İskender ’in bü­ tün ordusu Cihan-Şah tarafına geçti. Kendisi az bir maiyeti ile hâzinesinin ve ailesinden bazıları­ nın bulunduğu Alıncak kalesine kaçabildi ise de, Cihan-Şah kuvvetleri tarafından kuşatıldı. Fa­ kat orada oğlu Şah-Kubad ile birleşmiş olan türkmen beyleri tarafından uyku esnasında öl­ dürüldü. Onun ümerâsından Şahsuvar Bey Bay­ ramlu ile Ağaçerı boyu reislerinden Hüseyin Bey başta olmak üzere, diğer bütün beyler Şah-Kubâd ’ı hükümdar ilân ettiler. Şah-Kubâd, amcasına vaziyeti bildirerek, onun tâbiiyetinde olmağı ka­ bul ettiğini beyan etti ise de, Cihan-Şah kalenin tesliminde İsrar etti. Şah-Kubâd ise buranın Şah­ ruh ’a âit olduğunu söyleyip, anahtarlarını ona gönderdi ise de, Şahruh, Cihan-Şah’m ricasını kırmayarak, anahtarları ona iade etmiş ve bunun üzerine musâleha akdolunmuştur. Musâleha mu­ cibince Cihan-Şah yeğenine Avnik kalesi ile Pa-



CİHÂN-Şa H. sin bölgesini verecekti. Cihan-Şah kaleden inmiş olan Şah-Kubâd 'a babasının hazînesinin yarısını da vererek, yeni malikânesine göndermiş ise de, bilâhare ağabeyisinin katilleri hakkında tahki­ kata başlamış ve Şah-Kubâd ’ı tevkif ve onu baba katili sıfatı ile, muhakeme ve kısas ettirmiş, katle iştirak eden ümerâdan bazıla­ rını da öldürtmüştür. Diğer taraftan düşmanı ve saltanat rakibi olan Cânî Bey Sûfî ’nin müşevviki, Mısır devletine büyük gaileler çıka­ ran Dulkadır-oğlu Mehmed Bey ite Ak-Koyunlu prenslerinin mahmisı bulunması dolayısİyle, Şahruh ile ihtilâf ve husûmet hâlinde bulunan ve İskender ’in tabiî dostu ve müttefiki bulunan Mısır sultanı Barsbay, devletinin ümerâsından bir kısmını mühimce bir kuvvetle yola çıka­ rıp, Cihan-Şah tarafından kuşatılmış olan bu hükümdarı kurtarmağa memur etmişti. Bunlar Erzincan ’a ve hattâ Erzurum önüne kadar gelmişlerse de, İskender ’in ölümünü haber ala­ rak, geri dönmüşlerdi. Bugâileyi bitiren CihanŞah bu sene, ta’um dolayısiyîe, Tebriz ’de otu­ ramamış ve kışı Barda1 ’da geçirmişti. Bir kısım men balarda 843, fakat çoğunda 844 (1440 ) senesinde Cihan-Şah ’ın Gürcüstan ’a sefer yaptığından bahsedilmiştir. Bu zamanda yaşayan ve eserinin son faslım bu sefere tahsis eden ermeni müverrihi Thomas de Medzof {'frns, trc, s. 146, 1 51 ) bize uzun-uzadıya tafsilât vermektedir. Cihan-Şah gürcü kıralı AIexandr ’a, itaat edip, vergi vermesini teklif etmiş ve red cevabı alınca, büyük ordusunu toplaya­ rak, Gürcüstan ’a yürümüştür. Cihan-Şah, bu seferini bir cihâd şekline çevirmek için, âlim­ leri ve şeyhleri ve bu meyanda Erdebii ’de postnişîn olan Safevî tarikatı baş şeyhi olup, Şeyh-Şah namı ile mâruf olan zâtı da berabe­ rine almıştır. Cihan-Şah Gürcüstan ’ ın muhte­ lif bölgelerine akıncılar gönderip, talanlar yaptırdıktan sonra, Tiflis ’e yürüyüp, burasını harben almış ve ahâlisini esir ettikten sonra, Tebriz ’e dönmüştür. ;v 3$ 1441 ’de F a il Allah Astarâbâdi müridi er i olan hurufHeri toplatarak, Tebriz ’de öldürten Cihan-Şah, 1444 ’te Gürcüstan ’a ikinci bir sefer yaparak, Ahalçık ’a ve Samçkhe ’ye taarruz etmiş ve kıral Vahtang île muharebeye tutuşmuştur, Gürcü menbâîarımn rivayetine göre, muhare­ benin neticesi belli olmamış ve Cihan-Şah çekilmiştir ( Brosset, Hist. de la Georgie, î, 683 ). 144$ senesi başında ölen Bagdad hükümdarı İspan ’ m yeğeni ve veliahdı iken yerine geçiril­ meyen Elvend Bagdad’a yürüdü ise de, bu şehrin önünde bozguna uğrayınca, Elvend ’ in yanındaki beylerden bazıları Cihan-Şah ’a iltica ederek, onu Bagdad ’ı zapta teşvik ettiler. Cihan-Şah, bütün kuvvetlerini toplayarak, Bag­



i ?s



dad ’a yürüdü ve kânun I. ’da muhasaraya baş­ ladı. Elvend de kendisine İltihak etti. Bagdad sûrları önünde ve Dicle üzerinde bir çök mu­ harebeler oldu. Nihayet Rüstem Tarhan başta olmak üzere, içerideki ümerâdan bâzılarının Cihan-Şah tarafına geçmeleri ve gizlice kapı­ ları açmaları neticesinde, 1446 haziranında, Bagdad şehri, kanlı sokak muharebeleri vukua gelmek suretiyle, zaptedildi. Cihan-Şah Bag­ dad '1 3 gün yağma ettirmiş ve Bagdad üme­ râsını, Şeyhî Bey başta olmak üzere, katlet­ miştir. Cihan-Şah Bagdad ’a küçük oğlu Mehmed M irza’yı vali tâyin etmişti. Bu şehzade küçük yaşta olduğu için, atabeği olan Abdullah hükü­ met işlerini idareye memur olmuştu. Cihaıı-Şah İspan ’m oğlu ve Bagdad hüküm­ darı olan Fulad ’ı hapsetmiştir. Bâzı tarihler bu şehzadenin hapiste öldüğünü yazmışlardır. Hâlbuki, aşağıda görüleceği üzere, bu zamanki vukuatı yazan iki Mısır müverrihi ( İbn Tağriberdi ve S a h a v i) eserlerinde saf er 855 (m art 1 4 5 1 ) ’te Cihan-Şah’m elçilerinin K ah ire’ye geldiklerini ve İspan ’ın 10 yaşında bulunan oğlunu da beraber getirip, sultana emânet et­ tiklerini ve sultan Çakmak ’m bu şehzadenin, kendi oğlu ile beraber, büyütülmesini emretti­ ğini yazmışlardır ( İbn Tağriberdi, îjlavâdiğ aU duhür, s. 103; Sahâvi, al-T ib r aUmasbuk) s, 34,5 )■ Bagdad ’da pek az müddet kaldıktan sonra, T e b riz ’e dönen Cihan-Şah, Şahruh’un îrak-ı Acem vâlisi olan torunu, Baysungur oğlu Meh­ med Sultan ’ı te’dip etmek üzere, Herat ’tan hareketle Nîşâpûr ’a geldiğini haber alarak, ona ağır hediyeleri hâmil bir elçi göndermiş ve bu elçi de «evvelce tek bir atlı iken, bugün onun sayesinde 100.000 atlıya kumanda ettiğini ve bu nimetin şükranını her zaman edaya hazır oldu­ ğunu" bildirmiştir. 1447 senesi başında CihanŞah büyük ümerâsından  li Şükür B e y ’i, ağır hediyeler ile, Ray 'de kışlamakta olan Şahruh nezdine gönderdi. Fakat bu emîr Sultaniye ’ye geldiği zaman hükümdarın 13 mortta öl­ müş olduğunu haber alıp, geriye döndü. Bunu duyan Cihan-Şah tamamiyie müstakil hır hü­ kümdar olmuş ve s u l t a n ve h a k a n un­ vanlarını almış ve aynı zamanda büyük hüküm­ darın ölümü akabinde imparatorluğun şehza­ deler arasında mücâdele sahnesi olduğunu gö­ rerek, bundan istifâdeye karar vermiştir ki, bunun üzerine A li Şükür Bey ile İsfendiyâr Bey ’i gönderip, Sultaniye ve Kazvin şehirlerini zapt ettirdi. Ondan sonra bütün kuvvetlerini toplayarak, bizzat Irak-ı Acem ’e yürüdü. Fars ’ta bulunan Mehmed Sultan ’m Isfahan vâlisi Hüseyin Târimî, hiyânet ederek, Cihan-Şah ta­ rafına geçti. Kendini Şaruh ’un halefi addeden



CİHAN-ŞAR Mehmed Sultan da kuvvetlerini toplayarak, muharebeye hazırlandı ise de, onun karargâ­ hında bulunan ve vaktiyle Şahruh 'un yamna geldiği zaman, Cihan-Şah *ı oğulluğa kabul et­ miş olan Şaruh 'un haremi büyük hatun Gevherşâd Be'ğim 'in tavassutu sayesinde sulh akd­ edildi i Cihan-Şah kızını Mehmed Sultan ’a tezvic ediyor, fakat buna mukabil zapt etmiş olduğu şehirleri resm-i şerbet, yâni ağırlık, olarak alıyordu. Târih-i Sultan Muhammed IÇutubşâhi ( Paris, Bibi. Nat. Supp. pers., 174, var. 13 ) ’ye nazaran, Cihan-Şah. bu sene içinde evvelâ Gürcüstaıı ’a ve sonra çerkesler diyarına gaza yapmıştır. 1448 ’de Cihan-Şah Musul valisi olan yeğe­ nini yanına çağırmış ise de, amcasının kötü niyetlerinden şüphelenen bu şehzade gitmemiş ve Musul ’dan çıkarak, uğradığı Fuiad kalesini Pır-Kuh Bey ’in elinden almış ve isyan ederek, E r bil ve Şehrizor taraflarım ele geçirmiştir. Bunu duyan Cihan-Şah, onun üzerine, kuvvet­ ler şevketmiş, o da bunlara mukavemet ede­ meyerek, bundan bir az evvel, eski karmatîlerin faaliyette bulundukları ve mezheplerini yaydıkları bölgelerde ( Basra, Huveyze ve Hûzistan) o mezhebin bir başka şekli hâlinde tekrar faaliyete geçip, bu bölgeleri ele geçirmiş olan ve kurucularının ve başlarının lâkabı olan muşa^şa' sıfatına izafetle, kendilerine ad veri­ len 'A li İlâhi [ b. bk .j ’ler ile birleşmek üzere, cenuba kaçmış ve kendini tâkîp eden şehzade Ptr-Budak’ın elinden kurtulmuştur. Cihan-Şah tarafından Bagdad ve Irak valisi tâyin edilen Pîr-Budak 1449 ’da hem muşa'şa‘ i ’leri ve hem de amcazadesini te’dip için yürüdü İse de, muvaffakiyet kazanamadı. Elvend ’in iltihakı ile, bunlar daha ziyâde kuvvet kesbetmişlerdi. Fakat bir az sonra Elvend, bu müfrit şi’îler ile uyuşamadığından, onlardan ayrılıp, tekrar eski ülkesini almağa kıyam etti ise de, Cihan-Şah tarafından gönderilen Rüstem Tarhan ’a mağlûp olarak, Ak-Koyunlu şehzadelerinin başı ve Âmid hükümdarı Karayülük 'ün torunu, A li oğlu Cihan­ gir ’e iltica etti. Cihan-Şah bir kaç defa Cihangir ’e haber gönderip, mültecinin teslimini istedi ise de, talebi reddedildiğinden, Ak-Koyunlulara şiddetli bîr darbe vurmağa karar verdi. Gence kışlağında bulunduğu esnada, 1430 baharında bütün kuvvetlerinin gelmesi zımnında emirler gönderdi. Cihan-Şah bu sene baharında Arabşah Bey Ayınlu ile K ılıç Arslan B e y ’i Erzincan’ın zaptına memur etti. Bu şehir Karayülük Osman B e y ’in oğlu Mahmud B ey ’in elinde bulunmakta idi. Ak-Koyunlu şehzadelerinden Musa Bey ite diğer bâzı beyler, Cihangir ile kardeşi Uzun Haşan Bey ’e adavetlerinden' dolayı, CihanŞ a h ’a iltica etmişler ve maiyetleri ile, Kara-



Koyuıılu ordusuna verilmişlerdi. Muhasara edi­ len Erzincan teslim oldu. Fakat Cihan-Şah ahde riâyet etmeyerek, Ak-Koyunlu esirlerini hapsetti ve Cihangir Mirza ’ya haber gönderip, E lven d ’in teslim olunmadığı takdirde, esirleri öldüreceğini bildirdi ise de, Cihangir ’in bu ta­ lebi red etmesi üzerine, pek fazla hiddetlenen Cihan-Şah bizzat hareket ederek, Murad çayı vadisini takiben ilerlemeğe başladı. Diğer taraf­ tan Rüstem Tarhan ’ı da yukarı Fırat vadisinden mühim bir ordu ile gönderdi. Rüstem Tarhan Malatya ’ya geldiği zaman, o bölgedeki Ak-Koyunîu ulusuna mensup boyların beylerinden Mehmed Bektaşîı, Mehmed Koca Hacılu, A li Bey Pürnâklü onun maiyetinde bulunan Şeyh Haşan B e y ’e iltihak ettiler. C ihangir’in kar­ deşi olan Urfa emîri Üveys Bey şehri bıraka­ rak kaçtığından, burası kolaylıkla alındı. Rüs­ tem Tarhan son bahar sonlarında Mardin ’i kuşattı ise de, bu sırada Cihangir ’in Amİd ’den şehri kurtarmağa geldiğini duyup, onu karşı­ lamağa gitti ve bozguna uğratıp, kaçırttıktan sonra Mardin Önüne gelerek, muhasara ve taz­ yiki şiddetlendirdi. Şehir teslim oldu ise de, Ak-Koyu ulular kaleye çekilerek, mukavemette devam ettiler. Mısır sultam Çakmak, CihanŞah ’ın hareketini duyar-duymaz, işin iç yüzünü anlamak üzere, bu 1450 senesi ağustosunda ‘ A li al-Zaı-dakaş al-Bundukdari’yi elçilik ile onun yanma göndermiş ve teşrin I. ’de dönen elçi Kahire ’ye gelerek, Cihan-Şah *m m ısırlı­ lara karşı hiç bir kötü niyeti olmadığını ye maksadının sâdece Cihangir ’i te’dİpten ibaret olduğunu bildirmişti. Fakat teşrin II. başların­ da Cihangir ’in, Cihan-Şah Önünden kaçarak, Suriye ’ye iltica edeceği hakkında havadisler gelmiş ve M ısır sultanı tarafından Elbistan emîri ve Dulkadırlı hükümdarı Süleyman Bey ’e, Cihangir ’in yolunu kesmesi ve Suriye ’ye bı­ rakmaması yolunda, mektup gönderilmişti. Fa­ kat bu ayın sonunda Cihan-Şah’m Diyarbekir bölgesine inmekte olduğu haberleri gelmişti. Cihan-Şah ’ın. tazyiki karşısında müşkil bir vaziyette kalan Cihangir, yardım istemek veya, hiç olmazsa, sulha tavassut etmesini rica et­ mek üzere, annesi Sara Hatun ’u Mısır sul­ tanına göndermiş ve bu hatun Kahire ’ye ge­ lip ( kânun II. 14 51), sultan ile görüşmüştü. Bundan bir az sonra ( şubat ortasında} Cihan­ gir ’in küçük bir yaşta olan oğlu Kahire ’ye gelmiş ve babasının teveccüh ve yardım talep eden mektubunu sultana sunmuştur, Mart or­ tasında da Cİhan-Şah ’m elçileri Kahire ’ye gelip, efendilerinin mektubunu sultana jjCtir-^ inişlerdir. Farsça yazılan bu mektupta sultana olan hürmet ve itaatinden bahsediyor, Erzincan ve Mardin şehirlerini aldığım ve Diyarbekir



CİHAN-$Ati. bölgesine gelmiş olduğunu bildiriyor ve bu seferi, sultana olan bağlılığı sebebiyle, onun itaatinden inhiraf etmiş olan Cihangir *i te’dip maksadı ile yapmış idüğünü, maksadının tebeasmı ve memleketini pek fena idare eden bu şahsı kovup, yerine amcası Şeyh Haşan Bey ’i geçirmek olduğunu ve bunun sultana mutî ola­ cağım zikrediyordu. Elçiler bundan başka Cihan-Şah ’m 10 yaşında olan birâderzâdesini, yâni Ispan ’ın oğlunu, takdim ederek, CihanŞah *ın, sultanın nezâreti altında büyümesi ar­ zusu ile, bu şehzadeyi göndermiş olduğunu söylediler. Bunlar 27 martta K ah ire’den çıktı­ lar. Sultan evvelce osmanh padişahı Murad II. nezdıne elçilikle gönderilmiş olan Kanem ’i, bu elçilere terfikan, Cihan-Şah ’a gönderdi. Bu 1451 senesi başında ve kış içinde Üveys Bey U rfa ’ya girmiş ve Kara-Koyunluları çıkar­ mıştı, Mardin kalesini kuşatmakta olan Rüstem Tarhan, Şeyh Haşan Bey ile diğer iki zabitinin maiyetine kuvvet vererek, Urfa ’yı kuşattırdı. Bu muharebenin başlangıcında Çermik ’te bulunan ve daha sonra Ergani ’ye gelen ve burada kuv­ vetler toplayarak, Cihan-Şah '1 tarassut etmekte olan Uzun Haşan Bey, yanında güzide A k-K o­ yunlu beyleri ve fedaîleri bulunduğu hâlde, birden bire Urfa ’ya geldi ve Kara-Koyunluian bozguna uğrattı. Amcası Şeyh Haşan Bey ’i ve oğlunu ve Kara-Koyunîu beylerinden bir çoğunu esir etti. Ak-Koyunlu şehzadeleri bu amcalarım, oğlu ile birlikte, öldürdüler. Uzun Haşan ’m muzafferıyeti ve Şeyh Haşatı Bey ‘in kaili haberi, nisan ayı içinde, K ah ire’ye gel­ mişti. Ak-Koyunlularm bu muvaffakiyetini du­ yan Rüstem Tarhan, Mardin kalesi muhasara­ sında bir mikdar kuvvet bırakıp, Uzun Haşan ’m takibine çıktı, Rüstem esaslı bir muvaffa­ kiyet kazanamadı. Bütün bahar ve yaz mevsimi neticesiz müsademeler ile geçti. Bu işin uza­ dığını gören Cihan-Şah, meseleye son vermek üzere, oğlu Muamhmedî Mirza kumandasında olmak üzere, mühimce bir kuvveti Rüstem ’e yardıma gönderdi. Buna mukavemet edemeye­ ceğini gören Cihangir Âmid sûrlarının içine kapandı ve bu şehir Kara-Koyunlular tarafın­ dan şiddetle muhasara edildi. Cihan-Şah diğer taraftan Mardin kalesini hâlâ muhasara ve bütün Diyarbekir bölgesi kalelerini birer-birer tazyik ettiriyordu. Amid sûrlar mm metaneti ve müdâfîlerinin şiddetli mukavemeti, Rüstem ’ia ve diğer Kara-Koyunlu beylerinin gayretle­ rini neticesiz bıraktı. Bu muhasara esnasında Uzun Haşan Bey, kardeşinin yardımına gelerek, muhasırlara hücum e tti; fakat muhasarayı kal­ dırmağa muvaffak olamadı. Bütün yaz mevsimi Diyarbekir bölgesinin muhtelif kesimlerinde Ak-Koyunlmar ile Karâ-Koyunlulann muharelalâm Aasiklof edişi



İ z ­



beleri ile geçti. Diğer taraftan Ak-Koyunlu şehzadeleri ile pek ziyâde dost olan Dulkadıroğlu Süleyman Bey ve Mısır devletinin hudut nâipleri onlara yardım ediyorlardı. Cihan-Şah, hasımlanna yapılan yardıma mâni olmak üzere, Harput civarına geldi ve öncü kuvvetlerini. Malatya ’ya doğru şevke başladı. Kânun I. 1451 ortasında Kara-Koyunlu hükümdarının Dulkadırhlaıa taarruz edeceği haberi Kahire ’ye ge­ lince, Mısır sultanı, kendisinin mahmisi ve dostu olan Dulkadırhlara yardım edilmesi zımnında, bütün Suriye naiplerine emir gön­ derdi. Mısırlılar ile bozuşmak İstemeyen CihanŞah, bu taarruzdan feragat ederek, yalnız AkKoyunîular ile uğraşmakla iktifa etti. Cihan-Şah, daha 1450 senesinde Diyarbekir yürüyüşüne çıkarken, payitahtı olan T e b riz ’i ve bütün Azerbaycan ’ı çağataylarm taarruzu­ na karşı koruyabilmek için, orada kâfi mik* darda kuvvet bırakmıştı, T ebriz’de kalan Ci­ han-Şah ’m zevcesi Can Begim Bagdad ’da bulunan oğlu Pîr-Budak ’a haber gönderip, ya­ nma çağırmış ve o da gelerek, bir sene kadar babasına vekâlet etmiştir. Cesaret ve şeca­ ati çok fazla olduğu derecede insafsız ve zâ­ lim olan bu şehzâde, T e b riz ’de müsaderelerde ve zulümlerde bulunmuş idi. Babasına şikâ­ yetler vukû bulması üzerine, 1451 senesi yazında müşa’şaıler gailesi bahâne edilerek, tekrar Bagdad 'a gitmesi zımnında emir gönderildi. Eski valiliğine donen bu şehzâde müstakil bir hükümdar şeklinde hareket ediyor ve Mısır sultanına elçiler gönderiyordu. Bir az evvel kardeşi Mehmed Sultan T katlederek, Irak-ı Acem ve Fars bölgelerini Horasan ’a ilâve etmek suretiyle, kuvvetini arttırmış olan Baysunkur oğlu Sultan Bâbur ’un, kendi ülkesine sal­ dırmak üzere, 1452 baharı iptidasında Ray ’e gel­ diğini duyan Cihan-Şah Ak-Koyunluiar ile olan mücâdeleyi durdurmağa ve onlar ile barışmağa karar verdi ve ümerâya haber gönderip, geri dönmelerini emretti. Diğer taraftan Cihangir ’e haber gönderip, kendini metbû tanımasını teklif eyledi. Cihangir bu teklifi kabul edince, Cihan-Şah, onu bütün-bütün kendine bağlamak ve şarka hareket icra ederken, garp cihetinden iyice emin olmak maksadı ile, onun kızını kendi oğlu Muhammedi Mirza ’ya istedi. Cihan­ gir bu talebi de memnûniyetle kabul etti.' Bu suretle bir asra yakın bir zamandan beri türkmenîerin iki kardeş ulusu ile iki hanedan arasında mütemadiyen ve gittikçe şiddetini arttırmak üzere devam eden husûmet, muvak­ kat bir zaman için, durmuş oluyordu. Diğer taraftan Mehmed Sultan ’m maiyeti olup da, Babur ile birleşmek istemeyen Çağatay ümerâsının bir kısmı Cihan-Şah ’a İltica edip,



1?



CİHAN-Şa R Mehmed Sultan da kuvvetlerini toplayarak, muharebeye hazırlandı ise de, onun karargâ­ hında bulunan ve vaktiyle Şahruh ’un yanma geldiği zaman, Cihan-Şah ’ı oğulluğa kabul et­ miş olan Şaruh ’un haremi büyük hatun Gevherşâd Be’gim ’in tavassutu sayesinde sulh akd­ edildi : Cihan-Şah kızını Mehmed Sultan ’ a tezvie ediyor, fakat buna mukabil zapt etmiş olduğu şehirleri resm-i şerbet, yâni ağırlık, olarak alıyordu. Târih-i Sultân M uham m edKuiubşâhî ( Paris, Bibi. Nat. Supp. pers., 174, var. 1 3 ) ’ye nazaran, Cihan-Şah bu sene içinde evvelâ Giircüstan ’a ve sonra çerkesler diyarına gaza yapmıştır. 1448 ’de Cihan: Şah Musul valisi olan yeğe­ nini yanma çağırmış ise de, amcasının kötü niyetlerinden şüphelenen bu şehzade gitmemiş ve Musul ’dan çıkarak, uğradığı Fulad kalesini Pîr-K uh Bey ’in elinden almış ve isyan ederek, Erbil ve Şehrizor taraflarını ele geçirmiştir. Bunu duyan Cihan-Şah, onun üzerine, kuvvet­ ler şevketmiş, o da bunlara mukavemet ede­ meyerek, bundan bir az evvel, eski karmatîlerin faaliyette bulundukları ve mezheplerini yaydıkları bölgelerde ( Basra, Huveyze ve Hûzistan) o mezhebin bir başka şekli hâlinde tekrar faâliyete geçip, bu bölgeleri ele geçirmiş olan ve kurucularının ve başlarının lâkabı olan muş a şa* sıfatına izafetle, kendilerine ad veri­ len *ÂH İlâhi [ b. bk.] ’ler ile birleşmek üzere, cenûba kaçmış ve kendini takip eden şehzade Pîr-Budak ’ın elinden kurtulmuştur. Cihan-Şah tarafından Bagdad ve Irak valisi tâyin edilen Pîr-Budak 1449 ’da hem muşa ş a l ’leri ve hem de amcazadesini te’dip için yürüdü ise de, muvaffakiyet kazanamadı. Elvend 'in iltihakı ile, bunlar daha ziyâde kuvvet kesbetmişlerdi. Fakat bir az sonra Elvend, bu müfrit şi’îler ile uyuşamadığmdan, onlardan ayrılıp, tekrar eski ülkesini almağa kıyam etti ise de, Cihan-Şah tarafından gönderilen Rüşt em Tar han ’a mağlûp olarak, Ak-Koyunlu şehzadelerinin başı ve Âmid hükümdarı Karayülük ’ün torunu, A li oğlu Cihan­ gir ’e iltica etti. Cihan-Şah bir kaç defa Cihangir ’e haber gönderip, mültecinin teslimini İstedi ise de, talebi reddedildiğinden, Ak-Koyunîulara şiddetli bir darbe vurmağa karar verdi. Gence kışlağında bulunduğu esnada, 1450 baharında bütün kuvvetlerinin gelmesi zımnında emirler gönderdi. Cihan-Şah bu sene baharında Arabşah Bey Ayınlu ile K ılıç Arslan B e y ’i Erzincan’ın zaptına memur etti. Bu şehir Karayülük Osman Bey ’in oğlu Mahmud B ey ’in elinde bulunmakta idi. Ak-Koyunlu şehzadelerinden Musa Bey ile diğer bâzı beyler, Cihangir ile kardeşi Uzun Haşan Bey ’e adavetlerinden dolayı, CihanŞah ’a iltica etmişler ve maiyetleri ile, Kara-



Koyunlu ordusuna verilmişlerdi. Muhasara edi­ len Erzincan teslim oldu. Fakat Cihan-Şah ahde riâyet etmeyerek, Ak-Koyunlu esirlerini hapsetti ve Cihangir Mirza ’ya haber gönderip, Elvend ’in teslim olunmadığı takdirde, esirleri öldüreceğini bildirdi ise de, Cihangir ’in bu ta­ lebi red etmesi üzerine, pek fazla hiddetlenen Cihan-Şah bizzat hareket ederek, Murad çayı vadisini takiben ilerlemeğe başladı. Diğer taraf­ tan Rüstem Tarhan ’ı da yukarı Fırat vadisinden mühim bir ordu ile gönderdi. Rüstem Tarhan Malatya ’ya geldiği zaman, o bölgedeki A k-K oyunîu ulusuna mensup boyların beylerinden Mehmed Bektaşh, Mehmed Koca Hacılu, A li Bey Pürnâklü onun maiyetinde bulunan Şeyh Haşan Bey ’e iltihak ettiler. Cihangir ’in kar­ deşi olan Urfa emîri Üveys Bey şehri bıraka-, rak kaçtığından, burası kolaylıkla alındı. Rüs­ tem Tarhan son bahar sonlarında Mardin ’İ kuşattı ise de, bu sırada Cihangir ’in Âmid ’den şehri kurtarmağa geldiğini duyup, onu karşı­ lamağa gitti ve bozguna uğratıp, kaçırttıktan sonra Mardin önüne gelerek, muhasara ve taz­ yiki şiddetlendirdi. Şehir teslim oldu ise de, Ak-Koyunlular kaleye çekilerek, mukavemette devam ettiler. Mısır sultanı Çakmak, CihanŞah ’ın hareketini duyar-duymaz, işin iç yüzünü anlamak üzere, bu 1450 senesi ağustosunda ‘A li al-Zardakâş al-Bundukdâri ’yi elçilik ile onun yanına göndermiş ve teşrin I. ’de dönen elçi Kahire ’ye gelerek, Cihan-Şah ’ın mısırlı-, lara karşı hiç bîr kötü niyeti olmadığım ye maksadının sâdece Cihangir ’i te’dipten ibâret olduğunu bildirmişti. Fakat teşrin II. başların­ da Cihangir ’in, Cihan-Şah önünden kaçarak, Suriye ’ye iltica edeceği hakkında havadisler gelmiş ve Mısır sultanı tarafından Elbistan emîri ve Dulkadırh hükümdarı Süleyman Bey 'e, Cihangir ’in yolunu kesmesi ve Suriye ’ye bı­ rakmaması yolunda, mektup gönderilmişti. F a ­ kat bu ayın sonunda Cihan-Şah ’ın Diyar beki r bölgesine inmekte olduğu haberleri gelmişti. Cihan-Şah ’m tazyiki karşısında müşkil bir vaziyette kalan Cihangir, yardım istemek veya, hiç olmazsa, sulha tavassut etmesini rica et­ mek üzere, annesi Sara Hatun ’u Mısır sul­ tanına göndermiş ve bu hatun Kahire ’ye ge­ lip ( kânun II. 14 51), sultan ile 1 görüşmüştü. Bundan bir az sonra ( şubat ortasında) Cihan­ gir ’in küçük bir yaşta olan oğlu Kahire ’ye gelmiş ve babasının teveccüh ve yardım 'talep eden mektubunu sultana sunmuştur. Mart or­ tasında da Cihan-Şah ’m elçileri K a h ire ’ye gelip, efendilerinin mektubunu sultana gCtir^. inişlerdir. Farsça yazılan bu mektupta sultana olan hürmet ve itaatinden bahsediyor, Erzincan ve Mardin şehirlerini aldığım ve Diyarbekir



CİHAN-ŞAH. bölgesine gelmiş olduğunu bildiriyor ve bu seferi, sultana olan bağlılığı sebebiyle, onun itaatinden inhiraf etmiş olan Cihangir ’i te’dip maksadı ile yapmış i düğünü, maksadının tebeasmı "exiraite de la geographie turyue de H ad ji K kalfa, surnomme Kâtib Tchelebi; bâzı parçaların alm, trc. için bk. J. v, Hammer, Über die geogra­ phie der asiatisehen Türkei\ Jahrbücher des L iti„ Wİen, 1831, XIII ve X IV ). Kâtib Çelebî ’nin Tuhfat al-kibâr f i asfa r al-bikâr adİı eserinde Adriyatik denizi ve diğer Avrupa sâhilleri hakkında kısa coğrafî malû­ mat vardır. Yine XV II, asırda yaşamış olan, Evliya Çelebî ( 1611 — 1678 ) lâkabı ile mârûf, Hafız Mehmet Zilli b. Derviş, Seyahatnârne veya Tarik-i seyyâk adı ile anılan îo cildİik büyük bir seyahatnârne ( I—VI, İkdam mat.,



218



COĞRAFYA.



İstanbul, 1314 = 1898; V II—VIII, 1928; IX, 1935; sılmış Cihannümâ ’da ilâve haritalar ve şekil­ X , 1944) bırakmıştır. Okumaktan ziyâde gör­ ler de vardır. Bundan başka İbrahim Mütefer­ düklerini ve duyduklarını yazmağa ve yazar­ rika, bize hey’et coğrafyası ve kosmografyaya ken de mübalâğa etmeğe mütemayil bulunan âit bir yazma eser de bırakmıştır. Evliya Çelebi ’nin eseri, şehir ve memleket­ XV III. asırda da Kâtib Çelebî eserlerinin lerin tarihî coğrafya, topografya ve etnograf­ ve Atlas m ajör tercümesinin yer bilgisi hak­ yası bakımından, mühim sayılabilir. Yine bu kında uyandırdığı alâka devam etmiş ve bun­ asrın ikinci yansında, coğrafyada Avrupa ’nm lardan hulâsa olarak, bir takım eserler yazıl­ te’sîrini Abu Bakr b. BahrSm ( al-Dîmaşkİ; mıştır. Cihannümâ ’dan mülhem olarak, eski ölm. 16 9 1) ’m lâtince Atlas m a jö r' un tercü­ usûl üzere, kaleme alınmış bir eser de Erzu­ mesinde görüyoruz ( tamami. 1635 ). Daha ziyâ­ rumlu (Hasankaleli ) Şeyh İbrahim Hakkı^ b. bk.] de derleme suretiyle tercüme edilmiş olan ’mn n?o (1756) ’te telif ettiği Mârifeinâme ’dir. N aşrai al-islam va 'Lsürür - j i tahrir atlas-i Ansiklopedi mâhiyetinde olan bu eserde coğ­ mayar (Topkapı Bagdad köşkü kütüp., nr. 1634/ rafya malûmatı Cihannümâ ’dan hemen-hemen 34934» 9 cild ) ’dur ki, bundan başka Coğraf- aynen alınmıştır. Elhac Mehmed Edib imza­ ya-i kebîr ( Umamî coğrafya ) ve Tercüme-i sını taşıyan ve bir güzergâh coğrafyası olan atlas-ı mayar adları ile anılır. Türkiye ve A ra­ Manasik al-hâc adlı bîr eser vardır ki, bunun bistan coğrafyası, şark me’hazîarma göre yazı­ bir kısmı fransızcaya ( M. Bîanchi, Iiineraİre larak, bu tercüme esere İlâve edilmiştir. Bu­ de Constantinople 0 la Mecgue, P u bL Soc. nun bir kısmı, İbrahim Müteferrika tarafın­ Geogr., Paris, 1825, I I ) tercüme edilmiştir. Bu­ dan basılan Cihannümâ ya konmuştur. Türki­ na mukabil, avrupalılaşma hareketlerinin be­ y e ’de, ilk defa olarak, Copernic sisteminden lirmeğe başladığı bu asırda, bâzı garp kay­ bu eserde bahsedilmiştir. Eflâk, Boğdan ve naklarından çevrilmiş coğrafya eserlerine de Kırım coğrafyasına dâir bir yazma parçası tesadüf edilmektedir. HollandalI Bernhart Vareda vardır1 ki, Cihannümâ ’yı tamamlamak üze­ nius 'un fizikî coğrafya ( Geographie generalis re, yazıldığı anlaşılmaktadır ( bk. Ffügel, Kat., in que affectionnes generales telluris explicanfu r) kitabı, 1165 senesinde, Köprülü Hafız Ahnr. 128$ ). X V II. asırda, Bayezid b. Aşık gibi, sırf şar­med Paşa ’mn teşviki ile, o zaman Belgrad ’da kın te’siri altında veya Kâtib Çelebi ve Abü ikinci tercüman bulunan ‘ Osman b. ‘Abd alBakr b. BahrSm gibi, az-çok garp kaynakların­ Mannân tarafından, almaneadan türkçeye tercü­ dan istifâde etmek suretiyle ve nihayet Evliya me edilmiştir ( Coğrafya, Köprülü kütüp., nr. Çelebî gibi, bir az mübalâğalı ve efsânevî ol­ 175 ), Petros Bâronian tarafından Jacques Robb makla beraber, memleket ve cemiyetlerin mü­ ’un La methode pour apprendre facilement la şahhas tasvirlerini yapmak suretiyle, hemen ta­ geographie (Paris, 17 3 3 ) adlı fizikî coğrafya­ mamen müstakil bîr tarzda kitaplar yazan mü­ dan bahis eseri Risâle-i coğrafya veya Fenellifler, umumî ve mevziî coğrafya hakkında nümây-i câm-î cem ez fenn-i cugrafya adı değerli eserler vücuda getirerek, bu ilme karşı ile tercüme edilmiştir. Garbın tesirini gösterir başka neviden di­ oldukça büyük bir alâka uyandırmışlardır. Damad İbrahim Paşa devrinde, garp eserlerinin ğer vesikalar da, Bâbıâimin, XVII. asrın 2. tercümesine ehemmiyet verildi. Zamanın hem yarasından İtibaren XIX. asrm başlarına kadar, ilmi, hem de harita tekniği bakımından, mahlas muhtelif vesileler ile Avrupa ’nm hükümet mer­ edindiği «al-Coğrafî" lâkabına hak kazanmış kezlerine gönderdiği sefaret heyetlerine âit seolan İbrahim Müteferrika, evvelâ „te2yîl-i tâbî“ faretnâmelerdir ( bunların bir kısmı için bk. dediği, ilâveleri ve mevziî coğrafya kısmının Fr. Taeschner, ZD M G, 1923» s. 7 S ve Tarik, mütemmimi olmak üzere, Abü Bekr BahrSm ’m vesikalar t mecm.). X IX . asrın başlarında, Londra sefareti kâtip­ Anadolu ve Arabistan coğrafyasını katarak, Kâtib Çelebî ’nin Cihannümâ 'sim basmıştır liğinde iken, derleme ve toplama suretiyle, fran(10 rebiuîevvel, 1145 ), Tâbi, eserin başına hen­ sızca olarak, Mahmud Raif Efendi tarafından deseye ait basit bâzı malûmat sıkıştırdıktan kaleme alınmış olan bir coğrafya kitabı, Viya­ sonra, kâinat sistemine âit muhtelif nazariye- na maslahatgüzarı Yakovaki Efendi tarafından, lerı anlatırken, Copernic nazariyesi hakkında türkçeye çevrilmiş ve *îcalat al-cuğrafya adı oldukça ihtiyatlı bir lisan kullanmış ve za­ ile tab’edilerek (Üsküdar, 1804), sonuna, bir manının müsbet ilimlerine âit bir çok nazarî sene evvel basılmış Cedıd atlas tercümesi raptbilgiler vermeği de unutmamıştır. Hakikaten ediimiştir. Eserin kosmografyaya âit kısmı, metin arasına sıkıştırılan bu ilâveler ile, Ci­ XV I. asırda, Batlamyus sistemine göre, yazıl­ hannümâ, Kâtib Çelebi tarafından kaleme alın­ mış eski bir kaynaktan alınmıştır. Bundan baş­ dığı zamana, nisbetle hayli yenileşmiştir. Ba­ ka atlastaki haritalara bir çok mevki isimleri



COĞRAFYA. yanlış olarak geçmiş olduğu gibi, haritalar da pek eski atlaslardan alınmıştır. Tanzimat devrinde tercüme ve te’İİf suretiyle intişar eden coğrafya eserlerinden hey'et coğ­ rafyasına âit bâzı eserler istisna edilecek olur­ sa, hemen hepsi garp kaynaklarından alınmıştır. Bir taraftan yüksek tahsil teknik mektepleri­ nin ( miihendİshâneler ) açılması, diğer taraftan Mahmtıd II. devrinde ilk tahsil mecburiyetinin tatbik edilmeğe başlanması ve daha sonra orta tahsilin inkişafı üzerine, bu eserler daha ziyâ­ de mektep kitapları şeklini almıştır. Coğrafî ■ ıstılahların tariflerine ve isim coğrafyasına dayanan ekseriya taş basması ve beş kıt'a ha­ ritaları ile ilk tahsil için hazırlanmış, Muhta: sar, Mülahhas ve Mebâdî-i coğrafya gibi, adlar ile basit coğrafya kitapları ile yüksek asker mekteplerinde okutulan eserler bunlardandır : ( msl. Muhammed al-An var i, C oğrafya, taşbasma, İstanbul, 1856). X IX, asrın 2, yarısında fransız liseleri için hazırlanmış coğrafya seri­ lerinden çevrilmiş eserler meydana çıkmağa baş­ lamıştır ( Samı Paşa-zâde AbduUıaiîm, Beyân-i nakş-İ cihan, İstanbul, 1871, 610 s . ). Bütün dev­ letleri ihtiva eden ve Beyrut kül Siyesi hoca: larından Cornelius van Dyck 'in arapça Kiiâb al-m irât a l-v a z iy a f i ’l-kurat al-a rziya’sinden Şirvanlı Ahmed Hamdı tarafından çevrilmiş ve : içine indî bir çok malûmat sıkıştırılm ış bulu: nan Nuzhat al-buldan li tanşit al-ihvân ( İstan­ bul, 1875, s. 664 ) yine bu ayarda bir eserdir. Bu eserlerde Türkiye coğrafyasına âit malûmat pek azdır. Bidayette bu malumat eski türk coğrafya eserlerinden ( Cihannümâ ) ve gittikçe sayısı artan vilâyet salnamelerinden almıyordu. Daha sonra bu husus için, Amı* Boue, A. Viquesnel, P. Tchıchatcheff, Ch—Texier ve Cuinet gibi, yabancıların eserlerinden istifâde edilmiş­ tir, Binbaşı Ahmed Cevad { Paşa ) ’ın Ma'lümât al-kâfiya f i mamâlik al-‘ OşmSniya ( İstanbul, 1872, 142 s.) adlı eseri ile binbaşı Hüseyin Bey 'in Mamâlik-i osmaniya ziraat coğrafyası { İs­ tanbul, 1887, 175 s,} ve Mehmed Hikmet B e y ’in Coğrafya-i umrânî (İstanbul, 1896) ’si bu nevî eserlerdendir. Bu devirde fizikî coğrafyaya âit kısımlar daha ziyâde İngilizce eserlerden toplanmış veya çevrilmiştir. Ömer Suphî Bey ’İn Coğrafya-i .hikemî (İstanbul, 1883, 181 s.) adı ile J, Geikie ’den ve amerikan mektep kita­ bından tercüme edilen Coğrafya-i tabiî ilmine esas-i muhtasar ( İstanbul, 1884 ) vardır. A tlas­ lar arasında. Hafız Şeref ’in hazırladığı Yeni atlas (Paris, 1868, 21 harita, t levha) île Mathaa-i Amirede basılan Yeni coğrafya atlast (nşr; Haşan Ferid, 40 harita, 18 9 1) başlıcalarıdır. Bu asırda meydana getirilen başlıca coğ­ rafya lügatlerine gelince, Ahmed Rifat Efendi



219



’nin şark ve garp kaynaklarından alınmış Lûgât■ i tarihiye ve coğrafiya (İstanbul, 1882,. 7 çild, 2129 s .) ’si ile, Şemseddin Şâmî B e y ’in pek kıymetli, bir eser olan. Kamus al-a^Ûm (İstan­ bul, 1889—1899, 6 cild, 4830 s.) T vardır. N i­ hayet sırf osmanh devleti içindeki coğrafî mev­ kiler hakkında mâlûmat veren, kol-ağası AH Cevad tarafından te’lif edilmiş, Memâlik-i osmaniyenin musavver tarih ve coğrafya lügati ’m zikredebiliriz. B i b l İ y o g r a f y a ı Nadim, Kiiâb alfihrist", Kâtib Çelebî, K a şf al-zunün; İbn alIfifti, Târih al-fyukamâ'", İbn Hal!ikan, Vafayât al-alyân ve Yâküt, Irşâd al-arib. Coğrafya eserleri tarihi için bk. C. Brockelmann, R. Nichoîson, Cl. Huart ve H. A . R. Gibb ’in arap edebiyatına dâir umumî eserleri. Asıl mevzua âit hususî tetkikler için bk, F. Wüstenfeld, Di e Literatür der Erdbeschreibung bet den Arabern ( Zeiisch, f . vergi, Erd., Magdeburg, 1842, I ) ; L. A. Sediiiot, Memoire sur les sysiemes geogr aphiyues des Grecs et de s A r abes ( Paris, 1842 ) ; M. Reinaud, Introduction generale â la Geog­ raphie des orientaux ( Geographie d ’Aboulfeda, l, Paris, 1848 ) ; J. Lelewel, Geographie du Moyen-âge ( Bruxelles, 1850—1857), 4 cild ; A. Sprenger, D i e Post- and Reiserouten des Orients ( A bk, KM , III/3, Leipzig, 1864 ) ; M. J , de Goeje, Eenıge mededeelingen över de Arabische geographen ( T ijdschr. A ardr. Gen.,' 1874, I, 190—19 9 ); P. Schwarz, j9 /e alteregeographische Literatür der A raber ( HettnePs geogr. Zeiisch., 1897, I I I ) ; A . Mez, Die Renaissance des Islâms ( Heidelberg, 1923 ),. s. 2Ğ4 v. d d .; F. Taeschner, Die geographiscke Literatür der Osmanen ( Z D M G , 1923, s. 31 v. d d .); A , Adnan-Adı var, Os­ manh târklerinde ilim (İstanbul, 19 4 3 ); I. Hakkı Akyol, - Tanzimat devrinde bizde coğrafya ve, je o lo ji ( Tanzimat, İstanbul, 1940 ); ayn. mil,, Son yarım asırda Türkiye ’de coğrafya ( Türk coğrafya dergisi, I, II, III—I V ; Ankara, 1943 ) ; G. Sarton, Introduction to the History o f Sciences ( Carnegie însiitute o f 1Vashington, Baltimore, 1927—1931, 2 c ild ); G, Ferrand, Introduciion â VAstronomie nautigue arabe ( Paris, 19 28 ); W. Barthold, Iffudüd al-câlam mu­ kaddime (Leningrad, 1930 ) ; J . H. Kramers, Geography and Commerce ( The Legacy of İslam, Oxford, 19 3 1) ; V. Minorsky, Etudes historigues et geographiyues sur la Ferse ( AO, 1932, X, 290 v. d d .); G. Ferrand, Ge­ ographie et cartographie musulmanes ( A r cheion, 1932, X IV , 445 v. d d .); Ahmed Zeki Velidi, Der İslam und die geographische



220



COĞRAFYA -



COKYAKARTA.



Wissenschaft ( Geogr. Zeitschr., 1934, s, 361 1913 ), — İspanya için krş. m ad. ANDALUS, v. dd.); Bibliotheca Geographorum Arabibibliyografya ve E. Levy-Provençal, L ’Escorum ( nşr, M. J. de Goeje ) ; Bihliotkeçue pagne musulmane au X s i e c l e ( Paris, des geographes arabes ( nrş. G. Ferrand ) ile 1932 ). — Sicilya için bk, Bibliotheca Sicula. H. v. Mzik, Bibliothek arabischer Historiker ( nşr, A m ari). ( J. H, KRAMERS.) und Geographen. —Muhtelif metin k ü lliyatı: [ Bu makale İbrahim Hakkı Akyol tarafından M. und J . de Goeje, Selections from Arabic tevsî edilmiştir]. geographical Literatüre ( Leyden ) ; G. Fer­ C O İL . [B k . AÜGAR.] rand, Relatİons de voyages et textes geograC O K Y A K A R T A . C O K J K A R T  , Cokya phiçues arabes, persans et turcs relatifs d yahut Yogyakarta ( resmî Hollanda imlâsı ile : VExirem e-Orient du V I I üa X V IIIime Jogjâk art! ). Cava adasının orta kısmında bulu­ siecles, 2 cild { Paris, 1914 ) ; Youssouf Kamal, nan bir s u l t a n l ı ğ ı n ve aynı zamanda Monumenia Geographica A fricae et Aegypti burada te’sİs edilmiş Hollanda idaresinin m e r ­ ( Leyden, 1928 v. dd.), II!.— Haritalar için bk. k e z i n i n ismidir. Şehrin nüfusu 1930 *da A . Miller, Mappae Arabicae, Arabiscfre Welt~ 136.649 (1905 ’te 79.567 ) idi. Sultanlık, 1905 u, Landerkarten des 9.— 13. Jakrhunderis 'te 56,5 mil2 arazi üzerinde, 1.110.814 müslü(Stuttgart, 1926—1930), I~~V (bu neşriyatta man cavah, 5*366 çinli, 2.342 avrupalı vb 97 A . Miller haritaların yanlarında bulunan me­ arap nüfusa sahip bulunuyordu. Cokyakarta tinleri nazar-ı itibaraalmamıştır, zâten bu eski ve mühim Mataram Cava devletinin baka­ haritalarda bir çok yanlışlıklar vardır. Şark yasından bîrini teşkil eder, 1755 'te bu dev­ haritalarının en faydalı mecmuası tabiî buut­ let Cokyakarta ve Surâkartâ sultanlıklarına ları ile, yukarıda söylenildiği gibi, Youssouf ayrılmıştı. Kattıaİ tarafından, kopye şeklînde, MonuHollanda hükümeti ile akdedilmiş anlaşmalar menfa Geographica A fricae et A egypti adı mucibince, sultanın siyası nufuz ve kuvveti iie basılan harita mecmuasıdır). hollandalıların eline geçmiştir. 1831 'de yüksek İslam eserlerinde bulunan coğrafî mûta* bir mahkeme ihdas edilerek, reisliği Hollanda lar bir çok kitap ve tetkiklerde yer alm ıştır; hükümetinin buradaki umumî valisine ve âzabir çok müellife!erin yaptıkları, coğrafî tet­ lıkları da hükümet naibine ve diğer bâzı cavaiı kikler arasında A sya ’nm büyük bir kısmı yüksek memurlara tevdi edildi. Bu mahkemeye için bk. C. Rİiter, Erdkunde ( 18 4 8 ) ; A. surambi ( şer’iye mahkemesi ) ve pradatâ gibi, Sprenger, Die Post- und Reiserouten (18 6 4 ); o zamana kadar çok mühim olan eski yerli W. Tomaschek, S B Ak. Wien ( 1877 ve 1883 ) mahkemelerin salâhiyet ve vazifeleri verildi. ile G. le Strange, The Lands o f the Eastern Avrupalı lar için aynı sene, Hollanda umumî Caîiphate (19 0 5 ). — İran coğrafyası için valisinin reisliği altında, avrupalı âzadan mü­ bk, C. Barbier de Mey nar d, Dictionnaire teşekkil bir mahkeme ihdas edildi. geographiyue, historiyue et iitteraire de la Cokyakarta 'da tipik cavahlar ile onların Ferse (Paris, 1861 ); P. Sehwarz, İran im kendilerine has içtimâi yaşayışlarına tesadüf M ittelalter nach den arabischen Geographen edilir ; bîr cihetten yüksek bir inkişaf derece­ ( Leİpzİg, 18 9 6 -19 34 ), I- V İ H î W, Barthoİd, sine varmış olup, kendilerinin soy itibariyle îstoriko-geografiçeskiy obzor İrana ( Peters- mensup oldukları, fakat idare memurları sını­ b«rg, 19 0 3); J . Marquardt, Erânşahr { Abk. fım teşkil etmeleri dolayısiyle, hâlâ bugün de G W Gott., 19 0 1); ayn. mil., Osieuropaische tâbi bulundukları hükümdar ailesi etrafında und ostasiaiische S tre fz a g e ( Leipzig, 1903 ). toplanmış asilzadeler ve diğer cihetten ken­ — Orta A sya için bk. W. Barthoİd, Turkesian disini istismar eden bu yukarı sınıfa hür­ döven to the Mongol Invasion ( G M N S , metkar bir itaat ile bağlı olan ve İçtimaî London, 1927, fasıl I ) . — Şimal memleketleri seviyenin en aşağı derecesinde bulunan fakir için bk. G. Jacob, Studien in arabischen köylü ve çiftçi kütlesi. Cokyakarta 'da, adanın Geographen ( Berlin, 1892 ), I—IV. — Mısır diğer yerlerinde olduğu gibi, din, yerli halk için bk. E. Reitemeier, Beschreibung  gyp- arasında, tamamiyle hâkim bulunmaktadır. tens im Mittelalter (Leipzig, 1903 ); J . Mas- Fakat cavalımn günlük hayatım sevk ve idare pero ve G. Wiet, Materiaux pour servir â la eden bu inanç, hindû ve müslüman mezheple­ geographie de VEgypte ( M1F A 0 , XXXVI ). rinin hârici şekillerinin alınması ile, - tâdil — Afrika için bk. Ch. de la Ronciere, La edilmiş animist bir itikattır. Mamafih bu böl­ decouverte de UAfriyue au Moyen-âğe ( K a­ gede şâfi’î mezhebinin tatbikatı şu vasıfları hire 1925—1927), 3 cild ; J . Marqııardt, Die gösterir; cavalılarda halk umumiyetle namaz Benin-Sam mlung des Reichsmuseums fü r kılm az; hattâ cuma günleri bile, yalnız saniri Völkerkunde in Leiden ( medhâl, Leyden, ( sofu) ’ler ile ulemâ camiye gider. Halkı na­



CÖÎCVÂîCARTA - COLOF. maza davet için mutat olan ezan ile iktifa edil­ mez; ayrıca camiin son cemaat mahalline ko­ nulmuş büyük bir davul ( b$du g) da kullanılır; Cokyakarta 'da minare yoktur. Bu sultanlığın bulunduğu mıutakalarda sadaka ve fiira , ancak pek ender olarak ve pek gayr-ı muntazam bir şekilde, verilir. Oruç da halk tarafından cid­ diyetle telâkki edilmez ve yalnız sofular ile ulemâ oruç tutar. Fakat hacc onları şiddetle cezbeder ve bir çok kimseler, ailelerinin ma­ işetini kâfi derecede düşünmeden, Mekke 'ye giderler. Çocukların sünneti de Cokyakarta ’da bir müsliimanın ilk vazifesi telâkki edilmektedir. Mevlûd, 'id aî-fitr ve ‘id al-kurban bayramları, garSbSg mulud, gar&bSg puâsâ ve garebeg b&sar adları altında, adanın diğer mıntakalarmdan ziyâde, merasim ve şenlikler ile tes’it edilir. Bu bayramların ilk ikisi, sultanın, tahsisat ve maaş sahiplerinin, arazi vergisini { p a d jg g ) o günlerde toplamaları doîayısiyle, hâlâ hususî bir ehemmiyeti hâizdir. GarSbğg m u lu d’a tekaddüm eden 6' gün zarfında gamelan üze­ rinde çalgılar çalınır ve $%d%kah denilen dinî ziyafetler verilir. GarUheg puâsâ avrupalı lar ca müslümanlarm sene başlangıcı telâkki edilir ve bu münasebetle ziyaretler teati olunur. Ramazanın 21» 23, 25» 27 ve 29. gecelerinde, en küçük köylere varıncaya kadar, maleman denilen ziyafetler verilir, K u r’an okunur ve büyük şenlikler yapılır. B i b l i y o g r a f y a : Encycl. von N ederî. Indie, mad. Vorstenlanden; bk. bir de P. J . Veth, Ja v a (1, tab., 1875—ri8S2; 2. tab., 1896— 1907 ) ; J. W. Yzerman, B eschrijving der Oadheden nabij de grenzen der re si den­ li es So er akarla en D jogdjakarta ( 1 8 9 1 ) ; P, J . F. Louw ve C, S. de Klerck, De Ja va Oorlog van 1825— 1830 (1894—1909); P. J. F. Louw, De derde Javaansche SuccessieOorlog ( 1746- 1755), 1889. C O L O F ( DlOLOF ), garbî Afrika ’da, Sene­ gal nehrinin aşağı havzasında, bugünkü Colof, Valo, Cayor, Baoi, Sine, Salum, Dimar ve Bambuk eyâletinin bir kısmını içine almış olan eski bir yerli d e v l e t i n adıdır. Diğer taraftan, bu havalide yaşayan zenci grupuna Volof adı verilmektedir ki, bunların lehçesi şimdi hemen bütün Senegal diyarının ticaret dili olmuştur. Maruf bir menkıbeye göre, Peygamberin nes­ linden ve bâzan Abû Darday denilen Bübakar (A bu B akr) b. ‘Omar 1200 yılına doğru bura­ lara gelerek, İslâm dinini yaymağa başlamış ve lam-toro ’nun kızı Fatimata Sal ’dan dün­ yaya gelen oğlu Alımadu, bilâhare 1212—1256 senelerinde büyük Colof devletinde hüküm I



2İ t



sürmüştür. Söylendiğine göre, bu devlet 1566 'da inkıraz bulmuştur. Fakat avrupahların Voloflar ile temâsı çok daha evvel başlamış idi. 1446 'da Diniz Fernandez, Senegal neh­ rini keşfederek, Voloflardan ele geçirilen 4 kişiyi Lizbon’a getirmişti. 14 5 5 ’te «Giloflara" gelen Ca da Mosto, Senegal kıralı Zucholin ( B u r ba Tiukli ?) 'den, zencilerin dinlerinden, Örf ve âdetlerinden, memleket mahsûllerinden uzun-uzadıya bahseder. Fransızların Senegâl nehri munsabma geliş­ lerinden, ilk defa, 1558 'de bahsedilmekte ise de, bunların buraya yerleşme teşebbüsleri 1638 'de olmuş, 1677 'den itibaren, sahilde ve ted­ ricen dâhile doğru, kabîle reisleri ile, Fransa 'ya ticaret inhisarı te’min eden mukaveleler yapılmış ve fransız nufuzu bilhassa 1854—1861 arasında, Faidherbe *in vâlijiği sırasında, geniş­ lemiştir, Daha sonra ( 1862—1886 ) bu havalide kabîle reislerinden Lat-Dior, murâbıtlardan Maba, Ticâni reisi Ahmadu Şayho ve Samba Laobe ’nîn isyanlarım tenkil İle uğraşmak lâzım . gelmiş, 1890 ’da fransız hâkimiyeti k at’îleşmiş ve memleket bugünkü İdarî taksimata ayrıl­ mıştır. Bugünkü Voloflar, 500.000 'e yaklaşan nüfus­ ları ile, Senegâl ’in en kalabalık unsurudur. Bunlar şimalde Dimar ’da „ToucouIeur“ ile komşudurlar ve buralarda ahâlinin hemen-hemen yarısını teşkil ederler. Bunlar, toplu ola­ rak, mütecanis gruplar hâlinde, Valo ve Colof ile inkıraz bulmuş eski Cayor devletinin ülke­ lerinde ve Dakar ’dan Gambia 'ya kadar sahil­ de yaşarlar. Senegâl ve Niger nehirleri boyun­ daki iskelelerin çoğunda Volof tüccarlarının1 bir mahallesi bulunur. Voloflar uzun boyludurlar ( vasatî olarak, 1,70 m.); derilerinin rengi mavirnüraka kaçan kuzgunî siyahtır. Voloflar dolikosefaldirler, çeneleri pek az fırlaktır. Saçları yün gibi ve sık, dudakları kalın, kesici dişleri şakuliye yakındır. Kolları adaleli, parmaklan uzun, fa­ kat bacakları ince, baldırları zayıf ve tabanları yassıdır. Volof kadım da boylu ( vasatî olarak 1,62 m.) olup, dudakları daha katın, burnu daha yassı ve alt çenesi ileriye doğru çıkıktır. Voloflar arasında muskaya pek itibar vardır. Bu muskalar, meşinden bir k ılıf içinde bulunan K ur an âyetleri veya üzerine efsun okunup, üf­ lenmiş ve bir dişi geyiğin boynuzu içine kon­ muş kumaş parçaları yahut deniz hayvanları kabuklan, kemik v.b. gibi şeylerdir. Bunları üstünde taşıyanlar, sihirbazlardan gelecek za­ rarlara, yılan ısırmasına, nazara, kazalara ve kurşuna karşı korunmuş olurlar. Voloflar arı kovanına benzer kulübelerde otururlar; kulü­ benin üstüvane şeklinde olan .alt kısmı Colof-



İ£İ.



CÖLÖP.



larda kamıştan ve Valolarda ise, topraktan tikâl ederdi. Hâlbuki Sine ve Salum 'da hâki­ olup, mahrûtı damı kamıştan yapılmıştır. Ku­ miyet kadın şecereli bir sülâlenin elinde bulu­ lübenin yaîmz kapısı vardır, penceresi yoktur. nuyordu. Volof dili, Colof, Valo, Cayor, Baol ve SiheMamafih bazılarında gözetleme delikleri bulu­ nur. Kulübenin içi, topraktan bir duvar yahut Salum 'da konuşulur. Bütün Senegambia ülke­ kamıştan bir bölme ile 2 kısma ayrılmıştır ; sinde ticarette bu d İl kullanılır. C o lo f’ta F u lbu kısımlardan birincisi, oda olarak kullanılır; beler, V aîo’da mağribîler, S in e ’de Sereri iler İkincisi ise, kiler ve yağmur mevsiminde, mut­ ve Laobeîerin bir çoğu bu dili bilirler. Volof dilinde f ve z sesleri yoktur, Serer ve fak' gibi kullanılır, Bâzan bir tek ailenin bir kaç kulübesi vardır. Bunlar grup hâlinde, dal, Fulbe dillerine has çatlak i ve d sesleri umu­ kamış ve kazıklarla, intizamsız bir şekilde, miyetle damaktan telaffuz edilir ; b, d, g, di yapılmış bir çit ( kcrr ) ’in içinde bulunur. Bun­ geni zl eşebil i r ; y 'li i ve d sesleri de mev­ ların yanında oldukça küçük bir kulube, kümes cuttur. Tasrifte, hâl, mazi ve istikbâl gibi, esas za­ hizmetini görür. Voloflarm çitleri, mûtat ola­ rak, gelişi-güzel yan-yana gelmiş olup, sâkin­ manlar mevcut ise de, talî zamanlar mevcut lerinin sınıfına göre muhtelif mahallelere ayrıl­ değildir. Muhtelif sigaîann kullanılması, isim mış değildir. Köyün med hâl inde yahut ortasın­ ve fiilde pek büyük bir rol oynayan İştikak, da bulunan bir ağaç-altı, toplanma yeri hizmetini Volof diline oldukça zengin bir ifâde kabiliyeti görür. E v eşyası muhtelif şekilde yataklar, ve oldukça büyük bir kuvvet bahşetmektedir. Voloflar $ esasına göre sayı sayarlar. Kültürü tahta sandıklar, içlerinde elbise ve kıymetli eşyanın saklandığı dolaplardan ibarettir. Bir olanlar, ar&pça konuşmaktan hoşlanır ve az-çok rafın üstünde süt koymağa mahsus kabakîar saf bir yazı arapçası ile meramlarını ifâde ' durur; silâhlar duvarlara asılıdır. Evin ikin­ ederler. Voloflarm, hiç olmazsa bir kısmının, berbeci odasında, darı dövmeğe mahsus, ağaçtan ha­ van, kabaklar, pişmiş topraktan bir kaç kap ve rîîer tarafından çok erkenden İslâmlaştırılmış hasırlar bulunur. Voloflar bilhassa darı ile olmaları pek muhtemeldir. X V . asırda, Ca da geçinirler. Darı ya suda pişirilir ( g u s i) yahut Mosto bunların reislerinin müslüman olduğunu ezilip', kadınlar tarafından- kuskus ve yahut ve bu dini, hırıstiyanlar ile temasın neticesi da bulamaç hâline konur. Bu yemekler mısır olarak, az zaman sonra kaybettiklerini görmüş­ yahut pirinç ile de yapılır. Voloflar balık da tür. Bununla beraber, putperest kalmış olan yemektedirler. Başlıca ihracat maddesi yer halk kütlesi arasında, yolla dedikleri, tek tanrı fıstığıdır. Burası, Nıayes civarında çıkan az itikadı vardı. Putperest Voloflar münhasıran mikdarda kauçuk ve bir az da zamk İhrâc eder. kendi ecdat ruhlarına ( ntambe ) bir dine tapar Voloflar, pek hayvan yetiştirmezler. Demircilik, gibi taparlar ve bu ruhları, kendileri ile yalla ayak-kabıcılık ve dokumacılık zenaatlarım ol­ arasında bir mutavassıt telâkki ederlerdi. Her ne kadar bunlar putperest olmuşlarsa da, dukça maharetle yaparlar. Çocuklar nisbeten Senegâl ülkelerinin hükümdarları, görünüşe gö­ genç yaşta ( id —12 yaşlarında) sünnet edilir. Nesep, baba tarafından olduğu kadar, ana re, müslümanlara karşı her vakit müsait bir tarafından da sayılır. Ana tarafından gelen ne­ siyâset takip etm işlerdir; hattâ bunlar murasebin de adı vardır, fakat birbirlerini babadan bıtîara toprak bahşetmiş!erdi. Bunlar buralarda intikal eden klan adı ile çağırır ve selâmlarlar. yerleşip, gruplar teşkil ederler ve mezkûr yer­ A ile taksimatının üstünde kast taksimatı var­ ler de onların adlarım taşırdı. Cengâver put­ dır. Bunların birincisi ve en kalabalığı hürler perest Tİedoslar tarafından istismar olunan (dyam bur) sınıfıdır. Bunlar, siyâsî bakımdan, hürler kitlesi, putperestliği, asilzadelerden ev­ asîl olanlar ile olmayanlara ayrılırlar. Sonra, vel, terketmîştir, Voloflar arasında aşağı-yunienio sınıfı gelir ki, bu sınıf, her şeyden ev-, kan 3.000 katolik vardır ; bunlar bilhassa Goree, vel, zenaat erbabım, demircileri, kuyumcuları, Dakar ve St. Louis ’de bulunurlar. Bugün Volofdebbağları, ayak-kabıcıları, çalgıcıları, doku­ ların ekserisi islâmdır. Her köyde bir camı ile, macıları, ağaçtan sandal ve tahtadan âl at ve mûtat olarak, aslen Volof yahut Toucouleur edevat yapanları ihtiva eder; nihayet, en hakir ’lerden olan bir iki murabıt bulunur. Müslüman görülen griot Mar gelir. Cemiyetin en aşağı ta­ Voloflar namaz ve oruçlarına çok dikkat eder­ ler, Tahaskî (kurban) ve kort (şe k e r) bay­ bakasını köleler teşkil eder. Eşraf âiîeleri arasında da mertebeler vardır. ramlarını tes’it ederler; putperest törenlerinin Brak 'lığa seçilebilmek için, baba tarafından yerlerine geçmiş olan bu bayramlara putperest­ kıral âilesine, ana tarafından 3 prens ailesin­ liğe âıt âdetler de karışmıştır. Müslüman Vöden birisine mensup olmak lâzımdır. Colof ül­ loflar tarikat!ere girerler; Toucouleur ’ler, daBa kesinde hukukî imtiyazlar yalnız babadan in­ ziyâde ticâni oldukları hâlde, Voloflar ekse*



COLOF riyetle ^adiri ’dirler. Yeni te’sis edilmiş bir tarikatın başı oian Ahmadu Bamba ’nm müridIeti ekseriyetle Cayor, Baol, Colof ve SineSalum Vo’ oflanndandır. B i b l i y o g r a f y a : Labat, Noavelle relation de VAfriqae occideniale ( Paris, 1728 ) ; Alvise de Ca da Mosto, Relation des voyages â la câte occideniale d ’A frique ( nşr, Schefer, Paris, 1895 ); Waiekenaer, Reckerches sur VA frique ( Paris, 18 2 1) j Beranger-Feraud, Les peuplades de la Senegambie ( Paris, 1879 ), fasıl î ; Berlioux, A ndre B rae ou Vorigine ■ ■ .de la colonie française da Senâgal (Paris, 18 7 4 ); P. D. Boilat, Esquisses senegalaises ( Paris, 1893 ) ; Lamartiny, L e D iolo f et sa dynastie (B u ll, Soc. Geogr. comm, de Paris, V II; Paris, 1825, s. 21 ); Cultru, Histoire da Senegal du X V e siicle â 1870 ( Paris, 19 10 ) ; Faidherbe, Le Senegal (Paris, 18 8 9 ); Car. : rere ve Paul Holle, De la Senegambie fra n ­ çaise (P aris, 18 5 5 ); Henri Gaden, Legendes ■ et couiumes senegalaises ( Revü e d'ethnagrapkie et de sociologie, 1912, nr. 3 ve 4 } ; Hovelacque, Les negres de VAfrique $usequatöriale ( Paris, 1889 ) ; Annales Senegalaises de 1845 â 1885 ( Paris, 18 8 5); Annuaire da Gouvernemeni General de VAfrique occid. française ( Paris, 1911 ) ; D, Lasnet, A. Chevalier, A. CHgny, P, Rambaud, üne mission :: au Senegal ( Paris, 19 00); A . Kobes, Grammaire de la langue Wolofe ( St. Joseph de ... Ngasobil, 1869 ) ; J. Dard, Dictionnaire français-zvolof (P aris, 18 2 9 }; ayn, mil., Gram, maire iLolofe ( Paris, 1826 ) ; Boilat, Grammaire de la langue zuolofe ( Paris, 1898 ) ; ;Les Missionnaires du S. Esprit, Dictionnaire v:olof~français ( St. Joseph de Ngasobil, 1879 ) ; ayn, mil., 0 /cf. français-zcolof ( Dakar, . 1899 } ; Speîsser, Grammaire de la langue v:olofe (S t. Joseph de Ngasobil, .1888); Clozei, Bibliographie des oavrages relatifs â la Senegambie ( Revue de Geogr., 1890/1891, • krş, Chauvin, Centralblatt fü r Bibliothekswe, sen, 1892 ). ( E. DESTAING.) . C O N ST A N T İN E. [ Bk. kostantîn .] , C O R C Î Z A Y D A N , [ Bk. cîrcî zeyd ân .] C O R D O B A . [ Bk. kü rtuba .] ! CO R O M A N D EL. [ Bk. koromandel.] . C U B A Y L . [ Bk. cü beyl .] . C U B B A İ [ Bk. cübbâ ’î .J •_ C U Ç Î. [ Bk. ÇAĞATAY HAK, CENGİZ HAN.] ■ C U D D Â L A . [ Bk. CÜDDÂLE.] . CUDÎ. [B k .c û D Î.] : CÛDÎ. CÖDİ, C ebel C ûdî veya C ödî-D ağ i . [,Dicle kenarındaki Cizre ’nin 32 km. şiraâl-i şarkîsinde, Şırnak kasabasının 17 km. cenûb-i şarkîsinde, Mardin ve Siirt vilâyetleri hududu



CÛDÎ.



üzerinde, Türk iye-Irak hududundan 15 km. mesafede, 370 24' şimal arzı ve 420 32' şark tulü üzerinde mâruf bir d a ğ d ı r . Yakın vakte kadar, bütün civar bölge gibi, Cûdî dağının irtifâı bile malûm değildi. Yalnız Tufan efsâ­ nesine göre, sular çekildikten sonra, Nuh ’un gemisinin üzerine oturduğu bu dağa, şöhreti ile mütenasip, bir yükseklik izafe edilmekte idi. Nitekim M. Streck, Cûdî dağından, „gâyet mürtefî bir dağ kütlesi" olarak bahsetmekte ve en yüksek tepesinin takriben 4.000 m. vardığını söylemektedir. Bununla beraber, bi­ rinci cihan harbine tekaddüm eden senelerde toplanan malûmat ile meydana getirilmiş 1:250.000 mikyasîı Eastern Turkey in Asia haritasında dağın irtifâı çok daha az (8.200 kadem = 2.500 m.) olarak gösterilmiş, bu ra­ kam Banse ( D ie Türkei, 1915, s. 2 35) tara­ fından da tekrarlanmıştır. Lynch ’in haritasında ise, hakikatiekinden daha aşağı olarak 5.000 kadem (1.525 m .) kaydı görülüyor. Dağın irtifâı, ilk defa olarak, mahallinde, birinci cihan harbinin ilk yıllarında, 1:200.000 mikyasîı istikşaf haritasını alan türk kartoğrafları tara­ fından tesbit edilmiştir. Bu menbâdan verilen malumata göre, Cûdî dağının irtifâı 2.100 met* redir. Diğer taraftan son senelerde dağın esas itibariyle mermerleşmiş kireç taşından mü­ teşekkil bünyesi hakkında da oldukça geniş malûmat elde edilmiştir ]. Cûdî dağı şöhretini, Nüh ’un gemisinin bu dağ üzerine oturmuş olduğuna dâir mâruf Me­ zopotamya efsânesine medyundur. Filvaki X. asra kadar, bir çok ermeni müelliflerinin ve daha başkalarının eserlerine dayanarak, Ağrı ( Ara ra t) dağının Tufan ile münâsebeti olmadı­ ğını, oldukça büyük bir ka’îyetle, tesbit etmek kabildir. Eski ermeni rivayetlerinde, Ntilı ’un gemisinin bir dağ üzerine oturması hakkında, hiç bir malûmat yoktur. Daha sonraki ermenice te’İifatta böyle bir dağın zikredilmiş bu­ lunması, Nüh sefinesini A ğrı diyarının dağ­ ları ( yahut bir d ağı) üzerine oturtmuş oIan‘ K ita b ı Mukaddes’in te’siri neticesi olarak; izah olunur. Bu havalinin en yüksek ve en meşhur dağı Masik ( M asis) ’t i r ; şu hâlde Nüh ’un gemisi de bu zirveye oturmuş olabi­ lirdi. Ermeni efsânesinin bundan sonraki-inti­ şar safhası, avrupalıların, Tekvin ( VIII, 4 } ’in yalnış bir tefsiri neticesi olarak, bir ülke adı olan Ararat ( ermen. A ir arat ) ismini Masik dağına vermiş olmalarından ileri gelmiştir. Nüh ’un gemisinin Masik dağı zirvesine otur­ masına dâir olan rivayet, ancak: XL ve XII. asırlarda, ermeni edebiyatında yer tutmağa başladı. Bundan daha eski olan tefsire ğore, Cebel Cüdi yahut hıristiyan müelliflerince,



CÛDÎ. Gordyene ( süryân. K ardü, etmen. K ordü kh ) denilen dağların Nüh 'un gemisinin karaya oturma mahalli olduğu kabûl edilmiştir. Gemi­ nin bu dağ üzerine oturmuş olduğu, Targumlar ( Tevrat ’ın ârâmî dilinde eski tefsirleri ) 'da bile görülmekte olup, bunun da bir Bâbil -ri­ vayetine dayandığı ve bâbilli Berossus 'un ta­ rihinden çıktığı muhakkaktır. Bundan başka Tûfan efsânesinden bahseden çivi-yazılı kita­ belerde görülen Nişir dağı da, en geniş şümulü ile alınmak suretiyle, Gordyene 'ye götürülebilir. Kadîm yahudi-Bâbii an'anesİ sonraları hıristiyanlar tarafından kabûî edilmiş id i; arapIar Bohtan T fethettikleri zaman, bu efsâneyi hıristiyanlardan öğrendiler. Nöldeke ( Festschr\ fiir Kiepert, 1898, s. 77 ), şöyle d e r: — „Araplar K u r’an { sûre XI, 46 ) ’da Nuh 'un gemisinin oturma yeri olarak, zikredilen Cüdİ adını, en eski bir devirden beri o geminin karaya otur­ ma yeri sayılmakta olan Kardü dağına vermiş­ lerdi. Hâlbuki Peygamber Arabistan ’da Cüdi adı verilen dağı kasdetmiştir ve bu dağı bütün dağların en yükseği saymıştır { krş. ffam âsa, 564 = Yakut, II, 270, u => Mııştarikt s. m )“ . — Kur'an ’da Nuh 'un gemisinin karaya oturma yeri Arabistan 'da intişar etmiş olan daha eski bir rivayete uygun surette, gösterilmiş olabilir. Bu fikri te’yit için, hıristiyanîık hakkında mü­ dafaa yazanlardan Theophylus ( ad autolgcum, III, 1 9 ) 'un bir fıkrasını kaydedebiliriz. Teophylus, kendi zamanında bile, N uh’un gemisine âit bâzı bakiyelerin Arabistan dağları üzerinde görülmekte olduğunu beyan ediyor, Cüdi adının Arabistan 'dan Efcezire 'ye nakli, yukarıda gösterdiğimiz gibi, her hâlde arap istilâsı za­ manında vukua gelmiş olm alıdır; daha eski arap şâirlerinden, msl. Ibn I£ays al-Rukayyât ( nşr. Rhodokanakis, izahı için bk. Nöldeke, W ZKM , X V II, 91) ile Umayya b. A b l Salt ( nşr. Schulthess, Beitr. z. AssyrioL, VIII, nr. 3, 5 ) 'm şiirlerinde geçen Cebel Cüdİ ’den artık Arabistan ‘da değil, Eİcezire 'de bulunan dağ anlaşılmalıdır. Cudî ad mm bu suretle Kardü dağlarına verilmesi ve bu yeni tesmiye­ nin derhâl kabûl edilmiş olması, şu sebebe atfolunabilir. Asûrîler devrinde Bohtan ülkesi cenubunda bulunan memleket ekseriyetle Gutî ( îfutü ) göçebe aşiretlerin arazisi olan Gutium vilâyetinin bir kısmı sayılmakta idi ve bu bölge ve aşiretin adı, islâmiyetin ilk senele­ rinde, o havalide henüz unutulmamış idi. Ka­ dîm Bâbil devrinde bile mevcut bulunduğu bilinen Gutium tâbiri hakkında krş. Scheil, Çompt.-rendus de VAcademie des İnscript. et B e ll. Lettr., 1911, s, 378 v. dd., 606 v.dd. , Eğer, zâten aşikâr olduğu gibi, Ararat (âsûr. Urariu ) adının, Van gölü cenubunda kâin bir



arazı parçasını da ihtiva ettiği farzedİlebilirse (k rş. Gordyene'de mevcut çîvi-yazıh kitabe­ lerde dağ adı olan Arar ti ve Şanda, göst. y er.}, Nuh 'un gemisinin 2 an’anevî karaya oturma yeri olan Masik ( Büyük-Arar a t ) dağı ile Cebel Cüdi'nin her ikisine de, T e vra t’ın yazdığına uygun olarak, Ararat adı verilebilir. Bütün Ararat havalisi gibi, Cüdi dağı havalisi de bugün bile Tûfan 'a ve gemisinden çıktıktan sonra Nüh ’un hayatına dâir hâtıralar ve efsâ­ neler ile doludur. Nitekim dağm eteğinde kâin bulunan Karyat Şamarım ( 80 ’ler kariyesi, sür­ yân. S emanîn ; ermen, fm an = „sekiz s* 4 S ; Grünbaum ( Z D M G , XXXI, 301 v. d d .); M, Streck ( Zeitschr. f . Assyriol, XV , 272 v. dd.); Fr, Murad, Ararat u. Masis ( Heidelberg, 19 0 1); S. V e b e r ( Tübînger Theolog. Quartalsckr,, 83 ( 1901 ), s, 321 v. d d .); A; Şanda ( MitU der Vorderas. Ges.> VII (19 0 2), ’



CUDI - CULFA.



i 2.3



s. 30 v. dd,); Döller ( Bibi. Zeitschr,, 1903, I : 349 v. d d ,; buna muhalif bir tez için bk. bir de Şanda, ayn. esr.. II, 113 v. dd.) ; j . Marquart Osteurop. u. ostasiat. Streifzüge ( 1903 ), s, 286 v. d d .; H, Hübschmann, göst. yer.t XVI, 206, 278—283, 364, 370, 398, 4 51; H. HiU precht, The earliest Version o f the Deluge story ( Fhüadelpbia, 19 10 ), s. 30 v. dd.



Turan hakanı Efrâsyab tarafından te’sis olun­ duğunu ileri süren birinci rivayetin (E vliya Çe­ lebi, Seyahatnâme, II, 236 ), aynı beldeye bağlı Culfa hım dahi aym hükümdar tarafından ku­ rulduğunu zımnen kabul etmesine mukabil, ikin­ ci rivayet, Culfa inm ermeni kırallanndan Tİgran I. tarafından inşâ ve buraya eniştesi bulun­ duğu Medya kıralı Astyag ’m gönderdiği esir­ __ (M. Streck.) leri iskan eylediğini iddia etmektedir (, Enis, C U Ğ R A F İY A . [ Bk. coğrafya.] slov., bk. m ad.). C U H A Y N A . [ Bk cüheyne.] Gerek bu efsânevî rivayetleri ve gerekse Efrâsyâb ile Medya kıralı A sty a g ’ m aym şah­ C U L A H A . [ Bk. culâhâ.] C U L  H  . CULÂH Â, C o lâha (h ind i), siyet oldukları hakkmdakî kanaatleri ( krş. Ş. şimalî Hindistan 'da âdeta bir esnaf kastı teş­ Sâmî, Kam aş al-aflâm, I, 1000 J bir tarafa kil eden m ü s l ü m a n d o k u m a c ı l a r ı n a bırakarak, hafriyat neticesinde elde edilen, verilen isimdir. Bunların bir kısmı Bombay VIII. ( m. ö.) asra âit, vesikalara müracaat ’daki dokuma fabrikalarına da girmiştir. 1901 edilirse, ermenilerin Van havzasında görülme­ nüfus sayımında bunların adedi 3.000.000 ’a, sinden asırlarca evvel, Gökçe havzası ile etra­ yâni müslüman nüfusun 3 % ’ne varmış bulu­ fında bir çok muntazam şehir bulunduğunu ve nuyordu kî, bu adedin yarısı Birleşik eyâ­ buraların, hind-avrupâî veya sâmî değil, Sümerletlere âittir. Elam dilleri ile akraba bir dil konuşan medenî B i b l i y o g r a f y a 1 Risley, Tribes and bir kavim ile meskûn bulunduğu görülür ( I. I. Castes of Bengal ( Calcutta, 1892), I, 348 Meşçaninov, Do-istoriceşkiy A zerbaydjan i v. d .; W. Crooke, Tribes and Castes o f the urariskaya kultura, Baku, 1925 ). C u lfa ’da, son zamanlara âit olduğuna ş'Vhe N, W, P . and Oadh ( Calcutta, 1896 ), III, 69 olmayan ,,20 kadar kilise harabesine" baka ak V. d. ( J . S. COTTON.) C U L A M E R İK , C Ü L A M E R G . [ Bk. çöle- bu kasabanın tarihî bir ermeni şehri olduğuna hükmediliyorsa da, hıristiyanlığın Ermenis­ MERİK.] C U L F A . CU LFA , bîri A zerbaycan’da ve tan ’da, İberya ( Gürcüstan) ve Ağuvanya diğeri cenubî İran 'm Isfahan bölgesinde olmak (şim alî Azerbaycan) ’da hemen-hemen aynı üzere, bu adı taşıyan 2 kasabadan birincisine zamanda intişar ettiği mâlûm olduğu gibi, — Azerbaycan Culfa ’sı ve İkincisine — Isfahan ermen iler ile aynı kiliseye merbut bulunan Culfa ’sı denilmektedir ( Mas'üd Kayhan, Cağ- doğu Kafkasya yerlilerinden bir çoğunun son­ raf yâ-i mufasşal-i İran ), raları, müşterek din te’siri aitmda, ermenileşmiş 1. A z e r b a y c a n Culfa ’sı. 390 şİmâl arzoldukları da anlaşılmıştır (k rş. A. P. Fitimi, dâiresinin bir az altında, Almca-Çay ’m Araş ’a l$for, posled. stolitsı Şirvana, Bakû, 1927 ). Ermeniler hıristiyanlığı IV. asırda kabul döküldüğü yerde, bir türk kasabası olup, Araş 'm şimal ve cenup kenarlarında olmak üzere, etmişlerdi. Aym asırda (387 ), Sâsânî İran 2 mahalleye' ayrılmaktadır. Cenupta Iran haki­ ve Bizans arasında bir anlaşma ile, bu bölge miyeti altında bulunan mahalle, garnizon, güm­ İran ’a geçmiştir., VII. asırda, İran, Ermenistan, rük ve istasyon binaları ile bir ham ihtiva Azerbaycan ve Gürcüstan ile birlikte, Culfa ’mn : eden küçük bir köyden İbaret iken, Nahçı- bulunduğu havali dahi arap hâkimiyetine geç­ van ’a bağlı bîr nahiye merkezi olan şimaldeki miş, XI. asırda Selçuklulara intikal etmiş ve mahalle 1936 ’ da, istasyon, gümrük ve kış- zamanımıza kadar bir türk kasabası olarak : ladan başka, 2.100 kişilik nüfusu ihtiva eden kalmıştır. Selçuk imparatorluğunun çökmesinden şehir evsafını hâiz bir kasaba idi. sonra kurulan Azerbaycan atabeyliğinm mühim Timur tarihlerinde adı Culâhâ ( krş. ÎA , I, kısımlarından biri olan Nahçıvan ülkesi Cul­ 555 ) şeklinde geçen vd Türkistan’daki Marv-i f a ’yı da ihtiva ettiği , gibi, ÎI-Deniz sülâle­ . Şâhcân bölgesinin Culfar veya Culfer ( G ü lfer) sine mensup şehzadelerin sığındığı Almcak kasabası ( krş. Yâküt, III, 126 ) ile hemen-hemen kalesi de bu civarda bulunuyordu. Osmanlıaynı adı taşıyan ve bu itibarla, Azerbay­ Safevî savaşları devrinde defalarca elden ele can ’m Türkistan ’da da tesadüf ettiğimiz coğ­ geçen Nahçıvan Ülkesi üe beraber, Culfa dahi rafî adlar ile adlandırılan bir çok mahalleri bir müddet için osmaıılı hâkimiyeti aitmda gibi, türkler tarafından kurulduğu kanaatini kaldıktan sonra, yine Safevîlere intikal etmiş telkin eden Culfa ’nm te’sis tarihi hakkında, ve XVIII. asrın başlarında, Azerbaycan ile biri tiirklere ve diğeri ermenilere âit olmak birlikte, yeniden osmanlı hâkimiyetine geçmiş­ üzere, iki efsânevî rivayet vardır. Nahçıyan ’m tir. Nâdir Şâh ’m ölümünü müteakip, Azerbay­ Ulâıtı' Ansiklopedi»!



15



Îî6



CÜLFÂ.



can ’da kurulan türk derebeylikleri devrinde Nahçıvan hanlığı hissesine isabet eden bu kasaba son Rusya-îran savaşından sonra ( 1826 — 1828 ), Türkmen-Çay muahedesi ile, Rusya *ya geçerek, 1917 yılma kadar, Nahçıvan ile bir­ likte, Erivan vilâyetine bağlanmıştı. Birinci ciban harbinin sonlarına doğru osmanlı kuvvet­ leri tarafından işgal edilmiş olan Culfa, Mond­ ros mütârekesi üzerine, osmanlı kuvvetlerinin çekilmesini müteakip, ermeniierin ’m taarruz­ larına karşı tek başına muvaffakiyetle müda­ faada bulunan Nahçıvan ile beraber, o günlerde teşekkül eden Aras-Türk cumhuriyeti [ b. bk.j hududu içine alınmış ve bilâhare Azerbay­ can ’m bir vilâyeti hâline gelen bu cumhuriyet, Azerbaycan ’da sovet idaresi kurulunca, E r­ menistan’a terk edilmek istenmişse de, Türkiye cumhuriyetinin müdâhalesi ve 1 9 2 1 'de akdolunan Moskova muahedesi ile, Azerbaycan *m hi­ mâyesi altında kurulan muhtar Nahçıvan türk cumhuriyetinin bir nahiye merkezi ve transit noktası olarak kalmıştır (krş. Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye devletinin dış siyasası, s. 66 ve 7 1 ) . Culfa ’nın, ön Asya ile Kafkasya arasında cereyan eden ticarî münâsebetlerde, daha miIaddan evvelki devirlerde, mühim bir rol oynadığı ve A raş ırmağını kat’eden en kolay kervan yolunun buradan geçtiği, Menşe’i Ro­ ma devrine çıkarılan ve enkazı hâlâ mevcut olan tarihî köprüden anlaşılmaktadır. Vergİlius, Pontem Indignatus Araxes ( Aenets, VIII, 738 ), mısraı Üe bu köprülerden birini kast etmiş olduğuna kuvvetle ihtimâl verilmiştir ( Enis, slov., bk, m ad.). Culfa ve havalisinin türkler devrinde de ehemmiyetini muhafaza ettiği Selçukluların bu havalide yaptırdıkları, hâlâ duran, taş köprüden anlaşılmaktadır. Tarihî devirlerde olduğu gibi, bugün dahi Culfa, ticaret ve tran­ sit bakımlarından, ehemmiyetini muhafaza etmektedir. Tiflis civarındaki Neftlug istasyo­ nunda Bakû-Batum demir yolundan ayrılan ve Gümrü-Kamerlû-Nahçıvan üzerinden Culfa ’ya dayanan bir kol, birinci cihan harbi içinde, Rusya tarafından, T e b riz ’e ve Urmiye gölü sahilindeki Şerefhâne 'ye kadar uzatılmış ol­ duğu gibi, yine o sıralarda tasarlanıp, 1919 ’da millî Azerbaycan hükümeti tarafından inşasına başlanan Bakû-Culfa demir yolu da, Araş boyunu takip ederek, bugün bu kasabaya yak­ laşmış bulunuyor. Cenubî Azerbaycan ’ı, Culfa tariki ile, Batum limanına bağlayan bu yollardan maada, Culfa ’dan T e b riz ’e ve yine C u lfa’dan Hoy, Seîmas ve Urmiye taraflarına giden muntazam şose yolları bu kasabanın transit ehemmiyetini bir



kat daha yükseltmiştir. Daha 18 9 1’de, Culfa tariki ile, 251.264 rublelik mal idhâl ve 1,114.427 rublelik mal ihrâc edilmişti. İran istatistik ida­ resinin malûmatına göre, birinci dünya harbi arifesinde Culfa tariki ile yapılan ticaret bilan­ çosu, Iran lehinde olarak, 6,$ milyon kıran faz­ lalık gösteriyordu. 1927/1928 yıllarında ise, Culfa tariki ile, 20.880 ton mal idhâl ve 37.820 ton mal ihrâc edilmiştir. Culfa, civarındaki zengin ocaklardan çıka­ rılıp, imâl edilen değirmen taşlan Üe de mâ­ ruftur. 2. I s f a h a n Culfa ’sı yahut „yeni tab., fas. ' 1, s. 68—70. Bu eserin, den istifâde suretiyle, Cuzcani ’ni» biyogra­ yukarıda bahsettiğimiz Kalküta tabından baş­ fisini te’sıse çalıştık. Metnin basılmamış ka, yalnız moğuliara â it olan XXIII, tabaka­ kısımlarında onun hayatına âit mevcut bâ­ sının bir litografya basması vardır ki, Kitâb zı malumatı Raverty ’nin tercümesinden ta­ siyâsat al-amşar f i tacribat al-a'şar dar mamlamak kabildi (msî. s. 19 2 ’de babasının tarih-i âl-i Cangiz ismini taşımaktadır (Bom­ Bagdad seyahati; s. 188, 19 4 'te müellifi­ bay, 1890 ). Eski tab'a nazaran, bunun mukad­ mizin 6 1 3 ’te S îstâ n ’a gelmedsi g ib i). Lâdimesi fazla ve sonu bir az eksiktir. Cuz-



CÛZCÂNÎ kin'bu İngilizce tercüme tamamiyle itimada lâyık olmadığı cihette, her hangi bir yanlış­ lıktan kaçınmak için, esasen pek o kadar da ehemmiyetli olmayan o kısımları bir tarafa bırakmağı ve sâdece metne İstinat etmeği doğru bulduk. Mamafih bu metnin tam ve tenkitli bir tabı vücuda getirilecek olursa, verdiğimiz malûmatın bâzı cıhetlerce tas­ hih ve ikmâl olunacağı ta b iîd ir; babası hak­ kında kısa malûmat için bk. ‘Avfi, Labâb al-albâb ( nşr. Broıvne ), I, 284. ( M. F uad K öprülü .) C Ü B B  Î. a l -CU BBÂ'Î, A bu 'A l î Muham MED B. ‘ABD AL-VAHHÂB ( ? -~9x6 ), Cubbâ { Hûzİstan ) Ma doğmuş mutezile reislerinden biridir. Basra mutezile reisi Abu Ya'küb Yû­ suf al-Şahhâm 'dan ders gördü ve bu mektebin başlıca mümessillerinden biri oldu; ölünceye kadar (303 = 915/916) mutezile akidesini ted­ ris etti. Üşül ’e dâir bir eser te'lif etti ve diğer muhtelif eserlerinde al-Râvandi [ b. bk.*1, al-Nazzâm [ b, bk.] ve başkaları ile münakaşada bulundu. Talebesinden olan at-Aş'arî ile sıksık münakaşalara girişirdi. A ş'ari, mutezile mesleğini bıraktıktan sonra, eski hocasının tedrisatını bir çok eserlerinde (b k . Spitta, Z a r Geschichte A ba 'l-Haşan a l- A ş 'a r i) ten­ kit etm işti; hususiyle Cubbâ;i ’nin usûl hakkmdaki kitabına bir reddiye kaleme almıştır. Lâkin bu eserlerden bize bir şey kalm am ıştır; nitekim Cubbâ 'i'n in Cubbâ lehçesi ile yazdığı K ar an tefsiri de elimize geçmemiştir. Eserin kaybolması, dil tetkikleri bakımından, pek teessüfe şayandır. Oğlu Abu Hâşim *Abd al-Saîam Cubbâ'i (ölm. 3 2 1 — 93 3 ) babasından daha meşhur ol­ du. Mensuplan Bahşamiya adı ile tanınmıştır. Bağdadi ’nin bunlar hakkında kullandığı Zammıya { b. bk.] isminin hakaret mânasına gel­ diği ve esasen pek nâdir olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buvayhilerin meşhûr veziri Ifon 'Abbâd [ b. bk.] onun mensuplarından idi. Bu suretle hemen bütün mutezile Abü Hâşim ’e şeyh nazarı île bakıp, çok saygı göstermişler­ dir. Her ne kadar bu zâtın kitaplarının yalnız adlan bize erişmiş ise de, fikirlerini muarız­ larının eserlerinden, oldukça kat'î bir surette, çıkarabilmekteyiz. Abu Haşini 'in şöhretini, bilhassa ahval nazar İyesi ie'min etmiştir. Baba ile oğlun itikat ve fikirlerini burada tafsil ey­ lemekten vaz geçerek, okuyucuya bu husustaki bibliyografyaya müracaatı tavsiye ederiz. Y al­ nız şununla iktifa edelim ki, Cubbâ ’î : — „AIlahm sıfatları zatının aynıdır'* — der. Bu sıfat­ ların mevcudiyetini inkâr eder. Fakat Abü : Hâşİm bu sıfatlan, afyvâl sayarak, sünnî telâk­ kisi ile bu nazariyeyi te'life çalışmıştır. Abü



CÜBEYt.



8S7



Haşim bununla şunu kasdediyordu: ahvâU 'eş­ yanın cevherinden az-çok kabiî-i tefrik olan arazlardan ziyâde, cevhere yakın bulunan sı­ fatlardır ve böylece yalnız Allah fikrinde değil, külliyât sahasında da rol oynarlar. Bu suretle gerek ilâhı cevherin vahdetini, gerek Allahın sıfatları mefhumunun meşruiyetini şüpheden kurtarmış olduğuna zâhip olmuştu. Çünkü A l­ lahın sıfatlarını, ahvâl olmak bakımından, esaslı bir şey değil, fakat sâdece bir nevî görünüş telâkki etmekte idi. Bununla beraber, v a r l ı k ile y o k l u k arasındaki bu zoraki te'vil mu­ arızlarım pek tatmin etmedi. B i b l i y o g r a f y a : Houtsma, Zum K itüh al-fikrisi ( WZKM> IV, 2 24) ; İbn Hal­ li kân, Vafayât ( nşr. WÜstenfeid ), nr. 393, 618 ; Ar no! d, al-Mtı iazilah^ s. 45 v. d d ,; ŞahrastSnî, M ilal (nşr. Cureton), s. 54 v. d d .; Bağdadi, al-F ark bayn a’l-firak, s. 167 v. dd.; Steiner, Die Mu taziliten, s. 82 v. d d .; Horten, Die Modastheorie des Abü Hâşim ( Z D M G , LXIIL 308 v. dd.); ayn. mil., Die philasoph. Systeme der spekalaiiv. Theolögen im Islâm, s. 352 v. dd., 403 v. dd, ( burada diğer bibliyografya da gösterilmiştir ), C Ü B E Y L . C U B A Y L, Suriye sahilinde Bey­ rut ile Batrûn arasında bulunan bir ş e h i r d i r, Adonis ’in mukaddes şehri sayılan bu şe­ hir, Abü Sufyân ’ın oğulları Yazid ile Mu'aviya tarafından zaptedildiği zaman, hayli inhitat etmiş bulunuyordu. Şehir Şam cündüne bağ­ landı ve bütün sahil şehirleri gibi, Fâtımîler devrine kadar, içinde bir garnizon bulundurul­ du. Bu şehirden bir çok İslâm âlimi de çıkmış­ tır. Cubayl 469 ( 1103 ) Ma, haçlılar tarafından zaptedildikten sonra, ehemmiyet kazanmış ve Kudüs lâtin kırallığına bağlı küçük bir baron­ luğun merkezini teşkil etmiştir. O zaman şehrin limanı yeniden yaptırılmış ve bugün bile muh­ teşem harabesi ile hayranlığı celbeden müstah­ kem kalesi inşa edilmiştir. Cubayl, Salâh al-Din tarafından, istirdat edilmiş ise de, kürtler tara­ fından, 6.000 dinar mukabilinde, haçlılara tes­ lim olunmuştur. Bu kısa fasıladan sonra, kayda şâyân bir ciheti olmayan ve gittikçe ehemmi­ yetini kaybeden bir şehir hâlinde, müsîümanlarm elinde kalmıştır. XV . asrın sonundan XVIII. asra kadar yukarı Lübnan Ma hâkim olan Mutavâli ailesinden Bani İdamâda 'nin etine geçmiştir. O zamanlar burası harap bir köyden başka bir şey değildi, 1860 'tan beri, muhtar Lübnan hükümetine mensup bir Mudİriya ’nin merkezi olmak İtibariyle, bir az can­ lanır gibi olmuştur. Fakat limanı bulunmadığı ve civarı da dar ve verimsiz olduğu için, Cu­ bayl ’in daha ziyâde inkişaf etmesine imkân yoktur. Bu kasabada, bir kaç müslüman âüesİ



CÜBEYL ■— CÜMLE. müstesna olmak üzere, hepsi marunîlerden ibaret, 2.000 nüfus vardır, B i b l i y o g r a f y a ! Yakut, Mu cam ( nşr. WÜstenîeld ), II, 32 v.d .; İbn Şaddâd ( Ley­ den, yazm.), s. 196; Idrisi ( nşr. Gildemeister ), s.17 ; Balazurİ, Fvttüh, s. 12 6 ; Renan, Mission de Phenicie, s. 164 ; Tannus al-Şidyâk, Ahbâr a l-dyân f i târik CabaV Lübnan, s. 166 v.d. C Ü D D Â L E . CU D D Â LA . Bani Cuddâia, nikap taşıyalı 70 Şanhâca kabilesinden biridir.' Lem tüna’lerin batısında, garbî Sahra ’ da, A t­ las okyanusu kıyılarında, Arguin ile BeyazBurun ’a yakın bölgede otururlardı. Yahya b. İbrahim adında bir Cuddâia ’li, hâecdan dönü­ şünde, mezhep tnüceddİdi Y S -S in ’ İ o havalide yerleşmeğe razı etti. İslâmiyet tâdil edilerek, Lemtüna kabilelerine ve bilhassa Cuddâia ’lere zorla kabûl ettirildi ( âafer 432=teşrin î. teş­ rin II. 1040 ). fa k a t Yahya b. İbrahim ’in ölü­ münden sonra, Cuddâia ’liler Y a-Sin ’in dinî otoritesini hiçe saydılar. Ya-Sin de komşu Lemtüna ’lerin yanma çekilmeğe mecbur oldu. Hattâ Cuddâia-tiiler 448 muharreminde ( mart/ nisan 1096 ) ^0.000 kişi ile, Cabal Lemtüna’de murâbıtların klimandan! arından Yahya b. ‘ Oimar *x muhasara ettiler ve yine ay m sene bir çok maiyeti ile beraber, kendisini Talivin ile Caba! Lemtüna arasında Tabfarilla ( ? ) ’da öldürdüler. Cuddâia ’liler Yahya ’mn halefi Abü Bâkr b. 'Omar tarafından, 493 ( 1062 ) senele­ rinde itaat altına " alınmış ve nikap taşıyan bütün Şanhâca kabileleri ile birlikte, ilk murâbit emîrlerİndeii Yusuf b. Taşfin ’in' emri a l­ tına girmiş olsalar gerektir. Yine Cuddâla’liler mukadderatlarım bu hanedana bağlamış olduk­ lara için o tarihten itibaren tarihte adları geçmez olmuştur; kadîm müelliflerin zikrettiği G aetuli’leri»i:bunlar olduğu zannedilmiştir. B î b l i y o g r a f y a'\ al-Bakri, VAfriqae ( nşr. de Sîane, Algıer, 1897), s, 164 ve 1725 Vivien de S. Martin, Le nord de VAf ritfue dans Vantiquiie (P aris, 1863), s, 124—130 ; İbn A b i Z a r, R a v i al-lçirtâs ( nşr. Tornberg, Upsala, 1843—1846), I, 76—80 ; - İbn-'Haldun, Kitâb a l-fb a r (B ulak, 1284), VI, 182 V.d. j a l-ftu la l al-m avşlya (Tunus, 1329 ), s. 8 v .d .; Desborough-Cooley, The Negrolands o f İke A rabs ( London, 18 4 1), s. 21—28. ( R ene B a sse t .) C Ü F R E . [ Bk. COFRA.] C Ü H E Y N E . C U H A YN A , a r a p k a b İ l es ild ir . Bu kabile, Bâli, Bahrâ, Kalb ve Tanüh ’larhn yakın akrabasıdır ve bunlarla beraber ce­ nubî Arabistan ’m büyük Kuzâ'a grupuna men­ suptur. İsiâmdan evvelki devirde bunları evvelâ’ Necd ’ de, sonra Medine civarında Kızıl-Deniz İle-Vadi ’l-Kurâ arasında görmekteyiz (harita



için krş. Caetani, Annali, II, 376). Peygambe­ rin nufuz ve hâkimiyeti yayılmağa başladığı sıralarda, orada oturmakta idiler. İslâm dinini ve idaresini mukavemetsiz kabûl ettiler. Mürtedlere iştirak etmediler ve halifelere müzahir oldular. Bunların bir kısmı eski yerlerinde k al­ dılar. Nitekim bugün bile adı geçen bölgede Cüheyneiere rast gelinir. Fakat kabilenin büyük kısmı, bilhassa Mısır tarafına, göç etti. Elimiz­ deki malûmat ancak Mısır ’a aittir. Fütuhat baş­ layınca Cühayneîeri ve bunların yakın akrabası olan diğer Kuzâ'a kollarım Mısır ’da buluyoruz. Sonra aşağı Mısır ’dan — orada küçük Davar Cuhayna mevkii, hâlâ Cuhayna adım taşıyan bedeviler ile meskûndur ( Boinet Bey, Dictionnaire Geographique, s. 164) — yukarı M ısır’a doğru yavaş-yavaş ilerlediler ve orada Fâtımîler devrinde mühim bir rol oynadılar. Ahmim civarında, başka arap kabileleri ile şiddetli münazaalardan sonra, yerleşmeğe muvaffak ol­ dular. Daha evvel, yâni III. ( IX.) asırda, bu kabile mensuplarının Assuan yakınlarına kadar geldiği kaydedilir. Bu hâdiseyi teferruatı ile tesbit etmek mümkün değilse de, bunların Nubya memleketi hududunda eski hıristiyan ülkesinin kudretini tedricen çökerten kabileler­ den olduğu muhakkaktır. VIII. ( XIV.) asrın, başlangıcında bu devletin tamamiyle çökmesi­ ne ve İslâmiyet! kabûl etmesine müessir olan ve bu ülkeyi bir takım göçebe kabileler hâline getirenler her hâlde Cüheynelerdİr ( ibn Haldun, V , 429 19 ,). BÖylece Nil ’in yukarı havzasını ’ müsiüman arap istilâsına karşı koruyan sed yıkılm ıştır. Sonraları, asırlarca Cüheynelerdenbahsedilmemiştir. Lâkin bugün birçok Baggâra kabileleri, yâni Dâr-Für ve V ad â’ i ’nin yarı arapları, vaktiyle Cuhayna adı ile bir kül teş­ kil etmiş olduklarının hâtırasını muhafaza et-, inektedirler. Bu ehemmiyetli malûmatı Nachtigal ’e borçluyuz. Bu bilgi bize, şarkî Sudan ’daki kabile karışmalarını anlamağa ve mevcu­ diyeti putperestlik devrinden beri, tesbit edil­ miş olan biı kabilenin tarihini zamanımıza kâdar tâkip etmeğe elverişli bir ip ucu ver­ mektedir. B i b l i y o g r a f y a : Kaynaklar için bk; Z a r Geschichte des östlichen Sudan (■ D er İslam , I, 155 v.dd.). ( C. H. BECKER.) C Ü M L E . CUM LA ( A . ; asıl mânası »top­ lanma, hey’et-ı mecmua, yekûn" ), arap grameri­ nin teknik tâbiridir ’ve kalâm ’a muadildir.. Al-Zamahşari ( M ufassal, s. 4, 1 $ — 1 7 ) şöyle d iyo r: — )fkalâm, en aşağı 2 kelimeden mürek­ keptir. Bu kelimelerden biri, m ü s a e d ve diğeri ise, m sn e d ü a i l e y h ’tir. Filhakika bir tek kelime, meselâ (k alk I) emr-i ha­ zırı da bir bütün cümle olabilir. Fakat fail



CÜMLE burada ( s e n ) »tahtında ı»üstetirdirff.— Cümle nevileri (isim , fiil, zarf, tasdik, istihfam cüm­ leleri v.b.) için bk. Tahânavİ, K aşşâf istilâfıüt aUfunün ( İstanbul ) ve nşr, Sprenger Dictionary of technical terme, I, 243—250 ; İbrahim Efendi, Nahiv tercümesi ( İstanbul) ; Es*ad Efendi, Hulâsa al-şurüh ( İstanbul). CÜND. CUND ( a .; muntazam askerî k a f a ; krş, Frânkel, A ram , Fremdzuörter, s. 238), Kur’an ’da, İneli 'deki legion kelimesi île ifâde olunan mefhûmun mukabili olarak, kul­ lanılmıştır, İslâm fütuhatım müteakip, Suriye ’de vücuda getirilen $ askerî bölgeye ( bunlar, her birinde bir legion esas tutulmak üzere, : Bizans temaları teşkilâtını takliden te’sis edil­ m iştir) de bu isim verilmişti. Bunlar Filistin, Ürdün, Şam, Hums, Kinnasrin ( Mezopotamya da buraya tâbi idi ve 'A bd al-Malik b. Mar­ yan tarafından, C un’den-ayrılmıştır } cündleri idi. ^innasrİn, M u'âvıya’nin oğlu Yazid I . ’e kadar, H um s’a merbut kalmıştı. Yazid bu şehri, Antakya ve Menbİc ile ayrı bîr cund olarak teşkilatlandırmıştır. Hürün al-Raşid . ise, Kinnasrin ’i tekrar diğer şehirlerden ayır­ mış ve bu vilâyeti Kilikya ( al-'Avâsim ; b. bk.) ile birleştirerek, ayrı bir cünd teşkil etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ; Yüküt, Mu cam, I,



CÜNEYÖ.



Yakut ’un zamanında burada, bâzı harabelerden başka bir şey kalmamıştı. B i b l i y o g r a f y a : Marquart, Eranşahr, s. 143,* al-Birünî, Chronology, s. 191* C. Brockelmann, G A L , I, 201 ; İbn al-A şir, VII, 201, 213, 231 ; Wüstenfeld, Jü cü is Reise ( Z D M G , X V III, 245 ) ; G. le Strange, Ea$~ tem Calipkate, s. 238. ( C l . H üART,) C Ü N E Y D . CU N AYD, gûya Aydın-oğullarından bir İ z m i r b e y i olup, cesur ve kurnaz bir sergüzeştçidir (krş. Leunctavius,Hist. M is., 331; Aşık Paşa-zâde, s. 78). Babasının adı, Cüneyd ’in bastırdığı sikkelere göre, İbrahim olup, Bayezid I. tarafından kara-subaşı nasbolunduğu İzmir ’de oğlu Cüneyd doğmuştur. Timur Anadolu ’yu terk ettikten sonra, Cüneyd Timur tarafından tekrar eski beyliklerine yer­ leştirilmiş olan Aydm-oğlu îsa ve Ömer Bey 'ier aleyhine kıyam etti ve Edirne ’de ikamet etmekte bulunan Bayezid ’in oğlu Süleyman Çele­ bi ’nin yardımı ile, onları devirdi ( 1405 ve 1406 ). Türk vekayinâmelerine nazaran (Leunclavius. ayn, esr,,$. 413—416; Â lî, Kunh aUahhâr, s. 156; Sa‘ d al-Din, I, 283 v.d.), Cüneyd, Süleym an’la da yardımına mazhar olan İsa Çelebi 'ye, kar­ deşi Mehmed Çelebi ’ye karşı muavenet etti Mehmed Çelebi tarafından mağlûp edildi ise de, hükümette bırakıldı. Bilâhare Süleyman Çe­ 136 . C Ü N D tŞÂ P Û R . C U N D A Y-SÂ BU R , Hûzis- lebi ile arası açıldı ve bu şehzade bir ordu tan ’da, Sâsânî hükümdarı Şâpür I. tarafından ile Cüneyd ’in üzerine yürüdü. Müttefikleri Ka­ te’sis edilmiş, bir ş e h i r d i r . Vandev Süpür raman-oğlu ile Ger mey an-oğlu tarafından terk-, jjŞâpur tarafından alınmış" adı bundan gel­ edilen Cüneyd, padişaha inkiyad etti. Padi­ mektedir (k rş. Nöİdeke, Sasaniden, s. 41, not şah, ülkesini elinden aldı ve Cüneyd ’i berabe­ 2 ). Şapür buraya yunan esirlerini iskân et­ rinde Rumeli ’ye götürerek, orada Ohri valili­ mişti. Süryânî dilinde buraya Beth-Lâpât den­ ğine tâyin etti. miş olup, Şahâbâd harâbelerindeki nllâb, nllât Cüneyd, dahilî karışıklıklardan istifâde ede­ transkripsiyonunda görülen muharref Bel-Abâz rek, Anadolu 'ya döndü. İzmir ve Tire 'den gelen şekli buna İrca edilebilir (k rş. Ravvlinson, bir avuç eski tarafdan ile, Süleyman’ın nasbJ o u r n R , Geogr, Soc,, IX, 72 ; de Bode, Tra~ etmiş olduğu Ayasuluk valisini kovdu ve az vels in Larisian, II, 167 ), Şehir, müslümanlar zaman içinde eski ülkesini ele geçirdi, 816 (1413) tarafından, 'Omar ’in halifeliği esnasında, Müsü tarihinde Musa Çelebî ’yı deviren Mehmed Çe­ al-Aş'ari eli ile ve Tustar ’ in işgalini mütea­ lebi, Rumeli işlerini tanzim ettikten sonra, Cü­ kip,: zaptedihniştir. Burası müslümaniara ken­ neyd 'e karşı cephe aldı ve onun elinde bulu­ diliğinden teslim olmuştur ( Balâzori, s. 382 ). nan Kıyma, Kayacık ve Nif kalelerini zaptetti; Sayf b. ‘ Omar ’in, Tabari ’de şehrin teslim ol­ İzmir üzerine yürüyerek, ro günlük muhasara­ masını köle Mukşif ’İn bîr hilesi ile izah eden, dan sonra, şehri ele geçirdi. Meydan muhare­ hikâyesi tamamen bir uydurmaya benzemekte­ besine girmeğe cesaret edemeyen Cüneyd pa­ dir ( Ja b a r i, I, .2367; İbn al-A şir II, s. 432) dişaha inkiyad etti. Ülkesi elinden a lın d ı; fa­ Râfızîlerin başı Mani ’nin derisi bu şehrin bir kat Nîğebolu valiliğine tâyin edilmek suretiy­ kapısına asılmıştır. Burası, Husrev I. tarafından le, kendisine bir tâviz verildi, te’sis edilmiş olup, Helenistik devre ait bilgi- ; 818 ( 1 41 5) senesinde vukuu muhtemel olan lerin ârâmî dili ile tedris edildiği bir tıp mek- , bu muharebe ile ona tckaddüm eden muhare­ tebİ ( bk, mad. BAHTİŞÛ ) ve felsefe tedrisatı ile beden bahsetmeyen türk menbâlan 814 OT411/ meşhûr idi. Bu mektep Abbâsîlerin hilâfetine 1412 ) ’te padişahın, Cüneyd ’i kendisine bi’at kadar devam etti. Şehir Y&'lçüb b. Layş al- etmeğe, namına hutbe okutmağa ve sikke bas­ Şsffar ( 362/263 = 875—877 ) ’ın payitahtı ol- tırmağa mecbur ettiğini nakletmektedir ( Leun­ niuş ve kendisi 263 ( 878 ) ’te burada Ölmüştür. clavius, ayn, esr.t s. 449—4 3 1; Â lî, ayn, esr,} s.



54û



■ -A .



CÜNEYD. ,



167; Sa'd al-Din, I, 56ı) , 822 ( 1 4 1 9) tarihin­ ve bâzan da Kara-Cüneyd diye anılır. Üzer­ de Eflâk ’te, Bayezid I. ’ in Ankara muharebe­ lerinde aynı zamanda Bayezid 'in oğlü Sul­ sinde kaybolan oğlu Mustafa olduğunu iddia tan Mehmed 'in ismi de görünen ve 813 ta­ eden bir sahte şehzade türedi. Cüneyd buna rihinde basılmış olması gereken gayet nâ­ İltihak etti ve Mehmed I, tarafından takip edil­ dir sikkelerde Gazi Cunayd şeklinde yazı­ diğinden, Düzme Mustafa ile birlikte, Selanik ’e lıdır ( neşredilmemiş kolleksîyonumda mev­ kaçtı. Bu şehrin Bizans ’a tâbi valisi de fira­ cuttur). En son defa beyliği ele geçirdiği rileri himaye etti. Padişahın talebi üzerine, devirde bastırdığı ve 825 tarihini taşıyan Düzme Mustafa Bizans imparatoru tarafından pek nâdir sikkeler üzerinde de adı, tuğra Linini adasında ve Cüneyd de İstanbul 'da bir şeklinde olmak üzere, „Cunayd b. İbrahim" manastırda hapsedildi. Mehmed I, ’în vefatından olarak görülmektedir. sonra, imparator Mustafa ’yı, Murad II. 'a karşı ( J. H. Mordtmann.) osmanlı tahtına namzet olarak, ortaya çıkardı. C Ü N E Y D . a l -CU N A YD b . (A bd ALCüneyd ’İ kendisine vezir tâyin eylemiş olan R a HMÂN AL-MüRRÎ, bir Emevî v a l i s i d i r . Şam Mustafa, Amasya 'dan koşup gelerek, düşman­ eşrafından ve I£ays kabilesinin bir kolu olan larını Uluâbâd ( Lopadion ) yakınlarında bek­ ûatafan kollarından Murra batnının reislerin­ lemekte olan Sultan Murad 'm üzerine yürüdü. den bulunan bu zâta, halife Yazid II. tarafın­ Burada padişah, Mustafa ile birleşmiş olan Ru­ dan, Hindistan ’da müslümanların eline geçen meli beylerini ondan ayırmağa muvaffak oldu. ülkenin idaresi verilmiş ise de, çok geçmeden, Bunun üzerine Cüneyd de Mustafa ’yı terkettî vazifesinden azledilmiştir. 107 ( 725/726 ) ’de o ( 1422 ) ve bir kaç tarafdarı ile birlikte, İz­ zamanki Irak ve şark umum valisi H ilid b. m ir’e gitti. Halk kendisini gayet iyi karşıladı. ’Abd Allah al-Kasri, kendisini yeniden Hindis­ Urla yanm adasından toplanmış ve şöyle-böy- tan ’a göndermiştir. Cunayd Indus ’a vâsıl olun­ ie teslih edilmiş bir kuvvetle, Aydm-oğlu Mus­ ca, çoktan beri İslâm dinini kabul etmiş ve tafa ’yı mağlûp etti ve öldürdü. Çok geçmeden, ‘ Omar II. tarafından bu havâimin hükümdarı evvelce sahip olduğu ülkeyi tekrar ele geçirdi. olarak, tanınmış olan hindli İbn Zahir ’e taarruz Her ihtimâle karşı sahilde, Sisam ( Sam os) etmiş ve onu öldürmüştür. Bazıları Cunayd’i adasının karşısında İpsili kalesinde kendisine İbn Zâhir'e karşı hâinâne hareket etmiş olmaksığınacak bir yer hazırladı. Filhakika vaziyet ■ ia itham ediyorlar. Bu vak’anm teferruatı hak­ müsaade eder-etmez, padişah bu tehlikeli zor­ kında sarih malûmatımız yo ktu r; mamafih şu bayı ortadan kaldırmak çârelerine baş vurdu ; cihet kat’î olarak tesbit edilmiştir ki, Cunayd, türk ordusu İzmir havalisine girdi. Cüneyd 'in îbn Zahir ’in, kendisinin aleyhinde şikâyette oğlu Kurd Haşan Akhisar civarında mağlûp bulunmak üzere, Irak ’a gitmeğe teşebbüs eden ve esir edildi, Cüneyd, îpsili ’ye çekildi ve ora­ kardeşi Sasa ’yı da, hiyle ile, Öldürtmüştür. da Karaman-oğlu 'ndan gelecek yardımı boş Cunayd, Hindistan 'da ikameti esnasında yap­ yere bekledi. Uzun bir muhasaradan sonra ve tığı bir kaç muvaffakiyetli seferi neticesinde, şehri deniz cihetinden abluka eden Ceneviz eline külliyetli mtkdarda ganimet geçirmiştir, gemilerinin tehdidi altında, Cüneyd teslim oldu m ( 729/730 ) ’de sogdluîar ve türkier ile mü­ ve ailesinin bütün efradı ile birlikte, idam edil­ câdeleye girişmiş olan Horasan valisi Ahras di, Çanakkale hapishanesinde mevkuf bulunan b. 'Abd Allah aî-Suîami azledildikten son­ oğlu Kurd Haşan ile kardeşi Hamza Bey de ra, halife Hişâm tarafından, Horasan valiliğine aynı zamanda idam edildiler. Türk menbâlanna Cunayd tâyin edilmiştir. Cunayd Ahras ’in im­ nazaran, Cüneyd ’e karşı iki sefer yapılmıştır. dadına koşmuş ve iki ordu Buhara ’da birleş­ Bunun birincisi, Verantius *a göre, 827 ( 1 424) miştir. Türkier Semerkand ’m yakınında bulu­ yılında ve ikinci sefer ise, bundan bir iki sene nan Zarmân ’da mağlûp edilmişler ve arap ordu­ sonra vâki olmuştur ( Leuncîavius, ayn. esr.. s, su da Horasan ’a dönmüştür. Estesİ sene Cunayd 506 v.d., 531 v.d d ,; Â şık Paşa-zâde, s, 78 ; Â lî, yeniden Tuharîstan ’a hücuma karar vermiştir ayn. esr., V, 203; Sa’ d al-Din, I, 324 v.dd.). Cunayd muhtelif istikametlere iki-üç fırka B i b l i y o g r a f y a : Esas kaynak için- göndermiş iken, Semerkand vâlİsi Savra b. aîbk. Ducas vakayinamesi, s. 79 v.d., 96 v.d., Hurr, kendisine türklerin Semerkand ’ı tehdit 103—121, 134, 139— 156, 165—176, 190—196; ettiklerini ve yardım kuvveti gönderilmediği Chalcondyle 204, 223; yukarıda zikredilmiş takdirde, düşmanı geri püskürtebilecek vazıyet­ olan muhtelif türk vekayinâmelerinden başka te olmadığım bildirmiştir. Cunayd hemen yola bk. bir de Feridun Bey, Miinşaât, I, 139 v.dd., çıkmış, Amu Derya ’yı geçmiş ve Keş şehrine 161. Cüneyd, Ducas'ta — Ttıveıyc» Chalcon- gelmiştir. Oradan Semerkand ’a, bîri çölden ve dyle ’de — Zouveıt'£r|ç ve Schiltberger ’de — diğeri dağdan olmak üzere, iki yol vardı. Z in eyd ve osrnanlılar tarafından — Izmir-oğlu Sıcakların şiddetini ve türkier tarafından çöl



CÜNEYD. yolundaki kuyuların kapatılmış olduğunu na zar-ı itibara alan Cunayd dağ yolunu tercib etli Fakat Semerkand ’a yakm bir geçitte türk Ka kanının ânî bir hücumuna uğraya: ak. Savra ’yi imdadına çağırmak mecburiyetinde kaldı. Savra hemen berekete geçti ise de, yolda kendisine düşman tarafından hücum edilerek, ordusunun bir kısmı ile birlikte, telef oldu. Cunayd, buna rağmen, yürüyüşüne devam etti ve Semerkand ’a girdi. Bunun üzerine türk hakanı Buhara istikametine döndü ve bu şehri muhasara etti. Fakat 112 veya 113 senesi ramazan (teşrin II. 731) ayında al-Tavâvis civarında türkler mağlûp oldular ve Cunayd Buhara ’ya girdi. Fakat bunun için halife Hişâm kendisine yeniden Basra ve Küfe ’den 20.000 kişilik bir ordu göndermeğe mecbur olmuştu. Bu ordu yolda Cunayd ’İn ordusu ile birleşmiş, bilâhare Se­ merkand ’a gönderilmişti. 116 senesi iptidasında (734 ilk baharında) vaktiyle halife Y azid b. ‘Abd al-Malik ’e isyan etmiş ve mağlûp edilmiş olan Yazid b. Muhallab ’in kızı al-Fâzila ile evlenmesi neticesinde halifenin gazabına uğra­ dığı için, Cunayd vazifesinden azledilmiş ve yerine ‘ Asim b. 'Abd Allah al-Hilâli tâyin edil­ miştir. Fakat yerine tâyin olunan vali Horasan ’a varmadan, Cunayd M erv’de, bir kalb kri­ zi neticesinde vefat etmiştir. [ Vaktiyle Ana­ dolu eşraf odalarında ve balkın sohbet için toplandığı yerlerde okunmakta olan muhtelif destanlar arasında bîr de Cüneyd Gâzî destanı mevcuttur ( bir nüshası için bk. Paris, Bibi. Nat., Kataî. Blochet, Su p p l, turc, nr. 236). Battal Gâzî, Kerb Gâzî v,s. destanlarının müsnedünîîeyhlert gibi, Emevt ve Abbasî hilâfetleri devrinde Bizans serhaddi kumandanları olan zevat hakkında, araplar arasında teşekkül eden ve Anadolu ’nun fethinden sonra tÜrklere intikal etmiş olan destanlardan biri olduğu ve bun­ dan Cunayd b. 'Abd al-RalımSn ’ ın Rum serhadlerinde bir vakitler gazalar yaptığı anlaşı­ labilir]. B i b l i y o g r a f y a ı Tabari ( nşr. de Goeje ), II, bk. fihrist; îbıı al-Asîr (nşr. Tora* berg ), IV, 466 ; V, 93—139 ; BalSzuri ( nşr. de Goeje ), s. 429, 442, 443 ; Weil, Geschichte der Chalifen, I, 620—633 ; Wellhausen, B âs arabische Reich, s. 286 ; Ibn 'Asâkir, Târih-i Dimaşlş ( bk. mad.). ( K . V. ZETTERSTEEN .) C Ü N EYD . CUNAYD, A bu ’l -ÇÂSİM B. AL-CUNAYD A L -H a ZZAZ AL-IC a V A R İR İ ( ? —910), Bagdadlı meşhûr m u t a s a v v ı f olup, aslen Nihâvendli bir aileye mensuptur ve Sari al-Sakati ’nia yeğenidir. 297 yahut 298 (909/910) ’de Bagdad’da Ölmüş ve Şuniziya kabristanında, dayısının türbesi yanma, defnedilmişim Cuaayd Bagdad ’da büyümüştür. Babası camcı idi,



ItlSm Ansiklopedisi



24i



Kendisinin kumaşçı ( hazzüz ) olduğu söyleni­ yor. Fakat dükkanında alış ve 'iş edeceğine, mütem’ diyen ibâdet ile meşgû. okudu. Cunayd, İmâm Şâfı'i ’nin talebesi Abü Savı İbrahim b. Hâlid ’den, fıkıh okudu ve 20 ya Şinda iken, onun huzurunda fetva verdi. Ta­ savvufu, dayısı Sari al-Sakati ve Hâriş alMuhâsibi ile zühd ve tevekkülü ile tanınmış Abü Ca'far al-Haddâd ’dan öğrendi. Rivâyete göre, daha çocukluğunda dayısı Sari al-Sakati ’nin önünde oynarken : — „ £ y çocuk şükür ne* d i r ? " — sualine karşı, meşhûr: — »Tanrının nimetleri ile yine o Tanrıya âsî olmamaktır" — cevabını vermiştir. Yine anlattıklarına göre. Haris al-Muhâsibi Cunayd ’i, evinden alarak, gezmeğe götürür ve kendisinden bâzı sualler sormasını isterm iş; bu suallere irticalen ver­ diği cevapları, sonradan kitap hâline getir­ miştir. Cunayd ilim ve tasavvufu şahsında topla­ mıştı. Belli-başlı müridi erinden olan ve mür­ şidinin sözlerini ve hâllerini bir kitap hâlinde toplayan Ca'far b. Muhammed al-Huîdi, şeyh­ leri arasında yalnız Cunayd’in nefsinde hâl ve ilmi aynı derecede cem’etmiş olduğunu söylüyor. Cunayd müridi erin ümmî olmalarını tercih etmekle beraber, mürşid için K ur an, hadîs ve fıkıh bilmenin zarurî olduğu fikrin­ dedir, Hattâ vecdin ilim içinde müstağrak olması keyfiyetinin, ilmin vecd içinde müstağ­ rak olmasından daha hayırlı olduğunu söylerdi. Cunayd tasavvuftan, bir ilim olarak, bahset­ mektedir. Ona göre, tasavvuf mertebelerine ( makamlarına) götüren yol, ancak zühd ve ibâdettir. Kendisi mütemadiyen evrâd ve ibâ­ det ile meşgul idi. Hattâ ölüm döşeğinde, vü­ cudu hareket edemez bir hâle geldiği vakit bile, evradını bırakmadığını kendisini ziya­ rete gelenler hayretle görmüşlerdi. Cunayd ibâdetin terki fikrinde bulunan sûfîlerin aley­ hinde idi. Irşâd hususunda fevkalâde bir istidada sahip bulunduğundan, zamanının bütün mutasavvıf­ ları tarafından sûfîlerin reisi ( sayyid a l- ia ifa ) olarak tanınmıştır, Basralı sûfîlerin reisi olan Sahi al-Tustari ölünce ( 3 8 3 = 869 ), Basralı sû­ fîlerin bir kısmı Bagdad ’a gelip, Cunayd ’e ilti­ hak etti. Mahabba ve «ns makamlarını kabul et­ meyen Gulâm Halil ’in, halifenin yanında sufîler aleyhinde çalışması neticesinde yapılan takibat­ tan ( mihna ), kendisini fakir göstererek, kurtul­ muştur, Cunayd, bâzı sûfîlerin kullandıkları mübalâğalı «özlerlerden ( şathiyat ) ve hâllerden uzak kalmakta beraber, bu gibi sözler söyleyen ve hâller gösterenleri müdafaa eder ve bu söz ve hâllere iyi mânalar vermeğe çalışır. Cunayd, BSyazid Bistami ’nin Şathiyat '1 için bîr şerh



15



14 i



CÜ NEYD.



yazmıştır. Sarrâe *ın Kitab al-luma ’mda bun­ dan bâzı iktibaslar vardır ( s. 380 v.d,)', Cunayd ’İn sözleri kısmen Ca'far al-Huldi tarafından toplanmış ise de, tasavvuf kitapla­ rında da, dağınık bîr hâlde, bulunmaktadır. Kendi eserlerinden bize pek az bir şey kal­ mıştır. Bunlar, toplu olarak, bir mecmua içinde bulunmaktadır ( Şehid A li Paşa kütüp., nr. 1374 ). Hepsi de gayet küçük hacimde olan risaleler ( I. D ava’ al-arvâh, II. Risâla f i ’l-suhr, III. Kitab al-fan a, IV. Kitâb al-m işâk, V . Kitâb f i 'l-ulâhiyai, VI. Kitab al-fahr bayn al-ihlâş va 'l-şîdk, VII. Kitâb al-iavhid, VIII. Kitâb al-âdâb m ufiakir ilâ A lla k ) ile arkadaşlarına yazdığı bâzı isimsiz risaleleri de vardır. , Cunayd ’in bu eserlerindeki üslûp fevkalâde mücerret ve muğlâktır. Eserleri ayrı bir tet­ kike mevzu olmadan evvel, Cunayd 'in akide­ leri hakkında müsbet bir şey söylemek hayli güçtür. Cunayd 'e göre, tasavvufun gayesi, ku­ lun Tanrının tedbir ve takdirine bağlı olması ve bütün hareket ve sükûnun Tanrıya âit ol­ duğunu bilmesidir. Öyle ki, kul yaradılışından evvelki hâlinde gibidir. Bu hâlin meydana ge­ tirilmesine : — Jş b â t al-kadam va işkât ylhadaş“ — der. Cunayd, samâ'.’a iştirak, etmiş ise de, tevâcild lü kabul etmemiştir. Ne için tevâcüd ’e gelmediği sorulduğu vakit, Nam al sûresinin şu âyeti ile, meşhur cevabını verm iştir: — »Dağ­ ları câmid görüyorsun; lâkin onlar, bulutların seyrânı gibi, seyrederler"— ( XXVII, 88 ). Ahlâka âit güzel sözlerinden biri de şudur: — »İnsan, yaradılışında olan şeyden dolayı, ayıplanmaz; fakat onlar ile amel ettiği zaman, ayıplanır."—. B i b l i y o g r a f y a i Sulami, T abakât . al-şufiya ( 2. ta b .); Abu Nu'aym al-Işfahâni, fîily a t al-avliyâ’ (Kahire, 1938), X, 255— .287 ; Abu Bekr al-Haiib al*Bağdâdİ, Târik B ağdâd (Kahire, 19 31), VII, 24ı—249, nr. . 3739! Cuilâbt Hucviri, K a şf al-mahcub ( nşr, V . jukovskİy ), Leningrad, 1926, s. 16 1—164 ( trc. Nicholson), Leîden, 1911, s. 129 v.d .5 Kuşayri, Risâla (Kahire, 1330), s. .18 v.d.-; İbn Haiİikân, Vafayât a l-a yâ n , nr. 143; Anşâri Haravi, T abakât al-şüfiya (N âfız Paşa kütüp,, nr. 426, var. 7 1 b v .d .) ; Subki, aUTabalçât al-kubrâ, II, 28—37 ; Fa, rıd al-Din ‘AttSr, Tazkirat al-avliyâ’ {nşr. . Nicholson ), II, 5. v .d .; Cami, Nafahât aUuns ..( t r c .. Lâmi'i,, s. 131—1 3 5 ) ; E. Massîgnon, .Recueil de Textes inedits concermant Vhis■ : İoire de.la Myotique en Poys d*İslam f Paris, 1929), s. .19—5 1: ayn. mil., Essai sur Les Origines du Lexique Tecknigue de la Mys-f iiyue. Muşulmane ( Paris, 1922),. s. 270 v.d.;



Arberry, al-D jun aid ( Handzvörterbuch des İslam, Leyden, 1941, s. 1 1 6 ) ; Brockelmann, G A L (2. tab,), I, 214 v.d .; SuppL, 354 v.d. ( H , R lT T E R .)



C Ü N E Y D . CU N AYD B, İBRAHİM ( ? — 1460), lâkabına nisbetle s a f e v î y e [ b. bk.] adı verilen tarikatın başı ve kurucusu olan Şeyh Safi al-Din Erdebiiî oğlu Şadr al-Din Müsâ oğlu ‘A la1 al-D in ‘A l i ’nin oğlu Şeyh Şah lâkabı İle meşhûr Şeyh İbrahim ’in altı oğlunun en büyüğüdür. Zamanında hakikaten İslâm dünyasında velî addedilen, pek büyük bir şöhret kazanan ve hükümdarlar tarafından ziyaret edilen Şeyh eA Iâ’ al-Din ‘ A li ’nin Kudüs ’te vefatından sonra, onun müridleri tarafından tarikatın baş şeyh­ liğine geçirilen oğlu İbrahim de, babası gibi, pek büyük hürmet ve itibar kazanmış ve ge­ rek İran.’da, gerekse Anadolu ’da, yayılmış olan tarikatı daha ziyâde ileriletmeğe ve kuvvetlen­ dirmeğe muvaffak olmuştu. Şeyh İbrahim ’in 851 ( 1 4 4 7 ) senesinde ölümü üzerine, onun müridieri, merhumun kardeşi olup, ilim, fazl, salâh ve kemâli ile şöhret bulan şeyh Cafer 'i şeyh yapmışlardı. Fakat bîr müddet sonra İbrahim ’in oğullarından Cüneyd şi’îlık ve râfızîlik fikirlerini ortaya atmış ve bu yüzden amcası ile arası açılmıştır. Erdebıl ’de tutunamayacağım anlayan Cüneyd, babasının mÜridlerinden bir kısmını yanına alarak, Arran, Azerbaycan ve şarkî Anadolu bölgelermde yayîak ve kışlak kuran türkmen oymak ve boyları arasında dolaşmağa, gerek Anadolu ve gerekse İran ’ın her tarafında bulunan safevîye tarikatı­ nın hâ ııkah ve zaviyelerine müridi er gönder er ek> tarikatın sâlikleri arasına ş i’îlik ve râfızîlik fi­ kirlerini sokmağa çalışmış ve mücerret bir di­ nin ulvî itikatlarından ziyâde, müşahhas, efsâ­ nevî ve hâilevî itikatlara ve hikâyelere daha zi­ yâde mütemayil olan göçebeler ile köylüler ara­ sında telkinler yaptırmıştır, Irak-ı Arap ve Hûzistan’daki arap kabilelerinin müşa’şa’ îye der nüen müfrit şİ’llik mezhebine girerek, bu böl­ gede ihtilâller çıkardıkları ve devletin başma büyük gaileler açtıkları bu sıralarda imparator­ luğunun istin at gâbı -bulunan türkmenlerin şi'îIeşmelerini ve râfızîleşmelerini ve kendini İmam Husayn ’den inen bir ailenin başı addeden bir adamın, yani Cüneyd ’in, etrafında toplanma­ larını iyi nazarla görmemeğe başlayan CihanŞah, bilâhare bunların da, müşa’şa’îler gibi, büyük bir tehlike teşkil edeceğini ve Cüneyd ’in de, Muhammed Fallâh gibi, imamet ve hükümet dâiyesi ile faaliyete geçeceğini ieyakkun ederek, ümerâsının ve Şeyh Cafer ’in teşvikleri ile Şeyh Cüneyd’i tazyika başlamış ve Kara-Koyunlu ülkesini terke mecbur etmiştir



CÜ N EYD. Bîr kısım müridİerini ve dervişlerini yanma alıp,1 Sivas eyâletine gelmeğe mecbur olan Şeyh Cüneyd orada tevakkuf ederek, derviş­ lerinden bir kaçını, hediyelerle, bir seecâde, teşbih; ve mushafîa birlikte, Sultan Murad II, ’a göndermiş ve mesken edinmek üzere, KürdBeli *ni kendisine temlik etmesini rica etmiş ve bu takdirde orada oturup, ona dua edeceğini bil­ dirmiş ise de, bu şeyhin memleket halkı arasında intişar etmekte olan şi'îlik hareket ve fikirlerini daha fazla yaymağa sebep olacağım ve milletin birliği için büyük bir tehlike teşkil edeceğini düşünerek: — „Bir. tahtta iki padişah sığmaz" — hitabı ile, onun isteğine red cevabı vermiştir. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Osmanlı topra­ ğını terke mecbur olmuş ye Karamanlı ülke­ sine gidip, Karaman-oğlu İbrahim Bey 'e :.iltica etmeğe ve ondan yurd istemeğe karar vermiş ve Konya ’ya gidip, Anadolu ’nun. en büyük tekyesi olan Şeyh Sadreddin Konevî zaviyesine misafir olmuştur. O esnada zeyni ye tarikatının müessisi olan Şeyh Zeyneddin Hâfl ’nin halifesi ve bu tarikatın Anadolu ’da yayıcısı olan ‘Abd al-Latif Makdisi Konya ’da ikamet etmekte ve bu zaviyenin şeyhi bulunmakta idi. ‘Abd alLatif fikir ve kanaatlerini iyi bildiği Cüneyd ile görüşmekten îstinkâf etmiş ve ancak onun müridi olan Hayr al-Din ( Hızır Bey ’in şakirdi ;olup, bilâhare Fâtih Sultan Mehmed ’in mual­ limi olmuştur ) vasıtası ile, onun suallerine ce­ vap vermiştir. Aralarında vukû bulan bir mü­ lakattan sonra, Cüneyd zaviye kütüphanesinde : mahfuz olan Muhyiddin Arabî ile Sadreddin :Konevî’nin eserlerini istinsah ettirmiştir, İkinci bir defa iki şeyh arasında sohbet vukua gel­ miş ve bu sohbet esnasında Cüneyd kendi mez­ hep ve kanaatini müdafaaya başlamış ve müna: kaşada mağlûp olduğunu gören Cüneyd, Kur an •’ ı'tezyif eder bir tarzda, tecavüzkâr bir lisan kullanmış ve başta hazret-İ 'Ali olmak üze­ re, ehî-i beytin medhİni ihtivâ eden âyetlerin K u ra n ’dan kasdan çıkarılmış olduğunu ve sa­ habeler hakkmdaki âyetlerin Allah kelâmı ol­ mayıp, onların sonradan uydurularak K u r’an ’m -içine konulmuş olduğu hakkmdaki müfrit şi’îîerin eskiden beri mevcut olan iddia ve kana­ atini izhar etmiştir. Bu mecliste hâzır bulunan ve ‘Abd al-Latif 'in müridi müverrih Aşık Paşa-zâde, maatteessüf, bize bu münakaşanın 'gün, ay ve hattâ senesini bile bildirmemekte ve yalnız münakaşanın hitamında Hoca Hayreddin 'in Cüneyd ’in koltuğuna girip, kendi odasına götürdüğünü, kendisinin de ‘Abd al. Latif ’in koltuğuna girip, odasma isal, ettiğini : nakletmektedir. Bu münakaşadan sonra Konya ’da ve Kara­ manlı ülkesinde oturamayacağını anlayan Cü*



neyd, ertesi gün şehri terk ederek* o sıralarda Varsak ülkesi diye de anılan Taş-Eİi ( İçel Üne müteveccihen hareket etmiş ve oradaki ,boy;;ve oymakları kendine bağlamağa, çalışmıştır. iDiğer taraftan Şeyh 'Abd ai-Latîf o sırad^*.Lârende ’de bulunmakta olan Kara man-oğlu? İbra­ him Bey ’e mektup yazıp, Şeyh Cüneyd in mak­ sadının safilik olmadığını ve asıl teşebbüs-ve hareketlerinin gayesi şeriatı bozmak ve evlâd-ı resûllük dâvası ile, emârete geçmek ol­ duğunu bildirmiştir. Bunun üzerine Karamanoğlu, Şeyh Cüneyd 'in yakalanması zımnında, Varsak beylerine emirler göndermiş, ise de, bundan haberdar olan Cüneyd, orada !•kazana­ bildiği adamları maiyetine alarak, sür'atle sa­ vuşmuş ve Ramazan-oğlu ’nun takibatına uğramaksızın, Adana bölgesinden geçmeğe jve Amanus bölgesine gitmeğe muvaffak olmuştur. Bu bölgeye hâkim olan Bilâl-oğlu ile münasebata gtrişen Cüneyd Ersuz dağında bulunan bir ıssız kaleyi ondan almış ve tâmİr ederek, orada yerleştikten sonra, Antakya; Kilis, Ayıntab, Maraş ve Harım bölgelerinde, bilhassa Amık ovasında, bulunan türkmenler arasına hdamlar göndererek, onları kendine kazanmağa çalışmış ve ekserisi Dul kadirli ulusuna mensup olan türkmenlerin bir kısmı ile bu bölgede oturan diğer boylann ve oymakların bir kısmını kazan­ mağa muvaffak olmuştur. Bu esnada Rumeli ve Anadolu ’da bulunan S i mavna Kadı sı-oğlu mûridleri ile, bir çok işsiz ve sergüzeştçi-kimse­ ler de giderek, onun yanında •toplandılar;- O esnada Bozdoğan-oğlu, İnal-oğlu, Özer-oğîin'y.b. boy beylerinin emri altında" bulunan Antakya, Hârım, Amık, Kilis ve Ayıntabv havâlish türkmenleri arasında bizzat gezmeğei've.' boy"böy, oymak-oymak dolaşarak, bunları kendine bağ­ lamağa çalışan Şeyh Cüneyd’in hareketi Mısır devletinin nazar-i dikkatinden'kaçmadı.-Zâten Şeyh Cüneyd ’in mahiyetini bilen Halep meşâyihinden ve Zeyneddin Hâfî müridferinden Ahmed Bekrî ile Abdülkerİm "■ Hâlife, -Mısır sultanı Çakmak ’a mektup yazarak* -onun-'hare­ ketlerinden ve teşebbüslerinden bahsetmişler­ dir. Sultan Çakmak Halep valisi' Kanbay al-Hamzavi al-Nâşiri -ye, onun te’dip ve tenkili için, emir gönderdi. Kanbay, hasta Öİduğu için, bizzat gidemeyerek, Halep ulu hâcibini* :âsker ile, Cüneyd 'in üzerine gönderdi. Cüneyd tâkip olunarak, 'adamlarından bîr kısmı telef- âdildi. Kendisi türkmenler arasına kâçti ise-de^bu sefer Özer-oğlu tarafından" takibe başlandı; bütün hı'al ve servetini ona vermek suretiyle, yakalanmaktan kurtuldu. Cüneyd, hemen tatüamiyle müstakil denecek derecede serbest yaşa■yan ve Mısır devletine ismen bağlı ölan Halep şimalinde ve garbındaki bölgelerdeki türlemen-



244



CÜNEYD.



leri elde etmek ve burada bir emaret tesis eylemek fikrine düşmüştü. Bu maksadının hâsıl olamayacağını görünce, buradan Kelkit havza­ sına ve Canik bölgesine giderek, Trabzon'u zaptetmeğe ve pek zayıf olan buradaki rum devletini kaldırarak, orada bir devlet te’sis etmeği kararlaştırdı, Maiyetindeki adamlar İle birlikte, Dulkadırlı ülkesinden geçmeğe muvafvaf olarak, Kelkit havzasına gitti ve Niksar emîri bulunan Tâceddin-oğlu Mehmed Bey ile buluştu ve haber gönderip, müridlerini maiye­ tine çağırdı. Anadolu ’nun her tarafından gelen müsellâh müridler Cüneyd 'in etrafına toplan­ dılar. Cüneyd, Mehmed Bey ile birlikte, Trab­ zon 'a yürüdü. Trabzon imparatoru Yuanis IV. Komnİnos deniz ve kara kuvvetlerini ve impa­ ratorluğun bütün zadeganını topladı. Al-Çakal denilen Aya-Fokas manatırı mevkiine kadar ileriledi. Şeyh Cüneyd ise, o zaman Kapanyon da tesmiye edilen Meliares boğazına gelip, yer­ leşmişti. Cüneyd taarruza geçerek, ordusunu perişan etti. Cüneyd ’in askerleri Aya-Fokas 'tâki imparatorun karargâhını işgal ve asker­ lerin bir kısmını esir ettiler. Şeyh Cüneyd ^Trabzon *u kuşattı ve taarruz e tti; fakat ala­ madı. 3 gün kadar muhasaradan sonra, karar­ gâhını kaldırdı ve tekrar Kelkit bölgesine döndü. Chalcondyl ’in vekâyinâmesinde uzun­ uza dı ya yazıldığı hâlde, senesi zikredilmeyen bu vak’amn İstanbul fethi veya onu takip eden 1454 senesi içinde vukua geldiği anlaşılmak­ tadır. İstanbul fethinden sonra Sultan Meh­ med II Trabzon imparatoruna haber gönderip, kendine haracgüzar olmağı kabul ettirmişti. Babası zamanından beri macerası mâlûm olan Şeyh Cüneyd'in devletine tâbi ve haracgüzâr olan bl.r hükümete taarruz ettiğini duyan pa­ dişah onun te’dip ve tenkiline Sivas beylerbeyi Hızır Bey ’i memur etti. Hızır Bey şark hudu­ dunda kuvvetler toplamakla meşgul olan şeyhin üzerine yürüdü. Mukavemet edemeyeceğini gören Cüneyd kaçmış ve o sırada Hısn-Kifa ( Haşan Keyf ) ’da kışlamakta olan Uzun Haşan Bey ’in yanma iltica etmiştir. Bu sergüzeştçi ve ihtilâlci şeyhi pek tehlikeli gören Ak-Koyunluiar reisi, evvelâ onu yakalayıp, tevkif etti ise de, onun, Cihan-Şah gibi büyük bir düşman karşısında 20.000 silâhlı sufî müride mâlik olan kendisini ihmâl etmeyerek, dost edinmesi lâzım geleceğini ihtar etmesi üzerine, hürriye­ tini iâde etmiş ve onun muhibbi olmuş ve bunu daha ileriye götürerek, kız kardeşi Hadice Begİm ’i ona tezvic etmiştir ki, bu izdivacdan Şah İsmail ’İn babası olan Şeyh Haydar [ b. bk.] dünyaya gelmiştir, Cüneyd’in müseltâh mürİdleri onun emri üzerine, Uzun Haşan \n yardımına gelmişler ve bir çok muhare­



belerine iştirak ile muvaffakiyetlerinde âmil olmuşlardır. 4 sene kadar Diyarbekir bölge­ sinde oturan ve dervişlerini muhtelif bölgelere göndererek, serbestçe propaganda yapan ve müridleri çoğalan ve her tarafa halife unvanlı vekiller gönderip, silâhlı dervişler ordusu vü­ cuda getiren Cüneyd bilâhare 1459 senesinde Haşan Bey 'den ayrılıp, Erdebil ’e dönerek, pro­ paganda merkezini ecdadının merkadlerini ih­ tiva etmesi sebebi ile, Safevî tarikatı münte-, sipleri tarafından mukaddes bir şehir sayılan bu beldeye nakletmek istemiştir. Fakat onu kendine rakip add ve aynı zamanda, müfrit kanaatlerinden dolayı, ondan nefret eden am­ cası Şeyh Cafer kendinin çok dostu ve oğlu Seyid K a sım ’m kayın pederi olan Cihan-Şah’ı tahrik etmiş ve o da Uzun Haşan ile akrabalık te’sıs eden Cüneyd’i büs-bütün tehlikeli göre­ rek, orasını terke mecbur eylemiştir. 1439 ( 863 ) senesi son baharında Erdebil hâricinde tevekkuf ederek her tarafa dervişlerini gönderen ve sofilerini çağıran Cüneyd, pek az zaman zar­ fında 12.000 silâhlı mürid toplamış ve bunların başına geçerek, Gürcüstan ’a ve çerkeslere kar­ şı gazaya çıkmıştır. Bu seferi yaparken, geç­ meğe mecbur olduğu Şirvan ülkesine girdiği zaman bu bölgenin hükümdarı olan Halil Allah ona adam göndererek, kendisine haracgüzâr olan gürcüler ve çerkesler üzerine gaza yap­ ması şer’an doğru olamayacağını bildirmiş ise de, Cüneyd bu ihtara ehemmiyet verme­ yerek, yoluna devam etmiş ve Gürcüstan ’a girerek, muhtelif kasaba ve köyleri yağmalayıp, ganimet toplamış ve bunları maiyetine tevzi ettikten sonra, kışı geçirmek üzere, Ş ir­ van ’a dönmüştür. Kendi ihtarı hilâfına hare­ ket eden Cüneyd ’in bu kadar müsellâh bir kuvvetle kendi memleketi içinde karargâh te’sis etmesini tehlikeli bulan ve o zamandaki selâtin ve mülûk ve ümerânın ekserisi gibi, Safevî tarikatine hürmetkar olan Halil Allah, Erdebil şeyhi Cafer ’den „Cüneyd ’in hilâfet ( baş şeyh­ lik ) ve irşad iddiasının doğru olmadığı ve bir haricî olan bu adamın te’dibı lâzım ol­ duğu yolunda** bir mektup almış ve kuv-:: vetlerinı cemederek, onun üzerine yürümeğe hazırlanmış; fakat bundan evvel beylerbeyini göndererek, onu Şirvan ülkesini terk ederek,. başka bir yere gitmeğe davet etmiştir. Şeyh Cüneyd’in bu adamı öldürmesi üzerine, Şirvan hükümdarı, faik bir kuvvetle, onun üzerine yü­ rüdü. 3 mart 1460 senesinde vuku bulan şid­ detli bir muharebede Cüneyd ’İn bir ok isabeti ile telef olması üzerine, maiyeti, perişan olarak, dağıldı. Cenazesi Kuruyal mevkiinde gömülmüş : ve müridlerine ziyaretgâh olan bu kabir bilâhare torunu Şah İsmail tarafından muhteşem bir



C Ü N EYD türbe hâline getirilmiştir. Onun müridleri, va­ siyeti mucibince, büyük oğlu Hoca Mehpıed ’i bertaraf ederek, annesi Ak-Koyunlulardan olan küçük oğlu Haydar ’ı kendilerine muktedâ add­ edip, onun etrafında toplanmışlardır, Anadolu ’da bulunan ve Cüneyd’in ölümüne inanmayan müridlerinden bir kısmı oda ben­ zeyen ve Tokat’ta böyle bir iddia ile ortaya ■ çıkan bir adamın etrafında toplanmışlarsa, da, bu adam yakalanarak, İstanbul ’a getirilmiş ve padişahın hocası bulunan ve evvelce Cüneyd ’in hocalığını yaptığı zikredilen Hayreddin’ e gös­ terilmiş ve aslı olmadığı ve celâliye tafikatinin başı olan Celâl olduğu anlaşılarak, geiri gön­ derilmişti. Kurdukları veya İntisap ettikleri tarikatlere istinat ederek, Arabistan’dâ ve şi­ malî. Afrika ’da devletler te’sis eden ve'ekserisi işerİflik veya seyidlik iddia eden şeyhler gibi, ■ faaliyet gösteren ve fakat muvaffak olamayan .Cüneyd ’in hareketi oğlu Haydar ile bunun oğulları Ali ve İsmail taraflarından tekrarlan­ mıştır. Haydar ile Ali de Cüneyd’in akıbetine uğramışlardır. Îsmaiî ise, muvaffak olarak, Safevî devletini kurmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Aşık Paşa-zâde, Tarih-i âl~i Osman ( İstanbul, 1332 ), ş, 264— 267 î Haşan Bey Rumlu, Ahsan al-İavarih ( Nuruosmaniye kütüp., nr, 3317 } ; Mirhond, ■ Ijlabib al-siyar (Tahran, 1271), III, 328 v.d.; Mirza Hüseyin Cenâbedî, Ravzat al-safaviya (Lala İsmail Efendi kütüp., nr. 346) ; Hü, şeyin Zahidi, Silsila al-nasab Ş a fa viya ( Ber. 1in, 13 4 3 ), s. 6 7 ; Chaîcondyîe, H isi. de la decadence de Vempire Grec ( frns. tjrc. Vigenere Bourbonnois, Paris, 16 12 ), s. 262 v.d.; , WÜİiam Miller, Trebizond, ihe last Greck Empire ( Loadon, 1926), s. 83 v.d. (M ükrîmîn H. Y inÂkç .) . C Ü R CÂN . CURCAN, eski fars. VgK Â N A , yeni fars. GllRGÂN ( bizansl ılarca Tdoya ) olup, kadîm Hyrcania eyâletidir ki, Hazer denizinin cenûb- i şarkı köşesinde kâindir. Hattâ bu deniz, ikinci ismi olan B ah r Curcân ( „mare ' Hyrcanum" ) adını bundan almıştır, i Merkezi Astarabâd [ b. bk.] eyâletini teşkil eden bu kadîm mıntaka, coğrafya bakımından olduğu gibi, iklim itibarı 'ile de âdeta tropı’n sıcak ve ratıp bir bölgesi olan Mâzandaânile şimalde Dehistân stepleri arasında bir .intikal sahasıdır. Atrek [ b. bk.] ile CurcanSd nehirleri, toprağı bereketli bir hâle getirekle beraber, vücuda getirdikleri feyezanlar e bunların mucip olduğu sıtmalar yüzünden, emleket için bir âfet olmaktadır. Curcân, şimalden gelen göçebelere karşı bir dut memleketi olarak, Sâsânî devimde müni bir rol oynamıştır. Memleketi Dehistân



CÜ RCÂN .



245



steplerinde (şSl, ç o l; krş. Hoffmann, Aızszüge aus syr. Akt. pers. Mart., s. 277 v. d d .) otu­ ran göçebelere karşı müdafaa İçin, Şahrİstân-i Yezdgird ve Şahr-i Peröz kaleleri bina edil­ mişti ( bk. Marquart, Erânşahr, s. 51 ve 56). Hattâ hudut üzerinde yapılmış olan uzun bir duvar memleketi şimale karşı korumakta idi (k rş. Bibi. Geogr. A r., VI, 261 v. d d .; Vâmbery, Reise in Mittelasien2, s. 43 v. dd.). Daha 30 ( 6 5 1 ) yılında S a'id b. al-'Â ş ’m Curcân «melikini" vergiye bağlamış olduğu söylenir. Fakat memleket, kat’ı olarak, Yazîd b. al-Muhalîab (98 — 716) zamanında işgal edilmiştir. O tarihte Curcân hükümdarı Marzbân ’lardan biri İdi. Hakikî iktidar Şül adında bîr türk beyinin elinde bulunuyordu ( bk. Wellhausen, Arab. Reich, s. 278 v. dd.). Gemi işlemesine elverişli olan Andarhâz (bugünkü Curcân-Rud) nehrinin vadisinde otu­ ran serkeş ahâliyi te’dip ettikten sonra, Yazid, Curcân şehrini yeniden bina ettirdi ve şehir bundan sonra eyâletin merkezi oldu ( Yâküt, II, 48 v. dd.). m . ( IX.) ve IV. ( X.) asırlarda Curcân ’m pek mâmur bir şehir olması icap eder. Yalnız nehriıı suları ile münbitieşen ve başlıca mahsûlü ipek olan civar bahçeleri ile değil, şimalden gelen ticaret kervanlarının durağı olmakla da şöhret kazanmıştı ( B ibi, Geogr. A r., VI, 154). Şehri nehir ikiye böl­ müştü. Şarkta Şahrastân adı verilen ve Mukaddasi ’niıı 9 kapışım saydığı asıl kısım ile garpta Bakrâbâd ( bu arap kabilelerinin iskâ­ nından dolayı böyle bir ad alm ıştır) mahal­ lesi birbirine bir köprü Ne bağlanmıştı ( krş. ayn. esr., I, 212 v. d d .; II, 272 v . d . ; IH, 337 v.d.). Mamafih dâhil! nizâ ve ihtilâfların şehrin refah ve urorâmm, çok geçmeden, ciddî bir şekilde tehdide başladığı da anlaşılmakta­ dır. ‘Alî evlâdı propagandası da Hazer denizi memleketlerinde müsait bir sâha bulmuştu. Taberistan ’daki ‘A li hanedanının hâkimiyeti Curcân eyâletine kadar yayılmış ve Muhammed b. Ca'far al-Şâdik ’m Curcân da bulunan rne zarı ziyâretgâh olmuştu ( Kazvinİ, II, 378 ). Bu mmtakalarda daimî surette hüküm süren kargaşalıklar, Mardâvic b. Ziyâr ’ın, 316 ( 928 ) ’da, Daylamilerin yardımları ile, Curcân ’da bir devlet kurmasına yol açtı. Bu devlet, Sâmâ nîlere ve sonraları Gaznetilere tâbi vaziyetinde bulunmakla beraber, bir asırdan fazla devam etti [ bk. mad. ZİYÂRÎ ]. Melik Kâbus b Vaşm gir ( 366—403 = 976—1012 ) ’in mezarının kub besi o devri hatırlatır. Şehrin, moğul istilâsı yüzünden, harâp olduğu anlaşılıyor. Mustavfi (k rş. J R A S , 1902. s. 743 v.d.), VIII. (X IV .) asırda burasını bir harabe yığını olarak tasvir eder, Timur un 795 ( 1393 )



C Ü RCÂ N — CÜ RCÂ N Î.



246.



tarihinde nehir sahilinde bina ettirdiği sarayın inşasından ısonra bile .(, îdâfiz Abrû, bk. G. le Strangeç.r.Eastern Calipkate, s. 378), Curcân eski ümranına hiç bir zaman kavuşamamıştır. Kâtib Çelebi ( Cih&nnumâ, İstanbul, 1145, s, 339 ) ise, Curcân ’dan; moğul devrinden sonra tekrar ıkürulmuş ve hâlis şi’îler ile meskûn bir şehir, olarak, bahseder. Curcânrüd ile Sumbar ’in birbirine karışır­ ken vücuda getirdikleri köşede bulunan ve henüz tetkik edilmemiş olan bir harabe yığı­ nından başka, Curcân şehrinin-- mevkiini göster reüt.hiç bir alâmet yoktur. Yalnız takriben 3 kmv şimâl-i şarkîde ve nehrin ancak 1 km. ce­ nubunda bulunan ^Gumbad-i Çâbüs, zamanın ve insanlarla tahripkârhğına rağmen, bugüne ka­ dar dayanmış bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Haraza b. Yûsuf aî-Sahrrii (.öîm. 4 2 7 = 1036 ), Kitâb m arifa t .'ulama* Gürcan ( nıebzûl malzemeyi ihtiva edebilir; O zford,■ BibL Bodl. Cod. Cat,, î, 7 4 6 }. — A S T A R Â B Â D maddesinde mezkûr bib­ liyografyadan başka, bk. bir de Marquart, •Erönşahr, s. 72 v. d d ,; G. îe Strange, £a stern Calipakte, s. 376 v. d d .; C. E. Yate, Hurasan and Şist an, s. 239 v.dd. ( krş. Gumbaz-î •d£abüs, trc. s. 231 ile Dorn, Caspia, s. 9 1 ) ; •W. Barthold, Iran, s. 80 ve Turkestan, I, 63. ■■■■'■■



_



( R . H a r t m a n n .)



C Ü R C Â N Î. CURCANİ, ' A d b . M u h a m m e d AL-S a YYİD AL-Ş a RÎF' ( 1340— 14 13), Astarâbâd ( Gürcan ) civarında Tâcü'da 24 şaban 740 { ı$4 0 ')’ta doğmuştur. 766 ( 1365 ) ’da Herat ’a gidfclrek,'Abü ‘Abd Allah Kutb al-Din Muham­ med b. Muhammed al-Râzı ’nin, mantığa dâir, Ş anisiyâ*ya yazdığı şerhini kendisinden oku­ mak ;istemiş ise de. Kutb aî-Din ihtiyarlığını ileri ‘sürerek, Mısır ’da bulunan talebesi Mubârak Şâh 'a gitmesini tavsiye etmiştir. Fakat Curcani, evvelâ H erat’ta kaldıktan sonra, K ir­ man’a giderek, Niksari 'den ders görmek iste­ mişse de, bu son zât da Sayyid Ş arif ’in oraya vusulünden evvel ölmüştür. Şams aî-Din Mu­ hammed al-Fanâri ile Karaman ’da buluştuktan sonra, Mısir ’a giderek, orada Akmal' al-Diıı M. Mahmüd al-Bâbarti ’den ders okumuştur. Ders şerikleri arasında, Simavna Kadısı-oğlu, şâir Ahmedi ve Hekim Hacı Paşa gibi, meşhûr zâtlar1 vardır. 1374 ’te İstanbul ’u ziyaret etmiş ve öradan şarka dönmüştür. Taftazâni kendisini Kaşr-i Zârd ’de Şâh Şucâ' ’a takdim etmiş ve şah da kendisine Ş ira z ’da bir med­ rese müderrisliği vermiştir. 1387 ’de Timur, Şırâz ’ı zapt ettiği zaman, onu Semerkand ’a yollamış Ve orada, Kur'an, II, 3, âyetindeki istiareler üzerine, Taftazâni île cereyan eden mubâhasede kazanarak, Timur *un nazar ibda



Taftazâni ’ye tefevvuk etmiştir ( 77 1 = 1389). Timur ’un Ölümünden sonra, Şiraz ’a dönmüş ve orada 6 rebiüîâhır 816 ( 1 4 1 3 ) ’da Ölmüştür, Islâm uleması bir müddet, Sa'd al-Dİn Taftazâni ve Sayyid Şarif Curcani tarafdarı olarak,, ikiye ayrılmışlarsa da meselenin hakikati şu­ dur ki, Sa'd al-Din ile kapanan mütekaddimin devrinden sonra açılan müteahbirin-i ulema devrinin birincisi bu Sayyid Şarif Curcani ’dir.. Türkiye, Iran, Hind ve Türkistan ulemasının icazetname silsilelerinin bîr kısmı Sa'd al-Din Taftazâni .yolu ile ve diğer kısmı da Sayyid Şarif yolu ileFahr aî-Din Râzi ’ye müntehi olur. Ctırcâni ’nıri eserleri hakkında malûmat almak için bk. G A L , G H, 2 1 6 ; Suppl., î, 304,. 515; II, 305 ve Mükrimin Halil Ymanç, S ey id Ş e r if CürcĞnî ( Tarihten sesler mecm., nr. 15, 19, 22.) B i b l i y o g r a f y a : H vândmir, H abib al-siyar (Bombay, 1857 ), III, 3, 89; Suyüti, B uğyat al-vuüt (Kahire, 1326), s. 331; Mecdi Efendi, Tercüme-i şakayık ■( İstanbul, 1269), s. 41, 4 2; Taşköprü-zâde Kemâieddin Mehmed, M avzuüt al-u lu m ( İstanbul, 1313 ), I, 236 v. d .; K a ş f al-zunün ; Sergİs, Mu cam a l-m atbu ât,; S. de Saey, Notices et extraiis des Mss., X, 4 v.d. 1 C Ü R C Â N Î. CURCANİ, F ahr a l -DIn A s'AD C ü R C Â N Î, İran ş â i r i olup, F is u ram in isimli mesnevinin müellifidir. Hayâtına dâir ma­ lûmatımız hemen yok gibidir. ‘Avfi ( Lubab a lalbab, II, 240 ), bu mesneviden başka, şâirin ancak 5 mısra kadar şiirine tesadüf edebildi­ ğini kaydediyor. İktibas ettiği bu satırlarda şâir hâmisi Şikat al-Mulk Şahriyâr ’m, yazdığı bir çok-şiirlere rağmen, kendisini takdir etme­ mesinden mütevellit kederini ifâde etmektedir. Peblevî aslı esas tutularak, nazmedİldiği söylenilen F ıs u ram in mesnevisi, Davlatşâb tarafından, bir yerde — Nizami 'Arüzi Samarkandi ’ye ve diğer bir yerde de — Nizami Gancavi' ’ye İsnat edilmektedir ( bk. Tazkirat alş u a r a , nşr, Brovvne, s. 60 ve 130). Bu eser takriben 434—447 ( IO42— 1055 ) senelerinde Selçuk sultam Tuğrul Bey ’in bİzanshlara ga­ lebe çaldığı sıralarda te ’lif edilerek, veziri ‘Amid al-Din Abu *1-Fath Muzaffar Nişâbûri ’ye ithaf edilmiştir. XVI, asır türk şâirlerin­ den Lâm i'i Çelebi ’nin türkçeye naklettiği bu mesnevinin (krş. Gibb, A History of ottoman Poetry, III, 22 ve 360) ehemmiyeti Brovvne ve Et he ’ye göre, mesnevilerdeki romantik husu­ siyetler île kahramanlığa âit vasıfların bu eserde tefrik edilmiş olmasındadır. Eser 1865 ’te Nassau Lees ( ‘Bibliothecd Indica, Calcutta ) tara­ fından, nakıs bir yazmadan, tabedilmİştir. B i b l i y o g r a f y a : 'A vfi, Lubab- alalbâb ( nşr. Brovvne ), II, 240; G raf ( Z D M G ,



CÜ RC N Î XXIII) 375 v. dd,); Ethe» Grundriss der İran, philoîogie, II, 240; Brovvne, A literary history o f persia, II, 274 v.d ,; C. Rieu, Catalogue o f îke P e r si an Mss. o f i he B riiish : Museum (IX, S22a ) ; H. Ethe, Çatal, o f Persian Mss. in the ' Library o f the îndia office, Catt. o f the Mss. in the Bodleian Library ( nr. 522). ( K ASIM K U FR A LI.) C Ü R C  N Î. a L - C U R C  N Î , N u r a l D î n M u h a m m e d ( ? —1434), ‘ A l î a l * C u r c a n ! [ yk, bk.] ’nin oğludur. 838 (1434 ) ’de Şiraz ’da ölmüştür. Babası tarafından kendisi için farsça yazılmış olan, mantıka dâir, bir eseri tercüme ve yine babasının Risâla f i ’l-uşül ’ü ile Taftazan i-zade ’nin îrşâ d al-hâdi adlı gramerini de şerh etmiştir. Kendisi de al-Ğ urra f i ’l-mant ik ’ 1 yazdı. Bu eser, Şafavi ( öîm. 953 = 1546) tarafından, şerh edilmiştir ( bk. de Slane, Ç a­ tal. des Mss, ar. de la Bibi. Nat., nşr. 2397 ). B i b l i y o g r a f y a : H vândmir, Jflabib al-siyar, III, 3 , 1 4 7 ; Brockelmann, G A L , II, 2 1 0 ; S u p p l, II, 2 9 4 . ( C . B r o c k e l m a n n .) C Ü R C  N Î. a l -CU RCAN I, Z a y n a l DÎn A b u ’l - F a z â ’î l , İ s m â 'Î l b . a l - H u s a y n A L-C U R C  N İ A L-H v RtZM ŞÂ H İ ( ? — 1x36 ), arap t a b i b i olup, 530 (1136 ) ’da Ölmüştür. Bir çok küçük ederlerinden başka tıbba dâir 2 kitabı vardır. Bunlardan biri 'Ala* al-Din ‘ Al i Arslan' için yazılmış olan Muhtaşar-ı 'A la i ’nin, al-Tazkira al-a şrafiya f i ’l-sin aa al-tibbiya ( bk. de Slane, Catalogue des Mss. ar. de la Bibliotheyae Nationale, nr. 2 9 , 2 9 9 5 5 ) adı ile, arapça tercümesi v e diğeri Hvârizınşâh için yazılmış olup, adı Zahira-i HvSrizmşahl ( Yeni Cami kütüp., nr. 9 1 5 , 9 1 6 )’d î r ; bk. Wüstenfeld, A r ab.  rzie, nr. 165; Brockelmann, G A L , I, 4 8 7 ; Suppl., s. 8 8 9 v .d , ( C . B r o c k e l m a n n .) C Ü R ’E T . CUR’ A T ( ? - ı 8 ı o ) , Dehlİ ’nin mümtaz bir şâiri olan Ş a y h K A LA N D A R BAHŞ ’m m a h l â s ı d ı r . A sıl adı Yahya Aman olup, üâfiz Aman ’m oğludur. Ecdadına Ekber tara­ fından A m a n unvanı verilmişti. Bunlardan biri, R â V Aman; Dehli ’nin Nâdir Şâh tara­ fından yağma ve tahribi esnasında ( 1 739) öl­ dürülmüştür. ikamet etmiş olduğu sokak hâlâ Gur’at adım taşır, Cur’at evvelâ, Bareiüy nevvâbı Hâfiz Rahmat Hân ’m oğlu nevvâb Mahabbat H ân’ın nezdiride vazife almış iken, 1215 ( 1 8 0 0 ) ’te Ş â h ‘A la m ’in oğlu Mirza Sulaymân Şikü h ’ün himayesine mazhar olarak, Lucknovv . ’da yerleşmiştir. Cur’at 1 2 2 5 ( 1 8 1 0 ) ’te bu şe­ hirde vefat etmiştir. Ş iir yazma san’atım Mirza Ca'far ‘Ali H asrat’in rehberliği île Öğrenmişti. Musiki ve hey’et ilmine de aşina îdi, Nassâh ’m rivayetine göre4 ( Suhan-i şu ara, s. 102), Cur’at, geçirdiği çiçek hastalığı1 neticesinde, 19 yaşında kör olmuştu. Divanından bâzı par-



CÜREYC.



Çalar A g ra ’da Sayyid Husayn Biigrâmî tara­ fından çıkarılan Muhtar-i aş'ar ( 1897 ) ismin­ deki mecmuada intişar etmiştir. Külliyâtının bir nüshası Briiish Museum kütüphanesinde mevcuttur. ' ( J . F . BLUMHARDT.) C Ü R E Y C . C U RA YC, Bani İsra’îl arasında yaşamış bir zâhittir. Islâm menbâları Cüreyc ’in, aşağıda görüleceği gibi, manastıra çekilip, ora­ da yaşamış olması dolayısıyle, Isa‘ile Peygam­ ber arasındaki zamanda yetişmiş bir hıristiyan zahidi olması lâzım geldiğini’ ileri sürmekle­ dirler. Abü Salama ’nin rivâyet ettiği hadîse göre. Önceleri ticaretle meşgulken, hayırlı kazancın ancak ibadetle te'mİn edilebileceğine kani ol­ muş ve çekildiği savma'a ’ da ibâdete ko­ yulmuştur. Bir gün, kendisini görmek için, savmaasmm kapısına gelen annesinin dâvetine aldırış etmeyerek, ibâdetine devam etmiş ve böylece annesinin bedduasına uğramıştır. Kötü kadınların şerrine uğramasını temenni eden bu beddua üzerine, kendisini baştan çıkarmağa çalışan bir kadının arzusuna ehemmiyet ver­ meyerek, davetini tamamiyle reddedince, kadın Cüreyc ’in, Şuhayb isimli bir çobandan edin­ diği çocuğunun gayr-ı meşru babası olduğunu ilân eder. Halk âbİd ve zâhıd tanıdığı Cüreyc ’in böyle bir fiili irtikâp etmiş olmasını hazmedemeyerek, savmaasını yıkıp kendisine eza ve cefa edince ' Cüreyc, çocuğa babasının kim ol­ duğunu sorar. Çocuğun, babasının bir çoban olduğunu açıkça her kese bildirmesi üzerine, ahâli yaptığına pişman olarak, Cüreyc ’in savmaz­ sım yeniden yapıp, kendisinden af d iler.— Bu kıssa, nafile namazı kılan bir kimseyi, namaz­ da iken, annesi çağırırsa, cevap vermesinin va­ cip olduğuna deîîi olarak, hadis kitaplarında zikredilir. Mamafih Buharı, kıssayı hâvî hadisi bir de „Bir kimsehin yıktığı bir duvarı aynı şekilde yeniden yapması lâzımdır" kaziyesine şâhid olarak, irad etmektedir ( bk. Sahih aîBuhari, İstanbul, 1315, III, 108). Tasavvuf ki­ taplarında da velîlerin kerametine delil olarak zikredildiörî vâkidır (krş, msl, Kuşayri, al-Risâla, Bulak, 1284, s. 209; ‘Arüsİ, N ataic alafkâr, Bulak, 1290, IV, 161 ). B i b l i y o g r a f y a : Buharı, Sahih ( İs­ tanbul, 1315), II, 60 v .d .; IV, 140; ‘Askalâni, Fath al-bâri ( Bulak, 1301 ), II, 344 ; V, ,91; VI, 344, 373 ; 'Ayni, 'Umdat a lk â r ı ( İstan­ bul, 1309), 1 1 1 , 7 1 4 ; VI, 159; VII, 243,-468; Kastallânİ, îrşâ d al-sari. (Bulak, 1267), II, 291; IV, 226; V, 331 ; Müslim, Sahih ( Mısır, 1290), II, 276; Navâvi, Şarh sahih Musltm ( Kaslallâni şerhi kenarında; Bulak, 1293), IX, 549; îbn Kaşır, al-Bidat a (M ısır, 1932 ), II, 134 ; Balhi, a l-la d ’ va ’l-iöı ih ( nşr. H u art),



248



CÜ REYC -



s. 135; Samarkandı, al-Tanbîk ( Kahire, 1309 ), $, 22i. ( K asim K ufrali .) C Ü RH Ü M . CURHUM yahut C urham { btzansh Stephanus ’ta Pomatta), kadîm a r a p k a b i l e s i d i r . Rivayete göre, eskiden Mek­ k e ’de yerleşmişler ve oraya da Yem en’den hicret etmişlerdi. Bu kabile daha iik zaman­ larda, bîr âfet sebebinden, mahvolmuş olacak­ tır. Çünkü Peygamberin muasırı olan bir şâir ( îbn Hişâm, s. 468, 3 ; krş. Kâmil, nşr. Wright, . s. 445,2 } bu kabileyi Kurayşîlere, ‘ Ad kavmi ile beraber, âkı betler inden ibret alınacak bir misal olmak üzere gösteriyor. Bu sebepledir ki, sonraki ensab mütahassısları Curhumleri, ‘Amaleka ile ‘ Ad ve Şamüd v.b, birlikte, en eski arap aileleri ( ‘ arab al-'âriba) sırasına koyarlar ve bunların ‘Âbar ('E b e r ) neslinden geldiğini söylerler. Bu kabileler arasında Kabtânİlerden—ki bunlau da bazıları ismaiîîlerden addederler— başkası zeval bulmuştur. Bununla beraber Curhum nesli büs-bütün ortadan kalk­ mamıştır. Çünkü Hassan b. Sabit bunların iz­ lerini biliyor ( D ivân, Kahire, 131, İbn Hişâm, s, 251}. Bunların ahfadından bâzıları II. ( VIII.) asırda Mekke hayalisinin sahil boylarında sakin bulunuyorlardı. Diğer taraftan Bani Lilıyan ’ın, Curhum soyundan geldiğine dâir olan rivayet (T aban, nşr. de Goeje, I, 749) ensabcıîann hayal mahsullerinden biridir. Arap an’anesine göre, İsmâ!il Şilesine men­ sup olan Curhumler eskiden Mekke *de hâkim bîr mevkide bulunuyorlardı. Dîne karşı hür­ metsizlikleri sebebinden, Huzâ'aîar tarafından Mekke ’den koğuluncaya kadar, Kabe ’yi idare etmişlerdir. Bu hususta yayılmış olan bütün masallar tabiî kıymetsiz şeyler olmakla bera­ ber, bu rivayetin esasında bir hakikat vardır. Şâir Zuhayr ( M uallaka, V, 16 ) Kureyşîler ile Curhumîerin inşâ ettikleri ve etrafında tavaf eyledikleri ev adına yemin eder. Başka bir şâir ( A ' ş â ) de Kuşayy ile Ibn Curhum’ün inşâ ettikleri mukaddes makam üzerine yemin etmektedir. Bu suretle Curhumîerin Kabe ’nin inşâsına iştirak ettikleri tasdik edilmiş olu­ yorsa da, bu keyfiyet Kabe muhafızlığının, nihayet Kureyşîlere intikal edinceye kadar, devamlı olarak, onların uhdesinde bulunduğu hakkındaki rivayete uygun düşmüyor. B i b l i y a g r a / y a t Ibn Hişâm ( nşr. W üstenfeld), 4, 71—74; Tabari, Annales (nşr. de Goeje), I, 219, 283, 749, 768, 904, 1088, 1096, 1 1 3 1 —1134; Azraki ( Chroniken von Mekka, nşr. Wüstenfeld, I), 44—36; Ibn Kutayba, Kitâb al-ma’â r if ( nşr. Wüstenfeld ), 31 3 ; Kitab al-A ğânl, XIII, n o ; Mas udi, Murûc ( nşr, B. de Meynard ve Courtelle), IH, 95—103; ayn, mil., Tanbih {B ib i.



CÜ VEYN . geogr. arab., nşr. de Goeje, VJII, 8 2 , 1 8 5 , 2 0 2 ); İbn al-Fakdh ( ayn esr,, V ), 2 7 ; Ibn Rusteh ( ayn esr.,' VIî ), 2 9 , 6 0 ; Bekri, Geogr. Wörierbuch ( nşr. W üstenfeld), s. 4 8 9 ; Kâmil ( nşr. W righ t), s. 2 6 5 ; İbn ‘Abd Rabbihi, a l-ÎJfd al-farld , II: 60; Caussin de Pereeval, Bssai sur İkistoire des Arabes, I, 33 v.dd., 1 6 8 , 177, 1 9 4 — 2 0 1 , 2 1 8 ; Nöldeke {Z D M G , XLI, 7 1 7 ve Fünf M o'allaqât, III, 2 6 v.d.), ( F r . B uhl .) C Ü V E Y N . C U V AYN , İran ’da bir çok mev­ kiin adıdır. 1. A rdaşir H u rra’de Ş i r a z ’dan 5 fersah mesafede Arracân yolu üzerinde, umumiyetle C u v a y n adı verilen, bugünkü G o y u m kö­ yüdür ( bk. G, le Strange, Eastern Caliphaie, s. 253; P. Schwarz, İran im M itielalier, s. 44,.173, 179). Dârabcird eyâletinde, bugün Juvun deni­ len, Cuvaym Abi Ahmed adım taşıyan yer ile ■ karıştırılmamalıdır (b k . G. le Strange, ayn, esr., s. 254; P. Schvvarz, ayn. esr. , s. 102 ve 201). 2. C u v a y n ( Güyân da yazılır }, N i ş â p û r memleketinde, Bayhak île Cacarm arasında, bir bölge olup, Bistim ’dan gelen kervan yolu bu­ radan geçer. Merkezine eskiden Azâdvâr, son­ raları Fariyümad ( bk. J R A S , 1902, 735 ) adı verilen bu bölgede Yaîfüt (II, 164 v.dd.) ’un, Abu ’i-Kâsîm al-Bay hak i ’ye atfen, verdiği ma­ lumata göre, 189 köy vardı. Bu köylerin hepsi bölgenin şimal yarısında bulunuyordu; cenup yarısı meskûn değildi ( krş. G . le Strange, Eastern Caliphate, s. 391 v.dd,). Şimalde ve cenupta sıra-sıra tepeler ile çevrilmiş olan Cu­ vayn ovası, Cuvayn nehri boyunca sıralanan 65 kasabası ile, hâlâ Sabzvâr ’ın bir bölgesini teşkil eder. Vadinin ortasında Azâdvâr köyüne yakın bir yerde eski idare merkezinin hara­ beleri hâlâ durmaktadır. Yeni merkez cenup­ taki tepelerin eteğinde ve bu harabelerin cenûb-i şarkîsinde kurulan Jagatay ( Çağatay ) ■ kasabasıdır ( krş. Mac Gregor, Kkorasan, II, 145 ve 225 ; C. E. Yate, Khurasan and Sistan, s. 389 v.dd.). 3. C u v a y n yahut G u v a y n, S i c i s t a n ’da müstahkem bir mevki. FarShrÜd üzerinde ve Lâş kasabasından 2—3 mü şimâl-i şarkîdedir. Kadîm devre ( bk. Marquart, Erânşahr, s. 198: Faprıv 9 stotaç, Emendaiion on Isidorus o f Cha~ r a x ) ve orta çağm ilk zamanlarına ait seyahat­ namelerde de bugünkü ismi ile görülür ( Iştahri. s. 248; Ibn Havkal, s, 304). Lâş ile Cuvayn, bu ikî komşu kasaba, Efganistan tarafından Kandahar ve Herat 'tan gelen^yollar ile, İran tarafından Meşhed, Yazd ve NâşirâbSd ’dan ge­ len yolların kavuşağı üzerinde bulundukların­ dan, hâlâ ehemmiyetlerini muhafaza etmektedir­



C Ü V EY N ~ C Ü V E Y N l ler. Arâ'p coğrafyacılarınca Cuvayn, Her ât 'tan Zaranc % giden yol özerinde, bir haricî kalesi­ dir (Mukaddasi, s. 306; İbn Rusieh, s. 174). Harabeler ile dolu münbit bir ovanın orta­ sına hafif, bir yükseklik üzerine kurulmuş ve dört tarafı kerpiç duvarlarla çevrilmiş olan Cuvayn,- kayalıklar üzerine İnşa edilmiş olan Lâş keleğinin yanında, bariz bîr tezat teşkil eder, Cuyayn ’in son ası ın ikinci yarısında hayli inhitat efîmiş olduğu görülmektedir. Lâş, Efganistan eıptri narama, bir garnizon tarafından işgal edildiği hâlde, Cuvayn Efgan Sakzay ( İshâkzay) ferinden bir reisin işgali altındadır. Kasabad^; kızılbaş da vardır ; krş. G. îe Strange, Eastern Caliphate, s. 341 v.d .; Euan Smith ( Easternf Persia, I, 319 v.dd.); A . C. Yate, E n g la n d a n d Russia face to face in Asia, s. 99 v.dd,;' ( R. H artmann .) C Ü V E Y N ?. a l -C U V A YN İ, cA b d A l l a h b . Y ü SUF (?■ — 1 0 4 3 ), şâfiî f a k i h i olup, îmamülharemeyn ‘Abd al-Maiik [ aş. bk.] ’in babasıdır, Babasıum nezareti altında Cuvayn 'de, sonra Nişâpur ;ve Merv ’de tahsilde bulunmuş ve daha sonra 407 (1016 ) ’de Nışâpür ’da yerleşmiştir. Bu şehirde müderris olmuş ve o kadar itibar kazanmıştır ki, sonradan Gazali hakkında söy­ lendiği gibi, „Muhamraed ’den sonra peygamber gelse idi, Cuvayni peygamber olur idi" denil­ miştir. Eserleri arasında yalnız şunlar muhafa­ za edilebilm iştir: Kitâb al-carn va 91-fa r k ( bk. Ahlvvardt, Verzeichnts der ar. H dss. der K gî. BibliotJİek zn B erlin, nr. 4 8 1 1 ; Fihrist al-kutubhâna al-h idiviyâ, IİI, 215 ), B i b l i y o g r a f y a ' , İbn Halîİkân, Vafa~ yat alrayân (Bulak, 1399), nr. 308; Subki, Taba^ât, lif, 208 — 219; Wüsienfeld, Schafi‘iten, nr. 365* ; Brockeîmann, G A L , I, 386; Supph, L 66 7 ; Ş. Sâmî, Kâm üs al-a'lâm , III, 185$. ( C. B rockelmann .) C Ü V E Y N l. a l -CU V A YN Î, A bu ’L-Ma ’ LI'A bd a l -Mal İk (1028— 10S5), İmam al-Haramayri unvanı ile mâruftur; 18 muharrem 419 (12 şubat 1028 ) ’da Nişâpûr civarında, Buştanîkân köyünde doğmuştur. Babasının Ölümü üzerine, daha 20 yaşına varmadığı hâlde, onun tedris faaliyetini devam ettirdi. Nassî telakki­ leri ile A ş'ari ’nin akidelerine bağlanıyordu ; fakat Selçuklulardan Tuğrul ’un veziri ‘Amid al-Mulk al-Kunduri, bu nassî teceddüde karşı tedbirlfer alıp, medrese kürsülerinde bu hare­ ketin mümessillerini ravâfiz ( râfızîîer ) diye tel’in ettirince, Cuvayni de, Abu ’l-I^âsim alKhışayri gibi, memleketini terketti ( * 0 5 3 ) ve evvelâ Bagdad ’a ve oradan da 450 (1058 ) 'de Hicaz’a gidip, Mekke ve M edine’de 4 sene tedriste bulundu. Kendisinin rmöm al-haramayn unvanı buradan gelir. Fakat vezir Nizâm



2-Î9



al-Mulk, Selçuklular devletinde iktidar mev­ kiine geçince, aş'arilere karşı teveccüh gös­ terdi ve kaçanları memlekete çağırdı. Cuvay­ ni de bu sırada Nişâpûr ’a dönenler arasında bulunuyordu ( Z D M G , XLI, 63, bu hususta verilen mâlumat tamamen sahih d eğ ild ir) ve hattâ Nizâm al-Mulk, onun için, Nişâpûr ’da bir medrese te’sis etti. Bu medrese, Bagdad ’da kurulan medrese gibi, Nizâmiya adını aldı. Cuvayni, ömrünün sonuna kadar, burada tedris ile meşgul oldu. Hastalığından şifâ bulmak ümidi ile gittiği köyünde, 23 rebiülâhır 478 ( 20 ağustos 1085 ) ’de öldü. Te’lif ettiği eserler o kadar çoktu ki, Subki ( Tabaliât, II, 77, 20) bu bolluğun ancak bir mucize ile izah edile­ bileceğini söyler. Bununla beraber, nail oldu­ ğu itibara rağmen, eserlerinin hiç biri halk arasında şöhret kazanmamıştır. Kitâb al-burhân f i üşül aUfifch adlı eseri, yep*yeni bir plâna göre te’lif edilmişti ve o kadar çok müşkilâtı ihtiva ediyordu kİ, Subki ( Taiakât, III, 264) buna lağz al-umma adını vermekten kendini alamamıştır. Gerçi başlıca eseri olan K itâb alvarakât f i üşül al-fikh, bir çok kimseler tarafın­ dan, şerhedilmişse de, henüz tabedilmemiştir. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haliikan ( K a­ hire ), nr. 3 $ ı ; Subki, Tabakat, II, 70 v^d,; III, 249—282; İbn al-Aşir (nşr. Tornberg), X , 77 ( 4 8 5 ) ; İbn Tağıiberdi, s. 7 7 1 ; Wüstenfeîd, Die Akademien der Araber, nr. 38; ayn. mil., Schafi'iten, nr. 365c ; Schreıner, Crâtz Monatsschrift, X X V , 314 v .d d .; Bro­ ckelmann, G A L , I, 388 ; S u p p L , I, 671 v. d. ; Ş. Sâmî, Kâm üs al-a'lâm, III, 1855. ( C . B r o c k e l m a n n .)



C Ü V E Y N l. CUVAYNİ', ’A l â ’ a l - D în ’A t Â’ Ma lik b . Muhammed (12 2 6 — 1282), ÎîhanIılarm büyük idare adamlarından ve devrinin en değerli m ü n ş i ve t a r i h ç i l e r i n d e n d i r , Horasan ’ın Cuvayn şehri mülhakatından Azadvâr kasabasından yetişmiş eski ve meşhur bir âileye mensup olup, kendi rivayetine göre, silsilesi 13. batında Abbâsîlerin meşhûr hâcibİ Fazi b. aI-Rabİ‘ ’a çıktyordu. Bunu iptida, onun adamlarından İbn al-Fuvati ’den nakleden 2 ahabi ’nin büyük tarihinde gördüğümüz gibi, ouun düşmanlarından olan İbn al-Tiktakâ ’nın da al-Fahri adlı meşhur eserinde bunu bir ta­ riz vesilesi yaptığını biliyoruz. Bu silsile bir az şüpheli olsa bile, bu aile efradının büyük Selçuklular ve bilhassa Hvârizmşahlar İle moğulîar devirlerinde mühim vazifelerde bulun­ dukları muhakkaktır. Bundan dolayı, moğul devrinde, bunlardan bir çoğu, hattâ başka va­ zifelerde bulunmuş olsalar bile ekseriyetle s â h i b - i d i v a n unvanı ile şöhret kazanmış­ lardır. .........



250



CÜVEYNÎ.



‘ A lâ’ al-Din ’in dedelerinden Bahâ1 âl-Din siz yanlıştır. Kardeşi Şams al-Din Muhammed Muhammed b. 'A l i ’nin kuvvetli bir edebî kül­ Cuvayni [ b. bk.] ’nia Hulagu ’nun vezirliğine tür ve mühim bir İdarî mevkî sahibi olduğunu tâyin edilmesi, nufuzunu bir kat daha çoğalttı. bildiğimiz gibi, büyük babası Şams al-Din Mu­ H ulagu’nun ölümüne kadar bu vazifede kalan hammed'İn de Muhammed Hvârizmşah veC alâl ‘A lâ’ al-Din, onun oğlu Abaka zamanında da al-Din zamanlarında m ü s t e v f î - i* d i v a n i (6 6 3—680 = 1264—1281), bâzan büyük moğul (şim diki mâliye nazırlığı) vazifesinde bulun­ emirlerinden birinin nâibi sıfatı ile, fakat ha­ duğu malumdur. ‘ A la’ al-Din 'in babası Bahâ’ kikatte tamamiyle müstakil olarak, bütün al-Din Muhammed, ilk moğul istilâsı ile Hula- Irak-ı Arap ’ı idare etti. ‘ AİS’ al-Din ’in bu va­ gu ’nun Iran 'a gelişine kadar geçen hemen-he­ zifede büyük bir muvaffakiyet gösterdiği, bü­ men 35 yıllık zaman içinde, buradaki büyük tün muasır kaynakların şahadetinden anlaşılı­ moğul emirlerinin hizmetinde bulunarak, iptida yor ; köylülerin ve toprak sahiplerinin sırtın­ Horasan ve Mâzenderân sâhib-i divanhğt va­ dan ağır vergileri kaldırmış, sulama işlerini zifesini gördü ; 633 (1235 ) 'te Ügedey Kağan tanzim ederek, Anbâir ’dan Küfe ve Necef ’e nezdine giderek, bütün ıran ’m sâhib*i Üivan- kadar uzanan bir kanal vücuda getirmek için, lığma tâyin edildi. Bir kaç defa İra n ’daki 100.000 altın dinardan fazla bir para sarf etmiş moğul. umûmî valilerine' vekâlet vazifesini gö­ ve bunun kenarında 150 yeni koy kurmağa ren Bahâ’ al-Din, 651 (12 5 3 ) ’dö Irak ve Yezd muvaffak olmuştu. Vücuda getirdiği bir çok valiliğine tâyin edildi ise de, Isfahan ’a muva­ hayır müesseseler! arasında, Necef ’te ‘ A li salatından bir az sonra öldü. Arâpça ve farsça b. A bi Tâlib meşhedinde yaptırmış olduğu bir takım şiirleri olan Bahâ* al-Din, 'devrinin bir nbat pek meşhurdur. Hulagu istilâsının Bagdad ve Irak ’ta mucip olduğu tahriplerin, mümtaz fâzılları arasında sayılıyordu. Oğlu ‘A la’ al-Din, 623 ( 1 2 2 6 } ’te doğdu. onüıı idaresi sayesinde, sür’atle telâfi edilerek, Daha 17/18 yaşlarında iken, babasının yüksek nüfusun arttığı, umıimî refah seviyesinin yük­ mevkii sayesinde, emîr A rğu n ’un divanında, seldiği, devlet varidatının çoğaldığı, hattâ onun hususî kâtipleri arasında mühim bir yer Bagdad ’m halifeler devrinden daha mâmur almıştı. 641—654 ( 12 4 3 —1256) yılları arasında, olduğu, îbn al-Fuvati ve Zahabi gibi, tarih­ Ceyhun garbındaki bütün memleketlerde moğul çiler tarafından itiraf edilmektedir. 681 ( 1282/1283 ) ’den ölümüne kadar, hemenkağanları1 nâmına hükümet süren emîr 'Arğun, moğul baş şehrî olan Karakorum ’a beş altı hemen 24 yıl devam eden bu memuriyeti za­ defa muhtelif vesile.ler ile gidişlerinde ‘A 1S‘ manında, bir kaç defa düşmanlarının iftira ve al-Din ’İ de beraber götürdü. 634 (1256 ) 'te tezvirleri ile1, müşkil zamanlar geçirdi; msî. Huîagu Iran ’a gelince, ‘ A lâ’ al-Din onun hiz­ Abaka devrinde Bagdad şahnesi ( askerî ku­ metine girdi ve daha ilk günden itimat ve mandanı ) Kara Buka onun Mısır Memlûklerı teveccühünü kazandı. Onun İran ’daki îsmâ'iii- ile münâsebette bulunduğunu iddia etmişse de, İeri temizlemek için yaptığı hareketlerde Hu- yapılan tahkikat neticesinde, bunun bir iftira­ lağu ’nûn maiyetinde bütün seferlere iştirak dan ibaret olduğu anlaşılarak, müfteriler ceza­ etti ; daha ilk moğul İstilâsında harap olmuş landırılmıştı. Bir defa da Irak ’m meşhur zen­ olan HabüşSn ( sonraki adı ile Kuçan ) şehrinin ginlerinden olup, nakib al-m tkaba*hk vazife­ yeniden kurulması hususunda) Hulagu üzerinde sinde bulunan Tâc al-Din 'A li ( K iiâb al-fahrî müessir olduğu gibi, îsmâ'ilüerin merkezi olan müellifinin babası), Abaka nezdindeki nüfuzu­ Aiamut [ b. b k .]’un zaptında da bulunarak, na güvenerek, ‘ A lâ’ al-Din 'in Bagdad hüküme­ buranın meşhur kütüphânesİriî ve rasad âletle­ tinden azli için, hükümdara hususî müracaatta rini mahvolmaktan kurtardı ; ancak dinî taas­ bulunmuşsa da, ‘ A l i ’ al-Din ’in kardeşi ve A ba­ suptan kurtulamayarak, bâtını akidelerine ait ka ’ mn veziri bulunan Şams al-Din Muhammed bütün eserleri yakmış ve yalnız Haşan Şabbah bu mektubu hemen kardeşine göndermiş, ‘A la1 [ b. bk. j ’m hayatına âit bir eseri muhafaza al-Din de onu bir hiyle ile öldürterek, katil­ ederek, bunun bir hulâsasını tarihîne nakl ile lerini yakalayıp, cezalandırmış ve fakat bütün iktifa etmiştir ki, bunun dâha geniş bir hulâ­ servetini müsadereden de geri durmamıştı. K isası Raişd al-Din ’in Cami‘ al-iavarih 'inin 2. iâb al-fah ri müellifinin ona düşmanlığının se­ bebi işte budur, cildinde mevcuttur. ‘ A lâ’ al-Din ’in, daha doğrusu bütün Cuvay­ Hulagu 655 (1257 ) ’te Bagdad üzerine yü­ rüdüğü zaman, ‘ A lâ’ al-Din de maiyetinde bu­ ni ailesinin, uğradığı en büyük felâket, Macd lunuyordu; kendi ifâdesine' göre, 657 (12 5 8 ) al-Mulk Yazdi ’nîn Abatça nezdinde kardeşi ’de bütün Irak-ı Arap ve Huzistan sahalarının Şams al-Din Muhammed Cuvayni aleyhindeki idaresi ona verildi ki, Raşid aî-Din ’in bu hâ­ tezvirlerinden ileri gelmiştir (tafsilât için bk. diseyi 66ı ( 1262/1263 ) ’de göstermesi şüphe­ CUVAYNÎ, ŞAMS AL-DlN ). ‘ A la ’ al-DÎn 680 ( 128i )



CÜVEYNÎ. rebiülevyelinde Bagdad 'dan Abaka ’mn yanma T e b riz ’e geldiği zaman, o şuada çek .büyük nufuz kazanmış olan Macd al-Mulk ’ün teşviki il e»-.otum aleyhinde bir çok isnatlarda bulunul­ du ye devlete âit büyük servetleri kendi he­ sabına gasbetmiş olmakla itham edildi. Kendi­ sinin en yakın adamlarından olan nâih,i Macd al-Din İbn al-Aş ir ..başta olduğu • hâlde, eski tarafdarlanndan bir çoğu aleyhinde .şahadette bulundular. Bunu neticesi, bütün serveti elin­ den alınarak, hapsolundu ise de, bâzı hatun­ ların ve şehzadelerin şefaati ile 4'ramazan 680 ( 1:281 )*de serbest bırakıldı. ‘A la1 al-Din bu hâdiseyi Tasliyat al-ihvân adlı risalesinde,, uzun-uzun anlatmaktadır. , Bundan sonra başına gelenleri ise, ismi ma­ lum olmayan diğer bir risalesinde izah ediyor: mâlî suiistimaller isnadı ile ona b ir şey ya­ pamayacaklarını gören düşıpanları, bu defa da s i y â s î b i r h ı y a n e t ile onu lekelemek is­ tediler ve : Mısır Memlûkleri İle gizli ntünasebetlerde bulunduğunu iddia . ettiler. Irak ’ta âdeta bir hükümdar salâhiyeti ile. idare başın­ da bulunan vp .melik. ,^yâni k.üçük- hükümdar, hıdiv ) unvanım taşıyan 5Alâ’ çıLDin, vazifesi icâbı olarak, siyâsî faaliyetlerde bulunmağa ve bilhassa' Memlûk devletinin bütün hareket ve faaliyetlerini dikkatle takibe mecburdu. Bu maksatla arap emirleri ve şeyhleri ile dâimi münâsebetlerde bulunuyor, onlara, haberciler yolluyordu. Bagdad ’daki moğul askerî ricali­ nin ye bilhassa! Bagdad şahnesinin muvafakat­ leri. ve'. iştirakleri İie yapılan bu faaliyetlerden en sonu, 680 ( 12 8 1) yılı başlarında, bâzı Mem­ lûk emirleri ile Şam araplanmn emîri Tsâ b. Muhannâ ’yı İlhanhlar tarafına çevirmek mak­ sadı ile olmuştu. Abaka ‘A lâ1 al-Din ’e, dâima himaye eden bâzı moğul büyüklerinin de ikazı ile, bu ağır İsnadın tahkikini . emretti. Bag­ dad 'da yapılan tahkikat müsbet-bir netice ver­ meyince, ‘ Alâ* al-Din, tahkik hey’eti ile bera­ ber, hükümdarın yanma gitmek üzere, hareket etti. A sad âbad ’ı geçtiği . sırada, Abaka ’nın kendisi aleyhindeki isnatların tamamiyle bir if­ tiradan ibaret olduğunu anlamış bulunduğu ha­ berini aldı. Lâkin Hemedan ’a gelir-gelmez, ha­ kanın ölüm haberini alarak, müteessir oldu. Düşmanlarının tezviri ile orduya gitmekten menedilerek, Hemedan 'da bırakılan ‘A lâ1 alDin, bîr az sonra, yeni hükümdar Sultan Ahmed *in fermanı ile, haps ve tazyıktan kurtu­ larak, Aîadağ *da toplanacak b ü y ü k k u r u l ­ t a y d a bulunmak üzere, $ safer 681 (1283 ) ’de hareket etti. Cülus1şenlikleri bittikten sonra, Sultan Ahmed Şams al-Din Cuvayni ’ye ve.oğ­ lu Hârün ’a büyük iltifatlarda ve yeni-yeni tev­ cihlerde bulunduğu gibi, 'A lâ' al-Din ’i de ye­



2 Î-I



niden eski vazifesine iade etti ve bütün- serve­ tini tekrar kendisine bağışladı. Bu suretle Cur vayni ailesinin son zamanlarda sarsılmış olan nufuzu, eskisinden daha kuvvetli ve daha par­ lak bir şekilde, teessüs etmiş oluyordu. Bu ai­ lenin himâyesi sayesinde yükseldiği hâlde, son­ radan şehzade Arğun ile birleşerek, onların mahvine çalışan Macd aî-Mulk Yazdı, bu sıra­ da,mâlî suiistimaller ile itham edilerek, tevkif edildi ; yapılan araştırmalar - esnasında kemer kesesinden ■ sihirbazlıkla uğraştığını gösteren bâzı şeyler çıkmasr üzerine, yasa hükmüne gö­ re idam edilmesi için, ‘A lâ 1 al-Din 'e teslim edildi. 'A lâ 1 al-Din bir an için, 20 yıldan faz­ la Cuvayni ailesinden gördüğü iyiliklere mu­ kabil, türlü mel’anetlerde bulunan bu adamı kurtarmak düşüncesine kapıldığım, lâkin müşluman ve moğul her kesin, hattâ-.onun kardeş ve akrabalarının bile bundan müteessir olacak­ larını düşünerek, vazgeçtiğini, adı geçen , risa­ lesinde, anlatıyor. Vücudu parça parça edilmek suretiyle, memleketin her : tarafına gönderilen Macd al-Muîk ’ün bu korkunç akıbetinden sonra, onun — aralarında bir çok hıristiyan bulunan adamlarının Bagdad ’a gönderilerek, halk ta­ rafından taşa tutulup, sonra katledildiklerini ve cesetlerinin de yakıldığını yine aym risa­ leden Öğreniyoruz. Irak, hükümetini ve eski servet ve nufuzunu tekrar elde eden 'A lâ1 al-Din, şehzade A rğu n’un Horasan ’dan Bagdad ’a hareketi haberini alınca, hükümdarın yamada kalmakla beraber, Bagdad ’a iki oğlu ile birlike, kendi naiplerini gönderdi. Macd-al-Mulk ?ün kesilmiş başını da beraber ge­ tiren bu nâipler, idareyi tekrar ellerine ald ılar; halîfeler camiinde ‘A lâ1 ai-Din ’in Bagdad halkı­ na göndermiş olduğu bir beyanname okundu. Yıllardan beri ‘A lâ1 a l-D in ’in idaresinden hoşr nut olan bagdad îı Iarın, bu hâdiselerden çok memnun olduklarını tarihî kaynaklar anlatıyor. Mamafih bu sevinç uzun sürmedi, şehzade-Argun, Horasan ’dan Bagdad a gelerek, ‘A la ’:' alDin ’in Abalfa zamanına âit borçlarından ken­ di hissesine düşeni tahsil etmek bahanesi ile, ‘A la ’ al-D in ’in adamlarını yakalattı. A rgu n ’un kendisine ve kardeşine karşı çok fena .niyetler beslediğini bilen ve umumî vaziyetin: de pek emniyet verici olmadığım görerek, endişe için­ de bulunan ‘A lâ1 al-Din, bu haberden çok mü­ teessir olup, hastalandı ve 4 zilhicce 681 (1283;) 'de Mugan’da Öldü. Naaşı T e b riz ’e getirilerek, Çarandâb mezarlığına defnedildi. ‘ Alâ* al-Din ’in âile hayatı hakkında pek az mâlûmatımız vardır. Son ıhalife Musta'şim ’in oğlu Abu ’i-'Abbâs Ahmed ’in dul zevcesini aldığım , ve bu kadının 678 ( 1 2 7 9 ) ’de Bag­ dad ’da Ölerek, Maşhad-'Ubayd Ajlâh ’ia kendi



2S 2



CÜVEYNÎ.



‘Ala* al-Din ’in Irak ’takİ idaresinin yerli halk tarafından yaptırılmış olan Tşmatiya medresesi civarındaki türbesine gömüldüğünü biliyoruz ki, için çok faydalı olduğunu ve kuvvetli bir imâr bu kadının ilk kocasından olan kızı Râbi'a faaliyeti gösterdiğini yukarıda söylemiştik. Bir 670 ( 1 2 7 1 ) 'te Şâhib Şams al-D in ’in oğlu takım tarihî kayıtlar, verimsiz yıllarda halka Harun ile evlenmiş ve 685 (1286 ) *te Bagdad ’da kolaylıklar gösterildiğini ve zaman zaman şikâ­ ölerek, annesinin türbesine gömülmüştür. ‘ A la’ yetlere sebep olan bâzı vergilerin hafifletildiğial-Din ’in Manşür ve M cşaffar aî-Din 'A li adlı ni de anlatıyor. Gazan ’ın islâmiyeti kabulün­ iki oğlu ile bir kızı kalm ıştır; bunlardan den evvel moğul hükümdarlarının tâkîp ettik­ Manşür recep 688 ( 1289 ) 'de Bagdad ’da katl­ leri dinî siyâsete uygun olarak, ‘AÎS’ al-Din ’İn edilmiş ve naaşı Tebriz ’e götürülerek, babasının hıristiyanîara ve sair dinler mensuplarına karşı yanına gömülmüştür, Muzaffar al-Din ‘ AH, İyi muamele etmekle beraber, bilhassa İslâmî' Tebriz ’den Bagdad ’a gelerek, babasının bâzı bir siyâset takip ettiği göze çarpmaktadır. İbn emlâkine tasarruf etmekte iken, 690 ( 1 291 ) ’da, aî-Fu vati’nİn verdiği oldukça geniş malûmat Gazan Han ’m emri ile, Önce hapis ve sonra sayesinde, Bagdad ’ın o devirdeki iç hayatım katledilerek, annesinin türbesine defnedilmiştir. ve ‘A lâ1 al-D in ’in idârî faaliyetini yakından Kızı 671 ( 1 2 7 2 ) ‘de meşhur süfîlerden Şayh tetkik edebildiğimiz için, bunu k at’ıyetle söy­ Şadr al-Din Idammüya ile evlenmiştir ki, 694 leyebilmek kabil oluyor. Esasen kendisi, adı ( 1294 ) 'te Gazan Han’ ın İslâmiyet! kabulünde geçen risalelerinde bunu itiraf ettiği gibi, ona bu şeyhin oynadığı rol ve Gazan devrinde takdim edilen eserlerden, kasidelerden v. s. her türlü tarihî kaynaklardan da bu hakikat an­ kazanmış olduğu nufuz çok büyüktür. İihanlılar devrinin büyük şahsİyeileri ara­ laşılıyor. ‘A lâ’ aî-Din Irak ’ta yaşayan muhtelif sında mümtaz bir mevki sahibi olan ‘A la 5 aî- dinlere ve mezheplere mensup cemaatler ara­ Din, siyâset ve' idare bakımlarından olduğu sında bir ahenk te’minine gayret etmekle bera­ kadar, fikir ve san’at tarihi bakımından da ber, kendi şahsî akidelerine ve ekseriyeti teşkil tetkike lâyıktır. İihanlılar devrinin korkunç eden sünnî müslümanîarm temayüllerine uygun saray entrikaları, nufuzlu moğul emirlerinin, bir siyâset tâkîp ediyordu. 668 ( 12 8 9 )’de bir şehzadelerin ve saray kadınlarının birbirleri İsmâ'ili fedaîsinin kendisine yaptığı suikast ile çarpışan menfaatleri ve ihtirasları arasında, teşebbüsü ve aleyhinde çevrilen entrikalara kardeşi Şams al-Din ile beraber, mevkiini ve bilhassa hıristiyanlarm iştirak etmeleri, bunu nufuzunu muhafaza edebilmesi, çok keskin ve açıkça anlatmaktadır. Mamafih 'A lâ' aî-Din ’in uyanık bir zekâya mâlik olduğunu açıkça gös­ idaresi, moğul ananelerine uygun olarak, sert termektedir. Zaman-zaman aleyhine çevrilen ve şiddetli olmuş, içtimâi ve İktisadî nizamı entrikalara karşı dâima muvaffakiyetle muka­ bozmak isteyenlere ve düşmanlarına karşı mer­ bele edebilmesi, hükümdarların ve onların hametsizce hareket etmiştir. Buna mukabil, etrafındaki nufuzlu şahsiyetlerin teveccüh ve âlimlere, san’atkârlara, safîlere ve umumiyetle himayelerini devam ettirmek için, maddî ve halka karşı lûtufkâr davranmış ve te’sîs ettiği manevî her vâsıtayı kullandığını anlatıyor. vakıflar ile, müslüman halkın sevgisini kazan­ Merkezi Bagdad olmak üzere, bütün Irak havâ­ mıştır. lisinde, âdeta bir hükümdar gibi, hükümet Büyük bir idare ve siyâset adamı olan ‘ A la’ süren, m e l i k ( yâni küçük hükümdar, prens} al-Din, devrinin büyük bir münşî ve edibi ola­ unvanını taşıyan ‘A lâ ’ al-Din ’in debdebe ve rak da, ehemmiyetle tetkike lâyıktır. Tasliyai azametini anlamak İçin, muasırlan tarafından al-ihvân adlı risalesi İle onu tamamlayan diğer kendisine takdim olunan eserlerde ne gibi bir risalesi, hayatının son yıllarında uğradığı unvanlar ile tebcil olunduğunu göz önünde felâketleri tasvir eden iki edebî eserdir ki, , bulundurmak lâzım dır: İbıı B ib i Selçubıâm esi onların birer nüshası Paris Millî kütüphane-, diye mârûf olan al-A vam ir al~ A la 'iya f i ’1~ sinde ( 1 . SuppL pers,, 1550, v. 220b — 231 a ; umar al-a lan iya adlı eserin müeîüfi Husayn 2, Su ppL pers,, 206, v. ı b — 4 1 b ) mevcuttur. b. Muhmmed al-Munşi al-Ca'fari, onun hakkında Bu son risale, müellifin Ölümünden 6 ay evvel H idiv-i azam , Darâ-i "âlâm ve Z ili A llah gibi, yazılması dolayısiyle, son eseri olarak kabul unvanlardan başka, daha islâmiyetten evvelki edilebilir. Bunlardan başka ‘A lâ' al-Din ’in ka­ türk devletlerinden başlayarak, Anadolu Sel- : leminden çıkmış bâzı mektuplar, fermanlar ve çoklularına kadar bütün müslüman türk dev­ risaleler de mevcuttur ( v. Rosen, Les Manus~ letlerinde devam eden, uluğ, kutluğ ve manç criis persans de l'lnsiiiut de s langues oriengibi, unvanlar da kullanmaktadır. Ilhan Ahmed tales, Petersburg, 1885, s, 158). Kuvvetli bir edebî kültüre sahip olduğu bü­ zamanında ‘A lâ ’ al-Din ’e, hükümdarlar gibi, ba­ şında çetr taşımak imtiyazının veıildiğini de tün eserlerinden anlaşılan müellif, yalnız ha­ yatında değii, ölümünden sonra da, devrinin biliyoruz.



CÜVEYNÎ. büyük münşilerinde!! biri olarak tanınmışsa da, onun, gerek münşi ve gerek t a r i h ç i olarak, şöhretini devam ettiren başlıca eseri, Târih-i CihSn-guşây adlı büyük tarihidir. Yalnız Üslûp bakımından değil, bilhassa ihtiva ettiği zengin malûmat itibariyle moğul tarihinin birinci de­ recede mühim kaynaklarından olmak bakımın­ dan, bu eser, XIII. asırdan zamanımıza kadar, kıymet ve ehemmiyetini muhafaza etmiş, onu takip eden bir çok arap ve acem müellifleri ta­ rafından, kaynak olarak, kullanılmış, X IX . asır­ dan beri de garp müsteşrik ve tarihçilerinin dikkatini çekerek, nihayet 19 t z — 1937 yılları arasında Mirza Muhammed Kazvini tarafından, mükemmel bir mukaddime, âlimâne haşiyeler, fihristler ilâvesi ile, tenkitli bir tab’ı neşr­ olunmuştur ( G M S, XVI, 1, 2, 3 ). Bu türlü ne­ şirler için her bakımdan emsalsiz bir örnek sayılabilecek; olan bu tabı sayesinde, kitabın mâhiyet ve ehemmiyeti hakkında tam bir fikir edinmek ve ondan istifâde etmek artık kolay­ lıkla kabildir. Şimdi eserin muhteviyatı ve muhtelif kısımlarının tarihî kıymet dereceleri hakkında kısaca mâlûmat vererek, Cihân-guşây ’m mâhiyetini anlatalım. Üç cilde ayrılmış olan eserin ilk cildinde, uzun bir mukaddimeden sonra, moğullarm es­ ki âdet ve an’aneleri ve C e n g i z y a s a s ı hakkında iki fasıl vardır. Bundan sonra Cen­ giz ’in zuhuru ve uygur memleketlerindeki fü­ tuhatı anlatılmakta ve bu münasebetle Uygur­ ların dinleri, âdetleri ve efsâneleri hakkında, çok mühim mâlûmat verilmektedir. Yasa hak­ kında en mühim kaynak olan bu parça, son zamanlarda, v. Minorsky tarafından tercüme edilerek, G. Vernadsky nîn yasaya dâir, 1938 ’de H arvard Jou rn al o f Asiatic Studies ( III, nr. 3/4 ) ’de neşredilen makalesinde ( türk. trc, Türk hukuk, tarihi dergisi, 1944, ^ 107 — I32) bundan istifâde olunduğu gibi, uygarlar hakkındakı kısım da, en son Marquart tarafın­ dan olmak üzere ( Gutuaim's Bericht îr. d. Bckehrung der Uiguren, SBBA, 1912, I, Halbjahr, s. 486 — 502 ) bir çok teikiklere mevzu teşkil etmiştir. Bundan sonra, Cengiz ’in ölü­ müne kadar, moğullarm Mâverâünnehr ve İran ’daki fütuhatı (615 — 6 2 4 = 1 2 1 8 — 1226) ve GüyÜk Han ’m ölümüne kadar ( 644 = 1246 ) vu­ kua gelen hâdiseler, geniş ve etraflı bir suret­ te, anlatılmakta ve Cuci ile Çağatay 'dan k ı­ saca bahsedilmektedir. Barthold ’un İşaret et­ tiği gibi, Cengiz ’in ilk fütuhâiı hakkında bu kadar geniş ve toplu malûmata yalnız bu­ rada tesadüf ediliyor. Seyhun civarındaki harp­ lere ve Hocend muhasarasına âit bilgiler yal­ nız bu’ esere dayanmaktadır; mamafih, yine onun jşâret ettiği gibi, bu mâlûmaiın bir kıs­



mı pek de itimada lâyık görülmemekte ve bil­ hassa asker sayısı hakkında verilen rakamla­ rın çok mübalâğalı olduğu anlaşılmaktadır; msl. Buhara iç kalesinin müdafii eri burada 30.000 olarak gösterildiği hâlde, bu vak’amn şahidi olan birine dayanan İbn al-Aş ir bu mikdarı ancak 400 olarak göstermektedir. İkinci cildde HVârizmşâhlar tarihinden bahs­ edilmekte ve bilhassa son hükümdarlar dev­ rindeki hâdiseler hakkında uzun tafsilât veril­ mektedir. İbn Funduk al-Bayha^İ [b. b k .]’nin Maşârib al-tacarib ’i başta gelmek üzere, muh­ telif kaynaklardan istifâde edilerek yazılan bu cildde, Kara-Hıtaylar hakkında da mâlûmat ve­ rilmektedir ki, bu kısım, tarihî bakımdan, çok ehemmiyetlidir. Bu cildin sonunda, ögedey za­ manından başlayarak, Hulagu ’nun İran a geli­ şine kadar, İran ve civarında hüküm süren mo­ ğul hâkimlerinden de bahsolunmaktadır. Yine Barthold ’un dikkat etmiş olduğu vecihle, Mâ­ verâünnehr ’de moğul fütuhatından evvel cere­ yan etmiş olan bir takım hâdiseler ve msl. H varizmşâh Muhammed ile Kara-Hıtaylar ara­ sındaki mücâdeleler, eserin muhtelif yerlerin­ de, birbirinden oldukça farklı bir surette, hi­ kâye edilmiştir ki, bu ayrılığı, müellifimizin bu hususta, yazılı yahut şifahî, ayrı ayrı kay­ naklardan istifâde etmiş olmasına isnat etmek lâzımdır. Mir H vând gibi, sonraki iİtİkatç.ıh­ ların bu farklı rivayetleri, tabiî bugünkü tari­ hî tenkit esaslarına tamamiyle aykırı bir şe­ kilde, te lif etmeleri, asıl metinden istifâde edemeyen garp tarihçilerini de yanlışlıklara sevketmiştir. Mamafih bu cildin muhteviyatı, muhtelif bakımlardan, çok mühim olduğu gibi, moğul hâkimlerinden bahseden son fasılların ehemmiyeti de müellifin bu hususlarda, msl. bu hâkimlerden, Emîr A rgu n’un maiyetinde hizmetlerde bulunan babasından ve doğrudandoğruya kendi müşahedelerinden istifâde etmiş olduğu düşünülünce kolayca anlaşılır. Üçüncü cîld Monke Han ’m cülûsu merasi­ mini (649 = 12 5 1) tasvir ile başlayarak, onun ilk zamanlarındaki hâdiseler hakkında bir az mâlûmat verildikten sonra, Hulagu ’nun İran 'a hareketi ve îsmaMli kalelerinin zapt ve tahribi hakkında izahat verilmekte ve bunu takiben de Alamut Ism a'ilileri ve bunların mezhepleri hakkında uzun tafsilâta girişilmektedir. Bura­ da bu uzun tafsilâtı bittabi bir tarafa bırak­ mak mecburiyetindeyiz. Müellifimizin bütün bu hareketlere iştirak ettiği ve ayrıca-Alamut kütüphanesinden de geniş İstifâdelerde bulun­ duğu göz önüne alınırsa, bu cildin ehemmiyeti tebarüz eder. İşte boylece 655 ( 1 2 5 7 ) yılına kadar moğullar tarihini ve ayrıca Hvarizmşâhlar, Kara Hıtay’ar ve Alamut İsmi* ilileri tarih­



*$ 4



CÜVEYNİ



lerini ihtiva eden bu eseriu bâzı yazmalarının lık olmak üzere, önce böyle bir A n a d o l u sonunda, Bagdad ’tn Hulagu tarafından zaptını S e l ç u k l u l a r ı v e k a y i n.â m e s i yazdır­ anSatan mühim bir ilâve daha mevcuttur ki, mak istemiştir. Bu Selçuknâme ’nin tamamlan­ bu, meşhur Naşir al-Dİn Tüsi [ b. bk.] tarafın­ masından .pek a z ‘ sonra öldüğü için bu niyetini dan yazılmış olup, asil eserle alâkalı değildir. icraya vakit bulamadığı muhakkak olmakla Mamafih Cihân-guşây naşiri, ehemmiyetini ve beraber, böyle bir niyet beslemiş olduğu ve âdeta bu esere bir zeyil teşkil >ettiğini göz bu maksatla her hâlde bir takım hazırlıklarda önünde tutarak, neşrine bunu da ilâve etmiştir. bulunduğu, kat’îyetle söylenebilir. Cihan-guşây, gerek edebî kıymeti ve gerek Daha... pek genç yaşında moğullarm divan hizmetine girerek, hayatının sonuna kadar ihtiva ettiği malûmatın ehemmiyeti itibariyle, idâre hayatından ayrılmayan ‘A la’ at-Dîn, ese­ sonraki müellifler tarafından en mühim kay­ rini 6$o ( 1 252) veyahut 651 ( 1253 ) senesinde naklardan biri olarak kullanıldı, Târîh-i F a ş­ yazmağa başlamış ve .658 ( 12 5 9 ) 'de tamam­ sa / müellifi, onu baştan-başa ihtisar ederek, lamıştır.! Kendisinin de itiraf ettiği gibi, bir eserine aldı ve 655—728 (12 5 7 —132 7) yıllan taraftan idârî işler, diğer taraftan, yine vazife arasındaki vak’aları da, zeyil olarak, buna ilâve icabı olarak, yaptığı mütemâdi seyahatler, etti. Raşid al-Din, Cami1 al-tavârih ’ ini yazar­ muntazam ve devamlı surette çalışmasına mâni ken, 'A İâ’ al-Dİn ’den geniş mikyasta istifâde olmuştur. Müellifimizin tarihine 655 (12.57) etti; bâzı kısımları ( Horasan ve Iran ’daki yılında .nihayet vermesi ve 681 ( 1 2 82 } yılında moğuİ hâkimleri' v e ! H vârizmşöhlar ) hulâsa vefatına kadar, uzun müddet Ilhanlılar devleti­ ederek, bazılarını ( Cengiz ’in zuhuru ve garp nin en yüksek makamlarından birini işgal et­ memleketlerindeki fütuhatı, Ismâ'ililerm.tarihi, miş olmasına rağmen, eserini daha sonraki Cengiz -’in çocukları ve torunları) genişleterek, zamanlara kadar uzatmaması hayretle1 karşıla­ bâzı kısımları da (C e n g iz ’ia İran ’da ve Hv&nacak bir hâdisedir. Bagdad ’daki' uzun hâki­ rizmşâhlar memleketindeki fütuhatı ve Ügedey miyet yıllan esnasında bunu yapabilecek bir ’in yaptığı işler) olduğu gibi aldı. Abu ’l-Farac, gerek Chronîcon Syriacum adlı umumî tarihin­ zaman bulamamasına imkân yoktu; Onun daha gençliğinde tarihe karşı göster­ de, gerek onun küçük h u lâsasıo lan Târik diği derin alâkanın sonradan da devam, ettiğini muhtasar al-duval 'inde, Hvârizmşâhlara,. İsgösteren sarih bir delilini, İbn B ib i Selçuknâ- m â'ililere ve 655 yılına kadar moğullara âit mesi ’nin mukaddimesinde açıkça görüyoruz. bütün ■ .malûmatı ondan aldığım ■ itiraf etmekte­ Müellif, 'Alâ* a l-D in ’in Irak, Horasan, Fars dir. Şihâb al-Din Ahmed Dimaşlçi, Masalık alve. Kirman sahalarındaki hayırh işlerini say­ absâr f i ' mamâlik al-amşâr adlı, büyük ese­ dıktan sonra : — »Hakanlardan, halifelerden, rinde moğullara âit 3 faslı, ‘A la ’- aî-Dın 'den, sultanlardan, meliklerden ve vezirlerden- şim­ hulâsa suretiyle, tercüme ve iktibas etmiştir diye kadar gelip-geçmİş olanların hâtıralarını ( Cengiz 'İn zuhûru, Cengiz yasası ve Cengiz 'in yaşatmak maksadı ile, tarih kitapları te’Hfine : çocukları). X III.—X V I. asırlarda iltikat sure­ başladığını ve bunların, üslûp bakımından, tiyle vücuda getirilen, Târih-i guzida, Târih-i Şâhib b; 'Abbâd ve Hilal al-Sabi [ bki mdd.] Banâkaü, Târih-i N ikbi, Ravzat al-şafâ’ ve gibi, münşî ve müverrihleri hayrette bırakacak H abîb al-siyar gibi, umumî İran ve İslâm ta­ kıymette olduğunu ve bu eserlerin bütün dünya­ rihlerinin de bu eserden geniş nisbetie istifâ­ da şöhret kazandığını, anlattıktan sonra, onun de edilerek, vücuda getirilmiş olduğu muhak­ sonuna Anadolu Selçuklularının tarihini ilâve kaktır. Târîh-i Cihân-guşây, XIX. asırdan'başlıyaetmek istediğini ve bu işi de kendisine emir ve havale- eylediğini" — söylüyor. Bu mukad­ rak, garp müsteşriklerinin dikkatini üzerine dimede Şams al-Din Cuvayni’nin ve oğlu Ha­ çekmiş ve iptida Ûuatrem ere’in bu husustaki ru n ’un isimlerini büyük bir hürmetle zikreden tetkiklerinden sonra; d’Ohsson ( Hisioire deş ve eserini: 680 ( i 2 8 l ) ’de tamamlayan Husayn Mongols, I, 249, 441 v.dd.), Elliot-Dovvson ( Hisb. .Muhammedi al-Munşi al-Ca'fari (İbn Bibi iory o f India, II, 386 v.di) ve Elias ve Ross lâkabı ile mâruftur) ’ııin bu ifâdesi, çok dik­ ( Târih-i R aşidi, s. 288 v.d.) ondan bâzı parça­ kate lâyıktır. Burada ‘A lâ’ al-Din ’ in yazdığın­ lan tercüme ederek, eserlerine dercetmişl erdir. dan; bahsolunan tarih, her hâlde Cihân-guşây Eserin metninden bâzı parçalar da Defremy olacaktır, ö y le anlaşılıyor ki, ‘A la’ al-Din ese­ ( J A , 4, seri, X X , 372 v.d.); Schefer ( Chrestorini tamamlamak niyetine düşmüş ve Îîhanhlar mathie persane, II, 106 v.d,), Houtsma ( Recaeil tarihinin Anadolu Selçukluları tarihi ile olan de iextes relatifs a Vhist. d Selcoucides, sıkı alâkasını ve o zamana kadar bu hanedana XXII, v.d.), Salemann (W . Rodloff, Kudatku mahsus hususî bir tarih yazılmadığını göz B ilik, giriş, X LI v.d.) ve Barthold ( Turkesian önüne alarak, tamamlayacağı eserine bir hazır­ rusça, I, metinler, s. 103 v.d.) taraflarından



.



I,



C-ÜVEYNI.



neşredilmiştir. E. G. Browne neşrettiği bir i. T e t k i k l e r , Müellifimize âit. yapı­ makalede ( J jR A Ş , kânun İL), Avrupa kütüp­ lan ilk esaslı tetkik,--Ouatremâre’iıı Mines hanelerinde mevcut Cihön-guşay nüshalarının de l ’Orie/ıt ( x8q$, 1, 220—234 ) 'tâki maka­ oldukça etraflı bir tavsifini ortaya koydu ve lesidir; bir çok yanlışları, eksiklikleri ihti­ nihayet eserin tamamı, Mirza Muhammed Kazva etmekle beraber* zamanına göre ehemmi­ vini tarafından, neşredildi. Bunlara ilâve ola­ yeti inkâr olunamaz. Yine aynı müellif ( l'H israk, 3. cildin, 690 ( 1291 ) ’da istinsah, edilmiş ioire des Mongols de la Perse^ Paris, 1836, bir nüshasının 1931 ’de Denison Ross 'un küçük 169—17 1, Camı al-tavârih ’in İran moğullabir mukaddimesini ihtiva eden bir faksimilesi­ rma âit kısmını neşir ve tercüme ederken, nin neşredildiğİni. ( Jam es G. Forlong Fund, küçük bir haşiyede, onların mensup olduğu X ). ve şu son yıllarda Tahran ’da Hâver kü­ Azâdvâr kasabasına ve ‘A lâ ’ al-D in ’in ai­ tüphanesi tarafından, Mirza Muhammed tabı lesine âit kısa malûmat vermiştir. Bundan esas tutulmak üzere, basit bir metnin çıkarıl­ sonra d’Ohsson ( Histoire des Mongols, 1, mış olduğunu da ilâve edelim. X V II v.d.; III, 470, gır v.d., 536 v.d., 582 ), Kendi devirlerinde âlimlerin ve sanatkârla­ Eîîiot ve Dowson ( History of Jndia, II, 384 rın hâmisi olan Cuvayni ailesi namına yazıl­ v.d.) ve nihayet Schefer ( Çkresiomâihie permış eserler arasında, Kamâl aî-Din Maysam b. . sane, II, 134—134.) aynı mevzua temas et­ ‘A li'n in 679 (i28 o)*d a yazdığı Ş a rh -iN a h c mişlerse de, bu son iki müllif Quatremere al-balâğa ve yukarıda adı geçen İbn B ib i Selile d’Ohsson’u . kopye etmekten başka bir çuknâmesi 5A lâ ’ al-Din namına ithaf olunmuş­ ■ şey yapmamışlar ve hattâ onların yâhlışlatur. Humâm Tabrizi, Sa‘ dİ Şirâzi [ bk. raad.] ■ rina yeni bir takım yanlışlıklar daha ilâve ve daha bu gibi bir çok acem ve arap şâirle­ etmişlerdir. Yalnız HammerrPurgstalI,- Gerin in ona takdim ettikleri bir ç a k . kasideler schichie der Ilchane adlı eserinde d’Ohsson ve manzumeler de mevcuttur. Vaşşâf tarihin­ ’un bâzı yanlışlıklarım tashihe muvaffak ol­ de ( I* 10 1) bu hususta verilen izahat, ‘A la ’ muştur. Bunlardan sonra W. Barthold, E l ’e. aî-Din 'in büyük ve, cömert bir ilim v e .s a n ’at yazdığı ‘A lâ ’ al-Din Cuvayni maddesinde, hâmisi olduğunu açıkça göstermekte ve mobu hususta oldukça etraflı malûmat vermiş ğullar devrinin medenî tarihi hakkında umu­ ise de, Târih-i Cihân-guşây, o.: sırada henüz miyetle ileri sürüten menfi fikirlerin/ pek de neşredilmiş olmadığı -cihetle, bir takım yan­ hakikate uygun olmadığını isbat etmektedir, lışlıklardan kurtulamamıştır. ‘A la ’ alrDin Cu­ B i b l i y o g r a f y a : ,a. K a y n a k l a r , vayni ve eseri hakkında en son. ve mükem­ ‘A la’ al-Din Cuvayni nin hayatı hakkmdaki mel tetkik, Mirzâ Muhammed Çazvini ’nİn .en mühim kaynaklar, Cihân-guşây ’ 1 ile, adı Gikân-guşây ’m 1*. cildinin /başında bulunan ; geçen iki risalesidir. Bunların dışında İbn 126 sahifelik büyük monografisidir. Mevzu al-Fuvati ’nîn al-H avadis al-câm ta { Bagdad, ile uzaktan ve yakından alâkalı hemen bü­ 1932, s. 339—494.) ’sı onun.Bagdad ’daki idâ- , tün kaynakların büyük, bir dikkatle gözden < resi ve ailesi hakkında en etraflı malûmatı : geçirilmesi sayesinde, büyük: bîr muvaffâki­ ; ihtiva etmektedir. Arap müelliflerinden Nuyetle yazılmış olan-bu monografi, bu maka­ vayri 'nin Nihâyat al-arab 'iade, Zahabi ’nin leyi yazarken, bizim., en mühim mehazımız ■ - Târih al-islâm ’mda, al-Sakâ'i 'nin İbn Haloldu. Ona ilâve olarak, Barthold ’un maka­ : likan z e y li 1inde, aî-Kutubi ’nin Fava i al-v.alesinden ve .bilhassa İbn Bibi tarihinin • mu­ - fayât 'mda ve Abi ’l-Mahâsin îbn Tağriberfassal nüshası, ile ( Ayasofya kütüp., yazm., d i ’nin al-Manhal a l-ş â fV sinde ona âît ve­ nr. 2985) îbn, al-F u vati’nin çok mühim ka­ rilen malûmat Muhammed Kazvini ’nîn muyıtlarından İstifâde, ettiğimizi söyleyelim. ■ kaddimesine aynen dercoîunmuştur. Moğuî ( M , F u a d K ö p r ü l ü .). devrinin aeem müverrihleri arasında bilhassa C Ü V E Y N Î. C U V AYN İ, Ş a m s a l - D in S Vaşşâf ’ın Taczîyat aî-amsâr , Rama, 1940, s. 25—^68). İ l k i n k i ş a f m e r; k e z 1 e r İ. Şimdi bütün bu umûmî mülâhazaları göz önünde tutarak, orta Asya edebî türk dilinin X III.~ X IV . asır­ lar esnasında nerede ve ne zaman, İlk inkişa­ fını gösterdiğini tesbite çalışalım. Yukarıda söylediğimiz gibi, önce Barthoid ye sonra Samoyloviç çagatay edebiyatını Karahanlılar dev­ ri edebiyatına bağlamak isteyen ve bunu «şark­ tan garba doğru bir te'sİr" şeklinde izah eden R a d lo ff’un nazariyesini tenkit ederek, bn ede­ bî inkişafın ilk Önce bir buçuk asır aynı si­ yâsî hâkimiyet altında yaşayan Hvârizm, aşa­ ğı Seyhun ve A İtin-Ordu merkezlerinde vücu­ da geldiğini ve çagatay devleti memleketleri­ ne sonradan intikal,vettiğini- iddia ederek, bu devre o ğ u z - k 1 p ç a k adını vermişlerdi. On­ ları bu İddiaya sevk eden sebepler şunlardı: Seyhun ’un aşağı mecrasında Barçkend şehrinde yaşayan şeyh Kisâm al-D in Hâmid ’in türkçe şiirleri v. b. türkçe eserleri olduğu hakkında, 673 ’de onunla görüşmüş olan, Mulfyalfât al-şurâh müellifinin ifâdesi, 1341 ’de Altın*Ordu 'da, Kutb adil bir şâir tarafından, türkçe Husrav ve Ş ir in mesnevisinin yazılmış olması, 754 C *353 ) ’de Hvârizmİ mahlas! 1 bir şâirin yine Altm-Ordu ’da yazdığı Mahabbatnâma adlı türk­ çe bir mesnevinin mevcut bulunması. Bu eser­ ler üzerinde dil bakımından bâzı tetkiklerde bulunan ve bunlar ile XIÎ.—XV . asır orta A s­ ya eserleri arasında mukayeseler yapan Samoylovİç, Husrav ve Ş ir in 'de eski hakaniye lehçe­ si 'unsurlarının Mahabbatnâma 'dekinden daha fazla olduğunu iddia etm iş; X III. asır başla­ rında ( 630) 'A li adlı bîri tarafından yazıl­ mış Y usuf ve Zızlayha manzumesi ile Rabğuzi ’nîn XIV . asır başlarına âit, K işaş al-anbiya ’smm lehçe bakımından Klutb ’ün ve Hvâ­ rizmİ ’nin eserleri İle münâsebetlerini göster­ meğe çalışmıştı. Bu eserin oğuz-kıpçak un­ surları ile karışık olmaları ve umumiyetle Hvârizm ve Altm-Ordu 'da yazılmış bulunma­ ları, onları bu iddiada haklı gibi gösteriyordu. T ü r k i s t a n ve İ r a n ’d a t ü r k ç e . X III.— XIV.-asırlarda Mâverâünnehr ve İran ’da orta A sya edebî türk dili ile eserler yazıldığı ve bu edebî inkişâfın bilhassa X IV . asırda büyük ' bir inkişaf kazandığı kakkmda elimizde tarihî deliller bulunmasa idi, Barthold-Saınoyloviç na­



zar iyesi belki bir dereceye kadar müdafaa edi­ lebilirdi. Biz Altın-Ordu ve Hvârizm ’deki edebî faâliyetin, onların zannettiklerinden daba geniş olduğunu, bu âlimlere mechûl kalmış bir takım eserleri ortaya koymak suretiyle, izah etmiştik. Fakat buna rağmen, moğul devrindeki iik edebî inkişafın Hvârizm ve Altm-Ordu ’da meydana geldiği iddiası asla kabul edilemez. Türk kültür ve edebiyat tarihinin umûmî gidişi ve bunu tâyin eden tarihî şartlar göz önüne alınmadan, nasılsa ele geçen bir iki eserden, böyle geniş neticeler çıkarmak çok yanlış bir yoldur ; çünkü yarın meydana çıkacak her hangi yeni bir eser böyle bir faraziyeyi kökünden y ı­ kabilir. Hâlbuki Barthold-Samoylovİç faraziyesinin yanlışlığını gösteren tarihî deliller, daha 1928 ’de, Türk edebiyatı tarihi ’mizde ortaya konulmuştu. Şimdi bâzı yeni deliller daha ilâve ederek, bu meseleyi kısaca hulâsa edeceğiz. Elimizdeki tarihî kayıt’ardan, IIhanlılar dev­ rinde İran ’ın garp sahalarında bile, orta A sya edebî lehçesi ile bir takım eserler yazıldığını öğreniyoruz Vassâf tarihinde ve Raşid al-Din ’in bâzı eserlerinde tesadüf ettiğimiz şiir par­ çalan bunu gösterdiği gibi, XIII. asır rica­ linden kazvinli İftihar al-Din Muhammet! ’in Sindbadnâma tercümesinin ( Hamd Allah Mustavfi, T ârih -i guzida, I, G M S , XIV, s. 844 } de orta Asya edebî dili ile yapıldığı muhakkak­ tır. X IV . asrın ilk yarısında F a r s ’ta hüküm süren İnci; hanedanının son hükümdarı Emîr şeyh Abü îshâk ’ın baş kumandanı Emîr A y­ demir namma yazılmış bir mecmuada, Hibat al-hakâyilş. ’tan bâzı parçalar ile bir takım türkçe şiirlere tesadüf edimesi, bu devirde türk emirlerinin himâyesi altında Iran ’de türk edebiyatının inkişaf ettiğini ve hakaniye lehçesi eserlerinin dahi hâlâ lezzetle okunduğunu açık­ ça göstermektedir ( Fuad Köprülü, Türk dili "~~49ob ; İbn İyâs ( Bu­ lak ) . ( M. S O B E R N H E İ M .) Ç A L D IR A N M U H A R E B E S İ, İran Azerbaycam ’nda, Mâkû ’nun cenubunda ve bu şehir ile Hoy ve Çors şehirleri arasında, büyük bir o v a n ı n ve bir de doğu Anadolu ’da Van vilâ­ yeti dâhilinde, Muradiye ( Bargiri ) kazasında, merkezi Bayezid-Ağa mevkiinde olan bir n a h i ­ y e n i n adıdır. Kezâ bugün Hakkâri vilâyetinin Başkale kazasında Çaldıran adında bîr köy ile Kağızman ’m cenup batısında yine Çaldıran denilen mevkiler bulunmaktadır. Bu mevkile­ rin adlarını sonradan aldığı kabul olunabilir. İran Azerbaycam ’ndaki Çaldıran XV III, asır başlarında bile bir nahiye itibar olunarak, Çors ’a tâbi bulunmakta ve idaresi ekseriya Tebriz tarafına memur seraskerlere havale edilmekte îdi ( krş. Başvekâlet arşivi, Cevdet, dâhili­ ye, nr, 1427, 1136 = 1724 tarihli vesika). Kâtib Çelebî, Çaldıran sahrasını, garban „ülke-i A baka" ( bugünkü Abağa düzü ) ile şarkan Süleyman-Saray ve daha sonra, Hoy ’a yakın bir nahiye olarak zikrettiği SekmanÂbâd mevkileri arasında gösterirken, buraları osmanhlarm, kurt aşiretlerinden Dünbülî veya Dünbül-Yahya aşiretine verdiğini kayt ve son­ radan, yine osmanlılar tarafından, bunlardan bazılarına, Çaldıran nahiyesinin sancak olarak gösterildiğini ilâve eder. Ayni Çaldıran nahi­ yesini, XIX. asırda, Mâkû ’ya tâbi Bebecik mev­ kii olarak görüyoruz ( krş, Kâtib Çelebî, Ci~ hannümâ, İstanbul, 1145, s. 417 v.d .; Mehmed Hurşid ( Abdülmecid devrinde Derviş Paşa tef­ tiş heyetinde), Seyahainâm e-i hndûd, s. 320 3 2 8 )-



Muhtelif türk kaynaklarında Çaldıran, Çel­ diren ve Çeldüren şeklinde de yazılan bu İsim, bâzı garp eserlerinde, Tschalder, Evliya Çelebî ( X, 102 ) ’de Çıldır olarak, görülmekte ve diğer bazılarında da Zalderan, Caîderan ve Kaldıran şekillerinde yazılı bulunmaktadır ( krş, Chai* condyle, Continuation de L 'H isto ire des Turcs,



II, 282 v.dd. ve J . v. Hamraer, D evlet-i Osma­ niye tarihi, türk. trc., IV, 303 ). Çaldıran sah­ rası, Osmanlı padişahı Selim I. ile Safevî hü­ kümdarı Şah İsmail arasında, 23 ağustos 1514 ( 2 recep 920, çarşam ba) ’te vuku bulan kat’î neticeli büyük bir meydan muharebesine sah­ ne olmak ile, meşhur olmuştur. Bu isim Osmanlı-İran münâsebetlerinde hemen-hemen bir dönüm noktası teşkil eden bu muharebeyi ve bu meydan muharebesi ile nihayet bulan se­ feri hatırlatmaktadır ( seferin sebep ve cere­ yanı için bk. mad. SELÎM I.). Osmanlı ordusu Ü ç-Kilise ve Bâzirgân-Su­ yu (D iyadin île Bayezid arasında) konakla­ rından sonra 27 eemâziyelâhırda (19 ağustos ) Dana-Sazı mevkiinden geçerken, küsuf vâki oldu ve müneccimler bu hâdiseyi, iraulılann senbolünün güneş olması sebebiyle, fâl-ı hayr addettiler. Ertesi günü A ğ rı dağı karşısında Kara-Köy ( B ayezid ’ın 12 km. kadar cenûb-i garbisindeki Kara-Kend ) konağında Bayezid ka­ lesi halkı gelerek, padişaha itaatlerini bildirdi, 21 ağustosta ordu Ovacık sahrasında konakla­ yacak iken, düşmanın Çaldıran ’da bulunduğu haber alındı ve o tarafa teveccüh edildi. S e ­ lim I. i recep ( 22 ağustos ) sair günü akşamı Şah İsmail ordusunun şark taraflarını işgal et­ tiği Çaldıran ovasının şiınâl-i garbisindeki te­ pelerde ordusunu yerleştirdi. Dîvanda askere 24 saat istirahat verip-vermemek meselesi mü­ zâkere edildiği vakit, bütün vezirlerin hilâ­ fına, Rumeli defterdarı Pîrî Çelebî ( Celâl-zâde Mustafa Çelebî, Selimnâme, Topkapı, Revan köşkü, nr. 1274, var. 10 5 v.d .), akıncıların büyük bir kısmının ş i’î bulunması ve verilecek istirahat müddeti içinde düşmanla anlaşmaları ihtimâlini ileri sürerek, ertesi günü erkenden muharebeye başlanması fikrinde bulundu ve bu mütalâası ile padişahın takdirini kazandı. 23 ağustos sabahleyin Selim I. harp nizamını al­ dıktan sonra, düşmana hücum etmek üzere, or­ duyu bulunduğu tepelerden ovaya indirdi. Selim I. orduya mutad nizamı verd i: A na­ dolu beylerbeyi Sinan Paşa kumandasında Anadolu ve Zeynel Paşa ’am Karaman kuvvet­ leri — sağ cenahta ve Rumeli beylerbeyisi Haşan Paşa kumandasında Rumeli askeri — sol ce­ nahta idi. Padişah sipah, silâhdar, ulufeci ve guraba bölükleri ile, yanında sadrâzam Hersekzâde Ahmed, vezir Dukakin-zâde Ahmed ve vezir Mustafa Paşa ’lar ve kazaskerler bulundu­ ğa halde, yeniçerilerin arkasında merkezde dur­ du. Yeniçerilerin önünde arabalar ile develer bir siper hâlinde bulunuyor; iki cenahın nihayetin­ de biri 10.000 ve diğeri 8,000 olan Anadolu ve Rumeli azapları arkalarındaki birbirine zincir İle raptedilmiş, 500 topu ( darbzen arab ası) gizli-



%&-



ÇALDIRAN MUHAREBESİ.



yordu. Pişdar Dulkadırlı türkmen süvarileri ile, Şahsüvar-zâde A li Bey ve dümdar da Şâdî Paşa idi ( Tac al-tavârık, II, 263 ), Padişah topçulara, ancak, azaplar sağa sola açıldıktan sonra âteş etmek emrini vermişti. îoo.000 kişiyi bulan Osmanii ordusunun büyük bir kısmım süvari kuv­ vetleri teşkil ediyorsa da, bilhassa Rumeli as­ kerinin atları çok yorgun idi. Buna mukabil, Şah İsmail ’in süvari kuvveti sayıca müsâvî ol­ duğu gibi (b âzı İran tarihlerine1göre, 80.000), atlan hiç yorulmamış vaziyette bulunuyordu. Piyâdesi ve bilhassa topçusu hiç yoktu. Osmanii ordusunun muharebe nizamı hakkında kâfi derecede malumat sahibi olduktan son­ ra, şah, askerini ikiye ayırarak, Anadolu kuv­ vetleri karşısındaki sol cenahını çok güven­ diği ve harpçı bir kumandan olan Ustaçlu( Ustacalu ; İbn Kemâl, Selimnâme, Topkapı, Revan köşkü kütüp., nr. 1277 m,, var. 15 ) oğ­ lu Mehmed Han kumandasına verdi ( İbn Ke­ mal, var. 14 'e göre, Ustacîu-oğlu ’nun kardeşi K a­ ra Han da 15.000 kişi ile bu cenahta beraber döğüşmüştur). Kendisi 20,000 kişilik bir kuv­ vetle Rumeli askeri karşısında sağ cenaha ku­ manda' etti. Kumandanları arasında Bagdad, Horasan, Hemedan, Mugan, Damgan valileri ve Irak-ı Acem serdarı bulunduğu gibi, şarif alşadr ve vakil al-saltana olup, Necm-İ Sânî den* mekle meşhur Nimetuilah-oğlu Mîr Abdüİbâkî, kazasker Seyid Haydar ve Meşhed AH nakİb al-aşrafı Muhammed Kamuna gibi, şöhretli ule­ ma da vardı. Şah İsmail sol cenah kumandam ile aym zamanda yapacağı şiddetli bir hücum­ la azapları yarmak ve onları saflarım açmağa mecbur ettikten sonra, yanlardan sarkarak, ye­ niçerileri arkadan çevirmek istiyordu. Filhaki­ ka kuşluk vaktinde kendi tarafından- 40.000 kadar süvari ile, Rumeli kuvvetleri üzerine hü­ cuma kalkınca* ilk hamlede muvaffak oldu. Kemâl Paşa-zâde ’nin de kaydettiği gibi, Ru­ meli askerinin, uzun mesafe kat’ederek, yorgun ve zırhsız olmaları sebebi ile, cepheleri bozul­ du. Bîr çok sancakları devrilerek, başta Haşan Paşa olmak üzere, bâzı kumandanları şehit ol­ du. Bu cephede harp evvelâ şöyle olm uştu: Malkoç-oğiu Aİİ Bey, kardeşi Tur A li Bey ile, Rumeli alayının ucunda duruyor ve müsait bir anda meydana çıkarak, düşmanı gafil avlamak istiyorlardı. Fakat, Şah İsmail, belki onların bu maksadım sezerek, daha evvel üzerlerine yürüdü ve şehit edinceye kadar bunlar ile çar­ pıştı. Bundan sonra, meydana atılan Haşan Paşa da aym âkibete uğrayınca, vaziyet ciddî bir hâl aldı. Buna mukabil, diğer cenahta Ustaclu-oğlu aym muvaffakiyeti gösterememişti. Sinan Paşa askerin, saflarını muhafaza ederek, İntizamla ve sür’atle toplara doğru çekilmesini



te’min etti ve bunlar aradan çıkınca, Ustacîuoğlu kuvvetleri bu topların âteşine mâruz bir duruma düştü, Osmanlı sağ cenabında mevzie giren topların hepsinin birden âteşi vaziyeti derhâl osmanlılar lehine çevirdi. Bu suretle, büyük bir şaşkınlığa uğrayan Ustaclu-oğlu ’nun da, cesur bir sipahinin eli ile, Öldürüldüğü iranhlar arasında anlaşılınca, düşman sol ce­ nahının bozgunluğu bir hezimete inkılâp etti. Bir kısmı kaçarak, şahın alayına katıldı. Bu esnada osmanlı sol cenahının bozulduğunu, art­ çı kuvvetlere doğru perişan bir hâlde kaçtığı­ nı gören ve ümerâdan Karaçin-oğîu Ahmed Bey vasıtası ile, Haşan Paşa ’nm evvelâ mecruh, sonra şehit olduğuna da vâkıf olan padişah, hemen tedbir aldı ve »yeniçeri askerinin tüfekendâz serbazlanndan bîr koşun asker Rumeli leşkerine imdat etmesini II, »02 v.d.)'un tasvirinden, şehrin oldukça mâmur bulunduğu anlaşılıyor. Şehrin çevresi 2,5 km. ’ye yakın ve nüfusu da 1.200 kadar id i; bu nüfus faal bir ipek, yelken bezi ve çanak çömlek ticâreti ile geçiniyordu. O sırada yeniyeni inkişaf ettiği tahmin edilen tezgâhlarda ya­ pılan çanak ve çömlekler, memleketin bir çok taraflarına sevkediliyordu ki, bâzan Boğaz-Hisarı denilmiş olan Kale-i Sultaniye ’nin Çanakka­ le adını alması, bundan ileri gelmiştir. Şehrin nüfusuna dâhil bulunan akalliy eti erden ermenilerin ilk önce 1529 ’da İran şahı Tahmasp ’tan kaçarak, Türkiye ’ye iltica edenler olduğu ri­ vayet edilmekte { V. Cuînet, L a Tarçuie d ’A sie, IH, 689 ) İse de, gerçekten bir ermeni cemaati teşekkülü 1650 ’den sonra olsa gerektir. 1836 se ­ nesi baharında burayı ziyâret eden Moltke boğa­ zın en dar yerinde, dik Avrupa kıyısı karşısın­ daki alçak A sya sahilinde, kalenin yanı-başında, çınarların gölgesi altında, bağ ve bahçeler ile çevrili bir şehir bulunduğunu ve türklerin buna „Çanak kalesi" dediklerini ve boğaz paşasının burada oturduğunu kaydeder ( Helmut von Molt­ ke, B riefe über Z as tönde and Begebenheiten in der Türkei, Berlin, 184i, s. 51 v. d.). X IX . asır sonuna doğru V. Cuînet ( ayn. esr., 744), Çanakkale şehrinin nüfusuna 11.062 olarak gösterir. Diğer kaynaklar, bu nüfusu, b i­ rinci cihan harbine tekaddÜm eden yıllarda. 10.000 ile 20,000 arasında göstermektedirler. Bu sırada Çanakkale ’de renkli ipek, sırma ve mercan ile yapılan işlemecilik ve mülhakatta dokunan yürük halıları hârice sevkedilecek kadar şöhretli idi. Çanak ve çömlek işlerine gelince, bunlar Avrupa mamul âtının rekabeti karşısında bir asır evvelki ehemmiyetlerini kaybetmiş ve çok gerilemiş bulunuyordu. Ma­ mafih şehrin ihracatı arasında, hububat, zey­ tin yağı, şarap, meşe palamudu, mazı, deri ve yün üe beraber bir mıkdar halı, keçe ve çanak-çömlek de yer alıyordu. 18 mart 19 15 ’te boğazın iç kısmında yapılan büyük deniz mu­



harebesi sırasında — sivil nüfusu tahliye edil­ miş olan —- Çanakkale büyük zararlara uğradı { daha evvel 1860 ve 1865 ’te Çanakkale ’nin bâzı mahalleleri büyük yangınlar ile harap olmuştu) ise de, harpten sonra şehrin yavaş yavaş k al­ kındığı, yeni inşaat ile inkişaf ettiği ve nüfusu­ nun arttığı görülmektedir ( nüfus, 1927 sayı­ mında, 8.515, 1935 ’ te II .49S ve 1940 ’ta 24.600 ). — İdarî bakımdan Çanakkale, * 1876 senesine kadar, Cezayır-i Bahr-i Sefıd vilâyetinin mer­ kezî iken, bu tarihte ihdas edilen müstakil Biga sancağına merkez oldu. Her ne kadar bu sancak 1881 ’de Karası vilâyetine bağlanmış ise de, 1888’de yeniden eski hâline irca edil­ mişti. Şimdi Çanakkale, boğazın Anadolu ta­ rafında Marmara ’dan Edremit körfezine kadar uzanan arâzi ile Rumeli tarafından Gelibolu yarım adasından terekküp eden İmroz ve Bozca ada ile beraber 110 kazası bulunan Çanakkale vilâyetinin ( 9.879 km2, arâzi ve 305.000 nüfus) merkezidir, Çanakkale şehrinin hemen cenubunda, yazın hayli kuruyan ve kışın ise, fazla çamur getirerek, denizin rengini değiştiren Koca-Çay ( eski adı R hodios) munsabı île Kepez burnu arasında boğazın Anadolu kıyısı, muntazam b ir yarim dâire çizer ki, buraya Sarı-Sığlar koyu adı verilmektedir. Burada Çanakkale 'den itibâr en Çimenlik ve Ham id iye gibi tabyalar boğazın iç müdafaasının esaslı unsurlarım teşkil et­ mekte idiler. Koyun bilhassa cenup kısmında büyük gemilerin sahile yaklaşmasına mâni olan kumsallar bulunur ve buradan İtibaren sahil çizgisi garba dönerek, boğazın genişleyen aşağı kısmının başladığı Kepez burnu ( ecnebi hari­ talarında Kefez, yahut Pointe des B arbiers; eski adı Trapeza veya Dardanis) ile sona erer, b. Boğazın orta kısmına âit Rumeli kıyısın­ da ilk Önce Bigalı ve Kilya derelerinin ağızları arasında bir çıkıntı teşkil eden ve dik yarlar ile denize inen Kilya tepesi ( 144 m.) göze çar­ par ki, bu tepe, şimâl-i garbi istikametinde, Gelibolu yanm adasının içlerine doğru ile r le ­ yen ve daha geride Maltepe ( 167 m.) ’yı ihti­ va eden bir sırtın nihayetini meydana getirir. Nâra burnunun karşısına rastlayan Kilya koyu, boğaz kıyılarının bilhassa askerî bakım­ dan, ehemmiyetli bir köşesini teşkil eder. Bir kere burası, bir tarafta Kilya tepesi, diğer tarafta Maydos koyunu ayıran Kakma-Tenc ara­ sında, boğaz kıyılarının kara içine en fazla sokulmuş bulunduğu derin ve muhafazalı bîr lim andır; diğer taraftan Gelibolu yarım ada­ sının boğaz ile Ege denizi arasındaki genişliği, burada asgarî haddine inmiş bulunur ( 7.5 k m .); nihayet şimâlde ve cenupta irtifaı 150—200 m.



Ça n â k k a l I — •—



-------------------------------------------- -







4i 9 •— •— -------------— -----------------------------------------------



geçen ve vadiler ile deıin suretle yarılmış bu­ doğru tırmanan aynı adlı kasabaya varır; Eski lunan arâzi arasında, geniş ve alçak bir düzlük çağlarda buraya »dişi köpek mezarı" mânasına (K ilya o vası; biç bir yerde irtifaı 20 m. ’den yük­ gelmek üzere, Kynos Sema deniliyor ve mâruf sek değildir ) yarım adayı baştan-başa k a i’eder. bir efsâneye göre, Euripides ’in trajedisine kah­ Bu sayede, Ege kıyılarına ihrâc edilen bir düş­ raman olan Hekube ’nin medfeni burada bu­ man kuvveti, karşılaştığı mukavemeti kırdığı lunuyordu. A t m a lıla r d ı (m . Ö.)’de kazandık­ takdirde, kısa yoldan boğazın en dar yerine ları zaferin hâtırasını yaşatmak üzere, buraya varmak suretiyle, iç ve dış müdafaaları arkadan bir âbide dikmişlerdi. Evliya Çelebi, kendi çevirmiş o lu r; buna mukabil, boğazın müdafî- zamanında burada 7—800 evli bir kasaba bu­ lerı de K ilya ovasından geçerek, her istika­ lunduğunu kaydetmektedir ( 1935 ’te 1.4,51 nü­ mete doğru ayrılan yollar ile muhtelif cephe­ fus), Bunun cenubunda, Namazgah, Hamidiye, lere kolaylıkla sevkiyatta bulunabilirler. Bu Mecidiye ve Yıldız gibi, tabyalar bulunur ve hâl, Kilya koyunun 1915 muharebelerinde oy­ sahilin bir dirsek ile cenûb-i garbîye dönmesi namış olduğu büyük rolü belirtmeğe kâfidir. Bu­ neticesinde, boğazın gittikçe genişleyen aşağı nunla beraber, son yıllarda, Kilya koyu sahil­ kısmı başlar. 3. A ş a ğ 1 k ı s ı m , Anadolu yakasında K e­ lerinde iptidaî bir iskeleden başka hiç bir te’sis mevcut değildi. Choiseul-Gouffier de, X IX . asır pez burnu ile Kum-Kaie arasında geniş bir kavis ortalarında burada hiç bîr mesken bulunmadı­ çizdiği hâlde, Rumeli cihetinde şİmâl-i şarkî — ğım ve yalnız eski bir duvar parçasına rast­ eenûb-i garbî istikametinde ve ancak küçük landığını ve buraya ancak İstiridye avcıları İle koylar ile oyulmuş düz bir hat resmeder. a. Anadolu yakasında, Kepez burnunun cefırtınadan barınmak üzere, kayıkların geldiğini kaydeder. Hâlbuki burası, eski çağ kaynakla­ nûbunda, kıyıya hâkim alçak bir tepe üzerinde, rında adı Koila veya Koçla şeklinde geçen bir boğazın orta müdafaasına âit en ehemmiyetli şehir olarak zikredilmektedir ( Ptolemaeus, III, bir unsur teşkil eden Dardanos tabyası ile av1 1 , 9) ; ikinci İznik ruhanî ictimama ait vesi­ rupaîıîar tarafından boğaza verilen adın İştikak kalarda bir Madytos veya Coele piskoposun­ ettiği Dardanium şehrinin yeri bulunmaktadır, dan bahsedilmesi, orta çağlarda bile buranın eoliahlar tarafından te’sıs edildiği rivayet olu­ meskûn olduğunu gösterir. nan bu şehir, romahlar tarafından zapt edil­ W. Penck ’ın boğazın eski bir mecrası ola­dikten sonra, muhtariyet kazanmış, 84 ( m. ö.) rak tesbit ettiği Kilya ovasının şimalinde ha­ yılında Sylla ile Mithridates Eupator arasında fif meyilli tepeler, tedricen yükselerek, şimâl-i burada sulh imzalanmış ve şehir orta çağda, şarkî — cenûb-ı garbî istikametti ve yamaçları inhitata uğrayarak, kaybolmuştur. Buradan ıtibâren, Anadolu kıyısında açılan kesîf fundalıklarla kaplı bir sırta müntehi olur kî, şimalden başlayarak, Koca-Çimen tepesi ( 305 geniş kaviste sâhile hâkim bir tepe üzerinde m.), Conkbayırı ( 261 m.) ve Kanh-Sırt ( 1 25 kurulan ve eskiden Lampsakos ve Abydos Han m .; ingilizlerm verdikleri ad ile Lone Pine — Troya ve Bergama ’ya giden yol üzerinde ehem­ Tek Çam ) bunun üzerinde sıralanmakta ve bu miyetli bir merhale teşkil eden Ophrynium Hra sırt, A rı burnu civarında, sel yatakları ile de- yerine kaim olması muhtemel Erenköy ’e iza­ lik-deşik olmuş bir yamaç hâlinde, Ege denizi feten Erenköy koyu denilmekte ve bu koyun garp kısmı ise, daha ziyâde Karanlık liman sahiline varmaktadır. Denize doğru ilerileyen bir tepe, Kilya ova­ adı ile tanınmaktadır ( eski adı Achaeorum sını bundan küçük olan Maydos ovasından ayı­ P o rtu s), Boğazın cenup ucunu, A sya yakasından Eski rır. İlk ve orta çağda Madytos adı ile tanın­ mış olan bu beldeyi istihlâf eden Maydos, XVII. Menderes ( Skam andros) çayının meydana ge­ asır ortalarında küçük bir rum kasabası idi tirdiği bataklık delta çıkıntısı teşkil eder. Bu (E vliya Çelebi, Seyahatnâme, V, 3 1 3 ) ; şimdi çıkıntının müntehasmda bulunan Kum burnu burası Eceabâd adlı ve 5.800 nüfuslu bir kaza yanında 1659 ’da inşa edilmiş olan Yeni-Kale merkezidir. Burası da birinci cihan harbinde ( sonradan Kum-Kaîe ) ile bir deniz feneri vardır. Gelibolu yarım adası cephelerine sevkedilen Bu mevkiden itibâren cenûb-i şarkîye doğru kuvvetler için ehemmiyetli bir üs hizmetini uzanan alçak bir sırt, Menderes çayının geniş görmüştü. Maydos 'tan sonra boğazın Rumeli vadisini Ege denizi kıyılarından ayırır. Kadîm kıyısı, Kilitbahir ’e kadar, hemen-hemen düz de­ çağların, A ch iiîe s’in mezarını ihtiva ettiği ri­ necek bir surette, cenûb i şarkîye doğru uzanır; vayet olunan, Achilleion şehrinin yeri Kumkale Çam kalesi ve Derme burnu gibi harap istih­ civarında bulunduğu gibi, Sigeion şehri de bir kâmlardan sonra, Çanakkale şehri karşısında bir az daha cenupta, tepe üzerinde, şimdiki Yenitepenin önünde inşa edilmiş Kilitbahir ( Kil id Şehir adlı köyün yerinde kâin idi. Bütün bu al-bah r) kalesine ve bu tepenin yamaçlarına havali, bir zamanlar — yeri Schliemann tara­



$



4*



ÇANAKKALE.



fından, Menderes vadisinin aşağı kısmında, şimdiki H isarlık koyu yanında keşfedilmiş bu­ lunan — Troya ( liion ) kırallarm a âit idi. b. Boğazın aşağı kısmında Rumeli yalılarını, umumiyetle yüksek yarların düz çizgisi meydana getirmiştir. Burada Gelibolu yarım ada­ sının İç kısımlarından gelen dar vadilerin ağız­ larında küçiik koylara rastlanır. Şimâl-i şar­ kîde ilk koy Havuzlar olup, aynı adlı dere ağızındadır ; kadım Arriana ( A rrhianoi} beldesi burada idî. Bunu müteakip, Soğanlı-Dere ağızı ve onun cenubunda Karanfil burnu gelir. Bu­ rada pek dik olan yarlar üzerinde arazi tak­ riben ı$o m. irtifâında az arızalı bir yayla şek­ lini alır ve tedricen yükselerek, 220 m. iriifamda üç taraftan denize hâkim basık bir tepe hâlinde sona erer. İşte 2915 senesinin ilk ba­ har ve yaz aylarında Gelibolu yarım adasının cenup kısmında vukua gelen kanlı savaşların esas hedefini teşkil etmiş, fakat müttefikler tarafından bir türlü ele geçirilememiş olan A îçıTepe budur. Yarım adanın cenubuna doğru ev-, velâ Kereviz*Dere ’nin ağızma rastlanır. Bundan sonra, VI. { m. o.) asırda atmalılar tarafından te’sis edilerek, zeytin ağaçlarının bolluğu sebe­ biyle, Elaeus adı verilmiş olan beldenin yerin­ deki Eski-H isarlık mevkiine gelinir. Burada Ba­ ron de Tott ’un inşa ettiği tabyaların harâbeleri bulunur. Bundan sonra Hisar burnu ile Seddülbahir arasında, alçak yarların kuşattığı hilâl şekilli Morto limanı yer alır. Seddülbahir, ilk defa 1659 ’da, karşıdaki Kum-Kale ile bera­ ber, tahkim edilmiş, bilâhare muhtelif fırsat­ larda yeni tabyalar ile takviye olunmuştu. Bu­ radaki tahkimat ve bunun gerisinde kurulmuş olan küçük bir köy, 1915 harekâtı esnasında tamamiyle harap oldu. Seddülbahir ’den sonra Gelibolu yarım adası sahili evvelâ garba dö­ nerek, Elleş ( Hellas ) burnunu ve sonra şimâl-i garbiye bükülüp, Teke burnunu teşkil ederek, şimâl-i şarkîye kıvrılır. B i b l i y o g r a f y a ’. Metinde adı geçen kaynaklardan başka bk. bir de W. Ramsay, HistoHcal Geography o f A sia Minör (London, 1890), s. 152 v.d .; Tomaschek, Z a r hist. Topographie s< 86 v .d .; K âtib Çelebî, Tufyfat alkibar f i asfS r al-bihâr ( İstanbul, 1229), s. 130 v .d .; F. Andre Thevet, Cosmograpkie du Levant (Lyon, 1556 ), s. 56 v .d .; Antoine Galland, Jo u rn a l pendant son sejour d Consiantinople, 7672/7673 ( nşr. Ch. Schefer, Pa­ ris, 1881 ), II, 155 v .d .; Le Comte de Choiseul Gouffier, Voyage pittoresque dans Vemp. oti. ( Paris, 1842 ), III ; Le Baron Feİix de Beaujour, Voyage m ilitaire dans VEmp. Oit. ( Paris, 1829 ), II, fasıl 4, s. 483—496, fasıl V, 496—502; Lechevalîer, Voyage dans la Troade (P aris, an V I II) ; Andre Morellet, Constaniinople ancienne et Moderne et Deş­ er i ption des Cotes et isles de VArchipel et de la Troade ( Paris, an V ÎI), II, fasıl, VIII, s. 146—2 18 ; M. Michaud ve M. Poujoulat Correspondance D'Orient { 1830—7837 ), ( Pa­ ris, 1833 ), I, s. 3 16 —466 ; II, 1 —92 .— 1807 senesinden sonra Çanakkale ’de vukua gelen harekât ve yapılan tahkimata dâir bk. Baş­ vekâlet arşivinde Selim İH. 'in hatt-ı hümâ­ yunları kısmındaki vesikalar, sandık 30, ur. 4658Ç 4665b, 4653, 4656, 4659 ve meîfuflan, sandık 115, nr. 2899$ % (boğazda yapılacak tabyaların bir krokisi. 500 zîrâ mıky&sındad ır), m elfufîarı; sandık 116, nr. 4653, 29179; son devirde boğazı tasvir eden eserler için bk. Bahr-i sefid ve siyah boğazları ile Mar­ mara ve Karadeniz ’in târifatı ( trk. trc. Faik ), (İstanbul, 1294), s. 32—345 Çanakkale ve B ahr-i siyah boğazları ile Marmara denizi rehberi ( İstanbul, 13 1 1 ) , s. 12 —36. (M . C. ŞlHABEDDİN T e KİNDAĞ.) Çauakkale muharebeleri. ( Birinci cihan harbi ). 1. 1914— 1918 ’de T ü rkiye’nin de merkezî dev­ letler yanında harbe girmesi üzerine, bir ta­ raftan r usla ra yardım etmek, diğer taraftan garp cephesinin üzerindeki alman tazyikim azaltmak maksadı ile İngiliz devlet adamları, donanmanın yardımı ile, Osmanlı imparator­ luğunu en zayıf bir yerinden vurmağı düşündü­ ler. Yakın şarkın hassas noktası olan İstanbul *u zapt etmek üzere, Çanakkale boğazı zorla­ nacak olursa, yalnız rusların karşılaştıkları



348



ÇANAKKALE.



güçlükler azaltılmakla kalmayıp, Rusya ile doğ* rudaû-doğruya temasa gelineceği, Süveyş kanalı ve Mısır üzerindeki tehditlerin ortadan kalka­ cağı, mütereddit bir siyâset tatbik eden Bal­ kan devletlerinin ı'tilâf cephesine katılacağı ve bu suretle, bir çıkmaza girmiş gibi görünen harbin gidişi üzerinde büyük bir te’sir hâsıl olacağı iikri hâkim oldu. Her ne kadar, teşebbüsün muvaffak olabil­ mesi için, deniz ve kara kuvvetlerinin müşterek hareket etmesi ve darbenin bir baskın şeklinde olması İcap ettiğini ileri sürenler olmuşsa da, Çanakkale seferine, donanmanın boğazı zorla­ ması ile başlanmış, bunda muvaffak olunma­ yınca, tahkimatı karadan düşürmeğe teşebbüs edilmiş, yakın Balkan harbinin intibâlarına da­ yanılarak, türklerin ciddî bir mukavemette bu­ lunamayacakları farz olunmuştu. Bu tahminlerin ne kadar yanlış olduğu çabuk meydana çıktı ve ingilizîerin „ Gelibolu sefe ri Çer­ keslerin mîllî varlıkları bakımından, fecî bir ne­ tice ile sona eren çerkes-rus münâsebetleri daha X. asırda başlamıştır. Buna da sebep Taman tarhanlığı üzerindeki ihtilâf idi. Bu iarhanhk üzerinde hak talep eden Kiyev prensleri, çerkes reislerinden Redod ile çarpıştılar. Çerkesler ile Kiyev prensleri arasındaki çarpışmalar X. asrın ikinci yansında da devam etti. Fakat Şarkî Avrupa ’yı istilâ eden yeni türk boylan Kiev prenslerini daha şimale çekilmeğe mec­ bur ederek, rus kavminin bir millet olarak te­ şekkül etmesine sebep oldu. Zaafa uğrayan Aİtın-Ordu devletinin hesabına Moskova etra­ fında varlık göstermeğe başlayan bu yeni ka­ vim çerkesler ile yeniden karşı-karşıya geldi. O zaman kısmen hıristîyan, kısmen putperest olan çerkeslerin Kabartay kolu tarafından, Moskova çan İvan III. ( 1462—1505 ) nezdine, Ankofo A daşey'in reisliği altında, bir bey'et dahi gön­ derilmiştir. Bizans imparatorluğunun osmanlı türkleri tarafından ortadan kaldırılması üzerine, prenseslerinden bîri ile evlenip, Bizans impara­ torluğunun iki başlı kartalını dahi devlet arması olarak kabûl ve bu suretle Bizans imparatorla­ rının vârisi olduğunu ilân eden bu* Moskova çarının torunu, müthiş lâkabı ile mâruf Ivan IV. (154 7—1584 ) çerkes hükümdarı Timurok *un kizı Meryem ile evlenmişti. A ltm -ördu dev­ letinin enkazı üzerinde kurulan Kazan, A stırhan, Kırım ve Sibirya hanlıklarından iki ev-



ÇERKESLER, ve! ki ler i istilâya muvaffak olan İvan, çerkesler ile olan bu dostluktan istifâde ederek, Hazar de­ nizi yolu ile, Terek ırmağının ımınsabına çıkmış ve bu ırmağın aşağı mecrasında müstahkem bir kale inşasına dahi muvaffak olmuştu. Sonraları bu hareketin Çerkesİstan ’m istilâsına bir baş­ langıç olduğu anlatılınca, çerkesler ile ruslann arası açıldı. İvan ’in halefleri Fedor ve Boris Godunov zamanında ( 1594—1604 ), Hvorostin ile Buturiin ’in kumanda ettikleri rus seferi kuv­ vetlerini çerkesler tamamiyle mağlûp ve peri­ şan etmekle çerkes-rus münâsebetleri barış, hâ­ linden çıkıp, savaş .hâlini almış bulunuyordu. Ç e r k e s l e r i n O s m a n l ı l a r i l e mü ­ n â s e b e t l e r i . Çerkesler ile ruslann aralan açılırken, Osmanlı imparatorluğu ile sıkı bir münasebet kuruluyordu. Çerkeslerin r usla ra yaklaşması esâsen osmanlı türklermin Karade­ niz ’İn şîmâl ve şark sahillerinde yerleşmeğe başlaması sebep olmuştu. Anadolu ve Balkan­ lara hâkim bulunan osmanlı türkleri X V . as­ rın ortalarında İstanbul ’u fethederek, Karade­ niz ’io kapılarım da ellerine almış bulunuyor­ lardı. 14 7 5 'te osmanlı ordusu K e fe ’yi, onu mü­ teakip Tana ( Azak ), Menkûp ka’e'.eri ile Ta­ man yarım adasını zaptederek, bu havalideki Ceneviz kolonilerine nihayet verdiler. Bu fü­ tuhat neticesinde Kırım hanlığı Osmanlı hi­ mayesine geçmiş ve bu suretle de Kırım ’ın Çerkesİstan üzerinde, Altın-Ordu ’dan intikal eden hâkimiyet hakkı da osmanlıîara geçmiş idi. Mamafih resmen hiç bir muameleye tâbi ol­ mayan bu hâkimiyeti te’sis eden, muahedeler­ den ziyâde, çerkeslerin isîâmiyeti kabul etmek suretiyle, hilâfet makamına manen bağlanma­ ları keyfiyeti olmuştur. Moskova çarlığı, osmanlı himâyesinde bulu­ nan Kırım ’ın Çerkesİstan üzerindeki hâkimiye tini 1720 ’de tanımıştır. Fakat bundan önce Rusya ile Türkiye arasında 17 0 0 ’de akdolunan İstanbul muahedesi ile Azak kalesi Rusya ’ya terk edilerek çerkeslerin hududu Azak ’tan 10 saat ce» nûbda tespit edilmiştir. 1707 ’de osmanlı-çerkes kuvvetleri Terek ırmağının aşağı mecrasında yer­ leşmiş olan ruslar üzerine muvaffakiyetli bir se­ fer icra ettiler. Fakat 17 u senesinde, Petro î. ’nun Prut seferi esnasında rus orduları Kuban çerkeslerine taarruz ettiler. Rusların mağlûbi­ yeti ile biten 1735—1739 osmanlı-rus savaşından sonra akdolunan Belgrad muahedesi Kabar tay çerkeslerinin istiklâlini tanıyordu. Fakat bu is­ tiklâl ruslann hareket serbestisin! te’minden başka bir işe yaramadı. Bununla beraber osmanh-çerkes münâsebetleri burada tamamen kesilmiş değildir. Rus yayılışı hızını artırdıkça, çerkesler ile osmanhlarm yaklaşması ve iş bir­ liği de sıklaşmıştir.



381



Ç e r k e s - R u s s a v a ş l a r ı . XV III, asrm başından itibaren ruslann Kafkasya ’ya akınları plânlı bir şekil almıştır. Petro I.’’nun, Hindis­ tan ’a yeni yollar bulmağı istihdaf eden orta A sya siyâseti, A sya ’daki bütün rus siyâsetinin başlangıcı olmuştu. A sya ülkelerinde rus faa­ liyetinin inkişafı gibi muazzam bir hedefin yolu üzerine duran Kafkasya, tabiaiiyle ilk merha­ leyi teşkil ediyordu. Bu sebeple, Petro I. bu mühim meselede eline geçen fırsatı kaçırmadı ( Potto, Kavkazskaya voyna, Petersburg, 1886, I). 17 2 0 ’de Terek ırmağının aşağı mecrasında S rus kazak kasabası te’sis etti ve bunlara da­ yanarak, İran seferine çıktı. Fakat 1724 muahe­ desi mucibince, Dağıstan ile şimâlt Azerbaycan ’m Türkiye ve Rusya arasında taksimi ile ne­ ticelenen bu seferin mahsullerini Rusya 1735 ’te Nadir Şah ’a terk etmeğe mecbur olmuştu. Bu kayıbın telâfisi için, Rusya Kafkasya ’nın şimâl-i garbî bölgesini işgâ! eden Çerkesİstan üzerine yürüdü ise de, osmanlı-çerkes kuvvet­ lerine mağlûp oldu. 1768—1774 osmanh-rus sa­ vaşına nihayet veren ve 3. maddesine tevfikan Kırım ’ın istiklâlini tanıyan Küçük-Kaynarca muahedesi, 9 sene sonra Kırım ’ın Rusya tara­ fından tamamiyle İşgalini intaç etmişti. Bu mu­ vaffakiyetten sonra K ırım ’ın hâkimiyeti altın­ da addolunup, Küçük-Kaynarca muahedesi ile hudut hattı olarak kabûl edilmiş olan Kuban ırmağı şimalindeki arazinin Rusya ’ya ilhakı, Katherina II. tarafından bir ferman ile ilân edildi ve bu steplerdeki nogaylar ile çerkesler, Suvorov tarafından kılıçtan geçirilmek sure­ tiyle, İmha edildiler ( Bolş. son. ents., X X X , 486, 6 n ). Bu umumî kırgından kurtulan çerkesler ve nogaylar Kuban ırmağının sol sahiline iltica ettiler. Aynı zamanda, 1768—1774 savaşları es­ nasında şimalî Kafkasya steplerinin çerkes ve türk akmlanna açık bulunduğunu gören Katherina I!. Mozdok’tan Azak denizine kadar Mozdok-Azak askerî hattını inşâ ederek, gerek bu hat üzerinde ve gerekse, Kuban ırmağının ş i­ malinde, çerkes ve nogaylar dan boşaltılan yer­ lere rus kazak muhacirlerini yerleştirdi. Öteden beri Osmanlı devletine bağlı sayıl­ makla beraber, Kırım ’ın mülhakatından add­ edildiği cihetle, Osmanlı devletî tarafından hu­ sûsi bîr alâka gösterilmeyen Çerkesİstan ’a, rus yayılışının hızını arttırdığı Abdülhamid I. dev­ rinde, birden bire ehemmiyet verildiğini görü­ yoruz. Kaynarca muahedesi ile istiklâl kazanan Kırım ’ı bilâhare ele geçirdikten başka, Kuban, Taman ve hattâ Dağıstan île Gürcüstan ’a-tizanan çarlık R u sya’sına karşı Osmanlı impara­ torluğunun Asya ’daki topraklarım muhafaza etmek Üzere, Çerkesİstan ’ın bîr serhad ülkesi



38*



ÇERKESLER.



hâline konulması düşünüldü. Çerkesistan sahil­ ler ini istikşâfa giden ve bu vesile ile çerkesler ile temas eden kapııdan-ı derya Gâzî Haşan Paşa ile Canîkli A li Paşa, verdikleri raporda çerkesler in, medenileştirilerek, devlete bağlanmaları mümkün olduğu ve bu suretle ş i­ malden gelecek istilâma Önüne geçileceği, bun­ dan başka, elden çıkan Kırım limanları yerine Çerkesistan sahillerinin ikame edileceği ileri sürülüyordu. Bu mütalâaları doğru bulan Bâbıâli, çerkeslerdeu icabında 80.000 kişilik bir kuvvet çıkarılabileceğini tahmin ederek, Çer­ kesistan ’da İslâmiyet»! neşri ve medeniyetin tamimi yolu ile, bu kıt’ayı Osman! 1 devletine bağlamağı faydalı gördü ve bu vazifeyi, muha­ rebelerde kazandığı tecrübeleri, dindarlığı ve iyi ahlâkı ile müştehır Ferah AH Paşa ’ya tevdi etti. 1781 ( 1 1 9 5 ) ’de Soğucuk muhafızlı­ ğına tâyin edilen Ferah A li Paşa, çerkesler üzerinde pek müsait bir te’sir İcra ederek, on­ ları medenî hayata sokmak yolunda büyük bir muvaffakiyet kazanmış, Soğucuk ’u imârdan baş­ ka, Gelencİk Umanını ve bilhassa, o zaman bîr harabeden ibaret olan Anapa ’yı te’sis ederek, çerkeslerin büyük bir kısmını devlete bağla­ mıştır. Fakat bir taraftan Kırım muhacirlerinin çıkardıkları karışıklıklar ile Mansur adını alan bir şeyhin zuhuru ve diğer taraftan İstanbul ’daki bâzı ricalin Ferah A li Paşa aleyhinde harekete geçmeleri bu mühim teşebbüsü yanda bırakmış, Paşanın vefatım (1 785 = 1 1 9 9) mü­ teakip yerine geçenlerin iktidarsızlığı ve 8âbıâlice bu siyâsetin artık ciddiyetle takip olunmaması yüzünden, Çerkesistan ’m Osmanh devletine bağlanması işi tereddiye uğramıştır {Cevdet Paşa, Tarih, İstanbul, 1309, III,_ı6o v.d.). 1787 — 1791 osmanlı-rus savaşları esnasında ruslar, ilk defa olarak, Kuban ırmağını geçti­ ler ise de, ağır telefatla rîc’ate mecbur oldular. Bu savaşlar esnasında Çerkesistan ’a gönderi­ len osmanlı kuvvetlerinin kumandanlığına ve Anapa seraskerliğine Battal Hüseyin Paşa tâyin edilmişti. Çerlccsieri hafif süvari telâk­ ki eden Battal Hüseyin Paşa, bunlar ile munta­ zam düşman kuvvetlerine karşı çıkılamayaca­ ğı kanaatinde olup, nakil vasıtasının kifayet­ sizliğini göz Önünde tuttuğundan, Anapa ’da oturup, etrafa müfrezeler göndermek suretiyle düşmanı taciz taktikini tutmuştu ( N aiâ'îc alvukuât, IV, 30 v.d.). Hâlbuki Selim III. İslâm ordusunu behemehal Kabart ay lar içine sokma­ sını emir ve te’kit ediyor ve bunun icrasını te’min için de Mahmud adında bir mübaşir dahi göndermiş bulunuyordu. Battal Hüseyin Paşa bu emir karşısında ister istemez zilhicce *204 ( ağustos 1790 ) ’te Anapa ’dan hareket ile



saf er 1205 ( teşrin I. 1790 ) ’te Kuban ırmağını geçti ve Kabartay ’a dâhi! oldu. Maiyetinde ye­ niçeri, gönüllü ve kapı halkından müteşekkil ve 40 kadar top ile mücehhez 30.000 asker bulunuyordu. Buna çerkes kuvvetleri de ilâve edilince, oldukça büyük bir kuvvet hâsıl ol­ muştu. Fakat harbin cereyan tarzı üzerinde çerkes reisleri ile çıkan ihtilâf, uzak sefere başlamadan, civardaki bir rus fırkasının izâlesi için gönderdiği bir mikdar askerin mağlûp olarak, avdet etmesi ve bunlan takiben rus kuvvetlerinin yakınlaşması üzerine, ordu içeri­ sinde baş gösteren kargaşalık, Mahmud ’da kat­ lini mutazammın hatt-ı hümayun mevcut oldu­ ğunu bilen, Battal Hüseyin Paşa ’yı, bir kaç adamı ile birlikte, ruslar tarafına firar ve de­ halete sevk etti ( ayıt. esr., IV, 30 v .d .; bu­ günkü muhtar Çerkes eyâletinin baş şehri, Bat­ tal P a şa ’ya izafeten, Batalpaşİnsk adını taşı­ maktadır). Bunun üzerice osmanlı ordusu, çer­ kes süvarilerinin ardçı himayeleri altında, Anapaya çekilmeğe mecbur oldu. Fakat ruslar 1791 ’de Anapa ’yı muhasara ettiler. Şehri müdafaa eden kuvvetlerin başında yeni tâyin edilmiş olan Sarı Abdullah Paşa ’ya vekâleten İp eki i-zade Mustafa Paşa bulunuyordu. 15 gün süren mu­ hasaradan sonra kale düştü ve boğaz-boğaza devam eden kanlı sokak muharebesinden son­ ra umumî katl-i âm yapıldı, 3 1 temmûz 1792 ’de akdolunan mu salâha 1783 ’te tesbİt olunan Kuban ırmağını Türkiye-Rusya hudut hattı olarak kabûl ettiğinden, harp­ ten sonra ruslar bu hattm arkasına çekilerek, bu sahayı bir plân dâhilinde koîonileştirmeğe koyuldular. Aynı yıl içinde Kuban ırmağının sağ sahiline Karadeniz kazak ordusu adı ile Bug ırmağı sahillerinden getirilen rus ka­ zakları iskân edildi. 1794 ’te Bjeduh kabilesi­ ne âit olan arazîde Yekaterinodar (bugünkü Krasnodar) şehri kuruldu. Yine aynı yıllar, zarfında Kabariayları Kuman ırmağının ve bâ­ zı yerlerde ise, Terek ve Malka ırmaklarının arkasına sıkıştırdılar ve Laba suyunun Kuban ırmağı ile birleştiği yerden başlayarak, cenup doğuya, Terek ’e ve Terek boyunca Hazar de­ nizine doğru bir sıra müstahkem kaleler inşa ettiler. Bu yeni tedbirlerin, siyâsî ve askerî olmak üzere, hususî bîr mânası da va rd ı: 1783 ’te Gürcüstan kıralı İrakli, rus himayesini kabûl etmişti. Bu himaye Rusya ’ya cenubî K afkas­ ya ’nın göbeğinde yerleşmek ve buradan Tür­ kiye, Azerbaycan ve Iran ’a doğru yayılmak imkânını verdiğinden, Gürcüstan ’m merkezine götüren yolun emniyet altına alınması ehem­ miyet kazanıyordu. Dağıstan iîe Azerbaycan ve Çerkesistan taı ikleri İle te’mini imkânsız olan



ÇERKESLER.



383



bu emin yol, yalnız Kafkasya dağ silsilesini ! da çerkes millî dâvasının müdafaasını Ingiltere şimalden cenuba, orta yerde bat’eden Dar-Yol için zarurî görüyordu. 1830 senesi başlarında ( D aryal) geçidini elde tutmak ile mümkün Ingiltere ’nin İstanbul sefaretine müsteşar tâyin olacaktı. Laba ’dan Hazar *a kadar uzanan ye­ edilen David Urguhart, Lord Ponsonby ’nin ta­ ni askerî hat, yalnız bu yolu emniyet altına vassutu ile, İstanbul ’daki çerkes murahhası Zanalmakla kalmayacak, belki aym zamanda bu iko Sefer bey ile temasa gelerek, ondan aldığı yol üzerinde bulunan Kabar tay ’ı Dağıstan ’dan malumat ve tavsiye mektupları ile, 1834 tem­ dahi ayıracaktı. Sonraları Şeyh Şamil ’in Da­ muzunda Çerkesistan’a gitti, Urguhart 2 hafta ğıstan ’dan yaptığı hamlelerin önünü alması ile kaldığı Çerkesistan ’dan, çerkes muhibbi olarak, ehemmiyeti beliren bu yol, bu suretle te’min döndü ve hâricde Polonya muhacirlerinin mü­ edildikten sonra, Pavel I„ 1801 senesinde Gür­ messilleri bulunan Kont Çartariyski ve general cüstan ’m Rusya 'ya ilhakını resmen ilân etti Zamaoykî ile temasa gelerek, rus ordusundan ve aynı zamanda bu memleketi işgal altına çerkesîere iltica elmiş olan polonyahlardan gö­ a ld ı; 1803 ’te Mingreîya, 1804 ’te Imeretya ve nüllü k ıt’alan teşkiline muvaffak olduğu gibi, Guriya ve 18 10 ’da Sukum-Kale tuşların eline Londra ’ya dönüşünde te’sîs eylediği Portfolio geçti. Ruslar artık Gürcüstan tariki ile de K a­ mecmuasında çerkesler lehinde hararetli neşri­ radeniz’ e çıkmış ve çerkesler, şimâlden olduğu yata girişti. 18 36 ’da Lord Ponsonby Mornîng gibi, şark ve cenuptan da çevrilmiş bulunuyor­ Post gazetesi muhabiri J. Stuart ’ı Çerkesistan ’a lardı. Bundan sonra çerkeslerîn Karadeniz ta­ gönderdi. Bu muhabirin Çerkesistan *1 ziyareti riki ile olan irtibatlarını kesmek için, tedbirler J. S, Bell, J, A. Longvvorth ve J, Hudson 'un atındı. Bu maksatla ruslar 1830 ’da Gagri ’yî Çerkesistan ’da bulundukları zamana tesadüf zapt ve 1831 ’de Geîencik kalesini inşa ettiler. ediyordu. Bu temas ve faaliyet sayesinde Çer­ 1837 ’de rus ordusu Karadeniz sahili ile hare­ kesistan ’a Ingiltere ’den yardım gelmeğe baş­ kete geçti. 1838 ’de Soçi suyu munsabma çı­ lamıştı. K aradeniz’deki rus muhafız gemîleıi karma yapan ruslar Novagîn kalesini inşa etti­ Çerkesistan sahillerine yaklaşan İngiliz gemile­ ler. Diğer rus kuvvetleri de Tuapse suyu mansa- ri ile muvaffakiyetsiz mücâdele ediyordu. Rusya bmda Velyamin kalesini ve Şapsugo suyu mun- fnın Karadeniz sahillerini işgâl ve tahkim etme­ sabmda da Tengin kalesini bina ettiler. Çemes si bu mücâdele tedbirlerinden biri idi. Fakat suyu munsabında eski Soğucuk kalesinin ye­ Edirne muhasarasının Çerkesistan hakkındaki rinde, sonraları Novorossiysk adım alan başka ahkâmını tanımayan İngiltere 1837 ’de, baş ve­ bir müstahkem kale meydana getirildi. Mayıs kil Lord Paîmerston ’un bir notası ile, Çerke1838 ’de Kuban ırmağı munsabından Mingreîya sistan istiklâlini resmen tanıdı. hududuna kadar uzanan müstahkem kaleler, K a­ Çerkes millî dâvası dâhilde de yeni bir radeniz sahil hattı adı ile, hususî bir idareye safhaya girmiş bulunuyordu. Şeyh Şâmil ’İn bağlandı. Çerkesistan ’a tâyin edilmiş olan naibi Mehmed Hemen-hemen yarım asırlık bir çevirme fâa­ Emin [ b. bk.], esas temeli daha Ferah A li Paşa liyetinin mahsulü olan bu kaleler, Mozdok — tarafından atılmış olan dinî ve askerî teşkilât Azak ve Laba—Terek askerî hatlarında mü­ sayesinde, çerkesleri muntazam bir hâle getir­ temâdi savaşlar ile meşgul olan çerkeslerîn mişti. 1841 ’de Abâdzih, Şapsug, Ubıh ve di­ 1840 ’ta yaptıkları aktnlara bir yıl bile daya­ ğer kabilelerin ilk defa olarak demokratik namadı; aynı yıl içerisinde birer-birer zapt ve esaslar üzerine kurulu siyâsî ittifakları vuku tahrip edildi. Çerkeslerîn bu muvaffakiyetleri buldu, 1848’de yapılan Adagum müşaveresinde Dağıstan ’da Şeyh Şâmil [ b. bk.] ’in ve Karadeniz çerkesler Mehmed Emin ’İ baş tanıdılar» Başta ’in Kafkasya sahillerinde İngilizlerin faaliyet Zaniko Seferbey olmak üzere, çerkes feodalleri gösterdikleri bîr zamana tesadüf eder. 1829 böyle bir ittifaka mâni olmağa teşebbüs etti­ Edirne muahedesi ile Osmanlı imparatorluğu­ ler ise de, bu zümrenin çok mahdut olan nufuzu nun Çerkesistan üzerindeki haklarından vaz mîllî birliğe engel olmadı. geçmesi, kendilerini Osmanlı devletinin tâbiKırım harbi esnasında ( 1854 ) osmanlı-İngiîizyetinde saymayan çerkcslerî memnun bırak­ fransız kuvvetleri ile temas te'mİnıne muvaffak madığı ve R u sya’ya boyun eğmeyeceklerini hu­ olan çerkesler, Anapa ve Şuhum tarîki ile, s i­ susi muhtıralar ile Bâbıâİİye ve Ingiltere ’ye lâh ve mühimmat dahi almağa başlamışlardı. bildirmiş oldukları gibi, R u sya’nın Kafkasya Fakat Rusya ’nm Balkanlar tariki ile, Akdeniz ’ya yerleşmesini arzu etmeyen Ingiltere ’yi de ’e doğru yayılmasına muvakkat bir zaman için ciddî tedbirler ittihazına sevk etmişti. İngiltere sed çeken 1856 Paris muahedesi rus yayılışında ’nîn Bâbıâli nezdindeki sefiri Ponsonby K af­ K afkasya’nın ehemmiyetini nazara almadı. Bu­ kasya'da cereyan eden hâdiseleri dikkatle ta­ nun neticesi olarak, Kırım haı bi esnasında yal­ kip ediyor ve Londra’ya gönderdiği raporların­ nız Gürcüstan ile Azerbaycan ’ın şİmâ! kısmına



3$4



ÇERKESLER,



hâkim bulunan Rusya, harp bitince, bütün kuv­ veti ile Çerkesîstan üzerine saldı:dı. Köyler ateşe verildi, çerkesler kütle hâlinde kılıçtan ge­ çirildi ve boşalan yerlere rus muhacirleri iskân edildi. Şeyh Şamil ’in esâretin'den sonra (1859 ) Çerkesistan ’dakİ naibi Meh’ined Emin de ruslara teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Onun ye­ rine millî meclis teşkili için yapılan teşebbüs akîm kaldı ise de, çer kes millî mukavemeti, dağınık bîr hâlde olsa da, devam etti. Muka­ vemetlerinde devam eden çerkesler den Natuhaylar 1860 ’ta mağlûp oldular. 1861/1862 ’de Laba İle Bela sulan arasındaki sâha çerkeslerden temizlenmiş bulunuyordu. 1862/1863 yılla­ rında askerî harekât Pşeh suyu havzasına in­ tikal etti. Ondan sonra Pşiş suyu, yani Abadzeh ülkesinin içerilerine girildi. Yukarı Abadzehler, Ubıh ve Şapsuğlann bir kısmı bir yıl daha dayandılar. 18 6 4 ’te Kafkasya dağ silsile­ sinin en yüksek sırtlarını aşan ruslar, Tuapse ’ye çıkarak, Şapsuglan da, diğerleri gibi, hic­ rete icbar ettiler. Bunlun, mukavemetlerinde henüz İsrar eden, Ubıhîar takip etti. Ondan sonra 4 kola ayrılan ruslar Mzımta suyu vadi­ sindeki Ahçİpsu ve onlarla beraber Hakuçey, Çiket ve Aibze gibi küçük çerkes kabileleri üzerine yürüdüler. 2 1 mayıs 1864'te Kbaada yaylasının zaptı ite çerkes-rus savaşları sona erdi. R u s i d a r e s i n d e ç e r k e s l e r . Çerkes­ ler, 1861 ’de Kafkasya’ yı ziyaret eden Aİexandr II, ’a, bir hey’et vasıtası ite müraeaat ederek, çerkes topraklarının zaptından vazgeçilmesini ve harbe nihayet verilmesini rica ettikleri za­ man, Alexandr II. ’dan : — «Ya gösterilecek yer­ lere veya Türkiye ’ye göçünüz'* — cevabım almış­ lardı. Çerkeslerin henüz şiddetle mukavemet ettikleri yıllarda Petersbuıg’da çerkes muha­ cereti ife meşgul bir komisyon kurulmuştu. Mez­ kûr komisyon 10 mayıs 1862 ’de, «askerî ve siyâsî bir tedbir olmak, üzere, çerkeslerin tehcirine" karar vermişti. Bunun neticesi olarak takriben 100,000 çerkes dağlardan ovalık kısma gÖçürülüp rus ekseriyeti içinde dağınık olarak iskân ettirildiği gibi, 1.500.000 çerkes de Türkiye 'ye sevk edilmek üzere, yurtlarından çıkarılmıştı. Çerkesler, ekilmiş tarlalarını, bağ ve bahçelerini olduğu gibi bırakarak, götürülmesi mümkün eşyaları, sürü ve hayvanlan ile birlikte Kara­ deniz yolu ile Osmanh İmparatorluğunun muh telif şehir ve Umanlarına çıkarılıyor ve oradan da imparatorluğun muhtelif yerlerine sevk ve iskân ediliyordu. Fakat çerkeslerin asıl iskân mahallerine az bir kısmının vâsıl olabildiği, ekseriyetin ise bekleme kamplarında, limanlar­ da ve yollara muhtelif hastalıklar ve zaruretler



yüzünden mahv ve telef oldukları resmî rus memurlarının Petersburg ’a gönderdikleri ra­ porlardan öğrenilmektedir. Çerkesîstan bu tehcirden sonra, yeni mülkî taksimata tâbi tutuldu. Kabartay çerkesleri, Çeçen, İnguş, Aset ( İr on ), Balkar ve Nogaylar ile birlikte, Tereki eyâleti ile Stavropol vilâ­ yetine, Abadzeh, Şapsug ve diğer garbî A dığeler Kuban eyâletinin cenup kısmı ile Kara­ deniz vilâyetine, Abazalar ise, Şuhum san­ cağı adı ile kurulan yeni bir mıntakaya yer­ leştiler. Tehcir, sürgün, idam, zapt ve müsa­ dere ile geçen 13 yıldan sonra, çerkesler 1877 ’de başlayan rus-osmanh muharebesinden istifâde ederek, yeniden ayaklandılar; K ab artay’dan Karadeniz’e indiler ve Suhum-kale’ye çıkarma yapan osmanh kuvvetleri ile irtibat te’sîsine muvaffak oldular. Fakat osmanlı ordusunun mağlubiyeti çerkeslerin bu kurtuluş hamlesini neticesiz bıraktı. Mayıstan kânun !, ayma ka­ dar süren kıyam, amansız bir şiddetle tenkil edildi. Kurulan harp dîvanları çerkeslerin bü­ tün ileri gelenlerini idam, on binlerce çerkesi Sibirya ’ya sürgün eylediği gibi, ahâlinin bü­ tün emval ve emlâki de müsadere olundu, A ba­ zalar ise, nüfuslarının hemen hemen yansını kaybettiler. Rusya ’nın Japonya ’ya mağlûp olması üzerine, 1905 ’t e , ilân edilen meşrutiyetin te’min ettiği nisbî hürriyet devrinde çerkesler bir az nefes almak imkânını buldular; kendilerini topladılar ve rus hâkimiyeti altındaki diğer müslümanlar İle birlikte millî kültür kalkınmasına giriştiler. Bu hazırlık devri, 1917 ’de patlak veren rus ihtilâlinden istifâdelerine yaradı. Ç e r k e s m i l l î h a r e k e t i . Daha birinci dünya harbî sıralarında, çerkeslerin bilhassa hâriede siyâsî faaliyetlerine şahit oluyoruz. Bu devirde İstanbul ’da kurulmuş olan Kafkasya ko­ mitesine azerbaycanlılar ve gürcüler ile birlikte şimalî Kafkasya namına çerkeslerden de Fuad Paşa, İsa Paşa ve Aziz Meker dâhil bulunuyor­ du (k rş. Şim âlî K afkasya mecm„ Paris, 1935, sayı 20). 1916 senesinin kânun II. ’da bu teşek­ kül, Avrupa devletlerine verdiği muhtırada, Kafkasya ’nm istiklâli ve konfederasyon hâlin­ de kurulması için Kafkasya komitesine yardım edilmesini rica ediyordu. Aynı yıl içerisinde^ Lozan ’da toplanan mahkûm milletler kongre­ sine bu komite mümessilleri de İştirak etmişti ( krş. Prof. Dr. G. Jaschke, 1916 Lozan kongrasında Rusya mahkûmu milletler, Kurtuluş mecra., Berlin, 1937, sayı 28, 29, 3 0 ). 1917 martında zuhur eden rus ihtilâli Üzerine istiklâl hareketine girişen diğer milletler ile beraber çerkesler dahi, şimalî Kafkasya ile Da­ ğıstan ’ın diğer türk ve miislüman kavîmleri ile



ÇERKESLER.



J8S



birlikte, »Dağıstan ve şimalî Kafkasya" sonrala­ rı sâdece »şîrnâlî Kafkasya" umumî adı altında millî bir devlet kurmak teşebbüsüne giriştiler ve bu maksat İJe, Ük defa olarak, bütün çerkesleri bir araya ^toplayan millî bir komite kur­ dular. 1917 nişanında Baku ’da toplanan K a f­ kasya müslümanlan kurultayına ve aynı yı­ lın mayısında Moskova 'da in’ikat eden bütün Rusya müslümanlan kongresine çerkesler de faal bir surette İştirak ettiler. ıı mayıs 1918 'de Dağıstan ve şimalî Kafkasya istiklâlini ilân ederek millî bir devlet kurdular. Bu tarihten itibaren çerkesler şimalî Kafkasya camiası içe­ risinde ve bu umumî ad altında faaliyette bu­ lunmaktadırlar (bk, madd.; DAĞISTAN, ŞİMÂLÎ



Bjeduh, Temİrgoy, Şapsug ve Abadzehlerden i bâr et aşağı Adığeler ile Kabartaylardan mürek­ kep yukarı Adığeleri içine alan muhtar bir ül­ kedir. Muhtariyetin şehir evsafını hâiz belübaşlı bir kasabası mevcut olmadığından, idare merkezi, muhtariyet hâricinde, bulunan, Krasnodar ’dadır. 3. Ç e r k e s m u h t a r e y â 1 e t i . Cenup­ tan şimale doğru Kuban ırmağı ve küçük ve büyük Zelençuk çayları ile kat’edilea 3.383 km2, ve 80.800 nüfuslu muhtariyet olup, nüfusunun esas kütlesini Kabartay ve Abaza çerkesler! ile nogay türkleri teşkil eder. Muhtariyetin baş şehri Battal-Paşa şehridir. 4. K a b a r t a y l a r . Aynı zamanda yukarı KAFKASYA). çerkesler veya yukarı adığeler adını taşıyan ve Ç e r k e s m u h t a r c ü m h;û r 1 y e t i e r i. kısmen Adığe ve çerkes muhtariyetlerine dâhil 1919/1920 yıllarında rus beyazlan ile kızılların bulunan Kabartayların, 1935 sayımına göre, mücâdelesine sahne olan şîmâlî Kafkasya Le- 152.000 kişiden ibaret mühim bir kütlesi Ka­ nin tarafından müstakil bir devlet olarak ta­ bartay Balkar sovet sosyalist cumhuriyeti nınmıştı (krş. Kafkasya dağlıları mecm., yıl hudutları dâhilinde bulunmaktadır. 15.560 km2, *933» say* 45 )• Beyaz irticaın mağlûbiyetin­ bir sahayı ihtiva eden 301.000 nüfuslu bu muh­ den sonra şim alî Kafkasya cumhuriyeti, Da­ tariyetin merkezi Nalçik şehridir. ğıstan ve Dağlı ( G o rsk İ) adları altında iki 5. Ş a p s u g m î l l î n a h i y e s i . Vaktiy­ cumhuriyete tefrik edildi. Çer keşler d en kabar- le 300.000 nüfuslu büyük bir çerkes kabilesi olan taylar ve garbî Adıgeîerin az bir kısmı dağlı Şapsuglar bugün Karadeniz sahilinde 10.000 nü­ cumhuriyetine isabet ettiler. Terek ile Kuma fusa mâlik o’.up, Tuapse mıntakasında 746 km2, ırmakları arasındaki arazinin garp kısmı ile, bir arazı işgâ! ederler. 1932 ’de Şapsug millî na­ Mozdok, Psihuabe ( Piatigorsk ) ve bütün gar­ hiyesi dâhilinde bu nüfusun yalnız 6.500 'Ü otu­ bı adığeler, Karadeniz 'e kadar, bu cumhuri­ ruyordu. Millî nahiyenin merkezi S o ç i’nîn 61 yet hâricinde kaldığı gibi abhazlar da Gürcüs- km* 'lik mesafesinde bulunan 105 kişiden ibaret tan dâhilinde muhtar bîr cumhuriyet hâline Kvace köyüdür. getirildi. Abhazistan hâriç olmak üzere, bütün bu muh­ 1922 ’de Dağlı cumhuriyetinden Kabartay- tariyetler, şimalî Kafkasya ülkesi tariki ile, Baikar muhtar eyâleti, Karaçay-Çerkes muhtar sovyetler birliğine değil, Rusya sovet cumhu­ eyâleti ve Çeçenistan muhtar vilâyeti tefrik riyetine dâhil bulunmaktadır. edildi. Aynı zamanda garbî A d ığe'd e Kuban B i b l i y o g r a f y at Metin içinde adı geçen ırmağının orta mecrasında Adığa muhtar eyâ­ eserlerden başka bir de çerkeslerin adı ve leti teşekkül etti. 19 2 4 'te Dağlı cumhuriyeti coğrafyası için bk. M. Fethgerey Şoenu, Çer­ tamamiyle ilga edilerek onun yerinde Inguş ve keslerin asit (İstanbul, 19 2 2 ); Kâtib Çelebî, şimalî Asetya adlan İle iki muhtariyet kurul­ Cihannümâ ( İstanbul, 1145 ), s. 403 ; Mehmed du. 1928 'de Karaçay-Çerkes muhtariyeti de iki Haşim, A hvâl-i abaza ve çer âkî se (Topkapı vilâyet hâline getirildi. Aynı yıllarda Tuapse sarayı kulüp., Revân, nr. 1564, TY, var. 217 ) ; mıntakasında millî Şapsug nahiyesi te’sîs edil­ Risâla f i ahvâl-i K ırım va Kaban ( A tıf di. Bu taksimat neticesinde Kafkasya ’dakî çer­ Efendi kütüp,, nr. 1886, var. 23 ) ; Emrullah keslerin bugünkü idârî ve siyâsî vaziyetleri Efendi,. M uhil al-ma şeklini yapmışlar­ sını ebedîleştirmek için, bir madalya İhdas dır. Bizanslı tarihçi Cinnamus,. ( Historica, VI, olunduğu gibi, Petersburg ’ta bîr âbide dikil­ 154 ) prenslerin ve asîl delikanlıların bu oyunu mişti. Çeşme limanında tahrip edilen donan­ oynadıklarından bahseder. Arapçada bu oyun manın sonradan osmanh hükümeti tarafından için, şavlacân ( cem. şa vâ lica ) kelimesinden çıkarılan bâzı topları, tophane ve tersaneye başka, gû y karşılığı karra ( top ) ile ayrıca la'b al-kurâ terkibi de kullanılmıştır. Ordu dilinde gönderilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ’. Metinde gösterilen­ çevgânın bir nev’İ için rol ve asıl çevgân oyu­ lerden başka bk. Pırı Reis, Kitab-ı bahriye nu için de, balâh kelimeleri kullanılmıştır. F ran sa’da eskiden beri bilinen ve. köylere ( İstanbul, 1938 ), fihrist; Şam’dânî-zade Fındıktık Süleyman, Muri al-tavârih ( F â ­ kadar yayılmış olan bu oyun için chicane ve tih Millet kütüp., TY, nr. 1/551 ), il, 326 v.d .; chicaner tâbirleri kullanılmaktadır ( Quatreal-Sayİd Mehmed Tâhir, Menâkib~i gazavat-ı mere, Hisloire des Sultans Mamlouks de TEgypGâzî Haşan Paşa ( Suleymaniye kütüp., Esad ie, Paris, 1842, I, 123 v.d.)* Bu tâbirlerin franEfendi yazmalarından, nr. 2419, var. 9 v.d.); sızeaya yuaancadan geçmiş olduğu düşünülür­ V âsıf, Tarih (İstanbul, 1 21 9) , 11, 82 v.d.; se de, haçlı seferleri vasıtası İle doğrudan Baron de Tott, Memoires ( Amsterdam, 1784 ), doğruya fransızeaya geçmiş alacağı da hâtıra liî, 36 v.d.; Choiseul-Gouffier, Voyage pitta* gelebilir, Lâtincede bu mânada chuçua ve c/uıresyue dans l'Em p. Otta man (Paris, 1842), ca, ispanyolcada choca ve chaqua ve atmancaI, 152 v .d .; J, v, Hammer, Hist. de l'Em p. da Schagun kelimeleri vardır. Bugün hemen bütün dünyaya yayılmış olan Ottoman (Parts, 1839), XVI, 252 v.d.; E. Lavİsse ve A. Rambaud, Hist. general ( Pa­ polo oyununun ismi, çevgân oyununun tib e tçe -. ris, 1896), V I I ; Brüekner, Katherina die deki karşılığı olan pulu kelimesinden gelmiş Zzeeite (Berlin* 1883), s. 280 v.d ,; K. Wa- tir ( krş. Barthold Laufer, The E arly History liszewski, Autoıır d'un trone, Katherine II. o f Polo, New-York, 1932, nr. 5 ). Karşılıklı İki takım ile oynanan çevgân oyu­ de Reussie (Paris, 1913)* s. 71 v.d.. nunda gaye, oyuncuların at sırtında olduk­ (M. C. ŞEHABEDDİN T ekîndağ .) Ç E V G  N . Ç A V G  N , güy-i çavgân veya ları hâlde, ellerindeki değnekler ile sürdük­ çavgan-güy, orta zamanlarda, bilhassa yakın leri topu takımlarının hedeflerine ulaştırma­ ve uzak şark saraylarında, çok yayılmış bîr larıdır. Galebe, muayyen zamanda kazanılan atlı top oyununun osmantı türkçesindeki şekli­ isabet sayısı veya muayyen sayıyı daha ev­ dir ( türkçedeki eski şekli olan çöğen için bk. vel tamamlamak yolu ile, elde edilir. Bu Maljmüd Kâş&ari, Dî vân luğât al-turk, I, 163, oyununun başlıca 2 nev’i vardır. Asya atlı sporlarını tetkik eden Cari Diern { Asiatische *98, 205, 337 ). Şarkta ve garpta bu oyun için kuiianı’ an Reiterspiete, Berlin, 1941, s. 238 v.d.), çevgâm tâbirler umumiyetle cavgân kelimesinden gel­ polo ’nun menşe’i olarak kabul etmektedir. Müel­ miş' gibi görünüyor, cavgân orta hindce c h a v lif, oyun âletlerini göz önünde tutarak, çevgâna ( »dörtlü, dört yüzlü" ,• Lokotsch, Et m. gâmn bir nev.’inden, k e p ç e p o l o s u ve di­ IVört., s. 35 ) ve orta irancada ( pehîevî ) ço~ ğer bir nevinden de, ç e k i ç p o l o s u tâbir-. began ( çzeptfg'n ; bk. Nyberg, H ilfsbach d. Peh- İerİ ile bahs ve k e p ç e p o l o s u nev’inin bil­ levî, Uppsala I93‘ , n , 4 5) olup, yeni farsçada hassa Japonya ’da oynanmış olduğunu işaret çağan şeklini almıştır. Hübschmann ( Persi- etmiştir. Bununla beraber An nam ve Çin asıl­ sche Siudien. Strassburg, 1895, s. $3 ) ’a göre, lı İki tablo ile Abu ’ l-Fazl A'lâm i (trc. H. kelimenin aslı çab ( »çomak, değnek" ) veya Blochmann, The A'in~i A k b a ri, Kalküte^ çavl ( „tğri“ /den gelmektedir, fîöylece çavgân 1873, s, 297 v.d,) *nin, H indistan’da oynanan kelimesinin bir ta aftan oyunun oynandığı s a ­ çavgân oyununun bir nevinden bahsederken, h a n ı n ve diğer taraftan oyunun başlıca vâ­ bu tarzı da tarif etmesi bu nev’in Japonya ’ya sıtalarından biri olan değneğin İ ğ r i şeklinden münhasır kalmadığını göstermektedir ( krş. C. ğeldiği fikirleri meydana çıkmaktadır. Kelime­ Diem, ayn. e s r s. 163, 165 ). Çevgân oyunu­ nin çavl 'den gelmiş olması daha doğru görü­ nun bu çeşidinde gaye, atlı oyuncunun, hususî nüyor, Bahâr-i ‘ acam 'de çügân kelimesinin bir âlet ile, topu yerden kaldı; ıp, bir delikten aslında çavlagSn olduğu ve normal bir ses geçirmesidir. Bu iş için ucu bir kavis veya za­ değişmesi ile, arapçaya şau/öccîn şeklinde geç­ viye ile nihâyetlenen, 1.20—1.50 m. uzunluğun­ da hafif ve mukavemetli değnekler kutlanırlar. tiği tasrih edilmektedir.



ÇEVGÂN - ÇEYREK. Değııej-ıu uçundaki zaviye veya kavisin içi, topun kaldırılıp nakledilmesini te’ min maksadı ile, bir ağ iîe kapatılmıştır. Toplar 10 —15 cm. kutrunda, söğüt veya akça ağaç budağından yapılmış veya küçük bîr çakıl taşı etrafına pirinç şamam sarılmak ve üstünü bir deri ile kaplanmak suretiyle hazırlanmış yuvarlaklardır. Çevgân m bu şekli müstatii bîr saha üzerinde oynanır. İki muhasım takım için bir tek hedef vardır. Galebe, umumiyetle kabul edildiği gi­ bi, 7 topu hedef deliğinden geçirmek ile elde edilir. Oyunun bu şeklî bütün teferruatı İle tesbit edilmiştir. Bu oyunun daha çok yayılmış olan ç e k i ç p o l o s u çeşidi hakkında teknik teferruatı tesbit eden malûmat yoktur. Bu husustaki bü­ tün bilgilerimiz seyyahların müşahedeleri ve vak’anüvislerin notları ile şiir ve plâstik san’at eserlerindeki akislerden ibarettir. Çevgân oyu­ nunun bu şekli aş. yk. 340X160 m. ebadında bü­ yük bir meydanda oynanır. Takımlar umumi­ yetle ş ’er kişiden ibaret olup, bu sayı 3 ile 10 arasında değişmektedir. Yalnız orta A sya ve T^het mıntakalannda, sahanın büyüklüğüne gö­ re; takımların 5 0 ’şer oyuncuya kadar çıktığı görülüyor ( bk, Fr. Drew, The Jum m ao and Kashm ir Territories, London, 1875, s. 380 v.d.) Oyuncular at üzerinden çevgânîan ile çeldik­ leri topu, birbirinden 5—6 m. kadar açık 2 taş sütünün işaret ettiği, hedeflere sürmeğe çalı­ şırlar. Oyun, her bîri yarım saatlik, 2 veya 3 devre içinde en çok sayı elde etmek esası üze­ rine oynanır. Evliya Çelebi ( Seyahatnâme, İstanbul, 1314, IV, 122 v.d.), galebenin muayyen bir sayı üzerinden te’min edildiğini işaret et­ mektedir. Çevgân oyunu hakkında en eski bilgiler İran 'dan gelmektedir ( Fİrdavsi, Şahnâma, nşr. j . A. VuHers, Leyden, 1878, II, s. 599 ). Şahnâma ’de, Keyâniyân sülâlesinden Siyavuş ( 700 m. ö.) ’un Turan hükümdarı Afrasîyâb ’ın yanma gidip, çevgân oynadığı hikâye edilmektedir. Bununla beraber Şahnâma ve onun menbâİartndan daynâm a'de, Sâsântler zamanında oynandığı bildirildiğinden, bu oyununun daha eski tarihle­ re götürülmesi de mümkündür, İlk sarih ka­ yıt, Husrav Nüşiravân zamanında îe'lif edilen Karnamak-i A rdaşîr-i Papâkan ’dedir. Sâsânî sülâlesinin müessisi olan Ardaşir ’in, Part hü­ kümdarı A rd uvân ’ın sarayında çevgân oyna­ dığı bu eserden anlaşılmaktadır. Bir çok ka­ yıtlardan bu oyunun Sâsânîter zamanında çok rağbet gördüğü anlaşılıyor. Ardaşİr hiç gör­ mediği yetişkin oğlu Ş â p ü r’u, bir çevgân oyu­ nunda, oturduğu tahtın altına kaçan ve kim­ senin almağa cesaret edemediği topu cür’elle çelmesi üzerine tanır (T ab ari, Tarih al-rusûl



389



, VIII, 339 v.d.; Bol$. sovetsk. e n t s i k l o p bk. mad.



(W . B arthold.)



400



ÇİN.



Ç İN . ÇİN müslümanları, türk ve çinli olmak üzere, iki etnik zümreye ve bunların ber biri de bir çok kollara ayrılır. Çin 'deki türkler hakkında bk. mad. TÖRK. Biz burada türkierden, yalnız Çin 'de islâmiyetin yerleşmesine olan hizmetleri dolayısiyle, bahsedeceğiz. Bu maddede Çin, siyâsî mânada, bütün Çin ülke­ sine şâmil olarak değil, yalnız 18 eyâletten teşekkül eden, asıl Çin memleketine delâlet etmek üzere kullanılmıştır, I. C o ğ ra fya v e tarih . [ Çin ’in ön Asya ile ilk münâsebetleri 400 ( m. ö.) senelerinde başlamış olacaktır. Bu ta­ rihte, gâlibâ orta Asya yolu ile, Hind ve Ön Asya coğrafya ve heyet telâkkileri ( msî. k ıt­ alar ve s «»sur nazariyesi; krş. Eberhard, Lokalkulturen im alt en China, Leyden, 1943, I) Çin ’e intikal etmiştir. Burada, son zamanlarda yeniden münakaşa mevzuu olduğu için ( G. Anderson, Researches into the Prehistorg o f the Chineset Stokholm, 1943), tarihten önce mevcudiyeti tahmin edilen münâsebetleri ( ş i­ malî Çin ve Anau ’da bulunan resimli ç in i) dikkate almıyoruz. Yabancılar önce Çin ’İn en garp kısımlarım, yâni Kansu ve Shensi eyâ­ letlerine dâhil bölgeleri, tanıdılar. O zaman burada Ch'in ( Ç in ) hanedanı vardı ki, bu hanedan daha sonra ( 246—207, m. o.) bütün Çin ’e hâkim olmuştur. Çin için hindcede şîn şekli de bulunan Ch'in isminin kullanılması bu sebepledir. Tüık Hsiung-nu ’ lar ile yaptığı mütemâdi mücâdele neticesinde orta Asya yo­ lunu açıp, Türkistan’ın mühim bir kısmım hâkimiyeti altına alan Han sülâlesi devrinde (206 m. ö . — 220 m. s,}, Çin ile ön Asya ara­ sında münâsebetler arttı. Chang Ch’ İen tara­ fından, Çin ile Yüeh-chih’ler arasında, Hsiung -nu ’ lar aleyhinde bir anlaşmaya varmak mak­ sadı ile, tertip edilen hey’et Çinlileri, ilk defa olarak, Suriye ‘ye kadar uzanan garp ülkeleri hakkında malûmat sahibi kıldı. Bundan başka, bu suretle, garbın bir çok medeniyet eserleri Çin ’e yol buldular ( tafsilât için bk. B. Laufer, Sino^Iranica, Chicago, 19 19}. Ç in ’in orta A s ­ ya hâkimiyetinden sonra, yâni 10$ ( m. ö.) ’ten itibaren, garp ile ticarî münâsebetler daha kuvvetlendi. Garba, birinci derecede, Çin ipek­ lileri ihrâc ediliyordu. Ön Asya 'da ipek için kullanılan kelimeler, anlaşılan çtnce ipek (sih) kelimesinin orta Asya dillerinden bîrinde değiş­ miş şekillerinden başka bir şey değildir ( muah­ har latincede çinlİlere Seres denmesi bu sebep­ ledir ). Çin İse, garptan ıtriyat, hayvan ve bil­ hassa cam ve diğer hususî mâmûlât, yâni lüks eşya idhâl ediyordu. Bu sebepledir ki, Çin için uzak ticâret dâima iktisaden zararlı olmuş ve



müteaddit İktisadî buhranlar île neticelenmiş­ tir. Mutavassıtlar en ziyâde soğdiu ve iranlı tacirler idi. Bunlar büyük kervanlar tertip edi­ yor ve kervan yolu boyunca, budhİst { daha sonra m anibeist) manastırları yanında, hattâ İçinde şubeler te’sis ediyorlardı. Bu manas­ tırlar hisarları ile düşmandan korunmağı te­ min ettikleri gibi, tacirler için de bîr nevî banka ve kredi müessesesi vazifesini görmek­ te idi. II. ( m. s.) asrın sonunda, Çin devleti­ nin kuvvetini kaybetmesi üzerine, Hsiung-nu zümresine mensup türk kabileleri kervan yol" larını yine ele geçirdiler. Bu yüzden tüccar kolonisi sayesinde, şarki Türkistan ’da artmış olan sakalı — soğdiu — iranlı unsurlar, aslen burada yaşamakta bulunan türk unsuru lehine, tekrar ikinci plâna geçtiler. Takriben 600 se­ nesine kadar ticâret yolu üzerindeki hâkimiyet muhtelif türk kavimlerinin elinde kalmış ve bundan hâsıl olan bütün varidattan (vergi) on­ lar istifâde etmişlerdir. Bu tarihte tacirlerin bir kısmı, hâlâ iranlı ve soğdiu idi f mamafih türk tacirlerinin sayısı gittikçe artmış ve nihayet Çin ile tieâretin en büyük kısmı Uygurların eline geçmiştir. Çin ile ticâret esas itibariyle devlet ticâreti olduğu, yâni Çin memurları ile ticâret yapıldığı ve bu gibi ticâretlerde çok daha az ziyan etmek teklikesi bulunduğu İçin, türkler garpta da bu şekilde bir devlet ticâ­ reti te’sis etmek ve bu suretle aynı zamanda iranlı tacirleri de aradan kaldırmak istiyorlar­ dı. Bu maksatla han Dizabulos ile Bizans im­ paratoru arasında müzakereler başladı ( sefaret heybetleri ile Zemarch ’m verdiği malûmat için bk. Menander Protektor), Aynı zamanda bu maksat için eski yolun çok daha şimalinden geçen yeni bir ticâret yolu da tasarlanıyordu. Mamafih Bizans Tn iç siyâseti ite alâkalı se­ beplerden dolayı, bu müzakerelerden zikre de­ ğer bir netice elde edilemedi, VII. asrın başlarında, çinliler, türk hâkimi­ yetini kırarak (629 ), orta A sya yolunu aç­ tıkları ve burada hâkimiyetlerini yeniden te’­ sis ettikleri zaman, vasıtasız ticâret yeniden başladı. İdare Merkezi Ch’ang-an (bugünkü Hsian ) ’da ecnebilere âit büyük koloniler var­ dı. Bunlar burada bâzı imtiyazlara sahip olup, kendi mâbedlerini kurup, âdet ve an'anelerİai İcra etmek salâhiyetine mâliktiler ( Çin­ lilerden bir çoğunun ecnebilere borçlandığı­ nı, bir çok ecnebilerin merkezler, meyhaneler açtıklarım ve şehirde ecnebi çalgı ve oyun­ larının moda olduğunu öğreniyoruz ). Buradan itibaren aşağıda bugünkü garp deniz yoluna ulaşan Kanton eyâletine kadar, bütün çin, ec­ nebi ticâret merkezleri ile örülmüştür ( bu me­ sele için krş. Mustafa Köymen, T ‘ang sülâlesi



ÇİN. zamanında Orta-Asya ve Ön-Asya ile yapılan ticaretin Cin masallarına te'siri. T. D, C. fa­ kültesi, Sinoloji enstitüsü neşriyatı, nr. 5, İs­ tanbul, 1941 ). Aynı şekilde Ç in'e, hîç değilse, İ. ( m. ö.) asırda, deniz yolu ile de gidildiği anlaşılmaktadır. Bu yol ilk zamanlarda yalnız bugünkü Annam ve Cochinchina ’ya, fakat bun­ dan bîr az sonra Kanton ’a ve nihayet daha şimale uzanmıştır]. İslâm âleminin Çin ile münâsebetlerine dâir elimizde pek çok kayıt vard ır; bunlardaki malûmatın kısmen sahih alduğu anlaşılmış ise de, bu kaynaklar henüz tenkidi bir surette tetkik edilmiş değildir. Arap coğrafyacıları nazarında Çin, ancak pek cür’etkâr kimselerin gidebileceği meçhul ve esrarlı bir memleket idi. Şu cihet de kaydedilmek lâzımdır ki, eser­ leri bugüne kadar gelmiş olan en eski arap coğrafyacıları, Çin ’in şimal ve cenup kısımları arasında irtibat bulunduğunu bildikleri hâlde, daha evvelki devirlerde Seres ülkesi ile Sinae ülkesi mutlak surette birbirinden ayrı addedi­ lirdi ; bunlar bir ve aynı ülke olup, sahille­ rini Hind okyanusu ( Bahr Paris, B ahr a l-H in d ; bk. madd.), dağlan da Fergaaa dağları ve onlar­ dan uzayıp giden dağlar ile birleşir ; îşte Iştahri ve Ibn Havkat ( sahiller s. 40, 193, dağlar s. 109, 249 ), Balhi ’den naklen, burayı böyle tav­ sif ederler. Müslümanların çinliler ile ilk mü­ nâsebetleri hakkında bizzat Çin müslümanları arasındaki an’ane ve rivayetler, bir çok taş âbideler üzerine de hakkedilmiş olmakla bera­ ber, değersiz ve yanlıştır. Bu an’anelere göre, eshâbdan meşhur Sa'd Ibn Abi Vakkaş, Pey­ gamberin dayısı gibi gösterilmekte ve Kanton ’da bir mezar bu zâtın kabri diye ziyaret edil­ mektedir. Hâlbuki Sa'd İbn Vakkaş, Ç in ’e ayağını bile basmamıştır ( Thiersant, Sa'd İbn Vakkaş ile birlikte Vahb Abü Kabşa ’yi de, kanaat verecek bir senede dayanmaksızın, zikr­ etmektedir; krş. Broomhalî, s. 76 v.d.). Yine aynı an’anelere bakılırsa İslâmiyet, Çin ’e, Ha­ mi { i£umul ) yolu ile, karadan gelen arap el­ çileri vasıtası ile ve imparator T !ai Tsung (627—650) ’un gördüğü rüya üzerine, 3.000 çin ve arap askerinin mübadelesi ile girmiştir. Bu rivayetler Thiersant ve, daha tenkidi bir şe­ kilde olarak da, Deveria tarafından { O rigine ) toplanmıştır. Çin ’de islâmiyetin ilk zamanla­ rına âit en eski vesika, Hsi-an-fu ’nun büyük camiinde bulunan bir sütundur kî, Tien-Pao devrinin ilk senesinde {742 ) dikilmiştir. Bu kitabeye göre, islâmiyetin Çin ’de, Sui sülale­ sinden imparator K a’i-Huang ( 58 1—601 ) za­ manında bilinmekte olması icap ediyor, tslâmîyctin Çin ’e girmesi tarihi olmak üzere, bun­ lara benzer takvim bakımından imkânsız katstftm Ansiklopedisi



4-01



yıtlar başka yerlerde de görülmektedir ( bu muammayı Deveria şu suretle hail ve izah edİy o r : 733 ( i 3 $ ı ) ’ie yeni bir takvim usûlü ko­ nulunca, 753 yılına kadar geçen seneler, Çin senesi, yâni şemsî sene itibar edildiği için, bütün tarihler 23 veya 34 yıl geriye alınmış­ t ır ) . Her ne olursa olsun, bahis mevzuu kita­ benin sahte olduğu bes-bellidtr. Sütunun da, Sai Tien-ch'ih ( bk. aşağıda Sayyid A c a ll) ’İn ıslâhatı sıralarında, camiin tamiri üzerine rekz edilmiş olması muhtemeldir. Çin ’de isiâmiyetin zuhuru hakkında Çin hükümdar sülâleleri­ nin vekayinâmelerinde görülen resmî kayıtlarrda, Çin müslümanları arasındaki an’ane ve riva­ yetlerden fazla, itimada lâyık değildir. Bunlar da efsâneler ile dolu olup,, derin bir millî, gu­ rur duygusu ile ve Çin tarihlerinde, mu’tad olduğu üzere, tenkidî görüşten tamamiyle uzak olarak yazılm ıştır; bununla beraber coğrafya ve Hngüistiğe ait bâzı malûmatı ihtiva ettik­ leri için, büs-bütün ihmâl edilmeleri de caiz değildir. Şu noktaya hassaten dikkati çekmek isterim ki, VII. asırdan itibaren Çin te’ lİfatında müslümanlara dâima ta-şih, yâni tâcik adı verilmektedir. Tâcik ve tâzik kelimeleri aramîce taiyâye kelimesinin farsçataşmış şekli olup, aslında „Tay kabilesinden olan arap" de­ mektir. Mânasının sonradan değişmesinin se­ bebi şu suretle izah edilm ektedir: Tay kabile­ sinden olan müslüman araplar, bir kısım İranİılarca, bütün arap âleminin mümessili zann­ edilmiş olduğu için, bu kelimenin manası geniş­ letilerek, „arap“ ve „müslümanfi yerine kulla­ nılmıştır. Iranhlar, sonraları müslüman-kavim­ ler in muhtelif şubeleri arasındaki farkları anla­ dıkları için, tâcik kelimesini, yalnız Iran ’ın ş i­ mal-i şarkîsindeki müslüman ahâliye delâlet etmek üzere, kullanmışlardır ( Pamirlerde yaştyan tâcikler için bk, Justi, Grundriss d. İran. P h îLt II, 401 v.d.). Bu makalede tâcik kelimesi, bu kelimenin, yanlış olarak, iâc kelimesinden iştikak etmiş gibi izah edilmektedir. Elimiz­ deki arapça kaynaklar daha iyidir, Msl. Tabari ’nİn muhteşem eseri, müellifin zamanında bulunabilen bütün tarihî malzemeyi o kadar iyi toplamıştır ki, bunlar Üe o devrin tarihini yeniden vücuda getirebiliriz; daha evvelki za­ manlara âit mühim vak’alardan her hangi bi­ rinin Tabarİ ’nin gözünden kaçmış olması ihti­ mâli yoktur. Arapça te’lifat, çin kaynaklarını kontrol etmemize imkân vermektedir ki, bu fâideyi ihmâl edemeyiz ; bu te lifatta çin müslümanlarmın an’ane ve rivâyetieri hakkında hiç bir kayıt, ve hatta imâ bile yoktur. Bu bahiste arap coğrafyacıları hasseten mü­ himdir. Tarihçilerde Çin 'deki mevkiler ve belli-başlı şehirler hakkında sarih tarifat bulun26



madiği hâlde, coğrafyacılar, mesleklerinin ica- ’de sona erdiğini ve Çİn ’in de şimalde, dör­ bı olarak, bu malumatı verirler. Muhtelif mü­ düncü iklimde, Tibet memleketine ve beşinci­ ellifler mukayese edilince, her birinin eserini den yedinci iklimlerde Yâcüc ve MScûc mem­ yazatken, ne gibi hâkim mülâhazaların te’sİri leketlerine kadar uzayan bir ülke olduğunu altında kaldığı bârız bir surette görülür. Hele anlatmak istediği aşikârdır. İbn Rusta şöyle İbn Rusta ( al-A 'lâk al-nafisa, 290 = 903 ) ile bir noktayı da belirtir. Basra ’dan Çin ’e giden Mas'üdi ( al-Tanbih va 7 -ı>rö/ isimli coğraf­ gemiler Çin ’e varıncaya kadar, hep aynı de­ yaya eseri, 345 = 9 5 6 ) arasındaki ayrılık, has­ nizden geçerler, Hindistan da bu deniz üze­ saten barizdir. İbn Rusta ’ye göre ( s. 96, 5 rindedir ; bununla beraber her biri rüzgârla­ v.d .) birinci iklim, şarkta Çin 'in en uzak rı, suyunun lezzeti, rengi ve hayvanlarının çe­ şidi ile ayrı hususiyetler gösteren yedi der­ hudutlarından başlayarak, Çin ülkesinden ve oradan da cenupta, Sind *in cenubundaki sa­ yanın gerçekten mevcut olduğu da sanılmakta hil memleketlerinden v.b. geçer; ikinci iklim id i; bu bahiste Mas'üdi ( I, 325 v.d.) denizin ( s, 96, 13 v .d .), şarkta başlar, evvelâ Çin ’den, bir olduğunu fakat muhtelif yerlerinde başka sonra Hınd ’den ve oradan sonra da Sind mem­ başka tarzlarda gemicilik edildiğini söyler leketinden v. b. geçer; Tibet dördüncü ik li­ ( bu nokta s. 88, u v.d. tebarüz etmemektedir, min başladığı yerdir (s. 97, 1 2 ) ; beşinci ik ­ gâlibâ al-zâbac kelimesinin al-şin okunması lim, şarkta Yâcüc memleketinden başlayıp (s. icap edecektir ). İbn Rusta, Çin ’e Kora ’yı da 98, 3 v .d .), fasılasız olarak, şimalî Horasan 'a kayıtsızca ekleyerek : — «Çin ’den sonra gelen geçer ; altıncı iklim Macüc memleketinden baş­ ve al-Silâ adı verilen memlekette pek çok al­ layarak, Hazarlar memleketinden geçer; ye­ tın bulunur, oraya giden müslümanlar yerleşip dinci İklim { s. 98, 13 v.d, ), şimalî Yâcüc da kalırlar, bir daha geri dönmezler" ( s. 82, 83 ) dâhi! olmak üzere, şarktan başlayarak, türkler diyor; kitabının başka yerinde de mÜslümanladiyarından geçip, Hazer sahilindeki memleket­ rın a l-S ilâ ’ya gitmiş olduklarından bahsedil­ lerde sona erer ve ilh .; İbn Rusta ( s. 98, iû mektedir, [ Bu isim Kora ’mn cenup ucunda bu­ v.d.) şunları da ilâve ediyor : — «Tarafımızdan lunan bir devlete verilen ad olup, «Silla" (çince sayılan meskûn sabalardan başka olarak, bu ik­ H sİn-îo)’mn transkripsiyonlu yazılışıdır]. M as'ü d i‘nîn malûmatı daha iyidir; gerçi, limlerin ötesinde kalan yerler, şarkta Yâcüc memleketinden başlar, oradan Toğuzğuzlarm iklimleri anlatırken, bir çok karışıklıklar yap( bu İsim Moğulîstan ’daki eski türk kitabele­ [ mış ( s. 32 v.d.) ise de, verdiği malûmat, esas rinde Tokuzoğuz olarak görülür; krş. Martin itibariyle, başlıca Çin ’in şimâlî bir vaziyette Hartınann, Z u r Gesckîchie Eurasiens, Orient. bulunmasına istinat ediyor; umûmî fikrine gö­ Lit. Zeitung, 1904, kolleksiyon 293; Toğuzğuz re ( s. 31 v.d.), altıncı iklim hassaten Yâcüc kelimesine arapça metinlerde de rastlanır, bk, ve Macüc memleketini, yedinci iklim Yavamârî mad. GUZZ) ve türklerin ülkelerinden sonra ( ? ) ’ler ile Çinlilerin memleketini İhtiva eder; Alanların, oradan Abarlann (A varların) mem­ diğer taraftan, s. 26, 3 v.d,, diğer bir müta­ leketinden, oradan da Burcân ( Bulgarların lâanın ortaya çıktığım görüyoruz ki, buna göre memleketi) ’dan ve sonra Şakâliba ( isiâvîarın Çin ile Japonya şarkta meskûn yerlerin en son­ memleketi ) memleketinden geçip, garbî okya­ larını teşkil eder: — «Şarkta medeniyetin son nusta nihayete erer". Bu tariften açıkça belli hududu, Çin ve aI-Sila( Kora ) ülkelerinin ucu­ olur ki, İbn Rusta ile çağdaşlan, yatnız deniz dur, bu sınır İskender tarafından İnşa edilmiş yolu ile gidilebilen, cenubî Ç in ’i bilmekte idi­ olan Yâcüc ve Mâcüc sûru ile arkasındaki dağ­ ler ; Çin ( onlarca) deniz kenarında bir mem­ lara dayanır ; Yâcüc ile Mâcüc oradan aşağıdaki lekettir ve bunun içindir ki, İbn Rusta (s. 83, ovalara akın ederlerdi. Bu sûrun baş tarafı 15 v.d .} hindîiierin denizi, farslann denizi, yedinci iklimde meskûn bölgenin dışındadır. Çinlilerin ( sin aslen ,,çinli" mânasına geldiği Buradan cenup istikametini tutarak, do s-doğ hâlde bilâd kelimesi İle beraber olmaksızın ru uzayıp, nihayet Karanlık okyanusa varır" da „Çin“ mânasında kullanılır) denizi tâbi­ ( şark barbarlarına karşı yapılmış olan bu ef­ rini kullanır : — «Hindülerin denizi, şark tara­ sânevî sûra dâir malûmat için bk. de Goeje, fından Tizmukrân adası ile muhattır, son ta­ De Muur van Gog en Mogog ). Mas’ üdi Hin­ rafı Çin ile ve garp tarafında, Aden körfezinin distan ile Çın ’in birbirine yakm olduğunu baş kısmı île, sonu da Cava ile muhattır." da b ilir: — «Müslümanların gemileri oraya g i­ Bu sözü ile Hind okyanusunun şarkî ve garbî derken veC idda ile al-Kulzum’u geçtikten son­ olmak üzere 2 kısma ayrılıp, birincisinin bîr ra, Sind memleketinin ( Akdeniz in şavâni ’İetaraftan Tizmukrân adasında ( tabiî, bunun öbür rine benzeyen) bavârig denilen gemileri ile tarafında da deniz vardır, ama o artık «hindlî- gezen ve Almayd adı verilen korsanların taar­ lerîn denizi" değildir), diğer taraftan da Çin ruzuna uğrarlar" ( s . $5 v.d.). Mas'üdi, Mu-



râc al-zahab ( 336 = 947 ’de yazılmış, 345 = 9 $ 6 ’da yeniden yazılm ıştır) adlı eserinde, Çin hakkında daha çok malûmat verir. Onun za­ manında deniz yolundan artık doğru irtibat yoktu, iki taraftan gelen gemiler hemen yan yol olan Galla ( — Pointe de Gaile ) ’da kalır­ lar, oradan Çin gemileri ile Hânfü ( Huang-choufu = Canton ) ’ya g id ilird i; „eski zamanlarda ise, keyfiyet başka idi, o zamanlar Çin gemileri 'Omân memleketine, Sirâf ’a, Fars ve Bahreyn sahillerine, Obolla ve Basra ’ya gelirler, keza buralardan kalkan gemiler de doğruca Çin ’e giderek, ticâret ederlerdi. Ancak artık ortada adalet kalmadıktan ve Çin ’de yukarıda anlatı­ lan hâller zuhur ettikten sonradır ki, gemiler o noktada buluşmağa başladılar" ( I, 308 }. Mas­ 'üdi ’nin çağdaşlarından olan semerkandlı bir tacir, bu yoldan gemi ile seyahat etmiş ve macerasını Mas'üdi ’ye anlatmıştır ( I, 307 — 31a ), B a sra ’da köle İsyam (869—879) şu a ­ larında da bîr kureyşî, Basra ’dan gemi ile Hindistan ’a gitmiş, oradan da kâh kara, kâh deniz yolunu tutarak, Çin ’e vatıp, Hânfü ’da karaya çikmış ve oradan da Hamdan ( = h’anga n ) sarayına giderek, imparatoru ziyaret et­ miştir. Aynı eserde ( I, 303 ) Hânfü ( metinde görülen kelimesinin doğrusu budur ) ’dan mühim bir ticaretgâh şehri olarak da bahs­ edilmektedir ki, Basra ’dan, 'Omân ’dan, Sirâf ’tan, Hindistan şehirlerinden, al-Zâbac adala­ rından ve Ş in f’ten gelen gemiler, nehrin ağı­ sından 6/7 gün süren bir yolculuktan soııra buraya varırlar. Daha eski devirde Çin gemi­ leri Nacaf ’e kadar gelirlerdi. Her hâlde Mas­ 'üdi böyle söylüyor ( i, 216 ): — „Fırat *m muaz­ zam su kütleieri Hira memleketine inerdi; Kâdısiya muharebesinin vukû bulduğu mahâ! olup, al-1A tik adı verilen eski yatağı, halâ görülmek­ tedir ; sonra Habeşistan denizine ( yâni Hînd okyanusuna; Pallakopas’tan bahsedilmek is ­ tenildiği bes-beİİidir) akar oldu; o zamanlar­ da deniz şimdi Nacaf ’in bulunduğu yere ka­ dar uzardı ve Hind ve Çin ’den Hira kırallartna gönderilen gemiler buraya gelirdi". Reinaud ( Relations, s. X X X V ) bu parçayı tam bir sıhhatle vermemiştir; Mas'üdi ’de, Çâdisiya muharebesinin cereyan ettiği devirden başka bir devre âü, hiç bir kayıt yoktur. Reinaud ’nun Hira ’de Çin gemileri bulunduğu hakkında Hamza at-Isfahânî ( s. 102 ) ’yı şahit göstermesi de isabetli değildir. Çünkü Hamza, yalnız şöyle dem ektedir: — „H ira o zaman F ır a t ’ın sahil ( sahil burada deniz kenarı mânasında değildir ) havalisi id î; çünkü deniz ( Gottvvaidt dikkat­ sizlik ederek, al-Furât şeklînde yazmış ise de, aUBah,r olmak lâzım dır; bu İstinsah hatâsı al-Furât kelimesinin o cümleden evvelki cüm­



lede geçmiş olması ile izah edilir ) oradan ka­ ra içerilerine ( Babiİİye’nin alçak sahil arazî­ sinin şimal kenarlarına yakın olan yerler ) uza­ narak, N acaf’e kadar varır." Mânanın böyle keyfî bir surette değiştirilmiş olması Richtho fe n ’a şu yanlış fıkrayı (Chtna, 1, 520) yaz dırm ıştır: JM as’ üdi ile Hamza al-İsfahanı’nin şahadetlerine göre, Çin gemileri her sene ( t ), H in d ’den gelen gemiler İle birlikte, I J i r a ’nin evleri önünde demir atarlardı." Çin ’e giden yollar, en eski arap coğrafyacısı olup, eserleri bugüne kadar geîmîş olan İbn Hurdâzbeh ( ki yollar idaresinde reis’ ik etmiş ve 235 — 849 ’da ölmüştür) taralından Kftâb al-m asâlik va ’l-m amâlik adlı eserinde ( te’lıfî 2 3 2 = 8 4 6 ) , pek mufassal bîr surette tâıif edilmiştir. Bu zâta göre, Çin ile, başlıca, de niz yolundan münâsebette bulunuyordu ; kendi­ sinin cenubî Çin limanları hakkında verdiği mâlûmat, şaşılacak derecede doğrudur. Ç in 'e hareket eden bir yolcunun Basra ’dan, Komâr ’dan 3 gün mesafede, sahilde al-Şinf ’a gidece­ ğini yazdıktan sonra, sözlerine şöyle devam eder ( s. 69, t—13 ) : — „Şinf ’tan Çin ’in ilk li­ manı olan Lük in, kara ve deniz yolu ile, 100 fersah ( 1 fersah = 4 m ü) m esafed ed ir... Lâ­ kin ’den en büyük liman cİan Hânfü 4 gün de­ niz ve 20 gün kara yoludur . . . Hânfü ’dan Hâncü ’ya 20 gündür. , . Hâncü ’dan Kânşü ’ya 20 gündür . . . Çin ’in her limanı büyük bir nehir üzerinde olup, gemiler bu sayede içerilere kadar giderler; oralarda medd ve ce­ zir v a r d ır ... Çin sahillerinin uzunluğu, A rmâbit ’den ülkenin son noktasına kadar 2 aylık yoldur. Çin 'de 300 mâmur şehir vardır ki, bunlardan 90 ’ı hassaten meşhurdur. Çin ’ in { şim al) hududu denizden T ib et’e ve türklerin memleketine kadar, garpta Hind ’e kadar uzar; Çin ’in şarkında, altım çok olan alVakvâk: ( Japon ) memleketi v a rd ır, . . ( s. 70, 7 v.d.). Çin ’in ötesinde ve Kânşü ’nun karşı ta­ rafında bir çok dağlar ve bir çok hükümdar­ lar vardır, al-Silâ ( Kora ) memleketi budur ; orada çok altın bulunur; oraya giren müslümanlar, memleketin cazibesine kapılarak, yer­ leşip kalırlar ( bk. İbn Rusta, s. 841»); ondan daha Ötede ne bulunduğu mâlûm değildir." Seylan ’dan Klânşü ’ya giden yolu Sprenger, Post- and Reiserouthen (s . 82 v.d.) adlı ese­ rinde, bütün tafsilâtı ile tetkik etmiştir (S e y ­ lan yolu bahsinde şu noktaya dikkat etmek lâzımdır ki, ,/Omân ile Çin arasındaki liman" şimdiki Maîakka olması icap eden K ıla değil, adı hâlâ Point de Gaile ’de yaşamakta olan G alla'd ır; Sprenger, al-Şinf ( Tschanf ) ’ı ( Rei­ naud ve Peschel ile b irlik te ) Tshiampa, ce­ nubî Koşenşin’İ Hind-İ Çinî olarak teşhis edi-



4„°4



ÇIN.



yor ve Lük i» ’in mevkiini de Songkoi munsabmda gösteriyor. Yolun son kısmına gelince, İbn Hurdazbeh ’ia eseri tenkitli bir surette neşredilince ( Bibi. Geogr. A rab., I V ), bu da kamilen değiştirilmiştir. Şu noktalar muhak­ kaktır : Hânf ü *nun Kanton olduğunda şüphe yoktur, Kânşü ’nun İbn Batüta 'da geçen Hansa olduğunu kolayca anlarız; Bunun da Hangchou olduğu âşikârdır ( hang ’ın evvelce kân, sonraları han şeklinde yazıldığı şüphesizdir; ekon ’nrnı ş« ( s â ) şeklinde tahrifine gelince, şâ*yı benim Chinestsch-Arabische Glossen, s. 285 ’te olduğu gibi, Chao ile teşhis etmek belki mümkündür. Ben Hâneü 'yu Ch'üanchou ile teşhis etmek fikrindeyim ve Câncü kelime sin iti, bir istinsah yanlışı olarak, o şekle girmiş olduğunu farzediyorum; bu tahminim mesafe­ lere uygun düştüğü gibi, sonraraîan pek ehem­ miyet kazanan, Zaytün 'un o devirde mevcut olduğuna da delâlet eder. Fakat İbn Hurda zbeh Ç in ’e giden kara yol­ lan hakkında da malûmat sahibidir. O yalnız Razânlı yahu di tacirlerin f renkler in memleke­ tinden (‘Akdeniz, al-Faramâ ve yüklerini sırt­ larında taşıyarak, berzahtan aşıp, al-ICuîzum = Süveyş ’e gitmek suretiyle) denizden seyahat­ leri münâsebeti ile bunların karadan takip et­ tikleri yolu muhtasar surette tarif eder ( s. îŞS, 4 v.d .): »Şarkî Roma'dan sonra islâvlar memleketine, oradan Hazarların merkezi Ham­ ile 'e , oradan, Hazar denizini aşarak, Balh ve Mâverâünnehr’e, oradan Toğuzğuzların vurut C ) *İ®trma ve oradan da Ç in 'e giderler". Mâverâünnehr 'den şarka giden yollan daha mufassal anlatır ve garp memleketlerinden şar­ ka giden ana caddede geçen seyahati pek canlı bir surette tasvir eder ( s . 178 v.d,). AmuDerya ’mn yukarı mecrası üzerinde, Pamirlerin Tuharistan ( Badahşân ) 'dan ayrıldığı mahal» deki geçit yerinde, türkler Pamir tarafında yabancı' tacirlerin gelip, karşıdaki tepeden işa­ ret vermelerini beklerlerdi; sonra nehrin karşı tarafına geçer, yabancı tacirler iîe eşyalarım alîp, kervan teşkil ederek, onları Çin veya Hİnd ’e doğru yola çık arırlard ı; İbn Hurdâzbeh bu dağlı türklerin, hiç bir iz görülmeyen büyük taşlık çöllerden geçişlerini insanı heye­ canlandıracak bir tarzda tasvir ediyor ; bu tas­ vir zamanımız seyyahlarının Pamir ’in Darvâz ve Şugnan havalisi ( İbn HurdSzbeh ’in bahs­ ettiği y e rd ir) hakkında verdikleri malûmata tevafuk etm ektedir; hattâ isimler bile bâki kalm ıştır; çünkü İbn HurdSzbeh’ teki Şikinân (s . 17 9 ,1), kelimesinde Şugnan ismi kolayca tanınabilir; şarklı müellif o havâlinİn iürkîerine de Şiklna adım verir (s . 178, 15). İbn HurdSzbeh o havaliye Şikinân ismini de ver­



mektedir ( s . 37, 173)- ihtimâl ki İş la h ıi’deki al-S afîn a ( s. 290; de Goeje bu kelimenin al­ ça k ın a diye okunmasını teklif etm iştir; Bibi. Geogr. Arab., IV, 426) kelimesi al-Şaktna olacaktır. BirSni, ŞugnSnlarm hükümdarı o l­ mak üzere, bir Şignân Şâh ‘tan bahseder ( India, s. 10 1,6 ) . Çinliler bu ismi shih-ch’i-ni şekline sokmuşlardır ( bk. Yule, J R A S , V I, 97, krş. 1 1 3 ) . İbn HurdSzbeh Şigin a türklerınden bahsederken ( s, 178, ıs al-turk a//az'ina yasammavna Ş ığ ın a ), bu tâbiri pek umumî bir mâna İle kullanmaktadır ; Tuharis­ tan ’ın diğer kısımları gibi, Şugnan ’ın ahâlisi de muhakkak ârî nesîlinden idi ve gâlibâ o zamanlar da şimdi kullandıkları dil ( Ş ig n 'i) iîe konuşurlardı. İbn HurdSzbeh ’in bahsettiği yolun Barogiî ve Wachdschir geçitlerinden (bunlar hakkında bk. Hartmann, Chinesisch Turkestan, s. 61 v.d.) geçen yol olması muh­ temeldir. Iba HurdSzbeh ’ in anlattıkları, onun zama­ nında, Çin ülkesi ile türk memleketleri ara­ sındaki farkı sarih bir surette belirtmektedir. Bu cihet ise, ziyâdesi ile dikkate d eğ er; çün­ kü onun yaşadığı zamanlarda asıl Çin ile T ‘ ien-shan arasındaki türk memleketlerinde Çin nufuzu hayli çok id i; hakan ile küçük türk prenslerini Çin kendisine tâbi sayardı ve onlar da, kendi menfaatlerine uygun oldukça, meselâ İslâm âleminden gelen zorlu taarruzla­ ra karşı koymak mecburiyetinde kaldıkları za­ man Çin fu ğ fü r ( bu kelimeyi ilk defa olarak, Neumann, buğpur »gökün'cğlu“ fien~tzu ol­ mak üzere, izah etm iştir; bk. Yule, Cathay, I," CXI1, not 2) himâyesi altına girmekte te­ reddüt etmezlerdi. Türk prenslerinin muslümanlara karşı bâzan kendilerini çini i gibi gös­ termiş olmaları ihtimâli de vardır. Çin liman­ ları ile olan münâsebetleri sayesinde, muslümanîar Çinlilerin hususiyetlerine, onlar İîe türk­ ler arasındaki farkı anlayacak derecede, vâkıf idiler. İbn H urdâzbeh’in dünyayı 4 k ıt’aya ayırması da (s. 1 55) bir hususiyet arzeder; A rü fi ( Avrupa ), Lubİya ( A frika ), Jşyüfiya ( Ethiopya; T ihama, Yemen, Sind, Hin d ve Çin buraya dâhildir ) ve İskütiya ( İskit d iy a rı; Ermeniye, Horasan, Türkler diyarı ile Hazarlar ülkesi buraya dâhildir ) ; başka yerde görülme­ yen bir taksime göre, Asya ikiye bölünmektedir. Deniz yolu hakkında elimizde başka mühim kaynaklar da vardır : Abu Zayd al-Sîrâfi ’nin A hbâr a l-Ş in va *l~Hind adh eserinde topladı­ ğı mâlûmat bunlardandır ( bu mevzû’a dâir daha eski eserlerden Yule, Cathay and ihe Way Thither adh eserde bahsedilm ektedir). Gerçi bu eserin birinci kısmı tâcır Sulayman ( Reinaud, II, 6 1) tarafından, 237 ( 8 5 i ) ’de



cem’ediimiş olan notların sâdece tekrarı ile bunlara Abü Zayd ’in kendi bildiklerinin ilâ­ vesinden ibaret İse de, ikinci kısımda deniz yolu île yapılan ticarette vukua gelen değişik­ likler, tarihî esaslara dayanılarak, mütalâa edilmiş ve kureyşî İbn Vahb ( Bani Habbâr ’dan ) ’in anlattıkları da nakledilmiştir. Bu an­ latılanın coğrafyaca hiç bir ehemmiyeti yok­ tur ; yalnız İki şehir hakkında tam malumat ve­ rilmektedir : Hânfü (yukarıda kendinden bahs­ edilmiş olan bu şehrin şimdiki Kanton oldu­ ğu söylenmiştir ) ve Hamdan ( = han «han** + t'ang »saray” ; daha doğrusu C h’an g-an ). Si-ngan-fü ki, devletin payitahtı olup, îbn Vahb tarafından ziyaret edilmiştir. Abü Zayd ’in ki­ tabında araplar ( bu kelime tabiî asıl mânası ile değil, umumiyetle müslümanlara delâlet etmek üzere kullanılm ıştır) He çinliler ara­ sındaki münâsebetlerin en büyük merkezi Hân­ fü şehridir; bununla beraber sık-sık vâki olan yangınlar ve gemi kazaları yüzünden, mal çok değildir ; ticâret korsanlıklar ( II, 12 ) yüzün­ den de ciddî engellere u ğrar; Çin hükümdarı tarafından, müslüman ahâliye bir müslüman kadı tâyin edilmiş olduğu, Sulayman ’ın beyanı­ na atfen, bildirilir; bu badı aynı zamanda imam idi ve hutbede halifenin ismini zikr­ ederdi. Hükümleri herkesçe mer’î idi ( II, 13 ) . Körfezden Hanfü ’ya kadar tatlı su üzerinde seyahat edilirdi (II, 1 3 ) ; H ânfü’nun Çin vali­ si difü (II, 3 7 ) [b u kelimenin çince tai-fu kelimesinden başka bir şey olmadığı söylen­ mektedir ; mamafih iai~fu Kanton valisinin res­ mî unvanı olamaz ] unvanım hâizdi. Banşua kıyamı Hânfü tarihînde felâketli bir devre ol­ muştu ; âsîler sahilden bîr kaç günlük mesafe İçeride büyük bir nehir üzerinde bulunan şeh­ re taarruz ettiler. Bu vak’a 264 ( 878 ) 'te ol­ du ; şehrin âsîler tarafından zaptı üzerine, yal­ nız yabancılardan, müslüman, hıristiyan, yahudi ve mecusî olmak üzere, 120.000 kişi telef oldu ( II, 63 v. dd,), [ Banşua çînli Huang Ch'ao ’d u r; isyan hakkında tafsilât içîn krş. O. Franke, Ceschichte des chinesischen Reickes, II, *>c8, 311, 515, 520; burada Çin île Ön Asya münâsebetleri hakkında daha fazla ma­ lûmat v a rd ır; ilâveler için bk. III, 420, Berlin, 1937 ]. Şimalde en yakın ticâret şehri olan Ch'üa-chou-fu ’nun ön safa geçmesi de, galiba Hânfü 'nun uğradığı bu darbenin neticelerin­ den biridir. Son olarak Abü Zayd bir hora­ sanlıdan bahseder ki, bu adam yanındaki ticâ­ ret metâları ile Hânfü ’ya gelmiş ve oradan da iki ay yolculuktan fazla bir mesafede bulunan payitaht Hamdan *a gitmiştir ( II, 106 v .d .), Ancak daha sonraki devirdedir ki, arap te’Hfatmda, bîr deniz limanı olmak üzere, Zaytün



’dan bahsedildiği görülür. Gâlibâ ilk defa olarak îbn S a 'id 'd e geçen bu bahsi Abu ’l-Fidâ (s. 365, trc, II, 12 4 }, orada bulmuş ve belki de Abu ’i-F id i ’nın hemşehrisi olan bir adamıfi verdiği malumat ile birlikte, kendi kitabına koy­ muştur. Ondan sonra Zaytun şehrini anlatan İbn Batüta ( IV, 268 v.d.) olup, bu zât Çin toprağı­ na Zaytün ’da ayak basmış ve İçerilere yaptığı seyahata oradan başlamıştır. Zaytün ’un Ch‘ü~ an-chou-fu şehri olacağını hayli zaman evvel Martini ile Deguigne öne sürmüş ve bu key­ fiyet Marco Polo nun Yyle — Cordier neşrinde ( LX X X II, nr. 2, not) pek vâkıfâne bir suretje tesbit olunmuştur ( bk. Book o f S e r Marco Pöla 3, II, 237 v. dd.). Elimizde Ch'üan-chou-fu ’ya ait bir taş kitabe vardır ki, üzerinde gö­ rülen 1310 tarihinin, yeni takvime göre, ıoıo yılının mukabili oldrğu kabûl edildiği takdir­ de, o şehirde i o t o yılında bir câmi mevcut ol­ duğunu ısbat eder ( bk. v. Berchem, Toung Pao, XII, 19 11, 704 v. dd.). Abu ’l-Fidâ ’mn Zaytün ’dan bahsederken, bunun Şincâ ( i har­ fi ch'üan ’ın ii harfi yerindedir ) iîe aynı şehir olduğunu söylemesi, o zamanlar Zaytün ’un garp­ ta çince ismi ile tanınmış olduğunu gösteri’". Bence Zaytün muharref bir isimdir ; zay veya ztch'üan ’dan bozmadır, buna tan eklenmek su­ retiyle, her müslümanın, K a r an, X C V , t, dolayisiyle, bildiği bir kelime yapılm ıştır). Burada şu ciheti de söylemeliyim ki, Abu ’i-F id â ’nm Çin hakkında verdiği diğer malûmatta bir te­ şevvüş görülm ektedir; Kanton ile Hang-choufu ’yu birbirine karıştırm ıştır; nitekim kendi­ sinin aî-Hansâ’ 'sı ile Hânikü ( Hânfü okunma­ lıd ır)’nun aym şehir olması da bunu göstermek­ tedir. Hamdan ile Hânbâiık ‘tan yalnız »haşiye­ lerinde” bahsediyor ( II, 122 v.d.) ve kendisi­ nin Hânkü dediği beldeyi ayrı-ayrı İki şehir olan Hânbâiık ve Kanton ile karıştırdığının farkına varm ıyor; Hânbâiık şimalde (idare merkezî olan bir şehir ; bk. daha aşağıda îbn Batüta ’nın tavsifi ) ve Kanton ise, cenupta olup, buna Hanfü adı verilmek icap ederdi. Son olarak da, Abü Sa'id 'Abd al-Ftayy İbn Zahlıâk Gardİzi ’nin bir eserinde verilen Mâ­ verâünnehr ile Çin arasındaki kara yoluna ait tavsifi zikretmek lâzımdır ki, bunun ehemmi­ yetini takdir eden Barthold o müellifin Zayn at-ahbâr ( te’Iif tarihi 1050) adlı kıymetli ese­ rinin bir kısmım ( bk. Otçet o poezdke v sredti~ yaya A ziya, 1893/1894, Petersburg, 1897 ) neşretmiştir, G ardizi ’nin Çin 'e âit tavsifi için bk, s. 92, i t —94, 5, En mühim kısmı Turfan ’dan Hamdan ’a kadar olan yola âit malûmattır: ( 92, e—16 ) ; Toğuzğuz memleketinde Çinânckat ( yâni Turfan—Kara Hoço ) ’ten 8 günde Ku­ mul ’a, Bağ Şûra ’da nehir kayık ile aşılarak,



406



ÇİN.



oradan çimen ve çayırlık olan stepten geçilip, 7 günde Şaçau ( Sha-ehou, fransız haritalarında umumiyetle Sa-tscheu şeklinde; Prjeıvalskİ, Re~ ise in Westchina, il, r59, not 5 „Scha-tschou ( Sa-tschou ) ” , bu şehir, VII. asır başlatma kadar, Dım-chuan ( Tun- huang) adı İle tanınmış­ tır, Bugün bu yol Şa-tschou 'nun şimâl-i şar­ kîsinde An h si-fu ’dan geçer), oradan 3 günde taşlık bir çöle ( sanglâh), oradan 7 günde Suhçau ( =» Su-chou ; suh kelimesi, Abu ’l-Fîdâ’, s, 366, trc. II, 125 'de gördüğümüz daha eski Sükcü ( Î^Smcü ==» Kan-ehou 'den 4 günlük me­ safede ) telâffuzunun bozulmuş şeklidir ), ora­ dan 3 günde Hamçau ( = Kan chou, garbî Kansu ’nun şimdiki merkezî, Abu ’l-Fidâ1 *da JjÇâmcü ), oradan 8 günde Kuça ( Ku-cbüan ? ) "ya ve ora­ dan ı$ günde ICiyâa [ Çince ckiang kelimesi­ nin karşılığı olup, „nehir” mânasına g e lir ; her hâlde Wei nehri olacaktır ] denilen ve kayıkla aşılan nehre varılır. Bağ Şûra ’dan Çin payi­ tahtı olan Hamdan ’a bir ayda gidilir ( bu bir ay tâbiri, yukarıda geçen rakamlara tevafuk etmiyor, hattâ son nehir geçişinin Hamdan, yâni Hsi-an ’da olduğunu farzetsek bile, seya­ hatle geçen günlerin yekûnu 43 o lu r); yolüzerindeki konaklarda iyi hanlar vardır. Bu kayıtta hâlâ tavazzuh etmemiş olan bir çok noktalar bulunmaktadır; fakat bâzı konakların yerleri tâyin edilebiliyor. Çin 'den garba gi­ den en mühim kara yolunun dâima bu yol ol­ duğu muhakkaktır. Görülüyor ki, payitahtları Karakurum ’dan garptaki memleketlere seya­ hate çıkan moğul imparatorları T ‘ ien-shan ’ın şimâl inden geçen yoldan Bişbahk, Al malık, Talaş, Say ram ve Taşken d ( bk. Bretschneider, Mediaeval Researches, 4. kısım, krş. M. Hartmann, İslam, O rient, I, 84). Gerçi moğuîlar devrinde orta Asya yollarında büyük müna­ kale hareketi olduğu rivayet ediliyorsa da, bundan o zamanlar büyük bir ticâret fâaliyeti mevcut olduğuna hükmedilmemelidir. Bahis mevzuu olan fâaliyet hemen tamamiyle askerî hareketlere inhisar ediyordu ; moğul İdâresinin inhilâle uğradığı her ülkede kargaşalıklar ve haydutluklar baş gösterdiği için, artık oralar­ da ticâret faaliyetinin duracağı şüphesizdir. Çin ülkesi hakkında mÜslüman müellifler tarafından verilen malûmatın yukarıdaki tahli­ li İslâmiyetin Çin ’de te'srsİne âit tarih tetkik­ lerini kolaylaştıracaktır. Çin ’de isi im iydin eskî devrine âit tetkiklerimize İki ayrı saha­ da girişmek icap ediyor. Müslümanların Çin ’e gittikleri iki yol, karakteri ve maksadı itiba­ r i y i , birbirinden farklıdır ; şimalî Çin ’e götü­ ren kara yolunu tutan, müslümanlar yalnız şi­ mal devletinin garp kısımlarına gitmişler ve oradan sahillere kolonlar gönderememişlerdir;



deniz yolu ise, Çin sâhillerhıi takip ederek, Kânşü ( Hang-chou-fu ) 'ya kadar uzuyordu ; bu yolu tutanlar her yerde kolonlar te’sis etmiş­ ler ve bu kolonlar memleketin iç taraflarına girmeğe hiç bir suretle kalkışmam alardı. Müs­ lümanların Çin ’de ilerîleyİşine âit hususiyet­ lerden biri bu id i; deniz yolu ile gelenler sa­ hilde kalmışlar ve kara yolundan gelenler de içerilerde oturmuşlardır. İslâmiyet umumiyetle denizden çekinirdi, islâmiyetin daha ilk zuhu­ rundan itibaren, Okyanus ’taki kâfirlerin hâ­ kim ve faik durumları müslümanlar üzerinde kuvvetli bir intiba bıraktığından, onların hâki­ miyetlerine nihayet vermek için, hemen-hemen hiç bir teşebbüste bulunmamışlardı. Müslüman­ lar her ne zaman deniz seferlerine girişmişler­ se, netice, kendileri için, dâimâ felâketli ol­ muştur; msl. B izans’a karşı denizden yapılan bütün taarruzlar muvaffakîyetsizliğe uğramış­ tır. İslâmiyet ancak moğul devri başladıktan sonra, Çin ’in iç taraflarına girebildi. Eğer Yüan sülâlesi tahta geçmese idi, Çin ’in iç tarafla­ rında geniş halk kütlelerinin İslâmiyet! kabul etmeleri hemen de mümkün olamayacak id i; çünkü ilk defa olarak o sülâle zamanında Çin muhteşem inzivasından ayrılmıştı. İslâmiyetin denizden ilerİîeyişi, kendiliğinden vâki olmuştur, denilebilir. Müslümanlar cenubî Babiliye ile Basra körfezinin başlıca şehirlerini fethedince, bu memleketlerin denizcilik an’anelerİne uymağa mecbur kaldılar, aksi takdir­ de yeni fethettikleri bu topraklan muhafazasız bırakmış olacaklardı. T abiî gemilerin idare­ sinde ve gemi efradında hemen bir değişiklik görülmedi ve seyr-ü sefer işleri, eskisi gibi, devam etti. Tecrübeli gemiciler müslü manî iği kabul etmeselerdi bile, yerlerine yine onların hemşerilerinden adamlar almak İcap edecekti. Arapların ilk zamanlarında gemiciliği ele al­ mış oldukları tasavvur edilemez; asıl araplar, yâni hicazlılar ile Suriye ’nın çöl sakinleri, ge­ miciliğe asla yarayamaz!ardı. Gemi taifelerinin cenubî Arabistan ve Basra körfezi sahilleri ahâlisinden seçilmesi zarurî idi { bu hususta ıranî unsurun ne kadar mühim yer tuttuğuna bir alâmet olarak, eski arap kitaplarında „gemi kaptanı” mânasında dâimâ nâhodâ kelime­ sinin kullanılmış olduğu gösterilebilir, bk. Vullers, Lex. pers. ye Dozy, Su pplem ent). Emevîlerin inhitatı üzerine bütün fikrî ve iktisadı kuvvetler Irak ’ta birleşince, artık muhakkak surette bir İslâm kapitalizmi doğdu ve İslâm ordularının fütuhatından en yüksek bir kudret, azim ve nufuz ile istifâde ederek, her tarafta sağlam bîr surette yerleşti; böylece dört bu­ cakta kendilerini karşılayacak dindaşlar te’min edildiği için, İslâm ordularının bundan sonraki



fütuhatı da kolaylaştırılmış oldu. Aşılması fev­ kalâde müşkül tabiî mâniaiar yahut da ken­ disini tehdit eden tehlikeyi iyice kavramış kuvvetli ve hasım bir devletin hiç bir yabancı unsurunu toprağına sokmamak için tatbik et­ tiği sistemli tedbirler karşısında en becerikli iş adamlarının bile âciz kalacağı tabiîdir. İşte Çin ile etrafındaki eyâletler, yâni Mâverâünnehr ile Çin 'in garbî Kansu ( Yü-men-hsien ) ’dalci medballeri arasında bulunan türk memle­ ketleri kuvvetli bir mania teşkil ediyordu; Mâverâünnehr *in fethinden çok sonraları da şarkta duvar gibi yükselen sarp T !ien-şan dağları ge­ nişçe ticarî münâsebetlere engel olmakta de­ vam ediyordu. [ Mamafih bu engeller asırlardan beri sun’ı idi. Müslümanlar istinat edebilecek­ leri bir ticâret şebekesine ve ticâret merkez­ lerine sahip idiler. Bu büyük menfaatler te’min eden bir ticâret idi. Eski çağda olduğu gibi, şimdi de garba bir çok kıymetli Çin mâdenle­ ri akıyordu. Ticâret araplar ile çinliler arasın­ da, muharebeler cereyan ettiği zaman da, de­ vam ediyordu. Çinliler orta A sy a 'y ı tekrar tamamen kaybettikleri zaman da durmadı. Bu sefer garp ile Çin araşma bir türk devleti olan büyük Uygur devleti girdi. Bu devlet, Uygurların bir çoğunun tacir olmaları ve dev­ let gelirinin mühim bîr kısmının ticâretten elde edilen vergiler ile te'min edilmesi yüzün­ den, ticârete her şekilde müzahir ■ oluyordu. Uygurlar tacirlere geniş ölçüde din serbestisi tanımak suretiyle de bu ticâreti teşvik ediyor­ lardı. Mamafih gerek uygur hükümeti ve gerek bütün Çin hükümetleri memurlarının mümkün olduğu kadar fazla vergi almak gayreti kazanç­ ların ölçüsüz olmamasını ve aynı zamanda ec­ nebi tâcirlerin hayat ve emniyetlerinin her za­ man te'min edilememesini intaç ediyordu. Mü­ teakiben X , asırdan itibaren şimâiî Çin ’e hâkim olan moğul Kıtan ( C h 'i-tan ) ’lar da Çin ile yapılan beynelmilel uzak ticârete işti­ rak ettiler ve siyâsî nüfuzlarını orta A sya iç­ lerine kadar yararak, Iran ile doğrudan doğ­ ruya münâsebetlere giriştiler ( krş. W. Eberhard, K oylar kabilesi hakkında sinolojik mü­ talâalar, Belleten, Ankara, 1944 nr. 32,}. Bu suretle bu devirde Kathay — Kitay v. b. ismi garpta şimalî Çin 'i bildiren bir mefhum ola­ rak yerleşip kaldı ]. Mahkemelerin adaletine karşı umumî bir itimad vardı. Pekin 'den Mâverâünnehr ’in gö­ beğine kadar bütün ülke kuvvetli bir elin hük­ mü ve ticarî münâsebetlerin icap ve zaruret­ lerini idrâk etmiş zeki bir hükümetin idaresi altında bulunuyordu. Bu hâl Cengiz Han 'm etrafında toplanan ve bir çığ gibi, mütemadi­ yen büyüyen, muazzam orduları ile, şimalî Mo­



ğolistan ’da payitahtı olan Karakurum 'dan şark ve garbı istilâ kararı ile, harekete geçmesine ka­ dar devam etti. Görülüyor ki, XIII. asrın ba­ şında, yâni moğul devletinin zuhurundan az ön­ ce, kara yolundan yapılan münakale hususî bir ehemmiyet kazanmıştı. Çünkü Basra körfezi sahillerinde Hürmüz ve K iş prensleri, deniz hâkimiyetini kazanmak için, birbirleri ile har­ be tutuşmuş olduklarından, yabancı gemilerin o sularda seyr-ü sefer etmesi son derece güç­ leşmişti. Fakat bu hâl, deniz yolu ile yapılaıf ticâreti büs-bütün ortadan kaldırmış değildi. Çin ’e deniz yolu ile yapılan idhalâtın kara yoluna nisbeten, şu büyük ruçham vardı, ki, Çin limanlarının îdâresi hususî memurların elinde bulunuyordu ve bunlar vazifelerini, sa­ bit kaidelere göre, intizamla ifâ ediyorlardı. Düşünülmesi lâzım olan siyâsî bir vaziyet daha vardı. Çin ’de idarenin, müslümanlarm memle­ kete girmelerine müsait davranan moğul sülâ­ lesine ( Yüan, 1280—1368 } geçmiş olması, müs­ lümanlarm Çin deniz ticâretine iştirakleri Vasco de Gama ’nm Hind yolunu keşfetmesi sı­ ralarında en yüksek mertebesine ermiş farzotunabilir. Dünyanın ticarî faaliyetinde bunca değişildik husulüne sebep olan o hâdiseden 150 yıl kadar önce, İbn Batüta bir çok Çin limanlarını ziyaret ve bunların hepsinde müslüman kolonileri bulmuştu { Yuie, Cathay, II, 477—5 10 ’da bu Çin seyahatini tenkidi bir su­ rette nakîetm iştîr; İbn Batüta ’mn itimada lâ­ yık olduğu hakkında, ayn. esr., II, 433 v.d.; ziyaret ettiği muhtelif yerler hakkında bk. Yule, Marco Polo3, tür. yer.). İbn Batüta Çin toprağına Zaytün ( Ch’üan-chou-fu ) ’da ayak basmış, oradan Ş in a l-Ş in { „Çin ’in Ç in ’i" ) ’e gidip, o şehri gezmiştir. Buraya S in i Kalan ( »büyük Çin" ) adını da veriyor; sonra yine Zaytün ’dan, kayık ile IÇancanfü ( bu kelime bel­ ki de sâdece Han-jen-fu »Çinlilerin şehri" mâ­ nasında kullanılmıştır ) yolu ile, 10 günde Bayvam ( Pei-Vang ? ), Khıtlu, 4 günde al-Hansa — Hang-chou-fu, 17 günde Hâııbalık { yâni »hü­ kümdar şehri", buna Hanikü = Pekin adı da verilir), 64 günde varmış ve oradan geri dön­ müştür. Portekizlilerin Hind ’e giden deniz yolunu keşfetmeleri müsîu mani arın uzak şark ticâretlerine ağır bir darbe old u ; hususiyle hu yolu keşfeden devletin hem siyâset, hem ticâ­ retçe pek kuvvetli olması ve kuvvetinden tam bir surette derhâl istifâde etmeğe âmâ d e va­ ziyette bulunması darbenin şiddetini arttırı­ yordu. Şarkî A frik a sahilleri, Basra körfezi yalıları ve Hind ’in garp sahilleri portekiziiler tarafından ışgâl edilm işti; o sularda müslü­ manlar için ticâret inhisarı * hakkı tanımağa asla arzulan olmayan bu frenklerın asıl emeli



bütün ticâreti portekİz gemilerine hasretmek idi. Bu ihtirasa karşı hiç bir müsiüman devlet mukavemet gösterebilecek hâlde değildi. Gar­ bi A sya ’ da kuvvet muvazenesinin büyük deği­ şikliğe uğradığı o devirde Memlûk devleti a r­ tık inhitatının son safhasına gelmiş, yıkılmak üzere bulunuyordu; genç ve zinde bir ırk olan ve bir asır Önce dünya tarihine heybet ile ka­ rışarak, sağlam bir devlet kurmuş bulunan Os­ manlI türkleri, hâlâ bir cihan devleti olan Mı­ sır ile karşılaşmağı ve bütün Mısır toprakla­ rım bir osmanlı eyâleti hâline kalbetmeği gö­ ze alacak kudret ve kabiliyette idi. Fakat bun­ da Portekizlilerin deniz kuvvetlerine doğrudandoğruya dokunan bir cihet yoktu, çünkü K ı­ zıl denizdeki türk donanması o kadar kuvvet­ li değildi. Hattâ daha sonraları bile türkler Portekizlilere zarar veremediler. Albuquerque 'in Basra körfezindeki hâkimiyeti sona erdiği günlerde islâmm uzak şark ile deniz ticâreti ortadan kalkmış bulunuyordu. Felemenkliler ve onlardan hemen sonra da ingilîzler uzak şark ticâretini kendi hâkimiyetleri altına aldılar. Bundan evvelki fıkralarda ticarî âmiller­ den bahsedildiği için, şimdi sıra islâmiyetin Ç in ’de ıl eri ley işi ile münâsebetdar sırf siyâsî ve harsı hareketleri mütalâa etmeğe geldi. İslâmiyetin Çin ile münâsebetlerine âit, bahs­ edilmeğe değer en eski kayıtlar islâmiyetin yayılıp-genişlemesî neticesinde zuhur eden si­ yâsî hâdiseler ile alâkalı olanlardır. Son Sâsânî hükümdarı Yazdgird III. 642 ’de Nihâvend muharebesinde mağlûp olunca, Ç in ’e kaç­ mış ve Çin hükümdarını kendi namına hare­ kete geçirmeğe çalışmıştı. [ Y a z d g ird ’in Ç in ’e gönderdiği ilk sefaret heyeti 638 ’den önce­ dir ]. O sırada Çin ’de bîr inkılâp vukû bulmuş olduğu için, Yazdgird ’in tasavvurları esas iti­ bariyle gayr-i müsait görünmüyordu ; Sui sü­ lâlesi yerine geçen T'ang ( 6 1 8 ) sülâlesine mensup ilk hükümdarlar azimli bir fütuhat si­ yâsetine sülük etmişlerdi. Peygamber île ha­ lefleri de garpta aynı yolu tutmuşlardı. Bu iki yeni kuvvetin arasında T'ien-şan dağlarının teş­ kil ettiği muazzam duvar ve asıl Çin toprak­ ları ile bu dağlar arasındaki barınılmaz Ta-r rım havzası müsiüman efsânesinin Peygamber ile ashabının bu uzak ülke ile münâsebetlere girişmiş olduklarım farzetmesine engel olma­ mıştır. Sık-sık zikredilen ve sahîh olduğu bi­ linmeyen bir hadise ( Goldziher, Moh, Siud,, I, 270 v.d.) göre, Peygamber ümmetine türk­ leri kızdırmaktan içtinap etmelerini tenbıh et­ miştir. Müslümanlar Yazdgird ’e karşı da aynı tavru gösterdiler. İmparator T'ai-tsung (6 27— 650 ), Sâsânî hükümdarı tarafından, kendisine vâki olan yardım talebini kabul etmedi ( bu



keyfiyeti Tabari ’den istihraç edebiliriz, I, 2685 v.d., hattâ elçinin verdiği haber efsâneden ibâret olsa b ile ; krş. I, 2876 ve O. Franke, III, 356 v.d.). [Y azd gird IH. 651 ’de öldü. Tuharistan ’da ikamet eden oğlu Pir üz Çİn 'e, yardım ri­ cası ile, bir sefaret hey’eti gönderdi. İlk arap sefaret hey’eti 651 ’de Çin ’e geldi. Çinliler, galiba bunlardan aldıkları malûmatla, garbî Türkistan işlerine karışmanın doğru olmaya­ cağına kani oldular. Bundan dolayı Pirüz 661 'de Çın ’e yeni bir sefaret hey’eti gönderdi. Kendisine Çin tarafından m akam Chi-Jing ( S istin ’m Efganistan hududu civarında ) olan „îran askerî valisi" unvanı tevcih olundu. Bu, kolayca anlaşılacağı gibi, boş bir unvandan başka bir şey değildi. Çin ’den askerî yardım gelmedi. Araplar P ir ü z ’u tekrar yerinden at­ tılar. O da Çin ’e kaçarak, orada sarayda ya­ şadı. Ölümünden sonra oğiu Narses { Ni-niehsh ih ), çinii bir generali onu yine memlekete hâkim kılmak vazifesi ile, hareket etti (678 veya 679 ). Mamafih general bu teşebbüsünde ciddî davranmadı ve türklere müracaatla Nar­ s e s ’ i Sui-shİh ( Tokmak ) ’te bırakıp dondu. Narses 20 sene Tuharistan’da kaldıktan son­ ra, 708 ’de yine Çin sarayına kaçtı ve az son­ ra burada öldü ]. Emîr î^utayba b, Müslim, müslümanlar tara­ fından fethedilmiş olan Fergane ’den, 707 ’de bir ordu çıkararak, dağlan aşıp, öte taraftaki türk memleketine yürüdü. Fakat seferi muvaffa­ kiyetle neticelenmedi; Tabarı (I, 1275—1279) ’dekî aslî vesikaların mukayesesinden anlaşılı­ yor ki, Kutayba bu seferinde K âşgar elini fethedememiştir. Tabari (II, 127 v.d.) ve çinlüerin ( 7 1 3 ) pek mâl um sâikler ile, an’anevî şekilde süsleyerek, anlattıkları Çin imparatoru Hsüanisung ( 7 12 —756 ) ’a elçi göndermek hikâyesi­ nin, tarihî bîr hakikat olması İhtimâli vard ır; fakat buna mukabil Çinlilerin de elçi gönder­ diklerine âit hiç bir kayıt görmüyoruz ( daha evvelki bir devirde, Husrav Nüşiravân zama­ nında Sâsânî sarayında Çin elçileri görül­ müştü; bk. Tabari, î, 89 = NÖldeke, s. 167). Müslümanlar, Emevîier devrinde, türk bakan­ lan ve yabğülar ile pek çok münâsebette bu­ lundukları ve bunlar İsmen Çin İmparatoruna tâbi oldukları cihetle, dolayısîyle Çin ile de münâsebette bulunmuşlardı; bir taraftan Nayzek iie Yabğü arasında, diğer taraftan Şad ile Sebel (belki Theophanes'teki ile mu­ kayese edilebilir, bk. Chavannes, Tou-kiue Occidentaux, II, 28) arasında geçen sahnenin ve Şad ’m Yabğü ’nun huzurunda k ’ou-t’ou va­ ziyeti almış olmasının (yâni çin usulünde ta­ zimle iğiîmesinİB ) Tabari (II, 1224, sene 91 = 7 10 ) ’de hikâye edilen şekli klâsik bir mâhi­



yet alm ıştır; Yabğü Ş am ’a gönderilmişti ve Suriye 'nin gördüğü ilk çinli, daha doğrusu çın türkü, gâlibâ bu olmuştu. Çin siyâsetinin, doğrudan-doğruya veya dolayısıyle Çin ’e tâbi olan türk hakanı ile Mâverâünnehr ’deki küçük devletlerin mukavemetlerine desteklik ettiği muhakkak addolunabilir; bundan dolayıdır ki, müslümanlar mütemadiyen harbetmek mecbu­ riyetinde kalm ışlardı; Pamirlerde bulunmaları muhtemel olan Hottallar ancak 750 yılında mağlûp edildiler ( Tabari, IH, 74 ) ; Kaşşlarm ( krş. îh ş id ) hükümdarı 751 ’de öldürülerek, hazîneleri, çin mamulatından kıymetli eşyası Semerkand’a Abü M üslim ’e gönderildi (Tabari, III, 79 v.d.). Arap imparatorluğunun yıkılması üzerine, müsiüman fütuhatının hızı azalmağa başladı ve merkezlerde idare başında bulunanlar gayretlerini fethetmiş oldukları memleketlerin asayişini te’sis ve müdafaasını te’min cihetine hasrettiler. O günlerde Çin ’de de son T !ang im­ paratorları devrinde merkezî hükümet zayıfla­ mağa başladığı için, iki büyük devlet arasında, ilkin Uygurîar ile, sonra da İlhaniılar ( KarahanlıIar ) ’m te'sis ettiği kuvvetli tampon devletler zuhur etti. [ Mamafih yabancılar istisna edilecek olursa, moğul devresine kadar, hiç bir çinlinin İslâmiyet! kabûl etmemiş olduğu söylenebilir. 7 56 ’da Ç in ’e, askerî yardım maksadı ile, ça­ ğırılan arap k ıt’aîarı geldiler ve bunlar anla­ şılan burada kaldılar. Ancak hangi bölgede kaldıkları ınâlûm değildir. Cenupta ( aynı za­ manda Hainan adasında ) İslâm kolonileri var­ dı, Belki de daha IX. asırda Yünnan eyâle­ tinde bu kabil koloniler mevcuttu. Fakat bun­ lar hep ecnebilerdi. Din meselelerine karşı alâkaları bulunmadığı için, aslında bütün ya­ bancı dinlere karşı müsamahakâr olan çinliier, islâmiyeti büyük bir nefretle karşılıyorlardı, çünkü temasa geldikleri islâmiyetin tamamen siyâsî bir din olduğunu anlamışlar ve Çin iş­ lerinde yabancı müdahalesini kabûl etmek is­ tememişlerdir. Burada X V II.—XVIII. asırlar­ da hıristiyaniığm Ç in ’e nufuzu esnasında gör­ düğümüz vaziyete şahit olmaktayız ]. Moğuİîarın islâmiyete karşı tavırları farklı idi. Biz­ zat Cengiz Han tebeası arasında umûmî bir tecânüs bulunmamasını yalnız fâideli taraf­ larından görüyor ve ırk ve dinleri birbirinden farklı türlü-türlü kabileler arasında, bunlar ; kendi maksatlarına hizmet ettikçe, hiç bir fark gözetmiyordu. Bir moğul sıfatı ile kendi­ si için asıl lâzım olan çinli unsurları dağıt­ mak ve ahâliyi, kendisine karşı kuvvetli bir ittihat meydana getirmelerine imkân bırakma­ yacak surette, birbirine karıştırmak idî. Ken­ di yurddaşlarından başka olarak, garbın muh­ telif müsiüman milletlerinden de, büyük hare­



ket ve seferlerinde kendi maksatlarına, hizmet edecek yardımcılar bulmuştu; bunlar cesa­ retleri ile meşhûr insanlardı. Kendi arala­ rında, gerek sayı ve nüfus, gerek silâh kul­ lanmakta maharet ve disiplin bakımlarından, türkîerin mertebesi diğerlerinin hepsinden İleri idi. Cengiz Han ile haleflerinin ordularım ter­ kip eden unsurlar hakkında sarih ve k at’î bir fikir edinmek imkânsızdır. Yalnız şunu farzedebiliriz ki, ordularındaki askerin en büyük kısmı civar ülkelerden, bir taraftan Çin şeddi ile T ’ien-shan arasındaki memleketlerden (şarkî Türkistan), diğer taraftan da Mâverâünnehr ve Horasan ahâlisinden toplanan türklerden te­ şekkül ediyordu. Bu keyfiyet, o zamandan bu günlere kadar Çin müslümanlan arasında farsçanm niçin kibar bir dil sayıldığını ve bun­ ların aslen çınce olan yazı dillerine (bu dilin iyi bir numunesi küçük bir çin yazmasında bu­ lunur ; yazma Ms. Sin. Hartmann, I, Berlin devlet kütüphanesi bu yazma arap harfleri ile yazılmış çince bîr metni ihtiva etmektedir ; bk. Forke, T^ u ng Paö» 2. ser., VIII, nr. 1) neden do­ layı pek çok farsça kelime karışmış olduğunu izah etmeğe yetecek mâhiyette değildir. Çin ’de yer­ leşmiş olan bu unsurun en ziyâde, sonradan ana dillerini kaybederek, yalnız arta kalmış bâzı ke­ limelerde onun hâtırasını muhafaza eden İranlI­ lardan müteşekkil olması farzedilemez. Çin müs­ lümanlan nm dillerine farsça karışmış olması, daha ziyâde, moğul hükümdarlarının sancak­ ları altında toplanmağa koşan garbı A sya ka« vimlerinin fars diline karşı duydukları hür­ metten ileri gelmiştir. Kubıîay Han ’m, Çin tah­ tına geçince, saraya ve devletin yüksek hiz­ metlerine pek çok iranh aldığım da hesaba katmak lâzımdır. Gerek Marco Polo ve gerek İbn Batüta, Çin hizmetinde bulunan bu yaban­ cılardan hayli tafsilâtla bahsederler. Bunlar­ dan biri olan Achmath ( Ahmed ) Baylo ( Bal­ yoz ; Yule, Marco Polo3, I, 415 v.d.) çirkin hareketleri ile şöhret bulmuştur; bu adamın kötü hâlleri yalnız, garezkârtık etmiş olmala­ rından şüphe edilebilecek çin kaynaklarında değil, Venediklinin sadakatle anlattıklarında ( Yule, Marco Polo3, I, 415 v .d .) da okunmak­ tadır. Ekseriyeti iranlılarm teşkil etmesi icap eden bu müslümaniarın, fars dilinin haysiyet ve itibarını korumak ve onu memleketin iç taraflarına götürmek hususunda, çok hizmet­ leri olmuştur. Moğul hükümdarları tarafından Çin ’e getirilen müslümaniarın adedini kabaca tahmin etmek bile mümkün değildir. Moğul imparatorlarının Çin ’e müsiüman unsurlar idhâl etmeleri ile husûle gelen vaziyetler ve bu sa­ yede Çin ’de islâmiyetin kazandığı büyük pu­ fuz ve kudret hakkında elimizde doğruluğu



bir çok vesikalar ile sabit olan bir numune vardır. Kubılay Han bu müslümanlar arasında, Buhara ’dan gelmiş olduğu söylenen ve kendi­ si de Peygamber sülâlesinden olduğunu iddia eden, Sayyid Acall ( ölm, 1279) diye mâruf Şams ai-Din ‘ Omar adında biri vardır. Elim iz­ de bu adamın müteaddit hâl tercümeleri bu­ lunmaktadır ki, en mühimi moğul sülâlesinin resmî tarihî ( Yüan-she, kitap C X X V , biografya 1 2 ) olup, Vissiere tarafından d’OHone (s. 25 v .d .) 'un kitabında bahsedilmiştir, Ti~ en-ksi ( II, i, s. 23 v .d ,) ’de aynı zamanda oğul­ ları Naşir al-Din (M arco P o lo ’da Nesradİn ) ve Idusayn ( Hsin- YUan-shih^ bahis 155 ) ’in ha­ şiyeleri ile birlikte başka bir hâl tercümesi bu­ lunduğu gibi, Ta-ctiing-i-£ung-shih adiı mançu coğrafyasında ( trc. Vissiere, R ev. Monde Mas., 1908 ) adh büyük biyografyada da bir hâl ter­ cümesi vard ır; Fa-hsiang tarafından yazılmış olan hâl tercümesinin hususî bir ehemmiyeti vardır ; bunu Lepage, d 'Öİlone ( s. 50 v.d. ) ’da tenkitli bir surette tetkik eder venihâyet Raşid al-Din ’in bundan bahseden bir parçası da, Bîochet tarafından, tercüme edilerek, d ’OHone (s. 26 v .d ,} ’da neşredilmiştir. Fa-hsiang’a göre Say­ yid Acall Su-Fei-erh ( Sufayr ?) admda birinin beşinci batında torunu olup, sülâlesini 20. batın­ da Peygambere ircâ etmektedir (V issiere Sayyid Acall ’in ecdat ve ahfadından, d ’ Ollone ’un ayrı bir basımında, bahseder, s. 176—183). Sayyid Acall ’in adı Şams al-Din 'Omar olup, KubıJay ( 1260— 1294 ) ’tn daveti üzerine, yüksek bir makama geçmiştir. Çince İsmi Sai Tien-ch’ ih Chan-sih-ting olup, Sayyid Acall Şams al-Din ’in transkripsiyonudur, imparator kendisini, asayişi iade etmesi için, Yünnan valiliğine tâ ­ yin ve daha sonra da „Hsien Yang prensi" un­ vanı ile taltif etmiştir. Ölümünde 5 oğul ile 19 torun bırakmıştır. Fa-hsiang Lepage ’deki şecerenin sıhhatinden, haklı olarak, şüphe et­ mektedir. Bu şecerenin bir taraftan Sayyid Acall ’e daha yüksek bir itibar kazandırmak ve diğer taraftan da, ailesinin yükselişi ile, Çinlilerce menfur sayılan moğullarm istilâsı arasındaki münâsebeti gizlemek maksadı ile, daha sonraki vak’anüvisler tarafından uydurul­ muş olması da muhtemeldir. Umumiyetle söy­ lendiğine göre, Sayyid Acall aslen buharalı olup, Ç in ’ e gelerek, 1 2 7 3 ’ten 12 79 ’da Ölümüne kadar, Yünnan ’da valilik etmiştir, ( Yizan-skih ’e göre, Shan-ch’an şimâl-i garbisinde ( Yün­ nan şehri civa rı) defnedilmiştir Oradaki, me­ zarı İle kitabesi, ilk olarak, d’ Ollone hey’eti tarafından keşfedilmiş ve H s ıa n ’da yine kitâbeli başka bir mezarı mevcut olduğu için, bü­ yük bir merak uyandırmıştır. Şimdi tahakkuk ediyor ki, Shensi ’deki ikinci mezarı sâdece bir



makam olup, burada müteveffa vâlinin resmî el­ bisesi gömülmüştür ( bk. Vissiere, Eiudes SinoMahometanes, s. 41 not 1 . ; ayn. mil., Etudes, 2. serî, I, RMM, X V , 60 v.d d. ve III, RM M, XV III, 171 v.dd.). Sayyid A call Yünnan ’da islâmiyetin yayıl­ ması için himmet etmişse de, bunda asıl mu­ vaffak olanın büyük oğlu Naşir al-Din ( çince Na-su-la-ting ) olduğu söylenir. [ Yünnan eya­ letinde ve diğer bâzı yerlerde küçük me­ muriyetlerden sonra, 12 7 9 ’da Tal-li (Yünnan) 'deki orduya kumandan tâyin olundu. A skerî vazifelerini muvaffakiyetle başardıktan ve Yün­ nan valisi olan babasının ölümünden sonra, 1284 ’e kadar, nazır payesi ile, Yünnan valili­ ğinde bulundu. 1291 ’de Shensi ’de yüksek bir İdarî vazife aldı ve 1292 ’de öldü (k rş. Yüanshik; bahis 125, s, 6433 c). Ölümünden sonra kendisine asalet tevcih olundu ve hakikî nazır payesine yükseltildi. Kardeşi yusayn ( çince Hu-hsin ) 12 8 4 ’te Yünnan, 12 8 5 ’te de Shensi nakliye komiseri oldu. 1297 ’den sonra tekrar Yünnan ’a döndü, O da, babası gibi, Yünnan ’da Konfuzius mâbed ve mektepleri te’sis etti ( Yüan-shih, 125, s. 6433 d ). 13 0 4 ’te memuri­ yet yeri değiştirildi ve 1310 ’da öldü ]. Sayyid Acall ’in diğer oğulları ve hattâ torunları devlet idaresinde yüksek makamlar işgal etmişlerdir. Bu zatın ahfadı arasında, kendini ilme veren ve 1685 ’te meşhur eserini ( „islâmın miknatisli ib re s i") neşreden Ma Chu ( 14 . batından; takriben 1630—i7 io ) ’yu zikretmeliyiz. Bu zat, ceddi Sayyid Acall ’in türbesi ile câmiinia tamirine nezaret etmiştir. Türbedeki kitabelerden biri onun eseridir. X X . asrın başlarında ailenin reisi Na Va-cb'ing idi ve eyalette bir camimin imamı bulunuyordu ( d’Ollone, s. 182). İslâmiyet, kısmen Say eyâ­ let hanedanı devrinde taammüm ettiği gibi, müslümanlığm Yünnan ’da ehemmiyet kazan­ mağa başlaması da bu sıralarda vuku bulmuş­ tur. O devirden sonra, hemen-hemen hiç bir kayda değer haricî te'sire rastgelinmez. İsîâmiyetin karadan ve şimalden nufuz ettiği haki­ kati üzerinde ne kadar İsrar edilse azdır. S a ­ hil boyunca teessüs eden müslüman kolonile­ rinin bu harekete pek karışm adıkları görülür. Fakat şunu da kabul etmek lâzımdır ki, Yün­ nan eyâleti müslümanlan, Shensi ve Kansu gibi, şimal eyaletlerinde oturan müslümanlar ile daimî münâsebet hâlinde idiler. Bugün Çin müslümanlan arasında taam sam etmiş bulu­ nan ve kendilerini yabancılar ile temasa geti­ ren ma-fo zanaatı, yâni yük ve binek hayvan­ larını kiralama işi, eskiden de yine müslümanlara hâs idi ve onlar, enerji ve takatleri saye­ sinde, bu meslekte kabiliyet göstermekte idiler.



ÇİN. Müslümanların yalnız kendilerine güvendik­ leri ve İslâm âleminden kopup-gelen muasır yakınları ile biç bir zaman takviye edilme* dikleri düşünülecek olursa, sayılarının çok­ luğu karşısında hayrete düşülür. Mamafih es­ kiden müslümanlann sayısı çok mübalâğa edilmiştir. Bu asrın başında onların 20—30 mil­ yondan ( bütün nüfusun 1/ 13 —r/20 'i) fazla ol­ madığı anlaşılıyor, D ’OIlone heyeti, büyük kıs­ mı itibariyle İslâmlaşmış olan mmtakaîardan geçtiği zaman buralardaki miislüman nüfusu­ nun daha aşağı nisbetlerde bulunduğunu gör­ müştür. D ’Ollone, takip ettiği yol üzerindeki ahâlinin ancak 1 % müsiüman olduğunu söyler, fakat Kansu ve Yünnan eyâletleri için bu nisbet hayli büyüktür. Davies ( Yünnan, 1908), Yün­ nan ’da müslümanlann 3 % nisbetinde olduğu­ nu ve 10.000,000 halktan 300,000 'İnin bu di­ ne sâlik bulunduğunu sö y le r; fakat Kansu ile Yünnan 'm heyet-i mecmuasından 4 defa daha kalabalık olan Szu-ch’uan eyâletinde bu nisbetin hayli düştüğünü kaydeder. Bu hesaba göre, Ç in ’de 4.000.0000 müsiüman olmak lâzım gelir ( d’OIİone, s. 429 v.d.), Broomhall ’în tahminleri, hayli su götüren bir takım takrİbî rakamlardan ve müslümanlar ile diğer ahâli arasındaki nisbet hakkında, her hangi bîr netice çıkarılmasına elverişli de­ ğildir ; zira biz de Çin ’deki umum nüfusun mıkdarı hakkında itimada lâyık malumata sa­ hip bulunuyoruz, Çin ’de 800 kadar kimse­ ye birer sual varakası göndermiş ve ülkenin muhtelif noktalarından 200 cevap almıştır. Alınan cevaplara göre, Broomhall, eyâletle­ rin nüfusunu gösteren, şöyle bir cedvel tertip edilmiştir. K a n s u , A sgarî 2,000,000, azamî 3.500.000. Müslümanlar dağınık bir hâldedir; gaip kıs­ mında daha kalabalıktırlar ve doğum nisbetIeri Çin ’inkinden fazladır. İsyanlar esnasında bâzı mmt akalar da ahâlinin mikdarı azalmıştır. Nitekim mühim bir İdare merkezi olan Hsinîn-fu ’da, vilâyet merkezinin arazisi de dâhil olmak üzere, 250.000 müsiüman vardır. Lianchou-fu’da, yâni merkezde, 25.000 müsiüman bulunmaktadır. Mühim şehrin büyük bîr kıs­ mında bîr çok câmi vardır, Bâzan raiislamaaların şehir içine girmesine müsamaha edilme­ diği için, camiler kenar mahallelerde inşa edil­ miştir. Nmg-hsia ve P:ing-Hang ’da vaziyet bu merkezdedir. S e h e n s i. isyanlardan evvel muhtemelen 1.000.000, isyanlardan sonra Kansu eyâletine bir çok muhaceretler vuku bulmuştur, Hsi-an ’daki nüfusun resmî mıkdarı 9.480; bütün eyâ­ letteki nüfus ise, 26.000’dir. Ne olursa olsun, müslümanlann sayısını 500.000 ’den fazla tah­



411



min etmek mümkün değildir. Hsi-an ’da 7, Han-ehung fu ’da İse, 3 câmi vardır, S h a n s i. Bâzı mutalara göre, bütün müslüman nüfusu, 25.000 tahmin edilmektedir. H o p e i. Mutalar oldukça değişiktir ve tah­ minler ı.oo.ooo ile 250.000 arasındadır. Pekin ’de 30—40 câmî ( büyük câmi Ning-chieh câmüdir ki, türk ulemasından A li Rıza Efendi burada ders verm işti) ve 10.000 ’den fazla müslüman vardır. Pekin ’in cenup ve şimalinde hayli kalabalık müsiüman toplulukları vardır. Çin şeddinin şimalinde müslümanlar, Moğulistan hududu Üzerindeki noktalarda otururlar. S h a n t u n g . Müslüman nüfusu 100.000 ile 200.000 arasındadır. Bunlar şarkta pek az olup, merkez ile garpta oldukça kalabalıktır. H o n a n. Galiba 200.000 ’den bir az fazla. Huaî-ch’ ing-fu 'da 40.000 müsiüman vardır ve civardaki köyler kamilen müslümanlar ile mes­ kûndur. ChengJchou ’da 10.000 müsiüman var­ dır. Huai-tîen-ehi ’nia bütün ahâlisi müslümandır. Eyâlette bir çok camiler vardır. Hemenhemen her kazada bir câmi bulunur. K i a n g s u. Yapılan tahmin pek şüphelidir; belki 250.000 müsiüman vardır. Nanking ’de 10.000 müsiüman ve 25 câmi bulunur. Hem enhemen bütün büyük şehirlerde bir câmi var­ dır. Su-chao’ya dâir istatistik yapılmamıştır. S z u-c h ’u a n. Haklarında malûmatımız olan mıntakalarda takriben 50.000 müsiüman bulun­ duğu tahmin ediliyor. Eyâletin geniş arazisi üzerinde tahminen 250.000 nüfus bulunsa gerek­ tir. Müslümanların toplu olarak bulundukları yer, mı alakanın şimal* i garbî ( Sung-p’an-t'ing v.b.) kısmıdır ve Tibet hududuna doğru uzanmak­ tadır, C h en g-tu ’da, gerek Lao ( chiu )-Chiao ( 12 imam ve 100 ahong ) ve gerek Hsin-chıao mezheplerine mensup olanlara rast gelinir. K u e i - c h o u . Müslümanların sayısı 10.000 ’den bir az fazla olup, burada 4 câmi vardır. Y ü n n a n , Tahminler 160.000 ile r.000.000 arasındadır, isyanlar yüzünden nüfus azalmıştır. Müslümanlar bütün ahâlinin ancak 3 % ’ünü teşkil ederler. Yünnan müslümanlan, ne kıya­ fetleri, ne de zihniyenleri bakımından, Çinli­ lerden ayrılırlar. Davies ’e göre, ovada yaşa* yan müslümanlar da dağlarda yaşayanların 10 mislidir. Bu zat eyâletin bütün nüfusunu io.ooo.ooo olarak tahmin eder. Müslümanlar, 3 % nisbetinde olduklarına göre, 300.000 ka­ dardır ki, bu rakam, Thiersant’nı tahminin­ den ( 4.000.000 ) pek küçüktür. Bununla bera­ ber Souîıe ( R ev. du Monde Mas., -teşrin I. 1909 ), müsiüman nüfusunu 800.000—1.000.000 ve misyoner Rhodes ise, 1.000.000 olarak tah­ min eder. Evvelce müslümanlann mühim câmiîeri bulunduğu hâlde { Ta-li-fu mabedi câmi



412



ÇÎN.



olarak kullanılmakta i d i ), isyanlarlardan son­ mü altındadır. Bununla beraber, halk kütlesi evâmiri iyice bilmek ve harfi-harfine tatbik ra câmi hayatı hayli sönmüştür. H u - p e . 10.000’den bir az fazla. Vu-chang etmekten hayli uzaktır. Çin hayatının bu kaideleri ne dereceye kadar tahrif eitiğine *da 3 ve Han-k'ou ’da 2 câmi vardır. gelince, bu meseleye dâir vesikalara mâlik K i a n g - h s ı . 2.500’den bir az fazla. A n - h u i. Tahminen 40.000. Müslümanlar şi­ bulunmuyoruz. Esasen bu gibi vesikalar da malde daha kalabalıktır. Merkez olan Anking mevcut olsa bile, bunlardan bütün Çin hak­ ’de, mülhakatı İle birlikte, 6.000 müslüman ve kında toptan bir görüş çıkarmanın imkânı yok­ tur 3 çünkü te’sir, yerine göre, değişmiştir, 2 câmi vardır. C h e k i a n g. Tahminen 7.500. Bütün eski Tlıiersant ( II, 266, not 1 ) bir müslümamn 4 ka­ arap coğrafyacılarının zikrettikleri gibi, Ibn rı alabileceği ve câriyesini istifraş edebileceği Batuta ’nın zamanında zengin ve kudretli bir bakkındaki hükümden bahsederken: — „Çin ’de mü sİ Uman topluluğunun ‘ merkezi olan Hang- müslümanlar evlenme hususunda imparatorlu­ chou-fu’da, mülhakatı ile birlikte, ancak 120 — ğun kanunlarına tâbi olmak mecburiyetinde­ dirler"—der. Fakat evlenmeğe dâir kanunî hü­ 1.000 âile ve 3 ( 4 ) câmi bulunur. H u n a n. Tahminen 20.000; en büyük koloni­ kümlerin umuma şâmil olması iktiza etse bile, nin Chang-te ’de bulunması muhtemeldir ( 3000 Çin hükümetinin bu şahsî hukuk sabasına mü­ dahaleye kalkışmak istemeyeceği aşikârdır (ev­ kişi ve 3 câm i). K u a n g-t u n g. Haynan ile birlikte, takri­ lenme hakkmdaki kanunî hükümler İçin bk. ben 25.000. Coğrafyacıların Hânfü ve İbn Ba­ P. Hoang, Le Mariage Chinois au point de -vue tü ta ’mn da S in i kalan dediği büyük Kanton legal, Var. Sinolog., nr. 14, Shanghai, 1899 [ ve ’da, varoşları ile birlikte, 7.000—10.000 müslü- Van der Valk, Modern Chinese fa m ilg Lata, man ile 5 câmi vardır. Haynan ’da birer camii Peking, 1939 ] ; ben bu eserde açıkça müslümanlara ayrı bir mevki veren ahkâma rast olan iki meydan bulunur. K u a n g s i . 15.000—20.000. Bu nüfusun 8.000 gelmedim ). Kadının mevkii de umumiyetle her ’i Kuei-lin ’de yaşamakta olup, her hâlde şi­ yerde aynı değildir 3 mahalle ve İçtimaî sınıf­ malden muhaceret etmiş olmalıdır. Kuei-İİn ile lara göre, değişir. D ’OHone’a göre, tesettür mecburiyeti yoktur; kadınlar yüzü açık dola­ Wu-ohou ’da 6 câmi vardır. F u k i e n. Ancak 1.000 kadar. Amoy, Fu- şır. Esasen Grenard da, zengin kanları müs­ chou ve Chaısg-chou-fu ’da birer câmi vardır. tesna olmak üzere, aynı vaziyete işâret etmiş Amoy ’daki 40—50 kadar müslüman, memur bulunuyordu, D ’Ollone, yalnız Ho-chou ’da, başka bir âdete rast gelmiş i burada kadın­ smıfma mensuptur. M a n ç u r i . Tahminen 200.000. Mukden’de lar, gözlerin altından yüzün aşağı kısmım si­ 17.000, K ’ay-Yüan’da 2.00o, Hsin-min-fu’da yah bir yaşmakla örterler ( bu hâl, bana Ma 2,500, Chin-chou-fu ’da 3.500, Fa*ku-m en’de Hua-iung tarikatine âit gibi görünüyor ) ; fa­ 2.000, Liao-yang’da 2.500 ve Kuang-ying’d e 7.500. kat yine ata binerek, veya araba içinde sokak­ M o ğ u l i s t a n . Ancak cenupta müslüman larda dolaşırlar ( s. 247 ). Ayakların küçük vardır. Takribi bir rakam verilemez. Burada yaşta cendereye konulması âdetine gelince, Türkistan ’dan bahsetmeğe lüzum olmasa da, d* Olİone bu hususta müslüman ve gayr-i mus­ yine bu ülkede bulunan müslümanlar 1.000.000. lini çini i kadınlar arasında hiç bir fark bulun­ madığını söyler. Bilhassa Kansu ’da, bu ayak ile 2.400.000 arasında tahmin edilebilir. Türkistan hâriç olmak üzere, yapılan tahmin­ çarpıklığı müslüman kadınları arasında pek lere itimat edilemez; çünkü müslümanlar, Çin­ yayılm ış bir moda imiş. Bir çini i müslümamn lilerin gözüne batmaması için, sayılarını eksik müslüman olmayan bir kadınla evlenmesine hiç söylemektedirler. Çin müslümanlar! ile sıkı te­ bir mâni yoktur. Hattâ evlenme ile, başka bir masta bulunanların söylediklerine göre, İslâm dine mensup olau bir kadım hak yoluna sok­ nüfusu 40—50,000.000 arasında kabul edile­ mak sevap sayılır. Buna mukabil bir müslüman bilir. kadının bir gayr-i müslim ile evlenmesi yalak ­ tır ve böyle bir izdivaca büyük bir günah na­ II. CEM İYET H AYATI. zarı ile bakılır ( msl. bk. Wassi!jew-Stübe, s. Eski Ç in ’in müslüman ahâlisini bir tek İç­ 108, §6 ’daki kısa ilm-i hâl, keza Thiersant, II, timaî bünye saydığımız takdirde, cemiyet ha­ 266, nr. 1 ) . Mamafih bu gibi vazıyetleri de yatının cereyan ettiği başlıca beş sâha şunlar­ kitabına uydurmak mümkündür; nitekim im­ dır : parator Ch’ ien-lung (1736 —1795), bir tiirk pren­ i. A i l e h a y a t ı ( evlenme, âile ve akraba­ sesini haremine almıştı. Keza 1902 ’de Miniol lık ). Aile hayatıma tezahürleri, hanefî mez­ ( Kâşgar ’dan bir günlük mesafede ) ’a vardı­ hebinin usûlünde olmak Üzere, şeriatın hük­ ğım zaman, bîr türk kadm ile evlenmiş bir çinlj



413



ÇİN. görmüştüm. Şeriatm emrettiği ceza ( 40 sopa veya taşlam a), diğer müslüman memleketle­ rinde olduğu gibi, istifraşlara pek şâmil değil­ dir. Buna bakıp da müslüman Çinlilerde ahlâ­ kın sukut ettiğine hükmetmemek lâzımdır. Çinlilerde müşterek olan kusur ve fazahatîer ( bu mevzua dâir bk, Mati gn on, Superstifion, Crime et Misere en Ckine Lyon, 1902, s. 185 v.d. ’da âlimane fa s ıl), her hâlde müslümanlar arasında daha az yayılmış olsa gerektir. Çocuk­ ların terbiyesi ile hiç alâkadar olunmaz. Baba ve evlât sevgisi ile ecdada karşı saygı, âile hayatının bârız bir vasfını teşkil eder. Baba ve evlât sevgisi Forke ( Berlin, Ms. Sin. Hartmann, I ) ’nin neşrettiği çince arapça yazmada­ ki fıkrada tebcil edilmektedir. Ecdada karşı hürmet, ana ve baba ile büyük ana ve baba için okunacak dualarda açıkça görülür. Keza Çin usûlünde şecereler de kullanılır. Peygam­ ber sülâlesinden gelenler müstesna, soya daya­ nan hiç bir İçtimaî tefrik yoktur. Bazı İslâm memleketlerinde seyidliğe ve sahte seyidlik payesini edinenlere karşı gösterilen ihtira­ mın tevlit ettiği karışıklıklar, çin müsîümanları arasına girmemiş ve Çin ’de seyidler çoğalmamıştır. Bu da halkın büyük bir ekseri­ yetle ihtida ederek, müslüman olduklarının ve­ ya mühtedilerİn tungan neslinden geldikleri­ nin şuuruna ermiş bulunduklarını gösterir. Her hâlde Çin ’de seyidler, hsin chiao ile birlikte zuhur etmiş olmalıdırlar. Nitekim tarikatçi Ma Hua-Iung seyid geçinmişti, Çin müslüman!arı­ nın, irsî beden hususiyetleri ( ırk ) bakımın­ dan, ayrılık gösterip-göstermedikleri meselesi henüz halledilmiş olmaktan uzaktır. Umumi­ yetle etnik hususiyetlerin mevcudiyeti hakkın­ da ittifak vardır ve müslüman çinlinin ilk na­ zarda diğerlerinden ayırt edilebilecek bir tipte olduğu kabul edilir { bilhassa bk, Broomhall, s. 221 v.dd. 5 keza Hsi-an müslü mani arı da ha­ ricî kıyafetleri ile ötekilerden hayh ayrılır ve avrupalılar bunları kendileri ile aym soydan gelmiş sayarlar, krş. Berthelot, Comptes-Rendus de VAc. des Inscr. et Belles-Lettres, 1905, s. 188), Bununla beraber, d ’ O llone’un buna muarız olan mütalâasını da nazar-1 itibara al­ mak lâzımdır. Mamafih o da çehreleri türke veya araba çalan bâzı çin müslümanlannı tas­ vir eder, fakat karilerine bu istisnaî hâllerden mâna çıkarmamak tavsiyesinde bulunur ve müs­ lüman kütlesinin diğer Çinlilerden farklı ol­ madığım iddia eder. Her hâlde müşterek bir çin tipinden bahsetmeğe imkân yoktur. Çin ’de bir çok muhtelif tipler vardır ve tenevvu, tabiatîyle, çin müslümanları arasında da görülür. Gerek muhaceret ve gerek muhacir­ ler in bol zürriyeti sayesinde, arap ve türk tipi



hayli yayılm ıştır; fakat hakikatte tnüslümanİarin ekserisi çın ırkma mensuptur. Şüphesiz muhacir tipi de aslında olduğu kadar hâlis kalamamıştır. İlk büyük müslüman istilâsından sonra bir çok müthiş kıtaller ile cemaatler hayh kuvvetten düşmüştür. Müslümanlar ile çinliîer arasında evlenmeler de olmuştur. Do­ ğan çocuklar, tabiatîyle, müslüman olmuş ve kendi aralarında evlenmişlerdir. Böylece bir kaç nesilden sonra, artık yabancı kandan eser kalmamışiır. Ekser ahvâlde müslüman, daha çocukken, bir mü’min tarafından evlât edinilip veya satın alınıp, İslâm an’anesi içinde yetiş­ tirilen bir çinliden başka bir şey değildir ( ço­ cuk satın alma meselesi hakkında bk, M. Hartmann, îsl, Orient, 45 Erginlerin İhtidası da sık-sık vuku bulur. 11. E t n o g r a f y a ve d i l . Dil birliği, mil­ lî birliğin bîr alâmeti addedilecek olursa, çin müslümanlannı da hiç şüphesiz çinli saymak icap eder. Çünkü bunların konuşma ve yazma dili çiııcedir. Lehçe hususiyetleri de »azar-i itibara alınacak olsa ( Bromhall, s. 223 v.d, ’a göre, çinlinin müslüman olup-olmadığı ekseri­ ya konuşmasından anlaşılır ), bundan da müs­ lüman çinlinin çinceden ayrı bir dil kullandı­ ğı mânası çıkarılamaz. Fakat din, müslümanlar ile diğer Çinliler arasında, öyle -bir uçurum meydana getirmiştir ki, her iki taraf da bir­ birlerine yabancı nazarı ile bakmaktadır. Müs­ lümanlar kendilerini çinü hemşeril er inden pek üstün görürler; çinliîer de müslü mani ara hanjen adını vermekte hayh müşkülpesent davra­ nırlar. Müslümanîara daha ziyâde Hui-hui ve­ ya Hui-tse denir ; fakat müslümanlar bu isim­ lerden hiç hoşlanmazlar ve kendilerine peishan ( „beyaz sa rık lıla r1*} admı verirler. Bu Hui-tse adı ile çin diline mutelif şekillerde geçmiş olan uygur kelimesi arasında bir mü­ nâsebet olup-olmadığı bir meseledir (k rş. Chavannes, Lcs T'ou-Kiue Occidentaux, s. 87—94). [ Mamafih bu kelime dâîmâ Hui*ho şeklinde yazılır \ A sıl Çin ’de yalnız bir tek müslü­ man grupu dil camiasının hâricinde kalmış­ tır ; bunlar Hoang-ho nehrinin sağ yakasında Hsün-hua-t'İng ile civarındaki mahallerde ve Hsi-ning-fu — Ho-chou yolunun bir kısmında oturan S a l a r l a r d ı r . Bunların tipi, alelade çin müslü mani arı m nki ne benzemez. Uzun boy­ lu ve endamlıdırlar, burunları basık olmayıp, büyücektir, gözleri siyah ve düzdür, elmacık kemikleri pek az çıkıktır, yüzleri uzunca, kir­ pikleri ve sakalları sık ve siyah, derileri kat'îyen sarı olmayıp, esmerdir ve böylece şarkî Türkistan ’dakİ türklere pek benzerler. Başlıca hususiyetleri, bozuk bir türkçe ( bk. Grenard ve Potanın 'deki deliller ) diyebileceğimiz de-



I, ).



414



ÇİN.



Ellerdir. Mezheplerine gelince, tamamiyle ha- ettiler, meselâ Kuanghsİ eyâleti vâiİsî ve Chiang nefîdirler ve dîn ulemâsına ( ahong) büyük Kai-Şhek kumandam müslümandılar ve müslübir saygı gösterirler. Diğer cihetten içki de man matbuatı da memlekette, eskisine nazaran, kullanırlar. Avam tabakasına mensûp olanlar daha inkişaf etmiş bulunuyordu. Aynı zamanda da arap alfabesini bilirler. Buhur yakmazlar çinli müslümanlar, bilhassa Kahire iîe münâ­ ve camilerine çİn imparatorlarının emirname­ sebetlerini yeniden te’sis etmişlerdi. Şimâl-i leri asılmasına tahammül etmezler. 1750 sene­ garbî Ç in ’de çinli komünistlerin faaliyeti ve lerinde aralarında yaşamış olan Ma Ming-hsİn daha sonra Japonların İslâmiyet lehine propa­ ( Muhammed A m in ) adında bir müceddidin gandası bu bölge müslümanlan üzerinde te’sirvaazları ile bu yola girmişlerdir. Bu zat, bil­ siz kalmadı. Bu hâl, bilhassa 1935 'ten soma, hassa yüksek sesle namazda sûre okumağı tâ­ bir çok çarpışmalara sebep olmuştur ]. lim etmiştir ki, bu da vahim karışıklıklara 1911 ’den önce müslümanlar arasında en zi­ sebep olmuştur. Grenaid ( Mission, II, 457 v.d.) yâde taammüm etmiş olan meslek, kervancı’a göre bu s a la r l a r gözünü budaktan esirge­ lıktan ibaret olan tna-fu mesleği idi. Bu mes­ meyen haydutlardır ve çiniilere karşı kin bes­ lek dirayet ve enerji ister, müsîüman m a-ju lemekte yukarı Huangho haydut çeteleri ile iş ’lar, bâzan hoyratlığa kadar giden bîr irâde kuv­ birliği ederler. D’Ollone ( s. 245 v.d.) 'un an­ veti ile en müşkül hâllerden bile vaziyeti kur­ lattıkları hayli farklıdır. Buna nazaran s a la r ­ tarmak şöhretine mâliktirler. Tibet hududunda la r , yalnız Huang-ho’nun sağ kıyısında Hsün- ( Sung-p'an-tUng ) çay ticâreti çinlilerin elin­ ha-t'ing bölgesinde 12 köyde otururlar ve dedir. Müslümanlar ancak Kansu, Shensi ve nehrin sol kıyısı, bilhassa Hsi*ning-fu ile mü­ Yünnan eyâletieinde ziraatle iştigâl ederler. nâsebette bulunurlardı ki, burada onlardan 5 Bu sahada Çinlilerden geridirler, fakat hayvan âüe ikamet etmekte idi. Başlarım tamamiyle t ı­ yetiştirmede onları geçerler; keza han işlet­ raş etmezler, fakat öteki çinliîer gibi saç örgü­ tikleri de görülür. Müslümanlar hanlarının ta­ leri vardır. Dört köşe külah giymeyip, sarık biçi­ belalarına, dinî temizlik alâmeti olarak, bir su minde çinli serpuşu giyerler. Bir çok defalar testisi resmederler. IV. F İ k i r h a y a t ı . Ç in ’de müslümanisyanlara karışm ışlardır; menşe’lerînin Semerkand olduğunu İddia ederler. Çin kaynakların­ ların fikir hayatında dinin damgası görülür. da s a l a r l a r a dâir tarihî mâlûmat, d’Oljone Müslüman ana, baba, oğullarına pek küçük ( s. 307 v.d.) tarafından, bir araya getirilmiştir. yaşta şu prensip! a şıla rla r: „Sen müsîüman sın Tunganalara ayrı bir grup nazarı ile bakıla­ ve müsîüman olduğun için de, öteki çiniilere maz. Seyyahların bir çoğuna göre, bu isim üstünsün". Şurası da muhakkaktır ki, büyük İs­ Kansu ve Shensi eyâletlerinde oturan çînli lâm camiasına mensûp olmak şuuru Çin ırıüsmüslümaıılara hastır. Şahsî müşâhadelerine gö­ îümanlarına, hâllerini daha vakarlı, bakışlarım re, şarkî Türkistan türkîeri, bütün çin müslü- daha cür’etkâr ve ta vur farım da daha efendice manlarma bu adı verirler. Bunun da sebebi kılan bir şahsiyet bahşetmektedir. Bütün mü­ aşikârdır, çünkü iungan »dönme" ( yâni haki­ şahitler bu hususta müttefiktirler. Fakat bu k î imana dönüş) mânasına gelir ( müslümanlar- insanlar aynı zamanda kurnazdırlar ve canla­ da müşterek bir kanaate göre, her kes, müslü- rının, mallarının selâmetini te’min için, hâkim man olarak doğar ve ailesinin dininden çıkıp, sınıfa ve onun siyâsî-dinî politikasına dâima müsîüman olması, hakikatte İslama bir dönüş­ mümaşatkâr davranmışlardır. Devlet hizme­ ten başka bir şey d eğ ild ir). Çinli müsîüman- tine girenler resmî mâhiyetteki çin âyinle­ rine iştirak ederler. Mickie ( Missionaries in lar, tungan sözünü hakaret sayarlar. III. G e ç i m ş a r t l a r ı . Müslümanların ço­C h in e), hıristiyan çiniilere bu hâli örnek ğunda görülen beden kuvvet ve enerjisi Çin or­ olarak gösterir. Mamafih müslümanlar iîe Çin­ dusunda çalışmak hususundaki temayüllerini liler arasında derin bir zıddiyet mevcuttur. İzah eder. Hakikaten zabitlerin mühim bir k ıs­ Müslümanlann devlet içinde devlet kurmak mı raüslümandı. Sivil memuriyetlerin isteklisi istemelerinden korkulmaktadır. Onlar, taassup­ pek yoktu ; çünkü 1904 ’ten önce, tâliplerden larına dokunuSmadığı zaman, avrupalılara karşı hükümetin dinî ve İçtimaî telâkkilerini benim­ dostluk gösterirler veya çinliîer yahut »kara semeleri isteniyordu. Buna mukabil bâzı mes­ başlardan" ziyâde, onlara ırkdaş nazarı ile lekler tamamiyle müslümanlann eline geçmiş bakarlar. Her ne kadar bâzı yüksek müsîüman kumandanlarında yabancı düşmanlığı görülürse bulunmakta idi. [ 1911 ihtilâli ve bunu takip eden hâdiseler de, bu hâli, müsîüman olmayan Çinlilerde bile, çinli müslümanlann vaziyetinde, esas itibariyle, dinî âmiller ile izaha kalkışmaktansa, yaban­ bir değişiklik vücuda getirmedi. Vakıa bir çok cıların Çin ’in dahilî İşlerine hoyratça müdâ­ müslümanlar yüksek idârî memuriyetler elde halesinden doğan hiddete atfetmek doğru olur.



Levha l.



'■ J T 1 »erlin ,



4.



* fSt,î' P a r lh ' Sta atl. M useen



2 ‘ Parthh okçu, piçmig topraktan . 3. S ırsız kulplu testi, Medâyin. Berlin,



StaaÜ ,



Museen



Sırlı testi, Sâsân î, V I. — VU, asır, 5. Sırsız testi, barbotîn tekniği, Berlin, S ta a tl. Museen M ezopotam ya, X . — X i, asır. Berlin, S ta a tl. Museen



ve



_



8.



K ıi



kase



> ), R e y , X II. asır.



5, Mineli tezyinatlı tabak, R ey, X II. asır, Eutnorfopulos, Londra



8.



Cam i kan dili, T ü rkiye, 154 9 tarih li. L o n d ra, B ritish Museum



6.



M inâî tekniğinde sürahi, Rey^ X IL asır, Keîekiaıı kolek., New Y ork



9.



Fîrûze sırlı fa ya n s tabure. R ey , X Ü I. asır. Kitâbeiban kolek.



Lfevha III,



I. Sırlı fa ya n s tabak, Su riye, XIII. asır* Berlin, S ta a tl. Museen



4.



F ayan s biblo, yaban domuzu, Mısır, X IV . asır, Berlin, Sta atl. Museen



2. A lbarelîo, sırlı tezyinatlı fayan s, Suriye, X III. — X IV . asır, Fran k fu rt a/M ., Ku n s t ge we rbe mu se u m



5, Sırlı vazo, M ısır, XI. asır. K ahire, A ra p müzesi



9. F ayan s tabak, Patern a, X V . a sır. Berlin, S ta a tl. Museen



3. Fay an s tab ak, Suriye, X III, asır. B erlin, S ta atl. Museen



Sırlı tab ak, M ısır, X iV .~ - X V . asır. Berlin, Sta atl. Museen



Levha IV.



I.



3. Sırlı duvar çinisi, İran X il. asır. B erlin, Sta atl. Museen



D uvar fa y a n sı, SSmarra; IX a sır, Berlin, Sta atl. Museen



2. M inâî tekniğinde d uvar çinisi, İran, X I!i, a 3 ir. P arav icin i kolek.



M S'm ine Hatuıı türbesi, a sır. Nahçıvan



3. D uvar fayan sı, Endülüs X V . asır, Berlin, S ta atl. Museen



8.



K apı



çim leri,



Bertin 6 . M ihrap,



9.



X !İ.



S ta atl. Museen KSşSn, 1226 tarihli.



K a ra - T ay



m edresesi,



K onya



10. D u var fa y a n sı, İ t . D uvar fa ya n sı, İran , X IV . asır. T ü rkiye, X V II, asır. Berlin, Sta atl. Museen



Levha V,



1. A çık ve koyu renkli bulul ve rûmî tezyinath tabak (İznik. X V . a s ır ). — 2. B eyaz zemin, kırm ızı, yeşil v e m or renkli y ap rak , gül ve lâle tezyinath tabak (İznik, X V I, a ş ır ) . — 3. Mfivî lâ c ive rt ve kırm ızı renkli n ar v e çiçek m otifli k âse (İznik, X V I, a s ır ). — 4 Beyaz zemin, koyu m âvî v e şart çiçek tezyinath m atta (K ü tah ya, X V II, a s ı r ) . — S. Beyaz zemin, kırmızı, sarı ve m orum trak renkli çiçekli m atra (K ü tah y a, 1



- -----'



t



n ----- ---



------- ,........... i . . i _____ , . ı :



u .-î..,



____ , t t ı .



______ı,



t______ ! : l



/ Y V



__ -



V



Keza müslüman generallerinin hatt«ı hareke­ tinde İhtiras ye tamam rol oynamış bulunması da nâdir değildir. Meselâ Tung Fu-Hsiang kat­ iyen mutaassıp bir müslüman değildi, fakat tara mânası ile bir maceraperestti. 1861— 1874 is­ yanının yarattığı anarşide kendisine taraf dar lar buldu ve mandarinlik payesi mukabilinde naip Tso Tsung-t'ang ile general Liu-Sung-shan’m bir âleti oldu. General Liu Ghin-Tang, Chin-ChiPao şehrinden bir hurucu esnasında eline düşen isyanın elebaşısı ve yeni dinin peygamberi olan Ma Hua-Lung ’un kellesini uçurttu. T n n g’un eline muazzam malikâneler geçti. 1895 Te Hsining-fu ve Ho-chou isyanlarını da bastıran yine Tung oldu. Bu zat bu sefer de bermutad kendi dindaşlarından gasbettiği mallar ile bir kat daha zenginleşti. Serdar (fa-yıze) unvanı aldı ve memleketin hakikî hükümdarı oldu, 1900 'de Pekin ’de Boxer ’ierİn isyanı patlak ver­ diği zaman, sâdık tarafdarîan İle hemen o ta­ rafa koştu. Bunların başında Ho-chou 'lu t'ungling, meşhûr Ma An-Liang da vardı. General ya­ bancılara karşı şiddetli hareketi ile mâruf oldu. Yabancılar da kendisini yalnız müslüman ve bir müslüman çetesinin başı olarak gördüler ve kendisinin isîâmiyetle olan sıkı münâsebetleri­ nin farkına varmadılar. Gûya Kansu ’ya nefyedildi ve orada da derebeyi gibi yaşadı. Chinchi-pao ’da gayet muhkem 2 şatosu vardı ve yanında $00 eski askerden mürekkep bir muha­ fız k ıt’ası bulunuyordu. Etrafta müslumanlardan gasbetmiş olduğu araziyi Ötekine berikine k i­ ralamakta idi. Chin-chi-pao ve Lin-chou’daki memurlar, rızâsı olmadan, hiç bir iş göremez olmuşlardı. 1908 şubatında öldüğü zaman, Av­ rupa *nın tazyiki ile ref’edilmiş bütün unvanları iâde olundu ve cesedi memleketi olan Kuyüan ’da büyük merasimle defnedildi. Bu asrın başlarında diğer bîr müslüman da büyük bir askerî mevki işgal etmekte idi. Bu zat Yünnanlı Ma T i-K ai olup, Ma hua-lung tarikatının reisinin yeğeni ve Szu-ch’uan ordusunun ku­ mandam idi.



Zulme hîle ile mukabele eden Çİn müslümanları, bilhassa takriben 250 seneden beri, üreme yolundan başka bir tarzda nüfuslarını çoğaltmağa çalıştılar. Bu hususta ihtida İşe yaradı. Çocukları ihtida ettirmenin en basit yolu, koyu bîr sefalet içinde bulunan, çini i ana, babalardan çocuklarım satın almaktı ( buna ve hıristiyan misyoterîerinin bu tarzdaki hareket­ lerine dâir bk. M. Hartmann, Ckina und der İs­ lam, İslam . Orient,, 45 ve not 1 ). Bu suretle yüzbinlerce çinli çocuğu İslâm camiasına girmiş oldu. Evlenmeden ve çinli kadınların evlene­ rek müslüman olmasından daha önce bahset­ miştik. Ergin çinliîere din propagandasının



te’siri olmamaktadır ve müslümanlar da açık­ ça bu işe girişmeğe cesaret etmemektedirler. Fakat, kudret ve nufuz sahibi bîr müslümaBin maiyetinde bulunanlar için vaziyet böy­ le değildir. Nitekim askerler, müslüman zabit­ lerinin te’siri ile, ihtida etmektedirler. Müslü­ man mandarinler, sık-sık yer değiştirdikleri için, bu hususta pek muvaffak olamamaktadır. D ’OIlone, yeni ihtida etmiş bir çok müslümanlara rast gelmiştir. Bir çokları da cedlerinden hangisinin müslüman olduğunu hatırla­ maktadır. İhtidaların sayısı, müslüman memur­ larının kudret ve nufuzuna göre, muhtelif de­ virlerde farklar gösterir. 1911 ’den önce ihtida­ lar nâdirdi; çünkü saray, büyük isyandan beri, müsl umanlara karşı çekingen davranıyordu ( d ’OUone, s. 431 }. [19 11 ’den sonra da vaziyette esaslı bir değişme olmamıştır]. 1912 kânun II. ortalarında matbuat çin İhtilâlcilerinin şu um­ desini neşretm işti: „Mançu, moğul, müslü­ man, tİbetlİ ve çinîiler müsavi haklara mâlik­ tirler". Burada müslüman kelimesi ile şarkî Tür­ kistan türkieri kastediliyor ve bu müsavatla onlara âit ufak-tefek bâzı imtiyazlar da kal­ dırılmış oluyordu. A sıl çİn müsîümanlart bu tâbirin şumûlüne girmiyordu. Velhasıl pek hoş­ lanmadığı bâzı hususları ( domuz eti, alkol ve afyon yasağı, ecdada taabbüdün men’i ) ihti­ va etmesine rağmen çin milletinin islâmiyete şiddetle muhalefet ettiği İddia olunamaz. Ta­ rihten Öğrendiklerimize göre, çin âlemi ken­ disine yabancı olanları temsil etmekte ve tamamiyle temsil edemediklerini de kendisinden uzaklaştırmaktadır. Bunun içindir ki, Çin'de ancak İslâmlıktan çıkmış bir İslâmiyet yayıla­ bilir, Fakat bu da ihtimâlden uzaktır. Çünkü bütün İslâm dünyasında, islâmiyetin nufuz ka­ biliyetini arttırmak maksadı ile, dinî bir te­ ceddüt temayülü görülmektedir. Çİnîiîeşmiş bir İslâmiyet, umumî İslâm alemince, asıl İslâmiyet telâkki edilemez. Daha ziyâde yeni bir muhtelit dinin teşekkülünü kabul etmek icap edecektir. D’Oîlone (s. 393 v.d.) ’da Vissiere 'İn Oavrages chinois Mahometans adı ile topladığı bâzı eserler, İslâmiyet ile Konfuztus mezhebini mu­ nis bir dînî felsefe hâlinde birbirine mezcetmek hususunda yapılan teşebbüse delâlet et­ mektedir ( bk. bilhassa ur, 7 ve 9, bende de, Haekmann 'a âit, bu mealde bir vesika var­ dır ). Her hâlde müslümanlar millî çin di­ nine girmek istemeyeceklerdir. Çünkü müslümanlar, bütün çın milleti gibi, hattâ diğerle­ rinden daha ziyâde olarak, cemiyet ve birlik­ lere düşkündürler, Çin ’de müslümanlar, âzâstnın birbirine yardım ettiği bîr yardımlaşma ( Kur*an ’m tavsiye ettiği takvim") cemiyeti teşkil etmektedirler. Müslüman cemaati men­



416



ÇİN.



suplarına o kadar menafi te’min etmektedir ki, idi. 1335 senesinde Sayyid A eaU ’in ahfadın­ hiç kimse, dinle alâkası kalmamış olsa bile, dan bîri imparatordan İslâm dininin »hakikî bu teşekkülden ayrılmağı düşünmüyorlar. Bu­ ve hâlis din" ( ch'ing-chen-chiao) olarak ta­ günkü vaziyet, işaret etmiş olduğumuz tari­ nınmasını İstemiştir. Bugün de islâmiyete Jba-* hî hâdiseler ile, aydı ulanmaktadır : D’Ollone, kikî ve hâlis dîn denmektedir. 1420 ’de Seyyid pek haklı olarak, çin tarihçilerinin, budhist ve­ ’İn torunlarından diğer bir zât, imparator ta­ ya hıristİyan misyonerlerinin gelişini kaydet­ rafından Hsi-an ve Nanking merkezlerinde câtikleri hâlde, miisîümanlar hakkında hiç bir miler inşasına memur edilmiştir. Daha sonra­ şey yazmamış olmalarına dikkati çekiyor. D’ ları, yine Seyyid ’in ahfadından olup, yukarıda Olîone, aym zamanda, yazılı vesikaların bu bahsi geçen Ma chu, 1683/1684’te imparatora, hususta pek kıymeti olmadığını da ilave et­ Konfuzius ’un ahfadı ile aynı muameleye tâbi mektedir. Bundan başka, islâmiyetin sahilden .tutulmasını talep eyleyen arızalar takdim et­ dâhile yayılmadığı, bilâkis, müslümanlann li­ miştir. A rtık Mançu sülâlesi devrine gelmiş manlarda müstamereler kurup, din hususunda oluyoruz. [ Müslümanlar ile çini il er arasında siyâsî mâ­ mazhar oldukları müsaadeden faydalanmakla iktifa ettiklerini ve halktan ayrı yaşadıklarını hiyette ilk ciddî çarpışma Mançular zama­ tebarüz ettirmektedir. D’Oİione, T'ang devrin­ nında başlar. Bu, dinî bir mesele olmayıp, sırf de „arap“ — musİÜman tash ih Her ve L ia o ’lar siyâsî bir hâdisedir. Mançular, ana yurtları ile, Thsİn’Ier devrinde ise, Hui-ho ( uygurlar ) Mançurya ve şarkî Moğulistan ’ın emniyetini te’mia maksadı ile, Moğulistan ’ı da hükümleri ’a âit kayıtlardan netice çıkarmaktadır. [ Ancak bütün Ta-shih ’lerin müslüman olup- altına almak zorunda İdiler. Bu sebeple garp olmadıklan kat’î olarak mâiûm değildir. X .— moğulları ve türkisianhlar ile çarpıştılar. Bun­ XIII. asırda bütün Hui-ho’larm müslüman olma­ da Kaîmuk göçlerinin de mühim bir rolü oldu, ları ise, imkânsızdır. Liao sülâlesi ( Liao-shih, Çinliler kalmukîar ile yaptıkları muharebeden bahis 30 ve 69 ) vekayinâmeleriııde »Huı-huı" sonra, tuttukları siyâsette muvaffak olabilmek ( »müslüman") tâbiri iki kere, Kara-Hıtay dev­ için, kalmuklara tâbi sahalara ve bilhassa Kâşlet müessisleri münâsebetiyle, kullanılmıştır. gar ’a teveccüh etmek mecburiyetinde idiler. Bütün bunlar islâmiyetin Çin ’de yayılmasını Bu saha tür kİ eri Çin tâbiiyetine, tabiatiyîe, değil, Çinlilerin garplı müslümanlan tanıdıkla­ mukavemet ettiler. Çin hükümetinin maksadı rını ifâde eder. Çinlilerin müslüman yurddaş- burada hâkim bulunan beylerin nüfuzlarını k ır­ !arı hakkında bu kadar az malûmat vermele­ mak veya, hiç değilse, tahdit etmek idi. Buna rinin sebebi, nazarlarında İslâmiyetin sâdece mukabil, beyler de, pek tabiî olarak, feodal bir „din“ olmayıp, Ç in ’de pek çok tesâdüf hükümetlerini devam ettirmek istiyorlardı. Bun­ edilen gizli siyâsî teşekküller ve cemiyet!erden lar maksatların din bayrağı arkasında giz­ birisi olmasıdır. Resmî Çin tarihçisi dinler ile leyerek, Türkistan 'da müslüman ayaklanma­ değil, siyâsî hâdiseler ile alâkalanır. Siyâsî sının dinî bir manzara almasına müessir ol­ gizli cemiyetlerden, bunlar ancak hükümet ile dular. Hakikatte ise, bu çok daha fazla feo­ açıkça çatıştıkları zaman, bahseder J. Mamafih dal beylerin Çin burjuva idaresine karşı siyâsî bu hâdise, yalnız Çinlilerin garp müslümanîarını bîr aksülameli idi. Din yanında türk millî duy­ tanıdıklarını gösterir, fakat islâmiyetin Çin ’e gusu gittikçe daha bârız bir şekil alır. Mama­ nufuz etmesine dâir bir delil teşkil etmez. D’ fih bu msbeten yeni olup, iik olarak, asıl 1919 ÖİIone’da görüldüğü gibi, S o fe ir’in binlerce —1940 Türkistan dâhili karışıklıklarında ken­ müslümanla Buhara ’dan gelmesi ve Çin ve Mo­ dini göstermiştir. Çin me'hazîaıında olduğu kadar garp eserle­ ğolistan hududu üzerine yerleşmesi, bir hikâye­ den ibarettir. Hakikatte, Sayyid Acall 'Omar rinde de haklarında dâimâ pek az malumat ’den evvel, ehemmiyetli bir İslâm muhacereti verilen Kansu ve Shensİ müslümanlar ihtilâli vuku bulmamıştır. Bununla beraber yalnız Marco iki cephelidir : a. iktisâdı zaruretlerin icap et­ Polo, bütün diğer mahallerde münhasıran putpe­ tirdiği ihtilâller ve b. müslümanlar arasındaki restlerden bahsettiği hâlde, Seyyid ’in ölümün­ iç ihtilâller. Birincisinin sebebi şîmâi-i garbî den bîr sene kadar sonra geçmiş olduğu Yünnan Çin in aşağı yukarı 1000 seneden beri büyük eyâletinde müslümanlann bulunduğunu kayd­ kıtlıklar ve açlıkların sahne olduğu bir buh­ eder. Seyyid, Yünnan eyâletinde ilk iki cami ran mmtakası olmasıdır, Çin ’İn İktisadî merinşa ettirmiştir ( d'OUone, s. 35 ). Yünnan kez-i sıkleti cenûb-i şarkîye intikal etmişti. müslümanlan, kendilerini onun ve oğlu Naşir Şîmâî-i garbî Ç in ’in İktisadî zaruretleri, köy­ at-D in’İn nesli sayarlar, K u b ıla y ’ın sarayında lü halkın bir çok gizli teşekküller kurmasını da bîr çok müslümanlar vardır. Daha o devir­ intaç etmiştir ki, bünye itibariyle, İslâm cema­ de Huysuz Ahmed ’ in mâçerâsı anlatılmakta atlerini de bunlar arasında saymak lâzımdır.



ÇİN. Bir çok hâllerde isyan saik i, cereyan etmekte olan iktisadf bir buhran veya çinli memurların idaresizliği yüzünden, ehemmiyetsiz bîr hâdi­ senin büyüyüp, esasen meveut olan asabiyetin alevlenmesi oluyordu. Şimal-i garbî Ç in ’de müslüman ihtilâllerinin ikinci nevine sebep, müslümanlar arasındaki ayrılıktır, »Yeni dok­ trin" Çin ’de, Türkistan ’da olduğu gibi, İslâmî bir feodalite te'sis etmek istiyordu. Buna mu­ kabil «eski doktrin “ daha muhafazakâr idi. F e ­ odal gurupların ( Ma Hua-JLung ) iktidarı ele geçirmek teşebbüsü önce müslümanlar arasın­ da, daha sonra da müslümanlar ile Çin ma­ kamları arasında çarpışmalara sebep oldu. Türkistan ’da daha büyük ölçüde müslüman ihtilâlleri Çungarların 1755 ’te,k at’î olarak, mağ­ lûbiyetlerinden sonra takriben 1758 'de, başlar. 1764 ve 1765 'te yeni ihtilâller baş gösterd i; 1881 ’de Mançu generali A-K ui daha büyük bir muvaffakiyet elde etti ], Daha evvelki isyanlar meyânmda Kansu ve Türkistan ’da vukû bulan 1820—1828 isyanlarını kaydetmek lâzımdır ( fa­ kat bu iki hareket arasında henüz k a t î bir bağlılık te’sis edilmiş değildir, Türklerin Tungan dedikleri Kansu müslümanlan ekseriya Türkistan müslümanlan ile açıktan-açığa mü­ cadeleye girişm işlerdir) . Yünnan eyâletinde 1855—1873, Kansu, Shensî ve Türkistan’da 1862 —1877 ve Kansu’da 1895 tarihlerinde vukû bu­ lan isyanlar zikre değer. [ Beylerin siyâsî gaye­ leri ile müterâfik olarak, müslümanlann sayı­ sını arttırmak faaliyeti de görülür. Müslüman olmak hâdisesi, kendilerine bâzı menfaatler te’ min edilen fakir çin tabakası ( buna benzer sebeplerden, bir çok çinliler hıristiyan da ol­ muşlardır ) ile fakirlerin satın alınarak, evlât edinilmek suretiyle müslüman edilen çocukları arasında görülüyordu. Yukarıda babsi geçen hâ­ diseler ile alâkalı olarak, XV II. asırdan itiba­ ren edebî bir faaliyet de başlamıştır ]. Görünüşe göre, ancak Mİng sülâlesinin sonla­ rına doğru Çin müslümanlan, eser yazmağa baş­ lamışlardır. Bu te’lifatm en eski numunesi 1643 tarihîni taşıyan bir mukaddime ile bir­ likte Ckeng chiao chen cfıiian ( «hakikî imanın doğru izah ı") olsa gerektir (d'Ollone, s. 393 v.d,, Vissiere ’nin listesinde nr. 1 ) . Bunu mü­ teakip islâmiyete dâir bir çok tâlimi eserlerin yazıldığına şâhıt olmaktayız. Fakat 17 8 3 'ten itibaren merkezî hükûmetbu eserler ile alâkadar olmuş ve imparator Ch ien-Lung General A-Kui ’ye bu hususta tetkikat yapmasını emretmiştir. Tetkikat neticesinde imparatora muvafık bir rapor takdim olunmuştur. Bu gibi dinî eserle­ rin intişarından endişe edilmemesi, müslümanlara ne kadar az ehemmiyet verildiğini göste­ rir. İslâm Ansiklopedisi



4*7



X V II. — XV III. asırlarda Mançular in takip et­ tiği siyâset İle Çin ’de yeni bir müslüman taba­ kasının teşekkül ettiği kabul edilecek olursa, nasıl olup da ayrı bir dinî temâyüiün tedricen inkişaf etmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu temayül, bugün dahi memleketteki eski İs­ lâm an’anesi ile mücâdele hâlinde olup, bil­ hassa d’Ollone hey'etmin müşâhade ve tetkik­ leri sayesinde, k at’îyetle tesbit edilebilmekte­ dir, Hakikaten Kansu, Szu-ch'uan ve Yünnan müslümanlan iki büyük muarız grupa ayrılır­ lar : lao-chîao ( „eskİ din tarafdarlan" ) ile h$İn~ chiao ( »yeni din tarafdarîarı“ ). D ’Ollone ’un bolbol verdiği mâlûmat( ihtirazı kayıtlarla birlikte) ne kadar kıymetli olursa olsun, ancak elimize her iki tarafa âit daha çok vesikalar geçtiği zaman din bakımından aradaki ayrılık hakkın­ da bir hüküm vermemiz mümkün olabilecek­ tir. Yeni dinde evliya ile türbelerine saygı göstermek ve eenâb-ı hakkın hususî lûtfuna nail olmuş cemaat reislerine ınkiyat etmek gi­ bi vasıflar bulan d’Ollone, diğer müslüman muhitlerinde görülen aynı misâllere dayanmak­ tadır, Şurası muhakkaktır ki, demokrasi prensipinin âmme hayatındaki hâkimiyeti, islâmi­ yetin aslında mevcuttur. Hâlbuki üstün bir tıynette oldukları kabul edilen cemaat şefleri­ nin idaresi altında kuvvetli cemiyetler teşkil etmek fikri sonradan zuhûr etmiştir. Eski prensipin Çin müslümanlan arasında da henüz mer’î olduğu görülmektedir. [ Zira bu birlikler kendilerinde, feodal olmaktan ziyâde, demokrat temayüller bulunan tacir kolonilerden hâsıl olmuşlardır ]. Seyyahların birbirine uyan ifâ­ delerine göre ( d'Ollone ’un müşahadeleri, s. 438 v.d.), çin müslüman âleminin bariz evsa­ fından biri teşkilâtsızlıktır. Cemaatler birbi­ rinden tamamiyle müstakildir. Bunlar, ne eyâ­ letlerinde, ne imparatorlukta ve ne de her hangi bir yerde her hangi bir otoriteye bağlıdır. Ha­ lifeye tâbi değildiler. Nazarlarında Mekke şe­ rifi dinin mübarek bir hadimi olmakla bera­ ber, hiç bir otoriteye mâlik değildir. Velhasıl çin müslümanlan arasında dinî meratip yoktur ve çın imamlarından ( ah ong) hiç bîri diğer­ lerinin âmiri olamaz, cemaatte âmme hizmet­ lerini görenler kendilerini intihap eden, ge­ çindiren ve icabında hiç kimsenin müdâhale­ sine hacet kalmaksızın kapı dışarı eden mü’minlere tabidirler ( d ’Ollone, s. 439). Müslümanların lao~ckiao ve hsin-chiao diye



ikiye ayrılmaları meselesinde yalnız «yeni din“ 'in Kansu isyanında öldürülen Ma Hua-îung tarafından te'sis edilmiş olduğunu söylemekle iktifa edeceğim. Bu zâtın Kansu eyâletinde çok sayıda bulunan ve Szu-ch'uan eyâletinde bu gün pek azalmış olan tarafdarları kendisi» 27



ne Peygamberin hakiki halefi »azan ile bak­ hüsn-i kabûl görmemiştir. Yeni mezhep sâlikmaktadırlar. Ahfadı ve şakirtlerine tabiat üs­ lerî, »frenkîer" ’e karşı pek düşman olmakla tü bir kuvvet izafe edilir. »Yeni mezhebin" şöhret kazanmışlardır. Hâlbuki diğer müslüesasını kavramak güçtür. Bu mezhepte bir ne­ manlar bunlara dostâne muamele ederler. Ma vi şi’îîik ve sûfîlik görenler olmuştur, D ’Olto* H u a L u n g ’un Ölümünden ( 1 8 7 1 kânun II.) ne ’un verdiği malûmattan anlaşılıyor ki, Ma sonra, mezhepte bir ikilik zuhur etmiştir, MüHua-İung ’un mezhebi, ehl-i sünnete uygun­ ceddidîn damadı Ma ta hsı ile torunu Ma Erhdur ve orta A sya ’da yayılm ış olan sûfî telâk­ hsi makamı bir türlü paylaşamamışlardır. 1908 kilerinin bozulmuş bir şekli değildir. Ma ’de $ $ yaşında olan Ma ta-hsı, ekseriyeti elde Hua-Lung, şüphesiz, yabancı peygamber ve ma­ etmişti ve Ku-yüan civarında S h a-ku ’da otu­ ceraperestin biridir. Bu çeşit adamlara şarkî ruyordu. Burası bir medresesi bulunan mühim Türkistan ’da hocalar, yâni mufassal tarihini bîr dİ» merkezi olmuştu. Ma Hua-Lung mezhe­ Ein Heiligenstaat im İslam ( Islamischer Örf- bi, müceddidia küçük kardeşi veya yeğeni olan cni, I, 195 v.d.) adlı makalemde kaydettiğim Talasan (Taİam asan) tarafından Yünnan eyâ­ gibi, hem layık, hem de ruhanî bir devlet kur­ letine idhâl edilmiş ise de, bu zat Ma yu-Lung muş olan Mahdüm-i A'zem ’in ahfadı arasın­ ile yaptığı bir savaşta ölmüştür. Mezhep sâ­ da rast gelmek mümkündür. Ma Hua-Lung ’un likleri Yünnan’dan ziyâde Szu-eh‘ uan’da ka­ mahdî fikrinden ilham almış olması şüphelidir. labalıktırlar. D ’OUone bu eyâlette, Yünnan hu­ D’Ollone ’dao aldığımız malûmat, bu hususta bi­ dudundan Kansu hududu üzerindeki Sung-p‘anze hiç bir ip ucu vermemektedir. Her hâlde Ma t'ing ’e kadar hsin chiao sâîikîerine rast gel­ Hua-Lung kendini Mâhiyetin bir tecessüdü, bir miştir. Hufeye ve chaiherinya camilerinden sheng-jen („velı“ ), Muhammed peygamber gibi, başka, şu 3 grup da mevcuttur î kuberinye ve hattâ ondan üstün bir »peygamber" gibi göster­ kaierinye. Kuberinye [ Kubrenir hakkında da­ miştir. Hiç bir tahsili olmaksızın her şeyi bilir ha fazla tafsilât için krş. M. Hartmann, Zur gibi görünen ve hiç bir suâli karşılıksız bı­ Ceschichte des İslam in China, 1921, s. 136 v.d.) rakmayan bu şarlatana yalnız aşağı tabakanın tâbirinin mânası bilinemiyor. Katerinye her kanmış olması, Kansu müslümanlan İçin ifti­ hâlde kadirî, yâni ‘Abd al-^lâdir Giiitni ’nin hara değer bir noktadır. Ma Hua-Lung, yeni kurduğu tarikat olsa gerektir. Bir ahong ’a göre, bîr mezhebin müessisi olmak hasebiyle, taraf- bu 4 grup, her biri bir tarikat te’sıs etmiş ol­ darlanna ibâdet hususunda bâzı tenbihlerde duğu İçin hulefa-i râşidine bağlı imiş. Böyfece bulunmuş ve böylece onları diğer müslüman- hufeye — Abu Bakr ’e, chaiherinye — ‘Osman ’a, lardan tefrik etmek İstemiştir. Bu maksatla kuberinye — ‘Omar ’e ve kaierinye — ‘AH ’ye namazda yüksek sesle sûre okunması ve kıyam­ tâbi bulunuyormuş. Kaierinye tâbiri, türbeleri da ellerin gergin ve ufkî tutulmasını emret­ tebcil edenlere de verilmekte imiş. Islâm mem­ miştir. Hâlbuki umûmiyetle diğer müslüman- leketlerinin bir çoğunda olduğu gibi, Çin ’de de lar namaz sûrelerini içlerinden okurlar ve el­ evliya sayılan meşhur mü’minîerin türbelerine lerini de kavuştururlar. Ma Hua-Lung mez­ saygı gösterilir. Niiekim Sung-p‘an-tliîig ’in hebinin namazda yüksek sesle sûre okumak takriben 1 km. şimalinde, buraya .1668 ’de ge­ âdeti kendilerine cahriya ( chaiherinye şek­ lip Shensi ’de bir müddet yaşamış ve 1673 ’te lînde bozulmuştur) adının verilmesine sebep memleketi duaları ile kuraklıktan kurtarm ış. olmuştur ki hafiya (h alk dilinde hufeye) ve 1680 ’de ölmüş, Medineli bir ahong ’un tür­ ’ nin zıddıdır. Bu usullerle Ma Hua-Lung ’u, da­ besi vardır. Türbeyi bit ahong bekler. Hazireha evvel garptan Çin ’e nüfuz etmiş olan bir de bir az daha küçük bir kabir de vardır. fikir ceryanına irca edebiliriz. Kendisinden 150 Sünnî hocalar, türbelere karşı gösterilen bu yıl önce s a l a r l a r arasında bir müceddit zu­ sayğıya şiddetle itiraz etmişlerdir. D ’Ollone hur etmiştir ( yuk. bk.). Ma Hua-Lung cami­ bu tazim ve tebcİİin yeni mezhebe âİt bir fa­ lere gitmeği tamamıyle menetmemiştir; fakat rika olduğunu İddia etmektedir. Fakat, aynı evin bir odasında, hususî bir merasime tabî müellifin verdiği diğer malumatla tenakuz hâ­ olmaksızın namaz, kılınmasını münâsip gör­ linde bulunan bu görüşü kabûl etmek mümkün müştür. Umûmiyetle her 3 —4 evin bir namaz değildir. Türbelere karşı gösterilen tazim ve odası vardır. Bundan maksat, mezhep mensup­ tebeü, bu havaliye kadar yayılmış bir .an’anelarına daha çok namaz kıldı rtmaktır, Sung- den İbaret olup, yeni mezhebin merkezi bulu­ p'an-t‘ ing ’de yeni mezhebin mensuplan, eski nan Ho chou’da bir çok zıyaretgâh türbelerin mezhep sâHklerinin devam ettikleri aynı cami­ mevcudiyeti, sâdece talî bir ehemmiyeti hâiz­ ye giderler. Shentu’da ise, bilâkis her iki dir. Keza yeni mezhebe verilen ve D’Ollone mezhep sâlikleri ayrı-ayn camilere devam eder­ tarafından, bir delil olmak üzere, zikredilen ler. Ch'eng-tu ’deki camide d’OHone ’un heyeti kumbe-chiao tâbiri de, »türbeleri tebcil akî-



tltt desî" 'din bîr fârikas» olarak, izah edilmek ihtiyacmdadır. Kavmî hususiyetlere sahip olan Salarlarla dinî temayülleri için yk. bk. Çin müslümanlarımn büyük ekseriyeti, halîfelerin bütün İslâm camiası üzerindeki nufuz ve iktidarlarından haberdar değildir. Mamafih evvel­ ce hilâfetin merkezi olan İstanbul, geçen asrın sonlarında bu sahada bâzı muvaffakiyetler ka­ zanmıştı. Ya'küb Bey, Sultan 'Abd al-'Aziz 'i emîrülmü’minin olarak tammış ve Yünnan eyâ­ letinin müsiüman hükümdarı Süleyman, beyhu­ de yere halifenin yardımım talep etmişti. Abdiilhamid II. ’in faaliyeti hakkında aş. bk. Müslümanların fikir hayatı sıkı sıkıya dine bağlı olduğu İçin ilk tahsilin gayesi Kur’an okutmak ve il m-i hâl dersleri vermek suretiyle çocuklara dînî akideleri öğretmekten ibaretti. Tedriste iki dil kullanılıyordu Mahallî dil ile Kur an dili, yâni bir arapça ve farsça hali­ tası. Memlekette tercümeli tercümesiz - bir çok Kur'an cüzleri ile veya iki dilde dînin başlıca akidelerini ihtiva eden risaleler görülmektedir. D ’Oîlone ’un hey’eti, bu çeşit eserlerden çînce yazılmış 36 tanesini beraberinde getirmiş ve Vissiere, D ’Ollone ’un eserinde ( s . 393 v. d.) bütün diğer vesikaları da sayarak, bunların tavsifi bîr listesini vücuda getirm iştir, Broomhal! ( s. 301 v .d .) ’in üstesinde bulunan eser­ lerden ancak üçü, V issiere’in listesinde bulun­ muyor. V issiere'e göre ( d ’OlIone, s. 379 v.d.), P ekin ’de 1912 de Chen-tsung ai-kuo pao (»V a­ tanperverler") gazetesi adı ile, müsîÜmanlar bir gazete çıkarıyordu. T Çin ’deki müsiüman neş­ riyatı hakkında en iyi mâhımatı R, Lövventhal vermektedir. Ona göre, ilk olarak 1906 ’da, Çin ( Peking ) 'de müsîümanlar için bir ilk mektep te’sıs edilmiştir. 1925 senesinde Ç in ’de İslâmî harfler ile yazılmış 300 kadar kitap vardı. İlk Kur'an tercümesi 1856—18 7 5 ’te yapılm ıştır? ancak bunun mühim bir kısmı kaybolmuştur. 1927 ’de Japonca metin esas tutulmak şartı ile, yeni bir kur'an tercümesi yabılmış, 1928 ’de, İngilizce tercümesinin yardımı ile, Kur'an ’m aslından yeni bir tercümesi ile 1931 ’de aslın­ dan iki tercüme daha yapılmıştır. En fazla rağbet gören Wan Wen ehiang tercümesidir ( i93> )• Çin ’de -100 kadar müsiüman mecmuası vardı. Bunlardan ancak bir tanesi cumhuriyet idaresi ( 1 91 1 ) tarafından te’sîs edilmiş olup, o da Çin haricindedir. 18 tanesi 1913 ile 1926 arasında ie ’sis edilmiştir ve bunlardan hâlen (1942) an­ cak iki tanesi devam etmektedir. 81 mecmua 1927 ite 1942 arasında (Chİang Kai-Shek zama­ nında) te’sîs edilmiştir. Çin-Japonya harbi baş­ ladığı zaman (1937 ), 34 mecmua vardı. Bun­ dan sonra daha 7 mecmua te’sıs edildi. Bun- i



4*9



îarın bastığı nüsha sayısı, çin şartlarına göre, pek düşüktü: 400’den yukarı olanlar pek azdı. Bütün bu modern mecmualar çince olup, bâzan arapça veya İngilizce kelimeler İhtiva ederler. Neşriyat merkezleri Hopei ( P ekin g) ve Kiangsu ( Shanghai ) eyâletleridir. Gerek japonlar, gerek hıristiyanlar tarafından çınlı müsîü­ manlar arasında siyasî emelleri için iarafdarlar bulmak maksadı ile yapılmış neşriyat vardır. Bilhassa 1927 ’den önce, İstanbul ve Kahire gibi şehirlerden, ecnebi İslâmî neşriyat da Çin 'e yol bulmuştur. Chung k İn g ’de bir müddet, türkistanhlar için, -arap yazısı ile, turkçe ve Çince bir mecmua çıkarılmıştır, Müsîümanlar için çinliler tarafından yapılan neşriyat arasında en dikkate değeri X IX . as­ rın sonlarına doğru hükümet tarafından neşr­ edilen ve Türkistan ile şimâl-i garbî Çin müslümauîarı için en lüzumlu kanunî hükümleri ihtiva eden, arap yazısı ile, tiirkçe-çince Li-kitabı ’dır ( bu eser için krş, W. Eberhard, LU Kitabı hakkında sinolojik mütalâalar, Türk hukuk tarihi dergisi, Ankara, 194411, 193^—199 ) ]. Çin müslümanlarm hayatında san’atm yeri yoktur. Yalnız arap yazısının çîa yazısından alınma pek mütenevvi Üslûplar ile tezyini ye­ gâne san’at hamlesini teşkil eder. Bu müslümanlarda arap yazısı ile güzel levhalara da rast gelinir. Fakat bu yazılar o kadar değişiktir ki gayet güçlükle okunabilir ( hattâ bizzat B!ochet dahî, bu hususta tecrübesi olmasına rağ­ men, bu cinsten bir levhada v harfini yanlış­ lıkla r olarak okumuştur; bk. R ev. Monde Mas., V, 291 ). V. D e v l e t . Eski Çin müsiümanlan asla müstakil bir devlet hâlinde yaşamamışlardır. Bunlar T ü rkistan ’da da, memleketin 17 5 0 ’de ilhakından beri, ancak kısa ömürlü bir roüslüman devleti kurabilmişlerdir ( Ya'küb Bey devrinde, yk. fok.). 1863—1874 ’te Kansu ve Shensi eyâletlerinde patlak veren ve Ya'küb Bey ’in muvaffakiyetinde âmil olan isyanın gâ.yesi de bu olmuştur. Bu hareket muvaffakiyetsizüğe uğramıştır. Başka türlü olmasının da imkânı yok idi. Çin müslümanlarımn kendi din­ lerini müsiüman olmayanlara kabûl ettirmek ve bÖylece kuvvetli bîr çîn-müslüman impara­ torluğu kurmak imkânından evvelce bahsedil­ miştir. Böyle bir fikri tahakkuk ettirmek her­ halde müslümanlarm aklına gelmiştir. Fakat bu gaye, siyâset entrikaları içinde, kaybolmuş­ tur. Abdülhamİd II., Çin müsîümanlar mı kendi nufuzu altına almak gibi, geniş bir hayâle ka­ pılmıştı. Abdülhamİd 'in bu husustaki ilk ic­ raatı, Avrupa devletlerinin Çin ’e karşı mütte­ hit bir cephe aldıkları sırada (1900 ), halife olarak tanınması için propaganda yapmak üze­



i id



ÇİN - ÇİNGENELİK



re yaveri Enver Paşa ’yı Çin ’e göndermek ol­ muştur. Bu teşebbüs tamamiyle suya düştü ( R ev. Monde Mus., I, 394). Daha sonraları büyük Wang Hao-shau (bu zata Wang Kuan da denir, diğer adı ile Pekinli 'A b d al-Ra^mân ) İstanbul ’u ziyareti esnasında Abdülhamid ’den Çin ’e ulema gönderilmesini rica etmişii. Bunun üzerine Pekin ’e giden AH Riza ve Hafız Efendi ’ler 1907 ’de bir mektep te’sis ettiler ( R e v . Monde Mus., II, 613 v.d.; VI, 698 v.d.). Bunlar Çin ’de seyahat etmişler ise de, Kansu ve Shensi gibi islâmiyetin başlıca ik i ocağı olan eyâletlere gitmemişlerdir. Her hâlde Çin hükümeti AbdÜlhamid 'in entrikasını, ustalıklı bir tarzda boşa çıkarmış olsa gerektir. Hey’et 1908 ’de İstanbul ’a döndü. [ Bu teşebbüs siyasî bakımdan muvaffak ol­ mamakla beraber, te’sirsiz de kalmış değildir, O zamandan beri İslâm birliği çerçivesi içinde Çin ’in ve Ön A syalı müslümanlar arasında dai­ mî bir münâsebet devam edegelmıştir. 1910 senesi sıralarında yılda 200 kadar çinlinin hac­ ca gittiği tesbit edilmişti. 1934 ’te 18 çinli, tahsil için, Kahire ’ye gönderilmişti. Bu münâ­ sebet bugüne kadar devam ettirilm iştir. Rus ihtilâlinden sonra bir taraftan çinli müslüman­ lar ile Türkistan müslümanlar 1 arasında, diğer taraftan bunlar ile Japonya arasında siyasî bîr birleşme teşebbüsü olmuştur. Bu hâl Çin cumhuriyet hükümetinin İslâmiyet ve Ön A s ­ ya ’nm müslüman memleketleri ve bilhassa osmanlı Türkiye’sine karşı menfi bir fikir besle­ mesini intaç etti. Fakat yeni Türkiye ’nin ku­ rulması ve bu yeni devletin dış siyâsetini ilân etmesi ile vaziyet değişti. Daha 1926 ’da iki mem­ leket arasında münâsebetlerin samimîleşmesi için teşebbüste bulunulmuş ve zamanın Çin umû­ mî valisinin buna karşı izhar ettiği endişeler yersiz telâkki edilmiştir. Bu sebeple, 1927 ’den itibaren Çin matbuatı yeni Türkiye’ye karşı sem­ pati ve alâka ile doludur (k rş. W. Eberhard, Yeni Türkiye ve Çin, Belleten, V, s. 62$—633 ). Çin ’de islâmiyetm bugünkü ve müstakbel vaziyeti hakkında tahminlerde bulunmak çok güçtür. Nanking hükümetinin ilk yıllarında müslümanlarla uyuşmazlıklar, hatta fi’lî mücâ­ dele olmuştur. Bu, hükümetin ilk zamanlarında takındığı din aleyhdarı tavırla alâkalıdır. Ma­ mafih 1932 ’den itibaren arada anlaşma hâsıl olmuş ve hattâ hükümette mîllî siyâseti terviç eden müslümanlar bulunmuştur. Bu anlaşma şarkî Türkistan ’da da te’sirini göstermekten geri kalmamış ve 1940 ’tan beri merkezî hükü­ mete bir yakınlaşma olmuştur. Mamafih bu yakınlaşmada haricî âmillerin de rolü vardır ]. B i b l i y o g r a f y a ; Broomhall, İslam in China. A neglecied Problem ( Shaııghai,



1910 ) ; Mission d 'Ollone, 1906—1909 : Recherches sur les Musulmans Chinois ( Com, d’Öilone, Kap. de Fleurelle, Kap. Lepage, Lîeut. de Boyve taraflarından —• Etudes de A . Visiere — Notes de E. Blochet, Paris, 1 9 1 1 } ; Dabry de Thİersant, L e Mahomettsme en Chine ( Paris, 1878), I, I I ; Deveria, Ori gine de tislam ism e en Chine ( Paris,1895 ) î ayn. mil., Muşulmanş et Manichâens Chinois ( Paris, 1898 ) ; Davies, Yunnan ( Cambridge, 19 0 9 ); Rocher, La Province Chinoise du Yunnan (Paris, 1879), I, I I ; Reinaud, R elaiions des voyages faits p a r les A rabes et les Persans dans tin d e et dans la Chine ( Paris, 1845 } ; Grenard, Dutreuil de Rhins, Mission scîentifique dans la Haute A sie, III ; Bretschneider, M ediaeval Researches from Eastern Asiatic Sources ( Revue du Monde Musulman, Çin ’e dâir makaleler. Bu makalelerin en ehemmiyetlileri, d’Ollone hey­ etinde tekrar neşredilmiştir ( yk. b k .), daha İslahlar ve İlâveler görmüş olan bir takım makaleler de vardır ) ; Vissiere, Etudes SinoMakometanes ( Paris, 1911) ; Yule, Catkay and the may thiiher ( London, 1866 ), I, I I ; Yule-Cordier, The book o f S e r Marco Po/o2 ( London, 1903 ) ; M. Hartmann, D er İslam., Orient, I ( Berlin, 1905 ), Forke, T'oung Pao, s. 1907, s. 1 v. d d .; Arnaiz vevan Berchem, T'oung Pao, 1 91 1 , s. 677 v. dd. Chao Ghen-wu, Chinese nism during the past 30 Years ( Chinese Historical Ceography semi-montkaly Maga­ zine, Peking, 1936; nr. 59, çince ) ; Ha-Kuotung, Mohammedanism ( Chinesa Year Book, J93SP936 ve I936/1937, Shanghai, 1936 ); Isaac Mason, Notes on Chinese Mokammedan liberature ( Jo u rn , North China Branch o f the Royal Soc. Shanghai, 1925, L V I, 1722 1 5 ) ; S. M. Zwemer, The fourt religion o f China ( Moslem World, 1934, Nevv-York, X XIV, nr. 1 ) ; Lyman Hoover, China's M uslims must choose ( v4sıa, New-York, 1938, cilt 38, nr. u and 1 2 ) ; Ch. L. Olgîvieand S, M. Z w emer, A classified bibliography on Alfam in Chinese and Chinese arabic ( Chi­ nese recorder, Shanghai, 1917, cilt 48, nr. 10 ) ; R. Löwenthal, The Mokammedan Press in China, The religious Periodical Press in China, Peking, 1940, s. 2 1 1 —249). (M



a r t in



H



a r t m a n n



.)



Bu makale W. Eberhard tarafından tevsi ve ikmâl edilmiştir.



ÇÎNGÂNE. [ B k . çingeneler.] ÇİNGENELER, Avrupa ’mn muhtelif yerle­ rinde, Iran, Belucistan v. b. gibi, Asya memle­ ketlerinde, Mısır ’da, şimalî Afrika’da ve Ame­



42 f



rika ’da yaşayıp, lisanları, yaşayışları, bedenî ve ruhî vasıfları ile diğer milletlerden ayrı bulu­ nan, ekseriya gezici bir kavme verilen adlardan Türkiye ’de kullanılanıdır. Bu kavmin muhtelif isimleri başlıca iki menşe ’e irca edilebilir. Ba­ zıları çingene ve bazıları da egypim ( ,»kıp­ tı** ) kelimesi ile alakadar görürler j fakat bun­ dan başka da Hınd dilinde toyeng ( musikişi­ nas, dansöz ) kelimesi ile veya athinganus ( A thos, A yn âros) rum keşişten ile alâkadar bu­ lanlar veyahut brahman kitaplarında paryalara verilen çandala adının muharref bir şekli gibi telâkki edenler vardır. Çingenelerin lisanlarım hindlilerinki ile mukayese etmek suretiyle, on­ lar ile akrabalıkları açık bir şekilde isbat olun­ duktan sonra, vaktiyle İndüs sahillerinde yaşa­ yan çangar veya zingar denilen hâlkm adım taşıdıkları ve kendilerinin de onlardan geldiği hemen umumiyetle kabul edilmiştir. Çingene­ lerin Balkan milletlerinde, orta Avrupa ve İtal­ ya ’da adları iürkçedeki çingene kelimesinin muhtelif şekilleridir : ciganin ( bulg.) ( ciganu turnen ve buradan macar. cigâny ve daha sonra çekçeden cinkan ), zigeuner ( alm.) zingari ( itai.) cingano ( venedik.) ve tsigane (frns.). Diğer taraftan, çingenelerin Mısır ’dan neş’et ettiği farz ve kabul edilerek bunlara kıptı denil­ miştir ki, gipsy ( ingıl.) agypcia.no ( eski İs­ panyol.), gitano ( bugünkü İspanyol.), gitane ( frns.) kelimeleri bundan gelir. Fransızların bunlara, ilk defa Bohemya ’dan geldikleri ve çek kırallarmdan aldıkları mürûriye ile bâzı hakları tanıyan ve sikaları gösterdiklerinden dolayı, bohemien, holaııdahîarm ise, evvelâ Ma­ caristan ’dan geldikleri için, ungern ve sonra, Danimarka ve İsveç 'de olduğu gibi, tatar ol­ dukları zannı ile, tatem veya tatern yahut putperesliklerine işaretle, heidenen demeleri, çin­ genelerin ne kadar muhtelif adlar ile anıldık­ larım gösterir. ( Şark memleketlerindeki adlan ve menşeleri için bk. mad. LÛLÎ ve ZOT ). Bun­ dan başka halk arasında, teklifsizce, Türkiye’de pırpırı, kara-oğlan Finlandiya ’da mustalainen ( „kara“ ), Macaristan ’da farcıonepe ( »»firavun kavmi ve firavun oğulları" ), yunanistan ’da zap ari, şark ermenden arasında boşa denilir. Fa­ kat çingeneler, kendilerine rom ( ,»insan" ) bâ~ zan da kalo ( „kara“ ) derler. Bir kısım çingeneler memleketlerinin küçük Mısır denilen yer olduğunu ve bu memleketin fazla kalabalık ve geçimi dar olması dolayı­ sıyla, hicrete mecbur kaldıklarım söylemişler­ dir. Küçük Mısır, Strassburg kronikçîsi ( XV I. aşır sonu ) Specklin ’e atfen Batailîard ’m söy­ lediğine göre, Epir ’dir. Diğer taraftan Thököiy imre ’nin kâtibi Komâromi Jânos ( Diarium, nşr. Nagy İmre, Peşt, 1861 ) ’e göre, X V II. asır



sonlarında İzmit civarına küçük Mısır tesmiye edilmektedir kİ, çingeneler de, belki uzun bir müddet burada ikâmetten sonra, Avrupa ’ya bu­ radan geçip dağılmışlardı. Çingenelerin Mısır­ ’dan çıktığı, daha İsviçre ’de ilk defa görüldük­ leri bir sırada ( 1419 ), Bern kronikçîsi Justinger Konrad tarafından ileri sürülmüşse de, ara­ dan iki asır geçtikten sonra bile, bu meseleyi ılmî bîr şekilde ve dil mukayesesi suretiyle A lm anya’da Bonaventura Vulkanis (ölm. 1614), isbata çalışıyordu ki, sonradan bir çoklan bu tezi müdafaa etmişlerdir.- Çingenelerin menşe ’] erinden uzun uzadıya bahseden Evliya Çelebi ( V III, 85 v.d.) „kavm-i kababete" dediği ve „kavm-i amalikanın" inkırazından sonra Mısır ’da, Firavun ’un bu kavimden olduğunu ve uzun müddet hâkimiyet kurduklarım bildirdiği çin­ gene kavminia asıl vatanını M ısır'a bağlamak­ ta ve bunların Firavunlar zamanından beri Ru­ meli ’ye, bilhassa Gümülcine ’ye, geldiklerini ve, ,»Mısır hakkı için ve Gümülcine ’miz hakkı için" diye yemin etmek suretiyle, asıl vatanları ile o zamanki vatanlarını işaret ettiklerini kaydeder. Bizans kroniklerine göre, 835 ’te K ilik y a ’da Anazarbas ( Aynzarba, Ana2arva ) şehrinde bir çingene gurupumm mevcudiyeti anlaşılmakta­ dır. X ,—XIV. asırlarda bir çok çingene grup­ ları İran tarafından gelerek, Suriye üzerinde veya bîr müddet Bizans arazisi üzerinde kal­ dıktan sonra, M ısır ve şimalî A frika ’ya geç­ tiler kİ, daha sonra buradan Ispanya ve Avru­ pa ’ya da yayıldılar. Daha ehemmiyetli gruplar Frygia, Bithynia ve Hellespontus ’tan geçerek, Balkanlara ve oradan Avrupa ’ya dağılmışlar­ dır. Öyle görülüyor ki, Balkan yarım adasının muhtelif yerlerinde ve bilhassa Peleponez ’de, bir kaç asır kalmışlardı. Bir çok yerde, bilâ­ hare Mora rumlan arasındaki dâhili harpler zamanında veya osmanlı fütuhatı esnasında yı­ kılan ve mısırlı diye zikredilenlerin çingene­ lere âit olduğu muhakkak bulunan Giftocast* ron adındaki kale harabelerinin mevcudiyeti bunu gösterir. Korfu adasına âıt vesikalarda X V I. asır içinde çingeneler sık-sık bahis mevzun idiler. Yunanistan ’dan buraya göçerek, 1326 'da frank baronlarının hizmetinde bulunduk­ ları kaydedildiği gibi, 1370 ’te, yerli vassâl olarak, adları geçer. Bu adada, 1396 ’da Anjou hanedanından Venediklilere in iik ü ettiği va­ kit, bir foedum acingarum ( ,»çingene cema­ ati" ) bulunuyordu. Daha sonra XV. asırda bir Bizans şâiri. Mazaris, Peleponez ’de yerleşen 7 milletten birinin de kiptiler yâni çingeneler olduğunu kaydettiği gibi, yine bu asır içinde Mora ’dan geçen seyyahlar Modon şehri yanın­ da bîr çok çingeneler yaşadığını söylerler. Sırp



4M



OİNĞ&NEL&&.



kıralı Stephan Duşan 134 8 ’de çingenelere bir manastır vermişti. 1370’te Eflak ’a geçen çin­ genelerden 40 aileye 1387 ’de voyvoda Mirce-, a'am yer verdiğini görüyoruz. Yine bu asrın sonlarında Erde! ’e de göçmüşlerdi. Almanya ’da ilk defa 1417 ’de görünen çingenelerden, Alberto Krantius Saxonia adlı eserinde uzunuzadıya bahseder ve bunlara da grande handa der. Çingeneler 1427 ’de Fransa 'da 1433 ’te İtalya’da görünmüşler ve bundan sonra diğer Avrupa memleketlerine de yayılmışlardır. Bun­ lar İngiltere ’ye X IV . asırda geçmişlerdir. Ame­ r ik a ’ya münferit surette muhaceretleri X IX . asırdadır ( Avrupa ’ daki yayılışları hakkında C o locei’nın Gli Zingarİ (Turin, 1888) adlı eserine göre hazırlanmış bir harita için bk. A P allaş Nagy Lexikona, IV ). Çingeneler, Avrupa’da ilk göründükleri vakit iyi karşılandılar. X V . asrın sonlarında Papanın himayesini te'mİn ettikleri gİbi, her memlekette hükümdarlar ve prensler tarafından ihsanlar, imtiyazlar ve hediyeler aldılar. Fakat çok geç­ meden bunun bîr aksülameli oldu ve hemen her yerde, bilhassa türklere, casusluk yaptık­ ları suçu yüklenerek, takiplere ve tazyiklere mârûz kaldılar. XV I. — X V III. asırlarda çin­ geneler hakkında, çok defa Ölüm cezasını da ihtiva eden, şiddetli karar ve hükümler veril­ di. En büyük itham mevzuu büyü yapmak, ço­ cuk çalmak ve insan eti yemek suçlan idi. Habis ırk olarak, her yerde tel ’in ediliyorlardı, İngiltere, Fransa ve Lehistan 'da X V I. asırda, çingenelerin imhası hakkında, resmî makam­ larca tedbirler alındı. Bunun neticesi olarak, Fransa ’da, ancak küçük bir çingene grupu, Baskîar arasında kalabildi. Lehistan’da ve In­ gilte re ’de, kıral dedikleri reislerinin idaresin­ de, pek güçlükle ve mütemadiyen azalmak su­ retiyle yaşayabildiler. Çingenelere karşı giri­ şilen bu imha hareketlerine X V II. asırda İsveç ‘te, Danimarka ’da, uzun müddet kilise ve hü­ kümet makamları tarafından İtalya ’da, XV III. asırda Avusturya ve Rusya ’da devam edildi. Nisbeten daha az tazyik gördükleri yer Eflak ile Macaristan ’dı. Maamafih Eflak ’da da esir sınıfına mensuptular. Hür vatandaşların hâiz oldukları haklardan mahrum idiler (k rş. Galdı ve Makkai, Geschichie der Ram ânen, Budapeşt, 1942, s. 135, 138 ). XVIII. asır nihayetin­ den itibaren, çingenelerin iskânları hususunda bütün Avrupa ’da alman tedbir ve kararlar sayesinde, vaziyetleri iyileşmeğe başladı ve bâzı şartlar altında serbestçe hareket edip, bir takım san'atlar ile de meşgul olabildiler. Çingeneler her yerde voyvoda, çeribaşı, kıral v.s. namlarım taşıyan reislerin idaresi al­ tında, çingene çergesi denilen çadırlarda gö­



çebe hayatı yaşarlar. Reisleri idare ettiği çingene kabilesinin hâkimidir. Çingeneler bu­ lundukları memleketin kanunlarına ve içinde yaşadıkları milletin lisan, din ve âdetlerine kolaylıkla alışırlar. Bununla beraber, kendile­ rine mahsus vasıflan her yerde muhafaza et­ mişlerdir. Bütün çingeneler lisan, beden yapı­ sı, ahlâk ve âdet, yaşayış bakımından, birbi­ rine benzerler. Göçebe çingeneler bir nevi ma­ derşahî aile şeklini muhafaza ederler. Evlenen çingene erkeği, kız tarafının mensup bulundu­ ğu kabîîeye girer. Doğan çocuk, o kabilenin malı sayılır. Erkek kadından, çadır, çadır eş­ yası, araba, at v.s. gibi, „drahoma" ister. Ka­ bilenin en ihtiyar kadım çingene âdetlerinin muhafazasına dikkat eder ve her kese nasihat verir. Bir çingene için en büyük ceza, kabile­ sinden tard edilmektir. Çingenelerin kışlak ve yazlıkları vardır. Kışlaktan nisana doğru ay­ rılır ve yayladan da teşrin I. ortasında döner­ ler. Kışlakları hemen dâima aynı yerdedir. Köylerin hâricinde, ekseriya bir su başında çadırlarını kurarlar. Çingeneler bulundukları memleketin dinini kolaylıkla fakat zahiren ka­ bul ederler. İsmen İslâm veya hıristiyan olurlar. Avrupa ’da kilise, çingeneleri hakikî hıristiyan yapmak için, çok çalışmışsa da, onlar kendi din ve hüviyetlerini muhafazada sebat .ve taassup göstermişler ve zahiren vaftizi kabul etmekle beraber, kalben kendi dinî an’aneîerine bağlı kalmışlardır. Müslüman olanlar cami­ ye gittikleri ve hattâ bâzan imamları dahi bu­ lunduğu hâlde, Evliya Çelebi ’ye göre, Jkâfirler ile kızıl yumurta, müslumanlar ile kurban bayramı ve yahudiler ile kamış bayramları" yapmışlardır. * Çingeneler hemen her yerde' kalaycılık, ba­ kırcılık, sepetçilik, at canbazlığı ve kerpiç döküculüğü gibi, işler yaparlar; mamafih Av­ rupa ’da ilk göründükleri zaman bu işler ile uğraştıklarına dâir bir kayıt yoktur. Kadınlan falcılık yapar veya ilâçlık ot toplayıp, satar­ lar. Çingeneler yerleşmeğe başladıklarından beri bulundukları memleket halkları ile az-çok karışmışlardır. Hattâ bugünkü çingenelerin bü­ yük bir kısmının asıl çingeneler ile yerli hal­ kın karışmasından hâsıl olduğu ileri sürülmek) tedır. Yerleşik hayata geçen çingeneler köyle­ rin kenarlarında ayrı bir mahallede ikamet ederler. Bunlar arasında, bilhassa Macaristan ve Romanya ’da, kuvvetli musikişinaslar yetiş­ mişti. Çingenelerin kıyafetleri, hemen her yer­ de, mahallî âdetlere uygundur. Ancak kadın­ ları göz alıcı renklerden hoşlanırlar. Bütün dünyada 4.000.000 kadar çingene olduğu tahmin edilmektedir ki, bunun 1.000.000’u Romanya ’dadır.



ÇİNGENELER, Ö sm a n lı İm p a r a t o r lu ğ u n d a çin­ g e n e l e r . Hukukî vaziyetleri. X V I. asrın baş­ larından itibaren, Rumeli 'deki çingeneleri, as­ kerî maksatlar ile vücuda getirilen diğer bâzı teşekküller gibi, bir teşkilâta bağlı görüyoruz. Merkezi K ırkkilise olan ve Eski-H isar-1 Zağra, Hayrabolu, Malkara, Döğenci-Eli, İncügez, GÜmiilcüne, Yanbolu, Pmar-Hisar, Pravadi, Dimetoka, Ferecik, İpsala, Keşan ve Çorlu mmtakaîarmı ihtiva eden bir çingâne livâsı ihdas edilmiş ve çingeneler vaktiyle Anadolu 'da vü­ cuda getirilip, sonradan Rumeli 'ye de nakl­ olunan müsellem teşkilâtına sokulmuştu. Yine Rumeli 'de mevcut Çirmen, Kızılca ve Vize müsellemlerinden ayrı bir liva olan çingene müsellemleri de 938 ( 1531 ) ’de, diğerleri gibi, 3—4 müsellem ile 9— 12 yamaktan mürekkep ocaklar hâlinde tahrir edilmişti ki, müsellem­ leri, seferlerde yamaklarından avarız-1 dîvaniye karşılığı olarak, 50 'şer akçe harçlık alıp, nö­ betle İştirâk ederlerdi. Sefer olmadığı zaman, hiç bir şey almazlar ve hizmete alman nöbetlİ müsellem de o senenin ağnam vergisini (âdet) vermezdi. Müsellemlere ayrıca birer çiftlik mikdarı yer tahsis edilmişti. Çiftliğin hâsıla­ tını sefere giden alır, nöbetli olmayanlar da, yamaklar gibi 5 0 'şer akçe ( 9 8 7 ’de 55 akçe krş. Mahkeme-i şer’iye sicilleri arşivi, Rumeli sadâreti defteri, nr. 36, s. 335) harçlığı ve öşürlerini „eşen müselleme" verirlerdi. Bâzan zaruret hâlinde, üçü veya dördü de hizmete alındığı takdirde, çiftlik hâsılatını ve yamak­ ların 50 'şer akçe harçlığım aralarında mütesâviyen taksim ederlerdi, Çingene müsellemle­ rinin de vazifesi seferde top çekip yol yapmak ve askere erzak taşımak gibi, geri hizmetleri idi. Müsellemlerin başında çeribaşılan ( seraskerân) olan tımarlı sipahileri bulunuyordu ki, tahrir defterlerinde bunların statüleri ( kan«n-i seraskerân-ı lîvâ-i çingâne) ayrıca tesbit edilmişti. Buna göre, tımarlarında olan göçebelerin resimleri „resm-i haymâne" ola­ rak, kendilerinindir. Buna mukabil sancak be­ yinin haslarında sâkîn olan göçebelerin ver­ gileri çingâne livasının sancak beyine aitti. Çeribaşı, tımarındaki cürüm ve cinayet resmi İle ‘arüs (g e rd e k ) resminin yarı hâsılatını alır, yansı ise, sancak beyine verilirdi. Fakat b ad i h a v a resimleri tâbir olunan vergiler ( yu­ va, kaçkon v. s. resim leri) tamamen çeribaşımndı. Böyle bir ti marda bulunup da yü­ rük, tatar, canbaz gibi askerî ve yağcı, kürecî gibi malî ve İktisadî sınıflara mensup olan­ lardan ziraat ile meşgul ve çiftlik tutan kim­ seler, birinciler 12, İkinciler 20 akçe olmak üzere, resm-i çiftlerini çerîbaşıya verirlerdi (diğer aidatları hakkındaki tafsilât için krş.



4



H



Başvekâlet arşivi, tapu defteri, 15 3 1 = 938, nr, 170 ). Bu livanın çeribaşılan çingene olmayıp, bil­ akis öteden beri timarlu sipahileri sınıfına mensup beyzade ve sipahızâdedir. Bunların tı­ marlan livanın muhtelif mmtakalannda olup, kendileri de bir veya bir kaç nahiyenin mü­ sellemlerini sefere sevkederlerdi. Meselâ 938 'de çingâne livasının bir timarlu sipahisi Yanbolu 'da muhtelif köylerde 11.463 akçe varidatîı bir tımara ve Kızılağaç Yenice 'sinde bir köyde 1555 akçe varidatîı ayrı bir t imara sahiptir ve ken­ disi seferde bu iki yerden başka Keşan, Mal­ kara, Gümülcine v.s, gibi yerlerin müsellem­ lerini de idaresi altına almaktadır. Diğer taraftan çingâne livası timarîıîarı arasında dergâh-1 âli çavuşlarından ve serkürekçi!erin­ den bazılarının da bulunduğu görülmektedir. Hattâ bu tarihte Rumeli kethüdası Hüsam Bey 'in, 963 ( 1555 ) 'te Rüstem Paşa’mn ve serhazinedar P irî A ğa 'nın bu sancak teşkilâtı ara­ sında hâsları vardı ( krş. Başvekâlet arşivi, tapu defterî, nr. 299). Çingâne livası sancak beyine gelince, bâzan çingâne müsellemleri zabiti, bâzan K ırkkilise sancağı müsellemleri beyi denilen bu „ m i r l i ­ v a - i ç i n g â n e " , aynı zamanda, Vize yürük­ leri subaşısı ve Vize müsellemleri zabitidir ve ekseriya, çingâne sancağını yazan defter emin­ leri bunları Vize müsellemleri ve bâzan da Vize yürükleri ile birlikte kaydetmişlerdir. Gerek sancak beyi, gerek çeribaşılan, has ve tımarlarından, yukarıda bahsettiğimizden ma­ ada diğer bâzı aynî ve nakdî vergiler de alır­ lardı. Mahallin hususiyetine göre, çeşit ve mikdarlan değişen bu vergiler arasında, meselâ, buğday, arpa, yulaf, burçak, nohud, bakla g i­ bileri bulunduğu gıbİ, öşr-î kovan (bal ver­ g isi), Öşr-i penbe (pamuk vergisi), öşr-i bağ, öşr-i bostan, Öşr-i ketan, resm-i âsiyâbî ( de­ ğirmen ve rg isi), resm-i ağıl v.b. nevinden olan­ ları vardır (tafsilât için krş. yukarıdaki def­ terler ). Müsellenlere tahsis edilen çiftlikler veya bu çiftliklerin bir kısmım teşkil eden zemm/er, mezraalar bâzan, muhtelif tahrirlerde başka başka müsellemlere ocak yazıldıkları için, bir İhtilâf mevzuu olmakta ve meselenin halli âit olduğu mıntaka kadısına bırakıldığı gibi, çe­ ribaşı lara tımar olarak verilen köylere de mü­ dahale yapıldığı vâki idi ( krş. Başvekâlet ar­ şivi, aym defterler ). Murad III. devrinden itibaren, diğer askerî teşkilât gibi, çingene teşkilâtı da bozulmağa başladı. 987 (157 9 ) 'de, Iran harbî sırasında, Bender tarafına hizmete memur edilen çingâne müsellemleri, defterin teslim edilmediğini bâ»



444



ÇİNGENELER.



âane eden yamakların harçlık vermemeleri yü­ zünden,. vazifelerine gidememiş ve çingeneleri yola getirmek hususunda Kırkkilise, Hayrabolu ve Babaeski kadılarına emir ve hükümler gön­ derilmesine mecburiyet hâsıl »lmuştu ( krş. Mahkeme-i şer’iye sicilleri arşivi, aym vesika). Diğer taraftan devlet ve saray ricalinin yol­ suzlukları cümlesinden olarak, sipahi tımarlan ve hattâ zeametler çingenelere tevcih edilmeğe başlandı (krş, Hammer, türk. tre,, VII, 156 v.d.). Nihayet, X V II. asır başında, umumiyetle yaya­ lar ve müsellemler gibi, çiogâne müsellemleri de kaldırılm ış ve mukataaya bağlanmıştır (A ynA li, Kavanin-i ât~i Osman der hulâ$a-i mez&min-i defter-i dîvân, İstanbul, 1280, s. 45 ; Koçi Bey, Risale, İstanbul, 1303, s. 52 ), 103Z ( 1 622) 'de Rumeli çingenelerinin cizye ve ispençlermin ( bir nevi şahsî v e rg i) k ı p t i y a n nezâreti muhasebesi kanalından iltizam su­ retiyle ve mukataa şeklinde Sipahi-zadelerden İbrahim B e y ’e (1046 tarihli bir vesikadaki kıptıyan emîrı Budak-zade Hacı İbrahim Bey aym şah ıstır; krş. Başvekâlet arşivi, İbnülemin, dahiliye, nr. 4 0 1) tevcih edildiğini görüyoruz ki, 1555 'teki çingâne livası haslan, timarlan ve ocakları hâsılatı yekûnu ( 6.244.462 a k ç e ) bu tarihteki mukataa icmalidir. Bu mıkdardan ne kadarının hangi vazife sahiplerine sâliyane, mevâcip veya ocaklık olarak verildiğini bildi­ ğimiz gibi ne kadarının Sultan Ahmed camii­ ne, Edirne 'deki Sultan Bayezıd evkafına veya Enirne 'deki hassa cerrahları ile Hassa suyolcu­ larına v.s. ye tahsis olunduğunu tesbît edebil­ mekteyiz ( krş. Başvekâlet arşivi, mâden kale­ mi, defter nr. 5174)* Rumeli çİngâneleri, mukataaya bağlandıktan sonra da, hususî durumlarını muhafaza etmiş­ lerdi, Diğer reayanın ödediği avânz-ı dîvaniye ve diğer resimlerden muaf (taife-i kıptiyan kadîmden mafruz al-kalem ve maktu al-kıdem serbest) tutuluyor, buna karşılık maktu olarak senede müsellem olanlarından 655 'er akçe alı­ nıyor, fakat cizye talep olunmuyordu. H ıristi­ yan olanlardan ise 730 akçe cizye alınıyordu (krş. Başvekâlet arşivi, İbnülemin, dâhiliye, nr. 829 ). X V II. asrın sonlarına doğru kıptiyan mukataasma serhad çingenelerinin de (kıptiyan-ı serhadlûyân) 830.000 akçe maktu’a ve cizye ile dâhil oldukları görülmekte ve Serez, Ohri, Filibe, Niğbolu, Siiistre ve Prezerin gibi yerlerdekilere de teşmil olunmaktadır ( krş. Başmukataa defteri, nr. 5038). Bu sırada cizye veren çingenelere, Balkan yarım adasının her tarafında, bilhassa, El basan ve Avlonya gibi Arnavutluk taraflarında ve Üsküp, Vuiçetrin, Preştine havâlisinde, Mora, İnebahtı ve Karlıeii ’nde, Ege adalarından bir çoğunda rastlan-



makta idi (k rş. İbnülemin tasn., dâhiliye, nr. 1028 ). Çingâne mukataasına, bu sırada, Ana­ dolu 'da İzmit ve Bursa ’nm da dahil olduğunu görüyoruz. D’öhsson 'un, Anadolu ’daki k ipti­ ler hakkında sarih olmayan kaydı buna telmih olsa gerektir ( Tableau general de V E m pire öttoman, VII, 299 ). Çingenelerin vergisi, Avusturya harpleri yü­ zünden devletin fazlaca para sıkıntısı çektiği bir sırada, Mustafa II. ’nın ilk saltanat sene­ sinde ( 1 10 6 = 16 9 5 ) hayh arttırıldı, O zamana kadar 45.000 kuruşa toptan verilen bu mukataanın, bundan sonra, hıristiyanlara tatbik edil­ diği'şekilde, evrak ile cibâyet olunmasında mî­ rîye çok fayda te’mini düşünülerek, Rumeli ve Anadolu ’daki çingenelerin yekûnu 45.000 kişi (erkek ve büyük) ve bunlardan 10.000’ı İslâm ve 35.000 i hıristiyan olduğu tahmin edilmiş, müslümanlarına 5, hıristiyanlarına 6 kuruş tâyin olunarak, hâsıl olan 2 6o.oco kuruşun parça parça, diğer havass-ı humayun mukataaları gibi, talibi­ ne satılması ferman olunmuştu ( krş. Raşid, Ta~ rih, II, 328 v.d.). Buna göre XVIII. asrın birinci yansında, cizye ve maktuaların cibâyeti yer-yer muhtelif şahıslara havale edilmekte olduğu için bundan sonra çingenelerin mâlî mükellefiyet­ leri, bâzan da suist imali er ile, artmış, bunun neticesi olarak, çingenelerin birer suretle cizye ve maktua resmi Ödemekten kaçındıkları ve bâzı kimselerin de bunları himaye ettikleri gö­ rülmüştür (k rş. Başvekâlet arşivi, İbnülemin, dâhiliye, tarih m 6, 1136, nr. 2516, 2622). Muh­ telif yer ve zamanlarda devam eden bu gibi hâllerin Önüne geçmek maksadı ile, 1155 ( 1742) ’te, padişahın yıllık masrafına tahsisen hassa bazirgân bağısına ocaklık tâyin edilen İstan­ bul, Edirne, Çirmen ve Kocaeli sancakları dâhilindeki çingenelerin cizye ve maktuaları ile mirî mallarının tahsiline kadı, mütesel­ lim, voyvoda, selâtin evkafı zabitleri v. ş. taraflarından mümaneat gösterilmemesi hak­ kında alâkadarlara divan tarafından emir ve hükümler gönderilmesine mecburiyet görülmüş­ tü ( krş. Başvekâlet arşivi, Cevdet tasnifi, sa­ ray, nr, 3865 ). Bâzı yerlerdeki çingâne cizye ve maktuaîarımn saray mensuplarına ocaklık suretiyle verilmesi keyfiyeti XIX. asır başla­ rında da henüz câri bir usûldü. Hâlbuki, vu­ kua gelen harpler dolayısiyle, çingeneler, ya­ şayışları itibariyle de kolaylık görerek, sık sık yer değiştiriyor ve mukataa mültezim­ leri ile ocaktık sahiplerini müşkül mevkie ve ehemmiyetli zarara sokuyorlardı ( krş. Başve­ kâlet arşivi, Cevdet, saray, nr. 3230 ve 4263). Böyle bir zar üretin de sevkı iledir ki, tanzimattan sonra bir taraftan çingenelerin tahrir­ leri ile iskânları cihetine gidilmiş, diğer ta­



ÇİNGENELER. raftan da vergilerinin cibâyetinde daha başka esaslar aranmıştır. Öyle görünüyor ki, çinge­ nelerin tesbit ve tahrirleri yolunda yapılan teşebbüsler, imparatorluğun en uzak mıntakalannda bile başarı ile neticelenmiş, meselâ do­ ğu Anadolu 'da, Diyarbekır, Beşiri, Çapakçur, Midyat, Mardin havalisindeki müsiüman çinge­ neler ayrı ayrı tesbit edildiği gibi, Bosna'da da iskân şekilleri ile kimseye zarar ve ziyan­ ları olmamak üzere, m ü r u r n i z a m ı n a tev­ fikan vakit ve mevsiminde göçüp gitmeleri te’mia olunmuştur (krş. Başvekâlet arşivi, Cev­ det, dâhiliye, nr. 7018, 7019 ve çingenelere tarhedilen vergiler hakkında 1261 ve 1281 tarihlerine ait yalnız iki misâl için bk. Baş­ vekâlet arşivi, cizye muhasebesi kalemi, nr. 3925 defter; Cevdet tasnifi, dâhiliye, nr. 10884 ). İ ş l e r i , y a ş a y ı ş v e â d e t l e r i . Çin­ genelerin X V . asırda Anadolu 'da ve Rumeli *de nerelerde ve nasıl bulunduğunu tâyine ya­ rayacak elimizde, şimdilik, tarihî kayıtlar yok­ tur. Ancak Selim I. ’in Çaldıran seferi esna­ sında Erzurum 'dan sonra konakladığı yer, Kara-çingene adli bir koy olduğuna göre ( Feri­ dun Bey, Manşet ât al-salâtin, î, 400 } çingene­ lerin, her hâlde X V . asır nihayetlerinden iti­ baren Anadolu *da yerleşmiş bir hâlde de bu­ lundukları anlaşılmaktadır. Anadolu 'nun bir Çok yerlerinde Abdal adım taşıyan fakat halk arasında — kendileri bu İsnadı aslâ kabul et­ memekle beraber — çingene addolunan züm­ reler vardı kî, bunlar da hemen umumiyetle çingenelerin görünüşünde idiler ve meşguli­ yetleri aym idi. Ahmed V efik P a şa 'y a göre, Haşan Abdallu taifesi de Ankara civarında ve Kızanlık ’da yaşayan bîr çingene taifesi idi (Abdalların ve Teberci denilen zümrenin çin­ geneler ile ve diğer iürkmen göçebe kabileleri ile olan alâkası meselesine ve çingenelerin serserî derviş taifeleri arasına kanşdıklanna v. b. dâir tafsilât için bk. Köprülü-zâde Mehmed Fuad, A bdal, Türk halk edebiyatı ansik­ lopedisi, İstanbul, 1935, s. 42 v.dd. ). XV I. asrın ikinci yarısına âit diğer kayıtlardan hususîyle garbî Anadolu ’da çingene taifesinin kalabalık bir hâlde bulunduğunu görmekteyiz. 975 ( 1567 } 'te Beyşehir beyine, 977 ( 1369 ) ’de Antalya, Aydın ve Saruhan kadılarına verilen emirler­ den öğreniyoruz ki, çingieneler, g u r b e t adı verilen yine göçebe bir taife ile birlikte, o mmtakalarda huzursuzluk âmili olmakta, yol­ ları keserek adam soymak, tarla ve harmanlar­ daki mahsûlü yağma etmek, hattâ mescidlerin kilim v. b. eşyasını kaldırarak „şer’e dahi itaatrt göstermemek suretiyle- ahâlîyi ve dev­ let otoritelerini kendilerine karşı mücâdeleye



4*İ



mecbur etmektedirler ( krş. Başvekâlet arşivi, mühîmme defteri, nr. 6 ve 7 s. 19, 4 1). Çinge­ nelerin Rumeli ’de de dâima at besleyerek bu gibi yolsuzluklara teşebbüs ettiği görüldüğü içindir ki, gurbet ve çingâne taifesinin ata bin­ memesi, zaruret hâlinde, eşeğe ve arabaya bin­ mesi, at ve kısrak beslememesi, hattâ İstanbul ’da at caııbazhğı yapmaması müteaddit emir­ lerde ve Rumeli 'deki sancak beylerine, Kırkkîlise ve İstanbul kadılarına bildirilm iştir ( mühimme defteri, nr. 7, s. 294, 349; nr. 26,982= 1574, s. 142; Ahmed Refik, X V I . asırda Istanbal hayatı, İstanbul, 193$, s. 147 ). Kendilerine İstanbul ’da Edİrnekapısı dâhi­ linde, Öteden beri, bir yer gösterilmişken sonra bir yolunu bularak, XV III. asrın ortalarında, şehrin iç mahallelerine kadar sokulmuş, Fâtih eânritii civarında büyük Karaman ve Dülger-z£de mahallelerindeki odalara yerleşmiş ve mürtekib-İ nevâhî ( „suç iş le r * ) olarak tanındıkları için, vuku bulan şikâyetler üzerine eski yerleri­ ne, şehrin kenarlarına çıkarılmalarına mecbu­ riyet görülmüştü. Zâten daha evvel de, çin­ genelerin daha başka türlü yolsuz hareketleri­ nin Önüne geçmek üzere zaman zaman şiddetli hükümler çıkarılm ıştı ( Ahmed . Refik, H icri X II. asırda İstanbul hayatî, 1 1 0 0 — 1200, İs­ tanbul, 1930, s. 198 ; Hammer, Hist. de VEmpire Ottoman, XII, 400). Çingenelerin İstanbul ’a Gümülcene 'den ve Menteşe sancağından Fâtih tarafından getirilip yerleştirildiklerini Evliya Çelebî kaydeder. Mamafih Yenibahçe, Sulukule, Ayvansaray, Üsküdar, Kasımpaşa semtle­ rine de bilâhare yerleşmişlerdi. X IX . asrın ikinci yarısında, Paspati ’ye göre, İstanbul 'da 140 çingene ailesi vardı. S ilivri, Çorlu, Ça­ talca, Büyükçekmece ve Tekirdağ kasaba ve şehirlerinde yerleşmiş çingeneleri de tesbit eden ( 1 23 â iîe ) ve bilhassa Osmanh imparator­ luğundaki çingenelerin dillerini İnceleyen bu müellif Rumeli ’nin diğer yerlerinde de yerle­ şenlerin göçebelere nazaran çok az olduğunu tasrih ve bu hususta yanlış rakam ve malû­ mat veren Ami Bone 'yi tenkit etmektedir (k rş, Etudes sar les Tshingkiani ou Bohe­ miens de VEmpire ottoman, Constantinople, 1870, s. r—37). Göçebe ve yerleşmiş çingeneler arasında ge­ rek dil, gerek yaşayış ve âdet bakımından ehemmiyetli farklar meydana gelmiştir. Göçe­ beler, kendilerine mahsus vasıfları ve dilleri­ nin hususiyetlerini muhafaza ettikleri hâlde, yerleşenler yerli halk İle karışmalarından do­ layı, hem dillerine trnkçe ve rumca keli­ meler girmiş, Hem de göçebe çingene âdet ve yaşayışını terk etmişlerdi. Yerleşm iş çinge­ neler göçebeler İle temastan çekinir ve onları



4^6



ÇİNGENELER -



câhil ve kaba bulurlar. Buna mukabil göçe* beler de onları hakir görür ve «kalp çingene, kalpazan çingene, reaya çingenesi ve 1 a k h o s" adları ile tesmiye ederdi. Göçebeler dillerine çingenece r o m a n e s demektedirler. Paspati ’ye göre, Rumeli çingenelerinin dili Avrupa ve Am erika *da dağılmış bütün çingene dilinin anasıdır. Çingeneler türklere ve umumiyetle müslümânlara k h o r a k h a i adım verirler, Rumlarâ verdikleri umûmî İsim b a 1a m o 'dur. Hıristiyan çingenenin adı da b a l a m o r o m 'dur. Bulgari ara d a s, arnavudlara da ç i b a no adını vermişlerdir. İstanbul 'da yerleşenler, ekseriyetle Macaris­ tan ve Romanya ’daki çigan orkestraları dere* cesinde olmamakla beraber, musikişinas olurlar Fakat çingenelerin asıl görülecek hayatı harman yerlerinde, çergilerde, sepetler, maşalar, saçayaklar, ayılar, fal çıkınları arasındadır. İlk ba­ harda kışlaktan çıktıkları zaman İstanbul cîvaım dakiler ya Büyükdere’de veya Çırpıcı ile Çörekçi arasında, dere kenarında çadır kurar, kakkava tesmiye ettikleri ve tencere bayramı demek olan 3 günlük hususî bayramlarım kut­ lar, bu müddet zarfında mütemadiyen şarkı söyler, oynar, birbirlerine ziyafet vererek eğ­ lenirlerdi. Bayram sonunda çeribaşı senelik ver­ gisini toplar, sonra d ağılırlardı; rumî 23 nisa­ na (6 m ayıs) tesadüf eden ve Paspati ’nin dev­ rinde Rumeli ’nin bir çok yerlerinde tatbik edilen bu bayram, bazılarına göre, aidatını ko­ laylıkla toplayabilmesi için çerîbaşılar tarafın­ dan âdet olarak konmuş ve çingeneler vergi­ lerini başka usuller ile vermeğe başladıktan sonra artık bundan vazgeçmişlerdir. İstanbul ’da ayı oynatanlar bu çingeneler­ dendi. Bunların hususî adları O r s a r ’dır E v li­ ya Çelebî, esnaf-i ayıciyandan bahsederken, Baîa t'ta sakin «pîrsiz kiptiler" olduklarım, avcı başılara mensup bulunup, alaylarda 70 kadarı­ nın resm-i geçide iştirak île A lay köşkü önün­ den geçtiklerim, o devirdeki meşhur ayıcı çingenelerden Kar-yağdı, Bin-bereket, Bazuoğlu v. s. gibi kimseler bulunduğunu kaydet­ mektedir ( ayn. esr, I, 5 6 1 ; Rene Muffat, P era de Constantinopie, Paris, 1881, s. 39 v.d d ,), Çingenelere âit dilimizde «çingene düğünü, çingene kavgası, çingene borcu, çingene çergesi gibi oradan oraya sürer, çingene çalar kürt oynar, çingene evinde musandıra" gibi tâbir ve darb-ı meseller kalm ıştır. Diğer ta­ raftan Ahmed Midhat Efendi ’nin Kâğıthane 'deki bir çingene kızının kendisine karşı alâ­ ka gösteren bir İstanbullu tarafından terbi­ ye ve tahsil ettirilerek olgunlaştığım göste­ ren bir romanı ile Osman Cemâl K aygılı ’mn, Topçular ’da ve Erenköyü ile Çamlıca ’da çin­



ÇİNİ.



geneler arasındaki hayatı tasvir eden, aynı Zamanda İstanbul ’un muhtelif yerlerinde yer­ leşmiş meşhür çalgıcı çingeneleri anlatan ori­ jinal romanını, çingenelerin romancılığımıza da mevzu teşkil eden birer misâli olarak zikret­ mek lâzımdır. B i b l i y o g r a f y a : H. M, G. Grellmann, D ie Zigeuner (Leipzig, 1 7 8 3 ) ; F. Predari, Origine e vicende degli Z în gari (Milan, 1841); C. Hopf, D ie Eintuanderuııg der Zigeuner in Europa ( Gotha, 18 7 0 ) ; P. Batailiard, Su r les Origtnes des Bohemiens ou Tsiganes ( Paris, 1876 ) ; W lislocki, A u s dem înneren Lehen der Zigeuner (B erlin, 1 892 ) ; Miklosich, Über die Mundarien der Zigeuner Europas ( Wien, 18 72—1880). Bu husustaki diğer eserler için bk. Enciclopedia italiana, ZÎNGARİ; Pullaş N agy, Lexîcona ; LULY, ZOTT.



( M. TAYYİB G ökbîlgIn.) Ç tN G ÎZ H A N . [ Bk. cengiz h an .] Ç ÎN Î. İslâm çiniciliğinin kaynağım içtimâi ve siyâsî değişmelere sahne olan Suriye, Mısır, Irak ve İran gibi, araplar tarafından ilk feth­ edilmiş memleketlerin an’anelerinde aramak lâ­ zımdır. Part çiniciliği, bilhassa kadîm şarkın te’siri altında şeklini almış olan Sâsânî çinici­ liği, esas itibariyle, teknik, morfoloji ve iko­ nografi bakımından, müslüman çiniciliğine il­ ham menbaı olmuş ve A bbâsî halifeleri dev­ rinde Irak ve îran 'da bu sahada yapılan ham­ lenin istikametini tâyin etmiştir. Fakat sonra­ ları çinicilik, orta A s y a ’dan şimalî A frik a ve Ispanya'ya kadar İslâm fütuhatının aynı isti­ kametteki büyük medeniyetler ile karşılaşm a­ dığı memleketlerde inkişaf etmiştir. S ı r s ı z ç a n a k ç ö m l e k ( levha I, 5— 8 ). Keramik tarihten önceki devirlerden beri, beyzî veya üstüvânî gövdeli gâyet kısa boyunlu, küçük ve büyük zahîre küpleri, hacı matraîarı, kâseler ve küçük kandillerden ibâret olan ve bütün İslâm memleketlerinde mûtad olarak kul­ lanılan kap-kacak. Irak *ta, bilhassa Musul bölge­ sinde, Selçuklular ( XI.-—XIII. asırlar ) devrinde kemâl derecesine erişmiştir. Tezyinat tekniği son derece çeşitlidir. Nemli kile baş parmak basılarak yapılmış kenar suları, kilden mâmûl istanpalar ile yapılmış süsler, kısmen tarak bastırma suretiyle vücuda getirilm iş çizgiler­ den ibâret tezyinat, arma kartalları, karşı-karşıya duran kuşlar ve diğer hayvan şekilleri ile kısmen fligran tarzında oyulmuş mücessem yapıştırmalar ve nihayet modlaj usûlü ile veya kalıp hâricinde tazyik suretiyle veyahut sulu çamur ( barbulin ) tarzında yapılmış yassı ?kabartmalar ( levha I, $ ) . San'atkârlık ağızın alt kısmı gövdenin iç cidarı ile birleşmiş bir nevi sızan testi İmâlinde kendini göstermiştir.



ÇİNİ. Büyük su küplerinden maada hayvan başı bi­ çiminde çeşme muslukları, hattâ orta çağın sonlarında, pişmiş topraktan humbaralar bile yapılmıştır, Orta çağın ilk devirlerine ait sırlı çanak çömlekler, F. Sarre ve E. Herzfeîd tara­ fından, 838—883 ’e kadar halifelerin payitahtı olan Sâmarra (D icle kenarında Bagdad 'in üst tarafında ) ’da yapılmış olan hafriyatta mey­ dana çıkarılm ıştır. Burada dipleri muhtelif şekillerde kâseler bulunmuştur ki, bunların tezyinatı, yaldız gibi parlayan suları ile, altın ve gümüş gibi kıymetli mâdenlerden yapıl­ mış vazolardaki çekiç veya kalem işçiliğini hatırlatır, İslâmiyet mü’minlere altın ve gü­ müş vazolar ile, henüz o devirde hayatiyetini muhafaza eden Sâsânî çömlekçiliğinin ( keram ık ) san’atkârane vücuda getirdiği, kısmen yaldızlı, gümüş ibrik, vazo ve kâselere sahip olmağı men’etmişti. Yukarıda tasvir ettiğimiz tarzdaki çanak ve çömleklerin mevcudiyetini belki şu şekilde izah edebiliriz: Sâsânî mâden işçiliğinin vücuda getirdiği kıymetli kaplar, taklit yolu ile, topraktan imâl edilmişti. Ma­ mafih bunların yerine ikinci bir nevi kaim ol­ muştur. Bunda ilk çağın İslâm dünyası telâk­ kisi ile tezat hâlinde bulunan organik şekil duygusundan kalma plâstik unsurlar yerine, kalayı hâvî sırın teşkil ettiği beyaz zemin üze­ rine kırmızı, sarı, mâvî ve yeşil renkler veren mâdeni oksitler ile boyanmış nakışlar geçmişti. Bu madenî parlaklık içinde cilâlı nakışlar, Sâmarrâ ’da yapılan çanak-çömlek keşfiyatınm da gösterdiği gibi, islâmiyeiin ilk asırlarında Irak ’ta kemâline varmış bulunuyordu. Bu bir müslüman icadı idi ve en mühim imalâthane­ leri ihtimâl Bagdad 'da bulunuyordu. Bulunan vazo kırıklarının tetkiki sayesinde tesbit edil­ miş olduğuna göre, Iran ( S u s ), Hindistan (Brahmanâbad ), Mısır ( FustSt), şim alî A frika ( Kayravân ) ve Ispanya ( Madinat al-Zahrâ1 } 'ya buradan mal gönderilirdi. Bu lüks eşyadan baş­ ka, süt beyazı sır üzerine kobalt mâvîsi ile nakışlar yapılmış çanak-çömlek de vardı kİ, beyaz zemin üzerine mâvî nakışlı fayansların Uk nevini teşkil eder (levha I, 10 ) . Diğer bir nevi Sâmarra çinisinde de Tang devri mamulatının te’sirieri görülmektedir. E sa­ sen bu mamulattan ithâl edilmiş bir çok nu­ muneler, hafriyat esnasında, meydana çıkmış­ tır ( nitekim Çin porseleni ve mertebânî eşya da bulunmuştur). Bilhassa müteaddit renkli, san. kahve ve yeşil renkte ( bâzan da müces­ sem ve mahkûk tezyin atlı) sırlar ile mine­ lenmiş vazo, kâse ve tabaklar müslüman çöm­ lekçileri tarafından, insanı aldatacak derecede, taklit edilmiş ve bir müddet sonra yerli bir hüviyet kazanmıştır (levha I, t ı ) .



427



imar ile uğraşan ilk halifeler devrinde res­ samlar ile heykeîtraşlar yetiştirm iş olan Iran İslâm san’at endüstrisinin ( dokumacılık ve çanak-çÖmlekçilik ) ve bilhassa çiniciliğin ( krş, Sâsânî devrinde imâl edilmiş olan bakır yeşili sırlı kap-kaeak, levha I, 4 ve süs çin ileri} teşekkülünde büyük bir rol oynamıştır. Oyma ve çok renkli akıcı sırlar ( bakır yeşili, kobalt mavisi ve manganez ) ile vücuda getirilm iş na­ kışları ile en eski Iran çiniciliğinden sayılan gebrî çanak-çömlekleri eski iranlıîarm dünya telâkkisini açıkça gösterir. Orta ve yakın şark ve türk san'atında pek mergup olan av motifi bunda, meselâ avcı ve köpek şeklinde, tekrar kendini gösterir. Kezâ çok stilize bir şekilde, kanatlı atlar, ejderhalar, arslanlar ve ğriffonlar gibi, efsanevî hayvanlar görülür ki, bunlar or­ ganik ve senbolik mâhiyette olan her şeye düş­ man olan ve ıranhîar tarafından istemeye-istemeye kabul edilmiş bulunan islâmiyete ve müs­ lüman dünya görüşüne uymaktadır. Bundan baş­ ka, günün doğmasını haber vermek bakımın­ dan, mühim bir rol oynayan horoz (levha I, la ve II, 1 ) ve âteşkede motifleri gibi; zerdüşt kültüne âit bakiyelere tesadüf edilmektedir. Aslında âteşe tapanları gösteren geb rî keli­ mesi, ihtimâl, bu eski külte sâlik olan çöm­ lekçilerden, imâl ettikleri eserlere geçmiştir. Tahran civarında R e y ’de yapılan hafriyattan orta çağ Iran çiniciliğine dâir, gayet kıymetli malûmat elde edilmiştir. Bir çok bakımlardan mâdenden yapılmış eşyayı hatırlatan kobalt ve fîrûze mâvîsi renginde kâseler, vazolar, kulplu kaplar ve kupalar, kaim sırlarında kullanılan madde bu kap-kaeağın üzerinde bütün değerini gösterdiği için, bilhassa çini tarzında imâl edil­ meğe elverişli görülmektedir. H akikî bir heykeltraş elinden çıkmışa benzeyen bu nevi çanak-çömlekler ekseriya gayet hafif bir kabart­ ma ile tezyin edilmiştir ( levha II, 3 ve 4 ). Bu cidarları delikli ve süt beyazı sırlı kâseler ve kupalar çiniciliğin gayet ince işlenmiş eser­ lerinden olup, her hâlde Çin porseleninin tak­ lidinden meydana gelmiştir. Keza yîne Rey ’de, bâzan kobalt mâvîsi mine ile sırın, sırlı çiniciliğin de en yüksek kemâl derecesine var­ mıştır ( levha II, 5 ve 7 }. Muhtelif şekil ve tez­ yinattan vazolar, düz ve çukur kâseler, tabak­ lar, kavatalar, üstüvânî vazolar, kulplu testi­ ler, emzikli küçük ibrikler, mahrutî karınlı ve dar boyunlu şişeler ve hayvan biçiminde ibrik­ ler ( levha II, 4 ) bir çok şekiller arzetmektedİr. İran mitolojisinin ilham ettiği resimler ile arabesk tezyinatı o zamanlar klâsik vasıflarını aldılar. Daha ziyâde dikkate şâyân olan bir lüks mataı da minâî çiniciliğidir ki, İran min­ yatür nakışları ile alâkalıdır yç vazolarının



şekil zenginliği efsânelerden alınma tezyinat bakımından, sırlı çinicilikten hiç de aşağı kal­ maz (levha II, 6; atlılar cengi, saray sahneleri, Bahrâm Gür efsânesi v .b .). Bu çiniciliğin bârız vasıflan figürlü ve çok renkli tezyinat ile be­ yaz, fîrûze ve daha nâdir olarak da, kobalt mâvtsİ sır üzerine altın yaldızdan ( ekseriya mücessem olarak işlenilmiş şekiller üzerine vu­ rulur) ibarettir. Rey ’dekilerden başka, şimâl-i Şarkîde Âmül 'de ve bilhassa Semerkand ’da çini imalâthaneleri ve buralarda günlük ihtiyaç için dikkate şâyân çanak çömlek imâl edilmekte idi (k rş. yazı tezyinatlı kâseler ve kaplar). Bizzat Rey şehri 1x27 'de tahrip edilmiş ol­ masına rağmen, merkezî imâlâthâneleri, k ıs­ men, moğul İstilâsından sonra da yaşamakta devam etti. Bu devirde sır üzerine yapılan çini tezyinatının yerine, esas itibarîyle sır altına yapılan nakışlar kaim oldu. Koyu ve gayr-i şeffaf kalaylı sır yerine, üzerine renklerin kon­ duğu bir zemin teşkil eden ve renkli veya renksiz sır tarafından muhafaza edilen bir as­ tar geçti. Her ne kadar bu devirde ejderha, fung-hoang, lotus yapraklan ve Çin şakayikleri gibi, Çin ’den gelme hayvan ve nebat motifleri şekü repertuarına girmiş ise de, çinicilik, üs­ lûp ve teknik bakımından, orijinalliğini mu­ hafaza etmiştir. Çini imâlâthâneleri, başlıca, moğulların kurmuş oldukları Sultâniya mmtakasında bulunmakta idi. Bu mmtakada bulu­ nan daha yeni bir şehre izafetle, bu çiniciliğe S u l t â n a b â d çiniciliği derler. Muahhar mo­ ğul devrinde kurşunu hâvî sır altında beyaz zemin üzerine mâvî ile tezyinat yapılmakta idi. Bunlarda, mertebânî taklitlerinde olduğu gibi, Çin te'siri, bir çok bakımlardan, kat’î bir rol oynamıştır. Safevîler devrinde ( 1 5 0 2 — 1 736) sırlı çini­ cilik, son defa olmak üzere, bir kere daha par­ ladı. Bu devirdeki mâvî, boz ve beyaz sırlı tabaklar, vazolar ve kapların cilasında haddin­ den fazla bakır parlaklığı görülür. Bundan ma­ ada, çin porseleninin te’siri altında, mâvî ve siyah tezyinatlı ve beyaz sırlı fayanslar da gö­ rülmeğe başladı. O devirde saraylarda uzakşark porselenlerinden kolleksiyonlar yapılıyor ve tıpkı Avrupa 'da barok devrinin şatoların­ da olduğu gibi, bu porselenlere mahsus vitrin­ ler bulunuyordu. En son millî İran çiniciliği, Dağıstan ’da İCubaça ’da, her hâlde türk çöm­ lekçiliğinin te’siri altında, doğmuş olan sarı, kırmızı ve yeşil toprak boyası ile yapılmış, çiçekler ile figürlü tezyinatı ihtiva eden siyah ve desenli fayanstır. Suriye 'de, Fırat üzerindeki Rakka ’da, orta çağın ilk devirlerinden beri mühim çini ima­ lâthaneleri ( çömlekçi fırınları ile çömlek k ı­



rık la n bulunması) vardı. Bunların en eski nu­ muneleri meyamnda kurşunu hâvî kalın sırlı kandiller ve kulplu kaplar ile vazolar görmek­ teyiz. Burada çinicilik, diğer İslâm memleket­ lerinden daha evvel inkişaf etmiş olan sır al­ tına nakışçılık sayesinde, en yüksek san’at mükemmeliyetine ermiştir ( X I .—XIII. asırlar). İşlek hİr fırça tekniği ile beyaz zemin üzeri­ ne, hatta göre üslûplaştırılmış hayvan ve ne­ bat tezyinatı nakşedilmiş ve bu tezyinat bü­ yük damlalar hâlinde akan, koyu, renksiz kur­ şunu hâvî, fîrûze yeşili veya mâvî sır île ör­ tülmüştür ( levha III, 1 ), Bundan maada Iran ’ın minâî tekniğine tekabül eden ve beyaz kalaylı sır üzerine yapılan fayans nakışları da vardır ( levha îlî, 3 ) . Türlü-türlü kâseler ile fayans taburelerinden başka, bilhassa Albarello ismi ile tanınmış üstüvânî vazolar dik­ kati çeker. Bunlar, aynı şekillerde olmak üze­ re, İspanya ’da da imâl edilmiş ve İtalya ’da Majolika san’atuıda ecza kavanozlarına ilham menbaı olmuştur ( levha III, 2 ). Sâm arrâ ’dan idhâl edilmiş olan çini eşya­ nın yerli bir sırlı çiniciliğin ( çini k ırıklan ve Fustât 'tâki fırınlar ) doğmasına âmil olduğu Mısır ’da bu san’at, bilhassa Fâtım îler devrin­ de, kemâle erişti ( levha III, S ), Orta çağın ilk devirlerinde Suriyeli san’atkârlar sır altına nakış yapmak usûlünü Mısır ’a getirdiler. A k ı­ cı sırlı çinicilikle birlikte ( levha III, 4 ) B i­ zans’ m te’siri ile vücuda gelen çiniciliği de kaydetmek lâzımdır. Bu sgrafitto tezyinatlı Bizans çiniciliği Memlûkler devrinde pek mu­ vaffak olmuş malûmatı ile ( arma hayvanları, levha III, 6 ) dikkati celbetmiştir. Endülüs ’te yerli imâlâthâneleri, bilhassa Ma­ lağa imâlâthâneleri ( Granata ’da Elhamra sa­ rayının inşası devresinde) büyük ehemmiyeti hâiz eserler meydana getirdiler. Üzerinde arapça JM alaga" işareti bulunan sırlı bir kâse ( levha III, 7 ), „eîhamra vazoları" adı ile ta­ nınan sırlı ve mavi tezyinatlı geniş kulpları bulunan lüks vazoların (levha III, 8) Malağa ’dan geldiğini isbat eder. Bu sırlı çiniciliğin yüksek kalitesini iranîı çinİcilerin te’sirine atf­ etmek lâzım geliyor. İbn Batuta bunların Is­ panya ’da bulunduğunu kaydeder ( İtalya ’ya ihracat, Pisa, S. Piero a Grado, Ravenna v.b. kiliselerinin duvar ve kalelerindeki „baciııiler" ). Bu te’ sir yerli çiniciliğe bir hamle raenbâı olmuştur. Hıristiyan hükümdarların istir­ dat ettikleri mmtakalarda, bilhassa Valencıa mmtakasmda, çömlekçilik erişmiş olduğu se­ viyeyi muhafaza etti ( Manises ’te sırlı çinici­ lik, kap-kacak, sırlı ve mâvî asma yaprağı tez­ yinatım hâvî geniş kulplu vazolar, levha III, 10 ; Paterna ’da bakır yeşili ve manganez vç



kahve rengi tezyinatlı İslâmî hayvan şekillerini ihtiva eden çiniler, levha III, g ). Y a p ı ç i n i c i l i ğ i . Daha Sâm arrâ ’da sır bo­ yaları ile boyanmış ve duvarların kaplanmasına yarayan dört köşe çiniler bulunmuştur ( levha IV, i ). Kayravan ’da Sidi ‘Olşba câmiiade Bagdad ’dan getirilmiş, madenî akislî çiniler ile örtülü bir mihrap bulunmaktadır. Duvar çinici­ liğinin ortaçağda en tam kemâline eriştiği İran 'da bir taraftan manganez kahve rengi ile sırlı çapraz veya yıldız şeklinde duvar çinilerin (bun­ lardan tarihlî bîr çok örnekler mevcuttur, levha IV, 3 ), bir taraftan da daha büyük eb'adda müslatil şeklinde kısmen oluklu, kobalt mavi­ sine boyanmış ve sırlı mihraplarda kullanılan çinilerde görmekteyiz. Bunlar arasında Kaşâıı ’daki meydan camimin mihrabı ile ( 1226; lev­ ha IV, 6 ) Kum câmiinin mihrabı ( 1 2 6 4 ; her ikisi de Berlin Devlet müzelerindedir ) dikkati çeker. Meydan camiinde mihrap, bu mihrap çinileri imâlinde ün almış başlıca imalâthane­ leri KmşSn 'da bulunması sebebiyle, bilhassa ehemmiyetlidir ( Kaşan isminden almanca K aç­ lı el „duvar çinisi" ve fars. kaşi kelimeleri işti­ kak etmiştir ). Bundan başka müteaddit renk­ li ve kalayı hâvî beyaz firuze veya mâvî sır üzerine yaldızlı tezyinatı bulunan duvar çini­ leri de vardı (levha IV, 2 ). Moğullar zama­ nında hafifçe kabartma olarak yapılan sırlı ve sırdan maada, ekseriya maviye boyanmış duvar çinileri ile birlikte, yalnız fîrûzeye veya ko­ balt mâvîsine boyanmış ve ekseriya çin efsâ­ nelerinden ahuma hayvan tasvirleri ile süslü ve sırlı kabartma çiniler de görmekteyiz. Orta ça­ ğın son devirlerinde Semerkand ve Buhârâ *da çini imâlâtbâneleri inkişaf hâlinde bulunuyordu. Bu imalâthanelerde firuze, mâvî ve yeşil renk­ te koyu akıcı sırlı ve bir nevi oyma usûlü ile vücuda getirilmiş, oldukça büyük eb’adda, du­ var çinileri yapılmıştı ki, bunlar türbe, cami ve saraylarda kullanılmıştır. Bilhassa Türkistan ’da hayh taammüm etmiş diğer bir duvar çinisi de vardı kİ, bu eriyen boyanın boyanacak zemin üzerine toz hâlinde püskürtülmesi usûlü demek olan „powder-blueff tekniği ile yapılmış fayans mozayİklerinin taklit edilmesi idi. XV I. ve XVII. asırlarda, sarayların iç odalarında, beyaz veya fîrûze zemin üzerine, çeşitli boyalar ile ve ef­ sânevî av menkıbeleri, saray hayatı sahneleri ve türlü mevzular resmedilmiş murabba veya müstatil şeklinde çinilerden yapılma duvarlar görmekteyiz ( levha IV, 8 ). Her ne kadar ilha­ mını İra n ’dan almış ise de, yine orijinal vasfı­ nı muhafaza etmiş olan rooğul devri Hind du­ var çinileri hakkındaki malûmatımız pek azdır. Bu duvar çinilerinden maada, Selçuklu devrinin İliç gam alarından itibaren, horasan yahut alçı



2emın üzerine oturtulmuş küçük, dört köşeli, sırsız veya toprak sarısı manganez kahve ren­ ginde yahut mâvî sırlı tuğlalardan mürekkep tuğla mozayikinde ( krş, CurcSn, Râdkan, Dam­ gan, Ray, Nahçivan mezar ku leleri) orta çağm daha ilk devirlerinde yapı çiniciliğinin nevi şahsına bas bir tezahürüne, yâni fayans rnozayikıne ( levha IV, 7 ), götüren bir nevi duvar kaplamasına rast gelmekteyiz. Ekserîyş halıya benzeyen göbek veya arabesklerin zengin bir terkibinden ibaret olan desenin münferit par­ çaları, kilden, küçük ve aşağıya doğru darlaşan parçalar hâlinde kesilmiş ve duvar yahut k e­ mer haremin içine oturtulmuştur. Yalnız desen değil, sarı, yeşil, kahve rengi, siyah ve beyaz renkteki resimler arasında kalmış kobalt mavi­ si zemin de sıralanmakta ve böylece bütün du­ var fayansla Örtülmüş bulunmaktadır. İran ve Türkistan 'da fayans mozayikli binalar ancak son moğuî devrinden kalmadır ( Meşhed-i İmam Rıza ve Gavharşâd ; Semerkand : Şâh-Zinda mezarlarının bulunduğu sokak } Bununla bera­ ber daha XIII. asırda Tös ’lu İran çinicileri Konya ’da Sırçalı medresenin fayans mozayîkini de vücuda getirmiştir. İra n ’da bu tarz çinici­ liğin en parlak örneklerini Tebriz, Erdebil ve Isfahan binalarında görmekteyiz. Orta çağın son zamanlarında Irak !ta yapı çiniciliğinde yal­ nız kesilmiş ve pişirilmiş toprak mâlûm oldu­ ğu hâlde, Suriye ’de yüksek değerde bâzı du­ var çinilerine rast gelmekteyiz (k rş. Nash» Nür al-D in zamanına âit, koyu mâvî zemin üzerine beyaz yazılan Ihtıvâ eden bir kitâbe frizinin alâimüssema renkleri ile boyalı k a şîle ri; levha IV, 4 ) ve Berlin devlet müzelerinde bulunan kahve rengi sırlı ve kaplan resimleri ile süslü iki duvar ç in isi). M ısır’da, İran ’dan mülhem .fayans mozayîk ile Endülüs ve türk işi duvar çinilerinden maa­ da, münferit olarak, gayet basit, yerli bir duvar çiniciliği vardı, İspanya yapı çiniciliğinden, Elhamra ve Granata ’da görüldüğü üzere ( levha İV, 5 ), ekseriya hendesî şebekeli tezyinatı hâ­ vi fayans mozayikinden maada, pek az şey kal­ mıştır, Büyük eb’adda bir kaç sırlı duvar çi­ nisi, bu tekniğin yapı çiniciliğinde de kulla­ nılmış olduğunu gösterir; bu çinicilikte tek renkli, sırlı duvar çinilerinde, pişmiş toprak zemini üzerindeki sın kazımak suretiyle, yazı­ yı veya süsleri belirtmekten ibaret olan tek­ nikten maada, „k u r u k e n a r l a r " ( cuerda secca ) tekniği de kullanılmıştır. Bazan İslâmî hayvan şekillerini ihtiva eden ve göz ahcı renk­ ler ile boyanmış ve Azulejos adı ile tanınmış olan çiniler, tam mânasiyle arap çiniciliğine âit olmamakla beraber, garp çömlekçiliği üze­ rinde İslâm çiniciliğinin te’sirini gösteı ir,



43**



ÇİNİ.



İslâm san’atma âit mühim koli aksiyonlar Ber­ lin devlet müzeleri, Lahaye'de Gemeente Museum, Kahire ’de Arap müzesi, Londra ’da British Museum ve Victoria and Al bert Museum, Mad­ rid ’de Museu Osma, New-York 'ta Metropoli­ tan Museum, Palermo müzesi, Paris ’te Louvre müzesi ve tezyini san’atİar müzesi ve Tahran ’da Gülistan müzesinde bulunur. B i b l i y o g r a f y a i B a ş l ı c a B u rlin g­ ton fin e A rts Club, Exhibiüön o f ihe Fayence o f Persia and the Nearer East ( London, 1908 ); M, S. Dimand, Loan Exhibition o f Ceramic A rt o f ihe N ear East ( New~York, 1931 ) ; O. v. Falke, M ajolika (B erlin, *9 07); R. L. Hobsön, A Guİde to the Islam ic Pottery o f ihe Near East (British Museum, London, 1932); D. K. Kelekian, The Kelekian Collection o f Persidn and Analagous Potteries ( Paris, 19 10 ) ; R. Koechlin Alfassa, L 'A r t de V Islam : La Ceramiyae ( Musee d es A rts Decoratifs, 1928 ) ; M. Pezard, La ceramiçue archaigue de l *İslam et ses origines ( Paris, 1920) ; R. M. Riefstahl, The Parish Watson Collection o f Mohammedan Potteries (L on ­ don, 1923 ) ; H. Riviere, La ceramiyue dans l ’art musulman ( Paris, 1 9 1 4 ) ; F. Sarre, Die Keram ik ( D ie A ussiellung von Meîsterzuerken Mohammedanischer Kunst in München, 19 12). — A r a b i s t a n , M e z o p o t a m y a ve S u r i y e : H. Th. Bossert, Geschichte des Kansiğemerbes ( Berlin, 1929 v. d d ,), I V ; F. Sarre, Die Keram ik von Sam ar ra (Berlin, 1 92 5 ) ; ayn. mil., D ie K eram ik im Euphratund Tigrisgebiet (B erlin, 1 9 2 2 ) ; ayn, mil., Die Keram ik und andere Kleinfunde aus Baalbek ( Berlin, 1925 ) ; M. Abdullah Chaghatai, Lustred Tiles from Sam arra in Ashmolean Museum ( Lahore, 1933 }. — M ı s ı r : A . Bahgat Bey ve F» Masouî, L a ceramiyue musulmane de l ’Egypte ( Kahire, 1930 ) ; A . T. Butler, Islamic Pottery ( London 1926)5 D. Fouquet, Contribution â l ’etüde de la ceramiyue orientale ( Kahire, 1930 ); G. Marçais, Les Faîences â refleis metalligues du mihrab â Kairouan ( Paris, 1927 ) î Musee de l’A rt A rabe du Caire, L a ceramigue egyptienne de Vepoyue musulmane ( Basel, 1922 ) ; C. Pröst, Les revetements ceramiçues dans les monuments de VEgypie, M IFA O 1917 ). — H i n d i s t a n : J . Ph, Vogel, T ile Mosaics o f the Lahore Fort ( Calcutta, 1920) ; — I r a n : R, Koechlin, Les ceramiyues musulmanes de Süse au Musee du Louvre, M. M; A . P . X IX . (P aris, 1 9 1 8 ) ; A . V. Pope, A rt. Ceramic ( S u rvey o f Persian A rt, O zford,) ; E . Kübnel, D atierie p erşische Fayencen ( Jah rbu çh der Asiati-



schen Kunst ( 1 9 2 4 ) ; ayn. mil., D er Cîcerone (19 2 4 ) ; Oriental A rt(ıç p $ i— 19 3 2 ) ; F, Sarre, Denkmaler persischer Baukunst (B e r­ lin, 1908 ); H. Vaîlis, The Godman Collec­ tion: Persian Ceramic A rt (London, 1894). I s p a n y a : Y . Foîehi Torres, Noticie sobre la ceramica di Paierna ( Barcelona, 1921 ) ; E, Kühnel, D aten zur Geschichte der spanisckmaurischen Keram ik ( Jah rbu çh der A siatischen Kunst (1925 ); A. van de Put, Hispano Moresyue Ware o f the 15 i!l Century ( Lon­ don, 1904 ) ; Supplem entary Studies ( London, 1 9 u ) ; F. Sarre, Die Spanisch-maurischen Lüsterfayencen und ihre H erstellung in Malaga ( Ja h rb . der Preussischen Kunstsammlungen, 1904 ).— T ü r k i y e : C. Gurlitt, Die Baukunst in Konstaniinopel (Berlin, 1 9 1 2 ) ; G . Migeon, A , Saki si an, La ceramiyue d* A sie mineure et de Constaniinople ( Paris, 1 9 2 3 ) ; A . Raymond, Alttürkische Keram ik in K lein-Asien und Konstantinopel ( München, 1922 ) ; F. Sarre, Denkm aler persischer B au ­ kunst ( Berlin, 1908 ). ( J . H. SCHMID.) T ürk çiNiciLiĞl. U m û m î v a s ı f l a r . Selçuklular devrinde Konya ’da çininin inkişafı XIII. asırdan çok daha öncedir. K ılıç Arsiaıı II. (1156 —1192 ) ’m sarayında kullanılan çiniler bunun en bariz de­ lilidir ( Sarre, der K iosk akadçmîi nauk; 1909, s, 773 v.d.); Moshemii, Historia Tartarorum ecclesiasiica ( bilhassa zeyl ,XCII ).; Mirza-Muhammbd Hay­ dar, Duglat, The Tarih-i R eşid i { ingl. nşr, N. Eiias, trc. E. D-, Ross, London, 1895 ; bk, bilhassa s. 364 v.d., tercüme bilhassa not hâ­ linde yalnız muhtemel bir okuyuş olarak işaret edilen Ç ü yerine C a d sehivli okuyuşun tesâdüf edildiği yer ); W. Barthoîd. Zapiski vost, otd, ark. obşç,, XI, 107 v.d, ( W. B a RTHOLD.) [ Çu, seyr-i sefâine müsait d eğ ild ir; aşağı mecrasında çok sığ, yukarı mecrasında ise, bir



44*



ÇU - ÇUHA ADASİ.



dağ ırmağı evsafım hâiz olup, manialar île do­ ludur ve büyüle kaya parçalarını sürükleyen bir şiddetle akar. Bu bölgede Çu, diğer kol­ ları ile birlikte, su enerjisi için büyük bir kay­ nak teşkil eder. Bir sulama kaynağı olmak iti­ barîyle Çu, daha XIX. asrın sonlarında dikkati çekmeğe başlamıştı. Kolonizasyon İşleri için ayrılan tahsisat ile ilgili olarak, XX. asrın ba­ şında yapılan büyük araştırmalardan sonra. Çu vadisinde 250.000 hektar arazinin sulanması için mâruf V. A . Vasit’ev projesi vücuda geti­ rilerek, ihzarî faaliyete geçildi ise de, ırmağın te’min ettiği İmkânlardan ancak son zaman­ larda geniş mikyasta istifâde edilebildi. B il­ hassa, Çu ırmağını aym adı taşıyan mevkide geçen Yenİ-Türkistan — Sibirya demir yolunun inşasından ve bu battan ayrılan bir kotun Çu boyunca Tokmak *a doğru uzatılmasından son­ ra Çu vadisinin ehemmiyeti bir kat daha art­ mıştır. Çu ırmağının orta mecrasında, Türkistan — Sibirya demir yolu üzerinde, Kırgızistan ve Karakistan cumhuriyetleri dâhilinde, büyük Çu kombinası inşa edilmiştir. 1935 inşasına başlanan bu kombina müteaddit ziraî ve sa­ nayi müesseselerini ihtiva etmektedir. O za­ mana kadar hayvan besleme bölgesi olan Çu vadisi, bu inşaatten sonra kendir, kınep, İtal­ yan kendiri v.b. lifî nebat ile pancar istihsâli­ nin büyük merkezlerinden biri hâline getiril­ miştir. Çu vadisinin sulama işlerine 1922 ’de baş­ lanmıştır. 1930 ’da Samson, Kızıl-Su ve A t-Başı gibi Üç büyük bölgede kanal açma işî bitmiş ve aynı müddet zarfında Çumaş bendinin İnşasına başlanmıştır. 1929 ’da 80—95.000 hektar ara­ zinin sulanmasına karar verilmişti, O tarihler­ de Orta-Köy ile A larçı mevkilerinde inşâsına girişilen iki bend hazırlandıktan sonra ekile­ cek yeni arazînin mikdarınm 200.000 hektara yükseleceği tahmin edilmektedir. Bu arazinin 68 *% i Kazakistan ve 32 'da, Dakiki ’ye âit Schaeder ma ’sine aldıktan sonra, Sultan Mahmüd ’a tak­ ’in topladığından daha fazla beyitler vardır; dim etmiş ve ona kendi şiirinin Dakiki ’nin bir kasidesini 'Abbas İkbâl ffad â 'ik a l-sih r'în nazmından daha iyi olduğunu söylemekten çe­ notlarında toplamıştır. Dakiki, Asadî ’nin Lu ­ ğa i-i fa rs ‘ünde kaydedilen beyitlerden anlaşıl­ kinmemiştir. Dakiki eceli ile Ölmemiştir. Şâhnâma 'nün dığına göre, sonradan ortadan kalkmış kelimeler mukaddimesinde ( nşr, Vulîers, r, 9 ) bîr köle kullanmıştır. Gazellerindeki şu beyitlerden: D ak ik i çâr haşlat bar gazidast tarafmden öldürüldüğü nakledilmektedir. Daha bagtii az .hama hübi u ziştî sonraki menbâlarda ( msî. Macma‘ al-fuhşahâ’ } lab-i yâkütrang u nâla-i çang bu kölenin şâirin mahbûbu olduğu ve kat* may-i hünrang u dın-i zarduhuşti ■ İin de bir aşk meselesi ile alâkadar bulun­ («Dakiki» dünyanın bütün .güzellik ve çir­ duğu söyleniyor ise de, Firdavsi’de, Baysungur 'un yazdırdığı Şâhnâma mukaddimesinde, (Avf i kinliklerinden dört şey beğenip, seçmiştir: ’de ve Ahmed Râzi ’nin H afi iklim ’inde böyle yâkot renkli dudak, çeng nağmesi, kan renkli ■ bir kayda rastgelinmemektedir, Firdevsi, Şüh- şarap ve zerdiişt dini" ), Ethe veNötdeke Dakiki nâma mukaddimesinde Dakiki 'nin ölümü sebe- 'nİıı Zerdüştî olduğunu kat’îyetle istidlal etmiş­ lerdir. Brovvne daha İhtiyatlı davranır; Schaeder , bini şu beyit ile telmih eder : ise, bu mevzua hasrettiği bir makalede, Dakik1* cavan'işrâ hüy-i bad yâr had ’nin şiirinde zerdiişt dini hakkında görülen çok aba bad ham'işa ba p ay k âr büd Tahran’da 1 31 0 ( h. ş . ) ’da basılan Şâhnâma müphem bâzı işaretlerin şâirin o dinde büyü­ düğünü isbata kâfi gelmediğini göstermiştir. ’de bu beyit şu şekildedir : Filhakika babası müs tuman bir isim taşıyan, hama sala tâ bad bapaykâr büd arap harfferi kullanan, cennet ve hurilerden bahs­ na büd az cihan dilş yak rnz şad eden bir adam Zerdüştî olamazdı. Fakat öyle badân hüy-i bad cân-î şirtn bidâd ( «Gençliğinde huysuzluk ona arkadaş idi, Kö­ ise, yukarıdaki beytin mânası nedir ? Browne tüler ile her zaman çekişmede id i; Bütün Öm­ din-i zerdüşt ibaresinden Dakiki ’nin şarap iç­ rünce çekişmede bulundu; bîr ğün bile gönlü meği kastettiğini zannetmiştir. Fakat Sâmânîdünyadan memnun olm adı; o, huysuzluk yüzün­ ler zamanında şarap içmek için Zerdüştî olmak lâzım gelmezdi, Schaeder, Dakiki 'nin bu beyti den, tatlı canım verd i,,). H üy-i bad tâbiri Şâhnâma ’de her zaman zâ­ kafiye İçin yazdığını zannediyorsa da, bu da lim ve huysuz hükümdarlar İçin kullanıldığından, pek uzak bir ihtimâldir. Bundan maada Schaeder bu hususta Ethe ( s . 59) ’nin Mahzan al-asrâr Dakiki ’nin geçimsiz, kavgacı ve şirret tabiatlı bir adam olduğu, bu sebepten bir gün rahat ve hu­ 'dan, yanlış olarak, naklettiği bir cümleye isti­ zur .içindeyaşamadığı ve nihayet bu şirretliği yü­ nat ediyor ki, doğrusu şu şekildedir: ağar ıtik â d -i in mard badin-i zarduşt baş ad. zünden, öldüğü anlaşılıyor. Fakat bu beyitler­ den daha fazla bir mâna çıkarmak doğru değildir. ki lâzim -i zâhir-i alfâz-i şi’rast, hadâ az $ar-i Dakiği ’nin Gaştâspnâma 'sindeki üslûp haki­ takşîraş biguzarad ( «Eğer bu adamın itikadı, sözünün dış mânakaten Firdavsi ’ninkinden daha kuru ve yekna. saktır. Onda Firdavsi ’nin zarafet ve hayâl zen­ • smdan anlaşıldığına göre, zerdiişt dinine İse, ginliği yoktur. Diğer taraftan Firdavsi bir be- ■ tanrı taksirini affetsin").



^'64



bAKÎKÎ -



Jacob kendisine ithaf edilen Festschrift*de­ ki bir makaleye verdiği cevapta, Dakiği ’nin iki dinli olduğunu söylemiştir. Badi' al-Zaman ( ıSuAan a Suhanvaran, I, 1 4 ) Dakilçi ’nin *ö&fı/û erbabından olduğunu söylüyor. Fakat takıya ş i’îrlere mahsus bir usûldür. Muamma­ nın hallini Schaeder (s. 300 ). aynı makalenin başka bir yerinde bulmuş gibi görünüyor: — «Dakiği eski millî dine romantik bir alâka bes­ leyen serbest fikirli bir müslümandı". Bu fi­ kir Sâsânîler zamanındaki kültür cereyanları­ na dâir bilgimize tamamen uygundur. Sâsânî­ ler zamanı, eski iranî an’anelere hararetli bir alâka duyulduğu devirdir. Büyük adamlar ne­ seplerini eshaba değil, Şöhnâma ’deki kahra­ manlara bağlıyorlar ve Sâsânîler devrine âit eserleri yeni farsçaya tercüme ettiriyorlardı, O zaman Horasan ’da yeni farsça edebî dili bu cereyandan inkişaf etmiştir. Bertels bu kültür cereyanlarının Sâsânîlerin siyâsî dâvaları ile olan alâkasını göstermiştir. Dakiği ’yi bu ce­ reyanın en hararetli öncülerinden saymak lâ­ zım gelir. Meşhur beyit D a ^ ik i’nin şarap iç­ mek, aşk ve bunlardan başka îran ’m islâmdan evvelki dinî ile meşgul olmağı en çok sevdiği şeyler arasında gösteriyor. Bundan daha fazla bir mâna çıkarmak doğru olmaz. B i b l i y o g r a f y a ı Firdavsi, Şöhnâma ( nşr. Vullers, Leiden, 1877— 18 8 4 ); Asadi, Luğat-i fu rs (nşr. H orn), Göttingen, 1897; Muhammad ‘Avf î , Lubâb al-albâb ( nşr. E. G. Browne), London-Leiden, 1903, II, 1 1 v.dd. Cami, Bahâristân, VII. razvza)', Ahmad RSzi, H a fi İklim ( nr. 1468); Rizâ K u lî Han Hidâyat, Macma al~fuşaha, I, 21 4—217 ; Ba­ d i' al-Zaman Bişröya-i Horasanı, Sahan suhanvarân ( Tahran, 1308 ) l, 12—19 ; Hermann Ethe, R ûdagî's Vorlaufer an d Zeitgenossen ( Mor gen lândische Forschungen ), Festsch­ r if t . . . Fleischer, Leipzig,ı87$, 57—62 ) ;Theodor Nöldeke, Das iranische Nationalepos (2 . tab., Leipzig, 1920), s. 19—2 3 ; E . G. Browne, A Literary H isiory o f Persia ( London ), I, 459—462 ; Hans Heinrich Schaeder, W ar D aqiqi Zoroasirier ? ( Festschrift Ceorg. Jacob Zam siebzigsten Geburtstag), Leipzig, 1932, 288—303 ) ; Georg Jacob, Bemerkungen zu der mir gezaidmeten Festschrift ( makina yazısı ile hususî neşir), Kiel, 1932, 7— 9 ; ‘Abd al-Wahhâb ’Azzâm, al-Şâknöm a (Kairo, 1933 ), medha), 37 —39; E. Bertels, Persidskaya poeziya v Bahare X , 524. S27. 528, 535» 536, 538 seneleri vukuatı ) ; İbn al-Çalânisı, Z a y i-i tarlh-î Dimaşlç ( Beyrut, 1908 ), s. 138, 143, 236, 275, 333-; İbn al-Azrak, Târîh -i May yâ fa r ikin ( Brit. Mus. kütüp., nr. or»



47$



IöÂNİŞMENDLİLER.



■ 5^03» bîr nüshası da hususî kütüp., vah 180, '■■ 186 v.dd., 197, aoo); XII. asır arap .tarih- çileri içinde Dânişmendliler hakkında en • fazla, malûmat Veren İbn al-Azrak: ’hr, Bu "asırd a 1,yazılan al-Anba f i tarih al-h ulafa’ ’da, > yine bu asır müelliflerinden İbn Hamdün ’un eserinde buhânedan hakkında verilen mâlû■■ mat ehemmiyetli, fakat pek azdır; ibn alA g ir: ( Kahire,- 1303 ), X, 10 4 ; XI, 6,30—35, - İ18 v.d., 146. Bu asrın müverrihlerinden İbn •" al-*Adim ile ’ İzz al-Din b. Şaddad ’m eserterinde de az, fakat faideli malûmat vardır. —İ r a n kaynakları. R aşîd al-Din, Camı al■ tavârih. (Topkapısarayı Sultan Ahmed IH. - ■ kütüp., nr. 2935 ) ; Karim al-Din A^sarayi, - Musamarat al-ahbâr (Ankara, 1944), s* I 7»



• 27 v.dd., • 34—~45 ( bu müellifin DânıŞmendsî liler hakkında vermiş olduğu malûmat kami­ llen yanlıştır ). — E r m e n i kaynakları. Mat;thieu d’Edesse ve Gregoire le Pretrei Ckro, nique ( frns. trc. El Duîauier ), Paris, 1858, a. 230 v.d.,. 243, 252, 256, 315, 320 v.d., " 323, 325, 342 v.d., 361 ; Recueil des H istoriens des Croisades, do. Armeniens (P aris,



• 1859), I, 780, 786 v.d., 798,. 807 ; XIII. asır : müverrihi Vardan ’da mevcut olan malûmat •; bunun ayn ıd ır; Michel le Grand (frns. trc. 1 ;V. Langlois), Vebis, 1868, s. 293, 299, 345, • 347, 35b 352/ 353, 354» 355» 356, 357, 359 ,. v.d., 366, 373—375, 379 ( /?* h. Groi. A r I, frns. tro, de Dulaurier tarafından). . — L â t in c e kaynaklar, A îber d’A ix, Foucher de Chartres, Raoul de Gaen, Orderic Vital ....ve Guillaume de Tyr gibi, R. h. Crois. His. , öccidenieux, I., II., IV. ve VIII. cildlerinde , metinleri neşredilen XII. asır vak’anüvisle. ; rinin eserlerinin frns. trc. için bk, Çollection . des ,memoires relatifs â l’hisi, de Fratice, X V II, XXI, X X III, X X IV , X X X , s. 8 3 . ı. O s m a n ! 1 devrinde yazılan eserlere gelİn, ce, bunların başında gelen ve hepsine, esas ... olan Dânişmendname ’nin nasıl bîr hurafe . ve masal kitabı olduğunu yukarıda söyledik, > X III. ve daha kuvvetli bir tahmin ile XIV. . asırda, Canabİ 'ye göre, Tokatlı I^asan b. - *Ali ’nin eseridir; Â l î ’ye göre ise, İbn al'U lâ denmekle meşhur bir zat tarafından s vaktiyle- XIII. asırda yazılmış ve fakat bilâhara A rif AH isminde bir kimse tarafından bir kerre daha te’lif edilmiştir. Anadolu ’da 1 hususî ellerde müteaddit nüshaları mevcut , olan bu kitabın 9 8 5’te istinsah edilmiş eski . ve çok iyi bir nüshası Paris ( Bîblioth. Nat., -i Ancien fondş, nr. 317 ) ’tedîr, İstanbul , ’da İnkılâp müzesi kütüphanesinde M. Cev- det kitapları arasında bir nüsha mevcuttur. . : XV I, asır türk, tarihçisi, A lî Çelebî bu eseri,



Markât al-cihâd adı ve zamanının inşası iie, ikinci defa te’İif eemiştir ( Topkapısarayı, Revan köşkü kütüp,, nr. 364; Râşid Efendi ( F e vziye) kütüphanesi, nr. 678 ) ; A lî bun­ dan başka F aşâl al-}ıal va 7-‘afcd’înde de bu hanedana ait bir fasıl yazmıştır. Bu mü­ ellif her iki eserinde de Dânişmendnâme masalını ciddi bîr şekilde karşılamak gaflet ve safdilliğinde bulunmuş ve bunu İbn aiA şir'in ve ondan naklen Malik al-Mu’ayyad Abu ’I-Fidâ1 ’nın tarihlerinde mevcut olan malumat ile uzlaştırmağa çalışmış ve bu suretle gayet fena, zayıf ve hatalı bir telfik yapmışiır. Âli- ile bir zamanda yaşa­ yan Ganabi daha evvel, gerek a l - A ylam al-zâhir ( Ayasofya kütüp., nr. 3033 ) ’inde ve gerek bu: eserinin türkçe hulâsası olan Gulşan-i tavârih ( Nurnosmaniye kütüp., nr. 3097) ’inde bu devlet hakkında yazmış ol­ duğu fasıllarda Dânişmandnâme İle Abu ’l-Fida5 ’nın kayıtlarını birbirleri ile uzlaştır­ mağa çalışmıştı. Tetkik ve tetebulannın azlığı nisbetinde tenkit ve tahkik kabiliyet­ leri de çok çürük olan bu iki müellifin eser­ lerindeki malûmat XVII. asrın müelliflerin­ den Abu ’l'Abbas al-Karamani ’nîn A h bâr al-duval ’inde ( İbn aî-A şir kenarında, Bulak, 1290, III, 185 v.d.). HezârJFen Hüseyin Efen­ d i ’nin T.ankî fa al-tavârih a/-7mı/⣒ünde (Fâtih kütüp., nr. 4302 ),• Kâtib Ç e le b î’nin arapça Fazlaka al-tavârih ( Bayezid Umûmî kütüp., tek nüsha ) ’i ile Cihânnumâ ’sında ( tab. Müteferrika, s. 629) ve onlardan son­ ra gelen müelliflerin eserlerinde tekrarlan­ mıştır, Yalnız Müneccimbaşı, .Canâbi ’nin malûmatına İbn al-A şir ve Karim al-Din Altısarayi ’nin eserlerindeki kayıtları ve Ça­ mı al-tavâr ih-i R aşid i ’dekİ, b ilgiy i, i lâv© etmek suretiyle, İkinci defa bir Dânişmend hanedanı tarihçesi yaz-mış ise de, Çamı alduval (Bayezid Umumî kütüp.; nr. 5019 ; Şafaâyif al-ahbâr tercümesi, İstanbul, II, 575 v.d.) Alfsarâyi ’nin kayıtlarının hatalı olması yüzünden bu telfik evvelkilerden: daha yanlış ve kusurlu olmuştur., Bu kitapların mâhiyet ve kıymetlerini iyice Ölçememiş olan zamanımızın garp tarihçileri de bunları kullanmak gafletine düştüklerinden eserlerinde çok yanlış şeyler yazmışlardır. Bunlardan P. Casanova yukarıda zikrettiğimiz Numismatique des Danichmendites adlı kita­ bında H ezârfen’in kayıtlarını XII, asrın Lâtin, ermeni, grek ve. X III. asrın arap ve Süryânî kaynaklan ile telfik etmeğe çalışmışsa da türkçe mehazının temelinin nihâyet bîr ma­ sala dayanmasından dolayı eseri karışık , ve hatalı olmuştur. Mordtmann, Die Dynastie



b  N İŞ M E N D LİLE R — D  R  . der Danischmende ( Z D M G , X X X ) adlı eserinde münderecatlan birbirlerinin aynı olan C anibi, AH, Hezârfen ve Kâtib Ç e le b î’nin eserleri ile Müneceîmbaşı ’mn tarihinde bu hanedana tahsis edilen kısmı yine Casanova *nın yaptığı gibi, eski me’hazlar ite ve k i­ tabe ve meskukat İle karşılaştırıp bu hane­ danın bir tarihini yazmış ise de, bu eser de aynı sebepten, dolayı, aynı mâhiyette kalmış­ tır. Necib Asım, Türk tarihi ( İstanbul, 1316, s. 398—4.06 ) ’nde DânişmendHlere tahsis et­ tiği faslı Casanova’nm eserinden hulâsa et­ miştir. Halil Edhem, Melik Gâzî makalesin­ de ( TOEM , 1331, s. 449 v.d.) bâzı müfîd tenkitler yapmışsa da, esaslı bir neticeye varamamıştır. Dânişmendliler ile Bizans imparatorluğu arasındaki münâsebat hakkında bk. Chalandon, ' A lexis L Comnene (P aris, 1900), s. 221, 227 v.d „ 233, 241 v .d .; âyn. mil., Jea n II. Comnene et Manuel I. Comnene (Paris, 19 12), s. 39— 46» 77) $9, roo, 104, 109—-us, 151, 175 v.d., 179 v.d,, 242 v.d., ' >46, 249, 424, 429 v.d., 44S, 457, 461 v.d.,. 466, 468, 493 v.d.j 501, 506 v.d. Haçlılar île Dânişmendliler arasındaki muharebeler ve münâsebetler için bk, R. Grousset, Hist. des Croisades (P aris, 1934); III, 704, 803, 830 ■ ( bk. fih ris t) ; j . Laurent, S u r tes Em ırs ' Danichmendites ( Melanges offerts d M. Nicolas lörga, Paris, 19 3 3 ),''"s. 499 —5 0 6 }; Is- mail Hakkı Uzunçarşılı, K itabeler ( İstanbul, ■ 19 27), adlı kitabında Dânişmendliler e dâir •” bir Çök malumat vermiş vte S ivas $ehri ( s. •• 16—45 İstanbul, 1928) adil eserinde de bu ■ "hanedanın oldukça mufassal bir'tarihini yaz­ mıştır.. v ( Mükr Imîn H. Y inanç .) • DANİYA. [ Bk. denîa .] . DANİYAL. [ Bk. dân Iy â i ..] DÂNİYÂL. D A N İY A L , Bani İsrâ’il peygam­ berlerinden olup, islâpa te’tifatında adı pek az görülür. Tabari 'nİn anlattığına göre, . Dânİyâl Buht Naşr tarafından Kudüs ’te alınan esirler arasında .-idi ; hükümdar, akıl ve irfanım tak­ dir ettiği için, onu kendisine sır kâtibi yap­ mıştır ( krş. A h d -i atik, D âniyâl, I, 1—6 ), Bundan sonra Dâniyal Kayhusrav’e hak dinini kabul ettirmiş (krş. ayn. esr.t fasıl.X IV , 42), Kayhusrav ona vezirlik tevcih etmişti. Dânİyâl hükümdardan İsra il oğullarının Kudüs ’e dön­ melerine ve şehir ile mabedi yeniden inşa et­ melerine mÜşaade istemişe Kayhusrav de Isrâ’ililerin bu arzûiarım is ’af ptmiş ;• fakat Dânİyâl *İ bırakmayarak, yanında alıkoymuş ve peygam-j berin yurduna gitmesine, ancak hükümdarın,! ölümüııden sonra izin verilmiştir. Başka bir ri­ vayete göre de, hükümdar onu, Isrâ’ il oğulları



- 479



ile birlikte ve onların başında olarak, yurdlarma iade etmiştir. Arslan İnine âİt menkıbesi ile dünya salta­ natlarının akıbetine dâir kehâneti de fa b a ri tarihînde, mühimce değişiklikler ile,, mevcuttur. Bundan başka Dânİyâl ’in 1.000 yıl önce Öl­ müş r.ooo kişiyi diriltmiş olduğundan bahsedi­ lir kî, bunun Dânİyâl kitabının XII. bâbmın yanlış tefsirinden ileri gelmiş olduğu anlaşılı­ yor, Mas'üdi ’nin MarUc (II, 128 ) ’unda iki Dânİ­ yâl ’dan bahsedilir. Biri Bâbil esaretinde bulun­ muş olan genç Dânİyâl ’dir, diğeri daha eski zamanlarda Nüh ile İbrahim arasındaki devirde yaşayan Dânİyâl ’dir. Dünya saltanatları hakkmdaki kehânet bu ikinci Dânİyâl ’e atfedil­ mekte, onun bir de Kitâb al-cafr adı altında, kehânete dâir, bir kitap yazmış olduğu bil­ dirilmektedir. Mas’ üdi ( ayn. esr,, s. 115 ) ’ye göre, Bâbil adı verilen bîr köyün yakınında Dânİyâl peygamberin olduğu söylenen bir ku­ yu vard ır; hıristiyanlar ile yahudiîer bâzı bay­ ramlarda burasını ziyaret ederler. BirÜni ’nin "naklettiği bir rıvâyete göre de, Dânİyâl irfa­ nım «hazineler mağarasından” alm ıştır; bu mağara Âdem 'in hikmet esrarım saklamış olduğu yerdir ( Chronology, nşr. Sachau, s. 300 ; bu fikir hakkında krş, Dıe Schaizhohle, nşr. ve trc. Bezold, Leipzig, 1883—1888). Aynı müellif yahudiîer ile hıristiyanlar arasında Dânİyâl k i­ tabının XII. babının n . ve 12. âyetleri hakkın* daki ihtilâf hakkında malûmat verir. Süs yahut Tustar 'deki Dânİyâl kabri hak­ kında krş. ZD M G , LIII, 58 v.d. ve Jetoİsk Encyclopedia, IV,' 430 5 burada arap muharrir­ leri de gösterilmiştir. Bundan başka bk. Şa‘ labi, K ısas al-anbiya (K ah ire, 132 5 ), s. 213 V.dd. ( B. C a r r a DE V â UX.) D A R . [ Bk. DER.] D A R . [ Bk. DÂR.] D A R . DAR ( A.) ,,ev“ , ekseriya mürekkep isimlerde görülür. Başhcalan jçin aş. bk. D A R a l - B A Y Z A 5. [ Bk. d ârülbeyd â .] - D A R a l -C İH A D . ( Bk. dâ RülcîHÂd .] D A R F U R . t Bk. DÂRFÛR.j , D A R a l -H A R B . r Bk. d âr Olh arb .] . D A R a l -İS L A M . [ Bk. DÂRÜÜSLÂM.] D A R a l -N A D V A . [ Bk. dârünnedve .] D A R a l - S A L A M . ( Bk. DÂRÜSSELÂM.] D A R a l -Ş İN A ‘ A . [ Bk. d ârussin â ’a .] D A R _A L-SU LH . t Bk. DÂRUSSULH.] . D A R A . [Bk._DÂRÂ.j . . D  R  . D A R A , DÂRAYAVAHUŞ (Darİus) adı, nın arapçaîaştm lm ış şek lid ir; Dârayuş İran, yazılışında Dârâb ve Dârâv şekillerine de rastgelinir. İslâm müellifleri iki Dârâ tanırlar: bi­ ri — İsfendiyâr ’m oğlu Bahman ’in oğlu kadîm



4§ ö



t>ARÂ -



Dara ve diğeri— kadîm Dârâ 'nm oğlu Dârâ'dır ki, onlara göre. Dara ’mn hikâyesi şöyledir: Bahman, mecusî dininin ahkâmına uyarak, Humây veya Hu mâya adındaki kendi öz kızı ile evlenmişti. Bahman, kızım hâmile bıraka­ rak, Öldü; kızı hükümdarlık etmeğe başladı; fakat çocuğu dünyaya geldiği zaman, kendi yeri­ ne tahta geçirirler korkusu ile, onu bir sandu­ ka içinde, Balh (Dehâs) nehrine attırdı. Çocuğu bîr değirmenci bularak büyüttü ve oha Dârâb adını koydu. Dârâb 20 yaşma gelince, Humây kendisini tamdı ve tahtını ona bıraktı Anne­ sinin ölümünden sonra, Dârâb İran'da yerleş­ mek üzere, Balh 'ten çıktı. Iran ’da Dârâb şeh­ rini kurdu, ve sonra Babiîon ’da oturdu, Salta­ nat müddeti iz senedir. Oğlu Dârâ, 14 sene hükümdarlık ettikten son­ ra, İskender tarafından mağlûp edilip, öldürül­ müştür. Makedonyah Fhiîipp gerek kendisine ve gerek babasına vergi verdi. Fakat Philipp 'in ölümünden sonra, Dârâ vergiyi İskender ■ 'den İstediği zaman, İskender: — „ Ben, altın yu­ murtlayan tavuğu Öldürdüm ve yedim" — di­ yerek, red etti. Mas'üdi ’ye göre {kitâb a lianhih, frns. trc, s 247), İskender'i D ârâ'ya karşı muharebe etmeğe teşvik ve tahrik eden Aristo olmuştur. İskender, Dara 'nın mabeyin­ cilerinden ikisine para vererek, onu harp mey­ danında vurdurttu; D â râ ’ nm ölüm derecesinde yaralandığım görünce, kendisine yaklaşarak, son vasiyetlerini istedi; bilâhare kızı ile evlendi. Yunanca İskender menkıbelerinde ad­ lan Bessus ve Ariobarzanes olarak geçen bu iki mabeyincinin tarihte de adları Bessus ve Nabarzanes ’t ir ; Dârâ bak kındaki f arşça malû­ mat yunanca İskender menkıbelerinden alın­ mıştır \Tabari, trc. Zotenberg ;Nöldeke, Gesch. der Perser and Araber zur Zeit der Sasaniden, s. 3). Genç Dârâ Fars eyâletinde bulunan Sâbur 'da bir âteşkede inşa ettirmişti (Mas'udi Murüc, IV, 78). D â râ ’nm ölüm günü, tarihî çağ­ lar hesabı için, bir başlangıç noktasıdır. Bu hükümdar Sâsanîlerin ceddi telâkki edilir Firdavsi 'de her iki Dârâ 'ya birer uzun fa- , sil tahsis edilmiştir. Humây'm oğlu otan ilk Dârâ 'ya Dârâb der ve bu zâtm Dârâbgird şehri ile bu°şehirdeki âteşkedeyi bina ettiğim söyler. Şâire nazaran Dârâ Makedonya hüküm­ darı nm (Makedonyah Philipp) Nâhid adındaki kızı ile evlenmiş ve kızı gebe olarak, babasına iade etmiştir ki, İskender işte bu kadından doğmuştur Bu suretle İskender genç Dârâ bam ağabeyi olmuş oluyor (Şâknâma, trc J. Mohl, V, fasıl XVIII. XIX) Dârâ veya Daras-Anaatasiopolis, Mardin ile Nusaybin arasında bir kale olup, Husrav Anü



DARB. şırvân tarafından, 540 seferinde btzansİılardan alınmıştır (Nöldeke, gö$t. ger., s. 239). —- Dârâ-i Taht, Efganistan’dadır. (B. C a rra d e Va u x .) D A R A ŞİK O H , [Bk. d ârâ şîk û h .] D Â R Â Ş ÎK Û H . D Â R Â ŞİKÖH 1 6 1 5 1659), Şah Cihan ’ın büyük oğlu olup, 20 mart 16 1$ 'te Acm ir'de doğdu, Annesi Arcümand Banû Mümtaz Mahal! idi. 1633 te kendisinin teyze-zadesi, Parviz *in kızı ve C ihangir’in to runu Nâdıra Begim ile evlendi. Bu kadından Cânİ Begim ve Cihan Zib Bânü adında bir kızı ile Sulaymân Şiköh ve Sipihr Şiköh adlı iki oğlu oldu. Elphinstone 'un söylediğine gö­ re, Dârâ dürüst ve âlicenap, vakur, eli açık ve hür düşünceli, düşmanlarına karşı açık sözlü, fak ,t itiraza tahammül edemeyen ve en güç bir tedbiri bile zaaf ve hıyanet alâ­ meti telâkki ederek, istihkar eden mütehevvir tabiatlı bir hükümdar idî. Bu itibarla kendi­ sinin namâzi ( „rİyakâr" ) tesmiye ettiği küçük kardeşi Avrangzib'e hiç benzemedi. Büyük ba­ bası Ekber gibi, tetebbu'u severdi ve tasavvuf ile diğer dinî meslelere karşı büyük bîr alâ­ ka gösterirdi; fakat büyük babasının askerî meziyetlerine ve cesaretine Mâlik olmadığın­ dan, bütün teşebbüslerinde muvaffakiyetsizliğe uğradı. 1653 'te uzun müddet Kandahar’ı ele geçirmeğe uğraştı ise de, muvaffak olama­ dı. 1657 'de, babası hastalandığı zaman, mem­ leketin bilfiil hükümdarı oldu. Fakat küçük kardeşleri onun hükümranlığını çekemediler. Avrangzib kendisini Önce 2658 haziranında A gra ’da, daha sonra 1659 martında Acm ir’de mağlûp etti. Bunun üzerine Dâdar • (krş. /mperial Gazetteer o f İndia ) beyi efganh Malik Civân ’ın ihanetine uğradı, esir edildi ve Dehlİ'ye götürüldü. Burada Avrangzib 'in emri ile, 1659 ağustosunda öldürüldü. Rieu (Catalogue of Persian Mss.) ’de gösterilen bir çok eserle­ rin müellifidir. Bunların en mârufu, evliyanın kısa hâl tercümesini ihtiva eden Sa fin a -i avlığa {Lucknovv’da 18 7 2 ’ de litografya baskısı; Ethe ’nin Çatal■ of ihe Persian Miss. o f india Of f i ce. nr. 647, s. 274— 316'da tafsilâtlı bir rapor mevcuttur ) 'dır. Dârâ hakkında kendi­ sini şahsan tammış olan Bernier ile Manucci 'de de bir çok mâlûmat vardır. B i l i y o g r a f y a : Grandriss der Iran* PkilaL, 11, 352—354, 365. H. B ev erid g e .) D A R A B G ÎR D . [Bk, d er a bg Ird .J D A R A JÇ U T N I. [Bk, d â reku tn I ] D A R A Z Î. [Bk d er ez L] D A R B . [Bk. d e r b .J D A R B . &ARB (A.) „vurma" (bundan zarbhâne »sikke basılan yer"); hesapta mâlûm ame­ liye ve arûzda, ikinci mısraın son tef'il esidir.



DARBUKA - DÂREKUTNÎ. D A R B U K A . D A R B U K K A veya D a r a b u k KA (M ısır), DİRBEKKİ (S u riy e ) ve DERBÜKâ ( Magrib ). Bu kelime arap lûgatçileri tarafın­ dan, bîr ıcâd olarak, durabukka şeklînde kayd­ edilmiş olup, bir tarafı geniş veya şişkin bir gövdeden müteşekkil b i r n e v i d ü n b e l e k İfâde eder; gövdenin bu tarafı bir deri (M ı­ s ır'd a balık derisi, M agrib’de keçi d erisi) İle kapatılmış ve diğer ucu ise, açıktır. Şarkta darbukanın gövdesi tahtadan veya topraktan yapılır (ekseriya üzeri boyalı ve süslüdür) ve daha nâdir olarak da, bakırdan imâl edilir. Bu çalgıyı çalmak için, şişkin ve kapalı tarafı Öne gelmek üzere, koltuğun altına alınır ve şada çıkaran bu dünbeleğİn derisine, iki elin parmakları ile vurulur. Mısır ’da darbuka hok­ kabazların, sokak satıcılarının ve aynı zamanda kadınların ve Nil kayıkçılarının kullandıkları bîr çalgıdır, Magrib ’de kadınlar çalar ; bundan başka şehirlerde saz heyetinin esaslı unsurlardan birini teşkil eder. — Darbuka kelimesi, yabancı hır menşe’den gelm ektedir; fakat nereden gel­ diği vâzıh bilinmiyor ( krş. Dozy, Supplem ent, I, 430; Vollers, ZD M G , 1897, s. 326). B i b l i y o g r a f y a t Lane, Modern E g y p fmns5, ÎI, 73 v .d d .; Delphin et Guin, IVotes sur la poesie et la musique ar abes, s. 43 v.d.; Bel, La populaüon masulmane de Tlemcen, s. 49, not I, levha X X V I. ( W. MARÇAIS.) D A R B U K K A . ( Bk. darbuka .] D A R C I n I. [ Bk. DERCİNİ.] D A R D , [ Bk. DERD.] D  R E K U T N Î. a l -D  R A K U TN İ, A b u ’l H a s a n ‘A l ! b . ‘O mar b . A hmed b . Mahd I (9 17 — 995 ), tanınmış m u h a d d is le r d e n d ir ; am ir al-mu7mînin f i 1l-hadiş unvanı verilen bu zat 305 ( 917/918 ) 'te Bagdad *da Dar alKutn mahallesinde doğmuştur. Zamanının âde­ tine uyarak, devrinin en meşhûr muhaddîs1erinden hadis öğrenmek için, seyahat et­ miş ve böylece Basra, Küfe, Vâsıt, Suriye ve Mısır ’a gitmiştir. İbn Mucahid ( Sim, 3 2 3 = 9 3 5 ) ‘den, Muhammed b. al-Hasan a|Nalçkâş ( öîm. 3 5 1= 9 6 2 ) ve diğerlerinden ( İbn H aliikin ) kıraat ilmi ile Abü Sa’ id al-îştahri ( ölm. 328=939/940 ) 'den f ı k ı h öğrenm iştir; edebiyat tahsili ile de meşgul olmuştu. Nite­ kim Himyari ’nin bütün divauıuı ezberden bilir ve bu yüzden şi’îlik taraf darlığı ile İtham edilir idi. Talebesi arasında Hakim al-Nisâbüri ( ölm. 405=1014/1015 ), Abü Hâmİd al-İşfarâ’ ini (ölm . 406 = 1015/1016 ), Abu ’l-Tayyıb al-Tabari ( Sim. 450=1058 ) ve H ilyat al-avliya müellifi Abu Nu'aym al-lşfahâni (ölm. 430=1038/1039) b il­ hassa zikre değer. 385 senesinin 8 zilkade (4 kânun I. 995 ) çarşamba günü, 80 yaşında olarak, Bagdad da vefat etmiştir. Bâb al-Dayr İslâm Ansiklopedisi



481



mezarlığında Ma'rüf al-Karhi yakınında defnolunmuştur. Dârakutni hadîs ilminde tenkidi usûlü bir hayli ilerletmiş olan ulemadan biridir. Hepsi elimize kadar gelmemiş olan eserleri, en ziyâ­ de hadîse dâir olanlardır : . i. A l-Su n an ( Dehli, 1310 ). Bu eser, hadîs mecmualarının mûtad tarzlarına muhalif ola­ rak, yalnız mühim f ı k ı h meselelerine dâir hadîsleri ihtiva eder ve bunların farklı şekil­ lerini ve muhtelif isnatlarını birlikte gösterir, Hatİb ( s. 35,3 ) ’in dediği gibi, bu eser ancak muhtelif mezheplerin f ı k ı h meselelerindeki anlayış farklarına derin vukuf sahibi olan bir adam tarafından yazılabilirdi. Onun bir de îhşidilerin veziri İbn Hinzâba tarafından yazı­ lan bir Musnad 'in te’lifİne yardım ettiği ve mu­ kabilinde bol mükâfatla taltif edildiği söylenili­ yor ( İbn Hal likan ; Yakut, î r şad, II, 408 ). Fakat Y S fi'ib u rivayeti pek şüpheli görmektedir; Y a ­ kut ’a göre de ( îrşâ d , II, 406,13 ), Musnad D â­ rakutni ’nın eseri olup, kendisi bunu İbn HînzKba için te’lif etmiştir. 2. Kitâb cilal al-hadiş. Dâ­ rakutni bu eseri hafızasından ve imlâ ettir­ mek suretiyle vücuda getirm iş; bu eser, tilmizi al-Birkâni tarafından, Musnad şeklinde istin­ sah ve neşredilmiştir { Hatib, s. 37, 14 v.dd.). Eserin 2, 3. ve 5. cıldleri bugüne kadar kal­ mıştır ( Catalogue Bankipore, nr. 301—303 ), Nayâvi ( Takrib, trc. Marçaİs, J A , 9. serî, 1:901, XV III, 94 ) adlı eserinde bu eserin mütalâasını tavsiye eder. 3. İlzömât 'ala 'l-şahihayn, Bu eser, sahih hadîslerden müteşekkil, bir mecmu­ adır. Bu hadîsler Buhar i ve Müslim ’ in koy­ dukları şartları hâiz olmakla beraber, onların eserlerinde bulunmamaktadır ( bk. K a ş f al-zumm, nr. 113 2 ) . 4. Kitâb al-istidrâkât va'l-ta tabbu. Bu eser Buhar i ve Müslim ’deki 200 zayıf hadîs hakkında malûmatı ihtiva eder ( K âtib Çeiebî, nşr. Fîügel, II, 545 ve nr. 9956 ). 5. Kitâb al-arba'in ( Kâtîb Çeiebî, nşr. Flügel, nr. 406 ). 6. Kitâb al-afrâd. Müfret hadîsler hakkındadır ( S u y ü ti; Kâtib Çelebi, nşr, Flü­ gel, nr, 9874 ). 7. Kitâb al-am âli ( S u y ü ti). 8. Kitâb al-mustacâd ( K âtib Çeiebî, nşr. Flügel, nr. 10.488, 11.9 23). 9. Kitâb al-ru ya, beş cüz­ dür ( K âtib Çeiebî, nşr. Flügel, nr. 10.150 ). 10. Kitâb al-taşfaif. Hadîse dâir kitaplardaki ha­ talar hakkında ( Navavi, ayn. esr., s. 115 ; Kâtib Çeiebî, nşr. Flügel, nr. 9975 ). 11. Kitâb al-mudabbac. Muasırların birbirlerine karıştır­ mış oldukları hadîslerden bahseder ( İbn Hacar al-'Aslcalini, Nuhbat al-fikar, nşr. Nassau Lees, s. 51, 1 1 ; Yakut, îrş â d , II, 406’da bu kelime yanlış olarak M z b fa harfleri ile gösterilir. Zahabi onu M d 1 c ve Suyüti M d y fa şeklinde g ö ste rir). 12. G arib al-hadis 31



DÂREKUTNÎ - DÂRESSELÂM.



482



(K â tib Çelebî, nr. 8620). 13. Kitâb ahm akta la f va ’l-m u ia la f f i asma* al-ricât ( İbn Hallik â n ; Kâtib Çeîebî, nr. 708). 14. Kitâb alzuctfa ( N avlvi, ayn. esr., s. 142). Eser, İs­ tanbul 'da yazma olarak mahfuzdur { bk, Spies, Beitrâge zar arabischen Literatürgeschichte, s. 105 ). 15. Kitâb al-kira ât ( Fihrist, s. 3$ ; Kât’İb Çeîebî, nr. 10.387 ). Talebeye mahsus muhtasar bir k ita p tır; müellif bunda emsali arasında, ilk defa olarak, eserin başında K ar an 'in tilâvet esaslarını İzah eder { Hatib, s. 34 ). — Kâtib Çeîebî ( nr, 12.413 ) ’nın zikrettiği bir eser olan M a rifa i mazâhib al-fukaha *dır; fakat Hatib (s . 35 ) ve müstensihleri ile kar­ şılaştırınca, bunda Kâtib Çeîebî'nin hatâ et­ miş olduğu anlaşılıyor. 16; Kitâb al-ashiya va ’Zacv'âd, bugüne kadar meçhul kalan bu eser, Vacâhat Husayn tarafından, Patna 'da Oriental Public Library 'de keşfedilmiş ve J R A S , N.F., X X X (1934), 39 — I49 'da neşredilmiştir. Bu eserin müellife ait olduğu Yakut 'un îrşâ d ve İbn Haear 'in Isâba 'sinde zikredilmiş olması ile sâbittir. B i b l i y o g r a f y a : al-Hatib al-Bağdâdi, Târik B ağ d â d (Kahire, 19 31), X I I,'34 —40; Sam'âni, Ansab, G M S , X X , var. 217 ■ ( kaynak t Hatib ) ; Yak; üt, Mu* cam ( nşr, W ustenfeld), II, 5 2 3; İbn Hail ikan, Vafayât ■ (K ah ire, 1310 ), I, 3 3 1; Zahabi, Tazkirat alhiıffâz ( Haydarâbâd, t s .}, III, 199—203 ( asıl 1 kaynak : Hatib ) ; Subkİ, fa b a k â t a l-ş â ffiy a al-kubrâ (Kahire, 1324), II, 310 —3x2 (k ay­ nak : Z ah abi) ; Y if i'i, Mir ât al-canân ( Hay­ darâbâd, 1338 ), II, 424—426 (a s ıl kaynak; H atib ve İbn Hallikân ) ; Suyüii, Liber classiam (nşr. Wustenfeld, Göttingen, *833), II, 113 ( kaynak : Zahabi ) ; Wüstenfeîd, D er imâm e l-S c h a fıî ( Göttingen, 1890), nr. 235-; Mez, Renaissance des Islâms ( Heidelberg, 1922), s. 18 4 ; Brockelmann, G A L , I, 165; S u p p l , I, 275,



( Heffenîng.)



D Â R E S S E L Â M . BAN D AR a l -SA LA M , es­ ki alman şarkî A frikası ’ııın ve birinci cihan har­ binden sonra İngiltere’ye geçenTânganyika müs­ temlekesinin merkezidir. 6° .49’ cenub arz ve 3 9 0 10 ' şark tulünde, denizin iyi bir liman teşkil eden derin bir girintisinde bulunmaktadır. Şeh­ rin, münevver yerlilerinin bugün de tesmiye ettikleri.gibi, Bandar al-Salam (»selâmet li­ manı" ) 'm kısaltılm ış şekli olan adı, bundan ileri gelmektedir. Müsait mevkiine rağmen, Dâresseîâm tarihî bir şehir değildir. Orta ça­ ğın ilk devresinde, daha ziyâde Kiiva ve sonraları Zengibar hâkim olmuşlardı. İçerilere doğru giden esas kervan yolunun nihaî nok­ tası Bagamoyo idi. Dâresseîâm ’daki balıkçı köyü, Zengibar sultanı Sayyid Macid ’in bir



saray inşasından sonra (18 6 2 ), ehemmiyet ka­ zanmağa başladı. Sâhii boyu daha, henüz res­ men Zengibar sultanının hâkimiyeti altında sa­ yıldığı sırada, alman devletinden müzaheret gö­ ren bir şarkî A frika alman şirketi, .buralara el uzatarak, 28 nisan 1888 'de Zengibar sultanını bütün bu kıyılarda hâkimiyeti kendisine devreden bir muâhede imzalamağa icbar, eyledi. Bu hareket yerliler arasında 2 sene süren ( 1888 — 1890 ) bir isyana sebep oldu ve bu isyanın bir alman sefer kuvveti tarafından .^tenkilini müteakip, bütün memleket alman idaresi altı­ na konuldu ve Dâresseîâm, alman şarkî Afri-: ka müstemlekesinin merkezi oldu ( 1 kânun I l .t S g ı) . Almanlar başlangıçta geniş cadde!i ve. mü-? teaddit resmî binalı, sakın ve kibar :bir. me­ murlar şehri olan Dâresseîâm '1 şarkî A frika ’nm İktisadî bir. merkezî hâline koymağa ça­ lıştılar. İnşası birinci cihan harbinden az-ev-; vel tamamlanalı bir demir yolu, şehri Tanghnyika gölü kıyısında Kigoma ’ya bağladığı gibi, Tabora'dan ayrılan b ir kol, Victoria gölünün cenup kıyısında Muanza ’ya uzanmaktadır. A l­ manlar bütün şarkî A frik a 'd a Avrupa ticâre­ tinin ağırlık merkezini Zengibar 'dan Dâresselâm ’a çekmeği tasavvur ediyor, fakat bu sahada memleketin, şimâi komşusu olan Kenya müstemlekesindeki ingilizlerin rekabetine uğrayorlardı. Dâresseîâm 1916 'da ingİlîzier tara­ fından işgal edildi ve Versailles muahedesi alman şarkî Afrikasmın hemen, tamamını 1 İn­ giltere.’ye verdi (1919)- Bu günkü şartlar için­ de Dâresseîâm yalnız kendi hinterlandının ti­ câretinde oldukça ehemmiyetli bir rol oyna­ makta, fakat bunun dışında geniş , bölgelerin İktisadî faâliyetleri, daha şimaldeki Mombasa limanına intikal etmiş bulunmaktadır, - İslâm dini, bütün sâhüde olduğu gibi, Dâ.resselâm ’da çok alacalı bir karakter arzetmektedır. Arapça ve hind dillerine ait;, unsur­ ların da karışmış bulunduğu bir Bantu lehçesi konuşan Suahelİ adlı sahil halkı tamamen, islâm laşm ıştır,, Bunlar şâfiî mezhebinden olup, ihtimâl Hazramavt arapîarı tarafından, hiç de­ ğilse, VIII asırdan İtibaren İslâm câmişsma katılmışlardır. Hattâ, ibn Batüta,, .Ifilva ’da.şâ» fi’îlere rastlamıştır. Dâresseîâm 'a ye bütün sa­ hile oldukça büyük bir mikdarda gelip .yer­ leşmiş olan Hazramavt arapîarı, oldukça şefilâne y a şarlar; bunlara; vatanlarının başlıca limanından kinaye olarak, ekseriya ş i h i r i de denir. Sosyal bakı radarı, Maskat a ra p îa rı, ile Zengibar 'm eşrafı ve memleketin eski/asilza­ deleri çok daha, yüksek bir seviyededirler. Bunlar İbâzidirler. Bu derece itibarlı^ olma­ makla berabçr, Dâresseîâm 'ın en varlıklı sâ-



DÂRESSELÂM kinlerinden, takriben üçte ikisi, İslâm dinine mensup olan hintlilerdir. Gucarât sahili erinden gelmiş olan bu hintliler, ana vatanlarında ol­ duğu gibi, burada da muhtelif mezheplere mensupturlar. Başlıca 3 grubu, Hoca, Böhorâ ve May man adlı tacir sınıflan teşkil eder. May manlar haaefî, hocalar ile böhorâlann ek­ serisi hem ş i'î hem de ism etlidirler ve hoca­ lar ise, ism atli mezhebinin nizâri koluna men­ suptur. Böhorâ ’lar ise, Muşta*H efkârını tem­ sil ederler; bu sonunculara dâ’üdi de derler ve bunların dinî reisi Sürat *m muilâyi 'sidir. Hoca cemaatlerine mensûp olanlardan bir çoğıi işnâ ‘aşariya ( bunlara, suaheli dilinde, „sena~ şari" derler ) mezhebine geçmişler, Böhorâ ’iar arasında da sünnî mezhebine geçenler olmuştun Dâresselâm ’da 8 cami vardır. Bunlardan 2 ’si, iki hoca gurubuna ve 2 ’si de birbirine muhalif olan Böhorâ cemaatlerine a it tir ; bir tanesi ibâzi, 2 ’si sünnî ve bir tanesi de, yine sunnî olan Comor ’Iulara aittir. B i b l i y o g r a f y a : Hans Meyer, Das deutsche Kolonîalreich, /. Ostafrika ( Leipzig — Wieu, 2919 ) ; The Handbook o f Tanganyika ( nşr. G. F. Sayers ), London,. 1930; Leue, D ar es-Salaam ( Berlin, 1903 ) ; C. H. Becker, Materialien zar Kenntnis des İslam in Deutsck-Oştafrika ( D er İslam, II, 1 v.d d .); W. Kİamroth, D er İslam in Deuisck-Ostafrika (B erlin, 19 12 } . ( C. H ' B ecker .) D Â R F Û R . D A R FÖR veya D â r FÖR ( „Forlar memleketi"), ingİliz-mısır Su danı’nro fransız istıvâî A fr ik a ’sı kolonisine , komşu olan garp kısmıdır ki, gayr-i kat’î hudutlar ile 100 —15° şimal arzları, 220—270 şark tulleri ara­ sında uzanır ve takriben 375.000 km2, bir saha kaplar, XV III. asırdan beri idâre merkezi EîFaşer olan Dar Für bakkındaki ilk esaslı ma­ lûmatı veren alman seyyahı Nachtigaİ buranın nüfusunu 2875 ’e doğru 3—4.000.000 kadar tah­ min etmiş olmakla beraber, geçen asrın ikinci yansında Ziber Paşa istilâsı ve Mahdİ hareket­ leri esnasında bu nüfus çok azalm ıştı; öyle kİ, yeni tahminler, zencilerden, bilâhare buraya gelmiş olan araplardan ve bunların melezlerin­ den mürekkep olan Dâr Für nüfusunu ancak 5— 700.000 kadar gösteriyorlar. Nüfusun başlıca unsurları, Nachtigaİ ’in tesbitine göre, d, t, /, z, n harfleri ile tefrik olunurlar ki, aşağıda bunlar­ dan bahsedilirken, mezkûr seyyahın kullanmış okluğu İmlâ şekli muhafaza olunmuştur: 1. Dâdschoîar, İd r is i’den itibaren bütün arap coğ­ rafyacıları Siatin Paşa tarafından Tâco tesmiye edilirler; bunların memleketin, diğer unsur­ lara. nisbetle, eski sakinleri olmaları muhte­ meldir. -.T uncerler (belki tüccar ’dan muharref), aslen arap olmakla beraber, diğer unsur-



D Â R FÛ R .



483



lara çokça karışmışlardır. Bunların 400 sene kadar evvel şimalî A fr ik a ’dan b u r a y a 'g e ld i­ ler i söylenir. Hâlâ arapça konuşan Tuncerler; memleketin orta kısmındaki Marra dağının Şark eteklerinde ve Vaday ile Boran ’da ika met ederler. 3. Forâ.valar, Dâdscholar ile be­ raber, nüfusun en büyük kısmım teşkil e*mek üzere, memleketin cenup ve garp tarafları ile Marra kütlesinde yaşarlar ve kendi dilleri ile konuşurlar. 4. Zogâvalar, kısmen veya tama­ men göçebe hâlinde, daha 2İyâde şimâl taraf; larında yaşarlar. 5. Navâ’İbeler, bunların mem: lekete ilk hicret etmiş araplar olması muhte­ meldir ; her ne kadar müteaddit kollara ayrı-? Urlarsa da, hepsi kendi kendilerine Cuhayna [ b. bk. ] adım verirler ve çoğu sığır yetiştir; mekie geçinirler. ; Bu unsurlardan Zoğâvalar, . Dâr Für dışında Xİ. asırda büyük bir rol oynamış iseler de ( bk. D er İslam , I, 162 v .d d .), memleketin ta­ rihinde zikre değer bir iş görmemişlerdir. Bu bakımdan asıl faal unsurlar, şırası ile Dâdsc­ holar, Tuncerler ve Foravalardır ki, bu sonun; cuların adları memleketin bugünkü isminde hâlâ muhafaza edilmektedir. Nachtigaİ- ( III, 360) ’e göre, Dâdscholar bir kaç asır müd­ detle memlekete Marra dağlarından . hâkim olmuşlar, sonra dışarıdan gelen araplar ( yâ­ ni Tuncerler) karşısında, bunlara mukave-. . met etmeksizin iktidarı terk etmişlerdir. .Bu gelenlerin ilk reislerinin adı Ahmed- „ajMa*kür" ( Siatin ’in. te’vİIine göre, »ayağının Ye­ teri kesik adam" mânâsına) idi. Bunun ne zaman yaşadığı tesbit edilemediği gibi,, esasen Tuncerler devri pek karanlıkta kalmıştır. Son Tuncer hükümdarı Schau, A hm ed’in ..to­ runlarından olup, anası tarafından FörâvalarÜan Kera kabilesine mensup bulunan bîr akrabası tarafından, tahtından indirildi. Kera hanedanı-, nm ilk hükümdarı Dâİi yahut Delil Bahar idî. kİ, hâtırası bugün bile halk arasında saygı ile anılmaktadır. Bu efsanevî şahsiyetin- XV,, asır ortalarında yaşadığını ve bâzı kanunlar; vazettiğini iddia ederler. ■, Bu sülâlenin sonuncusu, bir arap anadan doğmuş olan Sulemân Solon tarafından,-1596 'da tardedilmiştir. Biz bu zat ile tarihî sahaya girmiş oluyoruz. Belki Tuncerler ile mem­ lekete giren, fakat kök salmamış olan İslâmî-, yet bu devirde, artık devletin dini olmuştur. Hakikî bir devlet hâline gelen ülkenin hudut­ ları hayli genişlemiş ve söylendiğine göre,Nil ’İn ötesine ve Atbara ’ya kadar varmıştır. Bu memleketin en muktedir hükümdarı v e . devletin ikinci müessisİ Sulemân Solon ’un to­ runu Ahmed Bokkor ’dur. Bu zat Dar Für ’u hakikî bir müslüman devleti hâline getirmiş



4^ 4



DÂRFÛR.



ve yurduna daha üstün kültürlü ecnebi unsur­ memleketin yakın mazide geçirdiği dahilî harp­ lar yerleştirerek, daha yüksek bir medeniyet lerin ve Mahdi hareketinin tenkili sırasında uğ­ seviyesine varmak istemiştir. Bu suretle Bornu ranılan büyük zararların yarası az-çok kapatıl­ ve Bagirmi ’den bir çok muhacirler gelmiştir. mıştı. Ancak bu sırada, dârfulular fırsat bulduk­ Her tarafta camiler ve medreseler kurulmuş, ça Kardofan *a tecâvüz ediyor ve ticâret yolları ateşli silâhlar memlekete girmiştir. Mehmed üzerindeki faaliyetleri sekteye uğratıyorlardı. A li ’nîn ş4rk* Sudan ’ı fethine kadar, buranın Birinci cihan harbi sırasına 'A lı Dinar mühim en kuvvetli devleti Dâr Für idi. Dâr Für sul­ bir mıkdar silâh tedarik ederek, türkİerin tanları Bâbıâîi ile münâsebete girişmişlerdir. teşviki ile İsyan bayrağım açtı ve Kordofan Nitekim çismanlı padişahlarından Abdülmecid ile beraber yukarı M ısır’ı istilâya hazırlandı. ve Abdülaziz bunların hükümdarlığım tasdik F'âkat üzerine gönderilen kuvvetler 1916 ’da eden fermanlar göndermişlerdir. Fakat ahvâl payitahtım aldılar ve kendisini öldürdüler. Bu­ ve şerait bu fermanlardan daha baskın çık­ nun üzerine Dâr Für bir eyâlet hâlinde .ingimıştır. Mısır hükümetinin köle tacirlerini ta­ liz-mısır S u d a n ı’na ilhak olundu ve", ancak kip vesilpsî ile bu memlekete nasıl uufuz et­ ikinci cihan harbi yıllarında, Mısır ile Guîne tiği Bahrl; aî-Ğazâl maddesinde izah edilmiştir. körfezi arasındaki, çok faal hava nakliyatı ba­ Ziber Paşa Baiır al-Gazâl ’den hareketle, Mısır kımından, bir uğrak yer olduktan sonra, esaslı hükümetinin emri ile, Dâr Für 'a girmiş ve bu bir şekilde tanınmağa başlandı. Dar Für ’un sırada şîmâlde İsmail Paşa ’dan yardım gör­ tarihî sultanlarının şeceresi için bk, Helmolt, müştür. 1874 son baharında Dâr Für sultanı Weligeschichie) III, 573. İbrahim ( Brahim } Ziber Paşa ile Manoaschi’de Nachtigai 'in, eski ülkenin inkırazından bir yaptığı, bir müsademede maktul düşmüş ve çok az evvel, Dar Für devletini tetkik edebilmiş geçmeden, Fâşer yağma ve tahrip olunmuştur. olması ilim için büyük bîr kazanç olmuştur. Memleketin idaresi Har tu m ’a bağlanmış ise Bilâhare Sİatin ’in toplamış olduğu büyük kolde, içine güç girilir bölgelerde taht kavgaları leksİyonlar Mahdi hareketi sırasında mahvol­ bir hâyh devam etmiştir. Hükümdar Boş Z i­ muştur. Sİatin bize sarayın gayet karışık teş­ ber Paşa tarafından öl dürtülmüş, bundan son­ rifatı ile memurların mertebeleri hakkında pek ra gçlen valiler Boş 'un halefi Harun He uğ­ alâkabahş tafsilât verir. Sultandan ( A lâ Küri raşmak mecburiyetinde kalm ışlardır. Hârün ’un veya A r i) sonra, sultanın annesi gelmekte­ mısırlılara karşı tahrik ettiği umûmî bir isyaıı dir. Abo unvanım hâiz olan bu kadın ahonderhâl bastırılmış ve o sırada Sudan valisi ga ( a b o ) denilen 7 annenin ( hanedanın en tâyin edilen Gordon, için-için kaynayan Dâr yaşlı dullan veya akraba kadınları ) başı ol­ Für ’da da sükûnu te'sis etmiştir. Gordon bu­ mak üzere, devletin dinî merasiminde mühim raya, müdür olarak, Haşan Hilmi Paşa ’yı b ı­ rol oynar. Aynı ehemmiyeti hâiz olan karnene rakmıştır. Bu zâta İtalyan Messedaglia ve da­ ( „sultan boynu" ) unvanında bir zat sultanın ha sopra avusturyalı Sİatin halef olmuştur. bîr nevi benzeri, Nachtigai ’in dediğine göre, Sİatin ’in zamanında Mahdi hareketi başlamış hükümdarın gölgesidir. Hiç bir fi’lî otoritesi ve Siatîn 1883 kânun 1. ’da tasîim olmak mec­ olmamasına rağmen, bu memura hükümdara buriyetinde kalmıştır, Bu hâdiseler cereyan lâyık tazimat gösterilirdi. Eskiden bir sultan ederken, Mısır hükümetine karşı açtığı mücâ­ ölünce, onun karnene ’sîni de öldürürlerdi. Baş delede maktul düşen Sultan Hârün ’un amca­ harem ağası ve şark eyâletinin valisi Abu Şayh zadesi Dud Benga, Marra dağlarından tahta Dâlİ ’nin büyük mevkii vardı. Bu zat haremi hak iddia etmiş ve bu zat 1885 'te, kendi is­ idare ederdi ve devlet umurunda büyük bir mı-, teği ile, Hartum ’a, Mahdi ’nin yanma gitm iş­ fuz sahibi idi. Başlangıçta sultanların tahta, tir. Mahdİ devleti inkıraz bulunca, eAl i Dinar çıkmalarında bile kuvvetle âmil olurdu. Ken­ eski Dar FÜr sultanlığını yeniden kurmak İm­ disine Dâli kanunlarının muhafızı nazarı ile kânım bulmuştur. bakılırdı, Esasen İsmi de bundan gelmekledir. Bundan sonra, birinci cihan harbine kadar,, Bunun bir vazifesi de ancak sultanın Ölümünde İngiltere memleketin dahilî işlerine karışma - söndürülen mukaddes âteşi beslemekti. Buna yıp, diplomatik münâsebetler te’sis ettiği ‘A li benzer diğer bir âteş de sultanın sarayında Dinar ’dan küçük bir vergi almakla iktifa etti. yanardı. Teşrifatta dördüncü sırayı sultanın Bu sırada Kızıldeniz kıyısında Pori Sudan ’dan kız kardeşi olan içe-bası ( „baş kadın" ) işgal başlayıp, Hartum ’dan geçen demir yolunun ederdi. Bu kadının da hakikî bir şahsî otoritesi Dar Für ’a şarktan komşu olan Kordofan ’ ın vardır. A ta binerek, halk içine çıkar ve ekse­ merkezi Eî-Obeîd ’e varmış bulunması ile, riya nufuzu, teşrifatta kendisinden önce gelen memleket ticârete açılmak imkânını elde et­ sultanın annesİninkini bile geçerdi. İşte bellİmiş oluyordu. 'A li Dinar ’ ın hükümeti şırasında başlı makamlar bunlardır.



DÂRFÛR - DÂRÎMI.



485



Yukarıda bahsettiklerimizden müsiüman Dâr 100 kişi öldüreceğine and içti j Tayy kabilesi Für ’da islâmiyeiten evvelki âdetlerin ne nis- de, eski bir hesabın tasviyesı için, Kanzala ’yı bette devam ettiği anlaşılır. Bilhassa senenin cinayetle itham ediyordu. *AmrT)Snm kabile­ belli*başlı bayramı olan büyük davul bayra­ sinden 98 kişi öldürdü ve Baracim kabilesin­ mında eski putperestlikten kalma törenlerin den bir adam ile ( Maydânî tarafından zikre­ sonradan nasıl islâmîleştirilmiş olduğu derhâl dilen darb-ı mesel İşte bundan İleri gelmiştir, fark edilir. Bu bayram hadd-i zatında bir ba­ Arab. Prov., I, S ) Nahşal kabilesinden bir ka­ har bayramından başka bir şey değildir. Şem ­ dım da Öldürerek, yüzü tamamladı. Barâcim sî seneye göre kutlanan bu bayramda eski hü­ Idanzala ahfadından i d î ; Nahşal ise, Dârim ’İn kümdarların mezarları önünde kurban kesilirdi. oğludur. Dârim kabilesinin reisi o vakit Züra­ Bu merasim o şekilde İslâmlaştırılmış ve kur­ fa idî. Hira kıralı Nu'mân Abü Kâbus nezrim­ ban kesmekle beraber müsiüman sultanların de büyük itibâra sahip olan oğlu Hâcib ona ruhuna K ur'an okumak da âdet olmuştu. Her halef oldu. Hâcib, Idira hükümdarı Nu’mân ’ı ne kadar putperest kı ra Harm mezarında Kur'an Tamim kabilesi kollarından Yarbu* 'a öteden okunmasa da, onlara yine kurban kesilirdi. Sul­ beri âit bulunan R id afa imtiyazım alıp, Drim tan, yer e 7 çukur kazarak, bu çukurlara tohum kabilesine vermeğe ikna- etti. Bununla beraber koyardı. Bu çukurlar sonradan 7 abonga tara­ Yarbü'lar Ridâfa ’yi İade etmekten imtina etfından kapatılırdı. Bunu müteâkip öküz ve inek İiler. 9 ( 631 ) senesinde Tamim kabilesi Pey­ kurban edilir, derisi sultanın aî-Manşür adın­ gambere biat ederek, müsiüman oldu. Peygamdaki büyük davulu ile bunun küçüğüne, »yav­ barin. Hicaz ’ın en necip arapîarı saydığı dârusuna" geçirilirdi ki, bayramın adı da bundan rimlerden ‘ U tâıid, bu sırada, kabilesini Peygelmektedir. Sultan davulun üzerine gerilmiş . gamberin nezdiııde temsil etti. Dârimler, ya­ deriye bir hayvan kaburgası ile vurunca, bu lancı kadın peygamber Sacâh ile bîrleşerek, kemiğin kırılm ası lâzımdı. Davul Fulbeler ara­ reisleri al-Akra' ’m idâresi altında Abü Bekr ’e sında da, bir kabilece mukaddes bir şey olarak, karşı isyan eden Tamim kabîiesinn kollarından rol oynar ( Strümpell, M itteilungen der Ceog- biri idi. Bunlar Hal id b. al-V alid ’e ilk inkiyad raphischen Gesellschaft in Hamburg, X X V I, edenler arasındadır. Dârim kabilesinin en mâ­ ruf mensubu şâir al-Faraâdak [ b. bk.] ’tır. D i­ 1913, s, 51 v.d.). Bayramın üçüncü kısmında bir koyun kesilip, parçalanır ve her itibarlı şahsa ğer bir mâruf dârimli de Savra b. al-Hurr ’dur muayyen bir parçası verilirdi. Hayvanın yarı ( bk. Tabari, II, 1418 ). B i b l i y o g r a f y a - . Caussİn de Percetaaîfün etmiş iç âzası, sarayda muhafız askerle­ val, Essai, II, 121 v. dd. ( T . H. W e IR.) rinin gözleri önünde, saray erkânı tarafından yenilirdi. Eskiden bunu yemeyenler idam edilir­ DÂRİMÎ. a l -DÂRİM İ, A bu Muham m ed 'A bd lerdi. Rivayete göre, bu tuhaf ziyafette vaktiyle A llah b . ‘A bd a l -R ah m ân b . a l -F a z l b . B a h bir genç kızı yemek âdet iken, islâmiyetin râm b . ‘A bd a l -Ş amad a l -T am ImÎ (797—869), te’sîri He, genç kız yerine koyun yenilmeğe 181 { 5 mart 797—27 şubat 798 ) ’de Semerkand başlanmıştır. Esasen Dar Für ’da eski bir yam­ ’da doğmuş ve 255 senesi zilhiccesinin 8 veya 9 yamlığın eserleri görülür. (18/19 teşrin II. 869 ) ’unda yine orada ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a ı Gustav Nachtigai, Hadîs araştırmaları için, Horasan, Suriye, Sakara and Sudan { Leipztg, 1889 ), III, 299 Irak, Mısır ve Hicaz ’a seyahatler etmiştir. Ho­ v.dd.; Rudolph Sİatin Paşa, Feaer und Schwert caları şunlardır: Abu ’İ-Yamân al-Hakam b. im Sudan ( Leîpzig, 1899 ) ; Muhammed Ebn N âfi\ Yahya b. Hassan, Muhammed b. ‘A bd Omar el-Tounsy, Voyage au D arfour . ( trc Allah al-Rakâşi, Muhammed b. al-Mubârak, Perron ). Paris, 1845. ( C. H. BECKER.) Hibbân b. al-Hilâl, Zayd b. Yahya b. ‘ Obayd al-Dîm işki, Vahb b. C arir v. b. Talebesi ise, D A R -Î Â H A N ÎN [ Bk. DEMİR k a p i .J D A R İM . [ Bk. DÂRİM.] Müslim, Abü D âüd, al-Tirmizi, al-Nasâ’i (Su~ D  R ÎM . DARIM, MÂLİK b. I^an ? ala b. M­ nan 'de zikredilememektedir), ‘A bd Allah b LİK B. ZAYD-MANÂT B. T amÎM ’in oğludur. A sıl Abmed b. Hanbal, ‘ İsa b. ‘Omar al-Samaradı Bahr idi. Çocukluğunda bir gün, tıpış- Icandi v.b. tıpış yürüyerek, para kesesini babasına ge­ Samarkand 'a kadı tâyin edildiği zaman, yal­ tirdiği için, ona Dârim lakabı verildi (krş. nız bir dâvaya bakmış ve hemen istifasını K a m u s). v,ermiştir. Zühd ve takva sahihi, fakir gayretli, Dârim kabilesi Yamam Me yerleşmişti ( krş. zekî bir âlîm idi. Wüstenfe!d, Genealog. T abellen). Bir gün bir 1 Eserleri şunlardır: ı. al-Musnad, hadîs k i­ dârimî, bilmeyerek, Hira kralı 'A nır b. tabı, fıkhın muamelâta âid kısımlarına taallûk Hind f b. bk. j ’in en küçük kardeşini öldürdü. eden hadîsleri ihtiva eder. Burada hadîsler, ‘Amr, intikam hissi ile, Hantala kabilesinden muamelâtın muhtelif şekillerine göre fasıllara



486



DÂRÎMÎ -



DARUGÂi



%



miştir ki, Hamadâni; ( 17 i, 24) Me buna dâir şu kayıt yardir .* I^İma .Z ariya’nîn, Himâ! Kulayb olduğu, söylenirse de (bununla ) Himâ ile Za­ riya arasında Caba.! aUNir vardır. Mamafih Y âküi, ( II, .343* 13 J Himâ Zariya ile yim a Kulayb 'in aynı şey olduğunu kaydettikten son­ ra, Himâ al-N ir a d lı diğer bir mıntakadan bahseder ( I I ,. 343, 2 ve 344, 5 }. Ancak- aynı müellif ( IV, 836, , 8) al-Nir"Me Kulayb b. Va’ii ’in de makberi bulunduğunu söyler. Bu itibarla Hamadâni ’ye hak vermemiz lâzımdır. B i b l i y o g r a f y a : al-Bakri ( nşr. Wüstenfeld ), s. 626—639; BO A, III, 109; V. 26 ; . VI, 146 ve 190; VII, 18x ; VIII, 231 ve 236; Yakut, al-Mu cam ( nşr. Wüştenjfeld ), III,. 4 7 1; Vahidi (trc. Wellhausen:), s. 226 ve 297; T abari, Annales (nşr. de G oeje),. 1, ( M o h . B e n C h e n e b .) 1 1 0 7 ; Balâzori (nşr. de G oeje), s. 37 2 ; , D A R İ Y A , İ Bk. ^ d e r 'I y e .) Şprenger, A lt e Geogr. Arabiens, s. 327 ; ayn. D A R İ Y Y E . Z A R İ Y A , orta Arabistan Ma bir mil., Post- und Reiseroutens s. « 5 v. dd. ve eyâlet olup, adını, bir kaynak ile, onun hemen Z D M G , XLH, 330, 336; Wüstenfeld, Die civarında, Mekke — Basra yolu üzerinde, Cadî■ Strasse, neviden, dâvalarda bür olan ve 'adi ( doğru insan ) ta ­ nınmış bulunan mü’minlerin şahadetleri de hassetea beyyine hükmünde tutulur; yazılı vesikalar, muhtevaları itimada lâyık şahitler tarafından tasdik edilmedikçe, şer’an makbul beyyine sayılmazlar. Davalı dâva mevzuvnun asılsız olduğunu yemin ile beyan edince, dâva



49&



bÂVA -



DAVUD PAŞÂ.



sâkit olur ve dâvâcı artık hiç bir beyyine gösteremez. Dâvâlı yeminden imtina ettiği takdirde, davacı iddiasının doğruluğunu yemin ile te’kit ederek, dâvayı kazanır. Şahitlerin ifâdelerinin kıymetini sarahaten te’yıt ettirmek için, hâkim de taraflardan bîrine yemin teklif edebilir. Nihayet şu noktayı kaydetmelidir ki, hâkim, makbul sebeplere müstenit olmaksızın, pek geç ikame edilmiş olduğu sabit olan dâ­ vaları, mürur-i zaman esasına dayanarak redd­ etmeğe mecburdur; çünkü böyle gecikmeler ancak dâvanın doğruluğunu isbat edecek beyyinelerin fıkdanından ileri gelmiş sayılarak, ona göre hüküm verilir. Fakat mürur-i zaman müddeti kat’î surette tâyin ve tesbit edilmiş de değildir. Bâzı fakihlere göre, 15 yıl, ve ba­ zılarına göre ise, 30 yıl ve hattâ daha bile ziyâdedir. B i b l i y o g r a f y a : Hadis kitaplarından başka bk. Juynboll, Handbuch des islamischen Gesetzes; Sachau, Muham'm. Recht nach cfta- fiit. Lehre, s. 683 v. d d .; C. Snouck Hurgronje, Z D M G , LII1 ( 1899), s. 1 6 3 —166 ve T ijdschr. van het Baiaviüasch Geneotschap van Kunsten en W e t e n s c h X X X IX (18 9 7 ), s. 4 3 1 — 4S7; J . Wetlhausen, Reste arab. Heidentums (2 . tab.), s. 186 — 195; Schacht, Bergstrassers Grundzüge des İslamischen Reckts ( Berîİn-Leipzig, 1935 ). __ ( T h . W. J uynboll .) D A V A İ R . [ Bk. d v â ’ îr .] D A V A R . [ Bk. d ev a r .] D A V A R . [Bk. zam In-î d a v a r .] D A V A S tR . [Bk. d ev â s Ir .] D A V A T D A R ^ [ Bk. d ev â td â r .] D A V L A T A B A D . [Bk. d ev letâ bâd .] D A V L A T - Ş A H . [ Bk. d evlet -şâ h .] D A V R . [B k, DEVİR.] D A V R A K . [ Bk. d e v r a k .] D A V S A . [ Bk. d ev se .] D A V U D F A Ş A . D A ’ÜD P A Ş A ( 1 7 7 4 (851), Bagdad’daki kölemen valilerin sonuncu­ su olup, n88 (1774 ) *de doğmuş bir gürcü esiridir, n yaşında Bagdad ’a getirilmiş ve Süleyman Paşa tarafından sMm alınmıştır. 27 yaşında hazine­ darlığa tâyin edilen Davud Efendi, kayını Said Paşa tarafından, kethüdaîığa getirildi ise de ( 1814), bir az sonra bu vazifeden azloiundu. Bunun üzerine, etrafına topladığı kuvvetle Süieymaniye ’ye çekildikten sonra, Bagdad ’a doğ­ ru yürüyerek, valiliği ele geçirdi ( bk. BAGDAD ) ve selefini idam ettirdi (5 rebiülâhır 1 2 3 2 ™ 22 şubat 1 817) . İktidar mevkiinde bulunduğu 13 sene zarfında, yezidîler ile, A neze’ye karşı harekete geçerek, memlekette sükûn ve asayişi 'e ’min etti ( 1 2 3 4 = 1 8 1 8 ) . İlerilemekte olan ran ordusunu durdurdu, zorbalığı kaldırdı, bir



Çok nafia işleri yaptı ( kanallar açılması, câmiier inşa ve ta m iri), yünlü kumaş ve tiftik fabrikaları te’sis etti; vücuda getirdiği 10.000 kişilik mnntazam kuvveti tâlim ve terbiye et­ tirmek üzere, Deveaux adında bir, fransız za­ bitini, Iran ’dakî vazifesinden ayırarak, kendi hizmetine aldı ( 1824). Rus harbinin başlangı­ cında Bâbıâlice istenilmiş olan vergiyi gön­ dermekte ieahhur edince, hükümet Bagdad valiliğinin hemen-hemen tam olan muhtari­ yetine son vermeği düşündü. Bu vazife ile gönderilmiş olan Sâdık E fen d i’nin Davud Paşa tarafından Öldörtülmesi hükümet nazarında isyan telâkki olunduğundan, tenkiline Halep vâlisî AH Rıza Paşa memur edildi. Bagdad, açlık ve hastalık yüzünden, 27 eylül 1831 ’de AH Rıza Paşa kuvvetlerine teslim olduğu vakit, Davud Paşa da İstanbul ’a gönderilmiş ve affa mazbar olarak, Mahmud II. ve Abdülmecid devir­ lerinde muhtelif memuriyetlerde ( Bosna ve A n­ kara valilikleri, dâr-ı şuray-i bâbıâli reisliği ve ikt defa şeyhü 1haremlik ) istihdam edilmiştir. İlim ve irfan sahibi olan ve talebe yetiştirmekle tamlan Davud Paşa, şeyhüiharem iken, Medine ’de vefat etti (temmûz 1 8 5 1 = ramazan 1267) ve halife hazret-i O sm an’ın türbesi karşısında defnedildi. Arap ş â iri'A b d al-G affâr al-Ahras, kendisini medh-Ü sena etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Amin b. Kasan alHolvânî, Matalı' a l-su ü d (Bom bay, 13 0 4 ); Şâni-zâde, II* 306, 379; Ahmed ‘ İzzet alFârüki, al-T iraz al-anfas ( İstanbul, 1304 ), s. 249 î Sabit Efendi, B ağ da d 'd a kölemen hükümeti; Aucher-Eloy, Relatİons de voyages en Orient, I, 325 v. d .; Cl. Huart, H istoire de Bagdad, s. 168, 175. Bagdad madde­ sinin bibliyografyasından da istifâde edilebilir. D A V U D P A Ş A . DA1 ÖD P A Ş A , D e r v i ş veya K O C A DAVUD P a ş a ( ? — 1499 ), arnavut devşirmelerinden olup, osmanh s a d r â z a m * l a r ı n d a n d ı r ( 1 4 8 3 —1497 ). Enderunda ye­ tiştikten sonra, sancak beyi ve daha so.nra, Fâtih zamanında, Anadolu beylerbeyi olmuş ve 877 ( 1472 ) ’de, bu hizmette iken, Konya valisi şehzade Mustafa ile Uzun Haşan ’ın yeğeni Yusufça Mirza arasındaki muharebede şehza­ denin maiyetinde bulunmuştur; Davud Paşa 1473 senesinde Osmanhlar ile Ak-Koyunlularm çarpıştıkları Otlukbeli savaşında da ordunun pişdar kısmına kumanda etmişti ( R. Rahmeti Arat, Fâtih Sultan M ehm ed’in yarlığı, s. 300 ve 304). 1476 baharında, padişahın, gerek Boğdan seferinde ve gerek aynı senenin kışın­ da osmaalı arazisi üzerinde kale yapan macar­ lara karşı olan hareketinde, yine aynı vazife ile, hizmet etmiştir. Rumeli beylerbeyi Sü'ey



DAVUD PAŞA. man Paşa ’mn birbirini müteakip Arnavutluk ve Boadan seferlerindeki muvaffakıyetsizîiği ve zaptına memur olduğu Inebahtı (Lepant) kalesini de atamayarak, eli boş dönmesi neti­ cesinde, beylerbeyîİikten azledilmesi üzerine, Davud Paşa Rumeli beylerbeyisi olmuştur (1478). Fatih Sultan Mehmed'in Arnavutluk harekâtında ve Işkodra muhasarasında bulunan Davud Paşa, buranın elde edilmesini kolaylaş­ tırmak için, GöLBaşı, Dergos ve Leş kaleleri­ nin zaptına memur edilerek, bu mevkileri almıştır. Davud Paşa, Bayezid İL 'in cülusun­ dan az sonra, 1482 ’de Rumeli beylerbeyliğin­ den alınarak, yerine Yahya Paşa tâyin edilmiş ve aym tarihte Gedik Ahmed Paşa ’nm katli üzerine, Davud Paşa 'ya vezirlik verilmiş ( Behîştî tarihinde vezirliği takriben 887 şaban olarak, gösteriliyor, s. 153 ) ve o sırada vezir*i âzam bulunan îshak Paşa (Gedİlc Ahmed Pa­ şa *nm kayınpederi ) ’nm yerine, 1483 'te vezir-i âzam olmuştur. Hammer ( trc. A ta Bey, IV, 8) Davud Paşa 'om Anadolu beyierbeyiliğin* den vezir-i âzambğa getiridiğini yazarsa da, yanlıştır. Tarihlerin müttefikan kayıtlarına göre, Davud Paşa 15 seneye yakın bu makamda bulunmuş ve iki seferden başka, hiç bir muharebeye iştirak etmemiştir. Bunlardan biri bizzat pa­ dişah ile beraber 1492 ’de yapmış olduğu A r­ navutluk seferi olup, bir kayda göre, cenııbî Arnavutluk ve Epir taraflarına kadar giderek, Tepedelen’ i almış ve arnavut kuvvetlerini boz­ muştur ( Tâc al-îavâr.ih ) ve diğer bîr tarihe göre de ( Oruç Bey, s. 137 ), Yahya Paşa A r­ navutluk içerilerine girip, Davud Paşa, her hâlde şımâlden gelmesi ihtimâli olan bir taar­ ruza karşı, Üsküp ’te kalmıştır. Davud Paşa ’nın ikinci seferi Memlûk dev­ leti ile yapılmakta olan muharebe sebebi ile­ dir. Bu muharebelerin üçüncüsünde ve 1486 senelerinde serdar olan Anadolu beylerbeyisi Hersek-zâde Ahmed Paşa mağlûp ve esir ol­ duğundan, bu hâlden fevkalâde müteessir olan Bayezid İL yapılacak dördüncü sefere vezir-i âzam Davud Paşa ’yı memur etmiştir. 1487 tarihinde maiyetinde 4.000 yeniçeri ve 10,000 azabdan başka, Rumeli ve Anadolu kuvvetleri olduğu halde hareket eden vezir-i âzamin karşısına Memluk ordusu çıkmamış ve o da Memlûkîerin geri aldıkları Adana ile T arsu s’u tekrar işgal ile iktifa etmiştir. Davud Paşa bundan başka iki devlet ara­ sındaki mücâdelenin devamına sebep olan ve Memluklar İle anlaşarak, Osmanhlara muhale­ fete kalkan Turgut-oğlu Mahmud Bey ( Ba­ yezid İL, Karaman-oğlu Kasım Bey 'den sonra, Jıalk m istirhamı üzerine, kendisini Karaman



{şifim Ansiklopedici



4 ft‘



beyliğine tâyin etm işti) 'i yakalamak istemişse de, muvaffak olamamış ve nihayet Bulgar dağ­ larını aşıp, o taraflardaki Varsak aşiretinin itaatlerini te'min ile, geri dönmüştü. Bundan sonra Davud Paşa 'ya dâir bir şey bilmiyoruz; yalnız kendi 4 recep 902 ( 8 mart 1497 J ’de vezir-i âzamîıktan azlolunarak, Dİmetoka ’da ikamete memur edilmiş olduğunu görüyoruz, Azline sebep olan hâdise Ak-Koyunîulard&n Gö,de^Ahmed Bey 'in birden bire İstanbul ’dan kaçarak, Tebriz ’e gitmiş olması­ dır ( Leuneîaviutş, s. 644 }. Kuvvetli bir ihtimâl dâhilinde olan bu firar hâdisesi şöyle olmuş­ tur : Uzun Haşan Bey 'in oğlu Oğurlu Mehmed Bey, babasının yanından kaçarak, osman­ hlara iltica eylemiş ve Fâtih Sultan Mehmed buna kızını vermişti. Yukarıda adı geçen Ahmed Bey bu izdlvacdan doğmuş ve o da dayısı olan Bayezid II. ’in kızını almıştı. A kKoyunlu hükümdarı Sultan Yâkub ’un vefatın­ dan sonra ( 1490), bu devlette saltanat mücâ­ delesi başlamış ve bâzı tarafdarları, Ahmed Bey 'i hükümdarlığa davet için, İstanbul ’a adam göndermişlerdi. Bunun üzerine Ahmed Bey gizlice hazırlanmış ve Üsküdar ’a geçip, 6—7 günde hududu olan Erzincan ’a gelmiş ve oradan Tebriz ’e giderek, hükümdar olmuştur ( 1496). Ahmed Bey ’in böyle birden bîre kaç­ ması Davud Paşa ’mn ihmâl ve müsamahasına hamlolunarak, azlolunup, senede 300.000 akçe tekaüdiye ile (Hammer, trc. A ta Bey, IV , 31), Dimetoka ’da oturtulmuştu. Müverrih A lî, Göde Ahmed ’ in kaçmasını 902 senesi cemâziyelâhırmda (şubat 1497) gösterip (kütüphane­ mizdeki nüsha, s. 137 ), Davud Paşa ’nm azli de aynı sene recebinde olduğuna göre, yuka­ rıda Leunclavius 'un mütalâası gibi, azlinin bu hâdise ile alâkalı olduğu anlaşılıyor. Davud Paşa azlinden 2 sene sonra rebiülevve! 905 ( teşrin L 1499 ) ’te vefat ederek, İs­ tanbul ’daki câmiinin mihrabı önündeki türbe­ sine defnediİmiştir, Sicitl-i osmânî vefatını bir sene evvel göstermekte İse de, türbesinin ka­ pısı Üzerindeki kitabede vefatı tarihî yukarıda kaydedildiği gibidir ( fjfadikat al-cav 5mi\ I, 105 }. Davud Paşa yaşadığı devirdeki vezirle­ rin fevkalâde zenginlerinden olup, vefatından sonra terekesinden Rumeli kazaskerinin ala­ cağı binde yirmi akçe resm i kısmet 2.000.000 akçeyi geçecek derecede çok olduğu görülerek, veresesi 500.000 akçe vermek suretiyle, ka­ zaskerle anlaşmışlardı. Davud Paşa ’nm kendi adına mensup semtte 890 ( 1485 ) ’da yaptırmış olduğu cami, imaret, medrese, mektep ve çeşmesi vardır. Camiin ve türbenin arapça kitabeleri İbn Kemâl ’in ve yazıları da meşhûr hattat Şeyh Hamdullah *m32



498



DAVUD PAŞA -



dır. Yine Davud Paşa ’nm adı ile anılan „Davud Paşa sahrası" osraanh tarihinde büyük bir şöhreti olan yerdir. Avrupa tarafına yapılacak seferlerde padişah veya serdar-ı ekrem olan sadrâzam kumandası altında çıkan kapı kulu .ocaklarının İlk karargâhı burası idi. Padişah­ ların sefere gitmediği zamanlar hükümdar, san­ cak- ı şerifi ve orduyu teşyî ve avdette karşıla­ mak üzere, Davud Paşa sahrasına kadar gelir ve orada bulunan kasr-ı hümayunda bir kaç gün kalırdı. Bu sahrada sonradan yapılan ve şimdi mevcut olan Kışlaya paşanın adı verilmiştir. Tarihler, Davud Paşa ’mn tedbîr sahibi, muk­ tedir, şeci, ilim ve marifet sahiplerinin hâmi­ si, iyi ahlâklı ve şefkatli olduğunu yazmakta­ dırlar, Haricî siyasette Venediklilere müzahir olmuştur { Hammer, trc. A ta Bey, IV, 31, not). Oğlu Mustafa Paşa 894 ( 1 489) ’te Bayezid II. 'in kızlarından biri ile evlenmiştir. ( İSMAİL H a k k j U z u n ç a r ş i l i .)



D A V U D P A Ş A . D Â ’UD P A Ş A , K a r a ' ( ? — 1623), osmaniı s a d r â z a m l a r m d a n d ı r . Aslen bosnalı olup, enderunda yetişmiş, 1604 'te Rumeli beyler bey iliğinde, kısa bîr zaman kapudan-ı deryalıkta ve daha sonra muhtelif hiz­ metlerde { dördüncü vezirlik, Rumeli ve Silistire beylerbeyi tiki er i ) bulunmuştur. Osman II. Hotin seferine iştirak eden Davud Paşa ’ya, son za­ manlarında, arpalık olarak, Kösten d il sancağını vermiştir. Davud Paşa, Musfata I, ’mn ana baba bir kız kardeşinin kocası olduğundan, Osman II. ■ aleyhine çıkan isyanda, Mustafa ’mn tarafını tut­ tu ve kayın validesi tarafından sadarete tâyin ettirildikten sonra (3 0 mayıs 1 6 2 3 = 9 recep 1031)1 Osman I I .’ı Yedikıtle’de Öldürttü. Da* vud Paşa, herkesi kendinden nefret ettiren bu hâdisenin te’sirini izâle için, ağız açanlara : mansıp vermek ve ifrat derecede temellük gös­ termek yolunu tuttu ise de, yine mevkiinde ka­ lam adı; 20 haziran 1622 ( 3 şaban 1 0 3 1 ) 'de sadrazamlıktan azloîundu. Bir kaç ay sonra, asker Osman II. ’ı öldürenlerin tecziyesini is­ tediği zaman, Davud Paşa, Eyyub 'de saklan­ dığı yerde yakalanıp, Yedikule'ye götürülerek İdam edildi (9 kânun II. 1623 = 7 rebiülevvel 1032 ). Osmanh tarihinde, ilk defa padişah katline sebebiyet veren Kara Davud Paşa, İs­ tanbul 'da Aksaray 'da Murad Paşa camii hazî■ resinde gömülüdür. B i b l i y o g r a f y a ; Kâtib Çelebî, Fez­ leke ( İstanbul, 1287), II, 13 v.d.; Naimâ, Tarih (İstanbul, 1280), bk. fihrist; Osmanzâde Tâib, H adikat al-vuzara ( İstanbul, 1271), s. 67 v.d.; Ayvansarayî Hüseyin, ffadikat aT cavâm f ( İstanbul, 1281), I, 204 ; Hammer, Histoite de VEmpire Otioman ( Pa' ris, 1837 ), VIII,



DAVUL.



; D A V U D P A Ş A , DÂ’ UD P A Ş A , K ara BED-Ar i ÎN (1816 — 1873), osmaniı v e z i r l e r in­ d e n d ir. Ermeni katoliği olup, mart 1816 'da İs­ tanbul 'da doğan bu zat, hâriciyeye intisap ede­ rek, Berlin sefaret maiyetinde, daha sonra Viya­ na konsolosluğunda bulunmuş, 1857 'de matbuat müdürlüğüne, müteakiben telgraf nezâretine, 1861 ’d'e yeni te’sis olunan Cebeî-i Lübnan mümtaz mutasarrıf lığına vezâret ile tâyin edilmiştir. Da­ vud Paşa, bu vazifede 3 sene muvaffakiyetle ça­ lıştığı cihetle, hizmeti 5 sene uzatılmışsa da, bu defa mahallî rüesa ile ihtilâfa düştüğünden, Cebel-i Lübnan’dan alınmış ve nafîâ nezâreti­ ne getirilmiştir (1868). Bir müddet sonra, istikraz akdi için, Avrupa ’ya gönderilen Davud Paşa, hükümetin rızasına muhalif hareketi ve suiistimal yüzünden azlolunduğu gibi, vezâreti de ref'edİImiş, bunun üzerine bir daha Türki­ ye 'ye denemeyerek, ömrünü Avrupa 'da geçirip, 9 teşrin II. 18 73’te B iarritz'de vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ’. M. Jouplain, La yuestion du Liban ( Paris, 1908 ), s. 484 ; G. Vapereau, Diciionnaire üniversel des comtemporains (Paris, 1880), s. 507; Mehmed Süreyya, Sicili-i osmanî, IV, 874. D A V U L . T A B L (A.), İslâmî an'aneye göre, Tübal b. Lamak ( Mas’ udi, Paris, VIII, 88 v.d .) tarafından icat edilmiştir. Mamafih di­ ğer bir rivayete göre, îsmâ'il peygamber da­ vulu ilk çalanlardandır ( Evliya Çelebi, Seya■'hat nâme, I, 644 ). Kelime âsûrca tabbalu ve belki de mısırca tabn 'm muâdili sayılabilir. Fayyümi ( 1333/1334 ) 'ye göre, tabi ile, tek de­ rili ( c i l d ) olduğu gibi, çift derili davul da kastedilirdi. Ancak buna d u f f ( tef ) dâhil de­ ğildir. Davul iki grupa ayrılabilir ; 1. üstüvane şeklinde ve 2. çanak şeklinde. x. Ü s t ü v a n e şek'inde olan davul tek ve çift derili olmak üzere, iki çeşittir. Tek derililerin muhtelif şekillerde olanı va rd ır; mamafih göv­ de ( cism ), umumiyetle üstüvane veya ayak­ lı kadeh şeklindedir. Üstüvane şeklindeki tek derili davula verilen ilk isim anlaşılan Ya*ltüb al-Macistun ( Ölm. 780/781)’da da tesa­ düf edilen kabar idî ( îbn Hallikan, IV, 270). Mufazzal b. Salama ( ölm, 920) bu kelime ile davul kastedildiğini (İstanbul yazması, var. 38) ve İbn Hallikan ( IV, 272 ) bu davulun tek de­ rili olduğunu tasrih eder. Garp lugatçilerİ bu kelimeyi karıştırırlar ( krş. bir de Clossarîum Satino-Arabicum, s. 8$, 562 ve Farmer, Sîudies, s. 59 ). Bu isim her hâlde amharice kabaro 'dan gelmektedir. Filhakika arapların Habeşistan 'dan, hiç değilse, bir davul tipi aldıkları mâlumumuzdur ( Lane, Lexicon, 2013 ). Bu cins davulun mâhiyeti hakkında daha kat'î bir İp ucu ŞaIjundi (ölm. 1231/1232 ) 'de vardır. Burada a£-



DAVUL.



4^9



>oâl adlı bir âletten bahsedilir (Makkari, A na- lardı (Berlin yazması, nr. 5504, var. 58V). İh­ lectes, II, 144 ).ki, bu Magrib ’de hâlâ kullanıl' van al-safa1 ( X . a sır) ’da bu davulun adı tabi »laktadır. Dozy’ye göre, bu kelime berber içe­ al-muhannaş ( I, 9 1) ’tir. Cavbari ( ölm. takri­ dir. Meaken bunu agvâl şeklinde yazar. Höst ben 1002)" bunun o r t a s ı i n c e , küçük bîr bu ayaklı kadeh şeklindeki davulu tavsif ile davul olduğunu ve Gazali (Ölm. m ı ) ise, ona akvâl adını verir ( s. 263, X X X I, 9 ). Bu u z u n olduğunu kaydeder ( /ERD — DEREBEYLİK. lifidir. Sanda, Mir Tâki ve Mazhar 'm muasırı Kayseri, Amasya, Ankara ve Niğde 'yi idare olup, bir çok talebe yetiştirm iştir; Kıyam al- ediyorlardı ve en kudretli devirlerinde Tarsus Din K â’ im, H idayat A llah Hân H idâyat ve dahî onlara tâbi idi. Hakkında mufassal mâîûSana1 A llah Hân Firak bunlardan başiıcalandır. mata sahip olduğumuz ilk Çapan-oğlu, Ahmed Tercüme-İ hâlini yazanların çoğuna göre, Dard Paşa'dır. Bu zat Bozok mutasarrıfı id i; 1178 119 9 ( 1785 ) 'da, 68 yaşında iken, D ehli'de ve­ (1764/1765 ) 'de, BâbıâUnin emri ile, Sivas vâfat etmiştir. Fakat Mirza Lutf, ( Tazkira gul- lisi tarafından, azledildi ( Vâşif, I, 333 v.dd,, şan-i H in d ), 12 0 2 'de öldüğünü kaydeder. 268 ) ; yerine geçen oğlu Mustafa Bey 1781 'de, ( J . F. B lu m h ard t .) kendi adamları tarafından, öldürüldü ( Cevdet, D E R E B E Y L E R , XVIII. asrın başlangıcından I, 243 v .d .) ve onun yerine Ahmed Paşa ’nm itibaren, Anadaolu 'da kendi başlarına buyruk ikinci oğlu Süleyman Bey geçti. Çapan-oğuIIakesilen ve Bâbıâlinîn memuru İken, tedricen rmm en nufuzîusu olan Süleyman Bey, Selim vassalİ hâline gelen nufuz ve kudret sahibi kim­ III., Mustafa IV. ve Mahmud II. zamanında, Kara seler mânasına gelir. Hükümetçe müsâmaha Osman-oğullarmm oynadığı rolü oynamıştı, ö lü ­ edilen ve tanınan, fakat memleketin âsâyİşini münden sonra ( 1229— 18 14 ), o mmtakada yine açıkça ihlâl ettikleri takdirde, üzerlerine asker Bâbıâlinin idaresi teessüs etti. Oğulları, vâli gönderilen derebeyler, tam mânası ile birer ha­ ve ordu kumandanlığı gibi, büyük mevkiler nedan kurmuşlar ve geniş bölgelerde hüküm işgal ettiler. sürmüşlerdir; Öyle ki XIX. asrın başlangıcında 3. C a n i k l i H a c ı A l i P a ş a a i l e s i , yalnız Karaman ve Anadolu eyâletleri Bâbıâ- Trabzon ve havâlisinde; bu ailenin reisi 1 1 3 3 linin gönderdiği valiler tarafından idare edili­ (1720/1721) 'te İstanbul 'da doğmuştur. Rusya 'ya yordu. Derebeyler padişahın ordusuna katıl­ karşı yapılan muharebede Tuna ordularından bi­ mak mecburiyetini tanıyorlardı. Bâbıâîi bunla­ rine kumanda ederek, kendisini göstermişti. rı, muhaşşil veya m uiasallim namı ile, asıl vâ- 1 7 7 3 'te K ırım ’a akm etti ve 17 7 8 'de, İkinci 1 i?erin yerine kaim birer şahsiyet sayıyordu. defa serasker olarak, büyük donanmanın d a.iş­ Sultan Mahmud H. tahta geçer-geçmez, de- tiraki ile, Tuna üzerine gönderildi. 17 7 9 'da rebey âtlelerinİ, reislerinin vefatı akabinde Bâbıâlinin tahriki ile, kendisine öteden beri ellerindeki eyâletlere Bâbıâliden gönderilen va­ düşman otan Çap an-oğullarıma hücumuna uğ­ liler nasbetmek suretiyle, arazilerinden mah­ radı ve Rusya 'y a kaçtı. 2 sene sonra döndü ve rum etmiş ve efradını diğer vilâyetlere dağıt­ affed ild i; şâban 119 9 ( haziran 1785 ) 'da, Sivas mıştır. vâlisi iken, öldü, ölümünden sonra yerine, sı­ En meşhur derebeyi aileleri şunlardır: rası ile, 2 oğlu geçti : M i k d â d A h m e d 1. K a r a O s m a n - o ğ u l l a r ı , XVIII. asır­ ( 12 0 6 = 1791/1792 'de idam edildi )v e H u s a y n dan beri Aydın, Manisa ve Bergama 'd a ; A y ­ B a t t a l B e y (ölm. 1215 = 1801 ) 'in büyük oğ­ dın ve Saruhan sancaklarım idare etmekle be­ lu H a y r e d d i n B e y . Bu sonuncusu, 1206 'da raber, nüfuzları İzmir ve Bursa 'ya kadar uza­ idam edilmiş ve bu aileden gelen son derebeyi nıyordu, Bâbıâlinîn Rusya 'ya ve XVIII. asrın olmuştur. Canikli A li Paşa ve oğulları, Selim sonu ile XIX. asrın başlangıcında Rumeli âsî­ IH. tarafından yapılıp, Kara Osman-oğulları lerine karşı olan seferlerinde vermekle mükel­ ve Çapan-oğulları tarafından kabul edilen as­ lef oldukları kuvvetleri muntazaman gönder­ kerî ıslâhata karşı koydular. Selim III. tahttan diler, Bir çok defalar bölgelerinin civarında indikten sonra, mürteci halefi Mustafa IV. 'ntn ayaklanmaları bastırmağa, Bâbıâli tarafından, saltanatı esnasında, Hüseyin Battal 'ın genç memur edilmişlerdir. O zamanki avrupalı sey­ oğlu Tayyar Mahmud Paşa 1807 'de sadâret yahların eserlerinde bunların hakkaniyet ve iyi kaymakamı nasbedildi. Fakat bir kaç ay sonra, idareleri sitayiş ile zikredilir, 1 816 'dan itibaren, Mahmud II. zamanında, azil ve idam olundu. Bâbıâli Saruhan ve Aydın İdaresini tekrar eli­ 4. K u ş - A d a h İ İ y a s - o ğ u l l a r ı , aşağı yu­ ne aldı. İdareden uzaklaştırıldıktan sonra bile, karı XVIII. asrın ortalarından beri Menteşe Kara Osman-oğullarmm nüfuzları devam etti sancağını kendi kendilerine idare ediyorlardı. ’ve bunlar sonraları Bâbıâlîye büyük hizmet­ Tarihleri hakkında hiç bir şey bilinmiyor. lerde bulundular. Meselâ 18 2 9 'da Zeybek Kel B i b l i y o g r a f y a : Kara Osman-oğlu Mehmed vak'asmda ve 1833 'te İbrahim Paşa hakkında bk. A lîertüm er von Pergam an, ’nm Anadolu'yu İstilâsı sırasında, Kara OsmanI, 84—9 1 ; Çapan-oğlu hakkında bk. Macdooğlu ahfadı bugün dahi Manisa ve Kırk-Ağaç nald Kinneir, Jo u rn ey through A si a M inör, 'ta yaşamaktadır. s. 84 v .d d .; Georges Perrot, Souvenirs d ’un Voyage en A sie M ineure, s. 386 v .d d .; Canİkü s . B o z o k l u Ç a p an ( Ç ap ar) - o ğ u 11 a r 1 , türkmen aslından olup, aşağı-yukarı Kara Os­ A li Paşa hakkında bk. Cevdet, III, 336 v.d., V, 102. ( J . H, M ordtm ann .) man-oğulları ile çağdaştırlar. Bozok (Y o z g a t),



DERECÂT ~ DEREZI.



S4t



D E R E C Â T . D E R A C A T , Hindistan Ma şark­ ve hırİstiyan bir çok müverrihler kendisinden ta îndus ve garpta Süleyman dağlan arasında bahsettikleri gibi, dür2Îleria kitaplarında da bulunan ve bugünkü Dera İsmâ'il Hân ile De- adı geçer. Yazık ki, kaynaklardaki malûmat ra Gazi Hân bölgelerini ihtiva eden bir m in ­ birbirini pek tutmamaktadır. t a k a d ı r . — 1901 ’e kadar bu iki bölge, BanDarazi Min bir bâtını da i ’sî olarak işe baş­ nü bölgesi ile birlikte, Pancâb Mı Deracât bö­ lamış olduğu muhakkak görünüyor. Hıristiyan lümüne tâbi id iler; bunlar Ingiliz Hindistam müverrihlerden kendisi ile muasır olan antakMm şimâl-i garbideki lıudud eyâletinin teşki­ yah Johannes ve al-Makin ’ın kayıtlarına göre, li ile, birbirinden ayrılmıştır. Şimal kısmı bu­ asıl adı Muhammed b, îsmâ'il olup, kendisi gün lıudud eyâletine tâbidir; hâlbuki Dera iranlı idi; dürzî kitaplarına göre, türk olup, adı Gazi Hân, Paııcâb ’m bir kısmını teşkil etmek­ Ne§ (? )-Tig‘m idi. Dürzî kitaplarında ise, Da­ tedir. Deracât isminin, hind kelimesi dera («ça­ razi ismi ile zikredilir. dır" yahut «ordugâh" ) Mm cemi şekli olması 408 {1017) ’de Mısır ’a gitti. Daha bir yıl önce, muhtemeldir ve «Deralarm memleketi, yâni XVI. 407 ’de Hamza ’nm imamlığını kabûl etmiş bulu­ asrm başında belûc [ bk. BELÛCİSTAN ] sergerde­ nuyordu; çünkü Darazİ Min ma'zün (aşağı rüt­ lerinin te’sis ettikleri 3 şehrin, yâni Dera Is- beli d a i ) 'A li b. Ahmed H a b b il’m irşadı ile, mâ'il Han, Dera Gazi Hân ve Dera Fath Hân tevhidciiiği kabûl etmiş olduğunu Hamza risa­ şehirleri diyarı" mânasına gelir. Bu 3 şehir İn- lelerinde kaydeder. d u s ’un tam kenarında bulunuyorlardı ve neh­ Kahire 'de halife Hâkim 'in hizmetine gire­ rin ı'tikâl faaliyeti yüzünden çok tehlikeye rek, ilk zamanlarda ondan iltifat gördü. Son­ mâruzdu. Siklilerin hâkimiyeti altında iken, ra Hamza Mm yerine göz dikti. Daha 409 (1018) Dera Ismâ'il Hân tahrip edildi; bugünkü şehir 'da kendisinin daraziler adım verdiği tarafdarson zamanlarda kurulmuştur. Dera Fath Han lan vard ı; bunlar Hamza Mm gadrine uğradılar. tamamen ortadan kayboldu ve Dera Gazı H ân’ı İçlerinden en mühimi Berzâ’îl idi. Hamza Mm 19 10 ve 1 9 u yıllarında hemen-hemen tama- elde bulunan yazılarında Darazi Min teşebbüs­ miyle sular alıp götürdü. lerinden bahsedilir; Hamza ona «küstah, şey­ D eracât’ m ve D e ra ’nm darphâneleri, Dürrâ- tan" demekte ve onu imamın, yâni kendisi­ nî şahları zamanında, Dera İsm ail Hân ve nin, zıddı olarak göstermekte ve onun «imamın Dera Gazi Hân 'da bulunuyordu ; bakır sikke­ cübbesi altından çıkmış" olduğunu söyleyerek, ler Dera Fath H ân ’ da darp edilmişti. Dera s a y f al~imân ( «îmanın k ılıc ı") unvanım ta­ Ismâ'il Hân bölgesi 8.813 km2, olup, 1901 Me kınmış olmasından dolayı, hayıflanmaktadır. 2S2-379 nüfusu vardı ye bunların 218.338 ’i Halife Hâkim 'in ülûhiyetini ilk tanıyan Da­ müsiümandı. Dera îsmâ'il Hân şehrinin, garni­ razi ’d ir ; ona göre, akl-i küil, dünya yaradızonu ile birlikte, 31.737 nüfusu vardı. Diğer mü­ lırken, Adem ’de tecelli etmiş ve oradan nebi­ him şehirler şunlardır: ( evvelce müstakil olan lere, sonra ‘A li ’ye ve onun ahfadı olan fâtımî Tank nevvâbmm hâkimiyetinde bulunan } Tank halifelerine geçmiştir. Darazi daha evvelki bave Kulâçi-Efganlar, bilhassa Dam ân, yâni garp tmî akidesinin tatbikî bir şekli olan bu naza­ kısmında ahâlinin en mühim unsurunu teşkil ri yeyi izah etmek üzere, bîr kitap yazdı. K a­ ederler ve beluclar bilhassa cenupta '-kalaba­ hire Min büyük camiinde bu kitaptan vaaz etti lıktırlar. Şer ân i efganîarımn dağlık memleketi ve halife Hâkim itiraz etm edi; fakat bu vaaz de bu bölgeye dâhildi (krş. DAMAN). Dera dedi-koduya sebep oldu. Onun şaraba, memnu Gazi Hân bölgesi, beluc kabileleri ile meskûn nikâhlara izin verdiği ve tenasühü tâlim eyle­ bulunan dağlar hâriç, 13.742 km2, olup, nüfu­ diği de söyleniyor. su, 4 12 .0 12 ’si İslâm olmak üzere, 471.149 idi. Abu '1-M ahâsin’e göre, Darazi, bu dedi-koDera Gazi Hân şehrinin tahrip olunmadan ön­ dular üzerine, Suriye ’ye çekilmeğe mecbur kal­ ce, 23.721 nüfusu vardı. Başka mühim şehir­ mış ve orada akîdesisini dağlılara, bilhassa ler şunlardır: Câmpur, Dâeiî ve Mithanköt. Taym-Allâh vadisinde ve Paneas arazisinde Bölgede 167.322 beluc vardır. ■ yaymış olacaktır. Sonra türklerle ihtilâfa düş­ B i b l i y o g r a f y a : Gazetteer o f Dera müş olduğundan, vukû bulan bir muharebede İs m a il Hân ( Lahur ) ; Gazetteer o f D era Öldürülmüş olsa gerektir. Gazi Hân ( Lahur ) ; H. Edwardes, A Year Antakyalı Johannes ve ondan faydalanmış on the P andjâb Frontier (London, 1849). olan al-Makin Darazi Min akıbetini başka bir (M. L ongworth Dames.) şekilde anlıyorlar. Bu müverrihlere göre, aki­ D E R E Z İ. D A RA ZÎ ( 7 - 1 0 1 9 ) , dürzî mez­ desinin sebep olduğu dedi-kodu üzerine, Dara­ hebinin müessislerinden biridir. Bunların en zi K a h ire ’de halife H âkim ’in arabasında iken, mühimi Hamza olduğu hâlde, mezhebe adını sarayın türk iç-oğlanları tarafından vurul­ vermek şerefi Darazi ’ye düşmüştür. Müslüman muştur,. Ölümünden sonra evi yağma edilmiş,



İ4*



fJEREZÎ - DERKAVA.



şehirde 3 gün kargaşalık olmuş ve şehir kapı­ ları kapatılmıştır, Darazi ’yi öldüren türk tev­ kif edilerek, başka bir bahane ile, idam olun­ muştur. Dürzî kaynakları Darazi 'nin, Ha'mza ’mn tahriki eseri olarak, Öldürüldüğü fikrini vermektedir. Taraf darlarından bir çoğu ve bu meyanda Berzâ’il, kendisi ile beraber, ölmüşler­ dir ( 4 1 0 = 10 19 ). B i b l i y o g r a f y a : S. de Sacy, Expose de la R eligion des D ruzes, I, mukaddi­ me, s. CCCLXXXIII v.d.; II, 157 v.d,, 170, 19 0; Jean d 'Antİoche, Chronique (nşr. Cheİkho, Carra de Vaux ve Z a y a t), (B . C a r r a de V a u x .) D E R Î, D A R Î (F.), aslında „saray dili" mâna­ sına geldiği hâlde, y e n i f a r ş ç a demektir. İhvan al-şafâ ( Bombay, 1884) risalelerinin farsçaya muhtasar tercümesinde bu eserin, Timur'un emri ile, parsı dari diline tercüme edildiği kayıtlıdır. Eser İse, sâdece fars diline tercüme edilmiştir. Yezd zerdüştîlerinin ko­ nuştukları lehçeye dari adını vermeleri, bir yanlışlık eseridir. Bu kelimeye dâir şarkta re­ vaç bulan diğer etimolojiler kıymetsizdir. B i b l i y o g r a f y a : Cl. Huart, J A ( 1888 ), 8. seri, XI, 298 v.d. ve ZD M G , 1898, Ll, 196; W. Geiger, Grundr. der İran. P kil o t I, 2, 382; F. Justi, ZD M G , 1881, XXXV , 327; Anquetil-Duperron, Memoires de Vacad. des inscr., 1768, XXXI, 4 1 0 ; Edw. G. Browne, A year amongst the Persians, s. 187 ; ayn. mil., Literary kisiory, I, 26. ( C l . H u a r t .) D E R ’ ÎY E . A L -D A R İY A (Dreyeh, Deraya, Daraaije, D rahıa), A rabistan'ın Necd ülkesine dâhil al-'Ariz havâlisinde bir ş e h i r d i r . — Km ldeniz'den Basra körfezine giden kervan yolu üzerindedir. Güzel bir üslûpta inşa edil­ miştir. Yüksek dağların eteklerinde, dar bir vâdînin İçinde bulunur. İçinden yazın ekseriya kuru olan bir vâdı ( V adi Han ifâ ) geçerdi. Bir Çok mescid ile gayet büyük bir camii ve bîr çok medresesi vardı. Bu şehir pek münbit bir mm1takada kâin olup, geniş buğday ve arpa tarlaları, bol hurma, şeftali, kayısı ve incir ağaçlarını ihti­ va eden zengin meyva bahçeleri üe çevrilmiş bu­ lunuyordu. Bu civarda yetişen cins atlar bü­ tün Arabistan 'da meşhurdur. Bu mmtakada bir Çok kabileler ve bilhassa ‘Anaza kabilesi otu­ rurdu. XVIII. asrın sonu ve geçen asrın başında, müstakil hükümdar olan Sa‘ üd, ‘Abd al-1Aziz ve ‘Abd A llah 'm devirlerinde, Vehhâbı [ b. bk. ] devletinin makam olduğu zaman, ikbâlinin en yüksek mertebesine ermiştir. 1818 senesinde bu şehir, 5 ay süren çetin bir muhasaradan •sonra, Mısır serdarı İbrahim Paşa tarafından Aücum ile ele geçirilmiş ve yakılarak, etrafında



bulunan zengin meyva bahçeleri ve hurmalıklar ile birlikte harap edilmiştir. Vehhâbıler şehri tekrar ihya etmeği uğursuz addetmiş ve makarrlarmı 10 km. mesafede bulunan al-Ri'az şehrine nakletmişlerdir. Dar iya 'nin, mâmur olduğu zamanlarda, 30,000—40.000 ( bâzı menbalara göre, 60.000) nüfusu vardı. Bugün şehir civarında, ekseriya köylere dağılmış olarak, hurma toplama zamanında, takriben 1.500 kişi yaşamaktadır. Dar iya 'nın mâmur olduğu zamanlarda şehri ziyâret etmiş olan yegâne avrupalı, İngiliz Reınaud olmuştur; bu zat 1805 nisanında sahilde bulunan Gran şehrinden, oradaki İngiliz mü­ messili Manesty tarafından siyâsî bir vazife ile tavzif olunarak, sultan Abdülaziz'in nezdine gelmiştir. Tahrip edildikten biraz sonra, şehri İngiliz Hindistan hükümetinin İbrahim P a şa'y ı Dar iya'd ek i karargâhında selâmla­ mağa memur edilmiş olan İngiliz yüz-başısı Sadlier görmüştür. Daha sonraları şehir seyyah Palgrave tarafından ziyâret edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : C. Niebuhr, Beschreibung von Arabien (Kopenhagen, 1772) , s. 343, 345 v. d d .; Corances, H îstoire des Wahabis (Paris, 18 10 ) , s. 176 v .d d .5 G. F. Sadlier, Account o f a Jo u rn ey fro m K a tif on the Persian G u lf to Jam bo on ihe R ea d Sea ( Transactions o f ihe L it. Soc, o f Bom ­ bay, (London, 1823, III, 4 7 1 ) ; K . Rİtter, Erdkunde, XII, 149, 228, 399, 567 ~~ 569, 579 — 582 ; XIII, 449» 455 v.d ., 494» 5*3 î W. G. Palgrave, Reise in Arabien ( alm. trc., Leipzig, 1867 ), I, 295 î H, 3 1 — 68. ( J . S C H L E IF E R .)



D E R IC Â V A . [ B k . D E R K A V A ,] D E R K A V A . D E R K Â V A (kavm î nisbet İs; mi olan D e r k â v I 'nin cem i), Mülây aI-'Arbx al-Derkavi ’nin tilzimlerinden mürekkep ve nufuz dâiresi Afrika 'nın şîmâl-i garbına, bilhassa Fas 'a ve Cezayir 'e şâmil olan müslümah tari­ katı m e n s u p l a r ı n a verilen müşterek isim­ dir. Müfredi der k avi, cemi derkâvâ 'dır, Magrîpli mutasavvıf Abu '1-Hasan 'A ii Şâzili tara­ fından te'sis edilmiş olan daha eski tarikatın bir kolu olmasından dolayı, derkâvâ tarikatına şâzili y a derkâvâ adı da verilir, D e r İç â v i mezhebi, evvelâ, Fas 'm şimâî-i garbında Bani Haşan kabilesinin işgâ! ettiği mmtaka ahâlisinden ve ‘Imraniyün grubundan bir Idrisi şerif tarafından, te’sis ve neşredil­ miştir. Şerifin adı ‘A li b. ‘A bd al-Rahmân aîCamâî olup, gençliğinde Mülây İsına1il'in ve­ fatını takip eden anarşi ve dâhili harp devri esnasında, mahzen 'in hizmetinde bulunmuştu. Mülây İsm â'il'in oğlu, Sultan Muhammed le­ hinde çalışarak, kendi kabilesine mensup şe­



bERKAVA. riflere kotu muamele ettiği için, 1 1 5 1 ( I 7 3 8 ) 'de bu hükümdarın sukutu üzerine, Magrib 'den kaçmağa mecbur kalarak, Tunus'a iltica etmiş­ tir. Vazzân zaviyesi şeyhi Mülây Tayyib tara­ fından Fas ’a gönderilen ‘A li b. ‘Abd al-Rah­ mân artık orada ikamet edip, Abu ‘Abd Allah Cassüs 'tan tasavvuf tahsil e tt i; bundan sonra şâzili tarikatı akidelerini tâlim etmekte olan Abu '1-Mahâmid Sidî al-'Arbi b. Ahmed b. 'Abd Aliâh Ma'an al-Andalusi koluna sülük etti. 16 sene Sidi Jl-‘A rbi b. Ahmed'in tarikatım takip edip, onun vefatında niakamma geçerek, Fas 'ta Humat al-Ramila denilen mevkide bîr za­ viye yaptırmış, bazılarına göre, 11 93 ve bazı­ larına göre de, 1194 ( 17 7 9 /17 8 0 )'te 105 ya­ şını geçmiş olduğu hâlde, vefat etmiştir. E t­ rafına topladığı bir çok tİlzlmlerin en meş­ huru Mülây al-'Arbi al-Derkâvi olup, Ölü­ münde yerine geçerek, tarikatına kendi adını vermiştir. Mülây al-'Arbi, tarikatın başına geçince, ev­ velâ onun teşkilâtım kuvvetlendirmiş, müridlerinin sayısını pek çok arttırmış ve talimat mâ­ hiyetinde R a s a il ’ i ile, onlara seyr ve sülük tarzlarını tarif ederek, aralarında akîde birli­ ğini te'min etmiştir. O zamandan itibaren, Derkâvâ ( yâni Derkâvi müridleri) unvanı île anılmağa başlayan tarikat hvân '1 her tarafta çoğalmıştır. Bu dervişler, Müsâ peygamberi taklit ederek, dayandıkları asâ!arı, eshabdan Abü Hurayra gibi, boyunlarına geçirdikleri iri ağaç taneli teşbihleri, umumiyetle uzatılmış sakalları ve en mutaassıplarının Abü Bekr ve ‘ Omar b. al-Hattâb '1 taklit ederek, lime-lime olmuş elbiseler ile gezmeleri ( bundan dolayı kendilerine abü dar bala „palas-pâreli adam" lâkabı takılm ıştır) ile mârufturlar. Bazıları, hususiyle Fas ’ın cenup taraflarında, yeşil sarık sarmağı âdet etmişlerdir. Bundan başka, şeyh­ leri onlara raksederek, tahmid ve tekbiri, uz­ lette yahut çölde ibâdet etmeği, çıplak ayakla yahut sâdece nalınla gezmeği, açlığa dayan­ mağı ve nefsi kırmak için, sık-sık oruç tutma­ ğı, mevki sahibi adamların cemiyetlerinden çe­ kinerek, ancak zâhİd insanlar ile görüşmeği tavsiye etmişti. Dinî unsurlar ve şerifler ile bir anlaşma siyâ­ seti takip eden Fas sultam Mülây Sİimân, Mülây al-cA rbi 'nin teşebbüslerine karşı pek müsaadekârâne davranmıştı. Bu sultan yeni ta­ rikatın şeyhî ile doğrudan-doğruya mektuplaşırdı. Çok geçmeden, bu tarikata mensup bu­ lunmak Fas sarayında moda olmuştu. Bu su­ retle Fas topraklarında derkâviler arttıkça art­ mışlardır. Kolları Cezayir ülkesinin garp ta­ raflarını da kaplayıp, Fas sultanlarının siyâ­ setlerine bîr istinat noktası teşkil etmiştir.



İ4İ



Yerlilerin rivayetlerine bakılırsa, Oran vilâ­ yetinde türkler ile derkâviler arasında ilk çar­ pışmalar Tlemsen civarında mukîm ‘Ayn al» H üt'lu murabıt Derkâvi Muhammed b. ‘A li ile Oran beyi Hâcc Halil arasında çıkan ve beyin ölümü ile ( 1 1 9 5 = 1780) nihayet bulan ihtitilâfîa başlamıştır. Fakat müverrihler, ancak XIX. asrın başlangıcından itibaren vuku bul­ muş olan savaşları kaydederler. Cezayir dayıları R if âsîlerine yardım etmiş­ lerdi; buna karşı Fas sultanı Mülây Sİimân da, türkler ile araları açılan murabıtîarı, mülteci olarak, F a s 'a kabûl etmiştir. 18 0 3 'te, birden bîre, Derkâvi tarikatında Bü Dalı lâkabı ile anılan al-Hâcc Muhammed b. aI~A‘rac adında faslı bir dervişin dâvetı üzerine, Cezayir 'de Babor kabîlîlerî, reisleri Zebüşi kumandası al­ tında, isyan etmişlerdir. Bir iki küçük muvaf­ fakiyetten sonra âsîler, türklerîn Constantine (K ostantina) kalesine hücum etmek gibi, bir ihtiyatsızlıkta bulunarak, mağlûp olmuşlar ve Bü Dali de, yaralı olarak, kaçmağa mecbur kal­ mıştır. Fakat müteakip sene âsîler Rummel'in. aşağı vâdısindeki boğazlarda Constantine beyi 'Osman 'm askerini gafil avlayarak, beyi de öldürdüklerinden, türkler 'Abd A llah b, Ismâ'İl 'in kumandasında Constantine 'e taze kuvvetler göndermeğe mecbur olmuşlardır. Yeni bey kâ­ nun II. 1805 'te Bü Dali ve müttefiklerini mağ­ lûp etmiş ve sonra 1806 şubatında, turkleriıi za’ımleri olan Meclna emirleri, Mokrânilerin yardımı ile, garp cihetinde yüksek yaylalardaki Derkâvi kuvvetlerini Cezayir ve Constantine arasındaki dağlık mıntakamn cenubuna sür­ müştür. Türklerîn orada da bir takım karışık­ lıkları bastırmaları icap etmiştir. İsyan etmiş olan Ulcd Nail kabilesi türklerîn Şür al-Guzlân ( Fort d’Aum ale) kalesini hücum ile zaptet­ tikten sonra, Medea 'yı sıkı bir muhasaraya almış bulunuyorlardı. Bü Dali Cezayir dayılığının şark tarafım ateşe verdiği sırada Mülây a l-A rb ı al-Derkâvi 'nın baş mukaddem ( tarikat nâibi) 'i olan ‘Abd al-Kâdir b. Şerif adında biri, Tlemsen vilâye­ tini dolaşarak, türklerîn pek yakında şimâlî Afrika topraklarından atılacaklarım ilân edi­ yordu. 18 0 5'ten itibaren, Şelif'ten F a s 'a kadar bütün memleket isyan hâlinde idî. Oran beyi Mustafâ ‘Ayn Fort asa ordugâhında baskına uğradığından, kaçmağa mecbur kalmış ve Oran kalesine iltica ederek, kalenin kapılarım Ördür­ müştür, Bu sırada Derkâviler, Tlemsen araplart ile birlik olarak, bu son şehirdeki türkleri Maşvâr adı verilen kalelerinde muhasara ederek, Fas sultanı Mülây Sİimân ’a bi'at eyliyorlardı, Darkâviler tarafından çıkarılan isyanın git­ tikçe genişlemesi üzerine, Cezayir dayısı, Oran



S44



DER KAVA.



beyi M ustafâ'yı azledip, yerine faâl ve cesur ve Tlemsen 'de askerî yürüyüşler yapmışlardır. Muhammed al-Mukalliş 'i tâyin etmiş ve yeni Dayılığın garp tarafında, sulh bir müddet bey derhâl âsîlerin aleyhine harekete geçmiş­ muhafaza edilebilmiş ise de, 1 8 1 6 'da ingiîizler tir. B. Şerif 'in iler ileme si, muhtelif kabileler C ezayir'i topa tuttukları esnada, ‘Abd al-Kâtarafından, durdurulup, kuvvetleri şark cihetine dır b. Şerif tekrar meydana çıkarak, hudut atılmıştır. Muvaffakiyetli bir darbe ile Mascara boyundaki A b rar'i ayaklandırıp, türklerîn aley­ şehrini zapteden bey îıasmmm ailesini bile hine yürümüş ise de, bey bu çeteleri dağıtmış ele geçirmiştir. Tarafdarları île beraber, Mu­ ve B. Şerif de Figig 'e çekilmiştir. hammed b. ‘Avda 'nin zaviyesinde tahassun Fas sultanı Mülây al-'Arbİ al-Derkavi'nîu etmiş olan B. Şerif ağır bir hezimete uğrtıîımş ve müridi erinin nüfuzlarından kuşkulanmakta ve tarafdarlarınm kafaları kesilerek, yerli mü­ gecikmedi. Onu, memleketteki âsîleri tutmakla verrihlerin hikâye ettiklerine göre, beyin ayak­ itham ederek, hapsettirdi. Mülây al-‘A rbi 1821 larının önüne atılmıştır (1807 ). Muhammed 'de Mülây Siim ân'm vefatı üzerine, hapisten al-Mukalliş Bani ‘ Amir topraklarında Sük aî- kurtulmuştur. Bundan sonra, bîr müddet türk» Ahad muharebesini de kazanıp, orada da 600 ler aleyhindeki, hareketlerde Derkâviler ön saf­ Derkâvi kafası daha kestirdikten sonra, Tlemseıı ta görünmemişler ise de, fransızlar C ezayir'i T muharsaradan kurtarmış, âsileri cezalandır­ istilâ edince, tekrar faaliyete geçmişlerdir. 1834'te Derkâvi Si Mûsâ, Ulâd Nailleri ayak­ mağa ve şehri yeniden türk idaresi altına al­ mağa muvaffak olmuştur. Fakat Cezayir asker­ landırarak, hıristiyanlar aleyhine cihada kışkır­ leri şarkta, merkezde ve garpta meşgul bulun­ tıp, M edea'yt işgal etmeğe muvaffak oldu ise dukları sırada, Mülây Siimân 18 0 5 'te F ig ig 'i de, hareketi emir ‘Abd al-K âdir 'in plânlarını ve 1808 'de Gürara ve T u S t'ı zaptederek, Oran güçleştirdiği için, 183$ 'te onun tarafından mağ­ vilâyetinin bütün cenûb-i garbi tarafını türk- lûp edilmiştir. Si Musa daha sonraları Zaatşa İsyanında da ortaya çıkmış ve o sırada öldü­ lerİn elinden almıştır. Cezayir dîvanı, Muhammed al-Mukalliş 'in rülmüştür. Bir sıra askerî muvaffakiyetsizlikler, hiç ol­ muvaffakiyetleri sayesinde kazandığı ehemmi­ yetten ürkerek, onu gülünç bir bahâne ile an­ mazsa Cezayir taraflarında, Derkâva ’mn mü~ sızın tevkif ettirmiş ve hapishanede boğdur- câhidlik devresine nihayet vermiştir. Zaviyeler, muştur. Yerine eski Oran beyi Mustafa geç­ akidelere gayet sıkı riâyet etmek suretiyle, miş, fakat bu da Derkâviler ile başa çıkama­ mutaassıp ahâli nazarında itibar kazanıp, mev­ mıştır. Cezayir dayısı, bir sene sonra, onun kilerini sağladıktan ve memleketin içinde kol yerine Bü Kâbus *u bey tâyin etmiştir (1808/ budak saldıktan sonra, ana zaviyeye gönder­ 1809). Yeni bey, derhâl Derkâviler üzerine dikleri teberrûları toplamakla iktifa etmişler ve yürümüştür. Türk valisi aleyhine yeniden ha­ zahiren bile olsa, resmî makamlara karşı ita­ rekete geçen ‘Abd al-Kadir b. Şerif ceııûba atkâr bir tavır takınmışlardır. Cezayir ve şarkî Fas Derkâviler! ise, bilâkis ‘Ayn Mahdi taraflarına püskürtülmüştür; fa­ kat bunlar oralarda sığınacak bir yer bulama­ 1907 'de Cezayir — Fas hinterlandının işgaline yınca, gizlice geri dönerek, Bani Snassen 'e il­ kadar, frangız makamları aleyhine hareketten tica etmiş ve oradan, damadı BÜ T erfâs'ın geri durmamışlardır. 1881 'de ‘Ayn Sefra ’mn yardımı ile, Oran — Fas hududu boyundaki işgali üzerine, fransız makamları ile doğrudanahâlîyi, bilhassa Traraları ayaklandırmıştır. Bey, doğruya temasa gelince, hıristiyanlar aleyhine Traralarm üstüne yürüyerek, onları mağlûp Fas zaviyelerinin, Bü Berih zaviyesinden sonra, etmiş ise de, dönüşte kumandasındaki kuvvet, en ehemmiyetlisi olan Gaüz şeyhi Şerif Si Mu­ kar fırtınasına tutulup, pek çok zayiata uğra­ hammed al-Hâşimi b. al-'Arbİ tarafından cihad dığından, intizamı bozulan askeri ile beraber, ilân edildi. sür'atle çekilmeğe mecbur kalmıştır ve bîr müd­ Cezayirlilerin askerlik hizmetine tâbi tutul­ det sonra, Oran 'a çağırılarak, azledilmiş ve maları tasavvuru Derkâvilerin C ezayir’de tran­ boynu vurulmuştur. sız makamları aleyhine husûmetlerini tahrik O sırada bütüıı şimalî Oran 'm isyan etmesi etmiştir. ışcB ’den itibaren, al-Kabri'nin Tlem­ üzerine, kudretli bir asker olan ‘A li Karabağlı, sen taraflarında bulunan Hâcc Muhammed b. türkleri yanına alarak, Mnzüna'ya kapanıp, âsî­ İîies admda bir mukaddem 'i, kabîîedaşiarmı lere mukavemet etmiş ve Cezayir divanı tara­ açıktan-açığa ayaklandırmağa cesaret edeme­ fından gönderilen ‘ Omar A ğa harekete geçe­ diği için, onları İslâm topraklarına ve bilhassa rek, hudut üzerindeki Nedroma muhafızlarını T ü rkiye'ye hicret etmeğe teşvik eylemiştir ve kurtarmıştır. ‘A li Kar ab ağlı, bey tâyin olun­ bu yolda bir hareket çıkarmağa muv'affak 01amuştur ve iki kumandan ahâliyi yıldırıp, itaat ; rak, Tlemsen ve civarında bir kaç yüz aile altında tutmak için, Traralarm mmtakalarmda j 1909 ve 1 9 1 1 yazı arasında Trablusgarp ’a ve-



DERKAVA — DERVİŞ. ya S u riye'ye hicret etmişlerdir. Fakat Türki­ ye ~ İtalya harbi bu hareketi kısmen durdur­ muş ve diğer taraftan mukaddem b. İlles de mes'ûliyet altında kalmaktan korkarak, şarka gitmiştir ( 1 9 1 1 ) , Bu sırada hayâl sukutuna uğrayan 200 kadar muhacir Tlemsen 'e dön­ müşler ve mahallî me'murlar tarafından dur­ durulmağa çalışılan hicret hareketi de niha­ yete erer gibi olmuştur. Fas'ın en ehemmiyetli tarikatlarının biri ve belki de birincisi olan bu tarikatın pek çok zaviyeleri vardır. B aşh cası,' Mülay a l-A rb ı Derkâvi tarafından, kendisinin mensûp bulun­ duğu Banı Zerval kabilelerinin topraklarında, Bü fîerih denilen mahalde kurulmuş olan ana zaviyedir. Tarikatın büyük teşkilâtçısı, her türlü devlet teşkilâtından uzak bulunan bu mevkide oturmağı tercih ederd i; halefleri de hâlâ orada oturmaktadırlar. Bu zaviyenin bü­ tün diğer zaviyeler üzerinde umumiyetle İtaat edilen îdârî ve manevî bir nufuzu vardır. Bü­ tün gruplar, istisnasız olarak, senevî teberrularmı oraya yollarlar. Nufuzu Bani Zervaîîer arasında rakipsizdir; Temsamamlar, Gumâra ve R if kabileleri arasında hâkim bir mevkidedir. Fas 'ta, Derkâvi tarikatının muaddel bir şek­ linde, ondan daha sıkı ve mutaassıp bir kaç dinî zümre daha çıkmıştır. KittiniyÜn ( Ş a la vat al-anfâs müellifi Sidi Muhammed al-Kittâni 'nin tilzimîeri ) ; hakikî bir anarşist olan Harrâkiyün ( Mülây al-'A rbi al-Derkavi 'nin 3. halefi Sidi Muhammed al-H arrik 'in tilmiz­ leri ) v. b. B i b l i y o g r a f g a ' . R. Basset, Recherches sur les sources de la Salouat al anfâs ( Alger, 1905 ), s. î. v .d d .; Abıi Hâmid Mu­ hammed al-'A rbi al-Fâsi, M ir ât al-mahâsin ( Fas, 1323 ) ; Mülây a î-A rb i al-DerkSvi, R as a il (Fas, 1 3 1 8 ) ; al-Salâvi, K iiab al-istikşâ (K ahire, 1 3 1 2 } , IV, 140 v.d d .; al-Kittânı, .Şalavât al-anfâs (Fas, 1 3 1 6 ) , tür. y er., bil­ hassa I, 176, 267, 338; A . Cour, Etablissement des dynasties des C h ir ifs ( Paris, 1904), s. 227 v.dd.; Depont et Coppoîani, Les confreries musulmanes (A lg e r, 1897), s. 503 v.dd.; E. Doutte, L 'İsla m en 1900 ( A lger, 1901 ) ; Feraud, H istoire de C igelli ( Constantine, 1870 ) ; De Grammont, H is­ toire d*Alger (Paris, 1887), s. 349 v.dd.; Lacroix, Les Derkaoua d ’hier et d ’aujourd'hu i ( A lger, 1 9 0 2 ) ; Montet, De 1‘Etat p resen i et de Vavenir de Vİslam ( Paris, 19 10 ), s. 96 v.d d ,; ayn. mil., Les confreries religieuses de Vİslam marocain, s. 16 v.dd. (R evu e de VHist. des R eligions, X LV , 1902); Nehlil, Notice sur la zaouia de Zegzel ( A ltslâı/ Ansiklopedisi



S4 S



ger, 19 10 ) '; Rinn, Marahouts et Khouan (A lger, 1884), s. 233 v.d d .; Rousseau, CAronique du B e y lik d ’Oran ( A lger, 1854 }, tür, yer.', Delpeeh, Resume historique sur le soulevement des D e rk ’aoua de la province d'O ran ( Revue A frica in e,. XVIII, 39 v.dd.).



(A . C our.) (B u makale aslından hulâsa edilmiştir.] D E R V İŞ . D A R V İŞ kelimesi, umumiyetle, as­ lında farsça »kapı-kapı dolaşan" yâni »dilenci" mânasına gelen bir kelime diye izah olunur (Vullers, Lexicon, I, 839*, 8 4 5 8 ; Grundr. d. İran. P h îl., I, 260; II, 43, 4 5). Fakat daryoş varyantı bu izahla tezat teşkil etmekte ve ke­ limenin doğru etimolojisi hakikatte mecîıûl kal­ maktadır. Islâm dünyasının en büyük kısmında bu kelime bir »tarikat mensubu" mânasına gelir. Fakat farsça ve eskiden türkçede »sadaka top­ layan kimse" gibi daha dar bir mâna ifâde eder kî, arapşada bunun mukabili fa k ir 'dir. Fas 'ta ve C ezayir'de geniş mânada dervişleri göster­ mek İçin kullanılan kelime, hvân şeklinde telâf­ fuz olunan ve »kardeşler" mânasına gelen ihvan 'dır. Bu ihvan teşkilâtı (turuk, müfr. farika »yol" yâni »tâlim, sülük ve ibâdet yolu" ) İslâm âleminde dinî hayatın teşkilâtlandırılmış şekli­ dir. Asırlar boyunca bu dînî hayat ferdî esasa dayanmıştır ( bk. TASAVVUF ]. Ruhlarının necat ve selâmetini riyazette ve yahut da derîn is­ tiğraklarda arayan münzeviler ile birlikte, bâzaıı etrafına müridîer toplamış mürşİdler de görülürdü. Müridlerin teşkil ettiği bu halkanın bâzan mürşidin ölümünden sonra da, makama lâyık bir müridin riyaseti altında, daha bir veya iki nesil devam ettiği olurdu. Fakat daha uzun bir müddet, aynı isim ile, âdâb ve erkâ­ nı hiç değişmeden devam eden müstakar bir tarikata benzer bir teşekküle rastgelmîyoruz. Ancak V I. ( X III.) asırda, Selçukluların ka­ rışık devrinde, müstakar tarikatlar görülmeğe başladı. ‘A bd al-Kâdir al-Giîâni ( b. bk.; ölm. 561 ) tarafından kurulmuş k â d i r İ y a tarikatı bugün de yaşayan ve tarihî menşe'i kat’î tâyin edilmiş olan ilk tarikat olarak görü­ lüyor, Bundan sonra, bazıları bizzat velîler tarafından kurulmuş ve bâzıları da eski tari­ katlarda halifelik suretiyle veya tecezzi hâlle­ rinde meydana gelmiş bir çok tarikatların zu­ hur ettiğine şahit oluyoruz. Mamafih bu tarihî menşe’ ieri, tarikatların hususî evrad ve âdâbının nereden geldiği hakkında deveran eden menkıbelerden kat’iyetîe ayırmak lâzımdır. Ta­ savvufun menşe'i, ehl-i sünnete uygunluğu­ nu te'min maksadı ile, bizzat Peygambere kadar çıkarıldığı gibi, bu evrad ve âdâb dahi, müntelıası Peygambere ulaşan bir sıra mârûf evliya vâsıtası ile, yine Peygambere (daha doğ35



546



DERVİŞ,



rusu Peygamber ve Cebrâil yolu ile A llaha) atfolunur, Bu tarikat silsilesine, müessisinden zamanımıza kadar tarikat şeyhlerini ihtivâ eden buna müşabih bir silsile tekabül eder. Her derviş kendisini bizzat Allaha bağlayan silsi­ leyi Öğrenmeğe ve tarikatı tarafından tâlim edilen itikadın islâmiyetin öz cevheri olduğu­ nu bilmeğe ve tarikatın âdâb ve erkânının na­ maz kadar müessir olduğuna inanmağa mec­ burdur. Derviş bu silsileye, kendisini tarikata sokmuş olan mürşidi (şngh, murşıd, ustâz, p ir ) vasıtası ile, bağlanır. Tarikata duhûl imam ik­ rar ve muhtelif tarikatlara göre, değişen bir nevi adanmadan ibaret olan bir ' ahd ( »muka­ vele") yolu ile olur. Mürîd evvelâ oldukça uzun bir sülük merasimine tâbidir. Bunun şekli bazan açıkça gösteriyor kî, derviş, bu devrede mürşidin telkini, hüküm ve nufuzu altında, bu­ lunurdu. Bu da mürşid ile mürîd arasında ga­ yet sıkı bir münâsebet te’sis ederdi. Kelâm dâimâ tasavvufun bir şekli olmuştur; fakat muhtelif tarikatlara göre, riyazete dayanan A l­ lah aşkından vahdet-İ vüeudcu antinomizme ka­ dar, değişik şekiller gösterir. Nitekim Iran 'da dervişler bâ-şar ( şeriata u ygu n) dervişler, yâni şeriata tâbi olanlar ve bî-şar ( şeriata uy­ mayan) dervişler, yâni sâdece şeriatı değil, aynı zamanda ahlâkî kaideleri de red edenler diye, İkiye ayrılırlar. Umumiyetle İranlılar ile türkier, Suriyeliler, arapîar ve afrikalılara nazaran, din nokta-i nazarından, daha serbesttirler. Aynı ta­ rikat muhtelif memleketlerde ayrı-ayrt şekiller alabilir. Tarikat âdâb ve erkanı dâimâ dinî he­ yecanlar uyandırır ve telkin ( kendi kendine tel­ kin v.b.) hâdiseleri île vecd ve istiğrak haletle­ rine sebep olur. Tarikatlardan biri olan h a 1 v et i y e [ b. bk. ] diğerlerinden §u hususiyetle ay­ rılır ki, bütün enliklerinden en sıkı bir oruç ve sayısız evrâd İle geçirilen bîr senelik bir h a l ­ v e t . ister. Bunun asabî sistem ve muhayyile üzerindeki te'sirî aşikârdır. Bütün tarikatlarda müşterek âyin zikr [ b. bk. ] 'dir ki, »anmak" manasına g e lir; bundan maksat Allahı anmak, yâd etmektir ( Kur*an, XXXIII, 41 ) ; 2İkrm gayesi mÜ’mîne görülmeyen âlem ve kendisi­ nin bu âleme tâbiiyeti düşüncesini ilham et­ mektir. Bundan başka zikrin derin bir dinî vecd ve hoş bir istiğrak tevlit ettiği de bedihîdir. Fakat hipnoz hâline bâzı bedenî hâl ve hâdiseler refakat eder. Bunların bazıları tenebbüh ve bâzdan da bilâkis hipnoz hâlinin neticesidir, işte dervişlerde görülen bu hâller sebebiyle, garpta dervişler için, havlayan, ulu­ yan, raks eden v. b. sıfatları kullanılmıştır, Calâl al-Din Rumî ( ölm. 672 — 1273 ) 'nİn kur­ duğu mevlevî tarikatı mensuplan, semâ et­ mek suretiyle, vecde gelirler. Sa'dUcr [ b, bk, ]



d e v s e [ b. bk. ] yaparlar ve tekkelerinde dünbelek ( b a z ) kullanılan XX. asrın başlangıcın­ da bu dünbelek çalmak usûlü Mısır camilerin­ de bid'at telâkki edilerek, yasak edilmiştir ( Muhammed ‘Abdü, Târih, II, 144 v. dd.). Sa'd:~ ler, R ifâ'İler ve Ahmadiler, tarikatlara göre, değişen hayret verici hareketlerde bulunurlar. Ateş, canlı yılan veya akrep ve cam kırıkları yutarlar; vücutlarına şiş veya gözlerine çivi ba­ tırırlar. Kısmen göz boyama kabilinden şeyler olan ve kısmen de hipnoz hâli sayesinde te’mİn olunan bu temsillerden başka, dervişler­ de uzak veya gizli bir şeyi görme ve İşitme, hattâ bâzan da uzakta bulunan eşyaya dokunmaksızm, yerinden oynatmak gibi hâdiseler vukua gelir ki, bunlar şimdiye kadar lâyık ol­ dukları dikkatle tetkik edilmemiştir. Mama­ fih bu hâdiseler ancak hakikî v e l î l e r d e { b. bk.] vukû bulur ve Allahın onlara bahşettiği kudret sayesinde icrâ ettikleri karâm at ( «açurporea ) diye İzah olunur. Fakat tarikatların dâimî müridleri olan ve hânkâh, ribat, zâviga ve takiga 'lerde yaşayan yahut seyahat eden ( bektaşılıktan çıkmış olan k a l e n d e r î l e r mütamâdîyen dolaşmak mecburiyetinde idiler) dervişlerden* başka, mühim mıkdarda muhipleri de vardır ki, bunlar, her kes gibi, kendi evlerinde yaşarlar ve sâdece muayyen günlük evrâda devam etmek ve ara-sıra da tekkelerde zikre iştirak etmekle mükelleftiler. Mısır 'da Mem lükler zamanında tekkeler pek çoktu ve zengin vakıflara sâhip idi. O zamanlarda dervişlerin hayat şartlan ve itibarları bugünkünden- daha yüksekti. Bugün dervişler ekseriyet itibariyle, cemiyetin aşağı sımflarmdandır ve bunlar için tekke hem iba­ dethane hem de imaret hizmetini görmekte­ dir. Bunların tekkeye karşı vaziyetleri, camiye karşı takındıkları vaziyetten çok daha şahsîdir ve bundan dolayı tarikatlar, hıristîyanlıkta Pro­ testanlıktaki birbirinden ayrı ruhanî teşkılatlartnkine yakın bîr ehemmiyet kazanmıştır. Bu­ nun neticesinde, son zamanlarda hükümetler tekkeler üzerinde vasıtalı bîr murakabe vaz'ma mecbur olmuştur. Mısır 'da bu murakabe bütün tarikatların reisi olan Sayh al-Bakrı tarafından İcra olunurdu ( K iiâb bagi al-şiddik, s. 379 v. d d .). Başka memleketlerde her şehirde buna benzer bir reis vardır. Yalnız s e n û s î l e r [b. bk. ] Arabistan ve şunâiî Afrika çöllerine çekil­ mek ve bilhassa teşkilâtlarının merkezini Büyük-Sahra *nm ortalarında muhafaza etmek su­ retiyle, müstakil kalmışlar ve bu kontroîdan kurtulmuşlardır. Bundan başka ş e n û s î l e r diğer tarikat dervişlerinin mensup olduğu sınıf­ lardan tam mânası ile yüksek bir içtimâi sınıfa mensupturlar. İslâmiyette kadınlar, erkeklerin tâbi olduğu şartlara tâbi oldukları için, derviş



DERVİŞ -



DERVİŞ MEHMED PAŞA.



■ 547



kadınlar da vardır. Bunlar tarikata şeyh tara* j beyîerbeyiliğiae (5 eylül 1638) naklolunmuş fmdan kabul olunurlar, fakat çok defa kadınlar ve Bagdad muhasarasına iştirak eylemiştir. Pa« tarafından tâlim edilirler ve hazırlanırlar ve dişahın İstanbul 'a avdetinden sonra, kuvvetli zikirlerini hemen-hemfen dâimâ kendi araların­ bir valiye muâtac olan Bagdad 'a beylerbeyi da yaparlar. Orta çağ; nıîislüma» dünyasında nasbedildiği gibi (5 mayıs 16 39 ), bundan 5—10 bu derviş kadınlar çö]£ defa tekkelerde yaşar­ gün sonra uhdesine vezâret tevcih edilmiştir. lardı ; bunlar için yine kadınlar tarafından 3 sene süren Bagdad beylerbeyliği esnasında, idâre edilen vakıflar, ve hususî tekkeler vardı. Derviş Mehmed Paşa eyâlet dâhilinde emniyet Burada tarikatların tam bir listesini vermek ve âsâyişi yoluna koymuş ve bir kaç muhasara imkânsızdır. Yukarıda adı geçen maddelerden görüp, harap bîr hâle gelen Bagdad 'ın imârı­ başka b k . ‘ arüsîya , a şraf I ya , badavîya (bk. na, ticaret ve ziraatın inkişafına, çalışmıştır. AHMED BEDEVİ), BAKRIYA, BAYYÖMÎYA, BEK­ Bu memuriyetten sonra, Halep (16 4 4 ) , Ana­ TAŞİLİK, DERKAVA, GÜLŞENÎLİK, İSÂVA, HAL- dolu. ( 1 6 4 6) ve daha sonra Silistre ve Bos­ VETİLİK, NAKŞBENDÎLİK, ŞÂZİLÎLİK, SÜHREVER- na eyâletlerine tâyin olunmuştur, İkinci de­ DÎLİK, SONBOLÎLÎK, TİÇÂNtYA. fa Silistre 'ye tâyin olunduğu sırada, Girit B i b l i y o g r a f y a : Bu mevzua âıt bib­ harbi dolayısiyle, Çanakkale boğazını ablu­ liyografya çok vâsidir. Aşağıda belli-başh ka eden Venedik gemilerine karşı boğazın kitaplardan ancak bîr kısmi gösterilm iştir: kara taraflarında tertibat almağa memur edil­ Depont et Coppolahi, Les confreries reli- miş ve yerleştirdiği toplar sayesinde, düşman gteuses musulmanes ( Alger, 1 8 97 ) 1 A . Le gemilerini kaçırıp, osmanh donanmasının bo­ Chateiier, Les confreries musulmanes du ğazdan çıkmasını (7 mayıs 1649) mümkün H edjaz (Paris, 18 97 ) ; Goldziher, Vorlesun- kılmıştır. 1Ğ51 'de Silistre'den Anadolu beylergen , s. 168 v. dd. ve 195 v. d d .; Lane, M o­ beyiliğine getirilen Derviş Mehmed Paşa 'ya, dern Egyptians, fasıl X, XX, XXIV, X X V ; Ceiâlîlere karşı Bursa ’nm muhafazası vazifesi J . P. Brovvne, The derviches ör orienial verilmiş ve daha sonra, deniz seferlerinde mu* spritualîsm ( London, 1 86 8} ; Hughes, Dic- vaffakiyetsizliği görülen Hüsâm Bey-zâde A lî iionarg o f İslam, mad. F a q ir; d 'Ohsson, Paşa ’nm yerine, kapudan-ı deryalığı tâyin edil­ Tableau general de l ’Em pire Othoman (P a ­ miştir ( haziran î 6$2 ). Sadrâzam Tarhuncu Ahris, 179 0), ! i ; Sir Charles N. E. Elîot, Tur- med Paşa, devrinin en zengin ve nufuzlu ve­ key in Europe (London, 1900) ; E. G. Brovvne, zirlerinden olan Derviş Mehmed Paşa 'um sa­ A Year amongst the Persians ( London, dârete göz dikmiş olmasından şüphelenerek, 1 8 9 3 ) ; T. H. Weir, Shaikhs o f Morocco donanma ve tersane için lüzumlu olan parayı (Edinburg, 19 04 ); B. Meakin, The Maors vermiyor ve onu fena teçhiz edilmiş bir do­ (London, 1902), fasıl X IX ; H. Vambery, nanma ile sefere çıkarmak ve muvaffakiyetsızTravels in C entral A sia (London, 1864 ) ve liğe uğratarak, gözden düşürmek istiyordu. Fa­ Vambery 'nin butun seyyahate ve tarihe âit kat işin iç yüzünü bilen ve bu kabîl hiyîelere kitapları; W. T. H. Gairdner, The cWay' o f aldanmayan Derviş Mehmed Paşa, sadrâzamla a Mohammedan M ystic ( Moslern World, ni­ ve defterdar Zurnazen Mustafa Paşa ile mücâ­ san 1912 v .d . sa y ıla rd a ); D .B . Macdonaîd, deleden çekinmedi; esasen irâd ile masrafı Encyclopaedia Britannica, ıı.t a b ., mad. DER- tevzın etmeğe çalışmak yüzünden, her keşi gü­ VİSH (fakat oradaki malûmatı bu makale­ cendiren Tarhuncu Ahmed Paşa, Mehmed IV. mizde verilenler ile tashih etmek lâzımdır ) ; 'in huzurunda yapılan bir ictimâdan sonra azl bir de ayn. mil., Religions Âttitude and L ife ve idam edildi ve sadârete Derviş Mehmed in İslam ( Chicago, 1909 ) ; ayn. mil., Aspects Paşa tâyin olundu ( 20 rebiülevve! 1064 — 20 o f Islâm (N ew -York, 1 9 1 1 ) . mart 1653 ). (D . B. Ma c d o n a ld .) Derviş Mehmed Paşa devletin bütün işlerini D E R V İŞ MEHMED P A Ş A . D A R V ÎŞ MU- mîr-i mîranlıkîa baş defterdarlığa getirdiği Mo­ HAMMED P A Ş A ( 1 5 8 5? ~r~ 1655 ), Osmanh rali Mustafa Paşa 'ya bıraktı* Bu zat, zahiren s a d r â z a m l a r ı n d a n d ı r . Aslen çerkes sadrâzama bağlı gürünmekte beraber, Vâlde olan ve nasıl yetiştiği hakkında şimdilik eli­ Tarh an Sultan 'a intisap ederek, sadâreti ele mizde malumat bulunmayan bu zatı ilk defa geçirmek emeline düşmüş, fakat Valide Sultan, sadrâzam Mehmed Paşa ( Tabanı-Yassı) 'nm sarayın bütün isteklerini yerine getiren ve kethüdası olarak görüyoruz. Murad IV .'ın Re­ türlü vasıtalarla para bulup, her keşi hoşnut van fethini takip eden Iran harbinde, evvelâ eden bu çok zengin sadrâzamı feda etmemişti. mîr-i mîranlığa ve sonra Şam eyâleti beyler- Derviş Mehmed Paşa 'um en çekemediği adam, beyiliğine tayın edilen Derviş Mehmed Paşa, daha evvel bir müddet sadrazamlık etmiş olan padişahın Bagdad seferi esnasında, Dıyarbekİr ve o sırada kapudan-ı deryalıkta bulunan Kara



54*



DERVİŞ MEHMED PAŞA.



Murad Paşa idi. Derviş Paşa, vaktiyle Tarhun- ve ihtişamında aramak doğrudur. Kendisi daha eu 'nun kendisine yaptığım bu defa kendisi ağalığı zamanında, paşalara ve mültezimlere Kara Murad Paşa 'ya yapıyor, donanma ve ter­ fâizle para vermek suretiyle, zenginliğin yolunu sane içm lüzumlu parayı vermekten imtina tutmuş, Bagdad beylerbeyliğinde bulunduğu za­ ediyordu. manlarda ise, eyâlet dâhilinde geniş ölçüde İrtikâp ve irtişanın alıp-yürüdüğü bu devirde ziraat yaptırmak, koyun yetiştirmek, Hindistan Derviş Mehmed Paşa, verilen rüşvet ve avâidi ve Iran ile ticarî münâsebetlerde bulunmak hükümete irad kaydettirmiş, gerek bundan ve gibi, şahsî işlere girişmişti. BÖyîece kendi kapı gerek müzayede ile mansıp satışından elde halkının da ihtiyacını te'min eden paşa, eyâ­ edilen para ile, lıazinenin açığı kapatılmağa letin bütün tahsisatını biriktirir ve bir eyâlet çalışılmıştı. Bu suretle saray masrafları ve kul valisinin, reaya malına el sürmeden servet te'mevaeibi te'min edildiği cihetle sadrâzamdan min etmesi için, en muvafık yolun kendi tut­ memnun olmamak için bir sebep yoktu. Mâ- tuğu yol olduğunu ileri sürmekten çekinmezdi. ■ lî işleri gûya yoluna koyan Derviş MeJımed Mamafi şecaati ile temeyyüz etmiş olan Derviş Paşa, devlet erkânına, sarayı kızdırmadıkça ve Mehmed Paşa 'nm beylerbeyüiği zamanında, bâdedi-koduya yol açmadıkça, kimseyi azletme­ zan hükümete karşı Celâlîlere has bir tavır yeceğini vaad etmiş ve Mtarik-i İlmiyeyi — müf- takındığı da olmuştur. Müverrih Naimâ, Halep •tiye, kuzatı — sadreyne ve ocakları — zabitle­ 'te Derviş Mehmed Paşa hazinedarlığından çık­ rine havale" ederek, vaktini zevk ve sefa için­ ma Murtaza A ğa'd an naklen, paşanın şemaili, de geçirmeğe başlamıştı. Bu sırada ( zilkade kıyafeti ve hususiyetleri hakkında epey malû­ 1064 = teşrin I. 1654) padişaha, vükelâ ve ule­ mat verir. Bundan anlaşıldığına göre, güzel manın zulm ve irtikâbından bahseden imzasız elbiseler giymekten hoşlanan Derviş Mehmed bir arıza sunulduğundan, Üsküdar sarayında Paşa, acâip bir şekilde sarılmış sarığı, köse Mehmed IV. ’in huzurunda bîr içtimâ yapıldı. denilecek kadar kısa sakallı ve her biri ikî Tertipli bir sahne gibi hazırlanmış olan bu sakal kadar gumrah ve uzun bıyığı ile „zati toplantıda şeyhülislâm Ebu Saıd Efendi ve îevendâne, meşrebi rindâne, lâtifeye mail, muh­ Derviş Mehmed Paşa, arizadaki yazıların ifti­ teşem" bir vezir idi. Bu zat adâletsizliğin şid­ radan ibaret olduğunu izah ile beraber, birbir­ detle hüküm sürdüğü ve devlet nufuzunun azal­ lerini uzun uzun sena ederek, güya meseleyi dığı bir devirde iş başına gelen ve büyük ic­ hallettiler. Fakat içtimada yorulan ve soğuk raat ile temayüz etmeden giden sadrâzamlar­ alan sadrâzam, sarayına avdetinde, hastalandı dan biri olmakla beraber, onun hayatım ve ve bîr kaç gün içinde hastalığı artarak, felce sadâretini tetkik osmanlı tarihinin bir sahifeuğradı. Sadârete bir başkasının tâyini tekarriir sîni aydınlatmağa yardım eder. ■ etmekle beraber, kurban bayramında bu zenB i b l i y o g r a f y a ' . Naimâ, T arih ( İs­ ■ gin sadrâzamın saraya takdim edeceği hedi­ tanbul, 1 2 8 0 ) , 111, 277, 330, 3 4 7 , 407 ; IV, i o o , yelerden mahrum kalmamak için, sadâret te­ 220,* V, tür. y e r .; VI, 22 v.d .; Kâtib Çetebî, beddülü bir az tehir edildi. Nihayet 17 teş­ Fezleke (İstanbul, 1 2 7 8 ) , II, tur. yer.'; ayn, rin i . 1 6 5 4 ( 1 7 zilhicce IC 6 4 ) 'te mühr-i hü­ mil., Tuhfat al-kibar f i asfa r al-bıkar (İs­ mâyûn Derviş Mehmed Paşa 'dan alınarak, Ipşir tanbul, 1 3 2 9 ) , s. 130, 145 ; ayn. mil,, Takvim Mustafa P a ş a ’ya gönderildi. Yaşı 7 0 'e yak­ al-tavârih (İstanbul, 1 1 4 6) , s. 229; Mehmed laşmış bulunan ve mührü elden kaçırmakla Halife, Türih-i ğilm ani (İstanbul, 1340, „rûh-i İzafîsinden" ayrılmış olan Derviş Meh­ T T E M ilâvesi), s. 34 ; Nazmî-zâde Murtaza, med Paşa, 13 kânun II. 1655 ( 5 rebiülevvel Gülşen-t hulefâ (İstanbul, 1 1 4 3 ) , var. 79 1065 ) 'te vefat ederek, İstanbul 'da Çemberlitaş v.d .; cOşmân-zâde Tâ’ib, H ad i kat al-vuzara 'ta Atik A li Paşa camii lıazîresine defnedildi. (İstanbul, 1 2 7 1 ) , s, 98 v.d .; muhtelif tercü­ Muazzam bir yekûn tutan serveti de hâzineye me-! hâl kitaplarındaki malumata fazla itimat alındı. edilemez. XVH, asrı ihtiva eden osmanh ta­ XVII. asır sadrâzamların m en zengin ve ih­ rihlerinde de dağınık malûmata rastgelinir; tişamlılarından biri olan Derviş Mehmed Pa­ msl. bk. J. de Hammer, H isioire de VEmpire şa, daha Şam beylerbeyi iken, mâlik olduğu Ottoman (Paris, 1 8 3 7 ) , X. mükemmel kapı halkı ile her kesin dikkatini (M. Ca v İd B aysun .) çekmişti, Bagdad 'da iken maiyetinde, levend, D E R V İŞ MEHMED P A Ş A . D A R V İŞ iç-oğlanı ve ağavattan mürekkep olmak üzere, MUHAMMED P A Ş A ( 1 7 3 0 —1777), osmanlı 10.000 adamı bulunduğu ve beylerbeyiliklermde s a d r â z a m l a r m d a n d ı r . Yağlıkçı Kadri „yedî bin ata yem astığı" söylenmiştir. Derviş A ğa'n ın oğlu olup, 1730 ( 1 x 4 2 ) 'da İstanbul Mehmed Paşa ’ma sadârete kadar yükselişinin 'da doğmuştur (doğum tarihini 1146 olarak sırrım, iktidar ve liyâkatinden ziyâde, bu servet kaydedenler varsa da, yanlış olacaktır). Hiz­



DERyİŞ MEHMED PAŞA — DERVİŞ PAŞA. mete defterdar Behçet Efendi 'nra mühürdar yamaklığı ile başlayan Derviş Mehmed Efendi, sıra ile Nailî Abdullah, Silah dar AÜ ve Saİd Mehmed Paşa ’larm devatdarîığmda bulunduk­ tan sonra, defterdar kesedarlığma ve 1768 se­ feri esnâsmda evvelâ vekâleten, bilâhare asa­ leten mâliye tezkİreeiİiğine ve 26 şubat 1772 (22 zilkade 1188 ) 'de Şumnu ordugâhında, mâlî vaziyetin bozukluğu dolay isiyle kimsenin kabûl etmek istemediği şıkk-ı evvel defterdarlığına tâyin edilmiştir. Kendisi, ordunun İstanbul 'a avdeti esnâsmda bu vazifeden infisâl etmekle beraber, kısa bir zaman sonra (2 5 teşrin II. 1774 = 21 ramazan 1 1 8 9) , eski memuriyetine iade edilmiş, nihayet 5 nisan 177$ ( 3 saf er 1 1 8 9 ) 'te kethüday-i sadr-i âlî ve 6 temmûz 1775 ( 8 cemâziyelevveî 118 9 ) 'te sadrâzam olmuştur. Küçük-Kaynarca muahedesinin akdini tâkip eden devirde iktidar mevkiine gelen Derviş Mehmed Paşa, Abdülhamid I. [ b. bk.] 'in sad­ râzamlarına vermek itiyadında bulunduğu sa­ lâhiyetten istifâde ile, devletin harp esnâsmda uğradığı zararları telâfiye çalışacak yerde, vak­ tini zevk ve sefa içinde geçirmeği tercih etti. Kendi mensupları da paşalarının zevke olan meylini dile düşürdüler. Devlet işlerinde gös­ terdiği gevşekliğe inzimam eden dedİ-koduîar neticesinde, Derviş Mehmed Paşa 19 kânun I. 1776 (25 zilkâde 1 1 9 0 ) 'da sadâretten azil ve Gelibolu'ya nefyedildi ise de, 10 şubat 1777 (2 muharrem 1 1 9 1 } 'de Hanya valiliğine nasbolundu. Fakat memuriyetine giderken, yolda hastalanarak, Sakız 'a çıktı ve orada vefat e tti; İbrahim Paşa camii h azı resin e defnedildi. Sâkin tabiatlı bir adam olan ve devlete hemen hiç bir faidesi dokunmayan Derviş Mehmed Paşa, İs­ tanbul 'un Eyyup ve Üsküdar semtlerinde, Bursa 'da ve Mısır 'da bâzı hayır eserleri yaptırmış veyahut bâzı hayır binalarım t âmir ettirmiştir. Bunlardan bazılarının tekke olduğuna bakılacak olursa, kendisinin sûfiyeye muhabbeti olduğuna hükmedilir. ‘B i b l i y o g r a f y a : Vâsıf, Tarik ( İs­ tanbul, 1 2 1 9) , II, 197 V.d.; Cevdet Paşa, Tarih ( Istan bu1, 1309 ), II, 1 1 , 24, 49 v.d., 70 ; IV, 246; Ahmed Câvid, ffa d îk a t al~ vuzarâ' zeyillerinden ( f f adî kat al~vuzara ile birlikte), İstanbul, 1271, s. 27 v .d . D E R V İŞ MEHMED P A Ş A . D A R V İŞ MUHAMMED P A Ş A ( 1765 — 1 8 37) , osmanlı s a d r â z a m l a r ı n d a n d ı r . Mora 'nın Anapoli şehrî ahâ.isinden Rüstem A ğa 'nııı oğlu olup, morali vezir Ahmed Paşa'm n mühürdarlığmdan yetişmiş ve onun sayesinde mîr-i fnîranhkla bir sancak beyliğine tâyin edil­ miştir. Daha sonra Hamîd livası muhassılhğmda ve 1817 'de vezâretle Hüdavendigâr, Es­



549



kişehir ve Kocaeli mutasarrıflığında bulunmuş­ tur. O sırada devletin en nufuzlu şahsiyeti olan Halet Efendi sadârete gevşek birini ge­ tirmek istediğinden, Mahmud II. 'a;, Derviş Mehmed P a şa 'y ı tavsiye etmiş ve bu suretle 6 kânun II. 1818 (27 saf er 1233 ) 'de Derviş Mehmed Paşa sadrâzam olmuştur, iki sene sü­ ren sadâretinde, hîç bir iktidar göstermeyen, hattâ İstanbul 'un asayişini büe te'min edeme­ yen ve zorbaları cezalandırmaktan çekinerek, her keşi taltif yoluna giden Derviş Mehmed Paşa 'nın hâl ve tavrı devrin ricâline, ezcümle Halet Efendi ’ye, muvafık gelmekle beraber, padişah, sadrâzamın aczini anlamış, fakat „hîfz -i nâmûs-ı sadâret" için, onu bir müddet mev­ kiinde bırakmağa mecbur olmuştu. Nihayet 5 kânun II. 1820 (9 rebiülevvel 1 2 3 5 ) 'de onu azlederek, Gelibolu 'ya n efyetti; bir müddet sonra da emîrüihaclık ve Nablus livası ımzimamı ile, Şam eyâletine tâyin eyledi ( 1 6 kânun II. 1 8 21 ) . Bu memuriyet esnâsmda, Say da va­ lisi Abdullah Paşa ile bozuşarak, Bâbıâlinin emri mucibince Abdullah Paşa 'yı A kkâ 'da mu­ hasara eden Derviş Mehmed Paşa, onun affedil­ mesi üzerine, Anadolu eyâletine naklolundu ise de, burada da damadı Hamdı Bey 'in derebeyi tavrı takınarak, halka tahakküm etmesi Kü­ tahyalıların şikâyetine sebebiyet verdi. Derviş Mehmed Paşa, bu yüzden, vezâreti ref ve mal­ ları müsâdere edilmek suretiyle, Anadolu eyâ­ letinden azlolunarak, Afyonkarahisar 'da ika­ mete memur edildi. Daha sonra, ricası yerine getirilerek, menfası Bursa 'ya tahvil olundu. Ha­ ziran 1837 'de şeyhülharemliğe tâyin edildi ise de, memuriyeti mahalline giderken, Yanbü' 'da vefat etti (teşrin 1. 1837). Derviş Mehmed Paşa, zayıf, nahif, sâkin ve şahsan iyi bir adam olmakla beraber, osmanlı sadrâzamlarının en silik sımalarından biridir. Bursa 'da ve İstanbul 'da bâzı hayrat yaptıran bu zat, vefatında 70 yaşını geçmişti. B i b l i y o g r a f y a : Şânî-zâde Ataullah Efendi, Tarih (İstanbul, 1290/1291 ), II, 304, 33*> 356 v.d .; III, 88 v.d., 149; Cevdet Paşa, Tarih (İstanbul, 1 3 0 1 ) , XI, 38, 72, 80; XII, 23, 84 v.d., 1 2 5 ; Lûtfİ Efendi, Tarih (İstan­ bul, 130 2 ), V , 88 v.d .; R if'at Efendi, Vard al-h ad aik (taş basm-, İstanbul), s. 15. (M . C



a v îd



B



a y su n



.)



D E R V İŞ P A Ş A . DA R Vİ Ş P A Ş A ( 1 5 6 0? — 1603 ), XVI. asrın türk ş â i r l e r i n d e n olup, Bosna beylerbeydiğine kadar yükselmiş bir zat­ tır. Mostâr şehrinde dünyaya gelen ve daha ço­ cuk İken, Selim II, devrinde enderuna alınarak, At-Meydam sarayında { İbrahim Paşa sarayı ) senelerce tahsil ve terbiye gören Derviş Ağa, ilim ve marifette ve bilhassa edebiyatta büyük



55®



DERVİŞ PAŞA.



bir istidat göstermiş ve genç yaşında şiir söyle­ meğe başlamıştır. Kendisi Murad III. zamanında saray-i a.mireye nakledilip, doğancılık hizme­ tinde kullanıldığı gibL padişaha sunduğu ka­ side ve gazeller ile dikkati çektiğinden, has odaya alınmış ve hükümdarın mukarribleri ara­ şma girmişti. Derviş A ğa, farsça öğrendiği için, Murad III. 'm emri ile, şâir Bannâ’ i 'nin Sakâname adlı manzum eserini ;bu sırada nazmen türkçeye çevirip, Murâdnâma ismini vermiştir. Daha sonra doğancı-başılığa . yükselen Derviş A ğa ( Haşan Çelebi Tezkire 'sinde onun do­ ğancılar kethüdalığma tâyin olunduğu kayd­ edilir), Murad IH. ’m pek ziyâde itimadını ka­ zandığından, huzur-î hümâyûnda yapılan en mühim içtimaiarda hâzır bulunur ve hüküm­ darın „kapı kethüdalığını" yapardı. Meselâ 15 9 2 'de padişahın huzurunda, sadrâzam Sınan Paşa 'ma Nemçe 'ye sefer açılması lehindeki sözlerini ve buna karşı Hoca Sâdeddin Efendi nin meşhur itirazını bu meclîste hâzır bulunan Derviş Ağa, bilâhare müverrih Peçevî İbrahim Efendi 'ye nakletmiştı. Derviş A ğa 'mu hangi ta­ rihte saraydan çırağ edildiğini bilmiyorsak da, kendisi, her hâlde Murad IlI.-hn vefatına ( 1595 ) kadar, sarayda kalmış ve ancak Mehmed III. 'in cülusunu müteakip çıkabilmiş olmalıdır. Riza ( Tezkire, İstanbul, 1316 , s. 1 5 ) onun çakırcı» jbaşılık ile saraydan çıktığını kaydeder (krş. Riyazi, Tezkire, yazma). Derviş Paşa 'yı, saraydan ayrıldıktan sonra, dâima Macaristan 'dakı harp sâhalarmda görü­ yoruz. Kendisi evvelâ 1599 'da, uhdesinde Bos­ na beylerbey iliği bulunduğu hâlde, Istolni Belgrad ( Szekesfehervâr) muhafazasına memur edilmiş, bîr müddet sonra elden çıkan bu ka­ lenin, sadrâzam Yemişçi Hşsan Paşa tarafın­ dan muhasara ve istirdadına ( 12 temmûz — 6 ağustos 1602 ) Derviş Paşa da iştirak eyle­ miştir. A ynı senenin sonlarında, Bosna bey­ lerbey iğine Celâli Deli Haşan 'm tâyin olundu­ ğuna bakılırsa, Derviş Paşâ'm n bu memuri­ yetten o sıralarda ayrıldığı anlaşılır. Osmanlı — Avusturya harplerinin en buhran­ lı bir devrinde [ bk. mad. BUDİN ] düşman elin­ de bulunan Peşte civarına gelip, Budin kale­ sine yardım etmeğe teşebbüs eden serdar Lala Mehmed Paşa ’mn ordusunda, Bosna 'dan mâzûl Derviş Paşa 'da bulunmakta idî. Düşmanın kuv­ vetli bîr tabya ile tahkim ettiği Csepeî ada­ sına köprü kurmağa ve çoğu Celâli segbânlarmdan mürekkep olmak üzere, asker geçirme­ ğe başlandığı zaman, mecmuu 15,000 kadar olan bu askerin başma Derviş Paşa tâyin edil­ di. Derviş Paşa adaya köprü kurmanın büyük tehlikesini ileri sürdü ise de, serdar Lala Meh­ med Paşa ’mn İşran karşısında, korkaklıkla it­



ham edilmekten çekinerek, adaya geçti. Ma­ iyetindeki askerde inzibat ve itaatten eser bu-? lunmadığı gibi, köprü de henüz tamamlanma­ mıştı, O gece Derviş Paşa 'ya, her hâlde ümidsizlikten, büyük bir uyuşukluk çöktüğünden, lâzım gelen askerî tedbirleri) alamadı. Ertesi gün ( 14 temmuz 1603 — 4 safer 1012 ) erkenden iki taraf arasında çarpışma başladı. Türklerin, geri ile irtibat te'min edememelerine mukabil, avusturyalılar, daha evvel, adayı bir köprü ile kendi taraflarına bağlamışlardı. Bu itibarla muharebe daha ilk safhalarda türkler aleyhine bir cereyan aldı. Derviş Paşa, bütün geyretine rağmen,,Çelâlîlerin firarına mâni olam ıyor; bunların bir kısmı düşman hücumu ile telef olurken, bir kıs­ mı da Tuna 'da boğuluyordu. Bozgun yeniçeri kuvvetlerine de sirayet etti ise de, Derviş Paşa, kuşluk vaktinden ikindiye kadar süren muha­ rebede düşmandan yüz çevirmeyerek, ona bü­ yük zayiat verdirdi; nihayet her kesin muha­ rebe sahasını bırakıp kaçtığını görünce, 10 kadar iç-oğlam ile düşmanın büyük bir askerî kıt'asına saldırdı; kendisi ve adamları dÖğüşedÖğüşe şehid oldular. Bu muharebeye giden osmanlı askerinden ancak bir kaç yüz kişi kurtulabilmişti. Bilâhare Csepel adasını ziyaret eden Evliya Çelebî'nin Derviş Paşa hakkında verdiği yanlış malûmatı bir tarafa bırakalım, Türk seyyahı, serhadliler arasında senelerce destan gibi söylenen bu muharebenin cereyan ettiği yerleri gezerken, orada Derviş Paşa ile diğer şehidler için yapılan türbelerden başka bir de kasır görmüştür. Derviş Paşa 'nm velâ­ det tarihi mâlûra değilse de, Selim II. zama­ nında küçük yaşta olduğuna bakılırsa, vefatın­ da 43 yaşlarında bulunduğu tahmin edilebilir. Derviş Paşa XVI. asrın az tanınmış şâirle­ rinden biridir. Başlıca eseri olan Murâdnâma 'nm sâde ve akıcı ifâdesi, oldukça güzel tah-r kiye üslûbu, kendisine, mesnevi tarzım kulla­ nan şâirler arasında, İyi bir mevki te'min et­ miştir. Derviş Paşa ’mn görebildiğimiz mahdut mıkdardaki gazelleri, Murâdnâma 'ye kıyâsen, daha kıymetsiz şiirler olmakla beraber, Peçevî İbrahim Efendi 'nin de beğenip, tarihine dercettiğî ( kaza ve kaderden b â h ıs) gazel, haki­ mane edası ile, müellifinin kudretine iyi bir misâl teşkil eder ve onun sûfiyeye olan İnti­ sabım gösterir. Müretteb divanı olup-olmadığı hakkında şimdilik malûmatımız olmayan bu za­ tın şiirlerine mecmualar ile tezkirelerde ve bâ­ zı tarihlerde tesadüf etmekteyiz. Enderun mek­ tebinde yetişip, senelerce saray hizmetinde bu­ lunan ve Peçevî tarafından „bir şâ ir-i. metîn ve fazilet ve mârifet ile kibar-i ulemaya karin bir âdem14 olarak gösterilen Derviş Paşa, serhad diyarlarında da temayüz etmiş ve bilhas*



DERVİŞ PAŞA.



SS*



sa Csepel muharebesinde kahramanlığını isbat Nasuh Paşa 'yı İran ser haddine göndermek ve eylemiştir. kendisi de merkezden her iki sâhayi idare et­ B i b l i y o g r a f y a ’. Murâdnâma 'nin mek düşüncesinde idi. Derviş Paşa, yerine göz (Fâtih Millet kutup., A li Emîrî, müze, nr. diktiği Lala Mehmed Paşa 'mn bütün tasavvur­ ı o ı o ) mukaddimesi, paşanın saraydaki ha­ larını alt-üst ederek, haklı itirazlarına rağmen, yatı için .kıymetli bir kaynaktır. Mukaddime­ onu Iran seferine çıkmak mecburiyetinde bı­ nin mühim bir kısmı, Derviş Paşa 'nm diğer raktı ve orduyu Üsküdar 'a geçirtti. Bununla bir kaç şiiri ile birlikte, Sâdeddin Nüzhet da kalmayıp, sadrâzamın en ziyâde güvendiği Erğun ( Türk şâirleri, III, 1172 v.d.) tarafın­ adamlardan yeniçeri ağası Hüseyin ve kapueudan neşredilmiştir. Peçevî, Tarih (İstanbul, başı Mustafa A ğa 'iarı taşrada başka vazifelere 1283 ) , II, 132, 228 v.d.; Kâtİb Çeİebî, Fezleke tâyiıı ettirmek suretiyle, uzaklaştırdı. Ahmed (İstanbul, 1286), 1,98, 114, 126, 178 v.d .; I., Derviş Paşa 'mn teşviki ile, Lala Mehmed Naimâ, Tarih (İstanbul, 1280), I, 218, 286 Paşa gibi, devlete çok hizmet etmiş bir zatı v.d., 314. v.d .; Haşan Çelebî, Murâdnâma 'de o kadar hırpaladı ki,, biçare adam teessürün­ mukaddimesi esas tutulmuş ve diğerlerinde den felce uğrayarak, vefat etti ( 2 1 haziran ( Riyâzî, Kaf-zâde F â iz î) ise, kısa ve bâzan 1 6 0 6 = 1 5 saf er 1015 ) ve yerine Derviş Paşa yanlış malumat verilmiştir. ‘A tS ( Tarih, İs­ sadrâzam oldu. Şeyhülislâm Sun'ullah Efendi tanbul, 1293, IV, 135) tarafından Murad 'nin defterdar Bâkî Paşa 'ya söylediğine bakı­ III. şâirleri sırasında gösterilen Mostârî Top- lırsa, Lala Mehmed Paşa hasta iken, Derviş hâneeı-başı hazineii Derviş Hacı Bey 'in, Der­ Paşa tarafından elde edilen bir hekim vasıtaviş Paşa olması icap eder. Bu zata ait olmak siyle, zehir Serilmiştir. Ahmed î. Ölen sadrâzamın üzere, dercedilen şiirlerin çoğu Derviş Pa­ yalnız nakdini hazîneye almak emrini verdiği şa 'nm Haşan Çelebî tezkiresinde de gördü­ hâlde, Derviş Paşa, Lala Mehmed Paşa 'mn altı ğümüz şiirleridir. Csepel adasındaki muha­ yetimine pek cüz'î şey bırakıp, bütün mallarım rebe yeri için bk. Evliya Çelebî, Seyahatna­ müsadere ettirdi. Sadâretinde iik işi, beylerme (İstanbul, 1318, VI, 211 v.d.). Derviş Pa­ beyiiiğinden mütekait bîr ihtiyarın haksız yere şa 'nm Mostâr 'daki köprüsü için bk, Wis- boynunu vurdurmak oldu ve halkın nefretini sensckaftl. MitteiU aus Bosnien ( Wien, celbeden bu hareket, kendisinin de er-geç idam 1843), I) S 11(M . CAVİD B a y s u n .) edileceği kanaatini uyandırdı. Selefini hasta hâlinde sefere çıkmağa zorlayan DERVİŞ P A Ş A . D A R V İŞ P A Ş A ( ? — 1606), Osmanlı s a d r â z a m i a r ı n d a n d ı r . Derviş Paşa, sadâret mührünü ele geçirdikten Aslen bösnah olup, İstanbul 'daki Bostancı oca­ sonra, İstanbul 'da kalmanın çâresini arıyordu, ğından yetişerek, bu ocağın kethüdahğında bulu­ Ahmed I. bütün devlet erkânım toplayarak, akd­ nan Derviş A ğa, Ahmed I. 'in validesi Handan ! ettiği bir meşveret meclisinde, o sene seferin Sultan 'ın pek ziyâde itimadını kazandığından, î geri bırakılması fikrini ileri sürdüğü zaman, 1604 'te bostancı-başılığa yükseldiği gibi, devlet şeyhülislâm Sun'ullah Efendi büyük bir tecellut işlerinde de sarayın âdeta müşaviri kesilmişti. gösterip, padişahın fikirlerine itiraz etti ve ay­ Rivâyete göre, Valide Sultan Ahmed I. 'e Der­ lardan beri Üsküdar 'da bekleyen ordunun geri viş A ğa ’nın aslâ sözünden çıkmamasını tenbih dönemeyeceğini söyledi ve bu hareketi meşietmiş ve bir zaman bütün işler, bostancı-ba- hatten azline sebep oldu. Derviş Paşa ordunun şmın reyi ile yürütülmüştür. Bâzan padişah Der­ başına, devrin en değersiz adamlarından Deli viş A ğa 'yı „bağçe-ı hassa" 'da alıkoyup, onun­ Ferhad Paşa 'yı tâyin ettirmekle, kendisi İs­ la istişarede bulunur ve bunu takip eden gün, tanbul 'da kalmanın yolunu buldu. Anadolu 'da muhakkak bir „hâdise-i azîme" zuhur ederdi. öteden beri mevcut olan Celâliliğin bu sırada Valide Sultan 'ın vefatından sonra, Ahmed I. çok genişlemesi, Derviş Paşa 'nm da zulmünü B ursa'ya gittiği zaman (teşrin II. 1605), genç ve idâresİzîiğmi günden güne arttırması devlet padişah üzerindeki nufuzu devam eden Derviş ve saray erkânını, ciddî olarak, endişeye dü­ A ğa ’mn İstanbul muhafızlığına tâyin edildiği­ şürmüştü. Abu *1-Mayimin Mustafâ Efendi 'nİn ni) fakat idaresizliği yüzünden, bir kaç gün vefatından sonra, tekrar meşihata getirilen İçinde kendisinden bu vazifenin alındığım görü­ Sun'ullah Efendi ile muallim Sultanî Mustafa yoruz. Mamafih çok geçmeden vezâretle kapu- Efendi 'nîn yaptıkları te'sır sayesinde, Ahmed dan-2 deryalığa tâyin edilmesi (1 8 kânun 11. I. Derviş Paşa'm n mâhiyetim anladı. Bîr gün ı6c6 = 9 ramazan 1 0 1 4 ) , nufuzunun arttığına Sun'ullah ve Mustafa Efendi'ler ile yaptığı isti­ delildir. O esnada Macaristan işlerini yoluna şareden sonra, sadrâzamın izâlesine karar ver­ koyarak, Avusturya devletini sulha yanaştırıp, diği gibi, 3 gün sonra onu saraya davet edip, İstanbul 'a dönen sadrâzam Lala Mehmed Pa­ huzurunda otağ ipi ile boğdurdu (9 kânun II. şa, Murad Paşa ( Kuyucu ) 'yı Macaristan 'â, 1606 = 8 şaban 1 0 1 5 ) . Bir rivâyete göre, Der-



552



DERVİŞ PAŞA - DERYA,



vış Paşa, Demir-Kapı tarafında yaptırdığı sariayın inşaatına bakan musevînin gösterdiği masrafı fazla bulunca, adam, hayatını kurtar­ mak için, bu masrafı paşaya bağışlamakla be­ raber, yeni bina ile saray-i âmire duvarının altına doğru bir dehliz kazdırmış ve bunu sad­ râzamın, padişaha suikast yapmak üzere, ha­ zırlattığını ihbar etmiştir ki, Derviş Paşa 'nın idamına sebep olan hâdise budur. Pek kısa bir zaman içinde devletin en yük­ sek makamına yükselen ve sukutu da o nisbette çabuk olan bu adam, ikbâlini Valide Sultan hiır.âyesine ve padişahın tecrübesizli­ ğine medyundur. Bütün tarihçiler, en küçük bîr meziyete bile mâlik bulunmayan ve dev­ lete hiç bir hizmeti geçmeyen Derviş Paşa 'yı, zâlim, inatçı, hiylekâr ve insafsız bir şa­ hıs olarak gösterirler. Bazıları daha ileri gidip, onu „zehiri gözünde" bir yılana teşbih ederler. Sadâretinin son zamanlarında, İstanbul evlerine şahniş başına ioco akçe vergi koymak gibi, münasebetsizliğe kalkışan Derviş Paşa ’mn ida­ mı ile, halk geniş bir nefes almış ve müverrih Naimâ ’nın dediğine göre, Azmî-zâde Hâletî H add-i mestân adlı 80 beyittik „garâib-nümâ“ bir kasîde yazarak, onu tehüîl etmiştir. Derviş Paşa, bâzı eserlerde Derviş Mehmed Paşa is­ mi ile de gösterilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Ahmed I. devri vekâyiİni muhtevi bütün osmanlı kaynaklarında Derviş Paşa hakkında malûmata rastlıyoruz. Bunlar arasında Peçevî ( Tarih, İstanbul, 1283, II, 293—329, 354 ), Lala Mehmed Paşa 'ma adamı olduğundan, Derviş Paşa 'dan epeyce bahseder. Derviş Paşa 'nm biraderi olup, gençliği do’ ayısîyle Civan Bey diye anılan zat İle yakından temas ettiği İçin, malûmatının bir kısmım ondan almış { II, 294, 316 v. d.), Lala Mehmed Paşa 'nm vefa­ tına dâir tafsilâtı da bu hâdiseyi yakından bilen defterdar Bakî Paşa 'dan dinlemiştir. Kâtib Celebi, Fezleke (İstanbul, 1287), I, 271 —281. ; ayıı. mil., Takvim al-tavârih (İs ­ tanbul, 1x4 6 ), s. 178, 226; ayn. mil., Tuhfat al-kibar f i asfa r al-bihar (İstanbul, 132 9 ), s. ico, 1 4 1 ; Solak-zâde, Tarih (İstanbul, 1298 ), s. 691 v, d .; Muhammed b. Mühammed, Nahbat al-iavârih va 'l-ahbar ( İstan­ bul, 1276, s. 231 v. d., mehazlar arasında bu­ lunduğu gibi, memuriyetleri ve şahsiyeti hak­ kında bilhassa bk. Naimâ, Tarih (İstanbul, 12 8 0 ,1, 39c, 422, 434 ) ; Mehmed Süreyya, S icill-i osmanî (İstanbul, 1 3 u ) , II, 329 (D e r­ viş Paşa 'nm Miskinler civarında medfun olduğunu kaydetmiştir). Bu eserlerden başka bk. Osman-zâde Tâib, H adikat al-vuzara (İstanbul, 1 271 ) , s. 54 v. d . ; J . de Hammer,



H istoire de VEmpire Oitoman (Paris, 18 37), VIII. ( M. C a v îd B a y s u n .) D E R V İŞ P A Ş A . D A R V ÎŞ P A Ş A ( 181 2 —1896), İbrahim Derviş Paşa, osmanlı m u ­ s i r l e r i n d e n d i r . Aslen Lofçaîı olup, bu ka­ saba ayanından İbrahim ağa 'nın oğludur. Genç­ liğinde İstanbul'a gelip, gönüllü olarak, asker­ liğe giren, zekâ ve faaliyeti sâyesinde, zâbitîiğe yükselen bu zat, 1252 ( 1836/1837 ) 'de bin­ başılığa terfi edildiği gibi, ( Serdar-i Ekrem ) Ömer Paşa 'nm yâverliğine getirilmiş, daha sonra muhtelif askerî hizmetlerde bulunup, ni­ hayet 28 nisan 1862 (28 şevval 1278) 'de mü­ şir olmuştur. Karadağ 'a karşı yapılan harekâ­ tın başında bulunduğu ve müteakiben Yanya vâiiliğine tâyin edildiğini bildiğimiz Derviş Pa­ şa, uhdesinde IV. ordu müşirliği bulunduğu hâl­ de, 1865 ( 1282 ) 'te Cevdet Efendi ( Paşa ) 'nin, komiser olarak, iştirak ettiği Anadolu ıslâhat heyetine, kumandan sıfatiyle, dâhil olmuş ve Kozan havâlisinde yapılan harekâtı idare ey­ lemiştir. Sonraları müteaddit ordu müşirlik­ lerinde ve Sırbistan harekâtında Bosna vâliliğinde hizmet eden bu zat Bosna'da iken, Her­ sek sancağında zuhûr eden isyanın tevsiine manî olamadığı için, azledilmiştir. Kendisinin 1877/1878 turk-rus harbinde Lâzistan hudu­ dunun muhafazası için kurulan ordunun ku­ mandanlığını muvaffakiyetle başardığını ve hat­ tâ rus kuvvetlerini oldukça ehemmiyetli bir mağlûbiyete de uğrattığını ve mütârekeye kadar rusîarı Batum 'a sokmadığını biliyoruz. Derviş Paşa, uzun memuriyet hayatında pek çok ve mütenevvi vazifelere getirilmiş, bilhassa Di­ yarbakır ve Selanik valiliklerinde, bahriye ne­ zâretinde, serasker kaymakamlığında, dâr-ı şurây-İ askeri ve erkân-ı harbiye-i umûmiye re­ isliklerinde bulunmuş, „memuriyet-i mahsusa" ile Mısır 'a gönderilmiş ve nihayet Rumeli fev­ kalâde kumandanlığına tâyin edilmiştir. Uhde­ sinde yâver-i ekremlik de bulunan Derviş Paşa, 84 yaşlarında, 22 haziran 1896 ( 1 0 muharrem 1 3 1 4 ) 'da vefat ederek, Sultan Mahmud türbesi hazîresİne defnolun muştur. B i b l i y o g r a f y a : Cevdet Paşa, Mâ~ rûzât, TT E M , nr. 10 ( 87 ) 14 ( 8x ) ; Mah­ mud Celâleddin Paşa, M ir'S f-i fıakikat (İs­ tanbul, 13 2 6 ), I, 46, 48, 79 j II, 1 1 8 ; Meh­ med A rif, Başım ıza gelenler ( İstanbul, 1328 ) S. 205. ( M. C. ŞiHABEDDİN TEKİNDAĞ.) D E R Y A . DAR Y Â ( eski fars. d r ay ah-, pehl. d a ry â k ), d e n i z v e b ü y ü k n e h i r . D ary â -i H azar ( Hazar denizi) ; A m ü-D aryâ ve S ir-D a ry S ( eskilerde Oxus ve Ja x a rte s, arap. Cayhün ve Sayhan), L ârîstân 'm ve Kırm an'in cenûp sahiline, D aryâ-bâr derler ( Quatremere, Not. et extr., XIV, 281, not x ). Bandar-Bü-



OERYA — DESTECÎr D. şarir liman reisine D erya-hegi unvanı verilirdi; türklerde en büyük amirale kapudân-i deryâ denirdi. İdaresi kapudan paşaya mevdu olan Ge­ libolu-Çanakkale sancakları ile Cezayir Bahr-i Sefîd (Ege adaları) eyâletinin merkezdeki teş­ kilâtına, tanzimattan Ünce, D aryâ-kalem î adı verilirdi. — D aryâ-i nür („ışık denizi"), Iran şahları hazînesinin en büyük elmaslarından biri­ nin adıdır ( Polak, Persien, I, 374 ). — D arya-i rad Azerbaycan 'da Sabalan ( Savalan ) dağın­ dan çıkan ve şimalde A raş ( A ra x e s) nehrine dökülen bir ırm aktır; W. Jackson ( Zoroaster, s. 194) bu ad ile, Vendidad ( 1 9 , 1 5 ) ve Bundahiş ( 51 , 3 ) ve göre, Zerdüşt 'ün kenarında doğmuş olduğu ve avest, darey, pehl. dar ay a denilen nehir arasında bir münâsebet gÖrmektedir. DESÎNE. D ASÎN A, Arabistan yarım adası­ nın cenubunda bîr m e m l e k e t olup, Cebel Kavr ’de, 'A vâîik kabilesine âit arazinin garp taralındadır. Orta derecede dağlık olan bu böl­ genin iklimi, esas İtibariyle, kurudur. Toprak yalnız §imâ!-i garbide münbittİr ve burada tü­ tün, buğday ve mısır yetişir. Başlıca vadiler şun­ lardır : pek münbît olan V adi Marrân ( Miran ) ve V adi al-Zura. Daşina 'de, iki büyük kabîle ya şar: Ahi um-Sa'idi ( A b l al~Sa‘ i d i ) ana ka­ bilesi ve 'Ölah .( al-*Ulah, 'Ulah al-Kavr, 'Ulah al-B ah r) kabîlesî. Bölgenin başlıca kasabası, Blad Ahi um-Sa'idi olup, bîr kaç yüz nüfusu ve büyük bir hisarı vardır. Daşina Jnin başlıca pazar yeri, Hafa ( Sü^: ahi um -Sa'idi de deni­ lir ) ’dir. Daşina, ismen Fazlilerin [ b. bk.] hâ­ kimiyeti altında ' bulunmakla beraber, şimalî 'Avaliklere harae vermek mecburiyetindedir. Daşina çok eski bir memlekettir. Burası hak­ kında Hamdâni, Cazira Vınde, mufassal malû­ mat verir. Onun zamanında burası şimdi oldu­ ğundan daha büyüktü ve her hâlde bugünkü ‘Avzilla [ b. bk.] sâhasını da ihtiva ediyordu. Hamdâni Daşina 'ye G iy t adını veriyor. Ğ âyi kelimesi, kuru, kısır bir ülke ve bozkır demek­ tir kİ, bölgenin mühim bir kısmı için, bugün de doğrudur. Müellif, buralarıa_ sakini olarak, gayet iyi arapça konuşan Bani A vd ( bugün­ kü 'Avzilla ) 'i zikreder. Coğrafya kitaplarında, Daşina ile birlikte, Dafiııa adı da geçmektedir. Bundan maada mü­ teaddit Daşina '1er vardır. Bunlardan bir tane­ sinin Basra İle Mekke arasında bir şehir oldu­ ğu gösterilmekte ve ekseriya Dafina olarak yazılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Hamdâni, Cazira ( nşr. D. H. Müller ), s. 78, 3, 80, 7 , 91, 11—92, 6, 96, 4—19, 125, 5, 134, 23; Ya^üt, Mu cam (nşr. W üstenfeld), II, 391, 550; B iblioth. Geogr. A rab. (nşr, de G o eje}, III, 89; V,



$53



26; VI, 146, 1 9 0 ; A . Sprenger, Die alie Geographie A rabiens (Bern, 187$ ), s . 81 (§ 9 6 ) , 187 (§ 307), 275 v.d; (§ 4 10 ); H. v. Maîtzan, R eise nach Südarabien ( Braunschweig, 1873 ), s. 269—274; Comte de Landberg, Notes prelim inaires sur les tribus dıı pays libre de D aiîn a et da Sultanat des eA w âliq superieurs . . . ( A rabica, IV, Leyden, 1897), s. 9—35 î ayn. mîl., Etades sur les di al e d e s de VArabie M eridionale, D atîna, I, II ( Leyden, 19 0 5 — 19 0 9 ).



( J . SC H L E IF E R .)



D E S K E R E . D A S K A R A , Irak 'ta 3 m e v k i ­ i n ism idir: 1, Bagdad'm şimâl-i şarkîsinde, Diyâlâ ( Di y âl e) üzerinde bir kasabadır, 2. Nahr al-Malik bölgesinde bulunan bir yerdir ve 3. Hûzistan taraflarında Cabbül yakınında bulunan bir koydur (k rş. Yâküt, Mu cam, nşr. Wıistenfeld, II, 575 ; M arâşid a l-iitild i, Lexic. g e o g r a p h nşr. Juynboîl, Lugduni, 1 8 5 0 v, dd., I, 402 ; IV, 468 ). D askara, Iran dilinden gelen ve orta-fars dilindeki dast{ija)karta ve yeni-fars dast{ija)ger ( harfiyen tercümesi „el ile yapılmış, el işi" ve ayrıca „bina, mahal ve şehir" mânalarım ifâde e d e r) kelimesinden araplaştırılmış bir kelimedir. Bu kelime hakkın­ da bk. CavSİİki, al-Mu arrab ( nşr. Sachau ), s. 67; Vullers, Lexicon Persico-Lat., I, 871, 872, 878 (yk, bk. D askara, D astikar, D astkara ) ; Fleıscher ( Levy, Chaldaeisch. Wort e r b H, 577, bk. bir de Hj 4301 ); Perles, Eiym ol. Siııdien, s. 83 ; H. Hübschmann, Armenische Grammatik (1897 ), s. 135. Daskara, bu 3 yer arasında en tanınmışıdır. Fazla tatsilât için bk. mad. DESTECİRD. (M . STRECK.) DESTECÎRD. D A STA CİRD , İran ve Irak arâzisİnde bulunan bir kaç y e r i n a d ı d ı r . M uşiarik bu adı taşıyan 10 yer sayıyor. Irak 'ta bulunanların adını araplar D a s k a r a şek­ linde tahrif etmişlerdir. Dastacird — Daskara 'niıı mânası hakkında bk. mad. D A S K A R A . Bu mahallerin en mühimi, Bagdad 'm şimâl-i şarkîsinde ve D iyâlâ üzerindeki Dastacird ( = 1. Daskara) idi ki, Bagdad'dan 16 ferseng ( takriben 91 km.) mesafede, 340 şimal arzının bir az üstündedir. Arap müverrihleri bu şehrin te'sisini Sâsânî hükümdarı Horm’ızd ( Hürmüz ) I. b. Şapür (383 — 38 5 ) 'a atfederler. Fakat her hâlde eski bir iskân yeri üzerinde yeniden kurulan bir şehir bahis mevzuu olsa, gerektir. Böylece Strabon 'da geçen Artemİta 'nm takri­ ben aynı mahalli işgal ettiğini farzetmek müm­ kündür. Dastacird ikbâlinin en yüksek merte­ besine, şehri kendisine idare merkezî yapan ve bir çok muhteşem binalar ile süsleyen Husrav II. Parvez ( 590 — 628 ) devrinde erişti. Hü­ kümdarın bu tevcihi sebebiyle Dastacird ’e; aynı isimde olan diğer yerlerden ayırt edilmes’



m



bESTECİRÖ.



için, Dastacird-i Husrav yahud Daskarat al-Malik, yâni «hükümdarın Dastacird ’i" denmişti. K rş. Aau yerin adı} dâima Şam civarındaki bâzı köyler ile birlikte, geçer. Dayr Murrân „Bâb al-Farâdis 'in karşısında" idi, yâni oraya varmak için bu kapıdan geçmek icap ediyordu. Emevî halifesi V alid II.'e karşı çıkan isyanda Dayr Murrân ahâlisi Şam 'a bu kapıdan girmişlerdi. Bütün bu emâreîerden Dayr Murrân 'ın Şam 'm şimâl-i şarkîsinde, şimdiki geniş Şâlihiya semtinin garp ucunda, BaradS 'mn Guta 'ya dâhil oldu­ ğu noktadan uzak olmadığı anlaşılıyor. İsminden de anlaşılacağı gibi, Dayr Murrân 'da mozayık ve kıymetli mermerler ile süslü ve içinde bir çok keşiş yaşayan bir manastır vardı. Fethi müteakip, manastıra dokunulma­ mıştır. Emevîieria Dayr M urrân'daki sayfiyesi şiirler ile ve bilhassa İstanbul 'un muhasırasına gitmeden evvel, bir müddet orada kalan Y azid I. 'in şiirleri ile şöhret bulmuştur. Dayr Mur­ rân her hâlde Guta malikânesine dâhildi. Y a ­ zid I., B arad â’mn Nahr-Yazid denilen kanalını bu malikâne için açtırmış veya genişletmiştir. V alid î. orada öldü. Valid II. Dayr M urrân'ı kendisine sayfiye yaptı. Halife Harun al-Raşid oraya gider ve Emevîİerin maceralarını dinleye-dinleye şarap içerdi. Dayr Murrân bakî kalsa bile, artık unutulmuş ve IV. (X .) asırdan sonra, ancak Şam şâirlerinin kasidelerinde bir isim olarak mevcudiyetini muhafaza etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : İbn Ş ad d ld ( Ley­ den, yazm.), s. 127, 129; Bakri, Mu'catn (nşr. Wüstenfetd), s. 362; Yakut, Mu cam (nşr, W üstenfeld), I, 865; II, 896 v.d.; IV, 480, 604; İdrisi (nşr. Gildem eister), s. 1 4 ; Tabari, A nnales (nşr, de G o eje ), II, 1270; A ğ a n i, VI, 112, 145 i J A , 1896, 1, 381 v.d,; H. Lammens, Etades sar le regne du calife omaiyade Mo aıoıa /, 378 v.d .; M arâşid al-ittila ( nşr. Juynboîl ), I, 440, (H .



L



a m m en s



.)



D E Y R -İ ZO R . D A YR AL-ZOR, sadece D a y r ■ veya AL-ZÖR da denilir, Suriye çölünde, Fırat nehrinin sağ sahilinde kâin bir k a s a b a olup, XIX, asrm ortalarına kadar, yağmacı kabilele­ rin sığındıkları bir mevkiden ibaret iken, 1857 'de serdar-ı ekrem Ömer Paşa kumandasında sevkedilen kuvvetler tarafından, bu kabilelerin tenkil Edilmesini müteakip te'sis olunan Zor sancağına merkez ittihaz olunmuş, bu suretle Halep ile Bagdad arasındaki yol üzerinde asa­ yişin takarrür etmesi neticesinde, inkişaf et­ miştir. XIX. asrm son yıllarında Deyr-İ Zor 'un düz ve muntazam sokakları, 2.500 kâr gir veya kerpiç evi, eski pazarın yerine, 18 8 6 'da inşa edilmiş kargır bir çarşısı, yeni bir hükö■ met konağı, kışla ve askerî hasta hanesi var­ dı. Nüfusu, C uinet’ye göre, 20.000, Banse'ye



göre, 8—9.000 ve diğer bâzı kaynaklarda 15.000 olarak gösteriliyordu. Deyr-i Zor'un bahçeleri, Fırat 'm bir kolu ile kendisinden ay­ rılan ve şehre bir köprü ile bağlı olan Hâvıca ( „koru“ ) adlı bir adada bulunmakta ve buradan asıl F ırat'ın sol sahiline turayma denilen bü­ yük bir sal ile geçilmektedir. Osmanîı hâkimiye­ tinin son senelerinde inşa edilmesi kararlaştırı­ lan köprü, birinci cihan harbi sonunda henüz ya­ pılmamış bulunuyordu. Harpten evvel Deyr-i Zor 'un kervan nakliyatı, H alep'e olan 320 km. me­ safe üzerinde 8 konakta, Şam 'a olan 483 km. üzerinde ( Tedmür yolu ile ) 1 1 konakta yapılı­ yor ve F ıra t'ı takiben 9 konakta Bagdad'a gidi­ liyordu. Ayrıca birinci umûmî harpten evvelki yıllarda Halep ile Bagdad arasında, atlı arabalar ile yolcu nakliyatı yapılıyor ve bu nakliyat, ker­ van yolculuğuna nazaran, bir az daha kısa ( ıg —18 gün kadar) sürüyordu ( Baban-zâde İsmail Hakkı, Irak mektupları, İstanbul, 132 9 ). Deyr-i Zor 'un ehemmiyeti H alep— Bagdad, Şam — Bag­ dad ve Şam — Musul yollan üzerinde yegâne büyük kasaba ve başlıca merhale teşkil etmesin­ de olup, bu sayede, bütün Suriye çölünün orta­ sında, cenuptan gelen bedevî kabilelerinin sürü­ leri ile beraber, şimale geçtikleri bir mevki hiz­ metini görmekte, pazarlarında bedevilerin muh­ taç oldukları eşya ile onların getirdikleri canlı hayvan ve hayvani mahsûller satılmaktadır. Fırat nehrinin iki tarafındaki arazi, kuru ve tamamiyle çıplak olmakla beraber, serin ve oldukça nemli geçen bir kış mevsiminden sonra, bahar mevsiminde buraları koyun sürüleri için otlak olmakta, geniş Fırat vadisi, bilhassa Deyr-i Zor 'un aşağısında, bahçeler ve tarlalar île kaplı bulunmakta ve Irak hurmalıkları buradan başlamaktadır. Deyr-i Zor 1918 senesi son baharında İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, bilâhare cemiyet-İ akvam tarafından Fransa idaresine bırakılan Suriye 'ye ilhak olunmuş ve son se­ nelerde Suriye — İrak otomobil yolları üzerinde oldukça ehemmiyetli bir mevki almıştır. 18 7 0 'e doğru Bagdad valisi Midhat Paşa tarafından Fırat üzerinde vapur işletme teşebbüsü, bugü­ ne kadar tekrarlanmamıştır. B i b l i y o g r a f y a : Vital Cuinet, L a Turguie d’A sie ( 1891 ), II, 275 v.d .; von Oppeııheim, Vom Mittelmeer zum Persischen G olf, I, 329 v .d .; E . Banse, Die Türkei ( 1 9 1 5 ), 272. ( B E S İ M _DARKOT.) D E Y R Ü L ’ Â K Û L . D A Y R AL-‘A K Ö L , Bagdad'm 17 fersah (takriben 96 km.) eenûb-i Şarkîsinde kâin bir B â b i l i y e ş e h r i d i r . Bir hıristiyan manastırıma etrafında vücuda getirilmiş olan bu şehir, arap orta çağında orta Nahravân bölgesinin ( fassne) merkezi



bEYRÜL'ÂicdL — DEYRÜLCEMÂCİM. olup, Mukaddasi'nin zamanında (37$ = 985'e ] doğru }, Bagdad ile Basra arasında, Dicle va­ disinin, V asit 'tan sonra, en mühim şehri addolunmakta idi, Yakut 'un zamanında, yâni VII. (XIII.) asrm başlarında, Dayr al-A k ü l inhitat hâlinde idî. Bu inhitatı, şüphesiz, arada Dicle 'nin mecrasında husule gelen de­ ğişikliğe atfetmek iktiza eder. Filhakika ilk arap coğrafyacılarının Dayr al-'A k u l'ü Dicle 'nin garp sahilinde ve nehrin kenarında gös­ termelerine mukabil, Y akut bu şehrin nehrin şarkında ve bir arap fersahı ( ı,8 km.) mesâfede olduğunu kaydeder. Sonraki asırlarda Dayr al'Â^ül 'de nihayet kimseler kalmamıştır. Mamafih yeri bugün dahi bellidir, Zîra Dicle 'nin sol sa­ hilindeki tepeler üzerinde ve bataklıklar arasın­ da yükselen ve al-Dayr tesmiye olunan 3.000 ayak kutrundaki bir harabe şehrin yerini göstermek­ tedir. Bazılarının yaptığı gibi, Dayr al- A kSl is­ mini arapça ile izah ederek, buna „deve dikeni manastın" ('a k ü l, halk lisanında' ûcS I ) mânâsı­ nı vermeğe mahal yoktur. Bilâkis bu ismin Irak 'takı bir çok mahallerin islâmiyetten evvelki isimleri gibi, ârâmîceden gelme olduğunu kabul etmek lâzımdır, Arapça al-'âkül, ârâmî dilinde 'akSla ( „eğri" ) 'ya tekabül eder. Binaenaleyh Dayr al-A lfül „( nehrin ) eğri yerindeki manas­ tır" mânâsına gelecektir. Dicle 'nin büyük bîr kıvrıntı yaptığı bir yerde te'sis edilmiş olan bir kasaba bahis mevzuudur, Bâbiliye 'de arapların Küfe (bu ismin de ârâmî dilinden tercüme edilmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir) şehri­ nin yerinde bulunan şehir gibi, 'A ^olâ ismini taşıyan bir çok mevkiler vardır. Süryânî menbâları. bu ‘Akülü ’rtın dahi ismini Fırat 'm bu mevkide yaptığı bariz bir kıvrıntıdan aldığını sarahaten göstermektedir (krş. S B A k . Wien, CXXIII, cüz 9, s. 4 3 ; bk. Nöldeke ). Bagdad 'a verilmiş olan al-Zavrâ1 ( „eğri" ) namım da belki aynı suretle izah etmek -lâzımdır. Dayr al-'Akül, harp tarihinde, civarında 262 ( 876 } 'de yapılmış olan kat'î neticeli muharebe ile meşhurdur. İsyan etmiş olan vali Ya'^üb b. Lays aî-Şaffâr orada, halife al-Mu'tamid'in kumandanı al-Muvaffak 'ın ordusu tarafından, tam bir hezimete uğratıldı ve Abbâsîleri teh­ dit etmekte olan büyük tehlikenin bu suretle önü alındı. Bu muharebe hakkında krş. Tabari, III, 1893; Mas'üd?, Murüc al-zahab (tab . Paris), VIII, 41 v.d d .; Weil, Geschichte der C halifen, H, 441 ; Müller, İsi., I, 583; Nöldeke, Oriental. Slcizzen ( 1892 ), s. 202. B i b l i y o g r a f y a : Yakut, Mu'cam ( nşr. W üstenfeld), II, 676; M arâsid al-ittila_ (nşr. Juynboil, Lugdun. Batav., 1850 v.dd.), I, 435 ; V, 556 5 Streck, Bahylonien nacfı den ar ab.



sH



Geographen, II, 289—29$ î G. le Strange, J R A S , 1895, s. 41 ; ayn. mil., The lands o f the eastern Caliphate ( 19 0 5 ), s. 3 5 ; K . Ritter, Erdkunde, X, 19 1, 232; H. Kiepert, Zeitsckr. der Gesellsch. fü r Erdkunde, XVIII (Berlin, 1882 ), 18 ve bir de s. 444.



(M. S treck .) DEYRÜLCÂSELİK. D A Y R a l -C Â S A L ÎK ( „katolikos manastın" ), Bâbiliye ’de bir hıristiyan m a n a s t ı r ı olup, Dicle nehrinin sağ ( g a rp ) sahilinden az bir mesâfede ve Dicle ile bu nehirden SâmarrS 'mn cenubunda ayrı­ lan al-Ducayl kanalı arasındaki eski arâzide kâindir. Bu eski manastır binası Astan al-Ali dâiresi bölgelerinden ( tassuc) birinin merke­ zi olup, yeri al-Maskia civarında bir tepecik üzerindedir î Maskin B agdad'm takriben 9— 10 fersah ( 5 1 —56 km.) yukarısında olarak kabûl edilebilir. Hâlen Abu Şahr harabesi burasının yerini gösterse gerektir. Dayr al~Câşa!i^ isîâm tarihindeki şöhretini 72 ( 691 ) senesinde hemen civarında vuku bu­ lan muharebeye borçludur. Halife ‘Abd al-Malik burada Hicaz halifesi ‘Abd Allah b. alZubayr 'in Irak valisi Muş'ab b. Zubayr 'i boz­ guna uğratmıştı. Ordusunda şâir İbn Kays al-Rukayyât 'm da döğüştüğü Muş'ab, taraf dar­ larının kendisini terketmesi üzerine, ümitsiz bir çarpışmadan sonra, öldürüldü. Bu zat aynı mahalle defnedildi ye kabri üzerine kurulan meşhet bir ziyaretgâh olmakta gecikmedi. „Katolikos manastırı" adına gelince, bu her hâlde nastûrî patrikmin vakit-vakit burada kalması ile izah edilebilir. Aynı isimde Bagdad 'da bir manastır daha va rd ır; krş. Streck, ayn. esr., I, 1 6 7 ; G. îe Strange, Baghdad, s. 210. B i b l i y o g r a f y a : Yakut, Mu'cam (nşr. W üstenfeld), II, 25r, 650; M arâsid aU itiild ( nşr. Juynboil, Ltigdun. Batav., 1850 v.dd.), I, 426; V , 539; Tabari, II, 2, s. 809; Mas'üdi, Murüc al-zahab ( tab. Paris ), V , 246—2 33; İbn Kays al-Rukayyât, D îvân (nşr. Rhodokanakis}, nr. XXVII! v e r e y i!, nr. 10 ( S B A k . IVien, cilt 144, fasıl X, s. 3,15 287, 300 ) ; K itâb a l-A ğ â n î ( Gnidi, alfabetik levha, s. 629, 752; Streck, Bahylonien nach den arah, Geographen, II, 236 ve X V 5 Weiî, Gesch, der Chalifen, I, 406—410 j A . Müller, D er İslam im M örgen- and Abendlande, I, 385; Wellhausen, Das arah. Reich und sein Sturz ( 19 0 2 ) , s. 120—123. ( M. S t r e c k .)



DEYRÜLCEMÂCİM.



DAYR a l -CAMÂ-



CIM, Bâbiliye 'de bir h ı r i s t i y a n m a n a s ­ t ı r ı olup, Y a k u t'a göre, Küfe'den 7 fersah (aş. yk. 39 km.) mesâfede, Basra yolu üzerin­ de, çölün kenarında kâindir. Bunun yakınında, î f Sdisiya 'deki al-^urra ( krş. Yakut, II, 685 ;



b&YRÜLCEMÂCİM — DHÂKÂ. IV , 76) olması lâzım gelen Dayr al-Kurra adında, başka bîr manastır daha vardı. Kâdisîya île Küfe arasındaki mesafe 5 fersah (32 k m .; H. Wagner, N ackr. d er Gotting. Ge.~ selîsch. J e r Wissen$ch.} 1902, s. 257 v.dd.) idi. K itâb al-A ğâ n î 'nin bir hikâyesinden anlaşıl­ dığına göre, Dayr al-Camâcim F ır a t’a pek uzak olmayıp, gâlibâ bu nehrin sağ (g a rp ) kenarında bulunuyordu. Bütün bu emarelerden anlaşılıyor ki, manastır Maşhad !A li ( Nacaf) 'nia 10—12 km, şarkında bulunan Küfe harabeleri­ nin cenubunda, belki de bugün eski Fırat mec­ rasının şarkında uzanan Bahr al-Nacaf batakgölünün cenûb-i şarkı, kısmında bulunuyordu. Dayr al-Camâcim, „kafa-tasları manâstın" demektir, Bü ismin menşe’i hakkında arapça eserlerde türlü hikâyeler vardır. Fakat hepsi bu mahalde kafa-taslarınm gömülü olduğunu söylemekte ve bu kafa-taslarınm da muhare­ bede ölen askerlere âit bulunduğunu kayd­ etmektedirler. Hâlbuki burada islâmiyetten evvelki zamanlarda cereyan eden muharebe ve buna iştirak eden askerler hakkmdâkİ fi­ kirleri muhteliftir. Bazıları bu kafa-taslarınm buradaki kabile kavgasında ölen Bani Tamim kabilesi mensuplarına ait olduğunu iddia-eder­ le r; diğerleri ise, bunların Iyâdîar tarafından Öldürülmüş iranhlarm kafaları olduğunu söy­ lerler. Bazıları da İyâd ve Kuzâ'a kabileleri arasında vuku bulan bir çarpışmada mücâdele meydanını dolduran cesedlerin bu manastır ci­ varına gömüldüğünü kaydederler. Bu ismin ha­ kikatte böyle bir vak'a ile alâkadar olması şüphelidir. İsmin asıl menşe’ini bu manastırda gömülmüş olan azizler ile din şehidlerinde aramak daha doğru olur. Eâbil harâbelerinin cenûp ucunda al-Cumcuma ( „kafa-tası“ ) is­ minde bir köy vardır. Aradaki isim benzerliği dikkate değer. Al-Cumcuma isminin menşe'i hakkında iki muhtelif fikir va rd ır; bk. J. Cl. Rich, Collected Memoirs ( 1 8 3 9 ) , s. 6 1 ; Meıssner, A rch iv fü r Religıonsuissensch., V, 232, i ile Mitteil. des .Semin «r s fiir orient. Sprach. ( Berlin ), İV ( 1901 ), 2. kısım, s, 137, 1. Islâm tarihinde bu manastır, civarında ‘Abd al-Maiik'in vâiısi olan al-Haccâe ile !Abd alRahman b. Muhammed aî-Aş‘as arasında cereyan eden muharebeler ( 82 — 701 } dolayısıyla meş­ hurdur. HaccSc 'm karargâhı yukarıda bahsedi­ len Dayr Kurra civarında bulunuyordu. 'A bd al-Rahmân ise, Dayr al-Camâcim civarında müstahkem bir ordugâh kurmuştu. Bu iki ordu birbirleri ile 2 aydan fazla çarpıştılar. ‘Abd alRahmân, kuvvetlerinin, Irak'tan gelen takviye­ ler sâyesînde, ıco.eoo’e çıkmış olmasına rağ­ men, muharebe meydanından çekilmeğe mec­ bur oldu, Haccüc 'm Suriyeli kıt’aları, Sufyân



'm kumanda ettiği şiddetli bir süvari hücumu­ nu müteâkip, muharebeyi kazandılar. B i b l i y o g r a f i } a : îbn al-Fakih ( nşr. de G oeje), s. 135, 18 2 ; Bakri, Mttcam ( nşr. Wüstenfeld ), I, 364 î Yakut, M il cam ( nşr. 'VFüstenfeld ), II, 652 ; M arâsid al-itiila ( nşr. Juynboll, Lugdun. B at av., 1850 v.d.), I, 427; V, $40; Baîazori, K itâb al-futuh ( nşr, de Goeje ), s. 283 ; Mas'üdi, Muruc (tab. P aris), V , 304—310 , 348, 355, 358; Farazdak, D ivân (nşr, Boucher), s, 2x0 veya 631 (tr c .); Kitâb al-Ağâru ( Guidî, alfabe­ tik ced vel), s. 752 ; Th, Nöldeke, Benfey*s Orient und Occident, I ( Gottingen, 1862), s. 692 yahut 705 ( Kitâb aU A ğanî 'den se­ çilmiş parçalar ) ; Weil, Cesch. der C halifent I, 454—457; A . Müller, D er Islâm im M or gen." undA bendlande, l, 391 ; Weîîhausen, Das arabiscke Reick und sein Sturg (1902), s. 147— X49. (M. STRECK.) D H A K A . [ Bk., d h Ak A J D H Â K Â . D H A K A ( DACCA ), dhak-ağacına ( butea frondosa, bir nevi tik a ğ a c ı) göre ad­ landırılmış olan şarkî Bengâle'nin tarihî p a y i ­ t a h t ı ve ayrıca 2.781 İngiliz mili murabbamda (7.202,79 km2.) ve 3.X35.g65 nüfusu olan bir b ö l g e n i n de ismidir. Müslüman nüfusu 3/5 nisbetinden ziyâdedir. Bu bölgede, bugün tamamiyle harap olmuş, iki eski payitaht var­ dır ki, bunlardan biri iki hindû hanedanı­ nın an'anevî m akam olmuş bulunan ve bu­ gün de yüksek sınıflara mensup bir çok hindûlann vatanı olan Bikrampur ve diğeri de, memleketin 1296 *da, ‘A la 1 a!-Din tarafından fethinden sonra, müslüman hükümdarlarının ve valilerin makam olan Sonârgâön 'dur. Ganj ile Brahmaputra ’nın birleştikleri noktada bu­ lunan bu bölge, hind keneviri ticâretinin bir merkezini teşkil eder ki, bunun başlıca piya­ sası da Nâr7yanganj 'dır. Dhakâ şehrî, Ganj ’m eski yatağı Burhîgan­ ga üzerinde bulunmaktadır. 1872 'den beri 54 % nisbetinde artmış olan nüfusu, 1 9 1 1 'de 108.551 ve 1941 'dIN — DÎNÂR. ve amellerden ibaret bir müessesedir, diye tarif olunur ( Dict. o f iech. terms, s. 503 ). Bu tarif din 'i en geniş mânası ile ifâde ettiğinden do­ layı müphem kaldığı İçin, bunun miila [ b. bk.] «dinî câmia'1, mazhab [ b. bk.] «büyük miictehidlerm meslekleri" ve ş a rta «şeriat ahkâmı" mefhumlarından farkım tâyin etmek zarureti duyuldu. D in kelimesi, her hangi bir d i n mâ­ nasını ifâde edebilirse de, müslümanlar ara­ sında tahsisatı «Allah indindeki din" ( K u r’an, III, 17 ), olan İslâm için kullanılır. Bu soz 3 şeye şâmildir. 1. İs la m ’ın beş şartı (Allahın bir­ liğine ve Muhammed'in onun peygamberi oldu­ ğuna şehâdet getirmek, namaz, zekât, oruç ve hacc ) ile İslâm, 3. iman ve 3. ihsan ( «sözde ve işte doğruluk"). İslâm d în ’i bu rükünden teşekkül eder ( Peygamberin Cebrâîl 'e verdiği cevaplar hakkmdaki hadis için bk. Şahrastani, s, 27). Keza, aklî bilgilerin mukabili olarak, peygamberlerin vahi/ ve evliyanın da ilham tarikiyle iktisap edip, başkalarının onlardan öğ­ rendiği bütün dinî bilgilere de ulûm-i diniye ( al-ulum al-dinlya ) ismi verilebilir. B i b l i y o g r a f y a ; Yukarıda gösteri­ lenlerden maada bk. bîr de juynboll, Handbuch des islamischen Geseizes, s. 40, 58. _____ (D . B. Mac d o n a ld .) D İN A C P Ü R . [ Bk. DİNÂCPûR.] D ÎN Â C P Û R . D İNACPÜ R, Hindistan'da şar­ kî Bengâle 'de bir idâri b ö l g e d i r . Mesa­ hası 10.220 km2, ve nüfusu ise, 1.687.863 olup, hemen yansı müslümaııdır. XV. asrın başların­ da Dinicpür hm sâhibi olan Raca Kâns ismin­ de bir hindû Bengâle 'irin müsîüman hükümda­ rım mağlûp edip, tahtım ele geçirdi ve müslüman oldu. Kendisinden sonra oğlu Calâl alDin Muhammed ve torunu Şams al-Din Ahmed ( 1 414—1442 ) tahta çıktılar. Nekmard isminde bir pîrin mezarı ziyâretgâh olmuştur. Burada her sene kurulan hayvan panayırına takriben ıce.000 kişi gelir. B i h l i y o g r a f y a : W, W. Hunter, A statisiical account o f Bengal, VII, 355 v.d d .; Bengal District G azeîteer; H. Bîochmann, Contributiorıs to the geograpky and hist, o f Bengal ( Jo u rn . o f the A s. Soc. o f Bengal, r. kısm-, XLII, 262 v. dd.}, ( J. S, C ûtton .) D İN A R . [B k . d în â r .] D İN A R . DİN AR, grek-lâtin denarius ( aur e u s ) 'tan gelir. İlk İslâm devrinde a l t ı n s i k k e v a h i d i . Arapların bu altın sikkeye neden din ar adını verdikleri, gerek kitabe ve gerek eserler vasıtası ile, grek-îâtin kay Haklarından k a fi surette anlaşılamamaktadır. Vakıa Plini us 'ta ( Htst. nat., Kb. XXXIII, § X III) aureus 'un bir defa denarius adı He geçtiğini görmekteyiz. Sonraları şarkta sık-sık d e n a -



$9*



r i u s yahut denarius auretis veya 8rjvdgt.ov ^(niöoûv tâbirlerine ve Sıryvdoiöv = vop.iöp.a XQUöovv muadeletine rastlıyoruz. Fakat arapça ve süryânîcedekİ dinar kelimesi, Suriye 'de altın sikkeye umumiyetle sâdece Ötjvuçiov (Konstantin 'in sikkeler hakkmdaki nizâmnâmesi, 309 —31 2 ) adı verildiğine delâlet etse gerektir. Araplar, islâmdan evvel, bu Roma altın sik­ kesini tammış ve kullanmışlardır ( K u r’an, III, 75). Bütün islâmdaki rivayetler şu noktada müttehittirler ki, halife A bd al-Malik 'in 77 ( 696 ) yılında itmam edilmiş oiaıi para İslâhatı, bu altın sikkeyi değiştirmemiştir. Islâhatı mü­ teakip, İlk dinar '1ar o kadar itina ile basılmış­ tır ki, bu sikkenin hakikî ağırlığım tesbit et­ mek pek kolaydır. D inar 4,25 gr, agırhğmdadır. Bu ağırlık, son devir Atina drahmisine da­ yanan o zamanki Bizans solidus 'unun hakikî veznine tekabül etmektedir. M ısır'ın camdan yapılmış vezinler ( şancSt, b. bk.) sayesinde, bîr kontrol imkânı da vardır. Eskiden beri şarkta te'diyat, altın sikkeler ile sayıp vererek değil, tartarak yapıldığından, 4,25 gr, resmî dinar, zamaıı-zaman hakikî dinardan çok farklı olmuştur (aksi iddia için bk. Mukaddasi nşr. de Goe]e, s. 240; bu ancak istisnaî hâller için doğrudur ). Bizce malûm olan en eski tarihli din ar, 76 ( 695 ) yılına â ittir; Bizans tipinde ( halifenin tasviri ile ) basılm ıştır; buna benzer başka bir sikkenin tarihi de 77 'd ir ; !Abd al-Malik 'in ay­ nı yıla âit muaddel dinarları malûmdur. Bu ye­ ni sikkelerde, dirhemlerde olduğu gibi, darp yerinin adı yoktur. Emevîlerİn yalnız Şam ile Kahire'de ve 100 ( 7x8) senesinden itibaren de Kurtuba 'da altın sikkeleri darbettirdikleri hemen-hemen k afid ir. Emevîlerİn inkı­ razından sonra da altm basan başlıca darpha­ nenin bir müddet daha Şam 'da kalmış olma­ sı mümkündür; harphâne 146 (763 ) 'da yeni te'sıs edilmiş olan Bagdad 'a naklolunmuştur. Ma’müıı ( 1 9 8 —2x8 = 8 1 3 —833) zamanında, al­ tın sikke darbı merkeze hasredilmekten çıkmış ve dirhemin tipine benzer yeni bir tip kabul edilmiştir. 212 ( 8 2 7 ) 'den itîbâren, eyâletlerin en mühim şehirlerinde altın sikke darboiunuyordu. Talî hanedanlar da d in a r ’ı değiştirme­ mişlerdir ; yalnız -cenubî Arabistan 'da bu sikke, başka bir esas üzerine ( 2,97 gr.), basılmıştır. Bagdad 'da son dinar, Abbâsîlerin sukutun­ dan az sonra darbolunmuştur. Bu altın sikke­ de, 66x ( 1 2 6 2 ) 'e doğru, dînâr kelimesi kayb­ olmuştur, Mısır 'da son dinarlar, Sayf al-Din Hâcci '11in zamanında basılmıştır ( 747 = 1346 ). Belki daha al-Aşraf Şa'bân (764—77 8 = 136 2 — 1376), daha büyük bir ihtimâl ile al-Aşraf Barsbay ( 825—842 = 1 4 2 1 —1438 ) zamanında



$9*



t)ÎNÂR — DÎNEVE&.



bütün ön A sya 'da din ar 'ın yerine geçen agra­ f i ( 3,47 gr.) adh bir altın sikke basılmağa baş­ lanmıştır. Hindistan 'da hiç bir zaman esaslı surette yerleşmemiş olan dinar, millî altın-tenke 'yi kabûl eden Naşir al-Din Mahmud (644 —664 — 1246—1265 } 'un zamanında ortadan kalkmıştır. Magrib 'de, dinarlar V. asrın sonu­ na kadar basılmış ise de, sonraları da dâima d i­ nar üzerinden hesap görülmüştür. Her devirde dinar 'm ez’afı ve eczası da darbedilmiştir, 92 senesinden kalma bir sikke göz önünde tutularak, tahmin edildiği vecîhle,‘ Abd al-Malik 'in 1,40 gramlık şa h 'ü kabûl etmiş ol­ ması muhtemeldir. Fâtımîlerm devrinde d in ar'm 1 gramlık çey­ reği pek boldu. Sicilya 'da yalnız bu çeyrek dinar tedavülde idi ve hattâ bu sikke, tari d ’oro adı ile, yeni zamanlara kadar devam et­ miştir. D inar 'm ayarı, tekniğin usûlleri müsaa­ desi nisbetijıde, yüksek idi. D inar Akdeniz ti­ câret tarihinde mühim bir rol oynamıştır. Bir çok hıristiyan hükümdarlar arap-altını ( bezani sa rra sin a i) şeklinde, diner basmışlardır. Muamelâtta resmî 4,25 gr. din ar, bugüne ka­ dar muteber kalmıştır. Arap müelliflerinin ver­ dikleri malûmata dayanan kıymet hesaplarında, başka bir râyîc ayrıca bildirümediği takdirde, dâima 4,35 gr. saf altını hâvi dinar nazar-ı itibâra alınmalıdır, (B k . bir de madd. DİRHEM, FELS ve SİKKE). B i b l i y o g r a f y a : Makırizi, K itâb alşudüd al-u k ü d (nşr. O. G, Tychsen), 1. ta b .; ( C. O, Castiglioni ), M o n d e Cufiche deli’ J . R . Maseo d i Milano, L X v. d d .; Henri Lavoix, Catalogue des Monnaies Musulmanes de la Bibliotheyue Nationale, I, mukaddime ; E. v. Bergmanıı, Die Nominale der M&nzreform des Çhalifen A bdelm elik ( Siiz.-B er. P k îL hist. Cl. d. kais. A k . d. W., Wien, 18 70), s. 239—266; H. Sauvaire, M aieriaux pour s er v ır 0 l’Histoire de la Numismatiyue et de la M etrologie Musulmanes ( J A , 1879— 1887); aya. mil., A r ab. M eirology { J R A S , 1877— 1884, beş m akale) ; J . G. Stickel, Handbuch zur morgenlandischen Münzkunde, I ( 1845 ) ve II ( 1870 ) ; W. Tiesenhausen, M on­ naies des K h alifes O rieniaux ( rusça ) ; E. Th. Rogers, Notice on the D inars o f the A b bas ide D ynasiy ( J R A S , 1874 ) ve İslâmda para bahsi hakkında müteaddit tasvirî eser­ ler ; Ruggiero, Dizİoniario epigrafico, H, 1661 (bk. Cesano, Denarias aureus) ; PaulyWissowa, Real-Encyclopddie der cl as si­ sek en Alîertümsmissenschaft, V, 202 ( mad. den aria s ). _ ( E . V. ZAMBATJR.) D İN A R . DİNAR, Ma l Ik , o ğ u z l a ­ r ı n r e i s i olup, Kirman Selçuklularının su­



kutundan sonra, 582 ( 1 1 8 6 ) senesinde bu eyâ* leti zaptetti ve vefatına ( $ 9 1 = 1 1 9 5 ) kadar orada tutunmağa muvaffak oldu. B i b l i y o g r a f y a : Recueil de textes relatifs â Vhîsioire des Seldjouc., 1, 130 v.d d .; ZD M G , XXXIX, 392 v.dd. D İN A V A R . [B k . DÎNEVERj D ÎN E V E R . D İN A V A R ( çok defa, yanhş ola­ rak, DAYNAVAR yazılır ), orta zamanlarda Cibâl ( Media) 'm en mühim ş e h i r l e r i n d e n biri olup, şimdi harabe halindedir. Th. Strauss ( göst. yer., bk. bibliyografya ) 'un en son yol haritasına göre, 48° 25' şark tulü ( Greenw.) ve 34° 3 5 ‘ şirnâl arzı üzerinde bulunan Dinavar, cenûb-i şarkîsindeki Kengaver (Kangutvir) ile cenûb-ı garbisindeki Kirmanşâh ( Karmi» s i n ) arasında, doğru hat üzerinde ve bu iki şehirden hemen-hemen aynî mesafede ( 45—48 km.) k âin d ir; Ab-i Dınavar ile sulanan, deniz­ den 1.500 m. kadar yüksek, münhit bir ovanın şimâi-i şarkî kenarındadır, ismini şehirden alan bu nehir yaylanın cenûb-i garbî köşesinde dik kenarlı dar bir vadiye ( Tang-i~Dinavar, „Dİnavar geçidi” ) ve oradan geniş bir vadiye açı­ larak, nihayet Kerh a versanmdan inen CamasA b nehri ile birleşir. îbn Hurdâzbeh ( nşr. de Goeje, s. 176 ), Nahr al-Süs ( = Kerhâ ) 'un_Dinavar civarından çıktığım söylemekle, A b-i D in avar'i bes-belli onun asıl kaynağı saymış olacaktır. Süryânî te'liflerinde de görülen Dinavar ( D înalıvar) İslâm devrinden Önce kurulm uştur; ‘Omar zamanında Hamazân bölgesinde nüfusu en çok olan şehir bu idî. K at'î neticeli Nihâvand muharebesinin (tahminen 2 1 — 642) he­ men akabinde Dinavar, Iran valisi tarafından, araplara teslim edildi. Ma'âviya zamanında şehre M âh al-Küfa ismi verild i; çünkü buradan alınan haraç, Küf a ahâlisine ve hususiyle ora­ daki garnizona tahsis edilmişti. H ilâfet ülke­ sinin idârî taksimatında resmî Mâlı al-K5fa ismi yalnız D inavar'iıı adı değildi; bu isim Cibâl bölgesine de verilmişti ki, bu da 2 kı­ sımdı : yüksek araziyi ihtiva eden Dinavar ve alçak araziden teşekkül eden Karm isin. M âh a!-K5fa garpta — Huîvân mıntakası, şarkta — Hamazân, cenupta — Mâsabazân ve şimalde — Azerbaycan ile çevrilmişti ( bu hususta bk. Kudâma, Bibi. Georg. arab., nşr. de Goeje, VI, 243 v. dd.). Mâlı ismi, arap müelliflerimıı yaptıkları gibi, arapça kaşba ( «şehir, merkez" ) mânasında fârisî bir kelime diye izah edilme­ m elidir; Mâlı, şekil ve mânaca, daha ziyâde Mada — «Mediya" 'ya tekabül ed er; bütün Mâlı kelimesi ile teşkil edilmiş ve yerleri kat'î su­ rette tesbit olunmuş bir çok coğrafî isimler vardır ki, bunlar hep Media bölgesinde bulu­



DÎNEVER - DÎNEVERÎ. nurlar ( krş. msİ, Malı al-Başra = Nihavand, Mâh al-Küfa tarzında teşkil edilmiş bir İsim­ dir ). Bundan dolayıdır ki, Mâh al-Küfa ismi Küfe Medîası, yâni Media 'mn Küfe 'ye âit kıs­ mı, diye tercüme edilm elidir; Mah için bk. Nöldeke, Z D M G XXXI, S59 V.d. ve ayn. mil., Gesch. der Perser und A raber zur Zeit der Sasaniden ( 1 879), s. 103, 3 ; J . Marquart, Erânşahr (Berlin, 1 901 ) , s. 18 v.d. Dinavar, Emevîier zamanında olduğu gibi, Abbâsîler zamanında da pek mâmur olmuş­ tur. İbn Havkal kitabını yazdığı zaman ( IV. = X. asır ) Dinavar şehri Hamazân 'm 2h 'si ka­ dar idi. Mukaddasi Dinavar 'in iyi inşa edil­ miş çarşıları ile şehrin etrafındaki zengin meyva bahçelerini medhediyor; o da, Kazvini gibi, orada yapılan pek nefis peyniri hasseten zikr­ ediyor. Ahâlîsi arap ve acemlerden ibarettir; Mas'udi ( ayn. esr., III, 353) kür d Şühacân aşiretinin de o civarda göçebe hayat sürdü­ ğünü söylüyor. Al-Muktadir devrinde çıkan karışıklık şehri harap etti. Â sî serdar gilânlı Merdâvic, halife tarafından üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp ederek, Cibâl eyâletini baştan-başa zaptetti ve Dinavar 'i de ele geçirdi ( 3 1 9 = 9 3 1 ) ; çok geçmeden orada binlerce (7.000 ile 25.000 arasında tahmin ediliyor)- in­ san telef oldu. Bu mmtakada yaşayan türklerîn emîri Hasanvayh ( Hasanüyah ) küçük bir müs­ takil devlet kurarak, Dinavar 'i merkez yaptı ve şehir takriben 50 yıl (369 = 9 7 9 ^ ölümüne k ad ar) onun elinde kaldı, Mustavfi 'ye bakı­ lırsa, şehir VIIÎ, ( XIV.) asırda hâlâ meskûn İdî. Timur devrinde Dinavar akıbetine erdi. Şimdi büs-bütün metruk olan Dinavar harabesi Mor­ gan ve Th. Strauss tarafından ziyaret edilmiş­ tir. Strauss burası hakkında şu kısa malûmatı veriyor : — „D inavar 'in mevkii, sikke aramak bahanesi İle, bir çok yerleri alt-üst edilmiş olan höyüklerden belli olur. Köylüler tarlalarım sü­ rerken, hâlâ bir çok şeyler bulunmaktadır". Aynı seyyaha nazaran, yukarıda bahsedilen Tang-i D inavar'in bir çok yerlerinde D in avar'i .Bagdad 'a raptetmiş olmasına ihtimâl verilen kayalar arasında oyulmuş eski bir yolun izleri görülüyor. B i b l i y o g r a f y a ' . B ib i, Geogr. A rab. ( nşr. de G o e je ), tür. yer., bilhassa, IH, 395 v.d .; V, 359; VI, 1 1 9 v.d d ., 226 v.d d ., 243 v . dd . ; VII, 2 7 1 ; Balazori (nşr. de G oeje), s. 194, 306 v.dd., 3 1 0 ; Mas'üdi, Murâc, III, 253; IX, 24 v.d., 3 1 ; Yâltüt, Mu cam (nşr. W üstenfeld), II, 704 ,* IV, 407 ; Kazvini (nşr. W üstenfeîd), II, 250; Kitâb al-A ğ anî (Guidi, fihrist, s. 752 ) ; G. le Strange, The lands o f the eastern Caliphate ( 1905 ), s. 189, 227; A . v. Kremer, Culturgesch, des *al&ro Ansiklopedisi



593



Orients uîiter den Chalifen ( 1875 ), I, 337 . v.d., 365; Nöldeke, ZD M G , XXVIII, îö 2 ; Weü, Gesch. der C halifen, I, 93; H, 620 ( yanlış olarak, D eyn evr şeklinde harekelen­ miş ) ; de Morgan, Mission scientif. en perse, btud, geo gr,, II, 95 v. d d .; Th. Strauss, Pet. M itt., 1 9 1 1 , I, 69 (yol haritası ile levha X II). _ (M. S t r e c k .) D ÎN E V E R Î. a l -D ÎN A VA Rİ, A b O H a n I fa AHMED B. DÂ’Od (? — 895), a r a p l i s a n i y a t ç ı s ı ve t a b i i y e c i s i olup, III. ( IX.) asrın ihtimâl ilk 10 senesinde Irak-ı Acem 'de Dinavar kasabasında doğmuştur. Lisaniyatı kü­ feli nahivci Ibn al-Sikkit 'ten ve onun babasın­ dan tahsil etmiştir. 235 'te, Iıey'et rasadları yap­ mak için, Isfahan 'da oturmuş ve bumüşâhedeîerinı K itâb al-raşad ismindeki eserinde dercetmiştir. Bundan sonra hayatım doğduğu yerde geçirmiş olsa gerektir ; nitekim bir kaç asır sonra da oradaki rasadhânesî gösterilmekte idi. ölüm tarihî hakkında verilen malûmat birbirini tutmamaktadır; mamafih 26 cemâziyelevvel 282 ( 24 temmûz 895 ) tarihi, umûmî olarak, kabûl edilmiş gibidir. Aralarında çok defa mukayese­ ler yapılan Câhiz gibi, Diııavari 'hin eserleri de, tâlimi mâhiyette olmakla beraber, lezzetle okunmak için kaleme alınmıştır. Eserlerinden yalnız Kitâb al-ahbâr al-tival ismindeki eseri, tam olarak, elimize geçmiştir. Bu eserde umû­ mî tarihin an'ane sâyesinde raufassaîan anlatılabilen kısımları ele alınmıştır. Bundan başka iranhlar için alâka verici olan vak’alar tetkik edilmektedir. Böylece muhtasar bir halifeler tarihi kadrosu içinde müellif İskender ve Sâsânîlerin tarihi, Kadisîya muharebesinin bütün teferruatı ile birlikte, Irak 'm araplar tarafın­ dan fethi, 'A lı 'nin Mu'âviya ile muharebeleri ve haricîlerin savaşlarını mufassalan anlatmış ve Husayn ’in şelıâdeti, Azrakilerin ve Muhtar 'ın isyanları, Emevîîerin sukutu, 'A li tarafdarlannın bilhassa Horasan ’daki faaliyeti üzerinde hayli durmuştur ( krş. W. Guirgass, Leyden, 1888; I. Kratchkovsky, 1 9 1 2 ) . Nebatlara dâir kitabı ( Kitâb al-nabât), ilim tarihi bakımın­ dan, büyük bir ehemmiyeti hâiz olup, aslı kayb­ olmuştur ; fakat bilhassa lugatçilerden Ibn Sida ve bîr de Ibn B aytar’ ın eserlerinde bir- çok par­ çaları iktibas edilmiş bulunmaktadır. Hakikatte bu eser, Abu Zayd ve Aşm a'i 'niıı zamanımıza kadar gelen aynı addaki eserleri gibi, fakat onlardan daha muhtasar olarak, eski şâirlerin eserlerinin tetkikinden meydana gelme filolojik bir risale olup, bu şâirlerin zikrettikleri bir çok nebatların kolayca anlaşılmasını te’min et­ mek maksadı ile kaleme alınmıştır. Böylece müellif aslı Arabistan 'da yetişenleri ele almak­ la beraber, yabancı memleketlerden getirilerek,



30



594



DÎNEVERÎ - DİRHEM.



bu memlekette yetiştirilen nebatlan da ihmâl etmemiştir. Bir kısmı daha eski eserlerden alın­ mış olan açık ve seçik tasvir ve tavsifleri* şah­ sî müşahedelerine İstinat etmeyip* gerek kendisi ve gerek kendisinden evvel gelenler tarafından sorguya çekilen çöl araplarının anlattıklarına dayanmaktadır. Esasen bedeviler gâyet dikkatli müşahedelerde bulunmak ve etraflarında bulu­ nan her şeyi pek sahih bir şekilde tasvir et­ mek kabiliyetinde idiler. Bundan başka onlara nebatlar ile nebatların kısımlarına ilmi denebi­ lecek mahiyette ıstılahlara mâlik bulunuyor­ lardı. Büyük bir kısmı zamanımıza kadar rou.hafaza edilmiş olan bu tasvirlerden maada, H izanat al-adab müellifinin 6 büyük cild hâ­ linde gördüğü bu eserde misâl olarak kayde­ dilmiş bir çok beyitlreden başka, bu beyitlere âit bir hayli lisanî ve tarihî şerhler de vardır. Kitap, Arabistan hu muhtelif memleketleri ve türlü cins arazisi, iklimi, suları ve nebatların yetişmesine dâir umûmî şartlar hakkında mu­ fassal bir tasvir ile başlamakta idi. Bundan sonra nebatların umumî tasnifinden ve muhtelif nebatların morfolojik teşekküllerinden bahse­ diliyordu. Nihayet eserin asıl kısmında nebatlar üçe ayrılıyordu: t. ekilen gıda nebatları, 2. yabanî nebatlar ve 3. meyvaları yenilen nebat­ lar. İkinci grupa âit olan nebatlar, evvelâ ye­ tişme mahalleri ve sonra umûmî teşekkülleri ve kısmen bunların sanayide kullanılmaları bakı­ mından, tetkik ediliyorlardı. !AH b. Hamza aî-Başri 'nin Kitâb al-tanbikât 'ala ağlat al-ruvât ismindeki eserinin bir kıs­ mında oldukça sıkı bir surette tenkit ettiği bu kitap, tamamiyîe lisanî tafsilâtı ihtiva ettiğin­ den, sonradan gelen bütün lügat müelliflerinin, nebat isimleri için istifâde ettikleri başlıca menbâ olmuştur. B i b l i y o g r a f y a ’. Yakut, İrşâd alar'ib ilâ m drifat al-adib ( nşr. Margoüouth ), I, 123—127 f SuyÜtı, B uğyat al-vu’ ât (K a h i­ re, 1326), s. 1 3 3 ; !Abd al-Kâdir aî-Bağdâd i, Hizanat al~adab (Bulak, 1299), I, 3 $ ; de Sacy, Relation de VEgypie, s. 64 ve 78 ; Steinschneider, Z D M C , XXIV, 373 ; E . Meyer, Geschichte der Botanik ( Könİgsberg, 1856), IIÎ, 163 v. d d .; Fîügel, Die gramma,tischen Sekiden der A raber ( Leipzig, 1862 ), s. 190 v.d d .; Lecİerc, Histoire de la m idecine arabe (Paris, 1876), I, 298 ; Wüstenfeld, Die Geschichtsckreiber der araber, nr. 79; Brockelmann, G A L , I, 123 ; Suppt., I* 187 ; G. van Vîoten, Tzveemaandlijk T f d s c h r 1897* t ; Br. Süberberg, D as Pflanzenbuch des Abu. H . A . B . D. ad-D., Z A , XXIV, 225—2 6 5 ^ 2 olarak, Breslau* 1 91 0) , XXV, 39—88. ( C . B r o c k e l m a n n .)



D İRH EM . DİRHEM, 1. arap para sisteminde g ü m ü ş s i k k e v a h i d i . Bu İsim ( öeo-^iui» fars. direm ) eski çağlardan beri kullanılmakta­ dır î kelimenin delâlet ettiği gümüş parayı arap1ar farsîardan almışlardır. Dirhemin resmî ağırlı­ ğını tesbit etmek d în âr 'm ağırlığını tâyin et­ mekte» daha güçtür. Çünkü dirhemler hiç bir zaman büyük bir sıhhat ve ihtimamla basılmamıştır. Dirhemin resmî rayicinin tesbîti hu­ susunda müverrihlerde gördüğümüz kayıtlar birbirini tutmaz. Yalnız hepsinin birleştiği nokta şu d u r: dirham ün ağırlığı ile miskâl 'in birbirine nisbeti, 7 : 1 0 'dur. Fakat mıskal [ b. bk.] kelimesi muhtelif mânalara geldiği için, ancak mıskal hakikî dinar ( Mekke miskâl 'i 4,2$ gr.) 'a nisbet edildiği zaman, bir mâna ifâde eder. Dirhemin en muhtemel ağırlığı 2,97 gr.'dır ki, bu sıklet, gerek mevcut sikke­ lere ve camdan yapılmış vezin ölçülerine, ge­ rek E. T. Rogers tarafından Fayyüm' da bulu­ nan al-Muktadir devrine ( 295—320=908—932 ) âit sikke vezinlerine uymaktadır. İlk defa 2,97 gramlık resmî dirhemin darbı halife ‘ Omar tarafından emredilmiş olsa gerek­ tir. fAbd al~Malik bn dirhemi gümüş sikke va­ hidi itibar etmiştir. Arap dirheminin Sâsânî dirheminden gelmiş olduğunda şüphe yoktur. Sâsânî dirhemi, A rdaşir I. ( 226—241 ) tara­ fından, 4,25 gramlık yeni Atina drahmisinin ağırlığında olarak, kabûl edilmiş ve Sâsânî devletinin ikırazm a kadar, hemen-hemen hiç değişmeden, olduğu gibi kalmıştır ( A rdaşir II!. 'in 628 yılından kalma drahmilerinin vez­ ni 4,10 g r .). İran'daki arap valileri, eski tipi muhafaza etmekle beraber, daha hafif sikkeler darbetm işlerdir; bunların bir çok sikkeleri 2,90 gr, ağırlığında olup resmî dirheme uygundur. Tamamiyîe islâmiyete âit en eski dirhemler (bâzı şüpheli sikkeler m üstesna) 75 (694) yılından kalm adır; îran 'da bir müddet daha Arap-Sâsâtıî dirhemleri darbına devam olun­ makla beraber (Taberistan 'da 180 = 796 yılla­ rına k ad ar), bu tarihten itibaren bütün eyâ­ letlerde sikkeler, yeni tipe göre basılmıştır. VI. ( XII.) ve VII. ( XIII.) asırlara âit olup, Artuk-oğuilan, Zengıler ve Ön-Asya 'nın di­ ğer türk hanedanları tarafından bastından bakır dirhemler dikkate değer. Bunlar resimler île süslü ve bilhassa hıristiyan tacirler ita yapılan alış-verişlerde kullanılmak maksadı ile darbedilen büyük bakır sikkelerdir ( vasatî olarak 12 gr. ağırlığında ), Dirhem şimalî ve şarkî A v­ rupa 'da mühim bîr rol oynamıştır. Buralarda, 600 ile 1000 yılları arasında tedavülde bulunan yegâne para dirhem olmuştur. Dirhemin ez’afına ve eczasına ilk hicrî asır­ larda pek rast gelinmez. Eczasından en ziyâd



DİRHEM -



DÎVAN.



S9S



kullanılanı, ’/û ( dânalş, = obolus ), en çok ta- verilmiştir. İslâm fütuhatının ilk yıllarında ammüm etmiş olanı da tjz dirhem İdi. Dirhem araplar da İran 'dan bu şekilde defter tutma dînâr İle aşağı yukarı aynı zamanlarda ortadan usûlünü ve onunla birlikte tâbirini almışlardır kalkmıştır. Gümüş ile altın arasındaki kıymet ( bk. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı devleti nisbeti, islâmiyetin başlangıcında, 1 4 : 1 olarak, teşkilâtına medhâl, İstanbul, 194i, s. 4 v.d.), 2. Devlet işlerinin i d a r e s i i l e a l â k a l ı tesbit edilmişti ( bîr dinar — 20 dîrham ). 2, Dirhem, aynı zamanda, dirhem adındakie n c ü m e n . Abbâsîîerden başlamak üzere, bu sikkeden tamamen başka, 3,148 gramlık bir tâbir müslüman devletlerinde ilk defa mâlî veznin ( dirham k a y l) adıdır. Dirhem, yer-yer işlerle meşgul olan dâireye {d ivâ n al-zimâm) bâzı değişikler ile ecza ve kıymetli mâden alem olmuş ve bilâhare mânası genişleyerek, ölçmeğe yarayan bir vezin olarak, zamanımıza daha Abbâsîler zamanında, bununla en yüksek kadar devam etmiştir. 1 79 9'da K ahire'de bu­ idare makamı ( divân al-tavkı ) kasdedilmişlunan franstz işgali zamanında dirhemin vezni tir ( v. Kremer, Culturgesch., I, 198). Bundan 3,0884 gr. olarak tesbit edilmiş iken, 1845 'te sonra da muhtelif devlet encümenleri bu adı teşekkül eden tahkikat komisyonu bu veznin almışlardır. Msl. muayyen bâzı arazinin idare­ 3,0898 gr. olduğunu görmüştür. Ağırlık vahidi si ile iştigâl eden d ivân al-birr adlı bîr dâ­ olarak kg. kabul edilmeden önce İstanbul da irenin mevcudiyetini biliyoruz. Bu dâire da­ ha sonra v a k f adını almıştır (Fah ri, s. 3 1 $ ) . i dirhem = 3,207 gr. idi. B i b l i y o g r a f y a ' , J , Karabacak, Bir de niüKür dâiresi olan d ivân al-hâtam Über mokam medanische Vicariatsmünzen vardı, Müslüman türk devletleri arasında divan und K upferdrachm en ( Wiener Nıım. Zeit- teşkilâtının Selçuklularda, Anadolu beyliklerin­ schr., 1869); E. v. Zambaur, Orientalisçhe de, îlhanîılarda ve Ak-Koyunlularda, MemlûkMünzen in N ord- und Osteuropa ( Mo- lerde ve Osmanlılarda mevcudiyetinden haber­ natsblatt Nıım . Ges. Wien, 1 9 0 2 ) ; J . A . darız. Bu devletlerin divan teşkilâtı, esasında, Decourdemanche, Etüde met rol. et numism. birbirine pek benzemekte idî. Merkezde vezi­ sur les M îsgals et Dîrhems arabes, 1908; rin, bâzan hükümdarın, reisi bulunduğu büyük bk. mad. DÎNÂR. ( E . V."ZAMBAUR.) divan ( Selçuklularda divân-ı *ahf, îlhanîılarda D İR ÎZ O R . [ Bk. DEYR-İ ZOR.] divân-ı kabir, Memlûklerde divan-i su ltâ n ), DİU (Dvi PA), 64,75 kms. bir a d a olup, teknik ve askerî işler hâricinde, umûmî devlet Hindistan 'da Kathiavar yarım adasının ce­ işlerini idare eden dâire idi. Bu divanın âzası, nup ucundadır. Ada, müslümanlar tarafından esas itibariyle, mâliye nazırı (asıl ismi şâhîb 1330 'da Râcpütlardan alınmıştır. Gucarat sul­ zimam va ’l-îstıfâ veya m ustavfi, Memlûklerde tanı Mahmöd Bigara ( 1 4 58 — 1 5 u ) zamanın­ ise, dîvân istifâ şah ba), askerî işler nazırı da Diu zengin bir müslüman limanı id i; fa­ ( am ir ‘arız al-cayş ), yazı işleri nâzın ( sâhib kat burası, çok geçmeden, portekizliîer tara­ tuğra, tuğra i, münşi ve p a rv â n ç i) ve umû­ fından alınmıştır, El'an da onların elindedir. mî devlet müfettişi ( m u şrif) olup, muhtelif Hindistan ile Basra körfezi ve Kızıldeniz ara­ devletlerde talî derecede diğer bâzı âza da sında ticâret gemilerinin uğrağı olmak dola- bulunurdu. Büyük divan âzasınm her biri de, yısiyle, XIV .—XVI. asırlarda oldukça ehem­ ayrıca kendi mesaî sahasını alâkalandıran iş­ lerin idaresi için, reisi bulunduğu bir divana miyet kazanmıştı. B i b l i y o g r a f y a : Gazett. o f the Bom ­ sahip idi. BÖylece büyük divana tabî ve dev­ bay Presidency, VIII. ( H. C. F a NSHAWE.) let idâresİnde rolü olan muhtelif .devlet dâ­ D İ V .jB k . DEV.] ireleri, yâni divanlar, vardı. Bu divanlardan başka Memlûkler devletinde mühim sayılabile- m D ÎV A N . [B k . DİVAN.] D İV A N . D İV Â N ( cem. davam n ), İslâm fü­ cek bir dâire de d îvâ n al-mazâlim veya cför ju tuhatının ilk yıllarında arapçaya ve İslâm kül­ a t-a d i adı ile anılan >ve hükümdarın haftacla iki h türüne dâhil diğer dillere geçmiş, muhtelif gün, halkın dâva ve şikâyetlerini dinlediği di- ! mânalarda aslen farşça bir söz olup, esasında van idi. Bu devletlere tabî mühim eyâletlerde * ( yazı veya insan hakkında) t o p l u l u k ifâde de büyük divana bağlı, ayın esaslar dâhilinde, eder ( bk. I. A . Vuîlers, Lexicon persico-laiinum eyâlet divanları bulunurdu ( bk, 1. H. Uzunetymologicum, I, Bonne, 1855 ). Kelimenin türk, çarşılı., ayn. esr„ s. 42 v.dd., 9$ v.d., i o î , 149 fars ve arap dillerinde belii-başh mânaları şun­ v.d., 223, 228 v.d., 294, 297 v.d., 396—4 10 ). 3. Her hangi bir mevzû üzerinde t e d v i n lardır. *, K u y u d a t d e f t e r i . Eski Sarıye ve e d i l m i ş e s e r . D ivân luğât al-turk gibi, Mısır 'da yunan dilinde umûmî hesap defter­ kullanılışlarda tesbit edilen bu en geniş mâna, leri tutulurdu. Bu usûl buradan Iran 'a intikal zamanla, darlaşmıştır. İlk olarak müteaddit etmiş ve bunlara pehlevî dilinde devan adı şâirlerin seçme manzûmelerini toplayan mün-



$9®



DİVAN - DİVRİĞİ.



vardır. Bu itibarla bunların bir çoğundan tahabât mânasına ( msl. Abu Tammam ’ın, D i­ diğer kısımlar için de istifâde edilmiştir. van ai-kamasa adı ile, arap şâirlerinden top­ Metinde gösterilenlerden başka bk. bir de ladığı şiirle r) gelirken, sonraları bir şâirin manzûm yazılarını toplayan kitaba alem ol­ I. Hakkı Uzun çarşılı, Anadolu beylikleri ve muştur. önceleri bu gibi kitaplarda yalnız bir Ak-K oyunlu, K ara-K oyunlu devletleri ( An­ kaç nazım şekli bulunması kâfi idi (m sl.-türk kara, 1937 ), s. 71 ; Steıngass, Persian-Enedebiyatında Ahmed Yesevî 'nin D ivan -i hikglish D ictionary ( London, 1930). Max van Berchem, L a p ro p rieti territoriale et Vimpöt mai ' i ; bk. mad. Ahmed Y e se v î; Kadı Burhaneddin divanı; Mevlâna ve oğlu Sultan Vefoncier, s. 45, not 2 ; Müller, Islâm, I,‘ 42 led 'in divanları). Divan tâbiri daha sonra bir (not 1 ), 273. (MECDUD Ma NSUROGLU.) şâirin klâsik nazım şekillerini bir sıra dâhi­ D ÎV Â N -I A R Z . r Bk. a rz .] D ÎV Â N İ. (B k. ARABİSTAN.] linde tertip eden manzumeler mecmuasına alem olmuştur. Bu şekilde tam divanda, sıra ile, D Î V R Î Ğ Î ( DİVRİKİ veya DİVKİK de denir ), şu ııazım nevileri bulunur; tevhid, münacât, Sivas 'm müstakim hat ile 303 km, eenub-i ııa'at, din ulularının, padişah ve devlet adam- şarkîsinde, Sivas — Erzurum demir yolunun. 1 larımn medhini hâvi kasideler, doğum, ölüm, 179. km. 'sinde, deniz seviyesinden 1.250 m. muzafferiyet ve bina inşası gibi hâdiselerin irtifada bulunan bir k a s a b a olup, cenuptan tarihine dâir manzumeler, kafiyeleri arap alfa­ şimale doğru akarak, 1 km, kadar şimalde besi sırasına1 göre tertip edilmiş gazeller ru­ Fırat nehri tabilerinden Çaltı ırmağına kavu­ bailer, kıt'alar, murabbalar, muhammesler, mü­ şan bir dere boyunca uzanır. Gerçekte Divri­ seddesler, tuyuğlar, şarkılar, terci ve terkib-i ği 'nin büyük kısmı bugün derenin sol tarafını* bendler, lûgazlar, muammalar ve mesneviler. da ( garp ta), bağ ve bahçeler içine dağılmış Buna göre, klâsik edebiyatta divan sahibi ola­ düz damlı evlerden mürekkep mahalleler hâlin­ bilmek için, bu nazım nevilerinin mühim bîr de olup, müteaddit taş köprüler ile bu kısma kısmı ile ve bilhassa arap alfabesindeki bütün bağlanmış olan sağ tarafında pek az ev mev­ harfler ile kafiyeli gazeller yazmış olmak şart cuttur. Böyle olmakla berâber, eski Divriği o idi. Türk edebiyatında bu neviden bugün bili­ tarafta bulunmakta, şimdi şehrin şimâl-i şar­ nen en eski divanlar N iyazı divanı ( bk. M. kîsinde Çaltı vadisine hâkim dik yamaçlı bir Süreyya, SiciU-i osmanî, IV, 5ç6 ; eser bugün kaya çıkıntısı üzerinde yükselen eski kalenin elde yoktur), Ahm ed divanı ( Murad Molla kü- eteğinde yayılmakta i d i ; hemen hepsi de XII. — tüp., Hamidiye, nr., 1082 ), Dukakln-zâde A h ­ XIII. asırdan kalma bütün mebâniye- bu şark med Bey 'in D ivan-ı Ahm edî 'sı ( Üniversite kısmında rastlamakta olup, bunlar Divriği 'nin orta çağda ehemmiyetli bîr belde olmuş bu­ kütüp., nr. 840) ve Şeyh î divanı 'dır. lunduğuna delâlet etmektedir. 4, Divanın yukarıda sayılan mânalarından Divriği 'nin kadîm tarihi hakkında esaslı bir ■ çıkmak suretiyle İslâm milletleri diline geçmiş, kültür tarihi bakımından, ikinci derecede mü­ bilgimiz yoktur. Buranm Mithridat '1 mağlûp him muhtelif mânaları daha vardır. Bunların eden Pompeus tarafından kurulmuş Nikopolis 'in başltcaları şu n lard ır:^ , arşiv ( bk. Zenker, Dîc- yerine kaim olduğuna dâir ileri sürülen rivâüonnaire Turc-A rabe-Persan, Leîp2ig, 1866, yetler esassız olup, Nikopolis'in çok daha şi­ I ) ; Jb. hükümdarın oturduğu sedir ( bk. Vul- malde, şimdiki Su-Şehri (E n d eres) civarında lers, ayn. esr.) ve bundan Avrupa dillerine tesbit edilmiştir. Bununla berâber, Bizans dev­ geçmiş mâııasİyle şarkkâri kanape j c. Osmanh rinde Tephrice ( — T efrike) denilen bu şeh­ devletinde bir kaç köyden müteşekkil küçük rin, muhtemel olarak, buna benzer bir ad ta­ -bir idâvî birlik (Redhouse, Türkçeden İngi­ şıyan bir kadîm çağ beldesi yerine kaim ol­ lizceye lügat kitabı, İstanbul, 1921 ) ; eh mah­ muş bulunması şüphesiz gibidir ve bu beldenin keme, divan-ı harb, divan-t âli 'de olduğu gibi adı, Grimrne tarafından, hitit aslına ircâ edil­ { bk. Zenker, ayn. esr.); e. bir âmir huzurunda mektedir. Bizans devrinde verilen ada, XIII. eller Önde kavuşmuş olarak ihtiram vaziyetinde asırda Ibn B ibi 'nin Seîçuknâm e ( bk. Houtsdurmak ve buradan türkcede divan dur-, el ma, Recueil de textes relaiifs â Vhist. des ■ pençe divan dur- ( bk. Redhouse, ayn. esr.). Seldjoucides, IV, 3 1 8 ) 'sinde jÇ ij şeklinde Eskiden yabancı tacirlerin barındığı kervansa­ rastlanmaktadır; fakat câmi ve türbe kitabe­ ray ve bir nevi gümrük dâiresi olan büyük bir lerinde olduğu gibi, XV. asra ait eserlerde han mânasında bilhassa Magrib arapçasında , ( Halil Zahiri, Sa‘d al-Din ), XVII. asır­ uüstâmeldi-( Dpzy, Suppl., I). dan itibaren ve ( D iv riğ i) şekli görül­ B i b l i y o g r a f y a ; Metin İçinde veri­ mekte ( Cihannümâ, Evliya Çelebî, Seyahatlen bibliyografyada umumiyetle divan tâbiri­ n&me), bugün ise, şehrin adı Divriği olarak nin muhtelif mânaları hakkında malûmat , yazılmaktadır.



OlVRİĞİ



U lu -C âm i, şim al yüzü.



(Ahmed Şah tarafından yaptırılmıştır) Insa tarîhi : X, 795 ; I. St. Mar­ tin, M im oires sur TArmenie (Paris, î 8î 8 ), î, 188 ; V. de St. Martin, Asie Mîneure, İl, 680; W. F. Ainsvvorth, Travels and Researches in Asia M inör , . . ( Lotıdon, 18 4 2), II, s. 7 v.d.; Ch. Texier, A sie M'meure, 5 9 1; Yorke



599



( Geographical Jo u r n a l), 1896, 6. VIII, 454 v .d .; Taeschner, Das anatolische Wegeneiz, tür. yer.; Hamraer, D evlei-i osmaniye ta­ rihti tür. y e r.; S iva s vilâyeti salnam eleri; V , Kovenko, D ivrîk mmtakası turmalinli manyetit yataklarti Maden tetkik ve arama enstitüsü yayınları, 8 3 (Ankara, 1939). (BESİM D a r k o t .)



D İV R ÎK ve D ÎV R ÎK Î. [ Bk. DİVRİĞİ.] D ÎY A . [B k . d İy e t .] D ÎY A L A . [ Bk._DiYÂLE.] D ÎY A L E . D ÎY A L A , Dicle nehrine sol ta­ raftan kavuşan en mühim k o l l a r d a n bi­ ridir. Menbaı Iran 'da Ardüân [ b. bk.] eyâleti­ nin ortalarmdadır. Ana kol ( buna Gabe- veya Gâve-rüd adı v e rilir) Asadâbad 'm garbında 340 50' şİmâî arzından çıkar ve İlkin şimâl-i garbı istikametinde akar. 35° şimal arzının bir az yukarısında şimalden gelen ve Sihna ( Sinna ) 'nin cenûb-i şarkîsindeki tepelerden çıkıp, is­ mini Şirvan adlı bir mevkiden almış olan A b-i Şirvan ile birleşir ve bundan sonra Diyâle artık Şirvan ismini alır. Oradan eenûb-i garbiye kıvrılan nehir tekrar ilk istikametini ( şimâl-i g arb î) tutar ve şimalde vardığı en ileri nokta­ da Zeribâr ( Zeribor ) gölünden çıkarak, cenûba akan DerSd nehri ile birleşir. Bu birleşmenin j Diyâle 'nin bundan sonraki mecrasını teşkilde kat’î bir te'sîri olmuştur. Çünkü nehrin şimâl-i garbîye doğru istikameti değişerek, ilkin ce­ nûb-i garbîye ve nihayet hemen büs-bütün cenûba dönmüştür. Yukarı mecrası yüksek dağ silsileleri arasından geçen Diyâle artık Parna adında dar bir geçitte nihayet bulan uzun ve yüksek bir vadiye girer ve burada soldan Zamakân ( Zamakân-rud ) adındaki mühim kolu alır. Zamaksn Kerind mmtakasından çıkan küçük çay­ lardan vücuda gelmiştir. Diyâle 'nin yukarı vâdisi Zamakân 'm ağızmda nihayet bulmuş sayıla> bilir. Büyük bir kısmı dağlık yerlerden geçen orta mecrası ise, Cabal-Hamrin 'e kadar varır. Diyâle bundan sonra geniş Şamirâm vâdisine girerek, orada şimalden, Şahrizör 'dan geçerek, gelen Tanc-rüd ( yahut Tâc-rüd, menbâı Suİaymaniya 'nin yukarısındadır ) birleşir ve garbı Zagros silsilesi arasından akar. Zamakân 'm ağ­ zından itibaren, bir kaç saatlik mesafe ötede Türkiye ile Iran arasındaki şimdiki hududu teş­ kil ederek, 340 30' şimal arzına varıncaya ka­ dar, iki ülkeyi birbirinden ayırır. Zangâbâz civarında Diyâle Huivân ile birleşir. Hu^vüu Kerind 'in cenubundan çıkar. Bu ırmak adını bir zamanlar Bâbiîİye 'nin mühim bîr hudut şehri olan Huivân [ b. bk,] 'dan almıştır, KizdRobût [ bk, CALUL ] 'tan geçtikten sonra, Ca­ bal-Hamrin 'i yarıp, derin Bâbiliye ovasına gi­ rerek, yavaş-yavaş alçaiır ve Dicle 'nin süse -



6 oo



DİYÂLE.



viyesine kadar iner. Mecrasının son kısmında, kanal kısmının izini Bahriz ( Ba'kubâ ’mn ce­ hemen-hemen 100 km. boyunca, D icle'ye mü- nubunda ) 'den Şif vah ( Bagdad 'm şimâl-i şar­ vâzî olarak, akar. Yerliler nehrin Kızıl-Robit kîsinde) harabelerine kadar hâlâ görebiliriz; 'tan sonra başlayan aşağı mecrasına Diyâle bununla beraber nehir son zamanlarda eski adını verirler. Mecranın Kızıl-Robât 'tan yuka­ yatağını bırakarak, Bahriz ve Şîfvah arasın­ rıdaki kısmının halk arasındaki ismi Şirvân-rüd dan 1,5 —3 km. garpta başka bir kanaldan ak­ 'dur. Gerçi Diyâle 'nİn suları, Bâbiliye 'de arazi mağa başlam ıştır; krş. R . Kiepert 'in haritası sulamak için, pek büyük ımkdarda istihlâk ( şark p afta sı; v. Oppeııheim, ayn. esr.). Abbâsîler devrinde Diyâle Bagdad ve civan edilirse de, nehir yukarı ve orta mecralarında dağlardan inen suyu bol kolların iltihakı saye­ Dicle 'nin şarkında bulunan Nahr Hâlis ve sinde, Dicle'ye kavuştuğu yerde bile onun bir Nahr Bin adlı iki kanal ve bunlardan ayrılan buçuk misli kadar geniştir. Dicle 'ye kavuştuğu ve hilâfet merkezinin sokaklarına kadar yapı­ nokta 330 15 ' şimalde idi ve Bagdad'dan ce­ lan bir çok cedveller ile sulanırdı. Al-H âliş ismi, Diyâle kanallarından birinin nuba doğru 3 saatlik bir mesafede ( arap coğ­ rafyacılarına nazaran, 3 fersah = 17 km.) ve ismi olarak, hâlâ y a ş a r; fakat orta zamanlarda Bagdad ile Madâ'in ( Ktesiphon ) harabelerinin Hâlış ile şimdiki Hâlis birbirinden büs-bütün arasında yarı yoldadır ve Chiha {L a province de ayri iki su mecrasıdır. Eski Hâlis, Bâcisr.â 'da Bagdade, Kahire, 1908, s. 88 ) 'ya göre, oraya Diyâle 'den ayrılıp, nisbeten kısa bir mecra al-Mahlât ( „ karışma yeri " ) denilmektedir. Bu takip ettikten sonra, Baradân 'm garbında, noktadan bir az Ötede Diyâle nehrinde dom- Bagdad 'dan aşağıya doğru 4 saatlik mesafede Dicle 'ye karışır. Yeni Hâlis kanalı ise, daha bazlı bir köprü vardır. Diyâle, Bâbiliye ovalarına girdikten sonra, yakın bir zamana âit olup, mecrası daha uzun­ ilk zamanlardan beri geniş ölçüde etraf mm- du. Bu kanal D eli-A b b âs'm şarkında o mev­ takaîarı sulamak için kullanılm ıştır; akışını kiin bir az ötesinde Diyâle 'den ayrılır ve ceintizama sokmak ve etrafını feyezan tahriba­ nûb-i garbı istikametini takip ederek ai-Cetından korumak için, kanal ve bendîer inşa dede ( 3 3 ° 40' şimâl tülü ) 'de Dicle 'ye karışır. edilmiştir. Bu sulama sistemi A bbâsıler devrin­ Bâbiliye 'de Diyâle 'den ayr ilan kanallar ara­ de en mükemmel hâlde İdi. Moğul devrinden son­ sında en mühimi yeni Hâlis 'tır. Bu su ile ra, kanallar ve bendier gittikçe bakımsız k a ld ı; müteaddit kollar mm suladığı mmtaka bugün neticede bir çok münbıt arazi çöl hâlini aldığı Bagdad vilâyetinin en mâmur yerlerini teşkil eder. Kurak yıllarda Hâlis 'm artan sulan gibi, yer-yer bataklıklar ( hörs ) peyda oldu. Diyâle, Dicle 'nin kolu olup, yakınından ge­ Dicle 'ye kadar erişecek mıkdarda olmadığı çen 'Azaym ile iki ( belki daha ziyâde) ka­ için, Cedede 'ye yakm bataklık bir delta içinde nal ile birleşir. Bu kanallar, karların erime kaybolur. Bütün Diyâle vadisi o yerlerin kadîm devir­ mevsimi hâricinde, umumiyetle kurudur. Sâsânîler devrinden kalan büyük Kitül-Nahravân lerde meskûn olduğunu belirten izler ile dolu­ kanalı Dicle ile Diyâle 'yi bir çok yerlerde her dur; hususiyle gerek nehrin ve gerek kolları­ İki taraftan, talî cedveller île, birbirine rap­ nın ( hassaten Şirvân-rüd ile Hulvân-rüd ) sa­ teder. Bîr çok yerleri şimdi çamur ile ka­ hilleri Sâsânîler devrine âit olup, henüz İlmî panmış olan bu muazzam kanalın ( Herzfeld 'in bir surette tetkik edilmemiş pek çok harabe­ farazi yesine göre, Dicle 'nin eski bir yatağın­ ler ile örtülüdür. Bagdad'dan İran yaylalarına dan ibarettir) mecrası bâlâ iyice b ellid ir; ( Hemedan 'a ) uzanan kadîm yol Hulvân-rüd İmâm Dür ( Sâmarrâ 'nin şimalinde ) 'un 7 km. kavuşağma kadar, Diyâle vâdisinden geçer ve aşağısında, Dicle 'den ayrılarak Küt al- Amâra o noktada Hulvân-rüd 'a müvâzî bir hat ta­ mıntakasına kadar ona müvâzî bir istikamet kip ederek, yükseîe-yüksele meşhur „Zagrî ka­ takip eder. Nahravan 'da kalan su, Dicle 'nin pışma" varır. Diyâle 'nin aşağı mecrâsmm ik­ Şatt al-Hayy ve onun şimdi başlıca bir kolu limi gayr-İ sih h îd ir; şimdi orada çok mikdarda olan şarkî kısmı ile birleştiği noktada, tekrar pirinç yetiştirilmektedir. Diyâle 'nin diğer iki Dicle 'ye dökülür. Bu kanalın yukarı ve aşağı ismi olan Şirvan ve Gabe-rüd Man birincisi mecrâ!arı için ilkin kullanılan KâtÜÎ ve Nah- Hamza al-îşfahâni 'nin tarihinden, YâkÜt tara­ ravân İsimlerinden başka arap müelliflerin­ fından iktibas edilmiş bir parçada görülür. Bu de nehrin muayyen bir kısmına Diyâle 'nin parçada Azerbaycan eyâletinden gelen Dİyâle 'ye kendilerine yabancı olmayan iki ismi ( Diyâlâ farsça Cürvan ve süryânî dilinde Tâmarrâ is­ ile T âm arrâ) verilmiş olduğunu da görürüz. mi de verildiği söylenmektedir. Cürvân isminin Bu keyfiyet Kâtül-Nahravin 'ın Ba'kubâ 'dan şimdiki Şirvân 'a tekabül ettiği aşikârdır. Diyâle (Y â k ü t'ta Dayâlâ şeklindedir) keli­ aşağıda 30 km. kadar Diyâle 'nin yatağı bo­ yunca akması ile izah olunmuştur. Diyâle 'nin mesinin menşe’i hiç bilinmiyor. Yunanca ve



bİYÂLE — DİYÂRBEKİR. lâiince yazan eski müelliflerin nehrin ismini yazış farzları ( JEıMa, AsKaç, ; Diaias okunuşu pek kat'i delildir, belki D iabas=Z âb okumak daha iyi olacaktır) da bu kelimenin pek eski zamanlardan kalmış olduğunu gösterir, Araplar tarafından verilen Tamarra adı belki daha eskidir; bunun süryânî dilindeki asıl şekli Törmarâ Mır ki, Plinius 'un Tornadotus ve The* ophanes'in Öoqvü (bunun Tacitus 'ta Corma ve Zosimus 'da Aoüqoç olmak üzere, muharref şekilleri vard ır), Zosimus'uu T o y ^ a y a ve çivi yazılı kitabelerdeki Turnat kelimelerinde fark olunur. Turnat, IX, (m, Ö.) asrm ilk yarısında ( krş. bir de ‘ AZAYM ), Assurnasirpal II. ( IH.) kita­ belerinde bile görülür. B i b l i y o g r a f y a ' , bk. bir de mad. DİCLE; bundan maada bilhassa Yâkâît, M vl~ cam, I, 672, 8 13 ; II, 638; IV, 847; Ritter, Erdkunde, IX, 318, 4 12 —5165 X, 206; XI, 526 (eski seyahat eserleri verilm iştir); Fr. Spiegel, Eranische Altertumskunde ( 1871 ), I, 1x4 v .d .; Czernik (Pet. Miti., zeyil II, nr. 44, s. 30 v.d d .) ; G. Hoffmann, Auszüge aus syrisch. Akten persisch, Martyrer (1880), s. 254 v ,d ,; de Morgan, Mission scieniif. en Ferse, etud. geogr., II; H. Kiepert, ZGErdk. (Berlin 18 8 3), s. 16 —20; A . Billerbeck, jDös Saııdsckak Suleimania (Leİpzıg, 1898) ; ayn. mil., Miit. VAG, IH ( 1899 ), s. 66—69, 83 ; E, Herzfeid ( Sarre-Herzfeld, Archaolog. Reise inEuphrat- and Tigrİsgebiet, 1 9 u , 1,53—64); M. Streek, madd. Diaias, Gorgos ve Gyndes ( Pauly-Wissowa, Real. d. klass. Altert. ve Corma, Suppl., I, 327 ). ( M. STRECK.) D ÎY A R . [ Bk.__DiYÂR.] D İY Â R . D İYA R ( A.) «ev" müfr. dar ( b. bk.], bilhassa aşağıdaki kelimelerde terkip hâ­ linde kullanılır, D İY Â R M U D AR. D İYÂ R MUZAR, Mezo­ potamya 'da Muzar araplarından Kays kabilesi­ nin muhtelif şubelerinin d i y a r ı olup, Sumaysût 'tan ‘Ana 'ye kadar Fırat bölgesini ve aynı zamanda Balih civarını ihtiva eder. Merkezi H arran'dır ; Urfa, Rakka, Surüc, Bira, Ca'bar, K arkisiya bu bölgenin en ıneşhûr şehirleri idi. Sumaysat ile Malatya bu bölgenin Bizans 'a karşı sugür ve müdafaa şehirlerini teşkil ediyordu. B i b l i y o g r a f y a ’. !İzz al-Dîn b. Şaddâd, al-A 'lâk al~hatira f i umara al-Şam v a ’l-C azira, II ( Berlin ve British Museum 'da ) ; G. îe Strange, The Lands o f the Easiern Caliphate, s. 86 v.d., 101 v.dd.; fazla malûmat için bk. mad. MUDAR. DİYÂR REBİ’A. D İYÂ R R A B Î'A , Mezopo­ tamya'da Rab i ‘a araplarıam ve bilhassa Te»



601



gallüp kabilesinin d i y a r ı olup, Dicle boyunca Teli Feğan 'dan T e g rit'e kadar uzanır ve neh­ rin sağ sahilinde Habür — Hirmâs — Sarsar ara­ zisi ile sol sahilinde küçük H abur'un aşağı mecrası ile Zâb 'm aşağı ve yukarı mecrasını ihtiva eder. Merkezi Nusaybin 'dir. Cazirat b. ‘öm ar, Dara, Sencer bu bölgenin meşhûr şehir­ leridir. G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, s. 87 v.d,, 10 1—108 ; fazla ma­ lûmat için bk. mad. RA BÎ'A. D İYARBAKIR, Diyarbekir 'e 1938 tarihin­ de verilen resmî addır. Bu ad değiştirmenin taf­ silâtı ve mûcip sebepleri için bk. Türk dili ( türkçe-fransızca belleten ), haziran, 1938, sayı 29/30. DİYARBEKİR. D İYA R BA K R , kadîm çağ­ da verilen Amida adından alınarak, bir müddet Âmıd ( veya Kara-Â m id) adı ile de anılan, Türkiye'nin cenûb-i şarkî bölgesinin e n b ü ­ y ü k ş e h r i olup, Dicle 'nin yukarı havzasın­ da, nehrin sağ ktyısma hâkim bîr mevkide ve 650 m. irtifada bulunur. Dİyarbekir *in coğrafî vaziyetindeki hususi­ yetlerinden biri, şimalde — şarkî Toros dağla­ rı, garpta — Karaca-Dağ, cenupta — Mardin te­ peleri arasında ve ortası — çanak gibi çukur bir bölgeye merkez oluşudur. İkliminin sert, yaz­ ları çok sıcak, kışlar soğuk olmasına ve ya­ ğışların azlığına rağmen, burası hububat eki­ mine, sulama mümkün olan yerlerde çeşitli bahçe ziraatine ve geniş yaylalarda koyuncu­ luğa pek elverişlidir. Bununla beraber Dİyarbe­ kir 'in asıl inkişafı, buranın mahallî ehemmiye­ ti hâiz bir merkez olmasından değil, fakat şimaldeki dağlık yaylalar ile cenuptaki çöl manzaralı ovalar arasında yerleşmeğe elverişli olan intikal sahasında, büyük mmtakaları bir­ birine bağlayan ana yollar üzerinde bulunuşun­ dan ileri gelmiş olmalıdır. Bu yollardan biri, Anadolu ve Suriye 'den gelerek, Irak 'a giderdi. Akdeniz kıyılarını Basra körfezine bağlayan bu en kısa yoldan Dİyarbekir 'de bir ikinci yol ayrılarak, şimaldeki dağ şeddini tabiatın hazır­ ladığı bir geçit ile [ bk. DEVE-BOYNU ] aşıp, Harput ve Sivas üzerinden, Samsun 'a iniyor ve bu suretle Mezopotamya ile Karadeniz kı­ yılan arasında irtibat te'min ediyordu. Nihayet İkinci derecede başka bir yol da, Dİyarbekir'i Bitlis ve Van gölü havzası üzerinden, Azer­ baycan ve İran'a bağlıyordu. İşte bîr taraftan çeşitli geçim kaynakları bulunan bu bölgenin merkezi olmak, bir taraftan da ehemmiyetli yol­ lara düğüm noktası teşkil etmek sayesinde, Dİyarbekir, tarih boyunca, İnkışak imkânını bulmuştur. Hakikaten Dİyarbekir şehri, Kara­ ca-Dağ sönmüş volkan kütlesinden çıkıp, üçün­ cü zamanın kumlu, killi ve kireçli rüsubî



6 oİ



bİYARBEKiR.



tabakaları koyu renkli kaim bir örtü gibi örten bazalt lavlarının meydana getirdiği yay­ lanın Dicle vâdisine takriben 100 m. irtifadan hâkim dik kenarı üzerinde, sahanlık şeklinde, düz bir zemine yerleşmiştir. Bu zeminin biç olmazsa bîr taraftan dik yarlar ile çevrilmesi ve Dicle bıin bir büklümü ile yarı kuşatılmış olması, mevkiin sûr inşası İle müdafaasını kolaylaştır­ mış, müstahkem şehir işlek yollar üzerindeki münakale faaliyetini göçebe kavimlerin taarru­ zundan korumak, kervanlar için emin bir du­ rak yeri ve eşya deposu te’miıı etmek gibi rol­ leri üzerine almıştı. Ayrıca Diyarbekir ün bu­ lunduğu yer, Dicle nehrinden Musul 'a doğru k e l e k denilen sallar ile akış aşağı yapılan nakliyat için de başlangıç noktası oluyordu. Bu mülâhazalar Diyarbekir ’in neden ehemmiyet kazandığım ve hattâ son asırlarda Urfa ve Mardin Ü neden geride bıraktığım da izaha hizmet eder. Amıda (D iyarbekir) ana yollar üzerinde müstahkem şehir ve ticâret mevkii rolünü da­ ha ilk çağda oynuyordu. Bu şehrin Batlamyus tarafından (Ptol., G eogr., V , 18, 10 ) zikredi­ len Ammaia olması muhtemel bulunduğuna dâir Baumgartner tarafından ileri sürülen iddia (bk. Pauly-Wissowa, RealencycL, I, 18 33) kuvvetli görünmemektedir. Diğer taraftan bu­ ranın kadîm Tigranocerta Jya tekabül ettiği fa­ ra ziyesı de artık terk olunmuş bulunmaktadır. Bizans imparatoru Constance ( Constantius ) ta­ rafından 349 ’da etrafı bir sûr ile çevrilen Amida, 10 sene sonra Şâpûr tarafından muhasara edildi­ ği sırada burada bulunmuş olan Ammien Marallin ( XVIII, 9, 1 ) ’e nazaran, küçük ve ehem­ miyetsiz bir mevkiden ibaret idi. Bir kaç defa iranlılann tezâvüzüne uğramış ve bâzan bun­ ların eline geçmiş olmasına rağmen, imparator­ luğun ileri kalesi rolünü oynamaktan geri kal­ mamıştır. Diyarbekir ü ziyaret eden bütün seyyahların dikkat nazarını her şeyden evvel çekmiş bulu­ nan cihet, şehri tamamiyle kuşatan muazzam sûrlardı. Kara bazalttan yapılmış olan bu sûr­ lar, şarkta — doğrudan-doğruya Dicle vadisi­ nin dik yamaçları üzerinde yükselmekte ve cenûb-i garbîde — zemini hafifçe yaran bir sel yatağına hâkim bulunmakta olup, diğer ta­ raflarda arazînin meyli pek hafif bir şekilde dı­ şarıya, cenûba, garba ve şimale doğrudur. Şe­ hir, iç kalenin bulunduğu tümsek müstesna, hemen-hemen düz bir zemin üzerine yerleşmiş olup, bu düzlüğün etrafım çeviren sûrlar, bu düzlüğe uymak zorunda kalarak, kaleye oldukça gayr-ı muntazam bir şekil vermiştir. Kaleyi esaslı bîr surette tetkik eylemiş bulunan A . Gahrieî Ün verdiği malûmata göre, sûrların kuşattığı



saha şarktan garba — 1.700 ve şimâlden cenu­ ba-— 1.300 m. bulur, sûrların çevresi 3 km. v a rır; esas duvarın kalınlığı 3—5 m., sûr üzerindeki devriye yolunun yerden yüksekliği 8— 12 m. olup, bu yol dışarıya doğru, 70 cm. kalınlı­ ğında bir mazgal .duvarı ile korunmuştur, Sûr­ lar üzerinde türlü boyda çok köşeli, müstatil ve müdevver 78 burç sıralanır ki, bunlardan kapıların yanında bulunanlar daha büyük ol­ duğu gibi, cenûb-i garbide, sûrun dirsek yer­ lerine tekabül etmek üzere, sonradan yapılmış 3 büyük takviye burcu ( Ultı-Beden, Yedi-Kar­ deş ve Kiçi-Burc vardır ), vardır. İç kale sûrlar dâhilinde kalan sahanın şimâl-i şarkî köşesine rastlar ve dâirenin dörtte biri şeklinde bir duvar ile, şehirden ayrılır. Sûrlar şarkta doğ­ rudan-doğruya yalçın kayalar üzerinde yüksel­ mekte ve diğer taraflarda 6—15 m. genişli­ ğinde ve bugün kısmen dolmuş hendekler île çevrilmiş bulunmaktadır. Diyarbekir kalesinin 4 cihette 4 kapısı vardır. Bunlardan şimâldekine — Har put ( yahut Dağ ) kapısı, garptakine — Urfa ( evvelce Rum yâni Anadolu ) kapısı, ceauptakine — Mardin kapısı ve şarktakine — Yeni-Kapı ( yahut Şatt = Dicle k ap ısı) denilir. Bu sonuncudan Dicle vadisine doğru dolam­ baçlı bir patika iner ve ötekilerden ise, isim­ lerini taşıdıkları şehirler istikametinde, şoseler çıkar. İç kaleye gelince, bunun Dicle tarafına doğru açılan küçük bir gizli kapısı ( Oğrun k ap ı) bulunur. A. Gabriel 'e göre, iç kalenin bulunduğu tepe Amida 'nın en eski yerine ve ilk tahkimatına tekabül etmekte olup, Bizans devrinde, şehri kuşatan sûrlar inşa edildikten sonra burası iç kale rolünü oynamış, Artukoğulları zamanında ehemmiyetli istihalelere uğ­ ramış ve XVI. asırda osmanlılar tarafından fethedildikten bir az sonra, yeni bir duvar in­ şası ile, İç kalenin sahası genişletilmiştir. İç kalede ne Artuk-oğuîlarımn sarayından, ne de Bıyıklı Mehmed Paşa ’nm yaptırmış olduğu ve büyüklüğü ile manzarası Evliyâ Çelebî tarafın­ dan medhedilen konaktan eser kalmamış olup, bugünkü hükümet dâirelerine âit binaların en eskisi XIX, asrı geçmemekte ve eski olarak, yalnız bir iç kale camii bulunmaktadır. Bu ca­ minin murabba maktâlı geniş miı âre kaidesin­ de 555 ( 1x 6 0 ) tarihine rastîanmakta ise de, bu tarihin hakikî inşa tarihi olduğu şüpheli­ dir. Üzerlerinde, bilhassa kapılarda, müteaddit Bizans tezyinat ve kitâbelerı, İslâm devirleri­ ne ( Abbasî, Mervânî, Selçuklu, Artuk-oğullar ı ) âit kabartmalar ve arap harfleri ile kita­ beler bulunan surlar, menşe bakımından, Bi­ zans devrine âit olup, İslâm fethinden sonra şehir fazla büyümediğinden, sûrları yıkıp, ye­ niden daha geniş olarak yapmağa lüzum olma­



bİYARBEKÎR. mış, ancak muhtelif vesileler ile ezcümle Artukoğullart ve osmaıılı hükümranlığı sırasında ta­ mir edilmek suretiyle, ancak küçük tâdillere' uğramıştır. A. Gabrieİ, ilk defa Coıısfantius tarafından inşa edilen sûrun şimdiki sûrun yalnız şark kısmına tekabül ettiğini ve eski sûrun garp parçasının bugün şehrin ortasında Harput ve Mardin kapıları arasında, şimâl-cenup istikametinde uzanan geniş bir caddenin yerine, rastladığını kabûl ediyor. Ona göre, şe­ hir büyüyünce, sûrların dışında garba doğru taşan mahallelerin etrafı yeni bir surla çevril­ miş, eski sûrun batı kısmı kaldırılmış, Diyar­ bekir kalesi katü şeklini 367—375 arasında almış ve Justinien devrindeki tamirler ile esas şekli değişmemiş olup, bugün gördüğümüz sûr­ lar, IV. asır Bizans tahkimatının zamanımızda mevcut en mühim ve tam numunesi olarak kalmıştır. Bugün bu sûrlar şehri tamamiyle kuşatmakta olup, yalnız üç yerde insanların yol açmak veya şehri havalandırmak gayesi ile yaptıkları yıkıntılar ile zelzele tahribatın­ dan' ileri gelen gedikler bulunmaktadır. Sûrların kuşattığı saha, bugün baştan-başa meskenler ile kaplanmış olmayıp, bâzı yerler­ de harap olmuş bina yığınları, boş sahalar üzerinde tek~tük kulübeler ve bahçeler görülür. Tamamiyîe meskûn olan kısımlara gelince, bu sâhanm pİân üzerindeki manzarasında, hemen bütün sokakların eğri-büğrü ve çok defa dar olduğu bilhassa göze çarpar. Belii-başlı bir cadde, Mardin ve Harput kapıları arasında şehri boydan-boya geçmekte ve diğer bir cad­ de ise, Urfa kapısından başlayarak, şark-garp istikametinde uzanıp, evvelki caddeye ulaş­ maktadır. Diyarbekir Ün çarşısı şehrin ortasın­ da ve yukarıda adı geçen iki caddenin birleş­ tiği noktada kurulmuş olup, bunun şimalinde şehrin başlıca meydanı ( Cumhuriyet meydanı ) bulunmakta ve bu meydanın garp kenarında ise, Diyarbekir 'in en büyük âbidesi olan UluCâmi yükselmektedir. Son senelerde Diyarbe­ kir 'de yeniden geniş yollar ve iç kalede bu­ lunan hükümet dâirelerinden istasyona doğru büyük bir cadde açılmıştır. Diyarbekir Ün, sûrları gibi, âbideleri de bâzan bir sıra beyaz kireç taşı ve bir sıra kara bazalttan yapılmış olup, evlerin çoğu da yine bazalttan inşa edilmekte, umumiyetle düz olan damların üstü koyu renkli balçık ile sıvan­ maktadır, Son senelerde beton ve tuğla ile yapılan bâzı yeni inşaat bir tarafa bırakılacak olursa, şehrin eski evlerinin sokak tarafındaki duvarları penceresiz olup, kapıdan müstatü şekilli, bâzan havuzlu ve ağaçlı, bir avluya girilir, evlerin bir zemin katı üzerinde ekseri­ yetle iki -katı vardır.



603



Diyarbekirün cami, medrese, han ve ha­ mam nevinden büyük yapıları, şehrin her ta­ rafına yayılmış vaziyettedir. XIX. asrın son yıllarına âit bîr Diyarbekir vilâyeti salname­ sinde verilen malûmata bakılırsa, şehirde 24. cami, 21 mescid, 1 1 kilise, 3 kütüphane, i î medrese, 8 hamam, 20 han ve üstü örtülü bir çarşı bulunmakta idi. A . Gabrieİ ün 1932 sene­ sinde yaptığı plân üzerinde yalnız 14 cami ve 3 mescid görülmektedir. Mevcut mâbedler arasın­ da camilerden bir çoğu ile bugün ekseriyet­ le cemaati kalmamış kiliseler yeni devirlerde inşa edilmiş olduklarından, arkeoloji bakımın­ dan, büyük değerleri yoktur. Camilerin en bü­ yüğü ve belki en eskisi şehrin hemen-hemen ortasında bulunan Uİu-Câmi 'dır, ille defa 1839 'da Ch, Texier tarafından kısmen planı alın­ mış, daha sonra Gudeıı ve G. L. Bell ve bil­ hassa 1932 ’de A . Gabrieİ tarafından, esas­ lı bir surette tetkik edilmiştir. Cami, müş­ temilâtı ile beraber, kenarı 80 m. dıl'mda olan murabba bir sâha işgal eder. Dört köşeli ve ortasında iki şadırvan olan bu avluya nazaran, asıl câmi cenupta bulunmakta, şarkta ve garpta camiin cenahları, şimalde ise, bir mescid ile Mes'ûdiye medresesi yer almaktadır. 73X 16,40 eb'adında olan camiin cümle kapısından baş­ lamak üzere, minber ve mihrabı ihtiva eden orta kısmı 10,75 m. genişlikte olup, şarkta ve garpta kalan parçalan ikişer sıra istinatgah ile, 3 kısma ayrılmıştır. Sütunlar kırık kavis şekilli kemerlerle birbiri ile birleşmektedir. Camiin iki tarafa meyilli damlan kurşunla örtülü olup, minâre binanın cenup duvarına dayanmakta, alt kısmı murabba maktâlı bir kule hâlinde iken, bunun üstünde mahrutî bir dam ile nıhâyetlenen üstüvânî bir gövde bulun­ maktadır. Bir rivayete göre, Uİu-Câmi, sonra­ dan müslüman ibâdetgâhı hâline çevrilmiş bir kiliseden ibaret olup, minaresi de evvelce çan kulesi idi. Bu rivayet, Evliya Çelebi *de rastanıldığı gibi, Nilebuhr ve Oppert tarafından da tekrarlanmış olup, binanın ancak fotoğrafını görmüş olan van Berchem bunun yalnız hıristiyan devrine değil, kadîm çağa ve belki hırıstiyanlıktan mukaddem olan devre âit olması muhtemel bulunduğunu söylemektedir. A . Gabriel ün esaslı tetkik ile çıkardığı neticelere ba­ kılırsa, sütun v. s. gibi, bâzı inşa malzemesinin IV. asırdan kalma ve müteaddit eski mebanideıı alınma olması, belki de camiin daha eski bir mâbed yerinde inşa edilmiş bulunması gi­ bi kayıtlar dışında, binanın kiliseden çevrilme olduğu rivayeti biç bir ciddî temele dayanma­ maktadır. Aynı müellife göre, avlunun dört ta­ rafındaki inşaat mütecanis bîr kütle teşkil et­ memekte, mevcut kitabelerden en eskisi Melik



&04



DİYARBEKİR



Şah 'a ait olmak üzere, 484 (10 9 1 ) tarihim taşımaktadır. Müteaddit tamirler gören cami, bir rivayete göre, 112 3 ( 1 7 1 1 ) Ye bir yangın­ dan büyük zarara uğramış, son esaslı tamir bundan sonra 112 7 ( 1 7 1 4 ) 'de yapılmıştır. A . Gabriel, camiin dahilî tertibatının yangın­ dan sonra değişmiş ve eski müelliflerin medhettikleri ihtişamın bu yüzden kaybolmuş bu­ lunmasını mümkün görüyor. Camiin karşısın­ daki Mes’ûdiye medresesi, son zamanlarda ta ­ mir edilerek, müze hâline konulmuştur. Osmanlı hâkimiyetinden evvelki devre âit eserler arasında bir de 595 ( 1 1 9 8 ) senesine doğru inşa edilmiş olan Zincirli (veya Sincâriya} medresesi sayılabilir. Diyarbakır 'in diğer camilerinin çoğu XIV. asırda ve şehrin 920 ( 1 5 1 4 ) 'de osmanlıİar ta­ rafından fethinden az sonra inşa edilmiştir. Bunların ekserisinin çok köşeli bir istinatgah üzerinde yükselen birer kubbesi bulunur; mi­ narelerinin maktaı, eski olanlarında murabba ve daha yenilerinde ise, mudevverdir, Haricî duvarlar bir tabaka kara bazalt ve bîr tabaka beyaz kireç taşı ile yapılmıştır. Bu camilerin başlıcaları, şehrin osmanlıİar tarafından fethin­ den 2 sene evvel Ak-Koyunİu Cihangtr-oğlu Kasım tarafından inşa edilmiş Kasım Padişah (veya Şeyh Matar) camiî, Bıyıklı Melımed Pa­ şa'nm yaptırdığı Fâtih Paşa câmii (inşa tarihi 9 2 8 = 15 2 2 ), Husrev Paşa ve Peygamber cami­ leri, şehir eşrafından Hacı Hüseyin Ali tara­ fından 938 ( 1532 ) 'de itinalı bir şekilde inşa ettirilmiş Safa camit, Hadım A li Paşa ve İs­ kender Paşa camileri, osmanlı devri camilerinin en mühimi sayılan cümle kapısı tezyisatlı Behram Paşa câmii (980 = 15 7 2 ), Melek Ahmed Paşa ve Nasuh Paşa câ imleri v .b . Diyarbekir 'de mevcut müteaddit han ve kervansaraylar arasında, A . Gabriel 'e göre, ikisi bilhassa kayda değer: Mardin kapısı civarındaki Delil­ ler hanı, müstaiîl şekilli bir avlu etrafında sıralanmış iki katlı dört kanattan mürekkep olup, XVI.—-XVII. asır yapısıd ır; Öteki ise, şehrin orta kısmında 983 ( 1 5 7 5 ) 'te inşa edil­ miş olan Plasan Paşa hanıdır. Evliya Çelebî Diyarbekir kalesinin su sıkıntısı çekmediğini, Karaea-Dağ 'dan çıkan Hamravat suyunun K a­ nunî Süleyman zamanında 941 (*53$) senesinde şehre getirildiğini yazar. Büyük su kemerleri­ nin izleri sûrlar dışında görülmektedir. Evvelce toprak künkler ile gelen su, künklerin kırıl­ ması yüzünden, hem azaldığı, hem de bozul­ duğu için, su getirtme işi son zamanlarda ye­ niden ele alınmış, 1931 'den İtibaren, Dıyarbekır, demir boru ile getirilen bol ve iyi suya kavuşmuştur. Sûr dahilinde bir kaç büyük menbâ vardır.



Diyarbekir şehrinin eski nüfusu hakkında elde mevcut kaynakların verdiği malûmat mütenakızdır. XVI. asır başında hıristiyanlarm mÜslümanlardan daha fazla olduğuna dâir bir Venedikli tüccarın verdiği mâlûmatm, daha sonra j . Chesneau da Kemen-Kemen aynı şeyi söylemekle beraber, mübalâğalı olduğuna şüphe yoktur. O sırada her mezhep erbabının ayrı bir kilisesi olduğu anlaşılıyor. Portekizli Tenreyro 'ya göre, 1529 'da hıristiyanlarm sayısı 4.000 kadardı. 1065 ( 1655 ) 'te D iyarbekir'i zi­ yaret etmiş olan Evliya Çelebî, ahâlinin kurt, türkmen, arap, acem ve ermeni olduğunu yazar. X IX. asır başlarında müsîümanlarm büyük bîr ekseriyet meydana getirdikleri anlaşılıyor. Sey­ yah A . Dupre ( Voyage, I, 71 ) 'ye göre, şe­ hirde 50.000 türk, 4.000 ermeni, 300 süryânîyâkubî, 50 aile yabudi, bir o kadar rura ve 80 keldâııî vardı. Cernik, şehrin nüfusunu XIX. asrın ikinci yarısında 40.000, Cuınet ise asrın sonunda 35.000 olarak tahmin ediyor ki, bu sonuncu müellife göre, müsîümanlarm sayısı 20.000'i aşmakta, hıristiyanlarm 13,000'den az fazla, yahudiler ise, 300 kadar îdi. Şehirde hâ­ kim dil türkçe olup, ikinci derecede kürtçe, üçüncü ve daha az olarak, arapça konuşulurdu. 1927 'de yapılan sayımda şehrin nüfusu 30.709 idi. Bu sayı 19 3 5 'te 34.642 ve 19 4 0 'ta ise, 42.555 olmuştur, 1935 sayımının verdiği rakam­ lara göre, Diyarbekir nüfusundan 93 % müslüman, 4 % 'e yakını hıristiyan, 10 % 'dan azı yahudi idi. Ana dili türkçe olanlar 85,9 % , kürtçe 10 % , arapça 2,5 % ve ermenice 1 % olarak geliyordu. ösmanlı hâkimiyetinin bilhassa ilk asrında Diyarbekir 'in büyiik bir ümran safhası geçir­ diği anlaşılıyor. Bu sırada sûrlar tamir edildi, İÇ kale tevsî olundu, bir çok camiler yapıldı ve ticâretin gelişmesi ile mütenâsip olarak, büyük kervansaraylar kuruldu. 16 60'ta burayı 2İyâret etmiş olan Pouîlet ( N o u v elleş relat i o n s . . . , II, 415 v.d.) JD ierbeg" 'in mevkiini gördüğü şehirlerin hepsinden güzel bulmakta, taştan ve tuğladan yapılmış evleri medhetmekte, sokakları geniş ve temiz olduğunu kaydeylemektedir. Bu tasvir biraz mübalağalı olsa bile şehrin inhitatının XIX. asra doğru vukua geldiği düşünülürse, büs-bütün boş olmadığı anlaşılır. Bu ümran, şehrin o sıaadaki iktisadi faaliyetlerinde canlılığı da belirtir. Poullet, şehrin pazarların m Türkiye 'de başka yerlerdekinden daha büyük ve daha şüzel olduğunu iekrarler. İran, Mısır, Kafkasya, ^olonya ve Rusya tacirlerinin buraya gelip, ipek, pamuk, tiftik ve sahtiyan alarak, memleketlerine gö­ türdükleri ve deri işlerinin en güzellerinin he­ men tamamiyle burada yapıldığını söyler. D>



t)İYARBEKİ£. yarbekır 'ıa ipekli dokumaları ve renkli sahti­ yanları meşhurdu. Şehirde pamuklu bezler de dokunduğa gibi, bir çok dıbağhâneler bulu­ nur; şişe, çömlek ve Ergani bakırından türlü eşya yapılırdı. Bu türlü san’atler, bilhassa ha­ ricî rekabetin te'sıri İle, XIX. asırda çok geri­ ledi ; birinci cihan harbi sırasında sönme de­ recesine düştü ve bazıları tamamiyle ortadan kalktı. Diyarbekir, uzun harp senelerinde büyük sarsıntılar geçirdikten sonra, yeniden kalkın­ mağa başladı ki, bunun en. kuvvetli müşevvikı 22 teşrin I. 1935 'te demir yolunun Diyarbe­ kir 'e ulaşması olmuştur. Demir yolu şimdi Irak hududuna doğru uzatılmaktadır. idâri bakımdan, şehir, osmanh devletine il­ hak edildikten sonra, Van, Erzurum, Sivas, Rakka ve Musul eyâletlerinin çevirdiği geniş bir eyâletin merkezi olmuştu. O sırada Diyar­ bekir adı bütün eyâlete teşmil ediliyor, bu eyâletin paşa sancağına, şehrin eski adından gelen Âmıd ismi veriliyor ve şehre ise, her hâlde sûrlarının ve ekseri binalarının rengi ile alâkalı olarak, Kara-Amid deniliyordu. E v­ liya Çelebî, »defterhâne-İ padişahîde" şehrin böyle kayıtlı olduğunu söyler. Cihanrıümâ 'ya göre, Diyarbekir eyâleti, 8 'i kurt beylerinin ocaklığı ve 1 1 'i osmanlı sancağı olmak üzere, 19 sancağa ayrıldığı gibi, ayrıca devlete tâbi 5 »hükümet'* ihtiva eylemekte idi. İlk defa 1284 ( 1867 ) 'te kurulan Diyarbekir vilâyeti, hudut teşkilâtı bakımından, muhtelif değişik­ liklere uğradıktan sonra, bugün Diyarbekir hav­ zasının büyük kısmını, şarkta Batman çayı vadi­ sine kadar ihtiva etmek üzere, şarkî Toroslar, Karaca-Dağ ve Mardin tepeleri arasında uzan­ makta, 14.875 knri. arazi üzerinde Diyarbakır, Çermik, Eğil, Ergani ( Osmaniye ), Lice, Kulp, Silvan, Bismil ve Çınar adlı 9 kazaya ayrıl­ maktadır. 1945 sayımına göre, Diyarbekir şeh­ rinin nüfusu 41.260'a ve vilâyetinin nüfusu ise, 2 51.0 73'e varmakta idi. B i b l i y o g r a f y a : Kâtib Çelebî, Cihannümâ ( nşr. İbrahim Müteferrika ), s. 436 ; Evliya Çelebî, Seyahatname ( nşr. Aîımed C evd et), IV, 24 v. d .; C. Ritter, Erdkunde (Berlin, 1844), II, VII; E. Recîus, N oavelle geograpkie üniverselle (P aris, 1884), IV ; I. Chesneau, Le Voyage de M. d ’Aramon ( nşr. Sehefer, Paris, 1887 ) î M. Pouîlet, Nouvelles relations da Levant ( Paris, 1668), II; C. Niebuhr, Reisebeschreîbung nach A rabien und umliegenden Landern ( Kopenhagen, 1774—17 7 8 ) ; A . Dupre, Voyage en Perse (P aris, 18 19 ), II; J . M. Kinneir, Joıtrney through A sia Minör ( London, 1 8 1 8 ) ; J . S. Buekingan, Travels in Mesopotamia (Lon­ don, 1827 ), I I ; J . Brant, Jo u rn ey through a



605



part o f Armenia, Jo u rn a l Ceogr. So c. ( London, 1836 ), s. 187—223 ; Ch. Texîer, Desçrtption de VArm inie, de la P erse et de la Mesopotamie ( P a r is , 1842—18 5 5 ), II; W* F. Ainsvvorth, T ravels and researches in A sia M inör (London, 18 4 2), II; X. Hommaİre de Hell, Voyage en Turçuie et en P erse (Paris, 18 5 4 ) ; Garden, Description o f D iarbekr, Jo s r n . Roy. Geogr. Soc. ( Lon­ don, 1867 ), s. 182 v. d .; Çernik, Techniscke Studien-Expedition durck die Gebis­ te des Eııphrats und Tigris, Petermann's M itieiL Erganzungst. (1875/18 8 6), s. 44 v. d .; E. Sachau, İ?eıse in Syrien und Mesopotamien ( Leipzig, 18 8 3 ) ; K. Humann ve O. Puchstein, Reis en in Kleinasien Und N ordsyrien (Berlin, 18 9 0 ); Ctc de Choîet, Arm snie, Kurdistan et Mesopotamie ( Paris, 18 9 2 ); E. Nolde, Reise nach Innerarabien. Kurdistan and Armenien ( Braunschvveig, 18 9 5 ) ; v. Oppenheim und Lucas, Inschrifien S y rien , Mesopotamien and Kleinasien ( Byz, Zeiischr., 1905, s, 62 v. d .) ; G . L. Bell, Amurath to Amarath ( London, 19 u ); ayn. mil., Palace and mosque at Ukhaıdir ( Oxford, 1 9 1 4 ) ; Lehmanr,-Haupt, Armenien einst und jetzt (Berlin, 19 10 — 1931 ), 3 cild ; Max von Berchem, Arabische Inschriften . aus Arm enien und D iarbekr LehmannHaupt M aterialen (AbhandL d . Königl. Gesells. d. Wissen. za Göttingen, philol.-hist. K l., N. F, IX, 3 ) ; ayn. mü., Arabische Inschriften M ax von Oppenheim, 1, Inschriften aus Syrien ( Leipzig, 1909 ) ; M. van Berchem ve j . Strzygowski, A m ida ( Heideİberg — Pa­ ris, 1 9 1 0 ) ; J . Strzygoy/ski, Kara-A m id, Orient. A rch iv, I, 5 ; J . Marquart, Sâdarmenien und Tigrisquellen (W ien, 1930); E. Baııse, Die Tiirkei, eine moderne Geographie (Berlin, 1 9 1 5 ) ; E. Chaput, Voyages d ’eiudes gcologigues et giomorphogeniyues en Turquie (P aris, 19 3 6 ) ; Gabriel, Voyages archeolog‘qae$ dans la Turçuie orieniale (metin, Paris, 1940), I ; R. Blanchard, A sie occideniale, G eogr. üniverselle (Paris, 1929), VÎII, I. ( BESİM D a r k ö t .)



J.



DİYARBEKİR ŞEHİR VE BÖLGESİNDEKİ VÜKU'ÂTIN TARİHİ. Diyarbekir bölgesi asırlarca Bizans ile Iran arasında mücâdele sahası olmuştur. Bu bölge başta Amid, Mayyâfâriüun, Erzen ve Mardin olmak üzere, 4 şehir ile Dunaysir, îs'ird ( Siird ), Hişn-Kayfâ ( Haşan Kayif ), Hisn al* Hayşam, Hişn-Trjib, Kurayşa, Bâhmürd, Şâf» K itlis, Cüvârâ, Arak, Ma'dan ( iki yerd e), Buhayra (şimdi Gölcük, iki yerde), B âtâsi, Hîsn-



&o6,



DİYARBEKİFL



Haris, Hişn al-Hadid, Hişn Zu 'l-î£arnayn, Şâvar, H attih (bugünkü A ta k ), Bâri'iya, H ini ve Salâsila kasabaları ile A g ii, Cabâbira, Şa­ iri kayn, Hani, Arkanayn ( E rgan i), Carmük ( Çerm ik)} Bâgln, Kafrizâl, Suvaydâ, Fatînâ, Baldanayıı, Tal-Arcök, Bâbildâ, Haylâr, Huşur, Ktf Unzur, Tabus ve Yamâniya hisarları olmak üzere, 30 Man fazla kaleyi ihtiva etmekte idi. Bu kalelerin bir kısmı İslâm dan evvelki devreye âit olup, bîr kısmı da müslümanlar tarafından inşa edilmiştir. 639 senesinde E l cezire Min fethine memur olan Tyâz b. Ganm bütün bu kıt'ayı ve bu arada Diyarbekİr bölgesini de açmıştır. Ordu­ nun sol kanadına kumanda eden Hâlid b. alValid Amıd şehrini fethetmiştir. Vâkidi ( Ki~ iâb al-fu tü b, Mısır, 1303, II, 138—15 4 ) bu bölge şehirlerinin her birinin nasıl fethedilmiş oldukları hakkında mufassal mâlûmat vermiştir. Bu müellife göre, muhasarayı bizzat ‘Iyâz idare etmiş ve Hâlid b. Valıd, Muâz b. Cabal ve Sa£id b. Zayd gibi sahabeler şehrin kapıla­ rını tutmuşlar ve şehir Hâlid ün mahareti ile alınmıştır. Rivayete göre, bugün iç kalede tür­ besi mevcut olan Sulaymân b. Hâlid b. al-Valid ile türbesi şehrin tam ortasında bulunan Şa'şa'a adlı bîr sahabe şehrin fethi esnasında şehit olmuşlardır ( bu ikinci türbe son zaman­ da ortadan kaldırılıp, sahası belediye meyda­ nına ilâve edilmiştir ). Bu Şa‘şa‘ a Mm şahsiyetini tâyin müşküldür. Yalnız Mu'üviyaMİn hilâfeti zamanında sahabeden ve Küfe eşrafından Şa‘ şa'a b, Şavhân ün Elcezîre Min bir kısmına ‘ âmil tâyin edildiği nazara alınarak, bu türbenin bu zata âit olması ve sonradan ona şehitlik isnat edilmiş bulunması hâtıra gelebilir. İbn ai-Azrak, 'îyâz b. Ganm ün kendisi Hİmş 'ta Ölmüş ise de, ailesinin Amid 'de kaldığı­ nı ve kendi zamanında bu şehrin eşrafından olan A b l Ayyub ailesinin onun soyundan oldu­ ğunu söylemektedir. Bu müellife göre, ‘Iyâz, Suriye 'ye dönerken, Diyarbekİr bölgesini id a­ re etmek üzere, ‘ Utba b. Marvaiı '1 bırakmıştır. Arap kavminiıı islâmdan evvel Elcezîre kıt­ asında yerlermiş olduğu yerlere arap Eleezîresi tesmiye edilirken, bu kavmin yerleşmediği ve intişar etmediği mmtakatara da acem Eîeezîresi denilmekte idi. Bu İkinci tâbir ile arap unsurunun henüz yerleşememiş olduğa Eîcezîre kıt’asının şimal kısımları, yâni Diyarbekİr, Harran ve Uvfa bölgeleri kasdolunuyordu.'Omar b. al-Hattâb zamanında 'Acam al-Cazİra 'ye evvelâ Habib b. Maslama, sonra da Firât b. H ayyin âmil tâyin olunmuştu. Milâttan evvel Elcezîre kıt'asma yayılmış olan arap nüfusu milâttan sonra arttıkça artmıştı. Bunlardan bilhassa RabiM araplarınm iki bü­



yük kabilesi Tağlib b. Va'il ile Bekr b. Va'il Elcezîre Min şark kısmına yayılmışlardı. Tağlib kabilesi Hâbür havzasında, Bekr kabilesi de Dicle kenarlarında göçebe yaşıyorlardı, Islâm fethinden sonra, Bekr kabilesine mensûp muh­ telif batınlar ve bilhassa bunlardan Şaybânkr Dicle ile bunun ilk kollarının etrafına daha fazla yayıldılar ve açılan şehir, ktsaba ve ka­ lelere yerleşmeğe başladılar. Daha sonraları Bekr kabilesinin işgâi ettiği bu yerler, kabile­ nin mensûp olduğu RabiM reisinin yurtların­ dan tefrik edilerek, Bilâd Bekr veya D iyar Bekr ismini almıştır. Eski arap tarih ve coğ­ rafyacılarından bazıları bu bölgenin daha is­ lâmdan evvel, bu kabile ile meskûn olup, bu ismi taşıdığına zâlıip olmuşlarsa da, Bizans ile Iran arasında dâimi bir mücâdele sahası olan bu bölgede araplarm islâmdan evvel yerleşmiş olacaklarını îsbat ve tahmine imkân yoktur. Diyarbekİr tâbirinin bu kıi'aya ne zamandan itibaren alem olduğunu söylemek kabil değilse de, Vâkİdi 'de bu ismin geçmiş olması nazar-i dikkate alınarak, bu adın VIII. asırdan itiba­ ren resmen kullanılmağa başlamış olması istid­ lal edilebilir. Halife 'Osman zamanında ayrı bir vilâyet hâline konulan Elcezîre kıt'ası, Di­ yar Muzar, Diyar RabiM ve Diyar Bekr adları ile, 3 âmilliğe ayrılmıştı. Diyar Muzar ün ve aynı zamanda bütün Elcezîre Min merkezi olan Harran Ma oturan valiler, Bizans hududunu muhafazaya memur olduklarından, Diyar Muzar şehir ve kaleleri gibi, Diyarbekİr bölgesindeki şehir ve kalelerin tahkimatını attırmak mecbu­ riyetinde bulunuyorlar ve hemen her sene g a ­ zaya çıkmakla mükellef oluyorlardı. Eleezîre valilerini sırası ile ve birer birer biliyorsak da, bunlar tarafından Diyarbekİr 'e tâyin edil­ miş olan âmillerin hepsini maatteessüf tesbit edemiyoruz. Muhtar al-Sakafi Min Küfa 'ye tegailübünden ve 686 Ma İbrahim b. Mâlik al-Aştar Ün Emevî ordusunu bozguna uğratmasından sonra, Elcezîre bölgesine İbrahim tarafın­ dan âmiller tâyin edilmiş ve bu arada ‘Abd Allah b. Musâvir de Diyarbekİr âmili olmuş­ tu. 690 senesinde ‘Abd al-Malik ■ Musul, Azerbaycan ve Ermeniye bölgelerini Irak'tan ayırıp, Harran vilâyetine bağlamak suretiyle, Elcezîre hudutlarım genişleterek, valiliğine kardeşi Muhammed'i tâyin edince, bu zat da ‘ Amir b. Nufayl ü Diyarbekİr 'e âmil nasbeylemişti. Yine ‘A bd al-Malik zamanından itiba­ ren haricîlerden şufriya mezhebinin sâlikleri Elcezîre 'ye gelerek, kendi akide ve kanaatle­ rini hu bölge müslümanlannın ekseriyetini teş­ kil eden Bekr ile yeni müslüman olan T ağ­ lib kabileleri arasında yaymağa başlamışlardı,



DİYARBEKİR. Meşhur liâricî Şabîb b. Yaz i d al-Şaybâni ile amili bulunmuştur. Al-Musta'in zamanında Ş iiih b. Musarrih 695 'te Diyarbekİr bölgesin­ { 863 ) Ermeniye Valisi bulunan ‘ AH b. Yah­ de hurûc etmişler ve Muhammed b. Marvân ya al-Armani bir kaç ay evvel bir gazada şe­ 'm Haris b. Ca'vanat aî-'Am iri ve Hâlid b. hit düşen Malatya emîri 'Omar b. 'Obayd Allah Caz’ ai-Sulami kumandalarında kendi üzerle­ al-Ak{:a‘ 'in yokluğunu fırsat bilerek, Elcezîre rine şevketmiş olduğu kuvvetler ile, Amid 'ye tecâvüze geçen rumların taarruzunu dur­ Önünde harp etmişlerdi. ‘Omar b. 'A bd al- durmak üzere, A h lat'tan Mayyâfâı ikin ve Amid 'A zız zamanında Maymun b. Mihrân '1 ve Ya- 'e gelirken, yolda Dicle nehrinin çıktığı Halüzid II. zamanında da Mihrân b. Maymun 'u, res ( bugünkü Zu ’l-Karnayn ) mağarası önünde Htşâm zamanında ise, Abu ‘Am ir b. Aban '1 rumların taarruzuna uğrayarak, telef olmuştu. ve ondan sonra îsma'il b, Sa'id 'i Diyarbekİr Her iki mücâhidin birbiri arkasına şehit ol­ âmili olarak görmekteyiz. Marvân II. zamanın­ ması ve rum baskısının artması İslâm şehirle­ da bu bölge bir müddet bütün Elcezîre ve rinde ve bilhassa Bagdad 'da büyük heyecan­ Musul 'u zaptetmiş olan sufriya haricîlerinin lara ve halk ile asker arasında mühim karı­ ellerine düşmüştü. Abbâsîlerin ilk zamanların­ şıklıklar çıkmasına sebep olmuş ve tehlikeye da da Elcezîre kıt’asmda bir çok haricî hare­ düşen Diyarbekİr bölgesi kalelerini müdafaa keti görmekteyiz. Bunlardan Burayka 750 'de, için, her bir taraftan pek çok mücâhit bu bÖIMtdabbad al-Şaybâni 755 'te, Şahşah 787 'de, geye gelmişti. Filhakika Bizans kuvvetleri ta­ Fazl 792'de, V alid b. T a rif al~Tağlibi 79 4'te, arruza geçerek, Mardin ve Diyarbekİr ovala­ Huraşat al-Şaybâni 796 'da, huruçlar yaparak, rında bir çok gâretler yapmışlar ve esir alarak, bir çok gaileler çıkarmışlar ve Diyarbekİr böl­ dönmüşlerdi. gesini de bu arada gâret etmişlerdir. 803 'te Al-Mu'tazz bi 'İlah zamanında — Abu '1-Fazl Am id'den çıkan ‘Abd aî-Salâm adındaki ha­ b. ısa ile ‘Abd aî-Rahmân b. Sa'id 'i Diyarbekİr ricî Diyarbekİr âmili Yahya b. Sa'id al-'Ukay- 'de âmil görmekteyiz. Ermeniye ( A h la t) böl­ li tarafından mağlûp ve telef edilmiştir. gesi ucunun mühim kalelerinden biri olan ŞimA bbasî halifeleri zamanında Diyarbekİr El­ ş it ( Arsamosata ) ahâlisi sabık halife al-Muş­ cezîre vilâyetine merbut â milliklerden birini ta* in taraf darı oldukları için, yeni halifeye bi'at teşkil etmişti. Al-Mabdi ile oğlu al-Hâdi za­ etmemişlerdir. AI-Mu‘taz 'in göndermiş olduğu manlarında — Abu Hurayra Muhammed b. Fa­ Hatim b. Zurik Şimşât ’ı kuşatarak, oranın ku­ reli ve Muhammed b. İbrahim ile ‘A bbâs b. i mandanı olan Ibn Mucahid 'İ ve bu kalenin Muhammed’i, Harun al-Raşid zamanında — büyüklerinden bir kısmını yakalayıp, A m id'e Şaybat b. ‘Abd Allah ve ‘ AH b. Sulaymân ve göndererek, orada öldürtmüştü. Ibn al-Azrak halife al~Mu'taz 'in Abü Müsâ Muhammed b. Şâlih ve bunun kardeşi ‘Abd al-Malik ’İ, al-Amiıı zamanında — ‘ Abbâs b. ‘ İsa b. al-Şayh b. al-Salil aI~Şaybânİ'yi Diyar­ Müsâ ile Sa'id b. ‘ Ümran '1, al-Mu‘taşım zama­ bekİr bölgesine "âmil tâyin etmiş olduğunu ve nında — Naşr b. Sa'id ile 'A bd Allah b. Başir ’i bu zatın al-Muhtadi zamanında isyan ederek ve Muhammed b. Ma'ruf ’u, al-Vâsiîc zamanın­ (355 — 868), istiklâl kazandığını ve bu suret­ da — ‘Abd Allah b. al-Zayyat ve Muhammed le bu bölgede bu tarihte Şayh-oğullart ema­ b. al-‘Abbâs b. al-Ma'mün ve Sa'id b. ‘Abd retinin kurulmuş olduğunu söyler. Diyarbekİr Allâh ile Muhammed b. aî-Rabi' ’İ ve al-Muta- bölgesine yerleşen Bekr b. Va’il araplarmııı vakkil zamanında — Naşr b. Sa'id ve ‘A lı b. ekseriyetini teşkil eden Şaybân kabilesine men­ Hâk.ân ile ‘ Ubayd Allâh b. Muhammed 'i âmil sûp aşiretlerin reisi olan ve daha evvel algörmekteyiz. Bu halife zamanında ermenilerin Mutavakkil zamanında Azerbaycan 'daki bâzı isyanını teskine memur olan Emir Buga Diyar­ İsyanları (849) bastırmakta hizmeti sebkeden bekİr 'e gelerek, buradaki karışıklıkları düzelt­ ve daha sonra da Suriye valiliğine nail olarak, miş ve bu arada Erzen ’i tagallüben ele geçi­ Ahmed b. Toluıı ile mücâdeleye başlamış olan ren Müsâ b. Zurâra 'yi yakalayarak, Bagdad 'a ‘ İsa 256 ( 869 ) 'da halife al-Mu'tamid ‘ A li Allah göndermişti (8 51 ). Bu sıralarda suğür ve g a ­ tarafından, Ermeniye ve Diyarbekİr valiliğine za emîri olan ve Anadolu 'yu alt-üst etmekte tâyin edilmiştir. Tsâ 'dan sonra oğlu Ahmed bulunan İslâm mücâhidi ‘A li b. Yahya ai-Ar- ve ondan sonra bunun oğlu Muhammed, sıra mani 'nin hücumlarına mukabele etmek isteyen ile, emîr olmuşlardır. 30 sene kadar hükü­ ramlar 856'da taarruza geçerek, Amid şehri­ met süren Şeyh-oğullarının hâkimiyeti zama­ ne kadar üeriledilerse de, muhasaraya cesaret nında Amid şehri havalisi ve bütün Diyar­ edemediler. Halife ai-Muntaşir zamanında — bekİr bölgesi, gerek Elcezîre ümerasının bir­ Sa'id b. al-Hıısayn ile 'Abd Allah b. Yassâr ’ı birleri ile ve gerekse haricîler ile yaptıkları ve a!-Musta‘ in zamanında da — 'Abd Allah b. muharebe ve mücâdelelere sahne olmuş ve biı al-Maymün ile Naşr b. al-Şâlih Diyarbekİr arada 880 'de Amid îshâk b. Kendacık 'm imi*



6c§



DİYARBEKİR.



hasarasına uğramıştır. ‘ tsâ ( Ölm 269 — 882/883 ) ’nın yerine geçen oğlu Ahmed 892 'de Mardin 'i Muhammed b. îshâk b. Kendacık 'm elinden almışsa da, pek az sonra bu şehir Hamdan b. Hamdün aİ-Tağlîbi ’nin eline geçmiştir. 898'de Ahmed ölmüş ve yarine oğlu Muhammed geç­ miş ise de, öteden beri Bagdad 'da âsî telâkki edilen Şeyh-oğulİarının emaretini lağvetmek isteyen halife al-Mu'tazid 'm gazabım teskin edememiş ve bu halife 899 'da bizzat yürüyerek, Amid 'i kuşatmış ve sûrlarını mancınıklar İle değerek, Ahmed 'i teslime mecbur etmiştir. A h ­ med 'i Bagdad 'a gönderip, hapsettiren ve Şeyhoğulîarının emaretini ilga eden bit halife Amid 'in Dağ-kapısı ( Harp ut kapısı) civarındaki sûr­ larından bâzı kısımlarım yıktırmış ve bu suretle bu şehrin âsîler ile mütegallibeye melce olma­ sına mâni olmak istemiştir, lbıı aî-Azrak gerek bu halifenin ve gerekse al-Mutamid ’ın adlarım bildiren kitabelerin mezkûr kapı civarındaki burç üzerinde okunmakta olduğunu söylüyorsa da, bugün bu kitabelerden eser yoktur. Al-Mu'tazid, oğlu ve veliahdı olan 'A li alMuktaf i 'yi El cezire valiliğine tâyin etmiştir. Onun namına FazI b. 'Umrân Diyarbekir 'i idare etmiş ve onun hilâfeti zamanında da yine bu zat âmil olarak kalmış ve ondan sonra da ‘A li b. Manşür tâyin edilmiştir, Al-Muktadir zama­ nında evvelâ 'A li b. Abi al-Salâsiî ve onu mü­ teakip H afif Ev-Tigin Diyarbekir bölgesini ida­ reye memur olmuşlardır. çc8 'de rumlarm Di­ yarbekir bölgesine hücuma geçerek, Cabâbira, A ğ ıl ( Eğil ) ve Yaman i kalelerini almaları şarkî Elcezîre ( Diyarbekir ) ucunun en müstahkem iki beldesi olan Amid ile M ayyâfârikin 'i istilâ tehlikesine mârûz bırakmıştı. Diyarbekir emîrî H afif bu vaziyeti Bagdad 'a bildirmiş, zedelen­ miş ve ihmâl edilmiş bulunan bu İki şehrin sur­ larının acele tamiri lâzım geldiğini yazmıştı. Bu­ nun üzerine halife al-Mu^tadir ile veziri ‘ A li b. Muhammed al-Furât, Bagdad 'dan 'Abd al-Rahman b. Sa'îd al-Taşi 'yi göndererek, sûrların tamirine, istihkâmların takviyesine, mücâhid ve murabıtîarı çoğaltmağa memur etmişlerdi. Bu zat Diyarbekir 'de devlete ve umûma âit bir çok emlâki satarak, bol para tedarik edip, sûrları yeniden tamire ve harap kısımlarını tekrar yaptırmağa muvaffak olmuştu. Bugün Amid şehri surlarının Mardin ve Harput kapı­ ları üstünde ve civarındaki burçlar ile duvar­ ların üzerinde bulunan tamir kitabeleri halife al-MuHadır ile veziri îbn al-Furât'm ve Amid şehri âmili olan Yahya b. îshâk al-Carcarâ'i 'nin ve sûrların harap kısımlarının yeniden inşa ve tamiri ile şehrin tahkimine nezaret eyleyen Amidİİ mühendis Ahmed b. Cumayl 'in adlarım taşımakta ve 297 (909/910) tarihini göstemek-



tedır. Vaktiyle 349 'da imparataor Constar.tlus tarafından yaptırılan ve Vî, asırda Justinianus zamanında tahkim edilen Amid sûrları işte bu suretle X. asrın başında yeniden tâmir ve ıslâh edilmişti. X. asırda Bizans ordularının muhasa­ ra ve taarruzları karşısında, bîr kaç müstahkem mevki müstesna olmak üzere, bütün uç ( şuğür ) kaleleri teslim oldukları hâlde, Amid şehrî, surlarının metaneti sebebinden, bütün muhasara ve taarruzlara göğüs gererek, İslâmları n elinde kalmıştır. Bu asrın ilk yarısında Amid 'i ziyaret etmiş olan îbn Havkal (Leyden, 1928, s. 222 v .d .) şehrin sûrunun ehemmiyet ve azametin­ den bahsetmekte ve en müstahkem bir uc bel­ desi olduğunu söyledikten sonra, onun burç ve bamlarının bâz an müdâf ilere bile lüzum gös­ termediğini zikretmektedir. îbn al-Azrak halife al-Muljtadir zamanındaki diğer Diyarbekir va­ lileri nin adlarını vermektedir, Tabari 'ye zeyil yazan 'A rib b. Sa'd (M ısır, 1326, s. 29 v.d .) ise, 303 ( 915/916 ) senesi vukuatında, B izans'a yapmış olduğu gazayı bitirip, dönen Munis al-Hadim 'in Amid 'e uğadığmı ve İsyan hâ­ linde bulunan Husayn b. Hamdan '1 yakala­ dığını ve bu arada Amid âmili olan Sayma 'nin da Husayn 'in oğlunu ve bira der zadesini ele geçirdiğini yazmaktadır. 926 'dan itibaren Bizans orduları, gerek Şam ucuna ( Adana, Tarsus ve Maraş ), gerekse Elcezîre 'nin Diyar Muzar ucu­ na ( Malatya ve Sumayşât = Şamşat ) ve gerekse Ermeniye ucuna ( Şimşat, A hlat ve Kalikala = Erzurum ) karşı tazyıklarmı arttırdılar. Halîfe al-Muk.tadîr 930 'da Hamdân-oğiu Naşir al-Davla Haşan '1 Diyarbekir ve Rabı'a valiliğine ve Elcezîre ucunun şark kısmının muhafazasına memur etmiş ise de, ertesi sene bunun amcası S a 'ıd 'i onun yerine tâyin eylemiş ve bu emîr Bizans ordusunu bozguna uğratarak, geri çe­ kilmeğe mecbur etmişti. 934 'te Bizans imparatorluğunun şark dornestikî olan Joannis Kurkuas ( Courcuas ) 'm Ma­ latya 'yi ve ondan sonra ŞumayşEt '1 zaptetmesi Elcezîre kıt'asım tehlikeye düşürmüştü. Bunun Üzerine halife al-Râzi bi'İlâh Musul ile birlikte bütün Elcezîre kıt'asmm valiliğini zikri geçen Hamdan-oğlu Naşir al-Davla 'ye vermiş ve 935 senesi sonunda Diyarbekir'e gelip, burasını tesellüm eden bu emîr orama âmili ‘A lî b. Ca'far al-Dayîami 'yi yerinde bı­ rakmış ve lıemen gazaya çıkarak, rumları boz­ guna uğratıp, Şumayşât '1 geri almıştır. Bu ga­ zadan dönen Naşir al-Davla kardeşi Sayf alDavla 'AH 'yi Diyarbekir ve Diyar Muzar 'm idaresine memur eylemiş ve kendisi yalnız Musul ve Diyar Rabi'a hım işleri ile meş­ gul olmuştur. Ucun muhafaza ve müdafaası işini üzerine alan Sayf al-Davîa ile Bizans or~



DİYARBEKİR. dulan arasında 936 'dan itibaren ardı-arası kesilmeyen şiddetli muharebeler başlamış ve bu güzide emîr o sene Amid 'e kadar ilerleyen Joannîs Kurknas ordusunu bozguna uğratarak, Çekilmeğe mecbur etmiştir. 942 son baharında Bizans orduları Diyarbekir bölgesine girerek, Mayyâfârikin ve Arz an havâlisinde bir çok tahribat yaptılar ve esir alarak döndüler. 950 'de rumlar, hiyle ile Amid şehrini almağa çalıntılarsa da, muvaffak olamadılar. Şehrin civarına yaklaşmış olan rum ordusu birden bire Halep 'ten gelmiş olan Sayf al-Davîa 'nin taarruzuna uğramış ve mağlûp olarak, çe­ kilmiştir. 052 'de rum akıncıları Amid ovasına gelip, Arkanayn 'i zapta teşebbüs ettiler. Ma­ latyalI Şaşı Abdullah adında biri bunlara kı­ lavuzluk etmekte idi. M ayyâfârikin kumandanı Tigİn ile Amid kumandanı Husayn b. Ahmed kuvvetleri ile yetişip, ramlara baskın yaptılar ve hepsini çekilmeğe mecbur ettiler. Fakat o senenin eylülünde şark domestiki Bardas Phocas Amid ovasına girdi ve bu geniş ovanın muhtelif taraflarına akmlara başladı ise de, karşısına çıkan Sayf al-Davla ’ye mağlûp oldu­ ğundan, kaçmak mecburiyetinde kaldı. 956 'da Sayf al-Davla 'nin orta Anadolu 'ya yapmış olduğu büyük gazaya karşılık olmak üzere, bu senenin son baharında rumlar Diyarbekir böl­ gesine taarruza geçerek, bilhassa M ayyâfârikin etrafında bir çok tahribat yapmışlar, esir ve ganimet toplayarak, dönmüşlerdir. Yahya b. Sa'id al-An iSki ( krş. Patrologia orientalis, Paris, XVIII, 774/776) 347 (9 5 8 ) senesinde juannis Tzİmisces'in, bir Bizans ordusunun başında, Diyarbekir bölgesine gidip, evvelce rumlar tarafından zapt olun muş iken, müslünıanlar tarafından geri alınmış olan Amİd mülha­ katından Hişn aî-Yam âni'yi kuşatmış olduğu­ nu, Halep 'te bulunan Sayf al-Davla ’nin kendi azatlısı Nacâ aî-Kaski 'yi i o . o c o kadar kuvvetle, mukabeleye gönderdiğini, fakat onun rumlar karşısında bozguna uğrayarak, ordusunun mü­ him bir kısmının telef ve esir olduğunu nakletmiştir. Aym müellif ( s. 8 1) ertesi sene Bardas Phocas 'm Diyarbekir 'e yürümüş ve fakat Sayf al-Davla 'nîn Halep 'ten kendi üzerine geldiğini duyar-duymaz çekilmiş olduğunu da zikreder. 964 'te rumlar Amid sahrasına girerek, Hişn al-Yamâni 'yi zaptetmişlerdir. Bu sene içinde Nacâ, Sayf aî-Davla 'ye isyan ederek, D iyar­ bekir ve Ahlat bölgelerini zapta muvaffak ol­ muş ise de, Sayf al-Davîa tarafından katl­ edilmiştir. Sayf al-Davla onun yerine oğlu Abu 'i-Makârim 'i Diyarbekir ve Ahlat bölge­ lerine vali ve muhafız tâyin etmiştir. 965 ba­ harında rumlar, Diyarbekir bölgesine giderek, Amid etrafını yağmaladıktan sonra, Mayyâfâ-



629



rilrin ’e yürümüşlerse de, Sayf a!-Davîa tara­ fından mağlûp edilmişler ve topladıkları gani­ met ve esirleri bırakarak, kaçmağa, mecbur olmuşlardır. Meşhur ‘Abd aî-Rahim b. Nu« bata cihad ve gazaya dâir meşhur hutbele­ rini bu sıralarda kaleme almıştır ( bk. D ivân hutab îb n Nubâta , Beyrut, 1 3 1 1 , s. 177—238, 275—283). Tarsus'tan Erzurum’a ve Ahlat 'a kadar uzanan şuğur rum dedikleri Bizans imparatorluğunun bütün kuvvetlerine ve en güzide generallerine karşı tek başına :müdafa­ aya çalışan Sayf al-Davîa bu arada Diyarbekir bölgesini ve bilhassa Amid şehrini zikrettiği­ miz taarruzlardan kurtarmış olmakla beraber, o bu bölgede daha tehlikeli bir durumda gör­ düğü ve istihkâmlarım zayıf bulduğu Mayyafârikin şehrini tahkime ve sûrlarım tamire ehemmiyet vermiş, fakat Amid şehrinin sûrla­ rım ve tahkimatım kâfi gördüğünden, orada hiç bir tamir ve ilâve yaptırmamıştır. Bundan dolayı Amid sûrlarında onun adına hiç bir kitabe yoktur. 966 senesi eylülünde bizzat İmparator Nikephoros Phokas kumandasında olan büyük bir Bizans ordusu ile A m id 'i kuşattı ve bir müd­ det şiddetli tazyik ve hücumda bulundu ise de, zapta muvaffak olamayarak, muhasarayı kaldır­ dı ve Diyar R abi'a 'ya ve oradan da Suriye ’ye gitti (krş. Yahya b. Sa'id , s. 107 ; îbn al-A şir, VIII, 189). Sayf al-Davla ’nin 8 şubat 967 senesinde vukû bulan ölümünden sonra, Diyarbekir böl­ gesi bir müddet oğlu Sa'd al-Davla Abu ’ tMa'âli Şarif ve onun adına Sayf al-Davîa ’nin azadlısı Tâki tarafından idare edilmiştir. Bunun vâliliği zamanında 968 'de imparator Nikephoros Phokas ikinci defa Diyarbekir bölgesine girmiş ise de, Amid şehrine uğramamış ve böl­ gedeki diğer şehir vs kasabaların civarını yağ­ malamakla iktifa etmiştir. Bundan bir az sonra da Tâki, Halep ve Elcezîre hükümdarı olan efendisi Sa'd al-Davla ile bozuşarak, Diyarbe­ kir bölgesini Musul hükümdarı bulunan Abü Tağİib Gazanfar 'e teslim etmiş ve o da kendi azadlısı Hazârmard 'i bu bölgeye vâli yapmıştır. 9 7 3'te rum imparatorunun şark domestiki olan Meleh, Diyarbekir bölgesine girerek, Amid 'i kuşatmıştır, Hazârmard 'in istimdadı üzerine, Abü Tağlip kendi kardeşi Abu ’l-Kâsim Hİbat Allah '1 yardıma göndermiştir. Bununla Bizans ordusu arasında 4 temmuzda şiddetli bir muhare­ be vukua gelmiş ve müslümanlar galip olmuşlar­ dır. Domestİk Meleh ile Bizans ordusunun mühim bir kısım esir edilmiştir ( bk. Yahya b. Sa'id, s. 145 { Etienııe Asolik de Taron, M isi. Üni­ verselle, frs. trc. F. Meçler, II, Paris, 19 17 ; Matthieu d'Edesse, frs. trc. E. Dulaurİer, Paris, p



610



DİYARBEKİR.



1858, s. 12 v .d ,; İbn al-Aşir, VIII, 207). Bu yordu. Hâlbuki ‘Azud a!-Davla 'nin hâcibi Abu muvaffâkiyetsîzliğİn intikamını aimak isteyen ’i-Vafâ 'nin uzun zamandan beri kuşatmakta imparator Juannes Tzimisces, ertesi sene bü­ olduğu Mayyâfârikin 'in teslim olması üzerine, tün kuvveti ile yürüyerek, Amid 'i kuşattı. Sayf Amid 'i terke mecbur olmuş ve hâcip tarafından al-Davla'nin hemşiresi Camila ile Diyarbekir muhasara edilen bu şehir de deyiemîere ka­ valisi Hazârmard şehri müdafaa ediyorlardı. pılarını açmıştır. Abu ’l-Vafâ, Diyarbekir 'e Şehrin zaptından âciz kalan imparator, müda- Abü ‘A li al-Hasan b. ‘A li al-Tamimi 'yi vali fîlerden eman parası aldıktan sonra, muhasa­ nasbetmiştir. ‘Azud al-Davîa 'nin 983 'te ölü­ rayı kaldırmış, çekilirken, Dicle köprüsünü yık­ münden sonra, Halep hükümdarı Sa‘d al-Davîa, tırmış ve ondan sonra Diyarbekir bölgesinin pek az bir müddet, Diyarbekir 'i ele geçirmiş başka şehir ve kasabalarını gârete gitmişti ise de, Hamdan ailesinin ve Tağlib araplarmm (Matthieu, s. 1 5 ) . zaafı dolayısı ile, bu bölge ellerinden çıkmıştır. X. ve XI. asır Bizans vak'anüvisleri Amid 984 'ten itibaren Diyarbekir bölgesi kürtîeve Mayyâfârikin şehirlerinin, hem de iki defa, rtn en büyük şubelerinden Humaydİya kabile­ rumlar tarafından zaptedildiğini ve müsiüman- sinin bir kolu olan Hârbuhti oymağının reis­ lar tarafından geri alındığını söylemişlerdir. lerinden Bâd [ b. bk.] bütün Diyarbekir ve Eserlerini vukuatın cereyan mahallinden uzakta Diyar R abi'a 'yı ve hattâ A hlat bölgesini ele yazan bu müellifler, Diyarbekir bölgesindeki geçirmiş ve kardeşi A bu ’l-Favâris Husayn b. bâzı kalelerin Bizans imparatorluğu eline düş­ Döstak 'i Diyarbekir 'de vekil bırakmıştır. Bâd mesinin İstanbul 'da husûie getirdiği mübalâğalı 'm 990'da telef ol ması __üzerine, Hamdân-oğulhavâdıslerin te'siri altında kalarak, doğru zan- Iarından Abü Tahir Amid 'i zapta teşebbüs nı île, bunu eserlerine kaydetmişlerdir. Bizans etmiş ise de, Bad 'm eniştesi olup, aynı oyma­ tarihi yazan büyük garp tarihçileri de bu ğın reislerinden Marvân b. Lakak ai-Hlrbuhti eski vak'anüvisîere itimat ederek, bunu böylece 'nin oğlu Abu '1-Hasan ‘A li onu hezimete uğ­ almışlardır ( Lebeau, H ist. da B as-£m pire, Paris, ratmış ve bütün Diyarbekir bölgesi ile A hlat 1833, XiV , 135, 13 6 ; E. de Muralt, E ssai de hıttasmı ele geçirerek, Marvâniya yahut Mar­ chronographie bgzantine, Petersburg, 1855, vân-oğulları [ b. bk.] emîrligini kurmuştur. Bu I, 528, 558; Schlumberger, Nîcephore Phocas, eraîr, 997 sonlarında Amid 'e girerken, Dicle Paris, 1923, s. UQî ayn. mil., L* Epopee hgzan- kapısı medhalinde şehrin reislerinden ‘A bd aîiine} Paris, 1925, I, s. 223 ). Hâlbuki Elcezîre Barr 'in teşviki ile, Abü T âh ir Yûsuf b. Dimna kıt'asmm vukuatım muntazaman kaydeden ve tarafından, öldürülmüştür. Şehre hâkim olan vukuatın hem cereyan mahalline yakm olan, ‘Abd al-Barr maktul e mîrîn kardeşi Mumahîıid hem ,de o zamanda yaşamış bulunan İslâm mü­ al-Davla Abü Manşür Sa'ıd adına hutbe okut­ verrihleri ile süryânî ve ermeni müellifleri muş ise de, şehri fi'len kendi idâre etmiş­ böyle bir şeyden bahsetmezler. X. asrm ikinci tir. Fakat pek az sonra ‘Abd al-Barr, damad yansında Şuğür-ı Şâmıya ( Kilikya, Antakya, edindiği İbn Dimna tarafından, öldürülmüş Maraş ve h avalisi) ile D iyar Muzar ucu ve ve şehir onun idaresi altına geçmiştir. Emîr hattâ kısmen Ermeniye ucu kamilen rumlarm Mumahhid al-D avla'yi ve ondan sonra bunun eline geçtiği hâlde, Diyar Rabi'a ucu olan kardeşi ve halefi olan Naşr al-Davla, Abu Diyarbekir bölgesi şehirlerinden hiç biri, kısa Naşr Ahmed 'i roetbu tammış ise de, her iki bir zaman . bile, rumlarııı eline geçmemiştir. emîri de şehre sokmamış ve adetâ müstakillen Zâten Amid ile Mayyâfârikin istihkâmlarının hâkim olarak, komşu devlet ve hükümetler metaneti, islâmlardan sür’atle yardım alabilmek ile münâsebetlere girişmiş ve 995 senesindeki ve Bizans hareket üssü uzak ve muarız ol­ büyük zelzele neticesinde sarsılıp zedelenmiş mak bakımından, coğrafî vaziyetleri bunların olan şehir sûrlarım yemden tâmir ettirmiştir. kolay-kol.ay sukut edemeyeceğini gösterir. Bu 990 senesinde İmparator Basil II. Diyarbekir suretle bütün garp tarihçilerinin kapılmış ol­ bölgesine girerek, Amid Önüne gelmiş ise de, dukları bu hatayı tashih etmek lâzımdır. Di­ Mumahhid al-Davla onu ağır hediyeler ile kar­ yarbekir valisi Hazârmard 'in Ölümünden sonra, şılayıp, tâbiiyetini kabul ettiğinden, şehre taar­ Musul hükümdarı Abü Tağlib, kendi hâcıbi ruzdan vazgeçip, geriye dönmüştür. Mumahhid Munis ’i onun yerine göndermiştir. al-Davla 'den sonra Naşr al-Davla de aynı şe­ İrak hükümdarı ‘Azud al-Davla 'nin önünden yi yaptığından, Diyarbekir bölgesi taarruzdan kaçarak, evvelâ Diyarbekir bölgesine gelen ve masûa kalmıştır. 1024 ( 4 1 5 ) senesinde İbn sonra Bizans ülkesine iltica eden ve bu esnada Dimna, damadı Marıh tarafından öldürül­ imparator Basil U. 'e karşı isyan hâlinde bulunan müş, bundan sonra Amid şehri doğrudanBardas Şkİeros ile birleşen Abü Tağlib, 978 doğruya Naşr ai-Davla 'nin idaresi altına gir­ 'de A m id'e gelerek* burada tutunmağa çalışı­ miş ve Mayyâfârikin iîç birlikte, onun İki hü-



DİYARBEKİR. kûmet merkezinden biri olmuştur. Yarım asır emaret süren Naşr al-Davla 'nin zamanı haki­ katen bu bölgenin altın devri olmuştur. Ken­ disi bütün Diyarbekir bölgesi şehirlerini, bil­ hassa Amid şehrini ve sûrlarım imâr ve tah­ kim ettirdiği gibi, bunun oğlu Nizam "al-Davla Naşr da şehrin yakınındaki Dicle köprüsünü yaptırmıştır. Şimdiye kadar Âmid sûru üze­ rinde, Marvân-oğullarma âit olmak üzere, 13 kitâbe bulunmuştur. Marvân-oğulları zamanın­ da tıpkı Sayf aî-Davla zamanında olduğu gibi, Diyarbekir bölgesi muhtelif âlim, şâir ve ta­ biplerin { msl. ibn Butlan) ikametgâhı olmuş ve burada Amid şehri de İslâm âleminin dör­ düncü derecede gelen ilim ve edebiyat merkez­ lerinden biri hâline gelmiştir, Islâm fethinden evvel bu bölgenin Hıristiyan ahâlisi arasında sÜryânî ve ermeni dilleri revacda İdi. Islâm fethinden sonra bu bölgeye evvelâ Bakr b. V â ’il arapları, Hamdân-oğulları zamanında da, Tağlib arapları kesafetle yayı­ larak, ekseriyeti kazanıp, bölgeyi araplaştırmışlardı. Marvân-oğulları zamanında kürt un­ suruna mensûp Humaydiya, Başnaviya, Zuzâniya { yânı Z aza) ve İdakkârİya kabilelerinin muhtelif kollan bu bölgenin her tarafına ya­ yılmağa başladığından, bölgede mühim etnik değişme olmuşsa da, şehirlerde yine arapça konuşulurdu. Emevîler ile Abbâsîlerin ilk zamanlarında bütün Elcezîre kıt'ası gibi, Diyarbekir bölgesi halkının ekseriyeti de kendi aralarında jaH ( cm. şuraf ) denilen haricî firkasma ve bunun şufriya mezhebine salık bulunmakta idi. Bütün Elcezîre kıt’ası IX. asır İçinde yavaş-yavaş hâricîliği terketmeğe başladı. Başta kıt'amn hem idare, hem de en büyük fikir merkezi olan Har­ ran şehri olmak üzere, bütün Elcezîre beldeleri, siyâsî kanaatler müstesna olarak, hâricîliğe en yakın ve içtihada yer vermeyen hanbelî mez­ hebini ve ondan sonra da mâlikî mezhebini kabûle başlamışlardır. Şehirler ve kasabalar bu suretle sünnîleşmiş olmakla beraber, hari­ cilik de büs-bütün kalkmamış ve köylüler ara­ sında kalarak, bir takım iptidaî veya müslümanlıktan evvelki dinlerin ve mezheplerin bâzı akîde ve âyinleri île karışıp, yezidîiik ( hari­ cî fırkasının bir şubesi) adı ile, zamanımıza kadar gelmiştir. Şâirliğİ ile de mâruf olan Abu T-Hasan ‘A li aî-Am idi, Abu 'İ-Kasim ‘ Ubayd Allah b. al-Farrâ’, Abü ‘Abd Allah al-Baradâni, Muhammed b. ‘ A li b. Salamat gibi, büyük hanbelî fakıhleri, Marvân-oğulları zamanında, Diyarbekir ’de ve bilhassa Âmid ’de fıkıh okutmuşlardır. Mamafih Naşr al-Dav­ la zamanında Amid ve M ayyâfârikin 'in müş­ terek kadısı olan Husayn b. Salma mâliki fa-



6ıt



klhi olup, bu mezhebe göre, icrâ~i kaZa etmiş­ tir. Bunun ölümünden sonra İbn ai-Bağal lâkabı ile mâruf olan ve Amid sûrları kitabe­ lerinin birinde adı geçen Abü ‘A lı al-Hasan b. ‘A li al-Amidi kadı olmuştur. Bu îakih han­ belî mezhebinde idi. Naşr al-Davla zamanında şâfi'î mezhebinin büyük fakîHlerinden Abü ‘Abd Allah Muhammed b. Bayan al-Kazrünl Diyarbekir 'e gelmiş ve kendi mezhebini yay­ mağa başlamıştı. Bundan sonra XI. asırda bu bölgede Fahr al-lslâm Abü Bakr al-Şâşi, İbn al-Şahna1 ve Abu 'l-Ganâ’im gibi, şâfi’î fakihlerinİ de görmekteyiz. XI. asır sonunda Diyar­ bekir ’in türkîer tarafından işgalinden ve bu bölgede muhtelif türkmen emaretlerinin kurul­ masından sonra, lıanefî fakihlerinin de bu diyara geldikleri ve bu mezhebin de yavaşyavaş intişar ile kuvvet kazandığı görülmekte­ dir. XII. asırda bir çok büyük İslâm şehirle­ rinde olduğu gibi, Amid 'de de 4 sünnî mez­ hebi bir arada yaşamakta bulunuyordu. Nite­ kim bu şehirde bulunan Mas’ üdiya medresesi içindeki $90 ( 1 19 4 ) tarihli kitâbe, medrese­ nin 4 mezhep fakihlerinin tedrisi için te’sis edilmiş olduğunu göstermektedir. XIII. asrın ikinci yarısından İtibaren, bütün Elcezîre 'de olduğu gibi, Diyarbekir 'de de mâiikî ve han­ belî mezhepleri sönerek, diğer iki mezhep kal­ mıştır. Osmanh idaresinde hanefı mezhebi, devletin resmî mezhebi olması dolayısı ile, da­ ha ziyâde kuvvet kesbetmış ve bugün Diyar­ bekir bölgesi halkının, Amid şehrî başta olmak üzere, ekserisinin, bilhassa türk halkının, mez­ hebi olmuştur. Kürtler ise, şâfi'î mezhebinde kalmışlardır.



Arap şiir ve edebiyatı bakımından da Di­ yarbakır bölgesi ve Âmid şehri X. ve XI. asır­ larda dikkate şâyân bir hâle gelmişti. Meşhûr hatip ve edip îbn Nubâta ile muhtelif tezkire, tabakat ve edebî eserler yazmış olan Abu '1Kâsım Haşan b. Bişr al-Âmidi, X. asırda ye­ tişen ediplerin başında gelirler. XI. asırda ise, Naşr al-Davla'nin veziri Abu ’l-Hasan al-Mağribi, Abü Naşr al-Manâzi, Şari‘ al-Dallâ’, İbn ai-Tarif, İbn al-Matir ve İbn al-Savdâvi gibi, edip ve şâirler şöhret almışlardı. Tihami, İbn Sinan al-Hafâcı ve İbn Hayyüş al-Halabı gibi, şâirler de, hâricden gelerek, Naşr al-Davla 'yi medh ile, onun ikramına nail olmuşlardı. Bun­ dan başka hatip İbn ‘Akil ve İbn Bakrün da ayrıca ternâyüz etmişlerdi. Selçuklu sultam Tuğrul Bey'in öncüleri olan bir kısım türkmenler 1042—1045 senelerinde Diyarbekir bölgesine de şiddetli akmlarda bu­ lunduIarsa da, Naşr al-Davla'nin onlarla ba­ rışması ve Tuğrul Bey 'in yüksek hâkimiyetini kabul etmesi üzerine, burayı bırakarak, Bizans



x



6 2



DİYARBEKtR.



ülkesine tecâvüze geçtiler. Tuğrul Bey bu türk­ men reislerinden bazılarına Diyaı-bekir bölge­ sinde yerleşmek emrini verdiğinden, onlar da Naşr aî-Davla *nin müsaadesi ile, Amid ’de mu­ hafızlar ikame ettiler. Fakat bilâhare 1047 'de, gene; Naşr al-Davla 'nin müsaadesi ile, Büveyhoğullarından emir Abü Kâlicâr Fana1 Husrav, kuvvetleri ile, Amid 'e gelmiş ve bunların bir kısmını telef ve geri kalanını da esir etmiştir. 1057 senesinde Tuğrul Bey, Musul 'da bu­ lunduğu esnada, Naşr al-Davla ’niıı âsî arap ümerasına ve Basâsiri 'ye yardım ettiğini duy­ duğu için, Diyarbekir bölgesini tahrip maksadı ile, mühim akmcı kuvvetleri göndermişti. Naşr al-Davla, ancak İbrahim Ymal 'm tavassutu ile, kendisini sultana affettirebılinişti. Naşr aî-Davla ’nin 1061 ’de Ölümünden sonra, onun sağlığında vali olan, büyük oğlu Sa'ıd Amid şehrine ve Diyarbekir bölgesinin bir kıs­ mına ve küçük oğlu Nizâm al-Davla Naşr ise, Mayyâfârikin ile bölgenin diğer kısmına hâ­ kim olmuşlardı. Mervanh emaretinin Selçuklu sultanlığı himayesini kabûî ettiği zamandan itibaren, Amid sahrası, Bizans eline geçen şi­ malî Suriye ile orta Anadolu 'ya karşı yapıl­ makta olan gazalara hareket üssü olmuştu. Türk müeâhİdleri ile iş birliği eden Marvânoğullarına ders vermek isteyen İmparator Constantîn Ducas, Francopoule adı İle meşbûr normandiyah Herve 'ye bir ordu verdi ve Urfa valisi Tavadanos'a onunla birleşmesi yolunda emir gönderdi. 1063 senesinin son baharında Bizans ordusu, Amid önüne gelerek, şehri ku­ şattı. Huruç hareketi yapan türkler ile bizansİılar arasında vuku bulan bîr savaşta Urfa va­ lisi telef olduğundan, Bizans ordusu, muhasa­ rayı kaldırarak, geriye çekildi. 10 7 0 'te sultan Alp Arslan, Suriye yürüyüşü sırasında, Diyarbekir bölgesine girmiş ve vak­ tiyle bizanslılar tarafından alınmış olan kale­ leri istirdat eylemiştir. Diyarbekir 'in İki kar­ deş hükümdarı tarafından istikbâl edilen sul­ tan, Amid şehrinin Önüne gelmiş, surlarını pek beğenerek, elleri ile okşamış ve Dicle kenarın­ da Harşafiya denilen yerde karargâh kur­ muştu. Sultan ertesi sene Bizans imparatoru ile savaşmak için, Halep 'ten döndüğü zaman, bîr kere daha bu şehre uğramıştır. Amid emîri S a 'id 'in Ölümünden sonra, kardeşi Nizâm alDavla Naşr bu şehre hâkim olmuş ve bu su­ retle Diyarbekir emareti tekrar birleşmiştir. 1084 Senesinde Fahr al-Davla Muhammed b. Cuhayr, Sultan Malik Şah tarafından, Diyar­ bekir 'in zaptına memur edilmiş ve maiyetine Artuk Bey ile emir Çubuk başta olmak üzere, bir çok türk ümerası verilmişti. Diyarbekir emîri Manşür b. Naşr ise, Musul ve Halep hü­



kümdarı olan Şaraf al-Davla Müslim 'den yar­ dım İstemiş ve o da, bütün kuvvetleri ile Amîd Önüne gelmişti. Fakat 19 temmuzda türkler arapları fena bir bozguna uğrattılar. Müslim ile Manşür canlarını zor kurtararak, Amid du­ varları içine sığındılar. Sonra bunlardan bi­ rincisi kendi ülkesine, Öteki de Mayyâfârilçin 'e gitti. Bu vak'adan bîr az sonra Artuk Bey, Fahr al-Davla ile bozuşarak, Elcezîre 'ye çekil­ di. Fahr al-Davla maiyetinde kalan diğer türk emirlerinin her birini bir tarafa gönderip, Di­ yarbekir şehir ve kalelerini birer-bİrer muha­ saraya başlattı ve bu arada Amid şehri Fahr al-Davla'nin oğlu Za(im al-Davla Abu '1-îÇâsîm tarafından kuşatıldı. Bu şehir ile Mayyâfârikin ’in muhasarası çok uzun sürmüş ve diğer şe­ hirler İse, kolaylıkla alınmıştır. Amid nihayet 1085 mayısında ve Mayyâfârikin de o senenin eylülünde zaptedildi. Yeni zaptedilen Diyarbe­ kir bölgesi, büyük sultanın divanına tâbi ol­ mak üzere, ayrı bir vilâyet itibar edildi ve arâzisi türkmen reislerine iktâ ve tevzî oluna­ rak, her biri bir şehre muhafız tâyin edildi. Bu reislerin maiyetini teşkil eden türk asker­ leri şehirlere yerleşirken, türkmen boy ve oy­ makları da reislerine ıktâ edilmiş olan bölgelerin dağlarında ve ovalarında yaylak ve kışlaklar te'sisiae başladılar. Yazın Diyarbekir bölgesine gelmekte olan arap göçebeleri bundan sonra Hâbür menbâîarından şimale çıkamamışlardır. Kürtlere gelince, bunların bir kısmı sarp dağ­ lara çekilerek, yaşayışlarına devam etmişler, bir kısmı ise, türkmenlere karışıp, onların adlarını almışlar ve onların teşkilâtına uyarak, asırlar boyunca dâfıilî mücâdelelerde ve haricî yâni haçlılar ve gürcüler ile olan harplerde, onlarla beraber hareket etmişlerdir. Ahâlisi arapça konuşan ve arap kültürünün oldukça mühim merkezleri olan şehirler İse, zamanla, yavaş-yavaş türkleşmişlerdir. Bunların hangi asırda, artık arapçayı büs-bütün unutarak, türkçe ko­ nuştuklarım kat’î surette tâyin etmek kabil değilse de, XII. ve X1IÎ, asırlarda buralarda yetişmiş olan şâir ve müelliflerin eserleri ha­ kikî arap selikası ile yazılmış olduğu göz önün­ de tutulunca, türk dilinin ancak XIII. asrın sonlarından itibaren, bu şehirlerde halk dili olabildiğini istintaç edebiliriz. Bununla beraber bu bölgede Mardin, Si ir d ve Hişn Kayfâ gibi, bâzı şehir ve kasabalar hâlâ arapça konuşmak­ tadırlar. Diyarbekir emîri Fahr al-Davla Amid ’in ida­ resini oğlu Za'im al-D avla'ye bırakmış ve emîr Çubuk'u da şahneîiğe tâyin eylemiştir. 1087 'de Sultan Malık Şâh, Fahr aî-D avla'yi azlederek, meşhur bir fakıh olup, amîdlik mes­ nedinde bulunan Kivâm al-Mulk Şams aî-Dîn



•i "1• ,



1



II spi



mi



DtYARBEKİR ŞEHRİNİN PLÂNI



( 193» )



î ç -k a î e:



1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15.



1. Eski kilise



3. Cami



2, Hapisâne



4. Hükümet binaları



Ulu cami Mes’udiye medresesi Zincirli medrese Vabab A ğa hamamı Safa câmii Kara câmİ Tâceddin mescidi Kasım Padişah câmü Behrâm Paşa câmii Eski süryânî kilisesi A li Paşa câmii Hızır-İlyas kilisesi Deve hamamı Deliller hanı Husrev Paşa camii



16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29.



Hamam ( harap ) Şeyh Saıd mescidi Protestan kilisesi Keldânî kilisesi Kadın hamamı Veza câmii Haşan Paşa hanı Fatih Paşa camiî Nasûh Paşa câmii Peygamber câmîi İskender Paşa câmii Melik Ahmed Paşa câmİİ Sarı Saltık mescidi Lâle Bey câmii



A, Gabriel, Voyages archeologigae dans la T urquie on eninle (Paris, 1940), s. 92 —93,



DİYARBEKİR. AbÜ 'A li al-Hasaa b. "Abd al-Malİk al-Ba;hî 'yi Diyarbekir emaretine tâyin etmiştir ki, bu zatın ismi ile o zaman Amid kadısı olan Mu­ hammed b. ‘A bd al-V âhid'iıı adlarım taşıyan 482 (10 8 9 ) tarihli kitabe şehrin burçlarından biri üzerinde okunmaktadır ( Berchem, Amida, nr. 165 A . Gabriel, Voyages archeologtçue dans la Turquie orieniale, tır. 58). 108 9’da Fahr a!-Davîa 'nin oğlu olııp, evvelce Abbasî halifesine vezirlik etmiş olan ‘Amid al-Davla Diyarbekİr valisi olmuştur. Diyarbekir vilâye­ tini tanzim, varidatını tesbit ve iyi idaresi ile halkı hoşnut eden bu zat iki sene kadar ema­ rette kalmış ve İlk İslâm fatihleri tarafından vücuda getirildiği rivayet edilen Ulu camiyi tâmİr ettirmiştir; bu camideki 484 ( 1 0 9 1 ) ta­ rihli en eski kitabe onun nâm madır. Aynı kita­ bede kadı Muhammed b. ‘A.bd al-V âhİd’in de ismi geçmektedir (bk. ayn. nr. 18 ve 82). ‘Am:d al-Davla, tekrar hilâfet veziri olmak üzere, Bagdad 'a giderken, küçük kardeşi Kâfi al-Davla A ba ’l-Barakat Culıayr 'i yerine ve­ kil bırakmıştır ki, Amid burçlarından birinde 485 (10 9 2 ) tarihli bîr kitabede adı geçmek­ tedir ( ayn. esr.s nr. 17 ve 60). Bu zat 10 9 2'de, Isfahan 'a çağırıldığı zaman, yerine oğlu Abu '1-Hasan '1 vekil bırakmıştı. Sultan Malik Şah 'm Ölümü üzerine çıkan büyük kargaşalık sırasında Irak 'ta oturmakta olan Marvân-oğlu Nâsİr al-Davla Manşür, ema­ retini tekrar ele geçirmek üzere, Diyarbekir bölgesine gelip, bâzı şehirleri aldı ise de, 1093 (486) senesi nisanında Diyarbekir 'e gelmiş olan Suriye meliki Tâc al-Davla Tutuş evvelâ Amid 'i, sonra da diğer şehirleri ele geçirdi ve Mervan-oğlu 'nu kaçırdı. Diyarbekir 'de Mervan-oğ’ u '11a tarafdar bîr çok büyükleri öldürten, fakat halkına hüsn-i muamele ederek, bîr çok vergileri ve angariyeleri kaldıran Tutuş, Sul­ tan Berkyaruk ile mücâdele etmek üzere, şarka giderken, maiyeti erkânından meşhur Tugtigin 'i bu bölgeye vâ:i olarak bırakmıştı. Zikri geçen Mervanlı emirlerinin sonuncusu olan Manşür da firar etmiş olduğu Diyar Rabî‘ a 'da ölmüş ve cenazesi, Amid 'e getirilerek, IÇaşr civarında defnedilmişiir. Zevcesi Sıt alNâs ona burada bir türbe yaptırmıştır ki, ken­ disi de orada medfundur. Amid burçlarından birinde Sultan Tutuş adı­ na 486 ( 1093 ) tarihli bir kitabe mevcuttur ki, onun o zaman bu şehre kadı tâyin etmiş oldu­ ğa Abu '1-Makârim Mahdi b. ‘A li 'nin adı da bu kitabede geçmektedir ( A . Gabriel, ayn. esr., 11r. 6x ). 1095 'te Tugtigin 'in Âmıd 'de vekil bıraktığı emîr A ltaş aleyhine bir İsyan çıktı, Tugtigin Mayyâfârikin 'den gelerek, bu isyanı bastırdı ve



6t3



â.midlilerden bazılarım öldürttü. Aym sene için­ de Tugtigin, atabeyi olduğu Melik DukakTn hü­ kümet işlerini çevirmek üzere, Dimeşk 'e gittik­ ten sonra, Diyarbekir bölgesi muhtelif türk üme­ rası elinde şoylece paylaşılmıştır. Altaş — Mayyâfârikiıı 'e, Şadr — Amid ’e, Şahruh — Hâni ile Erzen 'e, Kızıl Arslan — Siird ve Bahmurd 'a ve Türkmen Musa — Hİşn Kayfâ 'ya hâkim oldu­ lar. Çok geçmeden, Bitlis emîr i Yettiğin Erzen 'i Şahruh'un elinden almıştır. Bilâhare 1 1 0 2 'de Hişn Kayfâ A r tuk Bey 'in oğlu Sukman *m eli­ ne geçmiş ve daha sonra Mardin şehri de bu­ nun kardeşi İlgâzî tarafından zaptolun muştur. Ilğâzî sonraları Mayyâfârikin 'e de hâkim ol­ muştur. Bu suretle türkler tarafından işgal edilen Diyarbekir bölgesinde evvelâ 5 türk emareti teessüs etmiş ise de, 1 1 3 1 'de Siird'in ve mülhakatının Hişn-Kayfâ Artukluları tara­ fından zaptı üzerine, 4 'e inmiştir. Araplar devrinde oldukça ehemmiyetli merkezler hâ­ linde olduğunu gördüğümüz Diyarbekir bölgesi şehirleri türkler zamanında daha ziyâde kıy­ met ve vüs’at kazanmış, bilhassa emaret mer­ kezi olan şehirler çok mâmur olmuş ve kültür bakımından da hayli ileri!emiştir. Başta Amid ve Mayyâfârikin gelmek üzere, bu şehirler aym zamanda, bir az evvel Bizans elinden kurtarılarak, „dâr-i İslâm" hâline gelmiş olan asıl Anadolu kıt'asını İslâm medeniyetine İnti­ bak ettirmek hususunda da mühim âmil olmuş­ lardır. Emîr Şadr zamanında Musul eraîri Kerbuka Amid önüne gelerek, burasını zapta teşeb­ büs etmiş ise de, muvaffak olamamıştır. Şadr bîr az sonra Ölmüş ve yerine kardeşi înal Amid emıri olmuştur kİ, Inal-oğuîlan [ b. bk.] adı ile, bu şehirde bir asra yakın hükümet icra eden bir sülâlenin kurucusudur. Amid emm inal da çok yaşamamış ve onun yerine oğlu İbrahim geçmiştir, 1098 'de haçlı­ lara karşı yapılan büyük yürüyüşe emîr Kerbuka ’nm maiyetinde iştirak eden Diyarbekir emirleri, idare bakımından, Dimeşk Selçuklu melikinin tabii idiler. Nitekim 1097 'de Melik Dukak Dimeşk 'taıı Mayyâfârikin 'e geldiği za­ man, onun maiyetinde toplanmışlardı. 110 5 'te Anadolu sultanı Kılıç Arslan I. May­ yâfârikin 'e geldiği esnada, Amid emîr i İbra­ him başta olmak üzere, diğer Diyarbekir emir­ leri de onun tâbiiyetini kabul ederek, etrafında toplandılar ve onunla birlikte, Musul seferi­ ne iştirak ettiler. Kılıç Arslan kendi atabeyi olan emîr Homurtaş '1 M ayyâfârikin ’e vali tâ­ yin etti. 1 1 0 9 ’da M ayyâfârikin’iıı Tebriz ve A hlat emîrİ olan Sukman Kutbi tarafında iş­ galinden sonra, Diyarbekir bölgesi emaretleri onun tâbiiyetine girdi. 1 1 1 5 't e Sultan Giyâş al-Din Muhammed Tapar b. Malikşâh, Karac^



6l4



DİYARBEKİR.



Saki 'yİ M ayyâfarikin 'e göndererek, Dİyarbekir ümerasını onun maiyetine verdi ve bu boîgeyi Musul valilerinin emri altına koydu. Mu­ sul valisi olan atabey ( cuyüş b e y i), maiyeti er­ kânından Ildız Bey ’i Mayy af arık in 'e gönder­ di ise de, ı ı ı S 'd e sultan M ayyâfarikin fi Mar­ din emîri İl gaz i b. A r tuk ’a verdi. Diyar bekir bölgesi emirleri, gerek bunun, gerekse yeğeni Belek 'in maiyetinde olarak, haçlı harplerine iştirak etmişlerdir. __ 503 ( 110 9 / 1110 ) 'te Amid emîri İbrahim Öl­ müş ve yerine oğlu Sa'd al-Davla İl-Aldt geç­ miştir. Bu emîrin adına sûr üzerinde 1, Ulu camiin avlusunda 2 ve minaresinde de X ol­ mak üzere, 4 kitabe vardır. Bunun zamanın­ da, 1 1 1 9 'da, Âmid 'in Ulu camii yanmıştır. Y an­ lış olarak, bu yangının ermeni takviminin 564 ( u r g / r u 6 ) senesi içinde vuku bulduğunu söy­ leyen Urfah Matthİeu, bunun müsîümanlara karşı Allah tarafından gönderilmiş bir ceza ol­ duğunu söyledikten sonra, müslümanların bu yangını söndürmeğe çalıştıklarını, tafsilâtı ile nakletmiştİr ( s, 291 ). Bu suretle yanmış olan bu büyük cami bu emîr zamanında yeniden tamir olunmuştur. 1 1 2 2 'de Âmid mülhakatından Zu 'l-Karnayn ve Ergani kaleleri civarında bakır mâdeni keşfolunmuş ve o tarihten itibaren işletilmeğe başlanmıştır ( îbn al-A şîr, X, 2 15 ) . 1 1 2 4 'te Âmid ahâlisi şehirde çoğalmağa baş­ layan ismâilîlere hücum ederek, onlardan 700 kadarım telef, kalanlarım da kaçmağa mecbur etmişlerdir ( ayn. esr., X, 222). Bu sebepten dolayı bu mezhep bu bölgede yayılamamıştır. 1x 2 6 'da vâkî olan istimdat üzerine, Dİyarbekir ümerası haçlılara karşı Şam atabeyi Tug-Tigtn'in yardımına asker göndermişlerdir. 113 4 senesinde Musul ve Halep emîri olan atabey Zangi ve Mardin ite M ayyâfarifin emîri Artuk-oğİu Hisâm al-Din Tİmur-Taş bırleşerek, Amid 'i kuşattılar. Âmid emîri İl-Aldı, bundan bir az evvel Siird emirliğinin ülkesini alarak, Diyarbekir bölgesinde kuvvetli hüküm­ dar hâline gelmiş olan Hüşn-Kayfâ ve Harput emîri Artuk-oğlu Dâvud 'dan yardım istedi. Davud kendi oğlu Kara Arslan ile birlikte yardıma geldi ise de, nisan ayı içinde şehrin önünde vuku bulan muharebede bozguna uğ­ radı. Zangi ile Timur-Taş şehrin muhasarasına devam ettilerse de, zaptedemediler ve havaliyi yakıp yıkarak, çekildiler. 114 2 senesinde Amid emîri İl-Aldı ölmüştür. Veriri olan Nisan-oğlu Mu’ayyad al-Din, II-Aldı 'nm oğlu Camâl al-Din Şams al-MuIük Mahmüd 'u emaret tahtına geçirmiştir. Yeni emîrin annesi olan Yumnâ Hatun Naem at-Dİn Ilğâzİ 'pin kızı idi. 38 sene kadar emaret mesnedin­



de kalan bu zatm namına, veziri bulunan Ni~ san-oğlu Mu'ayyad al-Din ve ondan sonra bu­ nun oğlu Camâl al-Davîa Kamâl al-Din 'A li ve daha sonra da bunun oğlu Bahâ' al-Din Mas'üd fi’len hükümeti idâre etmişler ve emîri işe karıştırmayarak, bir kukla gibi kullanmış­ lardır. Amid sûrlarında, bîri emîr Mahmüd'un adını da ihtiva etmek üzere, Nisân-oğulîan namına 3 kitabe okunmaktadır. Ulu camide ise, biri Il-Aldı ’mn ve ikisi Mahmüd 'un adla­ rını da taşımak, diğer ikisi müstakillen kendi namlarına olmak üzere, Nisân-oğullarına âİt 5 kitabe mevcut bulunmaktadır. Bundan başka iç kale câmiinin minaresinin kitabesi de doğ­ ru dan-doğruya Nisân-oğlu 'A li 'nin ııammadır. x 14 4 'te atabey Zangi Diyarbekir bölgesine girerek, Ârtuk-oğullarma âit bir çok yerleri al­ dığı gibi, Amid emirliğine bağlı olan Arlçanayn, H âîâr, Talhüm ve Carmük kale ve ka­ sabalarını zaptetmiş ise de, bilâhare Zangi 'nin şehâdetinden sonra, bu yerler Kişn-Kayfâ emî­ ri Kara A rslan'm eline geçmiştir. 1145 'te Bâr‘ iya kalesinin sahibi Kerç Gazi  m id'de öl­ müştür. 1 1 4 8 'de vezir Mu'ayyad al-D İn'in oğulların­ dan 'îzz al-Davla Abü Naşr M ayyâflrücin 'e gelerek, Hisâm al-Din Timur-Taş'm kızı Şafiya Hatun 'u Âmid hükümdarı Mahmüd 'a 50x00 altın ağırlık mukabilinde tezvic eylemiş ve ni­ kâhı, tâc al-'ulamS Yahya b. Salama al-Haskafi kıymıştır. Amid 'e götürülen gelin ertesi sene orada ölmüştür. Eîiıîr Timur-Taş bu kızının ağırlığım alamamıştı; müteaddit defalar iste­ di ise de, Nisân-oğlu vermediğinden, n g ı se­ nesi martında gelerek, Âmid 'i k u şattı; mül­ hakatını tahrip ve yağma ettirdi, sonra Mar­ din 'e döndü. Nisân-oğlu ise, Timur-Taş ’ı bu harekete teşvik eden onun veziri Zayn al-Din 'den nefret ediyordu; İki fedaî gönderip, Mar­ din 'de onu öldürttü. Bu vak'a üzerine emîr Timur-Taş ikinci defa A m id'e yürüyüp, şehri kuşattı ve şiddetle tazyika başladı. Ahlat ve Ermeniye hükümdarı Sukman II. 'm veziri Ba­ hâ1 al-Din Avs, bizzat gelerek, iki tarafı ba­ rıştırdı. Mu'ayyad al-Din ve oğulları ve ondan sonra emîr Mahmüd 'un karısı ve oğulları Âmid eşrafı İle şehirden çıkıp, Tim ur-Taş'a arz-ı tazimat ile, onun isteğini kabûl ettiler. Bundan sonra Amid emareti Mardin ve M ayyafariHn melikliğinin bir tâbıi olmuştur. ı ı g ö ’da Mu'ayyad al-Din Am id'de vefat et­ miş ve oğlu Camâl al-Davîa Kamâl al-Din Abu ’l-ÎJâsim ‘A li, onun yerine vezir olarak, emareti İdâre etmiştir. Bunun kardeşi ‘ îzz al-Davla Abü Naşr ise, Eğil kalesine hâkim olmuştur. 1 1 6 2 'de Camâl al-Davla b. Nisan Erzen ve Bitlis emîri Dılmaç-oğhı Fahr al-Davla Davla!?



DİYARBEKİR. Şâh 'ın hemşiresine talip olmuş ve Âmid 'in, hanefî ve şâfi’î kadıları olan Nâşih al-Din ile ‘Alam al-Din Abu 'I-Hasan b. al-Bağali ’yi ve biiyük ulemadan Abü Tahir b. al-Curcâni 'yİ nikâhı kıymağa ve gelini getirmeğe memur etmiştir. 116 3 Ye Hişn-Kayfâ ve Harput meliki jFahr a!-Din Kara Arslan ile Nacm aî-Din Alpı Amid emîri Mahmüd 'un, veziri olan N£sân-oğIu Ca­ m ii al-Davla elinde mahcur bulunduğunu ileri sürerek, mütegalİibin tardına karar verdiler. Kara Arslan bizzat gelerek, şehri kuşattığı gibi, Alpı da, Şams al-Din Sevinç kumandasın­ da, asker gönderdi. Magrİbli mancınıkçılardan birinin hazırladığı müteharrik kule burçlardan birinin karşısına konuldu. Etrafa mancınıklar tesbıt edilerek, duvarlar döğülmeğe başlandı. Muhasara 4 ay devam etti. Camâl al-Davla ile emîr Mahmüd Danişmend-oğîu Yağı-Basan 'dan yardım istediler [ bk. DÂNİŞMENDLİLER ]. Onun Harput havâlisine yürüyerek, bir takım şehir ve kasabaları yağma ettiği haberi gelince, K a­ ra Arslan Amid muhasarasını kaldırdı ve Alpı ile birleşerek, Yağı-Basan île harbe hazırlandı. 1164 Ye Kara Arslan ikinci defa A m id'i ku­ şattı ise de, alamadı ve sulh yaparak, çekil­ meğe mecbur oldu. Aynı-sene içinde, evvelce Harran valisi iken, ağabeyisi Nür al-Din Mah­ müd b. Zangi tarafından tardedilmiş olan Nuşrat al-Din Amir Miran D iyarbekir'e gelmiş ve Eğil 'de de bir müddet Nisân-oğlu ‘îzz al-Dav­ la 'nin yanında kaldıktan sonra, Konya *ya git­ miştir. Aynı senenin son ayında Kara Arslaıı 'm kı­ zı, Alpı 'mn oğlu İlgâzî 'ye tezvie edilmiş ve Mayyâfârikin 'de muhteşem düğün yapılmıştır. Komşu melik ve emîrler bu düğüne gelmişler­ dir. Bu meyanda Nisân-oğullarından iki kardeş (Am id veziri Camâl al-Davla ve Eğil hâkimi ‘îzz al-Davla ) ağır hediyeler ile düğünde hâ­ zır bulunmuşlardır. Artuk-oğulîan bunlara hil'at vermişler ve Âmid emaretinin M ayyifarikin ve Mardin Artuklu-oğuliarma tâbi olduğunu bir kere daha kabul ettirmişlerdir. 1165 Ye Amid kadısı Nâşih al-Din, Hişn-Kayfâ 'ya gi­ derek, Kara Arslan ile Amid emîri arasındaki musalehanâmeyi tanzim ve imza ettirmeğe mu­ vaffak olmuştur. 1 1 6 6 'da melik Alpı, Caba! Cür ( bugün Çapakçur) 'dan dönerken, Hizo nahiyesinde Zabadiya 'ye geldiği zaman, Nisânoğlu Cama! al-Davla, Amid büyüklerinden bâzı kimseler ile, onun istikbâl ve ziyaretine gitmiştir. 117 5 Ye Sultan Kılıç Arslan II. 'm kardeşi melik Şahinşüh b. Mas'üd Amid 'e gelmiş ve burada bir müddet kaldıktan sonra, Mayyâfâ­ rikin'e giderek, büyük babası Kılıç Arslan I. 'm türbesin1 ziyaret etmiş yç oradan Ahlat 'a



61$



ve sonra Azerbaycan 'a ve dalıa sonra gürcü kiralının yanma gitm iş; bunu müteakip Şchüm iskelesinden gemiye binerek, İstanbul 'a impa­ rator Manuel 'in yanma erişmiş ve ağabeyisi aleyhine faaliyete başlamıştır. ” 79 C57S ) senesine doğru Nisân-oğlu Ca­ mâl al-Davla Abu '1-Klsim fAH ölmüş ve oğlu Bahâ’ al-Davla Mas'üd Amid veziri ve emare­ tin hâkimi olmuştur, 'İzz al-Din b. Şaddâd, bu Baha1 al-Davla 'nin adını yanlışlıkla İbrahim olarak kaydetmiş ve bunun vezâreti zamanında emîr Mahmüd'un öldüğünü ve vezirin bunun oğlunu hükümdar ilân ettiğini zikreylemiştir. Hâlbuki Abü Şama ( al-Ravzatagn, Mısır, 1288, II, 29), "İmad al-Din al-Kâtib 'in al-Bark alŞâm i adlı Salâh al-Din AyyÜbi 'nin hayatına tahsis ettiği meşhur eserinden naklen,. 118 3 ( 579 ) Ye Salâh al-Din'in A m id'i zaptından bahsederken, bu şehrin hükümdarının Mahmüd adında ihtiyar bir zat olduğunu söyler, Hişn-Kayfâ ve Harput meliki Artuk-oğlu Nar al-Din Muhammed b. Kara Arslan öteden beri Salah al-Din 'İ metbû tammış ve bir çok mu­ harebelerde ona yardım etmiş ve Salâh alDin de Amid 'i alıp, ona vermeği vaad eyle­ mişte Bu vaadi yerine getirmek üzere, Salah al-Din 118 3 yılı başında Nür al-Din Muham­ med ile birlikte gelerek, şehri kuşattı. Şehir halkı devleti zorla alan Nisân-oğlu 'ndaıı nef­ ret ediyordu. XII. asır içinde İbn Havkal 'a haşiye yazan ve adını bilemediğimiz bir zat, 534 ( 1139 /114 0 ) senesinde Amid 'e uğramış ol­ duğunu, bu şehirde ulema, hükemâ ve üdebâdan pek çok zat bulunduğunu, fakat Nisan-oğulla­ rının zulm, tazyik ve müsadereleri ve halka tahmil ettikleri ağır teklifler yüzünden, ahâli­ nin hicrete mecbur kaldığını ve şehrin hara­ ba yüz tuttuğunu söylemekte ve nihayet A r­ tuk-oğlu Nür al-Din Muhammed 'in 579 ( 118 3 ) senesi başında şehrî zaptederek, angaryalara ve gayr-ı meşru vergilere son verdiğini ve ahâ­ lînin vücuduna yeniden hayat geldiğini zikr­ etmektedir (îbn Havkal, s. 223). Salâh al-Din Amid sûrunun etrafına mancınıklar yerleştirip, duvarları döğdîirürken, bir taraftan da lağım­ cıları ve nakapçıları faaliyete geçirdi. Muhte­ lif yerlerde lağımlar açıldı ve hattâ sûr bir kaç yerden delindi. Müdâfîîer ile şehir halkı sûr üzerinde mukavemet göstermediler. Nisaııoğiu, şehir halkının intikamına hedef olmak­ tan çok korktuğundan, Mısır sultanının münşisi olan meşhur kadı Fâzil ( b. bk.] vasıtası ile, kendisi, ailesi ve tarafdarları için eır.aıı aldı, ona servetini serbestçe götürebilmek için 3 gün müsaade verildi. Pek çok olan bu servet bu müddet zarfında taşınamadı, bir kısmı ça­ lındı ve bir kısmı da şehirde kaldı, 9 nisanda



6 ı6



DİYARBEKİR.



Salâh al-Din şehre gireli, Nisin-oğlu da Ana­ dolu sultam Kılıç Arslan 'm yanına gitti. Şeh­ rin burçları zahire, eşya ve silâh ile dolu idi, bilhassa büyük bir kütüphane mevcut İdi. Bu kütüphanede rivayete göre, 1.040.OCO ki­ tap bulunmakta idi ( bu rakamın pek müba­ lağalı olduğu meydandadır). Salâh al-Din bu kütüphaneyi kadı Fâzil 'a hediye etmiş, o da kitapların bir kısmım seçip ayırarak, 70 deve­ lik bir kervan ile M ısır'a göndermiştir. Şalâh al-Din, vaadi mucibince, şehri Nur al-Din Mu­ hammed e verdiği gibi, ele geçen eşyanın hep­ sini de ona bağışladı. Salâh al-Din Ün ha­ reketine müteşekkir olan Nür al-Din Mu­ hammed ona ağır hediyeler vermiş, bütün öm­ rünce onu metbû tanımış ve muharebelerinde, Diyarbakır askeri ile, onun maiyetinde bulun­ muştur. Nür at-Dîn Muhammed Amid halkına iyi muamele etmiş ve adalet göstermiş oldu­ ğundan, her kese kendisini sevdirmiştir (Amid 'in Şalâh al-Din tarafından zaptı hakkında bk. K âzi al-Fâiil, R a s a il; biri Şalâh al-Din tarafından halifeye yazılmış olan Amid 'in fet­ hine dâir iki mektup, Veliyüddin kütüp., nr. 2728, var. 13 v.d .; İbn al-A şir, Mısır, 1303, II, 185 v.d .; Abü Şama, al-Ravzatcıyn, Mısır, 1288, İl, 38 42 Nür al-Din Muhammed surun harap olan kı­ sımlarım tamir ettirdiği gibi, halefleri de aynı şeyi yaptırmışlardır. Sûr üzerinde bu Nür alDin Muhammed adma 3, halefi Sukman II. namına 2, bunun halefi Mahmüd adma 4 kita­ be bulunmaktadır; Amid 'in iç kalesini de bu Malik ai-Şaİih Mahmüd yaptırmıştır ( Gabrieî, ayrı. esr., nr. 65—76). Sukman Iî. aynı zamanda (59 3—5 9 6 = 119 9 — 1200) A m id'in meşhur olan Mas‘üdiya med­ resesini yaptırmıştır ki, bu bina üzerinde onun adına’ 3 kitabe mevcut bulunmaktadır {ayn . esr., nr. 97—99). Artuk-oğlu Sukman sülâlesinin Amid ve Hişn-Kayfâ 'da son hü­ kümdarı olup, amcası gibi Malik Mas'üd la­ kabını taşıyan Mavdüd namına ise, Ulu cami avlusunda yalnız bir kitabe mevcuttur. Bu me­ lik bâzan Mısır, bâzan da Anadolu Selçuklu sultanını, daha sonra da Calâ! al-Din Hvârizmşâh '1 metbû tammış ve bu sonuncu hükümdar moğullann baskınından kurtulup kaçtıktan son­ ra, onun teşviki ile Diyarbakır 'e gelmiş ve Amid köprüsü yanında karargâh kurmuş ise de, ağustos 1 2 3 1 'de geceleyin moğullann bas­ kınına uğramıştır [ bk. CALÂL AL-DÎN HVÂRİZMŞÂH ]. Hvârİmşâlı '1 öldüren moğullar Diyar­ bakır bölgesinde bir çok tahribat yapmışlar, rastgeİeni Öldürmüşler ve bir kaç defa da Atr~id önünde görünmüşlerse de, şehri muhasajrş etmemişlerdir (İbn al-A şir, XII, 194 v.d .;



İbn Vâşil, M ufarric al-kurüb, Molla Çeîebî kü­ tüp., 628 senesi vukuatı ). Malik Mas'üd Mavdüd 'un Hvarizmşâh'1 metbû tammış olması Mısır ve Anadolu sultanlarının kin ve gazaplarını tahrik ettiği gibi, sefahati yüzünden de, bütün tebeasmın nefretine uğramıştı. Mısır sultanı Malik al-Kâmil Muhammed, bütün Eyyûbî meliklerini de maiyetine alarak, 12 3 2 'de A m id 'i kuşattı. Tebeası tarafından müdafaa edilmeyen Mavdüd, şehri teslim etti (teşrin I,), daha sonra HirnK ayfâ da onun elinden almdı ve bu suretle A rtuk soyunun Sukman şubesinin hâkimiyeti sona erdi. Daha evvel Mayyâfârikin \e Erzen de Eyyûbîler eline geçmiş olduğundan, bu defa Amid ve Hişn-Kayfâ 'nın da zaptedilmesi, Mardin müstesna olmak üzere, bütün Diyarbekîr kıt» 'asmm onîann hâkimiyeti altına girmesini intaç etti ( Amid 'in Malık al-Kâmil tarafın­ dan zaptı hakkında bk. İbn Vâşil, ayrı, esr.; Şîbt b. al-Cavzi, M ir âl al-zamân, FeyzuÜâh Efendi kütüp., nr. 15 2 4 ; Abu 'f-Fidâ aî-Muîk al-Mu'ayyad, al~Muhtasar, İstanbul, 1286, III, 15 9 ; İbn al-Şakir al-Kutubi, 'U yu n al-iavârih , Fatih kütüp., m- 4440). Nuvayri, NihSgat aUarab ( Köprülü kütüp., Ahmed Paşa, nr. 224 ) 'in Eyyûbîierden bahseden XXVII. cüz'ünde Malik al-Kâmil 'in Amid 'i alması hakkında uzun izahat vermekte ve onun Amid büyük­ lerinden bir çoklarını Suriye 'ye ve Mısır 'a götürdüğünü ve bunların oralarda mansıplara ve memuriyetlere nâü olduklarını söylemekte­ dir. Bu müellif Malik al-Kâmil 'in Amid muha­ sarası esnasında yanında bütün Eyyûbî melik­ leri ile diğer Elcezîre mülûkümin bulunduğunu söylerken, Anadolu sultanı "Ala' al-Dın Kaykubâd I. 'in da adım saymakla büyük bir yanlışlık yapmıştır. XIII. asırdaki İslâm sultanlarının en büyüklerinden bîri olan bu Anadolu sultanının Mısır sultanının maiyetinde olarak bu muhasa­ raya iştiraki hiç bir zaman vârid olamaz). Malik al-Kâmil Amid ’in dış sûrunu yıktırıp, taşları ile iç sûru daha ziyâde tahkim ettirmiş ve şehre amcazadesi Şams al-Mulük Ahmed b. Malik al-İzz Şar af al-Din Y a^ ü b İbn Sul­ tan Şalâh al-Din 'i vali tâyin etmiş ise de, bu zat ancak 12 gün kadar yaşayabilmiş ve Öldü­ ğü zaman şehrin kapısında defnedilmîştir. Malik al-Kâmil bunun oğlu Şihab aî-Din Gazi 'yi babasının yerine tâyin etti ise de, bilâhare onun şehri sultan 'A lâ 1 a!~Din Kaykubâd 'a teslim edeceğini haber alarak, kendisini . azl ve hapis etti ve Hişn-Kayfâ ile birlikte Amid ’ı ve oğlu Malik al-Şâlih Nacm al-Din Eyyüb 'a tevcih eyledi ve kendinin en büyük ümerasından Şams al-Din Şavâb '1 onunla birlikte Amid mu­ hafazasına memur kıldı. Amid 'İn mısırlılar eline geçmesi ye E yy âb-oğullarının iyice Diyarbekîr 'e



DİYARBEKİR. yerleşmesi bu bölgeyi almak isteyen Anadolu sultam ‘ A la’ al-Dİn Kaykubad ile Mısır sultam ve Eyyûbî melikleri arasında büyük harplerin başlamasına sebep oldu. Bu lıarplerde bir çok fedakarlık gösteren Şams al-Din ŞavSb 1235 'te hastalanarak, Amid 'de Öldü. A-ynı sene içinde Sultan‘A la al-DÎn Kaykubad I., Tâc al-Din Par vana kumandasına büyük bir ordu vererek, Amid 'i muhasara ettirdi; şehrin etrafına mancı­ nıklar tesbit edilerek, duvarları şiddetle dökül­ dü. Orduda bulunan hvârizmli kıt’alar bütün Diyarbekİr havalisini yağmaladılar. Şehrin ku­ mandam Mubâriz al-D in b: He f ter Özkeş ile maiyetindeki müdâfîlerin şiddetli mukavemeti ve sûrların metanetinden dolayı, şehir zaptedilem edi; muharebe bütün yaz mevsimi devam etti. Kış yaklaşınca Anadolu askerleri muhasa­ rayı kaldırıp, yerlerine döndüler. Fakat ertesi sene Sultan ‘Ala* al-Din daha büyük bir ordu ile baş kumandam olan emîr Kamâl al-Din Kâmyar '1 göndererek, Amid ’ı tekrar kuşattırdı ve şehrin duvarlarını şiddetle doğdurdu. Bu defa şehrin müdafii olan Hisâm al-Din b. ‘A li alHazbâni de gene metânetle mukavemet etti. Amid bir türlü alınamadı. Sultan ‘Ala* al-Din, neye mal olursa olsun, burayı almak istiyor ve ınuhasırlara mütemadiyen yardım ve silâh gön­ deriyordu. Mısır ve Suriye sultam Malik alKâmil bütün kuvvetlerini cemederek Salamiye 'ye gelmiş, Anadolu sultanı da bütün kuvvetle­ rini toplamağa başlamıştı. Moğul tehlikesinin gittikçe büyümekte olduğu o sırada iki büyük İslam hükümdarının muhacim olmasını muvafık görmeyen halife al-Mustanşir bi 'İlâh, Muhy alDin b. al-Cavzi 'yi elçilikle göndererek, bu İki sultanı b a r ış t ır d ıa r a d a musaleha akdolundu ve bunun üzerine Amid muhasarası kaldırıldı ( bk. İbn Abu '1-Favâris al-Hazraci, Târih, 632—634 seneleri vekayii, Hekim-oğlu Ali Paşa kütüp., ur. 693 ; İbn B ib i, Muhtasar Selçuknâme, Leyden, 1902, s, 200—2C2 ). Huşn-Kayfâ ve Amid emîri Malik al-Şâlih Nacm al-Din Ayyüb namına Amid sûrlarında 2 ve Ulu câmi avlusunda 1 kitabe mevcut­ tur. Sultan ‘A la1 al-Din Kay’fubâd'm ölümün­ den sonra oııun ülkesinden ayrılmış olan hvarizmlileri maiyetine alarak kuvvetlenmeğe ve Diyarbekİr'de tutunmağa çalışan Malık al-Şâlih, babasının Ölümü üzerine buradan ayrılmış ve evvelâ Dım eşk'ı sonra Mısırı zaptederek, sultan olmuştur. Malik al-Şâlih Ayyüb, oğlu Malik al-Mu'azzâm Turânşâh '1 Diyarbekİr'de bırakmıştı. Hvarizmîiler bunun yanından ayrılıp bütün Elcezîre ve Halep bölgelerini yağma ve tahribe başladılar. 12 4 0 'ta Suriye mülûkünün istimdatları üzerine, Sultan Giyâs al-Din Kayhusrav ti. bir mıkdar kuvvet göndermiş oldu- !



ğundan, hvârizraliler mağlûp edilmişti. Bunla­ rın eline geçmiş olan Diyar Muzar bölgesinin Halep meliki nâmına zaptediîdiğİni gören ve aldatılmış olduklarını anlayan Anadolu ümerası sultana müracaat ederek, Amid 'in zaptı için ondan müsaade ve yardım istediler. Sultan, bunların başında bulunan Malatya subaşısı Za­ hir al-Din M anşur'a, derhâl gidip, Amid 'i ku­ şatması emrini gönderdiği gibi, Sivas, Harput, Niksar ve Elbistan subaşıları olan Mubâriz alDin Çavlı, S in in al-Din Yâljüt, Şams al-Dİn Yuiaş, Hisâm al-Din Mir Maydân başta olmak üzere, bir çok ümerayı, askerleri ile birlikte, Amid 'in muhasara ve zaptına memur ederek, emîr Çavlı 'yı baş kumandan tâyin eyledi. Ma­ lik Mu'azzam bunu duyunca, ümerasını şehrin müdafaasında bırakıp, Hişn-Kayfâ ’ya çekildi. Bir az sonra Amid her taraftan kuşatıldı ve mancınıklar ile doğülıneğe başlandı. Muhasa­ ranın devamı sırasında şehrin bir kısım burç­ larını müdafaa eden kürt reislerinden Fahr alDin b. Dinâri Selçuklu ümerasından Kaymazoğlu Naşir al-Din İle haberleşerek, 400.000 dirhem mukabilinde muhasırları içeriye almağı vaad etti ve filhakika geceleyin iplerle asker­ leri burçlara çıkarmağa hazırlandı. Bunu gören şehirliler, başlarında kadı ve eşraftan Nacm aîDin b. Hubayr al-Car ve mancınıkçı Ca'far ol­ dukları hâlde, muhasara kumandanları ile müzâ­ kereye girişip, şehri teslim eylediler. Amid 'e bağlı olan on — on beş kadar kasaba ve kale de İnkıyad etti. Bu suretle bu muazzam ve ta­ rihî şehir Selçuklular devrinde Anadolu birli­ ğine katılan ve Konya 'ya bağlanan bir vilâ­ yetin merkezi oldu. Saltanatın en büyük üme­ rasından Mubâriz a!-Din ‘ İsa Cândâr oranın subaşıhğıııa tâyin olundu (638 = 124 0; İbn B ibi, al-A'uamîr a l-a la ig a , Ayasofya kütüp., nr. 2985, s. 490—498 5 İbn al-‘Adim, Zubdat al£îalab, Paris, Bibi. Nat., arapça yazm., nr. 1666, var. 265 ; İbn al-Vaşil, Târik al-vâ&ilîn, Pavİs, Bibi. Nat., arap. yazm., nr, 1702, var. 344; ayn, mü., M ufarric al~kurııb, IH, ayn. kütüp,, arap. yazm., nr. 1703, var. 33 v.d.). Mayyâfârilpn emîri Malik al-Muzaffar Gazı 'nin hizmetine giren Hvârizmliler 1241 'de Amid 'İ zapta teşebbüs ettilerse de, mağlûp oldular. Sultan Giyaş al-Din .Kayhusrav namına Uiu cami avlusunda bir kitabe mevcuttur. Yarım asırdan fazla Anadolu Selçuklularına bağlı ka­ lan Amid 'de bu kitabeden başka, onlara ve onların ümerasına âit diğer bîr mahkûk vesi­ kaya mâlik değiliz. Gene vesika azhğmdaııdır ki, Anadolu Selçuklu sultanlarının buraya tâyin etmiş oldukları subaşıların, yâni askerî kumandanların, hepsini de sırasıyle tesbit ede­ miyoruz.



618



d İy a r b e k M.



1257 'de moğullartn orta Anadolu 'ya doğru istilâları ve Sultan cîzz al-Din Kaykâvus II. ordusunun mağlûbiyeti yüzünden, devletin bü­ yük bir fetrete düşmesi üzerine, Âmid 'deki muhafız askerlerin sefere çıkmış olması şu ne­ ticeyi doğurmuştur: evvelce adı geçen ibn Hubayr al-Car, Musul hükümdarı Badr al-Din Lu’îu1 tarafından, vaidler ile kandırılmış ve bu adam ile şehrin zaptı hususunda uyuşulmuştu. Bunu duyan Mayyâfârikin emîri Malik al-Kâmil, Musul hükümdarı gelmeden evvel Âmid 'i al­ mağa hazırlanmış ve bu hususu Mardin hüküm­ darı Malik al~Sa!İd Nacm al-Din Gazi 'ye bil­ direrek, onun da müsaade ve yardımını alıp, toplayabildiği kuvvetleri amca-zâdesi Malik alMuşammir ile kendi ümerasından Nacm al-Din Muhtar 'm kumandalarına vererek, bu senenin martı içinde şehri muhasara ettirmiştir. Bu sı­ rada Anadolu Selçuklu sultanlığı ümerasından ve kurt rüesasmdan Şaraf al-Din Ahmed b. Şuca' al-Din DâvÜd b. Balas al-Hakkâri alMamavi, mühimce bîr kuvvet ile, Amid 'i kurtar­ mağa gelmişse de, yolda al-Muşammir 'in bas­ kınına uğrayarak, telef olmuş ve askerî dağıl­ mıştır. Yardımdan mahrum kalan Amid de tes­ lim olmuştur. Malik al-Kâmil, Amid 'e Sayf al-Din b. Mucalii 'yi subaşı tâyin etmiştir. Fa­ kat Hulagu Han bu vak'adan haberdar olunca, Amid 'in, o sırada Anadolu Selçuklu sultanı olan Rukn al-Din Kılıç Arslan IV*'a geri ve­ rilmesini emrettiği gibi, yapmak üzere olduğu Bagdad yürüyüşüne iştirak için onu yanına ça­ ğırmıştır. Fakat Mayyâfârikin hükümdarı bu emirlere itaat etmemiştir. Bagdad'ı zaptetmiş olan Hulagu'nuıı 1258 'de, oğlu Yaşmut 'u büyük bir kuvvetle kendi üzerine göndermekte olduğunu öğrenen Malik al-Kâmıl, evvelâ Âmid 'e gelerek, burada mu­ kavemete karar vermişse de, sonra Mayyâfarikin 'e dönmüştür. Moğullar tarafından uzun süren bir muhasaradan sonra, 1259 nisanın­ da, Mayyâfârikin zapt ve tahrip edilmiş ve esir edilen Malik al-Kâmil de Hulagu tara­ fından öldürülmüştür. 1259 'da Âmid önü­ ne gelen Hulagu Amid subaçısı Sayf a!-Din Zel b. Mncalli 'yİ yanma çağırtmış ve şehri ondan teslim alarak, Anadolu Selçuklu sultan­ lığına geri vermiştir. Bu suretle iki sene müd­ detle tekrar Eyyûb-eğulları elinde kaldık­ tan sonra Aııado’.u sultanlığı ülkesine ikin­ ci defa katılmış olan Amid şehri bu sultanlı­ ğın iki kardeş arasında, Hulagu tarafından yapılan taksiminde, Kılıç Arslan IV. '111 hisse­ sine düşmüş ve onun subaşısı tarafından idâre edilmiştir. Hulagu İse, diğer taraftan, Musul şehrî mer­ kez olmak üzere, bütün Diyarbakır, Diyar Ra-



b i:a ve Diyar Muzar 'x bir araya getirerek, bir askerî eyâlet vücuda getirmiş ve ekserisi Oyratlardan ibaret olan bir tümen asker ile bu’ tümeni vücuda getiren boy ve oymakları bu eyâlette yerleştirmiştir. Diyarbekir unvanını ta­ şıyan bu eyâletin kumandanına asıl Diyarbekir bölgesi de tâbi bulunmakta ve onun şehirlerin­ de, bu meyanda Amid 'de, dahi bir moğul şah­ nesi ikamet etmekte ve cibâyet edilen varida­ tın bir kısmını ilhanın hazînesine göndermekte idi. Hulagu Han Tudan N oyan'ı Diyarbekir eyâleti valisi tâyin etmişti. Abaka Han zama nmda ise, evvelâ Durbay Noyan '1, sonra -Razı al-Din Baba ile Calâl al-Din T a r ir 'i bu eyâle­ tin valisi olarak görmekteyiz. Abaka Han üvey annesi Kuiı Hatun 'a Mayyâfârikin 'i „tonluk“ ( elbiselik) olarak verdiği gibi, bu bölgenin bir kısım varidatım da Olcay Hatun 'a bağışlamış­ tı. Argun Han şeîızâde Cöşkâb-Oğul 'u Diyar­ bekir eyâletini idâreye memur eylemiş ve bu­ nun zamanında hanın beylerbeyisi olup, öldü­ rülen Buka Noyan ’m tarafdarlarmdan Erük Noyan Diyarbekir 'de mağlûp ve telef edilmiş­ tir. 12 8 9 'da isyan etmiş olan C ü şkib MayyS­ fârikin ve Erzeıı arasında bulunan Kuman suyu kenarında mağlûp ve telef olmuştur. Yahudi Sa'd al-Davla, ilhan Argun 'un veziri olunca, kardeşi Amin al-Davîa 'yi, Keyhatu Han, Bayıtmış ( Basm ış) Noyan ’ı, Gazan Han da Mulây Noyan 'ı Diyarbekir eyâletine vâli yapmıştır. 12 9 6 'da Gazan H ân 'a aleyhdar olan bîr kısım Oyrat boyu ve oymakları, başlarında Turkay Gurgân olduğu hâlde, bu eyâletten kaçıp, Su­ riye 'ye hicret etmişlerdir. Bundan bir az son­ ra Bisutay Noyan fitne çıkarmış ise de, telef edilmiştir. Bu müddet zarfında Anadolu Selçuklu sul­ tanlarının subaşılar! tarafından moğullarsn ne­ zâret ve kontrolü altında İdâre edilen Âmid şehrinin, XIII. asrın sonuna kadar, Anadolu sal­ tanat divanına tâbi kaldığı anlaşılmaktadır, Abu 'l-Farae İbn al ‘îbri (B ar Hebraeus) 'ye zeyil yazan zât, 20 haziran 1297 salı günü Halep 'teki türkmen ümerasından ve aslen Ana­ dolu ’nun meşhur hanedana mensup Caca-oğlu 'A lâ ’ al-Din 'in maiyetinde bulunan arap ve türkmen akıncıları ile ânı bir baskın yapıp, A m id'i zaptettiğini, bu akıncıların 12.000 ka­ dar esir aldıklarım, bir çok adam Öldür­ düklerini, Meryem kilisesini yağma ettiklerini, şehirde yangın çıkardıklarını ve bu yangının bir ay kadar devam etmiş olduğunu bildirdik­ ten sonra, Amid halkının Mardin emîri Malik al-Şâlih 'i yardıma çağırdığını, Malik al-Şâlib 'in Mardin 'den geldiğini, ‘Alam a!-Dîn adlı bir emîrın sûr kapılarını açması sayesinde, Mardin as­ kerlerinin şehre girmiş olduklarını, şehri yağma,



DİYARBEKİR. tahrip ve ahâlîsini telef ve esir eylediklerini yazmaktadır ( bk. süryamceden trc. E. W. Budge, The Chronography o f G regbry A bu l F a r a j B ar Hebraeus, London, 1932, s. 509). Bu ma­ lûmatın doğruluğu kabûl edilirse Amid ’İn 1297 'deıı itibâr en, Anadolu Selçuklu saltanatının elinden çıkıp, tıpkı bu saltanat gibi, moğuliarm himâye ve hâkimiyeti altında bulunan Mardin melikinin idaresi altına girdiğine hükmedilmek ieap eder. Hâlbuki XIV. asır iptidasında Irak ve Suriye 'de eserlerini yazmış olan ve bu vak'aları İdrak etmiş bulunan ibn al-Fütî, Şams al-Din Muhammed b. İbrahim al-Cazri, Kutb al-Din Yünini, Malık al-Muayyad Abu 'İ-Fidâ',Nuvayri, Barzali, Emir Baybars, İbn Aybek al-Davâdâr, Zahabi ve Şİhâb al-Din al-'Omarİ gibi arap ta­ rihçileri ile vezir Raşid aî-Din böyle bir vak'adan bahsetmezler. Bundan başka 1297 'de Mardin hükümdarı, Malik al-Şâlih değil, Malik al-Manşur Nacm al-Din G azi'd ir ; Malik al-Şâlih ise, 13x2 senesinde Mardin hükümdarı olmuş ve 1363 senesine kadar emarette kalmıştır. Suriye mü­ verrihleri 13x5 'te Halep askerlerinden bîr mıkdarımıı emir Nâşir al-Din kumandasında olmak üzere Diyarbekir bölgesine girerek ‘Arlçanayn ( E rgan i) 'i zapt ve havalisini yağma ve gâret ederek, ganimet topladıklarını naklettikleri gibi (Nuvayrî, ayn. e s r s. 130 ; İbn al-Vardi, Târihi Mısır, 128$, II, 263), 1317 haziranında Halep naibinin bu bölge askerlerinden bir rnıkdan ile türkmenîeri ve göçebe araplan Halep ümera­ sından Caca-oğlu denilen bir türkmen reisinin maiyetine verip, Diyarbekir hıttasma gönder­ diğini, mıkdarı ıc.coo atlıyı geçen bu kuvvet­ lerin Amid şehrine gelerek, baskınla içeriye girip, müslüman ve hıristiyan ayır maksi zm, şehir halkını esir ettiklerini, malları yağma edilmiş olan müslümanlarm serbest bırakıldı^ ğım, askerlerin yağmacılıkta çok ileriye gittik­ lerini, hattâ camileri bile soyduklarını, müsîümanlara bile türlü fenalıklar yaparak, haram mal ile geri döndüklerini ve Amid şehrinin, sanki gayr-i meskûn imiş gibi, ghâüden hâli kalmış olduğunu zikrederler ( Abu 'l-Fida1, ayn. esr,, IV, 84; Barzali, al-M ahiafi, II, Topkapısarayı, nr. 2 951). Acaba Abu '1-Farac İbn al-‘İbri 'ye zeyî yazan zât, arap müverrihlerinin 13 17 'de zikrettikleri bu Âmid yağması vak'asmı 20 sene evvel, yâni 1297 'de göstermiş olmakla büyük bir yanlışlıkta bulunmamışrmdır. ? Yoksa Caca-oğîu 20 sene fasıla ile hakîkaten iki defa mı Amid 'i yağmalamıştır? Bu vukuat sırasında hayatta olan arap müverrihlerinin eserleri tahkik ve tafsil ba­ kımından çok kıymetli ve ehemmiyetli olduğu göz önünde tutulursa, süryânî vak'anüvİstnin rivayetini zayıf addetmek ve onun 20 sene sonra



619



vuku bulan vak'ayı 20 sene evvele almış olma­ sını kabul eylemek lâzım gelmektedir. Yalnız muhakkak olan cihet Gâzân Han ’.:ı ikinci Suri­ ye yürüyüşü esnasında 1302 (7c 2 ) 'de Diyar­ bekir bölgesi ile Diyar Rab i'a ’mn hükümdar­ lığını Mardin hükümdarı Malik al-Manşur Nacm al-Din Gazi ’ye vermiş olmasıdır (Raşid al-Din, Camı al-tavârik, G M N S, 1940, XIV, 147 ). Amid şehrinin Mardin Artuklularımn idare­ sinde bulunduğu bütün XIV. asırdaki tarihi hemen-hemen meçhuldür. Yalnız, Nuvayri ba^ta olmak üzere, bütün Suriye müverrihleri 1318 ( 7 1 8 ) 'de bütün Diyarbekir bölgesi şehirleri­ nin çekirge, kuraklık ve tatarlar arasındaki dahilî harpler yüzünden büyük kıtlık ve açlığa mâruz kaldığını, binlerce insanın açlıktan Öldü­ ğünü, insanların çocuklarım satmak ve Ölüleri yemek mecburiyetinde kaldığım, zuhur eden vebanın da pek çok telefata sebebiyet verdi­ ğini, bu felâketler neticesinde ahâliden pek çoğunun telef olduğunu veya başka yerlere dağıldığını naklederler. Hakikaten Amid 'in bir sene evvel vukû bulan yağma ve tahribine İnzimam eden bu felâket şehrin maddî ve ma­ nevî kıymetini hiçe indirmiştir. Arap devrinde olduğu gibi, türkler zamanında da ehemmiyeti­ ni muhafaza eden ve XII. asırda Abu 'M fâsİm Hibat Allah al-Hanafi, İbn Salama, Zahir alDin b. al.-Farâ, şâir Abu '1-Makârim Muham­ med b. al-Husayni, XIII. asırda bütün İslâm dünyasının büyük âlim ve mütefekkirlerinden bîri olan Sayf al-Din Amidi [ b. bk.], Arntd şehrinin tarihini yazmış olan vezir Şaraf aîDin Ismâ’ il Şaybâni ile bunun oğlu Şams alDİn Muhammed ve Muhammed b. al-Hadâd al-Hanbal;, muhaddis ‘A fif aî-Din İshâk, h&tıb Zayn al-Din ‘A li b. al-Hiâir gibi zevat başta gelmek üzere, bîr çok büyük zatlar yetiştiren Âmid 'in XIV. asırda zikre değer bir kimse yetiştirmemiş olması uğramış olduğu harabının ve felâketlerin bir neticesidir. Nitekim XIV. asrın ilk yansında eserini yazan Hamd Allah aî-Mustavfi, kitabının Diyarbekir ile R abi'a ve Muzar diyarlarına tahsis etmiş olduğu faslında Amid şehrinden alınan verginin mıkdarım bu bölgenin diğer şehirlerine nısbetle çok az, yâni 30.000 dinar olarak, göstermiştir ( Nuzkat aUkulüb, G M N S , 1915, XXIII, s. 10 2— 106). Mardin ‘Artuklularından yalnız Malik al-Şâlih Şams al-Din adma biri 731, diğeri 735 tarihini gösteren, Ulu cami duvarındaki iki kitâbe mev­ cut bulunmaktadır ( Gabriel, ayn. esr., nr. 92 v.d.). Mardin kapısı civarındaki burçların biri üzerinde Hişn-Kayfâ Eyyubilerinden Malik al‘Âdii Şihâb aî-Din Gazi b. Mucir al-D:'n Mu­ hammed 'İn bir kitabesi vardır ( ayn. esr., nr. 39). Bu kitâbe, muvakkat bir müddet için,



f)İÖ



DİYARBEKİ&.



A mî d 'ia Hişn-Kayfâ meİikiain eline geçtiği tinin bâzı bölgelerinde, valinin emri altında zanmm iıusûle getirebilir. Fakat bütün sultan ve olmak üzere, beylik etmeğe başlamışlardır, emirlerin kîtâbelerinde unvan ve lakap olduğu *336 'da ‘ A lı Paşa, Abu Sa'id Han'dan sonra hâlde, bu kitabede, pek mütevâzî bir şekilde, İlhan ilân edilen Arpa Han ile harp etmek yalnız „al-fakir ilâ Allah Gazi b. Muhammed üzere, Azerbaycan ’a gittiği zaman oyratların b. aî-Ayyübi“ ibaresinden başka bir vasıf bu­ mühim bir kısmını ela beraberinde götürmüştü. lunmaması bu melikin şehre hâkim olmadığını, Hâlbuki Hacı Togay ile kardeşi Banmbay ev­ belki met bu tanıdığı Mardin hükümdarı Malik velce Arpa Han taraf darı oldukları İçin, /A li a î-Ş â lih 'i memnun etmek için, şehrin bir bur­ Paşa 'nın ilhan ilân ettiği Musa Han ’ı tanıma­ cunda bâzı tâmirat yaptırmış olduğunu düşün­ mışlar ve Anadolu valisi Şayh Haşan Caİâyir dürebilir. ile birleşerek yeni ilham ve beylerbey İsi ‘A li Musul 'da oturan moğulların Dİyarbekir Paşa ’yı devirmişlerdir. Hacı Togay İle Banm­ vâli*i umûmîlerinin idaresi altında bulunan asıl bay, ‘A li Paşa 'nın kardeşi olup, Diyarbekir Diyarbekir bölgesinde zikredilen bu Mardin ve eyâletinde yerine vekil bıraktığı Sayf aî-Din Hişn-Kayfâ mel! kliklerinden başka, kendi aşıtla­ Hâfiz ’ı da mağlûp ederek, bu vilâyeti ele ge­ rının Selçuklulardan indiğini iddia eden bir de çirmişler ve 13 3 8 'den itibâren muhtelif bölge­ Erzen melikliği mevcut idi ( al-O m ari, a l- T a r if lerinde müstakillen devlet kurmağa çalışmışlar­ b i ’l-muştalah a l-şarif, Mısır, 13 12 , s. 32—34 ; dır. Banmbay 'in „al-Sultan aî-A'zam Banmbay“ Begtemir k. 'Abd Allah al-Timi al-Amidi, N a­ ibaresini hâvî bir sikkesi ( merhum Ahmed Tev­ dim al-kâzzr, Es'ad Efendi kütüp., nr. 2432 ). il İd Bey 'in sikke koUelcsiyonunda) mevcut idi. XIV. asrın İkinci yarısında ise, bu üç meliklik Onun ölümünden sonra oğlu İbrahim Şâh ba­ ile beraber, Mısır devleti ile doğrudan doğruya basının yerine boy beyi olmuştur. 13 3 9 'da Ço­ muhabere eden Hani, Şungüş ( Çungüş ), Şiir d, banlılar ile Ceîâyirîiler arasında mücâdele ve Egİİ, Cermuk, Ergani, M ayyâfârikin, B a n iy a ve muharebe olduğu zaman, Hacı Togay, iki oğlu Hayzan 'de küçük emaretler görmekteyiz (îcabat Pir Muhammed ve P ir Haşan ve yeğenleri, yâni al-sâyil, Paris, Bibi. Nat., arap. yazm., nr. 4437, Barımbay 'm oğulları İbrahim Şah ve 'A rab 1 3 —15, $& ;K itab al-makşat al-rafV al-munşa% Şah ile birlikte, Çobanlıların tai'afmı tutmuşlar ayn. kütüp., nr. 4439, var. 258—2 6 1; Kalka- ve Şeyh Haşan Caİâyir 'in hezimetine sebep şandi, Şubh al-a'şâ, Kahire, 1332, IV, 318—320, olmuşlardır ( Erzurum civarındaki Haşan-Kal fi­ 326, 354, 379; VI, 12 8 ; VII, 274, 276, 279, 286 si, ne Şeyh Haşan Caİâyir'e, ne Şeyh Haşan v .d .; VIII, 19, 223), Bunlardan maada bir de Çoban i 'ye, ne de Akkoyunîu hükümdarı Uzun Batman, yânı Şâşun, bölgesinin hâkim ve serdarı Haşan ’a a itti; bu kale Hacı Togay ’m oğlu mevcut olduğunu ve bu serdarın 1394 (79 6) Şeyh Haşan tarafından İnşa edilm iştir). 1340 'te diğer Diyarbekir ümerası arasında Timur 'a 'ta Şeyh Haşan Caİâyir ile müttefiki S ayf aîitaat etmiş bulunduğunu Hafız Abrü bildirmek­ Din Hafız, Mısır sultanı Malik al-Nabaşir Mu­ tedir ( Zubdat al-tav Fatih kütüp,, nr. hammed 'e elçiler gönderip, Hacı Togay île ken­ dilerini barıştırmasını ve onu Çobanlıların it­ 4371, 796 senesi vukuatı). Moğulların Diyarbekir eyâleti ise, Gâzâıı Han tifakından ayırmasını rica etmişlerdir. Sultanın 'm lıalefi olan Olcaytu Han zamanında da Mu- tavassutu üzerine, Hacı Togay Çobanlılardan lay Noyan tarafından idare edilmiş ve bunun ayrılmış ve ülkesine dönmüş ise de, yeğeni İb­ Ölümü üzerine 13 12 ’de Sutay Noyan tâyin edil­ rahim Şalı onlar ile ittifakta sabit kalmış, Ço­ miştir. 1317 'de Sultan Abu Sa‘ İd S u ta y ’ı Er- banlıların ilhan ilân ettikleri SulaymSn Han meniye ( A h la t) valiliğine naklederek, yerine 'm Mardııı 'e kadar vuku bulan seferinde onun evvelce Anadolu umûm valiliğinde bulunan maiyetinde bulunmuş ve kendisi Diyarbekir İrhıcin Noyanı getirmiş ise de, bîr müddet sonra eyâleti valisi ve Sutay ulusu reisi tâyin edil­ devlete hâkim olan emîr Çoban onu azlettirerek, miştir, İbrahim ’in bu hareketi yüzünden oyratemir Sutay '1 tekrar bu eyâlete vali yaptırmış­ larm bir kısmı Çobanlıların tarafım tutmuşlar­ tır. Sutay da, buna mukabil, Çoban aleyhine dır. Çobanlıların D iyarbekir'de yaptıkları yağ­ yapılan İsyanda diğer noyanlar ile birleşmemiş malar ile Hacı Togay tarafdarlanna karşı gös­ ve onun tarafını tutmuştur. Sutay Noyan, terdikleri vahşetler İbrahim ’in, onlardan ayrı­ 1332 'de pek ihtiyar bir yaşta vuku bulan larak, amcası ile birleşmesine sebep olmuştur. Ölümüne kadar, Diyarbekir eyâleti valiliğinde Bunlar 134 1 baharında Çobanlılar ile harp et­ kalmış ve ondan sonra da bu bölgede pek ka­ mek üzere birleştiler ise de, mağlûp oldular. Ço­ labalık olan oyratların büyük reislerinden ‘A li banlılar onların Aîa-Dağ ve Bulanık 'tâki karar­ Paşa ( Padişah ) vali olmuştur. Sotay ’ın üç oğ­ gâhlarım yağma eylediler. Bu yüzden Hacı Togay lu, yâni Banmbay, Hacı Tcgay ve Fulad ise, Bagdad hükümdarı Şeyh Haşan Caİâyir ile bir­ Sutay ’ın ulusunu paylaşarak, Diyarbekir eyâle­ leşti. Her ikisi Mısır sultanına elçi gönderip, Ço-



bİYARBEKİR. kanlılara karşı yardım istediler. Haeı Togay 'm oğlu Pir Muhammed, yanında Bagdad, Musul ve Diyarbekir kadıları da olduğu hâlde, Kahire 'ye gidip, babasının ve Şeyh Haşan 'm mektup­ larım sultana vermiş ve yardımım rica etmiş ise de, bir netice çıkmamıştır. Bundan sonra Hacı Togay ile İbrahim Şâh tekrar bozuştular, bu yüzden Sutay ulusu ve bu ulusun ekseriye­ tini teşkil eden Oyratlar, biri Togay, diğeri Banmbay olmak üzere, iki ulusa ayrıldılar. Hacı Togay Celâyirler ile, İbrahim Şâh da Çobanlılar ile ittifak ettiler. Birincisi Musul ve Diyar Rabİ‘a 'y a , İkincisi de asıl Diyarbekir bölgesi ile A hlat havalisine hâkim oldu. İbra­ him Şah Mardin meliki al-Şâlih Şams a!-Din 'in kızım almıştı. Amcası ile müteaddit defalar harp eden İbrahim, 1343 senesi iptidasında, kendisine karşı yaptığı bir muharebede galip gelerek, onu eli ile öldürdü ve Musul 'a da hâkim oldu. Çoban-oğlu Malik Eşraf 'ten kor­ karak Diyarbekir ’e gelmiş olan Süleyman Han '1 himaye eden İbrahim, 1350 senesinde, uzun zamandan beri çektiği felcden ölmüş ve bu Ölüm neticesinde Sutay-oğullarının devleti so­ na ermiştir. Bu hanedanın hâkimiyeti altında bulunan Musul, Diyar Rabi a, Diyar Muzar ve Ahlat bölgelerinin mühim kısımları Celâyirlilerin eline geçmiş ve bunlara bağlı olan oymak ve boylardan bir kısmı bu devletin hizmetine girmiştir, Ceîâyirlilere tâbi olmak istemeyen Barımbay ulusu ise, onlara mukave­ met edemeyerek, orta Anadolu 'ya hicrete mec­ bur kalmış, melik ‘A la ' aî-Din Eretna 'nın hiz­ metine girerek, ondan yaylaklar ve kışlaklar almış ve diğer kara tatarlar ile birlikte, bu kıt'adakı dahilî harplerde faal bir rol oyna­ mışlardır ( Sutaylar hakkında bk. Mufazzaî b. Fazâ’ ıl, al-Nahc al-sadid, Paris Bibi. Nat., arap. yazm., nr. 4525, var. 233 v.d,, 242, 244, 259—262 ; Ibn İÇâzi Şulıba, T a rik , ayn. kütüp., nr. 1598, 741 senesi vukuatı; Ibn Aybek aî-Şafadi, yan a l-a sr, Ayasofya kü­ tüp,, nr. 2962, I, nr. 2964, III.; Ibn Hablb al-îdalabi, al-Dur rat al-aslâk f i d avlat al-atrak, Yenicâmi Sultan Ahmed kütüp., nr. 849; bundan evvel zikredilen inşa k itap ları: Hafız A b rü ,.Zayi camı al-tavarih, Tahran, 13 17 , s. 54) 66, 73, 84, 99, 125, 148, 152, 159, 162, 164 v.d., 175 v.d.). • îâ â S ’ten itibaren faaliyet sahasında görü­ len ve zikrettiğimiz moğul tevâif-i mülûkü ara­ sındaki mücâdelelere iştirak eden Kara-Koyunlu ve Ak-Koyunlu türkmen boyları, moğuliarın Diyarbekir eyâletinden çekilmesi üze­ rine, bu eyâleti teşkil eden bölgelere hâkim olmağa başlamışlardır. Birinciler Musul ile a§ıl Diyarbekir bölgesinin doğu kısımlarında



621



ve Ahlat hıttasmda hâkimiyet te’sis ederken, Ak-Koyunlular da, Erzen 'den itibaren, bölgenin garp kısımlarını nüfuzları altına almağa çalı­ şıyorlardı. XIV. asrın ilk yarısından itibaren Trabzon rum devleti topraklarına mütevâli akın­ lar yapmakta olan bu Ak-Koyunlular, Mısır ile Celâyirli saltanatlarının himayesini kabûl et­ miş olan Mardin Artuklu hükümetine bağlı gö­ rünüyorlardı. Amid, Mayyafarİkin ve Mardin sahralarındaki dağlarda yaylaklar, Hişn-Kayfâ, Nusaybin ve Urfa havâlisinde kışlaklar kurup, etrafa akınlar eden ve dâİmâ rakipleri -olan Kara-Koyunlular ile çarpışan Ak-Koyunlular, ötekilerden yemiş oldukları müthiş darbeden sonra, Diyarbekir bölgesini rakiplerinin nuf uz ve hâkimiyetine bırakıp, orta Anadolu 'ya çekilme­ ğe mecbur kalmışlardı [ bk. AK-KOYUNLULAR ], Mardin Artuklularma tâbi olan ve İran mü­ verrihleri tarafından bâzan imâd, bâ2an Hâmid ve bâzan da Hamid şeklînde adlandırılan, Ti­ mur müverrihleri tarafından bir admm da Karaca-Kaya olduğu söylenen, Amid şehri Ni­ zâm al-Din Şâmi 'ye göre, 24 cemâzıyelâhır 796'da, Şaraf al-Din Yazdi 'ye göre ise, aynı aym 23 'ünde (26 nisan) Timur tarafından kuşatılmıştır. Timur 'un vak'amivİslerine göre, şehir şiddetli hücumlarla cebren alınmış, ‘Aziz A starâbâdi 'ye göre ise, eman ile teslim olmuş­ tur. Timur, maiyetindeki askere şehri yağma ve ahâlîsini esir ettirmiştir (‘ A ziz A starâbâdi, Bazm-u razm, İstanbul, 1928, s. 454 v.d. ; Nizâmi-i Şâm i, Praha, 1937, s. 15 1 ; Hâfiz Abrü, Zubdat aDtavârih, 796 vekayii; Şaraf al-Din, Z a f am am a, Kalkütta, 1887, I, 682 v.d.). Timur 1401 senesi başında Suriye 'den Elcezîre *ye ve oradan Irak 'a döndüğü zaman, Ka­ ra Yülük Osman Bey [ b. bk.] 'i Mardin mu­ hasarasında bırakmış ve o senenin nisanında kendisine Amid şehrini ve Diyarbekir bölge­ sinin emaretini vermiştir kİ, bu tarihten itiba­ ren Ak-Koyunlular bu şehri merkez ittihaz ederek, devlet kurmuşlardır. . Kara Yülük'ün zamanında Mardin hükümdarı Malik al-!Jâhîr Macd al-Dİn ‘İsa ile Halep böl­ gesinde tegaîlüp etmiş olan emîr Çikem birleşerek, 1207 senesi baharında, Am İd'İ sım­ sıkı kuşattılar. Şehir hâricinde vukua gelen harpte Kara Yülük 'ün en şecî oğlu İbrahim Bey bizzat Çikem elinde maktul oldu ise de, bir az sonra o da, sûrdan atılan bir mancınık taşı ile, telef olduğundan, muhasırlar hezîmete uğradılar (26 nisan). Bizzat Mardin hüküm­ darı ve veziri Fayyâz ile Halep baş hâclbi N aşir al-Din Muhammed b. Şuhrı, Aym tap naibi emîr Kamül da telef olanlar arasında bu­ lunuyordu ( ‘Ayni, cİk d al-cum ân; Ibn Tağribardi, al-Numm al-zâhira, VI, Ayasofya kü-



Uk --- ■■■■—........., . • •



DİYÂkBEKk. ‘V^-1 —



......



........ .....- ...._ _ — ............... ..... ~



•,v



—r'



tüp., ,nr. 3498 ; y a s a » Runalu, A hsan al~tavâ- I ederek, A li Bey ’in oğulları Cihangir ve Haşan rîk , Nuruosmaniye kütüp., nr, 3317 ; bk, bir de B e y ’leri tard edip, şehre hâkim olmuştur. Makrizi, al-Suîuk ve İha Hacar, Anböt alCihangir Bey 'in hâkimiyeti zamanında Amıd ğ u m r; 809 senesi vukuatı). şehri bir kaç defa Kara-Koyunlular tarafından 1409 Ma K a r i Yusuf, maiyetinde bir çok muhasara edilmişse de, alınamamıştır ( bk. Ci­ türkmen ve kurt ümerası olduğu hâlde, Batman lt AN-ŞAH). Cihangir Bey 'e âit olmak üzere, Âmid çayım geçip, Amıd sahrasına geldi. Amıd şeh­ sûru üzerinde 853 tarihli bîr kitâbe vardır rini iyice tahkim eden Kara Yülük şehrin h â­ (G abrieî, ayn . esr., nr. 79 ). Bunun halefi olan ricinde onunla muharebeye tutuştu ise de, kardeşi Uzun Haşan namına, üçü sûr üzerinde mağlup olarak, sûrların içine çekildi. Kara Yu­ ve biri de Ulu camide olmak üzere, dört kita­ suf da muhasaradan vazgeçerek, Mardin yolunu be mevcuttur (Gabrieî, ayn. esr.} nr. 80 v.d .; tuttu, Basri Konyar, D iyarbekir tarihi, II, 144 v.d.). 1 4 1 1 'de ikinci defa Amid önüne gelen K a ­ Uzun Haşan Kara-Koyunlu ülkesini zaptedip, ra Yusuf, şehrin etrafım tahrip ettikten sonra, payitahtım Âmîd 'den Tebriz 'e götürmüş ve Çermük 'e gidip, burasım zapt ve tahrip eyle­ bu şehri kendisine merkez yapmıştır. Hemen miş, sonra da Ergani 'ye giderek, kasabayı tah­ her tarafı Kara-Koyunlulara mensup boy ve rip ve kaleyi muhasara etmiştir. Kaleye imda­ oymaklar ile meskûn olan Azerbaycan 'da tu­ da gelen Kara Yülük ile Kara Yusuf arasında tunabilmek için, Ak-Koyunlu ulusuna mensup müteaddit muharebeler oldu ( bk. yukarıda­ boy ve oymakların büyük kısmını Diyakbekîr ki eserler ile H afız Abrü, 812, 814/815 vu­ bölgesinden naklettirerek, İran 'a götürmüştür k u atı). 14 18 ( 8 s i ) 'de Kara Yusuf tekrar g e ­ ki, bu hâdise bu bölgede etnik değişiklikler lerek, Amid 'İ kuşatmış, fakat Kara Yülük ’ün vücuda gelmesine sebep olmuştur. Bundan baş­ Suriye 'ye kaçtığım görünce, muharasayı kal­ ka Ak-Koyunlu payitahtı olduktan sonra ehem­ dırıp, takibine çıkmıştır. 1423 ( 826 ) ’te İsken­ miyet kazanmağa başlayan Âmid şehri de eski der b. Kara Yusuf Mardin 'de Kara Yülük ’ü kıymetini kaybetmiştir. Bundan dolayı, XV. asır hezimete uğrattıktan sonra, Amid 'e gelmiş ve içinde Sa'd al-Dîn Sa'd b. 'A bd Allah al-Âmidi şehri kuşatmış İse de, Şahruh 'un yürüdüğünü ( ölm. 832) ile bir çok aklî ilimlere vâkıf meş­ hur ulemadan H ayr al-Din *Abd A llah b. duyup, ona karşı gitmiştir. 1433 ’te Mısır sultam Barsbay, bütün devlet 'A bd al-Rahmân al-Amidi ( ölm. 835 ) ve bir de erkânı ile Suriye naiplerini ve saltanatın bü­ | bu asrın sonunda yetişen ve Mısır sultam tün kuvvetlerini maiyetine toplayarak, mayıs Kanşu Güri adına Şahnâm e-i F ir d a v s i’ yi nazsonunda Amid 'i kuşatmış ve etrafına mancınık men türkçeye çevirmiş olan şâir Şarif i ’den baş­ ve top dizdirerek, sûrları düğmeğe başlamıştır. ka, zikre değer büyük bir âlim ve edip yoktur. Ak-Koyunlu imparatorluğu zamanında, ıihanKara Yülük E rgan i'ye çekilmiş ve oğulların­ dan Murad Bey 'i şehrin müdafaasında bırak­ lıîarm zamanındaki aynı hudut ile Diyarbekir mıştı. Mısır tarihçilerinin bütün tafsilâtı ile eyâleti yeniden vücuda getirilmekle beraber, naklettikleri ve Abu 'İ-Mahasin b. Tağri- bu sefer bu eyâlete Musul değil, Amid şehri berdi 'nin bizzat iştirak ederek, bize uzun- merkez ittihaz edilmiştir. Ak-Koyunlu hüküm­ uzadıya bildirdiği bu muhasara 35 gün sürmüş darları, büyük boy beylerinden ve bâzan da ve Amid 'in uğradığı en büyük kuşatılmalardan şehzadelerden bîrini buraya vali nasbederlerbiri olmuştur. Murad Bey ile bir kısım Ak-Ko- di. Msl. Şehzadelerden sultan Yâkub ile Kasım yunlu beylerinin telef oldukları bu muhasarada, Bey b. Cihangir, Diyarbekir vâliliği yapmış­ mısırlılar da bir çok telefat vermişlerdir. Sul­ lardır. Kasım Bey, Amid ’ de bâzı eserler vütana yardıma gelmekte olan H işn-KayfS hü­ cude getirmiştir. Kasım, Şah İsmail 'in önün­ kümdarı melik A şraf A yyubi de bu arada şe« den kaçan Eivend Bey tarafından, 1502— 1503 hid olmuştu, Âmid 'i zapt etmekten âciz kalan senelerinde öldürülmüş ve şehir onun elineMısır sultam, elçi göndererek, Kara Yülük ile geçmiş ise de, 15 0 4 'te Ölümünden sonra, Aksulh akdedip, geriye dönmüştür. Mısırlılara ağı­ Koyunlu beyleri tarafından çağırılan Zeynel Bey ra mal olan bu sefer aynı zamanda Diyarbekir b. Ahmed Bey b. Uğurlu Mehmed bu havalinin bölgesinde de bir çok haraplığa sebebiyet ver­ hükümdarı olmuş, fakat saltanatta tutunama­ miştir ( bk. M akrizi, ‘Ayni, lbn y a c a r ; Ibn mıştır. Amid şerine ve bütün Diyabekir bölgesi­ Tağriberdi, al-Nucum al-zâhira, VII, Ayasofya ne hâkim olan Musullu türkmen boyu reisi Emîr Bey, 1507 'de Dnlkadır-oğlu ‘A la ’ al-Davla Bey 'e kütüp., nr. 3499 ). Kara YulÜ-k 'üıı katlinden sonra oğullarından galebe eden Şah İsma'ü 'e Elbistan 'da mülâki A lî Bey Amid 'e hâkim olmuş ise de, Mardin olarak, Âmid başta olmak üzere, bütün Diyar­ hükümdarı olan diğer oğlu Hamza Bey, bu bekir ülkesini ona teslim etti. Şah îsmâ'il de, şehri 70 günlük bir muhasaradan sonra zapt- Muhammed Hân U staclu'yu bu bölgeye vali



t>İYARBEK&. tâyin eyledi. Muhammed Han} Diyarbekir eyâ­ letindeki bir takım şehirleri ele geçirdi ise de, bu bölgenin muhtelif kalelerine hâkim olan kurt reisleri sünnî oldukları için, Şâh Ismâ'ii ’e tâbi olmak istemediler ve Muhammed Hân ile mücâdeleye girişip, ona çok telefat verdirdiler. Diğer taraftan Emir Bey 'in Safevîlere pek aleyhdar olan kardeşi Kaytmış Bey de, hâkim bulunduğu Amid 'i Muhammed Han 'a teslim etmeyerek, Dulkadır-oğîu ‘A la’ al*Davla 'ye arz-i tâbiiyet edip, ondan yardım istedi, fA lâ s al-Davla kendi oğulları Saru-Kaplan ve Erduvane Bey le ri mühimce kuvvetle gönderip, Amid 'i işgal ettirdi. Fakat Muhammed Han ile Dulkadırlılar arasında Amid ovasında vukua gelen muharebede, Dulkadırlılar mağlûp ve SaruKaplan ile Erdüvâne maktul oldular. Muham­ med Han Amid 'i muhasara etti ve Kaytmış Bey de şiddetle mukavemette bulundu ise de, şehir eşrafından Ahmed Çelebî, hiyânet ederek, gizlice Safevî askerlerim burçlara çıkardığın­ dan, şehir Muhammed Han ’m eline geçti. Safevîler, şehirde bulunan Ak-koyunlu ve Dulkadırhları, başta Kaytmış Bey olmak üzere, öl­ dürdüler. Safevîlerin Diyarbekir bölgesini isti­ lâları etnik bakımından da mühim olmuştur. Onlar rakipleri olan Ak-Koyunîuları, bilhassa ana yurtları olan bu Diyarbekir bölgesinde iyice ezip, kaçırmışlardır. Yavuz Sultan Selim, Iran 'a yürürken, yanında bulunan Ak-Koyuniu hükümdarı Sultan Mu­ rad ’ı Diyarbekir eyâletini zapt etmeğe memur etmişse de, bu zat Safevîlere karşı mücâdelede mağlûp ve telef olmuştur. Diyarbekir eyâleti­ nin sünnî mezhebinde olan yerli halkı, şi'î olan Safevîlerin idâresinden memnun kalma­ mışlardı. Bilhassa kurt beyleri, kalelerinde ta­ hassun ederek, onlarla mücâdele ediyorlardı. 1 5 1 4 ’te vukua gelen Çaldıran harbinden sonra, Yavuz Sultan Selim, îdris Bitlisî 'yi, kürt bey­ lerini Safevîler aleyhine çevirmeğe ve bütün Diyarbekir eyâletinde isyanlar çıkarmağa me­ mur etmişti. Çoğu Şeyh Hisâm al-Din ‘A li 'nin müridi olmak dolayısiyle, onun oğlu îd ris'e karşı hürmet besleyen kürtler, silâha sarılıp, Safevîler ile mücâdeleye tutuştukları gibi, şar­ kî Anadolu 'daki muhtelif şehirlerin ahâlisi de İsyan ederek, onları tard ve Osmanlı tâbiiyetini kabûl ettiler. Şah Ism â'ii’in Diyarbekir vali­ liğine tâyin ettiği Kara Han Ustaclu, bu vi­ lâyeti muhafaza İçin, Mardin 'de kuvvet topla­ mağa çalışıyordu. Kara Han Uslacîu, Âmid şehrinin mütevelli ve hâkimi olan Ahmed Çe­ lebi 'nin Safevî tarafdarlanm ve askerlerini koğup osmanlılara tâbiiyet gösterdiğini duyunca, Mardin 'den hareketle şehri kuşattı. Fakat hal­ kın müdafaa ve mümanaatı karşısında zapttan



âeiz kaldı ise de, muhasarayı kaldıramadı. Şe­ hir bir sene kadar süren uzun bir muhasaraya dayandı ve bunun neticesi olarak, pek çok ıs­ tırap çekti. Sultan Selim, Dulkadırlılara karşı sefer yapmakta olduğundan, büyük bir yardım kuvveti gönderemedi. Mamafih Y iğit Ahmed kumandasındaki bir osmanh müfrezesi, muha­ sara hattını yararak, şehre girmeğe ve mahsur­ ları takviyeye muvaffak oldu. Dulkadırlı ülkesi alındıktan sonra, Sultan Selim, Bıyıklı Mehmed Paşa 'yı Diyarbekir bölgesinin fethine memur ettiği gibi, Şâdi P a şa ’yı da onun yardımına gönderdi. Osmanlı kuvvetleri yaklaşınca Kara Han Mardin 'e çekildi ve Amid işgâl olundu ( 1 5 1 5 ). Mardin, Idişn-Kayfâ» Nusaybin, Urfa, Musul, Çermik, Erbil ve Sencer başta ol­ mak üzere, bütün Diyarbekir eyâletinin zaptı kolay olmamış ve muhtelif osmanlı paşaları ile Safevî ümerası arasında 2 sene kadar sürekli ve kanlı bîr mücâdele vukua gelmiştir. Nihayet mücâdele, 15 17 senesi son baharında, osmanlıların kat'î galibiyeti ile, bitmiş ve bütün kıt'a osmanîıîarın eline geçmiştir (bibliyografya: Abu '1-Fazl Mehmed Efendi, Z agl-ı heşt be~ hişt, Es'ad Efendi kütüp., nr. 2447; Hoca Sa‘d al-Din, Tâc at-iavarih, îstanbul, 1280 , 11, 299 —323 ; Haşan Rumlu, Aksarı al-ta.vârih, Kaîkütta, 19 3 1 , II, 93 — 96, iot , 156 — 1 5 9 ; Hammer, Osmanlı tarihi, türk. trc. A ta Bey, İs­ tanbul, 1930 , s. 154— 181 ). OsmanlıIar, yeni fethettikleri bu kıt'a içinde Diyarbekir, Mu­ sul, D iyar Rabi'a ve Muzar bölgeleri ile, Bitlis kıt'asım bir araya toplayarak, merkezi Amid şehri olmak üzere, gayet büyük bir vilâyet vücuda getirmişlerse de, bilâhare Kanunî Sü­ leyman zamanında, Irak'm fethinden sonra, ayrı bir eyâlet hâline konulduğu gibi, Ur fa da vilâyet olmuş ve Bitlis bölgesi de A hlat böl­ gesinde vücuda getirilen Van vilâyetine bağ­ lanmıştır. Buna rağmen Diyarbekir eyâleti yi­ ne osmanlı eyaletlerinin en büyük ve mühim­ lerinden biri olarak kalmış ve osmanlı devleti­ nin 4 asırdan fazla süren hâkimiyeti zamanın­ da, istilâ ve harplerden masun kalması saye­ sinde, 2 asra yakın zamandan beri kaybettiği ümran ve irfanı yeniden kazanmağa başlamış­ tır. Iran hududundaki vilâyetlerin en ehemmi­ yetlisi olmak dolayısiyle, osmanlı padişahları, devlet adamları arasında, güzide ve mütema­ yiz zevatı buraya beylerbeyilik ve valilik İle göndermişlerdir. Şehri îranlılardan kurtarması sebebi ile, Fâtih Paşa adını alan Bıyıklı Meh­ med Paşa, vilâyetin ilk beylerbeyisi olmuştur. Husrev, Rüstem, İskender, Behram, Özdemiroğlu Osman, Çığala-zâde Sınan, Hafız Ahmed, Bosnalı Husrev, Tayyar Mehmed, Melek Ahmed, Kaplan Mustafa, Daltaban Mustafa, Köprülü-



t ,t t}24



DİYARBEKİR.



zade Abdullah, Hekim-oğîu A li, Haşan, Reşid Mehmed, Esad Muhlis ve Kurt İsmail Paşa 'lar gibi, bîr kısmı sadrâzam olan, biiyük vezirler bu eyâlette beylerbeydik ve vâlilik eden ze­ vatın Çn meşhurlarıdır. Bıyıklı Mehmed Paşa, te'sis etmiş olduğu Fâtih Paşa câmii adını alan mabedin hazîresinde medfun olduğu gibi, Özdemir-oğlu da yine bu hazîrede ayrı bir türbede raedfundur. Bundan başka diğer vali­ lerden İskender, Haşan, Çeteci Abdullah, A b­ di, A li, Mehmed, Reşid Mehmed, Esad Muhlis ve Mahmud Paşa '1ar da burada medf undurlar. Kanunî Süleyman adına, biri Ulu cami avlusun­ da arapça, diğeri iç kale kapısı üstünde farşça olmak üzere, iki kitabe mevcut olduğu gibi, yine Câmi-i kebîrde Sultan Mehmed IV .'in türkçe uzun bir fermanı mahkûk bulunmaktadır ÇBasri Konyar, agn. esr., II, 130— 133 ). Osmanlı devrinde en büyük ve en ehemmi­ yetli eyâletlerden bîrinin merkezi ve Iran 'a sefer eden orduların hareket üssü ve kışlağı olan Âmid, diğerlerine nisbetle, en çok muha­ rip çıkaran beylerbeylerin kararğâhı olmuştu. Sultan Süleyman Kanunî, birinci İran sefe­ rinden dönerken, 20 teşrin I. 1535 'te, Amid 'e uğramış, kalesine çıkmış, Ulu câmide namaz kılmış ve 20 gün kadar burada kalmış olduğu gibi, 15 5 4 'te, ikinci İran seferine giderken, yi­ ne buraya uğramış ve 8 gün kalmıştır. Sultan Murad IV,, Bagdad seferine giderken, ( 16 3 8 ) , A m İd 'e uğradığı gibi, dönerken (şu bat 1639) yine bu şehre uğramış ve burada bulunduğu esnada çok nufuzlu ve müridi pek kalabalık olan, Rumiye şeyhi lakabı İle meşhûr Şeyh Mahmud .Urmevî 'yİ İdam ettirmiştir, Osmanlı vâlilerİnden Husrev, İskender, Behram, Nasuh, Murteza, Melek Alimed, Daltaban, Ali ve İsmail Paşa ’lar şehirde birer cami yap­ tırdıkları gibi, Haşan Paşa da bir han inşa ettirmiştir. Melek Alımed Paşa 'nm da ayrıca bir ham vardır. Mehmed, İskender ve Behram Paşa İa r da birer hamam, Köprülü-zade Abdullah Paşa bir darülkurrâ yaptırmışlar, Sarı Abdurrahman Paşa da bir kütüphane te'sis etmiştir. XIX, asırda Süleyman Paşa sûr­ ların bâzı kısımlarını tamir ettirmiştir ( 18 15 ). Osmanlılar zamanında bu suretle ehemmiyet verilip, imâr edilen Amid (D iyarbekir) şehri, kültür bakımından da kıymetli bir merkez ve şarkî Anadolu 'nun büyük bir ilim beldesi hâ­ line gelmiştir. Tarikat müessisi ve büyük bir şâir olan İb­ rahim Gülşenı [ b. bk.] ile müverrih Kadı Hü­ seyin [ b. bk.], XVI. asırda Diyarbekir 'in yetiş­ tirdiği, iki büyük şahsiyettir. Bu asırda meşhûr âlim ve müverrih Muşlİh al~Dia L ir i, Amİd müflisi olmuştur. XVIII. asırda ise, mahlaslarına



 m i d i kelimesini İzafe eden bir çok şâirler arasında Labib, Hami, V âîi, Ahmed Mürşidi ve tabiplerden Mehmed Rıza ile riyazİyûndan İsmail ve ulemadan Küçük Ahmed-zâde Abu Bakr zikre şayandır. XIX. asırda ise, Refi', Ragıb, Tâlıb gibi yine A m i d 1 mahlasını kullanan şâirler İle müverrih, edip ve şâir Said Paşa, zamanımızda ise, Said Paşa'm n oğulları Süleyman Nazif ve Fâik A li Bey 'îer ile, Millet kütüphanesinin . müessisi A li Emîrî Efendi ve Ziya Gök Alp Diyarbekir 'in yetiştirdiği ulema ve üdebadandır. Bugün Diyarbekir şehrinde, bâzı eski aile­ ler mevcut olduğu gibi, Kara-Koyunîu ve AkKoyunlu uluslarım vücuda getiren oymak ve boy beylerinin soyundan inmiş bir takım ocak­ la r, Güîşenî-zâdeler, İskender Paşa-zâdeler gibi, XVI. asırdan bu zamana kadar gelmiş olan hanedanlar ile, vaktiyle Diyarbekir bölge­ sinin muhtelif kaza ve nahiyelerini yurtluk, ocaklık ve emaret suretiyle idâre eden bâzı mahallî reislerin evlâtları da bu şehirde mutavattm bulunmaktadır. Osmanlı devletine pek çok güzide vezir yetiştirmiş olan *Abd al-Calil-zü de'Ier de, aslen bu şehre mensuptur. XIX. asrın ikinci yarısında Osmanlı devleti­ nin vücuda getirdiği ıslâhatı kabûl etmek is­ temeyen emaret, yurtluk ve ocaklık sahibi re­ isler ile müseîlimler, bir çok yerlerde olduğu gibi, Diyarbekir bölgesinde de muhalefet ve mukavemete, hattâ isyanlara teşebbüs etmiş­ lerdi. Bu yüzden o havalide uzunca süren bîr te'dip hareketi vukua gelmiş ve Bedr Han Paşa başta olmak üzere, bâzı reisler itaat altına alınmış, yahut te'dip ve tenkil olunmuş veya başka mahallerde ikamete me’mur edilmiştir. Tanzımattan cumhuriyete kadar geçen zaman zarfında, bu bölgede İslâhata devam edilmiş olmakla beraber, yine orta çağın teşkilât ve mÜessesatı büs-bütün kaldırılamamıştı. Emâretler, yurtluk ve ocaklıklar her ne kadar büs­ bütün ilga edilmiş ise de, göçebe hayat süren veya muhtelif köylerde yerleşmiş olan aşiret reisleri nüfuzlarım muhafaza ediyorlardı. Bu reisler, eski emâret, yurt ve ocaklıkların sâhiplerinin yerine, tarikat şeyhlerinin etrafında top­ lanmağa başlamışlardı. Cümhuriyet idaresinin yapmak istediği İslâ­ hat ve teceddüt hareketine muhalefet eden bu şeyhler, 1925 senesi başında, Şeyh Said'İn idaresinde olmak üzere, bir isyan çıkardılar. Hani 'de başlayan bu isyan, az zamanda, büyü­ yerek, Diyarbekir bölgesinin büyük bir kısmına yayıldı. Asîler Diyarbekir şehrini zapta teşeb­ büs ettilerse de, şehir sûrları etrafında bozguna uğrayıp, çekildiler. . Bunun üzerine hükümet kısmî seferberlik ilânı suretiyle, isyanı sür'atie



DİYARBEKİR. bastırdı. 1928 senesinde, bu bölgede daha esaslı isiâhat yapmak maksadı ile, bütün Diyarbekir ve A hlat bölgelerini ihtiva etmek üzere, bir umûmî müfettişlik vücuda getirildi. Bu müfet­ tişlik idaresi zamanında, Sasun 'da vukua gelen ufak bîr İsyan hareketi de bastırıldı. XVI. asır sonuna kadar bütün âsâr ve müellefatta yalnızca A m i d şeklinde görülen şeh­ rin adı, XVII, asırdan itibaren, merkezi bulun­ duğu eyaletin _adıııa, yâni Diyarbekir *e tahavvül ettiği ve Amîd isminin unutulmağa başla­ dığı, o asırdan itibaren zamanımıza kadar ya­ zılmış olan eserlerden anlaşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Diyarbekir bölge­ sinin ve Amid şehrinin orta zaman İslâm tarihi tamamiyle mazbut denilebilecek bir hâldedir. Bölgenin ve şehrin orta çağdaki vukuatı için belli-bagh 3 mühim eser vardır : I. İbn al-Azrak, Târih-i M ayyâfarikin, Brİt. Mus. kütüp., or. 5803 (b ir nüshası hususî'ku­ tup. ) ; 3. 'îzz al-Din İbn Şaddad, al~Allâk al-haiira, 11 ( Târih A lc a z ira ), Berlin kütüp., arap. yazm., nr. 9800; 3. Abü Bakr Tahrânİ, K itâb-i D iyaribakriya ( bir nüshası hu­ susî kütüp.). — Şaraf al-Din İsm â'il alŞaybani 'nin Târih-i A m id ’i henüz buluna­ mamıştır,* Tabari, Târih al-umam va ’l-mulük (Mısır, 1326), IV, 1985 VH, 2 2 1; IX, 149, 169; X, 63, 68, 895 XI, 45, 85, 2 15, 258, 280, 342, 344, 364; Ya'köbi, T ârik (Leyden, 1883), II, 180, 6 u ; İbn al-‘Aşam al-ICüfi (fars. trc., Bombay, 1867, s. 59 v. d.) ; Mas'Sdî, Mıırüc aU zahab ( Paris, 1874 ), VIII, 134 v .d .; Şuli, a lA vralf ( Mısır, 1345 ), s. 7 1, 106, 229,232 ; İbn al-A sir, al-K am il (M ısır, 13 0 3 ), VI, 38, 47, 49; VII, 110 , 120, 152 v .d .; VIII, 67, 90 (bu eserde bu mevzua müteallik diğer kısımlar makale metninde gösterilmiştir ) ; İbn al-Farrâ’, Tabakât al-hanâbila ( Dimaşk, 13 5 0 ), s. 374, 390, 392; İbn Racab, Tabakât a lJıanâbila (Köprülü kütüp., nr. 1 1 1 5 , var. 2, 166, 219, 253, 261 ) î 'A bd al-Rahim al-Asnâ’ i, Tabakât a l-ş a fıiy a (Köprülü kütüp., nr, 1x 14 ) , var. 43, 52, 90, 103 ; 'Abd al-Kadir alK arşi, al-C avâhir al-müzi’a f i tabakât al-han afiya ( Haydarâbâd, 1332 ), I, 76 ,*II, 203 ,*İbn Hacar, al-D urr al-kamina (Hadarâbad, 1348), I» 25, 339, 358 ; III, 21, 489 ; IV, 253 ; S u h iv ı, al-Zv? cd-lâmı (M ısır, 13 5 3 ) , III, 1x9, 247; V , 23 ; Yâküt al-Hamavi, Mu cam al-udaba1, CM , III, 54 v.d., ı8x ; İbn Munkiz, KUâb al~ itib â r, 1930, s. 83 v.d., 155. S ü r y â n î m ü e l l i f l e r i : Denys de Teli Mahre, Chroniyae (î r. trc. Chabot, P a­ ris, 18 95), s, 196, ' fih ris t; Elie bar Şînaya, Chronographie ( fr, trc. L. Y . Deiaporte, Pa­ ris, 19 10 ) , s. 383, fih rist; Mıchel le Syrîen, îşlâsn Ansiklopediği



625



Chroniyue ( fr. trc, Chabot,Paris, 1924 ), fih­ rist, s. 5 ; Bar Hebraeus, Chronograpky ( ingl. trc. E. A . W, Budge, London, 1932 ), 1, 3x6 fih rist; II, appendix; diğer arap ve İran mehazları ve ermeni müverrihleri metinde zikredilmiştir. Bunlar Amid şehrini Tigranokert zannederek, hatâ etmişlerdir. XIII. asır Islâm coğrafyacıları ( yâni İbn Hurdâzbeh, İştahrİ, İbn Havkal, İbn Rusta, Ya'kübi, Mukaddasi, İbn Fakilı ) Diyarbekir bölgesi ile Amid 'den bahsetmişlerse de, pek az malûmat vermişlerdir. XI. asrın meşhûr sey­ yahı Nâşİr Husrav Amid hakkında fazla malû­ mat vermiştir ( Sefernâm e, Berlin, 1922,8. 1 1 v.d.). XII, asır coğrafyacılarında, yâni İdrisi veBakri 'de olan malûmat X. asır müelliflerinin tekrarından ibarettir. XIII, asır müverrihi Y a ­ kut, gerek Amid, gerekse diğer Diyarbekir bölgesi kasaba ve şehirleri hakkında fazla malûmat vermiştir. XIV. asır müelliflerinden Safi al-Din cAbd al-Mu'min Yakut'un ma­ lûmatını ihtisar ve pek az ilâve yapmıştır. Bu asırda büyük bir coğrafya kamusu yapan ‘A bd al-Mun'im al-Kam iri, R a vz al-m ıtâr 'mda Amid şehrî hakkında uzun bîr fasıl yazmıştır. Fakat bu fasıl, tasvirden ziyâde, şehrin tarihine tahsis edilmiştir. Osmanlı coğrafyacı ve seyyahları arasında Kâtib Çelebî bîr dereceye kadar ve Evliyâ Çelebi de gayet mufassal malumat vermiştir. İbrahim Gülşenî Manâkib 'inde, Amid 'in ve Diyarbekir bölgesinin içtimâi ve bilhassa kül­ tür bakımından vaziyeti hakkında istifadeli bilgiler vardır. XIX. asır coğrafyacısı Abü Bakr Fayzi Diyarbekir ( Amid ) şehrine tahsis ettiği uzun bir fasılda bu şehir halkının âdet­ lerinden bahsederken, bir çok şayan-1 dikkat şeyler yazmıştır ( hususî kütüphanemizde)., XIX, asır sonunda diyarbekirli Said Paşa M ir'öf a l-ib a r 'inde Diyarbekir bölgesinin orta çağ İslâm tarihini yazmıştır. Fakat bu kitapta İbn al-Aşir ile Müneccimbaşı ’nm eserlerinde mevcut olan mâlu mattan fazla bir şey yoktur. A lı Emîrî Efendi, Tazkira-l şu ara'-i A m id 'inde (İstanbul, 12 2 7 ), kendi şehrinin ulema ve udebası hakkında uzun-uzadıya malûmat vermiştir. Fakat bu eserin ikinci cildi basıîmamıştır. Aynı müellifin M ir ât al-fava'id 'inde ve A m id adlı çıkardığı mecmuada bu şehrin tarihi ve meşahirinin teracimi hak­ kında bâzı haberler mevcuttur. XVI. asırdan itibaren Avrupa seyyahları Türkiye içinde seyahatler yaptıkça, Diyar­ bekir bölgesini ve Amid şehrim* de tarif ve tasvire başlamışlardır. Bundan başka bir çok âlimler buraya gelerek, bu bölge ve şeh­ rin arkeoloji, coğrafya ve tarihi hakkında



6z6



DÎYARBEKİR -



bir çok eserler yazmışlardır. Bunlar pek buyuk bir yekun tutuğundan, burada zikrine imkân bulamıyoruz. Şebrin kitabelerini ve eserlerini tetkik etmiş olan van Berchem ile Strzygowski ( Am îda, Heidelberg, 19 10 ), bu seyyah ve müelliflerin bir kısmını bize bil­ dirdiği gibi, A . Gabrieî de adı geçen kıy­ metli eserinde çok geniş bir bibliyografya vermiştir. Van Berchem'in kitabında eksik kalan ve okunamayan kitabeler J . Sauvaget tarafından tamamlanmıştır. Bu eserde ek­ sik kalmış ve unutulmuş olan bir kaç kitabe de Basri Konyar ’m zikri geçen eserinde mevcuttur. { MÜKRİMİN H. Y î NANÇ.) DİYÂRBEKRÎ. a l -DİYÂRBAKRÎ, H u sa y n b . M uhammed b , a l -H a sa n AL-DİYÂRBAKRİ ( ? — 1582 ), Diyârbekir 'de doğmuş j Mekke 'ye giderek, orada kadı olmuş ( 981 = 1573 ) ve 990 ( 1582 ) 'da ölmüştür. Hanbali yahut mâliki idi. Bu hususta WÜstenfeId 'in müracaat ettiği Kâtib Çelebi, Dİyarbekri 'nin Târih al-hamîs 'ini 8 şaban 940 ( 23 şubat 1534 ) 'ta bitirmiş ve 966 ( 1 5 5 9 ) 'da Ölmüş olacağını söyler. Fakat bu kitabın elimizde bulunan muhtelif basma­ larında Sultan Murad IH. 'm tahta çıkışı (982 = 1574 ) da kaydedilmiş bulunduğu için, şayet her hangi bir müstensih tarafından İlâve olun­ muş bir zeyil bahis mevzuu değilse, Dİyârbakri 'nin bu tarihte ölmüş olması kuvvetle muh­ temeldir. Diyarbakri 'nin eserleri şunlardır: 1. Târik al-hamis f i ahvâl anfas al-nafis ( Broekel* mann: nafs nafîs, Kâtib Çelebi ve H uart: al-nafs a l-n a fis ), Peygamberin hayatına dâir bir eser olup, müellif bu kitabında muhtelif hikâyeleri inceden-inceye tetkik etmek ve doğ­ rularım yanlışlarından ayırmak v.b, İle sözü hayli uzatmış ve sonuna, Sultan Murad III. 'm tahta çıkışma kadar gelen halifelerin kısa bir tarihini eklemiştir, 2. Kabe 'nin ve mescıd-i haramın mufassal tasviri î bu eser, yazma ola­ rak, Berlin ( nr. 6069) 'de ve Hidiv kütüphane­ sinde (III, 17 7 ) bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ’, Kâtib Çelebi, IH, 177; F, Wüstenfeld, Die Gesçhicktsschreiber der A raber und ihre Werke ( GÖttiogen, 1882), nr. 526; Brockelmann, G A L , II, 381, Suppl., II, $ 14 ; CI. Huart, Litt, A r, (Paris, 19 02), s. 371. (Moh. Ben Cheneb.) DÎYET. DİYA veya 'A k;l , bir insanı öldü­ ren veya yaralayan kimsenin verdiği k a n b e ­ d e l i yahut t a z m i n a t demektir. Câhiliye devrinde insan öldürenler, ölenin kan bedeli olarak, 10 dişi deve verirlermiş. 'Abd al-Muttalîb, bir adak yüzünden Kabe önünde kurban etmeğe mecbur olduğu o ğ lu 'A b d A lla h 'ı 10 dışı deve kesçrek, kurtarm ıştı; fakat 10 defa



DİYET.



bu mıkdar kurban kesmeğe mecbur olduğu için, o zamandan beri bir insanın hayat bedeli 100 deve itibar edildi. Peygamberin ’Amr b. Hazm 'e gönderdiği bir mektubunda tâyin edi­ len bedel de budur. A ym mektupta beyine kadar varan yahut karnı deşen yaralar için, yukanki mıkdarm 3 3 ; bir goz, bir el veya bir ayak ziyaı İçin, 50 ve kınlan bir diş ve­ ya, kemik meydana çıkacak derecede olan ya­ ra için de, 5 deve tazminat tesbit edilmiş­ tir. Halîfe 'Omar 100 devenin nakden muka­ bilini 1.000 dinar veya 12.000 dirham olarak tâyin etmiştir. Ahi al-zahab denilen Mısır ve Suriye ahâlisi 1.000 d in a r ; ahi al-fizza denilen Irak ahâlisi 12.000 dirham diyet verirlerdi; diyetler 3 —4 senelik bir müddet zarfında tak­ sitle verilirdi. Bu »şehirler halkının" deve ile diyet vermeleri uygun görülmediği gibi, ahi a l» fazza 'mn — altın, ahi al-zahab 'in — gümüş ver­ mesi de caiz d eğild i; »çadır halkı" ise, ne al­ tın ve ne de gümüş vermeyerek, diyeti dişi deve ile ödemesi gerek idi. Bu hayvanların yaşlan ile adedleri de bâzı şartlara tabı idi. — *Amdan ( bile bile ve hazırlanarak ) insan öl­ düren kimse 1 yaşında 25,2 yaşında 2 5 ,3 yaşında 25, 4 yaşında 25 dişi deve ve ‘ amdan olmayan öldürmeler için ise, 1 yaşında 20, 2 yaşında 20, 3 yaşında 20, 4 yaşında 20 dişi deve ile 2 yaşın­ da 20 erkek deve verirdi. Kadınlar 100 deve­ lik diyetin 1/3 'ine kadar tazminat verilen hâl­ lerde tıpkı erkekler gibi aynı mıkdarda tazmi­ nat alırlar, diyet mıkdarı 1/3 'den yüksek olan hâllerde ise, erkeklere verilenin ancak yarısını alabilirler. Mâliki mezhebinin diyet hakkındaki hükmü budur. Şafiî mezhebine göre, kadm bâzı hâllerde erkek diyetinin yansım , msl, bîr parmağın ziyaı mukabilinde, 10 deve yerine, 5 deve verir ( krş. Lane, mad. 'akala ). Umu­ miyetle şa ğ îr ve macnân '1ar şahsan diyet ver­ mekle mükellef tutulm azlar; delilerden alına­ cak diyet, devlet tarafından verilir. Bir ç a ğ ır ile bir ra şid birlikte bir müslümanı 'am dan öldürürler ise, ra şid idam olunur ve şa ğ îr de diyetin yarısını verir. Keza bir köle ile hür bir insan birlikte 1amdan bîr köleyi öldürürler ise, köle idam olunur ve hür adam da öldürülen kölenin bedelinin yarısını öder. Bir köleyi yara­ layan kimse, eğer yara kemik görünecek derece­ de ise, kölenin bedelinin 1/3 0 'ini diyet olarak v e rir; beyine dayanan veya karnı deşen yaralar için, kölenin bedelinin 1 / 3 'i verilir; diğer hâl­ lerde de kölenin kıymetinin tenezzülü nisbetinde tazminat ödenir. Kısas, hür kimseler arasında olduğu gibi, köleler arasında da carîdir. Bir köle diğer bir köleyi öldürürse, öldürülenin sâ~ hibi öldürenin idamım veya öldürülen kölesinin bedelini isteyebilir veyahut öldüren kölenin



DİYET sahibi, kölesini, diyet bedeli olarak, ölen köle­ nin sahibine teslim edebilir. Eğer bir müslüman köle bîr yahudi veya hmstiyanı yaralar ise, kölenin efendisi, icabında köleyi satarak, tazminat vermek mecburiyetindedir. Fakat müslüman kölesini onlara teslim edemez. Bir Hı­ ristiyan veya yahudinin katli dolayısiyle veri­ lecek diyet, hür bir müslüman için talep olu­ nan dıyâtİn yarısı kadardır. Bir müslüman bir gayr-i müslim için, idam olunamaz; meğer ki, onu hıyanetle öldürmüş olsun. Bir mecûsînin diyeti 800 dirhemdir, Hıristiyan, yahudi ve meeûsîiere, yaralar için, verilecek tazminat dahi bu nisbet üzerinden hesap edilir. Gayr-i ihti­ yarî öldürme veya cerh halinde, yalnız öldüren veya yeralayan tazminat vermeğe mecburdur ve veremez ise, tazminat bedeli zimmetinde borç k a lır; fakat yakın akrabası isterse, dâvayı sulhan kapatmak için, tazminatı onun namma öde­ yebilir. Öldürenin babasının erkek kardeşleri ile babasının bütün oğul ve erkek torunları bu meselede yakm akraba sayılır. B ir katil ister 'amdan, ister taammütsüz surette öldürdüğü kimsenin ne diyetine ve ne de emvâline vâris olamaz; çünkü mirasa konmak emeli kendisini katil işlemeğe şevketmiş olması ihtimâli vardır. İki türlü diyet vardır. I. ‘Amdan vukua geti­ rilen zarar karşılığı olan diya al-am d- ve z. ‘ a m d a n olmayarak vukua getirilen zarar için olan diya aî-hata ; yalnız katil için değil, belki du­ dakların, tek gözlü bir adamın yegâne gözünün, dilin, eğer sağırlığı mucip olmuş ise, kulaklar gibi, bâzı âzamn tahribine karşılık olarak da, tam diyet yerilir. Bir gözün kor olmasına sebep olan kimse 100 dinar diyet verir; yüzde derin bir yaranın diyeti başm başka taraflarında vu­ kua getirilen yaranın diyetinden fazladır. Ka­ dınlar ve çocuklar, yaptıkları zararlar için, di­ yet ödemekle mükellef değildirler. İşlerinde şağîr 'îeri istihdam eden patronlar, bunlar tara­ fından yapılan suçlardan dolayı mes'ûl tutulur­ lar, iki taraf arasında vukua gelen doğüşte bir tarafın ölen veya yaralananları için, diğer taraf diyet verir. Hayvanların yaptıkları zararlardan sahipleri ve kazalardan da kazaya sebep olanlar mes’ûldür. Bir çok zararlar vardır ki, bunlar için diyet tâyin edilmemiştir. Böyle hâllerde fıkhın dört esasından istinbat edilerek, hüküm verilir. B i b l i y o g r a f y a : Mâlik b. Anas, M uvatta1, 'ukzil b ah si; Buhâri, diyai b a h si; alMarğinâni, H idâya ( ingl. trc. C. Hamilton, London, 18 70), kitap L ; Th. W. Juynboİl, Handbuch des İslâm, Gesetzes, s. 294—300. (T . H. W SIR.) D İZ. ( r . ; eski şekli dizh, avest. d a e z a ), « i s t i h k â m , iç k a l e". Arap müelliflerinde de Horasan ile Mâverâünnçhr şehirlerindeki



DİZFÜL.



^ 27



( Semerkand, Buharâ, Belh» Merv, Nişapur, Herat v.b.) Sâsânîlerden kalma iç kalelere verilen kokandiz adım buluyoruz. Iç kalenin kuman­ danına dizdar denilirdi. D İZ F Ü L . [ Bk. DiZFÛL,] D İZFÜ L* DİZFUL, Hüzistân 'm m e r k e z i olup, 320 25' şimal arzı ve 48° 35' şark tulün­ de ( Greenw.), ismini aldığı Dizfül-rüd yahut A b-i Diz kıy ısındadır. Burücird mmtakasından gelen bu ırmak ise, Band-i K ir [b k . *ASKAR MUKRAM ] 'den bir az sonra, Nahr Karun 'a dökülür. Herzfeld 'e göre, Dizfül deniz sathın­ dan 200 m. yüksekliktedir ve Sus ovasında yük­ selen dağların son yamacım teşkil eylemekte olup, irtifâı 20 m. geçen bir kaya yığını üzerin­ dedir. Sus mâdenleri, cenûb-i garbide takriben 22 kilometreden itibaren başlar. Farsça Dizpüt denilen Dizfül ( »köprü kalesi" ) ismini her hâlde ırmak üzerinde kurulmuş muhteşem bir köprü­ nün müdafaası maksadı ile yapılmış olan kale­ den almıştır. Araplara nazaran, bu köprü Sâsânî hükümdarı Şâpür II. tarafından inşa edilmiş ve sonraları bir çok defalar, hiç değilse ke­ merleri, tamir olunmuştur. Muştavf i ( 740 == 1340) 42 kemerden bahseder. Iranlı müellif 'A lı Yazdi (828 = 1425 ) 28 büyük ve 27 kü­ çük kemer zikreder. Loftus 'a nazaran, hâlen 21 kemer mevcuttur ve müteaddit tâmirat yü­ zünden, bunların tuğla kısmı tamamiyîe yeni bir manzara arzetmektedir. Köprünün ancak ayakları, şüphesiz, eski olup, belki Sâsânî dev­ rine kadar çıkabilir. Köprünün kalesi etraf da toplanmış olan evler mecmuuna, eski arap; coğrafyacıları tarafından, muhtelif isimler ve­ rilmiştir. IÇaşr al-Rünâş ve Kantarat âl-Rüm ( »Roma köprüsü" ), Çantrat al-Rüd ( »nehir köprüsü" ), Kantarat al-Zâb ( nehir adı olarak, Zâb kelimesine çok tesadüf edilir. Menşe'i sâmî olup, a l î »akmak" kökünden gelir). S â ­ dece al-Kantara de denilmektedir. Bundan baş­ ka, Kantarat Audâmiş adına da tesadüf olu­ nur (A ndllm işk bu mevkiin asıl ad ıd ır). Be­ nim bildiğime göre, farşça Dizpül adına, ilk defa olarak, Yikmt 'ta tesadüf edilmektedir. Bugünkü Dizfül 'da 34 cami ve hemen o mıkdarda evliya türbesi vardır. Şehrin sûrları harap bir hâldedir. Evlerin inşasında en çök kum taşı kullanılmış olduğu görülmektedir. Bü­ tün İran şehirlerinde bulunan serdaplara (yer altı odaları) burada da rastgelinir. Yukarı­ da bahsedilen kaya ve üzerinde evler yükselen enkaz yığınlarının altında, Herzfeld bir çok geçitler ve mahzenler olduğunu yazıyor. Bu sey­ yahın ifâdesine göre, ikamete mahsus evler ile serdapîar aynen Musul Makilerin üslûbundadır. Dizfül Hüzistân 'm en mühim sanayi merke­ zidir* Kumaş boyacılığı ile çivitçilik ve keşe



6aS



DİZFÜL - DOBRUCA.



imalâtı, adetâ, buraya mahsustur. Çıvit bu mmtakaya ancak XIX. asrın ilk yıllarında idhâl olunmuştur. Yetiştirilmesi de şehrin civa­ rında büyük bir sür’atîe taammüm eylemiş olup, bugün Dizfül 'un başlıca ticâret madde­ lerinden biri sayılmaktadır. Başlıca kebe imâl edilir ve bundan keçeler, beygir Örtüleri, ke­ penekler ve külahlar yapılır. Yün bilhassa Lûrîstan 'dan gelmekte olup, Herzfeld 'e nazaran, reçina, zamk, kitre zamkı, mazı, kürkler ve deriler de oradan gelmektedir. Şarkın en îyİ kalemleri telâkki edilen ve H indistan'a ve bir vakitler İstanbul 'a kadar sevkedilen kamış ka­ lemlerin en iyileri Dizfül 'da imâl edilir. Bu kalemlerin imâli için, bilhassa Fırat ile Dicle ’nin cenup sâhilinde bulunan ve Batiha deni­ len bataklık sahanın bitirilemeyecek kadar mebzûî kamışlarından istifâde edilir [bk . AtBATIHA ]. Bu izahattan anlaşılıyor ki, Dizfül 'da pek canlı olan sanayi ile birlikte mühim bir ticâret faâîıyeti de vardır. Evyelâ şimal ve şimâî-i garbiye giden kervan yolları ( Hurramibâd, Burücird } buralarda mevcut olan âsâyişsizlik yü­ zünden, âdeta tamamen kapalı bulunduğundan, bu ticâret ancak büyük Şüster yolundan fayda­ lanmaktadır. Son senelerde Dizfül, Iran 'ı baş­ tan-başa geçen demir yolu üzerinde mevki al­ mış ve civardaki petrol ve asfalt menbâlarmın işletilmesi ile, yeni bir ehemmiyet kazanmıştır. Son asır ortalarına doğru nüfus, Loftus ta­ rafından, 15 — 18,000 müslüman olarak tahmin edilmişti. Houtum Schindler 1879 'da nüfusu 25.000 ; Well 1883 'te 20.000 ; Herzfeld 1907 'de, iranh, kürt, lûr ve arap olmak üzere, takriben 15.00a olarak hesap etmektedir. Şehirde İran 'm bîr kaymakamı ( nS'ı‘6 al-huküma ) otururdu. Â b-i Diz üzerinde ve Dizfül *un bir az yuka­ rısında Rüband mevkii vardır ki, kubbeli câmii ve haricî manzarası ile, Sus 'ta Danyaî peygam­ berin mezarım İhtiva eden mabedi hatırlatır. B i b l i y o g r a f y a ; B ibi. Geogr, Arab. (nşr, de Goeje ), tür. y e r.; Yakut, M açam (nşr. W üstenfeld), I, 372 ( mad. Andam iş), IV, m (mad. IJaşr R ü n â ş ); G, le Strange, The lands o f ihe eastern Caliphate ( 1905 ), s, 233, 238 v .d .; Cihannuma, geographia orient. (vers. latina a M. Norberg, 18 18 ), I, 3 32 ; W. Ouseley, Travels in various coızntries o f the East (London, 18 19 v. dd.), I, 358 v. d d .; Ritter, Erdkunde, VIII, 390; IX, 164, 170, 193— 195, 32 2; A . H, Layard, £>escripi. o f Khuzistan ( Jo a r n , o f ihe Roy. Geograph. Society, 1846 ) ; W. K. Loftus, T ra­ vels and researches in Chaldaea and Sustana (London, 18 57), s. 310 —3 14 ; Spîegel, E ranische Altertumskunde ( 1 8 7 1 ) , I, n o , 3 7 5 ; Hoytum-Şchindler, Zeitsçhr, dçr Çesellsch, f .



E rd k u n d e( Berlin ), XIV (18 7 9 ), s, 38 v, d d .; Well, Su rveyin g toürs in the Southern Persia ( Proceed. o f the R o y . Geograph. Societ.., 1883, s. 138 v. d d .} ; de Morgan, M ission scientif. en P erse, £tud.georg.,ll> 274 v.d,, 3 16 ; E. Herzfeld, Petermann $ Geograph. M itteil., 1 9 0 7 , s. 73 v. dd. (M . S t r e c k .) D O 'A N . [B k . DO’AN.] DÖ ’ A N . DO'AN (D a v 'A N ), Hazramüt'ta bir v â d i olup, boyu 80 km. kadardır ve 48°—490 şark tülü arasında şimâl-i garbı istika­ metinde uzar. Bu vadiyi, von Wrede» 1846 'da, Vadi Hazramüt’a ulaşmak için, yaptığı neticesiz teşebbüs esnasında görmüştür. Bent, bu şehrin Hamdâni 'nin Dö'an, Batlamyus 'un öau av^ ve PHnius'un ise, Thoani adım verdiği şehir ol­ ması ihtimâlini ileri sürüyor. Bent, V ad i Dö'an 'dan, bunun Hayla 'nîn aşağısında 5 km. mesa­ fede, Vadi a l-îsâ 'ya karıştığı mahal civarından geçmiştir. Vadinin iki kolu olduğunu ve bun­ lardan geniş olanına Dö'an ismi verildiğini bu seyyah söyler. Aynı sene zarfında, B en t’ten Önce, Leo Hirsch de Vadi Dö'an ’dan von 'Wrede 'nin varmış olduğu noktaya gitmiş ve oradan ileriteyerek, Şibâm 'a kadar yolunu uzat­ mıştır. Günlük ticâretinin çok geliştiği devirde Dö'an kasabası bu maddenin pazar yeri idi. B i b l i y o g r a f y 0 : A . v. Wrede, Reise in Hadhram auİ (nşr. v. Maltzan, 18 7 0 ) ; Sprenger, A lt e Geogr. Arabiens, § 254 v. dd., 310, 439 î Leo Hirsch, A Jo u rn ey in H ad ramaut ( Geographical Jo u rn a l, 1894, s. 198 v.d.) ; Bent, Southern A rabia ( London, 1900), s. 90 v. d .; Hamdâni, Geogr. der A rab. HaU binsel ( nşr. MÜlîer), s, 86, 21,21, 87, ıs, 21; Ptolemaeus, Geogr. Lib. V III ( nşr. Wilberg ), s. 4 1 1 ; van den Berg, Le I J adhramout, s, 13, 23 v.d., 4 2; de Goeje, Revue Colon, Internai,, 1886, I, 106 v .d .; Landberg, Had~ ramoât, bk, fihrist. (T . H. WEIR.) D O B R U C A , evvelce Osmanlı imparatorlu­ ğuna âid olup, bugün Romanya ’nm bir sahil eyâletidir. C o ğ r a f y a . Fransız coğrafyacısı Emm. de Martonne ( Europe cenfraZe, IV , de la Geographie üniverselle publiee sous la direciion de P . V idal de la Blache et L . Gallois. Paris, 19 31, s. 7 8 1) 'un dediği gibi, „tabi’î bir bölge" olan Dobruea 50—500 m. irtifamda bir yayla olup, şarktan Karadeniz, şimâlden Tuna ve Tuna'ya karışan Lom ve Karadeniz'e dökülen Pravadı ırmaklarının derin çöküntüleri ile tah­ dit edilmiştir. Bu suretle Dobruea platosu, Rusçuk—Varna hattı ile, ön Balkan platosun­ dan ayrılmış bulunmaktadır. Dobruea 'ııın cenup hududuna gelince, bu huşnsta tam bir ittifak yoktur. Fransız seyyahı



DOBRUCA. Allard 'm, Silistire — Pazarcık — Balçık olmak «zere» tesbit ettiği hattı kabûl etmeyen bulgar coğrafyacısı îşirkof ( Fizzçeska geografiya, D obruea. . . » s. $)» »»kolaylık bakımından"» Bükreş muahedesine ( 19 13 ) göre tâyin edilmiş olan Romanya hududunu benimser ki» bu da aynı hatta tekabül etmektedir. Şu noktayı da hatırda tutmak lâzımdır ki» Scythia Minör ( Dobruea 'mn eski zamanlardaki adı ), cenup­ tan bugün Batova vadisi ( Velea fara iarna «kış yüzü görmeyen vâdi" ) denilen Zyras ır­ mağı İle çevİrilmişti. Kâtib Çelebî 'de de aynı malûmata rastlanır. Muasırı Evliya Çelebi de, Pazarcık 'tan bahsederken: — »»Tulça kalesinden tâ bu muhalle gelince Dobruea vilâyeti addolu­ nur" ( VIII, 57 ) — diyor. Fakat münşi Ahmed b. Mahmüd, 17 n seferinin menzillerini kayd­ ederken (Preussische Staatsbibliothek, Ş e r ­ lini Mss., Or. nr. 1209, var. 216 ) : — »»Hacıoğlu pazarından Musa Bey kariyesi 5 saattir. Dob­ ruea 'nin evvelidir" — demektedir. Şu hâlde, 19 13 — 1940 arasındaki siyâsî hududu Dobruea 'nin cenup hududu saymak icap ediyor. Dobruea'mn şimal hududa her zaman vazıh olarak çizilmiştir. Hoca Sa'd aî-Din, büyük türk coğrafyacılarından daha bir asır evvel, »»Dobruea vilâyetinden Tuna kenarına varıp . . . “ (II, 42 ) tâbirini kullanmaktadır. Kâtib Çelebî (s . 3 3 ) îshakçı'm n Tuna üzerinde meşhur bir geçit yeri olduğunu kaydeder. Evliya Çelebî ( VIII, 56 ), „menzil-i Tulça, yâni hudûd-i vilâ­ yet-! Dobruea" demektedir. Mamafih Dobrotiç ( bu yerlere adım veren kahraman ) prensliği­ nin şimâlde nerelere kadar uzandığı mâlum değildir, öteden beri mevcut mahallî bir an'aneden asıl Dobruea 'mn hudutlarını çıkarmak mümkündür. Görünüşe göre» Dobruea, Köstence — Mecidiye hattının şimalinde, Dobruea ağızı ( Gura Dobrogeİ ) denilen ve Kara-Harman ile eski Histria 'dan pek uzak olmayan küçük bir vadiyi aşmamış olsa gerektir. A sıl Dobruea 'mn eenûb-İ garbisinde DeliOrman (b, bk.] bulunmaktadır. Evliya Çelebî, (V M , 58) Pazarcık'tan bahsederken: — «On­ dan kalkup yine cânib-i cenûba 4 saatte vilâyet-i Deli-Orman içre menzil-i karye-i GokçeDelik" — der ve Yenipazar ( Novibazar) 'dan sonra d a : — ,,2 saatte karye-i Madara . . . bu mahalde Deli-Orman vilâyeti dahi tamam oldu" kaydını ilâve eder. Kâtib Çelebî ise, Şumnu 'nun Dobruea 'da olduğunu kaydeder. Dobruea 23.349 km2, büyüklüğünde olup, ta­ mamıyla Romanya 'mn idâresinde iken, 4 vilâ­ yete ayrılmış bulunuyordu: Tulcea (T u lça ), Constanta ( Köstence ) vilâyetleri ile 1940 'ta B ulgaristan’a terkedilen Durostor (Siİistİre) ve Calîacra.



629



Coğrafyacılar bu jeolojik ve morfolojik hâ­ diselerin kavuşak noktasında 3 mmtaka ayırt etmektedirler, 1. Tulça kütlesi, 2. asıl Dobruea ve 3. Deli-Orman. Baba-Dağı ve Telitsa plato­ ları, Pricopan tepesi (4 5 1 m.) ile birlikte, itîkâlden hâsıl olma bir sıra yamaçlar halinde­ dir ve aynı zamanda çöl önündeki araziyi an­ dırır. Dobruea ’nııı merkezî 50—120 m. irtifâında daha alçak bir bölge olup, denize ( TekirGöl, Mangaîya ve Batova ) veya Tuna 'ya ( Peceneaga, Karasu, U rluia) doğru inen dar vâdiler ile çevrilidir. Burası en çorak, fakat ziraate elverişli bir mıntakadır. Buradan üçüncü mmfakaya geçilirken, pek değişiklik görülmez. Üçüncü mmtaka, irtifâı 2CO ile 500 m. arasın­ da değişen bir miocene platosu olup, şimal-i garbî istikametinde vâdiîer ile kesilmiştir. Dobruea umumiyetle susuz bir mıntakadır. Ev­ liya Çelebî ( III, 357 ) «amma Dobruea içi olmağ’.a gayet susuzdur" der ve ayrıca (V1H, 57 ) Pazarcık sahili memleketlerinden su geti­ rildiğini, fakat Koprülü-zâde Ahmed Paşa ket­ hüdası İbrahim A ğa 'mn, 50.000 kuruş sarf ede­ rek, şehirde 8 çeşme yaptırdığını kaydeder. Polonyah müverrih Dlugosz XV. asırda, Varna muharebesinden bahsederken, hıristiyan ordu­ sunun susuzluktan pek ıstırap çekmiş olduğu­ nu söyler. T a r i h . Bu havalinin bilinen ilk ahâlisi, Trakiardır, Dârâ, iskİtlere karşı olan meşhur seferinde ( m. Ö. 512 ), Iran 'dan gelerek, „Traklarıh en şecî ve en âdil kabilesi ( Herodot, IV, 93 )“ olan Getîer ile çarpıştıktan sonra, Tuna 'dan geçmişti. Dârâ, delta civarında, çok daha sonraları osmanh padişahlarının yaptığı gibi, İshâkçı (rum. Isaccea ve eskiden Oblucista; krş. Kog. II, 33 ) 'da kurulan bir köprüden geçerek, nehri aşmıştı. Yunanlılar VII. ( m. ö .) asırdan itibaren, zi­ raat ve çobanlıkla geçinen Getlerin mesaisin­ den faydalanmak maksadı ile, Karadeniz sahi­ line yerleştiler. Bu civarda yunanlıların ikamet etmiş oldukları başlıca şehirler, delta civarın­ daki Histria (K aran asu f), Tomis (K östence), Kallatİs (M angaîya), Bİzone (Kavarna civa­ rında ), Kalliakra ( osmanlı menbâlarmda Geligra ), Kruni ( «kaynaklar", daha sonra Dionysop olis; bugün Balçık ), Kranea ve Gerania ( Ekrene) ve Odessos ( V arııa) 'tur. Bu şehir ad­ larından bazıları orta çağa ve hattâ zamanı­ mıza kadar devam etmiştir. Iskitler de buralara inmişlerdir. Dobruea, eski çağlarda bu kavmın çekilip gitmesinden sonra da, Scythia Minör ( «küçük İskit İİİ“ ) adı ile tanınmıştır ( Strabon, 3 11 ). Keltler Anadolu 'ya geçişlerinde, Roma devrinde kul­ lanılan adları getirdiler : Noviod«n»m( îshakçı)



630



DOBRUCA,



ve Durostorum ( S ilistire). Cermen Bastarnlan ( cermenlerin en şarkta oturan kolu), Roma 'nm buraları fethetmesitae kadar, Dobruca'da kaldılar. Roma, Dobruca 'yı 29 ( m. ö.) 'da iş­ gale başlamış ve 105 ( m, s.) 'te Traianus 'un fütuhatı ile istilâ tamandanımştır. Roma mede­ niyeti, şehir bayatı, geniş ölçüdeki inşaatı, yol­ ları ve garnizonları ile, bu eyâlete öyle kök salmıştır ki, izleri halâ seyyahların dikkatini celbetmekiedir. 250 ( m. s . ) senelerine doğru Dobruca tekrar kavimlerin uğrağı ( vî a gentiu m ) olmuştur. Gotîarm ve aynı soydan olan Herullerîn ( bâzan 500'e varan) gemileri, Tuna ağızların­ da görünmüşler ve sahil şehirleri yağmaya uğramıştır. Vizigotlarm İtalya 'ya gitmesinden (408 ) sonra, türk ırkından olan bir kavmin, yâni h unların, buralara ayak bastığım görüyoruz. Theodosius 1I„ hunlar ile yaptığı bîr muahe­ dede, kağana Tuna 'nın cenubunda bir kaç koprü-başı terk etmiştir. Carsium (H arşova) müstahkem mevkii bunlar arasındadır ( Pris» kos Panites, C. Müiler, Fragm enia h isior h o ­ rum graecoram , Paris, 1881, IV, 72 ). Nitekim osmanlılar da, XV I. asırda Eflâk 'te, Harşova 'nm hemen karşısında Ibrail ( B ra il) fcöprübaşını kurdukları zaman, aynı şeyi aksı isti­ kamette yapmış oluyorlardı. A ttıîa 'nm ölümün­ den sonra, küçük oğlu Hernac, deltanın cenu­ buna yerleşti ise de, burada uzun müddet ka­ lamadı. Aynı devirde AUanlarm [ b. bk.] da adı geçmektedir. Ostrogotlar da bir aralık Dobru­ ca'd a görünmüşlerdir. A şağı Tuna'da bunların yerlerine islavlar ile bulgarlar geçmiştir. îslavlar, aynı soydan olan Antalar ile bir­ likte, 5 3 4 'te bu havâlide zuhur etmişler ve 551 ve 552 'de Balkan yarım adasını istilâ eylemiş­ lerdir. 562 'de imparator Justinianus, orada yerleşmek maksadı ile, şimalî Dobruca’yı işgâ! etmiş olan A varlar ile müzakerata girişmek mecburiyetinde kalmış ve kalkıp gitmeleri için bunlara Pannonia ( Macaristan ) 'da arâzi ver­ miştir, Köstence 'de bulunan, VI. asırdan kalma yunanca bir hıristiyan kitabesinde Tzeiuk oğlu A tala ( vAtaX okumuştur) Saltık, aleyh ir rahme, bâzı türk obaları İle Rumeli 'ne göçüp, Dobruca nevahisiııde sakin oldu" (s . 3 ) , Sonra „Saru Saltık uburu Rumeli 'ne 662 (12 6 3/126 4 ) idi ( s . 3 ) " . Merhum sultanın Bi­ zans 'ta başına gelenleri anlattıktan sonra: „Bir gün sultan 'İzz al-Din ve 'A lı Bahâdır Fasiliyos ( imparator ) 'a g ittiler: — biz türk taifesiyüz, dâimâ şehre duramazız. Taşrada bize bîr yer virüp, tâyin olsa, Anadolu 'dan bize taallûk türk evlerin götürüp, onda yaylasavuz ve kışlasavuz, dediler. Fasiliyos Dobru­ ca ilini ki, eyÜ divar bî-hark tenderest ve âb-ü havası hûb tsAo* Mır? onlara yer ve yurt verdi ve Anadolu 'dağı kendülere taallûk türk obalarına el altından haber ittiler, kışlak ba­ hanesi ile, Saru Saltık ile İznik'e inip, Iznikmid 'den Üsküdar 'a gelüp, çok türk evi geçti ve hayli zaman Dobruca ilinde iki — üç pare müslüman şehri ve 30—40 bölük türk obaları vardı" (s . 9 ). Fakat Tz% al-Din, çok geçme­ den, hapse atıldı ve Deşt-i Kıpçak hanını İm­ dadına çağırd ı: — ,,01 yıl muhkem kış oldu, Tuna suyu katı dondu ; Berke Han 'm çerisi buz üstünden geçüp" ( s . 1 1 ) izz al-D in'i kurtar­ dı ve Kırım 'a götürdü. Dobruca 'ya gidip yer­ leşenlere gelince, „ve Dobruca türklerîn Saru Saltık ile Deşt-i Kıpçak 'a iletüp, Solcad ( Solgad ) ve Suğdak ( Sudak ) '1 sultana tımar ve



türklere yer ve yurt verdi". Aynı hâdiseler, bir az müphem olmakla beraber, Seyid Lok­ man 'dan bir buçuk asır evvel yaşamış olan diğer bir türk vekayinâmecisinde, Yazıcı-zâde Ali ( krş. P. Wıttek, D er İslam , XX, 202 î GOV, 15 ) 'nin Murad II.'a ithaf ettiği Tarih-i âl-i Selçuk 'undaki „hîkâyat-ı meâl-i ahval-i memleket-i Rûm ba’d ez vefat-i sultan Ebû Se- . yid Gazan Han" bahsinde âdeta te'yit edildi­ ğini görmekteyiz ( Revan köşkü, yazm., nr. 139 1, var. 445a—445*»): — „ 0 l tarihte Rumeli 'nde Dobruca vilâyetinde revan müslümanlar Halil Ece ile göçüp, gemi ile Karasİ iline geçtiler, zira Anadolu 'da fetret olup ahbar munkat oldu idi ve Rumeli 'nde Uîgar ( Bul­ g a r) beyleri huruç idüp, fasiliyos üzerine müs­ tevli olup, Rumeli 'nün ekserin almışlardı. 01 sebeple onlardan üşenüp, göçüp Anadolu 'ya geçtiler. Rumeli 'nde kalanlarun Saru Saltuk fevt olduğundan sonra, ahiryan oldular". Böylece, Bizans kaynaklarının isim zikret meyip, sâdece hâdiseleri kaydetmelerine rağ­ men, selçuk türklerinin, asıl adı Mehmed Buhârî olan (E vlıy â Çelebi, II, 13 4 ; krş. III, 366 'da müellif Baba-Dağı 'ndan bahsederken, Özü valisi Kenan Paşa 'mn kaleme almış olduğu bir Saliuknâm e kaydeder kİ, „Yazıct-zâde mennâkibi,, ile „Fütuhat-i Tohtamış Hatı" 'dan m uktebestir) Hacı Bektaş 'm muasırı ve mü­ ridi Saru Saltuk Dede 'nin idaresi altında, Anadolu 'dan Dobruca 'ya mülıaceret etmiş ve o havalide devamlı bir şekilde yerleşmiş ol­ duklarını kabûl edebiliriz. Bunların, Lokman 'ın dediği gibi, Kırım 'a geçmiş olmaları, K ı­ rım 'da izlerine rast gelinmediğine göre, vârid olmasa gerektir. Diğer cihetten bu anadolululardan bir kısmının Karası 'ye dönüp, diğer­ lerinin Dobruca 'da kalmış olmaları da müm­ kündür. Mamafih 1290 senelerine doğru, Tirnovo çarı, kuman soyundan Georges Terteriy Nogay hanın ( ölm. 1299) metbuluğunu kabûl etmişti. Fakat N ogay'm oğulları Çeke ile Teke (Tuklubuga da denir), Toktay Han ile bozuştuk­ ları İçin, garba iltica ettiler ( krş. V, Tiesenhausen, Shornik materialov otnosyaşçihsya k is~ torii Zolotoy Ordı, Petersburg, 1884, I, 93 ). Teke Tuna üzerindeki İshakçı şehrini zaptetmiştir (krş. Nuvayri, ayn. esr,, s. 13 9 ; Ibn Haldun, ayn, esr,f s. 370, tab. Bulak I, $34, bu fasıllar yo ktu r). Tuna 'yı geçmeğe en müsait nokta olan İshakçı 'yı, aynı devirde yaşayan arap coğrafyacısı Abu '1-Fidâ' da zikreder ve şimal memleketleri, yâni Karadeniz memleket­ leri hakkında malûmat bulunmadığına hayıfla­ nır (krş. Geographie d ' A boulfeda, 11, Tente arabe par Reinaud ve de Slane, Paris, 1840, s. 34 ; frns. trc, Reinaud, Paris, 1848, s. 41 ) ;



DOBRUCA. sonra Tuna 'yı tasvir eder ( II, 63 ; I, 80). Fakat en mühim kaydı şudur: J*t .-Jt,?. Bu, Dobruca ahâlisi arasında, isîâmiyetiıı .mev­ cudiyetini gösteren kat’î mâhiyette İlk şaha­ dettir. Bu-müslümanlarm Anadolu'dan muha­ ceret etmiş olan tiirkfer olması kuvvetle muh­ temeldir. İhn Batüta Altm-Ordu 'dan gelirken, türklerİn evvelce yerleşmiş oldukları bu diyardan 1334 'te geçmiştir. Seyyah eserinde ( trk. trc. Mehmed Şerif, İstanbul, 1333, I, 386), ,fba'dehu Baba Saltuk namı ile mâruf bîr beldeye muvasalat ettik . . . Baba Saltuk türk bilâdmın sonudur. Bununla rum memâlikine mübde'i beyninde, ümran ve sükkândan hâli bir berri­ ye dahilinde olmak iizere, 18 günlük mesafe bulunur" der ve Dobruca ’nm kuraklığından şi­ kâyet eder. Altm-Ordu ile Rûm 'u birbirinden ayırt etmesi, arada bir devlet hududu bulun­ duğu zehabım verirse de, bu sâdece tarihî bir hâtıradan ibarettir. O zamanlar siyâsî vaziyet şöyle İd i; tÜrklerin tâbi bulunduğu eski bulgar devleti in­ kıraza yüz tutmuştu; nitekim çok geçmeden de bir çok prensliklere ayrılacaktır. Bizans bir hâtıradan ibaret kalmıştı. Altm-Ordu bile pek uzakta kaldığı için, Dobruca, bütün eski methûlarmın hüküm vç nüfuzundan kurtulmuş ve yeni bir devletin teşekkülüne müsait bir sa ­ ha hâline gelmişti. Nitekim Kantakuzenos (Bonn, II, 584 v. d.), imparatoriçe Anna 'nin 134 6 'da bu mıntakanm mahallî hanedanların­ dan birinden, Karbona hâkimi Balika 'dan yar­ dım istediğini kaydeder. Balika (isminin türkçe hahk 'tan gelmesi kuvvetle muhtemel bulunan bu zat, ister kuman, ister anadolulu olsun ), imparatorİçeye Theodoros ve Dobrotiç adların­ da iki küçük kardeşini gönderdi. Dobrotiç imparator hanedanı Üe sıhriyet peyda etti ve Kavarna 'ya, daha doğrusu, bugün dahi harabesi mevcut olan Kaliakra (E v liy a Çelebî, II, 234) şatosuna dönmeden önce, bir müddet Bizans sa­ rayında kaldı. 1354 'te Dobrotiç, ağabeyisiniz! idâre etmiş olduğu memlekete hâkim olmuştur, Dobrotiç 13 3 9 'da şimâlı Dobruca'yı ele ge­ çirdi. Bilâhare kızım Mîhaîl Paleologos'a vermek suretiyle, Bizans ile sulh akdetmiştir. 13 7 6 'da Dobrotİtza, damadını Trabzon tahtına geçirmek maksadı ile, Venedik ile anlaşmış ise de, bu teşebbüsünde muvaffak olamamıştır. 1374 ve 13 8 4 'te, XIII. asırda Bizans ile yap­ tıkları bir muahede mucibince, Karadeniz'de ticâret imtiyazını ellerinde tutan cenevizler ile bir çok muharebeler yapmıştır. Mamafih şunu da kaydetmek lâzımdır ki, Dobrotİtza, hiç bir zaman Silisti re 'yi ele geçirememiş ve bu şehir Tirnovo çarlığının elinde kalmıştır. Kezâ, Tu­



na'nin şimal sahilinde bulunması icap eden mühim bir ticaret şehri Kili 'de de, daha son­ raları ( 13 8 1) bir Ceneviz kolonisi İle valisi bulunuyordu. Bu tarihte Kili 'nin cenevizler elinde bulunduğuna bakılırsa, cenevizlerin düş­ manı olan Dobrotiç 'in ülkesi de sahil şehirle­ ri ile asıl Dobruea 'dan ibaret kalmak icap eder. Kaynaklarda Dobrotiç 'a dâir son kayıt 15 şubat 1385 tarihîni taşımaktadır. Kendisi bu tarihlerde vefat etmiştir,. Dobrotiç ismi islavcadır. Mezar taşı Balçık 'ta bulunmuş olan kardeşi Teodoros, bütün hıristiyazıhk âleminde yayılmış bulunan yunanca bir ad taşımaktadır. Bu devlet banisinin adı ( Dobrotiç + türkçedeki -ca, ~ce e k i) Osmanlı, Selçuklu, Boğdan ili v. b. da olduğu gibi, kurdu­ ğu devlete alem olmuştur. Dobruca adına dâir yapılan diğer etimolojiler kabil-i müdafaa değil­ dir. Meselâ CI. Huart (E l, bk. mad.) Herodot 'un (V , 16 ) Aopeö-ıjç 'u îstihşat etmektedir. Coğ­ rafyacı F. Kanıtz ( L a Bulgarie danubienne et ie Balkan, Paris, 1882, s. 480) Dobruca adının, bugün dahi bâzan Bulgaristan ve Sırbistan bölgelerinde „taşlık arâzi" mânasına gelen İs­ la vca dohritze tâbirinden İştikak ettiği fikrin­ dedir. C. Bratescu (D obrogea în secolul X ll\ Bergean, Paristrion, A nalele Dobrogei, 1920, I, 3 ) şöyle bîr faraziye ortaya atmaktadır: do + bercan. Fakat „bercan“ , arap coğrafyacı­ larında pek çok geçen ve Bizans imparatorlu­ ğunun şimalinde sakin bir kavme delâlet eden öU_., isminden başka bir şey değildir. Bütün bu etimolojiler, yakıştırmadan İbarettir. Acaba Dobruca 'yı „Dobrotıç 'in ülkesi" ola­ rak tesmiye eden ilk kayıt, hangi devre aittir? 1298 ve 1464 seneleri arasındaki vekayiin ta­ rihîni yazmış olan bizanslı müverrih Laonikos Haîkokondîlas (Bonn, s. 326) meşhur Varna muharebesinden (14 4 4 ) bahsederken, macar kiralının Karadeniz sahili boyunca, Varna ile Kaliakra arasında „D ovrotikeo . . , horan“ bulgar bölgesinde ordugâh kurduğunu söyler. Türk vekayinâmecİlerine gelinde, bu eyâletin adı, ilk defa, İdris B itlisi (Ölm. 13 2 0 ) ile Sa‘d al-Din 'de „sahray-ı Dobruca" olarak geçer. Âşık Paşa-zâde'de bu tâbire rastgelinmez. Şu hâlde, bu coğrafî ismin XV. asrın ilk yarısın­ da şeklini aldığını tahmin edebiliriz. Yakın komşularından sarf-ı nazar, Bizans, V e­ nedik, Ceneve ve Trabzon gibi büyük devlet­ ler arasında mühim bir rol oynamış olan Dob­ rotiç devleti XIV. asrın sonlarında tarihe ka­ rışmıştır. Dobrotiç 'in oğlu ve halefi Ivanko, cenevizler ile dost geçinmiş ve Joan Asan II. 'm 1Z4Î 'de raguzahiar ile yaptığı gibi ( HD, 1/2, s. 781 ) onlar İle bir ticaret muahedesi ' akdetmiştir. Bu sayede Dobruca ’mn iktisadı



b d B feu C  . vaziyeti» bu devirde pek düzelmiştir. Silistire, Rusçuk ve Dobruca 'mn diğer yerlerinde İvanko 'nun kendi adma kestirdiği bakır sikkeler bulunmuştur. Bu sikkelerde, yunanca olarak, „Dobrotitza ’nm oğlu despot !oan“ ibaresi okun­ maktadır. îşte Yıldırım Bayezid 'in orduları, Tuna sâhillerine vardıkları zaman, vaziyet şu merkez­ de idi. Tiirkler Dobruca ’yı şu şekilde işgal etmişlerdir: Murad I. 778 ( 13 7 6 ) 'de, S a‘d al-D in'in ifâdesi ile MSilisiire ye Niğbolu 'da vali" (1, 93) bulunan Tırnova buîgar çarı Şişman 'a karşı bir sefer açtı. Çar „harac-güzâr olmağı ihtiyar idüp" ( Aşık Paşa-zâde ), inkiyat etti. Ploçnik (138 7 ) 'ten sonra Murad, isyan etmiş olan Şişman T te’dibe karar verdi ve üzerine 30.000 asker ile Firuz Bey 'in oğlu ve­ zir AU Paşa 'yı gönderdi ( îdris Bitlisi, Berlin yazm., Petermann, nr. 391, var. 2Xa ). Tımurtaş'm oğlu Yahşi Bey'İn yardımı ile Pravadi, Şumnu ve Tırnova işgal olundu. Anonim vakayi­ namelerde İvanko 'ya dâir bir kayıt da vardır ( Leunclavİus, ayn. esr., kol. 273). Türk ordu­ su Dobruca 'da İvanko 'ya karşı yürüdü. İvanko 'nun, muahedeler hükmünce, padişaha inkıyad etmesi lâzım geliyordu. Mamafih Varna İşgal olunmadı. Şişman Niğbolu 'da muhasara edilin­ ce, Silistİre 'yi vererek, teslim oldu. Süİstire, bulgar çarının söylediklerine göre ( Leunclavİ­ us, göst. yer.), büyüklük, binalarının ihtişamı, ahâlisinin çokluğu ve kalesi ile, diğer bütün şehir ve kalelerine üstün bulunmakta idi. Sa'd al-Din (I, 1 1 2 ) »amma Silistire kalesini bi rl-ia vc va ’l-rizâ teslim etmesi istida olundu" der. Fakat Silistre 'nin allak valisi Şişman sözünden dön­ dü ve „teslim-İ kaleden imtina eyledi". Böyleçe yeniden harp başladı. Hoca Sa'd al-Din 'den daha eski bir vekayinâmeei, Ruhî Çeîebî Edirnevî ( ölm. 15 2 7 ; krş. GOW, 42, yazm. Berlin, Preussiscshe Staatsbiblioihek, Quart 821, var. 34) bu vekayiin 138 6 'da geçtiğini kaydederek, oldukça mühim bir şekilde anlattıktan son ra: — jSusmanor (Şişman olacak) dahi gelüp,A !i Paşa ile mülakat İdüp, Siİİstre kalesinin miftahlarm getirüp, ol vilâyeti teslim etti" — der. Ce­ nubî Dobruca ele geçtikten sonra, bütün Tuna hattının fethine başlandı. Bu harekât netice­ sinde, Şişman ile ivanko'nun diğer ülkeleri ile birlikte, Dobruca W hiç olmazsa bir kısmmm işgal edilmiş olduğu muhakkaktır. Sa'd al-Din, çarın tekrar Ali Paşa'ya teslim olmasını an­ latır. Çar Tavuslu 'da padişahın huzuruna gö­ türülmüş ve yeniden affedil miştır. Anonim vekayinâmelerde (Leunclavİus), Şiş­ man'm kat'î tesliminden evvel ve Ziştova'mn zaptından sonra şöyle bir vak'a görülür: Ali Paşa, evvelce Tuna Bulgarîstanı 'na geçen ulah»



ların işgâl etmiş oldukları kale ve hisarlara karşı seferine devam etti ve bu garnizonlar alındı. Şu hâlde ulahiarm istilâsı He hemenhemen aynı zamanda başlayan osmanlı fütuha­ tı, şu tarzda vuku bulmuştur ( Panaitescu, ayn. esrt) s. 2 1 2 ) : Eflâk voyvodası Mircea cel Batrân ( 1386— 1418 ), 1388 'de, henüz iyice yer­ leşmemiş olan türklerin elinden Dobruca 'yı almıştır, ivanko ile Şişman 'm artık muka­ vemet edemeyeceklerini görünce, askerini Tu­ na 'mn cenubuna göndermiştir. A rtık adı geç­ meyen ivanko, her hâlde A li Paşa tarafından, esir alınmış veya öldürülmüştür. Romanyalılar da ivanko 'nun bir kısım arazisini işgâl etmiş­ lerdir. Her tarafta garnizonlar bırakan AH Paşa 'mn gitmesinden sonra romanyalılar bütün Dob­ ruca 'ya ve bu meyan da Yahşi Bey 'in muha­ fazasına tevdi edilen Silistre 'ye hâkim oldular. 13 9 0 'da Mircea cel Batrân, „Dobrotiç ülkesi despotu ve Silistre hâkimi" ( terrarnm D obrodicii despotus et T ristri dominus ) unvanını aldı (//£>, Vî» 322 ). Rumen voyvadasmm 1389— 1394 seneleri arasında Dobruca 'ya hâkim olduğu, „Silistrc rüesasına" emirler verdiği muhak­ kaktır. 139 4'te Yıldırım Bayezid tarafından bozguna uğratılınca, Mircea Tuna'nm beri ya­ kasındaki arazisini kaybetti ve ancak Ankara hezimetinden sonra, 1404 senelerine doğru, eenevizlerin elinden aldığı Kili ile birlikte, tekrar buraları ele geçirdi. Bu devirde Musa Çelebî, Emîr Süleym an'a karşı, Rumeli 'deki osmanlı mülkünü kendi ejîne geçirmeğe gayret ediyordu. Bu vak'aları Aşık Paşa-zâde ( nşr. Giese, s. 7 3 ) pek kısa geç­ miştir. Sa'd al-Din ( I, 248 ) bu hususta daha çok mâlûmat verir ve bu teşebbüsü, bizzat rumen voyvodasının bir hareketi olarak gös­ terir. Karaman-oğîu ile îsfendiyâr-oğlu, bu harekete yardım ettiler. Mircea ’nm gemisi osmanîı şehzadesini Sinop 'tan alıp, Eflâk 'e ge­ tirdi. Musa Çelebî 'nin Eflâk 'te karaya ayak bastığı nokta her hâlde Kaliakra olmuştur. Mircea kızlarından birini M usa'ya verdi ve kendisine osmanlı hududuna kadar refakat etti. Musa Çelebî 'nm akıbeti malûmdur. 14 13 'te öldürülmüştür. Dobruca, 14x7 'ye kadar, bir rumen eyâleti olarak kaldı. 14 15 tarihli bîr vesikada Mircea, „bîr çok türk şehrinin hâkimi" unvanını takı­ nır ( H D , 1 —2, 825 ) ki, bu diğer vesikalardaki Dobruca ve Silistre mânasına gelmektedir. E v­ velce Musa Çelebî 'nin yaptığı gibi, kendisine iltica etmiş olan Düzme Mustafa 'yı himâye et­ tikten sonra, Mircea, Mehmed I. 'e karşı da, meşhûr Şeyh Badr al-Din [ b. bk.] 'İ tutmuştur. Mircea 'mn bu hareketleri, Mehmed I. 'in ken­ disine karşı bîr sefer açmasına sebep oldu (8 19



DÖBRUCAı = 1416/1417 ). «Orduları Tuşa 'yı geçip, Eflâk diyârım ılgar ettiler ve nehrin kenarında YerKökü adı ile bir hisar bina eylediler; Ishakçı ve Yenİ-Sale kalelerini de tamir ettiler'* ( Sa'd al-Din, I, 284; Ruhî Çelebî Edirnevî, ayn. esr., var. 104 v.). Sûrları Baba-Dağı ve Razelm göl­ leri arasındaki geçit tepesine hâkim olan YeniSale kalesi, 1938 'de incedea-înceye tetkik edil­ miş ise de, hangi devirde inşa edilmiş olduğu tâyin edilememiştir. Yalnız burada, Bizans sik­ keleri ve Mircea cel Batrân ile Boğdan voyvo­ dası Petru Muşat ( *375— 139 1 ) 'a âit, bir çok sikkeler bulunmuştur ( bu kazılar için bk. Revista Istorica Romana, 1939, IX, 498). Görü­ nüşe göre kale, türklerİn fethinden sonra met­ ruk kalmıştır. Evliya Çelebî ( III, 363 ) bu «yal­ çın kayalar" önünde.durup seyrettiğini ve için­ de koyun çobanları sakin olduğunu söyler. Dobruca, kat'î olarak, 14 17 'de Osmanlı impa­ ratorluğuna ilhak olundu ve 1877 V e kadar, 460 sene müddetle bir türk eyâleti olarak kaldı. Eflâk voyvodası Dan II., macar kıralı Sigismund ile ittifak ederek, Tuna berisindeki ka­ leyi ve bilhassa Silistre 'yİ ele geçirmeği tasar­ ladı. 1423 'te bu şehir taarruza uğradı ve ya­ kıldı. Murad II., bu hareketin intikamını aldı. Türk müverrihi Fîrûz Bey 'in «ol etrafta olan ümera ile memleket-i Eflâk.’e akın ettiğini kayd­ etmesine göre, Murad H. daha ziyâde Mehc med I. 'in ümera, yâni sancak beyi tâyin etmek suretiyle, bu vilâyeti idârî bir teşkilâta bağla­ dığı anlaşılmaktadır. 1444 'te Dobruca 'yı oldukça harâbîye uğra­ tan meşhur Varna seferi vuku buldu. Memle­ ket ahâlisinin acıklı istimdadı üzerine ( Aşık Paşa-zâde, s. 1 2 ı ) , Murad II. Dobruca sahrasına geldi. O devirde yaşamış olan polon yalı mü­ verrih Dlugosz, mağlûpların günlerce Dobru­ ca 'd a aç ve susuz dolaşıp, rumenîerden kıla­ vuzları olmayanların türkler ile meskûn mahal­ lere düşerek, mahvolduklarını anlatır. Ruhî Edirnevî (var. 118 r ) : — «Baki kalan kâfir dahi Eflâk tarafın tutup, Dobruca sahrasına düşüp kaçtılar" — der. Dobruca 'mn mukadderatım tâyin etmek, için, başkaca büyük bir muharebe vuku bulmamış­ tır. Mamafih 1445 'te, papalık ve Burgonya ge­ milerinin yardımı ile, Hunyadi 'nin tertip ettiği bir sefer, bu sefere iştirak etmiş olan Wavrin tarafından, anlatılmıştır. Bu zat, aynı zamanda, bu eyâletteki türklerin hayatına dâir, kıymetli malûmat vermektedir ( Duponi, Enchîennes chronîques d ’Engleierre, p ar jeh a n de Wav~ rin, seigneur de F ö resi el, P a ris, 1859, II; da­ ha iyi neşri için bk. lorga, Buletinul Comisiei istorice a Romaniei, 1927, VI, 59—14 8 ). Vlad Dracul 'un da aralarında bulunduğu müt­



63$



tefikler İstanbul 'dan «Morathbay" adındaki türkün ağa-beyisinin oğlu «Saoussy" İsminde bir türk hâkimi getirtmeğe karar veriyorlar { s. 10 7 ; krş. lorga, IR , IV, 86). Fakat Mu­ rad I. 'm oğlu ve Yıldırım Bayezid 'in karde­ şi Savcı Bey 787 ( 1385 ) 'de Ölmüştür ( krş. Abdülâziz Kara Çelebi-zâde, Ravzat aUabrâr, Bulak, 1284, s. 350). Muhasırlar „Triest“ ( S i­ listre) ve „Turquant" ( Turtucaia, Tutrakan) admdâkİ türk şehir ve kalesini ele geçirmeğe çalışıyorlar. Bu sefer teşrin I. 19 4 5 'te sona er­ miştir. Fakat zâlim voyvoda Vlad Tzepeş, «ka­ zıklı voyvodanın" öldürmüş olduğu Hamza Bey 'in evvelce yaptığı gibi ( Sa'd al-Din, I, 487 ), buz tutan Tuna'dan geçmiş ve Niğbolu'dan Ishakçı 'ya kadar Dobruca 'da büyük bir katl-i âma başlamıştır. Ishakçı havalisi, Yeni-Sale, Hirsova, Tutrakan (Silistre hücuma mâruz kalmış­ tır ) bilhassa harâbîye uğradı. Bizzat Tzepeş 'in ifâdesine göre, 23.809 kişi öldürülmüş ve 884 kişi de evlerinde yakılmıştı. Fâtih Mehmed aynı siyâseti Boğdan 'a karşı da takip etmek istedi. Ishakçı 'da bir çok köp­ rülerden geçerek, Tuna 'yı aştı ve Stefen cel Mare, Valea A lba 'da, yine «ağaç denizi" de­ nilen (Hammer, G O R , I2, 52 7) bir mahalde bozguna uğrattı. Fakat bu seferin neticesi çık­ madı, Fâtih Mehmed 'e refaket etmiş olan İtal­ yan Donado de Lezze, türk ordusunun Varna ile Ishakçı arasındaki mesâfeyİ 10 günde kestir­ diğini, burada yaşayan halk bulunmadığından, tam tenhalık ■ ve ıssızlık hüküm sürdüğünü, ordunun su ihtiyacını deniz kenarındaki kum­ larda birikmiş su ile te'min ettiğini ve sahilde çekirge bulutları ile çarpışmak mecburiyetinde kaldığını yazmıştır ( Müstecip H. Fâzıl, Dobruca •ve iürkler, Köstence, 1940, s. 35 ). Bayezid II., babasının takip etmiş olduğu si­ yaseti kısmen tahakkuk ettirdi. 14 8 4 'te Kili ile Akkerman '1 zapteyleyerek, Dobruca 'mn şiır.âl tarafını Osmanlı devletine ilhak etti. K ay­ naklarda bu hâdisenin izlerini görmekteyiz. Sa'd al-Din (II, 42 ) : — «Dobruca vilâyetin­ den Tuna kenarına varıp, onda olan gemiler ile îshakh demekle mârûf olan iskeleden cemâziyelâhırın yevm-i sânisinde ubur ettiler" — der. Padişaha sâdık olan Eflak voyvodası Vlad Calugarul 20.000 ve Kırım hanı Menli Giray 70.000 asker ile, kendisini beklemekte idi. Ba­ yezid II. dönüşte «Kili önünde ovaya geçip, Saru Saltuk baba yolundan, Edirne suyuna te­ veccüh" etmiştir (S a 'd al-Dm, II, 44). Evliyâ Çelebî 'nin XVII. asırda Baba-Dağı 'nda kayd­ etmiş olduğu- bir rivayete göre (III, 367), Bayezid II. «muzafferen Baba-Dağı 'na gelip, bir sene anda kışlayıp,. . . Baba-Dağı şehrini imâr idüp, cümle hayrat ve hasenatını Baba Sultan 'a



636



bÖBRUCÂ.



vakıf ve hibe eylemiştir'*. Bu şehrin en eski camii olan Ulu-câmi, Bayezıd lî. 'in eseridir ( II, 367 ). Yine rivayete göre, Saru Saltuk un kuboeli türbesi Menli Giray tarafından inşa ettirilmiştir. Sa'd al-Din (II, 45 } 'e göre, Bayezid II., Ru­ meli ümerası meyanmda Malkoç-oğlu Bâlî Bey 'e Siiİstre vilâyetini vererek, onu Boğdan hudttd muhafızlığına tâyin etmiştir { krş. Muhammed b. Muhammed, Nuhbat al-iavarih va 'Zahbar, İstanbul, 1276, s. 38 ). Bu tâyin hâdi­ sesi 1484 'te, ihtimâl padişahın Dobruca'da bulunduğu sırada, vuku bulmuştur. Bundan ev­ vel Dobruca 'ya vâli tâyin edilmiş olduğuna dâir hiç bir kayıt yoktur. Bu yeni vilâyet, şüp­ hesiz, Rumeli beylerbeyine tâbi bulunuyordu. Akıncı beylerinin büyüklerinden olan Bâlî, 1463 Boğdan seferinde Fâtih Mehmed 'e refakat ey­ lemiş, 1473 'te Semendere beyi sıfatı ile, tâ Karintia'ya kadar nufuz eden akma kumanda et­ miş ve Silistre paşası olarak, İki defa Boğdan 'a girmiş ise de, 1485 'te Ştefan tarafından Catlabuga ( krş. Kog., I, 168 ) 'da mağlûp edil­ miştir. Bâlî Bey en müthiş akınmı 1497 'de Le­ h istan 'a karşı yapmıştır (S a'd al-D in, II, 79). A şağı Tuna hattı bu iki padişah devrinde bÖylece kat’î şekli almış oldu. Her iki rumen memleketi, ilhak edilmemelerine rağmen, inkı­ yada mecbur oldular ve diğer harekât için bi­ rer üs hâline getirildiler. Silistre paşaları, aynı zamanda, âdeta bu memleketlerin valileri idi. Bayezid İL, aşağı T u na'd a müslüman unsu­ runu takviye için, 15 0 2 'de Volga türkİerini ( „Zavoİhenses" ), aynı zamanda Boğdan '1 ta­ rassut etmek üzere, Kili havâlisinde yerleşme­ ğe davet etti ( D H , II-2, 493). Fakat Yavuz Selim, Kırım 'da kay m babası Menli Giray 'm nezdinde bir müddet kaldıktan sonra, bu ha­ valiye gelip, memleketi babasının bölgesine karşı girişmeği tasarladığı harekâta bir üs hâ­ line getirdi. Kırım türkİerinin bir kısmının Dobruca 'ya naklini, Yavuz Selim 'e atfetmek icap eder. Daha 1 5 1 4 'te, Dobruca'daki Kırım türklerine dâir bir kayıt görmekteyiz ( »Tarta­ rı dobricenses", H D , II, 3, 15 8 ). Yavuz Selim kışlağını Kili 'ye nakletmek fikrinde idi. Yeni zaptettiği ülke Bahçesaray 'dan Dobruca 'nın cenubundaki Kaliakra 'ya kadar uzanıyordu. Dobruca 'da Malkoç-oğlu Bâlî Bey 'i istİhîâf eden Mi hal-oğlu A li Bey-zâde Mehmed de gâ* yet kudretli bir sancak beyi idî. 1509'da ilk defa adı geçen Mehmed Bey, Craioveşti aile­ sinin akrabasından olduğunu söyleyerek ( Iorga, //?, IV, 265 }, Eflâk 'teki taht kavgalarına ka­ rıştı. Kendisinden 15 2 1 'de romence yazılmış ilk mektupta bahsedildiği gibi ( //D, XI, 843; krş. Giurescu, ÎR , ÎI-13, 388), Kanunî Süleyman



rüznâmesinde (Feridun Bey, M ünşeat, ı 2, 509) Belgrad muhasarasına iştirak ettiği yazılıdır. Daha sonra kendisini E flâk 'te görüyoruz. Voy­ voda Vlad, mağlûp edilerek, esir düşüyor ve boyarları ile birlikte Tuna 'nın öbür yakasına götürülerek, idam ediliyor ( H D , XI, 845 ). Y e­ rine bîr başka voyvoda gelince, Mihal-oğiu Mehmed Paşa, Radu dela Afumatİ 'ye karşı T una'yı sık-sık geçmiştir. Fakat bununla da kalmayarak, Tuna 'nın cenubundaki diğer vilâ­ yetler gibi, Eflâk 'i de Osmanlı devletine ilhak etmeği tasarlamıştır. Ulah vakayinamesinde Mehmed Paşa 'nın bütün şehirlerde subaşılar tâyin ettiğini görüyoruz ( M agazin istoric pvntru D acia, 1856, IV, 269). Bu hâl, sâdece mem­ leketin osmanlılar eline geçtiğini gösterir. Ni~ hâyet Radu padişaha müracaat etti ve Tuna 'nın cenubunda sulh ve sükûn isteyen Kanunî tarafından makamına iade olundu. Kanunî 15 3 8 'de Petru R a re ş'e karşı girişti­ ği seferde Dobruca 'yı gezmiştir. Padişah bütün ordusu ile Petru 'ya karşı yürümüş, fakat hare­ kât bir tenezzüH mâhiyetinde olmuştur. Rûznâme'den (Feridun Bey, M unşdât, M S, ı 2, 602 v.d.) padişahın, denize muvazi olarak, hemenheır.en hepsi türkçe isimler taşıyan Dobruca ka­ saba ve köylerinden geçişini günü-günü ne takıp ediyoruz. Ordu Baba-Dağı 'na gelince, padişah burada dört gün ( 1 6 —20 ağustos) kalır. Pa­ dişah Saru Saltuk B ah a 'y ı ziyaret eder ve şehir halkı ile sürgün avına çıkar. İsakçı 'ya ulaşılmcak muharebe için tedbirler alınıyor. 21 ağustosta İsakçı iskelesi konağına varılır, Tuna üzerine köprü yapılıp, Boğdan üzerine gidilir. Fakat daha önce burada bâzı mera­ sim yapılmış ve bu merâsim bilâhare âdet ol­ muştur: »Yahya Paşa-oğlu Semendere askeri ile orduya mülâki oldu . . . Divan olup, hazır olan Rumeli beyleri el öptüler. Hüsrev Paşa Rumeli 'ne geçüp vezir olan Mehmed Paşa, A nadolu'ya beylerbeyi olan Rüstem Paşa ge­ lince serasker olmak buyuruldu ve sabıka def­ terdar olan Haydar Çelebi Ishakçt 'da Tuna üzerinde yapılan köprüyü beklemek buyuruldu ve badehu Anadolu geçmek buyuruldu. îkindÜden sonra Rumeli geçmek iptida idüp sabaha değin geçüp tamam oldu" ( Sultan Mehmed IV. de 1673 'te hemen aym güzergâhı takıp et­ miştir, krş. Râşİd, 1. tab., I, 75 ), 26 ağustos­ ta Kanunî, Dobruca topraklarından çıktı. Pa­ dişaha bu seyahatinde refakat etmiş olan türk âlimi Nasuh Matrakî 'nin Feühnâme~i K ara B o ğd an *ında sefer hakkında tafsilât vardır (te k yazma Revan köşkü, nr. 1284 ; krş. L. Forrer, H andschriften osmanischer H isioriker İn İstanbul, D er İslam, XXVI, 1942, s. 182 ). Bu seferin neticesinde Bender (T İghina) osmanlı



DOBRUCA, imparatorluğuna ilhak olundu ve Boğdan voy­ vodaları ı.ooo sipahi ile $oo yeniçerinin muha­ fazasında bulunmağı kaböi ettiler. Türkler Eflâk voyvodası Radu Faisie zama­ nında, 1543 'te mülhakatı ile birlikte İbraİÎ ( B r a ila ) 'i ilhak etmeleri İle, „T«na ’nm sol sâhİii üzerinde yeni bir tarassut ve murakabe noktası, padişahın emirleri yerine getirilmediği takdirde yeni tehdit üssü yaratmış oldular" ( C. C. Giurescu, IR , II-ı3, 16 3), 1 5 5 1 'de Petru'nun oğlu Boğdan voyvodası lliaş İslâmiyet! kabul etti ve Silistre san­ cak beyi tâyin edildi. Boğdanlı vekayinâmeci Ureehe ( Kog., I, 206), rumenler arasında pek nadir vuku bulan bu ihtida hâdisesini teessüfle kaydeder: ,,voyvoda Sultan Süleyman 'a gitti, padişahın teveccühüne nail olacağını ümit ederek, hazret-i Isa 'yı red ve inkâr eyleyüp müslüman oldu ve Mehmed ismini aldı". Bu sıfatla padişahın emri üzerine, Silistre akıncı­ larının başında olarak, Boğdan 'a bîr sefer icra etti. Fakat aradan 2 sene geçince azledildi, Bursa 'da hapsolundu ve pek az sonra da öldü. Dobruca, idam edilen Süleyman 'm oğlu ol­ duğunu iddia eden yeni Düzme Mustafa 'mn melee'i oldu. Mustafa, Varna ’nm şimalinde küçük bir ordu hazırladı, padişahlığını İlân etti ve İstanbul 'a doğru yürüdü ise de, 1555 'te vezir Sokullu Mehmed Paşa tarafından or­ tadan kaldırıldı (H D , XI, 578; Albüri, Relazioni degli am basciciori veneti al senato,' Firenze, 1862, XIV, 13 4 ). Bu devirde imparatorluğun şitr.âl hudutları kazakların taarruzuna uğramağa başlar. K a­ zaklara karşı giriştikleri muharebelerde türk­ ler ile Bucak ve Dobruca tatarları da, 1575 ve 15 7 6 'da Lehistan’ı tahrip ve talan etmiş­ lerdi. Leh elçisi, Sienski, Sİİİstre sancak beyi Davud Bey *in azlini istemiş ve Lehistan 'da esir düşmüş Dobruca türklermin iade edilme­ yeceğini bildirmiştir ( H D , XI, 674 ). Mesele halledilmiş, fakat 15 8 3 ’te Rumeli beyterbeyi Ali Paşa kazakların harekatım tarassut mak­ sadı ile Baba-Dağı ’na gelmiş ise de ( H D , XI, 674 }, Avusturya sefirinin 1587 'de İstanbul 'dan bildirdiğine bakılırsa, kazakların her hâlde de­ nizden Baba-Dağı 'na hücum ederek, şehri yak­ maları ve ahâlisini alıp götürmeleri üzerine, geri dönmüştür (H D , XI, 702). Kazaklar K i­ li 'ye de ansızın hücum etmişlerdir. Bu hücum­ lar bütün bir neslin hafızasında gayet canlı hâtıralar bırakmıştır. Evliya Çelebi ( IH, 362) „nice kere kazak beyi Saİâ nam mahalden Tu­ na yana kayıkları ile gelüp bu Baba-Dağı şeh­ rini basarak, âsitâne-i Saltık Bey 'in sahan, ten­ cere, filâteni alup . . . “ î fakat velînin müdaha­ lesi sayesinde, bütün gasbolunan eşya yerine



&37



iade olunmuştur. Murad IV. zamanında, Koca Kenan Paşa Baba-Dağı kalesini bina ettirdi. Eflâk voyvodası Mihai Viteazul ile Boğdan voyvodası Aron cel Cumplit 'in isyanı üzerine, Dobruca yeniden harp sahası olmuştur. Aron kazak reisleri Loboda ve Naltvayko ile birleş­ miş, Bucak 'ta türk şehirlerine saldırmış ve 1595 'te Dobruca'da T u na'yı geçmiştir. İshakçı ile havalisi talan edilmiştir ( H D , XII, 26: ka­ zaklar 100.000 sığır ile 400.000 koyun götür­ müşlerdir, H D , 1-2, 340). Mihai de aynı şe­ kilde hareket etmiş, 15 9 5 'te H ırsova’ yt almış ve Silistre şehrini yakmıştır. Mehmed IH. bu­ nun üzerine Memleketeyn 'e başka voyvodalar göndermiştir. Ban Mihalcea 'nın kumandasında başka bir müfrezeye türkler Silistre kalesi önünde mağlûp oldular ve şehir yeniden ya­ kıldı (H D , XII, 3 5 ). Ban Manta ve Albert Kiraly 'nin kumandasındaki müfreze Ibrail 'i, kalesi ile beraber, zaptetti; sûrları bulunma­ yan, fakat 20.000 evlik büyük bir şehir olan Baba-Dağı 'na dayandı. Burası da, civardaki köyler ile birlikte, tahrip ve,talan edildi (H D , XII, 45, 276). Mihai harekâtına devam etti, Maçın, Hırsova ve Razgrad '1 yaktı, sonra Nİğebolu 'ya gitti. Bu akınlar neticesinde Dobru­ ca 'nın türk ahâlisi, Balkanların cenûbuna kaç­ tı ( HD , XII, 17 8 ). Naimâ i „Kİli ve Akkerman ve Kursova ( H ırsova) yakasına geçip, Rusçuk 'tan mulızirler ile âsîtâneye haber gön­ derilip, ahvâli bildirdiler. Rusçuk halkı kalkup, Balkan 'a ve etrafa dağıldılar" der ( Tarik, nşr. Müteferrika, İstanbul, H 47, 5 5 ; keza krş. Peçevî, H, 159 ve 16 5 ). 15 9 3 'ten sonra ku­ rulmuş olan ve Silistre 'yi de ihtiva eden yeni özü eyâletinin teşekkülü, bu devirde vuku bulmuştur. Baba-Dağı, şimale yapılan seferler için, osmanlı ordularıma yığmak yeri olmuştur. 1614 'te Silistre paşası Yahya Paşa 'nm kazaklara karşı gönderilmesi istenmiş ve Rumeli beyler­ beyi Nasûh Paşa, 3.000 yeniçeri İle Silistre 'ye gelmişse de, Wîszniewiecki 'nin kazakları Bal­ çık, Kavarna, Sünne ve Köstence 'yi yağma et­ tikleri hâlde, harekâta girişilmemiştir ( H D ,



I-ı, 172). Osman II. ’ın- Hotin seferi müddetince: şi­ malî Dobruca 'ya hususî bir ehemmiyet veril­ miştir. Belki bu havalide, ilk defa olarak, otağ-ı hümayuna âit develerden maada, kös taşıyan 4 Iran füi de görülmüştür ( Kâtıb Çelebî, F ez ­ leke, I, 404). ishakçı 'da köprü kurulmuş ve pa­ dişahın ilk seferinde dağıtılması mûtad olduğu üzere, merasimle yeniçeri ve sipahilere biner akçe tevzi edilmiştir. Rumeli kazaskeri ve Tarih-i s a f müellifi Taşkoprü-zâde Kemâl Efendi, bu aralık İshakçı 'da vefat etmiştir ( GOW, 149).



£>ÖBRUÖÂ. . .......- .... - ,



Padişah Tuna 'u n bu mühim noktasını tahkim etmeği ihmâl etmemiş ve nehir kenarına bir „hisar-ı cedîd” inşasını emretmiştir ( Naimâ, I, 335 ). Evliya Çelebî ( V , 360), bu hisarın kapudan Çelebî Haşan Paşa tarafından* bîr cami ile biriike, İnşa ettirilmiş olduğunu kaydeder. 16 21 ’de o civarda henüz yerleşmiş olan Bu­ cak nogaylarmdan Kantemir Mirza Silistre san­ cak beyi tâyin edildi. Ertesi sene de Özü bey­ lerbeyi oldu { Kâtib Çelebî, Fezleke, I, 4 4 1). 1624 'te Kırım türkİerî İle Dobruca terkle­ ri arasında büyük bir muharebe vuku buldu, «Tuna kenarında'* bir mahalde müthiş bir çar­ pışma oldu. Kırım lılar mağlûp edildiler; Şahin Giray, Tuna 'yı geçip, kaçtı ( Naimâ, I, 412 v.d.). Mamafih kazaklar, deniz yolu ile, akın larma devam etmişlerdir. Bu akmlara en ziyâde mâ­ ruz kalan yerler Dobruca şehirleri idi. Evliyâ Çelebî (II, 138 ) kazakların sâbil boyunca, ne­ relerden geçtiklerini kaydeder. 16 2 2 ’de serdar Receb Paşa ( krş. Mehmed İzzet, H arU a-i ka~ pudan~t derya, İstanbul, 1-285, 46 ) bunları öyle mağlûp etmişti kİ, tarihte böyle galebe olma­ mıştı. Receb Paşa 660 şaykadan 18 'ini Keîigra burnu önünde vukû bulan bir deniz muha­ rebesinde ele ■ geçirmiştir (Naimâ, I, 3 16 }. Fakat 16 2 6 'da Sinoe gölü kenarlarında, KaraHarman 'da yapılan muharebe, çok daha mühim olmuştur. Receb Paşa'nm 43 kadırgadan mü­ rekkep olan donanması, Varna «Kelig-rad” , Bal­ çık, Mangalya, Karaharman, Sünne (Solon e), K ili, Akkerman yolu ile, Kıl-Bnrnu 'na kadar çıkmış, dönüşte Kara-Harman önünde bir çok kazak şaykasına rast gelmiştir. Vukû bulan muharebede, her 20—30 şaykanın bir kadirgaya saldırmasına rağmen, türk donanması ka­ zakların hakkından gelmiştir (Naimâ, I, 421 ve Kâtib Çelebî, Fezleke, 11, 72 ). Kenan Pa­ şa da, 1629 'da, „kazak-i aklar” ile muzafferâne çarpışmıştır ( Naimâ, I, 489 ). 1672 ’de Kaimene 'e giden Mehmed IV. 'in otağı Kara-Harman 'dan geçmiştir. Ordu Ishakçı 'ya vâsıl olmuş ve otağ-ı humayun, ,,Sultan Osman Han tepesi kurbünde” kurulmuştu (Sİîâhdâr Fındıklık Mehmed A ğa, Tarik, I, 575 ). Belgradlı Za’îm Yusuf A ğa köprüyü kurmuş ve ordu levazımı o zaman Boğdan ve Eflâk yaka­ larından gelmiştir. Süâhdâr 'm verdiği Ölçülere göre, köprü 565 m, uzunluğunda ve 7 m. ge­ nişliğinde idi. 16 7 3 'te yeni bîr sefere zaruret hâsıl oldu. Padişah ile sadrâzam Köprülü. Fâzıl Ahmed Pa­ şa Ishakçı ’ya ancak son baharda geldiler ( A D , V-2, 13 9 ). Silistre valisi Sarı Hüseyin Paşa lehliler ile muharebeye devam ederken (R âşid, 1, 76 ), Mehmed IV. Silistre *de kışlamak İste­ di» Padişah cenuba doğru indi ve Silâh dar Ağa



’nm dediğine göre, gayet mâmur bir türk şeh­ ri olan Hacıoğlu-Pazarcığı *nda konakladı. Oğlu Ahmed (Ahm ed III.) 15 nisan 1673 'te ( „ramaza-ı mübarek 22 bazar gecesi” ; Râşİd, I, 77 ve Süâhdâr, I, 641 ) bu şehirde dünyaya geldi. Şehzadenin doğumu münâsebetiyle her yerde şenlikler yapıldı. Daha sonraları, Çehrin ( Czehryn ) 'in fethi ile neticelenen 1676 seferi esnâsmda Mehmed IV., Deli-Orman 'da «Silistre şehrinden 1 saat yu­ karı Mustafacık nam mesiregâhm zîrinde, Tu­ na kenarında vâki Kum-Burnu demekle mâruf mahalde” 2 ay kaldı. Evliyâ Çelebî (III, 335) S ilistre'yi süsleyen iki mükellef sarayın İnşa­ sından bahseder ve «Tuna kenarında vüzeraya mahsus saray-İ azimî” tasvir eyler. Ruslar, ilk defa olarak, 1768— 1774 harbin­ de Dobruca eyâletine ayak bastılar. Serasker Gül Ahmed Paşa 17 6 9 'da T u n a’yı geçti ise de, K a rta l’da durdu ve ordu, kışı geçirmek üzere, İshakçı 'ya çekildi. Baba-Dağı 'nda patlak veren bir yeniçeri kıyamı ( H D , lX-273, 77 ), orduda keşmekeşe sebep oldu. Yeni serasker Abdi Paşa, askerin mâneviyatını yükseltmek isteyerek, cıhad ilân etti. Tuna boylarından ve bilhassa Dob­ ruca 'dan bir çok türk;, gönüllü asker yazılmağa geldi ( H D , I-ı, 798; IX-2, 65 ). Nehir taşıp, sular köprüyü götürdü (Enverî, var. 12 1 r ) . Bu köprü, osmanlıların bu mevzide inşa ettikleri son köprüdür. Bir rus zaferini müteakip, gene­ ral Rumyantzev 'in ordusu Tulça 'ya ve dağıstaniı AH Paşa ’nm müdafaa ettiği îshakçı ’ya geldi. Her iki şehir de tahrip olundu. Harp uzamakta idi. Orlov, Kırım türklerîni Tuna'nm cenûbuna ve rumenîeri de Kırım 'a götürüp, yerleştirmeği teklif etmişti (H D , VII, 95), Ruslar Tutrakan 'a kadar gelip, şehri yaktılar, Rus ordusu başkumandanı Silistre’yİ almak- is­ tedi ise de, kale kumandanı al-Sayyid Haşan Paşa ile serasker Osman Paşa Rumyantzev 'i geri çekilmeğe mecbur ettiler (V â sıf, II, 263; Enverî, var. 336 r ; bu vak'alara bizzat şâhit olan Mah mud Sabit, Tarih-i cedid-i Silistre 'sinde bu muvaffakiyetleri uzun-uzadıya anla­ tır, krş. COW, 308,309), General Weissmann, Nûman Paşa ile karşılaştığı küçük Kaynarca 'da maktul düştü. Sadrâzam Muhsin-zâde, Şumnu ’dakî ordugâhına kapanmış olduğu için, Kamens» ki 1774 'te Pazarcık 'ı zaptetmiş, Rumyantzev ise, tekrar Silistre önlerine gelmişti, Muhsinzâde mütareke talep etm iş; Resmî Ahmed ve reisüîküttab Münib İbrahim Efendi '1er, SÜistre civarında küçük K aynarca'da, 17 temmuz 1774 'te, ruslar ile bir muahede akdetmişlerdi. Bun­ dan sonra Dobruca 'da meşhur Pazvand-oğlu ile karşılaşıyoruz. Merkeze karşı isyan eden bu taşra âyâm 17 9 7 'de Pazarcık'1 ele geçirmiş,



DOBRUCA. Silistre 'de bile kendisine tarafdar bulmuştur. Fakat harekâtı daha ziyâde garba İnhisar et­ miştir (k rş. ‘Abd al-Rahman Şara», Tarih-i devlet-i Osmaniye, İstanbul, 1318 , H, 280). 1806—18 12 türk-rus harbi, bütün fasılaları ile, bilhassa 1809 'dan itibaren, Dobruca ’nm yeniden harap olmasına ve ahâlisinin azalmasına sebep olmuştu. 1809 'da general Pozorovskiy, îshakçt, Tulça ve Baba-Dağı ’nı işgal etmiş, halefi Bagratın ise, Maçın, Hırsova, Köstence ve KüçükKaynarca 'yı ele geçirmiştir. Bagratın, Silistre Önünde mağlup olmuş ise de, halefi Kamenskiy, 18 10 'da, kaleyi zaptetmeğe muvaffak olmuştur. İlk defa ruslar tarafından işgal edilmiş bu mühim şehir, 1 8 u 'd e istirdat edilmiş, fakat 1 8 1 2 'de, Tutrakan ile birlikte, yine düşmüştür. 18 0 8 'de yapılan müzakeratta baron Tolstoy, Tu­ na deltasından başka, Razeîm köyü ve BabaDağı ile birlikte, Dobruca ’mn şimal tarafını istemiş ( Cevdet, Tarih, 2. tab. IX, 268—270, X, 10 ve lorga, G O R , V, 200) ve ruslar 1912 'de aynı taleplerde bulunmuşlardır. Mahmud U. türkler ile meskûn bîr vilâyetin ruslar eline geçmesine muvafakat etmemiş, para ve teçhi­ zat noksanına rağmen, ordusunun başına geçip, memleketi müdafaa etmeğe hazırlanmıştır, A v­ rupa 'da cereyan eden hâdiselerin bilâvasıta bir neticesi olmak üzere, yine birden bire sulha kavuşulmuştur. 28 mayıs 18 12 *de Bükreş 'te im­ za edilen muahede ile, ruslar Dobruca 'da zapt­ etmiş oldukları yerleri îâde etmişlerdir ( Noradounghian, ayn. esr., II, 86). 1828/1829 türk-rus harbi daha sür’atîi ve tahripkâr olmuştur. Haziran sonlarında, Mangalya 'ya kadar, bütün Dobruca işgâl edilmiş­ tir. Kara-Su umûmî karargâh olmuştur. Gene­ ral Roth, her zamanki gibi, kuvvetle müdafaa edilen Silistre 'ye hücum etmişti. Diebiç, sad­ râzam Reşid Paşa 'yi Pravadi 'de bastırmış ve ordusunu dağıtmıştı. Bunun üzerine, Silistre teslim oldu (Ahm ed Lûtfi, Tarik, II, 39). Edirne igâl edilmiş ve 14 eylül 18 2 9 'da Edir­ ne 'de yapılan muahede ile, osmanlı ve rus im­ paratorlukları arasında iki rumen tampon dev­ leti teşkil edilerek, Dobruca ruslar tarafından tahliye edilmişti. Mamafih Tuna deltasında hu­ dut değiştirilmiş ve Hızır-İlyas ırmağı, bundan sonra iki devleti birbirinden ayıran bir smır ola­ rak kabul edilmiştir ( Noradounghîan, ayn. esr., H, 16 6}. Ibrail de Eflâk 'e verilmiştir. Muahe­ deydi işgâl altında bulunan arâzinin, Türkiye, harp tazminatı olarak, 15.oco.ooo Holanda du­ kasını ödedikten sonra, tahliye olunacağına dâir bir madde konulmuştur. Rumen memleket­ lerine general Kiselev vali tâyin edilmişti. Bu zat 1834'te R u sya'ya döndüğü hâlde, Silistre ’deki rus garnizonu 18 3 6 'ya kadar kalmıştır



(Lûtfi, V, 5 7 ; krş. G. Rosen, Gesckickte der Türkei von dem Siege der Reform im Jah re 1826 bis zum P ariser Tractat vom Ja h r e 1856, Leipzig, 1866, I, 342 v.d.}. Mahmud II., 1837 'de buralara bîr tetkik se­ yahati yapmıştır. Yanından Moltke ve diğer Prusya zabitleri olduğu hâlde Varna 'da kara­ ya çıkmış, Şumnu, Rusçuk ve garp taraflarım dolaşmıştır (Rosen, I, 234 ve H D , I-s, 599— 603 ). Kırım harbi Dobruca 'da patlak vermiştir, 1855 'te general Gorçakov ile Lüders, Tuîça, Maçin ve Hırsova 'yı almışlardı, Rus baş kuman­ danı Paskİeviç, Silistre 'yi muhasaraya hazır­ lanıyordu. Burası, Moltke 'nin maiyetinde bu­ lunan Blühme admda bir zabit tarafından, bu esnada, tahkim edilmişti. Kale kumandam Mu­ sa Paşa mukavemet etmiş ve kahramanca öl­ müştür, Ömer Paşa Şile'd eki garnizonu takviye etmiş, yapılan muharebelerde general Schilder ölmüş ve Gorçakov ise, yaralanmıştır. 2 ay süren muhasaraya rağmen Silistre ruslarm eline düş­ memiştir, Bu muhasaranın tarihi, vak'alara biz­ zat şahit olmuş bulunan Ahmed Hafız tarafın­ dan kaleme alınmıştı ( Silistre muhasarası, İs­ tanbul, 1290). Türk mukavemeti Avrupa 'da büyük akisler uyandırmıştır, E. Hollander 'in La Turpuie devant Topinion publipue (Paris, 18 5 8 ,3 .5 7 } adlı eserinde şunları görmekteyiz: „tarih ve cihan, Silistre müdafilerine dâima hayran olacaktır". Namık Kemâl 'in Vatan veyahut Silistre adlı dramının uyandırdığı he­ yecan da malûmdur. Avusturya ’mn müdafaası ve müttefik kuvvetlerin Dobruca 'ya ihracı Nîcolas I. 'yı buralardan çekilmeğe mecbur etti. Harp 1856 'da Paris muahedesi ile sona erdi ve Tuna ağızlarının şimal tarafı Boğdan 'a iade olundu. Tanzimat devrinde Dobruca, bâzı terakkiler­ den istifâde etti. Bir İngiliz demir yolu kum­ panyası Köstence ile Boğaz-Köy ( Çernavoda ) arasında ilk tren hattını inşa etti. Tuna vilâ­ yeti valisi ( sonradan sadrâzam ) Mi d hat Paşa 'nm himmeti ile, Rusçuk ile Varna birbirine bağlandı (18 6 8 }. 1877/1878 türk-rus harbinde, Dobruca kat'î olarak osmanlı devletinden ayrıldı. Büyük mu­ harebeler başka yerlerde vukû bulduğu için, Dobruca harekât sahası teşkil etmediği hâlde, buraları XIV. ve XX. rus kolorduları tarafın­ dan işgâl edildi (lorga, G O R , V , 5 7 1) . Bu kuvvetler cenûba doğru yürüyüşlerine devam ettiler. 13 temmuz 18 7 8 'de B erlin'de akdedi­ len muahede ile, Dobruca, Silistre dâhil olmak­ sızın, istiklâli tanınmış olan Romanya 'ya ve­ rildi. 46. maddede şu kayıt bulunur: „Tuna del­ tasını teşkil eden adalar ile Yılan adası ve Kili,



640



DOBRUCA



Sulina, Mahmudiye, İsakçı, Tulça, Maçın, BabaDağı, Hırsova, Köstence, Mecidiye kazalarını, ihtiva eden Tulça sancağı Romanya'ya ilhak olunmuştur. Ayrıca bu prenslik, Silistre 'nin şar­ kından başlayıp, Mangalya cenûbunda Karadeniz 'e varan hatta kadar, Dobruca bıııı cenubundaki araziyi de alacaktır" ( Noradounghİan, ttyn. esr., IV, 148 ). Aynı devletlerin o sene İstanbul 'da toplanan mümessilleri, Romanya — Bulga­ ristan hududunu tâyin eden vesikayı da imza­ ladılar. Dobruca ’ma arta kalan kısmı, Osman­ lI devletine tâbi sayılan Bulgaristan prensliği­ ne âit bulunuyordu. A h â l i v e i d a r e . Hiç bir yerde, Dobruca gibi dar bîr sahada olduğu kadar, etnografı ve antropolojiyi alâkadar edecek bol çeşitli malzemeye rast gelinmez. Balkanlara dâir tet­ kikleri ile tanınmış etnograf E. Pîttard, Les pm pîes des Baîkans ( Ceneve ve Paris, 1920, s. 2 6 ) adlı eserinde, bu «ırk mozayikı" hakkın­ da bize gâyet canlı bîr tablo çizmektedir. Türklerin işgali sırasında Dobruca 'da türlü ırklara mensûp unsurlar vardı. Türklere gelin­ ce, XIII. asırda gelip yerleşen anadolu]ulardan maada, XV. asrın başlangıcından itibaren ve bil­ hassa XVII. ve XVIII. asırlarda, muhaceretler ve nesil artışları ile, türk nüfusu bir hayli ço­ ğaldı. Daha Kanunî Süleyman 'm XVI. asırdaki seferine dâir rûznâtnede tamamiyle türkler ile meskûn mahallerin İsimlerini görüyoruz. Fakat asıl XVII. asırda Evliya Çelebî 'nin Seyahatnâme 'sinde görülen Dobruca 'ya dair malumat bu hususta daha kanaat vericidir. O devirde Dobruca diğer osmanlı vilâyetle­ rinden farksız bulunuyordu. Evliya Çelebi SiHstre'den ■ bahsederken : «mahallelerinden 10 adedi nasârî. mahallesi, biri yahudi mahallesi olup, maadası mahalle-İ müslümandır"; «ekser halkı Eflâk ve Boğdan tüccarıdır . . . Bunlardan başka Dobruca akvamı da v a rd ır: Çıtak kavını (İH, 338). Sİlîstre'nin şarkındaki Adalı kariyesinin ahâlisi eflâk ve buîgardır; Çayırlı Renkler ahâlisi müslümandır. 78 mâmûr kariye ile birlikte, Hacıoğîu»Pazarcığı da müslüinan­ dır. Kodoman, Batova, Akyazıiı 'da da müslümanlar sâkindir". Mangalya ’mn «ekser âyâm laz taifesidir; rum ve yahudi taifesi dahi çok­ tur" (IH, 336). Bir „cay-i imân" olan BabaDağı, o devirde aşağı T u n a ’mn mühim bir merkezi olup, bir türk şehri îdi. Mamafih şeh­ rin iktisâdı faaliyeti Ragusa (Dubrovnik) ta­ cirlerinin elinde bulunuyordu. Bütün kaynaklar da Dobruca 'yı bize müslüm an. diyarı gibi göstermektedir. Burası dinî hayatın tam bir inkişaf safında bulunduğu bir köşe idi. Sarı Saltuk ile Simavnah Şeyh Bedreddin bunun -birer delilidir. Evlİyâ Çelebî



bir çok tekkelerden bahseder. Deli-Orman ‘daki Küçük-Ilhanlar 'da bektagı Mustafa Baba tekkesi, Silistre 'de nakşbendî tarikatinden Üs­ küdarlı Mehmed Efendi ziyâretgâhı, Kaliakra 'da, tamamiyle efsânevî mâhiyette, tekke-i Kelıgra Sultan, Mangalya yakınında Muharrem Baba ziyareti tekkesi ve Balçık civarında Batova sahrasında Akyazıiı ziyâretgâhı vardır. Hemen her mühim kasabada hamam vardı. Mekteplere gelince, Silistre 'de 40 mekteb-i sıbyan, Hacıoğlu-Pazarcığı 'nda 1 1 , Baba-Dağı 'nda 20, Man­ galya ve K ara-Su'da 7 'şer mektep vardı. Her şehirde yüzlerce dükkân bulunuyordu, Fakat XVIII. ve XIX. asırlarda vuku bulan türk-rus harplerinden sonra, müslüman unsuru gerilemeğe ve azalmağa haşladı. Her harp ar­ kasında, gittikçe büyüyen, hir boşluk bırakı­ yordu. Kırım türkleri Dobruca halkının ve tabiatiyle ınüslümanîarm mühim bir kısmını teşkil ederler. Bunların tarihi, evvelce de gördüğümüz gibi, türklerin mâzisİne bağlanmıştır. Bunlar, geldik­ leri yere göre, 3 grupa ayrılırlar : 1. Kırım türkrı, 2. Or ve Gözle ve v. b. gelen Keriç ve Çongarleri ve 3. Bucak ve Azak denizi nogayları. Bir kaç asır süren müşterek hayat sonunda, bunlardan bir kısmı diğer türkler ile kaynaşmıştır. Fakat büyük bir ekseriyet, Koıvalski 'nin tetkiklerine göre, şive hususiyetlerini muhafaza etmektedir. Dobruca ahâlisi arasında arap aslından olan­ lar da vardır. Bunlar 1844 senesinden önce Su­ riye 'den gelmişler ve Silistre, Pazarcık mıntakasındaki köylere bilhassa Dokuz-Ağaç ve Arap-Köy 'e yerleştirilmişlerdir. Araplar ziraatle meşgul olurlardı ( bk. Başvekâlet arşivi, idare, mâmliye h. 1260 senesi, nr. 2950 vesika ile h. 1264 senesi, nr. 2733 vesika). 18 6 4 'ten sonra K afkasya'dan gelme bâzı çer kes gruplan da Dobruca 'da A r mu dİ u, Ortaköy, Ishakçı ve Sİava Cerchezeasça 'ya yerleş­ tiler ise de, 1877 harbinden sonra, buraları terkettİler. XIV. asırdan itibaren Dobruca ’nın ce­ nubunda bulgarların mevcudiyetinden bahsedi­ lir. Fakat bunların türk-rus harpleri esnâsmda, bilhassa XIX, asırda, sayıları artmıştır. 1895 'te îşirkov, Dobruca bulgurları hakkında, yaptığı tetkikleri müteakip, şu neticeye v a rır: — «Dobruca 'da $0.000 'den fazla bulgar olduğu­ nu zannetmek doğru değildir". Daha XIH. asır­ dan itibaren Dobruca 'nin Runa havalisinde rumenlerin bulunduğu, arap ve garp kaynakla­ rından anlaşılmaktadır. XIV. asrın sonlarından itibaren rumenler, Dobruca arazisinin içlerine doğru nufuz etmişlerdir. XIX. asır İstatistikleri, sayılarının hayli artmış olduğunu gösterir. Silistre valisi Said Paşa 'nin büyük çiftlikle­ rim idare etmiş olan rumen m e sc it dela Brad,



DOBRUCA. 18 5 0 'de Tulça İle Silistre — Balçık arasında 388 koyu gezmiş ve bu köylerde 4.800 türk, 3.656 rumen, 3,225 Kırım türkü, 2 ^ 1 4 bulgaı-, 1.093 kazak ve 747 iipovan (deltadaki rus balıkçı­ la rı), 300 rum, 212 çingene, 140 arap, 126 er­ meni, 119 yahudi ve 59 alman ailesi bulundu­ ğunu tesbit etmiştir ( fazla tafsilât için bk. Müstecip Fâzıl, ayn, esr., s. 76—79 ve 72 ). Bü­ tün bu malûmat, müellif tarafından, İstanbul ’da 18 5 0 'de, Excursion agricole dans la plaine de la D obroadja adı ile neşrolunmuştur. Dobruca'ya dâir ilk türk sayımı 1284 (1868/1869) mâlî senesinde, Midhat, Paşa za­ manında, yapılmıştır ( bk. Sâlnâm e-i vilâyet-i Tûna, i. yıl, Rusçuk, 1286, s. 1 0 1 ) . Bu sayıma göre, yeni ıdârî teşkilât bakımından, Dobruca ’ya âit sancaklarda ( Rusçuk, Varna ve Tulça ), müslümanlar 125.945 ve diğerleri 135.055 olmak üzere, 361,850 nüfus vardı. 1930 'da yapılan nüfus sayımına göre, Dobruca (Dobruca, Kaliakra, Köstence, Durostor ve T u lça) 'da 1.630.950 nüfus olup, türkler bunun 21.2 % 'sini teşkil etmek üzere, 345.720 İdi. 1930— 1938 se­ neleri arasında Dobruca ’dakı türk ahâlisinin azaldığım görüyoruz. Bu devrede 51.859 türk ve 54 gagauz T ürkiye'ye hicret etmiştir. Dobruca osmanlı camiasına girer-girmez, Ru­ meli beylerbeyinin idaresine verilmiştir. XVI. asrm sonlarında Murad III., memleketi bîr çok sancakları ihtiva eden geniş eyâletlere ayır­ mak suretiyle, idâri bir ıs’ âhata girişmişti. 1593 'ten sonra imparatorluğun bu kısmında, Özü ırmağı boyunda, kazak akımlarına karşı ( HDt X I, 770), yeni bir eyâlet kurulmuştur. Bu eyâlete, Dobruca ile birlikte, Bender, Akkerman, Kili ve Silistre sancakları dâhil bulu­ nuyordu. Evliya Çelebî, bu eyâletin teşkilini, yanlış olarak, Kanunî Süleyman ’a atfeder ( III, 3 3 ° ) (V aridat hakkında bk. Ali Aynî, K ava nîn-i A id Osman> İstanbul, 1280, s. 12 ve seya­ hatler hakkında bk. s. 41 ). Küçük-Kaynarea muahedesi (177 4 ) ile Rusya Dneper üzerinde Kıl-Burmı 'a hâkim olmuş ve Yaş muahedesi (17 9 2 ) ile de Dnester nehri, iki devletin hu­ dudunu teşkil etmiştir. BÖyleee Özü eyâleti budanmış oluyordu. Rusların Basarabya 'yı al­ ması üzerine ( 1 8 1 2 ) , bu eyâletin Tuna şima­ line düşen bütün arazisi ruslara geçmiştir. 18 4 8 'de, osmanh imparatorluğunun ilk sal­ namesine göre ( krş. T. X. Bianclıi, Le prem îer annuairc im perial de Vempire ottoman, Paris, 1848, s. 42), Bulgaristan'ın şimâl-İ şarkîsi ile Dobruca iki livalı (Varna ve Tırnova) Silistre eyâleti hâline getirildi (1848, s. 42 ). O de­ virde Silistre valisi müşir Sâdık Paşa idi. Abdülaziz devrinde teşkil edilen Tuna vilâ­ yeti, Rusçuk, Tulça, Niş, Sofya, Vidin, TırnoUîârn Ansiklopedisi



641



va ve Varna sancaklarını ihtiva ediyordu. V a ­ liler R usçuk'ta otururdu. Bu vilâyete tâyin edilen valiler arasında Midhat Paşa bilhassa temayüz etmiştir, 18 7 0 'te A kif Paşa ve 1875 'te Mehmed Asım Paşa vali tâyin edilmişlerdi, 1877 'de Tuna vilâyetinde, vâü olarak, Saıd Paşa bulunuyor ve harbin ilâm sırasında, Tul­ ça ’da ikamet ediyordu. Bu zatın yerine Fahri Bey gönderildi. Fahri Bey, böyîeee, Dobruca '11 m son türk valisi olmuştur. Şumnu, Hezargrad, Ziştovi, Niğebolu, Plevne, Cuma-i Atîk, Silistre ve Tutrakan kazaları Rusçuk sancağına tâbi idi. Silistre ve Tutrakan kazaları, Dobruca 'ya dâhildir. Tulça sancağında Köstence, Me­ cidiye, Sünne, Maçin, Baba-Dağı ve Hırsova ka­ zaları bulunuyordu. Varna sancağı ise, Pravadî, Balçık, Hacıoğlu-Pazarcığı ve Mangalya ka­ zalarından müteşekkildi. Rom anya'ya ilhakından sonra ( 18 7 8 ) , Dob­ ruca 'da müslüman hayatı, yeni devletin kadrosu içinde, devam etmek ve gelişmek imkânlarını buldu. 18 8 0'e kadar yeni vilâyet muvakkat ka­ nunlar ile idare edildi ve o tarihten İtibaren Dobruca teşkilâtı, kanunun 3. maddesi ile, bütün osmanh tebeası rumen tebeası addolundu. 19 13 'te cenubî Dobruca Romanya 'ya ilhak edilince, aynı kanunların hükmü, Durostor ve Kaîiakra vilâyetlerindeki müslümanlar a teşmil edildi. 1880 teşkilâtı ( 2 1 . madde) ile Baba-Dağı 'nda bir medrese açılmasına karar verildi. Z â­ ten Dobruca 'da ilk medrese de orada açılmış­ tı, Eski Baba-Dağı seraskeri Gâzî A li Paşa, medrese için, 8.000 hektarlık bir arazı vakfet­ mişti. 1837 'de Malımud II. bugünkü medreseyi ir.şa ettirmişti. Bu medrese, 1877— 1889 ara­ sındaki bir fasıladan sonra, 1901 'e kadar ted­ risata devam etti. Rumenlerin idaresinde iken bu medresenin ilk müdürü Demircan Efendi olrr.u-tur. Havalideki türklerin toptan muha­ cereti üzerine, medrese Mecidiye 'de müslüman cemaatinin inşa ettirdiği bir binaya naklolun­ du. Sekiz sınıfı olan bu müessesede 15 hoca­ sından 7 'si türk, 8 'i de rumendir. Talebesinin sayısı, 1928 'de 136 idî. Bu medreseyi bitiren­ lere üniversiteye girmek hakkı tanınmıştır. Medresenin hocaları arasında şâir Mehmed Ni­ yazı (ölm. 19 3 1) bilhassa temayüz etmiştir. Masraflarının te'min edilebildiği yerlerde ilk mektep ve rüştiyeler de vardır. Dobruca 'mn 4 vilâyetinde 1 9 4 0 'ta, maaşları devlet tarafın-dan verilen 1 6 8 ilk mektep bocası bulunuyor­ du (D urostor'da 73, K aîiak ra’da 4 1, Kösten­ ce'd e 45, T u lç a ’da 9 ). Bunlardan başka, müs-lü man cemaati tarafından maaşları verilen 39 ilk mektep hocası daha vardı. Bütün bn ho­ calar merkezi Silistre 'de bulunan muallimler birliğine kayıtlıdırlar* 41



642



DOBRUCA,



Müslüman cemaati bütün müslümanlarm men­ Türk-rus harplerinde hicret edenlerden başka, faatim korur, mekteplere ve camilere bakar, 18 8 3 'te türklerîn askere alınmasına karar ve­ vakıfları idare eder- Cemaat işleri, müfti HaîiJ rilmesi üzerine ve müthiş bir kıtlığın hüküm Fehim 'in reisliğinde, 1921 'de toplanan kongra, sürdüğü 1899'da mühâcirlerin sayısı büs-bütün tarafından ıslâh edilmiş ve 1928 'de çıkan mezhep­ artmıştır. 1900'de Türkiye ile Romanya ara­ lerin umûmî idare kanunu ile de tanzim olun­ sında, muhacir olmuş.Dobruca ahâlisinin arazi muştur. Köstence, Tulça, Silistre ve Pazarcık mülkleri hususunda ilk anlaşma yapılmıştır müftıleri bu teşekkülün vilâyetlerdeki mümes­ ( Noradounghiaa, ayn. esr., IV, 567 ). Dobruca silleridir. 1937 'de, baş müfti Edhem Kurt-MpI- türklerinin Türkiye 'ye göç etmesi, zamanımıza la Efendi gelmiş ve Adakale türkîeri de dâhjl, kadar, muhtelif âmillerin te'siri altında, devam bütün Romanya müslümanlanmn reisi olmuştur. etmiştir ( krş. Müstecîb, ayn. esr., s. 106 v.d.). 19 13 Bükreş muahedesi ile Durostor ve CaDobruca'da 419 cami ile 243 hatib, 194 imam ve 139 müezzin vardır ve ekserisinin maaşı iiacra vilâyetlerinin Romanya 'ya ilhak edilmesi devlet tarafından verilir. Carol I- Köstence’de üzerine, bütün Dobruca rumen hudutları içine güzel bir cami yaptırmıştır ( 1 9 1 3 ). Keza Carol girmiş oldu. 1914-—1918 cihan harhinde, türkII. da Silistre'd eki meşhûr Bayraklı camiini alman ve bulgar kıt’aîarı bütün eyâleti ışgâl ettiler ve Dobruca, Buftea muahedesi ( 19 18 ) ile, tamir ettirmiştir. 1878 'den sonra Dobruca 'da iki kadılık var­Bulgaristan 'a ilhak olundu ise de, Sevres mua­ dı. Fakat 1921 tarihli mahkeme teşkilâtı kanu­ hedesi ( 1 9 2 1 ) ile tekrar Romanya'ya iade nu ile ( madde 95), Silistre, Tutrakan, Ak- edildi. Bununla beraber, 1940 yazında Dobruca Kadmiar, Kurpuıar, Pazarcık ve Balçık fta da 'mn iki cenup vilâyeti tekrar bulgar hâkimi­ yeti altına geçti. bir kadılık tes’sıs olunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Metinde adı geçen Dobruca türkîeri, ana vatan ile dalma alâ­ eserlerden başka bk, Hurmuzakİ, Documente kadar olmuşlardır. 18 9 5 'te İstanbul’dan Kös­ p rivîio are la istoria Rom ânilor ( Bucuresti, tence'ye İltica eden Dr. İbrahim Temo, 1894 1889— *939)) 10 cüd; Iorga, İstoria jîom am 'te gelmiş olan Kırımî-zâde AH Rıza ile bir­ lor ( Bucuresti, 1936— 1940)) C. C. Gıurescu, likte, ittihat ve terakki cemiyetinin Balkan şu­ istoria Românilor (Bucuresti, 1937 ), III, muh­ besini kurmuştur. Dr. İbrahim Temo, mecidîyeli telif tab'ılar; Kogalniceanu, Cronicele RomâMahmud Çelebî ile birlikte, 19 0 7 'de Paris'teki İttihat ve Terakki kongrasma iştirak etmiştir. niei sau leiopi&etele M oldaviei şi Valahiei ( Bucuresti, 1872), 2. tab., III5 Dobruca. GeogTürk millî ideolojisi de, Dobruca türkîeri ara­ ra fy a , istorya, etnografya, stopansko i d irsında derin akisler uyandırmıştır. ja vn o politiçesko znaçeniye ( Sofya, 19 18 ; IşırDobruca'da ilk türkçe gazete (Dobruca ga­ kov, Zlatarski, Mıîetiç, Arnaudov, Çilin girov, zetesi ) 1 eylül 1888 'de çıkmıştır. Bu gazete Şkorpiî, Romanski, Mişaykov, Mollov 'un tet­ 18 9 4'e kadar K östence’de intişara devam et-: kiklerini ihtiva e d e r); 7878— 1928. Dobrogea, miştir. Bükreş 'te Dr. İbrahim Temo ’aun neşr­ Cincizeci de ani de viatsaa româneasca ettiği H areket (18 9 6 ), Sadakat ( 18 9 7 ) ve Ş a rk (18 9 8 ) gazeteleri çıkm ıştır; Kırımî-zâde (Bucuresti, 19 28; bir çok romanyalı ve ec­ nebi âlimlerin coğrafî, tarihî, etnografı, İk­ Ali Rıza Köstence 'de Dobruca gazetesini çı­ tisadî ve kültürel tetkiklerini ihtiva ed er); karmış ( îş o ı ), fakat bu gazete Abdülhamid L a D obroudja (Bucuresti, 19 38 ; Romanya II.'e karşı şiddetli yazılar neşrettiği için, sa­ akademisi tarafından, bâzı fransızea tetkiklerle tın alınarak, ortadan kaldırılmıştır. Mehmed birlikte, neşredilmiştir ) ; A nalele D obrogei Niyâzî Dobruca sadâst ( 19 10 ) ve Işık ( 19 14 ) (Constanta, 1920 'den itibaren) ; J . Weıss, Die gazetelerini çıkarmıştır. Pazarcık 'ta Müfti Ha­ Dobrudscha im A lierium . H istorische Landlil Fehim 'in neşrettiği Dobruca İle aynı şehir­ schaftskunde ( Sarajevo, 1 9 1 1 ) ; C. Schuchde çıkan Yıldırım ( 1932—19 37) ve İsmail Zanhardt, Die sogenannten Trajanszealle in der daîh ’mn idare ettiği türkçe-romence Romania ( 1 9 1 2 ) zikre değer. İbrahim Kadri ’nin Tuna Dobrudscha ( Berlin, 1918 ) ; N. S. Derjavîn, (19 2 5 ) 'sı, Habib Hilmî 'nin H ak söz ( 1929 ) ’ü, „T royan i( v „S lo v e o polku ig ö r e v e 1', s. 1 —51 Hakkı İbrahim 'in Deli~Orman '1 Silistre 'de çı­ ( Sborn ik statey i îzsledovaniy v oblastî kan gazetelerdir. Kültür ve edebiyat mecmuası slavyanskoy filologu, Moskva, 1941 ) ; Radu olarak, İrfan Fevzî 'nin Silistre 'de çıkardığı Vulpe, H isioire ancîenne de la D obroudja Bora ( 1938) ile Müstecîb H. F âzıl'm Kösten­ ( La D obroudja, s. 35—454 ) ; G. I. Brâtianu, ce 'de 1930 'dan beri çıkarmakta olduğu Em el Recherckes sur Vicina et Cetatea A lbâ dikkate değer. ( Bucarest, 19 3 5 ) ; N. Bânescu, La çuestion Dobruca 'mn Romanya 'ya ilhakından sonra, du Paristrion Byzantion, VIII, 1933, s. 277 ) ; türk ahâlisi, Türkiye 'ye hicrete başlamıştır. Akdes Nimet Kurat, Peçenek tarihi ( Istan-



D OBRUCA -



btıl, 1 9 3 7 ) ; The Camhridge M edieval H istory ( Cambridge, 19 23), IV ( Bizans impa­ ratorluğu ve kom şuları) ; V. Vasiîiev, H isioire de l ‘Em pire byzaniin, I—II ( frans. ire., Paris, 19 32) ; C. Jireçek, Geschichte der B u l ga r en {Prag'a, 1876 } ; j . Kulakovskiy, Gde nahodilas * vicinska eparhıa K onsiantinopolskago patriarkala ( Vizantiski Vremennik, 1897, IV., 3 2 8 ) ; Iorga, Les premieres cristallisations d ’etat des Roumains ( Bulletin de la Section Hzstorique de l ’A cademie Roumaine, 19 17 —19 20), V , VIII; C. Necşulescu, îpoteza form atsiilor politice române la Dunare în secolul al X I — lea ( R evîsta Istorica. Româna, 19 3 7 ), V II; XIII. asırda Dobruca Maki türkler için krş. J . K. Dimitrov, Spisanîe na B ilgarskata Akademiya na Naukite (Sofya, 1 9 1 5 ) ; F. "W, Hasluck, C hristianiiy and İslam under t he Sultans (Oxforcl, 1929), II, 429, 4 33; P. P. Panaitescu, M ircea cel B airân ( Bu­ curesti, 1943 ) ; P. Mutaftchıef, Dobrotitza et la D obroudja ( R evue des etudes slaves, 1927i VII, 27—41 ) ; Iorga, Dobroiich, Dobrotiç, Dobrotîci ( R evue historiyue da sadesi europeen, 1928, V ; 133 v. d .) î V . Andronescu, Contribuszuni istorice şi numelede Dobrogea ( Constanta, 1901 )'; Sylvestre de Sacy, Memoire sur un traite fa ii enire les Gânoıs de P&ra et un prince des B u lgares ( Notiee et extraits des manuserits de la Bibliotheque Royale de P a ris, 1827, XI, 65'—71 ) ! V. Zlatarski ve G. Katzarov, Do~ govorit nahneza Ivanko sin D obroiiçev si Genueziie ot 1387 god, ( Izvestiya na Istorzçeskoto D rujestvo, Sofya, 19 x1, IİI, 17 —37 ) ; T. Gerasimov, Moneti na Despot Ivanko ( Izvestiya na B ilgarski Arheologîçeski Institut, 1939 XIII, 288—2 çğ ) ; P. Nikov, Turskoto zavladevane na B ilgarya i sidbata na poslednite Şişm anovtzi ( Iz v . İst. D rııj} 1928, VII—V III) ; Histoire des campagnes du comte A lexandre Suzzorotu Rym nikski ( Loudon, 1799 ) j h 78 v. d .; Ad. Slade, Records o f travels in Turkey, Greece and o f a cruise in the Black Sea with ihe Capzian jFaska, in the years 1828, 1830 and 1831 ( London 1833 ), tür. y e r.; B. Brunsv/ick, de irite de B erlin annote et commente ( Paris, 18 7 8 ); G. Lejean, Eihnographie de la Ttırquie d ’Europe ( „Petermann ’s Geographzsche M itte:lungen“ , Gotba, 18 6 1) ; A . Ubicİııİ ve Pavet de Courteille, Et at preseni de l 'em pire Ottoman (Paris, 1876 ) ; Lettres du M areckal de Moltke sur l ’Orient ( trc. A. Marchand, Paris, 18 5 6 ); Dr. C. Aîlard, Souvenirs d ’ Orient. L a Bulgarie orientale ( Paris, ts .) ; A li Mus­



D O N G O LA .







tafa, Kunk al-ahbar (İstanbul, 1284), IV, 1 ; Kara-Çelebî-zâde, R avzat al-abrâr ( Bulak, 1248 ), s. 349; Mehmed İbn Mehmed, Nuhbat al-iavârih v a *l-ahbâr (İstanbul, 12 76 ), s* ‘ 38 ; Ali Rıza Seyfî, B ir milletin bir impara­ torlukla s a v a ş ı: 1828—1829 tarh ru$ harbi ( 19 4 0 ) ; O. N. Peremeci, Tuna boyu tarihî (194 2 ). ( A u r el D e c e i .) D O F Â R . [ Bk. ?AFÂR.j D O Ğ U -B A Y E Z ÎD . ( Bk. b a y e z îd .] D O L M A -B A H Ç E . [ Bk. BOĞAZ-îçi.] D O M BK İ. [B k. dömbk Î.] D Ö M BK Î, DOMBKİ, bugün idare merkezî küçük Lehri kasabası olan Kâççhi ■ ovasında sâkin bir b e l û c k a b i l e s i n i n adıdır. Bu kabile, gerçi şimdi büyük bir ehemmiyeti yok ise de, en hâlis Rindlilerden sayılmaktadır. Şİr aralık Sind havalisine akmları îie şöhret almış olan bu kabile Jaeob tarafından tenkil edildikten sonra, uslanmıştır. Kabilenin 1901 ’de 4938 nüfusu vardı. Bir rivayete göre, bun­ ların Dömbki ad mm göçebe bir şarkıcı aileden geldiği söylenirse de, İran Belûcistam Mdaki Dömbak mevkiinden gelmiş olmaları akla daha yakındır ( krş. BELÛCİSTAN). (M . L o n gw o rth Da m e s .) D O N G O LA ( D um çiî LA, D u n şu l a }, Nuby a Jda, NÜ 'in her iki sâhiliride, 19 0 42' ile 18 ; şimal arzları arasında, takriben 26 km. uzun­ luğunda bir e y â l e t olup, hâlen Mısır İngiliz Sudanı ’mn bir müdürlüğüdür. Buranın ahâlisi ( Danâkila, Danagla ve müfredi D ongoîâvi} takriben 56.000 kişidir. Bu ahâli zamanla araplar ile çok karışmış olup, Nubye dili lehçele­ rinden birini konuşur. Merkezî takriben 15.000 nüfuslu yeni Dongola yahut al-Urde 'dir. Memleket ismini eski Makurra hırıstiyan devletinin payitahtından almaktadır. Islâm hâ­ kimiyeti esnasındaki mesahası bugünkü Don­ gola Mm mesahasına aşağı-yukarı muâdildi ( daha fazla tafsilât için bk. Marquart, Benin, s. C C L v.d.). Bu isim arap menbâlarında, ilk defa olarak, ‘Abdallâh b, A bi Sarh bn Nubye Jye karşı 31 ( 6 5 2 ) senesinde yaptığı sefer münâsebeti ile geçer. Bu seferde memleketin merkezî muhasara edilmiş ve kilisesi yıkılmış­ tır. Bunu müteakip, malûm olan muahede imza edilmiş ve bu muahede mısırlılarea verilen bir takım hediyelere karşılık olarak, devlete bâzı mükellefiyetler ( bk. BAlfT) tahmil ediyordu. Dongola ’da nubyelilertn masarifini tesviye ve muhafazasını temin etmeği taahhüt ettikleri bir camiden yine bu muahedede balisol un makta­ dır. Muahede buna rağmen, daha bir çok asır­ lar, yerli h iristi yanların bir meleei hâlinde kal­ dı. Hâttâ 11. ( IX.) asırda, kıral ( K yriako s), bir Emevî valisi tarafından hapsedilmiş kopt



«44



D O ^pO LA .



patriğini kurtarmak üzere, M ısır’a girdi ve bu teşebbüsünde muvaffak oldu. Cavhar Mı­ sır ’ı Fatımîler hesabına 358 (969) ’de zapteylediği zaman, Nubye hükümdarına Georg 'aj islâmiyeti kabule davet etmek üzere, gönderdiği sefâret hey’etİnin teşebbüsü neticesiz kaldı, Abu Şâlih 'e göre, kıral Rafael 393 ( 1003 ) ’ de Dongola ’da, Irak yapılarını andırır, kırmızı tuğladan, müteaddit kubbeli büyük bir saray bina ettirdi. Eyyûbîler devrinin başlangıcında, Nubye 'ye seferi münâsebeti ile, Şams al-Davla Turan Şâh ’a takdim edilen bir rapordan, o tarih­ te Dongola ’da zahire namına ancak dar ra ekildi­ ğini ve bundan başka küçük hurma ağaçlarının meyvalarımn da halkın gıdasını teşkil ettiğini öğreniyoruz. Şehrin vaziyetine gelince, kıral sa­ rayı müstesna, sâdece, kulübelerden mürekkep idi. Takriben 100 yıl sonra, Nubye devletinin is­ tiklâli Baybars zamanında . nihayet buldu. 671 (1272/1273) yılından itibaren, kıral David b a k t’ı redeylediği ve yukarı Mısır 'a bir takım tecâ­ vüzlerde bulunduğu için, kendisine karşı kuv­ vet gönderildi. 674 ( i 3 7 5 ) ’te Dongola zaptediîdi ve David tahttan İndirilerek, amcasından kaçıp, Mısır ’a sığınmış olan yeğeni Şekenda onun yerine geçirildi. Bu suretle Nubye kıralhğı Memlûk devletinin fİ’ lî hâkimiyeti altına girdi. İlk defa olarak, kıral hanedanından müsiüman olmuş bir zat 716 ( 1316) 'da tahta çık­ mıştır Asvan civarında yerleşmiş Banu ’l-Kanz kabilesine mensup olup, az bir müddet sonra iktidar makamına geçen ve lbıı Battü^a 'da Kanz al-Din diye anılan Kanz al-Davla dahi müslüman id i; fakat halk hıristîyan kalmakta de­ vam etti. Gerçi onun saltanatı esnasında, 1323 senesinde, kırallık tekrar müstakil olmuştu. Fakat Bani Ca'd Banu ’i-Kanz ve Akrami ta­ rafından mütemadiyen çıkartılan dahilî karı­ şıklıklar sebebi ile, Mısır 767 (1363— 1366) ’dan itibaren Nubye işlerine tekrar müdâhale­ ye başladı ve payitaht olan Dongola, sakinleri tarafından, terkedilmiş bulunduğu için, kıralı Dav kalesinde oturmağa mecbur etth Müteakip asırların tarihi de oldukça karanlıktır. İnhitatı gittikçe bariz bir hâl alan memleket, arap ka­ bilelerinin eline düştü ve bu devrede tedricî bîr şekilde İslâmlaştı. Cuhaynalarm bu vak’alarda da mühim bir rol oynamış oldukları İbn Haldun ( V, 429 ) 'un sözlerinden anlaşıl­ maktadır. Barth 'a nazaran, XVI. asırda DSrfur ve müteakiben Vaday kıralhklarmı te'sis etmiş olan Tuncerler Dongola ’ dan gelmiş olduklarım söylemektedirler {R eisen, III, 384; fakat krş. Carbau, La rekatı du Tckad, I, 73 v.d.). Bruckhardt 'tan iktidarın uzun müddet Zuber ve Funn'ye ailelerinin ellerinde bulunduğunu öğreniyoruz. Bu Funniyeler 1500 yılından son­



ra Sennar kırallığım te’sis eden ve Dongola ’ya kadar ülkelerini genişleten Funieler olsa gerektir. Fakat XIX. asır başlangıcında Şayilçiya arapları memleketin hâkimi oldular. 1811 ve 1812 katliâmlarından kurtulmuş bulunan memlûklemı, Dongola ’ya sağlam bir surette yerleşmelerini müteakip, ahâli ile gayet sami­ mî münâsebetler te’sis edip, onları arapîarın zulümlerine karşı himayeye çalışmaları ve zi­ raatın inkişafına muvaffakiyetli gayretler sarfetmeleri Ş â ’ikiya ’nin hüküm ve nufu2unu hayli azaltmıştır. Memîûkler Ş â ’ilçiya’ ya eski Dongola’ mn 120 km. şimalinde bulunan Maraka ( bugünkü yeni Dongola } kalesinden de çı­ kardılar ve sonra burasını ellerine geçirdiler. Fakat 18 20 ’ de îsm â'il Paşa Su dan ’ı fethe baş­ layınca, Ş â ’ijkiya mısırlılara inkıyat etmeden önce, İki noktada kuvvetli fakat beyhude bir mukavemet gösterdikleri hâlde, memîûkler Şen­ di ’ye iltica eylediler. O zaman Dongola mem­ lekette te’sis olunan 5 müdürlükten biri oldu. Mamafih yerli reisler mevkilerinde bırakıldı,1 Kendisi de Dongolalı olan M ahdi’nin 1883 ’teki kıyamına, burası da, bütün diğer eyâlet­ ler gibi, alâka gösterdi, O tarihteki vali Muhammed Paşa Y a v r ’m müstevlileri iki defa, Debbe ve Korti ’de, püskürtmeğe muvaffak olmasını müteakip, 1885 haziranında eyâletin tahliyesine karar verildi ve bunun üzerine, Dongolo dervişlerin eline düştü. Burası ancak 18 96 ’da İki çarpışmadan sonra, 20 eylülde Dongola ’ya giren Kitchener tarafından zapt edilebilmiştir. Bunu müteakip, memleket 19 kânun II. 1899 anlaşmasına göre, İngiliz Mısır Sudanı ’nm bir müdürlüğü pldu. B i b l i y o g r a f y a ’. T abari, tür. y e r.; Yakut, Geogr. W ör i er bitch} s. 599 ; Abu S a ­ lih ( nşr. Evetts ), var. 95b ; İbn al-A şir, tür, y e r.; İbn Battüta ( nşr, Defremery ve Sanguinettİ ), IV, 396; lbıı al-'Umari, al-T a!r i f bi'l-muştalah a l-ş a rif (K ah ire, 1 3 1 3 ) , s. 30; İbn Haldun, V, 429; M akrizi, Jfitaf, |, 199 V.d.; ayn. mil,, K itâb al-ilmâm, s. '21 ve 24 v .d . ; Quatremere, Memoires, I I ; Burckhardt, Travels in Nubia, s. 60 v .d d .; Barth, Reisen and Entdeckungen in N ord- and Z en ir al A frik a , III, 384 i Slatİn, Fener and Schzcert im ıS W a « ; Wingate, Mahdiism and îhe E gyptian S a d a n ; Lane-Poole, A kistory o f Egypt in the M iddi e A ges ; Deheraın, Le Sondan Egyptien sous Mehmed A l i ; Earl of Cromer, Modern E g y p t ; Sclıurtz, Geschickte A frik a s , Helmolts Weltgeschîchte, III, 543 v.d d .; Baede'cker, Âgyptenü ; C. H. Becker, Z a r Geschickte des östlichen Sudan ( D er İs ­ lam., 1, 133 v.dd.) ; Marquart, Benin, s. CCLI— CCLVII, C C L X IV v.d. ( E . G raefe .)



D O S T M ÜH AM M ED -



D O ST MÜHAM M ED. [ dost muhammed.] D O ST MÜHAMMED. DOST MÜHAMMED (1788— 1863 )> Efganistan Ma Bârakzay İdâresi­ nin müessisi olup, Durrâniîerden Timur Şah zamanında kabilenin riyasetine geçirilmiş ve sonra Galzayları da kendi hükmü altına almış olan, Pâyinda Hân 'm oğludur. Dost Muhammed büyük bîr nufuz kazanmış ve nufuzu, Za­ man Şâh devrinde, Vafâdâr Hân '11i, şahın iti­ madını kazanarak, Pâyinda Hân ’ı fesat çıkar­ mağa kalkışmak ithamı ile, idam ettirmesine kadar sürmüştür. Pâyinda'nı n 21 oğlu kalmış­ tır. Bunların en büyüğü Fath Hân olup, anası aslen iranh olan Dost Muhammed ise, 20. oğlu idi. Bu hâle ğöre, Dost Muhammed, kan bakı­ mından, hâlis efganlı değildi. Babasının Ölü­ münde küçük Dost Muhammed, 12 yaşına bas­ tığı 12 15 ( 1 8 00) senesine, yâni ağabeyi Fath Hân 'm, Zaman Şâh ’a karşı Mahmüd Şâh 'in başlıca tarafdarı sıfatı ile ehemmiyet kazana­ rak, onu kendi yanma almasına kadar, annesi­ nin akrabaları yanında büyüdü. Bundan sonra Dost Muhammed kendi mukadderatını Fath Hân 'in mukadderatına bağlamış oldu ve Mahmüd Ş âh 'm 1224 (1809 ) 'te başlayan ikinci hükümdarlığı esnâsmda yüksek mevkiler elde e tti; yüksek kabiliyetleri her kes tarafından tanındı. Mabmüd’un Şah Şuca1 '1 mağlûp et­ mesinin başlıca âmillerden biri olan ve bu vesile ile kendi rakiplerinin hepsini ortadan kaldırdı. Döst Muürammed Kaşm ir ve Herat isyanlarını, maiyetindeki ordu ile, bastırmağa muvaffak oldu ( 1 2 3 2 = 181 6) . Rivayete göre, Herat alındıktan sonra, prenslerden birinin karısını — ki, Mahmüd Şâh 'm oğlu Kâmrân 'm hemşiresi idi — kabaca tahkir etti. Dost Muhammed Kaşm ir'e kaçtı ve Kâmrân evvelâ Fath H an 'ı yakalayarak, gözlerini kör ettir­ mek suretiyle, intikamım aldı ve sonra da Mahmüd Şâh 'm huzurunda idam ettirdi. Bu cinayet efkâr-İ umûmiyeyî Mahmüd Şâh 'm aleyhine çevirdi. Öyle ki, Dost Muhammed kuvvetli bir ordu toplamağa muvaffak oldu ve Mahmüd İle Kâm rân'1 1235 ( 1 8 x 8 ) 'te mağıûp etti. Kâbı! 'i eline geçirdi ve buna mukabil Herat, evvelâ Mahmüd 'un ve ölümünden sonra da Kâmrân 'm elinde kaldı. Kabil ve Kandahar şehirleri de dâhil olduğu hâlde, merkezî Efgsnİstan ile, büyük Durrâni ve Galzay kabileleri üzerindeki hâkimiyet Dost Muhammed 'in elinde bulunuyordu. Dost Mu­ hammed Sadözay hükümdarlarının vârisi sıfatı iie, ş a h unvanını almak İddiasında bulunmadı, yalnız e m i r unvanı ile iktifa etti, Şâh Şucâ* al-Mulk 'ün istilâları da dahil olduğu hâlde, dev­ rinin başlıca vak'alan ( ingilizler İle muharebesi, Buhârâ ’ya firarı, Kalküte 'de hapsedilmesi ve



D O V İN .



645



nihayet 1258 ” 1842 ’de K a b il'e dönmesi) için bk, mad. EFGANiSTAN. Kabil 'e döndükten son­ ra ; Dost Muhammed mevkiini sağlamlaştırdı, fakat küçük oğlu olup, ingilizlere karşı olan muharebede ordunun başlıca serdarlarından biri olaıı Akbar Şah île uğraşmak mecburiye­ tinde kaldı. Akbar Şâh 1266 ( 1 8 4 9 } 'da öldü. Aynı senede ikinci Sikh muharebesinde Efgan kuvvetleri, Sikhlere yardım için, Pencâb '1 is­ tilâ ettiler; fakat teşebbüsleri muvaffakiyetle neticelenemedi. Bunlar Gucarat muharebesini müteakip, karma-kanşık, Efganistan 'a dönmek mecburiyetinde kaldılar. Dost Muhammed, biz­ zat kendi mevkiini tahkim etmenin daha âki!âae bir hareket olduğunu anladı ve Durrâni hükümetinin sukutundan sonra elden çıkmış olan eyâletleri, yâni Hindükuş dağlarının ete tara­ fındaki eyâletleri, istirdat etti. Ölümünden az evvel, K âm rân'111 1258 ( 1 8 4 2 ) ’ de katlinden beri mütemadiyen iranlılarm elinde kalmış olan Herat '1 da almağa muvaffak oldu. He­ rat 12S0 ( 1 8 6 3 ) ’de zaptediidi. Dost Muham­ med de ay m sene Herat 'tâki ordugâhında Öldü. Kendine halef olarak, 5. oğlu Ş ir ‘A li 'yi gösterm işti; bu suretle daha yaşlı olan oğullan Muhammed A'zam ve Muhammed Afzal 'i uzaklaştırmış oluyordu. Bu da bir sürü .ka­ rışıklığa 3:ol açtı. Dost Muhammed 'in muvaffakiyetleri, son Durrâni şahlarının (Zaman Şâh, Mahmüd Şah ve- Şucâ‘ aî-Mulk ) iktidarsızlıkları ve ay m za­ manda kendisinin itiraz götürmez ehemmiyeti İle gayelerine varmak için, vâsıtaları intihapta maddî ve manevî hiç bir mânı ve mahzur tammayışı sayesinde olmuştur. Dost Muhammed hiç bir zaman ne katilden ve ne de hıyanet- 1 ten çekinmiş, fakat bununla beraber, memleke­ tin o zamanki hâline bakılırsa, iyi bir hüküm­ dar olmuş ve âdil bir adam olarak tanınm ıştır., Ölürken, her ne kadar daha geniş değilse bile, yine kendi seleflerinin zamanındakinden çok daha kuvvetli bîr ülke bırakm ıştı: Peşâver, Deracât, Muîtân, Kaşmir ve' şimalî Sind 'in elde bulundurulması, ülkenin-idaresi bakı-mından, kuvvet değil, bir zaaf menbaı oluyor­ du ve bunların elden çıkarılması dâhili idareyi kuvvetlendirdi. Öyle ki, dahilî ve haricî harplere rağmen, ülkesi zamanımıza kadar, olduğu gibi, tsmamiyetini muhafaza etti. B i b i i y a g r a f y a: Bk. bir de mad, EFGANİSTAK. Burns, Cabccl ( Londcn, 1842 ) ; Mo­ llan Lal, L ife o f Dost Muhammed ( London, 18 4 6 ),'I, II; L. Whİte King, H istory and coînage o f the Bârakzais (Nıımism. Chronicle, 1896 ) ; Ferrıer, H istory o f A fghans ( London, 18 5 8 ).



( M . L o n g w o r t h D a m e s .)



D O VİN . [ Bk. DViN.]



64.6



DÖNGEN -



D Ö N GEN . DUNGAN ( dön g ak , tun gan ), Çin ırtüsKim anları ( bk. mad-, çîN, TÜRK ve



TÜRKİSTAN ), DÖNME, XVII. asırdan beri Türkiye'nin muhtelif şehirlerinde ve bilhassa Selanik'te müsliiman adı ve kıyafeti altında yaşayan »giz­ li müslüman-rcüsevİ cemaati" ferdîerine, Osmanîı türkleri tarafından, müsevilikten İslama döndüklerini belirtmek Üzere, verilen isimdir. Dönme kelimesi yerine eskiden, nezâket kasdı ile avdeti kelimesi de kullanılırdı. Dönmeler kendilerine ma'aminim ( »mü'minler" ) ve haberim ( »ortaklar" ) veyahut b a a le miUıamah ( »mücâhîdler" ) isimlerini vermişler­ dir, Bu cemaat mensuplarına yalnız Edirne *de sazanicos ( »küçük sazan balıkları") lâkabı ve­ rilmişti. Bu lâkap menşeini, bir rivayete göre, bu gizli cemaat mabedinin Edirne 'de balık pa­ zarı yakmmda bulunmasından veyahut cemaat mezhebinin mesihi ve başı olan Şabbetky Sebî 'nîn musevîlerîn halas ve necatlarının mıntaka-i buru edan Höt ( »balık") burcu altında va­ ki olacağı yolundaki bir kehânetinden almıştır. Bu gizli mezhep, İzmir 'de türkler arasında Kara-Menteş lâkabı ile anılan ispanyah muha­ cir yahudi Modehay Sebi ( »geyik" ) 'nin oğlu Şabbetay Sebİ ( 1 6 3 2 —1675 ) 'ye bağlanır. Ha­ hamlık tahsil ederken, bilhassa Z o h a r ’m mü­ talaası ile, »Kabbala" adı altında toplaiıan teosofik fikirlere merak sardıran bu genç yahudi, o asırda zuhuru beklenen Mesih 'in kendisi ol­ duğu iddiası ile, ortaya çıkmış ve İzmir'de 1648 senesinde mesİhliğîni ilân etmiş ise de, bu iddiada fazla ısrar etmemiş, fakat Mısır, Kudüs ve Atina 'ya bîr seyahattan sonra, 1666 'da ( bu tarih hıristiyanîar tarafından da Me­ sih 'in zuhuru tarihi diye kabul edilm işti) tek­ rar mesıhliğini ilân etmiştir. İzmir'de yahudiier arasında kendisine bir hayli „mü'min!er" toplamış ve şöhreti bir taraftan osman!ı mem­ leketinde tâ Budin ’e, diğer taraftan Lehistan Almanya, Holanda, İngiltere, İtalya ve şimalî A frika 'ya kadar yayılmıştır. Hatla İran 'a ka­ dar varan bu şöhret ve nufuz İran yahudileri arasında bile bir hareket uyandırmış ve on­ lar : — »Bizim mesihimiz geldi, artık toprak bellemeyiz, vergi vermeyiz" — diye tutturmuş­ lardı.1 Musevî itikat ve İbâdetinde farklar yap­ mağa kalkışan bu hahamın hareketini İstan­ 1 Bergama civarında Trahalla köyünde 1828,1829 se­ nelerinde oradan geçen Mac Farlane adlı bir seyyahın söylediğine göre, bu köyün sâkinîcrîı tip itibarı ile, samı ırkına mensup gibi gözükmekte olup, cumartesi günleri tatil ederlerdi. Bunların İz rrir’de Şabcttay S e b i’ye uyan­ lardan olup, sonradan Bergama havalisinin ır.âmuriyctinden dolayı, oraya hicret eden bir zümre olması müm­ kündür ( bk. F . W. Hasluck,, Christianitg and İslam u.ndar the Sultamı, Ozford, 1929 , 11 , 4 7 3 v. d.).



D Ö N M E.



bul haham-başıhğı hoş görmeyerek, kendisini aforoz etmeğe ve hattâ bir rivâyete göre, Öl­ dürtmeğe kalkışmış ve diğer taraftan yahudilerin her günkü dualarında padişahın adı ge­ çen fıkrayı kaldırarak, yerine kendi ismini »pa­ dişahlar padişahı" ve. hattâ „Davûd 'un oğlu Sulaymân" unvanı ile koyması Osmanîı hükü­ metinin nazar-ı dikkatini çekmiş ve genç ha­ ham ancak bu suretle osmanh türle tarihine geçmiştir. Filhakika İzmir 'de yahudiler arasında türlü kargaşalıklara sebep olan bu hahamı sadrâzam Köprülü-zâde Fazıl Ahmed Paşa evvelâ İstan­ bul 'a getirip, hapsettikten sonra, Girit seferi sıralarında İstanbul mûsevilerinin yalancı mesihiıı hapishanede de rahat durmadığı ve musevilerİ ızlâl ettiği yolundaki şikâyeti Üzerine, Çanakkale 'ye naklettirerek, Kumkale ( Abydos ) 'de kalebend etti. Kendisine Avrupa 'ma bir çok yerlerinden ziyaretçiler gelen Şabbetay burada da faaliyet göstermekten geri durmu­ yordu. İkinci bir mesih olmak iddiası ile, KumKale ’ye gelen ve uzun münakaşalardan sonra fikrini kabul ettiremeyen Nehemya Cohen adlı bir lehli haham, Şabbetay ’ı, fesatçılık töhme­ ti ile, hükümete ihbar etti. Bunun üzerine Şabbetay Edirne 'ye getirilmiş ve Mehmed IV. 'in kafes arkasından iştirak ettiği bir divanda sadaret kaymakamı Mustafa Paşa ve şeyhülis­ lâm Minkarî-Zâde Yahya Efendi ve Şeyh Vanî-zâde Mehmed Efendi tarafından, Hekım-başı Hayatı-zâde Feyzî ( mühtedi Moşe ben Replıa e l) Efendi 'nin tercümanlığı ile, isticvap olunmuştur ( 1 5 rebİülevvel 1077 — 1666). Şab­ betay kendi hakkında ileri sürülen ithamları reddetmiş ve îslâmiyeti kabul etmek veyahut idam olunmak arasında muhayyer bırakılınca, birinci şıkkı tercih ederek, müslüman olmuş ve Mehmed Efendi adını almış, kendisine 150 akçe „kapı ortası tekaüdü" ihsan olduğu gibi, müslüman olan arkadaşına da »çavuşluk" veril­ miştir ( Silâhdâr, Tarih, İstanbul, 1928, 1, 431 v. d .; Râfid, Tarih, İstanbul, 1282, I, 1 3 3 ; Abdi Paşa, Vekayinâme, Köprülü kütüp., Fa­ zıl Ahmed Paşa yazm., nr. 216 ( 1077 senesi vekayii ) 5 Kâmil Paşa, T ar ih-i siyâsî, îstanbuk 1327, II, 103 î burada hahamın adı, yanlış ola­ rak, Sapatay Levi yazılm ıştır)» Artık Mehmed ( Aziz ) Efendi ismini taşıyan Şabbetay Vanî-zâde Mehmed Efendi 'den İslâm akaidini öğrenerek, Edirne sarayında yaşarken, eski kanaatlerinden vaz geçmiş değildi. El al­ tından yine faaliyete devam ediyor ve mûseviler ile olan temasını onları hidâyete eriştirmek İçin, yaptığını söylüyordu. Filvaki Türkiye 'nİr uzak köşelerinden, meselâ Kudüs ve Bağdat* 'dan gelip, ihtida eden mûseviler vardı. Hü-



D Ö N M E.



kûmetin her nedense Şabbetay hn faaliyetini genişletmesini fâidelİ gördüğü ve havralarda vaaz etmesine göz yumduğu hakkında rivayet­ ler vardır. O bu sayede fikirlerini daha müsait bir şe­ kilde yaymağa muvaffak oluyor; fakat ona ina­ nanlar;-: kendisine alenen mesih gibi tapmağa cesaret edemeyerek, müslüman kisvesine bü­ rünmeği muvafık görüyorlardı. Esasen Şabbe­ tay hn 18 emrinden (aş. bk.) 16. 'smda, türkîerin gözünü boyamak için, müslüman gibi gö­ rünmek lüzumu tavsiye edilmişti ( bk. A . Danon Une seete judeo-masulmane en Turyuie, Actes da X I. congres International des orientalistes, 3. seci;on, Paris, 1899, s. 65 }. Bu gizli mezhebin ilk ululan saray hekimle­ rinden Guidon Daniel Israel ve Bonafoux ile aşağıda ismi geçecek olan Yacob ’un oğlu Berakyah adındaki zâtlardır. Bir müddet sonra Şabbetay hn, propagandadan men'edîlerek, İs­ tanbul 'a alındığını ve Kuru-Çeşme 'de bîr kaç musevi ile M ezamir okurken görüldüğünü bi­ liyoruz. Mûsevi müelliflerine göre, bu Şabbe­ tay hareketi Osmanlı imparatorluğunda dinî olmaktan ziyâde padişahın otoritesine karşı siyâsî bir hareket gibi telekki olunmuş ve mûsevilere karşı emniyetsizliğin başlangıcı olmuş ve onların yerini rum ve ermeniler almıştır ( bk. Je t ı isk Encyclopedia, mad, CONSî^ANTİKÖPLE ). Bundan sonra bîr müddet, gözden ırak ol­ mak üzere, Kâğıthane 'de bir yere gizlenen Şabbetay, yine mûsevilerİn şikâyeti üzerine, Arnavutluk 'ta Berat şehrine sürülmüş ve 5 sene yaşadığı bu şehirde veyahut bir rivayete göre, tebdil-İ hava için gittiği Ülkün 'de, 30 eylül 1675 'te vefat etmiştir. Şabbetay hn bu kadar maceradan sonra, id­ diasından vazgeçerek, müslüman olması arka­ sından giden bir çok yahudi ve bâzı hıristiyanlar arasında şiddetli gazap ve hiddet uyandır­ mış ve ancak mahdut sayıda müridleri asıl mesihin göğe çıkıp, müslüman kıyafetinde do­ laşan zatın onun „zıü ve hayâli" olduğuna ina­ narak, kendisine sâdık kalmışlardır. İşte bun­ lar, Şabbetay hn vefatından sonra, yalnız za­ hirî değil aynı zamanda bâtını karısı olduğunu İddia ede., İkinci zevcesi A yşe kadının etra­ fında Selanik 'te toplanmışlardır. Toplananla­ rın çoğu mûsevi olmakla berâber, aralarında türkîerin ve MakedonyalI diğer unsurların da bulunduğunu zannettirecek emareler eksik de­ ğildir. Bu kadın kendi öz kardeşi Jacob 'u, Şabbetay Sebi 'nin oğlu ve gûyâ mezardan çı­ kan kocasından hâmil kalıp, 12 yaşma erişmiş bir oğlan boyunda doğurmuş olduğu iddiası ile ortaya çıkarmıştır. Bu kadm, o devirde dünyada hüküm süren mesih iştiyakı şevki ile,



647



Selanik 'te oğlunun mesihin „!âhut" âleminden tekrar „nâsut" âlemine intikal şekli olduğuna inanan ve ona Allah imiş gibi tapan bir çok taraf darlar bulmuştu. Bunlar Jacob Sebi 'ye İspanyolca Querido ( «sevgili") unvanım da takmışlardır. Hepsinin bir mûsevi adı bulun­ makla beraber, dâimâ müslüman adları ile ça­ ğırılan ve hemen-hemen tamamiyle Ispanya muhâciri yahudilerden müteşekkil bulunan bu cemaat, eumartesi günleri ateş tutmamak müs­ tesna olmak üzere, bâzı mûsevi ibâdet ve âyin­ lerine sâdık kalmışlarsa da, asıl mûsevilerden temamen ayrılmış ve onlara k o f erim ( »kâfir­ ler" ) ismini vermiştir. A . Danon 'un neşrettiği bâzı dualara bakılırsa, dönmelerin ibâdetleri pek azının anladığı İbranî dilinde veyahut la~ di no denilen İspanyolca ve lâtinceden mürek­ kep bir dildedir ( bk. A . Danon, ayn. esr., s. 62—66). Şunu söylemek lâzımdır ki, bu iddia 1875—1877 seneleri arasında bir zamanda Se­ lanik 'te bîr dönmenin, tâ mir edilmek üzere, terziye bıraktığı yeleğinin cebinden çıkan bir kâğıtta bulunmuş ve ilk defa oradan Selanik gazetecilerinden Saadi Levy tarafından kopya edilmiş bir vesikaya dayanır. Böyle tesadüfen ele geçmiş bîr vesika da, İbrahim Alâeddîn G'övsa hım Bakırköyü 'nde bu cemaate âit bir kız mektebinin müdürü iken, bir kızın defteri arasında bulduğu ibrânîce ve İspanyolca Şab­ betay Sebi 'nin adı ile başlayan bir besmeledir ( bk. İbrahim Alâeddîn Gövsa, Sa h af ay S e v i, İstanbul, ts., s. 6 ). Selanik 'te birbirine muttasıl ve birinden di­ ğerine kolaylıkla geçilebilen evlerde yaşayan bu cemaat efradının evlerinin birinde yeşil abajurla lâmbaların 2ayıf ziyası ile aydınlatılmış gizli toplantı yerleri vardı. K a l ( k ah al} denilen bu yerlerde p ay yet an adı verilen din uluları tarafından dualar okunur ve ab~bet-din denilen reisler tarafından vaaz edilirdi. Bu vaazlar, bil­ hassa Tevrat ve Zohar 'dan çıkarılır ve dâimâ Şabbetay hn tebcüî ile neticelendîrilirdi. Hem bu mesihin ve Yacob Ouerido 'nun günün birin­ de ümmetlerini kurtaracakları itikadı üzerinde ısrar olunduğu gibi, umumiyet itibariyle iyiliğe, hayra ve fıkaraya yardıma teşvik olunurdu ki, bu teşviklerin neticesi olarak, ekserisi çalışıp zaruret ve ihtîyac derdinden kurtulmuş bir hâlde yaşayan cemaat efradı kendi aralarında fakirlere iş bulurlar ve çalışmayanlara ise, doğrudan-doğruya yardım etmek suretiyle, mûavenet ederlerdi. 1888 senesinde A u sla n d mecmuasına (s . 186— 190 ve zo6—209) D ie Donmes öder Ma~ menin Salonichi unvanı ile bir makale yazan J . T. Bendt dönmelerin şu suretle 3 zümreye ayrıldıklarım sö yler: 1. Doğrudan doğruya



648



D Ö N M E.



Şabbetay Sebî 'ye îman edenler ki, bunlara İ z m i r l i l e r ( 2500 k iş i) denilir. 2. Jacob 'un tarafdarlan ki, bunlara y a k u b î ( 4000 k iş i) derler ve 3. XVIII. asırda ölen Osman A ğa ( Baba, Bevvab )'mn müridleri kî bunlara K un i o s o s (3500 k iş i) ismi verilir. Bu müellife göre, birinci zümredeki dönmeler sakallarını, ikinci zümredekiler başlarını tıraş ederler; üçüncü zümrede ise, sakallarım da, saçla­ rını da tıraş etmezler. Fakat bu taksim tamamiyle kat'î bir taksim sayılamaz. Meselâ Bendt'den sonra 18 8 9'da Danon (a y n t esr.) birbiri ile asla uyuşamayan şu üç zümreden bahseder: 1. Başlarına hususî şekilde bir sarık saran t a r p u ş l u l a r , 2. Ucu sivri b’ir pabuç giyen c a v a l i e r o s , 3. Kısa ve basık burunları ile tefrik edilen l ı o n i o s o s . Lâkin bu taksimi de bugün tahkik ve tesbit etmek mümkün değildir. En mevsûk malûmata nazaran, Şabbetay Sebi 'nin ölümünden bir müddet sonra Jacob 'u çe­ kemeyenler çoğaldı. Cemaat işlerine âit ihti­ lâflar neticesinde, günün birinde Mustafa Çe­ lebi isminde bîri Jacob 'dan, cemaatin ekseri­ yetini arkasına takarak, ayrıldı ( 1689). Pek mümkündür ki, kendilerini Jacob vasıtası ile Şabbetay 'a daha kuvvetle merbut sayan Jakubî 'lere o vakit İ z m i r l i l e r adı verilmiş ve kendilerine bir nevi asalet izafe edilmiş olsun. Ayrılan zümre ise, Şabbetay 'ın ölümünden tam 9 ay sonra Abdurralıman Efendi admda bir zatın sulbünden dünyaya gelen Osman isminde bir çocuğun vücudunda Şabbetay 'ın temessül ettiğini, çünkü çocuğun mesihin vefatımdan tam 9 ay sonra doğduğunu, hâlbuki Jacob 'un onun vefatından çok evvel doğmuş okluğunu iddia ediyordu. İşte bu Osman adındaki çocuktur ki, sonradan Osman Ağa, Osman Baba, Osman Bev­ vab isimleri ile mezhebin hâkim ve bir dereceye kadar hurâfevî bir şahsiyeti olmuştur. Fakat 1720 senesine doğru bu zümre İçerisinde de, Osman A ğa ’mn vefatım müteakip, İbrahim A ğa adlı birisi tarafından, bir ayrılık daha vukua geti­ rilmiştir. Bu ayrılık Osman Baba 'da mesihin temessül etmediği ve kendisinin ancak mesihin vekili olduğu itikadı yüzünden husule gelmiştir. Osman Bevvab 'm adına XVIII, asırda kuru­ lan 2Ümre ticaret yoluna girerek, dünya ile temasları arttırmış ve geniş düşünceye, terak­ kiye tarafdar gibi görünmüştür. Velhâsıl züm­ reler arasında iki asır evvel başlayan kavgalar, XIX. asrın sonuna kadar, Öyle bir kin ve nefret dalgası içinde cereyan etmiştir ki, bu üç züm­ renin mensupları birbirleri ile her türlü dostane temastan kaçınmışlar ve birbirlerini tahkir ve tezyife kadar varmışlardı. Bu ayrı ve gayrdık, bîrine mensup bir ahçı veya bakkaldan yiye­ cek ahp yemek, diğeri için haram sayılacak



kadar İleri gitmişti. Bu zümrelerden Jakubîlerde cemaatin esrarlı hayatı bir tarikat hayatı vaziyetini muhafaza ediyordu. Mamafih çocuk­ lar türk ve müsîüman olarak terbiye gördük­ ten başka, ortalıkta bir ayrılık ve bir cemaat hayatı bulunduğu kendilerinden şiddetle giz­ leniyordu. izahat isteyen çocuklar ve gençler kat'î bir inkâr şeklinde mukabele görüyorlardı. Bu zümrede cemaat esrarını öğrenmek hakkı ancak evlenmek ile kazanılırdı. Hâlbuki Osman Baba ve İbrahim A ğa zümrelerinde çocuklara 13 yaşına gelince itikat, ibâdetler ve dinî me­ rasim öğretilirdi. Dönmelerin itikatları ve ibâdetlerinin esas­ ları hakkında malûmatımız hemen-hemen yu­ karıda söylediğimiz Şabbetay Sebi 'nin 18 em­ rine münhasır kalıyor. Bu emirlerin hulâsası, gerek Saadi Levy 'nin Selânik 'te tesadüfen bulduğu vesikaya ve gerek Graetz ve Bendt ( bk. b ib liyo g ra fy a ) adlı müelliflerin bildirdik­ lerine göre, Allahın birliğine ve Şabbetay Se­ bi 'nin mesihlîğine îmandan, katilden, yalancı şahitlikten, ihtidaya cebirden, zinadan ve müslümanlarla izdivacdan çekinmekten, hayır ve şefkat işlerine ehemmiyet vermekten, müsiüman âdetlerine ve dinî merasime zahirî ria­ yetten ve kameri aylarının ilk günlerine dik­ kat ve hürmetten ve her gün gizlice Mezamir okumağa devamdan ibarettir. Yine bu vesika­ ya göre, dönmelerin müsîümanlar ile beraber bayram ettikleri günlerden başka, 12 kadar bayramları vardır. Bunların mühimlerinden bi­ ri K isle v (teşrin 11) ayının 1 6. günü İçtimâ hâlinde tes'id edilen bayram ile ab ( ağustos) ayının dokuzunda Şabbetay Sebi 'nin mevlût bayramıdır. K islev bayramının arifesinde oruç tutmak da farzdır. Bu hususî bayram günle­ rinde gündüzleri asla bayram edilmez; ancak geceleri evlerde toplanılarak, bayram edilir. Bun­ dan başka dönmeler kendi mesİhlermın öldü­ ğüne kat ’iyyen inanmadıkları için, bilhassa Yakubîler her cumartesi bir kadım, çocuklarıile beraber, deniz kenarına gönderip, mesilıi ge­ tirecek geminin gözüküp-gözükmediğine bak­ tırdıkları gibi, ihtiyarlar da her sabah ufuk- • larda böyle bir gemi ararlar. Diğer taraftan da cemaat ferdleri umumî hayatta müsîüman­ lar arasına karışıp, câ mi lere namaza giderler ve ramazan orucunu tu tarlar; hattâ arada-sırada hacca gönderilenleri bile olurdu. İşte bu esas itikat ve ibadet menasıkinden başka bir takım eski kavimlerde emsaline tesa­ düf edilen bîr kanaat ile, zümrelerden her biri kendini hilkatin (beria) s e b e p ve h i k m e t i , dünyayı dolduran diğer insanlar ise, ancak hilkatin n e t i c e s i sayarlardı. Cennetin has bahçelerine girmek inhisarı kendilerine âît



D Ö N M E.



649



olup, diğer iyi insanlar ancak cennetin parmak­ sette meb'usluk ve nazırlığa kadar yükselen­ lıkları olabilirlerdi. Eğer iyi bir müslüman te­ ler eksik olmadığı gibi, hocalık mesleğinde nasüh yolu İle dünyaya 40 defa gelip, her ge­ ve gazetecilikte muvaffak olanlar da vardı. Bil­ lişinde yaîmz hayır işlemiş, şerden kaçabilmiş hassa XIX. asrın son 20—25 senesi zarfında büyük bir ehemmi­ ise, has bahçeye girmek imtiyazım kazanabi­ bu cemaat ilk tahsile yet vermiş ve ikinci ve üçüncü zümreler, leceğine inanırlardı. Üç dönme zümresinin }}nesl-i şerîf” denilen kendi aralarında topladıkları ianeler ile, Sela­ en yüksek asil ailelere mensup birer reisi var­ nik ’te evvelâ iki mektep ve sonra da lise de­ dı ki, bunlar cemaat ihtiyarlarının reyleri ile recesine iki müessese (Feyzıye ve Terakki) ki, bunlar, aralarında bir ne­ seçilir ve ölünceye kadar o mevkide kalırlardı. açmışlardır Ab-be-din denilen reisler tarafından tâyin olu­ vi rekabet hâsıl olması üzerine, ovakit Se­ nan ruhanî reisler marifeti ile nikâh, talâk ve lanik ün en iyi mektepleri hâline geçmişti. İş­ pek küçük yaşta — bâzan doğumun 8. günü — te bu mektepler sayesinde, yaşlılar müstesna sünnet merasimi, ölülerin teçhiz ve tekfini ve olmak üzere, cemaat efradı arasında okumazSelanik ve İstanbul'daki hususî mezarlıkların­ yazmaz hemen-hemen hiç kimse kalmamıştır. da definleri gibi, camaatin iç işleri ifa ve bil­ Mektepler son iki zümreye mahsus olmakla be­ hassa muhtaçlara bakılmak için yapılan vakıf­ raber, devlet mektepleri programım tamamen lar ve toplanan ianeler idare olunurdu. Bu reis-i ( yâni İslâm akaid ve İlm-i hâli de dahil oldu­ ruhanîler Tevrat okudukları gibi, Zohar deni­ ğu halde) takip ettiği İçin hususî mektebi ol­ len kitabı da hemen-hemen ezber bilirler, vaktiy­ mayan birinci zümre ( Yakubîler ) ve . hattâ le bir çoğu ibrânîce ve yahudi İspanyolcasmı türk ve müsîümanlar tarafından da rağbete mazhar olmuştu. Muhaceretten sonra İstanbul mukaddes bir dil gibi, Öğrenirlerdi. Dönmelerin bu 3 zümresi dışarıdan veya bir­ *a nakledilen ve ecnebî dil derslerine bilhassa birlerinden kız ahp-vermedikleri gibi, zümre­ fransızcaya büyük ehemmiyet veren bu mek­ lerin içinde ayrıca tahditler de mevcuttu. Bir tepler me'zûnları ve ticaret maksadı ile sık-sık defa a r i s t o k r a t ve a v a m diye, İçtimaî Avrupa 'ya gidip-gelen gençler cemaat arasın­ mevki ve meslek bakımından, vaktiyle ayrılık­ da yeni ve İleri fikirler yaratmaktan faâlî kal­ lar yapılmıştı. Evlenmek hususunda bu ayrı­ mamışlardı, XX. asrm iptidalarında Seiânik 'te her Üç lıklar gûya küfv aramak suretinde tecellî edi­ yordu. Bu suretle müsîümanlardan veya başka zümrenin münevverleri azîm bîr türk kitlesi bir zümreden kız alanlar veya yabancı erkeklere içinde böyle bir avuç azlık zümrenin uğra­ varanlar »cemaat dışı” sayılarak, »kararmış" dığı ve uğrayacağı müşkilâtı düşünerek, üç diye anılırlardı. zümre arasındaki ayrılığı kaldırmak şartlarını İmdi bâzı şifahî haberlerden ve türkçe mec­ müzâkere etmek üzere, bir hususî komite teş­ mua ve gazetere yazılıp, tekzip edilmeyen ma­ kil etmişler ve eğer bu komite muvaffak olur­ kalelerden Öğrenildiğine göre, en son zaman­ sa, ikinci merhale olarak, en kuvvetli bir bağ lara kadar bu 3 zümre mevcudiyetini muhafa­ olan dil bağı ile bağlı oldukları tür kİ er ile za ettiği gibi, aralarında ayrıhk-gayrıhk de­ ( çünkü dönmelerin ana dilleri yalnız türkçe vam edip gitmiştir. Bunlardan birinci zümre id i) büsbütün kaynaşmak yollarını aramağı XIX. asır içinde Selanik belediye riyasetinde düşünmüşlerse de, o vakit bu işte ne dereceye bulunan Hamdi Bey Ün ismine, ikinci zümre ise, kadar muvaffak olduklarına dâir malûmat alı­ cemaatin hatırı sayılan zengin bir ailesi olan namamıştır. Balkan harbî ve muhaceret cemaatleri fi’len Karakaşlar 'a, üçüncü zümre İse, yine zengin bir aile olan Kapancılara izafetle yad edile- dağıtarak, XVII. asırdan beri devam eden giz­ gelmiştİr. Bu zümrelere şaka tariki ile diğer li hayata bir dereceye kadar nihayet vermiş­ bâzı isimler dahi verilmişse de, bunlar burada tir. Muhaceretten sonra Selanik hâricinde ya­ zikre bile değmez. Bu üç zümreden birinci pılan teşkilât teşebbüsleri mahdut ve ömürsüz zümre şiddetle tesettür taraf dan ve teceddüt olmuştur. Teşkilâttaki zaaf birinci dünya har­ aleyh dan olduğu gibi, türk müsîümanlar ile binden sonra ve bilhassa mütâreke esnasında sıkı münâsebâta girişmiş ve bilhassa devlet daha ziyadeleşerek, nihayet 1924 senesi başın­ me'muriyetini ticârete tercih etmişler, hal­ da ikinci zümreye mensûp olan Rüştü Karakaş, buki diğer iki zümre kuvvetli bîr ticarî insiyak Büyük Millet Meclîsine bir istida ile müracaat ile, mühim ticaret ve sanayi işlerine atılmış­ ederek, bir kanun İle bu gizli cemaat ve mez­ lardır. Mamafih bunların arasında da kendini hebin feshi, türk ve müslüman vatandaşlar ile tıp ve hukuk gibi ilimler tahsiline verenler ve »ihtilat ve tesâîübün" teminini talep etmiş ise mekteb-i müîkiyeye girerek, idare memur- de, bu husus bir karara iktiran etmemiştir. hıklarında valilik ve müsteşarlığa ve siyâ­ Mamafih yeni nesil, kendi günah ve kusuru



656



DÖNME



olmadan, mazinin üzerlerine bastığı bu ayrılık damgasından ve işitmeği hiç sevmedikleri don'm e unvanından bir an evvel kurtulmak gay­ reti ile, eski zümreler mensuplarından kız alıpvermemeği bir taassup derecesine çıkarmışlar­ dır. Bir taraftan bu sebeple, diğer taraftan İçtimaî inkılâplar dolayısıyle, artık büyük şe­ hirlerde böyle kapalı cemaatler yaşatmak hayli güçleşmiş olduğundan, dönme cemaatleri ana dilleri ve vatan birliği ile bağlı oldukları bü­ yük türk camiası içinde erimek üzredir. B i b l i y o g r a f y a : Bu maddenin garp ve şark kaynaklarından ibaret pek zayıf bibliyografyasına geçmeden evvel, şunu söy­ lemek lâzımdır kİ, garp menbâlarmm en çoğu bitaraflıklarından ve objektif görüşlerinden şüpheye hakkımız olmayan müellifler taraf ın. dan yazılmış olmakla beraber, eski bir dinî İhtilâfın, daha İlmî tâbiri ile teşeyyü'ün (schism e), gayr-ı şu'ûrî bir surette kalemler üzerine tesiri düşünülebilir. Şark menbâları yânı türkçe eserlere gelince, bunların ekserisi yalnız padişah ve sadrâzama temas eden cihetleri yazdıktan sonra ne cemaat, ne de mezheb hakkında bir kelime bile yazmağa lüzum gören eski vekayinameler ile Türki­ ye 'de meşrutiyetten sonra yazılmış gazete ve mecmua makaleleri ve onlara verilen ce­ vaplardan ve en doğru tâbiri ile hücum ve müdafaalardan ibarettir. Bîr de bibliyografya da Şabbetay Sebi ’nin, maddeyi ancak dolayısı ile alâkadar eden, hayatına dâir pek çok eserlerden ancak bir kaçı zikredilmiş­ tir. Metinde zikredilenlerden başka, Graetz, Überbleibsel der Sabbat. Secte in S a lonichi, M onatsschrift fü r Geschichte und IVissenschaft des Juderdum s XXXIII, 49 v. d. ; ayn. mil;, Geschichte der Jtiden, 3. tab., X. 3c6î R evae da monde musalman, VI, 1908; A . Danon, AUg. Zeit. des Ju d .} 1887, s. 538 v.d.; ayn, mİ!., R evııe des eiades ju ives, XXXV , 264 v.d.; ayn, mil. S e fe r haSkanak, 1900, 1, 154 v.d.; R evue des ecoles de VAlliance Israelite (Paris, 19 02), nr. 5, ' s. 289—3 2 3; Richard Cottheil, Jezcish Encyclopedia, IV, 639; A. Galante, Nou.veaux documents sar Sab at ay S e v i (İstanbul, 19 35); v. Haramer, H istoire de l’Em pire Gttoman (Paris, 1838, XI, 239 v.d.; F. W. Hasîuck, ' Chrisizanity and İslam under t he Sulians ( Oxford, 19 29), II, 153, 2io, 471, 473, 474. İbrahim Alâeddiıı GÖvsa, Sab at ay S e v i ( İs­ tanbul, ts.); Vatan ve Vakit gazeteri (1924 senesi nüshaları ) ; R esim li gazete ve Resim ­ li dünya mecmuaları.1 (T . H.) ■ DÖNÜM. Türkiye 'de cumhuriyet devrine kadar kullanılan bir arazi ölçüsü olup, 1.600



D U 'A .



arşın [ b. bk.] murabbaıdır ( 939,3 m2.). Bir de „yeni dönüm" vardı ki, bu âşârî sistemin ma­ lûm olan hektarının aynıdır. D R A . [ Bk. DER*A.] D R A H A M . [Bk. ' ayn draham .J D R lŞ A K . [ B k . DRÎŞEK.] D R ÎŞ E K . D R ÎŞA K , bilhassa Râcânpür 'un D er a Gazi Hân İdarî bölgesinde Râcânpür ci­ varında bulunan A sm mmtakasıaa yerleşmiş b e l u c k a b i l e s i d i r . Bu kabîle Rindlerden g e lir ; fakat bugün çiftçilik ile geçinen Cam­ lar ile karışmıştır. Bu kabîlede belûc dili ye­ rini yavaş-yavaş Lahndâ diline bırakmaktadır. Bk. mad. BELÛCİSTAN. D U A '. [ Bk. d u 'a .J DU’A . D U 'A ' aslında „çağırmak“ mânasına olup, K u r'an 'da 'ibâda (V I, 56; XVII, 1 1 0 ; LXXII, 19 ), istiğaşa ( »yardım istemek" j II, 23) ve ialab ( XL, 60) mânalarına gelmektedir. D uct, İstılah olarak, bir şeyin yapılması veya­ hut yapılmamasını, Allahı medıh ve sena yollu ve kulun zillet ve ihtiyacını ifâde eden bir dil ile İstemekten ibarettir. Müsiecâp olacağına dâir âyetler ( XL. 60; II, 186 v. b . ) ile hadis­ lerin vürudu ( krş. Zabidi, ît k ü f al-sâdd, İh ya şerhi, Mısır, 1 3 1 1 , V, 29 v.d .) üzerine du'a' 'ya çok rağbet gösterilmiştir. Kur*an 'da ibâdet­ lere dâir âyetlerde du'amn mühim bir yer işgal ettiği görülür (bk. msl. XXI, 90). „D dcı ibâde­ tin Özüdür" (Tirmizi, Sunan, Bulak, 1292, H, 242) mealindeki hadis ile ehemmiyeti belir­ tilen du’a, kulun bütün ümitleri kırıldıktan son­ ra, A llaha iltica ederek, yalvarması ve onu tek yardımcı tanıması demek olduğundan, hakikî bir tevhid addedilerek, en iyi ibâdet çeleli sa­ yılır. Bir şey istemek mânasına alınacak olur­ sa, sûfîîere göre, da'a ancak daha ziyâde şer’î mükellefiyetler İle meşgul bulunan s â 1 i k I e r için, bahis mevzuu olabilir. M u h a k k i k l e r i n bu zikredilen mânada du'a etmeleri, tövbeyi istilzam ettiren bir günahtır. Mamafih Içabz ( tasavvufta nefs-i emraâre mertebesinde bulu­ nan sâlikin, her şeyi kaybetmek ve gâyesine erememek korkusu İle, duyduğu ruh sıkıntısı) ve bas t (nefs-i emmâre mertebesinde ruhun hâlinden memnun, ferah, geniş ve rahat bulun­ ması ) hâlinde bulunanlar için, hâle göre hare­ ket etmek en mâkûl yoldur. Msl. rizâ ( kulun Allahın ona ve kâinata müteveccih her türlü ef’âline boyun eğmesi, her şeyi doğrudan doğrudan-doğruya kabûl etm esi) hâ inde bu’unan bir kimse sükût ederken, iziirâr hâlinde bulu­ nan kimse du'a ve taleplerde bulunur. Fakat her hâlde du'a müridlere mahsustur. Zîra mu­ hakkikler her türlü İsteklerini Allahın irâdesi­ ne terketmişîerdir ( krş. 'A rüsi, N a ta ic a l-a fkâr, Bulak, 1290, IH, 21 8) , Tarikat ehli arasın*



bir A. da nefs, büründüğü zulmet içerisinde, insanın m.ârifet-î ilâhiyeye ulaşmasına mânidir. A n­ cak Allahın esma, sıfat ve efâlim n zikri ve bunlardan mürekkep du'âiar ile meşgûl oluna­ cak olursa, zulmet ortadan kalkar ve Allaha yakınlık elde edilmiş olur {k rş. Gazali, İh y a , Bulak, 1296 I, 280; KamSl al-Din Muhammed, M avzuât al-ulum , İstanbul, 1313, II, 367 ). İşte mutasavvıfların gayesi olan m arifa t A lla k ’a boylece du’a ve zikir [ b. bk.] tariki ile ulaşmanın mümkün olması keyfiyeti müdâvemet edilecek du’aların müstecâp olabil­ mesi çârelerini araştırmak lüzumunu doğur­ muştur. Du’anın müessir olabilmesi için, du'a edenin bir takım yollara ve âdaba riâyet etmesi gerektir. Gazali 'ye göre, 10 olan bu âdâp şunlardır: 1. şerefli gün ve vakit gö­ zetmek, 2. şerefli ve mübarek bâl gözetmek, 3. yüzü kıbleye dönük du'a etmek, 4. ha­ fif sesle du'a etmek, 5, du'anm secili olmasına gayret etmemek, 6. tevazû ve huşu ile du'a etmek, 7. du'amn müstecab olacağına kani ola­ rak, Allahın inayetine inanmak, 8. İsrar ile ta­ lebini üç defa tekrar etmek, 9. du'aya Allahın adı ile başlayarak, talebi bir az tehir etmek, 10. bâtını edep addedilen nedamet ve tövbe. Bir de diz üstü çökerek, Peygambere veya velîlere tevessül edip} akıl ve mantığın kabûl etmeyeceği du’alarda bulunmamak da şart olarak zikredilir ( bk. Zabidi, ayn. e s r s. 44 v. d .). Bütün bu edep ve şartlar’ müptedilere mahsus olup, müntehiler Allah ile münacattan ( hasb-ı hâl yollu du'a ) bir an bile geri kalmazlar ( Kur*an, III, 191 ; XXIV, 37}. S a ­ lık bu hâle gelinceye kadar, gün ve gecenin muayyen zamanlarını du'a ve ibâdet ile geçir­ melidir. Tâyin edilen zamanlarda okunan du’aya ve yaptığı ibâdete v ir d ( cem. a v r â d ) de­ nir { krş. İbn al-A şir, a l-N ih â y a ). Gece ve gündüz yapılan bu ibâdet ve du'alar kitaplarda ''amal al-yavm va ’l-layla ( krş. Abu Tâlib al-Makki, Kut al-kulüb, Mısır, 1310 , I, 14 ) namı altında zikredüdiği gibi, bu hususta müs­ takil kitaplar da telif edilmiştir ( bk. K a ş f al zunün, mad, *Am al al-yavm . . . ) . Du'alann tertibinde Peygamberlerin K u r ’an 'da zikredilen du'aîarı ile Peygamberden riva­ yet edilen du'alara ve nihayet velîlerin ve şeyh­ lerin terkiplerine itibâr edilir. Ancak Peygam­ berden rivayet edilen du'alar, şeriatın tâlim ettiği şeyin kulun kendi icadından daha ha­ yırlı olması hasebi ile, tercihan devam edilen terkipler olmuştur. Mahiyet itibariyle, du’anın 3 şekli vard ır: Allahın esma ve sıfatını mat­ lûba muvfık bir şekilde sıralayan du'a, 2. zillet ve zaruret ifâde eden du'a ve 3. bütün ihtiyaç­ ları birden arzeden du’a. Bu üç mertebeyi bîr­



6$ *



den ihtiva eden du’a gâyet makbuldür ki bu hâl Peygâmberin du'alar nida görülür. Namazda edilen du’alar ise, ilk tekbirden sonraki iftitâh duası ( hanefî mezhebinde subhanaka allâhumma va bîham dika. . . , şâfi’îler indînde vaccahtu v a c h î. . . ) İle rükûda subfyâna rabbiya 'l- azîm, sücudda subhâna rabbiya 7 a'lâ ve secde aralarında celseler ile teşehhütte okunan al-iakîyyât du'alan ile, hânefîler İn­ dinde vitr 'in son rekâtının rükû'undan kıyama rüeûda, şâfi’îîere göre ise, sabah namazının ikinci rek’atmda aynı vaziyette okunan Kunüt du'ası ve cenaze namazı du’asmdan ibarettir ( krş. NAMAZ ). Şâfi'îlerde ilk tekbirden evvel de bir du’a okunur ( Allâkum ma rabba hâzihi 'l-d a 'va . . . ) . Namazdan sonraki tesbihat esna­ sında da du'a edilir. Her hangi bir işe du’a ile başlayıp, o İş bittiği zamanda da du’a etmek müslüman âdetlerindendir. Bu cihetle dinî me­ rasim ile toplantılarda söze du’a ile başlanıldığı gibi, mevlidlerde hatim esnasında ve bir kita­ bın okutulmasına başlanırken ve kitap sona erdiği vakit cemaat hâlinde du’ a edilir. Y ağ­ mur duası da ehl-i isîâmın meşhur dualarmdandır. En meşhur du'a mecmuası Hilyat al-abrâr va şVar al-ahyâr f i talhiş a l-d d avât va ’l-azkâr 'dır. Abü Zakariya al-Navavi ( ölm. 971), du’a ve zikr hadislerini toplamak suretiyle, bu eseri meydana getirmiştir. Kitap Mu ham med b. 'A l­ lan al-Makki (ölm. 1057) tarafından, al-Futühât al-rabbânîya calâ >l-azkâr a l-N avaviya is­ mi ile, şerhedilmiştir (M ısır, 1929). Aynı şe­ kilde hadîslerin toplanmasından meydana galen diğer bir kitap da Muhammed b, Muhammed al-Cazari ( ölm. 833 ) 'nin H isn al-haşin min halam sayyid al-m arsalîn isimli eseridir. Her iki eserin diğer şerhleri İçin bk. K a ş f al-zunün'; Sarkis, Mu cam al-m atbuâi ). Meşhur du’a hîzb ve virdleri Gümüşhâneli Ziyâeddin Efendi, M acmu'ât al-ahzâb namı altında toplamıştır ( 3 cilt, İstanbul, 1298). B i b l i y o g r a f y a ; Metinde zikredilen âyetlerin tefsirlerinden başka bk. Buharı, Ş a ­ lı İh ( İstanbul, 131 3 ), VII, 144— 196 ; İbn Mâca, Sunan ( Dehli, ts. ), s. 280—286 ; Tirmizi, S u ­ nan (Bulak, 1292 ), II, 242—281 ( bu 3 ese­ rin şerhlerinde kâfi malumat vardır ) ; Abü Tâlib al-Makki, K üt al-kulüb (M ısır, 1330 ), I, 7 — 14 ; Gazali, İhya 1 (Bulak, 1296), I, 2S6—340; Zabidi, lilıâ f al-sâda ( İhya şerh i), Mısır, 1 3 1 1 , V, 25— 118 (Peygamberin du’alan için bk. s. 43 v.d .); K u§ay r ij al-Risala (M ısır, 13 3 0 ), s. 1 1 9 — 1 22; Arüsi,; N atâyic al-afkâr (Bulak, 1290), IH, 218—229; T a -, hanavı, K a şşâ f iştilâhât al-funün ( İstanbul, 1 3 1 7 ) , s. 553; Abu ’ l- B a p , K ü lliy â t; sıkıntı ve



.6 5 2



D U ’A -



musibetin def’ine yarayan dubalar için bfc. SuyütijK itâ b a l-a r a c fî adHyat al-faraç ( Tafrif} al-muhac, nşr. Hane!, kenarında s. 158 v.d .); duanın kabul olması için lazım gelen şartlar ile müstecâp olabilecek dualar için de bk. ayn. mil., S iham al-işâba, trk. tre. Mehmed Zihnî ( İstanbul, 1 31 3 ) ; Abşahi, al-Mustatraf (M ısır, 1 3 1 8 ) , II, 222 v.d .; Zurkâni, Şarh al-mavâhib (M ısır, 1328), VIH, 217 — 249 ; Abü Su'ud, D u a ’ -nâma ( Üniversite ku­ tup. türkçe yazmalar, nr. 3745, 7263, burada bir çok nüshaları v a rd ır) ; Kamâl al-Din Mukammed, M a vin ât al-ulûm ( İstanbul, 1 3 1 3 ) , H» 37*—4I 3 başlıca îh y ff al-u lam ’dan İstifâde eden bu eserde du'a mahiye­ tindeki meşhûr kasideler de dercedilmiştir; Ahmed Mahir, al-M ukkam f i şarh al-fyikam (İstanbul, 13 2 3 ), s . 15, 54, 562. ____ (KASIM K u fr a li .) D U -A B . [ Bk^DÛ-ÂB.] D Û -Â B . DU-AB ( F.) „iki su", Hindistan 'da, umumiyet itibariyle, iki nehir arasında kalan araziye ve bilhassa Cumna ile Ganj arasında Sevalik dağlarından itibaren, bu iki nehrin A llâhâbid yakınında birleşmelerine kadar imtidat eden ve pek bol hububat yetiştiren alüv­ yonlu ovaya verilen isimdir ( krş. İm perial Gazetteer o f India, XI, 365 v.d.). W. Rickmer Rickmers aynı İsmi Amu-Derya ile Sır-Derya arasında bulunan araziye de vermektedir ( Geograph. Jo u rn a l, XXX, 357). D U B A Y S . [ Bk. d ü b e y s .] D U B B . [ Bk. d übb .] D U C A Y L . [ Bk, Ka r u n .] DUD a l -K A Z Z . [ Bk. İPEK BÖCEĞİ.] D U F F . [Bk. TEF.]_ D U Ğ L A T . D Ü Ğ LA T yahut d ü k la t , aslın­ da bir moğul kabilesinin adıdır. Raşid al-Din ( nrş. Berezin, Trudi vost. o id . arh. o bşç.,X lll} Text, s. 47 ve 52), Cengiz H an ’ın büyük ced­ dinin kardeşi Büdanear Düîçlân ’ı bu kabilenin ceddi diye gösterir. Berezin ’in işaret ettiği gibi ( Trudi vost, otd. arh. obşç., XIII, 18 0 ), rr.oğulcada „ topal" mânasına gelen bir dogolan kelimesi vardır; Abu '1-Gâzi ’nin otoritesine dayanan Berezin ile ona uyan diğer bazıları ka­ bilenin ismini Doğolaıı ve cemini de Doğolat şeklînde yazmışlardır; fakat bugün orta A sya 'da kullanılan Duîat şekli Doğolan ve Doğolat şekillerini ortadan kaldırmıştır. Kabilenin tarihi hakkında, Raşid al-Din ’in bize verebildiği malûmat da, sonradan moğul imparatorluğunun vücut bulmasına sebep olan dahilî mücâdeleler esnasında bu kabîlenİn dâ­ ima Cengiz Han tarafını tutmuş olan devirde 11e de sonraları, Duğlat kabilesinden hiç bir mühim adam yetişmemiş olduğunu { T r u d i . , , ,



DU ĞLA T.



VII, 275) bildirmekten ibaret kalıyor. VIII. ( XIV.) asrın ikinci yarısında Dağlat kâbîlesİ mensuplarının zamanında orta A sya ’da, gerek Timur ve onun halefleri kabilesi mensûplarının, gerekse eski Çağatay imparatorluğunun şark vilâyetlerinde itibarlı bir mevkî işgal ettikleri görülür. Şaraf al-Din Yazdı, Zafar-nâm a ’sınde Duğlat kabilesine mensûp olan Tim ur’un kız kardeşi Kutluğ Terkn ’in kocası emîr Dâ’ üd ’u bîr çok defa elçi ve ordu kumandanı ve bir defa da (tab . Hind, I, 2 1 6) Semerkand askerî valisi ( d a m g a ) olarak zikrediyor. Duğlatlar şarkî Türkistan 'da daha nufuzlu id ile r; orada geniş bir sahada yerli bir devlet kurmuşlardı; hattâ bâzan imparator naibi gibi hareket ede­ rek, butun ülkede hüküm sürüyorlar, diğer yerli beylerden istediklerini tahta geçiriyor­ lar ve istemediklerini tahtlarından atıyorlardı. Duğlat hükümdarlarının tarihi hakkında bütün bildiklerimiz, sülâlenin sonuncusu olan Muhammed Haydar Duğlat ’ın T ârih -i R aşid i 'sinde naklettiği, pek de itimada lâyık olmayan aile ve an’ane rivayetlerine istinat etmektedir. Mâverâünnehr ’de Timur için yapıldığı gibi, Törih-i R aşid i ’de Duğlat sülâlesi için bir ef­ sâne icat edilmiştir. Bnna göre, bu sülâlenin müessisı daha Çağatay ve hattâ Cengiz Han zamanında bile, sonraları ahfâdmm hükümet sürdüğü ülkeleri aynı imtiyazlar ile idare et­ mişlerdir. Târik-i R a şid i ’nin bir yerinde (trc, Ross, s, 7 ) Duğlat sülâlesinin müessisı olarak, Urtubu gösterildiği hâlde, başka bir yerinde {ayn. esr., s. 294) Babdağan (yahut Baydağan ) gösterilmiştir. Ahfadından Buluçi ( Abu ’l-Gâzi, nşr. Desmaisons, s. 156 v.d .; Pülâdçi diyor ki, lengüistik bakımından pek uygun olan bu izah hiç bir metne istinat etmiyor). A ksu'da, 748 ( 1 3 4 7) han Tuğluk-Timur 'u tahta çıkarmış ( Târıh-i R aşid i, s. 6 v. d . ), buna mukabil, aynı menbâ ( s . 1 4 ) imparator­ luğun birinci emîri ( ulus-beyi) olarak, TuğlukTimur devrinde, Bul acı ’yı değil, büyük kar­ deşi ve selefi (s. 38 ) Tülek 'i zikrediyor. Bulacı, T ugluk’tan domuz yılında Kunduz'da, sülâlenin „dokuz imtiyazını" tanıyan bîr hanlık fermanı almış olsa gerektir ( krş. T ârih-i R a ­ şidi, s. 54 v. d .). Türk takviminin domuz yılı 1359 senesine tekabül eder; Tuğluk-Timur ise, Zafar-nâm a (I, 5 9 ) 'ye göre, Kunduz'a ancak 1361 senesinde (öküz yılında) gelmiştir kİ, bu hâl, bahis mevzuu vesikanın sıhhatini şüp­ heye düşürmektedir. Muhammed Haydar „moğul lisan ve harfleri, ile" yazılı vesikayı kendi gözü ile gördüğünü iddia ediyor ve vesikanın sonradan" Şıybanî ( Ş a y b k ) Han zamanın­ daki kargaşalıklar esnasında" kaybolduğunu ilâve ediyor (s. $6 ). Şıbanî 916 ( 1 5 1 0 ) 'da



d u ğ la t.



öldüğünden ve müellif, kendi ifâdesine göre (s. 305), 920 ( 1514 ) ’de 15 yaşında olduğun­ dan (burada gösterilen domuz yılı 1 515 sene­ sine tekabül eder) o fermam ancak ilk çocuk­ luğu zamanında görebilirdi, Târih-i R aşidi, Bulacı ’mn Şams al-Din ve ve Kamar al-Din adlarında iki kardeşinden daha bahseder ki, bu hususta başka hiç bîr yerde bir kayıt yoktur. Bunlardan birinci Zafar-nâm a (I, 104 v. d İ ) ’de de, 1 3 6 5 ’te ( yılan yılında ) moğul ordusunun başında, ce­ sur bir emir olarak, görülmekte ise de, onun ne Duğlat kabilesine mensup olduğundan ve ne de Kamar al-Din ile karabeti bulunduğun­ dan bahseder. O Zafar-nâm a ( i, 1 7 8 ) ’de ilk defa 1368 (maymun yılında) ’de moğul or­ dusu kumandam olarak görünüyor. Bu emir metbuu olan han Ilyâs Hoca ( Tugluk Han ’m o ğ lu )’yı Öldürerek, iktidarı eline almıştı. Aynı menbâda ( I ; 494 v. d .) onun nihayet 1390 ’ da Timur tarafından mağlûp edilince, önce Irtış 'a oradan da, şimal tarafında daha uzaklara „pek çok samur ve kakum bulunan" Tula ha­ valisine kaçtığı yazılıdır. Târih-i R aşid i 'de adı geçen kardeşi Kutb al-Din, Timur ’ un hiz­ metine girerek, 13 9 3 ’te Ira k ’ta Takrit muha­ sarasına iştirak, etti ( Zafar-nâm a, I, 650). l£amar al-Din ’in firarından sonra, iktidar Bulacı 'nın oğlu Hudâydâd ’m eline- geçti. Hudây­ dâd, Tuğluk-Tim ur’dan az önce, yâni 1360— 1362 'ye doğru babasının vefatında 7 yaşında olsa gerektir ( Târih-i R aşidi, s. 38 ), Hudâydâd galiba Tuğluk-Timur 'un oğlu olan Hizr Hoca 'yı han nasbetti ve sonraları moğul ülkesi için­ de $ ham daha o tâyin etmişti ayn. esr., s. 67 Vi d. ) Zafar-nâm a 'de Hudâydâd zikredilmemiştir; ‘Abd al-Razzâk Samarlkandi [b, bk. ] ’nin M ada* al-sa'dayn adlı eserindeki kay­ da göre ( müellif bu parçayı fdâfi?-Abrü 'nun Zubdat al-iavârih 'inden, bir iki küçük tâdili ile, aynen iktibas etm iştir), Hudâydâd hattâ kendi hanları aleyhine bile olsa, dâima Şâhrub ile Uluğ Bey ’in ( Uluğ Bey, babası namına olarak, 812 = 1409 yılma kadar Semerkand ’da saltanat sürdü ) tarafını tutmuştur. 825 ( 1425 ) ’ te Uluğ Bey moğul imparatorluğuna karşı açtı­ ğı seferde, Hudâydâd, Çarin ’in ötesinde şimdiki Yedi-Su bölgesinde, ordusu ile ona iltihak edince, kendisine, üerİİemiş olan s'mnine hür­ meten, parlak bir istikbâl töreni yapıldı ( Mada* al-sa'dayn, Petresburg Üniversite yazmaları, nr. 157, var. 230^ ). Aile an’anesi, onun, mem­ leketinin düşmanına bu suretle iltihakım, dinî sâikîer dolayisiyle, mâzûr gösterm ektedir; Hu­ dâydâd gûya çoktan beri hacca gitmeğe niyet etmişti f fakat hanından bu müsaadeyi alamı­ yordu ve ancak Uluğ Bey İle ittifak sâyesınde,



&53



bu niyetini tahakkuk ettirebilmişti. Hudâydâd Medine ’de ölmüş ve orada gömülmüştür ( Târîh -i R aşidi, s. 69 v.d.). A ynı menbâ H udlydâd ’ın 90 sene saltanat sürdüğünü ve hacca gittiği zaman, 97 yaşında olduğunu gösteri­ yorsa da, zikredilen tarih rakamlarına göre, yaşı 7 0 'ten ziyâde olamazdı. Hudâydâd ülkesini Önceden oğulları ve kar­ deşleri arasında taksim etmiştir ( ayn. esr., s. io o ). Babasının ihanetine rağmen büyük oğlu Muhammed Şah Veys 'H a n ’ı ulus-beyliğİnde ibka etti; aym menbaa göre (s , 78) Muhammed Şâlı ’m sarayı Yedi-Su ’yun cenup kısmın­ da At-Başı ’nda idî. Hudâydâd ’m en küçük oğlu Seyid Ahmed babasından Kâşgar ve Yârkend ’i almış ise de, Tîmurlular tarafından ora­ dan çıkarıldı ('A b d al-Razzâk, K âşgar ’ı Timurİuların 819 = 1 4 1 6 'da fethettiklerini söylüyor; krş. Noiices et E xtraiis, XIV, x. kısım, s. 296) ve babasından evvel öldü. Seyyid Ahmed ’in oğlu Sayyid 'A li sonradan Timurîuları Kâşgar ’dan koğmağa ve orada 25 sene hüküm sürme­ ğe muvaffak oldu. Ulus-beyi rütbesi ile, amca­ sına halef olduğu sanılmaktadır. Kâşgar ’daki mezarının kıtâbesinde, ölüm tarihi 862 (1457/ 1458) olarak gösterilmiştir. 80 yaşına ermiş olsa gerektir ( T ârih-i R aşid i, s. 87 ve 99, bu vaziyette büyük babası Hudâydâd, doğumu esnâsmde 20 yaşından fazla olması gerektir). Ölümünden sonra, oğullan Sânız Mirza (862— 669== 1457/1458— 1464/1465) ve sonra Muham­ med idaydar (869—885 = 1464/1465— 1480) Kâşgar ’da kendisine halef oldu. Muhammed Haydar 'dan sonra Sânız Mirza ’mn oğlu Ebû Bekr Mirza iktidara geçti. Amcası ile Yunus H an'ı bugünkü şarkı Türkistan’ın ğarfeî kıs­ mından koğmağa ve merkezi Yarkand olmak üzere, kendi namına müstakil bir hükümdarlık kurmağa muvaffak oldu. Kurduğu saltanat 920 ( 1 5 1 4 ) yılma kadar sürdü ve o sene Sa*id Hân tarafından ortadan kaldırıldı. Tarıh-i R aşidi 'nin müellifi ( s. 293 ) Ebû Bekr ’in bu ülkede 48 sene müddtle hüküm sürdüğünü söy­ lerse de, bu müddet yine verdiği tarih rakam­ larına uygun düşmüyor. Ebû Bekr ’in sukutu ile Duğlat sülâlesinin şarkî Türkistan 'da nü­ fuzları sona erdi. Sa'id Han zamanında, bu sülâleye mensûp emîrler artık müstakil birer bey gibi değil, sâdece haıım ordularında tü­ men kumandanları olarak görülmektedir. Diğer taraftan Duğlat ’ larm Kâşgar ’da saltanat sür­ dükleri devirde de aynı kabileye mensûp diğer emirlerin, müstahkem mevkileri ellerine geçi­ rerek, taht kavgalarına karıştıkları ve bunlar da ekseriya kendi soydaşları olan Duğlat emir­ leri aleyhinde harp ettikleri vâk id ir; nasıl ki, Ebû Bekr ’e karşı açılan harpte de müverrih Mu-



bUĞLAT ~ bULKÂDIRLîLAR. hammed Haydar ile amcası Sa'id Muhammed Mirza Sa'id Han tarafına geçmişlerdi. Tarih­ çinin büyük babası, Muhammed Haydar, Kâşgar Man kokulduktan sonra, A k-Su Ma Yûnus Han 'a karşı isyan etm işti; fakat pek çabuk onunla barışarak, Fergana eyâletinde Uş valili­ liğine tâyin edildi ve orada Ebu Bekr ’e karşı harekete geçti ise de, mağlûp oldu ve esir düştü î fakat Ebu Bekr onu, Bedahşan 'a git­ mek üzere, serbest bıraktı. Muhammed Hay­ dar ilkin Semerkand Ma Tim urlulardan Ahmed Mirza nezdine, oradan da TaşkendM e eski efendisi Yunus 'un yanma gitti 5 rivayete gö­ re, son hastalığında hekim sıfatı İle, tedavisi­ ne ihtimam etmiştir ( 892 ~ 1487 }. Muhammed Haydar'm büyük oğlu, müverrihin babası olan Muhammed Husayn 885 ( 1480 ) 'te 12 yaşında idi ( Tarih-i R aşidi, s. 1 0 6 ) ; Muhammed Hu­ sayn babasının Fergana Man ayrılmasından son­ ra, iki sene Timurlul ardan 'Omar Şayh ’in ya­ nında kalm ış; sonra, sıkı bir dostluk ile bağ­ lı olduğu, Yunus 'un oğlu ve halefi olan Sul­ tan Mahmüd Han 'ın yanma gitmişti. 900 (1495 ) 'de Sultan Mahmüd onu Ura-Tepe 'ye vali tâyin e tt i; Mahmüd Han Ahsı muharebesinde mağlûp olunca, Muhammed Husayn bu şehrî beylere terke mecbur kalarak, K ara-T igin'e ve oradan da özbekler diyarına gitti. Orada eski düşma­ nı Şıbanî ve kardeşi, Mahmüd ile samimî bir dostluk kurdu. Dostunun ölümünden sonra ( 909 = 1504 ), tekrar özbeklerden Timurlulara g e ç ti; evvelâ Horasan 'a Sultan Husayn Mirza Han 'a ve oradan da Kabil ’e Babur 'un nezdi­ ne gitti ç iz ( 1506/1507 ) 'de B abur'un aleyhi­ ne bîr fesada iştirak etti, fakat Babur kendi­ sini a ffe tti; bunun üzerine, yine Şaybâni 'm yanma gitti. Şıbanî de onu 914 ( 1 5 0 8 ) 'te H erat'ta idam ettirdi. 920 ( 1 5 1 4 ) 'de Târifı-i R a şîd î, s. 305.) 41 yaşında olan Seyid Mu­ hammed Mirza da daha önce Sultan Mahmüd Han'm hizmetinde bulunmuş ve düşmanlan tarafından özbeklere teslim edilm işti; Şıbanî 'nin amcazadesi Cânî Bey tarafından kurtarıla­ rak, serbest kalınca, Endican 'a yerleşmek için, bir defa daha harekete geçti ise de, o havâliden tardedildi ve bunun üzerine, Sa'id Han İle berâber, şarkî Türkistan 'a gitti. Orada Sa'id Han 'ın 939 ( 1533 ) Ma ölümüne kadar, mühim bir mevki işgal e tti; fakat 940 (24 temmuz perşenbe 1 5 3 3 ) Ma Sa'id Han'ın hale­ fi 'Afad al-Raşid 'in emri ile Öldürüldü ( Târihİ R aşid i, s. 450 ). Müverrih Haydar Duğlat 'm hayatı hakkında bk. mad. HAYDAR DUĞLAT. Bugün Dulat (Vam bery, D as Türkenvolk, s. 286 M a: T u latai) adı kazakların ( „ulu y ü z ") büyük bir şûbesine verilmektedir ( ki, Arsitov 'a göre, Zametkî ob etniçeskom sos-



ia ve plemen . . . , s. 77, tahminen 40,000 çadırlı kalabalık bir kütledir). Bunlar İli ile Sır-Derya arasın da yerleşmişlerdir. Duğlat 'tan bozma olduğu belli olan Dulat ismi, bir çok tâli K a­ zak kolları İsimleri gibi, garba moğuliar tara­ fından getirilmiş olmalıdır; Arıstov 'un Dulat ismini çînce Tu-lo ve Bulgar hükümdar ailesi Dulo ile münâsebeti! göstermeğe çalışması mu­ hakkak boş bir emektir. Moğulcadaıı gelen di­ ğer bâzı kabile isimlerinin ( Nayman, Calayır v. b . ) zıddına, Duğlat kelimesine Moğulistan Ma bu mâna ile artık hiç rastgelinmez; bu hâle bakılırsa, Duğlat 'İar Moğulistan 'dan XIII. asır­ da ya kamilen veya pek az kısımım geri bıra­ karak, çıkıp gitmiş, orada kalanlar da başka kabileler ile kaynaşarak, kaybolmuş olmalı­ dırlar. _ (W . Ba r t h o l d .) D Û H Â . DUH Â ( A .), »kuşluk vakti", namaz saati. Bk. mad. ŞALÂT. Aynı zamanda 93. sû­ renin ismidir. D U H A N . f Bk. DUHÂN.] D U H Â N . AL-DUHÂN ( A .), »duman", X LIV . sûrenin ismidir. D U L A F , ban I. [B k . d ü le f Il e r . J D Ü LD Ü L. [ Bk. d ü ld ü l ,] D U LFÎN . [ Bk. DüLFiN.] D U L K A D IR L IL A R . Arap tarihlerinin çoğun­ da D u î ğ a d İ r, Mufazzaî b, Fazâ’il ile İbn Şâkir al-Kutbi 'nin eserlerinde T u 1ğ â d i r, eski osmanlı tarihlerinde D u I k a d i r ve îran tarihleri ile onların te'sîri altında kalan türk müverrihle­ rinde Z u 'l-K a d r şeklinde yazılan bu kelime, XIV. asırda teşekkül edip, Maraş ve Elbistan Ma iki asra yakın hükümet sürmüş olan bir türkmen hanedanının adıdır, [ Bu hanedanın ilk emîri olan Zayn al-D in Karaca Bey Ceyhan ve Tohma havzasında Bin-Buga dağları ile Akça-Dağ ve Düldül-Dağı arasında ve Maraş dağlarında yaylamakta ve Maraş altında, Pazar­ cık 'tan başlayıp, Antakya 'ya kadar uzanan geniş vâdı île Amık ovasında kışlamakta olan Boz-Ok türkmen şaabine mensup bâzı ulusların boyları ile Ağaçeri ilinden muhtelif boyları etrafında toplayarak, Dulkadırlı ulusunu vücuda getirmiş ve aynı zamanda cenubî Anadolu Maki Bozoklarm da reisi olmuştur. Karaca Bey 'in adı, ilk defa, 735 ( 1 3 3 5 ) yılı vukuatında geçmektedir. M ir'ât al-zamân 'a zeyil olarak Şams al-Din Muhammed b, İbrahim al-Cazarı tarafından yazılan Cavâhir al-sulük adlı büyük vtkayinamede bu sene içinde türkmen reisi Karaca 'nra, 5.000 kadar atlı ile, Kilikya ermeni kıralhğı arazisine girdiğinden bahsolunmaktadır. Sultan Abu Sa'id Bahadır Han 'm ölümü üzerine llhanlı imparatorluğunda vukû bulan büyük karışıklık sırasında, Elbistan havalisin­ deki türkmen reislerinden Tarakh-oğlu Halil



Dülkadiru LaR. Bey, 737 ( 1336/1337 ) kle, İran ’a gitmiş ola» Anadolu umûm valisi Şeyh Haşan Celâyir 'in bu ülkede vekil bırakmış olduğu emîr Eretna 'nm elinden Elbistan '1 alarak, Mısır sultanın­ dan naiplik menşuru istihsâl etmiş İse de, er­ tesi sene Dnlkadır-oğln Karaca Bey, oğln Halii Bey 'i göndererek, Tarakh-oğlu 'nu bozguna uğratmış ve Elbistan ’ı zaptetmİştir. Halep vâlisi Altm-Buga 'nin Tarakh-oğlu 'nu himaye etmesi­ ne karşılık, Şam valisi Teniz 'in muzaharetini kazanan Karaca Bey, Kahire 'ye giderek, sultan al-Malik al-Nâşir Muhammed 'den Elbistan na­ ipliğinin menşurunu almıştır ki, işte Dulkadırh emareti 738 ( 1 3 3 7 ) 'de teessüs etmiş demek­ tir. Karaca Bey bundan sonra Eretna'nm elin­ deki memleketleri gârete başlamış ise de, sul­ tanın ihtarı ile vazgeçmiş; mamafih 1338 ey­ lülünde Darende 'yi zaptederek, Şam vâlisinin adamlarına teslim etmiştir. Bu yüzden Eretna ile Karaca Bey arasında harp çıkmış, neticede Eretna 'mn askerleri bozguna uğramış ve Mısır sultanının tavassutu ile, iki taraf tekrar barış­ mıştır. Buna rağmen orta' Anadolu 'ya akmlardan vazgeçemeyen, kendisine itaat etmek iste­ meyen türkmen beylerini ve bu arada Taşkun ( Tam şku)-oğlunu mağlûp eden Karaca Bey, hâmisi ve dostu olan Şam vâlisi Teniz 'in kat­ linden sonra, Mısır devletine itaatten vazgeç­ miş ve nitekim 742 (1 341 /1 342 ) 'de, Eretna ile ittifak ederek, Halep 'i zapta hazırlanmıştı. Aynı sene içinde Mısır atabeği olan emir Ko­ şun 'mı sultan Abü Bekr 'i hal' ve kati ile, ye­ rine Malik al-Aşraf Küçük 'ü hükümdar ilân etmesine kızan Halep vâlisi Taş-Timur al-Sâki isyan ederek, Elbistan 'a gelmiş ve Dulkadıroğlu ile birleşmişti. Bilâhare Maİik al-N işir Ahm ed'in İclâsı ve Koşun'un katli üzerine, vuku bulan daveti ile, Taş-Timur ile birlikte Kahire 'ye giden Karaca Bey, bir az sonra TaşTimur 'un nikbete uğraması üzerine, Mısır dev­ letine karşı isyana hazırlanmış ve Halep şehrini tehdide başlamıştı. 743 (1342/1343 ) senesinde ilhan Süleyman Şah ile Eretna arasındaki mu­ harebede Eretna galip gelmiş ve ilhan ordu­ sundan aldığı ganimetlerden bir kısmını Halep vâlisi Yil-Buga al«YahySvi 'ye göndermişti. K a­ raca Bey kendi ülkesinden geçen bu hediyele­ ri alınca, Yil-Buga hiddetlenerek, onun üzerine asker göndermiş, fakat Karaca Bey bu kuvvet­ leri perişan etmiştir. Bunun üzerine 744 (1343/ 1 3 4 4 ) 'te Yil-Buga bütün kuvveti ile Karaca Bey üzerine yürüdü. Düldül dağında bir mu­ harebe vukua geldi. Karaca Bey büyük bir muzafferıyet kazandı ve bu zafer onun nufuz ve kuvvetini daha ziyâde arttırdı. Fakat Kara­ ca Bey mısırlıların intikamından korktuğu için, aldığı esirleri ve ganimetleri Kahire 'ye gön- I



6$5



dermiş ve harbin mes'ûliyetini Yil-Buga 'ya atf­ etmiştir. Karaca Bey 'in yeni bir gaile çıkar­ masından endişe eden Sultan Malik al-Şâlih Ismâ'il onun mazeretini kabul etmiş görüne­ rek, ona emanı ve Elbistan naipliğinde ibkayı iazammun eden bir ferman göndermiştir. 1346 senesi başlarında Karaca Bey Sİs ( Kozan ) er­ meni kıraihğının müstahkem bir kalesi olan Gaban ( bugünkü Geben ) '1 harben almış ve ondan sonra burayı kurtarmağa gelen kıra! Konstantin III. 'i ağır bir hezimete uğratmıştır. Karaca Bey bu muzafferiyeti Mısır sultam Mâlik al-Kâmİl Şa'bân ’a bildirip, onun ikramına nail olmuş İse de, Halep vâlisi emir Arıktay ile aralarında çıkan ihtilâf yüzünden, ermeniler bu kaleyi geri almağa muvaffak olmuşlardır. 1 3 4 7 'de Ârgun Şah al-N âşiri'nm Halep vâlisi olmasından, Karaca Bey memnun olmuştur. Bu emîrin, gerek Halep ve gerek daha sonraki Dimeşk ( Şâm ) valiliği zamanında, Karaca Bey kendisi ile dost kalmış ve bu sayede Dulka­ dırh türkmenleri muvakkaten Mısır devleti için, bir gaile olmaktan çıkmışlardı. Argun Şah, Karaca Bey 'i devlete daha ziyâde bağlamak için, onun oğullarından Sârim aî-Din İbrahim Bey ’e Dimeşk 'te am ir tablhânat vazifesini tev­ cih ettirmişti. 1348 'de sultan al-Maîik al-Naşir Haşan Karaca Bey 'in düşmanı olan emîr Arıktay '1 Halep valiliğine tâyin edince, Dulkadırhlarm emîri bunu kendi aleyhinde bir ha­ reket telâkki etmiş ve Mısır sultanına itaatten vazgeçip, Halep valiliğine bağlı olan şehir ve kasabalara akınlara başlamıştı. Kendisini müs­ takil bir hükümdar addeden Karaca Bey, Ma­ lik al-Kahir unvanını aldıktan başka, S is 'teki ermeni kiralına haber göndererek, Mısır sul­ tanına yollamakta olduğu vergi ve hediyelerin kendisine verilmesini istemiştir. Hele 1349 *da Dimeşk vâlisi Argun Şah 'm Öldürülmesi, K a­ raca Bey ’i Mısır devletine büs-bütün düşman etmiş ve o da Halep bölgesine karşı akutlara devam etmiştir. 1352 senesinde Sultan al-Ma­ lik aî-Şâlih zamanında Halep vâlisi Bay-Buga Ur us al-Çâsimi, Hama vâlisi Ahmed al-Sâki ve Trablus vâlisi Beklemiş başta olmak üzere, Suriye ümerasının bir kısmı müştereken isyan ettikleri zaman Karaca Bey de, onlar ile birleşip, Dimeşk 'a gelmiş ve maiyetine bu şehrin etrafım yağma ettirmişti. Fakat bir müddet sonra, Mısır sultanının gelmekte olduğunu ha­ ber alınca, derhâl Elbistan yolunu tuttu. Di­ ğer âsî emirler de Elbistan 'a kaçtılar. Karaca Bey, sultan ile ümerasının İsrarlarına ve teminatlarına rağmen, mültecileri -vermedi. Bunun üzerine sultan, Karaca Bey 'in emareti ile iktâlarım ve Suriye şimalindeki türkmenlere reislik vazifesini onun rakibi ve Üç-Ok.türk-



656



bÜLKÂblfeuLAft.



menlerinin reisi Ramazan Bey (A dana havâ­ lisinde emaret süren hanedanın kurucusu) 'e tevcih etti. Bir taraftan sultanın bu hareketi, diğer taraftan Halep valisi Arg-un al-Kam il i ’nin yaptığı tehditler Karaca Bey ü telâşa dü­ şürdü. Emaretinin ve türkmen reisliğinin elden gideceğinden korkan Karaca Bey mülteci emir­ leri tevkif ederek, Halep 'e gönderdi; bunlar orada öldürüldüler. Mamafih Mısır hükümeti Karaca Bey ü de ezmeğe karar vermişti. Onu hiyîe İle yakalamak yoluna gidildi. Kendisine hü'at ve teşrif ile türkmenlere başbuğuluk menşuru gönderildi. Halep valisi onu yanına Çağırarak, merasim ile hiî'at ve teşrifi giyme­ sini ve menşûru almasını bildirdi ise de, K a ­ raca Bey mazeret göstererek, gitmekten istinkâf etti. Bunun üzerine Mısır devletine hâkim olan emîr Şayhü ile emir Taz, Karaca Bey Ün üzerine sefer yapılmasına ve Elbistan ün tahrip edilmesine karar verdiler. Harp etme­ yeceğine evvelce söz vermiş olduğunu ileri sürerek, seferden îstinkâf eden Halep valisini ilzam için, emîr 'İzz al-Din Toktay al-Davâd âr’ı Halep ’e gönderdikleri gibi, diğer Suriye valilerine de sultanın emirlerini bildirdiler. Piyadeler ile Dulkadırhlara düşman olan di­ ğer türkmenîerdea toplamış olduğu kuvvet­ lerden maada 10.000 kadar süvari asker ile hareket eden Halep vâlisı Argun, Elbistan 'a kadar, ileriîedi ve bu şehir ile ovasındaki köy­ leri kamilen yakıp-yıktıktan sonra, Karaca Bey Ün sığınmış olduğu Düldül dağına doğru yürüdü. Burada mısırlılar ile 20 gün kadar savaşan Karaca Bey nihayet bozguna uğradı. Bütün ağırlıkları ve maiyeti mısırlıların eline düştü. Kendisi müşküâtla Kayseriye 'ye kaça­ bildi î fakat moğul ümerasından Kutlu Şah tarafından yakalanarak, Eretna Bey Ün oğlu Mehmed Bey 'e gönderildi. Babası gibi, Mısır sultanını metbû tanıyan Mehmed Bey, bir az sonra vuku bulan talep üzerine, Karaca BeyÜ tevkif ederek, Halep 'e gönderdi (22 eylül 13 5 3 ). Sultandan gelen bir emîr üzerine, 22 teşrin I. 'de Kahire 'ye götürülen Karaca Bey, Sultan al-Malik al-Şslih Ün tevbih ve tekdirine uğradıktan sonra, hapsedildi. Bundan bir az sonra Karaca Bey ün oğullanma yeniden kuv­ vetler toplayarak, Halep vâlisi ile harp ettik­ leri haberi gelince, Mısır sultanı onun Öldürül­ mesini emretti. 48 gün hapiste kalan Karaca Bey 1 1 kânun 1. 1353 pazartesi günü hapisten çıkarıldı ve teşhir edildikten sonra, kale altına getirilip, orada işkence ile öldürüldü ve ölüsü 3 gün Zuvayla kapısında teşhir olundu. Karaca Bey ün ölümünden sonra, Boz-Ok türkmenlerinin reisliği Ramazan Bey 'e tevcih edilmiş ’se' de, Üç-Oklarm reisi olan bu zat, ötekilere



hâkim olamamıştır. Karaca Bey ün oğulların­ dan her biri, Dulkadırlı ulusunu teşkil eden boy ve oymaklardan bir veya bir kaçının başına geçerek, etrafa akmlara başlamışlardır. Suriye şimalindeki âsâyişsizliği ortadan kaldırmak için, Karaca Bey ün oğullarından birini bu Boz-Ok türklerinin başına geçirmeği zarûrî gören Mısır hükümeti, bunların şecî ve değerlilerinden olan Halil Bey ü Elbistan emâretine tâyin etmiştir. Halil Bey Ün tâyini senesi belli değildir. Gars al-Din Halil Bey, babasını mısırlılara teslim etmiş olan Eretna-oğlü Mahmüd Bey 'den inti­ kam almağa kalkarak, onun ülkesine akınlar yapmağa ve şehir ve kasabaları yağmaya başla­ mış ve bir müddet sonra da Halep bölgesini tehdit eylemiştir. Sultan Malik al-Nâşir Haşan zamanında, 762 ( 1 3 6 1 ) 'de Halep vâlîsi Ahmed b. al-Kuş-Timurî, Halil Bey 'in üzerine yürü­ dü ise de, bozguna uğrayarak, geri döndü. Di­ ğer taraftan Eratnalılarda vukua gelen zaaf ve teşettüt Halil Bey ün fütuhat hırsım arttır­ makta idi. O sene Malatya emîri Ömer Bey Ün Ölümünü fırsat bilen Halil Bey, bu şehri Eratnahlar elinden almağa hazırlandı ise de, malatyahlar türkmen reisinin emrine girmek istemediklerinden, şehirlerini mısırlılara teslim ettiler. Halil Bey muvaffakiyetsizliğe uğrayınca, yine Eratnalılara tâbi olan H arput'u muhasa­ ra etti. Bu şehrin hâkimi ‘A lâ 5 al-Din ‘A li alMalkişi ( yânı M alikşâhi), mukavemet edeme­ yerek, teslim oldu. Diğer bir rivayete göre, Ha­ lil Bey bu şehri para ile satm aldı. Dulkadırîımn Harput 'a yerleşmesi ve Malatya 'yi teh­ dide başlaması, mısırlıları telâşa düşürdü. Sultan Malik al-A şraf Şa'bân 'm emri ile Halep vâlisi S ayf al-Din Carci, 767 ramazanında (m ayıs 1366), Harput'ta Halil Bey Ü muhasara etti ise de, şehri alamayarak, geri döndü. Bunu müteakip Halil Bey, sultandan afve nâil olarak, M ısır'a gitti, hil'at ve teşrifi aldıktan sonra, ülkesine döndü. Fakat onun Harput 'u geri vermemesi üzerine, Mısır kuvvetleri, Ay-Demür al-Şayhi üe Esen-Demur al-Yahyavi ’nın kumandaları altında, aynı senenin teşrin 1. 'de bu şehri tekrar kuşattılar. Halil Bey teslime mecbur oldu. Fakat sultan, yine Halil B e y 'i Elbistan emaretinde bırakarak, hii'atler üe memleketine gönderdi. Muhammed b. Eretna 'mn Ölümü ve halefi 'A lâ ' al-Din 'A li ’nin iktidarsızlığı yü­ zünden, Halil Bey bu hükümdarın arâzisine akmlara başlamış ve hattâ kardeşi İbrahim Bey ’i A li Bey aleyhine, erzincanhlara yardıma göndermişti. Halil Bey 'in Mısır devletinin ho­ şuna gitmeyecek hareketlere devam etmesi ve bu arada H arput'u tekrar almış olması, niha­ yet devlete hâkim olan atabey Berkuk 'u çok kızdırmış ve Berkuk, onun yerine, ümeradan



DULKADIRLILAR. Mubârakşâh al-Tâzi ’yi Elbistan emaretine tâ­ yin etmiştin 1378 temmuz ayında Halep askeri ile Elbis­ tan 'a kadar ilerıleyen Mubârakşâh, evvelâ gâlip geldi ise de, bilâhare eylül ayında mağ­ lûp olup, Halil Bey tarafından öldürüldü. Bu vakıadan sonra Dulkadırhlar Malatya ’yı tazyıka, diğer taraftan da Halep etrafım gârete başladılar. Halep vâlisi 138 1 ’ de bütün kuv­ vetlerini toplayarak, Hâcib Çöğen ün kuman­ dasına verdi. Birecik naibi Sudun al-Muzaffari, Malatya naibi olup, Min-Taş lakabım ta­ şıyan Timur-Buga da bu orduda idiler. Mayıs 138 1 ’de Halep kuvvetleri Maraş Önüne kadar ıteriledi ise de, fena hâlde bozuldu. Emîr Çöğen maktul düştüğü gibi, Mintaş da yaralandı. Bu muzafferiyetten sonra türkmenler, Halep vilâ­ yetinin şimalîni işgal ederek, Am ık ve Tizin ’e kadar indiler. Bunun üzerine atabey Berkuk, Suriye 'deki bütün vâiilere kuvvetlerini topla­ yarak, Dulkadırhlar üzerine müştereken yü­ rümelerini emretti. Di meşk valisi Işık-Timur al-Mârdâni, Halep vâlisi inal al-Yusuf i, Trablus vâlisi Kümüş-Buga al-Hamavi, Hama vâlisi Taş-Timur al-Kasim i, Şafad vâlisi TaşTimur a l-A lâ ’ i, kuvvetlerini toplayarak, Halep ’te birleştiler. Mısırlılara muti olan türkmenlerin bir kısmı da, Boz-Doğan-oğlu Zıya’ al-Mulk ’ün kumandasında, bu kuvvete iltihak ettiği gibi, muhtelif kürt ve arap aşiretleri de orduya ka­ tıldı. Müverrih 'A yni ’nin, genç yaşında, Ayıntab ’a gelmiş olduğunu gördüğü bu büyük ordu, 1381 temmuzunun sonunda Maraş önüne vardı. Halil Bey ’in küçük kardeşi Süli Bey ’in kuman­ dasında olan türkmenler şiddetle taarruza geç­ tiler ; fakat mağlûbiyete uğrayarak, dağıldılar. Maraş mısırlılar tarafından alındı. Süli Bey Elbistan ’a ve oradan Harput ’a çekildi. Halil Bey buradan Malatya 'ya akınlar yapıyordu. Mısır ordusu Elbistan ’dan Malatya 'ya geldi ise de, F ıra t’ı geçmeğe cesâret edemedi. Bir az sonra Halil Bey ile kardeşleri Suriye üme­ rasına mektuplar gönderip, itaat edeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Mısır ordusu Suri­ ye ’ye döndü, Ordu Ayıntab ’a geldiği sırada, Dulkadır-oğlu ümerasından ve Boz-Ok reisle­ rinden Başan-oğlu Haydar Bey gelerek, eman diledi. Fakat Halil Bey, itaat vaadini yerine getirmeyerek, gâretlerine devam ediyordu. 1382 nisanında Halep vâlisi Yil-Buga al-Nâşir i, onun üzerine yürüdü ve 26 nisanda Aslan-Tu geçidine girdi. Halil Bey mukavemet edemeye­ rek, çekildi. Yil-Buga ise, yürüyüş istikametini değiştirip Gâvur dağında (A m anos) bulunan ve Halil Bey 'in müttefiki olan Özer-oğlu ’nun üzerine yürüyerek, karargâhım yağmaladı. Onun sarp yerlere çekilmesi üzerine, takipten $arf-ı İslâm Aîîsİklopedişi



H7



nazar eden Yil-Buga, Telhamdun’dan M araş'a ve oradan da Halep 'e döndü. Diğer taraftan atabey Berkuk ’ un kendini sultan ilân etmesini hoş görmeyen türk memlûk ümerasından bir kısmı ve bu meyanda mısırlıların Elbistan 'a nâip tâyin etmiş oldukları 'A lâ’ aî-Din AltmBuga isyan ederek, Dulkadırhlar ile birleşti ve Darende ’yı almağa teşebbüs etti ise de, muvaffak olam adı; Halep valisine karşı muka­ vemet edemeyeceğini görünce, S iv a s ’a Kadı Burhaneddin ’in yanma kaçtı. Dimeşk ümera­ sından şeyh 'A li aî-Kâzâni onun yerine Elbis­ tan naipliğine tâyin edildi. Kadı Burhaneddin S iv a s ’ta hükümdarlığım ilân ettiği zamandan itibaren, rakibi olan diğer Eretnalı ümerası ile mücâdele edebilmek için, Dulkadır-oğulları ile dostluk te’sis etmiş ve onlardan yardım almak mecburiyetinde kalmıştı. Halil Bey, kar­ deşlerinden Osman B e y ’i, bir mikdar kuvvet­ le, onun maiyetine göndermiş, o da Kadı Bur­ haneddin ’in ümerası arasına girmişti. Kadı Burhaneddin, Amasya vâlisi emîr Ahmed ile Kaz-Ova ’da vukua gelen muharebede büyük bir tehlikeye düşünce, Dulkadırhlar dan Halil adında bir bahadırın yardımı ile, canım kurta­ rabilmişti ( 13 8 3 ) . Fakat bundan bir az sonra Osman Bey ’in kadı Burhaneddin ’i öldürmeğe hazırlanan bir suikast tertibine dâhil olduğu­ nun meydâna çıkması üzerine, bu zat Sivas ’tan ayrılmak ve kardeşlerinin yanma dönmek mecburiyetinde kalmıştır. 1384 İptidasında Duîkadırhlar Elbistan ve M araş’ı almağa muvaf­ fak oldular. Bunu duyan Halep vâlisi Yil-Buga, Maraş ’a gelerek, onları bozguna uğratıp, dağ­ lara kaçırdı. Bir müddet Maraş ’ta kalan bu zat, Halil Bey ’in Kadı Burhaneddin ile birleş­ tiğini ve mısırlılara bağlı olan Divriği ve Da­ rende havalisini gâret ettiklerini haber aldı. Bunun üzerine Maraş 'tan hareketle Elbistan ’a geldi ve Darende yakınında Arslaıı-Taş mev­ kiinde mukavemete hazırlanan Dulkadır-oğîu ’nu, 6 temmuzda bozguna uğratarak, kaçmağa mecbur etti. 1385 ’te Halil Bey ile kardeşi Süîî Bey ’in arası açıldı, Süli Bey Yil-Buga ’ya müracaat ederek, eman aldıktan sonra, Halep ’e geîdî (4 nisan). Sultan Berkuk bunu du­ yunca, Süli Bey 'in hapsim ve Mısır ’a gönde­ rilmesini emretti. Fakat Süli Bey, bir fırsa­ tını bularak, rivayete göre, Yil-Buga ’nın gizli müsaadesi ile, geceleyin kaçmağa muvaffak oldu. 1386 başında Halil Bey ile bozuşan kardeşleri 'Osman ve Sârim al-Din İbrahim Bey ’ ler, Van ’ dan ayrılarak, Mart iptidasında Mısır ’a gidip, Sultan Berkuk’un iltifatına nâil olup, vazife­ lere tâyin edildiler. Sultan Berkuk, mütemadi­ yen akmlarından bıktığı Halil B e y ’i çok teh­ likeli görmekte idi. Onu te’dip etmek veya itaat 43



6s8



DULKADIRLILAR.



altına almak İçin o ana kadar yapılan teşeb­ büslerden hiç bir netice çıkmadığına baka­ rak, onu suikast ile ortadan kaldırmağa karar verdi. Halep ’te bulunan türkmen beylerinden Umur-oğîu (M akrlzi: Huımır, ‘A y n i: Yuhmur, îbn Şuhba : 'Omar şeklinde yazarlar) İbrahim Bey ’i onu Öldürmeğe gönderdi. Halep ’ten ha­ reket eden Umur-oğlu, Halil Bey *e haber gön­ derip, hususî mülakat istedi. Halil Bey bunu kabul ederek, maiyetinden ayrılıp, tek başma yarım fersah kadar iîeritedi. Hâlbuki Umur-oğlu adamlarım pusuya koymuştu. Her ikisi ko­ nuşurlarken, pusudaki adamlar meydana çıka­ rak, Halil Bey öldürüldü ve başı Mısır ’a ge­ tirilip, teşhir edildi. Sultan Berkuk da Mısır ’da bulunan Osman ve İbrahim Bey ’leri hapse attırdı. Babası gibi Mısır devletine baş belâsı olan Halil Bey fevkalâde şecaati ve aşın dere­ cede cömertliği ile, her kese karşı mültefit ve nufuzlu bir emir olup, öldürüldüğü zaman, yaşı 60 't geçmişti. , Halil Bey ’in Ölümünü müteakip, Duikadırlı ulusunun çoğu, küçük kardeşi Şa'bân Süli Bey ’in etrafında toplanıp, onu emîr yaptılar. Ha­ lep ’te Hama askerlerine derhâl Süli Bey ’in üzerine yürümeleri için, emirler gönderilmişti. Bu kuvvetler Maraş ’a geldikten sonra, Elbis­ tan ’a doğru hareket ettiler. Süli Bey Göksün yaylasında bunları karşıladı. 1386 mayısın­ da vukû bulan şiddetli muharebede Mısır or­ dusu mağlup oldu. Hama valisi Sudun al‘A la1i başta olmak üzere, Suriye ümarasmdan 17 ’si ile askerin çoğu telef ve mütebakisi esir oldu. Bunu duyan Sultan Berkuk, Süli Bey ’e karşı rakip çıkarmak üzere, onun mevkuf olan kardeşleri Osman ve İbrahim Bey ’leri serbest bıraktı ve memleketlerine gönderdi. Osman Bey, Süli Bey 'e itaat ettiği hâlde, İbrahim Bey dâima onunla muh asama yolunu tutmuştu. Sultan Ber­ kuk, Süli Bey ’i Elbistan 'dan ve Maraş 'tan koğmak maksadım güttü. Halil Bey ’İu katili olan İbrahim Bey ’i, Elbistan emîri nasbetti. Bu zat, Mısır devletine mutî olan türkmenİerin başına geçip, M araş'a doğru ilerledi ise de, 1387 ma­ yısında bozguna uğrayarak, geri döndü. Bunun üzerine, şimalî Suriye ’de asayişin te'min olu­ nabilmesi ancak Süli Bey 'in tatmin edilmesi sayesinde mümkün olacağını anlayan Sultan Berkuk, ister-İstemez, onun emaretini tasdika mecbur oldu. Fakat ertesi sene Sülİ 'nin sulta­ na âsî olan cmîr Mintaş ile birleşmesi, sulta­ nın bu hareketinden hiç bir faıde çıkmadığım gÖsderdi. Bunun üzerine Sultan Berkuk, Duîkadıriı ulusunun boylarım etrafına toplamış olan ve amcasının emaret ve hii'atini tanıma­ yan Naşir aî-Din Muhammed Bey b. Hlalil Bey ’i onun aleyhine teşvik etmeğe başladı,



Sultanın ümerası ile ve bilhassa S is naibi Sunkur ile birleşen Mehmed Bey, 1388 senesinde amcası Süli Bey ile Min-Taş ’ı mağlûp etmeğe muvaffak oldu. 13 8 9 ’da Süli Bey, Develi kale­ sine çekilerek, kadı Burhaneddin ’e isyan eden Cüneyd Bey ’e yardım ettiği gibi, Min-Taş, Yıl-Buga ve diğer türk Memlûk ümerasının Ber­ kuk ’a karşı yaptıkları büyük isyana da iştirak etti ve maiyetindeki beylerin bîr kısmını on­ ların maiyetine verdi. Bu tükmenler Kahire yü­ rüyüşüne ve bütün harplere İştirak ettiler. Bu esnâde Mehmed Bey, dâima Berkuk’a sâdık kaldı ve hattâ Yıl-Buga ile birleşen Sis naibi Sunkur’u hapsedip, bu şehri ele geçirdi (138 9). Sultan Berkuk ’un düşürülerek, Kerek kalesin­ de hapsedilmesinden bir az sonra, Mısır atabe­ yi olan Yil-Buga ile Min-Taş ’m aralarının açıl­ ması ve M in-Taş’ m galip gelerek, Y il-B u ga’ yt hapsedip kendini atabey tâyin etmesi üzerine, Süli de işi azıtarak, Halep havâlisini zapt ve yağmaya başlamıştı. 1389 senesi sonunda Ber­ k u k ’un M in-Taş’a galip gelmesi ve tekrar sal­ tanatı eline geçirmesi, emaretini kuvvetlendir­ mek ve hâkimiyet hudutlarım genişletmek is­ teyen Süli Bey ’in geniş emellerini suya dü­ şürdü. Mamafih Suriye ’nin bir kısmında mu­ kavemet edip, sultan Berkuk kuvvetleri ile harp etmekte olan Min-Taş 'a dâima yardımda bulundu. Hâlbuki kendine muhalif ve Berkuk ’a tarafdar olan biraderi İbrahim Bey, Min-Taş ’m kardeşi Tüman-Timur ile harp ederek, galebe kazanmıştı. Süli Bey Min-Taş taraf darlığı yap­ makta devam etti ve Aym iap ’a gelerek, bu­ rada bâzı mezâlimde bulunduktan sonra, kar­ deşi Osman Bey ’i iç kalenin muhasarasına me­ mur etti. Osman Bey bir ay kadar muhasara edip, şehir halkına bir çok zararlar verdikten sonra, çekildi. Süli Bey Min-Taş ile beraber Mar a ş ’a gitmişlerdi. Fakat çok geçmeden ikisi birlikte gelerek, Aym tap şehrini işgal ve ka­ lesini tekrar muhasara ettiler. Süli Bey ’in ya­ nında 10.000 kadar türkmen mevcut bulun­ makta idi. Bu esnada kalede mahsur olan mü­ verrih ‘ Ayni, bu muhasarayı uzun-uzadıya nakleder ve Aymtap halkının uğradığı felâ­ ketleri ve musibetleri ve kendisinin geçirdiği tehlikeyi de bize bildirir. Eylül sonunda başlayan bu muhasara 4 ay sür­ müştür. Süli ile Min-Taş Halep valisi Kara-Demirdaş’m kendi üzerlerine yürüdüğünü duyunca, çekilmeğe mecbur kalmışlardı. Bundan sonra Min-Taş ’m teşebbüslerinde muvaffak olamaya rak, mütevâii mağlûbiyetlere uğradığım gören Süli Bey, Mısır sultanının kin ve intikamına büsbütün hedef olmaktan korkarak, eski müttefi­ kinden ayrıldı. Elbistan ’da mahpus tutulan Ber­ kuk tarafdarı ümerayı Halep ’e gönderdi ve sul*



DÜLKADIRLILAR. tan Berkuk 'a doğrudan-doğruya müracaat ede­ rek, eman talebinde bulundu. Büyük gaileler ile meşgûî olan sultan, Süli Bey 'in çıkarabilmesi muhtemel karışıklıkları önlemek için, 139 1 ya­ sında ona bir emannâme ile türkmen emirliği ve Elbistan naipliğini tevcih etti. 139 1 eylülün . de sultan Berkuk Dimeşk 'tan Halep 'e doğru . gelirken, Süli Bey 'in devatdarı Muhsini gele■ rek, efendisinin mektubunu ve hediyelerini getirdi. Süli Bey S is şehrini zapt etmiş ol­ duğundan dolayı itizar ederek, mezkur şeh­ rin anahtarlarını Halep valisine göndermiş olduğunu bildiriyor ve şehri tesellüm için, ümeradan birinin gönderilmesini rica edi­ yordu. 13 9 4 'te Timur M ardin'i muhasara ve Amid 'i zapt ve Avnik kalesi önüne vardığı ve Anadolu emirlerinin bîr kısmı ile haber­ leşerek, itaate davet ettiği sırada, Süli Bey ona elçiler gönderip, Suriye 'nin fethine teşvik etmiş ve maiyetinde bulunacağını ve bu kıt’amn zaptında rehberlik yapacağını bildirmişti. Bundan haberdar olan sultan Berkuk, şimdiye kadar bütün kusurlarını af ve hareketlerini müsamaha ile karşıladığı Süli Bey 'e karşı bü­ yük bir nefret duymuş ve onu mahvetmeğe karar vermişti. Sultanın emri ile Halep valisi­ nin kumandasında hareket eden büyük bir kuv­ vet 1395 martında Süli B e y 'i ağır bir hezimete uğrattı, Süli'nin maiyeti dağıldı, kendisi müşküât’ a canım kurtarabildi. Bundan sonra Süli Bey ile Mısır sultanının arası hiç düzelmemiş­ tir. Artık Süli Bey Suriye bölgesine akınlar yapmağa cesaret edemiyordu. Buna mukabil başka ülkelere akınlar yaptırıyordu. Sultan Berkuk isyanlarından usandığı ve nihayet ha­ yatından nefret duyduğu Süli Bey 'i, ağabeyisi Halil Bey gibi, bir suikast ile ortadan kaldır­ mağa karar verdi. Mısır vak'anüvislerinin ek­ serisinin nakillerine göre, Süli B ey'in oğlu Sadaka Bey 'in maiyetindeki adamlarından Ali Han adında biri, Sultan Berkuk 'un teşviki ile, 1398 mayısı sonlarında, Maraş yukarısına yay­ laya çıkan Süli B ey 'i, geceleyin zevcesi ile birlikte uyumakta olduğu esnada, çadırının içine girerek, bıçakla Öldürüp, kaçmağa muvaf­ fak olmuş ve Berkuk'un yanma gelerek, ondan bir çok ikram görmüş ve Antakya 'da eraîr-İ aşereliğe nâîl olmuştur. Mısır tarihçilerinin haykal aî-turkmân diye, şecaat ve şöhret sahibi, kendi ülkesinde çok âdil ve fakat başka memleketler ahâlisine karşı garetçî, zâ­ lim ve gâsıp olarak, tavsif ettikleri Süli Bey ile Ayıatap muhasarası sırasında görüşmüş olan 'A yn i kendisinin şahsiyeti hakkında ol­ dukça uzun malûmat vermiştir. ‘A yn i, diğer Ayıntap uleması ile birlikte, ona zulümden ve günahtan şaklaması yolunda nasihatlerde ;



659



bulunduklarını, Süli Bey ’in zahiren bu nasi­ hatleri dinler ve vaazlardan müteessir olur gö­ ründüğünü, fakat hakikatte kötülük ve gü­ nahtan asla çekinmediğini zikreder ve ölümü İle müslümanlarm büyük bir belâdan kurtul­ muş olduğunu söyler. Makrizi ise, Süli B ey'in katlini başka bir tarihte gösterir ve ayrı bir şekilde nakleder. Süli Bey 'İn ölümünden son­ ra, oğlu Sadaka Bey, sultan Berkuk 'un yanı­ na giderek, Elbistan naipliği ve türkmen ema­ retinin menşurunu almak İstedi ise de, bü­ tün hayatında Süli Bey 'e karşı rekabet ve mücâdelede bulunan amcazadesi Nasır al-Din Mehmed Bey b. Halil onunla mücâdeleye girişmiş ve aralarında dâİmî bir harp başla­ mıştır. Belki de bu Mehmed Bey 'in teşviki İle, sultan Yıldırım Bayezid Elbistan 'a yürümüş ve 2 ağustos 13 9 9 'da burasım zaptederek, Sa­ daka Bey 'i kaçmağa mecbur etmiştir. Yıldırım Bayezid Elbistan valiliğini ve Dulkadırh ulusu beyliğini Mehmed Bey 'e vermişti ]. Naşir al-Din Mehmed Bey [b. bk.] Kadı Burhaneddin 'in kızı ile evli idi. Onun vefatından sonra, kayın biraderi ‘A li Zayii al-'Abîdin 'İ hi­ mâyesi altına aldı ( Aşık Paşa-zâde, s. 73 ). Sivas muhasarasında ( 803 — 1400 ) Elbistan türkmenlerî tarafından, ordusunun ağırlıkları yağmalan­ mış olan Timur, Elbistan ve Dulkadırh toprak­ larını işgal -ettikten, Malatya ile Behesni 'yi de aldıktan ve bütün memleketi yıkıp harap et­ tikten sonradır ki, Dulkadır-oğulîarını itaati altına alabilmişti ( Şar af al-Din, trc. Petis de la Croix, V , fasıl 16 ) . 1401 senesinin başlan­ gıcında Suriye 'den dönüşünde Timur, Tedmur yanında konaklamış olan Dulkadırhîara saldırarak, sürülerini zaptetti ( Ş araf al-Din, ayn. esr., V , fasıl 28). Timur gittikten sonra Naşir al-Din, kızlarından biri ile evli olan sultan Çelebi Mehmed ile ittifak etmiş bulu­ yoruz (Leuncl., H isf., s. 4 12 ) . 81 $ ( 1 4 1 2 ) 'te N aşir al-Din 'in oğlu Süleyman Bey kardeşi Musa Ç eleb i'ye ( Sa'd al-Din, I, 264; Leuncl., Hist,, s. 452 v.d.) karşı yaptığı harpte Çelebî Mehmed 'e- refakat etti ( Safd al-Din, I, 264; Leuncl., ayn. esr.} s. 452 v.d.). Bilâhare Naşir al-Din Karaman-oğlu ve adanalı Ramazan-oğuîlarma karşı harp etti. 822 ( 1 4 1 9 ) 'de Sultan al-Mu’ ayyad Naşir al-Din 'i himâyesi altına aldı ve ken­ disine K ayserİye'yi zeamet olarak verdi, 840 (14 36 ) 'ta Murad II. bu şehri zaptetti ve onu Dulkadırh-oğullarına bıraktı. [ Hayatının mü­ him bîr kısmı, kardeşi Ali B^y ile ve sonra onun oğlu Hamza Bey ile mücâdele içinde geçen, Sultan al-Malik al-Mu’ ayyad Şayh ve Sultan Barsbay ile muhtelif zamanlarda miıhasım ve muharip olan Sultan Çakmak ile çol dost olup, ona kızlarından hmni vermiş olan



66o



d u l k a d ir u l Ar .



med II. ile evlendirdi ( Sa'd aî-Dia, I, 398 v. dd, j Dukas, s. 224). Dukas 'a nazaran, Murad II. Karamanlılara ve Kara-Koy unlara karşı j>ir müttefik bulmak için bu evlenmeyi arzu etti. Oğlu Melik Arslan ( 1434—1465) Süleyıiian Bey 'e halef olmuştu. Bunun saltana­ tı devrinde Uzun Haşan Harput 'u zaptetmîştir, 870 ( 1465 ) 'te Elbistan'da kardeşi ŞahBudak ’ın tahriki İle îbn Tağribardi ve Aşık Paşa-zâde 'nin rivayetlerine göre, sultan Hoş-Kadem tarafından gönderilen bîr fedaî tarafından öldürüldü. ölümünden sonra kardeşi Şah-Budak Sultan al-Malik al-Zâhir Hoş-Kadem tarafından, iktidar



ve 843 (14 4 0 ) 'te 80 yaşında, bu damadım ziyaret için K ah ire'ye giden ] Naşir al-Din 44 seneden fazla hükümet sürdükten sonra, çok yaşlı olduğu hâlde, 846 ( 1443 ) 'da öldü. 1432 'de Anadolu 'da seyahat eden Bertrandon de la Broquiere, Hama civarında Dulkadırlı türkmenlere rast gelmiştir { s. 10 2 ). Aynı zat eserinin diğer bir yerinde (s . 1 1 9 ) bu Dulkadır emîrinin »30.000 türkmen silâhşora" mâlik olduğunu zikreder. N a şir'a î-D in 'in yerine babasının saltanatı devrinde Maraş beyi olan oğlu Süleyman Bey • ( 846—-858 ) geçti. Süleyman Bey 853 ( 1449 ) ’te kızı Sıttı Hatun 'u müstakbel sultan Meh-



Zayn aî-Dîn Karaca ( 7 3 7 - 7 5 4 = > 1337 - 135 ? ) E







I



«



I







1. H alil



2. Süli



3. İbrahim



( 1353 - 1 3 8 6 )



( 1386 ^ 1 3 9 8 )



( 1416)



i'7



4. ‘ Isa



s. 'Osman



6. Dâvüd Tugruk



Şadaka 1. Naşir aî-Din Mehmed 2. A li ' ( 1398 - 1 4 4 3 )







I



î. Suiayman (1 4 4 2 - 1 4 5 4 f



)



î



rlamza 2. Rustam



!



3. Davud



i



c



I