MEB İslam Ansiklopedisi 7 [7] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ÂLEMİ TARİH, COĞRAFYA, ETNOGRAFYA VE BİYOGRAFYA LÜGATİ



MÎLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE A. ADIVAR, R. ARAT, A. ATEŞ. C. BAYSUN, B. DARKOT T A R A F IN D A N LEYD E N TABT ESA S TU TU LAR A K T E L İ F T Â D İL , İK M Â L ve TE R C Ü M E S Û R E T İY L E



NEŞREDİLMİŞTİR



r. CİLT L A B B A Y — M ESÂN Î



âm D E V L E T K İT A PL A R I



İSTANBUL M İLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ



L A B B A Y .( L uBBAY, tamil. ilappay olup, rından geçen ve Büyük Menderes'in başlıca p ra bl. kelimcs'nden mulıarref olduğu sBylenit- kollarından biri olan Çürük-Su ’nun eski adı m ekledir), h i n d m ü s İ d m a n l a r ı n d a n kullanılmak suretiyle, Laodicea ad Lycum di­ müteşekkil b i r s ı n ı f olup, aynı zamanda Co- ye diğerlerinden ayrılan bu şehrin ismi al-Batnaka ( skr. yavana »yunan, g a r b ı" ) adı ile ta­ tin i'd e Lâzikİya-Frücıs (~^QvyCaç, Frigya nınmaktadır. Bunların yerli kadınlar ile evlen­ ’dan ) olarak geçmekledir (Opus cstronomicum, miş olan arap muhacirlerinden geldiği tahmin nşr. Naüino, II, 39; HI, 237, nr. 116), Kadîm edilmektedir; bugün elbiselerinin şekli ve ken­ beldenin ne zaman terkedilerek, Denizli ’nin dilerine has saç ve sakal kesme âdetlerinden onun yerini aldığı kat’î olarak bilinmiyor ise başka, onları yerli ahâliden ayırt eden bir ta­ de, XtV. asrın ilk yarısında (7 3 2 '= 1 3 3 2 ) rafları yoktur. Çoğu cenubî Hindistan’ın şark buradan geçen İbn B attüja'nm ziyaret ettiği sahilinde oturan bu halkın sayısı 1911 'de 401,703 şehrin Denizli olduğunda şüphe yoktur; zîra kadar idi. Bunların çoğu sünnı olup, şâfi'i bu seyyah, Yınanç Bey 'in hükümdar bulun­ mezkebindendirler; merkezleri Çadır Vali ya­ duğu şehre Lâdik denilmekle beraber, buraya hut Mirân Şâhİb ( bk. Gazeitter 0/ the Tan~ 4,^ ismi verildiğini bildirir [ bk, mad. DE­ jore iüistrict, s. 243 ) lekabı ile anılan evliyaları NİZLİ] ve esâselı güzel bahçeleri ve bol akar­ Şâh aî-Hamid 'A bd al-Ç id ir ( ölm. 1600 ) 'İn suları ile medhetiîği beldenin tasviri şimdiki mezarının bulunduğu Nagore 'dır. Bunlar Kttr- şehri nlcine çok uyar. Nasıl ki Lâzkiye adı, çok ’a n ’ı Tamil diline tercümesinden okur ve arap daha sonraları bile, Denizli İçin ikinci bir harfleri kullanırlar; çalışkan ve müteşebbis isim olarak kullanılmıştır ( msl, bk. Çîhannü* insanlar olup, daha çok balıkçılık ve ticâret mâ, s. 634 ), ile uğraşırlar. B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. DENİZLİ ; B i b l i y o g r a f y a : E. Thurston, Castes ayrıca Ham d Ali âh Mustavfi, Nazhat al-kuand Tribes o f Southern India ( Madras, lüb ( Bombay tab. ), s. 162 • 'A li Yazdi ( Kalkü‘ e tab, ), H, 448 v. d .; G, le Strange, The J909 ), IV, 198 v.dd.; Kadir Husaîn Khâa, Lands of the Eastern Caliphate, s, 145,153. South Indian Musulmane (Madras, 1910}, s. 29 v. d d .; Manual o f the Administriation 2. K o n y a L â d i k ’ i. K on ya’nın 40 km, o f the Madras Presidency ( Madras, 1893 )’, şimalînde, Konya vilâyetinin Kadınhanı kaza­ sının Ssray-Önü nahiyesi içinde bîr koy ( 1945 IH, 437. ( T . W. A rnold .) L A B B A Y K A . [ Bk. t a l b îy a . ] saysmında nüfusu : 1,781 ) olup, K onya'yı Eski­ L A B ÎD . [ Bk. LEBÎD. ] şehir ve Afyon-Karahisar üzerinden, Ege ve L A C C Â D İV E Ş . [ Bk. l a k k a d İv a d a l a Ri. ] Marmara bölgelerine bağlayan işlek yol bunun L Â D ıK . LA D İÇ LÂDİÇ, L âd I k , Anadolu yakınından geçer. Burası Aaoâty.sıo, 1) K ataxe’nun muhtelif bölgelerinde rastlanan b i r t a ­ üatîjAsvrt ( Laodicea Com busta) ’ya tekabül k ım m e s k û n y e r l e r i n a d ı . Bu adın eder ki, bir takım eski kaynaklarda Lâdik menşe'İ Lâzkiye ( b. bk,, Lâzikiya ) ile beraber Sühta ( »yanık" ) şekline çevrilen bu im, ba­ kadîm Laodıkeia ismine bağlanır. zılarının iddia etmiş oldukları gibi, zemin ta­ 1. L i k o s ( B ü y ü k M e n d e r e s ) L â d i k biatı ile alâkalı görünmemekte ( zîra civar­ ’i. Şimdi yerine Denizli şehrinin geçmiş bulun­ daki araz*, Kula çevresinde olduğu tarzda, duğu kadîm belde olup, harabeleri bu şehrin volkanik olmayıp, daha ziyâde kireçlidir), 8 km. şimalînde, Eski-Hisar isimli bir köyün muhtemel olarak, eski çağlarda . işletilmiş yanında yükselmektedir. Eski devirlerde civa­ olan mâden ( c i va ) izabe ocaklarından iştikak



LÂD İK. etmiş bulunmaktadır, Cihannümâ (s . 6x6) hizmetini görmüştür. XVII. asır ortalarına burayı şahrab üzerinde, cami, hamam ve han­ doğru ( 1057 ss= 1647 ) buradan geçen Evliya ları bulunan bir kaza merkezi gibi gösterir. Ç eleb i'n in 1 geniş tasvirinden, kasabanın o Evliya Çelebi ( Segâhaf-nâme, 11 390 ) ise, bu­ sırada mâmûr olduğu anlaşılır. Bu seyyaha ranın, kendi zamanında «celâli ve cemâlî zul­ göre, Bayezid II. Amasya valiliğinde iken, münden" bir kasabacık hâline gelmiş bulun­ burada güzel bir bahçe inşâ ettirmiş, valdesiduğunu-söyler. XIX. asırda buradan geçmiş ne vakıf tahsis ettiği Lâdik 'in halkım vergiden olan bâzı seyyahlar ve bunlardan faydalanan muaf kılmış idi. Ziyareti sırasında, cenup ta­ kaynaklar, bu arada E l, II, Leiden tab,, mad. rafında, dört köşe ve köhne bir kaleciği bu­ LÂDHÎK ve Pauly-Wissowa, Realencyclopaedie, lunan şehrin 17 mahallesinde 3.020 kadar II, 721, buranın yeni adım da «Yorgan Lâdik", kiremitli ev, 6 'sı cuma camii olmak üzere, 47 Texİer'ye göre, gûya halkın başlıca meş~ mihrap, Davud Paşa ’mn yaptırmış olduğu gûİiyetinİn «örtü", hah ve aba imâli olması kargır bir bedesten, 400 dükkân var idi. Lâdik şeklinde izah ederek, kaydetmişlerdir ki, gölünün etrafı da bir takım mâmûr köyler ile yanlış okunmuş olan kelimenin aslı CihaTinîimâ donanmış bulunuyordu. Daha sonra Lâdik, 'da yazıldığı gibi ö's'jü ( «Ladik yürükleri" ) mevkiinin sapaiığı neticesinde, nisbî bîr geri­ lemeye uğramış olmahdır. XIX. asrm sonlarına ( veya Lâzikiya-i Karaman ) olmak icâp eder. Bibliyografyaı İbn Bibi ( nşr. doğru, nüfusu 1,500’u geçmiyordu. Son yıllarda Houtsma ), Recueil d, textes rel. d, Vhist. des bu nüfusun sayısında yavaş bir artma kayde­ seldj., III, 23, 25 = IV, 8, 9; Cramer, j4 sîû dilmiştir ( 1940 't a : 3.854, 1950 'de î 5.054 ). Minör, H, 33; W. J. Hamilton, Researches Cumhuriyet devrinden evvel Lâdik kazası; in Asta M inör. . , , II, 193 ; Ch. Tezier, Asie Amasya vilâyetine bağlı iken, bu devirde irti­ Mineure, s. 449; F. S ar re, Reise in Kleinasien, batı Samsun vilâyetine nakledilmiştir. Kazânm s. 25 ; W. M, Ramsay ( Class. Reviem, XIX, 596 km.2 arazisi üzerinde. 23.300 nüfus vardır. 367 v. dd.}; G. le Strange, ayn. esr., s. B i b l i y o g r a f y a : Evliya Çelebi, Se136,149. yahat-nâme, Iî, 390 v.d.; Kâtib Çelebi, Ci­ 3. A m a s y a L â d i k ' i , Amasya şehrinin hannümâ, s. 625; Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya tarihi, tür. y e r.; Ş. Sâmı, Kâmüs al­ 40 km, şimalinde bulunan bir kasaba olup, tı lam, V, 3963; V . Cuînet, La Turguie Şİmdı Samsun vilâyetine bağlı bir kazânm mer­ d*Asie, I, 767 v .d .; A, D. Mordtmann, ^4 nakezidir. Ayrıca bunun 9 km. şarkında aynı ismi taşıyan bir göl ve Samsun— Amasya demir-yolu İolien, Skizzen und Reisebriefe, s. 173— 174; üzerinde, kasabaya x6 km. bir yol ile birleşen W. J. Hamilton, R ese a r c h e s .,., I; Mehmed bir istasyon vardır. Deniz seviyesinden 950 m, Cemâl, Anadolu, s. 204. yükseklikte bulunan kasabama cenubundaki 4. Ç e k e r e k L â d i k 'i , Yozgat vilâyeti­ tepelerden gelen akar-sular, kasabadan geçip, nin Çekerek kazası içinde, Kadı-Şehri nahiye­ bahçeleri suladıktan sonra, şimale ve şarka sine bağlı, 309 nüfuslu ( 1945 'te ) bir koy olup, doğru açılan ovaya iner ve Lâdik gölünde sona Deveci dağlarının cenup eteklerinde ve Zile erer, ilkbaharda, karların erimesi ile epeyce ’nin 28 km. cenubunda bulunur. Kiepert gibi büyüyen bıı tatlı Su golü, fazla suyunu, Tersakan eski haritalarda adı geçmeyen bu mevkî Tür­ çayı vâsıtası ile, Yeşil ırmağa boşaltır. Yaz kiye 'nin büyük mikyash yeni haritaları üze­ sonunda ise, sabası çok darlaşarak, kenarları rinde görülmektedir. bataklık hâlini alır ki, buralarda hasır imâline 5. N i k s a r L â d i k ' i . Tokat vilâyetinin Nik­ elverişli sazlar bulunduğu gibi, gölde balık sar kazası içinde, kaza merkezinin 20 km. da boldur, 'Ruge ( R e a le n cy c lg ö st, yer.) *nin garbmda, R. Kiepert ’in Anadolu haritasında, kaydettiği gibi, Mithradates Eupator tarafın­ Kemer dağının şimâl eteğinde gösterilmiş dan bastırılmış sikkeler vesilesi ile ismi bilinen nahiye merkezi bir köydür ( 1945 ’te nüfusu AaoS&eıa îtovttxv] ’nin burası olması icâp eder 89T ). Buranın Laodikeİa adlı eski bir iskân ise de, E. Honigmamı ( El, Leiden tab., III) bunu yerine tekabül ettiği de Jerphanion tarafından biç zikretmeyerek, onun yerine Amasya şeh­ muhtemel görülmektedir ( MFOB, 1 9 u , V, rine nazaran daha cenupta bulunan başka bîr 3S3 > Lâdik (aş. bk. nr, 4 ) ’i bahis mevzÛu etmek­ Yukarıda sayılanlardan başka Evliya Çelebi, tedir, Muhtemel olarak, Dânişmend-oğullan Osmanlı mülkünde, Konya ve Amasya Lâdik eli ile, XI, asrın ikinci yansında fethedilmiş ’İerİ ile beraber, bir de Van eyâletinde Ladik olan ve XIV. asır sonunda da, ilk defa Yıldırım isimli bir yer bulunduğunu zikretmekte ise de, Bayezid devrinde, osmanlı mülküne ilhak edilen bu yer muasır kaynaklarda tesbit edileme­ Lâdik, Amasya valiliğinde bulunan şehzadeler miştir ( Seyahat-nâme, II, gost. yer,) zamanında imâr edilmiş ve onlara sayfiye ( BESİM 0 ARKOT.)



LAĞUAT L A Ğ U A T . [ Bk. AGVAT, ] L A H İC . [ Bk. LAHic. 3 L A H iC . LAH İC, cenûbî Arabistan Ma Aden 'in şimâl-i garbisinde suya bol bîr vâba İçinde kurulmuş, takriben 12.000 nüfuslu bir k a s a b a olup, aynı ismi taşıyan bir sultanlığın merkezidir. 1503'te Ludovico di Barthenıa ve 1810’da U. J. von Seetzen tarafından ziyaret edilen Lahic, XIX. asrın ilk yarışında, W ellsted tarafından 400 kadar ev, 800 kadar kuru ot ve kamıştan yapılma kulübeden mürekkep bir topluluk gibi tasvir edilmiş idi. Burası 1878 Osm anlı ~rus harbi esnasında ehemmiyet kazandı: o sırada İngiltere “Aden ’de yaşayan arapları ve Somali* ieri muvakkaten oradan çıkartmış îdi. Bunlar Lahic 'e gidip, şehrin etrafında binlerce kulü­ be inşa ederek, burayı büyüttüler. Lahic sokak­ ları ekseriyetle dar ve eğri-büğrü olup, düz damlı evlerin çoğu kerpiçtendin Iç-kalenm et­ rafında da toprak bîr sûr bulunur. Ev yığın­ larının yeknasakhğmı, sultanın hİndli mimar­ lar tarafından yapılmış 4— 5 katlı sarayı İle sâde yapılı câmiler az-çok İhlâl eder. Lahic nüfusu­ nun büyük kısmını yeraenli araplar teşkil eder. Bunlardan başka, Sömaliler, SayShiiiier, ti­ câret ve küçük san’atlar ile meşgul yahudüer, büyük ölçüde ticâret yapan bâzı müslüman hindliler de vardır. L ahic'in mevkii “Aden ile hinterlandı arasındaki kervan ticâreti bakımın­ dan ehemmiyetli olup, şeîıîr ‘ A d e n ’e bir yol ve dar hatlı bir demir yolu ile bağlı bulunur. Nemli ve sulanmış bir çukur ova mânasına gelen ve şehrin coğrafî mevkiine iyi uyan La­ hic ( Lahc ) kelimesi, ensâb mütehassıslarınca himyerî Lahic b. V a’il ile münâsebetti görünür ve coğrafyacılar tarafından, Yemen 'in :Aden yakınlarında Abyan arazîsi içinde bir bölümü­ ne izafe edilmek suretiyle kullanılır. ai-Hamdânİ ve YâlfÜt burayı Yemen Tih&rnalerinde olarak gösterirler. İslâmiyet Yemen ’e yayılınca, Lahic de bu memleketin mukadderatına iştirak e t t i: Y e­ men ile beraber Emevîlerin ve Abbâsîlerin" idaresini gördü. 203 ( 818/819 ) ’te halife Y e­ men eyâletini taksim ederek, Mekke ile “Aden arasında yer alan araziye :Abd Allah b. Ziyâd aî-Um avi’yi vali tâyin etti ki, Zabid şehrini te ’sis eden bu valinin kurduğu Ziyâd i sülâlesi, 293 ( 903/906 ) 'te mezkûr şehrin Karmatîler tarafından işgal edilmesi bir tarafa bırakıla­ cak olursa, bu havâlide 402 (10 11/10 12 ) tarihine kadar hüküm sürmüş idî. Daha sonra onların yerine iktidarı ele alan habeşli köleler devrinde Lahic, "Aden, Abyan, al-Şihr ve Hazramavt ile beraber, Bani Ma'nlartn eline düştü; 439 ( 1047/1048 ) 'da “A d en 'i zapt eden ‘A lî b. Muhammed al-Sulayhi ( ölna. 459 =



LAHİC*



3



1066/10Ğ7) buraya vali olarak Zuray* b. al“Abbâs ( ölm. 485 = 1092/1093 ) '1 göndermiş idî. Lahic ile al-Şihr ve Hazramavt hükümdarı İbn “Umar bilâhare “Aden ’i de zaptederek, kardeşi Mas“üd ile burada hüküm sürdü. Her ne kadar bunların halefleri Yem en’in mühim bir kısmı­ nı ele geçirdiler ise de, sonraları hâkimiyet­ leri, dâhil! didişmeler yüzünden, zaafa uğradı ve 1152’de sultan al-Manşur “A d e n ’i zaptetti ve 1173 ’te, Eyyûbî hükümdarı al-Malik al-Mu“azzam TûrenşiK ’m istilâsına kadar, buraya hâkim oldu. Bundan sonra Lahic ’in mukadde­ ratı “Aden ’İnkîne bağlı olarak devam etti. Türânşâh ’ın 'Aden ’e vali tâyin ettiği malik aI-Mas:üd 'un halefi Sultan Nur at-Dİn ( 1233 — 1249 ) Yemen ’de Rasüli hanedanım kurdu ve Abbasî halifelerinin lafzı hâkimiyeti altın­ da hüküm sürdü. Fakat 1249'da halife ile ara­ sının açılması üzerine, onun tarafından gönde­ rilen al-Malik al-Muzaffar Şams al-Din “Aden ve Lahic 'i zaptetti. ai-Muzaffar 1351 Me Lahic ve Abyan ’ı zeamet olarak kardeşleri Mufazzal ve Fâ’i z ’e verdi, 1294’te İbrahim b. Muzaffar Lahic ’i ele geçirdi ise de, az sonra Muşaffar 'in halefi Dâ’Sd ’a bırakmak zorunda kaldı, 1302’de Lahic zeamet olarak, Şerif “İmâd alD in îd ris'in eline geçti. 1454’te “Aden ve hin­ terlandı tahinler tarafından zaptedilerek, 1507 'ye kadar onların elinde kaldı. Tahin “Amir b. ‘ Abd al-Vahhâb ’m Portekizlilerin tecâvüzün­ den korunmak üzere Memlûk hükümdarı Kânsüh al-Güri 'ye müracaat etmesi neticesinde, Husayn al-Muşrif kumandasında Kız ildeniz 'e gönderilen kuvvet Yem en’in bir kısmım işgal etmek suretiyle, yakın osmanlı istilâsına yol açmış oldu. 1538 ‘de Kulzum ( Süveyş ) kuman­ danı Hadım Süleyman Paşa'nın idaresindeki türk filosu “Aden 'i fethetti ve bu havali, türklerin Yem en’i terkedecekleri 1635 tarihine kadar, Osmanlı imparatorluğuna tâbi kaldı. Bunu takip eden devirde Yemen ’de imamlık iddiasında bulunanlar arasında didişmeler ol­ du. “Abdeîilerin başında bulunan Lahic hane­ danı kurucusu Fazl b. “A tî b. Faz! b. Şâlih b. Salim imamlara karşı istiklâlini ilân etti ve L ah ic’i kendine merkez seçti; 1735’te “A d e n ’i ele geçirdi. Torunu Ahmed b. “Abd al-Karim ile İngiltere arasında, 1802 ’de Sİr Home ’Popham 'm tavassutu ile, bir ticâret anlaşması y e dost­ luk paktı imzâlandt ise de, yeğeni ve halefi Muhsin, kendi adamları tarafından bir Hindistan gemisinin yakılması üzerine, ingilizîer İle mü­ câdeleye girişti ve “A d en 'i kaybetti. 23 kânun II, 1838 ’de imzâlanan İhzarî bir muahedeye göre, ‘Aden kalesi ingilizlerde kalacak, fakat şehirde yaşayan araplar hukuken Lahic sulta­ nına tâbî bulunacaklar, sultan ayda 541 taler



LAHİC. tazminat alacaktı. 19 kânun II. 1839 >n“ LAHİC SULTANLARININ ŞECERESİ gilizîer ‘Aden 't fi’ien işgal ettiler. 19 haziran Faz! b. ‘A li b. Salih b. SâÜm 1839’da İmzalanan bir muahede neticesinde (1728-1742) S. B, Haİncs bâzı kabilelere tahsisat verme­ ği ve sultan Muhsin ile haleflerine ayda 6.500 ‘Abd ai-Karim taler te'diye etmeği taahhüt ediyor, sultan (1742—1753) ise ‘A d e n 'e gelip-giden kervanların emniyet ve intizâmını te’mııı etmeği üzerine alarak, Abdal-H adi F ail Ahmed Ingiltere ile dostça münâsebette bulunmağı (1753—1777) (1777—1792) (1792—1827) kabû! ediyordu. Ayrıca, bir harp vukuunda t iki taraf birbirine yardımda bulunacaklardı; Muhsin sultanın :A d e n ’e gelen tebesı, burada ika­ {1827—1847) metleri sırasında, İngiliz kanunlarına tâbi ola­ cakları gibi, Lahic ’e gelen İngiliz teb’ası da Ahmed ‘ A^li F ail suîtanm nizâmâtma ittıbâ edeceklerdi ; sultana (1847—1849) (1849—1866) (1866— ? ) ve oğullarına âit eşya, giriş ve çıkışta, güm­ ‘İ l î F İil rük vergisinden muaf tutulacaktı. Bu anlaş­ | maya rağmen ‘Aden 'in kaybına bir türlü ra­ (J>lm. temmuz 1915) ‘Abd aİ-Karim zı olmayan sultan, ingilizlere karşı el altın­ (1915 temmuzundan İtibâren ) dan harekete geçti, hattâ bir baskınla ‘Aden B i b l i y o g r a f y a : Mukaddasi ( BGA, 'i zaptetmek bile istedi; 1840'ta araplarm bu III, 70, 85 ) ; Yakut, Mvtcam ( nşr. Wusten» şehre karşı hareketlerini destekledi, ingilizle­ feld ), î, 548; III, 244, 638; IV, 352, 434, rin Lahic'deki mümessili Haşan H a tıb 'i katl­ 751; Maraşid al-itiila' (nşr. T. G, J. Juynettirdi ve ancak muvaffakiyetsizliğe uğrayınca boll ), III, 9; al-Bakri, Mu cam (nşr. Wüsbu düşmanca hareketlerden vazgeçmek mecbüten feld ), I, 202; II, 439; Hamdâni, Şifa riyetinde kaldı. 11 şubat 1843'te, sonra 20 şu­ Cazîrat al- ar ab (nşr. D. H. Müller ), J„ei» bat 1844 'te ağırlaştırılmış şartlar ihtivâ eden den, 1884— 1891, s. 53 v.d.; ‘Azim uddin bir uzlaşma imza etti; fakat 1846'daingiiizler Ahmed, Die auf Siidarakîen bezüglichen ile tekrar mücâdeleye girişti. 1847 'de ölünce, Angaben Nasvjân’s im Sams al-ulum {GMS, yerine geçen oğlu Ahmed, ingilizlere karşı X X IV ), s. 94; A . Sprenger, Die Postdostça hareket etmeği menfaatine uygun saydı und Reiserouten des Orients ( Abh, K ise de, 1849 'da ona halef olan kardeşi ‘ A li tek­ IİI/3 ), s. 109, 141, 145, 152; Badr al-İslâm rar düşmanlık politikasına döndü. Her ne kadar Mjhammed b. İsm ail b. Muhammed al-Kib1849 senesinde East India Company kendisi ile si, al-L afaif al-sinnîga f i akbâr al-mamalik bir muahede imzaladı ise de, bir müddet sonra al-yamâniya ( Viyana millî kütüphanesinde, sultanın ‘Aden 'e erzak idhâiİni men’etmesi Cod. Gîaser 126, s. 4,6 v.dd., 12 ,14 ,19 ); Amin üzerine, savaş tekrar başladı ve 18 mart 1858 al-Raybâni, Mulük al-arah, I, 338 v.dd.; S. ’de Şeh ‘Osm in civarında yenilen sultan, uz­ W. Redhouse, The pearl-strings a ki&iory laşma yoluna dönmek zorunda kaldı. Yemen 'i u f ihe Rasüliyy dynasty o f Yemen ( GMS, tekrar fethetmeğe teşebbüs eden türkler, 1873 111/ 1, 2 ), I(L eid en , 1906), 130, 137 v.d., 'te bu havaliye doğru ilerileyince, ingiiizler 238, 270, 283; II (Leiden, 1907), 12, 19 v.d., L ahic'i işgâl ettiler ve Bâbıâlî nezdinde te­ şebbüse geçerek, türk kuvvetlerinin geri çe­ 29, 35» 77» 242 î C. Niebuhr, Be&chreibung von Arabien (Kopenhagen, 1772), s. 255; J. R. kilmesini sağladılar. Birinci cihan harbi sıra­ Wellsted, Reisen in Arabien ( alm ; trc. Halle, sında Yemen 'de imâm Yahya b. Hamîd aî1842 ), II, 305 v.d., 311— 3x4; C. Ritter, Die Din ile iş-birliği yapan türk kuvvetleri *915 Erdkande 57 )> Pathân sülâlesi devrinde LüfıÜr kezi meydana getirir. Avrupah mahallesi, ehemmiyetsiz bir şehir olarak kaldı. 1436 Ma yahut Çivil Station şehrin cenup ye şar­



8



LÂHÛR -.L A K N A V .



kında uzanır, geniş bir idare, terbiye ve ticâret merkezi teşkil eder. Buranın Anârkali de­ nilen en eski kısmında eyâlet sekreterliği, Pencâb üniversitesi, eyâlet kolleji, tıp ve hu­ kuk fakülteleri ile müze bulunmaktadır. A n lrkali ile Avrupah mahallesi arasında ise, adli­ ye sarayı, kiliseler, Lavvrence bahçesi ve eyâ­ let binası, daha ötede ise evvelce M iSn Mir ismi ile tanınmış kışlalar yer alır, Lahür aynı zamanda Hind kıt'asımn şimâl-i garbisinde ehemmiyetli bir demir yolu düğüm noktasıdır. B i b l i y o g r a f y a : Syad Mulıammed Latif, Lahore, its history, crchitectaral remains and antiquit:es ( Lahur, 1892 ); T. H. Thorntoıı, Lahore ( Lahur, 1876 ); Gazetteer of the Punjab ( Provincial and D işirict )j G. W. Forrest, Ciiîes o f India ( London, 1905); J. D. Cunningham, A History o f the S ikks (Loudon, 1849, tekrar basılışı, Lâhûr, 1899; Kalküte, 1904). ( R. B. W HîTEHEAD.) L A K . [ Bk. l e k . ). L A K H N A V . [Bk. l a k n a v .] L A K H N A V T İ [Bk. l a k n a v t L ] L A K İT . [ Bk. l u ç a t a . ]. L A K K A D İ V A D A L A R I (Lok$a divr, „yüz bin ada" ), Hindistan ’ın cenûb-i garbi­ sinde, Malabâr sahili açıklarında, 14° — 8° Şimal arzında ve 710 4 0 '~ 740 şark tulleri ara­ sında uzanan mercan kayaları takımı olup, içlerinden ancak sekizi meskûn olan on bir ada bulunur. Amini, Kardamat, Kütan ve Cetîat meskûn adalarını ilıtîvâ eden şimal guru­ bu ile A gatti, Kavaraiti, Androth ve Kalpeni adlı meskûn adaları ihtiva edsn cenup gurubu olmak üzere, İki takıma ayrılır. Daha cenupta ise, Lakkadİv, Maldiv adaları arasında tek ba­ şına bulunan Minikoi adasına rastlanır kî, tabi'î bakımdan sözü geçen takım-adaîarm ne bi­ rine, ne de ötekine benzer. Lakkadİv adalarına daha evvelce gelip yerleşmiş bulunan hindûîa* rm XIII. asırda müslüman oldukları rivayet olu­ nur. [ Mesahası 1.927 km8, olan bu adaların nüfu­ su 194S 'de 12.285 >e varmıştır J, Ahâlisi, şimalî Malabâr Mâppİlla ’larma benzer ise de, zevce­ leri onlarınkinden daha itibarlı olup,.kapalı ve örtülü tutulmazlar, verasette kadın tarafı ta­ kip edilir.- Lakkadİv adaları halkı, evvelce fi’Ien müstakil vaziyette olmak üzere, kendi­ lerini Koliiuray racasına tabî sayarlardı; XVI. asırda bu hükümdar, adaları kendi ami­ rali Kananor racası 'A l i ’ye bıraktı ve 1791 'de Kananor, ingilizler fethedinceye kadar, onun nesli tarafından idare edildi. [Hindistan k ıt’ası 1947 'de iki devlete ayrıldığı sırada Lakkadİv adaları Hindistan cumhuriyetine geçti; Maldiv adaları [ b. bk.] 1953 ’ten itibaren Britanya mil­



letler topluluğu içinde bir cümhûriyet meyda­ na getirdi; aradaki Mînİkdi adası (3,9 km.2, 2.000 nüfus) ise, İngiltere ticâret nezâretine bağlı kaldı ], B i b l i y o g r a f y a : J. Stanley Gardiner, The Fauna and Geography o f the Maldive and Laccadîve Archipelagoes (Cam bridge, 1901 — 1505 ) ; Mal&bar Dîstrict GazeU ieer ( Madras, 190S) ; İmperîal Gazeiteer o f India ( Oxford, 1908), ( T . W. H a i C.) L A K N A V . LAK H N AU ( L u c k n o w ), Hin­ distan 'da bir ş e h i r. Oudh ( Avaz ) eyâleti­ nin eski merkezî iken, daha sonra A gra ye öudîı birleşmiş eyâletlerinin ikinci merkezi oldu. Şimdi U ttar Pradesh Syâletine merkez olan ve Gumti ırmağı kenarında bulunan şeh­ rin 1911'de nüfusu 19.782 olup, bunun 4.46ı’! müslüman İdi [ 1951’de nüfusu 49&.000 ]. Şeh­ rin müslüman istilâsından evvelki tarihine dâir bir şey bilinmiyor. Her ne kadar isminin İlk hecesi Laçman veya Lakhman 'm kısaltılma­ sından doğmuş ise de, bu ismin meaşe’i k a t’ı olarak belli değildir. En eski kısmı, XIII, asrm sonunda şeyhler tarafından ku­ rulan Laçman Tila 'dır. Bu tarikatın bîr ferdi olan Şah Minâ ( Ölm. 1478), halk tarafın­ dan mübarek sayılarak, türbesi bir ziyâretgâh oldu, Laknav 'ın ehemmiyeti, Dehli ’nin Süri hükümdarları devrinde başladı. 1526 'da Hümâyûn tarafından işgal ve 1528'de Babur tarafından zaptedildi; Akbar 'in zamanında Sarkar ’m başlıca şehri oldu. Hind-iürk im­ paratorluğunun inhitatı 1724'te Sa'âdat H ân’a Oudh ’da müstakil vali gibi hüküm süren Navûbvazlr hanedanını kurmak fırsatım verdi ki, bunlar, bilâhare Oudh hükümdarları olarak, 1S56 'ya kadar memlekete hâkim oldular. Iranîı bir Sayyidİ ve şi’î mezhebine mensup olan ve im­ paratorluğun veziri bulunan Sa'âdat Hân, Laknav şeyhlerinin kudretlerine son verdi, fakat payi­ tahtı yine Fayzâbâd'da kaldı. Şehrin ehem­ miyeti bu hanedanın dördüncü hükümdarı :olan  şaf al-Davîa (1775— 1797) devrine rastlar. Bu devirde Laknav Oudh devletine payitaht oldu. Muhteşem Viktorla parkının şarkında bu­ lunan Rumî Darvâza, büyük ImâmbârS gibi güzel binalar ve bir cami hep A şaf ai-Davîa ’nin eseridir. Sözü geçen binaların ikinci ve üçüncüsü Eski-Hisar ( Maçhi Bhavan) ’da bulu­ nur, Laçman Tila üzerinde de Avrangzib 'in camii yükselir. Şehrin mimarî bakımından en muhteşem eseri büyük îmâmbârâ’dır. General Claud Martin tarafından kendisine ikametgâh olarak inşâ ettirilip, sonra mektebe çevrilen La Martinlere de bu devirden kalmıştır. Sa'âdat ‘A li Hân ( 1797 — 1814), Dilkuşâ sa­ rayı ve Sikandra Bağ ’ı inşâ ettirdi. Kendisi ve



LAKNAV — LÂM. bale Heri şehir etrafmı amâmî binalar, bahçeler, sayfiye evleri ile süslemeğe devam ettiler. Bu devrin binalarında görülen bozuk Üslûp, Hin­ distan Maki Islâm mimarîsinin inhitatına İşa­ ret eden Ğâzi ’I-Din H ayd ar,. Oudh kıralı unvanım aldı; Chattar Manzıl sarayını ve Şah ^dacaf ismi verilen türbeyi inşa ettirdi. Muhammed ‘A li Şâh ( 1837— 1842) idarede İslâhat yaptı ve masrafları kısarak, iktisâdı tedbirleri ile, hanedanın daha iki hükümdar devrinde ayakta durmasına imkân hazırladı. Onun da ismi Husaynâbâd .binalarının ismi­ ne bağlıdır. Oğlu Amcad ‘A li Şâh devrinde eski kötü hareketler yeniden alabildiğine başgosterdi ve memleketin idaresi felce uğradı. Vâcid ‘A li Şâh (1847— 1856 ), Oudh kır alla­ rının sonuncusu olup,.Kayşar Bağ ’ı inşâ ettirdi. Sarayın kötü idaresi, Oudh ’un 1856 ’da, Lord Dalhonsie ’ma umûmî valiliği sırasında, ilhakına vesüe hazırladı. Bu hâdisenin sebep olduğu ayak­ lanma sırasında Laknav cesaretle müdâfaa edildi. ilhaktan sonra, şehrin asrı ihtiyaçlarını te’min etmek ve inkişâfını kolaylaştırmak için, büyük gayret sarfedildi ye Laknav, yakın çev­ resi ile beraber, bazılarınca şimalî Hindistan ’ıa en güzel şehri telâkkî edilecek kadar ge­ lişti. Urdu kültürünün merkezi telâkki edilen Laknav, bu sıfatla, Dehlİ ’nin rakibi olup, bil­ hassa kadınların tahsil ve terbiyesi bakımından büyük kolaylıklar arzeder. Bâdşâh Bağ ’daki Cannıng üniversitesi ( 1864 ), King George tıp mektebi ( 1 91 0) ve Isabella Thorburn kızlar mektebi şimdi yeni üniversite içinde yer almış bulunuyorlar. Eyâlet müzesi de Laknav şehrindedir ve burada büyük bîr kışla da mevcut­ tur. Muhtelif demir yollan bu şehirde düğüm­ lenir. Evvelce burada yapılan altm ye gümüş işleme, muslin, bakır ve tunç işleri gibi yerli san’atlar sonradan inhitat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , Lucknoat Disirici Gazetteer ( 1 904) ; E. H, Hilton, Guide io Lucknom ( Luknov, 1902); S. C, Hill, The L ifç„ o f Claud Martin ( Kalküte, 1901); Sleeman, A Jcurney through ilte Kîngdom o f Önde ( London, 1858 ) ; J. J. Mc Leod Innes, Lucknow and Önde in the Muti ruj ( Lon­ don, 1895 ve 1905.) (R . B. WHITEHEAD.) L A K N A V T Î . [B k. g a u r .) L A L A MEHMED P A Ş A . [Bk. mehmed PAŞA, LALA.] LALA M USTAFA P A Ş A , [ m u stafa PAŞA, LALA.] L A L A Z A R Î . [ Bk. l â l e z â r î . ] L Â L E Z Â R Î. [Bk. MEHMED, LÂLEZÂRÎ.] L A M . [ Bk. l â m . ] L Â M . LAM, a r a p a l f a b e s i n i n 23. ve e b c e d i n 12. h a r f i . Sayı kıymeti 30’dur.



9



Harflerin tasnifinde mahcura olanlarıj rif kısmmdadır ( bk. Kitâb Sibavcyh^ nşr. H. Derenbourg, II, 453 v.d .). Bu harfin yazı ta­ rihinde aldığı şekiller için bk. mad. ARABİS­ TAN ( yazı ), levha I. LAM , LÂM ( BANî L âm ), Dicle ’nin aşağı mecrası çevresinde ( 'A îi-G arbi, ‘Ali-Şarkİ, *AmSra ), göçebelikle yaşayan bir a r a p k a b i ­ l e s i , Hurşid Efendi ( XIX. asrm ortası ) ’nin istatistiğine göre, Dicle ’nin garbında ( 'Amâra ile Şatt al-Hayy arasında) 4.400 ve D icle’nin şarkında, Mandalı ’den Karha ’nın kaybolduğu bataklık bölgeye ( Kör ) kadar uzanan Iran hu­ dudu boyunca 5.070 Bani Lâm ailesi var idi. Ayrıca, 1788 ile 1846 tarihleri arasında, Iran topraklarına ( Puşt-i kuh ’un cenup bölgelerine, Huv&yza valilerinin hâkimiyet sahalarına ), Bani L âm ’dan 17.450 âile geçmiş, hattâ bunların muhtelif bölümleri Karha ’mn şarkında ve Fallâhİya ’de yerleşmişlerdi. Bani Lâni, menşe’lerinm Mekke civarı oldu­ ğunu ( Lycîama a Nijeholt, Voyage, III, 225) ve isimlerinin en eski reisleri olan FaracLâm ’dan geldiğini söylerler. Büyük kısmı itibârı ile şi’î olan Banı Lâm, Safevîler devrinden iti­ baren, İran siyâsetinin fa'âl taraftarı olan Huvayza valileri, ( Muşa’şa:, arap kabîle seyyid leri) ile dostça münâsebetlerini idâme ettiriyorlardı. 1678, 1715, 1742, 1748 ’de Bani Lâm, Huvayza reisleri ile birlikte hareket ederek, Bagdad valilerine karşı isyankâr bir va­ ziyet takındılar. Kendilerini Bayat köyleri, Dah-i Lurân ve Baksâya üzerindeki mülkiyet­ lerinden mahrum eden Puşt-i K ü h ’taki Lur vâîileri ile münâsebetleri pek iyi değil idi; umûmiyet ile komşuları Lürlar ile anlaşıyorlar­ dı. ‘ A li Rizâ Paşa ( 1836’ya doğru ) ve Nacib Paşa ( 1843 'ten sonra) Bani Lâm T ağır bir bozguna uğrattılar. Merkezî İran hükümeti de ( 1841 ’ de Mu'tamid al-D avla’nin seferleri sı­ rasında) Bani Lâm ’ı K a rh a ’nın sol kıyılarına sürdü İse de, şimalde ve şarkta Puşt-i Küh dağlarına, cenupta Korlara sığman Bani Lam, Türkiye ile İran arasında, 1914’ e kadar, muh­ tar b'r mevkî muhafaza etti. ‘Amâra, Pây*i Pul ve Dizfül arasında Bani Lam ve Sagvand Lurİarınm bulunması, bu yol üzerinden doğruden-doğruya yapılan ticarî münâsebetleri dur­ durmuş idi. Kabîle XIX. asırda birliğini kaybetti. Dic­ le ’nin sağ tarafındaki kol ile sol tarafındakiler ayrı-ayrı reislerin idaresine girmiş idi. 1821 'de Candil 'in oğlu azimli bir şahsiyet olan Mazkür ( Matkür ) tahtından indirilen‘A r a r ’m yerin3 geçli. Layard ’a bakılırsa, o zaman Mazkür ’un rakipleri üzerindeki hâkimiyeti pek, az idi, Lady Blunt, Şayh Mizbân ve oğlu Boneye



IO



LÂM -



LÂMİİ



Men bahseder. Boneye'nin oğla Şayh öazban, bîk, e. 1S9 —196 (tre. Carra de Vaux, 1914 harbi başlarında, A h v lz 'd a İngiliz karar­ Livre de Vavertissemeni, s. 241, 255 v.dd,); gâhlarına hücum etti ise de, pek çabuk püs­ CI. Huart, Hisoire des A r abes (Paris, kürtüldü. 1913), B, 118 v.dd,; Fr. Beaufort, Kara­ B i b l i y o g r a / y a : Layard, A Descripmanın (London, 1817 ), s. 244; V. Langîois, tion of the Province o f Khuzisian ( JRGS, Voyage dans la Cilicic (Paris, 1861 ), s. 105 1846, s. 45“ 48; Hurşid Efendi, Siyâhat( Roma su kemerini gösteren resim ). nâma-i kudüd ( rus. ttc. Peiersburg, 1877), _ ( C l . H u a r t .) s. 76—8 1; Lady A . Blunt, A Pilgrimage to L A M Ğ A N A T . [ Bk. l a m g â n At O Najd ( London, 1881.), II, 113— 223 (B agL A M G  N  T . L A M Ğ A N A T ,'şa rk î Efgadad — 'AH-Garbi — Dîzfül — Şuştar — Bah- nİstan'da b i r b ö l g e olup, Babıir tarafından bahân — Di lam ); Hu ar t, Histoire de Bag- şık-sık zikredilir, bk. Babur, Vekâyi ( trk. tre, dad (P aris. 1901)) s. 144î Adamov, Irak R. Rahmeti A ra t; tre. W. Erskine, s. 141 cırabskiy ( Petersburg, 1912 ), bk. fihrist,;. ve P. de CourteîIİe, I* 287 ), Bu isim, ha­ Longrigg, Fovtr ceniurics o f modern Iraq yalî bir surette Nüh 'un babası Lâmek 'in de .( Oaİord, 1925 ), ( V . MiNOKSKY.) adına bağlanır. (H . B e v e RIDGE.) L A M A S , LAMOS, LÎMÖS cenubî Anadolu 'd a . L  M Î’ İ (1472— 1532), Ş a y h Mahmüd b . Torosdağlarından bir kaç kol ile doğarak, Taş-Eli O sm an b . ‘ A lî a l -N a k k â ş b. İl y a s L â bölgesinden geçen vc Mersin ile Silirke arasın­ MÎ:î, XVI. asır türk edebiyatında büyük şöh­ da Akdeniz ’e dökülen b i r a k a r s u olup, eski ret kazanmış bir m u t a s a v v ı f . ve s â n . çağda dağlık ve ovalık Kilikya(Taş-El ve İç-Eİ) 'a t k â r . Bâyezid II. 'in hazîne defterdarı olan arasında hudut sayılırdı. Bu ırmak kenarında, babası Osman Çeîebî ( Sehî, Tezkire, İstan­ müslümanîaı- ile bızansîıîar arasında, bir çok bul, 1325, s. 50; A şık Çeîebî, Maşa*ir al-şuadefalar cizye ödenmesi ve esir mübadelesi ya­ râ, Üniversite kütüp, nr. T Y , 2406, 135“ ; Balpılmış idt ki, bunlardan ilki Hürün al-Raşid ve j dır-zâde Şeyh Mehmed, Vefeyat-nâme, Üni­ imparator Nikephoros I, devrinde (189 — 805 versite kütüp,, nr. TY. 2556, 92* ), Bursa'da, tarihinde ), İkincisi yine aynı halife ve hüküm­ Hisar ’da, Orta Pazar mevkiinde, Nakkaş AH dar zamanında (192 = 808 ), üçüncüsü halife al* Paşa camiî hazîresinde medfun olup, , hâlen Vâşik ile imparator Michael III. (sa rh o ş) za­ mezar taşı mevcuttur. Lâmi'î 'nin Nefise Ha­ manında (muharrem 2.31= eylül 845), dör­ tun adında bir halası ve Mustafa isimli de düncüsü ( 241 s= 856 ) ve beşincisi ( 246 = 8.60 ) bir amcası malûmdur { bk. Keçeci-oğlu Kâmil, aynı imparator ve halife al-MutavakkİI zama­ ■ Barsa kütüğü, Bursa Genel kitaplığı, Halkevi nında, altmcısı ( 283 = 896 ) halife al-Mutazid kitapları, dosya 6 ). Şâirin büyük babası Nak­ ve imparator Leon VI., yedincisi aynı imparator kaş A li Paşa, devrinin kendi san atında birin­ ve halife al-Muktafi devrinde ( 292 = 905 ), se- ci sınıf şahsiyetlerinden olup, Timur tarafın­ kızincisi bundan üç sene sonra ( 295 = 907 ), dan gençliğinde Semerkand’ a götürülmüş, ora­ dokuzuncusn halife al-Muktadir ve imparator da nakkaşlığı ileriletmiş, bilâhare memlekete Konstantin Porphirogenetos V îl. zamanında, dönünce Yeşil cami, Yeşil türbe gibi türk mi­ onuncusu halife al-MutT zamanında ve Haleb marîsinin X V , asır şaheserlerinin iç nakış­ 'e sahip bulunan Hamdâni Sayf al-Davla'»İn larında büyük hizmeti görülmüştür (Mecdî, tavassutu ile ( 335 = 946 ), icra edildi. Bu ır­ Şakâik tercümesi, İstanbul, 1269, s. 431). mak üzerinde, denizden uzak olmayan bir .yer­ Nakkaş A li'n in yaptırdığı ve kendi adı ile de, aym isimli bir şehir var idi ( Adjıoç, La- anılan cami, şimdi metruk ve harap bir hâl­ mus ), ( Şimdi, ırmağı sağlam bîr köprü üzerin­ dedir. Nakkaş-zâdelerden bir-çokîarı "burada den geçen Mersin— Silifke yolunun bir az İçe­ gömülüdür. Osman Çeîebî'nin oğlu olan Mah* risinde Lamas isimli küçük bir köy bulunmak­ tnud Lâmi’î B ursa’da doğmuştur. Annesi DHtadır ]. şâd Hatun ’dur ( B arsa kütüğü, gost. yer.). B i b l i y o g r a f y a: Taban ( nşr. de Goe- Doğum tarihini eserlerindeki kayıtlardan çı­ je ), IH, 706, 707, 1339, 1353, 1426, 1449, karmak mümkündür. Şar a f al-in&ân mukad­ 2153,2254, 2280 ; Makrızi, Ijfitat, II, 191 v.dd.; dimesinde, 933 ( 1 52 7 ) yılında, 55 yaşında ol­ Balâzurİ, Fatuh, s. 198; İbn Miskavayh, duğunu (Ü niversite kütüp., nr. T Y , 3411, 58) T acarib al-umam, VI, 486, 532 ( Prag- I açıkça belirttiği nazara alınırsa, Lâmi’î Mahmenfa kisîoricorum arabicorum,, nşr. de mud'un 877 (1472) tarihinde doğduğu anla­ Goeje, Leiden, 1871 ) ; İbn al-Aşir, al-Kâmil şılmış olur. Esâsen 938 ( 1532) yılında vefatı ( nşr. Tornberg ), VII, 16; Syîvestre de Sacy sırasında, 6a yaşlarında bulunduğu da bilindi­ ( N E , 1810, V III): Mas'üdî, Murâc, IX, ğine göre, doğum zamanı hakkında tereddüde 356— 362, 375, nr. 64 v.d.; Mas'üdı, Tan- mahal olmadığı kabul edilmek İcâp eder. Ha­



yatı, doğum ve Ölüm yeri olan Bursa Ma geç­ miştir, Zamanının âlim ve tâdil şahsiyetle­ rinden Molla Ahaveyn ve Molla Muhammed fc>. Hacı Hasan-z&âe'den dsrs görmüştür ( Şa~ kaik tercümesi^ gost. ger,), ö n ce medrese tahsilinin kuvvetli te'sıri altında kalmış, fakat daha genç yaşta, tarikat cezbesi gâlip gelmiş, büyük nakşıbendî şeyhi Emîr A'çmed al-Buhari 'den irâdet almış ve ömrü boyunca ona bağlılığı devam etmiştir (B ursa'dan bu zâta yazılmış güzel mektuplar için bk. Nişâb cl-balâğa, Üniversite kütüp., nr. T Y. 191 i \Hüsn ü dit, Üniv. kütiip,, nr. T Y . 635 gibi nisbeten gençlik çağı eserlerinden sayılabilecek kitap­ larında da bu zâta hürmet ve, hayranlığını mü­ şahede etmek kolaydır). Lâmi’î'nin ilk gençlik çağlan hakkında esas­ lı bir bilgimiz yoktur. Yalnız eserlerine baka­ rak, Muradiye medresesine devam ettiği, sarf ve nahivden ar Üz ve kafiyeye kadar, çeşitli bilgilere ve şeri’at ilimlerine hakkı ile vukuf peyda eylediği, arapça ve fsrsçayı hakkı ile tasar­ ruf edebilecek kadar iyi öğrendiği söylenebilir. Fakat bunlar He iktifa etmemiş, hassaten Emîr Sultan diye meşhûr olan Şeyh .Muhammed Şams al-Din al-Buhâri ile Sayyİd Ahmed alBuhâri ’nin şahsiyetinde ve büyük mufasavvıf Mavlânâ :Abd al-Rahman Cami ( 1 41 4— 1492) 'nin eserlerinde nakşibendîîiğe hürmet ve hay­ ranlık duyarak, kusursuz bir nakşibendî mütefekkir-edibi olmağı tercih etmiştir. Lâmi’î, her hâlde yine genç yaşında evlenmiş olma­ lıdır. Hanımı Humâ Hatun adını taşıyordu (B arsa sicilleri, s. 21 — 29). Eldeki malûmata nazaran Mehmed Çeîebî, Ahmed Çeîebî, Ab­ dullah adlarında üç oğlu ve Safiye Hatun is­ minde de bir kızı yaşamıştır. Torunlarından Mahmud Çavuş b. Ahmed Efendi'nin Lâmi’îzâde diye tanındığı, Nakkaş Aîi camiî hazîresindeki mezar kitabesinden anlaşılmaktadır. Lâmi’î ’nin elimizdeki ilk eserleri Bayezid îî, devrine rastlar. Cami 'den tercüme ettiği ŞavUhid al-nubııvva ’yi 915 ( ı g o ç j ’te İkmâl etmiştir. A sıl şahsiyeti Selim I .’in saltanat yıllarında tanınmağa başlar. Onun yine ilk eserleri arasında olmak üzere Fattâlj Nişâbu.vi ’den çevirip, Yavuz Sultan Selim ’e takdim ettiği mensur Hüsn ü d il'i mâruftur. Pâdişâh, bu hizmete mükâfâten, Lâmi'î 'ye 35 akçe yev­ miye tahsis ettirmiş, o da tabiatındaki sükûn ve inzivaya temayül hasebiyle, genç yaşta, ihtiyâr-ı tekaüd eylemiş, kendini bilgiye, ta­ savvufa, ibâdete ve çeşitli sahalarda eserler vücûda getirmeğe vermiştir. Hüsn ü d il'in te’iif sebeplerini anlatırken, gençliğindeki hevâ ve hevesten vazgeçtiğini, uzleti ihtiyar ettiği­ ni de söyler ( Üniversite kütüp., nr. T Y . 635 ).



Mamafih türlü fırsat ve vesilelerden , faydala­ nıp, devrin büyüklerine kasîdeîer sunmaktan, eserler İthaf etmekten geri kalmamıştır. Msl. manzum eserlerinden Ferhâ:İ-nâme tyi de Se­ lim 1 .’e armağan etmiş ve bu münâsebetle kendisine, sâliyâne olarak, bir koy ihsan olun­ muştur (A şık Çeîebî, Tezkire, Üniversite kü­ tün., nr. TY. 2406, var. 135; Şakâik tercüme­ si, göst. ger.). Kanûnî ’ nin cülusunda, bir ta­ rih düşürerek, padişaha takdim eylemiş, cai­ zeye nâil olmuştur. Kanûnî ’nin vezîri İbrahim Paşa ’ dan da esaslı himaye gördüğü açıkça anlaşılmaktadır ( krş. Dinen, Ali Emîrî kütüp,, nr. 3S0). Bâzı mesnevi mukaddimelerinde de İbrahim Paşa ’yı medheder. Fahr Cureâni 'den naklettiği Vaysa u Ramin mesnevisini de İb­ rahim Paşa 'ya yollamıştır. Paşa da buna mu­ kabil yovmî zo akçe ihsan eylemiş, şâir bunu kendi bildiği gibi evlâdına taksim etmiştir ( A lî, Kunh cl-ahbar, Üniversite kütüp., nr. TY. $959, 414 *>). Divanının bir nüshasını bu zât adına tertip eylediği ve kendisine yolla­ dığı malûmdur. Kanûnî devri başlarında, C a­ mi 'den ilâveler ile çevirdiği Nafahât abuns tercümesine, Belgrad fethi sıralarında tamam­ landığı İçin, Faitıh aî-macâhidin adım ver­ miştir, Sonra msl. bir ara Kanûnî ’nin Bursa 'ya geleceği şayi olunca, Lâmi’î, sultana Bur­ s a ’yı sevdirip tanıtmak ve tabİatıyle in’âm ve ikrama nâil olmak şevki He, hemen bir Şekrengız kaleme almıştır. Onun büyük osmanh padişahına İthâf ettiği eserler arasında Vanük a cAzra , Şem û Pervâne ve 7 brat-nüma de yer alır. A şık Çeîebî ( gost. yer.) ’nm ifâde­ sine bakılırsa, Kanunî, ‘ Unşuri'nin Vâmik u lA zrâ >’smı tercümeyi arzu ederek, muktedir bir şâir bulmak isterken, kazasker Muhyiddin Çeîebî He Kadırî Çeîebî bu işe Lâmi’î 'yi sevketmîşîerdir j o da, altı ay zarfında, eseri tercüme ve ikmâl eylemiştir. Lâmi’î, 1512 yı­ lında, 4,000 akçe vakfetmiş ve o sıralarda Bursa 'da oturan MavÜânS Muşlih al-Din Müşâ b. Mustafâ Falph (İstanbul'da adına cami ve mahalle bulunan meşhûr Merkez E fend i) ’i mütevelli tâyin etmiştir ( Bursa sicilleri, 23/ 227; Kâmil Keçeci, ayn. esr,). Lâmi’î, 55 yaş­ larında, Şaraf al-in$an ’ı kaleme alırken, bu eser dâhil, 25 esere sâhip bulunuyordu. Bun­ dan sonra da, te ’iif, nakil veya tercüme yolu He, daha heş kadar risale vücûda getirmiştir. Yukarıda işaret olunduğu gibi, ölümü de Bur­ sa şehrinde, 938 ( 153*) yılındadır. Lâmi’î, de­ desinin yaptırdığı cami hazîresinde medfun olup, uzunca bir mezar taşında „al-Şayh Lâım'i b. 'Osman* kelimeleri okunmaktadır. Lâmi'î 'nin oğulları arasında Lem’î mahlası kul­ lanan Dervîş Mehmed Çeîebî müderris olup,



12



LAMİİ



aruz hakkında bir risale te’lif eylemiş ve 957 ( 1550 ) tarihinde ölmüştür ( Â lî, ayn. esr.; Be­ liğ, ayn. esr., 3. 502 ), Lâmi’î 'nin husûsî hayatına dâir de esaslı bir malûmat scrdedebileeek durumda bulun­ muyoruz. Ancak bir mıkdar gelirine rağmen, bir az da çocukları yüzünden, başı dertte ol­ duğu, zam a a-zam an müzayakaya düştüğü söy­ lenebilir ( krş. Münşi ât, Üniversite kütüp., nr. T Y . 194, n a ). İnzivayı sevmesine, ağır başlı olmasına, kendini tasavvufa vermiş bu­ lunmasına rağmen, Lâmi ’î tok sözlü, hazır ce­ vap, zaman-zaman hezliyâta mail ve fikirle­ rinde musir gözüküyor ( bk. Lâtifî, Tezkire, s. 293 ). Bazılarının oğlu Lem’î ’ye izafesine ( Alî, Kunh al-ahbâr, kâşiye, 416*») veya dibace­ sinin oğluna aidiyetini ileri sürmüş olma­ larına ( Güldeste, s, 503, hâşiye, nâşir Eş­ ref ’in notu ) rağmen, Letâif-nâme ’nîn Lâmi ’î ’ye ait olmadığım kabul ettirecek' deliller kuv­ vetli değildir. Hâl böyle olunca ve Âşık Ç e­ le b i’nîn Semerci-zâde hakkında naklettiği İıİcvi nazara alınınca ( Maşa ir al~ştıara\ gost, ger.), Lâmi’î ’nin bir başka cephesi de düşü­ nülmüş olur. Lâmi’î nakşbendîdîr, Medreseden tekkeye, şeriatten tarîkate geçiş onun haya­ tında bîr dönüm noktası teşkil eder. Kendisi Husn ü dil mukaddimesinde de, hakikî gaye ve mânayı, ancak arifler zümresine katıldıktan sonra hissettiğini belirtir (Ü niversite kütüp., nr. T Y . 635, 3b v. d ). Bir-çok şiirlerde ve münâsip mahallerde medhettiği şeyhi Emîr Ahmed Buharı ’nin irşadı onu âdeta yep-yeni bir insan yapmıştır. Nakşibendîliğe derinden bağlanışında, ‘Abd al-Rahman Cami ’nin eser­ lerinin te*siri olduğu muhakkaktır. Lâmi’î ’ye Câmi-î Rüm denmesinin bir sebebi C am i’nin îıusûsîy’ e Şavâhid al-nubuvva ve Nafakat aluns gibi büyük eserlerini türkçeye kazandıran kendisi olması ise, diğer bir sebebi de hakşıbendîlikte ve edebiyatta osmanlı Camı ’si de­ nilmeğe lâyık müsmir çalışmaları olsa gerektir. Lâmi’î türk edebiyatında en çok eser veren şahsiyetlerden biridir. Nazım, nazım-nesir ka­ rışık ve nesir olmak Üzere kaleme aldığı eser­ lerin sayısı 30’u bulmaktadır. Edebî faaliyeti değTş :klik ve verimlilik bakımından fevkalâde hususiyet arzeder. Tercüme ve nakil mahsul­ lerinde Lâmi’î birinci safta, hattâ birincidir. Zamanında pek harc-ı âlem olan Leylâ ve Mec­ nûn, Yasuf ve Zülegha gibi mevzuları işleme­ ğ i arzu etmemiş, böyle mevzûlarm dışında ka­ larak, Iran edebiyatından edebiyatımıza yeni bir hava getirmek istemiştir. Vagsa u Ra­ min, Vâmik « 'A zrâ\ Salâmân u Absal ve Hafi Pag kar bu türlüdür. Tabi’î bunların bir kısmının osmanlı sarayı ve muhitinin tavsiyesi



ile tercüme veya nakledildiği dc unutulmama­ lıdır. Bizzat kendisi, Şaraf al-insân mukaddi­ mesinde eserlerini şöylece sıralar: Rasa'il, Şavâhid al-nubuvva, Nafafyat al-ans tercü­ mesi, R isâlf-i tasavvuf, Hüsn ir dil, Manâçarât-i bahar u şitâ, Şarh-İ dibâca-i Gülistan, Munşa’ât-i makâtib, Hall-î mu arrunâ-i Mir ffusagn, Risâla-i 'aruz:, Manâkib-i Uvays alKarani, *Ibrat-nâma, Risâla-i usûl min al-fanün, Mavlid al-Rasül, Maktal-i imâm Husayrı, Salâman u Absal, Şam u par vana, Güy u Çavgân, Farkâd-nâma, Vümilf u ' A z r a , Kissa~i avlâd-i Câbir, Luğat-i manzuma, Risâla-i fâl, Şahrangiz, Divân-i aş ar. Bu eserlerin sayısı Şaraf al-insân ile 25’i bulur. Ayrıca bunlara Vagsa vu Ramin mesnevisi ile A li Emîrî kü­ tüphanesindeki Külliyât başında bulunan Fa­ za iLi ş ır u şa İran ve son taraflarındaki hlagra'-nâma, Haft Pay kar ve Hirad-nâma ilâve edilirse, bu yekûn 30 ’a yükselmiş olur. Hattâ ay­ rıca Risâla-i nafs al~cmr Lâmi i ( Üniversite kutup., nr. TY. 3182 ) denilen yedi sahifelik bir risale ile bu rakım da aşar. Bunlardan bir kısmının nüshalarına bugüne kadar tesadüf edi­ lememiştir. Bunun sebebi,  lî ( bk, gost. yer.) ’nin dediği gibi, bâzı eserlerinin daha zama­ nında, ya müellif nüshası olarak kalmış, yahut üçüncü ve dördüncü nüshaya kadar yazılmış olması olabilir. Burada yalnız eserlerinden bîr kısmı üzerinde kısaca durulmakla iktifa edi­ lecektir. • 1. Şavâkid al-nubuvva, Cami ’nin bu isim­ deki eserinin tercümesi olan bir siyer kita­ bıdır. Yalnız Lâmi'î bu mevzûda „esnâd-ı sahihe ile kıitüb-i mûteberede irâd olunan ahbâr ve âsârdan İstanbul, 1948, II, 261— 263). ( A d ü l k a d Ir K a r a h a n .) L A M T A . [ Bk. le m ta . ] L A M T U N  . [Bk. lem tûne .] L A N K O R  N . [Bk. l e n k e r An.} L A R . [ Bk. LÂR. 3 > L  R . LAR . 1. Cenûbî İran 'da Fars eyâletine | dâbil L â r i s t S n b ö l g e s i n i n m e r k e z i I olan şehir. Bölgenin, Ardaşır-Pâpakân 'm öldür1 düğü Haftan-Böht adlı efsanevî ejderin mem­ leketine tekabül etmesi muhtemeldir, Ardaşİr 'in rakibi A lâr ( v e y a Gu l â r ? ) isimli bir köy­ de yaşıyordu. Firdavsi ’ye atfedilen bir şiire göre ( krş. Vulîers, Lenicon, mad. L â d ), şe­ hir evvelce Lâd ismini taşımakta idt ve Kayanilerden Kay-Husrav koluna dâhil kahraman­ lardan Gurgin Miiad 'm eline geçmiş İdi, Fars-nâma-i Nâşirİ ’de geçen bir başka ef­ sâneye göre de, cenûbî İranda'ki Lâr Tn ahâ­ lisi, aslında Damlvand Lâr budan gelme olup, oranın soğuğuna üayanamiyarak, göçmüşlerdi,, Arap coğrafyacıları Lâr Man bahsetmezler; zîra Fars eyâletinin baş şehirlerini gerek Si.râf ve IÇays 'o, gerek Fasâ ve Furg üzerinden Hürmüz ’a bağlayan eski yollar Lâr şehrinden geçmezdi (k rş. Nuzhat al-lfulüb, a, 185,187). | Hamdallak Musiavf İ 'ye göre, Lâr denize ya1 km bir vilâyet idi. Ancak İbn Battü|a Lâr ! 'dan bahsederken, buranm büyük bir belde olup, bir çok menbâları, büyük nehirleri ve bostanları bulunduğunu anlatmakta ve çarşıla­ rının güzelliğini zikretmektedir (SayâkaUnama, trc. Mehraed Şerif, İstanbul, 1335, I, 303 v.d.], 1 Lâr 'da mahallî bîr sülâle hüküm sürmekte I idi ki, buna mensup hükümdarlar, yukarıda



işaret edildiği gibi, Lâd şehrinin Kay-Husrav ■ tarafından Miiâd-oğlu Gurgin ’e verilmiş ol­ ması menkıbesine dayanarak, kendilerini bu j kahramandan türemiş biliyorlardı. Hattâ ona j atfedilen tacı da giyerlerdi kî, bu tâc 1010 j ( 1601/1602 ) 'da Safevîlerin ganimetleri arasın-j da yer almış idi. Müslümanlığa giren ilk Lâr hükümdarı ( ıoo| tarihine doğru ) C aliIaL D în İrac_ _ .oM u . Bu 1 memlekete âit tarihler emir Kutb al-Din Mu’ayyad Pâkûy ( ?, 594—648 ) Man itibaren daha inanılır bir mâhiyet alır. Ondan sonra, kendi neslinden daha 14 em irin ismi sayılır ise de, sıraları k a t î olarak tesbit edilmiş değildir; 748 ( 1347 ) 'de, İbn Battnta L ir'd a n geçtiği sırada, ifâdesine göre, »Türkmen aslından" Calâl al-Din burada hükümdar bulunuyordu. Hâlbuki M ilâdiler şeceresine göre, 731 ile 753 arasında, Bâkâlincâr II. ’ın hüküm sürmesi icâp ederdi. L â r ’ın Muzaffaribere tabî olmuş bu­ lunması, Şâh-Şuca ( 760— 786 — 1359— 1384 ) | nâmına bu şehirde basılmış bir altm^aFâdan anlaşılmaktadır (L ane Poole, The Coins o f tke Mongols, London, 1881, s. 240). 799 sene­ sinde, Timur ’un torunu Muhammed Sultân 'm orduları Fars ’in şark kısmını Kârzİn-FSİ, Cahrum-Lâr v.b. istikametlerde geçtiler ( Zaferhama, . I, 809 ). Lâr *da basılmış Timur hane­ danına ( ve Çağataylara ? ) âit sikkeler vardır ( Codrîngton, A Manuel o f Musulman [ 13 Numismctics, London, 1904, s. 183). Milâdiler­ den Cihan-Şah ( 859 — 883 = 1455— 1478/1479 ) \ devrinde rus seyyahı Afanasii î^lkTtTn^Lar 'dan 1469 senesinde Hürmüz ve Hind istikametin­ de, 1472 Me de Hürmüz'dan Ş îraz'a giderken geçmiş İdi. Miladı Nüşirvân ( „âdil", 930— ■ j 948 = 1523/1524— 1541/1542 J şâir, mÜsıkîşinas ve edip id i; bir fedaî eb ile öldürüldü. Onun yerine geçen İbrahim Hân, Safevîlere inkıyat ederek, amir-divan unvanım aldı. Oğlu aî-Nür ( Navr ?) al-Dahr Sultân Muhammed Şafavİ devrinde yaşıyordu. ‘Abbâs I. zamanında, Nür al-Dahr'in oğlu Mirza ‘A la ’ al-M ulk’ün, İbra­ him Hân II. unvanını almasına izin verildi. Genç han istiklâl sevdasına düştü ve memle­ ketten geçen tacir ve seyyahlara- zulmetti. Safevî pâyitahtmı deniz kenarına^ bağlayan ana yolun LarMan geçtiği bir devirde böyle , bir hareketi hoş görmek mümkün olamazdı. Fars beylerbeyi Allâh-Verdi Han, 100,9/1010 j ( 1601 j)'d a İbrahim Hân'ın üzerine yürüyerek, ı topraklarını İstila etti. Allâh-Verdi Han 'a bo­ yun eğmek zorunda kalarak, ondan iyi mua­ mele gören İbrahim Iİ. B elh ’te Şâb ‘Abbâş nezdine götürüldü ve orada bir salgın hasta­ lıktan öldü. Daha sonra L âr'm idaresi itikadı bütün bir şi’ı olan İÇâzİ 'İ-Kâsim 'a tevdi edil»



jd i ( Târlh-i 'alam-arâ, Tahran, 1314, s. 423— 426). L âr'd a Milâdilerin hâkimiyet devrin* den kalma yapılar bulunur ki, başhcaîarı bir cami ve bir kapalı çarşı olup, bu sonuncusu 1015 ( 1606/1607 ) ’te Lâr vezîri Kanbar :AH Beg Cahrumi tarafından ihya edilmiştir. Şeyh ‘A lî K az'n ’in hatıratında, XII. ( XVII.) asır zarfında Lârdakî hayata dâir meraklı tafsilât bulunur ( efganlı Hudâdâd-Hân ’m ida­ resi, Şah Aşraf *in bozulmuş ordusunun Lâr 'dan geçişi v.b.), 'A li H azin ’e göre (s . 210), L ârîstan ’m sıcak bölgesi ( Garmsir..)_..halkının bir kısmı şâfi’îdir. Bunlar efganhlar zamanın­ da refaha erişmiş idiler. Nâdir Şâh. tarafından özerlerine gönderilen Fars serdarı Muhammed Han BalÛ$ Lâr ’da bir takım güçlükler ile kar­ şılaştığından, halk ile uyuşup, F ars'a dondu. 1146 (1733/1734)’da Nâdir Ş ah 'a karşı isyan eden Muhammed Hân, Lâr şâfi’îlerini ayak­ landırmağa teşebbüs etti. Bunlar mütereddit bir tavır muhafaza etmekle beraber, Nâdir Şâk tarafından katl-i âma uğradılar ve dağı­ tıldılar. Daha sonra Lâr, Kirman ile Lârîstan arasındaki Bultık-i sab:a ’mn eski eşkıyaların­ dan olup da, Nâdir Şâh tarafından kendisine hân unvanı verilmiş Naşir isim li' birinin eline geçti. Az-çok müstakil bir hükümet tarzı, uzun bir müddet bunun ailesinde kaldı ( he,ylerbeyiler ). Nihayet 1262 ( 1845 ) ’^e Fars eyâ­ letinin umûmî vâlîsi L â r 'a kuvvet gönderdi ve buranın başına basit bir kalantor getirdi ( Fârs-nâmay-i Naşiri ). XIX. asrın başında, belûcistanh Mıhrâb Hân Lâristân ’ı istilâ etti ( Pottinger, Travels in Beloochîstan, London, 1816, s. 163). Burası, 1256 ( 1840 ) 'ya doğru, şaha karşı isyan etm'ş ismâİlî reislerinden A kâ Hân tarafından îşgâİ edildi ( H, Schindler, The Easiern Perslan Irak, s. 94 ). ) Şîraz 'm 57 fersah cenûb-i şarkîsinde olan Lâr şehri, Şîraz —Cahrum — Cüyum — Lâr-- Bandar-i ‘Abbasi doğru yolu üzerinde bulunduğu XVII, asır esnasında,: avrupah seyyahlar tarafından sık-sık ziyaret edilmiş idî. Fıgueroa (.1617 ), Sir T. B erbert ( 1627 ), j.  . Mandelslo ( 1638 ), J. B.^Tavernİer ve Thevenot ( 1665 ), Struys ( 1672 ), Chardin( 1673 ), Dr, J. Fryer ( 1676 ), Le Brun (170 3). Bu sırada Felemenk kum­ panyasının Lâr 'da bir ac en lası bulunuyor­ du (Thevenot, Voyage, Amsterdam, 1727, Hf, 460—476). Safevîlerİn sukutundan sonra, Bandar-i "Abbasi artık yalnız Kirman eyâleti­ nin İskelesi durumuna düştüğü hâlde, Büşir Basra körfezinin başlıca limanı oldu. Lâr şeh­ ri Bandar-i 'Abbasi, Linga [ b. bk.] ve Tâhiri (eski Sirâf, b. bk. ) limanlan ile mahallî bir ticâret idâme ettiriyordu; krş. Stİffe, Aîîcient



trading centres o f the G u lf ( GJ, 1895, s, 166 — 173 ). XIX. asır zarfında Dupre ve Stack, L â r ’ı tasvir etmişlerdir. 19x7 'de A. T. Wiîson, Lâr ’ı oldukça iyi bîr hâlde bulmuş idi ( Notes on d Joarneı/ from Bandar-Abbas to Shiraz, Geogr, Jour., 1908, s. 152 — 170 ). Lâr ’ın merkez olduğu İdarî böl­ ge takrjben 125.900 km2, saha kaplar ve ara­ zisi cenupta .Basra körfezine kadar uzanır. Memleket sahile muvâzî dağ şıraları iîb kap­ lanmış durumda olup, iklimi sıcak, su nâdir ve tuzlu rasudur, Lâristân ’m mecrası boyunda muhtelif isimler taşıyan başlıca akar-suyu, garp-şark istikametinde uzanarak, K u n g’un bir fersah şarkında denize dökülür. Lâristânjhp nüfusu seyrek olup, başlıca is­ kân merkezleri Lâr ( D upre’ye göre 15.000 nüfus; Staek ’a göre 1.200 ev, 6.000 nüfus ) ve Linga [ b. bk.] 'dır. Bu nüfusun ekseriyeti jran­ dı olup, şimaldeki MazS!icân ( merkezi IzadHvâst ) nahiyesinde Baharlu iürkleri bulunur; cenuptaki nahiyelerde araplâr y a şa r,'' Lâristân'da mahallî münevverler tarafından işlenmiş husûsî Iran lehçeleri konuşulur ( O. Mann, Die Tajik-Mundarten des Provinz Fars, Berlin, 1909, s. XXXIV, i 2 6 - i 3 x ) . .Fârs-nâma’de, arapça, farşça ve ,,dari“ bi­ len Ahund Mullâ Muhammed zikredilir. Romaskeviç, şâir Mahcur 'un mahallî lehçe ile yazılmış manzumelerini ve menşe’i Lâristân olan bîr takım halk şâirlerinin rubâîlerini top­ lamıştır ( Romaskevİç, Pers. narod. çetverostişiya, Zapiskİ, 19x6, XXIII, 313, 340). B i b l i y o g r a f y a : Def remery, Voyage dTbn Batcuîah dans la Perse ( Paris, 1848 ), s. 37, 81; Kâzi Ahmed G affarı, CihSnârâ ( Britîsh Museum, Orient. 141, i50a ~ t ) ; İskandar Münşi,lAlam~ar3 (Tahran, 1314), s- 423 — 426 ; Müneecim*başı, Şahtfif, II, 666 ( Fâzil-İ Nİşâbüri [ ? ] ve Gaffarı 'den naklen ); Kâtib Çelebî, Cihânniimâ, s, 261; Ş a y h ‘Al i Hazin, Tazkira ( nşr. Belfour), London, 1831, s. 89, 1 79- 21 7, 246; Haşan Fasa'i, Fârs-nâma~yi Naşiri (Tahran, 1314), II, 181 — 291 ( değerli bilgiler ihtiva eder). Safevî devri seyyahlarının eserleri hakkında bk, Ritter, Erdkunde, VIII, 736, 749— 757 ve Curzoü, Persia, II, 1x4; A . Dupre, Vo­ yage en Perse (P aris, 1819), I, 423; Stack, S ix months in Persia ( London, 1882 ), I, 133— 145. Sar-oey o f India tarafından 1912 'de neşredilen 2: 2.000.000 mikyash cenûbî İran haritası ( International series ). *. Basra körfezinde bugün Abü Şu’ayb ismi verilen a d a." Nearcbos ’un uğradığı hâlde adını vermediği bu adanın Batlam yus'a göre X(M>Su ( sâmî aslında »yosunlar adası" ) olması icâp



LÂR — LARİN. etmektedir, tbn Hurdâzbeh buraya A lâ r { G. le [ b. bk.] ’dan almıştır. Larin ilk defa bn şehir­ Strange ’e göre arapça diğer çeki Heri Allan ve de basılm ıştır; bk, Bedro de Tezeira, Travels, Lan ) adını verir. Portekizliler adaya *— Lâz ( Haki. S oc,, 1902, s. 341 ) î »Lâr şehri de var koyu d o! ayı sı ile —- Ilka de Lazo diyorlardı. idi . . . . gayet iyi basılmış, saf gümüşten ve 4X21 km. eb'âdmda olan adanın 15 km. ka- bütün şarkta geçen bir para olan Lâri adı dar"-şimâİmde, Fars sahilinde, Nahüü adlı kü­ L ir ’dan gelmektedir*. Sır Thomas Her bert çük bir liman vardır. Adanın ismi ile L ir ( Some Years, Travels, London, 1665, s. 130) şehri arasındaki münâsebetin mâhiyeti bilin­ 1627'de, Lar'dan şöyle bahsediyor: »bu pazar miyor. Hürmüz adasının cenubunda da L irak civarında, çok meşhur olan Larin adında para­ ( »Küçük Lâr* ) isimli bir ada bulunmaktadır. lar basılır*. Larin, tahminen 74 dâne (4.9 gr.) B i b l i y o g r a f y a : Tomaschek, Die ağırlığında olup, ihtiva ettiği gümüşün saflığı Küsten/ahrt Nearcks { S B A k . Wien, 1890, İle çok meşhur idi. İngiliz parası ile 10 pençe ’e ( H erb ert) yahut fransız cauronne 'unun V5 CX X î, 55. 3. İran 'ın Mâzenderan eyâletinde, Hariz-pay'ine ( Tavernier ) ve yahut da 60 portekiz reis’imenbâlarında bulunan yüksek bir v a d i olup, ne muâdil idi. Demâyend 'in garbında bulanan bu vadinin irLarin, şekli bakımından, bütün diğer madenî tifâı 2.200 — 2.750 m. arasındadır. Yazm göçe­ paralardan tamamen farklıdır. Tahminen 4 beler burada çadır kurdukları gibi, Tahran parmak (aş.-yk. 27 mm.) uzunluğunda, ikiye 'dan da sayfiye için gelenler olurdu. StahE, Lâr katlanmış, her iki yüzünde, diğer paralardaki ’ın sağ sahilinde, eski iskân izleri bulmuştur gibi, kabartma yazılar bulunan, ince bir gü­ ( Pet. M itt, Ergh., 1896, CXVIH, 619 ). Bu mev­ müş çubuktur. William Barret, 1594’te Basra kie bâzan Lâricân denilir kî, bu Lâr-iç ( »lârlı* ) paralarına dâir yazdığı raporda, larin 'i etafiıca kelimesinin cemi şekli olarak alınmalıdır, al- tarif ediyor ( Haklnyt, Principal Vcyages, GlasLâriz arapça yazılışı ( Balâzuri, s. 8: Tabe* kow, 1904, VI, 12 ) : »Larin dedikleri şey garip rİstan ’da bir b ö lge) da aym iştikak İle izah bir paradır; çünkü hıristiyan âleminde tedavül olunur. al-Lâriz, 131 ( 748 ) ’de Abu Müslim eden diğer paralar gibi yuvarlak olmayıp, kü­ tarafından fethedilen Maşmuğân arazisi arasın­ çük, gümüş bir çubuktan ibarettir; büyüklüğü da bulunuyordu ( Marquart, Erânşahr, s. 127, yazı yazmak için kullanılan kaz tüyü kadar 137 ). Lâricân 'm Taberîstan 'da en eskiden uzunluğu da bunun sekizde biri kadardır; İskân edilen saha olduğu zikredilir ki, burada­ bu çubuk o şekilde katlanmıştır ki, her iki ki Varaka koyu Far i dün 'un doğduğu yer ola­ ucu orta kısmında birleşmekte olup, baş tara­ rak gösterilirdi. Stahl, Demâyend dağının şi­ fında turkçe bir damga bulunmaktadır; bun­ mal mailesindeki köylerde ZahhSk’m ölüm lar bütün Hind ülkelerindeki paraların en iyi­ yıl dönümü münâsebeti ile yapılan bir şenliğe sidir ; bn larin ’leris altı tanesi bir duka de­ şahit olmuş idi ( 11 ağustos, krş. Morier, Se- ğerindedir.* cond Journey, s. 357 ). Lâricân ’da, Taberîstan Lâr kıralhğı büyük Şâh 'Abbas tarafından ispahbad 'terine tâbi bir marzubân bulunu­ zaptediîdikten sonra, larin tedavülden kaldı­ yordu ( îbn Îsfandîyâr, trc. Browne, CM S, s. rıldı ( Chardîn, Voyages, Am ster dam, 1735, 15, 183, 250).. 111, 128 ) ; fakat bu çeşit paralar o derece tu­ Lâîıicân ( Lâricân ) isim değişmeleri hakkın­ tunmuş idi ki, Hind okyanusunun diğer devlet­ da bk. mad. LÂHİCÂN. Spıegel ( Vare.ua, ZDMG, leri tarafından da kabûl olundu. XVI. asrın son 1876, XXXIX, s. 7*6— 726 ), Varak (Faridün yansındaki Hürmüz hükümdarları larin bas­ = Thraetaona ’nm vatanı Varaka, İbn-İsfandi- tırdıkları gibi, Iran şahları Şfraz 'da, Osmanlı yar, s. 15)*! Avesta 'daki Varena ülkesi ile padişahları da B asra’da bastırdılar. Hindis­ karşılaştırmağa mütemayil idi. Varaka ’ mn ye­ tan'da XVII. asırda, BicâpSr ’da ‘ A d ıl Şâh ri malûm değil ise de, Lâricân 'da Vana adlı sülâlesi ve diğer hükümdarlar tarafından bas­ bir köy vardır; İran lehçelerinde r harfinin tırıldı ; Hindistan ’da sık-sık iarinlere tesa­ düşmesi husûsunda krş. Grand, d. Iran Phil düf olunması, bu paraların bu bölgede ne 1 II, 55> 351* ( V . Min o r sk y .) kadar yaygın bulunduğunu göstermektedir ( F, L A R A C H E . [Bk. AL-ARÂ’iş.] Pyrood de Lavai, Voyages, H aki Soc., 1887, L A R A N D A , [ Bk. lâ r e n d e .] I, 232 v.d.) L  R E N D E . [ Bk. k a r a m a n .] Elde ettiğimiz bilgiye göre, XVII. asır baş­ L â r ! MEHMED. [Bk. MEHMED LÂR!.] larında, Maldiv adalarında, hükümdar kendi L A R İN ( F. lâ r i), Basra körfezinde ve larînlerİni bastırmıştır. Lâri adı az değerde Hind okyanusunda XVI, ve XVII. asırlarda bakır bir paranın adıdır ve hâlâ bu adalarda kullanılan g ü m ü ş p a r a . Bu para adım, Lâ- kullanılmaktadır. Seylan adasında, bu para ristan [ b. bk.] 'm hükümet merkezi olan Lâr yalnız yerliler tarafında değil, aynı zamanda Liâm Ansiklopedisi 2



İS



LARİN -



Colorabo ’İa Portekiz tâcirleri tarafından da bastırılmakta idi. Bu adada paralar, kaba bir şekilde kıvrılmakta olup, bâzan olta biçimini almaktadır kî, »olta paralar* tâbiri buradan gelmiştir. Bunların üzerinde bâzan yazı bulun­ mazdı, bâzan da arap harflerinin kaba-saba taklitleri bulunurdu. »Olta* şeklindeki para Seylan ’da XVIII. aşıra kadar devam etti. Bas­ ra Körfezi ’nin Arabistan sahillerinde, Iarinin bozuk bir şekli XIX. asra kadar devam etmiş­ tir ki, buralarda iavit, yâni »uzun* para diye meşbur idi. Uzunluğu bir parmak olnp, bakır­ dan veya bozuk gümüşten mâmûl idi ve üzerinde hiç yazıya rastlanmıyordu, Bu pa­ rayı tasvir eden Palgrave ( Journey, London, 1865, II, 179), memleket dışında hiç bir şeye yaramayan mahallî paraya kıyasla, insan­ lar hakkında da »Hasa t&vüi gibi* bir tabir bulunduğunu ilâve ediyor. B i b l i y o g r a f y a * . Yule, Hohson-Joh«07ı3, bk. m ad.; H. W. Codrington ( Namismatic Chronicte, London, 1914, s. 162 v.dd.); ayn. mİ!., Ceylon Coins and Currency ( Coiombo, 1924), fihrist; O, Codrington, Jour­ nal o f the Bombay Branch ( R A S , XVIII, 36 v.d.); J. Gerson da Cünha, Contributions to the stady o f Indi-Portagaese Namzsmatics Ckronicles ( Bombay, 1850 ), s. 40— 45; J. Allan ( Numismatİc Chronicle, London, 191a), s. 319— 324; H. H. ^ ilson , ayn. esr. ( 1852 ), s, l8o; R. Knox, Historical Relation o f Ceylon ( Glasgovv, 1911), s. 156; Chardin, Tavernier ve başka seyyahlar. (J* A li .a n .) L A T . [ Bk. U t .] L  T . AL-LAT, eski Arabistan i l a h e s i . Bu isim ( al-ilâkat Han gelm ektedir) »üâhe* mânasına gelmekte iken, belli bir mabudun, bizzat araplara göre, güneşin bas ismi olmuş­ tur (b k. İbn Y a 'iş, nşr. Jahn, s. 44, 23 )• alU t adına nabatî ve Palmir kitabelerinde rastlanmakta olup, bu »İlaheye* sonraları muh­ telif bedevî kabileleri (m sl. Havâzinler, bk. İbn Hişâm, s. 849, 13) tapmağa başlamışlar­ dır. Şâirler çok zaman al-Lât üzerine edilen yeminlerden bahsederler, Msl. Abu Sa'd (İbn Hişâm, s. 567, t ), Mutalammis ( nşr. Vollers, s. 2, 1 ), =A vs b. Hacar ( nşr. Geyer, s. 11, 2), hattâ al-Ahtâl ( Kitâb al-ağSnî, VII, 173). Ba ilâha adına Tâ’if civarında Vacc vadisinde birmâbed va rid i; Mu'attib ( ‘ A ttab ) b. Mâlik b. K a 'b ’lar bu mâbedin rahipleri idiler: üze­ rinde çeşitli süs bulunan beyaz bir taş bu mâbedin remzi idi. al-Lât, çok zaman al-* Uz­ sa (İbn Hişâm, s. 145, 7; 206, 2; 871, 6, ki burada Vudd ’da bulunmaktadır; 'A v s b, Hlaear, s. u , 1 ) ile birlikte zikredilmektedir, Ku»



LÂT. reyşlüerde â l-U z z i veM anlt ile birlikte o de­ rece yüksek tutulmakta idi ki, Peygamber bu üç ilâh enin Tanrı nezdinde şefaatçilik ettiğini kabûl mecbûriyetinde kalmış (sü re LIII, 15 v.dd.), fakat çok geçmeden bunu inkâr etmiştir. Taban ( I» *395» 3 ) V® göre, Abu Sufyân, al-Lât ile al£Uzzâ ’y ı Uhud gazvesine götürmüştür. Mekke ’nin zaptından sonra, Tâ’if civarındaki al-LSt mabedi, mâbed rahiplerinin akrabası olan alMuğira tarafından tahrip ed ild i; fakat, alLât unutulmadı; zîra Doughty ’ya bakılırsa, bugün bâlâ ’fâ ’if ’de, ahâlinin al-U zzâ, Hubal ve al-Lât diye adlandırdıkları ve hastalıklara karşı devâ bulmak ümidi ile gizliden-ğizliye ziyaret ettikleri taş yığınları bulunmaktadır. Herodot ( III, bâb S ) arap mabutlarından bahsederken, araplarm Opatal dedikleri Dionysos ’n ve yine onların A lila t dedikleri Urania (yâni Aphrodiie U ran ia)']9 zikrediyor; fakat, aynı müellif bir başka yerde ( I , bâb 131 ) Aphrodite U rania’ya Asnrîulann Mylitta, araplarm da AHtta dediklerini yazıyor. Bu vaziyette hangi şeklin doğru olduğunu bilmek meselesi ehemmiyet kazanıyor. Blochet, A lilat kelimesini A lidat olarak değiştirmek istemek­ tedir; fakat sözü geçen ikinci bahiste Myliita isminin kelimenin hakikî şekli olan A lila t ’ın bozulmuş bir şekli olması muhtemeldir. A li­ la t '1 esas şekil olarak telakki edersek, onu ya aUîlat ( E l ’in müennesi; krş. fenıkelilerin ve cenup araplannın "it ’ı ) yahut al-ilâhat ( ilâh ’ıa müennesi ) ’m zıddı olarak izah ede­ biliriz. Bu sonuncu izaha göre— ki müdâfileri AHlat yerine »Alilaat* okunmasını teklif et­ mektedirler— bn isim al-lât [ b. bk.] ’ın ay m olmalıdır. B i b i i y o g r a f ya*. Yâlfüt (nşr. Wüstenfeld ), III, 665 v. d d .; IV, 336 v, d d ; Azra^i (nşr. Wüstentenfeîd ), s, 79; İbn Hi­ şâm ( nşr. Wustenfeİd ) ,& 55, 914 v. dd ; Tabari ( nşr, de Goeje ), I, 1192 v. d d .; Valf İdi ( trc. Wellhausen ), s. 384 v.d.; İbn Sa'd ( nşr. Sachau ), I/l, 137 v. d .; Lidzbarskî, Handbuck der nordsemitischen Epigrapk:k, s. 219; Baethgen, Beitrâge zur semitischen Religionegesckichte, s. 97 v.d., 128; Lagrange, Etades sar les religions semiiiquesA, s. 76, 135; Wellhausen, Reste arabischen Heidentams, s. 29— 34,61; Lammens ( M F O B, VIII, 202 v.d .); Dougbty, Travels in Arabia, II, 511, 515 v.d.; Blocbet, L e culte d’ Aphrodite-Anahita chez les Arabes da Paganıs­ ın*, s. 12; Lagarde, Öbersicht ûber die . . . Bildang der Nomina, s. i68 v d .; Glaser, Pant ( Miti, der Vorderasîat Gesellsch,, 1899, levha 2), s. 26; Hommel, Aufsâtze and Abhandlangen, s, 215, 270 v.d. Glaser



LÂT ve Hommel A lilat ’ı mısırlıları» „ V er er eti" ile mukayese etmektedirler. ( F . BuHL.) LATİF. [B k. LATİFJ L A T İF . a l -LATİF» esmâ-yı hüsnâdan biri [bk. mad. ALLAH]. L A T İF İ. L A î I f I, A b d ü ll Atîf Ç eleb Î, XVI. asırda yalamış bir turk t e z k i r e e î , e d i p v e ş â i r . 896 ( 1 491 ) tarikinde doğdu, kastamonuludur. Kendi ifâdesine giire ( Tezkire, »■ *35> 297 )» »Halib-zâdeîer" denilen eski bir âileye mensup olup, ceddi Fâtib devri şâir­ lerinden Hamdı Ç eleb i'd ir; henüz 7 yaşında iken âşık olmuş ve bilgi ve mümâresssİ olma­ dığı hâlde şiire başlamıştır ( Tezkire, s. 298 ). Bu ifâde, pek küçük yaşta şiire başlayan san'atkârm istidadım şairane bir hikâye ha­ vasına bürünmek ve aşkın mucizesi gibi gös­ termek için, belki küçük bir hakikati mübâlega ile anlatmasından ibarettir. Latifi, tahsiline Kastamonu’da başlamıştır. Ne kadar okuduğu bilinmiyor.  şık ÇelebÎ ( MaşâHr al-şuara, Üniversite kutup., nr, T Y . 2406, 133**)^® göre, bir müddet sonra tahsilden feragat ederek, muhasebe ve kitabet işlerinde vazife almıştır. Ancak, onun, şiir ve bilhassa inşâ sahasında büyük bir şevk ve gayretle çalışa­ rak, kendi-kendini yetiştirmeğe devam ettiği muhakkaktır; çünkü eserleri, devrinin ve yo­ lunun icâp ettirdiği kültürü fazlası ile edinmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Kâtiplik mes­ leğine giren Latifi, yine  şık Çelebi ’nin bil­ dirdiğine göre, defterdar İskender ÇelebÎ 'ye nevrûzda bir bakâriye sunmuş ve bunun üze­ rine kendisine, Belgrad ’da imâret kâtipliği verilmiştir, Latifi epey müddet Rum eli’de kaldıktan sonra, 930 ( 1 5 4 3 ) 'de İstanbul'a geldi ve bâzı imâret kâtipliklerinde bulundu. Yalnız şu hususa işaret edilmelidir ki, bu, edibin İstanbul 'a ilk gelişi değildir; zîra Risâle-i evsâf-i İstanbul 'u 929— 931 h. yılların­ da yazdığına göre ( Üniversite kutup., nr. TY. 3751, zb, 60 J>), 950 ( 1 5 4 3 ) 'den önce İstanbul ’da bulunmuş, husûsiyetlerine nufûz edilebilmiş, Rum eli’ye 931 ( 1 5 2 5 ) 'den sonra gitmiş olması lâzım gelir. İlk gelişinde, kendi ifadesince ( ayn. esr., 601»), gençlik çağın­ da idi, kendisini bulmağa çalışıyor, bâzan dünyevi zevklere, işrete, bâzan zikr ve ibâdete meylediyor, rindlik ve zâhİdlik arasında bo­ calıyordu. İstanbul 'a bu gelişinde, Sehî Çelebi Tezkire 'sini yeni yazmış, eseri edebî muhitte büyük bîr. alâka uyandırmış idi. Bn edebî hâ­ dise, Latîfî 'yi de cezbetti, dostu şâir ZaTfî ’nin Sjeşvik ve İsrarı ile Ç Tezkire, s. 229 ) ve Âşık Ç eleb Î’niu de fikirlerinden istifâde ede­ rek, eserini hazırlamağa başladı ve kendisine haklı bir şöhret ie'min eden Tezkire 'sini 953



LATİFİ



**



’ C 1546 ) ’te tamamladı. Latîfî bu eseri Kanûnî 'ye takdim ederek, Taşlıcah Y ah ya’nm mütevellisi bulunduğu EbÛ Eyyûb-i Ensârî vakfına kâtip tâyin edildi. BÖylece „Vakf-ı Ebu Eyyûb ma’* şer-i şevâir" oldu (  şık ÇelebÎ, ayn. esr., 13 3 *). A lî'n in bu husustaki ifâdesinden ( Kunk al-afobâr, Üniversite kütüp., nr. TY. 5959, 416 “ ) 960 ( 1553 ) senesinde bu va­ zifede bulunduğu anlaşılıyor. Latîfî, bir müd­ det sonra, az! ve Rodos 'takı Kanûnî ima­ retine nakledildi. Burada ne kadar kaldığı bilinmiyor. Rodos'tan sonra, M ısır’a geçti ve dostu A lî 'ye bakılırsa, Mısır 'da bâzı „müfidee kitabetlerde" bulundu. Latîfî 'nin son günlerine dâir de pek az malûmat vardır. 982 ( 1 5 7 4 ) 'de hükümdar olan Murad III. ’a, aşağıda .açıklanacağı gibi, mukaddimesini de­ ğiştirip, gençlik eseri olan Risâle-i evsâf~ı İstanbul*u sunarak, bâzı nîmetler ummuş ise de, neticenin ne sûretle tecellî ettiği malum değildir. Tezkire 'sini 974 (1566/1567)^6 bi­ tiren  şık ÇelebÎ, onun kâh şiir, kâh inşâ ile meşgul olduğunu, zamanını ibâdet ile geçir­ diğini söylüyor. Haşan ÇelebÎ ise tezkiresin­ de ( Üniversite kütüp., nr. TY. 1737, 265 *», 266 * ) Latîfî 'nin İstanbul ’da bulunduğunu ve artık son demlerini yaşadığını kaydediyor ki, edibin son yıllarında İstanbul’da bulunduğunu te’yit eden başka tarihî kayıt yoktur. Fakat eserini 994 'te bitirmekle beraber, ikmâl, teb­ yiz ve takdim için, uzun zaman bekleten Ha­ şan ÇelebÎ, bu müddet zarfında vukû bulan değişiklikler üzerine müsveddesinde düzelt­ meler yapmıştır ki, bugün elimizde bulunan bu nüshadan bâzı malûmat elde edilebiliyor. L a tîfî’nin hâl tercümesinde de böyle bir dü­ zeltme vardır! müellif önce Latîfî içîn „nice müddet Mısr-ı Kahire 'de ikamet kılmış idi" de­ miş iken ( 265!»), bu ibareyi silmiş, „ hâl en İs­ tanbul'da pîr ü nâtuvân y a ta r..." sözlerini ilâ­ ve etmiştir. Buna göre son günlerinde İstan­ bul ’a gelniği ve belki hacc için tekrar Mısır’a uğradığı düşünülebilir; çünkü Kefevî ’nin, Raz-nâma ’sîne aldığı, Mesîh-zâde 'ye ait bir mektuptan (Ü niversite kütüp., nr. T Y . 4098, 105* v.d.) L a tîfî’nin M ısır’dan Yem en’e gi­ derken, bindikleri geminin büyük bir fırtınada batması üzerine, 25 ramazan 990 ( 23 teşrin I. 1582 ) ’da Öldüğü öğrenilmektedir. Fâizî, Zubdat aUaşâr ( Üniversite kütüp., nr. TY. 3289? 96 1») 'ında, Murad III.’m ilk saltanat yıllarında, Mı­ cır 'da öldüğünü söyler ise de, bahsedilen deniz kazasından tesâdüf eseri olarak kurtnlmnş bir kaç kişiden bîri olan Mesîh-zâde ’nin sarih ifâ­ desi daha ziyâde itimâda şayan olmalıdır, L a tîfî1’nin doğum tarihi veya ne kadar ya­ şadığı hakkında, tarihî kaynaklarda hiç bir



M



LAT1FL



kayıt yok ise de, kendisi Evsâftı İstanbul (6ot>)'unda, b» risâleyi bitirdiği 931 (1524/ 1525) tarihinde 35 yaşında bulunduğunu söy­ ler ki, buna göre, 896 ( 1490/1491 ) 'da doğmuş ve 94 yaşında olmuş olmalıdır. Eserlerinin tetkiki, edibin bayatının müte­ mâdi bir hoşnutsuzluk İçinde geçtiğini göste­ riyor. San’atından ve ilminden emin olan edip, lâyık olduğu alâkayı bulamamanın, kendi dû­ nundaki kimseler! daha müsait hayat şartları ve yüksek mevkilerde görmenin verdiği küs­ künlükten doğan bir bedbinlik içindedir. Evsâf~ı İstanbul 'unda, bu ilim ve san’at diyarı­ na ümitler ile geldiğini, uğradığı hayâl kı­ rıklığını açıkça anlatır. Onun talihinden şikâ­ yeti, hayatının bir facia ile bitmesine kadar, devâm etmiştir. L atifi'n in müreffeh bir hayat te’min edememesi girgin bir insan olmayışın­ dan, dalkavukluktan dâima kaçmasından ve değerinin kendiliğinden takdirini beklemesin­ den ileri gelmiştir. Kendisi müşkülpesenddir, düşündüklerim gizlemeğe lüzûm görmeden söy­ leyebilir. Latifi, tezkiresinde 12 adet kitap, risale ve münşeât mecmfiası meydana getirdiğini söyler ise de, bunlardan tesbit edilebilenler şunlardır : x. Tazkirat aî-$uca ra , Lâtifi Ç e­ lebi 'nin en mühim eseridir. Nevâ'İ 'nin Ma~ câlis aî-nafaîs ’ine ve Cami ’nin Bahâristan 'ma Özenerek, yukarıda zikredilen sâikler ile yazılmıştır. Bugün bilinenlere göre, bu eser, osmanlı sahasında tertip edilen ikinci tezkiredir, Müellif bu eserinde ( s . 301 ) za­ manında 10 'dan ziyâde tezkire yazıldığını, fa­ kat bunların rağbet görmeyerek, yayılmadıklarinı bildirir. Bunlar her hâlde sonu gelme­ miş teşebbüsler olmalıdır; çünkü A lî, Anado­ lu 'daki tezkirecİHğin tarihini çizerken, bugün de bilinen eserlerden bahseder ( c^n. esr.,488 *> — 489 a ). Eser, bir mukaddime, üç fasıl ve bir hâtimeden müteşekkildir. Mukaddimede, müellif şiirin fazilet ve meziyeti, şâirliğin vasıfları hakktndaki görüşleri ile, kitabım nasıl ve ne için yazdığını bildirir. Birinci fasılda, Anadolu 'da yetişen veya Anadolu ’ya gelerek, „rûmî“lik ile şöhret bulan şâir şeyhlerden, İkinci fasılda, osmanlı hanedanından şiir ile meşgul olanlardan bahseder. Eserin asıl kısmını teşkil eden üçün­ cü fasıl ise, Murad II. devrinden eserini yaz­ mağa başladığı 950 senesine kadar ( s. 36 } yeti­ şen şâirlerden 300 kadarını ( s . 372), alfabe sırası ile, ihtiva eder. Bu sıralayış usûlü türk tezkirecüiğİnde İlk defa bu eserde kullanılmış­ tır. Sehî, Nevâ’î'nin eseri ile, İran tezkirele­ rindeki tabaka tarzını almış, hattâ Latifi de başlangıçta tarihî bir tasnif düşünmüş idi.  şık Çelebi, şâirleri hurûf-i hecâ sırasına



göre dizmeği düşünmüş ve fikrini L atifi 'ye açmış idi. L atifi, bu tertibi almış ve ondan önce eserin! ortaya çıkarmıştır. Böylece bu ter­ tip tarzında, fikren Aşık Çelebi, fakat tatbikte Latifi öncüdür. Latifi ’nin eseri, tahmin ettiği gibi ( s. 20 ), haklı-haksız bâzı tenkitlere mâruz kalmıştır. Mevcut ilk tenkit, tezkirenin görülebilen en eski nüshasının ( Kayseri, Raşid Efendi kutup., nr. i 160) sonuna ( 172 i»), eserde 957 ( 1550) tarihli bir temellük kaydı bulunan, fakat adı pek okunamayan bir zâtm ayin tarihte dereettiği, son derece âlim ve fâzıl olduğunu be­ lirttiği birisine âit bir listedir. Bu listede, tezkireye alınması gerekirken, ihmâl edilen, nâkilin bir kişi ilâvesi ile, 62 şâirin alfabe sı­ rası ile ismi verilir. Ayrıca bu listeyi derceden zât esere yer-yer ilâve ve tashihlerde bulun­ muştur (bahsedilen liste, ilâve ve tashihler Üniversite kutup., nr. T Y . 2564, 968 [ 1562 ] 'de istinsah edilmiş nüshasına aynen nakle­ dilmiştir). Dikkat edilecek bir husûs, bu ilk nüshalarda, L a tifi’nin kendi tercüme-i hâlinin bulunmayışı, listede adı geçen ve haşiyede hâl tercümesi verilenlerden ( nr. 1160, 81 ke­ narda i Riyâzî ), müellif tarafından, metne alı­ nanların bulunuşudur (matbÛ, s. 173 ). Bu gibi delillere nazaran, müellifin karşılaştığı tenkit­ leri n&zar-ı itibâre alarak, bâzı ilâvelerde bu­ lunmuş, kendi tercüme-i hâlini de ilâve ede­ rek, burada, »ihvan-i hık d u hased" e cevap vermiş, diğer tezkire yazmağa teşebbüs eden­ lerin başarısızlıklarım da izah etmiş, eserine tatbik ettiği kıymet ölçüsünü, şâirlerde ne gibi hususlar aradığını, bir daha etraflıca açıklamış, kendi san'atım, bilhassa inşâdaki kudretini beyân ve müdâfaa etmiş olduğu dü­ şünülebilir. Devrin en büyük münekkidi olan Aşık Çelebi 'nin uzun tenkidi, bâzı şâirlerin kastamonulu gösterilmesi veya lüzûmsuz yere, bir münâsebetle, Kastamonu ’ya bağlanmaları­ dır. Bu yüzden esere, »Kastamonu-nâme ve âlet-i hengâme" denildiğini nakleder ( Maşa ir uUşttarü, 133*). A şık Çelebi, T ezkire’nin tertibinden dolayı Latifi 'ye muğber olma­ sına rağmen, bir başka kusurdan bahset­ mez. Hattâ eseri, her bakımdan, Sehî'nin Tezkire 'sinden ayrı, makbul ve değerli bulur. Haşan Çelebi'nin, buna ilâve olarak, üslûbu­ nu tatsız ve yavan bulması ( 265 •»), her hâlde yersizdir, Âlî, büyük bir anlayış ile, bu tenkit­ lere cevap vermiştir ( ayn, esr., 415^ ), Şurası muhakkaktır ki, bu eser yalnız şekil itibârı ile değil, tezkirelerimize edebî tenkit ve hükümlerin girişi bakımından da bir merhaledir. Hattâ bu bakımdan daha sonraki benzerlerinin çoğundan ileridir. Eser bu mevzûdaki müteakip eser-



LÂTİFİ. terin çoğuna örnek olmuştur. Daha yazılışı­ nı takip eden yarım asır İçinde, birbirinden pek assak yerlerde, müteaddit defalar istinsah edilmiş olması, bemea-hemen nüshalarına en çok tesâdüf edilen ikinci tezkire oluşu, edebî muhitinin hem kıymet hükümlerine, hem zevkine ne derece tercüman olduğunun en açık delili­ dir. Bu eser, Tezkire-i L atifî adı ile, ikdam gazetesi sahibi Ahmed Cevdet tarafından neşredilmiş ( ^4sdr-ı eslâf, nr. 9, İstan­ bul, 1314), H. Theodor Chabert tarafından almancaya telhisen tercüme edilmiş ( L a tifi öder Biographische Nachrickten von Vorzunglichen Türkischen Dihtern nebst einer Blumenlese atzs ibren Werke, Zürich, 1800); O. R[eşad 3 tarafından, yine almancaya ter­ cüme edilmiştir ( L âtifi ’s Tezkire, Tübingen, 1950). Bu tercümede, matbu nüsha esas alın­ mış, ayrıca 9 eski yazmadan istifâde edilmiştir ( s. İH ). 2. Risâle-i evsâf-ı İstanbul. Gerek XVI, asırdaki İstanbul ’ un bir çok hususiyetini, gerek 35 yaşında bulunan müellifin muhtelif tered­ dütlü rûh hâllerini öğrenmek, aym zaman­ da onun ibda ettiğini söylediği ( Tezkire, s. 300— 301 ) nesrinin dikkate değer bir nu­ munesini bulmak için baş-vurulacak bir eser­ dir. Bİr mukaddime ile altı fasıl ve bir ha­ timeden mürekkeptir. Kitabın aslını teşkil eden 6 faslın ilkinde İstanbul 'un, hangi ta­ rihte, ne için ve kimin tarafından bina edil­ diği; ikinci fasılda şehrin büyüklük ve gü­ zelliği, şöh reti; üçüncü fasılda saray ve teş­ kilâtı; dördüncü fasılda Ayasofya ve Fâtih camileri ile Sahn-ı Semân, Imâret-i âmire ve bunlara mülhak kısımlar; beşinci fasılda Bezzâzıstan, çarşılar, dükkânlar ve bâzı müzeyyen köşkler ve evler; altıncı fasılda Talıtakaîe, Akdeniz, Karadeniz, Galata, Tophane ve Ebû Eyyûb-İ Ensârî kasabası tasvir ve hikâye olu­ nur, Latîfî, bütün bu fasıllarda yalnız sathî bîr tasvir vermekle iktifa etmez, devrin mad­ dî ve manevî cepheleri ile, yaşayış ve düşü­ nüşünü aksettirmeğe çalışır, beğenmediği ta­ raflarım, bâzan ince bir istihza, fakat çok de­ fa açık ve acı bir tarzda, tenkit eder, XVI, asnn bu mümtaz münekkidi, eseri hakkında cidden isabetli bir hüküm v e rir : gençliğin icâplarınca, günah ile sevap arasında bocalayan „taklib ve televvünden temkin ve teskin bu­ lamamış" bir rûhun ifâdesi. Bu yüzden eser, bâzan rindâne, bâzan zâhidâne bir üslûp­ la yazılmıştır ( 62 *). Muhtelif güzellikleri ile, göz alıcı ve sürükleyici İstanbul, insanı doğru yoldan ayırabilir. Fakat arif kişi bu za­ hirî debdebeye kanmaz, ne izzetine mağrur, ne de zilletinden bîhuzûr olur. İstanbul A r ­ keoloji MÜzeşİ kütüphanesindeki zilhicce 983



ıı



tarihli bir nüshası ( nr. 341; Osmanlt m üellif­ leri, III, 135 'te bahsedilen mecmuadır ) en güzel yazmalarından biridir. Bu nüshaya göre, risale­ nin mukaddimesi, 982 'd i değiştirilerek, Murad III. 'a ithaf edilmiştir. Esâsen bütün nüshalar­ da te'iif sebebi ve hatime kısımlarında, eserin yazıldığı gençlik günlerinden hikâye sigast ile bahsetmesi de ayrıca düşünülecek bir husûstur. 3. Dîvân. Şâir Tezkire ( s. 3 o o )’sİnde gençli­ ğinde 500 kadar gazel, 33 kaside, ayrıca terbî ve tahmisten başka, mürettep bir dîvân vücûda getirdiğini söyler 'ise de, eseri bugün elimizde değildir. Fakat muhtelif mecmualarda şiirlerine tesâdüf edilir. 4. Fusûl-i erba'a (Münâzara; Mahâvere ?), Dört mevsimin husûsiyetlerim,san’atkârâne bir üslûp ile anlatan, nazım ve nesir ka­ rışık yazılmış bir eserdir. A sır gazetesinde tef­ rika edildikten Sonra, Tevfik Bey tarafından 1287 'de, İstanbul ’da bastırılmıştır. Matbu nüshasının Münâzara-i L a tîfî adım taşıması, bâzı yanlışlıklara yol açmış, yukarıdaki isimler bâzan ayrı eserler olarak zikredilmiştir. 5. RebVigge-i ezkâr. L atîfî 'nin yakmı bulunan Âşık Çelebî ( gost. ger,) ’nin ve  lî ( agn. esr., var. 4T5 ) ’nin kaydettikleri ve bunlardan naklen son­ raki kaynaklarda zikredilen bu eserin bir nüshası görülemedi. Ancak bunun Fusûl-i erba’a ’nın ilk faslı olması ihtimâli pek kuvvetlidir; çünkü bu eserin yarısından fazlasını teşkil eden ve ba­ har ve çiçeklerden bahseden bu kısım müstakil bir „hâtime-i risale" ( matbu, s. 4$ ) de taşı­ maktadır. Diğer fasıllar sonradan ilâve edile­ rek eser genişletilmiş ve adı ona göre değiş­ tirilmiş olabilir. 6. Subhat al-uşşak. Müteaddit yazmalarına tesâdüf edilen bu eser, 100 kadar hadîsin, birer kıt'a ile, türkçeye tercümesidir. Mesnevi şeklinde bir mukaddime ve hatimesi vardır. 7, Nazm al-cavahir ( L d ü lî-i manşüra va cav ahir-i manzuma ), Arkeoloji, müzesi kü­ tüphanesindeki mecmuada (nr. 34^ 40 *>— 66*>) bir nüshası bulunan bu eser, şekil itibârı ile, Sub-, kai a l-u şşâ k ’a benzer. Risalede *A li 'nin 207 sözü birer kıt'a ile tercüme edilmiştir. Z. Ahvâl-i İbrahim Paşa.  şık Çelebî 'nin zikrettiği bu eser, vezîr-i âzam İbrahim Paşa hakkında olma­ lıdır.  lî 'nin bizzat gördüğünü söyleyerek, say­ dığı eserler arasındaki Vasf-ı âsâf-nûme de her hâlde aynı eserdir. 9, ^4 n/s at-faşahâ\ Böyle bir eserinin bulunduğu bizzat kendisinden öğ­ renilmektedir ( Tezkire, 9. 301 ). 10. Asma' suvar al-Kar ân. Kur’an 'm sûrelerinin adla­ rım sayan 29 beyîtlik bir manzûmedir ( Üni­ versite kütüp., nr. TY. 902, 115 b— u 6 a ). Eserleri hakkında verilen izahattan da anla­ şılacağı gibi, Latîfî, devrinin ikinci derecede bir şâiri, fakat zevki, temyiz kudreti ve bilgisi ile en mühim münekkitlerinden biridir. Latîfîf



a#



LATÎFÎ -



Necatı 'ma nazımda yaptığı gibi, nesri bir ta­ bım darb-ı meseller, tâbirler v.b. ile işleyerek, yeni bir üslûp vücûda getirdiğini söyler ( Tezkire, s. 300— 301). Filhakika onan nesri, XV, asırdan itibaren gelişen secili nesrin mütevâzin ve olgun bîr örneğidir; ta’kid, tetâbâ ve me'nus olmayan kelimelerin kullanılışı gibi kusurlardan salim, selis ve ahenkli bir nesirdir. B i b l i y o g r a f y a - , Metinde gösterilen­ lerden başka bk. Ahdî, Gülşen-i şu’arâ Üniversite kutup., nr. TY. 2604, 107 b— 108* ); Beyânî, Tazkirai aUşvCara ( Üniver­ site kütiip., nr, TY. 2368, 75b— 76a) ; Fâizî, Zabdat aUaş'Sr ( Üniversite kutup., nr. TY. 3289, 96 î>); J, von Hammer, D evletli osmâniye tarihi (tr c . M, A t a ), İstanbul, 1329, İ» 34î »yn. mil., Gesckickte der Osmani» seken D icktkanst ( Peşte, 1837 ), III, 28— 30; Smirnov, Oçerk istorii turetskoy litteraturi { Petersburg, 1891 ), s. 456; Faik Reşad, Tezkiremi L atifi (İstanbul, 1314), S. 373— 3 8 ı; E. J. W. Gibb, A History o f Otİoman Poetry (London, 1900); M. Sürey­ ya, S icill-i osmâni (İstanbul, 1316), IV, 92; K. J. Basmadjian, Essai »ar Chistoire de la litteratare Ottomane ( İstanbul, 1910 ), s. 50; Koprülü-zâde M. Fuad ve Ş. Süleyman, Yeni osmanlt tarihli edebiyatı (İstanbul, 133a ), a. 3x7 ; Ş. Sâmî, Kamus al-alâm ( İs­ tanbul, 1314 ), IV, 3994; İbrahim Necmi, Tarih-i edebiyat dersleri ( İstanbul, 1338 ), s. 88; F. Babinger, Die Gesckichtsckreiber der Osmanen and ihre teerke (L eipzig, 19*7), s. 110 v.d.; Mehmed Halid, L atifi ve tezki­ resi ( Hayat mecm., 1927, sayı 17, *9) ; T ah -, sin Banguoğlu, Türk faarâ tezkireleri (te z , İstanbul 1930; Üniversite kutup,, tez. nr. 83 ); İstanbul kütuphâneleri tarik-coğrafya yazmaları katalogları ( şâirler tezkireleri ) ( İstanbul, 1947 ), s. 597 v. dd.; Şerif Oktürk, İstanbul kütüphânelerinde bulunan osmanlı şu’arâ tezkireleri ( tez, İstanbul, 1945; Üni­ versite kutup,, tez, nr. 1122, s. 25 v. dd.); A . Karahan, Isl&m-türk edebiyatında kırk hadis toplama, tercüme ve şerhleri ( İstan­ bul, 1954 ), s. 178— 183. ( NİHAD ÇETİN,) L A V A T A . [ Bk. l e v At e ,] L A V H . [ Bk. l e v h .] L A V Ş A , isp, L o j a , E n d ü l ü s ' t e küçük b i r ş e h i r olup, Granada ’nın 52 km. cenub-i garbisinde, Genil ırmağının sol sahilinde, kireç taşından meydana gelme le Periquetes adlı hey­ betli bir dağın eteğinde bulunur. Şimdi 20.000 kadar nüfusa olan bu şehir, araplar zamanında, şüphesiz daha da ehemmiyetli idi. Burası hak­ kında hayranlık dolu bir tasvir bırakmış olan meşhur İb n a l - Ha ^İ b Lisan al-Dîn Lavşa 'da



LÂZKIYE. doğmuş idi. Müstümanlar zamanında şehir üzerin­ de yükselen Hişn ( kale ) harabesi hâlâ bakîdir. Şehir 280 ( 893 ) 'do halîfe *Abd A llah b, Muhammed tarafından tekrar iskân edildi. „Granada anahtarı" denilen bu şehir 893 (1488 ) 'te Ispanya 'ma kaiolik krralları tarafından muha­ sara edilerek, bir ay sonra, bir İngiliz kuvve­ tinin de yardımı ile, raptedildi. B i b l i y o g r a f y a t Yâ^üt, Mu'cam albuldânt VII, 343; F. Simonet, Descrzpcion del reino de Granada ( Granada, 1872 ), s. 95 V. d. ( E . L ğvi -P r o v e n ç a l .) L A Y L A . [ Bk. l e y l e .] L A Y L A 'L -A H Y A L ÎY A . [Bk. LEYLE ’ l AHYELİYEJ __ L A Y L A VA M A CN U N . [Bk. LEYLÂ İle mecnûn.]



L A Y L A T al -BARA’A . [B k. ramazan .] L A Y L A T a l -KADR. [ Bk. ramazan .] L A Y Ş B. B A K R . [B k. LEYS B. BEKİR.] L A Z . [ Bk. LAZLAR.] L A Z A R E . [B k. AzlR.J L A Z A R Ü S . [ Bk. ÂztR.] L A Z tÇ . [B k. LÂDİK.] L A Z İ K Î Y A . [B k. LÂz k Iy e .] L Â Z K İ Y E . AL-LÂZİK ÎYA (mufisır Avrupa eserlerinde LATAKİA, I a t a k İEH, Latt AQUİe ), Suriye 'de Akdeniz kıyısında bir ş e h i r olup, aynı isimli eyâletin merkezidir ( 1950 'de şeh­ rin nüfusu 100.50a). Burası III. ( m. o.) asır başlarında Selefkos I. (N ica to r) tarafından kurularak, annesi Laodike'nin ismi verilen şehirlerden biri idi ve ötekilerden ayrılmak üzere, Aao8ı«ettt 1) e.Vı 'üaAdcrcrrç »Kıyıdaki Lao­ dikeİa" diye anılıyordu. Şehrin denize doğru ılerileyen bir burun vâsıtası ile şimal rüzgâr­ larından korunan bir limanı bulunduğu gibi, mevkii kara tarafından da müdâfaaya elveriş­ li idi. Bugünkü Lâzkiye, kadîm Laodıkeia ’mn bir-az şarkında, münbıt bir ova üzerinde, bu­ lunmakta ise de, geride yükselen dağlık saha, şehrin dahilî Suriye ile olan irtibatım epeyce güçleştirmektedir. Bununla beraber, Laodikeİa, kadîm Apameıa 'nın iskelesi rolünü oynayordu. Şehrin mevkii, muhtemel olarak, çok eski­ den beri iskân edilmiş idi. Bir Finike te'sisi olan Ram itha'yı isiihlâf etmiş olduğu tahmin edilen Laodikeİa *nın, Malalas ’a göre, daha evvelki jtîopîi MatJafiÖâ ’mn yerini aldığı, bi« zansh Stefan 'a göre de burada Aevv/cp cmrj bulunduğu kaydedilmektedir. Strabo ( XVI, 753), Posidonius'a atfen, şehrin güzel bir li­ manı olduğunu, civarının fevkalâde münbit bulunduğunu söyler. Selefkîler devri sonuna doğru Antiochia, Apameia, Seleukia gibi raeşhûr şehirleri içine alan nötatç dÖeJvCpttt *ye dâ­ hil bulunmuş, Pompeius 'tan itibaren, Roma



LÂZKlYE. hâkimiyeti altına girmiş, Sept. Scverus dev­ rinde âbideler ve âmâmı binalar iie süslen­ miş, daha sonra Justİnian I. devrinde Theodorias eyâletine merkez olmuş idi, Hima valisi 'Ubâda b. al-Şâmit al-Anşâri kumandasındaki arap kuvvetlerinin hücûmu sırasında, şehir halkı bunlara karşı geldi ise de, karargâhım civarda kurmuş olan ‘UbSda, içinde süvarilerin görülmeden hareket edebi­ lecekleri hendekler kazdırdı ve çekilir gibi yaptıktan sonra, geceleyin geri dönerek, lâzkıyelileri gâfiî avladı; şehrin açık bırakılmış büyük kapısından girdi, İç-kale de hücûmla zaptedildi. Bir kısmı al-Busayd ( Eto0£Üsıov ) 'e çekilmiş olan hıristiyanlara, tesbit edilen harâcdan hisselerine düşeni ödemek şartı ile, şehre dönmek izni verildi ve kiliseleri de ken­ dilerine bırakıldı, 'Ubâda sonradan tevsî edil­ miş olan bir cami yaptırdı ( al-Balâzuri, nşr. de Goeje, s. 133,4 ). Hicretin 97. ( yukarıkı müellife göre, 100 «= 718/719 ) yılma doğru, bizanslılar, bir filonun da yardımı ile, Lâzkiye sahillerine tecâvüz ederek, şehrî yaktılar ve halkı esir ola­ rak götürdüler ( Balâzuri, ayn. esr .; Brooks, Journ. o f Hellen Stud., 1898, XVIII, 195), Halife ‘Omar b. 'A bd al-'A ziz ve halefi Yazıd II, şehri ıhyâ ederek, sûrlarını yeniden yap­ tırdılar. Muhafız kuvvetleri arttırıldı ve halk, fidye verilmek suretiyle, kurtarıldı ( krş. Balazuri, ayn. esr, ; Mas'üdi, Murüc, Paris tab., VIII, 281). Nikephoros Phokas zamanında (968), Lâz­ kiye, bütün şimalî Suriye ile beraber, bizanahların eline geçti ( Yahya b. Sa id al-An^âki, nşr, Kraçkovskiy ve Vasİliev, Patrolog. Oriental.j 1924, XVIH, 816), Bu müellife göre, Fâ» tümlerin Tarâbalus eyâletine karşı yapılan bir seferde başarı göstermiş olan Karmaruk isimli birisi, imparator Basîleios İt. tarafından, 980'de Lâzkiye vâlîsi tâyin edildi ise de, Nazzâl ile Ibn Şakır şehrî muhasara edince, bir hurûc hareketi sırasında ele geçirilen Karmarük, Kahire 'de idam edildi ( Rosen, Zapiskî imp, akad, nauk, XLIV, 16 v.d,, *53 v.d.}. Michael Burtzes { al-Burci ), 992 'de şe­ hirdeki müsiümanların bir isyanını bastırarak, onlar* Anadolu 'ya sürdü ( Yahya, nşr. Rosen, ayn, esr., s. 30, 237 ). 1086 'da, Lâzkiye Bani Munkiz elinde bulunmakta idi ( Derenbourg, Oasâma, a, 27 v.d.) ve onlar tarafından Sel­ çuklu sultanı Malik Şah 'a terkedildi, 1098 ağus­ tosunda, Normandiya kontunun eline geçen şehir, bundan sonra bizanslılarm, Taranto *lu Bohemund 'un, tekrar bizanslılarm, nihâyet bir bu­ çuk senelik muhasaradan sonra, A n takya'd a hüküm süren Tankred 'in hâkimiyeti altına girdi ( i ı»3; krş, Röhricht, Cesçk. deg Kgre,



*s



Jerusalem, s. 45, not 8 ). Bizanslılar, 1104'te şehri karadan ve denizden tekrar muhasaraya başladılar. Devol muahedesi ( 1 1 08) netice­ sinde, imparator Alezios Komnenoa burayı ele geçirdi ( Anna Komnena, Alexias, Bonn tab., II, 241, s ) ; fakat bu sırada Tankred, bir Pisa filosunun yardımı ile, şehrî yeniden zaptetti. 1136 'da Haleb valisi şehrî zapt ve tahrip etti. Lâzkiye, 1157 ve 1170 'te, iki şid­ detli zelzeleden büyük zarar gördü. 1188 'de Salâhı al-Din Ayyübi L âzk iye'yi zaptetti ( :!mâd al-Din, Fatfa, s. 14 1; Abü Şâma, Kitâb al-raviatayn, Kahire, 1287/1288, s. 128“ * Hist. örteni, de» C r o i s IV, 361 ). 2197 son baharında, Bohemund İH. Lâzkiye 'yi, yahnt hiç değilse şehrin bir kısmını yeniden ele geçirmeğe teşebbüs etti. 1223 senesinde ha» lehliler, beşinci Haçlı seferine iştirâk eden hıristi yanların yaklaşması korkusu ile, şehir veya iç-kalesini tahrip ettiler. Bununla bera­ ber şehrin bir yan sı ( 1 1 9 7 'den itibâren) frenkîer elinde kaldı. 1275 'de Baybars, bu kısmın kendisine geri verilmesini onlardan istedi. 1281 ’de Lâzkiye, snliamn bir muahede imzalayarak burayı terketmek mecburiyetinde kalması üzerine, Dimeşk emîri Sunkur ’un hük­ müne geçti ise de, Sunkur düştükten sonra, başka bir emîr burayı Baybars nâmına yeni­ den fethetti ( 20 nisan 1287 ) ; az sonra şid­ detli bir zelzele şehirde büyük zararlara se­ bep oldu. Eyyûbfler devrinde İdarî bakımdan H aleb'e bağlı olan al-L izikiya arazisi ( bu hususta krş. Yâküt, Ma*cam, nşr. Wüstenfeld, IV, 338; Ibn al-Şihna, Beyrut iab., s. 231 ), XIII. asır sonlarına doğru, yeni kurulmuş olan Tarâbulus eyâletine katıldı ( !Omari, T a r if, s. 182, krş. R. Hartmann, ZD M G , 1916, s. 35; Ha­ lil al-ZShîrı, Znbda, nşr. Ravaisse, s. 48; D î­ vân al-inşa, Paris, arap. yazm. 4439, 94*», 152*, 243*} van Berchem, Voyage en Syrie, s. 290, not 3 ; al-Kalkaşandi, Şubh aU dfâ', IV, 145; tre. Gaudefroy-Demombynes, La Syrie, s. 113 v .d .). Arap coğrafya ve tarihçileri şehirde bir çok kadım eserlerin mevcûdiyetini zikrederler. Bu arada, L âzkiye'ye hâkim bir tepe üzerinde kâin, birbirine bağlı iki hisarın ( Bahâ* alDin, Hist, orient. des Crois., III, 110), açıl­ ması için çok adama ihtiyaç gösteren heybet­ li şehir kapısının (al-Balâzuri, ayn. esr., s. 132), ismi hâlâ şehrin şimalindeki bîr-tepenin adında yaşamakta olan Dayr al-Fârûs adlı muhteşem bir manastırın (Mas'Üdi, Murnc, VIII, 281; Dıraaşki, nşr. Mehren, s. 209; Abu ’I-Fidâ’, G & o g r nşr. Reinaud-Guyard, II/U, 35; Ibn Ba^S^a, I, 1831 al-Fâr&f şeklinde-



«4



LÂZKİYE»



tepenin adı# Ta.ll Faraş, bk. M. Hartmana, Z D P V , XIV, 16&, harita i l e) sözü geçer. Raoul de Caen, Lâzkiye 'nin kısa bir tasvirini v e rir ' {Ge&ta Tancredî, fasıl 144.; Röhricht, Z D P V , X, 316, orta çağ- frenk kaynaklarına göre, şehirde mevcut olduğunu öğrendiğimiz binaların bir listesini tertip etmiştir ). Lâzki­ ye ’nin asırlar boyunca uğradığı tahribata ve vuköa gelen şiddetli zelzelelere rağmen, tamâmiyle boşalıp ıssızlaşmış bulunmaması muhte­ mel görünmüyor. Bununla berâber şehrin İbn al-Aş ir ve Abü Şim a ( Hist. orient. des Crois., I, 720; IV, 361; ayrıca krş. Y â k ü b i, nşr. de Goeje, E G A , VII, 258 ) tarafından raedhedilen ve yine onlara göre, yağmalardan çok zarar görmüş bulanan yüksek ve güzel evleri, mer­ mer döşeli doğru yollan, daha ziyâde Posidonius tarafından v,ûXXıoxa ez'aap.svi) Jtokıç tesmiye edilen Laodikeia 'mn tasvirlerini hatır­ latmaktadır (Strabo, XVI, 753 ). Van Berchem, Lâzkiye şehrinde hâlâ görülen doğru yolların plânmm, zamanımızda çizilmişe benzemekle berâber, orta çağda da mevcut olmasına dik­ kati çekerek, bunların Şam ve K udüs’ teki bâzı doğru yollarda görüldüğü gibi, eski çağ­ dan kalma olmasını muhtemel bulmaktadır ( J A , 1902, s. 425; krş. Voyage, I, 289 v.d.). Hattâ zamanımızda bu doğru yollan ve şeh­ rin kâim zâviyeli plânını Roma imparatorluğu mimarlarına atfedenler bile olmuştur ( A. v, Gerkan, Griech. Stadtanlagen, 1924, tür. yer.; bu hususta krş. Th. Schreiber, Festschri/t fiîr H. Kiepert, 1898, s. 335— 348). Bununla berâber Cultrera, sokakların böyle kaim zâvi­ yeli bir tertibe tâbi bulunuşuna daha helenistik devir başlarında da rastlandığını ve Miletli Hippodamos ( V. asır ) ’un böyle bîr üslûbu kadîm şark mimarîsinden almış olduğunu ileri sürmüştür ( Memorie deli* Acad. dei Lincei, 5. serî, XVII, 403, 433 v.tL, 473 î Architeiiura Ippodamea; Cumont, Foızilles de Doura-Eu.ropos, Paris, 1926, s, X!X, not 4, 25 v.d,, 483). Lâzkiye 'nin osmanlı hâkimiyeti altına gir­ mesi Selim I, 'in. Mısır seferi sırasında vukua gelmiş, kalenin anahtarları, şehrin hâkimleri tarafından, hükümdara teslim olunmuş idi. Lâzkiye, Trablusşam eyâleti içinde bir sanca­ ğa merkez olmuş, bu sancak uzun zaman ilti­ zâm suretiyle idare edilmiştir. K âtib Çelebi, Lâzkiye 'yi Trablus vilâyeti mukataası arasın­ da sayar ve şehrin güzel bir limanı olduğunu kaydeder ( Cikannümâ, s. 590 ). Evliya Ç ele­ bi 'nin tasvirine göre, 300 gemi alabilecek bir genişlikte olan limanm üç tarafı, kadîm şeh­ rin harabeleri içinde, hurma bahçeleri ile kap­ lı olup, mâmûr olan saha daha şarkta, iskele­ den bin adım kadar bir mesafede bulunuyor­



du. Şehirde düz damlı 900 kârgir ev, 200 dükkân, 9 eâraî var idi ( Evliya Çelebî, Seyâkatnâme, İstanbul, 1935, IX, 388 v.d.). XIX. asrın ikinci yarısında, B eyrut-vilâyeti kurulduktan sonra, Lâzkiye sancağı buraya bağ­ lanmış idî. Birinci cihan harbinden evvelki yıllarda şehrin nüfusu 25.000 'e yakın olarak tahmin ediliyordu ve büyük tonajlı gemilerin girip*çıkmasına pek elverişli olmayan liman­ dan, yakın bölgenin meyva, hubûbat ve tütün gibi mahsûlleri ihrâe olunmakta, bir kısım haikm geçiminde, zirâat İle beraber, balıkçılık ve süngercilik de oldukça ehemmiyetli yer tutmakta idi. Harbin son ayında 1 19 teşrin 1. 1918 ) İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edi­ len Lâzkiye, daha sonra Fransa’ya devredil­ miş, 31 ağustos *920'de, Suriye, Lübnan ve Cebel Duruz İle birlikte, Levant ismi altında toplanan „mandat“ idaresi içinde »Alevîler devletine* ( Etat des A laou ıtes) merkez ol­ muş, 1936 'da Suriye ve Lübnan ’ın üç yıl zar­ fında istiklâllerine sahip olmaları esâsı kabul edilince, Lâzkiye Suriye hudutları içine alı­ narak, bir vilâyet ( m uhâfazat) merkezi ol­ muştur. Şehrin nüfusu 1922 ’de 21,100 olarak tahmin ediliyordu ( 1935 'te 25.000; 18.000'İ sünnî müslüman; gerisi alevî, ermeni, mârunî, ram, latin ve protestan). 1950'de ise, bu nü­ fus 100.000 ’i aşmış olarak kaydedilmektedir ( Lâzkiye vilâyeti t 6.301 km.2, 1950'de 502.000 nüfus). Bugünkü Suriye topraklarında, başlı­ ca liman olan L âzk iye’nin inkişâfı için gay­ ret sarfediliyor ise de, ticarî faaliyet bakı­ mından Lâzkiye, Beyrut 'a rekabet edeme­ mektedir. Bugünkü şehre nazaran daba garp­ ta bulunan kadîm L âzk iye’nin çifte suru bâlâ kısmen bakîdir. Şehrin şimâl-i garbisinde de, bir km .'deh fazla bir uzunlukta, 1860'ta Renan'm tasvir etmiş olduğu kadîm mezâristan vardır. Şehrin şimalinde, büyük bir manastı­ rın, şarkında da eski bir su yolunun harabesi bulunmaktadır. Şehrin hisarı ( Haçlıların şeh­ re verdikleri isme göre : Château de la Liche ) ise, kadîm şehir şarkında bîr tepe üzerinde, şimdiki şehrin şimâl-i şarkîsinde, bulunuyor­ du. Şehir içinde başlıca kadîm eser, kenarla­ rı sütunlu bir caddenin başka bîr yolu kesti­ ği yerde kurulmuş olan Tetrapylon idî. Şeh­ rin garbındaki eski limanın dar medhali, XIV. asırda haçlıların inşâ etmiş oldukları burçlar ile müdâfaa ediliyordu. Kısmen kaya içinde yarılmış olan eski liman, şimdikinden daha şarka ve cenûba doğra uzanıyordu. B i b l i y o g r a f y a ’. E.Honigmann, La­ odikeia No. 1 ; Pauly-Wissowa, RealenzykL, XII, 713— 718 (kadîm şehir hakkında); aîHvarizmi, Kitâb şü ratal-aH (n şr.v . Mgik,



LÂZKİYE Bibi. arab. Hist. a. Geogr l, III, 19, m*. 267 ) j ahFarğânİ, Element. Asfron. ( nşr. Golius ), s, 38; al*8attâni, Opus astronom. ( nşr. Nailine», Publ. del R, Osservai. di Brera in Milano, X L ) , II, 39; III, 237 ( nr. 122); al-Ya'lfGbi ( BGA, VII, 324 v.d .); al-Baîâzuri ( nşr. de Goeje ), s. 132 v.d .; Yâküt, Mu cam ( nşr. Wüstenfeîd ), IV, 338; Şafi al-Din, Marâşid aUitüla ( nşr. Juynboll), III, 1 ; alDimaşiçi ( nşr, Mehren), s. 209; Abu % Fidâ' ( nşr. Reİnaud ), s. 257 ; Yahya b. Sa id al-Antâki ( nşr. Rosen ), s. 16 v.d., 30, 153 v.dd„ 237 ( Zap., imp. Akad, Nauk, 1883, XLIV ); Mas udi, Marüc, VIII, 281; İbn Battuta, T ahfat aUnuzzâr (P aris tab.), I, 179 — 183; Abu n -F id r, Annales Mcslem. ( nşr. Reiske), I, 226; III, 264, 464; IV, 88, 108, 3 iğ ; V, 352; Makrizi, Hist. des Sâltans Mamlouks ( trc. Quatrem ere), II/I, 30, 20$, 221; K am il al-Din ( Freytag, ZDMG, XI, 228 ve tür. yer.); al-îdrisİ (nşr. Giidemeister, Z D P V ,V lll 23); Halil a!-?âhirî, Zabda ( nşr. Ravaısse ), s. 48 î 'Omari, Ta'rlf, s. 182 ( R. Hartmann, ZDM G, LXX, 35.); alC i an Abu ’RBa^eâ5( R, L. Devonshire, BIFAO, 1921, XX, 1 0) ; Ritter, Erdkunde, XVII/î, g2;~-932 ; Renan, Mission de Phinicie, s. i r i v.d , 825 ; M, Hartmann, Das Lima el-Ladh■ kije ( ZDPV, 1891, XIV, »51 — 255, harita, lev­ ha V I ) ; G. le Strange, Palesiine under ihe Moslems, s. 490—492; Caetani, Annali delV Islâm, III, 794, 799, 802; van Berchem, ( J A , 1902, s. 425 ); ayn. mil. ve Fatio, Voıjage en Syrie ( M IFÂO, 1913, XXXVII, 289 v.d .); Gaudefroy-Demombynes, La Syrie â Vepoçue des Mamelouks ( Paris, 1923), s. 113 v.d. { Probst, Die geogr. Verhâltn . Syriens u. PalSst. nach Wilk. v. Tyrus ( Leipzig, 1927 ), I, 25 v.d. ( Das Land der Bibel, IV, fas. 5/6 ) ; P. Jâcquot, VEtai des Alaouites ( Gouvernement de LattaquU, 2. tab., Beyrouth, 1 9 3 i), [ Bu madde BESİM DARKOT tarafından ikmâl edilmiştir j ( E. HONIGMANN.) L A Z L A R , cenûbî Kafkasya ( İber „gürcüM) menşe’Ii b i r k a v i m olup, bugün Karadeniz sa­ hili nin cenub-i şarkî kısmında oturmaktadırlar. Laz! ar m eski tarihleri, Kafkasya kavimler inin isimlerinde umûmiyetle hâkim olan k a t’îyetsizlik yüzünden, çok karışık bir vaziyette bu­ lunmaktadır: aynı isimler, asırlar boyunca, ayrı birlikleri ( veya gurupları ) ifâde etmiştir. Phasis adının Rion 'a, Çoruh ( eski Akarapsis ) 'a, hattâ A raş ’m kaynaklarına verilmiş olması da bir takım güçlüklere yol açmaktadır. En. eski yunan müellifleri lazîardan bahset­ memek tedirler, Aa^of, Aâ^oi adına ancak Hı­



LAZLAR.



*5



ristiyanlık devrinden itibaren rastlanıyor ( PBnius, Hist. N a t, IV, 4; Arrianus, Periplas, XI, 2; Batlamyus, V, 9, 5 ). Lazoinin mâlûm olan en eski yerleri Lazos şehri yahut „eski Lazika" dır kİ, Arrianus buranın mukad­ des limanın. ( Novvorossîisk ) tahminen Ğ80 stad (aş.-yk. 124 km.) cenûbunda, P ity u s’un 1.020 stad ( 185 km.) şimalinde, yâni Tnapse civarında bulunduğunu söyler. Kiesaüng 'e gö­ re, Lozoi, Ker ket aylar m bir koludur; bunlar, biristiyanlığın ilk günlerinde, kendilerine Adtğe (A d z ığ e ) adım veren Zygbinin (yâni çer kes, b. bk.) tazyiki altında, cenuba göç etmek zorunda kalmışlardır; aynı müellife göre Kerketaylar bir gürcü kabilesidir. Haki­ katte Arrianus ( II. asır ) zamanında, Lazoi Şuhum 'da oturmakta idiler. Trabzon 'un şar­ kındaki sâh ili erde oturan kavimİerin sırası şu . İd i: Colchi ( ve Sanni ), Machelones, He* niochi, Zydritse, romalılara tabî kıra! Malassus *un tebeası olan Lazaİ ( A â Ç at), Âpsilae, Abascİ [bk. mad. ABHAZ], Sebastopolis ( — Şuhum ) civarında Sanigae. Sonraki asırlarda, Uzlar o derece ehemmi­ yet kazandılar ki, bütün eski Colchis ülkesine Lazıka denildi ( Anonymus Peripius, Frag. Hist. Craec., V , 180 ). Konstantiö Porphyrogenetos ( De admin. imperio, fasıl 53 ) ’a göre, Diokletıan ( 284— 303 ) devrinde, Bosporus kıralı Sauromatus, Lazai topraklarım istilâ etti ve Halys ’e ( N. Marr, bu ismi „nehir“ mânasına ge­ len Laz kelimesi ile izah ediyor ) kadar ileriiemeğe muvaffak oldu. Lazlara tabî olan milletler arasında, Prokopius ( Bell. Got. IV, 2 ve 3 ) Abasgoiyi Suania ve Skym nia(s=Le-çhom ) bal­ kım zikretmektedir. Lazika adının en kudretli bir unsuru ifâde ve bir çok kabilelerden mü­ teşekkil bir guruba delâlet etmesi muhtemeldir. Lazlar VI. asrın başlarında hıristiyanlaştırıldılar. Justİnîan ( 527— 565 ), „Kudüs çölündeki" bir îaz mabedini tamir ettirm iştir ( Prokopıus, De aedificUs, V, 9 ) ki, mabedin bu tarihten Ön­ ce mevcut olması gerekmektedir, Lazlar kom­ şularına papaz bile göndermekte idiler ( Prokop, Bell. Go£., IV, 2 ). Colchis'teki lazlar, kıralîarma kırallık tevcih eden Roma impara­ torlarına tabî idiler ve laz kıralları da K af­ kasya 'mn garp geçitlerini şimal göçebelerine karşı muhafaza ile mükellef idiler. Diğer ta­ raftan, romalılarm ticâreti inhisarları altında bulundurma meyilleri, Colchis ahâlisi arasın­ da, memnuniyetsizlik doğuruyordu. 458'den itibaren, kıral Gobazes, romalılara karşı, Sâsânî hükümdarı Yezdigird II. ’in yardımına baş-vurdu. 539 ile 562 arasında Lazika Bizans ( Justinian ) ile İran ( Husrav I.) arasındaki meşhur savaşlara sahne oldu.



26



LAZLAR.



Bcîî s anüs 'un seferler ine iştirak eden Prokopitıs 'a göre, lanlar Phasis 'in iki sahilini iş­ gal etmekte idiler, fakat kendi şehirlerinin ( Archaeopolis, Sebastopolis, Pitins, Skanda, Şarap anis, Rhodopolis, Morchoresis ) hepsi bu nehrin şimal tarafında bulun ay orda. Hâlbuki, nehrin sol tarafı ıssız idi ve lazlarm ellerinde­ ki topraklar bir günlük bir mesafeyi aşmıyor­ du. Daha uzaklarda, Trabzon 'a doğru »Roma Pon tiklerin e" rastlanmakta idi ki, bu da, ahâlinin 1azlara değil, doğrudan*doğruya im­ paratorlara tabî olduğunu ifâde etmekte idi. Sonradan bu sahil uzun zaman lazlarm baki­ yelerini barındırmıştır. 1204 'te, Gürcistan kıraliçesi Thamar 'm ver­ diği askerî birliklerin yardımı ile, Alerios Komnenos Trabzon imparatorluğunu kurda. Bu imparatorluğun tarihi ( 1204— 1461) cenûbî Kafkasya tarihi ile sıkı-sıkıya münâsebetlidir. Gregoras ( V , 7 ) ’a göre, imparatorluk sülâle­ sinin kurucusu »Colchilerin ve lazlarm* toprak­ larını zaptetti. 1282'den İtibaren, JohannesKomnenos »şarkın, Iberya ’mn ve deniz aşırı ülkelerin İmparatoru* unvanını aldı. 1341 ’e doğru, pren­ ses Anna Anakhutlu, lazlarm yardımı ile, tah­ ta çıktı. Doğrudan-doğruya Trabzon İmpara­ torluğuna tâbî toprakların Makriaîi ’ye kadar uzandığı, Gonia'nm ise, mahallî hükümdarlar elinde kaldığı sanılmaktadır ( bk. 1376 senesi­ ne ait Mİchael Panaretos vekayinamesi ). 865 ( 1 4 6 1 ) 'te Fâtih Sultan Mehmed Trab­ zon’ u zaptetti ve bu şekilde lazlar İslâmiyet ile temasa geldiler ve bu dinin şâft'î mezhebi­ ni kabûl ettiler. Bu hâdisenin safhaları henüz bilinmemektedir. Hakikatte, Gürcistan 'm mer­ kezî bölgelerinde ( Abalçıh ) bile, İslâmiyet XIII. asırdan İtibaren, derecs-derece hâkim olmağa başlamıştır ( N. Marr, Ball. de VAcad. de St. Petersbourg, 1917, s. 415— 446, 478— 506). 926 ( 1519 ) 'da Trabzon, Batum 'un da ilâve­ si ile, ayrı bir eyâlet hâline getirildi. Bu ül­ keyi 1050 ( 1640) 'de dolaşmış olan Evliya Ç e­ lebi 'ye göre, eyâletin beş sancağı şunlar î d i ; Cani k, Trabzon, Günye (G on ia), aşağı Batum ve yukarı Batum. Lazistan 'm merkezi Günye idi ve kazaları arasında şunlar var idi: Atina C= Pazar ), Sumla, Viçe/Biçe (Wıtse) ve Arhavi ( Evliya Çelebî ve Cikannümâ ’nm tercümesi; Falmerayer, Or iğin alfragm en te, A bk . Bay er. Akad,, 1846). Kâtib Çelebî ve Evliya Çelebî Kafkasya bas adlarındaki ses benzerliğine al­ danıp ( Vivien de St. Martin de böyle yanıl­ mıştır ), Lezgi ve Laz kelimelerinin aynı olduğu­ nu ileri sürmüşlerdir. EvİiyS Çelebî Trabzon ’a »eski Lezgi vilâyeti* diyor. Kâtib Çelebî de, bölge kavimlerini ( » L ezgi*), yâni Megril ( mingreliler ), gürcüler, abbaz ( abaza ), çer-



kes ve lazlan saydıktan sonra, bu sonuncula­ rın Trabzon’a en yakın bir yerde oturdukla­ rını ekliyor, Trabzon 'un cenub-i şarkîsinde, Çepni dağlarındaki »İran şahma mabut gibi tapan (m üfrit şiirler)* ve lazlar ile birlikte yaşayan1*( müşUrik ) türkterden bahsetmekte­ dir. Kâtib Çelebi ve Evliyâ Çelebî, Trabzon ’un 41 nahiyesinden çoğunun itaatsizliği '"yü­ zünden eyâletin kıymetten düşmüş olduğunu ileri sürmektedirler ( Cikannûmâf s. 429; Ev­ liya Çelebî, II, 81, 83 v.dd.). Lazistan derebeylerinin istiklâline ilk darbe XIX. asırda Trabzon valisi Osman Paşa tara­ fından indirildi t fakat, bu seferden sonra oraları gezen Kocb, hürriyetleri azalmış ol­ makla beraber, derebeyleria çoğunu yerli ye­ rinde bulmuş idi. Kocb onbeş derebeylik sayar: Atina ( Pazar, iki ), Bulep, Artaşin ( Ardaşen ), Viçe, Kapiste, Arhavi, Kisse, Hopa, Makria ( Makriaîi ), Gonia ( Günye ), Batum, Maradit ( M aradidi), Perlevan ve Ç at derebeylikleri. Bu son üç derebeylik topraklan, Çoruh üze­ rinde, bu nehir vadisini asıl Lazistan'dan ayı­ ran dağın ardında idi. Lazistan derebeyleri arasında, Hemşin'in, yâni İslâmlaşmış ermenilerin oturduğu Kaîopotamos ve Furtuna yük­ sek vadilerinin hâkimi de bulunmakta idî. Ermeni tarihçisi Lewond ( trc. Cfıahnazarian, Paris, 1856, s. 162 )*a göre, bu ermeniler Amatuni sülâlesine mensup olan hükümdar Hamam Uo birlikte, imparator Konstatin VI. (780—797 ) zamanında, bu bölgede yerleşmişler­ di ve eski Tambur, Haraşin < Hamamşen »Ha­ mam tarafından kurulmuş* adını aldı. Clavijo (1403— 1406, Petersbarg, 1881, a. 3 8 3 )'nun »tierra de Arraquiel* dediği yer burası ol­ malıdır; C İayijo'ya göre, beyleri Arraqu:el ( Arakel ? ) 'den memnûn olmayan ahâli İspir müslümanlarına tâbî oldular. Bugün Hemşinİİler müslümandır ve yalnız bopali olanlar erme niceyi unutmamışlardır. Bir Hemşin lü­ gati Kıpşidze tarafından neşredilmiştir. Vilâyetin teşkilâtının kurulması " sırasında, Lazistan sancağı Trabzon vilâyetine bağlandı: merkezi Önceleri Batum idi, fakat Batum'un ruslar tarafından 1878 'de işgalinden sonra, sancağın idaresi Rize ( Rhizaion) 'ye nakledil­ di, [ Bugün Türkiye cümhûriyeti mülkî taksi­ matında, burada Çoruh ( Artvin ) ve Rize vilâ­ yetleri bulunmaktadır.] Laz tâbiri, Türkiye ’nİn garbında, fark gö­ zetilmeksizin, Karadeniz 'in eenûb»i şarkî kıs­ mındaki ahâliyi ifâde için kollanılır, halbu­ ki hakikatte, kendilerine laz diyen ve lazca konuşan halk, bugün Hopa ve Pazar ( » A t ın a ) kazalarında otarmaktadır. Batum ’us eenû» bunda «x sayıda Laz vardır kİ, baslar türk hu­



LAZLAR. dudunu Sarp ( Çoruh munsabmra eenûbn) ’a getiren 16 mart 1921 tarihlî türk-rus anlaşması gereğince T ürkiye’ye alındılar. Lazlar gayet iyi denizcidirler; aynı zamanda zirâatle de ( pirinç, mısır, tütün, meyve ağaç­ lan , çay ) meşguldürler. 1914'ten önce, bir çok laz hayatlarını, Rusya 'da ekmekçilik ede­ rek, kazanmakta ve sonradan müslümanlığı kabûl ettirdikleri rus kadınları ile evlenerek, memlekete dönmekte idiler. Lazlar dinî mu­ hafazakârlıkları ile meşhurdurlar. Türk ata­ sözleri ve Karagöz oyunları çok zaman lazları alay mevzuu olarak ele alırlar ( Lazlarm termonu—müslüman yem ez onu.: termeni »lapa* yunanca dsçuoç 'tan gelmektedir.) Laz dili ( gürcü dilinin bir benzeri olan) mingreîi diline çok yakındır; fakat N. Y . Marr, bulduğu bir takım husûsiyetlere daya­ narak, bunu bir dilden ziyâde mîngreli di­ linin bir lehçesi saymaktadır. Bu müellif, Laz-mingreli gurubunda, eski ermenicenm (grabar) Hind-avrupâî oîmıyan unsurları ile benzerlikler görmektedir. İki laz dili vardır: Şark ve garp İazcası; ayrıca daha küçük kot­ ları ( meselâ Çhala leh çesi) da mevcuttur. Laz dili baştanbaşa türkçe kelimeler üe dolu­ dur. Yazılı edebiyatı yoktur, fakat Lazistan 'da mahallî şâirler yetişmiştir ( Reşid Hilmî Pehli­ van oğlu v.b.). Lazlar şimdi kendi dillerini unutmakta ve bir türk şivesi konuşmaktadır­ lar ( bk. Pisarev, Zap., 1901, XIII, 173— 201) ki, bunda sesli harflerin ahengi kaybolmakta­ dır (bk. örnek, N. Y. Marr, Teksti i rozıska niya, Petersburg, VII, 55 ). Gürcüler lazlara ç’an deler; lazlar bu­ nu bilmezler. „Ç 'a n " herhalde yunanca Sannoi/Tzannoi kelimelerinin aslıdır ve Samsnn sancağının eski adında yaşam aktadır; Ca­ ni k. Tarihî bakımdan lazlar üe ç’anlar, ara­ sındaki sıkı akrabalık bağlarına rağmen, bir­ birlerinden ayrılmış görünmektedirler. A rrianus zamanında, Sannoi trabzonlulann en yakın komşuları idi. Bu müellifin eserinin bir yerinde ( bk. C. Mülier, Geogr. graeci mînores, Arriani p e r î p l S 'deki müphem iza­ hında ) O f deresini Kolchiler ( Laz ? ) ile övavvız-rç ( ? ) arasında hndut olarak gösteriyor. Koch, O f ahâlisinin »husûsi bîr dil ( ? ) * ile ko­ nuştuklarım ve Marr 'a göre de ( Atina civarın­ daki ) Hoşnişın ahâlisinin de anlaşılmaz bir dil kullandıklarım söylüyor. Procopıus 'a göre, »şimdi Tzannoi adını taşıyan Sannoinin", Çoruh vadisini denizden ayıran dağların sahil bölge­ sinde idi ( Paryadres dağ silsilesi ki, bugünkü türkçede Parhar/ BaJhar olarak yaşamaktadır ). N. Y . Marr ';n araştırmaları göstermiştir ki, Ç'an/Tzannoiîer önceleri Çoruh havzası île sağ



*7



sahilindeki tabileri arasındaki kısmı içine alan geniş bir sahayı işgal etmekte idi; burasını muvakkat bir zaman için ermeniler ve nihayet gürcüler ( K h arth li) almışlardı. Trabzon vekayinâmeleri lazları »Tsianidlerden* ( TÇıaviöeç) ayrı tutmakta devam ediyorlardt. Bu sonun­ cular, müslümanlar ile hürleşerek, 1348'de, Trabzon topraklarına hücûm ettiler Ve 1377 'de imparator tarafından cezalandırıldılar. Bu devrede Tzıanidler Trabzon'un cenûb-i garbisinde olmalıdırlar ( zâten Canik sancağı bu şehrin garbındadır). Böylece gürcülerin lazîara Ç'an demeleri iki kabilenin birbirine karıştırılmasından ileri gelmiştir ( hakikî Ç ’an­ lar L azistan’ın cenup ve garp kısımlarında yaşarlar) ki, bunlardan biri sonradan Trab­ zon'un garbına çekilmiştir. B i b l i y o g r a f y a m Guruplanmış ola­ rak, belli-başh bizans kaynaklan için bk. Dietrİch, Byzantinische Quellen sur Landerund Volkerkunde (Leipzig, 1912), I, 5^— 58; Dubois de Montpereuz, Voyage auto ur da Caucase (P aris, 1839 ), II, 73 ve A tlas,seri I, levha X I V : Lazistan savaşlarının vukû bul­ duğu yerlerin haritası; Vivien de St. Martin, Etüde» de geographie ancienne ( Paris, 1852), II, 196— 218: Etüde sar la Laziçae de P rocope; Hermaan, Lazai ve Kiessüng, Heniochoi ( Pauly-Wîssowa, Real-Encyclo pâdie% XXIII, 1042 ve VIII, 258— 280 ) ; Koch, VZandcrungen im Oriente ( Weİmar, 1846/ 1847), II: Reise im pontİschen Gebirge; Bianchî, Viaggi in Armenia, Kurdistan e Lazistan ( Milano, 1863; müellif asıl Lazistan *1 gör­ m em iştir); Kazbek, T t i mesyatea v turetskoy Grazii ( Zap. Kavk . ötd . Geogr. Obfç Tiflis, 1875), X/I, t — 140; Deyrolle, La­ zistan eî Armenie ( Toar da Monde, 1875/ 1876); Vivien de St. Martin, Lazistan (IVouv. Dict. Geogr. Üniverselle, Paris, 1887); Prosknriakov, Zametki o tartsil ( Zap. Kavk. ötd. geogr. o&yp„ Tiflis, 1905, X X V ) ; N. Y . Marr, îz poezdki v iaretskiy Lazistan ( Bull, de VAcad. Imp. des Science» de St. Petersbourg, 1910, s. 547— 570, 607— 633); ayn. mil., Gruzin, pripiski greç. Evangelia iz koridii ( ayn. e$r., 1911, s. 217 ) ; ayn. mil., Krefçeniye armian. . . ( Zap., 1905, XXVI, 165— 171); G. Vechapeli, La Georgie Turque (B ern, 1919, s. 1— 52). L a z d i l i için bk. G. Rosen, Über die Spracke d. Lazen ( Abh, Bayr. Ak. W., 1843, Phil.- Hıst. Klaase, s. 1— 38; Peaeock, Original vocabularies o f S ısesi-caac. language* (J R A S f 1887, XIX, 145— 15 6 ); Adla­ nan, Etüde »ur la langue taze ( MSL, 1899, X, 145— 160, «28— 240,364— 401, 4 0 5-4 4 8 );



28



LAZLAR -



N. Y. ^Marr, GrammatUca ç*anskago ( lazska go) ■ yazıka ( Petershurg, 19x0), XXVIII, 240 (gramer, müntehabât, lügatçe ); Kipşidze, Dopoln, svedeniya o ç'anskom yazıke ( Petersburg, 19 u )• t V. MîNORSKY.) ■ L E B B E Y K E . [ Bk. te l b Iy e .] L E B ÎD . LABÎD b. R a b Fa A b u ‘A ç Il ( ?.— ■ 661 ? ), İslâmm ilk devirlerini de idrâk eden ( muhairam ) c â h i l i y e d e v r i a r a p ş â i r i. Bani ‘Am ir ‘in, dolayısı ile, Kays-HavSzin ‘in bir kısmım teşkil eden Kilâblarm kolların­ dan Bani C a'far ‘e mensup idi. İbn Sa‘d ( VI, 21 } ‘e göre, 40 (660/661) senesinde Muâviya ‘nin Haşan b. A li ile sulh yapmak için, alNuhayîa 'ye muvasalat ettiği geee olmuştur. Noldeke ( F ü n f Mo’ allagat, II, 15 ) *nin doğ­ ruluğuna kanı olduğu îbn Hacar gibi bâzı müellifler, şâirin ölüm tarihini hicretin 41 ve diğerleri de 42 senesi olarak zikrederler. Söy­ lendiğine göre, son derecede yaşlı olduğu hâlde ölmüştür ( al~Siçistâni, Kitâb aUma‘ammarin, nşr. Goldzİher, fasıl 61 ); filha­ kika şiirlerinde ekseriya geçkin yaşma dâir imâlarda bulunmaktadır. Fakat doğum tarihini ancak tahmin yolu ile tesbıt etmek mümkün­ dür. Labid, 600 ‘den Önce bile, kabilesi içinde, hitabetindeki suhulet He ehemmiyetli bir mev­ ki kazanmış gibi görünüyor. Daha pek genç yaşta iken, al-H ira hükümdarı, Abü Çâbüs Nu‘mân ( aş.-yk. 580— 602 ) 'm sarayına giden ka­ bilesinin murahhas heyetine iştirak edecek ve hükümdar, dostu Abü Rabi! b. Ziyâd a l-A b si ( Labid 'in annesinin mensup olduğu kabileden idi ) tarafından Bani ‘Âm ir 'in aleyhine dön­ müşken, Labid racaz bahrinde yazdığı bir hiciv ile Abü Rabi“ i, hükümdarın nazarında o kadar küçülttü ki, hissiyatı Bani 4Am ir ’in lehine Çevrildi, Labid ‘in hicvinde, yüzüne vurduğu meseleye karşı kendini müdâfaa isteği ile, Numân ‘m nedimine verdiği cevaptan alınmış bir beyit^ darb-ı mesel hâline gelmiş idi (b k. al-Mufazzal, al-Fâhir, 1, 41 y.d .; al-'Âskari, Amsâli Maydâni haşiyesi, II, 117, 7— 18; al-Maydâni, II, 33; K, aUAğânlt X V, 94 v. dd., 91 v. dd.; XVI, 22 v. d., 21 v. d d .; ‘Abd al-Ksdir, Hizanat al~adab, II, 79 v. d d .; IV, 171 v* dd.). Sonraki şiirlerinde Labid, be­ lagatı ile, kabilesine hizmet etmiş olmakla sık-sık- pğünür. Labid meşhur bir şâir olduğu zaman da kabilesine sâdık kaldı ve çağdaşı al-A 'şâ gibi, gezici bir şâir olmağı küçüklük saydı. Fakat Peygamberin zubûru, onda bütün benliğini alt-üst eden bir sarsıntı husule ge­ tirdi, Müslüman olduğu tarihi, kat’î olarak, bilmiyoruz. Daha hicretin 8. yılında, cemâziyelâhir ayında, kabilenin reisleri ‘Âm ir b. Ş a'şaa, ‘Âm ir b. Tufayi ve L a b id ’in üv e y i



LEBÎD. kardeşi olan Arbad b. Ç ays ’ın, kabilelerinin yeni siyâsî teşekküle bağlanması için, müzâ­ kerelere giriştikleri, fakat bir netice alama­ dıkları sanılmaktadır ( bk. Caetani, Annali, II, 9® v*dd.). Bundan bir az sonra, söylenildi­ ğine göre, ‘Amir h. Tufayi ve Arbad b. Kays meş’üm bir akıbete uğramışları ‘Amir^veba­ dan ve Arbad de yıldırım çarpmasından öl­ müştür [ al-Âmidi, al-Mu'talif va ‘l-muhtalif, Kahire, 1354, s. 25 ]. Bu sonuncu rivayet, La­ b id ‘in, A rb a d ‘in ölümü üzerine söylediği mersiyesi ( Divân, nr. 5 ) ile te ’yit ediliyor gibidir. Buna mukabil, Arbad ‘in Peygamberi öldürmek niyeti ile, itham edilmesine hiç bîr şekilde inanılamaz. Bu doğru olsa idi, Labid ona bundan başka daha bir çok mersiyeler yazmayacak ve onları D ivân ‘ma, muhakkak ki, almayacak idi. Hicretin 9. yılında kabi­ le Medine’ye yeniden bir hey’et gönderdi. Hey'ete Labid de iştirak ediyor idi. Bu defa bir anlaşmaya varıldı. Söylendiğine göre, Labid o zaman İslâm dinini kabûl etmiş bu­ lunuyordu. Çok zaman sonra Küfe ’ye gitti ve orada Öldü. Ailesi içinde yalnız kızının onun şairliğini tevarüs etmiş olduğu söyİenilmektedir ( bk. al-Maydâni, II, 49, 13 v.dd. j al-Guzüli, Matâîf al-budür, I, 52, t v . dd,). Labid ‘in şiirleri arapîar tarafından çok tak­ dir edilmiştir. Daha sağlığında, al-Nâbiğa Labid % Muallaka ‘sim kasdederek, araplarm veya hiç olmazsa kendi kabilesi, H avâzin’in en büyük şâiri saymıştır. Labid de kendi­ sinin, İmru1 al-Kays ve T a ra fa ‘den sonra, araplarm üçüncü şâiri olduğunu İddia etmek­ tedir, Al-Cunaahi ( fabafcat al-şuarâ\ nşr. Hell, s. 29 v. d.) de onu, Nâbiğat aI-Ca‘ di, Abü Zu’ayb, al-Şammâh ile birlikte, üçüncü tabaka câhiiiye devri şâirleri araşma koyar. Labid, kasidede olduğu kadar, hicviyede ve mersiyede de muvaffak oluyordu. Kasidele­ rinden biri Mu^cdla^ât mecmuasında yer al­ mış ve Noldeke ( F ü n f Mo’alL, H, 5 1 ) tara­ fından, bedevi şâirlerin yarattığı en güzel eserlerden sayılmıştır. Labid, büyük tahammül gösterilmekle öğünülen. içki âlemlerinin pek hoş sahnelerini çiz­ mekte olduğu kadar, lâtif bir şekilde, avcının önünde yaban eşeklerinin ve ceylanların ka­ çışlarım veya onların köpekler ile mücâdelesi gibi, hayvanlar âleminden alınmış an’anevî sahneleri de tasvir eder. Diğer taraftan, eski­ den yalnız an’anevî bir nevî olduğa için, nasîb ile meşgul olmuş- görünüyor. Labid, san'atkârâna yapılmış girift bir tezyinâtâ benzettiği of/af tasvirlerinin lehine olarak, aşk mevzuunu ikinci plâna atar. Aynı zaman­ da, sulama işlerini, hurmalıkları, kendisi İğin



LEBÎD dâima güzel tasvirlere «esile olan yurdunun hâtıralar mı anmağı da sever. Hattâ bu çeşit bir hâtırasını anarak, orta Arabistan Man Bas­ ra körfezine kadar devam eden bir yolculu­ ğun ( bk, v. Kremer, ayn. esr., s. t a ) tam bir tasvirini verir (D tv â n , ar. 19, beyit 4 v. d d .). Kendisinden biraz daha genç olan çağdaşı Abü Zu’ayb gibi, o da sevgili karısı­ na hitap eder ( Muallaka, V, beyit $5 v. dd.) ve böyîece nasib 'i ve kasidenin belli-başh kısmım tam bir insicam İçinde kalıba döker. Fakat bu şekil, onun İçin, sâdece bîr başka tasvire geçişten ibarettir. Onun şiiri, Peygam­ berin zuhûrundan önce, şâirin mısralarında sıksık rastlanan dinî bir his ile, câhiiiye devri­ nin diğer şiirlerinden ayrılır. Meselâ, Zuhayr *in nzun ömrünün tecrübeleri neticesi olan amelî hikmetleri, şüphesiz dokunaklı bir dil ile, fakat yer-yer bize anlatmasına karşılık, Labid böyle hâllerde dâima dinî bir eda ta­ kınır. Onun bıristiyanlığı kabûl etmediği mu­ hakkaktır. v, Kremer gibi, biz de Labid *in şahsında, Sîra ’ntn lıa n îf’i vasfının bir mü­ messili olmaktan başka bir şey bulamıyoruz. Onda, daha Peygamberden Önce, Arabistan 'da bıristiyan kilisesinin vaizleri ile pek ya­ yılan ve ahlâkın temeli olan Allaha imân he­ yecanlı bir tarzda ifâde edilmiştir. Pek tabi’î olarak, bu türlü yazılar müslüman râvîler için kolayca yapılabilecek genişletmelere hareket noktası oldu. Nihayet daha sonraki bir müellif ona Abu ’l-'Atâhiya 'nîn bir beytini isnat edecek kadar ileri gitmiştir ( nr. 18 ). Fakat Divân V sın pek çok yerleri Kur'an 'dan mülhem ola­ rak yazılmışa benziyor. Onun müslüman olduk­ tan sonra şiir yazmadığı rivayeti tamamen asılsızdır ( bk. İbn Sa'd, VI, 3 1 , 4 î bu bilgi sonradan sık-sık tekrarlanmıştır; meselâ bk. al-Ğuzüli, MatâlV, I, 5a aş.) j Divân 'ındaki 21. ve 53. şiirlerin, ancak şâirin Ölümünden bir az Önce söylenmiş olması ( K . al-Ağânî, XVI, 101 ) bunun aksini göstermektedir. Yine bunun gibî, bir şiirindeki cennet tasviri ( D i­ vân, s. 3, 4 ) muhakkak ki, tıpkı bu tasvire tekaddüm eden ve insanların bütün yaptıkla­ rının defterinin tutulması fikri’ gibi, ancak Kttr’a n ’ m nazil oluşundan sonra yazılmış ola­ bilir. 39 ve 41 numaralı şiirlerinde { bu sonun­ cunun 11. beyti, eğer metne sonradan katıl­ mış bir parça sayılmaz ise, daha İbn Kutayba tarafından, şâirin ancak İslâmî kabûlünden sonra yazılmış bir beyit addedilmiş idi ) nasib *i dinî'-m e vizeler ile değiştirecek kadar ileri gitti. Böyiece insan hayatının fâniliği hak­ kında öğütler ile dolu yeni bir edebî nevi ortaya koydu. Buna yaparken, Kur*an 'ın ya­ nı sıra, ayrıca A d i b. Zayd'in daha önce



LEK.



29



hıristiyan mev’izeîerinden mülhem olan eserle­ rini de örnek tutmuş olması mümkündür. Bu tasvirlerde vaaz ve nasihati, bir kadının ağır ithamlarına karşı, Tarafa'nin Afur'allama ’smda olduğu gibi, kendisini müdâfaa etmek gerekti­ ği zaman da yine en eski Örnekleri alır. Bu­ nunla beraber Tarafa ’nin şiirinde mev'ize ancak kasidenin bir kısmını teşkil eder. K. al-Fihrist (s. 158) ’e göre, Labid’in Divan'ı al-Sukkari, Abü 'Anar al-Şaybâni, al-Aşma'i, al-Tüsi ve İbn al-Sikkit gibi, en büyük -arap dilcilerinin tetkik mevzuu olmuştur. Bütün bu rivayetlerden, sâdece TSsi ’ninki, aş.-yk, yarım olarak, bir şerh ile birlikte, bize intikal ede­ bilmiştir. Hâiidi 'nin yazmasının ( aş. bk.) içe­ risinde muhafaza edilmiş olan bu nüsha h, 589 tarihini taşımaktadır. Diğer bütün yazmalar çok daha sonraya aittir. Bunlar, Leiden, Strassburg yazmaları ile, bugüne kadar istifâde edil­ memiş bulunan ve J, Helle tarafından neşre­ dilen Abu Zu’ayb Divân 'mı da ihtivâ eden Kahire yazmasıdır. B i b l i y o g r a f y a îbn Sa'd, K , alfahakât, V, 120 v. d, ve VI, 30 v.d .; İbn ICutayba, K, al-şı ir va ’l-şuarâ, s. 148— 156 ; Abu H-Farae al-îşfahlni, Kitâb al-Ağanı2, XIV, 90 —98; aî-Suyüti, Şark şavahid alMağni (K ahire, 1322), s. 56; Dîvân La­ bid al-Am iri rivâyat al-Tusi, a l-fa F a t al'ûlâ bi-hasb al-nusha al-mavcüda Unda tâbi ihi 'l-Şayl} Yusuf Ziya' al-Dîn al-Hâlİdî alMakdisî ( Wien ), ai-Cavâ’ib, 1297 ; A. von; Kremer, Öber dze Gedichte dea Labyd (S . B. A h Wien, XCVHI, nr. a, s. 555— 603); Divan des Lebtd, zzoeiter Teil, tiach den Handsckriften zu Strassbarg und Lei­ den mit den Fragmenten, Oberzetzung und Biographie des Dichters aus dem Nacklass des D r . A . Huber ( nşr. Cari Brockelmann ), Leiden, 1891 ; Die Gedichte des Lebtd nach der Wiener Ausgabe übersetzt und mit Anmerkungen versehn aus dem Nachlasse ■ des Dr. A , Huber (n şr. Cari Brockelmann), Leiden, 1891 ; Die MotaUaqa Labid s über­ setzt und erki cırt ( Tb. Noldeke, Fünf Md*allagât, SB Ak. Wıen, Ph. hist. Kh, CXLII, nr. V, 1900); Brockelmann, GAL± I, 36; Suppl., I, 64 v.d,; R. A . Nicholson, A Literary History o f tke Arabs, s. 119 v. dd. ( C . BROCKELMANN.) L E K . L A K , s. İ r a n ' d a k i k u r t k a b i ­ l e l e r i n i n en c e n û p t a o la n gnrnbu. Zayn al-A bidin 'e göre, adları ( Lek, çok za­ man Lekk ) farsça tek ( „loo,ooo“ ) kelime­ sinden gelmektedir. Leklerin başlangıçta sa­ yıları 100.000 'i bulmakta idi. Bu kabile Zand [ b. bk,] sülâlesinin kendisinden çıkmış



3o



LE&



olması bakımından ehemmiyetlidir. Lek gurubu, şimalî L uristân’da oturmakta olup, vücut yapısı ve ırk bakımlarından aralarında ben­ zerlik olan Lürlar İle çok zaman birbirlerine karıştırılmışlardır ( Zayn a î-A b id in ’de : Mor­ gan ). Fakat tarihî mutalar, Löklerin bugün­ kü topraklarına çok daha şimalden göç ettik­ lerini göstermektedir. O. Mamı ’a göre, Lekki dilinde, Lüri lehçesinin değil, kürtçenin hu­ susiyetleri vardır [ bk. mad. LUR ]. Çirikov, Lur İle Lekîerin ayrı-ayn lehçeler kullan­ makta olduklarım ve birbirlerinden nefret et­ tiklerini söyler ( Putevog jurnal, Petersburg, 1875, s. 227 ). Lekler, Şaraf-nama ( î, 323 ) 'de, Zandlerin yam-başında, îr an ’a tabî, ikinci dereceden kurt kabileleri arasında görünmektedir. Rabino 'ya göre, L e k le r ' Şâh ‘Abbas-’ın em­ ri üzerine, Lnristân ’a yerleşmişlerdir. Şâb ‘Abbâs ’ın gâyesi, bu şekilde, eski atabeg Şâhverdı ( Târify-i talam-arö, s. 369 ) ’nin ak­ rabaları arasından seçtiği L uristân’m yeni valisi Husayn Hân ’a başka bir destek sağla­ mak idi. Bu kabilelerden Silsila kabîlesi Önce­ leri Mâ h i daşt ( Kirmanşâh ’m cenûb-i garbi­ sinde ) 'te oturmakta idiler; D illin kabîlesi, adını, İH. (IX .) asırda Luristân’m şimalinde [ bk. mad. SULTÂNÂBÂD ] malikâneleri bulunan Abü Dulaf [ bk. mad. AL-çÂSiM B. *ÎS ] 'ten almakta id i; Zohâb [ b. bk.] ve aynı zamanda Luristân ’daki Bacilânlar Musul ’dan geldikleri­ ni ileri sürmektedirler ve şüphesiz tek bir ka­ bile teşkil ederler. Luristân kolunun, Şâh ‘A b­ bâs zamanından beri, Lekler arasında yaşarken, Kurmanci lehçesi yerine Lekki dilini ikâme ettiği sanılmaktadır. Şah ‘A b b â s’tan sonra bile, bir çok Lek kabîlesi Luristân dışında kaldı. Zayn al- bidin (X IX . asrın başların­ d a), Lekîerin arasında şu kabileleri zikr­ ediyor i Zandler, Mâfiler, Bacilânlar ve Zandi-yi kele ( ? ) , Karim Hân Zand, bu so­ nuncu kabileye ( S. Schindler ’e g ö r e : Begele ) mensup idi ve Sultinâbâd yolu üzerinde Davlatâbld ’dan tahminen 30 km. uzakta bulunan Periye (bugün P e r i) ’de doğmuş idi. Karim Hân, Şîraz ’a gidince, Bayrönvand 'deki Lek kabilesini'■ oraya getirtti. 1212 ( 1797 ) ’de Bayrâvandler ile Bacilânlar, iktidarı Kaçarlar­ dan geri almak ümidi ile, Zandli Muhammed Han 'ın tarafını tuttular ( H. J. Brydges, A History o f Persîa, London, 1833, s. 46, 58; R. G. Watson, A History o f Persîa, London, 1866, s. 116). Kaçarlar zamanında Lek ka­ bilelerinden bir çoğu dağıldı. Zan diler ke­ men tamamen ortadan k a lk tı; 1850 ’ye doğ­ ru, Hânikin ’H Bacilânlar arasında bunla­ rın bakiyelerine rastlanmıştır (H urşid Efen­



di, Sigâkat-nâma-i hudüd, rusça trc., s, 112, 221). Kirmânşah’m cenûb-i şarkîsin­ deki Dorü-Farâmân bölgesinde hâlâ bir kaç Zand Şilesine rastlaşmaktadır ( R M M, XXXVHÎ, 39). Puşt-İ K ü h ’k ‘Amaîalerîn bir kolu, K arim ' Hân kabilesinden geldiğini İleri sürmektedir. Bugün MâfîHere Varanım, Tahran ve Kazvin 'de rastlanmaktadır. O. Mann ve Rabino’ya göre, bugün, Luristanîı Lek kabileleri şunlardır: Silsila ( 9.000 aile ), Dilfân ( 7.470 aile ) Tirhân-Amrâ'i ( 1.582 a ile ) ve aynı zamanda Bâlâ-Giriva gurubuna dâhil Dâlvand ( 1.000 a ile ); hepsi tahminen 15.000 çadırdan ibarettir. Bayrâvandler ve Dâtvanlar, Hurramâbİd’m şarkında, buradan geçen nehrin kaynağı civarında yaşamaktadır­ lar; Silsila ve Dilfân kabileleri güzel A liştar ve Hava ovalarını işgâl etmektedir. Tirhân kabileleri ise ( şüphesiz *= Tarhân, yâni »ver­ giden muaf" ), Saymara ’nm sol sâhilı ile, Hurram âbad’dan gelen sol tâbiinin aşağı kısmın­ da bulunmaktadır, Lek kabilelerinin işgâl et­ tiği ve Luristân ’ın şimal ve şimâl-i garbi kısmım ihtiva eden topraklara bâzan Lekistan denilmektedir. Lek kabilelerinin birbirine bağlılığı, daha 19x4 'ten önce, Süsü a, Dilfân ve Tirhân kabi­ lelerinin ‘Am râ’i kabilesinden N azar ‘A li Han ’m idaresi altında toplanmış olmaları ile de sabittir. Kabile ve dil bağlarına bir de din unsuru eklenm ektedir; çünkü Dilfânlar ve Tirhân'h ‘Amaialarm çoğu çok müfrit bir şi*î mezhebi olan Ahi-i H a ^ 'tandırlar ( krş. SUL­ TÂN İSH£ ). B i b l i y o g r a f y a ' . E. Beer, Das Tarikh-İ Zendije ( Leîden, 1888), s. XVIII, XXVI; Zayn al-A bid in Şirvâni, Bastan alsiyakat (Tahran, 1315), s. 522; O. Mann, S kizze d. Lurdialekte ( S B  k . Wien, 1904, s. 1173— 1193); agn. mil., D ie Mundarten d. Lur-Stâmme (Berlin, 1910), s. XXII— XXIV, müellif, »Lekki" dili konuşan kabi­ lelere, Kirmânşâh’taki Kalbur ile Puşt-i Küh 'takı Makileri de eklem ektedir; Rabıno, Les iribaş da Luristân ( R M M, 19x6 ) ; Minorsky, Notes sur la seete des A h l-i Hakk ( R M M ,; XL, 56). 3. Lek, aynı zamanda orta Dağıstan'da, şarki Koy-Su üzerinde oturan G â z i-G u m u kların [ bk. mad. KAZI-KUMUK ] kendilerine ver­ dikleri isimdir ( bk. mad. DAĞISTAN; Erckert, Der Kaukasus and seine Volker, Leipzig, 1887, s. 248— 257 ve Dirr, Die keutigen Namen d. kaukasisehen Volker, P e t Mitt., 1908, s, 204— 2x2). Diğer taraftan ermenicedeki Lek ve gürcü dilindeki Lek-ı ( cem. L ek-ebi) kelimeleri Da­



LEK -



LENKERAN.



ğıstan dİ Had e ki Lezgi/Legzİ mânasına gelmek­ tedir. Bu son isim» önceleri, Samur ’ua kay­ nağında oturan Küre dağlıları ve sonra da, her ne kadar hiç bir kafkasyalı millet kendisine Lezgî/Legzı demiyor ise de, dağıstanlılar ara­ sında yayılmıştır. Marquart, Beitrâge *. Geschichte and Sage vt E r a n { Z D M G , 1895, XL!X ) ?da arapça al-Lakz kelimesinin Lek ( ya­ hut la k ) kelimesine farsca - sİ ekinin eklen­ mesi suretiyle meydana geldiğini iddia etmiş­ tir. Krş. Sag-zi »SîstanUlar". ( V . MiNORSKY.)



L E K N A V . [Bk. l a k n a v ,] L E M T A . LA M TA , BarSnis menşe'H büyük b e r b e r k a b i l e s i . Arap ve berber nescb âlimlerince, menşeleri kat’î olarak bilinme­ mektedir. Bu âlimler, sâdece, Lamtakrın Şanhaca» HaskÜra ve Gazülaier ile akraba olduk­ larım söylemektedirler. Başka âlimler ise, Lamtaları, Havvara ve L avltaler gibi, Himyarİ bir raenşe'e bağlarlar. Lambalar göçebe bir kabile olup, efradı yüz­ lerini liğâm [ b. bk.], ile örterlerdi ( mulagşimün ). Kabilenin bir kolu Mzâb ’m cenubunda, garptaki Massüfa ile şarktaki Târgaler ( = Tua re g ) arasında oturmakta idi. Bunların Nıger havzasına kadar uzandıkları sanılmaktadır, F as'ın cenubunda, Süs Ha Gazüla ile birlikte göçebe hâlinde yaşayan Lamtalara rastlanraakta idi. Ma'kil âilesine mensup göçebe araplar buralara gelince, Lamtalarm iki kolu tamâmen Zavi Hassan kabilesinin hükmü al­ tına girdi i geri kalan kolları da, Zavi Hassan ile birleşen Gazalaİero mukavemet edebil­ mek için, Ma' kilere mensup bir başka kabile olan Şabânât ile ittifak ettiler. Süs Lambalarının toprakları üzerinde, V adi Nül ( bugün V âd N ün) munsabtnda, Lamta­ larm ticâret şehri olan Nüi bulunmakta id i; burası, büyük Sahra Man gelirken rastlanan İlk. meskûn yer id i; bir çok faslı hükümdar sülâlesi bu şehirde sikkeler bastırmışlardır. Sicüm âsa'da yerleşmiş olan ve Abu ‘ İmran al-Fâsi ’nin şakirdi fakîh V aggâg !bn ZaliÛ, Lamla kabilesine mensup olup, Murâbıt devle­ tinin kurucusu ‘A b d Allah b. Yâsîn al-Gazûli onun şakirdi idi. Lamta ülkesi» Nüi'da, Lamf gazali derisin­ den yapılan lamtlya kalkanları ile meşhur idi. B i b l i y o g r a f y a al-îdrisi, ai-B akri; İbn Haldun {Kitâb aU'ibar), bk. fih rist: Lamta ve N ül; Leon i’Afrîcaine, DetcripHon da V Afriqut ( nşr. S ch efer), III, ay*, 437. ( G. S. COLIN.) LEM TÛ N E . LAM TÜNA, Şanhâea ırkî gurubuna mensup büyük bir b e r b e r i k a b i ­ l e s i olup, yüzİ erini İfşam [ b. bk.] ile örten



3*



başka kabileler ile birlikte, F a s’ın cenûbunda, çölde göçebe hâlinde çadırlarda yaşamak­ ta idi. Önceleri puta tapmakta olan Lam tuna kabile­ si sonradan İslâmiyet! kaböl etmiş ve komşuları bulunan zencilere de bu dîni kabul ettirmiş­ tir. Başlarında bir*çok müstakil hükümdarlar bulunan Lamtüna büyük bir karışıklığa uğradı ve nihayet Yahya b. İbrahim al-Gudâli *nin hük­ mü altına girdi. Bu zât, 440 ( 1048/1049 ) Ha Mekke 'ye hacca g it ti; dönüşünde fakîh ‘Abd Allah b. Yasin al-G azüli'yi beraberinde ge­ tirdi, Bu sonuncu, Lam tuna kabilesine İslâmi­ yet! q ve şerî’atin hükümlerini Öğretti ve da­ ha sonra, onların başına geçti; komşuları bu­ lunan Gudâla ile Massüfa kabilelerini hükmü altına alarak, onları Fas ’ın istilasına iştirak ettirdi. Kendisi Mulasşimün veya Lamtüna dev­ leti İsimleri ile de tanınan Murâbıt devletini kurdu. Murâbıtlarm sukutu ile beraber Lamtûna adı da Fas tarihinden silindi. Bugün bu isme Moritanya kabileleri arasında rastlanmaktadır. B i b l i y o g r a f y a \ Arap tarihçilerinin Murâbıt sülâlesi tarihine ayırdıkları faslın ilk kısımları ve bilhassa İbn A b i Z ar, R a v i al-kirfas; ibn Haldun, Kitâb al-ibar (nşr. de Slan e), I, «35 ve 237; al-Bakri, Kitâb aUmuğrih (n şr. de Slane), 1911, s. 164 -16 8 . ( G. S. COLIN.) L E N K E R A N . LA N K A R Â N ( Lankoran , L e NKURAN ), Azerbaycan Ma Bukû ’ye tâbi Lenkeran idâri bölümünün (fars,Zen£erâ«, tâliş di­ linde Lankön, eskiden Langar-kanân »demir yeri* yahut belki de Langar-kanân »demir ko­ paran yer* ) merkezidir. Bakû ile Enzeli arasında İşleyen vapurlar Lenkeran'a uğrarlar; şehrin X2 km. şimâl-i şarkîsinde, SarS adasında, fenâ havalarda gemilere sığmak teşkil eden iyi bir liman vardır. Lenkcran bölgesi içinde de Morgan çok eski zamanlara âıt yapılar bulmuş idi (dolmenler, mezarlar, ölülerin konulduğu mazdekîiere (P ) âit açık mezarlar v.b.); fakat Lenkeran şeh­ rinin ne zaman kurulduğa belli değildir. Bâzı kaynaklara bakılırsa ( T â rih -i' âlam-arâ, 940 = 1533, bk. Dorn, Auazüge, IV, 283 ve Şayh ‘AH Hazin [1725 'e doğru], Târîh-İ ahvâl, 'nşr. Belfour, a. 157) T âliş'in merkezi ilk ö n ce Astara Ma bulunmuş olmalıdır; XVIII. asrın sonlarına doğru Lenkeran hanlık merkezi olmuştur. Burası Deli Petro zamanında ruslar tarafından zaptolunmuş ( ’f’ahmasp II. ile ya* pil an 1723 ve efganlı A şraf ile yapılan 1729 muahedeleri ) ise de, 1732 muahedesi mûcibince, tekrar Iran 'a iade edilmiştir. 1796 Ma Lenkeran tekrar Kont Zubov tarafından zapted ilmiş İse



i*



LENKERAN — LEPANTO.



de, 1812 ’ de franklar tarafından tekrar alınmış arapça asıl metni elimizde bulunan şu eserleri ye tahkim edilmiştir. 9 muharrem 1228 ( 1 kaleme alm ıştır: 1. 930 ( 1524 ) ’da tabip jakob kânun II. 1813 ) ’de, Lenkeran iranîılartn kah­ ben Simon için yazdığı Arapça-ibrânîce-latince ramansa mukavemetinden sonra, general Kot- lagat ( yazm, Escurial, nr. 598 ; krş. H, Derenliarevski tarafından, hücum ile, zaptedilmiştir. bourg, Cat. mss. arabes de VEscurial, Paris, Bundan sonra Gülistan muahedesi ( 1813 ) im­ 1884, I, 410). 2. 10 mart 1526’da italyancayû zalanmış ve bu muahedeye göre, îran Tâlış 'in çevirdiği Descrittione deli* A f rica, Ramusio A stara ırmağının şimal tarafındaki kısmım tarafından neşredilmiştir. Navîgationi, viaggi r uslar a terke tmiştir. 1846 'dan itibaren, Lenke- ( Venedik, 1550 ), 1 ,1 — 103a; irs. trc. Tempbral ran ıdârî bir bölgenin merkezi olmuştur. Şehir ( nşr. Sehefer, 1896), la t. trc. Florianus, ingl. kalesi 1865 ’te yıktırılmıştır. Lenkeran 1921 trc. P roy(n şr. Browne, 1896 ), felemenkçe trc. ’dea beri, Sovyetîer birliği içinde, Azerbaycan Leers, al m. trc. Lorsbach. 3. 1527 'de tamam­ cumhuriyetine dâhil bulunmaktadır. lanmış olan Lîbellus de viris illastribas apud Şehrin nüfusu 1867’de 3.970 iken, 1897’de Arabes ( lat. trc. Önce Hottinger, sonra da ı ı .ı o o ’e çıkmış İdi. İdarî bolümün nüfusu ise, Fabricius). Bu eserler, garba, İslâm tarihinin bu tarihte 125.895 id i; A zerî türkleri bu nü­ malzemesini te’mın etmiştir. Fas şehri hak­ fusun 46,5 % 'ini, iranlı tâlişler 46,2 % sini, kında verdiği geniş iktisâdı ve içtimâi malû­ raslar 6,9 % 'unu ( şimalde ), ermeniler 0,2 % mat için bk. Descrittione, Ltb. IV, fas, 23— 54; 'sini teşkil ediyordu. İdâri bölge üç kısma ay­ kelâmın tarihî tekâmülünün Mâliki nokta-ı rılır . şimalde Muğân boz-kırma dâhil toprak­ nazarına göre şâyân-ı dikkat bir hulâsası. Leo, lar; şarkta küçük goller ile kesilmiş, zengin 957 ( i55o)*den önce, Tunus’a dönüp, iyi bir nebatlar ile kaplı bataklık sahil bölgesi; garpta müslüman olarak orada öldü. B i b l i g o g r a f y a: Widmanstad, Evanorman ile kaplı dağlık bölge; 1.830-” 2.440 m. gelia syriaca ( 1555 tab.), giriş; Casiri, Bibyükseklikte olan bu dağlar rus hududunun liotkeca arabico-kispana (Madrid, 1770), I, beri tarafında, İran 'm Erdebil eyâletinin ke­ 172 v.d.; Sehefer, ayn, esr. ; Goldziher, P alnarında, yükselmektedir. Bu bölge balıkçılık tas Nagy Lexikona, A z ösnes ismereiek ve orman bakımından çok zengindir. enciklopediâja (1897 tab. ), XI, 426; MassigB i b l i y o g r a f y a : Krş. mad. TÂLlŞ; non, L e M aroc,,, d*apres L ion VÂfricain Zayn al-!Abidin Şirvâni, Bastan al-siyötıat ( Aîgier, 1906), s. 4— 11, 32— 69. (Tahran, 1315, bk, Laûkarân; Berezin, Pa{ L. Massignon.) teşestviye po Dagestanu ( Kazan, 1849 )» İÜ» L E P A N T O . Yunanistan’da K oriat ( KorinU 3 ; Semenov, Geogr.-staiist, slovar Ross. imperii ( Petersburg, 1867 ) ; La Grande th o s) körfezinin şimâl sahilinde ve medhalî Encyl. russe ( nşr. Brockhaus-Efron ); G. yakınında, şimdi Epahto denilen küçük ş e» Radde, Reisen an d. persisch-rnss, Grenze h i r . Asırlar boyunca kendisi ve civarı mühim ( Leipzig, 1886) 5 ayn. mil., T a ly sh (P et. Miti., hâdiselere sahne olan Lepanto 'nun eski adı *875, X X X I); de Morgan, Mission scient. Navpaktos ( Naüîtayvoç ) ’tur. Eski çağda gemi ( Etudes geogr., 1,231 — 289 ) ; Etades archeoL, inşâsı ( v a ım y ıa ) tâbirinden geldiği bilinen 1 , 13— 125 ( bir arkeoloji haritası ile birlikte ) ; bu isim, Dor göçleri ile alâkalı sayıldığı gibi, N. Y. Marr, Talışi ( Petrograd, 1922, mufassal bulunduğu Lbkris bölgesi ahâlisinin orada bibliyorafya ile ) ; B. Miller, Predvar, otçet gemi yapmış oldukları söylenmiş ( Geograe poyezdke v Tatış ( Bâkû, 1926, bilhassa ph'te de Sirabon, frns. trc. A. Tardieu, Paris, 1894, II, 662, kitap IX, fas. IV, 7; ayrıca dil bakımından ). ( V . MlNORSKY.) L E O A F R ÎC A N U S . [ Bk. le o n , a f r İk a l i .] bk. Pausanias, Voyage hîstorique en Grece, ,L E O N , A F R İ K A L I. LEO AFRÎCANUS, a l ­ Paris, 1731,. II, 407 ). Bu hususta daha başka l a ş a n b. Muhammed a l -V a z z â n a l -Z a y - farazi yeler de Heri sürülmüştür. O hava­ YÂTÎ, diğer adı ile Yuhanna al-Asad al-Garnâti, lide bulunan Taphİassos dağlarının ağaçları latincesi Johannes Leo Africanus, Gırnata 'da Lepanto ’nun bu cins inşaata müsait olabilece­ 901 (1495 ) ’e doğru dünyaya gelmiş ve F as'ta ği ihtimâlini kuvvetlendirmektedir. Real, Encyclopadie, bk. mad. Naupcktos ), Navpaktos b ü y ü m ü ş t ü r . Fas ’ın cenubunda Bani Vattaslar tarafından üç ayrı siyâsî vazifeye tâyin edil­ isminin zamanla çok değiştiği, onun orta çağ miş ve 921 ( 1 5 1 6 ) 'de M ekke’ye, sonra da metinlerinde Neopaktos, Neopanto, Nempatto, İstanbul 'a gitmiştir. Dönüşünde, sicilyalı kor­ Nepanto, Neopant, Nempant ve Nepant şekil­ sanlar tarafından esir edilerek, 926 ( 1520) ’da lerini aldığı (C , N. Sathas, Documents inedits Napoli’ye, oradan da Rom a'ya götürülmüştür. retatifs â VHistoîre de la Grece, Paris, 1885, Roma 'da papa onu „Johannes Leo“ adı ile VI. fihrist; Chroniçue de Morie> nşr. F. Lagvaftiz etmiştir. Leo, Roma 'da, yalnız birincisi non, Paris, 1911, fıkra 258, 610, 561, 889, 918,



LEPANTO. 981, Th. Spandouyn Cantacasîn, Petit traicte des Turqz, Paris, 1896,8.50 ), ancak daha sonraları Lepanto, Lepante ve Lepanthe hâline geldiği görülüyor. Şehrin türkçe muahhar eserlerde umumiyet­ le ine bahtı şeklindeki ismi eski kaynaklarda, harekesiz yazıldığı veya okunuşuna dâir iza­ hat verilmediği zaman, bu şekilde okunabilir ise de, türklerin, ona Eynebahtı dahi dedikleri muhakkaktır. Lepanto 'nun fethinde hazır bu­ lunduğunu bildiğimiz Pîrî Reis ( Kitctb-i bahri» ya, faks., İstanbul, 1935,s* 3*3 ve 3*6 ’daki ha­ rita ) kelimeyi harekeli olarak yazmış ve Kâtib Çelebi ( Cihannûmâ, zeyil kısmı, Halet Efendi kutup., nr. 640, TY. u 6 * ) yalnız harekele­ mekle iktifa etmeyerek, ismin nasıl okunaca­ ğını da göstermiştir, Lepanto 'ya türklerin tnebahtı, Einebchtı, Einebchte ve Enebchte dedik­ leri muhtelif yabancı müelliflerde kayıtlıdır (bk. Leunciavius, Historiae Masal manae Tur» corum, Frankfurt, 1591, st. 854; Chalcondyle, Histoire generale des Turcs, Paris, 1662, I, 306; Coronelli, Memoires historiçues et geog rapkique du Royaume de la Moree, Amsterdam, 1685,3. 230; Pouqueville, Voyage en Mo ree, Paris, 1805, II, 24 ), Navpaktos veya muahhar ismi İle Lepanto şehri Rigani ( Rbigani, eski İsmi O riganon) dağının denize uzanan ve cenûba müteveccih bulunan bir kolu üzerine kurulmuş ve mevkii dolayısı ile V , ( m. S.) asırdan çok daha evvel ehemmiyet kazanmıştır; şehrin küçük bir li­ manı, etrafını çeviren uzun sûrları var idi. Sûr dışında ve şehrin doğu tarafında tahkim edil­ memiş bir varoş bulunuyordu ( Thukydİde3, III, 1Ö2, 2, 4 ). Dağın eteklerinden 2İrveye doğru, denize muvâzî dört sûr şehri beş mahalleye ayırmış idi. A sıl kale ile onun arkasındaki yük­ sek sırtlar arasında bir çöküntü bulunduğun­ dan, sûrun buraya bakan kısmı daha yüksek olarak yapılmış ve böylece hâkim tepelere kar­ şı kuvvetli bir müdâfaa hattı te'sis edilmiş idi. Eski çağ müelliflerinden bazıları şehir de^ PoseVdon, Artemis ve Apollon mâbedleri ile deniz kenarında da bir Afrodite mağarası bu­ lunduğundan bahsederler. Şehrin dışında hâ­ len aynı adı taşıyan ve dul kadınların yeni bir evlenme için adak adadıkları yer olan mağa­ ranın eski mağara ile alâkası bulunmadığı an­ laşılıyor. Buna mukabil, Asklepieion mabedinin mevcudiyeti tahakkuk etmiştir ( bk. Pausanias, II, 408 ). Romalılar devrinde, orta Yunanistan ’daki Askerî yollardan bîri olup, Aktion 'dan başla­ yarak, M egara'da nihâyet bulan yolun üzerine tesadüf ettirilmek suretiyle, ayn bîr hususi­ yet kazanan Navpaktos yer sarsıntılarının sıkI>Um Aa»îkİope230 adedini doğru bulduğunu kayd ile muhtelif tahminlerdeki farkın bîr az da küçük gemileri donanmaya idhal edip-etmemektep ileri geldiğini söyleyelim. Osmanlı do­ nanmasındaki cenkçi askerin mıkdarı hakkında serdedİIen mübâlegah rivayetler üzerinde dur­ mayarak ( msİ. bk. P, - A. Farochon, Chypre et Lepante, Paris, s. 252’de 85.000), bu kuvvetin kürekçiler müstesna, 2,500'ü yeniçeri olmak üzere, 25,000 kişiden ibaret bulunduğu söyle­ niyor (. J. de la Graviere, II, 107 ), Bu ihtilâf haçlı kuvvetleri hakkında da mevcuttur. İtal­ y a ’dan gelirken pek çok gemi ihtiva ettiği bilmen müttefikler donanmasının 208 ( Grati­ a n i’de 343, Rom egas'ta 271 veya 285, Kâtib Ç eleb i'd e 231), kadırga ve 6 büyük mavna ( galeazza) ile muharebeye girdiği garp mü­ elliflerinin ekseriyeti tarafından kabûl olun­ muştur. Gratiani, mıkdarı m pek çok tahmin ettiği küçük gemileri, askerin muharebeden kaçması ihtimâlini bertaraf etmek üzere, ge­ ride bırakılmış gösteriyor ( ayn. esr., s. 256). Haçlıların, ita! yanlar, ispanyoilar ve alınanlar­ dan mürekkep, muharip kuvveti, zikrettiğimiz müelliflerde, 29.000, 37.00 ve 46.000 gibi, epey farklı rakamlar ile, ifâde edilmektedir. Şurası­ nı hemen söylemek lâzımdır kî, burada sayı değil, donanmaların harp takati bahis mevzuu­ dur ve bütün bir mevsim yorucu ve yıpratıcı muhârebeler veren- ve vesâiti noksan olan türk­ ler taze ve techızâtı mükemmel bir kuvvet ile karşılaşmakta idiler. Don.&nmay-ı hümâyûnun merkez kesimini kapudan-ı derya Müezzin-zâde AH Paşa ve serdar Pertev Paşa, sağ cena­ hı İskenderiye beyi Mehmed Bey ( bu zâta garp kaynaklarında cenup rüzgârı mânasına Sciroccö îekabı verilir; Pİrî Reis 'te hemen aynı mânaya gelen şuluk tâbiri vardır ki, Mehmed Bey türk menbâlarında bu lekap ile anılmak­ tad ır), sol cenahı Cezayir beylerbeyi''Uluç A li Paşa idare etmekte, geride küçük bir ih­ tiyat filosu bulunmakta idi. Muharebe nizâmları türklerinkine-benzeyen müttefiklerde en ziyâ­ de takviye edilmiş kısım bizzat Don Juan 'ın idaresindeki merkez idi. Papalık kumandanı Colonna, Venedik kumandanı Veniero Man başka, daha bîr çokları burada bu'unuyor, sağ cenahlarına zamanının en mahir amirali diye ŞÖhret alan eenovalı Gian-Andrea Doria ( Bar­ baros tarafından mağlûp edilen meşhûr And» rea Doria 'm c yeğenidir ), sol cenahlarına V e­ nedikli Agostino Barbarıgo ile birlikte Marco Quirini komanda ediyordu. Ispanyol kumandam



LEPANTO. Santa-Cruz markisinin emri altında olup, o sı­ rada henüz Curzolari boğazından geçmekte bu­ lunan ihtiyat filosu merkezin gerisinde yer ala­ cak idi. Müttefiklerin yüzen kaleler hâlinde hazırladıkları, 30 ’ar top ile mücehhez gaîeazza 'la%); 2. M a k t a b i - İ Şirâzi (N î?Sm i'nin 825 =* 1422 ; Habib al-siyar, III/IU, 341, krş. taklidi olan eserini 895==“ 1490’da yazm ıştır; Abdul Muqtadir, CataL o f the . . , Mss. ai Banbîr nüshası Üniversite kutup,, nr. FY, 1142 ), 3. kipore, Kalküte, 1910, II, 108)* 2. Â h i-i Ni?,am al-Din Şayi} Ahmed S a h a y 1 i ( Ölm. Maşhadi ( Ölm. aş.-yk. 927 = 1521; Nizami 907 = 1502, eserini 889 = J484 'te yazm ıştır; ’nin Hamsa 'sine nazire söylem iştir; bk. Nâ» yegâne nüshası için bk. Saehau ve Ethe, Cat. va’i, Macalis al-nafais, farsça trc. Sultân Mu­ o f th e . , . Mss. in the Bodleian Library, I, hammed Fahri-i Harâtİ v© Hakîm-Şah-Mu* 639 ) ; 4, M i s a l i-i Kâşâni ( eserin yazılış ta­ hammed Kazvini, nşr. ‘A. A. Hikmat, Tahran, rihi 897 = 1492; yegâne nüshası için bk, %. 1323 h. s. 191, bunlardan birinin 'Laylî a Hadâ’ik, Fihrist-i Kiiabhana-i Maclisp Şü- Macnün olması çok muhtemeldir); 3. Hvâea râ-i M illî, Tahran, 1318— 1321 h. ş., s. 636 v.d.); H i z r - Ş â h Astarâbâdi ( X V .— XVI. asır, bk, C S a v d â ' i ( ölm. 920 — 1514; eserinin NavS’i, ayn. esr., s. 38 ve 211; Blochet, Çatal,, bir ^nüsn^sı Cambrîdge kütüphanesinde bu» III, 447) ; 4. i m S d-İ Lurî ( X V .- X V I . asır, 1anmaktadır ) ; 6. D arviş5A lî G i l a n i ( Layli bk. NavS'i, a. 122, 3 12 ); 5. Mavlâaâ Ş a r a f ti Macnün ’u 963 = 1 5 3 6 'da, Haîeb 'de, tamam­ ( X V .- X V I . asır, bk. N avSİ, s. 187: Ham a



LEYL İLE MECNÛN. 'ye bir nazire söylem iştir) i 6, H i l a l i (ölm , aş.-yk. 935 — 1529, bk. Sam Mirza, Tvhfa*i Sümî, Tahran, 1314 b. g.( s, 92) ; 7. Kamâİ al-Din Husayn al-îşfahâni t a m i r i ( ölm. 973 = 1565/1566, bk. Kâtib Çelebi, K a şf alzunün, nşr. M. Şerefeddin Yaltkaya ve R. Bilge, İstanhnl, 1943, ÎÎ, 1571 v.d. ve al-ZarVa, VII, 261) ; 8. Muisammed îptsim Hân Badahşâni M a v c İ ( ölm. 979 = 1571/J572 î bk. Saehau— Ethe, ayn. esr,, nr. 2360, 395, Ataş-kada 'den naklen ), 9. D a m i r i-i İsfahanı ( ölm. aş^-yk. 9 9 0 = 15 8 2 ; bk. Saehau™ Etlıe, fih­ rist ); 10. Ş a n â ’ i Husayn ( Ölm. 996 =*» "1588, bk, :A. Munzavî, Fihrist-i kitâbhâna-i . ih d a b i 5köy Scyyid Muhammed Mişküi, İn­ tişâr S t- İ Dânişgâk-l Tahran, nr. 168, Tah­ ran, 1332, II, 43) ; 11. Zayn al-Din Ş â:eİ d i-i KabSşâni ( X . « XVI. asır, bk. Munzavî, ayn. esr., IX, 42) ; 12. 'A bd i B ig Ş irâzi N a v İ d i ( ölm. 998 = 1590, bk, Tuhfa-t Sam i, s. 59, krş. al-Zari'a, VII, 263 ); 13. Bakîm § İ f S ’ I ( X V Î.-X V U . asır, K a şf alşunun, göst. yer.); 14. Malımûd B ig S â l i m Tnrkmâni ( X . = XVL asır, bk. Şâdiki, Macma’ al-havvâşş, nşr. Bayyâmpür, Tebriz, 1327 Iı.ş., s. m ) ; 15, H i d a y a t A l l â h Râzi (X V I. asır; bk. Saehau— Ethe, fih r is t); 16. Mir Ma'şüm N â m i-i Şafavi ( XVI,— XVII, asır; eserine Pari sürat adım vermiştir, bk. G I P h „ II, 246); 17. Muhammed Şarif K 5 ş i f-i Ş irâzi ( ölm. 1060 = 1650, bk, msl. ‘M. Nahctvâni, Fikrist-i kîtâbhâna-i davlatî-i Tarbiyat-i Tabrîz, Tebriz, 1329 h.ş,, s. 198 ) ; 18. T a c a 11 i A li Rızâ ( ölm. 1088 — 1667, bk. Munzavî, ayn. esr., II, 45 ) ; 19. Molla M u r â d b. Mirza Cân ( XI. = XVII. asır, bk. al-Zarfa, VII, 262 ); 20. Mirza Muhammed Hân N a ş ib i ( eserini 1 2 2 9 = 1814 'te yazm ıştır ; G / P k., II, 246); 21. Sayyİd Muhammed N a ş i r Hân Bahâdır ( 1 2 2 9 — 1814'te yazmıştır, bk, göst, yer.); 22. Abu ' 1-Barakût L â h ü r i ( bk. «/Zarî'a, VII, 263); 23, H i d â y a t Tahram ( bk. al-Zarıa, VII, 265 ).



IH. U r d u e d e b i y a t ı n d a , Layla ile Macnün *un hikâyesi Hindistan 'da Urdu dili ile terennüm edilmiştir. G. de Tassy, Hisioire de la litteraiure htndouie et hindaustanie (2, tab., Paris, 1870 — 1871 ) ’de şu şâir­ lerin Layli u M acnün’ lan zikredilmektedir: 1, Mir Muhammed Idusayn T a c a l i i (1199 = 1784/1785 'te yazmış. Bir çok basmaları olan esere bâzan Afsana-i Layla u Macnün adı verilmektedir; bk, ayn. esr., II, 176 ve III, 205 )* t. Mirza Lutf-'Ali V i l â ’ ( XIX. asrın başı, eseri Amir Husrav 'ia Macnün a Layli 'sinin urdu diline tercümesidir, III, 301 ); 3.



M u h a m m e d Vazir IHSn ( XIX, asır, eseri



A g ra 'd a , 1868’de basılmıştır, III, 293 v.d.); 4. Şâh M u h a m m e d ‘A z i m ( mütekarib bahri ile, I, 267 ) ; 5. Mirza Mahdi, Hân ‘A ş ık ( I, 231 ) ; 6 . M u h a m m e d Kadir ( eseri A g ­ fa ’da 1868 'de basılmıştır, I, 359 ) ; 7. Mirza Muhammed T âki Hân H a v a s ( Kişsa-i Mac­ nün va L ay lâ ’s1 bir-çok defalar basılmıştır, fı 592 ) ; 8, Vali Muhammed N a z ı r ( Agralı olup, 1860’ta Kavnpur'da basılmış olan Layla va Macnün 'u 16 sahifelik küçük bir eserdir, a , 458 )• IV. T ü r k e d e b i y a t ı n d a . Leylâ ile Mecnûn hikâyesi türkîer arasına çok eski­ den beri hem arapça, hem de farsça eserler ve şifahî rivayetler ile girmiş olmalıdır. Türk­ çe yavaş-yavaş yüksek bir edebî dil hâline gelince, daha X V . asırda,, birbirine çok yakın zamanlarda, bir taraftan şarkta ‘A li Ş ir Navâ'i, diğer taraftan garpta Şahidi bu hikâye­ yi mahzûm olarak yazdılar. Bunlardan az bir müddet sonra, tebrizli Hakiri ( X V .—XVI. asır, bk. M. E. Resul-zade, Azerbaycan şâiri Nizâmî, Ankara, 1951, s. 356 ) aynı mevzuu kaleme alacaktır. Böylece bütün türk halkları tarafından söylenen ve benimsenen hikâye, edebiyattaki bu mevkiini son zamanlara ka­ dar muhafaza etmiştir. Bu mevzuu manzum olarak anlatan 30 kadar şâirin bir kısmı Ni» çam i ' yi tâkîp veya .tercüme etmiş ise de, Na» vâ'i ile Fuzuli hikâyeye hemen-hemen tamâ* miyle yeni birer ruh kazandırmışlardır. ‘A li Şir Navâî (b . b k .; ölm. 9 0 6 = 1501), eserini 888 ( 1483) yılında yazmıştır ki, bu sırada dostu ‘Abd al-RahmSn Cami henüz kendi Layli a Macnün 'unu yazmamış idi. O hâlde N avai eserinin malzemesini, arap riva­ yetleri ile beraber, ancak Nizami ve Am ir H usrav’in eserlerinden almış olabilir. Kendisi eserinde, mevzu bakımından, bîr yenilik yap­ mayacağını, ancak Nizâmı* ile Husrav tarafın­ dan yapılmış olan işi güzelleştirmekle iktifa edeceğini söyler. Eserinde ise, gerçekten doğ­ rudan* doğruya arap kaynaklarından istifâde edilmemiş olup, malzemesinin hemen tamamiyle Nizami 'den alındığı görülmektedir. Bununia berâber, mevzûn kendi anlayışına daha çok uydurmak ve mânalandırmak için, Am ir Husrav 'den bâzı unsurlar almıştır. Msl. Neyfel'in L ey lâ ’yı Mecnun’a alamayınca, teselli için ona kendi kızını vermek istemesi ve Ley­ lâ ile buluşma sahneleri. Bu suretle Nİçâmi *nin hikâyede gördüğü mecazî aşktan hakikî aşka geçiş unsuru, tabi’îdir ki, ortadan kalk­ maktadır. Şunu da ilâve etmek icâp eder ki, Navâ'i esâsını Nişami ’den aldığı vak'alan da derin bir şekilde değiştirmiştir. Msl. ilk ta­ nışma ve aşk, gerçi N işim i ’de olduğu gibi?



LEYLÂ İLE MECNÛN. mektepte başlar, fakat teferruat NavS'i ’de büs-bütün başkadır: LeySâ ’mn bir hastalıktan kurtulması münâsebeti ile, bocalan bir eğlen­ ce tertip ederler, Mecnûn bu eğlencede Ley­ lâ 'yı görünce, eğlenceyi bırakıp, çalılar arka­ sına saklanarak, ağlamağa başlar v.s. Navâ'i 'nia getirdiği ve başka bir kaynakta bulun­ mayan bir değişiklik de, Mecnûn 'un Leylâ 'mn mahallesinde gördüğü uyuz bir kopek ile ülfet etmesidir. Böyîeee Nava i 'nin eseri, saf, temiz ve derin, fakat tasavvuf ile alâkası ol­ mayan bedbaht bir aşkın canlı ve güzel bir tasvirini teşkil etmektedir. Türk edebiyatının şaheserlerinden bîri olan Fuzûlî ( b. b k .; ölm. 963 = 1556 ) 'nın eseri, N iîim i’nm tesbİt etmiş olduğu istikamette, mevzûun en mükemmel bı'r şekilde işlenmesi ile meydana gelmiştir. Fuzûlî, bu mevzûu kendi isteği ile değil, fakat „bîr nice zarîf-i hıita-i Rûm" un İmtihan yollu istekleri üzeri­ ne kuleme almıştır. Çünkü ona göre, bn mev­ zuun başı gam, s onu fenadır; binâenaleyh da­ ha Önce, Nizamî 'nin işaret ettiği gibi, bu mev­ zuda bîr eser yazmak kolay değil idî. Bununla beraber Fuzûlî, mizacına uyan ve kendi hisle­ rini de ifâdeye imkân veren bu mevzûu, acı­ lığı ile mütenâsip bîr içlilik ve mükemmellik ile anlatmağa muvaffak olmuş idi. Fuzûlî bu sahada yazılmış olan eserlerden yalnız Nizami ile C im i'n in eserlerini zikreder; gâlibâ bu meyzûu, kendisi gibi ilk defa olarak türkçe nazma soktuğunu iddia eden Navâ’i 'nin ese­ rini görmemiş, A m ir Husrav 'in eserini de asıl mevzua aykırı bularak, zikre değer say­ mamıştır. Nc olursa-olsun, mevzû esâs bakı­ mından Nizami 'deki seyri takip eder. Şu ka­ dar var ki, burada teferruatta büyük fark­ lar olduğu gibi, Fuzûlî ’de bütün vak'aîar, L eylâ ’nın visalinin Mecnûn tarafından redde­ dilmesi fıkrasına, yâni mecazî aşktan hakikî­ sine geçişe göre, tertip edilmiştir. Bundan do­ layı bu vak’a büyük bir teferruat ile anlatıl­ mış, diğerleri çok kısaltılmıştır. Yine bunun neticesi olarak, kahramanların hisleri' geniş bir şekilde tasvir edilmiş ve araya bir çok gazeller sokulmuştur. Bunlar bîr bakıma hi­ kâyenin, akışını durduruyor ise de, Fuzûlî bu sayede kendi duygularını daha serbest bir şekilde anlatmak fırsatım bulmaktadır. Elhâ­ sıl F u zû lı’nin Leylâ ve M ecnûn'u insan oğlu­ nun verebileceği en yüksek tasavvufî tecrübe ile, erişeleroeyen sevgilinin ve tatmin edilme­ yen sevginin iihâm ettiği acı duyguların en mükemmel bir ahenk ve ifâdesini vermiştir. Türk edebiyatında bn mevzûu işlemiş olan diğer şâirler, tarih sırası ile, şunlardır ( bk. Agâh Sırrı Lcvend, Leylâ ve Mecnunlar, Türk



dili, Ankara, 1952, I, 256 v. cfd. ve gSst. 17er,, I, 52 I )î î* Ş â h i d î ( X V. asır, bir nüs­ hası için bk. Blochet, Çatal, I, 41 ) ; 2. H a md n l l a h H a m d î (ölm. 9 14 — 1508, yazma­ ları çoktu r) ; 3. A h m e d R ı d v a n (X V .— XVI. asır, A. S. Levend, göst. yer., I, 389 v. dd.)î 4. B İ h İ ş t î ( X V . - X V I . asır, bîr yazması Üniversite kutup., nr. TY. $591, bk. bîr de Rezan İlter, Behişiî ve Leylâ ve Mec­ nûn, tez, İstanbul 1951? Üniversite kütüp., nr. T Y. 2033); s. .K a d î m î ( XVI. as.r, bk. A. S. Levend, gost. yer., I, 517 v. dd.) ; 6. Celîlî ( XVI. asır, bk. Blochet, Çatal., I, 15 5 ); 7. S e v d. â’î ( XVI. asır, bk. Gibb, II, 173 » o t) j 8. H a m d î ( Lârendeli, XVI. a sır; bir nüshası Fâtih kü­ tüp., nr. 3740 ) ; g. Leylâ ve Mecnûn ( Azerî leh­ çesi ile, müellifi mechûl, 931 == 1524’le yazıl­ mış, bk. Rieu, Çatal., s, 258 ) ; 10. Halife ( ölm. 980— 1572, bk. A , S. Levend, g ö s t yer., I, 447 v.dd.); n . Kul A ta A z e r î (X V I. asır, bk. Orhan Şâik, Ülkü, I. seri, sayı 52) ; 12. Kaf-zâde F â i z î (ölm. 1086 — 1675, yaz­ ması Üniversite kütüp., nr. TY. 1337 ve 1699; bu eserin noksan kaldığı ve Seyyid Vehbi ta­ rafından tamamlandığı söylenir ) ; 13. ö r f î Mahmud A ğa ( XVIII. asır, bk, A. S. Levend, göst, yer., I, 637 v.dd., hepsi 195 beyit olan küçük bîr eser). Bunlara şimdilik eserlerinin nüshaları ele geçmemiş olan şu müellifler de ilâve edilme­ lidir ( bk, A . S. Levend, oyn. esr., s. 259 v.d.) : 1. A h m e d P a ş a ( Ölm. 903 =1496 ); 3. H a y â t ı (X V . a s ır ) ; 3. T ü r â b î ( X V . asır ) ; 4. M a h v ı ( Emîr Idris, X V. asır ) ; 5. N e c â t î Bey ( Edirneli, ölm. 914 — J508 ); 6. Çakerî S i n a n ( XV.— XVI. a sır) ; 7. H a ­ k i r i (tebrizli, XV.— XVI asır ), 8. Nâkâm ( âzerî şâirlerinden ) 59. Hayalî ( Abdülvehhâb, ölm. 928*= 1522); 10. H a l î 1 î ( Bursalı S an Ha­ lil, XVI. a s ır ) ; ı ı . H a y â l i (Mehraed Bey, ölm. 964*= 1556); i 3. A r i f Fethulîah (Sim. 968 * 156 1); 13, F a z l î (K ara, ölm. 970 *»■ 1572, Sitta ’sİ olduğuna göre, bir Leylâ ve Mec­ nûn yazmış olmalıdır ); 14. S a H h Celâl-zâde (ölm. 9?3 = 1565 ) ; 15. S i n a n Çelebi ( XVI. asır ); 16. Z a r a î r î ( XVI. asır ) ',17. M u h y î (Niğdeli, XVI. a s ır ); 18 F i k r î (X V I. asır, H âtıfî'den tercüme ); 19, M u h i b b i . Çelebî ( XVI. asır, Hatifi ’den tercüme ) ; 20. M u ’ î d î (XVI. a s ır ) ; 21. R i f ’ a t î ( Abdulhayy, ölm, 1080 = 1669 ) ; 22. ö r f î ( X VI'. asır ). Leylâ île Mecnûn hikâyesi türk halk ede­ biyatına da girmiş ve bir halk hikâyesi şekli­ ni atmıştır. Leylâ ile Mecnûn hîkâyesV^edmı taşıyan tarihsiz taş-basmalarmda oldukça Özen­ tili, fakat yavan bir dil kullanılmıştır. Mevzû, esâs itibârı ile, Fuzûlî nin Leylâ ve Mecnûn



L E Y L Â İLE M ECNÛN — L E Y L E - l -A H Y E LİY E . 'unun aynı olup, bâzan kısaltılmış, bâzan da yeni biç bir unsur ilâya edilmeden genişletil­ miştir. Mensur olan hikâyede, mevzuun icâp ettirdiği yerlere, şiirler konulmuştur. Bunların hepsi aruz vezni ile yazılmıştır ve halk şâir­ lerinin bu nevî bâzı bayağı şiirlerine benze­ mektedir. Bu metin, daha sonraları Süleyman Tevfik tarafından bîr az daha islâh edilmiş­ tir ( İstanbul, 1327). Yapılan yenilik, araya Fuzûlî 'nin eserinden parçaların ve bilhassa gazellerin serpiştirilmiş olmasıdır. Hikâyenin daha sonraki şekillerinde ( bk. msl. Tekmil ve tamam Leylâ ile Mecnûn, araştırmalar yapıl­ dıktan sonra Maârif kütüphanesi tarafından ba­ sılmıştır, İstanbul, 1954, resimli, 69 s.), çok daha sâde ve oldukça güzel bir dil kullanmış­ tır, Mevzû aj'mdır, fakat »edense hikâyeye inanılmaz yanlışlıklar sokulmuştur. Msl. Mec­ nûn “un kabilesinin adı Mülevvih ( 1 ) olup, bn kelime aslında babasının adı olan Müîevveh'in bozulmuş bir şekli olm alıdır; babasının adı ise, Mazahım ( 1) b. 'A m ir ’dir v.b, Araya sokulmuş olan şiirler de tamâmiyle değiştiril­ miştir ; bunların hepsi hece vezni ile yazılmış, fakat şekil bakımından ekseriya türk halk şi­ irlerinin hususiyetlerine uymayan, eski şiirler­ den istifâde edildiği görülmekle berâber, çok bayağı olan şiirler konulmuştur. Leylâ ile Mecnûn hikâyesi, bir halk hikâyesi hâline geldikten sonra, benzeri olan Ferhad ile Şirin, Arzu ile Kanber v.b. hikâyeleri gi­ bi, bu halı ile, Karagöz oyunları arasına da girmiştir ( bk. S. Esad Siyavuşğil, Karagöz, İstanbul, İ941, s. 77, 88 not 3, 114 v.d., 1x7; Selim Nüzket Gerçek, Türk temâşâsi, 2. tab., İstanbul, 1942, s. 88 ). B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredi­ lenlerden başka, bk. A li Nihad [ Tarlan ], Islâm edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn mesnevisi ( İstanbul, 1922, tez, Türkiyat Ens., nr, 1 ) ; C. A . Nallino, La letteratura araba, degli inizi alVepoca della dinasta Umayyade (ita l. trc. M. N allino), Roma, 1948, a. 67 v.dd. ( frns. trc. Pellat, Paris, 1950, s. 106 v.dd.); F. Gabrieîi, Ortente Moderno ( Rqma, 1946), XXViIj 128 (İ. Kraçkovskıy ’İn bu mevzûa dâir makalesi hakkında) ; Mehmed Zihni, Maşahir al-nisa ( İstanbul, I295 )> H> ı 84 v.d d .; E. Bertels, A li Şir Nevâî, Leylâ ve Mecnûn ( trc. Mirza Bala, T M, İstanbul, 1951, X, 47— 64 ) ; M. G. Hilal, Layla va Macnnn f i H-adahayn aVarabl va ’Lfârieî, dirâsât nakd va makarana f i *1»lıubb al» uzrı va *l~kabb at-sufi ( Kahire, 1954 ) î Pertev Nailî Boratav, Halk hikâye­ leri va kalk hikâyeciliği (A n kara, 1946), tor, yer., bk. f i h r i s t ( A h m e d A te ş .)



55



L E Y L E , L A Y L A ( A,), g e c e . Laylat albara1a va Laylat aUltadr için bk. mad. RA­ MAZÂN. L E Y L E - l -A H Y E L İY E . L A Y L A 'L-AHY A L IY A , arap k a d ı n ş â i r l e r i n d e n olup, 'Ukayl b, Ka'b kabilesinden !Abd Allah b. Rahhâi ( a) b. M u'âviya’nin kızıdır. Lekabı, babasının veya başka riyâyetlere göre, cedlerinden Ka’b veya Mu'âviya'nin al-Ahyal ( „bir nevî atm aca") Iekabını taşımış olmasından gelm ektedir; ihtimâl bu lekap bütün kabi­ lesi için mutâd olarak kullanılmakta idi ve kabilenin şanım anlatan şiirlerinde tesadüf edilen nahnu ’l-ahâ’ilu tâbiri ile ( A gani, X, 80; ffamösa, a, 711 ) buna işaret etmek­ tedir. .Layla ekseriyâ kendi kabilesinden olan ve l o devirde bâzı örnekleri görüldüğü üze­ re, kendisini son derecede afîf bir aşk üe seven J Ta vb a b, Kumayyir al-Hafâci ile bir­ likte zikredilmektedir. [ Tavba tarafından is­ tenildiği halde, Layla son derecede kıskanç olarak tasvir edilen Savvâr b. Avfâ ile evlendiriİmİştir. Bu şahıs, başkaları üe görüşmesine mânı olmak için, Layla ’yı kabileden uzakta oturttuğu gibi, ziyaretine geldiği takdirde, Tavba 'yi de, cezaya mâruz kalmaksızın, Öldürebilmek müsâadesini aldı ]. Bununla berâber Layla, Tavba 'nin ölümü üzerine, son derece­ de te’sirîi mersiyeler yazmıştır ki, bâzı parça­ ları Kitâb al-Ağanl 'de muhafaza edilmiştir. Bundan başka halife 'O sm an'ın ölümü üze­ rine de bir mersiye yazmıştır. al-Nâbiğa alCa'di 'nin evvelâ zevcine, sonra kendisine kar­ şı yazmış olduğu hicviyelere aynı şiddetle ce­ vaplar vermiş ye onu uzun müddet takip et­ tirmiştir. Mu'âviya, *Abd aI~Ma5ik ve Haceâe b. Yûsuf ile görüşmelerinden sık-sık bahsolunur. İyice ihtiyarlamış olduğu bir sırada Idaccâc b. Yusuf 'tan kendisini Horasan ‘da vali bulunan Kutayba b. Müslim 'in yanına gönder­ mesini rica etmiştir. [L ay la ’l-Ahyaliya, bir rivayete göre, bu Horasan seyahati sırasında, Kümis veya S i v a ’de ölmüştür). Buna göre, 1, ( VII.) asrın ortası ile sonu arasında yaşa­ mış olmalıdır. [ Layla ’l-Ahyaliya, arap kadın şâirlerinin en büyüklerinden biri sayılır; bun­ lardan yalnız al-H&nsâ' [ b, bk.) 'nin ondan üstün olduğu iddia olunur]. B i b l i y o g r a f y a x AğânJ, X, 67— 84 j İbn Kutayba, Kitâb al-şı r va ’ l-şuarö* ( nşr. de Goeje ), s. 269— 274; Hamâsa ( nşr. Freyta g ), a. 170; Mas'üdi, Marâc (P aris tab.), III, 132 v.d.; V, 324, 389 5 krş. Ruekert,^//amasa, s. 98 v.d. [ ( nşr. A^ınıed Muhıaıhıned Ş âk ir), Kahire, 1364, I, 416 v. d d .; Abu 'A li al-Çâli, aUAmiili (Bulak, 1324), I, 86 v. dd.; al-Bakri, Simi al-la'âlî f i şarft



56



LEYLE-L-AHYELÎYE - Lİ'AN.



Am ali al-K âlî (nşr. 'A bd al-* A zız aî-May- retin V , yılına âlt olan 11 — 20, âyetlerin bu sü­ m ani), Kahire, 1354, 1, Iîg v.d., 279 v.dd,; reye sonradan idhâl olunduğu şüphesizdir; buna al-Sarâc, M aşarî' al-uşşak ( İstanbul, 1301 ), göre, bizim ele aldığımız âyetler daha eski s. 185 t . d d.; Cl. Huart, Lîttirature arabe olmalıdır ( bk. NöIdeke-SchwaUy, Geschichte ( Paris, 1923), s. 53 v.d.; Mehmed Zihnî, des Qor,âns, I, 210 v.d.; H. Grimme, Maşâkir al-nisa3 (İstanbul, 129$), U, 180 hammed, II, 27 sûreleri Badr [ h. 2.) ve v.dd,; Brockelmann, GAL> I, 60; SuppLt I, Uhud [ h. 3. yıl ] gazveleri arasında göste­ 93 v.d.]. ( H. H, BRÂU.) riyor ). [ B u makale A . ATEŞ tarafından tashih ye Bu âyetler, koca lehine, Kur*an ( XXIV, 4 ) ’m koyduğu kazf için şiddetli cezaya bir is­ ikmâl, edilmiştir ]. L E Y L E T -Ü L -B E R  E . [ Bk. RAMAZÂN, §A'- tisna kabûl etmektedir ( bk. bir de âyet 23 BÂN.] — 25). Bu itibârla, bu cezâ, tamamen islâma hâstır ve îıâ n gibi bir hukukî müessesenin L E Y L E T -Ü l -K A D ÎR . [ Bk. r a m a z â n .] hiç yeri olmayan arap câhüiye devri ile de L E Y S B. B E K İ R ..[ Bk.' k în â n e .] bir alâkası yoktur ( bu düşünceye muhalif L t'A N . [ Bk, Ll'ÂN, TALÂK.] L İ’ A N , Lİ‘ ÂN ( A.), bir kocanın, karısı aley­ olan kanâat için bk. D. Santiüana, Istîtuzioni hine, hukukî deliller göstermeksizin ve zina di diritto musulmano, I, 221 aş.) ve Kur3an isnadı için tesbit edilen cezaya çarpilmakst- ’dan alman fi’ön kelimesine İslâm şiirinde de zra, zina isnâd' etmesine ve diğer taraftan, rastlanın amaktadı r. karısından doğan çocuğun babalığını kabûl L îâ n 'a dâir hadîslerin hemen hepsi ( ve istis­ etmemesine imkân veren bir y e m i n d i r . nasız olarak bütün eski hadîsler ) tefsiri mâhi­ »ŞerVat hükümlerinde, kocaların yemin ile yetted ir; zîra bahsi geçen âyetlerin vahy ile destekledikleri isnâdlar olup, koca, kizbi var­ nazil oldukları isbata çalışılmaktadır; bunlar sa, buna dayanarak, kendi kendine lânet ( ld~ kısmen birbirini nakzeder görünmektedir ( alna\ bn mefhum için kullanılan tâbir bu keli­ Zurkâni, M u v a f i a B â b mâ c a a f i *Llı ân Ma meden gelm ektedir) eder, karısı ise, yalan bunları birbiri ile te’iife çalışır). Bunlar, ancak söylüyorsa, kendisinin Allahın gazabına uğra­ şematik bir tertibe tâbî tutulmuş olup, sıhhat­ masını d ile r; bu yemin, kocayı k a z f ( ,,iyİ lerine güvenilmez (b k . NÖldeke*SchwaIty, ogn. şöhretli" insanlara karşı isbatsız itham ) 'den, esr.; daha etraflı bilgi için ayrıca bk. A . J. karıyı da zinadan mütevellit hadd («kanûnî Wensinck, Handbook o f Earîy Makammadan cezâ" ) ’dan kurtarır* ( al-Tahânavi, Kaşşâf Tradition, s, 56. v.d. [ sonda, bir do Tirmızi, işiiîâhât aî-funün, II, 1309 ). Bunlar ile alâka­ 44, sûre XXIV ]). Bunlar dört şekle ayrılabilir; lı fiil şekillerinin ıstılah olarak kullanılışı için i,. A d ı zikredilmeyen bir koca, Peygambere, bk, arapça lügatler, msl. R. Dozy, Supple- acıklı hâlinden müphem şekilde şikâyet etmiş ment aux Diciionnaires arabes, LTân kelimesi; ve bunan üzerine âyetler nazil olmuş (en es­ al-KastalIâni, a!-Bu har i, fa lâ k , bâb 2$, baş ki şek li) } 3, ‘ Uvaymir b, Hâriş, önce bir kısımlara dâir şerhler; al-Zurkâni, Muvafta3, dostu vâsıtası ile, sonra da doğrudan-doğruya, Bâb mâ ca a f i ’l-îîân ’ın baş kısımlarına Peygambere aynı şekilde sual sormuş ( bi­ rincinin değişik ş e k li); 3. Hilâl b. Um ay ya, dâir şerhler. i, l,ı ân 'a dâir hükümlerin başında K urrankarısını zinâ ile itham etmiş ve bu yüz­ ( XXIV, 6 v.dd.) Maki şu yer gelm ektedir: den kadd cezasına çarpılacağı sırada, âyetler «Karılarına, kendilerinden başka şâhîd göste­ nâziî olarak, onu kurtarmış ( birincinin de­ remeden ( zinâ fiilleri ) isnâd edenlere gelin­ ğişik bîr şekli olup, sonradan meydana çı­ ce, koca, doğru söylediğine dâir dört defa kan müşki’e daha önceden istihza ile işaret üst-üste: — «Allah hakkı için yemin ederim" etmiş olan Sa:d b. :U bâda’nin sık-sık adsnm — bir defa da : — «Yalan söylüyorsam, Allahın geçtiği bu şekil, buraya kadar ele alınan üç lanetine ^uğrayayım" — demeğe mecburdur. şeklin, muhakkak ki, ilki değil, en şem atiğidir); Kadın, dört defa üst-üste; — «Yemin ederim 4. Bîr adam genç bir kız ile evlenir ve ba­ ki, kocam yalan söylüyor* — ve bir defa da kire olmadığım görür; fakat kız bu iddiaya — : «Eğer kocam doğru söylüyorsa, Allahın la­ itiraz eder; bunun üzerine Peygamber de M baş-vurulmasmı emreder ( tefsirî bir netin© uğrayayım" — diyerek, cezadan kur­ tulabilir. E ğer Allah gafûr ve rahîm olmasay­ hususiyeti yoktur). Tabi'î bunun diğer muhte­ dı, sizi derhâl cezalandırırdı; hâlbuki o, tev- lif şekilleri de vardır. Hadîsler b iz e ^ i'c n hususunda yeni hiç bir bilgi vermediği tak­ beyi feabÛl edici ve hakim dir!" Bu âyetler, galiba, zinaya dâir muhtelif hü­ dirde, bu mümeyyiz vasıflar kâfî gelmektedir; kümleri İhtivâ eden ve XXIV, 1— 10 ile 21— bunlar, ancak Kur’an *ın en eski hukuk mües*6 ’yıiçm e alan bir küll teşkil etm ektedir; hic­ şeseşinin meydana gelişi bakımından, bir ve­



LÎ’ÂN.



57



sika teşkil ettikleri zaman, ehemmiyet kazan­ him değildir. Mal. mesela ortaya atıldığı ma­ maktadır. bette, kocanın aym kadm İle, çok sonraları 2. En eski hukukî münâkaşalar K a fa n 'da te­bile, tekrar evtenemiyeceği, lıâ n ’m gebelik mas edilmeyen if ân ’m karı-kocanın ayrılmasını hâlinde bile tatbik olunabileceği ( bu hadîsin lüzumlu kihp-kıîmadığı meselesini mevzû ola­ tefsirinden sonra hukukî bir ihtilâf çıkm ıştır), rak alır. Bir çok hadîslerde bu meseleye o çocuğun babalık iddiası ve miras hakkı bakı­ derece açık ve tenkit vasfı taşıyan k a t i ce­ mından, ancak anneye bağlı olduğu ve dolaytsı vaplar vardır kİ, li'ân*ı müteakip evliliğin de­ ile gayr-i meşrû sayılacağı fikri de yerleşmiş­ vamını kabul eden, bir kanâat bulunduğa dü­ tir. Başka hadîsler, lıâ n 'm camide yapılması şünülebilir. aî-Muş'ab b. al-Zubayr’in bu gö­ gerektiğini söylemekte ve kadının bu münâse­ rüşü ileri sürdüğü iddia edilmiştir (Müslim, bet ile tekrarlayacağı düsturları Peygambere Nasâ’ i ). Fakat bu kanâat, hadîsin kabûlü güç kadar çıkarmaktadır. Aynı zamanda, daha son­ bir tefsirinden doğmuştur. Bu hadîste, al-Zu- raları İhtilâf ’ta bir rol oynayan husûsî mese­ bayr o tarihlerde yaşamış olarak görünmekte­ lelerin ortaya bir hadîs He çıktığı bilinmekle­ dir ; fakat ‘Oşmâa al-Battı için elimizde bu dir. Bu hadîse göre, Peygamber karı-kocanm türlü düşündüğünü gösteren kâfî deliller bu­ İslâmlık ve hürlük ( İbn Mâca ) bakımından bir­ lunmaktadır ( bk. al-Zurkâni, M uy atta’ şerh i). birine mfisâvî olmadıkları takdirde, i f ân *1 fcaSonradan hâkim olan ve lı'an ’dan sonra evli­ bûl etmemektedir; Mudavvana ’de, aksi nokliğe cevaz veren aksi kanâate gelince, bunun ta-ı nazarı tutan bir çok eski hadîs âlimlerine büyük bir ihtimal ile, ‘Abd Allah b, ‘Omar rastlanmak tadır. ve kat’î bir şekilde de al-Zuhri (onun zama­ Kitâb al-asârt İbrahim al-Naha'ı ’nin i fân ’a nında lıâ n bir sünnet telakki olunmata id i) dâir olan görüşleri hakkında, etraflı bilgi ver­ ve İbrahim aî-Naha:ı ( Kitâb aUâşâr ) tarafın­ mektedir. al-Şafi'i ye Mâlik ’te bulunan umûmî dan ileri sürüldüğü söylenebilir; hadîslerde mâhiyette iki hüküm bizi mezheplerin kurul­ rastlanan bu kanâati :Abd Allah b. ‘ A b b a s’a mağa başladığı devre götürmektedir. Mâlik, kadar çıkarmak tarihî hakikate uymaz. Medine m n n a ’ si olarak (b u husûsta şüphe Daha sonraları ortaya çıkan mesele, i f ân ve ihtilâf yo k tu r) karı-kocanm, lıâ n ’dan ’m neticesi olarak, evliliğin ne şekilde ortadan sonra, tekrar evlenebileceklerini söylüyor ve kalkacağı, kocanın karışım telâk-ı selâse ile mî al-Şâfi'ı de, Peygamberin lıâ n hakkında kİ boşayacağı veya huzurunda lıâ n icra edilen, «mn a ’leri arasına, karı-kocanm birbirinden hâkimin mi karar vereceği, yahut bizzat ita n ayrı düşmesini, çocuğun, da gayr-ı meşrûluğu ile mı evliliğin sona ereceği meselesidir. İlk esâsım koyuyor. fikir, şüphesiz ki, bir çok hadîslere dayanmak­ 3, Husûsî mezheplerin görüşleri, en eski tad ır; fakat bunun hukukî tatbikatına dâir mümessillerinin görüşlerini inkişâf ettirmekte, ortada hiç bir esere raslanmamaktadır; bu fakat her zaman onların düşüncesine bağlı kal­ hadîslerin ikinci fikir lehine değiştirildiğini mamaktadır ( msl. Mmai\a ’a bakılırsa, Mâlik, görüyoruz ( krş. al-Z uhri’njn naklettiği'£ac?ış • karı-kocanm K ân ile ayrılmaları hakkında Tabari, Tafsîr ve al-Buhâri, T alalı, bâb 30, ikinci kanâati ileri sürdüğü hâlde, kurduğu ffudüd, bâb 43; Ahraed b. Hanbal, V, 330 mezhep üçüncü kanâati desteklem iştir), Fikh v. dd, ’ dakî hadîs ancak zâhirî bir istisnadan ’m l ı â n ’a dâir olan ve şimdiye kadar söyle­ ibarettir; krş. aUTayâlisi, nr. 2667, ilk fikre nenlere fa2İa bir şey eklemeyen en mühim karşı red d iye). İkinci kanâat, hadîste görülen hükümleri şunlardır: Koca kanunun tesbit et­ bir çok yerlerden ayrı olarak, daha sonraki tiği şekilde bir deîîl göstermeden, karıya zınâ hukukî ihtilâf’ ta. devam etm iştir; bu kanâatin ısnâd ederse ve kadın da bu isnada itiraz ihtimâl veya kat’îyetle tesbit edebildiğimiz ederse, o zaman lıâ n ’a baş-vurulur. Koca mümessilleri ‘Abd A llah b. ‘Omar, al-Zuhri kendisine söylemesi emredilen düsturları söy­ ( zamanında ti ân eunna sayılıyordu ) ve İbra­ lemezse, kaz f ' i an dolayı k a d d ’ş çarpılır; him al-Naha'i ( Kitâb al-âşâr ) ’dir, Burada da, fakat Abü Hanîfa ’ye göre, düsturları' söyle­ bu kanâati ‘A bd Allah b. 'Abbas *a kadar yince)^ kadar, hapsedilir; söyleyince cezadan Çıkarmak, tarihî hakikatlere aykırı düşer. kurtulur; yalan beyanda bulunduğunu itiraf Nihayet, üçüncü kanâate gelince, bu hususta ederse, o zaman da lıadd'e çarpılır. Kadm, hadîste hiç bir şehâdete rastlanmamaktadır; bu düsturların karşılığım vermek istemezse, buna ancak mazâhib ’in ortaya çıkışından o zaman zınâ dolayışı İle, fıadd'e çarpılır. Bu­ sonriktesadüf edilir. Görülüyor kî, gelişme pek nunla beraber, Abü H anİfa’ye ve Ahmed b. Hanbal’den gelen en iyi rivayete göre, düs­ muayyen bîr istikam ette olmuştur. Kur an ’daki hükümlerden öteye geçen ha­ turları soyleyineeye kadar, hapsedilir ; söylerse dîsteki K an ’a dâir olan hükümler pek mü­ cezadan kurtulur; hatâsını itiraf ederse, o



58



Lİ'ÂN



LİHYÂN.



mil;, Handleiding tot de kennis van de saman da hadcf’e çarpıtır. Karı-kocadan bîri* Mokammedaansche IS^cf ( Leidcn, 1925 ), nin veya her ikisinin müs’.ümsn veya hür 8. 216 v.d.j D. Santillana, Istitaeioni di yahut'adi olmamaları hâlinde, İt an 'm mümküa diritto masulmano malichita, s. 219 v.dd.; olup-olmaması meselesinde, burada sayılamaya­ Th. Yt Hughes, A Dictionâry o f İslam, bk. cak kadar çok ih tila f vardır. Kadının gebeliği i fân kelimesi. ( JOSEPH SCHACHT.) esnasında, çocuğu tanımamak için bag-vurulan L ÎH Y A N . [ Bk. lîh y A n.] ita n için de aynı şey söylenebilir. Burada, ço­ L İH Y  N , LÎHYAN, b i r a r a p k a b î l e s ı cuğun kimin sulbünden geldiğinde ve İtan 'm iki gayesinin ( karıya kargı zina isnadı ve olup, Huzayl [ b. bk.] 'in bir koludur. Şeceresi: çocuğu tanımaktan im tina) tefrikinde (bu Lihyân b. Huzayl b. Mudrıka b. al-Yâs b. tefrik, mefhûmun sonradan uğradığı inkişâfın M nzar’dır. Huzayilerin diğer kollan gibi, bir neticesidir ) evliliğin kat’î bir rol oynadı­ Mekke'nin şîmâl-i şarkî bölgesinde yerleşmiş ğını kabûl eden esas fikrin kuvvetine işaret ola» Lîhy Saların is’âna iyet ten hemen önce etmek gerektir. Eski devir boyunca, bu iki v® sonra, kan kardeşlerinin tarihinden ayrı gâye, hukukî bakımdan, biribirîne karışmış­ bir tarihleri yoktur: bunlardan ayrı olarak tır. ijfûrt’da, karı-kocanın birbirinden ayrıl­ adları pok ender zikredilir. Msl. kavgacı masını gerektiren unsur, mâiikîlcrin (M a­ şâir T a’abbata Şarr10 iie olan mücâdeleler lik ile olan fikir ayrılıkları için yk. b k .) ve hakkında bk. IJamâsa, s. 34; Y 5ÎfSt, Maçam , Ahmed b, Hanbaİ 'in naklettiği bir hadîse gö­ nşr, V/ustenfeld, II, 272; IV, 164 ( krş. alre, karım» İt Sn ’ıd tr; a l-Ş a fıi 'ye göre, koca­ Buhturi, Ifamâsa, s. 80 v.d.; îbn al-Carrâh, nın, Ahmed b. Hanbaİ'den gelen en iyi rivâ- nşr. H. H. Brâu, nr. 86 = S B Ak. (Firen, yote göre de, her iki tarafın i f ân ’mdan son­ 1927, CCUI/IV, 3 1 ) ; Huzâ'aîara karşı giriş­ ra, kadınııı vereceği hükümdür, L t a n *m koea tikleri mücâdele İçin bk. İl, 614, UmÛmiyettarafından sonradan geri alınması ihtimâli le bu kabîle şâirleri Bani Huzayl şâirlerinden üzerinde de kanâatler birbirinden ayrılmak­ sayılırlar: msl. Malik b. HiKd Hunâ'i, al-Mutad ır: Ahmed ,b. İfanbal'in Abu H anifa’ye tanahhil al»Huna i v.b. îslâmiyetin doğuşunda, naklettiği bir hadîse göre, ba takdirde, karı diğer Huzayller gibi, LiKyânlar da Kuroyşlilerin ile kotanın yeniden evlenmeleri mümkündür; siyâsî nufûzu altında id iler: bu hâl Peygambe­ M âlik'e, al-Ş S ffi 'ye ve AŞtmed b. Hanbaİ ’in re karşı düşmanca davranışlarını izah etmek­ naklettiği an iyi bir rivayete gere, bu mümkün tedir. Bu yüzde» reisleri olan Sufyân b. Halici değildir. Eski hadîs âlimleri af asında Sa'id b. Mubayh, Peygamberin emri ile, ‘A bd AIlEh b. Cubayr birinci görüşe, buna karşılık, ‘Oraar, b. ‘ Uııays tarafında» Öldürülmüş idi. Li^yân­ *AH, ‘Abd AHâh b. Mas'üd, ‘Abd AHâh b. lar bunu» intikamım bir çok müslümam öldür­ ’Omar, *A|S’ ve al-Zuhri ikinci görüşe taraf dar mek sûretiyl* merhametsizce aldılar ( Yavm olarak zikredilebilirler. al-Avzg'i ile Sufyân al-ract, hicretin 4. y ılı: bk. madh HUZAYL ). al-Şavri de bu görüşü tutmaktadırlar. Nihâ- Sonradan, müalüroanlar ile Lihyânlar arasında, yet, i f â n ’m yalnız şifahen, yahut taraflardan, düşmanca münâsebetten bahsedilmediğine ba­ birinin dilsiz olması hâlinde, işaretle yapılıp- kılırsa, bu sonuncuların da Huzayller ile bir­ yapılamayacağı meselesinde de anlaşmazlıklar likte islâmiyoti kabûl etmiş olmaları muhte­ vardır. al-Bnhari, Kitâb al-talâk'm 35, babını meldir. Peygamberin muvaffakiyetinde» sonra ve bn meseleye ayırmış ve orada kendi görüşü­ nü yazmıştır. onu tâkıp eden devirlerde, Lihyânlara dâir he­ 4. L f ö n f& ancak tamamen zarûrı hâllerdemen hiç bir mâlömat yoktur ve b» kabileye baş-vurulmak ta olduğunu anlamak güç değil­ mensup tanınmış pek az kimse vard ır: asıl dir. Mal. hicretin IV, asrında, kur tu balı bir adı ‘ A li b. Hazım ( Hâzim ) yahut al-Mubârak âlim, Peygamberin unutulmuş olan snnna 'sini olan ve 222 veya 223 ( bk, al-Zubaydi, foba» ihya etmek niyeti He, karısı aleyhine İt Sn 'a ifât al-nuhât, nşr, Krenkow, R S ö , VIII, 145, başvurm uştur ( 1, Goldziher, Muhammedani- nr, 125 ve orada zikredilen eserler; Flügel, seke Stadien, II, 31 ). Bununla beraber, İslâm Dîe gramm. Sekiden, s. 5 1 ) ’ t© ölen nahiv f*khı bir çocuğu tanımamak için başka bir âlimi al-LihySksî belki bu kabileye mensup idi, yol kabâl etmediğinden, i f ân bugün bile, ta­ fakat diğer kaynaklar (Ya^ üt, Irşâd, nşr. M'argoîİoutk, V , 229; Tâc al-'arUs, X, 324,19) mamen ortadan kalkmış değildir. B i b l i y o g r a f y a ı Yukarıda zikredilen ise, al-Li^ySni aiabesini haddinden fazla uzun eserlerden başka, bk. fıkıh ile hadîslere dâ­ ola» sakak ( Uhya ) il© alâkalı görüyorlar. Li^ yâalam , arap tarihinin çok eski devır= ir eserler; E. Sachau, Muhammedanitche* lerinde, sonradan oynadıkları, fakat gözden Recht, a. 73 v.d d .; Th. W. Juynboll, bach des İslâmî seken Gesetzes, s. ı ç 3 ; ayn. kaçan rolden daha mühim bir rol oynamış ol»



LİHYÂN. malarını tahmin ettirecek sebepler var id i: *30 ve 200 yıllarında }, nabatîler ticâret yol­ İbn aİ-Kaîbl ( krş. K, al-asnâm, s, 57 = Yakut, larının kontrolünü Minalılardan aldılar ve alMu1cam, IH, ı8 ı,16*daki bir parça bu tahmini Hicr V yerleştiler; fakat aynı zamanda Mina haklı göstermektedir: burada İbn aî-Kalbi, medeniyetini temessül etmiş olan LihySnlar Huzayl putu Savfi' 'a gösterilen tazimde Lih­ müstakil bîr kıraîiık meydana getirdiler ve y â n ’ın ibâdete müteallik (««dona) vazifele­ nabatîlerih cenûba doğru İlerilemesine engel rinden bahsediyor ( krş. ^eîlhausen, Reste oldular, İki devletin hudutları al-Hıer iîe elarab. Heidentums*, s. 18 v.d.) ; Hicaz ’m şima­ 'Ö la arasından geçmiş olmalıdır. Bu Lih yan­ linde bulunan y ü z l e r c e k i t a b e ve du­ ların Asurîlerden Sargon *un vekâyinâmelerravar resimleri sâdece bu şüpheyi te’yit etmekle de, m, ö. 715'ten itibaren, zikri geçen Şamüd kalmamış, aynı zamanda, islâmiyettcn önceki t b. bk.] kavminin bir kolu olmaları muhte­ asırlarda, bir L i h y â n d e v l e t i bulunduğu­ meldir. Halbuki kadîm çağda Lıhyünlara dair, nu da meydana çıkarmıştır, önceleri, Doughty Plİnms ’a gelinceye kadar, hiç bîr malûmat ve H uber’in ellerindeki tam olmıyan kopyaların­ yoktur. Piinius ise ( Hist, N a t, VI, 33,3), dan öğrenilen bu kitabelerden, J. Haîevy ’nin onlardan L e c h i e n i adı ile bahsetmektedir, hazırlık mâhiyetindeki çalışmalarından sonra, Liljyanlarm kadreti Petra kıratlığının suku­ D. H. Mü Her tarafından bîr-çokları ( g o o ’den tundan ( ra. s. 106 ) sonra artmış olmalıdır; fa zla ) elde edildi ve okunda: bugün, Sa- bu devirden itibaren, nabatîlerin terkettîkleri vignac ile P. P. Jaussen sayesinde, bu kitabe­ al-Hicr 'i de ellerinde tuttukları sanılmaktadır, Lihy anların ne zaman ve nasıl dağıldıkları, lerin hem sayıları artmış, hem de bunlar dşha İyi tetkik edilmiştir, Bu kitabelerin VI, asırdaki vaziyetleri, yânı asıl yurtların­ hemen hepsi, cenûba doğru, aî-Hicr [b . bk.] dan oldukça uzaklarda yerleşip, Huzayl kabi­ nebatîlerinin büyük merkezi M adi’in Şâiilı lesine tâbi bir duruma düştükleri hakkında, yakınlarındaki e i - Ö I a köyü (bilhassa e/» elimizde hiç bir vesika bulunmamaktadır, İs­ Her ey be denilen arkeoloji sahasında ve bunun lâm an'anesı onlar hakkında hiç bir şey ihtiva şarkındaki sarp kayalar ) civarında bulunmak­ etmemekte ve onları, umûmî Şamüd adı al­ tad ır; az sayıda olmakla beraber, kitabelerin tında, asıl Şamüdlar ile ve aî-Hicr ’İİ nabatî­ bir kısmı da bn son sahada meydana çıkarıl­ ler ile karıştırmaktadır. Bununla beraber, es­ mıştır. Yazıları ( yine büyük ölçüde ol-'ÖIe ki Lihyân kıratlığına dâir çok müphem bir ’de bulunan ) Mina kitâbelerininkine çok ben­ hâtıra, bir rivayetteki münferit bir kayıt­ zemektedir ki, Lihyân yazısı hu sonuncuya ta mevcuttur. Buna göre, LihySnlar sonra­ bağlı veya ona muvazi bir çekil arzetmekto dan Huzayllere dâhil olan «Curhumlarm ba­ İse de, her halde D. H. M uller’in iddiası hi­ kiyeleri" dir ( Tabari, Tarih, nşr. de Goeje, lâfına, çok daha yakın zamanlara âittir. Dil­ I, 749) n — i* [k rş. mad. CURHUM], I, 1114, İbn leri ise, tam tersine, tamamen Şamüd ve Şaf 5 al-K albi’den naklen; Tâc al-'arâs, X, 324, ı— 3, dillerine, yâni şimalî Arabistan arapçasma ben­ aî-Hamdâni ’den naklen, muhtemelen a l-îklil zemekte olup, klasik arapçadan bir takım hu-, adlı eserinden; zîra bu bahis neşredilen Cazirat sûsiyetler ile ayrılmaktadır (m sl. harf-ı tarif a l-arab’ da mevcut değildir). Vaktiyle eski için al- yerine -ha ve klasik arapçada İsm-i fa­ arap yazmı denilen Şamüd yazısı, lihy ani il olan m unfdil şekli yerine n if'a l şeklinin yazısının muahhar veya muvâzî bir tekâmülünü temsil eder ki, saf2 yazı ve resimleri bunun kullanılması bilhassa kayda değer ), . Bu kitabelere göre, e l- Ö la — eski İsmi, Tev­ son safhasını teşkil etmektedir; fakat bu bir­ rat ’m Dedân ’ma tekabül eden D D N şek­ birine benzeyen yazıları kullanmış olan kavimlindedir — „LihySn ve Lih yanlar kıratlığı" lerin tarihî münâsebetleri bugün hâlâ tamâmca ’nra payitahtı idi ve hükümdarlarının bîr çok­ meçhuldür. Bugüne kadar, ancak sathî bir şekilde tetkik ları Talmay I ve II ( krş, Çeşür hükümdarı, Âbşaium *un kayınbabası, Talmay ’m adı, Mü- edilmiş olmasına rağmen, Dedâa-el-‘ÖU ha­ lûk-i sdnf, III, 3; XIII. 17% Tahmay, Lavzân, rabeleri, Lihyân medeniyetinin ileri merhalesi Kanu’aş, M Ş M ve K aribİl idi. Bu. kıraîİı- hakkında bîr fikir vermektedir; bîr kaçı ka­ ğıa geniş Ülkeye ve büyük bir ehemmiyete sa­ bartma ile süslü mezarlardan başka, Jaussen hip olduğu sanılm aktadır: teşekkül etmeden ve Savignac tarafından orta yerinde ( abdest veya tamamen müstakil olmadan önce, el-'ÖIa* için ? ) yuvarlak bir havuz bulunan bîr mâbed Dedân bir Mina müstemlekesi idi ve Yemen keşfedilmiştir. Havuzu süsleyen büyük heykel­ ile Hindistan mallarım Akdeniz limanlarına lerin bir çok parçaları- da bulunmuştur. Bu götüren büyük ticâret yolu üzerindeki konak­ mâheddeki bir kitabe, Vadd adlı ilahenin a f kal lardan birini teşkil ederdi. Mina kıraihğımn ’ini zikretmektedir. Şüphesiz bir dînî fiyi». sukutundan sonra ( Hartmann ’a gere m. o. ']’] ifâde eden bu tâbir, İslâm* arap an’anesrace



6o



LİHYAN -



bilinmektedir ( A ğ â n i, XXI, 1S6; İbn Durayd, Kitâb cl-:$tikâk, s. I97> ^ )• Lih yânların tap­ tıkları mabûtîar arasında, Allah, al-Lât, Vadd, Yağüş ve hakkında hiç bir sarih bilgimiz bu­ lunmayan Zu C l bat gibi sırf araplara has tanrılar yanında, gök tanrısı Balsamen, bir insan has ismi içinde bulunan Şalın gibi ârâmî rrienşe’iî tanrılara rastlanmaktadır. Gerek bu isim­ lerde, gerek diğer ârâmî tâbirlerde ( bunlar arasında „m czar“ mânasında r.afş ) nabatîlerîn te’sirı görülmektedir ki, bu da Lıhyân medeni­ yetinin meydana gelmesinde, Minalılar ile ne­ batîlerin bir hissesi olduğunda şüphe bırakma­ makladır. Müller ile G la se r’in bu medeniyette buldukları yahudî onsularının mevcûdiyeti ise, çok şüphelidir. B i b l i y o g r a f y a : Wustenfeld, Geneatogîsche Tabellen, M 8 ( Regİster, s. 275 ); İbn Kutayba, Kitâb al-m aarif ( nşr. Wüstenfeld ), s. 31; İbn Durayd, Kitâb al-:ştikak ( nşr. V/ustenfeld), s. 109; İbn aî-Kaîbi, Camharat aUansâb ( yazma, Britisches Museum ), var. 38; İbn Hişâm, Sîra (nşr. Wüstenfeld ), s. 638— 642, 981— 983; Vahidi ( trc. Welihausen ), s. 158 — 160, 224 j Tabari, Tâ. rlfy ( nşr. de Goeje ), I, 1431— 1437 ; Caetanî, Annati delT Islâm, î, 577 v.d., 581 v.d. ( H. 4. §§ 3— 4, 7 )» D. H. Müller, Epigraphiscke Denkmaler aııs Arabieh ( Denkschriften A k , . Wien, 1889 X X X V II); E. Glaser, Skİzze der Geschichte and Geograpkie Arabiens (B erlin, 1890), s. 98 — 127; Jaussen ve Savignac, Mission arckeologiçue en Arabie ( Paris, 1909 ), I, 263— 271; Iî ( Paris, 1914 ); VIII —XIV, 27— 77, 361 — 534» M, Lıdzbarski, Ephemeris fü r semit. Epigrapkik, H, 23—48, 34,5— 361; III, 2 14 -2 17 . ( G . L evi D e l l a V id a .) LİMNÎ, rumcası Afjjivoç, Ege denizinin şi­ mal kısmında, Çanakkale boğazı medha'inden 80 km. mesafede bulunan b ir a d a. Atinahlarm bu kadîm kolonileri orta çağda Bizans impa­ ratorluğuna tabî bulunuyordu. Ada, bu sırada, 901 senesinde, Girİd müsLümanları tarafından tahribe uğradı. Ç ağ sonuna doğru İtalyan­ ların eline geçmiş idi ve onlar tarafından Stalimene diye adlandırılıyordu. İstanbul 'un türkier tarafından fethi esnasında Limni adası M idilli'de hüküm süren Cenevizli G a tîlasio âilesinin elinde idi. Daha Çanakkale boğazım tahkim etmiş olan Bayezid I. devrinde, Osmanlı devletinin te'sirini hissetmeğe başlamış bulanan Limni, İstanbul *un fethinden sonra, boğaz mcdhalino yakın diğer iki ada, İm­ roz ve Bozca ada ile beraber ostnaniı hâkimi­ yeti altına girmekte gecikmedi. Mehmed II. ’in 1456 ’daki İnos ( Aynos ) seferi neticesin­



LİMNt



de Taşoz, Semadirek ve İmroz adaları Fatihin eline geçti. Bu sırada Midilli beyi ile pâdişâh arasında, vergi verme mev2Ûu üzerinde müzâ­ kereler yapılırken, bu beyin kardeşi olan ve Limni 'de hüküm süren Nikolas Gattilusio 'nun idaresinden hoşnut olmayan ada halkı kendi­ liklerinden padişaha boyun eğdiler. Pâdişâh Hamza Bey 'i Limni 'ye vali tâyin ederek, onu adaya yerleştirmeğe Gelibolu sancak beyi İs­ mail Bey 'i me'mur etti ve türkier gelmeden Gattilusio adadan kaçtı. Yalnız Bizans tarih­ çilerinden Dukas ( XLV, ır,o) ile Kalkondylas (VIII, 248)^3 geçen bu vukuatın tarihi k a t i­ yetle bilinmez İse de, Midilli beyi tarafından padişah nezdine müzâkere maksadı ile gönde­ rilen Dukas ’ın söylediklerine inanılabilir. 1457 .'de türkier, Limni ’ye bir şövalye tarîkati yer­ leştirmek niyetinde olduğu rivayet edilen pa­ panın gönderdiği bir donanma tarafından ada­ dan çıkartıldı ise de, az sonra İsmail Bey Limni ’yi, civarındaki adalar ile beraber, geri aldı (Zinkeisen, li, 235 v. dd.). 1462 ’de Fâtih Midilli ’yi de zaptetti. Bundan sonraki yıllarda Limni türkier ile Venedikliler arasında sahip değiştirdi i Amiral Canaîe 1467 'de ( h. 872; Naşri ve Sa'd al-Dİn ’e g ö r e ) Aynos ’u ve Ege denizinin bu tarafındaki adaları ele geçirdi ( bk. bir de Müneccim-başı, IÎI, 384). Bunun üzerine, Mehmed II. Eğriboz adasına karşı bü­ yük bir sefer açtı ve çok geçmeden, Limni türkier tarafından geri alındı. Venedikliler ile 1479 'da yapılan muşâlâha neticesinde ada, kat’î olarak, bir türk toprağı oldu. Aynı sene BozcaAdanm tahkim edilmesi suretiyle, Çanakkale boğazının müdâfaa sistemi tamamlandı. 1656 temmuzunda, Venedikliler boğaz önünde türklere galebe çalarak, Bozca-Ada, Seraadîrek ve Limni yi zaptettiler. Bu hâdise osmanlı pa­ yitahtı İçin o kadar tehlikeli görüldü kî, Köp­ rülü Mehmed Paşa, Kaptan Topal Mehmed Paşa kumandasında 4.500 kişilik bir kuvvet gönder­ mek suretiyle, esâsh bir teşebbüse geçti. Gön­ derilen kuvvet, Kastro kalesini 63 gün muha­ saradan sonra, İtalyanları 15 teşrin H. 16^7’de teslim olmağa mecöbr etti. Aynı sefer sıra­ sında Bozca-Ada da geri alınmış idi ( Naimâ, II, 578, 58$, 633 ), Daha sonra 1770 'te, osmanlı-rus harbi sırasında, kont Orloff, Kastro 'yu 60 gün kadar muhasara edip, muhafızları tes­ lim olmak derecesine getirmiş iken, kapudan-ı derya Haşan Paşa ’nın rus donanmasına Mond­ ros limanında saldırması üzerine, ruslar 24 teş­ rin I. 1770’te mağlûp olarak, çekilmek zorunda kaldılar (V âsıf, II, î i 8 )„ Balkan harbi sırasında, yunanlılar 31 teşrin L 1912 tarihinde, Limni ’ye asker çıkartarak, bu» rayı işgal ettiler. Atina muahedesi (14 teşrin II.



LİMNİ — LİSÂM.







Î913 ), Türkiye He Balkan devletleri arasındaki [ Limni adası, Midilli ( L esbos) vilâyeti ( nohudutların tesbitİnî büyük devletlere bırakmış mos ) dâhilinde bir idârî bölge ( sıtKÖzta ) hâ­ idi; on larda 1914 şubatında İmroz, Boaca* Ada line konulmuş olup, 470 km.2'yi bulan arazîsi ve Meİs adasından başka bütün Ege adalarının üzerinde yaşayan nüfus sayısı 30.000 'i aş­ Yunanistan 'a verilmesini kararlaştırdılar. Türk maktadır. B i b l i y o g r a f y a : Zinkeisen, GOR, I, umûmî efkârıma şiddetle desteklediği osmanh 169; H, 231, 235 v. dd„ 315; IV, 853 v. dd., 943 hükümeti, bu kararı kabul etmek isiemedi ise v.d.; J. von Hammer, G O R a, 1, 81,186, 438 v.d., de, araya giren ikinci cihan harbi bu hususa dâir müzâkerelerin neticelenmesine fırsat bı­ 494» 534; III, 457, 482; IV, 685; l Cezâyir-i Bchr-i S efîd vilâyeti sâlnâmesi, muhtelif rakmadı. Limnİ adasının Türkiye için ne kadar büyük bir sevküîceyşî ehemmiyete sahip olduğu seneler]* V . Cuinet, La Turguie d’Asie, I, 475 v.d., 48 v.d.; S. Shebelevv, Zur Gebirine! cihan harbi sırasında bir kere daha schichte von Lemncs ( Klio, 1902 ), II. meydana çıktı s Çanakkale boğazım denizden (J . H. K ram ers .) zorlamak teşebbüsünde muvaffak olamayan [ Bu madde BESİM D a RKOT tarafından ik­ müttefikler, 1915 nisanında adanın cenup sa­ hilinde gayet muhafazalı Mondros { yunancası mâl edilmiştir]. L İN G A , İran 'ın Basra körfezi sahilinde LâMoudhro3 ) limanında, Çanakkale boğazını zor­ lamak için girişmeğe karar verdikleri askerî ristân [b. bk.] bölgesine dâhil küçük b i r l i ­ hareketler için, bir deniz üssü kurdular ve bu m a n d ı r . Eski liman evvelce 10 km. daha şark­ üsten Çanakkale seferi sırasında büyük ölçüde ta Kung mevkiinde bulunuyordu. Portekizliler faydalandılar. Osmanh imparatorluğu ile itilâf burada bir ticâret merkezi kurmuşlar ve Hür­ devletleri arasında harbe nihayet veren mütâ­ müz *u kaybettikten çok sonralara ( 1 7 1 1 ' de) reke, 30 teşrin I, 1918’de Mondros limanında, kadar siyâsî nufûz sahibi olarak kalmışlardı. İngiliz amiral gemisinde imzalandı. Mondros Zand hanedanı zamanında 1.000 kadar Cavâmütârekesi, boğazların derhâl açılması* osmanh sim arabı (B ani Caşim, Cavâşim, Kovâsim ), ordusunun terhis edilmesi, uzak bölgelerde bu­ başlarında Şeyh Salih olduğu hâlde, *Omân lunan kuvvetlerin müttefiklere teslim olmaları 'dan gelerek Linga ’yı Cabângiri kalantor ’i ve müttefiklerin kendi emniyet ve selâmetleri­ elinden aldılar. Iran hükümdarı 1887 'de Lin­ ni tehdit altında gördükleri takdirde sevkül- g a 'y ı işgal ederek son i ısı şeyhi Tahran ’a ceyşî noktaları işgale hakları olduğunun ka­ sürdü, Memleketin bugünkü nüfusu çok karı­ şık ( arap, iranh, hindû, afrikah ) olup, gemi bulü gibi hükümler ihtiva eylemekte idi. Osmanh hâkimiyetinin ilk asırlarında Limni, inşâ edilen limanın oldukça işlek bîr ticâreti Kapudan Paşa eyâletinin bir cüz'ünü teşkil var idi ise de, geride yükselen dağlar, iç mem­ eden Gelibolu sancağına dâhil sayılıyordu. leket ile irtibatı güçleştirir. B i b t i o g r a f g a : LÂR maddesindeki XIX. asrın İkinci yansında, vilâyetler idaresi kaynaklardan başka bk. Pelly, Report on the kurulunca, teşekkül eden Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Persian G ulf ( Trans. Bombay Geogr, Soc., vilâyeti dâhilinde Limni bir sancak oldu ki, 1863 XVII, 32— 1 1 2 ); ayn. mil., A Visit to bu sancak Limni, İmroz ve Bozca-Ada kazala­ Linga ( J R G S , 1864, XXXIV, 251— 258 [Cons» rım ihtiva etmekte, cenupta Bozbaba ( A yics table ve Stiffe ] ); Persian G u lf P ilot ( 3. tab., Evstratios ) adası nahiye şeklinde merkez ka­ London, 1890 ); Curzon, Persia, II, 407— 409. zasına bağlı bulunmakta idi. Hükümet ve mu­ ( V . MlNORSKY.) hafız k ıta sı, evvelce olduğu gibi,adanın garp L İSÂ M . [ Bk.^ LİSÂM.] kıyısındaki küçük Kastro limanında yerleşmiş L İS A M . LİSÂM ( A., bâzan lifâm olarak da idi. XIX. asrın sonlarında adanın nüfusu, 1303 ( 1886 ) tarihli vilâyet salnamesine göre, 22.427 okunur), a ğ z ı ö r t m e ğ e m a h s u s p e ç e ; ( 20.300 yerli hıristiyan, 1940 müslüman ), 1892 bedevilerin, yüzlerinin alt kısmını, ağızlarını, 'ye doğru, Cuinet 'ye goro ise, 27.079 ( bunun bâzan da burunlarının bir kısmım Örtmek için 2.450 ’si müslüman, gerisi rum ortodoks ) idi. kullandıkları bez ( bk. H ariri, MakSmât2 nşr. Limni adası bir takım tıbbî hassalar 1 olduğu de Sacy, Paris, 1821, s. 374,2). Lişam, te­ kabûl edilen »terra sigillata4* ( türkçssi iîn-i neffüs uzuvlarım sıcağa, soğuğa ve toza maktam) ile meşhur idi. Bu toprak adanın karşı korumak için kullanılır ( bk. Zu 7 -rcmcenûp sahilindeki Kokkino koyu (b elki ilk ma, nr. 5, 43, krş. bîr de ar. 39, 24 ve 73,16; çağdaki Hepimi s tia 'stn yerinde ) civarında bu­ Mutanabbi, Şarh Divan, s. 464, 27 ve Ha­ lunuyor ve .rum papazı ve türk hocasının hazır riri, ayn. esr., 8. 374,2 ) ve- aynı zamanda bulunduğu - merasim icrası suretiyle, senede yüzü az-çok gizleyip, tanınmalına imkân ver» bir defa ( 6 ağustos ) çıkartılıyordu ( Nairnâ, mîyerek, kan dâvalarındaki intikamları en­ II, 586 )> Yunanistan 'a iîhâk edildikten sonra lerdi ( Goldziher, Z D M G, XLI, 101). Bu îti-



6a



LİSÂM



bârla lisam bâzan, örtünmeği âdet edinmemiş kimseler tarafından, kendilerini gizlemek mak­ sadı ile de, kullanılırdı; mal. Bin bir gece ma* sallarında £ nşr. Macnaghien, î, 8 j8 ), erkek kılığına giren bir sultan ile cinsiyetini sakla­ mak isteyen bir başka kadın ( ayn. esr., II, 59 ) yüzlerini lisânı iİe gizlerler, Bn İsimden bîr fiil yapılmıştır ki, bunun beşinci vezni bil­ hassa „li$ 5m takmak" mânasına gelmekte ( bk. AğânI, VIII, 102,20 î X X I, 55, ı*;A ğ â n t, nşr. Kosegarten, s, 121, 13; Wrîght, Öputcula arabica, s. i n , 1 ; H ariri, MakSmât 2, II, 433,3), sekizinci vezni ise, »bir şeyi lişâm gibi tak­ mak" tarzında, mecazî bir mânada kullanıl­ maktadır. Talsima, umumiyetle,' kadınların kutlandığı peçe mânasına gelir ( Cherbonneau, J A , 1849, I, 64), fakat talşlmat al-bayâi, Fâtımîler zamanında, resmî bir vazifeye hâs bir elbise idî. Fatımî kadıları bunu, sarık ve faylasân ile birlikte giyerlerdi ( de Sacy, C k r e s i II, 92). Fakat, umûmiyetie, il­ gam, galiba şehir ahâlisi tarafından kullanıl­ mazdı, LigSm ’m, sırf din bakımından, ıslâmiyette büyük bir ehemmiyeti yoktur. Muhrim için, başka giyecekler ile birlikte, lisam takmak da yasak idi ( Buhari, I, 390 aş.). Lişâm takmak âdeti umûmiyetie şimâl-i gar­ bı A frika 'daki Şanhâca kabileleri arasında yaygın id i; bu sebepten bu kabilelere lişâm takanlar, mulasşimân yahut da avlâd al-mutalaşşima derlerdi; Murâbıtlar [ b. bk.], Şanhâcalerin bir kolu olan Lam tuna kabilesinden geldikleri için, lişâm siyâsî bir mana aldı. Lisam takmak âdeti ( nikâh, bk. Bakrı, s. 170 ) A frika'nın bâzı kısımlarında veKânem ( Ma^:rîzi, I* 193,13 v.d .)'d e carî idi ve buğun Tuaregîerdö de lişâm kullanırlar. A frika ’nm bu ahâlisi, lisam takmak âdeti olmayan şark fslâm memleketlerine gittikleri zaman, yüzle­ rini örterler; kadınlar ise, örtünmeden dola­ şırlardı, Sonradan uydurulan bir rivayet bu âdeti şöyle izah etmektedir : bir gün bir köy, erkeklerin az, kadınların çok olduğu bir sıra­ da hücuma uğramış; düşmanı aldatmak için, erkekler lişâm ile yüzlerini örtmüşler, kadın­ lar da silâha sarılmışlar ( Goldziher, Z D M G, XL1, 101 ) ; diğer bir kaynağa göre de, Emevîlerİn sukutundan sonra, 200 emevî, kadın kıyafetinde-A frika'ya sığınmışlar; IfşSm ta­ kanlar da bunların ahfadı imiş ( Wustenfeld, Der Tod des Husejn, s. VIII). Bakrı (m etin s. 170, tre. s. 3 2 i ) ’ye göre, bunlar lişâm*sız dolaşmazlardı ve içlerinden biri savaşta tişâm '1 kaybedecek olur ise, dostlan onu lişâm •ı tekrar yüzüne geçirmeden, tanıyamazlardı; lişâm takmayanlara »sinek yutan1* derlerdi.



Muvahhidîler, bilhassa îbn Tümart, Murâbıtların bu. âdetine karşı mücâdele ettiler ise de, lişâm takma: âdetini ortadan kaldırmağa mu­ vaffak olamadılar (Goldziher, ZDM G, XLI, 102), Bu, mânada mulassim kelimesine rast­ lanan diğer yerler şunlardır: :Abd al-Latif, nşr. de Sacy, s. 483, not 48; Fleischer, Rleine Schriften, II, 243; Marquart, D it Beninsammlatıg, bk. mad. Liiâmtrager. Lişâm kelimesi ve müştakları, bilhassa şâ­ irler tarafından, birer teşbih olarak, çok kul­ lanılmıştır ; msİ, „lisâm 'in gizlediği maşuka­ nın dudaklarını öpmek** ( Dozy, Vitements, s. 400, krş. mâ, tafyta ’l-lişâmayn „çahre‘‘, Mutaaabbi, s, 464, 27) gibi ifâdelerden f-ş-m »öpmek** ('O m ar b. A bı Rabi;a, nşr, Sehwarz, s. 6 , 207 ) ve bilhassa tâlŞşama «öpüşmek"; malsam »Öpülen yer** (Farazdak, Dozy, Supp lim en t) mânaları çıkmıştır. Bir genç kızın lişâm ’ı ken­ di saçlanndandır {B in bir gece, nşr. Habİcht, Bresîau, II, 52,2); devenin ağzı etrafında, salyelerin den bir lişâm vardır ( zu ’l-rumma, s. 76, it ); kurt, afyammu ’l-lişâm ’dır = »ağzının kenarları kara** (Tirimmâh, s. 4, 35; kurt için bk. JFfamâsa, I, 762, ir; fam yatalaşşam) ; şa­ rap testisinin lişâ m ’ 1 vardır, yâni »ağzına bez takılıdır" ( mal sum, Mufaizaliyât, nşr. Lyall, nr. 125,7; testi hakkında bk. bîr de Söcin, II, 43 ) î güneşi toz' bulutlan kararttı, sanki yüzü lişâm İle örtüldü ( iliaşama, Mutanabbi, s. 601, ıs ) »gün ışığı ( nakâr), lişâ m *mı kaldırınca" [gün doğuşu tasviri: îbn ‘Arabşah, nşr. Golius, s. 64^ 3, aş, b k .; Hariri, Makâmat*, s. 340,10 ; kaşafa ( ’l~şubh ) al-lişâm a; bir çok eserlerin başlıkları şöyle başlar: K aşf al~li~ §âm, bk. Brockelmann, G A L , II, 659]; bir du­ varın lişâm 'îarım, yâni mânileri kaldırmak gerektir ( ‘İmŞd al-Din, nşr. Landberg, s, 65, la ) ; İsrafil 'in, muazzam bîr lişâm gibi ( Utaşama ),■ gökyüzünden tâ yerin yedi kat dibine kadar, uzanan 4 kanadı vardır ( K azvini, nşr. Wüstenfeîd, I, 56 aş.) ; bir ses boğuk ( örtülü ) mal sum olabilir (T arafa, nşr. Ahivvardt, nr. 5, 26 «f Beyrut, 1886, s. 10); bir başka ben­ zetme için bk. îbn aî-Flrîz (S acy, Chrest.,



îîî, SS. 25 )B i b l i y o g r a f y a * , Yukarıda verilen misâllerin çoğu A , Fisclıer ve F. Krenkow 'dan alınm ıştır.. Umûmî olarak; bk. Dozy, V&tements, s. 339 v. d. ve Suppliment, II, 516. Müslüman kadınların yüzlerini örtme âdetleri için bk. Snouck Hurgronfe, Twee poputaire dtvalingen verbeterd ( Verspr, Geschriften, I, 295 y. d d.).



_



(W. Bjö Rkman.)



LİSA N AL-DÎN. [ Bk. ÎBN AL-HAflB.] L İV A '. [Bk.UVA.]



LİVÂ -r LİZBON. L ÎV Â . LİV Â ’ ( A., cem, alviya ), « a n c a k demek olup, İslâmiyet!» ilk samanlarında ga­ zaya gönderilen muayyen mıkdâr askerin baş­ buğuna teslim edilen sancağa denilirdi. Fâtımîlerde en büyük sancağa liva al-kamd adı verilmiş idİ ( C. Zaydân, Medenigei-i islâmiye tarihi, I, 162). Osmanlılârdd sancak-1 şerife bâzan livû-yı şerif ye saltanat sancağına da livâ-yı osmânî denilmiş idi. Osmanlı devle­ tindeki mülkî teşkilâtta, XIV. asrın ikinci ya­ rısından itibâren, livû veya sancak tâbirleri­ nin kullanılmakta olduğunu, kanunnâmeler İle, arâzi takrir defterlerinde görm ekteyiz; bu eski kayıtlarda bâzan livâ ve bâzan sancak tâbirleri geçmektedir ( bk. Kanûn^nâme-î &!-i asman; Saltan Süleyman kanûn-nâmesi, Baş­ vekâlet arşivindeki arâzi tahrir defterleri; A ya-i A li, Risâle* Feridun Bey, Münşeâi; Tevkii Abdürrahman Paşa, Kanun-nûme; Hezârfen Hüseyin Ef., K a n û n -n â m e Kâtib Ç e­ lebi, Cihannümâ; Evliya Çelebi, Seyahat nâ­ me v.b.). Livâ mülkî teşkilâtta eyâlet veya vilâyet­ ten bir derece aşağı ve kazadan bir derece yukarıdır. Livalar vilâyetlere bağlı olup, bu­ rayı idare eden sancak beyi veya beylerbeyi de denilen iki tuğlu paşa, mubârebe'vukuun­ da cepheye giderken, eyâlet paşasının kuman­ dası altında bulunurdu. Şarkî Anadolu ’daki sekiz livâ, eyâletlere bağlı olmayarak, yurtluk, ocaklık sûretîyle müstakil idiler, yalnız muhârebe zamanında Diyarbekîr beylerbeyi ile berâber sefere çıkarlardı. Eyâletlerde vali olan eyâlet paşasının bulunduğu sancağa paşa liv&st veya paşa sancağı denilirdi. Livalara, XVII. asır ortalarına kadar, bir tuğlu sancak beyi ve eyâletlere de mîr-i miran veya beylerbeyi denilen İki tuğlu paşalar tâ­ yin edilirlerken, vezîr adedinin artması dolayısı ile, vezirlerden eyâlet valisi ve beylerbeyilerdea de sancak beyi tâyin edilmeğe başlanmıştır. Bâzı îivâlar mubassılkk, malikâ­ ne ve arpalık suretleri ile de idare edilmiş­ tir. XVIII. asrın sonlarına doğru, livalara tâ­ yin edilen paşalara mutasarrıf denilmeğe baş­ lanmış ve bilhassa XIX, asırda bu tâbir san­ cak paşaları hakkında taammüm etmiştir. Mahraud II, zamanında, asâkir-i mansûre teş­ kilâtını müteakip, 1248 ( 1832 ) senesine ka­ dar, bu teşkilâtın yapıldığı eyâlet valilerine mansdre ferik i denilerek, livalara dokunulma­ mış idî. Fakat bu tarihte, vezîr rütbesi ile aynı derecede olmak üzere, müşir rütbesi ih­ das »dildiğinden, 1253 ( 1836 ) 'de eyâletlere mansûre müşiri tâyin edilince, muvakkat bir zaman için, liralar da mansûre feriklerine verilmiş, fakat mansûre teşkilâtı yapılmayan



.63



vilâyetlerde livâ paşalığı devam etmiştir. Y i­ ne Mahmud İL, bir kaç livâyı birden man­ sûre ve hassa müşirlerinin idarelerine verd ğinden, bunlar üzerindeki livâları kaymakam denilen mutasarrıflar ile idare etmişlerdir. Vilâyetlere bağlı olan livalara da, kaymakam ismindeki mutasarrıflar tâyin edilmişlerdir. 1275 ( ı 8 s 8 ) ’ te, İdarî teşkilâtta bir yenilik daha yapılarak, livalar biri müstakil ye diğeri bîr vilâyete bağlı olmak üzere, ikiy'e^ayrılmış, bunlar da müstakil livaya me'mûr olan muta­ sarrıf ve bir vilâyete bağlı olanlara da kay­ makam denilerek, sivil idare tarzına girilmiş­ tir ( Tckvîm-i vekayî, sayı 571 ’de neşredilen talimatnamenin 20. ve 38. m addeleri). Bu te­ beddül saf er 1284 ( hazîran 1867) tarihine kadar devam etmiş olup, vilâyetlere bağlı livâlann âmirlerine kaymakam denilmesi halkça hafif görüldüğünden, bu tarihten itibâren, müstakil livalarda olduğu gibi, bu livaları İdare edenlere de mutasarrıf denilmiş ve ay­ nı senede eyâlet ismi yerine vilâyet tâbirinin kullanılması kabul olunmuştur ( Nufybat alvakayC, husûsî kütup., basılmamış kısım, n , 131). XIX. asrm sonlarından itibâren, Hvâ yerine sancak ve mutasarrıflık tâbirleri taammüm eylemiş ve bu Cumhuriyet devrinde, sancak teşkilâtının kaldırılıp, bunların hepsine vilâyet denildiği tarihe kadar devam etmiştir. B i h l İ y o g r a f y a; Metinde gösterilen­ lerden başka bk. Başvekâlet arşivi, Mühim­ ine defterleri, Tevcihât vesikaları ( îbnülemin ta sn ifi), Selânikî, Tarik ve diğer vak’anüvis tarihleri ve salnameler. ( Îsm a İl H a k k i U zu n ça r şili .) L İV A N , [ Bk. LİVAN.] L ÎV Â N . LİVAN ( A. a U vân yerine; Dozy, SuppUment, II, 563 ), üç tarafı duvar İle kapa­ lı ve dördüncü tarafı bir kemer ile açık olan, şark evlerine has b ü y ü k o d a . Livan, iki üç basamak kadar yüksektir ve her tarafı, ağaç ve çiçekler Ue süslü bir avluya bakan ikametga­ hın en geri kısmım teşkil eder. Livan Bağ­ da d 'm cenûb-i şarkîsinde Tak-i kisrâ veya 1 vân-hisrâ dîye anılan harabelerde bir Örneği kalmış bulunan Sâsânî saraylarından alınmış bir oda şeklidir. Bu kelime yeni farsçanm talar 'ma tekabül eder. Serinlikten faydalan­ mak için, ekseriya şimâî tarafı açık olur. B i b l i y o g r a f y a ! A. von Kremer, Topographie von Damascus ( Denksckr. Ak. Wien, 1854, V , 19 ); Lane, Modern Egyptians (London, 1837), I, 78, 20; II, 45. CC l . H u a r t .)



LİZBON, portekizce LlSBOA, diğer garp dih» lerînde Lisbona, Lisbon, Liss&bon, Lisbonne,



64



LİZBON - LOKMAN.



•Tajo nehri ağzında, Portekiz cürahûriyetinia merkezi olup, [ 1950 senesinde nüfusa 783.200 idi ]. Ana’neye göre, kurulması Ulysse ’e atfedi­ len şehir önce Finike asıllı Glisippo adını ta­ şımış idi. Roma devrinde Felicitas Julia adım alan bir belde oldu. 407 ’den itibaren Slaın ’lerin, 585’den 7 1 5 'e kadar Vizigotlarm elinde kaldı ve bu son tarihte mus ■umanlar tarafın­ dan" zâptediîdi. Lizbon ’un adı arapçada her ikisi de harf-î tarif ile beraber veya yalnız kuüanılmak üze­ re, LtŞBüNA ve ÜŞBUNA şekillerinde kaydedil­ miştir ( krş. bilhassa Dav: d Lop es, Os Arahes nascbrcs deAlexandre Herculano, Lizbon, 1 9 u , s. 58 v.d. ve bibliografyada gösterilen kaynak­ lar ). En çok kullanılan nisbet şekli aî-Uşbüni Mir. Müsîümanlar zamanında Lizbon büyük bir şehir olmamakla beraber, coğrafyacılar tara­ fından bir çok tasvirleri yapılmıştır, al-ldrisi, Lizbon ’un surlarından, iç kalelerinden ve şehir ortasında fışkıran sıcak su kaynaklarından bahseder. Şehir, Tajo nehrinin kıyılarına at­ tığı altın pulcukları sebebi ile, al-MaMan ( Alamada ) adı verilen kalenin karşısında İdi. Yine bu coğrafyacı ve onu takip eden daha başka­ ları »sergüzeşt adamlarının" muhayyel sefer­ lerine ( Kanarya adalarına olacak; bk. mad. ALHÂLÎDÂT ) Lizbon Man çıktıklarını kaydediyor. Lizbon, 711 yılından itibaren, müslumanların eline düştü ve Kurtuba Emevî halifeleri za­ manında Santarem ve Cinira île beraber, Balata bölgesi içinde yer aldı, Arap vekayinâmeeîieri burada umumiyetle çabuk bas­ tırılmış muhtelif isyanlardan bahsederler. Fa­ kat bu devirde Lizbon bilhassa Normanlardan ( m5cüs ) zarar görmüş idi. Bunlar, aî-Andalus ’u 229 ( 844 } Ma birinci defa İstilâ ettikleri zaman, karaya evvelâ bu şehirde çıkmışlardı. İbn “İzari ’nin şehâdetine göre, filolarında $4 kadırga ile daha küçük boyda 54 gemi bulu­ nuyordu. Lizbon valisi Vahb Allah b. Hazm Kurtuba halifesinden yardım istedi. al-Hakam zamanında başlayan 966— 971 istilâsı sırasında, Normanîar Alcacer do Sal ( Çaşr A b i Dânis ) de karaya çıktıktan sonra Lizbon ovalarım yağmaladılar. Daha fazla bilgi için bk, mad. MACUS ve bibliyografya. İspanya emevî halifelerinin düşmesinden son­ ra, Lizbon Afîasiİenn [ b. bk.] kurduğu müsta­ kil kırallığa dâhil bulundu kİ, bunların payitah­ tı Bataîyavs ( Badajoz ) idi. Muvahhitler zama­ nında şehrin muvakkaten hırİstiyanlarm eline geçerek, 504 ( 1 1 1 0) senesi sonunda Santaren, Badajoz, Porto ve Evora ile beraber emîr S ir b. Abi Bakr tarafından geri alınmış olduğu anlaşılıyor. Ancak 40 sene kadar, sonra 542 f U47 )M e şehir Portekiz kıralı Alfonso I. He.ı-



riques tarafından ve Arnold d'Aerschot ku mandasında Filistin 'e gitmekte bulunan bîr haçlı kuvvet yardımı ile, kat’î olarak, zâptediîdi. B i b l i y o g r a f y a ı al-!drisi, Ş ifc t alAndafyts ( nşr. Do2y ve de Goeje ), metin s. 183, tre, s. 222; Ynfeüt, Mu cam aUbuldân (b k . madd. Uşbüna ve L îşb û n a); Abu ’l-Fidâ’, Takvim aUbuldân ( nşr. Rivaud ve de Slane ), a. 172 v.d.; îbn 'A bd al-Mun'im alHimyari, aURavş al-mı far ( hus. yz, ) ; E. Fagnan, Extraits inedits relatifs au Maghrcb (C eza yir, 1924), bk. fihrist; İbn 'izari, alBayan al-muğrib ( nşr. Levi-Provençal), Paris, 1927, III, bk. fihrist. ( E. LâVI-PROVENÇAL.) L O D Î. [B k. LUDÎ.3 L O H A Y Y A . [B k. l u h a y y a .] L O J A . j Bk. LAVŞA.] L O K M A N . [B k. lo k m a n .] L O K M A N . LUÇM ÂN, İslâmİyetten önce­ ki araplarda e f s â n e v î b i r ş a h s i y e t olup, Kur’an Ma zikredildıği gibi, sonraki de­ virlerin efsâne ve şiirinde de yer almakta­ dır. Lukmân efsânesi’ inkişâfında uç esaslı safha gö sterir: 1. K u r ’a n M a n ö n c e k i s a f h a : Lukmân al-Ma'ammar, câhiliyenin uzun ömürlü kahramanı; II. K u r ’ a n s a f h a ­ s ı : Lukmân, darb-ı mesel hâline gelmiş ha­ kim şâ ir; III. K u r ’a n M a n s o n r a k i s a f h a : Lukmân, hikmetli küçük kıssalar kah­ ramanı. I. E s k i A r a b i s t a n a n’a n e l e r i n d e L u k m â n . Eski efsâneler bile Lukmân ’t tür­ lü simâlar ile tasvir eder: 1. Mu’ammar ola­ rak, 2. kahraman olarak, 3. hakîm olarak, — Ona uzun bir Ömür geçirmesi teklif edilmiş­ tir. Hayatının süresi olarak, yedi kartalın ha­ yatının süresini s e ç ti: bir kartal yetiştiriyor, bu ölünce, bir İkincisini besliyor — ve böyle altı kartal besledi ve kendisi hayatta kaldı. Yedincısi olan Lubad ölür-ölmez kendisi de ölüdür. Uzun hayatî temsil etmeğe yarayan teşbihler arasında araplarm tercih ettikleri kartal ile benzetme idi ( Goldziher, Abh. zızr arabiscken P kil., II, s, LI v, dd.), R. Basset ( Loçmân Berbere, s. XXVII—XXIX), burada Sidonius Apollinarius’un- başkaları arasında Romuîus ’un gördüğü alâmetleri tefsir tarzı ile açık bir benzerlik görmektedir: Romuîus 13 kartal görür, bu Roma ’nın 12 asır devam ede­ ceğinin remzidir, Abü Hatim al-Sicistâni ’nin Kitâb al-mu'ammarîn ’i uzun bîr hayata nail olanlar arasında Lukmân’a 2. yeri verİKî en çok yaşayan Hızır Mır, sonra Lukmân gelir ki, hayatı yedi kartal hayatı kadar uzun idi ve boyİece 7 X 8 0 = 5 6 0 yıl yaşam ıştır; fakat muhtelif rivayetlerde bu yılların sayısı 1.000,



LOKMAN. 3.000, 3.500 ’e kadar çıkar, Lukmân tarafından beslenen son kartal Lubad ( = »müddet") ’dir; Lubad ’İn kanatlarım kaldırmadığı sırada, Lukmân onu uçmağa teşvik eder. Fakat bunıin fâidesi olma?., Lubad ölür ve onunla beraber Lukmân da Ölür. — Damın ’nin dikkati çekti­ ği üzere, Lubad, al-Nâbiğa ’nıa şiirlerinde bile geçer, — Lukmân 'a, câhiliye devri kahraman­ larının başına gelebilecek muhtelif mâceralar isnat olunur; zina işleyen kadım recm ile, hırsızı da elini kesmek suretiyle, ilk önce cezalandırdı, — Lukmân ‘A d kabilesine men­ suptur. Eski arap efsânesi burada Kur*an 'daki efsanevî hikâyeye bağlanır. Sodome gibi günahkâr olan 'A d ’a kuraklık cezası verilmiş­ tir. Lukmân ’m da dâhil olduğu bîr takım el­ çiler, duaları ile yağmur te’min etmek için, Mekke ‘ye giderler. Misafirperverliğin verdiği zevk ve sefaya dalan 'A d kabilesi mensupla­ rı, seyahatlerinin gayesini unuturlar. Vazifele­ rine davet edilince, biri siyah bir bulut niyaz eder. Bu bulut 'A d kabilesinin mahvına sebep olur; bu ceza da onlara Hüd peygambere itaatsizlikleri sebebiyle verilmiştir.



îslâmîyetten önceki araplar bile Lukmân *1 hakim olarak tanıyorlardı. Hakimliği câhiliye devri şâirleri tarafından tazim edilmiştir ( Horovitz, Koranische Untersuchungenys. 133 ). Es­ ki efsânelerin bile müteaddit kimselere ait olması icâp ettiğini kabûl etmek de düşünül­ müştür, Lukmân ’m hakimliği câhiliye devrin­ den Kar’an ‘a geçiş teşkil eder. İL L u k m â n , d a r b-ı m e s e l h ü k m ü n e g i r m i ş ş â i r . XXXI. sûrede Lukmân bir ha­ kim hâline getiriliyor ve ona dinî nasihatler verdiriliyor. Bunlar, ne Lukmân hn, ne de Pey­ gamberin damgasını taşır, fakat umûmîyetle hikmetli şiirler zümresine girer, İşte şâ» yân-ı dikkat bir örnek: „ Allah yer-yüzünün bütün ağaçlarını kalem kamışı hâline getirse, denizi büyültüp yedi deniz ile daha doldurarak, bunu mürekkep yapsa idi, yine de Allahın ke­ limeleri tükenmezdi* ( XXXI, 26 ), Buna ben­ zer teşbihler başka rivayetlerde de bulun­ maktadır ( Bk. Reinhold Köhler, Und tuenn der Himmel var* Papier, Orient und Occident, II, 546— 5941 Ethnologische Mitteiîungen aus Ungarn, I, 3 u — 323, 441— 453 ). Bu hikmetin yahudilerin Ah bâr ’ı ile yapılan bir münâkaşadan doğduğu nakledilmektedir. Ah bâr, Tevrat saye­ sinde, her şeyi anlamakla öğünüyorlardı; hik­ met onların aleyhine tevcih edilmiş olmalıdır. — Lukm ân’m »Adımlarım hesaplı at, sesini alçalt, çünkü seslerin en çirkini muhakkak eşeklerin sesidir* ( XXXI, 18 ) ihtarına gelince, Rendel Harris bunun örneğini A h ik a r’da bul­ muştur: »Başım eğ, alçak sesle konuş ve aşaİsiâm Ansiklopedisi



«5



j ğıya bak; çünkü bir ev yapmak için yüksek sesle konuşmak lâzım gelse idî, eşek ber gün iki ev yapardı". Peygamberin Lukmân ’ı bir hikmetli sözler müellifi hâline getirmesinden sonra, dindarlık ve hikmetle dolu sözlerden kullanılmakta olan her şey ona isnat edilebilirdi. Vahb b. Munabbib ’in Lukmân ’m nasihatlerini ihtiva eden i o . c o o bahis okumuş olduğu iddia olunur. Arap hikmet ve darb-ı mesel mecmuaları ( bilhassa al-Maydâni ’ninki ) bir-çoklarım Lukmân ’a isnat eder (b k, R.Basset, s. XUV— LIV). al-Şa'labi Macâlis ’inin bir bölümünü Lukmân ’m hikmet­ lerine tahsis etmiştir. Bir çok cümleler Lukmân sûresi ile alâkalı görünmektedir. Sûre XXXI, 14, ebeveyne İhtiramı emreder, fakat çocuk­ ların ebeveyn te’siri ile sahte ilâhlara tapma­ maları için onları ikaz eder. Şa'Iabi ’nin gü­ vendiği müellif Lukmân ’a şunu söyletir: — »Dostlarının bir şeyini reddetme, fakat A lla­ hın İstediğinden başka türlü hareket edecek kadar da İleri gitm e".— Bir çok hikmetli söz­ lerde Ahilçar’ı h atırlatır: Lukmân— »Su nasıl mahsûl için lâzımsa, dayak da öylece çocuklar için lâzımdır" — demiştir. Ahikar : — »Çocuğa yumuşak muamele etm e; çünkü bahçelere gübre ne kadar lâzımsa, erkek çocuklara dayak' o kadar lâzımdır"— demiştir/Yine Lukmân di­ yor ki— »Allahı düşünen kimseler görürsen, onlara bağlan; eğer senin bilgin varsa, onların yanında sana faydası olacaktır ve onlar bunu çoğaltacaklardır; eğer bir şey bilmiyorsan, sana bir şeyler öğreteceklerdir; eğer Allahı düşünmeyen insanlar görürsen, onlara bağlan­ ma, zîra senin bir az bilgin varsa, onların ya­ nında bu işine yaramayacaktır ve eğer câhil isen, onlar cehaletini arttıracaklardır ve Ahikar şöyle dem iştir: — »Hakîm insana bağlan, 2Îra onun gibi hakîm olacaksın; fakat kavgacı ve gevezeler ile, onlardan bir sayılacak kadar münâsebet kurma"— . Lukmân, seyahat için çok güzel nasihatler verm ektedir; bir de silâh ta­ şımağı tavsiye eder. Ahikar de aynı şeyi söy­ lemektedir. MaydSni ’nin arap darb-ı meselle­ rinde, aşağıdaki tavsiye Lukmân’a isnat olu­ nur. »Oğlum, hasta olmadan Önce tabip çağır". Bn tavsiye Ben S;rr ’in alfabesinin ilk cümlesi­ ne tekabül e d e r: »Tabibe hasta olmadan Önce hürmet göster". Lokman, riyaya karşı da dik­ katli olmağı tavsiye ediyor. Disciplina d ericalia ’te aynı şey vardır. îslâmiyetteki enbiyâ kıssaları mukaddem de­ virlerin dindar şahsiyetleri ile hakimlerine kudsiyet vermekten hoşlânmaktadır. Peygam­ ber Lukm ân’ı bir hakîm olarak telâkki etti* ğinden, Allahın Lukm ân'a bir hakîm hayatı ile bir peygamber hayatı arasında seçme im-



5



66



LOKMAN.



kânını vermiş olduğu anlatılmaktadır; Lukmân hikmeti seçti ve Dâvud peygambere vezir oldu. Dâvud peygamber onu bahtiyar saymaktadır: „ Allah seni, takdis etsin: sana hikmet, bize azap". Lukmân Yunus ( jo n as) peygamber za­ manına kadar yaşadı. Rivayetlerde o, yah udi­ lerin hâkimi olarak da gösterilmiştir. Bununla beraber, bâzı hâllerde, müslüman enbiyâ kıssa­ ları, Lukmân ’ı bir peygamber de saymakta­ dır ve bir »Mecelle" ( Megilla ) ona bir hekim rolii isnat etmektedir ( Tabari, Tarih, î, 1208 ). III. Lukmân, hikm etli kıssalar, k a h r a m a n ı . Peygamberden Önce ve sonra, Lukmân 'a hikmetli şiirler söyleyen bir şâir olarak ihtiram gösterilmiştir. İhtimâl amsal hikmetli sözler, ata sözleri kadar kıssa­ lar mânasına da geldiği için, bir kaç asır sonra, o bir kıssa kahramanı hâline de geti­ rildi ve bÖyleee arapîarın A e s o p o s ( Ezop ) 'u oldu. Avrupa 'da Aesopos 'a atfedilen bir­ çok nükteler Lukmân ’a isnat olundu. Bu de­ ğişmenin ilk alâmetleri çok erken zamanlarda kendini göstermektedir. En eski kıssalar Luk­ mân *ı bir kahraman gördükleri, en eski İslâmî enbiyâ hikâyeleri onu hâkim bir vezîr ve hattâ bîr peygember yaptıkları hâlde, muah­ har devrin şark hikâyeleri onu bir marangoz, bir çoban, biçimsiz bir köle, mısırlı bir köle, nubyalı veya babeş bir köle hâlinde tasvir ediyordu; bu son husûsıyetler açıkça Aesopos efsânesinden alınmıştır. Lulfmân ’m efendisi mi­ safirlerine en iyi ne varsa, onu ikram etme­ sini söyler. O da onlara koyun dİIİ ve yüre­ ği verir. Bir başka defa, efendisi en kötü ne varsa, misafirlere onu vermesini ister. Lojman yine koyun dili ve yüreği verîr; çünkü iyi bir dil ve iyi bir yürekten daha iyi bîr şey yoktur, fakat kötü bir dil ile kotu bir kalpten de daha kötü bir şey yoktur ( Plutarch ve Maxsimus Planudes ’in Vita Aesopi 'sinde, kalpten bahsedilmez, yalnız dil bahis mevzuudur ). — Bir gün, Lukmân }ın köle arkadaşları efendi­ lerinin incirlerini yer ve Lukmân ’ ı itham eder­ ler. Lukmân ’ın tavsiyesi üzerine, efendisi hep­ sine sıcak su içirtir. Lukmân yalnız su kusar, diğer köleler su ile beraber incirleri kusarlar. — Lukmân 'm efendisi, sarhoş iken, bütün denizi içeceğini söyleyerek, Övünür. Sarhoşluğu geçin­ ce, Lukmân'a akıl danışır. Lukmân efendisi ile bahse girişmiş olanlara, ilk önce, denize dökülen bütün nehirleri kapamaları icâp etti­ ğin i; çünkü efendisinin elbette denize dökü­ len ırmakların değil, yalnız bütün denizin su­ yunu içmekle övündüğünü söyler. — Bu son fıkra,.^imparator ile papaz fıkrası nev’inde çok yayılmış olan bir hikâye mevzuudur ( Walter Anderson, Kaiser und Akh, F. F. Com-



municdiions, nr. 42, s. 134— 140, bilhassa 139, burada Lukmân 'a da telmih vard ır; Chauvin, Bibliograpkie, VIII, 60—62). Bu fıkralar Planudes 'in Vita Aesopi 'sinde de vardır ( XIV. asır ), fakat daha önce Plutarch, Convivzum sepiem Sapientium 'da bulunmaktadır. Eski arap edebiyatı Lukmân hikâyelerini ta­ nımamaktadır. Ancak oldukça geç olarak, orta çağın sonlarında meydana çıkar. Jos. Derenbourg tarafından neşredilmiş olan Paris yaz­ ması 1299 tarihlidir ve 41 hikâye ıhtivâ eder. Bu hikâyeler bir çok defalar basılmıştır ve Derenbourg, R. Basset ve Chauvin tarafından, usûlü dâiresinde, tetkik edilmiştir. 41 hikâye­ den 22. sinin muvazisi y o k tu r: kırâllarm çi­ çek ve meyvaîarından istifâde etmesi için, dikenler bahçıvandan kendilerine ihtimam göstermesini ister, bahçıvan onları günde iki defa sular ve onlar da bütün bahçeyi istilâ ederler. R. Basset her şeyi yutan diken bak­ kaldaki jotham 'm hikâyesini ( Hâkimler kita­ bı, I X ) hatırlatır. Fakat 13. sü (sin ek ile öküz hikâyesi ) müstesna, bütün öteki hikâyeler Landsberg'm neşretmiş olduğu süryânî Sophos ( = Atesopos ) hikâyelerinde bulunmaktadır. 9. ( geyik ile pınar ), 22. ( diken ), 24. ( arı ve eşek a r ıs ı) ve 40. ( adam ve yılanlar) hi­ kâyeler müstesna, hepsi A esopos'ta bulunur. Haklı olarak, bir de . deve kuşu, sırtlan, çakal, deve gibi araplarm alışık oldukları hayvan­ ların bu hikâyelerde hiç rolleri olmadığına dik­ kat nazarı çekilmiştir. Bu hikâyeler, orta çağda oldukça geç meydana çıktığından, Aesopos hi­ kâyelerinden yapılmış bir seçmenin arapçaya tercümesi babıs mevzuu olduğu vakıasında, bugün hiç bir şüphe mevcut değildir. IV, Benzer efsânevî şahsiyetler. Lukmân muhtelif kıyafetlere girmektedir i o mu'ommnr, kahraman, hakîm, hikmetli şiir söyleyen şâir ve hikâye kahramanıdır, O hâl­ de onun sık-sık başka efsânevî kahraman­ ların ve hattâ Promete 'nin Alkmaion 'un, Lukianos'un, Süleyman'ın aynı sayılmasında ve onu bunlar ile mukayese etmekte şaşıla­ cak bir şey yoktu r; Abu ’l-Farae Lukmân ’ı Empedokles'in üstâdı toiarak gösteriyor. Bu ay­ niyetlerin üçü daha yakından tetkik edilme­ ğe değer: 1. Bile'am 'ın aynı sayılması, 2. Ahikar 'm aynı sayılması, 3. Aesopos 'un ay­ nı sayılması. Bile'am'ın aynı sayılması eski­ dir, Arap efsânesi şu şecereyi tesbit 'e d i­ yor : Lukmân b. Nahür b. Târih, Kur*an müfessirlerinin Kitâb-t Mukaddes 'te Lukmân 'a teka­ bül edecek bir şahsiyet aramaları tabi'îdİr. On­ lar Bile'am '1 buldular j zîra bala' kökü ve lalcama kökü, her ikisi de aynı mânadadır : yutmak. Bu ayniyet sonraları müslüman ananesinin



LOKMAN — LOMBOK. bir kısmı hâline gelip, ibrânîAfir$Ze Sindbad 'a geçmiştir ki burada Lukmân şehzâdenin hoçaları olan yedi âlimden biri olmuştur ( nşr, Cassel, s. 220 v. d.) ; bir de Petrus Alphonsus \t^Jpl$ciplina clericalis ’ıne girmiştir ki, burada doğru metin şöyle der: „Baîaam quİ lingua arabica vccatus Lucaman" ( nşr. HilkaSöderhjeİm, s. 3 ). Müfessirler için, Lokman Biie'am 'dır, bunda îıiç bir şüphe yoktur. Fa­ kat Peygamber Lukmân ’ı Bile'am iİe bir tutmuş mudur ve bundan başka Lukmân gerçekten Bile'am m ıdır? Bunu bilmek bahis mevzuudur. Derenbourg, R. Basset ve Eduard Mever ( Die hrgeliten and ihre Nachbarstâmme, s. 378 ) bu hususta müsbet kanâattedirler. Bununla beraber, bu akla sığmaz, Lukmân hakkmdakı Kur’an -dan önceki an'anede, Kur’an sûresinde'kendisine derîn bir saygı gösterilen Lukmân, Kitâb~ı Mukaddes ile Aggada ’nra nefret ettiği Bile’am h hiç bir suretle hatır­ latmaz. Bu ayniyet aneak, her ne bahasına olursa-olsun, Lukmân ’ı Kitâb-t Mukaddes ’e bağlamak isteyen ve onu Befar ’ın oğlu, yâni Bile'am ve Job ’un kadm veya erkek cihetinden yeğeni yapan müfessirler tarafından te’sis edilmiştik* Lukmân ile Ahikar arasındaki benzerlik de çok eskiden beri farkeditmiştir. Fakat ancak son zamanlarda, Story o f Ahikar ’ınm yedinci bah­ sini bu meseleye tahsis eden Rendel Harris tarafından, mükemmel bir şekilde, aydınlatıl­ mıştır. Harrİs bu ayniyeti XXXI, 18 'in A hi­ kar ’m eşeğin sesi hakkında söylediğine uy­ gun olması vakıasına istinâd ettirm ektedir; bunu aym zamanda, Lukmân ’ı tarih ve efsâ­ nenin başka şahsiyetleri ile mukayese eden arapîarm serdettiklerİ faraziyelere ve bilhassa Lukmân ile Ahikar ve Aesopos arasında mevcut olan benzerliğe istinat ettirmektedir. Aesopos efsânesi A hikar efsânesi ile çok büyük bir benzerlik gösterir. Lukmân efsânesi, muahhar inkişâfında, Aesopos efsânesinin bîr çok hatla­ rını almıştır ve bu vâsıta ile, Ahikar efsânesi­ ne yaklaşmaktadır. Bununla beraber hakikat­ te Lukmân doğrudan-doğruya Ahikar ’a değil, fakat A esopos'a bağlanmaktadır. Lukmân efsânesinin inkişâfı büyük bir te­ li ev vû gösteriyor gibidir; fakat bununla bera­ ber, bu inkişâf vazıhtır. Lukmân aslında islâmiyetten önceki arap efsânelerine, yahut hat­ tâ tarihine âit bir şahsiyettir. Bununla bera­ ber, daha bu devirde, Lukmân hâkim olmak itibârı İle de tanınıyordu. Kur7an 'm XXXI. sûresini izah etmek isteyen müfessirler hemen her tstafta Lukmân ’m hikmetlerine ve mesel­ lerine tesadüf ettiler; hattâ bizzat Lukmân'1 Kitâb~t Mukaddes ’in Bile’am ’mda buldular. En



*7



nihayet ona yalnız hikmetli sözler ve meseller değil, fakat nükteli fıkralar da isnat olundu ve arapların Aesopos 'u hâline getirildi, B i b î i y o g r a f y at Kur’an ’m XXXI, sûresi üzerine yazılan tefsirler, bilhassa Tabari, T afsîr (K ahire, 1321), XXI, 39— $°î ayn. mil., Târih ( nşr. de Goeje ), I, 235— 242; I, 120S; al-Şa£labi, ffişaş al-anbîyâ' ( Kahire, 1325 ), s. 220 — 222 ; Abu Hatim alSicistâni ( nşr, Goldzİher, Abkandlungen zur arabischen f'hilologie, Leıden, 1899, II, a ); al-Damiri, ffayât aUkayavân ( nasr ve /«bad kelimelerinde ), Bir çok başka menbâlar Rene Basset, Loqmân Berbere (Paris, 1890) 'de gösterilm iştir; bu eser eski rivayetler, hikâye ve efsânelerin mukayesesi için de mühimdir; Zikr Lukmân b> ’ A d bu eser içinde basılm ıştır: s. LXXr~LXXX; daha son­ ra şu eserler çıkm ıştır: C. H. Toy, The Lckman-legend {Prcceedings J Am. OS, 1889, XIII, s. CLXXIÎ —CLXXVH ; Jos, Horovitz, Koranı s che UnUrsuchungen ( Berlin-Leipzîg, 1926) 'da en esaslı ve özlü parça Lukmân 'a tahsis edilmiştir,: s. 132 — 136; ayn. mil,, Hebrew Union Collcge Annual ( 1925 ), İİ 173— 1?5* — Hikâyeler ile gösterdiği sayısız benzerlikler hakkında bk. Chauvİn, Bibliograpkie des ouvrages arabes, III, 1 - 8 2 . — L n k m â n - B i i e 'a m için bk. Jos. Dereabourg, Fables de Logmân İe Sage ( BerlinLondon, 1850 ), s. 5— 50. — A h i k a r-E s op e için bk. Nöldeke, Untersuckungen zum Achiqar-Roman ( Berlin, 1913 ), s. 61— 63. — L n k m â n -A h i k a r .içinkrş.-Conybeare, Rendel Harris, Agnes Smith Lewis, The Story o f Ahikar ( Cambridge, 19132 ), s. LXXIX— LXXXin. ( B e r n h a r p H e lle r .) L O M B O K ( yerli halk daha ziyâde T a ma h S a s a k adını kullanır) İndonezya’da Cava adası şarkında sıralanan Sunda adalarının İkincisi olup, Bali ve Sumbava adaları arasın­ da yer alır. Adanın orta kısmında fazla geniş olmayan, oldukça düz ve yer-yer fevkalâde verimli bir saha şimalde ve cenûtaki dağlar sahasını biri birinden ayırır. Şimâldeki Rincanİ volkanı mübarek sayılır, indonezya ’nm en ve­ rimli sahalarını ihtiva eden adanın halkı ge­ çimini bilhassa zirâat ( başta pirinç ) ve ikinci derecede hayvan yetiştirme île sağlar.



Daha ziyâde sahillerde yerleşmiş bulunan ecnebi tacirler (Bugınais, arap ve çinli) bir tarafa bırakıldığı takdirde bile, adanın nüfusu mütecanis olmayıp, birbirinden farklı iki gu­ ruptan teşekkül eder. Garpta B a î i l i l e r , orta ve şark kısımında ise, daha çok sayıda olan Sasakîar yaşar. Garptakiler, XVII. ve XVIII. asırlarda adayı istilâ ederek, nüfuzlarım



68



LOMBOK — LORCA.



yavaş-yavaş bütün memlekete yaymış bulunan Balililerin nesli olup, yerli halk ile az ibtilât etmişlerdir^ Bu itibârla dilleri geldikleri adadakmin aynı olup, dinî hususta da onlara nazaran pek farklı değildirler. S u s a k l a r adanın hakikî yerli halkı olup, sakin ve faal insanlar olarak tanınırlar, dış görünüşleri ve dilleri Sumbava ahâlİsininkine benzer. Puta tapan ve kendilerinin evvelce Baliğden geldiklerini söyleyen küçük B o d h a gurubu dışında hepsi de müslümanlığı kabûl etmişlerdir. Adanın eski tarihi hakkında bildiğimiz, buranın XIV. asırda C ava'm u Macapahit kırat­ lığına tabî olmuş bulunduğudur. Adanın müslümaniaşmasmm ne zaman ve nasıl vukû bul­ duğu hususunda da açık bilgimiz olmamakla beraber, müslümaulığm Macapahitlerin sukutu sırasında Cava'nm. şarkından buraya geçmiş olduğu tahmin edilmektedir. İndonezya’mn diğer yerli halkı gibi, Sasaklar da, müslümanlığm saf şekline tabî olmamakla beraber, İslâ­ miyet bunlar üzerine Öyle kuvvetli bir te’sir yapmıştır ki, uzun zaman Balililerin hükmü altında yaşadıkları hâlde, bunlar tarafından temsil edilemeyişleri, müslüman oluşları ile izah edilebilir. Bunlar iki gurup hâlinde olup, daha ziyâde adanın ortasında oturan V a k t u 1 i m a i a r daha koyu müslüman sayılırlar ve esasen isimleri de günde beş vakit namaz kıl­ mak mecburiyetini gösterir ( Uma = 5 ). Bu böyle olduğuna göre, çoğu dağlık sahalarda yaşıyan V a k t u t ı ğ a l a r m günde üç namazı kâfî gördükleri ( iiga “ 3 ) ve isimlerinin de bundan geldiği söylenir ise de, bir-çokları bunu ibâdetin bilhassa üç ânda, cuma günü ( yahut doğuş sırasında ), ölüm sırasında ve oruç ayı­ nın sonunda yapılması keyfiyeti ile izâlı eder­ ler. Nihâyet bazıları da bu ismi eski putperest­ liğe delâlet eden „üç prens devri" ’nin dinî manasına alırlar. Bu hususta kat’î bîr şey söylenemez ise de, Vaktu Hmaların Vaktu tıgalan yarı-putperest saydıkları bir gerçektir. Bu sonuncuların yaşadıkları yerde az câmî bulunduğu gibi, ibâdet üe alâkalı hemen bü­ tün işleri dinî reislerine ( Uyahi ) bırakırlar ve domuz eti yememek, oruç tutmak ve hacca gitmek gibi husöslara da pek riâyet etmezler. Müslüman bayramlarından ancak büyüklerini kutlularlar. Putperestliğin icâbı olan bir ta­ kım ziyâretler bunların yaşayışında ehemmi­ yetli bir yer tutar, B« gibi âdetlerden Vaktu lîmalar bile tamâmiyle kurtulmuş değillerdir. îslâmiyeiin girişini takip eden devir hak­ kında da hemen hiç bir şey bilmiyoruz. Bu sırada ada çok defa birbirleri ile didişen kü­ çük prensliklere ayrılmış idi. Adanın şark ta-



tarafı Makassar ve Sumbava 'nm, garp tarafı Bali 'nin te'siri altında bulunuyordu.. 1674 He Şarkî Hind kumpanyası, Lombok prensi iie ilk mukaveleyi akdetti, 1692 ’de Balililerin ilk büyük taarruzları vukua geldi ve 1740*3 doğ­ ru Karangasem prensi adayı tamâmiyle ken­ di hükmü altına aldı. Bu sırada ada birbiri ile geçİnemiyen dört Bali prensliği hâlinde idi. Bu durum 1838 ’de Mataram prensinin bütün rakiplerini yenmesine kadar sürdü. 1849 'a kadar kendisini Bali 'deki Karangasem prensinin tabii sayan prens, bu tarihte Fe­ lemenk Hindistan ’ı hükümetinin himayesine girdi. Sasaklar bir kaç defa Bali asıllı hüküm­ darlarına isyan ettiler ki, bunun neticesinde, 1894 He Hollandalılar vaziyete müdâhale edip, Mataram '1 ele geçirdiler. 1895 He Lombok ida­ re bakımından Bali ile birleştirilerek, doğru­ dan-doğruya Felemenk H indistan’ı idârssine bağlandı; [ikinci dünya harbinde, Japon işga­ line uğradıktan sonra, 1949 senesi sonunda teşekkül eden Indonezya cumhuriyetinin bir cüz’ünü teşkil etti B i b l i y o g r a f y a : C. Lekkerkerker, Bali en Lombok ( Rijsudjk, 1920)1 Lombok hakkında 1919’a kadar tam bibliografya ihti­ va eder. Bu tarikten sonra çıkanlar: j . C. van Eerde, De voîksnaam Bodha in NederkandschIndie Tijdschrift van ket Kon. Ned. Aardrijkskundig Genootschap (2 . seri., 1922, XXXIX, 109); A. W. L. Vogelesang, Eenîge aanteekeningen betreffende de Sasaks op Lombok (Koloniaal Tijdschrift, mayıs 1922); ayu. mİ!., Sasaksche spreekzuoorden en zegstoijzen ; C. Lekkerkerker, De tegenzooordige economisfike toestand van het gezvest Bali en Lombok ( ayn. esr., 1923, s. 153 ); A . W. L, Vogelesang, Waktoe telae-verkalen (ayn. esr., 1923, s. 417 ) ; C. Lekkerkerker, Het voorspel der vestiging van de Nederi, macki op Bali en Lombok ( B T L V , 1923, LXXIX, 198 ); H. T. Daraste, Heilige weefseh op Lombok ( T B G K W , 1923, LXII, 176); P. de Roo de la Faille, Javaansch grondenrecht in het Izckt van Lomboksche toesranden ( B T L V , 1925, LXXXI, 552)} J. C. C. Haar, De heilige weefsels van de „ Waktoe- Tetoeu op Oost-Lombok T B G K W, 1925, LX V , 38); C. Lekkerkerker, Bali 1800-1814 ( B T L V , 1926, LXXXII, 315 ); B. M. Goslings, Een »natoasanga* van Lombok ( Gedenksckrijt aitgegeven ter gelegenheid van ket 75-Jarig bestaan van ket Kon, Instiiaat voor de taal-,land-en volkenknnde van Ned. Indie ( L a Haye, 1926), s. 200. ( W. H. R a s s e r s .) LORCA, [Bk. L ü R A çA j



LORKA L O R K A . [Bk. LÖRAŞA.] L O T H .J B k . lü t .] LÜ B N A N . [Bk. LÜBNAN.] L U C K N O W . [ Bk. l a k n a v .] L U D D . [Bk. LÜDD.] L U D H !A N A . [Bk. LöpHlANA,] L U D H ÎA N A . LÖDHİANA, Pakistan Tn Bahawalpur eyâleti dâhilinde İdarî bir bölüm ve b ir ş e h ir . Memleket îndus nehrinin biiyük ta­ bii Sutlec 'in eski mecrasının geçtiği bir ova olup, burası Sirhinda kanalından bir*az sn te'min eder, iptidaî devirlerin tarihi hakkında bir şey bilinmiyor ise de, memlekete mahsus bâzı eski sikkelerin bulunduğu Sunet mevkii, Sikhlerİn vekayİnâmelerinde ehemmiyetli yer tutar. İlk olarak 1809 ’da Lüdhiâna şehrine bir İngiliz sınır garnizonu gelip yerleşmiş idi. Bö­ lümün 1921 'de yarım milyonu geçen nüfusunun % 30 ’unu, bilhassa zirâatie geçinen C at Sikhler teşkil ediyor, bunlardan sonra, sırası ile Gucarîar, Arainler ve müslüman Racputlar geliyordu. Burası Pathân Lödiler tarafından kurulmuştur. Nüfusu 1911 'de 44.170*1 buluyor­ du, Lüdhiâna canlı bir ticâret yeri olup, şal ve sarık tezgâhları, mobilye ve tahta işleri, yün ve ipek boyacılığı ile mâruftur. B i b l i y o g r a f y a ' . Punjab District Gazettsr (Lâhûr, 1907), X V A. ( R. B. W h ite h e a d . ) LU D Î. LODİ, Efganistan *da G ılzey kabile­ sine mensup bir kolun ismidir, Hindistan ’m Gazneli Mahmud tarafından istilâsından önce, bu kabileden bir âİEe Multân'da yerleşmiş idi. Bu­ rası 395 ( 1005 ) yılında, buraya gelip yerleşmiş olan Şeyh Hamid Lodi 'nin torunu Abu ’l-Fath Davüd tarafından idare edilmekte idi. Bu ka­ bile, Firüz Tuğluk zamanında, mensuplarının ticâret maksadı ile Hindistan ’a gitmeleri ve orada çok geçmeden siyâsetle uğraşmağa baş­ lamalarından sonra, husûsî bir ehemmiyet ka­ zanmıştır. Tuğluk hanedanının ortadan kalkması üzerine Davlat Hân Lodi ile Hizr Hân ara­ sında taht mücâdelesi başladı. Malik Bahrim Lodi, Multan valisi Malik Mardan Daviat'in hizmetine ve büyük oğlu Sultan Şâh da Multân Maki Hizr Hân Tn hizmetine girdi, 19 cemâ» ziyelevvel 808 (12 teşrin II. 1405)'de Hizr Hân Ta Maltü ( îkbâi Han ) 'yu mağlûp .ederek, Öldürdüğü muharebeden sonra, Sultan Şah Islâm Hân unvanını aldı ve kendisine, timar olarak, Sirhind verildi. O buraya dört kardeşi ile birlikte yerleşti ve büyük bîr kısmı kendi kabilesine mensup kimselerden teşekkül eden 12.000 süvariden ibaret bir ordu topladı. İstara Hân, kendi oğlu Kutb H ân’ı verasetten iskat ederek, kardeşi Kâlâ ’nın Buhlül ( Hinfistan 'd* umûmî olarak Bahlot) adh oğlunu



LUHAYYE.



%



evlât edindi ve kendi kızı ile evlendirdi. IÇutb Hân Delhi 'ye kaçtı ve Sayyid' Muhammed Şâh Tn hizmetine girdi. Kutb Hân hü­ kümdara kendi akrabalarım devlet için ciddî bir tehlike olarak gösterdi. Muhammed onlara karşı kuvvet gönderdi ve mağlûp ederek, hep­ sini dağlara kaçmağa mecbur etti. Fakat çok kısa bîr müddet sonra, bunlar geri döne­ rek, eski mülklerini ellerine geçirdiler ve Sâdhavra yakınında vezîr Hİsâm H ân’ı hezi­ mete uğrattılar. Delhi 846 (14 4 2 ) yılında Malva'h Mahmüd Halci II. tarafından tehdit edildi; Muhammed Şâh yardım için Buhlül 'e baş-vurdu. Buhlül yardımına mukabil düşmanı olan Hisâm H ân ’ın idamını ve Hamid Hân Tn vezirliğe tâyinini talep etti. Zayıf hüküm­ dar buna râzıo ld u ve Buhlül, kendi askeri ile, Delhi üzerine yürüyerek, ordunun kumandasını eline aldı. Mâlva kuvvetlerine karşı başlayan harpten bir netice alınamadı; fakat Mahmüd, kendi pâyitahtmda çıkan isyân haberini alınca, geri dönmeğe mecbûr oldu ve Buhlül, mem­ leketin kurtarıcısı sıfatı ile, tezahüratla kar­ şılandı. Kendisine hân-t kanan unvanı ile Pencâb vâliliği tevcih edildi. Kısa bir zaman son­ ra, Muhammed ile arası açıldı ve onu Delhi ’de kuşattı; fakat şehri zaptedemeden Sirhind'e çekildi. 847 ( 1443/1444) yılında, Muhammed öldü, yerine oğlu *Aîam Şâh geçti. Bu zayıf hü­ kümdar, Delhi ’de karışıklıklar He dolu ve kısa bir saltanat sürdükten sonra, kendisi için devamlı bir merkez olarak seçtiği Budâon’a çekildi. Bunun üzerine Buhlül, Delhi üzerine yürüdü ve 5Âlâm Şâh onu lehine tahtından feragat mecburiyetinde kaldı. Buhlül 25 zilhicce 855 ( 19 nisan 1451 )*te tahta çıktı ve 38 yıl hüküm sürdü. 2 gâbân 894 ( 17 temmûz 1489) ’te yerine oğlu Sikandar geçti ve 7 zilkade 923 ( 21 teşrin II. 1517 ) ’te Ölünceye kadar mem­ leketi ıdâre etti. Yerine geçen oğlu îbrâhim 7 recep 932 ( 22 nisan 15 2 6 )'de, Pânipat mey­ dan muharebesinde, Babur tarafından mağlûp edilerek, Öldürüldü. B i b l i y o g r a f y a : Niışâm al-Din A&med, f abakâi-i A k b a rt; H^âfi Hân, Mania* fyab aUtavârlk ( nşr. ve trc. G, S. A , Ranking }; Muhammed IÇâsim Firİşta, Gulşan-i tbrâkimi (Bombay, 1832). ( T . W. H a i g .)



L U H A Y Y A . [Bk. luh ayye ,] ^ L U H A Y Y E . L U tfA Y YA , Arabistan’ın Kı' zildeniz sâhÜİade Câzân koyunun cenûp kenarın­ da Yem en 'e âit küçük bir kasaba ve liman olup, cezir zamanında karaya bitişen bir ada üzerinde kurulmuş idi. Niebuhr’un ziyareti zamanında şehrin suru olmamakla beraber, kara tarafından Lu^ayya bir düzine kadar kule üe korunmakta



7o



LUHAYYE -



LÜKATA.



idi, Ehrenberg ’in 1825 ’te ziyareti sırasında gal edildi ise de, çok geçmeden, Ş a h a imamı İse, şebir bîr sur ile çevrilmiş bulunuyordu. Da­ Yahya tarafından geri alındı. ha yakın bir zamanda türkîer şehrin gerilerin­ B i b l i y o g r a f y a : Decada secunda de bîr kale inşâ ederek^ içine bir kaç top koy­ da Asia de JoSo de Barros ( Lizbon, 1628 ), muşlardı. Lubıayya 'deki evlerin çoğu, Tihâma kitap ,VIH, fas. 2 ; C. Niebuhr, Beschreibung 'nin her tarafında görüldüğü gibi, çardağa ben­ phen ( Ermenistan, Avrupa ), diğerleri telâffuz etmez, bkâynî>ben ( İran, Su­ riye, Mısır ), İran lehçelerinin ehemmiyeti, çin­ genelerin Hindistan’ı (ihtim âl Sâsânîler dev­ rinde ) terkettikten sonra, kalmış oldukları ilk memleketin İran olmasından ileri gelmektedir. Bütünü ile o kadar kifayetsiz bir şekilde bili­ nen Iran çingeneleri lehçelerinde oldukça eski bir fonetik sistemin izlerinin ortaya konnlmasıümit edilebilir. Ouseley, T eb riz’deki Karaçiler arasında, phen veya ben Men eski olması icâp eden bken ( «kız kard eş") kelimesini tesbit etmiştir ( bk. bir de Gobineau Ma Ghorâ ). B i b l i y o g r a f y a : Bk. madd. LUR, S A R P U L , SENNA, ZU TT. Venedikli tacir (1514 ’e doğru Hakîuyt serisinde, London, 1873, II, 171, Tebriz çingenelerinin safevîierin dininden ( $î *a) olduğunu ve diğer halk gibi kırmızı kaftan giydiklerini söyler; Don Juan de Persia, Relaciones ( ValladoJid, 1604), s. 17 (çingenelerin hafif meşrepliği hakkında); Ouseley, Travels in various coniries o f the Easi (London, 1819— 1823 ), î, 309; III, 400, 405 ( Tebriz Jfaraçile r i) ; Ker Porter, Travels in Georgia . . . (London, 1822), II, 528— 533 (M eraga )Çaraçileri )| Die Zigeıtner in Persien and



LÛLÎ — LUR-İ BÜZÜ îndien ( Das Aasland, Münclıen, 1833, a. 163 — 164 ) % Bataîiîard, Nonvelles recherches sur V app aratfen et la dispersion de s Bohim ıens . . . avec un appendiee sur Vimmigration en Perse enire les annçes 420 et 440 de dix d douze mille Louri, Zutt et D jait de Vînde ( Paris, 1849 ), s. 1— 4$ [iHc olarak Biblİothçyue de VEcole des Charles, 3. s e r i,I ,14— 55 ]* Nevvboîd, The Gypsies o f Egypt { J R A S , 1856, XVI, 285— 312, s. 399™ 3 u i Gypsies o f Persia ); Gobineau, Die Wanderstllmme Persiens ( ZDMG, 1857, XI, 689— 699 [ krş, bilhassa Revue des deax mondes, 15 teşrin I. 1902, s, 733 ]; Poîak, Persien ( Leİpzîg, 1865 ) ; Grierson, Arahic and Persîan reference s to Gypsies ( in» dian Antiyuary, Bombay, 1887, XVI, 257 — 258 [■ Journ. Gypsy Lore Society, Edinburg, 1889, I, 71 — 76 'da Doms, Jats and the eriğin o f the Gypsies adı altında yeniden b asılm ıştır]); R. Burton, The Jew, the Gypsy and EUhtam ( London, 1898), s. 215— 217: Belûcistan jatları; s. 217 — 219: İran çingeneleri; P. M. Sykes, Anthrop. noies on Southern Persia ( Journ, Anthr., I, 1902, s. 339 - 349; s. 345—349 î »Gurbati* iûg a tçesi; s. 350—352: Longworth Dames'in n otları); P. M. Sykes, Ten ikousand Miles in Persia ( London, 1902 ), s. 436—439, ( bir fotoğraf ile birlikte ) ; de Goeje, Memoire sur les migrations des Tsiganes â travers VAsie ( Leiden, 1903 ), bilhassa s. 40, 48, 63 ; de Morgan, Miss. scient. en Perse, V, Etudes linguistiyues ( Paris, 1904 ), s. 304— 307: Cugi ( Hoşnişin ) kabilesine âit 233 kelime; Esterâbad vilâyetinde toplanmış Gaodari kabile­ sine âit 91 kelim e; P. M, Sykes, The Gypsies o f Persia, A second vocabutary ( / . Anthr, I, 1906, XXXVI, 3 0 2 -3 1 1 : C ıru ft ve SÎrcan Man 96 kelime ; P, M. Sykes, Notes on musical Instruments in Khorasan with special ref erence to the Gypsies *( Man,, London, 1909, IX, 161— 164); P. Sykes, Tattooing in Persia ( Man, kânun I. 1909, krş, Journ: Gypsy Lore Soc., 1911 — 1912, s. 134); W. Ivanow, On the language o f the Gypsies of Qainât ( Horasan ) { J A S B, 1914, X, 439— 455 ) î ayn, mil., Further notes on Gypsies in Persia ( gost. yer,, 1920, XVI, 281 — 291; bundan evvelki makalenin tashihleri, Nişâpür, Sabzavâr v.b. yerlerde toplanan 95 kelim e); ayn. mil., A n old Gypsy-Darzoish Jargon ( J A S B , 1922, XVIII, 376— 383, Buha­ ra ’da bulunmuş ve XVI. asırda yazılmış bin Derviş lugatçesindeki çingenece bâzı unsur­ lar hakkında); ayn. mil., Notes on the ethnology o f Kharasan ( G J, şubat 1926, s.



156 v .d .); J, Sampson, On the origin and early migraiion o f the Gypsies ( Journal Gypsy Lore Soc., 1923, s. 156 — 170); krş. bir de Journal Gypsy Lore Soc, ( Edİnburg, Liverpool ) 'da çıkmış olan şu makaleler : de Goej'e ve Sampson, The Gypsies o f Persia ( 1907 ), s; 181 — 183 ( Sykes, 1906 hakkında ); Groome, Persîan and Syrîan Gypsies ( 1909 ), s, 21— 27 (O useley 'in topladığı Karaçi lûg a tçesi); W. T, Thomson, The Soozmaneei are they Gypsies? (190 9), s. 275 v.d.; Sykes, Persîan Jats ( 1910 ), s, 320 ( müel­ lif İran’da hakikî Çatların varlığım inkâr ediyor ) ; Sinclair ve Ranking, 1911, s. 69 v.d., 235 (S ykes, 1909 münâsebeti ile ) ; Sykes, The Shah’s runners; Sinclair, Gypsy taitooing in Persia v.b. ( V . MlNORSKY.) L ü ’L U '. [ Bk. lü ’ lü ’.] L U ’L U ’A . [ Bk. lü ’ lüe .] L U R A K A . [ Bk. l û r a k a .] L Û R A K A . L U R A K A (LORCA), şarkî İs­ panya 'da Gırnata ile Mursİye arasında 26.700 nüfuslu bir şehir. Bu şehre Tornalılar lluro yahut Heliocroca derlerdi. Müslümanlar za­ manında Tudmir [ b. bk.] kura 'sine dâhil olup, toprak altı zenginliği, münbitliği ve sevkülceyşî durumu ile meşhurdur. Kalesi Endü­ lü s’ün sağlam kalelerinden biri idi. Lüralca Sierra del C ân o’nun cenup sath-ı mailesinde 350 m. 'lik bir yükseklikte kâin olup, Gucdaîentln nehrinin mecrasına hâkim vaziyettedir.' Arap hâkimiyeti zamanında, hemen dâima M ursiye’nin talihini-paylaşmış ve 1266 'da tek­ rar hıristiyanlar tarafından istilâ edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : al-îdrisi, Ş i f at aU Andalus, metin s. 196, trc. s. 239; Yâküt, Mu cam aUbuldân, VII, 342; E. Levi-Provençal, Documents inediis d’histoîre almohade ( Paris, 1927 ), fih ris t; E, Tormo, Levante ( Guias-Caîpe ), Madrid, ts., s, 387 v.d. (E . L evi -P r o v e n ç a l .) LU R-I B Ü Z Ü R G . [B k. lur -1 büzürg .] L U R -f B Ü Z Ü R G . LÜR-İ BÜZÜRG, şarkî ve cenubî Luristan ’da, 500—827 ( 1155— 1423 ) arasında parlayan A t a b e g l e r s ü l â l e s i olup, merkezi İzac ( = Malam îr, b. bk.) idL F a i I a v i ismi ile de tanınmış olan sülâle bn adım Fazİöya isminde Suriyeli bir kurt reisin­ den almıştır. Bunun evlâtları ( Cihânâra, Abü ■ {ahir 'in 9 selefini sayar ), Suriye 'yİ terkederek, Meyyâfârıkîn ve Azerbaycan [ burada G iI3 nh Amira Dibâc ( ? ) ile akrabalık kurdu­ lar ] yolu ile, 500 ( 1006 ) 'e doğru, UşturânKüh ( Luristan ) 'un şimalindeki düzlüğe gel­ diler. Reisleri (1.) Abu Tâbir [ b ,!A li] b. Muhammed Salğurlulardan Sunkur (543— 556— 1148



LÜR-İ BÜZÜRG.. — 1162 ) 'un hizmetinde Şsbânkâralere [b. bk.] karşı bîr seferde kendini gösterdi. Sunkur, mükâfat olarak, ona Küh-Gilâya 'yi verdi ve Luristan’m fethine onu göndermeğe razı ol­ du. Bu teşebbüs başarıldı. Abu Tâhir ctabeg unvanım istedi ve müteakiben, Sunkur ile bo­ zuşarak, müstakil oldu («550 — 1155’e doğru), [ M açma al-ansâb, K â’id :A li ismi altında, mü­ teaddit kimseleri birbirine karıştırmışa ben­ ziyor; burada Ç a !id ‘ A li 'ye şu muvaffakiyetleri isnat edilmektedir! ŞÜllerin [ b, bk.] bozguna uğratılm ası; Luristan hükümdarı Badr sülâle­ sinin sonuncusu Naşir al-D ia ’in mevkiinden atılm ası; türklerdea Eşek tarafından kaman­ da edilen Hûzistan kuvvetlerinin mağlûbi­ yeti ]. Abu Tâhîr'in oğlu (2.) Malik ( ! ) H a ­ z â r a s p ( 600— 626 veya 650=1203/1204— 1229 veya 1252) zamanında refaha kavuştu ve külliyetli arap ve iranlı kabile buraya aktılar. Hazârasp Şülîerin son döküntülerini Luristan Man çıkardı ve bizzat Şülistân '1 is­ tilâ etti. Şüîler F a rs'a göçtüler. Hazârasp Salgurlulardan Mancaşt ( Mungaşt, MUamir ’in cenûb-i garbisinde) kalesi üzerindeki hakları­ nı tanımadı. Hazârasp 'in toprakları İsfahan ’a 4 fersah mesafeye kadar yayıldı. Halife Naşir ( S75— 622 = 1180— 1225 ) Hazârasp'in atabeg unvanını tasdik etti. Diğer taraftan Hazârasp Hrârizmşâh Muhammed ile iyi münâsebetler kurmuş bulunuyordu, Kızını, Muhammed'in oğlu Giyâg al-Din ’e verdi ( CihangaşS, GMS, XVI/II, 113, 204). [ Cihan-arâ Hazârasp'in iki oğlunu zikreder i 'İmâd al-Dİn ( ölm. 646 = 1248/1249 ) ve Nuşrat aî-Din Kalha ( ?, ölm. 649 = 1251/ 1252 ). Birincisi Zarda-Küh mevkiini satm al­ mıştır. Burada, sonra âilenin bir-çok âzası gö­ mülmüştür ], (3.) T i k l a (655— 6 5 6 = 1257— 1258fe doğ­ ru ), Hazârasp ’in Salgurîu karısından doğan oğlu olup, bilhassa Luristan Şülierinin ko­ vulm am dan cam sıkılan Fars Salgurlulan ata­ beği tarafından yapılan dört hücumu muvaf­ fakiyetle püskürttü. Tikîa, Lur-i Kûçek 'in bâ­ zı semtlerini Hisam al-Din H alil (637— 657) 'den aldı. Hûzistan Man kendisine karşı gön­ derilen halifenin emirlerini mağlûp etti. Hulagn H an ’ın Bagdad seferinden ( 655 = 1257 ) itibaren, Kitbuka-noin’in tümenlerinde, onun­ la beraber, bulundu. Mamafih halife ile mus­ lu manların mârûz kaldıkları muamele hakkındaki hissiyatım gizlememiştir. Bu sebeple B u ­ lağa ondan şüphelendi. Tikla, Luristan’a ka­ çarak, Mancaşt’e kapandı. Huîagu aman ver­ di ise de, müteakiben fikrini değiştirdi ve onu T ebriz'de idâm ettirdi. Tikîa Zarda-Küh’ta gömüldü.



n



( 4 ) Ş a m s a l * D i n A l p A r g o n , idâm edilen kardeşinin yerine geçti ve 15 yıl hü­ küm sürdü. Göçebe hayatı yaşıyordu. Kışlık merkezi İzac 'de ve Sus ( burası Karun üzerin­ de ve Şuştar ’in yukarı tarafında bulunan Susan olacak ) 'ta, yazlık merkezi ise, Cüy-î sard ( Zanda-rüd kaynaklarında ) ve Bâzuft ( Kârün menb a ı) ’ta idi. Oğlu (5.) Y ü s u f - Ş â h gençliğini Abaka Han (663 — 680=1265 — 1281 ) 'm yanında ge­ çirdi, hattâ babasının yerine tâyin edildiğinde, 200 süvari ile birlikte, sarayda kaldı. BarakHan [ b.bk,] 'a karşı olan muharebeye katıldı ve küçük bir çarpışmada, Deylemliler İle birlikte, temayüz etti. Abaka, Yüsuf-Şâh'm topraklarına Hûzistan '1, Kuh-Gilüya bölgesini ve Firüzân ( İsfahan'dan, ırmağın akışı istikametinde, 7 7 fersah mesafede ), Carbâzakân ( Gulpâyagân şehirlerini İlâve etti. Yüsuf-Şâh, Küh-Giîüya 'ye geldi ve Şüllere ( Küh-Giluya 'nin şarkında bugünkü Mamassani terin bölgesine yerleşmiş­ lerdi ) hücûm etti. Abaka 'mn ölümünden sonra Yüsuf-Şâh, arzu etmemesine rağmen, 2.000 süva­ ri ve 10.000 piyade ile, Ahmed Han 'a yardıma gitmeğe mecbur oldu. Ahmed Han yenildi ( 683 = 1284/1285 ) v e Lurîar Tabas ’tan, çöl yolu ile, Nâtanz 'a ric’at ettiler. Bu esnada çoğu susuz­ luktan telef oldu. Argun 'un cülusundan sonra, Yüsuf-Şâh ona ubûdiyet arzına gitti ve Luris­ tan ’a sığınmış olap eski vezir Hvâca Şams aîDin hakkında şefaatte bulundu ( d ’Ohsson, IV, 5 ). Oğlu (6.) A f r â s ı y â b kardeşi Ahmed 'i Argun 'un yanma gönderdi, kendisi Luristan 'da kaldı vö orada eski vezirler ailesini öldürdü. Bunların yakınlan İsfahan’a iltica ettiklerin­ den kendi akrabalarını onlan takibe gönderdi. Bu sırada Argun 'un ölüm haberi geldi. Lurîar İsfahan 'daki moğul valisini öldürdüler. AfrSsıyâb, Hemedan ’a, Fars ’a ve İran körfezine kadar uzanan bölgelere kendi ailesi efrâdını tâyin etti ve hattâ payitaht üzerine yürümek istedi, Moğul kumandam Am ir Turak, KûhrSd ( Kaşan yanındaki Kohrüd ) 'da mağlûp oldu, Kayhatu Han moğul ve Lur-Î Kûçek kuvvet­ lerini Afrâsıyâb üzerine şevketti, Afrasiyab M ancaşt’e kapandı, fakat az sonra Kayhatu 'ya teslim oldu ve affedildi, L uristan’a dönen AfrâsiySb kendi akrabalarım ve asillerden bir haylisini katletti. Gazan Han ( 694— 703) bi­ dayette Afrâsıyâb ’a mültefit göründü ise de, 696 ( 1296/1297 ) Ma, Far3 emîri Hurkudak’ın şikâyeti üzerine, Afrâsıyâb. mahkûm oldu ve Far ahin MahSvand ( ? ) ’inde idâm edildi. A tabeglik mansıbı oğlu (7.) N u ş r a t a 1-D i n A h ­ m e d ( 696— 730 veya 733 = 1296/1297— 1329/ 1330 yahut 1332/1333 ’e kadar ) ’e tevcih olundu, Ahmed uzun seneler IlhanlıIar sarayında kalmış



76



LUR-İ BÜZÜRG. s-



İdî. Macma al-ansab ’a göre, Curistan ’a „moğul usûlünü." ( âyîn-i moğSİ) o sokmuştur. Hamd Allak Mustavfi onun mahir idaresini ve Afrasiyâb tarafından irfcikâb edilmiş kotüUikieri İslah ve telâfi eden basiretini Över. Din adamlarım severdi ve Fail Allah Ç azvini ’nin Tarih mu cam f i alyoâUi malak al- acam gibi daha bir çok eserler ona ithaf edilmiştir. Macma al-ansâb ona P ir unvânmı verir. îbn B attû ta ’ya gör*, 44*0 İza c’de olmak özere, iğ o medrese ( »zâviye" ) inşâ ettirmiş, ka­ yalıklar içinde yollar açtırmıştır. Oğlu ve halefi (8.) R u k n a î - D i n Y û s u f Ş a h Ih ( 733“ 74° “ *332/*333“ 1 339/1340 ) da âdil bir hükümdar idi. Toprakları ( Macma1 alansüb ) Basra ve Hûzistan 'dan Lâlalmüstân ( ? ) ve Firüzân ’a kadar uzanıyordu. Ruknâ b ld medresesine gömüldü. Halefi oğlu ( İbn B attü ta’ya göre kardeşi) (9.) M u ş a f f a r a 1-D i n A f r a s i y â b II. ( A h m e d ) . İbn Battüta, ( Mâcül — Râmuz_— Tustar yola ile g elerek ) onu payitahtı Izac veya Mâlami r [ b. bk.] ’de ziyaret e t ti; eraîri kendini şaraba vermiş buldu. Arap seyyahı, »sultanın" oğlu­ nun gömülmesi esnasında şâhid olduğa Lurlarm garip âdetlerini tasvir eder. Mu?affar aî-Din ’in hâkimiyeti altındaki topraklar Tustar_ ( Şuştar ) ’i içine atıyor ve Garîvâ’ al-Ruh ( Firüzân 'm garbında Çarma^âll ’de bugünkü Kahvaruh) 'a kadar uzanıyordu. Bu bölgeyi dolaştığı 10 gün zarfında arap seyyahı her akşam bir medresede konaklamış idi. Aynı devre doğru ( 740) ytamd AUâh Mustavfi Cabalak ( her hâlde Luristan Tn şimâl-i şar­ kîsinde Gulpayagan ’m garbında kâin bölge ) ’ı onun toprakları arasında zikreder. Bundan sonra karanlık bir devir başlıyor, İskender ’in müellifi mechûl tarihine göre, Afrâsiyab ’ a, oğlu (10.) N a t i a 1-V a r d ( »gül tomurcuğu") halef olmuş, 736 ( 1335/1336 ? ) 'dan 756 (1355 ) ’ya kadar idarenin başında bulunan bu zât ecdâdımn hazînelerini isrâf etmiştir. Cihân-ârS ’ya göre, onun Abu îshak încû ile münâse­ betlerini haber alan Fars hâkimi Muhammed Mu?affar (7*3— 760 = 1313/1314-1358/1359), 756 (i 355 ) ’da S ü s ’ta onun gözlerini kör et­ miştir, Yerine amcası oğlu [ Cihân-Srâ ’da t ye­ ğeni ] ( 11.) Ş a m s a 1-D in P a ş a n g b. Yu­ suf Şâh -II. ( ? ) geçti ve 756 ( 1 3 5 5 ) 'dan 780 ( 1378/1379)’e kadar memleketi idâre etti. Bu devirde Luristan Muçaffariler tarafından iç mücâdelelere sürüklendi, Şüstar ’de yerleş­ miş olan Şâh Manşür, Paşang’in toprakların­ da üst-üste tecâvüzlere başladığı zaman, Şâh Şucâ' (M anşür’un büyük kardeşi ve rakibi, ölm. 786 = 1384) Paşang ’in . yardımına geldi. İzac’de 76a ve 764 'te Şucâ' adına basılmış



sikkeler mevcuttur ( S. Lane-Poole, Cat. o f Oriental Coins in the Britzsh Museum, London, 1887, VI, 235,337 ). Paşang’in ölümünden sonra, iki oğlu ( ta.) M a l i k P i r A h m e d ile küçük kardeşi ( 1 2 m ükerrer) M a l i k H ü ş a n g arasında mücâdele başladı ve İkin­ cisi öldürüldü ( İskender 'in müellifi meçhul tarihine göre, eğer Howorth tarafından iyi anlaşılmış ise, Ahmed ve Hüşang Navr atV a rd ’ in oğulları idiler ve Ahmed babasından hemen sonra ona halef olmuş idi ). Şâh Man­ şür, Pir Ahmed ’i kovdu ve yerine eşrâftan Malik Uvays adında birini tâyin etti. Timur, 795 ( I393/*393 )'te L uristan’dan geçerken, Pir Ahmed Râm-Hormuz 'da onun yanına gitti. T i­ mur, Şiraz ’da büyük bir hüsn-ı teveccüh ile huzûruna kabul ettiği Ahmed 'i, bir emirname ( al tamğa) ile vârisi bulunduğu topraklara sa­ hip kıldı ve Şâb Manşür tarafından götü­ rülmüş olan 2.000 lurlu aileyi tekrar memle­ ketlerine göndermesine izin verdi. Buna rağ­ men Timur, 798 ( 1395/1396 ) ’de, P ir A hm ed’in kardeşleri Afrasiyâb ile Manşür Şâh ’ı, rehine olarak, beraberinde Semerkand ’a götürmüş­ tür. Daha sonra Timur Lur-i B üzürg’ü (?) P ir Ahmed ile Afrasiyâb arasında paylaştırdı. Ti­ mur ’un ölümünden sonra, Mirza P ir Muhammed, Pir Ahmed 'i Kuhandız ’de hapsetti. 811 (1408/ 1409 ) ’de eski hukukunu kazanan P ir Ahımed, ahâlinin çıkardığı bir kargaşalıkta, öldürüldü. Yerine oğlu, iki sene rehine olarak Ş îra z ’da Mirza İskender’in sarayında muhafaza edil­ miş olan (13.) A b ü S a 'i d geçti ve 820 ( 1417 ) ’ye doğru Öldü, Bunun oğlu {14.) Şah H u s a y a 827 ( (424 ) ’de, akrabası Gİyâg ab Din ’in elinde telef oldu. ( 15.) G i y â g a 1 * D i n b. Kâ’üs b. Hüşang ( 12 mükerrer ), İktidarı ele geçirdi. Fakat Timurlulardan Sul­ tan İbrahim b. Ş âh ru h’un onu kovmak için, kuvvet göndermesi üzerine, FaMavi ailesinin hâkimiyeti sona erdi, Bilâhare iktidar Bahti­ yarı aşiretinin mahallî eşrâfma geçti ( Şarafnâma, l, 48 ). B i b l i y o g r a f y a * , Raşid al-Din ( nşr. Q uatrem ere); Vaşşâf, Tacziyai al-amşâr II ( Yusuf Şâh ile A fra siyâ b ’m ta rih i); Târîh-’i gazi da, zeyilde Muzaf far iler tarihi İle birlikte ( GMS, s. 537” $47* 723, 725» 745J Raşid al-Din ile Camâl al-Dîn Kâşâni, Zubdat al-tavârlh ’e dayanmaktadır ) ; Mu­ hammed b. ’ A li Şabankâri, Macma* al-ansâb ( 743 'e doğru: zeyil [ Royal Asİatic Society ’nin yardımı ile, Lur-i Burzug hakkında zeyli ihtivâ eden Cat. Morley, nr. XV, var, 142 — *45 — yazmaya müracaat edilebilir ; müellifin verdiği mûtâlar oldukça karışıktır ] î Sfafarnâma* t, 438, 599, 6İ9, 8t 1 ; Mîrhond, Raviat



LUR-İ BÜZÛRG al-şafa, cuz I V ; Kazı Ahmed Ğaffâri, Cihan-âra ( 972 ’ye doğra }, yazma, British Museum, Or. 141, var. 137— 140 ( MubammedHân Kazvinı ’nin istinsahından ), bâzı kıy­ metli notlar ihtiva eder; Şaraf-nüma,I, 23— 32 (b aş taraflarında Tarih-i gu zîd a’nin iyi bir metnine istinat eder ) ; Husrav AbarküM, Firdavs al-tav&rih (Charmoy ’un Şaraf-nâma tercümesinde Lur-i Buzurg faslı, I/II, 328” 337); Kâtib Çelebî, Cihan-nüma, s. 286 ( krş, Charmoy, ayn. esr., I/I, ıo o ~ u 6 ); Mü­ neccim-başı, II,597— 598 ; d1 Ohsson} Histoire des Mongols, III, 24, 28, 230, 259, 400, 455, 589; IV, 5, 12, 62, 94, 114, 169— J70, 580; Howorth, History o f the Mongols, III, 140, 407, 7$i-~754, burada Timur ’ un torunu Mir­ za İskender adına 815 ’te yazılmış olan müel­ lifi mechûl tarihten ( British Museum, Or. 1566; Leningrad, A sya müzesi, 566 M ) istifâ­ de edilmiştir. ( V . MlNORSKY.) L U R -İ K Ü Ç A K . [ Bk. LUR-1 KÛçEK.] L Ü R -Î K Û Ç E K . LUR-İ K U Ç A K ,şim âlî ve garbî Lur ıstan ’da, payitahtı Hurramlbâd ol­ mak üzere, 580 ( 1184) ve 1006 ( 1 597) arasında hüküm süren a t a b e g l e r s ü ­ l â l e s i . Bu atabegler Cangrü'i ( Cangardi ? ) kabilesinden neş’et etmişlerdi. Bunlar aynı zamanda, ilk atabeğin adına izafetle, Hurşidi ismi ile de tanınmışlardı ( bu ismin, Lur-i Buzurg atabeglerinin zuhûrundaa önce es­ ki Lurîstan hükümdarlarının veziri Muhammed Hurşid 'in adı ile münasebattâr olupolmadığı meselesi de vardır ). 730 ( 1329/1330 ) 'dan sonra iktidar, bilâhare kendisinin 'A li 'nin ahfadından olduğunu iddia eden baş­ ka bir kola g e ç ti; keza bu devirde atabeg unvâm yerine malik unvâm da meydana çık­ maktadır. Hurşidilerİn ataları; Selçuklarm sonuna doğ­ ru (aş.-yk. 550— 5 8 0 = 115 5 — 1185), Lurîstan ve Hûzİstan da hükümet süren Hisâm al-Din ’in ( türk Şühli veya Şuhla kabilesinden ) hiz­ metinde İdiler. ( 1.) Ş u c â‘ a I-D i n F f u r ş i d b. Abi Bakr b. Muhammed b. Hurşid, bidayette, Lurîstan 'm bir kısmında, Hisâm al-Din 'in şihna 'sİ bu­ lunuyordu, fakat Hisâm al-Din 'in ölümünden (570 veya 58 0 = 1174 /1175 yahut 1184/1185) sonra, bîitün Lur-i K ü çak’in müstakil hüküm­ darı oldu, Cangraviîer ( kendi neş’et ettiği, fa­ kat o sırada rakibi Surhâb b. :Ayyar tarafından idare edilmekte olan kabile ) ile muharebe etti ve onlara âit müstahkem Diz-İ Siyah ( Mânrüd mevkiinde ve Samhâ vilâyetinde ?) kale­ sini kuşattı. Ahâli bütün Mânrûd’u ona bı­ raktı, lâkin halife Mângarra ( İÇilâb şimalinde­ ki M üngerre) müstahkem kalesinin kendine



LÜR-İ KÖÇEK.



77



verilmesini resmen istedi. Buna mukabil Şucâ* Hûzistan ’da Tarâzak bölgesini aldı... ŞucS’ alDin Lurîstan'1 yağmalayan Bayat türklerini geri attı. Kendisi göçebe hayatı yaşıyor, yazı K irit 'te ( Bâlâ-Gîriva ’de ),' kışı Dulur ( Puşt-ı küh 'ta Dih-i Lurân ) ve Malâh ( ? ) 'ta geçiri­ yordu. 621 ( 1224)’de 100 yaşında Öldü. Tür­ besi lur iular tarafından ziyâret ediliyordu. Oğlu Badr, yeğeni (2.) S a y f a Î-D î n R u st a m b. Nur al-Din tarafından öldürüldü. Atabegliğe yükselen Sayf al-Din iyi bir idare­ ci idi. Rustam ’in yerine kardeşleri geçti­ ler: evvelâ (3.) Ş a r a f a l - D i n Abü Bakr ve arkasından (4.) “İ z z a İ-D in G a r ş â s p. ‘İzz al-Din, Abu B akr'in karısı, bilâhare halife al-Muşta'si m 'm baş-kumandanı olan Sulaymân-şâb A yva nin hemşiresi Malika Hatun ile evlendi [ Abuk kelimesini Ayva olarak düzeltmek lâzımdır. Bu, Selçukluların son devrinde faaliyet gösteren bir kabilenin ismi­ dir, bk. Rahat-al-şudür, CM S, s. 346; Cihangaşâ, C M S, XVI/H, 153; Nuzhat al-lçulUb, CM S, s. 107; Defremery, Recherches sur quatre princes d' Hamadan ( J A , 1847, s. 177 ) ; A ct. Orient., III, 148 ). (5.) H i s â m a 1-D i n H a l i l b. Badr b. Şuc 5\ Garşâsp '1 öldürünce, onun ile Sulaymân-şâh (Şihâb al-Din ?) arasında bir mücâdele başladı. Lurlar Bahar ( Hemedan yanında ) ’ı aldılar ise de, neticede Halil mağlûp edildi ve Şâpur Hvâst civarında öldü­ rüldü ( 640 = 1242 ). Kardeşi (6.) B a d ir a 1D i n M a s ' ü d , Mangu ’nün sarayına gitti ve Huîagu ’nun maiyetinde avdet etti. Zâhid ve şâfi’î fıkhına vâkıf olan Badr ai-Din 658 ( 1260 ) 'e kadar hüküm sürdü. Sulaymân-Şâh, Bagdad ’jn zaptında idâm edilince, bunun yakınlarına karşı büyük lutuf ve kerem gösterdi. Mas'üd ’un oğullarını idâm ettiren Abaka (7.) T â c a l - D i n b. Hisâm al-Din Halil *i atabeg tâyin etti (b u da 677 = 1278/1279'da Aba­ ka tarafından idâm ettirildi). Mas'üd 'un iki oğlu aynı zamanda halef oldular. Bun­ lardan (8.) F a î a k a l - D i n H a ş a n , Luristan 'm muayyen bir kısmında ( Dilâr, Vilüy ?) hâkim oldu ve ( 8. mükerrer) * î z z a l - D i n I j l t t s a y n has arazîyi ( incü ) idâre etti. Kuvvetlerinin sayısı 17,000'^kişi idi. Bayatları te’dip ettiler ve Hemedan ile Şüştar ve İsfahan arasındaki arazîyi ve arap toprak­ larım hâkimiyetleri altına aldılar. Her ikisi de 692 ( 1292/1293 ) 'de öldü. Kayhatu, bunlara halef olarak, (9.) C a m a l a l - D i n H i z r b. Tâc al-D in 'i getirdi. Bu, 693 ( 1 2 9 4 ) ’te, Lurîstan hudutlarında yerleşmiş moğul kabilele­ rine dayanan ( 10,) H i s â m a 1-D i n "O m a r b. Şams al-Din »Darnaki* b, Şaraf al-Din b. Tahamtan b. Badr b. Şucâe tarafından, Hur-







v0 ::



LUR-İ KÛÇEK.



ramâbâd yakınında, olduruldu. D iğer şehzade­ ler ikinci koldan gelen bu gâsıpı tanımadılar ve o yerini ( 1i;) Ş a m ş S m a 1 -D i n M a hm ü d b. Nur aî-Din b. 'İzz aî-Din G arşâsp’a terketti 5 bu da, Şihâb al~Din ÎIyâs adında bi­ rini öldürdüğünden, kendisi Gazan Han ta­ rafından 695 (1295/1296)^0 idam ettirildi. ( 12.) ' İ z z a 1 - D i n M u h a m m e d b. *İzz al-Din (8. mükerrer ) küçük îdi ve amcasının oğlu Badr al-Din Mas:üd ( 8. ’nin oğlu ) Ulcaytu 'dan atabeg unvanını ve Luristan 'ın bir kıs­ mının ( D ilSr ) idaresini aldı. Fakat az sonra, !Izz al-Din yine tam hukukuna sahip oldu, ölümünden (7 1 6 = 13 16 / 1 3 1 7 yahut 720=-= 1320/1321) sonra karısı (13.) D a v l a t H a ­ t u n , moğuîlar her işe müdâhale ederlerken, sözde bir İktidar sahibi olarak kaldı. Hamd Allah 'm Târlk-i guzida 'sini yazdığı devirde ( 730 = 1329/1330’a doğru) vaziyet böyle idi. Bilâhare Malîka ( İskender 'in müellifi meçhul tarihine göre, Büyük Lurln Yûsuf-Şâh 'm zevcesi olmuştur }, iktidarı kardeşi ( 14.) Tzz al-Din Husayn 'e terketmek' zarûretinde bu­ lunduğunu anladı. Abu S a'id 'd en tevcih alan ' İ z z aI-D in H u s a y n 14 sene memleketi idare etti. Oğlu ve halefi (15 .) Ş u e â * a 1-D İ n M a h m ü d 750 (1349 ) ’de kendi adamları ta­ rafından öldürüldü. (16 .) M a l i k 'İ z z a I-D i n b. Şucâ* aî-Din, babasının ölümünde, ancak 12 yaşında idi. Hayatıma meraklı safhaları bilhas­ sa ZafarnSma’de yapılan nakiller ile malûmdur. 785 ( 1383 ) 'e doğru, Muzaffarilerden Şah Şucâ', ordusu ile birlikte, Hurramâbâd Y ziyaret etti ve 'İzz al-D in'in kızım aldı. Kızlarından diğer bîri de Ceîâyirlüerden Uvays İle evlendi. 788 ( 1386 ) ’de, Timur İran 'a geldiği zaman, *İzz aîD in'in Lurları tarafından yapılan yağmacılık ve hasar hakkında bilgi edindi ve Firuz-küh 'tan hareket edip, cebrî yürüyüş ile, Luristan 'a va rd ı: Burücird tahrip edildi, Hurramâbâd kalesi tamamen yıkıldı, suçlular dağların te­ pesinden aşağıya atıldı. 'İzz al-D in ’İn ne ol­ duğu meçhuldür ve Tim ur'un .789 ( 1 387) 'da Şıraz 'da huzuruna kabûl ettiği «Luristan atabegleri" arasında bulunup-bulunmadığı da bilinmiyor, fakat müellifi meçhul İskender tarihine' göre, ‘İzz al-Din 790 ( i3 8 8 ) ’da Rumiyân (Arm İyân, Vâmiyân, Burücird'in he­ men yanında ) kalesinde tevkif edilmiş ve ay­ nı zamanda oğlu Türkistan *a sürülmüştür. 3 sene sonra baba ve oğul serbest bırakılmış­ lardım 793 ( 1 3 9 1 ) 'e d o ğ ru ,'îzz al-Din eski metbûu Şah Şucü* ’m oğlu Muzaffarilerden Zayn al- Abidin 'in topraklarım genişletme­ sinde rol oynadı; 795 (1392/1393)^0, Timur İran 'a döndüğü zaman, Burücird 'den Şüştar 'e gitti. Luristan mütemadiyen ayak altında



î kalan bir sâha hâline geldi f M irza 'O m ar'in j müfrezeleri tarafından tahrip edildi ise de, 'İzz ai-Din takipçilerden kurtuldu. 798 ( 1395/ 1396 ) ’e doğru Fars valisi Mulıammed Sultan, nafuzımtı bütün Luristan ’a ve Hûzistan 'a teşmil etti. 805 ( 1402/1403 ) yılında Bıirücird yakınında Armiyân ( ? ) kalesinin, Timur ’tın emri ile, tamir edildiğinden bahsoluaur ve 806 ( 1403/1404 ) 'da, Zafar-nâmat İzz alD in ’in, evvelâ derisine saman doldurulmuş ve asılmış olan başım taşıyan bir uîağm Nihâvand ’den Baylakân 'a geldiğini zikreder. Oğlu (17.) S i d ı A h m e d , vergileri öde­ mekteki ihmâlleri yüzünden, babasının ceza­ landırıl masma sebebiyet vermiş görünmekte­ dir. Kendisi Timur'un Ölümünden (807 = 1404/1405 ) sonra, topraklarına tekrar şâhip oldu ve 815 yahut 825 (1412/1413 ) ’e kadar hüküm sürdü. ‘İzz al-Din 'in diğer oğlu (18.) Ş â h H u s a y n ( „'A b b âsi“ , yânı 'Abbâs b. ' A li b. A b ı Tâlib neslinden ) topraklarım geniş­ letmek hususunda Timurlularm zayıflamış ol­ malarından faydalandı ; Hemedao, Gulpâyagân ve İsfahan’ı yağmaladı ve hattâ Ş’ahrazür ’a bir sefer yapmağa teşebbüs etti. Orada Baharlu türkleri tarafından 871 ( y a ­ hut 8 7 3 )'do Öldürüldü. Oğlu (19.) Ş â h R u s t a m , İsmâ'il I. ile birleşti: bu dev­ re doğru Küçük L ur reisleri kendilerinin ‘A lı 'ye mensup oldukları iddiasını hayli yay­ mışlardı. Rustam 'in oğlu ( 20.) O ğ u r ( veya O ğ u z ) , Şâh Tahmasp ’m 940 ( i533/*534') ’ta 'Ubayd Allah H â n ’a karşı seferinde, Tahmasp 'm yanında idi. Biraderinin. gaybubeti sırasın­ da (21,) C a h S n g i r, İktidarı ele geçirdi. Bu da 949 ( 1542/1543) 'da idam edildi. Oğlunun lalası ( 22.) R u s t a m Ş â h efendisini Tahmasp 'a teslim etti, Tahmâsp onu Alam üt’ ta hapsetti. Cihangir 'in diğer bir oğlu olan M uh a m m e d i, Lurlar tarafından, Çangula'da saklanmış idi. Bir yalancı Luristan 'da kendini Şâh Rustam diye tanıttı, bunun üzerine Tahmasp hakikî Şâh Rustam 'i serbest bıraktı, Şâh Rustam malikânelerini geri aldı ise de, üçte birini ( da dang ) kardeşi ( 22 mükerrer.) M u h a m ­ m e d i ’ ye terketmeğe mecbûr oldu. Şah Rus­ tam ailesinin tahrikleri ile, Hemedan vâiisj tarafından yakalanan Muhammedi A lam üt'ta hapse atıldı. Muhammedi 'nin oğulları Luristan ve civar bölgeleri alt-üst etmeğe koyuldular. 10 sene sonra, Şâh Rustam şalım ^sarayına sığınırken, Muhammedi, hapishaneden kaçarak, Luristan T işgal etmiş bulunuyordu. Muham­ medi, Tahmâsp ve İsma'il ile dostâne münâ­ sebetler kurdu, fakat bunların Ölümünden sonra, Sultan Murad III. ( 982— 10 0 3= 1574— 1595 ) 'm tâbiiyetine girdi. Topraklarının Pu 1-4$



LUR-İ KÜÇEK — LURİSTAN. K ü f ü n garbındaki Mandali, Cesân, Badrâ’i ve Tursalc bölgeleri ile genişlemesi bu sayede oîmı^fur. Bununla beraber, Osmanlılar ile mü­ nâsebetleri çabuk bozuldu ve Muhammedi Safevîler ile uzlaştı. Rehine olarak bulunduğu Bağda d ’dan ka­ çan ( 24.) Ş â h-V e r d i b. Muhammedi, babası­ nın ölümünden sonra, Şâh Hudâbanda 'den tev­ cih aldı. Niîıavand 'in türkler tarafından işgali sırasında, Şâh-Verdİ bir iki defa te'sirsîz ve muvakkat istiklâl temayülü gösterdi. 1000 (1591/1592) yılında, Şâh 'Abbâs ile yeniden dostâne münâsebetler kuruldu; Şâh-Verdi ken­ disinin 'Abbâs b. ‘AH menşe'ii oluşundan ve şişliğinden, Şah ‘Abbâs nezdinde* istifâde et­ miş idi. Şah 'Abbâs onun kız kardeşini aldı ve onu Safevî ailesinden bir kız ile evlendirdi. 1002 ( 1593/1594)’ de Şâh-Verdi bir meydan ıımhârebesinde, Burücird 'de vergi toplamak isteyen Hemedan valisi Öğurlu Sultân Bayat '1 öldürdü. Hiddetlenen Şâh ‘Abbâs, Horasan cephesini bıraktı ve son sür'atle Hurramâbâd 'a geldi, Şâh-Verdi, Şaymara ( Ka r ha ) . ırmağım geçti ve Bagdad ’a kaçtı, Luristan Sultan Husayn b. Şâh Rustam 'e teslim edildi, 1003 ( 1594/1595 ) 'te Şâh-Verdi affedilerek, yerine geldi ise de, yeni bir cürüm işlemekte gecik­ medi. 1006 ( 1597/1598 ) 'da Şâh ‘Abbâs ikinci defa, ona karşı yürüdü, Şâh-Verdi muhâsara edildi ve Çangula (Puşt-i Küh) kalesinde öl­ dürüldü. Luristan % Tahmâsp Kuli İnanlu’ya verilmiş olan Şaymara, Hindmas ( ? ) ve Puşt-i Küh müstesna, £Iusayn Hân b. Manşür Beg Salvİzi ( ? ) aldı. Luristan ( b. bk., bilâhare yalnız Puşt-i Küh ) Vali '1er sülâlelerine menşe' olarak Şâh-Verdi 'nin amcasının oğlu Husayn Hân ’ı göstermelerine rağmen, bu tarihe Küçük Lur atabeyleri sülâlesinin sonu nazarı ile ba­ kılmıştır. . B i b l i y o g r a f y a : Tariy-iguzîda (G M S, X1V/1,547— $57>7°°)i ?afar-nâma} î, 305,438, 587-588, 594,788/811} II, 515,555 i Timur'un torunu Iskandsr Mirza *ya dâir müellifi meç­ hul tarih ( Howorth tarafından faydalanılmışt ı r ) ; i£âzi Aljmed Gaffarı, Cihân-örâ; Şaraf-nSma, 1, 32— 55* *Alamârâ-yi ‘ Abbasî (Tahran, 1314 ), s. 320, 343, 367— 370 ; Cihannü â; Müneccim-başı, II, 598— 600; d’Ohsson, Histoire dev Mongols, III, 559 — 561; IV, 171; J .v. Hamraer,. Gesck, d. îlekane, I, 161 163; Howorth, History of the Mon­ gols, TII, JÇ40, 406, 754. ( V. MlNORSKY.) L U R İS T A N . t Bk. lu r Is t a n J L U R İS T A N . LURİSTAN , İran'ın cenûb-i garbisinde bir b ö l g e , Moğul devrinde, „BÜyük-Lurrt ( Lur-i buzurg) ve ,,Küçük-Lür“ ( Lur-i k ü ça k ) tâbirleri, aş yk Lur aşiret­



79



lerinin yaşadığı . topraklara tekabül ediyor­ du. Safevîler devrinden itibaren, Büyük-Lur arazisi Küh-GHü ve Bahtiyarı isimleri ile ay­ rıldı. XVIII. asrın başında Mamâsani kabileler birliği eski Şülistân ( b. bk.] ’ı işgal ederek, Küh-Gilü ile Şıraz arasında üçüncü bir Lur arazisi meydana getirmiş oldu. Bununla beraber, Lur-i Küçak ancak XVI. asırdan İtibaren, Luristan ( Luristân-i Faylı ) coğrafî ismi ile zikredilmiştir, XIX. asırda Luristân iki kısma ayrıld ı: t.. Piş-Küh ( «dağla­ rın berisindeki ülke t, ğ , f ve k sesleri gibi, arapçaya mahsus seslerin bu­ lunmadığını söyler ). K e l i m e l e r i n ş e k i l d e ğ i ş t i r m e l e r i : cem.- gel, -yel ve -el İle teşkil edilir, msl, anha ~ ângel ( »onlar" ); ilgi hâli ekî -ra yerine -e, »ne kullanılır: yüne got — inrSguft ( «bunu söyledi" ) ; bugünkü zaman eki farsçadaki mi- yerine /-; birinci şahıs çokluk ekî im n(n): iherimü(n) = mikerim («satın alıyoruz" ). Lurcada, umumiyetle mâlûm fiille­ rin geniş zamanı bu zamanı meçhul fiil şeklin­ de tasrif eden ( fars lehçesi de d â h il) farsça lehçelerinin ekserisi ve kürtçede olduğu gibi değil, şahıs zamirleri yardımı ile teşkil olunur ( malum tasrif ş e k li). L ü g a t ç e : bugünkü zaman ve geniş zaman köklerinden yapılan kelimeler lurcada umûmiyetle farsçaya uyar; fakat bu dilde farsçada bulunmayan kok ve



kelimeler vard ır: wenum, vendum ( »atmak" ) ; fer-, iierom ( «muktedir olmak, muktedirim" ); tla ( » göz") v.b. Lurcada moğul devrinden kalma bir-çok tâbirler muhâfaza edilmiştir, msl. i aş mâl ( «kabîle reisi" ), moğulca tüşumel ( «me’mûr" ); kay t al ( «hanın muhafızı" ), şark türkçesİnde: «karargâh", krş. Budagow, II, 102 ); küren ( «ordugâh" ), moğulca küren ( «hisar, ordugâh" ). Fayîi gurubuna gelince, bu şive müşterek farsçadan pek az ayrılır ( O. Mana ). Luristân 'da oldukça mühim kürt zümreleri­ nin teşkil ettiği adacıklar vardır. Şimaldeki Lak ( b, bk,] kabileleri böyledir. Fayliler ara­ sında Mahki gurubu ( Kirmanşah hududunda, Hulaylân 'da ve daha cenupta ) Kalhur lehçe­ sine benzeyen bir cenûbî kürt lehçesi konu­ şur ; Kurdişühân gurubu ( Puşt-i Küh 'un ce­ nubunda ) bir «Kurmânci kürtçesi konuşur. Puşt-i Küh 'takı durum daha çok araştırmalara muhtacdır. B i b l i y o g r a f y a ı Lerch, îzsledovaniya, III, s. XI— XIV ( al m. trc. Forsckungen, I I ) ; O. Maun, K urze S kizze d. Lurdialekte { S B Pr. A k . W., 1904, s. 1173— 1193)» ayn. mil., Die Mundarten der Liır-Siamme im südzeestl. Persien ( Kurd.-pers. Forsehungen, A bt. II, Berlin, 1910; bibliyog­ rafya, kabîle cedvelleri, Mamâsani, Kühgelu'i, Bahtiyarı ve Fayli lehçeleri ile metin­ ler ); D. L. R. Lorimer, The phonology o f ike bakhtîari ( London, 1922 ) j Jukovskiy (öîm. 4.I. 1918 ), Materyali dlya izuç. pers. nareçii, III: Çarlang ve Haftlang Bahtiyârileri lehçeleri ( Petersburg, 1922; 1883— 1886 'da toplanmış metinler, Bahtiyarı dili» rusça ve rusça-bahtiyarı dili lûgatçeleri ) ; Hadank ( O, Mana, Kurdisch-persisch Forsehungen, Berlin, 1926, III/l’in mukaddime­ sinde ), Romaskeviç 'in topladığı Mamâsani ve Kühgelü i dil malzemeleri için bk. BulL Acad. de Rassie, 1919, s. 452, E d e b i y a t . Lur kabilelerinin ve bilhassa Bahtiyüriierin, zengin bir halk edebiyatları vardır: peri masalları (Muhammed Tâki Hân Çar-Lang ve Hacci tlhaııi Haft-Lang g ib i) kahramanlarının maceralarım terennüm eden dastânî parçalar, aşk şiirleri, düğünlerde oku­ nan şiirler ( vâsînak ) ven'nniler ( lala i ) v.b. Bu parçalar ekseriya güzel ve derin hisler ile doludur. Krş. O. Maun ve Jukovski ’nin topla­ dığı parçalar ( sonuncu müellif, farsça ve Bah­ tiyarı lehçesinde ninniler için, Journal, Min. Norodn. Proveşç., kânun II. 1889 'da bir maka­ le neşre tmıştir ) ; D. L. R. Lorimer ve E. O. Lorimer, Persian iales, London, 1919, s. 197— 351: Bakkiiari iales (yalnız tercümeleri).



LURLAR. Luri lehçesi ile yerleşmiş edebî şekillerde eserler yazmış şâirler de vardır; yusayn-Kuli Hân Haft-Lang (1882 'de öldürülmüş ), Nacma Mamâsani, Daftari, Fayız (1902 'de hayatta idi ), İzadı ( Sim. 1905 ), ‘A li Aşğar Hân Nıhâvandi ( krş. O, Mann ). Şayh ‘A li Akbar Mu!ammam 'ın bir Mı râc-nâma-yi bahtiyarı 'si taş-basması ile, neşredilmiştir (Tahran, 1314). Molla Zulf ‘A li Kurrâni 'nin bir ğazal 'i Y. Marr tarafından neşredilmiştir ( Comptes-rendus de VAcad, de l ’ U R S S , 1927, s. .55— 58). F. Marr ’a göre, ‘Ommam-i Sâmani tarafından yazılmış bir Bahtiyarı şâirler T a zkira ’si Sa­ la r-i Fâtih 'in kütüphanesinde bulunmaktadır. Ahmedi-yi Bahtiyarı de buna benzer bir Tazkira yazmıştır. Krş. bir de Romaskevıç, Skazoçnikî v Persii, s. 257. T a r i h . Hüzistân ve Fars kabilelerinin hic­ retin ilk asırlarındaki Arap-tran mücâdelele­ rine iştiraki hakkında bk, mad. KÜRTLER. Halifeler memleketin, bilhassa Lur-i Küçak [b. bk.] 'in İşlerine doğrudan-doğruya müdâhale ediyorlardı. Lurlann mukadderatı Hüzistân, Şirâz, İsfahan, Hamadân ve Zagros'ta hüküm sürmüş olan iranlı hanedanlara, Saffârîlere, Büveyhîlere, Kaküyilere ve Hasanvayhilere ve A b u ' 1-Ş avk'in Şilesine mensup haleflerine [ bk, mad. KÜRTtER ] daha sıkı bir sûrette bağlı idi, îzac 'de basılmış Büveyhî paraları vardır ( Codrİngton). 323 (935 } yılında Buvayhi ordusu Luristân'1 kat’etti ( Süs— Şapür-Hvâst— Karac). İdare merkezleri Sarmac 'da ( Bisütün 'un ce­ nubunda ) bulunan Haşanvay h i kür ileri hâki­ miyetlerini Karha havzasında genişlettiler. Şâpür-Hvâst ( = Hurramâbâd ), 400 ( 1009 ) yılı­ na doğru, onların sahalarına dâhil idi ( Ibn alA sir, IX, 89; Tacarib al-umam, nşr. Amedroz, II, 291} III, 451). Kaküy ilerden Garşâsp, Şâpür-Hvast 'ta 434 ( 1042 ) 'te Selçukluların muhâsarasma dayandı. Sonra bu son sülâleye mensup emirler şîmâîî Luristân 'a yerleştiler: Zangi b. Barsuk ailesi, Şâpür-Hvâst 'ta ( 499 1105'ten ö n ce ); Hİsâm al-Din Alpağüş, Dîz-i Maliki 'de ( Karha üzerinde 549 = 1154 ’ten ev­ vel, bk. R av and i, Rahat al-şudür, G M S, s. 285). 547 ile 570 ( 1152 ve 1174/1175) arasın­ da, Luristân ile Hüzistân 'ın bir kısmının hâ­ kimi olarak, Hisâm al-Din Şuhla veya Aksari adlı bir türk zikredilmektedir. Hurramâbâd civarında, bir dikili taş üzerindeki uzun bir kûfî ( ? ) kitabe, okunmamış bir hâlde, durmak­ tadır ( bk. de Bode, II, 298 'deki sû ret; Rawlinson orada atabey Şuei’ al-Din'in adını bul­ duğunu zannediyordu. Fakat Curzon 'a göre, daha eski bir tarihi, bilhassa 517 = 1123 tari­ hîni taşım aktadır).



&7‘



Bunlar ile beraber, Luristân 'a hâkim olmak veya sahasının bir kısmım elde etmek için, dışa­ rıdan yapılan bütün teşebbüsler, inkişâfı atabey­ ler devletinin kurulmasını intaç eden sağlam da­ hilî kabîle bünyesine oldukça az te'sir etti. Mem­ leketin dahilî hayatı için başlıca kaynak şimdi­ lik Târihti guzida { 7 3 0 = 1330 )’dir. Bu da Camâl al-Din Kâşâni'nin Zubdat aRtavârîfy ’ine dayanır’ (Preussische Staatsbibliothek 'te yalnız birinci cildi vardır, Pertsch, nr. 368 ). Macma* al-ansâb ( 743 = 1342 'e doğru ) müs­ takil, fakat oldukça müphem şifahî an’naneye dayanır. Cihân-ârâ, muahhar olmasına ( müel­ lifi Kâzı Ahmed 975 == 1567/1568'te ölmüş­ tür ) rağmen, neşredilmemiş bilgilerden fay­ dalanmıştır. Şaraf-nâma ( 1105 = 1696 ) 'nin menbaı Zubdat aUtavârih yahut daha ziyâde Târihti guzida ’nin iyi bir nüshasıdır. Arap coğrafyacılarının verdiği bilgileri tamamlayan bu kaynaklara göre, 300 ( 9 1 2 ) yılına doğru Luristân'da vaziyet şöyle İdi: ŞuIİer [ b. bk.] — arapîar moğul devrinden önce onları hiç zikretmezler — Luristân 'm bir kısmını ( » yan sını") işgal ediyorlardı. A sıl Şülistân vilâyetinin ( Târih-î guzida, s. 537 ve 539» 13 ) Nacm aî-Din Akbar ( Macma* al-ansab 'a göre, Nacm al-Din lekabı Şüllerde irsen kullanılırdı) adlı bir vali var idi. Hâlbuki Şulİere ( ihtimâl Küh-G ilülara) âît sahalarda Sayf al-Din MâkHn adlı bir „Pişvâ“ var idi ki, âüesi Sâsânîler devrinden beri bu memlekette tanınmakta id i; yine Türih-i guzida ’nin Lur kabilelerinden saydığı Rüzbihani kabilesinden idi. Luristân ’ın geri kalan kısmı ( Şüllerden m üstakil) bir Lur hükümdar âilesi tarafından ıdâre ediliyordu; bu âileye mensup olan Badr Büyük-Lur *u, kardeşi Manşür da KÜçük-Lur 'u idaresi altında bulunduruyordu. Tarihleri kat'î olarak belli değildir. Badr'in halefi torunu Naşir al-Din Muhammed b. H alil b. Badr ( Macma‘ al-ansâb ’a göre, N aşir al-Din Avrang [R an g] b. Muhammed b. H ilâl'in yeğeni) idi. Naşir al-Din Büyük-Lur atabey sülâlesini kur­ muş ve dışarıdan gelen kabilelere ( bk, yuka­ rıda etnoloji bölümü) dayanmış elan Fazlavi kürt kabîîeri tarafından tahttan indirilmiştir. Aynı FailavÜer, Şülleri yerlerinden attılar. Mezkûr Badr'in kardeşi Manşür.jhakkında hiç bir şey bilinmemektedir. Küçük-Lıir kabi­ lesi doğrudan-doğruya halifelere bağlı idi ve şimalde ise, müstevlilerin iktidarı altına gir­ mekte idi. Lur-i Küçak [ b. bk.] yerli atabey sülâlesinin kurucusu (580 ’e d oğru ), rakibi Surhâb b. ‘ A yyâr (ihtim âl ‘Ayyâr/Annaz adını taşıyan A b u ’l-Şavk sülâlesine mensup bir şah ıs) '1 bertaraf etmek mecbÛriyetinde kaldı.



88



LURLAR.



İkî atabeyler sülâlesinin tarihî, muharebe, Safevî hanedanının sonlarına doğru ( bk. katil ve idamlar ile doludur, takat dâhilde Fars-nama-i N a şiri), 600 Men sonra Büyükmemleket daha ziyâde inkişâf hâlinde idi. Lur M, hicret ederek gelmiş olan MamSsani ka­ Atabeyler köprü ve medreseler yaptırıyorlar bile guruplarının eski ŞülistûnT hangi şerait { İbn B a ttu ta ), halka sakin bir hayat te’min içinde işgal ettikleri bilinmemektedir ( bk. ediyorlardı (krg. Târîff-i guzida, s. 550). İki mad. şÜL ]. S a f e v î l e r d e n s o n r a . EfganhİannIsfa­ atabeyin her birinin varidatı 1.000.000 dinara yükselmiş idi, hâlbuki her biri moğul hazînesi­ han önünde görünmelerinin tevlit ettiği karı­ ne 91.000 dinar veriyordu ( Hamdallâh Mus- şıklık devrinden sonra Şâh ‘Abbâs tarafından tâyin edilmiş olan Husayn Han neslinden Luris­ tavfi, Nuzhat al-kulab, s. yo), Moğullar ile Timurlular arasındaki fâsılada tân valisi ‘A lı Mardan Han Fayli, mühim bir rol atabeyler Muşaffarilere bağlı idiler, Timur 788 oynadı. Adamlarından 5.000 b ile, 1135 ( 1722) (1386) ve 795 (i 393) Te Küçük-Lurlan tahrip ’te, idare merkezinin müdâfaasına iştirak etti, etti, fakat Büyük-Lur hâkimine daha mülayim îran birliklerinin baş-kumandam bile oldu, fa­ davrandı. 795 (1393) Te Timur, Küh*GİIü ve kat diğerleri ona itâatî babûî etmediler. 1725 Şülistânb baştanbaşa kat'etti, Timurlular [ bk. Te Osmanlılar îran '1 İstilâ edince, 'A li Mar­ mad. BAYKARA ] Luristân Ma hâkimiyetlerini dan Han ( Ahmed Paşa tarafından işgal edi­ kuvvetlendirdiler. 837 (1433/1434) Me son Bü­ len ) Hurramabâd b terkedip, Hüzistan M gi­ derek, oradan Bagdad ’a karşı bir şaşırtma yük* Lur atabeyi ortadan kayboldu. S a f e y î î e r d e v r i . Küçük-Lur hâkimleri, taarruzuna teşebbüs etti. Bahtiyarı memleke­ yalnız başlarına .vazıyetlerini muhafaza ettiler tinden geçerek, Firüzân 'a kadar varmış olan ve hattâ hâkimiyetlerini bir entrika ile, Fuşt-i türkler, geri çekilmek mecbûriyetinde kaldılar Kah dağlarının garbında, yaylalara bile teşmil ( krş. vukuatı gözü ile görmüş olan ‘AH klazîn, ettiler. Şah ‘ Abb&s, Şâh-Verdi Han bn idamın­ Târİh-i ahvâl, nşr. Belfour, London, 1831, s. dan sonra, yerine eski ailenin talî bir koluna 115, 134, 137, 148; Hanway, The revolutions mensup bir vâli tâyin etti, Ba Husayn Han bn o f Persia, H, 135, 159, 168, 238; Maîcolm, Hissahip olduğu arazi bir dereceye kadar tahdit toire de Perset II, 445; III, 35; de Bode, Travels, II, 281— 283; J, v. Hammer, G O Rt IV, edilmiş idi. Büyük-Lur sülâlesinin ortadan kalkmasından 227). Aynı devirde, Efgan ve Osmanlı istilâsına sonra, iktidar bn kabileler birliğini teşkil eden kabilelerin reislerine geçti. Şâh Tahmasp za­ mukavemet eden, fakat ‘ A li Mardan Fayli ile manında, esâs Astaraki küçük kabilesinin re­ anlaşamıyan hır çok Bahtiyâri hanları ( Kâsim isi Tâc-m ir'e mahallî ulusların serdârı unva­ Han, Şafi y a n ) zikredilmektedir, 1137 ( 1724 ) nının verildiği görülüyor. Tâc-mir, vazifelerini Me Muhamraed Husayn Han Bahtiyar! kendi­ sûiistimâl ettiğinden, idam edildi ve yerine ni şehzade Şafi Mirza diye gösteren bîr müdMir Cihangir Bahtiyâri getirildi ( A starakiler deîyi hükümdar olarak tamdı, Bu saltanat Luristân M 600 yılından sonra gelmişlerdi, müddeîsinin ordugâhı Küh-Gilü Ma id i; o an* Tarif}-! g u z id a ). Cihangir, Küçük-Lur Man cak 1140 ( 1 7 27 ) Ta yakalandı (Hanway, II, Şah Rustam bn te'minâtı ile, Safevî hazînesine 168, 23S; Mahdi Hân, T arlk-i cihanguşa-yi yılda î o . ooo katır te'min etmeği taahhüt ettî; Nadiri, Tebriz, 1284, frns, trc, Jones, Lon­ 974 (1566/1567) Te Hemedan valisi, taahhütle­ don, *770, s. XXVII ). Efganhlar Bahtiyârimemrini hatırlatmak üzere, ona gönderildi ( Şaraf- leketine nufüz edememiş görünüyorlar. Kühnâma, I, 48 ). Bu zamandan itibaren Ba&tiySri Giîü 'ya karşı 1724 Teki seferleri bir muvaffakikabilesi birinci plâna geçiyor ve umümîyetle yetsizlik oldu ( J, v. Hammer, II, 210; Malcolm, ayn. ear., III, 20). 1140 (1727 ) muahedesi ile, kabîle birliğine kendi adım veriyor. Küh-Gilü sahasına gelince, burası Lurîar efganîı Aşraf, başka garp eyâletleri arasın­ arasında yerleşmiş olan A fşar türk kabilesi da, Luristân T da Türkiye'ye bıraktı. Türkler ( »Şâh-seven1* ; b. bk.) tarafından idare edildi. 1149 ( 1736) yılma kadar (ism en ) burayı el­ 988 ( 1580) 'e doğru, kendini Şâh îsma'il II. lerinde tuttular. Bu tarihte Nâdir Şah eski va­ gibi gösteren bir yalancı dervîş, bâzı Afşar zıyeti yeniden te'sis etti ( Hanway, II, 254, valilerim öldüren Câki, Cavaniki ve Bandan! ka­ 347î J* v. Hammer, G O R, IV, 235, 317). L bileleri arasında bır-çok taraftar kazandı. 1005 Nâdir Şâh zamanında Baba Han Çapuşlu ( 1596/1597) Te Afşarlar kadar Lurların da (Ç av o şlu ) Luristân-İ Fayli 'ye beylerbeyi (âyin sebebiyet verdikleri bu karışıklıklardan istifâ­ olundu. Diğer taraftan ‘  li Mardan II. Fayli, de eden Fars valisi Allâh-Verdi Han Kuh- Nâdir tarafından, İstanbul Ma siyâsî müzâke­ G ilü’yu doğrudan* doğruya kendi hâkimiyeti al­ relere girişmeğe me'mûr edildi. Nâdir Şah, tına aldı ( Târih.*! "âlam-ara*, s. 198, 358). i 1732 Me, orduları İle, Küh Q:İü!yu bir baştan



LURLAR.



&9



bir başa kat'etti ve ( Şîraz saltanat m üddeîsi) 3,29; Malcolm, ayn. esr., III, 247) ve bu onun Mahmüd Han BalÜç orada mağlûp edildi (bu­ kabileler arasındaki şöhretine fena te’sir etti. Kaçarların hüküm sürdükleri bir buçuk asır radaki Afşarlann, Nâdir Şâh bu kabileden ol­ duğu için, Nâdir Şâfı'ı desteklemiş olmaları esnasında, Lur-Bahtiyârİ memleketi tamâmiyle lâzımdır). Bahtiyârilere karşı bîr çok seferler temsil edilmedi. XIX. asırdaki Bahtiyâri ta­ yapıldı, çünkü 'A li Murâd Mamivand ( Çahar- rihinin hulâsası için bk. Curzon, Persia, bahis Lang ? ) adlı yeni bir reis gayr-i memnun­ X X IV . ön ce ‘A lî Mardan Han (y k , bk.)'m ları etrafında toplamış idi. 173a 'de Baba kardeşinden gelen Kunurzi ailesi ehemmiyet Han Çapuşlu, ilk defa olarak, onun üzerine kazanmış idi, fakat İsfahan vâlisî Minuçihr gönderildi. 1149 ( 1735 ) ’da, bizzat Nâdir Şâh, Han Mu'tamid al-Davla ( asıl adı ile YenikoCâpalak ve Burburüd yolu ile, üzerine yürü­ iopov, tifüsü Bir erm eni), İl hâni Muhammed dü. Bahtiyarı memleketi bir çok cihetlerden Tâki Han ’m vazifesine, 1841 ’de, son verdi istilâ edildi; fakat esaslı darbe Şuturan-Küh ve kabile birliği bir daha kendini toparlaya'un az tanınan arazisi üzerinde indirildi. ‘A li madı. 1850'ye doğru, Bahtiyârvand ( yahut Murâd yakalandı ve idam edildi, Bahtiyari- Baydarvand ) ailesi ( kendilerinin P i p i . ka­ ler kısmen imha ve kısmen Cam ve Langar bilesinden bir çobanın neslinden olduklarını ( Horasan ’da ) ’e sürüldü. A z sonra, bir Bah­ söylerler) Haft-Lang kabileleri arasında yük­ tiyarı birliği Kandehar 'm hücumla zaptında seldi ve reisi Husayn Kul* Han ( „Hacci İl­ temayüz etti ’ (M ahdi Han, ayn. esr., s. 116, han i “ ) 'ın şehzade Zili al-Sultân'ın emri ile, 134; dikkate değer coğrâfî bilgiler ihtiva katline ( 1882 ) rağmen, servet ve ehemmiye­ eder; tre, Jones, I, 185, II, 18; 'A li Hazin, s. tini muhafaza etti. Bahtiyâriler, Muhammed 'A li Şâh Kaçar 'm tahttan indirilmesini ( 1909 ) 231, 253; Malcolm, III, 96). Horasan 'a sürülmüş olan Bahtiyâriler, Nâ­ intâc eden İran ihtilâlinde, mühim bir rol dir Şah ölür-olmez, geri döndüler ( Târih-i oynadılar. Bahtiyâri memleketi ilhani ve il* b d d Nâdiriya, nşr. Mann, s. 26 ) ve hanedanı begi 'lerin idaresi altında, her zaman tam münkariz olunca, ‘A li Mardan Han ( iki Lu- bir muhtariyete sâhîp idi. rîstan-i Fayli valisi ile karışUrmamalı), he­ Kaçarların merkezî idâre kurmak için sarfmen-hemen birinci derecede bir ro! oynamak ettikleri cehdler, Kirmanşah 'ta kudretli ve üzere idî. Bu zât 1163 ( 1750) ’te, Karım Han gayretli şehzade Muhammed ‘A li 'nin ida­ Zand ile birlikte, Safevîler talî kollarına (Âl-i resinden beri ( XIX. asrın b a şı), eski Luris­ Dâvüd ) mensup bîr şahsı, İsmâ'iİ III. adı ile, tân vâîiîeri ailesinin haklarının yalnız Puşt-i İsfahan 'da tahta çıkardı. Nâdir Şâh tarafın­ Küh sâhasma inhisar ettiğini görmeleri bakı­ dan ihdas edilmiş olan „vasî-hukümdarw vazi­ mından, Luristân-i Fayli ( eski Lür-i Küçak ) fesi kendisine verilecek gibi görünüyordu. ’de daha fazla muvaffakiyet kazandı ( krş. mad. Fakat Karim Han galip geldi; Lakleri, Kal­ P U Ş T -İ K Ü H ve Çirikov, S. 227). Piş-Küh bur ve Zangana kabilelerini ihtiva eden ‘A li JLuristün" eyâletini teşkil etti. Muhammed Mardan kuvvetleri 1752'de mağlup edildi; ‘A li Mirza, askerleri ve topçusu ile, bu eyâ­ kendisi Bagdad ’a kaçtı ve orada bir katil ta­ letten geçti. 1836 ’da Ravvlinson, Güranilerrafından Öldürüldü ( krş. Mirza Şâdik, Târih-i den müteşekkil alayı ile, onu takip etti. Migîti-gaşâ, Malcolm, frns. trc„ III, 168 — 171 nüçihr-Han meşhür seferinden sonra ( 1841), ’de zikredilir; J. v. Hammer, G O R, IV, 475, yeğeni Hüzistân valisi Sulaymân Han Sabâm 477; R. S. Poole, The Coins o f the Shahs o f al-Davla Luristân ’da asayişi te'min etti ve bu Persia, London, 1887, s. XXXV; Curzon, devirde bir çok kâşifler, kargaşalık ile dolu 11,289). eyâlette serbestçe seyahatler yaptılar. A sî Bahtiyârilere mensup rakibini bertaraf eden şehzade Salar al-D avla’nin aralarında zuhur Karim Han [b. bk.]'m kendisi, Luristân-i etmesi ile, Lurlar arasında ve 'umûmîyetle Fayli ’nın hemen yanındaki sahalara yerleşmiş Iran *m garp tarafında mühim kargaşalıklar olan Laklçrin Zand [ b. bk,] kabilesinden idi. hâsıl oldu ( 1905 'ten beri bir çok d efalar). Zamanındaki nüfus hareketleri için bk. madd. îran devletinin cehd ve gayretlerine rağmen, KÜRTLER ve LEK. 1200 ( 1785 ) ’de Ca'far Han 19 17'ye kadar Luristân kapalı kaldı; bu ta­ Zand, Şiraz 'a çekilmek mecbûrîyetînde ka­ rihte yabancı mümessillerin İştiraki ile, bir çok lınca, Lurîar ile türklerin bir kısmı Isfahan kervanlar Dtzfül 'den ve Burücİrd 'den geçti. ’da !AH, Murâd Zand 'in eski taraftarları et­ Aynı devre doğru îran hükümeti Nazar ‘A lîrafında toplandılar; fakat şehir hemen Aka Hah Am râ'i 'ye Piş-küh valisi rütbesini verdi Muhammed Kaçar tarafından işgal edildi ve [ bk. mad. L A K ] , Krş. Edraonds, G J, 1922.



o İlk iş olarak Bahtiyârilere hücûm etti ( ‘Abd Ancak Rıza Han ( sonra Şah Rizâ PahlaU-Karim Şirâzi, Târih-i Zandiga , nşr. Beer, ! vi ) ’m hükümeti eline almasından itibaren, Lor







LURLAR — LÛT.



menşe’li kabileler ile meskûn mmtakaîarda vaziyet esaslı bir şekilde değişti ve merkezî hükümetin sultası cenüb-i garbı eyâletlerinin her tarafında kabul edildi. B i b l i y o g r a f y a Bk. madd. b a h t IYÂRÎ, KÜRTLER, LEK. Bahtiyârîlerin tarihi için bk. 'A li Çul i Hân Sardâr-i As'ad, 7 a* rih-i Bahiiyârî (Tahran, 1330; tarih, coğ­ rafya, zamanındaki vaziyet, avnıpatıların se­ yahatnamelerinden tercüme ). _ ( V . m in o r s k y .) LÛT* [ Bk, LÛT.] L Ü T . LÜT, Kitâb-ı mukaddes*te L o t . Lüt 'un İslâm kıssalarında ve Kur*an 'da Kitûb-ı Mukaddes ve Aggada ’dakinden daha buytik bîr ehemmiyeti vardır. Bu kolay izah edilebilir } çünkü Lüt ’un tarihi, günahkâr ( Kur'an Ma zikredilm eyen) Sadüm şehrinin tarihi ile alâ­ kalı olup, Peygamber nazarında, selefleri Hüd, Şâlih, Nuh, Şu'ayb ile birlikte, rezîletler ile mücâdele eden bir peygamber idi. Peygamber, kendisine düşmanları tarafından yalancılık isnâd edilince, kendisinden evvel Nüh, ‘Âd, Şamüd, İbrahim ve Lüt kavİmlerinin de kendi peygamberlerini yalancılıkla itham etmiş ( Kur’cn, XXII, 43) olmalarını düşünerek, teselli buluyordu. Lüt kavmi (kavm Löt, L, 13; ihvan L ü t ) umumiyetle Şamüd ile Madyân arasından gösterilir. Lü$ Kur an Ma mursal, Allahın resulü (X X V I, 160; XXXVII, 133), rasül amin, güvenilir peygamber ( XXVI, 162 ), Allahın ilim ve hikmetinden nasîpli ( XXI, 74 ) olarak zikredilir. İbrahim kendi kavm’ne İh­ larda bulunduğu zaman, Lü$ ona İnanıyor ( XXIX, 25). LÜt misâfİrperverliği kaldıran ( XV, 70 ), yabancılara saldıran, lûtîlik yapan, o zamana kadar hiç bir kavmin yapmadığı vahşete sapan günahkârlara gönderiliyor. On­ lar, faziletle yaşayanları süreceğiz diye, Lüt M tehdit ediyor ve: — »Eğer sen hakikati söy­ lüyorsan bizim üzerimize Allahın gazabım yağdır0 — diyorlar ( XXIX, 28 ). O vakit Allah cezâ meleklerini gönderiyor, İbrahim ’in şefaati boşa çıkıyor ( XI, 77, 78 ). Melekler Lüt 'a ge­ liyorlar. Lüt'un kavmi, misafirlerin iffetlerine tecâvüz maksadı ile, kendilerine teslim edil­ mesini istiyorlar. Lüt, kızlarım boş yere tek­ lif ediyor ve sonunda kendini çaresiz hissedi­ yor, Melekler onu tesellî ediyor v e : — «Biz sizi kurtarırız, yalnız hiç kimse donup bakma­ sın ; fakat zevcen bunu yapacaktır" — diyorlar. Şehrin altı-üstüne getiriliyor ( XI, 84, X V, 74). Allah tarafından işâretlenmiş taşlar ( s i­ cili ) yağmağa başlıyor, Kar*an Ma Lüt kıssasında başka bîr isim zikredilmiyor. Harap olan şehre al-mu'tafîka ( LIU, 54 ) denilmektedir ki, bunun cem’i al»



ma'tafiküt (IX , 771, LXÎX, 9 ) olup, Kitâb-ı mukaddes 'te Sadüm ’un tahribi hakkında kul­ lanılan ibrânîce mahpeka*ya tekabül etmek­ tedir. Kur*an -mufessirleri Kitâb-ı mukaddes 'teki kıssayı çok iyi bilmektedirler ( Tabarî, nşr. de Goeje, I, 346, 347 ). Bütün eksiklikleri tamam­ lanmış ve bütün isimler zikredilmiştir. Sa­ düm Ma işlenen günâhları etraflıca tasvir etmişlerdir. Sadüm'un Nemrûd soyundan bîr hükümdarı vardır. Ahâli putlara tapmaktadır, Lü|, 40 yıl onları doğru yola sokmağa çalışı­ yor ( aî-Kisâ’i ). O vakit Allah üç meleği, Câb» râ*il, Mika1il ve İsrafil ( al-Kisâ'i 'ye göre, bir de A zrâ’il ) ’i gönderiyor, İbrahim sadümluîar le­ hine şefaat istiyor: — «İçinde 300 mü’mimn de yaşadığı halkı imha mı etmek istiyorsunuz ?" — «Hayır" — »300,200,100 m u... ? — «Hayır"— ,,14 mü’mini m i?" — «Hayır." Bu rakam kat'î le­ şi yor. İbrahim, Lüt 'un karısı da mü'minler ara­ sındadır diye düşünerek, sükûnet buluyor. Lü$ dört defa şehrin günahkârlığı hakkında şehâdet etmeden, melekler Sadüm 'u tahrip edemi» yeceklerdir. Melekler derhâl Lü$ ile karşılaşı­ yorlar. Lüt şehrin günahkârlığı hakkında şehâdet ediyor. Bâzı müelliflere göre, onlar Lüt'un kızı ile karşılaşmışlardır. Lüt ’un kızı onları baba­ sının evine davet etmiştir. Lüt kendi adamları­ na, bilhassa 40 yıldan beri kendine karşı koyan karısına susmalarını emrediyor ( a l-K isâ 'i). Fakat Lü$ ’un karısı, evde misafir bulunduğu­ nu açığa vurmak iç'n, mabsus evi aydınlatı­ yor yahut dikkat! çekmek için tuz almağa çıkıyor ( bundan dolayı tuz kesiliyo r) veya sâdece şöyle diyor: — «Bize şimdiye kadar görmediğim derecede güzel yüzlü, nefis ko­ kular sürünmüş delikanlılar misafir geldi". Halk gençlerin teslimini istiyor, Lüt kızlarını teklif ediyor ise d e: — «Biz senin kızlarım istese idik, onların nerede bulunduğunu bilir­ dik" — diyorlar. LüJ kapıyı kapıyor, meleğin emri üzerine tekrar açıyor. C abrâ'il, bir kanat darbesi İle, içeri girmek isteyenlerini kör ediyor. Hepsi birbirlerini eziyor ve — «Kaçın, Lüt 'un evi büyülü" — diye bağrışıyorlar. Tahrip saati gelince, Cabrâ'il (bazılarına göre,1 MikâTI) şehrin altını-üstüne getiriyor; onu havalara kaldırıyor; öyle ki, gökte melekler Sadüm ho­ rozlarının ötmesini, kopeklerinin havlamasını duyuyorlar. Gökten taşlar ( sicili ) yağ ıyo r; taş­ ların üzerinde kime isabet edecekleri işaret­ lenmiştir. Lü£ 'un karısı dönüp, teessürle hal­ kına bakarken, kafasına bir taş İsabet ediyor, ölenlerin sayısı bir rivayete göre, 4.000 (Ş a 5» labî ), bir rivâyete göre de, 4 milyondur ( Ta» bari, nşr. de Goefe, I, 342 ). Halkın hepsi de ölüyor, ancak içlerinden biri Mekke 'ye kaçıyor



LÛT -



LUT GÖLÜ.



ye kendi taşım ( s i c i li ) Jdaram'e götürüyor; taş burada tam 40 gün, gök İle yer arasında, muallakta kalıyor; sonunda düşüp, sahibini olduruyor ( Şa'îabi ). İslâm rivayetlerinde bu kıssaya ait her şe­ yin adı ve izahı vard ır: Lüt ismi lata (»bağ­ lanmak" ) Man gelmektedir j çünkü İbrahim ’in kalbi sevgi ile Lüt 'a bağlanmıştır ( Sa'labi ). Lavâfa kelimesi de L ü t’a izafetle meydana gelmiştir. LuÇ 'un karısının ismi Halsajça' ya­ hut V â !ila, büyük kızının Ris ( ? ) , küçük kı­ zınınki de Rariya ( ?; Jabari ), Zuğar ( Ya­ kut ) veya Ravâya ( ? ; a l-K isâ'i) Mir. Y al­ nız Sadüm değil, dört şehir daha zikrediliyor ki, bunlar Kitâb-ı m ukaddes'lehi 'Amöra, Admah, Şeba'ım ve Şo'ar şehirleridir. Şa:iabi ’ye göre, Şo1ar »Lüt 'a inandığı için" kurtul­ muştur ( Tekvin, XIX, 20— 22 ). İslâm rivayetlerinin eski Aggada ( Tekvin, Rabba, XLIX, L ; Sanhedrin, 109b ) ile pek az müşterek noktası va rd ır; msl. İbrahim 'in bir takım mü'm inler in masun kalacağını zann­ etmesi gibi. Pirke R. Elîser ( XXV ) 'in Lüfc 'un kızlarından daha müsâit bir şekilde bahs­ etmesi, Midraş Haggadol ( nşr. Sehechter, s, 287 ) 'un Sadüm 'a gönderilen meleklere Cab* râ'il ve Rafa'ii adlarını vermesi, İslâm riva­ yetinin daha muahhar Midraş 'a te’sir etmiş olması icâp ettiğini göstermektedir. B i b l i y o g r a f y a t Kur’an Ma bellibaşlı yerler: XI, 73— 9 1; XV, 59— 6 1; XXI, 7 1 - 7 4 ; XXVI, 1 6 0 -1 7 5 ; XXVII, 5S- 59J XXIX, 2 5 - 3 4 ; U V , 33 — 39; LXVl, ıo ; Ta­ bari (n şr. de Goeje ), I, 266, 267, 321, 325 — 343) 341 5 İbn al-A şîr, Târih al-Kâmil, I, 46— 48; Sa'labi, K isas al-anbîya (K ahire, 1325}, s. 65—67; al-Kisâ'i, Kişaş al-anbiya (nşr. Eısenberg), I, 145 — 149; Geiger, IVas kat Muhammed. . . (19022 ), s. 109, 124, 129— 131; M, Grünbaum, Neue Beitrâge, s. 132 — 141; Horovitz, Hebrezo Union College Annual (1925 tab.), II, 152, 187; ayn. mil., Koranİsche Untersuckungen ( 1926 tab,), s. 21» 3Ğ, 45) 49) 5° v.d., 54, 136. ( B ern h ar d H e lle r .) L U T G Ö L Ü ( B a h r LÜT, Ölü-denİz), Fi­ listin 'in şarkında, Şari'a nehrinin döküldü­ ğü g ö l , T e v ra t’ta geçen »Tuz denizi* is­ mi zamanımızda İsrail neşriyatında yeni­ den kullanılmağa başlamıştır ( Yara Amelah, Zıçpoovis Mpınj, Strabo, XVI, 76 3 ); golün suyunda münhal tuzların fazlalığı ile alâkalı olan bu isme karşılık, Yunan ve Roma kay­ naklarında, gölün sathında toplanan zift dolayısı ile, »Asfalt gölü" ( ’Aotpa^'cîttç Xipwı: Strabo, g ost yer.; Batlamyus, V , 15, 3; Lacuh asphaltiies t Plinius, II, 226; keza



9*



fb&aötfa fj NeKgd.: Pausanıas, V , 7, t ) denilirdi. Garp kaynaklarında bugün umûmiyetle kulla­ nılan »ölü deniz" ( Mer Morto, Mare Morto, Dead Sea, Totes Meer ) adı eski orta çağda da kullanılmış ( Justin., XXX VI, 13: mare mortum ) olup, bu ad muasır arap coğrafya­ cılarına da al-Buhayra al-mayyıta şeklinde geçmiştir, ö lü deniz ismi, Tevrat'ın ilk kita­ bında ( Takvin, X IX ) tasvir edilen âfet, âsî kavimlerin yaşadığı memleketin yere batıp, bunlara âıt şehirlerin ( Sodum ve Gumura ile beraber) göl altında kaybolması menkıbesi ile alâkalı görünür ve bu isim, gol çevresinin çorak manzarası, göl sularının hayattan mah­ rum bulunması gibi hâdiseler ile de destek­ lenir. Şark kaynaklarında, göl daha ziyâde yukarıda sözü geçen kavimlere gönderilen peygamber Lüt'un adı ile zikredilmektedir: Bahr ( veya Buhayra ) Lü$. T evrat ’m naklet­ tiği menkıbeye K ur an 'da da sık* sık işaret edilmekle beraber, burada golün ad ma tesa­ düf edilmez. Görünüşe bakılırsa, gole Lüt peygamberin ismi verildiğini ilk defa kayde­ den İslâm coğrafyacısı iranlı Naşir Husrav ( V ,— XI. asır ) 'dır. İslâm coğrafyacılarına göre ayrıca al-Buhayra al-maklüba ( »alt-üst olmuş g ö l" ; Arz al-maklüba denilen A rz Ç av m Lüt 'ta bulunduğu iç in ) al-Buhayra al-muntina ( »fena kokan göl" ) dedikleri gibi, Buhayrat Şuğar ( mevki ism i: Zuğar ), Sodum ve Gumura gölü isimlerini de verirlerdi. Muntina ve Zuğar İsimleri daha yakın bir devirde Kâtib Çelebî ( Cihannümâ ) tarafından zikredildiği gibi, Evliyâ Çelebî ( Seyahatnâme, IX, 516 ), ıbhamlı bîr ifâde ile bahsettiği Lüt gölüne Sidrem ( Sid» din = Sodum Man tahrif edilmiş olacak ) ismi verildiğini söylemekte ve Zuğar gölünü de ayn gibi göstermektedir ( a y n . e s r IX, 519). Lut golü, şarkta Moab ( al-Karak ) yaylası­ nın alacalı kum taşlarından meydana gelen dik yamacı ve garpta, Filistin ’deki Yehûdiye yaylasının açık renkli kireç taşından müteşek­ kil cidarları arasında, şimalden cenöba doğru uzanan derin bir çukuru ışgâl eder. Gölün şîmâl-cenûp istikametindeki uzunluğu 80 km., azamî genişliği ise, takriben orta kısmında, 16,2 km. Mir. Cenuba doğru, gölün şark kena­ rına bitişen bir yarım-ada ( al-Lisân » d il") bu genişliği 4 km. 'ye kadar düşürür ve daha cenupta, golün esâs kütlesinden ayrılan bir koy, yeniden 15 km. kadar bir genişlik kaza­ nır, Lut golü yer-yüzünde sathı, deniz sevi­ yesine nazaran, en çukurda kalmış, hâriç ce­ reyandan mahrum bir göldür; gölün sathı, deniz seviyesine göre, vasatı olarak, 392 ( bâzı haritalarda 394 veya 393 ) m. alçaktadır ve bu seviye, mevsimden-mevsime, bâzan 3— 4 m. 'yi



Ç2



LUT GÖLÜ.



bulan oynamalar kaydeder. Ayrıca daha büyük zaman devirlerine uyan yükselme ve alçal­ malar müşahede edilir; nasıl ki, XIX. asrın ikinci yarısında, gol seviyesinde daha evvelki devreye nîsbetle hissedilir bir yükselme gö­ rülmüş İdi. Gölün derinliğine gelince, cenup­ taki koyda bu derinlik umûmiyetle 5 — 6 m .’yi geçmediği hâlde, geri kalan kısmında birden­ bire artar ( vasatı derinlik 146 m.) ve şimal­ de, Zarkâ vadisi munsabı hizalarında, hemen 400 m. 'ye kadar iner ( 399 ) ki, buna göre, gölün en çukur yeri deniz seviyesinden 790 m. Men fazla bir derinliktedir. Gerçekte Lût gölü, Filistin 'in şarkında uzanan ve al-Gavr ( G h o r ) ismi verilen, oluk şekilli, şimal— cenûp istikam etli geniş çukurun en derin yerini kaplamaktadır. Bu çukur oluğun mihverini Şar i'a nehri takip eder ve şimalde Tabariya gölü ( su seviyesi — 212 m.) de buna açılır. al-Ğavr çukuru, Lût golünün cenubunda da, aynı istikameti takip eden ve Vadi ’1-CAraba ismi verilen tabi’î oluk ile temâdî eder ki, bunun zemini cenûba doğru yavaş-yavaş yük­ selerek, deniz seviyesi üzerinde, 240 m. irtifaa vardıktan sonra, tekrar alçalıp, 'Akaba kör­ fezinde nihayete erer. Lut gölü çukuru, al*Gavr ve Vadi '1-Araba ile, arazi şekli bakımından olduğu kadar, men­ şe’ birliği bakımından da, bir bütün meydana getirmektedir. Bu devamlı çukurlar dizisi, üçüncü zamanın ikinci yarısında vukua gelmiş büyük ölçülü zemin hareketleri neticesinde teşekkül etmiş, şimal —cenup istikameti! ve birbirine mtıvâzî yer kırıkları boyunca, şarkta ve garptaki arazi yükselirken, ortada kalan saha derin bir şekilde çökmüştür. Gölün bu­ günkü seviyesi, bulunduğu sahada, şimalden cenûba doğru gittikçe kuraklaşan bir iklim altında ( yıllık yağış yekûnu, göl üzerinde umûmiyetle 100 mm. 'den az, kenar dağlarda ve şimale doğru 200 mm, Men fazla ), 13 mm. ’yi geçen çok şiddetli bir günlük tebahhur emsali ile, Şari:a nehrinin vasati olarak gün­ de 6 milyon m3 hacminde getirdiği tahmin olunan su kütlesi arasındaki muvâzene ne­ ticesinde, az-çok sâbit kalmaktadır. Her ne kadar göle garptan ve bilhassa şarktan ol­ dukça uzun bir takım vadiler de açılmakta ise de, bu vadilerin zemininde ancak nâdir olarak, yağmur sağnaklarmdan sonra, bir az su bulunabilmektedir. Lut gölü çukurunun te­ şekkülünden sonra, göl sâhasımn iklim devre­ lerinde vukûa gelmiş değişikliklere göre, şim­ dikine nazaran daha darlaşmış ve daha ge­ nişlemiş olduğuna hükmediliyor. Mamafih ya- j km dördüncü zamanın nemli-serin iklim dev­ resinde, daha bol su ile beslenen ve daha az



tebahhura mâruz kalan gölün yükselerek, bir aralık Tabariya götü ile birleşmiş olması muhtemel ise de, gerek cenupta Vadi ’l-eAra­ ba vâsıtası ile 'Akaba körfezine, gerek şimal­ de Mare îbn 'Am ir ( Esdrelon ovası, H a yfa ) üzerinden Akdeniz ’e kavuşmuş olması pek mümkün sayılmıyor. Göl suyunun fazla tuzlu­ luğu ve terkibinin açık denizîerdekinden fark­ lı oluşu, kısmen böyle bir durum ile, kısmen de akar-sularm, sellerin, bugünkü su seviyesi altında göle karışan ve bazıları sıcak olan menbâların civardaki arazi içinden eritip ge­ tirdiği münhal maddelerin tabiatı ile izah edilmektedir. Filhakika Lut gölünün suyunda, işbâ derecesine yakm denilecek kadar fazla münhal madde bulanmakta olup, tuzluluk nisbetı binde 240 ’ı aşmakta ( açık denizlerde bin­ de 35— 3 7 ) ve suyun ızâfî kesafeti de 1,119*0. bulmaktadır ( açık denizlerde vasatı 1.025). Tuz­ luluğun bu yüksek nlsbeti, balık nev’inden canlılara Şari'a nehri munsabı gibi, tatlı suyun bol geldiği sahalar hâricinde, hemen-hemen rastlanmayışını ve golün içine dalma güçlüğünü izah eder ise de, suyun rüzgâr ile kolay-kolay dalgalanmayacak kadar ağır oluşu iddiası mübâlegalı görünmektedir. Gölde münhal tuzların terkibi de açık denizîerdekinden pek farklı olup, en fazla bulunan tuz, göl suyuna fena bir tat ve yağlımsı bir hâl veren magnesium klorürü ( binde 102 ) olup, bunu sodium klorürü ( 79 ), kalsium ( 37 ) ve potasım» ( 15 ) klorürleri ile sodium bromürü ( 5 ) takip etmektedir. Evvveîce gölün suyuna bir takım şifâ’î hassalar atfedilirdi. Gölün dibinden vakit-vakit çıkarak, sathında biriken, sonra rüzgârın sevkı He kenar­ larda toplanan zift ( a sfa lt; kafr al-yahüd ) de çok aranırdı, İlk çağdan beri istihsâline ehem­ miyet verilen bu madde, haşerâttan korumak üzere, asma çubuklarına sürülür, ayrıca taba­ bette de kullanılırdı. Kâtib Çelebi, bâzı seneler gölün dibinden çıkan bu maddenin ( ka m îr) bala benzediğini ve asma çubuğuna sürüldüğünü söyler ( Cihann&mâ, s. 555 ). Evvelce göl üze­ rinde oldukça fa’âl bir şekîilde nakliyat yapı­ lır, Zuğar vahasının ( gölün cenup kıyısına yakm, şimdiki Gavr al-Şâfiya civarında) mahsûlleri gemiler ile taşınırdı. Haçlılar za­ manında da karşıdan-karşıya asker ve yük naklediliyordu. Fakat bunu tâkip eden asır­ larda, göl ve civarı iktisâdı ehemmiyetini tamâmiyle kaybetti. Bununla beraber, gol ke­ narında sulanabilen sahalarda toprağın verimi çok yüksek olup, sulama işlerinin genişletil­ mesi He, Lut gölü çevresinin mâmûr bir hâle gelebileceği anlaşılmaktadır. Akdeniz ile Lut gölü arasındaki seviye farkından kudret istih­ sâli husûsunda faydalanmağı hedef tutan tasar-



L



u t



g ö lü



-



L



u t f -â l



I



b e



Y.



M



vur henüz tatbik edilememiş ise de, golden Hermann Schrötter, Das Totes Meer ( Wienbrom ile potasium klorürü istihsâli için, 1930 Leipzig, 1924); R. P. Barnabe-Meistermann, 'dan itibaren, smâî teşebbüslere geçilmiştir. Lut Gnide de Terre Sainte2 ( Paris, 1923 ). golünde İlmî mâhiyette ilk araştırma, XIX. _ _ (BESİM DARKOT.) asrın ortalarına doğru, W. F, Lynch'in idaresi L U T b . Y A H Y A . [B k. a b ü mİh n a f .) altındaki sefer hey’eti tarafından yapılmış, L U T F 'A L İ * [B k. eutf - a l L ] ~ bunu fransız ve İngiliz ilim adamlarının yap­ L U T F -A L Î B E Y . LUTF-'ALÎ B EY „ A z a r “ tıkları araştırmalar takip etmiştir. b . A k a H a n B e g d İl î Ş âmlü İs f a h a n ! (1722 XVI. asrın başlarından itibaren, 400 seneyi -'-•178ı), daha çok aşağıda bahsedilecek olan geçen bir devre zarfında, Osmantı imparator­ şâirlere dâir tezkiresi ile şöhret bulan İ r a n luğu hudutları içinde yer alan Lut golü, XX. ş â i r l e r i n d e n biridir, ön celeri Vâlih mah­ asır başında, şarktan Suriye vilâyeti ( Kerek lasını kullandığı hâlde, sonradan Nakhatve daha sancağı) ve garptan dâ Kudüs müstakil muta­ sonra bundan da. vazgeçerek, A zar mahlasını sarrıflığı ile çevrilmiş bulunuyordu. 1918 se­ almıştır (A ğ a Buzurg al-Tahrani, al-ZarVaila nesi son baharından itibaren, çevresi İngiliz tâşânif al-şta, Tahran, 1332 h. ş., IX/I, 3). 20 knvvetlleri tarafından işgal edilen gol, bilâhare rebiülâhır 1134 ( 7 şubat 1722 ) 'te İsfahan ’da Mâverâ-ı Şerî’a ( Ürdün ) ve Filistin toprak­ doğdu. Aslen Oğuz türkmen boylarından Beglarını birbirinden ayırdı. F ilistin 'in taksimini dili aşiretine mensuptur. Kendisi, Ataş-kada adlı ( 1948 ) takip eden şimdiki durumda ise, golün tezkiresinde gerek âilesı, gerek mensup olduğu şark sâhiileri, eskisi gibi, Ürdün devletine âit türk oymağı hakkında kısmen Raşid al-Din 'in kalmakta, garp sâhillerine gelince, Şarî'a nehri Cami1 al-tavârik (k rş, nşr. Beresin, s. 6— 7 munsabmdan Engedi ( 'A y n C a d ı) vahası ya­ ve Farnk Sümer, Bozokla Oğuz boglarına dâir, kınlarına kadar, bu devlet tarafından işgal D T C D, XI, 78 v.d.) 'inde, kısmen de İsken­ edilmiş bulunmakta, buadan itibâren cenûba der Münşi 'nin Târlk-i *âlam-arâg-i 1Abbasî doğru İsrail devleti hudutları dâhilinde yer adlı eserinden faydalanarak, oldukça geniş almaktadır. malûmat vermektedir ( bk. II. Micmara, s. 370 B İ b l i g o %rCLf 9 ai Pauly-Wissowa, Re- v.d.). Müellif, önce mensup olduğu oymağa alencgclopâdie d. klass. Alieriamswiss., IV, Begdilı adının ne için verildiğini şu suretle 1276; C. Ritter, Erdkande von A sient s. 557 an latır: Oğuz Han 'ın altı oğlundan üçüncüsü v.d., 750 v.d.; M. Meusburger, Das Totes Meer olan İldeniz Han 'm dört oğlundan üçüncüsü(Programme, Brizen, 1907— 1909, bütün eski nün adı Begdilı Han İdi (krş. Raşid al-Din, vesikalar); başlıca arap kaynaklan için bk. gost. ger,). Begdilı H an'ın vücûda getirdiği B G !, 64; II, 123 v.d.; III, 178, 184 v.d.; oymağa Begdilı adı verildi. Bu oymak, ya V , 1181 V If 79 i VII, 3 *9 > VIII, 73 v.d.; Gazneli Mahmud devrinde (387— 421=5997— Mas'udi, Murüc al-zakab (nşr. Barbıer de 1030) veya Cengiz hâdisesi üzerine, diğer türk Meynard), I, 96; al-tdrîsT, Z D P V, VIII, kabileleri ile birlikte, İran 'a göç ettiler. Beg3*5 Yâfcüt, M açam , I, 516; II, 934; Dimaşki dili oymağına mensup kabilenin bir kolu İran ( nşr. Mehren ), s. 108; Abu T-Fidâ’ ( nşr. Rei- 'da kaldı; diğeri ise, Lutf 'A li B e y ’in Gerile­ . naud ), s. 108; İbn Baytar ( trc. Şontheimer ), rinin idaresinde, Su riye’ye gidip yerleşti ve Stuttgart, 1842, II, 309 v .d .; Nâşir-i Husrav kendilerine Begdili-i Şamlu adı verildi ( Ataş(nşr. Schefer), s. 17— 18; G, le Strange, kada, g o st ger.). Sonraları Timur, Şam ve ha­ Palesiine ander the Moslems (İslâm î kay­ valisini işgal edince, dil ve kavimdaşlıklarım naklar bir araya toplanm ıştır), s. 64-*~67, ( iligy et) nazar«ı itibâra alarak, onları tekrar 286— 292; yeni İlmî araştırmalar için bk. Türkistan 'a yerleştirmek niyeti ile, traıı ’a W. F. Lynch, Expedition to the Dead Sea götürdü, Fakat Timur, Erde bil 'de Saf evi ta( 1848 ) ; Vogage d' exploration d la Mer rîkatinin ileri gelenîerinden( Şeyh ‘ A lı SiyâhMorte par M. le D uc de Lagnes ( Paris, 1876, Püş 'u ziyaret edince ( krş. W, Hinz, Uzun 3. cild i L. Lortet, Geologie ); M. Blancken- Haşan ve Şeyh Cunagd> nşr. TTK , IV. seri, nr. hora, Enstehung und Geschichte des Tat en 5, s. 8 v.d.), Şeyh, Timur'dan beraberinde getir­ Meeres { Z D P K, Leipzig, 1896); ayn. müll., diği bu kabileyi serbest bırakması için, şefaatte Naiarwîssench. Siadien a m T eten Meer bulundu, Timur, Şeyh SAH Siyâh-PGş'un bu and im Jordantal ( Berlin, 1912 ) ; L. Gautier, arzusunu yerine getirdi. Bunun üzerine bu Attioar de la Mer Morte (G eneve, 1901 ); kabile halkı da, bir teşekkür borcu olarak, G. HilI, The Dead Sea ( Quarierlg Statem. o f bu tarihten itibâren, Safevı tarîkatİne ve si­ the Palestine Explor. Fand, London, 1900, yâsî bir teşekkül hâline gelince de, Safevî 1906, 19 10 ); F.-M. Abel, Üne eroisiere devletine 250 yıl kadar hizmette bulundu autotır de la Mer Morte (P a ris, 1 91 1 ) ; ( Ataş-kada, g ost ger.). Müellifin verdiği bu



n



LUTF-ALİ BEY.



malûmat, Timur ’un Suriye 'den ve Anadolu ’dan götürdüğü ve sayıları on binleri açan esirlerin ne maksat He toplatıldığını izah ba­ kımından da mühimdir. Filhakika başka kay­ naklarda bu işin ne maksat ile yapıldığı açıklanmamaktadır ( krş. W. Hınz, agn. esr., s, 9 ). Yine bu arada, yaşadığı devirde muhtelif dev­ let hizmetlerinde bulunan diğer akrabalarından da, bir kaç satır ile, bahsetmektedir. Bunlar­ dan Muhammed-Kulı Han adındaki dayısı Şâh Sultân Husayn-i Şafavi ’nin vezır-i azâmi ( krş. Storey, l/il, 869 ) idi ve Şâh Sultan Husayn ile birlikte efganlıîardan A şraf tarafından Öldürüldü ( Âtaş~kada, s. 372 ). Riiâ Kuli Han adındaki diğer dayısı ise, Şah Tahmasp II. ( 1135— 1144) tarafından, elçilik İle, İstanbul 'a gönderildi ( agn. esr., s. 373 ) ve daha önce aynı vazife ile gönderilen Lujf ‘AH B eg'in amcası Vali Muhammed Han ile birlikte İran ’a dondu (gost. ger,). Vali Muhammed Han, bu elçiliği dı­ şında, Kirman ve Azerbaycan vâliîiklerinde bu­ lundu ve Nâdir Şâh'in Tahmasp II, ’ı saltanattan uzaklaştırdığı tarihte ( 1148 = 1736 ) katledil­ di. Kendisi aym zamanda şâir idi. Şiirlerinde Manşur mahlasım kullanıyordu ( Ataş-kada, s. 425). Nâdir Şâh zamanında (114 8 — 1160) da amcasının oğlu Mustafa Han, aym vazife ile, İstanbul 'a gönderildi ( agn. esr., s, 382, s. 376 'da amcası olarak tesbit edilm iştir). Lutf 'A lî Bey, soyu-sopu hakkında yukarı­ daki malûmatı verdikten sonra, kendi tercüme-i hâlini anlatır: Doğduğu yılda ( 1722 ) efganlılardan Kandehar vali sİ bulunan Mir V ays 'in oğlu Mahmüd H an’ın İsfahan'ı işgali üze­ rine, babası âüe efradı ile kirlikte, Kum şeh­ rine hicret etti. Lutf ‘A li Han, 14 yaşma ka­ dar, burada kaldı. Onun bu müddet içerisinde nasıl bir hayat geçirdiği ve nasıl bir tahsil gördüğü bilinmiyor. Nâdir Şâh saltanata ge­ çince ( 1 1 4 8 = 1736), Lutf ‘A li B ey'in babası A ka H an 'ı Lâr ve Fars sahilleri valiliğine (haküm ) tâyin etti, Lutf 'A li Bey, babası ile birlikte bu vilâyetlerin merkezi ittihaz edilen Şîraz 'a geldi ( Âtaş-kada, s. 446 ). Babası 2 yıl sonra Bandar 'A b b is 'ta öldü. Amcası Ha­ cı Muhammed Bey ile hacca gitti. Haccdan dönüşünde, Meşhed 'e uğrayıp, bir yıl kadar burada kaldı. Nadir Şâh Hindistan ve Türkis­ tan seferinden dönünce onunla birlikte (şev ­ val 1153 s= kânun I. 1740 ) Lakziye dağlık böl­ gesi ( Cibâl-i Lâzkiya ) seferine iştirak etti. Mâzenderan üzerinden Azerbaycan ’a kadar geldi. Dönüşte tekrar ana vatanı olan Isfahan 'da yerleşti. Nâdir Şah *m katlinden ( 1160 = 1747) sonra, sıra ile, onun halefleri olan ‘Ali Şah (1160 — 1161 = 1747— 1748), İbrahim Şâh ( 1161— 1 163 174 8 -1750 ), Şâh İsma'il III.



Şafavi (1163 = 1749/1750), Şâh Sulayman II; Şafavi ( aym y ı l ) hizmetinde bulundu ( Âtâş» kada, s, 447). Müellifin bu büküm darların hizmetindeki vazifeleri hakkında pek az şey bilinmekte'dir. Tezkiresinde sâdece bir yerde ( s. 378 ) «İbrahim Mirza Irak 'a gelişinde, fa­ kir, darugagî-i [ b. bk.] defter-i dîvan-1 âlâya me’mûr idi* kaydı bulunmaktadır. Bu vazife­ de bulunduğu sırada, K um 'da 'A li Ş â h ’ın askerlerinden bir gurubun eline esir düştü; fakat İbrahim Mirza tarafından kurtarıldı ( Âtaş-kada, s. 378 ). İran’ın en karışık devirlerinde yetişeni ve ihtimal bu arada türlü fâcialara şahit olan Lutf ’ A li Bey, selâmeti ileri gelen âlimlerin, ariflerin sohbetine devamda ve tasavvufa in ­ tisap etmekte buldu ( Âtaş-kada, s. 447 ). Fa­ kat müellifin ifâde ettiği gibi, bu karışıklık­ lar yüzünden, uzun yıllar değil şiir yazmak, okumağa bile imkân bulamadı. H erk es kendi derdine düşmüş idî ( agn. esr., s. 367 ). Devlet hizmetini bırakıp, ilim ve san'at bayatına han­ gi tarihte başladığı kesin olarak tâyin edile­ miyor; çünkü müellif tarafından verilen bu tarih, maalesef Ataş-kada ’nın matbu ve göre­ bildiğimiz yazma nüshalarında (k rş. Üniver­ site kütüp., nr. FY. 499,. l88a ; nr. FY. 612, var. 639, 231a, Bombay, 1299, s. 447) kaydedilmeden geçilmiştir. Fakat hizmet et­ tiği hükümdarlardan sonuncusunun saltanat süresine bakarak, 1163 ( 1750 ) 'ten sonra, dev­ let hizmetinden ayrıldığı söylenebilir. Kendi ifâdesine göre, yaradılıştan şiir söylemeğe karşı bir istidadı olmasına rağmen, şiir tekni­ ğini bilmiyordu. Bunu, son zamanlarda «liya­ katsizlerin elinde gevşek bir hâle gelen eski şiiri yeniden canlandırmış olan" ( Ataç-kcda, s. 425 ) Mir Sayyid ‘A li Müştak 'tan öğrendi. Bu sıralarda ise, aş.-yk. 30 ile 40 yaşları arasında bulunuyordu. Bu arada Mir Say­ yid ‘A li Müştak 'tan başka diğer bir çok çağ­ daş şâirlerin sohbetlerinde de bulunduğu an­ laşılıyor (b k . agn. esr., s. 427, 368, 394, 395 v.d.). Lutf 'A li Beg, 60 yaşını geçmiş olduğu hâlde, 1195 ( 1 7 8 1 ) 'te öldü ( Macmet aî-fuşafiâ\ H, 73; krş, Storey, agn. esr., s. 870). ölümü için kendisinin de çok takdir etliği şâirlerden Hâtif-ı İsfahanı ve Şabâhi birer tarih düşürmüşlerdir ( bk, al-Zarfa, IX/I, 3). Lutf ‘A li Beg 'in belli-başlı eserleri şunlar­ d ır: 1. Âtâş-kadâ. İran’da Zand hanedanından Karim Han devrinde (116 3 — 1193 = 1750 — 1779) yazılan ( bk. H. Micmara, s. 369; krş. aUZarVa, I, 4 ) ve 845 tarihine kadar eski ve jenı İran şâirlerinin tercüme-i hâlleri İle müel­ lifin bir kısım şiirlerini ihtiva eden bu tezkire bilhassa yaşadığı devrin İran tarihi için çok



LUTF — ÂLİ BEV. kıymetli malûmatı ihtiva etmektedir ( bk. II. Micmara ). Eserde tercüme*! hâllerinden bahs­ edilen şairler, şu bölümler altında, alfabe sı­ rasına konulmuştur: i. Micmara: eski şâirler. Bu da i jŞu.7 o, 3 ahgar ve .1 jurüğ*a ayrıl­ mıştır. Ş u la admı verdiği bölüm, hakikatte bir vilâyete mensup olmayan türk ve türkten gayrı hükümdarlar, şehzadeler, ve emirlere, 3 ahgardan.birincisi İran, İkincisi Turan, üçüncüsü Hindistan şâirlerine ve bir furüğ da kadın şâirlere tahsis edilmiştir. II. Micmara ise, iki Partav 'a ayrılmıştır. 1. Partav, efgan istilâsı ile onu takip eden hâdiseleri muhtevi bir ön söz ile başlayıp, yine alfabe sırası ile, çağdaş şâ­ irlerin tereüme-î hâllerini, 2. Partav ise, mü­ ellifin tercume-i hâlini ve şiirlerinden seçme­ leri ihtivâ etmektedir. Eserde bahsi geçen şâir ve ediplerin tam bir listesi İçin bk. Ed. Sachau-H. Ethe, Catalogue o f the Persian, Tarkish, Hindustânî, and Pushta Manuscripts in the Bodleian Librarg, part I, The Persian Manuscripts, Ozford, 1889, s. 26* v. dd. Ayrıca bu şâir ve ediplerin isimleri, al­ fabe sırası ile, adı geçen kataloğun A . F. L. Beeston tarafından hazırlanan üçüncü kısım­ daki ( III. Additional Persian Manuscripts, Ösford, 1954 ) umumi fihristte gösterilmiştir. Müellif eski şâirlere dâir malûmat verirken, daha çok Davlat-Şâh 'ın Tazkira 'sinden fay­ dalanır ( bk. msl. s. 280,_ 284, krş. Davlat-Şâh Tazkira-i şu a ra , nşr. Browne, s. 302 v.d., 202 v.d.). Ancak, bu malûmatı Davlat-Şâh 'tan veya başka kaynaklardan alırken, hakikat ile bağdaşamıyan rivayetler hakkındaki fikirleri­ ni de kaydeder (b k, msl. s. 284). Btf hususta bâzau haklı olmakla berârer, bâzan da, msl, Nâçir-i Husrav hakkında mâlûraat verirken, ona atfedilen ve fakat sahte olduğu her bakımdan meydanda olan ( bk. Dlvân-i muhatta* ât-i Na­ şirdi Husrav, Tahran, 1304— 1307, Sayyid Ha­ şan Tak:i-zâda 'nin Önsözü ) bir risaleyi de, hiç bir fikir beyân etmeden, eserine nakletmekten kendini alamaz ( Ataş-kada, s. 202 v. d.), kada 'nin eski şâirlerden bahseden kısmında, en mühim taraf, daha ziyâde seçilen şiirlerde göze çarpar. Filhakika örnek olarak seçilen bu şiirler, diğer bir çok tezkirelerdekinden hem fazla, hem de farklıdır. Bununla berâber, bu par­ çalar, İran edipleri tarafından beğenil memektedir ( bk. Blochet, Catalogue des manuscripts persans, II, 325). Âtaş-kada\\n oldukça bol yazma nüshaları vard ır: bk. Storey, agn. esr., s. 871— 872. Burada zikredilen nüshalar dışın­ da, Kaçar hanedanından Fath 'A li ^Bâbâ H an,( 1212— 1250 = 1797— *^34) adına -'istin­ sah edilmiş güzel bir nüshası da Üniversite kütüphanesi'nde bulunmaktadır (nr. FY. 499;



95



ayrıca bk, agn, esr,, FY. 612, 639), Müellifi devrinde istinsah edildiği sanılan bir nüsha da Sâm arrâ'da Muhammed al-Tahranİ İsminde bir âlimin elinde İmiş ( bk. Âğâ Buzurg alTahranı, al-Zar'ı a, I, 4 ), Eser, ilk defa Kal* küte ’de ( 1249 == 1833 ) ve İki defa da Bom­ bay ( 1277 = 1860 ve 1299 =» 1882 ) 'da basıl­ mıştır. E l 'da Kramers tarafından yazılan LUTF 'ALİ BEY maddesinde ve oradan naklen Storey ( agn, esr., s, 872 ) 'de eserin türkçeye tercü­ me edilip, b. 1259'da İstanbul'da basıldı­ ğına dâir verilen malûmatı ihtiyat ile karşıla­ mak lâzım dır; çünkü bahsedilen bu teıedine­ nin Lutf 'A li Bey 'in eseri yerine, Fehîra Efen­ di tarafından yapılıp, aynı tarihte ( 1259 ) Safîn a t cl-şu ara adı ile basılan Davlat-Şâh Tazkira 'sinin tercümesi olması mümkündür. 2, Yûsuf u Zulaghâ. Müellifin 1176 (1762/ 17 6 3 )'da ikmâl ettiği anlaşılan ( bk. Ataş-ka­ da, Üniversite kutup., nr. FY. 499, 199 *>) 12.000 beyit tutan (al-Zarı a, göst. ger.) bu mesnevimin büyük bir kısmı Ataş-kada 'nin so­ nuna nakledilmiştir ( s. 447— 469 ). Bunun Cami 'nin aym adı taşıyan eserinin te’siri ile ya­ zılmış olması çok muhtemeldir. Nitekim gerek müellifin C im i 'nin san'atma karşı gösterdiği yakınlığı ifâde eden sözleri ( Âfaş-kada, s. 449 ), gerek hikâyenin muhtelif bahislerine başlar­ ken kullandığı ilk kelimenin, Cami 'ninki ile aym oluşu (k rş. C im i, Yûsuf u Zulaghâ, Üniversite kütüp., nr. FY. 187, 2°, 10*; Ataş-kada, s. 447, 448 v.b.) ve bahislerin aş.yk, aym sırayı takip etmesi gibi hususlar böyle bir te'sirin mevcûdiyetîni gösterecek mâhiyettedir. Bununla beraber eser, Cami 'nin mesnevisinin tam bir taklidi sayılmadığı gibi, san'at bakımından da büyük bir değer taşımaz. 3. D îvan, 10.000 beyit olan (b k, ‘Abd alLatıf al-Şüstari, T ahfat al-âlâm, s. 141 'den naklen, al-Zari'a, göst. ger,) Dîvân ’mm he­ men hepsi kâsîde, gazel ve terkib-i bendlerden müteşekkildir ( al-Zarıa, IX/I, 3 ). Tam olarak bir nüshası Bankipur ( Kalküte, III, nr. 400), diğer iki nüshası da Tahran *da Melik kütüphânesinde ( bk. agn. esr,, göst, ger.) bulunmak­ tadır. A yrıca sâdece gazellerini ihtivâ eden bir nüsha Râmpür ( bk. Nazır Ahmed, s. ıo 5 ) ve diğer bir nüsha ise, Lahur 'da ( bk. O C M, IV, 4 ağustos 1930, s. 67 ). 4. Gancînat-al-lfa Sa'di ’nin Gülistan '1 tarzında yazılmış bir eser­ dir ( bk. Fihrisi-i Kitâbhâna-i Maclis-i Şurag-i M illî, Tahran, 1318/1321, h ş., s. 139). 5. Daftar-i nuh asuman. Çağdaşı bulunduğa şâirle­ rin tercüme-i hallerine dâir mâlûmat ile şiir­ lerinden seçmeleri ihtivâ eder ( bk. gost. ger.). Lutf 'A li Bey 'in Husayn ( veya Haşan ) 'A li Bey adında bir oğlu olduğu ve Şarar mahlası



$6



tUTF-AÜ BEY - tUTFİ PAşA.



île şiirler yazdığı Mac ma’ al-fuşaha ( II, 262, krş. Rieu, SupL, s. 1 18 ) ’da kaydedilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Rizâ-lÇuli Idân, Macmd aUfuşahâ', II, 73— 7S î Muşhafı ( Gulâm Hamadani ), Ifcd-i Sar ayyâ ( Tazkira ) ’dan naklen, Bankipür, III, 319— 220; Ahmed 'A lı Han, Mahzarı aUğaraib, nr. 235; Şuhaf-i İbrahim ( bk, W, Pertsch, Die Handschriften Verzeichniss der KÖniglichen Bibliothek zuBerlin, fihrist; JR A S , 1848, s. 161, 628); Ahmed Beg A htar, Tazkira~i Afytar ( Pertseh, ayn. esr., s. 665, nr. 664 ) 5 M. Fâzıl Hân Râvi, Ancuman-i hakan ( Rieu, SuppL, s. 86b ) ; M. Şiddik Haşan Hân, Şam(-i ancumân ( Bhopal, 1292/1293 ~ 1876 ), s. 65; 'A bd al~Razzâk Dunbuli, Tacrîbat al-ahrâr (Rieu, Sappl,, s. 97 b, nr. 132 ); Browne, Persian literatüre, IV, 283 v.d._(frs. trc, Raşid Yâsimi, Târih~i adabiySt-i Iran, Tahran, 131Ğ îı. ş., ş. 185 — 191 ); C. A. Storey, Persian literatüre, I/n, 868— 8 7 3 ;'A bd al-Latif al-Şüstarî, Tuhfat aUalam ( Bombay, 1263 ). (TAHSİN YAZICI.)



L U T F -A L Î H A N . LU TF-'ALÎ HÂN, İran 'da Zaisd hanedanının son h ü k ü m d a r ı . 1769'a doğru doğdu. Karim Hân Zand [b, bk.] ’in torunu ve Ca'far 'in oğlu idî, 1785 ’te ida­ reyi ele almış olan Ca far, Kaçar A ğa Muhammed *e karşı mücâdeleye devam etmiş, bunun tarafından Şîraz 'a çekilmeğe zorlanarak, ora­ da 23 kânun II. 1789 ’da, zehirlenmek suretiyle, olmuş idi. Babasının hâkimiyetinin sonlarında, Luristan ve Kirman ’m fethine me'mûr edilmiş olan Lu^f 'A li Han muvaffakiyetler kazanmış ise de, Ca far ’in ölümünden sonraki ahvâl, onu, B ü ş i'i’nin arap hâkimi nezdinde melce’ ara­ mak üzere, Kirman ’daki ordusundan kaçmağa mecbur etti. Büşi'i hâkiminin yardımı ile, Lutf 'A li, Sayyid Murâd admda birinin kendini hükümdar ilân ettiği payitahtı Şîraz ’ı ele ge­ çirmeğe muvaffak oldu. Lutf 'A li, bilhassa ba­ basının nâzın olup, şehrin kalântar [ b. bk.] ’i bulunan Hâcci İbrahim sayesinde, hükümdar­ lığım tanıtmağa muvaffak olmuştur. Tahta çıktıktan sonra, o zamana kadar kibarlığı ve cömertliği de cesareti derecesinde oğulmuş olan genç hükümdarın şahsiyeti değişmişe ben­ ziyordu. Zalimane hareketleri ve merhametsiz­ liği ’ Hâcci İbrahim ’i Zandlerİn menfaatini korumamağa ve onlara hiyânete şevketti. Lutf .'Ali Han, A ğ a Muhammed H an ’a karşı yürü­ düğü 1791 yılında, Hâccİ İbrahim Şîraz ’a hâ­ kim oldu ve Lutf 'A lt ’nin kuvvetlerini isyana teşvik etti. Lutf 'A li sahile doğru kaçtı ve toplamağa muvaffak olduğa küçük bir kuvvet ile, boş yere Şîraz ’ı istirdada uğraştı. O za­ man bir kaç yıl müddetle, çete harpleri vukû



bulmuştur ki, L u tf 'A li bu savaşlarda Kaçar ’a karşı pek büyük bir gayret sarf etmiştir. Lutf 'A lî bütün cenubî İran’ı dolaştı. Bir aralık Tabas hâkiminden yardım gördü ve hattâ Yezd *i ' zaptetti, 1794’te, Narmasir bölgesi reislerinden aldığı yardım ile, Kirman ’ı bile ele geçirdi. Bu esnada A ğa Muhammed Han, büyük bir kuvvetle, Kirman ’ı muhasaraya gel­ miş idi. Dört ay sonra şehir teslim old u ; Lutf 'A li Haa yine, Bam ’a kadar çekilmeğe muvaf­ fak oldu ise de, orada hıyanetle, hasmma tes­ lim edilerek, gönderildiği Tahran’da gözleri kor, vucâdu sakat edildi ve nihayet öldürüldü. Müteakiben Kaçar 'm Kirman [ b. bk.] ’a karşı korkunç intikam hareketleri vukû buldu. İran hükümdarları arasında son kahraman sıma olan Lutf 'A li Han ( Browne), ihtimâl muasırlarından çoğunun sevgisini kazanmış bulunuyordu. A ğa Muhammed Han ’ın bile onun değerini açıkça itiraf etmiş olması bunun de­ lilidir. Fakat tarihi yeni Kaçar hanedanı za­ manında yazılmış olduğundan, Fars kaynakları onun hakkında fazla bîr teveccüh gösteremez­ lerdi, Avrupa kaynakları hâdiseleri daha doğru bir şekilde tasvir eder, Bununla berâber Mirza Muhammed 'A li Han gibi, daha yeni İran ta­ rihçileri ( Davra-i muhtaşar-î târih~i İran, Tahran, 1326, taş-basm .; bk. bir de Neuper~ sische Konversationsgrammatik, Heideîberg, 1914, s. 229— 256) Hâcci İbrahim ’in hıyane­ tini belirtmekte tereddüt etmiyorlar. Mamafih az sonra A ğa Muhammed Han ’ın veziri olan Hâcci İbrahim Sir John Malcolm karşısında hareketini haklı ve mâzûr göstermeğe ça­ lışmıştır. B i b l i y o g r a f y a ' , Târih~i Zandiya ( nşr. Beer ), Leiden, 1888; J, Malcolm, The Hisiory o f Persia2 (London, 1829), II, 106 v.dd .; H. J. Brydges, The Dynasty o f the Kadjars ( London, 1833 ), giriş, s. CXX v.d. ( m etin; eAbd al-Razzâk b. Nacaf Kuli ’nin Ma'âsir-i s alt anî ya adlı tarihinin tercüme­ sini ihtiva eder ) ; D. G. Browne, A History o f Persian Literatüre in Modern Times ( London, 1924 ), s. 142 v.d, (J . H. K ram ers .) L U T F İ P A Ş A , l u t f ! b. 'A bd a l -Mü în 'ABD AL-H a y V (1488— 1563), O sm a n l ı s a d r â z a m l a r ı n d a n d ı r . Nerede ve hangi ta­ rihte doğduğu hakkında ne bizzat yazdığı hâl tercümesinde (L ûtfi Paşa, Tarih, İstanbul, 1341, s. 2. v. d d .; Âsaf-nâme, İstanbul, 1326 ), ne de diğer kaynaklarda sarih bilgi vardır. Devrine en yakın bir kaynak olan müverrih  lî onun, selefi A yaş Paşa gibi, arnavut aslından olduI ğunu bildirmektedir ki, böylece Bayezid II. ’in I ilk devirlerinde Avlonya taraflarından devşir-



Lü tfİ p a ş â . ine suretiyle getirildiği anlaşılmakta, harem-i kasta tahsil ve terbiye gördüğü, saray hiz­ metlerinde bulunduğu bilinmektedir. Tevârîk-i âl-i Osman ha mukaddimesinde hayatım anlatırken, çocukluğunda sarayda bulunduğu­ na ve bir hayli zaman tahsile çalıştığına Safevî hükümdarı Şah İsm i'il 'in Dulkadır beyi SA İ 5’ al-Davla üzerine yürümesi hâdisesinden ( 1508 ) itibaren vak’aları takip edebilecek bir seviyede bulunduğuna ve bu sırada da, çuha­ darlık gibi, en az 20 yaşında yapılabilecek bir saray me'mûriyeyiti İfâ eylediğine göre, Lutf i Paşa ’nın 1488 ’e doğru doğmuş olması ka­ bul edilebilir. Yavuz Sultan Selim *in cülusun­ da (1 5 1 2 ), 50 akçe müteferrikalık ile, taşraya çıktı. Sonra sırası ile çeşnigir-başı, kapucubaşı ve mîr-alemlik vazifelerinde bulundu ( Âsaf-nâme, s. 7 ). Lûtfi Paşa hım bu hizmet­ leri hangi tarihlerde yaptığı bilinmiyor ise de, Çaldıran seferi esnâsmda ( 1 5 1 4 ) sol kol uîûfeciler ağası çavuş-başı olarak zikredilen Lutfi Bey ( krş, Feridun, Munşaât\ Haydar Çelebi, Râz-nâme, 1274, s. 396 v.d.) olmasına, kendi­ sinin bunlardan hîç bahsetmemesi sebebi ile, pek ihtimâl verilmez. Bundan iki sene sonra ( rebiülevvel 923 = nisan 1516) çakırcı-başı, şâhinci-başı, kapucu-başı gibi kapu balkı ara­ sında tebeddüller yapılırken, Eğrİboz sancağı­ na 200.000 akçe ile gönderilen Lutfi A ğ a ( Fe­ ridun, Münşaâf, s. 475 ) hım da, bizim Lûtfi Paşa olması, aynı sebepten dolayı, pek müm­ kün görünmemektedir. Tezkireci S e h î’nin Lût­ fi P aşa'ya Yavuz Sultan Selim 'in terbiyesi ile yetiştirilmiş bir şahıs olarak tanınması ve onun nezdinde „çok itibârda" olduğunu bil­ dirmesi ( Sehî, Tezkire, s, 25 ), Seyyid Murâdî ’nin Nova ( Castelnuovo ) Fetih-nâmespnde, bir münâsebetle, ondan „yâdigâr-ı Sultan Se­ lim" olarak bahsetmesi ( Üniversite kutup., Feik-Î ka h -i Nova, TY. 247$, var. 68 j Mu­ kaddes Mayda, tez, 1947/1948, 68b ), Ya­ vuz Sultan Selim devrinde Lutfi Paşa hım türlü hizmetler île padişahın hemen muhitin­ de bulunduğuna bir delîi sayılabilir. Zâten ta­ rihinin mukaddimesindeki kayıtlardan Lûtfi P a şa ’nm dâima pâdişâhın yanında bulunduğu anlaşılıyor. Haydar Çelebi Rûz-nâme 'sinde ge­ çen Lûtfi İsmindeki şahısların Lutfi Paşa zann­ edilmesi ( Uzunçarşılı, Osmanit tarihi, II, 537 ), Sicill-i osmânî müellifinin de Lutfi Pa­ şa 'yi iki defa Şam beyler-beyiliğinde gösterme­ si, bu devirde, bu nâmda mevcut ümerâdan iki zât bulunduğunun farkına varılmamış olma­ sından ileri gelse gerektir. S icill-i osmânî 'ye kaynak olduğu anlaşılan Ferdî ’nin tarihi ( Ayasofya kutup., nr. 3317 ) dikkatle incelen­ diği zaman, Şam beyîerbeyisi olan Lutfi Paşa ’ Islâm Ansiklopedisi



0



’mn sadrâzam Lutfi Paşa 'dan ayrı bir şahsiyet olduğu açıkça görülmektedir. Bu hususta tetkikat yapan Tschudi ( Der Asafnâme des L u tfi Pascha, Türkisehe Bibliothek, Berlin, 1910, XII), Koprülü-zâde Fuad Bey ( TM, I ) ve Babinger ( Die Geschichtşschreiber der Osmanen ) ’in de bunun farkına varamayışlarınm, Â lî, Celâl-zâde ve Peçevî ’nin bu meselede sarih malûmat ver­ memelerinden, Ferdî tarihine de İhtimâl sâdece, Hammer vâsıtası ile vâkıf olmalarından ileri geldiğine hukmolunabilir. Diğer taraftan İb­ rahim Paşa ( P a r g a h ) ’mn sadâreti devrinde tanzim edilen ve Osmanlı imparatorluğunun eyâlet ve livâlarının kimlerin uhdesinde bu­ lunduğunu gösteren defterler bu husustaki tereddütleri katî olarak izâleye yarayacak mâhiyettedir. Bunlara göre, o 1524 sıraların­ da, emîr-ı alem pâyesi ile, Aydın livâsma 503.000 akçeli bir dirlikle mutasarrıf bulunu­ yor, aynı zamanda, diğer mîr-i miran Lûtfi Bey ise, 10 yük akçe ile Şam ’da vazife gö­ rüyordu. Bundan anlaşılıyor ki, Lutfi Paşa her hâlde Knnûnî Sultan Süleyman hn eülûsunda, kendisinin zikrettiği, Kastamonu san­ cak beyliği ile Hvâya çıkmış ve sonra da A y ­ dın ’a gelmiş idi. Onun daha Rodos muhâsarası sırasında ( 1522 ) Aydın sancak beyi ol­ duğunu, zaptından sonra, diğer bâzı sancak beyleri İle birlikte, kalenin tâmirine mehnûr edildiğini biliyoruz ( Feridun, Miinşaât, s. 539 ). Lûtfi Paşa, bir müddet sonra Yanya sancak beyliğinde bulunda ( Topkapısarayı arşivi, D. 10057, 8303 ) ki, Â lî ve ondan naklen Peçevî de bu sancağa mutasarrıf olduğunu bildirmek­ tedirler ( Â lî, Kunk al-ahbâr, Üniversite kü­ tüphanesi nüshası, var. 339; Peçevî, I, 21). Lûtfi P a şa ’nın bu vazifede iken Viyana mu­ hasarasına iştirak ile 8 saf er 936 (12 teşrin I. 152 9 )’da, Avlonya sancak beyi Süleyman Bey ile birlikte, kaleye hücûm ettiği mâiûm olduğu gibi (Feridun ayn, esr,, s. 573), çeri­ başı Solak Haşan hn zeameti hakkında sadrâ­ zam İbrahim Paşa 'ya, kapıcı Hamza ’mn gediği için, padişaha arıza gönderdiğini de biliyoruz ( Topkapı sarayı arşivi, E. 5866, 6435 )• AH ’nin işâret edip de isimlerini vermediği, kendisinin ise, hiç bahsetmediği diğer bâzı sancaklarda da bulunduktan sonra, 1533 ’te Karaman beyler beyiliğine tâyin edildi ( Ferdî, ayn, esr., Ayasof­ ya kütüp., 3317, var. 146 ). O bu sıfatla Irakayn seferinde Karaman eyâleti kuvvetlerini sevk ve idare etmiş, Tebriz civarındaki hare­ ketlerde artçı olarak vazife görmüş idi (26 rebiülevvel 941 = 5-teşrin I. 1534; Feridun, ayn, esr., I, 587 ). Yine bu sefer esnâsmda Van gölü civarındaki harekâtta da mühim bir rol oynadığını, ezcümle Tatvan sahillerinde Mi-



7



9*



LUTFİ PA§Â.



«nar Sinan ’a gemiler inşâ ettirerek, düşman hakkında malûmat topladığım biliyoruz ( Sâ‘i, Tazktrat al-bunyan, İstanbul, 1315, s, 24). Lutfi Paşa, bir müddet Anadolu beylerbeyli­ ğinde de bulunduktan sonra, evvelâ Mustafa P a şa ’nm yerine Rumeli beylerbeyliğine (1536), müteakiben de üçüncü vezirliğe getirildi ( J. v. Hammer, trc. Atâ, V , 197 ). 1537 ’de Korfu sefe­ ri esnasında, Barbaros Hayreddın Paşa ile bir­ likte ve donanma serdarı olarak, Akdeniz ha­ rekâtına me'mûr oldu. 135 kadırga ve başlar­ da olmak üzere, 280 gemi ile 20 mayısta İs­ tanbul 'dan hareket etti ( Kâtib Çelebi, Tulıfai al-kibâr, s. 49; Lutfi Paşa ’nın 160 kadırga ile 10 mayısta İstanbul ’dan hareketini bildi­ ren Macon piskoposunun 2 temmûzda Roma Man kardinal B ellay'a yazdığı mektup için bk. Charriere, Negociation de la France dans le Levent, I, 332). Donanma Avlonya önünde padişaha mülâki olduktan sonra, Bar­ baros 'un 60 kadirga ile, zahire getireeek gemilerin selâmetini te'min için, İskenderiye tarafına gittiği sırada, Lutfi Paşa İtalya sa­ hillerini vurmağa gönderildi ki, bu akından o Ötranto ve Castro kalelerini tahrip ederek, bir mıkdar esir ile avdet etti. Bu sırada onun el­ çilik ile Venedik M gönderdiği Gelibolu ter­ sanesi kethüdası Bostan Kethüda ’mn Venedik gemileri tarafından esir edilmesi ve diğer bâzı sebepler neticesinde ( tafsilât için yk. bk.) Venedik 'e karşı harp açılmasına ve Kor­ fu ’nun muhasarasına karar verilince, Lutfi Paşa 25.000 kişi ve 30 toptan mürekkep kara ordusunu adaya ihraç etti ( 25 ağustos 1537 ). İki hafta kadar devam eden ve A yaş Paşa ile ikinci vezir Mustafa Paşa'm n da katıldığı muhasara, Lutfi P a şa ’mn fethin yakın oldu­ ğuna dâir İsrarına ve Barbaros’un da itirazı­ na rağmen, »bir mücâhid kulumu bin böyle hisara değişmem" diyen padişah tarafından, 7 eylülde kaldırıldı ( Â lî, ayn. esr., var. 269 ) ve üçüncü vezir, donanmanın bir kısmı ile, İs­ tanbul 'a avdet etti. Döndükten sonra kısa bir müddet nekbete uğradığı ve bunun da Korfu harekâtının muvaffakiyetsİzHğinden ile­ ri geldiği hakkında bir rivayet var ise de ( J. v. Hammer, ayn. esr., s. 197 ), Lutfi Paşa bun­ dan sonra da vazifesini muhafaza etmiş, er­ tesi sene Mustafa P a şa ’mn vefatı üzerine, ikinci vezirliğe tâyin edilmiştir ( mayıs 1538). Buğdan seferine ikinci vezir olarak iştirak eden ( tafsilât için bk. Celâi-zâde Mustafa, Tabakât al-mamalik f l daracâi al-masalık, Üniversite kütüp., nr. 5997, var. 241) Lutfi Paşa ’nm en mühim hizmeti, Prut nehri üzer;ndo bîr köprü kurdurarak, ordunun kısa za­ manda buradan geçmesini : mümkün kılması



idi ( Muhammed b. Muhammed, Ndhbat aU tavârîk, s. 72; Peçevî, ayn. esr., s. 259). Tazkırat al-bunyân 'da anlatıldığına göre, o bu işte mimar Sinan '1 padişaha tanıtmış ve köprünün kurulmasını ona havale ettirmiş idi ( ayn. esr., s. 25 v.d.). Lutfi Paşa ertesi sene, A yaş Paşa ’mn vefatında, sadrâzam olduğu vakit ( tem­ muz 1539 ), ilk işi, o sırada inhilâl eden hassa mimarlığına, kabiliyetini pek takdir ettiği mi­ mar Sinan ’ı getirmek sureti ile, kadirşinaslık göstermiş oldu. Lutfi P a şa ’ mn vezîr-i âzamlıktan azli tari­ hi olan mayıs 1541 'e kadar iki seneye yakın iktidarı devrinde en mühim dâhili icraatı olarak „ulak“ âdetini kaldırması gösterilebi­ lir. öteden beri bu usûlün sancaklarda ve eyâletlerde fenalıklarını gören sadrâzam, Tevârîk-i âl-i Osman 'm d a bu mevzuu, bir çok misâller zikrederek, uzun boylu anlatmıştır ( s. 374 v.dd.). Bu hususta Yavuz Sultan Se­ lim 'den bizzat dinlediği şikâyet yollu sözleri de nakleden Lutfi Paşa, bu usûlün kaldırıl­ masına karar verildiği zaman, İstanbul ’daki elçilerden kendi memleketlerinde »ulak zul­ mü" olup-olmadığmm sorulduğunu ve onlar­ dan menfî cevap alındığım ilâve etmekte, sonradan Rüstem Paşa zamanında ulak hük­ müne avdetin, bu zulüm yoluna tekrar dönen­ leri nasıl felâketlere uğrattığım, iddiasını te’yit makamında ve halefinin 1553 ’teki azlini telmihen, bildirmektedir ( tafsilât için bk. ayn. esr.; Köprü! S-zade, ayn. esr., s. 135 v.d.). Lutfi P aşa ’mn sadâreti zamanında halline muvaffak olduğu en mühim hârici meseleler, Venedikliler ile sulh akdi ve Avusturya müzâ­ kerelerini maharet ile idâresi idi. İktidara geç­ tikten bir-az sonra İstanbul 'a gelen Venedik el­ çisi Contarİnı, vukû bulan harplerde zaptedilmiş bâzı yerlerin iadesini talep ettiği zaman, sadr­ âzam ona, müsâleha akdinin daha geniş bir sa­ lâhiyet ve me'zûniyete mâlik olmakla te’min edi­ lebileceğini hatırlatmak maksadı ile, Venedik 'e dönmesini, ancak şehzade Bayezid ile Cihan­ gir için son baharda ( 1539 ) yapılacak sün­ net düğünlerinde hazır bulunmasını söylemiş idi. Gerçi kararlaştırılmış zamanda mûtad merasim, fakat eskilere nazaran daha kısa bir müddet ile icra edilen düğünlerde Vene­ dik 'i sâdece İstanbul Maki balyos temsil etti ise de Ç bk. Ceiâl-zâde, ayn. esr., var. 280; J. v. Hammer, ayn. esr.), ertesi sene başmda ( 1 5 4 ° ) yeni elçi Badoero İstanbul'a gelerek, sadrâzam ve dîvân-ı hümâyûn âzası ile üç ay­ lık bir müzâkereden sonra, Venedik İçin ol­ dukça ağır fedakârlıkları tazammun eden bir sulh akdine muvaffak olda (mayıa 1540; taf­ silât için bk. P. Daru, Histoire de la Republi-



LU TFİ



pa şâ



.



que de Venise, Paris, 1821, IV, 110 v.dd.; J. v. de, levend taifesinin aldıkları Venedik esirle­ Hammer, agn. esr., V , 214 v.dd.). Lutfi Paşa, rinin satılması ve itk-nâmeler ile serbest bı­ o şurada Zâpolyai 'm hizmetinden aynlarak, rakılanları hakkında iskelelerde sûistimâllere Ferdînand 'm temsilciliğine geçmiş olan Avur- sebebiyet verildiği yolunda Venedik balyosu­ turya elçisi Laczky ile iki devlet arasındaki nun vâkî şikâyetini hakh bulduğunu ve bu ihtilaflı meseleleri müzâkereye başladıktan son­ gibi hâllerin önlenmesi için, cezri tedbir alın­ ra, Macaristan ’da yeni bir vaziyet hâsıl olmuş, masını emretmesi, Lutfi Paşa 'mn bu vadide Ölen Zâpalyai 'm bütün memleketlerine sahip ne kadar titiz davrandığına bir misâl teşkil olmak isteyen Ferdinand yeni murahhası And- etmektedir ( şevvâl 947 tarihli bir hüküm İçin ronicus Tranquilus'u dîvân-ı hümâyûna gön­ bk. Bibîiotheque Nationale, Manascrits Tures, dererek, Lutfi P a şa ’yı kendi dâvası lehinde nr. 41, var 131/133 ). Keza müsadere yolu ile kazanmağa çalışmış idi. Sadrâzam vukû bulan yetimlerin hakkına tecâvüz edilmesini asla ca­ görüşmelerde Avrupa ahvâline vâkıf bir dev­ iz görmediği için, sadâreti zamanında beytüilet adamı sıfatı ile, Laczky 'ye sualler sormuş, mâle gelen paranın yedi sen e: emânet sure­ Avusturya ile İran arasındaki ittifak müzâke­ tiyle durmasını ve ancak veresesi çıkmadığı releri hakkında da nükteli beyânda bulunmuş hâlde hazîneye alınması usûlünü koydurmuş ve nihayet elçiye Osmanlı devleti hizmetine idî ( Âsaf-nâme, s. 12 ). Diğer taraftan bahriye girmeği teklif etmiş idi ( Laczky 'nin raporla­ işlerine çok ehemmiyet vermiş, denizcilik rına atfen Hammer, agn. esr,, s. 221 ). Bu mü­ mevzuunda ayrı teşkilât yapmış ve bu husus­ zâkereler neticesinde Avusturya ile harp ka­ taki masraflar için ayn bir emânet te'sis et­ rarını alan dîvân-ı hümâyûn toplantısında, her miş idi ( agn. esr,, s, 21 ), Bu meselelerde daha hâlde, Lutfi Paşa 'mn büyük bîr rolü oldu. Yavuz Sultan Selim zamanında bâzı tasavvur­ Diğer taraftan fransız elçisi Cesar Cantelmo lara vâkıf olan Lutfi Paşa, kendi iktidarı dev­ 'nım Bâbıâlİ nezdindeki teşebbüsü üzerine, Ga­ rinde, Osmanlı devletinin, yükselmek için de­ lata 'daki Saint-Benoit kilisesinin katolik âyin­ nizlerde hâkimiyet te’mîn etmesinin lüzumunu lerine tahsis edilmesi bu sıralara rastlamak­ anlamış ve bu vadide gayret sarfetmiştir. Onun tadır ( krş. De Saİnt-Priest, Memoires sur l'Am - vezirliği zamanında Korfu seferine serdar bassade de France en Turquie, Paris, 1877, s. nasbedilmesİnde bu işlerdeki vukuf ve tecrü­ 183). Avusturya ile harp kararının icrasına besinin bir te'siri olsa gerektir. geçildiği ve Budin seferine çıkılacağı esnada Lutfi Paşa geçirdiği uzun idâre hayatı bo­ Lutfi Paşa birden-bıre azledildi. Buna sebep, yunca, devlet idaresinde bâzı tecrübeler edinmiş zevcesi olan padişahın hemşiresi ve Yavuz ve malûmat kazanmış, birtakım ıslâhat fikirle­ Sultan Selim ’in kızı Şah Sultan ile ara­ rine inanmış ve sadâreti devrinde de bunlara larında geçen sert bir münâkaşadır, öteden sâdık kalmağı bilmiş idi. Msl. her hangi bir beri zevcesi ile geçimsizliğini nakleden Alî, me’mûrun bir tek kabahat sebebi ile azledilbir kadına tatbik ettirdiği gayr-i İnsanî ceza­ meyerek, iptida ikaz ve ihtarda bulunul­ nın, Şah Sultan tarafından tenkit edilmesi ması, narh işlerine itinâ edilerek, roe’mûrve paşanın da bu tenkide tahammülsüzlük gös­ Iarm nüfuzlarım kötüye kullanmalarına ve termesi üzerine, bu hâdisenin padişaha akset- ticâret yapmalarına mâni olunması, her sene tirilmesi ile kendisinin azil, Şah Sultan ile ni­ tahakkuk edecek varidata göre, masraf ihti­ kâhının feshedildiğini bildirir ( agn. esr., var. yar edilmesi, yâni bir mâlî muvâzene kurul­ 339 v. dd.). Lutfi Paşa ise, Âsaf-nâme 'de bu ması, asker mıkdarmı lüzumundan fazla ço­ azli kendi arzusu ile tekaüt şeklinde ■ göster­ ğaltmayarak, keyfiyet bakımından üstün as­ mektedir ( s. 9 ). Onun, dürüst ve iyi niyetli bir kerî bir kuvvetin elde tutulması, vezîr-i âza­ devlet adamı sıfatı ile, icraatında bâzı menfâat- min her meseleyi padişaha açık bir şekilde ere darbe vurması ve boylece sarayda aleyhin­ anlatarak, hakikati gizlememesi gibi esaslar, de bir cephe teşekkül etmesinin de bu azilde onun icrââtında müdâfaa ve haleflerine tat­ dahîi bulunmuş olacağı kabul edilebilir. Filha­ bikim ehemmiyetle tavsiye ettiği belli-başlı kika vezîr olduğu zaman, devlet İşlerini pek fikirleri idi ( krş, agn, esr.). fena bulduğunu söyleyen Lutfi Paşa idârî ve Lutfi Paşa, sadâreti devrinde evlenerek, kı­ mâlî bir takım İslâhata girişmiş ve bu suretle, sa bir müddet yaşadığı zevcesinden ( Alî, agn, zahirî ihtişamına rağmen, bozulmağa başlayan esr., var. 240) tefrik ve azledilince ( ayrıl­ imparatorluğun geniş kadroları -ve yüksek ması meselesinde başka bir sebep için bk. kademeleri arasından irtikâp ve irtişayı kal­ Boissard ’ın kaydım; zikreden Tschudi, agn. esr., dırmağa teşebbüs ettiği için, bâzı aleyhdarlar s. X I V ) 200.000 akçe tekaüt haslan ile Dikazanmış idî. Şubat 154 1'de İstanbul'da is­ metoka *daki çiftliğine çekildi. Kendi bildirdi­ kele emini Süleyman’a gonderttiğİ bir hüküm­ ği gibi derhâl olmamakla beraber, ertesi se-



iöö



tUTFİ PAŞÂ.



no İstanbul ’a geldi ve hacc için müsâade ala­ rak, Hicaz ’a gitti ( tafsilât için ve 949= 1547 'da haccda bulunduğu hakkında bk. Şeyh Gülşenî menâkıbinden naklen Fuad Köprülü, ayn. e s r s . 130). Lutfi Paşa ’aıa haccdan döndükten sonraki hayatı artık tamamen Dimetoka ’da geçti. A lî, onun daha bâzı arzularının yerine getirildiğini söyler ise de, bunların nelerden ibaret bulun­ duğunu, bir aralık yine İstanbul 'da yaşayıpyaşamadığmı bilemiyoruz. V efatı tarihini ve mahallini, yine bu müverrihe göre, tesbit ve kabul ettiğim iz Lutfi Paşa, mütebaki 20 se­ nelik hayatını iamâmen te’lifâta hasretmiş görünmektedir. Tevârîk-i âl-i Osman’ ınm mu­ kaddimesinde birer-birer saydığı ( s, 3 v. dd.) ve Kâtib Çelebi 'nin de bir kısmının mevcû» diyetlerine işaret ettiği bu türkçe ve arapça eser ve risaleler en ziyâde şer’î ilimlere ve bilhassa fıkıh ve kelâma aittir (b k. Tschudî, ayn. esr., s. X V v. d d .; Köprülü-zâde, ayn. esr,, Bursalı Tâhir, Osmanlı müellifleri, IH, 132 v. dd,). Türkçe yazdığı Tanbih al-âkilin va ta’k id al-ğafilin adlı eseri dört fasıldan mü­ rekkep olup, mukaddimesinde halkın çoğunun Ümmî olmasından ve İslâmî bilmemesinden do­ layı, âkilleri tenbih ve gafilleri de te'kit mak­ sadı ile bunu yazdığını bayan etmektedir (b k. Üniversite kütüp., T Y . 1930), Lutfİ Paşa, gerek saraydaki tahsil ve terbi­ yesi sırasında, gerek tâyin edildiği me’mûriyet mahallerinde muhitindeki âlim ve şâirler ile sıkı temas ve münâsebeti neticesinde, müm­ kün olduğu kadar ilim ve marifet tahsiline çalışmış, diğer devlet adamlarına nazaran, bu sahada muayyen bir seviyeye yükselmiş idi. Â li ve Peçevî onun sarf ve nahiv okuduğunu, ve fıkıhtan, K enz, Kadûrî ve Manya al-muşalli gibi kitapları gördüğünü söylemekle berâber, kendi İlmî iktidarına lüzumundan fazla kıymet ve ehemmiyet verdiğini, mağrur ve kendini beğenmiş bir adam olduğu cihetle, Ebussu’ud ve Aşçı-zâde gibi, devrinin mârûf âlimlerini şöhretleri nisbetmde ilmi kudret­ leri olmamakla İtham ettiğini bildirerek, ilmi hüviyeti hakkında bir fikir verirler ( Âlî, ayn. esr.; Peçevî, î, 21). Ancak fabakât al-mamâlik müellifinin, paşanın azl ve nek­ bet devrinde yazdığı eserinde, onun İlim ve iktidarı hakkında çok medihlerde bulunması ( Celâl-zâde, ayn. esr., var, 241 ), Selıî 'nin söz­ leri ile birlikte ( Tezkire, İstanbul, 1325, s. 25 v.d.) mütâîea edilir ise, Â lî'n in bu hususla bir az mübâlegaya kapıldığı kabul olunabilir Köprülü-zâde, aynı makale, s. 142 ). Lutfi Paşa, aynı zamanda şâir idi. Fakat eserini Lutfi Paşa ’nm ikbâl devrinde (945 — 1538) yazmış olan



Edirneli Sebı ’nin kaydettiği bir gazeli, istisna edilir ise, diğer tezkire sahipleri kendisinden bahis dahi etmemektedirler. Tevârîk-i âl-i Os­ man Maki manzum kısımlarının ekserisinin de Lutfî Paşâ'm n olmadığı anlaşılmaktadır. Lutfi Paşa ’yı, daha ziyâde, yazdığı Tevârîh-İ âl-i Osman ve Asaf-nâme ’si ile, bir müverrih olarak, mütâlea etmek lâzımdır. Ancak Bayezid II. devrinin sonuna büyük bir kısmı, eski anonim Tevârîk-i âl-i Osman 'larm iktibas ve istinsahından başka bir şey olmayan, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman de­ virleri, yâni kendi yaşadığı ve bizzat şahit ol­ duğu hâdiseleri de nisbeten basit ve iptidâi bir tarih felsefesine göre yazıldığı anlaşılan Lutfi Paşa tarihî, bâzı tarafgir mülâhazaları sebebi ile de, ihtiyatla kullanılması icâp eden bir kaynak mâhiyeti göstermektedir. Her meseleyi dinî zaviyeden mütâlea etmesi, bâzan isimle­ rini saydığı eserlerden lâyıkı ile istifâde ede­ memiş olması, muasırları hakkında kindarlık göstermesi, müverrih olarak, Lutfi Paşa 'ya bü­ yük bir mevki ve ehemmiyet verdirecek mâhi­ yette değü ise de, kendi vezirlik ve sadrâzamiık devirlerine dâir verdiği mâlûmat, bilhassa imparatorluğun zayıf ve bozulmağa yüz tutan taraflarını açıklayan yerleri, 961 tarihine kadarkı hâdiseleri ihtiva eden eserine, yine husûsî bir kıymet atfına sebep teşkil etmektedir. Ma­ car tarihçilerinden Szekfü Gyula, türk müver­ rihleri hakkmdaki mütâleaları arasında, Lutfi Paşa 'yi, Kemâl-zâde ile birlikte, en büyük bir üstat olarak tavsif eder ( Torök Torienetirâk, Budapeşte, 1916). Bilhassa üslûbunun sadeliği ile, en samimî düşünceleri ve idare hayatın­ daki uzun tecrübelerinin neticelerini ihtiva eden Asaf-nâme büyük ve kıymetli bir tarihî vesika sayılabilir. Lutfi Paşa ’mn asırlarca Âsaf-nâme müellifi olarak tanınması da bu yüzden olsa gerektir. Lutfi Paşa'm n 970 (1563) sıralarında Di­ m etoka’ da Öldüğünü kaydeden  lî ’ye inanmak lâzım dır; çünkü A li Emîri ’nin, Âsaf-nâme 'nin bâzı nüshaları üzerinde al-madfân bibilad al-Şam ibaresinin görüldüğünü söylemesi ve bunu muhtemel gördüğünü imâ etmesi, mu­ asırı diğer Lutfî Paşa ’nın 938 'de Şam beyler­ beyi iken vefat ettiğini ( Ferdî, ayn. esr., var. 142) bilmemesinden ileri gelmektedir. Mezarının 1878 istilâsından Önceki „Lutfi Paşa Müslim" kariyesinde bulunması icâp eder. Dîmetoka ka­ zasının, teşkilâttan sonra da, Lutfi Paşa adın­ da bir köyü var idi ( krş. Bâdı Ahmed, Riyâz-ı belde-i Edirne, Bayezid umûmî kütüp., nr, 10393, İH ; Devâyih-i mülkakât-ı Edirne, 208 ). Onun İstanbul 'da bir çeşme, Edirne 'de de bir mescid yaptırdığım biliyoruz ( adî kat al-ca-



LUTFİ PAŞA - LÜBNAN. t amı , I, 189; T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, İstanbul, 1952, s. 42 ). 3 Rebiülâhır 948 = 27 temmuz 1541 tarihli vakıfnamesinde, ika­ met ettiği Dîmetoka ’nm Müslim köyündeki mescid ve muallimhânesme 100.000 akçe ile Edirne ’de 20 dükkânı vakfettiği anlaşılmakta­ dır. Zevcesinin bâzı vakıfları için bk. T. Gök­ bilim , ayn, esr,, tür, yer,, 1556 Ma hasları ve Yanya Maki köprüsü için bk. 467 ve $86 nr. ’lu Tapu defteri. (M. T a y y îb G ö k b İlg İN.) L U X O R . [Bk. AL-üfçşuR.] L Ü B N A N . LÜBNAN, Suriye 'yİ şarkî Akde­ niz kıyılarından ayıran dağ kütlesinin ( Cabal Lubnân ), bu dağ kütlesini ihtiva eden m e m ­ l e k e t i n ve bugün bu memleketi içine alan d e v l e t i n ( Lübnan cumhuriyeti ) i s m i . C o ğ r a f y a . İbrânîce L&banön, yunanca At^ctvoç, latince Libânus, muasır garp dillerin­ de Liban, Lebanon, Libanon ve Libano tes­ miye edilen bu dağ hakkında arap coğrafya­ cılarının fikri oldukça karışık, hattâ esrarlıdır, İba Hurdazbeh, Nüh 'un gemisinin Lübnan dağından kalkarak, Cudî dağında durduğu rivayetini kaydettiği gibi ( Kitâb al-masalik va ’l-mamâlik, nşr. de Goeje, B G A , 1889, s, 76), İbn al-Fakih al-Hamadâni de ( bk. Kitâb al-buldân, nşr. de Goeje, Leıden, 1885, s. 123) bu dağı al-Ubbad ve Abdal [ b. bk.] 'ın ikametgâhı olarak tasvir ed e r(b k . s. 112; ayrıca bk. al-Muk:addasi, Ahsan al-takâsîm, Leiden, 1877, s. 189). Bütün bu coğrafyacılar, Lübnan '1 şarkta ona muvazi ayn bir dağ küt­ lesi olan Anti-Lübnan Man ayırmazlar ve bu kütleye ayrı bir isim de vermezler. Anti-Lüb­ nan ’m Barada [ b. bk.] vadisi şimalindeki kıs­ mına Cabal Sanîr denilir ve daha cenuptaki dağ kütlesine ise, Hassan b. Sabit 'ten itibaren, Cabal al-Şale (Hermon, bugünkü Cabal alrŞayh) ismi verilirdi ( bk. İbn Hurdazbeh, ayn. esr., s. 77 ). Eski coğrafyacılar arasında, dağların şimalde nereye kadar uzandığı hususunda da ittifak olmayıp, bazıları Cabal al-Lnkkâm ( Amanos ) 'ı da buna katmışlardı ( msl. bk. İştahri, Kitâb al-masalik va ’l-mamâlik, nşr. de Goeje, Leiden, 1870, s. 56; İbn Havkal, Kitâb al-masalik va ’l-mamâlik, Leiden, 1873, s* x°8 v.d.). Abu 'İ-Fidâ' 'da da Cabal al-Şale, Cabal Lubnân ve Cabal al-Lukkâm hakkında aynı malûmata rastlanır ( bk. Takvim al-buldân, nşr. Ch. Schier, Dresden, 1846, s. 60 ). Suriye 'yİ, Akdeniz kıyılarına muvâzî olarak, Asi neh­ rinin aşağı mecrasından şimalî Filistin 'e kadar boydan*boya kesen silsileye, orta çağdan beri, halk arasında, müphem bîr şekilde, sâdece Cabal denilmesi, bu karışıklığı desteklemiştir. Müslüman vekayİnâmecİIerimn Nusayri, Mu­



IOİ



ta vali, Dürzi v.b. gibi kavimîere Ahi al-cabal, Cabaliyün ( „dağlılar" ) demeleri bu isim ile ilgilidir. Kata da ’nin rivayetinde, Kabe 'nin yapısında Lübnan taşlarınm ış da kullanıldığı söylenmiştir (b k. İbn al-Fakih, s. 19). Bu an'ane, arap coğrafyacılarının Lübnan T, Hicaz ve N ecd ’i birbirinden ayıran ve Suriye ile Anadolu Man geçip, Karadeniz 'e ulaştığı farzedilen uzun dağ silsilesinin bir cüz’ü sayma­ larını belki izah edebilir; çünkü Medine ile ile Mekke arasında bulunan Cabal a l- A r c 'm Şam 'a kadar uzandığı ve Himş tarafından Lübnan 'a eriştiği keyfiyetinde hepsi müttefik­ tir ( msî. bk. İbn al-Fakih, s. 25 ; İbn Hurdazbeh, s. 172 ). Bu coğrafyacılar, Lübnan'ın cenup hu­ dudu olarak, umümîyetîe Laytâni (Leontes, şimdiki Kâsim i y a ) nehrinin aşağı mecrasını alırlar. A det olduğu gibi, Lübnan bu nehir ve şimalde Tarablus ile Tartûs arasında denize dökülen Nahr al-Kabir ( eski Eieutherus ) arasında gösterilirdi ( aş. bk.). Şark­ taki Anti-Lübnan kütlesinin sayısı az olan nüfusu, umumiyetle şarkî Suriye şehirleri­ nin te'sİrinde kalmış, hâlbuki vadileri ile Akdeniz 'e doğru açılan ve yamaçları üzerinde denizin nemli havasından faydalanan Lübnan, kadîm Fenike sahillerindeki merkezlerin İkti­ sadî ve siyâsî nufuzu altında yaşamıştır. Lübnan 'm al-Mukaddasi tarafından tasvir edi­ len ( bk. ayn. esr., s. 188 ) çam ormanları, XIII. asırda henüz canlılığım muhâfaza ediyordu ( bk. H. Lammens, Frere Gryphon et le Liban au X V e siecle, R O C, 1899, s, 14 ). Burada de­ mir mâdenlerine de rastgelinirdi ki, müellifler istihsal edilen mâdenin Mısır ’a sevkedild iğini yazarlar. İpek böceği yetiştirilmesi Lübnan’ da büyük bîr sür'atle taammüm eylemiş olup, ipek XVII, asra kadar Lübnan 'm başlıca ticâ­ ret maddelerinden biri sayılıyordu, ipek, bil­ hassa, Kasravân nahiyesinden geliyordu. Bey­ rut 'a gelen ipekliler gibi, Say da ’ya ve bu­ radan Fransa'ya sevkolunanlar da, bîr Dür­ zi nahiyesi olan Şüf 'ta imâl ediliyordu ( bk. Ducousso, L* Industrie de la soie en Sy« rie, s. 55— 56; Paul Masson, Histoire du commerce français dans le levant au dix-$eptieme siecle, s. 388 ). Cebel-İ Lübnan, Suriye ’nin garbında, şarkî Akdeniz kıyılarına muvâzî olarak, şimal™ şimâl-i şarkî, cenup— cenub*i garbî istikametin­ de, uzunluğu 170 km .'yi ve âzamî genişliği şimale doğru 45 km. 'yi bulan bir dağ kütle­ sidir. Daha ziyâde vadiler İle yarılmış bîr yayla manzarasını gösteren şimâlî Filistin ( C a lila ) Men, şimale doğru, irtifa tedricen artarak, Nahr al-Kasimiya (==. Laytâni ) 'nin açlığı yarma vadiden ötede 2.000 m. yi bulur.



102



LÜBNAN,



Beyrut— Şam caddesi, dağ kütlesini Lübnan geçidinde 1542 m. 'de aşar ve buna Beyrut 'un şarkında yükselen Cabal Sannin ( 2,600 m.) takip eder. Daha şimalde dağların genişliği ile beraber, irtifaı büs-bütün artarak, 2.900 m. ’ye varır ve en yüksek zirve ( Zahr aî*Ku~ zib ) 3.066 m. 'yi bulur. Fakat daha şimalde, dağ kütlesi Nahr al-Kabir vadisi üzerine birden-bire iner. Lübnan dağının bünyesi oldukça basittir: yapısında, esâs itibârı ile, ikinci ve üçüncü zamanın kumlu, killi ve bilhassa kireçli arazisi hâkim olup, bütün bu arazi, üçüncü za­ man sonuna doğru, boydan-boya kırılmış, dağ kütlesini şarktan tahdit eden çukur bölge ( alBika1 ) ve garpta şimdi Akdeniz'in işgal ettiği saha alçalırken, aradaki kütle hafifçe kubbeleçerek yükselmiştir. Cebel garpta sahil üzerine dik olarak iner ki, bunun denize doğru uzanan bâzı çıkıntı­ ları ve şimdi karaya bitişmiş ada parçaları, Sûr, Beyrut ve Trablus gibi kadîm liman şe­ hirlerine yerleşme noktası hizmetini görmüş­ tür. Deniz İle onu yakından takip eden dağın yamacı arasında, pek ince bir şerit şeklinde uzanan yalı boyu, eski çağda Fenike medeniye­ tinin kurulma sahası olmuştur. Cebel'in yalı boyu üzerinde uzanan ilk kısmı, gerideki yük­ sek dağlardan inen dar vadiler ile yarılmış, çalı­ lıklar ile kapalı, yazları çok sıcak ve kurak, bu sebepler ile iskâna ve geçilmeğe az elverişli ol­ duğundan, daha ziyâde, dağın iç kısmını deniz tarafından koruyan tabi’ı bir engel rolünü oy­ namıştır. Bunun gerisinde uzanan daha yüksek kısma (2.000 m .'ye kadar), Vusüt ( „orta kısımrt ) ismi verilir. Burada vadiler daha geniş, sırtlar daha düz, iklim daha nemli, kışm yağan yağmurlar bol, yazlar mûtedil, nebâtî örtü zen­ gindir. Bu saha vaktiyle geniş ormanlar ile ka­ palı bulunuyordu. Lübnan 'm meşhur sedr ( erz ) ormanlarından şimdi Trablusşam 'm cenûb-i şar­ kîsinde, Bşarra civarında, 1925 m. irtifada, bir nevî millî park içinde, itinâ ile muhafaza edil­ mekte olan 350 kadar ağaç kalmıştır, Sedr ( Cedrus libarti) ağacı bugünkü Lübnan cümhûriyeti bayrağı üzerinde de temsil edilmek­ tedir. Vusüt bölgesinde, şimdi daha ziyâde insanların yetiştirdiği ağaç, fidan ve mezrûâttan mürekkep yeşil bir örtü göze çarpar: başta dutluklar olmak üzere, zeytin, incir ve diğer çeşitli meyva ağaçlan, ıhlamur ve çınar­ lar, arada bağlar, hububat ve sebze bahçeleri burada yer alır. Bu kısım, Lübnan 'in en mes­ kûn ve mâmur bölgesi olup, esasen kalabalık olan yerli halka, yazın kıyı şehirlerinden, şarkî Akdeniz memleketlerinden ve daha uzak yerlerden gelen ziyaretçiler katılır. Vusüt böl­ gesinin daha gerisinde, dalgaların umumiyetle



2.000 m, 'yi aşan yüksek kısmı uzanır ki, bu­ rada Curd adı verilen sathı çıplak ve kuru, ıssız sırtlar yer alır. Bu bölgeye kışm bol olarak yağan kar, zirvelerden ancak hazirana doğru çekilir j hattâ gölgelik yerlerde bütün sene kalır. Cebel 'in yüksek kısmından, şark­ taki çukura iniş birden-bire olur. al-Bika ismi verilen bu çukur, oluk şeklinde olup, 8— 14 km. genişliğinde ve 120 km. uzunluğun­ dadır. Daha cenuptaki G avr çukurundan bir eşik üe ayrılan bu çukur sahanın zemini, Baaibek yakınlarına rastlayan orta kısmında ı.ioom . yüksekliğinde olup, buradan itibaren şi­ male ve cenûba doğru 1.000 m. 'ye kadar alçalır ve menbâları birbirine çok yakın olan İki nehir tarafından takip edilir ki, bunlardan şimâldeki Nahr a l-A ş î, cenuptaki de Nahr al-Laytâni ’dir. al-Bika: ha garkında, Cabal-i Lübnan 'a tak­ riben muvazi ikinci bir dağ kütlesi birden-bire yükselir. Coğrafî eserlerde Anti-Lübnan ismi ile tanınan bu dağlar gerçekte cenupta Cabal al-Şayh ( 2 760 m.) kütlesi ile, Şam ’dan Beyrut ’a giden yolun 1.250 m. irtifamda, bir eşik üzerinden aştığı ve Baradâ ırmağının da geç­ tiği alçalma sâhası şimâlinde daha başka dağ kütlelerinden meydana gelmektedir. Bu sonun­ cular, cenup tarafında birbirine az-çok muvâzî ve sıkışık olduğu hâlde, şimâl-i şarkîye doğru yelpaze gibi birbirinden ayrılarak, Suriye çölü dâhilinde uzanan ayrı-ayrı parçalar teşkil ederler ki, garpta al-Bika üzerinde birden yükselen ilk mühim sıra ( Cabal a l-Ş a rk ı) üzerinde en yüksek zirve 2.659 m. 'ye kadar çıkmaktadır. Anti-Lübnan'a dâhil bütün dağ kütleleri, umumiyetle çıplak ise de, yükseklik­ leri doîayısı İle, oldukça fazla yağışa mâruz bulunduğundan, suyu bol menbâları beslerler ki, Şam vahasının gelişmesi bu sular sayesin­ dedir. T a r i h . îslâmdan evvelki devre ait şiirlerde Lübnan, nâdir olarak, zikredilir. Bu arada Gassânîler sarayında bulunmuş olan al-Nâbiğa al-Zubyâni zikredilebilir. Müslüman şâirlerden :Aba Dahbal abCumahi, aî-Nâbiğa al-Şaybini ve \Abd al-Rahmân b. Hassan gibilerinin Emevî saraylarım ziyaret etmelerinden sonra, bu isim daha sık geçmektedir. 636 yılında, araplar tarafından Dimeşk eyâ­ letine bağlanan Lübnan’ın (bk. Y ak ü b ı, Kitâb aî-buldan, nşr, de Goeje, Leiden, 1892, s. 327), küçük millet gurupları İçin tabi'î bir sığınak rolü oynadığı ve bu gurupların za­ manla, daha başka kaçakların katılması ile, büyüdüğü anlaşılıyor. Nitekim, arap müellif­ lerinin CarScîma adını verdikleri Merdâîier ( M agScutat), VII. esrin ikinci yarısından itibaren, İslâm âleminde zuhûr eden fırsatlar­



LÜBNAN. dan faydalanmak maksadı ile, Amanoslardan gelerek, Lübnan 'a yerleştiler. Konstantinos Porphyrogenetos ( de Thematîbus, nşr. Bonnae, 1811, III, 96, 103) ile Balâzuri, ( Futük aUbaldân, nşr. de Goeje, Leiden, 1866, s. 159 v.d.) Merdâîleria bu havalide bulundukla­ rını kaydederler. *Abd al-Malik, Merdâîlere karşı yaptığı seferlerde, bu gurubu hi­ maye etmemesi iç'n, Justİnianos II. 'a bir çok tâvizlerde bulunmuştur. İbn al-Fakih ( ayn, esrt) s. 112 ) gibi, al-Mukaddasl, bize arap hâ­ kimiyeti zamanında Lübnan hakkında malumat vermektedir. Ayrıca Sufyân al-Şavri tarîkatindeki Abü Ishâk al-Balüti ile temsil ettiği guru­ ba dâir bâzı kayıtlar görmekteyiz. XIII, asır sey­ yahlarından İbn Cubayr ( Rihla, nşr, W. Wright, s. 289) ile XIV. asır arap coğrafyacısı Abu ' 1-Fidâ' ( ayn. esr., s. 1 3 0 )'da da, bu husûsta malûmat vardır ( ayrıca bk. İbn Battüta, Tuhfai al-nuzzâr, trc. M. Şerif, İstanbul, 1335, I, 84 ). Lübnan 'm asırlar boyunca muhafaza edegelmiş bulunduğu yarı-müstakiİ vaziyeti buraya sığınmış ve müslümanlığm saf şekli dışında teşekkül etmiş bulunan Mutavâli, Dürzi ve Nusayri gibi cemaatlerin başh-başîarına geÜşmelerine ve bariz birer hususiyet kazanma­ larına hizmet etti. Ayrıca Malki, Ya5kübi ve MarÜni gibi bıristiyan cemâatler de burada yer almışlardı. Mârüniler, bilhassa Cubayi, Batrün ve K asravân ’da, Malki ve Ya'kübiler île birlikte zikrolunuyorlardı. Bu Mârünilerin orta çağdan beri fransızlar ile sıkı münâse­ bette bulunmuş olmaları kuvvetle muhtemel­ dir ( Rene Ristelhueber, Traditîons françaises aa Liban , Paris, 1918, s. 2 ). Bir mezhep mensubu olarak ortaya çıkan, sonraları millî bir mâhiyet alan bu cemâatle­ rin elde ettikleri muhtariyetin derecesi, Suri­ ye 'de arap ve türk nufûzunun azalıp-çoğalması ile ilgilidir. Lübnan, 759/76° ’ta, vergilerin ağırlığına kar­ şı silâha sarılan yerli halkın kıyamı İle, yeni­ den tarihî hâdiselere sahne olmuştur, Lübnaiılıîar, Trablus-Şam'da bîr bizans kuvvetinin bu­ lunmasından da istifâde ederek, Munayiira 'den kaçıp gelen dağlıların da iltihâkı ile, Bikâ’ '1 zaptedip, Baalbek 'e karşı yürümüşlerdi. Bu hâdiseleri İbn 'A sâkir ( V , 341 } ile Balâzuri 'nin eserlerinde ( s. 1Ö2 ) görüyoruz. Abbâsîler, bu ülkeleri muhafaza etmek için, büyük gayret sarf etmiş ve bunda muvaffak olmuşlar­ dır. Aynı devirde Beyrut 'ta yaşayan aî-AvzaM, bu sırada kullanılan cebir ve şiddeti ten­ kit eder. Ya'kübı 'nin bildirdiğine göre ( ayn, esr., s. 327), bu karışıklıklar olurken, bir ta­ kım bedeviler cenup ve şimalden Lübnan'a nufûz etmeğe çalışmışlardır.



Bu arap kabilelerinden Bani Tağlib gibi, Toîun-oğulları ile Fâtımîler arasındaki fasıla­ dan istifâde edenler, bu asırda Lübnan 'da hü­ küm sürmekte idiler. İsimlere bakılacak olur­ sa, Y a'kü b i’nin bu arap kabilelerine nisbetle kullandığı „bedevî muhacereti" ( s . 324 ) tâbi­ rine hak vermek icâp eder. Mamafih, Nusayrilerin kendi dağlarını ( Caba! al-Summ&k) bu bedevi istilâsına kapamış olduklarına dâir ka­ yıtlar görmekteyiz. Cenupta LaytSni 'yi aşan bedevilerin, bu memlekette „yamanirt— „1£ays‘. “ arapları arasındaki İhtilâfı yaydıkları ve şı'îlik propagandası da yaptıkları istidlal edilebilir. Her mezhebi cemâat, Şam, Bagdad veya Kahire 'deki hükümdarların tâbiiyetini kabul etmiş farzolunan küçük yerli hanedanların hükmü altında bulunuyordu ve bu yerli reis­ ler, hükümet sürmek hakkını o hükümdarlar­ dan alırlardı. Merkez, almak imkânını bulursa, onlardan bâzı vergiler ve icâbında asker İs­ terdi. Memlûk kaynaklarında bu gibi hallerin misâllerine rastlanmaktadır. Salih b. Yahya ( Târify Bayrüi, nşr. Cheikho, Beyrut, 1937, s. 77 ), 687 (1288 ) 'de, Memlûk hükümdarı Kalâvün'un Cebel ümerâsının elinden iktâlarmı aldığını kaydeder. Buna rağmen, Lübnan 'daki reisler, yakın şarkta birbirini takip eden ida­ reler, halifeler, Selçuklu sultanları, haçlılar, Eyyûbîler, Memlûkler ve türk paşaları ara­ sında ve iktidar kargaşalığı içinde işlerini hay­ ret verici bir maharetle yürütmeğe imkân bul­ muşlardı. Haçlılar Cebel 'i, Hişn al-A krâd ve Şa^if Arnün ( Beaufort) gibi kaleler ile kuşatmışlardı. İslâm hâkimiyeti sırasında böyle tahkimat ya­ pılmaması, Caracima gibi, Mârünilerin şimalî Lübnan 'daki yüksek sahalara yerleşmelerini ve Cebel 'de esaslı bir rol oynayan bir hırisiiyan cemâatinin gelişmesini kolaylaştırdı, IX. asrın sonuna doğru, Haleb taraflarından gelen Tanüh arapları, cenûbı Lübnan 'da kısmen araplaşmış ve şi'ı itikadlarımn te'siri altında kalmağa baş­ lamış kavimler arasında, kendilerine bir emirlik te’min ettiler. Bu Tanühilerden Bani 'I-î^amri1, Bani Abİ *1-Cayh ve bilâhare Garp Emirleri is­ mini alan Buhturlar, evvelce hıristiyan olup, Abbâsîler tarafından ıslâmiyeti kabûie zorlanmış­ lardı. Bu emirliğin gelişmesi, XI. asırda Sayda ve Beyrut hıristiyan baronluklarının kurulma­ sı ile durdurulmuş oldu. Cubayi, Batrün hıristiyan beylikleri ve Trablus kontluğu şima­ lî Lübnan 'm hıristiyan kuvvetine dayanmakta idi. Arap emirleri olan Buhtürların, raüslümanlar ile franklar arasında, nasıl bir siyâ­ set takip ettikleri kat’îyetle malûm değildir. Fakat başka bir Lübnan kavmi olan Dnrzileı bn bölgede a y n bir cemâat teşkil ettiler.



104



LÜBNAN.



Dürzi a 450; Baron de Tott, Mimozres (Amsterdam, 1784), IV, 126; Volney, Vo­ yage en Egypte et en Syrie pendani les annees 1783,1784 et 1785 ( Paris, 1822 ), 1, 464; Michaut-Poujoulat, Correspondance d ’Orient ( Paris, 1835 ), VH, 329 v. d d ,; G. Robinson, Voyage en Palestine et en Syrie ( Paris, 1838), II, 25 v.d.; R. P. Laorty-Hadji, La Syrie, La Palestine et la Jadee ( Paris, 1854 ), s. 40 v. d., 52 v. d d .; A . de Lamartine, Voyage en Orient ( Paris, 1854 ), I, 183 v. dd.; C. H, Churchilİ, Mount Lebanon ( London, 1853, 3 ei l d); J. Levris Farley, Two years in Syria ( London, 1859), s. 203 v. d d .; Richard Edwards, La Syrie 1840-1862 (Paris, 1862 ), s. 5!, 72 v. dd.; Cevdet Paşa, Tarih (İstanbul, 1288), I, II, III, V, V II; Ahmet Lutfî, Tarih (İstanbul, 1306), VII, 34, VIII, 102 v.d.; H. Lammens, Les Nosairis dans le Liban (R O C , 1902); J, T. Parfit, Among the Drazes o f Lebanon and Bashan (London, 1917), s. 33 v .d .; R. de Gontaut-Biron, Comment la France s’est installee en Syrie ( Paris, 1923 ); Q . Wright, Mandateş under the League o f Naiions (C hicago, 1930); CharIes-Roux, Les 1tebel­ leş de Syrie et de Palestine an XVIII» siecle (P aris 1928), s. 29, 675 H. N. Hovvard, The partition o f Turkey ( Norman, 1931);



107



H. W. V. Temperley, Hisiory o f the Peace Conferance (London, 1924), V I; S. B. Himadeh, Economic organisation o f Syria ( Beirut, 1936 ); Ministere des Affaires Etrangeres: Rappori d la Societe des Nations sur la sitaation de la Syrie et da Liban, 1936 (P aris, 1937), s. 201 v. d, ; A . H, Hourani, Syria and Lebanon ( London, 1946 ), s. 85 v.d. (M . C . ŞEHÂBEDDİN T e k în d a ğ .)



L Ü D D . LUDD, Filistin'de, Yafa'm u cenubi şarkîsinde bulunan ve Ahd-i A tik ’te ismi Lod olarak ve yunan devrinde Lydda olarak geçen b i r ş e h i r d i r . Roma çağında buraya verilmiş olan Diospolis yunan ismi tutunamamış, kadîm adı A d a , IX, 32 ’de bakî kalmıştır. Mi­ lâdın birinci asrında burası bir idâri bölüm ( to­ par chia ) merkezî idî ve bir piskoposluk merkezi hâlini almakta gecikmedi. Bu mevkiin şöhreti, üzerinde bir kilise inşâ edilmiş olan Saint- Georges'u n mezarının burada bulunmasından ileri gelmiş olmalıdır. Bu şehir de, diğer bir çok Fi­ listin şehirleri gib i,eAnır b. a t-A şi tarafından fethedildi ve eski merkez olmak doîayısı ile daha sonra halife Valid ( 705— 715 ) 'in Filistin 'e vâli olarak gönderdiği kardeşi SulaymSn 'a Ramla şehri inşâ edilinceye kadar, merkez hiz­ metini gördü ve bu şehrin inşâsından sonra İn­ hitata uğradı. X, asırda Mukaddasi muhteşem Saint-Georges kilisesini ve ejderi öldürenin menkıbesine bağlanan müslüman efsânesini zikr­ eder ki, bu menkıbeye göre, 'Isa bir gün bu ki­ lisenin karşısında Daccâl '1 Öldürecektir. Kilise fâtımî halifesi Hâkim (996 — 1020) tarafından tahrip edildikten sonra, tekrar inşâ edildi iso de, 1099 Ma haçlıların yaklaşması üzerine, müslümanlar tarafından yeniden yıkıldı. Bunlar da burada yalnız muhteşem mezarı buldular. Hı­ ristiyan devrinde Lydda yeniden bir piskopos­ luk merkezi oldu ve eski kilisenin enkazı ya­ nında bir yenisi hemen yükseldi ise de, bu da Salâhaddin Eyyubî tarafından tahrip edildi. Moğullar zamanında 1271 'de tamâmiyle tahrip edilen şehir asırlar boyunca kalkınamadı. Eski kilise yerinde bir cami yapıldı. [ Haçlılar tara­ fından Lydda ismi verilen kasaba, Y a fa — Kudüs demir-yolu üzerinde ve Ramla 'ye 3 km. kadar mesâfede olup, 1950 Me iki komşu kasabadan her birinin 12.000 nüfusa var idi ve Lydda'nın nüfusu içinde araplarm sayısı 1.200 'ü bulmu­ yordu]. B i b l i y o g r a f y a s P. Thomsen, Loca sanda, s. 56; Balâzuri ( nşr. de Goeje ), s. 138, 143; Tabari, Târih, I, 2406 v.d.; İbn al-Asir, Kâmil (nşr. Tomberg), II, 388, 390; XII, 47, 587; B G A (nşr. de Goeje), IH, 159, 1765 VI, 79; VII, 328; Yâküt, Mu'cam (nşr.



108



LÜDD - LÜ'LÜ’,



/"} Wüstenfeld), îl, 818; IV, 354; Robinson, Paiâstina, II, 263 v. d d. 5 Palestine Exploration Fand ( Memoirs, II, 252, 267); Guerin, Judie, 1, 322 v .d .; C. Maass, Revue arckeplogique, 3. seri, XIX, 233 v, dd. (F . B uhl . ) . L Ü K S O R . [ Bk. AL-UKŞUR.] L Ü ’ LÜ». LU’LtT, 1. Halep bokumdan Sayf al-Davla 'nin k ö l e s i ( mamlnk ), oğlu Sa'd aî~Davla ve torunu Sa:id al-Davla ’nin m ü ş a ­ v i r i . S a'i d al-D avla’nin katlinden sonra, Lu’lu1, bunun oğullarının vasisi ve 394—400 ( 1003 — 1009 ) *e kadar, Fâtımîlerîn tâbiiyetin­ de, Haleb ’in müstakil valisi oldu ( bk. mad. HAMDÂNÎLER, bibliyografya ), 2. Halep Selçuklu sultam Rizvân 'in badım m u t e m e d i . Rizvân 'ın 507 ( 1123 ) ’de ölümün­ de oğlu Alp Arslan al-Abras ( aslı »dilsiz" demek olup, güç konuştuğu için, böyle adlan­ dırılmıştır ) 'in atabeyi oldu, İdareyi Lu’lu’ ’e bırakan Alp Arslan, zulüm ve huşuneti ile, etrafı için tehlikeli bir hâl alınca, suikaste kurban gitti. Lu’lu’ bu sûikasite medhaldar gibi görünür. Lu’lu’ idareyi elinde sağlamca tutabilmek için, Alp Arslan 'a halef olarak, onun kardeşi Sultân Ş âh’ı tâyin ettirdi ki, bu da ismen, 517 (1123 ) ’ye kadar hüküm sürmüş idi. O devirde Suriye hömen-hemen tam bîr karışıklık içinde idî [ bk. mad. HA­ LEB ]. Lu’iu’, hükümranlığım korumak için, haçlılar, Suriye atabeyleri ve Selçuklu sulta­ nı Mulıammed arasında, kâh birine, kâh diğe­ rine yaklaşır gibi davranmak zorunda kaldı. Sultan Muhammed ’e kendiliğinden Haleb 'i vermeği vaad ediyor, fakat aynı zamanda ona karşı, gizlice, Di meşk atabeyi Tugtigin [ b. bk.] ile Mardin sahibi II-Gazî ’nin yardımlarını rica ediyor; ayrıca bu sonuncuların fazla kuvvet­ lenmelerine meydan vermemek ve onları za­ yıf düşürmek için, banların hareketlerinden haçlıları haberdar ediyordu. Tugtigin 'in süva­ rilerinin yardımı ile Haleb 'i muhafaza etme­ ğe muvaffak oldu. Bu süvârilerin ve kendi kuvvetlerinin ücretlerini ödemek için, İstisna­ sız bütün vezirlerini ve Haleb zenginlerini tam mânası ile soydu. Hayatına kasdedileceğinden çok korktuğu için, kaleden hiç ayrıl­ mıyordu. Bununla beraber, 510 ( 1 1 * 7 ) yılın­ da, hazînelerim bir dostuna götürmek ve ya­ hut ona emânet bıraktığı parayı almak üzere, çıkmak meebûrîyetinde olduğu bir yolculuk esnasında, ansızın bastırıldı ve refakatindeki türk müfrezesi tarafından katledildi. Hazîne­ sine el koyan bu müfreze, H aleb’i bir baskın ile zaptetmeği denedi ise de, muhafızlar ta­ rafından püskürtüldü ve aldığı ganimeti iade etmeğe mecbûr olda. Lu’lu1 Suriye'de haçlı­ ların ilk zamanlarında büküm sürüp, ancak



Nur al-Din [ b. bk.] 'in kudret ve mahareti sayesinde nihayete ermiş olan karışıklık dev­ resinde yaşamış dikkate değer bir şahsiyettir. B i b l i y o g r a f y a : Mad. VlALEB; Ka« mâl al-Din, Histoire d ’A lep ( trc. Silv. de Sacy, Röhricht, Beitrage zur Geschichte der Kreazzüge> Berlin, 1874, I, 243, 245— 251 ). (M . SOBERNHEIM.) .



LÜ’LÜ’. LU’LU’, Badr al -DÎn A bu ' l-Fa 2Â’İL AL-Ma l IK AL-Rah Im,M usul a t a b e y i . Zang ilerden Nür al-Din Arslan Şah I .’ın kö­ lesi olan Lu’hı’, bu hükümdarın yanında, büyük bir nufûz sahibi idi ve Nür al-Din ölüm dö­ şeğinde (607 s= 1210/1211 ), oğlu al-Malik alÇâhir 'îzz al-Din Mas'üd 'u kendisine halef gösterdiği zaman, Lu’lu5'ü devlet işlerini ted­ vire me'mür etti; bu sırada Nür al-D in'iu küçük oğlu !îm id al-Din Zangi Musul civarın­ daki al-'Akr ve Şüş kalelerini elinde tutuyor­ du, 615 rebiülevveli sonunda ( 1218 temmuz nihayeti) al-Malik al~Kâhir, henüz sabî bulu­ nan oğlu Nür al-Din Arslan Şah ’ı kendine halef ve Lu’lu1 ’ü naip tâyin ettikten sonra, öldü. ’ îmâd al-Din, bu yılın ramazan ayında ( 1218 kânûn I.), al-'İmâdiya kalesini ele ge­ çirince, Lu’lu1 ona karşı bir ordu gönderdi. al-‘ lm âdiya'yi kuşatan Lu’lu’ kuvvetlerinin ne­ tice alamadan dönmek zorunda kalmaları üze­ rine, al-Hakkâriya 'nin ve al-Zavazân 'm diğer kaleleri ’İmâd al-Din 'in hükmüne girdi. Lu’la’, ’ İmSd al-D in'in Er bil hukümdan Muşaffar aîDin İle ittifak akdetmesi üzerine, Elcezîre 'nin büyük bir kısmına hâkim bulanan Eyyûbîierden Malik al-Aşraf ’e müracaat ile, yardım istedi ve onun hâkimiyetini tanıdı. al-Malik al-Aşraf de icâbında Lu’lu’ ’e yardıma koşmak için, N asibin'e bir orda şevketti. 616 muhar­ reminde ( 1219 nisan), a l-A ^ r yakınında, Lu’lu' 'ün kuvvetleri tarafından mağlup edilen ’İmâd al-Din Erbii 'e kaçmağa mecbür oldu. al-Aşraf 'in ve halife al-Nâşir ’ın gayretleri sayesinde, az sonra sulh tekarrür etti ise de, esasen has­ talıklı bir bünyeye sahip olan Nur al-Din o sırada öldü ve yerine üç yaşlarında kadar bu­ lunan kardeşi Naşir al-Din MuhmÜd geçti. O zaman ‘ îmad aî-Din ve Muzaffar al-Din Musul topraklarına akınlar yaptılar.. Kendi büyük oğlunu bîr ordu ile, franklara karşı yar­ dım olmak üzere, al-A şraf'e göndermiş bu­ lunan Lu’lu’ de, al-Aşraf 'in Nasibin 'deki kumandanı A ybeg ’e müracaat etti. A ybeg derhâl yola çıkarak, Lu'lu*n ile birleşti. Ln’lu 20 receb 616 ( 1 teşrin I. 1219) 'da Musul civarında mağlup edildi ise de, tarafdarlarıoı tekrar toplamağa muvaffak olduğu için, Muşaffar al-Din çekildi. Sulh akdinden sonra ,!İmâd al-Din Kavasa kalesini zaptetti.



LÜ’LÜ’ — LÜ'LÜÖ.



iöç



Lu’lu’ yeniden al-Aşraf 'ten yardım İstemek zo­ ’dır ve Lu’Iu’a bu kelimeden iştikak etmekte­ runda kaldı. Fakat Mu$affar al-Din, aralarında dir. Kale, V asiliev'e göre, Roma imparatorla­ İbıı al-Maştüb 'un da bulunduğu bir çok emir­ rından M arç-Aurele’in ölen zevcesi namına leri aî-Aşraf 'ten ayrılarak, al-Aşraf 'in yolunu inşâ ettirdiği Faustİnopolis şehrinin yerinde kesmek İçin, Dunaysir civarında toplanmağa bulunuyordu [ bk. mad. KÜLEK ]. Kadı Ahmed Nekidî ’nin rivayetinde ( bk. teşvik ve ikna etti. Mamafih İbn al-Maştüb müstesna, bu emirler kısa zamanda fikir de­ al-Valad ahşafik, Fâtih kutup., nr. 1519, s. ğiştirdiler. Yalnız İbn al-Maştüb, E rb iî’e git­ 128 v. d,), Ma’den—Lü’lü’ yolu üzerindeki Ker­ mek üzere yola çıktı ise de, evvelâ Nasibin vansaray dağında olduğu zikrolunan Dakya'deki kuvvetler ve sonra da Sinc&r hâkimi n os’un mezarı bu eski şehir ile alâkadar mı­ Farruh Şah tarafından iki kere mağlûbiyete dır, bilmiyoruz, K ilik y a ’da, T arsus’tan başlayıp, Pyîeae Ciliuğratıldı ve Farruh Şah tarafından yakalana­ rak, hapse atıldı. Serbest bırakılır-bırakılmaz, cieae ( Külek b oğazı) 'den geçerek, Tyane ( = etrafına topladığı çapulcular ile, memleketin Tavana, şimdiki Bor c iv a rı) ’ye varan yolun geniş bir sahası üzerinde tahribâia koyuldu; üzerinde, Külek boğazına hâkim bir yaylada bu­ Lu’lu’ 'ün ordusu tarafından mağlûp edilince, lunduğu için, Podandon ( bugünkü Pozantı) Teli A 'fa r kalesine kaçtı. Kale kuşatıldığı 'dan bir kaç mü ötede, eskiden beri bir hu­ .zaman Lu’lu’ de Musul'dan gelmiş idi. 17 rebi- dut kalesi ve tarassut mevkii hizmetini gör­ ülâhır 617 {21 teromüz 1220 ) ’de kale teslim müştür. Eski Caena yakınında, Külek boğazın­ oldu ve İbn al-Maştüb esir edilerek, Musul 'a dan çıkan bu yol, iki kısma »yrılıyodu ; bir kol, gönderildi, al-Aşraf, Mu^affar al-Dîn ile sulh Lu’lu’a'den geçerek, T yan e’ye gidiyordu, İkin­ yaptıktan sonra, Cudayda kalesini, N asibin'i ci bir kol da, Herakle ( E reğ li) istikametinde ve Eleezîre 'nin idaresini Lu’lu’ 'e verd i; mü­ olarak, garba uzanıyordu. T arsus’tan Lu’lu’a teakiben bunlara başka kaleler de ilâve edildi, ’ye giden yolu tasvir eden ibn Hurdâzbeh Naşir al-Din'in ölümünden (619 = 1222/1223, 'in ifâdesinden güzergâha göre ( bk. aUMasâlik yahut başkalarına göre, ancak 631 = 1233/ va ’l-mamâlik, nşr, de Goeje, s, 100, 110 ), bir 1234 ) sonra Lu’lu’, Musul atabeyi olarak, tanın­ çok müellifler tarafından Hişn al-Şakâliba ile mış ve al-Malik aî-Rahim adım almıştır. Lu’­ birlikte zikredilen Lu’lu’a ’nin Podandon vâsı­ lu’ 63s( 1237/1238 ) ’te, Eyyûbılerden al-Şâiih tası ile, yekdiğerinden ayrılan birer mevkî ol­ Nacm aî-D in 'e karşı bir harbe sürüklendi. duğu anlaşılıyor. Nitekim, Ya'kubi (nşr. HouNacm al-Din ’in kendilerine Jdarran ve Ur- tsma, II, $73 ), Lu’lu’a ile Tarsus arasında alfa 'y ı vererek, maiyetine aldığı H vârizmliler, Badandün ( = Podandon, Pozantı ) ’u gösterir. Nasibin şehrini işgal ettiler. Fakat Lu’lu1, Lu’lu’a ’nin mevkii ile meşgûl olan Ramsay bir kaç sene sonra, burayı geri aldı. Lu’lu*, (Ceographical Journal, 1903, s, 401, 404) ile Eyyûbîlerden, Halep hâkimi al-Nâşir Yûsuf ile G. le Strange ( The Lands o f the Eastern de harp etmeğe mecbur oldu ve 648 ( 1250/ Calipkate, s. 134, 135, 139, 150) bu mevkii 1251) 'deki mağlûbiyeti üzerine, Nasibin, Dârâ şimdiki Pozantı civarında aramışlardır. ye Çark; i siya’ haleblilerın eline geçti. Lu’lu’ Konstantinos Porphyrogenetos, merkezi Ty­ 657 ( 1259 ) 'de Huîagu [ b. bk.] ’nua hâkimiye­ ane olan küçük Kapadokya ’mn hudutları tini tanıdıktan sonra, 80 yaşını geçmiş olduğu içinde, diğerleri ile birlikte, (pçoûçtov hovXov ’i kaydetmesine mukabil (b k. de Thematİbus hâlde, öldü. B i b l i y o g r a f g az İbn al*A s ır ( nşr. e t . . . , nşr. Bonn, IH, 19, 20— 22 ), bizanslı mü­ Tornberg), XII, 193 v.d., 218— 227,247,^68, ellifler umumiyetle kaleyi Tarsus yakınında 275, 289— 291; İbn Haldun, al-Ihar, V , 268— gösterirler. Arap müverrihlerinde Lü’lü’e adı 276} W eil, Gesch. d. Chalifen, III, 443,449, daha IX. asırdan itibaren geçmektedir. Mas'il­ 469, 480; IV, 18; Reczteil des hhtor. des di, Lu’lu’a *nın Nakida ( Niğde ) 'ye olan me­ croisades, Histor, orient., I, 86, 90— 93, ç8, sâfesini 20 mil olarak kaydeder (b k. al-Tanıı$ , 120, 128,138; II/r, 127— 143, 153; lî/n, İ lk 1 % V, 36, 102; VI, 66; . M Â B E D . MA B A D , A b ü ' A b b â d M a ' b a d VII, 124, 188; VIII, 6, 86, 91; ‘ îjjtd aUfarîd B. V a h b , Emevîlerin başlangıçtaki m u g a n n i ( Kahire, 1887 1888 ), IH, 187 ; îbn Hallikân, ye b e s t e c i l e r i n i n e n b ü y ü k l e r i n ­ IM/ayÖif, ÎI, 374; al-Bulıturi, Dîvân ( İstan­ d e n d i r . Medineii olup, Bani Mahzüm'dan Va~ bul, 1300 ), II, 160, 193, 2x8; Abü Tammâm, bışa ailesinden eAbd ai-Rahmân b. Katan (krş. Divân ( Beyrut tab.), V, 103; al-Mas'üdi, Ağan!, î, 19 ) ’ın mensuplarından idi.' Babası Murüc, V , 448. _(H, G. F ar m er .) zenci olduğu için, Ma'bad melez idî. Gençliğin­ M Â B E R Î. a l -MA'BARİ, Z a y n a l -DIk , 985 de muhasiplik etmekte olup, sonradan S â i b ( *577 ) V doğru, Bicapür sultanı ‘A li A d il Şâh Hâsir, Naşit al-Fârisi ye Camiia [ b. bk.] ’den (6101.987 = 1579)1910* îslâmiyetin 908— 985 mûsikî dersleri alarak, kendini mûsikîye verdi ( 1498— 1578) arasında, Malabar'da yayılma­ ve çok geçmeden, şöhret kazandı. 'Abd aî-Ma- sına, Portekizlilerin gelişine ve müslümanîara iik (.65-” 86 = 685— 705 ) zamanında, Mekke 'de yaptıkları zulümlere dâir kısa bir tarih kitabı, İbn Şafvân tarafından tertip edilen bir şarkı yazmıştır. Tuhfat al-mucâhidîn adı altında müsabakasında mükâfat kazanmıştır, al-Valid bugüne kadar muhafaza edilmiş olan bu eser I. (8 6 —96=705— 715), Yazid II. ( 101— *05= Brit. Mus., nr. 94 'te ve India Office, nr. 714 720— 724), al-Valid II. (12 5 — 126=743— 744) ye 1044.5 yazmalar içinde, bir de Morley, 'in saraylarında şarkı söylemiştir ve bu hü­ Çaialogm o f historical M$s.t nr. 13 'te bu­ kümdarların İkincisi onu, emsali görülmemiş lunmaktadır ki, John Briggs, Ferishta, Hisşekilde, taltif etmiştir. 107 ( 726 ) 'ye doğru, iory o f the rise o f the Makomedan pomer İbn Su ray e ’in ölümü üzerine, Ma'bad baş-hâ- in India ( London, 1829, IV, 53* v.dd .)’da nende oldu ve Valİd II. tahta çıktığı zaman, bundan parçalar alınır ve M, I. Rowlandson, yaşlanmış olmasına rağmen, hükümdarın Şam Tohfui uBMujahideen, an historical zcork in Maki sarayına davet olundu. Orada büyük İti­ the Arabic language (London, Or. Transl. bâr gördü ve kendisine 12.000 altm İhsan Fund 1833) adı ile İngilizceye tercüme etmiş edildi. A z bir zaman sonra, tekrar saraya olup, D. Lopez tarafından, şu ad ile, neşredil­ dönme emrini aldı ; fakat oraya vardığı zaman, miştir: Historia dos Portugueses no Malahar, çok hasta idi. Sarayda iken felce tutuldu; bü­ por Zinadim, mauuscripto arabe do secide tün ihtimamlara rağmen, çok geçmeden, 125 X V I publicado e tradüzido. ( Lizbon, 1898 ). ■ (743) ’te öldü. Halife üe -kardeşi al-Gamr ( C. Br o ck e lm a n n .) cenaze merasimine iştirak etmişler, Ma'bad M A C A R R A . [B k. MECERRE.] ’in talebelerinden meşhûr muganniye Salla­ M A C D a l - D A V L A . [Bk. mecd -üd - d e v l e .]: ma al-Kass da, mersiyelerinden birini oku­ M A CD AL-DÎN. [ Bk, HİBAT ALLAH B. MUmuştur. HAMMED.) Ma'bad'in, hiç şüphesiz, „dort büyük mu­ M A C D a l -M U L K . [ Bk. m ecd -Ol - mOl k .] ganni" arasında, diğerleri hakkındaki kanâatler . M A C ÎD . [ Bk. m ec Îd .] ne olursa-olsun, yer almakta (A ğ a n î, I, 98, . M A Ç N U N . [ Bk. mecnön .] 151; II, 127 ) olduğu ileri sürülebilir. Medineii M A C R A . [Bk. m ecra .] bir şâir şöyle dem iştir: »Tuvays ve ondan so*ıM A C ^ lT İ. [Bk. mecr Ît L] ra îbn Surayc tegannîde temayüz etmekte idi­ M A C U C . [Bk. y â c ü c v a m âcü c ,] ler, fakat Ma'bad'in yeri hepsinden üstündür.** M A C U S . [Bk. MECûs,] İshak aî-Mavşili [ b, bk,] de: — »Ma'bad mü­ M A C U S . [Bk. m ecûsîle R.] kemmel bir muganni idi ve bestelerinde, bütün M A C Z U B . [ Bk. m eczûp .] rakiplerine üstün bir hüner göze çarpmakta­ M A D A G A S K A R , Hınd okyanusunda, A f­ d ır"— demiştir. al-Buhturi [ b. bk.] ve Abü Tam» rika kıt’asmdan Mozambik boğazı ( asgarî 352 mâm [ b. bk.] gibi şâirler, Ma'bad ’in arap mû­ km.) ile ayrılan büyük a d a . Kapladığı saha sikî tarihindeki değerini meydana koymuşlardır. itibârı ile, dünya adaları arasında, Yeni-Gine M a'bad’in besteleri içinde en meşhurlan »bej­ ve Borneo 'dan sonra, üçüncü gelir ( 589.415 deler" ( mudan ) yahut »kaleler" ( huşun ) adlı km .2; Madagaskar ’ın birer cuz'ü sayılan Nosyedi şarkı ile Ma'badat diye anılan diğer beş sİ-be ve Sainte-Marie adaları ile beraber, şarkıdır. Ma'bad 'in şöhretini, kâmil, tâmm bir 589.873 km.2). x ıe 57' ve 25° 38’ cenup arz­ beste üslûbu sakil yahut »ağır" denilen îka'ât ları île 43° 20' ve 50° 30' şark tulleri arasın-. kullanmasına borçludur. İbn 'A ’işa, Malık al- da uzanan, şimâl-i şarkîye doğru bir az sivTâ’i [ b. bk.], Yûnus a?-Kâtib [ b. bk.] Siyat, ^ I rilmek suretiyle, kabaca beyzî bir şekil gosSallama a!-Kass ve Habbâba, Ma'bad ’in tale- '• teren adanın şimal ve cenup uçları ( Ambee belerinden İdiler. > ■ ye St.-Marie burunlar* arasında eo fazla:uzun*



MADAGASKAR, loğu z.580 km., şark-»arp istikamatinde vasatî genişliği 450 km. ve en fazla genişliği 580 km. 'dir. Adanın boydan-boya tekmil orta kısmı, bil» lûrî araziden mürekkep bir temel üzerinde genişleyen ve vasat? irtifâı ı.coo m. bulan bir yayla teşkil, eder ve yayla Üstünde, yüksekliğİ ss.ooo m. aşan zirvelere rastlanır ki, bunla­ rın en yükseği şimalde Tsaratanana dağıdır ( 2.880 m.}. Merkezî yayla adanın şark sahili üzerine kuvvetli bir meyil ite İner ve bu sa­ hil boyunda ancak dar bir yalı ovası Uzanır; buna mukabil garp sahiline doğru iniş daha tedricî bir şekilde olur ve dağ yamaçları iie kıyı arasında geniş bir yalı ovası kendine yer bulur. Topraklarının büyük kısmı medarı mıntaka dâhilinde bulunan M adagaskar’ın deniz sevi­ yesine yakm yerlerinde sıcak bir i k l i m hü­ küm sürer ise de, yaylaya çıkıldıkça, irtifa He nisbetli olarak, sıcakların şiddeti azalır ve yüksek satıhlar üzerinde mütedil bir İklim hâkim olur. Y a ğ ı ş l a r ise, adama şark yamaçları üzerinde ve şimalde bol olduğu hâlde, cenûb-ı ğarbî köşesinde pek kıttır. Bu sebeple, adanın tabi'î nebat Örtüsü yer-yer büyük farklar gösterir. Fazla nemli şark sa­ hilleri boyunca ve yamaçlar üzerinde kesif olan orman örtüsü, yayla sathında bir dere­ ceye kadar aralanır ve garp sahillerinde iyice seyrekleşir. , M adagaskar’ın nüfusu 1948 sayımında 4-, 149.200 olarak tesbit edilmiş olup, bunun ancak 56.000 kadarı avrupah ( 51.000'den faz­ lası fran sız) ve 17.000 kadarı da asyalı idi. Madagaskar ’m kendi nüfusuna gelince, asır­ lardan beri çeşitli ihtiiâtlar yüzünden, epeyce karışık bir manzara arzetmekle berâber, ada­ nın garbında yaşayan ve' A fr ik a ’nın karşı sa­ hillerinden gelmiş bulunmaları muhtemel olan zencî Sakalavalar bîr tarafa bırakılacak olursa, ekseriyetin Malay ırkından olduğu ve İndonezya 'dan geldiği kabul edilebilir. Madagaska ’m, Afrika 'ya nisbî yakınlığına rağmen, ilk defa milâddan 20 asır kadar evvel, Hind okyanusunun m.untazam rüzgâlarmdan faydalanarak, bura­ lara kadar gelmiş bulunan batı İndonezya zen~cirleri tarafından iskân edildiği ve İndonezya menşe’li malagaş dilinin ilk defa bu gemicikavimler tarafından getirildiği tahmin edil-' mektedir. Indonezyalı akını ilk ve orta çağda fasılalı şekilde devam etmiş, sonuncu büyük göç XVİ. asırda bitmiştir ki, Merina veya Hova İsmi verilen bu son göçmen gurubu, ilk gelen­ ler gibi, !zencî değil, esmer veya zeytûnî sarı renkli Malay ırkına mensup idi. Adanm şark sahiline, çıkan, f a ka t „ bu kıyıyı, yaşamağa ve ■



121



gelişmeğe elverişli bulmayıp, merkezî yaylaya tırmanan, bu yaylanın orta kısımlarından ( İmerina ), göçler, ticarî münâsebetler v.e mu­ harebeler ile diğer bölgelerine yayılan Hovalar, eski sakinlerden daha mütemeddin oldukları için, çabucak idareci sınıf mevkiine geçmiş­ lerdir. işte Malay asıllı nüfus arasında andrl~ ana ismi verilen reisler sınıfının teşekkülü böyle olmuştur. Bunların bîr basmak aşağısın­ da, din adamları, askerler, me’mörlar ve tüc­ carlardan mürekkep, hur Hovalar geliyor, on­ ları ise, »şeref" mevkiindeki - eski yerliler tâ« kip ediyordu. Hovalar yayla bölgesine yayıl* makla kalmayıp, daha sonraları kıyı bölgeleri­ ne, adanın garp sahillerine de inerek, oraları işletmeye teşebbüs etmişler ve bu sırada, yeni geldikleri bölgelerin yerli halk az-çok karışmış­ lardır. Madagaskar nüfusunun tan karışıklığı hakkında fikirleri tamamlamak için, buraya muhtelif zamanlarda gelmiş olan hindlileri, iranlıları ve bilhassa srapları da hatırlamak icâp eder. Bu sonuncular, bilhassa IX. asırda, doğrudan-doğruya Arabistan'dan yahut şarkî A frika dan gelmişler, adanm şimâl-i garbı ve cenâb~i şarkî kıyılarına yerleşmişler ve oraiarm zenci veya Malgaş yerlileri ile karışmışlar, Madagaskar ’a köle zencileri ve bunlar ile berâber ehli hayvanları ( s ığ ır ) , çeşitli ekim­ leri ve zirâat âletlerini de idhâl etmişlerdir, i Bugünkü vaziyette Madagaskar nüfusunun9 930.000 kadarını animist veya hıristiyanlaşmış? Merina veya Hovalar teşkil etmektedir. İçle­ rinde reisler sınıfım meydana getiren andriana ’lar, fransız müstemleke İdâresinin kurulması üzerine siyâsî iktidarı kaybetmiş olup, şimdi yavaş-yavaş Hovalar m esâs kütlesi içinde eri­ mektedir. A çık gözlü, işgüzar, çeşitli şartlara; intibak kabiliyeti fazla ve kazanca düşkünolsu Hovalar, adının İktisadî hayatında hâkim durumda bulunurlar. Madagaskar nüfusunun, sayı bakımından, ea büyük kütlesini- ise, ye-rine göre, Hovalar veya Afrika asilli - Ban tular He az veya çok karışmış İndonezya menşe’li; Maîgaşlar meydana getirir ve bunların arasın­ da, yaşadıkları sahaya göre, çeşitli hayat ve medeniyet seviyeleri görülür. Yayla halkı olan: Betsileoîar, Tanalalalar ve Slhanakalar, kom­ şuları Hovalar gibi, faal ve muktedir -■ ■ ■ çiftçi" :oldukları hâlde, şark kıyılarında yaşayan'ka-' bîleler ( Betsim isaraka), çok sıcak ve nemli bir iklim altında uyuşmuş gibidirler. Bat*: bölgelerinin yerlisi olan Sakalavalara gelince, büyük bir kısmı müslüman olan bu zenci un­ surun nüfus sayısının 280.000- kadar. olduğu tahmin edilir. Bunlar garbın msbeten az ya­ ğışlı: yüksek ovalarında sığır yetiştirmek ılo uğraşırlar, ve -zirâattep pek hoşlanmazlar ( ce-:



123



MADAGASKAR.



nûb-i garbide yaşayan Masikoroîar müstesna ). Yine bu guruba dâhil Vezolar ise, balıkçılık ile geçinirler. Garp kıyılarında eski Bantu kö­ lelerin nesli olan ve iyi işçi sayılan Makoa veya Mosombikilere rastlanır ki, banlar da Hovalar ve araplar ile az-çok melezleşmişlerdir. Adanın şimâl-i garbisinde yaşayan AntaIaotralar ile cenûb-i şarkîsinde yaşayan Antaimoronalar arap melezi müslümanlar olup, Ma­ dagaskar yerlileri arasında zirâat, ticâret ba­ kımından, Hovalar gibi, en faal unsurları teş­ kil etmektedirler. Din bakımından Madagaskar yerlerinin ek­ seriyeti anımist olup, ikinci cihan harbine ya­ kın senelerde hırıstiyanların sayısı, 450.000'i protesian ve 800.000’i katolik olmak üzere, 1.250.000 kadar tahmin ediliyordu. Muslum an­ lara gelince, banların yaşama sahaları Mada­ gaskar ’m garp ve cenûb-i şarkîsine rastla­ maktadır. Garp müsîüm anlan Sakala valarm büyük kısmı tarafından meydana getirilmekte, cenûb-i şarkî müslümanlan ise, 1480 tarihine doğru buraya göç etmiş olan, araplaşmış Ma­ lay ailelerinin nesli tarafından teşkil edilmek­ tedir. Massıgnon, M adagaskar’ın cenûb-i şar­ kîsinde muslÜmaalığm gerilemesine karşılık, garp sahilinde inkişâf hâlinde bulunduğunu kaydetmekte, hırİstiyanhğm gelişme sahasında islâmiyetin mukavemeti ile ancak adanın şimâl-i garbisinde karşılaştığını söylemektedir. Madagaskar ’daki müslümanlar sayısı 40.000 ile 846.000 arasında tahmin edilmektedir. Masstgnon 200.000 sayısının doğru sayılabileceğini kaydeder ki, buna Komor adası müslümanlan dâhil değildir. Madagaskar adasında nüfus kesafeti vasatı 7 olup, merkezî yaylanın müsait sahalarında bir-az artar. A d a nüfusunun ekseriyetini teşkil eden yerliler daha ziyâde köylerde yaşarlar. Adanın merkezi, yayla üzerin­ de, deniz seviyesine göre, irtifâı 1.200 m. 'den fazla olan Tananarive şehridir (183.000 nüfus, 21.000’i avrupah ). Başka şehirler ara­ sında nüfnsu 50.000 'e varmış bulunanı henüz yoktur. Bunların başlıcai&rı, adanın şark sahilinde en mühim liman olan Tamatave ( 36.000 nüfus, 7.300 'ü avrupah ), şimalde gü­ ze! bir koy kenarında Dıego-Suarez ( 30.000 ) ve şimâl-i garbide Majunga ( 38.000 ) ’dır. Vasco de Gama ’nm Ömit burnunu dolaşma­ sından az acara, avrupalılar Madagaskar '1 ta­ nımakta gecikmediler. Daha XV. asrın sonunda Pedro de Covilham» karşı sahilde Sofala [ b. bk.J ’da iken, şarkta büyük bir ada bulunduğunu öğrenip, Portekiz kıralı Joao ’ya* haber vermiş idî. Adaya ilk çıkan Portekizli gemici 1500 senesinde Diego Diaz, başka bir rivayete göre



ise, 1506’da Laurenzo Almeida olmuş, Porte­ kizliler XVI. asrın ilk yansında müteaddit defalar Madagaskar’a uğramışlardır. Bunlar­ dan sonra, aynı asrın sonlarında, hollandalıların bir filosu (Cornelius de Houtman, .1595 ) adanın cenup ve şark sâhillerinde iki te’sis kurmuş ise de, bunlar tutunamamıştır. 1607 ’de ve daha sonra 1645 He gelen ingilîzler de ada­ ya ciddî bir şekilde yerleşmeğe teşebbüş et­ memişlerdi. Fransızların adayı ilk ziyaretleri XVI. asra kadar çıkar ise de, yerleşme teşeb­ büsü 1638 ( F. Couche ) ve 1642 ( Chevalier de Pronıs ) senelerinde olmuş, bu son tarihte adanın cenûbnnda Fort-Dauphîn üssü kurul­ muş, fakat buraya yerleşen fransızlar daha sonra Bourbon ( Reunion) adasına çekilmiş­ lerdir. XIX. asrın İlk yarısında, Mauritius ve Seychelle adalarına yerleşmiş olan ingilîzler ile 1815 He Reunion adasına tekrar sahip olan fransızlar arasında, Madagaskar’a hâkim ol­ mak bakımından, rekabet başladı. Fransızlar 1840 Ha Mayotte ve Nossi-be adalarına yerleş­ tiler. 1866 'da Hova kırallığınm payitahtı olan Tananarive 'de bir konsolosluk kurdular. 1868 'de kıralîçe Ranavaîo I.'ya bir himaye mua­ hedesi imza ettirdiler ise de, bu muahede tat­ bik edilemedi. Bu sırada Hova sarayında İn­ giliz nufûzu hâkim bulunuyor ve hattâ protestan misyonerlerinin faaliyeti Madagaskar 'da katoliklerinkini aşıyordu. Alfred Grandidier ’nin büyük İlmî seyahati (1865— 1870) saye­ sinde Madagaskar’ı tanımak fırsatını bulmuş olan fransızlar, nihayet 1885 'te adanın şima­ linde Diego-Suarez üssüne yerleştiler. O sene kıraliçeye imza ettirdikleri himaye muahedesi yine yerine getirilmediği için, 1895 He Mada­ gask ar'a kuvvet gönderdiler. 1 teşrin I. 1895 He Tananarive zaptedildi. Kıralîçe Ranavaîo III. fr&nsız himayesini kabûl etti (18 kânun II. 1896 ) ise de, bir isyanı bastırmak vesilesi ile, 27 eylül 1896 ’da Madagaskar doğrudandoğruya fransız müstemlekesi hâline konuldu ve başına bir umûmî vali getirildi. Daha yakın senelerde, yerlilerin ve avrupalılann seçtik­ leri bir meclis te’sis edildiği gibi, Madagas­ kar'dan fransız teşri'î meclislerine seçilmiş âza gönderilmektedir. Müstemleke idâresi devrinde, 1905 He çabuk bastırılmış bir isyan ve 1916'da Hova milli­ yetçilerinin bir ayaklanma teşebbüsünden baş­ ka bir hareket gorülm'emiş id i; bununla bera­ ber, bu sonuncular, iktidarı ellerinden almış olan fransızlara karşı kırgın idiler, ikinci cihan harbi içinde Japonların A sya 'dakî yayılma ha­ reketleri, Madagaskar 'da milliyetçilik cere­ yanlarım genişletmeğe hizmet etti. Bu sırada İudonezya ve Birmanya ’yı istilâ etmiş bulu*



MADAGASKAR. nan Japonya ’mn Madagaskar ’ı da eie geçire­ rek, deniz yollarını tehdit etmesi ihtimâline karşı, İngiltere Madagaskar 'a asker çıkarttı ve adadaki transız kuvvetlerinin mevzi’î mukave­ metini çabuk kırarak, buraya yerleşti ( 1942—1943 ), Harbin son senelerinde Madagaskar 'da, müttefiklerin harp kudretine yardım eden ipti­ daî maddelerin bol olarak yetiştirilmesine mu­ kabil, istihlâkin tahdidinden doğan bir takım hoşnutsuzlukların tohuma atıldı. Nihayet 1947 senesi mart sonunda Hova İleri gelenlerinin el altından İdare ettikleri ormanlık sahalar ve sahil kabileleri arasında büyük bir ayaklanma vukua geldi. Âsîler karakollara, istasyonlara, silâh depolarına ve çiftliklere tecâvüz ederek, ellerine geçirdikleri avrupalılan ve fransızlara yardım eden yerlileri öldürdüler. A skerî kuvvetlerin gecikerek gelmesi yüzünden, bu isyân hareketi ancak 1948 senesi sonlarına doğru bastsrılabildi. B i b l i y o g r a f y a : Alfred ve Guillaume Grandİdier,* Hisioire natarelle, physi* que et politiçııe de Madagascar (P aris, >875); J -S . Gailieni, N eaf ans â Mada­ gascar ( Paris, 1908 ); Cap. de Villars, Mada­ gascar 638—1894 ( Paris, 19İ2 ); E.-F Gautier, Madagascar ( Paris, 1922 ); A. Dan* douau, Geograpkie de Madagascar ( Pa­ ris, 1922); H. Paulin, Madagascar (P aris, 1924); G. Julien, Madagascar et ses dependances ( Paris, 1926 ): A . You ve G. Ga­ yet, Madagascar, colonie française. 1896 — 1930 (P aris, 1931 }; Fernand Maurette. A frique equatoriale, oneniale et australe ( Geo­ graphie üniverselle, Paris, 1938, XII, 342— 374}; L. Massignon, Anmıaıre da Monde Muyalman { Paris, 1954), 4, tab,, s. 367 — 370.



( Besîm Da Rkot .) Madagaskar adasına a raplar al-K onu , Komşu şarkî A frika Bantuları ve adada yaşayan bâzı kabileler Bukini ( Bukiîerin olduğu ( ni ) yer ), burayı 1506'da Saint-Laurent İsmini taşıyan 10 ağustos günü keşfetmiş otan portekizliler Saint-Laurent adası adını vermekte ve nihayet Mareo Polo ’nun rivayetine göre de, Madagas­ kar denilmekte idi. Harekesiz olarak yazılan j- âH şekli XVI. ve XVII. asırda portekiz tarihçilerinin kaydettiği ve cenubî Arabistan denizcilerince XIX. asır sonlarına kadar kulla­ nılan Cazirat al-Kamar tâbirini meydana çı­ karmıştır. Komr adı, gâiibâ ilk defa olarak, Muhammed b. Müsâ a!-Hvârîzmi ( ölm, 220 = 835 yahut 230 =ss 845 } 'tıin Kitüb sürat al-arz 'tnda yer alm ıştır; bu eserde



J-» ( „Komr



dağı" ) tabirine rastlanmaktadır ki, Nil ’m bu



«3



dağdan çıktığı rivayet edilirdi; fakat j - âî* ( »Kamer dağı" ) tâbiri ile izah ise, IX. asır­ dan daha evvellerine âit id i; çünkü bunu arap coğrafyacılarının çoğunun ve bilhassa atHvarizmi 'nin örnek olarak aldıkları Batlam» yus un o#»; oeA,r|voua tâbirinde buluyoruz. Komr yahut Kamar ( ay ) dağı, şarkî Afrika 'dan bahsetmiş olan bütün müslüman coğraf­ yacılarında geçmektedir. Bn dağın adının, Komr = Madagaskar adı ile ne kadar alâkalı olduğunu ileride göreceğiz. Le K'oüen-louen et les anciennes navigations İnteroceanigues dans les Mers da Sud ( J A , 1919, XIII ve X I V } adlı yazımda Komr 'un menşe’i araştırılm ıştır: burada faydala­ nılan vesikalar sayesinde, bunun, Kmer adı ve çin metinlerindeki j | f



AT'un-/un ile alâ­



kası olduğu görülmüş idi. Çin kaynakları bizi şarkî A frik a'ya kadar götürmektedir; burada Çao Ju-kua (1225 ) 'dakİ Ç a fan çe, Çow K ’iu feİ ( 1178 ) ’deki Lin wai tay fa'dan iki ayrı kısmı kelimesi-kelimesine zikrederek, K ’un-lun is*en-k*i kuo ( „K ’un-lun zengleri ülkesi )“ ’nun mevkiini tâyin etmektedir. Ona göre, bu ülke aş,-yk. 100 1. hacminde bir su kabı vazifesini görecek kadar büyük yaprak­ ları bulunan p’en yahut arap. rok ’uri bulun­ duğu büyük bir adaya ( = Madagaskar ) çok yakındır Madagaskar'ın eski adı, bugünkü coğrafya eserlerinde, adanın şimâl-i garbisin­ deki Komor adalarının isminde yaşamaktadır. Rahip Luis Marîanno, Exploraçao portugueza de Madagascar em 1613 { Bol. Soc, Geogr,t Lissabon. 7. seri, 1887, s. 313—-356 ) ’te, madagaskarhları Buqae (daha doğrusu B aki) adı ile anı­ yor ki. buna daha sonraki seyahat kayıtlarında da rastlanmaktadır. Şarkî Bantular A frika 'nm bu büyük adasına Baki veya, lokatıf eki olan -ni İlâvesi ile, B akîni adım vermişlerdir. Baki ke­ limesi madagaskarîılar dilinde ka/ıuajfca(„kırallık, tabî olanlar" ) kelimesi ( telâffuzu vahvak», ile münâsebetlidir; bu sonuncu kelime majıallî dile uydurulmuş, Bantu 'daki ( atâ-Bafci ) cemi şeklidir: wa- < Bantu cemi Ön eki wa- *f h ( Ma­ dagaskar dilinde iki vokal arasına gelmekte­ dir ) + waks, Bu kök, arap coğrafyacılarının kullandıkları ikizleşmiş şekil ( vâkvak yahut vakvakj b. bk.) ile ve ses bakımından eski se­ yahat kayıtlarındaki Baki, şarkî Bantu va-Bûki ( »madagaskarîılar) ve B ukini ile aynıdır. Bu İzah bana göre JA ( III, 1904, 496 v.d.) 'daki görüşe tercih edilebilir. Kanaatimce, Madagas^^^ kar dilindeki vâhüaks ’de, Korurların ana vatanlarından ‘A d e n ’e ve bilhassa 626 (1228) Ma Madagaskar Man Afrika sahillerine ve 'Aden ’e yaptıiarı seyahatlerden bahsedil­ mektedir ( bk, J A , 19x9, XIII, 469—483). Daha sonraki coğrafyacılar da bize Komr adasına dâir fazla bir bilgi vermemişlerdir: Şams alDin Abu ‘Abd Allah Şüfi al-Dimaşki (1325 ’e doğru ), Abu V Abbâs Ahmed al-Nuvayri ( ölm. 1332 ), Abu ’l-Fidâ’ (1273— r331 ), İbn Haldun ( 1375 M doğru ), Makrizi (1365— 1442 ). A fri­ ka h m bu büyük adasında imiş gibi gösterdik­ leri şehirler, hakikatte Seylan Ma veya •daha şarktadır yahut da bunların hakikî yerleri tâ­ yin edilmemektedir ( bk. Relations des voyct* gest II, fihrist, madd, K c mo r y e Komr'),- >/



U6



M A D A G A SK A R .



XV. asırda îbn Macid (b k. Şihâb aî-Dinte olması mümkündür: bir kere bu büyük bir Ahmed b. Macid ), Kitâb al-favaid adlı ese­ adadır, sâhilierî uzundur ve yol da uzundur; rinde ( bk. G. Ferrand, Insctrucüons naatigues sonra, daha önce adı geçen yollar, az seyahat et rontiers arabes et portugais, I, var. 68 * — b ), yapıldığı ve oraya gidenlerin seyr ü sefer hakIComr adaşım dünyanın altı büyük adası ara­ kmdaki bilgileri kâfî olmadığı için, tahkik ve sında gösteriyor ve onu arap yarım adasından tetkik edilememişlerdir, Zengli deniz ustaları­ sonra zikrediyor: *™ «Büyüklük bakımından nın ( muallim ) bana dediğine göre, şark sâikinci gelen ada, Komr adasıdır. Burası şimdi hilindekî yol, Ra’s al-m üh'ten Na*ş'm S,işba' bir adadır ( 1). Şifahî rivayetlerde adanın (*= cenup arzı 13° 30') olduğu mevkie kadar uzunluğu ve genişliği üzerinde birlik yok­ cenup ve buradan adanın cenup ucuna kadar tur ; çünkü burası dünyanın meskun yerle­ ise, cenup—V4 cenup-garp istikametindedir. rinden ve iklimlerinden uzaktadır. Bu itibârla, Garp sahilindeki yol Ra’s al-m îlh'ten N a 'ş’m bu busûslar şüpheli bulunmaktadır. Büyük 6 işba' olduğu mevkie kadar [ =# cenup arzı [co ğra fya 3 kitaplarında bunun en büyük mes­ ı6°447), adanın cenubuna kadar tamamen kûn ada olduğu yazılıdır. Bn ada ile Sof ala emindir. 6 işba 'dan cenup ucuna . kadar, toprabları ve ona bağlı adalar (s=s Mozambik sahilden itibaren, tahminen 2 zam ( — 6 saat ) kanalında) arasında, başka adalar ve alçak 'lık, yahut daha fazla bir mesafe de bir rikk kayalıklar bulunmaktadır. Ifomr adasının adı, (» sığ lık ") vardır. Komr adası ile sahil [y â ­ Nüh ’ûn oğlu Sam ve Sam 'm oğlu ‘ Am r ve ni A frika'nın şark sahili] arasında, birbiri-, bunun oğlu IÇâmrân 'm adından gelmektedir. ne yakm olan ve Zeng ahâlisinin gidip-gel Cenubunda eski yunaneada OkiyânÜs adı ve­ diği dört büyük meskûn ada bulunmakta­ rilen deniz var id i; bu dünyayı çevreleyen dır. Bu adaların birincisi Angazidya ( =7=bü­ ( al-mahif ) okyanustur. Burası IComr adası­ yük Komor ) olup, merkezi, Mroni 'dir. Bu ada nın cenûbundaki, cenup zulmet ülkelerinin île Afrika sâbiii arasındaki deniz yolu 16 zâm başlangıcıdır." îbn Macid kendisinin diğer de­ ( = 48 saat ) 'dır. İkinci ada, Mulali ( yahut niz yollarına dâir el-kitaplarında da bîr-çok Moheli veya M ohilla), üçüncü ada Dumünı defa Komr adasından bahsetmektedir ve bu, hiç ( Anjouan -adasının m erkezi) olup, Mulâli 'nia şarkindedir; dördüncü ada Mavutü ( bugünkü şüphesiz, Madagaskar 'dır. Sulaymân al-Mahri ( aş. bk.) ile, bilgimiz Mayotte a d ası) ’dur. Bu adaların şarkında daha da katileşiyor. al-Umdat al-Mahriya büyük bir kayalık bulunmaktadır; adadan adlı kitabının adalar ve adalar boyunca uza­ tahminen 4 zâm ( = 1 2 saat)*lık bir mesa­ nan deniz yollarından bahseden IV. babında fede olan bu kayalığa 'A y n al-bakr denil­ ( bk. înstructions nautiques et routiers arabes mektedir. IComr ’un garp sahilindeki liman­ et portugais, II, var, 22a ) şöyle yazıyor: — »Ön­ lar şunlardır: Langâni (15° 17' cenup a rzı), ce Komr adası ile başlayalım; çünkü bu, Zang Sa'da (a rz derecesi: aş.-yk. 130 5 4 ') v e Manve Sofala boyunca uzanan büyük bir adadır. zaîâci ( = garp ucu tahminen 15“ 12' arz Şimal ucuna Rd’s al-milfy ( bugünkü Ambre derecesinde bulunan bugünkü Mahadzamba burnu ) d erler; Na'şm" işba’ altındadır ( büyük k örfezi). Şark sahilindeki limanlar şunlardır: ayıda a P y S aş,-yk. 8° 37' cenup arzında, Bender Bani İsmi'il ( garp sahilindeki Lan­ takribi gerçek arzı ı ı ” 5 7'). Hüfa ( ? = Sainte gâni ile aynı a rzd a ) ve Bîmaruh ( bu-, Marie burnu) denilen cenup ucu 3 veya 1 günkü Vohemar, 150 12' 15^ ). Langâni müs­ İşbat (21° 37' veya 24° 5 ı7; takribi gerçek tesna, bütün bu limanlar gemiler işm teh­ a rz ı: 25° 38') 'dır. Bu ada, meskûn topraklardan likelidir. Ra’s al-müh ile Zang sahili arasında, uzak olduğu için, sahilleri boyunca geçen deniz 50 zâm ( = 1 5 0 s a a t) 'lık mesafe vardır ve yollarının istikameti üzerinde ileri sürülen fi­ Ra’s al-milh’in 20 zâm ( = 60 sa a t) uzağında kirler muhteliftir. Şark sahilindeki yolun isti­ Munavvarâ ( cenûbî Maldiv adalarından biri ) kametine dâir iki kanaat va rd ır: Bir kısım adlı meskûn bir ada ile Komr adasının cenfib-i müelliflere göre, cenup-garp - V i - garp bir kıs­ şarkîsinde Tır-rahâ ( Maskaren adaları P ) bu­ mına göre de cenup-garp istikametini takip lunmaktadır; bunlar Komr adasına 12 zam' etmek lâzımdır. Bu üçüncü kanaat daha vardır ( = 36 saat ) 'lık bir mesafededirler. Sulaymân al-Mâhir, Kitâb al-minlıâc al-fa­ ki, buna göre, adanın bir ucundan öbür ucuna garp-cenup-garp istikametini takip etmek ge­ kir ( ayn. yazma, var. 73i») adlı- eserinde, rektir. Bir sonuncusu- eski- kaptanların kanâa­ Komr adasını yukarıda verilen izahattan pek tidir. Sulaymân al-Mahri, »Benim, fikrime gö­ farklı olmayan şekilde, tasvir ediyor. Dört sare" diyerek, şunları ilâve ediyor: »Yolun iki hife önce ( var. 711’ ), aynı müellif, Çomr ada­ sebepten^ garp-cenup-garp yahut cenup-garp- sının bir kaç limanını, daha zikretmektedir ki, V*-garp, cenup-garp ve daha başka istikamet­ bunların arz dereceleri Büyük* A y ı irtîfama



Ma d a g a s k a r , y göre hesaplanmıştır: MunavvarS adası, ı ı iş­ in ; şark sahilinde Bender îsm â'il yahut Bani ismâ il, garp sahilinde de Lülanganî yahut Langani ıo işba ; şark sahilinde Bimarüh, garp sahilinde Anâmiİ, 9 işba*; şark sâhilinde Kehriba adası ( C a zlra ta i-a n b a r), garp sâ­ hilinde Bender al-Nüb, 8 işba ; şark sâhilinde Noşim ( ? ) ve garp sahilinde Malavin ( ?), 7 işba ; şark sahilinde Manakâra ( hakikî arzı 22a 8' 30* ) ve Bender ( a l- ) Şubân, 6 işba5% şark sahilinde Bender Hadüda ve garp sahi­ linde Kür i, 4 işba ; şark sâhilinde Vabaya t?, Saydi 'A li ’nin tiirkçe metnine gö re; bu isim 2559 numaralı yazmada okunamayacak şekil­ dedir ) ve garp sahilinde Bender H it ( veya H a y t), 3 işba*; şark sâhilinde Bender Ha­ düda ( I ), 2 işba ; şark sahilinde Bender Küs ( yahut K a v s ) ve garp sahilinde l^üri koyu, 1 işba, Bâzan her iki sahilde de adı geçen bu isimlerin çoğu, bilinen hiç bir yer adını hatırlatmamaktadır. D i 1. Malgaş dili, şüphesiz, Malay-Polİnezya kökünün garbı İndonezya gurubuna dâhil bu­ lunmaktadır. Arap alfabesinin kabulüne kadar, dİ! sâdece şifahî idi ve galiba hiç bir yazı sis­ temi bilinmemekte idi. Yazılı bir şey ve eski­ ye âit âbidelerin bulunmaması yüzünden, Ma­ d agaskar’ın geçmişi hakkında bir bilgi sâbibî olamamaktayız, XVI. asırdan önceki devre âit olmak üzere, bir-kaç arap ve çin metnine in­ hisar eden pek mahdut mıkdardaki vesika dil temeline âit bir takım değerli bilgiler ite kıs­ men telâfi edilmektedir ki, bunlar, Bantu ve sanskrit olmak üzere, 2 çeşit olup, Bantu di­ line âit olanlar üç zümreye ayrılır: 1. Nisbeten yakın zamanlarda suahüi’den alman şu tipteki kelimeler ( ki suahiii de bun­ ları arapçadan almıştır ): maîag. bahari. „deniz“ < suah. bahari < arap. bahr\ maîag. kamba »hindîstan cevizi liflerinden yapılmış İp" < su­ ah. kamba < ar. kinbar, kanbar; malag. sakatıi „dümen" < suah. asukani < arap. sakkân v.b. Bu kelimeler adanın yalnız şimâl-i garbı ve garp kıyılarında konuşulan lehçelerde yer al­ maktadır. 2. Suahiİİ'den alınan şu tip kelim eler: malag. buzu »baobab ağacı" < suah. mbuyu; malag. bıvûna »efendi, bey" < suah. bzoûna; malag. kibaba »pirinç için kullanılan Ölçü" < suah. k ibaba »tahminen bir litrelik ölçü" v.b. Bu ke­ limeler de hemen-hemen yalnız adanın garp sahili lehçelerinde kullanılmakta olduklarına göre, dile yeni geçmiş oldukları tahmin edi­ lebilir. 3. Aşağıdaki kelimeler ise, gerek eski ve yeni kıyı lehçelerinde, gerek merkez ve şark lehçelerinde ve dolayısı ile şarkî Afrika sâhil­



,„t .



.



nt



leri denizcilerinin gidip-gcldikleri bölge dışın­ da kullanılmaktadır. Bunlara Biblİotheque Nationale 'deki yazmalarda ve eski seyahatname­ lerde rastlanm aktadır; bunlar başka dillerden alınma olmayıp, eski birer bakiyedir. / ( malag. ombüa »köpek" < bantu mbzua; malag. akanga »beç tavuğu" < bantu katığa; malag. ampandra »merkep" < bantu punda ; malag ahömbi, cam ii, ümbi »öküz" < bantu ngombe ; malag. anganu »masal, hikâye" < batu ngono; malag. anbndri, aûndri, ün dr i »koyun" < ban­ tu hondi\ malag. finengu, fanengu »yeşil güvercin" < bantu ninga; malag. gtdru »bir nevî maymun" bantu nge­ dere »ufak siyah maymun"; malag. kazı kabîle adı olarak kazi-mambu »hanım" < bantu mkazi »kadın, karı" ; malag. künguna »tahta kurusu" < bantu kung u n î; malag. künka, konko »bir nevî sakızağacı" -c bantu mkoko\ malag. kvtera »papağan" c bantu kw aru; malag. mango, mohüngo, mahogo »manyoka ağacı" < bantu mahogo; malag. maşayı, müsavi »sihir" < bantu mşaut »sihirbaz"; malag. muşunga »zehir" < bantu uşungu »ok­ ların üzerine sürülen nebatî zeh ir"; malag. üsi »keçi" < bantu m bazi; malag. papanga »Milvus aegyptîus” < banlu panga, kipanga »şahin"; malag. sambu »gemi" < bantu çombo; malag vahini »garip, yabancı" < bantu zoageni »yabancılar"; eski, malag. vazSka, yeni malag. vazûha »yabancı ( bilhassa beyaz ırktan ya­ bancılar" t < bantu vazüngu »beyaz ecnebi: avrupahlar v.b “ ; v.b. Malagaş diline âit yer isimlerinde, ayrıca bir takım sahil köyleri ve denize dökülen akar­ sular da yer almaktadır ki, bu İsimler aynı zamanda bantu, suahiii ve diğerleri de umu­ miyetle bantu dur. Bunlardan L ’origine ofricaine des Malgaches ( J A , 1908, II ) adlı ya­ zımda bahsedilmiştir. Sanskrit bakiyeler çok sayıda olup, çeşitlidir: 1 Tanrı, cin ve cemiyet sınıfı isim leri: Eski malag. Yana-kar i, yeni malsg. Zaha-haru »en yüce Tanrı, güneş-Tanrı" ( krş. çam Yahhar&i < indonezya dilinde yah »Tanrı", Sansk­ rit hari »güneş, tanrılaştırılmış gü n eş"); Eski malag, taivadey »fenalık tanrısı" < çam d!e6öia zend , daeoa, pehlevî dev, farsça d iv »fenalık peri-/ si, dey^).



X2 İİ



Ma d a g a s k a r .



Skr tamraka «bakır" > malg. tombağa, bali. Eski malg. Rau, msl. hanin-Rau vulan »Aymalag, varahi, varahin, Râhıı tarafından yenmiş olanı" = a y tutulması; barak «kırmızı bakır" alin~Rau masuandru «güneş-Râhu tarafından varahina\ karartılan" — güneş tutulm ası; Skr. iringavera «zencefil" > malg. şakarivu malg. andrian, andrw.no. «asîl, kıral sınıfın» ve seslerin yer değiştirmesi ile, sakavîru v.b. dan veya asıl" < kaw i c ryya C .skr. arua v.b. ? Arapça konuşan müslümanlartn getirdiği 2. A y ad lan : İslâmlık Madagaskar 'da bir çok izler bırak­ Hind takvimindeki ay isimlerine bütün Ma* mıştır ; bunların ilki ve en mühimi arap dagaskar kabilelerinin lehçelerinde rastlan- alfabesidir. Bu alfabeyi Madagaskar yazı­ maktadır. Fakat başlangıçtaki sıralarım mu* şma mâletmek nâzik ve güç bir iş olmakla hâfaza etmemişler ve msl. bir kabilede sene beraber, muvaffakiyetle başarılmıştır. Malagaşbaşında bulunan bir ay, diğerinde orta yerde çadaki b, d, /, k, t, m, n, r, s sesleri arapçaveya sonda yer atmıştır. Diğer taraftan. srâ- dakî mukabilleri ile y azıld ı; d yerine msl. ? w n a , âivina ve pkâtguna, malagaş cedvelle* kabul olundu; diğer sesler için şu şekiller rinde yer almamaktadır; bunların yerine iki kabûl edildi: m alag.g yerine gırtlaktan te­ asara ( küçük ve büyük ), iki fisâka { küçük lâffuz olunan n yerine £, bâzan da «^m ü­ ve b üyük) ve biia ( ? ) adlı bir ay vardır i rekkep harf yerine de yine £; dr ve ir sesleri skr. pausa > malag. fûuşa, foşa, faşa, fa s a ; yerine j, bâzan j , tanvîn ile birlikte ( msl. antskr. mâgha > malag. müka ; rendri «hurma ağacı" jjl şeklînde yazılır ve skr, caitra > malag. aşutri, asütri, şa ir i; skr. vai£âkha> malag. f i şaka, fistika, şûka; >*nin dr yahut ir olarak mı okunacağı yalnıi skr. jyaistha > malag. tsihia, hiahiâ ; ibareden anlaşılm aktadır) ; malag. t yerine i ; skr. aşâdka > malag. aşara, asara; ts yerine arapça û ; malag. v yerine j, fakat skr. bhadrapada > malag. vatravatra; arapça aynı zamanda v okunmaktadır, msl. skr, karttika > malag. kat$îha,haşîha, haşîa; £>Uı-*) ramazân > malag. ramavâ %z malag. z ota* skr. margasirşa > malag. şîrâ ( vida-şıra „ şı­ rak okunan & ile: ^ saza «küçük çocuk": dz ra ayı" ); sesi (7 ve bugünkü arap-yeni malag. ’da da bâ­ Bk. bir de skr. varsa «yağmur mevsimi" > zan i ile gösterilir. Arap alfabesini kabul et­ malg. vâratsa, vüraira ( faha-varatsa, fahamiş ve patlayıcı p *yi yazmak mecburiyetini varotra: «fırtına mevsimi" ), duymuş olan, sâmî ırkından olmayan İslâmlaş­ 3^ Gündelik kelim eleri Skr koii „xo milyon" > malay, keti „ 100.000" mış milletler muhtelif işaret ve remizler kul­ > eski malag. h iii > yenİ-malag, hetsi „ 100.000"; lanm ışlardır: malaylar bunu ö ile; iranlılar Skr. kaça «cam" > malag, kaça > eski-malag, ve onlara bakarak, Komor takım-adalarımn bâzı müslüman ahâlisi ; şark? A fr ik a ’nın kâtsa ; suahilileri de w ile yazmaktadırlar. Madagas­ Skr. alöbu «kabak" > malg, lûbu, batak karlIlar umulmadık bir hâl çâresi bulmuşlar­ taba > malg. t&vu; , Skr. megha «bulut" > mega > eski*malag. d ır: XVIII. asra kadar jo’yi o , yâni üstünde amûdî bir taşdîd bulunan bir ö ile, daha son­ m ika; Skr tâmbüla «kâra-biber ağacı" > cava. ra He yazmışlardır. Mala yatarın' tersine, her tembula > eski-malag, tamburu ; * harf harekelenmîştir; bu da, burada zikredil­ Skr. tâla «bîr çeşit hurma ağacı" > batak meyecek kadar çok olan yazı farklarına rağ­ o ta l; malag., cava, sudan, lontar > malag, dara men, a rap-malagaş metinlerinin okunmasını ko­ «bir nevî hurma ağacı"; laylaştırmaktadır. Skr. upavösa «oruç" > malag. putvâsa > eski Arap-malagaş alfabesi eskiden oldukça geniş malag, afuçe «oruç tutm ak"; bîr sabada kullanılmakta id i; bugün ise, ancak Skr. caiur „dÖrt“ > a$e. çata «bir nevî da­ cennb-i şarkî sahilinde kullanılır. Burada çok ma oyunu" > malg. kûtra: sayıda yerli halk tarafından XIX. asır sonla­ Skr. mandapa «bayram münâsebeti ile ya­ rına kadar kullanılıyordu. Madagaskar hn şipılan sundurma" :> malg, m&ndapa «misafir ka­ mâl-î garbi ve garp müslümanları daha ziyâde bul edilen bina, paviyon" > malag, 'lapa dtpa arap-komor veyahut arap-suahili alfabesini kul­ ile «kıral ikametgâhı, saray, mahkeme, köy lanmaktadırlar Bu sonuncu alfabede tr sesi ortasında kurulan ve altında alış-veriş yapılan ö işareti ile verilm iştir; fakat bu şekil yalnız ç a t ı" ; Anjouan adasında kullanılmaktadır. Bu adanın ■ Skr. tantra «kitap, sihirli risale" > balinnaî lehçesinde g ( fars, ve türk, ç ) gibi yazdan i tautri «masal, şahısları hayvan olan masal" > sesi vardır. Diğer arapça harflere, yâni w, rmalg. tant'âra «tarih, efsâne, masaİ"; £,* i ^ ve o ’ya Madagaskar dilinde,



MADÂÖÂ 5 kA&.' yalnız arapça olarak zikredilen kelimelerde, rast lan maktadır ve sıra ile s, h, k, dz, z, s, v, z ve k olarak okunmaktadır. Arap-malgaş yazmalarına $ura*be »büyük yazı**, yâni mukaddes ya2i denilmektedir. Eskiden bunları elde etmek güç İdi. Bunları el­ lerinde bulunduranlar, bu yazmalara bir sır mâhiyeti verdiklerinden, yabancıların görme­ sine razı olmuyorlardı. 1890— 1894 arasında bunlardan bir kaç tanesini görmek ve istinsah etmek fırsatını buldum. Paris ’teki Bibliotheque Nationale ’de bunlardan on tane bulunmak­ tad ır; bunların sekizi hakikî eski yazmalar­ dır. 2, 3, 4. 5 numaralı yazmaları Saint-Germain-des-Pres manastırından kalmadır; 1820 'de elde edilmiş olmasına rağmen, 6 numaralı yazma da eskidir; 1595— 1620 arasında bîr avrupalı tarafından satırlar arasına yapılan la tince tercümesi sayesinde, 7 numaralı yaz­ ma, Avrupa 'ya XVI. asrın ikinci yansında varm ış-sayılabilir; yazılışı da bu tarihten ön­ ce olmalıdır; L an gles’in el-yazıst ile yazdığı bir nota bakılırsa, 8 numaralı yazma »Fransa ’ya 1742 de getirilmiş olmalıdır4*; yanlış ola­ rak arap eserleri arasına konulmuş olan 5132 numaralı yazma da, eski bir arap-malagaş yaz­ masıdır. Duc de Coİslin tarafından SaintÖermain-des-Pres manastırına verilmiş olan I numaralı eserde renkli ve kaba bir şekilde yapıl­ mış insan, hayvan, ağaç tasvirleri bulunmakta oîup, bîr tek satır yazı yoktur. Nihayet 13 numaralı yazma, dört yeni yazmanın köpyesı* dır. 1 ve 13 numaralı yazmalar dışında bütün diğerleri katam İle, yerli kağıt üzerine, yine yerli mürekkep ile, yazılmıştır. Flacourt, His* toire de la grande isle Madagascar ( s . 194 V. dd,, 1661 tab.) adlı eserinde bundan etraflı olarak bahsetmektedir. Bu yazmaların muhte­ vaları çok değişiktir; galiba bütün diğerleri­ nin örnek aldıkları bîr şura-6e tipi mevcut değildir. Müellif veya müstensih, keyfî olarak ve karma-karışık bir şekilde, bir çok Kar an sürelerini, Allaha, meleklere âit bitmez-tükenmez isim cedvelleri, satırlar arasında maigaşea tercümeleri İle birlikte, arapça dinî me­ tinler (b k. faksimile, N E , 1904,XXXVIII, 457 ) ve arapça ve malgaşea lugstçeîeri, büyük sa­ yıda sihirli duaları, tılısımlı dört köşe şekil­ ler, formüller; seyyarelerin İyİ veya kötü te', sirleri, burç işaretleri, kamerin menzilleri, ay­ lar ve günler, İslâm takvimindeki on iki ayın ( muharrem ayı müzekker, safer ayı müennest i r . . . , bk. yazma 2, 26b) husûsiyetleri, mus­ ka numuneleri ( h irh i < arap. j/* ) v.b, topla­ mıştır, Burada, husûsî bir ehemmiyeti olan bir-kaç metne işaret etmek gerektir kî, bunlardan biIsİfim Ansiklopedisi



ri umulmadık bir mâhiyet taşımaktadır, 3 nu­ maralı yazmada Madagaskar ve Hollanda dil­ lerinde 36 kelimelik bir lügatçe bulunmakta­ dır ; her iki lisan da arapça harfler ile yazıl­ mıştır ( nşr. B T L V , 1908, L X I). 5 numaralı yazmada {85a- 88» ) Layla için yazılmış tnalagaşca tercümesi ile birlikte arap­ ça bîr şiir vardır ( bunun Macnün 'un Lay­ la 'sı mı, yoksa arap edebiyatının her hangi bir Layla 'sı mı olduğunu henüz tahkik edeme­ dim }. 8 numaralı yazmada ( 52*— 56“ ) arap­ ça bir Ijutba vardır; bunun adı y-lai'jic.'ii ( ? ) * * olup, Aladua ra-lakatibu ( ra malagaşcâda harf-i tariftir ) »hatibin duası4* şeklinde okunmakta­ dır. Çok fenâ yazılmıştır. Malagaşİartn, kendile­ rine islâmİyeti kabul ettiren araplardan aldıkla­ rı kelimeler çoktur ve bunlar, istisnasız, ada­ nın bütün kabilelerine girmiştir. Bunlar bil­ hassa : t. Gün isim leridir: alatsinayni, talata, alarubia, alakamisi, zuma, asabutsi, alahadi. Arapça harf-i tarif pazartesi, çarşam­ ba, perşembe, cumartesi ve pazarda al ikon muş, salı ve cumada atılmıştır. Burada gün isimleri Merina lehçesinde verilmiştir 5diğer lehçelerin şekilleri mûtad ses değişmelerini göstermek­ tedir. 2. Merîna ve başka bir-kaç kabiledeki 12 ay ismi, arapça on ikî burcun ismini alm ıştın alahamadt, adauro, adizauza, asurutani, ala­ ka s at i, asumbula, adi mizana, at akar aba, alakausi, adidzadi, adalu ve alahutsi ki. bunlar­ da şunları bulm aktayız: al-hamal, al-şaar, alcauza , al-sarutân, at-asad, al-sanbulâ, ot-mîzân, al-akrab, al~kavs, al*cadi, al-dalv ve al-hât. Birçok kabileler Menusların kullan­ dıkları bu isimleri bilmemekte ve bunun yerine yukarıda zikredilen Sanskrit menşeli isimleri kullanmaktadırlar. 3. Flacourt {H istoire, 1661,s. 174 } un kayd­ ettiği aynı 28 gününe Sİt isimler { cenûb-i şarkî madagaskarhlarda eskiden bîr sene 366 gün İdi ) arapların 28 ay menzili adlarını hatır­ latmaktadır. al-Sûsi ve diğer müelliflerin kul­ landıkları usûle göre, yânı 28 merhaleyi 12 ile bölerek, bu merhaleler her burç mıntakası arasında, müsavi şekilde, taksim olunmaktadır. aî-Şİkli î — »Biliniz ki, burç işaretlerinin her bîrinin 2 l/$ menzili vardır4* — diyor ( Mu* hammed aî-Mukri, Les mansions lunaires des Arabes, trc, ve izah Motylinski, Cezayir, 1899, s. 6 8 ) .^ / 4. Şiktli ( muhtelif lehçelerdeki şekilleri fiktli, şikidi < şikl = ş e k il) fal san'atîdir, ga­ yesi malum olmayanı araştırmak ve ona karşı tedbir almaktır. Bütün adada revâcdadır, yal­ nız kabileden kabileye ufak farklar gösterir;



9



tjd



Ma



d a g a ska r



umûmiyetle kullanılan şekil olan si ki d/, doğrudnn-doğruya 'i/m al~raml 'den çıkmaktadır (k rş. Şeyh. Mujhammel al-Zanâti, Kiiab aUfaşl f i usul eilm al-raml, taş-basm. K ah ire). Madagaskar 'da ve diğer yerlerde kullanılan cedvellerin menşeli olan £ayh al-Zanâtî ’ain cedvelinde 16 şekil vardır: 11 0 * 0 * e 0



1



• • • • • •



m 0



e 0 0 0 0



IV 0 0 0 0 O 0



*



V e



• • • ı







IX • • • e . 0 0 0



V II 0 0 0 0 0 0 0



X 0 0



XI 0 e a 0



0 0 0 »



X III ■a :



0 •



vi 0 0 0 0 O 0



t.



X IV 0 0 0 0 0 0



V III



• t « 0 0 *



0



X II 0~ « 0 « 0



XV 0 0 0 0 0



XVÎ ■0 0 0 0 0



e



Cedveldeki her şeklin husûsî bîr adı vardır ve âzâmî sekiz ( İV ) ve asgarî dört ( XIII ) olmak üzere, bir takım noktalardan müteşek­ kildir. Dört şekilde 5 nokta ( V, XII, XV, X V I ); altı şekilde 6 nokta (II, IH, VI, X, XI, X IV ); dört şekilde de 7 nokta (I, V il, VIII, IX ) vardır. Her şekil bir takım eşya ve var­ lıklara hükmetmektedir; sorulacak suâle gö­ re, falcı sorulan şey ile alâkalı şu veya bu şekil üzerinde bilhassa durmaktadır. Şekiller­ den her birinin tesiri burç, seyyare, gün, arap ayı ve tekabül ettiği dört unsurun birinden gel­ mektedir. Ayrıca bu şekil hayırlı veya hayırsız, erkek veya dişi tâlib ( »fala baktıran kimse" ) yahut matlüb ( »sorulan şey" ) ’d u r; şu veya bu şartlar altında az veya çok kuvvetli ve şeref­ lidir ve aynı zamanda sorulan şeyin ne kadar müddet içinde gerçekleşeceğini de göster­ mektedir. k*. Ced velin 16 şekli muhtelif guruplara ayrıl­ maktadır; bunların her birinin ayrı isimleri vardır 1 D avahil ( »içeri girenler" ), XI, II, XV. şekil­ lerdir. Falcının başladığı sikidi 'de, bunlar çok sayıda olurlarsa, bu hayra alâmettir ve fala baktıran İstediğine kavuşacaktır, Davâhîl 'den biri, birinci şekilde bulunur ise, istenilen şey »içeri girer", yâni olur. Havâric ( »dışarı çıkanlar" ), IIÎ, X, XU. şe­ killer, Sikid i 'de bir kaç defa yer alır ise, bu, şerre alâmettir ve istenilen şey bulunmaya­ caktır. Havâric *den bir tanesi ilk şekil olursa,



.



istenilen şey »dışarı çıkar", yâni fala baktıran için kaybolmuş demektir, Munkalib ( »geri dönenler" ), IV, V , VI, IX, XIV, XVI. şekillerdir. Hâl ve şartlara göre, bâzan hayırlı, bâzan meş'ûmdurîar. Mankalib 'den bir tanesi ilk şekil olursa, fal şüpheli kalır. Sabit ( »sabit olanlar") I, H, X, XI, XÎH, XV, şekillerdir. Hayra alâmettir ve fal baktı­ ran aradığım bulacaktır. Manahis ( »meş’um olanlar"), III, VII, VIII, XI. şekillerdir, ilk şekil bunlardan biri olur­ sa, fal baktıran istediğini bulamıyacak ve korktuğu başına gelecektir. Avtâd ( »vetedler" ), I, IV, VII, X. şekillerdir. Buradaki dört şekil aynı olursa, muvaffakiyet elde edilmiş demektir. Mâ Yall ’al-avtâd ( »vetedlerden hemen son­ ra gelenler" ) II, V, VIII, XI,, şekillerdir. Bun­ daki şekil aym olursa, arzu yerine gelebilir. Zayiat al-aviâd ( »vetedlerin sonu" ), III, VI, IX, XII, şekillerdir. Bunlardaki dört şekil aym olursa, istenilen şey yoldadır veya gelmek üze­ redir, yahut da fal biter-bitmez istenilen şey yerine gelecektir. Ön altı şekil, aynı zamanda, sekizerlik iki guruba ayrılmaktadır; bunlardan birine şukl al-iâlib ( »isteyenin şekli" ) d erler; bunlar, fal baktiranı temsil eden sekiz şekild ir; diğeri şikl al-matlüb ( »istenilenin şekli" ), yâni matlûba cevap verecek olandır. Sikidi ’nîn ilk şekli se­ kiz tâlib içinde ve yedinci de sekiz ma/?5 & İçinde olursa, bu tamamen hayra alâmettir. Bil'akis birinci şekil matlüb, yedinci talih olur­ sa, o zaman felâketin Önüne geçmek imkânsız olacaktır. Aynı zamanda bir de, fal m 15. şek­ linin tâlib mi, matlüb mu olduğuna bakmak lâzımdır; tâlib ise, hayır ve matlüb ise, şerdir. Bir hasta İçin sikidi 'ye baş-vurulursa, VIII, VI, V , XIV, IX, IV, XIII. şekillerin mevcûdiyeti ölümün yakın olduğuna alâmettir. Cedveldeki ilk dört şekle büyüt al-ayyâm denilmektedir. Birkaç defa tekrarlanırsa, iste­ nilen şeyin bir günde olacağına alâmettir. Son­ raki dört şekle ( V — VHI.), bayat al-cum ât ( »haftaların evi" ) denilmektedir ve bir haf­ talık mühlet ifâde etm ektedir; diğer dört şekil ( IX.— XII.) bayat al-şnkür ( »ayların e v i" ), son dört şekil de (X III.— XVI.) büyüt aUsinîn ( »senelerin e v i" ) adım almaktadır. Günlerin evlerinden biri ilk dört şekilden baş­ ka yeri işgâl ederse, mühlet, ilk dört yerden uzak olduğu nisbette, artmaktadır. Buna mu­ kabil, hafta, ay veya sene evlerinden biri, ken­ di sırasından önce gelirse, mühlet, ilk şekle yakın olduğu nisbette, azalır. * I, UI, V ve X şark istikametini, VIIT, XII, XIV ve X V garp istikametini, II, IV, VI ye



kADÂĞÂSKÂk. V il şimali, IX, XI, XII ve XVI. da cenup isti­ kametini göstermektedir. Cedvelin t numaralı şekli al-hayyân yahut îâkika adını almaktadır. Bu isimlerin birincisi malag. diline alahizani şeklinde geçmiştir. »Fal baktıran'* mânasına gelm ektedir; burcu ba­ lık, seyyaresi müşteri, günü perşenbe ve unsuru da denizdir. Mütekabil şekil on be­ şincidir. Saadet, erkek ve talih alâmetidir, yâni fala baktıram temsil eden sekiz şekle dâhildir. A y ı zilhiccedir. Sikidi ’de on dör­ düncü yeri işgâ! ederse, istenilen şey üç gün­ de olacak demektir. Saadet veya başarı yekû­ nu, birinci yeri ışgâl ederse, artacak demektir. Şekil II ( kahzat al-dâkila, malag. alakavsi), servet, mülk ve her çeşit mal iiâde eden şe­ kildir. Burcu kavis, seyyaresi güneş, günü pazar, unsuru âteştir. Mukabil şekil onuncudur. Hayırlıdır, dişi ve matlüb ’dur, yâni iste­ nilen şeyi temsil eden sekiz şekle dâhildir. A y ı cemâzıy el evveldir. On dördüncü yer işgal ederse, fal bak tiranın arzusu 55 günde yerine gelecektir; beşinci yerde olursa, vaziyeti mü­ sait dem ektir; dördüncüde ise, büyüklüğe alâ­ mettir. Şekil III ( kahzat al-hârica', malag. adalu) aile, bilhassa erkek ve kız kardeşlere aittir. Burcu ra’s cavzakır ( < frs. gavzahr »ejder başı'* ) 'd ir ; seyyâresi zuhâl, günü cumartesidir. Mü­ tekabil şekil üçüncü şekildir. Bedbaht, erkek ve tâlib ’dir. On dördüncü yerde olursa, fal baktıranm isteği 150 günde yerine gelecek de­ mektir, Azamî büyüklük noktasına dokuzuncuda, kuvvet noktasına da üçüncüde ulaşmakta­ dır. Mâdeni altındır. Şekil IV ( al-camaea, malag. dzama, zuma), memleket, bahçe ve mezarcıların şeklidir. Bur­ cu sünbüle, seyyâresi utârit; günü çarşanbadır. Mütekabil şekli on dördüncüdür; unsuru kara topraktır. Hâl ve şartlara ve m atlüb’a göre, iyi veya fenadır. A y i cemâziyelâhırdır. On dördüncü yerde olursa, arzunun yerine gelme mühleti 20, 55 veya 150 gündür. Altıncı yerde büyük, beşinci ve onuncu yerde ise, kuvvetlidir. Mâdeni gümüştür. J Şekil V ( al-kavsac < fars. küsac yahut alfa r a k ; malag. adikasadzi ), çocukların ve ha­ bercilerin şeklidir. Burcu mizan, seyyâresi zühre, günü cumadır. Mütekabil şekil on İkin­ cidir. Unsuru cenup rüzgârıdır. Ne iyi, ne fen âd ır; tâlib ve dişidir, ayı receptir. On dör­ düncü yeri ışgâl ederse, fal baktıranm arzu­ su ertesi günü yerine gelecek demektir. On ikinci yerde büyük, dördüncü, sekizinci ve on birincide de kuvvetlidir. Şekil V I ( aUşikâf; malag. alikula, alukata), hastaların, feryatların, savaşın, esirlerin, mal



*İ*



kaybının, ilâç ve yelkenlilerin şeklidir. Burcu delü; seyyâresi utârit, günü de cumartesidir. Mütekabil şekil yedinci şekildir; unsuru garp rüzgârıdır. Hâl ve şartlara göre, İyi veya fenâ, tâlib veya ma(lüb ’dur. A yı zilkâdedir; dişi­ dir. On dördüncüde olursa, fal baktıran m ar­ zusu 15 gün içinde tahakkuk edecektir. Dokuzuncuda büyük, sekiz, on bir ve on İkincide de kuvvetlidir. Mâdeni gümüştür. Şekil VII ( a n k is> malag. a likisi), yatak, karı-koca, kadınlar ve cinsî münâsebetler ile alâkalıdır. Burcu cediy, seyyâresi zühâl, günü cumartesi ve unsyru da topraktır. Mütekabil şekil aliıncıdır. Hâl ve şartlara göre, meş’ûm, tâlib veya matlüb, erkek veya dişidir. A y ı şevvâldır. On dördüncüde olduğu zaman, arzula­ nan şeyin tahakkuku 36 gün içinde olacaktır. İkincide, dokuzuncuda ve on İkincide büyük ve kuvvetlidir. Mâdeni gümüştür. Şekil VIII ( humrâ > malag. alakumura, alaimara ), ölüm ve uzaklığa alâmettir. Burcu hameldir, seyyâresi merih, günü salıdır. Müte­ kabil şekli on altıncı; unsuru ateştir. Meş’ûm, tâlib ve erkektir. A yı muharremdir. On dör­ düncüde bulunursa, 21 günlük bir müddet ifâde eder. Birincide büyük, dördüncüde de kuvvet­ lidir. Mâdeni demirdir. Şekil IX ( bayâz > malag. alibiava, adihidzad i ), ayrılık ve kefencilerin şeklidir. Burcu seretan, seyyâresi ay ve günü pazartesidir. Mütekabil şekli on üçüncüdür ve unsuru su­ dur. Ne hayıra, ne şerre alâm ettir; fakat hâl ve şartlara göre, bunlardan biri olabilir. Tâlib ve dişidir, A yı cemâziyelâhırdır. On dördüncüde, fal baktıran 10 günde muradına erecek demektir. Dokuzuncuda büyük, on bi­ rincide de kuvvetlidir. Mâdeni bakırdır. Şekil X ( naşrat al-hârica; malag. asuralaki ),' kuvvet ve hükümdarların şeklidir. Burcu arsîan, seyyâresi güneş, günü pazar ve unsuru ateştir. Erkek, fâlib ve çok hayra alâm ettir;: ayı zilkâdedir. On dördüncüde, 32 günlük bir müddet ifâde eder. Onuncuda büyük, on üç ün­ cüde kuvvetlidir. Mâdeni altındır, * Şekil XI ( riasrai aUdâhila > malag. asvrav a v i), şehirlerde ikamet, âüe ocağına dönüş, dostluk ve ceninlerin şeklidir. Burcu sevr, sey­ yâresi zühre, günü cuma ve unsuru kara top­ raktır. Mütekabil şekil beşincidir. Erkek, ha­ yırlı, ta lih 'dir. On dördüncüde olursa, murad on ayda tahakkuk edecektir. Dördüncüde kuv­ vetli, on birincide büyüktür. Mâdeni bakırdır. Şekil XII ( 'utbat al-hârica >ma!ag. karidza ), düşman, hile ve tuzak şeklidir. Burcu zayi aUcavzahır ( »ejder kuyruğu" ), seyyaresi zühal, | günü cumartesidir. Mütekabil şekli üçüncüdür, . unsurları su ve topraktır*



U2



MADAGASKAR.



Meş'ûm, maflüb ve dişidir. On dördüncüde olunca, murad 66 günde tahakkuk edecek de­ mektir. On İkincide büyük, on üçüncüde kuv­ vetlidir. Mâdeni demirdir. ^ Şekil XIII ( tarik > malag. taragki ), cenaze evinden mezarlığa götüren yola delâlet eder. Burcu seretan, seyyaresi ay, günü pazartesidir. Mütekabil şekli dokuzuncu; unsuru sudur. Uğurlu, mafiüb ve dişidir. A yı zilkadedir. On dördüncü olursa, fal baktıramn isteği 50 gün içinde tahakkuk edecek demektir. On dördün­ cüde büyük, on beşincide kuvvetlidir. Mâdeni bakırdır. Şekil XIV { içtimâ' > malag. adit sima, adîisim ay), âlimlerin, ilâçların, İlmin, silâhların ve doktorların şeklidir. Burcu eevzâ, seyyaresi utârİt, günü çarşanbadır. Mütekabil şekli on dördüncüdür, unsuru rüzgârdır, talih, meş’um veya uğurlu, dişi veya erkektir. A yı cemâziyelâhırdır. Kendi yeri olan on dördüncüde 6 ay­ lık bir mühleti ifâde eder. On dördüncüde bü­ yük, on beşincide kuvvetlidir. Mâdeni demirdir. Şekil X V ( 'utbat aUdâhîla > malag. alihutsi ), hâkimin şeklidir. Burcu höt olup, seyyâresi müşteri, günü perşembe, unsuru sudur. Müte­ kabil şekli birinci şekildir. Uğurlu, talih, erkek veya dişidir. A yı şevvaldir. On dördüncüde, 55 günlük bir mühlet, ifâde eder. Dördüncüde büyük, on yedİncide de kuvvetlidir. Mâdeni demirdir. Şekil XVI ( naki al~hadd > malag. kiza ), her şeyin sonudur ve sik id i’ nin sonuncu şek­ lidir, Burcu akrep, seyyaresi merih, günü, sah ve unsuru sudur. Mütekabil şekli sekizincidır. Meş'ûm veya uğurlu, mailüb, dişi veya erkek­ tir. .Ayı cevâziyelevveîdir; on dördüncüde, 7 günlük bir mühleti ifâde eder. Yirmi dördün­ cüde büyük, kendi yeri olan on altmcıda kuv­ vetlidir. Mâdeni bakırdır. S ik id i’ nin on altı şekli ve M adagaskar’daki mânası bundan ibarettir. Arapça isminden de anlaşılacağı gibi, bu„ kum { vaml ) ilmi", önceleri kum üzerinde hatlar ve noktalar çizerek, tatbik olunurdu. tİlm ûUraml ’i ifâde için arap. zarb al-raml tâbiri kullanıl­ maktadır. A frik a ’nın şark sahilinde, Svahilî’de, aynı ameliye için, kubiga bao ( »küçük tahtaya vurmak", bu da on şekli meydana getiren nok­ taların bir tahta levhaya yazıldığını ifâde et­ mektedir ) yahut arap. rami ( »kum" ) ’in bantu diline geçmiş şekli olan ramlı tâbiri kullanıl­ maktadır. Demek Önce kum, sonra tahta levha ve nihayet, Madagaskar ’da olduğu gibi, kâ­ ğıt üzerine noktalar ve hatlar çizilmektedir. Diğer usûle göre, falcı kum, buğday ve bil­ hassa fana ( Piptadenia chrysostachys,. Bth.) ağacı tohumları kullanıl maktadır, v "



Sikidi yolu ile fala bakması istenilen mpisikU di, yâni falcı önce şu münâeâtta bulunur; — »Uyan, ey Tanrı; uyan da güneşi uykusundan uyandır î Uyan, ey güneş, uyan da horozu uyandır! Uyan, ey horoz, uyan da insanı uyandır ( ulum~beluna )! Uyan, ey insan oğlu, uyan da sikidi *y\ uyandır! Yalan söylemesi, hatâya düş­ mesi, maskaralık yapması, abdalca şeyler söy­ lemesi, olur-oîmaz şeyler : ile uğraşması için değil, fakat sırları çözmesi, dağların ötesindeki ormandaki şeyleri görmesi, hiç bir insan gö­ zünün görmediği şeyi görmesi için uyandır 1 Uzun saçlı müslümanlardan ( ayn en ! silomu heyula) geleUj yüksek dağlardan, Raburubuaka ’dan, Tapelaketsıkatsika’dan Zafitsimaitu ( cenûb-i şarkî kabilelerinden birinin cedd a d ı) ’dan Andriambavitualahi ’den, Rakelihuranana ’dan, lanakara ( İslâmlaşmış bir cenûb-i şarkî kabilesinin cedd adı ) ’dan, AndrinoniSulanatra 'dan, Vazimaba ( adının da göster­ diği gibi, Afrika menşe’Ii cüceler kabilesi; eski toprak sahipleri ) ’dan, Anakandriananahitra 'dan, Rakelilavavulu ( »uzun saçlı küçük adam ") ’dan gelen san'atın adına kalk t Kalk, çünkü sen burada sebepsiz bulunmu­ yorsun, çünkü pahalıya geliyorsun, masraf ka­ pısı açıyorsun. Seni, kocaman hörgüçlü semiz bir zebu ineği ve üzerinde toz toprak bulun­ mayan, yâni piyasada geçen para karşılığında tuttuk. Uyan, çünkü sende hükümdarın güveni var ve sen halkın hükmünü ifâde ediyorsun. Eğer sen konuşabilen bir sikidi, görebilen ve (y a ln ız ) balkın gevezeliklerini, sâhibinin öl­ dürdüğü tavuğu, pazarda öldürülen ineği, ayaklara yapışan tozları nakleden, yâni her kesin bildiği şeyleri nakletmeyen bir sikidi isen, buradaki Örtünün üzerinde uyan ( krş. Antananarivo Annual and Madagscar Mağa* zine, 1886, s. 2 2 1 ) 1 " Falcı hubûbat v.b, taneler ile fala bakıyorsa, bunlardan gelişi-güzel bir kaç tane alır ve on­ ları ikişer-ikişer sayar. Geriye bir iki tane kalır ki, bunları şeklîn baş tarafına koyar. Bu iş dört defa, te k ra rla n ırb ö y le c e ilk şeklin dört sırası tamamlanmış olur. Falcı kâğıt üzerinde fala bakıyorsa, kalam ( »kalem" ) ile ortası noktalı kavis çizer. Nokta ve baştaki -ve sonundaki eğri hatların ( her biri nokta sayılmaktadır ) yekûnu, falcının her □e kadar noktaları saymaksızm yapıyor gorünmesine rağmen, 1 4 ’ü aşmamalıdır. Bundan sonra mpisikidt, aynı şekilde müşterek mer­ kezli, üç münhanî daha çizer. Sonra noktalar ve hatlar soldan sağa ikişer-ikîşerC sayılır; ikişer noktalı gurupları şakulî hatlar birbi­ rinden ayırır. Bunu müteâkip şakulî hattan sonra, bir nokta addedilen son münhanî ya-



MADAGASKAR. hut bir nokta, bîr hat, yâni iki nokta kalır. Her hattın karşısına bu sonuncu veya sonun­ cular yazılır ve I, II, III ve IV. şekilleri mey­ dana getiriri



133



Bu on altı şekilde fal baktıranln kaderi saklıdır ve falcı, yukarıda verilen Şayh alZanâti ’nin cedveline göre, tefsire tabî tutmak suretiyle, bu şekillerden her birinin mânasını açıklar ve boyîece sikidi ’nin madagaskarhla• | .M |9 6 |o a [ a o [ rm hayatında işgal ettiği mevkii ve fala baş­ of«e|o«(ûe[a^s. • • • I« «! « e i o « | « « t vurmağı gerektiren çok sayıdaki hâl ve şart­ %• • • lan göz Önüne getirmek mümkündür. Falcı bu 3| ‘ hayatın nâzımı İdi ve hâlâ da öyledir. Fi’İİ■ .. II yâtta gerek ferdin, gerek aile, kavim ve kabi­ * l * e | o 9 )9 0 )9 0 | . , .j ; 9 •*—— •ie*!®ojoo|««j , 1 . ® lenin husûsî ve umûmî hayatının her türlü işleri . *]ee|6 9 ήe|eeı . .. •’V . ' # a dolayısı ile falcıya baş-vurulmaktadır, Mpisikidi ■»— • » l » e | e « i e e j * ...—■■■— . , o « (»falcı*) vasfının nasıl kazanıldığını Öğreneme­ dim, Bu, cinsiyet ve menşe' farkı olmaksızın, bir ü III takım kimselerin ihtisasıdır. Bîr falcı veya si­ hirbaz kadın veya erkek olabilir (kadın si­ 9 19 0 !« e jQ e t ■ — ----- • hirbaz görmedim, fakat var olduğunu duydum ), Sihirbaz kıral ailesinden biri olabildiği gibi, asîl veya aşağı tabakadan hür bir kimse ola­ IV bilir ( her ne kadar köleler sihirbazlık yapıyor 0 j O a ( e ol 9 e | e 0 | — diye idam edilmişler ise de, ben kölelerden e t e ©1 e e l e e | 9 ;î.- — > ■ • 9 9 » 1 0 Ot© «I 0 e 19 ©| —- * . *^ 9 sihirbaz bulunduğunu duymadım ), Falcı veya ©|a 0 ( 0 Q! 0 e ( 0 ' — --- - * . * 9 9 sihirbaz çok zaman bir erkek falcı veya kadın İlk birinci şekillere arap. ummahat ( »anne­ falemm kızı veya oğludur. Bu da ona geniş bir müşteri kütlesi ie'min eder; çünkü onlarda ba­ ler* ) denilir: badan veya anadan kalma bir takım sırlar bu­ II III IV „ lunduğu farzolunur. Sihirbaz veya falcı yerli 0 9 •M a i f, • 9 ■ 0 e 9 9 , b’ 9 veya yabancı olabilir, Mananjary (cenub-i şarkî e 9 9 . . 9 ;*f c' 9 sahili ) ’de kaldığım 40 gün zarfında, o bölge­ W dt 9 Ö 0 6 * e 9 :i d* nin İslâmlaşmış mpisikidi ’leri, İslâmiyet hak» V. şekil soldan sağa doğru, şakulî olarak, kındaki vukufumu öğrendikten sonra, bana da a a b b'y c c’ ve d d* yazılarak, elde ed ilir; falcı gözü ile baktılar. Bu sayede yavaş-yavaş d d’ de, aynı şekilde, şekil VI, VII ve VIII ’i sik id i*yİ Öğrendim ve bâzan da müracaatlar vücûda getirir, İlk dört şekilden çıkan bu ye­ ile karşılaştım. ni dört şekle al-banât (» k ızla r*) denilir: A frika ’da cîim al-raml ’în kullanıldığı saha çok geniştir. Buna D arfu r’da da rastianmakV vı vn vnı tadır, Bur ton ’un Dahomey 'e ait seyâhat not­ o • • o a o 9 9 o « e ları, İslâmiyet ten uzak kalmış olan garbî' A f­ 9 9 9 » e e • 9 9 9 • « rika ahâlisi arasında sı7« d iJye çok yakın fal şekilleri bulunduğunu meydana koymuştur ( krş. IX. şekil I, II noktalarım, ufkî olarak, topla­Masulmans â Madagascar, III, 141 v. dd.). mak suretiyle elde edilir . ( cem ameliyesinde 5. Senelik büyük Fandruana veya h$.mam Bütün diğer bayramı, eski 'id ai-ftir [ b, bk.] ’ın bir başka şekiller aynı suretle meydana gelm ektedir: şeklidir. Bk. G. Ferrand, Noie sar le calendIII ve IV 'ten X ; V ve VI ’dan X I ; VII ve VIII rier malgache et le fandruana ( aş, bk.) ’den XII i IX ve X ’dan XIII; XI ve XII ’den Portekizli kâşiflerin ve bilhassa Flacourt 'un X IV ; XIII ve X IV 'ten X V ; X V ve I ’den de dediğine bakılırsa, XVIII. asrın İslâmlaşmış ccXVI meydana gelmektedir. Son sekiz şekle nub-i şarkî madagaskarlıları ramazanda oruç banâî aUbanâî ( »kızların kızları* ) denilir. tutarlar, namaz kılarlar, Kur’an okurlardı. IX X Xİ XIJ Bununla beraber, tahammür etmiş içkiler içer, 9 9 9 9 0 9 ve domuz besler ve etini yerlerdi, Cenûb-i şar­ 9 O 9 9 9 9 9 9 O 9 9 kî kısmında foattb ’ler de bulunmakta olup, dinî e O 9 9 9 ® 9 toplantılar da yapılırdı. Cami bulunduğuna dâir eski seyahatnamelerde hiç bir kayıt yok­ XIII XIV XV XVI tur ve Fiaeourt, Ön sözünde, bahsini etme.k 9 9 « 9 9 f» 9 9 e 9 • 9 9 e istediği milletin hiç bir mabudu ve mabedi 9 • e 9 -» 0 0 olmadığını söylüyor. Sıam ’da- olduğu gibi, • 9 9 9 » 9 9 9 9



*34



MADAGASKAR.



İslâmiyet Madagaskar Ma da fazla yayılmamış­ tır. MadagaskarlIlar, kendi inanç, orf ve âdet­ lerini kökünden değiştirmediği nisbette, ya­ bancı örf ve âdet ve inançları benimserler. Felsefeleri şıı ata sözünde toplanm ıştır: mamı ni aya «yaşamak güzeldir**. Kur’an 'm büküm­ lerine tam riâyet, âdet ve örflerini esaslı şe­ kilde değiştirebilirdi. Allah tahammür etmiş içkileri, dikili taşları ( tsangambatu ), kumar ve sihirbazlığı, mekrûh ve şeytan işi diye haram kılm ıştır; fakat bu mekruh şeyleri madagaskarltiar sevmektedirler: içki ve kumara bayılırlar, sihire inanırlar ve tsangambatu '1ar büitin Madagaskar 'da pek revacdadır. Şüphe­ siz, madagaskarhîar Allaha, Kur’an 'a, Peygam­ bere, İslâm evliyasına inanmaktadırlar; fakat ibâdet yalnız lafzda kalmaktadır; madagaskarlılar, şarkî A frika'nın civardaki zencileri gibi, hakikaten İslâmlaşmış değildirler. Malagaşl arın hırîstiyanlaştırılması da başarısız kalmıştır. Adanın fethi sırasında, 1895'te, madagaskarlılar, fransızlara yaranmak için, katolik olmağa hazır idiler. Onlara, franstz hükümetinin yalnız kalanlara saygı gösterilmesini istediği ve dinî inançlara hürmet edeceği anlatıldı. Yukarıda zikredilen ve bilhassa mukayeseli dil bilgisinin meydana koyduğu deliller, Ma­ dagaskar 'ın iskân şemasını şöyle çizmemize imkân vermektedir: I. Birçok efsâne, bugün kaybolmuş bulunan eski Vazîmbaları, tumpu-n-tanî yahut eski toprak sahipleri, yâni yerliler olarak göster­ mektedir, Şarkî A frika 'da rastlanan isim açık­ ça bantu dilinden gelmekte ve eski bir malag. vazîmba olarak görünmektedir. Rivayete göre, bunlar kısa boylu, belki de bodur zenciler idi, II. Milâddan önce afrikalı Bantularm büyük sayıdaki göçleri olmuştur ki, bugünkü dilde rastlanan bir takım A frika menşe’ii kelimeler bunu isbât etmektedir. III. Milâdî H.— IV. asra doğru, Sumatra 'dan büyük sayıda hindulaşmış indonezyalı muhacir­ ler gelmiştir ( bk. G. Ferrand, Uempire sumatranais de Çrîvijaya ), malag. ketsı < eski malag. hetî »yüz bin" < malez. k&tl »yüz bin** < skr. koji »on milyon" ve başka kelimeler bunu göstermektedir. Bu indonezyahlar Mada­ gaskar 'daki küçük Bantu zencilerin beden, kül­ tür ve dil husûsiyetlerini değiştirmişlerdir. v y IV. VII. ve IX. asırlar arasında araplar gelmiş ve madagaskarhlan İslâmlaştırmışlardır. Bu araplarm Basra körfezinden gelmeleri ve sünnî olmaları muhtemeldir. V . Sumatralılar X. asrın sonlarına doğru ikin­ ci defa buraya göç etmişlerdir. Kanaatimce VâkvSk[b.bk.]garbî indonezyahlar dır. Lîvre des



merveilles de Vinde (nşr. van der Lıth ve tre. M. D evic ), 334 (945 ) 'te Hind okyanusunda bu VSîçvâklarm korsanlıklarını kaydetmekte­ dir. Burada, başlarında »sumatralı* Ramini veya Ratninia ( kadın ) ’nm bulunduğu bir göç hareketi karşısında olmamız muhtemeldir. Bu­ nun büyük oğlu Ra-Hadzi, Madagaskar'ın cenûb-ı şarkî sahillerindeki »Ramini 'nin ahfâdı" Zafind-Raminî kabilesini meydana getirmiştir. Küçük oğlu Ra-Kuba ise, adanın içerilerine girmiş, İmerina yaylasına kadar varmış ve or­ da Vazimbafrauîardan bir kadın ile evlenmiş­ tir. Ra-Kuba Huvaların atasıdır ve onlara is­ mini vermiştir. VI. Şi'î olan iranlılar ile arapların gelişi imamlığı 183— 202 (800— 818) 'ye kadar lıuküm süren ‘ A li ai-R üâ'dan sonraya rastlar. VİI. Milâdî XIII. asrın ortalarına doğru, A b ­ basî halifesi al-Musta'şim 'm zamanında, sünnî arapların gelişi. B i b l i y o g r a f y a\ G. Grandıdier, Bîbliographie de Madagascar ( Paris, 1906; bu tarihe kadar neşredilen eserleri ihtiva eder). En mühim eserler şunlardır: A . Grandıdier, Charles Roux, Cl. Delhorbe, H. Froidevauz ve G. Grandidier, Collection des ouvrages ancienş concernant Madagascar ( basma ve yazma eserler, 1500— 1800 kadar, 9 cild, Paris, 1903— 1920; Revue de Madagascar (1900— 1911, 12 c ü d ); Golonîe de Madagascar, Not es, reconnaissances et explorations (Tananarive, 1897— 1900, 6 c ild ) ; The Antananarivo Ânnual and Madagascar Ma­ gazine (Tananarive, 1885— 1900, 24 yıl, 6 cild ) ; Gabriel Ferrand, Les musulmans d Ma­ dagascar et aux îles Comores (Paris, 1891—> 1902, 3 cîld ) ; ayn. m il, Essai de grammaire malgacke ( Paris, 1903 ); ayn. m il, Un texie arabico-malgache dıı X V I siecle ( NE, 1904, X X X V II); ayn. mil., Essai de pkonİtique comparee du malais et des dialectes malgaches ( Paris, 1904 ) ; ayn. m il, Un texte arabıco-malgache en dialecte sud-oriental ( Recueîl de memoires publies en l'konneur du X IV Z™* congres des Orientalistes par les professeurs de VEcole süperieure des Leilers d ’A lg er, Cezayir, 1905); ayn. m i l , Prieres et invocations magiyues en malgache sud-orienial ....... d'apres le M t^ S de la Bibliotheyue Nationale ( Actes du X I V c o n g r e s des Orientalistes Paris, 1906, I I ) ; ayn. m il, Relations des voyages et textes gâographiçues arabes, persana et turks relatifs â VExtrâme-Orient du VIII i‘me aa X V I I I 2™* siecles ( * cild, Paris, 1913— 19 14 ); ayn. mil., La leğende de Raminia d’ apres un Ms. arabico-maU



MADAGASKAR -



MADİNA.



>35



gache de la Bibi, Nat. (yazm a 13, J A , *902, Mümkünün tahakkuku tedricî bîr gelişme olarak XIX ); ayn. mili, Delement ara be et souahili tasavvur olunduğuna göre, aşağı bir şekil, daha en matgache ancien et moderne ( J A , 1903, yüksek bir şekil için, tekrar bir m a d d e teşkil I I ); aya. mil., Un chapitre d'astrologie edebilir. Ayrıca daha A risto’da mesele bir fizikî arabico-malgache ( J A , 1903, VI ); ayn. mil., ve bir mantıkî madde ( bu sonuncusu, ^nev^e Les îles Râmny, Lâmery, W âktaâk, Komor bas bir mefhûm olup, şekilleri nev’î fark­ des geographes arabes et Madagascar ( JA , lardan ibarettir) arasındaki tefrik ve fizikî 1907, X ) ; ayn. mil., V o r iğine africaine des maddenin semavî ve dünyevî maddelere ayrı­ Malgache ( J A , 1908, X I ) ; ayn. mil., Les lışı ile mûdiüeşmiş idi. Arap feylesuflarmda voyages des Javanais â Madagascar ( JA , ayrıca bir de muhtelif te ’sirîer ve bilhassa 1910, X V ) ; ayn. mil., Le K ’ouen-louen et yeni eflâtûncularm tefsirleri yer almıştır. les anciennes navigatîons interoceaniques Umumiyetle dört çeşit madde birbirinden dans les mers du S u d ( J A , 1919, XIII ve ayırt edilmektedir (msl. İhvan al-şafa)'. 1. A lla­ X I V ) ; ayn. mil., Les Bantous en Afrigue hın varlığının, bilvasıta ve bilâ-vasıta tecellîsi orientale d'apres les iextes igypüens, grecs, olan i l k m a d d e ve binnetîce mâkûl söz­ arabes et chinois ( J A , 1921, X V I I ) ; ayn. de Empedokles 'e göre, İlâhî varlığın ilk tecel­ mil., Notes sur la transeription arabico- lîsi, fakat umumiyetle yenî-eflât unculara göre, malgache { M S L , XII ) ; ayn. mil., Trois ety- tecellî silsilenin ( rûb, nefs ve ta b ia t) sonun­ mologies arabico-malgaches; ayn. mil., D u cusu ve aynı zamanda ekseriya İlâhî nurun traitement de quelques noms arabes passes bir taşmasıdır. 2. dâîmâ ve bilhassa semavî en malgache, Notes de phonitique malgache, kürelere hâs olan hey’et-i umûm iyesi ile k â ­ Un vucabulaire malgacke-arabe {ayn, esr, i n a t m a d d e s i ki, önce belirsiz ( gayr-İ XV) ; ayn. mİ!., Notes de phonetiqae malgachemuayyen) bir cismânıyet (imtidâd) şekline bü­ ( devamı); ayn. mil., D eux cas de determinaiif rünür, yahut derhâl üç muayyen buud iktisap en malgache ( ayn, esr., X V II); ayn. mil., ed er; 3. arza âit d ö r t u n s u r m a d d e s i : Les migratîons muslumans etjuives â Mada­ ateş hava, sn ve toprak; 4. her hangi bir gascar ( R H R, 1905); ayn. mil., Textes şekil alan, fakat muayyen gayeler için işlenimagiçaes malgaches ( ayn. esr., 1907 ); ayn. Iebilen m a d d e ; msl. odun, taş v.b. mil., Notes sur la region comprise enire les Feylesuflar Allahı saf, gayr-i maddî şekil rivieres Mananjara e< Yavibola ( sud-est de olarak tasavvur etmek hususunda Aristo ile Madagascar, Soc. de G eog.d e Paris, 1896); aynı fikirdedirler. Yalnız, 'A bd al-Karim aîayn, mil., Not e sur le calendrier malgache C ili gibi, aşın bir mutasavvıf ona dünyanın et le Fandruana, le destin des quatre ele­ hayala ’sı demektedir. Daha aşağı derecedeki mente dans la magie malgache ( Rev. des ruhlar ( kürelerin ruhları, melekler v.b.) hak­ etudes ethnographiques et sociologique, kında kanâatler muhteliftir; fakat akıl ile kav­ 1908, I ) ; ayn. mil., Nete sur Valphabet ranan bir maddenin mevcut olduğu faraziyesi, arabico-malgache { A nth., 1909, IV ) ; Hugues mütefekkirlerin çoğuna, ilk önce yaratılanda, Berthier, Manuel de langue malgache {di- dünyanın en yüksek rûhunda bile maddî bir aleete merina), 2 cild, Tananarive, 1922; A. mebde'in varlığını kabüle imkân vermektedir. Grandidier, Histoire physiqae, natarelle Feylesuflar akıl ile kavram!abilen bu maddeyi et politique de Madagascar, I V : A . Gran- ı n f î â l k a b i l i y e t i ve dünyevî, mahsûs didier, Ethnographie de Madagascar ( A . ve maddeyi de m ü n f a i 1 olarak birbirinden G, 2 cild, 1908— 1914)» Bullettn de VAcademİe ayırmaktadırlar. — Principium individuationis üzerinde de kanâatler muhteliftir. - Nisbeien malgacke, 1902 'den beri neşrolunmaktadır. saf aristocular, bu mebde’i maddede Ve Eflâ­ ( G a b r ie l F er r a n d .) M AD A/İN . [JBk. MEDÂlN.] tundun fikirlerinin te’sirinde olanlar ise, şekilde M A D A İN S A L İH . [ Bk. a l - h Ic r .] aramağa mütemayildirler. Bununla beraber, hepsi az-$ok kuvvetle, maddenin şekli aradı­ M A D A ’İNİ.* [ Bk. *MEDAiNÎ.] M A D A R . [ Bk. ğ â z Î mIy â n .J ğından bahsetmektedir, fakat şeklin maddeye MA D D A . [B k. MADDE.] olan aşkından babtmemektedirler. M A D D E . M AD DA ( A., felsefe ıstılahı = Mantıkî maddeye gelince, hükmün üç ciheti­ hayüla, yunan. ûXî |), mütekabili olan şura (yu­ nin ( zarûrî, muhtemel ve muhal olm ası) birer nan. sTSöç) tâbiri gibi, değişik manâlı bir ke­ madde ( İ b n S in â ) telakki edilebildiğini de limedir. UmGmîjetle, hakikatte mevcut olmayıp işâret etmek gerektir. Krş, bir de mad. UNSUR (şekli olmayan), b i l k u v v e m e v c u t olan ( T j, DE BOER.) M A D lD . [B k. MEDÎD.] (Suvctfist), fakat zıt mâhiyetlere (şekillere) bü­ rünerek, bir şey olabilen mânasına gelmektedir. M A D İN A , [B k, m ed în e .]



136



MADİNAT



al -KİRTÂS



M A D lN A T a l -K İR T Â S . [B k . KİRTÂS.] M A D lN A T a l -S A L A M . [B k. b a g d a d .] M A D İN A T a l -Z A H İR A . [B k. medînet -ÖZ-ZÂHİRE.] C .;



M A D lN A T



a l -Z A H R A \



[B k.



medInet



iOZ-ZEHRÂ.]



M A D R A S , Hindistan cumhuriyeti dâhilinde, Dekken yanm-adasmm bütün cenûbunu işgâl eden idâri bölge olup, eski İngiliz Hindistanı ’mn aynı isimli bölgesine ( Presîdency ) teka­ bül eder [330.881 km,8 arazi üzerinde, 1951 sayımına göre, 57.016.000 nüfusa sahip bulu­ nur], 1921 'de bu nüfus 42,3 milyon idi ve bunun 2,840.000(7% )'! müsluman olup, müs1umanlar m çoğu ( 93 % ’ten fazla ) sünnî idi, şiflerin sayısı 54.000 'i geçmiyordu ve idâri bölge içinde hükümdarı müsluman olan tek bir küçük devlet ( Banganapalle ) bulunuyor­ du. Bölge dâhilindeki müslümanlarm ekseri­ yeti ( 39 % 'a yakın ) Malayalam dili konuş­ makta idi ki, MâppUlaîann [ b. bk.] hemen tamâmı bunlar arasındadır. Konuşulan1diğer diller de hîndustani ( 3 , 5 % ) ve tamul .(21% kadar ) idi, T a r i h. Cenubî Hindistan daha XIV, asır­ dan itibaren şimaldeki müslümanlarm tertip­ ledikleri akmiara mâruz kalmağa başlamış, ancak Vicayanagar hindû kıratlığının 1336'da kurulması, müsluman hâkimiyetinin cenuba doğru yayılmasına karşı iki asırdan fazla sed çekmiştir. 1564 'te Dekken ’in dört müsluman devletinin (BicSpur, Bıdar, Ahmadnagar ve Goîkonda) bu hindû kırallığına karşı birleş­ mesi üzerine vukua gelen tek ve kat’î bir mubârebede ( Tâlikota, kânun II. 1565 ) Vica­ yanagar devleti yıkıldı ve payitahtı tamâraiyle tahrip edildi. Topraklarının çoğu Bicâpur ve Goîkonda'ya ilhak olundu. ı68'6 ve 1687 'de Avrangîeb [ b, bk.] bu iki devleti işgal ederek, Hind-tiîrk imparatorluğuna kattı. Haydarâbâd’ın birinci Nizâm '1 olan A şaf Câh 1724'te istiklâlini ilân ettiği vakit, Karnatak nevvâbı ( ki buna, payitahtın adı île, A rk at nevvâbı da denilirdi ) onun Hindistan cenÛbunda başlıca yadımcısı ve tabii oldu. XVIII. asır ortasında ingilizler ve fraasızlar Hindistan cenûbunda mücâdeleye giriştikleri sırada, her bî­ ri Karnatak nevvâbı olmak isteyen bîr müddeînin tarafım tuttu. Robert C live'ın kumanda­ sındaki İngiliz kuvvetleri Muhammed:A li (Öhn. 1795 ) 'in muvaffakiyetini te’min e t t i; fakat 1799'da zaptedilen Siringapatam şehrinde ele geçirilmiş kâğıtlar, nevvâb ile oğlunun Tipû Sultan [ b. bk.] ile gizli muhâberede bulunmuş olduğunıisrirtaya' koydu, O sırada Hindistan umûmî valisi bulunan Lor d W ellesley bunları İngiliz hükümetinin11 düşmanı • olarak ilân etti



-



MADRAS.



ve 1801 ’de Muhammed 'A li 'nin torunlarından A*?am aî-Davla ile bir muahede imzaladı. Bu muahedeye göre, A'zara al-Davîa Karnatak ( Carnatic.) hükümetini şarkî Hindistan şirke­ tine terketmekîe beraber, unvanım muhafaza edecek ve yüksek bir maaş alacaktı. Ailenin temsilcisi son zamanlara kadar A rk ât prensi unvanını muhafaza etmiş ve Madras da asil­ lerin başında gelmişır. M a d r a s ş e h r i . [ İdarî bölgenin merkezî olan Madras şehri, Bengâİe körfezi kıyısında 130 4 ' şimal arzı ve 30° 17' şark tülünde kâ­ in olup, ortasından Kown adlı küçük bir akar­ su geçerek, denize dökülmektedir. Dış mahalle­ leri ile geniş bir saha kaplayan ve sahil bo­ yunca 15 km. mesafe üzerinde uzanan şehrin nüfusu 1871'de 398.000 iken, 19 2 1’de 527.000 (bunun binde 113'ü müsluman, bir az daha az sayıda hıristiyan ) olmuş, 1941’de 777.500'e yükselmiş ve 1951 sayımında da, 1.416.000 ’e varmış olup, buna göre, Madras Hindistan ’tn üçüncü büyük şehridir, Madras 'm kuruluşu XVII. asrın ortalarına çıkar. 1640 senesinde Şarkî Hind kumpanyası erkânından Francıs Day ’in teşebbüsü ile bu­ rada nehir mnnsabında bir kale inşâ edildi ( Fort Saint G eo rg e). 1653 senesine kadar, Madras Cava 'ma Bantam idâri bölgesine ta­ bî iken, bundan sonra ayrı bir idarenin ( presideney) merkezi oldu. 1702 ’de Avrangzeb ’in kumandanlarından Dâvüd Hân bir kaç hafta müddetle şehri muhasara etti. 1741 'de Makarrattalar buraya taarruzda kulundular ise de, kaşarı gösteremediler. 1746 ’da fransız kumandam La Bourdonnais şehri ışgâl etti. İki sene sonra, ingilizler ile fransızlar arasın­ da akdedilen Aix-Ia-Chapelle muahedesi ile, Madras îngüizîere iade edildi ise de, bölge idaresi ancak 1762'de şehre döndü. Lally'nın kumandasındaki fransızlar 1758’de Madras tevahimden Black Town ( »kara şehir" ) ’ı işgal ve Madras kalesini muhasara ettiler ise de, iki ay sonra ingilizler kale muhâfızl arını abluka­ dan kurtardılar. O Yukarıda adı geçen »kara şeh ir"'e 1906’da Ingiltere kırallık veliahdının ziyareti dolayısı ile, onun ismi verilerek, George Town denil­ miş idi. Burası hâlen Madras ’m ticarethane­ ler, bankalar 1bulunan ve limana komşu olan iş semtidir. Bunun cenûbunda Fort Saint George, hükümet dâiresi, hastahâne, büyük kilise, avrupalılarm ve zenginlerin oturdukları mahalleler ( A y dar, Tanem pet), eski Porte­ kiz kolonisi yerinde kesif bir iskân sâhasi teşkil eden Saint Thome ve Mîlapore, garpta yerli mahalleleri ( Pudunpet, Veperi ) ve âvru« pahların yaşadıkları semtler ('Perâmbür, Eg-



MADRAS more, Nangambakan) uzanır. Madras ’ta pa­ muklu dokuma, maden, makine ve çimento fabrikaları bulunur. 1857 ’de kurulmuş olan üniversitenin, son senelerde tıp, mühendis, hukuk, veteriner kollejleri, ayrıca muallim ye­ tiştiren kollej ve güzel san’atlar mektebi bu­ lunmakta idi. Şehirde cenubî Hindistan’a ait bir tarih-i tabi’î, eski eserler ve güzel san'atlar müzesi, hayvanat bahçesi ve parklar var­ dır. İnşâsına 1875 ’te teşebbüs edilmiş ve son­ raları müteaddit defalar genişletilmiş olan li­ manına normal senelerde 3 milyon tonluk 1.300 kadar ticâret gemisi girip-çıkmaktadır. Mad­ r a s ’m başlıca ihrâeâtı deri ve kürk, yağlı to­ humlar, pamuk, kahve He krom ve magnezit gibi ham mâdenler olup, idhâlâtı arasında ya­ nıcı maddeler, hububat, makineler ve avrupa mallan başlıca yeri alır]. B i b l i y o g r a f y a ' . Imperial Gazetteer o f India ( Provincial Series ) Madras ( Kalküte, 1908 ); W. H. Hutton, The Marques Wellesley ( Ozford, 1893 ); Prosper Cultru, Dapleix ( Paris, 1901 ) j Y . P. Rees, Madras ( Socıety of A rts, 1901 ). [ Bu madde B e s Im D a RKOT tarafından ik­ mal edilmiştir]. MADRASA. [ Bk. m edrese .] M A D RİD , İspanya devletinin payitahtı ve aynı isimli eyâletinin merkezî, Iber yarım-adasımn hemen-hemen ortasında, yeni Kastüya böl­ gesinde Sierra Guadarrama (V a d i al-Ram t) dağlarının cenûbunda, deniz seviyesinden 650 m. yükseklikte, boz-kır hususiyetini hâiz bir bir sahada ve Manzanares ırmağının sol sahi­ linde kâindir. 40° 24' şimâl arzı ile 30 42' garp tülünde olup, 1.767.205 nüfusu vardır. Arap kaynaklarında adı M acrit ( M aşrit) olarak geçer. Kelimenin menşei malum değil­ dir. Endülüs E mevtlerinden 'A bd al-Rahmân II. ’m oğlu Muhammed I. ( tahta çıkışı 857 ) tarafından kurulmuş ve yahut, hîç değilse, kalesi onun tarafından inşa ettirilmiştir. Mad­ rid ’in bir sûru ve etrafında bir de hendeği olduğona göre, bu devirde askerî ehemmiyeti hâiz bir uç kalesi olduğu anlaşılmaktadır. Fil­ hakika Madrid kalesi, kastiiyalıiara karşı zarörî bir müdâfaa şeddi idî. Yoksa, bu kurak boigrv bir şehrin inkişâfına müsait değildi. Arap Coğrafyacıları Madrid ’in al-Şârât dağı­ nın (ikliminin ) eteğinde bulunan mühim mev­ kilerden biri olduğunu, bu bölgenin koyun ve sığır yetiştirmekle meşhur bulunduğunu, bu civarda bir karyeden çok iyi evsafta bir nevî kıl çıkarıldığını ve tâ Suriye, Irak ve türk ülkesine ihraç edildiğini, Madrid ’de bir nevî topraktan çok dayanıklı, yıllarca ateşte kul­ lanılabilen kap-kacak yapıldığım, müsîiimanlar



MADRİD.



i 37



zamanında burada bir cârrû bulunduğunu ( hat­ tâ bir rivayete göre, hırîstiyanların M adrid’i zaptettikleri zaman, burada dört cami varmış ( bk. Şakib Arsian, al-ffulal. . . , 1/ 345 ), nihayet Madrid ’in küçük bir şehir olup, müstahkem ve mâmur bir kalesi bulunduğunu kaydetmektedirler ( al-Idrisi, nşr, ve trc. R. Dozy ve M. de Goeje, Descripüon de VAfrîque et de VEspagne, Leyden, 1866, metin s. 175 v.d. ve 188 ). !Abd al-Rahmân III. zamanın­ da 316 ( 928 ) tarihlerinde ‘Abd A llah b. Mu­ hammed b. ‘ Llbayd AHâh isminde bir şahsın burasının idaresi ile vazifelendiriidiği zikre­ dilmekte ve Madrid vergileri merkeze gönde­ rilen bölgeler arasında gösterilmektedir. Sonra Leon kıralı Ramiro 11. ’nun burasını saltanatı­ nın ilk senesinde ( 932 ) araplarm elinden al­ dığı malûm ise de, bunun muvakkat olduğu anlaşılıyor; çünkü şehrin müteâkip yıllarda, 'A bd al-Rahmân III. ’m tâyin ettiği Ahmed b. 'A bd AHâh b. Yahya al-Layşi ( tanınmış fakîh Yahya b. Yahya ’nın soyandan) tarafından idâre edildiğini ve 936’da yaptığı bir akından dö­ nerken, şehit düşen bu zatın kumandası altın­ da hıristiyanlara karşı hücumlarda buluuabilecek derecede kuvvetli askerî bir birliğin mev­ cut olduğunu görüyoruz. Başka kaynaklarda Madrid ’in 939 târihinde ( yeniden ? ) zaptedildiği kaydedilmektedir. Bu noktaları tama­ mıyla aydınlatmak kabil olmkyorsa da, Mad­ rid ’in, uzun zaman arap hâkimiyeti altında kaldıktan sonra, X. asrın birinci yarısından itibaren, müteaddit defalar elden ele geçtiğini kabûl etmek mümkündür. Madrid nihayet 1083 tarihinde Kastilya kıralı Alfonso IV. tarafın­ dan, kat’î oiarak, araplarm elinden aîmdı ve eski cami yerine bir kilise yaptırıldı ( bir ri­ vayete göre de, mevcut cami kiliseye tahvil edildi; krş. al-H u la l. . . I, 346 ). Madrid ’de al-Macriti nisbesi ile anılan bir çok ilim adamı yetişm iştir; Abu Sa'id b. Sa­ lim al-Şağari (ölm. 376 = 986), Abu Muhammed ‘ Abd Allah b. Sa'id al-M acriti(ölm . 391=^1000), Madrid ’e mensup âlimlerin en tanınmış olanla­ rından bir de Abu al-Çâsim Maslama b. A h­ med al-Macriti ( b, bk., ölm. 396 = 1007/1008 hey’et ilmi, sihir ve el-kimyada büyük bir şöh­ ret sâhifei idi, A b 5 Naşr Harun b. Şâlih b. Candal al-Kaysi (Ölm. 401 — 1011 ), aslen Madridli olup, taammış bir edip ve dil âiimi idi. A bu Yâlpüb Yûsuf b. ‘Abd Rahman b. ‘ Abd Allah b. Hammâd al-Macriti ( ölm. 473 == 1080/ 1081 ), r i vây etler inin sıhhati ile tanınmış bir ilim adamıdır, Abu’I-'Abbas Yalıya p, Mu­ hammed b, Farac b. Fathi (ölm. 515^== 1121 ), Ibn al-Hacc al-Macriti diye mâruftur. Arap dil ve .edebiyatında mütebahhir bir zâttır; Abu



*38



MADRlD -



MADURA.



’l-'Abbâs b. Yahya b. ‘ Abd aî-Rabmân b. fIs5 bulunduğu yere yapılmıştır. AI-Kaşr daha b. 'A bd al-Rahm&n b. al-Hâcc ( Ölm. 598 = 1201 / Hanrı (E nrique) IV. zamanında bâzı tâdillere 1202) da aslen buralı olup, Endülüs’te kadılık­ uğramış, Carlos I. ve Philipp II. devirlerinde larda bulunmuş ve İbn Ruşd ’ün ölümünden son­ daha esaslı ilâveler ile genişletilmiş, fakat ra, Kurtuba kadılığım deruhde etmiştir. Bu 1734’te yanmıştır. Bugünkü saray ( 1931’den gibi tanınmış ulemanın aslen Macriti nisbesini itibaren millî müze ) Philipp V. ( 1 7 3 7 — 1764 ) taşımış olmasından, Madrid ’in arap devrinde zamanında inşâ edilmiştir. Yukarıda zikredilen basit bir kasaba olmadığı neticesine varılabilir. Puerta de! Stfl meydanın şimâl-i şarkîsine Daha orta çağlardan itibaren, bâzı Kastilya doğru uzanan Calle de Alcaîa ( al-Çat'a cad­ kırslları tercihan Madrid ’de oturmağa başladı­ desi ) da adım arap devrinin bir hâtırası lar; fakat burada sık-sık vukua gelen ayak­ olarak hâlâ taşımaktadır. lanmalar, kıratların ailesini S egovia'ya taşın­ B i b l i y o g r a f y a : Şakib ArslSn, almak zorunda bırakmıştır. Charles*Quint (C arffulal al-sundâsiya f i ’ l-ahbâr va aşar alİos I.) zamanında Madrid 'de yeniden vukua Andulusîya ( Kahire, *936), I, 343 v.dd., fih­ gelen ay ak 11 nma sür’atle bastırıldı ve arapris t; Muhammed Labib al-Batanûni, Rihlat lardan kalan Alcazar ( al-K a şr) bâzı tadilât aUAndalus, (1927 ta b .); al-îdrisi ( nşr, ve trc. R. Dozy ve M. de Goeje, Description de V A fve ilâveler ile genişletildi ve kiralın ikameti için bir saray hâline getirildi. Bir yıl sonra riqae et de VEspagne, Leiden, 1866 ) ; E. LePavîa meydan muharebesinde esir düşen Franvi-Provençal, His toire de VEspagne Musulçois, Madrid *e getirilerek, Alcazar ’da hapse­ mane ( Paris, Leyden, 1950 ), lî ; İbn 5Abd dildi. Nihayet Madrid Philipp II, ( Felipe ) za­ al-Mun'im al-Idimyarî ( nşr, Levi-Provençal), manında, 1561 tarihinde, kat’î olarak, hükü­ Ş if at Cazirat al-Andalus ( Kahire, 1937 ; met merkzi oldu. Madıİd veraset harpleri ( 1701 Leiden, 1938); Yakut, M E cam al-buldâtı; — 1714) esnasında Fransa tarafım tuttu. Bourİbn Başkuval, Kitüb al-şila ( nşr. Franciscus bon hanedanından bilhassa Carlos III. Mad­ Codera ), Madrid, 1883. rid 'in imar ve tevsiine büyük gayretler sarf( ŞîNASİ ALTUNDAĞ.) e t ti; bu arada eski Madrid ’den büyük kısım­ M A D U R A , îndonezya’da, Cava adasının lar yıkılarak, yok edildi. 1808 'de Napoleon şark kısmının şimâi tarafında bulunan bir 'un tazyiki ile, Carlos İV, ve oğlu Ferdinand a d a ( mesahası: 4.470 km2.). Madara boğa­ VII, saltanatı terke mecbur kaldılar; Napole­ zı denilen ve garpta 3 km. kadar darlaşarak, on 'un kardeşi Joseph İspanya kıratlığına ge­ Trechter ( „huni“ ) ismini alan bir deniz ko­ tirildi, Bu devir bir istikrar devri olmamakla lunun Cava ’dan ayırdığı bu ada, Cava 'nm beraber, yine de Madrid 'in tevsiine çalışıldı. şark kısmı ile müşterek bir idareye tabî bu­ Napoleon hâkimiyetine karşı millî ayaklanma, lunur. Arazi bakımından Madura, Cava'nm ilk olarak, 2 mayıs 1808 tarihinde M adrid’de şarkındaki Surabaya bölgesindeki kireçli vuku buldu. Napoleon hâkimiyeti sona erince, dağların devamı gibidir. İsminin ilk defa geç­ Ferdinand VII. memleketine döndü; kardeşi tiği NSgaraktSgama ( manzûme XV, beyit Don Carlos ve çocukları arasında uzun zaman 2 ) ’da bu adanın ancak III. ( m. s.) asrın başla­ devam eden veraset mücâdelelerine rağmen, rında C a v a ’dan ayrılmış bulunduğunu ifâde Madrid 'in inkişâfı için çalışıldı. Madrid bu eden mâlömâta, tarihî bakımdan, pek güyeni­ harpler esnasında kirala olan bağlılığını mu­ lemez. Madura, dağlık bir ada olup, toprak­ hafaza etti. İspanya 'da vukua gelen son iç larının büyük bir kısmı verimsizdir. Zirâatın harpler esnasında (*936 — 1939) Madrid millî bilhassa sulama sâyesinde gelişmekte olması­ kuvvetler tarafından muhasara ve zaptedildi na rağmen, pirinç istihsâli inkıtâsız ve sür( 28 mart 1939 ). 'atli bîr şekilde artan nüfusun (1,8 milyondan Eski Madrid ’in şekli ( yeni kısımlar hâriç ) fa z la ) ihtiyâcım karşılayamaz. Çok defa halk köşeleri yuvarlaklaştırılmış bir mus tatil i an­ kısmen veya tamamen mısır ile geçinmek dırır. 16 tarihî kapısından bugün ancak üçü mecbûriyetindedir. Her sene bir müddet çok meveuttur: şarkta Puerta de A lcalâ; cenupta sayıda insan adayı ierkederek, Cava 'nm Puerta de Toledo; garpta Portülo de San Vi- şark kısmında kendilerine iş ararlar. A ynı cente. Puerta del Sol ( güneş kapısı ) Madrid 'in sebep balkı Cava şarkında yerleşmeğe zor­ merkezi ve en büyük işlek meydanlarından lamış olup, bu yüzden, şarkî Cava ’da Ma­ biri olup, adım şehrin 16 kapısından biri olan dura dili çok yaygındır. Hayvan yetiştir­ şark güneş kapısından almıştır. 1570'te he­ menin ( sığır, at, keçi ve koyun ) maduralınüz yerinde idi ve önünde güneşi temsil eden I lar için zirâatten daha büyük bir ehemmiyeti bîr şekil var idi. Kıral sarayı araplar tarfından j vardır. Madura 'nın hayvanları belki de bütün inşâ edilmiş olan kalenin ( Alcazar = al*l£aşr ) ; Îndonezya Maki hayvan cinslerinin en iyilerini



MADURA teşkil eder. H er sene çok sayıda iş ve ka­ saplık hayvanlan ihrSc olunur. Boğa yarışları halkın tercih ettiği eğlencelerden biri olup, bu yarışlarda kullanılan hayvanların yetiştiril­ mesine çok emek sarfedilir. Bundan başka adalılar, seyyar satıcılıktan da çok hoşlanır­ lar. Sahillerde ve yakın adalarda balıkçılık da başlıch geçim kaynaklarmdandır. Madura halkı ile cavahlar arasında büyük b ir benzerlik görülür. Doğum, evlenme ve olum sırasında yapılan merasim ber iki .adada da, umûmiyetle, birbirinin aynıdır. Bununla be­ raber, madurahlar ve cavahlar arasında göze çarpan farklar da vardır. Madurahlar, cavalılara nisbetle, daha ağır yapılı, daha enerjik ve da­ ha atılgan oldukları gibi, kaide ve şekillere onlar kadar uymazlar. Daha sâdık, emniyetli, tutumlu, hattâ hasistirler. Evlerine ve iş yer­ lerine cavahlarmkinden daha az itinâ eder görünürler. Meskenler, C ava'd a olduğu gibi, bir araya toplanmış olmayıp, arazi üzerine dağılmış vaziyettedir. Madurahlar m kaba ve ağır işlere olan istidatları, düşünce ve bece­ riklilik isteyen işlerden daha fazladır. İspir­ tolu içkileri fazla sarfetmekle beraber, afyonu az kullanırlar. Dilleri de Cava dillerine ya­ kınlık gösterir ve bunların fazlası ile te'siri altında kalmış görünür. Edebiyatları daha zi­ yâde tercüme veya tâdil edilmiş Cava eser­ lerinden mürekkeptir. Müslümanlık adada hâkim olan dindir. Ma­ durahlar mutaassıp olmamakla beraber, başlı­ ca dinî vazifelerini şevk ile yapar ve mûtâd ilk dinî tedrisâtı takip ederler; içlerinden ço­ ğu bununla da iktifa etmez. îslâmİyetin bu­ raya ne zaman ve nasıl girdiği hususunda va­ zıh ve itimada lâyık bilgiye sahip bulunmuyo­ ruz. Yerli kaynakların bu nokta üzerindeki kayıtları birbirine uymamaktadır. Bununla be­ raber, siyâsî bakımdan, Madura ’mn tâlimin dâima Cava 'makine sıkı-sıkıya bağlı olduğu (Hindü devrinde Madura Tumapele ve Macapabit kır&lhkiarına tâbî oluş, daha sonra • Surabaya 'mu adipati 'sine, bunun arkasından da Mataram sultammnkine bağlanışı) ve müslümanlığın C av a'y a girdiği bölgeye yakm bu­ lunduğu düşünülür ise, ilk müslüm anlık fikir­ lerinin C a v a ’da yayılması ile Madura’ya gir­ mesi arasında büyük bir zaman geçmemiş ol­ duğuna hükmedilebilir. Adanın tamâm ıyle İs­ lâmlaşmasının az zamanda ve güçlükle kar­ şılaşmadan Vukûa gelmiş olması muhtemeldir. Hindü hâkimiyetinin burada te ’siri derin ol­ mamış idi. Bir yerli^ an'anesine göre, Madura Macapahit Hind-Cava" kırallığını devirmiş bu­ lunan İslâm ittihadına dâhil bulunuyordu. 1623 'e kadar Madura { bu sıralarda beş devlete



MAGRÂVA.



i3 9



bölünmüş idi ) Surabaya adipati 'si toprakla­ rının bir cüz'ünü teşkil ediyordu. O sene Ma­ taram tarafından fethedilen Madura 'ya yerli bir hükümdar tâyin edildi. 1678'de bunun Truna Caya adh bir torunu Mataram’a karşı ayaklanıp, M adura'yı bağımsız bir hâle koy­ mak isteyerek, hattâ bizzat Cava 'ya hâkim olmak yollarını arayınca, Mataram hükümda­ rı Şarkî Hınd kumpanyasının müdâhalesini talep etti. 1679'da Truna Caya esir alındı. 1705 ’te Mataram, Şarkî Hind kumpanya­ sının Madura adasının şark kısmında, gerçek­ te 1683 'ten beri fiilen mevcut olan hüküm­ ranlığım kabûl etti, 1743 'te bu hükümranlı­ ğın butun adaya teşmiline muvafakat etti. Bu arada kumpanya memleketin dahilî işleri­ ne karışmaktan dâimâ uzak kalmış idi. Daha sonra Holanda hükümeti de uzun zaman böy­ le yaptı ve kendisine bir çok defalar ehem­ miyetli yardımlarda bulunan bu hükümdarlara müstakil müttefikler gibi muamelede bulun­ du. Fakat daha sonraları bu türlü muamele­ nin halka zarar verdiğini görerek veya böyle bir bahane ileri sürerek, XIX, asrın ortaların­ dan itibaren, hükümdarın salâhiyetlerini yavaş-yavaş tahdit etmeğe başladı. 1885 'te bü­ tün ada doğrudan-doğruya Hollanda idaresi altma alındı ve bu durum, ikinci cihan har­ binde adanın jap onlar tarafından işgaline ka­ dar, devam e t t i; daha sonra îndonezya dev­ leti kurulunca, Madura bunun bir cüz'ünü teş­ kil etti. B i b l i y o g r a f y a ' , Bu husûsta bk. E lt mad. MADURA. ( W. H. RASSERS.) £ Bu madde BESİM DARKOT tarafından İk­ mâl edilmiştir]. M A D Y A N Ş U A Y B . [ Bk. m e d ye n ş u a y b .) M A Ğ N A T ÎS , M A Ğ N A T ÎS VE M A Ğ N lT ÎS . [ Bk. MIKNATIS.] M A G N E S İA . [Bk. MANİSA.) M A Ğ R A V A . [Bk. m a g r â v a .] M A G R Â V A . M A Ğ R A V A , Zanata kabîîeler gurubuna mensup ve Bani İfran [ b. bk.] Bani îm iyâa [ b. bk.] müttehid kabîle gurup­ ları ile akraba olan büyük b e r b e r k a b i l e ­ l e r i t o p l u l u ğ u . Göçebe hâlde; yaşayan bu kabileler, Chelif vadisinden ; Tlemsen ’e ve Medyunalar ile meskûn olan dağ silsilelerine kadar uzanan ülkede dolaşmakta idiler. Zah­ metsizce İslâmiyet! kabûl ettiler.. Rivayete göre, reisleri Şülût b. Vazmâr o devirde Me­ dine ’ye halife ‘Osman 'ınCyanma gitmiş ve Mağrâvalarm reisi olduğu tasdik edilmiştir. İşte bu sebepten, bu kabîle topluluğa, sonra­ dan, kendisini İspanya Emevîierinîn mavla 'sı telâkkî etmiş ve biLan da bn sülâlenin Magrlb 'deki haklarım silâh ile müdâfaa etmiş-



140



MAGRAVA.



tır. Reis Sulat 'ın yerini oğlu Hafş almış, onun yerine de, Hafş 'ın oğlu Hazar geçmiş idi ki, kayravanlı arap emirleri, 122 ( 739 ) 'de, Maysara isyânı sırasında, onu korumuşlardır, ö lü ­ münde oğlu-- Mchammed, İdrİs I, ’in Magrib 'deki ük rnuvaffakiyetlerinden sonra, Mağravaları itaat altına aldı ve Bani İfranİerden zaptettiği Tlemsen 'i ona iade etti. BÖylece Mağrâvaîar, başlangıçta, İdris sülâlesinin baş­ lıca dayanaklarından biri oldular. Muhammed b. H azar'ın İdris I .’in çağdaşı olan ve Muhammed adını taşıyan torunu, son­ radan, açıktan-açığa Fâtımîlere [ b. bk.] karşı vaziyet aldı. Mahdi ‘Ubayd AUâh ’m kuman­ dam M aşlîa b, Habbüs, İdrisiIerİn orta Mağ­ ribideki müstemlekelerini zaptettiği ve baş­ larına Miknâsalerİn reisi Müsâ b. A bı V A f i y a ’yi getirdiği zaman, Mağravalarm reisi is­ yan etti ve peşi-sıra bir çok berberi kabile­ leri sürükledi, 309 ( 921/922 )M a kendisine karşı gönderilen orduyu bozguna uğrattı. Or­ dunun başındaki M asala’yi kendi eli ile öl­ dürdü. Fakat ertesi yıl, Fâtımîlerin yeni bir hücûmu karşısında, Mağrâvaîar Sicilmâsa böl­ gesine sığınmak zorunda kaldılar. Bir müddet sonra, Kurtuba ’dakı Emevî halifesi ‘Abd alRahmân III. al-Nâşîr, Magrib *i kendi top­ raklarına İlhak gayesi ile, Mağravalarm yar­ dımına baş-vurdu ve Muhammed b. Ha­ zar'ın iştiraki ile, Tâhert bölgesi hâriç, bü­ tün orta Magrib 'i ele geçirdi. Mağrâva emîrînin oğlu ai-Kayr b. Muhammed O ran 'a vali tâyin olundu. Bani İfran ile Müsâ b. Abi ’l» A fiya de Emevîlerin tarafını tuttular ( X, asrın ilk y arısı). Fakat bütün bu mutavaat hareketlen menfaat sâiki ile yapılmakta i di ; nitekim Muhammed b. Hazar, K ayravan'da 350 ( 961 ) 'de öldüğü zaman, Fatımî hüküm­ darı al-Mu'izz 'in tâbii idî. 1 / ‘ Abd aî-RalımSn III.'m yerine Kurtuba ha­ lifeliğine geçen at-Hakam al-Mustanşır, tıpkı babası gibi, Mağrâva ile ittifak e tti; reisleri Muhammed b, al-Hayr b. Hazar Fatımî tâbii­ yetini üzerinden a t t ı ; bu bozgunluğun başına açacağı dertleri sezen al-Mu İzz, Mağravalarm reisine karşı Şanhâcalerin reisi Z iri b. Man âd ’ı çıkardı. 360 (970/971 )'ta, Mağrâvaîar ile Boîoggİn b. Z iri kumandasındaki Şanhâcaler arasında bir muharebe oldu. Magrâvalar tam bir bozguna uğradılar ise de, çok geçmeden, al-Msila ve Zâb emîri C a'far b* ‘ A li b. Hamdün 'un iştirâki sayesinde, öç ala­ bildiler. Ertesi yıl, Bologgin b. Z iri, Fatımî sülâlesi adına, Zanâtalara karşı büyük bir sefere girişti ve onları orta Magrib 'de tama­ men itâat altına aldı, Mağrâvaîar, bir defa daha Sicilmâsa ’ye sığınmak zorunda kaldılar ve



orta Magrib ’i tamamen boşatarak, Fas 'a gidip, yerleştiler. O tarihten itibaren, iki Mağrâva ailesi kendi hesaplarına muvakkat iki emirlik kurdular ki, bunlardan biri Fas 'tâki Bani Ziri b. ‘A tîy a , diğeri ise Sicilmâsa ve Trablus 'takı Bani Hazrün'dur F a s M a ğ r â v a 1a r ı . Mağrâvaîar or­ ta Magrib 'de bozguna uğradıktan sonra, Hazar 'ın ahfadından Muhammed b. alîfayr, meşhûr 'Â m iri hâcibi al-Manşür b. A bı ‘Am ir [ b. bk.] 'ia yardımım dilemek maksadı ile, denizi aştı. al-Manşür, Muhammed ’in şi­ kâyetlerini dinledikten sonra, Ca'far b. ‘A lı b. Hamdün kumandasında, Magrib 'e karşı bir sefer açtı. Endülüs ordusu, Mağrâva ve Bani İfran kuvvetleri ile birlikte, Septe civarına yerleşti. Burası kuvvetle tahkim edilmiş olduğu için, Bologgin b. Ziri hücum etmekten vaz­ geçti ve bütün F as'ı zaptetmek üzere teşeb­ büse girişti. 373 ( 983/984 ) 'te Mağrâvaîar endüiüslü vali İbn ‘Askalâca gittikten sonra, onun yerine al-Manşür’u F a s'a vali tâyin et­ tiler. 377 ( 987/988 ) de 1hacibt Mağrâva emîri Zİri b. ‘Alüya b, ‘Abd Allah b. H azar'ı gar­ bı Magrib tabî emirliğine tâyin etti. Z iri, Fas '1 hükümet merkezi yapıp, kabilesini şeh­ rin civarına yerleştirdi. al-Manşür'un emri üzerine, Şanhâcalere karşı harp açtı v© top­ raklarını şarka doğru genişletti. 382 (922 ) ’de, }}âcib 'in daveti üzerine, Kurtuba *ya gitti. Tarihlerin çok zaman biribirini tutmayan ka­ yıtlarına rağmen, Ziri b. ‘A tiy a 'n in saltanat devri oldukça kargaşalık içinde geçti ve tesâdüfî galibiyetler neticesinde o devirde bâzan Mağrâva hükümdarı, bâzan Fatımî rakibi Yaddu b. Ya'la iktidarı eline aldı. Ziri Fas 'a döndüğü zaman, yerinin İbn YaTâ tarafından işgal edilmiş olduğunu gördü ve ancak kanlı bîr mücâdele sonunda tahtını tekrar ele geçi­ rebildi. Fakat Fas 'ın merkezî bir mevkide ol­ madığını görerek, endülüslü metbûlar gibi, o da, gerek kendisi, gerek kendine bağlı kabilelerin belli-başlı reisleri, için bir idare merkezi kur­ mak istedi. 384 ( 994 ) 'te Vacda ( O u jd a) şeh­ rinin temellerini attı ve saray erkânı ile bir­ likte ortaya yerleşti. Aynı devirde, Kurtuba ’ n tB hâkimiyetinden kurtulmak istedi ve niha­ yet al-Manşür ile münâsebetlerini bozdu. İbn A b i !Âmir ona karşı, azadlı bir köle olan Va», iiij kumandasında, bir sefere girişti.’ /V ad i Rdât.'ta, iki tarafın kuvvetleri birbiri ile kar­ şılaştı ; Endülüs ordusu yenildi. Bunun üzerine fıâcîb bir başka sefere girişti ve kuvvetleri­ nin başına kendi oğlu ‘A bd al-Malik al-Muşaffar 'i geçirdi. Bu defa 387 ( 997 ) ’de Ziri iki defa bozguna uğratıldı. Her ne kadar F a s’a kaçmak istedi ise de,ahali onu hükümet



MAĞRÂVA.



M*



merkezine sokmadı ve az bir müddet için 'A bd cenûb*î şarkî sûrlarındaki bir kapı hâlâ alal-Malîk bu şehre girdi. Bunun üzerine Z iri Sab­ Futüh adını taşımaktadır. Şimal sûrlarındaki ra ’ya çekilmek mecburiyetinde kaldı ve sonra bir diğer kapı da, hafif bir değişikliğe uğra­ Şanhâcalerin topraklarında bîr hükümdarlık mış olarak ( Bab C h a ), hâlâ kardeşinin adı kurmağa çalıştı. Hükümet merkezi olan A sir ile anılmaktadır. [ b. bk.] önünde kuşatma hareketine geçti ise al-Futüh 4$4 ( 1062) ’te, îrlammâdi hükümdarı de* şehri ele geçiremeden, eski bir yaranın Bologgin b. Muhammed tarafından, Fas 'tan atıldı. O devir, Murâbıtlarm Fas ülkesini is­ tesiri ile, 391 ( 1000/1001 )'d e öldü. Zırİ b, ‘A tîy a ’nin ölümü üzerine, Mağra- tilâya başladıkları devir idi. al-Futöht gittik­ valar, onun oğlu al-Mu'izz ’i emîr ilân et­ ten sonra, Mağrâvaîar, onun yerine, 454 (1061) tiler. Bu sonuncu, ilk iş olarak, al-Manşür b. 'te akrabalarından M u ' a n ş a r ( yahut Mu‘ Abi 'A m ir ’in gözüne girmeğe çalıştı. al- 'annaşar [ ? ] ) b. Hammâd b. al-Mu'izz b. Manşür, al-Muizz 1 emîr olarak tamdı ve ‘A tîy a 'y i geçirdiler. Bu sonuncu istilâcılara halefi 'A b d al-Rahmân al-Muzaffar ’i de 393 karşı mücâdeleye girişti. Yusuf b. Taşfin 'in ( 1002/1003 ) ’ie F a s'a ve garbı M agrib’e va­ kumandanlarından birini yendi ve elinden alın­ li tâyin etti. al-Mu'izz, Kurtuba ’da, Bani H.az- mış olan F a s ’ı tekrar zaptetti. Murâbıtlar rü n ’a ayrılan Sicilmâsa bölgesi hâriç, bü­ şehri kuşatınca, Mağrâva emîri bir çıkış yap­ tün Fas ülkesini İdaresi İçin tevcih mektup­ mağa kalkıştı ve bu esnada ( 4 6 0 = 1067/1068) ları aldı. Fas ülkesi 417 (1026), yahut 422 Öldü, Bunun üzerine, Fas ahâlisi oğlu Tamım’i ( ı o 3 i ) ’de ölen al-Mu'izz devrinde sükûna ve emîr ilân etti. Fakat iki sene sonra, Yûsuf b. Taşfİn şehri zaptetti ve küçük hükümdar muayyen bir refaha kavuşmuş olmalıdır. al-Mu'izz'in yerine, amcasının oğlu H a m a ­ ile birlikte, bır-çok Mağrâva ve Bani İfrani m a b. aî-Mu'ızz b. ‘ A tiy a geçti. Vaziyetini halkını kılıçtan geçirtti. Böylece Fas 'tâki Mağ­ kuvvetlendirmek için, o devirde Ispanya'da râva emirleri sülâlesi sona erdi. İlk Mağrâva hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak, et- hükümdarları zamanında refaha ermiş ve ge­ rafrha fıkıh âlimleri ile edipleri topladı. Fakat nişlemiş olan bn şehir, Magrib tarihçilerinin 424 (1032/1033) ’te, rakip sülâlenin vârisi rivayetine göre, sonradan zulümden çok zarar olan Abu 'İ-Kam 5l Tamim b. Ziri al-İfrani, görmüştür. İbn Haldun ’a göre, Mağravalarm Fas 'ta Şella [ b. bk.] 'den kalkarak, Fas üzerine yü­ rüdü. Hamama, Mağrâvaîar ile birlikte, ona inkıraza uğradıkları devirde, Büyük Atlas 'ın karşı harekete geçti ise de, mağlûp oldu. A y ­ Marrakıış ovasına açılan geçitleriden biri olan nı yıl, Tamim Fas şehrine girdi. Hamama'ye A ğ m â t’ta, aynı kabile topluluğuna mensup gelince, Vacda ve T en es’e gitti; mühim bir küçük bir emîr sülâlesi var idi. 450— 460 ( 1058 kuvvet topladıktan sonra, 428 ( 1037/1038 ) ’de — 1067 ) 'a doğru yaşamış olan bu emirlerin Fas üzerine yürüdü. Tamim, F as’tan çıkmak sonuncusunun adı Laggüt b, Yûsuf b. 'A li ve emirliği» merkezi olan Şella [ b. bk.] ’ye olduğu söylen ir; bu emîr, Fas ülkesinin şima­ gitmek zorunda kaldı. Hamama de ölünceye line doğru yaptıkları başarılı hücûmîar sıra­ kadar hüküm sürdü ve muhtemelen 431 ( 1039/ sında, Murâbıtlar tarafından yenilmiş ve Öl­ dürülmüştür, 1040)’de öldü. - Kendinden sonra iktidar oğlu D ü n â s ' a F a s Ma ğ r â v a l a r in in şe c e r e si .



geçti. Amca-zâdelerinden birinin çıkardığı is­ yanı, çabucak bastıran Dünâs, zamanını Fas’ı güzelleştirmeğe hasretti ve bu sayede Fas çok nüfuslu, büyük bîr ticaret şehrî halini almağa başladı. Dünas 452 ( 1060 ) 'de öldü.



F as'ta , Dünâs b. Hamama'nin yerine, oğlu a l - F u t û h geçti ise de, tahta çıkar-çıkmaz, hükümdarlık haklarına kardeşi * A c i s a' ta­ rafından itiraz edildi. ‘A cisa hükümet mer­ kezinin bir kısmını ( al-Karariyin kıyısını; *idva) hükmü altına ald ı; al-Futûhı ise, karşı sahilde, al-Andalus kenarında yerleşti. İki kardeş şehrin içinde çarpışmağa başladı ve ahâli de iki cepheye ayrıldı. Kargaşalık, Fas 'a kadar yayıldı ve ancak 3 yı! süren bir mü­ câdele sonunda, 'A cisa katledildi ve al-Futüh fi’lea Fas ’ta hükümdar oldu. Bu şehrin



Hazar *Abd'Allah 'A tîy a I.







I * ;l al-Mu'izz Ziri i I f" "j al-Mu ızz Hamama Mu'anşar I '| [ * Mu'anşar Dünâs Hammâd J al-Futüh



\_ Mu'anşar ‘A cisa |_ Tamim



Sicilmâsa Mağrâvalari (Bani H a z r ü t t ] , Kurtuba jıacib ’i al-Manşür Abi



i 4*



İHAGRÂVA -



'Â m ir 'in teşviki ile, bir Mağrava reisi, 366 ( 97^/9?7 ) ”da Sicilmâsa [ b. bk.} ’yt zaptetmiş idi. Burası iki asırdan fazla bir zaman, Bani M idrâr’ın Mıknâs koluna mensup emirler tara­ fından idare olunmakta idi. Adı Hazrün b. Faîfûl b. Hazar olan bu emîr, Sicilmâsa 'de, Ispan­ ya Emevîlerinin hâkimiyetini ilân etti ve Mıdrâri sülâlesinin son emîri al*Mu"tazz bi’llâh ’ın başını K urtuba’ya gönderdi. Hazrün al-Manşür Man şehrin valiliğini te’mİn etti ve ölünce­ ye kadar b u 1vazifede kaldı. Ölünce, yerine oğlu Vanüdin geçti. Bu emîr, garbı M ağrib'de Şanhâcalere karşı müdâfaaya geçmek zorunda kaldı ve bir müddet menkûp yaşadıktan sonra, nihayet valiliği 390 ( 999 ) *da Emevîler tara­ fından kabul edildi. İspanya halifeliğinin su­ kutu sıralarında İstiklâlini ilân etti. Dra ( Dar'a ) bölgesini ele geçirdi ve 407 (1016/1017) ’de Şufrüy ( Sefrou ) [ b. bk,] ve Vadi Malviya ( Moluya ) ’yi zaptetti. Oğlu ve selefi Mas'üd, 445 ( 1053/1054 ) Jte Murâbıtlar tarafından ye­ nilenerek, toprakları elinden alındı ve nihayet katledildi. On sene sonra, Şufrüy Ma tutun­ muş olan son Bani Hazrün dağıldı. Trablus Mağrava sülâleleri için bk. mad. TRABLUS. B i b l i y o g r a f g aı E s â s k a y n a k İbn Haldun, K iiâb al-ibar ( Histoire des Ber­ beres, trc. de Slane ), II, 33 v. d d ,; trc. III, 227 v.dd. Krş. bir de İbn Abi Z a r , Ravz alkirîâs ( nşr.Tornberg ), s. 63 v.dd.; İbn'İzSri, al-Bagân al-muğrib ( nşr, Dozy ), I, 262 v.dd .; trc. Fagnan, I, 371 v.dd.; İbn al-Aşir, Kamil ( Ânnales dıı Maghreb et de l?Espagne, trc. Fagnan ), Cezayir, 1898, bk. fihrist; al-Nuvayri, N i hayat al-arab ( Histoire d’Afriçue, tre. ve nşr. M, Gaspar Remiro, Granada, 1917), H, bk. fihrist; aI*Nâşiri, Kıt ab al-îstikşa ( kıs­ mî trc. Archives m a r o c Paris, 1925, XXXI, 81 v.dd.); Fournel, Les Berbers, tür. yer.; G. Marçais, Les Arahes en Berberle (P a­ ris, 1914), bk. fihrist mad. Marrâ-ma. —Mağrâvalar Stanley Lane-Poole, The Mokammadan Dynasties ’te gösterilmemiştir,



(E. Levi-Provençal.) M ACRİB. MAĞRİB, bâzan B e r b e r ı s t a n veya K ü ç ü k A f r i k a denilen ve Afrika Mm Trablus, Tunus, Cezayir ve Fas’ı içine alan kıs­ mına arap müelliflerinin verdikleri îsîm, Mağrib kelimesi, ş a r k , g ü n d o ğ u s u n u n (mü#rı£) zıddı olarak, g a r p , g ü n b a t ı s ı mânasına gelmektedir; fakat İbn Haldun ’a göre, bu isim yalnız husûsi bir bölgeye tatbik edilmekte idi. Bu bÖlgeniıT ^genişliği, müelliflere göre, değiş­ mektedir, Bâzı şarklı müellifler, yalnız şimalî A frika’yı değil, aynı zamanda Ispanya’yı da Mağrib Men saymışlardır; bununla beraber, Çoğu Mağrib tâbirini, bu ülkelerden birin­



MAĞRİB. cisi için kullanmıştır. Fakat bunlar Mağrib ’in şark tarafındaki hudûdu üzerinde anlaşamamaktadırlar. Bunun aksine olarak, şimal, garp ve ce­ nup sınırları üzerinde bir mutabakat vardır, Mağrib 'İn .ş iş lin d e »Roma denizi'* ( Akdeniz ) bulunmakta, Mağrib garpta, »kuşatan deniz* ’e kadar uzanmaktadır; buna, »yeşil deniz*, »karanlıklar denizi* de denirdi ve İbn Hal­ dun ’a göre, yabancılar bu denize »Okeanos* yahut »Atlant* ( Atlas okyanusu) demekte idiler. Mağrib, bu deniz boyunca, Tanca Man Lamtüna ( Abu ’I-Fidâ' 'ya göre ) çölüne, yahut sâdece Asafi ( Saf fi ) ’ye ve İbn Haldun ’a gö­ re de, Deren ( büyük A tla s ) ’e kadar uzanmakta idi. Mağrib, cenupta E rg [ krş. mad, 'AREG } denilen, müteharrik kum şeddine ve »Hammâda* ( İbn H aldun) denilen taşlık bölgeye kadar uzanır. Buda, Tamentit, Gürara, Ğadames, Fezzân, Vaddân gibi, bu hudut dışında kalan sâhalar bâzan, gerçekte Sahra 'ya bağlı birer bölge olmakla beraber, Mağrib 'e dâhil sayıl­ maktadır. Şark hududuna gelince, muhtelif mü­ ellifler, bunu Kulzum ( Kızıîdeniz ) ’e kadar götürmekte ve böyleee Mısır ile Barka [ b. bk,] ülkesini de Mağrib *e dâhil etmektedirler. Abu ’l-Fidâ’ tarafından fikirleri benimsenen başka müellifler ise, bunu vahalardan tâ Barkça ile İskenderiye ( Akabat al-Kabira ) arasında, de­ niz kenarında bulunan »Akaba* 'ye, yani, bu­ günkü Mısır hudöduna kadar uzandığım kabul etmektedirler. İbn Haldun bu hudutları kabul etmemektedir. Ona göre, Mağrib ahâlisi Mısır ve B arka’yı kendi memleketlerine bağlı say­ mazlar. Onlara göre, kendi memleketleri, Trab­ lus eyâletinden başlamakta ve eski zamanlar­ da Berberıstan ’ı meydana getiren bölgeleri içine almakta idi. İbn Sacid ve al-Zayyani, Abu Ra’s gibi sonraki Mağribli müellifler, İbn Hal­ dun *un verdiği malûmatı teferruata âit bir kaç değişiklik ekleyerek, tekrarlamakla iktifa et* IV, 513), inektedirler, Y a k u t'a gelince (nşr, Wüstenfeld, Mağrib ’ı, MilianaMan S ü s ’a k a ­ dar uzanan ülkeye hasrettirmektedir. ’ 1 Altıncı »iklimde* bulunalı Mağrib, bir çok bölgelere ayrılm aktadır: İbn Havkal ( trc, de Slane, Descriptîon . . . , J A , 1841 ) iki bölgeyi birbirinden ayırıyor: Mısır hududunda, Trab­ lu s’ta Zuvila’ya kadar ş a r k î M ağrib; bu noktadan Süs a l-A k sâ ’ya kadar g a r b ı Mağ­ rib; fakat umûmiyetle kabul-edileni Mağrib ’i üçe ayıran taksimdir: İfrikiya, orta Mağ­ rib ve uzak Mağrib ( Abu ’İ-FidS’, İbn Haldun v.b,). İbn Sa'id, bir az farklı bir taksim kabul etmektedir: İfrikiya, uzak Mağrib, uzak Süs. İfrikiya, MısratS (İbn S a 'id ) yakınlarındaki Kaşr Ahmed Men Bicâya ’y e ; orta Mağrib, Bi* caya ’den Mulüya ( İbn Haldun ) ’ye, uzak Mağ-



MAĞRİB — MAĞRİBİ



*43



rib de Mulüya 'den A sfı 'ye ve Deren 'e kadar Fakat A li bir kaç yıl sonra al-Hakim ’in bîr uzanmaktadır kî, bu bölge S u s’u da ihtiva kıskançlığına kurban gitti. 3 zilkade 400 ( 18 eder* Uzak Mağrib, îbn Haldun 'a göre, bir haziran 10x0 ) ’de, kardeşi Muhammed ve iki ada yahut diğer kara parçalarından ayrılmış, oğlu ile birlikte, İdam edildi. etrafı denizler ve dağlar ile çevrili bîr ülkedir. B i b t i y o g r a f y a : tbn al-Agir ( nşr. B i b l i y o g r a f y a ; İbn Haldun, Hisi. Tornberğ), IX, 61 v.dd,, 233; al-Makrizi, des Berberes ( trc, de Slane ), I, 186 v.dd,; al*Ht‘îa f (Bulak, 1270), II, 157; îbn TağriAbu ’i-Fida5, Ta km m al-buldan ( nşr. Reib ird i,al-Nıtcam al-zâhira (nşr. Popper), II, naud ve de Slane ), s. 122 ( trc. Reinaud, II, S v.dd., 149. 168 v .d d .); İbn Sa'id, Abu Idâmİd al-Anda2. AL-tîUSAYN B, *Al F, ABU ’L-K a SİM, ken­ lusi, Ahmed b. *AH Mahalli ( İbn Zenbeî -) disine „al-Vazir al-Mağribi" denilmekte idi. için bk. Fagnan, Extraits inedits relaiifs an Yukarıda adı geçenin oğlu olup, 13 zilhicce Maghreb ( Cezayir, 1924 ), tür. y e r.; al-Zi- 370 ( 19 haziran 9 8 1 )'te M ısır’da doğmuştur. yâni, R ik la . . . ( trc. Coofourier, Archives 400 ( 1010 ) yılında babası idam edilince, alMârocaines, II, 436 v.dd.); Muhammed Abu Husayn M ısır’dan al-Ram la’ye, Bani Tayyi' Ra’s b. Ahmed b. *Abd al-Kadir a!-Naşri, emîri Hassan b. al-Mufarric ’in yanına kaçarak, Voyages extraordinaires et nouvelles agri- onu halife al-Hâkİm ’e itaatten vazgeçip, Mekke ables (trc. Arnaud), Cezayir, 1889, s. 11 ve ’nin alevî emîri Abu ’l-Futüh al-îdasan b. Ca'far 156 v. dd. . (G . YV er .) ’e bi’ate ikna etti. Bu sonuncusu da al-Ramla M A Ğ R İB Î. AL-MAĞRÎBİ, b i r k a ç v e * t- ’ye gelerek, halife ilân olundu. Fakat Hassan, r i n adı, al-Hakim tarafından rüşvet İle elde edildiğin­ X. 'A li b . AL-H u s a y n , A bu ’L-H a s a n . Babasıden, Abu ’I-Futüh Mekke ’ye geri dönmeğe mec­ gibi, 'A li de Haîeb ’de Hamdânîlerden Sayf bur kaldı. al-Hasan da Büveyhîlerden Bahâ* al-D avla’nîn yakın dostlarından biri idi. Sayf al-Davla *nin veziri Fahr al-M uîk’e sığındı. al-D avla’nîn oğlu Sa'd aî-Davla yanında da aî-Husayn, mısırlı olmak dolayısı ile, Abbasî büyük itibâra sahip id î; fakat dostâne münâ­ halifesi al-Çgdir için şüpheli bir şahıs olma­ sebetleri bozulunca, ‘A li Haleb ’ı terkedip, sına rağmen, Fahr aî-Mulk ile birlikte, V asit al-Ralıka’ya, Sayf al-D avla’nin eski memlûkü şehrine kadar gitmek müsâadesini elde elti Bekçür 'ün yanma giderek, onu uzun zamandan ve Fahr al-Mülk’ün ölümüne kadar, orada kaldı. beri kendisinin münâsebetler idâme ettiği Bundan sonra M usul’a gitti ve ‘Ukaylilerden Fatımî halifesi al-'A ziz bi’Ilâh [b . bk.] ile mü­ Karvaş kendisini yanma kâtip olarak aldı, 4x4 zâkereye girişmeğe ikna etti. Bekçür, a l-A z iz ( 1023 ) yılında Irak ’ın Büveyhî valisi Muşarrif tarafından, Dimaşk valiliğine tâyin edildikten al- Davla onu vezirliğe tayin etti ise de, al* sonra, vezirliğe getirdiği ‘A lı 'nin teşviki ile, Husayn ertesi sene içinde türk ücretli asker­ H aleb'e sefer e tti; fakat 381 (991 nisan) sa- leri ile çatışarak, Çarvâş ’m yanma kaçtı, alferinde mağlûp oldu. 'AH de al-Ra]çka ’ya Hıısayn, ehemmiyetsiz bir meseleden dolayı, kaçtı. Sa'd al-Davla bu şehri ele geçirince, Abbasî halifesi ile ihtilâfa düştüğü için, aynı ‘A li Küfe ’ye kaçarak, oradan a l-A z iz ’e bir yıl içinde Musul ’u terketmek zorunda kaldı. mektup yazıp, Mısır 'a gitmek için müsâade Bundan sonra, kendisine melce’ te’min eden istedi. Aynı yılm cemâziyelevvelinde ( tem­ Diyarbekir hükümdarı Naşr al-Davla [ bk. mcd. muz— ağustos 991 ) M ısır’a vardı. Onun tav­ MARVÂNÎLER ) ’nin yanında yerleşti. al-Husayn siyesi üzerine, halife 383 (993/994) yılında M eyyâfârıkîn’de 13 ramazan 418 {17 teşrin I. o zamanki Dimaşk vâlîsi Mengütigin kuman­ 1027 ) ’de öldü ve Küfe ’de gömüldü. dasında bir orduyu, bu arada Sa'd al-Davla ’nin B i b l i y o g r a f y aı İbn Hallİkân, Va/aoğlu Abu ’1-Fa£â’il ’in babasına halef olduğu yat ( nşr. Wüstenfeld ), nr. 192 ( trc. de Slane), H aleb’e karşı şevketti. Fakat M engütigin’in I, 450— 456; İbn al-A g'r (nşr. Tornberğ), kâtibi sıfatı ile sefere iştirak etmiş olan ‘A li, IX,_226, 233, 235 v.d., 255; X, 1 1 ; aî-MafcHamdânîierin kumandanı Lu’Iu’ tarafından, rizi, al-Hitaf, II, 157 v.d .; İbn Tağribirdİ, rüşvet ile elde edildi ve Mengütigin ’i, iaşe al-Nucüm al-zâhira ( nşr. Popper ), II, 148 kaynaklarının bittiğini ileri sürerek, geri çe­ v.d., 229. kilmeğe ikna etti. Halife bunu haber alır-al­ 3. Mubam m ed b . C a ' f a r b . Muhammed b. maz, Mengütigin ’e vakit geçirmeden muhasa­ 'A l.!, A bu ’L-Fa r AC, bundan evvelkinin kardeş­ raya yeninden başlamasını emrederek, *A 1İ 'yİ lerinden birinin torunu. Abu ’l-Farac reşid azletti. O da bunun üzerine ^tekrar Mısır ’a olunca, Mısır ’ı terkederek, Irak’a gitti- ve ora­ dondu. ‘A li, gerek 386 (996^ yılında babası da bîr müddet kaldı. Başından bir çok ma­ a l- A z iz 'e halef olan halife al-Hâkim’e, ge- cera geçtikten sonra, Mısır ’a dönerek, vezir v-kse oğlu ri«I;!usayn ’e kendini çok sevdirdi. al-Barizi tarafından Divân al-cayş reisliğine



*44



MAĞRİBİ -



MAHALLEÎ-ûl-KÜBRÂ.



getirildi. Bu me’mûrİyeti al-B ârizi’nm azline kadar muhafaza etti; fakat vezirin halefi onu hapsettirdi. Abu ' 1-Farac henüz hapiste bu­ lunduğu sırada, 25 rebiülâhır 450 (21 haziran 1058) 'de bizzat vezîr tâyin edilerek, „al-vazir al-acall al-kâmil aUavhad şafiy amir al-mu*minın va-fyâlisaiuhu" lekabmi aldı. Bir kaç yıl sonra (9 ramazan 452— 7 teşrin 1. 1060) azledilerek, Dîvân al-İnşa 'nm başma getirildi ve 478 ( 1085/1086 ) yılında öldü. , B i b l i y o g r a f y a î al-Maferizi, al; ffitaîı İh 1585 Wüstenfeld, Geschichie der Fatimidenchalifen. j ( K. V . Z e tte r ste e n .) M A Ğ R İB İL E R , MAUR, şimalî A fr ik a ’nın muhtelif ülkelerinin müslüman ahâlisinden bâzı şehirli unsurları ve bilhassa Akdeniz limanları ahâlisi için, XIX. asırda bile hâlâkullamlan, b i r i s i m. Yunanca şekli Mançotıoıot olup, aslen Fenike lisanından gelmiştir. Mauri ( M aöçot) şekli ile, Berberistan ahâlisinin ve romalılann kullandığı isme tekabül etmekte idi (Strabo, XVII, 825 ). Romalıların, umûmî olarak, berberıleri adlandırmakta kullandıkları mauri ke­ limesi ispanyolcaya moro şeklinde girmiştir. Bu moros kelimesi ile Ispanya yarım-adası ahâ­ lisi, bütün İslâm hâkimiyeti devrinde arap fa­ tihleri ve Cebelüttânk boğazının öte tarafında yerleşen araplaşmış berberîleri kasdederlerdi. Moros kelimesi muhtelif Avrupa lisanlarına geçm iştir: fransızca Maures, İngilizce Moors, almanca Maaren. „Reconquista" ( istird a t) devrinde Ispanya 'da morîscos kelimesi ile, bu memlekette kalmış olup, 1610 yılında kat’î olarak tardediîen (umumiyetle gizlenen) müslümanlar kasdolunmakta idi. Bunlar kısmen şimâlî A frika 'ya gitmişlerdir. Y erli ahâli bun­ lara „endülüsîü" derdi. Hıristiyan seyyahlar bunlara umûmiyetîe maur demekte idiler. Şu hâlde yeni zamanlarda mağribîler, Avrupa için, şimalî Afrika limanlarının şehirli ahâlisini teş­ kil etmekte idiler. O zamandan itibaren bu ad umumiyetle garbı Akdeniz şehirlerinin müslümanları için kullanıîa-gelmİştir ( krş. „maur hamamı", maur kahvehanesi" v.b.). Maur tâbiri aynı zamanda bir taraftan şimâlî Senegal, bugünkü Mauretanya 'daki a r a p ve­ ya b er b e r î, saf veya zencî kam karışmış ahali, diğer taraftan Seylân adasında mühim bir İslâm kolonisi teşkil eden ( aş.-yk. 200.000 ) cenûbı Arabistan menşe’H araplar ile senegaililerin karışmasından meydana gelen melez­ ler içîn de kullanılmaktadır. ^ (E . LEVI-PRO VEKÇAL.) M A H A L L A . [B k. m a h a l l e .] M A H A L L A a l -K Ü B R A ( Bk. m a h a l l e t Gi.k ö b r â .]



M A H A L L E . M A R A L L A ( A.), makall İle aynı kökten iştikak eden ve başlangıçta „k on a k l a n a n y e r " mânasına gelen kelime. Sonradan mahalle, daha husûsî o!arak,-şehrin bir semti mânasını almış ve bu mâna türkçeye ( msl. İstanbul 'da Yeni-Mahalle gibi ), fransızcaya ,ve hindustânıye ( burada halk arasındaki telâffuzu muhatla Mir ) geçmiştir. Evvelce şeh­ rin bir semti için, eski Bagdad Ma olduğu gibi, daha ziyâde dar kelimesi kullanılıyordu. Ekseriya mahallelerin işlerine muhtar denilen kimseler bakar. Mısır Ma mahalla kelimesine şehir ve köy isimlerinin başında sık-sık tesadüf edilir. Bu­ rada ilk mâna ( „yer, mevkî" ) muhafaza edil­ miştir; hâlbuki bilhassa aî-Fus^üt ve İskende­ r iy e ’de evvelce mahallelere hitla denilirdi. Muştarik aUbuldân 'a göre, Mısır ’da al-Ma­ halla adını taşıyan aş.-yk. 100 mevkî mevcut­ tu r; 6A li Mubârak Paşa, al-Hi^at al-cadîda (X V , 21 v.d.)Me al-Mahalla al-Kubrâ [b. bk.] adlı büyük şehirden başka, Mahalla kelimesi ile başlayan 30 kadar yer zikretmektedir. ( J. H. KRAMERS.) M A H A L L E T - ül -K Ü B R Â . M A H A L L A a l KU BRA yahut MAHALLA KABİR, M ısır’da N i I deltasında, nehrin Dimyat kolunun bir az garbında, T a n ta ’nın şimal-i şarkîsinde bu­ lunan mühim bir ş e h r i n şimdiki a d ı . Şehir Bahr Ş ib in ’in bir kolu olan Tur'at al-Milâh kanalı üzerindedir, M ısır’da Mahalla kelimesi ile terkip edilen, coğrafî isimlerin çokluğu yüzünden, eski arap müellifleri tarafından zikredilen isimler arasın-, da şehrin teşhisinde güçlük vardır. Maspero ile Wiet buranın Tişayri adlı kıptı, beldesi olduğunu ileri sürüyorlar ( Amelinau, La geographie de VEgypte d Vepogue copie, Paris, 1893, s. 262 ) ise de, al-Mahalla 'nin arapça . bir tâbir olması, bu teşhisi şüpheli bir h a le. koyduğu gibi, bu ismin kıptı kelim esindeki. mânayı verdiği kat’î değildir. Hem de Abu Şâüh 'in Mısır 'daki hırİstiyan binalarına d â ir, eserinde bu şehrin adı geçmez. al-Mahalla, yahut al-Mahalla al-Kabira isimli bir şehir zikreden en eski müellif al-Makdisi ( s . 55, 194, 196, 200) olup, bu müellif adı geçen ye­ rin bir R if şehri olduğunu, iki kısımdan mü­ rekkep bulunarak, birinci kısmının Sandafa ( yahut Şan dafa) tesmiye edildiğini bildirir ise de, şehrin İskenderiye „nehrİ" üzerinde bulunduğu ifâdesi hatalı görünüyor, al-Bakri, gâlibâ aynı şehri Maj^allat Mahrum ismi ile tanımaktadır ( Kitâb al-masâlik va ’/-Bwmûlik, yazma, Brit. Mus,). İdrisi ( Deşer, de V A f rique, s. 158) şehri sâdece al-MahaUa diye adlandırır ve bu şehre izafe edilen bir ka-



MAHALLET-Öl-KÜBRA — MAHARİ veya MAKÂRİ, nal zikreder. Yâlfût ’un verdiği malûmat müphemdir j zira bu müellif Maralla Dakalâ adlı bir şehir ile Mahalîat Şarkiyün adlı başka bir şehir ( IV, 428) zikreder ki, her ikisi de aym şehri ifâde ediyor gibi gö­ rünmektedir. Yakut 'un al-Mahalla al-Kubra dediği Mahalîat Şarîçiyün Sandafâ île tek bir şehir meydana getirir *, diğer taraftan bu mü­ ellifin, al-Kahira ile Dimyat arasında bulu­ nan Mahalîat Dakala 'ma bildiği mahalleler arasında en büyüğü olduğunu (b k , bir de Abu ’i-Fidâ', II, 160) ifâde etmesine mukabil, Dimaşki ( s , 231) burayı Dakahla kâra 'sinin merkezi olarak ta n ır; İbn D tıkmak bu şehrin İdâresinin «küçük vezirlik'* ( al-vizara af-şağ lr a ) telâkki edildiğini bildirir, Mahalîat ŞarkiyÜn ismine al-Malfrİzi (nşr. W iet, III, 207 ) 'de tekrar rastlanır. Bu müelliflerin ifâ­ desinden, şehrin X, asırdan itibâren, ehemmi­ yetli bir ticâret, merkezi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, al-Makrizi ve al-Cabarii 'ye istinat ile bâzı hâdiseleri nakleden ‘A li Faşa M ubarak'e rağmen, şehir tarihte mühim bir rol oynamış gibi görünmüyor. XIX. asırda, asıl ehemmiyeti Tanta kazanarak, al-Ğarbîya mudirlga* sine merkez ittihâz edilmiş, alMahalla ise, bir kaza merkezi olmuştur. XIX. asır sonlarına doğru ‘A li Paşa Mubârak, şeh­ rin nüfusunu 50.000 kadar tahmin ederken, Baedeker'in 1928 tab'mda, bu nüfus 33.500 olarak gösterilmiş idi. ( 1947 sayımında ise, şe­ hirde 115.500 nüfus tesbit edilmiştir. Şimdi burası, pamuk ticâretinin bir merkezi olup, şelıirde ham pamuk işleyen bâzı sınaî mües­ seseler vardır ]* al-Mahalli nisbesini taşıyan bir-çok şahsiyetler arasında en mârûfu, bu Şehirde doğmuş olan Calâî al-Din al-Mahalli 'dır. B i b l i y o g r a f g a ı Maspero ve Wiet, Materiaux pour servir â la geographie de l’ Eggpte ( Kahire, 1919 ), s. 164 ve bu eser­ de zikredilen bibliyografya; ‘ A li Paşa Mu­ bârak, al~Hita{ al-cadida (Bulak, 1305), X V , 18 v.dd. (J . H. K r a m er s .) M A H A R Î veya M A K A R t, aym zamanda Kotoko da denilen z e n c î k a b i l e s i olup, Musgum 'un aşağı tarafında, aşağı Logone ’nin her iki sâhilinde ve Ç at gölünden Fort-Lamy ve Kusserı 'ye kadar da aşağı Chari ’nin ik i' kıyısında oturmaktadır. Umumiyetle Mahariler üç guruba ayrılır: Logone üzerindeki Lagwereler (bunlar Musgular ile karışmış bulun­ maktadır ) ; Kusseri 'deki Sem sirler; Gulfeı 'deki Sungwaller. Bu ahâli gâlıbâ buranın yerlisi değildir. Rivayete göre, buraların ilk sakinleri, ihtimâl eski Sao yahut Sö ahâlisi ile akrabâlığı olan Kerebinalardır. MahafiLîî:»



Atulklope&a!



*4S



ler, umûmiyetle, uzun boylu, ince ve kemikli insanlardır; kafaları uzun, renkleri koyudur; alınlarında birbirine muvâzî üç yara izi bulu­ nur. Ortadaki iz, burnun ucundan saçların kö­ küne kadar gitmektedir. Konuştukları dil Sao, Kuri ve Buduma’mnkine yakındır, Mahariler, umûmiyetle, Musguîara benzerler; bu iki ka­ bile birlikte, massa gurubunu meydana getir­ mektedir. Kanurilerden onlara, İslâmlık ile birlikte, oldukça yüksek bir medeniyet intikal etmiştir, Mahariler çiftçi ve balıkçıdırlar; ayn-ayn çeşitlerde darı, mısır, yer fıstığı yetiştirmekte ve taneleri taşan bir el değirmeninde öğüt­ mektedirler. Balık avı onlara oldukça bol bir gıda sağlamaktadır; uzunluğu 10 m., geniş­ liği de 50 cm. ile 1 m. 20 santim arasında değişen büyük kayıklar ile ava çıkarlar. Uzun sırık veya kısa kürekler ile hareket ettirilen bu kayıkların altlan düz, ön ve arka kısım­ ları da kalkıktır; bu kayıklar sağlam tah­ talardan yapılmakta olup, bu tahtalar bir­ birlerine bir takım deliklerden geçen nebatî ipler İle bağlanmakta, bu delikler, sonra muh­ telif ağaç kabukları ile, kalafat edilmektedir. Bu sebepten, «kayık yapmak" tâbiri yerine, «kayık dikmek" tâbiri kutlanılır. Bu kayıklara 25— 30 kişi binebilir. Kotokolar balık avında büyük ağlar kullanırlar; bunlar kayığın ön tarafına, ayrı istikametlerde yerleştirilen iki sırık üzerine konulmuş olup, bir manivela ile hareket ettirilir. Bn ağ denizin dibine indiril­ dikten sonra, ufak bir kayığa bindirilen çocuk­ lar, sırıklar ile balıkları büyük kayığa doğru sürerler. Balıklar içine girer-girmez,' ağ derhâl yukarı çekilir. Maharilertn evleri kerpiçten yapılmış olup, epeyce geniş ve nisbeten de rahattır. Duyar­ ları iki metre yüksekliktedir. Kat-ı nakıs şek­ linde 1, 4 m. kadar boyunda bir kapısı var­ dır. Çatılar yarım dâire şeklinde olup, saman ile örtülüdür» Evin içerisinde kilden bir sedir, kap-kacak koymağa mahsûs, yine kilden raflar ve nihâyet bir ocak göze çarpar. Bâzan bir de karyolaya tesadüf olunur; bu karyola, bir kas­ nağa öküz derisinden mâmûî kayışlar geçiril­ mek suretiyle yapılmaktadır. Maharİ ülkesinde münferit evler pek azdır; evler umûmiyetle köylerde toplanmıştır. Bn köylerin en mühimleri şunlardır: Logone Gana ( küçük Logone ), Karnak Logone yahut Logone Berni ( büyük Logone ) ve Kusseri. Bu köylerin hepsi eskiden dairevî bir hendek ve kerpiç du­ varlar ile çevrili olup, duvarlarda dar bir kaç kapı bulunmakta idi. Bu istihkâm inşaatı, halkı komşuların sık-sık yaptıkları hücumlara karşı korurdu.



10



i 46



hİAHARİ veya MAKÂRİ -



IdAHKEMİ



dum al-Mulk 987 ( 1 579) Me hacca gitti. Mek­ k e ’den dönüşünde, rivayete göre, 990 ( 1582) Ma, Ahmedâbâd Ma Ölmüş veya zehirlen­ miştir. Eserleri şunlardır; î, elşmat at-anhİya, pey­ gamberlerin »masumiyeti" hakkında bir eser ( krş. Badâ’unı, IH, 70) ; 2. M inkac al-din, Peygamberin hayatı hakkındadır ( krş. M aâşir al-umara, III, 252); 3. fföşiya şarh MuU lak, Câm i'nin İbn al-Hâeib 'in Kâfiya ’si üze­ rindeki şerhine haşiye ( krş. Ma'âsir aUumara’, III, 252); 4. Şarlı şama'il al-Tirmizi (T irm izi ’nîn Şama il al-Nabî 'sinin şerhi ( krş. Badâ’unl, IH, 70). B i b V i y o g r a f y at ‘Abd al-Çâdir Badâ’üni, Muntafyab al-tavârlk, III, 70; Şâh* navâz Hân Avrangâbâdi, Ma’ âşir al-umara', III, 252; Hazînat al~asfiyâ\ s. 443, 464; Â ’în-i A kbarl ( trc. Blochmann ), s. 172 ve 544. ( M. H id a y a t H o s a y n .) M A H iY A . [ B k MÂHİYET.] M Â H İY E T . M AH ÎYA (A .), m e t a f i z i k t â b i r i ; çok zaman cav har kelimesinin mu­ âdili olarak kullanılır. Abu Hanifa, Zirâr ( ve al>Naccâr ), bu tâbiri, mahs İlâhî cevheri ifâde etmek için, kullanmışlardır; k r ş .:Abd at-Kâhir al-Bağdâdi, al-Farîç (N ew York, 1920, s. 201— 202, nşr. Badr, Kahire, s. 20J v. d.); al-Şahrastâni, Kitâb al-milal va ’l-nihal ( Ka­ BUH&Rf. ] M AH D Û M - ül -M Ü LK . M AH D U M a l - hire, I, 114; Sözde-Balhi, Kitâb al-bad‘ va MULK, Sultânpürlu Şeyh Şams al-Din 'in oğlu *l~i5rih ( nşr. ve trc. Huart ), I, 85; Tahânavi, olan Mavlânâ ‘ Abd Allah ’ın lekabıdır. A ta­ K aşçaf (nşr. Spren ger) ; mâhiyetin vucud ile ları Multân 'dan göç edip, Lâhur civarında, aynı olup-olmadığt meselesi için bk, Curcani, Sultânpür Ma yerleştiler. Mahdum al-Mulk, Şarh al-Mavâkîf ( Kahire tab.), s. 92. Mavlânâ !Abd al-Kâdir Sar hindi Men ders al­ ( L. Ma ssig n o n .) dı ve Hindistan ’m en ileri gelen âlimleri sı­ M A H R A M A . [ Bk. m ahkem e .] rasına girdi. Kendisi mutaassıp bîr sünnî idi M A H K E M E . M ARKAM A, burada başlıca ve Abu ' 1-FazI (ölm. 1011 = 1602 ) '1, başlan­ İslâm memlektlerinde kaza hakkının hudut gıçtan beri, tehlikeli bir insan olarak telâkki ve teşkilâtından kısaca bahsedilecek ve gayr-i etti. Muasır hükümdarlar ona büyük bir İtibâr müslimler ile yabancıları alâkadar eden hususî ve saygı gösteriyorlardı. Hümâyûn ( 937— 963 haller ele alınmayacaktır. F a s , C e z â y i r v e — 1530 — 1556) tarafından ona şeyhülislâm, T u n u s için bk. madd, Şer Şah ( 946 — 952 = 1539 — 1545 ) tarafın­ M ı s 1 r Ma Kahire M e ,' Mehmed AH Paşa dan da, Hind imparatorluğunu istilâ ettiği za­ zamanında, İstanbul Man bir yıllık müddet İçin man, ona şadr al-istSm unvanı verilmiş idi. gönderilen bir baş-kadı bulunmakta idi. Bu ka­ Mahdum al-Mulk, Akbar ( 963 — 1014 — 1556 dı, dâvaların büyük bir kısmım İstanbul Man — 1605 ) devrinde de, büyük bir saygı gördü. beraberinde getirdiği bir vekile bırakırdı. Da­ Bayram Hân Hânân (ölm. 968 = 1560) bir vacı, umûmî kaide olarak, aslen ve devamlı lak rupyalık bir meblâğ ie ’min eden Sânka- bir vazife gören müftîden bir fetva getirmek vâla idârî bölgesini vererek, Mahdum Mn va­ zorunda idi. Diğer taraftan, müfti hukukî ih­ ziyetini daha da iyileştirdi; Akbar ise, ona tilâfı tetkik ve kadı da çok zaman fetvayı sonradan meşhur olan Mahdum al-Mulk leka- tasdik ile iktifa ederdi. Basit dâvalar başbını vermiş idi. Akbar, dinî sâhada teceddü­ kadı vekili veya ilk önce mürâcaat edilmek de başlayıp, halkı „hak dininew davet ettiği gereken resmî bir şahit huzûrunda hemen zaman, Mahdum al-Mulk hükümdarın irâde­ halledilirdi. Daha çapraşık dâvalar baş-kadı sine şiddetle karşı g e ld i; bunun üzerine hü­ vekili ve müfti huzûrunda görülürdü. Bu kümdar onu M ekke'ye hacca gönderdi. Mah­ belli-başlı mahkeg^tşgjc yanında, Kahire Me ve



Halk arasında demirci, çömlekçi, dokumacı ve tüccarlar da bulunmakta, bâzan araplara da tesadüf edilmektedir. Siyâsî bakımdan, Mahariler eski Bornu im­ paratorluğuna bağh olup, bir çok küçük tabî beyliklere ayrılmakta idiler ki, bunlardan en fazla istiklâle sahip olanı Karnak Logone bey­ liği olmuştur. B i b i i y o g r a f y a : F. Foureau, De VAlgerie au Congo par le Tchad (Paris, 1902 ) ; Poutrin, Esçuisse ethnologique des principales populations de VAfrique Aquatoriale Française ( Pablications de la Soeiete A n ii esclavagiste de France, Pa­ ris, 1914)1 G. Bruel, L 'Afrique Eqaa~ toriale Française (P aris, 1918). ( H enri L a b o u r e t .) M A H B U B . [ Bk. MAHBÛB.] M A H B Û B . M AŞBU B, şimalî A frika ve Mı­ sır Ma türk altın sikkesine verilen isim olup, zarmalıbûb [ b. bk.] tâbirinin ( bk. Dozy, Sappl. . . . ) kısaltılmış şeklidir. M A H D A V İ. [Bk. m eh devîler .] M AH D İ a l -M AHDI. [ Bk. mehd L] M A H D İY A . [B k. MEHDİYE.] M AH D UM a l -M U L K . [B k. mahdûm - ül m Ol k .] _ _ _ M AHDUM -1 C İH A N İY A N . [B k. c a l â l



kAkkEMĞ. Kahire ’nin dış mahallelerinde ikinci derecede mahkemeler var idi. Bunlarda büyük mahkeme­ nin resmî şâhidleri, baş-kadınm murakabesi al­ tında ve onun vekili olarak, karar verirlerdi. Kahire dışındaki şehirlerde de kadılar var idi i bunlara umûmiyetîe müftiler yardım ederdi. Bu kadılar bilcümle medenî hukuk dâvalarına bakmak salâhiyetini hâiz İdiler. Ceza dâvaları ve cezaların infazı, valinin mümessili sıfatı ile, kâh­ ya tarafından idare edilen ve en yüksek ıdârî mercî olan al-dîvân aUhidîvl ’nin salâhiyeti çevresine girmekte idi. Zaptiye âmiri ( M b it) ve muhtasib de bir çok hâllerde ceza vermek salâhiyetini hâiz idiler. Osmanîı impartorluğunup tanzimât mevzuatının M ısır'a bir şümu­ lü olmadı ve Mecelle de bu memlekete girme­ di. 1855 'de Said Paşa zamanında, ceza kanûnunu tedvin etmek hususundaki teşebüsten — ki, büyük kısm ı itibârı üe şer i’ata İstinât eden karışık bir derlemeye müncer oldu — sonra, İsmail Paşa zamanında, muhtelit mah­ kemelerin kabulü ( 1876) ile alâkalı olarak, büyük adlî İslâhat yapıldı, 1874 'te, ilk defa olarak, muhtelif meclisli mahallî bîr mülkî kazâ sistemi kuruldu. 1883 'te, bu teşkilâtın yerini mahakim akliya adlı (b u sistem tam olarak ancak 1889 ’da tatbik olunabilirdi) ve aynı zamanda, hukuk ve cezâ dâvaları için ( ceza kanûnu 1904'te tâdil edildi), fransız kanunlarım örnek alan yeni hükümler ile do­ lu medenî kanûn, cezâ ve ticâret kanunları neşrolundu. Bu arada şer’î ( şar? a ) mahke­ melerin yeniden teşkilâtlandırılması işine gi­ rişildi. 1880 tarihli bir nizamname il e Kahire ve İskenderiye mahkemelerinde üç hakimli toplu mahkemeler ihdas olundu. Kahire mah­ kemesi, münferit hâkimlerin kararları için, bir istinaf merci’i olarak kabûl olundu ve bu iki mahkemenin kararlarına karşı da hanefı başmüftîye müracaat etmek imkânı verildi, icâ­ bında mahkemeler, salâhiyetli müfitlere baş­ vururlardı. Şeri'at mahkemelerinin salâhiyeti, âtle ve miras hukukuna, vakıflar da dâhil (büyük şehirlerdeki mahkemeler için) mülkiyet hukuku­ nun bir kısmına ve macâlıs nizamiya ’nin havale ettiği cezâ dâvalarına İnhisar ettirilmekte i d i ; aynı zamanda mahkeme usûlleri değiştirildi. 1875 'ten itıbâren, Mısır hükümeti Mehmed Kadri Paşa 'nm kaleme aldığı âile ve miras huku­ kunu ihtivâ eden bir kanûn meemuası neşret­ miş idi ( al-Ahkâm al-şar'iya f i H-ahval alşahsî ya kî, bunun frassızca ve İtalyanca ter­ cümeleri de neşrolunmuştur). Fakat yeni ku­ rulan muhtelit ve yerli mahkemelerde, şeri'at mahkemelerinin tei^ik^ettiği İciihadların bü­ tününü içine alan kullanış^ Jair hulâsaya karşı duyulan İhtiyaçlara cevap verece» olan bu



«4#



eser doğrudan-doğruya şer’î mahkemelerde tatbik edilmeyecekti. Aynı müellifin vakıflar hukukuna dâir eseri için de aynı mülâhaza ileri sürülebilir ( Kanan al-'adi va ’l-in şâ f li ’l-kaia tala m uşkilât al-avkâf, ilk defa Bulak ’ta 1893/1894). 1901 — 1910 'da tâdile uğrayan 1897 .yılma âit mahkemelerin ye­ niden teşkilâtlandırılmasına dâir nizamna­ me bu hususta atılan ikinci adımı teşkil et­ mektedir. İki metin arasında, 1899’dakı kaza sisteminin değiştirilmesine dâir Mnhammed ’Abduh [ b. bk,] 'un fetvası gelmektedir. Her iki metin de şer’î mahkemelerin, cuz^İya ibtidaiya ve 'ulya olmak üzere, üç dereceli bir teşkilâta tâbî tutuyordu; birincilerde tek hâkim, diğerlerinde bir hâkim hey’eti bulun­ makta id i; birinci metne göre, bunların sayı­ sı üç, ikİneı metne göre de, orta derecedeki mahkemelerde üç, Kahire yüksek mahkeme­ sinde ise, beş hâkim bulunuyordu. İstinaf mer­ cii, bir derece yüksek mahkeme id i; daha mühim dâvalar derhâl bidayet mahkemelerine intikal etmekte idi. İlk metin, möftilere top­ lu mahkeme azalan arasında yer vermekte id i; sonraki metne göre, Kahire hariç, diğer yerlerde reis muavini müftînin vazifesini gör­ mekte idî. Bu ara, şer’î mahkemelerin sa­ lâhiyet sahaları, gerek doğrudan-doğruya, ge­ rek diğer mahkemelerin salâhiyetlerinin tâyini ile tahdide uğratılarak, âile ve miras hukuk­ larına ve vakıflara inhisar ettirildi (velayet hukukuna âit dâvalar içini, 1896 ’dan itibaren, macâlis hasbi ya ’ler salâhiyetli kılındı). 1931 yılma âit son mevzuât yüksek mahkemedeki âza sayısını tekrar üçe indirdi. Muhakeme usûllerine gelince, 1897'den itibaren mevzuat­ ta, delil bakımından, şifahen yapılan şahitlik ile ikrar git-gide tahdide ve yazılı delilleri tercihe doğru açık bîr temayül görünmektedir. 1920 'den beri, aynı zamanda, şer’î mahke­ melerde tatbik olunacak hukukî şekillerin maddî şartlarını da bir dereceye kadar tan­ zim eden mevzûât konulmuştur; nüfusun bü­ yük bir kısmının şâfı'î ve mâlikî olmasına rağmen, umumiyetle Osmanhlar zamanından beri, hanefî mezhebi hâkim bulunmaktadır. Hanefî mezhebine göre, İslâm hukukunun fiilen ancak en büyük otoriteye kavuştuğu Osmanlı i m p a r a t o r l u ğ u n d a şer’î mahkemeler, tâ ilk zamandan itibaren, mede­ nî hukuk ve cezâ dâvalarına bakmak salâhi­ yetini hâiz idî. Her kazâ merkezinde bir şeri’at mahkemesi var id i; bunların başında birer ka­ dı bulunmakta idi. Kadılar baş-müftiye, yâni şeyhülislâma [ b, bk,] tâbî idiler. Şeyhülislâm kadıların kararma karşı yapılan itirazlara ba- j kıyor ise de, kendisi kazâ’î vazife görmüyor»







Ma h k e m e



du. Bir bütün olması istenilen kazâ'î merâtibde, kazaskerler ( Rumeli ve Anadolu kazas­ kerleri ) başta gelmekte idiler. Kadıların ya­ nında, asker ve zaptiye birliklerini temsil eden su-başılar yakut muhtesipler de cezâ vermek hakkına sahip İdiler ve bu hakkı, kısmen şeri’atm maddî icâplarını yerine getir­ mek suretiyle, kullanırlar ve bu vazifelerini îfâ ederken, dinî hukuku mer’î kılmış olurlar­ dı. Bilfiil kadı tarafından tatbik edilmesi ge­ reken cezâ hukuku kanûnnâmeler [ b. bk.] ile değiştirildi. Bunlar, hükümlerine karşı gelme­ mek ve m eriyete halel vermemek şartı ile, dinî hukukun noksanlarım doldurmağa çalışan formel kanunlar idi. Tanzimat [ b. bk.] devri bu adlî teşkilâtta değişiklikler yaptı i 1840 ’ta» itibaren fransız Örneği özerinden, ticâret mahkemeleri kuruldu ve 1864 'te »nizamî* mahkemeler ( mahâkim-i nizâmı ya, hukuk mahkemeleri) teşkiline başlandı ki, bunlar son şekillerini mahkemeler teşkiline âit kanun­ da (1879) buldular. Bu mahkemeler, husûsî ti­ câret mahkemelerinin salâhiyetlerine giren dâvalar ile şeri'at mahkemelerine bırakılan husûsî dâvalar ( aile, vakıf, miras dâvaları, kısas [ b. bk.] ve diyet iş le r i) hâriç olmak özere, medenî hukuk ve cezâ dâvalarına ba­ karlardı. Bunlara muvâzî olarak, başka husûsî kanunlar kaleme almdı. 1850 ticâret kanûnu ve daha önceki iki tasarıdan sonra, 1867 cezâ kanûnu; bu kanun, aynı zamanda şeri'atı hem ayakta tutmak, hem de terketmek gayesini güttüğü için, müdâfaası imkânsız bir durumu aksettirmekte id i; her şeyden önce bir me­ denî kanun olan Mecelle [ b. bk., 1869— 1876], borçlar hukukunu, eşya hukukunu, esâs bakım­ dan tamamen şerİ’ata dayanarak tanzim etmek­ te, fakat ayrupâî bir şekil gözeterek, paragraf­ lara ayrılmakta ve bilhassa deliller hususunda ve teferruatta değişiklik kabul etmekte İdi. Türk milliyetçiliğinin uyanışı ile, şeriatı dün­ yevî hukuk prensiplerine icra hususunda da­ ha kuvvetli temayüller baş-gösterdi: 1917 ’de bu mahkemeler meşihat ile olan bağla­ rından sıyrıldı ve adliye nazırlığına tabî kılın­ dı ; aym yıl şeri'at hukuku, aile hukukunu alâ­ kadar eden bîr kanun ile, esâs bakımından de­ ğiştirildi. Fakat bu kanûn tekrar îîga edildi ( Bouvat ’nm tercümeleri, RMMt XL!II }. Türki­ ye cümhûriyeti 1924 'te, halifelik ile beraber, şer’î mahkemeleri ortadan kaldırdı ve 1926 ’da İsviçre medenî ve borçlar kanûnu ile İtal­ yan cezâ kanûnunu kabûl etti ( Bu kısım E. Pritsh 'in yardımı ile hazırlanmıştır ). Osmaniı imparatorluğundan ayrılmış olan a r a p m e m l e k e t l e r i n d e , dinî kaza ile dünyevî kaza arasındaki münâsebetler, esâs



itibârı ile, ayrılış zamanında ne ise, yine öyle kalmıştır. I r a k 'ta şi'îlik dikkat nazarına alınm.St,r. iki nevî mahkemenin bir arada bulu­ nuşuna güzel bir örnek teşkil eden Mekke *nin dâhil olduğu a s ı l A r a b i s t a n 'da vehhâbî mezhebinin te'siri neticesinde, dinî kazâ saha­ sında vukua gelen canlanma kayda değer. S uû d î A r a b i s t a n 'da adalet, sırf şeri'at hü­ kümlerine göre icra edilmektedir ve al-Şihr, al-MukalIâ sultanlığında ise, laik mahkemeler bus-bütün kaldırılmıştır. Meşrûtiyet idaresinden Önceki İ r a n 'da di­ nî ve dünyevî kazalar, hudutları açık şekilde birbirinden ayrılmaksızm, yan-yana bulunu­ yordu. Dinî kazâ, siyâsî ve İdarî dâvalara, kısmen de ticâret ve cezâ dâvalarına bak­ makta idi. Fakat muhakeme usûlünde değiş­ mez kaideler, sâbit emsal ve hükümler yok idi. 1907 Anayasası adalet sahasında bu ikiliği kabul etti ise de, salâhiyetlerini, açık olarak, tâyin etmedi. Sonradan mevzuatta şeri'atın tatbik kabiliyeti olmadığı anlaşılan kısımlarım ortadan kaldırmağa, tâdil etmeğe veya tamam­ lamağa ve şer’î mahkemelerin salâhiyetle­ rini yavaş-yavaş azaltmağa doğru sürekli bir temayül belirdi. En az güçlük ile karşılaşan İslâhat, siyâsî hukuk, idâri hukuk ve ticâret hukuku sahasındaki İslâhat oldu; 1928 'in ye­ ni medenî kanun ve miras hukuku, esâs ve şekil bakımından şeri’ata dayanmaktadır; evlilik hukukuna hiç el sürülmemiş ve bu hukuk, dinî bîr hukuk olarak devam, etmiştir. Cezâ hukuku ve cezâ içtihadı, 1928 cezâ ka­ nûnu ve 1931 'deki bir başka kanûn ile, tamâmen dinî hukuktan ayrılmıştır. Medenî hukuk sahasında da, şer’î mahkemelerin salâhiyet­ leri gittikçe azaldı. Nihâyet 1931 'de parîementodaa çıkan bir kanûn ile salâhiyetleri tesbit edilen husûsî mahkemeler ihdas edildi. Bunlar adî mahkemelerden gönderilen dâva­ lara bakıyor ve burada, tek hâkim olarak, muctahid vazife görüyordu ( bk. Frank, Islamıca, II, 171 v.d .); Tahran ’daki şer'i mah­ keme bir tashih-ı karar mahkemesidir; salâ­ hiyeti, evlilik hukukuna dâir bâzı dâvalara ve velayet hukukuna inhisar etmektedir. Yalnız şeri’atın, şahitlik ve yemin gibi, şeklî muhake­ me usûlleri ile halledilebiîen dâvalardaki salâ­ hiyeti, muhakeme usûlünde sık-sık yazılı şahit­ liğe müracaat edilmesi neticesinde, hiçe İnmiş­ tir. Hindistan 'daki durum içîn bk. mad. HİN­ DİSTAN ; indonezya için bk, Juynboll, Handleiding ( 3, tab,), s. 323 v. dd. ve mad. PANGULU. B i b l i y o g r a f y a : Mı s ı r — Lane, Manners and Customs o f the Modern Egypti■j’ anst fası! I V ; mad. HEDÎV, 2. kısım ; Schacht, |j Şarî'a und Qânün im modernen Âggp-



MAHKEME.



*49



ten ( İst., XX, 209 v.d .); kanûn ve emirna­ daki dâvalara bakabilirdi ( Kanun-nâme, T T K me metinleri! Journal O fficîel du Gouver- yazmaları, nr. 4, var. 8.) nement Egyptien; ayrıca husûsî tab ıla r: msl. Her sancak müteaddit kadılıklara ayrılmış Lâ’ihat al-mahâkim al-şarıya ( Bulak, 1297 ), olup, mahkemeler şehir ye kasabalarda ku­ 1880; Reglement de Reorganısation des rulmuştur. İlk devirde kazâ dâiresi sü-başılık Mehkemehs ( Kabire, 1910 ); Macmu 5t ka- bölgesine tekabül eder görünmektedir; msl. vânîn al-mahâkim al-şarîya va *Umacalis 1431 'de Arnavut sancağında (b k . , Arvanid al-fyasbiya ( Kabire, 1926 ). defteri, Ankara, 1954) 5 kadı var idi. Kanunî Ö s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u — biblİ- Süleyman zamanında ise ( bk. Tapu defteri, Uyografya İçin bk. madd. KADI, TANZİMÂT ve 367), II-Basan lîvâsmda 3, Ohri livasında 4, İs­ MECELLE; bir de kadıların merâtibi için bk. kenderiye ( İşkodra ) li vasında 4 ve Yanya li­ Hezârfen Hüseyin Efendi ( b. jo S r ’de yaz­ vasında 4 kadı var idi, Koçi Bey zamanında m ıştır), Talhiş at-bayân j i kavânîn âl (bk. Risâle, nşr. A ksüt, 107 v.d.) Anadolu'da *Osman ( msl. Paris, Ancien Fonds turc, nr. 700—800 ve Rumeli’de 450 kadılık mevcut idi. 40, t ) ; kanunnâmeler için bk. Kraelitz- Pâdişâhın, bir hüküm ile, bir nahiyeyi müstakil Greifenhorst, Mitiellungen zttr osmanischen kadılık hâline getirdiğine dâir misâller vardır Geschickte, I, 13 v.d. j Scbacbt, IsL, XX, ( bk. İktisat fakültesi mecm., II, 2, s. 235 ). 221 v.dd. Kadıların aynı zamanda bir-çok İdarî ve mâlî A r a b i s t a n — SnouckHurgronje, Mek­ salâhiyet ve vazifeleri bulunduğundan, kadılık ke, II; ayn. mil., Mekka in the laiter part o f zamanla sancakların İdarî taksimatına esâs ihe 19 th ceniury. olmuştur. Kadılar, padişahın husûsî bir hükmü İ r a n — J. F. Polak, Persian, I, 325 v. He, başka kadılığa âİt bir işe bakabilirler. İş­ d d .; J- Greenfield, D ie geistlichen Scha- leri için kendi aralarında ve a sk e ri mülkî ma­ riagerichte in Persien und die moderne kamlar He doğrudan-doğruya muhabere ede­ Gesetzgebung ( Zeitschrıft fü r vergleichende bilirlerdi. Fâtih devrinde kadılar pâdişâhın Rechtsmissensckaft, XLVIII, 157 v.dd.) ; ayn. huzûruna arza çıkmak salâhiyetine mâlik idiler. mil., Rechtsvergleickendes Handzvorterbuch, Kadı mahkeme merkezini, keyfine göre, de­ I, 427 v. d d .; M. Habib ( Islamic Culture, ğiştiremezdi ( Kanunnâme, TTK , yazma, nr, V II). ( JOSEPH SCHACHT.) 4,87 *»). O sm a n 1ı1 a r d a da, diğer İslam memle­ Bütün mahkemeler divanda doğrudan-doğ­ ketlerinde olduğu gibi, başlıca şer'î ve örfî ruya iki kazaskere [ b. bk. ] bağlı idi. Kadılık^ dâvaların görüldüğü ve fasîolunduğu yere, îarda değişiklikler, kadıların tâyin ve azilleri, resmî yazılar ve kanûn-nâmelerde, m a h k e m e hüküm sahalarının tahdidi veya kaldırılması (msl, mahkamat madîna-i Bursa, b. 889 ta­ kazaskerin salâhiyeti dahilindedir; daha doğ­ rihli Bursa şer’iye sicilli başında ) veya m e c ­ rusu, onun buyuruldusu ile ve pâdişâha arz» l i s - i § e r ’ denilmektedir. Bununla beraber ek­ ederek, aldığı hüküm ile olurdu, Diğer taraftan seriya kadı [ b. bk.], hâkim-ül-vaki veya hâkim- kadıların tanzim ettikleri vakıfname ve mülküş-şer' tâbirleri de kullanılmaktadır. Bir yerde nâmelerin kazasker tarafından tasdik edilmesi mahkemenin teşekkülü, pâdişâh berâtı ile tâyin lâzım idi. Kadıların hükümlerini, alâkalılar pa­ olunmuş bir kadının veya onun niyâbetini hâiz dişaha, yânı dîvana baş-vurarak, bozdurabİHrbir kimsenin bulunmasına bağlıdır; zîra «ka­ lerdi. BÖylece divan bir nevî temyiz mahkemesi zanın velayeti sâhib-i hilâfetin izn ü icâzetin- vazifesini de görmekte İdi. Umumiyetle dâvanın den müstefâddır" ( Ebussu’ûd ). Pâdişâh kazâ yeniden görülmesi, pâdişâh hükmü ile, aym salâhiyetini, ehliyetli şahıslara, ulemâya. „taf- kadıya havale olunur yahut başka bir kadı bu iş vîz" etmektedir. Bu sebep ile kadı, haîife- ile vazifelendirilir ve yahut doğrudan-doğruya sultanm emrettiği hususlar hâricinde hüküm divanda bakılarak, kesin hükme bağlanırdı. vermeğe salahiyetli değildir. Ehliyet ise, mü­ Kadılar kendi kazâ dâirelerinde askerî-İdâderris olmak veya bir medreseden icâzet-nâme rî makamlardan, sü-başı, sancak-beyİ, beyler­ almış ve devletin mülâzemet defterlerine kayd­ beylerinden müstakildirler. Bunlar mahkeme­ edilmiş olmakla tebeyyün ederdi. 884 ( h.) lerin kararlarım yalnız tenfiz etmekle vazife­ tarihli bir kadı berâtında î — «Engürü 'nün lidirler. Cezâ, arazî intikali ve vergi sahasın­ tevâbiinüo kadılığın verüp tafviz kıldım "— de­ da, şer’î olsun— örfî olsun, kanunların tatbikin­ nilmekte, kadının salâhiyet ve vazifeleri sayıl­ de dâima «kadı hükmü lâhik" olması lâzım­ dıktan sonra, halk «cemî kazâyâda buna rucû dır, Kadı hükmü olmadan, cezâ ve cerime al­ ederler" emri ile, kadının muayyen bir saha mak, kat’î olarak, men'edilmîştir ( msl. bk. içindeki ahâli üzerinde kazâ salâhiyeti te’sis Barkan, Kanûntar, s. 27, 44, 264, 286, 382 ve olunmaktadır. Her kadı ancak kendi kadılığın­ Kanun-nâme, MTM, III, 54 0 * A sk e rî bir ma*



*5 °



MAHKEME.



kamın müdâhalesi takdirinde, kadı doğrudandoğruya merkeze şikâyet edebilirdi. Kadılar daha XV. asırda muhtelif sınıflara ayrılmışlardır (F âtih kanûn-nâmesine göre, sırası ile, İstanbul kadısı, taht kadıları, vilâ­ yet kadıları, diğer taraftan gündeliklerine gö­ re, 500— 300 akçe arasındaki kadılar; 150— 20 akçe alan vilâyet kadıları. X V. asrın ilk y a n ­ sında vilâyet kadılarının timar tasarruf et­ tikleri malûmdur). Fakat paye ve maaşlar ile miinâsebetdâr olduğundan, bunu salâhiyet bakımından bîr mertebelenme şeklinde telâkki etmemelidir. Divan müstesnâ, kadının hüküm­ lerini isti'nâf eden ikinci bir makara yoktur. Tanzimâta kadar müftilerin salâhiyeti ancak nazari idi. Umûmiyetle şer’î bîr mahkemenin göreceği işler tâyin ve tahdit edilmemiş olduğundan, aym mahkeme şer’î hukuk sahasına giren her iş ile uğraşır, yâni medenî, ticarî ve cinâî dâ­ vaları görüp, hükme bağladığı gibi, buğun no­ terlerin gördüğü bir*çok vazifeler, vasiyetle­ rin tanzim ve İfâsı, vakfiyelerin tanzimi ve nezâreti ve her turlu mukavele ve senetlerin tanzim ve tescili gibi işleri de yapardı. Bundan maada kadı örfî kanun ve hükümlerin icra ve tatbiki ile de mükellef olduğundan, devlet mâliyesine âit işler, şahıslar ile devlet ara­ sında lıer türlü taahhüt ve iltizâm işlerinin tanzimi ve nezâreti, vergi mükelleflerinin tâ­ yin ve tesbiti, vergi kanunlarının tatbikına nezâret ( msl. bk. Barkan, Kanunlar, s. 269 v.d., 305 ), her türlü yasakuâmeîerra tatbikim te’min etmek keza vazifeleri cümlesindendİr. Bütün bu işlere âit karar ve zabıtlar diğer şer’î meselelere âit olanlar ile yan-yana sicil defterinde yer alır. Hattâ kadı bîr mahalde örf ve âdetin tesbiti ve padişaha arzı sure­ tiyle, bunların kanunlaşmasında âmil olabilir. Nihayet kanunlara riayetsizlik edenleri ve hal­ kın şikâyetlerini merkeze bildirmek, yâni bir nevî müddeiumûmîlik, aslî vazifeleri arasında­ dır ( krş. Barkan, Kanunlar, s. 270, mad. 20 ). Hukuk ve nizâm ile alâkalı her türlü iş ile vazifelendir ildiğinden, kadının idarenin her şubesi ile münâsebettâr, daha bir-çok vazife­ leri vardır. Ehl-i örfin büyük sûüstimâiler ile işi azıttıkları XVI. asrın sonları ve XVII. asrın ilk yarısında, devlet kadılara bir-çok mühim mülkî vazifeler vererek, onların faâliyet saha­ larını çok daha genişletmiştir. Mahkemelerde sicil defteri, başka bir tâ­ birle, siciü-i mahfuz, bütün vesikaların, mer­ kezden gelen hükümlerin, şehir narh üs­ tesinin kayıt olunduğu resmî bir defter mâ­ hiyetinde olup, dikkatle saklanarak, kadıdan-kadıya devredilirdi. Bâzı suiistimalleri



örtmek üzere, sicillerini kasden ortadan kaldıran kadılar olduğu da malûmdur. Bu def­ terdeki kayıtlar veya emirler mahkeme ka­ rarlarına esâs olur ve kadı, bunlara göre, suret ve hüccet verirdi, İkinci mühim defter, ölen­ lerin metrükâtmı zapt ve vereseye taksimini gösteren m e t r û k â t defterleridir. Osmanlı mahkemelerinde verilen belli-başlı vesikalar, m e b t û p ( ilâm ), h ü c c e t ( bir hukuki du­ rumu tesbit eden vesika) ve s û r e t - i s i ­ cildir. Kadıya tabî rae’mûrlara gelince, başta naibi zikretmek gerektir. Naip tâyinine me’zûn ka­ dılar, kendi kadılıklarındaki her bir nahiyeye bir naip tâyin ederler. X V . asra âit bir nâıp takririne göre ( Manâhic aUinşâ ), naip divânı ve Örfî meselelere, ceza ve cerime ile ilgili işlere bakmaktadır. A yrıca büyük merkez­ lerde kadı, işlerin çokluğu karşısında, mu­ ayyen İşlere bakmak üzere, naip tâyin eder. Kadılar iş sahiplerinden kendileri için muay­ yen resimler almağa salahiyetli olduklarından, naiplikleri bu gelirlere tekabül eden bir meb­ lâğ karşılığında vermeğe başlayanlar olduğu da görülmektedir. Kadıların maiyetinde bulu­ nan kâtibin de, tatbikatta mühim vazife ve rolü var idi. Sicillerin yazılması, vesikaların tanzimi onlar tarafından yapılırdı. Metrûkâhn tesbit ve taksimi işi ile mükellef kadı »kassâmla n “ da doğrudan-doğruya kadıya tabî vazife­ lilerdendir. Bundan başka mahkemeye celbi gereken kimseleri icâbında zorla getirmeğe salahiyetli muhzirler, kadının emri altındadır. Bursa Jda kadıya bağlı bir kadı mahbesi de var İdî. Bundan başka mühim merkezlerde, ka­ dının bir çok mâlî murakabe ve nezâret İşleri için tâyin ettiği kadı eminleri bulunmakta idi. H İ s b e kadının vazifeleri arasında bulundu­ ğundan, m u h t e s i p de kadı tarafından tâyin olunur. Kadı ihtisâp işini, sağladığı gelirden dolayı iltizâm suretiyle talibine satar ( ihtisâp m ukâtaası). Mubzir-başılık ve mahbes de ilti­ zâm ile satılan mukattaalar idi ( XV. asır Bursa şer’îye sicilleri). j 479 tarihli bir kanuna göre, kadının ve adamlarının aldıkları resimler ve mıkdarları için bk. Belleten, sayı 44, s, 700; bu nisbetlerin sonraları arttırıldığına dâir bk. M TM, Hl, 542, XV. asrın ikinci yarısına âit Bursa şer’îye sicillerine göre, yabancı gayr-i müsİımîer, yal­ nız .Osmanlı tebaası müslüman ve zimmîler ile işleri olduğu zaman değil, bâzan kendi arala­ rındaki ihtilâfları halletmek için, kadı mahke­ mesine müracaat etmektedirler. Bu ihtilâflar yine yabancılar arasında teşkil edilen' hakem hey'etîeri vâsıtası ile görülmekte ve hâkemîelerin kararları, kadı tarafından, sicU defterine



MAHKEME -



MAHMEL,



15*



kaydolunmaktadır. Bu usûl esasen şeri’ate al-*Aziz ’in tavassutuna borçlu olup, bundan tamâmiyle uygundur. Osmanh mahkemele­ sonra Emevîlerin himayesinde, bütün kurtubah» rinde şeri’atin hanefî mezhebine göre tat­ ların saygısını kazanarak yaşamış ve orada 276 biki umûmî olmakla beraber, miiddeî dâva­ ( 8 8 9 )’da ölmüştür. Endülüs’teki Zahirî mez­ sının dört mezhepten birine göre bakılma­ hebinin ilk tarafdarlanndas biri olduğu ka­ sını istediği takdirde, kadı bu isteğe uy­ bul olunan Baki b. Mahlad [bk. mad, ZAHİRİLER] mak mecbûriyetinde idi. XV. asrın sonlarına iki eser yazm ıştır: Tafsir aUKuran ve Mas* doğru Bursa mahkemesinde sâfi’î mezhebine nad; kaybolmuş bulunan bu sonuncu eser, İbn göre hükümler verildiğini biliyoruz. Ş eri'at hâ­ Hazm ’ın Risala ( al-Makkari, Analectes, U, ricinde sultanî-örfî denilen kanunlar için, hu­ 115 ) ’smdeki medhiyeye bakılacak olursa, pek sûsiyle mâlî mes’elelerde, kadılar kendi sicil kıymetli bir eser olmalıdır; Baltd b. Mahlad defterlerindeki hükümler ve yasak-nâmeîer ile hakkında bk. İbn al-Farazi, Tarih *ulama’ alhâkânî defterindeki kanunlara göre amel eder­ Andalas ( B A H , VII — VIII ), nr. 281; İbn Başlerdi. Kadı onların hâricinde bir usûl ile, şe- kuval, ŞU a ( B A H , I — II ), nr. 277; al-Zabbi, ri’at dâhilinde bulunsa dahi, amel etmeğe rae- Buğyat al-multamîs ( B A H , III), ur. 584; İbn zûn değil idi. Bu sultanî kanunların tedvini ‘Abd Rabbıhi, al-îkd\ II, 366; al-Kuşani, Kitâb ve mahkemelerde esâs tutulması için, muhte­ al-huzât bi-Kurtuba ( nşr, ve trc. I. Ribera ), lif tecrübeler yapılmıştır. Husûsiyle mîrî top­ Madrid, 1914, bk. fihrist; İbn'İzari, aUBayân raklar üzerinde kadıların hükümleri ve ver­ al-mağrib (n şr. D ozy), II, 112 v.d .; trc. Fagdikleri vesikalar, sultanî kanunlara aykırı ol­ nan, II, İ79 v.dd.; al-Makkari, Nafh al-tîb, duğu zaman, bâzan toptan hükümsüz sayılmış­ Analectes, I, 812; II, 115 ve 120 ve fihrist; tır. Bununla beraber, kadıların doğrudan- Dozy, ZD M G , XX, 598; Goldziher, Z)îe Zahi­ doğruya mahallî örf ve âdeti hükümlerine esâs rilen (Leipzig, 1884), s. 115; Brockelmann, tuttukları hâller de vardır. G A L , I, 164; Suppl., I, 271. B i b l i y o g r a f y a Ana kaynak, şüp­ Ailenin halefleri İlmî çalışmalarım bilhassa hesiz, şer’îye sicil defterleri olup, bu bakım­ meşhur cedlerinin esâs eserlerinin şerhine dan araştırma mevzuu olmamıştır. Bu def­ hasretmişlerdir. Bu şahısların bibliyografya terler Ankara, İstanbul, Konya, Manisa, Kas­ malumatım da ihtiva eden bir listesi Bani tamonu, Diyarbekir gibi merkezlerde müze­ Mahlad ailesine tahsis edilen şu küçük eserde lerde, şer’îye sicilleri adı altında, tetkika bulunmaktadır: Rafael de Urena y Smenjaud, açık olup, X V . asrın ikinci yarışma âit en Famîlias de Jurisconsultosı Los Benimajlad eskileri Bursa ve Ankara müzelerinde bulun­ de Cordoba (Homenaje â D, Francisco C ödera, maktadır. ( HALİL İNALCIK.) Saragossa, 1904, s. 251— 258). M A H L A D . [Bk. m ah led .] ( E . LE vi -Pr o v e n ç a l .) M A H L E D . M AH LAD ( B a n I), Kurtuba M A H M A L . [B k. mahmel .] ’nm babadan-oğuîa, 10 nesil boyunca fıkıh bil­ MAHMEL* MAHMAL ( veya daha doğrusu gisi ile temayüz eden meşhûr bir fakîh ailesi. mahmü, A.), XIII. asırdan beri, müslüman hü­ Aileye adını vermiş olan ced, III. ( h . ) asrın kümdarların istiklâllerini kabul ettirmek ve ilk yarısında, emîr ‘Abd al-Rahmân II, devrin­ hacc merasiminde kendilerine bir şeref mev­ de, Reiyoh bölgesinde ( İspanya ’nm cenüb-i kii te'min etmek maksadı ile, Mekke ’ye gön­ şarkîsinde merkezî Malağa olan bir kara ) kadı derdikleri içi boş ve süslü m a h f e . Mahmal’i olan Mahlad b. Y azid 'd ır, Bunun oğlu Abu taşıyan deveye binilmez; onun sâdece yula­ *Abd al-Rahmân Bakiki ( Buljay ? ) b. Mahlad rından çekilir. Bu deve, kervanın başında gi­ mühim bir fıkıh ve hadîs âlimi idi. 201 rama­ der. M ahm al’i gönderenler onu süslemekte bir­ zanında (nisan 817) doğmuş ve Ispanya’da biri İle âdeta yarışırlar. 721 (1321) yılında Irak Mâlik b. Anas ve Yalıya b, Yahya al-Layşi 'niu ’tan M ekke’ye gönderilen, bir-çok altın, inci fıkıh nazariyelerİnİ okuduktan sonra, şarkta ve kıymetli taşlar ile süslenmiş bir mühmel­ uzun bir seyâhate çıkarak, fıkıh ve hadîs ilminde den bahsedilmektedir ( D ie Chroniken der bilgisini arttırmıştır. Kurtuba 'ya döndükten Stadt Meliha, nşr. Wüstenfeld, 1859, II, 278 ). sonra, münâkaşa götürmez bÜgtsi Ispanya’nın Kahire 'den gelen hacı kervanında bulunan belli-başh fakiklerinin ve bilhassa Abu Mu- dört köşe en muhteşem mafımal*i bize Lane hammed Abd Allah İbn Martanil ( krş. İbu al- tasvir etm ektedir; bu müellife göre, mahFarazi, nr. 245; al-2abbı, nr. 572 ) ’in kıskanç­ mal, ağaçtan yapılmış dört köşe bîr mahfe lığım tahrik etmiş ve bunlar onu dinsizlik ve olup, üst tarafı ehram biçimindedir. Üstü râfızîlik ile suçlandırarak, hakkında idam kararı işlemeli siyah bîr ipekli ile örtülmüştür. Aşa­ elde etmeğe çalışmışlardır. Baki b. Mahlad ğı kısımları, ipekten saçaklar ile, süslenmiş ve kurtuluşunu yalnız saray kâtibi Haşim b. ‘ Abd dört köşesine yaldızlı küreler asılmıştır. Mah­



MAHMEL — MAHMUD ( Behmenî ). fenin Ön kısmında Kabe ’nin sırma ile işlen­ miş bir resmi bulunur. Burckhardt Mısır mafcmal 'i hakkında, Lane ’ın dediklerine ilave ola­ rak, bunun deve kuşu tüyleri ile süslü oldu­ ğunu kaydeder. Burckhardt 'a göre, makmal ’in içinde yalnız bir duâ kitabı bulunurdu. Makmal, Kahire ’ye dönünce, bu kitap teşhir ediirr ve ziyârete gelen halk tarafından öpülürdü. L an e’e göre ise> mahmal’ e iki mahfaza tesbit edilmiş idi. Bunların her birinde bir Kur'an bulunuyordu. Bunlardan biri tomar, diğeri İse, kitap şeklinde idi. Mahmal 'i, güzel ve kuvvet­ li bir deve taşır ve hacc bitince bu deve hiç bir iş îçîn kullanılmazdı. Mekke 'ye ulaşan mahmal Jİer, sevinç çığlıkları iie selamlanır ve tantanalı bir merasim ile, halkın kalabalık bulunduğu sokaklarda gezdirilir, sonra da, onlara tahsis edilen bir yeri işgal etmek üze­ re, hacılar ile birlikte, ‘ A ra fat 'a götürülürdü. Mısır makmal’mm Peygam ber'in türbesini veya Kabe 'yi Örtmek için kullanıldığı rivayeti yanlıştır. Her ne kadar kisva, büyük bir hacı kervanı ile, Mekke 'ye gönderilir ise de, bu­ nun mahmal ile hiç bir ilgisi yoktur. Makrızİ 'ye göre, Mekke ’ye mahmal gön­ derme âdeti, 670 ( = 1271— 1272 ) ’te İlk defa Memlûk sultanı Baybars tarafından ihdas edil­ miştir. Başkalarına göre ise, bu âdet şerif Abû Numayy 'e kadar çıkar. Aynı şekilde rivayet edildiğine göre, Baybars, hacı kervanları ile birlikte, böyle bîr mahmal göndermek fikrini, muhteşem bir makmal içerisinde haceını îfâ eden hanedana mensup bir kadından almıştır. Fakat bunun bir masaldan ibaret olduğu ye bu âdetin eski devirlerden kaldığı ve dinî bir mâ­ nâ taşıdığı ileri sürülebilir. Mahmal, araplarm seyyar ibâdet mahfesini hatırlatmakta ve Musil ( Die Kültür, 1910, s. 8 v.d .)’in Rvâla ka­ bilesinin „Abü Zhur al-Markabt( ’i hakkında yaptığı tasvire uymaktadır ki, bu ince ağaç çubuklarından yapılmış ve deve kuşu tüyü ile süslenmiş bir çeşit mahfe olup, devenin semerine tesbit edilm iştir; bu, kabilenin mer­ kezini temsıi etmektedir. Her hâlde bu, bizi muahhar devirlerdeki mahmal ’lerin gerçek mâ­ nasına götürmektedir ki, bu devirlerde böyle mahmaVler, muhtelif İslâm devletlerinin istik­ lâl ve hükümranlık İddialarının birer remzi idi. Bu mânası ile »ıa/t m al’İer tarihî bir kıy­ met ifâde ed er; çünkü siyâsî değişmeleri ve asırlar boyunca vuku bulan rekabetleri aks­ ettirirler. Mahmal göndermek suretiyle, şe­ riflere hükümranlık ve hâmilik sıfatlarını kabûl ettirmek istiyen hükümdarlar meydana çı­ kıyor, çok geçmeden, onların yerini başkaları alıyordu. Mısır mafymal 'inin, Suriye Men gelen mafymal 'den daha üstün tutulması Memlûk



sultanlarının siyâsî kuvvetinin bir tezahürüdür. Bu hususta Osm anlı iktidarının bir deği­ şiklik getirmemiş olduğuna da işaret edilebi­ lir ; nitekim İstanbul 'dan gönderilen mahmal 'ler Mısır mafymal 'inden Üstün tutulmuş idi. Vahhâbîler tarafından Mekke 'nin 1807 ’de ele geçirilmesi, mahmal gönderilmesini bir müddet inkıtaa uğrattı ise de, Vahhâbîierin yenilme­ lerinden sonra, eski durum avdet etti. Mehmed A li idaresinde, Mısır mafymaVi yeniden üstünlüğüne kavuştu. 1914— 1918 harbinden sonra, Suriye Men Mekke ’ye mahmal gönderme âdetine son verildi, Mısır hükümeti ile kıra! Husayn ( 1915— 1924 ) arasında, makmaVe refakat etmesi icâp eden hey'et reisinin salâhiyetleri ve mahmal 'in kar­ şılanma merâsimi yüzünden ihtilâf çıkması dolayısı iie, mafymal ’in gönderilmesi iki defa geri bırakıldı. Ibn Sa*üd, Hicaz '1 ele geçirdikten sonra, mahmal1e dâir bir-çok müzâkereler yapıldı. Vehhâbî hükümdarı makmal ’© an’ane hâlinde refakat eden tegannîlerin ve bâtıl itikatlar ile ilgili bütün merasimin kaldırılmasını istiyordu. Ayrıca, mafamal 'e silâhlı muhafızların refakat etmesine de itiraz ediyordu. 1926 yılında, iki tarafı uzlaştırmak maksadı ile yapılan teşeb­ büs başarısızlık ile neticelendi: İbn Sa'ûd'un kuvvetleri İle Mısır askerleri arasında bir çar­ pışma oldu ve ancak İbn Sa’üd 'un şahsî tavassutu ile, ihtilâf sona erdi ise de, bu ta­ rihten sonra, Mısır hükümeti, hacca mahmal, Kabe 'ye kisva ( „örtü 34) S1» 60, 107; Mucmil al-iavârîh 'mn ana cihetinden Bizans 'm büyük ailelerin­ va 7 -&İŞÖŞ (nşr. Malik al-Şu'arâ Bahar), den Marko Yagari ’nîn Sırbistan 'da bulunan Tahran, 1318 h. ş., s. 387 v.d., 397, 402 — 4051 torunu olduğunu ve Trabzon imparatoru David Zahir aî-Dın Nişâpüri, Salçuk-nâma ( nşr. 'in baş-mâbeyincisi olup, Mahmud Paşa'mn Muhammed Ramazânı ), Tahran, 1332 h. ş., teyze-zâdesi olan Georgios Am ırutzes'in yine 13— 14, 17; Râvandİ, Rahat al-şudür (nşr. bu Yagari ’nin torunu olduğunu bildirir. F, Muhammed İkbâl, CM S, N S, nr. II, 1921, Babinger 'e göre, Mahmud Paşa, Novo Brdolu s. 87— 93, io 3> 4^o)î İbn al-A sir, al-Ka- Michel ( s. 139 ) 'in oğludur ( bk. Kalkondiles, mîl (K ahire, 1353), VII, 387— 390, 392, 392, , Paris, 1620,1, 229, 246 ). Babasının sırp despo­ 39S— 39^) 400— 409, 412, 414— 416, 420 yıl­ tu Angelos ailesinin Tesalya kolundan gelmiş lan hâdiseleri; İbn HallikSn, Vafayât al­ olması ihtimâli kuvvetlidir ( fazla tafsilât için argan (Kahire, 1299), !, 393; II, $5, 514— bk. Babinger, Mahomei II. le Conçuerant, Paris, 519; Minhâc Sirâc aî-Dın Cüzcâni, Tabakâi-i 1954, s. 139 ). Naşiri ( nşr. 'A bd aî-Hayy Habibi ), Kabil, Mahmud Paşa ’nra ölümünden sonra yazılan 1328, s. 266, 269— 273; 'Unşuri, Divân ( nşr. menâkıp-nâmenin ( bk. Menâkıb-i Mahmud PaYahya Çarib ), Tahran, 1333 h. ş., s. 48 v. d., şa-i velî, Üniversite kütüp., T Y nr, 2425, s, 58— 61,65,82— 84, I0*) 1130 v.d.; Farruhi, D î­ 3 ) babasının kasap, kendisinin de rahip oldu­ vân ( nşr. 'Abd al-Rasül), Tahran, 1311, s. 35 ğunu İddia etmesi, umumiyetle, Mahmud Paşa v.d., 38, 54, 61, 67, 163, 206,— Muhammed ile Kasab-zâde Mahmud Bey 'i birbirine karış­ Habib, Sultan Mahmud o f Ghaznin ( Aligarh, tırmasından ileri geliyor ( Halil İnalcık-Mev1927); Barthold, Tnrkestan down to the Mon- lûd Oğuz, Yeni bulunmuş bir „Gazâvâi-t gol Invasion ( CM S, N S, nr. V, 1928 ), s. 262 Sultan Murad“, D T C F dergisi, 1949, V il, — 265,271— 277, 292; M. Nâşim, The L ife and sayı 2, s. 494).



ı$4



MAHMUD PAŞA.



Mahmud Paşa ’nm ne zaman esir edildiğini sarih olarak bilmiyoruz. Bu husûsta Kaİkond iles’in verdiği tafsilât (I, 246)» Şakaik tercümesi (trc. Meedî Ef., İstanbul, 1269, s. 176 ) ile Âşık Çelebi ( bk. Tezkire, Üniversite kütiip., TY. nr, 2406, 215» v. d.) ’de, bâzı küçük farklar ile, birbirinden ayrılmakla berâber, aynı esasa dayanmaktadır. Bu müelliflere göre, Mahmud Paşa, annesi ile birlikte, Novo Brdo Man Semendire ’ye giden yol üstünde, ümerâdan Mehmed A ğa tarafından esir edil­ miştir. Yalnız, Şakaik ’ta, Mahmud ile birlik­ te zikrolunan Mavlânâ ‘ Abd al-Karim ve Mavîanâ A y a ş’ın Mehmed Ağa tarafından «diyar ı küfreden alınıp, Edirne 'ye getirildiği hakkın* daki kayıtlar düşünülür ise { krş. Âşık Çelebî, ayn. esr, 215 * ), her üçünün de Mehmed Ağa 'ya intisapları bulunduğu tahmin olunabilir, Mehmed A ğa ’mn himayesinde tahsiline başla­ yan Mahmud, şüphesiz, bu zâtın nufûzu saye­ sinde, Murad II. 'a takdim olundu. Mahmud Paşa ’nm pâdişâh nezdindekİ mevkii hakkın­ da pek az malûmatımız vardır. Şakfrik ( s. 177 ) 'ta, Murad Ih *m Mahmud ’u şehzade Meh­ med ( Fâtih )'in maiyetine verdiği kaydedilir ki, bunun tarihî hakikat ile alâkası olmasa gerektir ( msi. bk. Âşık Çeîebî, 2141 ), Edirne sarayında bir müddet tahsil ve ter­ biye gören Mahmud, Mehmed II. 'İn cülûsundan (855 = 1451) sonra, yeni pâdişâhın teveccüh ve iltifatına mazhar olarak, ocak ağalığı rüt­ besine nail oldu ve İstanbul muhasarasında pâdişâhın yanında bulundu; muhasaranın ilk günlerinde ( 6 nisan 1453 ) padişahın onu, şeh­ rin teslimini teklif etmek üzere, İstanbul 'a gönderdiği de rivayet edilir. Mahmud Paşa ’mn bu muhasarada, Anadolu beyler-beyı İshak Paşa ile birlikte, sûrun Edirnekapısı 'ndan Yedikuîe 'ye kadar olan kısmı İle, bu taraftaki denizin bîr kısmım içine alan mmtakasma me'mûr edildiği malûmdur ( bk. Kritovulos, ayn, esr., s. 48 v. d., 76 ). Ancak Mahmud Paşa 'nm hâl tercümesini ihtiva eden tezkireler gibi, bir kısım tarihlerin de Mahmud Paşa 'mn hem vezîr, hem de beylerbeyi olarak bu mu­ hasaraya iştirak ettiğini rivayet etmeleri şüp­ hesiz yanlış olacaktır. Vezârete nasbinin, Ha­ lil Paşa Man sonra değil, Zağanos'un azlinden sonra, yâni 858 (1454) Me olduğunda mevsuk kaynaklardan bir çoğu ( msl. İbn Kemâl, Tevârih-i âhi Osman, nşr. Şerâfeddin Turan, Ankara, 1954, s. 147 5 Neşri, Cihanniîmâ, Ali Emirî kutup., T Y . nr. 220, ı66b; Enverî, Düstûr-nâme, nşr. Mükrîmin Halil, İstan­ bul, 1928, s. 103 ve İdrİs Bitlisî, Haşt bihişt, Âli Emirî, fatsça yazm., nr. 806, 83b ) birleşiyorlar.



Beylerbeyliğine gelince, şu noktayı da dü­ zeltmek icâ,j ed er: Dayı Karaca Bey, Beigrad muhasarasında (1456) şehit düşünceye kadar beyler-beyi olduğuna göre ( bk. Tevki’î Mehmed Paşa, Tavârifo aTsalâtîn al-oşmâniya, nşr. ve trc. Mükrîmin Halil, T T E M, 1340, s. 147 ), Mahmud Paşa ’nm beyler-beyi olması, Oruç Bey ( nşr. Babinger, Hannover, 1925, s. 72) ile Kalkondiles (I, 2 5 2 )'in de te’yit ettikleri gibi, Belgrad muhasarasından sonra­ dır (krş. İbn Kemâl, ayn. esr., s. 1475 Â şık Çelebi, ayn. esr., 214b ). Nihayet, Küçük Nişancı Ramazan-zâde Mehmed ( Tarik, İstanbul, 1279, s. 162 ), Mahmud Paşa ’nın aynı zamanda kazas­ ker olduğunu tasrih eder ki, bunun Menâkıbnâme'âe bulunan bir kayda istinat etmesi çok muhtemeldir; çünkü onun, kazasker Ali Efen­ di (ihtimâl Mahmud Paşa ’mn vakfında zikre­ dilen Mavlânâ 'A li b, Yûsuf al*Fanâri ) ’nin Hacca gitmesi Üzerine, yerine muvakkaten tâ­ yin edildiğini Menâkıb Maki bir kayıttan an­ lıyoruz (At î Emirî kütüp., nr. 43, 50»). Mahmud Paşa, Fâtih'in maiyetinde olarak, bir çok seferlere iştirak etmiş ve bu seferler­ de pek büyük muvaffakiyetler göstermiştir. Ni­ tekim, Belgrad muhasarasındaki şecâatine mükâfâtea ( İbn Kemâl, ayn. esr., s. 122) ve­ zirliğe terfî etmiş, vezîr ve Rumeli beyler­ beyi olarak hizmet etmiştir. Sırp kıraliçesi Heleaa’mtt, Mahmud Paşa’nm kardeşi Mihael Angelövîç 'i bertaraf ederek ( 31 mart 1458 ), katolik bir bosaaltyı iş başına getirmesi yüzün­ den, sırp boyarlarının Mehmed II. ’e müracaat edip ( bk. Zinkeisen, Gotha, 1845, II, 1x6), Sır­ bistan ’ı teslim etmeği teklif etmeleri üzerine, 862 (i457/i458)’de Fâtih Sırbistan işinin halline Mahmud P aşa’yı me’mûr etti. Kendi parası ile teçhiz ettiği Rumeli askerine Anadolu aske­ rî ile Fâtih'in verdiği 1.000 yeniçeriyi de ka­ tarak ( bk. Dursun Bey, Tarih-i Ebü ’LFeih, T O E M , ilâve, 1330, s. 82; Sa!d al-Din, Tâc aUiavarlh, İstanbul, 1279, I, 465) S o fy a ’ya gelip, ancak pâdişâh gelmesi ile taahhüdlerine sâdık kalacaklarım, aksi hâlde kaleleri teslim etmeyerek, macarlara iltihâk edeceklerini bil­ diren sırplılann menfî tavırları karşısında ileri yürümek istemeyen askerlerini bir çok vaadîer ile iknâa muvaffak olda ve harekâta devam ederek, başta Resava, Kuruca kaleleri olmak Üzere ( diğer kaleler hakkında bk. Âşık Paşa­ zade, Tarih, İstanbul, 1332, s. 150; Dursun Bey, s. 86), bir takım müstahkem mevkileri zaptetti. Mahmud Paşa bundan sonra Semen­ d ire’yî muhasara etmiş ise de, muvaffak ola­ mamış, Fâtih 'in inşa ettirmiş olduğu havâle kalesine çekilmiş ve bir müddet sonra burayı tahkim ederek, Ostroviç ile Rudnik kalelerini



MAHMUD PAŞA, almıştır (bk. Dursun Bey, s. 89; Enverî, s. 103; İbn Kemâl, s. 154; Bihiştî, Tevârîh-i âl-i Osman, Brit. Mus., Add. or. 7869, ı68« ). Bayramı Niş civarında Yellü-Yurt'ta geçiren Mabmud Paşa, güvercinlik ( Golumbaç ) Önün­ de görünmüş ve burayı zapt ve tahkim ettikten sonra, Minnet Bey oğlu Mebmed Bey 'i, akıncı kuvvetleri ile, Macaristan topraklarına gönder­ miş ve Trava ( Bihiştî, i68“ ; krş, Dursun Bey, s. 90} kalesi ile Rahâve 'yi, geride bırakarak, martolosların da yardımım te'min edip, Üsküp 'te Fâtih 'in yanma gelmiş idi. Bu sırada Mah­ mud Paşa 'nm, defterdar Titrek Sinan ile ara­ sında çıkan ihtilâf hakkmdaki malûmatımız pek azdır. Fâtih 'i Macarlar Tuna ’yı geçtikleri sıra­ da, ordusunu terhis etmekten alıkoyan Mah­ mud Paşa 'dır. Bir kısım kaynaklarda, yanlış ola­ rak, 864 ( 1459 ) senesinde, Semendire 'nin zaptı ile neticelenen Sırbistan seferini Mahmud Pa­ şa 'nın idare ettiği gösterilir (msl. bk. J. v. Hammer, trc. A tâ Bey, IH, 38 ) ; hâlbuki Dursun Bey ( s . 90) ile İdris Bitlisi bu seferi biz­ zat Fâtih 'in idâre ettiğini söyledikleri gibi, Pesty Frigyes 'in eserinde de ( bk. Brankovıcs György, Budapest, 1877,8.56) bu cihet te'yit edilmiştir (krş. Zinkeisen, ayn. esr., II, 116). Mahmud Paşa, 1460 'ta, Fâtih ’in ikinci Mo­ ra seferine ( bk. Zakythinos, Le Despoiat Grec de Moree, Paris, 1932, I, 285 v.d.) işti­ rak etmiştir. Padişahın emri ite despot Demetrius elindeki Mıstra ( İsparta) kalesinin fethine me'mûr olan Mahmud Paşa, burayı muhasara ederek, Fâtih 'in rum kâtibi Thomas Katavolenos vâsıtası ile, despotu teslim ol­ mağa ikna edip, onu, ailesi ile birlikte, Fâtih *e göndermiş (30 mayıs ) ve Fâtih de rızâsı île şehri teslim eden bu despota iltifat etmiş­ tir ( bk. Ducas, Hisioria Byzantina, Bonn, 1834, s. 521; Kritovulos, s. 128 v.d ,; Dursun Bey, s. 94; îbn Kemâl, s. 168). Mahmud Paşa ertesi sene Fâtih 'in maiyetin­ de, Amasra, Sinop ve Trabzon seferine iştirâk etmiş ve pek büyük şecaat ve muvaffakiyet göstermiştir. Cenevizlilerin elinde bulunması dolayısı ile, eeddinin zaptında ihmâl ve tekâsül gösterdiği Amasra ’nm fethine büyük bir ehemmiyet veren Fâtih ( krş. Aşık Paşa-zâde, s. 153; Neşri, 172b), Mahmud Paşa'yı 150 gemiden mürekkep bir filo ile göndererek, şehri tazyik ettirdiği bir sırada, kendisi de kara yolu ile gelmiş ve şehir türk kuvvetlerine teslim olmuş idi (146 1; bk. Neşri, 172b; İbn Kemâl, s. 185; Hadidi, Tevârîh-i âl-i Osman, Üniversite kütüp., TY. nr. 1268, 126b). Mahmud Paşa, Sinop 'un zapt ve istilâsı ile neticelenen harekâtı idâre etmiş ve hazırladığı ıco parça kadırgayı, Dursun Bey tarafından



185



yazılan bir mektup ile birlikte, Sinop'a gön­ dermiş ve kendisi Edirne 'ye ve sonra toplanan kuvvetler ile beraber, Barsa ’ya gitmiştir. Neşri her seferi anlatırken; — „01 vakit Mahmud Paşa evc-i rıf'atta id i; gûya ki, padişah salta­ natı ana ısmarlayıp, kendüsi fârig olmuşdu" — diyor ( 173b ), Osmanlı müellifleri, Bursa 'da yapılan ayak divanından bahsederken, Osman­ lIların düşmanı olan Isfendiyar-oğlu İsmail Bey aleyhinde konuşan Mahmud Paşa 'mn divanda bulunanlara te'sir etmiş ve hazırlanan tertibin kendi eseri olduğunun anlaşılmış bulunduğun­ dan bahsetmektedir. Tarih-t âl-i Osman ( Topkapısarayı, Revan, nr. 1099, var. 91 ) 'a göre, se­ ferin Trabzon üzerine olduğu şayiasını çıka­ rarak, evvelce Osmanlılara sığman İsmail Bey ’in kardeşi Kızıl Ahmed 'i alt-etmeğe muvaffak olan Mahmud Paşa, F âtih ’in Ankara'da he­ defi açıklamasını müteakip, Sinop *a doğru yürümeğe başlamış, yolda Dursun Bey tarafın­ dan yazılmış bir mektup göndererek, İsmail Bey 'e nasihatlerde bulunmuş ( Dursun Bey, s. 98; Âşık Paşa-zâde, s. 156; Kalkondiles, I, 274 ) Fâtih ’e hizmet etmesini te'min etmiştir, Mahmud Paşa Trabzon seferinden evvel, Uzun Haşan ile çarpışmak üzere giden Fâtih ’e Yassı-Çimen 'e kadar refâkat e tti; bu sıra­ da, Uzun Haşan ’ın annesi Sara ile- Çemişkezek beyi Kürt Haşan 'dan mürekkep elçi hey'etinin, gizlice, Mahmud Paşa 'ya bîr dahâletnâme takdim ettikleri de rivâyet edilir ( bk. Sa d alDîn, I, 479 ). Mahmud Paşa, bundan sonra, Rumeli ordu­ sunun kumandam sıfatı ile, Fâtih 'in Trabzon seferine iştrâk etmiş ve önden giderek, bu sıra­ da vukûa gelen sûikast hâdisesini de nisbeten hafif atlattıktan sonra ( Kritovulos, s. 152 v.d,; krş. Babinger, ayn, esr., s. 235 ) sol kolun ba­ şında Trabzon önünde görünmüş ve evvelâ şe­ hirlileri ve sonra imparator David ile ailesini, teslim hususunda ıknâ etmiştir ( bk, Kaîkondiles, I, 278 v. d.; Crusİus, ayn. esr., s. 21, 131; K, Paparrigopulos, Yunan tarihî, rumca, Atina, 1925» V, 23). Bu arada Mahmud’un teyze-zâdesi meşhur feylosûf Georgtos Amirutz e s ’in, David'İn baş-mabeyincisi olarak, oyna­ dığı role de işaret etmek icâp eder; nitekim bir kısım yunan müellifleri ihanetten bahset­ mişlerdir ( bk, Ducas, ayn. esr., 343; krş. Fallmerayer, Geschichte des Kaiseriums Trapezant, s. 279 ). 1462 ’de, Fâtih ile birlikte, Eflâk seferine iştirâk eden Mahmud Paşa, Vaîd Drakul'un. Evronos Bey'İn akıncılarım vurmasına mâni ol­ duğu gibi ( Enverî, s. 104; Dursun Bey, s. 106), onun bir gece baskınını da defederek, büyük bir başarı göstermiştir. Bunun üzerine macar­



ı86



m ahm ud pa şa



lara ilticaya mecbur olan Viad, Matbias tarafın­ dan, hapsedilmiştir. Salamon Ferenez ’e göre, V İad’ın hapsedilmesine sebep, aynı senede Fâ­ tih *e olduğa gibi sadrâzama ( Mahmud Paşa ) da gönderdiği bir mektupta Erdel ’i OsmanlI­ lara pişkeş çekmesi idi ( bk. Magyaroszâg a tordk hoditâs Karhan, Budapest, 1886, s. 41; krş. Zinkeisen, II, 176). Mahmud Paşa Lesbos ( M idilli) dukası Niccolo II, Gattilusio ’nun kardeşi Domınıci'yi boğdurmasını bahane ederek ( Ducas, s. 345 v, d.) sefere karar veren Fâtih 'in emri ile, bu adanın fethine me’mür olmuş ve askerinin bir kısmı, 60 kadırga ve 7 nakliye gemisinden (donanmanın, gemi sayısında ihtilâf vardır) ibaret donanma ile Midilli adasını muhasara etmiştir. 27 gün topa tutulan şehir, Mahmud Paşa tarafından, bir rivayete göre, harben (msl. bk. Dursun Bey, s. 112), bir rivayete göre de, aman ile alınmıştır ( 19 eylü l; bk. Ducas, s, ,346, ı jıı; Kritovulos, s. 163; Âşık Paşa-zâde, s. *63; Leonardus Chıensis, De Lesbo a Turcis çapta epistola, nşr. C. Hopf }. Mahmud Paşa Midilli dukasını esir ve adadaki ganimeti tesbît etmiş ( Neşri,, 178*» ) ve idare­ sini ‘A li al-Bistâmi 'ye vermiştir ( krş. Babinger, s. 256 ). Kalkondiles, s. 526, bu vazifenin dukaya verildiğini söyler ise de, yanlıştır. Bosna kıralı Stepan Tomaseviç’in Semendire üzerinde hak iddia etmesi ve birikmiş vergileri göndermekte ihmâl ve tekâsül gös­ termesi üzerine, Sırbistan *ın fethine kadar vererek, yolu Üzerindeki Bobovats v.fe. kaleleri zapteden Fâtih ( 22 mayıs 1463 ), Jajcza ( Ya­ yışa ) 'da bulunan kıralı yakalamağa karar verip, Mahmud P a şa ’yı üzerine şevketmiş, Mahmud Paşa da, Turhan-oğlu Ömer B ey'i, akıncı ola­ rak, göndermiş idî. Fâtih ’in Jajcza 'yı muha­ sara ettiği haberini alan kıral teslim oldu. Mahmud Paşa, bundan sonra, Mora ’dakİ rum şehirlerini isyâna teşvik eden Venediklilerin ( bk. Kretschmayr, Ceschichte von Venedig, Got ha, 1920, II, 372) tecâvüzlerini önlemeğe me’mûr edildi. Mora 'ya çıkarak, Germe-Hisar 'a doğru yürüdü ve Venediklileri hezimete uğ­ ratıp, bu kaleyi zaptetmeğe muvaffak oldu. Mahmud Paşa ’nm bu muzafferiyeli, isyan eden rum şehirlerini korkutmuş ve onları teslim ol­ mağa mecbur etmiştir. Bundan sonra Venedik­ lilere âit topraklan Ömer Bey ’e yağma ettir­ mekle meşgul olan Mahmud Paşa Venedikliler tarafından kuşatılan Midilli ’nin imdadına gön­ derilmiş, 12 günde n o gemi hazırlayarak, Mi­ dilli 'yi terkedip, Agriboz 'a çekilen Venedikli­ leri tâkîp etmiştir. 1464'te, Jajcza'yı muhasara ile meşgûl olan Fâtih, Macarların taarruza geçmesi ile, Mahmud



.



Paşa 'yı kış ortasında macar seferine me’mûr etmiş, martoloslar vâsıtası ile, Izvornik'i mu­ kavemete teşvik eden Mahmud Paşa ( Enverî, s. 105; İbn Kemâl, s. 273; Kritovulos, s. 178), bilâhare Mihal-oğlu A li Bey ile, akıncıları ka­ leye göndererek, macarları ric'ate mecbur etmiştir. Mahmud Paşa'm u 1465’te Venedikliler ile müzâkereye giriştiği t bk. Babinger, agn. esr., s, 292 ), ertesi sene Fâtih ile beraber, Arnavut­ luk 'a giderek, harekâta iştirak ettiği ( A/îinşadf, Selimağa kutup., nr. 862; krş. Kritovu­ los, s. 189; İbn Kemâl, s. 300), daha sonra, Sazlı-Dere ( Edirne civarında ) 'deki hassın Hasköy ’e çekildiği görülüyor ( bk, Cîro-Truhelka, Diıhrovnik arşivinde türk-hîâm vesikaları, İstanbul enstitüsü dergisi, 1955, I, 51 v. d.) Karaman-Oğlu İbrahim Bey 'in vefatından sonra, Karaman ilinde vuku bulan ihtilâfa ka­ rışan Fâtih ile birlikte, 872 ( 1468 ) 'de Konya ve Gevele 'ye kadar giden Mahmud Paşa, Pir Ahmed 'in tâkibıne me'mÛr edildi ise de, Karaman beyini yakalayamadı. Rakibi olan Rum Mehmed Paşa, orduyu ve padişahı ka­ zanmak için, Mahmud Paşa'nın bu işte ih­ mâli olduğunu ileri sürdü. Fâtih bu hâdise­ ye kızmakla berâber ( Sa'd al-Din, I, 511 ), gaza­ bım gızliyerek, Mahmud P aşa’yı Turgutlarm takibine gönderdi; bir müddet sonra da, Ka­ raman ilinin merkezindeki amele ve san'at erbabının kamilen İstanbul 'a nakline me’mûr etti. Mahmud Paşa, göçe mecbûr tutulan Ka­ ramanlılardan bir kısmım yerlerinde bırakıp, gidenleri de teselİl etmekten geri durmadı ( bk. İbn Kemâl, s. 291 ). Ancak rakipleri, onu büs-bütün gözden düşürmek için; zenginleri değil, fakirleri tehcir ettiğini ve rüşvet aldığım iddia ettiler (H adidi, 1398; Âşık-Paşa-zâde, s. 170). Bu husûsta pâdİşaha yapılan telkinler tesirini göstermekte gecikm edi; vazifesi Rum Mehmed Paşa 'ya verilen Mahmud Paşa'nın ordu­ su Karahisar (A fy o n ) 'a geldiği sırada, tevsik edilemeyen bir rivayete göre, çadırı başına yıktırıldı; böylece, Rum Mehmed Paşa ’nın tez­ viri ile „hem ve zâretten ve hem de Rumeli beylerbeyiliğîudenc< azledildi. ibn Kemâl ( s. 293 ) ile Hadidi ( 140» ) ’ye göre, Mahmud Paşa, bu azilden sonra, yine hâsstna çekilmiş ise de, çok geçmeden, do­ nanma kumandanlığına tâyin olunmuş ve ken­ disine Gelibolu sancağı verilerek ( 1469 veya 1470 baharı), Osmanh donanmasının İslahına me’mûr edilmiştir. 874 ( 1470 ) ’te G elibolu’dan Eğriboz sefe­ rine me’mûr olarak, büyük bir donanma ( gemi adedi hakkındaki ihtilâf için bk. Bıhiştî, 183»; Kalkondiles, II, 110; Sİsmondİ, VII, 6 ve



MAHMUD PAŞA. Kretschmayr, H, 376) ile, 5 haziranda hare­ ket eden Kaptan Mahmud Paşa, yolu üstün­ deki Şira adaşım zapt ile, Venedik amirali Nİccolo da Canale ’mn müdâh e leşine mâni olmuş ve E ğriboz’a varmıştır. Mahmud Paşa büyük bir kuvvet ile karadan Eğri boz karşısına gelip, bir köprü inşa ettirerek ( Fetihnâme-i Eğriboz, bk. Fâtih ve İstanbul, 1954, I, 305 ), adaya geçtiği hâlde mütereddit davranan Fâ­ tih ’i adanın zaptına ikna etmiş (Ma'ali, Hün­ kâr nâme, Topkapısarayı kütüp., nr. 1417, 9^ ; R. Anhegger, Tarih dergisi, sayı, 1,949,1,150 ayrıca bk. Dursun Bey, s. 140; Kalkondiles II, 113 v. d .; Oruç Bey, 127) ve ada 12 temmûzda (1 3 muharrem ) fethedilmiştir. Bu fe­ tihte Mahmud P a şa ’nın hizmeti büyüktür (Dursun Bey, s. 1 41 J Neşri, ı8İSft ; Bihiştî, 184a; İdris Bitlisi, 122“ ). Eğriboz fetihname­ lerinin bazılarında bütün şerefin Fâtih ’e atfe­ dildiğine ve Mahmud Paşa ’mn ismi geçmedi­ ğine dâir bk. Ma'navi, Eğriboz fetihnâmesi, s. 291 v. d. ve Eğriboz fethine âit iki vesika, s. 303 v.d. Uzun Haşan kuvvetlerinin merkezî Anadolu 'da il eril emeğe başladığı sırada, Mahmud Paşa, Rum Mehmed P a şa ’nın yerine, Eğriboz zaferi­ nin âmili olması dolayısı ile, tekrar sadrâzam ol­ du (Dursun Bey, s. 148; İbn Kemâl, s. 350). Mah­ mud Paşa İstanbul ’da, Uzun Haşan 'a karşı yapılacak hareket husûsönda, Fâtih 'in topladığı mecliste bulunmuş ve onun teklifi ile, Anadolu beylerbeyi Davud Paşa, şehzade Sultan Mustafa ’nm maiyetinde, Uzun Haşan üzerine sevkedİimlştir. Muasır kaynaklara göre, Mahmud Paşa bu mecliste Fâtih 'in teklif ettiği kuman­ danlığı kabûl etmemiş ve bu yüzden onunla arası açılmıştır, 13 zilkade 877 (11 nisan 1473 ) 'de, pâdişâh ile birlikte, İstanbul 'dan çıkarak, Sivas 'a gi­ den Mahmud Paşa, F âtih ’i Şebİn-Karahisar*ın fethine teşvik etmiş, fakat bu fikri reddedil­ diği gibi, Otluk-Beli muharebesinde, Rumeli beylerbeyi Has Murad Paşa ’ya terfik edilmek suretiyle, kendisine ikinci derecede bir vazife verilmiştir. Büyük bir dirâyetle hareket eden Mahmud Paşa, Uzun Haşan ’ın hilesini seze­ rek, Has Murad ’ı ikaz etmiş ve Ma'âlİ 'ye na­ zaran, onun ölümünden sonra, Uzun Haşan 'm oğlu Uğurlu Mehmed ile savaşmış ( bk. Hünkârnûme, 29b ), 11 ağustos 1473 (19 rebiülevvel 878) çarşanba günü Üç-Ağızh ( Tercan 'da Başkend) 'da vukua gelen savaşta, yarlı­ ğın bildirdiğine göre ( nşr. R. R, Arat, TM, 1939, VI, 304), Davud Paşa kuvvetleri ile birlikte, harbetmiştir. Ma'âlİ 'ye göre ( 47» ; R. Anhegger, s. 154), her kes bu başarının Mah­ mud Paşa sayesinde te'min edildiğine İnanmış idi.



*87



Mahmud Paşa 'yı çekemeyenler onu Mehmed II. 'in gözünden düşürdüler ve azline sebep oldular ( Bihiştî, 202b ). Bundan sonra, Haskoy ’e çekilen Mahmud Paşa,Sultan Mustafa’nın Ölümü üzerine, İstantanbul 'a gelerek, hocası Kürt Hafız *ın tavsi­ yesine rağmen, Fâtih ’in huzuruna çıktı ve çok soğuk bir şekilde karşılandı. Fâtih, şehzade Mustafa ’nm ölümüne sevindiğinden şüphe et­ tiği Mahmud Paşa 'yı ortadan kaldırmağa karar verdi ve onu Yedıkule’ye hapsettirdi. Mahmud Paşa ’nın, ölümünden evvel, vasiyetnamesini ha­ zırlayarak, bütün umûrun pâdişâhta olduğunu kabûl ettiğini ve hiç bir şeyi bulunmayıp, pâdîşab hizmetine, bir at ve bîr kılıç ve 1.500 akçe ile geldiğini, oğlu Mehmed ( vakıf k ay ıt-' lannda Ali ) Bey ile evkafını padişahın hima­ yesine terkettığini söylediği rivâyet edilir ( bk. Haşan Çelebi, 215* ). Mahmud Paşa Yedikule 'de bir müddet kaldıktan sonra, idam edildi (kitabesine nazaran 878; Osmanh vekâyinâmelerine göre, 3 rebiüievvei veya 3 rebiüiâhır 879 ; idamın boğdurulmak veya kollarından kan alınmak sureti ile olduğuna dâir rivayetler için bk. Lâtifi, Tezkire, Üniversite kütüp., TY. nr. 2411, 17ı a ), Mahmud Paşa İstanbul'da yaptır­ mış olduğu camı önündeki türbede medfundur. Mahmud Paşa, Zağanos'un ikinci kızı ile evli idi. Bu kadından olan A li Bey ismindeki oğ­ lundan vakıf kayıtlarında bahsolunmaktadır ( M. Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, İstanbul, 1952, s. 56, 451 ). Fâtih devrinin pek mühim bir şahsiyeti olan ve halk tarafından çok sevilerek, velayetine hükmedilen Mahmud Paşa ’mn ölümü büyük bir teessür uyandırdı. Müellifler bu vak'ayı hüzün ile anlatırlar ve Mahmud Paşa ’mn şehid edildiğini söylerler ( bk. Tevârih-i âl-i Osman, nşr. F. Giese, Breslau, 1922, s. 115} Muhyî Çelebi, Tevârih-i âl-i Osman, A li Emİrî kütüp., TY, nr, 15, s. 170; türbesinin kapısı üstündeki kitabe için bk. E. H. Ayverdi, Fâtth devri mimarîsi, İstanbul, 1953, s, 185 ), Bâzı kaynaklardan anlaşıldığına göre, Mah­ mud Paşa hiç bir Osmanlı vezirinde bulun, mayan hasletlere mâlik idi, Fâtih ’in çok tak­ dirini kazanmış idi. Edirne müftisi ve müder­ risi Fahreddİn Acemi ’nîn muzâharetinı te’miio ettikten sonra, hurûfîlerİ yaktırması ( bk. ŞaJcaik trc., s. 82 ) ve bu suretle pâdişâhın hurûfîliğe karşı duyduğu alâkayı önlemesi, ule­ mâyı ve halkı sevindirmiş idi Hâmidî ( bk. D i­ , van, s, 284 ) bu hadîse münâsebeti ile Mah­ mud Paşa ’ya bir kaside sunmuştur.



Mahmud Paşa 'mn padişahtan ortodoks mez­ hebinde olup, İstanbul 'a gelen annesi için, Protromo Petras adlı kadınlar manastırının



ıS8



MAHMUD PAŞA -



temlikini âmir bir ferman ( bk. VI. Mirmiroğlu, Fâtih Sultan Mehmed Han hazretlerinin devrine âit tarihî vesikalar, İstanbul, 1945, s. 92 ) alması, teyze-zâdesi Georgios Amirutzes 'in âşıkane maceralarına karışarak, patriği tazyik etmesi ( Crusius, ayn. esr.f s, 17 v.d .; Krumbacher, III, 716), onun hırİstiyanlar ile münâsebet! bulunduğunu gösterir. Rivayete göre, Mahmud Paşa, AH Kuşçu ile beraber, Tetimme ve Sahn-ı seman medrese­ leri teşkilâtının kurucusudur ( bk. Adnan-Adıvar, Osmanlı iürklerinde ilim, İstanbul, 1943, s, 32 ). Devrinin ricali, büyük âlimleri ve şeyh­ leri ile sıkı münâsebette bulunan Mahmud Paşa, bilhassa şâirlere, ediplere çok alâka gös­ termiş ve bir çok te’lifâtın meydana gelmesi­ ne âmil olmuştur; nitekim :Aiâ’ al-Din *A li al-Bistâmi al*Haravi, onun nâmına, Tafyfat alMahmüdîya f i nasihat al-vuzarâ* adlı, farsça bir kitabını (Canâbı, al-Aylam al-zâhir, Nuruosmâniye kütüp., nr. 3100, II, 315**}, Enverî Düsturnâme ’sini, Şükrullah Bahcat altavdrih adlı tarihini onun nâmına ( bk. Babinger, GOW , 19) yazmışlardır, Mahmud Paşa ’mn, kendi nâmına yazılan her eser için, 1,000 akça-i rûmî verdiği söylenir (id ris Bitli­ si, 560). Türk edebiyatında mevkii olan ve divan tertip eden Mahmud P aşa’nm mahlası cAdni Mir ve şiirleri zamanında çok şöhret ka­ zanmıştır. Tezkireler onun nesrini nazmından daha üs­ tün bularak ( bk. Haşan Çelebi, 2146; Âşık Çelebi, 215b) onu, Karamâni Mehmed Paşa ve Tâcî-zâde Câfer Çelebi ile mukayese ederler. Mahmud Paşa ’nm türkçe ve farsça şiirleri île altı adet farsça mektubunu ihtiva eden bir divanı vardır. İstanbul kütüphânelerindeki nüs­ halarından ( Üniversite kutup., T Y. nr. 1962, Millet kütüp., nr. 278 ve 279 ) en mükemmeli Üniversite nüshasıdır. Şiirlerinin tenkitli met­ ni için bk. Bercis Miski- oğlu,Adnî divanı, Üni­ versite kütüp., me'zuniyet tezleri, nr. 2123. Mahmud Paşa 'um farsça şiirlerini Hafi? ve {Zahir Fâryâbi ile mukayese için bk Meserret Diriöz, Adnî, hayatı ve edebî şahsiyeti, Üni­ versite kütüp,, mezuniyet tezi, nr. 1356. Muhtelif münşaat mecmualarındaki mektup­ ları için bk. Münşeat, Wien, Nationalbibl. H. O., 161; Sarı Abdullah Efendi, Münşeat, Esat Efendi kütüp., nr. 3333, 45b 5 Ciro-Truhelka Dabrovnik arşivinde türk-islâm vesikaları, İstan­ bul enstitüsü dergisi, 1955, I, 50, nr, 18, s. S1» *»r. 23. Mahmud Paşa İstanbul Ma, Rumeli Mın ve Anadolu 'nun muhtelif yerlerinde pek çok hayrât yaptırmıştır; İstanbul Makilerin başlıcala-



MAHSÛD.



r ı : üzerinde kitabesi kalan ve şehrin en eski dinî yapısı olduğu anlaşılan bîr câmı (kitabe­ sine göre inşâsı 867=1462) ile türbe ( kita­ besine göre, inşası 878 — 1473 ), hamam, mah­ keme, mektep, çeşme, han, tekke (İdris Bitlisi, 56b) ve 26$ dükkândan mürekkep bir çarşıdan ( Mahmud Paşa dükkânları çarşısı, Sandal bedestam ) ibarettir. Diğerleri, Ankara Ma Mah­ mud Paşa mescidi, Mahmud Paşa bedestanı (inşâsı Tâcî-zâde Sâdi Çelebi 'ye göre, 863 — 1459/1460; bk. Mecmua, Veliyüddin Efendi kü­ tüp,, nr. 3258, 162»; vakfiyesine göre, 869 = 1464 İle 876 = 1471 arası) üe bir han, Bur* sa Ma kervansaray ( Hami di, s. 337 'ye göre, inşası 866 muharrem ) ve mescid; Edirne Me Mahmud Paşa camii, Hasköy Me hamam ve medrese ( bk. İdris Bitlisî, 56b) * Sofya 'da Cumâ mescidi (bk. İdris Bitlisi, 56**, Evliya Çelebî, Seyahatnâme, III, 397 ), sebil, medrese, handan ( Evliya Çelebî, III, 398 ) mürekkeptir ve kendisi bunlara ayrı vakıflar tahsis et­ miştir ( bk. Ankara evkaf müdürlüğü, vak­ fın hazîne kaydı, nr, 106; Kuyudat ve evâmir defteri, nr. 437). Mahmud Paşa ’nm 878 Me, kazasker Mevlâ nâ 'A li b. Yûsuf al-Fanâri tarafından tanzim edi­ len vakfiyesinde ( Başvekâlet arşivi, Tapu def­ teri, nr. 251, s. 109 v.d., krş. M. Tayyib Gökbilgin, s. 322 v. d .), İstanbul Maki câmîine, Edirne 'de hamam ve evler vakfeylediği bildi­ rildiği gibi, Çatalca, Silivri ve Kırk-Kilise 'deki müteferrik vakıf köyleri de kaydedilmektedir. Âşık Çelebî ve Âşık-Paşa»2âde de Mahmud Paşa ’nın Medine 'nin fakirlerine, nlemâsma ve bevvaplarına senede 1.000 florin tahsis ettiği­ ni, idris Bitlisî ( 56*» ) bir köprü yaptırdığını, Kritovulos (s . 129 ) İstanbul'a su getirttiğini kaydediyorlar. (M . C. ŞEHÂBEDDİN TEKİNDAĞ.) M A H P E Y K E R . [Bk. kösem su lta n .] M A H R . [B k. MEHİR.] M A H R A . [ Bk. mehke .] M A H SU D . [ Bk. mah SUD.] M AH SU D . MAHSUD, Pakistan'ın şimâl-i garbı hudut bölgesinde bulunan bir P a th â n k a b î l e s i n i n a d ı . Mahsüdiar, Vazîristân dâhilinde, Kaniguram etrafında yaşar­ lar ve Pakistan topraklarından Bhittanni böl­ gesi ile ayrılırlar. Başka cihetlerden ise, Derveş Hel Vazirileri ile kuşatılmış durumdadır­ lar. Bunların XIV. asır sonlarına doğru şim­ diki Efganıstan ’m Birmal tepelerindeki asıl yaşama sahalarını terkettikleri ve yavaş-ya­ vaş şarka doğru yayılarak, şimdi oturdukları bölgeyi işgal ettikleri umûmiyetîe kabul edil­ mektedir. Kabilenin başlıca üç kola Bahlolzay, Şaman Hel ve Aîizayîardır.



MAHSÛD Bâtıl itikatlara bağlı olan ve muslümanlık dışındaki şeyleri pek az tanıyan Mahsüdlar keyiflerinin istediğini yapmaktan başka kanun bilmezler. İntikam almakta inatçı olan ve bu hususta biteye de baş*vuran Mahsüdlar ka­ dın ' ve çocuk öldürmekten de çekinmezler. Teamüllerine göre, yalnız hakikî katilin ceza­ lanması gerekir ise de, bu bakımdan nazariye ile tatbikat arasında birlik görülmez. Mahsüdlar, öteden beri Bannü ve Dereeât serhadlerİ için bir âfet teşkil etmektedirler. Sikhlerin kudretli devrinde olduğu gibi, Pencâb ’ın si açıkça H a rîri’nin makâma 'lerinın taklidi olarak görünüyor: yal­ nız bir kahramanı ve bir hikayecisi vardır; fakat muhtevâsı ekseriya ilim ve teknik ile alâkalı olarak, muhtelif unsurlardan meydana getirilmiştir ( bk. Flügel, Verz. der Hss. Wien, nr. 384 ). 30 makama V n i baş-kadı Muhy al-Din Abu Hlâmid Muijamraed b. al-Kâsim al-Şahrazüri ( îbn Halîikân, Bulak, 1299, I, 597 ’de bahis mevzuu olan şahıs ile kanştırmamaiıd ır)'y e İthaf etmiş olan Abu'I-'Alâ' Ahmed b. Ab i Bakr b. Ahmed al-Razı al«Hanafi galiba VI. (h.) asır müelliflerin d endir. Zamanım tesbite yarayan yegâne telmih Şirvan hakanının zikridir (5 1 ,7 ) . Burada zikredilen unvanı 550 ye doğru taşımış olan Minüçihr [ b. bk.] ’dir. O al-Hamazani İle al-Harirİ 'yi taklit etmek istiyor, fakat daha sâde bir dil kullanıyor. Onlar gibi kahramanı ile bîr hikayeciyi tak­ dim ediyor. Kendisi zengin nükteli tasvirleri sever ve bu münâsebetle ekseriya kabalığa düşer; makama 'lerin bir çokları çifttir ve mütekabüen birbirlerini izah eder ( nşr. Re­ seher, Beitrâge zur Maqâmenliiteratur, IV, t — 115 ), VH. ( h.) asırda, Hariri 'nin makama ’lerinİn ancak bir taklidi zikrolunabilir ki, bu al-Makâmât al-Zaynabiya ( bk. Brit. Mus.f



200



MAKAME.



669, 1403; İstanbul, Nûruosmânıye kutup., nr. 4273) adım taşıyan ve Cuvayni ( bk. Târih-i cahânguşS, n§r. Mirza Muhammed, G M S, X V i/ı, s. L U , not 2 ) ailesine ithaf edilmiş olan Şams al-Dİn Ma add (Muhammed) b. Naşr Allah b. S aykal’m 672 ( 1 2 7 3 ) ’de yaz­ dığı 50 makama ihtiva eden eserdir; MtsırSurİyeli şâir Muhammed b. A fif al-Din al-Tilimsâni al-Şâbb al-Zarif ( ölm, 688 == 1289 ) bu şekli, kısmen şehvetengiz bir muhteva ile, aşk şiirleri sahasına nakletmiş t ir ( Makâmât al-uşşak, Paris tab-, nr. 3947; Faşâhat almasbûk f i mala hat al-md şak ve al-Makâma al-Hitiya va ’l-Şiraziya, Ahtvvardt, Verz. Hss. Berlin, nr. 8594,4, 5 ). VIII. asırda bu taklit­ ler daha çoktur, 730 (i329 )*da Ahmed b. Muhammed Mu az^am al-Râzi, al-Makamât al-isna aşara ‘yi yazdı (basma, Tunus, 1303; Les douze seances du Cheikh A . b. M. Moâddhem, nşr. M. Soliman al-Harairi, Pa­ ris, 1282 [18 5 5]). Bu şekil dinî mevzular için de sık-sık kullanılmıştır; msl. Abu İFath Muhammed b. Sayyİd aUNâs (Ölm. 734 = 1334) al-Makâmât al-aliya f i ’ l-karâmât al-caliya ( bk. Rosen, Notices sommaires des mss. ar, da Musee Asiatigue, Petesrburg, 1881, nr. 146,10 ) 'sini, Peygamber İle eshâbtm eğ­ mek için, Şams al-Dirt Muhammed b. İbrahim al-Dİmaşki ( ölm. 727 — 1327 ) al-Makamât alfalsafiya va *l-tarcamât al-şufiya ( Cambridge, 1x02, 50 makama İhtiva ed er) 'sini tasav­ vuf için ve Zayn al-Din ‘Omar b. a!-Vardi 749 (1 3 4 9 )’da al-Nabd !ani 'l~vabd adlı, aynı yılda kendisinin de ölümüne sebep olan veba hakkındaki makame 'sini ( Ahlwardt, Berlin, nr. 8550.3; şüphesiz aî-Snyüti’nin ve­ ba hakkındaki eserlerine almış olduğu makama ile aynı eserdir ) yine vaaz ve nasihat için yaz­ maktadır. Mekkeli :A ii b. Naşir al-Hicâzİ, alMakSmat al-Gavriya va ‘l-tuhfa aUMakkiya 'sinde Memlûk sultanı Kânşüh a!-Gavri ( 906 — 922= 150 0-1516; bk. Pertsch, Verz. der Hss. Goika, nr. 2773 ) ’yi övmek için, bu şekli kul­ landı. Tabi’îIK . asrın o kadar çok eser vermiş olan büyük müellifi al-SuyÜtî [ b. bk.] de bu şekli kullanmaktan geri kalmadı; an’anevî şekli tamâmiyle terkederek, iimîtı en çeşitli sahalarında, dînî ve gayr-ı dînî şeyleri anlat­ mak için, msl. âbirette Peygamberin ebevey­ ninin mukadderatından, türlü kokuların, çiçek­ lerin ve meyvaların evsâfından bahsetmek için, bu şekilden istifâde etti; bunu galiz mevzular için de kullanmakta tereddüt etmedi. Muasırı cenubî Arabistan zeydilerinden İbrahim b. Muhammed al-Hâdavi b. al-Vazir (Sim. 914 1508 ) al-Makâmat al-nazariya va ’l-fâkiha aUhabariya ( Leiden, nr. 438; Brili-Houts-



ma, nr. 67 ’de bu şekli kelâm tedris mevzu­ ların» tatbik e t t i; al-Suyüti’nin rakibi Ah­ med b. Muhammed al*Kastallâm (ölm. 923 = 1517 ),, Makâmât al-arifin, İstanbul, Köp­ rülü kütüp., nr. 78 4 ),inde aynı şeyi yapmıştır. Edebî inhitat asırlarında { XI. ve XII. asırlar ) makama şekli en muhtelif mevzûlarda kulla­ nıldı. 1078 ( 1667 ) ’de Camâl al-Din Abu ’l-Fath b. ‘Alavan al-Kabbani, Basra hâkimleri olan Husayn Paşa ile "Ali Paşa AfrâsiySb ’m, İb­ rahim Paşa kumandasındaki bir türk ordusuna karşı, yaptıkları muharebe hakkında yazmış ve Zâd al-musâfir adım verdiği şerhte bu makama ’yi izah etmiştir ( Brit. Muss., nr. 1405/6, basma, Bagdad, 1924; R* Mignon, History o f modern Bassorak, s. 269 — 286’da bundan istifâde edil­ miştir; bk. St. H. Longrigg, Four Ceniuries o f modern Iraq, Oxford, 1925, s. 328 ). Hem­ şehrisi cAbd Allah b. al-Husayn b. Mâri alBağdâdi al-Suvaydi (Ölm. 1174 = 1760) ve bunun oğlu Abu T-Hayr :Abd al-Rahmân ( ölm. 1200 = 1786 ), bîr takım eski ve yeni ata-söz­ lerini hoş ve eğlenceli bir tarzda birbirine bağ­ lamak için, bu şekilden istifâde ettiler ( Maltamat al-amsal al-sa İra, Kahire, 1324 ve oğlunun eseri, al-Makâma cami at al-amşâl ‘ azizat aU cmşâl, Berlin, nr. 8582/3 ). Abu Bakr b. Mu İl­ sin Bâbüd al-'Alavi, 1128 ( 1 7 1 5 ) ’de, Abu ’l-Zafar al-Hindı al-Sayyah adlı birinin Hin» dista ’da geçen ve al-Nâşir b. FattSh tara­ fından anlatılan 50 macerası şeklinde, bir Har iri taklidi yazmıştır. Ma^ba’ al-ulum Press ’de 1264’te, al-Makâmât al-Hindiya ismi ile neşredilmiştir ( bk. Hidayat Husain, Catalogae raisonne of the Buhar Lıbrary, 11, 459 ). Bizzat Hariri Rasâ'il al-siniya va ’l-şinîya adlı iki risalesinden birinde, yalnız sin harfini ihtiva eden, diğerinde yalnız şin harfini ihtivâ eden kelimeleri kullanırken ( tıpkı daha evvel Simonid 'İn bîr muasırının sigma harfini ihtivâ etmeyen yunanca bir şiir yazması gibi; bk. 'X’iiiamovvİtz, Kaltar der Gegentvart, I/III, 49) san'atinı sun’îlik ile bozmuştur; al-Hanafi nin makama ’lerinde bu nevî taslaklar bulun­ maktadır; Abd Allah b. :Abd Allah al-İdkâvi (ölm. 1184 = 1770) o zaman al-Makâmat al-tskandariya va 'l-iashifiya ’sinı yazdı ki, burada yalnız hareketleri ayrı olan eş ke­ limeleri birbirlerine yaklaştırmıştır ( bk. Ahiwardt, Verz. Hss, Berlin, nr. 8581,2 ). ‘Osman b .:A lî al- Omari aî-Mavşili ( ölm. 1184 = 1770 ) ’nin al-Makâmat al-duceıylîya va *l-makâla al- Omariya 'sinin hususiyeti yalnızea geniş bir bilgi teşhiridir; mevzuu esâs olarak, İslâm fırkalarının sayılması ve kısaca hususiyetleri­ nin gösterilmesidir ( nşr. Rescher, BeitrSge zar Makâmenlit? IV, 191 — 285; burada bı;



MAKAME saa’atm daha sonraki . mahsûlleri de buluna* bilir Arap edebiyatında pek revâcda olan üstünlük kavgası mevzuları, Manazara ( bk. Steinschnei» der, Rangstreîiliteraiur, SB Ak. Wien, 1908, CLV, 4 ; Brockelmaan, Melanges Derenbourg, s. 231 ; Asta Majör, I, 32 ), Yusuf b. Salim at-Hifni (ölm. 1178 = 1764 ) 'nin Makâmot al-muhâkama bayn al-mudâm va *l-zuhür ( Ahlwardt, Verz. Berlin, nr. 8580) 'unda bu makama şeklini almıştır. Bu müellif aynı şekli alMakâma al-Hifniya (B rit. Mus., nr. 1052, 1 ) ’de kullanmış olduğu gibi, ınedih mevzula­ rında da bundan istifâde etmiştir, Bir giridli türk Ahmed b. İbrahim al-Rasmi (Ölm, 1179 = 1783 ) de, bu şekilde eser yazmak için, kendini denedi (al-Muradı, S ilk al dtırar, I, 74 v. dd. 'da onun al-Makâmat al-zulülîya al-biŞârîya’sinî zikretmektedir). Nihayet XIX. asrın müellifleri de bu şekli yaşatmağı denediler. Beyrutlu hıristiyan Nâşif al-Vâzİci (ölm. 1871), Macmd al-bahrayn 'inde, kendi tarafından şerhedilmiş 60 maka­ ma hâlinde, Hariri ’nin çok muvaffak olmuş bir taklidini verdi ( basm. Beyrut, 1856, 1872, 1880, 1924 ); Şihâb al*Din Mahmüd al-Âlüsi (ölm. 1270 = 1853 ) 'nin 1237 (ı822 ) ’de ya­ zılmış ve 1270 ( 1853)'te neşredilmiş ( taşbasm., Bagdad, 1273) olan makama ’ieri da­ ha az muvaffakiyet kazanmıştır. Mısırlı ‘Abd Allah Paşa al-Fikri ( ölm, 1307 = 1890 ) ’nin al-Aşar al-Ftkrtya ( Bulak, 1315 ) adlı külli­ yâtında bîr çok makama9ler bulunmakladır; bunlardan biri, al-Makâmat al-Fikrîya f i mamlakat al-bâfinİya, Kahire ’de 1289’da ayrı olarak da basılmıştır. Arapçada bu kadar sevilen bu şekil başka edebiyatlarda da bîr takım taklitlerin yazıl­ masına sebep olmuştur. Iran 'da bilhassa ese­ rini 551 ( 1 1 5 6 ) ’de yazmış olan Kadı Hamid al-Din Abü Bakr b, :Omar b. Mahmüd al-Bal» hi (ölm. 559 = 1164 ) ’nİn makama Meri ( Kâtib Çelebî, nr. 12716) bilhassa rağbet görü­ yordu. 'Arüzi ÇWiör makâla (nşr. Mirza Mu­ hammed, s. 13, 11; trc. Brovvne, s. 25 ) ’sinde bu makama ’İeri Hamazânİ ve Haı-iri’ninkiler ile müsâvî tutmakta idi. Eser, msl. gençler ile ihtiyarlar, sünnîler İle şt’îler, tabip ile nü» cum âlimleri arasında ayrı munâzarât da İhtiva eder ve bunlardan başka, içinde ilk bahar ve son bahar, aşk ve delilik tasvirleri, nihayet fıkhı ve tasavvuf i münâkaşalar vardır; fakat burada da esâs tamâmİyie şekle fedâ edilmiştir. 23. veya 24, makama ’nin sırası ve adları Brit. Mus. yazması ( Rieu, C a t Pers. Mss.,nr. 747) ile Tahran ve Cavnpur taş-hasmalarmda birbjflfrigdeîi oldukça farklıdır ( bk. Brovvne, A



MÂKÂN.



201



Lit. Hisiory o f Persia , H, 347 ). Hamid alDin tarzı pek taklit edilmiş görünmüyor.' Ma­ mafih Brovvne ’ın elinde bulunan ( bk. Lit. Hist., IV, 349) bir yazmaya göre, 15 şubat 1917’de ölmüş olan gazeteci Adib al-Mamalik bir makâma ’ier mecmuası yazmıştır. îspanya ’da XIII. asrın başlarında yaşamış olan yahudi Rabbİ Jehüda ben Şeiömö Harizi de H a riri’nin makama ’İerini İbranî diline tercüme etti ve onları Örnek alarak, Sefer takkemöni adını verdiği aynı tarzda 50 tas­ lak yazdı. Bunlarda Kitab-ı mukaddes ’ten çok maharetle iktibaslar yaparak, Hariri ’nin üs­ lûbunu taklİd ediyordu ( bk. ladae Hariziİ Macamae, nşr. P. de Lagarda, Göttingen, 1881 yeni tab., Hannover, 1924 ), Nihayet Nusaybin metropoliti olup, 1318’de Ölmüş olan ‘Abdişö ( Ebedyeşü ) 1290-1291 ’de, Hariri ’yi taklit ederek, dinî ve ahlâkî mevzularda, suryânîce $0 manzume yazmıştır; bunlar Henoch ve Elias adlarını taşıyan iki kısımdan ibarettir ve son derecede sun'î olan ifâde ve dilini 1316’da yazdığı bir şerh ile bizzat izah etmiştir (ilk yarısı için bk. Pardaisa dha Edhen sea Paradisus Eden Carmina auctore Mar Ebediso Soberisi, nşr. Gabriel Cardahi, Beyrut, 1889), B i b l i y o g r a f y a ' . Madde içinde gös­ terilmiştir ( krş. b’r de Şavki Zayf, al-Makâma ( Kahire, 1954 ) ].



( C. Brockelmann .) M Â K A N . [ Bk. MÂKÂN.} M Â K Â N . M AKAN b. K â k İ, A bu Ma nşu r , Taberİstan’daki alevî hükümdarların k u m a n ­ d a n ı . Babası da aynı vazifede bulunmuştur. Da i adı ile tanınan Sayyid Abü Muhammed Haşan b. Kasım ’ın kaçışından sonra, tahta çı­ kan ve Mâkân ’m damadı olan Sayyid Abu ’IKâslm Ca far b. Sayyid Naşir, MâkSn'1 Cürcân ’a vâU tâyin etti. Sayyid Abu ’l-Kâsim 312 ( 924 ) ’de öidü, Yerine Sayyid Abu Ali Mu­ hammed b. Abu ’J-Husayn Ahmed geçti. Mâ­ kân onu tahttan indirdi ve daha emin bir şe­ kilde mahbus tutulması maksadı ile, yeğeni ' Ali b. Husayn b. Kâki 'nin yanına göndererek, kendi torunu Sayyid İsmail b. Abu ’l-Kasim ’ı tahta çıkardı. Az zaman sonra, Abü ‘Ali Mu­ hammed kaçmağa muvaffak oldu ve Mâkân ’a karşı ayaklanan Asfâr b. Şİrüye [ b. bk.J He birleş!p, Cürcân 'a hâkim oldu. Mâkân bunlara karşı savaşa girişti. Fakat yenilerek, Sâri ya­ kınlarındaki tepelere çekilmek zorunda kaldı. Sayyid Abü ‘Ali Muhammed 315 (927 ) ’te Ölünce, yerine kardeşi Sayyid Abü Ca far Husayn geçti. Mâkân o zaman çekildiği dağlardan ind ; Abü Ca far kuvvetlerinin kumandanı A sfar ’ı bozguna uğratarak, Horasan ’a kaçmak zoruncfa



202



MÂKÂN -



MAKASSAR.



bıraktı ve Dâ’i ’yi Taberistan’a vali tâyin etti. ( nşr. B. Dorn), s, 175 v.dd. j Hvgndnrr, Ifa316 (928)’da, R e y ’deki Sâmânî valisi Muhambib al-siyar ( Tahran tab.), ü, 145 v.dd. med b. Şa'lük, Da1i ’yi ve Mâkân ’ı Rey 'e çağı­ ( M. NAZIM ) rarak, burasını onlara teslim etti ve kendisi Ho­ M A K A R İ. [Bk, m a h a Rİ.} rasan ’a çekildi. Dâ:i ’nin ve Mâkân ’m bulunma­ M A K A S S A R , İndonezya cumhuriyetine dâ­ dıkları sırada, A sfâr Horasan ’dan gelip, Cür- hil Selebes ( Sulavesi ) adasının cenûb-i garbî cân’ı ele geçirdi; Da i ’yi bozguna uğratarak, sâhilinde mühim ş e h i r ve l i m a n . Son yarım öldürdü ve kendisi de Taberistan’a vali oldu. asır içinde çok gelişmiş olan bu şehir yerliler Bundan sonra Rey üzerine yürüdü, Mâkân 'ı arasında hâlâ eski ismi olan UcunPaadang yendi ve onu kaçmak zorunda bıraktı. Fakat ( Cumpandang) adı ile tanınır. Buraya Maaz bir zaman sonra, Mâkân ile anlaşarak, kassar adım holandalıîar, bu isimdeki kıratlık Am ul’ü ona verdi, Mâkân'm nufuzu ya- dolayısi ile, vermişlerdir. Makassar Felemenk vaş-yavaş Cürcân’a kadar yayıldı, hattâ 3x8 Hindistam devrinde Selebes ( Ceiebes ) adası ve ( 930 ) ’de Nişâpur ’u bile ele geçirdi. Bu sıra­ mülhakatının idâri merkezi olduğu gibi, ehem­ larda Mardâvic Asfâr ’a karşı ayaklanmış ve miyetli bir ticâret Umanı idi. Nüfusu 1905 ’te onu Kûhisian ’da Tabas ’e çekilmek zorunda 26.000 iken, 1930 'da 86.000 ’e yükselmiş bulu­ bırakmış idi. Mâkan Nişipür 'dan gelerek, Mar­ nuyordu. Son yıllarda nüfusu daha da artmıştır. dâvic üzerine yürüdü ve onu Rey ’e kaçmağa Şehrin daha evvel Vlaadingen denilen orta mecbur etti. kısmı, Felemenk Hindistam ticâret kumpan­ 319 ( 93* ) ’da Mâkân, Amir Naşr b. Ahmed yası zamanından kalma olup, holandalılarıu ’in isteği üzerine, Horasan ’ı tahliye etti ve ve Çinlilerin ticâret müesseselerini ihtivâ et­ Taberistan’a döndü; fakat A sfâr'm ölümün­ mekte idi, Holandalıîar çekildikten sonra, Çin­ den sonra Rey ’e hâkim olan Mardâvic tara­ lilerin ticâret sahasındaki hâkimiyetleri büs­ fından, buradan kovuldu. Mâkân, Gilânlı Abu bütün artmıştır. ’I-Fazl ve Horasan ordusu kumandanı Ahmed 1 9 u 'd e doğrudan-doğruya Felemenk Hınb. Muhammed b, MuhtaçJm yardımları ile, Ta- distanı idaresi altına konulan ve eski büyük beristan ’ı yeniden almağa teşebbüs etti İse de, Makassar kıratlığının bakiyesini teşkil eden Mardâvic daha kuvvetli çıktı ve onu kaçmak Gova prensliği, Makassar ülkesinin merkezî ve Horasan ’a sığınmak zorunda bıraktı. Bu­ kısmım meydana getirir. Geniş mânası ile nun üzerine emîr Naşr b. Ahmed Kirman eyâ­ Makassar halkının yaşadığı saha, Selebes ’in letinin idaresini ona verince, Kirman’a gitti, eenub-İ garbî yanm-adasımn bütün cenap kısmı oradaki valiyi mağlup ederek, eyâletin idare­ ! İle Saleyer adasını ve daha bir takım adaları sini eline aldı. Fakat 323 ’te, Mardâvic ’in öl­ ihtivâ eder. Cenûbî Selebes ’in geri kalan kıs­ dürüldüğünü haber alınca, Kirman ’dan döndü ; mında, dilleri, âdet ve an’aneleri ile Makassaremîr Naşr b. Ahmed ’den Cürcan eyâletinin lara çok benzeyen Budgiler yaşar. Makassarlann görünüşü cavahlardan pek idaresini aldı, Mardâvic ’in kardeşi ve halefi olan Vaşmgır 'den de eyâleti kendisine bırak­ farklı değildir. Boylan vasatın üstünde, beden masını istedi ve eyâlet kendisine verildi. Bun­ yapıları mütenâsip, bayat tarzları ve mesken­ dan sonra aralarında dostâne bir rabıta ku­ leri sâdedir. Toprakları hemen her yerde ve­ ruldu ve bu dostluğun kuvveti ile Mâkân rimli olduğu için, zirâatten iyi bir geçim te­ Buhârâ 'yı boyunduruk altından kurtardı. Bu­ min aderler. Ovalarda umûmiyetle pirinç, dağ­ nu Öğrenen emîr Naşr b. Ahmed Horasan lık sahalarda bilhassa mısır ve ayrıca sebze ordusu kumandam Alımed ’i Mâkân ’a karşı eker ve hindîstan-cevİzı toplarlar. Hayvan­ gönderdi. 7 ay süren ümitsiz bir muharebe­ cılığa da oldukça ehemmiyet verirler. Sanâyî den sonra yenilen Mâkân R e y ’e, V aşm gir’in yerliler tarafından evde yapılan tezgâh İşle­ yanma, kaçmağa mecbur oldu. Ahmed onu rinden ibaret olup, az inkişâf etmiştir. Altın ve oraya kadar kovaladı. Mâkân ’m ve Vaşmgir gümüş süs eşyası oldukça itinâ ile işlenir. Ma­ ’in birleşik kuvvetlerini 21 rebiülevvel 329 kassarlann karakterleri hakkında ileri sürülen ( 25 kânun I., 940 } ’da Ishâkâbâd (R ey civa­ fikirler umumiyetle mubâlegajı olup, bunlar rında ) ’da bozguna uğrattı. Mâkân, bir ok ile her ne kadar inzibata riâyet etmeği pek sev­ başından vurularak, öldürüldü ve kafası kesi­ mezler ise de, idare edilmeleri güç değildir. Zar oyunlarına ve horoz döğüşlerİne fazla düş­ lip, Buhârâ ’ya gönderildi. B i b l i y o g r a f y a; lbn Mtskavayhi, Ta- künlük gösterirler. Evvelce makassarlar arasın­ cârib al-amam ( nşr. Margolionth ), I» 275— . da üç zümre ayrılırdı. Prensler ile asiller, halk 297; İbn al-A şir ( nşr. Tornberg ), VIII, 140— ve esirler. Kölelik holandalıîar zamanından 292; İbn Isfandiyâr ( CM S, II, 208 - 2 1 9 ) ; beri muhtar arazide bile ilgâ edilmiş bulpgSayyid £abir al-Din, Tarijı-i 'fabaristân malçtadjr,



MAKASSAR Halk umûmiyetle müslüman olup, «linin icaplarma oldukça sadâkatle riâyet etmekte ise de, ictimâî ve dinî hayatta İslâmî olmayan bir ta­ kım te’sirieria bakî kaldığı göze çarpar. Köy­ lerde cin ve perilerin yeri telakki edilip, hu­ sûsî bir ziyarete sahne olan ve vazifelileri ta­ rafından kurbanlar kesilen küçük binalar bulu­ nur. Umûmİyetle çok basit yapılı olan camiler harap bir hâlde bulunduğuna göre, halkın ta­ assubu da bahis mevzuu değildir. Müslüman­ ların en yüksek ruhanî reisi bulunan kali ( < kazı ) bir hükümdar ailesine mensup olup, evvelce hükümdar tarafından tâyin veya azlediiirdi. Bu reis bütün dinî hususların idaresi ile mükellef olduğu gibi, miras, nikâh ve talak iş­ lerine de bakardı. Vâızlar, duagular ve mual­ limler de ona tâbî idiler. İslâmiyet hakkında bilgileri umûmîyetle pek fazla olmayan bu din adamları başlıca gelirlerini sakka ( za kâ t) ve pitara (ftira ) kaynaklarından sağladıkları gibi, müdâhale ettikleri her İşte hediye kabul eder­ ler ve miras taksiminde de muayyen bîr hesaba göre tesbit olunan bir hare { tjuke ) alırlardı. Makassar 'ın ve makassarlar memleketinin eski devirlerdeki tarihine dâir h?ç bîr bilgimiz bulunmamaktadır. XVI. asır ortasında makas­ sarlar Macapahit Hind-Cava kırallığına tâbî idiler. Gova ve Tello hükümdar ailelerinin, eski devirler için efsâne mâhiyetinde olan mahallî vakayinamelerine göre, Gova kırallığı başlangıçta dokuz küçük bölümden mürekkep bulunuyordu. Bu bölümler bir hükümdarın elinde toplandıktan ve devletin toprakları ge­ nişledikten sonra, Gova ’mn 6. hükümdarının ölümünde, memleket Gova ve Tello kırallıklarmına ayrıldı. Bununla beraber, iki devlet arasında sıkı münâsebetler eksilmemiş olmalıdır. Avrupalılar bunlara «Makassarlar kırallığı,, derlerdi. 1512'ye doğru Sumatra malezyalılart, Makassar ’da yerleşmek müsâadesini aldılar ve belki daha o zamandan Selebes adasının cenûbuna müslümanlığı soktular. Bununla bera­ ber, portekİzlİler XVI. asrın ortalarında Selebes 'e geldikleri zaman, adada, müslüman olmak üzere, ancak bir kaç ecnebi bulmuşlardı. Makassarların, umûmî olarak, bu yeni dini kabul etmeleri XVII. asrm başlarında olmuştur. Tunicallo (1565 — 1590) Mun zamanında Ternat kı­ ralı Bâbullâh Makassar 'a gelmiş ve bir muahe­ de imzalayarak, aynı zamanda müslümanlığı Selebes cenubuna yaymağa teşebbüs etmiş idi. 1603 'te Sultan ^ sAlâ al-Din, kardeşlerinden bi­ ri ile, müslüman oldu ve bundan sonra müslümaniık Gova ve Tello'da, bilhassa vali Karaeng Motavayya 'nm - gayreti ile, çabuk inki­ şâf etti. Bu inkişâfta, T ello'ya 1606 Ma gel­ miş bir köylü olan Dato-ri-Bandang’m ve



at>3



MAKDİŞU.



onun arkadaşları Dato-ri-Tiro ile Daio-Patimang 'm isimleri de zikredilmekte ve şim­ di bile bunların mezarları ziyaret olunmak­ tadır. XVII. asrın ilk yarısında Makassar kıı-alhğı Selebes adasının hemen tamâmını, Flores, Sumbawa ve Lombok adaları ile Borneo 'nun şark sahilini hükmü altına alacak kadar bü­ yük bir gelişme göstermiş idi, Makassarların kuvvetinden bir hayli sıkıntı çekmiş olan şar­ kî Hindistan Felemenk kumpanyası bunlar ile ancak 1637 ’de bir muahede İmzalayabildi. Bu muahedeye göre, kumpanya serbestçe ticârette bulunmakla beraber, hiç bir mahalde yerleşemeyecek idi. Fakat Makassar ile kumpanya Molük adalarında ihtilâfa düştükleri için, ara­ larında harp çıktı ve şehir yandı. 1660 muahedesi ile hükümdar bir kısım topraklarını kaybetti. Portekizlilerin kırallık arazisinde ikametleri men’edildi ve kumpanya Makassar ’a yerleşip, burada ticârette bulunmak müsâadesini aldı. 1665 ’te muahedenin tatbikinde güçlük çıkın­ ca, kumpanya amirali Speelman, büyük bir filo ile, Selebes adasına gelip, Makassar’m deniz kuvvetlerini tahrip etti ve 1667 ’de hükümdarı bir muahede imzalamağa mecbûr etti. 1669 ’da tasdik edilen bu muahede Makassar Tn Selebes üzerindeki hâkimiyetine son veriyordu. Bu­ nunla berâber, kumpanya ve daha sonra Holanda idaresi, mahallî hükümdarlar ile iyi geçi­ nemedi, 1856 'da, Gova prensinin idâresi al­ tında kalmak şartı ile, Tello, Holanda toprağı hâline konuldu. 1905 ’te Gova 'ya karşı bir sefer açıldı ve memleket 19u Men itibaren, doğrudan-doğruya Holanda idâresi altına konulup, Felemenk Hindistam İdâresinin sonuna kadar böyle kaldı. B i b l i y o g r a f y a ; Krş. El , mad, MAKASSAR.



MAKDİŞU. [ Bk.



(



W. H. RASSERS.)



makd İşu .]



M A K D tŞ U . MAKDİŞU (ing. Makdishu, ital. Mogadiseio ), şarkî Afrika Ma, Hind Ok­ yanusu kıyısında bir ş e h i r olup, İtalyan So­ mali sinin merkezidir [ 1950 Me nüfusu 72.000]. Muhtemel olarak cenubî Arabistan menşe’li sayılan bâzı harabeler bir tarafa bırakılacak olursa, Makdİşu X. ( m. s.J asırda bîr arap ko­ lonisi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Araplar muhtelif devirlerde ve Arabistan ’ın muhtelif bölgelerinden gelmişlerdir. Göçlerin en dikkat çekeni Basra körfezi kıyısındaki al-Ahsâ ’dan, muhtemel olarak, hilâfet ile Kar matîler ara­ sındaki mücâdele sırasında vukua gelmiştir. Bununla aynı zamanda iranlı bâzı zümreler de buraya gelmiş olmalıdırlar; şehirde hâ­ lâ rastlanan bâzı kitabeler Şîraz ve Nişâpür Man gelme iranlılarm orta çağda bura­



204



MAKDİŞÜ



da yaşamış olduklarım açıklamaktadır. Bu sı­ beraber, Somali sâhillermdeki diğer şehirler ralarda ecnebî tacirler, Makdişü 'yu her ta­ imâm Sef b* Sultan { Öİm, 1116 — 1704 ) asker­ raftan kuşatan göçebe kabilelere ( Som ali) ve leri tarafından işgal edildi ise de, çok geç­ vakit-vakit deniz cihetinden gelen tecâvüzlere meden, imâm askerlerine Omân 'a çekilme karşı, siyâsî mânada, bir araya gelmek mec­ emri verdi. buriyetinde idiler. Bu sebeple sözii geçen X. Bu arada Makdişü sultanlığının sonu gelmiş asırda 39 küçük zümreden müteşekkil bîr bir­ ve iki mahalleye ( Hamar-Ven ve Şangâni) lik kurulmuş idi ki, bunların on ikisi MuVri, ayrılan şehir dahilî muhârebeler sırasında ha­ on ikisi Cid'ati, altısı ‘Akabi, altısı İsmâ'ili ve rap olmağa yüz tutmuş idi. Sömâliler eski arap üçü 'A fifi adlı kabilelere mensup idiler. Bu şart­ şehrine tedricî bir şekilde öyle sızmış idiler lar altında ticaret inkişâf etti. Zamanla Mukri ki, Makdişü ’nun kabile zümrelerinin arapça zümreleri şehirde, dinî bakımdan, bir üstünlük adları da Somali isimleri ile değiştirilmiş îdi. elde ettiler; bunlar almış oldukları „al-Kahtâ- Bunlardan „ A kabi" — „rer Şeh“ olmuş, »Cid­ nı" nîsbesi ile bir nevî 'uîüümö’ sülâlesi mey­ 'ati" —- »Şanşiya" ismini almış ve ,/A fifi" —dana getirdiler ve birliğin kadılarının ancak »Gudmane" şekline geçmiş, hattâ Mukri ( Kahkendileri arasından seçilmesini d’ğer kabile tani ) bile adım yine Sömâli menşeli „rer Fnkİh" şekline çevirmiş idi. Fakat XVIII, asır­ mensuplarına kabûl ettirdiler. XIII. asrın ikinci yarısında Abü Bakr b. Fahr da Makdişü’nun mübâlegalı zenginliği İle cezbal-Din Makdişü ’da irsî bîr saltanat ie ’sis etti edilen Sömâli Darandolle bedevileri şehre te­ ve bu hususta kendisine yardımı dokunan câvüz ile burayı ele geçirdiler, imam unvâmMuk:ri zümrelerine, şehir kadısının onlar ara­ nı taşıyan bedevî reisi karargâhım Şangâni 'de sından seçileceği vaadinde bulundu. 1331 sene­ kurdu ve Kahtanilerin kadılık inhisarları, şeh­ sinde, şeyh Abü Bakr b. ‘O m ar’in hükümdar­ rin yeni hâkimleri tarafından da te’yît edildi. lığı sırasında, Ibn Battüta Makdişü 'yu ziyaret XIX. Asrın ilk yarısında Zaııeibâr sultanı Baretmiştir ki, Rıhla 'sinde şehrin mufassal bir ğaş b, Sa'id Makdişü'yu işgal ederek, buraya tasvirine rastlanır. Bu sülâle devrinde, XIV. bir vali tâyin etti. 1889'da Zaııeibâr sultam ve XV. asırlarda, Makdişü ümranının en yük­ şehri İtalya 'ya kiraladı ve 1906 ’da İtalya Sö­ sek mertebesine varmış idi. Şehrin adı, Habe­ mâli sâhîlinde Zancibar 'a âît bütün arazîyi şistan kıralı Zare'a Yâ'köb tarafından yazdan satın aldı. { 1931’de şehrin nüfusu 30000 kadar Masrafa milâd kitabında, bu kıral ile müs- tahmin edilmekte olup, bunlar arasında, ekse­ lümanlar arasında, 25 kânûn I. 1445 'te Gomut riyeti yerliler (S ö m â li) ile beraber arap ve ’ta vukua gelen muharebe vesilesi ile, zikredil­ hindü tacirler, ayrıca eritreliler ve yâhudiler de bulunmakta, İtalyanların sayısı 666'dan mektedir, XVI. asırda, Muşaffar sülâlesi Fahr ai-Dinibaret kalmakta idi. İkinci cihan harbi sıra­ sülâlesinin yerine geçti. Bununla beraber, şeh­ sında, Sömâü kolonisi ingiiizler tarafından rin asıl ticârette bulunduğu sahayı teşkil eden işgal edildi ve harpten sonra koloninin idaresi, Vebi Şabelle 'de Makdişü 'ya müttefik ve dost muvakkaten kaydı ile, yine İtalya 'ya bırakıldı ]. B i b l i y o g r a f y a s Yakut ( nşr. Wüsbaşka bir devlet kurmuş bulunan Acurânlar, lenfeid ), I, 502; IV, 602; Ibn Battüta, Rihla kendileri gibi Sömâİİ menşe’li Haviya göçebe­ {Kahire, 1322), I, 190 (nşr. Defremery ve leri tarafından mağlup edilerek, topraklarım Sftnguİnettİ, II, 183); De Barros, Decades onlara bırakmak zorunda kaldılar. Bu suretle da Asia ( Lisboa, 1777— 1778 ), Dek. I, kitap Makdişü kara cihetinde göçebe aşiretler tara­ IV, fa ıl XI ve kitap VIII, fasıl IV ; De Casfından tecrid edilmiş duruma düştü ve bu yüz­ tanhoso, Dos feiios de Dom Christovam da den sönükleştneğe başladı. Portekizliler ile Gama (nşr. Esteves Pereira), Lisboa, 1898, ingilizlerin Hin d okyanusundaki hareketleri bu S. X !; Diego do Couto, Decades da Asia gerilemeğe daha fazla hız verdi. Vasco da Gama, (Lisboa, 1778), Dek. IV, kitap VIII, fa­ Hindistan’dan dönüşünde, 1499’da filosu ile sıl II; Gaspare Correa, Lendas da India şehre taarruz etti İse de, muvaffak olamadı. (Lisboa, 1858--1866), I/H, 678; ÎII/11, 458 Tristao da Cuncha da 1507 ’de şehri ele ge­ ve 540; Guiiiain, Documcnts sur l‘histoiret çiremedi. 1532'de Makdişü, V asco’nun oğlu la geographie et le commerce de VAfrique olan ve buradan bir gemi almağa gelen Dom Örientale (Paris, 1856), I; C. Conti RossiEstevam da Gama tarafından ziyaret edildi. ni, Vasco da Gama, Pedralvarez Cabral e 1700 senesinin 5 kânûn I. 'unda bir İngiliz filosu Giovanni da Neva nella Cronica di Kilwah Makdişü önüne geldi İse de, karaya asker çı( Atti de 3 * Congresso geografico Itcdiakartamayıp, bir kaç gün sonra, şehirden ay­ no, Firenze, 1899), H; ayn, mlh, Stadi su rıldı. Portekizliler ile Om an imâmı arasında popolazioni deU’Etîopia ( R S O , VI, 367, no1 vukua gelen harpler sırasında^ Makdişü ile



MAKDİŞÜ — MAKKARI. 2 ); E. Cerulli, Iscrizioni e docıtmeniî arabi per la storla della Somalia ( RSO, XI, 1—24); ayn. mil., Le popolazioni della Somalia nella tradizione storica locale ( RRAL, VI. seri, c-ld II, fas. 3— 4, s. 150 — 172); ayn. mil., Nuovi documenti arabi per la storia Soma­ lia ( RRAL, VI. seri, cild 111, fas. 5— 6, s.



392-410).



(E nrico C erulu .)



M A K İN , i Bk. MEKÎN.l M A K Ç A R İ. [Bk. m a k k a r !.] M A K K A R Î. AL-MAKÎÇARÎ ( 1591 ? — 1632) A bu ’l - A bbâs A hmed b. Muhammed b. A h­ med B. YAyYÂ AL-TLAMSANÎ AL-MÂLİKİ ŞİHÂB AL-DİN, m a ğ r i b i i e d i p ve t e r c ü ­ me-! h â l m ü e l l i f i , Tiemsen [ b. bk.] 'de 1000 ( 1591/1593) senesine doğru doğmuş, cemâziyelâhır 1041 (kânûn II. 1632 ) ’de Kahire ’de ölmüştür. Aslen bugün Cezayir ’de Kosantina eyâletinde, Msüa ’nin 20 km. kadar cenûb-i şarkîsinde bulunan malckaralı bir âlim­ ler ailesine mensup idi. Baba cihetinden cedlerinden biri, Muhammed b. Muhammed alMakkar i Fas baş-kadjsı ve meşhör âlim gırnatalı Lisân al-Din İbn al-Hatib'in hocaların­ dan biri oldu. Kendisi, pek küçük yaşlarından itibaren, çok geniş bir tahsil gördü; esâs ho­ cası amcası Abü 'Osman Sa'id (1030=1620/ 1621'de Tiem sen’de Ölmüş, bunun hakkında bk. Ben Cheneb, icaza, § 103 ) ’dir. al-Makkari bundan sonra doğduğu şehri terketti; Merâkeş ve F as’a gidip, 1022 ( ı 6 i 3 ) ’den 1027 ( 1 61 7) 'ye kadar, bu son şehirde büyük al-Karaviyin camiinde imam oldu ve müftü tâyin edildi. Bundan sonra, haec etmek üzere, Hicaz ’a g itti; sonra (1028 = 1618) Kahire'ye gelip, bir kaç ay kaldı ve orada evlendi. Ertesi sene Kudüs'e gitti, sonra Kahire'ye döndü. 1037 ( 1627 ) yılında yeniden hacca gitti ve bu ha­ reketini sonraları bir çok defalar daha tek­ rarladı. Bu münâsebetle, Mekke ’de olduğu gibi, Medine 'de de hadîs hakkında çok dik­ kati çeken dersler verdi. Bir defa daha Kudüs ve Şam 'da ikamet e t ti; bu son şehirde, ulemâ­ dan Ahmed b. Şahin tarafından, Madrasa Cakmaljiya 'ye kabul olundu. Bu şehirde de hadîs hakkmdaki dersleri çok ilgiyle tâkip olunuyor­ du. Kahire 'ye döndü; kat'î olarak yerleşmek üzere Şam ’a gitmek için hazırlanırken, has­ talandı ve Öldü. al-Makkari, şarktaki uzun ikametine rağmen, müslüman İspanya tarih ve hâl tercümesine dâir bilgi ve vesikalarının esâsım Cezayir 'de, bil­ hassa Merâkeş şehrinde, Sa'di sultanlarının kü­ tüphanelerinde ( şimdi kısmen Escorial ’de mu­ hafaza edilmektedir; al-Makkari, başkaları ara­ sında, İbn Marzük’un Musnad 'inin yegâne nüs­ hasından burada istifâde edilmiştir; krş Hes-



205



peris, V , 8— 9 ) toplamıştır. Filhakika en bü­ yük eseri müslüman Ispanya'ya ve meşhur, çeşitli sahalarda eser vermiş gım atah Lisân al-Din İbn al-H atıb’e dâir uzun, müstakil bir eser olan Nafh al-tib min ğaşn al~Andalas al-ratîb va-zikr vazirihâ Lisân al-Dîn Ibn alHatib, Magrİb ’de toplanmış malzemeye istina­ den, şarkta İbn Şahin ’in talebi üzerine yazıl­ mıştır. Burada çok geniş tarihî ve edebî bil­ giler, şiirler, risaleler toplanmış olup, bugün ekseriya zayi olmuş bulunan eserlerden ikti­ baslar ihtiva eder. Bu hâl Nafh al-fib 'e son derecede kıymet kazandırmakta olup, onu fe­ tih zamanından „reconquistart( «yeniden zapt") nm son günlerine kadar, müslüman İspanya hakkmdaki birinci derecede kaynaklar mevki­ ine yükseltmektedir. Aynı zamanda bu son devir için şimdi elde bulunan arapça yegâne vesikadır. Naffy al-tib birbirinden açıkça ayrılan ikİ kısımdan ibarettir: bir taraftan müslüman İs­ panya ’nın tarih ve edebiyatına dâm müstakil bir eser; diğer taraftan İbn al-Hatib hakkın­ da müstakil bir eser. Birinci kısmi şu bölüm­ lere ayrılır: 1. al-Andalus 'ün fizikî tavsifi; 2. al-Andalus 'ün araplar tarafından fethi ve valiler d evri; 3, Emevî halifeler ve mevziî hükümetler ( mulük al-$avaif) tarihi; 4, Kurtuba ’nın tasviri, tarihi, âbideleri; 5. şarka seyahat etmiş olan endülüslüler 5 6. al-Anda­ lus 'e seyahat etmiş olan şarklılar; 7. endüîüslülerin edebiyat tarihleri ile fikrî ve mane­ vî meziyetlerinin umûmî izahı; 8. Ispanya’nın yeniden zaptı ve müslümanlarm oradan uzak­ laştırılması. ikinci kısma gelince, bu kısım şu bölümleri ihtiva eder: 1, İbn al-Hatib'in şe­ ceresi ve cedlerinîn hâl tercümesi; 2. İbıı al-H aîib’in hâl tercümesi; 3. hocalarının hâl tercümeleri; 4, İbn al-H atib’m gönderdiği veya aldığı Fas ve Gırnata divanlarının secîlt mektupları ( muhatabât); 5. manzum ve men* sûr eserlerinden bir seçme; 6. eserlerinin tah­ lilî bir cedvelı. Nafh al-iib, tam olarak, Bulak'ta 1279'da ve K ahire’de 1302 ve 1304'te (4 cild) basıl­ mıştır. İlk kısmı Analectes sar l'histoire et la litteraiure des Arabes d’Espagne ismi altında, R. Dozy, G. Dugat, L. Krehi ve W, Wright tarafından, Leiden 'de 1855— 1861 'de basılmış­ tır. D, Pascual de Gayangos 1840^3, The History o f t he Mahammadan Dynasties in Spain adı ile, Nafh al-tib’ in ilk kısmının'müslüman Ispanya’nın siyâsî tarihine müteallik bölümü­ nü, İngilizce olarak, neşretmiş idi. Fakat bu âbidevî eserin, bütün olarak, tenkitli bir ter­ cümesi henüz yapılmamıştır, al-Makkari ’nin başka mühim eserleri de vardır. Bunlar arasında meşhûr Kadı ‘İyâz



206



MAKKAr Î -



[ b. bk.] 'a tahsis edilmiş müstakil bir eser olan Azhâr al-riyâz f i ahbâr al-kâzi lİyâz ’a hu­ sûsî bir yer vermek lâzımdır. 1333 'de, iki cild hâlinde Tunus’ta basılmıştır Brockelmann ile Ben Cheneb ’de eserinin tam listesi, yazmaları ile birlikte bulunmaktadır. B i h l i y o r a f y a ı Muhammed Mayyâra, al-Durr al-şamîn (Kahire, 1306), s. 41; alVüsi, al-Muhâiarât (F as, 1317), s. 59; alHafâci, Rayhânat al-alibba ( Kahire, 1294 ), s. 293; İbn Ma'şüm, Sulüfai at-aşr ( Kahire, 1324), s. 589; ai-Muhibbi, Halâşat al-asar (Kahire, 1284), 1, 302; al-İfrani, Şafvat man intaşar (Fas, ts,), s. 71; al-îÇâdıri, Naşr al-Maşânî (Fas, 1315), I, 157; Wüstenfeld, Die Geschicktsschreiber der Araber (Gottingen, 1882), s. 265; Dugat, Netice sur al-Makkari ( Analectes, baş tarafta ); R. Basset, Notice sommaire des manuserits orîentaax de deux bibliotheques de Lisbonne (Lissabon, 1894), s. 24 v.dd.; ayn. mil., Recherches bibliographiques sur ses sources de la Salouat el-Anf as, s. 22, nr. $3; F. Pons Boigues, Ensayo biobibliografico, s. 417; Brockelmann, GAL, II, 296; SuppL, II, 407 v.d.; Ben Cheneb, İcaza, § 102; Huart, Liit. ar., s. 374 ; Carra de Vaux, Les Penseurs de rislam, I, 1585 E. Levi-Provençal, Les Historiens des Chorfa, s. 93 ve not 3. ( E. L evi -P r o v e n ç a l .) M A K K İ. [ Bk. m ekk Î.] M A K R  N . [ Bk, MEKRÂN.] M A KR İZİ. [Bk. MAKRîzî.] M A K R ÎZ Î. a l -MAKRÎZİ (1364-1442), A bu ’l -A bbâs A hmed b. !A lî b, :A bd a l -K â d Ir a l H üSAYNİ TÂKİ AL-DÎN, a r a p m ü v e r r i h i . 766 (1 3 6 4 ) ’da K ah ire’de dolmuştur. Hanefî mezhebinden İbn al-Şâ’iğ 'm oğlu olup, babası onu kendi mezhebinde yetiştirmiştir. Fakat rüşte erince, şâfi’î mezhebine geçti, hanefîlere karşı mücâdele etti ve hattâ zahirî mez­ hebi temayülleri gösterdi. Mesleğine Kahire ’de kadılık ile başladı ve ai-Hâkim camiinde imamlık ve Mu’ayyadiya medresesinde hadîs müderrisliği mevkilerine kadar yükseldi. 8u ( 1408} ’de, Kaîânisiya ve Nur hastahânesi müteveliîliği ve aynı zamanda al-Aşrafiya ve al-lkbâiiya medreselerinde müderrislik va­ zifesi ile Şam ’a gönderildi. 10 yıl kadar son­ ra Kahire ’ye dönüp, orada alel’âde bîr şahıs gibi yerleşti ve kendini tamâmiyîe te’iif işlerine verdi, 834 ( 1430 ) ’te yaptığı bir hacc ziyare­ tini müteakip, $ yıİ Mekke ’de yaşadı; uzun bir hastalıktan sonra, 27 ramazan 845 (9 şu­ bat 1442 ) perşembe günü vefat etti. Eser yazmak husûsundaki çalışmalarının ha­ kket noktasını, topografyaya mütemayil, ma­



MAKRÎZÎ. hallî Mısır tarihi teşkil eder; alâkası, Habeşıstan 'a kadar, komşu memleketlere yayıldı ve aynı zamanda medeniyet tarihi ile alâkalı mesele­ ler ite, mst. ölçüler ve sikke meselesi ile, meş­ gul oldu, al-Sahâvi ’nîn mâkul ithamına göre, asıl müellifinin adım söylemeden, sadece ken­ dine mâlettiği başlıca eseri olan al-Hitai, gerçekte çok geniş bir mikyasta selefi alAv|ıadi ’n’n eserine istinat etmektedir. Bu eserde, çok teferruatlı tarihî ve coğrafî bir girişten sonra, İskenderiye ile memleketin tasvirine başlayıp, Fustât ile Kahire 'nin to­ pografyasına dâir mebzul bilgiler verir. Bu eserin kaynaklan için bk. R. Guest (J R A S, 1902, s. 103 v.dd). Bu eser al-Mavaiz v a 'l-itibar fi zikr al-hitat va 7 -a ş ö r adını taşır. B ulak’ta 1270’te büyük boyda iki cild hâlinde ve 1324— 1326’da K ahire’de basılmıştır. G. Wiet tarafından da 4 cild hâlinde neşredilmiştir MIFAO, 1911— 1927, I— V ) ; tercümeleri: Makrizi, Histoire de VEgypte, trad. de Varabe et accompagnee de notes hist, et geogr. (trc. E. Bloehet), Paris, 1908; U. Bouriant ve P. Casanova, Description topographique et historique de VEgypte ( MIFAO, 1893— 1920, I— V I ) ; bk. bir de Tâki al-Din Ahmed alMakrizi, Narraiio de expeditionibus adver sus Dimyatham ( nşr. H. A. Hamak e r ), Amsterdam, 1824; Makrizi, Geschichte der Çöpten ( trc. F. Wüstenfeld ), Gottingen, 1845; P. Ravaisse, Essaı sur Vhisioire et la topographie dıı Caire d’apres M. ( Paris, 1890 }; P, Casanova, Histoire et description de la citadelle du Caire d*apres M. ( ayn, esr,, Paris, 1894— 1897 ); al-Hi^at ’tan seçilmiş par­ çalar Ahmed al-Hanafi tarafından al-Rcvia al-bahiya ( bk. Pertsch, Kat. Ar, Kss. Gotha, nr. 1683 ) adi ile ve Abu ’l-Surür Muham­ med al-Bakri al-Şiddiki tarafından 1054 ( 1644) ’te Katf al-azhar min al-Hitat va H-âşâr adı altında (Leiden, nr. 974; Paris, nr. 1765/ 1766; Petersburg, Asya müzesi, nr. 237; Ah­ med Taymür Paşa, ( La revue de Vacad. ar., Ilt, 334; krş. Vollers, Note sar un ms. ar. abrevie de M., Bull. de la soc. khediv. geogr., 3. seri, nr. 2, s. 131 — 139) toplanmıştır. Bu asıl büyük eserine ilâve olarak, İlk Önce bir Fâtımîler tarihi ( İtli â t al-hunafa bi ahbâr al-dimma va 7 -hulafa ilk olarak Gotha ’da bu­ lunan müellif hattı ile yegâne yazmasına isti­ naden H. Bunz tarafından neşredilmiştir, 1908 (bu neşir Camâl al-Din al-Şalyal ’in notları ve tashihleri ile yeniden basılmıştır, Kahire, 1948 ; eserin diğer bir yazma nüshası Ahmed III. ku­ tup., nr. 3013’te bulunmaktadır) ile 577-840 ( 1181— 1436 ) Eyyûbîler ve Memlûkler ( al-Sulük li-ma'rifat duval al-mulük, yazmaları



MAKRÎZÎ. için bk. GAL, H, 30; Quatr emere, HUtoire des sultana Mamlouks, 2 cild, Paris, 1837— 1844 ) tarîki yazdı. Bu son esere al-Sahâvi ( Muham­ med b .’Abd al-Rahmân, 902=1497 ) al-Tibr almasbuk f i zayi al-sulâk ( neşir ve tashihi için bk. A. Zeki Bey, Continuation de Vhistoire des Mamlouks de M. par El-Sakhaoui, texte ar. d’apres le m$. unigue conserve â la bibi, kked., Rev. d'Eg., Bulak, 1896/1897,11,11!; nşr. E. Gaillardot, Kahire, 1897 ) adı ile ve İbn Tağribİrdi [ b. bk.] zeyiller yazmıştır. al-Hiiat ’a bir ilâve olarak, al-Makrizi tercüme-i hâle dâir iki büyük eser yazmağı kararlaştırdı; fa­ kat bunlar tamamlanmadan kaldı; çünkü alMakrizi ’nin tasviri çok geniş idi, Mısır ’da ya­ şamış olan bütün hükümdar ve meşhur adamların hâl tercümelerini, al-Mukaffa adı ile, 80 cİIdde toplamak istiyordu. Fakat bunlardan ancak kendi el yazısı 3 cildi (Leîden ’de, Cat. codd. ar., nr. 1032 ve ihtimâl 1103) ve P aris’te ( nr. 2144) bugüne kadar muhafaza edilmiş olan 16 cildini ikmâl edebildi; krş. Notîces sur quelques mss. ar., Leîden, 1847, s. 8— 16; bir parça için bk. van VI öten, ZDMG, LII, 224. Alfabe sırasına göre tertip etmek istediği mu­ asırlarının hâl tercümesine âit Dur ar al-’ uküd al-forida f i tarâcim aUayan al-mufi da adım taşıyan eseri de aynı şekilde tamamlanmamış bir hâlde kalmıştır (1. cildin alif harfinin bir parçası ve 'ayn harfinin bir kısmı, müellifin el yazısı ile, Gotha'da nr. 1771 ’de bulunmakta­ dır ). Buna karşılık muhtelif tarihî meseleler hakkında bir çok müstakil risaleler yazmıştır ki, bunların ekserisi İki mecmua içinde ( Pa­ ris, nr. 4657 ve Leîden, nr. 2408; bu son cild kısmen bizzat müellif tarafından yazılmış, kıs­ men de gözden geçirilmiştir, bk, Dozy, Nottces, s. 17 ) zamanımıza kadar muhafaza edil­ miştir. Bu müstâkil risalelerin en mühimleri Emevî ve Abbasî tarihine ( al-Nizâc va ’l-tahâşam fi-m â bayna Bani Umayya va Bani Hâşim, nşr. G. Vos, Leîden, 1888 ve Zikr mâ varada f i Bani Umayya va Bani ‘l-A b bâs, Wien, nr. 1887; al-Durar al-muzi a' fi târih al-davla al-islâmîya, Cambridge, Pres­ ton, s. 2 ), Mısır 'a hicret etmiş olan arap ka­ bilelerine ( al-Bayân va ’l-İrâb 'amma bi-arz Mişr min al-d'râb, nşr, Wüstenfeld, GÖltiagen, 1847) M ekke’de tesâdüf ettiği hadramutlu hacıların verdikleri bilgilere göre, Hadramut coğrafyasına (al-Turfa al-ğariba min ahbâr Vadi Hairamavt al-acîba, nşr. P. Noskovıy, Bonn, 1866), Habeşistan ’daki müslüman hükümdarlara ( al-llmâm bi-ahbâr man bi-ari al-Habaşa min mulûk aUislâm, Kahire, 1895, nşr. Fr. Th. Rink, Leiden, 1790, krş. I. Guİdi, Sal tesio del ilmâm d'al-M., Cenienario j



46?



delta nascita di Mich. Amari, Palermo, 1910, Iî, 387“ 394 )> Tlemsen Ziyânîlerine ( Tarâcim mulûk al-ğarb, Leiden, göst. yer,, Dozy ’nin farazİyesine göre, aslında Durar aUu^üd *un bir parçası id i), İslâm sikke ve vezinlerine (Nubzat al-ukûd f i umur al-nukûd, Kahire, 1298, nşr. O. G. Tychsen, Rostock, 1797; S, de Sacy ’nin tercümesi: Traiti des monnaies musulmanes, Millin, Mag. encl,, 1797, ll/ıv, 472; 1II/I, s. 38 v.dd,; genişletilmiş ayrı baskı, Paris, 1797; müellifi tarafından gözden geçirilmiş şek li: Şuzür al-uküd f i zikr al-nuküd, İstanbul ’da 1298 ’de, al-Nukûd al-kadîma va ’l-islâmiya adı altında, bir mecmua içinde, basılmıştır. [ Bu risale bir de, notlar ve tashihler ilâvesi ile, İbrahim Artuk tara­ fından türkçeye çevrilmiştir: Belleten, Anka­ ra» *953) XVH, 367— 391 ]; Risâlat al-makâyll va ’l-mavâzin al-şariya, nşr. O. G. Tychsen, Rostock, 1800), müteallik meseleleri ele al­ maktadır. Cani al-azhâr min al-ravz aUmitür adh bir umumî coğrafya da yazmıştır ( Ber­ lin, nr. 6049; Kahire, V , 40). Bunun hangi eserden alındığı kat’î bir şekilde bilinmemek­ tedir; Paris, nr. 5919’da al-İdrisi’nin Nuzhat al-müştak f i ’htirak al-âfâk T gösterilmekte­ dir; Levi-Provençal, Les Histoiriens de Chorfa, s. 361 ’de bu eseri Abu cAbd Allah Mu­ hammed b. ’Abd al-Mun'im al-Himayari ’nin, Kâtib Çelebi, IIÎ, nr. 6598 ’de zikredilen ve Fas ’ta Karavîyin camii kütüphanesinde bulun­ ması icâp eden aURavz al-mi’iâr f i habar al-akfâr’ma benzetmektedir. Daha küçük bâ­ zı eserlerinde kendisine tamâmiyle yabancı olan ilahiyat sâhasma da girmiştir; 813 (1410) ’te yazılmış olup, al-Bayân al-mufid f i ’Ufark bayn al-tavhid va *l-talh,İd ( müellif yazm., Leiden, Amin, nr, 188’de muhafaza edilmiş­ tir ; bk. bir de Kahire, VII, 565 ) ile Tacrid al-tavhid ( Paris ’te yazma mecmuada ) ’i ke­ lâm sâhasma ve Mekke ’de Peygamberin ailesi ve ev eşyası hakkında vermiş olduğu dersler de ( îmia al-asmâ’ fî-m â li ’Unabi min al-kafada v a ’ l-matâ:, 6 cild hâlinde, Gotha, 1830, İstanbul, Köprülü kütüp., nr. 1004 ) hadîs sâhasına aittir. Hayatının sonuna doğru, bu eseri ta­ mamlamak için, kâinatın yaratılmasından baş­ layıp, yeniden bir umûmî coğrafya ile arap kabilelerinin şecerelerini, meşhûr savaş gün­ lerini, Sâsânîlere kadar İran tarihini içine ala­ cak al-Habar 'anî ’l-başar. adlı diğer bir esere başlamağı kararlaştırdı ve 844 ( 1 441) ’te hâlâ buna çalışmakta İdi ( ayrı-ayrı parçalan, müel­ lif yazısı ile, İstanbul ’da Ayasofya kütüp., nr. 3362 ve Fâtih kütüp., nr. 4338—41 ’d ed ir; diğer­ leri istinsah edilmiş hâlde Ayasofya, nr. 33^3 6 6 'da ve Strassburg’da bulunmaktadır; bk.



20$



MAKRÎZİ -



NÖİdeke, ZDMG, XL, 306; krş. T. Tauer, Islamica, I, 357-“ 364). Zikrettiği bu eserinden sonra, Makrizi al-%av aUsârî f i maarifat ahbar tamim aUdarl adlı eserine başladı ( bir Leiden mecmuasında ve bir de Leiden, nr. 1080 ve Brit. Mus., s. 669 ’da bulunmaktadır ). B i b l i g o g r a f y c : al-Suyü£i, tfnsn almahazara, I, 321 j de Sacy, Ckrest. arabe2, I, 112; Hamaker, $pec. cat.} s. 207* Wustanfeld, Geschicktsckreiber, s. 482 5 Goldziher, Zâhiriten, s. 196 — 202; G A L , 11, 47î S u p p l, _H, 36 v.dd. ( C. B rockelm ann .) M A K R U H . [ Bk. ŞARİ'a .] M A K S J Bk. m eks .] M A K Ş U R A . [ Bk. MESCİD.] M A K T A B . [Bk. MEKTEP.] M A K U . [ Bk. MÂKÛ.} M  K Û . MAKU, İ r a n ’ı n A z e r b a y c a n b ö l g e s i n d e e s k i b i r k a n l ı k v e bu­ n u n m e r k e z i , Mâkü İran’ın şimâl-i garbi köşesinde yer ahr ve garpta — Türkiye, şimal­ de ~~ Araş nehri mecrası ile hudutlanmak suretiyle, cenubî Kafkasya topraklarından ay­ rılır. Hanlığın şarktaki Hoy eyâleti ile olan hudutları oldukça vuzuhsuzdur. Hanların nufûzu en fazla olduğu devirde, toprakları ÇayPara, Çaldıran ( lyara-’Aynı ) ve Elend nahi­ yelerine kadar uzanıyordu. Memleketin toprakları tepeler ve munbit vadilerden mürekkeptir. Orta kısımda Zangi* mâr ve Ah ( A k ) - Ç a y havzaları arasında münferid Sokkar dağ kütlesi yükselir. Budağın yamaçlarında ve garptaki hudut silsilesi bo­ yunca, sürüler için iyi otlaklar ■ bulunur. Mâkü ’nun sulanan arazisi gayet verimlidir. Memle­ ketin akar-sulan Araş nehrine sağdan kavuşur ki, bunların baştıcaları şunlardır; şimâl-i gar­ bide aşağı Kara-Su; A raş vâdisi boyundaki ( Türkiye ’ye âit ) «Dil mmtakasım" cenuptan takip eder ve sağdan küçük Ağrı dağının cenûb-i şarkîsinde Dambat yaylasının sularım alır ki, Mınorsky burada 1905 ’te, ermeni rivayetine göre, Arşakavan olarak teşhis edilen şehrin harabelerini bulmuş idi ( krş. Horenli Moses, III, 27 ve 1,30). Zangimar ( Zanglbâr ) veya Mâkü çayı ( bunun üç kolu vardır: biri Türkiye hu­ dudu üzerinde eski Avacık hanlığından çıkan Avacık = Abacık suyu, İkincisi Çaldıran ova­ sının cenûb-i şarkî köşesinden Tığnıt = ermen, Tlmut ( «çamurlu" ) ve üçüncusü merkezî vazi­ yetteki Bebecik nahiyesinden doğar ; kollar bir­ leştikten sonra, ırmak Mâku şehrinin bulun­ duğu - boğazdan geçer ve zengin Zengİ-Bazar nahiyesini sular. Burada ırmak soldan Türkiye topraklarında Bayezid’İn şimalînden gelen SarıSu’yu alır ), Ak-Çay ( hudut dağlarından doğar, kolları ile Sögmen-Ova nahiyesini salar; Çay-



MÂKÖ. Pâra ovasından geçer ve Hoy ovasım sulayan İ£otur-Çayı İle birleşir). Ş e h i r . Mâkü şehrinin coğrafî vaziyeti ol­ dukça gariptir. Şehir Zangimar ırmağının geç­ tiği boğazda kurulmuştur. Sağ sahildeki kaya­ lar, dik olarak, ırmak üzerine in er; sol sakil­ dekiler de vadi üzerinde 200 m. kadar yük­ selir. Kasaba yamaç üzerine bir anfi şeklinde yerleşmiştir. Kasabanın üzerinde ve kayaların eteğinde eski tahkimat harabeleri ile bir menbâ görülür ve daha geride hemen-hemen şakulî olarak yükselen kayalar, 50— 60 m. yukarıda, bir çıkıntı teşkil eder. Bu suretle şehrin üs­ tünde, görünüşü insanı şaşırtan bir kaya küt­ lesi âdeta muallakta durur. Monteith’in tah­ minine göre, kayan m teşkil ettiği yarım kub- . benin yüksekliği 600 kadem, derinliği 800 ka­ dem ( ? ) , genişliği 1,200 kadem ve kubbeyi meydana getiren tabakanın genişliği 200 ka­ demdir. Bu dev Ölçülü gölgeliğin altına gün^ş ışığı gündüzleri ancak bir kaç saat girebilir. Bunun altında bir mağara vardır ki, vaktiyle buraya derme-çatma bir ahşap merdiven ile girilirdi. Daha sonraları, mağara zindan olarak kullanıldığı sırada, mahbuslar buraya ip ile İndirilirdi. N ü f u s . Mâkü ’nun nüfusu türkler ve kürk­ lerden mürekkeptir. Türkler ekseriyeti teşkil eder ve memleketten geçen akar-suîar boyun­ daki köylerde yaşarlar. Bunlar Bayat, Pörnek v.b, türkmen aşiretlerinin kalıntılarıdır. Sokkar dağı eteğindeki nahiyenin ismi Kara-Koyuntu 'dur. Buranın halkı ( 26 köyde toplanmış 900 kadar ev ) ahi-i mezhebine mensuptur (RM M , XL, 66) ki, bu hâl, Kara*Koyunlu türkmen hanedanına atfedilmiş bulunan râfızîlik İddiasının vasıtalı bir delili sayılabilir ( Müneceim-başt, III, 153). Türkmen kabileleri arasındaki eski münâferet, Kara*Koyun!uların şi'î komşularına verdikleri isimde bakîdir. Bunlara Ak*Koyunlu adım verirler ( Gordievskiy, s. 9 ). Memleketteki kürtler yarı göçebedir. Celâîîler (bunların muhtemel cedleri hakkında krş. 'Âlam-ârâ, s. 539; 1017— 1018 seneleri) Ağrı dağı eteklerinde yaşar ve yazm Türkiye —Iran hududu dağlarındaki otlaklara çıkarlar. .Bazı­ ları Dambat bölgesindeki mağaralara yerleş­ mişlerdir, Miİanlar Araş nehri ile Sokkar da­ ğı arasında yaşar ve yazı bu dağda geçirirler. Kara-1Ayni ( kürt. Kaleni ) ’de Haydaraniular bulunur. Birinci cihan harbinden evvel Mâkü bölge­ sinde ancak 1.200 kadar ermeni varidi. Hanla­ rın saraylarında emniyetli müstahdemler bun­ lardan seçilirdi. Meşhûr ve heybetli St. Thaddaus ( Thadevos-Arakel ~ müslümanlara göre, Kara»



MÂKÛ. K ilis e ) manastırı ( yeniden inşâ tarihi 1247 bk. St. Martin, Memoires sur VArmenie, II, 463 ) Bebecik nâhiyesindedir. Müstümanîar ara­ sında da burayı kutlu sayanlar vardır. Giriş ka­ pısında, Şâh 'Abbas ’m fermam, uzun bir kita­ be şeklinde, yazılmıştır. Evvelce Mâkü ve Hoy ’un 14 koyu bu manastıra âit olup, gelirleri ile onu beslerlerdi. Başka bir ermeni manastın ( Sürp Stephanos = müslümanlara göre, Diniyâl peygamber) Kotur-Çayı kavuşanının aşa­ ğılarında bulunur. Cabbarlu adlı küçük bir kö­ yün sakinleri yezididir. E s k i t a r i h , Mâkü bölgesinin en eski âbideleri Haîd ( V annik) kıralbğı çağına çı­ kar. Mâkü — Bâzirgin ~ Bayezid yolu üzerin­ de Sangar ’de kaya içinde oyulmuş olan oda, Ba­ yezid ’de ve Urmiye garbında bulunan diğer­ lerine benzer ( Minorskİy, Kela-şin, Zap>, XXVI, 171 ). Bir Hald kitabesi, muhtemel olarak, AkÇay üzerinde, Baştanı 'dan gelmektedir. Kitâbe, A rgişti ( aş.-yk. m.ö. 680— 645)'nin oğlu kırat Rusa II. 'ya aittir ( krş. Sayce, A new Vannic inscription, JR A S , 1912, s. 107—-113; N. Y. Marr, Nadpis Rusı I I iz Mâku, Zap., 1921, XXV, 1— 54 ). Bu kitabe, Van kırallannın hâkimiyetinin Hoy bölgesine kadar yayıl­ mış olduğunu göstermek bakımından, ehem­ miyetlidir. Bundan sonra Mâkü Ermeniye’ye dâhil ol­ du. Bölge Vaspurakan eyâletinin A rtaz nahi­ yesine tekabül ediyordu, Horenli Moses ’e göre, nâhîye Önce Şavarşan ismini taşırken, ktral Artaşes 'in bölgeye naklettiği Alanların eski vatanının hâtırasına uyarak, Artaz adım almış idî ( krş, Osetya ’daki A d r o z ). Şavarşakan adı, Artsrunİ hükümdarlarının hâkimiyeti ile izah edilebilir. Bunlar arasında Şavarş ( Xşayârşan = SepŞrjç = yeni fars. Siyâvuş ) adına çok rastlanırdı ( Marquart, Erânsahr, s. 4, 177 ). Marquart’m A r ta z ’ı daha eski olan "AÇapa v.b. ( Strabo, XI, 14, 3) ile karşılaştırması doğru değildir; zira Azara, A rtaxata’mn yu­ karısında olup, burası da Artaz = Mâkü ara­ zisinin daha yukarısındadır. Sonraları Araş ’m şimalinde yerleşmiş bulunan Amatuni prens­ leri de A rtaz 'da hüküm sürmüş olmalıdırlar 5 zira kilise taksimatına göre, Mâkü bölgesi bunların ismini taşır: Amatuneac'-tan ( Adontz 'a göre ). Mâkü ve bunun şimalindeki Hac'iun ( = Hasun ) 'un isimleri X. asırda yazılmış olan Thomas Artsrunİ tarihinde ( kitap U, § 3 ), Sâsânî Husrav tarafından, 591 'de imparator Maurikios 'a terkedilen arazinin hudutlarından bahs­ eden fıkrada zikrediliyor ( Brosset, Coll. histor. armn Petersburg, 1874, 1» 78 ). Mâkü bölgesinde sayısı çok olan ermeni âbideleri latam Anaskiopeâtai



hakkında Minosrkiy'nin hanlığın eski çağına dâir tetkiki görülmelidir; krş. bir de Hübschmann, Die Altarm. Orisnamen, 1904, s. 344; Adontz, Armenîa v epohu Yusüniana, Peters­ burg, 1908, fihrist, Horenli Moses (I, 30; II, 4 9 ) % naklettiği bir rivayete göre, Tigran, medyatı Ajdahak'ı mağlûp edince, neslini Masis ( Ararat ) etrafı­ na yerleştirdi, Arap tarihçileri ( Tabari, îbn a l-A şir) ve coğrafyacıları, isminin eski gö­ rünmesine rağmen, Ermeniye 'nin bu bölgesini tanımamaktadırlar. Mâkü adını Mâh-küh „medler dağı" şeklinde izah etmek cazip görünür (fars, Mâh ve ermen. Mar, eski ıran. Mâda'ye çık a r). Bununla beraber Hamd Allah Mustavfİ ’de geçen Mâküya ( Mâköya ), sonunda başka bir unsurun daha bulunduğunu düşün­ dürür. İ s l â m d e v r i , Hamd Allah {N uzkat alkuîub, nşr. le Strange, s. 89 ) Mâküya 'yi, Nahçuvân tuman ’inin nahiyeleri arasında ilk ola­ rak sayan müelliftir ( 740 = 1340): »Burası bir kaya yarığında bulunan bir kaledir; köy bunun eteğindedir. ö ğ le vaktine kadar dağ bu köye şemsiye hizmetini görür. Hıristiyan keşişlerinin başı olan Marcanişâ burada oturur". M âkü’yu 1 haziran 1404'te ziyaret eden ispanyalı sefir Clavijo burada az-çok müstakil yaşayan, prensleri Noradin ’in hükmü altında bîr ermeni katolik nüfus bulmuş idi. Timur Mâkü 'yu alamamış olmakla beraber, bu Nora­ din, bir anlaşma ile, icâbında ona 20 suvar i vermeyi kabul etmiş idi. Noradin ’in :Omar Mirza ’nın sarayına götürülen oğlu orada müslümanhğı kabûl edince, kendisine Sorgatmîz ( Suyurğatmış ) ismi verilmiş İdi. Noradin baş­ ka bir oğlunu, piskopos yaptırmak üzere, Av­ rupa 'ya yollamak işlemiş idi, Clavijo Mâkü 'da {e n el clicho lagar) Dominik rahiplerinin bir manastırı bulunduğunu söyler ( Vida y hazanas, nşr. Sreznevskiy, Petersburg, 1881, s. ı$8— 162 ve 376). Clavijo şehrin doğru bir tasvirini yapmaktadır ( vadide bir kale, ya­ maçta sûrlar ile çevrili şehir, daha yukarıda kayada yontulmuş merdivenler ile çıkılan ikin­ ci bir sûr). Timur 'un vefatında, Kara-Koyunlulardan Ka­ ra Yusuf tekrar sahneye çıktı ve Mâkü onun 809 ( 1406 ) 'dan itibaren ele geçirdiği ilk mev­ kilerden bîri oldu ( Şaraf-nama, I, 376 ). Bu ta­ rihten itibaren memleketin turkleşmesi sür’atlendİ. Yine Şaraf-nâma ( II, 295, 308 ) 'ye göre, 982 ( 1 574) 'de Osmanh hükümeti Mahmüdi kabilesinin reisi kurt İvag B ey'i Nahçivan mülhakatından M ik ü ’yu iranhlardan alıp, bu­ rada bir kale inşâsına me'mûr etti. Mâkü İvaz Bey ’e ocaklık olarak verildi. M



aıö



MÂKÛ.



1014 ( 1605 ) senesi yazında Şah 'Abbâs Hoy civarında bulunurken, Mahmüdi kürtleri onun nezdine gelmemişlerdi. Bunun özerine, şah bu kabilenin bir kolunu Irak bölgesine naklettirdi. Kendisi de Mâkü üzerine yürüdü. Dağm ete­ ğindeki kale zaptedilip, Maîımüdî aşiretinin mal ve mülkü yağmalandı ise de, yukarı kale ele geçirilemedi ( 'Alam-ârâ, s. 479). Türkler de iranlılar da Mâkü 'nun mevkiine büyük bir ehemmiyet veriyorlardı. Murad IV. 1045 seferinde Kotur ve Mâkü 'nun ehemmi­ yetini bizzat yerinde müşahede ederek, 1048 ’de Kara Mustafa Paşa 'nm iranlılardan her iki ka­ lenin de yıktırılmasını istemesini emretti; haki­ katen 1049 ( 1639) muahedesine göre, kanlı­ lar IÇotur, MâkÜr ( oku : Mâkü ) ve Mağazberd kalelerini tahrip etmeği taahhüt ediyorlardı (N a :imâ, Tarih, I, 686). Fakat Murad IV. Ölünce, iranlılar Kotur ’u ve Mâkü yu tekrar işgal ettiler ( Evliya Çelebi, Seyakai-nâme,



oluşunun kabûl edilmesine türklerin ciddî bir şekilde muarız olmadıkları anlaşılmaktadır. Mâkü ’yu 1747’den 1923’e kadar idare eden âile Bayat aşiretinden, daha doğrusu bu aşi­ retin Sokltar dağı etrafında yaşayan kolun­ dan, çıkmış idi ( Bayatlar hakkında bk. Fuad Köprülü, Oğuz antolojisine dâir tarihî notlar, TM, İstanbul, 1925, s. 16— 23), Bfr rivayete göre, Bayatlardan Ahmed Sultan Horasan'da Nâdir Şâh 'm hizmetinde bulunuyordu; bu hü­ kümdarın Öldürülmesinden sonra, onun zevce­ lerinden birini ve hazînesinin bir. kısmım aşı­ rıp, Mâkü'ya döndü. Kendisi ve oğlu Husayn Han hakkında az şey bilinir, ölümü 1835 'e rastlayan bu sonuncusu galiba seyyah Mon» teith 'i kabûl eden handır, Zend hanedanı dev­ rinde ve Kaçarlar devri başında Azerbaycan 'm şimâl-i garbî bölgesinde iktidarın Dumbuli kurt hanları elinde bulunmuş olması muhtemel­ dir. Bunların karargâhları Hoy ’da idi [ bk, mad. TEBRİZ,] Dumbulilerin çekilmesi ile meydan iv , 279 )Bunu tâkİp eden safha, kale üzerindeki ka­ Bayatlara kalmış olmalıdır. Nhısayn Han ’m oğlu yaya hakkedilmiş İran kitabesinde yazılı ( Mi- 'A lî Han (1775— 1865) muhtelif seyyahlar norskiy, Drevnosti, s, 23 ) olup, burada kale­ (Fraser, Abich, Flandin, Çirikov, Lİhutin ) ta­ nin, fesatçılara sığınak hizmeti gördüğü için, rafından nufuzlu ve hukuku üzerinde titiz bir Şah 'Abbas tarafından yıktırılmasına emir başbuğ olarak, sık-sık zikredilir, Bab 1847 se­ verildiği yazılıdır (1052=1641/1642). 'Abbâs nesinde, hazirandan kânun 1. 'a kadar,‘A li Han ’m tarihinde bu vaka hakkında Hiç bir 'ın muhafazasında bulunduruldu ve ondan iyi açıklama yoktur ( Kişaş al-hâkânî, Paris, muamele gördü. Bâb Mâkü'ya Cabal-i basit Bİbl. Nat., Sup. pers., nr. 227 ). Bununla be­ adını vermekte ve bunu matı hasiyetinin daha raber, 1052 'de genç şahın sarayına bfr os- zahmetli olduğu Cabal-i şadid ( = Ç a h rik ; manlı elçi heyetinin geldiği yazıldığına göre, bk. SALMÂS) ile karşılaştırmaktadır ( bk, o zamana kadar İran ’m sağlam tutmağa çok Browne, A Traveller’s narrative, 1891, II, 16, çalıştığı kalenin tahribinin bu gelenler tara­ 271— 277; Câni-Kâşâni, Nuktat al-^öf, CMS, fından istenmiş ve kabûl ettirilmiş olması 1910, XV, 131 v.d.). 1853— 1856 harbi sırasın­ mümkündür. Evliya Çelebî ( II, 337 v. dd.) ki­ da A li Han Rusya’yı osmanlı toprakların­ tabenin muhtevasına uymayacak şekilde, Mâ­ dan ayıran arazisinde bitaraflığı muhafaza kü kalesini 1049 müsâlehasından sonra Os- etmiş bulunmaktan çok istifâde etti. Oğlu manhtarm yıktırdıklarını ve aynı zamanda TeymürPaşa Han ( 1820— 1895 ? ) da 1877/1878 buradaki Mahmüdi beyini azlettiklerini iddia harbinde aynı durumdan faydalandı. 1881 ’de eylemektedir. 1057 ( 1647) ’ye doğru Şüşik Mâkü süvarileri başında olarak, Salm âs’ta ( İran hududunda bîr kale ) kurt beyi türklere ğörünmesi, şeyh :Ubayd Allah [ b. bk.] istilâsını karşı isyan etti, İranlılar bunun ahularından çabucak sona erdirdi ve Teymür Paşa Azer­ şikâyet etmekle beraber, Mâkü 'ya 2.000 Mâ- baycan 'in kurtarıcısı tejâkkî edildi; hattâ halk zenderân askeri koymağa fırsat buldular. Os- tarafından kandisıne »Mâkü padişahı" unvanı manlı hükümeti Şüşik 'e 72.000 kişilik bir or­ verildi. Oğlu ve halefi Murtazâ*l£uh Han İkbâl aldu gönderdi. Mağlûp olan Mustafa Bey Mâkü *ya iltica etti. Evüyâ Çelebi, âsînin iâde edil­ Saltana ( 1863— 1923) önce hanlığın tecridi ve mesini İstemek üzere, Mâkü 'ya gönderilen pa­ genişletilmesi siyâsetini takip etti ise de, faa­ şalara refakat etmiştir. Neticede başarı elde liyetleri komşularını kuşkulandırdı. 1914 har­ edildi. Erzurum valisi Mehmed Paşa iranh binin başlarında, rusları memnun etmediğinden, müzakerecileri iyi karşılamakla beraber, Mâkü T iflis’te ikamete mecbûr edildi. Bu arada kalesi İran kuvvetleri tarafından boşaltılma­ Mâkü harp sahnesi olmuş idî. Rusların Araş dığı ve kale tahrip edilmediği takdirde, ken­ üzerinde, Şah-Tahtı mevkiinden Bayezid 'e disinin Revan ve Nahçivan Üzerine yürüyece­ doğru uzattıkları dar hatlı demtr-yolu üzerinde ğini söyledi. Bunun sonunun nasıl geldiği bi­ Mâkü faal bir konak yeri meydana getiriyordu. linmiyor ise de, Mâkü ’nun 1639 ’da İran ’a âît 1917’de serdar memleketine dönerek, Rizâ



MÂKÛ Şâh Pahlavi ’nin İran tahtına çıkmasına kadar, orada kaldı ve bundan sonra fesatçılık ile itilâm ve 25 milır 1302 (teşrin I, 1923) 'de tevkif edilerek, götürüldüğü Tebriz hapishâsinde öl­ dü. İranlı bir zabit M âkü'ya vali tâyin edildi ( Navbaht, ,Şâhinşâk-i Pahlavi, Tahran, 1342, s. 112). B i b l i y o g r a f y a : Monteith, Journal o f a tour througk Azerbidjan ( J R S S , 1833, III, 40 - 49 ); E. Smith ve Dwight, Missionarg Researches ( London, 1834), s. 313; J. B, Fraser, Travels in Koordistan ( London, 1840), II, 314— 321; C. Rİtter, Erdkunde, IX, 9x6 — 924; E. Flandin, Voyage en Ferse ( Pa­ ris, 1851), I; Lihutin, Russkiye v Aziat. Turisti ( Petersburg, 1863), s. 244— 250; Çirikov, Putevoy jurnal (1875 ), s. 506— 508; M. Schachtaehtİnski, ^3us dem Leben eines orienialischen Kleinstaaies an der Grenze Russlands ( Das Ausland, Stuttgart, 1887, IX, 23— 26); H. Abtch, /l«s kaukasischen Lândern ( Wien, 1896) I, 97— 1x2, 121— 125; S.Wilson, Persian Life and Customs (London, 1896), s. 85— 89; A. İvanovskiy, V Makimkom hansive (Russk. vedomosti, 1897, nr. 314, 323, 325); ayn. mil., Po Zakavkazyüv 1893—1894 (Mater. Po arheol. K â v k a za ,191i; VI^ 68 ; Frangean, Atrapata­ kan (Tiflis, 1905 ), s. 10— 27 : Mâkü, s. 27 — 43: Sırp-Thadevvos; Minorskiy, Otçet poezdke v Makinskoye hansio v 1905 ( Mater. po ızuçi vosioka, Petersburg, 1909, s. 1 - 62); ayn. mil., Drevnosti Mâkü, s. 1— 29 ( Vostöç, sbornik, Petersburgy 1916, I I ); M. Philips Price, A Journey througk Azerbaijan, The Persian Society ( 1913 ), s. 13— 17; Makinsköye hanstvo ( Novıy vosiok, Moskova, 1922, I, 334— 344) İ V. A. Gordlevskiy, Kara-Koyünlü ( Mâkü nahiyesi ) ( tzv. obşç* obstedov, Azerbaycana, Bâkû, 1927, s. 5— 33). _ ( V . Min o r sk y .) M A K U L A T . [ Bk. m a k u l â t .] M A K U L Â T . AL-MAKULAT ( A.). Başlangıçta, umümİyetle katiğüriyâs yahut „on ‘ke­ lime" ( a lfâ ç ) denilen ma&ü/öf, müslüman feylesoflarca, A risto ’nun o n k a t e g o r i y a s ı n ı ifâde etmekte idi. A risto ’dan beri kategoryalar ( xaxr|YOQtcx ve xaxr|YOC>£t'V, bu son tâbir daha Eflâtun’da münferit vaziyettedir) hükümler ve kaziyelerin ifâde ve beyânında cinslere ( ysvi}, acnâs ) veya şekillere ( aşkâl) izafe olunurdu. Bu ızâfe doğru hükmün vücûda, mevcûdun cinslerine ( acnâs al-mavcâdât) tekabül ettiği İçin de yapılıyordu. Bu itibârla, kategoryslar, sâdece mantıkta değil, aynı zamanda, izafet müstesna, felsefe ilimle­ rinde de hakikî bir kıymeti hâiz îdi.



MAKULÂT.



iıi



Eflâtun *un cedel ve mantığında, mantık ile metafizik birbirinden ayrılmış değil- idi, yâni aklın en yüksek mefhumları, ona göre, aynı zamanda varlığın en yüksek şekilleri idi. Bunlar „Sophiste“ (254 D f.)’e göre, oluş, hareket, sükûn, ayniyet ve gayriyettir ( bk, Enneades, V, r, 4; VI, 28 ve Uşûlüclyâ, nşr. Dieterici, s. 108; bk. mad. ANNÎYA). Fakat Aristo, ilk olarak ( belki de buna fisagorcuların, keyfî olarak, karşılıklı 10 mefhûmu bir araya ge­ tirmeleri saik olm uştur), ana mefhumlar­ dan kat'î bir sistem vücûda getirmiştir. Bun­ da yunanca cümlelerin kullanılışının tehirlerini görmek kabil ise de, o zaman tamamlanmış olan bîr gramerden alınmış değildir. Hakikatte, Kategoryaîardaki İzah şekli noksandır ve son­ radan yapılan eklemeler ile de bozulmuştur; fakat A risto ’nun Metafizik, F izik ve Ahlak ’mdaki kullanılışa bakarak, bunu anlamak ve tamamlamak kabildir. Stoyacılar, ıstılah bakımından, ilâveler yap­ makla beraber, kategoryaların metafizik ba­ kımdan ehemmiyeti üzerinde İsrarla durmuş­ lar ve onları varlığın dört nev’ıne ırcâ et­ mişlerdir. Aristo ’ya göre, varlık, bîr çok mâ­ nası olan bir şey id i; fakat stoyacıların vah­ det felsefesine göre, varlık yahut şey ( t i , şay ) her şeyi ihtiva eden nevî mefhûmu olup, çe­ şitleri şunlardır: 1. mevzular ( fbtoKsfpsva); 2. aslî keyfiyetler ( jtoıd ); 3. arızî hareket şekli ( îîcbç ’s^ ovta); 4. izafetler = relata ’lar ( îtçbç tt TT(os e%ovra ). Metafiziğin ehemmiyeti ve dörde icra üzerindeki bu İsrarlı duruş arap mantığına te’sir etmiştir ( aş, bk.), Kategoryalar nazariyesinin daha bariz bir şekilde basitleştirilmesi, yâni cevher ( cavhar } ile araza (*araz) inhisar ettirilmesi, kelâm ilminde de kabûl ve bunlara bir de mekânda işgal edilen yer ( fyayyiz ) de ilâve edilmiştir, Yeni-Eflâtuncular, kategorya nazariyesinde iktitâf yolunu tuttular. Eflâtun V uyarak, akıl âlemi ile hisler âlemi arasında bir tefrik yaptı­ lar. Eflâtun ’un yukarıda zikri geçen beş mefhu­ mu akıl âlemine, Aristo ’nun kategoryaları ise, hisler âlemine tatbik olundu ( tabiatiyle bn sonuncular beşe irca edilmiş ve Eflâtun ’un mefhumlarından iştikak ettirilm iştir; bk, Enneades, VI, fasıl 1— 3). Yeni-Eflâtuncuîarm (Porphyrios ve arap mantığının kabul ettiğ i »Kategoryalar a giriş" adlı eseri İle ) tekrar A risto 'ya döndüklerini görüyoruz, Yeni-Eflâtuncuîarm bu uzlaştırma gayretleri, bâzı isîâm-sûfî kelâm cıl arın a te’sir etmiş olabilir. Fakat, sonraki feylesofların ve kelâmcılarm çoğu Aristocudur. Kategoryalar üzerinde süryânî ve arapça bir çok eserler ve şerhler yazılmış, yunancadan



m



M AKÜLÂt



tercümeler yapılmıştır. En çok te’sir yapmış olan tercüme, İshâk: İbn Hunayn ( ölm. 298 = 910 veya 9 1 1 ) 'in tercümesidir. Onun ıstılah­ ları, Fârâbi 'den İtibâren, felsefede hâkim olmuş id i; Aristo şârihi İbn Ruşd bunları tamamen kabûl etmiştir. Fakat milâdî XI. asırda, bun­ dan bâzı ayrılmalar vukua geldi ki, umûmiyetle Muhammed b .' Abd Allah b. Mukaffa* ’m tercü­ mesi sebep olmuştur. Msl. cavhar yerine “ayn ( 1. makata, bk. mad. :AYN ); va'i yerine nişba ve nisba ( 7, makata ; bk, C. A . Nallİno, Del vocahoto araba Nişbah, R S O, 1920, VIII, 637— 646); lahu (8. maküîa; bk. Ya!k:übi, nşr. Houtsma, î, 145 ; Mas’üdi, Marüc, IV, 66 v.d .; İbn S i­ na, Nacât, Kahire, 1912, s. 339; Gazzâli, Makâşid, Kahire, 1912, s, 99} yerine, cida ve mıtka. Şarktaki makâlât nazariyesî, Aristo ’yu adımadım tâkip ederek, önce cümle tahliline ve ke­ limelerin, müteradiflerin v.b. kullanılmasına dâir mülâhazalara girişir. Bütün, yâni burada cümle, her ne kadar A risto 'y a göre, varlık bakımından cüzü’den, yâni kelimeden, daha önce gelmekte ise de, makat ât nazariyesî, cüm­ ledeki bağlantıları dışında alel’âde kelimeleri, daha doğrusu önce cevheri, yâni fâili ( mevzu ) yahut hâmili { substratum) nazar-ı İtıbâre almaktadır ki, bu hâmil ile muhtelif şeyler beyân edilebilir; fakat kendisi beyân oiunamadığı gibi, failde de mündemiç değildir. Kelimenin dar mânasında, birinci makata hiç de bir makata ( tâbir ) gibi görünmüyor, fakat kendi nefsinde sadece dokuz arazî maAnîn ’yi değil, aynı zamanda nevî ve cins mef­ humlarıma başlıca hususiyetlerini de topla­ makta ve bu hususiyeti ile diğerlerinden ayrıl­ maktadır. Aristo, müşahhas bakımdan, derhâl kavrayacağımız ferdî cevherden hareket et­ mektedir, Sonra, gittikçe artan bîr tecrit sırası İle, maddeye, bedeni olana taalluk eden kemmiyet ( quantum J ; şekle müşabih olan ( qua!e ) veya keyfiyet, bizleri münferit şeylerden ka­ bil olduğu kadar uzaklaştırabilen nisbet, izafet gelmektedir. Fasıl 4 'te makâlât, Aristo 'nun düşüncesine uygun olan bu tertip ve sıraya göre, yer alm ıştır; keyfiyetin nisbetten sonra ele alınmış olması (fasıl 7 — 8) yunan an’anesİndeki hatâdan ileri gelmektedir. Yukarıda zikr­ edilen dört malazla Aristo sisteminde, bil­ hassa stoyacıların tenkidine göre, diğerlerin­ den daha evvel konulmuştur. Bundan dolayı Mas'üdi, Marüc, IV, 66 v.d., bunlara basitler ( basa i t ), diğerlerine de mürekkebât, yâni ba­ site kabîl-i irca, diyor. İhvan at-Şafâ’ ( Bom­ bay tab., I/IV, 95 ) bunlara asal ( „köklerw) demekte olup, Fârâbi ( Abkandlungen, nşr. Dıetericî, s. 91 ) dört basit makata 'den bahset­ mekte, fakat eğer metin doğru ise, nisbet ye­



rine vaz’iyeti ( vaz, 7. makata ) koymaktadır. 5.— 8, makata ’İer, daha önceki makata 'leri açıkça tâyin ve tarif etmektedir ki, bunlar daha az ehemmiyetlidir. Bunlar, misâller ile, kısaca anlatılmakta ve hiç değilse muhafaza edilen metinde, 'daha derin bir şekilde tetkik olunmamakiadır. Yalnız son iki makata, fiil ile in» fiâl üzerinde, bilhassa son kısımda, ihtimal daha büyük ehemmiyetleri dolayısı ile, husûsî şekilde durulmuştur. Şunu da kaydedelim ki, madde, şekil, kud­ ret, fiil ve hareket gibi, Aristo felsefesinin esâs mefhumlarından bâzdan mamulat araşma ko­ nulmamıştır. Daha önce işâret edildiği üzere, madde ile şekil, 2. ve 3, makata 'İer ile alâka­ lıdır, Hareket, bilhassa fiil ve infiale taallûk eder, fakat kudret ve fiil ile diğer bütün makâta ’lere temas eder. Belki Aristo 'nun varlı­ ğın kesret ve tenevvüünü belirtmeğe olan meyli, prensipler nazariyesinden ziyâde, ma­ kata '1er nazar iyesinde daha açıkça görünmek­ tedir, denilebilir. Fârâbi 'den itibâren, müsiüman feylesufları, mantıkta Aristo 'nun nazariyelerini mümkün olduğu kadar sâdık şekilde tekrar etmişlerdir. Fârâbi bir*çok büyük güçlüklerin pek âlâ far­ kında idi ( bk. bilhassa Abkandlungen, nşr. Dieterici, s, 84 v.dd.); İbn S in i, m akS/o’lerin metafizik ve aynı zamanda rûhî ve zihnî vasıf­ ları üzerinde İsrar ile durmuş, bununla beraber makâlât ’ı ancak Ş ifa 'sının mantık kısmında ete almış İdi. Gazz&H bunları yalnız metafizikte ( maköşid) bahis mevzuu etmiştir. A risto 'y u sadâkatle tâkip eden yalnız İbn Ruşd olmuştur. Daha Önce de söylenildiği gibi, makâlât en yüksek umûmî mefhûmlar olarak ortaya konul­ muştur, Bu sebepten tarif edilemez; sâdece kıyâs yolu ile, yahut husûsiyetlerinden ( 'tStov, hâssa ) her hangi bîri ile tasvir ve misâller ile izah etmek mümkün olabilir. Şimdi bunları sı­ rası ile ele alalım. 1. Cavhar, o bata, münferîd cevher, msl. mu­ ayyen bir insan, muayyen bir at v.b. Önce bir hüküm ( mahmûl) olamaz ve bir mevzûda ( uJtOMstpevov, mavin ) mündemiç bulunamaz şeklinde menfî olarak tahdit edilir; 'sayı ba­ kımından bir ve aynı olmakla berâber nefsinde zıdlara yer verir şeklinde de, müsbet olarak, tâyin olunur. Fakat münferit cevherin en baş­ ta gelen hususiyeti şudur: onun hakkında ne­ vî ve cins mefhumları beyân ediIebiHir. Bu itibârla münferid cevherler başta gelmekte­ dir. Her ne kadar Aristo, nevî ve cinslere ikinci dereceden cevherler ( Ssûtspat oüataı, cavâhir savan™) demekte ise de,bu ikinci nev’in cevhere has vasfı taşıdığını isbâi husu­ sunda hayli güçlük çekmekte idi- Stoyacıların



MAKULÂT.



213



tenkidinden sonra ikinci cevheri aslî keyfiyet kikatte bu maküia diğerleri içinde kaydolun­ ( Jtoiov, kayf; bk. 3. m aküia} olarak telâkkî maktadır. etmek mûtad oldu. Fakat müslüman feylesuf5. Ayn, ıtov, nerede, bizâtihı mekâna değil, İar Aristo ’nun görüşünü temsil etmektedir. mekânda muayyen bir yere taallûk eder, fakat Cevher kelimesinin metafizik mânası için ayn yerine, çok zaman, makün kullanılmakta­ bk. mad. CAVHAR. dır. Aynı zamanda, ayn ’in müteradifi olarak, 2. Kam, îcooov yahut, daha ender olarak, hayyiz kelimesi de kullanılmakta ise de, bu karniya, kog6xt]ç, „quantum“ ve kemiyet mü­ kelimenin ekseriya daha umûmî ve daha mü­ savi ve gayr-i müsâvî ’ ıoov, dvtoov; masa**'*, cerret mânası va rd ır; msl, sahasında, dâire­ gayr musâvîn ) olarak tavsif edilebilecek şey­ sinde gibi. Atomist kelâmcılara göre, gayr-İ lere mütealliktir; msl. iki veya iiç metre cİsmânî, yâni imtİdâdı olmayan atomun hayyiz ’i uzunluğunda olan bir şeye taallûk eder. Bu vardır. Aynı şey, umumiyetle, gayr-i cîsmânî maküia İki çeşittir: munfasıl (Suo£>ıcfpivov, mun­ cevherler için de soyİenilmektedir. fasıl ) sayı ve söz gibi ( Xo^oç, kavi, ses ola- ! 6. Mata, %ox$, ne zaman, msl. dün gibi, mu­ r a k ) ve muttasıl ( cfuvsftsç, m uttasıl), yâni ayyen bir zaman hakkında bir sual sormakta­ hat, satıh, cisim, zaman ve mekân ( Aristo dır ve mekân İle ayn ’in münâsebeti ne ise, bu­ fiziğinde, bunlara hareketi de ekler). Burada nun da zamanla münâsebeti odur; aynı za­ zaman ve mekân umûmî mânaları ile anlaşıl­ manda, mata yerine, zaman 'in da kullanıldığına malıdır, muayyen zaman ve mekân 5. ve 6. rastlamaktayız. marula ’lere girmektedir. 7. Vaz:, Hstaüaı, vaziyet; msl. oturmuş ol­ , 3. Kayf, îtotov, n:otözqç, fakat ekseriya mü­ mak, ayakta olmak. cerret kayfîya »günle'' ve benzeyen, benze­ 8. Laka, e^eıv, üzerinde taşımak; msl. ayak­ meyen öpotov, avopoıov ; şabik, gayr şab'ih ) kabı giymiş olmak, silâhlı olmak. ile ayırt edilen keyfiyet. Bu m aküia’de, pek 9. ve 10. yaf a l ve yanfa’ il, jtoısıv ve îtao^eıv, kat’î olmamakla beraber, şu 4 nevî vardır: a. yapar, yapılır; msl. keser, yakar, kesilir, ya­ e|ıç ve Ötdûscnç, milka ve hâl, îtiyâd ve kılır. Mefhûm-mantık bakımından, A r is to ’nun hâl. itiyatlar, msly sağlam bir şekilde elde birbirinden ayırdığı bu iki nevî maküia, ken­ .edilen bilgi ve faziletlerdir; hâller ise, sıcak, disinin de teslim ettiği gibi, hakikatte bir çok soğuk, sağlık ve Hastalıktır, Umumiyetle, rû- hallerde tefrik edilememektedir. Hoca ile ta­ hî ve zihnî keyfiyetler, daha kolayca değişe­ lebeyi misâl olarak alırsak, birincisini faal bilen rûhî ve zihnî hallerden nisbeten çok daha yahut çok zaman faal ve İkincisini de münfail . sağlam ve devamlıdır; b. Suvapıç ve d8vvai.ua, yahut ekseriya münfail telakki etmek gerekir. kuvva ve lü-lçuvva, tabi’î meyil, istidat ve is- Fakat mesele bu kadar basit değildir. Hoca­ tidatsızhklâr ( bu busûsta bk. mad. ÇUVVA); ma dûçâr olduğu bir çok şayler bir tarafa .c, ^ a ü g m a i. jEoıottı-csç ve îcdÛ'rt, kayfiyat bırakılırsa, talebe hakikaten ders aldığı müd­ infi'â li ya ve in/ıalat, Bu husustaki izahlar detçe, tamamen münfail veya müteessir olma­ karışıktır ( bk. 9. ve 10. ma£ö/a’le r ) ; d. yıp, hocası sayesinde faâl olma kabiliyetlerini ve p,0Q3>q, şaki ve fyilka. Burada üçüncü geliştirmektedir ( krş. Aristo, Fizik, III, 3, s. maküia ile Aristo ’nun şekil mefhûmu ( srjSoç 202, b, 11 ve D e anima, III, 2, s. 426, a, 2). ve pOQ$ri müteradiftirler) arasındaki yakınlık On maküia 'yi mamulat ’tan sonrakiler denilen meydana çıkmaktadır. diğer maküia '1er tâkip ed er: tekabül, takaddüm 4. Mazâf atçâç xı ve izüfa, İzafî ve izafet, teahhur ve beraberlik, hareket ve sükûnet. nisbet, 1— 3. maküia 'lerin mevcûdiyetini “ge­ Burada tekabüle ( avtıxetjAeva, mutakühilüt) rektirmekte ve müşahhas münferid cevherden dâhil edilenler, Aristo ’nun fikirlerine uygun­ mümkün mertebe ayrılmaktadır. Her hangi bir dur. 4 Nevî tekabül zikredilmektedir: 1. iza­ şey, her hangi bir bakımdan, daha büyük, daha fetler ( relaia ), iki misli ve yarısı gibi; zıtküçük, fazla veya eksik v. b. olarak mukayese lar, msl. iyi ve kötü g ib i; 2. mahrûmîyet ve • edilebilir. Aristo, Metafizik ( İV, 15, s. 1020, b, sahiplik, körlük ve görme hassasına sahip ol­ 26 ) 'inde, esâs olarak, üç izâfet nev’ini birbi­ mak gibi; 3. tasdik ve inkâr (mütenâkız zıdrinden ayırmaktadır: a. sayı nisbeti; b hâsıl lar ) ; krş. mad. ğİDD. eden kuvvetin mahsûle, bilhassa fâilin münfaile B i b l i y o g r a f y a : S. Schüler, Die nîsbetî; c. ölçülenin ölçüye, eşyanın bilgiye nisÖbersetzung der Categorien des Aristoteles beti, Malçülât ’ta İzahı miişkil olan çeşitli şeyler von Jacob von Edessa ( Erlangen, te z ), de izafa 'ye dâhü edilmiştir. Bu itibârla, mün­ Berlin, 1897; G. Furlani, Le categorie. . . di ferid cevher müstesna, bu maküia’ye şümulü Arisi otele nella ver si on e siriaca di Giorgto geniş olan maküia nazarı ile bakmak gerektir. delle Nazioni ( Mem. R A L , VI. seri, V, 1, Fakat bu yalnız bir görünüşten ibarettir: ha­ Roma, 1933); J. Tb. Zenker, Aristotelis



2 14



MAKULÂT -



Categoriae graece cum . IV. (X .) asırda bu İzac köprüsü, Büveyhî hükümdarı Rukn al-Davîa ’nin veziri tarafından, 2 senede tâmır ettirildi, de Bode bunun, Hallâcân civa­ rında «Atabeyler köprüsü" adı verilen köprü olduğunu söylüyor; fakat bu, daha ziyâde, Ravvlinson ( ayn. esr., s. 88 ) ve Schvvarz ( ayn. esr,, s. 339) 'm dedikleri gibi, Çal‘a-ı Madrasa nin şimâl-i şarkîsinde Karun’un küçük kollarından biri üzerinden geçen «Eski köprü" olsa gerek­ tir. «îzac köprüsü" için bk. bir de Yakut, I, 416; IV, 189 ve Schvvarz, ayn. esr., s. 338 v.dd. Kül-i Fârâ, Şikafta-i Salman 'm kabart­ ma şekil ve kitabelerini yaptıran hükümdar­ lar, yeni*Elam devrinde yaşamışlardır. Bu de­ vir Nabukodonosor I. ( 1146— 1123 ) 'un saltana­ tı ile, Asuriye ’nin IX. asrın ilk yarısındaki zamana, yâni milâddan 1000 yıl öncelere, rast­ lamaktadır. Binâ ve kitabeleri yaptıran kıra! Hanni (T a h h ih i’nin oğlu) ile onun zikrettiği Şutur Nahhunte ( îndada 'ma oğlu ) bütün Elam 'da mı hüküm sürmüşlerdir; yoksa, bunlar sâ­ dece Mâl A m ir bölgesinde hüküm süren ma­ hallî bir hanedan efradından mıdırlar, kat’î olarak kestirilememektedir. Kitabeler Elam dilinde yazılm ıştır; bununla berâber, Mâl Amir 'de Babilonya dilinde kaleme alınmış mukave­ lelere rastlanmaktadır; bu hususta bk. aş. bibliyografya. de Bode 'un da yaptığı gibi, şunu da zikret­ mek gerekir ki, Susa 'dan Persepoiis 'e yaptığı seferde Büyük İskender 'in «Susa kapılarını" gerisinde bıraktıktan sonra vardığı Urianların şehri çok zaman Mâl Am ir bölgesinde aran­ m ıştır; bk. de Bode, T r a v e ls ..., II, 47 v.d .; Spiegel, Eranische Altertam&kunde (Leıpzig, 1870), I, 409 ve Kaerst ( Pauiy-Wissowa, Realenzykl. d. klass. Altertumszuiss., I, 1424). Orta çağın sonlarına doğru, aş.-yk. VII. ( XIII.) asrın başlarından iti bâr en, B a h t i y a ­ r ı ( b,bk.] L u r l a r Mâl Amir topraklarına yerleştiler [ bk. mad. L U R ]; buldukları yeşil otlaklar sebebi İle kışı oralarda geçirirlerdi



2X8



MÂL EMÎR — MALABAR. t



B i b l i y o g r a f y a : B G A , tür. yer. ( bk. fih ris t); Yâljüt, Mu cam ( nşr. Wüstenfeld ), I, 416 v.d.; Hamd Allak Mustavf i, Nuzkat aUkulüb ( GMS, XXIII, 70)* İbn Battüta ( Paris tab.), H, 29— 42; G. le Strange, The Lands o f the Easiern Calîphaİe ( Cambridge, *9° 5 )» s* 345 ! P. Schwarz, Iran im MittelaU ier nach den arab, Geograpken ( Leipzıg, 1921 ), IV, 293, 335— 340 ; 441, not 5; 421, not 6; 439 v.d.; Rİtter, Erdkunde, IX, 15*— *5?» 21^* Mâ! Amir ovası ve âbideleri için, XIX. asırdan beri, avrupah kâşifler sayesinde sarih bilgiye sahip bulunmaktayız; bu ova hakkında 1841— 1889 devresi için bk. Weissbach, gost. yer., (aş. bk.}, s. 743. Her ne kadar G. Rawlinson bizzat Mâl A m ir'e gitmemiş ise de, 1836 ’da o civarda kaldığı zaman, Mâl Am ir harabelerinin bahsini duy­ muş id i; edindiği malûmat için bk. J R G S , IX, 82 v. dd. — Mâl A m ir ’in eski âbideleri hakkında en değerli bilgiler, 1841 'de bura­ yı ziyaret etmiş olan Layard ve C. A. de Bode ile XIX. asrın başlarında Jequier tarafın­ dan verilm iştir.; krş. A . H. Layard ( J R G S 1846, XVI, 74— 81, 94 v.d.) ve Early Adveniur. in Persia, Susiana and Babylonia (London, 1887 ), 1, 401— 4 115 II, 4, 7, 11— 14; C. A. de Bode ( J R G S , 1843, XIII, 100 v.dd.) ve Traveh in Lurisian and Arabistan ( Lon­ don, 1845 ), I, 400 v.dd.; II, 1, 6 — 8, 25— 60, 102 v.dd,; Jequier, Descriptîon du site de Mâl-Amir, Delegation en Perse, Memoires (Paris, 1901), III, 133 — 143 (iki p lan ); bk. bir de bilhassa A. Houtum Şehirseller ( seyâ* hati 1877 ’de, Zeîtschr. d. Gesellsch. f . Erd­ kunde zu Berlin, 1879, XIV, s. 45 v.d.), Mâl Am ir âbidelerinin tasviri için bk. bir de Weissbach, Neue Beitrage zur Kunde der susischen Inschriften = Abh. d. sachs. Ges, d. IFissensck. (1894), XXXIV, 743 — 747 (bilhassa Layard’a dayanmaktadır) ve G. Hüsing, Der Zagros und seine Vdiker ( — A O , IX, nr. 3— 4 ), Leipzig, 1908, s. 47— 57 ( Jequier 'ye dayanmaktadır ); bir de J. de Morgan, Mission scientif. en Perse, I V ; Reckerch. Archeolog. (Paris, 1896/1897}, s. 176 v.d. Elâm kabartmaları ve çivi hattı ile ya­ zılmış kitâbeîerine gelince, bunların resim­ leri, kalıpları, neşir, okunuş ve izahları 1893 ’e kadar olan bibliyografya için bk. Weissbach, ayn. esr., s. 745, 747 v.d. Kita­ belerin ilk tab'ı için bk. Layard, Inscriptions in the Caneiform Character ( London, 1851 ), levha 31— 32, 36—37. Bk. bir de A. H. Sayce, The Inscriptions o f Mal Amir ( Actes du 6ime Congres Internet. des Orientalist. â



Leyde ( Leiden, 1885 ), II; yukarıda bahsi geçen eserinde Weissbach Mâl A m ir'd eki metinlerin transkripsiyonunu ve şerhini neşretmiştir ( ayn. esr., s. 7 4 8 -75 3j 759— 777* ayrıca levha I— I V ) ; G. Hüsing, Elamische Stadien ( = MVG, III, levha 7, Berlin, 1898, s. 21— 34 ) ’de KuM Fârâ ve Şikafta-i Salman kitabelerinin bir çok noktalarda Weisşbacb hakinden farklı bir transkripsiyonunu ver­ miştir ( bk. bir de Hüsing, O L Z, 1906, IX, st. 605 v.d.; 1908, XI, st. 337 v.d.}. Bütün Mâl Am ir kitabeleri, Weissbach 'ta bulunmayan Şikafta-i Salman kitabelerinin parçaları da dâhil olmak üzere, Scheil tarafından neşre­ dilmiştir; bk. Delegation en Perse, Memoires (Paris, 1901 ), III, 23— 26; transkripsiyon ve ve tercüme için bk. nr. LXIII ve LXtV, s. 102 — 112. Aynı eserde Scheil kabartmalarının bir fotoğrafını, Şikafta-i Salman mağarasının bir manzarasını neşretmiştir, bk. levha 27— 33. O Mann, Luristan 'a yaptığı seyahatte, Mâl Amir 'i de gezmiş ve oradaki kitabelerin kalıbını almıştır ( O L Z, XI, 605 ); fakat bunlara â li hiç bir şey neşretmem iştir. Mâl Am ir 'deki metinlerde görülen husûsî çivi yazısı şekilleri için bk. Weissbach, ayn. esr., s. 752— 759 ve yazı örnekleri levha IV —V ; ayrıca transkripsiyon meselesi için bk. Hü­ sing, Elamische Studien, s. 15— 21; bir de yazı levhası; yine Hüsing ( O L Z , 1904,VII, st. 437— 440. Mâl Amir 'de Babylonya dilinde yazılmış mukaveleler ihtiva eden çivi hatlı ile yazılmış levhalar bulunmuştur. Scheil, Delegation en Perse ( Memoires, Paris tab., V, 169 — 194, plan 19—20'de bunlardan 16 mukavele, transkripsiyon ve tercümeleri ile, neşredilmiştir. ( M. STRECK.) .. M A L A B A R , Hindistan yanm-adasımn gar­ bında ( Dekken ) garbî Gat dağları ile Oman denizi ( Hind okyanosu ) arasında uzanan bir s â h i l b ö l g e s i . Her ne kadar bu isim- bâ­ zı coğrafî eserlerde yarım-adamn tekmil garp kıyısı (8"— 220 şimâl arzları a ra sı) için kulla­ nılmış ise de, gerçekte Malabar sahili, 150 ar­ zını ( Portekiz ’in Goa kolonisi ) şimâle doğ­ ru aşmaktadır ki, buradan daha cenupta kalan kıyı gerisinde Gat dağlarının bol yağmurlu ve sık ormanlık dik yamaçları uzanır ve bu yamaçlar üzerinde bâzı zirvelerin irtifâı 2.600 m. aşar. Yerliler arasında, Malayâlam ( «dağ­ lık m em leket") tesmiye edilen Malabar 'm büyük kısmı aynı isimli bir idârî bolüm teş­ kil eder ki, İngiltere hâkimiyeti sırasında, Madras nahiyesi içinde, 14.775 km.2 arazi iş­ gal eden bu bölüm ıo° 40'— 129 18' şimâl arz­ ları üzerinde uzanmakta idi. Bunun daha ce­ nubunda ise, Hindistan ’m cenup müntehâsına



MALABAR kadar Koştu ve Travankor yerli devletlerinin toprağı yer almaktadır. Malabar İdarî bölü­ münün nüfusu 1921'de 2,039.333 olup, bunun 1,004.327'si müslüman idi ( 1931 'de nüfusu 3.000.000'dan fazla), Müslümanların ekserisi Mâpilla [ b. bk.] olup, bunların arkasından Labbaylar [ b. bk.] gelir. Ayrıca Pathanlar ile sa­ hil şehirlerinde ( Cannanor ve K alik u t) araplara da rastlanır. Müslümanlığın Malabar sâhillerine, zama­ nının kat’îyetle tesbit edilmesi mümkün ol­ mayan pek eski bir devirde girmesinin sebebi, Arabistan ile yapılan ticâret olsa gerektir. Hindû racalar tarafından teşvik gören müs­ lüman tâcirlar XV, asrın sonlarında garbı Hind sahilleri ticâretini tamâmiyle ellerine geçirmiş idiler ki, bu sırada portekizliler bu denizlerde göründüler. Araplar sahadan mü câ­ rielesiz çekilmediler ve XVI. asır ortalarına doğru ancak ehemmiyetsiz bir deniz ticâreti muhafaza edebildiler. XVII. asırda Portekiz­ lilerin yerini ingilizler ve holandalılar tuttu. 1766'da Haydar 'A li [ b. bk.] Malabar'1 kendi topraklarına il hâk etti ise de, idâresi güç olan bu arâzıyi, oğlu Tipü Sultân 1792 'de ingİlizlere bırakmak zorunda kald ı.. ( T. H.) MALACCA. [ Bk. m a l a k a .] M A L A Ğ A ( arap. MÂLARA, nısbesî Müla­ ki ), Ispanya ’nm cenubunda, Akdeniz kıyısın­ da aynı isimli eyâletin merkezi olan b ü y ü k ş e h i r . [1950 sayımına göre, nüfusu 276.222, eyâlet 7.285 km.2, nüfusu 750.115]. Malağa, üzerinde Gibralfaro ( İd risi’de i Cabal Fâroh ) tepesi yükselen bir koyun kenarında yer alır. Şehir çok defa kuru olan, fakat yağmurlardan sonra sık-stk etrafa taşan Guadalmedina ( Va­ di ’UMadîna ) ’mn rambla ( arap, ramla, kumlu nehir y a ta ğ ı) 'si ile, şimâl ve cenup kısımla­ rına ayrılır. Şehrin garbında, sulama sayesin­ de, nebatların gayet feyizli bir şekilde geliş­ miş bulunduğu Vega veya Hoya de Malağa uzanır. Eski çağın Malaca ’sma tekabül eden Mala­ ğa, fenikeliler tarafından te'sis edilmiş olup, Roma hâkimiyeti altında, şimalî Afrika ’nm derîn te’sirinin izlerini uzun müddet taşımış­ tır. Limanı imparatorluk devrinde yarım-adamn en ehemmiyetli iskelelerinden sayılıyordu. Daha sonra burası bir piskoposluk merkezi oldu. 5 71'de, Visigot kıralı Leovvigüd tara­ fından, bizanshlardan alındı. 7x1 'de Târik'm Eeija 'dan gönderdiği bir müslüman kuvvetinin eline geçti. Çok geçmeden büyük bir müslü­ man şehri hâline gelen Malağa, Reiyo ( lat, Regio ?) eyâletine merkez olan Arşizona ( Archldona) ’mn yerini aldı ve vali Abu ’l-Hattâr aî-Husâm b. ZirSr al-Kalbi zamanında bu­



MALAĞA.



219



raya al-Urdunn arap cund’ü gelip yerleşti (125 = 742 ). Malağa İspanya Emevî haneda­ nının kurucusu !Abd al-Rahman I. al-Dâhil 'e, Aİmunecar 'da karaya çıkıp da, Elvira ara­ zisi dâhilinde muzafferâne ilerilerken, hüsn-i kabul gösterdi. Fakat IH. ( IX.) asrın ikinci yarısında Reiyo eyâleti, Malağa ile beraber, milliyetçi 'Omar b. Hafşün ’un sebep olduğu kargaşalıklara yakından karıştı. Bununla berâber, tarihçi Ibn Hayyln 'm ifâdesine göre, emir Muhammed b. 'A bd al-Rahmân b. Hakam zamanında, bu eyâlet, Galiçya 'ya karşı yapılan bir yaz seferinde ( şai f a ) çok sayıda ( 2.600 ) süvari ile iştirak etmiş idi. Daha son­ ra âsînin, emîr 5Abd Allah T fazla endişeye düşürecek şekilde, faaliyette bulunması, Re:yo eyâletine büyük bir sefer açılmasını gerektir­ di ; 'Abd Allah 'm oğlu Aban ’m kumandasın­ daki bir ordu 291 ( 9 0 4 ) ^ harekete geçe­ rek, İbn Hafşün ’un kuvvetlerini ağır bir boz­ guna uğrattı. Üç sene sonra, aynı kumandan âsî Müşavir b. ‘Abd al-Rahmân 'ın hâkim ol­ duğu Malağa 'yı muhasara etmek zorunda kal­ dı. ‘Abd Allah 'm devrinde Malağa 'ya 297 ( 909 ) ’de yeniden kuvvet yollamak icâp etti, Büyük halife :Abd al-Rahmân III. tahta çı­ kınca, Ibn Hafşün ’un isyânmı kat'î olarak bastırmadan, rahata kavuşamadı. Saltanatının ilk yıllarında Reiyo eyâletine daha bir kaç defa kuvvet göndermek icâp etti. Bu sırada Malağa, eyâletin limanı olmakla beraber, he­ nüz eyâlet merkezi değil idi. Asayişin tamâmiy­ le yoluna girmesi ile, Malağa 'da Emevî hilâ­ feti nihâyetlendikten sonra bile devam etmiş olan uzun bir umrân devresi başladı. Eyâlet merkezi olan Malağa, mnlûk al-fa■ vâ'if devrinde müstakil bir devlete payitaht oldu. Filhakika bütün İspanya müstümanlanna halife olmak iddiasından vazgeçmek zorunda i kalan İdammüdiler, Ispanya’nın cenûb-i şarkî­ sinde, merkezi Malağa olan küçük bir devlet hâlinde tutunabildiler. Bu sırada, aynı ailenin başka bir dalı da Algeciras ( al-Caz ira alHazrâ’ ) şehri etrafında başka bir küçük dev­ let kurmuş idi. Malağa 'daki Hammüdiîer [ b. bk.] 449 ( 1057 ) ’a kadar bâkî kaldılar. Bu devre kadar, ismen onlara tabî vaziyette bu­ lunan Gırnata ’mn Ziri kıralı Badis b. Habbüs bu tâbiiyetten kurtulup, devletî ele ge­ çirmek kararım verdi ve buna kolayca mu­ vaffak olarak, son HammüdÜeri Afrika 'ya sürdü. Oğlu al-Mu izz Malağa valisi tâyin edil­ di. Badis 466 ( 1073 ) ’da ölünce, devlet iki küçük oğlu, 'Abd Allah ve Tamim, arasında taksim edildi; Malağa bu sonuncuya düştü. Bundan sonra şehir erkenden Murâbıtlar ve Muvahbidlerin eline geçti. 629 (i232 )*da Mu-



220



MALAĞA -



hammed I, b. İbn al-Ahmar Gırnata Ma Naşrl devletini kurunca, Malağa, bütün eyâleti ile beraber ve İspanya Mm katolik kırallan za­ manına kadar, bu hanedanın elinde kaldı. Ferdinand ve lsabella 18 ağustos 1487 Me, sıkı bir muhasaradan sonra, Malağa ’yı müsiuman­ lardan aldılar. Müslüman İspanya sın hemen bütün arap coğrafyacıları Malağa ’yı hayranlık ile tasvir ederler. İdrisi ( XI. a sır), şehrin dış mahal­ lelerinden ikisini zİkr ile, sularının tatlılığın­ dan ve meyvalarımn lezzetinden bahseder. İbn Bat tuta XIV. asrm ikinci yarısında şehri aynı şekilde medhederek, burada bütün İslâm" âle­ mine ihrâc edilen yaldızlı bir porselen imâl edildiğini söyler. Nihayet İbn al-Hatib, Gırnata kırallığmı tasvir ederken, Malağa Man sık-sık bahseder. Hattâ risalelerinden birinin mevzu­ unu Malağa ile Fas'taki SaleMin mukayesesi teşkil eder ( Mafâhar a M alaka va-Salâ; arap, metin, Eseurial ’deki iki yazmaya göre, M. J. MüİIer tarafından neşredilmiştir: Wettstreit zwischen Malağa and S ale ( bk. Beitrâge zar Geschichte der westlichen Araber, s. 1— 13 ). Malağa ’da İslâm devrinden, sonradan büyük değişikliklere uğramamış çok eser kalmamıştır. Eski Ulu câmi, büyük kİHse hâline konulmuş­ tur. at-Ravz al-mıfâr müellifine göre, bu câmiin beş hücresi, beş kapısı ( ikisi deniz tara­ fında, biri şark cephesinde : Bâb al-vâdî ), biri şimalde: Bâb al-havka } var idi. İç kale ( kaşba ) dâhilinde bulunan başka bir câmi, rivayete gö­ re, hadîs âlimi Himşlı Mu'âvİya b. Salih ( ölm, 158 = 775) tarafından yaptırılmış idi. Eski kalesine bugün de A l c a z a b a denilmekte, burada kemerli bir kapı ( Arco de Cristo ) ve bir kuleden ( Torre de la Vela ) başka, müslüman izlerine pek rastianmarnaktadır. Bu ka­ le, çifte bir sûr vâsıtası ile, Gibralfaro tepesi üzerindeki başka bir kaleye bağlanmakta idî. Kale XIII. asır sonunda Gırnata Mm Naşri hü­ kümdarları tarafından tamir edilmiş idi. Komşusu Almeria ( al>Mariya ) Man daha kü­ çük olmakla beraber, Malağa İslâm devrinde de ehemmiyetli bir liman ve faâl bir bahrî in­ şaat merkezî idi. İsmi Atarazana şeklinde kal­ mış olan bu Dâr al-şîna'a şimdiki bir çarşının yerinde bulunuyordu ki, kapılarından bîri Naşrilerin remzi olan IS galiba illa’ilâh ( «Allah­ tan başka galip olan yoktur" ) kitabesi ile hâlâ bakîdir. B i b l i y o g r a f y a : al-İdrisi, Şifat alAndalus ( nşr. Dozy ve de G o eje) s. 200— 204; ve 244 — 250; Yakut, Mu'cam al-buldân (nşr. W üstenfeld), mad. Mâlaka\ Abu ’l-Fidâ’, Takvim al-buldân (nşr. Reİnaud ve de S lan e ), s, 174 v.d. ; E. Fagnan, Ex-



MALAKA. traits înedits relatifs au Maghreb, fihrist; İbn al-Ha^ib, Mı yâr al-ihtiyar ( Fas, 1325 ), s. 13 v.dd,; ayn. mil., îhâta , tür. yer.; aîMakkari, Nafh al-tib ( A nalectes), fihrist; İbn İzari, al-Bayan al-muğrib ( nşr. Dozy ), II, fihrist; ( nşr. Levi-Pr öven çal, III, fih ris t); İbn ’Abd aî-Munim al-^imyari, al-Ravi almîtâr fV acâ'ib al-akfâr, nr. 116; İbn Battuia, Voyages ( nş. Defremery ve Sanguinetti ), fihrist; F. J. Simonet, Description del reino de Granada ( Granada, 1872 ), s. 109-120 ; F. Guiiien Robles, Malağa mmulmana ( Malağa, 1880) 5 R. Dozy, Hisioire des Musalmans d’Espagne, bilhassa cild IH ve I V ; F. Codera, Estudios crİticos de historia ârabe espanola (Saragossa, 1903), s. 301— 322. (E . L evi -P r o v e n ç a l .) MALÂHİM. [Bk. m elâ Hİm.] MALA’İKA. [B k. m elâ İk e .] MAL’AK. [Bk. m elek .] MALAKA, Ma l a c c a veya Ma l a k k a malez. m&laka, ( < skr. amlaka < bir nebat ismi: Phyllanthuspeciinaius Hook fil., Euphorbiaceae) aynı isimli yarım-adamn garp sa­ hilinde, 2° ı ı 7 30" şimal arzı ve 102° 15' şark tulünde bulunan b i r ş e h r i n ve bu şehir et­ rafında yer alan b i r İ d a r î b o l ü m ü n is­ midir. Evvelce bu isim bütün yarım-ada için de kullanılırdı; fakat İngilizce eserlerde bu­ raya şimdi Malay Peninsula ( M alaya) adı ve­ rilmektedir. Malaka Mm mazisini alâkadar eden en eski kayda, Ç in ’in Mîng hanedanı (1368— 1643) tarihinin 325. kitabında tesadüf olunmaktadır kİ, buna göre, 1403 senesinde buraya bir çin hey’etî gönderilmiş ve bunun üzerine, mahallî reisin hâkimiyeti, çok geçmeden, imparator tarafından tasdik olunmuştur. Bu tarihlerden evvel Siyam'm memleket üzerinde bir nevî hâ­ kimiyet iddia etmiş olduğu tahmin ediliyor. Eski devre âit eserlerde iki defa zikri geçer: bunlar­ dan biri cavaiıların tarihî olan Pararaion Ma, di­ ğeri de Siyam 'm tarihi olan K of Mo%fhierabân ( Mondirapâla ) Ma bulunmaktadır. Sonuncu eserde Malaka, aşikâr bir şekilde, Siyam M tabî gibi gösterilmekte, fakat mukaddimede tahta 1435 ’e doğru çıkmış bîr Siyam kiralın­ dan (Paramatraylokanatha ) bahsedilmektedir. Bu mahalli, şüphesiz daha eski bir zamanda, zikreden kaynak Ma-Huan 'm Ying-yay Ş&nglan ’ı olup, 1409 Ma buraya gelen bir Çin hey’etinden bahsetmektedir. Bu vesikaya göre, Malaka Mm kıralı ve halkı İslâm dininin icap­ larına sıkı-sıkıya riâyet etmekte idiler. Malay tarihçileri Malaka Mm inkişâfım Singapur’un sukutuna ( muhtemel olarak 1377 'ye doğru ) bağladıklarına göre, islâmiyetin Malaka Ma



m alaka. resmî dia olarak teessüsü bu iki tarik arasın­ da vukua gelmiş olsa gerektir. Hindistan ’ı ve garbî Asya ’yı cenûb-ı şarkî A sya adalarına, Ç in ’e ve Japonya’ya bağla­ yan ehemmiyetli yol üzerinde bulunması doyısı ile, Malaka XV. asırda yarım-ada üzerin­ deki devletlerin başında geliyordu. Malaka, çoğu şimalî ve cenûbî Hindistan’dan, Basra körfezinden ve Kızıldeniz’den gelen müslümanlardan mürekkep tacirler tarafından ziya­ ret edildi ve müslüman dininin bir intişar merkezî oldu ki, bunun ilk muvaffakiyetleri daha XIII. asır sona ermeden, Marco Polo ta­ rafından Sumatra adasının şimâl-ı şarkîsinde müşahede edilmiş idi, XV. asrın ortalarından sonra Malaka arazisi yarım-adanm şark sahi­ lindeki Pahang’m zaptı ile genişledi; kırailık, bu müddet zarfında, yarım* adanın bütün orta ve cenup sahillerine, aş.-yk. 4° şimal arzına kadar, tasarruf etmek ve Sumatra adasının karşı sahillerine hâkim olmak imkânım buldu. Bu sıralarda Siyam, hiç bir muvaffakiyet elde etmeksizin, müteaddit defalar Malaka’ya taar­ ruz etti. Daha başlangıçta, dâhili kargaşalık ve ida­ resizlik yüzünden, zaaf emmâreleri gösteren bu devletin inkişâfı, Portekizlilerin sahneye Çıkması ile, birden sona erdi. 1 5 1 1 ’de Ma­ laka şehri ve civarı ile beraber, deniz hâki­ miyeti Portekizliler eline geçti. Vakit-vakit müslüman komşularının ( bilhassa Sumatra şi­ malinde yeni Achin = Açe devletinin) taar­ ruzuna uğramalarına rağmen, portekizliler 1641 ’e kadar Malaka’yı ellerinde tuttular. Bu ta­ rihte şehir, uzun bir muhasaradan sonra, hollandalılar eline geçti. 179$ ’te Malaka, 1818 ’e kadar Orange prensi nâmına işgal ve bu ta­ rihte Viyana muharebesinin bir maddesi hük­ müne uyularak, Felemenk’e iade edildi ise de, 1824’te, kat’î olarak, İngiltere hâkimiyetine geçti ve 1826’da, Penang ve Singapur ile be­ raber, bir idare altında Şarkî Hindistan Kum­ panyasına bağlandı. Hollanda hâkimiyeti sırasında, Malaka tİc'ârî ehemmiyetini kaybetti. Şehir B atavia’ya hiç bir zaman esaslı şekilde rekabet edemedi ve sonunda, 1786 ’da kurulmuş bulunan Penang ve 1819 ’da te'sis edilen Singapur Malaka ’yı gölgede bıraktı. Daba yakın devirlerde Malaka şehri, yarım-adanın iktisâdı bakım­ dan umûmî inkişâfından faydalandı. Bunun­ la beraber, birinci cihan harbi sonunda 30.671 ( 1 921 ) nüfusu (beşte bir kadarı müslüman) ile İngiliz M alaka’sı içinde ancak beşinci geliyordu. Malaka arâzisinin tekmil nüfu­ su bu tarihte 153.522’yi buluyordu; bu nü­ fusun 83.635 'i hâlis malezyalı ( bu arada çok



Î2t



sayıda Minang-Kabau ırkına mensup olanlar vardır ), 2.777 adalı müslüman ( Cav alı, Banc a rlı), 1.146 hindli müslüman, 257 çınlı müs­ lüman, 56 arap ki, hep birden 87.871 müslü­ man teşkil ediyordu. Bunlar şâfıî mezhebine mensup idiler. Geri kalan nüfusun 4/5 ’i çinli ve 1/5 kadarı hindli idi [Malaka, 1942 senesi kânûn Il.’unda japonlar tarafından işgal edile­ rek, 1945 senesi başlarına kadar onların elinde kaldı. İşgalden evvel ( 1941 ) Malaka arâzisi­ nin nüfusu 234.000 kadar tahmin edilmekte olup, bunun 110.000 kadarı malezyalı, 91.000’i çinli, 28.000’i hindli ve pakistanlı, 600 kadarı avrupalı idi. 1950 ’de Malaka şehrinin nüfusu 54.507 olup, idâri bölgesinin sahası 1.657 km.2, nüfusu da 258.508 olarak tesbit edil­ miştir. 1948’den beri Maiaka biridâre altında toptanmış bulunan Malaya ’nm bir ciiz’ünü teşkil etmektedir.] B i b l i y o g r a f y a ' . W, P, Groenevetdt, Notes on ihe Malay Ârchipelago and Ma~ lacca ( Verhandlungen van het Bataviaasch Genooisckap van Kunsien en Weten$chappen, 1879, XXXIX, 123 v. d .; ikinci tab. Miscellaneoas Papers relating to Indo~China and the Indian Ârchipelago, 1887, 2. seri, f, 243 v.d.); R. O. Winstedt, Malaya ( London, 1923), s, 129 v.d .: R. j. Wiikinsou, A History o f ihe Peninmlar Malay s ( Singapore, 1923), s. 28 v. d d .; F. A. Swettenham, Brİiish Malaya ( London, 1907 ), s. 5— 7, 12 — 33, 56—62; T. J. Nevvbold, Political and Statistical Account o f the British Setti ements in the Straiis o f Malacca ( London, 1839 ), I, 108 v. d. ( C. O. Bla g d en .) M A L A K A , A s y a ’nın cenub-i şarkîsinde Kra berzahı ( ıo* şimal a rz ı) ile kıt'aya birleşerek, cenûbî Çin denizi ile Hind okyanusu arasında uzanan ve cenup ucunda, Singa­ pur adası yakınında, hatt-ı istivaya hemen bir derece kadar yaklaşan ( 1 0 24' ) bir y a r 1 m- a d a olup, ismini cenûb-i garbide kendisini Sumatra adasından ayıran, aynı isimli boğaz kıyısındaki M a i a k a [ b. bk.] şehrinden almaktadır. Bu­ nunla beraber buraya Malezya ( Malesta, Malaisia) veya ingilizîerin kullandıkları şekilde, Malay yarım-adası ( Malay Peninsuîa) veya Malaya da denilir ki, bu isimler memleke­ tin nüfusu arasında ba§ta gelen malezyalılar [ b. bk.] veya malaylann adından gelmektedir. Gerçekte Malezya, burada bahis mevzuu olan yarım-ada ile beraber, cenûb-i şarkî Asya adalarını ( Malezya takım-adaları veya Cezâyir-ı Hindiye = însulinde ) da ihtiva eder. Yarım­ adaya gelince, bunun şimal kısmında nüfu­ sun ekseriyetini siyamhlar ve çinliler teşkil etmekte ve malezyalılar ise, ancak 70 şimal



$22



MALAKA.



arzının cenûbunda ekseriyet meydana getir­ mektedirler. Yarım- adanın Kra berzahından itibaren cenapta 5045'— 6° 45' arzları arasından geçirilmiş bir hudut çizgisine kadar uzanan şimal kısmı, iki deniz arasında, tamâmiyîe Siyam ÇThailand — Tayland) devletine âit bulunmakta, cenup kısmında ise, hâlen İngil­ tere 'ye bağlı olan Malaya birliği ( Federation of Malaya ) yer almaktadır. Yartm-adamn arazisi umûmiyetle tepelik bir manzara arzetmekie beraber, orta kısmında irtifâı 2.400 m. 'yi aşan zirveler bulunmakta, ne­ hir ağızlarında kısmen geniş bataklıklar mey­ dana getiren ovalar, yer-yer içeriye doğru iyice sokulmaktadır. Sıcak ve nemli olan iklim beyaz ırkın devamlı yaşamasına elverişli değil ise de, gâyet çeşitli bir nebatî örtünün geliş­ mesine ve zengin zer'iyâta müsaittir. Bu ara­ da pirinç, şeker kamışı, pamuk, tütün, biber, çay, kahve ( son zamanlarda hemen-hemen terkedilmiş ), kakao ve bilhassa yakın bir de­ virde Brezilya 'dan memlekete idbâl edilmiş kauçuk sayılabilir. Ormanlarında hindistan­ cevizi, hind-meşesi, kâfur, sandal ve guta-perka ağaçları bulunur; yer altında da çeşitli mâden­ lere rastlanır ki, bunların en ehemmiyetlisi kalaydır. T a r i h . Yarım-adanın eski tarihi karan­ lıklar içinde olup, muhtelif mevkilerde yont­ ma ve cilâlı taş devirlerinden kalma âlet­ lere tesadüf edilmiştir. Memleketin, ilk olma­ makla beraber, eski sakinleri, şimdi umûm nüfusun yüzde birini bile bulmayan bir sayıda olup, şimalde umûmiyetle Semang tesmiye edilen, kıvırcık saçh bir kaç bin negritodan, orta kısımlarda daha çok sayıda, dalgalı kum­ ral saçh Sakaylardan ve cenupta ise, adalı tipin­ de, sık saçlı, ekseriyetle Yakun İsmi verilen zümrelerden terekküp eder. İlk iki zümre île üçüncü zümrenin bir kısmı, büyükçe bîr nİsbette, Mon-Khmer unsurları ihtiva eden diller konuşur­ lar; Yakunlarm geri kalanı ise, bazı ecnebî un­ surlar ile karışmış Malezya lehçeleri kullanır­ lar. Aş,-yk, V. ( m. o.) asra âit kitabelere Kedah 'ta ve Wellesley eyâletinde ( Penang adasının karşısında) taşlar üzerinde rastlanmıştır ki, bun­ lar, bir cenubî Hind yazısı kullanan buddhistlerin buraya gelmiş olmalarına delâlet eder. Aslında takriben 8° şimal arzında Ligor ( Nakhon Sri Dhammarâj ) ’da bulunan 77$ tarihli bir kita­ be, daha önce, berzahın bâzı kısımlarının Sri Vijaya (Sumatra adası cenubunda Palembang ) 'nın Saylendra hükümdarları tarafından işgal edilmiş olduğunu ortaya koyar; bu hükümdarlar boğazlardan ve berzahtan geçen ticarî yollara, muhtemel olarak, hemen-hemen XİÎ. asır sonuna kadar, hâkim bulunuyorlardı. Çin 'in Liang ha­



nedanı ($02 — 556) tarihine âit bir kayda gö­ re ( kitap 54 ), berzah evvelce Mekong nehrinin aşağı mecrası ve munsablan etrafında yer tut­ muş olan Funan devleti hâkimiyeti altına girmiş idi. Chaiya (Jaiya, ıo° şimal arzı civarında) ’da bulunan, muhtemel olarak, 1183 tarihli bir kitabe, görünüşe bakılırsa, bunu yazdırmış olan hükümdara atfettiği unvanı ile, Sumatra ce« nûbundaki Maiayu bölgesinin şitnâl-i garbide Sri Vijaya 'ya bağlandığını ortaya koymakta­ dır. 1230 tarihine âit başka bir Chaiya kitabesi Candrabhânu bölgesinin hükümdarı tarafından yaptırılmış olup, bunun Mahâvamsa 'ya ve di­ ğer kaynaklara göre, „javakaw, yâni malezyah kuvvetler, ile iki defa (muhtemel olarak, 1236 ve 1256 ’ya doğru) Seylân 'a tecâvüz ettiği anlaşılmaktadır. Bütün bunlardan belli olduğuna göre, VIII. ve XIII. asırlar arasında, yarım-adada Sumatra malezyahlarımn hâkimiyeti kuvvet bulmuş idi. Bundan bir az sonra, fakat 1280 tarihinden evvel, Sukhotay ( Sukhodhaya ) Siyamitları Malezya hâkimiyetine L igor’da son verdiler ki, böyle­ likle Siyam nufûzunun cenuba doğru yayılması başlamış oldu. Cava ’mn Nagarakre tâgama (1365 ) şiirinde, boğazın iki yakasında, şimalde Kedah ve Say ( eski Patani devleti dâhilinde ) ’dan cenupta Singapur 'a kadar, bir takım mevkîler Cava ’daki Macapahit imparatorluğu­ na tâbî kabul olunmaktadır. Yine o asırda, fa­ kat eldeki vesikanın nâ-tamam oluşu yüzünden, tasrihi mümkün olmayan bir tarihte, arap harf­ leri ile yazılmış en eski Malezya kitabesi, İslâm dinînin Tr&ngganu'da devlet dini olduğunu ortaya koyuyor. XV. asırda İslâm dini, o sıra­ da en kuvvetli devlet olarak Malaka [ b. bk.] ’nm te'siri altında, yarım-adaya yayılmakla idi ve şehrin Ş i i 'd e portekİzliler eline geç­ mesinden sonra, mahallî hanedan yanra-ada* mn cenup ucunda ( johor ) ve komşu adalarda hüküm sürmeğe devam etti ve ailenin başka bir dalı da Pahang '1 ele geçirdi; Perak ise, aynı sülâlenin büyük kardeş koluna mensup oldu­ ğunu iddia eden bir ailenin hâkimiyeti altına girdi. XVI, asırda yahut daha önceleri Sumat­ ra 'dan gelen Mînangkabau muhacirleri, Mala­ ka içerilerinde bir takım devletçikler kurdu­ lar ki, bunların hepsi de, en cenupta olan ve nazarî şekilde Portekizlilerin tabii sayılan Nanİng bir tarafa bırakılırsa, gerektiğinde johor ’a tâbiiyeti kabul ediyorlardı. XVII, asrın ilk yansında Açinliler Kedeh, Perak, Johor ve daha başka yerlere tecâvüzde bulundular ve bir müddet Perak üzerinde hâkimiyet te’sis ettiler. Bu sırada şimaldeki devletler vakitvakit Siyam hâkimiyeti altına giriyorlardı; bu hâkimiyet, kuvvetini bâzan azaltıp-çoğalt-



MALARA. makla beraber, 1821’de Kedah'ın, 1832'de, kat’î olarak, Patani’nin Siyam tarafından fethedilmesine kadar, hemen-hemen dışarıdaki bîr siyâsî teşekküle tâbiiyet mâhiyetinde kal­ mış idi. Malaka’ya yerleşmiş olan hollandalılar (1641 — 17S6 ), yanm-adadaki devletlerin dış ticâ­ retini bir dereceye kadar murakabeleri altına almakla beraber, bunların dahilî işlerine mü­ dâhale etmemişlerdi. XVIII. asırda Bugi kor­ sanlan, yanm-adanm cenûbundaki Riau-Lingga adalarına yerleşerek, memleket üzerinde tefsir­ lerini hissettirmeğe başladılar ve son olarak da, yeni S&langor devleti başına zamanımıza kadar hüküm süren bir aile getirdiler. Ingil­ tere ’nin nufûzu Penang’m kurulması (1786), bunun arkasından Malaka şehrinin muvakkat işgali ( 1795 — 1S18 ) ve kat’î olarak ilhakı ( 1824), Singapur’un te’ sisi (18 19 ) ile başla­ mış, üç müstemleke 1826'da bir idare altına toplanmış ve 1867 ’de, Hindistan 'dan ayrıla­ rak, kır allığın müstemlekât idaresine bağlan­ mış idi. Başlangıçta yerli devletlerin dâhil! işlerine müdâhale etmemek siyâseti tatbik edildi ise de, hükümdar sülâleleri arasındaki mücâdeleler yüzünden, Perak, S&İangor ve Sungay-Ujong ( NSg&ri Sembİİan'm bir kısm ı)’da vukua gelen devamlı karışıklıklar ve âsâyişi bozan çeteler ile çinlî madenciler arasındaki didişmeler ve ayrıca boğazlar sahasında kor­ sanlık vak’aîarımn artması, 1874'te yeni bir idare tarzının kurulmasına sebep oldu ve yer­ li devletler nezdine, salahiyetli İngiliz me’mûrları ( resident) gönderildi. 1895 ’ten iti­ baren Perak, Sfclangor, N&g&ri Sembilan ve Pahang devletleri, İngiliz me’mûriarmın nezâ­ reti altında, bir Malezya devletleri birliği meydana getirdiler. 1909’da Siyam, İngiliz tebaasının hârîc ez-memleket hakkından isti­ fâde etmesine son verilmek gibi bâzı imtiyaz­ lar karşılığında olarak, Pörlis, KSdah, Kglantan ve Tr^ngganu’yu İngiltere’ye bıraktı, ikinci cihan harbinden evvelki yıllarda, Mala­ ka yarım-adasmm İngiltere 'ye ait topraklan, İdarî bakımdan Üç kısma ayrılmış bulunuyor­ du ı 1. Boğazlar te’sisâtı wStraits Settlements" ( Malaka boğazındaki Britanya te'sîsleri tâbi­ rinin kısaltılmış şek li) ismini taşıyan İngilte­ re kırallık müstemlekesi, bu müstemleke: a. şi~ mâi-İ garbide Penatıg-Dindings-Wellesley, b. daha cenupta Malaka, c, yarım-adanm cenup ucunda Singapur olmak üzere, üç „te’sis“ ihtiva etmekte idi. 2. Birleşmiş Malezya devletleri ( Federated Malay States ) : yarım-adanm garp tarafında Sslangor, Perak, NSgSri Sembilan (do­ kuz küçük devletten mürekkep topluluk ), şark tarafında Pahang sultanlıklarından meydana



m



gelmekte olup, hepsi birden Kuala Lumpur Şehrinde bulunan bîr İngiliz »resident^inin kontrolü altına konulmuş idi, 3. Birleşmemiş Malezya devletleri ( ünfederated Malay S ta te s): bunlar 1909 ’da, Siyam tarafından İngiltere ’ye devredilen şimâldeki dört yerli devlet ile 1914 ’te bunlara iltihâk etmiş bulu­ nan cenuptaki Johor devletinden mürekkep bulunuyordu. Bunların herbirinin başında yerli bir sultan ile müşavir ( counciilor) unvanlı bir İngiliz me’mûru var idi. İngiliz Malezyası ’mn en yüksek me’mûru olarak, boğazlar te'slsinin vâlisi ( governor ) yer almakta, bu zât aynı zamanda yerli devletler nezdınde yüksek komiser sıfatım hâiz bulunmakta idi. Malaka yarım-adasının büyük Britanya ’ya âit kısımları 1942 senesi kânun H. 'unda Japon­ ların taarruzuna uğradı ve pek kısa bir za­ manda istilâ edilerek, 1945 senesine kadar, onların elinde kaldı. Japonların mağlûbiyetin­ den sonra, İngiltere hâkimiyetinin yeniden ku­ rulması yer-yer muhalefet ile karşılandı. Indonezya ve Birmanya ’nra müstemleke olmaktan çıkarak, müstakil birer devlet hâline gelmiş ol­ maları da esasen nâzik bir durum yaratıyor­ du. Kısmen Japonların bıraktığı silâhlardan, kısmen de Ç in'de komünist bir devletin ku­ rulmasından sonra ondan yardım görerek, ha­ rekete geçen komünist çeteleri İngiliz Malczyasmda büyük bir huzursuzluk yarattılar. İn­ giltere bir taraftan komünistlere karşı sık ormanlık bir memlekette gayet güç bir şekil alan askerî hareketlere girişirken, bir taraf­ tan da memleketin siyâsî bünyesinde yerli halkın siyâsî haklarım genişleten değişiklikler yaptı. Bu arada, 1 şubat 1948 'den itibaren, eski birleşmiş ve bîrleşmemiş devletler He Penang ve Malacca müstemlekeleri ( Singa­ pur, 1946 senesi nisanından beri zâten bu idareden ayrılmış id i) yerine Malezya fede­ rasyonu (Federation of Malaya) isimli yeni bir birlik te'sis ediid\ Bu birlik dâhilinde, bütün eski devletler ile beraber, Malaka ve Penang da yer almakta, ittihadın Kuala Lumpur şehrinde yerleşen federal teşkilâtı başında bir yüksek komiser mevcut olup, bunun yanında da icrâî ve teşri'î hey'etler teşkil edilmiş bulun­ maktadır. Yerli devletlerden her birisi dahilî işlerinde, kendi icrâî ve teşri'î müesseseleri ile beraber, tam bir muhtariyete sahip bulunmakta, federal teşkilât daha ziyâde memleket müdâ­ faası ve dış münâsebetler ile meşgul olmak­ tadır. Uzun zamandan beri insan göçlerine sahne olmuş bulunan Malaka yarım-adasmm nüfusu içinde malezyahlar sayısının şimdi yarıyı bul­ madığı kaydedilmeğe değer, 1950 nüfus tah-



m âlâka.



Devletler ve merkezleri i



Mesaha (km .2)



Johore ( Johore Bharu, 38.826 ) KSdah ( Aîor Star, 32.424 ) Kölantan ( Kota Bharu, 22.765 ) Malacca ( Malacca 54.507 ) NSg&ri Sembiian ( Seremban, 35.274) Pahang ( Kuala Lipis, 5.204 ) Penang-Wellesley ( George Town, 189.068 ) Perak ( Taiping, 41,369) Pörlis ( Kangar, 3.970 ) Sölangor (K uala Lumpur, 175.961) TrÖngganu (K uala Tröngganu, 27.006)



18,983 9.478 14.891 1.657 6.681



M a le z y a



131.248



b ir liğ i



misine göre, Malezya birliğinin 5.200.000 'u aşmış nüfusunun 2,6 milyona yakını ( 49 % ) maîezyalı, 2 milyondan bir az fazlası ( 38 % ) çinli yarım milyondan fazlası hindli ve pâkistanlı olarak görülüyor ise de, ayrı bîr idareye tabî bulunan Singapur ’un 581 km2, arazisi üzerinde, 1952 tahminine göre, 1.077.000 'a varmış olan nüfusun ( bunun ancak 32.000 ü maîezyalı, 80.000 'i hindli ve pâkistanh, 1.500 kadarı avrupalı olmasına karşılık, 77 % 'sini teşkil eden 830.000 Ü çinlidir) ilâvesi ile, Malaka yarım-adasmm 6,3 milyonu aşan nüfusu içinde Çinlilerin nisbetî 45 % 'e yükselmekte, malezyaiılarmki ise 43 % 'e düşmektedir. Daha evvelki nüfus tahminleri, bu nîsbetlerin dâima çinlîler lehine değişmiş olduğunu gö sterir: 1921 'de yarım-ada nüfusu içinde malezyalıîarm 49,3 %. olmasına karşılık çinlîler 35 % *i geç­ mez iken bu nisbetler 1931 'de 44,7 % ve 39 % olmuş, bundan 20 sene sonra ise, yukarıda görüldüğü gibi, Çinlilerin nisbeti malezyalılarmkini açmıştır. Böylelikle, nüfus sayısı bakı­ mından gittikçe daha az maîezyalı olan İngiliz malezyası, tabiî servetlerini işleten ve iktisa­ diyâtını ellerinde tutanlar bakımından daha da az malezyahdır. Esasen, bilindiği gibi, bugünkü malezyalıîarm çoğu da buraya başka yerlerden — bilhassa Sumatra ve Cava 'dan — gelmişler­ dir. İkinci cihan harbinden evvelki yıllarda, resmî istatistiklerin yerli ismi altında topladığı bütün bu maîezyalı!ardan bir yarısının mem­ leket dışında doğmuş oldukları tahmin edili­ yordu,



Çinlilerin Malaka yarım-adasına göçlerinin epeyce eski bir mâzisi vardır, önceleri bunlar kalay mâdenlerinde çalıştırılmak üzere cenubî Çin'den, kendi simsarları tarafından, toplanır getirtilİrdi. Zirâat sahasındaki gelişmeler, bil­ hassa kauçuk zirâatinin genişlemesi yüzünden, XIX. asır sonlarından itibaren, çinli muhacir sayısı yıldan-yıla artarak, birinci cihan harbi­ nin sebep olduğu kısa bir duraklamadan son­



35-79° 1.036 20.668 803 8.183



3°78



Nüfus (1950)



797*942 589.200 464.313 258.508 288.548 263.868 473.2*7 1.018.603



74-887 764.282 233-17I 5.226,549



ra, İngiltere hükümetinin yerlileri korumak maksadı ile, nisbî bir tahdid tedbîri aldığı 1928 'e kadar artmakta devam etti ve hattâ bundan sonra da yüksek kaldı. Memleketin İk­ tisadî gelişmesinde Çinlilerin rolü eski Malezya valilerinden Lord Svvettenham Ün „eğer Çinli­ lerin yardımı olmasa idi, memleketin gelişmesi imkansızlaşırdı** sözü İle canlandırılmıştır. Böylece, Çinlilerin varlığı, yakın yıllara kadar, Ma­ lezya için pek müsbet bir vakıa gibi sayılı­ yordu. Çinliler en çeşitli iş sahalarına yayıl­ mışlardı. İçlerinde çiftlik ve mâden işçilerin­ den, mülk, ticâret filosu ve büyük mağaza sa­ hipleri ile, her türlü hizmet ve me'mûriyetlere girmiş olanlar var idi. Esasen geldikleri Çin vilâyetleri arasındaki ayrılıklar ve memlekete geliş tarihlerinin farklı oluşu gibi sebepler ile bunlar tecânusten mahrum görünüyorlardı. Fa­ kat ikinci cihan harbinden sonra, Ç in'de garp­ lılara karşı cephe almış bir komünist devletin iktidara geçmesi, vaziyeti birden-bire değiş­ tirdi ve sıkı bir propagandanın tazyiki altında, o zamana kadar az-çok muhafazakâr bir zih­ niyet taşımış bulunan servet sahibi Çinli­ ler de sergüzeşt arayanların peşine takılmak zorunda kaldılar; böylelikle, Singapur gibi nüfusunun ekseriyeti Çinlilerden mürekkep olan bir şehirde, geniş bir muhtariyet İdâresinin tatbikma girişilmesine rağmen, 1955 'ten itiba­ ren gayet gergin bir durum hâsı! oldu. İktisadî bakımdan, Malaka yarım-adası çe­ şitli kaynaklara sahip bulunmakla beraber, memleket dış ticâret sahasına bilhassa büyük kalay ve kauçuk müstahsili olarak çıkmakta­ dır. Birinci cihan harbinden evvel, bir aralık dünya kalay istihsâlinin beşte dördünü tek başına teünin eden Malaka, şimdi bu derece rakipsiz değil ise de, yine baş müstahsil du­ rumunu muhafaza eylemektedir. Yanm-adanın orta kısmını işgal eden dağlık sahada ve bil­ hassa bu sahanın garp tarafında toplanan, tak­ riben yarısı PerakÜn Kinta bölgesinde elde



kÂLÂKÂ edilen kalay cevherinin yıllık istihsâl mıkdarı son senelerde 55— 60.000 ton civarında olup, bn cevher Penang ve Singapur şehirlerinde kurulmuş fabrikalarda tasfiye edilmektedir, Malaka yarım-adasınm bir vakitler epeyce mü­ him olan altın mâdenleri şimdi yalnız Pahang 'da bir miktar işletiliyor ( senede 500— 600 kg.), İkinci cihan harbinden evvel, japonlar yarım­ adanın muhtelif bölgelerinde, kendi ihtiyaçla­ rını karşılamak üzere bir mıkdar demir ve manganez istihsâl ederlerdi. Şimdi bu istihsâle kısmen devam edilmekte, ayrıca bir mıkdar tungsten de çıkartılmaktadır. Buna mukabil mâden kömürü istihsâli az olup, işletilebilir ha­ cimde petrol de mevcut değildir. Zirâat sahasında, başlıca gıda maddesi olan pirincin memleket ihtiyâcından yalnız yüzde kırkını karşılayacak bir mıkdarda ( 500— 700 bin ton ) ekilmesine, XIX. asrm sonlarına doğru Seylân 'dan getirilen kahve zirâatı şimdi he­ men tamâmiyle terkedilmiş bulunmasına, Hin­ distan cevizi, ananas ve yağ hurması v, b, zerÜyâtm az-çok olduğu seviyede kalmasına kar­ şılık, kauçuk istihsâli büyük bîr ehemmiyet kazanmıştır. Kauçuk veren hevea nebatı 1877 *den itibaren memlekete idhât edilmiş ise de, zîrâatin gerçekten başlaması 1890'a rastlamış, istihsâl 1910'dan itibaren büyük gelişme kayd­ etmiş, bu tarihten 1920’ye kadar istihsâl sa­ hası dört misli genişlemiş, elde edilen kauçuk da 200,000 tona yükselmiş idi. Birinci cihan harbinden sonra bir kaç defa düşük fiat buh­ ranları geçiren kauçuk istihsâli ikinci cihan harbine yakın senelerde 380.000 tona yüksel­ miş idî. O sıralarda Felemenk Hindistam ’nın ( şimdiki Endonezya ) 300.000 tondan fazla bir istihsâl ile ikinci geldiği görülmekte idi. İkinci cihan harbinden sonra Malaka yarım-adası ’ntn kauçuk istihsâli 600.000 tonu aşmış, fakat bu sırada İndonezya İstihsâlinin de 750000 tonu aşmak suretiyle, birinci sıraya geçtiği görül­ müştür. B i b l i y o g r a f y a : W. P. Groeneveldt, Notes on the Malay Arckipelago and Malko­ ça ( Miscellaneus Paper s rela*. to Indo-Chin a . . . , 1887, 2. seri, I, 239 v.d.); W. W. Skeat ve C. O. BlagdeD, Pagan races of the Ma­ lay Peninsula ( London, 1906); F. Â, Svvet­ tenham, British Malaya (London, J907); R. O. Winstedt, Malaya (London, 1923); ayn. mil., Malaya and tts His tory (London, 1949); L. R. Wheeler, The Modern Malay (London, 1928); Cb. Robequain, Le monde Malais (Paris, 1946), ingl. trc. E. D. Laborde, Malaya, Indonesia, Borneo and the Philippines ( London - New-York - Toronto, 1954 ). ( B esim Da r k o t .) lalâm Anssklopediii



MALAtYÂ.



pi



M A L A T Y A . M A LA T YA , şarkından Fırat nehri geçen geçen bir ovanın cenup kena­ rında, 38° 21' şimal arzı ve 38° 19' şark tü­ lünde, deniz seviyesine nazaran 9x0— 950 m. irtifada (demir yolu istasyonunun rakımı 912 m. ve şehrin yukarı bağları 950), 65.000 nü­ fuslu ş e h i r ve v i l â y e t m e r k e'z i olup, demir yolu ile bağlı bulunduğa eh yakın iske­ leye ( Akdeniz sahilinde İskenderun ) 370, kom­ şu şehirlerden E lâzığ'a 254, Sivas'a 355 km. mesafede ve demir yolunun İnşâsından evvel İstanbul ile başlıca irtibat vâsıtasını teşkil etmiş olan Karadeniz sahilindeki Sam.snniske­ lesine, araba yolu ile, 610 ( demir yolu ile 639 ). km. uzaklıktadır. Malatya, kendi ismini taşıyan ovanın bir ke-, narına yerleşmiş olup, bu ova cenuptan cenûb-i şarkî Toros dağlarının Fırat —Ceyhan vâdilefı arasında kalan geniş ve yüksek garp kifsmı (Malatya dağları) ile hudutlanmâkta^ şehrin cenubunda bu kütleye dâhil Bey dağı (2,592 m.) yükselmektedir. Keban kasabasının yuka­ rılarında başlıca iki kolunun ( Murad ırmağı ve Kara-Su ) birleşmesi ile , büyümüş bulunan ve bu kesimde geniş bir vâdi İçinde akan Fı­ rat nehri, Malatya ovasının şark kenarını boy­ lamak suretiyle, oyayı kendi kavsi içinde ka­ lan dağlık bir sahadan ayırmaktadır. Malat­ ya —Diyarbekir dem iryolu burada bir demir köprü ile.nehri aşmakta olup, bundan b ira z yukarıda kadîm yolun sal ( birinci iımûmî harp­ ten sonra ahşap bir köprü ) ile nehri geçtiği karşılıklı Pirot— İzoli mevkileri ve daha aşa­ ğılarda ise, Malatya—Elazığ şosesinin geçtiği tek kemerli 170 m. boyunda büyük, befon köp­ rü ( Kömürhan köprüsü ) bulunur ve Fırat, bun­ dan sonra, Torosîari bütün genişliği ile yarmak üzere, hiç bîr yolun takip etmediği dar boğaz­ lara dalar. Malatya ovası garptan ve şimalden Arapkir —Akça-Dağ arasındaki tepeler ve yay* lalar sahası ile kuşatılır, Orta Toroslarm nlsbeten az arızalı bir. kısmına tekabül eden bu sâhadan ( Uz un-Yayla ) doğan T.ohma çayı, Gü­ rün ve Darende kasabaları.önünden geçen.Gü­ rün suyunu da alıp, derin bir' vâdi içinde ak­ tıktan sonra, birden-bire Malatya ovasının garp kenarına varmakta ve garp —şark' isfikametli, vadisi üe. ovanın şimal kısmım ( Yazıhan düzü ) cenupta ka!an asıl ovadan ayırıp, Sivas cadde­ sinin geçt'ği mârûf Kırk-GÖz .köprüsü altın­ dan akarak, nihayet şarkta Fırat ’ın bir çok adalar ile bölünen geniş yatağına kavuşmak­ tadır. Hekim-Han civarından gelen ve mecra­ sının büyük kısmı eski M alatya—Sivas caddesi ve şimdiki demir yolu ile takip edüen KuruÇ ay'da ovaya şimalden girmekte ve Tohmâ vadisine takriben muvazi bir mecrada aktık-



15



MÂLAÎYÂ. tan sonra, onun bir kaç km. şimalinde Fırat 'a dökülmektedir. Ovanın arzânî mihverini teşkil eden Tohma çayı, cenuptaki yüksek dağlardan nen ve bîr kısmı Malatya bahçelerinin sulan­ masında büyük bir rol oynayan derelerin ( Sul­ tan, suyu, Derme suyu v.b.) çoğunun fazla su­ yunu Fırat 'a boşaltmağa vâsıta olur. Takriben 1.120 km.2 bir saha işgal eden Malatya ovası, bir kenarı cenuptaki yüksek Toroslar kütlesi­ ne, ikinci bîr kenarı şarkta Fırat vadisine, üçüncüsü de garpta Akça-Dağ— Arabkır yayla­ larının kenarına dayanan bir müsellese benzeti­ lebilir. Malatya ovasının bilhassa sulanabılen kısımlarında toprağın verimliliği büyük olduğundan, bu ova dağlık bir bölgenin insan­ larım kendine cezbetmek suretiyle, büyük bir şehir için kuruluş çerçevesi meydana getirdiği gibi, kadîm çağlardan beri ehemmiyetini belli etmiş bir takım işlek yollara düğüm yeri teşkil eylemektedir. Güzergâhları şarkî Anadolu *nun avarız hususiyetlerine uyacak şekiide, tabiat tarafından tesbıt edilmiş bulunan bn yollar­ dan biri, bütün Anadolu dağ sıralarının mu­ ayyen bîr saha üzerinde arzettiği nisbı ge­ çiş kolaylığından faydalanarak, Mezopotam­ y a ’yı Samsun veya Sinop’ta Karadeniz kı­ yılarına bağlıyordu. Diyarbekir 'den Harp ut 'a gelen yol Izoîi ’de Fırat ’ı aşıp, Malatya ovasına varmakta, Tohma vadisini burada at­ layıp, şimal-i garbı İstikametinde Kuru-Çay vadisini boylamakta idi ki, Hititlerin payitahtı Hattusas 'ı bir taraftan Karadeniz kıyısına, diğer taraftan Malatya ovası üzerinden Mezo­ potamya’ya bağlayan kadîm yol gibi, şimdiki D iyarbekir— Sivas — Samsun şosesi de bu eski güzergâhı, pek az fark ile, takip etmek­ tedir. Bir takım ehemmiyetli yollar, bu ana caddeye Malatya ovasında düğümleniyorlardı ki, bunlardan birisi ovanın cenup kenarını şarktan garba takıp ederek, Akça-Dağ ( = A r ga, kadîm Arka ) — Darende ( Taranta ) — Gü­ rün ( Gauraena ) — Pmar-Başı ( Aziziye, Ariarathia ) üzerinden Kayseri 'ye bağlanmakta idi. Asırlarca bakımsız kaldıktan sonra şimdi za­ manın ihtiyâcına uygun bir şekilde ihyâ edil­ mekte olan bu güzergâh, şarkî Anadolu 'nun büyük bir kısmını iç Anadolu ’ya bağlayan doğru yolu meydana getirmektedir ( Malatya — Kayseri 380 km.). Ehemmiyeti bakımından bundan aşağı kalmayan başka bir yol da, Ma­ latya ile Maraş arasında, Toroslarm çok kesif ve kütlevî göründükleri bir sahada, akış ci­ hetleri farklı vadilerin takip ettiği tabi’! bir Icoridor boyunda uzanmakta, Sürgü ( Nokotessos) — İnekli (A d a tth a ) Üzerinden, iki şeh­ ri birb'rine bağlamakta İdi ki, zamanımızda, şarkî Anadolu'yu Akdeniz kıyılarına birleşti­



ren Malatya — Fevzİ-Paşa demir yolu ile İs­ kenderun — Erzurum caddesi, hemen-hemen bu güzergâhı boylamaktadır. Bu ana cadde­ lerden başka, şimal istikametinde uzanan bir yol Ma!,atya 'yı Arabkir (1 1 3 km.) ve Eğin (157 km.) üzerinden yukarı Fırat vâdisıne bağlamakta, cenupta dağlar arasında açılmış başka bir yol işe, Adıyaman — Hısn-Mansur (112 km.) üzerinden U rfa'ya raptetmek­ tedir. Geniş ovanm başlıca şehrinin cenuptaki yük­ sek dağlara yakın bir yerde kurulmuş olması sebepsiz olmayıp, böyle bir durumun, bilhassa su deposu hizmetini gören dağlardan çıkan suyu bol kaynaklar sayesinde, geniş sahaların sulanması ile alâkalı bulunduğu aşikârdır. Bu­ gün Malatya çevresine hayat verici ana-damar rolünü oynayan Derme suyunun başlangıç nok­ tasını teşkil eden ve şehrin merkezine naza­ ran 12 km. cenûb-i garbide bulunan PmarBaşı mevkiinden itibaren, şimâl-i şarkîye ve şarka doğru kâh genişleyip, kâh darlaşarak, eski Malatya ötelerine kadar uzanan 30 km. uzunluğunda, hemen-hemen inkıtâsız ağaçlık­ lardan ve bahçelerden mürekkep yeşillik şe­ ridi, mevcûdiyetini her şeyden evvel, Toroslarm beslediği akar-sulara borçludur. Gerçek­ ten Malatya iklimi, suhunet bakımından kışların şiddetli ve sürekli oluşu ( en soğuk ayın vasatî sühuneti 1°6, son 22 sene İçinde kaydedi­ len en düşük suhûnet — 25“ 1 ), yazların sıcak geçmesi ( en sıcak ayın vasatî suhûneti + 2 6 f7, kaydedilen en yüksek suhûnet 4-4ı°8 ) ile be­ raber yağışların fazla olmayışı ( yıllık ortala­ ma yağış mıkdarı 363 mm.) ve bilhassa nebat­ ların en fazla suya muhtaç bulundukları yaz mevsiminin pek kurak geçmesi ( haziran™eylül arasında düşen yağmur mıkdarı yıllık yağışın ancak 7 % ’si kadar ) ile kendini belli eder ve böyle bir iklim, topraktan iyi bir şekilde fay­ dalanmak bakımından, sulama işlerini zarûrî kılar. îşte bunun içindir ki, Malatya ovasında dağların eteğinden çıkan suların erişebildiği yere kadar hâkim olan kesif yeşillik örtüsü ile, sulanmayan sahaların, cılız otlaklar g ‘bi, hemen-hemen ıssız boz-kır görünüşü arasında cezrî bir tezat mevcuttur. İçinde Malatya şeh­ rinin ve komşu köylerin evlerinin adetâ kayb­ olduğu bu yeşillik örtüsü ( kavak ağaçları, meyva bahçeleri, arada tarlalar) gerisinde yükselen dağların yamacında, bunların bün­ yesini teşkil eden kayaların kızıl veya yeşilimsi rengini gölgeleyen hiç bir orman izine rastlan­ maz; ormanlar ilk çağdan beri, insanların te­ câvüzüne uğramış, bilhassa XIX, asırda Keban simli kurşun mâden cevherinin eritilmesi için tüketilmiştir.



Ma Lâ t y â , H i t ı t l e r d e v r i . Malatya çevresinin, çok eski devirlerden beri, iskân edilmiş olduğu muhakkaktır. Malatya ovasında bu eski yerleş­ melerin bakiyeleri olan müteaddit sun'î tepe­ ler*. ( höyük ) rastlanıldığı gibi, civarda da bir takım megalitik bakiyelere iesâdüf edilmekte­ dir ( bu sonuncular hakkında bk. Jean Przyluski, Les monuments megalîthiyaes de Malatya, Rev. archeol., 1935, VI, 3— 7 ). Bu bakımdan dikkati çeken nokta, Malatya civarındaki en ehemmiyetli beşerî te’sislerin ovanın cenup kenarından pek uzaklaşmamış olması ve şehrin bu kenar boyunca bîr kaç defa yer değiştirmekle beraber, isminin bütün tarih devirlerinde hemen-hemen aynı olarak kalmış bulunmasıdır, Şehrin ilk mevzii olarak tesbit edilen yer, bugünkü Malatya’ nın 4 km. kadar şîmâl-i şarkîsinde bulunan Orduzu adlı bir koy ( 1950 'de 2.269 nüfuslu) arazisi dâhilinde ArslanTepe adı verilen höyüktür. Aş.-yk. 180 X 250 m. eb’âdında olan bu beyzî şekilli tepe, ova üze­ rinde 30 m. kadar yükselir. A tatü rk ’ün müzâhareti ile »Societe des Etudes H ittıtes et Asianiques“ tarafından, 1932, 1933 ve 1938 sene­ lerinde yapılmış olan hafriyat, Arslan-Tepe 'nin daha neolitik devrinde ( bunun tunç ve demir devirlerine tekaddüm eden eneolitik safhasın­ da ) İskân edilmiş olduğunu gösteren İzleri, bu arada AUşar 'da bulunanlara benzeyen si­ yah seramik parçalarım meydana çıkarmıştır. İşte bu tepenin daha ziyâde üst kısımlarında yapılan hafriyat, XHI. ( m. ö.) asra âıt bir Hitit sarayı ile: daha sonra bir âsûr valisi tarafın­ dan inşa edilmiş başka saraya âit bakiyeler, heykeller ve kabartma resimler meydana çıkart­ mıştır. Hey’et reisi L. Delaporte, bu Hitit şeh­ rinin ilk bilinen ismini hititçe ve çivi yazıst ile yazılmış olarak, Maldiya ( Maldija ) şeklin­ de tesbit ediyor. Bu isim âsûrî veya Urartu vesikalarında Milidya, Mel id, Melidi ve nihâyet Meliddu şekilleri ile geçmektedir. Asırlarca sonra bu eski yerleşmeyi isti hlâf edecek olan Roma şehri Melİta ( bk. Plİnius, N a t kist, VI, 8 ) ve Meiitene { Me^ıiîTivfj) ismini almış ve bunun yerine de İslâm devrinin Malatya'sı geç­ miştir ki, böylelikle kadîm Maldiya ile bugün­ kü Malatya arasında, 30 asırdan fazla bir müd­ det içinde, şehrin isminin gerçekten aynı kal­ mış olduğu anlaşılır, Çok eski bir mazisi olan bu ismin menşe‘1 ve mânası meçhul kalmakta, yalnız daha Hitit te'sisleri arasında Maîazia ve Malitâ gibi isimlere rastlandığı dikkate Çarpmaktadır. Hitit şehrinin, muhtemel olarak, daha eski bir neolitik iskân yerini istıhlâf etetrniş, ilk yerleşme noktası olduğu anlaşılan Arslan-Tepe'ye dikkati çeken ilk hâdise, öte­



den beri bu höyüğün toprağını tarlaları İçin gübre veya yapı malzemesi olarak kullanan yahut da arasında yapı taşı arayan köylüler­ den birinin burada bulmuş olduğu Arslan avı sahnesini ihtiva eden kabartma bir resmin 1895 'te Hogarth tarafından neşredilmiş olma­ sıdır. XX. asrın başlarına doğru L. Messerschmiit Arslan-Tepe'de bulunan Hitit sütunla­ rından bahsediyordu ( Corpus inscriptioram Hettiticarum, M VAG , 1900, IV, 13 ; 1906, V, 7 ). 1907'de Arslan-Tepe, Beyrut fransız üniversi­ tesinden râhip S. Ronzevalle, Harput 'tan H, H. Riggs ve Amerika'nın Cornell üniversite­ sine mensup bir arkeoloji araştırma hey'eti tarafından ziyaret edilerek, bâzı kabartma re­ sim ve heykellerin taslak ve fotoğrafları alın­ mış, çok daha yakın bir zamanda, 1928 senesi yazında da tepenin plânı H. von der Osten ta­ rafından çizilmiş idi ( arkeoloji araştırmaları bibliyografyası için bk. Louis Delaporte, Ma­ latya, Ârslantepe, fas. I. La Porte des Lions, Mim. de Vlrıst. Fr. d'Archeol. de Siamboûl, Paris, 1940, V ; bk. bîr de H. v. der Osten, Explorations in Hittite Asia Minör 1927— 1918, The Oriental Institute o f the University o f Chicago.) Hitit devrine âit Malatya'nın tarihi, şehrin dâhil bulunduğa bölgede tesadüf olunan, ba­ zıları üzerindeki hükümdar ve yer isimleri sa­ yesinde kısmen teşhis edilebilen ve şimdi ço­ ğu Ankara *nın Bedesten binasındaki Eti müzesinde muhâfaza olunan hitit yazılı hey­ keller sayesinde, bir dereceye kadar, aydın­ lanmış durumdadır. Anlaşıldığına göre, XII. asır başlarına kadar Anadolu’nun Büyük Hi­ tit devletine tabî bulunan Malatya, adı geçen imparatorluğun m. ö. 1192'ye doğru ortadan kaldırıldığı sırada, kukümdar hanedanına men­ sup bir şahsın kurduğu küçük bir devlete merkez olmuştur. Bu devletin başına geçen ilk hükümdarlar, hükümdarlık sahalarının çok daralmış olmasına rağmen, kendilerini hâlâ Büyük Hatti kıralı sayıyorlardı. Bir âsûr ve­ sikasında 1114 ( 1116) senesine doğru, hüküm­ dar Tİglat-Pilesar I. 'm Milidia ( veya Melid ) üzerine yürüdüğü, halkını âsî ve kibirli olarak vasıflandırmakla beraber, onlara acıyıp, ken­ dilerinden rebin aldığı ve »büyük H atti" 'ye âit telâkkî edilen şehri vergiye bağlayarak, geri döndüğü yazılmaktadır. H. Bossert, Ma­ latya ve çevresinde ele geçmiş hiç bîr hiye­ roglif metninde »büyük Hatti" tâbiri zikredilmediğîne dayanarak, bunların 1114 ( m, ö.) tarihin­ den muahhar olduğu neticesine varmaktadır. Bu müellif 1115— 675 ( m. o.) yılları arasında geçen takriben 440 yıllık müddet içinde, Malatya 'dan 23 hükümdar adı tesbit etmek­



22&



MALAÎYA.



tedir, Bundan sonra Malatya 'om bir müd­ kaydetmektedir. Sargon İle beraber Malatya det Kargamış kıratlığına tâbî olduğu an­ başında askerî bir vali bulunan bir âsûrlu laşılıyor. Britisb Museum ’da saklı bir K a rla ­ şehri hâline konuluyor. L, Delaparte, Sargon mış kitabesinde, bu kitabenin müellifi bulunan devrinde Arsîan-Tepe 'de bir Âsûr sarayı Sasa kendisini aym zamanda H itit yazısında inşa edildiğini kaydetmektedir. Bunu tâkip »dana ayağı şehri** olarak temsil edilen Ma­ eden devirde mthallî sergerdelerin teşviki latya 'nm da kıralı olarak göstermekte, bu va­ ile, küçük kalkınmalar olmuş ise de, âsûr kıa 1889'da miralay W ilson’un Gürün yakı­ devleti yıkıîmcaya kadar bu hareketler her nında bulduğu kaya kitabesi ile de destek­ halde başarı ile neticelenmemiş, H. Bos­ lenmektedir. Bu kitabeyi yazdıran şahsiyet sert ’in belirttiği gibi, Malatya bölgesinde hey­ kendisini »Kargamış ve Dana ayağı şehrinin kel ve kabartma eserler ve kaya yazıları kahraman kiralının torunu" olarak takdim eder. meydana getirilmemiştir. Malatya’nın tarihî, H. Bossert ( Zur Geschickte Malatyas, Archiv bunu tâkip eden asırlarda karanlıklara dal­ fü r Orieniforschung, 1934, IX, 330 v.dd.), kita­ maktadır. VII. asırda, Âsûr devletinin yı­ benin Üslûbuna göre, Malatya ülkesinin bir kılması sırasında, şehrin terkedilmiş olduğu Kargamış kıralı tarafından zaptını X. asra koy­ ileri sürülmektedir. Bununla beraber, ilk Ma­ maktadır. IX. asırda âsûrlularm yeniden Ma­ latya ’nın yerinin terkedilmesinden, halkın ova latya üzerine yürüdüklerini görüyoruz. 833 ( m. içindeki başka iskân yerlerine dağılmış bu­ Ö.) yılına âit bir Kerkük taş-yazısı, Milidya ’mn lunması mânasını çıkartmak daha doğru olur. hâkimi Lalli ( L a lla ) ’nin Salmanasar IH. 'a Ne olursa-olsun, milâdın ilk asrına doğru bir vergi verdiğini anlatmakta, Salmanasar 'in 844 Roma askerî karargâhı olarak yeniden kuru­ ’te tekrar Malatya üzerine yürüyüp, şehri ver­ lacak olan şehrin hemen-hemen aym ismi al­ giye bağladığı, 835’te bu hedefe doğru bir mış bulunması, kadım Malatya’nın hâtırası­ sefere daha çıktığı anlaşılmaktadır. Van gölü nın hiç bir zaman tamâmiyle unutulmadığını havzasında kuvvetle tutunmuş olan Hald ( Urar- isbât eder. Strabo ( XII, 534, 537 ), Meütene tu ) devleti, asrm sonuna doğru, âsûrluları te­ ismi ile bir bölgeyi adlandırmakta, buranın lâşa düşürmeğe başlıyor, 804 ’e doğru Urartu bağlarında yetişen üzümlerden yapılma şarap­ kıralı Menus F ıra t’ı aşıp, o sırada başında ları öğmekte, fakat burada bir şehrin mevcu­ Sule-Havali ’nİn bulunduğu şehri vergiye bağ­ diyetine işaret etmemektedir. Fakat Pfinius lıyor. Bunu takiben, Malatya hâkiminin Hamât 'un kuruluşunu Semiramıs ( bu efsânevî kıralikıralı Z-k-r ( Zakir ) ’e karşı bir ittifaka dâhil çenin ismi Malatya civarında Süryânî Mihaİl olduğu biliniyor. Pognon ‘un Haleb civarında ’in zikrettiği Şamrîn kalesinde belki bakî kal­ :Afis ’te bulduğu, adı geçen kirala âit bir mıştır; bk. Chronique, nşr. Chabot, III, 272) kitabede M-l-z ( son harfin okunuşu kat’î ’e atfettiği Melita, hiç değilse, kadîm şeh­ değil ) memleket adı İle geçen şehrin Ma­ rin adının bekasına bir şahittir. Bu son isim, latya olması muhtemel görülmektedir. Malat­ başka kaynaklarda rastlanmamakla berâber, ya, kısa süren bir istiklâl devresinden sonra, Hitit şehri harap olduktan sonra, adının da VIII. asır ortalarında Urartu kıralı A rgisti I. berâber silinmediğini göstermek bakımından, ’nin hücumuna ve Saha ’nm oğlu Hila-Ruvata bir kıymet taşır. Romalıların kurduğu şehre, zamanında Sardur III. ’un istilâsına uğruyor. daha ziyâde bölgenin adı olan, Meiitene ismi­ 743 ’te Malatya hükümdarı Sulumeli (Sulu- nin verilmesi âdet olmuş ise de, İslam hâki­ m al), adı geçen Sardur ’un tâbii olarak gö­ miyeti altında kullanılmağa başlanan ad yenirülmektedir, 732’de Sulumeli, Malatya üzerine ı den kadîm isme yaklaşmıştır. yürüyen, fakat Fırat nehrini geçem ey er ek, şe­ R o m a b e l d e s i , kuruluş mevkiinde, mü­ hirden vergi almakla iktifa eden âsûr hüküm­ teakip asırlar boyunca oynamağa namzet bu­ darı Tiglat-Pilesar IH. 'in hâkimiyeti altına giri­ lunduğu rol ile mütenâsip hîç bir elverişli yor. 722 ’ye doğru Âsûr hükümdarı Sargon II., müdâfaa şartının mevcut görünmeyişi ile dik­ Gunzinanu’yu Malatya.’nın başından kovarak, kati çeker. Gerçekten kadîm Hitit beldesinin yerine Tarhunazi ( Tarhun ) ’yi getiriyor; fakat 4 km. kadar şimalinde, bugünkü Malatya 'ya kendisine karşı bir isyan hareketini bahane nisbetla 100 m. kadar alçakta { eski Malatya ederek, 710 ’da Meliddu ’yu muhasara ve zapte- .istasyonunun rakımı 808 m.), müstakim hat diyor ve halkını şehirden çıkartıp, Tarhun ile ile, 10 km. şimâl-i şarkîde kalan Fırat vadisi­ beraber, Âsûrî diyarına tehcir ediyor ve buraya ne nazaran, 100 m. ’den fazla yüksekte ( Fırat Basra körfezi taraflarından esir aldığı halkı yer­ demir yolu istasyonunun rakımı 698 m.) olan leştiriyor. H. Bossert, Malatya devletinin son bu mevkî, eski kaynakların da işaret ettiği yıllarında, 725 ( m. ö.) 'ten itibaren, artık Kom- gibi, basık ve tamâmiyle açık bir yerdir. Bu­ manu, daha sonra Kummuhu ismini aldığını na göre, onu kuranların, Toros kütlesinin geniş



MALATYA.



*29



şeddi önünde, şarktan gelen istilâ yollarının k i m i y e t i belirdi. Bununla berâber,XVI. as­ aştığı geçide yakm, suyu bol, iâşe imkânları rın başlarında (1 5 16 ) Osm anlı devleti hudut­ müsait bir mahalde muvakkat bir askerî ka­ ları içine glrineeye kadar, muhtelif nufuz mınrargâh te'sisi ile İktifa etmiş olmaları muhte­ takaları arasında bîr intikal sâhası olan çev­ meldir. Zamanla etrafında nüfus toplanmak resi ile berâber, yine sık-sık el değiştirdi ve suretiyle, bu karargâh şehirleşme istidadı gös­ bu tarihten itibaren de uzun asırlar zarfında terince, onu müdâfaa bakımından daha elverişli oynamış olduğu hudut şehrî rolü nihayet bul­ bir yere taşımak külfetine katlanılacağı yerde, du. Malatya ’nın o zamana kadar sağlam tu­ doğrudan-doğruya bulunduğu yerde müstahkem tulan, tahrip edildiği zaman ilk fırsatta tamir bir şehir te’sis etmek ve bunun korunması için, edilen kalesi de, artık kendi hâline bırakılarak, muhafız kuvvetlerinin çokluğu ile kalenin çifte harap oldu. XVII, asra âit eserlerde, Cikansûr ve hendeğine ümit bağlamak yolunun ter­ namâ *da harap olmağa yaklaştığı kayde­ cih edilmiş olduğu düşünülebilir ( bu hususta dilen kale, Evliya Çelebî tarafından kuvvetli krş- A li Tanoğîu, ayn. esr., s. 20J v. d.). bir yapı gibi gösterilmekte ise de, memleket Malatya daha imparator Titus devrinde ( I, „îç el“ olduğundan, ancak 70 kadar neferi asrın ikinci yarısı } bir Roma legionuna ( Legio bulunduğu ilâve olunmaktadır. A dı geçen XII Fulminaia ) karargâh oldu. Bu askerî kuv­ seyyah o kadar geniş bulmadığı sûrun çev­ vete verilmiş olan ve daha ziyâde cengâverlik resini 5.100 adım olarak kaydedip, şehrin vasıflarım belirtmesi lâzım gelen unvanın 32 mahalleye ( ayrıca 7 ermeni mahallesi) imparator Marcus Aurelius zamanında, bunların bölünmüş, 5.265 evinden çoğunun kale dışında tamâmiyle hırİstiyanîardan mürekkep olması bağ ve bahçeler içine kurulmuş olduğunu, dış neticesinde, savaş meydanında düşmanlarının mahallelerin etrafında kale duvarı bulunma­ İlâhî bîr müdâhale, gökten inen yıldırım ile makla berâber, geceleri kapanan kapıları mev­ İmha edilmesi suretinde te’vıl' olunduğu ma­ cut bulunduğunu söylüyor. Yine bütün eski eser­ lumdur. Procopius ( De aedif, Ilî, 4, 2 ö) 'e na­ lerde Malatya’nın ‘bol kaynaklı dereler ile su­ zaran, Meİiiene Trajanus (98— 117) devritsde- lanan geniş bahçelerinden sitayiş ile bahse­ büyüyerek, şehir hâline geldi, yâni muhtemel dilmekte ve yaz mevsiminde halkın umumiyet­ olarak, tahkimat ile korundu; Diocİetianus le bahçelere göçtüğü bildirilmektedir. Evliya (284 — 305) zamanında ehemmiyeti a rttı; im­ Çelebî, bahar gelince, bütün halkın 8 ay müd­ parator Constance 'm yaptırdığı sûrlar 532 detle Aspuzu bağlarına göç ederek, şehirde ’de imparator Justînianus tarafından tamam­ ancak dışarıdan gelenlerin, bâzı tüccar ve hılandı ve şehir Ermeniye III. eyâletine merkez rîstiyanlarm ve 300 kadar bekçinin kaldığını ol du, ; •.'••• kaydeder. Cihan-nümâ ise, roeyva mevsiminde Roma devrinde Malatya ’niıriehemmî yeti im­ 3 —4 ay bağlara göçen halktan bazılarının gün­ paratorluğun hudutları yakınında yer almış düzün şehre gelerek, ikindi vaktine kadar ka­ olması ile izah ediliri Bu durumda Malatya lıp, akşam üstü yine bağlara döndüklerini, gece !. —- VII. ( ih. s.) asırlar arasında, bilhassa Sâ- şehri 5— 10 bekçinin beklediğini yazar. Şehir sânt imparatorluğuna karşı bir hudut kalesi ve bağları hakkında verilen izahattan, zaman oldu; müteaddit hücumlara uğradı ve son ola­ geçtikçe, esasen mevkii az-çok bataklık ve ha­ rak, Justinian 'm şehri tahkiminden henüz ya­ vası fena olan asıl Malatya ’nm ihmal edile­ rım asır geçmemiş iken (575 son baharında), rek, Aspuzu ve bağlarında devamlı bir yerleş­ Malatya civarında büyük zayiata uğramış bu­ meğe doğru temayül olduğu ve yazlıktaki ev­ lunan Husrav I. tarafından, intikam maksadı lerin derme-çatma yazlık, meskenlerden mürek­ ile, yakıldı ( Jean d'Ephese, VI, 9; E. Stein, kep, basit bir sayfiye hâlini tedricen kaybetti­ Studien z. Gesck. d, byzani, Reiches, Stuttgart, ği anlaşılmaktadır. Cihan-nümâ ’da şehir ile 1919, s. 66" v. dd., 83, not 9, 200 ). Vİ 1. asrın bağlar arasında 15 koy bulunduğu söylendi­ ortalarından İtibaren Fırat boylarında Roma ğine göre, daha o sırada, bağlar kısmen de­ imparatorluğunun karşısına İslâm orduları çıktı. vamlı İskân sahası olmuş sayılabilirdi; Evliya Malatya asırlar boyunca elden-ele geçti; bir Çelebî Aspuzu bağlarında 600 kadar dükkân çok defalar tahrip edilmekle berâber, yeniden bulunduğunu kaydettikten sonra, burada şehir canlanmak suretiyle, serhadler üzerindeki ro­ dekinden daha mükemmel binaların mevcûdilünün ehemmiyetini belirtti. Abbasî hilâfetinin yetini bildiriyor. Eski Malatya XIX. asrm başla­ ve şarkî" Roma imparatorluğunun kuvvetten rında çok harap bir hâle gelmiş idi. Halk se­ düştüğü -çağlarda/ vakit-vakit bu ara bölgede nenin büyük kısmını geçirmekte olduğu bağ­ kurula^-geçici küçük devletlerin İdaresine girdi. lara büs-bütün yerleşmek temayülü gösteriyor, XI, asrın ikinci yarısında Malatya çevresin­oradaki evleri imâr ve şehirdekilerı ise. İhmâl de Dânİşmendliler veSelçuklular ile t ü rk ' h â-j ediyordu. 1835 senesinde M d a tya ’yı ziyaret'



230



MALATYA,



etmiş olan J. Brant şehri salgın hastalıklardan ve eşkiyâ tecâvüzlerinden perişan bir hâlde bul* muş İdi. Eski Malatya ’nm belki de mukadder olan ierkedilişi XIX. asrın ortalarına doğru vukûa gelen bir hâdise yüzünden, çabuklaştırıldı. Şöyle ki, 1838 senesi yazında şarkî Anadolu Maki kuvvetlere kumanda eden Hafız Paşa, karargâhım Mezraa ( Elazığ ) Man Malatya 'ya nakletti. Burada askerleri barındıracak ev bu­ lunmadığı için, bunlar halkın bağlara göçmek suretiyle boş bıraktığı şehir evlerine yerleşti­ rildi, Hafız Paşa kuvvetleri 1838/1839 kışında Malatya 'yı terketmedikleri İÇİn, bağ mevsimi sonunda şehre dönmeleri mûtad olan malatyalılar, kış mevsimini de Aspuzu bağlarında ge­ çirmek zorunda kaldılar ve ertesi sene Hafız Paşa kuvvetleri, mısırlılar ile Nizip 'te savaş­ mak üzere, şehri terkedince, askerin ahşap akşamını yaktığı, kerpiç duvarlarını tahrip et­ tiği evler, eski sahipleri tarafından, bir daha imâr edilmedi ve bağlardan şehre dönülmedi; bundan sonra Malatya 'ya »eski şehır“ denildi ve Malatya adı yavaş-yavaş Aspuzu bağlarına intikal e t ti; daha yakın zamanlarda ise »eski şehir* yerine „eskı Malatya* adı kaim oldu. Malatya ’nın yer değiştirmesi hâdisesine, o sırada Hâfız P a şa ’nın erkan-ı harbıyesine mülhak bîr zabit ( sonradan mareşal) olan H. von Moltke şahit olmuş idi. Moltke, 1838 martında Malatya 'yi ziyaret ettiği sırada, burayı ,,5.000 kadar kerpiç evden mürekkep büyük bir şehir" olarak târif etmekte, evlerin düz damları gibi, hamam ve cami bakiyelerinin de aynı balçık ile sıvalı bulunduğunu, bu yüzden bütün şehrin esmer bir renk taşıdığını söyle­ mekte idi. Aym senenin ağustosunda buraya tekrar geldiğinde, Malatya 'yı, içinde ne erkek, ne kadın, ne de çocuk bulunan ve yalnız asker­ lerin barındığı, tek bir kışla hâline gelen bir şe­ hir olarak bulmuş İdi. Şehrin 12.000 nüfusu kışı bağlardaki evlerinde geçirmeğe mecbur tutul­ muş ıdİ. 1839 senesi mayısında buradan geçen İngiliz seyyahı W. F. Ainsvvorth, askerlerin terkettikleri şehirde, yarı harap bir hâlde, ancak 500 kadar ev kaldığım söylüyordu. Bu hâdise­ nin vukuundan evvel esasen Malatya pek iyi bir durumda değil idi. Bir yaz mevsiminde, şehir halkmm bağlara çekildiği sırada, buraya gel­ miş olan Gh, Tezier, kervansarayların ıssız, pazarların boş, evlerin yarı yıkık ve havanın kötü olduğunu söyledikten sonra, yakında Malatya ’nm bîr şehir olmaktan çıkacağı hük­ münü veriyor; bununla berâber, şehrin nüfu­ sunu, dağınık yaşadıklarından tahmini güç ol­ makla berâber, bir kaç nizâmîye alayının da ilâvesi ile, 30 000 kadar gösteriyor, hıristiyanlarm mevcudunu, umûmiyetle ermeni olmak



üzere, bu nüfusun üçte birine yakın olarak, kabul ediyordu. XIX. asrın sonuna âit kaynaklar, „eski şeh­ rin" nüfusunu eu fazla 200— 300 hâne halkından ibaret gibi kaydederler. Hattâ Würtsch 'ün tasvirinde, burada ancak bir kaç sefil kulübe, büyük, fakat yıkık bir han, iki cami ve çepe­ çevre yıkık kuleleri ile, henüz oldukça iyi mu* hâfaza edilmiş sûrlardan başka bir şey yok idi. Şehrin sâkinlerinin çoğu tarafından terkedüdikten bîr asırdan fazla müddet geçtiği zama­ nımızdaki durumuna gelince, bugün kısmen ot­ ların altında kalmış olan sûrları, bir taş ve top­ rak yığını hâlini almış kadîm mesken ve âbi­ deleri ile, eski Malatya 'ma bîr harabe man­ zarasını göstermesi tabi'î ise de, bu harabeler arasında, ekserisi tek katlı ve kerpiçten ya­ pılmış olsa bile, 3 mahalle hâlinde, 500 kadar evde 3.000 ’i aşan nüfus yaşamakta, halk, başta kayısı olmak üzere, meyva, sebze, tütün, afyon ve hnbûbat yetiştirmekle geçinmekte, ayrıca burada bir de tuğla imalâthanesi bulunmakta­ dır. Bu suretle eski Malatya ’mn, büyük bir şehir olduğu unutulmakla berâber, münbit topraklar üzerinde oldukça çok sayıda bir ziraî nüfus besleyecek, büyük bir kır yerleşmesi durumunda tutunduğu görülmektedir.



Eski Malatya Maki âbideler, A. Gabriel ta­ rafından, tetkik edilmiş olup, metinlerin zikr­ ettiği onu hendekli çifte sûrlar ancak se­ çilmekte, Evliyâ Çelebî 'nin zikrettiği dört kapının yeri yalnız tahmin edilmekte, sûrlar, kısmen toprak ile örtülü taş yığınları hâlinde, şerhin iki kenarı düz, diğer iki kenarı az-çok intizamsız müstatil sahası etrafında, kısmen takip olunabümektedir. Sûrların kuşattığı sâhanm ortasına doğru, eski Malatya'nın en ehemmiyetli âbidesi olan Ulu cami yer almak­ tadır. 33X50 m. eb’âdmda müstatil şekilde olan, ortasında yine bu şekilde bir avlu, şarkta genişlikleri gayr-i müsavi kemerli iki kanat ihtiva eden camiin biri garpta, diğeri şark duvarının cenup müniehâsında iki kapısı olup, bunlardan birincisi üzerinde bulunan 645 (12 4 7) tarihli kitabe, binanın 'tzz sl-Din Kaykâvus b. Kayhusrsv devrinde, Şihâb al-Din îlyas b. Abı Bakr tarafından, Husrav isminde bîr mimara yaptırılmış oldu­ ğunu meydana koymaktadır. Şark kapısı üze­ rindeki 672 (1273/1274) tarihli kitabe ise, bir tâmire delâlet etmektedir. A. Gabriel ’in müşahedelerine göre, camiin eyvan kısmı, kub­ besi ve garp cephesi kısmen çini ile kaplı ol­ mak üzere, tuğla ile itinalı ve zarif bir şekil­ de inşâ edilmiş olup, cenahlardaki ve şark tarafındaki taş yapı sonradan, tamir maksadı ile, eklenmiş olacaktır* Üst kısmı yıkılmış olarj



MALATYA. üstüvânî tuğla minare de binanın en eski kı­ sımları ile aynı zamana âıt görünmektedir. Ulu camiin minberi sonradan Ankara’ya nakledil­ miştir ve binaya bugünkü heyeti veren şon .esaslı tâmir XIV. veya XV. asırlarda yapıl­ mış olmalıdır. Adile camiine ait bir kitabe, bu binanın al-Malik al-Aşraf maiyetinden Ba­ san b. 'Abd Allah tarafından 775 (1373/1374) tarihinde yapıldığını göstermektedir, Osmanlı devrinden kalma binaların en ehemmiyetlisi Murad IV .’m silâhdarı Mustafa Paşa ’nm yap­ tırmış olduğu kervansaray olup, 68X76 m. Tik müstatil bir saha ihtiva etmektedir. Yapının kemerli büyük salonu henüz olduğu gibi dur­ makta, yalnız avluyu kuşatan inşaat, kısmen yıkılmış bulunmaktadır. Y e n i M a l a t y a , Osmanlı devrine âit he­ men bütün kaynaklarda bugünkü Malatya 'mn yerinde Aspuzu ( değişik şekiller Aspuzan, Afcbuzu, Aşpuzu, Aspuzı ) bağlarından bahs­ edilmekte, boî sudan faydalanan bahçeleri öğülmektedir. Gerçekte çıplak bir dağm ete­ ğinde ve boz-kır kenarında yekpare bir yeşil­ lik hâlinde uzanan Malatya bağları arasında, Aspuzu'dan başka, daha bir takım iskân nü­ veleri bulunuyordu kİ, bunlar şimdi kısmen şehrin bünyesi İçine katılmış olup, bîr kısmı da dış mahalle durumunda bakî kalmıştır ki, bunlara misâl olarak, şehrin garbında Der­ me kanalı boyunca sıralanan Tecde, Barguzu, Kılayık, İsmet-Paşa ( 5.600 nüfuslu bir nahi­ ye merkezi ),. Gündüz-Bey ( yahut Kündü-Bey, 2.100 nüfuslu ) köy ve kasabaları sayılabilir. XIX. asrın: ortalarına doğru Malatya’nın nü­



231



açıldı. Bu sırada Malatya ’nm mihveri,.Beydağı ’nm eteğini takip eden şark-garp istikametli bir cadde olup, bunun şark tarafına eski Malat­ ya üzerinden gelen Samsun — Sivas caddesi bir­ leşmekte idi. Malatya uzun zaman bu mihver boyunda gelişti; ancak yakın zamanlarda, de­ mir yolunun inşâsından sonra garpta, şehrin merkezine 4 km. kadar bir mesafede bulunan istasyona doğru açılmış geniş cadde, Malatya ’ya yeni bir gelişme mihveri oldu ve şehir son yıllarda bu istikamete doğru uzandı. M alatya’nın nüfusu, XX. asrın sonlarında 30.000 kadar tahmin edilmekte (3.000 kadarı ermeni) ve birinci cihan harbine iekaddüm eden yıllarda ise, bu sayının 40.000 ’e yaklaş­ tığı kabul olunmakta idi. Bununla berâber, harp yıllarının ağır mihneti, doğrudan-doğruya olmasa bile, M alatya’yı da, Anadolu’nun başka bir çok şehirleri gibi, iyice sarsmış idi. Bu yüz­ den, cumhuriyetin kurulmasını müteakip, yapı­ lan ilk sayımda (1927. ), şehrin nüfusu ancak 20.700 olarak tesbit edilmiş idi. Bundan sonra, nüfus sayısında evvelâ yavaş, sonra gittikçe hızlanan bir artma kaydedildi. Bu sayı 1935 ’te 27.300, 1940^36.300, 1945’te 41.500, 1950’de 49.100’e yükseldi ve son nüfus sayımının mu­ vakkat neticelerine göre de, 1955 ’te 64.880 ’e vardı. Bu suretle, takriben bir çeyrek asır müddet içinde, nüfusunun üç misli artması ne­ ticesinde, Malatya Türkiye ’nm en hızla geliş­ miş şehirlerinden biri olmuştur. Bu gelişmenin sebepleri arasında, mevkiinin ehemmiyetine rağmen, sapa bir yerde kalmış bulunan şehrin münâkale şartlarının düzelmesi ( 1931 ’de Fevfusu hakkında: çeşitli rakamlar verilmekle be­ zı-Paşa—Malatya demir yolunun işletmeye açıl­ râber; bunlar arasında, v. Moltke 'nin, eski ması, 1937 ’de Malatya ’mn Sivas ’ta iç Anadolu şehri terkederek, kışı bağlarda geçirmek zo­ demir yollarına bağlanması), çeşitli san’atlarm runda kalanlara âît olmak üzere, ileri sürdüğü kurulması (1937 ’de temeli atılmış olan büyük 12,000 sayısını doğruya yakın telâkki etmek pamuklu, dokuma fabrikası, bir tütün ve sigara mümkün ise de, bu sayı gerek Aspuzu ’da, fabrikası, nn fabrikası, tuğla ve kiremit ima­ gerek buna yakın diğer bağlarda devamlı ola­ lâthaneleri, demir yolu tâmir atölyesi v.b.), rak yaşayan bir kaç bin kişiyi de ilâve et­ çeşitli ziraî mahsûllerin değerleri ile satılması mek icâp eder. XIX. asrın ortalarında kavak ye rol oynamaktadır. Bu sırada şehirde geniş cad­ çeşitli meyva ağaçlarının yeşilliği içinde, şe­ deler, meydanlar, parklar açıldı; hükümet ko­ hir evlerini uzaktan seçmek adetâ mümkün nağı ve belediye gibi müesseseler için, büyük değil gibi idi. Her ev çitler ve boydan-boya binalar, halk tarafından da bir çok iş ve ticâ­ ağaçlar île kuşatılmış bahçeler içine dağılmış ret evleri ile bahçeler içinde meskenler yaptırıl­ •fcir hâlde idi. Nisbî bir iskân kesafetine an­ dı; Pmar-Başı’ndan çıkan suyu bot kaynaktan cak orta kısımda, Ulu câmiin, çarşının, hanla- faydalanılarak hem şehre iyi bir içme suyu, nn ve hnkûmet konağının (sonradan yaptırıl­ hem de elektrik kudreti te’min edildi, mış ) bulunduğu sahada rastlanıyordu ve XIX. İdarî bakımdan, Malatya Osmanlı devletine asnn ikinci yarısında bile, birbirine bitişik bah­ ilhak edildikten sonra, önce Maraş eyâletine çeler arasında elverişli yollar dahi yok idi 5 bu bağlı bir sancağın merkezi olmuş, bilâhare bağ­ sebeple bir mahalleden Ötekine ve çarşıya lılığı Diyarbekir eyâletine tahvil edilmiş idî. varmak için, bir çok yerlerden dolaşmak icâp XIX. asrın ikinci yarısında Mâmûretüî’aziz vi­ ediyordu. Ancak daha sonraları, başlıca ma- lâyetine, bir sancak olarak, raptedildi, cümhûhaliçleri şehrin merkezine bağlayacak yollar riyet devrinde işe, ayrı b;r yilâyet hâline Jcç*



MALATYA. nuldu. 1950 senesinde Malatya vilâyeti 19.918 km2, arazı üzerinde 481.386 nüfusu ihtiva et­ mekte idi. 1954 senesinde vilâyetin cenup kiş­ ini, merkezi Adı-Yaman olan, başka bir vilâyet teşkil etmek üzere ayrıldı ( Adı-Yaman, Besni, Çelikhan, Gerger, Kâhta kazaları ile, 1955 ’te 211.000 nüfus); buna göre, Malatya vilâyeti hâlen Malatya, Akça-Dağ, Arabkir, Argavan, Darende, Doğanşehir, Hekimhan ve Pütürge kazalarına ayrılmakta ve 1955 sayımına göre, 342.000 nüfus ihtiva eylemektedir. B i b l i y ö g r a f y a ı Pauîy-Wissowa, ■ Reâlenzyclopadie f. klass. Altertumsmss,, XV, f, $48 v.d.; C. Ritter, Die Erdkande ' v o n Adeti, tür. yer.} W. M, Ramsay, '• The Historical Geogrâphy o f A s ia Minör " ( London, 1890), bk, fihrist; Chapot, Fronilere d ’Eupkraie, s, 349 v. d .; LehmannHaup t, Armenien einsi undjetzt, 1,486;Honig■ mana, Die Osigrenze des byzani. Reiches ( bb. mad. Metilene) • Kâtib Çelebi* Cihannü mâ ( nşr, İbrahim Müteferrika), s. 590, 598 ; Evliya Çelebi, Seyâhat-nâme ( nşr, Mehmed Cevdet), İstanbul, 1314, IV, 7 — 20; Helmuth v. Moltke, Briefe über Zusİânde und Begebenheiten in den Turkei (1835— 1839, 7. tab., 1911, bk. fihrist; W. Ainsvvorth, Travels and ■ Researches in Asia Minör, Mesopotamia, - Chalder and Armenia ( London, 1842 ), s. 157 v.d,, 247 v .d ; J. Brant, Journey Tkrough a Fart o f Armenia ( JRGS, 1836, VI, 2 1 1 ); Charles Tezier, Asie -Mineure ( Paris, 1848 ), s, 586— 589; Dupre, Voyage en perse, I, 54 v .d .; B. Poujoulat, Voyage dans VAsie Mineure ( Paris, 1860 ), I, 326 — ' 3*7 î J. Wünscb, Der Beg Dagh und Malatia ( Mitteil. d, k. k. geogr, GeselL, Wien, 1891 ); ■■-''E* Naumann, Von Goldnen Horn zu den Quellen des Euphrat ( München-Leipzig, 1893), 256 v .d .; G, L, Bell, Aniurath io Atnuraih ( London, x g ıı, ), s. 335 v. d. ; Vital Cuİnet, La Turguie d ’Asie ( Paris, 1891), II, 369— 375; MâmûretüVaziz vilâyeti sâl-nâmesî (1310 h.), s. 73 — 78; Ş. Sami, fCamüs al-a!lâm ^İstanbul, 1316), VI, 440 v. dd.; Yorke, Geogr. Journal ( London, 1896 ), VIII, 325 V.d ; J. R. S. Sterret, Ethnographical Journey in Asia Minör ( Paper s o f the American School o f Athens, II, 3»); Evvald Banse, Die Türkei ( Braunschweig, 1915), s. S24; A. Tanoğlu, Malatya dolaylarında coğrafî geziler ( Türk coğrafya dergisi, Ankara, 1943, II, 195— 212; 1944, IV — V, 61— 84); Belediyeler yıllığı (Ankara, 1949), n, 737— 747 ; L. Delaporte, Malatia ( Revue Hittiteet Asianiçue, 1932— 1934, II, 129— 154, 2 5 1 -2 8 5 ); ayn. tnll., Malatya, Ârslantepe



(Paris, 1940), I; Hrozny, Inscripiions hittites kieroglyphigues ( 193? iab.), III; P. Naster, l A s ie Mineure et ı ’Assyrie aux VHP et VI1° siicles ( 1938 tab.); Helmuth Th. Bossert, Das hetitîsche Pantheon ( Archive fü r Orientforschung, 1933— 1934, IX, îo 6 v.d, ) ; ayn, mlh, Zur Geschickte Malatias (ayn. esr., 1933— 1934,IX, 330— 332 ); ayn.mil., Zur Chronologie der Skalpturen von Ma­ latya ( Archiv fü r Philosophie — Felsefe ar kivi, İstanbul üniversit. edeb. fakültesi, 1947, II/î, s. 85— 101); ayn. mil., Die Felsinsckrift von Şirazi ( Arch. f. Orientf., 1955 XVII, 55— 70 ); ayn. mil., Die hierogliphenhetitische Inschrift von Kötükale ( Le Mzseon, 1955, LXVIII, 61— 9 1; ayn. mil., Die spaihethitische Stele aus Darende ( Arch. f. Orientf., 1955 XVII, basılmakta ) ; Hadi Yener, Keban madeni tarihçesi ve jeolojisi ( Mâden tetkik ve araştırma enstitüsü der­ gisi, sene 2, sayı 1,1937 ); E. Chaput, Voyages Geologiques... (Paris, 1936), s. 134 v.d.; A. Gabriel, Voyages archeologiques dans la Turquie orientale ( Paris, 1940), 1,26 3—275,



352-3S4 5 xcıv—xcvn. (BESİM DARKOT.) İ s l â m d e v r i . eİyaz b. Ğânim tarafından Şim şât’tan Malatya üzerine gönderilen Hab;b İbn Maslama al-Fikri şehri fethetti ise de, bİzanslılar burasım müslümanîardan tekrar geri aldılar. Mu' a viya, Suriye ve E lcezîre’ye vali tâyin edilince, Habib b. Maslama’yi tekrar bu­ raya gönderdi. Habib şehri 36 yılında hücum ile zaptedip, buraya bir hudut süvari kuvveti yerleştirdi ve bir vâli tâyin etti.M uaviya, Ana­ dolu seferi esnasında, bizzat Malatya ’ya geldi ve şehrin muhafız kuvvetlerini çoğalttı ki, bu andan İtibaren, burası Bilad al-Rüm ’a karşı ya­ pılan yaz seferlerinin umûmî karargâhlarından biri rolünü oymağa başladı. Halîfe !Abd al-Malik ve !Abd Allah b. aî-Zubayr zamanında halk şehrı terkedinee, rumlar burayı ele geçirip, harâp ettiler. Bunlar çekildikten soma, ermeniler ve „nabatîleroç) onları himaye etti. yâsı faâliyeti tamamlanmış bulunuyordu. Bti Bunların reisleri olan Karbeas bu bölgede arada Hişn Kaîavziya de tamir edilmiş idi ’ Açyaoûv ( Arğavân ), Tephrike ( Divriği ) ve (Balâzuri, gost, yer., Süryânî Mihail, Iî, 522; Amara ( Cuinet 'ye göre, Emîr-Köy ) kalele­ Ps. Dionys., nşr. Chabot, s. '67; Yakut, Mu - rini inşâ ettirdi. Bunu takip eden yıllarda mü­ cam, IV, 633; Weil, Gesch. d. Chalifen, II, câdeleler, taraflardan birinin veya diğerinin



234



MALATYA.



kısmî muvaffakiyeti ile, devam etti ( Weil, ayn. e s r II, 362— 365 }. Neticede 'Omar alAkta* ’m 249 ( 863 ) senesi receb ayında Anar dolu içinde yaptığı bir akın sırasında bütün ordusu Marc al-Uskuf ‘ta, Mihail III/in umûm kumandam Petronas ( al-Batrunâs ) tarafından, imha edildi ( Weil, ayn. esr. II, 380; Tornaschek, Sosun u. d. Queîlengebief des Tigris, S B Ak. Wien, CXXXIII, Abh. IV, 1895, s- 23; „Piskopos ovasının" durumu husâsunda krş, le Strange, Eastern Calipk., s. 138). 871 se­ nesinde imparator Basileios I. Tephrike ve Taranton ( Darende ) üzerine yürüdü; Ziba$ra ve Sumaysât ’ı imha ederek, stçöç xBulak, 1284, III, 266 ) ’ nin tahkikine göre, bu aile;nesebini Ma’n b. ZS’ida [ b. bk.] ’ye bağlardı; mamafih Fahr al-Din b. Korkmaz 'in torunlarından bir kaçı da cedierinin sözlerini naklederek, asıllairı kurt ol­ duğu hâlde, mücâveret dolayısı ile, kendilerine Dürzî denildiğini söylemişlerdir. Muhibbi her iki iddianın da sabit olmadığını belirtmektedir ( bk. bir de H, Lammens, La Syrie, prİcis historique, Beyrut, 1921, II, 66 ). V ak’anüvis Naimâ ( Tarik, İstanbul, 1280, III, 168 ) 'am kaydı­ na göre, Şârilj al-Manar-zâda Ahmed Efen­ di, Ma'n-oğuIİarını Â l Fail 'm Muhanna ko­ luna mensup gösteriyor. Bu rivâyet doğru ise, onları, Tayy kabilesi şûbelerinden olup, Suriye, Need ve Eİcezîre arasında yaşadığı, Havran civarında bulunduktan sonra, Himş taraflarına giderek, diğer kabîleîere-tefevvuk ettiği ve haçlı devri muharebelerine1 katıştı ği bilinen bir arap kabilesinden addetmek - la­ zımdır ( A l Fazl hakkında bk. İbn Haldun, al-İbar, V, 436 v.dd.). Diğer taraftan T. Şidyak ( Ahbar al-a yân f î Cabal Lübnan, Bey­ rut, 1859, s. 161 v.d.). Â l Ma'n'm Need ve Diyar Rabi'a 'dan Haleb havalisine gelip, XII. asrın başlarından itibâren haçlılar ile sa­ vaşan, sonra Ş ö f'e yerleşen Ma‘n b. Rabi'at al-Ayyübi (buna^meşhûr Ra'biat al-Faras'in kabilesinden Ayyüb adlı birine nlsbetle, Ayyübi denilm iştir) 'den geldiğini ifâde ediyor ki, bu rivâyet daha mâkul görünmekte ve ırkan arap olan emîr Ma:n 'ın Şüf 'e yerleş­ mesi şu suretle anlatılmaktadır: Kudüs kıralı Baudouin, Cabal Asvad 'e doğru yürürken, emîr Ma'n süvarilerinin başında ona karşı çıkmış, fakat mıkdarca pek üstün olan haçlı­ ların yolunu keserteyerek-, Bikâ! 'a çekilmiş idi. Emîr Tug-Tigin ’ih, Bikâ' ’ı terkedip, Lüb­ nan dağlarına gitmesi emrini yerine getiren Ma'n frenk hâkimiyetindeki topraklara sıksık akmlarda bulundu. O zamanlar meskûn olmayan Şüf havâlisine yerleşip, buralarını imâr ederek, ahâlisini çoğalttığı gibi, Lübnan'ın garp kısımlarındaki ALTanüh ile de ittifak etti (-bk. bir de Adel İsmail, Hisioire da Liban da XVIIe. siecîe a nos jours, Paris, 195$, I, 3, not 10). Ma'n. 30 sene emirlikte bulunduktan sonra, 1149'da Ölmüştür. Lammeds, bu âîienin Şûf



MA'N.



'ta hüküm sürdüğü ve  l Tanuh’a mensup olmadığı fikrine iştirak eder ve Tarifi Bayrai müellifi Yahya b. Şâlih 'in A l Ma'n 'dan hiç bahsetmemesini garip bulur. Ma'n-oğulları, dürzî akîdesini çok önceden kabul etmek sayesinde, Vâdi ' 1-Taym 'de­ ki durzîlerin teveccühünü kazandılar. Şihâboğulları ile de ittifak ettikten başka emîr Yûnus b. Ma'n ile emîr Mun^iz al-Şihâbi 'nin ikişer evlâdı arasındaki izdivaçlar ( ı * 7 5 ) gibi, sihri münâsebetler de te’sis eylediler (Ş id yak ve ondan naklen Adel İs­ mail, ayn. esr,, s. 57, not 89). Bîr çok me». selelerde Şibâbiler ile birlikte hareket eden Mâ'mlerin bu ilk devredeki faaliyeti büyük bir ehemmiyet arzetmemekle beraber, nufâz­ ları git-gîde artmıştır. O havaliye hâkim va­ ziyette bulunan A l Tanuh akrabâ ve rakip­ leri ‘Alam al-Dıa kolu ile uzun mücâdeleler sonunda zayıf düşüp, IÇaysi ve Yamanı diye, iki şubeye ayrılarak, dağılmağa yüz tuttuğu XVI.: asra doğru Ma'n-oğullanmn hâkimiyeti ele geçirmeleri bîr zaman meselesi hâlini al­ mış ve asıl faaliyetleri, Suriye'nin Osmanlılar tarafından zaptını müteâkip başlamıştır. Yavuz- Sultan Selim 'in Kölemen seferi esnâsında' Ma'n-oğuHarmmbaşmda emîr Fahr al-Din L bulunuyordu ki, Tanühiİerin yerine Ma'nilerin ikbâli onunla kendini gösterir. Merc-i Dâbik muharebesinde ( 1516 ), Osmanlılar m gâlip ge­ leceğini sezerek, rakiplerinin aksine, Sultan Selim tarafım tutan Fahr al-Dîn padişaha sadâkat arzı hususunda diğer emirlerden çabuk davrandı; Can-Birdi Gazali ile bir­ likte, huzûra çıkarak, ta tlı. dili sâyesinde, Sultan Selim ’in itimâdım kazanıp, kendisine sancak beyliği, tevcihini te'mîn etti ve Cabal Lübnan 'da üstünlük bu suretle Ma'n-oğullarma geçmiş oldu-( J. v. Hammer, Hisioire de VEmpire Oitoman, Paris, 1836, IV, 286; H. Lam­ mens, ayn. esr., II, 57; Adei İsmail, ayn. esr., s. 1, 4, not 11 ). Kanûnî Sultan Süleyman 'ıh cülusunu müteâkip isyana kalkışan Gazali ten­ kil edildiği zaman, onunla siki dostluğu bili­ nen Ma'n-oğhınün yakayı nasıl kurtardığı meçhuldür. Fahr al-Din I., uzun ! bir emirlik* devrinden sonra, :Şam beylerbeyi. ( Ramazan -oğlu Pîrî Paşa), tarafından* izâle .edilmiş ( *544 ) ve yerine oğlu Korkmaz geçmiştir. .* Anlaşıldığına .göre, Osmanlı idaresinde bu emirlerin birbirlerini irsen istihlaf etmeleri gibi, bir imtiyâz yok idi. Hükümet,.bu vazi­ feye bir başkasını da tâyin hakkına: .üıâlik olmakla berâber, emirliğin evlâd a... intikali­ ne müsait davranmak zaruretini duymuştur (A d e l İsmail, ayn. esr., s.. 24, not 43). Ma­ mafih garp müelliflerinin «Dürzîler prensi,,



diye tavsif ettikleri Ma'a-oğullarmın kuvvet ve mıfûzları ne olursa-olsun, devlet nazarın­ daki mevkileri mirlivalıktan ibaret idi (N ai­ mâ, ayn esr., II, 119}. Osmanlı hükümeti Mısır ve Suriye'nin ver­ gilerini, korsan tecâvüzüne mâruz bırakmamak İçin, kara yolu ile îstanbula'a getirmek usûlünü tutmuş idi. Bu hazîneyi götüren kervan Cün Akkâr 'da çapulcuların baskınına uğradı. Hâ­ disenin hakikî mes’ûlü olduğu ileri sürülen Bika hâkimi tbn Furayhı ile Trablus hâkimi îbn Sayfa bu cürmü DÜrzîlere atfettiler ve emîr Korkmaz '1 da yağmacıları barındırmakla itham ettiler. Hâdisede medhalleri az muhte­ mel bulunmakla beraber, pek de mutî olmayan durzîlerin yola getirilmesine me’mur Mısır va­ lisi İbrahim Paşa, Ma'n-oğlu 'nu Şam ’a çağırttı j emîr Korkmaz bu dâvete icabet etmeyerek, âsî tavrı takınınca, onu itaat altına almak üzere, askerî harekâta girişti. Mağlûp olan ve mu­ kavemeti kınlan Korkmaz, sarp bir kayalıkta kâin Şalçif T irûn 'a iltica ederek, orada ya kederinden veya zehirlenerek öldü ( 1585 ). Korkmaz’ın o ğ ln ve halefi Fahr al-Din H, ( doğm. 980 = 1572 ) annesi Sit Nasşab ( M. Jouplain, La guesiion da Liban, Paris, 1908, s. 103; Adel İsmail, ayn, esr., s. 58 ) tarafın­ dan, Kasravân 'da mârûnî al-Hazin ailesi nezdine gönderilerek, orada terbiye edildi ve bü­ yüdüğü zaman, dayısı Sayf al-Din al-Tanühi, kendisine Şüf emirliğini iade etti. Babasının ye­ diği te'dip sillesini unutamayarak, Osmanlı dev­ letine karşı büyük bir kin besleyen ve müstakil bir Lübnan devleti kurmak hülyasına kapılarak, bütün faâliyetini bu gayenin tahakkukuna hasr­ eden Fahr al-Din Osmanlı devletinin o esna­ larda Avusturya ve İran harpleri ile meşgûl bulunmasından faydalanıyor ye İstanbul 'da elde ettiği nufûzlu kimselerin himâyesi ve bâzı saray ağalarının olup-bitenden onu zama­ nında haberdar eylemesi sâyesinde, hareket serbestîsi kazanmış bulunuyordu ( Fermaneî, Fauvel, de Lavnat ve de Stochove, Voyages d ’Italie et da Levant, Rouen, 1687,3. 327 ). V ergi­ sini muntazaman Ödediği, daha ziyâde mahallî emîrler ile uğraştığı ve hükümet idaresindeki yerlere taarruzdan mümkün mertebe çekindiği için, harekâtı bidayette Bâbıâlî tarafından müsamaha ile karşılanan emîr Fahr al-Din, Celâli reislerinin yaptığı gibi, başı-boş sek­ banlar toplayıp, onlardan mürekkep, adetâ ordu denilebilecek bir askerî kuvvet vücûda getir­ miş ( ımkdarı 10.000 kadar tahmin edilen bu kuvvet hakkmdaki mübâiegalı rakamlar için bk. Naimâ, ayn, esr., II, 119; Muhibbi, ayn. esr., IH, 267; krş. Lammens, ayn. esr., II, 75 ), Dayr al-Çamar, Şakif Anm a ( Kal'at al-Şakif )



ve Şakif Tirün ( jCaFat N iha) gibi, müstahkem mevkiler ve malzeme depoları te'sis etmiş, Ceiâlîier ile hemen dâima iş-birliği yaparak, Haleb beylerbeyi Canbulat-oğlu Ali Paşa ’wn yar­ dımı sâyesinde, Yûsuf S ayfa’yı mağlûp edip, şimalî Lübnan 'a da hâkim olmuş idî. Şayda ve Beyrut'u da ellerine geçirmiş bulunan Ma'noğullarmm nufûz bölgesi gittikçe genişliyor ve cenûbî Lübnan ’da Şafad, Bânyas ve ‘Aclüu 'a kadar uzanıyordu. Fahr al-Din II. 1015 (1606) ’te beraberce Şam 'ı muhasara ettikleri (Naimâ, III, 168 ) Canbulat-oğlu 'na, Kuyucu Murad Paşa ile yaptığı Oruç-Ovası muharebesinde Küîeybî ve Dürzî kuvvetlerinin başında olarak, yardı­ ma geldi ( 1607 ). Fakat Celâlî reisinin hezimeti üzerine kaçıp, kalelerinden birine kapanmağa mecbûr oldu ( Naimâ, ayn. esr., II, 16). Hükü­ met, bütün bu hareketleri istiklâl uğrunda yaptığı belli olan ve şark ticâretinde V e­ nedik 'in ve Fransa ’nın rakibi Floransa ile gizli askerî hükümleri muhtevî bîr ticâret muahedesi akdetmekten çekinmeyen Fahr al-Din II. 'i yola getirmek lüzûmunu duydu; mes’elenin halline Şam beylerbeyi vezîr Hâliz Paşa'yı me’mûr etti ( bazılarına göre, bu karârın müsebbibi, Fahr al-Din'İn öteden beri . hasım olan vezîr-i âzam Nasuh Paşa olmuştur, bk. msl. Müneccim-başı, Tarik, III, 635 ). Hafız Paşa, emrin­ deki Anadolu, Karaman ve Diyarbekir asker­ leri He, 1021 ( 1 6 1 2 ) 'de başladığı harekâta ertesi sene de devam etmiş ve sarp dağlara tahassun eden Dürzîlere karşı harekâtta çok zorluk çekmiştir. 60 gemiden mürekkep bir Osmanlı filosunun desteklediği bu kara hare­ kâtı karşısında Fahr al-Din daha fazla daya­ namayacağım ve Damüı ictimamda kendi­ sinden yüz çeviren diğer Dürzî emirlerini iknâa muvaffak olamayacağım anladı ve yerine büyük oğlu emîr Ali (Naimâ, III, 168’de, topal ) 'yi geçirip, kendi kardeşi Yûnus'u da yar­ dımcı tâyin ettikten sonra, bir fransız gemisi ile, Sayda 'dan ayrıldı (1 5 eylül 1613 ) ve İtal­ ya *ya giderek, Toskana dukası Cosimo II. ta­ rafından hararetle karşılandı. Onun bu seyahati hakikî bir çekiliş değil, Avrupa 'dan yardım te'min etmek üzere yapıl­ mış bir teşebbüs idi. Fahr al-Din kendisinin Godefroy de Bouillon neslinden geldiğini ve binnetice Lorraıne hanedanına mensup bulun­ duğunu iddia ediyor, Toskana dukaları ile akra­ ba çıkmağa kalkışıyordu ( onun muzâharet te'* mini için İran şahı ile de karabet iddia ettiği rivâyeti hakkında bk. Fermaneî v.b., ayn. esr., 328) Lübnan ’daki yakınlarına yazdığı bir mektupta, Avrupa'dan gemiler ile kuvvet gönderilmek üzere bulunduğunu, kalelerin iyi muhafaza edil­ mesi gerektiğini bildirmiş ( Naimâ, ayn, esr.,



2?0



MÂ'N.



H, 120 ), filvâkî bir müddet sonra, 5 Floransa gemisi Suriye sahillerine asker ve top çıkar­ mağa başlamış idi { krş. M, jouplain, ayn. esr„ s. 105 ). Bu toplar kalelere taşınırken, tenkil kuvvetlerinin zamanında yetişmesi neticesinde, Dürzîler dağlara, frenkler de gemilerine kaç­ tılar. Yardım bekleyen âsîler bir müddet daha mukavemet gösterdiler ise de, bir kaç defa mağlûbiyete uğradıklarından, emîr Ali ile emîr Yunus boyun eğmeğe meebûr oldular ( Naimâ, ayn. esr., 11, 119 v.d.; Osmanh hükümetinin bu mutavaat ile iktifa ederek, daha ileri gitme­ mesinde Sıt Nassab 'in Şam valisi nezdindeki teşebbüsü de âmil olduğu söylenir ( bk. M, Jouplain, ayn. esr., s. 103 ). Bu harekât sonunda Dürzî meselesi tamâmen halledilmemekle beraber, İran işleri ile meşgul olan Osmanh devleti bîr müddet sonra Şubayba ve Ş<ûf Amun 'un yıktırılması, beyli­ ğin emîr A li'd e kalması şartlan ile, 1618'de Fahr al-Din ’in Lübnan ’a avdetine müsâade etti ( bu müsâadeyi Nasuh Paşa *nın ölümü ile alâkalı görenler vardır; bk. Adel İsmail, ayn. esr., s. 8). Kendini bir az durul­ muş gibi gösteren ve gayr«i resmî bir sıfatla, âdeta bir „müdîr-i memleket" ( Naİmâ, ayn. esr., III, 168) rolü oynayan Fabr al-Din icrâatını bermutâd İstanbul 'dan aldığı haberlere göre ayarladı ( Chevalier d 'Arvieus, Memoires, Paris, 173$, I, 457 ), bir taraftan da franstzlara hoş görünecek hareketlerde buluna­ rak, eski emellerini takibe koyuldu ve kâfî de* recede kuvvetli olduğunu hisseder-etmez, Şam beylerbeyi ile mücâdeleden bile çekinmedi, 1623'te bir Dürzî kıt'ası :A n car'd a Hannâk Mustafa P a şa ’yı esir etti. Fahr al-Din, bu zâ­ tı Baalbek ’e kadar götürüp, sonra serbest bıraktı ( Muhibbi, ayn. esr., III, 267; Şidyâk, ayn. esr., s. 308 v.d.; Lammens, ayn. esr., H, 79 v.d.). 1627 'de Trablus beyi Yûsuf Paşa ( Seyf-oğlu, îbn S a y f a ) 'yi mağlûp ederek, topraklarını yağma ve:tahrip eyledi (Muhibbi, ayn. esr,, III, 267; Naimâ, II, 240 v.d.). Fahr al-Din 'in bu hareketleri ve bâzı Avrupa dev­ letleri ile münâsebette devamlı, istiklâl pe­ şinde koştuğunu bir defa daha açığa vurduğu gibi, Venedik hükümeti de Bâbıâlî'nin kuş­ kusunu te'yit edecek îlkaâita bulunuyordu. Murad IV. Tedmür'den S afed ’e kadar hük­ münü yürüten bu çok nufûzlu emîrin izâlesi­ ne karar verdi ve tenkil işini Şam beyler­ beyliğine getirdiği Küçük Abmed Paşa 'ya havâle eyledi ( 1042 — 1632). Fahr al-Din, İbrahim kethüda kumandasındaki Osmanh as­ kerini yendiği hâlde, emîr Ali, Safed sahra­ sında Ahmed P aşa'ya mağlûp oldu ve mak* tûl düştü. Hükümet kuvvetleri, bir çok çar­



pışmalardan sonra, Ma n-oğutlannın hâkimi­ yeti altındaki yerleri ele geçirirken, Osmanh donanması da Suriye sahillerini abluka etmiş bulunuyordu. Bu vaziyet karşısında Avrupa 'ya kaçamayan Fahr al-Din, Şa^if Tirün 'a sı­ ğınmak mecburiyetinde kaldı; o sarp dağlara hüeûm eden Ahmed Paşa'ya, orada ve daha sonra Cazzin civarında bir mağarada, muka­ vemet etti. Nihâyet teslim olarak ( tafsilât İçin bk. Naimâ, ayn. esr., III, 169 v.d.; Miineccim-başı, ayn, esr,, III, 669; Ricaut, Histoire de PEmpire Ottoman, La Ha ye, 1709, I, 70 v.d.), oğullan ile ( aş, bk.), İstanbul 'a gön­ derildi ve bir müddet Yedikule 'de mahbus tutulduktan sonra, Revan seferine gitmiş bu­ lunan pâdişâhın emri ile, idam edildi ( 1635 ). Siyâsî ihtirasları, mâcerâ dolu hayatı ve hi­ lekârlığa kaçan zekâsı ve Lübnan 'da girişti­ ği İktisadî faaliyeti ile ( bu hususta bilhassa bk, Adel İsmail, ayn. esr., tür, y e r.; Lammens, ayn. esr., II, tür. yer.) dikkati çeken Fahr al-Din II. hakkında bir hayli yazı yazılmış, tarihlerde ve seyahatnamelerde kendisinden sık-stk bahsedilmiş, romanvârî eserlere de ( msl. J. Arcache, VEmir â la Croix, Pa­ ris, 1938 ) mevzu teşkil etmiştir. Kendisi yaz mevsimini Beyrut 'ta İtalyan üslûbunu andıran bir şekilde yaptırdığı, etrafında mükemmel bahçeleri olan sarayında geçirirdi. Fermaneİ ve arkadaşları tarafından 1631 'de görülen bu sarayın 1697 'de metruk ve barâp hâlini İngi­ liz seyyahı H. Maundrell ( Voyage d’ Alep â Jerusalem, Paris, 1706, s, 64 v.d.) anlatır ve bilhassa bahçesinin tanzim şeklinden hayran­ lık ile bahseder ( Fahr al-Dİn 'in Sur 'dakî sarayına ve hayat tarzına dâir bk. d'Arvıeux, ayn. esr., I, 251 v.d., 354 v.dd.; Stochove, Voyage, Bruxelles, 1643, s. 344; Deskayes de Courmenin Voiage du Levant, Paris, 1661). Fahr al-Dİn'ın hıristiyanhğı kabul ettiğine, idamı sırasında haç çıkardığına ve göğsünde bir altın haç bulunduğuna dâir rivâyetler var­ dır ( F. de Mezeray, His toire des Turcs, Chalcondyle tercümesinin zeyli, Paris, 1662, II, 136; Puget de St.-Pierre, Hisioire desDruses, Paris, 1763, s. 96; d’Arvieux, ayn. esr., I, 378; Lammens, ayn. esr., II, 81 v b.). Onun küçüklüğünde bir müddet yanında ya­ şadığı ailenin hıristiyan olduğu ve en müte* med adamı Şayh Abu Nâdir al-Hâzin ’in de aynı aileden bulunduğu goz önünde tutulur ve bu kızının da ( aş. bk.) saçları arasında1 bir haç zuhûr ettiği rivayeti ile beraber dü-r şünülür ise, Fahr al-Din 'de Hıristiyanlık te­ mayülü iddiasının ulu-orta reddine imkân ol­ madığı neticesine varılır. Fahr al-Din II.’in, muhtelif kaynaklara göre, adetleri 3 ve 7 ara­



MA’N. stada değişen ve isimleri hakkında ittifak edil*, meyen evlâdından ( bu hususta bk. Şİdyâk, ayn. esr., s. 161 ve 337; E. de Zambaur, Manuel de genialogie et de ckronologie pour Vhisioire de l*İslam, Hanovre, 1927i s. 109; Naimâ, ayn. esr., IîI, 170; Murâdi, S ilk al-durar f i a‘yân al-karn aUşüni 'ajur, Bulak, 1291, II, 59) bahsedilmesi gerekenler, emîr Ali Men başka, Hüseyin Bey ( aş. bk.) ile ismi bizce mechûl bir kızıdır. Bu kız babasının mağlûbiyeti sı­ rasında, DİyarbekirMe büyük bir şöhrete ve pek çok müride mâlik bulunan urmiyeii Şayh Mahmüd 'a sığınmış id i; erkek kıyafetinde ge­ zer ve babasından elkimya öğrendiğini, alim yapmak sırrına vâkıf bulunduğunu iddia eder­ di. Murad IV., Bagdad seferine giderken, uğ­ radığı Diyarbekir 'de, şeyhin tavsiyesi ile, Fahr al-D in'in kızma, altın yapmak üzere, bir hayli para vermiş ve avdetinde (1048 = 1636) işin sahtekârlıktan ibaret olduğunu, paraların zevk ve safâ âlemlerinde yendiğini görerek, iki de kız dünyaya getirmiş olan bu kadını idam ile cezalandırmıştır ( Kâtib Ç e­ lebi, Fezleke İstanbul, 1287, II, 2x3; Naimâ, ayn. esri., III, 366 v. dd.). Osmanh hükümeti, Fahr al-Din II. mesele­ sini bertaraf ettikten sonra, Lübnan 'm orta ve cenup kısımlarım 'Alam al-Din âilesîne tevdî etti; bunların da hemen ilk işi Tanühi bakiyelerini ortadan kaldırmak oldu. Ma­ mafih Mafn-oğullan ailesi, eski kudretlerini kaybetmekle beraber, bâlâ devam ediyordu. Başa Fahr a!*Din II. ’in kardeşi Yûnus ’un oğlu emîr Mulham ( 1044— 1068 = 1634— 1658 ) geçmiş idi ve kendi ailesinden olup, Osmanh hükümeti tarafından desteklenen AH Bey İle mücâdele ediyordu. Üzerine gelmekte ol­ duğunu casusları vâsıtası ile haber alan emîr Mulham, Şam beylerbeyi îbşir Mustafa Pa­ şa 'yi, pusuya düşürerek, mağlûp etmiş ( 1060 =» 1650 ); yaralanarak, geri dönen Îbşir ’in, daha geniş bir harekete girişmek Üzere, istediği müsâade, İstanbul Maki ocak ağlarının ( Bektaş A ğa, Kethüda Bey v. b.) Ma!n-oğîu'ntı himâ­ yesi dolayısı ile, verilmemiş idi. Emîr Mulhara ’in Ölümünden ( 1658 ) sonra, yerine geçen oğulları Korkmaz ile Ahmed maiyetlerinde 4— 5.000 tüfekçi bulunduruyorlar, hükümete vergi vermedikleri gibi, Şam beylerbeyilerinin askerini topraklarına uğratmıyorlardı. Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa, Şam valiliği esnasında ( 1070 — 1071 = 1660— 1661 ), Dürzî meselesini ele aldı ve Ma'n-oğulları üzeri­ ne bir sefer açarak, mukavemetlerini kırdı. Dürzîlerin A klı (Yem en i) denilen kısmından 3.000 kadar muharip hükümet kuvvetlerine katılmış, diğer kısımlar ise, ya dağlara kaç­



271



mış veya 500 kese vergi vermek şartını kabul etmiş idi. Fakat bu taahhütler yerine geti­ rilmediğinden, Fâzıl Ahmed Paşa, Say da, Beyrut ve Safed, Şam ’dan ayn bir eyâ* let hâline konulmadıkça, buralara gereği gibi hâkim olmanın imkânı bulunmayacağını anladı. Teklifi hükümet tarafından muvafık görülüp, bu sahalardan mürekkep bir eyâlet teşkil olundu; beylerbeyliğine Şam defterdarı Ali Efendi ( Paşa ) tâyin edildi ( Siîâhdar Mehmed Ağa, Tarih, İstanbul, 1928, I, 215 v.d.), Şayda vâlilerinden Mehmed Paşa 'nm tedbiri ile emîr Korkmaz 1662 Me katledildikten son­ ra ( Şidyâk, ayn. esr., s. 183; krş, M. Jouplain, ayn. esr., s. 120), emîr Ahmed 1697’ye kadar yaşamış, her ikisi de evlâd bırakmadığından, Ma:a-oğulları sülâlesi İnkıraz etmiştir. Osmanh hükümeti Lübnan’ı doğrudan-doğruya ıdâre etmek için, bütün emîr ailelerinin nufûzunu kırmak ve geniş Ölçüde bir temizle­ me hareketine girişmek lâzım geldiğini bili­ yor, fakat o tarihlerde ikinci Viyana muha­ sarası m takip eden ve kendisini 4 müttefik devlet ile çarpışmağa mecbür bırakan yorucu harpler ile meşgul bulunduğundan, böyle bir teşebbüse girmeği ihtiyata uygun görmüyordu. Fahr al-Din II. Men sonra desteklediği ‘Alam al-Din âİlesi İse, Lübnan'ı hoşnut edememiş idi. Bunun üzerine Lübnan ileri gelenlerinin toplanarak, kendilerine bir emîr seçmelerine hükümetçe müsâade olundu. Bu toplantıda ( 1697 ) emirliğe MaM-oğuIIarınm akrabası olan Şihâb-oğullarmdan Başir I. intihap edildi (H . Lammens, ayn. esr., II, 93 ), Man-oğullarından mühim bir şahsiyet de, Fahr al-Din II. ’in oğlu olup, babası ve kardeşi Mas:üd (Naimâ, ili, 170; Muradı, II, 59 ; bera­ berlerinde başka bir kardeşlerinin bulunduğuna dâir bk. Şidyâk ve Zambaur, göst. yer.; Ricaut, ayn. esr., I, 75) ile birlikte, İstanbul’a getiri­ len ve yaşça büyük olan Mas'üd Öldürüldükten sonra, Galata* sarayı 'na alman Hüseyin Bey Mir. Bu zât, bir Osmanh devlet adamı, İstanbul ’un münevver tabakasında ilmi ve efendiliği ile tanınmış, bilhassa müverrih Naimâ ile mü­ nâsebeti ve Osmanh tarihçiliğine hizmeti sa­ yesinde, unutulmaktan kurtulmuştur, Hüseyin Bey, tahsil ve terbiye gördüğü Galatasaraymdan, Sarây-ı âmireye getirildi; orada da istidâd ve kabiliyetini ısbât ederek, has oda­ ya alındı; Mehmed IV. devrinde sır kâtibi, müteakiben hazîne-kethüdâsı olduktan sonra, çırağ edildi (Naimâ, IH, 170 v.d.). Murâdi ( gost. yer. ), hâcegândan olarak zikrettiği Hü­ seyin B e y ’.in teklif edilen vezirliği kabûl et­ mediğini söylüyor ise de, Naimâ gibi, onu iyi tanıyan ve pek seven bir müverrihin bu rıvâ-



yetten bahsetmemesi şüphe uyandırabilir. Ancak Naimâ'mn Hüseyin B ey ’e âit taf­ silâtı onun vefat senesi vekayü arasında ve­ receğini vaad ettiği hâlde, tarihini o sene­ lere kadar getirmediğini de göz Önünde tut­ malıdır. Hüseyin Bey ( zilkade 1065 — eylül 1655 ), Şâh Cihan'm gönderdiği sefire karşılık olarak, Hindistan ’a elçi tâyin olundu ( Abdurrahman Abdı Paşa, Vekayi-nâme, Topkapısarayı, Ko­ ğuşlar, nr. 9i$,3ot>; Naimâ, ayn, esr.t VI, 199 v.d.). Bu seyahat esnasında Şayda ’ya ve oradan da Haşbayyâ ’ya gidip, amcasının torunu emir Ahmed ile Şihâb* oğulları tarafından karşılana­ rak, kendisine emîrlik teklif edildi; fakat devlete bunca seneler hizmet edip, yüksek mev­ kiler ihraz eyledikten sonra, Dürzî emîri olama­ yacağını söyleyerek, bu teklifi reddetti (Mu­ radı, ayn, esr,, Iî, 61 ), Hüseyin Bey Hindis­ tan'a Şah Cihan ’m ölümünü tâkip eden saltanat kavgası esnasında varıp, şehzade Murad-Bahş’ın hâkim bulunduğu sahada hüküm­ dar sıfatım takman bu zât tarafından kabûl edildikten sonra, İstanbul 'a döndü ( şaban 1069 “ mayıs 1659 ). Mehmed IV, 'in Hindis­ tan ’a dâir suâline, Osmanlı diyarım oralar­ dan çok üstün gösteren ve pâdişâhın hoşuna giden cevabı, Ma'n-oğlu 'nun sözünü, sohbetin* bilir bir adam olduğunu isbât ediyor ( Naimâ, ayn, esr„ VI, 397; Abdurrahman Abdî Paşa, ayn, esr,> 44*). Hüseyin Bey ’in vefat tarihi, Naimâ ( ayn, esr,, III, 1 7 1 ) ’ya göre, 1102 ( 1690/1691), Muradi (ayn, esr,, II, 6 o ) ’ye gö­ re, 1109 (1697/1698) olup, o sırada yaşı 60— 70 arasında idi. ölünceye kadar „bezl ve atası mülûkâne" ve tanıyanları ilmine, irfanına ve meziyetlerine hayran bırakır bir insan sıfatı ile, itibârını muhafaza etmiştir, Vak’anüvis Naimâ 'nın Hüseyin Bey ile yakından münâse­ bette bulunduğunu ve Sultan İbrahim İle Meh­ med IV. devri vekayiinden çoğunu, en doğru olarak, onun lisanından İşiterek yazdığım söy­ ler, Binâenaleyh Ma'n-oğlu Hüseyin Bey ’i XVII. asır Osmanlı tarihinin başlıca râvîlerinden biri olarak kabül etmek lâzımdır. Onun Tam~ g iz adlı İslâmî ahlâka ve âdaba dâir arapça bir eseri vardır. Naimâ, bir kaç nüsha istinsah ettiği bu eserin kıymetini pek yüksek tutar ve onu müellifinin ilim ve fazlım ısbâta kâfî addeder. Bugünkü mütehassısların ifâdesi de Tamyîz 'in, gerek üslûp ve gerek muhteva ba­ kımından, değerli bir te'Iif olduğu noktasında Naimâ ’nm hükmünü te’yİt etmektedir ( nüshala­ rı hakkında bk. G A L, Sapph, II, 482; bk. bir de G A L , II, 354). Bu eserin Hamidiye kütüp­ hanesinde 690 numaralı yazması müellif tara­ fından görülmüş bir nüshadır. Aşır Efendi kü­



tüphanesinde 776 numaralı yazmanın da müel­ lif hattı ile olması pek muhtemeldir. B i b l i y o g r a f y a : Başlıca me’ha2lar metinde gösterilmiştir. Osmanlı tarihinin XVI, ve XVII. asır vekayiini ihtiva eden şark ve garp eserlerinde Ma'n-oğulları hakkında malûmat bulunduğu gibi, Suriye ’ye dâir ya­ zılmış tarihlerde de bu aileye uzun sahifeler tahsis edilmiştir. Bunlar İçin makalemizde faydalandığımız muahhar eserlerin ( bilhassa Adeİ İsmail ve M. jouptain ) bibliyograf ya­ rına mürâcaat etmelidir; bk, bir de Th. Minadoi, Historia della Guerra fra Turchİ et persiani ( Venedik, 1594 ) , s. 282— 287, fihristte Manogli; Du Loir, Voyages ( Paris, 1655 ) ; De la Roque, Voyage de Syrie et de Liban ( Amsterdam, 1723 ) ; Monconys, Vo­ yage (Paris, 1695), II, 74; C. ’Niebuhr, Vo« yage en Arabie et en d’autres pay s circon voisins ( Amsterdam-Utrecht, 1780 ), II, 363 v. d .; N. Büron, Les Druses, Histoire da Liban et de la Montagne haouranaise ( Pa­ ris, 1930 ) • Vulât Dîmaşk f i *l-ahd al-O şmâni ( nşr. Salâh al-Dîn al-Munaccid ), Şam, 1949; haydar Şihâb, Târih ( Kahire, 1900 ); Ristelhueber, Les tradİtions françaises aa Liban ( Paris, 1918 ).



( M. Cavîd Baysun.) MA’N.



MA'N B. Avs (?~684), Bam



Muzayna kabilesine mensup olup, i l k İs ­ lâ m d e v r i ş a i r l e r i n d e n d i r . Hâl ter­ cümesinin mutaları aş,-yk. tesbit edilmiş bir hâldedir. Filhakika Kitâb al-Ağ ani onun ’Omar I. için bîr medhiye, 'A bd Allah b. al-Zubayr aleyhinde de bir hicviye yazdığım bize öğretmektedir. Ibn al-Zubayr’in misafir­ perver olmayışım tenkit etmiş olup, bu hiciv Ağanı *de bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Ağânî bu iki şiirin birincisinin başlangıcını zikreder; fakat bu şiir Divân 'ında da bulun­ makta olup, burada 'O m ar’in oğlu !A sim ’a hitaben yazıldığı görülmektedir. Ağâni, bun­ dan başka, Ma’n 'm 'Abd Allah ile Marvân b, aî-Hakam arasındaki fitnenin başladığı zama­ na, yânı 64 ( 684) yılma kadar, yaşadığını da bize öğretmektedir. Buna nazaran şâir hic­ ri tarihin aş.-yk. başında doğmuş olmalıdır. Ağâni ’nm verdiği diğer bilgiler yalnız onun husûsî hayatına âİttir ve D ivâ n ’ ı da bize an­ cak husûsî hayatının bir kaç çizgisini göster­ mektedir. Arabistan 'da bir mâlikânesi var idi. Fakat Suriye ve Irak ’a seyahatler de yapmıştır. Zevcelerinden biri aslen Suriyeli idi. Kabîtesinin mücâdelelerine de iştirak etmiştir. İhtiyarlığında gözlerini kaybetti. Son zamanlara kadar Ma'n’in şiirlerinden ancak M a n î'd e ve başka eserlerde bulunan



MA’N parçalar mâlûm idi. P. Schwarz Eseurial 'de D ivân 'inin noksan bir yazma nüshasını keşf­ etmiştir; bu nüshada muhtevâsı ai-Kali [ b. bk.] ’ye çıkan bir şerh vardır. P. Schwarz bu­ nu 1903 ’te bastırdı ve başına kısa giriş ile Ağâni ’ de bulunan mâlûmâtm tercümesini ilâ­ ve etti; H. Reckendorf bu basmaya bâzı bil­ giler ilâve etti, 1927 'de Kamaî Mustafâ D i­ vân ’m K ahire’de bîr basmasını neşretti. Schvvarz basmasında bulunan bir kaç şiir bu­ rada bulunmamaktadır; buna mukabil, Schwarz ’m neşretmemiş olduğu ıkİ parçayı ihtiva eder. Mukaddimesi kısmen ismi zikredilmiş olan Schvvarz 'dan harfiyen tercümedir. Ba mukad­ dime basmanın neye istinat ettiğini açıkça göstermemektedir; yazmalardan istifâde edil­ miş değildir, fakat sâde Schvvarz ’m basmasına istinâd ediyor görünmektedir. Aralarındaki fark bâzı tertip ayrılıkları, bir kaç parçayı çıkarma ile başka menbâlardan alınmış bâzı ilâvelerden ibârettir. B i b l i y o g r a f y a ' . Kitâb al-A ğâni,X, 164— 168: P. Schvvarz, Gedichte des M an Ibn i4 us, Leipzîg, 1903 (krş. Z A , 1903, s. 274 v. d. ve Reckendorf, O LZ, 1904, s. 138 — 140), bu makalede menbâlara dâir başka kayıtlar da vardır, Kamâl Mustafâ, M an ibn A vs, ffayâtahu, şi'ruhu, ahbârahu ( Kahi­ re, 1927 ) ; Brockelmann, G A L, 1, 42; Supph, I, 72. (M . P le ssn er .) M A ’N. M A N b. Muh A mmed b. A hmed b. ŞÜMÂDİy AL-T üCÎBÎ ABU 'L-A hVAŞ yahut ABU Y a h y a , XI. asrın ortalarında, şarkî Ispanya’da Almerıa 'da hüküm sürmüş olan b i r s ü l â l e ­ n i n k u r u c u s u . Buradaki emîrlik, 1023 yılına doğru, ‘Âminlerin iki „slavı“ Hayran ile Zuhayr tarafından kurulmuş idi. Bu sonuncunun ölümünde (1037), efendileri Valensia meliki ‘Abd al-*Azız b. A bi ‘Am ir bu emirliği, 1041 ’de, kendi ülkesine ilhâk etmiş ve buraya vali olarak kayın biraderi Ma'n b. Şümâdih ’ı getir­ miş idi. Ma‘n asil bir arap ailesine mensup id i; babası, meşhûr hâcib al-Manşur [ b. bk.] 'un kumandanlarından olup, Huesca valiliğinde bulunmuş bir zât idi. Ma'n, 4 seneye yakm bir zaman, Valensia kiralına sâdık kaldıktan son­ ra, istiklâlini ilân etti. Almeria ’da bir kaç sene daha yaşadı ve 443 ramazanında ( kânun 11. 1052 ) öldü. B i b l i y o g r a f y a 1 îbn ‘ İzari, al-Bayân al-muğrib ( nşr. E. Levi- Provençal), III, 167; R. Dozy, Reckerckes sur l’histoire et la liiterafare de VEspagne pendant le Moyen-âge ( Leiden, 1881), I, 241 ve zeyil­ ler XIX ve X X ; A, Prieto Vives, Los Reyes de taifas (Madrid, 1926), s. 40, 44, 61. (E . L evi -P r o v e n ç a l .)



îşiâm Ansiklopedisi



MÂNA.



*73



M A ’N. M A N b. Zâ ’ îda A bü ’ l-V a U d al ŞAYBÂÎIÎ, k u m a n d a n ve v â I i. Emevîler devrinde Ma'n Irak hâkimi Yazîd b. 'Omar b. Hubayra 'nin hizmetinde idi ve bilhassa ‘A li taraftarı âsî :Abd Allah b, Mu'âviya ile Abbasî kumandanlarından Çahtaba b. Şabib ’e ve oğlu al-Idasan ’a karşı da mücâdele lere katıldı. Bu yüzden al-Manşur 'un gazabına uğradı ve İbn Hubayra [ b. bk,]'nin katlinden sonra Abbâsîlerin intikamından kurtulmak için, saklanmak mecbûriyetinde kaldı. Fakat Râvandiler [b. bk.] al-Hâşîmiya ’ye giderek ( muhte­ melen 141 ss 758/759 ), reislerini hapsettirmiş olan halifenin sarayına hücum etmek istedik­ leri zaman, Ma'h saklandığı yerden çıktı ve ken­ di taraftarları ile beraber, âsîleri tardederek, alManşur 'u kurtardı; al-Manşür da onu derhal affetti ve ona Yemen 'in vâliiiğini verdi. Ye­ men 'de Ma‘n kendi kabîlesi Bani Rabi:a ’ya mensup olanları himaye etti ve yemenlilere son derece sert muâmelede bulundu. Rivayete göre 151 ( 768/769 ) senesinde Yemen ’den Sicistan ’a gönderildi ve oğlu Zâ'ida onun yerine Yemen valisi tâyin edildi. Bir müddet sonra, muhtemelen ertesi sene Ma‘n, tâmirat işi ile meşgul ameleler araşma karışmış ve böylece evine kadar girmiş olan bir kaç hâricî tarafın­ dan, Büst ’te öldürülmüştür, ölüm tarihi olarak, yalnız 152 senesi değil, 151 ve 158 seneleri de gösterilir. Bununla beraber, Yemen menşe'Ii bir rivayete göre, önce Azerbaycan 'a, sonra da Sicistan 'a gönderilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , Ya'kübi ( nşr.Houtsma ), II, 389 vd ,, 448, 462 v.d.; Tabari, II, 1978— 1980; IH, 16, 63— 65, 130— 133, 368 v.d., 394— 397 ; Mas'üdi, Muruc ( Paris tab,), VI, 45 v.d., 168— 170, 256 v.d., 316 v.d.; İbn al-Asir ( nşr. Tornberg), V, 284, 309, 336 v.d., 383-385, 464; VI, 15 v.d.; İbn Hâilikân (nşr. Wüstenfeid ), nr. 742 (trc, de Siane, III,^398 — 408 }. ( K . V. ZETTERSTİlEN.) M A N A , t Bk. MÂNA,] M Â N A . M A'N Â ( A.), m â n a, bir g r a m e r t â b i r i olarak da kullanılmaktadır. Felsefe di­ linde, en geniş mânadan en darına kadar kullanıl­ dığından, yabancı dillerde bütün medlullerini karşılayacakbir kelime bulmak imkânsızdır. Fel­ sefe tâbirlerinin girmediği yerlerde, »düşünce, f.kir, kasdedilen şey“ ve bâzan de sâdece „şey“ ve buna benzer mânalarda tesadüf olu­ nur. Fakat daha sonraları, bilhassa »mefhum" mânasında, yahut al-Tahânavi 'nin Kaşşâf iştilâhât al-funun 'unda ifâde ettiği üzere, »bir kelimeye tekabül ettiği, yâni bir suretin bir kelime dolayısı ile tasavvur edildiği nisbette, bir zihnî suret {sara zihnîya)“ mânasında kullanılmıştır. Hor ten, kelimenin metafizikte18



m



MÂNÂ - MANÂSÎIİt



ki husûsî manasım tesbit etmiştir ( Was bedeatet ,£** als pkilosophischer Terminas ?, ZDMG, LXIV, 391 v. dd.). Ona göre, ma nâ „gayr-ı cismânî bir şe’niyettir", yoksa entüsî. mânada zihnî bir suret değildir. Bu mânada, kelime dâima şifa 'nm zıddı olarak kullanılmaktadır. Kelimenin cem’i olan ma ani belagat ilmi*



nin bir kısmına delâlet eder. B i b l i y o g r a f y a ' , Maddenin içinde gösterilmiştir; krş. bir de lügat kitapları ve Taşköprü-zâde, Miftâh al-sdâda, fas. cilm al-maânî. ( M. PLESSNER.) M A N a F . [Bk. menâf .] M A N A K İB . [B k. MENÂKİP.] M A N A R A . [ Bk. MİNÂRE.] M A N A S T IR . [ İslâm memleketlerinde bâ-



zan daha eski bir te’sisin yerine kaim olmuş bulunan hıristiyanlığa âit dinî bir müessesenin ( manastır) mevcûdiyeti ile isimlendiril­ miş meskûn mevkilerin ve bunlardan iştikak eden diğer coğrafî isimlerin ( msl. Manastır dağı, Manastır adası v.b.) sayısı epeyce çok­ tur. Garp kaynaklarında bu isimler çok defa kelimenin povaoTiiîçtov ( monasterium ) aslına uymak üzere, Monastir şeklinde kaydedilmiş bulunur, Arapçada ise ( aş. bk.), menestir ( mnesiir ) ve mestir ( mistir ) gibi, değişik şekilleri görülür. 1, Türkiye 'de mevcut bu isimde meskûn mevkilerin en ehemmiyetlisi, Beyşehir gölü­ nün cenup kıyılarından 12 km, kadar içeride, Konya vilâyetinin Beyşehir kazasına bağlı bir n a h i y e m e r k e z i d i r (nüfusu, 1950 sayımına göre, 3 421). Beş mahalleye ayrılan 900 kadar evden mürekkep olan bu büyük köyün yakınlarında bir takım kale ve bina ha­ rabelerine rastlanır. s, Makedonya Manastır ’ı. XX, asrın başların­ da Osmanîı imparatorluğu dâhilinde bir vilâ­ yet merkezi olmuş bulunan, 1912 senesinde Sırbistan’a geçen ve hâlen Yugoslavya ittihâdı dâhilinde Makedonya cümhûriyetinde yer alan ve yerliler tarafından Bitolj ( Bitola ) tes­ miye edilen bir ş e h i r olup, Perister dağı ( 2,600 m.) eteğinde, deniz seviyesinden 610 m. irtifada^ Vardar nehri tabilerinden Kara-Su 'ya dökülen Drahor çayı kenarında kurulmuştur. Şimdi Yunanistan hududuna 14 km. mesafede bulunan Manastır 'm mevkii, ilk çağda Herakleia Lynkestis olarak geçmektedir ( Strabo, VII, 323). Burası romalılar devrinde Adriya denizi sahillerini Ege denizi kıyılarına ( Selanik) bağlamak üzere, Balkan yarım-adasımn dağlık merkezinden geçen kadîm ve mâruf yolun ( via egnaiia ) bir konak yeri oldu, Rumeli 'nin Osmanhlar tarafından istilâsı sırasında, Murad i



I. zamanında, Timur taş Paşa eli ile, 784 (•= 1382; başka rivâyetler 782— 787) ’te fethedildi ve buradaki kadîm İslav kasabası yerine kaim olan Manastır şehri, Osmanîı devrinde çok in­ kişâf ederek, bir ara Rumeli eyâletine merkez oldu. Bu İnkişâfta Manastır ’m Selanik ’ten gelen ana-yol için, Arnavutluk tarafında giriş kapısı hizmetini görmesi ve bu dağlık mem­ lekete doğru yapılacak seferlere sağlam bir üss rolünü oynamış bulunması kaydedilmeğe değer. Evliya Çelebi, XVII. asrın ortalarında Manastır'1 20 mahalleye ayrılmış, 3.000 ev, 900 dükkân, 70 mihrap İhtiva eden büyük bir şehir olarak tavsif etmekte idi. XIX. asrın ikinci yarısında Manastır Makedonya’nın orta kısmını teşkil eden bir vilâyete ve üçüncü orduya merkez olmuş id i; nüfusu, 2/3 'i müsîüman, türk ve arnavut, geri kalanı makedonyah, ulah, rûm, mûsevî olmak üzere, 31.000 kadar tahmin ediliyordu. Şehri Selanik ’e ( bilâhare Üsküp ve Sırbistan 'a ) bağlayan demir yolların inşâsı, Manastır'ın yol bakımın­ dan ehemmiyetini daha da arttırmış idî. Ma­ nastır 19 teşrin II. 1912 ’de sırp kuvvetleri tarafından zaptedildi. Birinci cihan harbi sıra­ sında müteaddit muharebelere sahne oldu; önce bulgar kuvvetleri tarafından ışgâî edildi ( kânun I. 1915 ) ise de, ertesi sene ( teşrin II. 1916) garplı müttefiklerin eline geçti ve 1917 senesi martında çetin çarpışmalara sahne oldu. Yugoslav devletinin kurulmasını müteakip, bu­ rası, merkezi Üsküp (S ko p lfe) olan Vardar eyâletine katıldı. 1941 senesi İlk baharında almanlar tarafından istilâ edilerek, Bulgaristan ’a verildi ise de, Almanya ’nın mağlûbiyeti üzerine, yeniden Yugoslavya'ya iade edildi. Son zamanlarda sık-sık tekerrür etmiş olan muharebeler yüzünden, şehir bir hayli zarar görmüş, nüfusunun mühim bir cüz'ünü teşkil eden türk ve rûm unsurlarının büyük kısmı tarafından boşaltılmış ve harpler sona erince, ancak yavaş bir gelişme göstermiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , PaııIy-Wissowa, R e a le n c y c lo p a d ie % 8, 829 ( HERAKLEÎA 5 ) ; Evliya Çelebi, S e y â h a t-n â m e ( İstanbul, 1315 ), V, 572 v. d d .; Ş. Sâmî, K a m u s a l - d lâ m ( İstanbul, 1316), VI, 4437; L. Schultze, M a z e d o n ie n ( Jena, 1927); Y. Chataigneau, M e d ite r r a n e e ,



P e n i n s u le s m e d ite r r a n e e n n e s



( G c o g r . U n iv ., VII, 2 ), Paris, 1934, s. 441 ].



( T. R ). 3. Tunus Manastır (mahallinde Mnestîr, Mestir, nisbesi Mestir s ; garp kaynaklarında Monastir ) ’ı bir k a s a b a olup, Tunus ülkesi­ nin şark sahilinde, Süs ( Sousse) şehrinin cenûb-i şarkîsinde, denize doğru ileriieyen alçak bir yarım-ada ucunda, kadîm Ruspina



MÂNÂSTIR. ’nın yerİBİ işgal eder. Kasabama ismi, Tissot, Geogr. comparee de la Province d*A f rique, II, 165 v.d.) tarafından kabûl edildiği gibi, evvelce burada ehemmiyetli bir hıristiyan manastırının mevcûdiyetine açık su­ rette delâlet eder görünmekle beraber, elde böyle bîr te’sisin varlığını belirten biç bir metin yoktur. Eğer arap Manastır *1, VIII. asrın sonundan itibâren kurulmuş bir müslüman dinî müessesesi, yâni büyük bir tekke, muhtemelen müslümanlarm Magri b ’de inşâ ettikleri tek­ kelerin ilki telakki edilir ise, S i l^asan ‘Abd al-Vahhab ’m ortaya attığı izah tarzına göre, bu müslüman te’sisine Manastır adının mem­ leketteki bizanslılar yahut Iatince konuşan, henüz hıristiyan olan yahut müslüman!ığa ye­ ni geçmiş berberiler tarafından verilmiş bu­ lunduğu düşüncesi akla yakın görünür. Abbasî halifesi Hârün al-Raşid’in İfrikiya valisi Harşama b. A'yan Tn 180 ( 796 ) ’de te*sis ettiği Manastır ribat ’ı garp İslâm âlemin­ de pek büyük bir ehemmiyet kazandı. Telsi­ sinden bir asır sonra, buranın kudsiyetinden ve buraya gelip, kâfirler İle döğüşen veya ci­ hâda hazırlanan mü’mmlerin sevabından bahs­ eden hadîsler zikredilmekte İdi ( Abu T-Arab, Classes des Savants de VIfriqiya, trc. Ben Cheneb, s. 5, 7, 9, 14, 15; Ibn !İzâri, Bayan, trc, Fagnaa, I; 1 ). XI. asırda al-Bakri Ma­ nastır ’m a 1-Varrâk: ( öîm. 973 ) ’a âit've bize pek aydınlık görünmeyen bir tasvirini ver­ mektedir. Burası muazzam bir diş mahalleye ( rabaz ) sahip olan bir kale ( kaşr ) idi. Bu dış: mahalle içinde müteaddit katli kuleler ( k işâ b ) ihtiva eden bir hisar ( hisn ) bu­ lunuyordu: Bu hisarın cenubunda geniş bir av­ lu ( şafyn fÇibdb cam? denilen müteaddit kubbeler var idi kî, kendilerini dine hasretmek isteyen kadınlar bunun etrafına yerleşirlerdi. Burada sözü geçen kalenin memlekette blad ( < balad, bilâd d e ğ il ; başka yerlerde, msİ, Tunus şehrinde mdtna ) tesmiye edilen, şeh­ rin ilk nüvesine tekabül etmiş olması muh­ temeldir. Blad'ın şimâl-i şarkî köşesinde yine mazgallı duvarlar ve dört-köşe burelar ile ku­ şatılmış mahalle ( ribat ) bulunur. Bunun sûr­ ları ve nazur denilen yüksek kalesi, civarlara nezâret! olan hâkim bir durum arzeder. Bu bütünün cenubunda mezarlar bulunan bir av­ lu yer alır. al-Varrâk; ’m bahsettiği dine vakf-ı nefs etmiş kadınların ikamet mahalli, şüphesiz, burası olmalıdır, Ribatm içerisi planım pek karışık bir hâle getirmiş olan müteaddit tâ­ dillerin izini taşır. Bununla beraber, 25 sene sonra te’sis edilmiş olan Sus ribatmm, daha küçük nisbetler dâhilinde, daha kolay anlaşılır bîr şema hâlinde arzettiğî tertibi burada da sez­



m



mek mümkün olmaktadır; burada da iki katlı hücreler ile kuşatılmış bir merkezî avlu vardır. Üst katta, cenup kenarında hücrelerin yerine, derinliği az, basit ve beşik kubbeli bir ibâdet yeri kaim olur. Burası, muhtemel olarak, alBakri ’nin „üst katta, cemâatin idâresi kendi dirayet ve faziletine bırakılmış bir şeyhin da­ imî olarak bulunduğu bir cami vardır" diye târif ettiği yer olmalıdır. Dairevî planlı işa­ ret kulesinin yeri, Süs ribatmda olduğu­ nun hemen aynıdır. Bu tekkede Murâbıiların ikametgâhlarından başka, sarnıçlar ve hamamlar bulunuyordu. Her yıl 10 muhar­ remde Manastır ’da büyük bîr panayır kurulur ve bu tarih zâhidlerin muvakkaten itikâfa çe­ kildikleri güne tekabül ederdi; bunlar ara­ sında, Ömrünü ibâdete ve İslâm topraklarının müdâfaasına hasretmek üzere, büs-bütün ka­ pananlar da bulunurdu. Yine bir hayır işi olan iaşeyi Kayravan halkı te’min ederdi. IX. asır Manastır için, şüphesiz, en parlak devir oldu. Bununla beraber, buranın ehemmi­ yetinin, Sicilya seferine üss olmuş bulunan Süs ribatmm 821 ’de inşâsı yüzünden, az*çok eksilmiş bulunduğu söylenilebilir; al-Bakri ’nin Manastır tekkesini Süs ribatmm bir cuz’ü gi­ bi telakkî etmesi bununla alâkalı olmalıdır. Bu böyle olmakta beraber, tekke ve civan mübarek bir yer sayılmakta devam ediyordu. Ribatm yanı başındaki büyük camiin ve kü­ çük Sayyida câmiinin inşâ tarihi olarak 1000 seneleri gösterilebilir. Bu câmüeriu mihrabları çok dikkat çekici bir intikal üslûbu arzetmektedır. Türbesi Sayyida camiine ad vermiş olan hatunun Kayra vân’daki Ziri hanedanına men­ sup ve belki de 411 ( 1020)’de vefat eden al-Muizz 'in büyük annesi olması muhtemeldir. Manastır bilhassa Hilâlî istilâsından ( XI. as­ rın o rta sı) sonra, Şanhaca sülâlesinin medfeni oldu. al-Idrisi ( XII. asır ) 'ye göre, cena­ zeler Mahdiya şehrinden buraya, kara yolları emniyetli olmadığı için, deniz yolu ile getiri­ lirdi. Manastırın kutlu şahsiyeti olan S îd i alMâzari ’nin defnedilmiş olduğu kabristanda bu devre âit mezarların sayısı çoktur. Daha sonraki devirlerde Manastır ehemmi­ yetli bir tarihî rol oynamamış bulunmakla be­ raber, şehir ve ribat, Tunus ’taki muhtelif sü­ lâleler tarafından, husûsî bir ihtimama mevzu olmakta devam etti. Blad*in iki kapısı ( Bâb al-Darb ve Bâb al-S ü r) Hafşilerden al-Mustanşir (1260) zamanından kalmadır. Ribata gelince, onun da kapılarından biri yine Haf­ şilerden Abu Fâris tarafından, 828 (1424) 'de yeniden inşâ ettirild i; başka bir kapı 1058 ( 1648) tarihini taşımakta olup, türklerîn eseridir.



m



MÂNÂ — MANÂSTIR.



ki husûsî mânasını tesbit etmiştir ( W as bedeutet als phiîosophischer Terminus ?, ZDMG, LXÎV, 391 v. dd.). Ona göre, ma'na „gayr-ı cismânî bir şe’niyettir", yoksa enfüsÇ mânada zihnî bir sûret değildir. Bu mânada, kelime dâima şifa ’nm zıddı oiarak kullanılmaktadır. Kelimenin cem’i olan ma'ani belagat ilmi­ nin bir kısmına delâlet eder. B i b l i y o g r a f y a ı Maddenin içinde gösterilm iştir; krş, bir de lügat kitapları ve Taşköprü-zâde, M ift ak al-sa'âda, fas. silm aZ-ma'önf. ( M. PLESSNER.) M A N A F . [ Bk. MENÂF.] M ANAİÇÎB. [Bk. m e n â k îp .] M A N A R A . [ Bk. MİNÂRE.] M A N A S T IR . [ İslâm memleketlerinde bâzan daha eski bir te'sisin yerine kaim olmuş bulunan hıristiyaniığa âit dinî bir müessesenia ( manastır) mevcudiyeti ile isimlendiril­ miş meskûn mevkilerin ve bunlardan iştikak eden diğer coğrafî isimlerin ( msl. Manastır dağı, Manastır adası v.b.) sayısı epeyce çok­ tur. Garp kaynaklarında bu isimler çok defa kelimenin poYaanrjcnov ( monasterium ) aslına uymak üzere, Monastir şeklinde kaydedilmiş bulunur. Arapçada ise ( aş. bk.), menestir ( mnestir ) ve mestîr ( mistir ) gibi, değişik şekilleri görülür. 1. Türkiye 'de mevcut bu isimde meskûn mevkilerin en ehemmiyetlisi, Beyşehir gölü­ nün cenup kıyılarından 12 km. kadar içeride, Konya vilâyetinin Beyşehir kazasına bağlı bir n a h i y e m e r k e z i d i r (nüfusu, 1950 sayımına göre, 3.421). Beş mahalleye ayrılan 900 kadar evden mürekkep olan bu büyük köyün yakınlarında bir takım kale ve bînâ harâbelerine rastlanır. 2, Makedonya Manastır ’ı. XX. asrın başların­ da Osmanlı imparatorluğu dâhilinde bir vilâ­ yet merkezi olmuş bulunan, 1912 senesinde Sırbistan'a geçen ve hâlen Yugoslavya ittihâdı dâhilinde Makedonya cümhûriyetinde yer alan ve yerliler tarafından Bitolj ( Bıtola ) tes­ miye edilen bir ş e h i r olup, Perister dağı ( 2.600 m.) eteğinde, deniz seviyesinden 610 m. irtifada^ Vardar nehri tabilerinden K ara-Su’ya dökülen Drahor çayı kenarında kurulmuştur. Şimdi Yunanistan hudûduna 14 km. mesafede bulunan Manastır ’ın mevkİİ, ilk çağda Herakleia Lynkestis olarak geçmektedir ( Strabo, VII, 323 ). Burası romahîar devrinde Adriya denizi sahillerini Ege denizi kıyılarına ( Selanik) bağlamak üzere, Balkan yarım-adasmın dağlık merkezinden geçen kadîm ve mâruf yolun ( via egnatia ) bir konak yeri oldu. Rumeli ’nin Osmanhlar tarafından istilâsı sırasında, Murad



I. zamanında, Tİmurtaş Paşa eli ile, 784 ( = 1382 j başka rivayetler 782— 787) ’te fethedildi ve buradaki kadîm İslav kasabası yerine kaim olan Manastır şehri, Osmanlı devrinde çok in­ kişâf ederek, bîr ara Rumeli eyâletine merkez oldu. Bu inkişâfta Manastır ’m Selanik ’ten gelen ana-yol için, Arnavutluk tarafında giriş kapısı hizmetini görmesi ve bu dağlık mem­ lekete doğru yapılacak seferlere sağlam bir üss rolünü oynamış bulunması kaydedilmeğe değer. Evliya Çelebî, XVII, asrın ortalarında Manastır'1 20 mahalleye ayrılmış, 3x00 ev, 900 dükkân, 70 mihrap ihtiva eden büyük bir şehir olarak tavsif etmekte idi. XIX, asrm ikinci yarısında Manastır Makedonya’nın orta kısmım teşkil eden bir vilâyete ve üçüncü orduya merkez olmuş id i; nüfusu, 2/3 'i müslüman, türk ve arnavut, geri kalanı makedonyalı, ulah, rum, mûsevî olmak üzere, 31x00 kadar tahmin ediliyordu. Şehrî Selanik ’e ( bilâhare Üsküp ve Sırbistan 'a ) bağlayan demir yolların inşâsı, Manastır ’m yol bakımın­ dan ehemmiyetini daha da arttırmış idi. Ma­ nastır 19 teşrin II. 1912 ’de sırp kuvvetleri tarafından zapiedildi. Birinci cihan harbi sıra­ sında müteaddit muhârebelere sahne oldu; önce bulgar kuvvetleri tarafından işgal edildi (kânun I. 1915) ise de, ertesi sene (teşrin II. 1916) garplı müttefiklerin eline geçti ve 1917 senesi martında çetin çarpışmalara sahne oldu. Yugoslav devletinin kurulmasını müteakip, bu­ rası, merkezi Üsküp (S k o p lje) olan Vardar eyâletine katıldı. 1941 senesi İlk baharında almanlar tarafından istilâ edilerek, Bulgaristan ’a verildi ise de, Alm anya’nın mağlûbiyeti üzerine, yeniden Yugoslavya'ya iade edildi. Son zamanlarda sık-sık tekerrür etmiş olan muharebeler yüzünden, şehir bir hayli zarar görmüş, nüfusunun mühim bir cüz'ünü teşkil eden türk ve rûm unsurlarının büyük kısmı tarafından boşaltılmış ve harpler sona erince, ancak yavaş bir gelişme göstermiştir. B i b l i y o g r a f y a : Pauly-Wissawa, Realencyclopadie2, 8, 829 ( HERAKLEIA 5 ); Evliya Çelebî, Seyâhat-nâme ( İstanbul, 1315), V , 572 v. dd.; Ş. Sâmî, Kamus al-alâm (İstanbul, 1316), VI, 4437; L. Schultze, Mazedonien ( Jena, 1927); Y. Chataigneau, Mediterranee, Peninsules mediterraneennes ( Geogr. Univ., VİI, 2 ), Paris, 1934, s. 441 ]. ( T. H.). 3. Tunus Manastır ( mahallinde Mnestir, M estir, nisbesi M estir i ; garp kaynaklarında



Monastir ) ’ı bir k a s a b a olup, Tunus Ülkesi­ nin şark sahilinde, Süs ( Sousse) şehrinin cenûb-i şarkîsinde, denize doğru ilerileyen alçak bir yanm-ada ucunda, kadîm Ruspina



MANÂSTlft ’mn yerim işgâl eder. Kasabanın ismi, Tissot, Geogr. comparee de la Provirıce d’A frique, II, 165 v.d.) tarafından kabûl edildiği gibi, evvelce burada ehemmiyetli bir hıristiyan manastırının mevcudiyetine açık su­ rette delâlet eder görünmekle beraber, elde böyle bir te'sisin varlığım belirten biç bir metin yoktur. Eğer arap Manastır ’ı, VIII. asrın sonundan itibaren kurulmuş bir mîisîüman dinî müessesesi, yâni büyük bir tekke, muhtemelen müslümanlann Magri b 'de inşâ ettikleri tek­ kelerin ilki teîakkî edilir ise, Si yasan ‘ Abd al-Vahhâb ’ın ortaya attığı izah tarzına göre, bu müslüman te’sisine Manastır adının mem­ leketteki bizansîıîar yahut latince konuşan, henüz hıristiyan olan yahut müslümanîığa ye­ ni geçmiş berberîler tarafından verilmiş bu­ lunduğu düşüncesi akla yakın görünür. Abbasî halifesi Harun al*Raşid ’ia îfrikiya valisi Barsama b. A'yân 'ın 180 ( 796 ) *de te*sİs ettiği Manastır ribty'ı garp İslâm âlemin­ de pek büyük bîr ehemmiyet kazandı, Te’sisinden bir asır sonra, buranın kudsiyetinden ve buraya gelip, kâfirler ile doğüşen veya ci­ hâda hazırlanan mü’minlerin sevabından bahs­ eden hadîsler zikredilmekte idi ( Aba ’l-A rab, Classes des Savants de VIfrzyiya, trc. Ben Cheneb, s. 5, 7, 9, 14, 15; İbn !İz5ri, Bayan, trc, Fagnan, I, 1 ). XI. asırda al-Bakri Ma­ nastır ’ın al-Varrak ( Ölm. 973 ) 'a âıt ve bize pek aydınlık görünmeyen bir tasvirini ver­ mektedir; Bürâsi muazzam bir dış mahalleye ( rabaz ) sahip olan bir kale ( kaşr ) idi. Bu dış mahalle içinde müteaddit katlı kuleler ( k işö b ) ihtivâ eden bir bîsar ( h isn ) bu­ lunuyordu. Bu hisarın cenûbunda geniş bîr av­ lu (şor£n), Ifcibab câm f denilen müteaddit kubbeler var idi kİ, kendilerini dine hasretmek isteyen kadınlar bunun etrafına yerleşirlerdi. Burada sözü geçen kalenin memlekette blad ( < balad, bılâd değil j başka yerlerde, msl. Tunus şehrinde mdina ) tesmiye edilen, şeh­ rin ilk nüvesine tekabül etmiş olması muh­ temeldir. Blad’in şimâi-İ şarkî köşesinde yine mazgallı duvarlar ve dört-köşe burçlar ile ku­ şatılmış mahalle ( ribâf ) bulunur. Bunun sûr­ ları ve naîur denilen yüksek kalesi, civarlara nezâreti olan hâkim bir durum arzeder. Bu bütünün cenûbunda mezarlar bulunan bir av­ lu yer alır. al-Varralp 'ın bahsettiği dine vakf-i nefs etmiş kadınların ikamet mahalli, şüphesiz, burası olmalıdır. Ri batın içerisi planını pek karışık bir hâle getirmiş olan müteaddit tâ ­ dillerin izini taşır. Bununla beraber, 25 sene sonra te'sis edilmiş olan Süs ribatmm, daha küçük nisbetler dâhilinde, daha kolay anlaşılır bir şema hâlinde arzettiği tertibi burada da sez­



*?S



mek mümkün olmaktadır; burada da iki katlı hücreler ile kuşatılmış bir merkezî avlu vardır. Üst katta, cenup kenarında hücrelerin yerine, derinliği az, basit ve beşik kubbeli bir ibâdet yeri kaim olur. Burası, muhtemel olarak, aîBakrı ’nin »üst katta, cemâatin idâresi kendi dirayet ve faziletine bırakılmış bir şeyhin dâimî olarak bulunduğu bir cami v a r d ı r d i y e tarif ettiği yer olmalıdır. Dairevî planlı işâret kulesinin yeri, Süs ribatında olduğu­ nun hemen aynıdır. Bu tekkede Murâbıtlarm ikametgâhlarından başka, sarnıçlar ve hamamlar bulunuyordu. Her yıl 10 muhar­ remde Manastır 'da büyük bîr panayır kurulur ve bu tarih zâhidlerin muvakkaten itikâfa çe­ kildikleri güne tekabül ederdi; bunlar ara­ sında, ömrünü ibâdete ve İslâm topraklarının müdâfaasına hasretmek üzere, büs-bütün ka­ pananlar da bulunurdu. Yine bir hayır işi olan iaşeyi Kayravân halkı te'min ederdi. IX. asır Manastır için, şüphesiz, en parlak devir oldu. Bununla beraber, buranın ehemmi­ yetinin, Sicilya seferine üss olmuş bulunan Süs ribatınm 821 'de inşâsı yüzünden, az-çok eksilmiş bulunduğu söylenilebilir; al-Bakri ’nin Manastır tekkesini Süs ribatmm bir cüz’ü gi­ bi telakkî etmesi bununla alâkalı olmalıdır. Bu böyle olmakla berâber, tekke ve civarı mübarek bir yer sayılmakta devam ediyordu. Ribatm yanı başındaki büyük camiin ve kü­ çük Sayyida camiinin inşâ tarihi olarak 1000 seneleri gösterilebilir. Bu câmilerin mi hrabları çok dikkat çekici bîr intikal üslûbu arzetmektedir. Türbesi Sayyida camiine ad vermiş olan hatunun Kayravân 'daki Ziri hanedanına men­ sup ve belki de 4 0 (1 0 2 0 )’de vefat eden al-Mu‘izz 'in büyük annesi olması muhtemeldir. Manastır bilhassa Hilâiî İstilâsından ( XI. as­ rın o rta sı) sonra, Şanhaca sülalesinin medfeni oldu, al-Idrisi ( XII, asır ) 'ye göre, cena­ zeler Mahdiya şehrinden buraya, kara yolları emniyetli olmadığı için, deniz yolu ile getiri­ lirdi. Manastırın kutlu şahsiyeti olan Sîdi al* Mazari *nin defnedilmiş olduğu kabristanda bu devre ait mezarların sayısı çoktur. Daha sonraki devirlerde Manastır ehemmi­ yetli bir tarihî rol oynamamış bulunmakla be­ râber, şehir ve ribat, Tunus 'takİ muhtelif sü­ lâleler tarafından, husûsî bir ihtimâma mevzû olmakta devam etti. Blad 'in iki kapısı (Bâb al-Darb ve Bâb al-Sür ) Hafşilerden al-Mustanşir (1260) zamanından kalmadır. Ribata gelince, onun da kapılarından biri yine Haf­ şilerden Abü Fâris tarafından, 828 ( 1424) 'de yeniden İnşâ ettirild i; başka bir kapı 1058 { 1648 ) tarihini taşımakta olup, türklerin eseridir.



MANASTIR Manastır şimdi sevimli bir arap kasabasıdır ( 1946 ’da nüfusu 8.650 ). Blad bunun şark kıs­ mım işgal eder; şimdi yıkılmış olan bir duvar ile ayrılmış bulunan geri kalan kısım garba doğru uzanır ve şehri kuşatan sûr boyunca, şimalde — 3, garpta — 1 ve cenupta — 3 ka­ pı bulunur. Birinin içinde acâip mağaralar ka­ zılmış bulunan 3 adacık, ton ve sardalya avı mevsiminde, buraya gelen çok sayıda gemilerin demirlediği limanı muhafaza eder. B i b l i y o g r a f yer. Abu 'I-'Arab, Classes des savanis des Vîfriqiya ( metin ve trc. Mohammed Ben Cheneb ), Alger, 1920, tür. y e r. ; Yâ^ıüt, Maçam ( nşr. Wüsten£e!d ), IV, 661 ; İbn 'Îzârî, Bayan al-Mu ğr ıh ( nşr. Dozy), I/I, 80* ( trc. E. Fagnan) I/î 117; İbn Hal» likan, Vafayât ( trc, de Slane ), IV, 100 ; alBakri, Description de VAfriqm septentrionale( nşr. de Slane ), Alger, 1911, s. 36; (trc. de Slane), Alger, 1913, s. 78 v.dd.; İbnHtavkal (trc. de Slane), J A , 1842, I, 176; alİdrisi, Descrîption de VAfriqae et de l’Espagne ( nşr. Dozy ve de Goeje ), s. 108 ; trc. s. 127 ; al-Ticâni, Rıhla ( trc. Rousseau ), JA, 1852, II, m ; İbn Abİ DinSr, al-Münis ( Tu­ nus tab., 1286), s. 93 J Histoire de VAfrique d *eUKairoui



Fakat imamlığı uzun sürmedi; zîra 393 ( 1003 ) garbi istikametine dönerek, Hazur al-Şayh 'te öldüğü vakit, Şan'â ’daki valisi Yusuf ( aynı zamanda Hazür Bani Azd de denilir; al-Dâ'ı ’ye teslim olmuş idi. Bununla beraber, bk. mad. HAğÜR) dağlarında, Şan'â 'nm ştal-l^âsim bi’Hab al-Nâşir Ahmed 'den beri Ye­ raâl-i garbisinde bulunan Sula [ b. bk.] 'da yer­ m en’de ilk, diğerlerine nazaran da, tabi’î leşti. Taraftarları memleketin her tarafında müstesnalar bir tarafa, dördüncü imâm olmuş ayaklandılar ve bir zaman için, türklerın deniz İdi ( imamlık iddiasında bulunanlar için bk. ile olan irtibatım kestiler. Fakat iki sene sonra, Sachau, Ein Verzeichnis muhammedanischer Sinan Paşa ’nın kuvvetleri karşısında gerileme Dynastien, Abk. Pr. Ak. W., Pbil. hist, Kİ., başladı: i o i o yılı sonlarına veya 1011 (1602) yılı başlarına doğru, İmâm Şahâra'den çe­ 1923, I, 22, Müneccim-başı 'dan naklen ). Oğlu a l - H u s a y n a l - M a b d i , ancak kilmek mecburiyetinde kaldı. Fakat 1014 ( 1605 ) kısa bir müddet (401— 404=1010 — 1013 ) baba­ 'te, Vâdi'a valiliğine tâyin edilen Sinan Paşa sının makamını işgal edebildi. Vakitsiz olarak 'ya karşı, Şahâra bölgesinde tekrar ayaklandı bir muharebede ölünce, zeydîler arasında onun ve Şa‘d a'yi zaptetti. Sinan Paşa'nm geri alın­ tekrar döneceğine dâir bir kanâat uyandı ve ması üzerine, al-Kâsim onun yerine gelen Ca­ hattâ onun adına, husûsî bir tarikat ( Husay- fer Paşa ile bir mütâreke yapmağa muvaffak niya ) kuruldu. Bundan on sene sonra, al-Kâ- oldu. Bu mütâreke, bilhassa 1022 ve 1025 'te sim 'ın Ca‘far, adındaki diğer bir oğlu İmam­ yeni valiler geldiği zamanlardaki bâzı ayak­ lık iddiasında bulunan alevîler ile mücâdeleye lanmalar hâriç, on sene devam etti. Yeni mü­ girişti ve bu mücâdele, bölge kabilelerinin bir­ câdeleler sonunda, 1028 ’de yapılan k a fi bir leşmesi ile, daha da alevlendi; 453 (1061 ) ’e sulh anlaşması ile, imâmın birbirinden ayrı doğru Şan!â, İsmâ'ili zümresinden Şuiayhıle- dört bölgedeki baklan tanındı: bunlar, Şa­ rin, sonra da Hamdan reislerinin eline geçti, hâra ’nin, Şan'â ’ya nazaran, şarkta bulunan, Nesebi başka bir yoldan, al-Nâşir Aljmed b. Haşab ’in, şimâide Şa'da 'nin ve nihayet cenûb-i al-Hâdi 'ye kadar çıkan A h m e d b. S u l a y - garbide bulunan Hayma [ b, bk.] ’nin etrafındaki m â n a l - M u t a v a k k i I ancak 545 ( 1150) bölgelerdir. Ahâlinin büyük bir kısmı, zeydı 'te. iktidarı eline aldı ve imamlığı, uzun bir olmayıp, şâfi’î idi. aî-ICâsim rebiülevvel 1029 zaman için, ihya etti ( sonraki asırların tarihi (şubat 1620 ) ’da öldü. 1038 ortalarında (1629 için bk. mad. AL-MAHDÎ Lİ-DİN ALLAH, o, b ). başlarında ) Haydar Paşa, onun oğlu ve halefi Sonunda, Yusuf al-Dâ'i ailesi muzaffer oldu. al-Mu’ayyad Muhammed’in kuvvetleri karşı­ Onun on ikinci ( on dördüncü ? ) nesilden to­ sında San'â ’yı tahliye etmek mecbûriyetinde kaldı. runu şudur: 2. â l -MANŞUR al -Kâsîm b. Muhammed al-Kâsim b. Muhammed iz’ân sahibi bir zey[bk. mad. AL-MAHDl Lİ-DÎN ALLÂH ] Ye­ dî idi; daha genç iken ve türkler önünden men 'in bugünkü imam sülâlesinin kurucu­ kaçarken, müteaddid âlimlerden ders almış idi. sudur, 1005 ( 1 597) 'te, mücâdeleye girişti ve Ayaklanmalar sırasında bir çok beyannameler ülkesini beş türk valisine karşı, müdâfaa etti. neşretti. Fıkıh ve akaide dâir eserleri bugün Kendi zeydıleri arasında muhâlıfler ve te- hâlâ mevcuttur. B i b l i y o g r a f y a j 1. hakkında bk. Kay, beası arasında türkler tarafına geçenler ile Yaman, Us early mediaeval History ( Lonkarşılaşmak mecbûriyetinde k ald ı; ayrıca, türk­ don, 1892 ) , s. 228 v.dd,; Strothmann, Staatsler in sık-sık vâli değiştirmeleri de k argaşa­ reckt der Zaiditen ( Strassbourg, 1912 ), s. lıklara ve hattâ isyanlara sebep oldu; kabile­ 65, 119.— 2. için bk. ai-Muhibbi, Halaşai ler sâdık bir unsur teşkil etmemekte idiler. al-aşar (Kahire, 1284), III, 293 v.d.; Wüs« Türkler, çok zaman, zeydilere düşman olan tenfeld, Yemen im XI. ( XVII. ) Jahrkunismâ:iiüeri (karm atlar) yardıma çağırabil­ dert ( Abh. Gesell. Wiss. Gottingen, 1884, mek te idiler. Silâh kıtlığı imâmlığın en büyük XXXII, 38 v.dd., 58 v.d d .); Tritton, The derdi idi. Meselâ, rivâyete göre, bir muhare­ Pise o f the Imams o f Sanaa ( Oxford, 1925 ), bede, imâm 2.400 türk silâhına mukabil, an­ s.ı— 78 (yazma eserlerden istifâde edilerek cak 20 silâh çıkarabilmiştir. Bu ikinci dere­ yazılm ıştır); Ahmed Râşid, Târîh-i Ka­ cedeki muharebeler hakkında tam bir fikir man va-Şana (İstanbul 1291 ), I, 170 v.dd.; edinmek güçtür, fakat beîK-başIı hâdiseler şun­ Niebuhr, Beschreibung von Arabien ( Kolardır: Şam al-Şarh:'m şimal bölgesinde Cad i d penhagen, 1772), s. 191 v.dd.— 1. ve 2. için a l-K ira 'd e muharrem 1006 sonunda (eylül bk. 'İmad al-Dln Yahya b. ‘A lî al-Kâsİmî, 1597) ilân edildikten sonra, al-üÇâsİm, yüksek Taiimmat al-ifdda f i târih al-dimma aU Ahnüm ve Şahâra toprakları ile beraber, üç sâda ( Berlin, nr. 9665 ); Lane Poole, The asır zeydîlere siper vazifesini görmüş olan Mohammadan Dynasties ( Westmmster, Şahâra kalesini de zaptetti. Sonra cenûb-ı



$0*



S an sü r .



1894 ), s. 162 v.d.; de Zambaur, Manuel de Genealogie et de Ckronologie (Hannover, 1924), s. 122 v.d.; Brockelmann, G A L, II, 405). (JR. S troth m ann .) MANSUR. AL-MANŞUR ( ? — 100a) İBN ABÎ ‘ ÂMİR, X. asırda m e ş h u r E n d ü l ü s h â c İ b i, orta çağ Ispanya ’st hıristiyan vak'anüvislerinde A l m an z o r . Tam adı: Abu Amir Muhammed b, Abd Allah b, Muhammed İbn Abi 'Âm ir’dir, Kendisi Iberya yarım adasına yer­ leşmiş olan bir arap ailesine mensup id i; cedlerindea biri :Abd al-Maük aî-Ma‘âfiri oraya Târik [ b. bk.] ile aym zamanda çıkmış, Aİgezîras eyâletinde Torrox’ta yerleşmiş ve ev-bark edinmiş idi. aî-Manşör *un babası Abü y a fş ‘Abd Allah bilgisi ve dindarlığı ile tanınmış bir fıkıh âlimi İdi ve hacdan dönüşünde, Berberistan 'da Trablus 'ta, halife :Abd al-Rahmân III. al-Nlşir zamanında öldü ( krş. İbn al-Abbir, Takmilat al-şüa, B A H , V — VI, nr. 1251, s. 437 v.d.; al-Makkari, Analectesi I, 904). Muhammed İbn Abi !Amir 'in daha gençli­ ğinde, bütün bayatına hâkim olan büyük siyâsî ihtirastan var idi. Tahsilini Kurtuba 'da yaptık­ tan ve merkez kadısı Muhammed İbn al-Salim 'İn emrinde, talî bir vazifede çalıştıktan sonra 356 ( 967 ) 'da, halife al-Hakam II.'in karısı bask menşe'li Şubh adlı sultanın ve yeni do­ ğan oğlu ‘Abd ai-Rahmân *m mülklerinin kâh­ yası sıfatı ile, Emevî sarayında vazifeye baş­ ladı. İbn Abi ‘Amir, terbiye, nezâket ve ma­ hareti sâyesînde, bu sultanın gözüne girmekte gecikmedi ve ihtimâl onun müdâhalesi ile, iki yıldan az bir müddet içinde, yeni vazi­ felere, darbhâne müfettişliğine, sahipsiz te­ rekelerin idareciliğine tâyin edildi. Bİr kaç ay sonra, 358 ( 969 ) 'de, İşbiliye ve Niebla bölge­ lerine kadı tâyin edilmiş idî, 361 ( 972 ) Me, ha­ life al-Hakam II. zaptiye birliklerinin ( şarta ) bir kısmının idaresini ona emânet etü. İbn Abi Âm ir'in üzerinde toplanan ve ona külli­ yetli gelir te'min eden bütün bu vazifeler, çok geçmeden, kendisine Kurtuba Ma debdebeli ha­ yat imkânları verdi. al-Ruşâfa adlı kibar ma­ hallesinde kendisine bir saray yaptırdı; cö­ mertliği, hatırşinaslığı ve debdebesi, çok geç­ meden, onu Emevî sarayında erkânın baş safına geçirdi. Bir kaç yılda, kendini halka sevdirmek, vazgeçilmez bir kimse olmak, günü gelip de, halifenin mevkiine el koymağa kal­ kıştığı zaman, yardımına hazır bir çok dost edinmekten ibaret olan tasavvurun Uk kısmım gerçekleştirmiş idi. îbn A b ı ‘Âmir Kurtuba Ma kendini halka tanıtıp, sevdirmenin kâfî gelmiyeceğini, halife ordularındaki kumandanlardan emin dostlar edinmesi gerektiğini çok çabuk anladı. Hâdi­



seler de tam zammda ona yardım etti. al-Ha­ kam II.. selefi 'Abd al-Rahman III. gibi, şimalî Afrika siyâseti gütmekte idi ve orduları, T anca’da Idrisüere mensup küçük bir hüküm­ dar olan Haşan b. Gannün ’a karşı gönderilen bir misilleme seferi yüzünden, fashların çıkar­ dığı bir isyanı bastırmak ile meşgûî idi. Ku­ mandan Gâlib idaresindeki Emevî birlikleri, az veya çok Fatımî hükümdarlarına tabî olan Fas 'tâki bütün ufak İdrisi hükümdarlarını taht­ larından indirmek vazifesini üzerlerine almışlar­ dı. Bu sefer muvaffakiyet ile sona erdi ve I^asan b. Gannün kaçıp, Rif 'te Hacrat al-Naşr kalesi­ ne sığınmak mecbûriyetinde kaldı. Gâlib onu bu kalede kuşattı. Fakat İspanyolların Afrika ordu­ su o zamanlar halifeliğin bütçesine yük olmakta idi. Gâlib, Fas'ın şimalindeki berberî kabi­ lelerini elde etmek için, hesapsızca para harcamış idi. al-Hakam II. oraya umûmî bir mâ­ lîye müfettişi gönderdi ve bu işi, £nzi al-kazât unvanı altında, iâlimât alarak hareket eden İbn A b i ‘Âm ir M verdi. İbn A b i ‘Amir, bu çok nâzik vazifeyi, eşine az rastlanır bir ma­ haret ile, başardı. Kurtuba’ya ordu ile aynı zamanda gird i; al-Hakam II. 366 ( 976 ) Ma öl­ düğü zaman yerine genç oğlu Hişâm geçince, yeni halife, babasının en sevdiği vezîri Abu ’İ-Hasan Ca far b. ‘Uşmân al-Muşlıafİ 'yi kâcib tâyin ederken, İbn Abı ‘Â m ir’i de, vezîr ola­ rak, yanına verdi. Muhteris vezîr, reis Muşhafi 'yi bertaraf etmek için, durmadan çalıştı. Önceden „islâvlarm“ ( Şakâliba ) halîfenin mu­ hitindeki mühim mevkiini hiçe indirmeğe mu­ vaffak oldu. Bunlar Kurtuba'da sarayın mu­ hafazasına me’mür, paralı bir birlik teşkil et­ mekte idiler ve o zaman başlarında da esbapçıbaşı Fâ’ilı al-Nizâmİ, kuyumcu-başt ve doğanctbaşı Cavhar bulunmakta idi. Bunlar al-Hakam öldüğü zaman henüz pek küçük yaşta olan Hi­ şâm 'm halife ilân edilmesine ve yerine amca­ sı al-Mağira'nin getirilmesine karşı koyma­ ğa çalıştılar. Bu sonuncu, aî-Muşhafi 'nin teşvi­ ki iie öldürüldü ve gâltbâ İbn Abi 'Âm ir cinayet ile biten bu sûikaste filen katıldı. Her hâlde, Hişâm II. ’ın tahta çıkışından pek az bir zaman sonra, kendilerine karşı alınan çok sıkı ted­ birlerin neticesi olarak »ıslâvlar* Emevî sa­ rayındaki nufûzlarmı kaybettiler; uzun za­ man onların sebep olduğu eziyetlerden şi­ kâyet eden Kurtuba halkı buna çok sevindi. İbn A bi ‘ Âmir banda da halkın gözüne gir­ mek fırsatını kaçırmadı ve kimsenin şüphe et­ mediği askerî kabiliyetlerini gösterdiği zaman, daha da şöhret kazandı. Filhakika az sonra al-Hakam II. hastalanınca, müslümanlara kar­ şı silâha sarılmış olan şimal hıristiyanla* rma karşı açılan bîr seferin başma geçme­



MANSÜft. ğe muvaffak otdu. Receb 366 ( şubat 977) ’da Kurtuba 'dan hareket ederek, Galısya 'da Los Banos kafesini kuşattı ve külliyetli bir ganimet ile hükümet merkezine dondu; sonra Madinaî Salim ( Medinaceli ) 'in valisi bulunan yaşlı ve şanlı kumandan Gâlib ile dost oldu ve kâcib al-Muşhafi ’nin sukutunu te'min hu­ susunda yardımını sağladı, Gâlib, İbn Abi ‘Âm ir'in tavassutu sayesinde, zu ’l-vizâraiayn unvanını ve hırİstiyanlara karşı açılan sefer­ lerde serhad birliklerinin kumandanlığım elde etti. Bu dostluk yeni bir seferde daha da kuv­ vetlendi; bunda İbn Abi :Amir, Gâlib'in yam başında, merkez birliklerine kumanda etti. Girişilen bu seferde muvaffak oldu ve İbn Abı ‘Âmir 'e şerefli yeni bir vazife verilmesine vesîle oldu ve al-Muşhafi’nin azledilen oğlunun yerine, Kurtuba 'ya vâîi tâyin edildi. İbn Abi Âmir, yeni imtiyazlarından faydalarak, mer­ kezde lüzumlu nizâm ve sükûnu iade etti. Kendisini tehdit eden tehlikeyi farkeden al-Muşhafi, Gâlib ile İbn A bi ‘Âmir ’i birbi­ rine düşürmeğe çabştı ise de, muvaffak ola­ madı, Genç vezîr, Gâlib'in kızı Asm a’ 'yı alarak, dâmâdı bile oldu. Bir kaç ay sonra, al-Muşhafi ve sarayda bir takım mevkiler işgal eden akrabaları azledilerek, malları ve mülkleri ellerinden alındı. Aynı gün, İbn Abi ‘Âmir kâcib ilân edildi. Kaym-atası Gâlib ile birlikte, devlet İdâresinin başma geçti. İbn Abi ‘Âm ir'in siyâset hayatının basamaklarım bu derece sür 'at ile çıkmasına, ne yalnız başarı ile tertiplediği sûikastler, ne de şahsî mahareti imkân vermiş­ tir. Gâlibâ al-Hakam II.'in dul karısı ve fi'len saltanat süren halifenin annesi Sultan Şubh 'un, oğullarının mal ve mülklerinin eski kâhyası ile olan münâsebeti sebep olmuş idi. Bu münâsebet kuriubahlarca bilinmekte ve sultan ile dostu aleyhinde acı tenkitlere yol açmakta idi. ö n ­ celeri kâcib 'in çok lehinde olan halk efkârı, ona düşman kesilmeğe başlamış idi. Hişâm II.'1 devirmeği, yerine ‘Abd al-Rahmân III. 'm bîr başka vârisini getirmeği hedef tutan bir söikast hazırlandı ise de, derhâl bunun önü alın­ dı. Sonra kurtubalı fıkıhçılar, İbn A b i ‘Âmir 'in felsefeye fazla merak sardığı, dolayısı ile de Sünnîliğinin sözden ibaret kaldığı rİvâyetini ortaya attılar. Onları haksız çıkarmak İçin, İbn Abi ‘Âmir, münevver bir hükümdar olan al-Hakam II, ’ İn kurdurmuş olduğu o nefis kütüphaneyi ve ulemânın yasak ettiği ilimleri ihtiva eden bütün kitapları yaktırmakta te­ reddüt etmedi. Ehemmiyetini müdrik olduğu bu tahrip hareketi ile, onları yatıştırdı. O, eşine az rastlanır ihtirası karşısında, gayesine ulaşmağa engel olabilecek hiç bir şey ta­ nımazdı.



Bununla beraber, genç halîfe Hişâm II. bü­ yümekte İdi. Devlet işlerinin idaresini eline almasına mâni olmak gerek idi. Devlet İşleri o zamana kadar Kurtuba 'da halife sarayından idare ediliyordu. Hükümdarı bu işlerden ta­ mamen uzaklaştırmak için, İbn A bi ‘Âmir 368 ( 978 ) 'de, hükümet merkezi civarında, bîr şehir kurmağa karar verdi. Bu, Kurtuba ka­ pıları yakınlarında bir kaç yıl içinde mühim bir belde hâlini alan Madinat al-Zâhira idî. Hişâm 'a gelince, gerek Kurtuba 'da, gerek al-Madinat al-Zâhira 'de, bütün saltanatı bo­ yunca sürecek olan münzevî bir hayat geçir­ meğe başladı. İbn Abi Amir, tahtı işgal eden hükümdarın devlet İşlerine karışmak ihtimâlini boylece kolaylık ile hallederken, aynı zaman­ da orduyu da yeniden teşkilâtlandırmağa ça­ lıştı ve bu maksat ile yüzünü Fas 'a çevirdi ve bu memlekette yeni bir siyâset takibine başladı, Emevî ordusn, o devirdeki teşkilâtı ile, askerleri memleket içinden te'min edi­ yordu. Paralı ve devamlı askerlerin sayısı da çok değil idi, îbn Abi ‘Amir *in yeni ücretli askerlere ihtiyâcı varidi. Bu sebepten, bu de­ virden itibaren, hayatının sonuna kadar, şİmâlî Fas ve İfrilpiya berberîlerinden gönüllü asker topladı.. Aynı zamanda Fas'm bâzı kısımları­ nın Emevîler tarafından işgal altmda tutul­ masının, halifelik hazînesi için, ağır bir mas­ raf kaynağı olduğunu ve işgâl topraklarının genişletilmesinin Kurtuba hükümdarı için, bir felâket olacağım farketti. Bundan dolayı, işgâl altındaki bütün toprakları tabiiye e t ti; yalnız Afrika ’da Cebel-i Târik boğazının anahtarla­ rından biri olan Septe kalesini elinde tuttu. Memleketin geri kalan kısmının idaresini Kurtu b a’nın lafzı hâkimiyeti altında ufak mahallî beylikler hâlinde bıraktı. îbn Abi ‘Âmir, para ile tuttuğu bu berberî birliklerden başka aynı zamanda Ispanya ’mn şimalindeki bıristiyan Leonlulardan, Kastily ahlardan ve Na var ahlar­ dan para ile asker toplayıp, birlikler meyda­ na getirdi. Gösterdiği ihtimam, cömertlik ve hayırhahlık sayesinde, yeni askerlerin tam bağ­ lılığım te'mine muvaffak oldu. Boylece emrinde kuvvetli ve sağlam bir or­ du bulunduran îbn Abi ‘Amir, devletin serhadleriride, hırİstiyanlara karşı an’anevî mü­ câdeleye tekrar başladı, ön ce askerî teşkilâ­ tının değişmesinden hoşnut kalmayan kaymatası G âlib ’i bertaraf etti; sonra 371 (93 ı)' 'de Leon kıralİığtna karşı büyük ölçüde bir sefere girişti, Zamora ’yı ele geçirip, yağma etti ve 4.000 esir aldı. Leon kıralı Ramiro IH,, Kastiîya kontu Feroandez ve Navarra kı­ ralı ile birleşti. Fakat üçü de Simancas 'm cenûb-i garbisinde, Rueda civarında, müslü­



MANstîİt man kumandam tarafından mağlûp edildiler; hur mâbedi [ bk. ŞANT YA:KÜB], müslüman as­ Simancas şehri zapiedildi. İbn Abi ‘Amir, kerleri tarafından, 2 şabanda (10 ağustos) Leon şehri üzerine yürümeğe devam etti ve ele geçirildi ve al-Manşür'un emri üzerine, Ramiro III. 'yu tekrar bozguna uğrattı, Kur- azîzin mezarına el sürülmedi. tuba'ya tam bir zafer ile dondu ve al-Manşür Hıristiyanlara karşı son sefer 1002 yılında yapıldı. Hedef Kastifya idî. al-Manşür, Canabi 'İlâh lekabmı aldı. Kurtuba 'da hudutsuz bir kudret kazanan ve les 'i zaptetti ve Cogolla 'daki San Millân ma­ muvaffak olmuş bir kumandan sayılan İbn Abi nastırım yıktırdı. Fakat seferden dönüşünde 'Am ir, bayatının geri kalan kısmım, hıristi- hastalandı, Medinaceli 'de 27 ramazan 392 (10 yanlara karşı devamlı mücâdele ile geçirecek ağustos 1002 )’de öldü ve bu şehirde gömüldü. ve yarım* adada müslümanlara tabî topraklan al-Manşür’un hayatının son yıllarında, yaşa­ fazlası ile genişletecek idi. Leon asiİzâdeleri, dığı debdebeli günlere, giriştiği başarılı sefer­ muvaffakiyeisizliği dolayısı ile, Ramiro III. 'yu lere rağmen, meş’um neticeler doğurabilecek tahttan indirerek, yerine Bermudo II, *yu geçir­ hâdiseler İle karşılaşmıştır ki, buna ancak ken­ diler. Bu sonuncu al-Manşür 'un yardımım iste­ disine karşı hazırlanan süikastleri bastırmak meğe ve onun metbûluğunu kabule mecbur ol­ hususunda sonsuz bir şiddeti ve sarsılmaz irâ­ du, Sonra al-Manşür 374 (985 ) 'te Katalonya 'da desi mâni olmuştur. Baş vezirinin gasbettiği bir sefer açmağa karar verdi ve kont Borrel İktidarı tekrar ele geçirmek için, Hişam II.’m *İ yenip, hücûm ile Barselona'yı alarak, yağ­ giriştiği bir kaç teşebbüs akîm kaldı, 381 ( 991 ) maladı, Bu, İbn al*Abbâr 'a göre, ‘A m inle­ ’de al-Manşür, oğlu !Abd al-Malik lehine, hârin 23. seferi idi. c îö ’Iik unvanından feragat etti. Beş yıl sonra Fas ’m şimâlinde bulunan ufak İdrisi hüküm­ kendisine yakışır bir eür’et ile, hükümdarlara darlarından İbn Gannün orduda Kurtuba’ya has malik karim unvanım aldı, sayyi d unva­ karşı tekrar ayaklanınca, al-Manşür onu bas­ nını da nefsine inhisar ettirdi. Yapamadığı tırmak maksadı ile, amca-zâdesi İbn ‘Askalâ- veya gözüne alamadığı tek şey, ernevî halifesinin ca 'yi gönderdi. Hayatına kıyılmayacağma dâir yerine, ‘Amiri bîr halife getirilmesini istemek söz alan İbn Gannün teslim oldu ise de, al-Man­ olmuştur. Bununla beraber, kendisinden sonra şür, hem onu, hem de kendi aleyhinde sözler İktidarın vârislerine geçmesi için, gereken ter­ sarfettiği iddiası ile, İbn ‘Askalaca ’yi öldürttü. tibatı aldı. Öldüğü zaman, oğlu :Abd al-Malik Sözünü tutmaması ve gaddarca hareketi hükü­ al-Muzaffar yerine geçip, bir kaç yıl müslü­ met merkezinde halk efkârında yeni bir akis man Ispanya ’yı elinde tuttu. uyandırınca, al-Manşür, itibârım tekrar kazan­ al-Manşür hakkında muhtelif fikirler ileri mak maksadı ile, dindarca bir faaliyete giriş­ -sürülmüştür. Pervasızlığından, gayesine varmak ti; ihtiyâca kâfî gelmeyen Kurtuba camiini İçin çok zaman baş-vurduğu câniyâne çârelerden 377 ( 9&7 ) 'de genişletti. Şark tarafında 8 yeni bahsedilmiştir. Bununla beraber, siyâsî hayatı şahn yaptırdı, namazgahın şakn ’m garp tara­ harikuladedir. Bu diktatör, şüphesiz müslümanfındaki duvarlarım $0 m, kadar genişletti. Arap lığın yetiştirdiği en büyük siyâset adamlarından tarihçileri, al-Manşür'un bu genişletme işinde, biridir. Halife Abd al-Rahmân 111. devrinde faıristİyan esirler kullandığım rivayet etmekte­ orta çağ garp medeniyetinin şâyân-ı dikkat kültür merkezlerinden biri olan müslüman İs­ dirler. Aynı yıl Leon kıratlığına karşı yeniden panya al-Manşür zamanında büyük bir devlet harp başladı. al-Manşür’un oraya göndermiş vaziyetinde idi. 1B i b l i y o g r a f y a : En mühim a r a p olduğu müsliiman kuvvetleri memlekette taz­ yik yapmışlar ve Bermudo II, da onları nihâk a y n a k l a r ı ; İbn Bassam, aUZahira fi MaJıâsin ahi al-Cazira, IV (husûsî kütüp.), yet topraklarından atmış idî. al-Manşür Bermu­ ( nşr. Dozy, II, 267 ) ; ( tre. Fagnan), II, 414; do II. 'nun bu cür’etini çok şiddetle cezalandır­ krş. bîr de İbn al-Aşir, Kamil (nşr. Torndı. Bir kaç ay ara ile girişilen iki seferde, berg), VIII v e ! X ;( t r c . Fagnan, Annales du Coımbras ’ı tahrip etti, Leon ’u harâbeye çe­ Magkreb et de VEspagne), fih rist; İbn virdi ve Zamora'yı ele geçirdi. Bunun üzerine, al-Hatİb, aUÎhâta (kısm î neşir, Kahire ), II, Leon kuvvetleri silâhları bırakmak ve al-Man­ ş ü r’a teslim olmak mecburiyetinde kaldılar; 67— 73î İbn al-Abbar, al-tfullat alsiyarâ* Bermudo II, da topraklarının pek azmi mu­ ( Dozy, Notices sur qaelques manascrits arabes, Leiden, 1851^ s. »48 — 153); *Abd hafaza edebildi. al-Vâhid al-Marrâkuşi, aUMucib ( nşr. Dozy), Daha ''sonraları seferler de yanm-adamn şis. 17— 26; (tre, Fagnan), 8,21—32; İbn Hal­ mâl-i garbisine yöneldi. Bunların en meşhûru dun,Kiiâb al-ibar, IV, 147 — 148; al-Nuvayri, 387 (9 9 7) tarihli Santiago de Compostella Histoire d'Espagne (nşr. ve tre. M. Gaspar seferi oldu. Garp hıristiyanlık âleminin bu meş­



MANSUR. Remiro), Granada, 1916, fihrist; aî-Makkari, Nafh al-fib, A n a l e c t e s , fihrist, A v r u p a k a y n a k l a r ı : Espana sagrada ( nşr. Florez), fihrist; P. Bofarull, Los Condes de Barcelona vindicados ( Barcelona, 1836); R. Dozy, Histoîre des Masuîmans d’Espagne, III, 111— 258; ayn.mil.,, Recherckes sur Vhisioire ei la littirature de VEspagne (3. tab.), I, 173— 202; F. Codera, La baialla de Calatdhazor ( Boletin de la R, Academia de la historia ( 1910, LVI, 197— 200 ) ; E, Saavedra, La batalla de Calatanazor ( Melanges Hartzvig Derenbourg, Paris, 1909, s. 335) î Cotarelo, El casamiento de A lmanzor con una hija de Bermudo II ( Es­ pana Moderna, 1903); Ci. Huart, Histoîre . des Arabes (Paris, 1913), II, 162— 165; A. Gonzaİez Paiencia, Historia de la Espana musulmana (Barcelona, 1925), s. 45— 51.



( E. Levi-Provençau ) M A N SU R . MANŞÜR B. NÜH, i k i S â m â ­ nı h ü k ü m d a r ı n ı n a d ı . 1. MANŞÜR B. N öy 1. ( A bu ŞÂLİH), Hora­ san ve Mâverâünnehr hükümdarı olup, 350 — 365 (9 6 1— 976)^6 kardeşi \Abd al-Malik b. Nüh I. [ b. bk,] ’un yerine geçmiştir. Manşür zamanında Sâmânî hükümdarlığının dahilî va­ ziyeti hakkında burayı bizzat ziyaret etmiş olan İbn Flavkal’de malumat bulunmaktadır; bk, bilhassa B G A } II, 3 4 1:/ ! vaktlnâ hazâ, s, 344 v.d.: Manşür’un şahsiyeti hakkında — «Çelimsizliğine ve zayıflığına rağmen, devrimi­ zin en âdil hükümdarı" — denilmektedir, Vezîr BaFami ve bu vezir tarafından veya onun emri ile 352 ( 963 ) 'de kaleme alman al-Tabari tarihinin farşça tercümesinde verilen malûmat için bk. mad. BAL:AMÜ Sâmânî hassa kumandanı A lp -T igin ’m ayaklanması, onun Gazne ’de kurduğu müstakil hüküm­ darlık ve orada Manşür ile A lp-T igin ’in oğ­ lu ve halefi olan İshSk ( yahut Abü İshâk: İbrahim) zamanındaki Sâmânî hükümdarlığı­ nın te sisi için bk. mad d. ALP-TİGİN ve GAZNE; Barthold, Turkestan ( CM S, yeni seri, V , 251,not 4 ) ’da, İshâk b. İbrahim yeri­ ne, Abü İshâk İbrahim okunuyor. Bu saltanat devri başka bakımlardan da Sâmânî devleti için, dış münâsebetlerde bir gelişme devri oldu; Büveyhîler [ b. bk,] ve Ziyârilere karşı yapılan muharebelerin hemen hepsi başarı ile neticelenmiştir. 2. MANŞÎJR b. Nüh II. ( A bu ’ l-HÂRİs ), Mâverâünnehr hükümdarı ( 387 - 389 — 997— 999). Sâmânî devletinden yalnız Mâverâün­ nehr’in bir kısmım alıkoymuş olan babası Nüh b. Manşür 387 recebinin 14, cuma günü (23 temmûz 997) öldü; buna rağmen, Manşür taUm Anıîklopedİal



m



’a babasının halefi olarak ancak zilkadede ( teşrin I.) bi at edildi. Bay haki ( nşr. Marley, s* 803 ), Manşür 'un güzelliğini, gözü pekliğini ve belâğ&tmi ö v er; fakat her keşi, aşırı sert­ liği ile yıldırdığını da söyler. Bununla ;be­ raber, kısa süren ve sıkıntı İçinde geçen sal­ tanat devrinde her hangi bir kimseyi kor­ kutmağa pek muktedir değil idi. Son Sâm anî­ ler, can çekişmekte olan sülâlenin mirasını paylaşamayan hükümdarlara ve ordu kuman­ danlarına karşı, âciz vaziyette idiler. Bu ku­ mandanlardan biri, Fa ik, 3.000 türk süvarisi ile, Buhara *yı ele geçirmeğe muvaffak oldu. Manşür, Amul [ b. bk.] ’e kaçmak zorunda kal­ dı ise de, F i'ik tarafından, g e r i. çağırıldı. Manşür hükümdarlığının son yıllarını, muhte­ lif namzetlerin paylaşamadıktan Horasan ’m İdaresi, meselesini sulh yolu, ile halle sârfetti. Mesele silâh ile halledilmeğe kalmadan, Manşür,-kumandanlarından F a ik "ve Beg-Tu­ zun tarafından, 12 safer 389 ( 1 kânuiı II, 999 ) ’da tahttan indirildi. Bîr hafta sonra da, göz­ leri oydurulup, Buhara ’ya gönderildi. ■ B ib i i y o g r a f y a ı K r ş . mad. SÂMÂNİLER, bir de W. Barthold, Turkestan, down to the Mongot Invasion (2. tab., London, 1928, GMSj N. S., V, 251 v. dd.,-264 v. dd.)... .



(W . Barthold.) M A N SU R İSM A İL . AL-MANŞÜR İSMA İL, A bü TÂHİr yahut A bu ’L- A bbâS, ü ç ü n c ü F a t ı m î h a l i f e s i . Şevval 334 ( mayıs 946). ’te, hayli müşkü şartlar altında, babası Abu ’iKâsİm al-Kâ’im ’in yerine geçtiği zaman, 32 ya­ şında idi. Bİr çok berberi ve kayrevanh kabile­ lerin desteklediği tahrikçi bîr haricî olan Abü Yazid al-Mahdiya önünde bozguna uğramış ise de, Süs ’u kuşatmağa devam etmekte idi. al-Man­ şür, Abu Y a z id ’in saltanat değişikliklerinde dâimâ görülen iktidar zaafından faydalanma­ sından korkarak, babasının ölümünü açıkla­ maktan, hutbeleri, paraların yazılarını ve san­ cakların üstündeki yazıları değiştirmekten çe­ kindi. Süs, al-Manşür’un deniz yolu ile'gön ­ derdiği kuvvetler sâies'nde, kuşatmadan kur­ tarıldı. Bununla beraber, al-Mânşür ' Kayrav â n ’a dönünce, Abü Y a z id ’in yeni bir hücu­ muna uğradı. Bir çok mücâdelelerden sonra, her ne kadar al-Manşür, Abü Yazid ’in îÇayravan ’da eline düşen kadınlarını kendine iâde etmek suretiyle anlaşmak istedi ise de, Abü Yaz'd, verdiği sözü bozarak, tekrar hücuma geçti. Fakat bu sefer bir meydan muharebe­ sinde tamamen bozguna uğratıldı ( ağustos 946). Sonunda Abü Yazid muharrem 336 ( ağustos 947 ) ’da Cabal Kiyiria ( Mşila ’nin şimalî ) ’de, Abu Yazid, ağır yaralı olarak, yakalandı, 20



âo6



foÂNSÜR - MANSÛRE.



Bu başarı aî-Manşür ’un işlerini yoluna der Fatimid. Califen, s. 86— 98; Amari, koydu. Abu Yazıd ’in dâvasmı benimsemiş Storia det Mnsulmanî di Sicîlia, H, 201 v. CÎ~a orta Magrib kabilelerinin bir kısmı, msl. dd. 5 G. Marçais, Manuel d*art masulman, Muhammed b. al-Hayr ’in Mağrâvaları, itaat I, 100, £18 v.d. ( Georges Marçais. ) altına girdiler. Fatımi hâkimiyetinin içinde M A N Ş U R A . [B k. MANSÛRE.]. bulunduğu güç durumdan faydalanan İspanya M A N SÛ RE. MANŞURA, 258 (871) tari­ Emevîleri, garbi Berberistan 'dakt mevkilerini hinden itibaren, S i n d 'in, arap hâkimiyeti za­ sağlamlaştırmışlardı. Eski bir Fâtımî kuman­ manındaki m e r k e z i olup, Manşür b- Camdanı olan tlamid b. Yese! Magrib ’i Kur tuba hür al-Kalbi tarafından te’sis edilmiştir. Işhalifeleri adına idare etmekte ve o sırada Tâ- tahri 'nin tasvirine göre, burası Muitân 'dan hert ’i kuşatmakta idi. al-Manşür şehrin yar­ daha münbit ve daha fazla meskûn idi. Arap­ dımına koştu ve oraya ifrenli Ya"la b. Muham­ ların gelmesinden evvel, Brahmanâbid (muh­ med 'i yerleştirdi. Kötü günlerde sâdık bir temel olarak şimdiki Haydarâbâd), Sind 'in yardımcı olan Şanh açalar m reisi Ziri b. Ma- merkezi bulunuyordu ve araplar tarafından nâd’a bilhassa büyük salâhiyetler verdi. fethi sırasında ismi Manşüra ’ye tahvil edildi. Kay ra vâ a ’a donen al-Manşür Abu Yazıd ’in Eski seyyahların Manşüra hakkında verdikleri yeni bir isyan çıkarmağa çalışan oğlana karşı malûmat için krş. Gazetteer o f the Bombay harekete geçmek mecbûriyetinde kaldı. Berbe* Presidency, I/ı, 506 v.d., 511, 525. ristan’daki bu şiddetli hareketten ve hârici ihti­ B i b l i y o g r a f y a s Balâzuri, Futüh aU lâlinin tasfiyesinden sonra, al-Manşür İfrikiya buldan, s. 439, 444 v.d.; Abu ’I-Fidâ’, Tak­ ’nin deniz kuvvetini geliştirdi. Azadlı kölesi vim al-buldan, s. 62, 346, 350 ve E. H. A itFaralj, Sicilya valisinin yardımı ile, İtalya’nın kîn, Gazetteer o f the Province o f Sind cenubunda bizanslıîara karşı büyük bir zafer ( Karachî, 1907 ), s. 91, 96 ve 508. kazandı ve harp ganimetleri ile geri dondu ( M. Hidayet Hosain.) (340 = 951). M A N SÛ RE. AL-MANŞURA, Cezâyir Ülke­ al-Manşur, yaptırdığı mimarî eserler ile, iî- sinin garp kısmında, Tlemsen şehrinin aş.-yk. 5 rikiyeli Fâtımîler arasında, mühim bir yer alır. km. garbında, Fas sultanları tarafından kurulmuş Gerek al-Mahdiya, gerek son ihaneti dolayısı olup, şimdi harâbe hâlinde bulunan bir ş e h i r ­ İle şüpheli görülen Kayravân artık payitaht d i r . ibn. H aldun’un yeter derecede vazıh tas­ olmaktan çıkmış idi. 947 'den itibaren, kurucu­ viri, bu örnek karargâh-şehrin kuruluş tarihini, sunun adına izâfeten at-Manşüriya de denilen doğruya yakın bir şekilde, takıp etmemize im­ Sabra payitaht oldu. Kayravân ’m kapıların­ kân vermektedir. 698 ( 1299 ) ’de Marinilerden da kurulan bu şehir, aî-Manşür ’un yaptırdı­ Abü Ya'îfrüb Yûsuf, Banı ‘Abd at-Vâd ’m payi­ ğı saraylar ile süslendi ve eski şehrin za­ tahtını muhasaraya geldiği sırada, karargâhını rarına olarak, kurduğu pazar yerleri ile zen­ şehrin garbında, uzanan geniş ovada kurdu ginleşti. ve muhasaranın uzun sürmesi üzerine, burada al-Manşür bir yolculuk sırasında soğuk al­ kendisi ve ordusunun başında bulunanlar için ma neticesinde ânî olarak Öldüğü zaman, daha ikametgâhlar inşâ ettirdi ve bir de eâmi te­ 39 yaşında idi ve tahta çıkalı 7 yıl olmuş idi melini arttırdı. 702 ( 1302 ) ’de bu al-Mahallat ( 29 şevval 341 = 18 mart 953 ). al-Manşüra („zafer karargâhı"), bir sûr in­ B i b l i y o g r a f y a : Ifrİkiya Fâtımîleri şâsı ile, şehir manzarası aldı. Burada cami­ devrinden sonraki tarihçilerin faydalandığı, den ve askerî reislere mahsus meskenlerden, X. ve XII. asır vekâyinâmelerî için bk. H. cep hâne depolarından ve askerlerin sığınacağı Becker, Beitrage zar Geschichte Âgyptens yerlerden başka, hamam ve kervansaraylar da unter dem İslam, I, 3, 8,11; İbn Haldun, bulunuyordu. Kervanlar Tlemsen ’e gidemedik­ Hist. des Berberes ( trc, de Slane ), II, zeyil lerinden, al-Manşüra, yâni Yeni-TIemsen, ku­ s. 535— 541; îbn'İzâri ( nşr. Dozy ), I, 226— şatılmış olan şehrin iktisâdı faâliyetlerini, ta229 (trc. E. Fagnan, I, 317— 3 2 1); İbn al- bi’î olarak, kendine çevirdi. Sekiz sene uç ay A şir (nşr. Tornberg), VIII, 326— 374 (trc, süren . muhasaradan sonra, Mariniler Tlem­ E. Fagnan, Annales da Maghreb et de sen 'den uzaklaşınca, al-Manşüra Sultân Abü VEspagne, s. 340— 357); İbn Hallikân ( trc. de Sabit ’in vezîri İbrahim b. 'A bd al-CaliI ’in ne­ Slane, Biographical Dictionary, I, 218™ zâreti altında, muntazam bir şekilde, tahliye 22i ) ; İbn Hammâd, Histoire desrois *Obat- edildi. .Tlemsen lil er, Mariniler ile imzalanan dides (nşr. Vonderheyden ) , s. 22— 39 (trc. muahede hükmüne uyarak, rakip şehre bir 's. 39— 61 ); İbn Abi Dinar ( trc. PeHissier ve müddet dokunmadılar ise de, iki devlet' ara­ Remusat, Hist. de VAfrıque d ’El-Kairoua- sındaki sulh bozulunca, al-Manşüra ’nin bina­ ni, s. 103— 106); Wüstenfeld, Geschichie larım yıktılar ve düşmanlan tarafından kendi



MANSÛRE - MANTIK.







şehirlerinin kapısı önünde bırakılmış olan bu 1rada esir düşmüştür. Şehir şimdi Mısır ’ın pa­ karargâhı oturulmaz bir hâle getirdiler. ımuk ticâretinde ehemmiyetli bir rol oynamak­ Otuz sene sonra Fas ordusu, Sultân Abu tadır. Dikkate şâyân binaları yoktur; demir­ ’I-Hasan 'm kumandası altında, yine Tlemsen yolu burada bir köprü ile Nil nehrini aşar. önüne geldi ( 735 — 1335 ), Bu defa Bani ’İ-Vâd Mısır ’da ai-Manşura ismini taşıyan daha’in payitahtı teslim olmağa mecbur kaldı ( 27 başka mevkiler de bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Maspero ve Wiet, . ramazan 7 3 7 = 1 mayıs 1337). al-Manşüra ye­ Materiaux pour servir â la geograpkie de niden inşa edildi ve Marinilerin orta Mag­ VEgypte( Kahire 1909 ), s. 198 v.dd. ( coğrafî rib ’i işgal ettikleri müddetçe onların bu böl­ gede resmî merkezleri oldu. Büyük cami, ve tarihî kaynaklar bu eserde zikredilmiş­ muhtemel olarak, bu sırada tamamlandı ve tir ); 'A li Paşa Mubârak, al-Hitat al-cadida, XV, 88 v, d d .; Baedeker, Âgypieh, »Zafer sarayı" inşa edildi ( 745 ). Mariniler çekilince, al-Manşüra yeniden (Leipzig, 1928), s. 176 v.dd. _ ( J. H. Kramers.) ’ terkedildi ve yavaş-yavaş harap oldu. Dört M AN ŞU R. [Bk. MENŞÛR.] köşe burçlar ile tahkim edilmiş olan kerpiç sû­ M A N TÎK . [ Bk. MANTIK.] ' run büyük bir kısmı bugün bakî kalmış ise de, bunun içerisinde tarlalar ve bir frangız M A N TIK . MANTİK, müslÜman feylesuflaköyü bulunuyor. Bununla beraber, bir sarayın rmda m a n t ı k , stoyacı ve yeni-eflâtuncu te* kolay seçilmeyen bakiyelerine, kaldırımlı bir mâyül, yunan tefsircİleri tarafından kısmen yol parçasına ve bilhassa camiin kerpiç du­ tâdil edilmiş olan Aristo mantığıdır; Müslü­ varları ile eÜmîe kapısı yanında yükselen bü­ man feyl.esufları bu mantığı değiştirmemişler yük bir minarenin yansına rastlan maktadır. ise de, ekseriya isabetli bir şekilde, hulâsa, Üzerindeki çini, kaplamasını hemen tamâmıyle tercüme ve tefsir etmişlerdir; arap feylesufkaybetmiş olmasına rağmen, 40 m. irtifâm- ları Aristo mantığım çok iyi anlamışlar ve daki bu murabba kulenin cephesi XIV. asır hakikî Aristo felsefesine en fazla bu bahiste Magrib san’atmdan kalma en mükemmel eser­ yaklaşmışlardır, A risto’nun , mantığı büyük lerden biri sayılabilir. Camiin mermer sütün İtinâ ile tercüme edilip, üzerinde işlenilmiş ve başlıkları Tlemsen ve Cezayir müzelerinde olduğundan, gerçek mânasını kavramak, Aris­ t o ’nun diğer eserlerine nazaran, arap feyle* muhafaza edilmektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . Ibn Haldun, His- sufları için maddeten daha kolay olmuşturtoire des Berberes ( nşr, de Slane ), II, 136, ( krş. J. Pollak, Die Hermeneatik des Aristo­ 322 v. dd., 379 v. dd. ( trc. de Slane, III, teles in d. arab. Obers. d. Is hâk b. Hunain, 375 J IV, 141 v.dd., 221 v.dd.); Yahya b, Hal- (Leipzig, 1913, D e interpretatione ’nin baş­ ; dün, Bağ yat al-ruvâd (nşr. B el), I, 121, 141 langıcının iki tercümesi). Yalnız msl. Meia(trc. I, 164, 189 ); İbn Marzük, Musnad ( nşr. physica’mn tercümesi oldukça kusurlu ve ek­ Levi-Provençal s. 25, 35; al-Tenesî, His- siktir. Mantığı lâyıkı ile takdir etmeyen. İh­ toire des Beni Zeiyan ( trc, Barges, Tlem- van al-Şafâ’ ’nm küçük mantık risalesinin,>ba- , can, ancienne capitale, s. 249 v. dd. ); Bros- şındaki »Eski hakimler bu mevzuları İzah -.et­ . selard, Inscriptions arabes de Tlemcen ( Ren. tiler, kitapları da okuyucunun elindedir; fa­ Africaine, 1859, III, 322-340 ); W. ve G. kat mütercimler bunun mânasını kavramadık­ . Marçais, Monuments arabes de Tlemcen, s. ları için, bu eserler çok haşviyatla doludur" 192— 222 ; G. Marçais, Manuel d ’art musal- şeklindeki iddiası hiç de haklı değildir. man, II, 485— 489, 549 v.d., 568 v. dd., A risto ’nun şu 6 mantık eserme, makûleler ( Kaiegoriae ), tefs:r ( Hermeneutica ),;bi­ 625— 629. ( G eorges Ma r ç a is .) MANSÛRE. AL-MANŞÜRA, aşağı Mısır ’da rinci ve ikinci tahlil ( Analyüca priora et poşal-Dakahliya eyâletinin merkezi olan büyük teriora ), cedel ( Topica ) ve mugâleta .( Soş e h i r olup, Nil nehrinin Dimyat kolunun sağ phistici elenehi), tıpkı sonraki yunan tefsirsahili üzerinde bulunur [1947 ’de nüfusu 102.000]. cilerinin yaptıkları gibi, araplar da hitabet Nil ’in başka bir kolu veya kanalı bura­ ( Rhetorica ) ve şiir san’atını ( Peotica ) ilâve dan şimâl-i şarkî istikametinde Aşmüm ’a doğ­ ettiler ( Aristo kitabeti, bk. Rket., I, 2, 1356,25 ru uzanmakta idi. Burası ilk Önce, al-Malik bunu cedel ve siyâsetin bir kolu telâkki edi­ al-Kâmil tarafından, o sırada haçlılar elinde bu­ yordu ). Araplar bu eserlerin tertibini sonraki lunan Dimyat ’ı istirdat etmeğe teşebbüs etti­ yunan tefsİrcileri gibi izah etmişlerdir ( krş. ği sırada, bir askerî karargâh şeklînde kurul­ Aristoielis Categor. Comment., nşr. Busse, muştur. 1249 ’da haçlılar al-Manşüra civarında II, 6, 29. v.d. eserindeki „EIiae“ ). Bu eserlerin al-Sultân al-Muaşzam Türlnşlh tarafından1 en mühimi dördüncüsü olan tahlil-i kıyâsı -mağlûp edildiler, Fransa kıralı Louis IX. de bu­■ ( Analyüca posteriora ) olup, Öncekiler gâlibâ



Joft



k m tııL



bu esere yalnız bir hazırlık ve mukaddime teşkil etm iştir; Aristo tahlil-i burhanı ( Analytica posteriora ) eserinde mutlak hakikîyi, Poetica adlı eserinde ise, mutlak yanlışı tetkik etmiştir. Bu iki eserin arasında bulu­ nanlarda, Poetica 'ya yaklaştığı nisbette gayr-i muhtemellik unsuru hâkimdir. Bundan sonra, yine yunanlıların yaptığı gibi, bu eserlerin başına, eserin isminden de anlaşılacağı üze­ re, Aristo mantığına bir mukaddime olan Porphyrius’un Eloaytoyıı eîç zaç 'Açıozo*eXouç «aırrçYOÇjîaç, Kitâb Farfaryüs aUma'rüf li ’l-mudfyal ( ts â ğ ü c ı) adlı eserini koymuşlar­ dır. Yunanlılar felsefeye, daha doğrusu felsefe tahsiline, mantık ile başlandığına göre,,,Aris­ to mantığına** iki şekilde giriş yaparlardı. Ka­ tegoriler'den evvel olan npo^eyopeva t öv xatr|yoQtû)V’da sual ortaya atılıp, bunlara ce­ vap verilmekte İdi ( msl. muhtelif felsefe mek­ teplerinin isimleri nereden gelmiştir? Aristo ’nun eserlerinin tasnifi nasıldır?). Araplardan kalma bu tarzda bir giriş Fârâbi ’nin Risala fi-m â yanbağî an yukaddam İşabl ta*alt um al-falsafa ( nşr. Schmoelders, Docum. pkilos, arab.) adlı küçük bîr risalesinde mev­ cuttur. Proclus 'ün bir talebesi, Ammonius Hermiae 'nin ngo^syojısva %r\ç qpt,Xoöocp£aid, F al-M *rva* 'in şark— cenûb-i şarkîsindeki sülün ler, G N e olduğu tesbît edilem eyen eski bir bina, H Mâbed, J — K Mar­ ya şehrinin eski duvarlar», b V a d i Zenne,



yet bulur; böylece bundan bir nevî duvar saçağı hâsıl olur ki, Th. Bent ’in Habeşistan Ma Jeha Ma bulduğu »kabartma* ( bk. Tb. Bent, The sacred City o f the Ethiopians, London, 1893, s. 14ı ) ve D. Nıelsen ( Handback der altarabischen Altertamskunde^ s. 157, şekil 44 ) Meki Saba »kabartmasının* te­ pesini hatırlatır. A lt saçağın altında, 10— 15



cm. ara ile konulmuş olan ve aralıkları bi­ rer hava deliği hissini veren yontma taş di­ zisi göze çok güzel görünmektedir. Saba­ hların Jehâ mabedi duyarlarında bu türlü tezyinata rastlanmak tadır ( bk. Deutsche A k sum~Expedition, H, 80, şekil 165). Saçak bâzı yerlerde, bilhassa şark tarafında, hâlâ bozulmamış bir hâldedir. Çatıya âit biç bir şey



328



MÂRİB.



görülmemektedir. Fakat Glaser 'in tahmin ettiği gibi, bir çatı bulunduğu, kat'î olarak, ileri sürülemez; çünkü penceresiz yapı gün ışığı ile, tepeden de aydınlanmış olabilirdi. Duvar­ da iki kapı vardır; büyüğü ( a ) küçük mihve­ rin şimal-i şarkî ucunda, küçüğü ( b ) İse, büyük mihverin nihâyetinde, binanın şimâl-i garbı tarafındadır. Yapının merkezinde, tam şimâl-i şarkî istikametinde, bizzat duvarın kat*-ı nakısı içinde diîrt sütunun yükseldiği hâlâ görülmektedir. Aslında burada daha çok sütun bulunmakta id i; öyle ki, asıl kapı ( a ) bir nevî sütunlu giriş teşkil ediyordu. Bunla­ rın şimâl-i şarkîsinde, 32 adımlık bir mesâfede, aynı şekilde cenûb-i şarkî — şimâl-İ garbı istikametinde uzayan bir hat üzerinde, 8 sütün daha yükselmektedir. Bunlar menşur şeklinde, dört köşeli ve birleşik olup, 4,5 m. yüksekliktedir. Başlıkları yoktur ve yukarı doğru üzerine konulan siitûn başını tutmağa yarayan aş.-yk. to cm. uzunluğunda kenarları bulunan taş ayak şeklinde bir mahrut ile nihayet bulur. Haremin cenup — cenûb-i şarkî tarafında, duvarın hemen dışında, yan­ ları garptan şarka ve cenuptan şimale müte­ veccih olan ve küçük bir murabba teşkil eden dört küçük sütün vardır ( c ). Bunlar, ihtimâl Aksum kıral tahtmmkine ( Deutsche Aksam Expeditioni II, 63, şekil 139) benzeyen bir taht gölgeliğinin sütûnlandır. Yapının zemini, hiçbir zaman, tamâmlyle tesviye edilmemiş olmalıdır; çünkü orta yerinde tabi*î bir kaya bulunmaktadır. İç kısma doğru maalesef du­ varlar hiç bir tarafta yol vermemektedir. Öyle kî, Glaser içerisinin ne vaziyette olduğu hak­ kında bir neticeye varamamıştır. Bununla beraber, duvarların içinde bulmağı ümit ettiği odalara rastlamadığını bilhassa kaydetmekte­ dir. Buna karşılık duvarların dış tarafına ko­ nulmuş olan muhteşem kitabeler, bize yalnız binanın ne İçin yapıldığı (b u bir sabahların ay ilâhı olan Almakah 'm mabedidir ) husûsuuda değil, aym zamanda inşâ tarihi hakkında da tatmin edici bilgiler vermektedir. Arnaud bu kitabelerden yalnız üçünün suretini çıkarabil­ miş id i; tesbit edebildiği diğer kitabe, o kadar kum ile kaplanmış İdi ki ( kum kitabeleri o günden beri daha da örtmüştür ), bunları yaz­ mağa muvaffak olamamış idi. En eski kitabe ( Glaser 484 ) yukarıda, şark cephesinden itıbâren, 28. taş tabakası üzerinde bulunur. Bu kitabeye göre, Almakah *Avm mâbedinin duvar­ ları Saba’ mukarrib ’i, Sumuhu-'alaya ’nm oğlu Yid'i-’ilu Zar İh tarafından yaptırılmıştır ( met­ nin son tab’ ı için bk. N. Rhodokanakis, Siadien, II, 7 v. dd.). E. Osiander daha önce Z D M G ( X , 70) ’de Haram Bilkİ3 % bir



Almakah mabedi olduğunu ileri sürmüş idi. Glaser ( S ki size, I, 68 ), diğer Saba* kitabele­ rinde olduğu gibi, burada da zikredilen ‘Avm hareminin, bu mâbedden başka bir şey olma­ dığı neticesini çıkarmıştır. Buna göre, ilâh Almakah „’Avm hâkimi" j 'yyz) adım ta­ şımaktadır. Haremin garp cephesinde, 14. taş dizisi üzerinde bulunan Glaser 485 ~ A r­ naud 55 kitabesi, Yid^-’ilu Zarih tarafından başlanmış olan bu mabedin Saba1 kıralı Sumuhu- alaya Zarih Jin oğlu ’îlişariha tarafından ta­ mamlandığını göstermektedir ( krş. N. Rhodoka­ nakis, ayn, esr., II, 12 v. dd.). Şimâl cephesinde 13. ve 14. taş sıraları üzerine konulmuş olan Glaser 481=» Arnaud 56 kitabesi, bu kitâbeden başlayarak, tâ tepeye kadar duvarın üç Saba1 kiralının kumandanı ve mühim bir nazır olan Tuba'kariba tarafından tamamlandığını anlatır ( N. Rhodokanakis, Siudîen, II, 15 v. dd.). Aynı mânada iki metin olan cenup cephesinde 13. taş sırası üzerindeki Glaser 482 = Arnaud 54 ile aynı yükseklikte şark cephesinde bulu­ nan Glaser 483 = Arnaud 54 kitabeleri, bu kitâbe ile alâkalıdır. Mezkûr kitabelerde, Sa­ ba’ ve Zü Raydan kıratları olan Zimri- alaya Bayin oğlu Kariha’ ilu V atar Yuhan im ile bunun oğlu Hâlik-’amara zamanlarında ( ihti­ mâl mabedin yukarı kısımlarından), duvarın yıkılmış olan kısımlarının tâmirinden bahs­ edilmektedir. Glaser ( Reise nach Mârib, s. 46 ) *e göre, şimal ve garp cephelerinde de kum­ lar altında başka kitabeler bulunduğu düşünü­ lür ise, haremin inşâ tarihinin bu suretle bitip-bitmediği sorulabilir. Binanın cephe istikameti de alâkaya değer. Haremin küçük kapısı ( 6 ) şimdi yerinde Mascid Sulaymân 'm bulunduğu eski Mârib şehri mabedi tarafına bakmaktadır. Küçük mihverin imtidâdmda şimâl-i şarkîde al-Mikr§b denilen harâbe vardır ve Glaser iki ya­ pının bu tertibi ile kullanıldıkları husus ara­ sında bir alâka bulunduğu neticesine varmıştır. Bundan başka her iki bina da V ad i Zenne’ye müteveccihtir. Şehrin eski duvarlarının cenup tarafında, hemen-hemen harem istikametinde inşa edilmiş bir köprünün bakiyesi görülmekte­ dir ki, mahallî an’aneye göre, hareme kadar ulaşmakta idi. Bu rivayette her hangi bir mübâlega olsa bile, Zenne vâdisl üzerine bir köprü yapılmış olması pek muhtemeldir; zîra yağ­ mur mevsimlerinde su muhakkak ovalara ta­ şıyordu ve ihtimâl topraktan yapılmış bir sedd, bu köprünün hareme kadar İmtidâdmı teşkil ediyordu; fakat artık bundan hiç bir iz görülmemektedir. Bir mabedin inşâsı için kat’-ı nâkıs şekli ne kadar az kullanılmış olursa-olsun, eski Arabis­



MÂRtB.



329



tan ’m cenubunda bunun eşme rastlamak müm­ amüd olarak yerleştirilmiştir. Devrilmiş 2 sü­ kündür. Msl. F. Fresnel ( J A , IV. seri, VI, tun hâlâ yanda, harap hâlde, toprak üzerinde 223 ), Harara Bilkis ’ten daha büyük bir yer yatmaktadır. Sütunların başlıkları yok îdi ve kaplayan ve aralarında bir yarım k at’-ı nakıs tamâmiyle ( Haram Bilkis ve şehrin dışındaki ile sıra-sıra sütunların hâlâ ayakta durduğu diğer harabelerin yanında bulunan ) öteki bü­ Hariba ( Şirvâh ) ’nin muhteşem harabelerini yük sütunlara benzemekte idî. Glaser yıkıl­ zikretmiştir. Arnaud ’ya göre, mabedin bu mış 2 sütunun döküntüleri üzerinde, her bir kat'-ı nakıs şeklindeki tertip ve tanzimi Ha- sütunda bir tane olmak üzere, 2 kitabe İevy tarafından da tesbit edilmiş idi ( J A , VI. ( Glaser, 479 ve 480 = Arnaud 53 ) bulmuş­ seri, XIX, 67 v.d.; krş. bir de Glaser, Reise tur. Bundan anlaşıldığına göre, burada ilâh nac.h Mârib, s. 110, 137; Skizze, I, 67 v.d.). Almakah ’a tahsis edilmiş bîr Baran mukad­ I J£*V7£>) veya başka bir ha­ Glaser, nr. 901— 903 kitâbelerıne göre, inşaatı des haremi yaptıran Saba1 mukarrib 'i Yid:i-’İlu Zarih rem var idi. Bu ismi, yalnız bu kitabede de­ olup, bu şahıs ’Avm mabedi ile yuvarlak al- ğil, aynı zamanda Osman, Mus., nr, 17 ( Z D M C , XXXIII, 486, nr. I3, burada J. H. Mordtmann, Masâcid mabedini de inşa ettirmiştir, F. Hommel ( Etknologie, s. 664 v.d.) bu ma­fnpbi’i'f 1n 'i l ('JN133 okumaktadır ) ’de tesadüf bedin yeni olan Haram Bilkis adım nasıl aldı­ olunmaktadır; bundan başka bu yerin adı ğım göstermeğe çalışmıştır. Dâİmâ başlıca Halevy, nr. 43.,, 48* ’de (Rî'On ve 534* He ilâhın zevcesine tahsis edilen ve içinde yeni yılın ilk ayında ilâh ile ilahenin düğün mera­ simleri ve şenlikleri icra edilen sûrların dı­ şındaki Asûr ve Bâbü mâbedleri ile kıyâs eden Hommel, Haram Bilkis 'i Almakah ’ın düğün evi, zevcesi Harimat ’m haremi telak­ ki, hattâ Haram isminin de bunun ile alâkalı olduğunu far2etmektedir. D, H. Mülîer ( Burgen a n d S c h lö s s e r , II 972 v.d.) kendi eski mede­ niyetlerinin bakiyelerine dâir kitap yazan arap âlimlerinin Almakah İlâh adım bozup, nasıl Yalmakah yaptıklarım ve sonra bu İsmi efsâ­ nevî B ilkis'e nasıl bağladıklarım ve bundan başka ilâhın Mahram ( mukaddes harem ) 'ini bir £a ra m ( kadın odası ) hâline getirdiklerini meydana koymuştur. F, Fresnel de Bilkis ismi­ nin Saba’ melikesinin hakikî adı olmadığını, bunun daha ziyâde Balkamah olduğunu ( İbn :Abd Rabbihi, ' î k d a l - f a r l d ve İbn aî-Cavzı, Mir'a t a î-z a m a n ’da böyîedir) ve bu ismin aI-Ma!kah 'tan geldiğini ileri sürerken ( J A, IV. seri, VI, 226 v.d., .234 v. dd.), aynı şe­ kilde düşünmüş idi. Şu Hâlde Saba’ melikesi sobalılar tarafından ilâhlaştmlmış ve arapların İsis ’i hâline gelmiş idi. Mârib ’in cenup-cenûb-i şarkîsinde ve A r­ naud ’ya göre, Haram Bilkis ’in 1/4 fersah şark-cenûb-İ şarkîsinde (G laser, Reise nach Mârib, s, 41 ’e göre, 5 sütunun hemen tam şarkında, ancak 1/4 fersah mesafede bulun­ maktadır), Vâdi-Zenne’nîn karşı sahilinde, şehirden 1/2 saat, yâni 2,5 km. ( Glaser S kiz­ ze, nr. 51 'e göre bÖyledir ) mesafede, ‘ Amâ’id ( E ) denilen sütunlar bulunmaktadır. Beş sü­ tün hâlâ ayakta durmaktadır; aş.-yk. 8— 9 m. yükseklikte, 82 cm. genişlikte ve 6l cm, kalınlığında olan bu sütunlar menşur şeklinde tek taştan olup, 4 köşelidir, makta­ ları müstatil şeklindedir ve Vâdi Zatine’ye



görülmektedir. Garpta, bemen-hemen bu sütunların yanında, ihtimâl bu haremin ba­ kiyelerine delâlet eden bir harabe yığını bulun­ maktadır. Arnaud ( ] A , VII. seri, 1874, III, 15 ) bunlara B i l k i s s ü t û n l a r ı adını vermekte ve yüksekliklerini 28 karış tahmin etmektedir. Arnaud, Glaser 'in aksine olarak, sütunların müstatil şeklînde başlıkları olduğuna dikkati çekiyor. Haram Bilkis planı altında bulunan resimde, başlığı basamaklı olan bir sütün gö­ rülmektedir ki, bu Habeşistan 'da Aksum ve Kohayto ’dakilere ( Deutsche Aksum-Expedifion, nşr. D. Krencker, Berlin, 1913, II, 102, şekil 224 ve s. 1x5, şekil 319 b ) tekabül edi­ yor. İki seyyahtan hangisinin haklı olduğunu söylemek güçtür; çünkü Glaser ntüşâhedeîerinde çok doğru olmak itiyadında idi. Diğer taraftan, ender olmakla beraber, cenûbî A ra­ b istan ’a has olan bu şekli A rnaud’nun icat etmiş olması ve resminin tamâmiyle haya­ lî bulunması imkânsızdır. Ancak bir hâl tarzı olarak, Arnaud ’nun sütun ile bir butun teşkil ettiğini tasdik edemeyeceğini söylediği bu sü­ tün başlıklarının Glaser zamanında, düştüğü­ nü kabul etmek kalıyor, Arnaud ’ya göre, sütûnlar, kendi kalınlıklarına müsâvî fasılalar ile, birbirinden ayrılmıştır. Arnaud ( s. 16), her ne kadar sütunların bîri üzerindeki kita­ beyi kopye etmiş ( Arnaud 53 = Glaser, nr. 480) İse de, sütun dizisi yanında, yerdeki taş par­ çalarının eskiden sütunlara âit olduğunu farketmemiştir ( krş. E. Glaser, Reise nach Mâ­ rib, s. 40 v.d., 141 ). Glaser ’in Mârib civarında yaptığı teferruât nev’inden sayısız keşifler, kurban mezbaha­ ları ve taşçıların çalışma yerlerini v. b. burada tetkik edemeyiz. Buna karşılık bir yapı daha etraflı tetkike değer: bu büyüklükte şimdiye kadar tetkik edilenleri aşan ve Mârib 'i mu-



330



m A rîb .



ahhar Islâm devirlerine kadar meşhur eden yapı, yâni İslâm an’anelerinin de Sudd Mârib veya Sadd a l-A rim adı île tanınan su sedleridir. Vadi Zenne burada asırlar boyunca, Balak dağı arasında kendisine bir geçit açmış ve kayaları iki kısma bölmüş İdi: Balak al-Kibti ve Balak al-Avsa^. Sebaldar bu gediği 770 adım uzunluğunda, arkasında suların toplanıp» biriktiği bir toprak sed ile kapamışlardı. Gla» ser ( Reise nach Mârib, s. 58 v.dd., 173 v. d.) 'in doğru olarak tavsif ettiği ve tepesi Vadi 'nin bugünkü yatağından 7— 8 m. yüksek olan sed üzerinde keskin köşesi olan, ikİ kenarı birbirine tnüsâvî müselles şeklînde, bir toprak yığınından başka bir şey değildir. İki sathın ufka nazaran meyli aş.-yk. 45°, kaidenin ge­ nişliği aş.-yk. 15 m. ’dir; şeddin asıl kaidesi ile yüksekliği tâyin edilemez; çünkü burada oldukça yüksek kil tabakasının birikmiş olma­ sı muhtemeldir. Bununla beraber toprak şed­ din kayalık bir zemine istinat ettiği farzolunabilir; zîra iki Balak dağı arasındaki dar geçidin zemini hemen-hemen satıh ile aynı hizada bulunmaktadır. Esasen bu sağlam ze­ min olmasa idİ, şeddin yapılması imkânsız oturdu. Şeddin su ( g a rp ) tarafındaki sathı, tepesine kadar bir tanesi bile sökülemeyecek şekilde, harç ile birbirine tutturulmuş küçük, sivri, yontulmamış taşlar İle kaplıdır. Mârib 'in 1 V e fersah garbında olan şeddin şimal ve cenübuada iki muhkem bend yapılmıştır; cenuptakine M a r b a t a 1-D i m m denilir. Cabal Balak al-Avsat şeddinin bulunduğu yerde, 95 adım uzunluğunda ve aş.-yk. 15, dar yerlerin­ de (o rta d a ) ancak 8— 10 adım genişliğinde ayrı büyük bir kaya ( A ) vardır ki, şark— şimâl-i şarkîye doğru küçük bir İnhtrâf ile, şimâl-i Şarkîye müteveccihdîr. Şimal yüzü şarka mü­ teveccih olan baştıca kaya, ayrı duran kaya ile birlikte, böylece bu sonuncusunun cenûb-i garbî yan-sathma doğru birbirine yaklaşan bir çift hat teşkil etmektedir. Bununla berâber, iki kayanın yan-satıhları birbirleri ile birleşmez. Bunlar 6 adım uzunluğunda ve 4 m. yüksekliğinde yontma taşlardan ya­ pılmış bir duvarın ( C ) doldurduğu bîr boş­ luk ile ayrılmışlardır. Zâviyenin açıklığın­ da, fakat iki tarafın şark nihayetleri arasın­ da, ayrı duran bir başka kaya kütlesi ( B ) bulunmaktadır ki, şimât sathı yukarıda tasvir edilmiş olan serbest kayalar ile muvâzî bir istikamettedir ve cenup sathı esas kayaya ( C ) muvâzî, fakat ona çok yakındır. Üç kayanın hepsinin ve bilhassa esas kaya ( C ) ile zikr­ edilmiş olan son orta kayanın ( B ) kenarlan dik olmakla berâber, 4 m. ’den daha yüksek de­



ğildir. A yrı duran kaya ( A ) şimale doğru çok gayr-ı muntazam bîr şekil alır. İnsan tamâmiyle sunî bir. şekilde ayrılmış bir kaya karşısında bulunduğunu zanneder; bununla berâber Glaşer böyle düşünüyor; çünkü kaya­ nın bîr zelzele neticesinde parçalanıp, ayrıl­ mış olması mümkündür. Ne olursa-olsun, bu tabi'î olarak ayrılmış bulunan kayaya İnsan eli değmiş gibidir. Büyük kayalık kütle ( A ) , bü­ tün olarak, ırmağın bugünkü yatak seviyesin­ den 7— 8 m. yüksektir ve cenup sathı üzerin­ de kayaya kazılmış iki kitâbe ( Glaser, »r. 513 ve 523) bulunmaktadır. Üç kayanın üzerinde yontma taştan muaz­ zam yapılar vardır veya var idi. Başlıca büyük binâ gâübâ büyük kaya kütlesi ( A ) üzerinde bulunuyordu. Bu binâ duvarları itinâ ile yon­ tulmuş ve birbiri üzerine oturtulup, karşılıklı küçük boşluklarına kurşun dökülerek, tuttu­ rulmuş olan taşlardan ibâret olup, cenup tara­ fında zemini teşkil eden kayaları takip et­ mektedir ; binâenaleyh Arnaud 'nun tersim et­ tiği gibi ( J A t VII. seri, III, 64'te Digue de Mareb), tamâmiyle düz bir hat takip etmez. Bu yapının uzunluğu, düz hat olarak, 82 adım ( 65,5 m.) tu tar; genişliği vasatî olarak 6 adım ve yüksekliği cenûb-i garbî ucunda aş.-yk. 4 m., şımâl-i şarkî ucunda bir az daha fazladır; çünkü orada kaya kâfî derecede yüksek de­ ğildir. Umumiyetle büyük binanın çatı kapla­ ması ufkî olup, hafif bir seviye farkı ile, bâzan yükselmekte, bâzan alçalmaktadır. Yapı­ nın cenûb-i garbî köşesi cenûb-i şarkîye doğ­ ru yuvarlak bir kule teşkil eder ( a ); bu ku­ le bütün binâmn çatısından aş.-yk. z. m. yük­ sektir. Bütünü ile berâber, inşaât ve aynı za­ manda kule yukarı doğru daralmayıp, amûdî olarak devam eder. Şimâl— şimâl-i garbî is­ tikametini muhafaza eden bend, gâlibâ, kale­ den şimâl-i garbîye doğru 9 adım uzunluğun­ da bir duvara tamâmiyle uymakta idi. Kaya­ nın şimâl-i şarkî nihayetinin Vadi 'ye dönük tarafı üzerinde, ırmağın yatağından (cenup— cenûb-i garbî istikam etinde) yapılara kadar giden ve kayalar içinde yontulmuş olan basa­ maklar vardır. Bir az Önce tasvir edilmiş olup, aynı zamanda amûdî bir kertik içinde çok dik basamakları bulunan kulenin hemen tam ce­ nubunda, başlıca kaya ( C ) üzerinde, garbadoğru yuvarlak, fakat diğer cephelerinde müs­ takim olan, aynı derecede yüksele ikinci bir kule ( d ) yükselmektedir. İki kule arasında daha evvel zikredilmiş olan, iki kayayı birleş­ tiren örülmüş duvar ( c ) bulunmaktadır. Da­ ha önce gösterilmiş olduğu üzere, bu duvarın yüksek çatısı ırmağın dibinden 7— 9 m., ku­ lelerde 12— 13 m. yüksekliktedir. Bend, gâlibâ,



MÂRİB. yakanda zikri geçen iltisak duvarından çok yüksek değil idi. Su heni iltisak duvarının üs­ tünden, hem, pek muhtemel olarak, buğun kapanmış olan delikler vâsıtası İle, duvarın altından akıp, Habâbiz kanalına gidiyor ve üzerinde büyük duvar yapısı bulunan kayanın altından, daha doğrusu arasından geçip, Rahab kanalına varıyordu. Gerçekten hâlâ ayrı duran kayanın yuvarlak sathı görülebilen ka­ yalıklı kenarı ( e ) ile, alttan en küçük kaya kütlesine bağlıdır, ö y le ki, iki kanal birbirin­ M ARBAT



O «t b



e d



3Î1



den ayrılmış bulunmaktadır. Aynı şekilde es­ ki devirde suyun alttan, ancak son zamanlar­ da, kil ve kum birikmesi neticesinde, su se­ viyesinin yükselmesi ile, duvarın üstünden ak­ mış olması mümkündür. Hâlâ yukarıda kalas tahtası deliklerini görmek kabildir. Garba doğru sarp kaya kütlesi şarktan ovaya kadar alçalır ve sırtının her tarafı üzerinde basa­ mak şeklinde çukurlar, bilhassa sarp yamaç­ larda, sütunlardan mürekkep bir korkuluk ile mücehhez imiş gibi, hâla ayakta duran sütün AL-DİM M



K ayalard a Üzerinde kitabeler bulunan yerleri 1 G I. 5 13 ; 2. G l. 5 1 4 ; 3. G l. 523; 4. G l. 525* Bütün yapım a en yüksek noktasını teşkil eden ve d yüksekliğin de bir basamaklı olan kule. Basam aklar. K u le ile cenûb-i g a rb î kayalar arasındaki bend, T ıp k ı a gibi olan kule.



benzerî taşlar görülür. Şark ucunda, ovaya vardığı yerde, hayvanlar için su yalaklarına veya iahidlere benzeyen menşur şeklinde çu­ kurlar göze çarpar. Başlıca kaya üzerinde de buna benzer bâzı şeyler görülmektedir. Basa­ mağa benzeyen bu çukurlar, belki yalnız çık­ mak değil, aynı zamanda suyun akmasını tan­ zim etmek üzere, su seviyesini ölçmek için kullanılıyordu. İki kule, küçük kayanın bâzı duvar ve korkulukları müstesna, bıı su bendi­



nin diğer bütün yapılan gibi, tam ve mükem­ mel olarak, bugüne kadar kalmıştır. Yontul­ muş taşlar o suretle tanzim edilmiştir ki, çaprazlama konan uzun taşlar, muvâzî taş sıralarına fevkalâde bir »ağlandık vermiştir. Duvarın içi de bilhassa bu şekilde doldurul­ muştur. Bu tarz yanları çıplak bırakılmış olan hemen bütün muazzam yapılarda görülür. Üst kısımda, bütün su bendi inşaatında bir­ birlerinden 10 cm. yüksekliğinde ve aş.-yk.



1,



m A r îb .



33*



io cm.3 maktamdaki kurşun çubuklar ile bağ­ lanmış, yontma taşlar vardır; yontma taşm 4— j cm. derinliğinde husûsî bir surette açılan deliklerine kurşun çubukları yerleştiriliyor, alt­ taki yontma taşlar deliğin üzerine tesbit edi­ liyordu. Sobalılar taştan su bendieri inşasında, yağmurdan bozulmasına mâni olmak için, yal­ nız üst kısımlarda harç kullanmışlardır. Şimal bendi üç duvardan müteşekkildir; en şimalde olanı ( ö, b ) bir taraftan Balak al-Ç.ibli kayasına dayanmış olup, şimâM şarkîye, hattâ



şark— şımâl-i şarkîye müteveccihtir. Bütün ola­ rak 184 adım uzunluğunluğunda ve en geniş yerinde 15 adım ,, fakat ortalama 11 adım ge­ nişliğinde ve aş.-yk. 5— 6 m. yüksekliğinde olan bu, duvar iki kısımdan müteşekkildir; 70 adım uzunluğunda olan cenûb-î garbı kısmı ( a ) bir az daha alçaktır ( Balak kayası tara­ fında tamâmiyle alçaktır ve şimâİ-i şarkî kısmı ile birleştiği yerde aş.-yk. 4 m. yüksekliktedir ) ve üst kısmı tamâmiyle düzdür, 1 1 4 -âdım uzunluğunda ve garp nihâyetinde bir az bo-



ŞİJMAl KAPILI-SEDDİ



6 +•



-* Şr. C



MİKYAS*/ 1:1500



4 ,... -io



O



20



30



4o



s o a d ım



,



Mühim kitabelerin bulunduğu y e rle r: î . G l. 554, 618 ; 2. G I. 5 5 1 ; 3, G L 541.



O



K itâb eler. a Daha alçak olan kısım . Suyu ancak 1 km. m esafede bulunan aşağı H u şa ’a götüren kanal 6 v e e ile birleşir. d Serb est duran büyük ara duvar.



kulmuş olan şimâl-i şarkî kısmının ( b ) üstü sinde z ı adım genişliğinde bir duvar uzanmak­ tamâmiyle düz değildir ve cenup tarafına tadır. Bu duvar, tamamen uzun duvarın bo­ doğru duvar şeklinde örülmüş bir nevî korku­ yundadır. Bugün bu duvar üzerinde muhte­ luk manzarası arzeder. Duvarın üstü, baştan­ melen Arnatıd zamanında ve muhakkak olarak, başa, mükemmel bir harç tabakası ile kaplan­ Halevy zamanında mevcut olan, em ır'A bd almıştır, Rahmân tarafından yaptırılmış, yeni bir httşn Bİr az önce tasvir edilmiş olan 114 adımlık ( „taş ev“ ) vardır. duvarın ( b ) eenûb-i garbî kısmının nihayetin­ İki duvar arasında, her birinden 4 adım den 11 adım mesafede hemen-hemen cenûb-i mesafede, 18 adım uzunluğunda, 3 adım ge­ şarkîye doğru, eenûb*İ şarkî istikametinde nişliğinde ve yükseklikçe tamâmiyle diğerle- • 38 adım uzunluğunda ve şimâl-i garbî cephe­ rine benzeyen ve tam bir müstatil teşkil eden, ■



MÂRİB. çıplak bir duvar yükselir. Şimal taralı Hafifçe zarar görmüş bulunan bu duvar oldukça zayıf, iki yeni duvar ile cenûb-1 şarkî yapısına bağ­ lanmıştır; boylece bedevilere ahır vazifesini görene duvar ile çevrili bir saha tamâmiyle serbest bırakılmıştır; bu duvar cenub-i garbî nihâyetinde bir az geride olan komşu iki yapı ile karşılaşmakta ve biri cenûb-i şarkî duvarı gibi, şimal kenarından' aş.-yk, I m, mesafede, bugün kapanmış olan bîr gedik arzetmektedir. Bu gedik aş.-yk. 50 cm. ge­ nişlikte ve yine 50 cm, derinlikte, menşûr şeklinde olup, bugün duvar ile örülmüştür ve kalas tahtaları koymağa mahsustur. Şimal tarafından artık bu oyuk görülmemektedir. Bu üç duvar, tamâmiyle cenup kıyısı üzerin­ deki üç kaya gibi, iki kanalı teşkil ediyordu. Bu iki kanal hemen tamâmiyle şark istikame­ tini takip eden aynı büyük mecra içinde birleşerek, takriben 1 km. mesafede, suların tevziine mahsus büyük bir yapıya varmaktadır. Bu, asıl su şeddi ile aynı yapı ve üsluptaki iki muvâzî kanal arasından geçmektedir; fakat birbirine harç ile tutturulmuş taşlardan ya­ pılmış olan su yatağı, bilhassa cenup tarafın­ da, 7— 8 m. yüksektedir. A sıl su şeddi, bu kanalın duvarları kadar yüksek olup, şark tarafında 38 adım uzunluğundaki cenup duvarı ile birleşir. Mabnâ al-Haşrac (aş. bk.) 'in cenup — cenûb-i garbisinde eski bir su inşaatının bakiyeleri üze­ rinde kurulmuş yeni bir yapı olan y u ş n a 1a s f a 1 bulunmaktadır. Bu yapı, şimal bendi münâsebeti ile, yukarıda bahsedilmiş olan bü­ yük su kemerinin son noktasını teşkil eder. Bu hemen-hemen tamamen sed yapılarının yüksekIîğindedir ve etrafındaki sahalardan çok daha yüksektir. Bu yapı, suyu 8 muhtelif istika­ mete sevkeden, kısmen yontma taştan, kısmen de harçlı, âdî taşlardan yapılmış müteaddit duvarlardan müteşekkildir. Yüksek su yolu, şeddin ştmâl bendine kadar, oldukça doğru olarak, garba doğru gitmektedir. Su kemeri­ nin yatağı, mükemmel bir şekilde muhafaza edilmiş olmakla beraber, bir çok yerlerde rüz­ gârın savurduğa kum ile dolmuştur. Şüphesiz bütün Mârib ovasında buna benzer, suları tevzî eden bir çok yapılar bulunmuş olma­ sı icâp eder, Glaser muhtelif yerlerde su yollan izleri kaydetmiştir. Hattâ V âdi Zen­ ne yatağı ortasında, şeddin az aşağısında, bir su bendine benzeyen, dikkate değer, taş­ tan bîr yapı kaydetmiştir. Bize kat'î bîr bilgi verebilecek olan üzerindeki yegâne kitabe, maalesef, senelerden beri kaybolmuş bulunu­ yor, Kanal, galiba, suyu büyük tevzî merkez­ lerinden küçük kanallara ( manâsı h ) sevk-



ediyor; bunlar da suyu doğrndan-doğruya hurmalıklara ve köylere götürüyordu. Bu mûnâşih 'in ekserisi mik’ab . veya alçak men­ şur şeklinde olup, yüksekliği nadiren 2 m. ve uzunluğu da 4— 5 m. 'yi bulmaktadır. Umûmiyetle bunların ortasında bâzan bir tarafı taş ile Örülmüş bir büyük kanal çıkar. Manâsîk 'i büyük tevzî yerleri ve köyler ile birleştiren kanallardan hiç bir şey kalmamıştır. Dip kıs­ mı, ovanın diğer büyük bir kısmı gibi, her yıl artan kumlar ile Örtülü çukurlar, yağmur sularının açtığı gedikler, eskiden o kadar in­ kişâf etmiş ve münbit olan Saba' ovasına işa­ ret eden şeylerin hepsi bunlardan ibarettir. İki Balak dağı arasında büyüğü su bendini teşkil eden sed ihtiyaçlara kâfî gelmemiş gi­ bi görünmektedir. Bundan dolayı, büyük su bendinin şimalinde, Mârib ’ın garbında, M a fa­ n a a l - H a ş r a c adı verilen daha küçük bir su bendi inşâ edilmiştir. Bu bend, Balak ’ın şimal dağının, Cabal Haylan ’m ve oraya bağ­ lanan Haşab tepelerinin sularını Mârib ova­ sına sevkeden ve Mârib kasabasının eteğinde Vadi Zenne ile birleşen Vâdi ’l-Sâ’ila ( krş. Glaser, Reise nach Mârib, s. 49 v.d.) ’nin su­ larını tanzime yaramaktadır. Bu bend, çok gayr-ı muntazam istikamet takip eden, birbir­ lerine harç ile tutturulmuş olan, mesâin eli si­ yah taşlardan yapılan üç tabakalı üç duvar­ dan müteşekkildir. Bu, inşaatın belki de muh­ telif devirlerde yapıldığını göstermektedir. Bunlardan ırmağın yatağım kapatan birinci duvar ( A ), aş.~yk, Sâ'ila fana sağ sahilinden başlar ve şark— şimâî-i şarkîye doğru 240 adım ileriler, orada 7 adım genişliğinde, 12 adım uzunluğunda ve aş,-yk. $ m. yüksekliğinde olup, en uzun yerinde cenûb-i şarkîye müte­ veccih bulunan yontma taştan yapılmış men­ şûr şeklinde bir yapı ( a ) ile birleşir. Bu ya­ pıdan 2,6 m. de hemen tamâmiyle aynı, birin­ ciye muvâzî ikinci bir yontma taştan y a p ı ( h ) yükselir; bunun cenûb-İ şarkîye doğru daha dar bir kısmı ( c ) vardır ki, harçlı bir du­ var olup, 36 adım uzunluğundadır. Yontma taş­ tan iki yapı arasında bulunan saha, ihtimâl, bir geçit idî. Harçlı ikinci duvar, arada ufak bir mesafe bırakarak, yontma taştan olan ikinci yapıdan itibaren şimâl-i garbîye doğru ileriler; bîr çok girinti-çıkıntılar yaparak, şi­ male doğru teveccüh eder ve sonunda şimâl-i garbiye doğru uzanıp, kayalar ile birleşir. Uzunluğu 268 adımı bulmaktadır; bunun ile yontma taştan ikinci yapının ( b ) arasındaki mesafe 10 adımdır. Yontma taştan ikinci ya­ pının 21 adım şimâî-i şarkîsinde, yontma taş­ tan diğer iki yapı ( ef, e ) bulunmaktadır ki, bunlar şimâl-i şarkîye doğru geçit vermekte­



334



MÂRİB.



d ir ; bu yapılardan yalnız cenuptaki kalmıştın Bunlar yukarıda işaret edilmiş olan 36 adım uzunluğundaki harçlı duvarın ( c ) cenûb-i şar­ k î nihayetine müteveccihtir; ihtimâl orada birleşiyorlardı veya aralarında geçit bulunu­ yordu. İkinci geç'din şimal hududunu teşkil eden yontma taş binadan ( d ) iki duvar çık­ maktadır, Harçlı duvarlardan biri ( üçÜocübü, C ), ikinci harçlı büyiik duvara { B ) hemenhemen tamâmiyle muvazi şekilde, bîr çok girinii-çıkıntılar yaparak, ileriler ve şi mâ İdeki tepelere varır; uzunluğu 182 adımdır. Harç­ tan yapılmış diğer bir yapı ( / ) kemer ile



Mebnâ



şimale müteveccih olup, İkincinin tam şarkın­ da kâin olan bir üçüncü geçide kadar, 50 adım uzunluğunda ileriler; fakat bu geçit bir­ birinden 8 adım mesafede yontma taş ile örü­ lü 2 yapıdan { ğ, h ) müteşekkil olup, aşağı kısım örme yapı ile birleştirilmiştir. G eçit daha ziyâde şimâl-i şarkı istikametindedir. Cenûb-i şarkîye doğru kısmen harap olmuş, 12 adım uzunluğunda harçlı, uzun bîr duvar ile birleşir. Glaser Haşrac üzerinde başka ha­ rabelerden gelmiş olan ve bu eserin muahhar bir devre âit olduğunu gösteren, 10 Saba7 metni kopye etmiştir. Nitekim orada duvar



al-Ha $rac



ile çevrilmiş olan muahhar mezar taşı da. Glaser nr. 509, bunu isbat eder. Bahsi geçen sedler, kitabelerden anlaşıldı­ ğına göre, muhtelif devirlere aittir. Cenuptaki su bendi daha mukarrib '1er devrinde inşâ edilmiştir. Saba’ mukarrib 'i Zimri-'aîaya am oğlu Sumuhu-’alaya Yanâf, Glaser nr. 513/514 e göre, Ra^tâb bendinde, suyu akıtmak İçin, bir delik açtırmış idi. Bu delik, bir veya İki nesil sonra, Glaser nr. 418/419 kitabesini yazdırmış olan mechûl kimse tarafından geniş­ letilmiştir ( krş. N. Rhodokaaakis, Altsabaische Texte, I, 7; Studien, II, 97, 99 v.d.; Glaser,



Sk*zzet I, 70 v.d.; Reise nach Mdr/&, s. 59 v.d.; Horamel, Eihnologie, s. 666). Bu Rahab bendin'm nerede bulunduğu, doğru ola­ rak, bilinmemektedir; ihtimâl Rhodokanakis ile birlikte ( Studıen, H, 100 v.d.) A ile B arasındaki kayalık köşede inşâ edilmiş ol­ duğunu ileri sürmek mümkündür. Marbaj; al-Dimm ’in kavşak noktası ( e ) üzerinde inşâ edilmiş olması gereken Habâbîz 'daki buna benzeyen inşaat, Rahab bendinden bir nesil daha sonraya aittir, Sumuhu-'alaya Yanâf bn oğlu mukarrib YişM-’amara Bayın bu bende, babasının Rahab için yaptırdığı gibi, bir su



MÂRİB. yolu yaptırdı (Glaser, ur. 523, 525 = Arnaud nr. 12, 13 — Halevy, ur. 678; krş. Rhodokanakıs, Studîen, H, 102 v.d.; Glaser, g ost yer.). Glaser ( Reise naçh Mârib, s. 66 v. dd.) 'e göre, şimdiki hâlisi ancak kıral Şammar Yuhar iş ( 300 ’e doğru ) zamanında almış olan şimal bendi çok daha yenidir ve hattâ ihtimâl ancak V. ( m. s.) asra aittir. Glaser 'e göre { s. 68 ), bendin en eski kısımları 1000— 700 ( m. Ö.) yıllan arasındaki devre aittir ki, bu bîr az mübâ legali görünmektedir. Bu çok sağlam bend, bu hâli ile uzun zaman devam etmemiştir. Dört bir tarafında kitabe­ ler bulunan ve bendin muahhar tarihi hakkın­ da bize bilgiler veren, menşûr şeklindeki iki muazzam taş sayesinde bunu Öğreniyoruz, Glaser, nr. 554 kitabesini taşıyan biri, 2,25 m. uzunluğunda, 63 cm, genişliğinde ve 37 cm. kalmhğmdadır. Daha büyük olan İkincisi, Glaser, nr, 618 kitabesini taşımaktadır; her ikisi de hemen-hemen şimal duvarı ile Cabal Balalç>ın kavuştuğu yerin yanında bulunuyordu. Glaser, nr. 554 ’e göre, Şarahbil Ya'fur daha 449 ( m. s.) yılında bend tamirine, yeniden geniş Ölçüde girişmiş i d i ; fakat bu çalış­ malar ancak bir yıl devam etti; zîra 430 yılından itibaren, sular bendi çatla ttı; öyle kİ, aynı yılda bend inşaatının, tam olarak, yeni­ den tâmirî zarurî bir hâle geldi. Fakat muaz­ zam inşaatın yıkılmasını bu tedbirler ile Önlemek imkânsız İdî. Glaser, nr, 618 ile görü­ yoruz ki, Habeş kıral naibi Abraha zamanında ( 342 m. $.), ben del e yeni bir çatlak daha hâsıl olmuştur. Bu defa da büyük felâket, geniş ölçüde tamir işleri ile, durduruldu. Fakat az sonra Kar’an, XXXIV, 14 v. d. 'da telmih edilen ve munbit Saba’ ovasım bir çöl hâline getiren nihâî felâket vukâa geldi { krş. Glaser, Zmei Inschriften über den Dammbruch von Mârib, s. 13 v. d d .; Reise nach Mârib, s. 16, 64 144 v, dd.). Glaser bunun sebebini, yağmur ile rüzgârın şark tarafını yavaş-yavaş kemirip, zayıflatmış olmasında görmektedir. Bir diğer tahrip sebebi de, kil olmalıdır. Bu yıllar boyunca su hazne­ sini o kadar doldurmuştur ki, su sel hâlinde bendin üzerinden atlamıştır. Kar’an 'da sedlerin yıkılmasına dair bir zikrin bulunması ( sayl al- arım ) ve bu hâdisenin Mârib şehri ile yakın civarları için mühim olması dolayısı ile, İslâm an'anesi bu felâket ve neticeleri ile çok meşgul olmuştur. Böyleee bizzat sed hakkında da her türlü rivayet meydana çıkı­ yordu. Bununla beraber al-Hamdânİ ( Şifa, s. 80; Iklil, VIII, bk, D. H. Müller, Burgen and Schlosser, II, 958 v.d., 1036, 1038; krş. bîr de N, Rhodokanakis, Studien, II, 105 v,d,;



33 5



al-Bakri, Mu'cam, II, 502 ) gibi, cenubî A ra ­ bistan'a ait hususları gayet iyi bilen kimse­ lerin bile sed hakkında pek bir şey bilme­ dikleri dikkate değer. Ham d in î, yalnız, şeddin bir duvara istinat ettiğini, bunun da su haz­ nesinin iki yan duvarı arasında bir-birine mâden ile tesbit ettirilmiş, muazzam yontma taşlardan Örülü bir duvar olduğunu söyler. Şed­ din' su haznesinde biriken suları tarlalara taksim etmek gayesi ile yapılmış olan te’sisler, »sanki daha dün yapılmış gibi, hâlâ sağ­ lam olarak, duruyordu". Hamdânİ iki taraftan ( yâni kıyılardan ) biri üzerinde muhafaza edil­ miş bulunan suyun çıktığı yapıyı ( su ben­ dini ) sağlam halde görmüş idi. Anlaşıldığına göre, yıkılma yalnız şedde vâkî olmuş, solda bulunan bir bahçeye istinat eden ve temel ge­ nişliği 15 zirâa varan bir parçası olduğu gibi kalmış idi. Habeşistan 'da Kahayto havzasının tasviri ( Deutsche Aksum-Expedition, II, 130 ve lev­ ha 23 ), al-Hamdâni 'nin verdiği malûmatı na­ sıl tefsir etmek lâzım geldiğini bize öğretmek­ tedir. Burada iki kanat duvarına dayanan bir orta duvar vardır ki, kaim bir zaviye teşkil et­ mektedir. Duvarlardan bîri, yontma taştan yapıl­ mış bir üçüncü duvar ile karşılaşmaktadır. Yont­ ma taşların biribirine mâden ile bağlanmış olma­ sı Glaser 'in tasvirinden de anlaşılmaktadır. Biz­ zat sed ile pek az meşgûl olan Yâküt ( Mu'cam, IV, 383 ) bunun üç dağ arasında yerleştirildi­ ğini söylediği vakit, şüphesiz, Vadi Azana ve Masila ile üç dağa bolünmüş olan Balak dağını düşünmektedir. Yâküt ayrıca taşların kurşun ile biribirine bağlı olduğundan bahseder ve bend arkasında toplanmış suyun, ihtiyaç ol­ dukça, sabit bend kapakları ve maharetle ter­ tiplenmiş te'sister vâsıtası ile, tarlalara sevked il dİğini söyler. Mas'udi ( Murüc al-zahab, III, 368 v.d.) 'ye göre, şeddin boyu ve eni bir fersah olup, suları tarlalara götüren I zırâ kutrunda 30 yuvarlak deliği var idi. Mârib şeddi, A ı abİstan 'ın bir çok yapıları gibi, muahhar an'ane!erce en eski devirlere mâl edilmiş ve Lük01®'11 b. A d ( al-Bakri, Mu'cam, II, 502; Yâküt, Mu cam, IV, 383; Mas'üdi, Mu­ rüc al-zahab, III, 366 ; krş. A. v. Kremer, Sage, s 19 v. d .; C. Zaydân, s. 151 ) ’e yahut Saba' b. Yaşcub b. Ya'rub 'a alfedilmiştir ( Yakut, IV, 382 ; krş. E, Osiander, Z D M G, X, 68 ; Pocockius, Specimen, kist, arabum, s. 498 ), al-Ham­ dâni { Iklil, V III) şeddi yaptıranların Lukman 'dan başka, Himyar ile al-Azd b. al-Gavş ol­ duğunu söylemektedir. Mas’ ûdi {Murüc alzahab,'s, 369 v.d.), şeddin, bilgili insanların tav­ siyesi üzerine, kukretli bir hükümdar tarafın­ dan yaptırılmış olduğunu bildirir.



33&



MÂRİB.



Bilhassa Kur’an’âa bulunan iki Saba’ bahçesi hakkmdaki kayda dayanan arap tarih ve coğraf­ yacılarının tasvirlerinde şeddin, memleketin zirâatı bakımından, ne kadar mühim olduğu gö­ rülmektedir. al-Hamdâui ’ye göre, sulanan bölge yalnız Saba’ ovasından ibaret olmayıp, Şayhad çölü hududuna kadar uzanmaktadır. Glaser ( Reise nach Mârİb, $. 53), şeddin dur­ durduğu suyun çölün kıyılarından Hazramüt ’a kadar bütün memleketi sulamağa ve buraları bir bahçe hâline getirmeğe kâfî geleceğini ileri sürmüştür. Bu itibârla Saba’ ’yı memleketin bahçe ve tarlalarının çokluğu, geniş otlakları ve su­ lama te’sîsleri ile, Yemen ’in en münbit ve gü­ zelliği bütün dünyada mesele hâline gelmiş bölgesi olarak gösteren Mas'udi ( Murac al-zahab} s. 366 v.d.) bu hususta hiç de mübâlega etmemiş olabilir. Mas'üdi, zengin ekinleri geç­ mek için, bir suvar İye bir aydan fazla bir za­ man lâzım geldiğini ve orada yaya veya atla dolaşan bir insanın bir uçtan ötekine kadar güneşi göremediğini, ekinlerin o derece gür ol­ duğunu söylüyordu ( krş. A. v. Kremer, Sage, s. lOi not 1 ). Yine Saba’ memleketinin münbitliğİni öven İbn Rusta (s. ı i 4 ) ’ye göre, meyve ağaçlan altında gezen bir insanm başı üzerine konulmuş olan bir kap, az bir zaman sonra, kendiliğinden meyveler ile dolar, ayrıca meyve toplamağa hacet kalmazdı. Bu şartlar altında, bütün İslâm âleminde, $ayl al-arım adı ile meşhur olan şeddin yıkılması neticesinde meydana gelen felâketin doğurduğu te’sirlerin uzun zaman devam et­ mesini anlamak kolaydır, Himyar kabilelerinin şimale doğru hicretleri, bu hâdise ile alâkalı gösterilmiş ve Banİ Gassan bunu kendilerine has bir tarihin ( !îm a hsayl; al-Mas!udİ, Kitâb al-ianbih, s, 303 ) başlangıç noktası olarak almışlardır. Islâmiyetten önceki tarihe ait vak’alarm pek azı şeddin yıkılması tarihî kadar hayal mahsûlü rivayetler ile süslenmiş ve türiü-türlü şekillerde anlatılmıştır. Yal­ nız Mas'üdi ( MarSc a l - z a h a b , III, 370 v.d.), suytm şeddin temellerine te sir ettiğini ve zaman ile farkına varılmadan, onu aşındırdı­ ğım farzederek, bunu tabi’î sebepler ile iza­ ha kalkışmıştır. Sed ve bend suyun ağırlı­ ğına dayanamıyacak kadar zayıflayınca, çok fazla kabarmış olan su kütlesi onu yıkarak, ovayı kaplamış olmalıdır. Fakat Mas’udi bile şeddin, Sebalılarm gururlarına bir ceza ol­ mak üzere yıkıldığı kanâatindedir ( ayn. esr.} s. 373 v. dd.). Bu hikâye, esas itibârı ile, Ya­ kut ( Mti'cam, IV, 483— 485 ) ’ua rivayetine uyar. Yalnız İbn al-Mucâvir ( A. Sprenger, P o si-iınd Reîserouten, s. 153 v.d.), şeddin yı­ kılmasını diğer müelliflerden ayn bir şekilde



anlatır. Hikâye umûmî hatları ile, Mas'üdi ’ye gere, şöyîedir: Mârİb’de oturan hükümdar 'Am r b. 'Amir, kâhin olan kardeşi ‘ İmrân ile, aynı şekilde geleceği önceden haber verebilen zevcesi, Zarifa abHayr tarafından felâketin çok yakın olduğundan haberdâr edilmiştir î 'imrân halkının muhtelif ülkelere dağılacağını önceden görür ve bunu kardeşine anlatır. Za­ rife de, diğer taraftan, rüyasında memleketim kaplayan ve içinden şimşek çaktıran ve yıldı­ rımlar yağdıran büyük hir bulut görür. Bulut yıldırımlar saçıyor ve üzerine çöktüğü her şeyi yakıyor ve bütün bunlar müthiş bir feye­ zanı haber veriyordu; Zarifa ’nîn felâketin çok yakın olacağı hususundaki düşüncesi, başka alâmetler ile de, te’yit ediliyordu. O vaziyeti 'A m r ’e bildiriyor ve şeddin ne hâlde olduğunu görmeğe gitmesini tavsiye ediyordu, ö n ayaklan ile delikler açan ve arka ayakları ile büyük taşları yuvarlayan bir fâre gördüğü takdirde, felâket kaçınılmaz ve çok yakın demekti. ‘Amr o zaman şedde gitti ve gerçek­ ten 50 adamın yerinden kımıldatamıyacağı bir taşı arka ayakları ile sarsan bir fâre gördü. O zaman bizzat'Am r şeddin üzerinden vukua gelecek feyezanı düşünüp, mal ve mülkünü satarak, akrabaları ite memleketi terketmeğe karar verdi ve bu karârı şüphe uyandırmaksızın, mâhirâne bir şekilde icra etti. He­ men az sonra, çok yüksek yerlerdeki ekinler ile, en uzak bölgelere kadar bütün memleketi mahveden felâket vukûa geldi. Hikâyenin muhtelif rivayetleri arasında mü­ him farklar ( msl. Y a k u t ’a göre, vak’a 'Am r 'in hükümdarlığı zamanında değil, kardeşi dmrân’ın zamanında cereyan etm iştir) var is© de, vak anın zamanım tesbit hususunda daha mühim farklar mevcuttur. Nitekim Hamzat at-lşfahani şeddin yıkılmasını islâmiyetten 400 sene evvel ( milâdî 111. asır ) vukûa gelmiş gösterir. İbn Haldun’a göre, felâket A. v. Kremer ( Sage, s. 120 v.d., not 4 ) ’deki Abu Karib As'ad ile aym şahıs olması mümkün olan ve Glaser ( Skizze, II, 542 ) ’e göre, 385 — 420 arasında hüküm süren Hassan b, Tibbân A s'a d ’in hükümdarlığı zamanında vukûa gelmiş olmalıdır. Avrupalı âlimlerden Gosselin şeddin yıkılmasını mİlâddan önce 374 yı­ lında göstermektedir. Hâlbuki Reiske bunun milâddan önce 30—40 yıllan arasında, Schultens milâddan 30—40 yıl sonra, Perron Pey­ gam berden 553 yıl evvel, Silvestre de Şacy milâddan 210 veya 170 sene sonra vukua gel­ diğini söylemektedir. Yâlfüt ( IV, 383 ) şeddin yıkılmasının habeş hâkimiyeti sırasında vukûa geldiğini söylemekle, hakikate en çok yakla­ şan müellif olmuştur. Glaser, 618 kitabesin İr



MÂRİB.



«7



en erken tarih olarak milâdî 542 yılım verdi­ adı altında gösterilir ki, Rhodokanakis’in de ğine bakılırsa, son ve raeş’ûm yıkılmanın ta­ dediği gibi, bu sonradan meydana gelmiş mü­ rihini milâddan sonra 542 ile 570 yılı arasın­ rekkep bir şekil olmalıdır; İslâm ananesinde­ da tesbit edebiliriz. Elimizde gerekli malûmat ki Mârib de bundan gelmiştir. Saba1 ’nın eski olmadığı için, tarihi daha kat'î bir şekilde idare merkezi, arap coğrafyacılarında olduğu tesbit etmek imkânsızdır. Bundan başka Mas­ gibi, kadîm müelliflerde, bir ikinci isim ile 'üdi (s. 393 v. dd.) ile İbn R u sta(s. 114 v.d.) daha tanınmaktadır: ÜSdjîaı ( Agatharchides, ’deki şeddin yıkılmasına dâir nakillerde, ihti­ s. 100, bk, Geogr, Gr, min., I, 188 ve Etienne mal vak'alara âit hakikî seyrin bir hâtırası de Byzance, Adattı ve TafSaı; krş. Tkac, mad. vardır. Bunlar, memleketin sed suları ile iki Sabai, nr. 1, R E, II, A , st. ı$ ı6 ), yâni Sa­ defa harâp olduğunu söylüyorlar; çünkü şed­ ba1. TkaS ( Sp. 1391 v.d.), J. H. Mordtmann din kat’î olarak yıkılması milâdî 542 felâke­ ( Sabaische Denkmaler, s, 3, not 1 ), E. Gla­ tinden sonra vukua gelmiş ve bu esnâda sed, ser ( Skizze, II, 15 ; Südarabische Streitfragen, ilk defa olarak, sular tarafından sürüklenip, s. 10 ) ve A. Sprenger ( Die alte Geograpkie Arabiens, s. 159, 162 ) ’e muhalif olarak, Saba’ götürülmüş olmalıdır. Mârİb isminin iştikakını izah etmek için idâre merkezinin bu çift isminde hiç bir hatâ yapılmış olan muhtelif teşebbüsler tatmin edi­ görmüyor ise de, Sabai ’nin, her zaman değil­ ci değildir. Msl. Yakut ( Mu cam, IV, 382 ) se bile, bir baş-şehİr ismi olabileceğine inan­ Mârib ’de Arab«« = hâcatun ’den veya ctriba, maktadır. uruba ’den bir İsm-i mekân gördüğünü söyle­ Buna karşılık Glaser ( S kizze, II, 15), haklı diği vakit, bu izâhmın dilcileri ne kadar bü­ olarak, Saba' devletinin merkezî olan Maryük bir sıkıntıya düşürdüğü açıkça görülmek­ yab veya Mârib ’in asla Saba’ adını taşıma­ tedir, Bununla beraber Mârib ’in Saba’ kırat­ dığına işaret etmiş idi. Saba’, kitabelere ba­ larına verilen bir isim olduğunu anlatan ikinci kılacak olursa, yalnız memleketin veya dev­ kaydı her zaman dikkate alınmağa değer (krş. letin ve merkezde hâkimiyeti elinde bulun­ bir de H. Fleischer, Abulfedae kist anteisla- duran kabilenin adı idi ve Saba’ ismi, İslâ­ mica, s. 1 1 4) ; Naşvân aMdimyari *nin bize miyet devrinde ve bugün, buna bağlı olarak naklettiği marî kelimesinin himyerî dilinde kalmıştır. Bu vaziyet kitabelerden de az çok »sahip, hâkim" mânasına geldiğini gösteren açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Nitekim Gla­ bir şerhi ( krş. Blau, Z D M G, XXV, 591, ser 418/419,1000 A ve 1000 B gibi eski Saba1 not 7 ) daha çok dikkate şayandır. C. Zaydân kitabelerinin ( krş. N. Rhodokanakis, Altsabâ( KUâb al-arab kabl al-tslam, s. 142 ), Mârib ische Texte, I, 20 v.d., 79 ) daha ilk satırında ’i ârâmîden gelen ve mâ’ ile rab 'dan mürek­ Almakalı ( Saba’ ’mn başlıca ilâhı ) ve Saba’ kep olan bir yabancı kelime olarak izah et­ devletini ifâde eden tâbirdir. Bil’akıs es­ miştir. E. Osiander ( Z D M G, XIX, 162 ) Mâ­ ki devirde Saba’ ’nın bakim kabilesinin ka­ rib ’i arapçada mâ’ ve râb ’a tekabül eden bile olarak gösterilmemiş olması da, N. Rho­ Saba’ dilindeki ÖÜ’.t has ismi ile aynı kökten dokanakis ( Handbuch der altarabischen A lsaymıştır. Z D M G, XXX, 322 v.d. ’da Ma- tertamskünde, 1 , 121) ile birlikte, hâkimiyetinin riab a’mn iştikakı ile esaslı bir şekilde meş- açık bir delili olarak izah edilmelidir. Sonraları gûl olan J, H. Mordtmann, arapça ra’6a« »kav­ vaziyet değişti; bununla berâbermsl. Saba’ ka­ inin büyük efendileri" ( »dominus crassus, bilesine mensup Saba1 ve Zü Raydan kıralı, kıral magnus gentıs" ) ile münâsebetti gördüğü ki­ Şammar Yubari ş tarafından konulan kitâbede, tabelerdeki ve şekillerine müraeaat etmekte­ Glaser, $422, »Mârib ’in ve vadilerinin hâkimin­ dir. D. H, Müller bu izahı reddetmiştir ( Burgen den" ı.ı-not'ii i I p jn I IH20 i pl«s> und Schlösser, II, 968 v.d.). al-Bakri ( Mu cam, ( krş. Rhodokanakis, Katabanische Texte II, 502 ), al-Hamdânî ’den sonra, Mârib ’in bir zur Bodentvirtschaft, II, 14 ) bahs edilm iştir; ‘A d kabilesinin adı olduğunu ve buna İzafetle çünkü kendilerine Mârib ’in İdaresinde ve şehre bu adm verildiğini ileri sürmektedir. arazisinin kıymetlendiril mesinde muayyen bir Filhakika al-Hamdâni ( ik lil, VHI; Müller, faaliyet ve nufûz sahası verilmiş idi. Buna Burgen und Schlösser, 11, 960, 1040) Mârib karşılık ihtimâl şehir civarında ( Saba’ ile ile Mârib ’in iki arap kabilesinin adları oldu­ alâkalı yerler için bk. M. Hartmann, Die Arağunu iddia etmektedir. En eski Saba’ kitabe­ bische Frage, s. 385— 389) ve C I H , 353^0 lerinde, şehir D3 fn adım ta ş ır ; kadîm yunan­ ’daki, muhtemelen şehrin çok yakınında oturan lılar, a ilâve ederek, kelimeyi yunanhlaştır- »Mârib bedevileri" 13*\yK.) ; E* Gla­ mışîardır. Eratosthenes ve Artemidoros ( St- ser, Die Abessinier in Arabien und Afrika, rabo, XVI, 768, 778) şehre Maçiapa adım s. 128 v. dd.) şehirliler ve şehir civarında v veriyorlar. En muahhar kitabelerde şehir ^5#*^ zirâat ile meşgul olan kimseler ile açık bîr 1*1 âm Ansiklooedini



22



33^



MÂRİB.



tezat teşkil etmektedir. Böylece daha önce C. Niebuhr ( Beschreibung von Arabien, s, 279) 'un tenkit ettiği klasik muharrirlerin Saba’ 'yı şehir olarak göstermiş olmalarını, yanlış anlama eseri sayarak, ciddîye almama­ lıdır. Arap coğrafyacılarının Mârib ’i Saba1 ile aynı telâkki etmeleri için de aynı şeyi söyle­ yebiliriz ( Jomard 'm yaptığı yaklaştırmalar için bk, Mengin, Histoire sommaire de l ’Egypfe, s, 341— 344). Nitekim Yâküt ( Muştarik, s. 239 ) Mârİb ile Saba’ 'yı bir saymıştır. Abu 'l-Fida1 ( Geographie, s. 130 ve Historia anteisîamrca, s, 114) da aynı şeyi yapmıştır. Bununla beraber bu son müellif, Mârib 'in bir Saba' şehri olarak tanındığını ve bundan başka yal­ nız - kır al sarayına Mârib ve buna mukabil şehre Saba’ denildiğinin iddia edildiğini bil­ hassa tebarüz ettirmiştir. Şüphesiz Yâküt Mu cam ( İV, 382 ) 'de al-Suhaylî 'nin Mârib 'i bir A zd kasrı sayması da bu nevî fikirlere bağlanmalıdır. al-Çazvinİ ile Cihannümâ 'da şehir Saba1 adım taşımaktadır. M ârib’i I$azramüt ’a dâhil eden ve onu Madinat Saba' veya Saba’ adları ile zikreden İbn Rusta, Saba' ’ya çok yakın olan ve Saba’ halkının Saba' şehri ola­ rak telâkki ettikleri son derecede güzel bina­ ları bulunan bir ikinci şehrin harabelerinden bahseder. Rivayete göre, burası karşı-karşıya kurulmuş bir günlük bir yol imtîdâdmca uzayan iki şehirden müteşekkil idi. Vaktiyle Mârib 'e âit bulunan bir sıra bina V adi Zenne 'nin sağ sahilinde bulunduğundan, niçin yanlış olarak, birbirine muvâzî iki şehir tasavvur edildiği kolayca izah edilebilir. Bahusus ki, daha evvel gördüğümüz gibi, Haram Bilkis, ‘Amâ’id ve »Bilmiş sütûnlar 1“ yakınında hâlâ geniş harabeler bulunmaktadır. Bir günlük me­ safe tabi’î çok fazla mübâlegalıdır 5 İbn Rusta 'nin tasviri de umûmiyetle eski Mârib hak­ kında daha sonraları elimizde ne kadar az malûmat bulunduğunu göstermektedir. Mârib şehrinin doğuşunun Saba* b. Yaşcub 'e bağ­ lanması, ihtimâl daha evvel Agatharchıdes'in yapmış olduğu gibi, bu efsânevî hükümdarın adının şehre verilmesine veya kabîle olarak Saba* 'nin Mârib ile bir tutulmasına sebep olmuş­ tur. Şehrin isminin bâzan Saba’ şehri, bâzan kısaca Saba* olarak kullanılması bu gelişmenin çok muhtemel olduğunu göstermektedir. Bun­ dan başka al-Hamdâni ( Şifa, s, 7$ ) Batlamyus ’un Saba’ 'sim Mârib ile aynı sayıyor ve ve şehre de Mârib ismini veriyor. Şehrin en eski tarihi maalesef karanlıklara gömülmüştür. Oldukça muahhar, bununla berâber '-mühim olan Giaser, 3027 kitabesinde, Mârib kırallarımn zikredilmiş olması, bu Marib kıratları Saba’ mukarrib 'lerinin muasırlan



olduğundan, şehrin eski Saba’ mukarrib ’leri zamanında hâlâ müstakil olduğunu gösterir. Fakat te’sis tarihinin tâyini için hiçbir istinat noktası vermiyor. Şehir, pek muhtemel ola­ rak, eski idâre merkezi Şirvâh ile aş.-yk. aynı zamanda yapılmış olmalıdır. Daha Giaser 4x8/419 büyük kitabesi, Mârib 'i he men-hemen Saba’ mukarrib 'lerinin elinde göstermekte­ dir ve az zaman sonra, Mârib idâre merkezi olmuştur; bu, hiç olmazsa, Giaser nr. 48*2 kitabesinden anlaşılmaktadır; çünkü burada bu kitabeyi yazdıranın » M irib ’e Saba’ ile Katabân arasında sulh te’min ettiği söylen­ mektedir. Bunu, şüphesiz, N. Rhodokanakis ( Studien, II, 24 ) ile birlikte, sâdece ordu ku­ mandam ( Mazmarum ırkından Zamaryeda* oğlu Tuba'-kariba id i) sulh yaptıktan sonra, Saba’ 'mn idâre merkezine döndü diye izah etmek lâzımdır. Şehir, şüphesiz, Giaser 1000 A B kitabelerinin bahsettiği büyük imparatorluğu­ nun kuruluşundan az zaman sonra, Saba’ mu­ karrib 'lerinin merkezi olan Şirvâh ’m yerini almıştır ve hattâ bu hâdisenin iki büyük Şirvâlı kitabesini ( Giaser 1000 A B ) yazdıran büyük Saba’ devletinin kurucusu Kariba-’ilu Vatar 'in zamanında vukua geldiğine dâir bir delîl teşkil etmektedir. Giaser xooo B, str. 5 ( N. Rhodokanakis, Altsabâische Texie, I, 82) 'te, hiç şüphesiz, M ârib’ deki meşhur Salhin müstahkem kasrı olan Sllrnı (OUjJE>)J adlı sarayının üst kısmım tamamlamış oldu­ ğunu söylediği zaman, kitabede adı zikredilen mukarrib*in de orada oturduğunu kabul et­ mek lâzımdır. En eski Saba’ mukarrib 'leri zamanından kalma bn büyük sed inşaatı, Mâ­ rib 'i, yakın civarı ile birlikte, münbit bir vâha hâline getirmiş, şehri de büyük bir devletin merkezi yapmış olmalıdır. Mukar­ rib Sumuhu-'alaya Yanâf ve babası Yid'i-’ilu Zarîh, Y iş'i-’amara, şehrin ve civarının geliş­ mesi için, büyük gayretler sarf ettiler. Mârib 'in ne zaman Saba’ devletinin idâre merkezi olmaktan çıktığım bilmiyoruz. Glaser ( Zıuei Inschriften uber den Dammbruck von Mârib, s, 29), idâre merkezinin en geç milâdî III. asırda, pek muhtemel ola­ rak, hattâ milâdî I. asırda Zafâr ( Ye r i m ya­ kınında ) 'a nakledildiğini Heri sürmüştür ; çün­ kü daha Peripîus maris Erythraei, § 23, Zafâr ’ı idâre merkezi olarak tanımaktadır. Filhakika Sapphar '1 kırallarm oturduğu yer olarak tanıyan ve Flinius ( Nat. hist., V f, 104) ’un te’yit ettiği Peripîus ’un şehâdeti, daha milâddan sonra 60 yılına doğru Zafâr 'm Saba’ kırallarımn idâre merkezî olduğu şeklinden başka türlü tefsir edilemez. İdâre merkezinin Zafâr ’a nakli ile Mârib ’İn parlak ve



MÂRİB. şanlı devri sona erdi. Giaser 'e göre, bu naklin sebebi Axumîlerin Saba’-Himyari istiklâline karşı savaş açmalarıdır; M. Hartmann ( Die arabische Frage, s, 469 ) 'a göre ise, hamdan ilerîn himyarilere karşı kazanmış oldukları za­ ferdir ( krş. C I H , 347, M. Hartmann, ayn. esr., s. 146 v.d.). İnhitat, şüphesiz, derhal vukua gel­ medi, fakat o zamandan itibaren, Mârib ’in ih­ mâl edildiğini, zirâat için o kadar ehemmiyetli olan şeddin harap olmasının bu vak’a ile alâ­ kalı olduğunu iddia eden Giaser 'e hak ver­ mek lâzımdır. Müslüman kaynaklarındaki da­ ğınık bilgiler şehrin, her şeye rağmen, bütün ehemmiyetini kaybetmemiş olduğunu isbat eder. al-Bakri ( Mu cam, I, 308, krş. A. v. Kremer, Sage, 1, 138) M ârib'i hİmyarilerin hazînesi olarak tanımaktadır ve al-Kaşlda alffimyarîya, beyt 56 'ya göre ( krş. A. v. Kre­ mer, Sage t XII, not 1 ve s. 69), Şam mar Yur iş (m ilâdî 281 yılına doğru ) mahpuslarım Mârib 'de hapsetmiş İdi. Miladdan sonra 450 'de ve Habeş hâkimiyeti zamanında, 542 'de, şed­ din iki defa yıkılması şehre ciddî zararlar vermiştir. Parlak tarihinin bu son devrinde, Mârib, geçici olarak ( muhakkak 542 milâdî­ de ), habeş kıralı Ramhis Zubaymân 'm naibi Abraba 'nin ikamet yeri idi ve hattâ içinde de bir hırıstiyan kilisesi var idi ( krş, Giaser, Zwei inse hriften über den Dammbruch von Mârib, s. 47 ). Şeddin bu defaki yıkılışı, şeh­ rin harâbîsini tamamladı. Bu anî felâket kar­ şısında ahâli şehri bırakarak, H icaz'a göç e t t i .. Mârib İslâmiyet devrinde yeniden iskân olunmuştur. Müsait mevkii ve ihtimâl bir de civarında bulunan tuz yatakları ( bunlar Mâ­ rib 'in şarkında, üç günlük mesafede, Şâfir yakınındadır ve daha Abü Müsâ ’l-Aş'âri 'yi Mârib valisi olarak tâyin eden Peygamber za­ manında zikredilmiştir; krş. E. Giaser, Reise nack Mârib, s. 26; ab Bakrı, Mtfcam, II, 502; al-Hamdâni, Şifa, s. 87, 102, 155, 201; A . Sprenger, Post~ and Reiserouten, s. 139 ) saye­ sinde, tamâmiyle unutulmadı. Hattâ İbn Hurdazbih ( B G A , VI, 138) ve al-Mukaddasi ( B G A , III, 89 ) Mârib kasabasını zikreder­ ler ; al-Hamdânİ ( Şifa, s. 199 ), Yemen ’e mah­ sus bir şey olarak, Mârib ’in susamını medheder; al-İdrisi ( Geographie, s. 149) M ârib'e bîr burç demektedir; İbn aî-Mucâvir'e göre ( bk, A . Sprenger, Post- und Reiserouten, s. 140 }, Mârib ’in hicrî 630 yılına doğru, bir pa­ zarı ve bir camiî var idi; şehir geceleyin mes­ ken olmak bakımından bir ehemmiyete mâ­ lik idi^ve her mevsimde orada meyve bulunu­ yordu. Y âkü t ( Mu cam, IV, 436 ) 'un da Mâ­ rib nahiyesinin hurmalıklar bakımından zen­



m



ginliğinden bahsettiğine bakılırsa, bölgenin hiç olmazsa kısmen eski münbitliğini kazan­ mış olduğu anlaşılır. Şimdiki Mârib emirliği kurulmasını Cavf ’teki al-Zâhir 'li şerif Husayn ’e medyundur. Bu şahıs, 1640’da türklerin Yemen'den çıka­ rılmasına, faal bir surette, iştirak etmiş ve emîr unvanım ilk olarak o taşımıştır. Hâkim olduğu sâba şimalî C avf 'te bütün Rağvân memleketini, Bayhân ’a kadar, içine alıyordu. Bu memleketi 4 oğlu arasında taksim etti. Oğullardan yalnız hissesine Mârib düşmüş olan Hâlid gerçekten hüküm sürmeğe muvaf­ fak oldu, diğerleri hisselerine düşen yerler­ de tanınmadılar. Bununla beraber ahfadı bu­ gün Bayhân al-Çaşâb Harib ve Rağvân 'da hâlâ bir dereceye kadar mevkî sâhibidirler. B i b l i o g r a f y a : al-Mukaddasi, B G A , İH, 89; İbn Hurdâzbih ( B G A , VI, 138 ); İbn Rusta ( S G A , VII, 63, 113— 11$); alMas'üdi, Kitüb al-tanbîh { B G A , VIII, 202 ); ayn, mil,, Murüc aUzakab ( nşr. C. Barbier de Meynard ve Pavet de Courteille ), II, $$, 67 v.d. ; III, 365— 372, 393 v. d d .: Abu ’lFidâ1, Kitüb Takvim ctUbuldün (nşr, Ch. Sch ier), Dresden, 1846, s. 75 ( nşr. M, Reİnaud ve M. Guckîn de Slane) Paris, 1840— 1848, II, 130; ayn. mil., Historia anteis! amica ( nşr. H. L, Fleischer ), s. 114; al-İdrisi, Kitâb N uzhai al-muştâk ( tı-c. A . Jaubert), I, 149; al-Hamdâni, Ş ifa Cazîrat al-arab ( nşr. D. H. M üüer), s. 7, 80, 87, 102, 155, 199, 201; ayn. mil., İkfil, V III; D. H. Müller, Die Burgen und Schlosser Südarabiens nach dem Iklîl des Hamdânî { S B A k. Wien, H, 1881, XCVII/3, 9$9 v. d., 968 v, d., 972 v. d., 1036, 1038, 1039 ve not 1, 1040 ); Yâ­ küt, Mu'cam ( nşr. 'Nü/'üstenfeld ), III, 27,640; IV, 104, 382 v. dd., 436; ayn. mil., aLMuştarik ( nşr. Wüstenfeld ), s. 239; Marüşid al-ittila ( nşr. T. G. JuynboII), III, 28; alBakri, Mu'cam (nşr. Wüstenfeld ), I, 308; II, 501 v. d,, 754; ‘Azim al-Din Ahmed, Die auf Südarabien bezüglichen Angaben NaSzoâns im Sams al-"ulum ( G M S , XXIV, $, 50, 70, 86, 95 ); Curci Zaydân, Kitâb alcarab kabl al-islâm (Kahire, 1908), I, 142, 143, 1$0 — 160; ‘Abd al-Vâsi' b. Yahya al-Vâsi i al-Yamâni, Târih al-Yaman ( Ka­ hire, 1346), s, 12, 322; Reiske, D ie Arabam epocha veiustissima S e îl el-Arim Micta ( Leipzig, 1748); C. Niebuhr, Besckreibung von Arabien ( Kopenhagen, 1772 ), s. 277— 279; Sylvestre de Sacy,^Jdemoire sur divers evenements de Vhisioire^ des arabes avant Mahomet ( M em. Acad. d, Inscr. et BelleşLetires, XLVIII, 484 v. dd.); E, Pocock, Spe-



340



MÂRİB -



cim^n -hUtoriae Arabtzm (Oxford, x8o6 ), s. 498; E, Fresnel, Leitres sar Vhistoire des Arabes avanf Blslamisme ( J A , III. serî, 1838, VI, 208, 218 v. dd.); Jomard, Eiudes geographiques et historiques sur l’ Ara­ bie, beî F, Mengin, Histoire sommaire de VEgypte sous le gouvernement de Mohammed-AIy ( Paris, 1839), s. 336— 345; Th. Arnaud, Reîation d’ un •voyage d Mareb { Saba) dans VArabie meridionaie, enirep i s efi 1843 ( / A IV. seri, V, 325; VI, 202 v. dd., 223, 234 v. dd.); A. Sprenger, D ie Post- und Reiserouten des Orients {Abh. f, d. Karide d. Morgenl., 111/3,139 v. d .); ayn. mil., Die aîte Geographie Arabiens, s. 159, 162, 245; A. v, Kremer, Über die siidarabisehe Sage, s. XII* not 1, s. 10 ve not 1, s. 26 v. d., 69, 120 v. d. ve not 4, s. 138; J. Halevy, Rapport sur une mission archeologique dans le Yemen ( J A, VI. seri, 1872, XIX, 67 v. d., 96); Th. J. Arnaud, Plan de Xa digae et de la vİlle de Mareb ( / A , VII. seri, 1874,1li, 11— 1 5) ; J. H. Mordtmann ve D. H. Mülier, Sabaische Denkmâler ( Denkschr. d. k. Akad. Wissenseh. in Wien, 1883, XXXIII, 3, 99); E. Glaser, Siidarabisehe Streitfragen ( Prag, 1887), s. 10; ayn. mil., Skizze der Geschichte und Geographie Arabiens ( München, 1889), 1, 67 — 71; (Berlin, 1890), II, 15, 542 ; aytı. mİL, Die Abbesinier in Arabien und Afrika ( München, 1895), s, 128 v. dd.; ayn. mil., Ztttei İnschriften über den Dammbruck von Mârib {M V A G, 1897, VI, 29, 47 }; ayn. mİL, Sammlung Edaard Glaser /, Eduard Glaser s, Reise nach Mârib ( nşr. D. H, Mülier ve N. Rhodokanakis, Mtfien, 1913), s. 16, 18, 20, 26, 36 v, d., 40 v.d„ 44— 46, 48 v.d , 51 v.d„ 58 v. dd., 64, 66-68, 73™ 75- 92> **o, *37> *39» *4*» 144 v. dd., 173 v. d., 179, 185; ayn. mü., Tagebach, XI, 47, 59; XVI, 8; M. Hartmann, D ie arabiseke Frage ( Der islamische Orient, Berichte and Forschungen, Leipzig, 1909,1i, 146 v.d., 385 — 389,469); N. Rhodo­ kanakis, Studien zar Lexikographie und Grûmmatik des Altsadarabischen { S B Ak. Wien, C LX X X V /3,1917 ), II, 7 v.dd., 12 v.dd., 24, 97, 99— 103, 105 v.d.; ayn. mil., Katabanisehe Texte zur Bodenmirtsckaft {S B Ak. Wîen [ 1922 ], CXCVİÎI/2>, II, 14, 49 ve not 3, 54— 56; ayn. mî!., Altsabâiscke Texte { S B Akad, Wien [ 1927 ], CCVÎ/2 ), I, 6 v. d., 20 v.d., 79, 83, 116 v.d.; J. Tkac, mad. Sa­ ba ve Sabat ( Patıly, Real-Encyclopadie, II A. stn. 1314, 1323 v.d., 1354 v.d., 1356 v.d-, I 3S9 » 1365, 1380* *39 *“ *393» 1400— 1402,



MARİYE. 1430, 1432, 1442 v d., 1445. 1451, 1490, 1494, *$*5”" i$ 20î F. Hommel, Ethnologie und Geographie des alten Orients ( Handbuch der Altertamsunssenschaft, I, v. Mülier, III. kısfm, 1. bolüm, München, 1926), I, 6 6 4 , 6 6 6 ve not 2 ); Handbuch der aliarabisehen Alteriumskunde ( F, Hommel ve N. Rhodokanakis ile birlikte, nşr. Ditîef N ieîsen), Kopenhagen, 1927, I, 105, 121, 157; A. Grohmann, mad. Mariaba ( PaulyWisso%oa-Kroll Realencyclopâdie, XIV, stn. 1 7x3- 1 744) ; Corpus inscripiionum Semiticarum ab academia İnscripiionum et litter. hum. condiium atque digesium, pars IV, inseriptiones Himyariticas et Sabaeas eontinens, Paris, 1889 v.dd. ( = C / / / ) , nr.



347»



353 -



M A R İD İn L



( A d o l f G r o h m a n n .)



[ Bk. MÂRÎDÎNL ]



M Â R Î D I n ! . A L - M Â R İ d I n Î, şimdiye kadar hayatları hakkında pek az bilgiye sahip bu­ lunduğumuz üç arap r i y a z i y e c i ve h e y ’e t â l i m i n i n n i s b e s i . 1, 'A B D A l l a h b H a l i l b . Y u s u f , Şam 'da Emevîye camiinde müezzin olup, IX. (X V .) asrm başlarında ölmüştür. Eserleri dikkatsiz­ lik neticesinde torunu Sibt al-Marîdİni ( aş. bk.) ’ninkiler İle karıştırılmıştır. Bunların listesi Brockelmann, G A L, II, 169; Sappl., H, 218 ve S üter, Die Mathemat:ker und Astronomen der Araber und ihre Werke (1900), nr. 421 'de bulunmaktadır. 2, İ S M A İ L B. İBR A H İM B. Ğ Â Z Î , İbn Fallüs lekabı ile tanınmış o'up, VII. (XIII.) asrın ilk yansında yaşamış ve Brockelmann, I, 472; Supph, I, 860 ve Suter, nr. 359 'da gösterilen riyaziyeye ait eserleri te'lif etmiştir. 3, Muhammed b . Mu ^ ammed b . A hmed SİBT AL-MÂRİd In İ, üç Müridini içinde en ta­ nınmış olanıdır ve eserleri daha iyi muhafaza edilmiştir. A dı ilk olarak zikredilenin to­ runu olup, Kahire 'de Azhar camiinde mü­ ezzin idi. 826 ( 1423) yılında doğmuştur, ö lü ­ mü IX. asrın aş. - yk. sonlarına rastlar. Hesap, cebir ve hey'etin bir çok kısımları­ na, hey’et âletlerine ve teknik meselelere dâ­ ir olan eserlerinin listesi için bk. Brockel­ mann, H, ,167; Suphi II, 215 v.d. ve Suter, nr. 445. (M. PLESSNER.)



MARÎYA. [ Bk.



MÂRİYE. ]



M Â R ÎY E . M ARİYA, Peygambere hediye edilen kıptı b i r c â r i y e . Bir rivâyete göre, Şam’ün adında birinin kızı olup, hicretin 7. yı­ lında, kız kardeşi Şirin ile birlikte, Mukavlçis [ b. bk.j tarafından Peygambere gönderilmiş idi ( başka bir rivayete göre, Mukavkis dört kız göndermiştir). Peygamber Mârİya 'yi odalık olarak aldı ve Şirin 'i Hassan b. Sabit 'e verdi.



MÂRİYE — MARTOLOS. Peygamber çok sevdiği M âriya’yi Medine'nin yukarı semtinde bir eve yerleştirdi ve söylen­ diğine göre, sabah akşam onu görmeğe gidi­ yordu. Bu eve ona izafetle İbrahim ’in anne­ sinin maşraba ( »yüksek köşk" ) ’si adı verildi. Mâriya ’nin bir oğîu oldu ve Peygamber buna çok sevindi, İbrahim adı verilen bu çocuk küçük yaşta ölmüştür. Bir rivayete göre, öldü­ ğü gün güneş tutulmuş İdî, Eğer bu malumat doğru ise, bu mühim bilgi sâyesinde, kat’î bir tarih, 27 kânun H. 632 tarihini elde et­ mekteyiz ki, bu da Peygamberin ölümünden ancak bir-kaç ay evveline rastlar. Mâriya'nin güzelliği ve Peygamberin ona karşı duyduğu sevgi diğer zevceleri arasında şiddetli kıskanç­ lığa sebep oluyordu ve Peygamber onları ya­ tıştırmak için, Mârİya *yî gÖrmiyeceğsne söz verdi ise de, sonradan bu sözünden döndü. Abu Bakr ve :Omar Mâriya 'ye karşı çok saygı gösterdiler ve ona, ölünceye kadar { muharrem 16 h.), bir para tahsis ettiler. Bu bilgilerin doğruluğundan şüphe etmeğe lüzum yoktur; zîra bir maksada dayanmadıkları gibi, ihtiva et­ tikleri tafsilât da uydurmaya hiç benzememek­ tedir. Diğer taraftan, Kur*an 'm LXVI. sûresine dâir tefsirlerde Mâriya ’ye verilen mevkii kavramak pek de kolay değildir. Bu sûrede, Peygamberin gizli tutması şartı ile, söylediği bir sırrı başka­ sına açtığı iç;n zevcelerinden birine karşı çok şiddetli tenbihat vardır. Aynı zamanda, zevcele­ rinin hoşuna gitmek için, ne olduğu açıkça bilinmeyen bir şeyi yapmak husûsunda yemin ettiği ve kendisine Allah tarafından yemini bozmak salâhiyeti verildiği hâlde, bunu kullan­ madığı anlaşılıyor. Peygambere karşı gelen zevcelerinden ikisine yapılan tevbîhâttan son­ ra, Peygamberin hepsini boşaması ve daha din­ dar ( krş. XXXIII, 28 v.d.) kadınlar ile evlen­ mesi mümkün o'duğu bildirilir. Umumiyetle, tef­ sirlere göre, bu iki kadın Hafşa ile :A ’işa ’dir. Sırrı ifşa etmesine de, Hafşa ’mn ansızın evi­ ne geldiği bir sırada, Peygamber île Mâriya’yi çok samimî bîr vaziyette bulması ve bunun da sıranın kendinde (veya :A i ş a ' d e ) olduğu bîr güne rastlaması sebep olmuş idi. Bu müş­ kül vaziyet karşısında Peygamber, Mâriya ile münâsebetini keseceğine dâir yemin etti. Fakat Hafşa ’mn sözünde durmaması üzerine, Allah Peygamberin yeminini bozmasına izin verdi. Bu İzab bîr çok bakımlardan mâkul görünmektedir ve karı kocalık münâsebetle­ rinden ist-inkâf hususunun da evlilik hayatının karışıklığından ileri geldiği aşikârdır. Zevce­ leri ile Peygamber arasındaki anlaşmazlığı ayn-ayn şekillerde izah eden hadîsler de vardır, fakat bu mühim değildir, çünkü hu



341



j izahlar, muhakkak ki, halk arasında yer alan ve pek de İyi Örnek teşkil etmeyen bİr-takım izah tarzlarım ber*taraf etmek için uydurul­ muştur. Fakat daha yakından tetkik edilecek olursa, bu izah şeklinin de, onu müphem kılan hatâlı bir tarafı olduğu görülür. B i b l i y o g r a f y a s Tabari ( nrş. de G oeje), I, 1561, 1686, 1774 v.dd., 1781 v.d.; İbn Sa:d ( nşr, Sachau ), I/IÎ, 16 v.d ,; VIII, 131— 138, 153— 156? L X V 1, sûre baklandaki tefsirler; NÖldeke-Sehwally, Gesckichte des Qoröns, I, 217 ; Caetani, Annali delV Islâm, H, 211 v.d., 237, 311 v.d,; Lammens, Fâtima, s. 2 v.d.— Güneş tutulması hakkın­ da bk. Rhodokanakis, W Z K M , XIV, 78 v.dd.; Mahler, ayn. esr., s. 109 v.dd. ( F r. B u h l .) M A R K A B . [Bk, MERKAB] M A R Ö C , [Bk. F A S .] M A R O K K O . [ Bk. p a s .] M A R R A K E C H . [ Bk, m er âk eş .] M A R R A K E Ş . [ Bk. mer A keş .] M A R R A K U Ş . [B k. m er âk eş .] M A R R A K U Ş Î. [Bk. ‘ a b d a l -v a ^İd .] M A R S A D . [ Bk. r a s a d h Ane . ] M A R Ş İY A . [ Bk. m ersiye . ] M A R T O L O S , I. Balkan yarım-adasında XV. asırdan XIX. asra kadar faaliyette bulunan, umumiyetle hıristiyanlardan müteşekkil olan bir o s m a n l ı a s k e r î t e ş k i l â t ı n ı n adı olup, osmanlı kaynaklarında, martoloz. martolos ve mariilos gibi muhtelif şekil­ lerde, yazılmaktadır. Romen, macar ve sırp dillerine de bu kelime değişik şekilleri ( mar­ toloz, martolos, martalocs v.b.) ile geçmiş­ tir. Kelimenin ve bu adı taşıyan teşkilâ­ tın menşe'İ hakkında kesin bilgimiz olma­ makla berâber, martolos kelimesinin yunancadan geldiği hemen-hemen şüphesiz gibidir ( bu adm menşe min, sırp-macar hudut teşki­ lâtında aranması — krş. Halil İnalcık, Fâtih devri, s. 181 — dil husûsiyterinden dolayı, vârid olam az). Martolos kelimesinin menşe’İ Berneker gibi, bâzı müellifler tarafından yu­ nan. amariolos ( »günahkâr" ) 'a, Miklosich ve G. Mayer gibi, bâzı müellifler tarafından ise, yunan, armaiolos’a bağlanmaktadır; bu kelime Sathas 'a göre, Iatin. ( levis ) armalara ve G. i Mayer ’e göre ise, Iatin. arma ’dan iştikak et­ tirilmiştir. Gerçekten muhtelif müellifler, kay­ nak göstermeden, Yunanistan 'da ve Venedik ’in Yunanistan ’da hâkim olduğu bölgelerde, armatol denilen bir milisin mevcûdiyetinden bahsederler. Aşağıda gösterileceği gibi, Osınanlı devrinde de aynı sahalarda armatollara rastlanmış olması gerek armatol, ge­ rek martolos un oradan geldiğini düşündü-



342



MARTOLOS.



rebi lirse de ( ba hususta bk. Anhegger, Marto- çarpışmaları daha vahim bir durum meydana loşlar hakkında, Türkiyat mecm,, 1942, VII—■ getirebileceğinden endişe ettiğini göstermek­ VIII, c, 1, s. 283 v. dd.), bir teşkilât olarak, tedir. Sırp destanları arasında martoloslardan Fâtih devri defterlerindeki kayıtlara göre, ( bu mey anda, Semendere ve Tuna martoloslailk önce Tuna üzerindeki kalelerde görüldüğü r ı ) bahsedenler vardır ( bk. Schmaus, Epende unutulmamalıdır ( bk. H. İnalcık, agn. esr.). forschung, s. 161 v. dd.). Macaristan ’da da 2. Kaynak zikretmeyen L. Barbar ’a göre, martoloslar ile karşı taraftaki haydutların martolos teşkilâtı, Murad II. tarafından, 1421 faaliyeti, sulh için, daimî bir tehlike teşkil senesinde te ’sis edilmiştir. Bu malûmat doğru ettiğinden, Kauûnî Süleyman ile Maximilian ise, martoloslarm bu tarihte yeniden teşkilât­ arasında 1568 senesinde akdedilen anlaşmada, landırılmış olduğu mânası çıkarılabilir; çünkü bunları kontrol altında bulundurmak zarûreti gerek Âşık Paşa-zâde, gerek Neşri ( Cihan- derpiş edilmiştir. Fakat „dil ve baş" getirmeğe nümâ, nşr. Taeschner, 1951, I, 2$, 5 1» *74 ) me’mûr olan martolos ve diğer haydut askerle­ 'de Osman Gâzî ’nin İnegöl ’e karşı giriştiği rinin akm ve yağma hareketlerine bununla son harekât esnasında ve Orhan zamanında Ko­ verilemedi. İşte bu faaliyetler yüzüudendir ki, nur kalesinin fethi münâsebeti ile, martoîos- martolos kelimesi muhtelif Balkan dillerine, ların casus ve haberci olarak kullanıldığı aym zamanda çekçe ve lehçeye de, bir çok zikredilmektedir. Mamafih bu müelliflerin ken­ çağdaş garplı yazarların müşahedelerine uy­ di zamanına âit bir tâbiri daha evvelki devir­ gun olarak,.her şeyden önce «haydut, çapulcu" ler için kullanmış olmaları da ihtimâl da­ gibi mânalar ile geçmiş bulunuyor. Martolos­ hilindedir. Yine aynı vekayinâm elere gö­ lar macar bölgelerinde epeyce bir yekûn teş­ re, Kosova savaşının arifesinde, Murad II. kil ediyorlardı; msl. Budin ’de 1541 eylülünde Togan isimli bir martolosa düşman ordusu 3.500 askerden 1.000 'i martolos idi 5 fakat kumandanının kim olduğunu öğrenmesini emr­ XVII. asrın ortalarında sayıları 300’e inmiş etmiştir. Nihayet Fâtih devrinde Mihaî-oğul- bulunuyordu. Bununla beraber, Evliya Çelebi ları Ali ve İskender Bey 'lerin macarlara kar­ 14 macar kalesinde martoloslarm hizmet et­ şı yaptıkları akmlardan birinde, zâhiren hı- tiklerini söylüyor. Martoloslar, Kanunî Süley­ ristiyan, fakat kalben müsîüman 40 martolo- man devrinden itibaren, hudutlara münhasır sun haberci olarak hizmet gördükleri Muâli kalmayıp, Rumeli’nin içerilerinde de muhâfız ( bk. Anhegger, Muâlî ’nin Hîinkârnâmesi, asker yahut jandarma olarak vazife gorîiyoriadı. Nitekim Karadağ ’da olduğu gibi, Sı­ T a r i k d e r g i s i , 1949, 1, 156 ) ’nin eserinden öğ­ reniyoruz. Bu tarihe kadar martoloslar hak­ rım livası kanunu mucibince «kara-martoloslar kında bildiklerimiz hemen-hemen bundan iba­ (Tam şvar vilâyetinde de tesadüf olunur) hay­ rettir ( bk. bir de  şık Paşa*zade, s. 117; dut ele geçirmeğe ve vergi toplamağa me’Neşrî s. 170; Dursun Bey, T a r i h , T O E M i‘â- mûrdurlar. Bundan başka derbendlerı hay­ vesi, s. 130 ). Buna mukabil, XV. asrın ikinci dutlardan korumak, mâdenlerde 6 aylık mu­ yarısından itibaren, Donado da Lezze ’ye göre, hafızlık yapmak ( bk. A . Refik, Anadolu ’da Uzun Haşan seferine de, akıncılar gibi, işti- tiirk aşiretleri, 1930, s , 22 ve Anhegger, râk etmiş olan martoloslar hakkında bize bil­ Beitrage z. Geschickie des Bergbaus, 1943/ gi veren kaynaklar mevcuttur ( bk. Anhegger, 1944, s. 148 v. dd,), Sofya martolosları gibi, mühimmat ve zahîre nakliyâtını korumak ile agn, esr,, s. 285 v.d.), 3. Martoloslar Adriya, Bosna ve Macaristan vazifeli idiler. XVII. asrın ikinci yansı ve hudut kalelerinde hizmet eden hemen-hemen XVIII. asrın birinci yarısı için L. Barbar ile hıristiyanlardan müteşekkil bir askerî teşkilât Grzegorzevvskİ ’nin neşrettikleri vesikalar ve olarak önümüze çıkıyor. Bunlar Tuna boyunca malûmat Bulgaristan ’daki martoloslar hak­ kalelerde ve ayrıca gemilerde ( 1529 Viyana kında bilgi vermektedir. Makedony ve Yu­ muhasarasında onlara bu şekilde rastlanıyor) nanistan ’a gelince, martoloslarm Selanik, Y e­ vazife görüyorlardı. Büyük ekseriyetle yerliler­ nice, Vardar, Larisa ( Yenı-Şehir ), Alasonya, den teşekkül eden martoloslar bu hudut bölge­ Ohri ve Hanya gibi yerlerde âsâyişi koru­ lerinde sulh zamanlarında macera ve gani­ makta vazifelendirilmiş olduklarını, gerek Ev­ met peşinde koşan ve düşman arazisine nufuz liya Ç eleb î’nîn SeyakaBnâme’ sinden, gerek­ etmeğe çalışan bir unsur olarak görünür. se Barbar'm neşrettiği 1721 tarihli bir ferman­ Müteaddit İtalyan kaynakları, Venedik eümhû- dan öğreniyoruz. Bu kayıtlar yukarıda temas riyetinîn martoloslar ile strathicti ve uskckki edilen ve bir az sonra ele alınacak olan armagibi, kendi hudut askerlerinin sulh bozucu İollar bakımından da mühimdir. Barbar ve faaliyetlerine bir türlü mâni olamadığını, birbi­ Grzegorzevvskİ ’nin bildirdiklerine görej Ahrini takip eden münferit meydan okumalar ve mcd III. 172t senesinde, martolos ve pandt



MARTOLOS.



343



teşkilâtlarını, devamlı tecâvüzlerinden dolayı, ulûfeli martolos yanında, 150 müsellem mar­ lâğvederek vazifelerini derbendciîere hava­ tolos var idi ( H. İnalcık, s. 158 ). XVI. asra le etmiştir. Bu yasak, verilen malûmat doğru âit vesikalara göre, Macaristan’da kalelerde ise, her hâlde uzun sürmemiştir ve ihtimâl vazife alan, mûtat üzre berat ile istihdam olu­ armatolların derbendcr paşaya bağlanması ile nan martoloslara 3— 8 akçe bir yevmiye veri­ ilgilidir ( bk. kısım 5 ). Çünkü martolos teşkilâ­ liyordu. Bu gibi ulûfeli yahut gönüllü marto­ tının, daha mahdut bîr şekilde, XIX. asra ka­ loslara mukabil muaf ve müsellem martoloslar, dar devam ettiğini gösteren vesikalar mevcut­ toplu bir hâlde oturdukları yerde, diğer benzer tur. Novi kalesinin muhafazasında martoloslar teşekküllerde olduğu gibi, oğullan ve akraba­ ile ilgili olan 1176 ( 1762/1763 ) tarihli bir vesika ları ile defterlere yazılır ve verilen vazifeleri ( Topkapısarayı arşivi D. 9380 ), Trebinye ’de görmekle mükellef tutulurlardı. Msl. Pirlepe 46 kişilik 3 bölük martoîostan bahseden 1210 ve Veles arasında bulunan Martoîoei ismini ta­ ( 1795 ) tarihli bir berat ve nihâyet 64 marto- şıyan bir köy adı böyle bir durum aksettirmek­ losun Kumanova, Kratova bölgesindeki der- te olduğu gibi, alman seyyahı Dernschwam bendlerin muhafazası için tâyin edilmesine ( I S53 ~ ISS5 )> Czekczy (S z e c s i) köyü ahâlisi­ dâir, 1248 ( 1832 ) tarihli bir vesika vardır. Mar­ nin, martolos olarak, kalede hizmet gördükle­ toloslarm büyük bir ekseriyeti yerli hiristi- rini kaydediyor. 1573 tarihli bir vesîka bu hu­ yanlardan, bilhassa sırplardan müteşekkil ol­ susta dikkate değer bir misâl teşkil etmekte­ duğu hâlde, İslâm unsuru zaman ile bu teşki­ d ir: Alaca sancağında Derbend köyünün 63 lâta nufûz etmeğe başladı. Nitekim yukarıda zîmmîden ibaret olan halkı, haraç, ispenç, 1661 senesine âit bir sicilde zikrolunan Sofya âdet-i ağnâm, öşr-i galat v. b. ile tekâlif-i örmartoloslarmdan ancak dördü hıristiyan, Novİ fiyeden muaf olmasına mukabil, muayyen bir martoloslarımn da tamâmiyîe müsİüman oldu­ para vererek, ismi zikrolunmayan bir mâdeni ğu anlaşılmaktadır ( bk. Anhegger, ayn. esr., haramilere karşı korumak şartı île, martolos ; olarak, tâyin edilmiş idi, s 287 v, dd., 301 v. dd.). 4, M a r t o l o s t e ş k i l â t ı . Burada ilk Kanûn-ı livâ-i Sırım ’da ise, bu livanın 50 ele alınacak mesele martoloslarm aslen „ra- martolosunun, hizmetleri mukabilinde, ellerin­ iyyet veya askerî" olup*oîmadığıdır. H, İnal­ de olan baştineleri ile muaf ve müsellem ol­ cık (s. 180 ) ’a göre, martolos menşe’de muaf duğu kaydım buluyoruz. Vesikalarda, muaf ve ve müsellem reayadan ayrı, müstakil bir müsellem reayadan olan bu martoloslarm du­ teşkilât İdi; Osmanlılar, zamanla, bu teş­ rumu hakkında daha fazla malûmat bulmak kilâtı, askerî muaf ve müsellem reâyânın il- mümkün olduğu hâlde, Selim II. devrine âit . hâki yoîu ile, genişlettiler. Mamafih, martolos Dupnica kazası ile ilgili bir fermanda ve 1683 teşkilâtının ilk zamanlardaki vaziyeti bilinme- tarihli ve Sofya kadısına hitaben yazılmış olan . inektedir. Bundan başka, esas itibârı İle hı- bir emirde mâhiyeti hakkında başka mâlûmaristiyanlardan mürekkep böyle bir teşkilât tımız olmayan „martolos-akçası“ denilen bir için, Osmanlı İdâresinin ahvâl ve şeraite göre nevî vergiden bahsedilmektedir ( bk. Anhegger, ..hareket ettiği, bu gîbi durumlarda iki hal çâ­ ayn. esr., s. 292 v. dd.). 5. Yunanistan tarihine âit eserlerde sık-sık resine baş-vurduğu görülüyor: ya belli bir ücret karşılığında, gönüllü İstihdam etmek, Osmanlı imparatorluğunda bilhassa rumlar ile yahut muayyen bir topluluğu, vergi ve tekâlif­ ve kısmen hıristiyan arnavutlar ile meskûn ten muaf tutarak, bir vazife ile vazifelendir­ bölgelerde armatoîlardan bahsedilir. Bundan mek. Bu, iki usul, kara-martolos gibi, mânası iki mesele ortaya çıkm aktadır: Bu armatollar mechûl yahut ulûfelı veya müsellem martolos kısmen aym yerlerde rastladığımız martolos­ olarak, kısmen durumu belli guruplara ayrılan lar ile bir midir ? Bunu, son neşriyata daya­ martoloslara da tatbik edilmekte idi. Bunlar­ narak ( bk. N. Svoronos, Le commerce de dan ulûfeli martoloslarm kat’î olarak raiyyet Salonique au X V I//« siecle, 1956, s. 375 ), değil, askerî ve sipâhî neslinden gelme hıris- müsbet bir şekilde cevaplandırabiliriz ( bu­ tiyanîar olduğu tasrih olunmaktadır. Meselâ nunla beraber, bu müellif „armatol" adı ile Tuna kıyısındaki Güğercinlik ( Goîubatz ) ka­ daha çok yunanlılar ile meskûn bölgelerde lesinde, 873 tarihli deftere göre, 10 — 15 kişilik yaşayan, fakat osmanlı idaresince muhtelif bölük hâlinde, 52 martolos 2 akçe ulufe aldık­ askeri yahut yarı-askerî halk teşekkülleri­ ları gibi, haraç, îspence ve rüsûm-i raiyyetten ne mensup olanların da kasdeAUmiş olabi­ muaf olup, „sâİr sipâhî keferesi gibi, hizmet leceğini unutmamaktır). Diğer suâl ise, bu ederler" idi ( H. İnalcık, s. 155, 179)* Fâtih armatolların Bizans devrinde faaliyeti» bu­ devrine âit başka bir defterde, Vıdin ve havâ­ lundukları iddia olunan armatolların ( yk. isinde hizmet eden martoloslar arasında, 56 bk.) doğrudan-doğruya devamı olup-clmadı-



344



MARTOLOS -



MÂRÛF KERHÎ.



ğıdır. Buna kat’î bîr cevap verilemez; çünkü Yakut, Mıi'cam, nşr. WÜstenfeld, IV, 255— benim gördüğüm bn armatoîlardan bahseden 256) Karh Bacaddâ ’da, başka bir rivayete eserlerde güvenebilecek kaynak gösterilmedi­ göre ise, Bagdad ’ın garbında bulunan Karh ği gibi, bu meseleye esaslı bir şekilde temas mahallesinde doğmuştur (aî-H atib al-Bağda edilmemektedir. Paparrhegopulos armatol- dâdi, Târih Bağdâd, Kahire, 1931, XIII, lar teşkilâtının ancak XVI. asrın sonlarında 199; İbn al-Cavzî, Manâkih Ma ru f aUKarki, te’sis edildiğini İddia etmektedir. En parlak Süleymâniye kütüp,, Şehid Ali Paşa, nr. 1424, zamanlarını XVI, ve XVII, asırlarda yaşamış ı*>; ayn mil., Ş if at al-şafva, II, 179), Baba­ olan armatol kıt'aları, Vardar ( Ax i on} ve sı Vâsit köylerinden Nahravan 'dan olup, hırisHaliakmon bölgesinden Korint ve A rta kör­ tiyan fırkalarından biri sayılan sâ b î’î mezhe­ fezlerine kadar uzanan bölgede sükûn ve asa­ bine sâlik idi ( bk. bir de İbn Tagri bîrdi, alyişi te’min etmekle, bilhassa geçitleri rum NucÜm al-zâhira, Kahire, 1349— 1930, II, 167 ). eşkiyâsından ( kleft ), korumakla mükellef olan t Ma'rüf ’un meşhur sûfîlerden Dâvüd al-TS'i bir nevî hırİstiyan jandarma idi. Birbirini pek ( ölm, 165— 781/782 ) ’yi idrâk ettiğine bakılırsa, tutmayan bu bilgilere bakılırsa, Rumeü ’nİn II. ( VIII.) asrın ilk yarısında doğduğu tahmin bu bölgeleri evvelce 14, sonra 10— 12, yunan edilebilir. Hemen bütün kaynaklarda, Ma'rüf ’un isyânmm arifesinde, 3 ’ü Makedonya 'da, 10 'u başlangıçta hıristiyan olan âilesi tarafından şarkî Yunanistan ve Tesalya ’da ve 4 ’ü Etolya, bir hıristiyan mektebine verildiği, burada ho­ Epir ve Akarnaniya ’da olmak üzere, 17 ar- casının İsrarına rağmen, teslise inanmayarak, matolluğa taksim edilmiş bulunuyordu. Bu ar- mektebini ve ailesini ierkedip, ‘A li b. Musa ’lmatollukların başındaki reisler bu vazifeye za­ R ızS’ya iltica ettiği ve onun elinde müslüman manla irsen tâyin edilmeğe başladılar. XVIII. olduğu, sonradan evine dönüp, ebeveynini de asırda, belki yukarıda zîkrolunan 1721 tarihli müslüman ettiği kaydedilmektedir. Tasavvufa ferman ile ilgili olarak, armatoliar derbendci- intisabına ise, bir gün Küfe ’de İbn Sammâk paşaya bağlandı. Aynı zamanda hükümet fiilî adında bir zâtın : — „Kîm Tanrıdan tamâmiyle hizmet isteyecek yerde, onlardan para tahsil ■ yüz çevirirse, Tanrı da ondan tamâmiyle yüz ederek, bununla derbendlerde ücretli asker ve çevirir; kim Tanrıya kalbi İle yönelirse, Tanrı sonradan muntazam askerî kıt’alar kullanmağa da ona rahmeti ile yönelir..."— şeklîndeki, vaazı başladı. Armatollarm bu şekilde zayıflaması sebep olmuştur ( bk. İbn al- Cavzi, Manâfcib, ve neticede çoğunun eşkıyalar tarafına geçme­ 4»). Tasavvufa intisabından sonra, gerek if­ si, bu sonuncuların sür’atle kuvvetlenmesine rat derecesine varan zühd, takva ve bilhassa sebep olmuştur ( bk. Anhegger, ayn. esr., s. şeriat ve sünnete olan bağlılığı ile, büyük bir şöhret kazanan Ma'rüf ’u, başta Ajımed b. 297 v. dd,). B i b l i y o g r a f y a m Metinde zikrolunma- Hanbal olmak üzere, Bişr b. al-Haris, Yahya b. yan yahut aşağıda gösterilmeyen kaynaklar Mu in ve daha başka ileri gelen din ve ta­ için bk. R. Anhegger, ayn. esrt) s. 282— 320; savvuf erbabından kimseler ziyâret ederlerdi Halil İnalcık, Fâtih devri üzerinde tetkikler ( bk. İbn al-Cavzi, ayn. esr., 15°). Nihayet ve vesikalar ( Ankara, 1954 ), bilhassa s. 155 bir gün, ‘A li b. Musa ’I-Rizâ ’nın hizmetin­ v. dd. ve 176 v. d d .; Alois Schmaus, BeitrSge de bulunduğu sırada, bu zâtı ziyarete gelen zur südslavîschen Epenforschung { Serta halkın izdihamı yüzünden, ayaklar altında ka­ Monacensia, 1952, s. 160 ~ 169 ); VasdraveİIis, larak öldü, ölüm tarihi olarak 200 ( h.) ve Armatoles et K lefte dans la Macedoine 201 ( h.) yılları gösterilir. Hâlen Bagdad ’da thessaloniyue (1948; yunanca); ayn. mil., Dicle kenarındaki türbesinin bulunduğu yere Arckives historiçues de la Macedoine (2 gömüldü. Kabri, duaların kabulüne vesile ol­ cild, 1952 ve 1954; yunanca ). D. J. Popovic, duğuna ve hastaları iyi ettiğine inanıldığı O martolosima u tarskoj voijsci ( Prîlozi için, eskiden olduğu gibi, bugün de ziyâ­ za knij., 1928), VIII, 213— 229; aya mil., O ret edilmektedir ( bk. al-Sulami, fabakât, s. hajducima ( Beograd, 1930— >0.31), I— II; 85; JÇuşayri, Risâla, s. 12; Anşari, Tabakâi, Rjak, mad. Martolos. Bk. bir de K. Jirecek, iğ » ; ayn. mil., Risâla-i mufassala bar fuşâl-i Gesckichte der Balgaren ( Prag, 1876 ), s. çihl u dü dar tasavvuf, Murad Molla kütüp., nr. 1796, 36*»! L. Massignon, Essai sur les 456. _ ( R g b e r t A n h e g g e r .) origines du lexique iechnique de la mystiyue M A 'R U F , [Bk. m ârûf .J_ M ÂRÛF K E R H İ MA'RUF a l -KARHİ ( ? musulmane, Paris, 1922, s. 207 ). 816), A bu Mah fü z Ma ' rDf b, F îröz (veya İlminden ziyâde, fazla ibâdet ve vecdi ile FÎRÜZÂN veya ‘A U ) AL-KARhI meşhur i s- tanınan Ma'rüf -al-Karhi bir yazılı eser bırak­ lâ m v e l î l e r i n d e n olup, bir rivayete mamıştır, Muhtelif eserlerde, dağınık bir halde göre, Şahrîzür ile Irak arasında bulunan ( bk. bulunan sözleri, İbn al-Cavzi'nin M a'rüf’a



MÂRÛF KERHÎ ™ MÂRÛF RUSÂFÎ. tahsis edilen Manâkib-nüma’sinde, muhtelif mevzulara göre, bir araya getirilmiştir, al-Sularai 'ye göre, kendisinden bir, İbn al-Cavzi *ye göre İse, yedi hadîs rivayet edilmektedir ( İbn al-Cavzi, ayn. esr., 4 * — 108 ). Ma'rüf 'un Cunayd 'in üstâdı Sariy al-Sakati nin yetişmesinde büyük te’siri vardır ve onun üstadı sayılır. B i b l i y o g r a f y a ı İbn al-Cavzi, Mariâ!kib M a ru f al-Karhi ( Şelıid A li Paşa kütüp., nr. 1434); ayn. mil,, Şifai al-şafva (H aydarâbad, 1355), 179; al-Hatib al-Bağdadi, Târih Bağdâd, XIII, 199 î Abu Nu’aym al-îşfahâni, ffilyat al-avliyâ'(Kahire, 1357=1937), VIII, 360; Kuşayri, Risâla (Bulak, 1284), s. 12 ; Hueviri, K aşf al-makcüb ( Üniversite ku­ tup., nr. F Y 1282,3 119 ( ingl, trc. Nicholson ), London, 1936, s. 113; Abd Allah Anşâri, Tabakâi al-şüfiya (Nafi z Paşa, nr. 426, x6a); al-Sulami, Tabakâi al-şufîya ( nşr. Nur ai-Din Şadtba ), Kahire, 1953, s. 83 v. d.; :Attâr, Tazkirai al-avliya (nşr, Ni­ cholson ), London, 1907, I, 269 ; Cami, Nafakât al-uns ( tre. Lâmiî ), İstanbul, 1289, s. 92 ; İbn Hal likan, Vafayât al-dyân ( Bulak, 1299), II, 136; R. A. Nicholson, The Origin, and Development o f Şufîsm ( J R A S, 1906, s. 306 ) ; ayn. mil., El, mad. MA’ RUF AL-KARHİ.



( TAHSİN YAZICI.)



M Â R Û F R U S Â F Î. MA'RUF a l -RUŞÂFİ ( 187$— 1945 ), I r a k 't a yeni a r a p e d e b i ­ y a t ı n ı n Ö n c ü l e r i n d e n ve en büyük mümessillerinden bîri. 1292 ( 1875 ) yılında, orta halli bir ailenin çocuğu olarak, Bagdad 'da doğdu. Babası aslen „seyyidw olduğunu iddia eden ve Kerkük civarında oturan bir aileden id i; annesi, Şammar kabilesine mensup sayı­ lan al~Karağül aşiretinden idi. al-Ruşâfi iptidaî tahsilini Bagdad 'da yaptı, sonra Bagdad as­ kerî rüşdiyesine girdi; fakat dördüncü sınıfta kalması sebebi ile, bu mektebi terketti, Nok­ san kalan tahsilini tamamlamak için Bagdad medreselerine devama başladı ve bu arada, bilhassa son devrin en büyük arap edebiyatı âlimlerinden biri sayılan Mahmüd Şukri al* ÂIüsi 'nin derslerine devam etti. Aynı zaman­ da da doğduğu şehrin ilk mekteplerinde mu­ allimlik yapıyordu. Nihayet Nâmık P aşa’nın valiliği zamanında, Bagdad idâdîsine arap ede­ biyatı muallimi tâyin edildi. Meşrûtiyetin ilâ­ nına kadar (1908 ) bu vazifede kaldı. Bu sıra­ da, o da diğer osmanlı münevverleri gibi, Abdülhamid istibdadı aleyhinde şiirler yazı­ yor ve bütün arap âleminde derin akisler uyan­ dıran bu şürlerİ Mısır gazete ve mecmuaların­ da, bilhassa al-Muktabas ile al-Mu ayyad’de, neşrediyordu. al-Ruşafİ bu şiirlerinde bilhassa



345



Nâmık Kemal 'in te'siri altında kalmış görün­ mektedir. Filhakika bu büyük türk şâirinin Rüya ’smı, bu sıralarda Rtvayat al-ra’yâ adı ile, arapçaya çevirmiş ve 1909 ’da Bagdad *da neşretm İştir. Osmanlı meşrûtiyeti, Ruşâfi için, içten bağ­ landığı hürriyet emellerinin tahakkuka olmak bakımından, sâdece mes’ud bir hâdiseden iba­ ret kalmamış, aynı zamanda ona, kendisini hakikî bîr uzvu saydığı Osmanlı imparatorlu­ ğunun merkezinde, belki hiç düşünmediği im­ kânlar hazırlamıştır. 1908 yılında ikdam ga­ zetesi sahibi, gazetesinin arapça olarak çıkar­ mak istediği nüshasına muharrir olmak üzere, onu İstanbul ’a davet etti. al-Ruşâfi, İstanbul 'a geldiği zaman, bu zât karârından vazgeçmiş bulunuyordu. Bununla beraber, al-Ruşâfi bir kaç ay bu şehirde kaldı ve meşhur 31 mart 1909 hâdiselerine şahit oldu. Bu sırada bir ay için Seİânik ’e gitti ve sonra memle­ ketine döndü. Beyrut 'ta seyahatinin sebep olduğu maddî güçlükleri yenebilmek için, o zamana kadar yazdığı şiirleri ihtiva eden Divan 'mı kitapçı Muhammed Camâl ’e sattı. 1910 yılında neşredilen bu Divan çok geniş bîr alâka topladı. al-Ruşâfi Bagdad ’a geleli bir ay olmuş idi ki, İstanbul ’da bulunan dost­ larından aldığı bir telgraf kendisine Medrese-i mülkiye-i âliye ( sonradan Mülkiye ) ’ye arapça müderrisi ve Aydın meb'usu Ubeydulİah'm arap­ ça olarak çıkardığı Sahil al-raşâd 'a muhar­ rir tâyin edildiğini bildiriyordu. Tekrar İstan­ bul 'a gelen al-Ruşâfi bu gazetede, bir yıla ya­ kın yazılar yazmıştır, Mülkiyedekİ vazifesin­ den başka, Evkaf nezâretine bağlı Madrasat a!~vâ i?in ’de, sonra kitap hâlinde neşrettiği derslerini vermeğe başladı. Nihayet al-Ruşâfi Muntafik meb’usu olarak Osmanlı meb'uslar meclisine girdi. Bu arada İstanbul 'da evlenmiş ve çocukları olmuş İse de, bunlar çok yaşama­ mıştır, Mütârekeden sonra Şam ’a gelen al-Ruşâfi, kendisine mevkî ve hâli ile mütenâsip bir vazife verilmediğinden, zarurete düşmüş idi. O zaman ona Kudüs Dârüimuallimm’ınde arap edebiyatı muallimliği verilince, bunu kabul ede­ rek, zaruretten bir dereceye kadar kurtuldu. 1921 ’de İrak devleti teşekkül edince, al-Ruşâfî, vatanına, maârif vekâletinde Lacnaİ al-tarcamü va ’l-ta rib ( „tercüme ve arapçalaştırma he­ yeti1* ) reis vekilliğine davet edildi. Bunun üze­ rine ana yurduna dönen al-Ruşafi, bir müddet için, millet vekili de seçilmiştir. Fakat menK lekelinin sür'atle terakkisi hususundaki düşün­ celerini, kimseden korkmadan, açıkça söyledi­ ğinden, hükümetin tazyikına mâruz kalmış ve inzivaya çekilmeğe mecbur olmuştur. Vefat ettiği 1945 yılına kadar böyleee inzivada ve



346



MÂRÜF RüSAFI — MARYA.



bîr dereceye kadar mahrûmiyetîer içinde yaşa­ mıştır. ! al-Ruşâfi ’nİn eserlerine gelince, m a n z u m o l a n l a r , başlıca iki cild teşkil eden Divân 'ıııdan ibarettir f i , Beyrut, 1910). Divân alRuşâfi (Beyrut, 1931, 514 sa h ile) adı altın­ da, ayrıca iki cildi bir arada olarak neşredilmiş olan bu şiirler, ilk tab’ı ile aynı esâs dâhilinde kalmak üzere, şöyle tertip edilm iştir: 1. alKavniyât, 2. aî-İctimâ:iyât, 3. al-Falsafiyât, 4. al-Vaşfiyat, 5. al-Har i kıy at (Ç irağan sarayı, Fâtih ve İshak Paşa mahalleleri v. b. j'angmlan hakkında söylenmiş şiirler ), 6. al-Maraşi, 7. aî-Hicâbiyât, 8. al-Siyâsiyât, 9. al-Harbiyât (. İtalya 'nın Trablusgarbb istilâsı, Edirne'nin sukutu, Balkan harbi, Osm anlı imparatorluğunun birinci büyük harbe girmesi v. b. münâsebeti İle söylenmiş şiirler) ve xo. al-MukattaSt. Bir de mekteplerde beste ile okunan şiirleri vardır ki, al-Anâşid al-madrasîya (Kudüs, 1920) adlı eserinde toplanmıştır. al-Ruşâfi 'nin diğer eserleri m e n s u r olup, şunlardır: ı. Rtvâyai al-rtfyâ ( Bagdad, 1909 ), yukarıda söylenildiği üzere, Nâmık Kemâl 'in Rüya’sının arapçaya tercümesidir; 2. D a f al-hucna f i irtizâh al-lukna (İstanbul, 1331 ==1913), türk talebeleri için yazılmış bir eser olup, türkçeye girmiş arapça kelimeler hak­ kında da bilgi verir; 3. Nafh al-tîb f i ’l-fyiiâba va 7 -hatib, İstanbul 'da Madrasat al-vSsi?in 'deki derslerinin notları olup, araplarda hitâbetin mevkii hakkında faydalı bilgiler ihtivâ eder; 4. Mufyâzarât al-adab ol- arabi ( Bagdad, 1922, 2 cild ), Bagdad mekteplerinde verdiği arap tarih ve edebiyatına dâir konferansların metinlerini ihtivâ eder. Bunlardan başka onun Kiiâb al-âlat va ’l-adavât ve D a f1 al-marâk f i lügat al-amma min ahi al- Irak adlı iki eseri daha vardır kî, galiba basılmamıştır. Bugünkü Irak arap edebiyatının, Camii Şidki ’Î-Zahavi [ b. bk.] ile birlikte, her bakımdan yemliğin kurucusu iki büyük şahsiyetten biri sayılan Ma'rûf al-Ruşâfİ, nesrinin çok güzel olmasına ve beğenilmesine rağmen, bilhassa şâir olarak şöhret kazanmıştır. Dit bakımın­ dan arap edebiyatının bütün zenginliklerini tevarüs etmiş ise de, düşünce ve şiirinin mev­ zuları bakımından, tamâmiyle yenidir. Bu hu­ susta, Nâmık Kemâl [ b. bk.] 'in te’sirini açık­ ça görmek kabildir; o istibdat aleyhdarı ve hürriyet taraf darıdır; ırk ile bağlı bir milli­ yet fikri onda hemen hiç yoktur. Buna muka­ bil kuvvetli bir vatanperverdir. Ancak vatan mefhûmu da, yine Nâmık Kemâl 'de olduğu gibi, Osmanlı imparatorluğuna bağlıdır. Bu imparatorluğun dertleri tamâmiyle onun dert•eridir. Msl. İstanbul yangınları veya Balkan



( " harbi felâketi karşısında duyduğu derin acı bunun açık delilini teşkil eder. Onun kendine has bir hüzün ile ifâde ettiği ictimâî dâvala­ rın başında bir de şeriatın dar hükümleri ile sıkıca bağlanmış olan kadın meselesi vardır. Bu husûstakî görüşleri de daha ziyâde tanzimatçılarm görüşlerine yakındır. al-Ruşafi bü­ tün bu mevzuları, hassas bir kalbin duygulan ile İşleyerek, açık, süssüz, kelime oyunlarına kaçmayan bir ifâde ile anlatmıştır. Son dere­ cede selis kelimeler ve çok sağlam kafiyeler ona adetâ kendiliğinden gelmektedir. Bu ba­ kımdan onun şiirleri, eski büyük arap şâirle­ rini, bilhassa al-Buhturı ile. al-Mutanabbi'yi hatırlatır. al-Ruşâfi aynı zamanda arapçamn yeni mefhûmları ifâde edebilecek bir hâle gel­ mesine de hizmet etmiştir. Bâzan tamâmiyle yeni, o zamana kadar duyulmamış tâbirler kullandığı vâkîdır; fakat bunları dilin selika­ sına o kadar uygun bir şekilde kullanmıştır ki, hiç birisi yadırganmam ıştır. Velhâsıl bü­ yük bir arap münekkit ve âliminin ( bk. alMağribi, Dîvân al-Ruşâfi, Beyrut, 1931, ön­ söz, s. 3 ) dediği gibi, Ma'rÜf al-Ruşafi'yi, şi­ irlerinin bu busûsiyetlerı ile, «şiirde beyân emîri" saymak icâp eder. B i b l i y o g r a f y a : Rafâ’İl Butti, alÂdab al-a sri f i ’l-Irak al-arabi ( Bagdad, 1923), s. 67— 96; Louis Cheikho, al-Ruşâfiy a t va ’l-Raykâniyât ( al-Maşrik, 19x0), XIII, 379— 388; Halil Zâhır, a l-Ş ir va 7 şuarâ’ ( N ew York, 1931» bk. Fu’âd A frâm aUBustâni, al-Maşrilc, 1933, XXXI, 134 v.d.); Brockelmann, C A L, SappL, III, 488 v.d .; Hanna l-Fahüri, Târik al-adab al'arabi (Beyrut, 1953), s. 1029 v.d,



( A hmed A teş,) . M Â R Ü T . [Bk. HÂRÖT VE MÂRÜT.] M A R V . t Bk. m e r v . ] M A R V A . [Bk. ş a f â .] M A R V A N . [ Bk. MERVÂN. ] M A R Y A . [ Bk. m a r y a . ] M A R Y A . M ARYA, Eritrea ’nm garp böl­ gesinde yaşayan, bir k a b î l e . Büyük kısmı çoban olan bu kabile halkı Karan ıdârî bölge­ sinde 'Ansabâ vadisinin orta kısmında otur­ maktadır, Kabile, Marya Çayih ( »kızıl Mar­ ya" ) ve Marya Şallım ( »kara Marya" ) ol­ mak üzere, iki asiller gurubundan ve onlara tâbi olanların ailelerinden müteşekkildir. »Kı­ zıl "Marya an'ane icâbı mevki itibârı ile »ka­ ra" Marya ’dan daha aşağı bir durumda idi ve çok defa husûsî hâllerde, msl. »kara" Maryanın reisi öldüğü zaman, onlara he­ diyeler vermek mee hüviyetinde idî. Tâbi olanlar, fi'len »kızıl" ve »kara" guruplarına ayrılmışlardır; çünkü b« ailelerden her bîri.



MARYA ~ MASKARA. asî! bir aile reisinin himâyesi altında bulan­ makta idi. A sîî gurupların yüksek iki reisi kendi guruplarının bütün tabî aileleri üzerinde bir takım' haklara sahip id i; msl. bu reisler, her tâbîden kendi efendisine verdiği hediye­ nin aynım isteyebilir yahut da efendileri on­ lardan gelen hediye veya vergilerin onda bi­ rini kabilenin en yüksek mümessiline ödeme­ ğe mecbur edebilir. Maryalar, kendilerinin Mâryâ adlı bir cengâverden geldiklerini ileri sürmektedirler; rivayete göre, S ah o’nun sul­ bünden gelmiş olan Mâryâ, 16 asker ile bir­ likte, :Ansabâ hudutlarına göçmüş ve yerli­ lere misafir olmuş; fakat sonradan, Mâryâ 'nm nesli o kadar çoğalmış ki, bütün ülkeyi işgal etmişler ve yerli kabileleri itaat altına alarak, onları kendilerine tâbî kılmışlar. Menşe’lerî dolayısı ile iigrây adı verilen bu yerli­ ler, hakikatte habeş ve Becalardan idiler. Fa­ kat bugün Maryalar ve tâbîlerî yalnız t i g r e dili konuşmaktadırlar. Saho ve Beca ise, ta­ mamen unutulmuştur. Maryalar hıristİyan idiler, fakat yarım asırdanberi İslâmiyet! kabul etmişlerdir. Gurup­ ları ( msl. ,,kızıl" 'larm bîr kolu olan ‘A d TeMikâ’el ) gibi cedleri de, son nesillere varın­ caya kadar, hıristiyan adları taşımakta idiler. Her hâlde İslâm hukuku Maryalar arasında günden güne kuvvetli bir te'sir yapmıştır ve bu, bir çok bakımlardan, halk için, hakikî Bir kazanç olmuştur; zîra İslâm hukuku, asil­ lere kuvvetli imtiyazlar sağlayan ve tâbîîeri üzerindeki hakimiyetlerini te’min eden eski ve sert âdetleri bir dereceye kadar yumuşatabilmiştir, Hakikatte babanın mallarının en büyük erkek evlâda kalması ve kızların bun­ dan hâriç tutulması gibi, verâset kanunundaki bir takım haklar, İslâmî te'sirîer neticesinde yavaş-yavaş ortadan kalktı. Aynı şekilde, asillere borcunu ödeyemeyen tabileri köle ilân etmek âdeti, ceza kanununda asîller ile tabi­ lerin işledikleri suçlara dâir olan hükümler arasındaki büyük farklar, Maryaların İslâmi­ yet! kabulünden sonra, değişikliklere uğradı ve Erıtrea 'nın ıtalyanlar tarafından işgalinden İtibaren, bütün bu kanunlar ortadan kalktı. B i b l i y o g r a f y a i W. Munzinger, Ostafrtkanische Sineden ( Schaffhausen, 1864 ) ; E. Littmann, Lieder der Tigre Stamme ( Publîcations o f the Princeton Expedition io Abyssinia, Leiden, 1913 — 1915, III ve IV, ); C, Conti Rossini, Principî di diritto consaeiudinario delV Eriirea (Roma, 1916). ( E nri co C erullî .) M A R Y A M . [ Bk. meryem . ] M A R Z U B A K . [ Bk. meRZübân . ] M A S 'A . [Bk. S A ' Y . j



347



M A S A L . [ Bk. m esel . 3 M A Ş A N Î. [ Bk. MESÂNl. 3 M A S C A R A . [ Bk. m a s k a r a . ) M A SC ÎD . [Bk. m escîd , ] M A Ş H A F . [ Bk. muşhaf , 3 M A Ş H A F R A Ş . [ Bk. KİTÂB AL-ciLVA. ] M ASÎH . [ Bk. MESİH. ] M A S K A R A . M A 'A SK A R ( MASCARA), Ce­ zayir ülkesinin Oran idâri bölgesinde b i r ş e h i r olup, Mostaganem ’in 84 km. cenûb-i garbisinde, Oran şehrinin 96 km. cenûb-i şarkîsinde, 350 2Ö/ şimal arzı ve o° 7' şark tulünde, araplann Şârib al-Rih dedikleri Bani Şügran dağlarının cenup yamaçlarında, Sidi Tüciman vadisinin kenarında kuru’muş olup, sözü geçen vâdinîn ötesinde, şimâl-i garbı isti­ kametinde, yerlilerin ikamet ettiği Bâb 'A li mahallesi bulunur. Maskara şehri Cezayir ül­ kesinin en münbit topraklarından birini teşkil eden geniş Egris ( E ghris) ovasına hâkim bir durumda olup, yerliler burada Öteden beri hu­ bubat ekmekte iken, avrupahiar da tütün zi­ râatını idhâl etmişler ve mâruf bir şarap veren üzüm bağlan meydana getirmişlerdir. Mascara ’mn nüfusu, 1926 sayımında, 30.669 ( 16.630 y erli) İdî [ 1948’de 34.146'ya varmıştır]. Maskara 'nın kuruluşu oldukça eskidir, alBakri ( Masâlik, tre. de Slane-Fagnan, s. 160) ’ye göre, bu nüfus arasında Tihert ( T ia re t) ’ten gelenler var idi ve bunların bir kısmı ce­ nûb-i şarkîde, bir günlük mesafede bulunan İfgan 'a, burası Ifrânİ Şâlih 'in oğlu Ya'la b. Muhammed tarafından, 338 ( 949/950 ) ’de ku­ rulduğu sırada, gitmiş idi. İbn Havkal (trc. de Slane, J A , 1842 ) ile îdrisi ( trc. de Goeje, s. 96 ) burayı suyu bol, meyvası çok büyük bir koy olarak zikrederler. Muvahhidîîer buraya, muh­ temel olarak, bir kale inşa ettirmişlerdi. Tîemsen Zayyanileri burada bir vali ve muhafız kuvveti bulunduruyorlardı. Afrikalı Leon (k i­ tap IV, nşr, Sehefer, III, 34 ) »Beni Rasilere ( Bani Raşid ) âît şehirlerden biri" olan Mas­ kara 'da kurulan pazarın ehemmiyetine işaret eder. Burada büyük mıkdarda zahire He be­ raber memlekette imâl edilen yünlü dokuma­ lar ve eğer takımları da satılırdı. Tlemsen hükümdarları buradan büyük bir gelir te'min ederlerdi: Marmot ( Africa, .11, 3 s 6 ) ’a göre, 40,000 pistoie „altın". TÜrkler XVI, asırda Maskara’ya yerleştiler. Buraya bîr muhafız kuvveti koyduktan sonra, 1701 ’de garp beyliğinin o zamana kadar Dahra 'da, Mazüna ’da bulunan merkezîni buraya naklettiler. O ran ’m 1792'de Cezayirliler ta­ rafından geri alınmasına kadar, beyler burada oturdular. Daha evvel ehemmiyetsiz bir ka­ saba olan Maskara bu sırada hakikî bir şe-



34 »



MASKARA -



hir manzarası m aldı. Beyler burada iki camı ve bir medrese kurdular, bir kale ( kaşba) bina ederek, şehrin etrafım sûr ile çevirdiler; su yollan yapıp, çeşmeler inşâ ettiler. Bütün Cezayir ülkesinde makbul olan bornoz ve ör­ tü imâli halkı zenginleştiriyordu. Bu ümran, beylerin Maskara şehrini terketmeleri ve bil­ hassa XIX. asır başlarında garp eyâletinde çıkan ayaklanma yüzünden devam edemedi. Derkâvi Ben Şerif, 1805 'te şehri ele geçirip, bir müd­ det burada tutundu; 1827'de Murâbıt Muhammed al-Ticâni 'nin tecâvüzüne uğradı. HŞşimlerin desteklediği bu şahıs, Bâb :A li mahal­ lesini ele geçirdi ise de, şehre taarruz etme­ ğe hazırlandığı sırada, türkler tarafından öl­ dürüldü. Türk hâkimiyetinin sona ermesini müteakip, Eghris ovasındaki aşiretler tarafın­ dan sultan ilân edilen ‘Abd al-Kâdir [ b. bk.], hükümetinin merkezini Maskara 'da kurdu ise de, kendisi buraya seyrek olarak geldi. 1836 kânun I. 'da mareşal Clauzel ’in kumandasın­ daki fransız kuvvetleri M askara'yı ele geçir­ diler ise de, ertesi gün burayı kısmen yanmış bîr hâlde, tahliye ettiler. Emîr :Abd al-Kâdir tekrar Maskara 'ya girerek, burayı 30 mart 1841 'e kadar elinde tu ttu ; bu tarihte Bugeaud 'nun kuvvetleri, kat’î olarak, şehre yerleştiler. Yarı harap olan Maskara ’mn o tarihte nüfusu 2.840’tan ibaret kalmış idî. B i b i i g o g r a f y a: Ces-Caupenne, Afoscata (Paris, ı8$6); Gorguos, Notice sur Mohammad el Kebir ( R, A f r 1857); Lespinasse, Notice sur h s Haçhem de Mascara (/?. A fr., 1877); Correspondance du ca~ pitaine Daumas ( Cezayir, 1912 }; Tableau des eiablîssements français dans VAlgerie (1839). (G . Y ver.) M A SIÇ A T , [ Bk. m a s k a t .] M A S K A T . M A SK A T ( Masqat, İngl. Musc a t), Arabistan'ın şark sairimde, :OmSn kör­ fezi kıyısında b i r l i m a n olup, 23® 37' şimal arzı ve 58“ 35' şark tülünde bulunur. Maskat, Aden ile Basra körfezi arasında, büyük gemi­ lerin sokulabileceği tek limandır. Ehemmiyeti Basra körfezi medhaline hâkim olan vaziye­ tinden İleri gelir. Liman aş.-yk. 900 çift adım uzunluğunda ve 400 çift adım genişliğinde, at nalı şeklinde bir koyun içinde bulunur ki, çeşitli renklerde ve üzeri nebattan tamâmiyîe mahrum yarlar bu koyu kuşatmakta ve rüz­ gârlardan korumaktadır. Binaları ile bem­ beyaz bir görünüşü olan şehrin gerisinde uza­ nan dağların irtifâı, kışın sırtları bâzan, kar ile örtülen Cabal Ahzar zirvesinde, 3.000 m. 'yİ aşar. Yamaçlar üzerinde üzüm bağları vardır. Rivayete göre, portekizliler bu bağların üzü­ münü »muscatel* ismi ile Avrupa'ya tanıtmış­



MASKAT. lardır. Limanın faaliyeti büyük olup, kıyıda orta yerde sultanın sarayı, şehrin cenup ucun­ da İngiliz siyâsî maslahatgüzarlık binası bu­ lunur, Şehrin iki tarafında, Maranİ ve Caliâli adlı, iki, eski portekiz kalesi yer alır. Bu kalelerden birinin mabedi 1588 tarihini taşır. Pek mühim olmayan çarşıda dikkati çekecek bina yoktur. Camilerin husûsiyetı yüksek mi­ narelerin butunmayışmdadır, İklim şartları pek elverişli sayılmaz. Maskat da, Hudayda ve Cidde gibi, en sıcak sahil şehirleri arasında zikredilir. Sühunet 45° 'ye kadar yükselebildiği gibi i7 ° 5ye kadar da düşebılmektedir. Senelik yağış mıkdarı azdır ( 1936*™-1940 devresinde 30— ı£o mm.). Suhûnet blhassa yaz aylarında bâzı zamanlar, umumiyetle gecenin bir kaç saatinde Arabis­ tan çölünden ve kayalık yamaç!ar üzerinden esip gelen rüzgârlar ile, fazla yükselir. Teşrin II. 'den mart ortalarına kadar sıcaklık mute­ dildir. Bununla beraber, sıtmaya karşı tedbirli olmak icâp eder. Maska]:, ön A sya memleketleri arasında mübadele merkezi olmak bakımından, büyük bir ticarî ehemmiyete sâhipt’r. Birinci cihan harbinden evvel Hindistan, İran, şarkî Afrika ve Mauritius adası ile doğrudan-doğruya mun­ tazam münâkale imkânlarına sahip idi. Muh­ telif İngiliz ve ayrıca bâzı alman ve rus ticâ­ ret kumpanyaları buraya vapur uğratırlardı. Posta muhâberâtı İngiltere 'nin kurduğu te'sisler İle ve telgraf muhabereleri İse, Hindis­ tan hükümetinin karşı sahilde Cashk 'a uzattığı bîr kablo vâsıtası ile te’min edilmekte idi. Ticarî faaliyetin fazlalaştığı sırada 10.000*1 bulabilen nüfusun ekseriyetini araplar teşkil etmekle beraber, burada iranhlar, hindûlar, hind müslümanları ( pakistanlıîar) belûclar ve az sayıda olmak üzere, ticâret İle meşgul avrupalılar da mevcuttur. Evvelce Maskat pek faal bir pamuklu ve ipekli dokuma sanayii merkezi durumunda iken, XX. asrın başlarından itibaren bu san'at kolları Hindistan ve Amerika ’mn rekabeti ile gerileyip, hemen tamâmiyîe ortadan kalkmıştır. Aitm ve gümüş işleri, bilhassa hindûlar tara­ fından yapılan işlemeli kılıç ve hançerler meşhurdur. Maskat 'm idhâlât ticâreti, bilhassa silâh ve cephane, zahire, boya, kıymetli mâ­ den, inci, çeşitli gıda maddesi, mensûcât, tütün, inşâ malzemesi, cam ve porselen, demir mamulatı ıtriyat ve sabun gibi, eşyâ üzerine yapılmakta olup, ihracât arasında da deve, at ve merkep gibi, canlı hayvan1ar, hububat, kuru ve tuzlanmış balık, hurma, limon ve nar gibi meyvalar, eritilmiş tereyağı, kavka’a ve sadef, bağa, çeşitli dokumalar ile deH ve



MASKAT. meşin yer almaktadır. Ticâret sâhasında Hin­ distan ve Pakistan *m mevkii başta gelir. Mahallî ananeye göre, Maskat eski bir de­ virde birayari muhacirler tarafından te’sis edilmiştir. A. Sprenger, Maskat ’ı Batlamyus (V I, 7, 1 2 ) 'tâki jcçujcsöç kıp/p» olarak teşhis etmiştir. Şimal limanının dar bir medhali bulunması ve şark tarafından kayalık tepeler He korunmuş olması dolay ısı ile, gemicilerin burayı görememeleri pek tabi’î olarak mümkün ve bu suretle »gizli" adı yerinde sayılabilir. al-Mukaddası ( B G A , III, 93 v.d.), al-Maskat limanını zikrederken, buranın Yemen gemileri için ilk durak, meyvası bol güzel bir yer oldu­ ğunu söylemektedir. İbn al-Fakih al-Hamazâni ( B G A , V, 11 ) Maskat ’ın Omân ülkesi nihâ­ yetinde Sirâf ’tan 200 fersah mesafede, Hin­ distan ’a ve daha Ötede bir aylık mesafedeki Külûmali *ye gidecek gemiler için hareket üs­ sü olduğunu, gemilerin buradan su aldıklarını, çİn gemilerinin bu sebeple 1.000 dirhem, di­ ğerlerinin 10—20 dinar verdiklerini söyler, ldrîsi M'as^at ’ı çok kalabalık bir şehir olarak zikretmekle iktifa eder. İbn al-Mucâvİr ( bk. A. Sprenger, P o st-u n d R eiseroııien, s. 145 v.d.) daha fazla mâlûmat vererek, Maskat’m evvelce Maskat tesmiye edildiğini ( Niebuhr, s. 296 da aynı şeyi söyler) ve buranın Afrika ile Basra köıfezinin şark sahili arasında ehem­ miyetli bir uğrak yeri olduğunu bildirir. XVI. asra gelinceye kadar, :Omân ülkesinin tabî ol­ muş bulunduğu hâdiselere İştirak eden Mas­ kat, bundan sonra Avrupa denizci devletleri­ nin nufûz sahalarına dahil oldu. 1506’da Albuquerque, limanın önüne gelerek, Portekiz hâ­ kimiyetinin kabul edilmesini istedi ve önce iyi karşılandı İse de, halkın tavrım değiştir­ mesi üzerine, portekizli amiral şehre tecâvüz etmeğe karar verdi. Büyük küçük 40 gemi, bir çok kayık ile,limanın tersanesi tahrip edil­ di ; câmiler yıkıldı ve şehir yakıldı. Bundan sonra portekizliler burayı tahkim ederek, 1527 'de Marâni ve Callâli kalelerini inşa ettiler ise de, zamanımızda bu ismi taşıyan tahkimat daha sonra, P ortekiz’in İspanya ile 1580’de birleşmesinden sonra, Madrid ’den gelen emir üzerine yapılmıştır. Portekizlilerin buradaki durumları pek sağlam değil id i; sık-sık komşu aşiretlerin ve ayrıca denizden türklerin hücumu­ na uğrayorlardı. 1526'da M askat’ta bir isyan, Hindistan valisi Lopo Vaz tarafından bastı­ rıldı. 15 50.’d e Pîrî Reis kumandasında bir Osmanlı donanması Maskat önünde görünerek, 18 günlük bir topa tutmadan sonra, şehri hücûm ile zaptetti. Portekizli kumandan ile 60 adamı esir olarak, türk kadırgalarına alındı, *S 53 Te Portekizliler Oşmanlı donanmasını tah­



349



rip ederek, Basra körfezindeki hâkimiyetlerini tekrar kurdular. Bundan sonra Maska] bir harp limanı hâline getirildi. Fakat 1631 'den itibâren Portekizlilerin yıldızı çabucak sönme­ ğe başladı. 1649 senesi sonunda Maskat, ‘Omân imamının bir ordusu tarafından, muhâs&ra edildi ve yardımın gecikmesi üzerine, şehir 23 kânun 11. 1650 'de teslim oldu. Bunu mü­ teakip şehir, hollandalHarın te’siri ile ticarî rolünün faâi olarak devam etmesine rağmen, eski ehemmiyetini büyük ölçüde kaybetti. XVII. asrın sonlarına doğru Maskat, donan­ masının korsanlık faaliyeti ile, geçici bir şöh­ ret kazandı. 1737 ’de şehir iranlılar tarafından zaptedildî ise de, 1741 ’de imamlığa seçilen şim­ diki hükümdar hanedanının kurucusu Ahmed b. Sa:üd İranlılart buradan kovdu. 1797 'de Mas­ kat 'ta fransız te'siri de hissedildi. Napoleon Bonaparte, Ingiltere 'ye karşı savaşında, Mas­ kat ’ı Hindistan 'a tecâvüz edecek kuvvvetlerin bir hareket üssü olarak tasavvur etmiş idi ve bu suretle Ingiltere’nin dikkati, gittikçe art­ mak üzere, bu nokta üstüne çevrildi. Daha ı8oo'de Captain John Malcolm, Hindistan hü­ kümeti tarafından, M askat'a gönderildi. 1798 ’de sultan ile East Indla Company arasında yapılan anlaşma te’yît edildi ve Maskat, sö­ zü geçen kumpanyanın bir maslahatgüzarı­ na merkez olarak seçildi. 1807 ve 1808 se­ nelerinde Fransa hükümeti de sultan ile an­ laşmalara varıp, Maslçat 'a bir konsolosluk me’mûru gönderdi. Bunu tâk'p eden yıl­ larda şehir inkişâf ederek, Basra körfezi ticâretinin merkezi oldu. Maskat, İngiltere 'nin de yardımı ile, Vehhâbîlerin tecâvüzünü başarılı şekilde önledi ise de, 1833 Te onlara ver­ gi vermeği kabûl etmek mecburiyetinde kaldı. Yelkenli gemiler yerine buharlı gemilerin geç­ mesi limanın faaliyetini geriletti. Palgrave 1863 'te Maskat ’ı 40.000 nüfuslu mühim bir liman olarak vasıflandırmış iken, Bent ( 189$ ) şehrin nüfusunu 20.000 'den fazla bulmamakta îdi. Şimdi ise, bu nüfus 10.000 ’i aşmamaktadır. Sul­ tan 1833 'te Amerika ile, 1839 ’da İngiltere ile birer ticâret muahedesi imzalamış idi, 1844 'te Fransa ile akdedilen ticâret muahedesine göre, Fransa ’nm en ziyâde müsâadeye mazhar olmuş devlet hakkı kabûl ediliyor ve fransız tebeasma serbestçe ticâret yapmak hakkı tanınıyordu. Bununla beraber M askat’ın 1862’de ingüizfransız müşterek beyannâmesinde Hân olunan istiklâli ancak itibarî bir mâhiyet almış bulunmakta, zîra müteaddit defalar sultanlı­ ğa himaye edici devlet gibi müdâhale etmiş olan Ingiltere, siyâsî me’mûrları vâsıtası ile, sultanı sıkı-sıkıya elinde tutmakta idî. Ingilte­ re ’nin son verdirtmek istediği köle ticâreti



M ASK AT.



3 $û



MASÇAT İMAMLARININ ŞECERESİ Ahmed b. Sa:id



(1154 — 1188 h.) Sultan



Sa;id ( 1 5.88



( 1 2 0 6 — 1 2 1 9 K.)



Î I 9 3 b.)



Hâmid ( 1 1 9 3 — 12 0 6 h .)



Salım h.)



Sa‘i d (olm . 1273 h.)



( 1*19



Turki (1287 — 130511.)



(1273— 1233 h.)



Şuvayni



Faysal ( 1888— 1913 m.)



(1283 —1285 h.)



Salim



'A zzân b. Kays



(1285-1287 h.) .



Taymür (I 9 * 3 “ -1932)



Sa id ( 1932 'den itibaren ) münâsebeti ile Maskat sultam İngiltere ile varıldı ki, buna göre Fransa ‘Omân körfezin­ muhtelif anlaşmalara girmiş, hattâ Fransa'nın deki kömür deposundan vazgeçiyor, buna kar­ ele geçirmek istediği Hüryân-Müryan adaları­ şılık Mukallâ ’daki kömür deposunun yansı nı 1854’te Ingiltere terketmiş İdi. Sultan kendisine, Ödünç olarak, bırakılıyordu. Fran­ Sayyid Sa'id 'in 1856'da vefatında memleket sa bu depoyu 1916'da İngiltere hükümetine oğulları Suvayni ve Macid arasında bölündü. terkettîği için, anlatılan ihtilâf tamâmıyle In­ Birincisi M askat’ı aldı ve İkincisi XVIII. asrın giltere lehine neticelenmiş demektir. Muhtelif sonundan beri Maskat 'a ait bulunan Zangibar vesileler ile ehemmiyetli siyâsî gerginliklere ile iktifa etti. Bu bölünme, yine Ingiltere 'nin sebep olan başka bir ihtilâf da, yine aynı şe­ müdâhalesi ile, Hindistan kıral naibi Lord kilde neticelendi. Fransa'nın Maskat ve Zen­ Canning tarafından idare edilmiş idi. 1861 se­ gibar konsolosu tarafından bir takım ’Omân nesinde Maskaj: 'a senelik bir tâbiiyet vergisi gemilerine fransız tabiiyeti vesikaları ve fren­ ödemek kaydı ile, Zengibar 'm istiklâli kabûl siz bayrağı verilmiş idi. Bu gemilerin kap­ edildi; Maskat sultanının köle ticâretini önle­ tanları arasında silâh ve köle kaçakçılığı mek maksadı ile kabûl ettiği bir takım imti­ yaptıklarından dolayı, hükümetlerinin adlıyesi yazlara karşılık olmak üzere ve aradaki dostluk tarafından takibata uğrayanlar, fransız himaye­ devam ettiği müddetçe, yukarıda sözü geçen sinden faydalanmışlardı. Mesele 1903 ’te Ingil­ verginin ödenmesini 1873 ’te Ingiltere kendi tere ile Fransa arasında silahlı bir mücâdele üzerine aldı. 1864 'te imzâlanan bir telgraf çıkmasından korkulacak derecede alevlenmiş anlaşması da aynı dostluk çerçevesi içinde iken, nihayet La Haye hakem mahkemesine meydana geldi. 1891 'de sultan Faysal, Ingil­ sevkedildİ. Mahkemenin 1905 'te verdiği karara tere ile akdettiği bir dostluk, ticâret ve seyr-ü göre, 3 kânûn H. 1892 tarihinden evvel fransız sefer anlaşması ile, kendisi ve halefleri nâ­ bayrağı almış olan gemiciler, bu bayrağı taşımak mına, İngiltere’den başka bir devlete toprak hakkma yeniden sahip olabilecekler, bu tarih­ terketmemek veya kiralamamak taahhüdünde ten sonra gemilerden, 1863'te fransız himâyesi bulunuyordu, Fransa evvelâ bu taahhüde iti­ altında bulunanlar hâriç, bu hak geri alınacak­ razda bulundu ve bir 'tâviz olmak üzere, 1894 tı. 1917’de ‘Oman gemilerinden ancak i 2 ’si cenûb-i şarkîsinde bir kö­ fransız bayrağı taşıdığına göre, Fransa’nın 'te M a s k a t 5 mür deposu elde etti. Fransa'nın bu hakkı, 17 sahip olduğu imtiyaz, çok geçmeden, .sona teşrin II. 1844 muahedesi ile elde etmiş bu­ erecek demekti. Maskat ’tan yalnız Iran ve lunmasına rağmen, İngiltere, yeni kabûl edilen Efganistan 'a değil, Arabistan içerilerine doğru muahedeye dayanarak, keyfiyeti protesto etti. yapılan silâh kaçakçılığının Ingiltere ’yi fazlası Yapılan müzâkereleden sonra, bir anlaşmaya ile endîşeye düşürmesi tabi’î îdi. Bu kârlı



MASKAT ticâreti önlemek üzere,. 1912'de Maskat Ta silâh satmağı inhisara alan ve kontrol edilen bir müessese kuruldu. Gerçekte kaçakçılık tamâmiyle önlenmiş olmayıp, Birk, Şabayn ve R u a y s ’a geçti ve Maska^Tn silâh ithalâtı bu tarihten itibaren büyük Ölçüde azaldı. 4 teşrin I. 1913 senesinde babasının yerine geçen sal­ tan Taymür, ‘Omân 'm cenûbunda kendilerine bir başka imâm seçerek, istiklâl ilân etmiş bulunan kabileler tarafından, esaslı bir muha­ lefet ile karşılaştı ve âsîlerin Maskat 'a yak­ laşması ancak İngiltere 'nin askerî kuvvetler ile müdâhalesi sayesinde Önlenebildi. ‘ Omân sultanlığının merkezi olan Maskat Tan başka, 2. B a s r a — N i b â c yolu üze­ rinde, Maskat al-Rami isimli bir mevki ile 3. Hazer denizi kenarında muhtemelen Husrav Anüşirvân tarafından kurulmuş bir kasaba zikredilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : t. için bk. İbn Havl 85 v.d., 88, 9 1 ) ; Persian G u lf (ayn, esr,, nr. 76, London, 1920, s. 27, 32); Sir Arnold T. Wilson, The Persian Gulf, an Historical Sketch from the Earliest Times to the Beginning o f the Tıveniietk Century ( Oxford, 1928 ), s. 13 v. dd., 113 v. dd., 125 v. *53— i56,-i73> 176,188 v.d., 194,198, 204, 21$, 232>337j 239— 243 (Masfeaj;Tn 1670 Teki



MASMU'DE.



35*



hâli ve şimdiki limanın resimleri üe ); E. de Zambaur, Manuel de Genealogie et de Ckronologie pour l'histoire de Vlslam ( Hannover, *927 )» I» i 29î C. J. Eccles, The Sultanate o f Muscat and Oman ( Joarn. o f the Central Asian Society, kânun II,, 1927, s. 14— 42 ); v. Oppenheim, Vom Miitelmeer zum Pers. Golf, II, 323 v. d d .; R. Said-Ruete, Saîd bin Sultan ( 1791— 1856) ruler o f Oman and Zanzibar ( London, 1929 ) ; bk. bir de mad. 4OMÂN ve oradaki bibliyografya. — 2. İçin bk. Yakut, Mu cam (nşr. Wüstenfeld ), IV, 529; Marâşid al-itiilâ' (n şr. T. G. J. Juynboll ), III, 98. — 3. için bk. B G A , I, 186 v. d .; İbn ai-Fakih al-Hamazâni ( B G A, V , 288, 293, 298); İbn Hurdâzbeh ( B G A , V I, 124 ); Kudâraa ( B G A , VI, 259 ); Yakut, Mvtcam, ( nşr. Wüsienfeid ), I, 221,438, 501; IV, 529; Marâşid al-iitila ( nşr. T. G. J. Juynboll),



IH, 98-



(A . G rohmann.)



M A S L A M A . [B k. MESLEME.) M A ŞM U D A . [ Bk. masm Ode .] M ASM Û D E. MAŞM UDA ( Maşâmida şek­ linde cem'-i mükessirine de tesadüf ed ilir); berberi İerin Barânis kolunu teşkil eden en mühim k a v m î t o p l u l u k l a r d a n b i r i . al-Bakrı ’nin Bona civarında bulunduğunu kaydettiği Maşmüda unsurları bir tarafa bırakılacak olursa, islâmdan sonraki Maşmudaler gâîibâ yalnız Magrib 'in en garp kıs­ mında yaşamışlardır. Merkezî Fas tarihi derin surette tetkik olunursa, bunların, diğer ber­ beri topluluklarından Şanhâcaler ile birlikte, bu ülkenin berberi halkının nüvesini teşkil ettikleri görülür. Filhakika, VII. asırdaki ârap istilâsından Muvahhidîler hükümdarı Ya'küb alManşnr 'un 1190 yılında HilâHleri buraya yerleştirmesine kadar kadar geçen zamanda, Maşmüdaler Badis, Miknâsa ( Meknâs) ve Dimnât üzerinden gaçen ve şimâl-i şarkîden cenub-i garbiye uzanan bir hattın garbında Akdeniz ’den Anti-Atlas 'a kadar yayılmış olan geniş ova, yayla ve dağlarda yaşamakta idi­ ler. Bu bölgenin onlar tarafından işgâl edilmiş olan yegâne kısımları Şanhâcaler İn yaşadığı uç küçük sâha idi: Tanca, Varğa vadisi ve Azemmür, Maşmüdaler bölgesi şİmâlde ye garpta Akdeniz ve Atlas okyanusa ile, şarkta ve cenupta Şanhâcalerİn yaşadığı topraklar ile hudutlanmış idi. Şİmâlde Tâza ve Varğa bölgesi Şanhlcaîeri, merkezde, Fâzâz Zsnâtaleri de dâhil olmak üzere, orta Atlas Şanhâca ve Zanâgalan, cenupta Hasküraler, Lemtalar ve Gazülaler bulunuyordu. • Fas ülkesine eskiden Süş adı^verilmesinm sebebi, bu Maşmüda topluluğunun Süs Tan A k­ d en iz'e kadar, aralıksız bir şekilde, uzanmış



$5*



MASMÜDfi.



bulunması olabilir. Bu isme, aralarında iki ay­ lık bir mesafe bulunan biri yakın ( merkezi .* Tanca), diğeri uzak (m erkezi: T ark ala?) olmak üzere, iki Süs bulunduğunu söyleyen Yakut (k rş. Ma cam, mad, SÜS ) 'ta rastlanmaktadır. Aynı şekilde, bir zamanlar Fas ’m bütün şimal-i garbi köşesinde ,,süslular“ ( ahi Süs ) ’ın yaşadıklarından bahseden efsâneleri de bu kavım birliğe bağlamak icâp eder. Araplardan Hilali kabilelerinin iskânından önce, Maşmüdaler üç kısma ayrılmakta îd i: *. Şimalde, A kd en iz’den Sabu ve V a rğ a ’ya kadar Ğumâraîer [ b. bk.J; 2. Merkezde, Sabü ’dan Vadi Umm Rabi’ ’a kadar Barağvataîar [ bk. mad. BERĞÂVATA ]; 3. Cenupta, Vadi Umm Rabi' ’den A n ti-Atlas ’a kadar asıl Maşmüdaler. Göçebe Butr berberîlerinin aksine, Barânİs ’in büyük bir kısmı gibi, Maşmüdaler de ta­ mamen toprağa bağlı idiler; zira İbn Hal» dün her ne kadar eserinin bir yerinde Hâha Maşmüdalerine bağlı olan Lahs ve Zaggan adlı ikî göçebe kabileden bahsediyor ise de, kitabının başka bîr yerinde de bunların Lamta kabileleri, yâni Süs 'un arap Ma'kiî bedevileri Zavü Hassan ile karışmış göçebe Şanhâcaler olduklarına işaret ediyor. İbn Haldun ayrıca Daran dağlarında veya büyük A tlas bölgesinde yaşayan Maşmüdalerin kalelerinden ve müs­ tahkem köylerinden (ma*âkil va huşun) bil­ hassa bahsetmektedir. Diğer arap tarihçi ve coğrafyacıları çobanlık ve çiftçilik ile geçinen Dakkâla ve Barağvâtalarm yaşadığı küçük iskân noktalarını ( karya ) zikretmektedirler. Fakat bunlar zamanla, Şalla, Tâdlâ ve Ağmât adlı Zanâta beyliklerinin teşekkülünden itiba­ ren, memleketlerinde hiç fasıla vermeden de­ vam eden askerî harekât, Murâbıtlar ve Muvahhidîerin istilâsı, râfızî BarağvSta 'ya karşı yapılan müteaddit seferler, Hilâli istilâsı, Muvahhidler ile Mariniİer arasındaki mücâdeleler, Fas ve Merâkeş 'teki Marini devletleri arasın­ daki rekabetler ve nihayet Portekiz harbi doîayıst ile ortadan kalktılar. Dukkâla diyarının ilk sâkinleri olan Azğâr, Tâmasnâ ve merkezî bölgede yaşayan Maşmüdaler, arap bedevileri yahut buraya sokulan Zanâtalar tarafından dinsizlikleri sebebi île, imha edildiler, mal ve mülkleri ellerinden alındı ve nihâyet Porte­ kizlilere karşı gevşek davranışlarından hoşlanmıyan Vattâsi sultanları tarafından uzaklara ( Fas cıvan ) sürülerek, vücutları ortadan kal­ dırıldı. Bunların yerini bedeviler, Hilali araplar ( şimalde — Habt ve A zğâr ’da — Riyâhlar, cenupta — Cuşamler; Sufyân, Hult, Bani C âb ir) ve berberîler ( Zanâtaler, Havvâraler ) aldı. XVI. asırda, Sa'di hanedanının İktidara geç­



mesi, 'Abda, Ahmar, Rahâmina, Barâbiş, Vadâya, Avlâd Dulaym, Zu'ayr v. b. gibi, arap Ma'kil kabilelerinin aynı bölgeye yeleşmelerine sebep oldu. XVI. asırdan itibaren Maşmüdaler, merkezî ovalık bölgelerin evvelâ Hilâli, daha sonra Ma1kil arap lan tarafından işgâl edilmesi neti­ cesinde, artık yalnız dağlık bölgede, eski va­ tanlarının şimal ve cenup uçlarında barınabUmişlerdir. Ş i m a l M a ş m ü d a l e r i ( veya Bayan ’da olduğu gibi, Masmüdat al-sâkiî «sahil Maşmüdaleri" ) umumiyetle Gumara gurubu tarafın­ dan temsil edilmekte îdi. Fakat bunların ya­ nında aynı menşe’den iki küçük gurup daha bulunmaktadır. o. Boğaz Maşmüdaleri, Gumara ’ye âit Septe İle Şanhacaiere âit Tanca arasında. Bun­ lar, adlarını müstahkem Ifaşr Maşmüda ( bu­ na Kaşr aî-MaeSz da denilmektedir; bugün­ kü al-IÇaşr a l-Ş ağir) limanına vermişlerdir. Bunların X. asırdan beri burada bulundukla­ rı söylenil mektedir; çünkü Gumâralerin pey­ gamberi Hâ-Mîm onlara karşı burada sava­ şırken öldürülmüştür; aî-Bakri ( XI. asır ) bunların, bugünkü Ancralerin yaşadığı yere tekabül eden aynı mevkîde bulunduklarını söylemektedir. 6. al-Bakri, al-Kaşr al-Kabîr ile Vâzzân arasındaki bölgede yaşayan bir başka Maş­ müda gurubu ( Aşşâda kabilesi ) zikretmek­ tedir. Bugün bile, bu iki şehir arasında, kü­ çük bir Maşmüda kabilesi yaşamaktadır. Vadi Umm Rabi ile Anti-Atlas arasındaki bölgede yaşayan c e n u p M a ş m ü d a l e r i de biri ova ve diğeri dağ gurubu olmak üzere, iki kola ayrılır. o. C e n û b î o v a M a ş m ü d a l e r i . Bü­ yük Atlas 'ın şimalinde yaşıyorlardı. Bunla­ rın başlıca kabileleri Dukkâla, Bani Mâgir, ( Safi civarında ), Hazmira, RagrSga ve Hâlıa (aşağı Tânsift meerâsmın cenubunda) idiler. Bu civarın baş-şehri Safi (arap. A s f i ) id i; çünkü Azemmür şehri ve T it ribaf ’ı Şanhâcalerin elinde bulunuyordu. Safi lima­ nından başka, AğmSt İçin iskele teşkil eden ve bir ribât ’a mâlik bulunan Tânsift munsabmdaki Kuz ( portekiz, A g o z ) limanı ile Süs civarının iskelesi olan Amagdül ( Por­ tekiz. M agador) da zikre değer. Bu üç mer­ kezden başka, Tâm asnâ’da olduğu gibi, ço­ ğu XVI. asır içlerine kadar mevcudiyetini muhafaza etmiş olan bir çok müstahkem mev­ ki ( karya ) de bulunmakta idi. Portekiz vak’anüvisleri, Afrikalı Leon ve Marmoî, bugün artık mevcut olmayan ve hattâ hâtıralardan i silinmiş bulunan bu yerlerden bir çoğunun



MASMÛDİ adını kaydetmişlerdir. Bu hususta mahallî evliyâya dâir kayıtlarda ve bilhassa al-Tâdüi ( XHI. asır ) 'nin Kiiâb ah tasavvuf 'unda kıy­ metli bilgi bulunmaktadır. Bugün A tlas şima­ lindeki bütün bölge araplaşmıştır. Bir zaman­ lar orada yaşamış bulunan berberî unsurları tamâmiyle kaybolmamış ise de, yine de ekse­ riyeti Ma'kil asıîdan gelmiş görünen araplarm arasında erimişlerdir. Yalnız Mogador ile Agadir arasındaki Hâhalar hemen-hemen tamâmîyle saf kalmışlar ve berberî dilini muha­ faza etmişlerdir. 6. C e n u b î d a ğ M a ş m ü d a l e r i . Bü­ yük Atlas ( Caba! Daran ), Sirvâ ( eski Ş ir­ van ) ve A n ti-A t’as veya Nagisa ( berber. In G i s t ) dallarında yaşıyorlardı. Büyük Atlas ’ta Maşmüdaler şarka doğru Tâns’ft'in yuka­ rı mecrasına ( Tizi-n-Telvet geçid i) kadar ya­ yılmışlardı. Şarktan garba doğru başlıca kol­ ları şunlardı: Galâva; Haylâna (v e y a : A y ­ lan ) 1a r ; Ağmâtlarm komşuları olan Varika ve Hazraca î Maşfivaîer ile birlikte Aşşadan; Mâğüs ve Duğâğa veya Bani Dağüğ j Gayğayaler ile beraber Hintâta; N a ffis’İn yu­ karı mecrasında Tin-Mallal sakinleri; Asif al» MSI’ın aşağı vadisinde Savda veya Zavda; Gadmİva ve nihayet garpta en büyük kabilesi Saksâva veya Saksiva olan Ganfisaler. Sirvâ dağı İle Vadi Sus 'un yukarı mecra­ sında Bani Vâvazgit ve Saktânaler yaşamak­ ta idi, Anti-Atlas 'm şimâl-İ şarkî kısmında ise Harğalar oturmakta idi. Nihayet daha cenupta, a s ıl. Süs [ b. bk ] ’ta Maşmüda menşe'ii mütecanis olmayan unsur­ lar yaşıyordu ( aî-İd risî: aklat min aUbarbar al~Maşâmida ). aî-Idrisi, Târüdânt 'tan A ğ ­ mât 'a giden yoldan bahsederken, Târüdânt île Harğa diyarı arasında, adları müstensihier tarafından yanlış geçirilmiş ve maalesef doğru şekilleri tesbit edilemeyecek dört kabîle zikr­ etmektedir. Bu asıl Maşmüda olan dağ sakinleri ya­ nında, Hasküra ( veya H asâkira) da zikr­ edilmelidir. Bunlar Şanhâca menşe’li dağlılar olup, büyük Atlas ile Anti-A tlas'm cenûbunda göçebe hayatı süren Lamta ve Gazülaların yakın akrabâları idiler. Hasküraler, yukarı Tânsift vâdİsİ ile Vadi al- Abid 'de Maşmü­ dalerin yaşadığı büyük Atlas ile Tâdlâ Zanâgalarmm ( — Şanhâca) oturdukları orta A tla s 'ı birleştiren dağ kütlesinin her iki ya­ macında yerleşmişlerdi. Bunların başlıca ka­ bileleri, yamaçlardaki yerlerine nazaran, Has» kürat al*Züİ ( = şimal Hasküraleri) veya Haskürat ah IÇibla ( cenup Hasküraleri ) dâKîl olan Zamrava, Muğrâna, Gamana, Gucda» ma, Fatvâka, Maştava, Hultâna ve Hantifa tılâm Ansiklopedi*!



İSİ



kabîleleri idi. Haskûralerin Şanhâca menşe’inden geldiklerini zikreden îbn Haldun, bunla­ rın muvahhidler tarafını tutmaları sebebi ile, umumiyetle Maşmüda kabilelerinden addolun­ duklarını, fakat bu sonuncuların hukukuna sahip bulunmadıklarım ilâve etmektedir. T a r i h . Ultba b. Nâfi:, 682 ’de, Atlas Maş­ müdaleri üzerine yürüyerek, bunlar ile bir çok defa savaşmış, hattâ bir seferinde dağlar arasında kuşatılmış ve ancak bîr Zanâta bir­ liğinin yardımı sayesinde kurtulmuştur. Aym yıl içinde 'Ukba „rüm“ ile hıristiyanlaşmış berberîlerjn ikamet ettiği Naffis şehrini hücumla zaptetti ve buradan Süs bölgesinde­ ki Igli şehrî üzerine yürüyerek, burasım da aldı. Bâzı kayıtlara göre, 'Ukba Atlas okya­ nusuna kadar üerİlemİş ve önünde artık zaptedecek hiç bir ülke kalmadığına Allahı şâhid tutmak maksadı ile, atım denize sürmüştür. Mamafih Maşmüdalerin bu ilk boyun eğişleri, U^ba'nin geri çekilmesinden sonra, pek faz­ la devam etmemiş görünmektedir. 707 yılında, Müsâ b. Nıışayr Fas *ı tekrar zaptetmek mec­ buriyetinde kaldı. Bizzat kendisi Dar a ve T â filâ lt’i ahrken, oğlunu da Süs ve Maşmüda ülkesini zapta gönderdi. 732 yılında, !Ubayd Allah b. Habhâb, Magrib valiliğine tâyin edilince, oğlu Ismâ'il ’i Fas valisinin yanma muavin olarak verdi ve kendisine bilhassa Süs bölgesini tevdî etti. 735'te, aym 'U b a y d Allah, U kba’nin toru­ nu Habib ’i Maşmüda ve Şanhâca ( Massüfa ) İere karşı Süs bölgesine gönderdi. Daha sonra bunun oğlu :Abd al-Rahmân al-Fihrı ( öim. 74$ ), Magrib ’in yan-müstakii valisi olarak, Igli 'yi zaptetti ve orada bakiyeleri al-Bakri zamanında henüz mevcut bulunan hır ordugâh kurdu. Tamdatt’tan başlayıp, bugün­ kü Mavritanya [ b. bk. J ’nıtı bir köşesinden diğerine Vâdân üzerinden A vdâğast'a giden yolda su ihtiyâcım karşılayan kuyuların da aym vali tarafından yaptırılmış olduğu söy­ lenir. [ Bundan sonra Maşmüda ülkesi IX. asra ka­ dar tarih sahnesinden kaybolmaktadır. îdris I .’in fütuhatı cenupta Tâmasnâ ve T â d lâ ’yı aşmaz. Fakat 812 ’de îdris II. Naffis şehrine karşı bir sefer yapmıştır. Ölümünde ( 828), 'A bd (veya :Ubayd) AUâh, memleketin tak­ simi sırasında, Ağmât, Naffis, Maşmüda ve Lamta ülkelerini ve Süs 'u elde etmiştir. alBakri, bu zâtın bir kısım ahfâdmm N affis'te hüküm sürdüğünü ve İgîi yakınlarında Bani Lamâs ’a hâkim olduğunu kaydetmektedir, Yah­ ya b. îdris 'in ahfadından olan diğer îdrisiler, aym devirde, Dar a'ya da hâkim bulu­ nuyorlardı. 23



354



Ma s m ü d E.



X. asırda, İdrisİ hâkimiyetinin sukutundanistiklâllerini muhafaza ettiler ve Hıntâtalersonra, Maşmüdaler tekrar istiklâllerine kavuş­ den Avlâd Yûnus, Gadmivalerden Avlâd Sa”d tular ve seçim ile tş başına geçen reisler Allah gibi, mahallî büyük ailelerden seçilmiş ( imğâren, arap. şu y ü k ) tarafından idare reislerin idaresindeki merkezî kuvvete az-çok edilmeğe başladılar. al-Bakri Ağmât reisle­ bağlı olarak yaşadılar. Saksâvalerden Umar rinin halk tarafından bir sene için seçildikle­ b. Haddü, berberice agellîd ( „kıral“ ) unvanım rini söylüyor. X. asrın sonlarına doğru, Fas 'ta alacak kadar İleri giden müstakil bir hüküm­ Zanâta beylikleri ( Fas, Şalla ve Tâdlâ ’da ), dar oldu. Süs'ta Bani Yaddar, 1254 'ten 1340 kurulduğu zaman MağrSvalar Ağmât 'ta yer­ 'a kadar devam eden müstakil bir hükümdar­ leştiler; fakat bunların tarihi hakkında bilinen lık kurdu. Hasküralere gelince, iktidar Bani tek şey, burada Murâbıtlarm hücumuna uğra­ Hattâb ailesinin elinde bulunmakta idi. mış bulunduklarından ibarettir. Bunlar 1057 Destekledikleri Muvahhidler hanedanı hâki­ yılında Süs 'u ve Maşmüdaleri ( Zauda, Şafşâ- miyetinin ilk yarısı bir tarafa bırakılacak va, Gadmiva, Ragrâga ve Hâha ) itâat altına olursa, Atlas Maşmüdaleri XV. asra kadar almağa muvaffak olduktan sonra, Murâbıtlar Fas hükümetinin emri altına pek girmediler; reisi !Abd Allah b. Ya-Sin Ağmât ’ı zaptetti yalnız coğrafî mevkileri dolayısı İle, aşağı bir ve buranın Mağrâva menşe'li son hükümdarı durumda bulunan, Dukkâla ve Hâha gibi, Lagüt b. 'A li Tâdlâ 'ya kaçtı ki, bunun zevcesi, ovalarda yaşayan kabileler daha az mukave­ Nafzâva aşiretine mensüp, meşhur Zaynab, met imkânına sahip idiler ve bu yüzden bo­ yun eğmeğe mecbur kalmışlardı. Sonraki Sa‘Yûsuf b. Tâşfîn ile evlenmiştir. 1057’den 1062 ’ye kadar Ağmât Murâbıtla- di ve ‘ Alavi sülâleleri de dağ Masmüdalerini rm baş şehri olarak kalmış idi. Bu tarihte, itâat altına alamadılar. Fakat bunlar dünyevî Yûsuf b. Tâşfîn Merâkeş [ b. bk. ] ’i kurmuştur. iktidara sâhip reisler etrafında toplanacak 1074 yılında hükümdar devletini bir çok yerde, kendilerine kutsiyet isnat olunan vali arasında taksim ederken, oğlu Tamim 'e Şahısların hâkimiyetine boyun eğmeği tercih Merâkeş, Ağmât, Maşmüda ülkesi, Süs ve hattâ ettiler. XVI. asrın sonunda Maşmüdaler ülkesi tam Tâdlâ ve Tâmasnâ ’nm idaresini tevdi etti. Maşmüdaler, Harğa kabilesinden Mahdi b. bir karışıklık İçinde bulunmakta idi. Hintâta Tümart'in çıkardığı isyâna ( m ı ’e doğru ) kabilesi aşgah ’ı Merâkeş civarım ellerinde tut­ kadar, Murâbıtlarm hükmü altında kalmış makta idi. Bunların en meşhuru Abu Şantüf olmalıdır. Bu zât, Hintâta şeyhi ‘ Umar Inti idi. Tânsift 'in cenubunda XIV. asırda, Ragrâga ile !Abd al-Mu'mtn tarafından desteklene­ muharipleri ortaya çıktı. XV. asırda, Hâhalarda rek, Muvahhidler sülalesini kurmuştur. Maş- sûfî al-Cazüli Min kudreti artmağa başladı. müdalerin tarihi, bu andan itibaren iktidara Çok yakınında olan D ar'â'da, Süs'u aldıktan getirdikleri ve 1269 'a kadar iktidarda kalan sonra, bütün Fas ülkelerine hâkim olan Sa'di bu hanedanın tarihi ile karışır. Muvahhidler hanedanı doğmuş idi, Fakat bunlar A tla s'ın hanedanı yanında, Maşmüdaler de, Hintâta dağlı sakinlerini tamâmeıı itâat altına almağa şeyhi Abu Hafş ‘ Umar înti 'nin ahfadıma ta­ muvaffak olamadılar. Hattâ kudretli Aljmed alvassutu sâyesinde, 1228 Men 1574 'e kadar Manşür bile, kendisini Saksâvalerin kıralı ilân İfr ik iy a 'y e hükmeden Hafşi hanedanının ku­ ettiren bir tac ve taht talibine karşı mücâde­ leye mecbur kaldı. ruluşuna yardım etmişlerdir. al-Manşür 'un ölümünden sonra, A tlas ve XIII. asrın ilk yarısında Ispanya hıristiyanlan tarafından Hişn al-‘Ukâb ( las Navas de Süs, mahallî dinî reislerin hâkimiyeti altında Toiosa) muharebesinde ( 1 21 2) büyük bir bulunmakta İdi. Bu reislerin en mühimleri bozguna uğrayan Fas ’ta da Bani Marin 'in Hâha ve Tâzarvâlt ( Ahmed U-Müsa ailesi ) 'e şiddetli taarruzlarına mâruz kalan Muvahhid­ mensup idi, ler, çok geçmeden, inkıraza uğradılar. Hane­ ‘Alavi sultan Mavlây Raşîd Süs ve A t­ danın akıbetine alâkasız kalan Atlas Maşmü­ las '1 yeniden Fas devletine katmağa mu­ daleri istiklâllerini elde etmek fırsatım kaçır­ vaffak oldu. Kayda değer tek vak’a Tâzar­ madılar, Hintâta ve Hasküra kabileleri 1224’e vâlt ’te, bir murâbıt olan Sayyidî Hişâm tara­ doğru, al-‘Adü 'in teşviki ile, hareketin başına fından, müstakil bir emirliğin kurulmasıdır. geçtiler. Ekseriya Hilali arapları Sufyân ve Merkezi Iliğ olan bu emîrlik XVIII. asrın so­ H urlar ile müttefik olarak, bütün dahilî sa­ nundan 1886 'ya kadar devam etmiştir. vaşlara iştirak ettiler ve mnhtelif taht nâmBu tarihten itibaren Maşmüdaler tarih sah­ nesinden kayboluyorlar. Atlas bölgesi, orada zetlerini desteklediler. *269 Ma Mariniler Muvahhidleri, kat'ı olarak, hükümran olan şahısların iktidarına göre, is­ imha edince, Maşmüdaler bir dereceye kadar tiklâllerini az veya çok muhafaza etmiştir;



MASMÛDİ fakat bundan sonra memleketin bütün mühim hâdiseleri Hâhaîarda veya Süs ’ta geçmiştir. Fransız işgâlinde Maşmüdaler, alevî sultan Mavlây al-Hasan 'in ölümünden beri, her biri mahallî bir ailenin hâkimiyetinde bulunan 3 guruba ayrılmış bulunuyordu, Şarkta — Glâva, merkezde — Gunzafa ve garpta — Mtugga. Bugün bunlardan yalnız Glâva gurubu mev­ cuttur. Maşmüda adı, F a s’ın şimâlinde al-Kaşr alKabir civarındaki küçük bir kabilenin isminde devam etmekte ise de, cenupta kaybolmuş gö* rünüyor; nitekim hâlâ berberice konuşan Maşmüdaler burada Şulüh ( frns. Chleuh ) adım taşımaktadırlar. Arap müellifleri tarafından sık-stk zikredilen Masmüda adının halk ara­ sında bu derece yaygın oîup-olraadığı da so­ rulabilir ; bu adın Kitâb aUansâb ( Dacaments inedits d’ histoire Almohade ) 'daki bir çok nisbeler arasında bulunmayışı dikkate değer. İçtimaî d u r u m . Atlas Maşmüdaleri yerleşik olup, küçük ölçüde çiftçilik etmek ve küçük baş hayvan yetiştirmek sureti ile geçimlerini te'min ederler ve toprak damlı taş evlerden mürekkep, köylerde yaşarlardı. Ibn Haldun bunlarda, bugünkü Tiğremt ve Agâdir 'in ilk örneklerini teşkil eden, b irçok kale ve müstahkem mevkiler ( ma âkil va-l}u~ s a n ) bulunduğunu söylüyor. Dağlık bölgede hiç bîr şehir yok îdi. Ibn Tümart'in türbesi­ nin bulunduğu cami ile meşhur Tin Mailai bir şehir değil idî. Murâbıtlardan Yûsuf b. Taşfin ıo6 z'd e M erâkeş’i kurmadan önce (bu şehri hâkim olmak istediği dağ ahâlisinden çok uzakta, ovada yaptırmış id i), ancak Atlas dağ­ larının eteğinde veya ilk yamaçlarında bir kaç şehir bulunmakta idi. Bu şehirlerin başhcaları şunlar id i: şimalde— aynı nehir üzerinde A ğ ­ mât ve N affis şehirleri: cenupta Süs bölge­ sinde — Igli ve Târudânt. Bundan başka daha az ehemmiyetli merkezler şunlar îd i: şimalde — Şafşâva (bugün Şişâva ), Afifân, Tamarürt; şarkta — Süs bölgesi budutlarmda, Tadnast. Bölgeyi kat’eden büyük ticâret yolları Ağmât ’tan Kuz limanına (T a n sift muasabında), Tâdlâ üzerinden Fas'a, Hazraca ve Hasküra ülkelerini kat'ederek, Sicilm âssa’ye ve Naffis üzerinden, Bani Mâğüs ülkesinden, İg li’den bugün Tizi-n-Test adı verilen geçit üzerinden, S ü s'a gidiyordu, ab Bakrı bilhassa A tlas ve Süs Maşmüdalerİnin çalışkanlıklarım ve kazanç hırslarım zikretmektedir. Memleketin başlıca mahsûlleri, fındık, badem, bal ve Hâhalar bölgesindeki ormanlardaki bir ağaçtan elde edilen argan ( hargân, argân ) yağından iba­ rettir. Maşmüdaler aynı zaman da demir ve bakır da işlerlerdi. Bakırı çubuk veya külçe



âss



( tangüli ) şeklinde ihrâc ederler. Bunlar gü­ müş ziynet eşyası yapmasını biliyorlardı. Ni­ hayet Süs ’ta şeker kamışı yetiştirmekte ve Şeker istihsâl etmekte idiler. Manevî hayat bakımından Maşmüdaler berberîler arasında Ön safta gelirler. Bunların 3 ana gurubundan her biri, berberi lisanında mukaddes kitaplar te’lif eden birer İslahatçı çıkarmıştır, Gumâralerden — Hâ-Mim; Barağvâ^alardan — Şâlih b. T a rif; A tlas Maşmüdalerinden —- İbn Tümart. Diğer taraftan Süs ’un son zamanlara kadar berberi dilinde kitaplar yazılan nâdir bölgelerden biri oldu­ ğunu kaydetmek gerekir ( krş. H. Basset, Essai sur la l itler atur e des Berber es, s. 73— 81 ). Maşmüdaler daha VII, asırda :Ukba b, Nâfi' tarafından İslâmlaştırılmış ve arkadaşı Şakır, yeni dînin esaslarım öğretmek üzere, burada bırakılmıştır. Şâkir bunlar arasında vefat et­ miş ve Tânsift kıyısında gömülmüş olup, tür­ besi, Şişhâva nehrinin munsabı yakınında, bu­ gün hâlâ bîr ziyâretgâh teşkil etmekte ve Ribât Sayyidi Şikar adını taşımaktadır. Ağmât şehrindeki cami VIII, asrın başında ( 704 yılma doğru ) yaptırılmıştır. îbn Haldun 'a göre, A tlas Maşmüdaleri ilk fetihten beri müslümaniığa sıkı-sıkıya bağlan­ mış olup, kendi mahallî inançlarına sâdık kal­ mış olan şimâîli kardeşleri Barağvata ile Gu­ mâralerden ayrılmakta idiler. Daha VIII. as­ rın başlarında bunlardan bir çoğu Ispanya fethinde Târik ’m yanında bulunmuşlardı. Bun­ ların içinden, en ziyâde Aşşâda kabilesinden Ispanya 'da yerleşen ve Mu-vatta7’ın râvîlerinden biri olan Yahya b. Yahya'nın büyük ba­ bası Kus ay y ir b. Vaslâs b. Şatnlâl şöhret ka­ zanmış idi. Diğer bir çokları da yine Ispanya 'da yerleşmiş ve banların ahfadı orada, Eme. vîler hâkimiyeti devrinde, mühim bir rol oy­ namışlardır. Mamafih XI, asırda al-Bakri Maşmüdaler arasında râftzîler bulunduğunu söylüyor. Bun­ lar Harğalarm ve Igli şehrinin şimalinde yer­ leşmiş olan Bani Lamâsdır. al-Bakri bunların komşuları arasında koça tapan putperestlerden de bahsediyor; bu hâl muhtemelen kadîm de­ vir berberi terinin Ammon 'a tapmalarının bir İzini taşımaktadır. Şehirler, te 'siri yalnız ci­ varın Maşmüdaler ine münhasır kalmayıp, kom­ şu çöllerin Şanhaca, Lamta ve Gazûlaiere ka­ dar uzanan İslâm medeniyetinin mühim mer­ kezlerini teşkil etmekte idiler. 1039 yılında Yahya b. İbrahim al-Gudâli 'nîn, Naffis 'te son­ radan murâbıt hâreke tini meydana getiren ‘ Abd Allah b, Yâ-Sin al-G azüli’yi seçtiği malûmdur. Muvahhidler zamanında al-Tâdili 'nin Kitâb al-tasavvuf adlı eserine göre, ee-



â56



kASMÛDE — MASMUGa R



nup Maşmüdaleri ülkesinde mucizeler göste­ ren, bîr çok evliya bulunuyordu. Sonraları Ragrâga kabilesi, bugün Şayâzima'nin işgal ettiği bölgede, tafsilâtı pek az malûm olan, fakat hâtırası henüz yaşayan dinî ve askerî bir harekete ön*ayak olmuştur. XVII. asrın ilk yansında dinî faaliyet, Sayyidi Ahmed U-Müsa ahfadının müstakil küçük bir Murâbıt devleti kurduğu Tâzarvâlt 'te, Süs bölgesi ce­ nubunda, toplanmış görünmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Krş. coğrafyacıla­ rın, bilhassa al-Bakrî ve aUİdrisi 'nin fihrist­ leri; Afrikalı Leon (nşr. Sehefer), I, 181 — 331; İbn Haldun, Kitâb al-ibar, fas. Maş fi* mida; E. Levy-Provençal, Documents inedits d’ histoire aîmohade ( Paris, 1928 ), bilhassa s. 55— 67; R. Montagne, Les Berberes et le Mokhzen dans le sud da Maroc ( Paris, 1930); H. Basset ve H. Terrasse, Tinmel ( Hesperis, 1924, s. 9 — 91). ( G . S . C O L I N .)



M A SM U Ğ A N . [ Bk. masmugan.] M A SM U G Â N . AL-MAŞMUĞÂN, araplann Rey Jin şimalinde Dunbâvand ( D ama v and ) bölgesinde rastladıkları b i r Z e r d ü ş t h â ­ n e d â n 1. M a ş m u ğ â n l a r m menşe’inin İbn al-Fakih, s. 275 — v. dd. ve Birüni, s. 227 'de görüldüğü gibi, pek bilinmemekle beraber, eski olduğu sanılmaktadır. Maşmuğan unvâm, rivayete göre, Faridün tarafından, Bevarâsp ( Zohâk ) ’m eski aşçısı olup, müstebidin yılan* lanna yem vazifesini görecek olan gençlerin yarısını kurtaran Arma1İl ’e verilmiş idi. Armâüi ( Yâküt, II, 606 'ya göre, Zab menşeli bir nabatı ), Faridün ’a Daylam ve Şirriz dağla­ rında, bu kurtulanların soyundan müteşekkil bir kavim göstermiş ve Faridün d a : — Vas mana kata azâd kar di ,,ne kadar da ev-bark sahibi İnsan ( ahi bayi‘n ) kurtarmışsın1* — demiştir. Maşmuğan hakkında ilk tarihî malumat Tabarî ( I, 2656 } 'de Rey ’in halife 'Ornar [ İbn al-A sir, III, 18 ’e göre, 21 veya 22 yılında; fakat Marquart bu vak'alan 98 = 716/717 yılma doğru gösterir ] zamanında Nü'aym b. Mukarrin tarafından zaptına âit bahiste bu­ lunmaktadır. Rey hükümdarı Siyâvahş b. Mihrân b. Bahrâm - Çöbin Dunbâvand ahâlîsinden yardım kuvvetleri almış idi. Fakat bozguna uğ­ rayınca, Dunbâvand Maşmuğan ü hemen araplar ile sulh teşebbüsüne girişti ve bunu, yılda 200,000 dinar ödemek sureti ile, şerefli şartlar altında {'ala gayrı nasrin va-lâ m dünafin) elde etti. Nu'aym ün verdiği yazılı te'minat Dunbâvand Maşmuğan'1 Mardân-Şâh’a ve Dun­ bâvand, Hvâr, Lâriz ( Lâricân ) ve Şirriz ahâli­



sine hitaben kaleme alınmış idi. Bu, Maşmuğan ün nufüzunun genişliği hakkında bir fikir verir. Ona âit olan yerler Damâvand [ b. bk.] dağı havalisini içine alıyor ve Rey 'in şarkın­ daki ovaya kadar uzanıyordu. Dunbâvand [ Dubâ-vand ( „Dubâ“ ? klanı tarafından işgal edi­ len b ö lg e )] mevkii Taberistan’da değil idi. Araplar burayı Rey ile beraber zikrederler ( Tabari, I, 2653— 2656, Mukaddasi, s. 209; İbn al-Fakih, s. 275 v. dd.); fakat görüldüğü gibi, fetih sırasında Rey 'de ve Dunbâvand ’de ayrı sülâleler Büküm sürmekte idi. Dunbâvand ’in eski merkezi gâtibâ Mandan 'da bulunuyordu. İbn al-Fa^ih 'e göre, Armâ'il burada hindmeşesi ve abanoz ağacından hârikulâde gü­ zel bir ev yaptırmıştır; bu ev Harun al-RaŞ İ d zamanında sökülerek, B agdad’a götü­ rülmüş idi. Araplar zamanında Dunbâvand ’de iki küçük kasaba v a r id i: Vima ve Şalanba (bu sonuncusu Stahl 'in haritasında Damâvand dağının yamacında bulunan bugünkü Damâvand şehrinin cenûbunda gösterilmiştir). Y a k u t'a göre, Maşmuğan ’ın başlıca kalesi Ustünâvand veya Carhud idi. Bu her hâlde eski Karyat al-Haddâdin ’e tekabül eden Rayna 'nin yukarı tarafında olmalıdır. Çekiç gürültüleri ile esir Bevarâsp ün başından cinleri kaçıran demirci­ lerin çalıştığı yer ( hav ani t ) hakkında İbn alFakih ün anlattığı efsâne Rayna civarında ka­ yaların içinde oyulmuş hücrelere âit olsa gerek­ tir ( krş, Grawshay-Williams, Rockdzoellings at Reİnah, J R A 5 > 1904 s, 551; 1906,8. 217 ). Abiî Müslim ’in, Maşmuğan ’ı idaresi altına almak için, 131 yılında giriştiği bir teşebbüs felâket ile neticelendi. Kumandam Müsâ b. Ka'b Maşmuğan kuvvetlerinin hücûmuna uğ­ radı ve memleketin ârızah olması sebebi île, R ey'e dönmeğe mecbûr oldu (İbn al-Agir, V, 304; krş. Ftâfiş Abrü, Dorn, Auszüge, s. 441 ). Memleket ancak 141 yılından sonra fethedi» lebildi. Bu devirde Maşmuğan sülâlesi içinde anlaşmazlık çıkmış idî. Abarviz b. al-Maşmuğân, kardeşi ile bozuşarak, halife aUManşür’a iltica etti. Halife ona maaş bağlattı (J ab a ri, III, 130). Kitâb a l- u y u n va'l-hadaik ( s. 228 ), Râvandiya ’deki kargaşalık sırasında gösterdiği cesareti Övmekte ve ondan »Dunbâvand meliki ai-M^şmugân Mâlik b. Dinar'* diye bahsetmek­ tedir. Bu Abarviz ( veya Malik } çok nufûzlu bir şahıs idi; zîra İbn al-Fakih ün söylediğine göre, !Omar b. 5Ala ’nm Taberistan’a karşı gönderilen kuvvetlerin başına kumandan ola­ rak tâyini 'Omar Ü Sundbaz [ Tabarıstan ’dakî bu „hurremîw taraftarları için bk. Mas’İîdi, Murüc, VI, 188 ] ve Râvandiya muharebelerin­ den beri tanıyan A b a rviz’in tavsiyesi üzerine olmuş İdi



MAŞMUĞAN. 141 yılma doğru, Abarviz’in Dunbâvand tah­ tım işgal eden kardeşi, kayınbabası Taberistan ispehbedi Hurşid ile harp hâlinde idi. Fakat Manşür'un gönderdiği askerlerin Taberistan üzerine yürüdüklerini öğrenince, hemen düş­ man ile sulha teşebbüs etti (Tabari, III, 136; îbn al-A şir, V, 386 ). Taberistan'a karşı açılan ve babası Manşür 'on emri üzerine, Mahdı tarafından idare edi­ len sefer hakkında bilgiler, Vasmer ( ayn. esr.) 'deki etraflı tetkik ve tahlillerde de görüldü­ ğü üzere, birbirine uymaz. Ispahbad 'in yenil­ mesi üzerine araplar, Maşmuğan’ı da yenerek, kendisini ve iki kızım Bahtariya ( ? ) ile Şmyr { ? yahut Şakla ) 'i esir ettiler. Bunlardan biri Mahdi b. Manşür 'un zeveesi, diğeri de 'A li b. Rayfa 'nm umm valad’i oldu. İbn al-Fakih (s. 314.)'in bir rivayetine göre, Hâîid b. Barmak [ Vasmer, ayn. esr., s. 100, bu seferin bilhassa Dunbâvand beyine karşı açıldığını ileri sür­ mektedir ] Maşmuğan % karısını ve iki kızım Bagdad'a göndermiş; aynı müellifin başka bîr yerde (s. 275) söylediğine göre, Maşmuğan, Mabdi b, Manşür 'dan âmân diledikten sonra, al-'Ayrayn ( ? ) dağından inmiş, fakat R ey'e gönderilerek, orada Mahdi 'nin emri ile, idam edilmiştir. Maşmuğan 'ın Ölümünden sonra, bu dağlarda kalanlar vahşet hayatına ( İıavziya ) döndüler ve adetâ vahşî hayvanlar gibi yaşadılar ( T a­ bari, III, 136 ). Bununla berâber, îbn al-Fakih fe göre ( s. 276 ), o zamanlar Maşmuğan 'ın ahfadı ( = Armâ’İl ?) hâlâ mâlûm İdi. S p i e g e î ve M a r q u a r t ' ı n f a r a z i ­ y e 1e r i . Yâlçüt ( I, 244 ), maşmuğan 'ı kabir aUmacûs »mecûsîlerİn büyüğü" ( mas — »bü­ yük", şimâî-i garbî İran dilinde ) şeklinde izah eder. Spiegel, bu sülâleyi Avesta ( Yasna, IX, 18; trc. Darmesteter, I, 170; krş. Jackson, Zo~ roaster, s. 202— 205 ) ’da bahsi geçen Rey'de­ ki rahip hükümdarlara bağlamak ister. Çok daha eski vakıalardan bahseden Avesta ’daki rivâyetlerden faydalanmanın imkânsızlığını ileri süren Marquart ’m tenkidine rağmen, Spiegel ’in farazıyesî hâlâ ehemmiyetini muhâfaza etmek­ tedir. Avsta ’daki rivayetlerin hakikî olmaktan 2İyâde, mühim ve hayalî vak'alar olduğunda şüphe yoktur. [ Arap fütuhatı sırasında, BahrSm-Çöbi» 'in halefleri Rey ’de hüküm sürü­ yorlardı, fakat araplar ( Tabari, I, 2653— 2656 ) oraya Çula 'nin oğlu ve Farru hân 'm babası olan al-Zaynabi adında birini tâyin ettiler. »Arapların Zaynabi dedikîeri“bu Zaynbadi ( Balâzuri, s. 317 ) ailesinin Dunbâvand ile ilgisi olup-olmadığı meselesi mühimdir. Kuvvetleri­ me^ bulunduğu Rey 'deki müstahkem mevkie "Arin ( ? ) denilirdi* Bu İsim son Maşmuğün’m



3S7



indiği al-'Ayrayn dağının adına benzemek­ tedir ( bk. İbn al-Fakih, s. 275, de G oeje’nin notu ). Marquart kendince, Maşmuğan ile Bâvandi sülâleleri arasında münâsebet aramaktadır. Bu sülâlenin kurucusu olan ve sülâleye adım ve­ ren Bav ’m Kayüs 'un soyundan geldiği, Husrav I. ’in kardeşi olduğa ve son Sâsânîler devrinde yaşadığı rivayet olunmaktadır. Bâv dindar bir insan id i; Yazdgird III. 'in sukutun­ dan sonra babasının âteşkedesine çekilmiş idi. Marquart ’a göre o, bir „mecüs“ olup, hıristiyan şehitlerinden bu adı ( (Sem) taşıyan »sihirî ilimler üstadı" rahip Anastas 'ın babasıdır. Marquart ayrıca, Bavandllerin 167 yılında sanki Maşmuğan sülâlesini devam ettiriyor muş gibi, 141 'den sonra onların ortadan kalkması ile meydana çıkmış olduklarını kaydediyor. Fakat bu faraziyenin bir çok noktaları doğru değil­ dir. Kaynaklarda ( Isfan diyar, Zahir al-Dın, s. 204 v. d.) Bâv 'ın rahip sınıfına mensup oldu­ ğuna dâir hiç bir kayıt yoktur. İbn İsfandiyâr 'a göre (trc, Browne, s. 98), büyük-babasının mabedi Kusan 'da bulunmakta İd i; Rabino burasım Aşraf 'ten bir az garpta gösterir ki, Dunbâvand 'den çok uzak demektir. Marquart 'ın Maşmuğan adına Bavandiler arasında da rastlandığını isbat etmek için Tabari ( III, 12 9 4 )'den naklettiği parça, M âzyâr’ın IÇSrinîîer sülâlesine mensup yeğenine ( aş. bk.) dâir idî kî, bu sülâlenin Bâvandiler ile hiç bir alâkası yoktur. K â r i n i M a ş m u ğ a n ! a r ı . Gerek İbn İsfandiyâr ’m, gerek Zahir al-Din ’in Dunbâvand Maşmnğânlan sülâlesinden bahsetmemeleri ga­ riptir. Bunan sebebi belki burasım asıl Tabe­ ristan 'dan saymamış olmalarıdır. Buna karşılık Miyân-dü-rüd ( Zahir al-Din, s. 42, bu bölge­ nin Sâri civarında Kalârud ve Mibribân ır­ makları arasında bulunduğunu ve bunun şar­ kında Karatogan ile birleştiğini söyler; şu hâl­ de Miyân-dü-rüd Rabino ’nun Küsün 'ın bulun­ duğunu söylediği yere oldukça yakındır) marzu bân’ı olan bir maşmuğan ( mazmuğan > mazmuğan ) Valâş ’tan bahsetmektedir. Bu Maşmuğan Valâş ( îbn İsfandiyâr, s, io i ; Zahir al-Din, s. 42 ) Camâsp ailesinden büyük Farruhân (709 — 722?) zamanında yaşıyordu ve Zarmihr b. Sû hra soyundan olup, Kârinilerin büyük koluna mensup idi [ Justi ( s. 430 ) 'nin bu Valâş '1 son Dunbâvand Maşmuğan 'ınm oğlu olarak göstermesinin sebebi anlaşılmıyor]. Kârinilerden Vandad Hurmuzd ( Zarmihr 'in kardeşi olup, Kârin Men gelen sülâlenin küçük koluna mensup id i) halifeye karşî ayaklandığı sırada [Mahdi, 158— 159 ? ] , İspahbad Şarvin (772 — 797.) Miyân-du-rüdlu Maşmuğan Ve-



3 S»



MASMUGAN -



MASSA.



lSş He buluşmuş idi. Bu sonuncusunun ( İbn s i n i n a d ı . Bu kabile Vadi Massa 'nin munîsfandiyâr, s. 126; Zahir al-Din, s, 155) yu­ sabmda A g a d ir’in cenubunda ve buradan karıda adı geçen Maşmuğan ValSş 'm halefle­ aş.-yk. 45 km. mesafede yaşamaktadır. Burası İhtimâl büyük Plimus ( V , 9 ) 'un fla men Darinden biri olduğu sanılmaktadır. 224 (838) yılında (T ab arı, III, 1294) K a­ rat 'm şimalinde gösterdiği flamen Masaİat 'a, rini MazySr 'm Şahriyâr b. al-Maşmuğin yâni bugünkü Vadi D a r a 'y a tekabül eder; adında bir yeğeninden bahseder. Buna göre, nitekim aynı müellifte geçen Masatas da bu­ al-Maşmuğan M âzyir 'm amcası Vandâd Um- günkü ahi Massa 'ye tekabül etmektedir. Massa adı, F a s ’ta ilk arap fütuhatının hâ­ mid ile aynı şahıstır ( krş. Justi, s. 430 ). Di­ ğer taraftan (J a b a ri, s. 1529) 250 (864) yı­ tıralarına karışır; efsâneye göre, :Ukba b. lında alevlilerden Haşan b. Zayd 'in mütte­ Nâfi‘ S ü s ’u fethettikten sonra, artık alınacak fikleri arasında bir Maşmuğan ( aynen ) 'dan yer kalmadığından; — »Allah şahidim olsun"-— bahsetmektedir. İbn îsfandiyâr (s . 165 ), onu diyerek, atını Atlas okyanusuna bu sâhilden Vanda-Ummid b. Maşmuğan adı ile anmakta­ sürmüş idi. Mâssa pek çabuk mühim bir dinî dır. Buna göre, Tabari 'nin şeceresinde bir yan­ ve ticârî merkez hâlini aldı. Ya'hmbi ( III. = IX. lışlık olması ihtimâli bulunduğunu ve yahut asrın sonu ) limanın canlılığını anlatır ve ora­ Maşmuğan unvanının Vanda - Ummid ve oğlu da bulunan meşhur bir ribattan ( Ribat Bahîül ) tarafından da kullanıldığını kabul etmek gere­ bahseder. al-Bakri ve İdrisi Mâssat limanın­ kiyor; fakat bu sonuncu (mûsmHğan, harf, i dan bahsederler; al-Bakri ribatın şöhretini ve tarifsiz ) şekli bu tâbirin daha ziyâde sâdece bir orada kurulan pazarların ehemmiyetini belir­ has isim hâlini aldığını gösteriyor. [ Browne tir. İbn Haldun, Kitab al-Ihar 'de bir kaç defa, Maşmuğan 'm önüne bir harf-ı tarif koymakla bir halk inanışına göre, Mahdi 'nin ve bekle­ nen Fatımî'nin görüneceği Mâssa ribaiından hatâya düşmüş oluyorj. Hulâsa olarak, Dunbavand Maşmuğânlarımn bahseder. Buna inanan bir çok kimseleri bu ribatta yanında, bir de Miyân-dü-rüd Maşmuğânları bulunmaktadır. Bu marzubân '1ar, Zahir al-Din yerleşmeğe teşvik etmiş ve bir çok macerape­ 'e bakılırsa, Sû hra ( ICcrin soyundan meşhur resti de, isyanlar tertiplemek için, buraya demirci Kava'nin oğlu ve Taberistan’da Sâ- çekmiştir. XV. asrın sonlarına doğru, al-Cazüli ile sânî valisi) sülâlesinin Zarmihri koluna men­ sup idiler. Daha sonra Maşmuğan unvanına başlayan dinî hareketler Mâssa 'yi Süs 'un ( veya has ismine ! ) Sührâ sülâlesinin Tabe- büyük zâviyeîerinden biri hâline getirdi. IX. ristan'da Bâvandi ispehbedlerine ( Zahi r al- ( XVI. ) asrın ortasında Leo Afrteanus Mâssa Din, s. 154, 14} nisbetle, daha aşağı bir mev­ 'yi bir hurma ormanı ortasında, taş surlar île ki işgâî etmiş olan küçük kolunda ( Kârini çevrili üç küçük köyden müteşekkil olarak, tasvir eder. Ahâli çiftçilik yapmakta ve Vadi kolu ) tekrar rastlarım aktadır. B i b l i y o g r a f y a : Tabari, I, 2656; IH, Mâssa 'nin taşmasından faydalanmakta idi. 130, 136 ( 1294, 1S39 ) î Birüni, al-Aşar al- Şehrin dışında, deniz kıyısında, çok ziyaret bâkiya, s. 101 ( trc. s, 109 ), s. 227 ( trc. s. edilen bir „mâbed" var idi; halk Mahdi'nİn 213}; Kitâb al-'ay Un va ’l-hadaîk ( nşr, buradan zuhur edeceğine inanmakta İdi. Kü­ de Goeje ve de Jong), s. 228; İbn al-Aşir, çük kiriş araları balina kemiklerinden yapıl­ III, 18; V , 304, 386 v.d.; İbn îsfandiyâr, mış idî. Deniz bu sahile, ada balığı cinsinden, bk. fihrist; Yâküt, I, 243— 244 ( Ustünâ- balıklar getirir ve buralarda ak anber topla­ vand); II, 606— 610 (D unbavand); Zahir nırdı ; bir halk efsânesine göre, balık Yunus al-Din, bk. fihrist; Spiegel, Eratı. Alter- peygamberi Massa kıyılarına atmış idi. Sa'dilerin sukutundan sonra, Tâzarvâlt Muthumskunde ( 1871 ), III, 563 ; ayn. mil., Über d. Vaterland d. Avesia ( Z D M G, 1881, râbıt emirliğinin inkişâfı M âssa'yi yeniden XXXV, 629— 645); Justi, Iran. Namenbueh, bir ticâret merkezî hâline g e tird i; limana s, 199 ve 430 (lev h a la r); Marejuart, Bei- sık-sık avrupalılar geliyordu; fakat çok geç­ trage ( Z D M G, 1895, XLIX, 661); Mar- meden, Agadir bu limanı gölgede bıraktı. quart, Erânşahr, s. 127 ; Vasmer, Die EroTâzarvâlt emirliğinin kısa zamanda çökmesi berung TabaHstans. . . zar Zeit des Chalifen ve orta Fas ’ın gittikçe artan nufuzu Mâssa al-Mamur { Itslamica, 1927/1928, III. 86— 150). 'nin bütün dinî ve İktisadî ehemmiyetini hemen-heman sıfıra indirdi. ( V . M i n o r s k y .) M A Ş N A V Î. Bk. m e s n e v i . ) B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, ProM A S S A . [ Bk. massa. ] legomines ( trc. de Sİane), II, 201 v.d.; M A S S A . M A SSA { berberîcede Masset), Leon Africanus, Description de VAfriyae Çnşr, SçheferJ, If ıb8j R. Basset? Helatiyn Şüs ( Fas } 'ta küçük bir b e r b e r i k a b i l e ­



MASSA de Sidi Brahim de Masset ( Paris, 1883 ) ; R. Montagne, Un e tribu berbere du S ud Marocain : Massat ( He sp eris, 1924, IV, 357—403)(G . S. COLIN.) M A S T U C . [ Bk. m e s t û c .] M A S SU D . [B k. MES’ ü d .) M A S Y A D . [B k. m a ş y â d .] M A S Y A D . M A ŞY Â D , şimalî Suriye'de, Cabal al-Nuşayriya'nin şark kenarında kain b i r ş e h i r , isminin söylenişi ve yazılışı, Maşyad, Maşyâf (resmî vesikalarda ve aşağıda zikr­ edilen 646 ve 870 tarihli kitabelerde olduğu gib i), Maşyât, Maşyâs ( / v e s değişmesi hu­ susunda krg. Reseher, Z D M d , LXXIV, 465; Praetorius, Z D M G, L X X V , 292; Dussaud, Topographie k is t de la Syrte, s. 143, not 4; 209, 395, not 3 ) şekilleri arasında değişir. Maşyâb ( Yâkıüt, M d cam, nşr. Wüstenfeld, IV, 556 ), Maşyah ( Halil al-Zahiri, Zvthda, nşr. Ravaisse, s. 49 ) ve Maşyât ( Kremer, S B Akad. Wien, 1850, H, 331, al-Nâbulusi’ ye gö re) şe­ killeri ise, yanlış yazılmalardan doğmuş olma­ lıdır (van Berchem, J A , 1897, IX, 457, seri 9, not 2 ). Daha yakın bir devirde Mişyâf, Mişyüd, şekilleri, mûtad olarak kullanıldı ( al-Dimaşkı, nşr. Mehren, s. 208; al-Çalkaşandi, Şnbh a l-d şd , Kahire tab., IV, 113; İbn al-Şihna, Beyrut tab., s. 265 ; krş. v. Oppenheim, Petermanns Mitteilungen, LVII [ 19 » ], II, levha ı ı , haritada M eşyâf), Bu isim belki kadîm çağa ait bir Magctua ( — Mo.0öua ) veya Magcron «Cûp-p 'den geliyordu ve burası da, muhtemel olarak, Nazerinİler ( Nuşayrilerin ceddi? Plinius, Nat. Hist., V, 8 1) ülkesinin hudutları olan Marsyas amnis (b k. Pauly- Wissowa- Kroîl, Realenzyklopâdie, XIV, stn. 1985 v.d. Masyas, 3 ) üzerinde bulunuyordu. Kale kapılarına ko­ nulmuş bir takım sütun ve başlıklar (bunların bir kısmının resimleri için bk. G. L. Bell, D arch. d, Wüsten nnd Kuîtarstâtten Syriens, s. z ı ı v.d.) kadîm çağdan kalan yegâne baki­ yelerdir. Miss Bell 'e göre, Ham i 'dan garba doğru uzanan bir Roma yolu ( raşîf ) şehirden geçiyordu. Orta çağın ilk devirlerinde Maşyâd 'm ismi geçmiyor. Kalenin ilk defa zikredildiği yer, belki haçlıların 1099 senesine âit seferlerinin frank kaynaklı bir hikâyesidir: pervenimus gaudentes hospitari ad yuoddam Arabam castrum ( Anonymi gesta Francorum et alioram Hiersolymitanorum, nşr. Hagenmeyer, 1890, s. 418, not 29; Dussaud, Histoire et religion des Noşairîs, Paris,iMtgoo, s. zı> not 4). Franklar 503 ( H 0 9 / îiıo ) ’te Rafaniya üzerine yürüdük­ leri sırada, Tug-Tîgin buranın yardımına koştu j aralarında bir mütâreke akdedilince, frankların Masyas ve Hisn al-Akrâd kalelerine karşı her



MASYAD.



359



bangt bir tecâvüzde bulunmamaları, buna mu­ kabil adı geçen kaleler ile H ışn ' Tufan *m kendilerine vergi ödemesi kararlaştırıldı ( Sibt b. al-Cavzi, Mir ât al-zamân, bk, Rec. hist or. c r o t s III, 537 ). 521 ( 1127 ) yılından evvel kaleye sâbİp olan Mir dişilere m ensup‘ bir hanedan, burayı o sırada Bani Mangiz 'e sattı. 527( 1132/1133)'den itibaren Nuşayrilerin Kad» müs ve al-Kahf kaleleri ismâ'ililerin eline geçti; bunlar 535 (1440/1441)^0 M aşyaf'1 da zaptettiler. Bu sırada Şayzar Banı Mutıkiz *in hizmetinde bulunan memlûk vâli Sunkur 'u gafil avlayıp, ele geçirerek, öldürdüler ( Abu ' 1-Fidâ’, Muhtasar f i affbâr al-başar, bk. Rec. Hist. or. crois., I, 25; İbn al-Aşir, Kâmil, ayn. esr., I, 438; al-Nuvayri, Leiden yazması, 3” , 222a, van Berchem, J A , 1897, s. 4Ğ4, not 1). Bundan sonra Maşyâd, isma'iii mezhebinin reisi Şayh al-Cabal 'in kasrı ola­ rak kaldı. Abu Muhammed önce tarikat men­ suplarını Kadmüsiya dağında kendi etrafın­ da topladı; daha sonra Irak büyük hâkimi­ nin Suriye elçisi olarak, Râşid al-Din Sinan [ b. bk.] ortaya çıktı ve çok geçmeden, bu bölgedeki HaşşSşin [ b. bk.] 'in başına geçti. Haçlıları yıldıran mücadeleci ve etrafına kor­ ku salıcı kudreti ile fevkalâde teşkilâtçılık kabiliyetini meydana koydu. Kendisine karşı yöneltilmiş iki sûikast teşebbüsünden dolayı onları cezâlandtrmak isteyen Salah al-Din muharrem 572 ( temmuz/ağustos 1176) tari­ hinde, ismâ'ilîlerin memleketine girerek, Si­ nan '1, Kal:at Maşyaf 'ta muhasara etti ise de, Salah al-D in'in amcası olup, Ham â’yı elinde bulunduran Şihlb al-Din al-Hlrimi 'nin şefaati ile, Sınan, Salâh al-Din tarafından, affedildi ve ağustos başlarında kuvvetleri ile beraber, Ha­ ma istikametinde çekildi (A b u 'I-Fida1 ve İbn al-Aşir, Rec. hist. or. crois., I, 47, 626 ). Maşyâd muhasarasının nihây etlenme sinden bir az e v v e l' ( safer ayı başma doğru ), Şam 'da ikamet etmekte olan UsSma b. Munkiz 'den büyük hâmîsi için medhiye mâhiyetinde bir kaside ihtiva eden bir mektup aldı ( Derenbourg, Vie d' Ousâma, Paris, *893, s, 400 v.d.). Raşîd al-Dİn 588 (eylül ı i 9 2 ) ’de öldü. Suriye hâkimleri ( muîçaddam ) onun sayesinde mutlak iktidara sahip hükümdarların taşımaları mûtad olan al-dunya va ’Udln unvanını almış­ lardı ( van Berchem, ayn, esr., 470 ), Bununla beraber Sinin, Alamüt 'takı tarikat reisinin vesayetinden kurtulmuş olduğu hâlde, 608 se­ nesinde eski vaziyetine yine avdet etmiş bu­ lunduğu görülüyor ( Abü Şama, •al-Zayl f i 7 ravzatayn, van Berchem, ayn. esr., s. 475 v.dd., not 1 ). Kalenin bir iç kapısı üzerindeki kıtâbeden ( van Berchem, J A , 1897, s. 482 = yap



35 »



MASMÜGAN — MASSA.



îâş ile buluşmuş idi. Bu sonuncusunun ( İbn Isfandiyâr, s. 126; Zahir al-Dİn, s. 155) yu­ karıda adı geçen Maşmuğân V alâş'm halefle­ rinden bîri olduğu sanılmaktadır, 224 (838) yıîmda (T ab ari, III, 1294) Kâ­ rini Mâzyâr 'm Şabriyâr b. al-Maşmuğân adında bir yeğeninden bahseder. Buna göre, al-Maşmuğân M âzyir 'm amcası Vandad Ummid ile aynı şahıstır ( krş. Justî, s, 430 ). Di­ ğer taraftan (T a b a ri, s. 1529) 250 (864) yı­ lında alevîler den Haşan b. Zayd ’İn mütte­ fikleri arasında bir Mâşmuğân ( aynen ) 'dan bahsetmektedir, İbn Isfandiyâr ( s, 165 ), onu Vanda-Ummid b. Maşmuğân adı ile anmakta­ dır, Buna göre, Tabari 'nin şeceresinde bir yan­ lışlık olması ihtimâli bulunduğunu ve yahut Maşmuğân unvâmnın VandS - Ummid ve oğlu tarafından da kullanıldığını kabûl etmek gere­ kiyor; fakat bu sonuncu ( maşmuğân, harf-i tarifsiz ) şekli bu tâbirin daha 2İyâde sâdece bîr has isim hâlini aldığını gösteriyor. [ Browne Maşmuğân 'm önüne bir harf-ı tarif koymakla hatâya düşmüş oluyor]. Hulâsa olarak, Dunbâvand Maşmuğânlarımn yanında, bir de Miyân-dü-rüd Maşmuğânları bulunmaktadır. Bu marzubân 'iar, Zahir al-Din ’e bakılırsa, Sührâ ( Kârın soyundan meşhûr demirci Kava 'nİn oğlu ve Taberistan 'da Sâsânî valisi ) sülâlesinin Zarmihri koluna men­ sup idiler. Daha sonra Maşmuğân unvanına ( veya has ismine ! ) Sührâ sülâlesinin Tabe­ ristan ’da Bâvandi ispehbedlerine ( Zahir alDin, s. 154, H ) nisbetîe, daha aşağı bir mev­ ki işgal etmiş olan küçük kolunda ( Kârini kolu ) tekrar rastlanmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ; Tabâri, 1,2656;III, 130, 136 ( 1294, 1529); Birüni, û/-^4 şâr al~ bakıya, s. 101 ( trc. s, 109), s, 227 ( trc, s. 213) ; Kiiâb allayan M aşyâf (resmî vesikalarda ve aşağıda zikr­ edilen 646 ve 870 tarihli kitabelerde olduğu gib i), Maşyâî, Maşyas ( / v e s değişmesi hu­ susunda krş. Rescher, Z D M G , LXXIV, 465 ; Praetorius, Z D M G, L X X V , 292; Dussaud, Topograpkie hîst. de la Syrie, s. 143, not 4; 209, 395» not 3 ) şekilleri arasında değişir. Maşyâb ( Yakut, Mu‘ cam, ngr. Wüstenfeld, IV, 556 ), Maşyak ( Halil al-Zahiri, Zubda, nşr. Ravaisse, s. 49 ) ve Masyâi ( Krem er, S B Akad. Wien, 1850, II, 331, al-Nâbulusi ’ye gö re) şe­ killeri ise, yanlış yazılmalardan doğmuş olma­ lıdır (van Berchem, J A , 1897, IX, 457, seri 9, not 2 ). Daha yakın bir devirde Mişyâf, Mişyâd, şekilleri, mûtad olarak kullanıldı ( al-Diraaşlji, nşr. Mehren, s. 208; al-Kalkaşandî, Şubh aUdşâ% Kahire tab., IV, 113; İbn al-Şihna, Beyrut tab., s. 265; krş. v, Öppenbeim, Peter~ manns Miiteilungen, LVII [ 1911 ], II, levha 11, haritada M esyaf), Bu isim belki kadîm çağa âit bir Mapaüa ( — M aoaua) veya Mdpcrou Jttbprç 'den geliyordu ve burası da, muhtemel olarak, Nazerintîer ( Nuşayrilerin ceddi? Plinius, Nat, Hist., V , 8 1) ülkesinin hudutları olan Marsyas amnis ( bk. Pauly - WissOwa - Kroil, Realenzyklopâdîe, XIV, stn. 1985 v.d. Mssyas, 3 ) üzerinde bulunuyordu. Kale kapılarına ko­ nulmuş bir takım sütün ve başlıklar (bunların bir kısmının resimleri için bk. G. L. Bell, Durck. d. Wüsten und Kultursiâtien Syriens, s. 211 v.d.) kadîm çağdan kalan yegâne baki­ yelerdir. Miss Bell 'e göre, Hama 'dan garba doğru uzanan bir Roma yolu ( rasîf ) şehirden geçiyordu. Orta çağın ilk devirlerinde MaşySd 'm İsmi geçmiyor. Kalenin ilk defa zikredildiği yer, belki haçlıların 1099 senesine âit seferlerinin frank kaynaklı bir hikâyesidir i pervenimus gaudentes hospitarî ad quoddam Arabam cas~ trum ( Anonymi gesta Francorum et aliorum Hiersolymitanorum, nşr. Hagenmeyer, 1890, s. 418, not 29; Dussaud, Histoire et religion des Noşairîs, Paris,M: 900, s. 21, not 4 ). Franklar 503 ( 1109/1110) 'te Rafaniya üzerine yürüdük­ leri sırada, Tug-Tıgin baranın yardımına koştu; aralarında bir mütâreke akdedilince, frankların M&fyâs ve Hisn al-Akrâd kalelerine karşı her



359



hangi bir tecâvüzde bulunmamaları, buna mu­ kabil adı geçen kaleler ile Hişn Tufan ’ın kendilerine vergi ödemesi kararlaştırıldı ( Sibt b. al-Cavzi, Mir'ât al-zamân, bk. Rec, kist, or. crois., IIÎ, 537). 521 ( 1 1 27) yılından evvel kaleye sahip olan Mirdâsilere mensup bir hanedan, burayı o sırada Bani Munkiz 'e sattı. 52/{ 1132/1133) 'den itibaren Nuşayrilerin îfadmüs ve al-Kahf kaleleri ismâ:itilerin eline geçti; bunlar 535 ( 1440/1441 ) 'te M aşyâf'1 da zaptettiler. Bu sırada Şayzar Bani Munkiz 'in hizmetinde bulunan memlûk vali Sunkur 'u gâfil avlayıp, ele geçirerek, öldürdüler ( Abu ’l-Fida’, Muhtasar f i afobâr aUbaşar, bk. Rec. H isi. or, crois,, I, 25; İbn al-Aşir, Kâmil, ayn, esr,, I, 438; al-Nuvayri, Leiden yazması, 2'ye göre ; Maşyâd 'm yanlış imlâsına dayanmaktadır ]; Şaf i al-Din, Marasid alittila' (nşr, juynboll), III, m ; Ibn al-Asir, Kâmil ( nşr. Tornberg ), XI, 52; Abu-’l-Fi­ dâ1, Takvim al-buldân ( nşr. Reinaud ), s. 229 v.d .; al-Dimaşki ( nşr. Mebren ), s . 208; İbn Battüta ( nşr. Defremery-Sanguinett»), 1 ,166} Halil al-Zâhiri, Zabda ka$f al-mamâlik ( nşr. Ravaisse ), s. 49; îbn aî-Şihna, al-Durr al-muntaf>ab f i târih mamlakat Halab (Bey­ rut, 1909), s. 26s;''Um âri, T a 'r îf (Kahire, 1312), s. 182; trc. R. Hartmann ( Z D M G , 1916, LXX, 36, not 11 ); Kalkaşandi, Şubh



3&‘«



al-ctşâ', Kahire, IV, 113 [13. satırda Ha­ ma va- kelimeleri silinmeli, krş. satır 14 î }; al-Nâbulusi ( trc. v. Kremer, S B A k . Wien, 1850, I I , 331 } ; G. le Strange, Palestine unter the Moslems, s. 81, 352, 507 GaudefroyDemombynes, La Syrie â l‘epoque des Ma­ melouks ( Paris, 1923 ), s. 77, 182 v .d . ; J. L. Burckhardt, Travels İn Syria and the Holy Land (London, 1822), s. 150 v. dd. î (alm. trc. G esenius), s. 254 v.d.; Quatremere ( Fundgruben des Orients , I V , 340, not c ) ; Ritter, Erkunde , X V I I , 822, 918, 922, 935, 967 v.d., 972 v.d .; E. G. Rey, Rappori sur une mission scientifique dans le Nord de la Syrie ( 1864-“ 1865 ) ( Archives des missions scient, et lit t , Paris, 1866, I I . seri, I I I , 344 ); R. Röhricht, Regesta regni Hierosolymitani, s. 191, nr. 715 ( m. s. 1193 ) j H. Derenbourg, Vie d’ Oasâma ( Paris, 1893 ) , s. 8, 43, 281, 399 v.d,; van Berchem, Epigraphie des v4 ssassins de Syrie ( J A, 1897, I X . seri, I X , 453“ 5OÎ ) î R * Dussaud ( Rev. archeol. 1897, I , 349 ) ; ayn. mil., Histoire et ’ riligion des Nosairîs ( Bibi, de l ’Ecole des Hautes Etudes, Paris, 1900, fas. C X X I X , 21, not 4, 23, 32, 80; ayn. mil,, Topographie historique de la Syrie antique ei medievale ( Paris, 1927 ) , s. 142 v.d., 153, 187; H. Lammens, A u pays des Nosairîs (R O C , 1900, V , 423— 427); G. L. Bell, The Desert and the Sown ( Lon­ don, 1907), s. 218 v.d.ı alm. trc. Durch die Wüsten u. Kulturstâtten Syriens ( Leipzig, 1908), 2, tab. 1910, s. 211 v.d, j M. v. Oppenheim ( Z G E rd k. Beri., 1901, X X X V I , s. 74) ; ayn. mil. ve van Berchem, Insckiften aus Syrien, Mesopot., Kleinasien, 1913 ( Bei~ irâge z. AssyrioL, V I I I / l , s. 17— 22 ); bundan başka H A Ş Ş Â Ş Î N maddesinde zikredilen bibliyografya. _ ( E. H O N IG M A N N .) M A Ş A 1A L L A H . [ Bk. _mÂş â a l l a h . ] M Â Ş Â A L L A H . M A ŞA 'A LL A H ( ? - 8 1 5 ) , Aş(a)ri veya Sâriya ’nin oğlu ve meşhur b i r h e y ' e t â t i m i olup, al-Manşür 'un emri üzerine, Navbaht ile birlikte, Bagdad 'm ku­ rulma gün ve saatini tesbît etmiştir. Fihrist 'e göre, kendisi yahudi ve asıl ismi Mişâ ( Mahaşşi 'nin bozulmuş şekli, her bâlde Manasse olacaktır) idi. Daha sonra İslâmiyet! kabûl ederek, Mâşâ’allâh adını aldığı rivayet edilir. Doğum tarihi mâlûm değildir. Fakat her bâlde 112 ( 7 3 0 ) 'den sonra olmamalıdır; ölüm tarihi 200 ( 815 ) olarak gösterilir, y Mâşâ'allâh eserlerinde hey’ete taallûk eden bir çok meseleleri ele aldı ; hey'ete müteaallîk âletlerin yapılışı ve kullanılışından da bahsetti. Bugün elimizde, eşya fiatları Iıakkındaki eseri­ nin ancak küçük parçaları kalmıştır ve bu eser,



363



MÂŞÂALLAH — MATBUAT.



Mesahatlae lîbellus de mercîbus adı altında, lai İnceye tercüme edilmiştir. Kendisinin hey’ete dâir bir çok eserleri Yohannes Hispalensis ve başkaları tarafından Iatİnceye tercüme ve daha sonraları neşredilmiştir; ibrânîceye ter­ cümeleri de vardır. Şark kütüphanelerinde bun­ ların arapça asıllarımn halâ mevcut olduğu kat’îyetle iddia edilebilir. Müellifin eskiliği göz Önüne alınacak olursa, eserlerinin latınce yaz­ ma ve basma tercümelerinin tenkitli bir tetki­ ke tabî tutulması arzuya şayandır. B i b l i y o g r a f y a . ' , İbn al-Nadim, Fikrisi (nşr. F lü gel), I, 273; II, 129; H. Suter, Das Mathemaiikerverzeichnis ( 1892 ), s. 61 v.d.; ayn, mil. Die Mathemaiiker und Astro~ namen der Araber { 1900), s, 5 v.d.; JVachtrâge ( 1902), s. 158; M. Steinschneider, Die arab. Literatür der Yuden { 1902 ), s, 15— 23; P. Dubam, Systeme du monde ( 1 91 4) , II, 204 v. d d .; G. Sarton, Inrtoduction , I, 531; C. Broekelmann, GAL, Suppt., I, 391 v.d. ( J. R



u s k a



.)



M A T A L İ1. j[Bk. METALİ.] M A T A M M A . [Bk. m a t a m m a . ] M A T A M M A . MATAMMA, şarkî Sudan’da, Kassala eyâletinin Gallabat İdarî bölümünde bir ş e h i r olup, Sudan-Habeşistan hududu yakmmda, Habeşistan 'm Tana gölü bölgesi ile Hartüm arasındaki kervan yolu yakınında, faal bir pazar yeridir. Mısır Sudanı ’nm ziraî bakımdan gelişmesi yüzünden, bu mevkiin ehemmiyeti artmış, Tânâ golünü bir su bendi gibi kullanarak, memleketin başlıca refah kay­ nağı olan pamuk ekimini genişletme tasavvur­ ları vakİt-vakit ele alınmıştır. Matamma, Habeşistan 'm yakın çağ tarihin­ de, imparator ( negüsa nagast ) Yohannes IV. ’in iO mart 1889 ( habeş takvimine göre, 1. maggöbit 1881) tarihinde Mahdi ’nin derviş­ leri ( daravîş ) tarafından bu şehir civarında mağlûp edilip, Öldürülmesi ile meşhur olmuş­ tur. İmparator şavâîara karşı, bu ülkenin kı­ ralı Menelik'i kat'ı olarak habeş tahtına tabî kılmak üzere, bir sefer hazırlamakta iken, bir daravîş kuvvetinin hududa kadar ilerilediğini, Tana gölü bölgesinin ve eski pâyitaht olan Gondar ’ın tehdit edildiğini öğrenince, orduları ile şimale dönerek, dervişler ile Matamma’da karşılaştı. Şiddetli bir çarpışma neticesinde habeşliler bozguna uğradı ve öldürülen impa­ ratorun baş, kesilerek, bir zafer alâmeti gibi, Mahdi 'ye gönderildi. Bununla beraber, Matamma muharebesi Mahdi 'nin mensuplarına bol bir ganimet te’min etmekten daha fazla işe yaramadı; bunlar civardaki bir takım böl­ geleri yağmaladıktan sonra, Sudan 'a çekildi­ ler ye h#beş arazisini işgal etmediler. Bupa



karşılık, Matamma savaşı şimâlı Habeşistan hanedanına son verdi ve o sene kıral Menilek 'in, Sulaymân hanedanının mensubu sıfatı ile, kendisini hükümdar İlân etmesi üzerine, eenûbî Habeşistan bölgesi ( Şavâ k ıra llığ ı) dev­ letin siyâsî merkezi hâline geldi. İmparator Yoljannçs 'in müslümanlar tara­ fından an'anevî düşman telâkkî edilen hrîstiyan habeşiilere karşı vukua gelen bir muhârebede ölümü muhtelif şarkı ve kasidelerin ortaya çıkmasına vesîle olmuş idi. B i b l i y o g r a f y a i Afawark Gabra Iyasus, Dâgmavi Menelik (Roma, 1909); Blâtta Heruy Walda Sellâse, Ityopyâ-nım Matamma ( Addis-Ababa, 1918)5 C. Rossetti, Storia diplomatica della Etiopia ( Torino, 1910); E. Cerulii, Canti popoları amarici ( R R A L y 1916, XXV ) ; ayn. mil., Una raccolia amarica di canti funebri ( R S O , 1924, X ). _ ( E n rico C eru lli .) M A T B U A T . M A T B U A T (cem. < matba a), Arapçada g a z e t e mânasına carida, farsçada raz-nâma tâbirleri kullanılırsa da, türkçede g a z e t e , m e c m u a v.b. neşriyat için matbu ât tâbiri kullanılmaktadır. Müslüman halklardaki matbuata dâir burada bâzı umûmî kayıtlar vermek faydalı olacaktır; fakat matbuatın, ne kadar mücmel olnrsa-olsun, gözden geçiril­ mesi, bir ansiklopedi makalesi hudutlarını aşa­ caktır. Bundan başka, mevzuların bâzı kısım­ ları için, zarûrı ilk çalışmalar mevcut olma­ dığından, burada verilen bilgiler bâzı nokta­ larda, ister-istemez, eksik kalacaktır. Arapça matbuatın 1912 senesine kadar olan devresi için burada, bir az tâdilât ile, daha önce Specimen d ’üne Encyclopedie Musulmane, s. 11 v.dd .’da basılmış olan Martin Hartman 'in denemesi verilecektir. i. ARAPLAR



Kahire ’de türkçe-arapça aUVaka’ı' al-Mîş~ riya adlı ilk gazetenin birinci sayısı 12 cemâzîyelevvel 1244 (20 teşrin H, 1828)’te çıktı; bu Mehmmed ’AIİ tarafından kurulmuş olan Mısır hükümetinin neşir vâsıtası idî ve haf­ tada 2 veya 3 defa çıkıyordu. J A *in 1831 eylül cüz’ünde ( II, 8, s. 238— 249), Reınaud »bugüne kadar müslüman ülkelerinde başka bir örneği bulunmayan bu te'si s" hakkında teferruâtlı bir şekilde bilgi verdi. Mısır ’da neşredilen mecmualar ile, 3 yıl süren fransız işgali sırasında fransızca olarak kaleme alınmış bir gazeteden ( bk, Reinaud, ayn. esr.f s. 249 ) burada bahsetmeğe mahal yoktur. O zamandan beri müslüman şarktaki o kadar mühim inkişâf gösteren matbuatın başlangıç­ ları böyle oldy, M ısır'ı# bu hükümet gaşçtçşi



MATBUAT. bugün bile ( 1912 ) mevcuttur. Kuruluşundan ancak 29 yıl sonra, 1 kânun II. 1858 ’de ikinci gazete intişâr etti: Hadikai al-ahbar; yan arapça, yarı fransızca olarak, B eyrut'ta Halil al-Huri tarafından neşredilmiş ve türk hükü­ metinin yardımına mazhar olmuş idi ( bk. Reinaud, J A , V , 2, 309 — 325, Fleischer, Z D M G t XII, 330 — 333 ; Brockelmann, G A L, S u p p l, III, 340). Takriben 4 yıl sonra, Paris ’te, Mohl ’ün 30 haziran 1863 tarihli Rapport Annuel ’de zikrettiği Barcis gazetesi neşredildi. Gerçek­ ten ehemmiyetli olan ilk arapça gazete alCavaib oldu; bu yolda daha evvelce de yapılmış olduğunu gördüğümüz denemeler bunun yanında pek silik kalır. 1860 tem­ muzu sonunda, İstanbul ’da, ihtida etmiş mârûnî Ahmed Fâris al-Şidyâk ( 1809— 1887 Kadıköy; bk. G A L , ,SappL, 11,867 v.d.) tarafından te’sis edilmiş olup, türk hüküme­ tince kuvvetle desteklenen bu gazete, haki­ katen İslâmiyet dâvasını temsil ediyordu ve çabucak en ücra memleketlere girip, oralar­ dan haberler ve bilgiler alan âlemşümul bir gazete oldu. 1880 ’e doğra inkişâfının en yük­ sek noktasına vardı. Bu gazetede dercedİlmiş olan en iyi makalelerden bir seçme bizzat al-Şidyâk tarafından K a m aî-rağaib f i muntahabâi al-cavâ'ib ( I — V ll ) adı ile neşre­ dilen bir kitapta bulunmaktadır. Türk hükümeti, bilhassa Beyrut ’ta resmî veya gayr-i resmî bir mevkie sâhîp olan çok sayıdaki yabancılara kendi görüşlerini bildir­ mek hedefini güden neşir vâsıtası yanında, Şam ’da, 1865'te bir başka gazete te’sis etti; türkçe-arapça olarak çıkan bu gazete merkezin­ de intişâr ettiği vilâyete izafetle Sürit/a adını aldı. 1866 'dan itibaren Haleb ’de neşredilen arapça-türkçe al-Furâi gazetesi de yine hü­ kümetin neşir vâsıtaları arasına girer. Bu gazetenin kurulması, mezkûr devirde yapıl­ makta olan türk idâri İslahatı ile münâsebettar bulunuyordu; krş. vilâyetler ihdası hakkında kanun, 1867, O zaman her vilâyet merkezinin kendi matbuatına sâhîp olması ve vilâyete dâir esâsh bilgiler veren bir yıllık sâlnâma, bir de gazete neşredilmesi kararlaştırıldı ve bu karar, hiç olmaza esâs İtibârı ile, Osmantı imparatorluğu devamınca muhafaza edilmiştir. Ancak 1869 yılında, Beyrut’ta arapça-fransızea Jhladikat al-ahbar gazetesine sırf arapça olan al-Başir gazetesi iltihâk e tti ; haftada bir defa neşredilen bu gazete ikamet yerlerini Gazir 'den Beyrut ’a yeni nakletmiş olan cizvit misyonerlerinin neşir vâsıtası idi, 1870 yılı ortasından İtibaren, sırf fransız ve katçlik menfaatlerini tşınşil çden al-Bafir 'in



363



aksine olarak, fikirleri umûmî tahsil, terbi­ ye ve bilhassa millî edebiyat dâvaları Be alâkalandırmağa çalışan ve tamâmiyle bir arap neşir vâsıtası olan al-Canna gazetesi çıktı; 7 temmuz 1886 tarihli 1547 numara­ sına kadar haftada 2 defa neşrediliyordu. Bu gazetenin müessisi olan Bntrus al-Bus­ tâni [b. bk.], hiç olmazsa iş adamı olmak bakımından, Fâris al-Şidyâk ayarında idi; fakat dil bilgisi ve üslûp üstadl ığı bakı­ mından, onun ile mukayese edilemezdi, alBustâni 1 mayıs 1883 ’te ölünce, oğlu Salim al-Bustâni gazeteyi neşretmeğe devam etti. al-Bustâni, al-Canna 'den başka, al-Cunagna adlı küçük gazeteyi ( ancak 3 yıl devam et­ miştir ) ve al-Cinân adlı ayda 2 defa çıkan mecmuayı da neşrediyordu. Cizvitlerin kazandıkları şöhret ile beraber, çok sâkin olmalarına rağmen, yabancı dostu ve milliyetçi olan »genç arap“ fırkasının muvaf­ fakiyeti Beyrut müslümanlarım ikaz etmiş ol­ du. Bunlar 1874 ’te haftalık Samarat al-fanan gazetesini ie ’sis ettikler ki, meşrûtiyet inkılâ­ bından sonra al-lttihad al-Osmâni adını al­ mış id i; tam bir şekil ve esâs yoksulluğu için­ de gazetelerin muiad mevzularını vermekle iktifâ eden bu gazete, birde bilhassa gayretkeş ve ukalâ »şeyhlerin" şişirilmiş kelime kalaba­ lığından ibâret üslûplarının acınacak bir Örne­ ğini veriyordu. 1874’te al-Takaddum adını alan ve kendilerini imanlı terakki müdâfîleri ve memleketteki gerilik unsurlarının azılı düş­ manları gibi gösteren bir gazete daha te’sis ettiler. Msl, Iskandar a l-A zar ve kudretli ve gayretli Adib İshâk { ölm. 1885 ; bu şahıs için bk. C. Zaydân, Maşâkîr al-şarkr, II, 75 v. dd. ve HayralSâh, R M M , XIX ; G A L, SuppL, II., 759 ) genç Su riye’nin mümtaz şahsiyet­ leri buraya yazı yazıyorlardı.



Yukarıda anılan Butrus al-Bustâni ’nın da­ madı olan Halil Sarkis 18 teşrin I. 1877 ’de Lisân al-hâl ’în ilk sayısını neşretti. Her ne kadar bu yeni gazete, hemen-hemen tamimiy­ le aynı temayülü taşıyan al-Canna* ye karşı bîr dereceye kadar rekabet etti ise de, Suriye ’de her ikisi için de kâfî derecede okuyucu var idi. Her iki gazetede siyâsete o kadar ka­ rışmıyordu: vak’aîan mümkün olduğu kadar bîtaraf bir şekilde gösteriyor ve her şey­ den evvel hükümetin fikrini ihtimamla göz Önünde bulunduruyordu; dinî sahada da ay­ nı bîtaraflığa riâyet ediyorlardı. 1880 senesin­ de yeni bir fırka kuruldu : papalığın nufûzunun genişlemesini hoş görmeyen mârunîler küçük al-Misbâh gazetesini te’sîs ettiler. Kavkaİ alŞubh al-munir ve al-Nvşra al-ıısbü'îya mec­ muaları proteştanlı^ı temsil ediyordp. Qrt$-



364



MATBUAT.



doka rûm kilisesinin de bir neşir vâsıtası var İdi: al-Hadîya. 1886 Ma kurulan ve haftada2 defa çıkan Bayrüi adlı siyâsî gazetenin ku­ ruluşu bÜyiik bir şey oldu. Üzerine „islâmîgönüllü hükümet gazetesi" şiarı konulabilecek olan bu gazete, ekseriya hükümet için çok sıkıcı bir hâl alan Şamarât aUfvtnün 'un „aşın islâmiyetçilerine" karşı bir muvâzene te'min etmek üzere, hükümet tarafından des­ tekleniyordu. Beyrut nihâyet 13 mart 1888 'de ayrı bîr vilâyetin merkezî olunca, vilâyet İdâresinin resmî neşir vâsıtası vazifesini gör­ mek üzere, aynı adda ikinci bir gazete neşr­ edildi; bu gazete eski Bayrüi gazetesinden al-rasmiya sıfatının ilâvesi ile tefrik edilir. Di­ ğer Beyrut mevkuteleri arasında siyâsî gazete olarak şunlar da zikredilebilir: 1. al-Zahra, 2. al-Fava id, 3. al-Mişkât 4. al-Nacâh, 5. alNahla, 6. al-Nafir ve 7. al-Ahvâl, Meşrûtiyet inkılâbından sonra, Beyrut 'ta neşredilen mev­ kutelerin sayısı 36 ’ya çıkm ıştır; 1912 için şu rakamlar verilmektedir: 8 gündelik, 17 haf­ talık gazete ve 12 mecmua ( krş. R M M, XIX, 76 v.dd.) Yukarıda zikredilen gazetelerden başka, Suriye 'deki şu siyâsî gazeteleri zikretmek yerinde olur: 1. Lübnan (18 9 1), 2. alRavîa ( 1894 ), 3. al-Arz ( 1895 ); bu gaze­ teler Lübnan Ma başka bir çok gazeteler ile birlikte haftada bir defa çıkıyordu; R M M ’a göre, 1912 yılında hepsi 15 adettir; 4. al-Şâm, haftalık; $.Taröbulu$ al-Şâm ( 1893), haf­ talık; 6. al-Şahba (18 7 7), haftalık (H aleb ). Bununla beraber, günlük matbuat Suriye 'de çok kararsız bir hâlde idi. Bu yüzden Suriye gazetecilerinin bir kısmı M ısır'a gitti. 1876 Ma lübnanlı Salim Takla ( krş. C. Zaydân, ayn. esr., II, 99 v. dd.) tarafından günlük ük gazete, al-Ahrâm neşredildi. Bu gaze­ te gayret ve maharetle memleketteki fransız menfaatlerini temsil eden bir neşir vâ­ sıtası idi. Çok geçmeden, bir suriyeli Ka­ hire Me haftalık al-Mahrüsa gazetesini te'sis etti. 1877 Me B eyru t’ta Amerikan kollejimn 3 talebesi tarafından kurulmuş olan ve 15 günde bir çıkan mükemmel al-Mukiataf gazetesi Kahire 'ye göç etmek mecbûriyetinde kaldı ; müdürleri burada 1889 'da İngi­ liz hükümeti hesabına al-Mulcattam adındaki günlük gazeteyi te’sis ettiler. Mısır 'da hükü­ met matbuatın hamlelerine az engel çıkarıyordu ve mevcut hürriyet İngiliz işgali altında 1890 Man beri ciddî bir şekilde tahdide uğramış bu­ lunuyordu. Mısır Maki matbuat hareketlerini bu­ rada teferruatlı bir şekilde göstermek mümkün değildir ( bk. M. Hartmann, The Arabic Press of Egypi, London, 1899; kk. kir d® mad, Ça-



mâl al-Di n A f ganî ). Faâl Suriyelilerin hamlesi karşısında mısırlılar oldukça ağır hareket et­ tiler. Bununla beraber, kiptiler, daha 1878 'de al-Va^an adlı gazetelerini te’sis ettiler (b u gazete 191,2 Me haftada 2 defa çıkmakta i d i ); fakat bu gazete pek rağbet görmemiştir. Müs1ümaıılar matbuata karşı dâima ihtiyatlı bir tavır muhafaza ediyorlardı. Ancak 1890 sene­ sinde, Şayh ‘ A li Yûsuf tarafından ehliyetle İdare edilen siyâsî günlük bir gazete, al-Mu'ayyad, çıkmıştır. Bunun yanında bîr avuç muta­ assıp küçük gazete çıkmağa başlamıştır. Mil­ letler arası islâmîyeti temsil eden al-Muayy a d ’e karşı, 1912'de al-A lam adı ile çık­ makta olan, Mustafâ Kâmil 'in kurduğu mil­ liyetçi al-Liva cephe almıştır. Kahire ’nîn bir üçüncü büyük gazetesi mutedil temâyüllü olan al-Carlda Mir. Aşağıdaki rakamlar matbuatın Mısır Ma al­ mış olduğu vüs’ai hakkında oldukça açık bir fikir vermektedir 11892 Me al-Anşâri ( bk. bib­ liyografya ) mevkut 40 neşriyat saymakta id i; 1899 ( Hartmann) Ma, kapanmış olanlar da dâhil olmak üzere, 167 mevkute sayılmakta ve 1909 Ma, 90 'ı Kahire Me ve 45 M İsken­ deriye Me olmak üzere, muhtelif 144 gazete ve mecmua çıkmakta idi ( R M M , XII, 308 ). Osmanlı imparatorluğunun tamâmiyle veya kısmen araplar ile meskûn diğer • bölgeleri için, burada ancak en eski resmî gazete­ ler zikredilecektir ( bk. C. Hnart, J A , VI, 5, s. 172): 1. Basra vilâyetinde al-Başra, 2. Bagdad vilâyetinde al-Zavrâ\ 3. Yemen vilâyetin­ de al-San'â. Mekke Me ancak 1908 'de ük gazete olan al-Hicaz neşredilmiştir. Başka sahalarda olduğu gibi, matbuat sâhasında da Magrib en geride kalmıştır. Yalnız Tunus ’ta, 1862 Men beri al-Ra'id al-tânisî gazetesi var idi. Takriben 1887 Men beri Tunus 'ta bir de al-Hâzira çıkmakta id i; bu iki neşir vâsıtasına 1889 Ma al-Zahra ve 1892 Me alBaşira iltihak etti. Fakat matbuat XX. asrın başlarında mühim bir şekilde artmıştır ( bk. R M M, VI, 342 v.dd.). Tunus ’un bîr husûsî ye t i İbranî harfleri ile basılmış olan yahudi-arap matbuatıdır; bilhassa al-Bustân ve al-Muhayyir zikredilmelidir. Bu iki gazete edebî arapça ve halk dili arapçasınm halitası bir dil üe ka­ leme alınmıştır. Tarabulus'ta yarı-resmî neşir vâsıtası olan Tarâbalâs al-ğarb ile, YPaschington-Serruys tarafından zikredilen al-Tarakki vardır. Cezayir Me al-Mabaşşir ( Cezayir ) ve Talmasan ( Tlem sen) ve bir de Kavkab tfrîlçiya ( 1907) ve al-Cazâ’i f ( 1908) çık­ makta idi. Fas ’a gelince, ancak 1905 'te Tan­ ca Ma gazeteler çıkmağa başladı ( bk. R M M, II, 8 ; İV, 6x9 ).



MAÎ&UAÎ. M dta'nın ayrı bîr durumu vardır. Edebiyat tetkikleri ve matbuat bu adada aneak İngiliz işgâîi ile görünmeğe başladı. Inğilizîer, bir müddet için, yerliler tarafından konuşulan husûsî arapça yanında, edebî arapçayı kabûl ettirmeği denediler. 1892 *de al-Hilâl tarafın dan zikredilen siyâsî Malta gazetesi bu su­ retle neşredildi. Edebî arapçanın kabûl etti­ rilmesi için yapılan bu teşebbüsler biç bir muvaffakiyet kazanmadı. Buna mukabil, latin harfleri ile basılan bir yazı dili meydana geldi ve 11 Habbar Maltı 1879 ’da bu dil ile neşr­ edilmeğe başladı. Arap matbuatı üç sınıfa ayrılabilir: 1. İslâ­ miyet! müdâfaa edenler, 2. türk hükümetine karşı mücâdele edenler ve 3. türlü hedefleri olanlar. İstanbul 'da neşredilen büyük al-Ca­ va’ib gazetesi her şeyden evvel İslâmiyet! ve aynı zamanda türk hükümetini müdâfaa edi­ yordu ; al-Htlâl 'e göre, aynı sıralarda ( 1892 ) şu gazeteler çıkmakta id i: a, siyâsî gazete­ ler: al-1 tidâl, al-Havâdi§, al-Salam, al-Hakâ’ik, al-Manabbih; b. İlmî gazeteler: alînsân, al-Kavkab; türkçe-arapça olarak neşr­ edilen hukukî bir gazete al-Jdakük. Osmanlı imparatorluğunda Kıbrıs adası da arap­ ça b»r siyâsî gazeteye sahip id i; D ik al-şark ( al-Hilâl, 1892'ye göre), al-Hilâl (1892) ve ondan naklen Washington-Serruys, s. XX, Hindistan için arapça neşredilen yalnız bir siyâsî gazete, Nuhbat al-ahbâr zikredilmekte ve hakkında hiç bîr bilgi verilmemekte idi (aş. bk.). Hindistan ile Irak’taki yahudilere bir neşir vâsıtası kazandırmak için yapılmış olan çok dikkate değer bir teşebbüsü buraya kaydetmek lâzımdır; bu onlar arasında bir İrtibat te’sis eden, bozuk bir arapça ile kale­ me alman ve İbranî harfleri ile Kalküte 'de çı­ kan The Jetüish Gazette Paerak 'tır. Uzak şarktaki Rothscbild şirketi, Sassoon ve ortak­ lan tarafından takviye edilen ve ihtimâl aynı zamanda bunların ticarî menfaatlerine hizmet eden bu gazete A sya'nın arapça ko­ nuşan yahudi halkı arasında elden ele geç­ mekte idi. Garp memleketlerinde neşredilen gazeteler olarak, al-Hilâl ( 1892 ) yalnız şunları zikr­ eder : İtalya ’da al-Mastakil, Fransa 'da al-Anba ; Aba ’l-havl; âl-lttihâd; al-Başir, al-Şadâ, al-Hukuki al-Barcis, al-Şuhra, al-U rvat al-vuşka ; Londra ’da al-İttihâd al-arabi, alHilafa, Mir’ât al-akvâl ( Rizk-Alîâh Hassün tarafından neşredilmiştir 5bunun hakkında bk. M. Hartmann. MavaSsah, s. 78 ve 232) ve Ziya al-hâfikin (arapça ve İngilizce) New. Y o rk ’ta Kavkab Amerika. Washington-Serruys şunları da zikreder: Marsilya ’da al-



Mirşâd, Brezilya’da al-Barâzîl ve al-Rakib. Bu listeye Hartmann ( st. 227 ) ’ın zikrettiği al-Aşma'î ( Sao Paulo; Brezilya ); al-Hödi ( Filadelfiya ) ve al-Ayyâm ( New- York ) ve yine Hartmann 'ın zikrettiği ( Or, Litztg., 1889, s. 58 v.d.) 15 yeni gazete de ilâve edil­ melidir ( bk. bir de R M M, XIX, 85 v.d.). Washington-Serruys arapça matbuatın muh­ telif inkişâf devirlerinde kullanılan dil hakkında çok açık ve emin bir umûmî bilgi vermiştir. Bu dit önce çok acemice ve sıkıntılı, gramer kaideleri ile tezat hâlinde iken, doğruluk ve kolaylığa varmak için, gît-gide daha çok ar­ tan bir gayret sarfetti, Avrupa matbuatı ile devamlı ve içten münâsebet bîr çok gazete­ ciye arap dilinin busûsiyetlerini unutturmuş­ tur ; öyle ki, bunlarda garp düşüncesinin husu­ siyetlerini taşıyan bir çok tâbirlere rastlanır. Dilin sâfiyetini daha çok düşünen kimseler ve en başta Adib İshâk ( yk. bk.) bunlara karşı mücâdele ettiler. Bugün ( 1912 ) büyük gazetelerde tamâmiyle millî bir üslûp ile yazı yazmağa çalışılmaktadır. Halk dili matbuata bilhassa mizah gazeteleri ile sokulmuştur. Arapça matbuat esas bakımından büyük te­ rakkiler kaydetmiştir. Burada uzun zaman eski yabancı hikâyelerden ve mahallî dediko­ dulardan başka, yalnız Türkiye 'deki siyâsî harekete dâir, hükümetin hoşuna gitmek üze­ re yapılmış kısa bir icmal bulunurdu. Yalnız al-Cavaib ( yk. bk.) istisna teşkil ediyordu. Bugün ( 1 91 2) al-Ahrâm, al-Muayyad, alMukattam, al-Livâ ve daha bir çoklan geniş bir sahadan istifâde edip, yüksek siyâsetle olduğu kadar, İçtimaî meseleler ile de alâka­ dar oluyorlar. Bunun yanında âdî tenkitler, kaba fırka kavgaları, şahsî rezaletler, aşağı sınıftan matbuatta yer almakta devam etmek­ tedir. Değerli muharrir İbrahim al-YSzicı, aîZiya 'sının- ük ciiz’ünde, bu suistimâllere karşı kudretle sesini yükseltmiştir. M e c m u a l a r da zikredilmeğe değer. Bun­ ların büyük bir kısmı tabiat ilimlerinden, si­ yâsî tarihten ve medeniyet tarihinden alınmış faydalı- bilgileri halk arasında yaymağı gaye edinmiştir (en eski arapça mecmua Mısır ’da çıkan al-Ya süb ( 186 5)olup, bir tıp mec­ muasıdır]. Burada en eskiler arasında şunlar zikredilebilir: a. artık çıkmayan mecmualar: al-Şafâ, al-Tabib ve al-Mihmâz; b. bâlâ ( J912 ) çıkmakta olan mecmualar: al-Kanisa al-Kâşülîkiya. Schroeder, bunlardan başka, daha üç mecmua zikretm ektedir: Silsilat al-Fukahat f i atâ'ib al-rivâyât, Divân al-fukâhât ve Mir’ ât al-şark. Bu sonuncusu artık neşredilmemektedir. 1892’den beri Kahire’de Zaydân ’m . idaresinde neşredilmekte olan al-Hilâl



3^ 6



MAtBUAÎ.



mecmuası büyük bir faaliyet göstermektedir. Diğer taraftan Beyrut 'tâki cizvit misyoner­ leri 1898*10 başından beri iki haftada bir Çıkan al-Maşrik. mecmuasını neşrediyorlar. Bütün İslâm âleminde en çok yayılmış olan mecmua, 1897 'den beri Kahire 'de Raşid Rı­ zâ 'nm idaresi altında çıkan al-Manâr id i; ondan sonra 1908 'den beri Şam ’da Muhammed Kurd :AIi ( bk, R M M, II, 417 v. dd.) ’nin idaresinde neşredilen al-Mufctabas gel­ mekte idi. Bir de şunlar zikredilm ektedir: al* Ala m al-islâmî, 1965 ’ten beri Kahire ’de çıkar ( bk. R M M, VI, 192 ); Luğat al- arab, Bagdad ’da papas F. Anastase Marie idaresinde neşredilir; al-Şahrisiâni idaresinde al-U m (Necef ), İskenderiye ’de, Alezandra Avierino ta­ rafından neşredilen al-calis adlı kadın mecmuasını da zikretmek lâzım dır; Mısır 'da bu mecmuadan önce 2 kadın mecmusı daha çıkmış id i; bunların kadın müdürleri ancak sözde müdür olup, her iki mecmua da neşriya­ tı kesmek mecburiyetinde kalmıştır. Bugün ( 1 91 2) kadınlar gazetelerin yazı işlerine ol­ dukça faal bir şekilde iştirak etmektedirler 5 ( bilhassa Suriye için bk. R M M , XIX, 86 v.dd,). B i b l i y o g r a f y a î Mısır için bk. ‘Abd Allah Efendi al-Anşâri, Kitâb al-câmı altaşânîf al-mişriya al-hadişa min sana 1301 ila sana 1310 hicriya (Bulak, 1312)5 Brüning, Wirtschaftliche Verhâlinisse Syriens und seiner Hauptplâtze ( Preussisch.es Handelsarchiv, 1878, nr, 4 6 —50; Suriye vilâyeti gazete ve mecmuaları için bk, s. 580); Schröeder, Verz, der in Syrien und Mesopot. erschein. Zeiiungen (Zeiischr. d. Deuisch. Pal, ver,, 1889, XII, 124 — 128); Thomsen {ayn. esr., 1912, XXXV, 221 v.dd.); al-Hilâl, 1892, yıl I, nr. 1, s. 9 - 1 6 ; 1896, yıl 5, nr. 4, s, 141 v.dd.; Washington*Serruys, L ’Arabe Moderne etudie dans tes pieces officielles (Beyrut, 1897); Hartmann (Ö Z ., 1898, nr. 7, s, 226 — 288 ); ayn. mil., 77ıe arabic Press o f Eggpt ( London, 1899); The Moslem World\ R M M ve Mir Islama mecmuaları; 1912 'den beri çıkan Zeitschrift der Deutseken Gesellschaft fü r Islamkunde de müslüman matbuatını husûsî bir dikkatle takip etmektedir. (M. HARTMANN.) Birinci cihan harbinden sonra Osmantı im­ paratorluğu birliğine dâhil bulunan bütün arap memleketleri bu birlikten ayrılmış, evvelâ Avrupa devletleri mandası altında veya bu devletlerin müstemlekesi olarak, birbirlerinden oldukça ayrı kültür ve siyâset merkezlerine bağlı bir takım siyâsî teşekkller meydana ge­ tirmişlerdir. ikinci cihan harbinin sonlarına kadar devam eden bu devrede, yeni arap



devletlerinin beli i-başlı şehirlerindeki matbuat, yazı dilinin müşterek olması sebebi ile, bir dereceye kadar birbirleri ile alâkalı olarak inkişâf etmiş ise de, tabî olunan devletlerin te’sirleri, ' halkın okuyup-yazmalarımn nisbet bakımından birbirlerinden ayrı olması gibi sebeplerden dolayı, arap âleminin her yerin­ de aynı derecede ileriİeyememiştir. Bu devir­ de matbuatı en çok ilerilemiş olan arap dev­ letî Mısır ve sonra Lübnan’dır, ö y le ki, bil­ hassa Mısır ’da çıkan gazeteler arapça konu­ şan diğer memleketlerdeki matbuatın yerini tutmuş, ekseriya o memleketlerin genç isti­ datlarını kendisine çekmiş ve binnetıce orada matbuatın inkişâfına engel olmuştur. îkinci cihan harbinden sonra, arap devletlerinin ço­ ğu istiklâllerine kavuşup, her devlet tahsil ve terbiye dâvasını en mühim dâvalardan biri olarak ele alınca, okuyup-yazanlarm nîsbeti arttığı gibi, bunun neticesi olarak matbuat daha geniş bir inkişâf imkânı buldu. Böylece her arap devletinin, başta payitahtı olmak üzere, başlıca şehirlerinde bir çok gazete ve mecmua neşredilmeğe başlamıştır. Burada ancak her devletteki en mühim gazetelerin adları verilmekle iktifa edilmiştir. 1. A r a b i s t a n . Snûdî Arabistan. Hicaz 'da eskiden Kibla adlı, haftada 4 defa, 4 sahife olarak bir gazete çıkardı (1916 'dan iti­ baren ). . Şimdi de burada devletin maddî imkânları ile mütenâsip olmayacak kadar az ve zayıf bir matbuat vardır. Bunlardan Mek­ ke ’de Umm al-kurra ( resmî, haftalık ), alBilSd al-Sa'üdîya (haftada 2 defa), al-Hacc ( hacılar için, ayda 2 d efa ) ve Medine ’de alMadina ( haftalık ) adlı gazeteler zikrolunabilir. Bu devlete bağlı diğer eyâletlerde her hangi bir neşriyat yoktur. Arabistan ’m diğer devletlerinde, msl. Ye­ men 'de Osmanlı imparatorluğu zamanında bâzı gazeteler neşredilmiş ise de, şimdi an­ cak Kuvayt 'te a l-R a id adlı bir gazete var­ dır, Diğer bâzı yerlerde de mahallî, çok ehem­ miyetsiz gazetelere tesadüf olunur, 2. I r a k . Bu memlekette Osmanlı İmpara­ torluğu zamanında başlayan ve her bakımdan memleketin inkişâfım hedef tutan neşriyat faaliyeti, Ingiltere ’nin hâkimiyeti devrinde aynı hızla devam edememiş, türlü zamanlar­ da konulan şiddetli sansür de bu inkişâfı büs­ bütün zedelemiştir. Bundan dolayı bu mem­ lekette dağınık ve az mıkdarda-okunan gaze­ teler çıkmıştır. Şimdiki başlıca gazeteler şun­ lardır: Liva al-istiklâl (en çok okunan ga­ zete, 4 500 nüsha olup, istiklâl partisinin fi­ kirlerini yayar), Şada ahâlî, al-İttîhâd aldustüri ( muhafazakâr, hükümetin fikirlerini



Ma t b u a ! yayar) ve al-İslâlı ( koyu milliyetçi ). Başlıca şehirlerde de arapça ve diğer dillerde gaze­ teler neşredilmektedir. 3. S u r i y e . Osmanlı imparatorluğu zama­ nında büyük bir inkişâf yoluna girmiş olan Suriye matbuatı, bîr aralık zayıflamış ( türkçe olarak çıkan msl. Haleb ’deki Vakit kapanmış­ t ır ) ise de, son zamanlanda halkın İhtiyâcım karşılayacak keyfiyet ve kemmiyete erişmiş sa­ yılabilir. Bugünkü başlıca gazeteler şunlardır: Şam Ma al-Barid al-Süri, al-İnkilâb, al-Kabas (eski al-Maktabas ); Haleb Me al-Dusiür, Bark at-şimâl, al-İşlâh v.b. Suriye ’de neşredilen Ma.ca.lla al-macmd a l-ilm i al-arabî ’yi de burada zikretmek icâp eder. 1921 Me kurulan al-Maçmd al-ilm i al- arabi ( Academie Arabe de D am as) tarafından neşredilen ve bugüne kadar muntazam bir şekilde devam eden bu mecmua arap edebiyatı tarihi ile arapçanın eski ve yeni meselelerine dâir kıymetli yazı ları ihtiva eder. 4. Ü r d ü n . Bu memlekette, kendine göre, oldukça mühim sayılabilecek bir matbuat var­ dır. Başlıca gazeteleri al-Urdun ( 3.000 nüsha, basar ve Ürdün ’İin en eski gazetesidir ); alNakza, al-Difa ( milliyetçi, 5.000 nüsha ) ve Fil asi in ’dir. 5. L ü b n a n . Arap âleminde fikrî ve edebî sahada yeniliğin bir dereceye kadar öncüsü mevkiinde bulunan Lübnan ve lübnanhlar, matbuat hususunda bu mevkii bugüne ka­ dar muhafaza etmiş görünmektedir. Mem­ leketin küçüklüğüne ve nüfusun azlığına rağ­ men, matbuat bakımından diğer arap dev­ letlerinden yalnız Mısır Lübnan ile boy ölçü­ şebilir. Bugün en mühimleri idare merke­ zi olan Beyrut ’ta çıkan ve sayıları pek çok olan gazeteler arasında şunlar sayılabilir: Bayrat ( sünnî ), Nida ( arap birliği taraftarı ), BayrÜt-Masâ\ al-Am al, al-Bayrak ( hıristîyan). al-lfayât, al-Hadaf ( her ikisi de şİ’î ), at-Nîhâr ( ortodoks rum ). Bunlardan başka, L ’ Orient, Le Joar v. b. gibi, müteaddit fransızca ve başka dillerde gazeteler çıkmakta­ dır. 6. M ı s ı r . Matbuatı her bakımdan diğer arap devletlerindekinden daha çok inkişâf etmiş olan Mısır ’m en mühim gazeteleri Ka­ hire Me çıkmaktadır. Sayısı hiç olmazsa 100’e yaklaşan gazeteler arasında burada şunlar zikredilmelidir: al-Akram (y a n resmî, 80.000 nüsha basılmaktadır), al-Da'va ( „müslüman kardeşlerin" g a zetesi), al-Mişri, Savat al-umma ( her ikisi de Vafd fırkas nm gazetesi i d i ), al-Mukatİam ve al-Balâğ. Bunlardan başka, başta fransızca olmak üzere, diğer diller ile bir çok gazeteler neşrolunmaktadır.



36?



7. Ş i ma l î A f r i k a Ma T u n u s , C e z â y i r ve F a s gibi memleketlerde arapça matbuat en geç başlamış olduğu gibi, Tunus bir dere­ ceye kadar bir tarafa bırakılacak olursa, hemen hiç inkişâf etmemiş bir hâldedir. Bunun sebebini gâlibâ bilhassa fransız ga­ zetelerinin bu memleketlerde kolayca te’min edilmesinde aramak lâzımdır. Bu memle­ ketlerin başlıca şehirlerinde çıkan gazeteler daha çok mahallî neşir vâsıtaları olup, olduk­ ça iptidaîdir. B i b l i y o g r a f y a ı Arap matbuatının muahhar devirleri için de en mühim kaynak R M M Me arap matuatma ayrılan kısımlar­ d ır ; bir de maalesef burada istifâde edil­ memiş olan şu eserler: F. de T a rrlzi, Tâ­ rih al-şihâfa al- arabiya ( 2 cild, Beyrut, 1913 ); Kostaki İySs Attâra al-Halabi, Târih al-şuhaf al-Mişriya ( İskenderiye, ts.); Takvln al-sukaf f i ’ l-âlam (Kahire, 1926); *Abd al-Razzâk aî-Hasani, Târih al-şihâfa al-İrakiya ( Nccef, 1935). Bunlardan başka bk. L. Massignon, Annaaire da Monde Musalman (P aris, 1930 ve 1953). (T , H.) II. T Ü R K L E R I.



Türkiye



Burada Türkiye matbuatının tarihçesi iki ayrı yönden ele alınacaktır, önce 5 devre içinde günümüze kadar uzanan matbuat hayatı ve faaliyeti üzerinde durulacaktır. Bu 5 dev­ reden birincisi Tanzimat ( 1839 ) ’tan Abdülhamid İL ’in tahta çıkışma ( 1876) kadar sürmekte; ikinci devre ki, büyük bîr kısmı istibdat idaresi altında geçmiştir, 1876 Man ikinci meşrûtiyetin ilânına (1908) kadar uzan­ makta ; üçüncü devre ise, 1908 Men Mon­ dros mütârekesine kadar ( 19x8 ), 2. meşrû­ tiyeti içine almakta; dördüncü devre İstanbul ’un Millî hükümet tarafından işgaline ( 1923 ) kadar devam eden mütâreke yıllarım ihtiva etmekte ve nihayet beşinci ve sonuncu devre cümhûrİyetin ilânından sonraki safhayı teşkil etmektedir. Bir asırdan fazla bir zaman, Tür­ kiye Me fikir hayatının turlu yönleri ile tem­ sil edildiği gazete ve mecmua neşriyatının bu kısa tarihçesinden sonra, aynı devrelerdeki matbuat idareleri ve rejimleri de ayrı-ayrı gözden geçirilecektir. T ü r k i y e Me matbuat. Türkiye ’de gazete siyâsî ve İktisadî hâdiseler karşısında halk kütlesini aydınlatmak, umûmî efkâra is­ tikamet vermek yolunda cemiyetçe duyulan bir ihtiyâcın sevkı ile doğmuş olmaktan ziyâ­ de, hükümetin yaptığı işleri vasıtasız olarak halka ulaştırmak gayesi ile meydana çıkmış-



368



MATBUAT.



tır. Türkiye *de ilk gazele, Mahmud II. zama­ iştirak etmiştir. Terciimân-t ahvâl t866 'da nında ( 1 831 ) çıkan Takvîm-i vekayî’dir. kapanmıştır. 20 yıl rakipsiz çıkan Cerîde-i Mahmud II. Önce, dışa karşı türk menfaatle­ havâdis 'in sahibi Churchill bu beklenmedik rini müdâfaa etmek maksadı ile, İstanbul da rakip karşısında oğlunun yardımı ile, Râznâfransızca olarak bir gazete çıkartmağa teşeb­ me~i cerîjde-i ahvâl adlı haftada 5 gün çıkan büs etmiş ve bu iş için İzmir ’den Alezandre bir gazete daha neşretti. Churchill Tercümân-t Blacçjue adında birini getirterek ( *830), L e ahvâl 'i kötülemeğe, onu gözden düşürme­ Moniieur Ottoman adlı, resmî havadis gazete­ ğe azmetmiş görünüyordu. Rûznâme-i cerîde-i sini neşrettirmiştir. Başarılı olan bu deneme havâdis 'in 29. numarasında, Münif Paşa 'ya üzerine, 1831 tarihinde, türkçe bir gazete çı­ atfedilen bîr bend çıktı, îki gazete arasında karmak için, bir emirname ısdar etti. Tak - sürüp-giden bîr çatışmanın başlangıcı olan zûm-i vekayi’İ basmak için, Takvimhâne-İ âmi- bu yazı Ş in âsî’nin Tercümân-t ahvâl’de tef­ reyi kurdurup, başına Es’ad Efendi ’yi geçir­ rika edilen Şâir evlenmesi adlı ilk türk tiyatro di, Haftada bir defa çıkan bu gazetede, kıs­ eserini „koca kanlara mahsus mesel" dîye men devletin iç işlerine, kısmen de yabancı vasıflandırıyordu. Açılan münâkaşalar türlü ülkelere dâir havadislere, ticâret ve sanayii vesileler İle çeşitli meselelere ve bu arada alâkalandıran işlere v. b, yer verilmekte idi. bilhassa zamanın tedris usûllerine intikal Büyük me’mûrlara dağıtılmak ve isteyenlere etmiştir. Muharriri Ziya Paşa olduğu rivayet yıllık abone şeklinde verilmek üzere, gazete edilen bir yazı üzerine, Tercümân-ı ahvâl iki 5.000 nüsha olarak basılıyordu. Tertip yanlış­ hafta müddetle kapatılmıştır ki, bu Türkiye 'de lan yüzünden, bir kaç defa kapanan Tak­ hükümet tarafından ilk gazete kapatılmasıdır vîm-i vekayî, İstanbul hükümeti sona erince­ ( bk. S. İskit, Türkiye ’de matbuat idâreleri . . . , ye kadar intişâra devam etti. Son nüshası Ankara, 1943, s. 12 ). Kendi gazetesi olmadığı 4.608 numaralıdır. Büyük millet meclisi hükü­ için, Tercümân-t ahvâl’de istediğini yazama­ meti bu resmî gazeteyi cerîde adı ile yan Şinâsî, buradan ayrılarak, 1861’de Tasneşretmeğe başladı ki, 763. sayısından itiba­ vîr-i efk â r’ 1 çıkarmağa başladı. Bu gazete, Şinâsî 'nin kalemi ile hürriyet fikrini yay­ ren Resmî gazete adı altında çıkmaktadır. 1. D e v r e (1839— 1876). T ü rkiye’de gazete­ması bakımından, Türkiye matbuat tarihînde cilik, kuruluşu itibârı İle, Tanzimat hâdiselerin­ büyük bir ehemmiyet taşır. 200. nüshasın­ den biri sayılabilir. Türkiye ’de şahsî teşebbüs dan itibaren Nâmık Kemâl de burada yazı yaz­ ve sermâye ile ilk gazete 1840 'ta bir İngiliz ta­ mağa başladı. Maârife ve hayırlı işlere âit rafından çıkarılan Cerîde-i havâdis gazetesi­ ilânları parasız basan, dilinin nisbî sadeliği dir. Bu gazete 1836 yılında, Kadıköy tarafla­ ile daha önceki gazetelere benzemeyen Tûsrında avlanırken, kuzusunu otlatan bir çocu­ vîr-İ efkâr} 830 nüsha çıkarak, 1866 Ma kapan­ ğu yaralaması üzerine, kapitülâsyonlara aykı­ mıştır. rı olarak, bir kaç gün hapsedilmiş olan WÜ1861 senesinde Münif Paşa tarafından çıkar­ liam Churchill adlı ingilize tâviz olarak ve­ tılan Mecmua-i fûnûn Türkiye 'de türkçe ola­ rilen gazete imtiyazının meyvesidir. Cerîde-i rak çıkan ilk mecmuadır. Bu tarihten iki sene havâdis önceleri, şekil ve yazı bakımından, sonra { 1863 ) Ahmed Midhat Efendi ’nin yar­ hemen-hemen Takvîm-i vekayi’m aynı idi. dımı ile çıkan ilk askerî gazete Cerîde-i aske­ Gazete ilk üç sene pek az satış yapmıştır. riye ve 4 sene sonra ( 1865 ) Haşan Febmî Bir kaç defa neşrine son vermiş ise de, hü­ Paşa tarafından çıkarılan ilk ticâret gazete­ kümetin paraca yardımı sayesinde yeniden si, Takvîm-i ticâret, büyük bir ehemmiyet ta­ Çıkmağa başlamış ve 1860 ’a kadar devam et­ şımazlar. Bunların ardından 1866 'da Filip Efen­ miştir. Bundan sonra, yarı resmî ve tama­ di ’nin çıkardığı Muhbir gazetesi, Türkiye ’de men meslekî türkçe ve fransızca olarak, ay­ inkılâp fikirlerini ilk neşreden gazetedir. Gaze­ da bîr çıkan Vekayi~i tıbbiye ( 1850 ), da­ te gözü pekliği, ataklığı ile tanınan A li Suâvî ha ziyâde bir mecmua sayılmak gerekir. Hu­ tarafından idare edilmekte idi. Haftada dört sûsî teşebbüs ile çıkan ilk türk gazetesini gün çıkıyor, bâzan da ard-arda neşrediliyordu. bulmak için, 1860 yılına kadar uzanmak lâ­ Girit meselesini ele alıp, zulme uğrayan müszım gelmektedir. Bu tarihte Bâbıâlî ter­ Iümanlara iane toplayan bu gazete, 8 mart 1867 cüme odası mütehayyizlerinden Çapanzâde tarihli nüshasında Belgrad kalesine dâir çıkan Agâh Efendi, muharrir ve şâir Şinâsî 'nin bir yazı dolayısı ile, hükümet tarafından bir yardımı ile, Tercümân-i ahvâl adlı gaze­ ay müddetle kapatılmıştır. A vrupa’ya kaçan teyi çıkarmağa başlamıştır. Bu gazeteye yazı Suâvî Muhbir ’i Londra *da kısa bir zaman yazanlar arasında Ahmed Vefik Paşa da var idi. tekrar çıkarmıştır, İstanbul’da Muhbir’den Şinâsî gazetenin yalnız 25. nüshasına kadar sonra çıkan Ayîne-i vatan ( 1867 ), daha zıya-



Ma t b u A f.



$69



de mecmuaya benzeyen ilk resimli gazetedir. 1868 ile 1872 arasında, bilhassa Midhat Paşa Resimlerinin iptidaîliğinden dolayı, pek rağbet zamanında, yurt içindeki ( İstanbul ) gazeteler görmemiştir. Bu yüzden adını değiştirmiş ve çoğalmağa başlamıştır. Bunlar içinde Terakki, resimsiz olarak, Vatan ismi altında çıkmış ise Basiret, ibret ve Hadika gibi, kuvvetli fikir de, Muhbir 'in kapatıldığı sıralarda hükümet ve haber gazeteleri ile Diyojen, Hayâli gibi, tarafından „sedd“ edilmiştir. 1867 senesinde, 79. oldukça mühim mizah gazetleri de bulunmakta sayısından sonra tatile uğrayarak,/sfanhaf adını idi. Bütün bu gazetelerde kuvvetli ileri fikir­ alan Rûznâme-i âyine-i vatan, tamamen arap- ler ve tenkitlerin bulunuşuna bakılacak olursa, ça çıkan al-Cava ’ib adlı gazetenin türkçe zâten »muvakkat* kaydı ile ihdas olunmuş nüshası olan Veledü 'l-cevâib; a yıl devam bulunan 1867 kararnamesinin tatbikten kaldı­ eden Muhib, Utârid ve Filİp Efendi 'nin idâ- rıldığına hukmolunabilir. resîndeki Mecmua-i maârif gazetesi çıkmıştır. Bu gazetelerden Terakki 1868 ’de çıkmağa Bu sonuncusu, 1874 ve ı87Ğ'da olmak üzere, başlamış olup, bunun en büyük hususiyeti, ilk ikinci ve üçüncü defa neşredilmiştir. defa olarak, kadınlara mahsus haftalık bir ga­ 1867 yılında, türk matbuatı için idâri ted­ zete ile Letâif-î âsâr adlı, haftalık bir mizah birler yolu ile yapılan sıkı bir tazyik devresi gazetesi neşretmesi İdi. Terakki*ye yazı ya­ başlar. A lî Paşa tarafından, kendi siyâseti zanlar arasında Hayreddin İmzasını kullanan aleyhindeki neşriyatı susturmak maksadı İle lehli Karski île Ebüzziyâ Tevfik, Suphi Paşa­ çıkartılan 27 mart 1867 tarihli kararname, zade Âyetulîah Bey, Kemâl Paşa-zâde Saıd hükümete matbuat hakkında İdarî tedbirler ve İsmail Bey’ ler varidi. 1869 ’da çıkmağa baş­ almak salâhiyetini veriyordu. Bu kararname layan Mümeyyiz gazetesinin siyâsî nüshası üzerine, »Yeni osmanlılar" cemiyetinin başta dışında, bir de çocuklara mahsus nüshası var idi. gelen âzalanndan Nâmık Kemâl, Ziya Pa­ İlk çocuk ve terbiye gazetesi sayabileceğimiz şa, AU Suâvî, Agâh Efendi, Mehmed, Reşad bu gazetede, bilhassa eski tedris ve terbiye ve Rif’at Bey ’ler Avrupa ’ya kaçarak, orada usûlleri ilk defa esaslı olarak tenkit ediliyor hükümet aleyhinde neşriyata başladılar. Mısır­ ve yeni usûller üzerinde etraflı bilgi verili­ lı Fâzıl P aşa’nın para yardımı ile yapılan bu yordu. Mevkib-i şarkî (18 6 9), Terakkimin neşriyatta İstibdat idaresi ve bilhassa Âlî Pa­ kapanan kadınlar nüshasının devamı olarak şa'm n siyâseti tenkit olunuyordu. Bu neşriya­ çıkıyordu. İlk müstakil mizah gazetisi de tın başında A li Suâvî ’nin 1867 ’de Londra'da 1869’da çıkmış, Önce fransızca ve ramca, son­ Çıkardığı Muhbir gelir. Suâvî, bu tarihten iki ra da türkçe olarak çıkan Diyojen, 120. sayı­ •sene sonra ( 1869), Paris *te Ulûm adında, sından itibaren karikatür de neşretmeğe baş­ ■ İlk defa türkçülük cereyânına ön ayak olan lamıştır. Yine 1869 *da bir ilim ve fen gazetesi İlmî bîr gazete çıkardı. Gazete P aris’in 1870 olarak Âşir Efendi tarafından çıkarılan Hadi* 'te almanlar tarafından muhasarası ile sona ka, 1871 ’de Ebüzziyâ Tevfİk, 1873'te de Şemerdi, P aris’i en son terkedenler arasında bu­ seddin Sâmî ’nîn İdaresinde, ayrı şekil ve eb’lunan Suâvî Lyon 'a geçerek, orada Muvak­ adda devam etmiştir. 1869'da resmî bir mâhiyet katen adı ile bîr başka gazete çıkardı. Muh­ taşıyan Varaka-i zaptiyemden sonra, zamanın birdin »Yeni osmanlılann* naşir-i efkârı ola­ en mühim gazetelerinden biri olan Basiret gö­ mayacağına karar veren Zıya Paşa, Nâmık zükmektedir. Bu gazetenin diğer gazeteler ile Kemâl ve Agâh Efendi ı868’de Londra’da olan rekabeti matbuat tarihinde mühim bir yer Hürriyet gazetesini çıkarmağa başladılar. işgal eder. 1870 frausız-alman harbinde so­ Hürriyet belli bir gaye için çıkan, türkçe İlk nuncuların tarafını tutmuş olan ve lehli Karsfikir gazetesidir. Haftada bîr defa çıkan bu kı ile Ahmed Midhat Efendi'nin de yazı yazgazete de, Muhbir gibi, tenkitlerini bilhassa  lî dığı bu gazetede A li Suâvî ’nin felsefî maka­ ve Fuad Paşa ’larm şahsiyetlerine ve icraatına leleri çıkmakta idi, 1870’te Memâlik-i mahruyöneltmiş idi, Nâmık Kemâl'in 1869'da ayrıî- sa, Hakayiku ’l-vekâyî, Mir kat, Astr, Ah­ ;.ması üzerine bir müddet gazeteyi Ati Suâvî 'nin med Midhat Efendi ’nin bir günlük ömrü yardımı ile çıkaran Ziya Paşa, 1870 ’te Cenev­ olan Devir ve onu takiben Bedir gibi gaze­ re ’ye giderek, Hürriyet ’i taş-basması ile çı­ teleri çıkmıştır. T ü rkiye’de tam mânası ile karmağa başlamıştır. Gazete burada 11 sayı siyâsî gazete olan ibret, Önce Bagdad 'dan çıktıktan sonra, 200. sayısı ile kapanmıştır. dönen Ahmed Midhat Efendi tarafından ki­ 1870 yılında Cenevre’de Hüseyin Vasfi Paşa ralanmış, fakat muvaffak olunamayarak, terk­ ile Mehmed Bey 'in çıkardıkları Inkılâb adlı edilmiş idi. Kendi adına gazete çıkaramayan -gazete, işi daha ileri götürmekte ve hücumla­ Nâmık Kemâl, Ebüzziyâ Tevfik, Reşad Nûri rım bizzat Abdül’aziz 'in şahsına yöneltmekte Bey ’lerden müteşekkil bir yazı heyeti idâresinidi. de, 1872 yth haziranının 1 3 'ünde gazeteyi İslâm A nsiklopedisi



24



Ma



tb u a t



neşre başladı. İbret, bir havadis gazete­ sinden ziyâde, fikir ve mücâdele gazetesi idi. Nâmık Kemâl burada Mahmud Nedim Paşa'ya karşı cephe aldı. Gazete çıkalı henüz bir ay bile olmamışken, 9 temmuz tarihli 19. nüsha­ sından sonra, hükümet tarafından dört ay tatile uğradı ve Nâmık Kemâl Gelibolu'ya sürüldü. Mahmud Nedim P a şa ’mn sukutundan sonra İstanbul 'a dönen Nâmık Kemâl gazetenin idaresini bilfiil eline aldı ve kitap sansürünün ilk kurbanı olan Evrâk-ı perişan adlı eseri dolayısı ile, şiddetli yazılar yazmağa başladı. Gazete 8 mart 1873'te tekrar bir ay müddetle kapatıldı; Vatan veya Silistre adlı eserin oynandığı gece halkın gösterdiği taşkın heye­ can, Nâmık Kemâl ’e gönderilen ve gazete­ de neşredilen teşekkürnâme hükümeti ürküt­ tüğünden, İbret 5 nisan 1873 günü, bîr daha çıkmamak üzere, kapatılarak, Nâmık Kemâl Magosa kalesine ve diğer muharrirler de zaptiye kapısına gönderildi. İbret 'in çıkan nüs­ halarının sayısı 132 'dir. Bu gazete Tanzimat devrinin sistemli şekilde hürriyet telkinleri yapan en iyi fikir gazetesidir, 1872 neşriyatı arasında Teodor Kasap tara­ fından çıkarılan kuvvetli bir mizah gazetesi vardır: Hayâl, İşi alaya dökerek, tenkit hu­ susunda hayli hâşan gösteren bu gazete, 1876 'da ilân olunan kanûn-ı esâsînin matbuatla ilgili maddesine itiraz maksadı ile, eli-ayağı bağlı bir adam karikatürü yaparak, altına ,,kanun dâiresinde serbesti “ ibaresini koyması yüzünden, bir müddet sonra hükümet tarafın­ dan kapatılmıştır. Onun yerini yine Teodor Kasap ’m çıkardığı Çıngıraklı tatar doldurmağa çalışmış ise de, ömrü kısa sürmüştür. Bundan sonra neşredilen gazeteler sırası ile şunlardır: 1873’te Ebüzziyâ Tevfik 'm çıkar­ dığı Sirâc*, her nüshasında bir karikatür bu­ lunan, umumiyetle muhatabı mechü! târizler ile dolu Lâtife, Kamer, Halûsat-ül-efkâr, 1874 ’te ilk tiyatro gazetesi olan Tiyatro, Basiret ’e çatan gazetelere mukabelede bulunmak üzere, „basiretçi" AH Efendi tarafından çıkarılan ■ Kahkaha adlı mizah gazetesi; bir politika, ticâret, mâliye ve nâfia gazetesi olarak çıkan Şark, Efkâr, gazeteden çok mecmuaya benziyen, resimlerinin ve baskısının güzelliği ile meşhur Medeniyet, 1875 'te sağa-sola çatan, fakat sönük kalan Geveze adlı mizah gazetesi, Ahmed Midhat Efendi tarafından neşrolunan İttihat , Meddçh, muharrirleri arasında Nâmık Kemâl ’in de bulunduğu Sadâkat, bir çocuk gazetesi olan Etfâl, bir kitap ciddiyetinde, siyâsî, ahlâkî, İlmî ve .edebî makaleler neşr­ eden ve bilhassa tedris meseleleri üzerinde duran İstikbâl, Said B ey'in wtemâl*i ahvâl"



*



başlığı altındaki makaleleri sâyesînde, devrin en çok okunan gazetesi hâline gelmiş olan Vakit, Şemseddin Sâm î’nîn baş.muharrirliğini yaptığı ve gazetelere konulan sansür dolayısı ile, bunu, protesto makamında ilk defa olarak, bir kaç sütununu boş bırakmak cesâretini gös­ termekle, diğer gazetelere örnek olan Sabah, 1876’da Mehmed Tevfik Bey tarafından çıka­ rılan, tam mânası ile edebî bir hüviyet taşıyan değerli mizah gazetesi Çaylak , Arkadaş, Müsâvât, Ümran ve nihayet Selâmet. Tanzimat matbuatı, siyâsî muharrir azlığı kadar hükümet tarafından yapılan devamlı baskı yüzünden gelişememiş daha ziyâde alel’âde havadis tarafına ve edebiyata kaymıştır. Gazeteler içinde edebiyat meseleleri büyük bir yer tuttuğu gibi, gazetelerin yanı başında edebî ve İlmî mecmualar da yer alıyordu. Şinâsî, Nâmık Kemâl, Zıya Paşa ve Ebüzziyâ Tevfik gibi, ilk gazeteciler daha ziyâde ede­ biyat tarikinin malı olan şahsiyetlerdir. Bu devrede çıkan mecmualar hayli yüksek bir yekûn tutmaktadır. Bunlar arasında cemi­ yet-! Osmaniye 'nin neşir vâsıtası olan Mec« mua-i fünûn ( 1276 ) ile Hazine-i evrak ve bilhassa Ebüzziyâ Tevfik B ey ’ın Mecmua-i Ebüzziyâ ( 1 2 9 7 ) 'sı m!sâl olarak zikredile­ bilir. 2. d e v r e ( 1876— 1908 ). Kısa Ömürlü olan birinci meşrûtiyetin ardından gelen istibdat devri, türk gazeteciliğinin sönük ve cansız yıllarını, teşkil eder. Bu yıllar bihassa 1881 ile 1908 arasına rastlar. 1881 yılma kadar çıkan gazeteler şunlardır: 1877’de haftada iki defa çıkan Hakikat, Tevfik Bey ile Ahmed Midhat Efendi tarafından çıkarılan Osmarilt, 1878’de Şemseddin Sam i’nin kısa ömürlü v e küçük eb’addaki gazetesi Tercümân-ı şark, üçüncü çocuk gazetesi olan Bağçe, yine kısa Ömürlü olan Mecmua-î şark, zirâat fennine v e baytarlığa dâir olan Vâsıta-i servet, bir mizah gazetesi olan Karagöz ve nihayet Tercümân-t hakikat. Bu sonuncusu Ahmed Midhat Efendi ve Mehmed Cevdet Bey tarafından kurulmuş­ tur. Yazı heyetinde Vâhid, İbrahim, Manas ve Mehmed AH Bey ’ler var İdi. Uzun yıllar çıkmış olan bu gazete, kurutuş tarihinden 1882 ’ye kadar, çoğu »yazı makinesi" adı He mârûf Ah­ med Midhat Efendi ’nın tercüme ve te’lîf roman, tarih ve tefrikaları ile doludur. 1882 île 1884 arasında gazete, Muallim Nâcî ’nin de iştiraki ile edebî mücâdele devri yaşamıştır. TercÜmön-ı hakikat, rüşdiye talebelerine mahsus haftalık bir nüsha da neşretmekte idi. Ter­ cümân-t hâkikat’te çıkan edebiyata, letâıfe, tarihe v. b. mütedair yazıların Müntahabât-ı tercüm&n-l hakikat adı ile her biri 7— 800



fcaATsuAf. sahifelik birer cild teşkil etmek üzere, ayrıca neşredil dibini söylemeliyiz. Ba devirde matbuatın bir az yenilik ve can­ lılık göstermesinde tarihçi Murad B e y ’in, Ahmed Cevdet ve Ahmed İhsan B ey ’ler ile Mihran Efendi ’nin mühim te'sirîeri vardır. Murad Bey 1303 ( ı8 8 6 ) ’te yalnız perşembe günleri intişâr etmek üzere kurduğu Mizan gazetesinin ilk sayısında matbuatın medenî memleketlerdeki ehemmiyeti, şekil ve münderecâtınm nelerden terekküp etmesi gerektiği hakkında, zamanına göre, dikkate değer müta­ laalar ileri sürüyor. Mizan Tn okuyuculara havadis yetiştirmek, siyâsî meselelerden bahs­ etmek ve bilhassa avrupalıların Türkiye ’ye dâir yanlış kanaatlerini tashih edecek tarzda neşriyat yapmak vadinde bulunuyordu. Ede­ biyata ve İlmî bahislere de az-çok yer veren bu gazete sansür tazyikına, hattâ uğradığı tatile rağmen, oldukça uzun bir zaman neş­ riyatına devam etti ( görebildiğimiz son nüsha 28 rebıütâhır 1308 = 11 kânûn I. 1890 tarihini taşıyor). Murad Bey'in karışık siyâsî hayatı gazetenin kapanmasına sebep oldu. Mihran Efendi ’nin te’sis ettiği Sabah ( 1876 ) gazetesi ile Ahmed Cevdet B e y ’İn ikdam* 1 (i l k nüshası 6 haziran 1894 tarihlidir), mut’akiyet devrini aşarak, meşrûtiyetin ilânın­ dan sonra da çıkan iki büyük gazete olmak İtibârı ile türk matbuatında mühim birer mevki tutmuştur, ikdam Hüseyin Rahmi Bey m bü­ yük bir alâka gören romanlarım tefrika etti­ ğinden oldukça geniş bir okuyucu kütlesi tarafından tâkîp ediliyordu. Bu . gazete aynı zamanda firârî olarak P a ris’te bulunduğa hâlde, vaziyeti hükümetçe müsamaha ile kar­ şılanan A li Kemâl Bey ( ikdamdın Paris mu­ habiri ) ’in musahabelerine de yer vermiş idi. Ekseriya Fransız gazetelerinden iktibaslarını kendine mâl ederek yazan AH Kemal Bey ’e karşı, Sabah gazetesinde Hüseyin Câhid Bey ’i görüyoruz. Garp neşriyatını takip eden bu kuvvetli kalem sahibi, edebiyat-ı cedîdeye aleyhdar bir vaziyet takman ikdam ’m Paris muhabiri ile sert bîr mücâdeleye girişmiş, muarızının intihallerini yakalayıp, teşhir etti­ ğinden, iki gazete arasındaki rekabet bu yüz­ den şiddetli bir mâhiyet almış idi ( bk, Hüseyin Câhid, Kavgalarım, İstanbul, 1910), Sansür dolayısı ile siyasî meselelerde, pâdişâhı pek uzaktan dahi olsa kuşkulandırması mümkün olan bahislere yer germeyen gazetelerde bu kabil münâkaşalar halkı ilgilendiriyordu. Devrin gazetelerinde münderecat bakımından bir nevî şekil birliği de meydana gelmiş id i; ilk sütûna tevcîhat, rütbe ve nişan tevzîleri konur. Cumartesi günleri ise en başa parlak



in



duâ cümleleri ve »selâmlık resm-i âlîsi" baş­ lığı ile pâdişâhın bir gün önce Yıldız camiine cuma namazına çıktığı yazılırdı. Bu bendi ya» zanlar yeni ve tantanalı terkipler bulmak husûsunda birbirleri ile rekabet hâlinde idiler. Şurasını da söylemek lâzımdır ki, hafiye teş­ kilâtının şiddetîendirildiği ve Jurnallere pek ehemmiyet verildiği bir devirde, o zamanın matbuat hayatına fiilen iştirak edenlerden işitildiğine göre, gazete idarehanelerinde mü­ nevver muharrirler arasında her türlü siyâsî meseleler konuşulur ve bu konuşmalar hârice sızmazdı. Abdülhamîd II. devrinde mecmuaların bâzan pek ziyâde ehemmiyet kazandığı görülmüştür. Önce 1305 ’te Ümran adlı bir mecmua çıkar­ dıktan sonra bir edebiyat mektebine İsmini veren Servet-i fünün mecmuasını kurduğunu ( sene 1892 ) bildiğimiz Ahmed Ihsan Bey, etra­ fına yeni bir neslin mensuplarım, Tevfik Fik­ ret, Cenab Şahâbeddİu, Hâlİd Ziya, AH Ekrem ( A . Nâdir ), Reşid ( H. Nâzım ), Süleyman Na­ zif ( İbrahim Cehdî ) v.b. gibi, mümtaz şahsi­ yetleri toplamış ve türk edebiyatında yeni bir faaliyetin doğmasına amil olmuş idi. Muallim Naci ’yî üstâd tanıyan eskiler, bu yeni hare­ keti gülünç göstermek için, bütün gayretlerini sarfediyorlar ve eli kalem tutan hemen her­ kes münâkaşalara iştirak ediyordu. Fikir cere­ yanlarını bir az da muhitin te'siri altında, dâımâ fenâ görmeğe ahşan Abdülhamîd II., Servet-i fünûn ’a indirdiği darbe ile türk edebiyatında iyi kötü bir çığır açtığını bildi­ ğimiz bu mecmuayı ehemmiyetsiz bir dergi hâline indirdi ve Servet-i fünûn, kimseyi alâ­ kadar etmeyecek mevzuları ve resimleri ile sönük bir hayat safhasına girdi. Servet-i fünûn 'a yalnız şeklen benzeyen ve ettiği iktibaslardan başka onunla mâhiyet bakımından alâkası olmayan iki mecmuadan, Mehmed Tâhir Bey ( Baba Tâhir ) 'in Mâlûmat ’ı ile Resimli gazete ( imtiyaz sahibi: kitapçı Ka­ rabet ) 'yi hatırlamalıyız. Mabeyne intisap ede­ rek, bîr aralık pek parlayan Baba Tâhir 'in çıkardığı mecmua Ahmed Râsim Bey ’in Şehir mektupları adlı kuvvetli mizah yazılarım neşr­ etmiş olmakla dikkati çeker. Mizah mecmuası çıkmayan o devirde Ahmed Râsim B e y ’in bu nükteli ve İçtimaî hayatımızın tetkiki için mâlzeme olacak mâhiyetteki yazıları, şüphesiz, büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Devrin mecmuaları arasında İsmail Hakkı ve Ebüîfey. yaz Hakkı Bey Ter tarafından, edebî ve fennî risale olarak, yenileştirilmiş bir şekilde (eski Mckteb mecmuasının üçüncü senesi) neşre­ dilen Mekteb (ilk nüshasının tarihi 3 receb 13 u ) , Cenab Şahâbeddin, Hâlid Ziya gibi



3 ?^



kATBUAf.



edebiyat-ı cedîdecilerin ileri gelenlerine, îsmail Safa 'ya Şeyh Vasfi, Faik Es'ad ( Andelib ) ve Müstecâbî-zâde İsmet gibi, eski ede­ biyat meraklılarına âit eserlere yer veriyor, Azmî-zâde H â le tî’nin Rubâiyâi ’ı, şeyhülislâm Es'ad Efendi 'nin Atrab al-Sşâr' ı (ifâdesi Veled Çelebi tarafından yenileştirilmiş olarak ), gibi, eski eserleri tefrika ediyor, muhtelif şark ve garp milletlerinin edebiyatlarını tanıt­ mağa çalışıyordu. Feylesııf Rıza Tevfik 'in de yazı yazdığı bu mecmua, etrafında büyük gürültüler uyandırmamakla beraber, senelerce devam etmiş ( görebildiğimiz son nüshası 9 ramazan 1314 tarihlidir) ve türk matbua­ tının küçümsenmeyecek bir rüknü olmuştur, ömürleri kısa ve ehemmiyetleri daha az olan Menemenli-zade Tâhir B ey'in çıkardığı Gay­ ret ( 1301 ) ile Malûmat matbaasında basılan İrtika ( 1316— 1318 ) gibi mecmualar ve bâzı vilâyetlerde resmî veya husûsî gazetelerden başka edebî ve tâbir caiz ise, İlmî mecmualar da çıkmıştır. Bunlara misâl olarak Barsa 'da Ferâizci-zâde Mahmud Kemâleddin ve Mehmed Şâkir Efendi 'İerin Nilüfer ( birinci sayısı 1 rebiülevvel 1304), Selanik'te intişâr eden Mütâlea ( birinci sayısı 23 safer 1314) 'yı zikredelim. Nilüfer, büyük bir hususiyet göstermemekle beraber, manzum ve mensur bir çok eserlerin neşrine vâsıta olmak ve epey uzun sürmek bakımından, mühim sayıla­ bilir. Şurasını hemen belirtmek lâzımdır ki, Abdülhamîd II, devri matbuatını, tam olarak, yâni kaç gazete çıktığını ve her birinin kaç nüshadan İbaret bulunduğunu tesbit edip, bun­ ların meslek ve ehemmiyetleri üzerinde dur­ mak şimdiye kadar tam mânası île ele alınma­ mış mühim bir mevzûdur ve bugün bunlar­ dan çoğunun kolleksiyonunu bulmak bile im­ kân dâhilinde değildir. O devirde Osmanlı devletine tabî olan Bulgaristan 'da bile türkçe neşriyat yapıldığı ( msl. Hamiyet, ilk nüs­ hası 20 cemâziyelâhır 1314) düşünülür İse, bu işin ehemmiyeti anlaşılır, Osmanh impara­ torluğu topraklarında çıkan gazete ve mecmu­ alar hakkında, eksik de olsa, umûmî bir fikir edinmek için, devlet sâlnâmeleri ile vilâyet salnamelerinin muhtelif senelerine müracaat faydalı olur. Abdülhamid II, saltanatının sonlarında veh­ mi galebe ettiğinden, sansür tazyikini arttır­ mış, meşrûtiyetin ilânına tekaddüm eden se­ nelerde neşriyat gerek muhteva ve gerek sayı bakımından pek ziyâde fakirleşmiş idî. Bn de­ virde gündelik Çocuklara mahsus gazete, muh­ telif dillerde bir hayli gazete ve mecmuadan baş ka, ermeni harfleri ile müteaddit ve rum harf­



leri ile bir çok türkçe gazete ve mecmua intişâr ediyordu ( bk. Salname-i devlet-i aliyye-i osmâniye, 1325 sene-i hıcriyesine mahsus, s, 1050 v.d.). Bu devir matbuat hayatının iç yü­ zünü öğrenmek için, Uşşâkî-zâde Hâlid Zıya, Ahmed İhsan, Hüseyin Cahid Bey'lerin v. b. hatıratları ile Ahmed Râsim Bey 'in başta Muharrir, şâir, edib olmak üzere, muhtelif eserlerinden faydalanmak ve mümkün mertebe gazete ve mecmua koleksiyonlarım tetkik et­ mek lâzımdır. Yurt içindeki gittikçe şiddetini arttıran tazyik, bir kısım münevverleri, Avrupa 'ya kaçarak, Abdülhamid idaresine karşı neşri­ yatta bulunmağa ve ecuebî postalarının yardımı ile yurda soktukları gazeteler İle halkı uyandır­ mağa zorlamış idi. Ali Şefkati 'nin Cenevre 'de 1880’de çıkardığı istikbâl gazetesinden son­ ra, Ahmed Rızâ Bey ’in Paris 'te neşrettiği Meşveret ( 1895 ) başta gelir. Meşveret, padi­ şahın Fransa hükümeti nezdindeki müracaat­ ları üzerine, İsviçre ve Belçika'ya nakledildi. Gazete türkçe ve fransızca olarak çıkıyordu. Fransızca Meşveret i mizancı Murad Bey idâre etmekte İdi. Bu tarihte, Tuna!t Hilmi Bey de Cenevre *de Ezan adlı bir gazete çıkarı­ yordu. Yine aym tarihte îshak Sükûtî İle A b­ dullah Cevdet, îtti had ve terakki adına, türk­ çe ve fransızca Osm an lı gazetesini çıkardılar. | Abdülhamid devrinde, Londra 'da 1867 Men beri çıkan Hürriyet bir tarafa, yurt dışında çıkan türkçe siyâsî gazeteler, tarih sırası ile, şunlardır î 1897 Me Kahire 'de Kanûn-t esâsî, Cenevre 'de Hakikat, Girit, 1899 ’^a Londra 'da Hilâfet, Kahire 'de Enîn-i mazlum, 1900 Me Cenevre Me intikam, Kahire 'de Nizâm-ı adâlet, Emel, Rumeli, Şark, Meşrûtiyet, Ittihad ve terakki adına Hak, Ahmed Sâib Bey 'in çıkardığı Sancak, 1901 Me istir d ad, Foudre-Yıldırtm ; 1902 Me Îttîhad ve terakkî adına Ahmed Rızâ Bey ’in İştiraki ile’ Kahire Me çıkan Şârây-i ümmet ve prens Sabâhaddm tarafından çıkarılan Terakkî, 1903 'te fransızca La Federation ottomane, Anadolu, Paris 'te Iniibâh, Kahire 'de Türk, 1905 'te Ahâli, 1906 'da Terakkî, Doğru s o z ; 1907 Me Şûrây-i osmânt ve İskenderiye 'de Yeni fikir. Bütün bu siyâsî gazeteler, İstibdad İdaresini tenkit ediyor ve memleketteki münevverleri ikinci meşrûtiyetin ilânına hazırlıyordu. Kırım 'da İsmail Gaspırah *nm çıkardığı Tercüman ( 1883.) gazetesi de, is­ tibdat devrinde türk münevverlerinin siyâsî ter­ biyeleri üzerinde büyük bir rol oyna mıştır. A yrı­ ca Cenevre ’de Bedruhi (1898 ), Tokmak , Zuhu­ ri, Davul ( 1901 ), Lak-lak ( 1907 ) adlı mizah gazeteleri, ılmî mâhiyette olarak, Chicago 'da Şikago sergisi ( 1893 ), Paris 'te Şark ve garp ( 1896 ), Kahire 'de Musavver şark ( 1900 ),



MATBUAT.



373



Cenevre 'de Abdullah C evdet'in mecmuası ması üzerine, Serbesti adı altında başka bir îctihad ( 1904 ) ve Kahire *de Mecmua-i Kemâl gazete çıkardı. Diğer taraftan Murad Bey de Mizan gazetesini tekrar çıkarmağa başladı. îtC *9°5 ) çıkmıştır. 3. d e v r e (1908— 1918). 24 temmuz 1908tibad ve terakkî ’ye cephe alan gazetelerin sa­ ’de kanûn-i esasinin yeniden mer’İyete girmesi yısı gittikçe artıyordu. Bu cümleden olmak ile, türk matbuatı 8— 9 aylık hudutsuz bîr ser­ üzere, türk ve müslümanlardan gayrî unsurla­ bestliğe kavuştu. 2$ temmuz sabahı gazeteler, rın emellerine hizmet eden Sadâ~i millet neşri­ uzun senelerden beri ilk defa olarak, sansür­ yat sahasında görünmeğe başladı. Tevfik Fik­ süz çıkmağa başladı, İlk günlerdeki neşriyat ret He Hüseyin Kâzım 'ın çekilmesinden son­ kanûn-i esâsı ve hürriyet mefhumları etrafın­ ra, Kâmil Paşa aleyhine mücâdeleye başlayan da toplanıyordu. Bunu paşalar, nazırlar, hattâ Tanin, karşısında A li K em âl’in desteklediği pâdişâh aleyhinde yazılar, nihayet fırka kav­ ikdam*ı buldu. İttihatçılar da Şâra-i ümmet‘i gaları tâkİp etti. çıkarmağa başladılar (7 teşrin I. 1908 ). Bun­ 1894'ten beri çıkmakta olan Ahmed Cevdet lardan başka dinî mecmualar ile dini âlet Bey 'in ikdam '1, hürriyet ilânının ikinci günü, eden gazeteler de ortalığı karıştırıyordu. A r­ Baban-zâde İsmail Hakkı, Abdullah Cevdet, tık gazetelerin hedefleri açığa çıkmış idi. Her Ahmed Rasim ve Hüseyin Câhid ’den mürek­ taraf gazeteleri ile birbirlerine çatıyorlar­ kep kadrosu ile, ilk harekete geçen gazete dı. O güne kadar en çok 2.000 satan ga­ oldu. zeteler arasında baskı sayısını 50.000 ’e Mîhran ’m malı olan Sabah 'ta Mahmud Sâ­ çıkaranlar var idi. Çeşitli dillerde, türlü emel­ dık, Seiânikî Tevfik ve Hâlid Bey’ler ve Ah­ lerde gazeteler matbuat sâ hasını kaplamış idi. med Midhat Efendi 'nîn Tercümân-ı hakikat Osmanlt, ikdam, Yeni gazete ve günlük ’inde Ahmed Refik, İskender, Nakı-zâde Hilmi, Servet i fünûn gibi, İttihad ve Terakkî düş­ Reşat, Mustafa Refik, Gayyur, Râgtb, Muhbir manı gazetelere, Derviş Vahdetî 'nin İttihad-ı Ahmed ve Kâzım Bey 'îer de şiddetli bir neş­ muhammedî cemiyeti adına çıkardığı Volkan riyata başladılar. 27 temmûzda, gündelik ga­ adlı küçük eb'addaki gazete de katıldı. Bir zeteler arasına Ahmed İhsan Bey'in çıkardığı taraftan Volkan, bir taraftan da Cemiyet-i Servetti fünûn 'un gündelik nüshası da ka­ ilmiye-i İsla mi ye adına çıkan Beynülhak adlı rıştı. Yine aynı günlerde, Abdullah Zühdi, mecmua, diğer dinî mecmualar ile birlikte, Mahmud Sâdık İle birlikte, Resimli gazete 'yİ, halkın dinî inançlarım istismar ederek, zi­ Yeni gazete adı altında, gündelik olarak çıkar­ hinleri karıştırıyor ve umûmî efkârı toplu mağa başladı. Bunu Tevfik Fikret, Hüseyin bir baş kaldırmağa hazırlıyordu. Nihâyet Kâzım ve Hüseyin Câhid Bey ’lerin bir arada 13 nisan 1909 günü 31 mart adı ile çıkardıkları Tanın takip etti. Hürriyetin ilâ­ tanınan hâdise oldu. 28 nisanda Abdülhamid nından itibaren 1 — 1 x/a ay içinde gazete imti­ II. 'in tahttan indirilmesi üzerine, vaziyete yazı alanların sayısı 200 *ü geçiyordu. Bu sayı, hâkim olan askerî idâre matbuata sansür gün geçtikçe artmakta İdi. tik aylarda çıkan koydu ve böylece, 9 aylık anarşi derecesinde gazeteler arasında, sürgünden dönenlerin kur­ aşırt bîr serbestlikten faydalanmış olan mat­ duğu Fedâkârân~ı millet cemiyetinin nâşir-İ buat bir müddet İçin yeniden ko«troî altına efkârı olan H ukuki umûmiye adlı siyâsî ga­ girmiş oldu. zete, Ahmed Rasim ile Hüseyin Rahmi ve , İb­ 1908— 1909 yılları arasında neşredilen ga­ rahim Hilmi ’nin Boş-boğaz; Saîd Hikmet, zete ve mecmuaların sayısı 353 'ü bulmakta Sermet Muhtar ve Osman Kemâl Bey ’lerin idi ( bk. Almanak, nşr. İstanbul matbuat ce­ El-ufiirük •, A li Fuad 'm Karagöz adlı mizah miyeti, İstanbul, 1933). Bu tarihlerde çıkan gazete ve mecmuaların belli-başlıları şunlardı. gazeteleri yer almıştır. Bu arada memlekete hürriyeti getiren İttihad İ t t i h a d ve T e r a k k î c e m i y e t i n i ve Terakkî fırkasının içinde anlaşmazlıklar t u t a n s i y â s î gazeteler: Ebüzziyâ Tevfik 'in Yeni tasvir-i efkâr ’ı, kitapçı baş-göstemiş ve bunun yam-başmda bir takım yeni fırkalar kurulmağa başlamış îdi. Adem-İ İbrahim Hilmî 'nin Milliyet 'i, Übeydullab Efen­ merkeziyet prensibini Ittikad ve Terakkiye di 'nin Hak yolu, Cenâb Şehâbeddin 'in Hurbertimsettiremeyen prens Sabâhaddin taraf­ riy et’ı, Nesim Mazlıyah 'm ittihad '1, Sâmih tarları Ahrâr adlı fırka kurarak, bîr de R ifa t’ın İttifak \ Ali Efendi'nin tekrar çı­ Osmanh adlı bir gazete çıkardılar. O günler­ kardığı Basiret, bunlardan başka Pâyitaht, de Dr. İbrahim Temo „Fırka-İ İbâd-demokrat Servet, Ahâli, İstiklâl, Metin, Protesto , Saâfırkası" nı kurmuş idi. Sürgünden donen- Mev- det, Zaman, Akşam, Vakit v.b. M i z a h g a z e t e l e r i arasında başta ge­ lânzâde Rıfat da H u k u ki umûmîye gazetesinin başına geçti, fakat gazetenin az sonra kapan­ lenler şunlar İdi: Salâh Cimcoz ‘un, karikatürcü



374



MATBUAT.



Cem ve muharrir Refik Hâlid İİe birlikte çı­ kardığı Kalem, mükemmellikte buna yakın olan Davul, Püsküllü belâ, Curcuna, Coş kan ka­ lender, Cingöz, Hokkabaz, Dalkavuk. Zevzek, Zuhûrî, Hoca Nasreddin, Geveze, Meddah, Muzip, Laklak, Hacivat, Hayâl-i cedîd, Şaka, Falaka, Kel-Hasan, Bahâ T ev fık ’in Çıkardığı Eşek, El-mâlûm, Yuha v.b. E d e b î v e k ı s m e n de m a g a z i n ş e k ­ l i n d e o t a n mecmualardan şunları sayabi­ liriz : Âşiyân, şâir Eşref ’in çıkardığı Eşref, Faik Sabrî ’nin Musavver muhit ’i, Bahâ Tevfik 'in Tenkid'i, Mehmed R a u f’un çıkardığı Mâhâsin adlı kadın mecmuası, Mustafa Refik 'ın Resimli İstanbul ’u, Musavver şebâb ve devrin magazinlerinden aylık Resimli kdap ile yine aylık Şehbâl v.b. D İ n î m e c m u a ve gazeteler de: Cerîde-i safîye, Siyi*i hilâfet, Sadâ-İ din, Tarîk-ı hidâyet, ilmiye, Mikyûs-ı şeriat, Hikmet, Strâi-ı müştekim, Muhibbân, EL medrese, Sebiliirreşâd, K eli* metü ’l-hak, Beyânü ’Lhak v.b. idi. Bu gazete mahşeri içinde, Ciddî gazete, Şiirli gazete, Peder, Bitaraf, Ciddiyet, Meclis-i mebusan, Kanûn-1 esâsî, Müdde-i umûmî, Ittihâd-ı anâsır, Selsebil havadis gibi, garip isimli ve kısa Ömürlü gazeteler yanında, şehir adlarını taşıyan Balıkesir, Karakisar, Yeni Edirne v.b. gibi taşra gazetelerinden başka, İstanbul ’da Üsküdar, Beyoğlu, Kadıköy gibi semt isimlerinde de gazeteler var idi. Bun­ ların yanı sıra, türk olmayan unsurların çıkardıkları şu gazeteler de türlü emellerin sözcülüğünü yapıyordu: Arnavutluk, El-ikdam, Arnavut, Başkım, Besa, Bosna, Aşiret, Kürdistan, Kurt, Makedonya, Kartal v. b. 1910’da çıkan gazete ve mecmuaların sayısı 130 'u buluyordu ( bk. mez. Almanak, 1933 ). Bu günlerde yeniden siyâset sahasına çıkan demokrat fırkasının hükümetçe birbiri ardı sıra kapatılan şu gazeteleri zikre d eğ er: Hâ­ kimiyetti milliye, Türkiye, Mu&hede, Selâ­ metti milliye, Âzâd, Genç Türkiye, Yeni ses, Hür memleket. Muharrirleri arasında Muhlis Sabâhaddin ve Şehâbeddin Süleyman 'm bu­ lunduğu Şelâmet-i umûmiye ’de Abdullah Cev­ det „Bir kürt” imzası İle yazı yazıyordu. A y ­ nı fırka, Manastır 'da Hukak-ı ibâd adlı bir başka gazete daha çıkarıyordu. Demokrat fır­ kasının ardından, geniş sınırlı bir adem-i merkeziyet isteyen Mutedil hürriyetperverân ve hocala^ ile Ittihad ve terakkiyi dinsizlik ile suçlandıranların teşkil ettiği Ahâli fırka­ ları kurularak, aynı mücâdeleye katıldılar. Bu yeni fırkaların birincisi adına L ûtfî Fikri ta­ rafından çıkarılan Tanzimat, Tazminat, Teş­ kilât, Maşrık, Te*sis, Tenbihat adlı gazeteler



hükümetçe birbiri ardı sıra kapatılmıştır. Aynı günlerde kurulan sosyalist fırkası da iştirak adında bir gazete çıkarmış idi. Ittihad ve terakki adına Rumeli ’de Selanik, Manastır, Üsküp ve İşkodra ’da Silâh, Top, Tüfek, Süngü, Kurşun, Hançer, Bıçak, Ka­ satura ve Bomba gibi bîr çok hücûm vâsıta­ ları çıkıyor ve ittihadcıiarm düşmanlarına saldırıyordu. Yine bu tarihte karikatürcü Cem 'in Ittihad ve terakkiye muhalif olarak çıkardığı Cem adlı güzel bir mizah gazetes’, bir de Gıdık adında diğer bir mizah gazetesi çıkıyordu Abdullah C evd et’in Ictihâd'ı, Bahâ Tevfik 'in Piyano ve Düşünüyorum adlı mecmuaları, Osmanlt ressamlar cemiyeti, Tarih-ı osmanî encümeni mecmuası, Şâhika, Kanat ve Hiyâ bân, Yeni felsefe v.b. gibi mecmualar da bu tarihlerde çıkmağa başlamıştır. 1911 yılında çıkan gazetelerin sayısı 124 olarak görünmektedir ( bk. Almanak J. Tanin 'in kapanışı üzerine, yine Tanın tarafından çı­ karılan Renin, Cenin, Senin gazeteleri, Ferid Bey 'in Ifhâm '1, İslâhat, Şehrah, Iktiham gazeteleri ile Bahâ Tevfik'in Z tk â 's 1, türk ocaklarının Türk yurdu, Ganç kalemler, Tarih-i osmânî encümeni mecmuaları ve nihayet o zamanın genç ediplerini etrafına toplayan Rübâb bu sene neşriyâtınm belli-başlıları ara­ sında yer alır. Ayrıca Ebüzziyâ Tevfik 'in 1900 ’de kapanmış olan Mecmua-i Ebüzziyâ *sı da, bir yıl devam etmek üzere, yine bu tarihte neşredilmeğe başlamıştır. 1912'de yeniden 45 gazeteye rastlamakta­ yız. Hürriyet ve itilâf fırkasından İsmail Hak­ kı Paşa'nm çıkardığı Teminat gazetesi bun­ lar arasındadır. 1913 yılında çıkan 92 gazete arasında A li Kemâl ’in Peyâm ’ından başka, Işhat, intak, gibi, siyâsî gazeteler yanında sayıca büyük bir yekûn tutan din mecmuaları ve gazeteleri de yer almaktadır. Bunların belli-başlıları: E l medâris, iitihâd-ı İslâm, Islâm dünyası, îslâmiyete doğru, İslâm mecmuası, Neşr-i İs­ lâm, Sadâ-ı din ve Medrese itikatları ’dır. Birinci dünya savaşının ilk yılında 70 gaze­ te ve mecmua çıkıyordu. Bu sonuncuların bir kısmı çocuk mecmuası ( msl. Talebe d efteri) ve 8 tanesi de izciliğe dâir mecmua İdi. Tevhid-i efkâr gazetesi de bu yıl içinde çıkmış­ tır. 1915 yılında gazete ve mecmua sayısı 6 olarak görünmektedir. Bunlardan bîri Harbiye nezâretinin çıkardığı Harb mecmuası ’dır. 1916 ’da çıkan 8 gazete ve mecmuanın 4 'ü Edebi­ yat, Fen, Hukuk ve Tıp fakültelerine âit mec­ mualardır. 1917'de bu sayı 1 4 ’e yükselmiştir. Ahmed Emin, Hakkı Târik ve Mehmed Asım



MATBUAT. ■ in Vakit ’i bu yıl çıkmıştır. Donanma cemi­ yeti mecmuası, meşhur Yeni mecmua, Sipâhî ocağı tarafında» çıkarılan Sipâhî adlı mecmua, ayrıca Halkalı zirâat ve âlî ticâret mekteple­ rine ait mecmualar da sayılabilir. Harbin son yıllarında gazete ve mecmua sayısı yeniden Ji*e yükselmiştir. Bunlar ara­ sında başta gelen, Fethi B e y ’in Minber % Cevat Bey ’in Zaman ’ı, Akşam, Söz gazeteleri, Süleyman N azif'in Hâdisât T, Yunus N âd î’nin Yeni gün ’ü, Sedat Simâyî'nin Diken adlı mizah mecmuası ile edebî Nedim mecmuası idi. 4. d e v r e (1918— 1923). 1918’de çıkan başlıca gazeteler şunlardır: AH K em âl’in Peyâm’ı, Rauf A hm ed’in İstik lâ l’i, Said Molla W İstanbul ’ u, Refi Cevad ve Pehlivan Kadri ’nin Alemdar ’ı, Celâl Nûrî ’nin  tî ve İle r i’ si, Târik Mümtaz’ın Om id’i, Musîihad­ di n A d il'in Tarîk adlı siyâsî gazeteleri ile Sedat Simâvî 'nin in ci adlı salon mecmuası, M. Zekeriyâ 'um Büyük gazete ’si, Vedad ö r fî 'nin Utârid% Salâhaddin Enis ve T â rik ’ın edebî Kaplan mecmuası ve nihayet ittihadcı­ ların kurduğu, Millî tâlim ve terbiye cemiyeti adına bu isimle çıkan mecmua. 4 eylül 1919'dan itibaren Sivas kongresinin neşriyat ve propaganda vâsıtası olarak İr&de-i milliye adlı gazete çıkmağa başladı. Bu ga­ zete Heyet-i temsîliye A nkara'ya döndükten sonra da, Sivas ’ta çıkmağa devam edecekti. 27 kânun I. 1919 tarihinde A n kara’ya ayak basar-basmaz, Mustafa Kemâl Paşa, ilk iş olarak, bu tarihten 14 gün sonra, haftada iki defa çıkmak üzere, Hâkimiyet-i millîye ’yi kurdu ki, sonradan Ulus ( 1928 ), Halk ( 1955 ) ve tekrar Ulus ( 1956 ) adları ile intişâr et­ miştir. 1920 yılında yeniden 40 gazete ve mec­ mua çıkmıştır. Ankara ’da 7 teşrin I. 'de Cerî­ de-i resmiye çıkmağa başladı. Yine bu yıl içinde Yunus Nâdi, Yeni gün, Çerkeş Edhem He kardeşi de Yeni dünya adlı gazetelerini A n k ara’ya naklettiler. Ayrıca iki yıldan beri Konya ’da çıkan Cğüi gazetesi de Ankara ’da neşriyata başladı. Diğer taraftan millî mücâ­ dele aleyhinde çıkan AÎİ Kemâl ’in Peyâm '1, matbaacı Mihran tarafından neşredilmekte olan Sabah gazetesi He birleşerek, Peyâm-ı sabah adı ile tezvirâtma devam etti. Refik Hâlîd ’İn millî mücâdele aleyhindeki Ay-Dede adlı mizah mecmuası, komünistlerin çıkardığı Aydınlık, Mustafa Nİhad, M, Şekib, Mehmed Emin ve Yâkub Kadrî ’nin çıkardıkları ve alman idealizminden mülhem Dergâh adlı mecmua, Subhi N ûrî’nin edebî Yarın adlı mecmuası He Sedat Simâvî 'nin Pâyitaht adlı gündelik gazetesi ve Güler yüz adh mizah



in



mecmuası da 1920— 1921 arası neşriyâtındandır. 1921 yılı içinde yeniden çıkan 25 kadar gaze­ te ve mecmua arasında İstanbul ’da neşredilen Akbaba île Zümrüd-i Anka da vardır. Ayrıca Türk tarih encümeni mecmuası ve Türk tıb mecmuası da zikredilmelidir. 1922’de İstanbul ve Ankara ’da neşredilen gazete ve mecmuala­ rın sayısı 35 ’i bulmakta idi. İstanbul ’da Yesârizâde Mahmud He Reşad Nûrı haftalık güzel bir mizah gazetesi olan Kelebek 'i, Sedat Simâvî haftalık Resimli gazete ’yı, Mehmed Rauf da kadınlara mahsus haftalık Süs mecmuasını çıkarmıştır. Türk oeakları tarafından İstanbul ’da çıkarılan Türk yurdu ( 1911 ) mecmuası ile A ka Gündüz 'ün Peyâm-ı sabah adh mizah gazetesi de Ankara ’da çıkarılmağa başlanmış­ tır. Aynı yıl, Ziyâ Gökalp da D ıyarbekir’de Küçük mecmua 'yı çıkarmıştır. 5. d e v r e ( 1923 'ten itibaren). 1923 'te İstanbul ve Ankara ’da yeniden çıkan gazete­ lerin sayısı 30 'u geçmektedir. Cumbüriyetin ilânı He birlikte Ankara 'daki Yeni gün gazetes'ni kapatan Yunus Nâdi İstanbul’da Cümhûriyei gazetesini kurmuştur. A n kara’da sa­ hibi tarafından kapatılan Öğüt gazetesi Yeni Türkiye adı ile neşrıyâta başlamıştır. Yine Ankara'da ancak bir kaç ay yaşayabilen Tan gazetesi çıkmıştır. İstanbul 'da çıkan gazeteler arasında İsmail Müştak *m İstiklâl adh gaze­ tesi vardır. Matbuat umum müdürlüğünün çıkardığı Ayın tarihi bu yılın neşriyâtmdandır. Vakit 'ten ayrılan Abmed Emin 6 mart 1923 'te Vatan gazetesini çıkarmağa başlamış­ tır, 1924 yılında yeniden çıkan 30 ’a yakın gazete ve mecmuadan Fevzi Lütfî'nin çıkar­ dığı Son telgraf He A y lık mecmua, Haftalık mecmua ve Resimli ay zikre değer. 1925 'te yeniden 20 gazete neşrediliyor. J. D eny'ye göre ( aş. bk. ), bütün yurtta bu yıl içinde çıkmakta olan gazete ve mecmuaların sayısı 2 15 'tir. Bunlardan 98’i İstanbu Ma, 12 ’si An­ kara ve İzmir ’de çıkmakta idi. İstanbul ’da neşredilenlerin belli-başlıları şunlardır: Hüsni Yaman, Emin ve İbrahim Asım 'm Yeni Tür­ kiye 'si, Nebi-zâde Hamdi ’nin Yeni Ses ’i, Hakkı Târik ve Sâlim R âgıb'm son soû f’i, Sedad Simâvî 'nin aylık Yeni kitap mecmuası. Ankara’da A ka Gündüz ile Süreyya Ali ’nîn kısa ömürlü İnkılâp adlı gazeteleri de bu yılın neşri yalındandır, Cerîde-i resmiye adım Resmî ceride ’ye bu yılda çevirmiş, yine bu yılda Hâkimiyet-i millîye gündelik olmuştur, 1926 'da yeniden neşredilen gazete ve mecmualar 30 kadardır. İstanbul ’da Cemil 'in kısa Ömürlü Cem adlı mizah gazetesi ile Yeni kalem 'i bu yılın neşriyâtındandır. Aynı yıl dergâhçıîar, Mehmed İzzet ile birlikte, haftalık edebî Ha­



376



MATBUAT.



yat mecmuasını, Tayyare cemiyeti de Türk hava mecmuası'm çıkarmışlardır. 1927'de 21 yeni gazete ve mecmua çıkıyor. Siirt meb’usu Mahmud 'un Milliyet ’i iie Papağan adlı mizah gazetesi ve Yeni Köroğlu İstanbul neşriyatı arasında yer almıştır. Ankara'da dâhiliye ve­ kâleti vilâyetler idâresı de îdâre mecmuasını çıkarmağa başlamıştır. 1928 ’de latin harflerinin kabûİii üzerine gazeteler satış bakımından büyük bir sarsıntı geçirmişlerdir, İlk zamanlar yarı arap-yarı latin harfleri ile çıkan gazeteler ancak hükü­ metin yardımı ile ayakta durabilmişlerdir. Hükümet gazetelere 3 yıl miiddetie prim ver­ miştir. Bu yıl içinde İstanbul 'da başlıca şu ga­ zeteler neşredilmiştir. A li Nâcî 'nin tnkllâb \ Nebi-zâde Hamdi 'nin Halk dostu, Fuad 'm Hür adam ’ı, Hür gazete, Ahmed Hâşim ’in Makfel, Yusuf Z iyâ’mn da Şûle adlı edebî mecmuaları, Ahmed Cevad'ın Muhit % Bur­ han Câhid *in Köroğlu adlı gazetesi. A y m yıl İçinde, 1894 ’ten beri çıkmakta olan ve 1926'da bir müddet Ali Nâcî tarafından çıkarılan ikdam gazetesi neşriyatını tâtiî etmiş­ tir. Yine bu yıl içinde Servet-i fünûn mec­ muası Uyantş adı ile çıkmağa başlamıştır. Res­ mî ceride de, şubat 1928 'den itibaren Resmî gazete adı altında neşredilmeğe devam et­ miştir. 1929 'da İstanbul 'da Yarın gazetesi ile Diken mecmuası neşredilmeğe başlamıştır. Tayyare cemiyeti Ankara ’da Köylünün gaze­ tesi 'nİ çıkarıyor. Ankara 'da neşredilmekte olan Hayat mecmuası da kapanıyor. Serbest fırkanın kurulduğu 1930 yılında, zikre değer gazete olarak, M. Zekeriya, Halil Lütfi, Selim Râgıb ve Ekrem 'in çıkarmağa başladıkları Son posta gazetesi vardır. 1931 'de İstanbul 'da çıkmakta olan Yarın gazetesi ile Muhit mecmuası ve Ankara 'da neşrolunan Türk yurdu mecmuası kapanmıştır. Aynı yıl içinde İstanbul ‘da Hakkı Tank ile Râsim Us Haber gazetesini neşrediyorlar. Ankara Ma iktisat ve tasarruf mecmuası ile Mülkiye mec­ muası bu yılda kurulmuşlardır. 1932 Me İstan­ bul Ma Yılmaz gazetesi, Yeni türk mecmuası, Ankara Ma da Nâmık Edib ’in Ankara hafta­ ki adlı gazetesi, Yâkub Kadri, Vedad Nedim, Şevket Süreyya, Burhan Asaf ve İsmail Hüsrev ’in kurdukları Kadro ve Hıfzı Oğuz 'un Çığır adlı mecmuaları neşredilmiştir. 1933 yı­ lında İstanbul Ma Ahmed Ağaoğlu Akın, Nizamedditı Nazif ile Vâlâ Nûreddin Her gün ga­ zetesini. Hüseyin Câhid Fikir hareketleri'ni, Sedad Simâvî Yedi gün, İsmail Hakkı Yeni adam ’ı, Ankara Ma Halkevleri Ülkü, Ya­ şar Nabi ve Nahid Sırrı Varlık mecmualarını çıkarmışlardır. Aynı yıl içinde Cumhuriyet



halk partisi köylüler îçin neşrettiği Yurt gazetesi üe Türk dili tetkik kurum unun Bül­ tendi vardır. 1934'te İstanbul’da Velıd Ebüzziyâ tarafından Zaman gazetesi neşredilme­ ğe başlamış, Kadro mecmuası da neşriyatına son vermiştir. Yine bu yıl İçinde Ahmed Emin inkılâp adlı gazetesini çıkarmağa başlıyor, Türk dilinin yabancı kelimeler­ den ayıklanması üzerindeki çalışmaların neticesi olarak Hâkimiyet-i milliye gazetesi — Ulus, Vakit gazetesi — Kurun, iktisat ve tasarruf mecmuası■—Ulusal ve ekonomi ve aritırım, Mül­ kiye mecmuası da— Siyasal bilgiler adını alıyor, x935 senesinde İstanbul Ma çıkmakta olan Mil­ liyet, adım değiştirerek, Tan ismi altında neş­ riyata başlamıştır. AH Naci tarafından idare olunan bu gazete bir yıl sonra, inkılâp gaze­ tesini kapayan Ahmed Emin ile M, Zekerİyâ, Halil Lütfi ve M. Rıfat tarafından devralınmış­ tır, Yine İstanbul 'da Ağaç ve Yücel edebî mecmuaları île Sedad Simâvî 'nin Karikatür ’ü, Resimli ay, Yarım ay mecmuaları, Yusuf Ziya ile Orhan Seyfi'nin Ayda b ir ’ i neşre­ dilmiştir. 1936 yılında, Velid Ebüzziyâ 'nm Zaman '1 yerine, Edhem İzzet 'in Açtk-göz 'ü çıkmıştır. Bu yıl içinde İstanbul 'da Peyâmi Safa Kültür haftası adlı kısa Ömürlü mecmuasını kurmuş­ tur. Gündüz adlı mecmua da bu yıl çıkmıştır. 1927 Me Ankara Ma, Türk tarih kurumunun Belleten 'inden başka, genç ressamların A r mecmuası neşrolunmuştur. Ankara Ma bu yıl içinde, Edhem İzzet A çık söz yerine, Son telgraf gazetesini çıkarmıştır. 1938 ’de çıkan ga­ zeteler arasında Yeni sabah '1 zikredebiliriz. İkinci dünya harbi yıllarında ve onu takip eden devrede gazete ve mecmua sayısı bâzan eksildiği gibi, bâzan da artma kaydetmiştir. 1940 'ta bütün yurtta 152 mecmua ve 115 gazete çıkmıştır ( bk. Türkiye bibliyograf­ yası, 1940, 11). Aralarında Maarif vekâleti ’nin çıkardığı Tercüme mecmuası ile türk ka­ rikatür üstadı Cemâl Nâdir ’in Amcabey 'i de bulunan bu mecmuaların 1 1 3 ’ü İstanbul’da, 28 'i Ankara Ma ve gazetelerin 28 'i İstanbul Ma, 5 'i A n kara’da neşredilmiştir. 1941 Me mecmua sayısı 132, 1946Ma 175'e (bk. bibli­ yografya, C, H. P, halk-evleri bürosu, I, sayı 1, 1946). varmıştır. Yine Türkiye bibli­ yografyası, 1952, IV 'e göre, 1952 yılında bütün Türkiye ’de 624 mecmua, 983 gazete neşredümekt e idi. Bu mecmualardan 267 'si aylık, 140 '1 haftalık ve 45 'i de 15 günlük­ tür. Gazetelere gelince, gündelik olanların sayısı 333 olarak kaydolunmaktadır. Bugün çıkmakta otan, gazetelerden, İstanbul Ma Çümhûrîyet, Akşam, Vatan, Hürriyet Yeni



MATBUAT.



37 7



sabah, Dünya, Yeni İstanbul, Türk ekspres ile Mecmua-î fünân ile Mir*at ise, 2 yaşında Ankara ’da Halk, Zafer ve Son havadis gaze­ bulunuyordu. Her ne kadar bu tarihten önce teleri zikredilebilir. Edebî mecmualar arasında, bir »matbuat nizâmnâmesi" ( 1857) mevcut te’iif ve tercüme kitap neşriyatı ile büyük idi ise de, bunda gazete ve mecmuaları alâ­ bir faaliyet gösteren Varlık, Yedi-Tepe, Yeni- kadar eden bir hüküm bulunmamakta, ancak ■ lik, Seçilmiş hikâyeler dergisi ve Kaynak her çeşit kitap ve risâlenin basılmadan önce mecmualarından başka, Hisar, Yücel, Yeni maârif meclisince tetkiki derpiş olunmakta idi. ufuklar, Türk dili, Türk yurdu, Türk düşüncesi, 1864 matbuat nizamnamesi ise, sırf gazete Forum ve İstanbul mecmuaları zikredilebilir. ve mevkûteleri alâkadar eden ilk ana nizam­ Türkiye'de matbuat i d a r e v e namedir. 1909 yılma kadar, kısa bir müddet r e j i m l e r i , i. d e v r e (1839— 1876). Tan- hâriç, mer'î kalmış olan bu nizâmnâmenin kay­ zimâtın ilk günlerinde henüz matbuat iş­ da değer hususiyetleri arasında, hükümetçe lerine bakan bir makam yok idi. 1860 tari­ bir takım ihtarlarda bulunmak, tâtil ve imti­ hinde Tercümân~ı ahvâl gazetesini çıkarmak yaz fesihlerine baş-vurmak gibi, idâri tedbir­ .isteyen. Agâh Efendi istidasını verecek ma­ ler yanında, bâzı matbuat suçlarının »mec­ kam bulamamış, önce Maârif-i umûmiye nezâ­ lis-i ahkâm-ı adliye" adında, 5 kişilik husûsî retine baş-vurmuş ve istidası, Meclis-i maâ­ bir mahkemeye ( madde 34 ) bağlanmış olma­ riften geçtikten sonra, pâdişâhın iradesine sı, gazetenin her çıkışında mes’ût müdürü, ta­ sunulmuş idi. Buna bakarak, matbuat müdür­ rafından bir nüshasının, imzalanarak, matbuat lüğünün bu tarihten itibaren kurulmuş oldu­ müdürlüğün e. verilmesi, idârî karar ile ka­ ğu ileri sürülebilirse de, 1864 tarihli matbuat patılan gazetenin . kendi aleyhindeki hükmü nizâmnâmesi yalnız ruhsat senetleri vermekle . neşre mecbur tutulması (madde 28) gibi mükellef bir »matbuat kaleminden" bahset­ kayıtlar var idi. Napoleon İH. zamanındaki mektedir ki, bu da böyle bir müdürlüğün da­ matbuat kanunundan mülhem olan 1864 ni­ ha önce de mevcut olduğunu gösterir. Ni­ zâmnâmesinde, gazete ve mecmuaların sansür tekim 1862 ’de matbuat müdürü olan Sakızlı edileceğine dâir hiç bir kayıt olmadığı gibi, Ohanes Faşa ’nm hal tercümesinden, bu mü­ bu hususta hiç bir imâda bulunmamakta idi. dürlüğün o tarihte mevcut olduğu görülmek­ Hâdiseler matbuatın hükümetçe git-gıde daha tedir. Aslında alel’âde resmî bir »kalemden" fazla sıkıştırılması şeklinde gelişmekte idi. Me­ ibaret olan bu zamanın matbuat idaresi selâ 1875 tarihinde çıkan bir emirname gaze­ 1877 ’ye kadar maârif nezaretine ve bir müd­ telerin neşrettikleri ilâvelere »tevcihât ve det de hâriciye nezaretine bağlı bulunuyordu. tebligât-ı resmiye" gibi hususlar ile, resmî 1864 matbuat nizâmnâmesi ile bu mu ürlüğe telgrafnâmeler dışında, zihinleri karıştıracak verilen vazife; çıkacak gazete veya mevkute­ mâhiyette makale ve asılsız haberler konullere, isteklilerin yabancı veya tebeadan oluş­ mamasmı ihtar etmekte idi. 1876 'da Vakit larına göre, hâriciye ve maârif nezâretlerinde gazetesinde neşredilen bir başka resmî ilân muamelesi tamamlandıktan sonra, bir kâğıt ise, mizah gazetelerinde neşrolunacak resimler (ruhsat senedi) vermekten ibaret bulunmak­ ile altlarına yazılan ibarelerin daha önceden ta idî. 18.76 (1393) tarihînden itibaren, kısa matbûat idaresince görülüp tasvip edilmesini bir müddet mer’iyette kalan kararname şart koşuyordu ki, bu İdârî yoldan konulan gereğince, bu makam, matbuatı sansür etmek ilk sansür hükmü sayılabilir. vazifesini de görmüştür. Tanzimat devrinde, 1874 tarihinde, gazetelere, bîr vergi mahiye­ neşriyat sahasında matbuat müdürlüğünün vazi­ tinde olmak üzere, iki paralık pul yapıştırmak fesine muvâzî vazife gören ayrı bir teşekkül mecburiyeti konmuş idî. Abdülhamid salta­ olan ve maârif nezâretine bağlı bulunan »Te­ natının yirmi beşinci yıl dönümünde bu mec­ lif ve tercüme cemiyeti" var İdi. 1865 'te ku­ buriyeti kaldırmıştır. rulmuş olan bu* teşekkülün başlıca işi, yaban­ 1867 tarihinde, 1864 tarihli matbuat nizâm­ cı dillerdeki faydalı yeni kitap ve risaleleri nâmesinin muvakkaten hükümden düştüğü gö­ rülüyor, Bu tarihte A lî Paşa tarafından çı­ türkçeye çevirmek ve bu türlü kitapları tet kik etmek idi. Bundan başka bir de, Abdüi- karılan bir kararname, „menâfİ»i umûmiye" mecİd zamanında ( 1839- >86-1 ) yabancı ülke­ gerektirdikçe, matbuat hakkında hükümete lerden gelen »muzir" neşriyatı kontrol eden idârî tedbirler almak ve bu arada gazeteleri »Bâbıâiî tercüme odası" yar idi ( Hayreddin, kapatmak salâh:yeti veriliyordu. Ayrıca, yine Vefçayi-i tarihiye ve siyâsiye, s., 78 ). aynı tarihte, Basiret gazetesi ile ilân olunan , Türkiye 'de gazete ve mecmualar ilk defa ( 17 rebiülevvel 1293) bir kararname ile, bü­ 1864 'te kanûm nizâma bağlanmıştır. Bu ta­ tün yurttaki gazete ve mevkûte’ere sansür ko­ rihte Tercümâmt ahvâl 4, T'ûsıdr-ı efkâr 3, nuluyordu. Bu kararnameye göre, İstanbul ’da



378



MATBUAT.



ve Osmanlı idaresindeki ülkelerde, muhtelif dillerde çıkan gazetelerin, neşredilmeden önce, İstanbul Ma matbuat idaresince, eyâletler­ de de husûsî me'mûrîarca muayene edilmesi karar altına alınmakta idi. Sıkı tedbirler bun­ lar ile de kalmayacaktı. Msl. 1876 tarihli bir resmî tebliğ1, matbuat idaresinden verilmeyen harp havadislerinin neşrini yasak ediyordu. Abdülhamİd II. ’in tahta çıkmasından bir kaç gün önce de, Vakit gazetesinde neşredilen ve artık mizah gazetesi için imtiyaz verilme­ yeceğine ve sırf havâdis neşrine münhasır addedilen gazetelerin de şahısları tezyif eden yazılar ve hattâ îmâlı sözler koyamayacakla­ rım bildiren kararnâme, bu devrin matbuata karşı takındığı sert vaziyetin en şiddetli mer­ halesini teşkil etmekte idi. 2. d e v r e (1876 — 1908), 1877 yılında, matbuat İdâresinin dâhiliye nezâretine bağlan­ dığım görüyoruz ( bk, 1294 yılı salnamesi). Matbuat müdürlüğünün bu tarihlerdeki vazi­ feleri arasında matbaalara nezâret ışı yok İdî. Bu İşi 1881 Me maârif nezâretinin »te’İif ve tercüme cemiyeti" ile matbaalar idâresı birleştirilerek kurulan »encÜmen-î teftiş ve muayene" yapacaktı. Açıkça bir sansür heyeti olan bu encümenin vazifesi, matbaalara nezâ­ ret etmekten başka, bir de gazeteler ile, „resâil-i mevkute" de dâhil olmak üzere, bütün kitapları, neşredilmeden Önce, tetkik etmek idi. Gazetelere gelince, bunlar 1878 Me kuru­ lan ve matbuat müdürlüğüne bağlanan sansür heyeti marifeti ve ayrıca Zaptiye nezâreti ’nin yardımı ile, sıkı kontrole tâbî tutulmuşlardır. Bu teşekküllere ilâveten 1885 'te, »matbuat-ı ecnebiye müdürlüğü" adı altında, 1894 'te dâ­ hiliye nezâretine, 1895 'te de tekrar hâriciye nezâretine bağlı bir idare kuruldu. Nihâyet 1897 yılında, sansür işinde „encümen~i teftiş ve muayeneden" daha üstün bir mercî olmak üzere, »tetkik-i müellefât" komisyonu, 1903 'te de bir „kütüb-i diniye ve şer'iye" heyeti meydana getirildi. 18 76 kanûn-ı esâsîsi, matbuat hürriyeti esâ­ sını kabûl etmiş görünmektedir. Bu kanunun 12. maddesinde her ne kadar »matbuat kanun dâiresinde serbesttir" denilmekte ise de, orta­ da sıkı kayıtlar taşıyan 1864 matbuat nizam­ namesinden başka, meriyette olan hiç bir kanûn ve nizâmnâme bulunmadığına göre, mat­ buat serbest sayılamazdı. Bu devre başında bîr yıl kadar süren aşırı bir matbuat serbest­ liğinin ardından, Abdülhamİd hükümeti, bir biri ardından matbuat için sıkı tedbirler al­ mağa başladı. 4 rebiüİevvel 1294 ( 1877 ) ta­ rihli resmî bir tebliğ bu hususta ilk adımı teşkil etmiştir. Bu tebliğ hükümet aleyhinde



yazan gazeteler hakkında şiddetli tedbirler alınacağını bildirmekte İdi, 1877 tarihinde hazırlanan matbuat kanunu taslağında da hü­ kümet aleyhinde matbuat vâsıtası ile işlenen suçlar için şiddetli cazalar konulmuş idi. Tür­ kiye Me mizah gazetelerinin neşrini temamen yasak eden madde ile bîr kaç mad­ denin meclisi meb'usan heyeti umûmiyesince kabûl edilmemesi üzerine, taslağı geri alan hükümet, matbuatı tazyik hususunda, idârî yollardan harekete geçti. Msl. 1877 Men 1908 'e kadar yurtta hiç bir mizah gazetesinin çıkma­ sına müsâade edilmedi. 1880 Me sansür o za­ mana kadar zararsız görülen ,,resâ£l-i mev­ kuteye" de teşmil edildi ve bir yıl sonra ku­ rulan »encümen-i teftiş ve mûayene" risale ve mevkûteieri de tetkik etmeğe başladı. G a­ zetelere gelince, bunlar 1878 Men İtibaren maarif ve matbuat idaresi He zaptiye nezâre­ tinin elbirliği sayesinde, günden-güne artan bir baskı altına alındı. 1888 Me bir matbaalar nİzanâmest daha çıktı. Bu nizâmnâme gazete­ lerden başka matbualar için, neşirden önce müsâade alınmasını ve sansür edilmesini der­ piş eden ihtiyatî tedbirler koymuştur, Buna göre, matbaa sâhîpleri, basacakları kitap İçin, maarif nezâretinden resmî müsâade almak mecburiyetinde idiler. Ayrıca 1894 tarihli bir başka nizamname kitapçılar için daha da şid­ detli hükümler koymakta idi. 3. d e v r e (1908— 1918). 24 temmuz 1908 sabahı hürriyetin ilâm üzerine, gazeteler san­ sürden kurtuldu. Bu sebepten matbnât-ı dâhi­ liye idaresi ile hâriciyeye bağlı matbuat mü­ dürlüğü kadroları son derece daraltıldı. 1909 temmûzunda çıkan yeni matbuat kanununda, matbuat müdürlüğü diye bir teşekkülden bahsedilmemektedir. Bununla berâber, gazete çıkarmak isteyenlerin beyannamelerini İstan­ bul Ma dâhiliye nezâretine, taşrada vâlüiklere vermeleri belirtildiğine, matbuat idaresi de dâhiliye nezâretine bağlı olduğuna göre, beyanname karşılığında alınması gereken ilmü haber merciinin matbuat idaresi olması gerekir ki, fiiliyatta da böyle olmuştur. 14 nisan 1329 (1 9 1 3 ) tarihli bir kanunla kuru­ lan »matbuat müdüriyeti umümiyesi" hâriciye nezâretine bağlı »matbuat-! ecnebiye müdür­ lüğü" ile 1878 Men beri dâhiliye nezâretine bağlı olan »matbuat-ı dâhiliye müdürlüğünün" birleştirilmesinden meydana gelmiş ve fiilen hâriciye nezâretine bağlı kalmıştır. İkinci meşrûtiyetin ilânı ile, matbuat hu­ dutsuz bir serbesliğe kavuştu. Kanun-ı esasi­ nin meclis encümenince değiştirilen şeklinde matbuata dâir olan madde şu şekli almıştır ( mad. 1 2 ) : »Matbuat kanun dâiresinde ser­



MATBUAT.



379



besttir. Hiç bir vecihte kablettabı teftiş ve liye gazetesine nezâret işleri de ona veril­ muayeneye tabî tutulamaz." Başlangıçtaki bu miştir. serbestlik uzun sürmemiş, 31 mart vakası Mondros mütârekesi ile İstanbul 'da işgal üzerine, vaziyete hâkim olan hareket ordusu kuvvetlerinin sansürü harekete geçmiştir. A y ­ matbuata askerî sansür koymuş ve matbuat rıca 1919 yılı şubat ayı içinde Vahîdeddin hü­ suçları için harp divanına geniş salâhiyetler kümeti, bir kararname ile, örfî idarenin bu­ vermiştir. Daha sonra Kâmil Paşa 'nın 3. sa­ lunduğu yerlerde neşredilecek her çeşit kitap, dâreti zamanında yeni bir matbuat kanunu risale, mevkut ve gayri mevkut gazete ve mec­ ile matbaalar kanunu lâyihaları hazırlanıp, mualara hem sansür koymuş, hem de ağır meclise verilmiş ve 1909 temmuzunda kanun ihtiyat tedbirleri almış idi. Bu kararnameye hükmünü almıştır. Yeni matbuat kanununda göre ( madde 7 ), hiç bir gazete askerî hükü­ sansür kalmadığı gibi, idâri mâhiyette ihtar* met ve mülkî sansür heyetinin yazılı müsâa­ dan da bahis yoktur. Yalnız devletin emniye­ desi alınmaksızın, neşredİlmeyecekti. Gerek tini bozacak ve halkı isyana sürükleyecek düşmanın, gerek Vahîdeddin ’în koymuş olduk­ mâhiyetteki neşriyat için, hükümete mu­ ları sansürler, 6 teşrin I. 1923'te sona ermiştir. vakkat tatil salâhiyeti verilmekte idi, 1864 Her ne kadar memleket içindeki mevkut veya nizâmnâmesinin yerini alan bu kanuna gö­ gayr-İ mevkut neşriyatın önceden kontrolü mâ­ re, mahcur olmayan veya medenî hakları hiyetinde bir sansür değil ise de, burada, Tür­ kullanmağa ehil olan her 25 yaşındaki türk kiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin, icra ve­ tebeası gazete mes’ûl müdürü olabilecekti. killeri heyetinin 6 mayıs 1920 tarih ve 2 numa­ Fakat 1912 'de kanunda yapılan değişikliğe ralı kararnamesini zikretemeliyiz. Bu kararna­ göre, mes'ûl müdürün yüksek mektepten veya meye göre, İstanbul île her nevi resmî muha­ bu seviyede bir tahsilden geçmiş olması bere memnudur ve İstanbul ’dan gelecek olan şart koşuluyordu. Ayrıca 1909'da matbuat ka­ resmî evrak ve İstanbul matbuatı derhal iade nununa eklenen bir zeyil ite, ordunun siyâsi olunacaktır. Bu İstanbul 'dan gelecek ve millî işlere karışmasına ve dolayısı ile matbuatla hükümet aleyhinde çıkmış olan gazetelere alâkasının Önlenmesine çalışılıyordu, Matbuata karşı ihtiyâtî tedbir mâhiyetinde idn tatbik edilmekte olan askerî sansür, 1912'de Türk ordusunun 6 teşrin 1. 1923 ’te İstanbul muhaliflerden mürekkep Gazi Ahmed Muhtar 'a girmesinden bir gün sonra, millî hükümet Paşa kabinesi tarafından, örfî idare ile bir­ bîr icrâ vekilleri kararnamesi ile, 7 teşrin 1, likte, kaldırılmıştır. Fakat Balkan harbi felâ­ 1923 'ten itibâren İstanbul hükümetince konu­ keti üzerine, ittihadcılarm 10 kânun 0. baskın­ lan Örfî idare ve sansüre son vermiştir. ları sonunda, sansür tekrar konulmuş ve-1913 5. d e v r e (19 2 3 'ten sonra). 1931 yılı *te matbuat kanununun 23. maddesi değiştiri­ 1 haziranında matbuat umum müdürlüğü lâğv­ lerek, devletin iç ve dış emniyetini bozacak edilmiş ve 1933 ’te yeniden kurulan umûm mâhiyetteki yazılar dolayısı ile, hükümete müdürlük dâhiliye vekâletine bağlanmıştır. ihtiyâtî tedbir hususunda geniş salâhiyetler 12 mayıs 1933 tarihli kanuna göre, matbuat verilmiştir. 1914 dünya harbi müddetince, umûm müdürlüğünün vazifeleri, bütün gazete sansür, hep askerî mâhiyette olmak üzere, ve mecmuaları ve risaleleri ve bunlara benzer devam etmiştir. neşriyâtı tetkik etmek, devleti alâkadar eden 4. d e v r e (1918— 1923). 7 haziran 1920 yazılan ayırıp, vekâlet makamına sunmak v.b. tarihinde, Ankara 'da 6 nisan 1920 'de ku­ idi. 1939 eylülünde, baş-vekilin matbuat ile rulan »Anadolu ajansım" da içine alan »mat­ yakından temasını sağlamak ve matbuat ile buat ve istihbarat müdüriyet-i umûmiyesi" hükümet arasında sıkı bir bağ kurmak maksa­ teşkil edilmiştir. Bu tarihten itibâren, biri dı ile, »başvekâlet matbuat bürosu" kuruldu. İstanbul 'da, diğeri Ankara ’da olmak üze­ Bu büronun beklenen neticeleri vermesi üze­ re, Türkiye 'de iki matbuat müdürlüğü bu­ rine, matbuat umum müdürlüğü de doğrudan lunuyor demekti kî, bunlardan İstanbul ’da- doğruya başvekâlete bağlandı (31 mayıs 1940 ). kî müdürlük mîllî hükümetin İstanbul 'a Bu tarihten itibâren, münakalât vekâletine gelmesi ile sona ermiştir. »Matbuat ve istih­ bağlı olan turizm işleri de bu umum müdür­ barat müdüriyet-i umûmiyesi" sadece »bil­ lüğe devredilmiş ve adı da »basın, yayın ve cümle matbuat umûruna merci" olmakla bı­ turizm umum müdürlüğü" olmuştur. rakılmamış, aynı zamanda »dahilî ve haricî neş­ 1924 teşkilât-ı esâsiye kanununun matbuat riyat ve irşadât ve İstihbarat" işleri İle de bu hürriyetine dâir olan maddesi ( 7 7 ) şöyiedir: müdürlük vazifelendirilmiş idi. 25 kânun I. 1920 »Matbuat kanun dâiresinde serbesttir ve neşr­ ’de bu müdüriyet, müstakil olarak, hâriciye edilmeden evvel, teftiş ve muayeneye tabî vekâletine bağlanmış ve Hökİmiyet-i miU değildir". Bu tarihten bîr yıl sonra çıkan tak­



38o



MATBUAT.



rir-i sükûn kanunu, hükümeti, irtica ve isya­ na ve memleketin asayişini bozmağa sebep olan neşriyatı re’sen ve idâreten men’etmeğe mezun kılıyordu. Muvakkat olan bu kanun, neşrinden 2 sene sonra, hükümden kaldırıldı. Cumhuriyet devrinin matbuat kanunu 1931 temmuzunda çıkmıştır. Bu kanunun şümulüne aynı zamanda matbaalar da girmektedir. Bâzı maddeleri 1932, 1933, 1934, 1940 ve 1930 yıl­ larında değiştirilmiş olan bu kanunda ihtiyatî tedbirlerden sansür ve idâri ihtar bulunma­ makla berâber, neşirden sonra, ıcrâ vekilleri heyeti karan ile gazete veya mecmuaları top­ latmak veya tatil etmek gibi, bir takım ted­ birlere yer verilmiştir. Matbuat kanununda en son olarak 7. hazîran 1956 tarihinde bâzı değişiklikler yapılmıştır. B ib l i y o g r a f y a ; Selim Nüzhet G er­ çek, Türk gazeteciliği (İstanbul, 1931 ); Sad­ rı Ertem, Propaganda ( Ankara, 1941 ) i Server İskit, Türkiye *de matbuat rejimleri ( An­ kara, 1938 ) î ayn. mil., Türkiye *de matbuat idâr eleri ve politikaları (Ankara, 1943 ); Mus­ tafa Nihat özon, Son asır türk edebiyatı (İs­ tanbul, 1945 ), s. 416 v.d.; Ragıb ûzdem , Gaze­ te dili ( Tanzimat, İstanbul, 1940, s. 859— 93ı ); Kasan Refik Ertuğ, Basın ve yayın tarihi ( ilk devirler ), 1 fas. ( İstanbul, 1955 ), s. 82— 88; Necmeddin Deliorman, Meşrutiyet­ ten önce Balkan türkleri, Makedonya, şarkî Rumeli meselesi, hudut hârici türk gazete­ ciliği (İstanbul, 1943); J. Deny, Etat de la presse turque en ju illet 1925 ( Revue du Monde Musulman, Paris 1925, LXl, 43 — 74 )» Almanak (İstanbul, 1933); Hilmi 2. Ülken, Türk düşüncesi ve dergilerimiz, ( Türk düşüncesi, I, 194$, s. 82— 87 ). (VEDAD GÜNYOL.) i.



Kazan



türkleri



Türkiye dışındaki türk matbuatı, Azerbay­ can, Kazan, Kırım, garbî ve şarkî Türkistan gibi, başlıca türk ülkeleri ile, dd bakımından Kazan, Azerî, Kırım, Kazak, Özbek, Türkmen, Başkırt v.b. türk şiveleri ile rus, arap ve bâzı Avrupa ve Asya dilleri içinde mütâlea edile­ bilir. Bunlardan mühim bir kısmını ıhtivâ eden Rusya hâkimiyeti altında bulunan türk ülkeleri, benzer siyâsî ve ictîmâî şartlar altında bulun­ dukları için, kendi iç gelişmeleri bakımından olduğu kadar, bura’arda inkişâf etmiş olan matbuatın başlangıç ve gelişme tarihi bakı­ mından da aş.-yk. aynı yol ve merhaleleri geçirmiş bulunmaktadır. Türk ictimâî hayatın­ da fikir birliği vücûda getirmek yolunda ilk teşkilâtlanma ve bunun daha geniş bir kütle­ nin malı olması için ilk çalışmaları içine alan



b a ş l a n g ı ç d e v r i ( 1904 yılma kadar) bu teşebbüsün ilk merhalesini teşkil eder. Bundan sonra, günlük hâdiseler etrafında top­ lanan meselelerin hallini gaye edinen ve türk matbuatının en mühim bir merhalesi olan m i l l ı - ı c t i m â î d e v i r ( 1905— 1917 } gelir ve bunu, çok kısa sürmüş olmakla berâber, millî hayatın olduğu kadar, matbuatın da en heyecanlı bir merhalesini canlandıran m İ U î s i y â s î d e v i r ( 1917— 1918) takip eder. 1918 Me husule gelmiş olan fırka diktatörlüğü içinde, kendi tâbirlerine göre, »şekil bakı­ mından millî, fakat muhteva bakımından bey­ nelmilel** olan ve devamlı tazyik altında bulu­ nan türk matbuatı, artık türk millî muhitinin bir aynası olmaktan çıkmış ve hâkim sınıf üe bunun emri altında çalışan mahallî fırka adamlarının İdâri ve siyâsî görüşlerine ter­ cüman olmaktan başka bir vazifesi kalma­ mıştır. A. G a z e t e l e r . Kazan türkçesinde ilkgazete neşri teşebbüsü 1834 yılma kadar çıkar. Kazan üniversitesi arşivinde bulu­ nan bir vesikaya göre, aym üniversite­ nin. şark dilleri şubesi talebelerinden biri, Batır al-ahbâr adında bir gazete neşrine mü­ sâade istemiştir. Meşhur müsteşrik Kâzımbek tarafından da tetkik edilmiş ve desteklen­ miş olan bu istida, nihayet 1844 Te, müslümanların bir gazete neşretmesini mahzurlu gören rus sansürü tarafından reddedilmiştir. 1886 Ma Petersburg müftîsi A. Bayezid Jin Yıldız adında bir gazete çıkarma teşebbüsü muvaffakiyetsizlıkle neticelenmiş olduğu gibi, 4896 Ma K. Nâsirî de Tang yıldız ’ı için müsâade alamamış j aym yıllarda A. İlyas ve bunu mü­ teakip Ş. Ahrner ’İn teşebbüsleri de ruslar ta­ rafından akamete uğratılmıştır. 1905 île 1917 yıllan arasında da, 8 'i rusça olmak üzere, muhtelif türk şivelerinde neşredilmek istenen 36 gazete ile »3 mecmua da aynı âkibete uğ­ ramıştır. Her ne kadar 190$ yılının eylülünde A. Bayezid tarafından, Petersburg Ma bir kaç sene devam eden haftalık Nâr gazetesi neşredilmeğe başlamış ise de, gazetenin mâhiyeti ve neşredenlerin hüviyeti bunun ilk millî gazete sayıl­ masına mâni olmuş ve Kazan tiirklerînin neş­ riyat tarihinde, 190$ yılının 29 teşrin 1. 'inde KazanMa intişâra başlayan Kazan muhbiri ilk gazete olarak kabûl edilmiştir. Kazan türklerinin ilk mİllî-ictimâı teşebbüsü olan »müslüman ittifakının** naşir-i efkârı bulunan bu gazete 5 yıl devam etmiştir. Kuruluşunda ve ilk yıl­ larında gazetenin fiilî idaresi Yusuf Akçura Mın elinde bulunuyordu. Aym yılda K. Muti’î tarafından, Uralsk ’te haftada 3 defa çıkan



Ma



tb u a t



.



m



Fikir (bu zât 1907’de bir de rusça Uralshiy fında genç edebiyatçı ve içtimaiyatçılar top­ dnevnik gazetesini neşr etmiştir ) ve Hadi Mak­ lanmış bulunuyordu), edip ve şâirlerden Fâtih sadı tarafından, Kazan Ma Yıldız ( başlan­ Emİrhan ile Abdullah Tukay'ın yakından gıçta haftada 3 defa, sonraları günlük olarak, iştiraki ile çıkan Kuyaş ( 1912— 1918 ) bu dev­ 1918 'e kadar devam etm iştir) gazeteleri rin belli-başîı gazetelerini teşkil eder. neşredilmiştir. 1905'te R. İbrahim Petersburg 1917 inkılâbım müteakip, matbuat hürriye­ 'da bilhassa medrese talebeleri ile ilgilenen tinden istifâde ile neşriyat daha d a ; gelişmiş Ülfet (86 sayısı çıkmıştır ) ile 1906 'da bütün ve memleketin muhtelif yerlerinde meydana dünya müslÜmaniarmı birleştirmek gayesini gelen mahallî teşekküller tarafından, kendi güden al-Tilm lz (arapça. olup,, hükümet tara­ gaye ve maksatlarım tamım için, bir çok ga­ fından kapatıİlticaya kadar 30 sayısı çıkmıştır ) zete ve mecmua neşredilmiştir. Daha evvelce gazetelerini neşr etmiştir. Kazan 'da A . Apanay Çıkmakta olan Yıldız, Kuyaş ( Kazan ), Vakit tarafından 1907 'de Azâd gazetesi te'sis edil­ ( Orenburg ) ve Turmuş ( Ufa ) gazetelerinden miş ve bu sonra A . Kemâl idaresinde Âzâd başka, Kazan ’da bu devrin belli-başîı kalem halk ( 70 sayısı çıkmıştır ) adı ile devam et­ sahiplerini toplayan ve millî-medenî muhtari­ miştir. yet fikrini yayan Kurultay ( F. Tuktar ida­ Şimal tür kî erinin her bakımdan en ciddî ve resinde günlük olarak devam etmiş ve 67. mübim gazeteleri, şüphesiz, 1908 'de Orenburg sayısından sonra kapatılmıştır), Tetüş teşki­ 'da intişâra başlayan Vakit gazetesidir. Fâtih lâtının Kazan 'da neşrettiği haftalık Tetüş Kerimî ’nin baş-muharrirliği altında, Ş. ve Z. uyuşması, bütün Rusya müslüman ulemâsı Remî ’ler tarafından, önce haftada 3 defa ve ittifakının nâşir-i efkârı olan ve 1918’de çık­ 1913 'ten itibaren günlük olarak çıkmış olan mağa başlayan haftalık ittifa k ; Moskova 'da bu gazete, etrafına en mühim fikir adamlarım A. Ishâkî tarafından yeniden kurulan II toplamış ve 1918’e kadar ( 2^309 sayısı çık­ ( haftada 3 defa olmak üzere, 137 sayısı çık­ mıştır ) şimal ve şark türkleri arasında en m ıştır) ; Troysk 'ta Hür millet ( A. Tâceddin ); çok okunan gazetelerden biri olmuştur. Etra­ Orenburg 'da Orenburg muhbiri ( B. Şeref ), fına o devrin heyecanlı gençlerini toplayan Yangı vakit ( Vakit 'tan ayrılınca, F. Kerimî Tang yıldızı ( Kazan 'da 1906’da intişâra baş­ tarafından te’sis edilm iştir), gençler gazetesi lam ıştır), bir sene içinde dokuz defa toplat­ olan, haftalık Toplanı Petersburg'da 1918’de tırılmış ve nihayet kapatılmıştır ( önce Tang Musa Cârullah tarafından neşredilen, haftalık mecmuası, sonra 1907 'de Tavuş adı üe tekrar al-Minbar, milliyetçilerin çıkardığı Şimâl yağı gazete hâline girmiş İse de, ancak 2 sayısı ( K. Saıd ), Rusya müslümanlarımn muvakkat neşredilebilmiştır ). Bu gazetenin başlıca yazı­ merkezi tarafından, A . Sâlîh idaresinde neşr­ cılarından olan, Kazan türklerinin ediplerinden edilen rusça İzv est vrem, t sent, büro ross. Ayaz Ishâkî 1913 'te Petersburg 'da î l gaze­ musulman; Astırhan ’da haftalık A zâd kalk, tesini kurmuştur ( 89. sayısından sonra, gaze­ Saray ( haftada 3 defa, N. A s r î) ve Kızıl tenin kapatılması üzerine, yerine 1915 'te Soz süngü; Sim bir'de Cümhûriyei ( L B ikku l), ve 1916'da Bizning il gazetesi çıkm ıştır).— A vıl ( A. Şehidî ); Uralsk ’te Haberler ( A, Astırhan ’da 1906 'da Kazan ve İstanbul şive­ Ebûbekir ) Kızıl-Yar 'da Yol ve nihayet Semılerinde intişâra başlayan Burhân-i terakki, palat 'ta Halk sözü ( A . Musin) gazeteleri 1910 yılma kadar devam etmiştir. Aym naşir­ çıkmıştır. lerin Hamiyet (1907), Mizan ( 1909), Hak 1917 inkılâbının sonlarına doğru vukua ge­ ( *911 ) gazeteleri İle aym şehirde bîr de Idil len siyâsî gelişmeler, daha çok fikir sahasında ( 1907— 1914), Halk ( 1914— 1915) ve Telgraf kalan mülî-dmî meseleler yanında, daha geniş haberleri (1915, taş-basma) gazeteleri çıkmış­ kütleyi içine alan içtimâi, siyasî teşekküller ile tır. — Şimal türklerinin diyânet işlerinin mer­ ıdârî meseleler onaya çıkarmıştır. Bunların kezi olan Ufa şehrinde, İslâm dünyası ile ilgili siyâsî temayül ve takip ettiği yollar çok defa al-'Âlâm al-islâmi ( 1906— 1907 ) gazetesi çık­ isimlerinden de anlaşılmaktadır. Bunlardan m ıştır.— H. Yamaş'in 1907'de O renburg'da Kazan *da çıkan K ızıl bayrak ( müslüman sos­ çıkardığı Ural, ilk »sosyalist" gazete olup, 29. yalistler tarafından, 1917 ), Avaz, İginçi ile sayısından sonra, kapatılmıştır.— Petersburg Harbî şûra ve Idil-Ural devletini vücûda ’dakt Duma ( 1907 ) ile rusça ilaveli Millet getirmek üzere kurulan müslüman halk komi­ ( 1 91 4) ve Kazan'daki Ahbâr ( 1907 — 1908 ), serliği tarafından çıkarılan, haftalık Idit-Ural bilhassa medreselerin Islâhım gaye edinen ülkesi; U fa ’da inkılâpçı sosyalistlerin nâşir-i al~îşlâh ( el yazısı ile teksir edinen ilk gizli efkârı olan ve bir çok kalem kuvvetlerini sayısı 1905 ’te çıkm ıştır; 1907 'den iti hâren toplamış bulunan îrik ( A. İbrahim, 1917), matbaada basılmağa başlayan bu gazete etra­ sosyal-demokratlar tarafından neşredilen Alga,



38*



MATBUAT.



A v a l halkı ve be üç gazetenin birleştirilmesi üe, ber bakımdan takviye edilmiş olan Bizning gol i Orenburg Ma İş ç i; Petersburg ’de Yerli h a lk ; Harkov 'da Cenup favuşt ; Minzele ’de Minzele iti ve Saratov 'da Muhi&riyet gazete­ leri zikredilebilebilir. İnkılâbı müteakip, rus ordusu içinde dağınık bîr hâlde bulunan türkler ayrı birlik hâlinde teşkilâtlandırılmağa başlanmıştır. Banları ida­ re eden heyetler, Kazan Ma bütün Rusya müsİdmanlarının merkezî askerî şûrasını teşkil etmişlerdir. İnkılâbın ilk sarhoşluğunun ortaya çıkardığı karışıklık içinde askerî disiplinlerini muhafaza etmiş olan türk birlikleri hesaba katılması icâp eden, mühim bir kuvvet teşkil ediyordu. Bu yeni teşekkülün ihtiyâcını karşı­ lamak ve ondan lâyıkı ile istifâde etmek maksadı ile Kazan Ma merkezin nâşir-i efkârı olarak Bizning iavış ( 1917 ) ve bunun rusçası olan îzvesi. işenir, musul. voenn. şaro ve Çtngiz balast; mahallî askerî komitelerin neşri olarak, Ufa Ma U f a müslüman askerî şûrası haberleri ve bunun devamı olan Saldat tilegi; OrenburgMa Bizning iilek; Astırhan Ma Saldat galkınt ve Pskov Ma şimâl cephe­ sindeki türklerin askerî heyeti tarafından 1Suğtş şaft gazeteleri neşredilmiştir. 1918— 1919 yıllarında dahilî mücâdele de­ vam ederken, türkler için mühim olan mer­ kezlerde müslüman türklerin işleri üe meşgul olan hususî dâireler kurulmuştur. Bunlar ta­ rafından Petersburg ( sonra Moskova ) Ma 1918 Me V olga havzasındaki türkleri bir cümhûriyet içinde birleştirme maksadı ile çalışan Çolpan ( A . İbrahim idaresinde ) ; Kazan Ma î ş ; Ufa Ma Küreş, Orenburg Ma Orenbarg vi~ lûyeti müslüman işleri komisariyait muhbiri, Şamar Ma Kingeş, Saratov Ma Işanıç, Astırhan Ma Tartış, Mamadış 'ta Mamadış tavışi, BelebeyMe Yarlı tavuşı ve Tomsk 'te Çolpan ( A . Taagatar ) gazeteleri neşredilmiştir. Dahilî harpte kızılların elinden alman yer­ lerde, günlük millî meseleler ile meşgûl olan gazetelerin derhâl neşre başladığını görüyo­ ruz. Msl. Ufa Ma Ufa haberleri ve bunun de­ vamı olan Yangı hayât, İl tili, Vatan, Akİdil, Yeş küç, Şamar Ma Bizning fik ir ve bunun devamı olan Halk, BelebeyMe Birik. SaritsinM e İlîmte, Kızıl-YarM a Mayak ve Yol, Omsk ’te Hakikat ve Tom sk’te Tom sö­ zü bunlar arasındadır. Diğer taraftan solcu­ lar da cephelerde mukabil neşriyatta bulun­ muşlar; Ufa, Çilebi ve BügülmeMe K ızıl yav, Kazan Ma Kızıl küreşçi, K ızıl sabançt, Kızıl armiye ve bunun rusçaîan He Ufa Ma 25. diviziye siyâsî şube haberleri, Şamar Ma K ı­ zıl İdil, K ızıl dünya, İdil artı harbî ülke si­



yâsî idaresi haberleri; Orenburg, Buzavlık.ve Sızran Ma Kızıl yıldız ve cephede Ondev ve Halk askeri gazeteleri çıkmıştır. 1918— 1925 arasında sovetlerin idaresinde ve parti İdare ve propaganda vâsıtası olarak, 40 şehirde, ikisi rusça olmak üzere, 50 muhte­ lif gazete neşredilmiştir. Bunlardan 1920 Me neşrine başlanan Tatarıstan haberleri ( 476. sayısından sonra Tatarıstan ve t.006. sayısın­ dan sonra da K ızıl Tatarıstan) ile merkez gazeteler gibi teşkilâtlandırılmış olan Bizning bayrak gazeteleri, gerek münderecat ve ge­ rekse yazıcıların ehemmiyeti bakımından bil­ hassa zikre değer. Uralsk 'te çıkan Yanga f i ­ kir ile Astırhan Ma çıkan K ızıl il gazetele­ ri Kazan ve Kazak türkleri tarafından müşte­ reken neşredilmiştir. K o y ve k ö y l ü için 1920— 1925 yıllarında Kazan, Ufa, Şamara, Minzele, Melekes ve Penza şehirlerinde birer veya ikişer gazete neşr­ edilmiştir ; bunlardan Kazan Ma çıkan hafta­ lık Krestiyen geziti ( baskı sayısı 15.000) kayda değer. Aynı yıllar içinde g e n ç l e r e mahsus 11 merkezde 16 gazete intişâr etmiştir. Şimâl türkçesi ( Kazan şivesi ) Idil ( Volga ) havzası ile garbî Sibirya türkleri arasında yazı dili olarak kullanıldığından, az-çok farklı olan diğer şiveler de buna uymakta ve yazı­ da bu türkçe kullanılmaktadır. Burada izahı­ na girişilemeyecek bâzı sebeplerden dolayı, başktrilar arasında, ses bakımından diğer türk şivelerinden oldukça farklı olan başkırt şivesini yazı dili olarak kullanmak temayülü belirmiştir. Fakat bu pek tatbik edilememiş ve 1917— 1925 arasında Başkırd'stanMa çıkan 18 gazetenin büyük bir kısmı Kazan türkçesinde, Başkırdısian, Başkırdıstan yeşieri v.b. gibi ancak bir kaç gazete başkırt şivesi ile yazılmış, K ızıl kuray gibi bazıları da kazan­ ca ve başkırtça karışık olarak intişar etmiş­ tir. Bunlar arasında Yangı aval ile Pey yok­ sul başkırt asıllı şimâl türk yazıcılarım kendi etrafında toplamış bulunuyordu, B. M e c m u a l a r , Millî ve îctimâî mesele­ lerin vaz'ı ve münâkaşasının yapıldığı bir de­ virde, şüphesiz, mecmualar çok mühim bir yer tutar. Gazetelerin, bilhassa haberleri dolayısı ile, daha geniş bir okuyucu kütlesine hitap etmesine mukabil, mecmuaların muay­ yen ihtisas sahalarında devamlı okuyucu te’min etmesi zarurîdir ve bu da mecmuanın uyandırdığı ilginin kuvvetine bağlıdır. Gazete ve mecmuaların neşri eskiden dev­ let idaresince büyük engeller ile karşılandı­ ğından, bu sahada İlk tecrübelerin ayrı ki­ taplar şeklinde olması tabi’î idi. Bunun ilk



MATBUAT.



iH



misâlini, K. N âsirî’nin meşhur takvimlerin­ aynı kadro tarafından A, Urmançı idaresinde den sonra, R, İbrahim 'in 1902 'de Petersburg neşredilen Yalt-yult, 1911 Me Troysk 'te çıkan 'da v e . sonra Kazan 'da neşrettiği Mir'ât- Akmulla. ile inkılâptan sonra Kazan Ma 1923 Küzgü teşkil eder. Mecmuadan ziyâde gazete ’te çıkan Çayan, Yekaterinburg Ma 1922 Me havasını andıran bu aylık mecmuanın 22 sa­ Şepi Agay, Ufa Ma Babiç ile 1925 'te çıkan yısı çıkmıştır. Astırhan 'da ancak bir kaç sa­ Senek bu nevî mecmuaların başhcalarmı teş­ yısı çıkmış olan Islâh (1905— 1906) mecmua­ kil eder. sı da buna benzer. İlk çocuk mecmuası olan Terbiye-î et/âl İlk f i k i r mecmuası, K. Muti’î tarafın- ] 1907 Me Moskova Ma Z. Şâmil tarafından neşr­ dan, Uralsk 'te 1906 'da neşrine başlanan al- edilmiştir. Bu kısa ömürlü mecmuadan sonra, :A şr al-cadîd mecmuasıdır; 1907’de mecbûrî Kazan Ma 1913'te F. A g i tarafından 15 günde tatiline kadar aylık olarak çıkan bu mec­ bir intişâr eden A k yol uzun müddet bu sâmua muhtelif, edebî ve içtimai cereyanları hada yegâne mecmua olarak kalmıştır. 1917 bir araya toplayan bir merkez vazifesi gör­ Me buna aylık Balalar dünyası katılmış ve müştür. Ay.nr sahada, fakat daha çok b i 1- son zamanlarda Moskova Ma Kiçkene ipteşler g i ve f i k i r mecmuası olan Şûrâ, 1908 'de çıkmağa başlamıştır. Eskiden g e n ç l e r e mahsus mahsus mec­ Orenburg 'da Kazan türkler inin mütefekkir­ lerinden Rizîeddîn Fahreddin tarafından neşre­ mualar yok İdî. 1917 Men sonra, bilhassa liseli dilmiş, en çök okunmuş ve muntazam bir şekil­ gençler tarafından ve çok defa elle yazılarak, de 1918 yılının başların kadar devam etmiştir. teksir edilmek suretiyle, edebî ve ictîmâî Sırf e d e b i y a t ve edebî t e n k i t mevzûlarda kalem tecrübesi vazifesini gören mecmuası olarak, 1912 ’de A. Hasenî tarafın­ bir çok mecmualar neşredilmiştir. Perm Me ve dan neşredilen Ang mecmuası şimâl türklerî- Troysk ( Yeş küç v. b.) ’te ve böyle mecmualar nin edebî düşünce ve faaliyetlerinin merkezi çıktığı gibi, Kızıl-Yar Ma orta tahsil talebe ce­ sıfatı ile, 1918 yılının ortalarına kadar intişâr miyeti Birlik tarafından çıkarılan Yeşlik tangı etmiştir. İnkılâptan sonra bunlara bir de 1917 ( 1417 Me başlamış ve 6— 7. sayısı 1 temmuz ’de Ufa Ma çıkan ve iç Rusya ve Sibirya müs- 1918 Me çıkm ıştır), ben de dâhil bir çok ar­ lümanlarınm millî İdâresinin nâşir-i efkârı olan kadaşları ciddî bir şekilde meşgûl etmiştir. Muhtâriyet, K azan ’da 1920 Me çıkmağa baş­ Daha sonra siyâsî fırkaların gençlik üzerinde­ layan K ızıl şark, Malmıj Ma çıkan Yaktı yol, ki nufüzunu te’min maksadı ile, geçlik mec­ ve Tatarıstan hükümetinin [ bk. mad. K A Z A N ] muaları neşredilmiştir, Omsk ’te çıkan Kızıl resmî neşri olup, Kazan muhitinin o günkü yeşler oçağı (1920 ), Kazan Ma K ızıl şark ilim ve edebiyat kalemlerini birleştirmiş olan yeşleri (1922) ve A v ıl yeşleri (19 2 5), Mos­ Bizning yol (1922 Men itibaren ) ile Başkırdıs- k o va ’da Yeş işçi bunlardandır. tan hükümeti tarafından U fa ' da 1923 ’te neşr­ Şimâl türklerinin kendi teşkilâtlarına bağlı edilen Yangı yol mecmuaları eklenmiştir. olan m e k t e p ve m e d r e s e l e r d e t e d r i s Şimâl türklerinin ictîmâî bünyelerinin yeni­ ve t e r b i y e gaye ve usûlleri her vakit mü­ leşmesinde, tiyatro kadar, m i z a h mecmuala­ him bir mesele teşkil etmiş ve cemiyetin ge­ rı da mühim yer alır. Bunların ikisi de tenkit niş tabakası bununla dâima ilgilenmiştir. Bu üzerine kurulmuş olup, cemiyetin kusur ulu ta- meseleler ile meşgûl olan mecmualardan 1908 tarafları İle durmadan ve amansız bir şekilde Me Kazan Ma çıkan Terbiye, 1909 Ma Astırhan alay edilmiş ve kuvveti nisbetînde te'sirli ol­ Ma çıkan Maârif ( ıo sayısı çıkmış olup, da­ muştur. Miiah mecmuaları ifâde ve karikatür ha çok din tedrisi üzerinde durmuştur ), 1913 bakımından pek yüksek olmamakla beraber, 'te Kazan ’da intişâra başlayan Mekieb ( bu banlar cemiyetin her tabakasında dikkate şa­ sâhanın en ciddî mecmuası olup, Ş. Abmer yan bir rağbet görmüştür. OrenburgMa 1906 tarafından neşredilmiştir ), aynı yılda Orenburg Ma türkçe-rusça olarak çıkan haftalık Çikirt- Ma H. Ali tarafından çıkarılan Muallim zikre ke, 15 günlük olup, 1910 yılma kadar devam değer. İnkılâptan sonra, bütün Rusya müslü­ eden Çükiç, aylık Karçıga, 1907 Me başlayan man muallimleri içine alan merkez tarafından Yaz ve 15 günde bîr olmak üzere, 1914'te 1918 Me Kazan Ma Okuiuçt, 1919 Ma Astırhan çıkan Karmak’, U ralsk'te şâir A, T ukay’ın Ma Halk maârifi, 1921 Me Isterîi-Tamak’ta iştiraki ile 1906 'da çıkmağa başlayan Oklar Başkırdistan maârif vekâleti tarafından Maâ­ ( 6 sayı ); aynı yılda Astırhan Ma çıkıp, 3. sa­ r if işleri, aynı yılda Kazan Ma Tatarıstan maâ­ yıdan sonra kapatılan Top; 1908 Me Kazan rif vekâleti tarafından M aârif’, 1922 Me Ufa Ma A 1İ Asgar Kemâl idaresinde, A. Tukay Ma Maârif frunü mecmuaları neşredilmiştir. ( Ş ü reli) ve F. Emirhan ( Taş-Muhammed ) ’m Kadınlara mahsus mecmua olan Suyum Biiştirâki üe çıkan Yaşın {14 sayı), 1910 Ma ke, Kazan Ma 1913'te Y. Halîlî tarafından



Kî a



îb u a



çıkarılmış ve son inkılâp yıllarına kadar de­ vam etmiştir. 1917 'de Astırhan 'da 15 günlük Azad Hanım ( A . Muslin ) ile K azan'da 1918 ’de Rusya müslimeleri teşkilâtının merkezi tarafından çıkarılan ve etrafına bir çok edip ve muharrirleri toplayan Şark kızı mecmua* lan bunu takip etmiştir. D i n î mes'elelere yer veren Şûra 'dan baş­ ka, A. Bârûdî tarafından, 1906 'da Kazan 'da al-Dîn va ’l-adab çıkarılmış, Petersburg’da R. İbrahim tarafından neşrine başlanan, fakat İlk sayısından sonra durdurulmuş olan Necat, Orenburg ’da 1906 ’da Dünya ve maişet ( daha sonra Din ve maişet; her türlü yenilik ve terakkiye karşı gelmiş, taassup ve kara ruhu temsil etm iştir); 19 11'de U fa'd a Mâlûmât-ı cedide; yarı mecmua, yarı kitap hâlinde, 1913 'te O renburg’da Islâh kütüphânesi; 1908’den beri 15 günlük, resmî Mâlûmât-ı mahkeme-i şer'iye-i Orenburgiye ve aynı teşkilâtta kadı Keşşaf Tercümânî tarafından, 1924'te aylık İs­ lâm mecellesi ( 11. = 22, sayısı teşrin II. 1927 ) çıkmış ve 1925 'te Moskova 'da dine karşı pro­ paganda yapmak üzere Delinler cemiyeti ta­ rafından Fen kem din mecmuası neşredilmiştir. K o y ve k ö y l ü l e r için 1914 'te Ufa 'da A vil kün kür işi jurnali, 1921 ’de Kazan *da aylık Iginci ve 1925 ’te Minzele’de Aval kün kür işi, Penze 'de Krestiyen jurnali ile Ufa 'da başkırtça olarak çıkan Haban mecmuaları neşredilmiştir. İ k t i s a t ve t i c â r e t sâhasmda 1908’de Şam ar’da aylık İktisat, 1914’te K azan ’da Rusya savdast; 1917’de Ufa kaupiratoru ( rusça-türkçe ), 1921'de Kazan'da neşredilen A zık işi hem kaupiratsiya haberleri zikre değer. Bunlara bir de 1913’te Kazan ’da çıkan H u­ kuk ve hayat mecmuasını eklemek lâzımdır. A s k e r î zümre için 1921 'de Kazan ’da bir defaya mahsus olarak çıkarılan K ızıl defter, 1920’de Petersburg’da yalnız bir sayısı çık­ mış olan Baht künu ile 1925 'te tatar-başkırt harbiye mektebinin neşri olan Signal v.b. mecmuaları neşredilmiştir. K i r e ş i n ( tanassur etmiş olan türklere verilen isimdir ) zümresine dayanan türkçe ve rus alfabesinde çıkan, rus misyonerlerinin dinî propagandasını destekleyen Sugış haberleri ( Vyatka, 191$), Dus (U fa, 1916), Kireşin ( 1918 ), Haberler ( 1918 ), K ızıl saldat ( 1919 ), Alga taba, K ızıl alem ve K in g e Ş ( 1922 ) ga­ zeteleri neşredilmiştir, 1925 ’ te İdil havzasında muhtelif yer ve mevzularda, resmî makamlar tarafından idâre edilen 20 gazete ile 15 mecmua İntişâr etmekte idi. Kazan türkleri tarafından memleket dışında da bâzı gazete ve mecmualar neşredilmiştir.



T.



Msl. TSkiye’de İ s t a n b u l 'da çıkarılan gün­ lük Mizan ( 1908, Murad B ey ) gazetesi, haf­ talık edebî Taârif-i müslimin ( 1910, R, İbra­ him ve A. Tâceddin ) mecmuası, ayda iki defa çıkan edebî-dinî İslâm (1914, H. S a b it), Taâvun-î İslâm, İslâm dünyası, Âlem-i İslâm ( İstanbul 'da tahsilde bulunan kazanh talebe­ ler tarafından ) mecmuaları; Almanya 'da, B e r1 i n ’de esir müslüman askerler için çıkan Cihadal-islâm ( 1916, A .İd risî ve R.İbrahim) gazetesi ile aym maksatla 15 günde bir çıkan Tatar ili (1919, B .Seyfüim ü lk; 8 sayısı çık­ mıştır ) mecmuası, bütün türk mümeessillermm iştirak ettiği  zâd şark (1923 ) mecmuası; Kazan iürklerinin istiklâl dâvasını güden M illî yal ( Ayaz Ishakî tarafından 1928 'de neş­ rine başlanmış olan bu mecmua,başta 15 günde bir çıkmış, sonra aylık olarak devam et­ miştir; 1930’da Yanga m illî yol adını almış ve 1939 yılında ikinci dünya harbinin başına ka­ dar devam etm iştir) mecmuası, Kazan terk­ lerinden kurulan askerî birlikler tarafın­ dan neşredilen haftalık Idil-Ural ( 1942 ) ga­ zetesi ; Ç i n 'de H a r b i n ( Mançurya ) 'de edebî siyâsî Yırak şark ( 1920 ’de İnayetullah Seli-Ahmed tarafından kurulan bu haftalık mecmuanın ilk 16 sayısı el yazısı ve teksir sure­ tiyle, 17— 31 sayılan on günde bir taş-basma ile basılmış ve 1924 'te 32, sayıdan itibaren hafta lık gazete hâline konulmuştur; 51. sayısı temmuz 1925 ’te çıkmıştır ), Ming yıl ( 1922 ), Abdullah T u k ay’ın ölümünün 20. yılı münâsebeti ile Şâir ve Beyrem nûru gazeteleri; M u k d İ n ’de mektep talebeleri tarafından idâre edilen ay­ lık Şekirtler tangı ( 1934, taş-basma, 10.— o : sayısı teşrin I. 1935’te çıkm ıştır) mecmuası; millî kurultay münâsebeti İle çıkarılan Bülleten ( 1 9 3 5 )> uzak şarktaki türkler arasında istiklâl fikrini yayan ve 10 günde bir çıkan M illî bayrak ( 1935 'te Ayaz Îshâkî tarafın­ dan kurulmuş ve 9 yıl devam etm iştir); T e n z i n ’ de kommünizme karşı koyan Şark ûvâzt ( 1 9 3 9 ) mecmuası; J a p o n y a ’da T o ky o ’da oradaki kazanlılar cemâati tarafından çıkarılan aylık Yapon muhbiri ( 1 9 3 1 ’de baş­ lamış ve 1932 ’den itibaren Yangı yapon muhbiri adı ile devam etm iştir; 32. sayısı 1935 'te çıkm ıştır) mecmuası ile îlân-t ha­ kikat ( 19 36 ) gazetesi; F i n 1 a n d i y a 'da Tampere 'de kurtuluş fikrini yayan aylık Tu­ ran ( 1936) gazetesi ve H e l s i n k i ’de Mahalle haberleri ( 1955 ) neşredilmiştir. 3. A z e r b a y c a n



türkleri



A. G a z e t e l e r . Rusya elinde bulunan türk ülkelerinde türkler tarafından neşredilen [ ilk gazete Bâkû 'da Hacı Zeynelâbidin Takı



MAÎBUAf. tarafından kurulup, bir vakitler Alı Merdan Topçıbaşî tarafından da idâre edilmiş olan rusça Kaspiy gazetesidir. Bu gazete ilk defa 1870’te başladıktan sonra, bir aralık durmuş ve ikinci defa 1903 ve üçüncü defa olarak da 1908 ’de tekrar çıkmağa başlamış ve bütün Kafkasya müslümanlarınm menfaatleri için ça­ lışmak suretiyle, müstakil millî Azerbaycan devrine kadar devam etmiştir. İlk türkçe ga­ zete neşretmiş olmak şerefi de azer bay can­ lılar a aittir. 1875’te Baku’da Haşan Meîikzâde-Zerdâbî tarafından neşredilmiş olan bu haftalık Ekinci gazetesi, isminin de işaret ettiği gibi, bilhassa müdafaasız durumda bu­ lunan köyleri rns me’murlarının kanunsuz ha­ reketlerine karşı korumuş, İçtimaî, iktisâdı ve bilhassa millî-medenî meselelerde rehber­ lik etmiştir. Orta büyüklükte, 4 sahife olarak çıkan bu gazete 1877 ’de rus-türk harbi es­ nasında rus hükümeti tarafından kapatılmış­ tır. 1879 ’da Tiflis ’te Ünsî kardeşler tarafın­ dan Ziya ve Keşkül gazete ve mecmuaların­ dan ( aş. bk.) sonra geçen uzun bir tavakkuf devresini müteâkip, 1903 ’te Tiflis ’te Şahtahtınskiy tarafından Şark-ı rus gazetesi kurul­ muştur. Başta haftada 3 defa ve 1904 ’ten iti­ baren gündelik olarak çıkan bu gazete Kazan türkleri nezdinde pek çok yayıldığı gibi, yazı­ cıları arasında da bir çok Kazan türkleri bu­ lunmuştur. Azerbaycan ’daki bu hazırlık devrinden son­ ra, asıl gazetecilik rûbu ve matbuatın mef­ kure devresi 1904 ’te Bâkû ’da kurulan Hayat gazetesi ile başlar. Zengin münderecâta sahip ve İyi teşkilâtlandırılmış olan bu gazete A li Merdan Topçıbaşî tarafından, A li Hüseyin-zâd e ’nin idaresinde ve Ahmed Ağaoğlu İle Hâşim Vezir Bey 'îerîn İştiraki ile neşredilmiştir. Bunun kapatılması üzerine, yerine Ahmed Ağaoğlu tarafından 1905 'te Bâkû ’da İrşâd gazetesi çıkarılmağa başlanmıştır; bu sonun­ cusu da 1907’de kapatılmış ve 1908’de tekrar intişâra başlamış ise de, idârî makamlarca faaliyetine tekrar son verilmiştir. Tiflis ’te 1905 ’te Ziyâ~i Kafkasiye ( Said Ü n sî) ile 1906 ’da Bakû ’da çıkan Davet ( A. Aşurbek; bu gazete türk-ermeni münâferetini ortadan kaldırmak için, her iki tarafın münevverle­ rinin iştiraki ile, türkçe-ermenice-rusça olarak çıkmıştır ) ve işçi menfaatlerini gözeten, sos­ yalist Tekâmül ( 1906— 1907; M. H acı) gaze­ teleri neşredilmiştir. 1907’de Ahmed Ağaoğlu ’nun çıkardığı rusça Progress (1907, Bâkû ), Ali Hüseyin-zâde tarafından, 1907'de Baku’da neşredilen Tâze hayat ( 1908’de, pan-islâmcıIık fikirlerini yaymakla itham edilerek, kapa­ tılmıştır ), 1907 ’de Bakû ’da Ahund-zâde ve



İslâm Ansiklopepîıi



o arkadaşları tarafından haftada 2 defa çıkarılan Yoldaş ( kısa bîr müddet sonra işçiler arasında zararlı fikirleri yayması vesilesi İle kapatıl­ mıştır ) gazeteleri vardır. Bunlara bir de Derbend ’de 1907 de çıkmağa başlayan günlük rusça Derbentskîy vestnîk ( Hamid V e k ili) eklendi. 1908 'de Bâkû ’da Ahmed Ağaoğlu ’nun idare­ sinde, milyonerlerden M. Muhtar ’m nâşirliğini üzerine aldığı, büyük hacimli, milliyetçi, gün­ lük Terakki gazetesi neşredilmiştir. Terakki­ perver, millî, haftalık İstikbâl (H. Ahundzâde) 1908'de G en ce’de çıkmıştır. Tâze hayat ’m devamı olarak, 1908 ’de Bâkû 'da günlük, mîllî İttifak gazetesini görüyoruz ( H. Vezir tara­ fından İdâre edilen ve şarkm dinî taassubuna karşı mücâdelede mühim yer alan bu gazete 1909’da hükümetin emri ile durdurulmuştur; 1910’da bir daha çıkmış ise de, 1911 ’de pan-İslâmcılık ithamı ile tekrar kapatılmıştır ). 1909 ’da hepsi de Bâkû 'da olmak üzere, 3 gazete çıkmıştır; rusça-türkçe haftalık Prikaspiyskaya jizn ( M. S. Ahundzâde), Sadâ { it t if a k ‘m devamı olup, 1 9 1 1 ’de hükümetçe kapatılıncaya kadar, 395 sayısı çıkm ıştır), Hakikat ( A . Hacibek.ve A . Kemâl; 1910’da kapatılıncaya kadar 160 sayısı çıkmıştır ). 1910 ’da iki yeni gazete çıkm ıştır: Güneş ( Ham k ik a t’in devamı olup, başta haftada 3 defa ve sonraları günlük olarak intişâr etmiş ve 1911 ’de kapatılmıştır ) ve Necat ( A . Aşurbek, başta haftada bir, sonraları 3 defa; aynı ismi taşıyan cemiyet tarafından çıkarılmıştır). 1911 ’de çoğu Baku’da üçü rusça olmak üzere, 12 gazete neşredilmiştir; Yeni hakikat ( Güneş ’in devamı olup, 19 sayısı çıkm ıştır; baş-muharriri Oruç Oruc-zâde 5 ay hapse ve 5 sene sürgüne gönderilmiştir ), Hilâl ( Mîr-Hüseyın Abdullah tarafından çıkarılan bn gazetenin yalnız 3 sayısı basılmış ve bunun da ancak biri dağıtılabi İmişt i r ), çıktığı sene İslamcılık ile itham edilerek kapatılan Mâlûmât (H acı İbrahim K asım ), haftalık Bâkû hayatı, Mâlûmât 'in devamı olan, haftalık Yeni irşâd ( Yusuf Ahm ed), haftalık Haki kaimi efkâr, Sadâ-i vatan ( Hâşim Vezir tarafından, Sadâ ’nın devam ı) ve Hak yolu ( Dr. K arabek). 1 9 1 1 ’de B a k u ’da çıkan haftalık Işık ga­ zetesi kadınlara mahsus İlk gazete olup, Samaralı Hadice A li Sübhankul tarafından neşredilmiştir. Bu sene çıkan üç rusça gazeteden biri Maykop’ta Ahmed Salih tara­ fından neşredilen günlük Maykopskaya jizn ( 129. sayısından sonra kapatılmıştır), İkincisi Groznıy ’da Terskiy kray ( bâz&n arapça ilâ­ veler de verm iştir) ve üçüncüsü G ence’de Yujmy kavkazets ( Dr. A. Ağaoğlu tarafından çıkarılan ve türk, ermeni, gürcü miîliyetçileri25



3*6



Ma t b u a t .



ntn İştirak ettiği bu gazete belli-başh türk muharrirlerini birleştirm iştir). 1912'de yalnız bir gazete, Sadâ-i vatan ’ın devamı olan Sadâ-i hak gazetesi çıkmıştır; resmî muharriri S. Tâhir olup, Haşini Vezir tarafından idare edilen bu gazete en çok yayılmış gazete olmuş, baskı sayısı 8.000’e kadar yükselmiştir ( 1913'te ma­ hallî idare tarafından kapatılmıştır). 1913’te Bâkû 'da yalnız bîr Ikhâl gazetesi neşredilmiştir ( A. Hacıbek tarafından kurulup, Mehmed Emi» Resul-zâde idaresinde çıkmış olan bu günlük gazete, millî gazetelerin en mühim­ lerinden olup, bir kaç defa kapatılmış ve nihâyet 1915’te büs-bütün durdurulmuştur), j 9 14 'te Baku'da haftalık Basiret, Sadâ-i hak ’m devamı olup, H. Vezir tarafından çıkarılan haftalık Sadâ-i K afkaz ( 1 9 1 6 ’da hükümetçe kapatılıncaya kadar devam e t ti), günlük İkdam ( N. Karagöz ); 1915 'te yine Bâkû 'da 4 gazete neşredilmiştir: Yeni ikdam, Kardaş komeğt ( Kars rauhâcirlerî için çıkarılan bir günlük g a ze te ), Yeni ikbâl ( ikbâl 'in devamı olup, M. E. Resûl-zâde idaresinde çıkm ıştır) ve A çık söz ( Kafkasya müslüman federalistlerinîn nâşir-i efkârı olup, M. E. Resûî-zâde tarafın­ dan idare edilmiştir ). 1916 'da haftalık Tâse haber ve 19 17'de Bâkû'da Bayrak-ı adâlet ( Adâlet fırkası tarafından, haftalık olarak neşredilmiş ), Zahmet sadâsı ( İnkılâpçı sosya­ listlerin müslüman şûbesi tarafından, haftalık ) neşredilmiştir, 1918 'de yeni bir gazete çık­ mamış ve 1919 'da memleketteki siyâsî durumu gösteren adları ile şu gazeteleri görüyoruz: Azerbaycan millî hükümeti Gence 'de iken Azerbaycan adı ile, türkçe-rusça yarı resmî bir gazete neşredilmiştir. C. Hacıbeyli ve Ş. Rüstem beyîi idaresinde çıkan bu gazete hü­ kümetin Bâkû ’ya geçmesi ile, rusça ve türkçe olmak üzere, iki gazete hâlinde çıkmağa baş­ lamış ve türkçesı olan Azerbaycan hükümetinin inkılâbı komitesi akbârı resmî gazete mâhiye­ tini almıştır. Himmet ( önce Astırhan 'da, sonra Bâkû ’da Himmet fırkası gazetesi) ve Kafkaz kommunast. 1920 yılı millî Azerbaycan için bir dönüm senesi olmuş ve bu arada çıkan gazete ve mecmuaların adlarında da izini göstermiştir. Bu sene Bâkû ’da komünistlerin gazetesi olan Fukarâ sadâst ile hükümetin nâşir-ı efkârı olan günlük Kommunist ve Hak sadâsı, A zer­ baycan fukarâsı ve Yoldaş gazeteleri çıkmıştır. Azerbaycan millî hükümeti devrinde (1918 — 1920 ) Bakû ’de neşredilmiş olan başlıca gaze­ teler şunlardır: Azerbaycan ( günlük siyâsî, müstakil gazete }, Azerbaycan hükümeti ahbârı, îttihâd ( İttihâd-ı İslâm fırkasının naşir* i



efkârı ), il ( „yıl“, Ahrâr fırkası), Doğru yol ( sol sosyalistler }, Halkçt { halkçı sosyalistler ), Al-Bayrak ( müstakil sosyalistler ), Halk sözü ( müstakil milliyetçiler ), Müsâvâi ve İstiklâl ( Müsavat fırkası ). B. M e c m u a l a r . Azerbacan’da neşredilen mecmuaları, 1917 — 1918 inkılâbına kadar, daha çok e d e b î (m illî, tarihî, siyâsî v.b.) ve m i z a h î olmak üzere, başlıca iki kısımda top­ lamak mümkündür. Daha evvelce de çıkmış, mektep, tâlim ve terbiye meseleleri ile ilgilen­ miş olan bir — iki mecmua müstesna, asıl ihtisas mecmuaları inkılâptan sonra başlar. Azerbay­ can'da çıkan ilk türkçe mecmua 1879— 1884 arasında Tiflis ’te C, Ünsî ’nin neşrettiği edebî Zîyâ mecmuasıdır. Aynı naşirler 1883— 1891 arasında haftalık Keşkül mecmuasını da neşretmîşlerdir. Bu mecmuaya diğer türk boyla­ rından da bîr çok yazıcılar İştirak etmiş ve başlıca türk şivelerinden başka, arapça ve farsça yazıların da bulunması mecmuanın bü­ tün türk-islâm muhitinde yayılmasını te’min etmiştir. Türkçülükle itham edilen Said ve Celâl kardeşler, tnecmanın kapatılmasını mü­ teakip, Türkiye 'ye itticâ etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bundan sonra uzun bir müddet matbuata yeni bir isim eklenememiştir. 1906 yılında mecmualar bîrden-bire çoğalıyor ve bunlar arasında m i z a h mecmuası olan Molla Nasreddin neşredilmeğe başlıyor. Mirza Çelil Mehmed Kuli-zâde idaresinde çıkan bu meş­ hur mecmua, bir kaç defa toplattırılmak üzere, 1916 yılma kadar devam etmiştir. Son değiş­ melerden sonra Bâkû ’da tekrar intişâra baş­ lamıştır. Bütün mecmuaların aş.-yk. 1/3 'ini teşkil eden ve Erivan 'da çıkan bir tanesi müstesna, hepsi de Bâkû 'da neşredilen diğer m i z a h mecmuaları şunlardır: Behlûl ( 1907, bn mizaha bürünmüş edebî, içtimâi mecmua­ nın 5 sayısı çıkmış ve bir müddet tâtilden sonra, tekrar başlam ıştır), Zenbûr ( 1909), Laylâ (1909), Mir*âi (19 10 ), A r z (19x0), GSl-i niyet ( 1912 ), Şipâr ( 19x3 ), Mezeli (19 14 ), Tutî (1 9 1 4 ), Baba-i emir ( 7915) ve Erivan ’da çıkan haftalık Lek-lek ( 1914 ), — E d e b î mecmualar arasında bilhassa şun­ lar zikre değer: Bakâr (1906), Rehber (1906), Hakayık (1906), Zeynelâbidin Takî tarafından neşir ve A li Hüseyin-zâde tarafından îdâre edilen, edebî, millî Füyûzât ( 1906; 32 sa­ yısı çıkm ıştır), Mazkar ( 1909), edebî, resimli Şikâb-î sâkıb ( 1910, ertesi sene mecmua ka­ patılmış ve tahrir heyeti hapsedilm iştir), Ye­ ni Füyûzât (1910 ; Ahmed Kâmil tarafından çıkarılan bu mecmua pan-islâmcılık ithamı ile 19 11’de kapatılmıştır ), Şelâle (1 9 1 3 ), Diri­ lik ( 1914, ertesi sene kapatılmıştır ), Müznib



MATBUAf.



İ&7



( 191 Kurtuluş (191$, A çık soz gazetesi mualar neşredilmiştir. Bunların bir kısmı ma­ neşri olup, 15 günde bir çıkm ıştır). Daha son­ hallî olduğu gibi, bir kısmı da bütün Kaf­ raları bunlara Genç komünist ( 1920 ), Maârif kasya ’nın müşterek meselelerine hasredil­ ve medeniyet ( 1923 ), Ktzıl şark ( 1923 ) ile miştir. Bunlar arasında bilhassa şunlar zikre Azerbaycan âlî iktisâdı şurasının ahbârı değer. Dağıstan türkîeri tarafından Timurhan( 1922 ) ve Kooperatif işi mecmuaları ilâve Ş u ra’da 1913’te neşrine teşebbüs edilmiş edilmiştir. Bu arada 1910 Ma Bâkû Ma çıkan olan Kumuk ( M. Mirza M avaray) gazetesi rusça edebî, tarihî Vostok ile Moskova’da bâzı sebeplerden dolayı intişâr edememiş, yüksek tahsil talebesi tarafından neşredilen fakat aynı şahıs tarafından 1917 Me Mü. aylık Bratskaya pomoşç (19 10 ) mecmuasına sâvât gazetesi ile aynı yılda edebî, tarihî da işaret edilmelidir. Mektep ve çocukların haftalık Tang çolpan ( Z. Batır-Mirzay, Bİbutâlim ve terbiyesi ile ilgili, sayısı pek az olan lat) mecmuası ve 1923’te Mahaç-Kala Ma Da­ mecmualardan 1906 ’da Bâkû ’da çıkan Debis- ğıstan fukarası ( L. Savin ) gazetesi neşredil­ tan ( Al i İskender Cafer, haftada 2 defa) ile miştir. Memleket dışında çıkanlarlardan belliBâkû muallimlerinin iştiraki ile 19 11’de neşr­ başh mecmualar şunlardır: İstanbul’da K a f edilen Mekteb (15 günde bir; resimli) bu dağı ( 1 937) ; P aris’te Nezavisimıy Kafkaz ( 1930, rusça) ile H. Bammat tarafından neşr­ sahadaki neşriyatı teşkil eder, Azerbaycan millî hükümeti devrinde ( 1918 — edilen Kâvkâz ( 1932, rusça; 1938 Me Zarya 1920) B aku’da neşredilen şu mecmualar dik­ Kavkaza ve 1939 Ma Berlin’de Volya Kav kaza kate değer: Evrâk~ı nefise ( sanat ), Zahmet isimleri ile çıkmıştır), Varşova Ma şimalî Kaf­ hayatı ve Kurtuluş yolu ( kooperatif ç ile r ), kasya meseleMri ile meşgûl olan Gorist Kavkaza ( 1928, rus.-trk.), aylık Şimâlî Kafkasya Medeniyet ( milliyetçi münevverler ). 1909— 1914 yılları arasında neşrine müsâa­ ( 1934, rus.-trk. ), Hürriyet yolu ( 1935, rus.de edilmemiş yahut müsâade edilmiş olduğu trk.), Millet bayrağı ( 1935, rus.-trk.), ileri hâlde neşrine imkân bulunmamış olan, Bâkû (1937, rus.-trk.), Ülkemiz (1937, rus.-trk.), Ma, ikisi rusça olmak üzere, 8 gazete ile ikisi Yedi yıldız ( 1938, rus.-trk.), Çağırış ( 1938, rusça, üçü T iflis ’te ve altısı Bâkû Ma, cem’an rus.-trk.), Münih’te A. Kantemir tarafından Obyedînennıy Kavkaz ( 1951, rusça), Kavkaz 9 mecmua daha vardır. Millî hükümetin sukutu üzerine, memleketi ( 1952, rusça ) ve A. Avtor-Han tarafından terketmek mecburiyetinde kalan münevverler neşrolunan Svobodnıy Kaz kaz ( 1952, rus. ) tarafından mîllî istiklâl fikri etrafında ilmî ve ve bunun türkçesı olan Serbest Kafkasya siyâsî neşriyat devam ettirilmiştir. Büyük bîr (*95 2)L. Massignon, Annuaire d, Mond, Musulm. kısmı M. E. Resul-zâde ’nin doğrudan-doğruya iştiraki veya rehberliği altında çıkmış olan bü Paris, 1955, s. 69 ’a göre, şimâlî Kafkasya ve gazete ve mecmuaların başhcaları şunlardır: Dağıstan Ma 1954 yılında şimâlî O s e t’te 1, yeni Kafkasya ( İstanbul, 1922— 1929), Azerî Adige Me 8, Çerkeş 'te 1, Dağıstan Ma 5 ’i türk (İstanbul, 1927— 1929), Odlu yurd (İs ­ merkezde ve 30 ’u kazalarda olmak üzere 35 tanbul, 1929 — 1931 ), Bildiriş ( haftalık gazete, ( 9 dilde ) ve Kabarda Ma 17; Gürcistan Ma ( s. İstanbul, 1929— 1931), istiklâl ( 10 günde 1 74) Tiflis ’te âzerîce Eni kuvvet ile başta Sabchota Abhazeti olmak üzere 10 Abhaz ve çıkan gazete, Berlin, 1932— 1934), Azerbaycan yurt bilgisi ( A . Câferoğlu, İstanbul, 1932 — başta Sabchota Adfara olmak üzere, 6 A car; 1934 yılları arasında; 36 sayısı çıkmıştır; Ermenistan Ma ( s. 76 ) Erivan Ma âzerîce So1954’te 37. sayısı intişâr etm iştir), Kurtuluş vetan Ermenistûn ile kürtçe Rey a Tüze gazete ve mecmuaları neşredilmiştir. (Berlin, 1935— 1939), Die Bejreİung (Berlin, 1939 ), Vatan dileği ( Berlin, 1937 ), M illî ateşt 5. K ı r ı m t ü r k l e r ı ( Berlin, 1938 ). İkinci dünya harbi esnasında A. G a z e t e l e r . Cenûb-i şarkî Avrupa Berlin Me Azerbaycan ( 1942— 1945; önceleri boz-kırmdan Karadeniz ’e sarkmış olan Kırım 15 günlük, sonraları haftalık olarak çıkmıştır ) yarım adası güze! ve güzel olduğu kadarda, gazetesi ile Birlik (ayl ı k 1944; 5 sayısı çık­ tarihî mukadderat bakımından, türk vatanının mıştır ) ve Türk birliği ( 1955 ) mecmuaları hazin bir ülkesidir. Türk milletinin İçtimaî neşredilmiştir. Bk bir de aş. III. ilimler sahasında ismine sık-sık tesadüf edilen İsmail Gaspırah bu ülkenin matbuat tarihî 4. K a f k a s y a v e ş i m a l î K a f k a s y a için de başta zikredilmesi lâzım gelen, nâdir Azerbaycan (yk, bk.) turklerİnden başka. Kaf­ bîr şahsiyettir. Bîr kaç yıl önce bir mecmua kasya Maki türk ( Kumuk ) ve diğer müslüman ( aş. bk.) ile neşriyat sahasına giren İsmail kavimler tarafından da bîr çok gazete ve mec­ Bey, 1883 ’te Bahçesaray ’da Tercüman gaze-



388



m atbuat.



tesini neşre başlamıştır. Önce haftalık olarak tarafından, bütün duaya müsiümanlan birliği çıkan bu gazete, 1903 Jten sonra haftada 2— 3 ve bunun kongresini hazırlamak üzere, arapça defa ye 1912 ’den itibaren ise, günlük olarak al-Nahza ( 3 sayısı çıkm ıştır) mecmuası intişâr etmiştir. 1918 yılına kadar, 35 yıl de­ neşredilmiştir. vam etmek suretiyle, türk matbuatının nâdir 6' D o b r u c a t ü r k l e r i uzun ömürlü gazetelerinden biri olmuştur. Gazetenin baş muharriri İsmail Gaspıratı Dobruea 1879’da Berlin muahedesi ile Ro­ olup, kendisinin 1914 ’te ölümünden sonra, manya’ya ilhak edildikten sonra, yeni idareyi yerine mesâi arkadaşı Haşan Sabri Ayvaz türklere tanıtmak ve benimsetmek maksadı ile, geçmiştir. Tercüman gazetesi, yalnız bir 1888'de türkçe-ru mence Dobruca gazetesi neşir vâsıtası değil, aynı zamanda bir fikir neşredilmiştir ( bk. Romulus Geİşanu, Dobromenbaı olmuş ve bir çok millî cereyan ve gea, Bukarest, 1928 ). İlk türkçe gazete ise, faaliyetler için, tam mânası ile, bir ilham kay­ 1896 yılında Şefik Bey 'in yardımı ve Mustafa nağı vazifesini görmüştür. Onun „difde, fikirde Râgıb Bey 'in el-yazısı ile, İbrahim Temo tara­ ve işte birlik4* şiarı türklerin bütün maddî ve fından çıkarılan Hareket gazetesidir ( bk. manevî varlığını ihata etmiş olduğu gibi, 35 Mehmed Niyâzî, Hak soz gazetesi, 14 ağustos yıllık neşriyat hayatı da bu milliyetçi müte­ 1927), 1897 ’de Sadâkat ve 1898 ’de Bükreş fekkirin kendi gâyesi yolunda sarfettiği gay­ ’te Şark ( Ebû Mukbil K em â l) gazeteleri retin ancak bir cephesini teşkil eder. Onun çıkmıştır. 1898 ’de Bükreş ’te o devrin baş­ tâlim ve tedriste ortaya koyduğu yeni usûl, vekilinin oğlu olan Vasile Coguîniceanu’nun cedidcilik, millî yenilenmenin her sahasında idaresinde kısa bir müddet devam eden Sarehberlik etmiştir. Tercüman *ın türklerin İç­ dâ-i millet gazetesi neşredilmiştir ( bk. İb­ timaî bünyesine, misline pek az tesadüf rahim Temo, Ittihad ve terakki cemiyeti­ edilir bir te’sirî olmuştur. Kırım 'da çıkan ikin­ nin teşekkülü, 1939). 1931 Me Köstence Me ci gazete Vatan hâdimî olup, Karasu-Ba- Kırımî-zade Alî Rızâ tarafından, Dobruca zar'da, 1906 yılında çıkmıştır (haftada 2 adlı bir gazete çıkarılmış ise de, çok geçme­ defa; başta R. Mehdî ve sonradan S. Çelebi den, kapatılmıştır. 1909 Ma Yâkub Hilmi tara­ tarafından idare edilmiş ve 1908 'de durdurul, fından, çok rağbet görmüş olan Çolpan gaze­ muştur), Aynı yılda Bahçesaray ’da İsmail tesi neşredilmiştir. 1909 'da İstanbul Ma bastı­ Gaspıraiı tarafından Millet gazetesi neşredil­ rılıp, Dobruca 'da dağıtılan, günlük Tonguç miştir ( H, S. Ayvaz ’m baş muharrirliğinde ( Mirza Mehmed Said ), Dobruca sadâsı ( şâir çıkan bu gazete, 1917 Me Kırım müsiümanlan ve muallim Mehmed Niyâzî idaresinde, Süley­ icra komitesinin nâşir-i efkârı olmuş, haftada man Abdülhamid tarafından neşredilmiş ve S defa intişâr etm iştir), Aynı yılda Kırım geliri Dobruca türklerinin maârifine sarf edil­ ocağı ( A, Halimi, haftada 2 d e fa ), Golos miştir ) ve Teşvik gazeteleri intişâr etmiştir. tatar (İbrahim Özenbaşiı, haftalık; Millet 1914'te Cevdet Kem âl'in kurduğu ilk türk gazetesinin rusça karşılığıdır ); 1918 ’de Millet matbaasında, Mehmed Niyâzî idaresinde, Işık işi ve bunun devamı olan Al-Bagrak ( millî gazetesi ile 1915 'te aylık Mekteb ve dile mec­ sosyalistlerin ga zetesi), Yeni dünya ( Önce muası çıkmıştır. 1919 Ma Pazarcık şehrinde Moskova’da müslüman işleri komiserliği ta­ müftü Halil Fehim teşebbüsü ile kurulan ikinci rafından çıkarılmış, sonra Kırım ’a nakledil­ matbaada günlük Dobruca gazetesi (1923 yı­ miştir ). 1920 ’de Kırım müsiümanlan sadâsı lma kadar devam etmiştir ) ile aynı matbaada ( MÜftizâde; Vrangel devrinde intişâr etmiştir ) 1921 'de Hayat ve Tan mecmuaları da basıl­ ve 1922’de haftalık Yaş kuvvet gazeteleri mıştır. Pazarcık'ta 1921 Me haftalık Romanya neşredilmiştir. ( İsmail Zandalı ), 1922 Me Haber ve Silistire B. M e c m u a l a r . Gazete ve mecmuaların ’de 1925 'te Tuna ve 1929 ’da H ak söz gaze­ neşrine henüz müsâade edilmediği bir devirde, teleri çıkmıştır. İsmail Gaspıraiı tarafından, 1881 'de Bahçesaray 1930yılında Pazarcık’ta ayda iki defa çıkan Ma, ayrı risaleler hâlinde, Tonguç neşredilmiştir Emel mecmuası intişâra başlamış ve Müstecib ( daha sonraları, Neşriyât'i îsmailiye ve Şafak Fâzıl idaresinde 1941 yılına kadar devam et­ isimleri altında bir kaç sayısı çıkm ıştır). 1906 miştir. Aynı yılda Türk birliği ve 1932'de Yıl­ 'da Tercüman neşriyatından, biri kadınlara dırım gazeteleri çıkmış ve ikinci cihan harbine mahsus, edebî mecmua olan Âlem-i nisvân kadar devam etmiştir. 1936 Ma Silistre Me an­ (ayda 2 defa; 1907 'den itibaren Şefika Gaspıraiı cak bir kaç sayısı çıkmış olan, türkçe-ru mence tarafından İdare edilmiştir), diğeri çocuklara Tuna ile Köstence Me Hamdi Nusret tarafın­ mahsus Âlem-i sıbyân ( ayda 2 defa ) mecmu­ dan Halk (16 sayısı çıkmıştır ) gazeteleri neşre­ aları çıkmıştır. 1908 Me Kahire'de İsmail Bey dilmiş ve 1937'de bunları Silistre'de D eli or­



MATBUAT. man ite Çardak gazeteleri takip etmiştir. 1938 ’de burada bir de ikinci •dünya harbinin başla­ rına kadar devam etmiş olan Bora mecmuası çıkmıştır. 7. ö z b e k l e r A, G a z e t e l e r . Türkistan 'da çıkan ilk türkçe gazete, rus umûmî valisi voa Kaufmann ’ın emri ve yardımı ile, Taşkend 'de 1870’te neşredilmeğe başlamış olan Tür­ kistan vilây etini ng gezi ti 'dır. Rus İdâresi­ nin yerleşmesine hizmet eden ve türklüğün aleyhine çalışan bu gazetenin, tiirkçe olmak­ tan başka, türk matbuatı ile doğrudan-doğruya bir ilgisi yoktur. Günlük emirleri takip etmek mecburiyetinde bulunan me’murlar hâriç, bu gazete halk tarafından tutulmamıştır. Ga­ zeteyi 1870— 1884 yılları arasında eyâlette­ ki me’mûrlardan biri ( Şahmerdan İbrahim ) idare etmiş ve 1884 'te ise, gazetenin idaresi türk-islâm düşmanı olarak tanınan misyoner Astroumov ’a verilmiştir. Bundan itibâr en ga­ zete koyu rus propagandası vâsıtası olmuştur. 1905 inkılâbından sonra, bu tek neşir imkânın­ dan bâzı türk münevverleri de istifâde etmiş­ lerdir. Türkistan münevverlerinden bir gurup 1905 ’te Münevver Kari Abdürreşıd adına Hurşid isminde bir gazete için müracaatta bulunmuş ise de, imtiyaz sahibinin rusça bilmediği ba­ hane edilerek, bu müracaat reddolunmuştur. Mahalli idare bunu reddetmekle beraber, kendi me'mûrlarından olan bir rusa, Orta Asyanıng umar güzârlığt geziti terakki adında, bir türkçe gazete neşrine müsâade ile, Münevver Kari ’ye bu gazetede çalışma teklif edilmiştir. İş birliği reddedilmiş ve gazete 8. sayısından sonra faâliyeiini tatil etmiştir. Bunun üzerine gazetenin adı Terakki şeklinde kısaltılarak, yüksek tahsil talebesinden İsmail Abid adına müsâade alın­ mış ve 1906’ da Taşkend'de intişâra başla­ mıştır. Halk arasında çok rağbet gören bu ilk gazete zo. sayısından sonra hükümetçe kapatılmış ve mes’ûl müdürü de hapsedilmiş­ tir. 1906 yılının ortalarına doğru, Münevver Kari ile onun etrafında toplanmış olanlar, „ilmî, siyâsî, edebî, maâşî türkçe cerîde-i islâmiye“ olan Hnrşid gazetesini neşretmîşlerdir. Gazete kısa bir zamanda çok büyük bir te’sîr göstermiş ve İlk 4 sayısı taş-basması ile çıkan bu gazete 10. sayısından sonra hükümetçe kapatılmıştır. İdarenin matbuat siyâsetini iyice kavramış' olan türkistanlılar bu defa gâfİl avlanmamış ve her ihtimâle karşı Şöhret ( Abdullah Ulan ), Azya ( Ahmed Biktİmir ) ve Hakikat ( Mecid Çelil ) gazetelerine müsâade almış bulunuyorlardı. Böylece 1907 ’de Taş­



389



kend ’de çıkmış olan haftalık Şöhret gazetesi de, gerek iştirak edenler, gerek’ mevzular bakımından olsun, selefinin aynı olduğundan, 10. sayısından sonra kapatılmıştır. Bu iki ga­ zete etrafında artık memleketin millî ve içti­ mâi meselelerini lâyıkı île ele alabilecek bir muharrir topluluğu teşekkül etmiş bulunuyor­ du, Aynı yılda Taşkend zenginlerinden Seyid Azım bay’ın kurduğu Tüccâr (36 sayı) çık­ mıştır. 1908 ’de, Şöhret yerine, Azya ( haftada 2 d efa ) gazetesi çıkarıldı; fakat bu da 6. sayısından sonra kapatıldı. Bundan sonra Türkistan 3 yıl müddetle gazetesiz kalıyor ve ancak 1912 'de Buhârâ 'da, bilhassa medrese­ liler arasında yenilik hareketlerini yaymak için, farşça Bukârâ-i şerif ( haftada 2 d e fa ) ve bir müddet sonra da bunun türkçesi olan Turan ( haftada 2 defa ) gazeteleri neşredili­ yor. Her iki gazete 1913 ’te, Buhârâ emîrinin ricası üzerine, rus siyâsî mümessili tara­ fından kapatılıyor. 1913 ’te Semerkand ’da, yenilik hareketinin ileri gelenlerinden olan müfti Mahmud Bihbûdî tarafından, Semerkand ( haftada 2 d e fa ) gazetesi (45 sayı ) çıka­ rılmıştır. 1913 ’te C öm f al-ohbâr ( Hokand, Âbid Mahmud ), Yanga Semerkand (M. Bih­ bûdî), al-Tuccar al-Namangân ( İ s h a k ) v e Fergansk. eko ( Abid Mahmud) gazetelerini neşir teşebbüsü akım kalmıştır. 1914’te biri Hokand 'da Sadâ-î Fergana ( Abid Mahmud; 123 sayısı çıkm ıştır) ve diğeri Taşkend’de Sadâ-i Türkistan ( Ubeyduliah Esedulİah; Münevver Kari rehberliği altında bir çok ka­ lem sâhiplerînî toplamış olup, 67 sayısı neşr­ edilmiştir ) olmak üzere, iki gazete neşredil­ miştir. 1915 ’te Hokand ’da Tirik söz ile Se­ merkand 'da günlük Telgram haberleri ( H. İbrahim; 30 sayısı çıkm ıştır) gazeteleri İnti­ şâr etmiştir, 1916’da Hokand’da avukat Şa­ hı-Ahmed tarafından, haftalık rusça Turkestanskiy kray ( aynı yılda rus sosyalistleri tarafından Endîcan ’da neşredilen Golos 7 arkestana gazetesi de mahallî meseleler ile ya­ kından ilgilenmiştir ), Semerkand ’da Agenta telgrafları ( 16 sayısı çıkmıştır ) ve Taşkend ’de Şarkî gazeteleri neşredilmiştir. 1917 inkılâbım müteakip, diğer türk ülke­ lerinde olduğu gibi, Türkistan’da da gazete ve mecmuaların sayısı çoğalmıştır. Msl. Se­ merkand ’da, Türkistan *da müslüman merkezî şûrası ve türk adem-i merkeziyet fırkasının nâşir-i efkârı olan Türk ili, Zerefşan şirketi tarafından, Şah Mansur-oğlu. idaresinde çıkan Telgraf haberleri (50 sayısı çıkmıştır ); aynı şirket tarafından* Şah Mehmed-zâde, Şah Mansur-oğlu ve bir de Abdürrauf ( şâir Fıtrat ) idaresinde, o devrin mühim kalemlerini etra-



39



MATBUAT.



fma toplamış olan Hürriyet (87 sayısı çık­ mıştır ), Âzâd Semerkand, Taşkend ’de, Türkistan mîllî hükümetinin nâşir-i efkârı olnp, eski Türkıştan vilâyetining geziti ye­ rine, Münevver Kari tarafından, memle­ ketin belli-başlı bütün yazıcılarını toplayan Necât ( haftalık, rusların eskiden beri yap­ makta devam ettikleri, türk kavimlerinin ayrı-ayrı birer millet oldukları propagandasına karşı gayet vazıh bir şekilde cephe almış ve bunların ancak aynı milletin birer parçası ol­ duğu fikrîni açıkça ileri sürm üştür), terakki­ perver Turan cemiyeti tarafından neşredilen Turan ( haftada 2 defa, 20 sayısı çıkmıştır), Türkistan matbuatında husûsî bir yer işgal eden, başlangıçta Türkistan ’dakî Kazan türklerİnin merkezi tarafından neşredilen ve mühim siyâsî imzaları birleştiren, kazancaözbekçe çıkan Ulug Türkistan, Şûrâ-i İslâm cemiyeti tarafından, millet meclisi seçimlerine hazırlık görmek ve türk kavimlerini birbirine yaklaştırmak gayesi ile işe başlayan Şûrâ-i isîâm ( A , Battal; ancak 2 sayısı çıkm ıştır) ve bunun halefi olup, Türkistan merkezî şû­ rası tarafından neşredilen kazanca-özbekçe Kingeş ( A , Zeki Velidİ ve Münevver K ari; 20 sayısı çıkm ıştır); Nemengan’da Fergana sahifesi ( 40 sayısı çıkmıştır ) ile sonra bunun yerini alan Fergana nidâsı (19 sayısı çıkmış­ tır ); Hokand 'da muslüman demokratlar tara­ fından, Nûr Muhammed idaresinde Ravnak al-islam ve Gayret kütüphanesinin neşri olan kazanca-özbekçe İl bayrağı ( aynı yılda M, Çokay riyasetinde Hokand 'da toplanmış olan millî kongre Türkistan 'm muhtariyetini ilân edince, muhtar hükümetin resmî gazetesi ol­ muştur; haftada iki defa çıkan bu gazeteye bir çok milliyetçi edip ve muharrirler iştirak etmiş ve kapalılı ucaya kadar 20 sayısı çık­ mıştır ) ve Buhara 'da Zerefşan gazeteleri neşredilmiştir. 1918'de Türkistan'ın muhtariyeti üzerinde rus inkılapçıları ile anlaşmak için, M. Çokay tarafından, Taşkend 'de te’sis edilen rusça Svobodnıy Turkestan ( daha sonraları Novıy Turkestan adı ile çıkm ıştır) gazetesi mühim­ dir. Bundan başka mahallî idare hey'etleri ta­ rafından, Semerkand ’da Mihnet keşler tavışı, lştirâkiyûn ve 1919’da Semerkand'da Fer­ gana ve Türk sözü gazeteleri neşredilmiştir. 1920 'de Semerkand ’da Türkistan ordusunun siyâsî şubesi tarafından çıkarılan Türkistan fukarûsı ve Şada-i fukara, Buhara ’da Âzâd Buhârâ ( halk cümhûriyetinin resmî gazetesi ), Buhârâ akbâ ı ve Taşkend’de Tang, K ızıl bayrak { Ulug Türkistan 'm devamı olup, bu devrin en zengin ve ileri günlük gazetelerin­



den biri olm uştur); 1921’de Buhârâ 'da Haberçi, 1922 ’de Taşkend ’de Türkistan, Hive ’de tnkılâb kuyaşı ve Yardem gazeteleri çık­ mıştır. 1923'te Taşkend’de Beynelmilel, Kerki 'de Ceyhyn ahbâtı; 1924^0 Taşkend'de Yangt yol ( Sâbİre N ezir), Ö zbekistan’ın resmî gazetesi olan Kızıl Özbekistan (Osman Ho­ ca ), Endican'da K ızıl kulup ve K ızıl k ışla k; 1925'te Taşkend’de Kanbeal dihkan, K ızıl yulduz ( haftalık, askerler için ) ve Çemkend 'de Dihkan tavışı gazeteleri neşredilmiştir. B. M e c m u a l a r . Özbekçe neşredilmiş olan mecmualardan şunlar zikredilebilir. Ö z­ bek şivesinde çıkan ilk aylık mecmua Dih­ kan, 1915'te Taşkend’de, Türkistan vilâye­ tinde zirâat işlerine yardım cemiyeti tara­ fından çıkarılmış olup, halkın hayatî mese­ leleri ile yakından ilgilenmiştir. D i n î ve d İ n î - m i l l î mevzularda Islâh ( Taşkend, 1915; farsça-özbekce olup, ıs günlüktür); Hürriyet (Hokand, 1917; taş-basması, hafta­ l ık ) ; al-îşlah (Hokand, 1917; fars.-özbek., taş-basm., 15 günlük ); Şule-i in kil âb ( Semerkand, 1917 ; fars.-özbek., haftalık ), Vahdehu (Taşkend, 1918; fars.-özbek., haftalık), îzhârü'l-hakk (Taşkend, 1918, fars.-özbek., haftalık ); e d e b î , İ l mî , t a r i h î ve kısmen s i y â s î mecmualardan maârif işleri komiser­ liği tarafından özbek.-kazan. K ızıl yol ( Taş­ kend, 1921, haftalık), K ızıl Hârizm (Hive, 1922) Uçkun (Buhârâ, 1923, a ylık ), Neşr-i maârif (Buhârâ, 1923, 15 günlük ), Mihnet şûrası ahbârt ( Buhârâ, 1923 ), Uşkun ( Moskova, 1923, özbek.kazan.), înkılâb ( Aşkâbâd, 1923 ), Yurt ( Ho­ kand, 1917 ); t a l e b e l e r için Kingeş ( Ho­ kand, 1917), Kızıl okaçt (19 2 3 ); ç o c u k 1 a r için Balalar yoldaşı ( Semerkand, 1919 ; 3 sayısı çıkm ıştır) ve m i z a h mecmualarından Tayak ( Semerkand, 1920); bu sahanın en ileri bir nümûnesini teşkil eden Muştum ( Taş­ kend, 1923; haftalık ) ve Meşreb ( Semerkand, 1924İ »S günlük). Türkistan 'da vukua gelmiş olan son değişik­ likler üzerine millî neşriyat durmuş ve mem­ leketin istiklâl dâvası ile umûmî mîllî mese­ lelerin münâkaşası muhaceret guruplarına in­ tikal etmiştir. Bu gibi neşriyat dışarıda, bil­ hassa türkistanlı gençlerin toplu hâlde bulun­ dukları memleketlerde ( Türkiye ve Almanya ) yapılmıştır. Msl. Berlin 'de tahsilde bulunan talebeler tarafından 1923 ’te Komek ( Seyid A li, bir sayısı çıkmıştır ) adında daha çok ede­ bî olan bir mecmua neşredilmiştir. İstanbul ’da 1927 ’de İlmî mevzûlar üzerinde duran Yeni Türkistan (D r. Mecdeddin Ahmed ) mecmu­ aları çıkmıştır. Berlin ’de 1929 ’da Mustafa Çokay İdaresinde Yaş Türkistan ( ikinci dün- '



MATBUAT. ya harbinin başlarına kadar devam etmiştir ) He 1942 ’den itibaren Veli Kayyûm idaresinde Millî Türkistan (son zamanlarda latin vearap harfleri ile olmak üzere, ikisi türkçe, biri arapça ve biri de İngilizce olarak, dört seri hâlinde intişâr etmiştir ); Pakistan ’da KaraŞİ ’de 1950’de aylık Tercüman ( Azam Hâşİmî; 1953 ’de Tercümân-ı efkâr adı ile devam et­ miştir; taş-basm.) mecmuaları neşredilmiştir. 8. K a z a k l a r A. G a z e t e l e r . Kazak şivesinde ilk ga­ zete 1906’da R. İbrahim tarafından ve kazak münevverlerinin iştirâki ile, Petersburg ’da neşredilen Sirke gazetesidir. Gazete 1907 yılı­ nın ortalarında hükümetçe kapatılmıştır, ikinci gazete 1907 ’de Troysk’te, Sosnovskiy idare­ sinde Citpispay ile I. îmambay tarafından çı­ karılan Kazak gazeti ’dır. Hazırlık yılları nisbeten uzun sürmüş olan bu gazatenin ancak bir sayısı intişâr edebilmiştir. Aynı yılda Omsk ’ ta misyonerler cemiyeti tarafından neşredilen kazakça Dala gazetesinin de kazaklar arasın­ da devamlı bir te'siri olmamıştır. 1911 'de çı­ kan Kazakistan gazetesinin ilk sayısı Han-Ordası 'nda basılmış, sonra gazete Uralsk 'e nakle­ dilmiştir. Resmen iki yıl devam etmiş olması­ na rağmen, gazetenin ancak 3 sayısı çıkmıştır. Kazaklar tarafından neşredilen ilk ciddî gaze­ te olarak, 19 13'te Orenburg’da Ahmed Baytursun tarafından çıkarılan Kazak gazetesi sayılabilir. Bir çok tanınmış muharrirleri etra­ fına toplamış olan bu gazete çok yayılmış ve okunmuştur. Aynı yılda Kızıl-Yar ( Petropavlovsk ) 'da, bilhassa kazakların ruslar tarafın dan zaptedilmekte olan topraklan ile yakından ilgilenen, kazanca-kazakça işim dalası ( küçük eb’adda, haftada 3 d e fa } gazetesi çıkmıştır. 1916 ’da Taşkend’de K. Tugus tarafından, haf­ talık Alaş gazetesi ( 1917 yılının sonlarına doğ­ ru durdurulmuştur ) intişâr etmiştir. 1917 inkılâbı kazaklarda da neşriyatın sayı­ sını çoğaltmış ve memleketin bir çok yerle­ rinde yeni gazete ve mecmualar neşredilmiştir. Bu devirde intişâr eden mevkûtelerin başlıcaları şunlardır: Taşkend’de millî demokratlar tarafından, haftalık Birlik tavı ( M. Çokay ’m siyâsî rehberliği altında çıkmış ve bir çok milliyetçileri toplamıştır), Sem ipalat’ta hafta­ lık Şart arka ( R. Marsik ve H. Abbas ), HanOrdası 'nda müslüman bürosu tarafından Oran ( A . Mûsâ ), Kızıl-Yar ’da millî sosyalistlerin haftalık Üç cüz ( K. T ugus) gazeteleri çık­ mıştır. 1918’de Orenburg’da sosyalistlerin çıkardığı haftalık Kazak manga ( N. Törekul ) ve Kızıl-Yar ’da haftalık Cas azamat gazeteleri >eşredümiş tir. 1919’da Bükey-Ordası 'nda ka­



39*



zakların merkezî komiserliği tarafından çıka­ rılan Darastak~colu ( haftada 2 defa ), bir nevî resmî gazete olan, haftalık, rusça-kazakça Sagıs isterin baskaraçı kazak komisariyetining haberleri, O renburg’da îngbek /avı, Uçkun ( haftada 2 d e fa ), Uraîsk 'te kazak askerî hey'eti tarafından Sahra tangı ( haftada 2 defa), Semipalat ’ta Kazak tili, Sibirya ’da Kazak sözü ( A. Bulat, haftalık ), 1920 ’de Taşkend 'de Türkistan ordusu siyâsî kuvveti tarafından Türkistan gedey l eri, A k col, Omsk ’te Gedey sözü, gençler için haftalık tngbekçil castar, Astırhan ’da, İdil ve Hazer boyu kazaklarının askerî hey'eti tarafından Tilçî ( N. Manay; haftalık ), 1921 ’de Taşkend — Kızıl-Yar 'da Bostandık tav 1, Alm a-A ta'da Gedey erki, Kızıl-Ordu ’da Cas kay rat, 1922 ’de Orenburg ’da tngbekçil kazak, Taşkend ’de A çtarga yardam ( bir günlük ). Alm a-Ata ’da Tilçî, 1923’te O renburg’da Orieng, Kustanay ’da A vıl (haftada 2 defa), 1824’te Alma-Ata ’da Kenbagallar avazı ( kazak.-tarançı) ve Kara-Kalpaklar için 1924 ’te Tört-Köl ’de Erkin Kara-Kalpak ( Agaydar ), 1925 ’te Kızıl-Ordu ’da Eyel tengdigi, Tengdik, Aktübe ’de Gedey ve Kustanay ’da A vıl castarı gazeteleri neşr­ edilmiştir. B. M e c m u a l a r . Gazetelerde olduğu gibi, mecmualar da henüz kazakların büyük bir ek­ seriyetine hitap ederek, umûmî neşriyata pek tesadüf edilmemektedir. Bu bir taraftan ka­ zakların kısmen göçebe hayat tarzına bağlı kalmış olmaları, diğer taraftan bu türk kavmi içinde intibah devrinin pek kısa sürmüş ol­ ması ile izah edilebilir. Bu kısa zaman için­ de bile kazakların ictİmâî meselelerini vaz’ ve halletmekte büyük bir maharet gösteren şahsiyetler yetişmiş ve bir çok tarihî ve gün­ lük mevzular ortaya atılmış bulunmaktadır. Kazakların mecmua sahasında en başarılı neş­ riyatı 19 11’de T roysk ’te çıkan Ay-Kap (a y ­ da 2 defa ) mecmuası ile başlamıştır. Mecmua 1916 yılının ortalarına kadar devam etmiştir. İnkılâp yıllan içinde Taşkend ’de Cas alaç ( 1 91 7) , O renburg’da her bakımdan zengin olan aylık K ızıl Kazakistan ( 1921 ), genç edip ve muharrirler tarafından Orenburg ’da çıka­ rılan Cas kazak ( 1923 ), Moskova ’da aylık Temir kazık ( 1923 ) ve Kızıl-Ordu ’da Lenînşil cas ( 1925 ) v. b. mecmualar neşredilmiştir. L. Massignon, Annuaire d. Man. Musulman (P aris, 1955), s. 78’e göre, 1653 yılı için Kazakistan’da 268 mevkûte mevcut olup, bu­ nun 1 1 7 ’si kazakça intişâr etmiştir. Aynı eserde (s. 88) 1952 yılında Kırgızistan ’da, başta K ızıl Kırgızistan gazetfsi olmak üzere, 96 mevkutenin neşredilmekte olduğu kayıtlıdır.



MATBUAT.



39*



9. T ü r k m e n l e r A. G a z e t e l e r . İlk türkmen gazetesi 1908 Me Aşkâbâd Ma Seyyid Mehdî Kasım taralın­ dan çıkarılmış olan haftalık Matmua-i mâverâ-i bahr-i Hazer ( 15 sayısı çıkm ıştır) gazetesidir. İkinci olarak 1915’te aynı şehirde eyâlet ida­ resi tarafından, önce tebliğler gazetesi şeklin­ de, sonraları bir gazeie programı ile neşredil­ meğe başlamış olan türkm.-lars,-rus. Zakasp. tuzemn. gazeia ( „Hazer Ötesi mahallî gazete" ) gazetesi çıkmıştır. İnkılâptan sonra «şark katarında" neşredilen ka zan.-kazak.-02b.«fars. -tiirkm. K ızıl şark, 192z 'de resmî Türkmenisfan, 1925 ’te Hamyal ve Dayhan gazeteleri Çıkmıştır. B. M e c m u a l a r . Gazeteler gibi, türk­ men mecmualarının sayısı da pek az olup, bunlar da inkılâptan sonraki devirde intişâr etmiştir. Bunlardan 1922 'de Taşkend ’de HalMurad Sihat- Murad idaresinde çıkarılan aylık Türkmen ili, 1923 ’te Aşkâbâd ’da çıkan edebî, tarihî, aylık Keş ttygur ve 1925 ’te aynı şehir­ de Türkmenistan gazetesinin neşrettiği miza­ hî Tokmak ( ayda 2 defa ) mecmuaları zikre­ dilebilir. L. Massignon Anmıaire d. Mond. Mnsulm. (Paris, 1955), s. 8 1 ’e göre, 1936Ma Türkme­ nistan ’da 60 mevkûte neşredilmiş olduğu ka­ yıtlıdır, 10. Ş a r k î T ü r k i s t a n A. G a z e t e l e r , Şarkî Türkistan, rus, İn­ giliz ve çinliler arasında bir nufûz rekabeti sahası olmasına rağmen, buradaki türkîer memleketin bu durumundan lâytkı ile istifâde edememişler ve Çin 'in çok ağır tazyiki al­ tında hareketsiz kalmağa mecbur olmuşlardır. Millî mukadderatlarını kendi ellerinde bulunduramayan türkler, yeni hayat şartlarına uy­ mak hususunda, oldukça geç kalmışlar ve bu gecikme, şüphesiz, türk kavimler! camiasının millî bir bütün hâline gelmesine engel olmuş ve onların İlerisi pek açık olmayan tehlikeli bîr duruma doğru sürüklenmelerini intâc ettirmiştir. Şarkî Türkistan Ma Çinlilerin bas­ kısı kendini daha çok hissettirmiştir. V ak­ tiyle türk medeniyetinin en belirli merkezle­ rinden biri olan bu ülke son zamanlarda türk vatanının en karanlık bîr kısmını teşkil et­ miştir. İH vilâyetinde Yengi-Kure şehrinde, 1910 ’da vilâyet idaresi tarafından, idârî maksatla kısa bir müddet neşredilmiş olan İli vilâyetininggezlti (Abduîkayyûm Hıfzî; çince ismi Binhua-Çu, taş-basma. haftada iki defa olup, 1911 Me kapatılmcaya kadar 74 sayı çıkmıştır, yal­



nız burada çıkan ilk gazete değil, aynı zaman­ da uzun bir müddet İçin yegâne gazete olarak kalmıştır. Türk dünyasında intişâr eden mat­ buata bîgâne kalan şarkî Türkistan, bütün türk alemini saran son inkılaptan da pek istifâde edememiştir. 1919'da İli Me milliyetçi münev­ verler tarafından çıkarılan Hür $oz ( Hüseyin ve Fâzıl Yunus ) gazetesi de bu durgunluk per­ desini tamâmîyle ortadan kaldıramamış ye 1921 Me gazetenin çinliler tarafından kapatılması île bu ışık da sönmüştür. 1933 ’te Kâşgar Ma memleketin istiklâlini ilân eden hükümetin fikrini yayan Yengi hayat gazetesi milliyetçi­ lerden Kutluk Şevki tarafından idare edilmiş ve hükümetin sukutundan sonra da bir müddet devam etmiştir. Aynı yılda Tarbagatay vilâye­ tinin merkezî olan Ç ügeçek’te Bizning ia«« ( bir muallimin nezâreti altında, Tahran 'daki Amerikan kolleji talebesi tarafından neşredilmiş, uzun ömürlü bir mecmua; krş. R E I , 1929, İH, 178 v. d.). Bu devirde İran hâricinde neşredilen bir gazete Kava ( Berlin, 1916 ) olup, buna çok fazla ehemmiyet verilmektedir. 15 günde bir çıkması icâp ederken, ancak büyük fasılalar ile neşredilen bu gazete, ilk önce ( 1916— 1919 ) siyâsî mevzulara ehemmiyet verdiği ve alman tarafdarlığı yaptığı hâlde, 1920’den sonra, siyaseti tamâmİyle terkederek, İran tarih ve edebiyatına dâir mühim bîr kaç makale neşret» iniştir ( bk. E. G. Browne, A literary Hîstory o f Persia, Cambridge, 1930, IV, 483— 488 ), 1922 ’den îtibâren, yine Berlin ’de, bir de İrânşahr adlı İlmî ve edebî mecmua neşredil­ miştir. İstanbul 'da Rızâ Tevfik *m de yazı yazdığı Pars adlı bir gazete neşredilmiştir ( 1921 ) ki, yarısı farsça, yarısı fransızca idi (krş, R M M, 1921, XLIV ). Rizâ Şah (19 2 6 -19 4 2 ), yeni hanedanını kurarken, esasen dâhili siyâsete dâir mesele­ leri münâkaşa etmek hususunda o kadar ce­ saretli olmayan gazetelerden muhalif olanları, yavaş-yavaş susmağa mecbur edildi. Bir zaman­ lar muhtelif yerlerde çıkacak gazetelerin sa­ yısı da tahdit edilmiş idi. İlk devirlerdeki örfî İdare bu İşi oldukça kolaylaştırdı. Muva­ fık oldukları için çıkabilen gazetelere gelince, valilerin bunlar Üzerinde mutlak bir hâkimiye­ ti var idi. Riza Şah İdâresinin memleketin te­ rakkisindeki muvaffakiyetlerinin kısmen unut­ turduğu bu hususlar bir tarafa bırakılırsa, İran’daki matbuatın diğer memleketler gibi İnkişâf ettiği müşâhede edilebilir. Tahran’da çıkan gazeteler, hükümetten gördükleri yar­ dımın da tesiri ile, bütün taşra gazetelerini bastırmış, onları çok geride bırakmıştır. Oku­ yucu sayısı da oldukça artmıştır, Bu devrin en mühim gazetelerinden olan î$ ti la ât 15.000, Iran 12 000 nüsha basacak kadar genişlemiş­ tir. Dâhiliye vekâletine bağlı bir Idâra-i rahnumai-i nâmnigârî ( „gazeteciîik rehber­ liği müdürlüğü" ) kurulmuş idi ki, bu dâirenin müdürü olan zât, bitaraf bîr müşahide göre ( Roger Lescot, Notes stır la presse iranîenne, R C J, 1938, XII, 263 ), gazetecilere yardım için, onlara yazılacak mevzular bile verirdi.



39?



Haberler, umumiyetle, hâriciye vekâletine bağlı Pars ajansından alınırdı. Bu devir gaze­ teleri bilhassa öğretici vasfını taşır, siyâset ile değil, memleketin umûmî kalkınma dâva­ ları ile meşgûl olur, en mühim mevzûları İktisadî meseleler, İran arkeolojisi, tarih, ede­ biyat, san'at ve İran'daki dil inkılâbı dolayısı ile, dil meseleleridir; bu hususlarda hükümetin görüşünün aynı olan görüşlere sahiptirler. Bâzan da kadınların kapalı kal­ ması aleyhinde yazılar görülür, İlmî keşif ve terakkilere husûsî sütûnlar ayrılırdı. Haricî siyâset ile meşgûl olunmaz, ancak İran 't alâkadar eden husûsîarda, hükümet ile muta­ bık olarak, hassas davrandırdı. Bu devrin en meşhur gazetesi yukarıda anılmış olan îtf ila ât 'tır ki, İran Tn en büyük gazetecisi ve mühim siyâset adamlarından ’Abbâs Mas udi tarafından, 1925 ’te kurutmuşrur. Bundan sonra çok eski bir mazisi olan Iran gelir. Diğer gazeteler arasında şunlar zikredilebilir: Sitâra-i cihan (kuruluşu 1307, bir sahifesi frasızca), Küşiş ( 1301 h. ş., mü­ dürü Şukr Allah Ş afâ), bunlardan başka (/ .e ) Journale Teheran ve Le messager de Tekeran adlı iki fransızca gazete ile, haftalık 2 ermenîce gazete çıkardı. Her vilâyette ise, merkez gazeteleri ile hiç bir bakımdan boy ölçüşemeyecek günlük, haftalık, hattâ aylık olmak üzere, bir veya müteaddit gazete çıkar­ dı ( msl. Tebriz 'de 3, İsfahan 'da 5 gazete neşredilmekte id i). Bu devir mecmuaları ara­ sında bilhassa Mihragön (kuruluşu 1314 h.ş,, haftalık, mecmua), Mikr ( 1311 h.ş,, aylık edebî, İçtimâi ve İlmî mecmua) ve Armağan ( son devrin tanınmış şâirlerinden Vahid Dastgirdi tarafından, 1296 b. ş. — 1918 yı­ lında kurulmuş olup, uzun müddet devam etm iştir; her yıl bir sayısı yerine eski veya yeni mühim bir eser veren aylık edebî, İlmî bir mecmuadır ) zikredilebilir. Bunlardan başka resmî veya yan-resmî müesseseler ta­ rafından muhtelif mevzularda müteaddit mec­ mualar çıkarıldığım ilâve etmek lâzımdır. 1942 yılında, Riza Şah ’m, oğlu Muhammed Rizâ Şah lehine, tahttan feragat etmek mec­ buriyetinde kalması üzerine, mahsus bulunan siyâsî mahkumlar, bu arada bir çok gazeteci, gazete müdür ve sahipleri serbest bırakıldı. Bunlar ile eskiden gazetelerinin neşrinden sarf-ı nazar etmiş olan bâzı gazetelerin, msl. Nacât-i jIran, ÎJcdâm ve Ummîd sahipleri, hürriyetin geldiğine kanî olarak, yeniden fa­ aliyete başladılar ve sayısız gazete ve mec­ mualar çıkarıldı. Fakat uzun müddet devam eden hükümet istikrarsızlığı sebebi ile, baş­ vekiller hâlâ tâdil edilmeden duran eski nizam



39 8



MATBUAT.



ve kaidelerden istifâdeden geri kalmadılar. Hattâ bir defa Kivâm al-Saltana ’nın baş­ vekilliği sırasında bütün gazeteler kapatılmış, yalnız »neşriyat umûm müdürlüğü" tarafından, Affbâr-i rüz adlı bir tek gazete neşredilmiştir. Gazeteler maârif vekâletine bağlı Şüra-i ‘Sİi-i farhang ( »yüksek kültür hey'eti" } 'in müsâa­ desi ve vekiller hey’etinİn izni ile çıkabilir. Bu da ekseriyâ senelerce süren bir muâmeleyi icâp ettirir. Gazete neşriyâtı İçin başka ka­ yıtlar da yok değildir. Msl. baş makale mu­ harrirlerinin en az üniversite me'zûnu ol­ maları icâp eder ; gazete çıkarnaak için 5,000 tuman, mecmua çıkarmak için 1,500 tuman emniyet ekçesinin yatırılması v.b. lâzımdır. Bu şartlar içinde çıkan ve bilhassa son zamanlar­ da her hususta hükümet ile aynı fikirde gibi görünen gazeteler, yeni teknik imkânlardan istifâde ediyorlar ise de, baskıları o kadar çok değildir ve ekseriyâ şahsî mâhiyette neşir vâsıtalarıdır. En mühimleri Ittilcfai, Îttîhâd-i milli, Bâhtar-i imrüz, Sahar, Şûra, Dâd, Rü$an~fikr, Gîhân, Nasîm-i şimal ve bunlara yeni katılmış olan Forman ’dır. Eyâlet gaze­ teleri ehemmiyetlerini tamâmiyle kaybetmiştir. Bu devirde bir kısmı resimli mecmua mâhiye­ tinde olan, haftalık ve aylık gazete ve mec­ mualar da neşredilmeğe başlanmıştır. Bunlar arasında Tahrân-î musavvar, Itfilaa t-i haftagi, Ittilaât-i mâhâna ve H^ândanihâ ( 1940 ’tan beri haftada 2 defa, tanınmış genç îran şâirlerinin şiirlerini de neşretmektedir ) zîkrolunabilir. Edebî ve İlmî mâhiyetteki mecmu­ alar arasında, Mihr ( Macid Muvaklçar tarafın­ dan, ilk defa 1512 h. ş,'de, sonra 1330 h, ş . ’de çıkarılmağa başlamış olup, yeni İran edebiya­ tının en mühim şahsiyetlerinin yazı ve şiirle­ rini ihtivâ eder ), Sahan (1322 h. aylık, büyük bir umûmî kültür mecmuası olup, pek mühim ve kıymetli yazılar neşreder), Yadigâr ( ‘ Abbas İkbâl tarafından, 1323= 1944^ 0 çı­ karılmış olup, uzun ömürlü olmamakla bera­ ber, İran tarih ve edebiyat tarihi bakımından mühim makale ve araştırmalar neşretmiştİr; bunların bir fihristi İçin bk. Oriens, 1948, I, 139 v.d,), Yağma ( son devrin büyük şâirle­ rinden Habİb Yağmâ’i tarafından, 1949 Ma ku­ rulmuş edebî, İlmî, ictimâî aylık mecmua), Naşriya-Î dânîşkada-i adabiyâUi Tahriz ( 1948 ’den beri çıkmaktadır ), Macalla-i da­ niskadaki adabiyüt-i Tahran ( 1953’ten beri ), Am üziş u parvariş ( maârif vekâletinin çıkar­ dığı eski bir mecmua olup, münderecâtı zen­ gin olmakla beraber, gayr-i muayyen zaman­ larda çıkmaktadır ) zikredilmelidir. Bu devirde hakikî bir kadın mecmuası da çıkmıştır ki, şi’ân »bizim de bu evde bir hakkımız, var"



olan bu mecmua Bidari-i mâ ( 1322 b .ş .) ’dır. ( bk. Safran macmuası, Tahran, 1323 h.ş,. yıl 2, sayı 3, s. 233 v d.). B i b l i y o g r a f y a 1 Metinde zikredilen­ lerden ve R M M *m müteaddit sayıların­ da bulunan İran matbuatı hak kındaki not­ lar ve bunlardan yapılan iktibaslardan başka bk. E. G. Brovvne, History o f Persian Revolution ( London, 1910), tür, yer.; H, L. Rabino, La Presse persane depuis les origines jasçu' â nos jonrs { R M M , 1913, XXII, 287— 315 ); The Persian Press and Persian Revolution (London, 1919); L. Bouvat, La Presse d Tekeran en 1915 { R M M , 1915, XXX, 274); E. G. Brovvne, The Press and Poetry o f modern Persia, Partly based on the manascript Work o f M. M. 'A li Kh&n „Tarbiyat" o f Tabrlz (Cam bridge, 1914); Kava, 1921, şayi 4, s. 15 v.d. (1915 ’ten sonra te'sis edilmiş farşça mecmua ve gazetelerin kısa bir listesi); A 1İ No-Rouze, Registre analytiyue annote de la presse persane depuis la gaerre { R M M , 1925, LX, 35— 62; burada 318 gazete ve mecmua hakkında bilgi v a rd ır); E. G. Brovvne, A Literary History o f Persia ( Cambridge, 1924), IV, 468 v.dd. (frs. trc. R, Yâsimi ) 2. tab-, Tahran, 1329 h. ş.), s. 334— 344; L. Massignon, Annuaire du Monde Musulmanz (P aris, 1930), s. 25 v.dd. ( müslüman memleketlerindeki matbu­ ata dâir şehirlere göre tertip edilmiş liste ); R. Lescot, Notes sur la presse iranienne { B E J , *938)» XH, 261— 277; Muhmmed Şadr Haşİmi, Târîfe-i carâ'id u macallât-i îrân (İsfahan, 1327— 1332 h.ş.), I — IV ( 1944 'e kadar çıkmış ve adlan alfabe sıra­ sına göre tanzim edilmiş olan gazete ve mecmualar hakkında çok geniş ve esaslı bilgileri İhtivâ eder ); Massignon, ayn. esr ( Paris, 1954 ), s, 169. ( A H M E D A T E Ş .)



IV. Efg a n u la r Efganîstan, coğrafî mevkii ve halkının te­ mayülleri sebebi ile, garp medeniyetinin İyİ ve kötü te'sirlerine en çok mukavemet etmiş olan müslüman memleketlerden biridir* Bu­ nun neticesi olarak, matbuat da oldukça geç başlamış ve çok yavaş bir inkişaf seyri takip etmiştir. İlk gazete Ş ir ‘A li Han zamanın­ da, 1285 ( 1868) yılına doğru görülür. 1290 ( 1 873) yılında Carida-î şams aUnihâr adlı haftalık bir gazete neşredilmiştir. Taş-basması olarak, iğ sahife hâlinde çıkan bu gazetede, haberlerden başka, edebî ve ictimâî yazılar da bulunuyordu. Üçüncü gazete yine taş-basması olarak, tek bir sayısı 1290 h. ş. ( 1912 ) ’de çık­ mış olan ,Şirâc aUahbâr Afganistan'dır. Bunu



MATBUAT. aynı yılda S irde al-ahbar-i afğânlya adlı ayda iki defa, 16 sahıfe olarak çıkan gazete takıp etmiştir ( krş. Muhammjed Şadr Hâşîmi, Tarih-i . carâtid va mucallât-i İran, Tahran, 1329 h.ş., II, 32 v. d.). Bu gazetenin muessisi Mahmüd Tarzı ’dir ki, babası mülteci olarak, osmaniı ül­ kesine gelmiş ve Abdülhamid II. ’in göster­ miş oluğu Şam şehrinde ikamet etmiş idi. Mah­ müd Tarz i bu şehirde doğmuş, burada ve İs­ tanbul'da tahsil görerek, Türkiye vâsıtası ile garp dünyasındaki yeni fikir cereyanlarım öğ­ renmiş idi. Kabil 'de te'sis ettiği gazetede bu yenilik ve milliyetçilik fikirlerini yaymağa ça­ lıştı. Efganlılarm Nâmık Kem âl'i sayılan Tarzi 'nin gazetesi, bundan dolayı yeni efgan nesli üzerinde son derecede müessir oldu. Sirac al-ahbâr-i afğânlya tertip ve resimleri bakı­ mından tamâmiyle o zamanki türk mecmuala­ rına benzemektedir; dili farşça olmakla berâber, bâzı tâbirleri Iran farsçasmdan ayrıdır (bk. Azerî, La presse afgane, R M M , 1915, XXX, 55 v.dd). 1297 ( h .ş . )'d e bir de Sirâc al-atfâl adlı gazete neşredilmiştir. BÖyiece başlayan Efganistan matbuatı, mek­ teplerin azlığı yüzünden, okur yazar mıkdarınm son derecede mahdut olması sebebi ite, o kadar çok gelişememiş görünmektedir. An­ cak Mahmüd Tarzi 'nin fikirlerinden mül­ hem olmuş görünen AmSn Allah Han'ın hü­ kümdarlığı sırasında, bilhassa onun teşviki ile, bir takım yeni gazeteler daha neşredilmiştir. al-Gâzl (kuruluşu 1298 = 1920), A m 3n-i afğân ( 1299 = 1921, 1929 'da Hablb al-îslâm adı­ nı alarak, devam etm iştir), Sitâra-i afğân ( 12 9 9 = 1921 ), A fğân ( 12 9 9 = 1921 ), İblâğ (13 0 0 = 19 2 2 , parasız olarak dağıtılm ıştır), Ahbâr-i hakikat ( 1303 — 1925 ), Şarvat ( 1306 = 1928 ), Nasim-i saflar ( 1306 = 1928 ). Bu sı­ rada harbiye vekili olan müstakbel hükümdar Muhammed Nâdir Şah tarafından da, gerek Kabil 'de, gerek taşra şehirlerinde, bâzı gaze­ teler kurulmuştur: Ittihâd-i $ark ( 1299 = 1920, peştu dili ile ), Ittikâd ( 1300 = 1922, Hanâbâd ’da) ve İşlâfy (1308 = 1930 ), Efganis­ tan 'm diğer büyük şehirlerinde de şahıslar tarafından kurulmuş gazeteler neşredilmiştir. Ittifâk-i İslâm (1 2 9 9 = 1 9 2 1 , H erat'ta, bir aralık Faryâd adını almıştır). Bîdâr = Rahbar-i İslâm ( 1300= 1922, Mazâr-i Ş a r if'te ) , Talü~i afğân — Mu’ayyid alkışla m (1300 = 1922 'de Kandehar ’da, peştû dilinde). Aman Allah Han 'ın ilk saltanat yıllarında iki hanım tarafından çıkarılan ve kısa Ömürlü olan lrşâd al-nisvan (1299 = 1921) adlı kadın gazetesini de burada zikretmek lâzımdır. Aman Allah Han 'ın memleketim terketmeei ile ( 1929 ) neticelenen irticâ hareketleri de



399



matbuattan istifâde etmiştir. 1928/1929 yılları arasında çıkan Dokurğan ve Cayrât-i İslâm bunlardandır; CalâlSbâd ’da al~lmân (1307 = 1929) adlı bir gazete çıkmış olduğu gibi, 1309 ( 1 9 3 0 ) 'da da al-Fal ah adlı bir mecmua neşr­ edilmiştir. Muhammed Nâdir Han idareyi eline aldıktan sonra, gerilik mümessilerine müsa­ maha etmekle beraber, kendisi tarafından kurulmuş olan gazeteler neşriyatlarına devam ettikleri gibi, bir takım yeni gazeteler de ku­ rulmuştur: Navrâz (1307 = 1929), Carlda-î maktab (1308 = 1930 ), îttihâd-i afğân ( 1307 = 1929 ). Muhammed Nâdir Şah, matbuatın inki­ şâfını desteklemek üzere, bir nevî akademi olan Encümen-i edebîyi kurmuştur (1309 = 1931 ). Oğlu şimdiki hükümdar Muhammed Zahir Han zamanında Paştu Talnah admı alan ( 13 3 6 = 1938 ) bu müessesenin neşriyat kolu aynı yılda Z iri adlı, haftalık bir mecmua çı­ kararak, peştû dilinin yayılmasına ve Efganis­ tan 'm resmî dili hâline gelmesine çalışma­ ğa başladı. Bu müessesenin 1310(1932) yılın­ dan beri farsça olarak çıkardığı, nefîs bir şekilde basılmış 60 — 100 sahifelik, aylık Ka­ bul mecmuasında, gittikçe artan mikyasta peş­ tû dilinde yazılmış makale ve şiirler neşre­ dildi. Nihayet encümen bir de Salnâma-î Kabul adlı bir yıllık çıkarmakla mükellef idi ve bu vazifesini yerine getirmiştir. Resimli olup, umûmî mâhiyetteki bilgileri de ihtivâ eden bu salnameler, Efganistan’ı tanı­ mak için, cidden faydalı birer eser mahiye­ tindedir. Efganistan 'da bunlardan başka şu mecmu­ alar da çıkmıştır veya çıkmaktadır: M uarif-i met arif ( kuruluşu 1 2 9 8 = 1 9 2 0 ); Macmua-i ordüy-i afğân ( 1 3 0 0 = 1 9 2 2 , sonraları Macmua-i 'askari adım almıştır), Âyİna-i ' irfan ( 1 3 0 3 = 1 9 2 5 ve bir fasıladan sonra, 1 3 1 0 = 1 9 3 2 , çok mühim edebî ve tarihî yazılar ihtivâ e d e r), Macmvta-Î şihhtya ( 1 3 0 6 = 1 9 2 8 , bir fasıla­ dan sonra 1 3 1 0 = 1 9 3 3 'te yeniden ç ık tı), fytişâ d ( 1 3 1 0 = 1 9 3 1 ), Harât ( 1 3 1 1 = 1 9 3 3 , Herat şehrinde neşredilen ebedî mecmua) ve Paştâ ( 1 3 1 1 = 1 9 3 2 ). Bu listeyi 1 3 2 0 ( 1942 ) yılında »Efganistan tarih cemiyetinin reisi olan Ahmed 'A li Kahzâd tarafından kurulmuş olan A r­ yana adlı, aylık mecmua ite tamamlamak lâ­ zımdır. Efgauistau'ın edebiyat tarih, arkeoloji, coğrafya, halkiyat ve güzel san'atlarma dâir çok kıymetli yazılan ihtivâ eden bu mecmua şimdi Muhammed Haydar Yopal tarafından neşir ve idare edilmektedir. Bugünkü Efganis­ tan edebiyatının en mühim şahsiyetlerinin de eserleri bu mecmuada neşredilmekte ise de, mecmua, baskısı bakımından, Kabul mecmuası­ na nazaran, bir ilerileme manzarası gösterme-



40Û



m atbuat.



inekle beraber, muhteva bakımından ondan çok daha mühim ve kıymetlidir. Efganistan ’ın bugünkü en mühim gazeteleri Islâh ( peştû dilinde ), A n i s ( {arşça ), tSWürı ( haftada 2 defa, farsça ) ’dir, Bu kısa hulâsa göstermektedir ki, matbuat Efganistan ’da, memleketin nüfus ve imkânlarına kıyas edile­ cek olursa, oldukça geri bir hâlde bulunmak­ tadır. Bâzı Efganistan gazete ve mecmuaları, teknik ve dil bakımlarından, zamanımızda bek­ lenebilecek bir olgunluk mertebesine yüksel­ miştir; fakat kemmiyet bakımından çok daha fazla inkişâf ettirilmeğe, hiç olmazsa, böyle bir inkişâf için gerekli zeminin hazırlanmasına muhtaç bulunmaktadır.



son zamanlarda çok liyakatli bir gazeteci olan Zafar ‘A li Han tarafından te’sİs edilmiştir. Varcın ile Zamindâr 'm günlük tabıları da vardır. Kudretli ve ciddî bir gazeteci olan Münşi Makbüb ‘Alanı tarafından neşredilen ve en çok yayılmış gazeteler arasında yer alan günlük Paysa alfbâr ( 1 .0 » nüsha, haftalık tabı 8.377 nüsha ) etrafında bir çok neşriyat toplanmış bulunmaktadır. Diğer haftalık ga­ zeteler arasında daha şunlar vard ır: Muradâbâd’da Nayyar-i d zam, Gorakhpür’da Maşrik ve Badâ’un 'da Zu ’UKarnayn. Ordu dilinin edebî dil olarak kullanıldığı şimalî Hindistan ’da yahut memleketin başka yerlerinde bu dilde İntişâr eden bütün gazeteleri burada B i b l i y o g r a f y a * . R M M{ 1915)1 XXX, saymak imkânsızdır. Ordu dilinde msl. Haydar55 — 64; ( 1921 ), XLIII, 292 v. d . ; C *929 ) âbâd’da 7, Madras'ta 8, merkez eyâletlerde X LV, 360• R E J { 1929 ), III, 191; L. Massig- 3 ve Bombay 'da 2 gazete neşredilmektedir; non, Annuaire du Monde Musalmanz ( Paris, fakat bunların çoğu çok mahdut sahada yayılmak­ 1930), s. 60, 62 v. d,; H. Masse, Academie tadır ( msl. Kalküte ’de Dar al-salfanat, 400 ve afganeve La presse en Afganistan ( R E Isl.y Arrah 'ta Star o f Indta İse, 657 nüsha basılır ). Hindistan 'da müslüman münevverlerin çoğu 1939. s. 180 v. dd., 196 v. dd. ); Sölnâma-i Kabul 312 b, §.), s. 172 ( 1316 h. ş . ), s. 160. o r d u diline vâkıf olmakla beraber, ayrı eyâ­ letlerdeki müslümanlarm ana dillerinde de ( A h m e d A t e ş .) gazeteler mevcuttur. Bunlardan en mühimleri V . HİNDİSTAN VE PÂKİSTAN şunlardır î G u c a r â t i dilinde Afebâr~i İslâm Hindistan 'da müslüman matbuatının bir ta­ (Bombay, günlük, 1.000 nüsha) ve Politİcal rihçesi henüz yazılmış değildir. Bu hnsusta ve Bhamiyo ( Ahmedâbâd, haftalık, 1.500 nüsha); bilhassa h i n d n s t â n î matbuatı için,Hindis­ M a r â t h i dilinde Viçâri ( Kârvâr [ Kânaza ], tan hükümetinin muhtelif resmî neşriyatında ve ayda 3 defa, 450 nüsha); S i n d i dilinde Garcİn de Tassy 'nîn yazılarında bu tarih için Âftâb-i Sind ( Sukkur, haftalık, 500 nüsha ) istifâde edilebilecek malzeme bulunmaktadır. ve aUHaklç (Sukkur, haftalık, 1.400 nüsha); En mühim gazeteler Hindistan ’da müslüman- T a m i l dilinde Liva aUislâm (Madras, hafta­ larm ekseriyeti tarafından anlaşılan o r d u lık, Ğ50 nüsha) ve Muhammedi yamitr an (North dilinde intişâr etmiştir. Fakat bunların da Arcot, haftalık, 400 nüsha ); M a l a y a l a r m mühim bir kısmı çok kısa sürmüş ve pek az dilinde Malabar İslam ( Cochin State, haftalık, sayıda yayılmış bulunmaktadır. En eski gaze­ 600 nüsha ) ve Muhammedi ya darpanam telerden olup, son zamanlara kadar intişâr (Travancore State, aylık 1.000 nüsha). Bunlar yanında yalnız müslümanlarm men­ eden *Alîgarh Institude Cazette, 1866 'da



Sayyid Ahmed Han tarafından, haftalık olarak te'sis edilmiştir. 1898 ’de ölümüne kadar, Hin­ distan *da İslâm fikrinin en mühim şahsiyetle­ rinden olan Ahımed Han'ın burada, siyâset, ictİmâî İslâhat ve bilhassa 'Alîgarh Colîege ile İlgili tâlim ve terbiye meselelerine dâir, bîr çok ciddî makaleleri yer almıştır. Bundan başka haftalık Va\an ile al-Bafir gazeteleri de çok tesirli bir şekilde İslâm düşüncesine tercüman olmaktadır. Vatan ( 1.800 nüsha) gazetesi Lâhûr‘da, Mavlavi İnşâ1 Allah tara­ fından neşredilmekte olup, Türkiye ile İngil­ tere arasındaki dostluk bağlarının kuvvetlen­ mesi için gösterdiği faaliyet ile temayüz et­ miştir. Etâve'de çıkan al-Başir ( 1.050 nüsha) ise, Mâvlavı Başir al-Din tarafından neşredil­ mekte olup, her türlü İslâmî hareketleri des­ tekler. Haftalık bir gazete olan Zamtndâr



faatlerine hizmet edecek olan bir İngilizce gazete çıkarmak için de uğraşılmıştır. İngilize bilen müslümanlarm nisbeten az olması ve maddî imkânların kifayetsizliği, uzun müddet bunun tahakkukuna mâni olmuştur. Bu gâye ile kurulan başlıca İngilizce gazeteler şunlar­ dır: The Punjab Observer ( Lâhûr ), The Moslem Chronicle (Kalküte), The Comrade (Kalküte ) ve The Mahammadan ( Madras ). Hindistan ‘da intişâr eden en mühim farsça gazete Ifabl aî-mafî« ( Kalküte, haftalık, ı.ooo nüsha) gazetesidir. Arap dilinde ( çok defa ordu diline yapılan tercümeler ile ) gazeteler neşrine teşebbüs edilmiş ise de, rağbet ve yardım görmedikleri için, bunda pek muvaf­ fak olunamamış ve çıkanlar da pek kısa müd­ det tutunabilmişim. Böyle bir gazete için bk, msl. aLRiyüz ( Luknov ).



4oi



MAÎBÜAf. Gazeteler yanında, o r d u dilinde intişâr eden diğer mevkuteler de zikre değer- Mü­ him mecmualardan biri Tahzlb al-ahlâk olup, 1870’te Sayyid Ahmed Han tarafından kurul­ muş ve 1876 yılına kadar haftalık olarak neşr­ edilmiştir. O yıl ‘Aligarh Coîlege ’in kurulması Ahmed Han 'ın bütün zamanını almış olduğun­ dan, kendisinin mecmua ile meşgûl olmağa vak­ ti kalmamıştır. 5 yıl sonra mecmua tekrar çı­ kartılarak, daha iki buçuk yıl devam etmiştir. 1894 'ten itibaren, yeni bir serinin neşrine baş­ lamış İse de, bu da ancak 3 yıl devam etmiş­ tir. Tahzlb aUahlâk mecmuası Sayyid Ahmed Han tarafından te’sis edilmiş olan, açık fikirli bir İslâm medresesinin nâşir-i efkârıdır. Ma­ kalelerin mühim bir kısmı kendisi tarafından yazılmış olup, islâmm, orta çağ dünya görüşü ve hayat telâkkisinden kurtularak, aslî şekli­ ni alması ve İlmî inkişâf ile bağdaşmasının te'mıni gayesini gütmüştür. Tahzlb al-afylâk ’m muhalifleri tarafından kurulan ve eskilik taraftarı olan Cavnpur'da intişâr eden Işâ'at al-sunna, Nâr al-âfak ve N âr al-anvar ve bir de Amritsar 'da çıkan A h i al-kadîş mec­ muaları zikredilmelidir. Eski medreselere ted­ ricî bir şekilde yeni ilimleri sokmak gâyesini güden Nadvat al- ulama cemiyetinin fikrini yayan al-Nadva ( Luknow, aylık, 625 nüsha) zikre şayandır. Bu dinî mevkutelerin hepsi de ordu dilinde olup, Ahmedîya [ b, bk.] ta­ rafından neşredilen The Reviem o f Religi ons ( îfâdiyân, aylık, 800 nüsha) mecmuası ise, İngilizce çıkmaktadır. Son zamanlarda bâzı o r d u mecmuaları A v­ rupa mecmualarını örnek tutmağa başlamışlar­ dır. Bu mecmualar yalnız İslâmî mevzulara münhasır kalmayıp, müslümanlan ilgilendiren başka mevzulara da yer vermektedirler; böy­ le mecmualar için bk. msl. Şalâfy-i 'âmm ( Dehli ), Mahzarı ( Dehli, aylık, 4.000 nüsha ) ve The Aligarh Monthly ( 500 nüsha). Ordu dilinde İslâm kadınlarına mahsus .iki mecmua çıkm aktadır: Tahzib al-nisvan ( Lâhûr, haf­ talık, 240 nüsha ) ve Hatân ( 'A ligarh, aylık, 450 nüsha ). £Hindistan, Pakistan v. b. matbuatının son durumu hakkında buraya etraflı mâlûrnâtın eklenmesine imkân basıl olmamıştır. Bil­ hassa Pakistan ’da müslümanlara ait matbu­ atın, gerek ehemmiyet, gerek sayı bakımın­ dan, yukarıda zikredilenleri kai-kat geçmiş olduğunda şüphe yoktur. Bu hususta bir fikir edinmek üzere bk. L. Massıgnon, Annuaire du Monde Musutman4 ( Paris, 1955 ), s. 141. P akistan ’da, 1951 yılında, 398 gazete neşre­ dilmekte olup, bunlardan o r d u dilinde 316, İngilizce 44, bengile dilinde zz, gucarâtî diİslâm Ansiklopedisi



ünde 8, sindî dilinde 6 ve peştu dilinde 2 gazete intişâr ediyordu ].



(M . H artmann .) VI. İNDONEZYA VE SİNGAPUR. İndonezya 'da neşredilen matbuat için bk. Regeerîngsalmanak voor Nederlandsch Indie, Bu hususta bâzı malûmat Revire da Monde Musul m. { bilhassa V II, 485 v. dd.) Ma bulu­ nur. Prof. Snouck Hurgronje ’nin malumatına dayanarak, buna daha şunlar İlâve edilebilir. Bandung 'da, Raden Mas Tirtâadisuryâ idare­ sinde, günlük Medan priyayi (»İndonezya me'murlarının güreş meydanı" ). Bâzı husûsiarda bunun zıddı olan Kaummuda { »gençler" genç türklere benzer bir mâna ifâde etm ektedir) gazetesi de günlük olup, Bandung Ma A . H. Wignja di Sastra idaresinde intişâr eder. Surakarta Ma haftada 2 defa çıkan Darmakanda gazetesi, bir cavalının yardımı ile, çinli The Tjie Tjay tarafından neşredilir; ismi sanskritçeden gelme olup, »iyi haberler" demektir. Solo Ma çıkan Sarutama gazetesi de bunun gibi eski bir isim ( »iyi ok" ) taşımaktadır ve Badi Utama ( »asıl ga y re t"; krş, Revue du Monde Musulm.y V III, 415 v.b.)'nin faâliyetîne muhalif olan »Sarikat İslam" tarafından neşr­ edilir. Darmakanda yanında, en iyi gazete­ lerden biri 1910 yılından itibaren Padang 'da Datu Sutan Mabaradja ve Sutan Mohamad Salim idâresî altında çıkan Utusan Melayu ( »Malezya elçisi" ) gazetesi teşkil eder. Pa­ dang 'da bir de al-Munir mecmuası neşredil­ mektedir. £L. Massıgnon, Annuaire du Monde Musulman, Paris 195$, s. 13 ’e göre, İndoneziya 'da 1951 yılında, 69 mevkûte intişâr etmekte idi. Umûmî baskı sayısı 400.000 nüsha tutan indo­ nezya dilindeki neşriyatın başlıcaları Cakarta 'da olup, şunlardan ibarettir: Abâdî ( müslü­ man fırkasının nâşir-i efkârı, S. Tasrif idare­ sinde ), indonezya Raya ( müstakil bir gazete olup, M. Lubis idaresi ndedir), Merdeka ( müs­ takil, S. M. Diah idaresinde ), Pedoman ( sos­ yalist gazetesi, R. Anvar idaresinde ), Pemandangan ( müslümanlarm gazetesi olup, A . Bafagih tarafından idare ed ilir). Avrupahlar tarafından neşredilen t o mevkûteden ( 86.000 nüsha ) bilhassa Hollanda dilinde çıkan M'etıwosgier ile Java Bode gazeteleri mühimdir. Bir de 50.000 nüsha tutan 6 çince gazete mevcuttur ]. S i n g a p u r Ma arada-sırada, avrupalılara karşı cephe almış olan bâzı arapça gaze­ teler intişâr etmiştir. Malezya dilinde çıkan al- îmanı için bk. R M M, H, 398 v. dd. Naratja ( »terazi" ) gazetesi de aym gayeye 26



402



M ATBÜAÎ -



hizmet etmektedir. Malezya dilinde çıkan di­ ğer gazeteler şunlardır: Utman Melayu haf­ tada 3 d e fâ ); Tamang Pengtahzuan v.b. Yu­ karıda zikredilen arapça gazetelerin malûm olanları şunlardır: al-Estah ( al*lşlâfı\ 1900, haftalık), aUVatan (1910 ; 15 günde bi r) ve al-Husâm ( 1900, haftalık ). [ 1951 ’de Singapur Ma müsKimanlar tarafından Malaya Tribüne ile The votce o f İslam gazeteleri neşredil­ mekte idi ( bk. L, Massgıon, Ann. d. Monde Masalman, Paris, 1955» s. 122)). (M . H



VII.



Ç İN



artm an n



.)



M Ü S L Ü M A N L A R I.



Çin müslumanlan hakkında, maalesef, pek az malûmata sahip bulunuyoruz. Islâm nüfu­ sun sayısı, muhtelif çin eyâletlerine yayılışı, oradaki müslumanların içtimâi ve iktisâdı durumları hakkında tatmin edici bilgimiz ol­ madığı gibi, bunların mektepleri, İlmî ve dinî faaliyetleri ve bilhassa matbuatları hak­ kında da biç bir şey bilinmemektedir. Bu hususta Islâm ansiklopedisi ’nin Leiden tab’ında Martin Hartmann tarafından zikredilen bir gazete ile bir mecmua dışında bugün de daha ileri bir dnrumda bulunmuyoruz. Bu bahis mevzuu olan gazete Pekin Me neşredil­ miş olan günlük Cheng tsung ai kuo pao ( İslâm gazetesi »Vatan sev g isi") gazetesi olup, »küçük matbuat" gurubuna dâhil idi ve İslâmî busûsiyeti de ancak pek mahdut bâzı dış şekillere inhisar ettirilmiş idi, »Halk dilinde" ( su hoa ) çıkan yegâne gazete olduğu ve her keşçe kolaylıkla anlaşıldığı için, Pekin Me gayr-ı mÜslimler tarafından da okunmuştur. Japonya Ma tahsilde bulunan talebeler tarafın­ dan neşredilen Istîfcâz al-islâm ( çin. Hsing hui pien ) mecmuasının ilk sayısının münderecâtı hususunda Broomhali, İslam in China ( London, 1910, s, 283 v.dd.) Ma verilen ma­ lûmat İslâm ansiklopedisi ’nin Leiden tab'ma £bk. mad. CARÎDA, VI ] da alınmıştır. — Çin müslumanları tarafından son zamanlarda neşr­ edilmiş olan şu mecmualar zikredilebilir: Yueh-Hva ( Cheng-Ta İslâm muallim mektebi müdürü Hoca Abdurrahman Ma-Sung-Ting tarafından, Pekin Me 1925 'te aylık olarak neşr­ edilmeğe başlamış ve 1949 Ma mektep ve mecmua çin komünist idaresince kapatılmıştır), Çin İslâm gençleri ilim cemiyeti mecmuası ( 1932 Me Nankin Me, aylık olarak, İstanbul üniversitesi edebiyat fakültesi melunlarından Celâleddin Van-Zin-Şan tarafından neşredilmiş ve 1937 Me şehrin japonlar tarafından işgali üzerine durdurulmuştur), Çin İslâm cemiyeti mecmuası ( cemiyetin reisi Oraar Pai-ChungHsi tarafından, 15 günlük olmak üzere, Nan­



M ATĞARA.



kin Me 1934 ’te neşredilmiştir; bir müddet Chung-KingMe intişâr eden mecmua, sonra Taipei ( Formoza ) ’e taşınmıştır ) ve Ta-Ckueh ( Ali Gao-Wen-Yuan tarafından ). Nankin Me çıkarılmağa başlamış ise de, bu Japonların gelmesi üzerine faaliyetini tatil etmiştir ).



( R. R. A.) M A T Ğ A R A . [ Bk. m a t ğ a r a .] M A T Ğ A R A . M A TĞ ARA , büyük Butr ko­ lundan bir b e r b e r i a ş î r e t i ; Zanâtalarm ecdadı ve Matmâta, Kümya, Lamaya, Şadd i na, Madyûna, Mağhila v.b, kardeşleri olup, bunlar ile birlikte Bani Fatin kavmî grubunu teşkil ederler. Bu grubun diğer kolları gibi, Matğaralar da, hiç şüphesiz, Trablus asıllıdırlar. Mamafih bunların al-Bakri ve İbn Haldun ’un tanıdığı en şarktaki kısmı, Akdeniz kenarın­ da MiiySna ve Tenes arasından Oncda (T â bahrit lim anı) Mm şimalîne kadar olan dağ­ lık bölgede yaşayan kabiledir. Bu bölgenin garp kısmından olanlar Kümyalar ile bir bir­ lik hâlinde yaşamakta idiler. Bunların yaşa­ dıkları silsile Nadrûma Man pek uzak olma­ yan bir yerde başlamakta olup, Tâvunt müs­ tahkem mevkii bunların arazisinde bulunuyordu. Bunlardan üç gurup, biç olmazsa VIII. asır­ dan itibaren, garbı Magrib ’e varmışlar ve ora­ da mühim bir kütle teşkil etmişlerdir: 1. F a s ’ta ve Tazâ ovasındaki Matğaralar; al-Bakri Vadi Fas menbaının bunların arazi­ sinde olduğuna söyler. Leo Africanus bunların Sük al-H am is’in F a s’ın 15 mil garbında bu­ lunduklarım zikreder. 2. İbn Haldun'un Fas'ın cenub-ı şarktsirde ( Kibla ) gösterdiği ve Leo Africanus’a göre, Tâzâ Man 5 mü ( cenupta ?) uzayan Cabal Matğara Maki orta Atlas Mafğaraİarı; burası şimdi A y t Var ay alarm işgal ettiği dağlık arazî olmalıdır. Bu sonuncuların mühim bir gurubu olan A y t Cellidâsan al-Bakri ’nin C e­ zayir Me Tenes yakınında bir Matğara gurubu olarak zikrettiği Bani Gallidâsan’a tekabül eder. Ayrıca bugün A yt Vârâynîar arasında eski Matğara nın kardeşleri Mağilaları temsil eden bir takım İmgilen unsurlarına tesadüf edilir. al-Bakri zamanında { V. = XI. asır) ber iki Matğara gurubu garpta Zavaga, Tâdlâ ve F5Zizlar ile komşu bulunuyordu. 3. S içil massa civarındaki Sabra vahalarında ve esas ahâlisini teşkil ettikleri bu şehirde, bundan başka F igig civarında, T u vat’ta, Tâ» mantit ’te ve Valian ( Ouallen ) ’a kadar olan yerlerde oturan Matğaralar. (r Arap fütûhatmm başlangıcından itibâren, Matğaralar, İbn Haldun tarafından, dallardan yapılmış kulübelerde ( kaşSs ) oturan yerleşik zümreler olarak, tasvir olunurlar. Sabra Mat-



Ma t ğ a r a -



m a tm â ta .



40*



gar alan müstahkem köylerde ( IfusÛr ) oturur­ bedler inşa edildi, 1017’de Gazneli Mahmüd lar ve hurma yetiştirirlerdi. Leo Africanus [ b. bk.] şehri zabtederek, bütün mâbedlerî zamanında orta Atlas Matğara!arı aş.-yk. 50 yıktırdı. Bundan sonra Mathurâ’dakİ mâbedbüyük mahaî iskân etmekte idiler. Bani Fâtîn leri tahrip ettiren Dehli sultanı Sikander Lü» gurubuna dahil diğer aşiretler gibi, Matğara- di ’nin devrine ( 148S — 1516 ) gelinceye kadar, lar da arap fütûhatına iştirâk ederek, bu ara­ buranın ismi hiç geçmez. Şehir mukaddes da büyük kayıplara uğramışlardı. İslâmiyet! mahalli ziyaret eden ve şimdi harabelerini kabulden sonra, bunların bîr çokları Ispanya­ gördüğümüz 4 mabedin inşâsına izin veren ’ya giderek, orada yerleşmişlerdir. Neticede Akbar devrinde hemen-hemen yeniden kurul­ bunlar da, Matmâtalar gibi, şufriya akidelerini du. 1669 ’da Avrangzîb, Cihangir zamanında in­ kabul ettiler. Bunların reislerinden biri olan şa edilmiş büyük bir mabedi tahrip ettirip, Mat* Maysara Fas ’ta Barağvâtalarm râfızîİlklerine hurâ ismini İslâmâbâd olarak, değiştirdi ise de, yol açan meşhur 740 isyanını çıkarmıştır. bir çok bind şehirlerinin müslüman isimleri Bundan başka râfızîliği kabul eden bu aşiret­ gibi, biı yeni ad da eski ismin yerini tutmadı. ler arasında Matmâta ve orta Atlas Matğara- Avrangzîb ’in ölümü He Hind-türk devleti­ lan He, A y t Vârâyn ’m şarkı bir kolu olan nin inhilalinden sonra Mathurâ, Dehli ile A gBani A b i Naşr ( bugünkü A yt, Bü-Nşar) ’a . ra arasındaki bölgenin uğradığı siyâsî karışık­ tesadüf olunmaktadır. lıktan sıkıntı çekti ve bilinmeyen bir tarihte İd ris’in zuhurunda Matğara reisi Bablül, Çatların, Mar itilâların ve nihayet ingilizlerin evvelâ Bagdad halifesi Harun al-Raşid 'e ta­ eline geçti. raftar olduğunu ilân etmiş, fakat sonradan Şimdi Hindistan ’m birleşik eyâletleri ( Ut­ yeni hanedan tarafına geçmiştir. Bunun neti­ lar Pradesh) içinde yer alan Mathurâ şehri cesinde orta Atlas Matğaraları XVII. asra nüfusunun 1921 ’de dörtte birinden fazlası kadar siyâsî bir rol oynamamış görünmekle (56.666 nüfusun 13.475’i ) müslüman idi. (Bu beraber, hiç olmazsa istiklâllerini muhâfaza nüfus 1951’de J05-773’e varmış bulunuyor.] etmişlerdir. XVII. asırdan itibâren bunlar böl­ Bugünkü şehrin ortasında, 1659 ’da Avrangzîb gelerinden, görünüşe göre, cenuptan gelen ’in Mathurâ valisi tâyin etmiş olduğu ‘Abd mutaarnzlar tarafından kovul mu şiardır. Nad- al-Nabı Han tarafından 1661 'de inşa edilmiş rüma civarındaki sahil Matğaralarma gelince, olan camı yükselmektedir. bunlar Muvahhîdler hanedanının yardımcısı B i b l i y o g r a f y a '. Elliot-Dowson, Hisolan Kümyaîar ile ittifak ederek, siyâsî bir tory o f India, H, 44; IV, 447; Vinehemmiyet kazanmışlardır. Bu sırada bunlar cent A. Smith, Akbar ( Oxford, 1917), Tâvunt kalesini inşa etmişler ve bir az sonra fihrist; F. S. Growse, M athur a, a District Mermilerin tarafım iltizâm eylemişlerdir. Bu Memoir (3. tab., Allâhâbâd, 1883); D. L. suretle kendilerini imhâ eden Tlemsen hâkimi Drake-Brockman, Muttra ( District Cazeimeşhur YağmurSsan ’ın düşmanlığını kazandı­ teers of the United Provinces o f Agra and lar. Oudh, Allâhâbâd, 1911, V H ); al-U tbi, T&Matğara yazılışı yerine, İbn Haldun Mazrîk-i Yam ini; Muh. Kâsim Firişta, Gnlşan-i îbrâhimi ( Bombay, 1832 ) ; Ni^am ğara kullanmaktadır. Yeni Fas metinlerinde al-Din Ahmed, fabakât~i A k b a ri; Abd alMadğara şekline de tesadüf olunmaktadır. Kâdir Badâ’uni, Mantahab aUtavarih (nşr. B i b l i y o g r a f y a : al-Bakri ve al-İdrİsi, fihristler; İbn Haldun, Kitâb al~îbar ve trc. Ranking ) ; Molla :Abd al-lrlamid Lâ(trc. de Slane ), I, 237— 241; Leo Africahavri, Padifâh-nama; Musta idd Han, Ma*Snus, Descripfion de VAfrique ( nşr, Schefer ), §ir-i sÂtamglrî ( Bibi. Indica)); Navvâb İb­ II, $4, 342 ;_IH, 71, 225. (G . S. C o lin .) rahim Han, Târîfe~i İbrahim Hân ( trc. Eiliot M A T H U R A . [M A T H U R A .] ve Dovvson, History o f India ). M A T H U R A . MATHURA ( bâzı ing. hari­ ( T . W. HAIG.) talarında M U T T R A ), şimalî Hindistan ’da 27” M ATÎN . [ Bk. A l l a h .] 31' şimal arzı ve 770 41’ şark tülünde, Agra M A T L A '. [Bk. M A T  L i\ ] ’mn şimalinde bulunan bir ş e h r i n ve aym M A T M  T A . [ Bk. m a tm â t a .] isimli btr i d â r î b ö l ü m ü n a d ı . Buddhism M A T M  T A . M ATM ÂTA, büyük Butr kodevrinde mevkiinin ehemmiyeti o çağdan ka­ lundan, Matğara, Kümya, Lamaya, Şaddina, lan ve burada meydana çıkartılan bîr çok ki­ Madyüna, Mağila v.b. kardeşi bir b e r b e r i tabe ve oyma yazılardan anlaşılmaktadır, Hind a ş i r e t i . Bunlar, diğer bütün Butrlar gibi, tarihinin daha yakın bir devrinde, Krîşna 'nın muhtemelen menşe’leri Trablus olan Bani Fadoğduğu şehir telakki edilmesi sebebi ile, mu­ tİn grubunu teşkil etmekte idî. Matmâtalar kaddes bîr yer oldu ve burada muhteşem ıriâ- hakkında başlıca kaynağımızı al-Bakri ye İbn



404



MATMÂTA — MÂTÜRÎDÎ.



Haldun teşkil eder. Bunlarda da, ekseri Butr kabilelerinde olduğu gibi, üç esas gurup göze çarpar: 1. Şarkî Magrib 'de, ilk vatanlarına yakın olan bir yerde oturanlar, yâni cenöbî Tunus 'ta Gâbes 'in aş.-yk. 40 km. cenûb-i garbisin­ deki bugünkü Matmataîar. 2. Merkezî Magrib 'de, evvelâ Mindâs 'in şimâl-i şarkîsinde Sersü yaylalarında yerleşmiş olanlar. Bunlar bir müddet sonra, Zanata Ba­ ni Tücîn tarafından, yerlerinden kovulduktan sonra, Vânşaris ( bugünkü Quarsenis ) dağına kaçmışlardır. 3. Fas *a kadar nufûz etmiş kollar. IV. ( X ) asırdan beri bunlara bugünkü Kabdânaler ülkesmde ( Melilla ’mn cenûb-ı şarkîsinde) ve yukarı Muluya vadisinde Amaskür civa­ rında rastlanmaktadır. îbn Haldun, bunlardan başka, Fâs ile Şufrüy arasındaki kendi adları ile anılan silsilede yaşayan bir küçük zümre­ den de bahsediyor. Hiç şüphesiz, bunlar da evvelce Tâzâ ovasında oturuyorlardı; çünkü Fas ile Tâza arasında mevcut bulunan bir yer bugün bile bunların adını taşımaktadır. Niha­ yet garp kısmım teşkil eden Tâmasnâ’daki Matmatalar al-îdrisi 'de zikredilmektedir. Matmataîar İslâm devrinin ilk asırlarında mühim bir rol oynadılar. Merkezî Magrib Matmâfaları ebâdî akidelerini kabûi etmişlerdi. Şanhâca ve Zanâtalarm bunların üzerindeki hâkimiyeti sona erince, bîr çoğu Ispanya'ya gitti. Matmâta berberîlerinin en meşhur siması, îbn Haldun 'un sık-sık baş-vurduğu meşhur berberi nesepçîsi Sabilt b. Sulaymân 'dır. B i b l i y o g r a f y a \ al-Bakrî ve al-îd­ risi, fihristler; îbn Haldun, Histoire des Berberes ( trc. de Slane ), I, 246 v. dd. ( G . S. COLIN.) MATN. [ Bk. m e t in . ] M ATRAH . [ MATRAH. ] M ATRAH . M ATRAH , Arabistan’ın şark



B i b l i y o g r a f y a : C, Niebuhr, Bescbreibung von Arabîen ( Kopenhagen, 1772 ), s. 297 ) ; C. Ritter, Erdkunde von A sî en ( Berlin, 1846 ), VIII/I, 518 v.dd ,; A. Sprenger, Die alte Geographie Arabiens ( Bern, 1875 ) s. 106 ; Th. Bent, Southern Arabta ( London, 1900 ), s. 68 v.d ; Muscat. Reportfor the year 1912 — 1913 on the Trade o f M uscat Ed, at the Foreign O ffice and the Board o f Trade (London, 1913), s. 3 v.d. (nr. 5198, Anual Series, Diplomatic and Cansular^ Reports_). ( A . GROHMANN.) M ATÜ RİD Î. [ Bk. MÂTÜRÎDÎ. ] M Â T Ü R ÎD İ. MÂTURÎDİ ( ? — 944', A bu M A H S U R M ü H AM M ED B . M lîflA M M E D B . M A ^ M Ü D al



- H a n a f ! ‘ A l a m a l - H u d â a l -M u t a k a l l Im



kelâmda, Aş!ari ’ninki ile birlikte, sünnî müslümanlığı mey­ dana getiren m â t ü r î d î k o l u n u n r e i s i . Her iki kol aynı derecede sünnî olmakla bera­ ber al-Mâturidi adım kaldırmak ve bütün râfızîler karşısında islâmiyetın müdafii olarak, alAş'ari ’yi başta tutmak hususunda devamlı bir temayül var idi; ancak MâverâÜnnehr'de-Mâturidî mezhebi her zaman hâkim idi ve hâlâ öy ledir ve ahi al-sunna va ’l-camâ a ’nın fikirle­ rini temsil eder. al-Mâturidi 'nin hayatı hakkın­ da hemen-hemen hiç bir şey bilinmemektedir; Semerkand 'da 333 ( 944 } yılında vefat etmiştir ve kendinden bir az önce, 330 (941 )'a doğru ölmüş olan al-Aş:ari 'nin muasırı id i; hâlbuki bir diğer muâsırı olan al-Tahâvi, Mısır'da 331 'de vefat etmiştir. Her üçü de mûtezîİtlerin ehl-i sünneye mensup müslümanlara hücum etmek için kullandıkları mantıkî deliller ile Sünnîliği müdâfaa eden ve çok çabuk yayılmış olması İcâp eden cereyanı temsil ediyorlardı. A L -M  T U R Îd I A L -S A M A R K A N D Î,



Mâturîd veya Maturit Semerkand 'ın bir nahiyesidir ( mafyall, karya ). Coğrafî mevcâdiyeti ve Abu Manşür al-Mâturidi ile mü­ nâsebeti al-Sam!ani ’nin al~An$âb ( 498*», str. sahilinde, ^m ûn körfezi kıyısında, Maskat 4; krş. bir de Barthoîd, Turkesian dozun şehrinin 3,5 km. garbında bulunan bîr ş e h i r , to the Mongol Invasion, G M S, yeni se­ 14,000 kadar nüfusu olan bu yer, dahilî A ra­ rî, V, 90, not 9 ve 10 ve burada zikredi­ bistan ile ticârette bulunan kervanların hare­ len rusça eserler) 'ındaki Mâturiti madde­ ket noktası ve Omân'ın, M askat'tan sonra, sinden anlaşılmaktadır. Hanefîîere dâir tabaen ehemmiyetli ticâret merkezidir. Şehrin ci­ kât kitapları onun üstadlanmn adlarını vermek­ van çok güzel ve münbİt olup, limanı İyi ve tedir, fakat bu isimler bizim için hiç bir şey girilmesi kolay ise de, fırtınaya karşı muhafa­ ifâde etmiyor ( bk. Îbn Kutlu-Boga, nşr, Fiügeî, zalı değildir. Buradan gemi ile Maskat 'a bir nr. 173- ve Fiügeî, Hanefiten, s. 274, 293, 395, saatte gidilebilir. Evvelce burada !Omân sul­ 298,313). al-Sayyid al-Murtazâ, tkyâi (II, 5—tanının gemi İnşa kızakları ve oldukça faâî 14) üzerine yazdığı şerhin *ç:nde bulunan, iplik ve dokuma sanayii var idî. Portekizlilerin Mâturidi 'ye dâir küçük risalesinde, onun hak­ Ömân körfezine hâkim oldukları devirden kında her ikisi kısa ( ‘ala ’U iktisâr) iki hal kalma b:r hisar hâlâ mevcuttur. W ellsted ’e tercümesinden başka bir şey bulamadığından gere, şehrin nüfusu evvelce 20,000 'i bulmak­ şikâyet eder. Hattâ Yak; üt'un M a ç a m ’ inde, ta idn < ne ona,, ne de Mâturîd 'e dâir bir .kayıt vardır



MÂTÜRÎDÎ.



405



îbn Haldun, kalâm ’m menşe* ve iaribi hak- fakültesi mecnu, sayı 23, İstanbul, 1932, kındaki denemesinde ( Mukaddima, tre. de Sla- s. 7 v.d.) bahsederken, bir münâsebet ile, ne, III, 5$ v.dd.; nşr. (Juatremere, III, 38 v.dd,), al-Mâturidi ’yi ve eserlerini zikretmektedir. ona biç yer vermemekte, yalnız Aşa'ari ile Burada fazla olarak şu eserleri sayılmıştır: bunun taraftarlarından bahsetmektedir, „aî- 1. Radd tahzîb al-cadal l î ’l-K a'bl; 2. Radd A ş‘ari ’nin sünnî hasım Abu Hanifa ’dir" diyen kitâb al-Kd'bi f i va'id al-fussali; 3. Radd alİbn Hazm ( ölm, 4 5 6 = 10 4 6 ; Fişal, Kahire, uşul al-hamsa li-Abî ’ Omar aUBâhilî; 4. 1320, II, m ), al-M âturidi’ye hiç işaret etmez. Radd kitâb al-imâmat li baz al-aşul ravâfiz; Aynı şekilde al-Şahrastânî (ölm, 548 = 1153; 5 ve 6. aURadd *a la ’Ukarâmİta, iki kitap Milal, trc. Haarbrücker, I, 159* metin için bk, olup, birincide esâsları, İkincide fürû’u redd­ İbn Irlazm, I, 188, haşiye), A b 5 Hani f a ’nin etmiştir ; 7. M d haz al-şarâyı ve 8. dl-Cadal düşüncelerini nakleder, fakat Maturidi 'den ( fıkıh usûlüne dâir iki kitap ). bahsetmez. Abu Hanifa ’nin mürciîlere mü­ Bugün mevcut olan eserlerinin ( krş. Brotemayil olduğunu, talebelerine ehl-i sünnet- ckelmann, G A L , I, 195 ve Sappl., I, 346 v.d.) mürciîleri denildiğini söyler ki, bu şüphesiz başında Ta'vilât al-Kurân gelir ki, İstanbul’da Sünnîlikten çıkmış bir mürciîiik şekli mâna­ müteaddit nüshaları bulunmaktadır ( msl. Nûsına gelmektedir. al-Sayyid al-Murtazâ ( ayn. ruosmâniye kutup., nr. 122— 125; Köprülü ku­ esr„ s. 13 ) da mûtezilîlerîn Abü Hanifa ’nin ken­ tup., nr. 47— 48 ) ve Abü Bakr Muhammed b, dilerinden olduğunu İddia etttİklerini, bir ki­ Ahmed aî-Samarkandi tarafından şerhedilmiş­ tap yazmış olduğunu kabûl etmediklerim, tir ( bunun nüshaları: Veliyüddm Efendi ku­ çünkü bunun kendi akidelerine tamâmiyle zıt tup., nr. 4236; Hamidiye kutup., nr. 176; Selim olduğunu söyler. Bedibî olarak hakikat şudur A ğa kütüp., nr. 140 v.b.). Cam brîdge’de ( Add. ki, Abü Hanifa (ölm, 150 = 767) mûtezilîlerîn 3632 ) bir nüshası bulunan Kitâb al-tavhid% usûllerini kabul eden ve imânın kuvvetlendiril­ kendisine isnât edilen bir Risâla f i ll-aka İd mesi için bunlardan delîl çıkaran ilk şahsiyet ile birlikte, Türkiye ’de, husûsî ellerde bulunan idi. Bir de başlangıçtan beri o kadar yüksek iki nüshasına istinaden, Yusuf Ziya Yorükân bir mevkie sahip olmuş idi ki, ona râîızî demek tarafından bastırılmıştır: Islâm akaidine dâir imkânsız idi. Bu vaziyet Maturidi kolunda eski metinler, 1. Ebû Mansûr Mâtürîdî "nin da devam etmiştir. iki eseri i Tevhid kitabı ve Akaid risâlesi Bütün bunlar kalâm ’m bir ıstılah hâlini al­ ( Ankara üniversitesi, îlâhiyat fakültesi nşr. masından önce ve fik h ’m hem kelâm ve hem 5, İstanbul, 1953). Burada şunu da kaydet­ fıkıh mânasına geldiği, ancak kelâm „büyük fı­ mek icâp eder, ki G A L , SuppL ( I, 364, kıh" al-fîkh al-akbar [ bk. mad. K A L Â M } denil­ nr. 4 ) ’da Makâlâi ’mm Köprülü kütüphâdiği bir devirde vukûa gelmiştir. Abu Hanifa nesinde ( nr. 856) bir nüshası mevcut gi­ ’nin eserlerinden biri al-Fikh al-akbar adım ta­ bi gösterilir ise de, bu eser al-Mâturidi ’ye şıyordu ve elimizde al-MSturidî ’ye isnat edilen âit değildir. Bir de K ayseri’de Râşid Efendi bir şerhi vardır ( Haydarâbâd, 1321 ); bu ona kütüphanesinde bulunan ( nr, 497/53 ) ve alisnat edilen basılmış yegâne eser olup, Mâ- Mâturidİ ’ye isnât edilen Kitâb tafslr aUasmâ> turidi ’nin eserlerine dâir elimizde bulunan ve va ş if ât, gerçekte 'A bd al* Kâh ir al-Bağdâdi tamâmiyle birbirine benzeyen iki Üstede ( al- ’nin eseridir ( bk. Y. Z. Yörükân, Kitâb . , . , Sayyid al-Murtazâ, s. 5; İbn Kntlu-Boga, s. ilâh, fak . d e r g I— II, 104 v.dd.)]. Tercüme-i 43 ) mevcut değildir. Bu listelerde şu eserler hâl müellifleri bu eserlerden büyük bir sitayiş zikredilir: 1. Kitâb al-tavhîd; 2, Kitâb al- ile bahsederler. Eserlerinin adları bilhassa makâlâfı 3. Kitâb radd ava il al-adilla li ’Z- mûtezile aleyhinde tenkitleri ihtiva ettikleri Ka'bl 5 4. Kitâb bayan vahm aUmu'tazila %5. faraziyesinİ ileri sürmek imkânım verir ( alKitâb ta'vilât al-Kurân. [ Bunlardan ayrı, da­ Ka'bi için bk. Horten, Philosophiscke Sysieme, ha fazla mıkdarda eser ihtiva ettiği gibi, daha fih rist). Filhakika al-Fikh al-akbar şerhinin çok mevsûk otan bir liste Abu ’I-Ma:in May­ yalnız bir yazma nüshasında bu eser al-Mâtu­ mun b. Muhammed al-Nasafi (ölm. 508= 1114 ) r id i ’ye isnât olunmaktadır. [Diğerleri de, ’nın Tabşirai aUadilla1sinde bulunmaktadır adlarından anlaşılacağı üzere, râfızîler ile kar­ ( bk. Muhammed b. Tâvit at-Taneı, Abû Mansûr ma tîlerin reddi için yazılmıştır ]. al-Mâturîdî, îlâhiyat fakültesi dergisi, 1955, Abü Hanifa ’nin kurduğu mezhebin nasıl IV/I — II, 2 v.dd. bilbassa s. 8— 10). Bu zât olup da al-Mâturıdi ’nin mezhebi olarak tanın­ fi’lî sıfatlar meselesinin tarihinden ( bu parça, dığı bilinmiyor. al-Mâturidi ’ye verilen aUMubaşka bir kaynaktan alınarak, M. Şerefeddîn takallîm sıfatı, fıkıh ilminde mütehassıs olan­ «Yaltkaya" tarafından türkçeye çevrilmiş id i; lara ( filkaha' ) karşı, kendisinin Abü Hanifa bk, Türk kelâmcıları, Darülfünun îlâhiyat mezhebinin kelâmcısı olduğu mânasına gele­



406



m A t ö r îd !



-



MÂ-ül-AYNEYN.



bilir. Fakat bunu kabul veya reddetmek husûsundaki iki temâyül hâla devam etmektedir. Talebelerinden biri olan al-Nasaf i 'nîn, bir eş’arî olan al-Taftazani 'nia şerhi ile genişle­ tilmiş “Affa id 'i et-Ezher medresesinde son iki yılın kelâma ait müfredat programım ihtiva eden kitabı teşkil eder ve bu kitaba M ısır’da son derecede itimat edilir. Bununla beraber, Mısır müftîsi ve isîâmiyati yeniden canlandırıp, ıslâh eden rahmetli Muhammed :Abdü, Beyrut 'ta verdiği bir seri konferansta ( Risalat aliavhid ı Expose de la religîon mustılmane, traduite de Varabe. . . trc. B. Michel ve Moustafa ‘Abdel Razİk, Paris, 1925), İslâm kelâmının inkişâfı ve aldığı son vaziyet hakkında görüş­ lerini bildirdiği zaman, al-Maturidi 'ye hiç bir telmihte bulunmadan, bizzat kendini Mâturidi olarak göstermiş idi. İki mezhep arasındaki farklar on üç olarak gösterilir, £fakat msl. Şayh-zâda, Nazm al-farü'id ve cani al-favaid f i bayan al-masail allatî vali a fik a 7-ihtilaf baytıa ’l-matızridîya va 7 -aş ariya f i 'l- akd id (Kahire, 1317 } ’inde 40 mesele saymaktadır ( krş. bir de Abu *1Hasan b. ‘Abd al-Muhsin, al-Raviat al-ba­ kıya fim â valfa bayna ’l-aş*ariya va ’l-mâtli­ ri dİya, Haydarâbâd, 1322 ) ve Çazİ-zada, Mumayyizâi mazhab al-mStarîdîya sani ’l-mazöhib al-ğayrîya ( Berlin, 2492 ). Bununla be­ raber, galiba bu ayrılıklar yalnız Abu 'I-Hasan al-Aş'ari ile al-Mâturidî arasında olma­ yıp, muahhar taraftarları arasındaki ayrılık­ lardır ]. Fikrî hususlardaki ( ma'navi ) farklar 6, ifâde ( lafzı ) husûsundakiler ise, 7 adettir bu ayrılıklar hakkında daha fazla bilgi için bk. al-Sayyid al-MurtazS, s. 8 v. dd. ve Abu ‘Uzba, al-Ravza al-bahiya, Haydarâbâd, 1904), Bunlar Goldziher ( Vorlesungen, s. 110 v. dd.) ve Horten ( Phîlosophische Systeme, s. 531 v. dd.) tarafından tetkik edilmiştir. Bu ayrılık­ ların ehemmiyetsiz olduğu sık-sık söylenir ise de, hîç de öyle değildir. Abu H an ifa’nm ah­ lâk bakımından aldığı vaziyet burada, fıkhın­ da olduğu kadar açıktır. al-Aş’ ari Allahın irâdesini mutlak olarak muhafaza etmek isti­ yordu. Ne olursa-olsun yapabilirdi ve bir şey Allah istediği için ,,iyt" idi, Binnetice Öteki dünyadaki mükâfat ve cezaların ahlâkî hiç bir »temeli" yok idi. Fakat Abu Hanİfa ve on­ dan sonra al-Maturidi ve taraftarları, insanın mükâfatlandmldığı ve cezalandırıldığı amel­ lerine müteallik bir cÜz’î irâdesi (ih tiy a ri) olduğunu ,kabûi eder. Mukadderât ile cüz’î İrâde arasında bu esaslı mübâyeneti izah için bir teşebbüs yapılmaz; bunlar tamâmiyle mutezâd oldukları hâlde, müsâvî vak’alar imiş gibi, yan-yana beyân edilmektedir. Kezâ Abu



Hanifa kötü işlerin Allahın irâdesi ile vukûa geldiğini ( zira başka türlü hâsıl olmaları imkânsız olurdu ), kabul ettiği hâlde, bunla­ rın Allahın, »memnuniyeti" ( rizv an ) için vu­ kua geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmez ve sonra, mâtüridîler »mağfiret te’minâtım" kabûi ederler, hâlbuki eş'arîler bunu redd­ ederler. Bir mâturidînin »muhakkak ( hakken ) m11'minim" demesi mümkündür, fakat bir eş'arî ancak »Allah isterse, mü'minîm" diyebi­ lir. Bununla beraber, mâtüridîlik, bu esaslı ayrılık sebebi ile, A ş:ari mezhebinin beşerî ve ahlâkî hissine derin bîr surette nufûz et­ miştir ve hattâ son devrin kendi mezhepleri­ ne tamâmiyle inanmış eş'arîleri, az veya çok yüksek bir derecede, birer mâtüridîdirler. B i b l i y o g r a f y a î Makale içinde gös­ terilmiştir. Fakat krş. mad, KELÂM ; [ Mubaramed b. T âvit at-Tanci, gost. yer, s, 8, not 1 'deki kaynaklar ], ( D. B. Ma c d o n a l d .)



[ Bu makale AHMED ATEŞ tarafından tâdil ve ikmâl edilm iştir], M Â ÖN . { Bk. _mâûn .) M ÂÛ N . AL-MA UN, Kur’an ’da CVII. sûre­ nin a d ı; burada 7. âyete göre, ma an keli­ mesi zakât mânasına gelmektedir. M Â -Ü L-A Y N E YN . M Â a l -5A Y N A Y N a l ŞİNGÎTÎ, XIX. asrın sonları ve XX. asrın baş­ larında M a v r i t a n y a ' d a yaşamış olan m e ş­ h u r b i r r e i s i n e n m â r û f I e k a b 1; harfîyen »iki gözün suyu" mânasına gelen bu lekabtn bir kaç izah şekli var ise de, bunların en mâkulü, gâlibâ, kar rat al-ay n gibi, sâdece güzel bir tâbir telâkki edilmesidir. Muhammed Mustafâ Mâ’ al-Aynayn memle­ ketinde büyük bir şöhreti olan bir murâbıi reisinin 12. oğlu id i; babası Muhammed Fâzıl b. Ma’rnün, XVIII. asrın sonlarında V a lsta ’de dünyaya gelmiş olup, Şingi| şehrinin cenûb-i şarkîsinde al-Havz bölgesindeki mağribî Galâgima kabilesinin reisi id i; dinî reis al-Muhtâr al-Kunt i [ b. bk.] *nin idâre ettiği fâ iiü y a île bozuştuktan sonra, kadiri ya [ b. bk.] 'yo bağlı yeni bir ihvan cemiyeti kurdu ve buna, kendi adına İzâfeten, fâziliya ismini verdi. Muhammed Fâzi! 1869 'da ölünce, Mâ' al-'Aynayn, al-Havz bölgesini terkettİ ve dinî tah­ silini tamamlamak maksadı ile, ŞingİÇ’a gitti ( bu mâmûr mağribî merkezi hakkında bk. aslen oralı olup, Kahire 'de yerleşmfş bulunan Ahmed b. al-Amin al-Şingi^i, al-Vasît f i taracim udabâ’ Şingİf, Kahire, 1329 = 19x1 ). Ma' al-Aynayn Önce, bir kaç yıl Adrâr [ b. bk,] 'da oturdu, sonra da daha şimale Sâkiyat al» hamrâ’ bölgesine gitti ve 1884 'ten itibaren de burada kaldı. Bugün İspanya 'ya âit Rio



MÂ-ül-AYNEYN.



407



de O ro ’nun şimal kısmım teşkil eden biitiin seyyah Xavİer Coppolani 'nin öldürülmesinden bu bölge adam öldürme ve eşkıyalık vak’ala- sonra, 1906’da Fransa’yı T Sgant’ı işgale zor­ rına sahne olmakta idi. Mâ’ al-cAynaya orada layan yabancılara karşı düşmanca hareketler âsâyişİ te’mine ve toprağı yeniden verimli de büyük ölçüde Mâ' al-’Aynayn tarafından hâle getirmeğe muvaffak oldu; bir çok yerle­ tertiplenmekte İdi. re hurma ağaçlan d iktirtti; bir taraftan ŞinBu hâdiselerden sonra, Mâ' al-Aynayn, ken­ g it ve Senegal ’e, diğer taraftan Fas ’a doğru disine tabî magribli büyük kabilelerin reisle­ kervan ile ticâreti teşvik etti. Orada müste- rini bir araya topladıktan sonra, onlar ile bir­ mirren Şmâra mevkiinde kaldı ve sonraları likte Fas şehrine gitti ve Mavrıtanya 'da V sdi Tarzâvâ üzerinde mağribî üslûbunda franstzlara karşı Fas 'm ittifak ve yardımım kendine bir kaşha yaptırdı. Şimalî Afrika 'da te'mine ça’ıştı. Mavlây :Abd al-!A ziz tarafın­ Sahra memleketlerinin bugünkü dinî reisleri­ dan iyi karşılandı ve A d râ r’m mahzan mü­ nin çoğu gibi, o da aynı zamanda ticarî ve messili sıfatı ile, sultanın yeğenlerinden Mav­ siyâsî faaliyette bulundu ve murâbıt akidele­ lây İdris 'i vekil olarak bırakmağa muvaffak rini yaymağa çalıştı. Çok geçmeden, kendine oldu. Aynı zamanda, Süs ’tan al-Sâkiyat alF as’ta, elbiselerinin rengi dolayısı ile, „mâvi hamra' bölgesine kadar bütün sahrâh muha­ adamlar" diye meşhûr olan, çok sayıda taraf- ripleri etrafına toplayıp, cihâda çağırabilmek dar toplamağa muvaffak oldu. „Mâvi adamla­ için, Tİznit 'teki fcasba 'da yerleşmesine müsâ­ rın" üzerinde mavi bir huni callâba’si, mavi ade edildi. Mavlây ‘Abd a l-A z iz Mâ’ al-‘Aybir bornuz ve başlarında da mavi sarık var idi. nayn’in tasavvurları üzerine kurduğu ümitle­ Bunlara, reislerinin adına izafetle, 'ayniyet de­ rinde hayal sukutuna uğradı, Oujda ( U eda) dikleri gibi, şnagfa ( sanâkita ) „şingitliler“ ve Chaouia ( Şaviya ) bölgelerinin fransızlar de denilmekte idi. tarafından İşgâli üzerine, Mâ’ al-A ynayn 'i bu Mâ’ al-Aynayn kısa zamanda, Fas sultanla­ işten uzaklaştırdı. O kendi memleketinde de rı ile devamlı münâsebetler kurmağa başladı. muvaffak olamadı; Adrâr seferinden sonra, Daha Mavlây sAbd al-Rahman b. Hîşam ( 1238 memleketteki nnfûzu azald ı; — miralay Gou— 1276 = 1822— 1859 ) zamanında, hacca gider­ raud’nun idaresindeki fransız kuvvetleri bu ken, F a s ’ta kalmış idi. Sonradan ve bilhassa sefer esnasında Mâ’ al- Aynayn ’i bozguna Mavlay al-Hasan ( 1290— 1311 «= 1877— 1894) uğrattı. devrinde, muayyen zamanlarda Merâkeş ve Bununla berâber, Mâ1 at-:Aynayn eski mül­ Fas ’a gitmekte ve köle te’min etmesi de kü üzerindeki nufuzuna tekrar kavuşmak ümi­ ( aynı zamanda esir ticâreti de yapmakta idi ) dini hâlâ tamamen kaybetmiş değil idi. Ümit­ sultan tarafından gayet iyi karşılanmakta idi. lerini daha da ileriye götürerek, 1910 mayı­ Genç M avlây:Abd al-'A ziz [ b. bk.] 1311 ( 1894 ) sında kendisini s u l t a n ilân etmekte ve ale­ ’de tahta çıktığı zaman, Mâ' al-Aynayn ona vî hükümdarları tarafından kâfirlere satıldığı biat etti ve 1896 'da M erâkeş’e onu görmeğe iddiası ile, Fas ’ı geri almak hususunda teşeb­ gitti. Sultan cenuptaki payitahtında, tarikatı büslere girişmekte tereddüt etmedi. Etrafına için bir zaviye yaptırmak üzere, ona bir yer Anti-Atias ve Süs ’un bütün kabileleri ile ken­ hibe etti ve maiyeti ile birlikte kendisini Fas di tarafdarlarmı toplayarak, Merâkeş 'e gitti ’ın limanı Mogador 'dan Rio de Oro ’nun ve oradan, orta Atlas yolu ile, Fas şehri üze­ limanı olan T arfa'ya göndermek üzere, bir rine ânı bîr hücûm yapmak istedi. Fakat kuv­ gemi kiraladı, Şmâra 'nin merkezine bir yol vetleri Tâdlâ { b. bk.] civarında 23 haziran ile bağlı olan bir küçük liman, bu devirden 1910'da, general Moinier’nin kuvvetleri tara­ itıbâren ehemmiyet kazandı; alman gemileri, fından, bozguna uğratıldı. Mâ’ al-Aynayn kaç­ İspanyol ve yunan yelkenlileri, Fas *ta yükle­ maktan ve~ Süs ’a sığınmaktan başka çâre bu­ dikleri eşyaları, ehemmiyetli harp silâhı ve lamadı ; orada her kes onu terketti ve yaşa­ mühimmattan ibaret hamûleierini buraya taşı­ mak için, köleleri ile sürülerini satmak mecyorlardı, Bu mühimmat ve silâhlar, fransızla- bûriyetinde kaldı. T iz n it’teki Jiaşba 'sına çe­ rın Senegal hudutlarında yayılmasına mâni kildi ve orada 17 şevval 1328 (28 teşrin I. olmak maksadı ile, taraftarlarını teçhiz etmek 19 1 0 )’de öldü. ve magribli kabilelerin silahlandırılması için İki sene sonra, Mâ’ al-’Aynayn ’in oğlu A h ­ Mâ' al-‘ Aynayn 'e gönderiliyordu. Filhakika bir med al-Hiba de kendisini sultan ilân etmeğe çok yıldan beri, Mâ' al-Aynayn te'sirî altında çalıştı. Mebdîlik iddiası ile Tiznit 'ten hareket tuttuğu bu büyük ülkede, fransızlarm Mavri- ederek, Merâkeş ’e gitti ve orada kendisini tanya'ya*doğru nüfûslarını genişletmek siyâ­ Mahdİ ilân ettirdi; askerleri şehri yakıp-yıksetine karşı düşmanca bir hava yaratmakta tılar. Fakat 29 ağustosta Hiba miralay Manidi. Ticikca yakınlarında, 12 mayıs 1905 'te gîn ’in kuvvetleri tarafından Benguerir ’de boz­



408



MÂ-ül-AYNEYN -



guna uğratıldı; Mangin’in kuvvetleri, Sid iB 3-O sm an'da yapıla» ikinci bir savaştan son­ ra, aynı yılm 7 eylülünde M erâkeş'e girdi, Fas 'ta, gizli ve açık, sayısız taraftarları olan Mâ’ al-A ynayn bu memlekette hakikî bir riyazet ehli ve büyük bir d :n âlimi olarak şöhret bırakmış idî. — »Saçları kesik, yüzü ör­ tülü id i; yalnız cuma günleri, camiye gitmek üzere, sokağa çıkardı. Mâ* al-'Aynayn son de­ rece kanaatkar bir hayat sürüyor, ağzına süt, hurma ve koyun etinden başka bir şey koymayordu. Bir edip olarak, dine, tasavvufa, hey'ete, nücûme dâir bir çok eserler ile derûnî murakabe, metafizik nazariyeler, elkimyâya dâir muhtelif risaleler yazardı. Babası ve kar­ deşleri gibi, o da çevresinde, tilmizleri vâsıtası ile, harikulade şeyler yaptığına, keramet sa­ hibi olduğuna dâir rivayetlerin yayılmasını se­ viyordu. Böylece Fas *ta olduğu gibi, Seguıet *te de nufuz ve itibârım son derece arttırd ı,. (E . Richet, La Mauriianie, Paris, 1920, s. 126 v .d .). Mâ’ al- Aynayn ’in yukarıda bahsi geçen he­ men bütün eserlerinin F a s’ta kendi hesabına taş basmaları yapılmış idi, Murâbıt akidesi uğ­ rundaki propagandası için, geniş ölçüde yaz­ dığı eserleri şunlardır: I. Adab al-muf^âlata ma‘ a 'l-yatim ( Mu f id alsam ? kenarında, nr. 20), 1321 ; 2. dl-Akdas ‘ ala H-anfas ( îmam aîHaramayn, Varakât 'm şerh i), 1320; 3. D alil al-rifak 'ata $ams al-iiiifak ( 3 cild ), 1321; 4. Divan ( tasavvufî şiirlerden mürekkep), 1316; 5. Cavâb al-muhakkika f i ahbar al-hirka, 1302; 6. Kitâb fâtik al-ratk 'alâ râtik al-faik, 1296 ( 2. tab„ 1309 ); 7. Hidâyat al-mubtadi'in va-naf at al-muntahin (nahve dâir), 1322; 8. Haccat al-murid f i ’l-cahr bi'l-zikr *ala il-marid, 1321; 9.İbra z a l-la â li’l-maknüna f i yl-asâmî ’t-zâhira va ‘l-muzmara, 1322; 10. İşhâr al-tarifc al-muştahir ‘ ala „sma‘ va-lâ tağtarir", 1321; 11. al-Halâs f i hakikat al-ihlâs, 1320; 12. al-Kibrît al-ahmar, 1309 ( Fas tab. 1324); 13. Kur rat al-aynayn f i ’t-kalâm 'ala ’t-raya f i ’l-dârayn, 1321 ( nr. 10 k en arı); 14. Mâ yata’allak bi ’l-hasad ( nr. 36 kenarı), 1320; 15. Macma al-durar f i ’Ltavaşşul bi 'l-asma va yl-âyât va 'l-suvar, 1309; 16. al-Makâsîd al-nârâniya, 1306 ( nr, 29 kenarı; 2. tab , 1320 ); 17. Mubsir al-muta$avvif 'ala muntahab altasavvuf (2 cild), 1314; 18. M ufid al-hâiira va ’ l-bâdiya bi~şarh hâzih al-abyât al-şamaniya, 1316; 19. Muf i d at-râvî 'ala anni muhâvî, 1309; 20. M ufid a lsa m ? va ' 1-mutakaL lim f i ahkâm al-tayammum va ’l-muiayyammim, 1321; 21, Muğri ’l-nâzir va ’l-sâmi' ala ta allum al-ilm al-nâff, 1294; 22. Manii al-başş f i man yuzilluham A llah bi-zill al-arş,



MÂVERÂÜNNEHR. 1309; 23. Manii al-ma'ârib ‘ala ’l-hamdu IVllâh kifa al-vâcib, 1309; 24. Muntahab altasavvuf, 1325 ; 25. Muzhir al-ditâlai al-makşada fi atfa z al-iakiyyât, 1321 ; 26. Muzilat al-nakad \amman lâ yuhibb al-hasad ( nr. 11 ken arı); 27. Naşîfıat al-nîsâ\ 1321; 28. N d t al-bidayât'va tavsif al-nikâyat, 1211 (Kahire tab., 1324); 29. Sahi la-murtakâ f i yl-htass :ala ’l-iakâ, 1306; 30. al-Sayf va ’l-Müsâ f i kaiîyat al-H ür va Musa, 1320; 31. S ay f al-macâdil li ’l-kutb al-kâmîl, t.s.; 32. S ay f al-sakt li ’l-mata‘ arrîi lana f i avval al-vakt, t.s.; 33. al-ŞÛât f î fa i d i l baz al-şalavât, 1321; 34. Şilat al-matarahhim ‘alâ şilat al-rahim, 1323; 35. Tabyin al-ğumüi !alâ na’t a l-a rü l, 1320; 36. Talçyid yata*allak bî-hadis „innama yl-a‘mâl bi ’LniyyâV*, 1320; 37. Tanhih maâşir ahmurldin ‘ alâ kavnihim li-aşnâf al-şakaba tab iin , 1321; 38. Tanvir al-salİd f i H-âmm va ’l-hâşş, 1320; 39. Simâr al-muzhar ( şiir mecra. ), 1324; 40. Tibyân al-hakk allazi li H-bâtil sahk, 1321. Mâ* al-‘Aynayn *in oğlu Muhammed Tâki Allah, hakkında bir eser kaleme alm ıştır: Muzakkir al-mavârid bi-sirat Mâ’ al- Aynayn içt *1-fava* id (F as, 1316). Mâ’ al-A ynan hak­ kında, Ahmed al-Şingiti ( s. 360 v. dd.) 'de de mâiûmat bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ı MAVRÎTANYA mad. gösterilen eserlerden başka bk. bir de alMoutabassir, Mâ el A înîn ech Ckanguîty, ( RMM, 1907, I, 343 — 351) ve VAfrtçue française ( Balletin da Comite de Renseignemenis coloniaux, tür. yer.). ( E. L evi -P r o v e n ç a l .) M A V A L Î Y A . [ Bk. m e v v â l .] M A V A R A * AL-NAH R. ( Bk. MÂVERÂÜNnehr .) M A V A R D Î. [ Bk. MÂVERDÎ.] M A V D U D . [ Bk. mevdûd .] M Â V E R Â Ü N N E H R . M A V A R A ’ a L-NAHR ( a .) »nehrin öte tarafında bulunan"; eski çağ coğrafyacılarında Mâ vara’ al-Cayhun mânası ile Transozıana; Amu-Derya [ b. b k.; Ceyhun, Oxus ] 'nm şimalinde, araplar tarafından feth He İslâm hâkimiyeti altına girmiş olan ü l ­ k e l e r e verilen bir isimdir. Buraya Soğd, Fergana, Şur, Eşrusene v. b,, yâni daha sonraki coğrafya ıstılahlarına göre, eski Buhârâ ve Hokand hanlıkları İle diğer Türkistan şehirleri dâhil bulunuyordu. Mâverâünnehr 'in şimal ve şark hudutları, kat'î olarak, belli olmamakla beraber, Sır-Derya ( Seyhun, J aza rtes) hav­ zasını veya o zamanlar İslâm hâkimiyetine girmiş olan ülkeleri içine aldığı ve siyâsî mü­ nâsebetlerin inkişâfına tabî olduğa anlaşılmak­ tadır. Müslüman coğrafyacıları tarafından Mâ­ verâünnehr ’in mâmurluğu, toprağının verimli



MÂVERÂÜNNEHR Hğİ, ekin, mey va v. b. mahsûlleri ile ehlî hayvan­ larının bolluğu, nüfusunun çokluğu, cömertliği, misafirperverliği, yol ve geçitlerin mükemmel­ liği, rıbat v. b. hayır müesseseler!nîn çokluğu, halkın cesareti, ilim ve maârife karşı meyil ve İstidadı uzun-uzad'ıya tasvir edilmektedir; bu hususta krş. G, îe Strange, The Lands of the Basiern Caliphate, Cambridge, 1905, s. 433 v. d d , ; W. Barthold, Türkesian ( C M S, N. S., Loadon, 1928, V, 64 v. dd.). Bu tâbir arap coğ­ rafya eserlerinden farsçaya da geçmiştir. IX, ( XV.) asırda Hâfi% AbrÜ [ b. bk.] kendisinin coğrafyaya dair eserinde Mâverâünnehr ’e hu­ sûsî ( sonuncu) bir fasıl ayırmıştır. Edebî an’anenin te'siri ile, bu tâbir orta Asya 'mn kendisinde bile buradaki duruma göre, nehrin beri tarafında bulunmasına rağmen, son za­ manlara kadar kullanılmakta devam etmiştir (bk. Babur, G M S, I, fihrist; trk. trc. ReŞİd Rahmeti Arat, Ankara, 1946, fih rist; Muhammed Şâlih, Sprav. knijku Samarsk, oblasti, V, 240 v.’b.). _ (W. Barthold.) M  V E R D İ. a l -M AVARDİ (9 74 -10 5 8 ), A bu ' l -H a s a n 'A lü. b . M ü h am m ed B.HABÎB,



ş â f i ’ î f a k î h i olup, tahsilin! Basra ve Bagdad ’da ikmâl ettikten sonra, müderris olmuş ve kısa bir müddet NişâpÜr yakınında Ustuvâ *da baş-kadıhk vazifesini görmüş, devamlı surette yerleşmek üzere, Bagdad 'a gelmiştir. Burada o zaman Irak 'ta saltanat süren Bûveyhîler İle müzâkereler esnasında halife alKâdir ( 381—422 = 991 — 1031 ) ’in hizmetinde bulundu; Büveyhîlerden Calâl al-Davla 429 v 1037/1038 ) ’da halife ai-Muktazi ’den kendi­ sine şahânşâk ( malik al-mulük ) unvanının tevcihini isteyince, muhalif bir fetvâ verdiği için, bu hükümdarın husûmetini celbetti. Mâ* vardi 30 rebiülevvel 450 ( 27 mayıs 1058 ) ’de 86 yaşında olduğu hâlde, vefat etmiştir. Mâvar d i 'nin eserleri, ancak ölümünden son­ ra, tilmizlerinden biri tarafından neşredilmiş­ tir. Elimizde bulunanları şunlardır: 1, Tafsir al-Kur ân veya Kitâb al-nukat va ’l-uyün ( Rampur yazması için bk. J A S B, yeni seri, H, X L I; Fas yazması için bk. Fihrist Mascid al-Karavİyin, nr. 215 ve İstanbul yazması için bk. Kılıç Ali Paşa kütüp., nr. 90). 2. K, al-hâvî al-kabir f i 'l-furu' ( yazmaları için bk. Brit. Museum Or., nr. 5828, krş. Ellis ve Edwards, Descr.-List, s. 22; Kahire, krş. Fih­ rist, III, 215 ve İstanbul, Süleymâniye kütüp., nr. 436). 3. Kitâb al-ahkâm al-sultâniya ( nşr. R. Enger, Constitationes politicae, Bonn, 1853), Kahire'de, 1298,1324 ve 1327 yılların­ da tab’edilmiş olan bu meşhur eseri amme hukukuna âit meseleleri, zamanının siyâsî şart»nnı dikkat nazarına almaksızın, mütâlea et­



MÂVERDL



409



miştir ( bk. A. v. Kremer, Culturgesckichte, I, 396; M. Hartmann, Unpolitiscke Briefe aus der Türkei, s. 242); tercümeleri için bk. S. Kaizer, Publiek en adminisiratief regl van den İslam met een inleiding över de toepasselijkkeid van dar regt in Nederlandsck Indie ( ’s-Gravenhage, 1862); L. Ostrorog, Les constitationes politîques, trad. et commentees d*apres les sources orientales ( Paris, 1900 — 1906); F. Fagnan, Les status gnuvernementaux ou regles de droit public ( Alger, 1915) ; krş. H. F. Araedroz, The Mazaltm jurisdiction ( J R A S , 1911, s. 635— 674); 4. Kitâb Nasihat al-mulük ( Paris yazması için bk, de Slane, nr. 2447, 3 ). 5. K. Taşıl alnasar va ta cil aUzafar, siyâset ve idare et­ mek san’atı hakkında Gotha yazması için bk, Pertsch, Ferz., nr. 1872 ). 6. K. Kavânln alvizâra ( Viyana, Konsularakademie, Krofft, s. 475 'te Kânun al-vazir va si yasat al-mulk başlığı altındadır ; Landberg ’de yazması için bk, Goldziher, Abk. zur ar, Philologie, II, not s, 14; İstanbul, Topkapı sarayı, 2405,3 ’ieki Kitâb al-vizâra, Rescher, R S O, IV, 710 ’a göre, ancak nr. 4 ’mn bir parçasıdır). 7. K, A'lâm al-nubûva ( Berlin yazması için bk. Ahlwardt, nr. 2527; Kahire için bk. Fihrist , I, 270 (K ahire tab., 1319, 1330); krş. Dıez, Denkzoürdigkeiten von Asien, II, 382; Schreineir, Kohuts Semitic Stadies, s. 502— 513 ). 8. K, Adab al-kâzi ( yazma, İstanbul, Süleymâ­ niye kütüp., nr. 3Sı ). 9. K, al-Amsâl va 7 hikam, 300 hadîs, 300 darb-ı mesel, 300 be­ yi ti muhtevi olup, her biri 30 darb-ı mesellik jo fasla ayrılmıştır (Leiden yazması için bk. Catalogus, I, nr. 382 ). 10. K, at-Buğya al'ıtlyâ f i âdab ( adab ) al-dünyâ va ’l-din, bu­ gün hâlâ çok okunmakta olan bir eser ( İs­ tanbul tab., 1299, Kahire tab., 1309, 1310, 1315, 1327, 1328, 1339) olup, al-Âmuli'nin K aşkül'üne haşiyedir (K ahire tab., 1316,Hin­ distan tab., 1315 ). Uvays Vafâ' b. Dâvüd alArzancâni Hânzâda, Minhâc al-yakîn adı al­ tında, bunun bir şerhini yazmıştır ( İstanbul tab., 1328). V azir Lisân al-Din b. al-Hatîb ( Ölm, 776 •*= 1376 ) 'in hocalarından biri olan İbn Liyün, bunun bâzı kısımlarını şerhetmiştir (Madrid, nr. 427). Müellifi mechûl,MaVJfa i al~fazd‘il adlı bir hulâsası da Escurial 'da bulunmaktadır ( bk. Derenbourg, II, 748 ), B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân, Vafayât al-dyân (K ahire, 1299), I, 410; Ya­ kut, îrşâd al-arîb, V, 407; al-Subkı, TabaI kât al-şâfilya, HI, 303— 314; İbn Tağribirdi (nşr. Popper), s. 718 (II, 224); Wüstenfeîd, Schafiiten, nr. 395 5 R- Enger, De vita et scriptis Maroerdii (Bonn, 1851);



4io



MÂVERDÎ -



MAVRİTANYA.



Brockelmann, G A L, I, 386 ; Supplem., I, 668, (C , B r o c k e l m a n n .) M A V K ÎF . [ Bk. m e v k İf .] M A V L A . [Bk. m e v lâ .] M A V L A V Î. [ Bk. m ev lâ .] M A V L A V Î Y A , [ Bk. m ev le v Îlîk .] M A V L İD , [ Bk. m e v l İD.] M A V R İT A N Y A (garp dillerinde M a u RITANIE, M a URITANIA, MA ü RETANIA), Afrika ’da m a g r i b l i l e r ( MAüRES, MOORS, MAUREN ) m e m l e k e t i . Fenike dilindeki maukarim ( »garplılar" ) den yahut daha muhtemel gö­ ründüğü üzere, şimalî Afrika 'da hıristiyanhk devrinden evvel yaşamış bir kabilenin ismin­ den iştikak ettiği, ileri sürülen bu tâbir, eski çağda şimalî Fas ( Manritania Tingitana ) ve Cezayir ülkesinin şimâl-i garbı kısmı ( Maurıtania Caesariensis ) için kullanılmış idi. Daha sonra Avrupalılar bu tâbirin kullanılış sahasını genişleterek, Akdem z ve Sahra Afrikası k m , arap-berber, bütün ahâlîsini ve bunların yaşa­ dıkları memleketi de bu ad ile isimlendirdiler. Bunu müteakip sözü geçen geniş bölge içinde temaslarının daha fazla olduğu memleketleri payitahtlarının isimleri ile adlandırmak yolu­ na gittiler ( Trablus, Tunus, Cezayir ve Fas ). Bunun neticesinde magribli adı avrupalılar ara­ sında ancak şimalî Afrika ’mn Endülüs, mûsevî veya türk menşe’li şehirlileri yahut bilhassa garbı Sahra göçebeleri için kullanılmakta de­ vam etti. Sözü geçen kabileler Ahmed al-Şingİti ( al~ Vaşii, Kahire, 1329) nin buradaki başlıca köy adına ( Şingit, fm s. Chinguetti ) izafet İle, Şingit memleketi dediği sahada göçebe hâlinde yaşarlar. Bu müellife göre, memleket Atlas okyanusu, Sagiat al-Hamrâ1 vadisi, Senegal nehrinin sağ sahilindeki İbn Hayba ( Brâkna) ovası, nihayet Vaîâta ve Na'ma ( Nema ) kasabaları ile hudatlanmaktadır. Eğer bu müellifin yaptığı gibi, bura sakinlerini nazarı itibâre alırsak, memleketin şarkta Tırnıbuktu 'ya kadar uzandığım kabul etmemiz lâ­ zım gelir. Mavritanya şimdi fransızlann garbî Afrika topraklarında kurulmuş 8 bölgeden biri olup, bu bölgenin sahası, yukarıda zikredilen hudut­ lara nazaran, çok daha dardır. Şimalde ve şarkta itibari bîr hudut çizgisi bu topraklan Ispanya’nın Rio de Oro arazisinden, Cezayir ülkesinin cenup topraklarından ve fransız Su­ danı 'ndan ayırmakta ve eenupta ise, Senegal nehri mecrası vâsıtası ile, yine Fransa 'nın Senegal kolonisinden ayrılmaktadır. [ Buna go* re, memleketin mesahası 1.077,000 km2, ve nü­ fusu da, 1951 'de 657-ooo’e varmaktadır], Senegal nehri yakınları bir tarafa bırakı­ lacak olursa, memleket bir çöl yahut hiç de­



ğilse yan çöl vaziyetinde olup, en az kurak olan kısımlarında hayvancılığa elverişlidir. Müstemleke olarak da, bir işletme bölgesi ol­ maktan ziyâde, ıktisâdî bakımdan daha elve­ rişli durumda olan Senegal bölgesini şimalden koruyan bir askerî bölge vasfım hâiz bulunur. I. COĞRÂFÎ VAZİYET. Umûmî olarak Mavritanya az arızalı bir mem: Ieket manzarası arzeder. Şimalde Rio de Oro memleketinin cenup topraklarında okyanus kı­ yılarından başlayarak, cenupta Senegal nehrinin orta mecrasına kadar takıp edilen bir takım al­ çak dağlar ( başlıcaları Hat çukuru ile birbirin­ den ayrılan Adrâr Tmar ve Tagant kütleleri ) göze çarpar ki, bunlar şimal ve şimâl-i şarkîye doğru muhtelif tâlî kütleler ile İgidi kum çölüne kadar devam eder. Dağlar arasında, yer-yer müteharrik kum tepeleri ile kaplı olduğu için, münâkale bakımından güçlük vücuda getiren, fakat aynı zamanda iyi otlaklar ihtiva eden düzlükler uzanır ( şimalden cenuba Erg al-Hamami, Makteyr, Varan, Adafer ve A u k a r). Bunların şimalinde, sudan mahrum, zemini sert ve düz arazi Fas memleketi cenûbundaki Dra Hammada 'sına kadar takıp edilir ( Gallaman, Kar et ve Y e t t i). Memleketin şimâl-i şarkîsine doğru iklim çok kurak olup, bilhassa Valata şimalinde, Cuf çukur sahasında ye Erg Şeş ’in garp kısmında susuz ve hemen tamâmiyle meehûl bir bölge yer alır. Burada yalnız dağ keçisi, ceylân ve deve kuşu gibi hayvanlar ile bunları avlamak üzere gelen, günlerce su­ suzluğa tahammül eden ve avladıktan hayvan­ lar gibi, yeşil ot yiyen avcılar ( nmadi) bu­ lunur. Memleketin garp kısmında, okyanus kıyısın­ dan itibaren, bir körfez gibi içeriye doğru soku­ lan, kum ile kaplı bir ova uzanır. Bölgede hâ­ kim şimâl-i şarkî rüzgârlarının getirdiği kumlar yer-yer tepecikler teşkil ederler kî, bunlardan şimalde olanlar, rüzgârın sevkı île, sık-sık yer değiştirirler. Cenuba doğru iklim tedricî bir şekilde nemlendiği için, kum tepecikleri üzer­ lerinde yaşayabilen nebat kökleri vâsıtası ile, bulundukları yerlere tesbit edilmiş durumda­ dır. Memleketin nebâtî manzarası cenup istîkametinde iklim ile beraber değişir, şimalde Rio de Oro hudutları gâyet kurak ve çıplak olduğu hâlde, eenûba doğru bozkır görünüşü hâkim olmağa başlar, Senegal nehrine yaklaş­ tıkça, Brâkna ve Gorgol ovası gibi, zemini alüvyonlu çukur yerleri sığ su birikintileri ile işgal edilmiş düzlükler görülür ki, burada yük­ sek boylu sık ağaçların yarattığı husûsî bir manzara ( tâ mart ) göze çarpar. Nehir boyun­ da ise, toprağı verimli Şamamah ovası ( neh



MAVRİTANYA. rin yukarı taraflarına doğru Litama ve Gidi* m aka) yer alır. Nekre yaklaştıkça bozkır or* mana tahavvül eder. Umumiyetle düz olan deniz kıyısı yer-yer kum tepecikleri, yayla düzlükleri ve tuz göl­ leri ( sebha ) ihtiva eder. Bütün garbı Afrika sahillerinde olduğu gibi, bu kıyı boyunca de­ vamlı bir dalga çatlaması hâdisesi vardır. Bu­ nunla beraber balık pek bot olup, kıyı halkıkının geçiminde mühim yer tutar,



II. Nüfus.



4n



de bulunan Gana ve bu sonuncuların yeri­ ne geçerek, bütün garbi Sudan 'a hâkim ol­ muş bulunan Dİara kıralhkları) az-çok tebeası oldular. Zencilerin yaşama sahası kısmen Fas ’ın cenubunda göçebe dolaşan Şanhâca ve­ ya Znâga berberi kavimlerinin sahasına temas etmekte idi. 2. Ş a n h â c a i s t i l â s ı . Bu istilânın tari­ hi bilinmemekle berâber, pek eski olduğu mu­ hakkak gibidir. Arap emirlerinin Mağrib aî« A kşâ fya doğru, VII. asrın son senelerinden iti­



baren icra ettikleri seferler bunların İslâmi­ yet ite ilk temâsmı te’min ettiği gibi, eenûba doğru yayılmalarını da hızlandırmış olmalıdır. Bununla beraber, Şanhâcaîerin Adrar, Tirİs ve Tagant 'a kadar uzanışları, muhtemel olarak, daha eski bir hâdisedir. Memleketi fethetme­ leri yavaş olmuş ve galiba Senegal nehri kıyı­ larına ilk defa XI. asırda ulaşılmıştır. 3. B i r i n c i Ş a n h â c a k ı r a l l ı ğ ı . IX, as­ rın başında bir takım Şanhâca kabileleri ( Lemtüna, Guddâla ve Beni Vâre$) Adrâr '1 işgâl ederek, Ğana zenci devleti topraklarına akmlara giriştiler. Bunların Lemtüna’lı reislerin­ den Tiluian ( ölm. 836 yahut 837 ) bütün berberîlerin başına geçti ve 20 kadar zenci hü­ kümdarını kendisine vergi vermek mecbûriyetinde bıraktı. Başlıca şehirleri Azuggi ve bilhassa Audağust olup, bu sonuncusu şimdiki Kifah ( K iffa ) ’ın 60 km. şimâl-i şarkîsinde bulunuyordu. VII. asra doğru Soninke zencile­ rinin kurmuş olacakları bu şehrin Sahra ötesi ticâret bakımından kazandığı ehemmiyeti bu­ raya daha o zamandan kısmen işlâmlaşmış ya­ bancı bîr nüfus ( berberîler ve araplar ) cezbetmiş idi. Parlak bir başlangıca rağmen, bu Lemtüna devleti uzun sürmeyerek, 919 'da or­ tadan kalktı ve bunun üzerine Gana zencîIII. TARİH. hukümdarlan Tâgant 'a doğru yayıldılar ve X. S. T a r i h t e n e v v e l k i d e v i r l e r içinasrm sonunda Audağust 'u ele geçirdiler. 4. İ k i n c i Ş a n h â c a k ı r a t l ı ğ ı . 1020 Mavritanya 'da bilhassa Adrâr ve Aukar havâli­ sinde yapılmış bâzı araştırmalar, bütün sahra­ senesine doğru muhtelif Şanhâca kabileleri ye­ da olduğu gîbı, buıada da ehemmiyetli tarih niden birleştiler. Başa gerçekten müslüman ilk öncesi eserler bulunduğunu meydana koymuş­ Znagi reisi olduğu sanılan Lemtüna kabilesin­ tur. Çok eski olarak yerleşenlerin, kullandıkları den Tarsina geçirildi. Bu şahıs, hacca gidipâletler bakımından siyah ırk ile münâsebetleri geldîkten sonra, zencilere karşı, savaşa girişti olduğu tahmin ediliyor. A drâr hurmalıklarım ve bu savaşlardan birinde öldü ( 1023 ). Reis­ meydana getirdikleri ve şimdi A tar 'ın 15 km. lerin muhtelif kabileler arasında nöbetleşe şimâl-i garbisinde Azuggi 'nin yerinde „ Kö­ seçilmesi kaidesine uynlarak, yerine Guddâla pekler şehri* adlı bir belde kurdukları, Mag­ kabilesinden damadı Yahya b. İbrahim geçti. ribliler tarafından rivâyet olunan Bafur kav­ Tarsina gibi, müttekî bir zât olan Yahyâ, hacc isinin bu «ski sakinlere bağlanması belki dönüşü berâberinde Fas 'tan ‘ Abd Allah b. mümkündür. Bu Mavritanya zencileri, çölün Yasin isimli bir şeri'at adamım, yanındakilere cenûb-i garbisinde mevcudiyetleri bilinen ilk dinî vecîbeleri öğretmek üzere, getirdi. Şankırallıkların ( Senegal 'deki Futa 'ya hâkim hâcalerin evvelce ıyî karşıladıkları bu zât, on­ Takrur, payitahtı şimdiki Valata ham 160 lara şimdiki T isit ’in yerinde Areitıenna şeh­ km. cenûb-i garbisindeki Kumbi 'nin yerin­ rini inşâ ettirdi. Fakat sonraları, göçebelerin



N ü f u s . Mahallî an’ane ve rivayetlere gö­ re, memleket Önceleri siyah insanlar ile mes­ kûn idî. Bundan sonraki asırlarda muhtelif berberi kavimler, araplar ve muhtemel olarak, mûsevîler geldiler. Îİk gelenler, şüphesiz hic­ retten evvel, berberîlerden Şanhâcaler oldu. Daha sonra Sahra ötesi ticâretin gelişme­ si ile, burada kurulan kasabalara muhtelif menşe'li tüeccarlar ( araplar, berberîlerden Zan âta, Nafüsa, Lvâta, Nafzâva v.b.) geldiler. Banlardan başka muhtelif devirlerde zulümden kaçan mûsevîler buraya sığındılar ki, son ola­ rak XV. asrın sonunda T u â t’tan koyulmuşlar­ dı. Nihayet Ma'kil zümresine dâhil araplar. memleketi XV. asırdan iti bâr en istilâ ettiler. Bunlar yeni Zanata guruplarını da beraber sü­ rüklemiş yuhut önlerine katmışlardı. Yahudiİerin hepsi de, artık ayrıca sayısı tesbit edilemeyecek şekilde, berberîler İçinde eri­ mişlerdir { ma ilemin denilen demirciler kastı­ nın esâsım bunların teşkil ettiği zannolunuyor). Tedricen Senegal nehrine doğru sürülen zen­ cilerden şimdi Tukulör, Sarakole, Volof, PÖl ve Baftıbaralar kalmıştır ki, bunların sayısı mev­ cut nüfusun dörtte bîrini bulmaz.



412



MAVRİTANYA.



kendisine karşı isyan etmeleri üzerine, *Abd Allah, müridleri ile beraber, okyanus kenarmda bir adada ( belki Tidra a d ası) müstah­ kem bir tekkeye ( ribât) sığındı. Bu sebeple onlara al-Mtırâbifcün ( „Murâbıtlar, ribât 'ta bulunanlar") denildi ki, bn tâbir Avrupa dillerine almoravid şeklinde geçmiştir. 5. M u r â b ı t l a r . Bunların kudsiyetyolun­ da şöhretleri arttı ve böylelikle etrafları­ na bir çok taraftar toplandı. :Abd Allah, bunlar üe, âsîlere ve zencilere karşı harekete ge çti; bir kaç sene İçinde, Sahrâ 'nın bütün garp kısmım, Tafüalt ve D ra ’dan Senegal ’e kadar, itaat altına aldı, 1050 'de Yahya b. İbrahim öldü ve Lamtüna kabilesinden Yah­ ya b ‘Omar, topluluğun siyâsî reisi oldu; 'Abd Allah b. Yasin ise, dinî reis vaziyetin­ de idi. Birincisi A udağust’u geri alıp, yağma ederken, öteki de Magrib ’ın fethine teşebbüs ediyordu. Fakat çok geçmeden Yahya, Adrâr ’da bir isyan sırasında, Abd Aüâh ise, Fas ovalarındaki hak yolundan sapmış Barğvâtalar ile çarpışırken öldüler* Y a h y a ’nın kar­ deşi Abü Bakr bir müddet Murâbıtların en büyük reisi oldu ise de, daha sonra şimalî Afrika ’da fethettiği sahaları yeğeni Yusuf b. Taşfin ’e terketmek mecburiyetinde kaldı ve hü­ kümranlığı memleketin yalnız cenup tarafları­ na inhisar etti. Zencilere karşı cihâda girişip, onları İslâmlaştırmağa gayret etti. 1076 ’da Ğana’yi, 1080’de payitaht olan T akrü r’u ele geçirmiş, rivayete göre, yukarı Niger üzerin­ de bir Mandingo hükümdarı da onun hâkimi­ yeti altına girmiştir. 1087 ’de Tâgant ’ta öl­ dürülünce Ma vr itan ya ’daki Şanhâca birliği ortadan kalktı ve Ler kabîle yeniden istiklâl buldu. 6. T a ş u m ş a l a r v e z e n c i l e r i n m u ­ k a b e l e s i . Yukarıki seneler ile, XIV. asır sonu arasında, Mavritanya tarihine ait bilinen şeyler azdır. Bununla beraber Mali zencî kırallığı te şirinin Ad rar ve Tagant ’a kadar ya­ yıldığı ve S û s’tan gelme başka bir Murâbıt berber unsuru olan Taşumşalar m memlekete gelip, yerleştikleri tahmin ediliyor. Görünüşe bakılırsa, Taşumşalar evvelâ Murâbıtların an'anesini benimsiyerek, zencilere karşı cihâda devam etmişlerdir. Fakat bâzı muvaffakiyetlerden sonra, Senegal nehri böl­ gesinden geri atılarak, Tiris ve Adrâr ’a doğ­ ru çekildiler ve silâhı terkedip, dinî tetebbû ve ibâdete koyuldular. Bunun üzerine, zenci­ lerin mukabelesi endîşe verecek bir hâl a ld ı: Voloflar, Sonİnkeler ve Tukulörler Mavri­ tanya 'nın bir kısmını zaptettiler; o sırada eğer Makil arapları ortaya çık masalardı, A k ­ deniz bölgesindeki fütuhat ile yıpranmış olan



berberîleri itaat altına almaları bile belki mümkün olurdu. 7. M a c k i 11 e r i n y a y ı l ı ş ı . Bu yeni is­ tilânın zamanım doğru bir şekilde tesbit et­ mek mümkün olmadığı gibi, esasen bir defâda vukûa gelmiş bulunduğu da söylenemez. Kü­ çük guruplar hâlinde Şanhâcaler arasına sıza­ rak, nihayet onları kendi aralarında eriten Ma' ki İlerin istilâsı, XIX. asra kadar, sürüp gitti. Mısır 'dan çıkan Ma'killer, çölün şimal ke­ narını takip ederek, XIII. asrın ilk yansında Fas cenubundan Okyanus kıyılarına ulaştılar. Fâs ’m Merini hükümdarları A tlas dağları ötesindeki vilâyetlere hâkim olmak ve oralar­ dan vergi toplamak hususunda bunlardan fay­ dalandılar. Fakat inzibat tanımayan bu göçe­ beler, çok geçmeden, Fas için bir tehlike hâ­ line geldiler. Memleketi yağmalarından ve is­ tilâ tehditlerinden korumak için, üzerlerine seferler açmak lüzumu duyuldu. Bu hareket­ ler yüzünden mi yahnt Şanhâcaler tarafın­ dan yardıma çağrıldıkları için mi veya bir kuraklık senesinde yeni otlaklar aramak se­ bebi ile mi yerli vakayinamelerin bildirme­ dikleri bir hâdisenin sevkı ile, içlerinden Zvi Haşan veya Bani I^asan zümresine mensup bâzıları Mavritanya 'ya doğru indiler. Zenci­ lerin nehre doğru sürülmesine yardım ederek, kendileri ile hemen aym zamanda Tu â t ’a gel­ miş bulunan Kunta Zanâtaları tarafından desteklenerek, yukarı Mavritanya ( İçel ve Zemmür ) Şanhâcalerini XV. asırda, Vadan ve Tâgant ’ı XVI. asırda, Adrâr ve aşağı Mavri­ tanya #yi da XVII. asırda itaat altına aldılar. XV. asırdan zamanımıza kadar geçen uzun devre zarfında bir takım Udaya ( Ulâd Rizg, Mğafra, Ulâd Mbark, Brâkna, Trârza, Ulâd Yahya b. 'Osman ) kabilelerinin, bunlar arasında, sırası ile, hâkim vaziyete geçtikleri görülmektedir. Ayrıca Bani Haşan ’dan daha başka guruplar da cenûba doğru indiler İse de, Mavritanya ’ya kadar gelenler azdır. Ulâd Diîm kabilesi dâimâ çöl sâhasında kaldı. Brâbişler, Tumbuktu ha­ valisine göçmeden evvel, Senegal'in bir az şimâlinde bir kaç sene ikamet etmişlerdir. 8. M a ' k i l l e r v e F a s s u l t a n l a r ı . Ma’killer, Fas cenûbunda yaşamış olmaları doIayısı üe, uzun müddet Fas kabilesi vasfını muhafaza ettiler. Sa'di ve 'A laviler devrinde, asker olarak, seferlere katıldılar. Bu hal, ce­ nûba doğru göçmelerine, Fas sultanları hesa­ bına, memleket fethetmek mâhiyetini verdi. Şüphesiz mağlûp berberîîerden vergi İstemek hakkım bu sebeple kendilerinde buldular; bu yüzden, Fas veya Merâkeş sultanları Mavri­ tanya ’yı bâzan k en gerin e âit imiş gibi te-



MAVRİTANYA,



4*3



de Ulâd 'A bd Allah emirleri Babbah muhare­ besinden sonra hâkim bir rol oynayarak, topraklarım Tâgant ’tan okyanusa kadar ge­ nişletmişlerdi. Daha sonra ve bilhassa XIX. asırdan itibaren, bunların vaziyeti, Ahmaddu 9. Ş a n h â c a l e r i n m u k a b e l e s i . Mavri­I. ( 1818— 1841 ) ’nua parlak devrine rağmen, tanya ’daki arap hâkimiyeti ne kadar başarılı geriledi ve sonunda, Fransız nufûzuna karşı bir netice vermiş olursa-olsun, Şanhâcaler inatçı mukavemetleri, kendilerini politika sah­ tarafından şiddetli mukabeleler davet etmek­ nesinden uzaklaştırdı. A d r â r ’da Ulâd Yahya ten geri kalmadı. Şüphesiz Taşumşalarm b. 'Osman arasından da kuvvetli reisler çıktı. zaafı, zencilerin tehdidi, goç edenlerin kafile- Bunlardan Ahmed uld Muhammed (1871— kafile gelişleri, İlk gelenlerin yerleşmesini 1891 ), hırçın tebeasını ve komşularım sükû­ kolaylaştırmış idi. Fakat Ma killerin berberi net hâlinde tutabildi ve Sahra — Ötesi ticâreti göçebelere karşı reva gördükleri zulüm, XVII. geliştirmeğe gayret etti. Aîımed uld Sidi asırda LemtÜnalerin ahfadından Naşir al-Din Ahmed ( 1891— 1899), askerî muvaffakiyetleri isimli bir murâbıtın şevki ile, Murâbıt devle­ ile, »harp emîri" unvanım kazandı. Nihayet tinin yeniden kurulmasını hedef tutan umûmî Tâgant ’ta Muhammed Şeyn ’in neslinden Bakar bir isyana sebep oldu. Karargâhını garbî Mav­ uld Sveyd Ahmed XIX. asırda Mavritanya’nın ritan ya’da kurmuş olan bu murâbıt, Önce etra­ en büyük hükümdarı olarak tanındı. Bu emirler idaresi, bâzan kendi aralarındaki fındakiler! zenciler ile savaşa teşvik ederek, ■ an’anevî düşmana karşı kuvvet topladı. Sene­ rekabetten, bâzan tebaalarının inzibatsızlığmgal nehrinin sol sâhiline geçip, oraları tahrip dan, isyanlarından, fesadcıhklarından, bâzan ■ etmek sureti ile, bu kuvveti dövüşmeğe alış­ da zenciler üe uğraşmak mecbûriyetinden ve tırdıktan sonra, açıktan açığa arapîara karşı bilhassa avrupahların A tlas okyanusu sahil­ döndü. Böylelikle vukûa gelmiş meşhur Babbah lerine ve Senegal nehri boylarına yerleşmek •muharebesi neticesinde, arap!ar otuz sene hare­ teşebbüsleri yüzünden, devamlı olarak, büyük ketsiz kaldılar. Sonunda Şanhâcaler arasındaki güçlükler ile, karşılaştı. 11. M avritanya sahillerinde a v geçimsizlik, mukavemetlerine son verdi ve 1674 ’te Tİn Yefzaz bozgunu bunların boyun eğ­ r u p a l ı l a r ı n r e k a b e t i , XV. asrm bi­ rinci yansında, ilk defa olarak, Portekizliler melerini kafileştirdi. ' A d r â r ’daki İdeyşillİ berberîleri de ancak Mavritanya sahillerini ve Senegal munsabmı •1745 *te Ma ltiliere boyun eğdiler ve XIX. ziyaret ettiler. Portekiz kiralının oğlu »Ge­ asrın sonunda arap emîrine karşı tekrar ayak­ mici" Henri ( Henrique ) ’nin teşviki ile, bu lanarak, onu öldürdüler. Nihayet Tâgant ’ta kıyılara gönderilen gemiler, esir, altın ve reisleri Mutjammed Şeyn ’in idaresindeki İdu* zamk getirdiler. Bunun üzerine, joao Fernan'ayş ŞanhScaîeri XVIII. asrın sonunda, istik­ dez ’İn şarkî Adrar ’da Vadan ’a gidip, Şanhâca­ lâllerini elde ettiler; hattâ 1892’de A d r â r ’ı ler arasında bir kaç ay kalmasını ( 1446) mü­ bile ele geçirmek üzere idiler. Kunta Zanâta- teakip, 1448 ’de emniyet bakımından müsait şart­ iannı memleketlerinden kovdular, halâ hüküm lar arzeden Arguîn adasında devamlı bir te’sis süren ve kendilerini Murâbıtların gerçek to­ meydana getirildi. Portekizliler buradan içeri­ runları telâkki eden emirlerin idaresi altında, lere sokulmak ve Sudan ’dan Fas ’a giden bü­ yük kervan yollarına hâkim olmak istediler. Senegal ’e kadar yayıldılar. 10. E m i r l e r i n i d a r e s i . FilhakikaXVII.Vadan yakınında ve A zuggi ’dekı kale hara­ -âsirdan itibaren, her tarafta, kabilelerin siyâsî belerinin onlardan kaldığı iddia olunur. Bu­ vaziyetleri istikrar bulmuş, umûmiyetle arap nunla beraber bir aralık yukarı Niger havza­ reislerin idaresi altında küçük göçebe devlet­ sındaki Mali zencî imparatorluğu payitahtı ile ler hemeu-hemen teşekkül etmiş idî. Bu arada münâsebete girişmiş olmalarına rağmen, uzun Trârzalar nezdinde Ulâd Ahmed b. Daman müddet sâhildekilerden başkd ticâret mevkile­ sülâlesi hüküm sürmüş idi. Bu sülâlenin muzaf­ rine sahip olmadıkları tahmin edilmektedir. Arguin adasının ticâreti, iki asır boyun­ fer ıhukümdarîarı arasında1A l i Şandura (1703— 1727 )> Fas sultanı Mavlây Ismâ'il tarafından ca, portekiziilerin ve daha sonra İspanyol­ desteklenerek, kabilesini Brâknalarm boyun­ ların elinde, canlı bir şekilde, devam etti ve duruğundan kurtarmış id î; bilhassa Muhammed ticarî mübadelelerin yapıldığı açık bir liman at*Habib ( 1827— 1860 ) ’in uzun hükümdarlık olan Portendik (bu isim, bir Trarza emîrinin devresi, Avrupa devletlerinin memlekete nu- adından gelmek üzere, „Port d’Addi" ’den bo­ fûzuna karşı magriblüerin ilk mukavemet saf­ zulmuştur ) 'te aşağı Mavritanya ’ya kadar uzan­ hasına tekabül etmektedir. Braknaîar nezdinde dı. Daha sonra Fransızlar Senegal munsabına



lâkkî ederek, XVIt. ve XVTİI. asırlarda oraya kuvvet gönderdiler; bâzı reislere hükümet etme berâtı verdiler, al-Vasıf müellifinin, Şingit memleketini Sudan ’a değil, Mağrib ’e bağ­ laması da her hâlde bundan ileri gelmektedir.



4*4



•MAVRİTANYA.



yerleştiler ( 1626 ). İspanya ile harp hâlinde Asayişsizlik yüzünden ticâret kösteklenmekte olan hollandalılar A rguin ’i zaptettiler (1638), ve Faidherbe 'in faâl politikası unutulduğu nisfakat 1665 'ten sonra bunu ingilizlere bırak­ bette, yağmacılık nehrin doğrudan-doğruya mak mecburiyetinde kaldılar. Bu üç devlet fransız idâresi altındaki son yakasına kadar arasında bir rekabet başladı. Bir asır müddetle uzanmakta idi. Senegal müstemlekesini kat'î Arguin ve Portendik elden-ele geçerken, fran­ şekilde korumak için, Mavritanya 'yı İşgal etmek sınlar Senegal boyunca ticâretlerini genişlete­ düşünüldü ve bu maksatla sonu gelmeyen bîr rek, burada mübadele merkezleri kurdular. harpten bıkmış ve bunun zararlarım çekmiş Nihayet Versailles muahedesi ( 3 eylül 1783), olan Murâbıtlardan faydalanılmağa çalışıldı. Beyaz Burun ile Salum munsabı arasını fran- Umûmî komiser Coppolani 'nin inzibat tedbir­ sız hâkimiyeti altına koydu. Bununla berâber, leri ile desteklenen siyâsî faâliyet 1903 'te XIX. asır başındaki harpler sırasında, bir ara­ Trarza memleketinin, 1904'te Brâkna ve 1905 lık, buraya îngilizler de gelmişlerdi. Fransa 'te TSgnat memleketlerinin işgali ile netice­ memlekete ancak 1817’de, Paris mâhedesinin lendi. imzasından üç sene sene sonra, sahip olabildi. Fakat bu sür'atli gelişme, Jrîavzîı bir murâBu arada Arguin ve Portendik hemen tamâ- bıt olan Mâ’ aVAynin [ b. bk.] b. Muhammed miyle harap olmuş idi, Fazı] 'm ecnebi düşmanlığım körükleyen pro­ 12, F r a n s ı z h â k i m i y e t i n i n g e n i ş - pagandası ile durakladı. Magribliier ve bilhassa 1 e m e s i. Ingiltere 'nin Portendik üe ticârette Adrâr kabileleri arasında büyük bir nufûza bulunma hakkım 1857’ye kadar muhâfaza et­ sahip olan Ma* al- Aynin ’in teşviki İle Coppomesi, Trüîrza reislerinin ve bilhassa Muham- İani öldürüldü ve Fas sultanının yeğeni Mavmed al-l^abib’in kendi istiklâlini tehdit eden lây İdris Mavritanya 'daki cihadın başına geçti. iki devlet arasındaki rekabetten faydalanması­ Nyamiîan muvaffakiyetinden bir netiee çık­ nı ve Senegal 'in sol sahiline yerleşmesini te'~ madı ise de, magribli reislerin Fas sultanından min etti. Avrupahlarm yerliler karşısındaki yardım istemeleri üzerine, fransız kuvvetlerine durumları esasen nâzik idi ve onlar ile ticâret karşı umûmî bir taarruz başladı ( 1908 ). Teh­ yapmaları, ağır bir bâc ödemek şartı ile, müm­ likeli olmak istidadı gösteren bu kargaşalığa kün olabiliyordu. Ancak 1854’te Faidherbe'in bir son vermek üzere, miralay Gonrand, AdSenegal 'e vali tâyin edilmesinden sonra, aşa­ râr’ı zaptetti (1909). Bu muvaffakiyet I910 ğı Mavritanya ’da daha faâl bir politika güt­ *da Mâ' al-Aynîn'in ölümü ve 1912 ’de Tışit mek mümkün olabildi. Faidherbe dört sene ’in ele geçirilmesi, Havz kuvvetleri ile irtibat içinde, silâha baş-vurarak, nehrin sol sâhilîn- te'min edilmesi ile tamamlandı. Bu suretle Mav­ deki Valoları itaat altına aldı, magriblileri ritanya'nın Fransa tarafından işgali ikmâl buradan çıkarttı; Trarza ve Braknaları kabule edilmiş oldu. Mi' al-'Aynîn 'in oğlu aî-Heyba mecbur ettiği bir anlaşma ile, bacı büs-bütün 'nin Merâkeş üzerine yürümesi, her ne kadar kaldırmakla berâber, Fransa nın nehre yakm mavritanyahlarm arasında, bir isyan başlangıcı sahalarda yaşayan halk üzerindeki hâkimiyeti­ husûle getirdi ise de, Smara ’mn tahribi (1913 ) ni kabûl ettiriyor ve ticâret serbestîsini em­ buna son verdi ve daha sonra Fransa, müs­ temlekeyi Sahra 'dan gelen akıncılara karşı niyet altına alıyordu. Tebeaları arasında asayişi muhâfaza etmek korumaktan başka, ayrıca bir teşebbüse geç­ ve fesatçılardan korunmak ile fazla meşgul mek lüzûmunu duymadı. olan Mavritanya emirleri 50 yıla yakm bir IV. İÇ T İM A Î V E ÎK T İS Â D Î V A Z İ Y E T . zaman bu muahedelere riâyet ederek, fransız kuvvetlerine karşı gelmeği düşünmediler. Ti­ Zenciler yerleşmiş çiftçiler olup, köyleri bil­ câret anlaşmaları Tâgant-Idu'ayşierine kadar hassa Şamamah ve Gorgol 'da bulunduğu için, teşmil edildi, hattâ Adrâr emîri ile de uzlaşıl­ bunları Mavritanya 'dan ziyâde, Senegal ülke­ dı. Mungo-Park ( 1795— 1796), Caİllie ( 1825), sine tabî saymak doğru olur. Caille ( 1843 ) ve Panet ( 1850 } 'den sonra, Mavritanyahlarm köyleri az sayıda ( başlıcaVİnceut, Bu al-Mugdad, Bonnel, Aîiun Sal, Ma- iarı Atar, Şıngılı, Vadau, Tjjigja ve Tişit ) olup, ge, Fulcrand, Aube, Soİeiiîet, Quiroga ve Cer- Adrâr, Tâgant ve Zhar 'da bâzı hurmalık ve vera, DouJs, Soller, Fabert, Donnet, Blanchet, tarlaları vardır. Bunlar deve tüyünden mahrûtî Gruvel ve Chudeau memleketin tanınmasına çadırlarda yaşayan ve sürüleri İle yağmuru hizmet ettiler ve işgalini hazırladılar. tâkîp eden göçebelerdir. Boz kır sahasında ge­



Aşağı Mavritanya ’mn sahne olduğu karışık­ lıklar, XIX. asrın son yıllarında nehir boyun­ daki ticâret iskeleleri üzerinde günden-güne daha fazla akisler bırakmakla neticelendi.



zenler Senegal nehri ile çöl arasında dolaşır­ lar. Yalnız garbî Mavritanya’daki Trarzaİarm memleketi fazla kurak olduğundan, bunların dolaşma sahaları daha geniştir, bunlar bâzan



MAVRİTANYA. Tirîa ye Adrâr ve Sntuf ’a giderler. Adrâr ile T âgant’a kadar inerler Banlar evvelce şimâl tarafında, cenubî F as'a kadar ilerileyerek, bâzan Sagiat al-Ham ra’ civarında Teknalar ile temasa geçerlerdi. Bu insanlar, et yerler ve fakir bir hayat sürerler. Psichari, mübâîegaya düşmeksizin, bunları „en sefil yaşayan insanlarft olarak, târif etmiş idi. Cemiyetleri, Fas 'tan devamlı bir şekilde ge­ len muhacirler ile tazelenerek, Mu rabıt silsile­ sine fevkalâde bağlı bir vasfa sahip bulunu­ yordu. Saf arap sayılan Hasanlar, fransız hâkimiyeti kurulmadan evvel, asıl ve muhârip sınıfı teşkil etmekte idi. Umumiyetle berberi olan Şanhâca ve Zanâta Zvayaları ( Murâbıtlar ), emniyetlerini korumak üzere, bunlara ğa~ fer denilen yıllık bir vergi öderlerdi. Bu berberîler de, hayvan yetiştirmekle berâber, aynı zamanda tüccar ve münevver olup, bâzan adetâ seyyar medreseler meydana getirirlerdi. Açık veya gizli bir şekilde uğraştıkları büyücülük­ ten, Hasanlara karşı korunmak üzere, fayda­ lanırlardı. Şanhâca berberîlerinden olan Znagalar yahut vergiye tabiler ( lakma ) istismar edilenlerdi. Araplara ödedikleri vergi ( £orma ) dışında, Murâbıtlara muayyen zamanlarda te’diyede bulunurlar; gerek araplar, gerek Murâbıtlar ayrıca gayr-ı muayyen zamanlarda keyfî vergiler tarhederlerdi. Bunlar kısmen zirâat ile geçinmekte idiler. Azâd edilmiş kö­ leler olan fla râ û n > umûmiyetle evvelkilerden daha iyi muamele görür, serf kabileler teşkil ederdi. Nihayet Hasanlar ile Murâbıtlarm elinde faâl bir ticâret mevzuu olan köleler bulunurdu. Bu gurupların dışında rencber ( m ailem in ), şâir ve şarkıcı ( igaun ) ve şarkî Mavritanya çadırlı karargâlarmm et İhtiyâcım karşılayan avcılar ( nm adi) var idi. Bu sınıflar arasındaki ayrılıklar, esâs itibârı ile kat’î olmamakla beraber, bir takım Murâbıt, hattâ Znâga zümreleri, Tâgant ’dakı İdu'ayşler gibi, arap vesayetinden kurtulabilmişler, bazıları avcıların ( geymer ) sergüzeştli hayat­ larını taklit etmişler yahut îdasanîar arasında, bâzı tövbekarlar tekkelere çekilip, İbâdete ko­ yulmuşlardı ( tiyab ). Fransız idaresi bu mânevi teşkilâta dokun­ madan, yalnız köleliği ilga e t t i; bir de hemen her tarafta, }}orma ve ğafer gibi, vergiler kaldırıldı. İktisâdı h a y a t . Mavritanya’mn tek bir itmam Beyaz-Burun yarım-adası üzerinde, bir balıkçılık merkezi olan Port-Etienne ’dir. Senegal nehrinin mecrası Üzerinde, kurak mev­ simde Podor ve yağışlı mevsimde Bakel mevki­ ine kadar nakliyat yapılır. Henüz hiç bir yol yapılmamış olup, başlıca mevkiler arasında



4*5



kervan veya otomobillerin geçtiği patikalar bulunur. Telefon hatları yalnız cenupta mevcut olup, büyük merkezler arasında muhâbere tel­ siz ile te’min edilmektedir. Başlıca geçim kaynağı hayvan yetiştirmek olup, 51.000 deve, 3.800 at, 239.000 sığır cinsî, 2 milyon keçi veya koyun ve 66.000 merkep mevcuttur ( 1932 ), Çok sayıda olan av hayvan­ ları ( ceylan, yaban keçisi, deve kuşu, toy kuşu ve yabanî hindi) halkın gıdasında yer alır. Zirâî mahsûller arasında şimalde hurma ( se­ nede 3.000 to n ), nehir boyunda ve yaylanın bâzı elverişli vâdilerinde dan, pirinç, mısır, buğday ve arpa yetiştirilir. Cenupta zamk, öteden beri bir ihrâc maddesi olarak, yer tu­ tar ( senede 1,250— 2.500 ton ). Yer altı servetleri henüz iyi bilinmemekte­ dir. Bununla berâber Sebhet Ijjel’de uzun za­ man cenup istikameti! kervanlara ticâret mevzuu olan tuz işletilir. Sahil boyunda da bunların işlettiği bir kaç tuzla vardır ki, se­ nede ihracâtı 4.700 ton kadardır. Sanayi çok iptidaî bir hâlde olup, koşum takımları için deri ve çadır eşyası imâl edilir. Sahile yakm oturanlar balıkçılıktan faydalanırlar. Bir takım kervanlar sahil boyunca şimalden cenuba yahut Adrâr ve Tagant’tan Senegal nehri üzerindeki iskelelere ve Sudan ’a eşyâ taşırlar; gidişte canlı hayvan, zamk, tuz, hur­ ma, deve*kuşu tüyü, ham ve işlenmiş deri götürür, bez, silâh, barut, mum, şeker, çay ve baharat g e tirir; Atar, Şingiti, Vadan ve Tijigja pazarlarını beslerler. Çölün emniyet­ sizliği yüzünden gerçek mânası ile Sahrâ ötesi ticâret yok gibidir.



V. SİYÂSÎ VAZİYET. Zencilerin başında köy ve eyâlet reisleri bulunur. Mavritanyalı bir şeyhin hâkimiyeti altında, kabîle hâlinde toplanırlar. Şeyhin re­ fakatinde bir ihtiyar meclisi ( cama a ) bulu­ nur. Bâzan bir çok kabileler İrsî ve emîrlİk hâlinde toplanmış olup, hükümdarın etrafında umûmiyetle Znâga veya hfarâiin arasından devşirilmiş saray mensûplan vardır, îktidar hemen tamâmiyle şeyh veya emîrin elinde olup, yalnız hukukî meselelerde adlî kuvvet, bir dereceye kadar, bu iktidarın dışında, bir kadıya verilmiştir. Bununla berâber verilen kararlar üzerine, emîrin, husûsî kadısı vâsıtası ile, müdâhale hakkı vardır ki, bir nevî istinaf kademesi teşkil eder. Bu an’anevî teşkilât yanmda, fransız idare sistemi kurulmuştur. [ 1951'de Mavritanya'da bulunan avrupalı sa­ yısı 770 idi ]. Mavritanyahlar Kar'an 'in emrettiği vergileri öderler ( zakâtt ’ uşr ). Yalnız binek develeri



MAVRİTANYA,



4î 6



ve zamk bu vergiden muaftır. Zenciler ferdî b İr vergi ve hayvan vergisi öderler. Vâsıtah vergiler pazar yerleri, tuz ihracı, silâh taşıma, orman ve nehir özerinde sal işletme gibi, hu­ suslar özerine konulmuştur. VI. D il . Mavritanya 'da konuşulan dil arapça olup, buna hasania veya lisan al-bayiân ( «beyazla­ rın d ili" ) denilir. Cenupta 7.000 kadar Znaga^ cenûbî F a s’ta konuşulmakta olan lehçelere yakın bir berberî dili konuşmaktadır. Vadan ve Tişit ’te Sonİnke dilinin bir şekli olan azayr ( azer ) dilini şimdi ancak bir kaç kişi konu­ şuyor. Nihayet nehir boyundaki zenciler, kendi dillerini muhafaza etmektedirler. VII, DİNİ VE FİKRİ HAYAT. Şan hâcal erin möslüman olmadan evvelki dinleri bilinmiyor. Yalnız bunların mösevîlik veya hıristiyanhk gibi, vahdaniyete dayanan bir itikadın bir dereceye kadar te'siri altında kalmış bulundukları söylenilebilir. Müslüman­ lık ile ilk temasları, muhtemel olarak, ‘U^ba b. Nafi*'in cenubî Fas seferi sırasına (6 8 1) rastlar ise . de, gerçekten ihtidaları ancak çok daha sonraları ve *Abd Allah b. Yasın 'in gayreti sayesinde mümkün olabilmiştir. Şimdi Mavritanya ’nın bütün nüfusu mâlikî mezhebine mensûp olmakla berâber, içlerinden bir çoğunun, bilhassa muharipler ile nm adi'ierin dinleri hakkında bilgileri az ve buna olan alâkaları gevşektir. Esâsen hemen her ta­ rafta bâtıl inanışlar ve büyücülük âdetleri dinin sâf kaidelerini bozmakta ve halkın iptidaî hâlini ve zencî te’sirinİ ortaya koy­ maktadır. Müslümanlık ancak Murâbıt ka­ bilelerinde iyi bilinir ve tatbik olunur. Bun­ lar nezdinde tasavvufî bir an'ane ve oldukça derinleşmiş bir fikir hareketi öteden beri sure-gelmiş olup, bu sayede, magribli cemiyeti içinde bu Murâbıtlar, garp İslâm âleminde eşi görülmeyen bir nevî ruhanîler sınıfı meydana getirmektedir. Muhakkak ki, bn hâl Babbah harbinde bir aralık yeniden canlanan, bir ta­ raftan Murâbıt hareketinin ve bir taraftan da Senegal ve Sudan putperest zencileri kar­ şısında beyaz ırkın öncüleri rolünü oynamış olan bu göçebe müslü manların husûsî vaziyet­ lerinin uzak bir neticesi olarak, izah edilebi­ lir. Yine burada Renan ve Psicbari ’nin, çol «dindarlığını" hatırlamak icâp eder. Ne olursaolsun, böylelikle bir nevî mukaddes vasıf ka­ zanmak ve bunun etrafım da sihirli bir te’sir ile kuşatmak suretiyle, berberî asıllı insanlar, arap istilâcı ırkının gururuna karşı gerçekten bir izzet-i nefis mukabelerinde bulunmuşlar,



onların zulüm ve yağmalarına kargı te'sirli bir korunma silâhı kullanmışlardır. Mavritanya’daki başlıca tarîkatler Ticâniya ve Kâdiriya olup, bunların nufâzu zenciler di­ yarına kadar uzanır. Evvelkiler Trârza, T 5gant ve A d ra r’da bulunan, şorfa oldukla­ rını ve XIV. asır başına doğru Tabelbala ’dan geldiklerini iddia eden Ida u :A l i 1ile temsil edilmektedirler. Bunlar XIX. asrın ba­ şından beri Fas Ticâniya koluna bağlanmış bulunuyorlar. Kadiriler daha çok sayıda ve daha nufûzlu olup, müteaddit kollara ayrıl­ maktadırlar. Bekkâya kolu X V.— XVI. asırdan beri mevcuttur ve Niger nehri büklümün­ den Tagant ve Adrâr ’a kadar olan sâhada Kunta kabîlesi ile temsil edilir. Son yüz sene içinde yeni bir tarikat hâlinde tâzelenmiş olup, muhtariyetleri aşağı Mavritanya 'da Ulad Biri ’den Şayh Sidiya ( Ölm. 1924 ) 'nin çok büyük manevî hâkimiyeti ile te’yit edilmiştir. Aynı safta, XIX, asrın ilk senelerinde kural» muş olan Füze! i ya kolu da zikredilebilir ki, Mâ' al-A ynin 'in ve kardeşi şeyh Sa‘d Bü ’nun idaresi altında, büyük bir nuföz kazanmış idi. Bu iki kol, isimleri geçen meşhur şahsiyetle­ rin ölümünden sonra, ehemmiyetlerini az-çok kaybetti. Nihayet kadiriler ğuzfiya tarikatıne mensup 600 kadar âzâ tarafından da tem­ sil edilmektedir ki, bunların usûl ve âdetleri başka müslümanlarca iyi karşılanmaz. Fas 'tan yahut Sabhat Ijjei ’den Havz veya Senegal'e doğra uzanan yollar üzerindeki mevkiinden faydalanan Şingiti, bir zamanlar şöhreti garbî sahrâya ve Sudan’a yayılmış bir fikir merkezi idi. Buna göre, isminin bü­ tün magribli kabilelere ( şenâgita) ve bun­ ların dolaşma sahalarına teşmil edilmiş ölme­ si ve memleketin an'anesine göre, islimin mukaddes »yedi şehirden" biri sayılması ko­ lay anlaşılır. Fakat bu üstünlük şimdi orta­ dan kalkm ıştır: XVI. asırdan beri Tumbuktu medreselerinin parlaklığı ona karşı ciddî bir rekabet meydana getirmiş olmalıdır. Bugün Şingiti Varan kavimierinin tehdidi altında olduğu gibi, ticarî durumu da sarsılm ıştır; buna karşı A tar ’ın ehemmiyeti artmaktadır. Çölün âsâyişsiztİğî, şimâlî Afrika ve Sudan ’ın ayrıayrı gelişmeleri Şingiti ’yi yaşatan Sahra Öte­ si ticâreti hemen*hemen ortadan kaldırmış ve bilhassa göçebe memleketlerde görülmesi mûtâd olduğu gibi, çadır altında ve bilhassa garbî Mavritanya’mn Murâbıt konak yerlerin­ de fikir hayatı gelişmiştir. Buralarda medre­ seler kurulmuş olup, bunların tedrisâtı (K a r’an, akaid, fıkıh, sarf te m antık) hâlâ can­ lıdır. İçlerinde şeyh S id iy a ’nin, Mâ* a l-A y ­ nin veya Sa'd B ü ’nun, T iris ’te A hel Mehsın-



UA vr İ t a



ly a



med Salem Ma idare ettiği medreseler bulundu­ ğu gibi, meşhur ilim adamlarının elinde, tasavvufî istikamette gelişen medreseler de var idi. Bu sayede bir çok eserler meydana gel­ miştir. K aran âyetleri, hadîsler, Sidi Ha­ lil ’in ve şârihlerinin fıkhı, sûfî akideler ile berâber, bunların esâs unsurlarını teşkil eder. Fakat bundan başka tarih tetkikleri, bilhassa Uİad Daman (T râ rza ) kabilesi arasında, ger­ çekten rağbet görmektedir. Nihayet şiir bü­ tün muharip veya Murâbıt kabileler nezdinde rağbet görmekte ve emirlerin saraylarında lütuf ve ihsandan faydalanan bütün bir sınıfı geçindirmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Mavritanya hakkın­ da tam bir bibliyografya için bk, Acies da VIIeme Congres de Vlntıiat des Hautes Etades Marocaines ( Hesperİs, 1930 ); şu kolleksîyonlardan da faydalanılır: Bulteiin du Comite d*Etudes hisioriqae$ ei scientifiques de l’A O F, Revue da Monde Masal man, Bulletin du Comite de VAfriyue Française, La Geographie. — Burada yalnız en ehemmiyetli kaynaklar zikredilm iştir: Ah­ ined al-Şingiti, al- Vâsit ( Mavritanya monograf y ası, Kahire, 1329 = 1 91 1 ) ; Annaaire da Gouvernement General de V A O F (Pa­ ris, 1912: Notice sur la Mauritanie); R Basset, Mission aa Senegal, 1 1 Etüde sur le dialecte Zenaga, Notes sur le Hassania, Recherches hî$toriques sur le$ Maures ( Paris, 1909); General Faİdherbe, Le Ze­ naga des iribaş senegalaises, Contribation â Vetüde de la langııe berbere ( Paris, 1877); Cdt. Gillier, Les populations de la Mauritanie ( Rev. des Tr. coloniales, 1924 ve 1925); ayn. mil., La penefration en Mauritanie (P aris, 1926); A. Gruvel ve R. Chudeau, A travers la Mauritanie occidentale ( de Saint-Louis â Pori-Etienne ), Paris, 1909— 1911; I. Hamet, Chron. de la Mauritanie senegalaise ( Paris, 19 u ); P. Marty, Etudes sur Vİslam Maure, Cheikh Sidia, les Fudelia. Les Ida ou A ti ( Paris, 1916;) ayn. mil., U Emir at des T tarza s (Paris, 1919); ayn, mil,, Etudes sur Vlslam et les iribaş maures. Les Brakna ( Paris, 1920); ayn. mil., Tentaiİves commerciales anglaises d Portendik et en Mauritanie ( Rev. de l'hist. des colon, franç,, 1922); L. Massignon, Mauritanie ( Annaaire da Monde musalman, 1925); La Mauritanie ( Notices publtees par le Gouvernement General de VA O F d Voccasion de VExp. colon. de Marseille ( Corbeil, 1907); G. Poulet, Les Maures de VAfrique occidentale française (Paris, I904); E. Psichari, Les voix qui



4>âm Ansiklopedisi







m a



Yu



r k î.



4i?



crient dans le desert (Paris, 1919 ); E. Richet, La Mauritanie (Paris, 1920).-



MAVŞtL. [ B k . MAVSÎM. [ B k .



( F . DE L A C H A P E L L E .) MUSUL.] MEVSİM.]



M A V V A L . [B k. M E V V ÂL.] MAVZUNA. [ Bk. m evzû NE.] M A Y D A N İ. [ Bk. m eydan !.]



MAYL.



[ B k . MEYİL.]



M A Y M A N A . [Bk. meymene .] M A Y M A N D İ. [Bk. MEYMENDİ.] M A Y M U N A . [ Bk. M E Y M Û N E , ] M AYM Ü N Î. [Bk. İbn meym ÛN,] M A Y S A N . [ Bk. m eysân ,] M A Y S A R A , [ Bk. M E Y S E R E . ] M A Y S ÎR . [ Bk. M E Y S İ R . ] M A Y S U N . [ Bk. meysûn .] M A Y S U R . [Bk. meysû R.] M A Y T A . [ Bk. m evte .] M A Y U R K Î. [ B k . M A Y U R K Î . ] M A Y U R K Î. AL-MAYURKİ, Balear adaları­ nın en büyüğü olan Mayorka ( Maüorca ) men­ şe ’li 3 arap müellifinin n i s b e s i d i r . I. Ş â i r Abu ’l-Hasan 'A li b. Ahmed b. !Abd a l-A z iz b. Tunayz, 475 (1 0 8 2 )'te, bâzı mü­ elliflere göre de, 477 ’de Bagdad civarındaki Kâzim a’de ölmüştür. Msnzûme'erinden bir kısmı Escurial yazmaları arasında bulunmak­ tadır ( bk. Derenbourg, Les Manuscrits arabes de l’Escurîal, Paris, 1884, s. 310, nr. 476; krş. al-Suyüti, Buğyat al-vtıât, s, 327; Yakut, Mu cam, IV, 722. II, M u h a d d i s Abü :Abd Allah b. Abi'INaşr Futüh b. :Abd Allah b. Humayd al-Azdi al-Humaydi [ b. bk.]. Bu zâta dâir olan madde­ deki tercüme-i hâl kaynaklarına, Yâküt, îrşâd al-arib (VII, 5 8 - 6 0 ) ve ‘Abd a l-A zîz alDihlavi, BustSn al-muhaddişin (s. 8 1) ilâve edilmelidir. Orada zikredilen eserlerinden başka, şunlar da zamanımıza kadar gelmiştir: I . Kitâb al-cam' bayn al-Şahihayn Şahik atBukârî va Şatiih al-Muslim. Bu eserin e! yaz­ maları için bk. Kahire ( Fihrist, I, 325 ), Mu­ sul ( Dâvüd, Mahtü{ât al-Mavşil, s. 194, 16. bir parçası ). Yahya b. Muhammed b. Hubayra al-Vazır, bu kitaba bir şerh yazm ıştır; bu şerhin yazmaları için bk. Berlin ( Ahîwardt, nr. 1192), Leipzig ( Vollers, nr. 313), Brıtish Museum (nr, 1603). 2. Tafsir al-ğarib mâ f i ’l-Sahikayn marattab ala ’l-masânid yaz­ ması için bk. Kahire ( bk. A. Taymür P a şa ’mn husûsî kütüphanesi, bk. R A A D, III, 340 ). 3. Tashil al-sabil ilâ ta:allum al-tarsil bi-iamşt al-mumâşalât va tasnif al-muhâfabâi ( yaz­ ması için bk. İstanbul, Topkapı, nr. 2351 ). IH. :Abd Allah b. 'Abd Allah al-Tarcumân, Mayurka ’da hıristiyan ana-babadan doğmuş



27



418



MAYURRÎ -



olup, Lerida ve Bologna ’da okumuş, sonra gizliden-gİzliye müslüman olan piskopos Nicolaus Martell ’in tavsiyesi üzerine, Tunus 'a gide­ rek, orada ntüslüman olmuş ve 823 ( 1420 ) 'te Tufyfat al-arîb ( adib ) f i ’l-radd 'alâ ahi alşalib adı altında, Hıristiyanlığa karşı bir risale kaleme almıştır. Yazmaları için bk. Ellis ve £dwards, Deseriptive lisi, s. 13; İstanbul, Halis Efendi kutup., nr. 5275 ( türkçe tercü­ mesi ile b irlikte); Fâtih kütüp., nr. 2090, Es’ ad Efendi kutup., nr. 1147— 1148. 189$ ’te Kahire 'de basılm ıştır; fransızca tercümesi J. Spîro, Paris, 1886; krş. J. Mİret y Sina, La tomba del eseripto Çatala Fra Anselmo, Barcelona, 1910. Abu 'l-Gays Muhammed al-Kaşşâş buna bir giriş kısmı ilâve etmiş ve onu TahU yat al-aşrâr ta U f al-ahyâr, al-anşâr fi*l-radd 'a la ‘l-nasâra’L kuffâr adı altında Ahmed I. (1012— 1026 — 1630— 1617) 'etakdim etmiştir. Yazmaları için bk. G A L , 11. 250, Suppl., II, 352 (b ir de Paris, nr. 6051— 2). ’Abd Allah al-Tarcumân 'm oğlu ‘Abd al-Halim, babasının eserinden bir hulâsa vücûda getirm iştir; yaz­ ması için bk. Berlin, Ahlwardt, nr. 2211 ). B i b l i y o g r a f y a t Steinschneider, Pole mise he und apologetisehe Literatür, s. 34, nr. 15; R A fr., V , 266; R H R, XII, 68 — 89, 179— 201,278— 301; R T, 1906, XIII, 89— 101,



292—294. _



( C. Brockelmann.)



M A Y Y A F A R İIÇ ÎN . [ Bk. m e y y a f ÂRikîn .J M A Z A G A N ( eski arap. ism i; al-Burayca »küçük burc“ ; yeni arap. ismi t al-Cadida „yenî X, X V II; Voskoboynİkov, Puteşestviye po severnoy Persii (1843 — 1844, Gornjy jurnal, Peters­ burg, 1846, V, 171 — 220, harita, alm. trc. Ermans Russ. Archiv, V , 674-708 );Buhse, Bergreise von Gilân nach Asterâbâd ( Baer a. Helmersens Beitrage z. Kenntniss des russ. Reiches, 1847, XIII, 217 — 236)5 Hommaire de Hell, Voyage en Turçuie et en Perse (Paris, 1855), III, 214—336; IV, 285 — 306; de Bode, Oçerki iurkmen. zemli i yugovostoç. pribrej, Kaspiyskago morga {Oteçest. zapiski, 1856, nr. 7, s. 123 — 150, nr. 8, s, 459— 472); F. Maekenzie, Report on the Persian Caspian Provinces ( Raşt, 1859 — 1860, Rabino'nun zikrettiği yazma );G a steiger-Rawenstein-Kobach, Randreise durch die nordl. Prov. Persiens ( Z. /. allgem. Er d., 1862, XII, 341— 356); Dorn, Bericht über eine zoissensch. Reise in den Kaukasus. . . ( Mel. Asiat,, 1863, IV, 429— 500); ayn. mil., Reise nach Masanderan im J. 7860, 1. kısım (Petersburg, 1895); Melgunov, O yujnom berege Kaspiyskago morya ( Zapiski a k a dem. nauk, III, zeyil, Petersburg, 1863, s. 95 —195 ; alm. tre. Zenker, Das südliche Ufer d. Kasp. Meeres, Leipzig, 1868); Eastvvick, Three years* residence ( London, 1864), fasıl III, II, 50 — 101; Seidlitz, Handel und Wandel an of. Kaspischen SSdküste ( Russkiy vestnik ’ten alınmış, bk. Pet. Mitt., 1869, s. 98— 103, 255— 268); G. C. Napıer, Extracis from a diary o f a tour in Khorasan ( J R Ö S, 1876, XLVI, 6 2 -1 7 1 ); V. Baker, Clouds in the East (London, 1876), s. 62— 142; Stack, S ix months in Persia, fasıl VII ve VIH ( London, 1882 ), II, 170— 202; Beresford Lovett, 1tinerary notes o f route surveys in Northern Persia ( Proc. R G S, 1883, V, 57— 8 4 ); Curzon, Persia ( 1892), I, 354—389 ve fasıl X II; Sven Hedin, Genom Khorasan (Stockholm, 1892), I, 57— 69} E. G. Browne, A year amongst the Persians (London, 1893 ), s. 557— 568; de Morgan, Mission scîentifiyue, Etudes geographique ( 1894), I, 113— 208; A. F. Stabl, Reisen in Nord- und Zentral- Persien ( Pet. Miti., ErgH. 118 (1896), s. 7— 18; H. L. Wells, Across the Alburz mountains { Th e Scott. Geogr. Magazine, 1898, XIV, 1 —9 ); Sarre, Reise in Mazanderan { Z G Erdk., Berlin,-■ 'i 902, s. 99 — 111 ); StahI, Reisen in Nord- und We$i-



422



MAZENDERAN.



persien ( Pet. Mîit., 1907, s. 12ı— 1 3 1 ); O. Niedermayer, D ie Persien-Expeditîon ( M it t. d.Geogr. Gesell. in Müncken, 1913, VIII, 177 — 188 ) ; Rabino, A Journeg in Mazandarân (J R G 1913, s. 435—454); Golubîatnİkov, Le petrole dans la Ferse sepi enir ionale ( r us­ ça, bk. Neftiyanoye i slantsevoye fooziagstvo, Moskova, 1921, s. 78 — 91 ); Noel, A reconnaissance in the Caspian provinces o f Persia ( J R G S , 1921, s, 401 — 418 ); Herzfeid, Reisehericht ( Z D M G, 1926, s, 278 v. d .); A . F. Siahl, Die orographischen und hydrographischen Verhâlinisse des Elburs-gebirges in Persien ( Pet. Miti„ 1927, s. 211 — 215 ); H. L. Rabino, Mazandarân and Astrâbâd ( G M S, 1928; sahildeki yot boyları, İdarî bölümler ve bunlara bağlı köylerin listesi, müslüman kita­ beleri, krş. s. X X: müellifin daha evvelki eserlerinin tam listesi); G. M. Bell, Geological Notes on part o f Mazandaran ( Geol, Transaciions, London, II. seri, V, 577 ). K a v i m l e r İçin bk. Khanykov, Memoire sur l’etknographie de la Perse ( Paris, 1866 ), s. 116 v. d.; Inostrantsev, Les coutumes des habitants des provinces Caspiennes au dixieme siecle ( rus., Jivaya Starina} 1909, kısım II— IH, s. 125— 152 ). D i l İçin bk. Geıger, Die Kaspischen Dialecie ( Grund. d. İran. Ph., l/lî, 344— 380), mevzu ile ilgili kaynaklar bilhassa Doru 'un çalışmaları bu eserde gösterilmiştir. T a r i h ! c o ğ r a f y a . Mazandaran’ın ta­ rihî coğrafyası, Vasm er’in teferruata kadar inen tetkiki sayesinde evvelce mevcut güçlük­ lerin büyük kısmından kurtulmuş ise de, bir takım meselelerin izahı henüz tam mem­ nunluk verici şekilde yapılamamaktadır. Karı­ şıklığı arttıran sebeplerden biri aş.-yk. birbi­ rinin aynı olan bölge toplulukları için, muhte­ lif zamanlarda ayrı-ayrı tarihî tâbirler kulla­ nılmış olmasıdır. Asıl Mazandarân (Taberista n ) 'm Esterâbâd ( Curcûn) ile olan şark hududu muhtemelen bütün devirler boyunca Kulbâd ( Kirrind ırmağı üzerinde; Batlamyus 'a göre X q£vSo i ) yakınından geçiyordu ve evvelce burada Astarabad körfezi ile dağ ara­ sındaki dar ova şeridini kesen bir duvar ( Car-i Kuîbad) bulunuyor id i; krş. Ibn Rus­ ta, s. 149, bu müellif tuğladan bir duvar ( âcurr ) ve bütün seyyahların geçmek mecbu­ riyetinde de bulundukları Tam İs kapısından bahseder; krş. Ibn aî-Fakih, s. 303. Şâlüs ( Çal üs ) şehri garbında Dayiam hudüdu bulunuyordu ( Ibn Rusta, s. 150: f i nah­ vi ’l-aduv ), fakat Sard-Sb-rüd ( Kalâr-daşt ) havzasının daha sonra Taberistan ’a ilhak edil­ miş olması muhtemel görünüyor. Daha garp­



taki Tunikâbun sahil bölgesi, bâzan Mâzandaran 'dan, bâzan Gilân 'dan idare edilirdi. Arap coğrafyacıları Taberistan 'da ova ( alsakliya ) ile dağı ( al-cabaliya ) ayırırlardı ( İştahtı, 's. 211, 271). Taberistan'ın ehemmi­ yetli şehirleri aşağı kısımda bulunmakta idi: Âmul, Natil, Şâlüs ( Ç âlu s), Kalâ ( K alir ), Miia, Tarci ( Tücİ, Barci ? ), :Ayn al-H um m, Mâmtİr ( = Bârfurüş ), Sâri, Tamîşa ( Îşîahri, s. 207; krş. Mukaddesi, s. 353). Ya'kubi (s. 276) zamanında Taberistan’ın merkezî (m odina ), Sariya [b. bk.] iken, Mas udi ( Tanbih, s. 179), Iştahri (s . 211) ve îbn Havkal (s. 271 ) zamanında Taberistan'da en mâmur şe­ hir ve merkez ( kasaba ) rolünü Âmul ( Kazvin 'den daha büyük ) oynamakta idi. Dağ bölgesi husûsî bir vaziyete sahip bu­ lunmakta olup, arapça metinlerde ovaya bağ­ lılığı vazıh görünmemektedir; bu hususta Iştahri, s. 204 'teki karışık ifâde misâl olarak gösterilebilir; Tabari (III, 1295) 224 (838) senesine ait vukuat sırasında, Taberistan Ma üç dağ tefrik etmektedir: 1. ortada {.vasat ) VandS-Hürmüz’ün dağı; 2. bunun erkek kar­ deşi VandSsancân b. Alandâd b. Kârin 'İn da­ ğı ; 3. Şarvin b. Surhâb b. B âb ’ın dağı. Hâl­ buki Ibn Rusta ( s. 151 ) 'ye göre, VandâHurmuz ( Karini ) Duabâvant civarında otu­ ruyordu. Diğer taraftan, aym müellif ( s. 149 ), Carîr b. Y a z ıd ’in Taberistan hükümeti za­ manında Vandâ-Hurmuz ’ün Sâri şehri dışarı­ sında devlete âit topraklardan {şa v â fî ) 1.000 carib satın aldığını söyler. Bu a lf carib arazî, farsça hazâr-carib ismi verilen Ticin ve Nikâ suları kaynak bölgesine tekabül etmiş olma­ lıdır. Buna göre, Vandâ-Hurmuz ’ün toprakları şarkî Mazandarân ’m büyük kısmım teşkil ediyordu. *Vandispeân Mazandarân *ıa garp kısmına tasarruf etmiş olmalı id i; zîra merkezi olan Muzn, Dayiam ’e karşı yöneltilen sefer kuvvetleri için, toplanma yeri teşkil ediyordu. Nihayet Şarvin dağları Mazandarân ’m cenûb-ı şarkî kısmını ihtiva etmiş olmalı idî, zîra burası Ibn al-Fakib (s. 305 ) ’e göre, Kumİs 'e komşu idi. İştahrı devrinde dağın ayrı olarak zikrediden 3 kısmı şunlar id i: Rübanc, Fâdüsbân, Kârin, bunlar yüksek dağlar ( cib â l) olup, her birinin bir reisi vardır. Rübanc (Ibn H avkal’a gö re) Rey ile Ta­ beristan arasında bulunuyordu. Barthold ( Öçerk, s. 155 ), bu ismi *Rûyanc şeklinde düzel­ tip, Rüyan olarak teşhis etmiştir. Ibn Rusta (s. 149), Rey mülhakatına komşu olan Rüyan ’ın Taberistan 'a dâhil bulunmayıp, ayrı bi'kâra olduğunu ve bunun merkezi olan Kacca ’de vâü oturduğunu kaydetmektedir. Şu ş\j-



MAZENDERAN. retle *Rüyanc “ Rüyan, Mazandarân ’m cenûb-ı garbisinde ( Tabran ’m şimalinde ) bir mevkî olarak tesbit edilmektedir. Moğul devrinde Hamd Allâb Kazvini (s , 160), Şâhrüd öze­ rindeki R ustam dar ’ı itk zikreden müelliftir. Vasmer ( ayn. esr., s 122— 125 ) ’in gösterdiği gibi. Rustamdar daha sonra Sahtasar ( Giiân ) ile Amul arasındaki bütün garbi Mazandarân’ı içine aldı. Buna göre, her iki tâbir tamâmiyîe birbirine k&nşmaksızın, Rnstamdar 'm Rüyan ’ı ihtivâ ettiği anlaşılmaktadır. C i b a l K â r i n dâhilinde, S lriya 'den bir günlük mesafedeki Şahmâr 'dan başka, şehir bu­ lunmamakta idi. Kmrin hanedanına mensup ma­ hallî resimler Firrim hisarında otururlardı. Bu mevkiin daha aşağısında Sâri şehrinden ge­ çen Ticîn ırmağının garp kolu üzerinde bu­ lunması icâp eder. Zamanımızdaki Firrim bö­ lüğü Hazâr-Carib ’de ( daha doğrusu Dudânga ismi verilen, garp yarısında) bulanmaktadır. İbn Isfandiyâr (s. 95 ) ’a göre, ^ârinilere âit arâzi Cıbâl Şarvin 'de bulunmakta idî ki, I'tîmad al-Saltana ( Kiiüb al-tadvin, s. 42 ) bunu Savâdküh { yâni :Aliâbâd 'dan geçen Tâlâr ır­ mağı menbâları) olarak teşhis etmektedir. Şimdi Savâdküh 'a giden geçidin adı Şalfin< Şarvin ’dır. C i b â l P â d u s p i a ( İ)V* ki, uzun za­ man şeklinde yanlış okunmuştur), Sa­ ri 'den bir günlük mesafede idi, Mmtakada ulu camı bulunmuyordu. Reîs Uram { Uram» hast, Arum ) köyünde otururdu ( Ibn Havkal, s. 268,1?), Vasm er’in işaret ettiği gibi, bu mev­ kii Barfurüş ve cAliâbâd nehirlerinin orta mecralarında ( Lafür şimalinde ve Şİrgah ci­ varında ) aramak icâp eder. B i b l i y o g r a f y a ' , B G A } mad. Day­ iam, Tabarisiân, Amal, Sâriya v. b. Bilhassa İbn ai-Fakib, s. 301— 314, Tabarisiân hak­ kında mufassal malûmat verir; Mas udi, Mnrüc al-zahab, fih rist; İdrisi ( tre, Jaubert, II, ı6ç,_ 179 j , d,, 333, 337 v. d,); Zakariyâ Kazvini, -4 sar al-buldân ( 4, iklim }, s. 190, 221, 250; Yâküt ( bk. Dorn, Aa$zü.ge, 1858, s, 2— 45 ; burada Tabaristân 'ı ilgilendi­ ren bütün makaleler bir araya getirilmiştir, [fakat Wüstenfeîd neşrindeki metin tercihe şayandır]; Hamd Allah Kazvini, Muzkat al-knlüb ( G M S, XXIII, 15*9 ve 161 ); Dorn, Auszüge aus 14 morgeni. Schrifistellern betreffend d. Kaspische Meer ( Melanges Asiatiques, y i , 685; VII, 19 — 44 ve $2— 92 ); bk. bir de aş. tarihî bibliyografya. A v r u p a e s e r ­ l e r i : Spiegel, Eran. Alterthumskunde, 1871, I, 64— 74; Dorn, Caspia (1875; p e k iy i bir tertip görmemiş bir yığın b ilg i) ; Geiger, Ostiranische Kültür ( 1882 ), fihrist; Brunn-



42 J



hofer, Vom Pontus bis zum Indus.( Leipzig, 1890, s. 73—93 (m üellif İran coğrafyasını sanskrit metinleri ile izah etmeği denemek­ tedir ); Barthold, îstor.-geogr. obzor İrana ( Petersburg, 1903 ), s. 158— 161 (fars. trc. Tahran, 1930, s. 289— 295); G. le Strange, The Lands o f tke Eastern Caliphate, s. 368— 376; Vasmer, Die Eroberung v.b. T a r i h . Mazandarân 'm mahallî hükümdar sülâleleri üç zümreye ayrılır : I. menşe'i islâmdan önceye çıkan aileler, II. ’AIavi sayyidler, III, tâlî ehemmiyeti hâiz mahallî aileler. I Sâsânîlerin hâkimiyeti ellerine aldıkları Taberistan ve Padaşvârgar *de idare Guşnasp elinde bulunuyordu ve bunun eedieri, İskender zamanından beri, memlekette hukiim sürmekte idi ( Marquart, ErSnsahr, s. 130, Padaşvârgar, H vâr bölgesinin karşısında bir mevkî; Farşu» vâdgar bunun yanlış bir okunuş şekli olup, Bundakiş, XII, 1 7 'de bulunmaktadır). $29— 536 ’ya doğra Taberistan sâsânîlere mensup, Kavâd oğlu Kayüs tarafından idâre ediliyordu. Anüşirvân, bunun yerine, nisbesini meşhur Kava 'ye kadar götüren Zarmibr ’i tâyin etti ve bunun sülâlesi de, Sâsânî menşe'H Peröz oğlu CamSsp 'tan gelme G il Gaubara tarafın­ dan, Taberistan 'm Giiân 'a ilhakı tarihi olan 645 'e kadar iktidarda kaldı. Ancak sikkelerin tetkiki ile bir derece aydınlanabilecek bu ailelerin nesli müslüman devrine kadar gel­ mektedir. B â v a n d i l e r ( bunlar kendilerini Kayüs ’un nesli sayarlardı ) ’den üç kol çıktı. Birin­ ciler ( 45 - 397 = 665— 1007 ), Taberistan ’m Ztyâriierden Kâbus b, Vaşmgir tarafından zaptı neticesinde devrildiler; İkinci kol 466 (1073) 'dan, Mazandarân’m Muhammed Hvârizm» şâh tarafından ele geçirildiği 606 ( 1 21 0) ta­ rihine kadar büküm sürdü; üçüncü kol ise, 635 ( 1237 ) ’ten 750 ( 1349 ) 'ye kadar, moğullara tabî olarak, memleketi idâre ettiler, Bavandilertn son temsilcisi, AfrâsiySb Culâvi tarafın­ dan, öldürüldü. K â r İ n i l e r ( Küh-i Kârin ’de ) kendilerini yukarıda adı geçen Zarmibr’in erkek kardeşi Kârin ’den türemiş sayarlardı. Son temsilcileri olan Mâzyâr [ b. bk,] 224 ( 839 ) ’te idâm edildi. P â d ü s p â n i l e r ( Rüyan ve Rustamdâr 'd a ) Giiân Dâbüyilerînden geldiklerini iddia ederlerdi. Rivayete göre, kurucuları yukarıda ismi geçen G il Gaubara ’nin oğlu olmalı idi, 40 ( 660 ) senesine doğru ortaya çıkan bu sü­ lâle :A li evlâdının hâkimiyeti sırasında onlara tâbî kaldılar; daha 'sonra-Büvayhilere ve nihayet Bavandilere tâbî olcular; hâkimiyet­ lerine bu sonuncular tarafından 586 ( 1190)'da nihayet verildi. 606’da yeniden kurulan sülâle



4«4



MÂZENDERÂN.



Timur devrinde payidar olabildi. Bunların bir dalı ( Kavuş b. Kayümars kolu ) 975 ( 1567 ), bir başkası ( İskandar b. Kay umarş k o lu ) 984 ( 1574 ) tarikine kadar hüküm sürdü. II. Taberistan ’da yerli sülâleler yanında “A li evlâdı da kendilerine sağlam bîr mevki te’min ettiler. 250 tarihinde, valilerine karşı isyan eden Rüyan halkı halife ‘Al î 'nin altıncı batından torunu Zaydilerden Sayyid Kasan b. ZaydM Rey ’den davet etti. Bu suretle kurulan ve Hasani ismini alan dal Taberistan’da 316 ( 928 ) tarihine kadar hüküm sürdü. Husayni dalı da 304 ’ten 337 ( ? ) ’ye kadar iktidarda bulundu. Başka bir Mar'aşı S ey y id sülâlesi Mâzandarân’da 760— 880 (1358 — 1475) ara­ sında fanküm sürdü. Bunun kurucusu ‘AH ’nin 12. batından torunu olan Kivâm al-Din idi. Murtazâ’ i seyidi erden üçüncü bir ailenin hâki­ miyeti H azar-carib’de hicretin 760 — 1005 yıl­ ları arasında biliniyor. III. Esâs itibârı ile irsî mülkleri dâhilinde siyasî te’sir icrâ eden ailelerin sayısı oldukça çoktur. Rabino CulSv Kiyâlarmı ( Âmuî, Talakan ve Rustamdâr’da hicretin 795 — 909 yılları arasında ), Sari 'deki C alili Kıyalarını ( 750— 763 ’e doğru ), Savâdküh 'tâki Rüzafzün aile­ sini (897 — 927 arasında) Şâh Tahmasp za­ mmında Mizandaran ’ın bâzı bölgelerinde hü­ küm sürmüş Dİvleri, Bani Ka'üs ( 857- 957 arasında) u Bani İskender (857— 1006 ara­ sında ) ’i, muhtelif Tamîşa, Mıyândurüd, Larİcin, Mamtir, Lafur ’da başka mahallî reisleri zikr­ eder. Bu girift derebeyi sülâleleri üzerinde birde Mâzandaran’ı sırası ile ele geçirmiş, hâricden gelen müstevliler var id i; araplar ( bunların seferi 22 [644 ] ’de başladı; memleketin fethi al-M&nşür zamanında 141 — 144 senesine doğru oldu, bk. Tabari&tân; Vasm er’in gösterdiği gibi, vak'alar ve bunların seneleri hakkında kaynaklar oldukça mütenâkızdır ), Tâ biri ler, ŞaffârİIer, Samanı ler, Ziyiriler, Gaznaviler, Selçuklular, Hvârizmşâhlar, İl han Ular, Sarbadârlar, Timur ve halefleri, Şafaviler, Şâh İsma il 923 ( 1517 ) ’te Mâzandarân’a kuvvet göndermiş olmakla beraber, bu memleketin İran ’a, kat’î olarak, ilhakı Şah ‘Abbâs zama­ nında, 1005 ( 1596 ) tarihine rastlar. Bu hü­ kümdar, Sayyid Kıvam al-Din M araşi ailesi ile olan sıhriyeti dolayısı ile, memleket üze­ rinde irsî hak talep etmekte idî ( Alam-arâ, Tahran, s. 354); 1021 ( ı 6 i 2 ) M e Farahabâd te’sis edildi, ertesi sene, meşhur saraylar ile, Aşraf şehrî kuruldu. B i b l i y o g r a f y a 1 Büyük İskender ve Antioehos İli. (m ö 209, krş. Polybîus, X, 28 — Şt ) seferleri hususunda bk. Dorn, Caspia,



mad. Alexander; Dorn, Reise, s. 156— 161; Marquart, Alexanders Marsch von Persepolis nach Herat ( Untersuch. z, Gesch- von E ran, 1905, II, 45— 6 3 ); Stahi, Notes on the march of Alexander the Great from Ecbatana to H yrcania(J R G S, 1924,3, 312— 319). Arsak î ve sâsânî devri İçin bk. Darmesteter, Lettre de Tansar « Jasnasf, rot de Tabarıstan { J A , 1894, î, 185— 250 ve 502— 555, Tansar ( T a ­ sar ? ], Sâsânî A rd aşır I, ’in rahibi olup, Cuşnasf ’i itaate dâvet etmiş id i; orta irancadan Ibn al~Mukaffa tarafından arapçaya çev­ rilen vesikanın farşça tercümesi Ibn Isfandiyir 'da bulunmaktadır); Justı, Iranisches Namenbuch ( 1895 ), s. 430 —435 ( levha >; ayn. mil. ( Gr. 1 Ph., II, 547 ); Marquart, Erângahr, s. 129-136. İ s l â m d e v r i . Balâzuri,s. 334—340;Tabari, fihrist; Ya kübi, Histoire ( nşr. Houtsm a), 11,329 v.d., 355, 447, 465»479» 5 *4 - S»2 »* Kitah al-'ayün (nşr. Jong ve de Goeje ), s, 399—405, 502 — 516, 520 - 523 ; Ibn al-’ akih, (gosi. yer.); Ibn al-Aşır, fihrist; mahallî tari­ he dâir eserlerin listesi aşağıdadır ( henüz ele geçmemiş olan eserler bir * işareti ile gös­ terilmiştir ) : Abu 'I-Hasan Ali b. Muhammed al-Madâ ini ( ölm. 225— 890), * Kitâh futüh cibâl al-fabaristân ; *Bâvand-nâma (466 — 503 ssk 1073 — 1109 senelerine doğru hüküm sürmüş bulunan Şahriyir b, Kârin için yazıl­ m ış); Abd al-Hasan Muhammed Yazdâdî, * U k ü d a ls ik r v a k a la id al-durar; Muham­ med b. al-Kasan b. îsfand:yâr, Târihti Tabaristân (yazılışı 613— 1216; kısaltılmış tre. için bk. E. G. Brovvne, G M S, 1905, II; Dorn tarafından zikredilen eî-yazması 842=-i488’e kadar gelm ektedir); Badr al-M ailî Avliyâ' Allah al-Amuli, * Târİh-i Tabaristân ( Fahr al-DavlaŞah-Gazi 761— 780— 1359 — 1:37815111 yazılm ıştır); A li b. Cam ii al-Din b. A li b. Malhmüd al-Nacİbi Rüyanı, *TârJfı~i Tabaristân ( Karkiyâ Mirza ‘Ali için 881 — 1476 ’dan önce yazılan bu eserden Zahir al-Din fayda­ lanmıştır ) ; Sayyid Zahir al-Din ( doğm. 815 — 1412} b. S. Naşir al-Din al-M araşi, Târih-i Tabaristân va Rüyan va Mâzandarân (tamamlanma tarihi 881 — 1476, nşr. Dorn, Petersburg, 1266 — 1850); İbn Abi Musaliîm, * Târih-İ Mâzandarân (senesi belli değil ); Kitâh-i Gilân va-Mâzandarân va-Astarâbâri va-Simnân va-Damğân vağayruh* ( »275 = 1859 tarihli fars. yazma, krş. Dorn, Berickt ); Muhammed Haşan Hân İ tim id ai-Saliana. Kitâb al-tadvîn f i ahvâl cibâl Şarvin (Tahran, 1311 ); bk. bir de GİJânhn husûsî tarihleri: Zahir al-Din Mar'aşi, TarV -i G'iiân va Dattamisiân ( 1489 ’n kadar, nşr. Rabino, Raşt



MÂZENDERÂN. 1330— 1912, zeyil, s. 476— 498: Hân Ahmed Gilânî 'nin muhâberâtı ) ; sA li b. Şams al«Din, Târih-i blanl (880— 920; nşr. Dorn, 1858); 'A bd al-Fattâh Fümani, Târih-i Gilân ( 923 — 1038, nşr. Dom, 1858 ) ; keza Curcân tarihleri: Abu Sa'id al-Rahmân b. Muhammed al-îdrisi ( Ölm. 405 — 1014 ), *Tcîrik-i Astarâbad ( îbn al-Kâsim Hamza b. Yûsuf ai-Sahmi al-Curcâni (ölm. 42 7= 10 36 ), tarafından devam ettirilm iştir); ‘AH b. Ahmed al-Curcâni alİdrisi, Târîfy~i Curcân ( tarihi belli değil). Mâzandarân ’a âit çok sayıda İslâm kaynakları içîn bk. Die Geschichte Tabari&tans und der Serbeâare nack Chondemîr ( Mem.de VAcad. de St. Petersbourg, ı8$o, VIII ve Aaszüge ons makam, Sckriftstellern hetreffend d. Gesch. und Geograpkie ( Petersburg, 1858 ); Timur seferleri hakkında bk. Zafar-nâma, I, 348, 358, 379, 57° î H, 577; Müneccim-başı (1630— 1702), ŞahâHf al-ahbâr (İstanbul, 1285 = 1868 ); Mâzandarân sülâleleri için krş. trc. Saçtıau, Fin Verzeîcknis d. mukamm. Dynasiien ( Berlin, 1923 ) : Die Kaspiscken Fürsieniiimer, nr, 3— 13. A v r u p a e s e r l e r i . d’Ohsson, Hist. des Mongoîs ( 1885 ), III, 2, 10, 44, 48, 106 — 109, 120 v.dd., 193, 414— 418; IV, 4, 42, 44 v.d., 106, 124, 155, 159, 600, 613, 623, 685, 726, 730, 739; Melgunov, ayn, esr. ; Rehatsek, The Bâw and Gaobörah sepahbuds ( J . Bombay branch R A S, 1876, XH, 410— 445); Howortiı, Hisiory o f the Mongols, 1927), fihrist; Horu ( Gr, I. Ph.} II, 563); Lane-Pool, The Mahamm. Dynasties ( bk. Barthold 'ün ilâveleri: rusça trc., 1899, s. 290-293); Casanova, Les [spehbeds de P i­ rim ( A Volüm. .. presented io E. G. Brozone, Cambridge, 1922, s. 117— 126, Firrim Ün F i' rûz-Kûh olarak teşhisi yan lıştır); Huart, Les Ziyârides ( Mim, de VAcad des, Inscr., Paris, 1922, XLH, fih rist); Barthold, La pface des provinces caspiennes dans Vhistoire du monde mıısulman ( rusça, Bakû, 1925 ), s. 90 — 100; Rabino, Les dynasties alaouides da Mazandaran ( / A, 1927, CCX, 253 — 277 ); Zambaur, Manuel de geneal. et de chronologie ( Hannover, 1927 ), fasıl IX ve levha C ve P\ Vasmer, D ie Eroberung Tabafistans durch die Araber z. Zeit des Çhalifen al-Manşur ( îstamica, 1927, IH, 86— 150, müs1iiman kaynaklarının çok ehemmiyetli bir tah­ lili); Rabino, Mâzandarân and Astarâbad, s. 133— 149 ; Vasmer, Die Münzen d. Ispekbede und Statihalter «on Tabaristân (rusların Mâzandarân seferleri hakkında bk. Dorn, Çaspia ; Kostomarov,-Bant Stenki Razına, 1668— 1669, Sobranîye soçineniî ( Petersburg,



425



1903 ), I/II, 407— 505 ; Buikov ( Jurn. min. vnutr, del., 1839, XXXIII, 9 ) ; ayn. m il, Materialt dlya novoy istorii Kar kaza ( Pe­ tersburg, 1869 ), fihrist. A r k e o l o j i . Bode, On a recently opened Tumulus in the Neighbourhood of Astarabad ( Archeologia, London, 1844, XXX, 248— 255 ) ; ayn. mil., Oteçestvennıya zapiski (1856), nr. 7, s. 152— 160; Rostovtsev, The Sumerian treasure o f Asierabad ( Journ. o f Egyptian archeol., 1920, VI, 4— 27); Minorsky, Transcaucasia { J A , 1930); De Morgan, Mission scieniifique, Recherches arckeologigues (P aris, 1899), I, 1 v.dd .; Crawshay*WıHiams, Rock-dzuellings in Raineh ( J R A S , 1904, s. 551 v.dd.; 1906, s. 2x7; Hommaire de Hell, yk. bk, ( a tla s ) ; Hântzsche, Pal asi e Schah Abbas I, in Mazanderan ( Z D M G, 1862, X V ; 1866, XX, 186 ); Sar re, Denkmaler persischer Batı(Berlin, 1901 — 1910), metin s. 95 — 116; Diez, C/tarasamsc/ıe Baudenkmâler (Berlin, 1918), s. 88. ( V . MlNORSKY.) Mâzandarân m e s k u k â t ı . Sâsânîîerin Mâzandarân ’da para bastırıp-bastırma­ dıkları keyfiyeti, Sâsânî sikkeleri üzerinde bulunan ve bunların basıldığı merkezleri gös­ termeğe yarayan işaretlerin İlmî esâslar dâi­ resinde izah edilmesi sayesinde mümkün ola­ bilecektir. Şimdiye kadar yapılmış kifâyetsiz izah denemelerine göre, Firüz devrinden^ iti­ baren görünmeğe başlayan A M harfleri Amul ’ün bir kısaltma şekli gibi telâkki edilmekte ise de, böyle bir izah tarzı her hangi bir esâstan mahrûm bulunmaktadır. Dâbüyİier ve Taberistan ’m en eski arap valileri II. ( VIII.) asırda Husrav II. ’in Sâsânî dirhemlerine benzeyen sikkeler bastırdılar. Bunların bir yüzünde, hükümdar tasviri ya­ nında, sikkeyi bastıranın ismi peblevî yazısı ile yazılı bulunmakta ve Öteki yüzünde ise, ortada İki muhafız arasında bir âteşkede, sağda basılma yeri ( tpursian şeklinde ), solda ise, n haziran 652'de başlayan Tabaristân takvimine göre, basılış senesi görülmektedir. Vasatî olarak aş.-yk. 1,9 gr. ağırlığında bu­ lunan bu gümüş sikkelerin, V 2 dirhem değe­ rinde olması icâp eder. Dâbüyiler arasında bu sikkeler üzerinde Ferhvân, DStbürcmatüa ve Hürşit ’in adlan görülmektedir. Bunlardan bi­ rincisinin sikkeleri 60 — 77 ( 7 * 1 — 728), ikincisİnınki 86— 87 ( 737 ~ 738), üçuncüsününki ise. 89— 115 ( 740— 766 ) tarihlerini taşımakta olup, bunlar tarihçilerin verdikleri sene sırasını desteklemektedir. Bâzı sikkeler üzerinde bir takım eski ilim adamları, Hürşit ismi ile berâber, 60—83 senelerini okumuşlardı, F^kal



426



MÂZENDERÂN -



MAZHAR.



bu okunuş, pehlevî yazısında şast ve d&hsa.t basıldı. Bu devre âit bâzı sikkeler üzerinde arasındaki benzeyiş ile izah edilebilir ve bu Taberistan ismi basılma yeri olarak gösteril­ sikkelerin tarihini n o ve müteakip seneler miştir. Bunların çok nâdir oluşlarına bakı­ olarak göstermek icâp eder. Bu suretle Tabe- lırsa, ancak arızî olarak basıldıkları anlaşı­ ristan tarihinde 60 senesine doğru hüküm sü­ lır. Seneler hiç bir yerde -muhafaza edil­ ren Hürş:d 1. ’in varlığı faraziyesi ( Mordt- memiştir. 4 kâzbekî ( 18— 22 gr.) kıymetinde, mann) sukut etmektedir. Hürşid, hicretin üzerinde güneş ve sağa doğru yürüyen arslan 144. ( = 1 1 0 . Taberıstan y ılı) yılında ölmüş tasviri, Mazandarân yazısı ile basılmış XVIII. olduğuna ve arap vâlilerinin ismini taşıyan asra âit bakır paralar daha çok bulunur. C i­ 116 yılından daha evvele âit sikkeler bilin­ lan'm 1723— 1732 arasındaki rus işgali esna­ mediğine göre, MâzandarSn fethinden sonra, sında, Rusya ’da o sırada vukua gelen gümüş halife 'Omar zamanında Iran fethinden sonra kıtlığı doîayısı ile, İran'ın bakır paralan üze­ olduğu gibi, araplarm daha bir müddet mem­ rine bir rus damgası ( çifte k arta l) vuruldu; leketin evvelki hükümdarları ismini taşıyan bunlar işgal altındaki eyâlette, rus parası ye­ sikkeler basmağa devam etmiş olmalarını farz- rine, kullanıldı. Bunlara çok defa verilen Mâetmek gerekir. zandarân adı yanlıştır; zira ruslar MâzanArap valileri tarafından basılmış en eski darân’ı değil, yalnız C ila n ’ı işgal etmiş­ sikkeler pehlevî yazısı ile Halit ( Hâlid b. lerdi. Barmak; 116— 119) ve 'Umar ( ‘Omar b. alB i b l i g o g t a f g a : Olshausen, Die :A iâ ; 120— 125) isimlerini taşımaktadır. 122 Pehlevî*Leğenden auf den Münzen der senesinden itibaren, valinin ismi kufî yazı ile leizten Sasaniden ( Kopenhagen, 1843) ; de yazılmış bulunmakta, daha sonra yalnız bu Krafft ( Wiener Jakrbûcher, CVI, Anzei* yazı kullanılmaktadır ('Omar, Sa'id, Yahya, geblatt, 1844 ); Mordtmann ( Z D M G, VIII, Carir, Sulayman ). 130— 140 arasındaki sene­ XII, XIX, XXXIII); S B Bagr. A k., 1871; lerde, sikkeler üzerindeki isimler ekseriyetle, Dom ( Melanges A$îatiques, l — IH, VI, bu sırada tarihçiler tarafından zikredilen vâli V III) ; Thom&s ( / R A S, 1849,1852,1871 ). adlarına uymamaktadır. Bundan başka adsız Daha yeni devirler için bk, Lane-Poole ve sikkelere de rastlanın aktadır. Sâsânî sikkele­ R. Stuart-Poole kataloglan; Markov, İnvenrine benzeyen bu türlü paraların basılması iarntg katalog; Zambaur (Numîsm, Zeiischr., 143, Taberistan senesinde sona ermekte ( 794, XLVII, 136 ) ; R, Vasmer, Sbornik Ermitaja, adsız) ise de, 161 ( 81 2) senesine âit elde III, 119— 132 (ru sça ). (R . VASMER.) mevcut bir sikkenin yüzünde, hükümdar tas­ M A Z H A B . [ Bk. f i k i r ] viri yerine, vali Sulayman (136 — 1 3 7 ) ’m sik­ M A Z H A R . f Bk. mazhar. } kelerinde olduğu gibi, muhtemel arapça bir M A Z H A R . MAZHAR ( 1 6 9 9 ? -1 7 8 0 ), MIrbh ihtiva eden bir dört kenarlı şekil ve ke­ zâ Şams al -Dîn Habîb A llah veya MIrzâ narda arapça olarak al-Fazl b. Sahi zu ’l-ri- CÂN-CÂNÂN, ordu ve fars dillerinde şiirleri gâsaiagn, arkasında da âieşkede ve muhafız­ bulunan bir ş â i r ve m u t a s a v v ı f . Aslen ları yerine, çam dallarına benzeyen üç tezyinî türk olup, m ı ( 1699/1700 ) veya 1113 (1701/ çizgi ve bunlar arasında kûfî yazı ile dört 1702 ) ’te Malva ’da Kâlâ-Bâğ ’da doğdu. Ba­ satır dinî bir metin, pehlevî yazısı ile basıl­ bası Mirza Can, Avrangzib 'in sarayında manma tarihi ve yeri bulunmaktadır ( Tiesenhau- sıbdâr idi, Avrangzib, Mirza Can 'm bir oğlu sen, Zap. vost. otd. arh. obşç., IX, 224). olduğunu duyunca, bahasının ismine izafete», Halifelerin Taberistan ’da basılmış muhtelif çocuğa Cân-Cânân adının verilmesini söyledi. senelere âit dirhemleri bilinmektedir: 102 Sonradan babası kendisine Mirza Şams al( Lavoix ), 147 ( Brit. Mus., vâli Ravh 'm ismi Din Habib Allah adım verdi ise de, o daha ile), 190— 192, 145 ve 157 senesine âit bakır çok A vran gzib ’in verdiği ad ile tanındı ve paralar ( Zambaur, Mımis. Zeiischr,, XXXVI, Mazhar ismini de mahlas olarak aldı, öm rü­ sonuncular, 'Omar b. al-!A!â adı ile, daha son­ nün büyük kısmını Dehli ’de geçirdi. Nihâyet raları 'A li evlâdı ( Amul 253 güm., 306 alt., mutaassıp bir şi’î tarafından atılan bir kur­ güm.), Buvayhiler ve Ziyâriler ( Amul, Sarı­ şun ile, 10 muharrem 1195 (6 kânûn II, 1780) ya, Firrim ), Bâvandiler ( Firrim 353— 367, ’te hayata gözlerini kapadı. 401 güm,), Bâzant bir de Sâmânîler ( Âmuî Mazhar, Sayyid Mir Muhammed Badâ’üni alt. 341, güm. 353“ 357 )> daha sonra Huîagu vâsıtası ile, nakşbendî ve Muhammed :Abid hânedâm, Serbedârlar, Timur hanedanı ( Amul, Sunamİ vâsıtası ile de kadiri tarîkatine intiS âri), İran şahları (Am ul, Sari, Taberistan, sâp etmiş ise de, daha çok nakşbendî olarak Mazandarân) tarafından para bastırılmıştır. tanınmış ve bunun bir kolu olan Şamsiya-i Amul ’de XVI, asırdan beri adsız paralar da Maşhariya tarikatını kurmuştur.



MAZHAR — MAZİN. Ma?har ’m ordu dilinde yazdığı şiirler, kemmiyet itibârı ile az olmakla beraber, ordu şiirinin gelişmesi üzerindeki ie'sıri büyüktür ( Storey, I, 2. kıs., s. 1033 ). Farsça eserleri şunlardır s 1. Dîvan, bin beyitten mürekkep olup, 1267 ( 1851 ) 'de Kalküte ’de, 1271 ( 1855 ) ’de Cavnpur’da, 1272 ( 1855/1856 ) ’de Mad» ras 'ta ve 1922 ’de Lâbur ’da olmak üzere, 4 defa basılmıştır ( dünya kütüphanelerindeki yazma nüshaları için bk. Storey, gost. yer. ). 2. Harîta-i cavâhir, eski ve yeni şâirlerin şiir­ lerinden seçilmiş beyitleri ve ayrıca bâzı ru­ baileri ihtiva eden müntehabat mâhiyetinde bir eser olup, D îv ân ’ı ile birlikte, 1855 ve 1922 ’de basılmıştır. 3, Maktübâi. Tasavvufî mevzudaki mektuplarını ihtiva eden bu eser, Muhammed Na'im Allah Bahrâ’ici tarafından toplanıp, tertip edilmiştir. Henüz basılmamış olan bu eserin bir nüshası Hindistan ’da AHgarh İslâm üniversitesi kütüphanesinde bu­ lunmaktadır ( bk. Fihrist-i nasak-i galamı, Aligarh, 1930, s. 53, nr. 13, s. 18, nr. 12 ). B i b l i y o g r a f y a : Muh. Na'im Allah Bahrâ’ici, Btşârat-i Mazhar i ya dar fazâ’ it-i hnzarat-i tarika-i Mııcaddidîya ( yazm .); Gulâm !AIi Dihlavi, Makâmâi-i Maszkari (Delhi, 1309 == 1892 ); Bindrâban Das Hoşgü, Safina-i Hoşgü (yazm .); Mir Muh. Tâ­ k i, Nikâi al-şttarâ' (AvrangâbSd, 1920); Gulâm 'AH A zld , Sarv-i  zâ d (Lâhur, 1913 ); Hayrat, Makölât-i şu'ara' ( Râmpür, 12 28 = 1813) ; Lahmİ Narâyan Avrangâbâdi, Gul-i ra n â ; 'A li İbrahim Han, Gulzâr-i İbrahim! ( Bankipür, 12 2 0 = 18 0 6 ); Gulâm Hamadâni Mushaf i, 'lfcd-i mrayyâ ( Avrangâbâd, ts.); *Ali İbrahim Han, Şufyuf-i İb­ rahim! ( yazm., Berlin, nr. 663 ) ; Abu f â İib Han Tabrizi, Hulâsat al-afkâr ( yazm., müelliflerin listesi için bk. Cat. Bodleian, s. 302— 315, nr. 448); Ahmed 'A li Han, Mahzan al-gar aib ( bk. C at Bodleian, s. 317— 396, nr. 2693); Kudrat Allah Kadiri, Macmu'a-i nağz ( Lahur, 1933 ), II, 198 v. dd.; Gulâm Muhy al-Din, Tabakât-i sahan ( yazm , Berlin, nr. 670, 2. tabaka ) ; Husayn Kulı Han ‘A^iraâbâdi, Niştar-i *işk( yazm.); Muh. Kudrat Allah Han, Nata te al-afkâr (Madras, 1843); ‘A lî Kabir, Hazin al-şvt U4a : Mazin b , ‘ Abd Manât b. Bakr b. Sa'd b. Zabba; Tabbellen’de yoktur); Mâzİn b. Şa'şa'a b. Mu'âvîya b, Bakr b. Havâzin ( İbn Kutayba, s. 42; Tabellen, H 1 4) ; Mazin b. Rayş b. ĞatafSn ( H 10); Mazin b. Rabi'a b, Zubayd veya Mazin Mazhic (7, 18); Mâzİn b. al-Azd (11, 11). Mazin adını taşıyan kabilelerin çokluğu ve arap ülkesinin her tarafına dağılmış olması, bun­ ların sonradan parçalanmış bir tek kabile teşkil ettiği faraziyesini imkânsız kılmakta ve Mazin’in bir bas isimden ziyâde, bir cins isim olduğu zanmnı uyandırmaktadır. Mazana fiilinin „uzaklaşm,akw mânasına geldiğine bakılırsa. Mazin 'İn başlangıçta „mübâeirw



4.28



MÂZıN.



demek olduğa, sonradan daha geniş bir mânada kendi kabilesinden ayrılıp, başka bîr yabancı kabîle ile birleşen bütün zümrelere teşmü edildiği düşünülebilir. Bu iştikak da, hemen bütün arap kabîle adlarında olduğu gibi, bir faraziyeden öteye geçmemektedir. Elde bulunan kaynaklarda Mazin admı taşı­ yan bir çok kabilelere dâir coğrafî ve ta­ rihî malûmat bulunmaktadır. Bu kabilelerden hiçbiri mensup olduğu kabîle gurubundan daha büyük bîr ehemmiyet kazanmamıştır. Medine Hazraclerinin oldukça ehemmiyetli bir züm­ resi olan Mazin b. aî-Naecâr { isîâmiyetin ilk zamanındaki rolleri için bk. Caetani, Annali deli ‘İslam, I-1I, fihrist) ve Zubyân kabilesine mensup oldukları iç:n, Dâhis ve aUGabrâ' ( bk. mad. ZUBYÂN ve Ağanı, XVI, 27 ) harp­ lerine iştirak etmiş olan Mazın b. Fazâra hak­ kında biraz mâlûmat sahibi bulunuyoruz. Birinci asrın sonlarında kendisi de bir zubyân i olan şâir İbn Mayyâda ( Ağâni, II, 90, 102 ) bun­ lar hakkında çok şiddetli hicivler yazmıştır. Dil âlimi Abu Osman 'm mensup olduğu Ma­ zin b. Şaybân b. Zuhl *e gelince, bu makalenin başındaki fıkradan Öğrenildiği üzere, bunların lehçelerinde m ( kelime başında ? ) sesi, b şek­ linde telâffuz edilmekte idi ( ma’smuke yerine, bd*smake „adm ne ?“ ) ve bu hususiyet diğer Rabi'a lehçelerine pek uymamaktadır. Nihayet bîr de Mazin b. al-Azd vardır ki, şecerelerine dayanan an’aneye göre, şimale doğru göç ederek, Gassân ( b. Bk, ] adını almışlar ve bu ad ile şöhret bulmuşlardır. Mazin b. Mâlik b. ‘Amr b. Tamim gurubu hakkında ise, elde oldukça geniş mâlûmat vardır. Tamim oğullarına [ b. bk. ] etrafında mutad olmayan bir zenginlik ile inkişâf eden efsânede Mazin'in amcası olan !Abd Şams b. Sa'd b. Zayd Manât b. Tamim'in al-A nbar b. 'Amr b. Tamim ( bk. al-Mufazzaî b. Salama, al-Fâhir, nşr. Stor ey, s, 233 ve not ) 'e karşı giriştiği mücâdele büyük bîr yer tutmaktadır. Mazin kabilesi mensup olduğu ve Nacd ’in şimal-i garbı ucunda beraber oturduğu büyük Amr b. Tamim topluluğundan hiç ayrılmadı. Merkezi Zü îfâr yakınında bulunan Safari ku­ yusu eivaunda îdi (N akâ'iz, nşr. Bevan, s. 48, satır 1 7 'nîn notu; Yakut, III, 95; Bakri, s. 724,1, 787 v.d .); başlıca talî kolları şunlar­ dır: Bani Hurküş, Huzâ'i, Rizâm, Anmâr, Za~ bina, Usâşa, Ra'lân. Câhiiiye devrinde Mazin­ ler kendi ana kabilelerini takip ettiler ve bun­ ların yaptıkları harplere iştirak ettiler. Diğer Tamim kabileleri ile beraber, münâvebe ile, TJkâ? panayırında hâkim vazifesini deruhte ttüer ( Nakâ'iz, s. 438 ). İsîâmiyetin zuhûru Siraşjnda, başlarında aynı zamanda şâir ola­



rak da tanınan Muhârik b. Şihâb { bk. bilhas­ sa al-Câhiz, Bayan, H, 171; al-Kâlı, Amali, III, 50; İbn Hacar, İşüba, Kahire, 1325, VI, ı$ 6 ) bulunuyordu. İsîâmiyetin harâretîi bir taraf darı olmamakla beraber, aslâ Öteki Ta­ mim kabileleri ile beraber, Ridda ( H 1 1 ) 'ya iştirak etmediler. Kadın peygamber Sacâh [ b. bk.] ’m kendilerine gönderdiği elçileri kabul etmediler ve bunlardan Tağliblerden alHuzayl b. Ümran ’t hapsettiler; bu şahıs, inti­ kam almak için, halife ‘Oşmân 'm katlinden sonraki kargaşalık zamanını ( 35 = 656 ) bek­ ledi. Bu vaziyetten İstifâde edip, Safari ülke­ sini tahrip etti ise de, Mazinler cesaretle karşı koyarak, onu Öldürdüler ve kuyuya attı­ lar (T abari, I, 1911, 1915; krş. Ağanı, XIX, 145 v.d.; tercümesi için bk, Caetani, Annali deli*Islâm, X, 352 v.d.; bu sommucusunda Sa­ fari muharebesi Ridda hareketlerinden müsta­ kil olarak görü*inektedir). Daha sonra, Mazinler diğer Tamimler gibi, toplu halde Horasan ’da yerleştiler ve orta Asya fütûbatma iştirak ettiler. Orada temayüz eden Mazinler arasında şunlar sayılabilir: yu­ karıda adı geçen eski reisin oğlu Şihâb b. Muhârik ( Tabari, I, 2569, 2707); 102 ( 720) 'de, Yazid b. al-Muhaliab 'in bozguna uğrama­ sından sonra, bu ailenin bütün fertlerini öl­ dürmüş olan Hilâl b. al-Ahvaz ( Tabari, II, 1912 v.d.); Iran kumandanı R u tbil'i öldüren Umayr b. Sinân ( îbn aî-Kalbi, Nasab aUkayl, s. 30, 3 — 4. satırlara âit n otlar); Emevıiere karşı ayaklandıkları sırada Abbasî ordusunun ıfeıınîmd’jarı arasında da Mazin ’e mensup bir çok kimselere rastlanmakla beraber, pek azım­ sanmayacak bir mıkdarda Mazi Haricîler sa­ fına g e çti: Azrakilerin her keşi yıldırmış olan reisi Katarı b. al*Fucâ‘a [ b. bk.] da Mâzinlerİn Kabiya b. Hürmüş boyuna mensup idî. Tamim şâirleri içinde pek azı mâzinlerdend ir : Hilâl b. al-As ar, Emevîler devrinde ( A ğani, II, 186 ); Mâlik b. al-Rayb, Haccâc 'm mu­ asırı haydut-şâir ( Ağâni, XIX, 162— 169; îbn Kutayba, al-Şi r va ’Z-şıYarS1, nşr. de Goeje, s. 205 v, dd, v. b ); Zuhayr b. *Urva ai-Sakb (Ağânî, XIX, 156: ondan kalan pek az beyit ekseriya babası Urva b. Calham ye *Abd al-Rahmân b. Hassan b. Sabit 'e isnat edil­ mektedir. Krş. Mtıfazzaliyât, nşr. LyalI, s. 249, not y ). Nihayet arap dilcilerinin en tanınmış olan iki üstadı da Mâzinlere mensuptur: Abü ‘Arar b. al-:A lâ' ( ölm. 154; b. bk.) ve al-Nazr b. Şu mayi (şecereleri için bk. Tabellen, L ). B i b l i y o g r a f y a : Wüstenfeld, Re~ gister z. d. genealog. Tabellen, s. 291; îbn Kutayba, Kiiâb al~macarif ( nşr. Wüstenfeld ), s. 36 - 42; İbn Durayd, Kitâb aUiştikâk



MÂZİN (nşr. Wüstenfeld ), s. 124— 126, 171, 211, 258; İbn al*Kalbi, Camharat al~ansâb, Brit. Mus., yazm., Add. 23 297, 906—92® ve tur.



MÂZYÂR.



4â9



'tan geçen Bâbul ırmağının şark kaynağında ) olmak İhtimâli vardır. Kârİn-vandler Bâvandi ispahbad Merine (m erkezi: Firrim ) kıyasla daha aşağı bir durumda bulunuyorlardı. Zahir yer. _ (G. LEVî DELLA VlDA.) M AZM UN. [ Bk. MAZMÛN.] al-Din (s . 167 ve 321) tarafından verilen Kâ­ M AZM ÛN . MAZMUN, şer’î kanunların rin şeceresi hayâlidir. Bilinen ilk Kârini, arapzaman [ b. bk. «kefalet" ] kısmında bir ıstılah lara karşı mahalli reisler ( Bâvandi Şarvin, Mi» olup, aşağıdaki tâbirlerde tesadüf edilir; muz­ yândurüd Mu Mâşmuğân Valâş, Pâdüspân Şah­ man 'anhu»borçlu*, maimün laka vey&'alayhi riyâr b. Padüspân ) birliğini ayaklandıran ve «alacaklı", maimün ( b ih i) «ödenmesi gereken halife al-Mahdİ'm'n gönderdiği kumandanları şey". Bütün diğer mukavelelerde bulunması ( önce Salim FarğSni, sonra Firâşa ) mağlûp eden icâp eder hükümler, âkidler ile mukavele'erin Vmdâd-Hurmuz idi ( İbn Isfendiyar, s. 128; Za­ mevzuu bakımından, kefalet mukavelesi için hir al* Din, s. 155— 159)* Vindad-Hurmuz hali­ de carîdir. fenin oğlu al-Hâdi ’ye tâbî olmağa ve Bagdad’a B i b l i y o g r a f y a : Tafsilat için bk. onunla birlikte gitmeğe mecbur oldu. Sonra he­ fıkıh kitaplarının ilgili bâbları He bir de men memleketinin dağlarına kaçarak, orada Sachau, Muhammed. Recht, s. 385 v.dd.; Ha­ müstakil bir vaziyet aldı ( ayn. esr., s. 160 ). lil, Muhtasar ( trc. Santillana ), II. 249 v.dd.; İbn al-Fakih (s. 304 ) ’e göre, Bitıdâd Hürmüz Tornauw, Moslem. Recht, s. 139 v. d d .; van Hârün al-Raşid ’in yanma geldi; halife onu Ho­ den Berg, Principes du droii musulmans rasan ispahbad ’i nasbetti. al*Ma’mün zama­ ( trc. France de T ersant), A lger, 1896, s. nında öldü ve yerine oğlu Kârin ( Bâvandi Şahriyâr’m çağdaşı) geçti. İbn Isfandiyar (s. 101 v.d. 2. Fıkıh eserlerinde borçlar hukukuna âit145 ) ’a göre, bîzanshlara karşı açılan sefere mes’elelere temas eden kısımlarda, maimün, iştirak etn rştir; fakat bu halefi için gösteri­ tekeffül edilen, yâni ödenmesi taahhüt edilen len tarihe uymamaktadır. şey mânasına gelir. Buna mümasil olarak, Zahir al-Din (s. 321 ) ’e göre, M â z y S r mukavelelere âit mes’eîerde zaman hukuk b. K â r i n 30 sene hüküm sürmüştür (19 4 — dilinde daha geniş bir mânada mes’ûliyet, 224=809— 839); fakat aynı müellif (s . 167) yerine koyma mükellefiyeti mânasını ifâde ( zalimane I ) İdâresinin 7 yıl (217 — 224) de­ etmektedir. Bu yerine koyma mükellefiyeti, vam ettiğini söylüyor. Tabari (III, 101 $ ) 201 gerek bir eismin birbirine benzerini ( m is i), senesinde Taberİstan’da ‘Abd Allah b. Huryâni aynı vasıf ve mıkdarda ( şifatan ya* dâzbah ( aynen !) ’m fütuhatından bahseder. vaznan), msl. ölçüsü, ağırlığı ve sayısı Bu fütuhattan sonra, Bâvandi Şahriyâr dağdan ( mavzün va makil va ma'düd) tâyin olu­ inmek mecburiyetinde kalmış ve Mâzyâr b. fÇinabilen ( m isliy d i} bir başka cismi, gerekse rin de Ma’mün ’un yanına gönderilmiştir. Daha ölçülüp-tartılaınayan cinsten olan, muayyen sonraki kaynaklara göre, Şahriyâr b. Şarvİn bir husûsiyete sahip ve dolayısı ile da derler ) Vabriz ordusuna mensup olup, Husrev I, ’in emri üzerine, Sayf b. Zi Ya­ zan tarafından memleketlerine geri götürülen iranhlardan neş’ et etmiştir. Peygamber, yaîancıpeygamber olan al-Asvad 'e karşı, Yemen ’e bir ordu sevketüği vakit, kumandanına, al-Asvad tarafından ağır işkenceye tâbi tutulmuş olan bu zerdüştîleri kendi tarafına celbe çalışmasını tavsiye etmiştir. Bu macâs ’tan biri Fayrüz b. al-Daylami, artık İslâmiyet! kabul etmiş bu­ lunuyordu; abnS* arasında ileri gelenlerden Dâzavayh ( D âzûya) de müslüman oldu ve diğer abnâ' onun tavsiyesini kabûl etti. Bunlar



444



MECÛS.



al-Asvad ’e karşı butun kuvvetleri ile yardım İsfahan (agn. esr., s. 312), Ahvaz (agn. esr*, ettiler. Boyîece Yem en'de macüs*a ahi al-kitâb s. 377, burada harp esirleri, halife ‘O m ar’m muamelesi yapılmış oldu; bunun üzerine onlar emri ile, araplarda kâfî işçi bulunmadığından, toprağı işlemek ve haraç vermek şartı ile, kendi arzuları ile İslâmî kabul etmişlerdir. 2. ‘O m â ı , Bir rivayete göre, Peygamber serbest bırakılm ıştır), Cunday S abur ( agn. Abü Zayd 'e ‘Omân müslümanl arından sadaka esr.t 5. 382), Curra, Arracân, Şirâz, Darâbcird ve bu memleketteki macüs 'tan cizga alınma­ ( agn. esr., s. 388, bu şehirde ilk me’mûr ola­ rak, bir hirbaz, yâni bir Zerdüşt rahibi tâyin sını emretmiştir (al-Balâzuri, s. 77). 3. B a h r a y n . 8( 629/630) yılında Peygam­ edilmiştir), Tab&s ve Kurin ( agn. esr., s. 403, ber al-Ala* b. 'A bd Allah al-Hazrami 'yi Bah­ halife ‘Omar ile akdedilen mukavele, sonradan rayn 'e gönderdi; bu memleketteki arapların ‘ Osman b. ‘Affân tarafından da tasdik edilmiş­ büyük bir kısmı islâmiyeti kabul e t t i; merkezi tir ), Nisâbür, NasS ( agn. esr., s. 404), Tös olan Hacar ’in iranlı marzbân *ı Sebuht İle ( agn. esr., s. 405 ), Herat, Bâdğis ve Buşanc bâzı zerdüştîler de aynı şekilde hareket etti­ ( agn. esr., 3. 405 ), Marv ( agn., esr. s. 405 ) ler. Fakat macüs 'un büyük bir kısmı eski 'in fethinde durum böyle olmuştur. Kaynak­ dinlerine sâdık k ald ı; onlar da Bahrayn 'de larda sık-sık tesadüf edilen şâlahühu ‘ ala... islâmiyeti kabul etmemiş olan yahudi ve hıris- ( dirham) tâbiri ile cizga mıkdarı kasdedilmiş tiyanlar gibi, cizga ödediler. Bâzı araplar, olm alıdır; bu bilhassa eserde son zikredilen ahi al-kitâb ’dan alman cizga 'nin şimdi Hacar yer ile ilgili kısmından açıkça anlaşılmaktadır 'deki macüs ’tan da dolay ısı ile Peygamberi ( s. 405 v. d.). Iran 'daki bölgelerin hepsi, kan dökülmeden, tenkit ettiler. Bu münâsebetle V, 104. âyet nazil olmuştur ( al-Balâzuri, s. 78 v.d .). Bun­ ele geçmemiştir. Ray 'de büyük bir katliâm dan anlaşıldığına güre, İslâm m ilk devrinde, vukÛ bulmuş ise de, buna dinî hisler sebe­ macüs 'un ahi al-kitâb 'dan sayılmasına tabi'î biyet vermemiş olacaktır ( al-Balâzuri, s. 317 ). bîr şey olarak bakılmamıştır. Abü B akr’in Eğer bir şehir, şiddetli bir mukavemet göste­ halifeliği zamanında, Bahrayn 'de macüs ’un rirse, ahâlinin pek az bir kısmına aman veril­ cizga vermek İstememeleri üzerine, bir isyân diği de oluyordu. Msl. Sarahs 'ta buna benzer Çıkmıştır, Bu isyân ancak halife ‘Omar za­ bir durum husule gelmiş ve anlaşma mucibin­ manında bastırılabîlmiştir ( agn. esr., s. 8$ ). ce, ancak 100 erkek hayatını kurtarmıştır; 4. î r a n , İran 'daki macüs ’un durumuna kendisini bu sayıya idhâl etmiş olduğu için, dâir tafsilâta girişmeden ünce, Ermeniye 'de Şehrin marzbân '1 da öldürülmüştür. Kadınlar de macüs ’ua yahudi ve hıristiyanlar ile aynı ise, galipler tarafından, esir ediliyordu ( agn., muameleye tâbi tutulmuş olduğuna işaret et­ esr., s. 405 ). Süs 'ta da buna benzer bir vak’a mek lâzımdır. Onlar cizga vermekle mükellef olmuştur: burada âmân ’a tabî tutulan erkek­ olup, buna mukabil can ve malları emniyet lerin sayısı 80 veya 100 idi ( agn., esr., s. 378 altında bulunuyordu. Dabil ( Dvin ) şehri halkı v.d.). M anâzir’in fethinde, bütün erkekler öl­ ile Habib b. Maslama arasında akdedilen mu­ dürülmüş, ahâlinin geri kalan kısmı İse, esir kavelede hıristiyanlar ile yahudiler ve macüs edilmiştir ( agn. esr., s. 378 ). Başka bir müs­ aynı şekilde anlaşma şartları içine alınmıştır. tahkem mevkî, müslümanlara şiddetti mukave­ Kana'is ile bigd da, eski sahiplerinde kalanlar met göstermiş olduğu hâlde, ahâlisini ztmmî arasında zikredilmiştir. Burada, bu tâbirler ile, olarak kabûl eden bir anlaşma yapılmasına dar mânada yahudi ve hırıstiyan mâbcdler müsâade edilmiştir (agn. esr., s. 317 v.d.). anlaşılmakla beraber, zerdüştılerin âteş-gede- tştahr ’ın fethinde müdhiş kan dökülmüştür $ lerinin de kasdedilmiş olduğu kabul edilebilir burada 40.000 iranlı hayatını kaybetmiştir. A h i ( al-Balâzuri, s. 200 ). al-bugüiât ve asâvira ’ye dâhil asillerin çoğu, İran 'da, fâtihlerin eline geçen yerlerde, ahâli anlaşıldığına göre, şehrin müdâfaası sırasında dâimâ cizga ve haraç ’a bağlanmıştır ( bu Ölmüş olmayıp, bH’akis şehrin zaptı sırasında devirde çok kere umumiyetle „ vergi" mânasına katledilmiştir ( agn, esr., s. 389 v.d.). kullanılmış olan tâbirler için krş. mad. CİZYE, Zerdüştîler zimmi olarak kabul edilince, on­ HARÂC ; fakat krş. b ird e al-Balâzuri, s. 314, ların dinî âdetlerine karşı da, tabi'î, müsama­ burada cizga baş vergisini ve haraç toprak ha gösterilecekti. Msl. al-Farruhân, Rayy ve Kuvergisini ifâde eder ). Böylece ahâli, hakikî ahi mis ahâlisi nâmına, müslümanlara 500.000 dir­ al-kitâb gibi, zimmi durumuna sokulmuştur. hem Ödenmiş ve müslümanlar da hîç bir âteşMsl. Mahrüd, Bandanicayn ( al-Balâzuri, s. 265 ), gedeyi tahrip etmemek şartına riâyet etmişler­ Huîvân, Karmasın ( agn. esr., s. 301), Nihavand dir ( agn. esr., s. 318 ). Azerbeycan ’ın zaptından ( agn. esr., s. 306 ), Dinavar, Şirvan, Sarmara ve halkı cizyeye bağladıktan sonra, arap ku­ ( agn. esr., s. 307 ), Hamazân ( agn. esr,, s. 309 ), mandanı ile buranın marzbân ’ı arasında yapı­



MECÛS. lan muahedede hiç bir âteş-gedenin tahrip edilmemesi, Ş iz ahâlisinin rakslı bayramlarına ve diğer âyinlerinin yapılmasına mâni olunma­ ması hususu da tesbit edilmiş bulunuyordu ( agn. esr., s. 326 ), Kendiliğinden de anlaşıldığı gibi, zerdüştîlerin yaşadıkları bölgelere araplar gelince, buralarda, ön safta galipler göz önünde tutulmak sureti ile, camiler de yapılmıştır; Sa'd b. A b ı V akkâş'ın al-Mada'in de inşa et­ tirdiği mascid cam? SavSd 'da bu nevî binaların ilki idi ( agn. esi*., s. 289 ). ‘Osman’ın halifeliğin­ de Rayy ’de bir mascid bina edildi; aynı şehirde daha sonra, al-Manşür'un halifeliğinde, müs­ takbel halife al-Mahdi’nin emri ile, 158 (77$) 'de bir de bir mascid cam? inşa edilmiştir ( agn, esr., s, 309 ). Tavvac fâtîhi ‘Osman b, A bi :Â şi, buraya getirip yerleştirdiği araplar için, mescid ve camiler yaptırmıştır ( agn, esr , s. 386 ) ; Arracau ’da da vali al-iyiakam al-Hucamini tarafından bir mescid yapılmıştır ( agn. esr., s. 392 ). Fütûhât esnasında da zerdüştîlikten islâmiyete geçme vak'alarına çok rastlanıyordu. T. W. Arnold ( The Preaching o f Islâm, s. 177 v. d. ) ’un kaydettiği gibi, iranlılartn kendi dinleri yerine islâmiyeti kabÛl etmelerini kolay­ laştıran bir çok âmüler mevcut îdi. Bir de zer­ düştîler cizga veriyorlardı; fakat aralarından islâmiyeti kabul edenler, bu vergiden muaf tutuluyorlardı. Calülâ1 civarındaki savaştan çok geçmeden bâzı dihlşan ’lar İslâmiyet! kabûl ettiler ve bundan dolayı cizga ’den muaf tu­ tuldular ( al-Balâzuri, s. 265 ). Diğer taraftan Isfahan ahâlisi al-Aş‘ari tarafından islâmiyete dâvet edildiği vakit, cizga vermeği tercih et­ m iştir; ancak bu şehrin eşrafından bâzı kim­ seler müslüman olmuş ve bundan dolayı sâ­ dece karâc ödemişlerdir ( arazileri için : va anifü min aUcizga fa aslamn, agn. esr., s. 312 v. d d.), Kazvin halkı da, cizga vermek iste­ mediği için, müslüman olmuştur (agn. esr., s. 321 ). al- Kâkizân ahâlisi de aym şekilde hareket etmiştir ( agn. esr., s. 323 ). İslâmiyeti kabul eden bir Zerdüştî tekrar iriidad ederse, tabi'î, bunu hayatı ile öder; böyle bir vak'a Maysan dihkân 'mm başına gelmiş ve al-Muğıra b. Şu'ba tarafından öldü­ rülmüştür ( agn. esr., s. 343 ). Islâm m inkişâfım gösteren diğer misâllere Azerbaycan ’da tesâdüf ediyoruz, al-Aş'as bu memleketin idaresini ilk defa eline alırken, berâberinde getiripyerleştirmîş olduğu araplara ahâliyi islâmiyete dâvet etmelerini emretti. Bu teşebbüs muvaf­ fakiyetle neticelenmiştir. aî-Aş'aş, halife 'A li zamanında, ikinci defa Azerbeyean valisi tâyin edilince, ahâlinin büyük bir kısmının müslü­ man olduğunu görmüştür ( agn. esr., s. 328 v.d.).



445



Bâzı şahısların islâmiyeti kabul etmelerinde, müstümanlann sür’atle kalkınması karşısında duyulan hayretin de mühim bir sebep teşkil ettiği anlaşılıyor ( bunun misâlleri için bk. al-Balâzuri, s. 374, 381); mecburiyet altında islâmiyetin kabûlu İçin al-Hurmuzan vak’ası bir misâl teşkil eder. Zerdüştîlik ile çok sıkı bağ­ lı olan eski adlan yerine, İslâmî kabul eden­ ler yeni, arapça isimler almışlardır; msl. ha­ life al-Ma’mün Mâyazdâr ( krş, pehl. mgazd, zerdüştîlikte yiyecek ikrâmı; fakat arapçadaki uzun â bu izahı güçleştirmektedir ) adında birini Tabaristân, Rüyan ve Danbâvand 'e umûmî vâlı tâyin etmiş ve bu Mâyazdâr, adını Muhammed’e çevirmek mecburiyetinde kalmış­ tır ( agn. esr., s. 339 ). Maysan 'ın zaptında esir edilenler arasında bulunan Haşan al-Başrı ’nin babası da, farsça adının müslümanlarm kula­ ğına fenâ bir şey hatırlatmamasına rağmen, kendi adı olan Fayrüz'u Y a sa r'a çevirmiştir ( agn, esr,, s. 344 ); mavlâ olunca, adının de­ ğiştirilmesi icâp etmiştir. Fetihten sonra da zerdüştîler İran ’m bir çok yerlerinde yaşamakta devam ettiler. Sâdece müslümanlarm hâkimiyetine nisheten daha geç girmiş olan ülkelerde ( msl, Tabaristân, krş. HURŞÎD II.) değil, ilk zamanlardan itibaren İslâm devletinin bir eyâleti hâline gelmiş olan yerlerde de yaşıyorlardı. aI-Mas‘üdi 'ye göre, bütün İran eyâletlerinde âteş-gedelere tesâ­ düf ediliyordu; ona göre (nşr. Barbier de Meynard, İV, 86), „mqc 5 sT ar ‘İrak, Fars, Kir­ man, Sicistân, Horasan, Tabaristân, al-Cibâl, Azar bay can ve Arrân ( bunlara bir de Hind, Sind ve Şin ilâve ed iliy o r)’da bir çok âteşgedelere saygı gösteriyorlar". al-Mas'üdi 'nin verdiği bu mâlûmât, İran şehirlerinin çoğun­ da âteş-gedeleri zikreden orta çağ coğrafya­ cıları tarafından tamâmen te'yit edilmektedir. Buna göre, müslü manlar orta çağda, son za­ manlara nisbetle, bunlara karşı daha büyük bir müsâmaha göstermişlerdir. Fakat bütün zerdüştîlerin de kendi vaziyetlerinden pek memnûa olmadıklarını, bunlardan mühim bir kısmın Hindistan 'a hicret etmiş olmasından anlamak mümkündür. Gucarât sahillerine bun­ ların 716 milâdî yılında gelmiş olmaları icâp eder. Bunların islâmiyeti kabûl etmeleri »sulh içinde ve yavaş-yavaş" cereyan etmiş olabilir (Arnold, agn. esr., s. 181). Diğer taraftan bir zerdüştînin her hangi bir yüksek makam sahibi olabilmesi için, tabi’î olarak, islâmi­ yeti kabûl etmiş olması şart idi. Bu hususta meşhur mühtedîierden İbn a!-Mukaffa!, Sâmânîler sülâlesinin kurucusu Sâmân-Hudât, şâir Dakiki v.b. zikredilebilir.



44$



taECÛS.



Bâzan müslüman idarecilerin, zındıklara kar­ gı mücâdelede, zerduşt ruhanîlerinden yardım görmüş oldukları anlaşılıyor; al-Şahrastâni {Kitâb al-milal va *l~ı%ihal, nşr. Cureton, s. 187 ) ’nin kaydettiğine göre, Abu Müslim, Nis&bür ’da zerduşt cemâatinin mubaz ’i tarafında açı­ lan bir dâva üzerine, bir zındığı idâm ettir­ miştir. Fakat Önce zerdüştî olup, yeni bir din telkinine başlamış olan bu şahsın ileri sürdü­ ğü dinî akidelerin karışıklıklara sebep olmak İhtimâli de var idi. İslâm devleti ile iranlı zerdüştîier ( Hindistan zerdüşiîlerî, parsîler ile zerdüştîlerin dinî cemâatlerinin dahilî tarihi bizi burada yakından ilğüendirmemektedir ) arasındaki münâsebetlerin tarihi, orta ve ye­ ni çağlara ait farsça tarihî eserler tamâmiyle istifâde edilebilecek bir duruma getirildikten sonra, ancak yazılabilir. Zerdüştîlerin durumu zamanla gittikçe kötüleşmiştir. Nâdir Şah 'ın ölümünden ( 1 1 6 0 = 1747 ) sonra çıkan karışık­ lık, efganlar tarafından Kirman 'da zerdüştîler semtinin tahribi ve Ağa Muhammed Han Kaçar ile Luif- A li Han { bk. bir de mad. K İR M A N ] arasında vukua gelen harpler neticesinde, bunla­ rın sayısı oldukça azalmış olmalıdır. Son zaman­ larda zerdüştîlerin sayısı hakkmdaki tahmin­ ler birbirinden farklıdır: v. Houtum-Schindler ( 1879) bunları 8.400 tahmin etmekte, Browne (1887/1888) ise, yalnız Kirman, Yazd ve civan için 7.000— 8.000 ( başka bir yerde ( A Year among tke Persians, s. 370 ) sâdece Yazd ve civarı İçin, 7,000— 10.000 rakamım kaydeder ] ve Bahramabâd için 20—25 olarak gösterilmektedir. Encycl. Briianîca ( 1 9 u ) ’da Iran ’dakİ zerdüştîlerin 9.000 olduğu yazılıdır, 1854 'te Yazd ve civarında 6.658 zerdüştî var idî. Bunların aş.-yk. 25 ’i tacir olup, geri kalan kısmım küçük arazi sahipleri île amele teşkil ediyordu ( Karak, History o f the Parsis, i, 55 ), Aynı müellife göre ( eseri 1884 'te basılmıştır ), Kirmân ’da 450, Tahran ’da aş. -yk. 50 tacir ve az sayıda bahçıvan v.b. bulunuyordu. Şiraz 'da da esnaflık ile geçinen bir kaç zerdüştî âiiesi var idi. Bundan başka Kaşan ve Bûşahr ( v. Hoium-Schindler ) 'de de zerdüştîler mevcut idi. Baku'daki geberler hînd parsîleridir [ krş. mad. BAKÛ ]. Browne ’e göre, îran 'da 5 dafymct ( kuleye benzer bir yapı olup, zerdüştîler buraya, yırtıcı kuşlar tarafından yenilmesi için, ölülerinin naaşiarmı koyarlar) mevcuttur; bunlardan biri Tahran 'da ikisi Kirman 'da ve ikisi de Yazd ’de bulunmaktadır, v. Houtum-Schİndler *de Yazd ’de 4, civarında 18 ve Kirman ’da 1 âteş-gede kaydedilmiştir. Karaka ( I, 60 ) ise, 1884 yılında Yazd ve civarında 34 büyük veya küçük âteş-gede göstermektedir, v. Houtum-



Schindler'e göre, sayıları az olan yerlerde ( Tahran, Kaşan, Şiraz, Büşahr ) zerdüştîlerin durumu nısbeten iyi olup, bunlar buralar­ da, dürüst tacir olarak, itibar kazanmış­ lardır, Fakat Kırman ’da bunların vaziyeti daha az müsait ve Y a z d ’de . ise, daha fenadır. XIX. asrm ilk yarısında cizya toplanması, bü­ tün İran geberleri için, bir huzursuzluk kay­ nağı teşkil ediyordu; çünkü bunlar müdafaasız hâlde devlet me'mûrlarmm tazyikına mârûz kalıyorlardı, v. Houtum-Schindler zamanında bile ( eserini 1879 ’da yazmıştır ) Hind parsîleri, îran hükümeti ile yapılan bir anlaşmaya istinâden, vergi toplarken, din kardeşlerini mali­ yecilerin tazyikinden kurtarmak için, cizya ( aş.-yk. 920 iâm ân) ödüyorlardı. 1882 'de zerdüştîlerden cizya kaldırılmıştır ( Karaka, I, 74 ). İran 'dakı zerdüştîler bâzı islâhât ile mektepler te’sisini, bir pars! teşkilâtı olan „Persian Zoroastrian Amelioration Fund" ’a borçludurlar. XIX. asrın ikinci yarısında bilhassa Yazd ’de geberlerin durumu çok fenâ idi. Browne ’a göre, banlar Yazd 'de yahudi ve hıristiyanlardan daha hakir görülürler; ata binmezler, harap olan âteş-gedelerini tamir edemezler v.b. Fakat şunu da itiraf etmek lâzımdır ki, o zamanki vali 'îraâd al-Davla bâzı çok ağır haksızlıklara ( msİ. bir zerdüştî müslüman olunca, bununla eski dinlerinde kalan akrabalarının mülkünü elde etmek hakkını kazanıyordu ) son vermiş­ tir. Kirman ’da geberlerin durumu daha iyi olmakla beraber, Browne orada da, msl. ço­ cukların zorla müslüman edilmesi gibi, bâzı haksızlıkları duymuştur. B i b l i y o g r a f y a : İran zerdüştîler! ( ve bir de sözde Gabri hakkında krş. bilhassa O. Mann, Die Mundarten Pey* -M atın düşmaı j ' , , V .v ' . .... kendi; ; '



kari' ■ surf kaildal fikilükj Çok bir| UA mul. yap Uh| bk. N



ye| etıj dış dü| dal



MEDİN& leyerek, kendilerini te’min etti ( İbn Hişâm, s, 824). Fakat mekkel ilere büyük bîr iyi­ likle ınnâmeİe etmeğe başlayınca ve Hünây n muharebesinden' sonrâ, onları imâna getirmek için, kendilerine kıymetli hediyeler vermeğe mecbûr olduğunu görünce^ anşâr hakli olarak, kendini ikinci plâna düşmüş gördü ve yeniden Peygamber tarafından terkedilmiş olmaktan korktu. Fakat Peygamber bir hitâbede bu­ lunarak, düşmanlık içinde yaşadıkları zamanda kendilerini nasıl birleştirdiğini hatırlattı ve kendisi için yaptıkları şeylerden dolayı min­ nettarlığını bildirdi ve sonunda onlara, başkakal arı düşmandan alınmış sürüler ile dönerler ise, kendilerinin Allahın resûlü ile beraber döneceklerini söyleyerek, hâllerine şükret­ meğe dâvet edince, göz yaşları dökmeğe baş­ ladılar ve sükûnet ile geri döndüler ( îbn Hişâm, s. 885 v.d.). Böyle rivâyetlerin sonraları anşâr ile kureyşliler arasında çıkmış olan zıddiyeti aksettirmesi de mümkündür; ne olursa-olsun, muhakkak ki, o zamanlar mey­ dana çıkan endîşeler hakkında bize oldukça doğru bir fikir vermektedir. Muhtelif ema­ relere bakarak, Tâbûk seferi sırasında Medi­ ne ’de Peygambere karşı bir mnhâlefetin çıktı­ ğım tesbit etmek oldukça alâka verieîdir. IX. sûrede bulunan münafıklar aleyhinde olan âyetler, onun için mûtad olmayan ve Mekke devrinin eziyetlerini hatırlatan bir huzursuz­ luğa delâlet etmektedir. Buna, maalesef olduk­ ça karanlık olup, yukarıda zikredilen Mascid at-Zirâr ( bu hususta bk. bir de Lammens) rivayeti ilâve olunmaktadır. Bâzı kimseler, şehrin cenubunda, ‘Amr b. 'A v f arazîsinde, bir cami yaptırdılar; Peygamber bunu tasvip e t ti; bu kimselerin gayesinin eski düşmanları menfaatine müminler arasında ihtilâf husule getirmek olduğunu ( K u r ’an , IX, 108 v.dd.) farkettikten sonra, bunu yıktırdı. Bâzı rivayet­ lere nazaran, bunlar yukarıda zikredilmiş olan IHlanif Abü Amir 'in tahriki ile yapıtmış idi ( bk. İbn Hişam, s. 906 v.d,; Vâlçidi-WeIIhausen, s. 410 v.d.; Tabarî, I, 1704 v.d.; îbn Sa'd, Ut/II, 36, s, 96, 13 ). Ne olursa-olsun, Peygam­ ber sükûneti yeniden kurmağa muvaffak ol­ muş ve az bîr müddet sonra m a n â jîiiîin reisi­ nin ölümü de bu muvaffakiyete yardım et­ miştir. Peygamber, vaadine sâdık olarak, 8 haziran 732 'ye, yâni ölümüne kadar, Medine 'de kaldı. İtimada değer bir rîvâyete göre ( Tabari, I, 1817; İbn S ad , II/H, S?,"*, S M s, $9,1, 71,6 ), naaşı bütün bir gün defnedilmeden k a ld ı; sonra ‘A lş a 'nin evinde yatağının bulunduğu yere defnedildi. Bu gecikme Peygamberin ölümü­ nün şehirde tevlit ettiği büyük karışıklığın '•U m A atiklo p ed U i



4



H



bir neticesi olabilir. Onun, kudreti sayesinde husûle getirdiği büyük birlik derhâl sona erd i; Anşâr toplanıp, hâzracilerden Sa'd b. ‘ Ubâda 'yi reis seçti, diğerleri Bu sırada iktidarı Anşâr ile muhâcirler arasında bölüşmeği teklif ediyorlardı. Bilhassa ‘Omar 'in sür’atli ve kuvvetli müdâhalesi İslâmiyet için çok meş’ûm olacak bu tasavvurların yıkılmasına ve Abü Bakr 'in halife olarak seçilmesinin kabûlüne imkân verdi. Abu Bakr ile iki selefi, böylece genç devletin merkezi haline gelen ve kudreti sür’atle büyüyen Medine ’de kaldılar. Abu Bakr ile ‘Omar, Peygamber gibi, ‘A 'iş a ’nin evinde defnedildiler; fakat 'Osman 'ın naaşı geceleyin bir kapı kanadı üzerinde ve la­ netler ile taşlanarak, yahudiler mezarlığına götürüldü. Bu devirde kimse şehri tahkim etmeği düşünmüyordu; hattâ Peygamberin ölümünü takip eden riddia sırasında bile düşünülmemiş idi, daba sonraları, dinî muha­ rebeler münhasıran civar memleketlerde cereyân ettiği için bu husus hiç nazar-ı İtibâre alınmadı. ‘ Oşmân tahkimatı yıktırdı; fakat daha X . asırda (M as'üdi, K. al-Tanbik, B G A , VIII, 206 ) bakiyeleri mevcut idi. ‘A li 'nin hü­ kümeti, Medine için, büyük bir değişiklik getirdi. Kendisi ile rakipleri arasında büyük harpler patlak verip, eyâletlerde kat’î mubârebeler cereyan edince, halife dünyadan uzak bir köşede kâin olan Medine 'de kalarak, bu kadar büyük bir devletin İdâre edilmesinin imkânsız olduğunu farkettî. İlk halifeler mer­ kezde kalıp, başka memleketlerin fethi için, buradan ordu gönderdikleri hâlde, !Aİi bizzat ordularının başına geçti ve teşrin I. 656 'da, bîr daha dönmemek üzere, Medine 'yi terketti. İdare merkezi olarak evvelâ Küfa *yi seçti; Mu'aviya'nin zaferini müteakip, K u fa ’nin yerini Dimaşk aldı. Medine, eski rakibi Mek­ ke gibi, bundan böyle dünya hâdiselerinden uzak bir eyâlet şehri mâhiyetini aldı. Bu değişmenin eski zamanın dindar kimseleri üze­ rinde yaptığı te'sir dikkate değer bir rivayet­ ten anlaşılmaktadır ( Dinavari, s. 152 v.d.); bu rivayete göre, bâzı asîl anşâr, ‘A lı 'nin Medi­ ne 'yi terketmek tasavvurundan vazgeçmesini te’mİne çalışm ışlardır:— „Terkettiğin şeyler, Peygamberin mescidinde namaz kılmak, mezarı ile minberi arasında dolaşmak, bütün bunlar Irak 'ta bulacağını umduğun şeylerin bedelidir; kumandanlarını harbe gönderen 'Oınar 'in idâre tarzını düşün; şimdi aramızda o zamankiler kadar istidatlı şahıslar yok mu?.t( — Fakat halife onlara şu cevabı verdi: — »Devletin zenginliği ve ordular Irak 'tadır ve Suriyeliler bize hü­ cum etmeğe hazırdırlar j ben onların yakınla­ rında bulunmak istiyorum".



466



MEDİNE*



Medine, mukaddes hâtıraları ile, Peygam­ berin mezarı ile, tabi'î ehemmiyetsiz bir §ehır olamazdı; bü’akis Peygamberin siması müslümanlarm zihnînde ne kadar büyümüş ise, şehrin kudsiyeti de o kadar kuvvetlenmiş idi; fakat hayat orada devrin ehemmiyetli vak'alarınm cereyân ettiği şe’nıyetten gittikçe uzaklaştı. Siyâsî hâdiselerin sebep olduğu karışıklıklardan uzak yaşamak isteyen her kes, bütün haklarını terkedince, 'A li 'nin oğ­ lu yasan gibi, Medine'ye çekildi ( Taban, II, 9 ; Dinavari, s. 232 ). Husayn de KÜfa Men Medine ’ye çekilmiş id i; fakat haklarım silâh İle kabul ettirmek için, cür'etli bir teşebbüse atılmak üzere, yeniden Medine 'yi terk ettı; Medine ensârmdan hiç birinin onun ile berâber yola çıkmamış olması vak’ası çok mani­ dardır ( Wellhausen, Dîe Oppositionsparteien, 8. 69 }. Husayn öldürülünce, zevceleri ile oğlu M edine'ye gönderildi; burada sakin bir ha­ yat geçirdiler ve kavgalara karışmadılar. A li 'nin oğlu Muhammed b. al-Haaafiya de aynı şekilde Medine 'de yaşadı ( Dinavarî, s. 308 ). Fakat Medine şehrini bütün başka yerlere tercih edenler, yalnız Peygamberin akrabâlan ile ken­ disine çok bağlı olanlardan ibâret değil id i; eski basımlarınsa bir çoğu, Emevıler, burada geçiri­ len sakin ve latif hayatın cazibesine kapıldılar ve Şam 'a gitmek istemediler ( Lammens, Etudes sur le califat de Moazoija, s, 35). Medine bîr nevî fetih muharebelerinden ellerine ge­ çen büyük zenginliklerin sükûnet içinde zev­ kini almak isteyen yeni bir sımfm bir nevî ikamet yeri hâlini almış îdi. Medine Me hayat yavaş-yavaş sefîhâne bîr şekil almağa başladı; öyle ki, sonunda mukaddes şehir kötü bir şöh­ ret kazandı ( Kitüb al-ağânî, XXI, 197, 19 ). 127 ( 745 ) 'de bir isyan sırasında da son Emevî halifesi Marvân II. âsîlerden birine, Medi­ ne 'nin şarapları ile şarkıcı kadınlarının nasıl olup da, isyâna iştirak etmekten onu alıkoy­ madığım sordu (T abari, II, tg ıo ) . Bu gibi fıkralar, Doughty ( Travels in Arabıa, 3. tab., s. 1 5 1 ) 'nin çizdiği bugünkü Medine sâ­ kinlerinin hâline benzer. Yalnız dış görü­ nüşe, bakılırsa, bu devir Medine'nin parlak devri olmuştur ve revnakı şâirler tarafından terennüm edilmiştir, tyî İska edilmiş olan şe­ hir, bahçeler ve çiçekli çayırlıklar İle çevrilmiş idi ve bilhassa Vadi 'İ-Alçik İçinde zengin Kureyşlilerin inşâ ettirdiği bir sıra muhteşem kasırlar var idî ki, izleri bugün bile mevcut­ tur ( bk. Batanüni, Rihla, s. 261 v.d .; Lammens, Moamiya, s. 228 ). Medine nüfusunun diğer bir kısmım, orada geçirilen sakın hayatın kendilerini diğer se­ beplerden dolayı cezbettiğîni gerçekten hiss­



ediyorlardı. Bunlar dünyevî zevkler aramıyor­ lardı; fakat hayatlarını şehrin dolu bulunduğu mukaddes hâtıralara hasrediyorlar, Medine sıznna'sine ve aym zamanda Medineıcmö' ’ına istinat etmesi itibârı île, Peygamberden gelen dinî ve fıkhî ahkâmı toplayıp, tetkik ediyor­ lardı. Bu temayülün en çok dikkate değer mümessili mâlikî mezhebinin müessisi olarak, etrafına büyük bir mıkdarda talebe toplamış bulunan Muvattd müellifi Malik b, Anas ( ölm. 179 = 795 ) olmuştur ( Goldziher, Muhammedanzsche Studien, II, 213 v. dd.). Talebelerin­ den biri, İbn Zabala, Medine şehrinin ilk ta­ rihini yazmıştır ki, bu eser bize kadar gel­ memiştir ( 199 — 814 ). Medine o zaman halifenin tâyin ettiği vali­ ler tarafından idare olunurda, 'fabari ile İbn al-A şir bunları zikrederler. Bununla feerâber şehir Peygamberin ölümünü takip eden ilk asırlarda vukua gelen karışıklıklardan tamâmiyle masun kalmamıştır. Yazid zamanında, hattâ bütün Emevîler zamanında, Medine 'de halifeye karşı bir dereceye kadar düşmanlık hüküm sürmekte idi ve sâkinlerinden bir çok­ ları Mekke 'deki rakipleri ‘ Abd Allah b. Zubayr 'e karşı müsait davranıyorlardı. Yazid 'in emrettiği vali *Amr b. Sa'id ’in seferi muvaffak olmadı. 63 ( 682/683 ) yılında Medine halkı is­ yan etti ve reis olarak ‘Abd Allah b. Hanzala 'yi seçip, şehri şimale karşı korumak için, bir sed yaptı ve bir hendek kazdı. Halife, Müs­ lim b. ‘Ukba kumandasına bir ordu gönderdi, bu zât şerin şimâl-i şarkîsindeki Harra üze­ rinde ordugâh kurdu, sonra bu yerin adı ile tanınan muharebe vukua geldi. Bu muhârebe mûtad izah tarzına göre, Bani H arisa’nin hıyaneti neticesinde, Medine halkı için bir mağlûbiyet oldu. Halkın Suriye askerlerinin tecâvüzüne teslim edildiği vak'ası şüphesiz kin neticesi bir iftiradır ( Wellhausen, Da9 arabische Reick, s. 98 ). Emevî hâkimiyetinin sonuna doğru, 130 ( 747/748 ) *da, A ba Hamza ku­ mandasındaki Hâricîler Kubayd yakınında Me­ dine sâkinlerini mağlûp e ttile r; fakat Abû Hamza, Marvân ’ın orduları tarafından, yenildi ve öldürüldü( Tabari, II, 200 v. d d .; B G A , VIII* 327 ), Abbâsıler iktidarı ele geçirince, ‘A lı tarafdarı iki kardeş, ‘Abd Allah oğlu Muhammed ile İbrahim, silâh ile onların haklarım kabûl ettirmek istediler. Kendine al-Mahdı dedirten Muhammed, 145 (762/763)^6 göründü; bu­ rada, aralarında Mâlik b. Anas île Abu Hamfa'nin zikri icâp eden büyük- bir taraf darlar guruba buldu. Her şekilde Peygamberin verdiği misâli tâkip etmeğe çalışıyordu. Kılıç kullandı; Peygamberin şehrin etrafında kaz­ dırmış olduğu hendeği ( yk. b k .) yemden aç-



MEDİN1 tirdi. Bununla beraber halife akrabasından ‘İsa b. Musa'yı 4,00b adam-ile ona karşı gönderdi; bu zât bir kaç kapı kanadı ile hendek üzerine bîr köprü kurup, şehre girdi, Muhammed ’in tarafdarları, umûmiyetle ‘A lî tarafdarlarmda görüldüğü üzere, cesaretlerini kaybettiler ve ümitsiz bir hâlde harbe devam etmek İsteyen Muhammed, ölüm derecesinde yaralandı. Aş,yk. 20 yıl sonra ( 169 «=» 726 ), yeni bir 'A li taraf, darı, Husayn b, “A li, Abbâsîlere karşı baş kaldır­ dı, Medine 'yi bir müddet zalimane idaresi altın­ da tuttuktan sonra, kovuldu ve Mekke civarında Fahh yakınında öldürüldü. Peygamberin şehrini her ne kadar yağma ve alt-üst etmiş ise de, ‘A li fırkası onu din şehidlerinden biri olarak kabul etti ( Tabari, III, 155 v.d .; îbn al-Aşir, VI, 60 v .d .). VSsiît: ’m hilâfeti zamanında, Med'ne Suiaym ve Bani Hilâl kabilelerinin hücumların­ dan çok mutazarrır oldu. Kadim Boğa £b. bk. ] 230 { 844/845 ) Ma imdadına yetişti ve bede­ vileri hapsetti. Fakat şehri terkedinee, bede­ viler de hapisten çıkmağa muvaffak oldular; medineliler bunun farkına varınca, onları Öldür­ düler ( İbn al-Aşir, VH, 12 ) 5 Vasile; öldükten sonra, bütün geceler onun için ağlamak su­ retiyle, bağlılıklarını gösterdiler ( ayn, esr., VII, 21 ). Müteâkip asırlarda, tarihçiler Medine 'yi an­ cak nadiren zikrederler ve söyledikleri şeyler ekseriya az ehemmiyetlidir. Fâtımîler M ısır'a hâkim olup, Hicaz 'm mukaddes şehirlerini tehdit ettikleri zaman, nihayet şehir bîr hisar ile çevrildi. 364 ( 9/4/975 ) ’te bunu yaptıran Büveyhîlerden ‘ Azud al-Davîa ’d ir; fakat bu ancak şehrin İç kısmının etrafını çevreliyor­ du. Sûr, 540 ( 1145/1146)'ta Zangiferin bir veziri tarafından tamir edildi. Fakat şehir sâ­ kinlerinin oldukça büyük bir kısmı surların dışında oturduğundan ve bu suretle bedevile­ rin hücumlarına karşı himayesiz bulundukla­ rından, Suriye atabeyi Nür al-Dİn Mabmüd b. Zangi 557 ( **62 ) ’de şehrin bîr az daha fazla bir kısmını içine alan, kapı ve burçlar ile mücehhez olan ikinci bir sûr yaptırdı.,35— 40 ayak yüksekliğinde olup, büyük bazalt ve granit taşları ile yapılmış olan bugünkü sûru inşâ ettiren büyük Kanfinî Sultan Süleyman ( 1520 — 1566 ) *dır ( Wüstenfed, Samhüdî, s. 16). Bu sûrun etrafına bir hendek kazıldı. Yine bu padişah zamanında kapalı bir su yolu ile ce­ nuptan şehre su getirdi. Son olarak Sultan Abdül'aziz sûru ö zamandan beri muhâfaza ettiği 25 m. ’lik bîr irtifaa yükseltti. ğ o i (1203 ) yılında Mekke ile Medine vâlîleri arasındaki bir mücâdele bahis mevzuu ol­ maktadır, Bu kavga Zu 'l.yulayfa muharebe­ sine müncer oldu. Medine *yi muhasara için



467



hareket eden Makke vâlisi kaçırıldı, fakat baş­ ka emirlerden yardım gördü; bundan sonra Medine valisi mücâdeleye devam etmekten vazgeçti ( İbn ai~Aşîr, XII, 134 ). 654 C 1256 ) 'te Medine „Hicaz ateşirt denilen müthiş bir volkan indifâmın tehdidine mâruz kaldı. Bu indifa cemâzîyelvevvel ayının son gününde hafif bir zelzele ile başladı; zelzele müteâkip günlerde şiddetlendi. Vak'anüvîsîer anlatırlar ki, o zaman kayaları ve taşları eri­ ten ve şehrin şarkından akıp, sonra şimale doğru yoluna devam eden bir lav nehri ya­ yıldı. Şehirliler, duâ ve günahlarından tövbe ederek, Peygamberin mezarı yanındaki camiye sığındılar. Bu hâdise ile mescidin şiddetten masun kalacağı itikadı kuvvetlendi. Türk hâkimiyeti zamanında, Medine dünya­ nın geri kalan kısımlarından ayrı olarak, ha­ yatını yaşamağa devam e t t i; fakat bu gayr-İ müslimlerm mukaddes şehre girmemesi hususu üe alâkalıdır. Ancak XIX. asırda mühim de­ ğişmeler vukua geldi. 1804 ’te Vehhâbîler şehri zapt, hazînelerini yağma ve Peygamberin me­ zarım ziyaret etmeği yasak ettiler. Türbenin kubbesini yere indirmeğe muvaffak olamadı­ lar, fakat büyük inci, kıymetli taşlar v. b. hazînelerini, dindar kimseler tarafından camiye verilmiş hediyeleri talan ettiler. Ancak 1813'te Osmanlı hükümetinin Mısır vâiisî Mehmed Ali ’nin oğlu Tosun şehri geri almağa muvaffak oldu ve 1815 sulhu ile 'A bd Allah b. Sa'üd Hicaz ’m mukaddes şehirleri üzerinde Türkiye hâkimiyetini tanıdı. Bununla beraber Mehmed AIi bu muahedeye ehemmiyet vermedi ve îbn Sa’üd ’a karşı muharebeye devam ederek, oğullarından İbra­ him ’İ gönderdi; İbrahim 1818'de Dar’i ya'yi zaptedip, tamâmiyle tahrip etti ve bundan sonra Medine'ye girdi. Mukaddes şehirler yeniden türkiere âit oldu ve Mekke 'nin şerîfi İbn Sa'üd ülkelerinden gelen hacıların şehre gir­ mesini bile men'etti. Bu türk hâkimiyetine dönüş, hiç olmazsa Şam ’dan Mekke 'ye giden Hicaz demir-yolunun inşâsı gibi, mühim bir netice verdi. Her şeyden evvel hacılar bundan istifâde ediyorlardı; fakat sevkülceyş bakımın­ dan da bîr ehemmiyeti var id i; bundan dolayı 1914 harbinin sebebiyet verdiği karışıklıklar­ dan cok zarara uğramıştır. Şerîf Husayn b. ‘A li b, 'Abd al-Mu’ in ’i» müdâhalesi ile, şimalî Arabistan 'm isyanı ve entrikaları daha da karışık bir mâhiyet aldı. İlk önce bu şerîf türk sultanının sâdık bîr hizmet­ kârı id i; fakat sonraları isyan etti ve 6 teşrin II, 1916 'da kendini Hicaz meliki ilân ederek, İngiltere ile ittifak etti. 1914 harbine nihâyet veren mütârekeden sonra, türk kıt’aları 1918



4 &â



MEDİN&



’de Medine ’yi terketti. Bu zaman esnasında, Vehâbîlerin iktidarını yeniden te’sis etmiş olan 'A bd a l-A ziz b. S a 'd ’m şahsında, Husayn ’e karşı kendinden daha kuvvetli rakip çıkmış idi. Husayn ’in halife unvanını almak için yaptığı cür’etli teşebbüs arap reisleri arasında hiç bir akis uyandırmadı ve Hicaz halkı onu bundan ferâgata mecbur etti. İbn Sa'üd, bundan istifâde ederek, teşrin I, 1924 ’te Mekke 'ye girdi ve Husayn ’in oğlu 'A li ’yi şehri terke icbar etti. Böylece şimdi mukaddes iki şehi.r, daha çok sulhperver olan ve Peygamberin tür­ besi ile diğer evliya türbesini ziyarete müsâade eden Vehhâbîlerin elindedir. Bunlar yalnız Peygamberin - mezarında husûsî bir ibâdet ve merasim yapılmasını men ediyorlar. Medine ’ye girmek müslüman olmayanlar için yasak ise de, geçen asrın sonlarında burayı ziyaret etmiş olan bâzı seyyahların verdiği bilgiler şehir hakkında oldukça doğru bir fi­ kir edinilmesine imkân vermektedir; onla­ rın tasvirleri burada iabi’î ancak en geniş hatları ile tekrar edilebilir. Medine ’nin içinde bulunduğu ova, avarız dol ayı sı ile, iki kısma ayrılmıştır; yüksek olan cenup kısmı, daha alçak olan şimâl kısmı; bunlara eski müellif­ lerde de bulunan adları ile al- Aliga ve alSa fil a denilir. Cenup kısmı daha evvel zikr­ edilmiş olan ve şehirden $ km, mesafede bu­ lunan Küba’ kasabasına ve şimal kısmı ise, Uhud dağına kadar devam eder. En eski hisar asıl şehri ihata eder. Yukarıda zikredilen, son­ raları yapılmış olup, hâlâ kısmen harabe hâlin­ de bulunan diğer hisar ise, garpta bulunan ol­ dukça mühim al-Anbariya kenar mahallesi ile 400 m. genişliğinde olup, bu kenar mahalle ile şehir arasında bulunan develere ayrılmış yerleri, Barr al-Munâka ’yı, ihâta eder. Riva­ yete göre, Musalla, Peygamberin gelip, namaz kılarak, duâ ettiği yer burası olmalıdır ve şüp­ hesiz bu rivayet İtimâda şayandır; zîra Musalla ’mn bir az ileride bahsedilecek olan büyük camide bulunması oldukça şaşırtıcı olurdu. Sûrun cenup kısmı boyunca »cenaze sokağı" ( Darb al-canâza) bulunur; buradan şehrin şarkında kâin olan eski müşterek mezarlığa, Baki' al-Ğarkad ( burada yetişen Nitraria retusa »büyük sencan dikeni" nebatına iza­ fet i l e } ’a gidilir. Bu mezarlığa defnedilmiş binlerce kimse arasında Peygamberin küçük oğlu İbrahim, zevceleri ( kızı Fâ^ima ’nin de bnrada defnedildiği kat’ı olarak söylenemez, aş. bk.), bir çok sahabe, al-A bbâs, Muhammed al-Bâkir, Ca'far al-Şâdik, daha evvel zikretmiş olduğumuz fakîh Mâlik b, Anas v.b. kaydedil­ melidir, Şehrin şimâl-i garbı köşesinde, bizzat surun içinde inşâ edilmiş olan kasr yükselmek­



tedir. Sûrlarda bir çok kapılar vard ır: şimalde Bâb al-Şa’mî, şarkta Bâb ai-Cum:a ve garpta Bâb al-'Anbariya. Yukarıda daha önce işaret edildiği üzere, Medine vâlisi Marvân tarafın­ dan yaptırılmış olan bir sn yolu l£ub§3 kasa­ basındaki bir kaynaktan şehre su getirir. Bu su yolu sık-sık bozulmuş ve bir çok Osmanlı padişahları tarafından tâmir et­ tirilmiştir.; Vehbâbîler tarafından kullanıl­ maz bir hâle getirildikten sonra da, Abdüihamid tarafından yeniden tâmir edilmiş­ tir. Feyezanların şehirde sebep olduğu tahri­ battan daha önce bahsedilmiştir. 734 yılında, bir feyezan medı netiler in Flamza ’nm mezarım ziyaretine 6 ay mânı oldu. Medine sokakları temiz, fakat d ard ır; yalnız başlıca sokaklar taş döşelidir. Evler taştan, sağlam yapılar­ d ır; bîr kısmı iki katlıdır. Çoğunun etrafında bahçeler vardır; fakat bu cins evlere şimâlde ve cenupta, bilhassa meyva ve sebze bahçele­ rinin, hurmalıkların ve ekilmiş tarlaların bir­ birlerini takip ettiği cenupta, şehir duvarla­ rının hâricinde tesadüf olunur; 70 cinsi bulu­ nan hurmaları, eskiden olduğu gibi, başlıca mahsûllerden bîridir. Bundan başka şehirlile­ rin en mühim geçim kaynakları hacılardır; bunlar evlerini yabancılara kiralarlar, mukad­ des yerlerde onlara rehberlik eder ve dinî vazifeler hususunda bilgi verirler. Medine 'de muzavvirün, M ekke’de mutavvifün He aynı vazifeyi görür, Burton ( II, 189 ) 'a göre, nü­ fusu 16.000— 18.000 kişi olup, buna kışladaki 400 kişiyi de ilâve etmek lâzımdır. Wavel ( s, 63 ), 1908 'de bu nüfusu askerî kıt alara mensup kimseler He hacıları saymadan, 30.000 kişiye yükseltiyordu ve Batantmi, büyük mıkdardaki yabancılar da dâhil olduğu hâlde, 60.000 kişi gibi bir rakam veriyordu. 1914 harbi ve bütün neticeleri tabi’î bu vaziyeti de­ ğiştirmiştir. Hacılar sık-sık bu mukaddes şehre yerleştiklerinden, nüfus yavaş-yavaş art­ makta idi. Medine ’de eski anşör 'ın ahfadın­ dan pek az kimse vardır; Burkhardt’a göre, anşSr 'dan gelen 15 âiîe mevcuttur. Kenar ma­ hallelerde bir mıkdar şi’î bulunmaktadır. Medine Kabe kadar eski ve saygı gös­ terilen bir hareme sâhip değildir. Fakat Peygamberin mezarım İçine alan ve sayısız ziyâretçî çeken cami müslümanlar için ölçüle­ meyecek kadar kıymetlidir. Hattâ bâzı âlimler bu câmiye Mekke 'deki Kabe 'den ziyâde kıy­ met verirler; fakat bu fikir umûmî değil­ dir ve Medine camiini ziyâret Mekke 'ye hacc­ etmek gibi mecburî değildir ve bu ziyâret her zaman yapılabilir. Peygamberin, ilk iki halife gibi, :A ’iş a ’oin evinde defnedildiği­ ni söylemekte bütün «n’aneler müttefiktir.



MEDİNE. Bandan başka butîîn eski rivayetler Pey­ gamberin, Medine ’ye gelişinden az sonra, bir cami yaptırdığını, Haybar 'in zaptmı müte­ akip bunu büyüttürdüğünü nakleder ve zevce­ lerinin oturdukları yerlerin bu cami yanında bulunduğunu da anlatır; ‘ boylece ‘ A ’işa ’nin evi, mezar ile beraber, sonraları camiin içine alınmıştır. Rakip cami hakkında anlatılan şeyler ( sure IX, 108 v. d d .; krş. XXIV, 36 ) Peygamber zamanında bir cami inşâsı aley­ hinde kablî olarak ileri sürülecek bir şey ol­ madığını gösterir. Fakat Caetanı ( Annali, I, 432 v. d d.}, ciddî sebeplere dayanarak, cami hakkındaki rivayetin doğru olup-olmad iğini münâkaşa etti ve muhtelif kayıtlardan menşe'de, sonraları câmiin yapıldığı yerde, Pey­ gamberin büyük bir avlu ve muhtelif ikamet yerleri, sâdece dar ’ı bulunduğu neticesini çıkardı. Bu doğru ise, onun bir cami yap­ tırdığı söylenemez. İhtimâl bu inşâat Pey­ gamberin ölümünden az sonra yapılmıştır; zîra Peygamber hakkında duyulan ve sür’atle ço­ ğalıp artan hürmet, çok geçmeden, mezarının mukaddes bir yer hâline getirilmesi arzusunu uyandırmış olmalıdır. Zikredilen rivayette Peygamberin camii hakkında söylenilen şeyler bu takdirde hemen ölümünü müteakip inşâ edilmiş olan bu camiye müteallik olabilir: bu çok sâde bir bina olup, tuğla ile yapılmış idi, hurma ağacı gövdelerinden sütunları ve ağaç dallarından çatısı var idi. Aynı rivâyete göre, Omar bunu genişletti, ‘Osman onun yerine, kireç de kullanarak, taştan bir bina yap­ tırmıştır ki, çatısı tîk ağacından idi. Marvan, Medine Valisi olunca, renkli taşlardan bir makşûra yaptırdı, fakat ancak Valid ’in hüküm­ darlığı zamanında câmiin manzarası tamâmiyie değişmiştir. Valid, sonra halîfe olan o za­ manın valisi ‘Omar b. ‘Abd al-1A ziz ’e mabedi çok zengin bir tarzda süslemesini emretti. Omar bu iş için rum ve kıptî yapı ustaları kullandı ve Bizans imparatoru, söylenildiğine göre, ı.oco mislçâl altın ile büyük mıkdarda mozayik taşları göndermiştir. Bu vesile ile mabedin dört köşesine 4 minare yaptırıldı ve çatılar kurşun levhalar ile kaplandı. Sonra, al-Mahdi zamanına kadar, camide hiç bîr de­ ğişiklik olmadı. Bu halifenin Medine ’yi ziya­ retinden sonra, câmiin 162 { 778/779 ) ’de şekli değiştirildi ve genişletildi. Uzunluğu 300 zira, genişliği 200 zirâ oldu. Müteâkip asırda, alMutavakkil 247 ( 861/862 ) ’de zarurî bir hâle gelmiş olan bir tâmirat yaptırdı. Böylece inşâ edilmiş olan cami hakkında İbn Abd İRabbihi ( ölm. 328 = 940 ), Mukaddasi (375 — 985) ve 578-581 (1182/1183— 1186/ 1187 ) ’de şark memleketlerini ziyâret etmiş



469



olan İbn Cubayr ’ia mufassal tasvirleri, bir de Yakut ’un tasviri vardır. Bütün bu tasvir­ lerin bize verdiği bilgilerden burada ancak bâzı teferruat zikredilebilir. Yukarıda söylenilenlerden anlaşıldığı üzere, câmi üstü açık bir avlu ( sahn ) şeklinde idi ve bu şeklini sonraları dâima muhafaza et­ m iştir; avlunun zemini kum veya çakıllı kum­ dan idî ve dört tarafı bir sütunlar sırası ile çevrilmiş idi. Cenupta bulunan sütunlar sıra­ sının şark kısmında Peygamberin mezarı ve Abü Bakr ile ‘Om ar’in mezarları ile Harem bulunuyordu. Yâküt ( IV, 458 ) Harem ’i hemenhemen sütunlar sırasının tavanına kadar çı­ kan yüksek bir yapı olarak tasvir eder. Üç mezarın mütekabil vaziyetleri hakkında çeşitli fikirler vardır. Bâzı rivayetlere göre, Fâtima ’nin mezarı bunların şimalinde bulunuyordu, diğerlerine göre, umûmî mezarlıkta bulunu­ yordu. Mezarların garbında kâin olan sütun sırası kısmına, Peygamberin bir sözüne istinâden, al-Ravza ( „bahçe“ ) deniliyordu. Sü­ tunların hepsi 290 adet idî, cenup kısmında bulunanlar alçı ile badana edilmiş olup, yal­ dızlı başlıkları var idi, diğerlerinin hepsi mer­ merden idi. Duvarlar mermer, altın ve mozayikler ile kaplanmıştır. Rattza ’nın cenup ta­ rafında bir tahta perde vardır ki, arkasında çok kıymetli bâzı dinî emânetler bulunuyordu: Peygamberin dayanmak itiyadında olduğu bir ağaç gövdesinin bakiyesi ve bilhassa minberi, rivâyete göre, Mu’ivİya bu minberi almak is­ temiş idî. Fakat bu işi tasarlar-tasarlamaz şiddetli bîr zelzele olmuş, bunun üzerine bu fikrinden vazgeçtiği gibi, biFakis minberi 5 basamak yükseltmiştir. Sonraları al-Mahdi bu minberi eski hâline koymak istedi, fakat ken­ disine bu fikrinden vazgeçmesi tavsiye edildi; çünkü Mu‘âviya tarafından ilâve edilen kıs­ mın çivileri eski minbere çakılmış îdi ( Ya'lfübi, nşr. Houtsma, II, 283; Tabarİ, III, 483; Mu­ kaddasi, nşr. de Goeje, s. 82 ). Yukarıda bahs­ edilen tasvirlere göre, minberin 8 basamağı var idi. Oturacak yeri abanoz tahtasından yapılmış îdi ve ziyaretçilere buna dokunmak müsaadesi verilmiş idi. Her kes ağaç gövdesi bakiyesine elini sürmek ve onu öpmek itiyâdında id i; bu eski Arabistan dinî âdetlerinin dikkate değer bir taklidi idi. ‘Osman tarafın­ dan tasdik edilmiş Kur'an metnini ihtiva eden Medine nüshası câmiin çok kıymetli eşyâsı arasında idi. Câmiin 19 kapısı var idi, yalnız, ikisi şarkta, ikisi garpta Nolmak üzere, 4 ’ü açık id i; 3 minaresi vard ı; 'ikisi şimal kısmının köşelerinde, bîri cenup köşesinde idi. Câmi yukarıda zikredilmiş olan volkan indi­ fa m d a n (6 5 4 = 1 2 5 6 ) korunmuş ise de. aym



470



MEDİNE.



y ıld a b ir b e k ç in in



i h t iy a t s ız lığ ı s e b e b i ile



ç ı­



k a n v e b ir k ıs m ım ta h r ip e d e n b ir y a n g ın f e ­ lâ k e t in e u ğ r a m ış t ır . C a m iin y e n id e n in ş â s ı iç in B a g d a d h a lif e s in e y a p ılm ış o la n y a r d ım t a le b i c e v a p s ız k a l d ı ;



ç ü n k ü A b b a s î h â k im iy e t i d a ­



ha o



z a m a n , ik i



o la n



y ık ılm a



sen e



so n ra



t e h lik e s in e



s e n e s in d e y a ln ız ç a t ı f a k a t m e z a r la r ı d ır ılm a d a n le r i



z a h m e t le



Ö rten



g e le c e k



id i.



Y a n g ın



t â m ir



e d ild i;



y ı k ın t ıla r ik i a s ır k a l­



k a ld ı. Ş ü p h e s iz



ta n la r ı H a re m ile



vukua



m â ru z



b â z ı m e m lû k s u l­



m e ş g u l o l m u ş la r d ır ; d i ğ e r ­



a r a s ın d a , M u c ir a l - D i n ’ e



gö re



(K a h ir e ,



1283, s . 434 }, P e y g a m b e r in m e z a r ım b ir p a r ­ m a k lık



i le



ç e v ir t e n



lâ z ım d ır ; d iğ e r



B ayb a rs



s u lt a n la r



I. '1



a m e le



z ik r e t m e k v e m a lz e m e



g ö n d e r m iş le r v e a l-M a n ş ü r K a l â ’ û n , 'd e



m e z a r ın



e t r a fın d a n



b u lu n d u ğ u



y e r in



678 ( 1279)



ü z e r in e , o r a y ı



t e f r i k e t m e k iç in , k u r ş u n le v h a la r



ile k a p lı b ir k u b b e y a p t ır m ış t ır . F a k a t c a m iin y e n id e n



in ş â s ı



iç in



en



çok



gayret



y a ln ız A ş r a f S a y f a l- D in K a y ıt b a y (



eden



873— 890 —



1468— 1495) o lm u ş t u r ; b ilh a s s a m a b e d in c e n û b -ı ş a r k î



k ö ş e s in d e



b u lu n a n



R â ’ i s îy a *yi y ık t ı r ı p , y e n id e n k a t cam i



m in a r e y i, a l-



y a p t ır m ış t ır . F a ­



886 (1481 ) ' d a y e n id e n b ü y ü k t a h ­



r i b a t a u ğ r a d ı ; ş i d d e t li



b ir



f ır t ın a



e s n a s ın d a



m a b e d e y ıld ır ım d ü ş t ü v e k ıs m e n t a h r ip e t t i ; orad a



m evcu t



Kur'an n ü s­



k it a p la r , k ıy m e t li



h a la r ı ile b ir lik t e , m a h v o ld u . K it a p la r ın ı a y n ı f e lâ k e t t e k a y b e t m iş n a k le t m iş t ir .



o la n S a m h ü d i b u v a k 'a y ı



Fakat



c e s a r e t in i



k a y b e tm e m iş



o la n s u lta n , k a la b a lık b îr iş ç i k a f ile s i ile , â l e t ­ le r



ve



m a lz e m e



b in a y e n id e n



g ö n d erd i



in ş â e d ild i.



889 ( 1484 ) 'd a



ve



B u s ır a d a



m e z a r ın



makşura d e b a k ır d a n b ir k a fe s ile ç e v r ild i. S u l­ ü z e r in d e



b u lu n a n



kubbe



g e n iş le tild i;



ta n b u n d a n b a ş k a ş e h ir d e b ir h a m a m , b ir h a ­ m am



k ü lh a n ı, b îr su



y o lu



ve



b ir



d e ğ ir m e n



y a p t ır d ı v e y a n m ış o la n k it a p la r ın y e r in i t u t ­ m a k ü z e r e , b ir t a k ım k ıy m e t li y e e t t i.



Fakat



yeni



k it a p la r h e d i­



b ir f e lâ k e t



daha



o ld u ;



898 ( *492 ) 'd e c a m iy e b ir y ıld ır ım d a h a d ü ştü ve



c e n û b -ı



t a h r ip e t t i ;



şark î bunu



k ıs ım d a k i y e n id e n



a l- R â 'is iy a ’ y i



in ş â



e tm e k



ic â p



e t t i . C a m ı b u g ü n k ü ş e k lin i s u lt a n A b d ü lm e c id



1270 ( 1853/ 1854 ) ’ t e c a m ii ş im a le d o ğ r u g e n iş le t m iş t ir .



z a m a n ın d a a l m ı ş t ı r ; b u h ü k ü m d a r



B n r to n b u g e n iş le t m e y i, ta m a m la n m a d a n ö n c e , g ö r m ü ş t ü r . D u v a r la r ı k a p la y a n m ü t e a d d it k i t â b e le r a r a s ın d a , s û r e v e m u h t e lif s ö z l e r y a n ın ­ da,



P eygam b eri



öven



al-Burda k a s id e s i d e



b u lu n m a k ta d ır . M u a h h a r t a s v ir le r a r a s ın d a e lim iz d e B u r c k h a r d t *m m ü e llifi



( m a a le s e f ik a m e t i



ta m a m



d e ğ ild ir ,



çün kü



s ı r a s ın d a h a s t a i d i ), B u r t o n



( * 8 5 3 ) ’m , W a v e ll'ın



190 8 /190 9 ’ d a k i k ıs a b ir



t a s v ir i v e 19 10 *da a l~ B a ta n ü n i 'n in iy i b ir t a s ­



viri bulunmaktadır. Bu tasvirler, umûmî batları ile, en eski tasvirlere uymaktadır. Cami, asıl şehrin ortasında, bir az şarka- doğru kâin­ dir. Uzunluğu, al-Batanüni’ye göre, şimalden cenuba 116, 25 m., genişliği şimal tarafta 86,35 m. ve cenûp tarafta 66 m. olmalıdır. Avlu, al-Şahn veya al-Hasva, kum veya çakıllı kum ile kaplı olup, dört tarafından kapılar ile çev­ rilidir; cenûp kapısı, en büyük olanı, asıl mes­ cidi ihtiva eder. Bu kısımda sütunlar mermer kaplanmış olup, yaldızlı süsleri vardır. Sayısı 327 'ye çıkmış olan bütün sütûnların beyzî şekilde tepeleri mevcuttur; ortadan kesilmiş portakala benzeyen küçük kubbeler bunların üzerine istinat eder. 22 sütün, mahsura de­ nilen yerde, asıl Harem de cenup kapısının şark kısmında bulunmaktadır, Peygamberin mezarı buradadır. »Bahçenin", yâni mezar ile minhar arasında bulunan boş sahanın uzunluğu 22 m. ve genişliği 15 m.' dir. Bakırdan bir ka­ fes, yukarıda zikredilmiş olan mukaddes emâ­ netler ve Peygamberin namazda teveccüh edilecek tarafı gösteren güzel mifyrâb 'ı cenuba üoğru, camiin bir sütun sırası ile genişletilmiş olduğu tarafta, ma£$âra 'nin hududuna teşkil eder. Şimdiki minbar, mermerden olup, yaldız­ lar ile kaplıdır; bunu 998 ( 1590 ) 'de suttan Mura d III. hediye etmiştir. al-Makşnra, yâni camiin haremi, dört dikli olup, şimâlde 16 m. ve cenupta 15 m. genişiiğindedir; parlatılmış bakırdan bir kafes ile çevrilmiş olup, Bab al-Rahma veya Bâb al-vufûd kapısı al-Ravza 'ya açılan al-Makşttra 'de bir yer vardır ki, buna, ‘A ’işa'nin evine telmih edilerek, alfiucra denilmektedir, a l - ü c r a 'yi kimse açık olarak tasvir etmemiştir; çünkü yeşil ipekten bir Örtü ile örtülüdür ve ziyâretçiier onu gö­ rememektedirler. Kabe örtüsünü hatırlatan bu örtünün Harun al-Raşid 'in annesi tarafından hediye edildiği söylenir. Nür al-Din Zangi, me­ zarı korumak için, 557 ( 1 1 6 2 ) 'de eski alfjlacra etrafında bîr boş sâha açtırmış olmalıdır. al-ffacra 'de Peygamberin ve ilk iki halifenin mezarı bulunmaktadır; umûmiyetle,bunların şu şekilde tertip edilmiş olduğu kabul ed ilir: Pey­ gamberin mezarı tamâmile cenupta bulun­ maktadır, başı garba müteveccihtir; sonra Abu Bakr ’inki g e lir; başı Peygamberin ayağının hi­ zasında bulunmaktadır; !Omar daha şimaldedir, başı Abü Bakr 'in omuzları hizasındadtr. Boş olan bir dördüncü mezar rivayete göre, İsa 'ya tahsis edilmiş olup, ikinci gelişinden sonra burada defnedilecektir.



Şimdi hâlâ çok münâkaşa edilen bir faraziyeye göre, Fâtima’nin mezarını ihtiva eden daha küçük bir mahsura, büyük makşüra 'nin şimâî tarafında uzanmaktadır. Biri garpta,



MEDİNE -



MEDİNET-üz-ZÂHİRE.



diğeri şarkta bulunan iki kapı bunu büyük j maksüra 'ye birleştirir. Câmiin bu en mukad­ des kısmında 106 lâmba asılıdır ve bundan başka Ravza kısmında billûrdan kollu şam­ danlar vardır. Câmiin avlusunda, bir az şarka doğru, demir bir kafesin meydana getirdiği dört köşeli bir sâha vardır ki, buraya «Fâtima 'nin bahçesi" denilir. İbn Cubayr zamanında burada bulunan 15 hurma ağacından Burton ancak 1 2 'sini görmüştür; al-Batanuni yük­ sek bir yerin etrafına dikilmiş bâzı küçük hurma ağaçlarından bahsetmektedir. Bölmenin arkasında «Peygamberin çeşmesi" bulunmak­ tadır. Câmiin dört köşesinde 4 minare vardır ve Burton 'a göre, garp tarafında, ortada bu­ lunan bir beşincisi olmalıdır; fakat al-Batanüni bunu zikretmez. 5 kapı dışarıdan Harem 'e gi­ rilmesini te’min ed er: garpta Bâb ai-Salam veya Bab at-Rahma, şimalde BSb al-M&cidi, şarkta Bâb al-Cabri’il ( veya al-Bak:i‘ ) ve Bâb al-Nisâ*. Geceleyin bütün bu kapılar kapanır. Sözü geçen bütün tasvirlere göre, cami dıştan insan üzerinde hiç bir te'sir uyandırmaz; zîra evler buna o kadar yakın inşâ edilmiştir ki, hiç bir taraftan cami bir bütün olarak görün­ mez. O kadar zengin bir şekilde süslenmiş olan Bâb al-Salâm dahi ancak şarktan gelen bir sokağın nihâyetinde meydana çıkar. Fakat son zamanlarda galiba bu vaziyet değişmiştir ; zîra Musil ( Die Zeitgeschichte von Arabien, s. 34 V© göre, 1916'da câmiin hemen yanın­ da bulunan bütün evler yıktırılmıştır. Peygamberin şehrinin yakın civarında, tabi *î olarak, Peygamberin hayatı ile alâkalı an’anelerde işaret edilen pek çok yerler vardır. En başta Uhud [ b. bk.] dağını zikretmek lâzım­ d ır; bu dağ üzerinde din uğrunda şehid düş­ müş olanların mezarları vardır. lifubâ' kasa­ bası Uhud dağı ile rekabet etmektedir. Pey­ gamber yeni vatanına geldiği zaman burada inmiş ve pazartesinden perşenbeye kadar burada oturmuş idi ( îbn Hişâm, s. 335 ). O zaman !Amr b. A v f'in oturduğu bu kasaba, arap coğrafyacılarına göre, 2 mil mesafede bulunuyordu ; Burckhard 'a göre, s/4 saatlik, daha dakik olarak, aş.-yk, 5 km. 'Hk bir mesa­ fededir, Şehri ihata eden ve her türlü meyva ve sebze bakımından son derece zen­ gin olan bahçeleri 4— 5 millik bir mesafeye kadar yayılmaktadır. Kasabanın görünüşünü Burton şöyle tasvir ediyor : «Kasaba kulübe ve evlerin, küçük ağaçların, kirli dar sokakların, enkaz yığınlarının ve havlayan köpeklerin karma-kanşık bîr yığınıdır". An'ane Peygam­ berin devesinin dîz çöktüğü yeri ( al-Mabrak ) gösterir ve dinî hisler ile İnşâ edilen, Kur'an İX, 109 ’da zikredilen câmiin, bir de Peygamber­



47.1



in emri ile yıkılmış olan rakip câmiin, Mascid al-2irâr 'm burada bulunduğunu söyler ( bk, Vâkidi-WeUhausen, s. 4 11; îbn Sa'd, İII/I, 32,8 ve yukarıda }. Sâde olan minâresi ile Çubâ1 camii, Burckhardt zamanında, harabe hâlinde id i; fakat sonraları yerine taştan bir binâ yapılmıştır. B i b l i y o g r a f a at Samhüdi, Vafc? aîvafa ( Wüstenfeld, Geschichie der Stadt Medina, Abh. Ges. Wiss. Gött., IX, 1860'ta iktibaslarının tercümeleri ); ayn. mil., Halâşat al- Vafa (Bulak, 1285); Balâzuri (nşr. de G oeje), s. 5 v.d d .; B G A (nşr. de G o e je ), I, 18; II, 26 5 III, 80—82; Yâlfüt, Mu’ cam ( nşr. W üstenfeld), IV, 458— 468; İbn Cubayr ( nşr. W. W right), 1852, s. 191 v. dd. (2. tab., nşr. de Goeje, 1907 ) ; İbn Battüta, Tuhfat al-nuzzâr ( nşr. Defremey ve Sanguinetti), 1853— 1858.— P e y ­ gamberin mezarının bulunduğu c a m i h a k k ı n d a bk. îbd ‘Abd Rabbihi, a l-İk d (K ahire, 1331), IV, 272 v. dd.; Burckhardt, Reisen in Arabien, s. 480—■ 607; Burton, A Pilgrimage to El Medinah and Meccah ( 1855 ), II, 1 v.dd .; Wavell, A Modern Pilgrim in Mecca ( 1912), s. 72 v. d d .; al-Batanüni, al-Rifcla al-Hicâziya ( Kahire, 2. tab., 1329 ), s. 236 v. dd, — IÇ ub â’ h a k k ı n d a krş. B G Â , I, 28; III, 83;Y âkü t, Mtî'cam, IV, 23 v.d.; Burckhardt, Z?eısen in Arabien, s. 54, 558— 5615 Burton, A Pilgrimage, II, 195— 223. — Wellhausen, Skİzzen und Vorarbeiten, IV, 1 v.dd. ( Medina vor dem İslam, Die Gemeindeordnung Muhammeds ); Wensinck, Mohammed en de Joden te Medina (1908), s. 9 v.d d .; Hirschfeld, Essaİ sar l ’histoire des Juifs de Midine ( R E J, VII, 16 7 -19 3 ; X, 1 0 31 ) ; D. S. Margoliouth, The Relafions between A r ab s and Israelites prior to ihe Rise o f İslam (1924 ), s. 57 v. dd. — M u a h h a r t a r i h i İ ç i n krş. Musil, Zur Zeitgeschichte von Arabien ( 1 91 8) ; R. Hartmarm, Die VZahhâbiten ( Z D M G , yeni seri, III, 176 v.dd.). {F r . ^UHL.) M E D İN E T -öz-Z Â H İR E . MADİNAT a l Z AHİR A, meşhur âmirî hâcibi al* Manşür [ b. bk.j 'un 368 ( 978/979 ) ’de Kurtuba 'da kur­ duğu hükümet makam, Devlet işlerini Kurtu­ ba ’daki halife sarayında ve Madinat aî-Zahrâ’ ’da görmek istemeyen al-Manşür, gerek kendi sarayını, gerek büyük saray erkânının konak­ larını içine alan bir şehir yaptırmağa karar verdi,' Bu şehir, Kurtuba ’dan bîr az uzakta, Guadalquivir [ b. bk.] 'in şimalinde kuruldu. Ma­ dinat al-Zâhira’nin yeri tesbit edilemediğinden, arap tarihçilerinin verdikleri mühim malûmat



472



MEDİNET-öz-ZAHlRE -



ile iktifa etmek mecburiyetindeyiz* Hiç bir arap coğrafyacısı bu şehir hakkında bilgi vermemiş­ tir. İbn Hazm ’ın Tavk aUhamama (nşr. Petrof, Leiden, 1914, s. 104 ) adlı eserinin bir yerinde verdiği bilgiye göre, bu şehir K urtuba’mn şarkında îd i; fakat İspanyol arkeologları, Kur­ tub a’mn cenûb-ı garbi kısmında olduğunu zannetmektedirler. Diğer taraftan Madinat alZâhira île al- Am iriya’yi birbirine karıştırmamaiıdır. Bu sonuncusu bir munga, yâni şehir sur­ ları dışındaki bir köşk olup, al-Manşür ’a Emevî hükümdarlarından biri tarafından hediye edil­ miştir. Galiba köşkün yeri de tesbit edilmiştir. İbn 'İzâri 'ye göre, Madinat al-Zâhira ’nin büyük kısmı iki yılda tamamlanmış ve alManşür da buraya 370 (980/981 ) 'te yerleşmiş­ tir. Buraya muhtelif hükümet dairelerini ve hazîneyi getirmiş, sarayın etrafındaki toprak­ ları saray adamlarına dağıtmıştır, öyle ki, çok geçmeden, Emevî halifelerinin şehrî olan Ma­ dinat al-Zahrâ1, hemen-hemen terkedilip, ıssız­ laşmış, tacirler de Madinat al-Zâhira'ye gele­ rek, ticârete başlamıştır; burası, kuruluşundan bir kaç yıl sonra, büyük bir şehir hâlini almış idi. al-Manşür Man sonra, burası, oğlu ve halefi ‘Abd ai-Malik 'in hükümet m akam oldu ve bu emîr kendine ayrı bir saray yaptırdı, ölümün­ de, Sanchol diye tanınan kardeşi !Abd al-RaKmân da buraya yerleşti ise de, çok geçmeden, Muhammed b. Hİşam b. !Abd at-Cabbâr alMabdi [ b.bk.] tarafından mağlûp edildi. Bu gâsıp ‘Am iri şehrini işgal ile oradaki bütün hazîneleri eline geçirdi. Üç gün şehri baştan­ başa yağma ettirdi. Yağmadan sonra da şehrin tamamen yakılıp-yıkılmasınt emretti ( cemâziyellhır 399 — kânun II. 1009). B i b l i y o g r a f y a : İbn :İzâri, al~Bayân abmuğrib ( nşr. D o zy), II, 294 v.dd., (trc. Fagnan), s. 457 v.dd, ; III ( nşr. E. LeviProvençal), fihrist, bilhassa s. 61—66; alMak^ari, Nafh aUflb ( Analectes), I, 380; al-Nuvayri, Nikayat al-arab, ( Histoire d*Es« pagne\ nşr. ve İspanyol, trc. M. Gaspar Remiro, Revista del Ceniro de Estadios Histortcos de Granâda, 1916, VI, 44 v.d.); R. Dozy, Histoire des Masalmans d ’Espagne, III, 179; R. Velâzquez Boseo, Medina Azzahra y Alamiriya (Madrid, 1912X3,20 v.dd.; G. Marçais, Manuel d’art musulman ( Paris, 1926), I, s. 248. ( E. Levi-Provençal.) MEDjNET-ÖZ-ZE H R Â . MADİNAT A L ZA H R A ’, Kurtuba Emevî halifelerinin eski hükümet merkezi olup, bugün harabeleri Guada!quivir [ b. bk.] vadisine hâkim Marena Sierra ’nın son çıkıntılarından biri üzerinde, Cârdoba la Vieja adı verilen yerde, Kurtuba ı'tro 8 km. garbında bulunmaktadır,



MEDINET-üz-ZEHRA. Magrib arap tarihçileri hükümdarlık merke­ zi olan bu şehrin kuruluşuna, refaha erdiği devreye ve inkırâztna sebep olan hususlara dâir bir çok bilgi vermektedirler. Şehrin ku­ rulmasına büyük halife ‘Abd al-Rahman III. al-Naşir [b.bk.] tarafından karar verilmiş ve bu halife zamanında, 325 ( 936 ) yılının ilk gün­ lerinde, şehrin temelleri atılmıştır. Vekayinâmeciterin rivayetine göre, al-Naşir câriyelerin­ den birinin bıraktığı külliyetli bir parayı, Leon ve Navarre kıralhklarmda harp esiri olarak bulunan İspanyol müslümanlarım kurtarmak için, bir fidye-i necat olarak, kullanmak iste­ miş. Bu maksatla gönderilen elçiler fidye-i ne­ cat verecek hiç bir esir bulamayınca, halifenin nedimesi al-Zahrâ’ bu para ile bir şehir kur­ masını ve buna kendi adım vermesini halifeye telkin etmiş. Bu hikâye, hiç değil ise, bir çok noktalarında şüphesiz ki asılsızdır. Halifenin sarayı etrafında genişleyen şehrin inşâsı bir çok seneler (tarihçilere göre, 13— 40 sene') sürdü. Her gün, diğer malzeme hâriç, beş yüz yontulmuş taş kullanılmakta idi. Lüzûmlu mermerler bilhassa IfrikiyaMen getirtiliyordu. İbn İzâri ’ye göre, en aşağı 4 313 sütun kul­ lanılmıştır. Aynı müellife bakılırsa, inşaatı bizzat veliahd al-Hakam idare etmekte idi. Di­ ğer taraftan, baş mimarın adının Maslama b. 'A bd Allah olduğu da bilinmektedir. Madinat al-Zahrâ1 Mm inşasında en az 10.000 işçi çalıştırılmıştır. Şehrin plânında, arâzinin çok mail durumu göz önüne alınmış­ tır ve İdrİsi, bu meyilli araziden nasıl faydalanıldığmı açıkça izah etmiştir. Şehir, üç kat olarak, kurulmuştur. Ü st kısımda saray ve sa­ raya bağlı yapılar, orta kısımda bahçeler, alt kısımda da husûsî yapılar ve büyük cami bu­ lunmakta idi. Kiliseden muhavvel camiin karşısında ve Guadalquivir ’e hâkim bir mevkide bulunan Kurtuba Maki halife sarayını dar bulan ‘Abd al-Rahmân, bütün saray erkânı ile birlikte, Madinat al-Zahrâ1’ya taşındı ve bu şehir onun en çok sevdiği yer oldu. Halefleri al-Hakam II. ve Hişâm II. saltanatları müddeiince en ziyâde burada oturdular ve al-Nâşir ’m şehrini daha da güzelleştirdiler. Bununla beraber, Ma­ dinat al-Zahrâ1, ‘Am iri hâciblerinin m akam olan al-Madinat al-Zâhira [ b. bk.] bir rakip şehir hâlinde ortaya çıktığı andan itibaren gözden düşmüş olmalıdır. al-N aşir’in şehri, Kurtuba ’ya karşı isyan eden ücretli berberî as­ kerler tarafından, bir çok defalar yağma edildi. Şehrin nihâî inkırazı 401 (10 10 ) yılındadır. Bir buçuk asır sonra, îdrisi zamanında, şehrin yalnız surları ve sarayın harabeleri kalmış idi. Pek az sayıda ahâli buralarda hâlâ yaşamakta idi.



MEDÎNET-ÜZ-ZEÂHR Madinat al-Zahrâ1 ’mn harabeleri, esaslı bir şekilde, 1910 ’daa itibaren İspanyol arkeologu R. Velâzquez Bosco idaresindeki bir hey’et ta­ rafından, bulunmuş ve bu tarihten itibâren bu­ rada hafriyat başlamıştır. Önce şehrin yukarı kısmı İle orta kısmını birbirinden ayıran çifte kale duvarı ile sarayın bâzı kısımları ve bir çok oymalı taşlar meydana çıkarılmıştır. B i b l i y o g r a f y a i al-İdrisi, Ş ifa î al~ Andahıs ( nşr, Dozy ve de Goeje ), metin, s. 212, trc., s. 263 ; İbn‘ İzâr i,al-Bayân al-muğrib (nşr. Dozy ), II, 225— 231 (trc. Fagnan ),s, 347, 356; III ( nşr. E. Levi-Provençal), Paris, 1928, fihrist; İbn Havkal, B G A , II, 77; İbn Haldun, ‘/hor ( Bulak tab. % İV, 144 ; İbn Halükân ( trc. de Slane), III, 188; İbn al-A şir, Kâmil— Annales du Maghreb et de VEspagne (trc. Fagnan), s. 381, 410; al-Nuvayri, Nihâyat aUarab ( nşr. ve trc. M, Gaspar Remİro ), Granada, 1916, fih rist; Abu İ-Mahasİn, al-Nucüm aUzâhira ( kısmî trc. Fagnan, Rec. de Constaniine, 1906), s. 317; al-Makkari, Nafh aUtîb ( A n alectes), I, 343 v. d d .; E. Fagnan, Extraits inedits relatifs aa Maghreb ( Cezayir, 1924 ), fih rist; R. Dozy, Histoire des Masulmans d'Espagne, III, 92 v.d .; A. Gonzalez Paîencîa, Historia de la Espaîia mtısalmana ( Barcelona-Buenos Aires, 1925 ), s. 146 v. d ,; R. Velâzquez Bosco, Medina Azzakra y Alamiriya ( Madrid, 1912 ); ayn. mil., Excavaciones en Medina Azahara ( Madrid, 1924); R. Jimenez, R. Castejon, F. Hernândez, E. Ruiz ve J. M. de Navascues, Excavaciones en Medina Azzakra ( Cordoba ), ( Madrid, 1924 ) ; G. Marçais, Mannel d?art musulman ( Paris, 1926 ), I, 243 v.dd. (E. L£vi-Provençal .) MEDRESE. M A D RASA (A.), »derse çalışılan, ders okunan yer" demek olup, sonraları umumiyetle camiler ite birlikte bulunan tahsil müessesesi ve nihayet, bütün dereceleri ile, mek­ tep mânasına gelmiştir. İslâm âleminde, ilk devirlerde mescid ( „câmi" ) doğrudan-doğruya bir tahsil müessesesi vazifesini de gördüğü gibi, sonraları meydana getirilen medreseler, yer ve faâliyet bakımından, mescidlere çok sıkı bir şekilde bağlı bulunuyordu. Bundan dolayı medrese ile, mescid birbirine muvâzî olarak İnkişâf etmiştir. Bk. mad, MESCİD. M EDYEN Ş U A Y B . M AD YAN ŞU 'AYB, Akabe körfezinin şark sâhiltnde bir ş e h i r . Bu İsim, Ahd-i atık ’ten ( LXX ı MaStap, MaStav, Josephus: Ma8tquttaı, q MaSiîyvrj ) bildi­ ğimiz Madyani kabilesine bağlanmaktadır; fa­ kat kabilenin gerçek vatanını tâyin husûsunda bu isimden istifâde' etmek pek mümkün de­ ğildir; çünkü bu şehir, daha sonra Madyani terin



MEDYEN ŞUAYB.



473



yerleştikleri bir yer de olmuş olabilir ve umûmıyetle, böyle göçebe kabilelerin asıl yurdunu tesbit etmek güçtür. Ahd-i atîk 'te, Madyan adlı bir şehir zikredilmemektedir ( Mülûk-i evvel, 18, XI 'de ,,Ma!on" okumak gerektir). Buna karşılık, josephus ( Archaologie, II, 11, 1 ) MaStavrç, Eritre denizi sahilinde bir şehir olarak bilmektedir, Eusebios ( Onomast., nşr. Lagarde, s. 276 ) da bunu tanımaktadır. Batlamyus ( VI, 7,27 )'ta bir sahil şehri olarak zikr­ edilmekte ve adı MoSıava yahut MoSouva olarak geçmektedir; fakat, bir başka yerde, MaÖıapa adı altında, memleket içlerinde şe­ hir olarak anılmaktadır. Bu isim farkı, şehrin o zamanki vaziyeti ile izah edilebilir. Peygam­ ber zamanında, Madyan şehrinin adı yalnız bîr defa, o da, Peygamberin oraya Zayd b. Hârİsa kumandasında bir kuvvet göndermesi münâ­ sebeti ile, bir de bölge keşişlerinden bahseden şâir Kusayyir ( ölm, 723, bk. Yâ^üt ) 'in Muhammed b. al-Hanafiya’nin A y la 'y a yaptığı seya­ hat hikâyelerinde, istitraten, geçmektedir. Coğrafyacılarda, bu şehir, bir sahil şehri olarak ve Tabük 'tan altı günlük bîr mesafede görülür. Madyan, Ayla 'dan Medine 'ye giden hacıların takip ettikleri yol üzerinde ikinci konak yeri idi ve Mekke ’ye bağlı mevkiler arasında yer alıyordu. IX. asırda, Ya'kubi, Madyan 'in akar ve menbâ suları, bahçeleri, hurmalıkları bol bir bölgede bulunduğundan ve muhtelit nüfusundan bahsetmektedir. îştahri, Madyan 'm, Tabük ’ten daha büyük olduğunu söylemekte ve şahsî hâtıralarına dayanarak, Musa 'nın orada Şu'ayb ( aş. bk.) ’ın sürüsünü suladığı ve o devirde bîr evin altında gizli bu­ lunan kaynaktan bahsetmektedir. Sonradan, bu şehir yavaş-yavaş rağbetten düşmüştür. XII. asırda, İdrisi, bu şehirden, gelir kaynak­ ları olmayan bir ticâret şehri olarak bahseder; Abu 'I-Fidâ5’ya göre, XIV. asırda, harabe hâ­ linde bulunmakta idi. Bu şehir, ancak son devirlerde, RüppeİI, Bur ton ve Musil tarafından yeniden ziyaret edilmiştir. Arapların mezar çukurlarına atfen M a ğ a ' i r Ş u ' a y b de­ dikleri büyük harâbeler, sahilde kâin Maknâ ’dan tahminen 28 km, bir mesafede, 280 28' şimal arzında, akar-suları, hurmalıkları ile meşhÛr al-Bad: vadisinin cenup kısmında bulunmaktadır. Burton’a göre, 290 28' ve 270 40' şimal arz derecesi arasında bulunan bütün ülkeye A r i M a d y a n denilmektedir. Kur*an 'da, A kd-i atîk de münâsebetdar olarak, bir çok defalar, Madyan 'den, bîr kavim olarak bahsedilmektedir. Msl. önce, Musa 'nın yanlarında kaldığı günlere dâir - parçalarda ( Kur*an, XX, 42, XXVIII, 21 v.dd., 45 ) ki, bun­ larda kayın bahâsının Ahd-i a tîk ’te : Jithro )



474



MEDYEN ŞUAYB -



henüz adı meçhuldür; ayrıca, peygamberlere âit kalıplaşmış bir rivayete göre, Madyanler, Şu'ayb peygambere inanmadıkları için, cezaya Çarpılmışlardır (ATnr'on, VII, 83— 9s ; XI, 85— 98; XXIX, 35 v.d.). Sonradan bn Şu'ayb’m Musa 'm o kayın-babası olduğa ileri sürülmüş ise de, Ahd-i atîk 'te buna dâir hiç bir kayıt yoktur. Belki de hakikatte, aslında Şu’ayb ’ın Madyan ile hiç bir münâsebeti yok İdi. Eski sûre­ lerde ( K u r ’an, X V, 785 XXVI, 176 v.d.; XXXVIII, 12; L, 13) onun düşmanları Madyanilerden değil, aşhâb al-ayka ( „orman esh âb ı") ’den bahsedilmektedir. B i b l i y o g r a f y a t Levy, R E J, LİV, 45 v, dd. ( Josephus hakkında ); İbn Hişâm ( aşr. Wüstenfeld }, s. 994; İbn al-Aş ir, /Ca­ mii ( nşr, Tornberg), IV, 208; al-Bakri ( nşr. ’Wustenfeld ), s. $16 v .d .; E G A , I, i3, 20; III, 155— 178; VI, 129, 190, 248; VII, 341; Yakut, Mu cam ( nşr. Wüstenfeld ), III, 557; IV, 451 v.d.; Abu 1-Fidâ’, Tak­ vim (nşr. Reînaud ve de S lan e), s. 86; İdrisi ( trc. Jaubert ), I, 142, 328, 333;Rüppell, Reise in Nubien ( 1829), s. 219 v.d., 387; ayn, mil., Reise nach Abyssinien, (1838), I, 149; Burton, The Gold Mines o f Midian (1878 ), s. 331; ayn. mil., The Land o f Midian revîsited (1879 )> bilhassa II, 184 v. d d .; J R G S ( 1879 ), s. 1 v. d d ,; bilhassa I, 21 v .d .; Musil, Im nordlichen ifed jâ z ( 1911 }, s. o ; NÖİdeke, Encyclopaedia Biblica, st. 3079 v. dd, ( FR. B üHL.) M EH D EVÎLER. M AHDAVÎ, Benares civa­ rında C a v n p u r î u S a y y i d M u l ı a m m e d M a h d i ( 847— 910=1443— 1504 ) 'nin mürîdleri olup, şeyhlerinin geleceği bildirilmiş olan Mahdî [ b. bk.] olduğunu ileri sürüyorlardı. Sayyİd Mdjaınmed, vaazları ile, Ahmedâbad [ b. bk.] ve Gucarât 'm başka yerlerinde ken­ dine bir çok tarafdar topladı. Mürîdleri onun mucizeler göstermek, ölüleri diriltmek, kor ve dilsizleri v.b. İyileştirmek kudretine inanı­ yorlardı, Muayyen bir zaman serbestçe inanç­ larını yaymalarına ve yeni tarafdar toplayarak, çoğalmalarına müsâade edilmiş ise de, Guca­ rât sultanı Muzaffar I. ( 1513— 1526) zamanmnmda şiddetli takibata mârûz kaldılar ve ara­ larından bir çokları, işkence ile, öldürüldü. Avrangzeb de, 1645 ’te Ahmedâbad valisi iken, onlara çok zulmetti. Bu işkenceler sonunda Mahdavüer, bugün ihtiyatlı davranmakta, iakiya [ b, bk.] ile kendilerini sünnî müsîüman tanıtmağa çalışmakşadtrlar. Sayıları kat'î ola­ rak bilinmemekle beraber, küçük topluluklar hâlinde, Gucarât 'in hemen her tarafında, Bombay ’da, Sİnd 'de, Dekkan [ b. bk.] ’de bunlara rastlanmaktadır, Sayyid Muhammed ’in



MEHDÎ.



sonuncu imam ve mahdî olduğuna inanmak­ tadırlar ve dinî düşmanlarının rivayetine göre, onun gelişinden sonra, ne günahlarından do­ layı pişmanlık duymuşlar, ne de Ölülerinin ruhuna djuâ etmişlerdir. Düğün ve cenaze­ lerde kendilerine has bâzı merasimler yapar­ lar. Düşmanları onlara gayr mahdî (“gelecek mehdiye inanmayan" } derler. Mahdaviİer de bu tâbiri, daha önce görünen bu mehdiye inanmayanlar için kullanırlar. B i b l i y o g r a f y a i Sikandar b. Mu­ hammed, Mirat-i Şikandarî ( Bombay, 1891 ), s. 136— 138 ( îngl. trc. Fazlullah Lutfullah Farİdi, s. 90 v. d .); Â 'în -i Akbari ( trc. H. Blochmann), Kalküte, 1873, giriş, s. IV — V ; Ca far Şarif, Qanoon~e-Islam, 2. tab., ( Madras, 1863 ), s. 171 v.d. ( nşr. de Crooke ), Ozford, 1921, s. 208 v.d.; Gazeîteer o f the Bombay Preşidency ( Bombay, 1899), IX, 2. kısım, s. 62 v. d d ,; Hastîngs* Encyclopaedia o f Religion and Ethics, VI, 189 ( Gotdziher, mad. Gayr Mahdî); Goldziher, Vorlesungen uber den İslam ( Heidelberg, 1910 ), s. 268 v.d. ( T, W. A rnold .) MEHDİ. [ Bk. İBN TÛMERT.] MEHDÎ. [ Bk. MUHAMMED AHMED,] MEHDÎ. AL-MAHDİ ( A.), harfiyen »ken­ disine rehberlik edilen“ demek olup, bütün istikametler ( hudâ ) Allahtan geldiği için, ke­ lime nihayet k e n d i s i n e A l l a h t a r a ­ f ı n d a n y o l g ö s t e r i l e n , yâni husûsî ve şahsî bİr tarzda Allahın hidâyetine nâil olan mânasını alm ıştır; çünkü Allah, islâmiyetin bilâ-vâsıta ulûhiyyetçiliğinde, dünya­ daki bütün varlık ve eşyanın, gerek insan ak­ lı ile, gerek süflî hayvanlarda sevk-ı tabiî­ ler ile, kendt-kendilerini tanımalarına ve var­ lıklar 1 ile bekaları için zarûrî olan her şeyi bilmelerine rehberlik eder ( Lisan, XX, 228 ). Allahın adlarından biri al-Hâdî ( »rehber" ) ’dir ( Kur’an, XXII, 53; XXV, 33) ve İlahî istikamet fikri Kur’an 'da bîr çok defalar zikredilmiştir. Muhtelif tezahürlerinin izahı için bk. Bayzüyi, Kur'an, I, 5 'in tefsiri ( nşr. Fleiseher, I, 8, satır 21 v.d d .); al-Râğib al-Işfahânî, Mufradat (Kahire, 1324), s. 560; Gazzâli, al-Makşad al-asna ( Kahire, 1324 ), s. 80. Fakat gariptir ki, mahdi kelimesi ( I. vezinden ism-i mef’u l ) ancak 4 defa görün­ mektedir. Kur’an dilinde, ihtada ( VIII. vezin, dar mânada »kendisi için yol gösterilmesini kabÛI e tti"), yarı-mechûl veya mutâvaat gibi kullanılmıştır. Boylece Allahın kendisine reh­ berlik ettiği insan sâdece »rehberlik edilen" bir kimse değil, fakat Allahın gösterdiği is­ tikamette kendi-kendine hareket eden insan­ dır.



MEHDÎ. Edward Pococke 'un Potta Mosis ( 1655 tab., II, 263 ) 'inde XVI numaralı işarette, «yol gösteren** mânası ile verdiği aUmuhdî şekli­ nin doğruluğunu isbat edecek aslî bir kaynak galiba mevcut değildir; krş. Lane, Lexicon, s. 3042c, not. Margoliouth ( İleride zikredi­ len makale, s. 337«), bu kelimenin «veren** mânasına gelebileceğini tahmin etmekte ve Mahdî 'nin pek büyük servetler verdiğini an­ latan an'anelere ( aş. bk.) atfetm ektedir; fakat bu vasıf için galiba şarkta en küçük bir te'yit kaydı mevcut değildir. Şu da var ki, bu an'anelerde kullanılan fiil o 'f ö ’dır. Fakat makdi olan veya al-makdi başka bîr durumda bulunmaktadır; ona mutlak bir su­ rette yol gösterilmektedir. Kelime geçmişte, bazı kimseler için, gelecekte de kıyamet ile alâkalı bir şahsiyet için kullanılmaktadır. Ni­ tekim Lisân ( XX, 229, str. 9, aş.), ilk dört halife münâsebeti ile, bir an'aneye istinat ederek, «doğru yolu takip eden ve kendi­ lerine yol gösterilen halifelerin sünnetlerin­ den" { sunnaia 'l-hula/S al-râşidîn al-mahdiyîn ) bahseder ve sonra kelimenin, bilhassa isim olarak, Peygamberin geleceğini haber verdiği mahdî için kullanıldığını bildirir. Mahdî tâbi­ rinin, kıyamet ile alâkalı olmayarak, tarihî şah­ siyetler için kullanılmasının başka bir çok mi­ sâlleri vardır. Goldziher ( Vorîesungen, s. 267, V, not 12, 1 ) bunların bîr kısmını topla­ mıştır : boylece C arir ( Naka id, nşr. Bevan, nr. 104, beyit 29 ) bunu İbrahim peygamber için ve Hassan b. Sâbİt ( Divân, Tunus tab., 24,4 ) Peygamber için kullanıyor; bk. bir de İbn Sa‘d ( XI, 94,9). Ekseriya sünnîler, bilhas­ sa 'A l i ’yi diğer üç halifeden ayırmak için, onun hakkında kullanıyorlar; nitekim Usd aî-ğâba (IV , 31, 3 ) ’de ona hâdiy^n mahdiyan denilir ve Sulaymân b. Şurad Husayn ’e, ölümünden sonra, «Mahdi oğlu Mahdi" der ( fa b a ri, Tarik, nşr. de Goeje, Leiden, II, 546, a ). Farazdak ile Carir, bu kelimeyi, bir şeref unvanı olarak, Emevî halifeleri için de kullanırlar. Bu kelime Emevılerden *Omar II, için her kes tarafından kullanılırken, gâlibâ bir şeref unvanından fazla bir mâna ifâde ediyordu; filhakika 'O ıaar tam bir mucaddid [ b. bk.] olarak, bilhassa Allahın rehberliğine mazhar olmuş telakkî ediliyordu. Daha son­ raki devirlerde mucaddid’lerîn birincisi olup, bunların 8. ve sonuncusu, iki telakkiye göre, ya Peygamber neslinden Mahdi, ya *îsâ ( al~ Masifı al-muhtadi ) olacaktır; krş. mad. ÎSÂ . Bütün mucaddid meselesi ve onun alMahdi ile münâsebeti için bk. Goldziher, Zur Charakteristik. . . us-Sayûtİ’s, S B A k . Wien, LXXX, 10 v. dd.). İslâmî telakkilere göre, in­



475



sanlar dâima imândan uzaklaşırlar ve onların yeniden imâna getirilmeleri lâzımdır ve dünya­ nın sona ereceği zamanda bu hâdise vnkûa ge­ lecektir. İnsanlar iamâmiyle dinsiz olacak ve Allah onları kendi hâllerine ierkedecektir. Kabe kaybolacak, Kupan nüshaları atel’âde kâğıt hâline gelecek ve sözleri insanların hâ­ tıralarından silinecektir, insanlar yalnız şiir ve şarkı okuyacaklar. O zaman dünyanın sonu gelecektir. Mahdi tâbiri, buna benzer, fakat daha yük­ sek bir mânada olarak, İbn al-Ta:Svizi ( Dîvân, nşr. Margoliouth, s. 103, s, 6 ) tarafından, A b­ basî halifesi al-Nâşir ( 575— 622 h.) için kulla­ nılmıştır : o m oAdî’dir ve bir kıyamet mahdî 'si aramağa îüzûm yoktur. Daha dar, fakat iştikakına daha nygun bîr mânada olarak, ih­ tida etmiş olanlar içinde kullanılmıştır; Allah onlara rehberlik ederek, iyi yolu göstermiştir. İslâmiyeti kabul edenler için, türkler daha kur’anî bir tâbir olan muhtadî’yi kullanırlar; bu iki kelime arasındaki fark için yk. bk. Goldziher ( s. 268 ) bunun misâllerini zikret­ mektedir. Yine daha yüksek bir mânada olmak üzere, bn tâbir, çok erken zamanlarda, cA li ’nin Fatima 'den başka bir zevcesinden olan oğlu Muhammed b. al-Hanafiya için kullanıl­ mıştır. Husayn ’in Kerbelâ ’da ölmesinden sonra, Muhtar b, A b i ‘ übayd bu Muhammed 'i kendini hilâfete namzet ilân etmeğe teşvik etti ve ona »Vaşi ( a l-Vasi ) ’nin oğlu Mahdi** adını verd i; buradaki Vaşi, Peygamberin hal­ kın idaresini *Ali ’ye vasiyet ettiğini kaböl edenler tarafından, onun için kullanılan bir tâbirdir ( Tabari, Târik, II, 534 ). Bu hâdise Haşan ve Husayn ’in, yân icA li 'nin Peygamberin kızı Fatima ’den doğan iki oğlunun, ölümünden sonra vukûa gelmiştir ve imamlığa geçme bakımından, şi’îİerin görüşlerinden başka gö­ rüşler bulunduğunu gösterir. Bu Muhammed, Peygamber ile aynı kandan olduğu için değil de, eAH 'nin oğla olması sıfatı ile vâris idi. Gâlibâ böylece kendine zorla verilen bu mev­ kii bizzat reddetmiş id i; fakat o, istemeye­ rek, Kaysâniİer fırkasının kurucusu olmuştur. Bunlar onun Ölmez olarak bulunduğu Razvâ dağından geri gelmesini bekliyorlardı. Bu iddia şâir Knşayyir ( ölm. 105 = 723 ) ve Say­ yid aî*Himyari (ölm. 173 = 789; A ğânî, VIII, 32 ; krş. Mas'üdi, Paris tab., V , 180 v. dd.) tara­ fından müdâfaa edilmiştir. Böylece Muhammed, 12 İmamlı şi’îlerin gizli imâmı gibi, bir mah­ di manialar ( «beklenen mahdî" ) hâline geldi. K aysaniya’akîdeleri için bk. Şahrastâni, alMilal va ’l-nihal, İbn Hazm haşiyesindeki tab., I, 196; Muhammed ’iu rakibi Muhtar, he­ men şt’îieşen Muhiâriya fıkrasını kurdu ve



4?6



MEHDÎ.



Husayn fa. ‘A li 'yi destekledi ( Şahrastâni, s. 197). Bütün bu vak'alar o devirdeki dinî-siyâsî fırkaların son derecede seyyâl olduğuna gös­ termek bakımından alâka çekicidir. Bir de umû­ mî bir şeref mânası taşıyan mahdi tâbirinin nasıl husûsî bir mâna aldığını ve hattâ son günlerde İlâhî kanunları yeniden te’sis edecek şahsa delâlet eden bir has isim olduğunu gös­ termektedir. On iki ımamlı şi'îlerin dönmesini ( rada ) bekledikleri gizli imâma da şi’îler al-Mahdi adım verirler. Fakat bunun durumu sünnîler tarafından beklenen müstakbel islâhatçınınkinden tamâmiyle başkadır. Sünnîliğin esâsı müsUimanların kendi-kendini idare etmesi ge­ rektiği ve hakikat ve yakîne bizzat kendi cehdi ile erişebileceği fikrinden ibarettir. Her hangi bir anda liyakatli âlimler ( aUmactah id ) 3 usulü, K u r’an, sunna ve Jdyds'ı islâmiyetin her hangi bîr meselesine tatbik edip, o hususta ittifak ederler ise ( icm â '), bu nokta emin olarak tesbit edilmiş olur ve bütün müslümanlar bunu imânlarının bir kısmı olarak kabul etmeğe mecburdurlar. Hatâ işlemez, reh­ ber mevkiini alan mutlak bir mahdi fikri, neti­ cede son sünnî kelâmcıların reddettikleri iaklid [ b. bk.] ’i telkin etmektedir. Sünnî müslümanhk, G oldziher’in göstermiş oluduğu gibi, kim olursa-olsun, bir beşer üstada körü-körüne ita­ at fikrine karşı bir isyandır. îsâ 'ya bile mucaddid vasfı üe muktadi denilmektedir ki, bu tâbir yanılmazlık mânasında çok daha az kuv­ vetlidir. Bununla beraber, kütleler mutlak bir macaddid istediler ve bir mahdi 'ye itikat, küt­ leler arasında, kuvvetli idi ve hâlâ da öyledir. Mahdi, yâni :İsâ, imânı yeniden kurmak ve idare etmek için geldiği zaman, birbirini takip eden müctehidler nesillerinin elde ettiği İslâ­ miyet icmâmı yeniden kuracak ve tatbik ede­ cektir. Böyieee müslümanîar yalnız kendikendüeri istikametini tâyin etmiyor, fakat aym zamanda Peygamber vâsıtası İİe gelen vah­ yin son ve yanılmaz tefsircisi oluyorlar. Di­ ğer taraftan şi’îler ne halkta, ne de kendi müctehidierinde böyle bir kudret görürler; Kur’an, sunna ve kıyas ile hiç bir yakîne eri­ şi lemez. Yakın ancak hatâ ve günaha karşı Allah tarafından korunan ( masum ) ve vazi­ fesi insanlara islâmıyeti tefsir etmek olan öğretme ( t a lim , krş. Goldziher, Streitschrift des Gazali gegen die Bâtinîya-Sekte, ) ile elde edilebilir. Şi ’a müctehidieri bunun vâ­ sıtalarıdır. Gizli imam geri geldiği zaman, İlâhî bir hak ile, kendisi şahsen idareyi ele alacaktır. Buna mahdi denilir, fakat tâbirin sünnîlerdekı mânasından bir az farktı bir mâ­ nası vardır. Hatâ ve günaha karşı korunma



( ‘/şma; krş. mad. İSMET ), mü'tezile sistemin­ den alınarak, sünnî müslümanlığa Fahr al-Din ai-Râzi (Öîm. 606 = 1209; bk. bir de Goldzi­ her (l$l., Hî, 238— 245) tarafından sokulmuş gö­ rülmektedir, fakat burada fikir dar bir şekilde Peygamberlere tahsis edilmiştir. Hiç bîr halef ( halifa ) bundan istifâde edemez ve mahdi ’yi bekleyen sünnîler için Mahdi münhasıran Pey­ gamberin son bir halifesidir. Mahdi ~alünü oy­ namak için 'İsa ’yı bekleyen bu sünnîlere göre, o kendi resûllüğü olan bîr peygamber olarak geri gelm iyecektir; bu o zaman bir dönüş ( rac'a ) değil, fakat sâdece bir „im ş“ ( n u zu l) olacak ve Peygamber şeri’aiine göre, insanları idâre edecektir [ bk. mad. ÎSÂ.]. Bü­ tün ş î’a fıkraları, imamlarının bu hususiye­ tinde müttefik olduklarından, bunun hakkında daha fazla geniş tafsilât vermek luzûmsuzdur [ bk. mad. Ş İ’ A ,] , Diğer mühim bir nokta da, şî'îieri mahdi hususunda sünnîîerden ayırmaktadır: mehdılik meselesi, şi’î itikadının esâsı bir kıs­ mım teşkil ettiği hâlde, sünnî itikadında öyle değildir. Her sünnî müslüman, kıyamet hakkındaki düşüncelerinin bir noktası olarak, dini yeniden kuracak bir kimse olacağım kabûl eder, fakat buna Mahdİ denileceğini kabûl etmez. İki Sahih *in hiç birinde, hem Müslim ’inkinde, hem Buharı ’ninkinde Mah­ di bahis mevzuu edilmez. Aym şekilde sün­ nî kelâm âlimleri bundan bahsetmezler, al­ ici ’nin M a vâ kif’ı onun hakkında olduğu gibi, kıyamet saati alâmetleri { aşrât alsS*o; krş. mad. RİYAMA) hakkında bir şey ihtiva etmez, al-Nasafi, 'A ka*id'inde yalnız al-Daecâ! £b. bk,]'den ve ‘İsa’nın inmesinden bahseder; Taftazâni, şerhinde 10 kıyamet alâmeti sayar, fakat mahdi 'yi zikretmez. Biz­ zat Ğazzâli, halka inme temayülü olan bir kelâm âlîmi olduğu hâlde, İhya ’sınm kıyamet­ ten bahseden son kitabında, alâmetler hakkın­ da hiç bir bilgi vermez ve hanedan bahseden kitabında ( 1334 tab., I, 218; Sayyid Murtazâ, ithaf, IV, 279 )* al-Daceal 'in çıkmasına, İsa 'nm gökten inmesine ve al-Daccâl ’i öldürme­ sine hafif bir telmih vardır; metinde de, şerhte de Mahdi bahis mevzuu olmamaktadır. Bu parçada Gazzali ’nin yegâne hedefi, yu­ karıda söylenildiği gibi, bütün insanların imân­ larım bırakacaklarım tebarüz ettirmektir. Müslümanîar mahdi itikadının bir ^mihver ve mahreki olmasını, sağlam eseslara dayan­ masını, candan arzu ediyorlardı. Bunlar git­ tikçe artan karanlıklar, siyâsî, ictimâî, ah­ lâkî ve dini tereddütler içinde, kıyametten evvel bîn yıllık devirde gelecek bir kurta­ rıcı ve yeniden nizam kurucu bir kimsenin



MEHDİ zuhuru fikrine bağlandılar. Bu inanç soru* ları ekseriya daha eski' rivayetlerin inkişâf ettirilmiş ve açıklanmış şekilleri olup, çok mevsûk surette, isbât edilmiş bulunan ve sıkaık 'Osman *m katlinden sonraki dahilî harp­ ler sırasında kabileler ile hanedanlar arasında mevcut eski düşmanlık hikâyelerini aksettiren daha muahhar bir çok rivayetlerde ifâde edil­ miş bulunmaktadır. Bundan dolayı bunlar ara­ sında tarihî vak'alar ve kaybolmuş, fakat kıyamete dâir tasvirin karışıklığına ilâve edilecek, yalnız bir isim de olsa, izler bırakmış olan fırkalar bulunmaktadır. Bunlar al-Şa'râni ( olm. 973 = 156$ ; Brockelmann, II, 335 ) ,n*n Muhtasar (K ahire, 1324 ) ’ı ile bildiğimiz Abii *Abd Allah al-Kurtubi ( olm. 671 = 1272; Brockelmann, G A L, I, 415 ^nin Tazkira'a i ve çok daha muahhar bir muharrir olan Haşan al-'İdvİ al-Hamzâvi ( öim. 1303=1886; Bro­ ckelmann, II, 486 ) ’nin Maşârik aUanvâr ( mü­ teaddit tabıları vardır ) ’ı gibi, ahlâkî gayeler ile yazılmış daha yeni eserlerde toplanmıştır. Fakat bu inanç için ileri sürülen mûtâlar, en açık şekilde, İbn Haldun ( olm. 808 = 1406 ) tarafından Mujkaddima ( nşr. Quatremere, II, 143 v. dd.; Bulak, 1274, s. 151 v.dd.j trc. de Slane, II, 158 v.dd.) 'sinde verilmiştir 1 JFâtim a’nin nesli, onun hakkında insanların düşündükleri ve bu meseleyi saran karanlığın aydınlanması faslı. Muhtelif devirlerde İslâm halklarının hepsi ( abkâffa ) arasında umûmiyetle kabul edil­ miştir ( maşhür ) ki, zamanın sonunda, kıya­ mette, Peygamber ailesinden ( min ahi albayt ) imâna ( dîn ) yardım edecek ve adaleti muzaffer kılacak bir kimsenin, zarurî olarak, zuhur etmesi icâp eder; müslumanlar onu ta­ kip edeceklerdir. O müslüman ülkelerinde hâ­ kim olacak ve kendisine al-Mahdi denilecek­ tir. Mevsuk ( aV şa kîlı) hadîsler ile tesbit edilmiş olan kıyamet gününün diğer alâmet­ leri ( aşra t al~scta ) ile al-Daccâl ’in zuhuru ondan sonra vukua gelecektir, isâ, onun zu­ hurundan sonra, gökten İnecek ve al-Daccâl ’i öldürecektir, yahut onunla aynı zamanda İnîp, Öldürülmesine yardım edecektir. 'Isa, Mahdi 'yi imâmı olarak kabul edecektir. Bu fikri des­ teklemek için, bâzı muhaddîslerin rivayet et­ tikleri hadîslere dayanılır; fakat başkaları bunu münâkaşa etmişler ve hattâ muhtelif nakiller ile, aksini ileri sürmüşlerdir. Son sûfîler Fâtima'nin bu neslinin varlığım isbat etmek için, başka bir yol ve başka bir usul kabul etmişlerdir. Onlar, bunun için, usûlleri­ nin esâsı olan tasavvuf» kaşf 'e istinat ederler." Burada Ibn Haldun zamanındaki halk tema­ yülünün çok doğru bir hulâsası vardır ve şüp­ hesiz İbn Haldun ’ un buna karşı hiç bîr te­



4??



veccühü yok idi. Kendisi İslahatçı mahdi ile alâkalı 24 hadîsi uzun-uzadıya nakledip, 6 de­ ğişik şekli ilâve ve hepsinin mevsûkiyetini münâkaşa eder. Bu hadîslerin yalnız 14 'ün­ de islâhçıya mahdi denilmiştir. Ahmed b. Hanbal’in Musnad 'inde, Abü Dâ’ü d ’un Su­ nan 'inde, T irm uzi’nin Sahih 'inde ve İbn Mâca 'nin Sunan 'inde bulunan mahdî hakkın­ da hadîslere dâir bilgiler İçin bk. Wensinck, Handbook o f Early Muhammadan Tradition, mad. M A H D Î; al-Bağavi, Maşabih al-sunna (K ahire, 1318), II, 134 ve Mişkât al-Maşâbîh ( Dehli, 1327), s. 399— 401. Bununla beraber, bütün bu mecmualarda, tbn Haldun ’un zikr­ ettiği hadîslerin ancak bir kısmı vardır. Diğer taraftan, al-Çuriubi'nin Tazkira ’sinde (Kahire, 1324, s. l*7— 121 ) de şüphesiz İbn Haldun 'un ilâve etmek tenezzülünde bulun­ madığı mebzul tafsilât bulunmaktadır; krş. onun Massa şehrine son telmihi, s. 173, str. 7. Tazkira 'de msl. Peygamber İspanya ’mn fethi ile yeniden kaybedilmesini açıkça zikretmekte­ dir. al-Kur^ubi 617 ( 1 2 7 2 ) 'de, Gırnata Nuşayrilerinin İlk yıllarında, bu devletin Ispanya ’mn müslümanlara kalmış yegâne parçası ol­ duğu zamanda ölmüştür. al-Çurtubİ ile çevre­ sinde bulunanlar bir ıslâhcı ve Mahdî ihti­ yâcını kuvvetle hissediyorlardı ve o zaman onun geleceğine dâir tafsilâtlı hadîsler mey­ dana çıktı, Bu vaziyet, vazifesi yalnız al-Dacc â l’i öldürmeğe inhisâr eden Eİsâ'dan daha faâi ve daha kuvvetli bir İslâm kahramanı istiyordu ve Peygamberin sünnî Magri b ’de bile o kadar kuvvetli bulunan ve mahdi 'yİ yetiştirecek olan nesline bağlılık da bu hissi kuvvetlendirmeğe yardım etmiş olabilir. alKurtubi ’nin mahdi 'sinin, Suriye 'den veya Ho­ rasan 'dan gelmesi icâp eden İlk mahdi ’ierin aksine, Magrib 'den gelmesi icâp ederdi. O Magrib 'de deniz kıyısında olup, Massa deni­ len Cabal 'in bir yerinden gelecektir; orada ve ikinci defa olarak da, Mekke 'de ona sadâ­ kat yemini edecekler. Burada hadîs Abü Dâ» ’üd tarafından verilen ve İbn Haldun tarafın­ dan zikredilen ( s. 148, aş. bk. ) daha eski bir hadîse ulaşmakta ve onu izah etmek­ tedir. Bu hadîslerde Kalb kabilesine karşı bir gazadan ve Kalb ganimetinden bahsolunur ve bu hadîs bÖylece kabileler arasındaki ilk düşmanlıklara bağlanır. Bu Magrib m ahdî’si Kalb tarafından desteklenen al-Sufyâni’yl de öldürecektir. Burada Emevîlerin Marvâni ko­ lunun amcazâ-deleri Sufyânilerm yerini' nasıl aldığını anlatan tarihin teferruatına girmeğe imkân yoktur. Fakat Mu a viya II.’nin kendi irâ­ desi île tahttan feragat etmesine ve ânî ölümüne, Marvân b. Hakam ’in onun yerini almasına ve



47â



MEHDİ



Mu’âvîya II. 'nin defni esnasında Valid b. :Utba b. Ab i Sufyân 'm anî ölüm veya katline ( tu ina va sakata mayyitan, Mas'udi, Paris tab., V , 170 ) bağlı esrâr dolayını ile, galiba Emevîler ara­ sında da bir imâmî fırkası teşekkül etmiştir ( Kavi al-umavıya min al-imâmiya; Gaz2&1İ, nşr, Goldziher, Streitschrift, arapça me­ tin, s. 1 4) ; bununla beraber bu Valid, T&bari 'nin rivayetinde, sonraları bayatta görün­ mektedir. Ağanı (XVI, 88 ) 'deki Hâlid b. Yazid hikâyesi, bu fırkayı kuran ilk kimse­ nin kendisi olduğuna dâir rivayeti ihtiva eder (Vazda kabar al-Sufyâni va kabbaruhu va ara­ da an y akana li ’l-nâs f i kî Mamafih bu da reddedilmiş olup, bu fırkaya daha eski bir menşe' isnat edilmiştir. Abbâsîlerin İkti­ darı ele geçirdikleri sıradaki dahilî harpte, »beyazlardan", yâni İsyan etmiş Emevîİerden biri »zikredilmesi mûtad olan Sufyâni ’nin" ( vakülü kaza ’l-Sufyöni Hlazî kâna yuzkaru, T a barİ, Tarîk, Kahire tab., IX, 138; 132 yılı vu­ kuatı; İbn aî-Aşir, Kâmil, Kahire, 1301, V, 207 ) haklarını elde etmek hedefini güdüyor­ du, Görünüşe göre, Sufyâniler, bütün fır­ kaların yaptığı gibi, hadîslere dayanarak, Marvânilere ve sonraları Abbâsîlere kar­ şı, imâmtlerin sinsi usûlleri ile, haklarını is­ temekte devam ettiler. Bunların teferruatı son derecede karanlıktır; zîra bu islâmiyetin son fırkalarından biri idî ve bir isimden ve son devrin bütün sünnî ve şi'î müslümanlarının umûmî nefreti altmda ezilmiş bir isimden başka bir şey bırakmamıştır. Daha eski bir devir, Tabari ( ölm. 224 = 838 ) 'nin Kur 'on, XXXIV, 50 ( cüz XXII, s. 63, a ş .) Tafsîr 'inde zikrettiği bir hadîste in'ikâs etmektedir. Peygamber şark ile garp arasında çıkacak bir fitneden bahsediyordu. Sonra al-Sufyâni 'nin »kuru vadiden" ( al-Vâdi-Yabis; başkaca meç­ hul; Y a k u t'ta IV, 1000 »Yâbis’in vâdîsi" var­ dır kî, bir insanın isminden gelm ektedir; alSufyânİ'nin kıyamette bu yerden geleceği söy­ lenir), isyanlarından birinde veya »vakti gelince" (fi favrihi z â lik ) gelmesi uzun gelir. Gön­ dereceği ordulardan ve Bani 'İ-5Abbâs 'tan 300 reis öldürmek suretiyle yapacağı tahribat­ tan, nihayet ona karşı Cabrâ’ iİ 'in gönderile­ ceğinden ve Cabrâ’il 'in onu öldüreceğinden uzun-uzun bahsedilir. Böylece Tabari 'ye göre, bunun zuhûru kıyametle alâkalı değildir ve mahdi ile dünyanın sonu geleceği hakkında bu­ rada hiç bir işaret yoktur. Fakat Muhyi 'l-Din İbn al-5Arabi tarafından Mukâzarat al-ahrâr 'ma dercedümiş olup, tarihî ve nücûmî bakım­ dan, Richard Mart man tarafından Eine islamiscke Apokalypse aus der Kreuzzugzeit 'ta bütün teferruatı He tetkik ve aş.-yk. 576 ( 1180 )



yılına çıkarılan istikbâle dâir haberler veren bir eserde, bu hadîsten istifâde edilmiştir. Bu hadîs, burada genişletilerek, kıyamet tasviri içine sokulmuş ve sonunda al-Sufyanb Mahdi tarafmdap, öldürülmüştür. Yüz yıl sonra, alKurtubi bunu daha da genişletiyor ve al-Sufyânî 'ye Muhammed b. ‘Urva adını veriyor. alSufyâni hakkında diğer tafsilât için bk. Goldzİher, Streitschrîft, s. 52, not 1 ; Snouek Hurgronje, Der Makdi ( Verspreide Geschriften, I, 155) ; de Goeje, Frag. •hist. ar., II, 526; Van Vİoten, Recherches sur la domin. ar., s. 61; Lammens, Le Califat de Yazid, I, 17; Mo'âvıiya II ou le dernier des Sofiönides, s. 43. Bu isîâhçı hakkmdaki hadîs rivayetlerini teferruatı ile burada göstermek mümkün ol­ mayacağı aşikârdır; fakat başlıca şekilleri ve devirlere göre, husûsiyetleri gösterilebilir. Bunların hemen hepsi bizzat Peygamberin ağzında», az bir kısım da 'A li 'den nakl­ edilmektedir. Dünyanın ancak bir günü kal­ mış olsa, Allah bu isîâhçı gelinceye kadar, bu günü uzatacaktır; dünya kaybolmayacak, kı­ yamet o andan önce kopmayacaktır. İsîâhçı evimin ehlinden ( min ahi bayii ), benim üm­ metimden ( min ummatî ), Fâtima 'nin çocukla­ rından ( min valad Fâtim a) olacaktır; adı benim adım, babasmm adı benim babamın adı olacaktır. Ahlâkça ( hulk ) Peygambere ben­ zeyecek, fakat dış görünüş ( halk ) bakımından değil. Bu sözler ‘A lı 'nin ağzından rivayet edilmiştir. Başı çıplak ve burnu kartal burnu ve çıkıntılı olacaktır. Dünyayı kötülük ve te­ câvüz ve dinsizlik İle dolmuş bulacak; bîr adam — »Allah, Allah 1“ — dedi mi, Öldürülecektir. O dünyayı adalet ve hakkaniyet ile dolduracak­ t ı r ; insanlar Allaha ( al-Ifaklç ) avdet edinceye kadar, onları öldürecektir, Müslüman!ar onun şeri’atını takip ederek, benzerini asla görmedik­ leri bir refaha erişeceklerdir; yer bütün meyve­ lerini verecek ve gökler yağmurlarını boşaltacak, bu zamanda gümüş para ayaklar altına atılacak ve hesap edilmeyecektir; bir kimse her kalktığı zaman, — »ey Mehdî, bana ver I" — diyecek, od a — „A1!"— cevabım verecek ve elbisesine adamın taşıyabileceği her şeyi önüne dökecektir. Bnnun Müslim 'in Sahih 'inde bulunan şu hadîsin, haklı veya haksız, bir tefsiri olduğu ileri sürülmüştür: — »Ümmetim kaybolmağa yaklaşınca, saymaksızm servetler saçan bir halife gelecektir". Kıyamete yakın günlerde gelecek ve parası bol ve eli açık olan bu halife ile alâkalı bilgi­ ler için bk. Wenstnck, Handbook o f Tradition, s. ıoo*\ Fakat Müslim ve Buhâri 'de ol­ duğu gibi, bu hadîste de mahdi bahis mevzuu değildir. Y in e : Mahdi, bizim evimizden, Pey­



MEHDİ. gamberin ev ehlindendir. Allah ona beklen­ medik bir şekilde ve ansızın gönderecektir ( ? yuşlihu 'ilâha f i laylatin ), 5, 7,9 sene hüküm sürecektir. Onun bir karışıklık (fita n ) devrinde geleceğine dâir müteaddit işâretler vardır. Ba fitne o şekilde olacak ki, bunları yatıştırmak için gökten bir ses 'alacak ve — »Sizin emîriniz şu ve şudur" — diyecektir ( İbn Haldun, s. 162 ). Bu alaylı bir tefsire benzemektedir, fakat bu sâde bir vaaz gibi zikrediliyor. İlk rivayet­ lerde, şarktan ( al-maşrik; Hurasân ), nehrin ( Amu-Derya) ötesinden gelecektir; daha mu­ ahhar bir zamanda ( msl. Ifur^ubi ve İbn Idaldüa, s. 171— 176) Magrib *in vâsî ve büinmiyen topraklarından gelecektir. Açıkça Abbâsîlerin 'A li tarafdarlarmı desteklemelerini te'min gayesi ile uydurulmuş olan Abbâsîler hakkmdaki ilk siyah bayraklar ( râyât sn d ) hadîsi Mahdi Men bahsetmez ( İbn Haldun, s. 153), fakat şüphesiz daha muahhar olan bir şekilde, „zîra o Allahın halifesi, alMahdi Mir“ sözleri ilâve edilmiştir ( İbn Haldun, s. 159 ). Çok şâyân-ı dikkat bir şekil olması ve Kurtubi 'nin sonraları onu kulla­ nıp genişletmesi sebebi ile, uzun bir hadîsi, tam olarak, zikretmek kabildir ( İbn Haldun, s. 148): „Bir halifenin ölümünde bir niza çı­ kacaktır ve medineli bir adam, Mekke 'ye doğru kaçarak, oradan gidecektir. O zaman Mekke sâkînleri ona gelecekler ve ( ihtimâl bir isyan çıkarıp), istemediği hâlde, onu tâkip ederek, Rukn ile Mafcâm arasında ona sadâ­ kat yemini edeceklerdir ve ona karşı ( v e y a : »ona doğru", i lâ ) Suriye ’den gelen bir ordu gönderilecek, fakat bu ordu, Mekke ile Medine arasında, çölün (al-bayda') kumları tarafın­ dan yutulacaktır. Halk bunu görünce, Suriye abdal ( »abdallar" veya »asî il er" ) 'i ve Irak laş 5’/6 ( »arkadaş" veya »tarafdar", bk. Lane, s. 2059 b ) ’i, sadâkat yemini etmek üzere, ona gidecekler. Bundan sonra, anne tarafından cedleri Kalb’den olan Kureyşli bir adam çıka­ cak, o da onlara karşı, onları yenecek olan bir ordu gönderecektir ve buna Kaib seferi ( balş ) denilecektir. Ah 1 Kaib ganimetine iştirak et­ meyenler nL kadar me’yus olacak! Servetleri taksim edecek ve kavmı üzerinde Peygamber­ lerinin sunna 'sine göre hüküm sürüp, İslâmiyet kaidesine tabî olacak. Yedi veya dokuz yıl hü­ küm sürecek, sonra ölecek ve müslümanlar ona dua edeeekîer", Bu hadîs şüphesiz 'A li tarafdarlarınm Hk düşmanlıklarının bîr aksidir; kıyamet ile alâkası yoktur ve Mahdi ’yi zikret­ mez. Fakat abdal ve çölde ( al~bayda ) orduyu yutan yer fikirleri kıyametten bahseden diğer bir hadîste ( s, 156,161 ) yeniden meydana çıkar ve Magrib'den gelecek M ahdi’den bahseden



4?9



al-Itur$ubi 'nin hadîsine dâhil edilir. Belki ga­ yesi Abbâsîler He ‘A li tarafdarlarmı anlaştır­ mak olan bir hadîste, yeniden, müslümanlar »Tamim kabilesinden bir gene adama dönme­ ğe" teşvik ediliyor ( 'alaykum bi V-fata ’l-tam im l) ; zîra şarktan gelecektir ve Mahdi 'nin alemdarı olacaktır ( İbn Haldun, s. 162 ). Fakat şu da bellidir ki, Mahdi inancı geç olarak meydana çıkmıştır ve her zaman kabûl edilmiş değildir. Bunun gibi al-Daccal inancı da kıya­ mete dâir gerek halk telâkkisinde, gerek ulemâ telakkîsinde değişmez bir hâlde kalmaktadır; fakat bir hadîs bu Mahdi inancının daha ziyâ­ de kendisine inançtan değil de, imândan gel­ diğini işba ta çalışır, al-Daccâl ’i inkâr eden kimse dini terketmiştir ( İbn Haldun, s. 144 ). Diğer taraftan bir Mahdi çıkmayacağım, yalnız ‘ İsa’nm ineceğini gösteren bir hadîs vardır. Mahdi müdâfîleri bu hadîsin ‘İsa Man başka kimsenin beşikte (makd; Kur'an, III, 4 1) asla konuşmamış olduğu mânasına geldiğini söyle­ yerek, meseleyi değiştirmek istemişlerdir (İbn Haldun, s. 163; Kurtubi, s. 118). Bu makalede istifâde edilen hiç bir hadÎ3 mecmûasında zikre­ dilmeyen ve başka bir »İslahatçı" olan al-Kahtâni hakkında bk. mad. K A H T  N ve Snouck Hurgronje, Der Mehdi, s. 12 ( Verspr. Gesch., 1 ,156) Sonraları, ileriledikçe, bilgi menbâlarımız daha çok halk rivâyetlerine dayanıyor ve kıyâmet mehdisine olan inancı daha çok sa­ bitleşmiş buluyoruz. Bir de müslümanlar gerek kendi hükümdarları, gerek müslüman olmayan efendileri tarafından kendilerini ne kadar tecâvüze uğramış ve tezlîl edilmiş hisset­ mişler ise, hakikî İslâmiyet! yeniden kuracak ve bütün dünyayı İslâmiyet için fethedecek olan bu son şahsın çıktığını görmek arzuları o kadar kuvvetli olmuştur. Bir mehdi ihtiyâcı hissedilmiş olduğundan, her zaman mehdiler zuhûr etmiş ve İslâmiyet onların bayrakları altında silâha sarılmıştır. Bu ayaklanmaların burada bir tarihini vermek imkânsızdır. Bu mehdiler hakkında tafsilât için bk, Hasting’s, Encyclopedia o f Religîon and Etkice, VIH, 336 — 340 (Margoliouth'un yazdığı mad. Mahdi) ve Goldziher, Vorlesungen, s. 231, 268, 291. Südân mehdisi için bk. bilhassa Snouck Hurgronje, Verspr, Geschr., I, 147— 181 'de ye­ niden basılmış olan Der Mehdi makalesi. Bu makale islâmiyettekî bir »İslahatçı" fikrinin menşe' ve tarihine dâir esaslı bir münâkaşayı ihtiva eder; bk, bir de İleride mad. MUHAM­ MED AHMED.



j



Bibliyografya t terilmiştir. Hiç şüphesiz, kale Snouck Hurgronje, goliouth 'nunkilerdir. ( D,



(



Makale içinde gös­ en mühim üç ma­ Goldziher ve MarB. M a C d O N A L D .)



486



MEHDİ,



MEHDİ. al -MAHDİ, A bu ‘ A bd A llah Mö HAMMEDj A b b a s î h a l i f e s i . Babası halife al-Manşür idi. Adı Unun Müsâ bint ai~ Manşür b .‘Abd Allah olan annesi eski Hİmyerî hükümdarları ailesine mensup id i; Horasan va­ lisi 'Abd al-Cabbâr b, cAbd al-Rahmân [b. bk.] isyan edince, halife ona karşı oğlu Muhammed al-Mahdİ "'yi, bir orda ile birlikte, gönderdi; fakat asıl kumandan Hazım b. Huzayma idi. ‘Abd al-Cabbâr’m hapsedilmesinden sonra, al~Mahdi, babasının emri üzerine, Ta haristin ’a karşı bir sefer açtı ve bu memleket ita­ ate mecbur kaldı ( krş. mad. DÂBÜYA ). 144 ( 761/762 ) ’de Irak-ı Acem ’e döndü ve Abu ’l‘Abbas al-Şaffâh 'm kızı Rayta ile evlendi. Müteakip senelerde, bilhassa al-Rayy şehrinde ikamet etti. ‘İsa b. Müsâ [ b. bk.} uzun zaman­ dan beri veliahd tâyin edilmiş id i; fakat alManşür’un telkinlerine kapılarak, al-Mahdi lehine taht üzerindeki haklarından feragat et­ ti ve zilhicce 158 (teşrin I. 77$ ) ’de, al-Man­ şur *un ölümünden sonra, al-Mahdi halife oldu. Hilm ve cömetliği ite kendini çok sevdirmiş id i; bununla beraber, kendisine bir kaç zâiimâne hareket isnat edilir. Msl. basit bir şüpbe Üzerine vezîr Abü ‘Ubayd Allah Muâviya b. 'Ubayd Allah [ b. bk.]*ın oğlunu idam ettirdi ve gazabına uğrayan bir diğer vezîr, Ya'ijüb b. Dûvüd, o kadar karanlık bir zindana atılmış kİ, burada gözleri kör olmuş. 160 ( 776/777 } Ha her zaman ayaklanmalara sahne olan Ho­ rasan 'da bir isyan ç ık t ı; fakat âsîlerin reisi Yûsuf b. İbrahim mağlûp edilerek, hapse atıl­ dı ; halife sonra onu zalimane bir şekilde idâm ettirdi. Bİzanslılara karşı seferlere de al-Mahdi zamanında devam edildi. Her iki hasım, mü­ tekabil akınlar ile, birbirlerine mümkün oldu­ ğu kadar fazla ziyan vermek istiyordu; fakat her defasında yeniden zap te dilen yerlerin de­ vamlı surette ilhakı bahis mevzuu değil idi. Umûmiyet itibârı ile müslümanlar daha ka­ zançlı idiler ve harbîn ilk zamanlarında Anka­ ra'ya kadar ilerilediler, fakat o zaman Michael Lachanodrakon, bir bizans ordusu ile, onlara karşı yürüdü, az bir müddet sonra, yeniden inşâ edilen al-Hadaş [ b. bk.] kalesini yıktırdı ve Suriye hudûduna kadar memleketi tahrip etti (162 = 778/779). Ertesi yıl, al-Mahdi bizanslıiara karşı büyük bir sefer hazırladı; oğlu Harun da sefere iştirak etti ve 165 ( 782 ) 'te Harun, halifenin gözdesi, müstakbel vezîr al-Rabi‘ b. Yûnus ile beraber, ikinci defa ola­ rak, sefere çıkıyordu. Müslümanlar bu defa" Karadeniz boğazına kadar ilerilediler ve imparatorıçe İrene, bîr muahede ile, üç yıl müd­ detle düşmanlığın kesilmesini ve her yıl harâc vermeği kabule mecbur oldu. Fakat ramazan



168 ( mart — nisan 785 ) 'de muahede bizanshlar tarafından bozuldu ve hiç bir muharebeden hat'î bir netice alınmaksızın çarpışmalar alMahdi 'nin ölümüne kadar devam etti. Muta­ assıp fırkacı al-Mukanna' onun devrinde zuhur etm iştir; bu şahıs halifenin ordularına pek çok güçlükler çıkardı ve Kaşş mmtakasmda bulu­ nan bir kalede uzun zaman muhasara edildi; sonunda 163 ( 779/780)'te, canlı olarak düş­ manlarının etine düşmemek için, kendi-kendini zehirledi; çünkü mülhitler ve bilhassa hakikî olsun veya olmasın z in d ik ‘1ar umumiyetle en şiddetli cezalara çarptırılırdı. al-Mahdi, sulh zamanlarında, imparatorluğunun inkişâfı için çok çatıştı; yeni yollar yaptırdı ve postayı ıslâh etti. Bu devirde ticâret ve sanayi her zamankinden daha çok inkişâf etmiş idi. Bü­ tün bunlara rağmen, aym zamanda göz Önünde bulundurulması icâp eden ve gittikçe meş'ûm bîr hal alan israf temayülü hâsıl olmuş­ tur. Devlet varidatının lüzumsuz debdebeye sarfedilmek üzere -alınması ai-Mahdi ile başladı; bu debdebe halefleri zamanında, A b ­ basî halifeliğinin sukutuna derin bir surette müessir oldu, Halife yavaş-yavaş maiyetinin ve bilhassa hâcibi al Rabic b. Yunus ile kendisine iki oğlu, Müsâ ve Hürün ’u veren ve eski bîr câriye olan zevcesi al-Hayzurân 'm hâkimiyeti altına girdi. Daha 160 ( 7 7 6 ) 'ta İsa b. Müsâ [ b. bk.] değil de, Musa'ya al-Hâdi ismi ile, bir veliahd için icâp eden itibar gösteriliyordu ve altı yıl sonra al-Mahdi, en küçük oğlu Hürün 'u alHâdi 'nin halefi olarak İlân etti. Fakat al-Hay* zurân Hârün 'u tercih ettiğinden ve Berraekiler de al-Hayzurân’ı desteklediğinden, halife tahta çıkış sırasını Harun lehinde değiştir­ meğe karar verdi; o zaman CurcanMa bulu­ nan al-Hâdi buna muvafakat etmedi. al-Mahdi, kendisi ile şahsen görüşmek için, yanma git­ mek üzere yola ç ık tı; fakat 22 muharrem 169 ( 4 ağustos 785 ) 'da Masaba z rn 'da, 43 yaşında, vefat etti. Hükümdar olarak, hiç şüphesiz A b ­ basî sülâlesinin en iyi halifelerinden biri idi. B i b l i y o g r a f y a : İbn l^utayba, alM âarif ( nşr. \i/üstenfeld ), s. . 192 v. d .; Ya'kübi ( nşr. Houtsma ), II, 409 v.dd., 470— 487; Balazuri (nşr. de Goeje ), bk. fihrist; al-Mubarrad, al-Kâmil ( nşr. W rig h t), s. 268, 389, 419, 512, 547, 7 “ 738_; Tabari, III, 133 v.dd., 451— 544; M asüdi, Marüc (P aris tab.), VI, 224— 260; IX, 44, 51, 65 v.d .; al-Ağâni, bk, Guidi, Tables alphabetiques; İbn al-A sîr ( nşr. •Tornberg), V, 385 v .d d .; VI, 8 "v.d d ; İbn'al-Tiİctakâ, alFahrî (nşr. Derenbourg ), s. 242— 258; Mu­ hammed b. Ş â k ir; Favât al-vafayat, II, 225;



km t> t İbn Haldun, al-Jbar, III, 304 v.dd.; Weıl, Gesch. d. Chalifen, II, 36, 64, 94 v.d d .; Müller, D er İslam im Morgen- und Abendland, I, 477 v. d .; Muir, The Caîiphate, its Rise, Decline and F a il ( 3 , ta b .,), a. 446 v.dd ., 469— 4745 Brooks, Byzantines and Arabs in the Time o f ihe early Abbasids ( The English Historical Revieiv, X V , 738 v. d d .); G. le Strange, Baghdad during the Abbasid Caîiphate, bk, fihrist; ayn, ■ mil., The Lands o f ihe Eastern Caîiphate,



tür. yer.



( K. V . ZETTERSTEEN.)



MEHDÎ. al -MAHDİ ( 1860 ? - 1 9 3 0 ), Mu­ hammed b.



'A bd A llah FIassân



al -Mahd I,



ingîlizlerin «the Mad Msıllah" dedikleri meşhur S o m a l i m e h d i s i . Kendisi O gaden’in Bah Geri kabilesinin Rer Hamar koluna mensup idi. 1860 yılma doğra doğdu ve gençliğinden itibaren kendini dini ve tasavvufî tetkiklere verdi. 1895 'te hacca gitti ve M ekke’de kaldığı sırada Sayyid Muhammed Salih Eb. bk.] ile ta­ nışarak, onun hararetli bir müridi oldu. Somali ’ye döndükten sonra, önce Zülbahanta kabilesi arazisinde yerleşti. Şâlihiya tarîkati lehinde kuvvetli bir propagandaya girişti ve Somali müslümanlarını daha sıkı bir takvâ içinde hayat sürmeğe teşvik etti. Çok bilgili ve güzel konuşan bir kimse olduğu gibi, İrticalen mâhirâne şiirler söylediğinden ( eskiden Somali bedevileri ara­ sında fikirlerini yaymanın en İyi yolu bu idi ),■ İngiliz Somalîsi’nde Zülbahanta ve Habeşistan ’daki yurttaşları olan Ogadeöler arasında ko­ layca tarafdar kazandı. Elindeki nufuz sayesin­ de Ingiliz müstemleke idâresi ile münâsebetler te’sıs etti. Ingiliz îdâre adamları, bâzan bedevi birlikleri arasındaki ayaklanmaları yatıştırmak için, onun tavassutuna baş-vurmağa başladı­ lar. Bununla beraber, bu zât 1899 Ma birden­ bire Britanya hükümeti ile olan vaziyetini değiştirerek, ona karşı açıkça cephe aldı. 1899 Ma taraftarlarını Bura'o Ma topladı, kendisi­ nin mehdi olduğunu üân etti, te inanmayan­ lara karşı mukaddes cihâd açtı. Ogadenîer arasında isyanın daha da genişlemesini Önle­ mek maksadı île, Habeşler tarafından Mahdi ’ye karşı kuvvet gönderildi ise de, bu kuvve­ tin reisi olan Grazmâç Bantİ, Ogadenlerin bir kolu olan Rer 'Alîlere karşı giriştiği şiddetli bir çapul ve akın hareketinden sonra, Harar ’a döndü. 1901 Me Swayne kumandasındaki İngiliz kuvvetleri M ahdi’yı İtalya Sonialisi'nin şimal hudutlarına kadar püskürttü ve onu 16 teiftımûz 1901 Me Farziziin Me mağlûp etti. İkinci bir İngiliz kuvveti 6 teşrin I. 1902 Me Erîğo savaşında yeniden bir muvaffakiyet kazandı, 1903 'te Mahdi 'ye karşı, üç kol hâlinde, büyük bir kuvvet gönderilmesine karar verildi. Aym İslâm Ansiklopedi*!



4ât



senede yapılan bir İngiliz—İtalyan anlaşmasına göre, bir İngiliz kolu Hobya Man hareket ede­ cek id i; diğer bir İngiliz kolu BerberaMan, Habeş birliklerinden müteşekkil üçüncü bir kol da Harar Man hareket edecek idi. Ingiliz kuvvetleri general Manning’in emrine verildi, fakat birinci kol pusuya düştü ve 17 nisan 1903 'te Mahdi tarafından Gumburi Me mağ­ lûp edildi; ikinci kol 22 nisan 1903 'te Daratola Ma kanlı bir mücâdelede ağır kayıplara uğradı; yalnız Habeş kolu Şabella vadisindeki Ogaden birliklerine karşı bir akm yaptı, 9 kânun II. 1904 *te dördüncü bir Britanya kuv­ veti M ahdi'yi C idbâli’de, ayrıca 21 nisan 1904 ’te Hind okyanusu kıyılarında ÎHg Me l-lughat, s. V — VI ) bitirdiği bu eser, daha Taşkent, 1926, s. 14 ). ziyâde Ali*Şîr Nevâî ’nin eserlerinin anlaşıla­ Mahdi Han ’m bu eseri, Mehmed Paşa b. bilmesi için tertip edilmiş bir lügat kita­ Yâkub Paşa'nm emri ile, Hâcibî isminde biri bıdır. Müellif izah ettiği kelimelerin güç­ tarafından, 1165 ( 1751/1752 ) ’te türkçeye ter­ lüğü sebebi He eserine Sang-lâh ( „taşhk“ ) cüme edilmiştir. Bu tercümede müellifin üslû­ adını vermiştir. Müellif, eserini, önce bu sâbuna oldukça sâdık kalınmış, ayrıca Osmanlı- hada yazılmış olan diğer eserleri görüp, dik­ Iran münâsebetleri anlatılırken, Mahdi Han’ m katli bir tenkide tabî tuttuktan sonra, yaz­ eserinde olduğu gibi, sâdece iranlılar değil, mağa başlamıştır ki, bunların bir listesini Osmanhiar tarafından girişilen teşebbüsler ve vermektedir. Mabâni ’l-luğa adh ilk kısmı yazılan mektup veya sulhnâmeter de ilâve edil­ hâriç, 1. çagatayca-farsça lügat, 2. Nevâî ’nin miştir. Bundan başka mütercim, Mahdi Han ’m eserlerindeki anlaşılması zor farşça ve arapça eserine beş yıllık vukuatı da ilâve etmiştir. kelime ve tâbirlerin izahı olmak üzere, iki Bu tercümenin hâlen bilinen tek nüshası, Sü- bölüme ayrılmaktadır. Çağatayca İçin çok mü­ leymâniye kütüphanesi 'nde ( Es’ad Efendi him olan bu eser, henüz basılmamış olup, kütüp., nr. 2179) bulunmaktadır (tavsifi için nüshaları da mahduttur. Müellif hattından bk. İstanbul kütüphâneleri tarih-coğrafyayaz­ istinsah edilmiş bir nüshası Tahran Ma Kitâb» maları katalogları, seri 1, sayı 1, s. 314 v. d.) hâna-i Şürây-i Milli Medir ( bk. İbn Yusuf 2. Darra-i Nâdira veya Nâdiri, tarihçi Şirâzi, aya., esr,, s. 99 v.d.). Diğer üç nüsha­ V aşşâf’m son derece süslü üslubunu takliden sından birincisi Londra Ma ( bk, Rieu, Çatakaleme alınan bu eser, muhteva bakımından logue o f Turkisk M$., London, 1887, s» 264 aş-yk. evvelkinin, tamamen aynıdır. Aradaki v.dd.), İkincisi Bodleian kütüphanesinde (bk. fark, birincisinde muhtelif hâdiselerden bahse­ Ed. Saehau-H, Etbe, Catalogae o f tke Persian, dilirken, daha fazla açıklayıcı tafsilâta girişil­ Turkish, Hindûstânî... manuscripts in the miş olmasıdır. Durra-i Nâdir a, matbu ve bâzı Bodleian Library, Oxford, 1889, Part I, s. yazma nüshalarındaki metin araşma ve sahife 1020, nr. 1760), üçüncüsü de yine aym şehirde kenarlarına ilâve edilen bir çok kelime ve tâ­ R A S Me bulunmaktadır. Sang-lâh, îran Ma birlerin izahı olmadan anlaşılmaz bir halde­ Kaçar hânedanına mensup Naşir al-Din Şah dir ( bk. Durra-i Nâdira, Bombay, 1270; E, BIo- zamanında (1848 — 1869 ) hekim-başılık eden chet, Caialogue des manuscripts persans, , . , ve daha çok Hakim ICubli dîye tanınan ( M. Paris, 1905— 1912, î, 302, nr. 488}. Eserin :A li Tarbiyat, s. 122 ) Hoy ’lu Muhammed b. muhtelif nüshaları için bk. Storey, ayn. esr., !Abd al-Şabür tarafından Hulâşa-i ‘ Abbasî adı s. 324 ve 1283. Mahdi H an’ın bu eseri ilk defa ile muştakkatı, misâlleri ve tekrarlan atılmak 1271 ( Bombay ) ’de olmak üzere, bir çok defa­ sureti ile, ihtisar edilmiştir ( Fihrist-i Kitâblar tab’edilmiştir ( bk. Storey, gost. yer. ). Son hâna-i Madrasa-i Sipahsâlâr, II, 173 v.dd.). olarak Nâdir Şâh adı ile ihtisar edilmiş ve Seng-tâl} ’ın meçhul bir kimse tarafından ya* Tahran Ma 1324 ( h. ş. ) ’te basılmıştır. Ayrıca pilmiş Kitâb-i 'adn adh bir muhtasarı daha Sayyid Ahmed Şâh tarafından yapılan ve vardır ( bk. E. Bİochet, C a t, II, Suppl,, s. 125. Darrat al-tâc adını taşıyan bir de şerhi var­ nr. 1000* aya. mil., Cat. des manuseriis Persans dır ( Jullundur, 1907 ). Paris, 1912, H, 223 ). Ali Şîr Nevâî ’nin ese’



4ss



MEHDÎ HAN -



MEHDÎ



lerîne dâir Makâlid-i tur kİ ya adı iİe. diğer bir lügat kitabı tertip etmiş olan Fath- A li Sapanla, eserinin sonunda, Mahdi Han ’ın Sang-lâh 'ta anlaşılma/ olarak kabul ettiği bâzı kelimeleri tereume ve şerhetmiştir, Fath ‘ A li Sapanlu'nun eserinin bir nüshası Tahran 'da Melik kütüphanesinde bulunmaktadır ( bk, Ftkrist-i Kitâbhâna-i M a c l i s . s . 100 ). 6. Mabâni *l-luğa, bâzan müstakillen, bâzan Sang-lâh ’m mevcut nüshalarında, onun mu­ kaddimesi gibi görünen ve hakikatte ondan sonra yazılan ( B. Atalay, s. 7 ve krş. s. 3 ) bu eser, çagataycaya dâir bir gramer kitabıdır. Müellif F iriğ i ismindeki bir müellifin, türkçenin mazbut bir dil olmadığı hakkındaki iddiasına karşı, türkçenin arap ve fars dillerinden. daha mazbut bir dil olduğunu söyledikten sonra, eserinde tâkip ettiği usul hakkında malûmat verir ( bk. ayn, esr., s. 7 v. d . ). Burada tâkip edilen usul, bugünkü gramer anlayışına, tam mânası ile, uymamakla beraber, çagataycaya dâir mühim esaslara işaret edilmiştir. Eserin yukarıda bahsedilen Sang-lâh nüshalarının ihtİvâ ettiği yazmaları dışında, hâlen bilinen üç nüshası vardır. Bunların biri Süleymâniye kütüphanesinde ( Bagdadlı Vehbî kitapları, nr, 1189— 1922 ), biri Tahran 'da MadrasaH Sipahsâlâr kütüphanesinde ( Fihrist, 11, 268— 269 ) olup, üçüncüsü Denison Ross tarafından satın alman nüshadır. Eser ilk defa, E. Denison Ross tarafından, Kalküte ’de ( 1910 ) Bibliotheca Indica neşriyatı arasında ( New Series, nr. 1225) neşredilmiştir ( bu neşirde rastlanan bâzı ha­ tâlar için bk. Cl. Huârt, J A , 1911, X. seri, XVII, 328 v. d.). Son olarak, Besim Atalay ta­ rafından, Bagdadlı Vehbi Efendi kitapları arasındaki nüsha, faksimile sureti ile, Sang-lâh adı altında basılmıştır (nşr. T D K , II, 31, İs­ tanbul, 1950 ). M. 5AH T arbiyat’in sözüne göre, eser bir defa da Tebriz ’de neşredilmiştir. Bu eseri ayrıca, Şayh Muhammed Salih İsfahanı, ihtisar etmek sureti ile, A l tamğö-i Naşiri adlı türkçe-farşça lügatinin mukaddimesine nakletmiş ve bu kısım da Tahran veya Tebriz ’de neşredilmiştir ( bk. Rieu, ayn. esr., s. 266 ). Mabâni ’l-luğa ’nın muhtevası hakkında en son tetkik J. Eckmann tarafından yapılmıştır ( bk. Mirza Mehdis Darsiellung der tschagataischen Sprache, Analecta Orientalia memoriae Alexandri Csoma de Köros dicata, edendo öperi praefnit L. Lîgeti, Budapestinİ, 1942 — 1947, s. 156— 222 ). 7. Zavâkir al-fabFîya, hikmet-i tabiıyeye ait küçük bir risale olup, basılmıştır .( Edvyards, A Catalogue o f the Persian printed books in the Britisk Maseum, London, 1922, ş.



5°3 )•



lİ-DÎNİ 'LLAH.



Mevcut eserlerine göre, Mahdi H an ’m üslû­ bunu sâde, orta ve son derece süslü olmak üzere, üçe ayırmak mümkündür. Bu üç çeşit üslûbundan birincisine Sang-lâh mukaddimesi ile lügatin kendisi, İkincisine Cihânguşây-i Nadiri adlı tarihi ve üçüncüsüne de Durra-i Nâdira iie M u n şd â ih misâl olarak gösterile­ bilir. Fakat mevzu icâbı sâde bir üslûp ile yazmak mecburiyetinde kaldığı Sang-lâh. hâriç, diğer eserlerinde .umumiyetle musanna Üslup daha çok hâkimdir. B i b l i y o g r a f y a ı Metinde geçenler­ den başka bk/A îi-K u li Han, R iyâi al-ştfara ( bk. Ivanov, Concise descriptive catalogue o f the Persian Manuscripts in the Curzon, Collection, Calcutta, 1926, s. 57 ) i Abu Tâlib Hân îşfahani, Hulâşai al-afkâr ( bk. Cata­ logue o f , the Persian. . . manuscripts in Bodleian Library, I, 3x0, nr. 232); Şayh Ahmed ‘A li Han Sandilavi, Mahzun alğarâ’ib ( ayn. esr., s, 375, nr. 2390 ); Schefer, Çhresiomathie persane ( Paris, 1885 ), II, *35 î Geiger-Kuhn, Cr. I Ph., II, 562 ; Pavet de Courteille, Dict, turc-oriental ( Paris, 1870 ), mukaddime, s. IV — V ; W. Ivanov, Concise descriptive catalogue of the Persian manusc­ ripts... (C alcutta, 1924), s. 30, nr. 94 ve s., 173, nr. 400; H. Masse, Mahdi Khân, E l, III, 122 a— b ; Sauıoyioviç, Persidskiy tarkotog XVIII. veka Mirza Mehdi ilan ( İzvestiya obşçeştva obsledovaniya i izuçeniya Azerbaycana, 5, Baku, 1927); J. Thury, A kozepazsiai torok nyev ismertatesei ( 1906 ); ayn. mil., Behcetii ’l-luğat ( 1903 ). (T A H S İN



Y A Z I C I .)



MEHDÎ U-DÎNÎ »LLAH. a l -MAHDÎ l IDÎN A L L A H A tfM E D , Y e m e n Z a y d î i m a m l a r ı n ı n bir çoğunun u n v a n ı ve a d ı . Yemen ’de Zaydiya [ b. bk.] ’nin kuru­ cusu al-Hâdi Yahya'nın ölümünden aş-yk. iki buçuk asır sonra, 532— 566 (113 4 — 1170) arasında, doğrudan-doğruya onun neslinden gelen İmâm al-Mutavakkil ■ ‘ala »Hah Ahmed b. S ul ay mân, Şa'da, Nacrân ve bir de, bir müd­ det için, Zabid ye Şan’â ’yı tekrar ele geçi­ rerek, devleti al-Hâdi zamanındaki hâlin­ de ihya etti. Bir nesil sonra, 593 ’ten 614 *e kadar ( 1197— 1217 ), hiç olmazsa Şa'da’den Zamâr ’a giden dağlık bölge al-Manşür bi Tlâh !Ajjd AHâh b. Hamza tarafından yeniden alındı. Bu zât al-Hâdi ’nin neslinden değil id i; fakat hir Rassi idi, yâni Yemen Zaydiya 'sinin mânevi kurucusu olan al-H âdi’nrn büyük ba­ bası al-KSsım b. Tabâtabâ ’mri neslinden idi. al-Manşür iki defa Şan:â ’ya girebildi;, .Hazar Zaydiîeri, yâni Nuktaviler tarafından da :mâm olarak tanındı; fakat daha ölümünden



MEHDÎ tl-DİNl ULAH. evvel, s o b Yemen Eyyûbî hükümdarı oîan alMalik al-Mas'Üd, ona yalnız Kavkabân memle­ ketini bırakmış idi. Ölümünden sonra, okulları kaybedilmiş olan araziyi yeniden zaptetme­ ğe kalkıştılar; cenupta ilk teşebbüse girişen Muhammed 'İzz al-Din, sonra Ahmed al-Mutavakkil oldu. Hâlbuki Şa'da bölgesinde alHâdi neslinden olup, onun adı olan al-Hâdi Yahya b. al-Muhsin ismini taşıyan bir şahıs kendi hesabına yeniden kısmi bir imamlık te'» s?s etti. İmamlığı yeniden kurmağa çalışan ve, Zaydiler arasında erkenden tesadüf edilen res­ mî al-Mahdi li-Diıı Allah Ahmed unvanım ta­ şıyan kimseler arasında şunları zikretmek lâ­ zımdır: a. a l -M a h d î l I-D Î k A l l a h , A h m e d b . a l -



b. Ahmed b. al-lÇasim b. 'A bd Allah b. al-Kâsim b. Ahmed b. îsmâ'il Abu ’I-Barakât. Şeceresi hakkında mevcut olan ihtilâf îsmâ'il Abu 'l-Barakât ’tan doğrudan-doğruya îsmâ'il al-Dibâc (k rş. Zambaur, levha B ) ’a geçilmesi vakıası ile izah olunabilirdi. Halifat aUJfurün ( bk. bibliyografya ) 'm unvanında ve müellif ismi yerinde de vaziyet böyledir; bizzat kendisi şeceresinin al-Manşür ’unki ile al-Kâsım b. İbrahim'de birleştiğini bilhassa söyler; buna nazaran, onun Rassi olması icâp ederdi. Hükümdarlığı 10 yıl sürmüştür. Bu sı­ rada Yemen kıtlık ve taun felâketlerine uğ­ ramış idi. Bu saltanatı onun büyük bir hükümdar olduğunu veya gerçek ve sağ­ lam bir iktidara sahip bulunduğunu isbat ede­ cek mâhiyette değil id i; fakat cenûbî Arabis­ tan ’da vaziyetin nasıl olduğu hakkında bize açık bir fikir vermektedir. Tahta çıkmak için muayyen bir nizam olmadığından ve' neticeyi yalnız muvaffakiyet tâyin ettiğinden, 'A li aile­ sinden bir kimse akrabaları arasında ken­ dini zorla kabûl ettirmeğe ve hemen-hetnen müttefik kuvvetlerini haricî düşmanlara tanıt­ mağa muvaffak olduğu - nîsbette, iktidarı ele alıyordu. 646 (1248 ) 'da, Şan'â'nın şiüiâl-i gar­ bisindeki dağlık Hszür bölgesinde bulunan Sula müstahkem mevkiinde Ahmed kendini imâm ilân ettirdi ve gerçekte bunu Bani Hamza'nın, yâni müteveffâ imâm al-Manşür'un ailesinin muvafakati ve ilk Rasüli sultanı al-Malik al-Manşür Nür at-Din 'Omar b. 'Al? b. Rasûl 'ün amca-zâdesi Asad al-Din MuJbammed b. alH asan’m teveccühü sâyesinde yapmış idi. Fa­ kat Nür al-Din tarafından mağlûp ve Sula ’de muhasara edildi; 647 ( 1250 ) 'den itibaren, kendisini yeniden terketmiş olan Bani Hamza 'ya karşı muharebelere devam etti. Bizzat kendi mamluk Heri tarafından Z a b id ‘de katl­ edilmiş olan Nür al-Din 'in ölümü onu kur­ tardı; bu hâdisenin memluklerm Mısır EyyûH ü SAYN



489



bîlerine karşı aynı sıralarda yaptıkları sûîkasd ile çok sıkı bir münâsebeti olmalıdır; fa­ kat Şan'â1 ’daki hükümetini müstakil bir hâle getirmek isteyen Asad al-Din cürmün muhar­ riki olmakla itham edildi, Asad al-Din, Nür al-D in’in oğlu ve halefi ai-Mmjaffar. Yûsuf zamanında, faaliyetlerine devam etti; bir çok defalar isyan etti ve barıştı. Bâzan İmâmın ta­ raf darı oluyor, bâzan da onun aleyhinde entri­ kalar çeviriyordu. Bu sırada müteveffâ imâ­ mın oğlu ve Bani Hamza ’mn reisi olan Abımed ile beraber yapılacak bîr sefere girişmek üzere ittifak etmiş olan al-Mahdi, 648 cemâziyelevvel ( temmûz 1250^ başında . Şan1â "y ı zaptetti; Birâş kalesini işgal eden Asad alD İn’den endîşe etmiş ise de, hâkimiyetini ce­ nupta Zam âr’a kadar uzatabilmiştir. Fakat fethin üzerinden bir sene geçmemiş idi ki, alMahdi Şan'âVyı terketmek mecburiyetinde kaldı. Asad al-Din gerçi Birâş kalesini ona satmış idi. Fakat bu satış münâsebeti ile araları kat’î bir surette açıldı. Asad al-Din bir defa daha al-Muzaffar 'in tarafına g e ç ti; bu da imâmı öldürmek için, gâlibâ fedaîler gönder­ miş olan ( Sira, bk. bibliyografya, 237*) halife al-Musta'şim tarafından kendine Yemen üzerinde hükümranlık hakkı verdirdi. Fakat akıbeti bütün Zaydilerin âkıbetı gibi oldu: onu yıkanlar dışarıdaki düşmanları değil, bizzat Zaydiler olmuştur. En kudretli ve en gayretli yardımcısı Şeyh Ahmed al-Raşşâş ile arası açıldı. Rasülilerin yardımı ile Şams al-Din 652 ( 1 2 5 4 ) ’de eski payitaht-olan Şa'­ da ’de kendini Zaydi imâmı ilân e ttird i; alMahdi ’nin elinde o zaman hükümdarlığının başlangıcında mâlik olduğu yerlerden başka yerler kalmadı. Ertesi yıl bir Zaydî meclisi onu, vazifesini yapmağa liyakatsiz ilân ederek, tahttan indirdi. Eski muharebelerinde mâlik olduğu 10.000 piyade ile bir kaç yüz süvâriden, şimdi •ancak 2.000 piyade, ile 300 süvârısi kalıyordu; fakat bu askerler-de, Ş a n a 'd a ­ ki- Vadi Harid ’e muvazi olarak, şimâl-i garbi­ ye doğru akan Vâdı Şuvaba yanında yapılan kat’î muharebede onu ierkettiler. Kendisi 42 yaşında öldürüldü; başı mızrağa takılarak, do­ laştırıldı ve en nihayet Vadi Şuvâba 'ye birle­ şen Vadi Zü Bin ( Zenebân) 'de, cesedi ile birlikte, defnedildi. Bu âkıbete rağmen, me­ zarı Zaydiler için, bir hacc yeri olmuştur; burada mucizeler zuhûr etmektedir ve bât tercümesini yazan zât onun hakkında »Allahın ve mü’minlerin emirİ yolunda şehid" demekte­ dir ve umumiyetle daha hayatta iken gösterdiği bir çok mûcize nakledilmektedir. 656 ( 1258 ) başında katli, hasmı son Abbasî halifesi alMu(taşım 'm katlı ile nym yıldadır. Menkıbede



49



MEHDİ Lt-DÎNİ ’LLAH.



anlatıldığına göre, katli haberini Bagdad 'a tarafdarları ile şehri terketti ve dağa, Ham­ götüren elçi yolda iken, aynı günde halifenin dan i ler in bir kolu olau Bani Şihâb'ın yanı­ de katli haberini Öğrenmiştir. na çekildi ve Anis ’te de tanındı. Bilhas­ al-Mahdi D a v a ( bk. bibliyografya ) 'sinde sa eski imâmın oğlu al-Hâdi b. al-Mu’ayZaydilerin umumiyetle kullandıkları delilleri yad ile İbn Abi '1-F azi’iI 'den yardım gördü. hadîsler ve Kur*an ’ın mûtad hakimane âyetle­ Sadâkat yemini almak üzere gelmesi için ri ile oldukça basit bir şekilde izah etmiş ve Şa da'den de davet edildi. Fakat düşman­ bunu Zaydilerin ve kendinin dâvâsı lehinde larının anî baskınına uğradı ve muharebe İle bir nevî umûmî davet hâline getirmiş ise de, abdest ve namazına fasıla vermek istemedi­ Hali fa adlı eserini şahsî dâvasının heyecanlı ğinden, kendinin ve adamlarının sağ bırakıla­ bir müdâfaası olarak kaleme almıştır. Burada cağı vaadi üzerine, silâhlarını teslim etti. Bu hükümdarlık hakkının alınmasına İtiraz et­ vaade rağmen, ona o kadar tarafdar olan mekte ve h asımlarına kendine karşı etmiş ol­ 7‘ufımma'nin söylediğine göre, adamlarından dukları sadâkat yeminini hatırlatmaktadır. 80 kişi Öldürüldü; kendisi de Şan'â 'ya gön­ Bu yeminin Muhammed 'in peygamber olarak derilip, 7 yıl ve 3 ay ( 794— 801 h.) orada mahkabul edildiği hakkında Emevîler tarafından bus tutuldu. Muhafızlarının yardımı ile ha­ edilen yemin kadar az samimî olduğunu, söy­ pisten çıktı ve »memleketin içinde hoyratça lemektedir. oradan-oraya nakledilmesine rağmen*, .daha al-Mutavakkil unvanını almış ve Rasüİile- 40 yıl kendini tamâmiyie ilme verd i; Zafâr 'da, rin hâkimiyetini tanımış olan Şams al-Din Yem en'i tahrip eden ve bir çok büyükler ile Ahmed 'in karşısına Abü Muhammed al-Hasan beraber, hasmı imâm :A 1İ b. Salâh al-D in ’i b. al-Vahhas, yeni bir imâm olarak, çıktı ve de götürmüş olan tâ’ûndan öldü (840 = 1437 bir buçuk asır vaziyet olduğu gibi kaldı. sonu). Tatimma 'ye göre (75 a ), İbn alTatimma ’de, al-Mahdi Ahmed b. al-Husayn ile Murtazâ 775 ( 1373 )*te Z am ir'd a doğmuş idi; aşağıda zikredilen Ahmed b. Yahya arasında başka kaynaklara göre ( bk. Rieu, British geçen devirde kendilerini imâm olarak kabûl Museam, Sappl,, nr. 365), 764 ( 1363) 'te ettirebilen ve sonuncusu .al-NSşir Salah al-Din Anis 'te doğmuş idi. Muhammed b. 'A li olan 9 şahıs sayılmaktadır. !bn al-Murtazâ 'nın imâm seçilmesi hatâ 6. a l -M a h d Î l I-Dİ'n A l l a h A ^ m e d b . Y a h teşkil ­ etmiş idi; çünkü bu vazife için gerekli y a B. A L -M u R T A £ â b. Ajımed b. al-Murtazâ b. İdarî ve askerî meziyetlere sâbip değil idi. a l- M u fa z z a l b, ManşÜr b. M u fa z z a î b- al-Hac» Fakat onun başka meziyetleri var id i: çok ihcâc b. ‘A li b. Yahya b. al-Kâsim b. Yûsuf al- tim&mlı bir terbiye görmüş olup, genç yaşından Dâ‘ i b, Yahya al-Manşür b. Ahmed al-Nâşir. itibaren, tahsil ve tetkiklerden derin bir zevk Zikredilen son şahıs Yahya al-Hâdi ’nin oğlu ve alıyordu: kelâm ve fıkha dâir ve nasihat yollu ikinci halefidir. al-Nâşir Şalakı al-Din 'in ölü­ müteaddit eserler yazmış olduğu gibi, şiirler, münden sonra, ‘Abd Allah b. Haşan al-Dav- gramer vem aniıka dâir eserler de kaleme al­ vâri adlı bir kadı, bâzı tarafdarları ile, al- mıştır. Kendisine kâğıt ve mürekkep te'min Nâşir Salâh al-Dİn’in yetişmemiş çocukla­ eden hapishane muhafızlarının yardımları saye­ rı için çalıştı. Fakat kaybolmak üzere bu­ sindedir ki, bizzat şerhettiği al-Azhâr f i lunan idare birliğini yeniden kurmağa uğ­ fik h al-a'imma al-afhâr ( yazm., Berlin, nr. raşan ulemâ, Şan‘â 'da Camâl al-Din cami­ 4919) ’ı te’iif edebilmiştir. En değerli eseri, inde üç taht müddeîsini, ‘A li b. A b i 'İ-Fazi’il, yine kendisinin şerhettiği fıkha ve kelâma sonra al-Nâşir b. Ahmed b. Muhammed ve dâir umumî vasıfta al-Bahr al-zahhar ( yazm., nihâyet Ahmed b. Yaljya b. al-Murtazâ 'yı Berlin, nr. 4894—4907 ) 'dır. Bu, hiç olmazsa, mahdut bir seçime tabî tutarak, aralarında muhtevası zengin ve iyi tanzim edilmiş bir kimin imâm olacağına bunlar karar verecek­ toplamadır; bir de giriş kısmında dinler haklerdi. İçlerinden en genci olan Ahmed b. kmdaki mukayeseli araştırma ile dikkatimizi Yahya seçildi. Mukavemetine rağmen, Ahmed çekmeğe lâyık tır; zira bir çok noktalarda din­ b. Yahya yapılan seçimi ve »onun gibi, ler arasındaki farkları Aş'ar i veya Şahrastâni bütün İlmî meselelerin incelik ve teferru- 'den başka türlü görmektedir. âtım bilen bir kimsenin, dünyevî işleri de al-Mahdi Ahmed b. Yahya'dan aş.-yk. 80 idare etmekten âciz olmadığını* kabule mee- yıl sonra, 922 ( 1 5 1 6 ) 'den itibaren, türkler bûr oldu. Kendisine iyi niyet ve yardım Yemen 'i işgale başlamışlar ve sonraları kıs­ gösterileceği vaad edildi ( Tatimma, 72 * ). men orayı ellerinde tutmuşlardı ( krş. Kutb Fakat imâm ilân edildiği gece, kadı ai-Dav- al-Din al-Makki, al-Barlte al-Yamânî f i varİ de namzedinin tanınmasını te'min etti 'l-fath al-Oşm anî j de Sacy, N E , IV, 412 (793 “ *39* sonu). Ahmed b, Yahya derhâl — $04 ve A, Rutgers, Historia Jemanae



MEHDİ Lt-DÎNİ ’LLAH sub Hasano Pascha, Leiden, 1838). Aş.-yk. 1000 (h.) yılına doğra, al-Had i 'nin 17. ne­ silden torunu olan al-Manşür bİ ’Hâh al-Kâsim b. Muhammed, bugünkü Şan 'â’da imamlığını kurdu ( bk, A. S, Tritton, The P ise o f tke Imams o f Sanaa, Oxford, 1925). İlk önce oğlu Muhammed al-Mu’ayyad ona halef olda. Daha Muhammed 'in hâkimiyeti sırasında, fa­ kat bilhassa 1054 ( 1644 ) 'te Vukua gelen ölü­ münden sonra, al-Kâsîm ’ıa diğer bîr oğlu olan halefi İsma il pek çok sayıdaki kardeşi ve ye­ ğenlerine rağmen, meşakkatle iktidara geç­ meğe muvaffak olduğu zaman, al-Kâsim *m sonradan imâm olan bir torunu al-Mahdi Ii-Din Allah temayüz etmiştir.



MEHDİLER.



49*



Yahya b. Abi 'İ-Kâsim al-Hamzi, Sîrat alimam al-Mahdi li-D in A llah ( yazm., Ber­ lin, nr, 9741, Ahmed b, al-Husayn 'in mua­ sırı ) ; al-Hazracİ, al-U kud at-lu>lu'îya ( nşr. Muhammed ‘Asal, tre. Redhouse, C M S , III), IV, 94 v. dd., 1x8 v. dd.; H. C. Kay, Yaman, its early mediaeval history ( London, 1892), s. 3x9 v. d d .— b. için bk. 30 eserinin listesi hakkında Ahlvvardt, Verzeichnis d. arab. Handschriften, nr. 4950, XV.— al~Bafar al-zahhâr 'm mukaddimesin­ den çıkarılm ış: T, W. Arnold, A l Mutazilah ( Leipzıg, 1902 ); M. Horten, Die philosophischen Probleme der speknlativen Theo* logîe im İslam ( Bonn, 19x0 ). — c. için bk. alc. al-MAHDî l I-D Î n A l l a h A i ş m e d b . a l ­ Muhibbi, Târih hulösat al-aşar f î etyân all a ş a n B, AL-İÇÂSİM , babası imâm olmamış, karn al-hâdî ‘aşar (K ahire, 1284), I, 180 v.d ,; F. WÜstenfe!d, Yemen im XI. i XVII.) fakat türklere karşı muharebelerde temayüz etmiş idi. Üstelik bir âlim idi. 1049 'da, A h­ Jahrhandert ( Göttingen, 1884), s. 7X v.dd. — a ve b için bk. :îmâd al-Din Yahya b. 'A lî med dağlık Vuşâb bölgesinde bir teşebbüste bulundu. 1051 'de netice elde edemeden, Zaal-Hasan i al-Kâsimi, Taiimmat al-ifâda f i m âr'ı muhasara etti. 1053 'te, âıle efradının târih al-dimma al-sâda (yazm., Berlin, nr. bir çoğu İle beraber, hacca gitti. İsmâ'il ikti­ 9665 ) ; Brockelmann, G A L t I, 318, e, 404, 12; dara geçer-geçmez, başka bir amca-zâdesi ile, II, 187, 6. — a ve c için bk. Lane-Poole, The Şan'â’ üzerine yürüdü, İmâm İle barışarak, Sula Mohammedan Dynasties ( 1894 ), s, 102 v.d,; ’de ve Cabal Vuşâb 'da olduğu gibi, muhtelif E. de Zambaur, Manuel de gene alogie et yerlerde savaşlar yaptı, 1070'te İsına'il adına de ehronologie ( Hannover, 1927), s. 123. I^azramavt’ı zaptetti; Zaydiler buraya taht ( R. STROTHMANN.) kavgaları sonunda çağırılmışlardı. 1087 ( 167b ) M EHDİLER. AL-MAHDÎ, Yem en'de Za­ 'de, İsmâ'il ’in ölümü üzerine, imâm olunca, am­ bid şehrinde hüküm sürmüş bir h a n e d a n cazadelerinden biri, al-Kâsım b. MuSıammed olup, kurucusu ‘A li b, Mahdi [ b. bkJ 554 al-Mu’ayyad, kendisine karşı düşmanlık göste­ ( 1159 ) yılına doğru, Zabid ’in fethinden az za­ rerek, imâm unvanım a ld ı; o bilhassa cenûbun man sonra ölünce, sülâlenin onun şahsında uzak bölgelerinde Tihama 'ye doğru yerlerde ve toplanmış olan kudreti ve nufûzu bilhassa, Zabid 'de tanınıyordu. Hem şerif, hem âlimler­ oğulları Mahdi, ‘Abd al-Nabi’ ve ‘Abd Allah den müteşekkil bir Zaydi meclisi yeniden top­ 'ın birbirleri ile anlaşamamaları yüzünden, cid­ landı ve A^med bu meclis tarafından kendi­ dî bir şekilde tehlikeye düştü. İktidarın baş­ ni meşru imam olarak tamttırmakta güçlük langıçta Mahdi 'nin eline mi geçtiği ( ‘Omâra, çekti, Hasımlan ve diğer emirler İstiklâllerini bk. bibliyografya, Kay, s, 129 ) veya ‘Abd almuhafaza etmiş olduklarından, mutlak bir Nabi’ ile birlikte mi hüküm sürdüğü ( Hazidare kurulmadı ise de, hiç olmazsa hüküm­ raci, bk. Kay, s. 294), idareye Mahdi 'nin, darlığı devrinde memlekette sükûn var idi. Fa­ diğerinin de askerî birliklere mi hâkim ol­ kat Ahmed, 1092 ( 1681 ) 'de ilk türk fâtih ve duğu husûsu, açık olarak, bilinememektedir. kumandam Haşan Faşa *nm Şibâm yakınlarında Şu var ki, beyliğin dışında yapılan savaş­ inşâ ettirmiş olduğu al-Girâs 'ta öldü. Hiç bir larda Mahdi 'nin 556 ve 557 'de Lâhıc 'i, 558 'de iktidarı olmayan oğlu al-Mutavakkil Ahmed ’in de Canad ’i zaptettiği zikredilmektedir, Mah­ kısa hâkimiyetinden ( 1097 = 1686'ya kadar ) di, 558 'e doğru veya 559 ’un başında ( m. s. sonra yeni âile kavgaları çıktı. Bu Çâsimüer 1163) Zabid'de ölünce, ‘Abd al-Nabi’ tek sülâlesinin muahhar İmamları arasında resmi başına iktidarı eline aldı. ‘Abd al-Nabi’, her al-Mahdi li-Din Allah unvanım taşıyan diğer ne kadar muvakkat bir zaman için, 'Abd A l­ bir imâm daha vardır: Ahımed b. al-^lusayn b, lah tarafından iktidardan uzaklaştırıldı ise de, al-Kâsim ( 1221 = 1806 'dan itibaren ). mevkiini tekrar ele geçirmeğe muvaffak oldu B i b l i y o g r a f y a : a için bk. al-Mahdi ve sürekli, harpler sırasında Yemen ile baba­ li-Din Allah Ahmed b. al-Husayn 'in eserleri; sının hazînelerini muhafaza edebildi. Hâki­ D ava ( yazm., Berlin, nr. ifoa82 ); Halifat miyet ve nufûzu Tihâma 'den Zu ' 1-KaÎH dağlık al-Kurân f i nukat min ahkâm ahi al-zaman bölgesine, Canad ve Ta‘izz ’in cenubundaki şe­ (yazm., Berlin, nr. 2175,2) ; Şaraf al-Din hirlere kadar uzanıyordu. 'Abd al-Nabi’, yaz­



49*



MEHDİLER — MEHDİYE.



dığı kasideler ile, kendi zaferlerini övüyordu. bulamıyan büyük gemiler İçin, son devirlerde 560 ( 1164/116$ ) yılında Sulayın ân ilerin Hasani Mahdi ya 'de liman te’sisleri yapılmıştır. koluna mensup olan Ganim b. Yahya nm oğlu al-Mahdiya mevkiinin Hannon tarafından V. ve halefi V ahhâs'a karşı elde ettiği zaferine asırda ( m. ö-) Fas *ın A tlas okyanusu sahille­ de böyle kasideler yazmıştır. Mekke 'den ko­ rinde kurulmuş ilk Fenike telislerinden biri vulan Vahhâs, Zafâr ve T a iz z 'i çevreleyen olan Thymiateria 'nm yerinde bulunduğu umu­ dağlık bölğede Mr hükümdarlık sülâlesi kurmuş miyetle kabul ediliyor. Bu te'sisin daha son­ idi. ‘ Abd al-Nabİ’ 568 ( 1172/1x73 ) 'de Aden ’i raki safahatı hakkında hîç bir şey bilinme­ kuşatınca, buradaki Zuray'İler [bk. mad. mekte, Vâdı Sabü munsabında al-Ma'm ura adlı BENÖ'L-KEREM ] Hamdamler ile kendilerinin bir şehir, Halk (»munsap") al-Ma'müra veya î^alk müttefiki olan Yâm kabilelerinin de katıldığı Sabü ancak hicretin IV. asrında (m. s. X. asır), büyük, birlikte bir dayanak.buldular. Zuray"ile­ arap müellifleri tarafından zikrolunm aktadır. rin başlarında Hamdâni terden Şan â’ ’lı 'A li b. Vekayinâmecİ Abu. ' 1-Kâsim al-Zayyânî [ b. bk.] Hatim var idi. *Abd al-Nabi’ 569 *d& büyük bir ’ye göre, yeni şehrin kurulması, Fas, 'ın ok­ bozguna uğratıldı; ayrıca daha cenupta Ta'izz yanusa komşu bölgesinde XV asır sonların­ civarında, bir defa daha mağlûp oldu. 'A li b. da birleşen Bani İfren [ b. bk.] ’in kısa ömürlü Hatim, muharebeyi Tihlma içlerine kadar hükümdar sülâlesine atfedilir. XII. asrın götüremedi; çünkü bedeviler onun . peşinden ikinci yarısında Muvahhidlerden ‘ Abd algitmek istemediler. Buna rağmen, ‘ Abd al- Mu’min tersanelerinden ( Dür al-şînaa ) birini Nabi’ Aden 'i muhasaradan vazgeçmek mecbu­ burada kurmuş îdi. Daha sonra ve XVI. asra riyetinde kaldı. Zabîd 'e dönmekle kuvvetli bir kadar, al-Ma'müra’nin hayatı sönük geçti; düşmanın ve dolayısı ile ölümün Önüne atılmış burası bâzı Avrupa gemilerinin memleket mah­ oluyordu. Gerçekten aym yıl kardeşi Salah al- sulleri aldıkları küçük bir mübadele merkezi Din tarafından gonderilep Eyyûbîlerden TÜ- durumunda kaldı. rânşâh, Sulaymâni lerden Mahdi' ye karşı giri­ Hıristiyanların İberya 'dan Fas 'a doğru taar­ şilen savaşta ölen Vahhâs *m kardeşi al-Kâsİm ruz hareketleri sırasında al-Ma'müra, onların 'm kumandasındası altında, Yemen 'e girmiş idi. ilk hedeflerinden biri oldu; 24 haziran 1515 Türânşâh, 9 şevval $69 (14 mayıs 1x 7 4 )'da *te kuvvetli bir . Portekiz donanması Vadi Sa­ başlayıp, iki gün süren bir hücum neticesinde, bü munsabında demirledi ve buradan kara­ Zabîd 'i zaptetti, ‘Abd al-Nabi’ ile Ahmed ve ya çıkan 8.000 kişilik bir kuvvet, şehri mücâ­ Yahya adındaki iki kardeşi hapsedildiler; 9 ay deleye girişmeden, zaptetti. Portekizliler alsonra Türânşâh Yemen 'in dağlık bölgesin­ Ma'müra 'ye kuvvetle yerleştiler ve burada hâlâ deki bir sefer esnasında, Ibb ’İn garbında Zü izleri kalan tahkimat yaptılar ise de, uzun Cibla ’de iken, Tihama 'de karışıklıklar oldu­ müddet tutunamadılar. Müslümaniar, aynı sene ğunu duyunca, üç kardeşi de öldürttü. sonunda bunları kanlı zayiata uğratarak, şe­ B i b l i g o g r a f y n; C. Th, Johannsen, hirden kovdular, Hisioria Jemanae ( Bonn, 1828 ), s. 144 v.dd .; al-Ma’müra, XVI. asrın sonunda, İngiliz kap­ H. C. Kay, Yaman, its early medîaeval kis- tanı Hainvvaring ’in etrafında toplanarak, Atlas tory ( London, 1892), s. 192 v. dd., 294; Abu 'İ- okyanusunun bütün kıyılarına korku salan avFİdâ’, Annales (nşr. Adler ), 111, 566 v.d.; IV, rupah korsanların bir sığmağı olmak suretiyle, 8; Lane-Poole, The Mohammedan Dgnasties tekrar tarihte yer aldı. Bu hal daha öneey 1610 ( Westminster, 1894 }, s. 96; E. de Zambaur, 'da bir az da şimâlde bulunan Larache[ bk. mad. Manuel de genealogie et ckronologie ( Han- A L - 'A R Â ’ İŞ ] ’ i işgal etmiş bulunan Ispanya 'nın nover, 1927 ), s. 118; başlıca kaynak: al- o zamanki Sa'di Fes hükümdarı Mavlây Zaydsiı Hazraci, aUKifSya va ( yazma nüs­ ile müzâkereye giriştikten sonra, 1614 ağusto­ hası, Letden, nr. 803 }. sunda al-Ma'müra'ye asker çıkartması ile sona ( R. STROTHMANN.) erdi. Şehir işgâl edildikten sonra, İspanya M EH D İYE. AL-MAH d Iy A, eskiden A L ­ donanması buraya 1.500 kişilik bîr kuv­ M A' MÖRA , Fas'ta bir m e v k i olup, Atlas Ok­ vet bırakıp, çekildi ve buraya San Miguel de yanusu kıyısında, Vadi Sabü (Sebou) munsabın- Ultramar adı verildi. da, vadiye hâkim bîr kaya çıkıntısı üzerinde ku­ al-Ma‘müra İspanyolların işgalinde kaldığı rulmuştur. Garb ovasının cenup ucunda ve Sale 67 sene- içinde müslumanların, bilhassa al( Sala ) ’nin 32 km. şimâl-i şarkîsinde bulunan ' Ayyaşı b. Salâhım teşviki ile, hıristi yani arı bu mevkiin coğrafî vaziyeti çok ehemmiyetli­ sahilin muhtelif noktalarından söküp atmak dir. Munsaptan girerek, doğru çizgi ile 10 km. üzere toplanmış ,}din fedaîleri" ( tnacâhidun ) içeride bulunan Kenitra (arap. al-Kunaytira 'nin şiddetli taarruzlarına hedef oldu. Başlıca ,»küçük köprü") iskelesine ulaşmak imkânım taarruzlar 1628. 1630 ve 1647= senelerine



to£HbİY£. rastlar. 1681(1092 h.)'d e ‘A iavi hükümdarı Mavlây İsmail [ b. bk.] şehri muhâsara ederek, nihayet ele geçirdi. Hükümdar o zam ak: bu­ raya al-Mahdiya adım verdi ve al-Ma'müra adı artık Sale ile Vadi Sabü ’nun aşağı mecrası arasında uzanan büyük mantar meşesi ormanı için kullanılmak üzere kaldı. Şu nokta da kayd­ edilmelidir ki, daha evvel ve kısa bir müddet zarfında F as'ta Muvahhidî halifesi ‘ Abd alMu’min tarafından, Vadi Sala munsabında ve cenup sahilinde ( şimdiki Vad Bü-R egreg), müstakbel RibSÇ al-Fath ( şimdiki R abat; b. bk.) ’in köşelerinden- birinde kurulmuş küçük bir askerî şehir al-Mahdiya ismini taşımakta idi. al-Mahdiya 1911 'de fransız kuvvetleri ta­ rafından işgâl edildi. al-Mahdiya 'de kısa portekiz işgali, İspan­ yol hâkimiyeti ve müslümaniar tarafından ni­ hâî surette geri alınması devrinden oldukça mühim bakiyeler bulunur. İç kale ( kaşba) etrafında devamlı bir sûr ve bir hendek var­ dır. Sûrun iki kapısı olup, bunlardan âbi­ devî mâhiyette olan ve arapça iki kitabe ih­ tiva eden birisi XVU. asırdan kalma bir Fas yapısıdır; İspanyol işgalinden kalan diğeri denize inen dik yamaca açılmış dar bir kapı­ dan ibarettir. Sûrun dahilinde bir kaç kulübe, küçük bir câmi, müslüman valisinin XVIII. asra âit sarayının harâbesi bnlunur. İç kalenin eteği ile Vadi Sabü kıyısı arasında 200 m. uzunluğunda ve aş.-yk. 40 su 'genişliğinde Mbir birinden tamâmiyle, ayrı ve her biri çift duvar ile kuşatılmış murabba bölmelerden ibaret inşaat" görülür. Hububat anbarîan ol­ duğu muhakkak olan bu yapılar, uzun zaman zannedildiği gibi, Fenike devrinden kalma ol­ mayıp, XVIL asrın sonundan daha evvellere çıkmasa gerektir. B i b l i y o g r a f y a : Yakın çağ arap vekayİnâmecileri ( al-Zayyanî, al-Kadiri, alNâşiri, al-Salâvi v. b.), tür. y er.; H. de Castries, Les soarces inedites de Vhistoire da Maroc, bk. fihrist mad. El-Mamora; Vılles et Tribas da Maroc ( Public ation de la Mission scientifique da M aroc ) , Rabat et sa region, / , Les vîlles avant la conçuite (P aris, 1918 ), s. 268— 279; R. Montagne, Notes sar la kasbah de Mekdiya ( Hesperis, 19 2 1, 1, 93— 97). ( E. L evi -P r o v e n ç a l .) MEHDİYE. AL-MAHDİYA, Tunus ülkesi­ nin şark sahilinde, orta çağ Avrupa tarihçi­ lerinin »Afrika şehri" dedikleri belde olup, [ 1946 sayımına göre, nüfusu 9.251 'dir ]. Bu şe­ hir Sus ( Sousse ) ile Sfajt arasında, Afrika burnu ile nihâyeilenen ve karaya „bir elin bilek ile birleşmesi gibi" dar bir berzah vâsıtası ile birleşen, 1.500 m.'den fazla bir uzunlukta,



495



500 m. 'den daha geniş küçük bir yarım-ada üzerine kurulmuştur. Şehrin mevkii yerinde şüp­ hesiz bir Fenike te’sisi ve ismi tesbit edilemeyen b ir Roma iskân yeri mevcut idi. Bugünkü is­ mi, 300 ( 912 ) ’de Fatımî hanedanının mârûz kalacağı tehlikeleri Önceden görerek, burayı kurup, tahkim eden şi’î mehdîsi ‘Ubayd Allah 'tan gelmektedir. Bâzı burçları hâlâ -ayakta du ran . moloz taşından bir sûr kıyıyı takip etmekte îdi. Cenûba doğru sûrlar limanı ko­ rumakta-olup,-İnsan,eli ile kayaların oyulma­ sı neticesinde kazılmış bulunan bu Fenike devrinden kalma limana gemiler iki yanında iki kuvvetli burcun bulunduğu büyük bir ka­ pının altından geçerek, girerlerdi. Gemilerin inşâ edildiği tersane bir az daha ötede, ya­ rı m-adamn ucuna doğru yer alıyordu. Berzah tarafında çok geniş olan, dört köşe veya dai­ revî burçlar ihtivâ eden sûrun Önünde bir ikinci duvar bulunmakta idi. Sûrun bu kıs­ mındaki kapı hâlâ mevcuttur. Dışarıya doğru iki çıkıntı arasında yer alan bu kapıdan 44 m. uzunluğunda bir kemer altına girilir ( al-skîfa al-kahla ). Yarım-adanın en yüksek -nok­ tasında, Mahdi sarayının muhtemel yerini işgâl eden bîr türk kalesi bulunmaktadır. Bunun önün­ de, garba doğru, Mahdi 'nin oğlu al-Kâ’im 'in sarayının bulunmuş olması mümkündür. Deni­ ze yakın bir yerde inşâ edilmiş olan bir bü­ yük câmi de Fâtımîlerin eseri olup, bundan bir takım ehemmiyetli bakiyeler, bu arada âbidevî bîr kemer kalmıştır. Bunun. yakının­ da bir hesap dâiresi ( dar al-muhasabât) var idi. Yarım-adamn dışında Zavila ( kadîm Zella ? ) uzanıyordu ki, bunun mevkii hâlâ bilin­ mekte ve burada cam parçaları gibi çeşitli bakiyelere rastlanmaktadır. Mahdi 'Ubayd Allah, 308 ( 921 ) 'de Kayravan yakınındaki Rakkada ’yi bırakıp, al-Mahdİya ’ya gelince, büyük bir devlet merkezi olan şehir inkişâf etti, İbn ‘îzari burası için, Berberistan ’m en zengin şehridir der. ‘Ubayd Allah 'in oğlu al-ICâ’İm beş aydan fazla bir müddetle ( kânun 11.— eylül 945 ) burada, Tav» zer Men hareket ederek, bütün lfri^iya 'ye hâkim olmuş bir haricî sergerdesi olan Abu Yazid, »eşekti adam" tarafından muhasara altına alınmış idi. al-Mahdiya ablukasının ne­ ticelenmemesi âsînin bozguna uğrayışımn ilk işâreti oldu. Tehlikeye düşen Fâtımîlere sığı­ nak vazifesini görmüş olan al-Mahdiya, bir asırdan fazla bir zaman, sonra, --Hilâli istilâsı sırasında, bu sefer onların serkeş tâbîleri Ziritere melce' teşkil etti. 449 ( 1057 ) Ma Ziri al-M uizz Kayravan'1 terkedip, al-Mahdiya'ye geldi. Gerek o, gerek halefleri, kaybettik­ leri kaleleri tekrar ele geçirmek teşebbüsüne



4$4



MEHÖİYE -



buradan giriştiler ve faaliyetlerini denize doğru da yönelttiler. Korsanlık maksadı ile teçhiz edilen al-Mafadiya, bundan sonra ve yeni çağ­ lara kadar Tunus ülkesinin korsanlık bakımın­ dan en faal merkezi hâline gelmiş idi. Müs­ lüman denizcilerinin akınları, sahil şehirle­ rine karşı Sicilya Norm ani arının, pisalılarm, Cenevizlilerin mukabelede bulunmalarını intâc etti. 1087 Me ai-Mahdîya hıristîyan müt­ tefiklerin eline düştü; 1148'de Normanlar burayı tekrar ele geçirdiler ve daha sonra Muvahhıdlerden 'Abd al-Mu’min ’in Ifrilpya fü­ tuhatı sırasında, karadan ve denizden abluka edildiler. Müslümanlar tarafından geri alındık­ tan sonra, şehir 1180 Me tekrar hıristiyanlar tarafından zapt ve yağma edildi. Bunun üzeri­ ne Sicilya kıralı Guiilaume ile bir sulh muahe­ desi imzalandı. Normanlar şehir ile ticârete girişmek imkânım buldular. Murâbıt emirle­ rinden Bani Gâniya [b. bk.) 'nin çok zarar ve­ ren seferleri sırasında aî-Mahdiya, bir zaman için sergüzeştçi ’Abd aî-Karim al-Ragragi 'nin eline geçti ve :Abd aî-Karim burada halife un­ vanı aldı. Bu karışıklıklar üzerine lfrikıya 'ye Bani l^afş 'tan Muvahhidler hanedanına men­ sup bîr vali tâyin edildi. Bu andan itibâren, alMahdiya Hafşı devletinin başlıca şehirleri araşma girdi. İdârenin başına umÛmiyetle Tunus hükümdarının oğullarından biri getiriliyordu. al-Mahdiya korsanlarının devamlı faâliyetlerî, 1390 'da, cenovalılarm yemden bir sefer kuvveti göndermelerine sebep oldu. Fransa kıralı Charles VI. da kadırgalarım ve şövalye­ lerini, Froissart 'm tâbiri ile, „bu son derece müstahkem Auffrîque şehrine karşı“ göndererek, onları destekledi, al-Mahdiya mukavemet etti ise de, hıristiyanlara bir vergi ödemek mecbu­ riyetinde kaldı. 1539 Ma Tunus 'un Kari V. tarafından zaptım müteakip, şehre bir İs­ panyol muhafız kuvveti yerleştirildi. Ertesi sene Turgut Reis al-Mahdiya 'yi baskın ile ele geçirdi. Andrea Dorıa donanması tarafından esir edilip, sonra salıverilen Turgut, alMahdİya’ye yerleşti. 8 eylül 1550 Me Doria, şiddetli bir muhasaradan sonra, şehri zaptetti, Kari V. şehrin muhafazasını Malta şöval­ yelerine teklif etti ise de, bunların isteksiz­ liği üzerine, kalenin yıktırılması için emir verdi. al-Mahdiya, tekrar müslümanlar tara­ fından istirdat ve tâmîr edilerek, XIX. asra kadar 900 seneye yakın bir zaman boyun­ ca, hıristîyan tâcirlere korku salan bîr korsan yuvası hâlinde kaldı, Şimdi burası balıkçılık ve yağhanelerinin hâsılâtı ile geçinen küçük ve sakin bir şehirdir. B i b l i y o g r a f y a t al-Bakri, Description de VAfrigae septentrionale (nşr. ve trc,



MfcHİR.



Slane), Algier, 1911— 1913, metin s. 29— 30, trc, s. 65— 68; İbn Havkaî (nşr, de Goeje, B G A , II, 48 i trc. de Slane, J A , 1842,1, 172 ); İdrısı ( nşr. ve trc. Dozy ve de Goeje ), metin, s. 109, trc, s. 127 v.d.; al-Ticani, Rıhla ( trc, ^ousseau, J A , 1853, I, 357 v.dd. ); İbn İ z i r i , Bayan ( nşr. Dozy ), I, 170; ( trc. Fagnan, I, 237 ): İbn al-A şir, Kâmil ( nşr. Tornberg ), VIII, 70 (trc. Fagnan, Annales da Maghreb, s. 70 ) ; Makrizi, Mukaffa ( hu­ lâsa trc. Fagnan, Çent en ario di M. A m a ri . . , , s, 43) ; al-Marrâkuşi, Hist. des Atmohades (nşr. D ozy), s. 163 (trc. Fagnan, s. 19 6 ); Froissart, Ckroniyues ( nşr. Buchon ), III, 79 v. d .; Marmol Caravajai, Descriptîon general de Africa (Granada, 1573), kitap 3, var. 369 v.d. ( trc, Perrot d ’Ablancourt, II, 502 v.d. ); Leo Afrîcanus ( nşr. Ramusio ), V e­ nedik, 1837, s, 123 v.d.; Mas Latrie, Traites de paix (Paris, 1868), tür, yer; de Smet, Mahdia (Tunis, 1913); G. Marçais, Manuel d'art musalman ( Paris, 1926 ), I, 106 v. dd., 117, 118, 130 v.dd. ( G . Ma r ç a is . ) M E H E D A K . [ Bk. m ehdiye .] M EHİR. MAHR (A.), ibrân. mökar, süryân. mahra »nikâh esnasında erkek tarafından kadına verilen a ğ ı r l ı k", aslında' »bedel" olup, bir de bîr mukaveleye İstinat etmeksizin, »dostluk", »hediye" mânasına gelen sadak ’ın müteradifidir; müslümanlıkta nikâh kıyıhrken, erkeğin, kadına vermeğe mecbûr olduğu ve kadının mülkiyetine giren h e d i y e . 1. Cahiliye devrinde araplarda mahrt evliliğin meşrü ve mûteher olması için, esaslı bir şart id i; ancak bir mahr verildiği takdirde evlenme muteber olurdu. Mahr ’siz evlenme ayıp sayılmakta ve kadın bir oda­ lık telakki edilmekte idi. ‘A ntar hikâye­ sinde mehirsiz evlenmeğe mecbûr tutulan ve böyle bir evlenmeği şerefsizlik sayarak, reddeden arap kadınlarına rastlan maktadır. Yalnız gâlipler, bir mehır vermeksizin, mağ­ lûp ettikleri kimselerin kızları He evlenirlerdi. lslâmdan evvelki devirde, mehir v a li3ye, yâni genç kızı velayeti ( v ila ) altında bu­ lunduran babasına, kardeşine veya akrabasına verilirdi. Burada evlenmenin önceleri bir satın alma mâhiyeti taşıdığı daha açıkça görülmek­ tedir. Câhilİye devrinde nişanlanan kız, mehir olarak, hiç bir şey almıyordu. Nişan esnasında kıza ekseriya şadcık verilirdi; mehir İse, kızın bedeli olarak, vali 'ye verilirdi. Fakat Peygamberden az evvelki devirde me­ hir, hiç olmazsa kısmen, gâlîbâ kadına veril­ mekte idi. K ur’an 'a göre, bu âdet carî idî. Mahr ve sadak*m birleşmesi, aslında »bedel" de­ mek olan mahr 'in bu mânasının zayi flaması n*



toEHia.



495



ve zamanla kaybolmasına sebep oldu, Hiç şüphe sına mebir yerine Kur’an Öğretmesini kabul yoktur ki, mehir aslında bir »bedel" idi. Haki­ etmiştir. Bâzı hadîsler mehrin çok değerli veya pek katte satın alma muamelesi, uzun bîr tekâ­ mülden sonra, alel’âde bir merasim mâhiye­ değersiz olmaması lâzım geldiğini gösteriyor, tini aldı. Müslümanların evlenme hukukundaki Hadîslerden Peygamber zamanında, mehir ola­ hükümlerde satın alma akdine dayanan eski rak, bâzı hâllerde neler verildiğini de anlı­ yoruz; msl. *Abd al-Rahmân b, ‘A v f ’in mehri evlenmelere ait izler açıkça görülmektedir. z. Peygamber, araplarm evlenmeğe ait eski bir dirhem altın, Abü H urayra’ninki 10 ükîya muamelelerini ele alarak, onları bir çok bakım­ ve bir sabau, Şaha! b. Sa'd ’inki de bir demir dan geliştirdi. Kurban 'da, kadının satın alın­ yüzük idi. Hadîslerde ekseriya, Kur*an 'da da mevcut ması fikri ile satış bedeli olarak mahr yer almamaktadır; fakat kadının isteyebileceği bir olan hükümlere göre, evlilikten sonra vukû bedel ve bir mükâfat telakkî olunmaktadır. bulan boşanma hâlinde kadın bütün mehri Boylece meşru bir birleşmede, Kur*an, bir dü­ muhafaza etmek hakkına sahiptir. 4. Fıkıh eserlerine göre, evlenme erkek ile ğün hediyesine lüzum gösterm ektedir: — »Ve sahip olduğunuz kadınlara, mükâfat olarak, kadının velîleri arasında akdedilen bir mu­ bir düğün hediyesi (aynen: fariza »bir mül­ kaveledir ( sakcf). Bu mukavelenin ehemmiyetli kiyetin temliki" ) veriniz ( IV, 28 ) ve bîr d e : bir noktası, erkeğin müstakbel zevcesine Öde­ — »Ve kadınlara mehrinizi kendiliğinizden ve­ meği vaadettiği mahr vety& sadak idi. Mehirsiz riniz" (IV , 3 ) ; krş. bir de IV, 29, 38; V , evlenme- hükümsüzdür. Fıkıh âlimleri mehrin mâhiyeti- üzerinde müttefik değillerdir. Bazı­ 7; LX, 10. Mehir kadının kendi malıdır; bu sebeple ları mehri aş.-yk. satın alma bedeli ( msl. Ha­ evlenme nihayet bulsa bile, kadın onu tnuhâ- lil: mahr — satm alma bedeli) yahut kadına faza eder. »Bir kimse karısını boşayıp, onun tasarruf ve ondan istenildiği gibi istifâde hak­ yerine bir başkasını almak isterse, evvelkine kı dolayısı ile ( :iv a i), satış mukavelelerinde vaktiyle vermiş olduğu ağırlıktan hiç bir şeyi ödenen bedele muâdil bir bedel saymaktadırlar. geri almamalıdır." Eğer erkek, evlenme neti­ Hâlbuki diğer bâzı fıkıh âlimleri mehirde bir celenmeden, karısından ayrılırsa,-kadına ağır­ remiz, kadına karşı bir saygı nişanesi veya lığın yarısını bırakmak mecburiyetindedir ( krş. onun için mâlî bir te’minat görürler. Kelimenin fıkhî mânası ile bir ma! ( m âl) Kur*an, II, 237 v.d.). tslâmiyetin başlangıcına kadar kadın, ko­ telâkkî olunan her şey mehir olarak verilebi­ casının, ölümünden sonra, onun- terekesine lir ve dolayısı ile nakledilebüir ve bir muka­ dâhil bir mülk addedilmekte idi. Vâris, sâdece vele mevzuu olabilir. Mebir kadına Kur’an müteveffanın kendine miras bıraktığı izdivacı öğretmek veya onu hacca göndermek gibi, bir devam ettiriyordu, ölen kardeşin karısı ile taahhütten veya bir şeyi te'm inden ibaret ola­ olan böyle evlenmeler ( levirat) Ahd-i atık 'te bilir ise de, bu hususta fikirlerde ayrılık var­ zikredilmektedir. Peygamber zamanında cârî dır. Nikâh kıyıldığı sırada veya az sonra, olan bu âdet ortadan kaldırıldı ( Kur*an IV, bir defada veya taksitle Ödenebilir. Taksitle 23■ )— : »Size ey mü’mınler, kadınlara, arzu­ ödendiği takdirde, k&dma yarısının veya üçte ları hilâfına, miras yolu ile, sahip olmanıza ikisinin zifaftan önce, peşin olarak, geri kala­ nının da sonra verilmesi tavsiye edilmektedir. cevaz yoktur." 3, Mehir hakkında pek çok h a d î s vardırKadını mehrin bir kısmının kendisine tesli­ ve bunlar fıkıh âlimlerinin eserlerinde yer minden önce, zifaftan imtina edebilir. alan telâkkilere yol açmıştır. Bütün hadîs­ İki türlü mehir vard ır: lerden mehirin evlilik mukavelesinin esâs kıs­ a. Mahr musammâ »belirtilmiş mehir", be­ mım teşkil ettiği neticesi çıkmaktadır. Buharı deli mukavelenin akdi sırasında tam olarak 'deki bir ha.dîse göre, mehir meşrû bir evlen­ tesbit ed ilir: b, Mahr al-mişl, erkek tarafından, kadının ser­ menin zarurî şartıdır: »Mehirsiz her evlenme hükümsüz ve bâtıldır". Bu hadîs, bu kadar veti, nufuz ve meziyetlerine göre verilen bir he­ kat’î şekli ile mevsûk olmasa bite, diğer bir diye olup, bedeli bîr rakam İle tesbit edilmemiş­ çok hadîsler de gösteriyor ki, mehir, büyük tir. Bu mehir mukavele esnasında kat’î mıkdakıymeti bulunmayan bir şey olsa da, evlenme rm tesbit edilmediği bütün hâller için de carîdir. için elzem idi. Msl, İbn Maca ve Buhâri 'nin Mehir kadının malı olur; kadın onu istediği zikrettikleri hadîslere göre, Peygamber bir ev­ gibi tasarruf etmek hakkına sahiptir. Sonradan lenmede, mehir olarak, bir çift ayakkabı ver­ bâzı eşyaların mehre dâhil olup*olmadığı humeğe müsâade etmiş İse de, bir demir yü­ sûsunda anlaşmazlık olursa, kocadan yemin züğü dahi bulunmayan bir fakir adamın karı­ talep edilir.



496



&IEHİR -



MEHMED f.



Mehrin mıkdarı hakkında şeri’atte asgarî ve âzami bir had tesbit edilmiş ise de, fiiliyatta muhtelif mezheplerde bir takım tahditler ko­ nulmuştur; hanefî ve şafi’îler asgarî had ola­ rak 10 dirhem, mâlikîler de 3 dirhem tesbit etmişlerdir. Bu fark muhtelif mezheplerin hâ­ kim olduğu memleketlerin iktisâdî durumuna bağlıdır. Erkek kadını boşarken, zifaf vâkî olmuş ise, mehr'm ödenmesi lâzımdır. Ancak erkek, zifaftan önce, evlenmekten vazgeçebilir; o vakit kadına mebrin yarısını vermekle mü­ kelleftir. [ Mehir, bir de, müddete bağlı oîup-olmamasma göre, mu’accal ve mu'accal olmak üzere, ikiye ayrılır. Mahr-İ mu’accal ’de, müddet (acal} tâyin edilmiş ise, kadın bu müddetin bitmesinden önce mehri isteyemez. Müddet tâyin edilmiş değilse, mehir, Örf ve âdete göre, ya boşanma ile ve„ya karı-kocadan birinin ölümü üe m uaccaî olur. Mahr-i muaccal ’de, kadın onu der­ hâl isteyebilir ve mehiri alıncaya kadar da, kocasını kocalık haklarından men’edebilir; hattâ dilerse, onu tekederek, ana-babasmm yanma gidebilir. Mehİrin tamamen veya kıs­ men muaccal olması hâlinde ise, kadın, mahr-i mu'accal almadım diye, kocasını ko­ calık haklarından men'edemez, Bir mehırin kısmen tâcîli şart koşulduğu hâlde, mu accal mıkdar beyân olunmaz ise, örf ve âdete bakı­ lır, yâni kadının hâline ve mebrin bütününe nazaran, müteâref olan kısım hakkında mahr-i mtCaccal hükümleri tatbik olunur; fakat mehrin tamâm en ta’cîli şart koşulmuş ise, örf ve âdete bakılmaz, mebrin tamâmı ma'âccûî olur. Islâm da, ileride her hangi bir anlaşmazlığı Önlemek maksadı ile, mehiri akid esnasında isimlendirmek ve tâyin etmek sünnettir. Akid esnâsmda mehir tâyin edilmez veya isimlen­ dirme muteber olmazsa, mahr al-misi lâzım gelir. Mehrin tamamen veya kısmen te’cıli ca­ iz olduğu gibi, tacili de mümkündür. Mehir tesmiye edilen şeyin mâlûm ve mütekâvvim olması lâzımdır. Bu itibârla, bu vasıfları hâiz olmayan bir şey tesmiye edilirse, akid mûteber, tesmiye ise hükümsüz olur. Msl. denizde balık, uçan kuş, domuz tesmiye edilerek, yapı­ lan nikâhta ahid muteber, tesmiye hükümsüzdür. Mehir deve, koyun, sığır gibi, eblî bir hay­ van olabileceği gibi, para veya paradan sayılan her hangi bir şey, paraya tahvili mümkün bîr menfaat de olabilir. Yalnız hür olan kocanın hizmeti mehir olamaz (bk. Ömer Nasûbî Bil­ men, Hukuk-l islâmiye ve isttlâhâf-ı fıkhiye ka­ musu (İstanbul, *950), II, 121 — 156; Mahmud Esat, Kitab al-nikâh ( İstanbul, 1328), s.



77- 96)3.



B i b l i y o g r a f y a ı W. Robertson Smith, Kinship and Marriage in early Arahia (Cambridge, 1885; krş. The Nöldeke, Z D M G , 1886, XL, 148 v.d.); Welhausen, D ie Ehe bei den Arabern ( N G W Göit 1893, s. 431 v.dd. ); G. Jacob, Aliarabisches Beduinenleben (2. tab., Berlin, 1897 ). — H a ­ d î s l e r için bk. Wensmck, Handbook o f early Muham. Tradition ( Leiden, 1927 ), s. 145 v.d. — Fı >kha dâir eserlerde nikâl). ve sadak veya mahr fasılları. Bk. bir de Juynboll, Handbuch des İslam. Gesetzes,s. 181 v.dd.; Sachau, Muham . Reckt, s. 34 v.dd .; San ti Ha­ na, Istiiuzioni di diritto. Musulmana Malichita (Roma, 1926), s. 168 v.dd.; van den Berg, Principes du droit musulman ( frns, trc. de Tersânt), Algier, 1896, s. 75; Halil, Muhtasar (trc. SantÜlana), Milano, 1919, 0 , 39 v. d d .; Tornauw, Moslem Recht ( Leipzig, *855), s. 74 v, dd. ( O. SPIES.) MEHMED I.. Çelebİ S ultan Mehmed (? — 1421 ), O s m a n i i p â d i ş â h ı olup, muhtelif kaynakların tetkikinden anlaşıldığına göre, Bayezid I. ’in 2. veya 3. oğludur. Doğum senesini ekseri tarihler ( Töc al-tavârih; Kunh al-ahbâr; Solak-zâde, Tarih; Ravzai al-abrâr; Hayrullah Efendi, Tarih; Gül şen-i maârif; Hah ar-i şaluh ) 781 ( 1379 ), Jrladidi 775 ( 1373 ) ve Şak d ik tercümesi 777 ( 1375 ), Amasya tarihi 788 ( 1386 ), J. v. Hammer 790 ( 1388 ), Takvim aU tavarîf} ve Güldeste 792 ( 1390 ), Haşt-bahişt ve Neşri 793 ( 1391) olarak gösteriyorlar. S icill-i osmânî^Zı ye 791 seneleri olmak üzere, iki ri­ vayeti kaydetmektedir. Ş a h a if al-âhbâr ise Sü­ leyman, Mustafa ve Isâ Çelebi ’lerden küçük olup, 781 tarihine doğru olamayacağını ve Mir’ât-ı kâinat ’ta, Süleyman, Musa ve İsa Çelebî ’ierden sonra doğduğunu ve bir rivayette de Bayezid'in ikinci oğlu olduğunu bildiriyor ve Dukas ( Bonn tab., s. 70 v.d.) Bayezid;,in üçüncü oğlu olduğunu zikrediyor/ Behıştî ( hu­ sûsî nüsha, s, 32 ve 33 ) ile Tac al-tavârih ( I, 223 ) Isâ ’ma Mehmed Çelebî ’den büyük ol­ duğunu yazıyor. Büyük oğlu Murad II. 806 ( 1403) ’da doğduğuna göre, doğumu hakkında 790 İle 793 tarihleri varit değildir. Validesi Devlet Hatun b. *Abd Allah 'ıu 825 ( 1422 ) tarihli vakfiyesine göre ( Haremeyn defteri, Vakıflar umûm müdürlüğü, nr. 13, s. 58 ), şim­ diye kadar zannedildiği gibi, Germiyan hü­ kümdarı Süleyman Şah 'ın kızının oğlu olma-' dığı anlaşılıyor. Çelebî Mehmed ’in Ğiyâş al-Din adım taşı­ dığı bâzı sikkeler ile kitabelerde ve arap mü­ verrihlerinin tarihlerinde görülmektedir ( bk. Halîl Edheni, Meskûkât-ı osmâniye ; A lî, Isâ Çelebî sikkeleri, TTEM, sene 15, s. 105 ve Tokat



MEHMED I* ’ta Haıhza Bey mescidi kitab esi; İ. H, Uzunçarşıîı, Kitabeler, s. 21 ve Edirne'de eski cami. T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, s. 196 ve B arsa’da Yeşil cami: Vakıflar dergisi, H, 439 kitabeleri ve İbn Tağribardî, al-Nucüm ahşa­ lara, s. 550 ve Kitab ahsalük, Ayasofya kulüp., nr. 3376 ) ve Kitab sirat al-SulfSn Malik atZâhir Çakmak ( Topkapısarayı, Ahmed III. ku­ tup., nr. 292, s. 296). Arap ve Bizans tarihçileri Çelebî Mehmed 'e kirişçi lekabı m vermektedirler ( İbn Tağribardî al-Manhal al-şa/î, Nûruosmâniye kutup., nr. 3429, var. 249 ve aUNucüm al-zahir a, s. 550 ve Vaeİz al-kalâm, Zehebî zeyli, Köprülü ku­ tup., nr. 1189, s. 89 ve Sina at al-inşâ, Bibi. Nat., arapça yazm., nr. 4439, s. 128 'de »Sultan Çelebî diye mârûf ve Kirişçi lekabı ile mülekkab Mehmed Bey“ iki unvan ile beraber ve Makrizi, Ayasofya nüshası, nr. 3376 ’da 813,814,818 ve 819 vekayii arasında ve Phrantzes, Bonn tab., s. 87 ve Chalkokondyles, frns. trc., Paris, 1632, s. 85 ). Arap müverrihleri hükümdar olmadan evvel kiriş ile boğulmak istenmiş olduğunu ve Bizans tarihçileri de kardeşlerinden korkarak, yay ya­ pan bir kirişçinin yanında çırak olarak bulun­ masından dolayı bu lekabm verilmiş olduğunu yazıyorlar. Sonradan bir çok garp müverrihleri de Çelebî Mehmedi 'i Kiri lekabı ile zikretmiş­ lerdir ( Gibbons, trk. trc. Râgıb Huiûsî, s. 26, n o t). Bu lekabm doğrusunun onun mücâde­ leleri dolayısı ile »güreşçi" demek olduğu ve yukarıda gösterildiği gibi, bîr lekabmın da Sultan Çelebî veya Çelebî Sultan olduğu an­ laşılmaktadır ( bu hususta bk. Tahrir def­ terî, nr. 453, s. 50; Neşri, Tarih, nşr. TTK, s- 3 S°).



Sivas ve havalisi hükümdarı Kadı Burhan al-Din Ahmed, 783 ( 1381 ) 'te rakibi olan Amasya emîri Hacı Şâhgeldi Paşa’yı öldür­ dükten sonra, topraklarım almak istedi ise de, Hacı Şâhgeldi ’nın oğlu Emîr Ahmed, Kadı Burhan al-Dİn ile uzun zaman mücâdele ede­ rek, Amasya 'yı müdâfaa etmiş İdî. Bu mücâ­ dele esnasında ve aş,~yk. 793 ( 1391 ) 'te Kasta­ monu ve Osmancık taraflarım zapteden Bayezid I. Canİk ve havalisindeki Türkmen beyle­ rini nufuzu altına aldığı sırada, Amasya emîri Ahmed de kendisine başka bir yerden sancak verilmek suretiyle, Amasya ’yı Osmaniı hü­ kümdarına teklif etmiş, bunun üzerine Bayezid, oğullarından Çelebî Mehmed’i 30.000 ki­ şilik bir kuvvet ile Amasya üzerine gönderdi­ ğinden, Kadı Burhan al-Din ’in çekilmesi ile, Çelebî Mehmed, Amasya 'ya girmiş ve ilk ba­ şarılı hizmetinden dolayı, Amasya sancak bey­ liğine tâyin olunmuştur (794 = 1391; Bazm u razm, s. 418— 422). Ulâm Anıiklopedial



497



Çelebî Mehmed, Bayezid L ile Timur ara­ sında vukua gelen Ankara muharebesinde ( 805 s=s 1402 ), Osmaniı ordusunun ihtiyat kuv­ vetleri kumandanlığında bulunmuş ( Tâc alt av arık, I, 169 'da Çelebî Mehmed 'i muhare­ bede ilk hücûma mârûz kalacak olan öncü kuv­ vetleri kumandam göstermesi yanlıştır. Bu muharebede kendisi, Osmaniı ordnsunun artçı kumandam id i; bk. Gibbons, s. 226) ve muha­ rebenin kaybedilmesi üzerine, zorlukla Amasya tarafına kaçmak istemiş, fakat Sinop hüküm­ darı Candar-oğlu İsfendiyar Bey 'in kız karde­ şinin oğlu Yahya Bey tarafından yola kesilmiş ise de, Çelebî Mehmed bunu mağlûp ederek, Tosya 'ya kaçırmış ve ileri geçiş tehlikeli gö­ rüldüğünden, Bolu taraflarına çekilmiştir. Çe­ lebi Mehmed, burada casusları vâsıtası ile, mu­ harebeden sonraki durumu öğrenerek, Bursa ta­ raflarına gitmek istedi ise de, maiyeti beyleri bu hareketin tehlikeli olduğunu söylediklerin­ den ve o sırada Amasya 'dan gelen bir hey'etin de kendisini dâvet etmesinden dolayı o tarafa g it t i; çünkü Amasya Timur 'un maiyetinde bulunmuş olan Kara Devleişah 'a verilmiş ise de, halk bana istemeyip, Çelebî Mehmed'i dâvet etmişlerdi. Kara Devletşah ’ın Amasya hâricinde bulu­ nan kuvvetlerinden ekserisinin çapulda oldukla­ rım haber alan Çelebî Mehmed, yanında aş.yk, 1.000 kişilik bir kuvvet bulanan Kara Dev­ letşah '1 baskın ile öldürerek, Amasya 'ya girdi ( 805 = 1403 ). Bu ilk başarıdan sonra Canik ve havalisi türkmenleri beylerinden Kubad-oğlu AH Bey, Çelebî Mehmed ’in ıktâı olan Niksar '1 muhasara ettiğinden, Çelebî Mehmed, hemen o tarafa giderek, AH Bey 'i mağlûp edip, Taşan*oğluna ilticaya mecbur ettikten başka, Kubad-oğluua âit bir kaleyi de zaptetti. Bun­ dan sonra, Tokat bölgesinde en kuvvetli türkmen beyi olan Inal-oğlu İbrahim Bey, etrafı sindirip, aynı zamanda Çelebî Mehmed 'İ de teh­ dit ettiğinden, o ânı bir baskın ile İnal* oğlu 'nu da mağlûp edip, bu havaliye de hâkim oldu. Bunlardan başka, GÖzler-oğlu ve Köpek-oğlu Haşan kuvvetleri de, birer-birer ber-taraf edildi. Birbirini tâkip eden bu vak'alardan sonra Si­ v a s’ta idareyi ele almış olan Kadı Burhan aîDin Ahmed ’in dâmâdt Hacı Bey-oğlu Mezıd Bey 'in de, üzerine gönderilen Bayezid Paşa kuv­ vetlerine mağlûp olarak, teslim olması üzerine, Çelebî Mehmed Rûmiye-i sugrâ denilen Sivas. Tokat ve Amasya mmtakasma tamamen hâkim oldu ( 1403). Bu tarihte Timur henüz garbı Anadolu 'da bulunmakta idi. Tarihlere göre, Çe­ lebî Mehmed 'in faaliyetini haber alan Timur, ona hem henüz hayatta bulunan babası ve hem de kendi tarafından mektup gönderdi; bunda 32



49$



MEHMEb İ.



şehzadeye yemin ile te’minât veriyor ve ya­ nma davet ediyordu. Çelebi Mehmed aldığı mektuplar üzerine Tim ur’un yanma hareket etti İse de, Osmancık 'a geldiği zaman karşı­ sına Isfendiyar'm yeğeni Yahyâ Bey çıktı; Y a h y a ’yı mağlûp ederek, Murtaza-âbâd ( Mürted-Ova ) mevkiine gelince, bu defa da o ha­ vali türkmenlerinden Savcı-oğlu A li B e y ’in kuvvetleri ile karşılaştı ve A li Bey ’i de boz­ guna uğratıp, Ankara 'ya kaçırdı. Bundan sonra, beraberinde bulunan Timur ’un elçisine bir ziyafet vererek, vaziyeti olduğu gibi Tim ur’a anlatmasını rîcâ etti ve elçi olarak da, ağır hediyeler ile, kendi hocası Sûfî Bayezid ’i, Tim ur’un elçisi İle beraber gönderdi; kendisi de Amasya 'ya dondu. Timur Çelebi Mehmed ’in mazeretini kabul edip, kendisine elindeki yerlerin hükümdarlı­ ğını verdi ve al damgalı berât ve hükümdar­ lık alâmeti olarak, taç, kemer ve hırka gön­ derdi ; Çelebi Mehmed bu suretle Timur ’un yüksek hâkimiyetini kabûl edip, daha sonra Timur ile müşterek sikke kestirdi. Ankara muhârebesinde Osmaniı devletini parçalayan Timur, Rumeli 'ye kaçan Emir Süleyman ile kardeşleri îsâ, Mehmed ve Mûsâ Ç eleb i’lere kendi yüksek hâkimiyetini tanıt­ mak üzere, Rumeli, Balıkesir, Bursa, Amas­ ya, Tokat, Sivas ve havâlisi hükümdarlık­ larını vermiş İdi. Timur'un avdetini müte­ akip, Çelebi Mehmed Bursa ’yı Musa Çelebi 'den alan îsâ Çelebi 'ye mürâcaat ile Anadolu ’nun aralarında taksimini teklif etmiş ise de, îsâ ulu kardeş olduğunu ileri sürerek, bu teklifi reddetmiş ( Behiştî, s. 32 v.d.), bunun üzerine, Mehmed Çelebi ile îsâ Çelebi arasında Bursa ’mn garbındaki Ulubad mevkiinde vukua gelen muharebede Isâ mağlûp ve kumandanı olan Sarı Timur-Taş Paşa ( Ankara muhârebesinde esir düşerek, sonra serbest bırakılmış id i) ile Ç e­ lebi Mehmed'in hizmetinde bulunan meşhûr ine Bey su-başı maktûl düşmüşlerdir. Bunun üzerine, Bursa 'ya giren Çelebi Mehmed, orada hükümdarlığını ilân etti ve burada da, Ti­ mur ile müşterek olarak, 806 ( 1404 )'d a sikke kestirdi. Bundan sonra babası Bayezid I ’in Germiyan-oğlu Yâkub Bey yanında bulunan cese­ dini isteyerek, câmiinin yanına defnetti ( Töc aUtavürîh, I, 226 ve Behiştî, s. 35 ve Müneccim-başı, III, 316). Mağlûp olan Isâ Çelebi, Yalova yolu ile, Bizans imparatorunun yanma kaçmış idi. Emir Süleyman ’m bunu imparatordan istemesi üzerine, Edirne ’ye gönderildi. Emir Süleyman, îsâ 'yt mühim bir kuvvet ile Anadolu 'ya yol­ ladı. Isâ Bursa 'yı almak istedi ise de, hal­ kın mukavemeti ile karşılaştığından, şehri yaktı



ve Çelebi Mehmed ile yaptığı ikinci muharebe­ de de mağlûp olarak, Kastamonu 'ya Isfendiyar Bey'in yanma kaçtı; onunla anlaşarak, bera­ berce A n kara’yı zaptetmek üzere geldiler ise de, muharebe muvaffakiyetsizîik ile neticelendi ve Çelebi Mehmed ’e mağlûp olarak, Kastamo­ nu tarafına kaçtılar. îsâ Çelebi bir müddet sonra, gizliee hudûdu geçip, Bursa ve Mi haliç taraflarında faaliyete başladığından, Çelebi Mehmed 'in 10.000 kişilik bir kuvvet ile gelmekte olduğunu haber alınca, garbi Anadolu’da Aydm-oğlu Çüneyd B e y ’in yanma kaçtı ve o vâsıta ile Saruhan ve Men­ teşe hükümdarları ile anlaşarak, talihini bir kere daha denedi ise de, Çelebi Mehmed bunları mağlûp ettiğinden, îsâ Çelebi Karaman-oğluna iltica etti (808 = 1405 ). Bu vaziyet üzerine, Aydm-oğlu ile Menteşe-oğlu Çelebi Mehmed ’in yüksek hâkimiyetini kabûle mecbur oldular; Saruhan-oğlu HızırŞah Bey de Manisa ’ya yapılan bir baskın ile yakalanarak, kati olundu ( Hızır Şalı 'in vefa­ tım Ahmed Tevhid, T O E M, sene 2, s. 618 ve Halil Edhem, D&vel-i islâmiye, s. 277, Mü­ neccim-Başı'ya uyarak, 8 1 3 = 1 4 1 9 tarihinde gösteriyorlar ise de, bu hâdise Emir Süley­ man 'm 1406 'da Anadolu 'ya geçmesinden ev­ vel olduğu için, vefcayî ile tetâbuk etmiyor ). Bu muvaffakiyetten sonra Germiyan-oğlu Yâ­ kub Bey, Çelebi Mehmed ’in yüksek hâkimiye­ tini tanıdığı gibi, Karaman-oğlu da onunla dost kalmağı taahhüt ettiğinden, îsâ Ç eleb i'yi memleketten çıkarmağı kabûl etti; Isâ Çele­ bi ’nin bir ara Eskişehir taraflarına geldiğini haber aldığından, hamamda yakalanıp, boğul­ duktan sonra, cesedi Bursa ’da Murad Hüdâvendigâr türbesine ve yabut babasının yanma defnedildi ( Tâc al-tarörih, I, 235; Güldeste-i riyâz-ı irfâ n ; Gazzî-zade babasının yanma defnedildiğini yazmaktadır). Ç îsâ 'dan sonra Çelebi Mehmed Anadolu 'da yalnız başına kalmış id i; Çelebi Mehmed ’in kuvvetlenmesinden endîşe eden Emir Süley­ man, Anadolu’ya geçerek, B ursa’ya geldi; Ç e­ lebi Mehmed karşı koyamayarak, Am asya'ya çe­ kildi. Emir Süleyman Ankara üzerine geldi ve vezîr-i âzam Çan darlı-zade Ali Paşa'nm hileli mektubu ile orasını elde etti ve bu suretle Ç e­ lebi Mehmed 'in nufûz sahası daraldı ( 1405 ). Ba­ yezid I. 'in küçük oğlu Mûsâ Çelebi, îsâ Çele­ bi ’ye mağlûp olduktan sonra, Kar&man-oğlunun yanma kaçmış olup, orada bulunuyordu. Emîr Süleyman Karaman-oğluna Mûsâ Çelebi 'yi kat’îyen kendi ülkesine göndermemesini bildirerek, söz aldıktan sonra, B ursa’ya geldi ve mûiâdı üzere sefahate daldı. Emir Süleyman 'm ba durumuna fırsat bilen Çelebi Mehmed, Bursa



taEkMEb ti ’ya bir baskın yapmak istedi ise de, bu teşeb­ büsü haber alındı ve vezîr-i âzam AH Paşa ’nm İsrarı He mukabeleye karar veril d5. Yeni­ şehir civarında iki taraf kuvvetleri karşılaştı; fakat vezîr-i âzamin hileli bir mektubuna ka­ nan Çelebi Mehmed, muharebe etmeden, Amas­ ya ’ya çekild i; çünkü Ali Paşa Çelebî 'nin or­ dusunda bulunan şarâb-dâr îlyâs ’ı gizlice elde edip, Emir Süleyman tarafına geçmesini te’min eylemiş ve Çelebî Mehmed ’e de ümerâsının Süleyman tarafına iltihak ederek, kendisini de yakalayıp, biraderine teslim edeceklerini ha­ ber vermiş olduğundan, Çelebî Mehmed te­ reddüde düşmüş, maiyetindekiler, Ankara me­ selesi gibi, bunun da Çandarlı-zâde tarafından tertip edilmiş bir hîle olduğunu söylemişler ise de, o sırada şarab-dâr İlyas’m Emîr Sü­ leyman tarafına geçi vermesi üzerine, A li Pa­ şa ’nın sözünün doğru olduğuna inanan Çelebî Mehmed derhâl Amasya ’ya çekilmiş ve idare­ sinde kalan yerler Emîr Süleyman kuvvetleri tarafından yağmalan mıştır ( 1406). Emîr Süleyman bundan sonra Karamanoğluna âit Sivrihisar ’ı ( Osmanhlara âit iken, Timur tarafından Karaman-oğluna vermiş idi ) muhasara ettiğinden Karaman hükümdarı ile araları açıldı ve Evrenos Bey, akıncıları ile, A k sa ra y’a kadar Karaman ülkesi vurul­ du. Emîr Süleyman bundan sonra aym se­ nede garbî Anadolu ya geldi ve orada bu­ lunduğu sırada vezîr-i âzam Çandarlı-zâde A li Paşa vefat etti ( receb 809 = kânun î. 1406 ) Aydm-oğlu Cüneyd ile Menteşe-oğlu İlyas Bey Emîr Süleyman 'm hâkimiyetini kabule mecbur oldular. Bunun üzerine Emîr Süley­ man ’a karşı Çelebî Mehmed ile Karaman-oğlu Mehmed Bey arasında Kırşehir civarın­ da Cemale kalesinde ( Tâc aUtavârik ) 812 ( 1409 ) ’de bir görüşme oldu ( Tavârih~i mulük~i kurün~t mâii, Çelebî Mehmed dört seneden beri Anadolu’da bulunan Emîr Sü­ leyman ’ı Rumeli tarafına geçmeğe mecbûr etmek için, Karaman* oğlu ’nun yanında bu­ lunan küçük kardeşi Mûsâ Çelebî ’yi ge­ tirtti ve onun Rumeli tarafına geçmesi ka­ rarlaştırıldı. Mûsâ, muvaffak olursa, Çelebî Mehmed 'e bağlı kalacağına ve onun adına para kestirip, hutbe okutturacağına dâir, ye­ minli te’minat verdi ve Candar-oğ!u İsfendiyar Bey ile de anlaşarak, Sinop ’tan bir gemi ile, Eflâk tarafına geçirildi ( 1409, krş. msl. Dukas, Bonn tab., s. 8? ; Tâc aUtavârik, I, 247; diğer kaynaklarda da birbirine uyma­ yan teferruata rastlanmaktadır }. Mûsâ Çelebî, Eflâk tarafına geçtikten sonra, faaliyete baş­ ladı. Dört aydan beri Ayaslug 'da bulunmakta olan Emîr Süleyman bunu haber alınca, A y ­



49$



dın-oğlu Cüneyd Bey ’i de beraberine, alarak ( Dukas, s. 88 ), acele Rumeli ’ye geçti ve Cüneyd ’i Ohri sancak beyliğine tâyin e t ti; bu suretle kardeşini Rumeli ’ye geçmeğe mec­ bur eden Çelebî Mehmed Bursa 'ya geldi. İlk defa Emîr Süleyman kuvvetlerine mağlûp olan Mûsâ Çelebî Eflâk 'e kaçmış ( Malçrîzi, 813 senesi vak’a îa rı} ve kardeşinin ahvâlini tahkik ederek, Emîr Süleyman’ın gafletinden istifâde ederek, hazırlandıktan sonra, Emîr Süleyman 'dan yüz çeviren bâzı ümerânın da el altından yardımları ile Edirne 'ye yapmış olduğu bir baskın neticesinde şehri işgal et­ miş ve Bizans ’a kaçmış olan Emîr Süley­ man, yolda yakalanarak, katlolunmuştur. Bu suretle Rumeli kıt'asına hükümdar olan Mû­ sâ Çelebî, Edirne ’de hükümdarlığını ilân ede­ rek, nâmına para kestirmiş ve Çelebî Meh­ m ed’e verdiği sözü tutamamıştır ( 8 13 = 1410). Öyle anlaşılıyor ki, Çelebî Mehmed, Anadolu 'da serbest ve hâkim kalmak için, Mûsâ Çelebî 'nin Rumeli ’de hükümdarlığım kabûl etmek mecbûrîyetinde kalmıştır. Kaynaklarımız son­ radan bunun Mûsâ Çelebî ’nin yüksek hâkimiye­ tini tanıyacağına dâir söz verdiği şekline sok­ muşlardır. Mûsâ Çelebî kardeşinin Anadolu ’da kuvvetli olduğunu bildiğinden, o tarafla hiç alâkadar olmadı ve bu suretle osmanlı ülkeleri ikiye ayrılmış oldu. Mûsâ Çelebî çok cevval ve babası gibi sert idi; kardeşi Emîr Süleyman ’m kumandanlarına güvenemeyerek, çoğunu değiştirdi; büyük âlîm ve mütefekkir Sımavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin Mahmud ’u kazasker ve Mihal-oğlu Mehmed ’i beylerbeyi yaptı. Hemen faaliyete geçip, Emîr Süleyman 'a yardım ederek, mağlûbiyetine sebep olan sırp prensinden intikam aldı. Vidİn ’de isyan eden bulgar prensini yola getirdi ve Emîr Süleyman ’ın, Rumeli ’ye geçerken, imparatora terketmiş olduğu yerlerin bir kısmını ve bu arada T esalya’yı geri aldı, İmparatorun üç senelik vergisini almak üzere, Çandarlı-zâde İbrahim Paşa ’yı İstanbul ’a yolladı. İmparator, Mûsâ ’mn şiddetinden korkarak, ona karşı saltanat davası İle Emîr Süleyman ’m kendi yanında rehin olarak bulunmakta olan Orhan adındaki oğlunu Selanik ’ten Tesaîya taraflarına gönder­ di ise de, Mûsâ Çelebî bunların derneğini da­ ğıttı ve Orhan Çelebî de Selanik kalesine kaçtı. Mûsâ Çelebî bunu müteâkip 814 ( l 4 1 l ) ’te, İstanbul’u muhasara etti ( Chalkokondyles, s. 84 ve ondan naklen J. v. Ham mer, II, 103 ve Ma^rizi, 814 vekayii ). Telâşa düşen imparator Manuel, yanında bulunmakta olan Çandarlızâde İbrahim P a şa ’nm tavsiyesi ile, Çelebî Mehmed ’i Rumeli ’ye geçmek üzere davet e tti; bunun üzerine Çelebî Mehmed Gebze kadısı



5Û0



MEHMED i.



Faziullâh ’ı elçi olarak imparatora yolladı. Çelebi Mehmed, muvaffak olursa, evvelce im­ paratora verilip, Mûsâ Çelebi tarafından istir­ dat olunan yerleri Manuel ’e iadeyi kabû! etti ve gönderilen bizans gemileri ve on beş bin kişilik bîr küvetle Anadolu-Kavağı tarafından Rumeli yakasına geçirildi ( A şık Paşa-zâde, s. 84 ) ve kendisi de Üsküdar ’a gelerek, impa­ rator ile görüştü ( krş. Dukas, s. 95 ve ondan naklen Hayrullah Efendi, VI, 68 v.d.); şâyed Çelebi Mehmed muvaffak olamaz ise, impara­ tor kendisini şehre almağı taahhüt ediyordu. Çelebi Mehmed gelişinin dördüncü günü İs­ tanbul ’dan ayrılarak, butun kuvvetleri ile, Çatalca ’ nın şimâl-i garbisindeki Inceğiz mev­ kiinde 14 şâban (teşrin I. 1411 ) 'da Mûsâ Ç e­ lebi ile yapmış olduğa muharebede ilk Önce galip geldi ise de, sonradan mağlûp oldu; atı vuruldu ve kendisi iki yerinden yaralanarak, İstanbul 'a kaçtı ve hemen imparatorun gemi­ leri ile Anadolu tarafına geçerek, Bursa *ya geldi (B ehiştî, s. 44; A lî, V , 167; Bakcctt altavarîh, s. 320 ve Töc aUtavarih, I, 260). Mûsâ Çelebi, muvaffakiyetleri ile beraber, ümerâsına karşı pek sert olduğundan, Rumeli beyleri kendisini terketmek için fırsat kollu­ yorlardı. Çelebi Mehmed 815 ( 1 4 12 )'te İstan­ bul 'a yakın bir mahalde, Mûsâ Çelebi ile ikinci defa yaptığı muharebede de muvaffak olamadı ( Fhrantzes, s, 87 ve Makrizi. Osmanlı tarihleri Çelebi 'nİn bu ikinci mağlûbiyetinden bahsetmezler ), Mûsâ Çelebi aleyhine hareket etmek isteyen Rumeli beyleri Çelebi Mehmed ile mektup­ laşarak, bir plân tertip ettiler ve ona göre, Çelebi Mehmed üçüncü defa Rumeli 'ye geçe­ rek, kuvvetlerinin bir kısmım Karadeniz sa­ hiline civar olan yerlerden ve diğer kıs­ mım da orta koldan harekete geçirdi. Vize civârmdaki muharebede Mûsâ Çelebi 'nin ku­ mandam Kara Halil mağlûp oldu ve Mûsâ ’mn bir kısım kuvvetleri de Çelebi Mehmed tarafına geçti. E dirne’ ye gelen Çelebi Meh­ med ’e şehir teslim olmadı; halk kim galip ge­ lir ise,' şehri ona teslim edeceklerini söyledik­ lerinden, Çelebi Mehmed bu mütâleayı kabûl edip, Zağra taraflarına yürüdü; Filibe civarın­ da Mûsâ Çelebi 'ye yetişti ise de, muharebe et­ meyerek, plân mûcibince, müttefiki olan sırp despotu Lazareviç ile kendisine iltihak edecek olan ümerâdan Üsküp sancak beyi Paşa Yiğit, Barak Bey, Tırhala beyi Sinan Bey ve Evrenuz Bey ile birleşmek üzere, Niş tarafına gitti ve sonra hepsi birlikte, Tuna’ya doğru çekil­ mekte olan Mûsâ Çelebi üzerine yürüdüler. Sofya ’nm cenubunda, Sama kov kasabası civa­ rındaki Çamurlu-Derbend mevkiinde vuk*»a



gelen muharebede Mûsâ Çelebi fevkalâde ce­ saret İle çarpıştı ise de, zâten az olan kuv­ vetleri bozuldu ve kendisi, yaralı olarak ka­ çarken, atı ile bir çeltik anğına düştü; ken­ disini -takip edenler tarafından yakalanarak, boğuldu ve cesedi Bursa 'ya nakledilip, baba­ sının türbesine defnedildi. Ölümü hakkında  şık Paşa-zâde, Neşri, Behiştî,  lî ve Dukas başka-başka rivayetler naklederler (816 » 1 0 temmûz 1413 ). Osmanlı tarihlerine göre, imparatorun ya­ nında bulunan Emir Süleyman’ın oğlu Orhan Çelebi, Çelebi Mehmed ile yapılan anlaşma gereğince, hudud dışı edilmiş idi. Orhan Ç e­ lebi, yanındaki adamları ile, Eflâk tarafına sığınmağa giderken, Karin-âbâd civarındaki akıncılar bunun etrafına toplanmışlar ise de. Çelebi Mehmed bunların kuvvetlerini mağlûp ettiğinden, Orhan Çelebi ’yi yakalamış ve göz­ lerine mil çektikten sonra, kendisine Geyve A khisar'ını dirlik olarak verip, onu Bursa 'da oturtmuştur ( ş ık Paşa-zâde, Neşri, Be­ hiştî ve Töc al-iâvarlh ). Feridun Bey Miînşeât ’mda Timur 'un oğlu Şahruh tarafından Çelebi Mehmed 'e gönde­ rilmiş olan zilhicce 818 (şubat 1416) tarihli nâmesinde Şahruh, Mûsâ Çelebi 'nin katlinden dolayı, Çelebi Mehmed ’i muâhaze etmiş ve Çelebi de hükümdarlığın şirket kabûl etmeye­ ceğini ve bu hâlin düşmanlara . fırsat vererek, bu yüzden Selanik ’in elden çıkmış olduğunu cevaben bildirmiştir ( Münşeat, I, 143 ). Şahruh 'un bu muahezesinin sabebı Osmanlılann Timur 'un yüksek hâkimiyetini kabûl etmiş olmaları idi. Çelebi Mehmed, Edirne ’de bütün devletin hükümdarı olduğunu ilân eyled i; Mûsâ 'mn bey­ lerbeyi Mihal-oğlu ’nu tevkif ederek, Tokat ka­ zaskeri Bedreddİn Mahmud ’u, fazi ve kemâline hürmeten, ayda 1.000 akçe maaş ile, İznik ’te ika­ mete me’mûr eyledi. Kendisinin cülusunu tebrik için gelen imparatorun ve civar prensler ile V e­ nediklilerin elçilerini kabûl ederek, onlara sulh içinde yaşayacağı hakkında te’minat verdikten sonra, hemen Anadolu ’ya geçti. Çelebi Mehmed, son Rumeli 'ye geçişi sırasında, Bursa muhafızlı­ ğında tokatlı Hacı İvaz Paşa bulunuyordu. Hiç bir zaman ahdine riâyet etmeyen Karaman-oğlu Mehmed Bey 813 ( 1410 ) ’te evvelâ Çelebi Meh­ m ed’in müttefiki ve Makrizi 'nin kaydına göre, kendi dâmâdı olan Germiyan-oğlu Yâkub Bey ’in arazisine taarruz ederek, bir kısım yerlerini elde etmiş ve ertesi sene de tekmil Germiyan memleketlerini işgal ettikten başka, bu beyli­ ğin merkezi olan Kütahya 'yı yakmış ve Çelebi 'nin üçüncü defa Rumeli 'de Mûsâ ile uğraştığı sırada da gelip. Bursa 'yt muhasara etmiş idi.



MEHMED I. Bu muhasara 30—33 gün sürmüştür. Bu sırada, Mûsâ'mn cenazesinin geldiğini haber ahnca, bizzat gidip gördükten sonra, muhasarayı kal­ dırıp, şehre ateş verd i; dayısı Bayezİd I. 'in kabrine de hakaret ettikten sonra, geldiği Germiyan üzerinden dönmeğe cesaret edemediğin­ den, Kirmasti ve İsparta yolundan memleke­ tine avdet etmiş idî. Çelebi Mehmed, Anado­ lu’ya geçer-geçmez, iptida Aydm-oğlu CÜneyd Bey üzerine yürüdü (D ukas, s. 103, 108, 115 }. Cüneyd Bey Rumeli ’deki saltanat mücade'esi esnasında, Ohri 'den Kaçarak, Aydın iline gel­ miş, Ayaslug ’u muhasara edip, oradaki sancak beyini öldürdükten sonra, şehri zaptetmiş idi. Çelebi Mehmed işgal ettiği yerleri derhal tahliye etmesini Cüneyd ’e bildirmiş ise de, cevap alamadığından, Çandarîı, Menemen, Ka­ yacık ve Nif kalelerini aldıktan sonra, İzm ir’i muhasara etm iştir; fakat Cüneyd, ailesini İz­ mir ’de bırakarak, savuşmuş olduğundan, ken­ disinden bezmiş olan Rodos şövalyeleri ve Midilli, Sakız ve Menteşe donanmalarının da yardımları ile, İzmir zaptolunduktan sonra, sur­ ları yıktırılmıştır. Çelebî Mehmed aynı zamanda İzmir körfe­ zinde, Cüneyd ’in müsâadesi ile, Rodos şöval­ yelerinin yaptırmakta oldukları kaleyi de yık­ tırmış, şövalyelerin itiraz ve tehditlerine ehem­ miyet vermeyerek, onlara kendisinin yüksek hâkimiyeti altında bulunan Menteşe ilinden Halikarnas ( Bodrum ) 'ta Petronion kalesini yapmağa müsâade etmiştir. Çelebi Mehmed, Cüneyd’in annesinin ricası üzerine, onu affet­ miş ise de, Anadolu 'da değil, Rumeli ’de Niğbolu sancak beyliğini verip, Aydın sancak beyliğine de bulgar kiralının müslüman olan oğlu Aleksandr ( Süleyman ) '1 tâyin eylemiş­ tir (816 = 1413). Ege sâbülerinin elde edil­ mesi üzerine, Ceneviz müstemlekeleri, yâni Foça, Midilli ve Sakız beylikleri de Osmanlı nufûzu altına girmiştir. Çelebî Mehmed bundan sonra Bursa’ya gelerek, 817 ( 1414 ) ’de Karaman seferini yap­ mıştır; ordusunda tsfendiyar B ey ’in oğlu Ka­ sım B ey’in kumandasında Candar-oğulları kuv­ veti de var id i; güzergâhındaki erzak ve le­ vazımı Germîyan-oğîa Yâkub Bey tedârik et­ miş idi. A k şeh ir’den başlayarak, Sa’İd ili, Beyşehri, Seydişehrİ, Otluk-Hisarı ve Hamid ilinden bâzı yerleri aldıktan sonra, Karamanoğlu Mehmed Bey 'i mağlûp etti. Karamanoğlu canını zor kurtarıp, kaçabilmiş idi ( alNucam al-zahir a ve Kitâb al-sulnk, 817 vekay i i ) Bunu müteakip Çelebî Mehmed Konya 'yı muhâsara etti ise de, pek şiddetli yağmur ne­ ticesinde ordusunu sel bastığından, şehri ala­ madı ve Karaman-oğlu ile sulh akdederek,



$°ı



döndü ( Behiştî, s. 50 ve Tac al-tavarîhyI, 278 ve Tarihî takvim, Nûruosmâniye kütüp. nüshası, nr. 3080 ve Takvimler, nşr. Osman Turan, s. 56 ). Osmanlı kaynaklarına göre, Çelebî Mehmed, Karaman seferinden sonra, Canik taraflarına git­ miş ise de, bu sırada Karaman-oğlu 'nun elinden çıkardığı yerleri İstirdada kalktığının haber alınması üzerine, tekrar o tarafa dönmüştür. Çe­ lebî Mehmed Konya ovasında, Karaman-oğlu ordusunu bozguna uğrattığından, Mehmed Bey Konya ’ya oğlu Mustafa Bey ’İ bırakıp, Taş-İli taraflarına kaçmış ve Konya muhâsara olunmuştur. Bu muhâsara esnasında pâdişâh hastalanmış ve Bayezid Paşa ’mn tedbiri ile, Karaman-oğlu Mehmed Bey affolunarak, veri­ len te'mınât üzerine, osmanlı ordusuna ge­ lip, iyi kabûl görmüş ve kaledeki oğlu da itaat etmiş ve evvelki muahede üzerine an­ laşmağa varılmıştır ( Haşi Bahişt, Makrizi, 818 = 1415 vekayii). Muahede şartlarından bi­ risi de, Karaman-oğlunun icâbında osmanlı ordusuna asker göndermesi idi ki, bunu Ef­ lâk seferinde yapmıştır. Bir kısım osmanlı tarihlerinin, Çelebî Mehmed 'in ağır has­ talığından bahis ile, ölecek olursa, osmanlı saltanatını elde etmek üzere, Bayezid P aşa’nın tedbiri ile, Karaman-oğlu 'nun iğfâl edilerek, oğlu ile beraber yakalandıkları hakkmdaki rivayetinin hiç bir kıymeti yoktur. Yıldırım Bayezid zamanında osmanlı hâ­ kimiyetini kabûl etmiş olan Eflâk prensi Mircea, Ankara muhârebesinden sonra, şehza­ deler arasındaki mücâdele münâsebeti ile, Mû­ sâ Çelebî zamanında vergisini vermemiş ve ona yardım etmiş idi. Bu sırada Mircea'am karşısına Dan isminde bir rakip çıkmış ve osmanh hükü­ metine müracaat ederek, yardım istemiş, Mir­ cea da macar kıralı ve alman imparatoru Sigtsmond’a baş-vurmuş ve macarlar da ona yardım etmişlerdi; Çelebî Mehmed bizzat sefere çıkıp, yeni yaptırdığı Yer-KÖğü kalesine kadar gelmiş, Eflâk topraklarında iki taraf arasında yapılan muhârebe Dan galip gelmiş, macar kumandanı da maktul düştüğünden, Mircea aman dilemiş­ tir. Üç yıllık vergisini verdiği gibi, oğlu­ nu da rehin olarak göndermiş idi. Bu sıra­ da Transil vanaya’ya giren osmanlı akıncı­ ları bâzı muvaffakiyetler elde etmişlerdir. 819 ( 1416) Eflâk seferinde osmanlı ordusunda Candar ve Karaman-oğullarmın gönderdik­ leri yardımcı kuvvetler de var îdi. Eflâk meselesi halledilmekle beraber, macarlar ile mütekabil akıncı muharebeleri devam etti; hattâ bizzat sefere çıkan Sigısmond, Niş ile Niğbolu arasında, türklere karşı bir muzafferiyet de kazandı (4 teşrin I. 1419). Çelebî Mehmed 'İn Macaristan seferinden avdetten



502



MEHMED I.



sonra, Edirne hâricinde avlanırken, attan dü­ şerek, bîr miiddet hasta yattığı bilinmektedir. Yıldırım Bayezid zamanında Gelibolu tersa­ nesinin yapılması ile inkişâfa başlayan osmanlı denizciliği henüz Venedikliler İle boy ölçüşe­ cek bîr derecede değil idi. Ege denizinde veniklilere tabî Andros adası beyi olan Pietro Zeno osmanlı ticâret gemilerine düşman mua­ melesi yaptığından dolayı, 818 ( 1415 ) 'de Geli­ bolu tersanesinde hazırlanan 30 kadırga Çalı Bey kumandasında Akdeniz 'e çıktı ve Andros, Paros ve Milos adalarını vurup, bir hayli esir alarak, Ağriboz adası sahilinde tesadüf ettiği bir kaç Venedik ticâret gemisini de zaptederek, Gelibolu 'ya döndü. Ertesi sene Venediklilerin Pietro Loredano kumandasında sevkettikleri donanma Lapseki önlerine geldi; venedik ami­ rali türkîer taarruz etmedikçe, kendisinin taar­ ruz etmemesi hakkında senatodan kat'î talimat almış idi. Bu talimat mucibince, tarziye iste­ yecek ve tevkif edilen tüccar gemilerinin ia­ desini talep eyleyecekti. Her iki donanma harp tertibatı aldığı sırada, Venedik amirali İstan­ bul tarafından gelmekte olan bir Midilli gemi­ sini, türklere ait zannı ile, yakalamak İstedi; fakat Midilli gemisinin osmanlı donanması ta­ rafına kaçması sebebi ile, bunu vermek iste­ meyen osmanlı amirali müdâhale ettiğinden, bu suretle Marmara adaşı ile Gelibolu arasında bîr muharebe vukû buldu ( Phrantzes, s. 89). Çalı Bey şehid ve osmanlı donanması mağlûp oldu (1 rebiiilâhır ve 29 mayıs 1416 ). Yara­ lanmış olan Venedik amirali ise, Bozca-Ada’ya çek ild i; ertesi sene tekrar gelerek, Lapseki 'yi almak istedi İse de, muvaffak olamadı ve ni­ hayet imparator Manuel 'in tavassutu ile, sulh yapılarak, esirler iâde edildi ( Phrantzes, s. 89 ve Dukas, s. 109, 1 11; j.v. Hammer, trc, A tâ Bey, II, 125; Fevzi Kurd-oğlu, Türk deniz muharebe/en, s. 103, 105). Ankara muharebesinden sonra OsmanlIların eline geçmiş olan Candar beyliğine âİt yerler Timur tarafından, Sinop hükümdarı Isfendiyar B ey'e verilmiş idi. Saltanat mücâdeleleri esnâsında îsfendiyar Bey 'in, îsâ Çelebî 'ye yar­ dımdan dolayı, Çelebî Mehmed ile arası açılmış ise de, daha sonra, dostluk teessüs etmiş ve îsfediyar Bey, Karaman ve Eflâk seferlerinde oğlu Kasım Bey kumandasında Osmanlı ordusuna yardımcı kuvvet yollamış idi. Osmanlı tarihlerine göre, Eflâk seferiden dönül­ dükten sonra, Kasım Bey, babasının memleleketin en mahsûldar yerlerini sevdiği oğlu Hızır- Bey ’e vermek arzusundan dolayı, gü­ cenerek, osmanlı hizmetinde kalmış ve baba­ sının biraderine vermek İstediği Kastamonu, Güre, Tosya, Çankırı ve Kalecik taraflarının



kendisine verilmesi için, osmanlı hükümetinin tavassutunu rîcâ etmiş idi. Bunun üzerine, Çe­ lebi Mehmed tarafından Isfendiyar 'a bir nâme yollanmış ise de, Candar hükümdarı bu teklifi kabul etmediğinden, osmanlı kuvvetleri hare­ kete geçerek, îsfendiyar ’ı Sinop 'ta muhasara etmiş ve nihâyet çaresiz kalan îsfendiyar Bey osmanlı hükümdarı adma hutbe okutup,-s'kke kestirmek sureti ile, Osmanlı devletinin yüksek hâkimiyetini kabûl ettikten başka, osmanlı tarihlerinde görüldüğü üzere, Kastamonu İle Bakır-Güresi hâriç olarak, Tosya, Çankırı ve Kalecik 'i, oğluna değil, padişaha verdiğini beyân ile, ulemâsından vaiz Mehmed 'i murah­ has olarak göndermiş ve bu suretle sulh akd­ edilmiştir. Makrizi 'nin beyânına göre, muhâsar&mn kaldırılmasından sonra, îsfendiyar Bey Kastamonu 'ya donmuş ve orada bütün camilerde Çelebî Mehmed nâmına hutbe okut­ tuğu hâlde, Isfendiyar 'ıa veziri olan Hvândsâlâr:AH, kendi yaptırdığı camiinde, îsfendiyar Bey adma hutbe okutmuştur. Bu hâdisenin Eflâk seferini müteakip, 819 ( 1416 ) senesinde vukua geldiği bâzı müverrih­ lerin ifâde tarzından anlaşıldığı gibi ( Âşık Paşa-zâde, Hoca Sâdeddin, Hezârfen Hüseyin ve J. v. Hammer), Makrizi de vak'anm aym senenin şevval ayında (teşrin I. 1416) cereyan ettiğini yazıyor. Tarihî takvimler 818, 820 ve Behiştî ise, 818 tarihinde göstermektedirler. Kara-Koyunlular ile Ak-Koyunlular arasında devam etmekte olan mücâdele sonraları Osman­ lIların şark hududuna kadar dayanmış idi. Kara-Koyunlu beyi Kara Yusuf, Erzincan'ı, Ak-Koyunlulardan alarak, kendi adamı Pîr Ömer B ey'e vermiş İdi, Pîr Ömer kendi sahasını genişletmek üzere, şarkî Kara-Hisar beyi Melek Ahmed Bey 'in oğlu Haşan Bey 'i tehdit ederek, burasını almak istedi. Haşan Bey yardım istemek İçin, Amasya vâlisİ şehzâde Murad 'a bir hey'et göndermiş ise de, yardım gelmeden evvel, Haşan Bey esir düşe­ rek, Kara-Hisar elinden çıkmıştır. Bundan baş­ ka, Pîr Ömer daha şimale yayılarak, Kara-Hi­ sar C an iki’ni (b iri S ivas'a ve diğeri KaraHisar 'a atfedilen iki Canik mıntıkası vardır. Bunlardan Samsun, Çarşanba tarafları Sivas Canîki 'ne ve ordu tarafları da Kara-Hisar Caniki 'ne ait id i) ve Alp-Arslan-oğlu Haşan Bey de, Samsun şehri hâriç olarak, Sivas Caniki beyi Cüneyd'i öldürerek, Çarşanba taraflarını almış ve Candar-oğlu Isfendiyar Bey de müslüman Samsun 'u işgal ederek, oğlu Bafra beyi Hızır Bey 'e vermiştir. Bütün bu hâdiseler, vekayiin tetkikine göre, 821— 822 (1418 — 1419) senelerinde vukû bulmuş olmalıduv '



MEHMED L Sivas Caniki ımntakasmda miislüman ve ceneviz Samsun’u olmak üzere, birbirine çok yakın iki Samsun var idi. Zikredilen hâdi­ selerden sonra, her ikisinin de alınmasına ka­ rar yerilerek,. Amasya valisi şehzade Murad ’ m lalası Biçer-oğîu Hamza Bey evvelâ Ceneviz­ lilerin elindeki Samsun ’u 2apta me’mûr edildi; bunu haber alan Ceneviz kolonisi halkı, şehri yakarak, gemilerine binip, ayrıldılar ve bu su­ retle şehir elde edildi ; bundan sonra muslüman Samsun 'u muhasara edilmiş ve muhafızı İsfendiyar-oğlu Hızır Bey mukavemet etme­ yerek, bizzat seferde bulunan Çelebî Mehmed ’e şehri teslim etmiştir. Çelebî Mehmed, Hızır Bey ’e, biraderi Kasım gibi, kendisinin de osmanlı devleti hizmetine girmesini teklif et­ miş ise de, kardeşi ile bir arada bulunamaya­ cağını özür dileyerek, arzetmiş ve babasının yanına dönmüştür. Her iki Samsun ’un işgali tarihlerde başka-başka senelerde gösterilmiş ve Çelebî Mehmed’in 818 ( 1415) ’de yarım kalan Canik seferi ile bu son seferi birbirine karıştı­ rılmıştır ( Behiştî, s. 51 île Tarihî takvim, Nûrosmaniye kutup., nr. 3080'de 818— 1415 ve Tarihî takvimler, nşr. Osman Turan, T TK 'den birinde 820 ve diğerinde 821; Tâc al-tavârifa, i, 287 ve Mir'ai-i kainat, II, 342 'de ise, 822 ve Tavârih-i kurün-i mazi isimli takvimde ise, Samsun’un zaptı receb 819 (ağustos 1416) olarak gösterilmiştir. Vekayiin tetkikinden her iki Samsun ’un zaptının 819 — 822 ( 1416— 1419 ) seneleri arasında olduğu anlaşılıyor. Çelebî Mehmed devrinin hâdiseleri arasın­ da Şeyh Makmud Bedreddin [ b. bk.] isyanı da ehemmiyetle goz önünde tutulması gere­ ken bir meseledir. Mûsâ Çelebî zamanında Edirne 'de kazaskerliğe tâyin edilen ve Çele­ bî Mehmed’in cülusunu müteakip, 1.000 akçe aylık He İznik’te ikamete me’mûr edilen bu mühim şahsiyet, gerek Edirne ve gerek İznik ’te te'Hfât ile meşgûi oluyor, kendisini ziyarete gelenler ile de görüşerek, telkinatta bulunu­ yordu. Kazaskerliği zamanında hem kethüdası ve hem de tarikatta halifesi olan Börklüce Mustafa, Çelebî Mehmed 'in cülusundan sonra, alevîler ile meskûn olan İzmir taraflarındaki Kara-Burun bölgesinde ve Börklüce ’ye mensup Torlak Kemâl adında diğer bir şahıs da, Ma­ nisa havâlisinde faaliyet göstererek, bîr is­ yan hazırlıyordu. Börklüce Mustafa ’mn ha­ rekâtının genişlemesi üzerine, Şeyh Badr alDin, bir gün çocuklarını İznik 'te bırakarak, hacca gitmek bahanesi İle, ansızın Sinop 'a, oradan Kefe 'ye ( Behiştî, Oruç Bey ve Hayrullah Efendi tarihleri) ve nihayet Mûsâ Ç e­ lebî zamanında tanıştığı Eflâk prensinin yaınna yitti ve /evîier ile meskûn olan Delİ­



S3



orman taraflarına geçti. İlk isyan Kara-Burun 'da haşladı; daha sonra Manisa havâlisinde kendini gösterdi ve az zamanda genişledi. Börklüce üzerine sevkedilen Aydın beyi Aleksandr kuvvetleri bozularak, Aleksandr maktûl düştüğü gibi, Manisa sancak beyi Kara Timurtaş Paşa oğlu AH Bey de bozguna uğradı; Bunun üzerine Amasya vâlîsi şehzade Mu­ rad ile Bayezid Paşa gönderilerek, isyan kanlı bir surette bastırıldı. Börklüce Mus­ tafa ( buna Dede Sultan da deniliyordu) yakalanarak, işkence ile katlolundu; Manisa taraflarındaki Torlak Kemâl de aynı akıbete uğradı ( Börklüce isyanı hakkında Dukas, s. ı i 2 ” ii5 ’te malûmat vardır ). Bu isyan hareke­ tinden mes'ûl tutulan ve İznik’ten Delı-Orman taraflarına kaçmakla bu husustaki faali­ yeti meydana çıkan Şeyh Bedreddin Mahmud, üzerine sevkedilen kuvvetlere mukavemet etmiyerek, yakalanıp Selanik taraflarına git­ mekte olan pâdişâhın S er ez 'de tevakkufu sırasında oraya getirildi ve durumu ulemâ tarafından tetkik olunduktan sonra, cemiyet nizâmını bozmakla itham olunarak, Sâdeddin Taftazânî ’nın talebelerinde heratlı Molla Hay­ dar ’ın şer'an kam halâ!, fakat malt haramdır diye verdiği fetva üzerine, Serez pazarında asıldı ve mallan vârislerine bırakıldı (823 rebiülevvel ve 1420 martından sonra ). Bu hâdise­ de alâkasından şüphe edilen Mihal-oğlu Meh­ med Bey de Tokat kalesine hapsedildi. Bedr­ eddin ’in ölümü Ş a k a i k tercümesi ile Oruç Bey tarihinde 820 (1 4 1 7 ), B ehiştî'de 822 ( 1419 ), C ih a n n ıim â ile Î A , İstanbul tab., mad. BEDREDDİN 'de 823 ( 1420) olarak gösteril­ mektedir. Şeyh Bedreddin menâkıbinde 27 şevvâl cuma günü denilmiş, fakat senesi gös­ terilmemiştir. M a n ü k i h 'â e kaydedilen tarih mısramdan 812 senesi çıkıyor. Neşri tarihi İle Nûruosminiye kütüp., nr. 3080, Tarihî takvim hâriç olarak, osmanlı tarihlerinde Düzme Mustafa denilen ve Yıldı­ rım Bayezid ’in oğullarından olan Mustafa Çelebî Ankara muharebesinde ordunun mer­ kez kolunda bulunurken, mağlûbiyeti müte­ akip arattırılmasma rağmen, ölü veya diri olarak bulunamamış ve sonra meydana çı­ karak, Timur 'un ölümünden sonra, Anadolu ’ya dönüp ( Enverî, Düstûrnûme, nşr. -M. H. Ymanç, s. 91 ), bir müddet Niğde ’de kal­ dıktan sonra, Kastamonu tarafına gelmiş, îsfendiyar Bey ile anlaştıktan sonra da, Ef­ lâk tarafına geçmiştir (Dukas, s, 117 ve Chalkokondyles, frns. tre., s. 97 ). lorga (I, 366 — 370) Mustafa Ç e le b î’nın adamların­ dan birinin 1415 ’te efeni!:s ine yardım istemek üzere V enedik’e gittiğini ve oradan d ”



5°4



MEHMED I.



Eflâk prensinin yanına gitmesi tavsiye edil­ diğini, Eflâk beyinin şehzadeyi kabul edip, Cuneyd Bey ’in Mustafa Çelebi ’ye iltihâk eylediğini yazıyor ki, bu mÜiâiea ile Du­ kas ve Chalkokondyles 'in kayıtlan birbi­ rini tutmaktadır. Bizans kaynaklarına ve on­ lardan naklen J. v. Hammer 'e göre, Mustafa Çelebi Trakya 'dan geçerek, Tesalya tarafına gitmiştir. Iorga onun ilk baharda İstanbul 'a gelip, oradan deniz yolu ile Selanik ve Te­ salya taraflarına gittiğini kaydediyor. Mustafa Çelebi Tesalya ve Selanik 'e yakın yerlerde sal­ tanat iddiası ile faaliyete başlamış İse de, Ç e­ lebi Mehmed ’in sür’atle yetişmesi üzerine, mağlûp olarak, Cüneyd ile beraber geceleyin Selanik kalesine iltica etmiştir. Çelebi Mehmed, ertesi sabah mültecileri istedi ise de, Selanik valisi imparatorun müsâadesi olmadan teslim edemeyeceğini beyân ile Özür dilemiş ve niha­ yet imparator da Çelebi Mehmed hayatta ol­ dukça bunları salıvermeyeceğini yemin ile taah­ hüt etmiş olduğundan, pâdişâh Selanik muha­ sarasını kaldırmıştır. Pâdişâh İmparator ile bu husûsta yaptığı anlaşmada Mustafa Çelebi için her sene imparatora 300.000 akçe ver­ meği taahhüt etmiş, Manuel, mültecileri evvelâ İstanbul ’a getirtmiş ve sonra Mustafa ’yı Lini­ ni adasına yollayarak, muhafaza altına aldır­ mıştır ( Dukas, s. 121 ve Franzes, s. 113. Bu ikinci kaynak Mustafa 'mn Mora 'da Mizistra 'ya gönderildiğini ve son zamanda orada bulun­ duğunu beyân ediyor). Bizans tarihçileri Mus­ tafa Çelebi vak'asının tarihini göstermiyorlar. J. v. Hammer ( trk. ire., II, 141 ), tarih göster­ memekle beraber, Mustafa Çelebi meselesi hak­ kında imparator ile Çelebi Mehmed arasında anlaşma olduktan sonra, aynı senede osmanh padişahının İstanbul yolu ile Anadolu'ya geç­ tiğini beyân ettiğine göre, bu hâdisenin 833 ( 1420) senesinde vukû bulduğu anlaşılmakta­ dır. Mustafa Çelebi hâdisesinden sonra, Mus­ tafa 'yı himaye ederek, Rumeli 'ye salıveren Eflâk prensinin arâzisine akıncı kuvvetleri sevkedilerek, öç alınmıştır (D ukas, s, 121 ). Mustafa Çelebi vak'asını müteakip, Çelebi Mehmed 823 'te İstanbul yolu ile Anadolu ta­ rafına geçeceğini imparatora bildirmiş idi. Ma­ nuel, padişahın istikbâline bir hey'et yollamış, bu hey'et şehir hâricinde Çelebi Mehmed *i karşılayarak, Tophane sahillerine getirmiştir. Orada imparator tarafından karşılanan ve ken­ disine ayrı bir kadırga tahsis edilen pâdi­ şâh Üsküdar tarafına geçirilmiş, imparator da şahsına mahsus kadırga ile ona refakat etmiş­ tir. Çelebi Mehmed Üsküdar ’da imparatora veda edip, İzmit üzerinden Bursa'ya gelmiş ve bir müddet sonra da Gelibolu yolu ile



Edirne 'ye dönmüştür. Çelebi Mehmed daha sonra, Edirne civarında avlanırken, ormandan çıkan bir domuzu tâkip sırasında, nüzûi isa­ beti ile baygın bir hâlde attan düştü ve hemen kaldırılarak, sarayına getirildi. Pâ­ dişâhın bu âııî hastalığından heyecanlanan asker pâdişâhı görmek istedi ve kendisi zorlukla divan mahalline çıkarıldı. A sk®r onun sağ olduğunu görerek, sevindi ( Dukas, s, “ 3 )*



Pâdişâhın hastalığı Manuel tarafından haber alınınca, hatır sormak için, bir elçi gönderil­ miştir ( Hayrullah Efendi, VI, 93 ). Phrantzes ise, padişahın hastalığından bahsetmeyerek, İstan­ bul 'dan geçerken kendisine karşı yapılan dos­ tâne tezahüratın bıraktığı intibaı Öğrenmek üzere, gönderildiğini beyân ediyor (s. 113). Çelebi Mehmed gelen bizans elçisini kabul etmiş ve bir kaç günden beri hasta olduğunu ve iyi olunca, görüşeceklerini söylemiştir. Fa­ kat bu hastalıkta kurtulamıyacağmı anlayınca, vezirleri Bayezid, İbrahim ve Hacı İvaz Paşa 'lar 1 davet ederek, onlar ile gizlice görüşmüş ve büyük oğlu Amasya vâlisı Murad 'm hemen dâvet edilmesini ve hükümdar olan oğlu tara­ fından iki küçük kardeşinin katledil memesi için, bunların imparatorun yanma gönderilme­ sini vasiyet etmiş ve Murad ’ı dâvet maksadı ile, acele adam çıkarılmıştır. Ertesi günü nü­ zulün tekrarlaması üzerine, dili tutulmuş ve akşam üzeri de vefat etmiştir. 824 cemâzİyelevveli sonları (1421 haziran). Ç e le b i. Meh­ med 'in vefatı günü ve tarihi kabir ve türbe kitabelerinde gösterilmemiştir. Bu hususta türk ve bizans kaynaklarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Bütün bu rivayetlerden, o dev­ ri yaşayan Bahcat al-tavârih müellifinin kay­ dım tercih etmek lâzımdır. Ekseriyet Üzere hastalığın kısa sürdüğü kabûl edilmektedir. Çelebi Mehmed ’İn Murad ’ın acele getirilme­ sini istemesi, kendisinin ölümü vukuunda bira­ deri Mustafa Çelebi 'nln imparator tarafından salıverilmesi ihtimali idi ( Dukas, s. 128 v.d.); çünkü imparator ile yapılan anlaşma kendisi­ nin hayatta bulunduğu müddetçe biraderinin salıveril memesi ile takyit edilmiş ve bundan do­ layı Çelebi Mehmed 'in Ölümü son derecede gizli tutulmuş idî. İmparator tarafından padişaha gönderilen Leondarİ Dimitrios, aradan epeyi gün geçtiği halde kabûl edilmediği için, şüp­ helenmiş ve nihayet bİr vâsıta İle Ölümü ha­ ber alır-almaz, bunu İstanbul'a bildirmek üzere çıkardığı bir kaç ulak, yolların tamamen ka­ panmış olmasından dolayı, gidememiş ve niha­ yet Leondarİ ölüm haberini deniz yolu ile im­ paratora bildirmeğe muvaffak olmuştur (Phrant­ zes, s. 113),



MEHMED I. Çelebi Mehmed ’in cesedi tahnit edilerek, sarayda muhafaza edildi ; asker ve halk ken­ disini hayatta sanıyorlardı ; Murad 'm Bursa 'ya doğru yola çıtığı haberi beklendi. Bursa 'ya gel­ diği haber alınmca, Anadolu taratma seferi olduğu ve padişahın hastalığı dolayısı ile yal­ nız gideceği söylenerek, Anadolu sahiline geçi­ rildi ve nihayet Ölümü bildirmemek için, türlü tedbîrler He hareket olundu, Bu suretle, vefat hâdisesi Suttan Murad ’ m Bursa'ya gelmesine kadar (4 0 -4 2 gün ) saklandı ve Bursa’ya geti­ rilerek, meşhur Yeşil türbeye defnedildi. Ç e­ lebi ’nin bu tarihte 43 veya 47 yaşında olması muhtemeldir, Çelebî Mehmed beyaz yüzlü, kara gözlü, kara ve çatık kaşlı, sık sakallı, açık alınlı, ge­ niş omuzlu, orta boylu, uzun kollu ve güler yüzlü idi. Osmanlı devletini bir idare altın­ da topladıktan sonraki hükümdarlığı, hicri tarih ile 7 sene 11 ay ve bir kaç gün ve milâdî hesabı ile , 7 sene 8 ay ve bir kaç gündür ( bk. Bahcat dl-tavarih ). Çelebî Mehmed, ne babası Bayezİd ve kar­ deşi Mûsâ Çelebi gibi sert ve şedid, ne de diğer kardeşi Süleyman Çelebî gibi yumuşak ve kayıtsız id i; mâkul hareket eden, sabırlı, azım ve irâde sahibi, sözüne ve vaadine sâdık, nâzik, vakur ve ciddî bir bîr hüküm­ dar idi. Yalnız dostuna değil, düşmanlarına da kendisini sevdirerek, itimat telkin et­ miş ve saydırmıştır. Çelebî Mehmed hakkın­ da osmanlı tarihlerinden başka, yabancı kay­ naklar da İyi şehâdette bulunmaktadır. Za­ manı vekayii gözden geçirilince, bu kana­ atte isabet olduğu anlaşılır. İyi görüşü, vazi­ yeti kavrayarak, isteğini ve hâdiseleri ona göre ayarlaması, zamanına göre uysal davra­ narak, ileri gitmeyişi, seri hareketi kendisini en tehlikeli gailelerden başarı ile çıkarmış­ tır. Küçük ve büyük 24 muharebede bulunarak, 40’a yakın yara aldığı rivayet ediliyor (A/intâyic aUvuka ât, I, .30 ). Emellerinin en başında babası zamanındaki yerlerin istirdadı geliyor­ du; bunun için çalışmış ve büyük mikyasta muvaffakiyet elde etmiştir. Venedikliler ile yukarıda zikredilen deniz muharebesi istisna edilecek olursa, Bizans ile ve diğer devletler ile dost geçinnvştir. Çelebî Mehmed'in, Mem­ lûk sultanı Melik Müeyyed Şeyh ile münâsebatı çok samimî olmuştur ( karşılıklı mektup­ lar» İçin bk. Ibn Hicca al-Hamavi, Kahvat alinşâ', Nuruosmâniye kutup., m. 869) Karamanoğlu Mehmed Bey'in 822 ( 1 4 1 9 ) 'de Memlûk ordusu' tarafından esir edilerek, K ahire’ye götürülmesi üzerine, Karamanlıların Kayseri Vtn zaptı hususundaki teşviklerine ehemmiyet ermeyen Çelebî Mehmed, dostluğu bozmamış,



neticesi raeehûl bir maceraya atılmamıştır. Yerli ve yabancı hemen bütün kaynaklar Çe­ lebi Mehmed ’in dirayetinden, sebatkârlığmdan, İyi ahlâkından ve daha bir çok meziyetlerin­ den bahsetmektedirler. Mehmed I. 817 ( 1414 ) ’de Bursa’da câmî, medrese, imaret ve kendisine türbe yapıl­ masını emretmiş, derhal başlanan İnşâat ne­ ticesinde câmİ zilhicce 822 ( kânun I. 1419) ’de itmam edilmiş; camiin karşısında, yük­ sekçe mevkide bulunan 8 dılı’Iı türbesi ise, 824 ( 1 4 2 1 ) 'te tamamlanmıştır. Bu te’sîslere tahsis edilecek vakıflar lıakkmda ( Aşık Paşa-zâde, Behiştî, Neşrîy Hoca Sâdeddin, Â lî ve başkaları g ib i) türk kaynaklarında, Orhan tarafından zaptolunan, sonra tekrar bizanshİara geçen yerlerin Kara Timurtaş Paşa-zâde Umur Bey tarafından İstirdad ettirildiği kayıt­ lı ise de yanlıştır; çünkü o tarihlerde Üsküdar 'dan itibaren, İzmit körfezine kadar olan sa­ halar ( msl. Kartal, Pendik, Gebze, Kandıra, Şile ve bu havâüde daha bir çok yerler) osmanlı topraklarına dâhil bulunuyordu. Bu cihet Çelebî Mehmed zamanında tahrir edilmiş bir vakıf defterinden öğrenilmektedir ( Baş­ vekâlet arşivi, salon 40, Fâtih kutusu ). Bun­ dan başka Bizans 'a elçi olarak gönderilen Fazlullah 'm Gebze kadısı olması da, bu fikrin doğruluğunu gösteren diğer bir delîl teşkil eder. Çelebî Mehmed’in türbesinin karşısına dü­ şen medresesi, bu gün müze hâline konulmuş olup, Bursa medreseleri arasında Sultanîye adı ile meşhur idi ( Mir'âUi kâinat, H, 344 ve Kunh al-ahbâr, V, 181 ). Cami ve türbe­ deki çiniler ve ağaç oymalar san’at itibârı ile şaheser sayılır. Cami ve türbenin mimarı vezîr Hacı İvaz Paşa 'dır. Bunlardan başka Edirne ’de Evliya Çelebî ( Seyûhatnâme, HI, 330 ) 'nin Ulu cami dediği eski câmi de ( câmi-i atîk ) bu pâdişâh tarafın­ dan tamamlanmıştır. Bu eski camiin inşâsına Emir Süleyman zamanında başlanmış, Mûsâ Ç e­ lebi zamanında inşaat pencerelere kadar var­ mıştır. Tamamlanması tarihi şevval 816 ( kânun II. I 4 i 4 ) ’dır ( Behiştî, s. 30; Oruç Bey, s. 45; Lîitfi Paşa, s. 74; Â lî, V, 181; Evliya Çelebî, İH, 430 ve kitabesi için bk. Tayyib Gökbîlgin, Edirne ve Paşa livası, s. 196). Çelebî Mehmed, bu eski camie vakf olmak üzere, Edirne 'deki bedestanı yaptırmıştır ( Kâtib Ç e­ lebî, Cihan-numâ, Rumeli kısmı, hususî ku­ tup., s. 33), Bu pâdişâh Am asya’da şeh­ zade türbesini 813 ( 1410 ) ’te yaptırm ıştır; oğlu Kasım orada medfundtsr. Kâtib Çelebî'nin Çelebî Mehmed tarafından Edirne ’de bir ds~ rüşşifâ İnşâ edildiğine dâir kaydı yanlıştı*'.



So6



MEHMED I. -



MEHMED II.



E dirne’deki eski saray'm 819 ( 1 4 1 6 ) 'da Ç e­ III; Manakib Şayh Badr ab D in ( hususî kütüp, lebi - Mebmed tarafından inşâsına başlandığı nüshası); Dukas ( trc. Mirmır-oğlu); Frantzes rivayet edilmektedir. ( Bonn tab. ); Cbalkokondyles ( Paris, 1632 ); Saltan Mehmed I. ’ın en büyüğü Murad ol­ Paul W ittek, Menteşe beyliği ( trc. O. Ş. mak üzere, Mustafa, Kasım, Ahmed, Yusuf GÖkyay, Ankara, 1944); Schiltberger (trc. ve Mabmud adlarında altı oğlu ile yedi Hakkı Muhlis, A li Emirî, nr. 281 ); Bazm kızı olmuştur. Oğullarından Kasım şaban 809 u razm ( İstanbul, 1928 ); Tavârîh-i kurûn-i ( kânûn II. 1407 ) başında Amasya ’da ( İ, H. mazi i Tarihî takvimler (nşr. T T K ), 1954; Uzunçarşıîı, Kitâbeler, s. 135 ) ve Ahmed yine Takvîm-i nacümUi Hattâbî { Topkapıbabası zamanında ( Bakcat abtavârih, s, 324 ) sarayı, Bağdad köşkü kütüp., nr. 310)* Bursa ’da vefat etmişlerdir. Şehzade Ahmed Jin Kitab f i bayan ahval al-aca ib va H-ğaraıb 832 ( 1428 ) ’de katledildiği rivayeti yanlıştır. Ç e­ ( Nûruosmâniye kütüp., nr, 3080); Gazzilebi Mehmed Öldüğü zaman, Murad Amasya ’da, zada 'Abd al-Latif, Kavzat al-muflîhün Mustafa da Hamıd-lli (İsparta) ’nde sancak beyi (hususî kütüp.); Belîg, Güldestemi riyâz-ı bulunuyorlardı. Diğer İki şehzade, Yusuf ile irfan ( Bursa, 1287 ); Haşan Fehmi, Barsa Mahmud, henüz küçük yaşta idiler. İsparta rehberi ( husûsî kütüp.); Memduh Koyunsancak beyi Mustafa, Murad II. ’m hükümdarlığı luoğlu, İznik ve Bursa (1933); Mecdî, zamanında, saltanat iddiasına kalktığından, Şâkâ'ik-i Nu manîya tercümesi; I. H. İznik’te yakalanarak, boğdurulmuş ve daha Uzunçarşıîı, Anadolu beylikleri, Ak-Koyun­ sonra Yusuf ile Mahmud 'un da gözlerine mil lu ve Kara-Koyanlu devletleri ( nşr. TTK. çekilmiştir. Bu iki şehzade 1428'de Bursa'da Ankara, 1937); Talât Mümtaz, Kastamonu bir tâû.ı salgınında vefat etmişlerdir. tarihi ( 1936); Evliya Çelebî, Segahat-nâme, Çelebi Mehmed ’in yedi kızından Selçuk, II ve III; Nişancı-zâde, Mirât-ı kâinat (İs­ Hafsa, Sultan, A yşe ve Hadîce hatunların tanbul, 1210 ); Vakıflar dergisi, II, 1920; adları ( Bursa tahrir defteri, nr. 453 ) bilinmekte T, Gökbilgin, Edirne ve Paşa livâsı ( İs­ ise de, diğer iki kızının adları şimdilik meç­ tanbul, 1952); Kâtib Çelebî, Cihannümâ huldür. Bunlardan Selçuk Hatun Candar-oğul( nşr. Müteferrika ) ve Rumeli kısmı ( hu­ larmdas îsfendiyar Bey 'in oğlu İbrahim Bey susî kü tü p.); İbn Tağribardi, al-Nucüm 'e verilmiş ve bundan oğul ve kızları olmuş­ abzahira*, Makrîzi, Kitab absulük li-ma'ritur. Selçuk Hatun, İbrahim B ey ’in vefatından fat al-duval va ’l-mulük ( Ayasofya kütüp., sonra, Bursa 'ya dönmüş, 890 ( 1485 ) ’da yaşlı nr. 3376 ); Sahâvı, Vaclz al-kalâm ( Köp­ olarak, vefat etmiştir. Hafsa Hatun, Candarrülü kütüp., nr. 1189); Kitab sîrat absultân zâde vezîr-i âzam İbrahim Paşa ’nın oğlu Mah­ ab Malik al-Zahir Çakmak ( Topkapısarayı, mud Çelebi ile evlenmiş ve 847 ( 1443 ) 'den Ahmed III, kütüp., nr. 292 ), s. 296; Fevzi sonra hacca giderek, Mekke 'de vefat etmiştir Kurdoğlu, Türk deniz muhârebeleri ( İstan­ ( Tâc abtavârih, I, 330 v.d.J. Sultan Hatun, bul, 1932 ); Talfi al-Din A bi Bakr İbn Hİccat Îsfendiyar Bey 'in diğer oğlu Kasım Bey ’e ve­ al-Hamavî, Kahvai al-tnşâ’ ( Nûruosmâniye rilmiş, 848 ( 1444 ) ’de ölmüştür. Çelebi Meh­ kütüp., nr. 869); Kitab dîvân abinşa ( Paris, med 'in diğer 4 kızı, Murad II. zamanında, KaBibi. Nat., arap. yazmalar, nr. 4439); Gibbons, raman-oğullarmdan İbrahim, Isa ve A li Bey ’ler Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu ( trc, ile evlendirilmişler ve birisi de Varna muhare­ Râgıb Hulusi, nşr. Türkiyat enstitüsü, 1928 ); besinde şehid olan Karaca Bey ’e verilmiştir, Hazârfan Husayn, Tankih abtavârify ( husûsî Ayşe Hatun ’un Edirne ’de 873 ( 1468 ) tarihli kütüp.); İsmail Gâlib, Takvîm-i meskûkât-ı câmii ve mahallesi vardır ( Kâtib Çelebi, osmâniye (İstanbul, 1307); Halîl Edfıem, agn. esr., s. 34 ). Karaman-oğlu İbrahim Bey 'in Meskûkât-t osmâniye; Şaraf al-Din Yazdi, zevcesinden, Pîr Ahmed, Kasım ve Alâeddin Şafar-nama; Ntifam al-Din Şâmİ, Zafar-nâ­ isimlerinde, 3 çocuk dünyaya gelmiştir. Selçuk ma (nşr, Feliz Tauer), 1937; Hüseyin HüHatun ’un İbrahim Bey ’den doğan Hadıce Hatun sâmeddin, Amasya tariki (İstanbul, 1927), adındaki kızı Murad II. zamanında vezîr olan III; î. H. Uzunçarşıîı, Kitâbeler, 1. kısım ( İs­ Koca Mehmed P a şa ’nın oğlu Mahmud Bey ile tanbul, 1927); Bahcat abtavarîh (Nûruos­ evlendirilmiş ve sülâlesi yürümüştür. Candarhmâniye kutup., nr. 3059 ve Umûmî kütüp., zâde Mahmud Bey 'in Hafsa Hatun 'dan olan nr. 4902). . >( İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI. ) Süleyman Çelebi adlı oğlu 86o ( 1456) ’ta ve­ MEHMED II., O s m a n l ı h ü k ü m d a r ı fat ederek, Çelebî Mehmed türbesi bahçesine v e İ s t a n b u l ' u n f a t i h i olup, 30 mart defnedilmiştir. t 1432 pazar günü seher vakti (b k. İnalcık, Bibliyografya*. Camf abdaval, Fâtih devri, I, 55), Edirne'de dünyaya gel­ Umflmî kütüp., nr. 5020; Şaha i f abahbâr, I di. Murad II. 'm dördüncü oğlu olan Meb-



MEHMED II. med ’in 6 yaşında Amasya ’ya vali tâyin edildiği iddiası (H . Hüsâmeddin, Amasga ta­ riki, III, 207, 209 ) şüphelidir; onun 144.3 baharında iki lalası, Kassab-zâde Mahmud ve Nişancı İbrahim b. Abdullah Bey ’ler ile, Edirne 'den Manisa’ya vali gönderildiği malûmdur ( Fâ­ tih devri, s. 55). O yıl sonlarında, ağabey isi Amasya valisi şehzade Alâeddin A li Çelebî ’nin vefatı üzerine, tahtın yegâne vârisi durumuna geldi. Tahttan çekilmeği düşünen Murad II., 1444 baharına doğru, onu Manisa 'dan yanına getirtmiştir. Aynı yılın 12 haziranında, Edir­ ne 'de macar kıralı, sırp despotu ve Yanko 'nun elçileri ile sulh muâhedesi imzalanırken, Mehmed hazır bulundu. Ondan sonra Murad İL „oğlu Mehmed H an'ı tahtına geçirüp, kayma­ kam “ ederek ( H, 849 tarihlî takvim, nşr. O. Turan, s. 42 ), Anadolu’ya geçti ve temmûzda Yenişehir'de Karaman-oğlu ile kendi adına ve «Mehmed Bey" adına bir sevgendnâme (ahidııâme) imzaladı ( bk, Belleten, sayı 1, s. 120). Oradan dönerek, ağustosta Mihalıç ovasında kapı-kulu ve paşalar önünde tahtı resmen oğlu Mehmed’e bıraktığım İlân etti ( Fâtih devri, s. 61— 67 ). Kendisi Bursa civarında zâhidler ile itikâf hayatına çekildi. Murad II. bu muahe­ deler ile şarkta ve garpta devleti emniyete kavuşturduğunu sanıyor ve kendi sağlığında oğlunun tahta sağlamca yerleştiğini görmek istiyordu. Fakat devletin 12 yaşında, tecrü­ besiz bir gencin eline bırakılması derhâl içe­ ride ve dışarıda büyük buhranları davet etti ve bu hesapları yanlış çıkardı. Bu buhranlı de­ vir ( 1444—1446) Mehmed'in bundan sonraki hayat ve faaliyetinin istikametini çizmiştir. Çandarh Halil Paşa ’nın yapmış olduğu sulh muahedeleri ile devletin dayanağı sayı­ lan gazâ esâsı terkolunmuş, Balkanlarda ve Anadolu 'da Murad II. zamanında alınmış olan yerler düşmanlara geri verilmiş bulunuyordu. 1440 'ta tamâmiyle fetholunan sırp despotluğu, eski sahibi Georg Brankovid ’e geri verilerek, ihya olunmuş, Eflâk beyinin tâbiiyet bağları macar tavassutu neticesinde gevşetilmiş, yâni şahsen padişaha kulluğunu sunmağa gelmesi şartı kaldırılmış, boylece osmanlı ülkesi etra­ fında bu iki beyliğin üzerinde macar nufuzu kuvvetlenmiş idi. Anadolu 'da ise, Karamanoğluna, Beyşehri, Ak-Şehir, Seydi-Şehir ve Ok­ luk hisarı terkolunmuş, büyük bîr ric’at yapıl­ mış idi. C Murad II. tahttan çekilince, hâdiseler Osmanlılar aleyhine sür’atle gelişti. Arnavutluk ta­ mâmiyle elden çıkma tehlikesi gösteriyordu. Cenubî Arnavutluk ’ta Gin Zenebissî ayaklan­ masını şimalde eski Akça-Hisar su-başısı İs­ kender Bey ’in isyanı tâkip etti. Cenupta Mora



5°7.



despotu Konstautin, Korint berzahım aşarak, osmanlı nufûz bölgesine hücum etmekte idi. O zaman Raguza cumhuriyetinin dahi Macaris­ tan 'a tâbî olması, Balkanlarda osmanlı nufûzunun ne derece gerilemiş olduğunu göster­ mek bakımından, zikre değer. 1443 kışında düşman ile birleşerek, S o fy a ’da bir vladikayı başlarına getiren bulgarlar bile bir tehli­ ke unsuru olarak görünmekte idiler. Asıl büyük tehlike Osmanhlan Avrupa 'dan çıkarmanın tam zamanı geldiğine inanan papa, Bizans im­ paratoru ve Venedik ’in faaliyetleri neticesin­ de Edirne 'de kararlaşan sulha karşı, Macaris­ tan 'da bir cereyanın uyanmış ve bir haçlı seferi için hummalı hazırlıklara başlanmış ol­ masıdır, Garplılar, Bizans’m aracılığı ile, Karaman-oğlu ’nu da, müşterek taarruzda aralarına almağa çalışmışlardır ( Fâtih devri, s. 32 v. d.). On iki yaşında bir çocuk olan Sultan Meh­ med aynı zamanda korkunç bir iç buhran He karşı-karşıya kaldı. O yaz payitahtta paşalar arasında uyanan ikilik ve rekabet Edirne ’de korku içindeki balkın Anadolu 'ya kaçışı, nümayişler ve nihayet kanlı hurûfî ayaklan­ ması ( 22 eylül 1444 ) ve şehri harap eden bü­ yük yangın bu buhranın başlıca tezahürleridir ( tafsilât için bk. Fâtih devri, s. 35— 38, 69 v. d. ). İç hâdiselerde en ehemmiyetli mesele Murad II. ’m tahttan çekilmesi He meydana çı­ kan iktidar buhranıdır. Çocuk pâdişâh duruma hâkim olamıyordu. Murad II. devleti daha ziyâ­ de ulu vezîri Halîl Paşa ’mn dirâyetli ellerine bırakmış idi. Fakat diğer rical, bilhassa Çandarİı ’mn eski rakibi Rumeli beylerbeyi vezîr Şihâbeddin Şahin ile şehzade lalası Nişancı İbrahim ve Zağanos P aşa’lar ( hepsi kul aslın­ dan ) Çandarlı 'ya karşı Mehmed II. ’in et­ rafında toplanmışlar, hakikî iktidarı genç pâdişâh adına, Çandarh ’nın elinden almağa çalışıyorlardı ( bk. Fâtih devri, s, 79 v. d .). Bu­ gün yeni bir kaynak sayesinde biliyoruz ki, ( Gazâvât-nâme-i Saltan Murad; bk. Fâtih devri, s. 9 ), yine o yaz Orhan Çelebî, tahtı küçük Mehmed ’in elinden almak ümidi ile, İs­ tanbul ’dan harekete geçmiş, tnceğiz 'e gelmiş, iarafdar bulamayınca, Dobruca’ya kaçmış ve nihayet Şihâbeddin Paşa ’mn sıkı takibi neticesinde, bir şey yapamadan, sahil yolu ile tek­ rar İstanbul’a sığınmıştır ( bk. Fâtih devri I, 37 v. d.). Haçlı ordusu 18—22 eylülde Tuna’yı aşmt( tır. Macarîar ile hareket eden en büyük ya; dımcı kuvvet Eflâk beyinin gönderdiği askc idi. Bir haçlı donanması, Anadolu ’dan kuvve geçmesini men’etmek için, boğazlan tutmuş id Osmanlı devleti Ankara muhârebesinden be devlet bu kadar büyük bîr tehlike ile. karşıh



508



MEHMED II.



mamış idi. Çandarİı ve taraf dar! an Marad II. ’ı tekrar iş başına getirmekten başka çâre olma­ dığını düşündüler. Bursa ’ya gönderilen Kassab-zâde Mehmed Bey ’in İsrarları neticesin­ de, nihayet Murad II. inzivasını bıraktı; Edİrne ’ye geldi. Şehre gitmeyip, civarda konak­ ladı, Bu esnada Balkan geçitlerinin tutuldu­ ğunu gören düşman, şimalî Bulgaristan ’ı çiğ­ nemiş ve Şumnu üzerinden, Varna’ya doğru deriliyordu. Edirne tehlikede idî. Şihâbeddin ve Zağanos, genç padişahı ordunun başına geçirmek ve babasını Edirne muhâfazasına bırakmak istiyorlardı. Murad II. ve Çandarİı, Sultan Mehmed ‘i bu arzudan güçlükle vazgeçirebildiler. Murad II. idaresinde hareket eden ordu düşmanı Varna 'da buldu. Hukukî bakımdan pâdişahlığı devam eden Mehmed IE. Çandarİı ile payitahtın muhafazasında kalmış­ lardı. Varna ’da ilk macar taarruzu muvaffak olmuş ve bir çok firariler Edirne ’ye döküldü ( *o teşrin II. 1444). Şehirde korku başgösterdi. Büyükler Dimetoka kalesine sığındı­ lar. Ertesi gün zafer beşâret-nâmesi geldi. Sa­ vaşın kazanılmasında Yanko karşısında sol kola kumanda eden Şihâbeddin Paşa ’nın büyük yararlığı görülmüş idi. İslâm hükümetlerine yazılan fetihnamelerin bazıları zamanımıza kadar gelmiştir ve Sultan Mehmed adına ya­ zılmıştır ( bk. Fâiih devri, I, 202 ; ancak Cihanşah'a gönderildiği kaydedilen fetihname, sarih surette, Murad II. adınadır; A . Erzİ, Bel­ leten, 1950, sayı 56, s. 614-631). Çandarİı, Varna zaferinden sonra, nufuz ve itibârı yük­ selmiş olan ve fi’len iktidarı elinde tutan Mu­ rad II. ’ı hakikî padişah sayıyor ve rakiplerine karşı her hâlde Edirne ’de kalması için ısrar ediyordu. Murad Ih, istikbâli için tehlikeli ola­ bileceğini düşünerek, oğlunu hal'etmek iste­ medi ; Edirne ‘de bir kaç gün kaldıktan sonra, Manisa ’ya çekildi. Edirne ’de Çandarİı, Meh­ med II, 'e ve etrafındakilere karşı Manisa sa­ rayını en yüksek merci sayıyordu. Rakipleri onun ihtiyatlı sulh siyâsetine karşı fütûhatçı bir siyâsete terafdar olmuşlar ve genç pâdi­ şâhı bu yolda teşvika başlamışlardı. İstan­ bul’un fethi fikri bu tarihte tekrar ortaya atıldı ( Fâtih devri, I, 90 v.d.). Bu suretle Çandarİı ’nın ve Manisa sarayının nufûzu ber­ taraf edilebilirdi. İşte Varna muharebesini takip eden iki yıl zarfında devlet içinde bu ikilik ve rekabet vahim bir iktidar buhranı doğurmuş İdî. Mehmed II. bu yıllarda, kuv­ vetle Zağanos 'un te’siri altında olarak, İs­ tanbul fethini padişahlığının ilk şartı olarak, benimsemiş bulunuyor ve tabi’î Çandarİı ’yı başlıca engel görüyordu. Tehdit siyâseti sırp despotu ile Bizans imparatorunu olduğu kadar,



Kastamonu ve Karaman beylerini de telâşa dü­ şürmüş, bunlar Manisa ’dâ Murad II. ’a elçiler ile şikâyette bulunmuşlardır. Murad II. oğluna ve onu kışkırtan vezirlerine tevbihte bulunarak, durumu yetiştirmiştir ( Haşt bakişt ve Röhî). Çandarİı, Murad II. ’ı tahta getirmek için, bu defa her zamandan çok çalıştı, Manisa ’da İshak Paşa ve Anadolu beylerbeyi Ozgur-oğlu îsâ Bey de onunla iş-bİrliği yaptılar. Çandarİı bilhassa yeniçerilere güveniyor, Murad Ih ise, oğlunun durumunu tehlikeye düşürmeden ve bir iç harbe sebebiyet vermeden tahta gelmek istiyordu. Çandarİı ’nın rakiplerin i! genç pâdişâhı ba­ bası aleyhine körüklemelerinden bile korku­ luyordu ( Fâtih devri, I, 92). O zaman Ru­ meli 'deki durum bir değişiklik için zemin ha­ zırladı. Mora despotu, Korint berzahı sûr­ larım ( Kerme ) yeniden inşâ ettirerek, Osman­ lIlara meydan okuyordu. 1445 yazının sonla­ rında, Eflâk beyi Vlad Drakul, Yer-GÖğü kale­ sini Turahan-oğlunun elinden almış, buna karşı Davnd B e y ’in taarruzu bozgun ile neticelen­ miş idi ( h. 856 tarihli takvim-i hümâyûnda» naklen, Fâtih devri, I, 98 ). Bu sırada Edirne ’de korkunç bir yeniçeri isyanı patlak verdi. Ayaklanan yeniçeriler güçlükle Mehmed II. ’in sarayına kaçabilen Şihâbeddin Paşa ’nm sara­ yını yağma ettiler. Asîlerden bir kısmı İstanbul ’da bulunan Orhan Ç e îe b î’ye taraf darlıklarını ilân ettiklerinden, küçük padişahın tahtı teh­ likeye düşmüş idi. Hemen-hemen bütün kay­ naklara göre isyanı, Şihâbeddin P aşa’yı orta­ dan kaldırmak ve Murad II. ’ı tahta çıkarmak üzere, Çandarİı Halîi Paşa tertiplemiş idi. Fakat tehlikeli gelişmeler gösteren isyan, ye­ niçeri nlûfesİntn arttırılması ve itaat etme­ yenlerin, halkın yardımı ile, kılıçtan geçiril­ mesi sayesinde, bastırılabildi ( Kemal Paşa-zâde, s 17— 19 ). Bu suretle küçük pâdişâhın dev­ leti idare edemediği meydana çıkmış sayılı­ yordu, Çandarİı ’nm gönderdiği gizli haber ile daha 5 mayıs 1444 ’te yola çıkmış olan Murad II., ağustosta Edirne ’ye geldi ve yeniçerilerin yardımı ile tekrar tahta çıktı ( Fâtih devri, s. 99 — 103 ) ve Mehmed II. derhal Manisa ’ya gön­ derildi. Kendisine atabey tâyin edilen Zağa­ nos ve Şihâbeddin Paşa ’lar Çandarİı ’ya karşı intikam fırsatını beklemeğe başladılar. Meh­ med II. ’İn 1444 ağustosundan 1446 ağustosuna kadar sürmüş olan bu ilk saltanat devri şah­ siyetinde en kuvvetli te’siri husule getirmiştir. Çandarİı ’nm iktidarım kırmak, yeniçerileri te’dip etmek, faal bir gazâ siyâseti takip ve nihayet İstanbul ’u fethetmek fikirler! hep o zaman zihninde gelişmiş olmalıdır. Resmî unvanı ile Sultan Mehmed Çeieb' Sultan ’ın o zamanki durumu, bir defa pâdhf



MEHMED İt olmuş bulunduğundan, alel ade bir şehzadeninkinden farklı idi. İkinci padişahlığında kendi­ sine sunduğu Gazânâmed Rûm* da Kâşifi onun 1444'ten beri hiç bir zaman saltanattan çekilmemiş olduğu görüşünü hissettirmektedir ( krş. Dursun [ Tursun ] B^y, s. 33 ). Onun adına Ayasulug ’da kesilmiş h. 856 tarihli bakır paraya bakarak, hâkimiyet haklarım kullandığım ve Anadolu’da istediği gibi hüküm sürdüğünü iddia eylemek doğru değildir ( bk. Fâtih devri, I, 107 v,d.). Bu sırada Çandarİı ’mn adamı olan Ozgur-oğlu Isâ hâlâ Anadolu beylerbey­ liğini muhafaza ediyordu. Bununla beraber Ege denizinde Venediklilere âit adalara karşı, 1446— 1449 yılları arasında mütemâdi hücûmlar, gazâ mümessili sıfatını benimseyen Meh­ med Çelebi Sultan 'm hâkim olduğu bölgeler­ den yapılıyor ve Çandarİı tarafından tasvip olunmuyordu. Murad II., âsî İskender Bey ’e karşı yaptığı seferde, Mehmed Çelebi 'yi Manisa ’dan ge­ tirtti ( 1448 ) ; Yanko ( H unyadi) ’ya karşı yapılan Kosova meydan muhârebesinde »Han Mehmed" sağ kolda savaşa katıldı ( Fâtih devri, I, 107 ). Mehmed 1450 ’de Murad II. Tn ikinci Arnavutluk seferine de iştir âk etti. Orada Akça-Hisar önündeki muvaffakiyetsizîiğîn te’siri, 1450 teşrin II.— kânun I. ayında ( bk. Düstûr~nâme, s. 93 ), Edirne’de muazzam bîr düğün ile giderildi. Bu düğün Mehmed Çelebi ’nin Dulkadır-oğlu Süleyman Bey ’in kızı Sıttı Hatun ile izdivacı münâsebeti ile yapılmıştır. Mehmed 11. gelin ile Manisa ’ya gittikten az zaman sonra Çandarh tarafından gönderilen gizli bir mektup babasının öldüğünü ve acele payitahta hareket etmesini bildiriyordu ( 10 şubat 1451). Mehmed II, sür’atle Gelibolu’ya gelmiş, o zaman babasının ölümü haberi yayıla­ rak, Edirne ’de yeniçeriler ayaklanmış idi, Çan­ darh asker sevkederek, metin davrandı ve yeni pâdişâh adına ihsan vaad etti. Yeniçeriler »Çan­ darh Halil ’e olan hürmetleri sebebi ile" sükûnet buldular ( Chalkokondyles, s. 375 v.d.). ve pa­ yitahta gelen Mehmed II. ’e yeniçeriler sadâkat yemini ettiler. O, 18 şubat 1451’de, 19 yaşında olarak, ikinci defa osmanh tahtına çıktı. İlk saltanatının karışık ve gürültülü yıllarından sonra, Manisa 'da geçirdiği 5 yıllık ük gençlik çağında şahsiyetini olgunlaştıran ciddî bir Çalışma ve fikrî faaliyet gösterdiği anlaşıl­ maktadır, Bu sırada siyâsî durum da düzel­ miş İd i: Çandarh ’nm mâhtrâne siyâseti ve Murad II. 'm Mora ( 1446), Arnavutluk ve Kosova (1448) zaferleri, E flâk'ta Yer-GÖğü (Giurgiu ) 'nün alınması ( 1449 ), Balkanlar 'da osmanh nuföz ve hâkimiyetini yeniden kuvvetle



yerleştirmiş, yeni haçlı teşebbüsleri için garbın cesaretini kırmış ve İstanbul fethi imkân dâ­ hiline girmiş idi. Mehmed II. ’in cüiûsu düşmanlan ümit­ lendirip, harekete geçirdi. İlk saltanatı sı­ rasında devletin düştüğü perişan hâli ha­ tırlayanlar, Osmanh devletine son darbeyi vurmak zamanı geldiğine hükmetmişlerdi ( Fr. F ilelfo’nun 1451 mart tarihli mektubu için bk. Zinkeisen, G O R, I, 802 v.d.). Balkanlarda ve Anadolu ’da tâbi devletler hattâ Bizans, teh­ ditlerde bulunarak, tâvizler kopardılar ve ta­ arruza geçtiler. Anadolu 'da Karaman-oğfu İb­ rahim Bey Hamîd-İH 'nde bâzı kaleleri ele ge­ çirdiği gibi, onun tarafından tahrik olunan müddeîler Germiyan ’da, Aydm-İli 'nde ve Menieşe-İli ’nde faaliyete başladılar ve duruma hâ­ kim oldular. Bu müşkil şartlar içinde Mehmed II. yeniçerilere dayanan Çandarh ’yı fedâ ede­ memiş ve onu vezîr-i âzamhktan ayırmamış idi. Fakat Anadolu beylerbeyliğine Ozguroğlu yerine İshak Faşa 'yı gönderdi; Şihâbed­ din Paşa ikinci vezir oldu; Saruca ve Zağa­ nos da divana girdiler. Mehmed II. sırplar ve bizanstılar üe baba­ sının yaptığı muahedeleri tasdik etti. Anado­ lu 'dakî durum dolay ısı ile sırp despotu Georg Brankovi6 ’e, memleketine donen Mara Sultan 'm masrafları bahanesi ile, sırp hududunda Alaca-Hisar He bâzı yerler bırakıldı. Bizans imparatoru Konstantin de, Ç orlu ’ya kadar, bâzı yerleri aldığı gibi, İstanbul ’da alıkonul­ muş bulunan müddeî Orhan Çelebi ’nin mas­ raflarına karşılık, kendisine yıllık 300.000 ak­ çe ödenmesi taahhüt olundu. Sonra Mehmed II, bîr macar taarruzu ihtimâline karşı, bey­ lerbeyi Karaca Paşa 'yı Sofya 'ya gönderdi ve mayıs içinde kendisi ordu ile Anadolu'ya geçti. A kşehir’e geldiği zaman, bizans elçile­ ri peşinden yetişerek, Orhan Çelebi ’yi ser­ best bırakmakla tehdit ettiler ve yeni talep­ lerde bulundular. Pâdişâh Karaman* oğlu ’na, Arabistan ticâ­ reti için çok mühim Alâiye kalesini bırak mak suretiyle, bu tarafta sulhu te’min etti ve sür’atle Edirne ’ye dönmeğe çalıştı. Yolda, yeniçeriler sıkışık durumu fırsat bilerek, teh­ dide kalkışıp, bahşiş istediler} kendilerine 10 kese akçe bağışlandı ise . de, müteaki­ ben bir konakta Çandarh ’nın adamı olan ye­ niçeri ağası Kurtçu Doğan azledildi ve yeniçe­ ri yaya-başıları şiddetle cezalandırıldı. Edirne ’ye dönüşte ocak esaslı bir tensîke tâbi tu­ tuldu. Bu hareket genç pâdişâhın kâfi dere­ cede azimli olduğunu gösteriyordu. Bundan sonra Mehmed II. büyük teşebbüsleri için pa­ ra bulmak üzere, mühim mâlî İslâhata ve



$îö



M E h m £ D ıL



teftişlere başladı (Krİtovoulos, History o f Mehmed the Conqueror, tre. Charles Riggs, Princeton, 1954, s. 15 ). Pâdişâh, Karaman dö­ nüşünde, Halîl Paşa'ya, Anadolu-Hisarı karşı­ sında bir bisar yapılmasını emretti. Zağanos ’un gayreti ile, daha 856 muharreminde ( 1452 kânun II, — şu b at), sahilde ilk kale yüksel­ miş bulunuyordu ( E. H. A y verdi, Fâtik ve İstanbul dergisi, I, 63— 68 ). Rebiülâhtrda (n i­ san— mayıs ) büyük Zağanos burcu yapıldı. 26 martta padişah, ordu ve donanma ile bizzat ge­ lerek, diğer burçların ve sûrların inşâsına nezâ­ ret etti. Ağustos sonlarında İstanbul ’u Kara­ deniz iaşe merkezlerinden kesecek, AnadoluRumeli arasında orduların geçişini emniyet al­ tına alacak ve icâbında muhâsara ordusuna üss hizmeti görecek olan Boğaz-Kesen hisarı tamam­ lanmış oldu ( Fâtih devri, 1, 120 v.dd.). Bunu mü­ teakip Mehmed II. imparatora İstanbul 'u teslim etmesi, aksi takdirde harbe hazırlanması gerek­ tiğini bildirdi ( Dursun Bey, s. 42 ; Rûhî, harp ilâm, Phrantzes, s. 234 ‘e göre, hazirandadır; bk. Fâtih devri, I, 123 ). Mahir bir diplomat ve büyük bir devlet adamı olan Çandarlı, daha 10 eylül 1451 'de Venedik ile eski muahedeyi yenilemiş, Venedik ’in hassas olduğu buğday ihracâtı meselesinde müsaadekâr davranmış id i; Macarlar He 20 teşrin II. 1451'de, yine mühim müsaadatta bulunularak, 3 yıllık bir mütâreke imzalanmış, Sırp despotu ve Bosna kıralı Osmanhlar ta­ rafına kazanılmış idi ( lorga, G O R, II, 8 v.d.). Mora'da Turahan Bey-oğulları askerî faâliyete geçtiler (1452 son baharı). Bu suretle Bizans ’m 1451/1452 kışında Venedik'e elçi göndererek, garbı gevşek durumundan ayırmağa çalışması netice vermedi. Hıristiyan âlemi, hattâ Venedik Osmanhlarm bu işe girişmeyeceği kanâatinde idiler. Mehmed II,, bu teşebbüs için karşısında en büyük engel olarak Çandarlı ’yı görüyordu. Çandarlı biliyordu ki, fetih gerçekleşir ise, bütün iktidarı elden gidecek, rıc’at takdirinde İse, devletin durumu tehlikeye düşecek idi. Onun için bu teşebbüse girişilmemesi için elinden geldiği kadar çalıştı. Fakat buna karşı, Zağanos ve Şihâbeddin'in te'sir'ı altında bu­ lunan genç pâdişab, fethi mutlak iktidarımı! İlk şartı sayıyor ve buna karşı bir engel tanımıyordu. Fakat yine de koca vezîri, bu teşebbüste kendisi ile beraber görmek zaru­ retinde idi. Pâdişâh Edirne 'de büyük bir meşveret meclîsi toplayarak, meseleyi ortaya koydu. Bu meclisteki müzâkereler iki müstakil kaynak tarafından nakledilmiştir ( Taci Bey­ zade ve Krİtovoulos ). Buna göre Fâtih, gazâ n’anesi ile İstanbul’un Osmanh devletinin tnniyetİni tehdit ettiği noktalan üzerinde



durmuş, ve harpçi olup, fetihten bir değişik­ lik bekleyenler ( yâni Zağanos ) tarafından he­ yecan ile karşılanmıştır. Sûrların metanetini ve harbin tehlikelerini öne süren ihtiyatlı ricâl ( başta Çandarlı ), genç pâdişâhın îsrârı karşı­ sında, ekseriyete uymak mecbû*1,-etinde kaldı­ lar ( Fâtih devri, I, 125 v.dd,). 6 nisan — 29 mayıs arasında 54 gün süren İstanbul muhasarası esnasında hu iki görüş iki buhranlı anda tekrar çarpışmıştır ( bk. Fâtih devri, 1, 127— 131 ). Muhasaranın neticesi başlıca zaman unsuruna bağlı idi. Macarların Tuna 'yı aşmaları yahut bir haçlı donanması­ nın yetişmesi muhasarayı neticesiz bıraka­ bilirdi. Bu sebeple gerek bizanslılar, gerek türkler, harp esnasında dâima bu husustaki şayiaların te’siri altında kaldılar. Mayısın dör­ düncü haftası Yaoko ’nun ve bir haçlı donan­ masının harekete geçtiği haberi orduda yayıldı. Pâdişâhın sulh ile şehri alma teşebbüsleri de askeri sabırsızlığa ve endîşeye düşürüyordu. Niçin bir an önce taarruza geçi İmediği ( Zorzo Dolfin, tre. Sam im Sinanoğlu ve Suat Sinanoğlu, Fâtih ve İstanbul, I, 41 ) pâdişâhın »yapılması imkânsız bir işe girişerek, milletini mahva sürük­ lediği" (Phrantzes, s. 264, krş. Krİtovoulos, s. 70) şeklinde itirazlar belirdi. Toplanan harp mecli­ sinde Çandarlı *nın garp âlemini tahrik etmenin tehlikeleri hakkında açıklamaları ve uzlaşma lüzumuna dâir sözleri Zağanos tarafından ce­ vaplandırıldı. Bu zât hıritİyan hükümdarların birleşmeyeceklerihi, ordu gönderseler bile, os­ manh kuvvetlerinin onlara dâima üstün olduğu­ nu ileri sürdü ve »İtalya 'dan yardımcı kuv­ vetler gelmeden, şehrin zaptolunabîîeceği" fikrini şiddetle müdâfaa etti. Umûmî taarruz karârı verilerek, gününün tâyini Zağanos Pa­ şa 'ya bırakıldı. Şimdiye kadar muhasara hak­ kında garp ve türk kaynaklan tenkitli bir şekil­ de karşılaştınimamıştır ( bk. Fâtih devri, I, 127 — 131 ve Ş. Tekinalp, İstanbul enstitüsü dergisi, 1, 1— 26). Kayda değer ki, bcr iki kaynak gurubu, toplar ile sûrların yıkılmasını, bızansIılar ile frenkler ( îatinler ) arasında anlaşmaz­ lık çıkmasını ve müdâfaa baş.kumandanı Giovanni Gıusttaniam-Longo 'oun yaralanıp, ku­ mandayı bırakmasını, netice üzerinde müessir başlıca hâdiseler olarak, kaydederler. Taarruz günü evvelâ Edirne-kapısı tarafında »beş—on gâzî duvar üzerine çıkıp, sancak dik­ ti" (T â cî Bey-zâde, Mahrûsa-i İstanbul fetih~ nâmesi, TOEM, ilâve, 1331, s. 30; krş, E. Pears, The destruciion o f the Greek Em~ p i r e . ,. , London, 1903, s. 342 v. dd,). Fakat asıl ordu, Topkapısı ile Yahkapısı arasında açılan gediklerden şehre girmiştir ( bu gedik­ ler ve genişlikleri hakkında bk. Topkapısara^



MEHMED it. müzesi arşivi, vesika E. 11975, bu gediklerin tamir raporu olan bu vesika altındaki Hızır İmzası ük İstanbul kadısı Hızır Bey 'e âit ol­ malıdır. Ordunun „top yıktuğu gedükten** şehri fethettiği hakkında keza bk. Dursun Bey, s. $1, Düstûr-nâme, s. 90, Mekke şerifine gönderilen fetihname için bk. Feridun Bey, s, 24 ). İstanbul fethinde belirtilmesi gereken bir nokta da rum ahâlînin durumudur. lorga ( C O R, II, 22 ) müdâfaanın daha ziyâde 1atinîer tarafından yapıldığını belirtmekte haklı görünmektedir. İmparator, garbı harekete ge­ çirmek İçin, son anda (12 kânûn I. 1452), Ayasofya 'da papa ile evvelce imzalanmış ki­ liselerin ittihadı esâslarına göre, ilk âyinde hazır bulunmuş, fakat latinlere kin ve nefret besleyen halk kütlesi ve bir çok papazlar ile Georgios Scholarios ( Gennadios ) bunu protes­ to etmişlerdi. Şehirde J atin külahı görmekten ise, türk sarığı görmek evlâdır** sözü bun­ ların öteden beri parolası olmuş idi ( Dukas, Bonn tabı., s. 264 ). İmparator nufuzonu kayb­ etmiş idi. Muhasara sırasında rumlardan bir çoğu »para almadıkça çalışmağı reddedi­ yorlardı**; âilerinin iaşesi bahanesi ile, bir çoğu evlerine dönmüş id i; bunların müdâ­ faaya »dönmelerini te'min çok zor oluyordu*‘ ( Z, Dolfin, bahis XX ve X X V ). Tam kad­ rosu 8— 9.000 olan müdâfaa ordusunun 3.000 kişilik asıl faal kısmı latinlerden mürekkep olduğu gibi, baş-kumandanhğa da Giustiniani-Longo getirilmiş idi. Latinleri sevme­ yen Megaduk Lukas Notaras ( türk rivayetle­ rindeki Kir Luka ) ile Giustiniani anlaşamı­ yorlardı. Pâdişâh ise, şehri harap olmadan ele geçirmek istiyordu ( bk. Kritovoulos, s. 77), Mehmed II. fetihten sonra, Lukas'a imparatoru teslime ikna için neden çalışma­ dığını sorduğu zaman, o, bunu yapmanın ne kendi iktidarında, ne de impararorun elinde olduğu cevabını verdi ( Phrantzes, 291) ve ka­ bahati cenovalıiar ile Venediklilere yükledi ( Z. Dolfin, LXVII ). Ruhî ’ye göre de, »frenk kâfirleri‘‘ ramları savaşa devam etmeğe zorlamışlar­ d ık ( Fâtih devri, I, 131 ); zîrarum lar sâdece İstanbul ’u, fakat frenkler Levant ’taki bütün müstemlekelerini ve ticâretlerini kaybedecek­ lerini düşünüyorlardı. Fetihten sonra pâdişâh, latin kilisesi İle ittİhad aleyhinde olan Lukas ve diğer Bizans zadeganına başlangıçta çok iyi muamele etti. Asilzade esirleri, fidye ile, kendi­ si kurtardı ve yanma getirtti ( Dukas, s. 302 ). Şehrin boş kalmasını istemediğinden, fidyesini veren veya muayyen bir zaman içinde avdet eden rumlara şehirde yerleşme müsâadesi ver­ di; bunları vergiden muaf kıldı ve kendilerine evler tahsis etti ( Kritovoulos, s. 83). Hums-İ



S*1



Sultani olarak, kendi payına düşen esirleri Haliç kenarında (F e n e r?) yerleştirdi, ve onlara da evler verdi ( Kritovoulos 'a göre, savaşta ve yağma esnasında rumlardan ölenler aş.-yk. 4.000 kişi ve esirler 50.000 id i; bu son rakam mübâlegahdır; bk. A. M. Schneider, Die Bevolkerung Konstantinopeîs im XV. Jahr. Nachr. der Akad . der Wiss> in Cöttingen, 1949 ). İstanbul fethi Osmanlı imparatorluğunun ku­ ruluşunu ve padişahın durumundaki değişiklik ile müteâkip büyük fütuhatı hazırlayan esâs hâ­ dise mahiye tindedir. Fetih sayesinde Mehmed İL kendini cihanşümul bir imparatorluğun mü­ messili görmüş, mutlak ve hudutsuz bir ikti­ dar kazanmıştır. Bu telâkkî onun bir taraftan mütemâdî fütuhat faaliyetinin, diğer taraftan merkeziyetçi hükümetinin temeli ve hareket noktası olmuştur. F ât ih ve m e r k e z i y e t ç i mutlak i m p a r a t o r l u k f i k r î , Fâtih 'in ilk işi ikti­ darını fiilen hudutlandıran Çandarlı ile, ken­ dine karşı savaşarak, tahtını tehdit etmiş olan Orhan Çelebi ’yi ortadan kaldırmak olmuştur ( bk. Fâtih devri, I, 132— 136). Mehmed II,, fetihten sonra Çandarlı'yı azil ve tevkif için kendini kâfî derecede kudretli hissetti ve bunun için yeter derecede kuvvetli deliller buldu. Fethin ertesi günü onu tev­ kif ve 1453 yazında Edirne 'de idâm ettirdi. Fâtih haziran sonlarında Edirne 'de bulunmakta idi. Enez hakiminin tâbiliği meselesinden sonra idâm karârı vermiştir ( Fr. Babİnger, Mehmed der Eroherer und seine Zeit, München, 1953, s. 112, Kritovoulos'a dayananarak, İs­ tanbul fethinden sonra Fâtih 'in 35 gün İçin Anadolu 'ya geçtiğim ve ağustosta Edirne 'ye döndüğünü söyler. Fakat yine kendisi, başka bir yerde — s. 107— , Dukas *a atfen, 2i haziranda Edirne 'ye vâsıl olduğunu yazar; hâlbuki Fâtih 'in Anadolu 'ya bu seyahati 1454 'ted ir). Çandarlı 'dan sonra, Mehmed II. 'in vezîr-i âzam lan, sonuncusu müstesna, hepsi kul as­ lından olacak ve onlardan Mahmud ’u ve Rum Mehmed Paşa ’yı idâm ettirecektir. Böylece devlet idaresinde eski ailelerin nufüzu bertaraf edilmiş ve pâdişâhın emir ve arzu­ suna mutlak surette tabî kimseler devletin başına getirilmiştir. Fâtih’in devri,pâdişâh İle vekil-i muttaki arasındaki münâsebetler bakı­ mından, dikkate değer bir değişikliği ifâde etmektedir. Kaydetmeli ki, Molla Gûrânî, ve­ zirliğin saraydan yetişme kullara mahsus oldu­ ğunu söyleyerek, vezâreti reddetmiştir ( Meçdî, Şakaik tercümesi, İstanbul, 1269, s. 104 ^ F â ­ tih o kadar büyük hizmetleri görülen Mah­ mud Paşa ’yı, Anadolu işlerindeki siyâsetinde



MEHMED İL başarısızlığı ve bilhassa tekrar vezirliğe geç­ mesinden korkan düşmanlarının tahriki ile, idâm etmiştir. Büyük kumandan Gedik Ahmed Paşa 'nm cezalandırılması şekli dikkate değer ! Gedik Ahmed tab'en sözünü sakınmaz, pervasız bir adam idî. Kefe fethinden İhtişam ile döndü­ ğü zaman, pâdişâh onu mağrur görmüş ve kendi­ sine bir ders vermek istem iştir: 1476 Ma sefere gitmek istemeyen yorgun askerin hoşnutsuzlu­ ğunu ifâde ettiği için, Fâtih, onu azİ ve haps­ etti. Damadı ve kayın pederi olan ve İstanbul fethinde en büyük yararlığı görülen Arna­ vut Zağanos Paşa 'yi, Çandarh 'mn idamından sonra, vezîr-ı âzamlığa getirmiş, fakat Bel* grad seferindeki muvaffakiyetsizlikten sonra, azlederek, Balıkesir ’e sürmüştür. Buna muka­ bil Fâtih, kendi vekili sıfatı ile, vezîr-i âzarnlarm kudret ve salâhiyetlerini de arttırmış ve onları mutlak merkeziyetçi hükümetinin tam bîr mümessili hâline getirmiştir ( Kanân~nâme, T O E M , ilâve, nşr. M. Â rif, s. 10). Molla Gûrânî, kazaskerliğinde, tâyinleri müstakil olarak yapmağa kalkışınca, istifaya zorlanmış (ŞakaHlft s, 105 ), ulemânın tâyinleri de vezîr-i âzama bağlı kalmıştır. Fâtih sahip olduğu büyük kudret sayesinde, devletin her türlü kaynakla­ rını ve askerî ve mülkî bütün kuvvet ve salâ­ hiyetlerini vezîr-i âzam elinde topladı. Murad II. devrinde Çandarh idarenin başında idi; fa­ kat devletin en büyük kuvveti, Rumeli ordusu, rakibi Şihâbeddin Paşa kumandası al-tında idi. Fâtih, Mahmud Paşa'yı, 1456 — 1468 yılları ara­ sında, hem vezîr-i âzam, hem Rumeli beylerbeyi y a p tı; bu suretle devletin en büyük askerî kuv­ vetini onun emri altına verdi. Fâtih 'in ulemâ­ dan olan son vezîrı, Karamânî Mehmed Paşa ile Rumeli beylerbeyi Dâvud Paşa arasındaki anlaşmazlık Dâvud 'un azli ile neticelenmiştir (1478; Kemâl Paşa-zâde, VII. defter, nşr, Ş. Turan, Ankara, 1954, s. 527 }. Defterdar bir dereceye kadar vezîr-i azamdan müstakildir. Mahmud Paşa ile defterdar Titrek Sinan Bey arasında çıkan şiddetli rekabette bu durum mühim bir âmil olmalıdır. Bu mücâdelede def­ terdar ezilmiş ve oğlu, Uzun Haşan yanına ka­ çarak, devlete hayli zarar vermiştir, Fâtih doğrudan-doğruya şahsına bağlı kapı­ kulu ordusunu yeniden tensik ve takviye et­ miştir. Cülûsunda yeniçeri ordusu 5— 6.000 ki­ şiden ibâret idi. 1473 Uzun Haşan seferinde 10.000, son yıllarında 8.000 olduğunu biliyoruz. Bir aralık 12.000 'e yükselmiştir ( Chalkokondyles, Ordo Portae, nşr. Ş. Baştav, Budapest, 1947; Th. Spandouyn Cantacassin, Pti'i Traicte de Porigine des Turcs, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1896, s. 72 v.d. ve Heşt bekişt, Nûruosmâniye kutup., var. 360— 362). Fâtih tahta çık­



madan önce, daimî askerî kuvvetler kapı*kulu ile eyâletlerdeki timarlı sipahilerden mürek­ kep idi, Kapı-kulu mıkdarca ötekinden çok daha az olmakla beraber, merkezde topluca bir hâlde bulunduğundan, büyük rol oynayordu. 1446 'da Murad II. 'm tekrar tahta gelme­ sinde ve Çandarlı 'nın devleti avucunun için­ de tutmasında başlıca âmil onlar idi. Dev­ letin asıl büyük askerî kuvvetini teşkil eden tımarlı sîpâhîler, umumiyetle payitahtta, di­ vanda, paşa sıfatı ile oturan Rumeli ve Ana­ dolu beylerbeyileri kumandası altında idiler. Fakat timarlı sipâhîlerin hudut sancaklarında bulunan en mühim ve faal kısmı, doğrudandoğruya Mihaî-oğulları, Evrenos-oğulları, Maikoç-oğulları, Turahan Bey-oğulları ve Ishak Bey-oğulları gibi eski bey ailelerine tabî idiler. Bu uç-beylerİ merkeze, vezîr-i âzam veya beyler-beyine karşı cephe almaktan çe­ kinmezlerdi. Murad If. 'ın Düzme Mustafa ile mücâdelesinde neticeyi onlar tâyin etmiş­ lerdi. Her hâlde kapı-kulu karşısında ikinci kuvveti timarlı sipâhî ordusu teşkil ediyordu ve Şihâbeddin Paşa Çandarh ya karşı onlara dayanmak istemiş idi. Fâtih padişah sultasını kayıt altında tutan bu iki kuvvetin, yâni gerek yeniçerilerin, ge­ rek uç-beylerînin nufûz ve tahakkümünü kır­ mağa ve onları doğrudan-doğruya kendi emri altına almağa muvaffak oldu. Uç beylerini kendi büyük gâzî şahsiyeti ile gölgede bırak­ mış ve Mihal-oğuUarına alel’âde beyler gibi muamele etmiştir ( bk. Kemâl Paşa-zâde, s. 173), Yeniçerilere gelince, onlar 1451 'de Karaman seferinden dönüşte, genç padişahın yolu üze­ rinde tehdîtkâr bir şekilde durarak, arzularını zorla kabûl ettirdikten sonra, Mehmed II, eski beylerbeyi Şihâbeddin'e ve kudretli uç-beyi Turahan'a güvenerek ( Ruhî ) , onları şiddetle te’dip etti. Pek çok yeniçeriyi tardedip, yerleri­ ne saraydaki avcı bölüklerinden sekban adı ile yeni yeniçeri bölükleri ihdas etti ve bundan sonra yeniçeri ağaları, sekbanlardan seçilmeğe başlandı. Fâtih ayrıca maaşlarım arttırmak, silahlarını yenilemek ( Krİtovoulos, s. 14 v.d.), sonraları mtkdarlarmı iki misline çıkarmak suretiyle, bu askeri merkezî kudretin ve fü­ tuhatın başlıca dayanağı hâline getirdi. Yeni­ çeriler yılmış olmakla beraber, fetih gayeleri için kendilerinden takat üstü gayretler isteyen Fâtih 'e zaman-zaman mukavemetten geri kal­ madılar. 1455'te E nez'e yapılan kış seferinde, hoşnutsuzluk izhâr etmişler ve hemen arka­ sından yapılan Belgrad muhasarasında gereği gibi başarı gösterememişlerdi* •( Kemâl Paşazâde, s. 135). 1476 Boğdan seferinin hemen arkasından kışın macar seferinde, yeniçeriler



MEHm ED It. arasında beliren hoşnutsuzluk şiddetli tedbîr­ fikri gerçekleştirecek tedbirler almış ise, diğer ler ile bastırılmıştır. B r müddet önce onlardan taraftan da cihanşümul hâkimiyet fikrîni ciddî zoo’ünü, kalelerini maearlara teslim etmeğe surette benimsemiştir. Onda bu fikrin muhte­ mecbur olduklarından dolayı, vezirlerin ricasına lif menşeleri ( türk-moğul hakanlık, İslâmî rağmen, ibret olsun diye, amansızca idam ettir­ hilâfet ve Roma imparatorluk fikrî ) olabilir. miş idi ( Angiolello, nşr. Ursu, s. 85 ). Fâtih Fakat o zaman Fâtih için Bizans tahtına sa­ 1477 baharı için yeni bir sefer hazırlanmasını hip olmak husâsî bir ehemmiyet taşıyordu. İstediği zaman, bu emir orduda ciddî bîr mu­ Fütuhatını garp hıristiyan âlemine karşı ya­ kavemet ile karşılaşmış görünmektedir. Fâtih pacak idi ve kendini Roma 'nm yegâne ve ha­ yeniçerilerin çok bağlı oldukları Gedik Ahmed ’i kikî vârisi saymak imkânı bu fütuhatı ziyâde­ vezîr-i âzamlıktan azil ve hapsetmiş ve böylece si ile kolaylaştırabilir di. Fâtih’in İtalyan ne­ kumandanları sindirmiş idi ( Kemâl Paşa-zâde, dimlerine Roma tarihleri okutarak, bu an'aneyi s S23 )• 2.000 yeniçerinin yok edilmesi hâdisesi kavramağa çalıştığını da biliyoruz ( Z. Dolfin, ( Ordo Portae) s. 7 ) bu tarihe âit olabilir. Se­ X I .I ). Onun bu telâkkiyi benimsemesinde ferlerin sıklığından zaman-zaman orduda şikâ­ etrafındaki bizanslı ve garplı yakınları { Georyetler baş-gÖsterdiğinî başka kaynaklar da gios Trapezuntios, Kritovoulos, Âmirutzes, te’yit etmektedir ( Dursun Bey, 93 ), Fâtih 'in Benedetto Dei, Gaeta ’lı Jacopo, Criaco d’Anölümünden sonra yeniçerilerin korkunç isyanı, cona v.b,), şüphesiz, rol oynamışlardır ( bk. Cem Sultan’a muhalefetleri ve iki yıl devletî Fr. Babinger, Mehmed //„ der Eroberer and tahakküm altında tutmaları, Fâtih ’in siyâsetine italien, Byzaniion, 1951, XXI, 136— 147, krş. karşı şiddetli bir aksüramei olarak tefsir olu­ Belleten, sayı 65). İstanbul fethinden kısa nabilir, Yeniçeriler Bayezid ’e, kul olmayanları bir zaman sonra, orada bulunan Jacopo Landevletin başına getirmemeği taahhüt ettirmiş­ gusehi Fâtih hakkında diyor k i : — »îdcüasınca lerdir ( Angiolello, s, 179 ). Fâtih devrinde devlet dünyada bir tek imparatorluk, bîr tek imân idaresinde ve orduda kul olanların üstün duru­ ve bir tek hükümdarlık olmalı imiş. Bu birliği ma geçmesi vakıası her sahada görülebilir. Eyâ­ kurmak için de dünyada İstanbul 'dan daha let timarlı sipâhîîeri arasında F âtih ’ten önce lâyık bir yer yok imiş. Bu şehir sayesinde de kullar çok idi ( bk. H. İnalcık, Sûret-i def* hıristiyanları hükmü altına alabilir imiş" — ( Z, ter~i sancak~t Arvanîd, Ankara, 1954 ). Bunla­ Dolfin, XVII— XVIII; Babinger, aynı makale, rın nisbeti Fâtih devrinde artmıştır. Hulâsa, 140 ). 1466 'da G. Trapezuntios Fâtih e hita­ mutlakiyetin ve merkezİyeçiliğin bir vâsıta­ ben şöyle yazıyordu: — »Kimse şüphe etmez ki, sı olan gulâm sistemi, XVI. asırda kemâline sen romalılar imparatorusun. İmparatorluk erişmek üzere, Fâtih devrinde idarede ve or­ merkezini hukukan elinde tutan kimse impa­ duda hâkim bir duruma geçmiştir. Fâtih aynı rator ve Roma imparatorluğunu!* merkezi gaye ile toprak mülkiyeti, evkaf ve emlâk ve de İstanbul ’dur" ( Babinger, Mehmed //., s. vergiler üzerinde bîr takım cezrî tedbirler al­ 266). Papa Pius II., Fâtih’i hıristiyanlığa da­ mıştır ki, buna ileride temas edeceğiz. vet eden mektubunda ( 1461— *464 arasında Fâtih 1451 ’de tahta çıkar, çıkmaz henüz me- yazılmış ve gâtibâ Fâtih 'e gönderilmemiş olan mede olan kardeşi Ahmed 'i boğdurmuş idî bu mektup, F âtih ’in sağlığında, 1475’te Tre( bk. Fr. Babinger „ Bajezîd Osman" ( Calixtus viso ’da basılm ıştır; Babinger, ayh, esr., s. 212 Ottomanus ), La Nouvelle Ctio, 1951, nr. 9 v. d., v.d.), hırİstiyanlığı kabul ederse, meşrû İmpa­ III, 3$4 v. d. ). O »karındaşlarını nizâm-ı âlem rator sıfatı ile dünyanın en kudretli hüküm­ için katletmek münâsiptir*' kanununu koyar­ darı hâline geleceğini söylüyor ve kendisine, ken de ( T O E Mt s. 27), hâkimiyet n bö­ »greklerin ve şarkın imparatoru unvknınt ve­ lünmezliğini te'mini ve devleti ileride düz­ receğini, kuvvetle elde tuttuğu ve haksız­ me tehlikelerinden kurtarmağı düşünüyordu. lıkla müdâfaa ettiği şeyin hukuken de kendi Hattâ Cem Sultan 't, Bayezid İn çocukları çok malı olacağını, bütün hıristiyanların kendisine olduğu İçin tercih ettiği rivayeti kayda değer saygı göstererek, ihtilâflarım hail İçin hakem ( Spandouyn Cantacassin, s. 43 ). Fethettiği tanıyacaklarını, . . , bir çoklarının kendilikle­ yerlerde eski hanedan âzalarını ortadan kal­ rinden inkıyat edeceklerini, . . , kendisinin, dırmağa çalışması da burada hatırlanabilir. Roma kilisesinin haklarına karşı gelenler aley­ Kemâl Paşa-zâde 'ye göre ( s. 186 ve 613 ) hinde onun kuvvetine baş-vuracağım** te'mîn „Urum sınıfında tekvur adına bir adam** bırak­ etmekte İdi. Fâtih ortodoks patriğini, ermeni mamağa çalıştı. patriğini ve yahudi baş-hahamım payitahtında C i h a n ş ü m u l h â k i m i y e t f i k r i , İs­ yerleştiriyor, fethe hazırlandığı dünyaya Öğtanbul fatihi bir taraftan kendisini hudutsuz j; renmek üzere, Âmirutzes ’e 1456 yazında dün kudret sahibi bir hükümdar hissetmiş ve bu j| yanın haritasını yaptırtıyordu ( Kritovoulo



s|âıtı Ansiklopedi*!



m eh Me d



Iİ.



s. 209 v.d.). Fâtih, dünya hâkimiyeti için, ev­ seferlerine girişirken, bütün diğer şehir er za­ velce de kullanılan bir mefhumu, yanı Allahın rarına İstanbul'u en büyük ve en zengin bir kılıcı olmak ve kendisi için hâkimiyetin mu­ merkez hâlinde yükseltmeğe, en büyük âlimleri kadder olduğu inancını yaymak cihetini de ihmâl etrafında toplamağa çalışırken de, dâımâ bu etmemiştir ( bu görüş Orhan Gâzî zamanında esâs fikrin te’siri altındadır. dahi vat id i). Fâtih 'te cihan hâkimiyeti imparatorluğun k u r u l u ş u n d a fikrine Kemâl Paşa-zâde ( s . 164) ,,tedbîr-i h â k i m e s â s l a r v e f e t i h u s û l l e r i . cihangirlik zikrinde idi" diye işaret eder. Mehmed II. 'in bir fütûhat plânı olduğu esâstan Ancak şunu belirtmek lâzımdır ki, selefleri ârîdir. Bununla beraber btı seferlerin tamâgibi, Fâtih için de, bu telakkiler siyâsî birer miyle tesadüfi ve sathî sebepler ile yapıldığı vâsıtadan ibarettir. O bu tarafta İslâm âle­ da doğru değildir. Şüphesiz hâdiselerin tah­ minde de gazanın en büyük mümessili, İslâm min edilemeyen inkişâfları ve ânî tehlikeler memleketlerinin hakikî koruyucusu sıfatım Fâtih ’i muhtelif tarihlerde şu veya bu cephe­ benimsemekte, hareketlerini bu esâsa göre ye harekete mecbur etmiştir. Bu sebeple onun meşrûlaştırmağa çalışmakta idi. İslâm âlemin­ fütuhatı gözden geçirilirken, muayyen bir pla­ de üstünlük iddiaları, evvelâ 1466 tarihine nın tatbiki değil, siyâsî gâyeler tesbİt olun­ doğru, Me mlükler ile münâsebetlerinde ken­ malıdır. Bu gayeleri de, osmanlı tarihinin ge­ dini belli eder. Fakat İstanbul fetihnamesinde lişme seyri, ilhak ettiği devletlerin siyâsî Mısır sultanına »hacc farizasını ihyâ" hizmetini an’aneleri ve bilhassa coğrâfî ve sevkülceyşî bırakıyor, kendisi de »gaza ve cıhâd ehlini teç­ âmiller, tâbir câiz ise, jeopolitik tâyin etmiştir. İstanbul'un fethi, yukarıda görldüğü üzere, . hiz etmek" vazifesini alıyordu ( Feridun Bey, Mûnşeât, I, 236, trc. Ahmed Ateş, Tarih der­ imparatorluğun hakkı ile kurulması gibi, büyük gisi, IV, sayı 1, s. 16 ). BÖylece İslâm halifesi bir gaye ortaya çıkarmıştır. Fâtih, evvelâ kay­ için hacc yollarının ve mübarek şehirlerin serlerin vârisi sıfatı ile, İstanbul tahtı üze­ koruyuculuğu ile İslâm memleketlerinin müdâ­ rinde hak iddia edebilecek hanedanları birbi­ faası vecîbelerinden İkincisini Fâtih kendisi ri ardından ortadan kaldırmağa dikkat etmiş­ benimsiyordu ki, bunda tamâmiyle haklı idi. tir. Onun Bizans'a mensup bütün tekfurları Osmanlılann ilerilemelerinden sonra, Mısır ve ortadan kaldırıp, rumlardan „râyet-i saltanatı Suriye haçlı tehditlerinden fiilen kurtulmuş ref'etmek" istediğini Kemâl Paşa-zâde ( s. 186) idi. Fâtih sonraları hacc yollarının ihyâsı işle­ açıkça ifâde etmiştir. Bu suretle Trabzon rum rine de müdâhaleye kalkışınca ( Â şık Paşa- imparatora, Mora 'da Paleologlardan iki des­ zâde, nşr. Âlî, s. 208 ), Mısır sultam bunu bü­ pot, Midilli'de ve E nez’de bu hanedandan kız yük bir memnuniyetsizlikle reddedecektir. İran almış olan Gaitilusi âilesî ortadan kaldırıldı. Ma yerleşen Ak-Koyunlu hükümdarı Uzun Ha­ Kemal Paşa-zâde 'ye göre, Enez tekfurunun da şan 'm Anadolu üzerinde nufûz ve üstünlük Bizans imparator âilesi ile karabeti var idi, İddialarına karşı, osmanlı pâdişâhının soyunu Vaktiyle Bizans imparatoruna tâbî yerlerin is­ Oğuz Han ’a çıkaran ananelere daha çok ehem­ tirdadı düşüncesi fütuhatta âmil olmuştur. Fâtih miyet verdiğine dâir işaretler vardır. Uzun 1458'de birinci Mora seferinde orada son im­ Haşan bir mektubunda ( Topkapı, 11485/9) parator Konstantin.’e despotluğu zamanında kendisini kisrâlarm, Fâtih'i ise, kayserlerin tâbî olmuş yerleri hâkimiyeti altına aldı. Sırp halefi olarak gösterirken, sırf bir belagat gö­ despotluğuna karşı harekete geçerken, Yıldı­ rım Bayezid ’in kıral Lazar ’m kızı ile evlenmiş reneğine tabî sayılamaz. Türk-moğu) devlet an'anesinde d© devlet olmasını hatırlayarak, bu ülke üzerinde Vıîkmerkezinin, yâni »tahtın" elde tutulmast hü­ oğlundan daha çok hakkı olduğunu ileri sürdü. Kendi ataları Yıldırım Bayezid 'in ve Murad kümdarın sıfat ve mevkiini tâyin eden en mü­ him unsurdur. Kayda değer ki, Fâtih'in gazâ II.'m zamanlarında osmanlı idaresi altına ko­ ve fütuhat siyâsetinin mümessili gibi göründüğü nulmuş yerleri geri almak düşüncesi de fetih yıllarda doğan ilk oğluna büyük dedesi Yıldı­ hareketlerinde rol oynamış görünmektedir. rım Bayezid ’İn adı, üçüncü oğluna Iran an'ane- Fâtih, Fırat nehri ile Tuna arasında yaptığı sinin ünlü hükümdarı Cem ’in adı ve torununa ilhaklar ile, bu eski fütûhatı, şüphesiz daha da Oğuz Han ’m ismi , verilmiştir. Denilebilir sağlam olarak, ihya etmiş bulunuyordu. 1468 ki, Fâtih 'in şahsında türk, İran, İslâm ve Ro­ Anadolu seferi dolayısı ile Kemâl Paşa-zâde ma hükümdarlık an'aneierini mezceden „os- ’nin şu kaydı ( s. 288) bu bakımdan dik­ manlı pâdişâhı" doğmuştur. O, açık olarak, kate d eğer: »Malatya ve Darende ve ol ke­ hırîstiyan ve İslâm dünyasını hâkimiyeti altın­ narda nice kıla ve bıkâ dahi havza-î hida toplamak, cihanşümul bir devlet kurmak mâyet-i âl-i Osman'da dâhil olmuş iken* mer­ emelinde idi. Fâtih sonsuz bir gayret İle hum Yıldırım Han vakıasında sultan-ı Mısr



MEHm ed İL 'm müdâfaası üe, oî iklim-i mâmur ecdâd-ı em cadı mizin elinden çıktı deyii illet eyledi". 1454 'te Karadeniz Ceneviz limanla­ rına aman verdiği hâlde, Amasra V istis­ na etti; zîra burası bir aralık Yıldırım Ba­ yezid tarafından f etli olunmuş idi. Keza 1453 'te Ceneviz kolonileri Ayasuiug, Yeni-Foça ve Sakız'dan Yıldırım Beyazid zamanında ver­ dikleri haracı istedi ( W. Heyd, Hist. du commerce da L ev ant, frns. trc. F. Rayaaud, Leipzig, 1936, II, 268 v,d.). Coğrafî ve sevkülceyşî âmillerin te'sirine gelince, Fâtih 'in seferlerinde bu âmiller bil­ hassa Krîtovouîos tarafından iyi belirtilmiştir. Evvelâ İstanbul 'un fethi yakın şark ve şarkî Avrupa 'da siyâsî şartları, Osmanlı devleti lehine olarak, temelinden değiştirmiştir. Fâ­ tih, »donanmasını İstanbul 'da tutmak imkânı­ nı bulursa, tekmil dünyaya hâkim olacağım düşünüyor" ( Z. Dolfin, XX ). O iki kara ( Ana­ dolu ve Rum eli) ve iki denizin ( Akdeniz ve Karadeniz) hâkimi olmak iddiasındadır. 1451 'de Rumeli-Hisarı ’nın, 1463— 1464 kışında Ça­ nakkale 'deki hisarların inşâsı ve İstanbul bo­ ğazında bir tersanenin te’sisi, bu arada boğaz­ lara yakın adaların istilâsı gibi tedbirler ile, Fâtih İstanbul'un bu durumunu takviye etmiştir. Boğazlarda türk hâkimiyeti devri Fâtih ile başlar. Bu sayede, 1463— 1479 harbinde Vene­ dikliler İstanbul 'a sokulamamıştır. İstanbul 'un fethi İle, o zamana kadar Anadolu ve Rumeli 'de İki ayrı parça hâlinde bulunan osmanlı ülkesi birleştirilmiş, bu iki parçanın boğazlar­ dan kesilmek tehlikesi ortadan kalkmıştır. ( krş. Z. Dolfin, XXII; Dursun Bey, s. 36 v.dd. ve Kritovoulos, s. 18 v. dd. ve 164), Boğazlarda osmanlı hâkimiyeti kurulduk­ tan sonra, Karadeniz’de Ceneviz'in hâkimi­ yetini devam ettirmesi ve kolonilerini ko­ ruması imkânsız hâle gelmiş oluyordu. E, S. Piccolimini ( sonra papa Fıus II.) İstanbul sukutuudan sonra, papaya »şimdiden Karadeniz bize kapanmıştır" diye yazmış idi ( Zinkeisen, G O R , II, 46 ). Daha 1454'te Karadeniz'e çı­ kan donanma bemen-hemen bütün Ceneviz ko­ lonilerini haraca bağladı. Buna karşılık Ege denizinde hâkimiyet kurmak, hattâ Anado­ lu ve Rumeli kıyılarını hıristiyan donanmala­ rına karşı korumak her zaman mümkün olma­ mıştır. Fâtih bu maksatla Ege şimalindeki adaları (Linini, Taşoz, Midilli, İmroz, Somatra k î) ve Eğriboz 'u doğrudan-doğrnya hâki­ miyeti altına alacak ise de, Ege 'nin kilidi Rodos yabancı ellerde kalacaktır. Fâtih, 1463 'te Venedik 'e karşı savaşa girişilirken, do­ nanmanın takviyesi için, husûsî tedbirler aldı rş, Kritovoulos, s. 85), Yukarıda bahs­



ettiğimiz gibi, Kadırga limanı tersanesi bu devirde yapılmıştır. 879 ( 1474 ) tarihli bir Ge­ libolu defterine göre ( Belediye kütüp., Cevdet yazmaları, 0,79 ), o tarihte donanma: 92 kadır­ ga, $ galyata ve 11 kayıktan mürekkeptir ( Fâtih zamanında donanmada 300— 400 gemiden bahsedilmesi, nakliyat gemileri ve diğer küçük gemilerin sayılmasından ileri gelmektedir). Halbuki İstanbul muhasarası sırasında, Fâtih'in, hakikî harp gemisi olarak, yalnız 30 kadırgası var İdi ( Chalkokondyles, frns. trc., s. 169 ). Osmanlı deniz kuvvetinin hakikî kurucusu Fâ­ tih 'tir. Balkanlara gelince, 12 haziran 1444 Edirne anlaşmasında, osmanlılar İle macarlar, Tuna nehrini aşmamağı karşılıklı taahhüt etmiş gö­ rünmektedirler ( bk. Fâtih devri, I, 22 ). Tona cenubunda Balkan yanm-adasını Osmanlılar Fâtih devrinde yekpare bir hâkimiyet sahası saymağa başladılar. Yanm-ada üzerinde düş­ man elinde köprü başlan bırakılmaması, bil­ hassa balkanların kalbine sokulan Morava vadi­ sinde macar nufnzuna açık sırp despotluğunun ortadan kaldırılması başlıca bir hedef sa­ yılmıştır. Mora yarım-adasının ve Arnavutluk 'un ve Bosna ’nm fethinde bu endîşe baş­ lıca âmil olmuş görünmektedir. Aşağıda askerî-sİyâsî tarih incelenirken bu nokta da­ ha açık bir şekilde görülecektir. Balkan yarım­ adası hâkimiyeti için bn mücâdele Fâtih 'i iki büyük rakip ile, Venedik ve Macaristan ile, karşı-karşıya getirecektir. Orta Anadolu yaylasının Osmanlılarm an’anevî düşmanı Karaman-oğulları elinde bulunmasının tehlikelerini Osmanlılar bir çok defalar müşahede etmişlerdi, Karamanoğullan aym zamanda osmanlı ticâret ye ikti­ sadiyâtının en mühim merkezleri olan Bursa ’yı ve Ankara'yı tehdit altında bulunduru­ yorlar, diğer taraftan çok mühim Antalya — Bursa ticâret yoluna hâkim olmağa çalışı­ yorlardı. Nihayet osmanlı iktisâdiyatının o za­ man şah* dam arı olan Tebriz—Tokat— Bursa yo­ lunu tehdit eden ve iktisâdı, askerî bakımlar­ dan ehemmiyeti büyük Sinop limanını elinde bulunduran İsfendiyar-oğul lan Karam an-oğul­ larının tabi'î müttefiki idi. O rta Anadolu 'ya hâkim olmak ve onun tabi'î hudutları olan Toroslara eriştirmek, Osmanlı devleti için, siyâsî ve iktisâdı bakımdan hayatî bir ehemmiyeti hâiz idi. Diğer taraftan Konya ovasında tutunabilmek için, Akdeniz 'e kadar uzanan geniş dağlık bölgedeki harpçi türkmen kabilelerini inkıyat altına almak zaru­ reti de kendini kabûl ettirmiştir. O rta Anado­ lu 'da ve Tebriz— Bursa yolu üzerinde hâkim olma teşebbüsü, şarkî Anadolu 'da ve Iran 'da hâkim Ak-Koyunlu devleti ile Osmanlı devleti



516



ÎUtEHMED tt



arasında uzun ve çetin bir mücâdeleye müncer zahiren riâyet etmiş görünmektedir. Trabzon olacaktır. rum imparatorluğuna son vermesini şüphesiz F â t i h ’i n f e t i h s i y â s e t i v e u s û l ­ daha ziyâde İstanbul 'un sâhibi ve kayserlerin l e r i n e gelince, bu mevzuda en bâriz nbk- vârisi sıfatına dayandırıyordu ( 1461 ). Beyle­ ta onun, Anadolu ve Rumeli ’de tabî beylik­ rine çok bağlı çetin muharip göçebelere daya­ ler sistemini bırakarak, doğrudan-doğruya nan Dulkadır beyliği üzerinde o zaman bir ilhak suretiyle, merkeziyetçi İmparatorluğu ilhak siyâseti değil, tâbilik siyâseti tatbik sür’atle gerçekleştirmeğe çalışmasıdır. Bu siyâ­ olunmuştur; zîra bir ilhak teşebbüsü, bu hu­ set, Yıldırım Bayezid tarafından tatbik edilen dut beyliğinin Memİûkîerin kucağına düşmesi siyâsetin ihyâsı ve Çelebi Mehmed He Murad II. neticesini verebilirdi. Bu misâl, Fâtih’in de tarafından tutulan uzlaşma siyâsetinin terki ilhak için şartların müsait olmadığı yerlerde demektir { Halil İnalcık, Ottoman Meihods of atalarının metbûluk ve hâmîlik usûlüne sâdık Conguesf, Studıa Islamica, 1954, II, 103— 129). kaldığını göstermek bakımından, kayda değer. İstanbul 'un fethi, Çandarlı ’nın İhtiyat ve uzlaş, 1451’de Rum eli’de bir çok mahallî senyörler, ma siyâsetine karşı genç askerî gurubun harp- küçüklü-büyüklü hanedanlar var idi. Başhcaları çi ilhak siyâsetinin galebesini gösterir. Fâtih Morava vadisinde sırp despotluğu, Tuna öte­ tahta çıktığı zaman, Anadolu ’da Karaman- sinde Eflak beyi Paleologlardan Mora ’da oğuliarı, İsfendiyar-oğulları, Trabzon rum im­ iki despot, A r t a ’da Tocco-oğulları, Enez, Mi­ paratorluğu, Alâîye beyliği, Duikadır-oğuîları dilli ve diğer adalarda Gattİlus, Atina ’da ve şarkî Anadolu 'da Ak*Koyunlu devleti var İdi. Accİaiuoü ve Arnavutluk 'ta bir takım eski Büyük Selçuklulardan beri yerleşmiş siyâsî an’a- senyör aileleri. . . Bu hanedanlar üzerinde osneye göre, orta ve şarkî Anadolu, İran 'da manlı metbûluğu, hemen-hemen doğrudan-doğ?* kurulan imparatorluklara tâbî sayılmakta, ga­ rüya hâkimiyet derecesinden ( msİ. Arnavut­ ziler sultam sayılan osmanlı hükümdarı için luk 'tâki senyör âileîeri ), ismen tâbiiyete ( Mo­ yalnız Anadolu Selçukluları hudutları dışında ra despotları ) kadar, pek değişik derecelerde Bizans 'tan gazâ neticesinde atınmış topraklar, ıdİ. Bu suretle devlet tâbîlerini, memleketin meşru bîr hâkimiyet sahası olarak, bırakıl­ şartlarım yakından tanıyor, hanedan mensup­ makta idi. Yıldırım Bayezid bu siyâsî an'aneyi larını osmanhîaşiırıyor, o memleketin kuvvet­ kırmak istedi. Onun yerine Anadolu ve Rumeli lerini, yardımcı şeklinde kullanarak, kendi idâ’den müteşekkil yeni bir imparatorluk kur­ resine alıştırıyor ve fetih için olgun bir hâle ma teşebbüsüne girişti. Bu teşebbüs, Anadolu ’da getiriyordu. Umûmî olarak mahallî hanedanla­ uyanan aksüi'amel neticesinde, muvaffakiyesîz- rın tâbiiyet şartları senelik muayyen bir vergi liğe uğradı. İstanbul ’un fethi gibi büyük bir ödenmesi, prensin her yit pâdişâhın kapısına gazâ muvaffakiyeti ve yeni devletin, as­ gelerek, kulluğunu sunması, padişah istediği kerî ve İktisadî bakımdan Anadolu 'yu kendi zaman veya her yıl muntazaman yardımcı kuv­ nufıiz dâiresine kuvvetle çekmesi ve temsil vet gönderilmesi, pâdişâhın sarayına bir oğlunu, etmesi sayesindedir ki, Fâtih yeni Osmanlı veya oğullarını rehin göndermesinden i bâr et idi. imparatorluğunu eski siyâsî an’ane yerine Osmanlı devleti, ânî ve birden ilhakların koyabilmiştir. Fâtih 'in bu işe oldukça geç çetin ve uzun mukavemetler doğurduğunu, kom­ girişebilmesi (1461— 1468) tesadüfi değildir; şu yabancı devletlerin müdâhale ve himayesine çünkü orta Anadolu ’da zorla yapılan bir de­ yol açtığını tecrübe ile öğrenmiş idi. Bu sebep­ ğişiklik, Horasan 'a ve Mısır 'a kadar, şark ten eski osmanlı an’anesîne bağlı, ihtiyatlı dev­ âlemini harekete geçirmekte idi. Onun içîn let adamları, husûsiyle Çandarlılar, bu tedricî Fâtih, bu tarafta beylikleri, tâbî devletler ola­ hulul ve fetih siyâsetini takip etm elerdir. Bu­ rak, muhâfazada devam etti. Karaman ’da na mukabil bîrden ilhak siyâsetini haklı göste­ harekete geçtiği zaman da ( 1466 ), bunu Kara­ ren bir durum da var id i: osmanlı hükümetini man beylerinin Konya tahtı üzerindeki hakla­ gevşek ve zayıf hissettikleri zaman, bu tâbî rım korumak bahanesi He yapmıştır. Bu siyâ­ devletler düşmana temayül etmekten ve onun set muvaffak olamayınca, Karaman-İli ’ni ithâk vâsıtası olmaktan bâlî kalmıyorlardı. Bu 1444'te etmiştir. Daha önce, 1461 ’de, Kastamonu tah­ Fâtih 'in tahta Hk çıktığı zaman görülmüş, Ostına evvelâ kendine daha bağlı saydığı Kızıl manh devletinin varlığı tehlikeye düşmüş idi. Ahmed B ey 'i getirmiş, o kaçınca da, beyliği Fâtih, İstanbul önünde muvaffak olunca, ilhak, doğrudan*doğruya osmanlı hâkimiyeti altına siyâsetini benimsedi, A rtık tâbî hanedanın sokmuştur. Ancak bu beyliklerin payitahtla­ düşmana temayülünü, onun ile iş-birîiği yaprına kendi oğullarım, bey olarak, göndermek tığını, yahut sâdece tâbîlik bağlarında gev­ ve ■ oralarda bu suretle diğer sancaklardan şeklik gösterdiğini oğrenir-öğrenmez, harekete daha muhtar idareler kurmakla eski an’aneye geçiyor, orada doğrudan-doğruya osmanlı hâki­



MEHMED H. miyet ve idaresini koruyordu, Sırp despotlu­ ğunun, Mora ’nm, Bosna kıraliığmın, Arna­ vutluk ’un fetih ve ilhakı hemen-hemen aym şekilde gerçekleşmiştir. Fâtih 'in yaptığı iş, bu tâbî beylikleri ortadan kaldırarak, Balkan ya­ rı m-adasını birleştirmek, yâni kendisinden önce başlamış olan fetih hareketini tamamlamak olmuştur. Kayda, değer kİ, o zamana kadar bu memleketler de fethe olgun bir hâle gelmiş bu­ lunuyorlardı. Macaristan ’m Sırbistan 'da ve Bosna’da, Venediklin Arnavutluk'ta ve Mora Ma müdâhale ye mücâdeleleri, bu hamleyi durdurmak, kendi nufûz ve hâkimiyet sâhalarım idâmeye çalışmak gayretinden başka bîr şey değildir. Bu sebeple Fâtih ’in Rumeli ve Anadolu Ma fütuhatım arızî sebeplerden doğan imha ve yağma savaşları şeklinde tasvir etmek hakikate aykırıdır. Fâtih gayesine harpsiz vâsıl olmağı tercih etmekte id i; çünkü bu suretle kuvvetlerini korumuş ( bk. Krıtovoulos, s. 156), fethedi­ len memleketi mâlî kaynakları zedelenmeden idaresi altına geçirmiş oluyordu. Teklifle­ rine redd cevabı verilmesi üzerinedir ki, as­ lı. rin taarruz şevkini arttırmak için, yağ­ maya .müsâade ediyordu, İstanbul muhasara­ sında, Sırbistan, Bosna ve M ora’da bir çok kalelerin zaptında bu böyle olmuştur. Bu­ na karşılık, 1456 Ma Enez limanını ve ona tâbî adaları, 1460 'ta Mora ’da ekseri kaleleri, Sırbistan Ma Güğercinlik kalesini, 1459 Ma sırp despotluğunun merkezi Semendire’yi ve Karadeniz kıyısında Amasra ’yı harpsiz ele geçirmiştir. Fâtih, umûmiyetle vezîr-i âzami vâsıtası ile, can ve mal emniyeti ve çok defa bir valilik ve tımar vaadederek, hükümdarı veya kale kumandanım harpsiz teslime ikna ederdi. Kaîdeten, emniyet düşüncesi ile, teslim olan müslüman beylerine Rumeli Me dirlik verirdi. 1453'te imparator Konstantin’e Mora 'ya çekilmeği teklif etmiş, 1460 ’ta M ora'yı alınca, despot Demetrios 'a Enez ve adaları vermiş ve 700.000 akçelik gelir te’min etmiş idî ( Krİtovoulos, s. 159 v.d,). Kastamonu beyi İsmail Bey 'e evvelâ Yenişehir, sonra Filibe civarında bâzı yerleri, Alâiye beyi Kılıç Arslan 'a Gümütcine ’yi, Karaman-oğlu Karam an’a Çirmen sancağım, Şebİn-Karahisar beyi Dârab Bey 'e aym sancağı, timar olarak, vermiştir. Bu usûl kalelerin kolayca zaptına bir çok yerde ( msl. Mora Ma; bk. Kemâl Paşa-zâde, s, 168 v.d.) yardım etmiştir. - F âtih ’in harp ve fetih usûllerini incelerken, bugünkü düşüncelere göre değil, zarûretlere ve zamanına göre hüküm vermelidir. O esâs itibârı ile İslâm hukukunun harp ve sulh hükümlerine tâbî plmuştur. Rumeli Me ,,’Anveten" yapılan



5*7



fetihlerde, şeriat kaidelerine göre, halkı esir, toprağı ve emlâki devlet malı sayıyordu. Tes­ lim olanlar için İslâmî âmân hükümleri tatbik olunuyor, cizye konuyor, mal ve şahısları dev­ let himâyesi altma almıyordu, Msl, Fâtih siyâsî bakımdan Bosna kıralım ortadan kal­ dırmağı zarûrî görmüş idi ( Neşrî, s. 198 ). Fa­ kat Mahmud Paşa, daha önce kirala âmân vermiş olduğundan, bu dinî-hukukî ahdîn bozulması en mühim bir ictihad meselesi hâli­ ne gelmiş ( bk. Kemâl Paşa-zâde, s. 243), bunan için müftî al-Bistâmi Min fetva vermesi ve hükmü bizzat icrası icâp etmiştir. Kaynak­ lar kiralın babasını öldürmüş olduğunu, bu idam dolayısı ile ayrıca belirtmek lüzumunu da duymuşlardır. Bundan sonra macarlarıo Bosna 'ya girip, Yayiçe 'de yerleşmeleri üzerine, Fâtih buraya bir kıral tâyinine razı olmuş, bu suretle Bosna için, Mahmud Paşa 'ora âmân ve uzlaşma siyâsetinin doğruluğu kabul edil­ miştir. Osmanlıların „dâruiharp, Abdülazziz Efendi, ayn. esr., 23°; Meh­ med Halife, Tarihli gtlmânî, T O M , İstan­ bul, 1340, s. 23; Kâtib Çelebî, Fezleke, İs­ tanbul, 1284, H, 329; Naimâ, ayn. esr., IV, 320 ). Bâbüssaâde önüne kurulan tahtta yeni pâdi­ şâha, başta şeyülislâm Abdurrahim Efendi olmak üzere, sadrâzam ve bütün vezirler ile ulemâ biat etmiş, ancak Mehmed IV. pek kü­ çük yaşta bulunduğundan, kendisini ürküt­ memek İçin, diğer zâtlar biate iştirakten men’edilmiştir, Bu cülusa Cevrî Çelebî 'nin Cülüs-i kan Muhammed eyledi asude dünyâ­ yı mısraı tarih düşürülmüştür ( 26 receb gü­ nü Eyyub Sultan camiinde yapılan kılıç kuşan­ ma merasiminin tafsilâtı ve küçük hükümdarın kıyâfet ve şemaili hakkında bk. Nâimâ, ayn. esr., IV, 328 v.d .} bk, bir de Evliya Çelebî, Seyakatnâme, İstanbul, 1314, I, 276 ), Cülûsu müteakip, devlet erkânım zor bir vaziyete düşüren mesele, hazînenin müzayakası dolayı sı ile, askere verilmesi gereken bahşiş için para bulmaması idi. Sadrâzam Sofu Meh­ med Paşa, Sultan İbrahim devrinin pek mâruf bir siması olup, büyük bir servet edinmiş bulunan Cinci Hoca ( Hüseyin E fendi) ’ya mürâcaat ederek, 200 kese istedi ise de, kayınatası Kara Çeiebî-zâde Mahmud Efendi ’ye güvenen bu adam para vermekten istinkâf e t ti; bunun üzerine bütün serveti müsadere edile­ rek, ondan ve daha bâzı kimselerden alınan, paralar ile, cülus bahşişi te’min edildi ( Naimâ, ayn. esr., TV, 331 v.d; Evliya Çelebî, Seyâhat nâme, I, 275; Cinci Hoca, şaban ortalarına kadar mahpus tutulduktan sonra, idâm edil­ miştir ). Mehmed IV. ’in ilk saltanat günle­ rinde saray halkından ve İbrahim ’den lutuf görenlerin, onu tekrar iclâs etmek üzere, fa­ aliyete geçtiklerini ve bu vazıyet karşısında hal’ işinde medhaü olanların sarayda pek kötü şartlar altında mahpus tutulan İbrahim ’i katlettirdiklerini (28 receb = 3 ağustos) bi­ liyoruz. Yakın adamlarının rivâyetine göre, pâdişâh; babasmm katline iştirak edenlerden 70 şahsın isimlerini defter ettirip, saklamıştır (Naimâ, IV, 387).



Pâdişâh küçük yaşta olunca, vezîr-İ âzamin devlet işlerini vekâlet ile ve «istiklâl" üzere yürüteceği kanâatinde bulunan Sofu Mehmed P aşa’nm da Kösem Sultan tarafından veri­ len bâzı emirleri yerine getirmemesi, saltanat tebeddülünün başlıca sebeplerinden biri rüş­ veti kaldırmak olduğu hâlde, her işe müdâhele eden ocak ağalarının rüşvet kapısını büs-bütün açmaları, saraydan her 7 senede yapılan ç k* malara tedricî bir şekil verilmesi ve sipahi ulufelerinin geciktirilmesi İstanbul ’da büyük bir buhrana sebebiyet verdi. «Yeni-Câmi ( Sul­ tan Ahmed cam ii) vak'ası" adı ile anılan vc günlerce süren bir ayaklanma,oldu ve sipahi­ ler ile iç-oğlanîarmâ karşı yeniçerilerin hücûmı, Koca Muslihuddin Ağa ’nın gayreti saye­ sinde, galebe ile neticelendi ( Kâtib Çelebî, II, 332 v.dd.; Nâimâ, Tarik, IV, 344 v.dd,). Payi­ tahtta hu hâdiseler cereyan ederken^ S iva s’ta îpşir Mustafa Paşa büyük bir kuvvet ile vazi­ yete hâkim görünüyor, şurada-burada şakavet vak’aları oluyordu. Bu arada Haydar-oğlu, üze­ rine gönderilen Çavuş-zâde Mehmed P aşa’yı mağlûp etmiş, Karahİsar 't basmış, İsparta halkından, yağma etmemek karşılığı olarak, para almış idi. Bu azılı şakinin İsparta mütesel­ limi tarafından yakalanarak, İstanbul *a gön­ derildiği ve burada idâm edildiği malûmdur. ( Kâtib Çelebî, II, 339; Naimâ, IV, 367 v.d.). Bu sıralarda İbrahim zamanında başlayan G i­ rit harbi devam ediyor, Akdeniz boğazı Ve­ nedik gemileri tarafından murakabe edili­ yordu. İstanbul ’daki Venedik elçisi Giovanni Soranzo, türk donanmasının hazırlanıp, yo­ la çıkmasını men’edecek tedbirler almak ile meşgûl bulunduğu ve devletin askerî duru­ mu hakkında memleketine haberler gönderdiği anlaşıldığından, tevkif edilerek, Rum el irHisarı ’na hapsedilmiş ve 70 kadar gemiden-mürek­ kep donanma, kapudân-ı derya Voynuk Abraed Paşa kumandasında, Akdeniz ’e gönderilmiş idi. .24 rebiülâhır 1057 (7 mayıs 1649 ) ’da Çanak­ kale boğazından çıkıp, Venedik gemilerine ta­ arruz ederek, onları uzaklaşmağa mecbûr ettik­ ten sonra, Foça ’ya giden türk donanması orada Giacopo da Rİva kumandasındaki Venedik filo­ sunun hücumuna uğradı. Yeniçerilerin muhare­ beye seyirci kalmaları yüzünden, baharı elde edemeyen, fakat düşman gemilerine oldukça za­ yiat verdiren osmanlı donanması Foça limanın­ dan çıktı; Rodos fta Tunus ve Mısır gemileri' ile birleşİp, G irit'e gitti (tafsilât içiıi'bk. Kâtib Çelebî, ayn. esr., II, 344 v.d.; Naimâ, IV, 382 v.dd.; Daru, Histoire de Ripubliçtte de Venise, Paris, 1853, V , 38 v. dd.; J. v. Ha mmer, ayn. esr., X, 219 ). Saray, donanmanın uğradığı bu mağlû­ biyeti, esasen hoşnut olmadtğı Sofu Mehmed



MEHMED IV.



549



Paşa ’nm ihmâline atfetmiş idi. Mehmed IV., üzerine Murad Paşa, ocak ağalarım kasdedeyamada büyük validesi bulunduğu hâlde, sadr­ rek, bir memlekette 4 sadrâzam olamayacağı­ âzam t buzûruna çağırıp, ağır sözler ile hitap nı ileri sürdü ve sadâretten çekildi ( 7 şaban ettikten sonra,, sadâretten azlederek, yerine 1060 = 5 ağustos 1650) ve yerine Melek Ah­ yeniçeri-ağası Kara Murad A ğ a ’yı tâyin ey­ med Paşa sadrâzam oldu. Evliya Çelebî [ b. bk.] ledi (9 cemâziyeievvel 1059 = 31 mayıs 1649) 'nin medıh ve senâstna rağmen, silik bir şah­ siyet olan Melek Ahmed Paşa zamanında, hazî­ ve Sofu Mehmed Paşa öldürüldü. İstanbul Ma sipahilerin tenkili Anadolu 'da nenin zarûreti büs-bütün arttığı gibi, ocak ağa­ şiddetli bir akis uyandırmakta gecikmedi. larının tahakkümü de Önüne geçilmez bir hâl Sipahilikten yetişerek, Niğde 'ye yerleşen ve almış, Osm anlı donanması ise, Venediklilere tanıdığı nufûzlu şahsiyetler sayesinde mansıp Paros muharebesinde mağlûp olmuştur (10 alıp-satmaktan büyük bir servet te’min eden temmuz 1651; Daru, ayn. esr., IV, 42). He­ Gürcü Abdünnebı ( Gürcü Mehmed Paşa ile nüz devlet işleri ile alâkadar olacak bir yaş­ Cafer Paşa ’nm kardeşidir) can korkusuna ta bulunmayan Mehmed IV. *in ileride ma­ düştü ve avenesi ile, Konya üzerine yürüdü; razı bir mâhiyet alan avcılık iptiîâsi bu sı­ Konya sipahilerinin ve yol kesici Katırcı-oğlu ralarda başlar (K ağıthan e’de yapılan ilk av Mehmed 'in iltihâkı ile kuvveti artarak, yoldaş­ eğlencesinin tafsilâtı için bk. Naimâ, V , 43 larının kanım dâvaya kalkıştı. Hükümetin v.d, ), Mutaassıp zümre ( Kadı-zâdeliler) ile gönderdiği Tavukçu Mehmed Paşa ’mn, bir şey tarikat erbabı arasında öteden beri mevcut yapamadan, İzmit 'ten avdet etmesi ve İstan­ ihtilâfın şiddetlenmesi ve Kadı-zâdelilerin en bul 'un tehlikeye düşmesi üzerine, şehirdeki ileri geleni olup, Hoca Reyhan Ağa ’nm büyük butun askerler Üsküdar'a gönderilmek ve o itimâdını kazanan Üsiüvânî Mehmed Efendi 'y«» havalide siperler kazdırılmak sureti ile, mü­ pâdişah-şeyhi sıfatı île, hâss odada vaaz etti­ dâfaa hazırlıklarına girişildi. İsyânı tenkile rilmesi aynı zamana tesadüf etmektedir. Meh­ tne’mûr edilen, fakat teenni gösteren Murad med IV. 'in fikrî terbiyesi üzerine Kadı-zâdePaşa 'ma Abdünnebi ite eskiden dost olma­ liîerin küçük görülemeyecek bir te'siri ol­ sı, aralarında gizli bir anlaşma bulunduğu duğu anlaşılıyor. Ocak ağalarının, parasızlığa şâiasıtıı ortaya çıkardı. Kara Murad Paşa çar­ çâre olmak üzere, terviç ettikleri usûl, yâni pışmak niyetinde olmadığım, ancak şeyhül­ sağlam akçeyi, kendileri tarafından muhtelif islâmın azlini istediğini söyleyen, kendisine yerlerde kestirilen veya piyasadan toplanan ve adamı Kazzâz Ahmed *e padişah tarafından züyûf akçeye tebdil ile, askerin ulûfesini bu­ birer sancak verildiği takdirde, çekileceği anla­ nunla vermek yüzünden, İstanbul esnâfımn şılan ve her hâlde Katırcı-oğlu gibi, bir hay­ ayaklanıp, şeyhülislâm Abdülaziz Efendi 'yi dut olmayan Abdünnebı ile çarpışmak zorunda önlerine katarak, ağaların idamım istemek kaldı. İki taraf arasında Üsküdar civarında üzere, saraya gelmesi, Melek Ahmed Paşa'nın Bulgurlu 'da vukû bulan muharebeyi Murad azline ve Siyavuş Paşa ’mn sadârete getirilme­ Paşa kazandı ( çarşanba, 36 cemâziyelâhır 1059 sine sebep oldu (4 ramazan = 21 ağustos). = 17. temmuz 1649). Abbdünnebî, isteklerinin Bu hâdiseler cereyan ederken, dâimâ yeniçeri yerine getirilmediğini ve boşuna miislüman ocağım tutan büyük valide Kösem Sultan, kani; dökülmemesi gerektiğini söyleyerek, ça­ karşısında valide Turhan Sultan ’ı can düşmanı dırlarına bile uğramadan, çekilmiş ve fan va­ olarak görmüş ve rakibinden kurtulmak için, ziyet karşısında adamları da tamâmiyle peri­ Mehmed IV. 'i tahtından indirerek, yerine şan olmuş idi ( Kâtib Çelebî, ayn. esr., II, 343 kardeşi Süleyman ’ı geçirmek üzere, ağalar He v, d d ,; Naimâ, ayn. esr., IV, 388 v.dd.; Abdî müştereken harekete geçmek istemiş ise de, Paşa, ayn. esr., 6»~b, 7®). neticede kendisi Turhan Sultan ’ın adamları Murad Paşa devletin vaziyetini düzeltecek tarafından öldürülmüş (16 ramazan 1061 = 2 tedbirleri alamadı. Aym tab'da Çomar Bölük- eylül 1651 ) ve her biri yakalanıp, idâm edilen başı, etrafına topladığı levendler ile haydut­ yeniçeri ağalarının nufûzn nihayet bularak luk ediyor, G irit'teki sipahiler İstanbul’a ( Naimâ, V , 105 v. d d .; Kâtib ÇelebîT II, 379 adamlar gönderip, zahîresizlik ve parasız­ v.dd.; bk. mad, KÖSEM SULTAN ), bn defa ha­ lık 'yüzünden çektikleri müşkilâiı anlatma­ rem ağalarının tahakkümü ve Turhan Sultan ğa çalışıyor, Müneccim-başı Hüseyin Efen­ 'in saltanatı başlamıştır ki, hu vaziyet Köprü­ di ’nin te’siri altında bulanan sadrâzam ise, lüler devrine kadar devam edecektir. yeniçeri ocağı ile geçinemiyordu. Devletin bü­ Siyavuş Paşa, kızlar-ağası Süleyman Ağa tün işlerine müdahale eden ağalar, Murad Pa­ ile düştüğü ihtilâf neticesinde, azledildi. Ha­ şa 'dan gördükleri mukavemet karşısında, onun lefi Gürcü Mehmed Paşa [ b. bk,] zamanında öldürülmesi için, tertibat almışlardı. Bunun Girit’te ve Bosna hudûdunda Osmanlı-Venedik



550



MEHMED IV.



muharebelerinin ve Anadolu Ma şakaveiin de­ ğu makama bırakmakla vazıyetin düzeleceğini vam ettiğini, devletin bilhassa donanma iğleri­ zannediyordu. Bu sırada kapudân-ı deryâ Kara ne ehemmiyet vererek, Akdeniz boğazının açıl­ Murad Paşa kumandasındaki osmanlı donan­ ması hususunda gayret gösterdiğini biliyoruz. masının Çanakkale boğazı dışında Venedik Gürcü Mehmed Paşa sadâret makamında belli- donanması ile 6 saat süren bir muharebede başlı bir muvaffakiyet elde edememiş, onun ye­ bulunduğunu ( 28 cemazîyelâhır 1064 *= 16 ma­ rine valide sultan ile Mehmed IV. 'in çok itimat yıs 1654), bu muharebede Kara Murad Paşa ettikleri Anadolu kazaskeri Mes ’ud Efendi 'nîn ’nın büyük bir gayretle çalıştığını, Venediklilere tavsiyesi ile, Tarhuncu Ahmed Paşa sadârete mühim zâyiât verdirdiğini, amiralleri Fratıcesco getirilmiştir (13 receb 1062 = 20 haziran 1652 ). Morosini 'nin maktul düştüğünü biliyoruz ( bu İttihâz edeceği mâlî tedbirlere kimsenin müdâ­ muharebe ve onu takip eden Değirmenlik hale etmemesi şartı ile, bu vazifeyi kabul eden muharebesinin tafsilâtı için bk. Naimâ, ayn. Tarhuncu Ahmed Paşa, gümrük, mutbah ve esr., V , 390 v. d d .; J. v. Hammer, ayn. esr., XI. tersane masraflarım mnrâkabe ederek, sûis- 340 v. dd.). Vükelâ ve ilmiye ricalinin zulüm ve irtikâbı tîmâlin önüne geçmeğe çalıştı. Saray en nafiz bir şahsiyet olarak görünen Hoca-zâde hakkındaki arîza üzerine, Üsküdar sarayında Mes'ud Efendi 'nin re’yi ile hareket ediyordu. Mehmed IV. ’in huzurunda akdolunan ve netice Fakat sadrazam, şeyhülislâm Ebu Said Efen­ vermeyen bir içtimâi müteakip, Derviş Paşa d i ’nin yardımım te’mia ederek, bu zâtı işten hastalanarak, vazifesini yapamayacak bir hâle uzaklaştırmağa muvaffak oldu. Diğer taraftan geldi ve mühr-i hümâyûn Haleb beylerbeyi Ebû Said Efendi ile İstabul 'dan mâzûl Esad İbşir Mustafa Paşa 'ya gönderildi. Bir celâli Efendi arasında çıkan tatsız bir hâdise ulemâ­ sergerdesinin sadârete getirilmesi ve kısa bir nın ayaklanmasına sebebiyet vermiş, esnafın zaman sonra bir isyan neticesinde öldürülmesi, ve sipahilerin de karışmak istedikleri ve ulemâ Osmanlı devletinin o devirde nasıl bir buhran tarafından men'edilen isyana benzer bir hâdi­ geçirmekte olduğunu göstermeğe kifayet eder, se, şeyhülislâmlığa Bahâ! Efendi ’nin tâyini ibşir Paşa 'nın halefi olup, bu defa da istifa ile ile neticelenmiştir (12 ramazan 1062 = 17 hizmetten ayrılan Murad P a şa ’dan sonra, sa­ ağustos 1652) kİ, bu vakıa devlet idaresin­ dârete Süleyman Paşa geçmiş ve bu zâtın, mâlî deki intizamsızlığın bir misâli olarak zikredi­ müzayakaya çâre olmak üzere, sikkeyi tağşişe lebilir ( tafsilât için bk. Abdî Paşa, ayn, yer. ; kalkışması, yeni bir isyanın çıkmasına sebe­ Fezleke, H, 381; Naimâ, V, 236 v.d.). Selefi­ biyet vermiştir. Mühr-i hümâyûn G irit serdarı nin yaptığı tevcîhâtı ibtâl etmek isterken, Deli Hüseyin Paşa ’ya gönderildiği sırada kay­ sarayın muhalefeti ile karşılaşarak, buna bo­ makam nasbedilen Zurnâzen Mustafa P a şa ’nın yun eğen Tarhuncu Ahmed Paşa bütün me’- tahriki ile isyan alevlendi, At-Meydam ’nda top­ mûrîara şâmil »irsaliye* adlı bir vergi tarh» lanan yeniçeri zorbaları, padişaha, bayram gecesi attı, zeamet, has ve başmaklıkların kifayet hâss odada eğlenmesine, daha doğrusu tehirle­ edecek mıkdardan fazlasına mîrîye bağladı. rinden korktukları İç-ağaları He tanışmasına Devletin gelirini 700.000 kuruş arttırdı. A y ­ mâni olacak kadar tahakkümlerini arttıran rıca değirmenlere koyduğu resim de hazî­ (Naimâ, V, 409 v, dd.) saray ağalarının ta­ neye senede 100.000 kuruş te'min edecekti. hakkümünden şikâyet ederek, ele-başılarınm Fakat Üsküdar halkının, bilhassa »sipah tâife- Öldürülmesini istediler. Mehmed IV. bir müd­ sinin* ayaklanması üzerine, değirmenlerden det mukavemete çalıştı ise de, neticede kız» vergi atmak usûlünü geri bırakmak mecburi­ iar-ağası Behram A ğa ile daha bir kaçım idam yetinde kalmış, buna esasen şeyhülislâm Ba- ettirdiği gibi, o kadar himaye ettiği Hoca hâî Efendi de muvafakat etmemiş idi. Aldığı Bilâl A ğ a ’yı dahi kurtaramadı. Valide Sultan daha başka kararlar He halkın istihzâsmı ’ın muşa hibe si Melekî Kadın He kocası Şaban celbeden Ahmed Paşa, Mehmed IV. ’in talebi Ağa da öldürülenler arasında idi. Maktüllerin üzerine, devletin irâd ve masrafını gösteren cesetleri Sultan Ahmed meydanındaki çınar bir defter tanzim etmekle mâruftur (b u def­ ağacına asıldığından, bu hâdiseye »çınar terin metni için bk. Mehmed Halife, Tarih-i vak’ası" ve »vak a-i vakvâkiye" denilmiştir gılmânî, s. 30 — 34). Hazînedeki büyük açığı (Naimâ, VI, 139 v. d d .; Tarih-i gılmânî, s. 37 sarahatle gösteren bu defter hoşa gitm edi; v. d d .; İsyanın nihayet bulması 8 cemâ2İbüs-bütün gözden düşüp, azil ve katlolunan yelevvel 1066 = 4 mart 1656). Bu vak'adan bu zâtın yerine, kapudân-ı derya Derviş Paşa sonra, Siyavuş Paşa ’mn kısa süren sadâretini [ b. bk,] tâyin olundu. Derviş Paşa, mansıp takiben, Boynu-Yaralı ( Boynu-Eğrî ) Mehmed satışından elde edilen para ile, mâlî işleri yo­ Paşa ’nın sadrâzam olduğunu görüyoruz. Diğer luna koyduğunu ve her işin idaresini âit oldu­ taraftan Venedik harbi Osmanlı devletinin tâ-



MEHMED IV.



55i



mâmiyle aleyhinde bîr safhaya girmiş, 1065 yerine, sadârete getirilince ( 26 zilkade 1066 « (1655 } 'te kapııdân-ı deryâ Surnâzen Mustafa 15 eylül 1656 cuma), işler büs-bütün değişti. Faşa Venedik donanması ile yaptığı bîr mu­ Köprülü Mehmed Paşa [ b. bk.} mevkiini kuv­ harebeyi kaybetmiş ( Naimâ, VI, 102 v.d.; Da- vetlendirip, İstanbul 'daki asayişsizliği gider­ rüi IV, 5 1 ; mamafih Venedikliler tarafından miş, donanmayı takviye ettirmiş, Çanakkale bo­ muhasara edilen Benefşe = Monemvasİa kale­ ğazında Venedik donanmasını mağlûp ederek, sini kurtardığı için, kendisine Erzurum bey­ Bozca-Ada ile Limni 'yi geri almış, daha sonra lerbeyliği verilmiştir), daha sonra kapudân-ı Erdel [ b. bk,] İşlerini yola koymak üzere se­ deryâ Kenan Paşa kumandasındaki donanma fere çıkmış ve Yanova'yı zaptetmeğe ve Anado­ ( Naimâ’ya göre, 79; D aru'ya göre, 98 gemi­ lu 'd a Abaza Haşan P a şa ’nm çıkardığı geniş den mürekkep ) Akdeniz bağazım abluka eden isyan hareketini söndürmeğe muvaffak olmuş Lazaro Mocenigo ’nutt idaresindeki Venedik do­ idi. Köprülü Mehmed Paşa 'nm sadâreti esna­ nanmasına mağlûp olmuştur. J. v. Hammer {ayn. sında devlet işlerinin yoluna girdiğini gören esr., X, 393 ) bu hezimetin, Lepanto 'dan son­ ve zamanı zevkine göre geçirmek imkânını ra, türkîer için en büyük deniz mağlûbiyeti bulan Mehmed IV., bu değerli sadrâzamın ve­ olduğunu kaydeder. Bu hâdiseden sonra A k ­ fatında, onun tavsiyesi ile, yerine Köprü! ü-zâdeniz boğazının dışı artık tamamen Venedik'in de Fâzıl Ahmed Paşa [ b. bk.] ’yı sadârete tâ­ hâkimiyeti altında kalmış ve kısa bir zamanda, yin etti. Fâzıl Ahmed Paşa Avusturya ile harbe birbirini müteakip, düşman kuvvetleri, muhafızı girişip, bu harbi Uyvar fethi ve Vaşvar mua­ Ahmed Paşa 'nın 1üzümlü tedbirleri almakts hedesi ( 1664 ) ile neticelendirmiş, müteaki­ tekâsül göstermesinden istifâde ederek, Bozca- ben Girit *e gidip, daha evvelki muhasarada Ada yı, bir az sonra Limni 'yİ ele geçirip, bu­ ele geçîriîemeyen Kandiye kalesini zaptederek ( 1669 ), Venedik harbine nihayet vermiştir. ralardan kendisine üssler te'min eylemiştir. Fâzıl Ahmed Paşa'nın son seferini Lehis­ Çanakkale boğazının tamamen kapanması yü­ zünden, İstanbul 'da eşya fiatlarmın yükselme­ tan 'a karşı yaptığım ve buna Girit seferi es­ si, devlet ricalinin şahsî menfaat hırsına düşe­ nasında büyük av eğlenceleri ile Gümülcine, rek, memleket işlerinde ihmâl göstermesi, Meh­ Siroz ve Selanik yolunu tâkîp ederek, bütün med IV. 'in ise, Üsküdar tarafında vaktini zevk o havalide dolaşan, hattâ uzunca bir müddet ve sefa içinde geçirmesi, halk arasında memnû- Eğri boz'da kalan (b u seyahatin başından nîyetsizlik, heyecan, hattâ nefret uyandırdı sonuna kadar tafsilâtı için bk. Abdî Paşa, ye düşman donanmasının, boğazı geçerek, İs­ ayn, esr., 89® — 105»; Süâhdar Mehmed Ağa, tanbul Önlerine gelebileceği dahi ihtimâl dâ­ Tarih, I, 473 ve 654 v.d.; Râşid, Tarih, l, 151 hiline girdi. Sunulan şikâyetnamelerden ne­ v. dd., 245 v. dd.) Mehmed IV. 'in de iştirak tice çıkmıyor, sadrâzam aczinden şaşkın bir ettiğini biliyoruz. Pâdişâh ordu ile yola çık­ hâlde bulunuyor ve mânâsız tedbirlere baş-vu- mış ( 8 saf er 1083 = 4 hazîran cumartesi ), ruyordu. Yalı köşkünde, padişah huzurunda yağmur ve çamur yüzünden, ordunun çektiği akdedilen meşveret meclisi vaziyeti İslah ede­ bütün muşküâta katlanarak, Kameniçe kalesi cek tedbirler alamamış, hazînenin müzaya­ önüne kadar gelmiş ve yüksek bir mahalle kasını gidermek üzere, „imdâdiyew adı ile kurulu otağına inerek, kalenin topa tutulma­ konulan vergiden ancak bîr kaç yüz bin ku­ sını ve askerin yürüyüşlerini alâka ile tâkip ruş te’min edilebilmiş idî, İkinci meşveret etmiş idi (A b d î Paşa, ayn. esr., ıı6k — U 7a ). meclisinde Mehmed IV, bizzat sefere çıkmak Pâdişâh 3 cemâziyelevvelde teslim olan kaleyi arzusunu İzhâr ettiği zaman, Boynu-yaralı bir kaç gün sonra gezerek, camı hâline geti­ Mehmed Paşa bunun ancak padişah tarafın­ rilen 6 mâbedden birine kendi, diğer ikisine dan 26.000 kese verilirse,, mümkün olacağım Valide Sultan ile Haseki Sultan 'm adım verdi. söyledi ve Mehmed IV. gazaba gelerek, mec­ Sefer esnâsmda kendisi harp sâhalarmı dola­ lisi terketti. İşte Köprülü Mehmed Paşa ’mn şıyor, palankaların zaptında hazır bulunuyor sadârete getirileceği ve Mehmed IV. ’in salta­ ve fethedilenleri ( msl. Buçaş ), kıyafet tebdil nat senelerinde yeni bîr devrenin açılacağı ederek, ziyaret ediyordu. Mehmed IV. 18 eylül sıralarda vaziyet bu merkezde idi. 1672 'de Buçaş muahedesi akdolunduktan sonra, Daha Gürcü Mehmed P aşa’mn sadâreti es- Edirne’ye müteveccihen hareket etti. Yolda nâsıhda mimar Kasım A ğa tarafından Turhan kar ve yağmur dolayısi İle çok zahmet çek­ Sultan 'a sadâret namzedi olarak tavsiye edi­ mekle beraber, hava müsait oldukça, sürgün len Köprülü Mehmed Paşa, bu defa yine Ka­ avlarını tertip ettirmekten geri kalmadı ( taf­ sım Ağa, Şâmî-zâde Mehmed Efendi v.b. ’mn silât için bk. Abdî Paşa, ayn. esr., 109a — 124b; delâleti ile ve bir takım şartlar kabul ettir­ Süâhdar Melımed Ağa, ayn. esr., s. 567 v.dd,; mek suretiyle, Boynu-Yaralı Mehmed Paşa mn Râşid, ayn. esr., I, 266 v.dd.).



55*



MEHMED IV.



Lehistan bu muahedeyi ağır bularak, ahkâ­ mına riâyet etmeyip, 1084 = 1673 'te yeni bir sefer açıldığı zaman, Mehmed IV. buna da iştirak edip, İsakçt ’ya kadar gitti ve müsâleha şartları yerine getirildiği takdirde, taarruz edilmeyeceğine dâir kaleme aldırdığı nâme-i hümâyûnu Müteferrika Hüseyin A ğa ile Leh kiralına gönderdi. Bu sırada lehlilerin Hötin üzerine büyük bir kuvvet sevkettikleri duyulmuş, yardıma gönderilen Silistre beylerbeyi Hüse­ yin Paşa, Jan Sobieski 'ye mağlûp olmuş, Eflak ve Boğdan voyvodalarının iltihâk ettiği Leh kuvvetleri H otin'i ele geçirmiştir. Kış mevsi­ minin şiddetle hüküm sürmesi dolay ısı ile, sefere devam imkânı kalmadığından, padişahın Baba*Dağı 'na çekildiğini ve sonra Hacı-oğlu Pazarcığı 'nda kışlamağa karar verdiğini görü­ yoruz. Mehmed IV. o rebiülevvel 1084’te kışlaktan çıkıp, bir az il enlediği zaman, ruslartn kazaklara taarruz ettiği duyularak, bu taarruzun önlenmesi Leh seferine tercih edildi ( Râşid, Tarih, I, 311 v. d. ). Diğer taraftan Şam beylerbeyi Hüseyin Paşa Hotin kalesini istirdat etmiş idi. Bu defa Aksu sahrasına kadar ileriiediğini bildiğimiz Mehmed IV., yine müteaddit palankaların zaptında hazır bu­ lunduktan sonra, 4 şaban 1084 ’te Edirne 'ye dönmüştür. Harp nihayet Zuravna kalesi ci­ varında uzun çarpışmalardan sonra Lehistan kiralının kabul ettiği muâhede ile sona er­ di ( 19 şaban 1086= 27 teşrin I. 1676). Seferden daha evvel dönen ve hasta bulunan Fâzıl Ahraed Paşa 15 sene sadâretten sonra vefat ettiği zaman, Mehmed IV. bu makamı üçüncü vezir ve rîkâb-i hümâyûn kaymakamı Merzifonîu Kara Mustafa Pasa [b. bk,]'ya tevcih eyledi. Köprülülerin idaresinden pek memnun bulunan padişah, bu makama Köp­ rülü Mehmed Paşa'nm yetiştirdiği ve dâmad edindiği bîr şahsı getirmekle, gerek devletin menfaatini ve- gerek kendi rahatım düşün­ müş idi.



ratamadığı için, ehemmiyetsiz ve uzak bir ka­ lenin zaptından ibaret kalan bu seferden, 1089 senesinin son ayında, İstanbul’a dönmüştür ( seferin tafsilâtı için bk, Râşid, ayn. esr„ I, 345 v .d d .S ilâ h d a r Mehmed Ağa, ayn. esr., 674 v, d d .; J. v. Harnmer, ayn. esr., XII, kitap, 57; I. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, III, 440 v.dd.). Fakat rusların harp faaliyetine devam ettikleri anlaşılınca, 1091 ( 1680 ) ’de, yine pa­ dişahın iştiraki ile, sefer açılması kararlaştı­ rılmıştır. Bu sefer esnasında, Mehmed IV. Edirne 'ye kadar gitti İse de, rus çarı, Kı­ rım ham vâsıtası ile, sulh talebinde bulundu­ ğundan, 22 muharrem 1092 ’den başlamak ve 20 sene sürmek üzere, 12 maddelik bir muâ­ hede akdolundu ve sefere hâcei kalmadı ( muâhede-nâmenin ahkâmı İçin bk. Râşid, ayn. esr., I, 366 v.d.; Silâhdar Mehmed Ağa, ayn. esr., I, 737 ). Yabancı devletler ile münâsebatta sert bir tavır takınan Kara Mustafa Paşa 'mn aynı sene içinde, mücâdele hâlinde bulunduğu Trabulus eyâletine âit bir kaç geminin ilticası ve fransız amirali Duquesne'in Sakız limanım topa tutması üzerine, elçi M. de Guilleragues ’İ şiddetle tehdit ettiğini ve Fransa 'dan tazmi­ nat aldığım da kaydetmeliyiz (A b d î Paşa, ayn. esr., 1456 ; Silâhdar Mehmed Ağa, ayn. esr., I, 744 v.dd.; Râşid, ayn. esr., 370; Comte de Saint-Priest, Memoîres sur Vamhassade de la France en Turquie, Paris, 1877, s. 232 v.d.).



Mehmed IV. 'in Merzifonîu Kara Mustafa Paşa sadâretine musâdif devresinde, şüp­ hesiz, en mühim hâdise, Osmanlı devlet ni te­ melinden sarsacak ve onu eski satvetî ile kı­ yâs edemeyeceğimiz bir zaafa düşürecek olan ikinci Viyana muhâsarasıdır. Macaristan ’m alman imparatorluğuna tâbi olup, türk kaynak­ larında orta Macar denilen kısmının ahâlisi Habsburgların tahakkümünden, vicdan hürri­ yetine riâyet eden Osmanlıların muaveneti ile, kurtulabileceğini düşünüyor ve bu havalide katolik-protestan mücâdelesi hüküm sürüyordu. Kara Mustafa Paşa ’nın ilk zamanlarında Ka­ Daha Koprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa ’nıh zak hetmam Doroşenko 'nun rnslara iltihâkı ve sadareti esnâsmda macarlar Osmanlı devletine Ukrayna om istilâya uğraması bir osmanh-rtıs müteaddit müracaatlarda bulunmuşlar, fakat harbine sebebiyet verdi. Çehrin seferi adı ve­ sadrâzam alman imparatorluğu ile akdettiği rilen harbe, Tuna nehrini geçmemek şartı üe, sulh muahedesini bozmak istememiş ve macar Mehmed IV. de iştirak etti; fakat onun orduya ileri gelenlerinden biri olan Emerle Toköly 'nin katılmasında ciddî bir mâhiyet aramamak lâ­ teklifini nazar-ı itibâra almamış İdi. Hâlbuki zım geldiğini ve bunu seyahat ve avcılık için Kara Mustafa Paşa şahsan haris olduğu kadar, bir vesile ittihaz ettiğini belirtmek gerektir. Osmanlı devletini Kanûnî Sultan Süleyman Kara Mustafa Paşa kamandasındaki osmanlı devrinden daha azametli bir vaziyete yük­ ordusunun ruslar ile kanlı çarpışmalar yapa­ seltmek arzusunda idi. •^Sadrâzam Toköly ’nîn rak, tehlikeli günler geçirdiği ve nihayet Çeh­ yeni bir mürâcaatını bu gayeye erişmek İçin rin kalesini fethettiği sırada, Mehmed IV. Si- müsait bir fırsat addederek, orta Macar kir listre’de kalmış ve fethi müteâkip, devleti j rah olarak kabûi ettiği bu zâtı himaye al­ boşuna yoran ve rus ordusunu hezimete uğ- j tına alıp, ona yardım ettiği gibi, berat ve



MEHMED IV. ahîdnâme de verdi. Alman İmparatoru Leopold I. 'ün, hitâmına bir sene kalan sulh mua­ hedesini yenilemek üzere gönderdiği elçi Comte de Gaprara ’nın teklifi ehemmiyetle karşı* ianmadı. Buna mukabil T oköly’nin murahhas­ larına büyük bir itibar gösterilerek, sefer hazırlıklarına. başlandı, Mehmed IV. böyle tejhHkeü ve' neticesi meşkûk bir teşebbüse girişmek istemiyordu. Buna karşılık harbe kat iyen karar vermiş olan ve inadında dâima İsrar eden Kara Mustafa Paşa ’ntn hudut boy­ larından sahte şikâyetnâmeler getirterek, pa­ dişah nezdmde, alman imparatorluğu tarafın­ dan sulh şartlarına riayetsizlik edildiğine dâir, kanâat uyandırmağa çalıştığı görüldü ( Silâh­ dar Mehmed Ağa, ayn, esr,t I, 757; Râşid, Ta­ rik, i, 387; ikinci Viyana seferi hakkında, T O M, sene 3, s. .994 v. dd.,.Haşan Esîrî, M i­ yar al-daval 4l6> 4 *9> 4*2, 423, ikamete me’mûr edilmiştir ( Kara Çelebî-zâde, 424 ; İ. H. Uztmçarşılı, Osmanlı tarihi ( An­ s. 525 ). Mehmed Paşa 11 şevval 1022 ( 24 teşrin kara, 1951), III, kıs. I; Necatı Taean, Eski II. 16 13 )’de padişahın Edirne'ye hareketi osmanlı seferlerinde N iş — Betgrad— Salan- üzerine, İstanbul muhafazasına tâyin olundu, karnen — Peter Varadin — Logos — TamşDâmâd Mehmed Paşa 'mn sadâretinde ikin­ var kuşatma ve meydan muhârebeleri ( 1690 ci vezirliğe getirilen Gürcü Mehmed Paşa (Topçular-Kâtibi, 178^ ) sadrâzamın İran se­ — 1696 ), İstanbul, 1939. ( CENGİZ ORHONLU.) ferine hareketinde sadâret-kaymakamhğma tâ­ MEHMED P A Ş A . MUHAMMED P A Ş A , yin edilmiş ( Kâtib Çelebi, 1, 369; Kara ÇelebîGÜRCÜ ( ? — 1626), XVII. asır s a d r â z a m - zâde, s. 529: rebiülâhır = mayıs 1615; Münecl a r ı n d a n d ı r . Harem-i hümâyûn hadım-ağa- cim-Başı, III, 632: rebîüievvel) aynı sene larından iken, Ahmed I. ’in cülusunu müteakip, recebinde (ağustos 1615) azledilmiştir (Top­ 2 şâban 1012 pazar günü (4 kânûn II. 1604 ) çular Kâtibi, 184°; Kara Çelebî-zâde, 531 ). has-oda-başı tâyin edildi. Sadâret kaymakam­ İkinci vezirlik vazifesini muhafaza eden Meh­ lığına getirilen Sarıkçı Mustafa Paşa ’mn İlti­ med Paşa, Hotin seferine iştirak edip, otağ-ı ması He, 1013 rebiüiâhırmda ( ağustos— eylül hümâyûn ve hazîne muhafazasında bulundu. 1604 ) üçüncü vezirliğe getirildi ( Mustafa Şâfi, Zilkade 1029 ( teşrin I. 1619 ) 'da, Hüseyin Paşa Zubdat al-tavârîk, Veliyüddin Ef. kütüp., nr. ’mn sadâretten azledilip, ikinci vezirliğe ge­ 2429, 27a; Kâtib Çelebi, Fezleke, I, 252; Kara tirilmesi üzerine, Mehmed Paşa ’nm üçüncü Çelebî-zâde Abdül 'aziz, Ravzat al. abrar, Bulak, vezirliğe tenzil edildiği anlaşılmaktadır, Mere 1248, s. 500; bu tâyinin rebiülevvelde yapıl­ Hüseyin Paşa ’nın sadârete gelişinde ( şâban dığı hakkında bk. Müneccim-başı, Tarcuma-i 1030 = haziran— temmûz 1620) Gürcü Meh­ şa h a if al-ahbar, IH, 621; Solak-zâde Mehmed, med Paşa tekrar ikinci vezirliğe tâyin edil­ Tarih, İstanbul, 1298, s. 688 ). Gürcü Mehmed di. Osman II. ’m Hicaz ’a gitmek tasavvurun­ Paşa, kul tâifesi tarafından katledilen Hacı da bulunduğu sırada, Gürcü Mehmed Paşa İbrahim Paşa yerine, 28 cemâziyelevveîde ’nm Edirne muhafazasına tâyini tekarrür et­ ( 22 eylül 1604 ) Mısır valiliğine tâyin edilmiş miş idi ( Kâtib Çelebi, II, 10). Mere Hüseyin ve selefinin katline sebebiyet verenleri cezâ- Paşa ’nm azli ile, Lefkeii Mustafa ve Dâvud iandırıp, Mısır ahvâlini tanzim etmiştir. Meh­ Paşa ile birlikte, Mustafa I. tarafından, ayak­ med Paşa muharrem 1014 ( mayıs—haziran lanan askere sadrâzam namzedi olarak gös-



586



MEHMED PAŞA.



teriidi ise de, sadârete (28 şaban 1031) Lefkeli Mustafa Paşa getirildi ( Haşan Bey-zâde, 37S1* v.d .; Kâtib Çelebî, H, 27 ); Mustafa Paşa 'nın azli üzerine, sadârete tâyin olunda ( Ha­ şan Bey-zâde, 378»: 15 zilkade 1031 çarşanba — 21 eylül 1621; bu tâyin tarihi hakkındaki ihti­ lâflar için bk. Solak-zade, s. 724; Kâtib Çelebî, II, 27 ve ondan naklen Naimâ, II, 327 ve J. v. Hammer, VIII, 234; bk. Topçular Kâtibi, 224*»). Karışık bir devirde iş başına getirilmiş olan Gürcü Mehmed Paşa 'yı âsâyiştn te’mini ve askerin inzibat altına alınması birinci derecede meşgûl etti. İstanbul’da devlet erkânı bu mes­ elenin halli için ictimâlar yaparken ( 23 zilhicce 1031 = 29 teşrin I. 1622; Haşan Bey-zâde, 380»}, Anadolu 'da yeni-yenı ayaklanmalar başlamış idi. Bu arada Ayıntab 'da şehirli zor­ balar ile yeniçerilerin birbirine düştüğünü ve daha mühim olarak, Bagdad ’da Bekir Suba­ şı hâdisesinin zuhur ettiğini kaydetmeliyiz. Bundan başka, Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa, kendi adamları ile yeniçeri­ ler arasında çıkan bir kavgadan sonra, nö­ betçileri kaleden İhrâc ile, Kars ve Ahısha paşalarını da isyana teşvika başlamış idi. İstan­ bul ( 13 safer, cuma 1032 = 23 kânun I. 1622 ) ’da isyan eden yeniçeriler Abaza Mehmed Pa­ şa 'yı teşvik edenler arasında, onun kayın­ pederi ve Gürcü Mehmed Paşa 'ma kardeşi Hüseyin Paşa ’nm da bulunduğunu ileri sürdüler Gürcü Mehmed Paşa bu isyanı bastırdığı gibi, Osman II. 'ın öldürülmesi ile alâkalı kim­ selerin de idâmmt te'min etmiştir ( safer— rebiülevvel 1032 = kânûn I. 1622— kânun II. 1623; bk. bir de Hüseyin Tugî, Tarih, nşr. M. Sertoğlu, Belleten, XI, 507 v.dd.). Gürcü Meh­ med P aşa’nm sadâreti esnasındaki siyâsî mü­ nâsebetler ve İran, Lehistan ve Rusya elçileri­ nin kabûlü hakkında bk. Haşan Bey-zâde, 380» v.d.; Kâtib Çelebî, II, 31 v.d.; Naimâ, II, 243 v.d.; J. v. Hammer, VIII, 249 v.d. Mere Hüseyin Paşa'nın tahrikleri neticesin­ de, askerin bazı ileri gelenleri ağa-kapısma müracaat ederek, devlet işlerindeki vukufsuz­ luğu İddiası ile, Gürcü Mehmed Paşa ’nm az­ lini te ’min ettiler (cumartesi 4 şubat 1623 = 4 rebiülevvel 1032; Haşan Bey-zâde, 388»; Kâtib Çelebî, II, 34; Soîak-zâde, s. 730; Naimâ, II, 250; Müneecİm-Başı, UI, 655). Gürcü Mehmed Paşa, halefi Mere Hüseyin Paşa tarafından, Mal­ kara'ya nefyedildî ( Kara Çelebî-zâde, s. 551; cemâziyelevvel 1032 = mart 1623; J, v. Hammer, VIII, 254, not 1 'de Gürcü Mehmed P a şa ’nm Bursa'ya ve 2 nisanda nefyediîdiğini kayd­ eder ; Gürcü Mehmed Paşa 'nın Kösem Sul­ tan ile anlaşarak, Sultan Mustafa 'yı hal'etmek tasavvurunda olduğuna dâir rivayet için bk.



Hammer, VIII, 253 ve not 4 }, fakat Hüseyin Paşa ’nın azlinden sonra İstanbul 'a dönmesine müsâade edildi ( zilkade 1032 = eylül 1622 ), Mustafa I. ’nm hal'ini müteakip, Kemankeş A li Paşa, sadârette kendisine rakip addettiği Gürcü Mehmed Paşa He Halil P aşa'yı izâle için, Abaza Mehmed Paşa 'yı tahrik töhmeti ile, sarayında hapsetti. Fakat bunun iftira olduğu anlaşılarak, ikisi de serbest bırakıldı Kemankeş Ali Paşa 'dan sonra sadrâzam olan Çerkeş Mehmed Paşa, Abaza üzerine sefere çıkarken ( receb 1033 = nisan— mayıs 1624}, Gürcü Mehmed Paşa 'yı, sadâret kaymakamı olarak, bıraktı. Çerkeş Mehmed Paşa 'nın halefi Hafız Ahmed Paşa ’mn Bagdad muhasarasındaki muvaffakiyetsizliği, gürcü Mehmed P aşa’mn mü­ himmat ve asker yetiştirmek hususundaki ih­ mâlinden ileri geldiği, Receb Paşa ’nm tahriki ile sipâhî ve yeniçeri zorbaları tarafından, ileri sürüldü ve Gürcü Mehmed Paşa, kabahatsiz olduğu hâlde, İdam edildi ( zilkade 1035 = temmûz—ağustos 1626, Naimâ, II, 394; Kara Ç e­ lebî-zâde, s. 563 5 bu husustaki ihtilâf için bk. bir de Kâtib Çelebî, II, 90, 94; Müneccimbaşı, III, 657, 660) ve E yyûb’a gömüldü. V e­ fatında 90 yaşlarında olduğu rivayet edilir ( J. v. Hammer, IX, 298 ). Bütün kaynaklar Gürcü Mehmed P aşa’nın akıllı, tedbirli ve vekar sâlıİbi bir zât oldu­ ğunda ittifak ederler. Son kaymakamlığı sıra­ sında sikkeyi tanzim ve tecdit ettiği kayıtlıdır ( Naimâ, II, 394 ). İstanbul ’da Halıcılar, Hirka-i Şerif ve Şehzâde-Başı semtlerinde 3 çeşme yaptırmıştır ( Hüseyin Ayvansarâyî, Hadî kat al-cavâmı, İstanbul, 1281, I, 50 ; İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul çeşmeleri, İstanbul, 1943,1, 68 v. dd.). B i b l i y o g r a f y a î Müneccim-başı, Tarcama-i ş ahai f abahbar ( İstanbul, 1285 ), III, 618; Haşan Bey-zâde, Tarih ( Râgıb Paşa kütüp., nr. 840, 987), 347*», 378», 381a, 3 8 2 a , 387a— t ; Mustafâ Şâfi, Zubdat aUiavârîh ( Veliyüddin Ef. kütüp., nr. 2429 ), II, 6oa, 362“ ; Kâtib Çelebî, Fezleke ( İstanbul, 1287), 1, 16, 284, 334, 354; II, 28, 32, 52; Kara Çelebî-zâde Abdül’aziz, Ravzat alabrar (Bulak, 1248), s, 517, 520, 525, 526 v.d., 529, $31; Solak-zâde Mehmed, Tarih (İstanbul, 1298); !Abd al-Karîm b. ‘Abd al-Rahmân, Târih-i Mişr ( Hekim-oğlu Ali Paşa kütüp., nr. 705 ), 27*»; Kitâb~i tavarih-i Mişr-i Kahir a ( Süleymâniye kütüp., Hacı Mahmud Efendi kütüp., nr. 4877 ), 25a; Nai­ mâ, Tqrih, II, 49 v.d., 263, 294, 314; A tâî, Şaka'ilf zeyli (İstanbul, 1268), s. 679; Topçular* Kâtib i Abdülkadir, Tarih ( Es'ad



MEHMED PAŞA. Efendi kütüp., nr, 2151 ), »23®, 126**, 127*»



153b, 168», *70*», *78», »84a, 217», 220*>, 221», 2238, 2298, 2328; Peçevî, Tarih (İstanbul, 1283), II, 334; J. v. Hammer, VIII. (FAHRİ Ç. DERİK.) MEHMED P A Ş A . MUHAMMED P A Ş A , GÜRCÜ (? — »666),XVII. asır o s m a n l ı s a d râ z a m l a r ı n d a n d ı r ; Koca Sinan Paşa 'nın kölesi iken, ender una alınmış ve mutbah eminlisi ile çirağ edilerek, cemâzîyelâhır 1023 ( temmûz 1614 ) ’te cebeci-başılığa tâyin edil­ miştir. Dâmâd ök ü z Mehmed Paşa ile şark seferine iştirak etmiş, zilkade 1026 ( teşrin II. 1 6 1 7 )’da çavuş-başıtığa tâyin edilip, İstan­ bul *a dönmüştür ( Silâhdar Mehmed Ağa, Ta­ rih, İstanbul 1928, I, 211; Topçular Kâtibi Abdüikadir, Tarik, Es’ad Efendi kütüp., nr. 2151, 184#, 2758), Müteakiben kapıcıîar-kethüdâhğmda bulunduktan sonra, rebiülevvel 1029 (şubat 1620 )'da kaptcı-başı olan ve bu vazife uhdesinde bulunduğu hâlde, Osman II. ’m Hotin seferine iştirak eden bu zât, Lefkeli Mustafa P aşa’nm sadâreti esnasında, mirâhur-İ evvelliğe, receb 1032 ( mayıs 1623 ) ’de Rumeli beylerbeyliğine getirilmiş ( Topçular Kâtibi Abdüikadir, 196*», 200*», 202», 219», 224», 228» ) ve Abaza Mehmed Paşa 'yı tenki­ le me’mûr sadrâzam Çerkeş Mehmed Paşa ’mn maiyetinde bulunup, yararlık göstermiş­ tir (Naimâ, II, 323 v.d.)j Hafız Abmed Paşa ’nın Bağdad 'm istirdadı için yaptığı seferde bulunduktan sonra, dönüşte (1035 sonları) Şam beylerbeyiliğine tâyin edilmiştir ( Topçu­ lar Kâtibi Abdüikadir, 236», 239!»; Naimâ, II, 361 v.dd.). Silâhdar Mehmed A ğa ( I , 21ı ) ’mn, Gürcü Mehmed Paşa 'ya aynı sene içinde vezâret tevcih edildiğini söylediğine bakılırsa, ken­ disine bu rütbenin Şam beylerbeyliği ile bir­ likte verildiği tahmin edilebilir. Gürcü Meh­ med Paşa safer 1037 ( teşrin II. 1626 ) ’de Diyarbekir beylerbeyi olmuş ve ertesi sene bu vazifeden azledilerek, kubbe vezirliğine geti­ rilmiştir (Naimâ, IV, 411; Şayhi, Vakayı aîjuhaW , Üniversite kütüp., nr. T. 81, s. 676 ), Bundan sonra, kendisi Erzurum ( rebiülevvel 1041 = teşrin I. 1631), Anadolu ( rebiülâhır 1042 = teşrin I.™teşrin II. 1632) beyler­ beyliğine tâyin edildi ve mâzül bulunduğu sı­ rada, Bursa seyahatinde, Murad IV. ’ın maiyetinde bulunarak, bu pâdişâhın Revan seferine, Anadolu beylerbeyi rütbesi ile, iştirak etti ( Kara Çelebî-zâde Abdül'aziz, Ravzat al-abrür, Bulak, 1248, s. 576, 583; ayn. mil., Tarih­ çemi feth-i Revan ve Bagdad, Üniversite kü­ tüp., nr. T. 139, 38; Kâtib Çelebî, Fezleke, İstanbul, 1287, II, 164; Naîmâ, III, 172, 225 v.d.; Topçular Kâtibi Abdüikadir, 275»).Gür­



587



cü Mehmed P aşa’mn Revan seferinde Ahısha kalesinin tamirine me’mûr edildiğini, daha sonra Erzurum ( 1047 ) beylerbeyi olduğunu, mâzûl en Murad IV. 'm Bagdad seferinde bulunduğunu ay m sene içinde Maraş beylerbeyiliğine, Bagdad'm istirdadını müteakip, tekrar Anadolu beylerbeyiliğine (ramazan baş­ ları 1048 = kânûn II. 1639 ) getirildiğini ( bk. gösterilen eserler ve ayrıea Vecihî, Tarih, Hamıdiye kütüp., nr. 917,48, 68) ve bu va­ zifeden sonra, ikinci defa kubbe veziri oldu­ ğunu (3 zilkade 1049 — 25 şubat 1640) görü­ yoruz. Gürcü Mehmed Paşa, bu vazifede iken, Nasuh Paşa-zade Hüseyin P aşa’nın isyanını tenkile me’mûr edildi ( rebiülevvel 1053 = ha­ ziran 1643 ) ve müteakiben Şam beylerbeyili­ ğine gönderildi ise de, sadrâzam Sultan-zâde Mehmed Paşa aleyhinde bulunmak töhmeti ile, me’mûriyeti Adana sancak beyliğine in­ dirildi ve bir az sonra bu vazifeden azl­ edildi (muharrem 1055 = mart 1645; onun Şam, Haleb, Erzurum beylerbeyiliğine ve 1054 = 1649 ’dan sonra yine kubbe vezirliğine tâyin edildiğine dâir bk. Kara Çelebi-zâde, Raviat al-abrar, s. 634, 636; Naimâ, IV, 161, 400), Gürcü Mehmed Paşa 15 zilkade 1061 ( 30 teş­ rin I. 1 6 5 1 )’de Mehmed IV.[ b. bk.] devrinde, dârüssaâde-ağası Uzun Süleyman A ğa ’ntn tav­ siyesi ile, sadârete getirilmiştir ( Abdı Paşa, Vekayi-nâme, Bayezid Umûmî kütüp., nr. 5154, 168; Kâtib Çelebî, II, 376; Naimâ, V , 107; bu tâyin hakkında diğer me’hazlar farklı malû­ mat verm ektedir). Çok ihtiyar olduğu ve devletî o zamanki müşkiİ vaziyetten kurtara­ cak iktidarda bir şahsiyet olmadığı hususunda bütün kaynakların ittifak ettiği Gürcü Meh­ med Paşa, verdiği isâbetsiz kararlar yüzün­ den, valide Turhan Sultan tarafından sık-sık ıtâba mâruz kaldı ve kendisine Anadolu ka­ zaskeri Hoca-zâde Mes’ud Efendi ’nın tavsiye­ lerine uyması tenbih olundu. Gürcü Mehmed Paşa, sadâreti muhafaza etmek için, rakiple­ rini İstanbul ’dan uzaklaştırıyor, hazînenin son dereceye varan sıkıntısına çâre bulamadığı gibi, müşkil şartlar altında devam etmekte bulunan G irit seferlerine müsâit bir cereyan veremiyor ve Akdeniz boğazım Venedik ge­ milerinin murakabesinden kurtaracak tedbir­ leri alamıyordu. Ingiltere sefirinin tavassutu ile, girişmek istediği sulh teşebbüsünden de bîr netice elde edilememiş idi. Gerek İstanbul ’da ve gerek Anadolu ’da ( msl. Abaza Hüseyin A ğa 'nm Eskişehir ’de harekete geçmesi ) huzursuzluk ve asayişsizlik hüküm sürdüğü bu sı­ ralarda Gürcü Mehmed P aşa’nm aczi tamâmiyle anlaşıldı ve kendisi 13 receb 1062 ( 20 hazîran 1652 ) ’de azledilerek, Yedikuîe ’ye gönderildi



588



MEHMED PAŞA.



(A b d ı Paşa» ı8a ; Kâtib Çelebi, II, 381), İki ay mahbus tutulduktan sonra, şeyhülislâm Babâî Efendi'nin şefaati ile affedilerek, ken­ disine Ohri sancak beyliği verildi. Daha sonra, İstanbul ’a dönmesine ve Eyyûb ’daki konağında oturmasına müsâade edildi; fakat mansıp sevdasından vazgeçmediği anlaşılınca, sadrâzam Derviş Paşa tarafından, Tamşvar beylerbeyiliği üe, merkezden uzaklaştırıldı ve zilkade 1065 ( eylül 1655 ) "e kadar orada kaldıktan sonra, tekrar İstanbul ’a dönmesine müsâade edilmiş ise de, bir sene kadar sonra Siyavuş Paşa 'nın sadâretinde, K ıbrıs'a tâyin olunmuştur. Gürcü Mehmed Paşa ’mn kaç yaşında ve nerede Öldüğüne dâir muhtelif rivayetler vardır. Abdi Paşa ( 948 ) onun Kıbrıs ’tan sonra tâyin edil­ diği Budin beylerbeyilîğinde vefat ettiğini söy­ ler ( ayrıca bk- İ. H. Uzunçarşılı, Osmanh tarihi, III, 2. kısım, s. 211; onun K ıb rıs'ta öldüğüne dâir bk. Vecihî, 85a — Silâhdar, I, 183, 211; ancak bu sonuncusu I, 396 ’da Abdi Paşa ’mn rivayetini de alarak tenakuza düş­ müştür ). Gürcü Mehmed Paşa 'mn öldüğü tarih diğer kaynaklarda kayıtlı değil ise de, bu ölümün İstanbul ’da 2 şevval 1076 (7 nisan 1666) ’da duyulduğunu Abdi Paşa, aym yerde, belirtmiştir ( Gürcü Mehmed Paşa ’nm ölümünde 90'dan fazla, 103 veya 113 yaşında bulunduğuna dâir bk. Osman-zâde Tâib, H a­ d i kat al~vuzaralt İstanbul 1271, s. 96; Silâh­ dar, I, 211; Vecihî, 858). Gençliğinde, muhârebe meydanlarında ce­ saretle şöhret kazandığı hâlde, son zaman­ larda tamamen âciz bir adam hâlini alan ve çok ilerilemiş bir yaşta, belki de kud­ retsiz bir adamın iş başma gelmesini iste­ dikleri için, saray ağaları tarafından sadâ­ rete sevkolunan Gürcü Mehmed Paşa, hükü­ metin bozuk idaresini büs-bütün karıştırmış, lüzumsuz tevcihler ve yersiz masraflar ile, devlet hazînesini boşaltmış idi. Zamanında rüş­ vetin çok fazla arttığını belirtmekte bütün kaynaklar müttefiktir; ihtiyarlığı dolayısı ile kendisine „Koca Gürcü Mehmed Paşart deni­ lir ve çok adam sürdürdüğü için de „habb olsalâfin" denilerek, kendisi ile İstihza edilirdi, Gürcü Mehmed Paşa ’nm oğlu Hamid sancak-beyi Mustafa Bey ’dir. Kardeşlerinden Ca­ fer Paşa ( Topkapısarayı arşivi, E. 2908 ) muh­ telif beylerbeyUİklerde bulunmuş, Gürcü Abdünnebî ( Kâtib Çelebî, II, 343 ) de Mehmed IV. devrinde isyan etmekle tanınmıştır (Gürcü Mehmed Paşa ’mn İstanbul ’da, Eyyûb Topçular mahallesinde olup, 1064 'te yanan meşhur kona­ ğı hakkında bk. Evliya Çelebî, Seyahat-nâme, İstanbul, 1314, I, 392; Kara Çelebî-zâde, Raviat al-abrâr, s, 634, 636; Naİma, İV, 400, 402 )



B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen­ lerden başka, bk. Ricaut, Histoire de Vitat prisent de PEmpire Oltoman ( Paris, 1670 ); ayn. mil., Histoire des trois empereares des Turcs (Paris, 1682), III; Eremya Çelebî Kömürciyan, Rûz-nâme ( ermen.), Kudüs, 1913; Salâh al-Dİn al-Munaccid, Valat Dimaşk (Şam , 1949); J. v. Hammer, Devlei-i osmâniye tarihi ( tre, M. A t â ), İs­ tanbul, 1337» V II!; Kara' Çelebî-zâde Abdülazîz, Zayl-i Ravzat al-abrâr, Ünîv. küiüp,, nr. T. 2635 î Mehmed Halife, Tarih-i gılmâ­ ni ( İstanbul, 1340 ); Müneccim-başı, Şaha'if al-akbâr ( İstanbul, 128$ ), III. ( F a h r î Ç. D erîn .) MEHMED P A Ş A . MUHAMMED P A Ş A , KARAMÂNÎ ( ? — 1481 ), Fâtih devrinde vezîr-i â z a m v e t a r i h ç i olup, Sehî ( Tezkire, İs­ tanbul, 1325, s, 23 ) 'ye göre, konyahdır. Fakat hangi tarihte doğduğu hakkında ne tarihinde ( TavSrlk al-salâtin al-Oşmântya, Ayasofya kütüp., nr. 3204, trc. M, Halil, T T E M , 1924, sayı 3, s. 144 v .d .), ne de muâsırı olan diğer tarihlerde bir kayıt vardır. Kitabında zikredilen babası A rif Çelebî ’nin Mavlânâ Calâl al-Din Rumi [ b. bk.} ’nin neslinden gel­ diği, muasırlarından Elam id i ( Dîvan, İstan­ bul, 1949, s. 293 v.d.) ve IÇabüli ( Dîvan, İstan­ bul, 1948, s. 193 ) tarafından bildirildiği gibi, mezar taşında ( bk. E. H. A y ver di, Fâtih devri mimarîsi, İstanbul, 1953, s. 428) rastlanan alCalâli lekabı da bu hususu te’yit eder. Yalnız gerek kitabında ve gerek mezar kitâbesinde mezkûr al-Şiddilfi ( bk, E. H, Ayverdı, ayn. esr,, s. 428 ) lekabınm hocası Muşannifak 'in aynı olan lekabından gelmiş olması ihtimâli kuvvetlidir. Nitekim daha Konya ’da iken, Muşannifak 'in nezâretinde (tilmizi olduğu hakkında bk. Cenâbî, al-Aylam al-zâhir, Nûruosmâniye kütüp., nr, 3100, 310a) tahsiline başlayan Mehmed Paşa, şüphesiz, bu zâtın nufÛzu sayesinde, ulemânın hâmîsı Mahmud Paşa [ b- bk.] ’ya in­ tisap etti. Mahmud Paşa yanında bir müddet tahsil ve terbiye gören Mehmed Paşa ’mn, daha sonra, aym zâtm medresesinde müder­ rislikte bulunduğu anlaşılıyor. Bir müddet bu vazifede kalan Karamânî Mehmed Pa­ şa, Mahmud Paşa ’nm müşaviri ve yardım­ cısı olarak, hizmetlerde bulundu. Mahmud Paşa ’mn tavsiyesi ile, 869 ( 1464 ) ’da nişancı oldu. Bâzı kaynakların Mehmed Paşa 'nın hem nişancı, hem de vezir olduğunu rivayet etme­ leri yanlış olmalıdır. Vezârete tâyininin daha evvel olduğunu, 4 zilkâde 862 ( 13 eylül 1458 ) tarihli arapça vakfiyesinde al-amîr al-hafîr îhi İ-vazir al-kabir i hâresi ile tasrih eder. W. Ahîvvardt, Katal, der ar, H ss„ IV, 217, nr



MEHMED PAŞA. 4763 ). Bir kısım eserler gibi, Müneccim-Başı 'nın da, Mehmed Paşa ’mn vezîr-i âzam olduğu seneyi 885 ( 1480), yâni Mesih Paşa ’nm azli senesini riya yet etmesi ( bk. Şafyaif al-afobör, IU, 401 ), şüphesiz, doğru değildir. Vezîr-i âzamlığa nasbinin Mesih P aşa’dan sonra değil, Gedik Ahmed Paşa [ b. bk.] ’mn azlinden sonra, yânı 882 ( mayıs 1478 ) ’de olduğunda kaynak­ ların bir çoğu birleşir ( msl. bk. Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed, nşr. Fr. Babinger, İstanbul, 1955, s. 273). Fâtih *in dikkatini gittikçe üzerine çeken Mehmed Paşa, yeni kanun-nâmelerin tanzimine ça lıştı; Kanûn-nâme ( bk. M O G, 1, 13 v.d.) 'nin, esâs itibârı ile, onun eseri olması ihtimâli çok kuvvetlidir ( ayrlea bk. Kanûn-nâme-i âl-i Os­ man, T O E M, 1330, s. 6). Karamânî Mehmed Paşa, vezîr-i âzam olduktan sonra, padişahın teveccüh ve iltifatına mazhar olarak, büyük bir şöhret kazandı. Müellifler Fatih 'in Mehmed Paşa 'ya gösterdiği teveccühü hayretle anlatır­ lar ( İbn Kemâl, Tevârîh-i âb i Osman, nşr. Ş, Turan, Ankara, 1954, s. 527 ; Kıvâmî, ayn. esr., s. 273 ). Vezîr-i âzamhktaki hizmetinde müellif­ lerin tenkidine mâruz kalan Mehmed Paşa, yeni teşkilâtta padişahın tasvibine mazhar olarak, ilk defa kazaskerlerin sayısını ikiye çıkardı ve Kestelî ( If as t alan i ) 'yi iknâa mu­ vaffak oldu. Fâtih 'in emri ile, Kestelî 'yi Rum­ eli ’ye ve İstanbul kadısı Mevlâna Hacı Haşan» zâde ’yî de Anadolu kazaskerliğine tâyin ettirdi ( bk, Şakâ’ik abntı mâniya, İstanbul, 1269, s. 162 v.d.). Bâzı kaynaklardan anlaşıldığına göre, Mehmed Paşa vakıf ve emlâk işlerini de tan­ zim etmiş idi, An'aneye göre, devam ede-gelen vakıf ve emlâki tebdil ettikten sonra, bunları mensûh sayarak, timara çevirmesi, ulemâyı ve devrin müelliflerini kızdırmış idi. Müellifler bunu yapmak ile Mehmed P a şa ’mn hatâ etti­ ğini söylerler ( msl. bk.  şık Paşa-zâde, nşr. Giese, s. 207; Neşrî, Cihannümâ, nşr. Taeschner, Leipzig, 1951, s. 231; İbn Kemâl, ayn, esr., s. 596; Kıvâmî, ayn. esr., s. 273 ).  şık Paşa-zâde ’nin bu hususu bizzat Mehmed Paşa ile münâkaşa ettiği rivayet olunur. Ancak mnâsır müelliflerin bu husustaki ten­ kitleri yersizdir; zîra, fütuhat için pek çok askere İhtiyâcı olan Fâtih 'in bir çok vakıfları „mensûh“ sayarak, tımara çevirdiğini ve bun­ ların oğlu Bayezid II. devrinde tekrar vakfa verildiğini (N eşrî, s. 228; Kıvâmî, s. 286) ve yahut bir çok vakıfların Örfî vergilerinin timara hasredildİğİni Bayezid devri vesikala­ rında bildiğimize göre ( Ömer Lutfi Barkan, Vakıflar ve temlikler, I, Kolonizatör türk dervişleri ve zaviyeler, Vakıflar dergisi, 1942, II, vesika XV, nr. $64, '»Atik Konya defteri" ),



S&9



885 ( 1480 ) senesi muharreminde İstanbul 'da yazılarak, kadılara gönderilen bir ferman, bu hususta âmil olanın Karamânî Mehmed Paşa değil, bizzat Fâtih olduğu görülüyor ( bk. Halil İnalcık, Bursa şer*iye sicillerine göre, Fâtih Sultan Mehmed ’in fermanları, Belleten, sayı 44, s. Ğ95; vesika nr. 14, s. 702). Rivâyete göre, Karamânî Mehmed Paşa, Fâtih ile beraber, yeni veraset kanununun da kurucusudur. Esasen Kanân-nâme-i âl-i Os­ man ( T O E M, ilâve, 1330, s. 32 ) ’daşehzâdelere yazılacak bükümlerin, lekaplar bahsinde yalnız Cem isminin zikredilmesi ve yazılarında onaj — „Vâris-i müik-i Süleymânî , . . oğlum Sultan Cem" — diye hitap edilmesi ( bk, mad. CEM ] çok mânidardır. Anlaşıldığına göre, devrinin ricali gibi, Konya 'nın büyük âlimleri ve şeyhleri ile sıkı münâ­ sebette bulunan Mehmed Paşa, bilhassa Konya valisi Cem ’e çok alâka göstermiş ve mezkûr şeyhleri ona imâleye muvaffak olmuştur. Nite­ kim A lî ( bk. Kunk al-ahbâr, trk. yazm., Üniversite kütüp., nr. $959, 131») bu husu­ su te’yıt etmektedir. Bayezid kardeşi lehinde harekete geçtiğinden şüphe ettiği Mehmed Pa­ şa 'yı ortadan kaldırmağa karar verdi ve Şeyh Cemâlî Halveti 'den yardım istedi ( bk. Calâl al-Din Mahmud Hulvi, Lamazat, Üniversite kütüp,, T. Y. nr. 1894, 155*» v.d.). L âm fi ( Nafafıât al-uns, İstanbul, 1289, s. 580 ), bu vak’ayı anlatırken, Bayezid ’in : — »Bu zâlim, karın­ daşım Sultan Cem 'e nisbet edip, muttasıl beni atama gamz idüp, ihanetim murâd edınür"— sözünü, Tâcî-zâde ’den nakleder. Şeyh Cemâlî, Mehmed Paşa tarafdarı Şeyh İbn Vefa 'dan gayri, bütün şeyhleri „evkaf~ı müslimim iptal ile emvâl-i mevkûfeyi mâl-ı mevkûftur deyü, beytüİmal için zapteyledi, ana yardım münasip değildir" gibi, sebepler ileri sürmek suretiyle, Cem tarafdarı Karamânî Mehmed Paşa 'dan soğutarak, Bayezid ’de imâle etmeğe muvaffak olmuş ve şehzadeye 33 gün içinde saltanatın kendisine teveccüh edeceğini tebşir eylemiş idi ( bk. Şakâ'ik-i nu mâniya, trc. Mecdî Efendi, İstanbul, 1269, s. 285 v.d.) 886 ( 1481 ) ’da Fâtih ile birlikte muhtemelen Mısır seferine iştİrâk eden Mehmed Paşa, Fâ­ tih ’in Maltepe ’deki hastalığı sırasında onu teskine çalıştığı gibi ( bk. Dursun Bey, Târih-i Abu d-Failı, TOEM, İlâve, 1330, s. 172 ), ölü­ münü de saklayarak, büyük bir dirâyet gös­ termiştir. Bunun üzerine, zevahiri kurtarmak maksadı ile, Bayezid 'e Keklik Mustafa vâsıtası ile haber göndermeğe mecbûr olan Mehmed Paşa, ayrıca Cem’e de haberci göndermiştir ( bk. Âşık Paşa-zâde, s, 183). Anlaşıldığına göre, Bayezid ’den evvel Cem'i İstanbul 'a getirterek,



59°



MEHmEÖ PAŞA.



bir emr-i vâkî yapmak isteyen Mehmed Paşa, seferde bizzat hazır bulunan Neşrî ( s. 219 ) ’nm ifadesine göre, Fâtih 'in cenâzesini gizlice ara­ baya koyup, tabipler ile birlikte, İstanbul’a getirmiş ve iskeleye giderek, askerin İstanbul cihetine geçmesine mâni olmuştur ( bk. bir de Behiştı, Tevârîh-i âl-i Osmân, Add. Or. ms. 7869, 2io*>). İstanbul ile Üsküdar arasındaki münâkaleyi keserek, nakil vâsıtalarım İstan­ bul tarafına alan Mehmed Paşa, yine bir ihti­ yatî tedbir olmak üzere, acemi oğlanlarını şe­ hirden çıkarttığı gibi, kale kapılarını da kapat­ mış idi. Bâzı tarihçilere göre, Cem Gelibolu yolu ile, İstanbul'a gelecek idi. Bu arada Meh­ med Paşa ’am rakipleri olan Bayezid 'in iki damadının ordunun başında oynadıkları role işaret etmek icâp ed er; nitekim bunlar Meh­ med Paşa ’s ı ı gönderdiği adamları tevkif et­ tikleri gibi, pâdişâhın öldüğü haberini de işâa ederek faaliyete geçtiler. Bunan üzerine, nizâ­ mı bozup, İskeleye dökülen yeniçeriler, arka­ daşları tarafından, İstanbul 'a geçirilmiştir. Mehmed Paşa bandan sonra etrafa yayı­ lan askerleri oyalamış, muvaffak olamamış ise de, iskeleye İnmiş ve askerin cebren geçti­ ğini öğrenerek, onları tehdit etmiştir. Bunda muvaffak olamayan Mehmed Paşa ’nm, evine çekilerek, cemâatine haber vermesi ve bunların kaçması yüzünden, yeniçeriler eski kinlerine binâen onu divanhanesinde yakalayıp, öldür­ düler (B ehîştî, 2ix«; İdris Bitlisi, A li Emîrî, FY, ar, 806, s. 330; Â lî, 105»). Bundan sonra, Fâtih 'in husûsî tabîbî yahudi lacopo ( Yâkub Paşa ) 'yu öldüren yeniçeriler, yahudi mahallelerini yağmaladıkları gibi, Meh­ med Paşa ’nın bir mızrağın ucuna takılı başını da İstanbul sokaklarında gezdirmişlerdir ( bk. Kıvamı, s. 279 ). Karamam Mehmed Paşa, İs­ tanbul 'da Kum-Kapı yakınında banisi olduğu Nişancı camii ( inşâı 88$ = 1480, Tâcî-zâde Sâdî Çelebi, Münşeât, nşr. Necâtî Lûgal-Adnan Erzı, İstanbul, 1956, s. 61 ) Önündeki tür­ bede medfundur ( Ayvansarâyî, Hadıma t al~ca­ va mı', I, 209; J. v, Hammer, Consiantinopolis, Pesth, 1822, I, 430, nr, 26). Bugün Nişanca mahallesi ismini alan mevki­ de mevcut câmiimn kıble kapısı karşısındaki yüksek mahalde, müzeyyen kabrinde yatan Mehmed Paşa ’nm bizzat şeyh Abu ’l-Vafa’ tarafından yazılan mezar taşında al-şakîd lekabı açıkça okunmaktadır ( bk. E. H. A y verdi, Fâtih devri mimârîsi, İstanbul, 1953, s. 428). Karamanı Mehmed Paşa 'nm iki zevcesi var id i; birincisi Musannifek lekaplı ;A la’ alDin A li al-BistSmi 'nın kızı İdi. Bu zevce­ sinden olan Zeynelâbidin A lî Çelebi ismindeki oğlundan vakıf kayıtlarında bahsolunınaktaûır



(M . T. GÖkbiîgin, Edirne ve Paşa livası , İstanbul, 1952, s. 305) ki, bu zâtın oğlu alMavlS Mustafâ b. *Ali b. Mehmed Paşa alKaramâni, bilâhare, çok şöhret kazanmıştır (Ölm. 966 = 1558; bk. al-Şalçffik zeyli, İs­ tanbul, 1268, s, 15 v.d.). İkinci zevcesi Alâiye beyi Kılıç Arslan 'm kızı Sitti-Şâh idi. Mehmed Paşa, Sitti-Şâh 'ın parası ile yaptırdığı cami ( Âşık Paşa-zâde, s. 199 ve 207 ) vakfiyesin­ de tevliyet, oğlu Zeynel âbidin AH Ç eleb i'ye, ondan sonra bu zevcesinden olan oğullarına geçecek idi ( bk. Başvekâlet arşivi, Evkaf def­ teri, nr. 251, s. 264; krş. t Hakkı Konya11, Osmanlt tarihleri, İstanbul, 1949, I, nr. 4). Mehmed Süreyya ( Sicil t-i osmân t, II, III), Kara Çelebî-zâde ailesinin Mehmed Paşa 'dan gelmiş olduğunu tasrih eder ki, kendisinin Rum Mehmed Paşa ile karıştırılmış olması çok muh­ temeldir ( bk. Ayvansarâyî, II, 195 ; İsmail Belîg, Güldeste-i rigâz-ı irfan, Bursa, 1302, s. 314 v.d.). Eserlerini umûm iy eti e Bayezid II. 'e ithaf eden müellifler tarafından pek de sevil mey erek, hıya­ netine hükmedilen, fakat Fâtih devrinin pek mü­ him bir şahsiyeti olan Karamanı Mehmed Paşa 'nm ölümü büyük bir teessür uyandırmamıştır. Bâzı kaynaklardan anlaşıldığına göre, Karamânî Mehmed Paşa bir takım hasletlere mâlik olduğundan, Fâtih'in çok takdirini kazanmış idi. Mehmed Paşa bilhassa şâirlere ve ediplere çok alâka göstermiş ve nâmına bir çok kasi­ delerin yazılmasına sebep olmuştur; nitekim Kabûlî »Nişancı Çelebî" nâmına kaside ve şiir­ lerini ( bk. Dîvan, nşr, I, H, Ertaylan, İstanbul, 1948, s. 193, 194 v.d.), Hâmidî, türkçe ve farsça kasidelerini ( bk. Dîvan, nşr. İ. H. Ertaylan, İstanbul, 1949, s. 293 v.d., 295, 296 v.d., 315 v.d.) onun nâmına yazmışlardır. Türk inşâ san'atında mevkii olan ve muhte­ lif inşâ nümûneleri veren Mehmed Paşa 'nın mahlası N i ş â n î 'dir ve Uzun Haşan 'a gön­ derdiği mektup ( Feridun Bey, Munşa'ât absalafin, İstanbul, 1264, 1, 271 v.d.; burada zikrolunan mektup umumiyetle Karamanı Mehmed Paşa 'ya atfolunuyor) zamanında çok şöhret kazanmıştır (L atifi, Tezkire, İstanbul, 1314, s. 334 v.d.; Â lî, var. i3$a ). Tezkireler onun nesrini nazmından daha üstün bularak ( bk. Haşan Çelebi, Tezkire, Üniv. kütüp., T. Y. nr. 2$2$» 338a* Beyânî, Tezkire, Üniv. kütüp., T.Y. nr. 2568, 9 2 8 ) , onu Mahmud Paşa { b. bk.) ve Tâcî-zâde ile mukayese ederler. Haşan Çelebî ( 338“ ) ’nin, Mehmed Paşa 'ya naziresi vardır. Muhtelif münşaât mecmualarındaki ebyât ve mektupları için bk. Tâcî-zâde Sâdî Çelebî, Miinşeât, nşr. Necâti Lûgal-Adnan Erzi, İstan­ bul, 1956, s. 57, 58, 59, 61; S an Abdullah



MEHMED PA$Â. Efendi, Münşeât, E s’ad Efendi kiitup., nr. j 3333» 28“— 29^ Nihayet Karamanı Mehmed P a şa ’yı bir mü­ verrih olarak mütâlea etmek lâzımdır. Onun arapça manzum şiirleri ile iki adet risaleyi îhtıvâ eden bir tarihi vardır t 1. Risâla f i tavarih al-salâtin al- osmaniya, 2, Risâla f i tâ­ rih Saltan Muhammed b. Murâd Hân min âl ' Osmân. Bunlardan birinci Osman I. Man Meh­ med II. ( 1 4 5 1 ) 'e, İkincisi 1451 Men 13 mart 1480 senesine kadar devam etmektedir. Bil­ hassa ikinci risalede 28 hâdiseyi sıralayan Karamam Mehmed Paşa, fetihleri ve yapıları ahcad hesabı ile tesbit eden 10 manzum arapça tarih söylemiştir. İstanbul kütüphanelerindeki nüshalarından ( bk. Ayasofya kütüp., arap, yazm., nr. 3204; A şir Efendi kütüp., nr. 234 } en mükemmeli Ayasofya nüshasıdır. Tercüme­ leri için bk. Mükrimin Halil, Mîllî tarihimize dâir eski hir vesika { T T E M, 1924, nr. 3 (80), s. 144 v.d.); î. H. Konyalı, i, nr. 4, B i b l i y o g r a f y a x Metinde İsmi ge­ çenlerden başka bk. bîr de Oruç b. 'Adil, Tavârih-i âl-i *Osman (nşr. Fr. Babinger ), Hannover, 1925, s. 131; SaM al-Din, Tâc altavârlf} (İstanbul, 1279), II, 2 v.d.; Yusuf Sinan Efendi, Tezkire-i halvetiye) Es'ad Efendi kütüp., nr. 1372), ı i “ ; J. v. Hammer, Devlet-i Osmâniye tarihi ( trc. Meh­ med A tâ ), İH, 241 v.d. ;Fr, Babinger, GOW , s. 24 v.d .; ayn. mil., Mehmed ît. le conqueronf ( Paris, 1954), s. 443, 489, 493, 495, 540» 5^4» 57*. 578 v.d.; GOR, I, 281; MOG, II, 242 v.d,; Mehmed Paşa 'nın tımar ve hasları hakkında bk. Başvekâlet arşivi, Tapu defteri, nr. 7, s. 26, 30, 32, n8, 362. ( M. C. ŞEHÂBEDDİN T e k în d a ğ .) MEHMED P A Ş A . MUHAMMED PA ŞA , L A L A ( ? — 1606 ) XVH. asır o s m a n l ı s a d râ z a m l a n n d a n d ı r . Peçuylu İbrahim ( Ta­ rik, İstanbul, 1283, II, 145, 248 ) ’e göre, Boş­ nak Şâhin-oğhı ailesinden olup, Boşnak Meh­ med Paşa diye meşhurdur ( krş, A lî, Kunh al-ahbâr, Nûruosmânİye kütüp., nr, 3409, 439^; Abdurrahman Hibrî, Defter-i ahbâr, Univ. kü­ tüp,, nr. T, 2631, 77b ; Evliya Çelebî, VO, 197 ), Kâtib Çelebî, Sokollu Mehmed Paşa ile kara­ beti olduğunu söylediği gibi ( bk. Fezleke, İstanbul, 1286, I, 288; krş. Müneccim-başı, Ş a h a if al-ahbâr, İstanbul, 1285» III, 641 ), Hibri ( ayn. esr., 77*») ile Mehmed b, Meh­ med ( bk. Nakbat al-tavârih va rl-ahbâr, İs­ tanbul, 1276, s. 213) de, aynı İddia ile alâ­ kalı olarak, ondan, Sokollu ’ya denildiği gibi, Tavil Mehmed Paşa diye bahsederler ( krş. Müneccîm-Başı, III, 641; Evliya Çelebî, VII, 161; bk, bir de Peçuylu İbrahim, II, 353).



59*



Mehmed Paşa'm n evvelâ hangi mevkileri işgal ettiğini sarih olarak bilmiyoruz. Bu hu­ susta Kâtib Çelebî ( bk. Fezleke, I, 288 ) 'nin verdiği tafsilât, Müneccim-başı ( III, 641 ) ile Hibrî ( 771») de, bâzı küçük farklar ile, aynı esâsa dayanmaktadır. Bu müelliflere göre, Mehmed Paşa, harem-i hassadan çıktıktan sonra, sırası ile, büyük mirâhûr ve yeniçeri ağası olmuştur. Ancak, Kâtib Çelebî ( Fez­ leke, I, 288 ) ’nin, Mehmed Paşa ’mn rebiülâhır 990 Ma Saatçi Haşan Paşa yerine yeni­ çeri ağası olduğunu rivayet etmesi yanlış ol­ malıdır. Yeniçeri ağalığının 990’da değil, 999 Ma olduğunda Müneccim-başı (III, 641) ile Osman-zâde Taib ( bk, H a A şk kadını ( 1923 ), eski aşk gece­ leri ( 1924). Siyah inciler ( 1901, 1925 ) men* sûr şiirlerden mürekkep bir kitaptır. Meh­ med Rauf bir çok piyesler de kaleme almıştır: Ferdi ve şürekâsı ( 1909), Hâlid Ziyâ Uşakhgîl ’în bu isimdeki romanının piyes hâline kon­ muş şeklidir; Pençe ( 1909 ), Cidâl ( 1911 ) ve Sansar ( 1920 ) ]. Mehmed Rauf 23 kânun I, 1931’de İstan­ bul 'da vefat etmiştir. Eserlerinde bir az hissî, fakat tam mânası ile san’atkâr ruhlu bir şahsiyet olarak, belirmektedir. Onun mensûr yazıları da birer hakikî şiir idi, Nesir saha­ sında Servet-i fünûn hareketinin rehberi olan Hatİd Ziyâ Man geri kalmayan bir kaleme sa­ hip bulunuyordu. Fikirlerini şekillendirme hu­ susundaki fevkalâde mahareti yanında, üslûbu­ nun iyice işlenmemiş olmasından ileri gelen kusurların açıkça göze çarpmasına rağmen, Mehmed Rauf dâhil bulunduğu edebî cereya­ nın belli-başlı şahsiyetlerinden biri idi. 2. Îsîm benzerliği ve faaliyet sahalarının ay­ nı olması, Mehmed Rauf ile Ferik A tıf Paşa 'mn oğlu M. Rauf arasında bir çok karışıklık­ lara sebebiyet vermiştir. M. Rauf daha öııoe ( 23 şubat 1918 ) vefat etmiş olup, Haydarpaşa 'da defnolunmuştur. Kendisi Resimli kîtab 'm baş muharrirliğini yapmıştır, M. Rauf sahne eserleri sahasında da meşgul olmuş. Pervane ve Nikâhta kerâmet piyesleri ile Ateş ile ba­ rut arasında komedisini yazmış olduğu gibi, yakın dostu olan Râif Necdet İle birlikte, Tirâje piyesini kaleme almıştır, Salâhaddin



6 ıi



faEHMED RÂÜP -



Eyyûbî ve Neriman iie diğer muhtelif adap­ tasyonları henüz neşredilmemiştir. Seyyİd Emîr Ali ’nin The Life and Teachings o f Mohammed or tke Spirit o f İslam adlı 2 ciltlik eserini Musavver tarih-i İslâm adı ile türkçeye çevirmiştir. M. Rauf bundan başka, geniş dil bilgisinden istifâde ederek ( kendisi fransızca ve İngiliz­ ceden başka, arapça, farsça, almanca, İtalyanca, yunanca ve başka dillere de vâkıf bulunuyordu), hocalık da etmiştir. Darülfünunda mitoloji, yunan ve İtalyan edebiyatları tarihi Üzerinde dersler vermiş ve Yunan-ı kadım tarih-i edebiyatı île İtalya iarih-i edebiyatı adlı eser­ lerini yazmıştır. Muhtelif yüksek mekteplerde bir müddet garp edebiyatı, tÜrk edebiyatı ile fransızca dersleri hocalığı etmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Bursalı Mehmed Tabir, Osmanlı müellifleri, Iî, 218; Nevsâbi millî ( 1330 ), s, 224— 236 ; Şihâbeddin Sü­ leyman, Tarih-i edebiyai-ı osmâniye ( 1328 ), s. 367 ; İsmail Hikmet, Türk edebiyatı tarihi (Bâkü, 1925 ), I, 931— 951; İbrahim Necmî, Türk edebiyatı dersleri (1338 ), s. 307; İsmail Habib, Türk teceddüt edebiyatı tarihi ( 1340 ), s, 533 ; Râif Necdet, Hayat-ı edebiye ( 1922 ), s. 202 v.dd., 287, 349, 350; Halil Hâmid ( Servet-i fiinûn, 1908, LIV, 82 v.d.); Fazy ve Memdouh, Antkologie, s. 255 — 259; M. Hartmann, Dichter der nenen Türfcei { M S O S i4 s., 1916, XIX, 124— 179 ve 19x8, XXI, 4); bir de Urkanden und Untersuckungen zur Geistesentzoicklung de s heutigen Orients (Berlin, 1919}, IH, 83— 86; O. Hachtmana, Die türkische Liiaratur des 20. Jahr. ( Leİpzİg, 1916 ), s. 13— x6 ( N 0 , 1918, II, 530 ve $60); C. Frank, Zum Gedachtnis M. R e u fs. . . { N O , 1918, II, 167 ); Menzel, Die türkische Literatür ( Hinneberg, Kuttur der Gegenzaart, Die örientalischen Literafuren2, Leipzig, 1925), s. 3x3; [Hüseyin Cahit, Edebî hâttralar ( İstanbul, 1935 ); Hâlid Ziyâ Uşakhgiî, K ırk y tl; Sami Aka­ lın, Mehmed Rauf ( İstanbul, 1953 ) ]. (T



h.



M e n z e l .)



MEHMED S A 'ÎD . [Bk. HALlL e f e n d î z Ade .] MEHMED T Â H İR . MUHAMMED TÂHİR, LÂLEZÂRÎ ( ? — 1789 ), XVIII. asır i l m i y e mensuplarındandır. Tefsiri Şeyh Ahmed Efendİ-zâde Lâlezârî Şeyh Mehmed Efendi ’nin oğlu olup, İstanbul 'da doğmuştur. İsmi esâsında Tâhir iken, sonradan Kadı Mehmed nâmı ile şöhret bulduğu anlaşılmaktadır. Ahmed III. *in çiçekçi- başısı olan babası Lâlezârî Şeyh Meh­ med Efendi 'ye nisbetle kendine Lâlezârî de­ nildiğinde şüphe yok ise de, Bnrsaiı Tâhir Bey,



MEHMED ZAÎM. Lâlezâr isminin İstanbul 'da Fâtih civarındaki bir mahalleden geldiğini kaydeder. Her ne kadar dedesinin tamir ettirmiş olduğu mesci­ de, bilâhare, babasına nisbetle, Lâlezâr mescidi denilmiş -olduğu malûmumuz ise de, Hüseyin Ayvansarâyî ayrıca bir mahallesi olmadığını yazar ( bk. I, 190 ). Mehmed Tâhir Efendi tahsil gördükten son­ ra, müderris ve molla olmuş, 1786/1787 tarih­ lerinde Eyyûb kadılığında bulunmuş ve bu va­ zifeden ayrıldıktan sonra, Rumeli-Hisan’ndaki evinde ikameti esnasında 20 teşrin I, 1789 ta­ rihinde Ölmüştür ( ölm. tarihi, kütüphâne sâhibi Hafîd Efendi tarafından, kendi kütüpha­ nesinin 124 numarasında bulunan, Mehmed Tâhir Efendi 'ye âit bir mecmuanın üzerine kaydedilmiştir). Mehmed Tâhir Efendi 'nin bibliyografyada zikrolunan risalelerinden maada diğer eserleri Kasîde-i nüniye şerhi ( bir nüshası Süleymâniye kütüp., Es'ad Efendi kitapları, nr. 1214) île Daf'-i ıtirâz-i Rağib Paşa f î halik al-fuşüs şayh al-akbar (aynı kütüp., nr. 3771/2 ) 'dir. Ayrıca, 8 risalesini hâvî, Asrâr abcavâhir al-rühSnîya f î matla1anvâr al-zavâhir al-rayfcâniya adlı, bir mecmua, Âşİr Efendi kütüp., Hafîd Efendi kitapları, nr. i2 4 ’tedir. Tâhir Efendi 'nin risalelerinden görebildiklerimizin hemen hepsi 1787/1788 senelerinde te'lif olun­ muştur. Zikredilen mecmuada onun bir de arapça şiiri bulunduğuna bakılırsa, kendisinin bu lisana vâkıf olduğu anlaşılır. B i b l i y o g r a f y a t Mehmed Tâhir, alDurrat a l- b a y z a mukaddime ( Süleyman iye kütüp., Hafîd Efendi kitapları, nr. 124, mec­ muanın birinci risalesi), var. 16; ayn. mil., al-Kavkab al-durri, hatime, var. 31 ( ayn. kü­ tüp.); ayn. mil-, Mizan al-mukim f i m drifat al-kistâs al-muştaki m, mukaddime kısmı ( Süleymâniye kütİip., Es’ad Efendi kitapları, nr. 1758); Osmanlı müellifleri (İstanbul, 1333), I, 349 v.d.; Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkai al-cavamt ( İstanbul, 1281 ), I, 190; Mehmed Süreyya, Sicill-i osmânî ( İs­ tanbul, 1311), IH, 243; Mehmed Tâhir, öîYaküt al-lıazrâ*, mukaddime ( Süleymâniye kütüp,, Hafîd Efendi kitapları, nr, 130, mec­ muanın ikinci risalesi ). (M . M ünir A k t e p e .)



MEHMED ZAÎM . MUHAMMED Z A ıM (1532— ?), bir t ü r k t a r i h ç i s i olup, hayatı hakkındaki bilgimiz sâdece eserinde kendisi tarafından verüen malûmata inhisar etmektedir. Murad III. 'ın tahta çıktığı 982 ( 1574 ) yılında 43 yaşında olduğunu söyledi­ ğine göre, 939 ( 1532 ) yılında doğmuş olma­ lıdır. Henüz 11 yaşında iken, Lepanto san­



MEHMED ZAÎM - MEHRE.



613



cak-beyi Yahya Paşa-oğlu Mehmed Bey ’in ka- dan Kabil ve evlâtları ile ilgili bir parça Diez pıcı-başısı olan büyük kardeşi Pervane Ağa ( Denkzoürdigkeiten von Asien, I, 212 v.d.) tara­ ile birlikte, 950 { 1543 ) seferine iştirak etmiş­ fından ele alınmıştır. J. v. Haminer ( Sur İes tir. İstolni-Belgrad ( StuJılvveissenburg ) ’ın origines russes, s. 6ı, 120), türk boylan ile zaptı üzerine, Ahmed Bey 'in buraya sancak­ ilgili olup, 9. türk boyu olarak Rus uruğunun beyi tâyin edilmesinden sonra da, Pervane zikredildiği bir parçayı neşretmiştir. Muahhar A ğa ’nm onun hizmetinde bulunduğu ve Ahmed tarihçilerden İbrahim Peçevî, 1542 ’den sonraki Bey 'in Stuhlweissenburg kilisesinde vukua ge­ vak'alar için, Mehmed Zaîm ’in eserinden isti­ len bir yağmacılık dolayısı ile, 953 ( 1545 ) ’de fâde etmiş ve iktibaslarda bulunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Babinger, CO W , s. İstanbul’a çağırılmasına kadar, yanında kalmış 20, 98 v.d., 193 ( diğer kaynaklar burada olduğu tahmin edilebilir. 961 ( 1554 ) yılında Ka­ gösterilmiştir ); İstanbul küiüphânelerî tanunî Sultan Süleyman ’ın İran ’a Şâh Tahmâsp rih-coğrafya yazmaları kataloğu ( 1943 ), s. 'a karşı seferi esnasında, Mehmed Zaîm, kâtip 100 v.d. (W . BJÖRKMAN.) sıfatı ile, Suriye valisi Teke-oğlu Mehmed ’in MEHRE. [ Bk. ELBİSTAN.] hizmetinde bulunuyordu. Ertesi sene, sadrâzam Sokollu Mehmed Paşa 'nin divan kâtibi olmuş M EHRE. MAHRA, A rabistan ’ın eenûb-i ve bu sıfat ile Sultan Setim II. ’in ölümü ve Mu- şarkîsinde, Hind okyanusu sahili ile kıyıların­ rad III. ’ın cülusu dolayısı ile, Diyarbekir, Ha- da Ka’ayti ( G e'eti ) ve Zafâr kavimierinin leb ve Bagdad valilerine gönderilmiş olan yaşadığı Hazramüt arasında bir ü l k e . Arapresmî tezkireyi kaleme almıştır. 978 ( 1570 ) ’de lar ile son devir coğrafyacıları, eskiden bir tâyin edilerek, 987 ( 1579 ) 'de Sokuîlu Mehmed şehir iken, şimdi bir ülke olan { eski günlük Paşa'nm Ölümüne kadar, kalmış olduğu bu ülkesi) Zafâr [ b. bk.]’ı Mahra'ye dâhil addet­ me’mûriyetınde belki meşhur Feridun Ahmed mekte idiler; öyle ki, Hazramüt ile 'Omân Bey [ b. bk. ] ’in halefi olmuştur. Bu hususta arasındaki ülke Mahra adı ile anılabilir ( bk. daha fazla bir malûmata sâbip bulunmamakta­ al-îştahri, B G A , I, 12, 27; Ibn Havkal, ayn. yız. İsminin de delâlet ettiği gibi, zeâmet sahibi esr., II, 17; al-Mukaddasi, ayn. esr., III, 53; olan Mehmed Zaîm, dostlarının ısrarı üzeri­ Yakut, Mu'cam, IV, 700; al-Idrisi [ nşr. Jaune, kaleme almış olduğu eserini bir sene­ bert, Paris, 1836, I, 48 ]; Ibn Haldun Enşr. Kay, den daha az bir müddet içinde ( muharrem Yaman, London, 1892, s. 132 ]). 985 = mart 1577— zilhicce 9 8 5 = şubat 1578) Zafâr ’ın dâhil bulunduğu Mahra ülkesi, IV. tamamlamıştır, ölüm tarihi ve medfeni belli (m . o.) asırda yunanlılarca malûm olmalıdır; olmamakla berâber, kendisinin Selanik yakının­ Theophrast, Hist. Plant., IX, 4, 2 ’de, baharatı daki Karaferye ’de vakıfları olduğu malûmdur. elde edilen Saba’, Hazramüt ve Katabân gibi, Eserinin İsmi Huma~i cami' al-tavârik olup, Arabistan bölgeleri arasında bir dördüncü mev­ Sokollu Mehmed Paşa 'ya ithaf edilmiştir. ki olarak Map,e&ı ( MaM ) 'den bahsetmektedir. Firdavsi ve Tabari 'den başlayarak, anonim Burası tatmin edici bîr şekilde teşhis olunaTavârlh 4 salSiin-i âi-i 'Osman'a kadar, is­ madığı gibi, adı da izah edilememiştir. Paulytifâde ettiği 11 tarih eseri zikreder; bunlar Wissowa, Realencycl, der klass. Altertumsarasında esas me’hazım teşkil eden ve sahile- zoiss., st. 1331 v.dd. ’daki SABA’ maddesinde lerce nakillerde bulunduğu Şukr Allah 'm ileri sürülen muhtelif İ2ah tarzlarından ( MaBaftcat al-tavarih ’i de vardır. Henüz basıl­ p.dXL ’ nin Mıvütoı { Mç u v a la ) ’den bozulmuş bir mamış olan bu eser bir ön-soz ile beş büyük şekil olacağı faraziyesi yanlış olmalıdır ( Erakısımdan ( aksam, bunlar gurüh 'a ve garüh da tosthenes 'e atfen ); Strabo, XVI, 768 ’de — bu makâlat ’a bölünmektedir ) teşekkül etmekte İki müellif bir tek kaynak sayılmaktadır — ve bîr hatime ile nihayet bulmaktadır. Eserin bunu cenûbî Arabistan’ın yukarıda sayılan üç mündereeâtı hakkında Rİeu v b. malûmat ver­ kırallığı yanında zikretmektedir. Diğer taraf­ mektedir. Eserin daha çok 5, kısmının 4. tan Sprenger, Die alte Geagraphie Arabiens garüh ’u ehemmiyetti olup, burada müellif 1543 (Bern, 1875), s. 92, 263, 266'da hiç bir İsbatta ’ten itibaren, kendisinin bizzat şahit olduğu bulunmadan ve aynı zamanda Fr. Hommel, vak’aîarı kaydetmektedir. Ethnologie und Geagraphie des alten Orients Müellifin hâl tercümesini de kendisine borçlu ( München, 1926, s. 137 ; bk, I. v. Müller, Handolduğumuz Thury ( Torak iortenetırok, 11, buch der Alîertumsıvissensehaft, 111. bölüm, ı. 364— 389 ) tarafından eserin Macaristan İle il­ kısım, c. 1 ) ’te Mc&ı kelimesini Mahra ile bir gili parçalan ele alınmış olup, bunlardan addetmektedirler. Her şeyden önee, nebâtatçı 1390— 1476 yıllarına âit olanlar kısmen ve Theophrast'm A rabistan ’ın bahârât istihsâl 1521— 1566 yılları ise, tamamen, tercüme edil­ eden ülkelerine dâir verdiği tam bir listede, miştir. Daha az ehemmiyetli olan kırımların­ asıl günlük Ülkesinin Zafâr'ın, yahut daha ge­



614



MEHRE.



niş mânada Zafar Mahra’ye dâhil olduğundan, Mahra 'nin zikredilmesini tabi’î olarak karşıla* mak gerek idi. Ayrıca, Theoprast’ta bilinen üç ülke yanında, hiç bilinmeyen Mamalİ veya Ma­ li 'nîn zikredilmiş olmasının bizi şaşırttığını inkâr edemeyiz; burası Saba', Hazramüt ve Katabân ile kıyaslanması gereken mühim bir ülke olmalıdır. Bu sebepten Gfaser { Skizze der Geschichte und Geographîe Arabiens, Ber­ lin, 1890, II, 3, 35 v. d., 40, 133, 153 v.dd., 2i ?) 'in müdâfaası mümkün olmayan muhtelif izah denemeleri ( bk. R E , mad. SABA’, 1333 ) bir ta­ rafa bırakılmalıdır. Mamali ’yi sâdece tarçın çıkan bir ülke diye zikrettiği düşünülür ise, Theophrast’m yanlış anlaşıldığı görülür ( bk. mad. SABA* ve bu maddenin bibliyografyası; buna Hommel, Ethnoîogie [ ~ Grundrİss ], s. 517, not 2 de eklenmelidir ). Şimdi haklı olarak Mali 'nin Mahra 'yİ ifâde ettiği düşünülür ise, bu takdirde de Mahra 'nin nasıl olup, Mamali veya Mali adını aldığını bilmek ge­ rekir ki, bu da az-çok bir muamma olarak or­ taya çıkmaktadır. Mali ve Mahra kelimeleri­ nin iik iki harfi aynı olduğuna göre, birinci şeklin üçüncü harfinin değiştirilmiş olduğunu düşünebiliriz; bize intikal eden isimde galiba Mahra ’nin yunanca transkripsiyonunun izi sak­ lıdır : MAPI ( < MA P A ) şekli yunan müstensihlerince tabi ’î olarak anlaşılmayan bu trans­ kripsiyonun, tahrife uğrayarak, MAa i şekli­ ne girmiş yahut da bilgili bir müstensih ta­ rafından birinci hecenin ikizleştirilmesi yolu ile değiştirilerek, MAMAa I şeklini almış o l­ ması mümkündür; nitekim Ftolemaeus, VI, 7,5 'te bulunan M aşuka xrıX,öv x al Öaaû r.ai vıcpöfievov bu bölgede bulunmaktadırlar; ovaya inen ve ge­ milerin sahilden gördükleri nehirler buradan çıkmaktadır — Peripîas maris Erythraei, § 29 { bk, oQrç -uıjnı^ü xoi jıstCKoStı xat d.-tov.oTca, § 32 ve muhtemelen İfarS dağları) Zafâr ülke­ sindeki %(hQa ?ajİaVÜ)TO(p6