MEB İslam Ansiklopedisi 9 [9] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ İ S L ÂM ÂLEMİ TARİ H, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE B İ Y O G R A F Y A L Ü G A T İ



MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE A. AD1VAR R. ARAT A. A TEŞ I. KAFESO ĞLU, T. YAZICI T A R A F IN D A N LE YD E N T A B ’i E S A S T U T U L A R A K T E L İ F , T Â D İL , İK M Â L ve TERCÜ M E S Û R E T İY L E



NEŞREDİLMİŞTİR



ö .



,



C



İ



NABA3 -



L



T



RÜZZIK



İSTANBUL MİLLÎ EĞİTİM BA SIM EVİ



1964



'



N A B A ’. [ Bk. NEBE’.] N A B A B . [ Bk. NÂİP.] . N A B A T Î . [B k . n a b a t îl e r .] N A B A T Î L E R . Taşlık A rabistan 'da eski çağda yaşayan b i r a r a p k a v m i . — Assurbaııipai daha VH. ( m. ö.) asırda Nabatîleri zikretm iştir ( K eilinsçhr., H, 216 v.dd,). Ahd-i a i î k ’teki Nebayötlarin bu N abaiîîer olup-olmadığı düşünülebilir ( Nöİdeke bu hususta aksi kanâattedir. Schenkel’s B ibellexikon , N abatîler; muhtelif müellifler, bilhassa Musil, Arabia D eserta New York, 1927, s. 492, bu fikrin lehimdedirler). Nabatîler, A sûrîler, Medier, Persler ve Makedonya kıralları tarafından tamâmiyte itâa t altm a alınmış değillerdir (D io ­ dor, II, 48). A ntigonos N abatîler üzerine 312 (m . ö ,) ’de neticesiz iki sefer yaptırmış idi. O devirlerde N abatîler çobanlık ve ticâret ile meşgul bir göçebe topluluğu hâlinde idiler ve Petra, Boşrâ, Salhad, al-Hîcr gibi bir kaç tab i’î müstahkem mevkiden mal ve silâh anbarı olarak faydalanırlardı. Lut golü sahille­ rinde oturdukları için, satmak üzere, bü gölün şark sahilinden ara-sıra asfalt çıkarırlardı; kom­ şuları ile Makkabeler devrinde yahuditer, bil­ hassa Suiaymler ile, ekseriya dostâne münâ­ sebette idiler (krş. Yâküt, Mu cam, nşr. W üs­ tenfeld II, 594, bk. B irm a). Bizansh Stepha­ nos 'un verdiği malûmata ve N abatî kitabele­ rine göre, Suiaymler ile çok defa sıkı ittifak bağları ile bağlı bulunuyorlardı ( bk. mad. SULAYM B. MANŞÖR v e B. Moritz, Salam ii, Pauly-W issowa, R ealenzykl., I A , stn 1824 v.d.\ Y erli kitâbelerde N abatî olarak zikri geçen devletin merkezi Cabal Hârün üzerindeki Petra idi. Nöİdeke ( ZD M O , X X V , 259 v .d .)’ye göre Petra, al-Şarâ dağlarında V adi Müsâ 'da ibrânîce Sela\ arapça Hişn Sal' (Y â k ü t, M a ­ çam. IH. 117, u ; M uştarik, s. 252, 2 ) 'dir. Hâlbuki Musil ( Arabia Petraea, H/l, 337, not 2, s. 318 ) mezkûr şehrin K şer es-Sel' o l­ duğunu söyler. Bu harabeler N abatî ve Helen



mimarîsinin garip bir karışmasından mürek­ kep olup, şaşılacak kadar az Nabatî kitabe­ sini hâvidir ( bu harabeler için bk. Dalman. Petra und seine Felsheiligtüm er. 1908 ; Neue Petra-Forschungen, 1912; Bachmaıın, W atzinger, W iegand, Petra, 1921; A . B. W . Ken­ nedy, Petra, its H istory and Monuments, 1925 ). N abatîlerin hâkimiyet sâhası Filistin ’in ce­ nubunu ve şarkını, böylece Edom ( Idumaea > ve Peraea ’yı, kezâ 88 ( m Ö.) 'den sonra H av­ ra n 'ı ihtiva ediyordu. Bu sabaya iki defa, biri 85 (m ö .)’te, diğeri 34— 62 (m . s .) ’ye doğru ve belki bir de bunların arasında ( krş. Momm­ sen, Rom. Gesch., V , 476, not 3 ) Dimaşk ( b.bk.} dâhîi olmuş idi. Bu hâkimiyet cenüb-i garbîde eski M idian’ dan geçerek. ‘ O bodat I. 'in Havarâ ( Bizansh Stephanos. bk. A ö a ça = ihtimâl Asuuv) Ktûp/ı; ve belki bugünkü al-Havrâ’ ) şehrini kurduğu Kızıldeniz sahiline, içeri­ lerde al-'Ula ( Dedan ) ve Hicaz hududunda bulunan al-Hicr [ b .b k ,] ’e kadar uzanıyordu. Nabatîler V adi T ü m ilâ t’taki Teli el-fjiuğâ.fiye ’nin bir kitabesinin ( Clerm ont-Ganneau, Les Nabateens en Egypte, Recueil d'Arch. Or1924, VIİ1, 229— 257 ) isbât ettiği üzere, Nil deltasının şarkında bulunap Noınos A ra b ia ’ya da girmişlerdi. N abatî hükümdarlarından bazı­ larının saltanat sürdükleri tarihler tahminî olarak tâyin edilebilmektedir : H ârişat ( A retas) I, m. ö 169 ve H ârişat II. m.ö, 1 10—-96 'ya doğ­ ru ; ‘ O bodat ( O bodas ) I. 9 0 'a doğru; Rabb’e! ( R a b ilo s) I,, 8 7 'ye doğru; H ârişat III. ( ’A çîtcîç cpıLsLLîjv) 86— 6 2 'ye doğru [ ‘ Obodat II, 62— 4 7 'ye d o ğ ru ? ], Mâlîku ( Maiicho.s ) I. 47— 3 ° 'a doğru; ‘ O bodat II. ( I H? ) 25 (m.ö.) 'ten evvel-—9 ’ a doğru ; H ârişat IV. Râhem‘ ammeh ( cpıLojıCetqlç ) aş.-yk. 9 m.ö.— m. s. 40; Mäliku II. 40— 7 0 / I; Rabb’el II. İScutrjS? 7o /I— 106 [ Mäliku III., 106 m.s.; krş. Clerm ont-Ganneau, R ecueil, VIII, 247 ]. N abatî saltanatının hakikî rnüessisi hiç şüphesiz hükümdar Erotimos olup, bu zât anlaşıldığına göre, devri se-



i



N À B A T IL E R .



lefkîleritı sukutu sıralarına rastlayan Hârişat III. ile aynı şahıstır ( E. Tâub'.er, K lio, X, 2 5ı— 253). „M üttefik“ olarak, N abatîler romalılar karşısında istiklâllerini bir dereceye kadar muhafazaya muvaffak olmuşlardır. B aşlangıç­ tan itibaren ticâret yüzünden, daha sonra Pal­ myra ( Tedm ür ) ’İdarin yaptıkları gibi, bütün Ö n -A sya üzerinde bîr nevî inhisar ele geçir­ diler. Roma imparatorluğunun ilk zamanlarında göçebelikten çıkıp, barışçı bir yerleşik halk hâli­ ne girdiler. K ezâ şarkta, bilhassa ticâret ker­ vanlarının geçtiği yollarda, msl. P e tra 'd a n Dimaşk ’ a. Tedmür 'e ve Fırat nehri munsabındaki Forat tarafına, G errha ( arap. a!-K atif yakının­ da ai-C ar'â’u ) ’ya, S in a yarım-adasına, M ısır'a ve G aza 'ya doğru olan sahalarda kitâbeler bıraktılar; kezâ Roma imparatorluğu toprak­ larında, Yukarı Mtsır( Dendera ) 'da, Milet civarında Roma ve Puteoli ’de onların tacirleri­ nin yazılarına rastlanır, im parator Trajan 106 ( m.s.) 'd a Petra ’yı zaptederek, N abatî hâkimi­ yet sâhasının en mühim kısmından mürekkep olm ak üzere, Provincia A ra b ia ’yı teşkil etti. 200 ( m s. ) 'e doğru, Palmira ’lıların bütün ti­ câret ve transiti yavaş-yavaş kendilerine çek­ meleri neticesinde, bozkır sahasında Nabatî'ere kalan memleket iktisâden çöktü. N abatî h ü k ü m d a r ı n ı n yanında „kardeş“ unvanını taşıyan en yüksek bir me'mûr ( vezîr, grekçe sju-teouoç ) bulunur ve hükümdar (q>vW) bir çok kabile şeyhlerine ( sdvâçguı ) kumanda ederdi. N abatîlerde eparchos ve strategos un­ vanlarına tesadüf edilmektedir. Dikkate de­ ğer bir cihet kadınların ictim âî hayatta pek mühim bir mevkî işgal etmeleridir. A nlaşıld ı­ ğına göre, kadınlar serbestçe mal ve mülk sa­ hibi oluyorlar ve bunlara istedikleri gibi ta ­ sarruf ediyorlardı ( Nö’.deke, Euting ’de, Nabat. Inschriften, s. 79 v.d. ), Sikkelerinde ekseriya ktralîçelerin resimleri bulunur ( Kammerer, Petra et la Nabatene, Paris, 1929, s, 377 ). N abatî hukukunu ancak mezar kitabelerin­ den Öğrenebiliyoruz. Onların cezâ tehditleri yunanlıların mülkiyet ve vecîbeler hukukuna âit inşâ esâslarına istinâd eder ki, bun'ara ancak Küçük A sya mezar kitabelerinde rastla­ nır { B. Keil, Hermes, 1908, XLIII, 567— 572). ö r f ve âdetlerinde sâde göçebe bir kavim olan ve nadiren köle kullanan N abatîler tâeir bir millet sıfatı ile servete büyük ehemmiyet verir­ lerdi. Kitâbe'.erde tabiplerden, hekimlerden ve şâirlerden bahsedilmesi N abatîlerde oldukça yüksek bir irfan ¿eviyesi bulunduğuna delâlet eder. Sünnet olma âdetini tatb ik ettikleri hususu kat’î değildir ( Kammerer, agn. esr. s. 375 v.d.). N abatî i l â h l a r ı da kezâ mezar kitabele­ rindeki kayıtlar sayesinde öğrenilm ektedir. En



büyük tanrı Düşarâ [ bk. mad. ZU 'L-ŞAR }, en büyük kadın ianrt A llâ t ( bk. mad. AL-LÂt ] idi. Bunlardan başka Manüşu ( ârâmîce Mcnâvâtâ ; bk. mad. MANÂT ), K ayşa, M utaba ve Hubal { b. bk.] adlı tanrıları zikretm eliyiz. Hükümdarlara da ölümlerinden sonra, Tanrı gibi tapıldığı bilinm ektedir { krş. C I S , II- 354 ). İlk defa N öldeke'nin kat’î bir şekilde be­ lirttiği gibi, Nabatîler, şahıs isimlerinin delâ­ letine nazaran, hâlis araçtırlar. Bununla bera­ ber, edebî lisan olarak, Ö n-A sya 'da çok yay­ gın olan ârâmîceyi kullanırlardı. BÖylece mem­ leketin şİmâl kısmında dillerine {kahra, nafşâ, am a gibi ) ârâmîce kelimeler girmiştir, A rap müellifleri „N ab a tî“ yerine „A râm î“ demektedir­ ler. Buna karşılık, cenubî Higrâ ( al-H icr ) ’ da arap nabatî dtlî daha saf olarak kalmıştır. A r a p y a z ı s ı eski çağların sonunda N abatîlerin ya­ zısından doğmuştur [ bk. mad. ARABİSTAN.], İslâm devrinde araplar. Suriye ve Ir a k 'ta yaşayan ahâliden çoban ( bedevî ) ve asker olmayanlara N abatî derlerdi { İbn al-K alb i, Yâküt 'ta, Mu cam, III, 634 ). Bu kelime bir az da istihfaf mânasını taşımak şartı ile, ârâ­ mîce konuşan köylüler hakkında, kullanılırdı ( Nöldeke, Z D M G , X X V , 124). N abatîler tâ­ biri ( N abıt, N abt v.b.) M alatya 'da, Ceyhan 'da Hâbür üzerinde. Irak 'ta , 'O m an ’da, Balırayn ’de de bu şekilde kullanılmış olup, bundan belli bir kavim mânası çıkarm ak doğru değil­ dir ( Nöldeke, agn, esr., s. 125 ). Zirâatçi ârâmîlerin kullandığı N abatî dili Irak gram erci­ leri tarafından dikkatle tetkik edilmiş oldu­ ğundan, Nabatî tâbirinden bilhassa Irak ve daha ziyâde B atâ’jh ahâlisi anlaşılmıştır ( N öl­ deke, agn. esr., s. 127 ). Hicaz ’ın en şimâl kısmındaki His mâ böl­ gesinin evvelce Cuzâm [ b. bk.] ve H u vaytât [ b. bk,] denilen ahâlisi Nabatîlerin a h fid ı te­ lakki olunmaktadır [ bk. mad. ARABİSTAN. ]. B i b l i y o g r a f y a - , N öldeke { ZD M G , XXV, 1871, s. 1 22— 128) ; J. Euting, Nfabataische Inschriften (B erlin , 1885); ayn. m il,, Sin aitisch e Inschriften { B erlin , 1891 }; ayn. mil., Tagbuch einer R eise in Inner-Arabien (L eiden, 19 14 ), II, 293 ( fih­ r i s t ) ; C . M. Doughty, Travels in Arabia Deserta ( Cam bridge, 1888 ), II, 638 ( fihrist ); C I S, ( 1889 ), H/i, 181 v. dd ; ( 1907 ), Il/ıt, 1 v.dd. ; Clerm ont-Ganneau, R ecueil ¿tA rch. Or., I — VIII tür. yer. ; H. V incent, Les Nabatêens ( Revue Bibi., 1898, VII, 567 — 588} ; Schürer, G eschîchte des jüdischen Volkeş ( 4. tab., Leipzig, 1901), L 7 2 6 — 744; Dussaud ve Macler M ission dans la région 'désertique de la Sgrie m ogenne (Paris'; 1903) ; G . A . C ooke A iext-book



N A B A T ÎL E R — N Â B Î.



4



o f N orth-Sem itic inscriptions ( O xford, bakılırsa, İstanbul ’a gidişi 24 yaşlarına bastığı 1903), s, 414 — 262 •, ayn. mil., Nabataeans, bir sıraya, 1076=1665 tarihine rastlam aktadır. N âbî İstanbul ’da umup, aradığını önce Encyclopaedia o f R elig ion and Ethics (Edinburgh, 1917), IX, 121 v. d .; Dussaud, bulamamıştır. Bir tanıdığının bulunmayışı, bir Num ismatique des rois de Nabatene ( J A , m ürüvvet sahibinin kendisini elinden tutmayı1904,3. 189 — 238); Brünnow ve v, Do- şı onu hayâl kırıklığına uğratm ış, fak at böyle maszewsky, Provtncia Arabia ( 1904 — 1909 ), bir zamanda vezir olan Musâhib Mustafa I— III; E. Littm ann, Nabataean Inscriptions P a ş a ’ mn kendisine takdim edilen mesnevî {P ublic, o f an. Am erican A rckaeol. Exped. şeklinde bir medhiye üzerine gösterdiği alâka to Syria i n ' 1899— 1900, New York, 1905, onu kurtarm ıştır ( bu sıradaki maddî ve rûhî IV. kısım : S em itic Inscr., s. 85 — 9 7; ayn. durumu için bk. D ivân, mesnevî kısmı, s. 14). mH., Nabat. Inscr. ( Pu blic, o f the P rin ce­ Paşa, teveccühünü esirgem eyerek, N â b î’yi divân ton A rchaeol. Exped. to Syria in 1904 — kâtipliğine tâyin etm iştir. O da imkânları pek 1905 and 1909, bölüm IV , kısım A , Leiden, güzel kullanmasını bilmiş, şiirde de sür’ atle te ­ 1914 ); Musil, Arabia Petraea, li/i ( Edom ), rakki etm iştir. Ö yle ki, daha senesine varm a­ W ien, 1907, s. 159 — 161, 337 ; ayn. mil., dan, Nâiiî ( ölm. 1077 = 1666/1667 ) 'nin bile ta k ­ Arabia Deserta ( New York, 1927 ) fihrist, dirine mazhar olm uştur( D ivân,K a s id e le r,s ,33). s. 614; Head, H istoria numorum (2. tab., Musâhib Mustafa Paşa, pâdişâh Mehmed O xford, 19 11), s. 810 v .d .; G . F. H ill, Brit. IV. ile birlikte, sık-sık E d irn e 'd e avlanıyordu. M as. Çat., G reek Coins o f Arabia ( L on­ Divân kâtibi Nâbî Efendi de, tabiatiyie, pa­ don, 1922 ); Jaussen v e Savignac. M ission şanın m aiyetinde idi. Y a ln ız bir seferinde, has­ arclieologique en A rable ( Paris, 1909 — talığı yüzünden, gidememiştir. Nâbî, avcı Sul­ 1922), I — III; W . W . Tarn, Ptolem y II tan M ehm ed'in Lehistan seferine de, yine and Arabia (Journ. o f Egypt. A rchaeol., 1929, vezîı-in maiyetinde, iştirâk etm iştir ( 1082 = X V , 9 — 2$ ); A . Kämmerer, Petra et la N a­ 16 71). K am en içe'n in zaptı üzerine yazdığı iki batene ( Paris, 1929 }; J. Cantineau, L e Na- tarih manzümesinden biri, pâdişâh tarafından bateen ( Paris, 1930— 1932), I— II; J. H. Mordt- beğenilerek, kale kapısına hakkedilm iştir. Bu mann, Ein Nab ata er im Sabäerlande ( K lio, münâsebetle ve paşanın emri ile, Fetihnâm e-i 1932, X X V , 429 v.d.). ( E . H o n s g m a n n .) Kam eniçe 'yi yazmış ve ilk eserlerinden biri olan N A B İ [ Bk. neb L] bu risale sayesinde, pâdişâhın ihsân ve iltifa ­ N A B Î. [ Bk. n â b î .] tına nâtl olmuştur. Şâir, 1086 { 1675 ) tarihin­ N Â B Î. N A B Î (1642— 1712), Osmanh edebi­ de E d irn e'd e şehzadeler için yapılan muazzam yatında, X VII. asrın ikinci yarısında yetikmiş sünnet düğününde de hazır bulunmuş (bk. olan e n m ü h i m v e ş ö h r e t l i ş â i r . A bd ü lkad ir K arahan, Nâbî 'nin el yazısı, im­ H a y a t ı . A sıl adı Yusuf olan N âbî, Urfa zası, miihrii ve sûrnâmesine dâir, Türk dili ve ( R u h â ) ’da doğmuştur. Doğum tarihi, kendi edebiyatı dergisi, İstanbul, 1948, II, 133— 140) ifâdesi ile sabit olduğu üzere, 1033= 1642 ( bk. ve bir de sûrnâme yazm ıştır ( bk. A gâ h Sırrı Divân, Bulak tab., mesnevi kısmı, s. 3 1; H ay­ Levend, N â b î'n in sûrnâmesi, İstanbul, 1944 ). riye, aynı basım, s. 5 ) 'dir. Aile muhiti hakkın­ Nâbî, artık devamlı surette ve hemen her da kaynaklarda her hangi bir kayda tesadüf vesîîe ile, doğan şehzadeler, Musâhib Mustafa edilmemekle beraber, gerek kendi eserlerinden P a ş a ’ nin çocukları, inşâ edilen saraylar ve ( H ayriye, s. 6; Tufjfat al-Haramayn, İstanbul, başka hususlar için kasîdeler, tarihler söylü­ 1265,5. 14 ) ve gerek hemşehrilerinin rivayetle­ yor, câize alıyordu. Bu arada hacc farizasını rinden Hacı G affar-zâdelere mensup olduğunu, edâ etmek istem iştir. E vvelâ Musâhib Paşa, atalarının ulemâdan bulunduğunu, erkek ve sonra da kendisine Haremeyn-i Şerîfeyn hak­ kız kardeşlerinin meveûdıyetini biliyoruz. Ç o ­ kında tasvirleri muhtevî bir kasîde sunulan cukluğu ve ilk gençliği hakkında esaslı bir pâdişâh onun bu niyetini hoş karşılam ışlardır. bilgimiz yoktur. A ncak doğduğu yerde kuv­ Pâdişâh, ayrıca, Mısır valisi Abdurrahm an vetli bir tahsil gördüğü, arapça ve farsçayı Paşa 'ya hitaben, her türlü yardım ve kolaylı-, bu dillerde şiir yazabilecek derecede öğren­ ğın gösterilmesi hususunda bir ferman da diği muhakkaktır. G enç y a şta U r fa 'd a arzu­ verm iştir ( Tuhfat al-Haramayn, s. 4 ). Nâbî halcilik ile işe başlayıp, valinin dikkatini çek­ Eyûblu Mehmed Râmî ( sadrâzam Râmî Mehmed tiği ve İstanbul ’a gitmesi tavsiye edilerek, P a ş a ) ’yi ve başkalarını yanına alarak, bu dinî gurbete .gönderildiği de rivayetler arasındadır. vecîbesini 1089 (1678 ) tarihinde yerine g e tir ­ Yine Tukfat äl-Haramayn { göst. yer. ; ayrıca miştir ( H adi kat al-vuzarS, İstanbul, • 12 71, krş. Abciüikadir'Karahan, Nâbî, Türk klasikle­ s. 128), Dönüşünde Mustafa Paşa onu ketri, nr. 19, İstanbul, 1953, s. 4 ) ’deki bir kayda hüdâlığtna yükseltm iştir. Nâbî bir müddet



sonra, 1093 ( ı 682 )'te , Tuhfat al-Haramayn 'i kaleme alm ıştır. Pâdişâh, bu münâsebet ile, kendisine bîr samur kürk ihsan eylem iştir. Nâbî, bir ara kendi arzusu ile, kethüdâhktan ayrılmış ise de, M ustafa Paşa 'nın ölümüne kadar hamisine sad âkatte devam etmiştir. Bu vesile ile vücût bulmuş ve klasik edebiyatı­ mızın kendi nev'inde en iyi Örneği sayılm ağa lâyık olan K asîde-i azliye (D iv â n , s. 43 v. d.) 'yi paşanın azli ile alâkalı zannedenler ( bk. msl. İbrahim Necınî, Tarih-i edebiyat ders­ leri, İstanbul, 1338, I, *64 v.d. ve tür. yer.), her hâlde serlevhadaki vuzuhsuzluk ve metne dikkatsizlik dolayısı ile, zühûle kapılmışlardır. Musâhîb Mustafa Paşa ham kapudân-ı der­ yalık ile saraydan uzaklaştırılm ası ( 1095 — 1684), bilâhare Mora ’ya gönderilmesi ( 1096 “ 1685) sırasında Nâbî Mustafa P a ş a 'y ı yalnız bırakm am ıştır. A ncak Mtısâhib Paşa Boğazhisar muhafızlığında vefat edince, Nâbî suyunu ve havasım pek beğendiği ve Urfa 'nın bağlı olduğu H a îeb 'd e ikam eti ihtiyar etmiştir. Şâir Haleb ’ de uzun seneler geçirm iş, orada evlenmiş, hükümetin kendisine verdiği mali­ kâne ve sağladığı imkân sayesinde rahat etmiştir. Oğlu Ebülhayr ve Mehmed Emin burada doğm uşlardır (divânında E b ü lh ayr’ ın doğumu, yazıya başlaması, sarf ve nahiv ekuyuşu v. b. m ünâsebetiyle söylenmiş tarihler vardır. Divân, K asideler, s. 132 v. b.). Muay­ yen bir müddetle H a îeb 'd e oldukça m üreffeh bir hayat sürdüğü kendisi İçin ev ( ayn. esr., s* 109) ve bahçe (s . 135), oğlu için köşk (s . 135) yaptırabilm iş olmasından da an’aşthr. Burada aş. yk- 25— 30 sene kadar kalmış ol­ malıdır ( müellif hattı tek yazması (Jn'versite kütüp., T Y ., nr. 192'de bulunan Hacı Tevfilc Efendi ’ nin M acm aat al-iarâcim ’inde „otuz sene mıkdarı" kaydı vardır ; 70a ). İsmail Belîg, Haleb muhasstlhğmda bulunduğuna temas ederse de ( Nuhbai al-ösâr, müellif hattı yaz­ ma, Üniversite kütüp,, T Y.. nr. 1182, 9 i b )> bu hususta k a t’ı bir şey söylenemez. Yalnız Ha­ l e b ’de iken Mustafa II. { 1695 ) ile Ahm ed 111. ( 1 7 0 3 )'in tahta çıkış’ arı üzerine, bh-er cülûsiye yazmış ( D ivân, K asîd e’er, s. 27, 33 v, dd.) ve hassaten vaktiyle doğumunu da kutladığı ve şehzadeliğinde iltifatını gördüğü Ahmed 11!. ta­ rafından, uzaklarda olmasına rağmen, ihsanlara nâil olmuştur ( bk. Divân, mesnevi kısmı, s. 23 v.d.; krş. Abdiilkadir Karahan, ayn. esr., s. 7 ). Nâbî İstanbul, Manisa, Erzurum v.b. şe­ hirlerdeki dostları ile mektuplaşıyor, devlet adamları ve âlim’er kendisinden gazel ve ta­ rihler istiyorlardı. Hürmetkârları kendisine şiirler gönderiyor, o da âferİniye’ er ile cevap veriyordu. Devlet erkânından Am ca-zâde Hü­



seyin, manevî evlâdı Râmî Mehmed, K aîaylıK o z Ahm ed, Daltaban M ustafa, Şehid A li Paşa ’lara v.b. 'na tebrik kasidelerini de yi­ ne bu sıralarda yazm ıştır. H ayriye gibi Hayrâbâd da Haleb mahsûlüdür ( 1117 — 1705). D ivân \ da burada iken tertibe konulmuş­ tur (dîvandaki iki tarih, bir hemşiresi ile kethüdasının Haleb ’de öldüklerini gösterm ek­ tedir, bk. s. 108), Yalnız Çorlulu A lî Paşa ’ nın sadrazamlığı sırasında, bir ara „malikânesi ref’ ve medâr-ı maişeti kat’edUmîştîr“ ( Safâî, Tezkire, Üniversite kütüp., T Y ., nr. 6189, var. 115— 119). Nihayet eski dostu ve H aleb valisi Baltacı Mehmed Paşa, ikinci defa olarak, sadr­ azamlık ile Haleb 'den ayrılınca, Nâbî 'yi de be­ raber İstanbul 'a getirdi ( 1122 — 1710 ). Nâbî 70 yaşlarının eşiğindeki bu seyahati, sıhhatinin nezâketini, İstanbul hakkındaki duygu ve düŞÜnce’ e rin i bu sırada yazdığı bir medhiyede pek güzel ifâde etmiştir ( s . 31 v.d.). Nâbî, bu son gelişinde kendi müracaatı üze­ rine, evvelâ bir aya varmadan darbhâne emâ­ netine (D îv â n , mesnevî kısmı, s. 29 v.d.), sonra da Anadolu muhasebeciliği ve mukabele-i suvâri mansıplarına tâyin edilm iştir (krş. Şeyhî, Vakayı a l-fu ia la , Üniversite kutüp., nr. T Y ., nr. 3216, s. 435; Hacı Tevfik Efendi, ayn. esr., göst. yer.). Bu son senelerinde o yine edebiyat ile uğraşmaktan vazgeçmemiş, Silâhdar A li Paşa ’nm İsrarı ile toplanan münşeatını da tetk ik ederek, bir de mukaddime yazm ıştır. Devrin şâirleri ile (m sl. Sâmî, Râşid, Vehbî, Nedim) müşâareye devam etmiştir. Devrinin „şayh alşu 'a râ ^ sı sayılmış ve Sabit gibi bazıları onu fazlası ile öğmüşlerdir. Mamafih bu son şâirin ona karşı bâzı serzenişlerine de tesadüf edilir. Ölüm döşeğinde iken, kendi vefat tarihini de taşıyan ve mezar taşına iş’enmiş bulunan meşhûr farsça kıt’ ayı kaleme almıştır. Ölümü 3 rebiülevvel 1124 ( 12 nisan 1712 ) tarihin­ dedir. Safâî ve Şeyhî ’ nin öldüğü zaman 80— 90 yaşım m ütecaviz olduğu hakkındaki ka­ yıtları (g ö st. yer.) bâzı müelliflerce, kont­ rolsuz oîarak, tekrar edilmiştir ( bk. E. J. W. Gibb, H O P , London, 1904, III, 326 ; F. Babinger, E l , 1936, III, 858; bu sonuncuda Nâbî ’yi sadrâzam Kara Mustafa P aşa'nin himaye ettiği veya Nâbî-zâde Nâzım ’ın Nâbî ile alâ­ kası olduğu hakkındaki mütâlealarm hatalı bulunduğuna da işaret olunmalıdır). Kâdirî tarîkatine nisbeti ve m evlevî muhibbi oldu­ ğu tahmin edilebilir ( Divân, K asideler, s, 25 — 27 ). Vakayt al-fuzala sâhibl, Nâbî ’ nin sohbeti lezzetli, külfetsiz, anlayışlı, irticalen şiir söylem ekte mâhir bir zât olduğunu ve bilgi bakımından da devrinde, tek, husûsiyle farsçada ve edebiyat bilgilerinde eşsiz sayılmağa



NABİ



&



lâyık bulunduğunu kaydeder ( gâst. yer.). Şey- lanılan vezinlerdir ( remel, hezee, muzârî v. b. hül-islâm Es’ ad Efendi de, Nâbî ’nin musikîdeki b ah irler). M ukattaât kısmı bir çok kıt’a, ru­ üstadhğına ve msl. ruhâvî makamında nîm- bâî ve müfred ihtiva etmekte olup, bunların devr usûlünde kendi eserlerinden olan bir şâirin yaşadığı devrin bâzı husûsîyetlerini be­ bestesine temâs eder ( Atrab al-öşâr, Üniver­ lirtm ek bakımından ehemmiyeti büyüktür. site kütüp., T Y ., nr. 6193, var. 40). N â b î’ nin Muammeyât kısmında da muammalar, lugazler şahsı ve şahsiyeti hususunda Sâlim ( Tezkire, başkalarında tesâdüf edildiğinden daha çok mıkİstanbul, 1315, s. 628 ) ’in mütereddit davranışı dara varmıştır. T ürkçe dîvânın bütününe hikmet belki husûsî sebeplere dayanır. ve tasavvuf unsurları gâlipbirfikir örgüsü hâkim­ E s e r l e r i . Divân edebiyatının hemen her dir, Burada hemen-hemen her sahifede m ütevek­ vadisinde türlü eserler vermiş büyük san- kil bir ruhun akisleri ile karşılaşm ak kabildir. ’atkârlar arasında Urfalı Nâbî husûsî bir mev­ 2. Farsça D ivânçe, D ivânçe-i gazeliyât-ı f â ­ kie sâhiptir. Nâbî külliyâtının tam ve tenkit­ risî adı ile, türkçe divân içinde 39 sahifelik yer li bir baskısı henüz hazırlanmış değildir. A şa ­ kaplayan biı esercik, 32 farsça gazel ile, Mevğıda da görüleceği üzere, bâzı eserleri bir lânâ, Hâfız, Molla Câm î, Selim I., Şifâî, ö r fî, veya bir kaç defa basılmış olmakla beraber, Sâib, K e ’îm, N azîrî, Şevket, Meylî, G arîb î ve bu basımlar iimî bakımdan kifâyetsizdir. Muh­ Tâlib 'in gazellerinin tahmislerinden ve bir de telif İstanbul ve Anadolu kütüphaneleri ile mesnevî tarzındaki iki türkçe küçük hikâyeden A vrupa ’um tanınmış kütüphanelerinde ve hu­ ibarettir ( ayrıca bunun sonuna eklenip, „d ivâ ­ sûsî ellerde Nâbî külliyâtının veya müteferrik nın tertibinden sonra yazıldıklarından buraya eserlerinin yazmalarına sık-sık rastlanm aktadır alındıkları“ belirtilen 8 türkçe gazel, muhtevi(m sl. Üniversite kütüp., T Y ., nr. 125, 273, 609, yâtlarm a nazaran, ekseriyet ile hace farizasını 2861 ; Millet kütüp., A li Emîrî, manzûm kısmı, edâ münâsebeti ile eskiden kaleme alınmış ve nr. 664; Tire, Necib Paşa kütüp., nr, 336; kısmen de daha evvel Tahfat al-Haramayn British Museum, Or. 7158, 7159, 7162 ve 7163; İde yer almıştır, krş. Tuhfa, s, 96 v .d ., n o v. d.). devrine yakın bir tarihte istinsah edilmiş tam 3. Terciİme-i h a d îs-i erba in . C am i ’nin kırk ve iyi bîr külliyâtı husûsî kütüphânemizdedir ). hadîs tercümesinden türkçeye yapılmış nakil­ Eserlerini şöyleee sıralamak mümkündür; lerin en güzellerinden biridir. Bu risâle, ilk m a n z û m e s e r l e r : I. T ürkçe Divân. T e t­ defa, M illt teteb bû la r mecmuası ( nşr. Necib kik ettiğim iz 1257 Bulak basmasından başka, Âsim, İstanbul, 1331, II, sayı 4, s. 155 v. dd.) bir İstanbul tab’ı da { 1292 ) bulunan bu eser 'nda yayınlanmıştır. Hayli münşiyâne bir üslûb baş tarafındaki tevhid ve gazeliyât bölümünün ile yazılm ış küçük bir önsözden sonra, hadîs başındaki D er beyân-l sebeb-i iertîb-i divân metinlerini ve onların birer kıt’a ile tercüme­ ’dan anlaşıldığına göre, H aleb valisi Silâhdar lerini muhtevidir. K ıt’ alar osmanhcanın olduk­ İbrahim Paşa 'tun ısrân ve hattâ eski müsved­ ça sâde örnekleri arasına girebilir. Tercüme deleri toplayıp, düzenlenmesine nezâret etme­ kelime kelime değil, oldukça serbest yapılmıştır si sûretiyle vücut bulmuştur ( 1118 = 1706 ). Y a z ­ ( bu eserin bir tahlili için bk, A . Karahan, Is­ ma ve basmalardaki şiirler, sayı bakımından, lâm türk edebiyatında k ırk ha d îs toplam a, ter­ hayli farklıdır/ Hacim itibârı ile eski edebiya­ cü m e v e şe r h leri, İstanbul, 1954, s. 230— 232 ). tımızın büyük divânları arasında gelir. Başta­ 4. Hayriye. N âbî'n in en çok meşhur olmuş ki bir tevhîd ve dört na’ti bâzı İslâm bü­ eseridir. Ha’.e b ’de I s 13 ( 1701 ) ’te oğlu Ebülyükleri hakkında medhiyeter tâkip eder. Bun­ hayr Mehmed adına te ’lif edilen bu mesnevî, dan sonra padişahlar ( Mustafa II., Ahmed III.), divânı ile birlikte basıldığı gibi, ayrı baskıları devlet ricali, mevkî sahibi bâzı zevât ( Haleb da ( msl. Ebüzziyâ kütüp. yayınları arasında, vâlisi Cafer Paşa, Mekke kadısı Seyyid Mustafa temsîl-i cedîd, İstanbul, 1307) vardır. Pavet Efendi v. b.) için yazılm ış kasideler ve bir de Courteille, fransızca tercümesi ile birlikte, terkib-i bend, bir muhammes, üç tahmis ( Ru­ türkçe metni ayrıca neşretmiştir ( Conseils de hî, Bahâî ve Fuzûiî ’nin gazellerine ) ve bir Nabi Efendi, Paris, 1857 ). Reme! bahrinde çok tarihler yer almıştır. Divânın mesnevî yazılan bu nasihatnâme, şâirin bayatta edin­ tarzındaki şiirleri Mehmed IV. 'e bir medhi- diği tecrübelerin, görüşlerin nazım dilinde ye ile b a şla r; pâdişâh, büyükler ve dostlar m uvaffakiyette anlatılışıdır. Nâbî, burada za­ hakkında bu mâhiyette manzûmeleri ihtiva manına göre, gidilmesini uygun gördüğü isti­ eder. G azeliyât bölümü divânın en zengin kameti oğlunun şahsında genç nesillere gös­ kısmını teşkil eder. Eski alfabe sırası içinde, term eğe çalışmıştır. K alpten fazla akla hitap her ses değişiminde gazellerin başına birer etmiş olmasına rağmen, eser edebî vasfını kuv­ rubâî ilâve olunmuştur. Kullanılan vezinler, vetle muhâfaza etm iştir. Lslâmın şartlarından umumiyetle divân edebiyatında en fazla kul­ başlayıp, ilimlerin tahsiline, fikir ve irfan mer-



6



N Â B Î. kezi İstanbul’ un güzelliklerine, ferdî ve içti­ nın mısraları ile süslem iştir. Üslûbunun ve mâi hayatın çeşitli safhalarına kadar, her tahkiye tarzının neticesi olarak, Tuhfat almevzuda N âbî 'nin görüş ve düşünceleri­ Hfaramayn ( İstanbul, 1265 ), basılmış olmasına ni ifâdeiendiren H ayriye terbiyevî edebi­ rağmen, seyahat edebiyatım ızda lâyık olduğu yatımızın değerli örnekleri arasında yer a l­ yeri almış değildir. mıştır. Devrinden başlayarak, edebî yenileşme 9. Z ey l-i Siyer-i Veysî ( Bulak, 1248). XVII. çağım ıza kadar, hattâ tanzimat devrinde bile, asrın başlarında nesir üstadı V a ysi ( ölm. 1628) N â b î’ nin H a y riy e'si pek beğenilmiş, seçkin ’niıı Peygamberin doğumundan Bedr gazasına mesnevilerimizin mühimlerinden biri sayılmıştır., kadarki hayatının vak’aiarını içine alan eserine 338, yıl 2 ), 22 ; M illî Mecmua (1926), 1157, 1200; Hayat (19 26 ), I,_ 103. (A b d O lk a d ir K a r a h a n .)



«



N Â B İG A Z Ü B Y Â N Î.



N ab it kabilesinden bir şahıs ile rekabet eder­ ken gösterm ektedir; sonunda Hatim, cöm ert­ liği ile m uvaffak olarak, at-N âbiğa'yı mağlûp etmiştir {K itâ b a l-ş îr va ’l-şu'arâ', s. 126 v .d d .; Kitâb al-A ğân t, XVI, 104 v .d ,; H izânat al-adab, 1!, 165 v.d.}. Fakat bu rivayet yanın­ da, bunu tamâmiyle bertaraf ettirebilecek bir diğeri vardır ki, buna göre, Hatim, henüz kü­ çük bir yaşta develerini otlatırken, al-Nu’ mân ’1» yanma gitm ekte olan al-N âbiğa, ‘A b id b. al-Â braş ve Bişr bin H â zim ’e tesadüf ederek, kendilerine üç deve ikrâm etmiş ve on'ar tara­ fından ayrı-ayrı övülm üştür (a l- Ş fr , s. 124; A ğ an ı, X VI, 98; H izana, I, 494). Buna göre, Hatim ile al-N âbiğa arasında büyük bir yaş farkı olması icâp e d e r ; o hâlde bunların aynı zamanda bir kıza tâlip olmaları pek az muh­ temeldir. Esasen bütün bu rivayetlerde Hatim â l-T â ’ i 'niıı şöhretini yaymak gibi bir temayül sezilm ektedir ve bundan dolayı belki bütün bu rivayetleri uydurma saym ak lâzımdır. K aynaklar a l-N â b iğ a ’mn ilk olarak bâzı H ira hükümdarlarına intisap ettiğini söylerse d e { bk. a U Ş îr, s. 159; A ğ ân i, IV, 129), bu­ nun doğru olması muhtemel değild ir; çünkü bahsedilen hükümdarların hüküm tarihleri alN âbiğa 'ntn hayatında zikredilen ve tarihleri kısmen tesbit edilen va k’alara nazaran çok eski düşm ektedir. Ne olursa-olsun al-Nâbiğa, milâdî 554 yılında açıkça tarih sahasına çıkar. Bu yılda G assân hükümdarı al-Hâriş aS-A‘râc H ıra hükümdarı al-Nu'mân b. at-Munz’ r ’i mağlûp edip, öldürmüş, o zaman Zubyân ka­ bilesinin müttefiki olan A sad kabilesinden bir çoklarını esir almış idi. al-Nâbiğa, Yavm Halimâ denilen ve mezkûr tarihte Kinnasrîn civarında cereyan eden ( bk. Th. Nökleke, Umara' Gassân . . . min âl Cafna, arap. trc. P. Jousse ve K . Zurayk, Beyrut, 1933, s. 19 v.d.; kaynaklar burada gösterilm iştir; krş. D ivân, nr. IV, 20 şerhi ) bu vak’a üzerine, al-Hâriş ’in yanına koşarak, onu hem nesir { bk. Ağârd, XIV, 2 v.d.) ve hem şiir ile medhedip ( bk. D ivân, nr. XVIII ), Bani A sad esirlerini kur­ tarmağa muvaffak olmuştur. Bundan sonra al-N âbiğa, Divân ’ında şiir­ lere göre, kabilesi arasında bulunmakta ve onların iş’ erini tanzimde, bilhassa dış düşman­ larına karşı hareket tarzlarını tâyinde büyük bir rol oynamaktadır. al-Nu'mân ’dan sonra H ira 'de idareyi eline alan ve Zubyân kabile­ sine hücûma hazırlanan 'A m r b. Hind ’e y az­ dığı şiddetli bir tehdit şiiri ( D ivân, nr. XX, hiç neşredilmem'ştir ) onun bu çalışmalarının delilidir. A ncak bu sıralarda kendi kabilesini ilgilendiren meseleler dışında tarafsızlığını muhâfaza etmiş o lm alıdır; çünkü babasının



intikamını almak üzere, büyük bir sefer aça­ rak, bütün S u riy e ’yi istilâ eden aynı hü­ kümdar hakkında yazdıği bir medhiyesi de vardır {D iv â n , nr. L IX ; H. Derenbourg, Nâbiga Dkobyânî inédit, j A , 1899, s. 5— 55 — burada D* şeklinde kısaltılm ıştır — , nr. 51 ). Şâirin evvelce medhetmiş olduğu al-Hâris alA 'ra c, 363 ( m. s.) yılında vukûa gelen bu mağ­ lûbiyetinin hesabını verm ek üzere, İstanbul ’a çağırıldı ( bk. Nöldeke, ayn. esr., s. 20 v.d.). Şu kadar var ki, 554 ile 563 yılları arasında geçen zaman içinde, Gassân ve H ira dev­ letleri karşısında, göçebe Zubyân kabilesinin zâten ço k mütehavvii olan durumunun değişmiş olması ihtimâli de vardır ve al-Nâbiğa ’nm medhiyesi belki bu değişme ile izah edilebilir; Zubyin-oğulları kabilesi bu sıralarda çok uzun yıllar devam eden bir takım mücâdelelere sürüklenmiş bulunuyordu ; Dâhis ve G abrâ’ adlı iki atın yarışından çıkan ve 40 yıl süren bu muharebelerde, düşman 'A b s kabilesinin 'A m ir kabilesi ile birleşmesi üzerine, Zubyân kabîlesi de A sad ve Tam im kabileleri ile bir­ leşti ve savaşlar daha şiddetli bîr hâl aldı. O zaman Zubyân kabilesini dağılm aktan kurtar­ mak, mevcut ittifakları devam ettirm ek alN â b iğa ’ nm en mühim vazifesi hâline gelmiş idi. Nitekim bu devre âit şiirleri bilhassa bu hâ­ diseler ile ilgilidir : D ivân, nr. X L ( = H. Derenbourg, Le D îvân de Nâbiğa Dkobyânî, texte a ra b e ..., suivi d'une traduction française, j A , 1868 ve ayrı baskı — bu neşir bura­ da yalnız D 1 şeklinde kısaltılacaktır — , nr. 13 ). Bani A sad ile ittifakı, Divân, nr. LIH ( £>k, nr. 19 ) 'A b s ’ın ‘Am ir ile birleşmesi D ivân, nr. L.VIII ( D 1, 12 ) Zubyân ile A sad ’in arasını açmak isteyen ve bunun için türlü desiseler çeviren 'A m ir hakkındadır. al-N âbiğa, bütün bu şiirlerinde, bir savaş tahrikçisi ro­ lünde değildir; kendisi birlik ve ittifaklarını muhâfaza ederek, kabilesini kuvvetli tutmağa çalıştığı gibi, müsait bir sulh yapm ağı arzu ettiğini de açıkça ifâdeden geri durmuyordu. Bütün bunlara rağmen, Zubyân kabî esinin asıl İdarecileri daha başka m ücâdelelere a tıl­ maktan geri durmuyorlar ve al-Nâbiğa ’nın durumunu bâzan oldukça güçleştiriyorlardı. Ni­ tekim 581 ( m. s.) yılında G assâni hükümdarı alMunzir İstanbul'a çağırılıp, burada zehirlenince, bu devlet oldukça zayıf düşmüş idi. Onun yerine geçen ai-Nu’ mân zamanında, Zubyân kabîlesi, bu durumdan istifâde ederek, A sad kabîlesi ile birlikte, G assânilere âit Zu U kur'a giriyorlar ve burayı tamâmiyle ele geçirmeğe çalışıyorlardı ( bk. Divân, nr. VII ve IX ; D ', nr. 4, 9 ). al-N âbiğa kendi kabilesinden olanları bu hareketlerinden vazgeçirm eğe çalışınca, k or­



N Â B İG A Z Ü B Y Â N Î, kaklık ve alçaklık île ithâm edildi. Bunlara karşı „arslanm pençesi üzerinde mûtâd hücûmtına hazır bulunduğunu, kabilesinin siyah gözlü yaban sığırları gibi kız ve kadınlarının esir düştüğünü görmek istemediğini" söyledi ise de ( Divân, VII, ), faydası olmadı. Ni­ hayet al-N u'm ân’ m ölümünden sonra yerine geçen. ‘ Am r, Zubyân kabilesini mağlûp ederek, al-N âb iğ a'y i dinlememiş olan Hİşn b. Huzayfa 'yi esir etti. Onu kurtarm ak işi de yine şâire düştü. ai-Nübiğa 583 ( m. s.) yılından sonra, daha ziyâde y i r a sarayında al-Nu'mân 111. ’ın ya­ nında görünüyor ve bu hükümdarın en mü­ him nedimlerinden biri oluyor (A ğ â n i, IX, 164; Divân, 129“ ). Hammâd al-R âv iy a'n in bîr rivayetine göre, sonraları M u'allakât şâirlerin­ den biri olan L ab id ’i, çok genç yaşta, burada görmüş ve ileride büyük bir şâir olacağını ona söylemiş idi ( A ğ â n i, X IV, 100 v. d.}. Hükümdarın câize ve ihsanları sayesinde çok büyük bir refaha kavuşan al-N âbiğa 'nin bu saraydaki hayatının ne kadar sürdüğü belli değildir. Böyle küçük saraylarda mûtâd ol­ duğu üzere, bir takım desiseler çevrildiği, sonunda hükümdarın şâiri öldürmeğe karar verdiği görülür. Bugün bu desiselerin mâhiyeti ve bumartn arkasında neler bulunabileceği meselesi çok mübhem bir hâide durmaktadır. K aynakların bu husûsta anlattıkları ( bk. alŞi'r, s. 75 v .d .; Ağâni', IX, 164 v.dd.), yâni al-N âbiğa'n in hükümdarın zevcesi al-M utacarrida ’yi bir gün çıplak görerek, onu büyük bir şiir ile tasvir etmesi ve bu şiirin hükümdar tarafından duyulması veya Kuray'-oğullarına âit fevkalâde bir kılıçtan hükümdara bahs­ ederek, onu aldırması, buna kızan Kuray'-oğul¡arıuın da kendisinin ağzından hükümdar aley­ hinde çok çirkin hicivler yazmaları ve bunları hükümdara göstermeleri v.b., hâdisenin hakikî sebeplerini bilmeyenler tarafından bu bozuş­ mayı izah için uydurulmuş rivayetlere benze­ mektedir. Bu arada bilhassa üzerinde durulan al-M utacarrida'nin tasviri gerçekle ilgisi ol­ mayan bir hikâyeyi andırır. al-N âbiğa ’ nin D ivân ’mda al-M utaearrida ’11in tasviri denilen uzun ve son derecede parlak bir kasîde filha­ kika mevcuttur (D iv â n , nr. II; D 1, nr, 4 } ; ancak bu şiir bir kıraliçenin tasviri için söy­ lenmiş olamaz. K aynaklarda da görüldüğü üzere ( bk. msl. al-Şi'r, s. 76 v .d .; Camhara, s. 28 v .d .; A ğâni, IX, 167), bu şiir bizzat hü­ kümdar tarafından İstenilmiş olabilir. Bu tak­ dirde de bir kıraliçenin değil, ancak şarkıcı bir kızın veya bîr rakkâsenin tasviri olabilir ve al-N abiğa bu şiirinde vazife olarak, bunu ka­ leme almış olan bir şâir durumundadır { krş.



9



A bu ’l-'A lâ' al-M a'arri, R isâ la t a l-ğ u frâ n , nşr. Kâmil K ilâ n i, s. 41 v.dd.) Eski ve yeni araplar arasında başka hiç bîr kimse tarafın­ dan taşınmamış o’an al-M utacarrida isminin bile, bu şiirde bulunan ( D ivân, nr. II, 29; D ', nr. 14,13) ve vücûdun sıfatı olarak kullanılmış olan a l-m u ta ca rrid kelimesinden alınarak, uy­ durulmuş olduğu ileri sürülebilir. Bu itibârla al-Nu'mân İ l i . ’ıu bu şiirden dolayı şâire kızmış olması mümkün değildir. Kaynakların verdiği bu bilgiler, muahhar müellifler tarafından türlü şekillerde te lif edilmek istenilmiş ise de, kabûl edilebile­ cek bir neticeye varılamamıştır. Bü arada al-N âbiğa 'mn G assâni hükümdarlarını övme­ si ve onlardan hediye ve ihsanlar alması se ­ bebi ile, al-Nu'm ân'ın kendisine kızdığı fikri de ileri sürülm üştür ( bk. T â h â Husayn, Fi ’l-adab âl-câhili, Kahire, 1345=1927, s. 333 v.d.), fakat bunu da kabule imkân yoktur; çünkü b izza t al-Nâbiğa, bir şâir sıfatı ile, türlü hars ve edebiyat merkezlerini ziyaret etm ekte tamâmiyfe serbest olduğu gibi, daha önceleri esâsen G assâni hükümdarlarım ö v­ mek üzere, hem de bunların H ira hükümdar­ larına karşı zaferlerinden bahsederek, şiirler yazm ış idi. Bundan başka her iki devlet hü­ kümdarını aynı zamanda öven, fakat hiç bîrinin kızgınlığına uğramamış olan başka şâ­ irler de vardır. Msl. al-N âbiğa'n in genç bir çağdaşı olan Hassan b. Sâbit [ b. bk.] bir yıl H ira, bir yıl G assâni sarayına giderek, hü­ kümdarları övmüş ve hiç birinin kızgınlık veya muâhazesine mârûz kalmamış idi ( bk. a l-Ş i'r, s - 7 5 ! A ğâni, X IV, 2 v.d.). al-N âbiğa'n in bu münâsebet ile yazdığı ve arap edebiyatında al-l'tizâriyât adı ile husûsî bir yeri olan şiirlerden de ancak mübhem şeyler anlaşılm aktadır. Bunların ilki olması muhtemel bulunan birinde (D ivâ n, nr. XXII 12 — ıs ; D 1, nr. 29 12— 16 ), kendisinin hıya­ netle ilham edildiği anlaşılmakta, şâir buna karşı hükümdarın Zubyân kabilesine adam gön­ derip, meseleyi tahkik etmesini istem ektedir; diğerinde (D iv â n , nr. III; D 1, nr. 2), ‘ Avi oğlu Kuray' ’ların kendi ağzından „deli olup zincire vurulsa bile söyleyemeyeceği sözler uy­ durduklarını" ifâde etm ekte ; nihayet üçüncü bir şiirinde (D iv â n , nr. V I; D 1, nr. 8), yine iftiralardan bahsedip, bunları reddetmektedir. Bütün bunlardan ancak şu netice çıkabilir ki, al-Nâbiğa kabilesi arasında bulunurken, mâhiyetini bilmediğimiz bir iftirâdan dolayı, hükümdarın tehdidine mârûz kalmıştır. A lelâde bir zamanda ehemmiyetsiz sayılabilecek olan bu tehdit, Hira devletinin o sıralarda oldukça kuvvetli olması sebebi ile, te’sirini



Io



N Â B İG A



hemen gösterdi. Zubyân kabilesi mensuplan hak ve varlıktanm o kadar uzun yıllar mü­ dâfaa etm iş ve korumuş o!an şâirlerini, gâlibâ al-Nu'mân IH. ’¡n göndermesi muhtemel mun­ tazam bir orduya karşı korumanın sebep ola­ bileceği felâketleri düşünerek, terkettiler. A r ­ tık saçları ağarmış bulunan ( Divân, nr. IH, s ) şâir, kendi ifâdesi ile, „uyuz illetine tutulmuş ve katran sürülerek, diğer develerden ayrılıp, o tlağa salıverilm iş bir deve“ { Divân, nr. VI, 26 ) vaziyetine düşmüş i d i; „geceleri diken dol­ durulmuş ve kabartılm ış bir yatakta yatıyor gibi" idi ( D iv â n , nr. ÎII, ıı ). Bu durumda bulunan al-Nabîğa, G assâni1erden ‘ A m r IV. ’ın yanına gitm eğe, daha doğ­ rusu ona ilticâ etmeğe karar verdi ve kararı­ nı o zamanki hâlini de gösteren uzun bir şii­ rinde ( D ivân, nr. I V ; D ’, nr. 3 ) anlattı, alN âb iğa'm n G assâniler sarayında bu ikameti oldukça uzun bir müddet devam etm iştir. Bü­ y ü k şâir ‘Alkarna [ b. bk.) ile burada beraber bulunmuş. Hassan b. Şâbit, gâlibâ ilk defa olarak, kendisini burada tanımıştır ( ai-Şi'r, s. 7 7 ; al-A ğ â n i, X IV , 3 v. d.). Kendisi, k a b i­ lesi tarafından terkedilmesine rağmen, A rab is­ t a n ’daki itibârını kaybetm iş değil îdi. H attâ K a lb kabilesi Zubyân ’1 mağlûp ederek, bir çok esirler aldığı zaman, bunlar arasında bu­ lunan kızı ‘ A ljrab, kim olduğu anlaşılınca, ba­ basına karşı hürmet nişanesi olarak, hediye­ ler ile, kabilesine iâde edilmiş idi { D ivân , nr. X X X I; D 1, nr. 27 ). Bütün bunlara rağmen, kendisine o kadar ihsanda bulunmuş ve iyi­ likler yapmış olan ve kendisinin o kadar sev­ diği H ıra hükümdarının gözünde hâin sayılan bir insan olarak kalmak istemiyordu. K a b ile ­ sinin kendisine karşı takındığı tavır da, ancak al-Nu‘ man III. ‘ın durumunu değiştirmesi ile, değişebilirdi. Bundan dolayı yukarıda anılan meşhûr al-î'tizâriyât ‘ mı söyledi ki, bu şiirlerin at-Nu‘ mân III. tarafından nasıl karşılandığı pek bilinmemektedir. al-Nâbiğa G assâniler yanında bulunurken, al-Nu'mân 111. hastalanmış ve eski şâirini, gö­ rüşmek üzere, çağırm ıştır. al-N âbiğa bu münâ­ sebet ile yazdığı bir şiirinde ( D ivân, nr. XX] ; D 1, nr. 7 ), kendisini tâkıp ettirdiğini, arka­ sından gözcüler gönderdiğini bildiğini anlattık­ tan sonra, „eğer sana mücrim olarak döne­ ceksem, hiç dönmemeğe yemin ettim “ der. Fakat ne olursa-olsun, artık münâsip zamanın gelmiş olduğuna hükmeden şâir, eski müşterek dostları Zabbân b. S a y y â t ve Manşür b. Sayyâr ile birlikte, H ira 'ye g e ld i; uygun bir za­ manda hükümdarın huzûruna çıkarılarak, onun ile barıştırıldı. al-Nu'mân fil ona eski cömert­ liklerini unutturacak ve o sırada yanında bu­



z ü b y â n î.



lunan genç şâir Hassan b. Ş â b it'i son dere­ cede kıskandıracak şekilde ihsanlarda bulundu (a l-Ş i’rh s. 77 v. d .; A ğ â n i, IX, 171 v. d . ; her ikisi de, türlü şekillerde, b izza t Hassan 'dan rivâyet e d erler). Hükümdar ite barışmasından az sonra, alNabiğa kabilesi arasına döııdü. Esasen k a ­ bilesinin kendisine ihtiyâcı var id i; çünkü al-Rakam denilen yerde yapılan bir savaşta ‘Am ir b. Şa’sa'a kabilesini yenmişler ise de, haklarında yazılan hicivlere kâfi derecede kuv­ vetli cevaplar verememişlerdi. al-N âbiğa, hemen bunları cevaplandırarak, kabilesinin şerefini bir defa daha korudu { lbn al-A şir, al-Kâm il, nşr, Tornberg, 1, 482; lbn 'A sâ k ır, Târih,- V , 428 ve krş. D ivân, nr. X X IX ; D 1, nr. 21). al-N âbiğa, bu hâdiselerden sonra belki bir daha H ir a 'y e hiç dönmemiştir; çünkü kendisi artık çok yaşlanmış olduğu gibi, H ıra *de de durum çok değişmiş idi. Sâsânî hükümdarı Husrav II., Balıram Ç übin 'e karşı yap tığı savaşta, mağ­ lup olup kaçarken, al-Nu‘ mân III. onu terkederek bir kızını da kendisine vermeği reddet­ miş idi. Husrav II. vaziyetini sağlam laştırınca, 595— 604 yılları arasında, al-Nu‘ mân III. 'ı öl­ dürttü. al-N âbiğa onun fecî âkıbetini kabilesi içinde bulunduğu bir sırada işitti ( bk. A ğân i, II, 39 )VII. asrın ilk yıllarına doğru veya bu yıl­ larda, yaşı 80 'e varmış olması gereken alN âbiğa, artık şiiri terketm iş görünm ektedir ( bk. Camhara, s. 29). G erçekten Divân 'ında bundan sonraki zamanlarda söylenmiş olması ihtimâli bulunacak her hangi bir parçaya rastlanmamaktadır. Doğrudan-doğruya al-Nâbiğa ile değil de, Peygam ber İle ilgili rivayetlerden anlaşıldığına göre ( bk. lbn Hîşâm, S ira , K a ­ hire, 1936, II, 123-, T a b a ri, nşr. de G oeje, I, 123 ; krş. A ğân i, II, 91 ), hayatının sonlarına doğru, uzun ömründen duymağa başladığı usanç ve yeis yüzünden, belki nereye ve ne için gittiğini bilmeden, Y e m en 'e doğru bir seyahate çıkmış, türlü yerlerde dolaşarak, duyanlara hezeyân gibi gelen kureyşlilerin Peygamberin vaazlarına benzettikleri hitâbelerde bulunmuştur. En sonunda, Zuhayr b. Can âb gibi, ‘ belki bilerek, çok fazla şarap içmiş, yorgun ve yıpranmış vücûdu buna ta ­ hammül edemeyerek, gözlerini dünyaya kapa­ mıştır. ölüm , tarihi belli değild ir; ancak alNu'mân III. 'ın öldürülmesi tarihinden, yâni milâdî 595— 604 yıllarından sonra, Peygam ­ berin peygamberlik tarihi olan milâdî 612 'den öncedir. , al-N âbiğa, şiirlerinin gösterdiği gibi, halîm, iffetli, âliceııâp ve iyilik sever bir insan idi. Bu ahlâkî esâslar dînî bir temele dayanırdı.



N  B İG A Z Ü B Y  N Î, Bundan dolayı, Derenbourg ( bk. D 1, s. 67 v.d.) E s e r i. al-N âb iğ a’ dan bugün küçük, mensur onu tek Tanrı kabû! eden bîr dindar olarak bir parça ile bir D ivân kalmıştır. Mensûr görmek istemiştir. L. Cheikho da onun Zavrâ1 parça G assânilerden al-Hâriş a l- A 'r a c ’i.m edh’daki haçı, Dâvüd, Sulayman gibi peygamberleri etmek için söylenmiş olup ( metni için bk. v.b. zikrettiğine bakarak, Hıristiyan olduğunu Mu'âviya zamanında yaşam ış olan, büyük ueileri sürmüştür ( Christianism e en Arabie seb âlimi Dağfal b. H anzala 'nin a l-T a zâ fu r va avant. l'Islam , Beyrut, 1923, s. 429 v.d. ; krş. ’ l-tanâşur ’undan naklen al-T uhfat al-bahiya, A . F. al-Bustâni, al-Ravâ’ f , nr. 30, s. 17 ). İstanbul, 1302, s. 38 v .d .; A ğ ân i, X IV , 2 v .d .; Tac al- arüs ( 1, 337 ) ' t a d a onun Hıristiyan bir az değişik olarak, al-M as'üdi, Murac alolduğuna dâir bir kayıt var ise de, bu al-Nâbiğa zahab, Paris tab., III, 204 ), secîli kısa cüm­ ile alâkası olmayan başka bir kaydın ( bk. leleri ile, ı’slâm iyetten önceki arap nesrinin D ivân, 58“ ) yanlış tekrarından ibârettir, O ­ m uvaffakiyetli bir örneğidir. nun şiirlerine yakından bakılırsa, bunlarda D ivân ’ına gelince, bu eser İslâmiyet dev­ gerçek bir din duygusu bulunduğunu hemen rinde ilk tesbit edilen ve çok ehemmiyet ve­ görmemeğe imkân yoktur. F ak at bunlar onun rilen divanlardan biridir. Bunun şifahî riva­ hıristiyan olmadığım da açıkça gösterm ekte­ yetlerden yazıya nasıl geçtiği, çağdaşı olan dir. Nitekim hıristiyan olan hükümdarı ‘ Amr bir çok şâirlerin eserlerinde olduğu gibi, kâfi IV. T nıedhederken, „korkuları A llah tan d ır“, bir açıklık ile tesbit edilememektedir. Muhak­ „kam ış bayramında reyhanlar ile tebrik edilir­ kak olan bir cihet var ise, o da, Divân y az­ ler“ {D ivâ n , nr. IV, a>25 ) gibi ifâdeler ile malarının hiç birinde, bu şiirlerin isimleri e t­ kendisini hıristiyanlardan açıkça ayırm aktadır. rafında haklı bir şüphe mevcut olan Halaf Onun dini, üzerine kanlar dÖküien putunu her al-Ahm ar veya Kammâd a!-Râviya tarafın­ yıl lıacc ile ziyaret ettiği bir dindir ki, bu dan toplandığına dâir bir kaydın olmayışıdır. şüphesiz arap putperesliğinden başka bîr şey al-Nâbiğa ’nın şiirleri en eski olarak, büyük değildir. A n ca k kendisi gezdiği yerlerdeki dinî dilci ve kıraat âlimi A bü ‘ Am r b. a l- A la ’ inançlardan ve belki de şahsî tecrübelerinden (7 0 — 157 = 689— 774, bk. G A L 1 I, 9 7) tara­ mülhem olarak, bunlardan cidden yüksek ahlâ­ fından rivayet edilmiş görünmektedir. Bundan kî esâslar çıkarm ağa muvaffak olmuştur. sonra, bunun ile alâkası pek belli olmayarak, al-Nâbiğa gerek kabîlesi veya m üttefikleri Abü ‘ Am r al-Şaybâni ( ölm. 206 = 821, bk. için, gerek kendi şahsı için bütün mücâdele­ G A L 2, I, 119), A bü ‘ Ubayda (Ölm. 210 — lerini daha çok bir şâir sıfatı ile yapmış ise 825; G A L 2, 1, 102 v.d.), al-Aşm a‘ i (ölm , 216 de, sırf edebî çalışm alara ayırdığı zaman­ = 831; G A L * , I, 104), İbn a l-A 'râ b i (ölm. lar da var idi. Her türlü şiddet hareketlerinin 231=844, G A L 2, I, 119 ) ve aî-TEsi ( lll.= I X . .yasak olduğu aylarda, o da diğer arap şâir asrın başı, bk. Y akut, îrşâd al-arib, V , 299 ) ve reisleri gibi, ‘ Ukâz panayırına gider, yeni ’ den gelm ektedir. Bu ilk büyük şiir rivâyetçİeserleri, nutukları dinler, kendi eserlerini umû­ leri ve dilcilerden a l-A ş m a 'i’ nin bu şiirleri mî efkâra arzederdi, al-N âbiğa bu edebiyat toplayıp, ayrıca bir kitap hâline getirdiği bi­ meydanında da büyük bir ehemmiyet kazan­ linm ektedir ( bk. İbn al-Nadim, F ih rist, nşr. mış görüm ektedir. Burada kendisine kırmızı W üstenfeld, s, 157). Bunlardan sonra al-Sukderiden bir çadır kurulur, şâirier şiirlerini | kari (ölm . 2 7 5 = 8 8 8 ; G A L 2, I, 108 ), ŞaTab ona okurlar ; kendisi de bu husûsta hakemlik I (ölm . 2 9 1 = 9 0 4 ; G A L 2, I, 121 v.d .) ve A bü yapardı (b k , a l-Ş İr , s. 78; A ğ an ı, VIII, 104; Bakr Muhammed b. al-Kâsim al-A n bâri (ölm. IX, 163 ). Hassan b. Ş âb it, uzun zamanlardan 328 = 940; G A L 2, I, 122 ) de al-NSbiğa divâ­ sonra, böyle bir sırada al-Nâbiğa Tıın takdirini nını toplam ışlardır ( al-Fihrist, sırası ile, s. kazandığını iftiharla anlatm ıştır ( A ğ â n i, IV, 74, 75 )• Bunlardan başka yine al-A şm a'i 16). Yine ondan rivayet ediidiğine göre (b k . tarafından toplanmış olan a l-Ş u a râ ’ al-sitta a l-Ş Îr, s. 197 v.d.; krş. A ğân i, V Ili, 194}, mecmuasında divânı bulunan ilk şâir al-N âbi­ al-A ‘ şâ ve al-Hansâ’ ile beraber şiir okuduğu ğa 'dır. ' zaman, al-N âbiğa en çok birincinin eserini be­ Bu büyük dilciler tarafından tertip edilen ğenmiştir, al-Nâbiğa ‘ U k â ş ’da bâzan hayva­ Divân 'm bugün türlü rivayetlerin k arıştırıl­ nından inip, yere diz çömek gibi sîbrî bir mâ­ masından meydana gelmiş gibi görünen, mü­ hiyeti olması gereken bâzı hareketierden son­ teaddit yazmalarına tesadüf olunur ki, bunlar, ra, şiirlerini okur, başkalarını şiir söylemeğe tesbit eden dilcilere ve muhtevâsına bakılarak, teşvik ederdi ( A ğân i, II, 163 ) ; şiir okuyan­ başlıca şu züm relere ayrılabilir. ları da kendi üstadhk ve büyüklüğüne emin a. Ş a r k r i v â y e t i , 50 'den fazla şiiri ihkimselerin iyi kalpliliği ile takdir ve teşvik tivâ eden ve şark-islâm ülke'erinde kullanılan etmekten geri durmazdı. nesih yazısı ile yazılm ış olan nüshalar. Bunlar



12



N Â B İG A Z Ü B Y A N Î.



başlıca şu yazma ve basm alar ile temsil edil­ m iş tir:— !. İbn a l-S ik k it (ölm . 243 — 857 ; bk. G A L 2, I, 120 v. d.) tarafından, muhtasar şerh­ ler ile berab er; Topkapı sarayı Ahm ed III. kütüp., tır. 2653, 618 h. tarihli bir yazm a ( bk. O . Rescher, R S O, IV, 726 v. d.), rivayet ba­ kımından karışık olup, 76 kaside veya kaside parçasını ihtiva eder ve mevcut nüshaların en zen gin id ir; — 2. Sch efer yazması, 592 h. ta ­ rihli olup, 58 şiir ihtiva eder; nüsha ve kısmen neşri için bk. evvelce geçmiş olan D 2 ( J A, 1889, s. 5 — 55) ; — 3. Petersburg Üniversi­ tesi yazması ( nr, 801 ), 54 şiir ihtiva eder ; daha ziyâde Schefer nüshası gibi, al-Sukkari rivayetine dayan ır; nüsha ve kısmen neşri için bk, D. de G ünzburg, al-M uzaffariya, Sbornik Statey uçenikov professora Barona Viktora R .R ozena ko dnyu dvadsatipyatiletiya ego pervoy i e ks i i , . . , Petersburg, 1897, s. 167 — 252; — 4. V atikan , nr. J193 nüshası (var. 7— 58), 52 şiir ihtiva eden bu nüsha için bk. G. L, Della Vida, Elenco dei manoşeritti arabi islam ici della Biblioteca Vaticana (V a tican , 1935), s. 186; — 5. Kahire, Dar alkutub ( bk. fihrist, VII, 169 ) 'de bulunan ve aslı­ nın nerede olduğu bilinmeyen fo to ğ raf nüshası. b. G a r p r i v a y e t i , umûmî olarak, 31 kadar kasîde veya parçayı ihtiva eder ki, bun­ ların ikisi a l-N â b iğ a ’ya âît d eğild ir; bu p arça­ lardan 24 'ünün al-Aşm a‘ i rivayeti olduğu bil­ hassa tebarüz ettirilmiş olup, diğerleri al-A ş ma'i 'nin olmayan rivayetler şeklinde gösterilir ; bunlar büyük bir ihtimâi ile, al-Tüsi rivaye­ tinden gelm ektedir. al-Aşm a'i tarafından to p ­ lanmış olan al~Şuara al-sitta divanları mec­ muası da hemen tamâmlyle aynı sayıda ihtiva eder. Bu rivayet İslâm dünyasının garp ülke­ lerine geçmiş, Isp an ya’da al-A.'!am al-Şantamari ( ölm. 4 76 = 10 8 3 ) ve daha sonra A bü Bakr a!-.Batalyüsi ( ölm, 501 = 1108 ) tarafından şerhedilince, kat'î bir mâhiyet almıştır. Bu rivayeti temsil eden el yazmalarının hemen hepsi ( msl. Paris, Suppl. arabe, nr. 1424, 1425 ; Viyana, nr. 466; G otha, nr. 547; Lâleli kütüp., nr. 1748 v. b .) Magrib yazısı ile yazıl­ mış nüshalardır. Bu zümreye girmesi gereken bir yazm ayı ayrıca zikretm ek lâzımdır ki, o da Feyzullah Efendi kütüp., nr. 1662 ’de bulunan yazm asıdır; satır aralarında al-Hamâsa şârihi meşhûr A bü Zakariyâ Yahya al-H atib al-Tabriz i 'nin şerhlerini ihtiva eder. c. Ş ü p h e l i r i v a y e t l e r . İbn al-Nadim tarafından zikredilen, fakat bugün nüshaları mevcut olmayan al-Sukkari, Şa'lab v, b. riva­ yetlerinin şark rivayetine yakın olması çok muhtemel ise de, şimdilik bunları ayrı bir zümre gibi kabul etmek yerinde olacaktır.



al-Nâbiğa divânının başlıca basmaları şun­ lardır*. 1. D 1, yk. b k .; 2. a l- lk d al -gamin ( The Divans o f the six ancient Arabic poets, nşr. W . A h lw a rd t), London, 1870, 2 — 32, 164— 178,208— 21353. al-Macmu al-muştamil 'alci davâvin min aş'ar al-arab, avvahıhu divân al-Nâbiğa ma'a şarhihi U ' l - v a z i r . alBafalyüsi (K ah ire, 1293), s. 2— 79; 4. L. Cheiklıo, Ritab şu ara' al-naşraniya ( Beyrut, 1890), s. 640— 732 ( nr, 3 'ün yanlışları ile birlikte, fak at daha rahat okunur bir şekilde tekrarından ib a re ttir); 5. a l-T a v iik va ’ ¿-ba­ yan 'an şi'r Nâbiğa ZubySn (K ah ire, ts.). Burada ilâve etmek gerekir ki, bu basm alar bütün garp rivayetinin basm alarıdır; şark rİvâyetlerinden ancak yukarıda zikredilen ya­ zılardaki parçalar neşredilmiş olup, bu riva­ yetin henüz tam bir basması yoktur. . al-Nâbiğa divânının m evsûkiyeti husûsunda bir takım şüpheler ileri sürülmüş ise de, yukarıda kaydedilen rivâyet yollarına, şiirlerin husûsî mâhiyetlerine v.b. bakılacak olursa, bu şüpheleri büyütmemek gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Divân 'da, bugünkü hâlinde al-Nâbiğa 'ya âit olmayan bir çok kelimeler ile bâzı parçalar bulunabilir; fakat bütünü ile D ivân , ancak al-N âbiğa gibi, çok büyük bir şâirin eseri olabilir. Esâs itibârı ile mevsuk olduğu şüphesiz olan bu D ivân bugün en geniş ve tam görünen rivayetinde, 76 parça ihtiva eder ki, bunların az bir mıkdarı tam kasideler hâlindedir. al-Nâbiğa şiirlerinde, şekil bakımın­ dan, çağdaşı olan diğer şâirlerden ayrılmaz. Mevzûları da onlarınkinden çok ayrı değildir. A n ca k H ira veG assâ n i saraylarında bulunması, buralarda hükümdarların nedimi olması ve onlardan ihsanlar alması, kendisini şahısları övm ek için kasideler yazan ve buna karşı­ lık olarak aldığı câizeler ile geçinen ilk arap şâiri hâline getirdi. F akat onun kasidelerin­ de, mûtad kısımlar dışında, yalnız medhîyeler görülm ez; al-Nu'mân için yazılmış olup, a l-l’tizâriyât diye meşhur olan kasidelerinde (D iv â n , nr. 1, 111, VI, X X 31, X X IV ; D 1, nr. i, 2, 7, 8, 29), onu medhetmekle berâber, bir dostun tehdidinden, onun gözünde hâin sayıl­ maktan ve uğranılan iftirâlardan duyduğu ıztırapları, arap edebiyatında eşsiz bir şekilde ifâde edebilmiştir. al-N âbiğa bilhassa bu şiir­ lerde bâzan- çok yüksek ahlâkî esâslara ulaş­ makta ve bunları son derece veciz bîr şekilde, bâzan bir beyit içinde anlatm aktadır. Bundan dolayı böyle bir çok beyitleri sonraları ata sözleri hâlini almıştır. Bütün şiirlerinde alNâbiğa aynı zamanda çok kuvvetli bîr tasvir kabiliyeti gösterm ektedir. Onun sırf aşk sebebi ile söylenmiş şiirleri olmadığı ileri sürülebilir..



N Â B İG A Z Ü B Y A N L -



N A B LÜ â.



A n k ara — İstanbul, 1956— 1959, I, 1— 36; 1İ, Tam kasidelerinin başlarında bulunan âşıkâne 11— 40; 111, 91— 124). (A h m e d A te ş .) kısımlar, sırf şekli tamamlamak için söylenmiş N A B İZ . [ Bk. _nebîz.] hissini uyandırmaktadır. al-M utacarrida hak­ N A B L U S . N A B U L U S, o r t a F i l i s t i n kında yazdığı şiirde de aşk aslâ hissolunm az; şâir tuğladan yapılmış bir kaide üzerinde du­ ' d e b i r ş e h i r olup, şimdi Ürdün devleti ran mermerden bir heykele benzettiği bu ka­ hudutları içinde bulunmakta ve nüfusu, 1952 dını, gerçekten bir heykelmiş gibi, tasvir e t­ temmuzunda yapılan sayım a göre, 4 2-449 miştir. al-N âbiğa 'nııı şiirlerinin bir kısmı da varm aktadır. Bu şehir adını Roma impara­ hicviye veya hicviye cevaplarıdır. Bunlarda toru Vespasian şerefine kurulmuş olan Flavia arap edebiyatında âdetâ mûtâd olan bayağılık, Neapolis beldesinden alır. A hd-i atik, hemenâdî ve müstehcen kelimeler aslâ görülm ez; kü­ hemen bu m evkide, yalnız bir az daha şarkta fürlere bile küfür ile cevap vermez. Onun bu şimdiki Balata köyünün bulunduğu yerde Sinevi şiirlerinde de parlak ve çok şâirâne tasvir­ chem şehrini zikreder ( Balata köyünün İsmi lere sık-sık tesâdüf edilir. H attâ bu husûsiyet- S. Klein, Z D P V , X X X V , 38 v.d., tarafından, lerine bakarak, onu gerçek bir hiciv şâiri say­ Bordeaux ziyaretçisinin nakline v e Midraş Cen. rb., stn. 81, § 3 'e göre, „Platanus“ olarak mak hiç de yanlış olmaz. İlk halîfe A bu Bakr, sert mizaçlı ‘ Omar ve izah edilm ektedir; krş. R. Hartmann, ayn.esr., daha bir çok arap büyükleri al-N abiğa ’yı bü­ X X X 111, 175 v.d.). Eusebius’ a göre, Neapolis tün diğer şâirlere tercih ederlerdi. Bilhassa ’ in bir dış mahallesinde kadîm şehrin yüksel­ Abu Bakr onu „şiiri en güzel, vezni en tatlı mekte olduğu yer gösterilm ekte idi. Siehem ’e ve düşünceleri en derin“ şâir olarak tavsif dâir olan bu fikrin doğruluğu, Sellin tarafın­ ederdi. Peygamberin şâiri Hassan b. Şâbit, arap dan girişilmiş kazılar sâyesinde, tamâmiyie gramerinin kurucusu olduğu iddia edilen Abu îsbât edilmiş olduğu gibi, eski adıjı, umumi­ ’l-A sv a d al-Duvali v.b. da aynı kanâatta idiler. yetle görüldüğünün aksine, muahhar yunan H attâ arap âlimleri, cinlerin bile bu kanâa­ isminin yerini almadığı da anlaşılm aktadır. te iştirak ettiğine dâir, hurafeler n ak letm e­ A rap müellifleri zamanında Sichem ismi çok­ lerdir { A ğân i, IX, 163 ). 111 ( IX.) asırda al- tan unutulmuş olup, onların naklinde yalnız Nâbiğa bilhassa Neci d ve H icaz 'da arapların Neapolis — Nâbulus kasdedilm ektedir. Nabulus, şimâl-i— garbî cenûb-i şarkî istika­ en büyük şâiri sayılıyordu. Daha sonraki asır­ metinde uzun bir vâdi içinde yer alır kî, bu larda şiirlerinde, msl. tkva veya ¡k/d', İta gibi, kafiye hatâları veya lüzûmsuz derecede vadinin cenubunda Garizim ( arap. Cabal alileri götürülmüş mübâlegalar gibi kusurlar T ö r veya al-K ibil, irtifâı 880 m.), şimalinde de gösterilmekle beraber, kendisi umumiyetle Ebal ( arap. Cabal Eslâm iya veya al-Şam âli, arapların en büyük 4 şâirinden biri sayılm akta irtifâı 94.0 m.) dağları bulunur. G . Hölscher devam etmiş, şiirleri dâîmâ örnek olarak, âlim ( Z D P V , XXXIII, 98 ), Neapobs ’in eski ismi ve şâir çevrelerinde asırlar boyunca zevk île olan ve Pünius ile F la v iu s’ ta geçen Mabartha (M am o rth a; ma'barta, g eç't mânasına g e lir) tetkik ve taklit edilmekten geri kalmamıştır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredil­ adını, vadiyi mâden kesen, oldukça alçak bir miş olan eserlerden başka bk. al-Cum âhi, boğazın varlığına bağlam aktadır, 22 kaynak, Tahakat al-şııara ( nşr, j . H ell), Leiden, şehre her tarafta çağladığı duyulan ve güt 1906, s. 15— 19; al-Am idi, a l-M V ta lif va ’l- bir nebat örtüsü yaşatan gayet bol su te'rni 1;m u kta lif (Kahire, 1354), s. 131, 191; al- eder. Cenuptan gelen yolun vâdî içinde garba ‘ A b b asi, Ma'öhid al-tanşiş f î şarh şavâhid doğru döndüğü yerde bir kuyu ile bîr kilise al-T alhiş (K ah ire, 1274), s. 150 v. d d .; harabesine tesâdüf edilir. IV. ( m. s.) asırdan iti. Mulıammed Zihni, al-K avl. al-cayyid (İstan­ bâren değişmeyen bir an’ aneye göre, Y a‘lçûb bul, 1327), s, 93— 96; Sylvestre de Sacy, 'un kuyusunun burada olduğu ileri sürülmekte­ Chrestom athie arabe ( Paris, 1826), II, 404 dir ve bu kuyu, şüphesiz, Joh. IV. 5 'te zikredi­ — 463; M. Fehmî, Tarih-i edebiyât-1 arabî- len kuyu olmalıdır. Takriben I km. şimalde ye, I, câhiliye devri (İstanbul, 1917, s. 407 bulunan yapı ise, yine an’aneye göre, Yusuf — 416; 851 — 885; C . Brockelmann, C A L 2, Peygamberin mezarı olarak kabûl edilir. Yahudilerin sürgünü devrinde Sîçhero sâmi. I, 13 v .d .; SuppL, I, 45; C . A . Nallino, La letteratura araba (Rom a, 1948), s. 33 v .d .; rîlerîn arazisi içinde yer almakta ve bunlar Salim al-Cindi, al-Nâbiğa al-Zııbyânl (Şam , tarafından K ud üs'tekine rekabet etmek üzere, 1945 ) ; 'Om ar al-Dasüki, al-Nabiğa al- Garizim dağı üzerinde ( sâmirî metninde Ebat Zubyânl (2. tab., Kahire, 1951) ; Alımed yerine bu isim verilmektedir, Deut., XXVII, 5 ) A teş, al-Nâbiğa al-Zubyâni, hayatı ve eseri bir mâbed İnşâ edildiği sırada, bu araziye hakkında araştırmalar ( Şarkiyat mecmuası,



merkez



olmak durumuna geçmiş bulunuyor­



u



N A B L U S.



du, Sâm irîler yahudiler ile devamlı didişme hâlinde idiler. «29 senesinde H yrkan, I., Siehem 'i ele geçirerek, mabedi tahrip etti. Bu küçük hırçın kavim daha sonraları Roma imparatorluğuna karşı da düşmanlık hisleri gösterdiği için, Vespasian bunlara Garizim dağı üzerinde taarruza geçti ve içlerinden bir çok­ ları burada telef oldu. Hıristiyanlık yavaşyavaş bölgede yayılm ağa başladı ve Neapolis bir piskoposluk merkezi oldu. Sâm irîler hıristiyaıılara karşı da saldırm aktan ve onlara çok kötü muamele etmekten geri kalmadılar, Bizans imparatoru Zenon ( 474— 491 ) sâm irîlere kanlı bir taarruzda bulunarak, onları Garizim da­ ğından kovdu ve buraya bir kilise yaptırdı. Sâm irîler Justinian zamanında daha da vah­ şîce hareket ettikleri için, im parator bunları şiddetle cezalandırdı ve sinagoglarını ellerin­ den alıp, kiliseleri ihyâ etti. Bu tenkil hareket­ leri sonunda Sâm irîler boyun eğdiler; içlerin­ den bir çoğu İran ’a kaçtı ve geri kalanları hı­ ristiyanlığa geçti. Nabulus, daha bir çok şehir­ ler ile beraber, müslümanların eline geçtiği za ­ man, Sâmirîlerin rolü sona ermiş bulunuyordu. A rap müelliflerinde Nâbulus 'a dâir verilen bilgiler azdır. O nlar şehrin Sâm irîler ( bk. ALSÂMİRİ } ile meskûn olduğunu biliyor, içle­ rinden bâzdan bunlara başka yerlerde rastlanmadiğini ilâve ediyordu; bununla beraber Balâzuri ( nşr. de G oeje, s. 158) Filistin ve Ürdün 'de Sâmirîler bulunduğundan bahset­ mektedir. Ya'kîıbi (s . 89 i ) Nâbulus'un iki mu­ kaddes dağa yakın bir yerde eski bir şehir olup, nüfusunun mûsevî, ccnebî ve sanemler­ den mürekkep bulunduğunu söyler. Rivayete göre, bu şehrin, altında kayalar içine kazılmış, başka bir şehir daha mevcut idi. Mukaddasİ : — „Nâbulus iki dağ arasında bir vâdi dâhilin­ de kâin olup, zeytinlikleri boldur; içinden bir nehir geçer, evleri taştandır ve değirmenleri vardır. Şehrin ortasında bulunan camiin döşe­ me taşları güzeldir" — der. Haçlılar zama­ nında Nâbulus tahkim edilmemiş bir şehir olarak zikredilir, 23 kânun II. 1120 'de bu­ rada ileri gelen rahipler ve zâdegân, hıristiyanlarm maneviyâtını kuvvetlendirm ek mak­ sadı ite, bir toplantı yaptılar, İdrisi, yanı-başında H azret-i ‘ İsâ ’ mn Sâmirîler ile meşhûr görüşmesini yapmış olduğu Ya'küb kuyusunu zik re d er; bu sırada orada güzel bir kilise bu­ lunuyordu. Mûsevî seyyahı Tudelalı Benjamin ( 1 1 6 0 — H7 3 ) burada yahudi bulunmadığını, fakat K üti ( Sâm irî ) Terin yaşadığım , bunların paskalya sırasında kuranlarım Garbizim dağı üzerindeki tapınakta yaktıklarım söyler. Mua­ sırı olan ‘ Al i al-H aravi Sâmirîlerin sayısının çok olduğunu zikreder. Y a k u t’ ta Garizim da- |



ğı Karizim şeklinde yazıldığı gibi, Bordeaux ziyaretçisinde de „A g azaren “ şeklinde bir bo­ zulma vardır. Franklar ile müsliimanlar ara­ sındaki devamlı savaşların şehre verdiği za­ rarlara 1202 senesinde şiddetli bir zelzelenin te'siri de katıldı. Büyük Memlûk sultam Baybars ( b. bk.] devrinde Nâbulus nihayet müs­ lümanların eline geçti. Y âkü t suların bolluğu­ nu ve bölgenin bereketini m edhetıııekte ve mûsevîiere göre, İb rah im ’in Islıak ( müslümanlarda olduğu gibi, Isnıâ'il ’i d e ğ il) ’1 kurban etm ek istediği dağın burada olduğunu sö yle­ mektedir ; Sâm irîler ibâdet sırasında yüzlerini Garizim dağına çevirirler. Dim aşki Nâbulus ’un etrafı bahçeler ile çevrili bir saraya benzedi­ ği ni ve Sâm irîlerin Garizim dağını ziyaret ederek, burada kuzu kurban ettiklerim söyler. Şehirdeki güzel câmide gece-gündüz K ur’an okunmakta idi. H alil al-Z âh îri ( ölm. 872= 1467 ) ’ye göre, Nâbulus arazisi üzerinde 300 köy bulunuyordu. Nâbulus balkı hırçın ve isyancı vasıflarım müteakip devirlerde de muhâfaza ettiği için, şehire hıristiyan ziyaretçiler tarafından az uğ­ ram akta idi. A sayiş ve intizam ancak yeni çağlarda te’ min edilebildi. Bununla beraber p askalya kurban merâsimi sırasında yabancı ziyaretçilere karşı gösterilen husûmet karışık­ lıklara sebep olabiliyordu, [ Nâbulus, Y avu z Sultan Selim ’in Mısır se ­ feri sırasında, 922 senesinde ( 1516 so n -b a b a rı) Osmantı ordusu tarafından zaptedümiş, birinci cihan harbinin son yılında, 22 eyiûl 1918 tari­ hinde, İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edi­ linceye kadar, türk hâkimiyeti altında kalmış­ tır. Osmanlı hâkimiyetinin kuruluşu sırasında Nâbulus ve Şafad sancakları Kudüs ve G azze ile birleştirilerek, merkezi Kudüs oían bir eyâlete bağlanm ış iken, sonraları Nâbulus sancağı Şam eyâletine raptedilm iştîr. XIX. asrın ortalarına kadar Nâbulus sancağına Balkâ’ sancağı ismi verilm ekte idi. Beyrut vi­ lâyeti teşkil edildikten sonra, bu sancağın Ş ari'a nehri şarkındaki kısmı, Balkâ’ çö’ü ile beraber, Suriye, vilâyetine bırakılmış ve geri kalan kısmı ise, bu sefer Nâbulus sancağı adı İle, Beyrut vilâyetine ilhak edilmiştir. XIX. asrın sonlarında Nâbulus sancağının 120.000 kadar nüfusu bulunuyordu ve şehrin nüfusu ise, 16.000 tahmin ediliyordu {'1.000 kadarı hıristiyan ve mûsevî, geri kalanı sünnî müs­ lüm an). XVII. asrın ikinci yarısında ( 1672 ) burayı ziyaret eden seyyâb Evliya Çelebî, Nâbulus ’un 8 mahalleye ayrılmış • 4.060 taş yapılı ev ihtiva ettiğini, çarşısında. 370 dük­ kân bulunduğunu, Nâbiılus sûrlarının, şeh’ ı müslümanlar tarafından haçlılardan geri atın-



N ABLU S diktan sonra yıkıldığını, başlıca camiin kilise­ den tah«i! edilmiş olduğunu, K o ca Mustafa Paşa hayratı olan han ve müştemilâtını zikreder. Zamanımızda Nâbulus 1952 sayımına güre, 315.000 nüfuslu bir idâri bölümün mer­ kezi olup, nüfusu o sayımda 42.500’e varm ak­ ta idi. Fazla bilgi İçin bk. Evliyâ Ç elebi, Seyahatnâme (İstanbul, 1935), IX, 457 v .d .; Şemseddin Sânıî, Kam us al-a'löm ( Istanbul, 1898), V I, 4533 v. d d .; K âtib Ç elebi, Cihönnumâ, s. 568; Beyrut vilâyeti sâlnâmesı 1311/ 1312 h., s, 449 v.d.] B i b l i y o g r a f y a - . Sellin, Z D P V , X LIX, 2295 v. d d .; L, 205 v. dd., 265 v, dd. (kadîm Sichern kazılan hakkında ); Hölscher, Z D P V , XXXIII, 98 v. d d .; R. Hartmann, Z D P V , XXXIII, 175; P. Thomsen, Loca S a n d a , s. 93, 108 v .d .; Robinson, Palästina, III, 336 v. d d ; Guerin, Samarie, I, 390 v. d d ; Y a 'kübi, B G A , VII, 32 ; İştahri, ayn. esr. s. 58; M ukaddasi, ayn. esr., III, 174; İdrisi, ayn. esr., VIII, 122 (m etin, s. 4 ) ; G , le Strange, P alestin e under the Moslims, s . 5 12 ; S ir G eorge A dam Smith, H istorical Geography o f tke H oly Land, fihrist, bk. mad. N ablus; The Itinerary o f Rabbi Benjam in o f Tudela , ( nşr. A . A seher, 1840 ), I, 66 v. d d .; Y âkût, Mu cam ( nşr, W ü sten feld ), IV , 724; Dimaşki ( nşr. M ehren), s. 200; Röhricht, Gesch. d. K önigreichs Jerusalem, s . 146, 205, 411, 684 ve tür. y e r .; Propst, D ie geogr, Verhält­ nisse Syriens und Palästinas nach W ilhelm von Tyrus, I, 55 v. d. ( F r . B u h l .) [ Bu m adde B. D a RKOT ta ra fın d a n ikm âl edilm iştir ].



N A B L U S İ . [ Bk. a b d ü l g a n !.] N A B O B . [ Bk. n AIp .] N A B U L U S . [ Bk. n a b l u s .] N A B U L U S Î. [ Bk. a b d ü l g a n !.] N A C A F . [B k . n ecef .] N A C A H . [ Bk. n e c â H. ] N A C A Ş Î . [ Bk. n e c â ş î .] N A C A T . [B k . n e c ä t .} N A C A T Î B E Y . [ Bk. n e c â t İ b e y .) N A C C A R . [ Bk. NECCÂR-] N A C D . [ Bk. jNECtD.] N A G D A b . ‘ A M İR . ( Bk. HARİCÎLER.] N Â C Î. [ Bk.^NÂCî.] N Â C Î. N A C İ, M u a l l î m ( 1850—-1893), Ö m er ■ ül, edebiyat ve edebiyat tarihi çalışmaları, te r­ cümeleri, tenkitleri ile T a n z i m a t d e v r i n i n en çok şöhret kazanmış ş â i r l e r i n d e n bi­ ridir, Aslen varnalt olan annesi Fâtimet-üzZehrâ Hanım 1829 'da, türk-rus harbinin sebep olduğu göç sırasında, İstanbul ’a gelmiş, sonra A t-p a z a n ’ nda bir me'mûrun yanında evlâtlık olarak büyütülmüş, 1839 'da saraç A li A ğ a 'mu



N Â C Î,



*5



oğlu A li Bey ile evlenmiştir. Fâtih 't e müte­ vazı bir âile yuvası kuran A li Bey ’in ilk ço­ cuğu Sâlim 1840 ’ ta dünyaya gelmiş, ikinci oğlu Ahmed pek az yaşamış, Öm er adını ver­ diği Nâcî ise, 1850’ de doğmuştur. Feyziye mektebinde KuPan ’ ı ezberleyen Ve büyük kardeşi Sâlim ’in yardımı ile türkçe ilm-i hâl, bâzı risaleler okuyan Nâcî 1858 'd e ticâret için İstanbu l’ a gelen dayısı kalaycı Ahmed A ğ a ’ nın dönüşünde annesi ile V a rn a 'y a gitmiş ve pek memnun kaldığı bu seyahatinden bir yıl sonra babasını kaybetm iştir; tesadüfen İstan­ bul ’da bulunan dayısı kendilerini tekrar Var­ n a ’ ya götürmüş, onun yardımı ve İstanbu l'da­ ki evlerinden aldıkları kirâ ile burada yerleşipgeçinm eğe çalışmışlardır. Varna ’da rüşdiye m ektepleri henüz açılmamış olmakla berâber, Nâcî 'nin tahsili Feyziye mektebindeki üç yıl İle kalm adı; Hâfız Mahmud Efendi ona G ülis­ tan ?ı okutuyor, kendisi de geceleri Hâfız di­ vânını okuyor, üç aylarda İstanbul 'dan gelen kavalalt Hüseyin H oca ’dan telhis ve arûz öğreniyor ve bu kalıpların her birinde arapça birer beyit yazarak, hocasının takdirini kazanı­ yordu. N âeî V a rn a ’da resmî tercüman Kom yano Efendi ’ den fransızca, M üftî-zâde Abdülhalim Efendi ’den sülüs ve nesih yazısı ile arabî ilimlere â it mukaddemâtı öğren di; bu tahsili sırasında h attatlık icazeti alan Nâcî (kendisine bu sebepten „h atta t hoca" denilmekte i d i ) yazdığı levhalarda Öm er Hulusî mahlasını kullanm ıştır; bir M ushaf-t ş e r i f t e de bu imzasının bulunduğunu kendisi kaydeder; V arna 'da rüşdiye mektebi açılıp, M üftî-zâde Abdüihalim Efendi muallimliğe getirilince, „muallim-i sânî“ olarak, Nâcî de bu mesleğe girdi ( 1867). G iridî A ziz Efendi 'nin şark hikâyelerinden meydana getirdiği ve 1867 *de İstanbul ’da basılan Muhayyelât 'ını bu sırada okuyan Ömer, Kıssa-i N âcî bi ’ilâh ve Şahide hikâyesini mübâİegalı vak'aları bakımından beğenmemekle berâber, kahramanını benimse­ miş ve Nâcî 'yi kendisine mahlas almıştır, 8 yaşından önce İbrahim ile oğlu Edhem hikâyesi 'ni, 10— 11 yaşlarında eski ve müzeh­ hep bir mecmuadaki, Hâfız 'ınkiler de dâhil, bütün şiirleri ezberleyen Nâcî, çocuk denilecek yaşta K ur’a n ’ 1 hıfza çalıştığı sırada, dinî his­ lerini ifâde eden bir kıt’a da yazm ıştır ( Şerâre, İstanbul; 1884, s. 3). Y azıldığı tarih belli olan şiirleri arasında en eskisi 1866 yılına âittir ( Yâdigâr-ı Nâcî, s. 108 ). Şiir yazm ak, fran­ sızca öğrenmek bir muallime yakıştırılm adığı, rehberlik edecek kimsesi bulunmadığı İçin, bedbin ve münzevî bir bayata girm iş ise de, kendini okum ağa, yazdıklarım neşretmeğe ve­ rerek, bu hâlinden çabuk kurtulmuştur. Rus­



Na çuk ’ta çıkan Tuna gazetesine gönderdiği y a ­ zılarında okumanın fikir inkişâfındaki te’sîrİ, bulunduğu yerde kıraathanelerin azlığı üzerin­ de durur. Talebelerine okuma zevki aşılamak gayesi ile yazdığı bir mektubu, Tana 'dan naklen, İstanbul 'd a Basîret gazetesinde de çıkm ıştır. Kalem redifli kasidesi Tana okuyu­ cularına parasız dağıtılm ış ve tanınmış bir şâir tarafından tanzîr edilmiştir. Bagdadlt Rûhî ve Ziyâ Paşa 'ya nazîre olmak üzere yazdığı bir Terkîb-i bend neşredilmiş (1874), her ve­ sile ile tarih düşürerek, „Sürûrî-i zaman" lekahını kazanm ağa heveslenmiştir. Nâcî Varna rüşdiyesinin teftişi sırasında ta ­ nıştığı ve Varna m utasarrıflığından Tulçı 'ya tâyin edilen Kürt Said Paşa 'nm husûsî kâtip­ liğini kabûl ederek, hocalıktan ayrılm ıştır; Tulçı 'ya gittikten az sonra, 1877 türk-rus harbi yüzünden, bu hudut şehri boşaltılınca, Said Paşa ile birlikte O şm an-Pazarı 'na . ve T ırn o va ’ ya g e ç t i; Bir asker lisanından başlıklı kıt’ ası, gördüğü harp sahnelerinden mülhemdir ( Şerâre, s. 13 ). Said Paşa İstanbul 'a dönünce, Nâcî ’ nin annesi ve büyük kardeşi de Varna 'dan ayrılarak, Cibâli 'y e yerleşmişler ise de, Nâcî Said Paşa 'nın Ü sk ü d ar’daki evinde kalmıştır. Said Paşa, Yenişehir-Fener 'e tâyin edilince, Nâcî 'yi de beraberinde götürdü. Nâcî, oradaki güzellere dâir yazdığı şiirleri toplanacak olsa, âşıkane bir mecmua meydana geleceğini söy­ ler. Goloslu Mehmed Kemâleddin 'İn Terâne-i tıflâ n e adlı eserindeki kıt’ası, N âcî'n in şiirleri ile nasıl şöhret kazandığım , gençle­ ri nasıl teşvik ettiğini gösterir. Meviânâ ’ ya ve M esnevi ’sine hayranlığını kaydeden N âcî, burada tanıştığı yenişehirli A v n î Bey ’in teş­ viki ile Usûlî 'ye bir nazîre yazmıştır. A vn î Bey ’in, N âcî ’nin kendisine ithaf e ttiği k ıt’ayı Divân ’ ¡nın başına yazacağını söylemesi, onu takdir ettiğine delildir. N âcî 'nin buradaki cinâyet mahkemesi kâtipliğinden hiç hoşlanma- . ması, mahkeme reisi ile anlaşamaması yüzün­ den, istifa edip, İstanbul 'a gitmesinden az sonra, Said Paşa 'nın da Siird mutasarrıflığın­ dan döndüğünü, Anadolu m üfettişliği doîayısı ile, Nâcî 'yi de beraberinde götürdüğünü gö­ rüyoruz. Şâirin 29 haziran 1880 'de Erzurum 'da yazdığı bir mektubundan bu seyahatin 9 ay sürdüğü anlaşılır ( Tulü rnecm., nr. 5, 3 eylül 1300 ). Bu seyahatinden mülhem olarak, D icle, Şâm-ı garîbân, Nasibin civarında bir vâdi adlı meşhûr şiirlerini yazm ış; İstanbul 'a dön­ düğünde kalenderce hayatı çok sürmemiş, 188i haziranında Cezâyir-İ Bahr-i Sefîd vâliliğ'ne tâyin edilen Said Paşa ile S a k ız ’a g it­ miştir. Firkat başlıklı şiiri bn ayrılışın mahsû­ lüdür. 11 eylül 1881 ’de zelzeleden harap olan



c í.



S a k ız ’ da Feryâd, Mehtâb yahut âlem -i âb, „infirâd âleminde söylenilm iştir“ dediği Sehâbe, Sakız 'da bir har&bede bir sevdâ-zede, Kebâter, Serzen iş ve Kuzu başlıklı şiirlerini yazm ıştır. Şekil ve mevzû bakımından bu yeni, realist şiirlerinden başka, eski ve yeni tarz gazeller de kaleme alıyordu. Şahsiyeti artık tamâmiyle teşekkül eden Nâcî, N edir a nevha şu vİrânenin civarında mısraı ile başlayan meşhûr gazelinde Said P a ş a ’nm maiyyetinde oradan-oraya dolaşmakla geçen hayatını düşü­ nerek, kendisini kaderin önüne katılmış kuru bir yap rağa benzetir ; sonu gelmeyen zelzeleler ile harabeye dönen S a k ız ’da yaşam aktansa, ölmeği tercih etm ekte, daha 32 yaşında oldu­ ğu hâlde, mezarında rahat yatan riııdiere im­ renmekte, Y en işeh ir'd e olduğu, gibi,. S a k ız 'd a da istidatlı gençlere yol göstermektedir. 1882 mayısında Said Paşa hâriciye nazırlı­ ğına nakledilince, Nâeî Hâriciye mektubî ka­ lemi .halifeliğine tâyin edildi ise de, vazifeden kendisini çekem eyenlerin tarizleri üzerine, istifa e t t i; Said Paşa Berlin sefiri olunca ( Cerîde-i havâdis, nr. 4959,. 5269, 9 mayıs 1882, 11 mart 1883 ), Nâcî bu sefer İstanbul'da kal­ dı ( Faik Reşad, N âcî merhûma âit bir vak’a, Â m id-i sevda mecm., nr. 4, 26 mart 1325 ). Nâcî S a k ız 'd a iken, 1881/1882 ’de Tercûmân-ı hakikat ’ e bâzan imzasız, bÛ2an A hm ed M ej'ud, Bir hâne-berdâş, Bir firka t-zed e ve Nâcî im­ zaları ile şiirler gönderm’ ştir. Son vazifesinden istifa ettikten sonra, Ahm ed M id h at’ ın bu gazetedeki Edebî ihtar ( Terciimân-ı hakikat, nr- *573, 10 kânûn II. 1883 ) başlıklı yazısında bildirildiği üzre, N âcî san’at eserlerini teşvik ve tenkit maksadı ile, edebiyat sütünunu ida­ reye başlam ıştır. N eşrettiği kendi şiirleri ara­ sında Sehâbe, Victor Hugo 'dan TazarrtUnâme, Sully Prudhornme’dan K ırlangıç, Şebnem ; G ilbert, Bertaut ve Som aize’ den bir çok man­ zum ve mensûr tercüm e'eri vardır. Esasen A h ­ med Midhat da şiirlerindeki realistlik, ifâdesin­ deki ahenk ve iabi’îiik bakımından, onu yenilik getiren bîr şâir saym akta id i; fakat başkaları tarafından gönderilen şiirlerin pek azı yeni tarzda olup, çoğu N a c i’ nin gazellerine nazîre ve tahmisler idi. Bu arada Mes’ ûd-i hârâ­ batı mahlası ile kendi şiirini de taıizîr eden Nâcî 'ye hitaben varakalardaki Meyhâne, Gark-ı nâr, G özlerin redifli v.b. gaze'lerine nazirelerdeki lâubâlî ifâdeler ve böylece ede­ biyat sütununun aşk ve şarap mevzulu şiir­ lere münhasır kalması kayın pederi ( Nâeî bu zâtın kızı Mediha Hanım ile evlenmiş i d i ) Ahm ed M idhat'1 bu neşriyatı önlemeğe sevk* e t t i; gazetesinde Recâî-zâde Ekrem ’in . şiir hakkında ve Nâcî aleyhindeki fikirlerini içine



*Î a lisi; olan III. Zemzeme mukaddimesinin ay­ nen neşrinden ( nr. 2112, lo temmûz 1885) sonra, edebiyat sütûnunda N â e î’ nin hiç bir y a ­ zısına rastlam ıyoruz. Ahm ed Midhat, Bir mülâhaza-i gayr-i edebâne adlı yazısında A bdülkerim Sâbİt ’in Nâeî ’ nin bir gazelini tahmisini ya­ yınlamış, mecazî mânaiara hakikat süsü verip, Nâeî ve tarafdarlarm ı tahkir etm iş ( nr. 2150, 29 ağustos 1885 ), gazetesinde mey ve mahbûba âit gazellerdeki fikirlerin akıl ve edebe uymadığına dâir fıkralar ile Ahm ed Râsim 'in franstzcadan Yolca başlıklı nesir tercümesi ve Kâzım P a ş a ’ nm A n la r adlı manzûmesini yeni tarza örnek olarak neşretmiştir. Nâeî bunlara karşılık vermemiştir. N âeî, Tercümân-ı hakikat 'ten ayrılmadan önce, Hamiget, Âteşpöre, Şerâre adlı eserleri ve bir de k ıraat kitabı yayınlam ış bulunuyordu. Mevzuu İslâm tarihinden alm an ve Peygam ­ berin doğumunu tasvir ile başlayan Hamiget ya­ hut Mûsâ 6. Ebi 'l-Gâzân adlı dram atik şiirinin tab ia ta uygun m übâlegalar, teîkîn ettiği va­ tan î hisler dolayısı ile Recâî-zâde Ekrem Tâlim -i edebiyat (İstanbul, 1299, 2. tab., 1326 ) ’a bundan örnekler almıştır. Tanzim attan sonra yetişenlerin hemen hepsinin ilk şiirleri eski, fa k a t garp te’sirinin gelişmesi sebebi ile daha sonra ele aldıkları mevzû, fikir ve şekilce yeni olduğu hâlde, N â cî’de bunun aksini görürüz, ilk şiir kitabı Ateşpâre ( İstanbul, »300, 1303 ) 'd e bir tek gazele rastlanılmaz. Şöhretini sağlayan K uza, D icle v.b. yeni tarz şiirle­ rini bu eserde buluruz. A dını, M eşShir-i İslâm müellifi Hamîd Vehbî 'nin verdiği Şerâre ( İs­ tanbul, , 1301 ) ’deki şiirleri ise, şekilce ta m i­ miyle esk idir; terbi’, kıt’a, rubâî ve şarkılar­ dan sonra, gazeller, divan tertibinde olduğu gibi,-sıralanmıştir, Elifba öğrenen çocuklara kolayca okuma alışkanlığı, lüzumlu bilgi, terbiyevî fikirler verm ek maksadı ite hazırladığı Tâlim-i kır&at, Mâlûmât-ı ihtidâige ve nesâyih-ı nâfia ( İstanbul, 1302, 22. tab., 1893— 1894 ) 'yi. da Tercümân-t hakikat ’ten ayrılmadan önce, neşretmiş bulunuyordu. Tercümân-ı hakikat 'ten sonra Vakit gaze­ tesinde çaiışm ak isteyen Nâeî, bu gazetenin kurucusu Filip Efendi'nin evhamı yüzünden, kabfll edilmemiş, Saâdet ve M ürüvvet gaze­ teleri hey’ etine katılm ıştır. Şeyh V asfı, Necib Nâdir ve Abdülkerim Sâbit 'in çıkardığı /mdâd-ül-mid&d mecmuasının kurucutarı arasın­ da N âeî de var idi, Hayatını Mekteb-i sultanî v e M ü lkiye'deki Kocalığı iie, buradan istifa edince ( 1888 ), Mekteb-i hukuktaki dersleri ile kazanan Nâeî için, 1885— 1891 yılları çok ve­ rimlidir. Tercümân-ı hakikat ’ten ayrıldıktan sonra, neşrettiği ilk eseri Fürûzan (İstanbul, Ulâm Ansiklopedi«!



1303 ) ’ da, divân edebiyatı an’ anelertne bağlı kalarak şiirlerini harflere göre sıralamamakla beraber, gazel yazmakta, meyperestlikle ithâm edilmesi onu yeni tarz şiirler yazm aktan uzak­ laştırmış, bu eserinde mevzû ve şekil itibârı ile eski tarz şiirlerine yer vermiştir. Recâî-zâ­ de Ekrem 'in III. Zem zem e mukaddimesindeki tarizlerine cevap vermeyen Nâeî, bunların T akdîr-i elh â n ’ da daha şiddetli tekrarı üze­ rine, Saâdet gazetesinde tefrika edilen Demdeme ( nr. 335, 1303 v.d.) adlı eseri ile, mu­ kabele etti. Tâlim-i edebiyat dolayısı ile Saâ­ det ve Tercümân-ı hakikat arasında 1882 'deki münâkaşaların canlandığı sırada neşret­ tiği Demdeme ’ de, bilhassa Recâî-zâde Ek­ rem 'in tenkidlerindekl hissilik üzerinde dur­ muş, A li Kemâl 'İn ifâdesine göre, Çelâi Bey ’ in R ecâî-zâde Ekrem hakkm daki hicviyesini de n akletm iştir; bu hicviyedeki edep dışı ifâdeler yüzünden, m atbuat müdürlüğü ta ­ rafından Demdeme 'nin neşri durdurulmuş, Nâeî de tefrika olunan kısmı kitap hâlinde bas­ tırmıştır ( İstanbul, 1303 ). M îzân gazetesinde kendi aleyhinde yazılan makaleye cevabını Sâadet 'te neşretmiş ise de, bunun Murad Bey tarafından yazılmamış olduğunu öğrenince, de­ vam etm eyip, basılan kısmı M îzân g azetesi ile aleyhinde neşrolunan bâzı fıkarâta karşı Mu­ allim Nâeî E fe n d i tarafından yazılan müdâfaanâm edir adı ile, kitap hâlinde neşretmiştir. 3 yıl kadar Saâdet 'te çalışan Nâeî, Yâdigâr-ı A v n î adlı eserinin Selânikli T evfîk ile çıkar­ dığı ve 16 kânûn I. 1886 tarihli 22. nüshadan itibaren ayrıldığı Teâvün-i aklâm 'd a tefrika edilen kısmını ( nr. 13, 25 eylül— 16 teşrin 1. 1886), tamamlanmamış olarak, kitap hâlinde de n eşre tti; birinci kısmında Yenişehirli A vn î Bey ile nasıl tanıştığını anlatmış, İkincisinde onun hediye ettiği H akim Sana’ i ’nin H adi kat al-haki ka f i şa rt at a l-ta n ka adlı eserinden 15 beyiti tercüme ve neşretmiştir. Yazmış bulundum ( 2. tab., İstanbul, 13 0 1) 'da Ter cümân-1 hakikat 't e muharrirliğinden önet yolladığı 14 mektup ile, gazetenin bunlara dâir mülâhazaları yer alır; M ecm ua-i Muallim ’deki 6 mektubu buna zeyildir ( »r. 5, t ; v. dd.). I’ câz-ı K u ta n ( İstanbul, 1301, 2. tab., 1308)'da Fahr al-D in R â z i ’ nin A srâr-i 'afcltya makalesinin tercümesinden önce Kur "an ’m ifâdesindeki güzellik ve vuzûh üzerind durm uştur; son kısımda müellif İle bu ma kalesi hakkında fikirleri, K u ta n ’ın mân derinliğini anlatan arapça, farsça ve şâir mize âit beyitler buluyoruz. Şöyle bSyl (İstanbul, 1302)'de Şeyh V asfî ile . karşıtıkh 6 mektubu vardır. Tahsil çağlarında okudu­ ğu eserlerde rastladığı veya duyduğu beyit, ve2



i* cîze ve fıkra v.b. şeylerdeki esâs fikirlere da­ hazırladığı SSra-i ih lâ f ’ın tefsiri H ulâsat-ûlyanarak, çok sâde dil ile yazdığı 17 bentten ibâ- ih lâ t ( İstanbul, 1304 ) ; arapça, farsça vc franret Medrese hâtıraları,tıpkı Ö m er'in çocukluğa sızcadan manzum, mensûr tercümelerini içine gibi, zevkle okunan bir eser olup, önce Tercü-■ alan Mûtercem ( İstanbul, 1304 ), Ebüzziyâ T e v ­ mân-ı hakikat 't e tefrika edilmiştir ( nr. 2021,. fik 'in teşviki ile yazdığı ve ilk cüz'ünde H a­ 25 mart 1883 v ,d .; İstanbul, 1886). *3 farsça fi? 'ın, İkincisinde H akim Sana’ i 'nin atasözü metnin ası!lan ile tercüme ve izahlarını içine kıymetindeki şiirlerini tercüm e ve şerhettiği alan H utde-fürûş ( İstanbul, *303 ) neşredilir- Sânihat-ül-acem ( İstanbul, 1304) gibi eserleri, edilmez, Şemseddİn Sâmî, Nâcî ’yi şuûrlu bir şark ve garp edebiyatından örnek almak makşekilde tak lit ederek, mevzû ve tertibi aynı Badı ile tercüm eye ne kadar çok önem verdi­ tarzda H urde-çîn adlı eserini yazmıştır. ğini gösterir. V ezâif-i ebeveyn yahut lâhika-i Fahr al-D în R S zi'n in Mafâtifş al-ğagb ’ mdan tâlim -i kırâat ve mekteb-i edeh ile, Intikad da faydalanarak, te'lif ettiği Mııammâ-i ilâhı ga­ 1304’ te basılmıştır. A ile, mürebbî, muallim lini bâzı suver.i kıır’aniyenin evâilindeki v.b. mevzûlarda makalelerden ibaret Vezâif-i h a rû f’ i teheccî adlı eseri ( İstanbul, 1302 ) ile ebeveyn ’in sonuna kendi imzası ile imâm Ğ azaynı yılda M ekteb-i edeb ’i de yayın lan d ı; z ali ’nin Ihyâ’ al- ulam ’undan tercüme bir ma­ bu daha önce basılan E lifb â -i osmdnî ve kalesini de eklem iştir ( İstanbul, 1306 ). Vic­ Tâlim -i kırâat ’e zeyildir. Noktalam a işa­ tor Hugo adlı eseri münâsebeti ite Beşir retlerine, eserin lügatçe ve mâhiyetine dâir Fnad ile karşılıklı yazdıkları üç m ektuptan A ra kel ’in bir mukaddimesini ihtiva eden ibâret Intikad (İstanbul, 13 0 4 }’da N â c î’nin M ekteb-i edeb, yabancı bir dilden, bâzı yerle­ şiirde mâna, tabi’llik v.b. fikirlerine rastla­ ri değiştirilm ek sûretiyie, hazırlanmıştır (3. rız ; eski iyi, yeni fenâ veya bunun aksi ola­ baskı, 1303 ).lmdâd-ül-m idâd (s . 65, 113, 161, mayacağı, yeni eserlerin en fenâ tarafını ma­ 209 v. d.) ’da tefrika edildikten sonra bastır­ nasızlık teşkil ettiği, böyle giderse, iktidar dığı S â ib 'd e s ö z ’ ü, tebrizli Sâib ’in eserlerin­ sâhiplerinin hazırlayacağı osmanhea lügatin­ den parçalar seçerek, güzel bir divançe mey­ de şiir kelimesi karşılığı, „mânasını kailinin dana getirm ek düşüncesi ile, hazırladı ( İstanbul, dahi anlamadığı söz" izahı bulunacağı düşün­ 1303 i* Sânihât-Sl-arab (İstanbul, 1303 )*da cesindedir. Zâkânlı 'U bayd ’in Risâla-i dilguşâ arap atasözleri, bunlardan kimlerin hangi eser­ 'sından seçip, ‘ Ubaydİya (İstanbul, 1305) ismi lerinde faydalandıkları tercüme ve izah edi­ ile neşrettiği eserini Nâcî, gençleri lisan öğ­ lerek, alfabe sırasına göre, tertiplenmiştir. renmeğe teşvik, onlara şark edebiyatının güzel T ertip bakımından buna benzeyen Emsâl-i A li örneklerini tanıtma maksadı ile hazırladı. S eç­ ’de, 'A l i ’ye atfedilen 280 ’den fazla vecize, yine tiği fıkralar, M olière'in komedileri. La Fon­ tercüme olunarak, alfabe sırasına konulmuştur taine ’in masalları gibi, her millete uygun, be­ ( İstanbul, 1304 ). Çoğu tarihsiz olup, en eskisi şerî zaafları mizah perdesi altında canlandıran 1875 e Sit bulanan Mektuplarım ( İstanbul, hicviyelerdir. 130! )'d a , neşrinden bir iki ay Öncekiler Nâcî 'nin 1885— 1889 arasında neşrettiği ile birlikte, 10 sene evvel yazılanlar da eserleri umumiyetle mektup, hâtıra, tercüm e vardır. Bu eser çok sâde ve tabi’î bir ifâde sâhasındadır. Bu arada bir nevî ¡ran edebiya­ ile yazılmıştır. Nâcî *nın Tercümân-ı haki­ tı antolojisi olan Nüm ûne-i suhan ( İstanbul, k a t’in edebiyat sütununda çıkan yazılar ile 1307 )'ı neşretmiştir. Nâcî tercümelerinin hemen bunlara dâir m ütâlealannı Intikad adı ile hepsinde muayyen bir usûl takip ed er: I. met­ neşredeceği ilân edilmiş, hattâ bunun Ahmed nin aslı, 2. aynen tercümesi, 3. izah ve tefsiri. Midhat ’m yenilik tarafdarlığm dan, edebiya­ Bu son kısımda metnin ne münâsebette yazıl­ tımıza hizmet ve gençleri teşvikinden bahs­ dığı, aynı fikre kimlerin ve hangi eserlerinde eden mukaddimesi aynı gazetede basılmış rastladığı, kıymet! hakkında ileri sürdüğü ise de (nr. I915, 1304), o sonra bu mukad­ tenkidi fikirler onun şark edebiyatındaki bil­ dimeye yer vermeyerek, eserini Muallim adı gisinin derinliğini gösterir. Tercüm e eserleri­ ile bastırmıştır (İstanbul, 1303). Saâdet ga ­ nin sonuncusu, terbiyevî bulmadığı bâzı yer­ zetesinin edebiyat satûnunda çıkan arapça leri çıkarm ak suretiyle, Emile Zola ’um Thérèse ve farsçadan tercüme ettiği parçalan, aynı Raquin adlı romanıdır. Mecmua-i muallim ’in yılda bastırdığı Nevâdir-ül-ekâbir adlı ki­ devam etmemesi yüzünden, yarıda kalan tef­ tabında toplamıştır. Rüfâî tarikatı kurucusu rika kısmına ( nr, 36, 57, 1305— 1306 ), 9 sahife Ahm ed b. A bu 'l-'A b b a s ’ın eserlerinden seç­ daha ilâve ederek, Thérèse Raquin ’i aynı tiği hikmetleri H ikam a l-R ifa i ( İstanbul, 1304) yılda tamamlanma mış hâlde neşretmiştir. adlı eserinde toplayan Nâcî 'nin Fahr al-Din N âcî, Mekteb-i sultânı ’den başka 1887 'de R âzi ’ nin Ma}Stili al-ğagb ’ mdan faydalanarak M ekteb-i hukuk 'ta da vazife aldı. Bu yıllar



Na san’at hayatında bir dönüm noktası teşkil eder. Bandan sonraki eserleri mektup, hâtırat, tercüme, müntehabât v.b. tarzda kendisi için kolaylıkla hazırlanıvermiş şeyler değil, dersleri ile ilgili dil, edebiyat ve edebiyat tarihi sahasındadtr i çoğu, 1887 'den itibaren yayınlamağa başladığı ve 57 sayı çıkan Mecmua-i muallim 'de neşredilmiştir. N aci’ nin eserleri arasında bulunan Mekmed M uzaffer mecmuan ( İstan­ bul, 1306 ) 'u n önsözünde bu eserin kendisi tarafından Sahhaflar çarşısından alındığı kayd­ edilmiş ise de, kitabın üzerinde Nâcî adı „mu­ harrir“ olarak gösterilm iştir. Mukaddimesinden 1308 'de yazıldığı veya tamamlandığı anlaşılan Esâmi { İstanbul, 1308), zeyil kısmı dâhil, İs­ lâm milletlerine mensfip 830 şahsiyetin adla­ rının İlk harfine göre tertip edilmiş bir an­ siklopedidir. Önsözüne göre, sultân! talebeleri için yazılan Osm anlt şâirleri ( İstanbul, 1307 ) ’nin birinci kısmında Mecmua-i muallim ’ de Nüm âne-i intihâb başlıklı yazıdaki 26 şâirden 13 ’ ünün hayatı daha genişletilerek alınmış, ikinci kısmindekiler sonradan yazılmıştır. Bâkî, Nâbî, H îlye müellifi Hâkânî ’nin mezar taşla­ rını inceleyip, verdiği yeni bilgi, yanlışlara işâret etmesi, bâzı şâirlerin eserlerini fikirce tah­ lili, metinlerin zevk ile seçilmiş olması N âcî 'nin bu eserini değerlendirm ektedir, T ürk edebiya­ tında kullanılan ve ileride değerini kaybetm e­ yeceğine inandığı ıstılahlara dâir İsiılâh&t-t edebîye (İstanbul, 1307) ’niıı, divân şâirlerin­ den ziyâde çağdaşlarından, garp edebiyatından Örnekleri içine alması, yeni bir görüş ite ha­ zırlandığını gösterir. Verilen bilginin doğruluğu veifâdesindaki açıklık bu eseri değerlendiren husûsiyetlerdendir. Yin e 1307 ’ de yayınladığı 5 ünbSle 'nin birinci kısmı manzûm, mensur yazıla­ ra göre, ikiye ayrılmıştır : fransızcadan tercüme, Vefâ ile Safâ beyninde muhâvere gibi realist şiirlerin de bulunduğu nazım kısmında, Servet-i fünun devrinde gelişen içtim âi, manzûm küçük hikâyelerin ilk örneği sayabileceğim iz Kuçiik bir mudhike kayda değer. Nesir kısmı, bir kaç mektup dışında, şark ve garp edebiyatından tem üm e, iktibas ve hulâsalardır, Sünbüle 'nin N â cî'y e şöhret kazandıran ikinci bölümü Ö m er'in çocukluğ a’ dur. İfâdesindeki sadelik, düzgünlük ve samimiyetle dilimizin en güzel nesir Örneklerinden biri olan bu eser kendisi­ nin sekiz yaşına kadar hayatını canlandırır ve almanca, rusça ve başka dillere tercüme edil­ miştir. l ı nisan 1306'da bitirdiği Zât-ûl-N itâkayn (İstanbul, 1306 ) ’ da A bu B a k r'in , bir rivayete göre, Zât ai-NitSkayn unvânı verilen kızı Asm a ile, onun oğlu ve Emevfler ile mü­ câdele sonunda şehid d ü şen ‘ A bd A lla h b . Zubayr 'in hayatı mevzu olarak alınm ıştır; bu



c i



M



manzum eser, frensiz klasik trajedileri tarzında bir çığır açma gayesi ile yazıldığından kayda değer. N aci'nin Tercûmân-ı h a k ik a t'ten ayrıldık­ tan sonra bu kadar çok eser neşri, bir az da maddî ihtiyaçlarım karşılamak içindir ( Ahm ed Râsim, Muharrir, şâir, edib, s. 142 v.d.). V e ­ fatından önce basılan sonuncu eseri l’ c&z-1 K u r'a n ’ın ikinci tab’ ı (İstanbul, 1309) ile, 22 ahlâkî öğüdü ve al-Risâlat al-Hami dır/a ’ den tercüme bîr bahsi muhtevi inşâ, ve înşâd ( İs­ tanbul, 1308 ) 'dır. Ertuğrul Bey G&zİ adlı eserini A bdülhamid II.’e takdim etmesi üzerine, 27 şaban 1308 tarihlî mâbeyn tezkiresinden anlaşıldığına göre, N â cî’ y e Osm aulı tarihini yazm a vazifesi, tarîh-nüvis-İ âl-i Osman unvanı, rütbe ve ni­ şan verilmiş, büyük maaş bağlanm ıştır. 1892 şubatında annesini kaybedince, 1891 ’de dün­ yaya gelen kızı Fatm a Nıgâr 'dan, büyük kar­ deşi Salim 'den başka kimsesi kalmayan Nâcî, hocalıktan istîfâ etmiş idi. Kendisine tarih yazma işi verildiğinden beri, münzevî bir hâlde yaşıyordu. 25 ramazan 1310 ( 13 nisan 18 9 3 )‘da ölmüş, cenâze m asrafları Hazîne-i hâssadan ödenerek, Sultan Mahmut! türbesi bazîresine gömülmüştür. Bu münâsebetle A h ­ med Râsim 'in, A li Ekrem ( Z ilâl-i ilhâm, s. u o l ’in, Salâh î'n in ve daha bir çok şâirlerin düşürdükleri tarihler ile F e y z î’ nin güzel bir mersiyesi vardır ( M aarif mea., yıl 2, nr. 93, 9 5 .1 0 1 ) . N â c î’nin ölümünden sonra basılan ilk eseri Ertuğrul Bey Gâzî 176 beyittir; sonunda Abdüîhamid II. 'e yazdığı medfıîye vardır. Fırat nehrine âit tasvirler, Süleyman Şah ’m ölü­ münden oğlu Ertuğrul ve tebeasmm duvduğu aeıyı canlandıran hissî kısım lar en güze! par­ çalardır ( H azîne-i fünûn, 8, 15 eylül 1894. nr. 11, 12). 90 beyitten ibaret, münâcât vr naitten sonra 54 beyit Abdüîhamid II .’e medhiye olan M ir’ ât-ı bedâyî adlı mesnevisini tarih-nSvis-i salâtin-i âl-i Osman unvanım bildiren tezkire tarihinden 9 gün sonra, t ; nisan 1891 'd e yazm ıştır ( İstanbul, 1313). Ahmed Midhat île daha tanışmadığı zamana âit ve TereSmân-t hakikat 'te Muhâberât ve muhâverât adı île tefrika edilen 12 mektup ( 7— 26 ağustos 1884 ), Ölümünden sonra aynı isîm île, basıldı (İstanbul, 1 3 u ) . Yadigâr-ı N âcî (İstanbul, 1314), gazete ve mecmualar­ da dağınık hâlde kalan ve çocukluğunda söy­ lediği bâzı şiirleri de içine alır; Şeyh ’ rasfî ’nin neşrettiği bu eser, N âcî ’ nin dağınık şiir­ lerinin hepsini ihtivâ etmediği gibi, bastldığ’ devir icâbı trcâ-i nazar adlı şiirlerindeki zu­ lüm ve istibdâd aleyhindeki kısımlar da çıka­







N Â C İ.



rılmıştır. Çocuklar için lügat kitabt (2 oild, İstanbul, 1 3 2 7 )'nin fetva kelimesinden sonrası M üstecâbî-zâde İsmet Bey tarafından tamam* lanmıştır ( bk. bu eser, mad. N âcî). Heder ( İstanbul, 1326 ) adlı trajedisinde esâs ve biribirine bağlı vak’alar yok gibidir. İstibdad ve buna karşı aksül’ameiler ile yolsuz hareketler yüzünden çekilen ıztıraplar, şarlatanlık ve tem­ belliğin teşvik gördüğü, yeni şâirlerin eserle­ rinde yaratıcılık kudreti bulunmadığı gibi fikir­ ler, birer münâsebet ile, müdâfaa edilmekte, eser, S iv a s ’a sürülüp, orada ölen bir babanın oğlu olan vak’a kahramanı Hâzım 'ın vakitsiz ölümü ile sona ermektedir. Hâzım ’m şahsın­ da bâzan N â c î’yi, bilhassa ikinci faslın birinci meclisinde Sakız ’da geçen hayatını, maiye­ tinde çalıştığı kimse ile geçinemediğini can­ landıran sahneler buluruz; bu mesele ile ilgili hicviyelerde, şâir Hâzım tarafın d an ' yazılmış gösterilen şiirlerine de rastlıyoruz. N â c î’nin yalnız Ertuğru! G âzî bahsini tamamladığı, tarih yazm a vazifesi verilmesi sebebiyle teşekkür mektubunu ve medhiyesini içine alan Tarih-i sâl&tin-i ûl-i Osman 'ınm yalnız Ertuğru! G âzî bahsi yazılm ıştır ( Ü niversite kütüp., Yıldız, nr, 4127). Bundan başka, N evbâve ( Son asır t ürk şâirleri, s. 2037 ), Tak­ ti gahut arûz nümûnesi ( M üstecâbî-zâde, Lugat-i N â cî, s. 879), N ecm -i S a id et ( Tercümân-t hakikat 'te idare e ttiği K ısm -ı edebî "deki yazılardan m ürekkeptir), İnşâ ve inşâd ( inşâ kısmı, İstanbul, 1303) adlı eserleri de vardır. A yrıca haber verdiği hâlde neşret­ mediği  hen g -i m illî, Müsâmah&t-ı Râgıb, Ferâid-i tarihiye, Tercemeden tercem e 'de kaydedilir ( Th, Menzel, E l, mad. NÂDJÎ ). Nâcî, kendisini tanıyanların kaydettiklerine göre, uzunca boylu, esmer, şehlâ gözlü, hâfızası kuvvetli, zekî, nüktedan, içkiye bir az düşkün, çok çalışkan, iyi kalpli ve münzevî yaşayan, dalkavukluktan nefret eden, kuvvet­ lilerin hücumlarına gâyet şiddet ile, gençlere, zayıflara pek yumuşak davranan bir şahsiyet idi. Edebî, resmî nesrin en sâde, açık, selis, tabi’î ve külfetsiz bir ifâde ile en güzel örnek­ lerini verdiği, bu sâhada çığır açtığı, Ahm ed Midhat tarafından tak lit edildiği kökleşmiş bir kanâattir. Şiirde hakikatten, tabi'îlikten uzak­ laşmamak şartı ile, hayâle, m übâlegaya tarafdar olduğundan bu husûsta divân değil, garp edebiyatından faydalanılması ve divân şâirleri­ nin hakimane şiirlerinin örnek alınması fikrinde idi. Ziyâ Paşa gibi, Nâcî de, çocuk İken  şık Ö m e r’in şiirlerini okumuş, saz şâirleri tarzında şiirler yazmış, yüksek sınıf edebiyatını tanı­ dıktan sonra, halk şâirlerinin dâimâ aleyhinde bulunmuştur; bununla berâber, N işa n lı kız



adlı şiirinde bu te'sirin bir cephesi yok de­ ğildir. N â e î’nin dağınık şiirleri dışında, manzum eserleri dâhil, 440 şiiri vardır. 35 'i garp na­ zım şeklindedir; divan nazım şekillerinin hep­ sini denemiş, en çok gazel, kıt’a ve mesne­ viyi kullanmış, fak at divan edebiyatı kaide­ lerine pek bağlı kalmamıştır. Bu şâir en çok remel, hezec, kısmen kâmil, recez ve mütekârib bahirlerini kullanır. Nâcî yalnız şark değil, garp medeniyetini de müdâfaa eder ; ancak iyiyi kötüden ayırt ede­ bilmek, millî görüşten uzaklaşmamak fikrinde­ dir. Korü-köriîne garp taklitçiliğini önlemek için, Şinâsî, Ziyâ Paşa ve' Nâmık Kemâl ’in eserlerindeki yeni sayılan fikirlerin daha önce şark edebiyatında mevcut olduğunu sırası ge l­ dikçe misâller ile gösterir. Bu sebeple arapça ve farsçadan başka garp dillerinden, kısmen romantik, daha çok klasiklerden tercüm eler yapmış, millî bünyemize uygun, ahlâk ve zevk bakımından yükseltici eserleri seçm iştir. A teşp â r e 'de dikkati çeken parçalar Hugo, Sully Prudhomme ve Parny ’den tercüm e manzûmelerdir ( bk. F. Köprülü ; Serv et-i fü n â n , nr. 1003, 12 ağustos 1325 ). A . Râsim, onun ter­ cümelerinde gösterdiği başanya, H âtid Ziyâ da, Thérèse Raqain tercümesindeki aslm a uy­ gunluk ve gü zelliğe, Prudhomme 'dan manzüm tercüm elerindeki ustalığına ve yaratacılığın a hayrandır ( Muharrir, şâir, edib, s. 122 ; San’afa dâir, î, 68 ). Tereiimân-t hakikat 'ten ayrıldıktan ve R ecâî-zâde Ekrem ile münâkaşalarından sonra, Nâcî âdetâ eski tarzın mümessili olarak gös­ terilm iştir. Kendisinin de kaydettiği gibi, yeni fikirlerine kıym et vermeyip, eski tarz şiirlerini tak lit edenlerin mes’ûliyeti şahsına â it olma­ m akla berâber, hemen dâimâ eskiyi devam ettirenlerin, bilhassa H ersekli  rif Hikm et, Leskofçalı G âlib ve Yenişehirli A v n î Bey 'terin lehinde, müceddit sayılan Tanzim at muharrir ve şâirlerinin aleyhindedir. Bu münâkaşalar Nâcî 'nin ölümünden sonra eski — yeni mücâ­ delesi hâlinde kendim gösterir. A bdülhalim Memduh, Menemenii-zâde Tâbir, A li Ferruh, Mustafa Reşid, Tepedelenü Kâm il, A hm ed Reşid, sonradan bu tarafa geçen A li U lvî, A li Kemâl, Mehmed Celâl, her yeniliğin mümessili olarak, Recâî-zâde Ekrem, Kem âl ve Hâmid 'i tan ır; eserlerinde onların te’sirinde kalmış, aleyhlerinde bulunmamıştır. Şeyh V aafî, A li Rûhî, Üsküdarlı Safî, A bdülkerim Sabit, Alay» beyi-zâde Nâcî, Ahm ed Hamdî, K ö r H akkı, Üs­ küdarlı Salim, Halil Edib, A ndelib Fâik Es’ad, Müstecâbî-zâde İsmet v. b. N âcî 'nin peykle­ ridir. Yalnız bunların değil, N âcî 'nin ölümün­



NÂCÎ -



N ÂDİR .



den sonra şöhret kazanan Nigâr Hanım, dâ- den, şairliğinden şüphe edilemeyeceğinden bahs­ mad Mahmud Paşa {  s a f ), Y a şar Nezihe, eder ( M ektuplar, I, 141; Östûd-ı âzam Abdül­ A ii Nusret gibi şâirlerin de eserlerinde nazîre hak HâmidHn hayat ve hâtırâh, ikdam, nr. ve tahmislere rastlanır. 1895 ’te Hâlid Ziyâ, 9730, 3 mayıs 1924). 1924 ’te Varna müslüSezât, iik şiirlerinde Nâcî te'sirinde kalan manlarımn yaptırdığı bir mektebe Muallim Cenab Şehâbeddin, F ikret v. b . ’lannı Re­ Nâcî adı verilmesi ( M ahfil mecm., V , nr. 54, câî-zâde Ekrem ve Servet-i fü nâ n mecmuası rebiüîâhır 1343, s. 112) ve şimdi Edirnekapı etrafında birleştiren sebeplerin biri de Nâcî 'da Muallim N âcî adı ile bir ilkokulun bulun­ ’ye karşı müşterek cephe alm alarıdır. Cenab ması da şöhretini gösterir. Muallim Nâcî iyi 'm „sem bolik“ şiirlerinden doğan „dekadan- bir nâzım ve pek bissî bir şâir olmamakla be­ la r“ meselesi (1897 ), Hüseyin Câhid ile Halil râber, fikirce ileri, yeni tarz eserlerinde millî­ Edib arasındaki ( Kavgalarım, s. 19 v.d.) kla­ liği dâimâ göz önünde tutan, muhitin te'sirle. sikleri tercümenin yerinde oiup-olmadığı hak­ rinden kurtularak ileriyi gören mühim bir şah­ kında münâkaşalar (1898 ) Ekrem — Nâcî mü­ siyettir. B i b l i y o g r a f y a : Salâhî, Muallim nâsebeti ile yakından ilgilidir. Şiire teşvik e t­ Nâct (İstanbul, 1310) ; İsmail H akkı, O s­ tiği İsmail S a fâ bile, onun fazîletlî, çalışkan, manlı m eşâhir-i iidebâsı, I. d e fte ri Muallim lisana, hâkim, fak at şiirlerinin, tamâmiyle Ek­ N âcî Efendi (İstanbul, 1311 ); Hüseyin A vrem ’in fikirlerini tekrarlayarak, te’sirsız ol­ nî. Muallim Nâcî ( İstanbul, 1932 ) ; M. Tâduğa kanâatindedir ( Musavver mâlûmat, 21 hir, Osmanh m üellifleri ( İstanbul, 1338 ), nisan 1898). Hakkındaki menfî düşünceler 11, 422 v .d .; İbnülemın M, Kemâl İnal, Son 1908 'den sonraki nesle de te’sir etti. Ömer 'asır târk şâirleri { İstanbul, 1938 ), V , 1032 Seyfeddin, Nâcî aleyhindeki fikirlere ka­ v .d .; A li Kem âl, Ömrüm ( Peyâm , 26 kânûn pılarak, okumadığı ap-açık anlaşılan Heder I. 1329 v. dd.); ASİ Cânib Yöntem, Muallim vesilesi ile, onun geri fikirli olduğundan bahs­ Nâcî ( İstanbul mecm., I m ayıs— 15 teşrin eder ( Genç kalem ler, Yeni lisan, 1327, II, nr. 1. 1944, nr. 11, 14, 16, 19, 20, 22) ; M. RüşI ). Fuad Köprülü ’nün ilk tetkik yazısı Nâcî dî, Mecmua-i Ebuzziyâ, 1316, VIII, nr. 78 hakkındadır ; Ateşpâre 'deki Hugo, Sully Prud­ ( Sünöü/e'nin aimaneaya çevrilmesi münâse­ homme, P a r c y ’ den tercümelerinin değerin­ beti i l e ). ( F evzIye A b d u l l a h .) den bahsetmekle berâber, onun edebiyatımızın N A C İ S . [ Bk. n ec îs .] tekâmül devrinde fenâ te’sir icra ettiğini ileri N A C M a l-D ÎN K U B R  . ( Bk. NECM-EDsürer ( Servet-i fü nâ n mecra., nr. I013, 1018, 1023). Zaman, ciddî bir fikre dayanamayıp, DİN KÜBRÂ.] N A C R A N . [B k . NECRÂN.) şahsî kırgınlıklardan doğan zayıf hükümleri N A D İM . [ Bk. NEDİM.] silip götürünce, Nâcî hakikî hüviyeti ile ayak­ N A D İR . [ Bk. NADİR.] . ta kalm ıştır: nitekim aynı müellif Tanzim at N  D İR . NÂDİR ( 1688— 1747). İ r a n ş a h ı devrinin mühim simaları arasında Nâcî 'yi de zikrederek, onun eski tarzı devâm ettirenlerin olup, 1147— 1160 ( 1736— 1747 ) yılları arasında mümessili gösterilmek istenildiği gazelleri ya­ hukiim sürmüştür. M e n ş e '1 e r. Nazr-Kuh b. İmâm-l£uîı b. nında yeni tarz şiirleri de bulunduğunu, Ömer ’in çocukluğu ’ndaki sâde ve güzel nesri ile Nazr-Çulı İran 'da yaşayan türklerden A fşar böyle bir cereyanın hiç bir zaman önderi olma­ kabilesinin Kırıklu koluna mensup olup, 28 dığını, Recâî-zâde Ekrem ile münâkaşalarının muharrem 11 00. ( 22 teşrin 1. 1688 ) 'de Kâbşahsî sebeplere dayandığını kaydeder ( El, k â n 'd a doğmuştur. Tahm âsp II.'in hizmetine mad. TllRKS). Nâcî 'nin talebesi olan ve ilk girince, Tahmasp-Kulı Han unvanını almış ise şiirlerinde onun te’sirinde kalan Mehmed Âkif, de, kendisi tahta geçince, tekrar eski adı olan İstanbul Darülfünunu 'ndaki İlk dersinde Tev- Nâdir ismini almıştır. Nâdir çok erkenden bir h id ’ini yazdırıp, ezberletmiş, dil ve vezin saba­ çok mücâdelelere iştirak etmiş, Nasâ 'd a türksında tenkidlerinin türkçe için faydalı olduğu, menlere, Habüşân ( K ü ç â n ) 'da Çem işkezek lisanımızın onun sayesinde kıvrak hâle getiri­ kürtlerine, M e rv ’de özbeklere ve moğullara, lebildiğin! ileri sürmüştür ( F. Abdullah, Meh­ hattâ kendi kabîle mensupları olan afşarlara, med  k if, hayatı ve eserleri, İstanbul, 1945, s. karşı savaşlarda yararlıklar göstermiştir. N â­ 10 v.d .; M.  kif, K uFan *dan âyetler ve nesir­ dir 'in yakınları kendi akrabâları olan afşarlar ler, İstanbul, 1944. s. 326,338 ). A bdülhak Hâ- D aragaz ve A b iva rd kürtleri ile başlarında mid de, önce N âcî aleyhinde id i; bâzı mübâ- Tahmâsp-Knlı V a k i! olm ak üzere, 3— 400 Calegalarını tasvip etmemek, bir az da yaratıcı­ lâyir türkmen ailesinden teşekkül ediyordu. H o r a s a n ' d a m ü c â d e l e l e r . Efganlalık kabiliyetini kâfî görmemekle berâber, son­ raları âlimliğinden, nazmın1!? mükemmelliğin­ rın İrap 'ı istilâlar? şırsşında, Meşhed sîstanlı



N Â D İR . bir âiteye mensfip bulunan Malik Mahroüd tarafından zaptedildi. Nadir önceleri kendikendine M ahmüd’ a karşı mücâdeleye girişti. Safevîlerden Jah m âsp II. memleketinin diğer eyâletlerinden uzaklaştırılarak, Horasan ’a ge­ lince, Nâdir baş-kumandan Fatj) ‘ A li Han K açar 'ı mâhirâne bir şekilde uzaklaştırıp, 16 rebiiilâhırda ( 22 kânûn I. 1735), bîle yolu ile, M eşhed’i zaptetti. Bundan böyle Meşhed onun karargâhı olmuş ve aynı zamanda Nâdir ile Tahm âsp II. arasında anlaşm azlıklar başgösterm eğe başlamıştır. Şâh N â d ir'i düşmanları olan G îlzâ’I efganlanna karşı harekete zorluyor idi ise de, o önce kendisine daha yakın otan H erat A bda tileri ile uğraşm ağı tercih ediyordu; fakat 17*8 'de A b d â li ve türkmeniere karşı yapılan seferler­ de m uvaffakiyet sağlanamamıştır. Buna ra ğ­ men Nâdir hareket sâhasmı daha da geniş­ letmiştir. Tahm âsp II. 'm A stara bs d ve Mâzandarân valilerini azletm iş ve böylece ruslar ve Gİlzâ’ iler ile temasa geçmiştir. A b d S ! i 1 e r. Bu zamanlarda AHâh-Yâr Han ile Zu ’l-F ik ir Han ’ın araları açılmış bu­ lunuyordu. Nâdir A llâh -Y âr Han ’■tekrar ye­ rine tâyin e t t i ; fakat bir çok kabileleri Hora­ s a n 'a getirip yerleştirdi ( 1 141 = 1727). Ğ i I z S ’ İ l e r . Tam bu sıralarda A şraf (jilt a ’ i Sim n ân '’ muhasara etmiş ve kumandan­ larında? Saydnl da Biatim *a yaklaşm ış bulu­ luyordu f rebiülevvei 1143 (2 7 teşrii, 11. 173° ) Nadir Mihmândüst ırmağı kenarında efganları hezim ete uğrattı. Bu zaferi SarDarro ve Mûrçahort muvaffakiyetleri tâkip etti ve böylece pâyitahta giden yoldaki mânialar kaldırılmış oldu. N â d i r e e n û b - i ş a r k î İ r a n 'da. T ahmâsp memleketin düşmanlardan temizlenmesini kendisinden ricâ edince, Nâdir Şîraz 'dan ha­ reketle, Luristan '1 geçerek, Burücird 'e g e ld i; şah buraya, kendisine verilmek üzere, kıymet­ li taşlar ile işlenmiş bir ta c ile Nâdir 'in H o­ rasan, Mâzandarân, Y azd , Kirman ve Sistân 'a vâli olarak tâyin edildiğini bildiren bir ferman / Ahd-nSm a ) gönderdi ( krş. ‘ A li Hazin, s. 189 ). Bundan başka Tahm âsp kız kardeşi G avbar-şâd 'i Nâdir 'e verdi ve kardeşi Fâjima Sultan '1 da Rizâ-Kub Mirza ile nişanladı. [ O s m a n l I l a r a k a r ş ı s a v a ş l a r . Nâ­ dir daha sonra, Osmanlı devletinin 4 t eş­ lin I. 1727 tarihinde A şra f Şâh ile tmzâladığı anlaşmayı kabfîl etmeyerek, Önce Nihâvend ve Hemedan havalisine yolladığı sıe*mûrîar vâsıtası ile, bu şehirler halkını Osmanlı devleti aleyhine teşvik ve bilâhare İstanbul 'a gönderdiği elçisi Rizâ-Kulı Han ( muvâsalatı hazîran 1730) ile iraniı esirlerin ve t«rk işgali |



altında bulunan garbî İran şehirlerinin iade­ sini talep etti. N ihayet İstanbul 'daki müzâ­ kerelerin bir az gecikmesini bahane eden Nâdir, 15 zilhicce 1142 ( 1 temmûz 1 7 3 0 )'de Nihâvend 1 zaptedip, muhafızı Osman Paşa emrin­ deki 2.000 kadar Osmanlı askerini imhâ etti. Müteakiben Hemedan '1 tazyika başladı ve M alâyır'de Timurtaş P a ş a 'y i mağlûp etmesi üzerine de, Abdurrahroan Paşa ’nın 7 temmûz 1730'd a tahliye ettiği H em ed an 'a girdi. Bu esnâda, İran elçisi Rizâ-Kulı Han, her ne ka­ dar G ence, Tiflis ve Revan Osmanlı devletin­ de kalmak, Hemedau, Kirman ve Tebriz ha­ valisi İran 'a terkedilm ek suretiyle, İstanbul 'da bir anlaşmaya varıldığını Nâdir ’e bildirmiş ise de, kendisi kazandığı zaferlere güvenip, elde edilen neticeye m uvafakat göstermedi ve H em edan'dan Tebriz üzerine yürüdü. Muhafız Kara Mustafa Paşa, anlaşma ahkâmına vak­ tinden evvel riâyet eden B âbıâlf'den aldığı emir gereğinee, Tebriz 'i derhâl tabiiye e tti­ ğinden, Nâdir bu şehre dahi mücâdelesiz girdi (»7 muharrem 114 3= 12 ağustos 1730). Bu­ nunla beraber, binlerce adam öldürüp, bir çok­ larını da, bâzı uzuvları kesilmiş olduğu hâlde, A nadolu 'ya sürdü. Patrona iayânına tekaddüm eden İstanbul 'daki buhranlı devre, Nâdir 'in pek ziyâde işine yaram ış ve Osmanlı devle­ tinin hudut kumandanları arasındaki anlaş­ mazlık onu 1730— 1731 senelerinde muvaffa­ kiyetten m uvaffakiyete ulaştırmıştır ( Marquis de Villeneuve 'Sn 8 temmûz 1730 tarihli ra­ poru için bk. Correspondance politique, e. 88, s- 3°5> Fransa Hâriciye arşivi; Sam î-ŞâkirSubhî, Tarih, İstanbul, 1198, 4b v. dd. ; Şemdânî-zâde Süleyman, M ür'gut-tevârİh, Bayezid Umûmî kutüp,, nr. 5144, 343“ v. d.; A n ­ dré de Claustre, H istoire de Thamas K ouliKan roi de Perse, Paris, 1743, s. 105 -y.â.; William Jones, Histoire de Nader Chah connu sous le nom de Thahmas K u li Khan empereur de Perse, Londre, 1770, s. 96 v.d. ; Abdi tarihi, 1730 Patrona ih tilâ li hakkında bir eser, nşr. Fâik R. Unat, Ankara. 1943, 21 v .d .; Osmanlı İran muhâreb&tt 1730— 1732, Bibi. Hat, turcs, Suppl., nr. 878, 6b ; Saint Prièst, Mémoires sur l'ambassade de France en Tur­ quie et sur le commerce des Français dans le Levant, Paris, 1877, s. 124; V. Minorsky, Esquisse d'une histoire de Näder Chäh, Paris, *934, s. 8; A li A . Hekmat, Essai sur l’his­ toire des relations politiques irano-ottomanes de 1722 à 1747, Paris, 1937, s. 195 ; bu devre ait bâzı vesîka suretleri için bk. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, A nkara 1956, IV/). 197 v .d .; Münir Aktepe. Patrona isgânt 1730, İstanbul, *958, s. 89 )J.



N Â D İR . M e m l e k e t i n ş a r k ı n d a . Nâdir Tebri* ’de iken, vaktiyle A liâb -Y â r Han 'ın Herat 'tan kovmiış olduğu Zu ' 1-Filcâr A b d a l i ’nin Meşhed sûrları Önünde Nâdir 'in kardeşi İbrahim Han ’ı mağlûp ettiği haberim aldı. Nâdir bu­ nun üzerine derhâl Horasan 'a hareket ederek, Yorout türkmenleri boz-kırından geçip, rebıülâhırda (teşrin 11. 1730) M eşhed’ e ulaştı. Burada diğer eyâletlerden getirip yerleştirmiş olduğu 56.000 âileyi teftiş etti. 4 şevval 1x43 ( iz nisan 1 7 3 1 ) 'te Nadir Herat 'tan 4 fersah mesafede bulunuyordu. A ğu sto sta A b d al iler Nâdir 'in namzedi olan A llâ h -Y â r H a u 'l vazifesine iâde ettiler. F akat kendi kabilesi ile münâsebet te ’sis eden vâîi yeniden isyân e tti ve H erat ancak 1 ramazan 1244 (27 şubat 17 3 2 )'te geri alındı. f a h m â g p II. ' ı n m u v a f f a k i y e t l i zl i k l e r i . Baş-kumandanının gaybubetinden istifâde ile, teşebbüsü tekrar eline geçirm ek isteyen şâh cemâziyelâhır 1143 (kânûn I. 1730) 'te Osm anblara karşı harekete geçmiş [ ise de, muvaffak olamamış idi; çünkü.bu esnada Pat­ rona isyanı sona ermiş, Osmanlı taktına cÜlûa eden Mahmud I. vaziyete hâkim olmuş ve Osuıanlı kuvvetleri İrak ile A zerbaycan tarafla­ rından tekrar taarruza geçmiş idi, B agdad va­ lisi Eyyûbî Ahm ed P aşa'n in 25 muharrem 1144 ( 30 temmûz 1731 ) 't e K irm âhşah’ ı geri alması ve 13 rebiülevve! 1144 ( 1 5 eylül 1731 ) ’ te He­ medan yakınında, K on can 'd a, Tahmâsp 11. '1 hezim ete uğrattıktan sonra, Hemedan 'a girme­ si ( 18 eylül 1731 ) üzerine, Hekim-oğlu A li P a­ şa da Urmiye ( 15 teşrin II. 1731 ), Tebriz {4 kânûn I. 1731 ) ha valisi ni yeniden işgâl etmiş bulunuyordu. Bu vaziyet daha büyük zâyiâta uğramaktan korkan İran ’1 sulha mecbûr etmiş ve 10 kâ­ nûn II. 1732'de, Tebriz, Erdelfin, Kirmanşah, Hemedan, H üveyze ve Lûristan havalisi tran 'd a ; Gence, Tıfiis, Revan, Şirvan, Şem ahî ve D ağıstan bölgesi Osmanlı devletinde kalmak üzere, Bagdad 'da Ahmed Paşa ile tran mu­ rahhası Muhammed Rizâ-Kulı arasında tekrar bir anlaşmaya varılm ıştır ( Ahm ed Paşa musâ le h a sı). Fakat bu anlaşma, hem Mahmud I. 'u ve hem de Nâdir 'i tatmin etmediği için, yürürlüğe girmeden, her iki taraf yeniden harp hazırlıklarına başladı ( A bdürrezzak Nevres, Tebriziye-i H ekim -oğia A li Paça, Es’ad Efendi kütüp., nr. 2*525 SSmî-Şâkir-Subbî, ayn. esr.. 13b, 24», 28»— 30b, 33»— 37b> 39a, 41a; İsmail Zlyfieddin, Matâlı a l-a fi ya f i ğurrat al-ğâliya, Üniversite kütüp., nr.. T 2486, 426 v .d .; J.v. Hammer, H istoire de l’Empire Ottoman, Paris, 1839,. XIV, 251 v.dd.] Diğer taraftan fâh ıg mümessilleri s» kânûn



»J



II.— 1 şubat 1732 ’de Reşt 'te ruslar ile bir anlaşma im zalayarak, Sâliyân (K ü r yanında) 'm cenûbundaki bölgenin ruslar tarafından boşaltılmasını te’mine m uvaffak olmuşlardır. Bakû ile Derbend ’in iadesi ise, iranltlann cenubî K afkasya 'yi zaptetm elerine bağlı bıra­ kılmıştır. T a h m â s p II. 'm b a l’i. Nâdir O sm anlılar ile bir m ağlubiyet üzerine imzalanmış olan anlaşmayı tanımadı ve şâha bakmadan, anlaş­ mayı bozdu ve her tarafa valileri kendisi tâ ­ yin etti. Tahm âsp II. H o rasa n ’a nakledildi ve henüz beşikte olan o ğ iu 'A b b â s ili. 17 rebiülevvel 1J45 { 7 temmûz 1732 ) 'te şâh ilân edildi. O s m a n l ı l a r a k a r ş ı i l k s e f e r . Nâdir Bahtiyârîler ile Zend kürtlerini cezalandırdıktan sonra, [ Ahm ed Paşa, müsâlehasma rağmen, Osmanlı devletine taarruz etti ve Şehrizûr bölgesinden hudûdu geçti ( 1732 ). Daha sonra emrindeki kuvvetleri üçe ayırıp, bunlardan bir kısmını U ğurlu Han idaresinde A zerbay­ can tarafların a ve bilhassa G en ce 'y e, diğer kısmını K e r k ü k ’ e yo llad ı. Kendisi ise, üçüncü kısım ile, Erbi! 'e gitti ve buradan cenûba dönüp, K erkük 'ü zapteden kuvvetler İle bir­ likte, Bagdad civarına g e ld i; bu şehrin muha­ sarası hazırlıklarına başladı ( kânûn I. 1732 ). Nâdir bu esnada, Eyyûbî Ahm ed Paşa 'nıu D iyarbekir alay-beyi A b d ü lfettah Bey idare­ sinde gönderdiği keşif kuvvetlerini Adana köprüsü denilen mahalde mağlûp ederek, ku­ mandanlarını esir almış, bir taraftan da yine A hm ed P a ş a ’ nin adamlarından R âgıb Efendi ( K oca Râgıb P a ş a ) ve Mehmed A ğ a ile mü­ zâkereye' girişmiş idi. Osmanlı devletini gâfil avlayan Nâdir, üstün vaziyette, her zaman için sulha hazır bulunduğunu bildiriyordu; fakat teklifleri çok ağır olduğundan, bunların kabûl edilmesi imkânsız idi. Bu durumdan istifâde eden Ahm ed Paşa ise, görüşmeler ile Nâdir ’i oyalamış, devlete zaman kazandırmış ve nihâyet zahîresizlikten çok müşkil vaziyetteki B a gd a d 'ın imdâdma koşan Erzurum valisi T o­ pal Osman Paşa, 19 temmûz 1733 pazar günü, B a g d a d 'a x* saat mesafede, Dicle kenarında Ducum mevkiinde. N âd ir'i bozguna uğratm ağa muvaffak olmuş idi. N âdir, yaralı olarak, Babriz ve M andaicin ( M a n d a lı) üzerinden. He­ medan ’a doğru kaçtı. Rakka vâlisi Ahmed Paşa kendisini Derne taraflarına kadar tâkip etti ise de, bir netice elde edilemedi. Buna mukabil, 4 ağustos 1733 'te H em edan'a vâsıl olan Nâdir, Osman P aşa'nin bir kısım askerî serbest bırakmasından ve cü z'î kuvvet ile K erkü k ‘e çekilmesinden faydalanarak, 2 teşrin I- 1733 'te yeniden Zohab üzerine yürüdü ve Osıpaplı devleti hudûdunu geçerek, 9 teşrin !},



«4



N Â D İR .



*733 te, A k -D e rb e n d ’de, Memış Paşa kuvvet­ lerini bozdu. Bilâhare Kerkük önüne geldi ve bu şehrin cenubunda, Leyla» mevkiinde karargâh kurmuş bulunan Osman Paşa üzerine ânî bir baskm yapmak suretiyle, türk ordusunu mağ­ lûp ettİ. N â d ir’in bundan sonra tekrar B a g d a d ’m muhasarasına koştuğu, fa k a t bîr ara Ahmed P a ş a 'y a elçi gönderip, yeniden sulh talebinde bulunduğu, valinin bu husûsu İstanbul ile gö ­ rüşmek için zaman istemesi üzerine de, 22 kânûn I. 1733 tarihinde, Bağsây ( B â-kusSye), Ba­ y a t, Bayan ve Şüştar yolunu tâki ben, İran ‘a döndüğü görülmektedir ( Kendine çok güvenen ve„ seni mağlûp ettikten sonra İstanbul üzerine yürüyeceğim“ diye mektup yazan N â d ir’e karşı, T opal Osman P a ş a ’ mn kullandığı harp planı hakkında bk. Risâle, Üniversite kütüp., T Y ., nr. 2499 ; Sâm î-ŞSkir-Subhî, agn. esr., 48b— 53», 55® — 57b ; M- L. Shay, The ottoman Empire from 1720 to 1734. Urbana, 1944 s. 134 v. d d .; İ. H. Uzunçarşıh, Osm anh tariki, IV/l, 219, 223 v.d.) ] M a h m ü d B a l ü ç . Böyie acele hareketinin sebebi cenûb-i şark! İran ’da vukua gelen Mahmüd Han Balüç isyanı idi. Mahmüd, çok geçmeden, Şülistân boğazından atıldı ve Nâdir 26 şâbanda ( I şubat 1734 ) Şlraz *1 geri aldı. K a f k a s y a s e f e r i . Nâdir İsfahan 'd a türk elçisi [ Kerkük muhârebesinde İranlIlara esir düşen Erzincan kadısı ] ‘A bd al-K ar i m Efendi 'yi kabûl ederek, sulhu ancak K afkasya eyâle­ tinin iâdesi ile kabûl edebileceğini beyân e t­ miştir. Diğer taraftan S. D Golitsin de İsfa­ h an 'd a kabûl edilmiş (20— 31 mayıs *734) ve bu z â t bundan itibaren şalım emri ile kendi­ sine ber yerde refakat etmiştir ( takip ettiği yol için bk. L erch-Sch nese). 12 muharrem 1147 ( 17 hazîran I73 4)'d e Nâdir İsfahan'dan A zerbaycan 'a hareket etmiş, türklerin cevap vermemeleri üzerine, Bâbıâiî 'nin vâli tâyin ettiği D ağıstan reisi [ G azi - Kumuk ] Sur­ hây 'a karşı hücûma geçm iştir. Tahmâsp-İÇulı C alâyir dağıstanlıları Deve-Batan ( Ç abala böl­ g e s i)'d a mağ!ûp etmiş ve Nâdir oniarın geri çekilmesine mâni olmak üzere, G âzi-Kum uk 'un harekete elverişsiz olan iç bölgesine gir­ miştir. A b d al ilerin kahramanlıklarına rağmen, Dağıstan 'da bu muvaffakiyetten pek istifâde edilememiş ve Surhây 'm şimale doğru kaç­ masına mâni olunamamıştır. 6 cemâziyelâhırda ( 3 teşrin II. 1734) Nâdir, i G enç 1 A li Paşa tarafından müdâfaa edilen Gence sûrları önüne gelmiştir. Muhasara bir çok hazırlıkların görülmesini icâp ettirdiğin­ den, Golitsin rus mühendisleri te’min etmiştir, 19— 2 i mart 1735 ’te G ence önünde, ruşlar ile



İranlIların lüzûm unds m ü tte fik sıfatı ile hârek e t e d ecek lerin e dâir, bir muâhede im zalan­ m ıştır.



[ Buna rağmen N âdir G en ce 'yi alamamıştır. Kars ’ta bulunan şark ser-askeri Köprülü-zâde Abdullah Paşa'n ın yardım ları sayesinde, G en­ ce kalesi teslim olmadığı için, Nâdir buradan K ars üzerine yü rü d ü ; fa k a t Abdullah Paşa kuvvetleri ile K a rs önünde yaptığı bir gün­ lük mücâdelede dahi bir netice elde edemedi. Nihayet 2 muharrem 1148 (25 mayıs 1735) 'de A rp a-Ç ayı 'm geçerek, K ars 'ıh cenûb-i şarkî­ sine doğru çe k ild i; kendisini takibe icbâr edi­ len A bdullah Paşa kuvvetleri ile. Revan civa­ rında B ağâvars ( Y a g a v e r t: Mühimme defteri, nr. 152, s. 2 ; K a g â v a rd : Süleyman tzzî, Ta­ rih, İstanbul. IJ99, 30»; Y a g o r v a t; Uzunçarşih, O sm anh tarihi, IV/t, 305) boğazında, 26 muharrem 1148 (18 hazîran *735 ) 'de mecburen tekrar karşılaşarak, Osmanlı ordu­ sunu mağlûp etm eğe m uvaffak oldu ( Osmanlı tarihlerinde, A rp a-Ç ayı muharebesi diye meş­ kûr olan bu muharebenin tarihini Uzunçarşıh 14 hazîran 1735 olarak gö sterm ek ted ir: agn. esr... IV/I, 2 2 9 ); müteakiben G en ce ( J7 safer =s= 9 temmfiz ), Tiflis ( 22 rebiûlevvel 5= 12 ağus­ tos ) ve Revan ( ıs cem âziyelevvel = 3 teşrin I . ) kalelerini aldı. Daha sonra, Gence muhafızı G enç A li Paşa vâsıtası ile, Osmanh devletine yeni bir sulh teklifinde bulundu. Bu esnada Rusya İle sefere bazırtanm akta olan Osmanlı devletinin bu teklifi müsait karşılam ası ve mezkûr husûsu müzâkereye me'zûn Bagdad valisi Eyyûbî Ahm ed Paşa 'nın, adamlarından Hacı Hüseyin A ğ a 'yı gönderip, sulh şartlarını sordurması üzerine de. Nâdir hazinedarı Mirza Muhammed 'i, murahhas olarak, şark ser-askeri Ahm ed P a şa'm n yanına göndermiş, sulh gö ­ rüşmelerinin fran ’ da yapılması için bir hey’ et yollanmasını istemiş idi (B a şvekâ let arşivi, Mühimme defteri, nr. 140, s. 206, 300,410, 418 v e 422; Mehdî Muhammed Esterâbâdî, Tarih-i Nâdir Şah tercüm esi, Es’ad Efendi kütüp., nr. 2179, 141»— 146“ ]. D a ğ ı s t a n s e f e r i . Nâdir nüfusu içinden û.o oo âileyi H o rasa n 'a naklettirdiği T iflis ’ten C â r ve T ala ( A lazan 'in şimalinde ) lezgileri üzerine hareket etti. Derbend 'e kadar ilerilemiş olan Kırım hanı K aplan G iray bu arada Kırım ’a dönmüş bulunuyordu. Nâdir Dağıstan 'd a âsâyişi tem in e çalıştı ise de, Surhây bu defa d a ele geçirilemedi, N â d i r ’i n ş a h s e ç i l m e s i . 13 ramazan 1148 (27 kânûn II. 17 3 6 )'d e Nâdir, M u gan 'a geldi. Bu arada eyâlet vâlileri ve ileri g e ­ lenleri buraya dâvet edilmiş idi. O nlara Nâdir 'in İren '1 İstiklâline kavuşturduktan son­



N Â D İR . ra, artık H orasan’ a dönmek niyetinde bulun­ duğu ve kendilerinin „henüz hayatta bulunan“ Tahmasp II. veya ‘A b b â s III. ’ tan birini tah ta geçirmek üzere seçm ekte serbest oldukları be­ yân edildi. Nihayet Nâdir, bir şart iie, iranlıİarm İama il I. tarafından sokulan ve „Nâdir, ’in cedlerinin akidesine muhâlif olan" şiî aki­ desinden vazgeçmeleri şartı ile, tah ta çıkm ağa râzı oldu, franklar imâm C a'far Şâdik 'm adına bağlanan ve beşinci bir ehl-i sünnet mezhe* bi sayılan bir mezhebi kabûie mecbûr ol­ dular. Toplantıda bu mealde bir vesika tan ­ zim edildi. Bundan sonra Nâdir 'in türklere teklif etmek İstediği beş şart merâsim ile ilân olundu: ı.'tü rk le r bu yeni ca'fari mezhebini tan ıyacaklar; 2. bu mezhebe M ek k e’de bir ibâdet yeri ( rajtn } verilecek, 3. İran her sene Suriye üzerinden bir amir al-hacc gönderecek, 4. esirler mübadele edilecek ve 5. karşılıklı elçiler gönderilecek. N âdir'in tahta çıkma me­ rasimi 24 şevvâl 1148 (8 mart 1 7 3 6 )’de ya­ pılmıştır. [ Bu esnada başında G enç A li Paşa olduğu hâlde İr a n 'a gelmiş bulunan türk murahhas hey’e ti d o M u g an ’ da, N â d ir'in temsilcisi 1A b d al-B âki Hân ile sulh müzâkerelerinde bu­ lunmakta idi ve siyâsî bakımdan 1639 Kasr-ı ¡Şîrîn muahedesi esâslâri dâhilinde bir anlaş­ maya varılmış bulunuyordu.; F akat A li Paşa bilâhare teklif edilen şartları görüşmeğe s a ­ lahiyetli olmadığını bildirdi. Şarkta acele işle­ ri bulunan Nâdir ise, bu defa mezkûr madde­ leri müzâkere, aynı zamanda kendi şahlığım bildirmek gayesi ile, ‘A b d al-B âki H an, M irza A bu ’1-Kâsim ve *Aii A k b a r M olla'dan mü­ teşekkil bir sefaret hey'etini, Osmanlı murahhâsları ile birlikte, İstanbul ’a gönderdi ki, bu hey’et, rebiülevvel ıl4 9= tem m üz 1736 başında Üsküdar ’a varmış idi ( bk. Sâm i-Şâkir-Subhî, Tarih, 85»— 93b]. K a n d a h â r . Mahmüd 'un kardeşi Husayn Han 'in elinde bulunan bu beylik ufukta kalan yegâne karanlık bir nokta teşkü ediyordu. 2 şevvalde ( 3 şubat 1737 ) Nâdir İsfahan ’dan hareket iie, 1149 nevruzundan Önee { mart !737 ) Kandahâr 'a geldi, Karargâhının bu­ lunduğu yerde ( S u rh a -şir) sonradan Nâdirabâd adını alan yeni bir şehir kurdurdu. Kandahâr 2 zilkade 1130 (23 mart 17 3 8 )’ de teslim oldu. Şehrin iç kalesi yıktırıldı. H i n d i s t a n s e f e r i . Nâdir ’in şimdiye kadar yapmış olduğu seferler Safevî devletinin hudutlarım tutm ak arzusu ile yapılmış idi. Hindistan seferi ise, fenâ muhafaza edilen eyâletleri ele geçirm ek ve seferler dolayi3i ile boşalmış olan devlet hazînesini tekrar dol­ durmak gayesini gütmüştür, G azne 22 safer



25



1151 ( 1 1 haziran 17 3 8 )'de, K abil 12 rebiülevvelde (30 h a ziran ), Calâl-SbSd 8 cemâziyeiâhırda ( 17 eylü l) zaptedilmiştir. C alâlâbâd 'dan Rİzâ-Kulı, nâip sıfatı ile, İran ’ a gönderilmiştir. Kendisi ve kardeşi Naşr A liâb birer tâe almışlardır. Nâdir Hayber geçidini bırakarak, Sarçöba yolunu takıp etmîş ve nihâyet Peşâver vâlisi Naşir Han ’ı esir almıştır. 15 ramazanda ( 27 kânûn I.) Nâdir şehri terketti. Lâhur ’un zaptı üzerine mahallin vâlisi Z akariyâ Han ( bir h o rasan lı) yerinde bırakıldı. [ Naşir Han da yerinde bırakılmış idi. ] Nâdir, 26 şevvalde (6 şubat 1739 ) Lâhur ’ dan hareket edince, Mahammcd Ş a h ’m K a rn â l’ a, nehir ile sık or­ manlar arasındaki bölgeye geldiğini haber al­ dı. Nâdir Muhamroed Şah 'ı pâyitahta bağlayan yolu kesmeğe muvaffak oldu ; fak at Oudh eyâ­ letinden Sa'âdat Han ( bir h o rasan lı) tarafın­ dan getirilen yardımcı kuvvetlere karşı hare­ kete geçmeğe mecbûr kaldı. Böylece 1$ zilkade 1 151 (24 şubat 1 7 3 9 )’de kat’î bir meydan muharebesi olmuş ve neticede baş-kumandan Han Davrân öldürücü bir yara almış ve S a 'â ­ dat Han da esir edilmiştir. Nâdir ile Muhammed Şâh pâyitahta girdiler ve Nâdir nâmına hutbe okunduğu gibi, sikkeler de onun adına kesildi. 15 zilhiccede (2 5 m art 1739) Nâ­ d ir ’in öldürülmüş olduğu şâyiası üzerine, baş kaldıran halk onun askerlerinden 3 — 7.000 kadarını öldürdüler. Ertesi sabah Nâdir câıhie giderek, ahâlinin katl-i âmini emretti. 26 zilhiccede (6 nisan) Naşr A lla h M irza Türk-Hind sülâlesinden bir sultan ile evlen­ dirildi. 3 safer 1152 (12 mayıs 1 7 3 9 )’de Dehli ’de büyük meclis toplandı ve Nâdir bu mec­ liste Muhammed Şâh ’a ta c g iy d ird i; fakat şükran borcu olarak Muhammed Şâh Indüs nehrinin şimâlinde bulunan bütün eyâletleri N â­ dir ’e vermek mecbûriyetinde kaldı. Nâdir ’in elde ettiği kıymetler takdir edilemeyecek kadar çok idi. Vezirin yardımcısı olan A nand râm ’ a göre, bunlar arasında, sikke olarak, 6.000.000 rupi var idi, Mücevher ise, meşhur Küh-i nür pırlantası ile T â ’üs tahtı da dâhil, 500.000.000 rupi değerinde bulunuyordu. A skerlere çok büyük mıkdarda ihsanlar dağıtıldığı gibi, İran ' ahâlisi de 3 yıi m üddetle vergiden muâf tutuldu. N âdir Dehii ’den hareketle, 1 ramazanda (12 kânûn L) Kâbi! ’e vardı. Bu arada Nâdir ’İn en dikkate şâyân seferi vukûa geldi. Birden-bıre geri dönerek, Sind hükümdarı HudâY a r Han ‘ A b b a si ( S iv i m enşelidir ; krş. Mal­ colm, ayn. esr., II, 88) ’y e karşı harekete geç­ ti; Bangaş-Lârkâna ve Şahdâdpûr üzerinden. İııdüs ’ün cenubunda bulunan çöle girerek, ‘ Um arkot (Bom bay eyâletinde, T har ve Par-



t 6



N Â D İR .



kar ’m şim alinde) ’a kapanmış olan H udâ-Yâr ’ı esir etti. H in distan 'daki mülkünü 3 eyâlete taksim ettikten sonra, Nadir, S iv i ve Şâl üze­ rinden, 7 saf erde ( $ mayıs 1740) N&dirâbâd ’a geri döndü. N â d i r T ü r k i s t a n ' d a. Nâdir to rebİülevveide ( 5 haziran ) tekrar H erat 'a gitti. Bu­ rada 15 gün süren şenliklerden sonra, Belh 'e yürüdü ve 7 eem âziyelevvelde (3 1 tem m flz) oraya vâsıl oldu. 17 cemâziyelâhırda (33 e y lü l) Buhârâ önlerine geldi, A bu 'l-F ayz Han 'a karşı iyi davrandı ve ona kendi eli ile tâc giydirerek, onu yerinde bıraktı. Am ü-D eryâ hudut olarak tesbıt edildi ve han Nâdir 'e 20.000 Özbek ve türkmen kuvveti vermekle mükellef tutuldu ki, Nâdir bununla Buhârâ 'nın bütün dâhili işlerini kontrolü altına almış oluyordu. 16 recebde ( 7 teşrin I.) Nâdir HvSrizm 'e karşı harekete g e ç ti; gemiler orduyu tâkip ediyordu. H azârasp hanı İl-Bars Hankâh kal’esine kapandı ise de, 24 şâbânda teslim olmak zorunda kaldı. 4 şevvalde (23 kânun 1.) N âdir Ç arcü y ’ a dönmüş ve ayın sonunda Meşhed ’e gitm iştir. Y e n i K a f k a s y a s e f e r i . Nâdir daha Hindistan 'da iken, kardeşi İbrahim Han 'ın C â r ve Tala lezgileri tarafından öldürülmüş olduğunu haber almış idi. K atilleri cezalandır­ mak için, Nâdir Meşhed 'den hareket etti. Y ol­ da öncü olarak gönderilmiş olan A b d â ii bir­ liklerinin Câr, Cavuh ( ? ) ve A ^zibîr ’i tahrip ettiklerini haber a id i; fakat D ağıstan henüz tam im iyle itâ a t altına alınmış değil idi. Burada N âdir'in hayatında dönüm noktası olan bir hâdise yer alm aktadır. 28 saferde ( 15 mayıs 1741 ) K al'a-i A v lâ d { M âzandarân ) ya­ kınında bir fundalığa saklanmış bir kimse Nâdir ’e ateş ederek, onu hafifçe yaraladı. Dağıstan hâdiselerinden bahsederken, Mahdi Han bu cinayetin D iiâvar Han 'm oğluna â it bir kul tarafından işlenmiş olduğunu söylüyor ise de, çok geçmeden, teşvik husûsundaki şüphe­ ler şehzade RizS-Kulı üzerinde toplanmış idi. Naiplik devresinde de pek İyi hareket etmemiş olan bu şehzâdeo ara T ah ran'daikam ete me’ mfir edilmiş ve Nâdir de K a zv in , K aracad ağ, Barda‘ veîÇabala üzerinden yoluna devam etmiştir. Haziran 17 4 1'do Nâdir üçüncü defa D ağıs­ tan 'a girdi ve orada bir buçuk sene kaldı. T a rh ü ’nun şam ljâV 1, Çara-Kaytal-:'m usmı 'si ve Gâzi-Kumul< ’tan Surhây Han Nâdir 'e tâbi olmuşlar ise de, durmadan yeni güçlükler çıkm akta idi. Rus mümessilleri Nâdir 'in şimâiî K afkasya hakkında tasavvurları olduğunu düşündüklerinden, ruslar ile olan m ünâsebet­ ler gerginleşm iş idi. Ruslar, ihtiyat tedbiri olprftk, mayıs 174 a'd e Kızlar 'd ş 42.000 kişi­



lik bir kuvvet toplamışlardı ( krş. Butkow, I, 220 ). Bu endişelerin Nâdir 'in sıhhati ve mi­ zacı üzerinde te'sirî oldu. 1742 yılı kânûn 1. ’u başlarında, karargâhın Başlu ’da bulunduğu sırada, Mâzandarân sûikasdm a iştiraki olan veliahd Rizâ-Kuh ’mn, sözde bir mahkemeden sonra, gözlerine mil çekildi. Bu hâdiseler Nâ­ dir için büyük bir darbe oldu. . Bundan böyle her tarafta isyan hareketleri belirmeğe başladı ( bu arada Hvârizm 'de v e Belh ’t e ). Türklere karşı üçüncü sefer, [ Osmanlı devleti, Nâdir 'in teklif etmiş ol* duğu sulh şartlarından hemen hepsini, bâzı tâdiller ileri sürerek fcabûl etmiş, fak at Câfe» rîliğin dört sünnî mezhebe ilâveten beşinci bir mezhep addedilmesi ve K a ’be ’de bn mezhebe mahsûs ayrı bir mahallin ( r u k n ) tanınması hu­ susunu şeriat ve siyâset bakım larından mahzûrtu görerek, reddetmiş ve bu keyfiyet, 1737 senesinde. Kara Mehmed Paşa-zâde mîrâhûr-4 evvel Mustafa Efendi ’ nin riyasetindeki se­ faret hey’eti ile de Nâdir ’e bildirilmiş idi. Nâdir, Hind seferi dolayısı ile bıraktığı bu meseleyi, 1741 senesi başında yeniden ele aldı ve evvelâ H a d Han adil elçisini İstanbul ’a göndererek ( mart— iemmûz 174 1), tekrar câferilîğin kabulünü ve K a ’ be ’de bir rukn tanın­ masını istedi. Her ne kadar Münif Mustafa ve Nazif Mustafa Efendi 'ler vâ sıtası ile, kendi­ sine bu arzusundan vazgeçm esi ve eski dostlu­ ğun devamı teklif olundu ise de, o bunu kabûl etmedi. Nâdir tr safer 1155 ( 17 nisan 1742 ) 'te İstanbul ’a dönen Münif Mustafa Efendi ile Mahmud 1. ’a, vezîr-i âza ma ve ilmiye ricaline gönderdiği m ektuplarda dahi dâvasının haklı olduğunu ileri sürüyor, aksi hâlde, bu hususu silâh kuvveti ile te’min edeceğini bildiriyordu. Nâdir, daha sonra Bagdad vâlisi Eyyûbi Ahnıed Paşa ’ya da iki adam gönderm iş ve teklifleri kabûl edilmediği için, yakında Bag­ dad üzerine geleceğini bildirmiş idî. Nihayet Ahmed Paşa 'nın müzâkereler ile kendisini bir hayli oyalamasına rağmen, Bagdad civarını yağma ederek, K erkük ’ e g it t i; burasını ve sonra Erbil M ele geçirdi (ağu sto s 1743 ); da­ ha sonra Musul üzerine yürüdü ve 2 şâban 1156 (2 1 eylül 1 7 4 3 )’dan itibârca Musul k a ­ lesini muhasaraya b a şla d ı; fak at A bdülcelîlzâde Hüseyin Paşa ’nın kuvvetli müdâfaast karşısında bu şehri zaptetm eğe m uvaffak ola­ madı. Nâdir, bâzı dâhili meseleler yüzünden. 2 ramazan 1x56 (20 teşrin I. 1743 ) 'da, K er­ kük ve Hânikîn yolu ile, B agdad ’ m şimali ne doğru çekildi ( Mühimme defteri, nr. 150, s. 168, 184; Sâm i-Şâkir-Subhî, ayn. esr., 190« — •>, t Ş l b Y*dd.f 195a— 2 p lb, 2 v.d., 230» v. dd., 234* v. d d .; Mehdî Muhammcd Esterâbâdî, ayn. esr., 190', 198*, 2l2b v .d ., 217b v . d . ) B a g d a d ’ da A h­ med Faşa He dostça m ünâsebetlere girişti. Nadir, zevceleri ile birlikte, Irak 'ın şiî ve sünnî makamlarını ziyaret etti ve 24 şevval 1156 ( 12 kânûn 1. 1 7 4 3 ) ’ da N eeef’te bü­ yük bir ulemâ toplantısı yaptı. Mahdi Han tarafından hazırlanan vesika bu müzâkere­ lerin bir hulâsasını vermektedir. Buna göre, iranlılar „Şah Jama'îl ’in yanlış yolundan“ vazgeçm işler, İrak ve Kafkasya 'ulam a' 'sı C a 'fa r a l-Ş â d ik ’ m haklarım tanımışlar ve iranlıların itikatlarında görülen husûsiyetlerin { fu r ü 'â t) islâm iyete mugayir olmadığım be­ yân etmişlerdir. Sünni kelâmel ‘ A bd A llah b. Huaayn al-Suvaydi bu mücâdele hakkında Kitab al-huccâc a l-k a fiy a li "itifak al-firak al-islâm ıya ( Kahire, 1324) adlı çok ilgi çe­ kici bir eser bırakmıştır ( krş. Ritter, Is l„ 192$, X V , 106 ve bilhassa A . E. Schimidt 'in mu­ fassal malûmat veren m akalesi; /z h to rii sunnitsko -fiitskik otnoşeniy, ‘ İkd al-cumân, T aş­ kent, 1927, s. 69— 107 ). İ s y a n l a r , Irak seferinden vazgeçilmesi şarkta yeni kargaşalıklar İle izah edilmelidir. Fars ’ta beylerbeyi olup. Nâdir 'in büyük tevec­ cühünü kazanmış bulunan T ak i Han ’ın isyanı diğerlerinden daha mühim bir yer tutm aktadır. T ak i Han nihâyet esir ve hadım edildi. K açar­ lar A sta râ b âd 'd a valinin oğlunun istibdadı­ na karşı ayaklandı ( Hanway, H h t. account, I, 192 ). Hvârizm 'd e Nâdir yeğeni 'A li-K u lı ’yi bertaraf etmek zorunda kaldı. Nâdir daha Musul ’ da iken Ş irva n ’ da bir rakip hükümdarın ( Sam M irza ) meydana çıktığını duymuş idi. [ Babıâlî, 1730 mücâdeleleri sırasında iltica eden ve o zamandan beri, Selanik ve Rodos'ta ikam et ettirilen Ş a fi M irza ( Muhammed ‘ A li R a fsin câ n i) ’yı, acele olarak, İstanbul ’a dâvet etmiş ve bunun, Şâh Husayn ’ in oğlu olduğunu ilândan sonra, hükümdarlığını tanıyarak, kendi­ sini N âdir’e karşı mücâdele etmek üzere, Erzurum ’a göndermiş İdi ( şaban 1156 = eylül 1743 ); aynı zamanda, bu hususta yayınladığı beyannameleri A zerbaycan taraflarında dağıtıyor ve evvelce bahis mevzuu edilen esirlerin mübadelesi işini bu defa reddediyordu ( Sâm î-Şâkir-Subhî, Ta­ rih, 2 2 3 ,- 2 3 0 « ) . T ü r k l e r e k a r ş ı d ö r d ü n c ü sefer. Osroanlı devletinin, bu faâliyete muvazi ola­ rak, Erzurum ’da yeni bir ordu teçhizinden son­ ra, mezkûr kuvvetleri K ars tarafı ser-askeri sâbık sadrâzam lardan Ahm ed Paşa idaresinde ve Şafi M irza ile birlikte, Erzurum ’ dan K ars ’a şevkini müteakip, Nadir de 14 cemâziyelâhır 1157 (23 temmûz 1744 )'d e, A rp a -Ç a y ı'm ge­



*7



çerek, Kars kalesinin cenûbunda, şehre iki saat mesâfede ordugâhını kurdu (18 cemâziyelâhır = 29 tem m ûz; J. v. Hammer, bu tarihî 31 mayıs 1 7 4 4 = 1 8 rebiülâhır 1157 olarak kaydetm ektedir, H îstoire de I ’Empire Oitoman, Paris, 1839, X V , 82 ). Nâdir Osmanlı kuvvet­ lerine mensûp ileri karakol birlikleri ile ilk mücâdeleyi burada yapmış id i; bilâhare Kars ’ttt garp tarafına geçerek, şehre gelen suyu tutup, Erzurum ’a giden yo l üzerindeki Künbed köyüne yerleşti. G ayesi K ars ’ın suyunu ve Erzurum ile olan irtibâtını kesmek idî- Mamafih bu gibi tedbirler ve mevziî mücâdeleler ile Kars kalesinin sukut etm iyeceğini anlayan Nâdir, nihâyet şehir civarında bulunan A z a d köy ve Ç orak köy gibi, daha bâzı mahallere yer­ leştirmiş olduğu asker ile, 14— ■!$ receb 1157 (23— 24 ağustos 1744), pazar ve pazartesi günleri şiddetle K ars kalesine hücum e t t i ; fakat cereyan edon kanlı muharebelere rağ­ men, yine bu kaleyi almağa muvaffak olamadığı için, sonunda hücümdan vazgeçti ve bilâhare zaman kazanabilmek gayesi ile, iki elçi gön­ derip, sulh teşebbüsünde butundu. Her ne ka­ dar onun bu yoldaki düşüncesini bilen Serdar A hm ed Paşa, tekliflerini şiddetle reddetti ise de, bâzı kumandanlara meram anlatamadı. Ekseri­ yet snlha tâlıp olduğundan, mîr-i mirandan Murtazâ Paşa ve ordu defterdarı K esriyeli A h ­ med Efendi ile daha bâzı kimseler, sulh husûsunu m üzâkere için. N âdir ’in yanm a gittiler. H attâ bu esnâda yine Nâdir ’in sulh yolunda yaptığı gizli teşebbüsler dolayısı ile, Osmanlı kuvvet­ lerine mensûp askerin mühim bir kısmı, yakın­ da sulh olacağı zannı He, K ars kalesini terkederek, Erzurum ’a doğru çekilm eğe başladı. İşte bu şekilde maksadına nâil oiaoağmı zann­ eden Nâdir, kuvvetçe zaafa düştüğünü tahmin ettiği serdar Ahm ed Paşa üzerine, yâni K a rs 'a tekrar hücûm etti {$ şaban 115 7 = 13 eylül 1744) ve bu defa kaleyi 27 gün kuşattığı hâl­ de, yine ele geçiremedi. Nihâyet 2 ramazan U57 (9 teşrin 1. 1744) cuma günü muhasara­ yı terk ile, K a rs 'ın şarkına çekildi. N âdir'in K ars önünden rie’atimn diğer bir sebebi de, Diyarbekir canibi ser-askeri vezir Hüseyin Paşa W , K a rs 'a yardıma me'mör edildiğini duymuş olması idi, Osmanlı devleti, N âdir'in K ars muhasarasını kaldırmasına rağmen, şark hudutlarına asker şevki işine son vermemiş idi. Mahmud I. N â d ir'e karşı kat’î bir netice elde etm ek İstiyordu. Bu sebeple bir taraftan hasta bulunan Ahm ed Paşa yerine, Yeğen Mehmet! Paşa K ars ser-askerliğine getirilirken ( kânûn 1. 1744), diğer taraftan yine Kars muhasaralarında büyük fedakârlığı ğörülen Çeteci A bdullah Paşa, N â d ir'ip cenûp hudû-



*8



N Â D İR .



dunda . bıraktığı kuvvetlere karşı mücâdele etmek üzere. Diyarbekir valiliğine gönderildi (a kânûn I. 1744 ). Kırım 'dan getirtilen 10.000 kişilik asker de 7 nisan 1745 tarihinde İstan­ bul 'dan Erzurum üzerine sevkeditmİş, hattâ bunlar bir müddet sonra, Bayezid san cağın ­ dan İran topraklarına sokularak, A ğ rı dağı cenubundaki Mâku kalesi zaptolunmuş idi. Nâdir, bu esnada ordusu ile birlikte. Revan havâlisinde bulunduğu hâlde, m utaam zlara karşı mukabele edecek durumda değil idi. 1735 zaferini kazandığı Bagâvars boğazında aske­ rini müstahkem mevkîtere yerleştirerek, türk ordusunun üzerine gelmesini bekliyordu. Onun artık taaruz harplerini bırakmış ve müdâfaaya çekilmiş olduğu anlaşılıyordu. Bundan dolayı Erzurum 'da hazırlanan ve bir an önce k a t’î neticeye varmak isteyen yeni Osmanlı kuvvet­ leri nihayet 2 temmuz 1745 'te Elhao Yeğen Mehmed Paşa idaresinde Erzurum ’dan hare­ ket ederek, K ars ’in şarkından A rp açayı 'm geçm ek sûreti ile, N âd ir’ in bulunduğu yere geldiler. Nâdir ile ilk müsademe 12 receb 1158 ( 10 ağustos 1745 ) günü oldu ve bu mücâde­ leler 12 gün kadar devam etti. Fakat taraflar henüz tam bir netice elde edememekle bera­ ber, hâkimiyetin Osmanİılar tarafında bulundu­ ğu bir sırada, Osmanlı serdârı Yeğen MehmedPaşa ’nın hastalanması ve az sonra ölmesi türk ordusunda karışıklık husule getirdiği için, Nâdir bu muharebeden dahi, tâlih eseri olarak, muzaffer çıktı ( 23 receb 1158 = 12 ağus­ tos 1745)Nâdir bu muvaffakiyetine rağmen, tekrar sulh teklifinde bulunmuş idi. Onun bu arzu­ sunu evvelâ, yeniden K ars ser-askerliğine tâyin edilen Ahmed Paşa ile Bagdad valisi Eyyûbî Ahm ed Paşa ’ya bildirdiğini görüyoruz, Nâdir müteakiben adamlarından Fath ‘ A li Han ’1 İsta n b u l’a göndererek ( varışı 19 zilhicce 1158 = 12 kânûn II. 1746), eâferiliğin kabûlü ile K a’be 'de bir rukn tahsisi hususundan vaz­ geçtiğini, ancak hacca gidecek iranlılarm, K a'be 'de ayrı bir r u in ’ leri bulunmadığına göre, bunların dört mezhep erbabından arzu e ttik ­ lerine dâhil olmak sûreti İle hace farizasını ye­ rme getirmelerine müsâade olunmasını talep etti. Diğer taraftan iki müslüman devlet ara­ sında kan dökülmesine râzı olmadığını ileri suren Nâdir, Azerbaycan ile Irak 'tan, birin­ cisinin Osmanlı devletine, İkincisinin de ken­ disine bırakılmasını istedi ( Nâdir 'in gönderdi­ ği nâme sûretleri ve tercümeleri için bk. Başvekâlet arşivi, Nâme defterleri, 11!, 43— 45 ). Nâdir ’i bu defa ciddî şekilde sulha icbar eden keyfiyet İran ’ ın dahilî durumu idi. Mevkiini vo hayâtını tehlikede hisseden Nâdir, Fath



‘ A li Han ’1 İstanbul’ a gönderdikten sonra, mecburen şarka çekilmiş ve Kazvin ile Tahran arasında Kerden mevkiinde bulunduğu sırada, Osmanlı devletinden cevap almış idi. Fath ‘ A li Han ile birlikte, safer 1159 (m art 1746) tarihinde İstanbul 'dan hareket eden ve bir çok mektupları { bunların sûretleri için bk. Süleyman İzzî, Tarih, 45» — 50b ) hâmil bu­ lunan türk elçisi Nazif M ustafa Efendi, 6 şa­ ban 1159 (24 ağustos 1 7 4 6 )’da, N â d ir’ e bu­ rada mülâki oldu ve kendisine Osmanlı dev­ letinin mezhep hususundaki düşüncelerine mu­ vafak at ettiğin i, fakat hudut meselesinin Kasr-ı Şirin muahedesi esasları dâhilinde düzen­ lenmesi lâzım geldiğini söyledi. Menfaati icâbı, bu dâvanın bir an önce neticelenmesini isteyen Nâdir, hudut hakkındaki tekliflerinde dahi daha ziyâde İsrar etm eyerek, murahhası Haşan ‘A li Han ’1 türk elçisi Nazif Mustafa Efendi ile müzâkereye me’ mûr etti. 17 şaban 1159 (4 eylül 1746) tarihinde K a z v in ’de iki taraf arasında yapılan anlaşma, 20 ramazan 1159 (6 teşrin I. 1746 ) perşembe günü, B a g d a d ’da vâli A hm ed Paşa ’ nın temessükleri imzalaması ile, k a t’îyet kesbetmiş bulunuyordu. Nâdir muâhede-nâmenin tasdikli metinlerini 10 muhar­ rem 1160 (22 kânûn II. 17 4 7)’ta büyük elçim Mustafa Han ve Mehdî Han ile İstanbul 'a gön­ dermiş, Osmanlı devleti de buna karşılık Kesriyeii Ahm ed Paşa 'yt, m utasarrıf Receb Paşa ve kadı Nûman Efendi ile birlikte. Nâdir 'in y a ­ nına yollamış idi ( Subhî, Tarih, 237«; Süley­ man İzzî, agn. esr., 7 ,— 12b, 17», 18b— 20a, 26» v.d., 29b, 31b, 34a, 404, 41b, 73a v. d .; Divân-t hümâyûn kâtibi Sırrı, M akale-i v&kı'a-i muhâsara-i Kars, 1744 seferi hakkında, Es’ad Efendi kütüp., «-. 2417; N azif M ustafa, Sefûret-nâm e-i Iran, A li Emîri kütüp., tarih kısmı, nr. 824; bk. bir de İzzî, agn. esr., 86a— 107b; K adı Nûman Efendi, TedbirâUı pesendîde, Reşid Efendi kütüp., tarih kısmı, nr. 667 ; Mustafa Rahmî, Sefâret-nâm e-i Iran ( K esriyeli Ahmed Paşa ’mn sefaretine dâir ), Üniv. kütüp., T Y ,, nr. 3782; Mehdî Mehmed Esterâbâdî, Nâdir Şah tarihi tercüm esi, Es’ ad Efendi kütüp., nr. 2179, — 2S1 b ) ]10 muharremde Nâdir Kirman 'a hareket ile gittiği yerlerde âsîleri tenkil etti. Nevrûzdan sonra Meşhed 'e döndü ve orada kendisi­ ni „günahsızların kanını dökmeğe va k fe tti.“ Nâdir 'in bu hareketi açıkça bir cinnet idi. Mahdi Han, onun Ölümünden sonra yazılmış olan eserinin sonunda, ihbarlara, idâm lara ve mâliye me’ mûrlarmın zorla para almalarına ve memleketin Hindistan seferinden daha önce başlamış olan tahribine ço k yer ayırm aktadır ( krş. O ttçr. Résidents rnsşes ; H&nvvay, agn.



MÂDİfL esr., i, 230), Nâdir 'in Horasan siyâsetinde a çıkça görülen sünnî temayülüne karşı şîî muhalefetin kuvvetlenmesini de ta b i’î görmek icâp eder. S i s t â n i s y a n ı . Memleketteki karışıklığı daha da arttıran bu isyân bu eyâletten 300.000 tornan vergi toplam ak isteyen vergi me'mûrlartnm hareketlerinden ileri gelm iştir. Nâdir 'in y eğ en i' A li-K ulı M irza halkın başına geçti. H at­ tâ tahtın en sâdık desteği olan Tahmâsp-Kuh Han C alâyir bile Nâdir 'in oğullarından birini hükümdar ilân etmek istiyordu. Huzûrsuzluk Horasan 'a da sirayet etmiş ve Habüşân kü rtleri şâhın R âdkân 'daki haralarını yağm a­ lanıl şiardı. Nâdir onlara karşı harekete geç­ miş İse de, ı ı cemâziyelâhır 1160 {20 haziran *7 4 7 ) sabahında, Fathâbâd civarındaki ka ra r­ gâhında, muhafız alayı ile anlaşmış olan K açar ve A fşa r reisleri tarafından öldürüldü. Râhip Bazin onun katlinden sonra karargâhında vu­ kua gelen kargaşalığa şâhid olmuştur. 27 cem âziyelâhırda ( s temmûz 1747 ) ‘ A li-Ç uh Mirza H e ra t'ta n gelerek, hükümdar ilân edildi ve ailenin diğer uzuvları kılıçtan geçirildi. Nâdir tarafından toplanan hazîne dağıldı. Ç o k fakir düşen memleket ağır bir buhran içinde bulunuyoirdn. Nâdir ’in dinî hamlesi fecî bir âkıb ete u ğrad ı; fakat İran toprakları ve hudut b oylan düşmanlardan temizlenmiş ve böylece memleketin istikbâli te'm inat altına alınmış oldu. B i b l i y o g r a f y a : Muljammed Muh­ sin (N â d ir'in mus t av f i 'si ), Zubdat al-tavâ rih (B rit. Mus., Or, 3498, 184°; burada N âdir n S ’ ib-i ulka-i A bîvard olarak zikre­ d i li r ), var. 190; M ahdi Han A sta râ b âd i, Târih-i Nâdiri (resm î vak'anüvîsin kıy• metli eseri olup, bir çok yazm a ve tenkıtsiz taş-basm aları m evcuttur; frns. trc. W . Jones, H istoire de Nadir Chah, London, 1770; daha sonraki eserlerin çoğuna kaynak te ş­ kil eden bu eser artık tamâmiyle eskimiş bu­ lunm aktadır ; W . Jones, The historg o f the Nader, London, 1773, aynı kaynağa dayanır); Mahdi Han A sta râ b âd i, Durra-i Nâdir a ( taş-basm,, Bombay, 1280 = 1863 ), Muhammed Kâşim ( Merv v e z îr i), Nâdir-nâma : son - zamanlarda keşfedilen bu eserin ancak 2. ( 327 v a r .: I73— *743 y ılla r ı) ve 3. ( 251 var. : idarenin sonundan iranlıların Türkistan 'dan çekilmelerine kadar ) cildleri muhafaza edil­ miş olup, Petersburg 'd a A sy a müzesi 'nde bulunm aktadır; krş. Barthoîd, îzv . Akad. Nauk, 1919, s. 927 ve Zap., X X V , 85 ( Bar­ thold 'e göre, bu eser, „zengin mâlûmâtı ba­ kımından, bütün diğer kaynaklardan, hattâ M irzâ Mahdi 'den bile mühim olup, bu dev­



rin araştırılm asında, hiç şüphesiz, esas kay­ nağı teşkil edecektir“ ). Şayh 'A l i H azin, Târih-i ahvâl ( nşr. ve trc. B elfour), 18 3 1,1, 162— 288 ( 1154 = 1742 yılına ka d a r; Safevî tarafdarı ); Hvgca 'A b d al-K arim Han K aşm iri, Bagân a l-v âk î (in gl. trc. F. Gladw in, The m em oin o f K h o jeh Abdulkurreem , C alcutta, 1788; 1739 yılından önceki vak’alar tercüm e edilmemiş­ tir ; frns. trc. Langlès, Vogage de Tinde d la M ekke, Paris, 1797, İngilizce tercümenin kısaltılmış şeklidir ) ; A b u 'UHasan b. Mubammed A m in, M ucm il al-târih ba‘d Nâdi­ ri y a (nşr. O . M ann), Leiden, 1891, s. 9— 21 ( Nâdir 'in Ölümü ) ; R âzi ai-D in Tafraşi (1x36— 1x93 yılları arasında İran tarih i; Brit. Mus., A d d . 6787, var. 185— 218; Nâdir hakktnda, bk. 1868— 2 0 4 ); H aşan Fasâ’ i, Fars-nâma-i N aşiri ( N âdir 'in bâzı vesika­ larını ihtiva eder ), H i n d i s t a n k a y n a k l a r ı : E lliot-Dowson, The Historg o f India ( 1877 ), VIII; W. Irwine, Later M ughals (1719— 1739 ), 1922, II ( burada N âdir 'in seferi tasvir edilir ). Hin­ distan zaferi hakkında Nâdir 'in mektubu için krş. bir de Brit. Mus., Egerton, 1004, var. 115— 125; Nişâm al-D in Siyâlk ö ti, Şâh-nâma-i Nâdiri ( Hindistan seferi hakkında 1162 'de yazılmış bir manzume, Brit. Mus., Add. 26285, var. i — 13 0 ); râhip S a ig n e s 'in mek­ tubu (a ş . bk.): Tam buri-Artin (aş. bk.); melik Iraklı (a ş. bk.). T ü r k k a y n a k l a r ı : J. v. Hammer, C O J Î , böl. L X IV — L X V I ve LXVIII — LXIX, J831 tab., C .V I1 ve V III; 2. tab., c. IV ( Subhi, ‘İsa 'nın eserlerine ve b lhassa Mahdi Han ve H anw ay’ e g ö re ). N â d ir'e karşı yapılan seferler hakkında yazılan 6 eser için krş. Babinger, G O W, s. 289 ; ‘A b d alRazzâk Nevres, T ebrîziye-i H ekim -oğlu A li Paşa (1143 = 1730 s e fe ri); Mehmed R âgıb Paşa, Tahkik va ta v fik ( 1x49 = 1736 müzâ­ kereleri ); Sırrî ( 1157 = 1744 seferi hakkın­ d a ) ; Nûman Sâlih-zâde, Tedbirât-ı pesendîde (1160 = 1747'd e K esriyeli Ahm ed P a­ şa ile birlikte Hemedan seyahati ). Ermeni kaynakları: Katholikos Abraham ( G iritli ), Mon histoire et celle de Nadir (trc. Brosset, C ollection d'histo­ riens arméniens, 1876, II, 259 — 338 (m ü­ ellif E ğavard muharebesi ile 1736 'd a Nâdir 'in seçiminde hazır bulunmuş olup, ordunun teşkilâtı hakkında da malûmat verm ektedir ); A kop, Vardapet ( Şemâhî'li ), Şaholakan (16 4 3 'te yazılmış olup, 1722— 1736 yıllarını ihtiva e d er; N â d ir'in E çm iadzin 'i ziyareti, E ğavard muharebesi ), bk. T er - A vetisian,



K À D lft. {Ball, Kavkaz. Istor.-Arheol. Inst it., Lening­ rad, 1929, nr. 5, s. 13 ) ; Tamburi Aruthiun, Tahmasp kulu hanın tevarihi yaztlm tf Istambollu Tamburi Arutinden osmanlı elçisi ile yolculuğunda Aeem istan taraflarına { er­ meni alfabesi ile, Venedik, 1800 ; trc. Yacoub A rtin P aşa, Journal de Tambouri Aroutİne sur la conquête de V inde par Nadir Schah, 1735— 1740, B I E , »914, 1. «5 », s. 168— *3* ). G ü r c ü ve K a f k a s k a y n a k l a r ı : [ Peyssonnel ], Essai sar les troubles actuels de Perse et de Géorgie {17 54 ), s. 88 ve tür. yer. ; Brosset, H istoire de la Géorgie, II/I, 129— 136 (N â d ir'in T iflis ’e g e liş i); II/2, 354— 37° ! Bergé, A ktı sobrannıye Kavkaz, arheogr. komiss, ( Tiflis, 1866 ), I, 73 v. d. ( N adir 'in üç fermanı ) ; Butkov, Materialt dlya novoy istorii Kavkaza ( 1722— 1803 ). Petersburg, 1869, bk. fih rist; Kozubski, Bibliografiya Daghestana { Annuaire du DaShhestân de 1905, ilâve ). R u s k a y n a k l a r ı : V . Bratişçev, Izvestiye o proysşedşih mejdu Şabanı Nadirom i Reza K ufi mirzoyu peçalm h proysşestviyak v Persii 1741— 1742 (P etersburg, I 7^3 )> 84 s- » J‘ J’ Lcrch, N ackricht von der zweiten R eise nach Persien ( Basching’s Magazin, 1776, X, 365— 4 7 6 ); Yuzefoviç, D o g ov o n Rossii s Vastokom ( Petersburg, 1869), s. Xi— XV ve 185— 207; S. M. So lo ­ viev, Istoriya R ossii, XIX— XXII. M u a s ı r a v r u p a l ı l a r f görülem eyen eserler * ile işaret edilmiştir ) : Voyages de B asile Vatace en Europe et en A sie ( yeni yunanca bir manzûme olup, nşr. ve trc. için bk. Legrand, Nouveaux mélanges orientaux, Ecole des Langues Orientales, Paris, 1886, s. 185— 295 ). V a ta ce aynı zamanda T o zo p ia toi) oittx NaôÎQ 'in mSe'lifi olup, bunun kısaltılm ış şekli için bk. [ Ar)pf)tçıoç i Wellhausen, Die religiös-politischen Oppo­ sitionsparteien ( A bk. G W Gott,, N; S., V , 2, 1901, s. 28 v.d., 3 2 ); R. E. Brünnow, D ie Charidsckiten unter den ersten Omai, yaden (L eiden, 1884); C aetani, Chronographia islamica, s. 762 ; G . W eil, Geschickte der C h a lifen , fihrist. ( A , J. WENS1NCK.) N Ä F lL A . [ Bk. NÂFİLE.] N Â F İL E . N Â FİL A ( A .), cem ’ i naväfil, n -f-l kökünün birinci vezninden müennes ism-i fâil, [ lü gat mânâsı mal, ganim et, ihsân, b ağı; v, b . ’d ır ] ; vazife hâricinde yapılan fiil ve amel demektir. 1. Bu kelime Kar’ an ’ da iki yerde görülür: XXI. sûrenin 72. âyetinde şöyle denilir: „Biz ona (yâni İbrahim ’e ) ishâk ’ı ve Ya'küb ’u bir lutuf ve ihsân olarak fazladan ( n â fila tsn ) bağışladık“ . XVII. sûrenin 81, âyetinde gece­



ââ



NÂFÎLÊ.



nin uyanık geçirilmesinden bahsedilirken, şöyle Fıkıhta bu ıstılah, her zaman değil de, sık-sık kullanılmıştır : „V e gecenin bir kısmında, onun kullanılır; nâfile namaz için kullanılan diğer ile ( yâni Kar'an ile, Kurban okuyarak ) ibâdet tâbir Kur ‘ an ’dan gelen (sûre II, 153, 180; e t ; bu senin için nâfila o lacaktır.“ IX, 80 ) ve sahîh hadîslerde de görülen ( Abu H a d is 'te , bu mânada, sık-sık kullanılmıştır : D âvüd ’un Sunan ’inde bir Kitâb al-tatavvu „Onun ( Peygam berin ) geçm iş ve gelecek vardır ) Ş a lâ t al-tafavvu’ ( msl. bk. A bu İshâk günahları bağışlandı ve amelleri onun için al-Şirâzi, Kitâb al-tanbih, nşr, A . W . T. Juyn» nâfila ameller gibi oldu“ ( Aljm ed b. Hanbal, boll, s, 26 ) ’dur. Bütün nâfile namazlara N a­ VI, 250). Bir başka hadîste bu kelime, ram a­ v â fil denildiği gibi, sunan de denilir. NavSzan ayından bahsedilirken, şöyle kullanılmıştır ; fil, nâfile namazları ifâde eden umûmî bir tâ ­ „A llah onun ecirlerini ve navâfil ’ini daha bir olarak kullanılışında, üç tâlî kısmı ihtiva başlamadan önce tâyin etti“ ( Ahmed b, Han­ eder. bal, II, 524 ). Bir başka nokta-i nazardan da A şağıdaki cedvel bu ıstılahlar hakkında top­ olsa, şu kudsî hadîs tamâmiyle husûsî bir lu bir fikir verebilir: ehemmiyet ta ş ır: „Kulum bana navâfil ile N a v â fil sunna yaklaşm ak istediği zaman onu severim. Onu ( Fatâvi ‘ Alam giriga, mandaba sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören tatavvd I, 156, H anafi ) gözü, tutup yakalayan eli, yürümeğe yarayan a y a ğ ı. . . olurum.“ ( al-Buhâri, R ikâk, bâb 38 ). 1 mu’ akkada Sunan V e nihayet şu hadîs kayded ilebilir: „t/uzu J rağiba (F agn an , Additions, [ b . b k .j'u b u şekilde (yâ n i, hadîsin baş tara­ I nâfila s. 23, M âliki) fında anlatılan tarzd a } İfâ eden kimsenin geç­ \ miş günahları bağışlanır, namazı ve câmie Í aunna N a vâfil gitmesi onun için nâfila ’dir“ { Müslim, Taka­ ( H alil, trc. Guidi, 1 mu’akkada ra, hadîs 8; M âlik, Takara, hadîs 30). Buna s. 95, Mâliki ) f mandaba benzer bir hadîste { Müslim, g ost. ger., hadîs 7 ) kullanılan tâbir ise, kaffâra ( „k efa ret“ ) ’dir. N av â fil sunna Bu benzerlik İslâm akaidinde nafile amellere mustahabba ( G azzâli, İhya, atfedilen te ’sire, yâni küçük günahların kefa­ tatavvu * I, 174. Ş âfî'I ) retine bir işarettir ( bk, al-N avavi, M üslim ’in mütâleası hakkında, Kahire, 1283, I, 308 ). Makiüba olan uamazdan önce veya sonra A yrıca işâret edilmelidir ki, akaid ıstılahı gelen nâfile namazlar hakkında hususiyetle olarak nâfila ekseriya, kelimenin tam mânası ravâtib tâbirinin de kullanıldığı ilâve edilebi­ ile, farz ve vâcib olmadıkları hâlde muntazam lir. Bunlar ilk tâ lî taksimin bir faslını teşkil olarak tatb ik edilen ibâdetlere mukabil edâ ederler. edilen ameller için kullanılır. Birincilere sunŞiî fıkhında navâ fil çok şümûllü bir tâbir na m u ’ akkada, İkincilere de sunna z â ’ ida olduğu görülm ektedir ; murağğabât tâbiri ile denilir, (a ş . bk,, 2. kısım). de günlük veya günlük olmayan nâfile ibâ­ A kaidde nâfüe amellerin yeri Vaşigat Abı H a ­ detler kasdedildiği bilinm ektedir. ni fa ’de ( mad. 7 ) k a t *1 olarak tâyin edil­ B i b l i y o g r a f g a : Vaşigat A h i İfa miştir : „Biz ikrâr ederiz ki, am eller ü ç t ü r : n îfa (H aydarâbâd, 1321 ), s. 8-— 10 ; Seli, farz, nâfile ve suç olan ameller. Bunlardan farz The Faith o f İslam ( London, 1880), s. 199; olanlar, A llahın emrine, arzusuna, işleyecek ola­ Wensino'k, The M üslim C reed (C am bridge, na sevap murad etmesine, rızâsına, hazâsına, 1931 ), s. 126, 142 v. dd. ; Th, W . Juynboll, takdirine, hükmüne, yaratm asına, bilmesine, Handleİding tot de kennis v. d. Moh. wei sevk ve idâre etmesine ve lavh m ahfuz ’da ( Leiden, 1925 ), s. 382 v. d .; a l-G azzâli, İh­ yazdıklarına bağlıdır. Nâfile am ellere gelince, ya" 'ulûm al-dîn ( Kahire, 1302}, l, 174 v. dd.; bunlar onun emrine değil, arzusuna ve rızâsı­ at-N avavi, M inhâc al-tâlibin ( B atavia, 1882), na . . . bağlıdır.“ Burada farzdan başka ameller I, 121 v. d d .; H alil b. İshâk, 11 M u h ta sa r .,, için kullanılan tâbir nâfila değil, f a i ı l a ’& r. ( tre. I. Guidi ), Milano, 1919, 1, 20, not 55» 2. Nâfila, h a d is 'te , husûsiyle farz veya vâ­ s. 955 Fagnan, Additions aux dictionnaires cib olmayan namazları ifâde için, kullanılmıştır arabes (P aris, 1923), bk. bu kelim e; A b u ’l( Buhâri, ! dagn, bâb 1 1 ; Tahaccnd, bâb 5, 27 ). Kësim al-Muhakhik, Kitâb şarü’ ı"' al-islâm Bâzan bu tâbir şalât al-nâfila ( İbn Mâca, (K a lk ü te , 1255), I, 25, 5 1 ; trc, Q uerry, İkama, bâb 203) v e şalât al-navâfîl { Bu­ 1, 49 v. d., 52 v. d., 100 v. dd. Bunlardan hâri, Takaccud, bâb 36) gibi terkiplerde başka bk. bir de madd. h à t I’ a ş a l â t . görünür. ( A . J. W e k s in c k . )



to A F İS A — N Â G P U ft.



33



hükümeti, bu mahir hükümdarın idaresi altında a l - s a y y İd a n a f İs a .] yeni Betül ve ÇhindvSra bölgelerinin, Nâgpur, N A F S . [ Bk. n e f Is O Seoni, Bhandâra ve Bâlâghât topraklarını N A F U S A . [ Bk. n e f îse .] ihtiva etm ekte idi. Son mühim G ond hüküm­ N A F U S Î . [Bk. n efû Sİ.] darı 1739 senesinde ölen Ç ân d Sultan olmuş­ N  G P U R . [ Bk. n â g p u r .] N  G P U R . N  G P U R , H i n d i s t a n c ü m- tur, D evlet merkezini Nâgpur ’a nakleden ve h û r i y e t i n e d â h i l M a d h y a P r a d e s h orayı müstahkem bir şehir yapan kendisidir. tç karışıklıklar, M arâthS Peşvâ nâmına d e v l e t i n i n m e r k e z i . D evletin mesahası Bhonsia ’ nin 337-497 km.2, nüfusa 21.327.898 'd ir. [ Nâgpur Berâr ’ 1 idâre eden R aghuci şehrinin nüfusu ise, 1950'd e 449.(00 idi (19 31 müdâhalesini gerektirmiş, neticede M arâtha reisi 1743 senesinde iş başına geçmiştir. 'd e 215,003). ] ’ Hemen-hemen Gondw ana 'ya tekabül edeu bu Bhonslalar Burhan Ş â h 'a , G ond R â c â 'y a ve memleket tarihi üzerinde uzun Sâtpura tepeler onların torunlarına itibarî bir salâhiyet vere­ silsilesinin büyük te'siri olm uştur; Hindistan rek, arzu ettikleri zaman Peşvâ ’ um haklarını 'dan Dakhan ’ a giden başlıca yol bu silsilede inkâr vesilesini elde etmiş oldular. F ak at ve­ Burhânpur — A sirg a rb geçidinden geçm ektedir. raset gibi mühim meseleler bahis mevzuu Müslüman istilâcılar ilk defa olarak G ond­ olunca, onları P ü n a ’ ya dâvet ederlerdi. Bur­ wana 'y a girdikleri zaman, bu mem lekette dört han Şah sülâlesi devletten yardım görmeğe müstakil devlet var idi. Şimalde— G arha-M andlâ devam etti. Ailenin tem silcileri de R âcâ veya kıratlığı, ortada — birinin merkezi D eogarh, Sansthanîk unvanı ile N â gp u r'd a otururlardı. diğeriniuki Kherla olan iki kıratlık ve cenüpta R agh uci 'nin hükümdarlığı zamanında Nâgpur, ise — merkezi Çanda olan bir devlet mevcut Kunbislerin ve diğer M arâthâlann kuvvetli idi. E kber zamanında imparatorluk orduları nufûzu altın a girdi. Onun hâince hareketleri şimaldeki kıratlığı istilâ ettiler ve kraliçe yüzünden, kendisinden sonra iş başına gelen Râni D urgâvati 'nin gayretlerine rağmen, on­ C â n o ci harplere sürüklendi ve Nişâm ile Peş­ ları vergi ödemeğe mecbûr bıraktılar. Bundan vâ ’ nin müşterek kuvvetleri tarafından mağlû­ sonra siyâsî üstünlük D e o g a rh 'a geçm iş, fak at biyete uğratılarak, bu sonuncunun hâkim iye­ bu kırallık da Hind-türk imparatorlarının istilâ tini kabfil etti. Nâgpur kıraliığının en ziyâde genişlediği hareketleri ile karşlrkarşıya kalm ıştır. A vran gzîb 'in hükümdarlığının başlangıcında Dil ir Han devre R aghuci 11. zamanına rastlar. Kıratlık kumandası altında bir ordu Deogarh ’a ve Ç a n ­ bu devrede, Berâr 'i, yeni merkezî eyâletlerin da ’ya girdi. Neticede A vran gzib , kendi kırat­ tamâmını ve O rissa ile Çutiâ-Nâgp.ur devletlığının yeniden kurutacağı vaadi ile, 1670 'te terinin bir kısmını içine alıyordu. F akat Raghuci 11. kıraliığının birliğini te ’min için, ingilızlere islâmiyeti kabût etti ('Âlam gir-nöjita, a. 1022— 1027 ). Bu iki devlet, Nâgpur ’da bulunan bir karşı Sindhİa ile m üşterek hareketlere girişti. müslüman me’mûr tarafından tahsil edilmek A rgâo n ile A ssa y e savaşlarından sonra ve sûretiyle, imparatora ayrıca vergi de ödemiş­ 1803 Deogâon muahedesini imzalamak zorun­ tir. Fakat müslümanlığın hâkim olduğu gün­ da kaldı ve topraklarının üçte birini kaybetti lerde N â gp u r'a dâir elimizde bulunan ilk ( A itchison, 1, 415 v.dd.). 18 16'd a oğlu Parsoci bilgi bu değildir. Lahavri ’ nin Pâdişâh-nama onun yerine geçti. Zayıf bir hükümdar olan 'sinde 1637 senesinde Han D avran tarafından bu zât ertesi sene meşhur  p p â Şâhİb tara­ Nâgpur 'un zaptı anlatılm aktadır { buna ben­ fından katledilm iştir. 1817 'de Peşvâ ite İngil­ zer daha önceki bir iddia için bk. Hira tere arasında savaş açılması üzerine, Appâ Şâhib ingilizierin karargâhına hücum etmiş Lal, s. ( o ). D eogarh 'in en meşhûr hükümdarı A v ra n g zib j| ise de, S itâ b a ld i savaşında ordusu bozguna sarayını ziyârete gelen Gond şefi mühtedî Baht uğradı. Neticede kendisi tahttan indirilerek, Buland olmuştur ( M dâ şir-i ' A la m g ıri, s. 273 ). yerine Raghuci III. geçti. Bu sonuncu da 1833 Serkeşliğinden dolayı bu hükümdarın yerine ]i ’ te ölünce, yerini alacak vârisleri olmadığın­ Dindar denilen başka bir müslüman Gond dan, Dalhousie bu tâb î prensliğin merkezî getirilmiştir { ayn. esr., s. 340). Baht Buland idareye bağlanmasını tavsiye etti. bir kaç sene kadar imparatorun hizmetinde 1861 ’ de merkezî eyâletlerin teşekkül ettiği kaldıktan sonra, bir fırsatını bularak, isyân zamana kadar İngiltere Nâgpur ’u bir komis­ bayrağmı^çekmiştir ( Hafi Han, Muntahab al- yon vâsıtası İle idâre etmiştir. Bugün Nâgpur Ltıbâb, H, 461). Deogarh bir zaman için A v ­ şehri, M ahdibâğ mahallesînda bir müslüman ran gzib 'in ordusu tarafından istilâ edildi ise cemâati barındırmaktadır. Bu cemâatin men­ de, B aht Buland, isyân hâlinde kalarak, hiç supları şiî mezhebinden D â’udi Bohrâlardır [ bk, bir zaman itaat altına alınamadı. Deogarh mad, BOHOR ]. Bunlar teşkilâtın müşterek evN A F Î S A . [ B k.



İllim A s ıik le p ıd lu



u



Na CRUR ~



lerinde yaşam aktadırlar. O rada çocukların tahsil ve terbiyeleri sağlandığı gibi, kadın , lara da gereken bilgiler öğretilm ektedir. B i b i t y o g r a f g a ı Hira Lal, Descrlp/ive L ists o f Inscriptions in the Central Provİnces ( 1 9 1 6 ) ; M uham med K a şım ,M / a rn gîr-nâm a (B ib i. Ind., 1868); M uham m ed Sâlyİ M usta'idd Han, Ma’ âsir-i ’A lam glrİ (B ib i Ind., 1870— 1873 ) ; R. jenkins, Report on the Territtories o f the Rafa o f Nagpur ( 1837 ) ; C . U, Aİtchison, Engagem ents, Treaties and Sanads ( 1909 ), I-; Sitâba/dî, R eprint o f D o c a m e n te ... ( 1 9 1 7 ) ; Nag­ pur D istrict C'azetteer ( 19 0 8 ) ; Central P rovinces and Berar, D eeennial Report ( *9 *3 ) > E* Ch atterton , Story o f Gondwana (19 16 ). ( C . COLLIN D a VIES.) N A H Ç I V A N . N A H Ç U V A N veya N a h i ç e VAN, c e n û b l K a f k a s y a ' da b i r ş e h i r olup, A ras [ b. bk.] nehrinin şimâl ( s o l ) tara­ fında bulunur ve bu nehir vâsıtası ile, İran 'dan ayrılır. Natovdvct şehri Batlamyus ( V , fasıl 12 ) tarafından zikredilmektedir. Ermeniler Nahçavan ( Nahçuan ) adını nah-icevan ( „[ Nuh 'un ] ilk d u r a ğ ı" ) halk iştikakı ile izah ederler [ hâlbuki bu ismin - avan ( „yer, mahal” ) eki ile meydana gelmiş olduğu aşikârdır ] ve şehri Vaspurakan ( krş. Yaküt, l, 123 ) yahut Sîunikh vilâyetinde gösterirler. H o ren ’ii Moses (I, fa­ sıl 3 0 ) 'e göre, Nahçıvan, bu havâlideki k â ri­ lerin cedleri telukkî edilmesi mümkün olan Med ( M a r ) esirlerinin yerleşmiş olduğu böl­ geye dâhil bulunmaktadır ( krş, Balâzuri, s. 200: Nahr al-akr&d). Eski arap kaynakların­ da Naşavâ şekli görülür ( Balâzuri, s. 195, 200; İbn M iskavayh, II, 148; Sam 'âni, s. 360: Naşgvâ ). Selçuklu ve llhaulı devirlerinde ise, Nakcuvân gibi şekiller hâkim bulunuyordu ( tbn Hurdâzbih, s. 12 2 'den beri). Nahçıvan, halîfe ‘Oşmân zamanında H abib b. Mas lama tarafından fethedilerek, Mu'âviya zamanında 'A z iz b. Hatim tarafından yeniden inşâ edildi. Arapların 87 ( 705 ) 'de Nahçıvan 'da bir çok eımeni ileri gelenlerini idânı et­ melerinden sonra, burası bir miislüınan şehri hâlini aldı. K ısa bir müddet içinde (900 ’e doğru ) Bagratuniler Nahçıvan 'ı te'sir saha­ ları içine aldılar ise de, S âciler [ b. bk.J şehri geri aldılar ve burası daha sotıra bunlara tâbi G olthn ( O rdSbâd ) etııîrinin mülkü oldu ; krş. Markwart, Sâdarmenien, Wien, 1930, mukad­ dime, s. 79, 93, 99 v.dd., 115 ve roetin s. 300, 362 ve 567. Nahçıvan Deylemliler devrindeki didişmelerde ( İbn Miskavayh, H, 148) ve Sel­ çuklu devri hâdiselerinde { krş. İbn al-A şir, sene 514 ) de zikredilmektedir.



N a H ç İV a N. Nahçıvan A zerbaycan ’in lldenizli ata-beyler hanedanına (5 3 1— Ğ32 — * *3^— 1225 ) hu­ sûsiyle bağlı görünür { krş. MirhvSnd, Ravzat al-şafa-, Luknov, 1874, s. 875 v.d.) ve şehirde bulunan şu güzel inşaatın da şâhid olduğu gibi, onların başlıca yurtları olmuştur s a, at-ra'ıs al-acall R ııkn al-D in camâl al-islûm mukaddatn al-maşa ih Y â saf b, K aşir JtJi ( ?) 'in 557 (116 2 /116 3 ) tarihli türbesi; b. Şams alD in Nuşrat al-tsiâm İldeniz tarafından M alika calcil al-dunyâ v a ’l-din Mu'mina Hatun ( muhtemel olarak, zevcesi, daha önce Selçuklu Tuğrul II. ile evlenm iş; ölüm tarihi 568; Ta­ rt h-i guzidct, s. 472 ) türbesi ( tideniz 'in Nahçıvan 'da 568 'd e ikameti busûsunda bk. İbn a l. A şır , XI, 290); c. 58* ( 1 1 8 2 ) 'de ata-bey A bü C a'far Muhammed Pahtivân b. tideniz tarafından inşâ ettirilm iş büyük kapı ( şimdi yıkılm ıştır). Kardeşi Kızıl Arştan gürcü prensi Eli kum O rb elia n ’ a Nahçıvan ’tn bâzı mülha­ katını ( Erncak v.b.) iktâ etti. HvârizmşSh C alal a l-D in 'in A zerb aycan 'd aki hâkimiyeti sırasın­ da Nahçıvan Muhammed P eh livan 'in kızı alM alikat at-C alâliya 'y e âit bulunuyordu ( Nasavi, nşr. Houdas, s. 76, 266, 300). Moğul hâkimiyeti sırasında şehir, burayı 1233 ziyâret etmiş olan Rubruck (1839 tab., s. 384, krş. H oworth, H istory o f the M ongols, III, 82 ) 'un da bildirdiği gibi, tahribe uğradı. [ Nahçıvan, 1554 yazında, bizzat Osmanh pâdişâhı Kanunî Sultan Süleyman tarafından idâre edi. len ve Nahçuvan seferi ismi verilen seferde Osmanlı kuvvetleri tarafından tahrip edilmiş ve ancak Murad III. [ b. bk. ] devrinde vukû bütan O sm anh-Safevî barbi sırasında Osman­ lılar eline geçmiş ve 1603 'te Tebriz 'in Safeviter tarafından geri alınması üzerine, Revan vâlisi tarafından tahliye edilm iştir ]. Şehir İran-Osmaniı harpler! ( Murad IV. d evrin de) sırasında da zarar g ö rd ü : Evliya, Ç elebi, II, 240; Tavernier ( 1664; 1713 tab.), I, 53 v .d d :; Chardın ( 1673; 1711 tab., I, 179 ) burayı azçok harap bir hâlde bulmuşlardı. [ Bununla beraber, Evli yâ Ç elebî, XVII. asrın ikinci ya­ rısında, burada toprak örtülü 10.200 ev, 70 râmi, 20 ban, 7 hamam ve 1.000 kadar dükkân bulunduğunu kaydetm ektedir ). Nahçıvan R e­ vân (E rivan ) ve N ahiçevân hanlıklarının 1S2S 'de İran tarafından Rusya 'ya terkinden sonra, yeniden imâı edildi. İranlılar devrinde Nahiçevan ( A zS -C irâ n = OrdübSd nahiyesi ile berâber ) doğrudan-doğruya A zerbaycan ’ a tâbi bu­ lunuyordu ( Revan 'a değil ). Nahçıvan hanı K alb ‘ A li Han 'in gözlerine, K açar hanedanı­ nın kurucusu A k a Muhammed ’in emri ile, mil çe­ kildi. Rus hâkimiyetinden evvelki son Nahçıvan hâkimi Karim Han Kengerii, rusların tâyin et­



NAHÇİVAN tikleri naipler, İhsan Han ile Şayh 'A li Bey idi. Hanlığa dâhil mevkiler ( mahall ) şunlar idi : Nahçıvan, A linca-çay ( ermen. Erncak ), MavSzi-H atun, Hok, D aralag ez; A z â - C ir â n ’a dâhil ıhevkî’er: O rd ü b ld , Akulis, D asta, Bilâv, Ç ınanâb. Nahçıvan 'uı mülhakatı arasında 1828 ’den beri tran-rus hududu üzerinde, bir mevkî olarak çok tanınan C ulfa ( erm. Çula ) vardır ki, burada eski şehrin ve eski bir köprünün ha­ rabeleri ( Zafar-nama, i, 399 : p ul-i ziya’ a l­ m ulk) ve Tebriz-Ç ulfa demİr-yoln köprüsü ( inşâsı 1906 ) bulunur. Rus işgalinden sonra ( Dubois, 1834 }, hanlık (şehir ve 178 köy ) dâhilinde 30.323 nüfus bu­ lunuyordu (bunun 11.3 4 1'i OrdübSd ile 52 köyüne âit ). 1896 'da şehrin BÜfusu 7.433 (4.512 möslüman, 2.376 erm eni); nâhîyeninki ise, 86.878 idi. 19 13 'te İse, şehrin nüfusu 8.945, nâhiyeninlci 121.365 olarak tesbit edilmiş idi. 1917 rus ihtilâlinden sonra Nahçıvan ara­ zisinin büyük kısmı muhtar bir cümhAriyet hâline getirildi ( J926'da şehrin nüfusu 12.611. köy nüfusu 92.345 ). Bu cüm hûriyet nüfusunun ekseriyeti müslüman olan A zerbaycan cumhu­ riyetinin tâbii mâhiyetinde olmakla beraber, ondan Ermenistan cümhüriyetine âit yukarı K a ra-B ağ arazisi ile ayrılm akta idi. ( 1952 ta­ rihli sovyet neşriyatında, A zerbaycan eümhûriyetine tâbî Nahçıvan „S o v y e t sosyalist cümhûriyetinin“ 5.200 km2, arâzi üzerinde nüfusu 160.000 olarak gösterilmiştir.] Don nehri üzerindeki Nahçıvan 1770 'te ermeni muhacirleri tarafından kurulmuş olup, şimdi R ostov şehrinin dış mahallesi durumun­ dadır. ' ■ B i b l i y o g r a f y a : j . Morier, A second journey ( 1818 ), s. 312; Ker Porter, Travels ( 1821) , J, 210 ; O uselcy, Travels ( 1823) , IV, 436 ve levha LXX VI ; Fraehn, Uber zmei İnsckriften von Nackitscheman ( B a il, sci­ entifique publié par l'A cad. Im périale, 1837. Il, i4 v.d d .); Dubois de Montperreux, Voyage au Caucase ( 1840 ), IV , 7— 20 ve atlas, 11!. seri, levha 20 j E. A . Herrmann, D e r ehem als tu Persien gekorende T heil G ross-Arm e­ niens ( sene ? ), s. 24 ; Engelhardt, N a h if euian ( Kavkazskiy kalendar 1882, III. kısım. 347— 353); I- Şopen ( Chopin ), Istoriçeskiy , pamyatnik armayanskoy obi asti (Petersburg, 1852 ), s. 446, 459, 477 ( tafsilâtlı istatistikler ); J, Dieulafoy, La Perse (188 7), s. 2 7; E. Jaeobstahl, M ittelalterlicke Backsieinbauten 2« Nacktschewan ( D eutsche Bauzeitung, 1899, XXXIII. nr. 82 v.d., s. 513— 516, 521 5*5— 5*8. 549 v.dd., 569— 574; Martin H art­ mann tarafından izah edilmiş kitabeler ) ; Sarre, Denkm âler persischer Baukunst



NAHİV. ( 1 910) , s. 8— 15 ve levhalar; rus ansiklo­ pedileri. ( V . MlNORSKY.) N A H C U V Â N . [ Bk. n a h ç iv AN.] N Â H ÎD . N Â H ÎD ( ANÂHÎD ), Zühre y ıld ız ı­



nın farşça adı.



N A H İK Î. ( Bk. NEHİK!.] N A H İ V . N A tfV ( A ), lügat m ânası: yön, yol ve bîr de kasıttır [ masdar o la r a k : yö­ nelmek, kasdetmek, bir yana meyletmek v .b .; zarf o la r a k : doğru, gibi, göre ]. Sonra tedri­ cen g r a m e r ( v e bilhassa gramerin sentaks kısmı ] mânasını aldı, [ Bâzı lügatlerde bu son mânanın „kasdetm ek, yönelmek“ 'ten geldiği kaydedilir. Nitekim nahvin doğuşuna dâir bâzı fıkralara nazaran, kelime „bir yol ve yönde yürümek, devam etm ek“ ile zarf olarak „göre, gib i“ mânalarından gelmiştir. ] A rap dilcileri grameri iki kısma ayırırlar: biri, fiil kök ve tasriflerini, isim ve sıfatların yapılışlarını, bun­ ların müennes ve cemilerinin teşkilini v .b . ihtiva eden ve böylece yalnız, teker-teker k e­ limelerin şekilleri ile meşgûl olan şekil bilgisi, 'Hm a l-şa rf veya ta srif, diğeri de kelimenin dar mânası ile sentaksı, cilm al-nahv. A rap dilcilerinin gramere âit temel mefhûmları, araplara süryâni âlimleri vâsıtası ile intikal eden A risto mantığından alınmıştır ( arap ses bilgi­ si = fonetik sisteminin htnd sistemi ile olan mü­ nâsebetleri için bk. Brockelmann, G A L , I, 97 )• A rap filolojisinin menşe’ i nasıl mecbûl kalmış ise, yukarıda bahsi geçen gramer dalının nafıv diye adlandırılışı da, arap âlimleri için bile, karanlık kalmıştır. R ivâyete göre, halîfe 'A li. nahvin kurucusu olduğu söylenen A bu '1-Asvad a l-D u 'ali'y e gramerde yapılması uygun olacak taksim at hakkında bilgi verir ve ilâve eder; unhu „bu yolda yürü". Yeni ilim nahv adını bu sebepten alır. Başka bir izaha göre, Abn *1A svad, arap dili gramerinin esâslarını bizzat kurar ve başkalarına: nnhühu „buna göre y ü ­ rütünüz“ d e r ; nahvin adı bu dâvet ve teşvik­ ten çıkar. Böylece, arap lisaniyatının doğuşu hakkında elde sâdece hikâye şeklinde riva­ yetler vardır. Dil meselesi ile uğraşmak hu­ susunda ilk teşviki halîfe 'A li yapar. A bu ’!A svad 'e nahvin temel prensiplerini öğretir ve dilin ( kal âm) üç kısma ayrılmasını izah ve telkin eder: ism, f f l ve harf. A rap grameri­ nin esâslarını A bu 'l-A svad 'in kurdıiğuna dâir başka bir rivayet, daha doğruya yakın görü­ nür ; Ziyâd b. A b ih i ( ölm, 53= 672], onu, 'A li ’ nin öğrettiği gramere âit esâsları yazarak tesbİt ile vazifelendirir. Fakat o, nedense bu işi yapmak istemiyecek ve validen bu hus&sta kendisini affetmesini dileyecektir. Bununla be­ raber, o, bir gün birisinin Kur’ an okurken mânayı bozan bîr hatâ yaptığını işitince, ken-



N A H tV . dişine tevdî olunan vazifeyi yerine getirm e­ ğe karar verir. Bir kâtip çağırtarak, ona şöyle der : — „Ben bir harfin telâffuzunda ağzımı İyi­ ce açarsam (fatalıa ), özerine bir nokta ko y; tamamen kapatırsam (¿am m a) o harfin önü­ ne bir nokta koy j yarı kapatırsam ( kasara ), o harfin altına bir nokta k o y ; [ eğer kelimeyi tenvin ile te'k it edersem, bunu iki nokta ile belirt Böylece harekelerin bulunması da, A b u '1-A s v a d 'e atfedilir. Yine aynı meseleye âit başka bir rivayete göre, yeni müslüman olmuş bir mavlâ A b u ’ 1-A s v a d 'in önünde bir dil hatâsı yapar. ‘A l i ’nin yanında bulunan­ lardan biri buna güler ; fakat A bu ’1-A svad, „ — Bu mavlâ 'lar İslâmî arzuladılar ve kabul e ttile r ; böylece bizim kardeşlerimiz oldular. Keşke oıjlara dili öğretseydik“ — der. Bunun üzerine fâ 'il ve m a fü t bâblanısı vücûda getir­ di. Bu iki fıkrada hakikate yaklaşan bir zemin vardır. A rap olmayanların kütle hâlinde İslâm olmaları, arapçayı yabancı unsurlar ile bo­ zulmak tehlikesi ile karşı-karşıya koyuyordu, K ur’ an 'in mukaddes metninin kusursuz bir şekilde kıraat ve mânasın) sarâhatle tefsir ar­ zusu bundan İleri gelir, Böylece K u r’ an dili­ nin esaslı bir tetkiki, arapça bİlmiyenlere yol gösterecek şekilde dil kanûnlartntn tesbiti ih­ tiyâcım doğuruyordu. [ Islâmiyetin sür’ atle ya­ yıldığı bir devirde, yabancı unsurların arapçayı bizzat araplann lisanını da bozacak şekilde hatalı konuşmaları, dil çalışmalarının ilk saikı olmuştur. Fakat arap dilcilerinin tahn adını verdikleri konuşma dilindeki gramer hatâları­ nın. daha Peygam ber zamanında görüldüğüne ve bu dili yeni öğrenenlerin hatâlarından zi­ yâde yeni kurutan büyük şehirlerde klasik ye edebî dilden ayrılan ve yadırganan bir konuşma dilinin doğmasından ileri geldiğine işâret edil­ melidir. Eski dilciler dilin bu tab i’î gelişmesinin neticeleri ile yabancıların hatâlarını biri biri ne karıştırmışlar ve her ikisini de lahn olarak kabûi etmişlerdir. Hâlbuki bu husûsta nakl­ edilen bir çok fıkralardan la fın 'ıa yalnız ya­ bancı unsurlarda değil, bizzat araplarda da gö­ rüldüğü anlaşılır. Bütün bunlara göre, Kur’an ve hadîs dilinin esâslarının tesbiti ve korun­ ması için harekete geçilmesinin sebebi yabancı unsurların yap tıkları konuşma hatâları ile dilin bu tab i’î gelişmesidir. Nahvin kurucusu olarak, A bu ’1-A svad ’den başka ‘A b d al-Rahmân b. Hurmuz ( ötm. 117— 735) 'ün veya Naşr b. ‘A şim a!-Layşi ( ölm. 90 = 708/709 ) ’ nîn adı geçerse de, bunların nahvi A b u ’1-A sva d ’den öğrendikleri rivâyet edilmektedir. ' Nahvin kuruluşunu A bu 'l-A svad 'e bağlayan bu rivâyetlerden şüphe edilmiş ve nahve dâir



eserin ilk defa kimin tarafından yazıldığı me­ selesini aydınlatm ak için tarihî rivâyetlerin dışında deliller de aranmıştır. Mevzûu bu şe­ kilde ele'alanlardan bazıları dikkate değer bâzı fikirler ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre, daha A b u 'I-A svad ’in, hattâ onu tâkip eden neslin zamanında gramere âit bir eserin yazılması mevzua aykırı görülmüştür. İbrahim Mustafa 'nın Sibavayh ’in aUKitâb 'ındaki müşahedelere dayanan kanâtine göre, ilk eser ‘ A bd A llah b. A b ı fşhâk (ölm . 127 = 744 ) ’m, ¡kinci eser ise, ‘İsa b. ‘Omar al-Şakafi ( ölm. 149 = 76Ğ ) 'nîn olmalıdır ( A ctes du congres intern etionat des orientalistes, Paris, 1949, s. 278 v.d.). A bu ’1-A svad ’in yaptığı iş ise, Nalçd al-mdsâA i/’ ten ileri gitmemiştir. A ynı neticeye başka yollardan ulaştıklarını söyleyenler de vardır ( Ch, Pellat, Le M ilieu basrien et la form ation de Gahiz, Paris, 1953, s. 130 ). Bununla beraber, yukarıda zikredilen âmiller arap diline âit esâs­ ların tesbiti ihtiyâcını pek erken , hissettirmiş bulunuyordu. Mushafm harekelenmesi İşindeki hizmeti kabul edilen, buna göre, dil üzerinde hayli düşünmüş olması gereken A bu ’1-Asvad 'in, pek basit ve taslak hâlinde de olsa, bir rehber hazırlamış bulunması mümkündür. Ni­ tekim İbn al-N adim ’ in zamanında onun f S i l ve m af'ül bâblarını ihtivâ eden ve ancak dört varak tutan eserinin bir nüshası görülmüştür ( al-Fihrist, s. 40 v.d., ondan naklen tnbâk alruvât, I, 7 v. d.]. Nahvin menşeini ele alan ve tabi’î olarak, tıpkı yukarıda bahsedilenler gibi, avff il 'den kabul edilmeleri gereken diğer ftkralar A b u ’1-A s v a d ’i nahvin kurucusu gösterirler; öyle ki, haklı olarak, onu arâp dilcilerinin (n a h v i) en eskisi saymak icâp eder. Onun yazdıkların­ dan hiç bir şey bize ulaşmamıştır. [A b u 1 -A svad ’in ve onun talebesi olarak zikredilenlerin yaptıkları böylece mübhem kalm ıştır; fakat bâzı kuranî ilimlere muvâzî olarak Kızla geli­ şen gramer ve lügat çalışmalarının kısa zaman­ da mühim neticeler verdiği muhakkaktır. Bu­ gün Jcat’î olarak adı bize intikal eden iki eser ile, ‘İsa b . ‘ Omar al-Şakafi ’nîn Kitâb al-câmi* ve Kitâb al-mukammal ’i ile, gramer çalışmala­ rı her hâlde emin bir yol bulmuş idi. Bu eser­ ler her ne kadar IV. ( X.) asra kadar bile müs­ takillen intikal etmemiş ise de (al-F ihrist, s. 42 ), bunlardan ilkini Sibavahy 'in kendi eseri­ ne zemin olarak aldığını biliyoruz ( msl. bk. Inbâh al-ruvât, II, 375 ) ]. A bu ’1-A svad Basra dil mektebinin kurucusu sayılır ki, böylece bu mektebin menşei de çok eski bir devreye çıkarılmış olur ( A bu 1-A s ­ vad 'in ölm. I.= V H . asrın sonunda [ muhtemelen 79 = 688 ’ de ). Sâdece bîr kaç mühim âlimi



N A H İV — N Â H ÎY E . saymak gerekirse, yukarıda adı geçenlerden başka, A b u 'A m r b. a 1-'A I â“ [ ölm. 154 •= 7 7 !], onun talebesinden A b u *U b a y d a [ Ölm. 209 = 824 \ câhiliyeye dâir bilgilerimizin çoğunu kendisine borçlu olduğumuz a l - A ş,m a‘ i [olm . 216 = 831], gramere âit büyük eseri sâdece Kitâb, diye adlandırılmış olan S ib a va yh [ Ölm. 180 = 796 'ya doğru ], arûzun prensiplerini tesbit ettiği kabûl olunan a I H a l i l (Ölm. 175 = 791 ] ye daha bir çokları bu mektebe mensûpturlar. Yeni bîr refaha eri­ şen Küfe şehrinde çok geçmeden Basra ilim muhitine karşı bir rekabet doğdu. O rada da âlimler dil ilminin meseleleri ile meşgûl olma­ ğa koyuldular. Başlangıçta Küfe âlimleri tahsil için B a sra 'y a, basram nkiier.ise K ü fe ’ye gide­ rek, iki mektebin âlimleri arasında bir fikir mübadelesi olurken, aralarındaki rekabet git­ gide büyüdü. Basra âlimleri gramer prensiple­ rinde kûfelilerden daha titiz göründüler ve umumiyetle lisaniyat an’anesine daha emin ve sâdık davrandılar. ‘A b d al-Rahnıân b. Muhammcd b. ‘ Ubayd A llah b. A b i Sa’ id b. al-Anbâ rî [ölm . 5 7 7 = W8ı J'nın tur eseri bu iki mektep arasındaki münâkaşalara ve ihtilâflara hasredilmiştir. K ü f e m e k t e b i n e mensûp olanlar arasında [ bu dil mektebinin kurucusu olarak andan al-Ru’âsi ( Ölm. 187=803 ), onun talebelerinden] al-Kisâ’ i [ölm . 189=805 ] ve al-Mufa-Hal al-2 abbi [ölm . 170=786], al-Farrâ’ [ ölm. 208=823 ] gibi âlimler vardır. H icrî 111. asırdan itibâren arap ilim merke­ zi İslâm imparatorluğunun hükümet merkezine, B a g d a d ’ a taşındı. O zaman kurulan Bagdad dil mektebinde, iki mektebin, Basra ve Küfe mekteplerinin, fikir ayrılıkları gittikçe zâil oldu. B i b l i y o g r a f y a : [ A b u ’l-F arac alİşfahani, Kitâb al-ağâni [ Bulak, 1285), XI, .105 v .d .; A bû T ayyib al-Luğavi, MarStib al-nahvîyin (K ah ire, 1955), s. 5 v. dd.; al-S irâfi, Ahbâr al-nahviyin al-basriyin ( nşr. F, K re n k o w ), Beyrut-Paris, 1936, s. 13 — 28; a!-Zubaydi, Tabakât al-nahvıyin vaH-luğaviyin (nşr. M. A bu ’ 1-Fazl İbrahim ), Kahire, 1373, s. 15— 19 ; Şams a!-Din Yusuf b. A hm ed al-Hâfiş, N âr al-kabas ( Nûruosmâniye kütüp-, nr. 3391, 3» v.d d .; A bu ’1-Husayn Ahmed b. Fâris, Makayis al-luğa (nşr. *A. M. H aru n ), Kahire, 1366—- 1371, V , 403 { n \ m ) ; İbn al-A n bâri, Nuzhat al-alibba ( Kabire, 1294 1, s. 3 v. d d .; Y âkü t al-Hamav i, ir şad al-arîb (K a h ire 1355), XII, 34 v .d .; 'A lî b. Yusuf al-K ifti, inbâh al-ruvât (nşr. M. A b u ’I-Fazi İbrahim ), K ahire, 1371, 1 , 4 v .d d .; II, 172; ai-Suyüti, al-M uzhir (K a h ire, t s . ), 11, 397 v. d., 461; TaşköprÜ-



37



zâde, Miftâf} al-sa’ âda ( Haydarâbâd, 1328), 1, 1*4 v .d .; C u rci Zaydân, Târih al-tamaddan al-islâm iya ( Kahire, 1902 — 1904 ), H, 74 v.d.]; A b u ’1-B arakât b. al-A n bâri, Dia gram m atischen Streitfra g en der Başrer und K â fer (n şr. G . W e il), Leiden, 1913; Brockelmann, G A L , I, 96 v.dd., 114 v.dd., 120 v.d d .; Suppl., I, 155 v.d., 177 v.d., 184 v.d.; İbn ai-Nadim , al-Fihrist ( nşr. Flügel ), s. 39 v .d .; Flügel, D ie grammatischen Schulen der Araber, s. 12 v.dd.; Lisân al-arab, XX, 18!, bk. N a h v ; Täc al-arus, X, 360; G . W eil, Zum Verständnis der Methode der muslimischen Grammatiker ( Sachau-Festschrift, Berlin, 1915 ). [ Bu madde NlHAD N. ÇETİN tarafından ge­ nişletilerek, ikmâl edilmiştir. ] _



(İLSE LlCHTENSTADTER.)



N A H İ Y A . [ Bk. NÂHİVE. ] N Â H İ Y E . N A H İY A , Osmanlı İmparatorlu­ ğunda coğrafî veid â rî mânada küçük veya büyük bir çevreyi ve bölgeyi bâzan da, çok geniş bir mmtakayı ifâde eden, XIX, asrın ikinci yarı­ sından itibaren de, idârî teşkilâtta mülkî tak­ simatın en küçük parçasını bildiren b i r ı s t ı ­ l a h ve t â b i r d i r. L ügat mânası itibârı ile, esasen, „yan, kenar, taraf, cânib“ mânalarım ihtiva ettiği için, gerek bu anlamda ve gerek teşrih ilminde vücûdun mahdut ve muayyen bir kısmını ifâde husÛsunda da kullanılırdı. Msl., „nâhiye-İ enfiye“ , „sadrın nâhİye-i ulyâsı“ g ib i. . . Bu kelimenin X V. asırda, bir livânın, muay­ yen bir şehir, kasaba veya büyükçe meskûn bir mahal ile bunlar etrafındaki bölgelerini işaret eden „dîvân “ , „cem âat“ , „vilâyet" tâbir­ lerinin yanı-sıra ve bâzan bunların müteradifi olarak, kullanıldığı görülmektedir. 1455 ’te eyâ­ lette rûm tahririnde Tokat, Sivas. Zile, A rtukâbâd, Turhal birer nahiye olarak gösterildiği hâlde, Kazâbâd Tokat nahiyesine bağlı bir divân, Hafik, Sivas nahiyesine bağlı bir vilâ­ yet ( vilâyet-i H avik ez nâhiye-i Siva s ), Turhal yürükleri ise, bir cem âat ( cemâat-i yurükûn-ı T u rh a l) olarak tahrir edilmişlerdi ( krş. Baş­ vekâlet arşivi, Kâmil Kepeci tasnifi, defter, nr. 2, kezâ, A fşar divânına bağlı bir nahiyeden bahseden 821 tarihli bir vesika için bk. ayn. arşiv, F ekete tasnifi, nr. 6 ). I485’ te aynı mıntakanm tahririnde „v ilâ y e t“ tâbiri yerine de nahiye kullanılmış, diğer yandan, Sivas, T okat, Zile gibi şehir ve kasabalar hem bizzat şehir ve kasaba { Nefs-i T okat, Nefs-ı Z i l e ,.. ) olarak, hem de bu şehre bağlı bölge gibi ( aâhiye-i Zile, nâhiye-i Sivas ) tahrir olun­ muşlardır. Bu kelimenin cem’i olan nevâhî tâbirine XV. asırdan itibâren tarih kaynakla­



N Â H İYE. rımızda ve vesikalarda sık-sık raslanm aktadır ( mal. „nevâhî-İ Sin ob“ veya „Niş şehri nevâhîsinden Yellü-Yurd“ gibi ifâdeler için bk. Dursun Bey, Târih A ba ’l-Fâth, S. 89 v.d.). X VI. asırda bu tâbir, bir sancağın yine muh­ telif kısımlarını bildiriyor, ayrıca, ayıtı livanın bu isimdeki m erkezî bölgesini de ifâde edi­ yordu ki, msl. Çermen livasının Çermen nahi­ yesinden başka, Ergene, HaskÖy, A kçe-K ızan lık v.b. gibi, diğer kısımları birer nahiye idiler. Kezâ, bir eyâletin paşa livası ile bu livanın merkezi ve belfi-başlı şehirlerinin bölgeleri de birer nahiye itibâr olunuyordu. Rumeli eyâleti­ nin paşa livası, birinci planda, Edirne, Selanik ve Üsküp nâhiyelerİni ve bu nâbiyeler de, ken­ dilerine, idâri ve mutlak mânada olmamakla beraber, bağlı, diğer daha küçiik nahiyeleri ihtiva ediyor, msl. Selanik nâhiyesinde A vratHisarı, Timur-Hisar, Serez, Zihne, Nevrekob v.b., Ü skub nâhiyesinde de Kalkandelen, Kıryova, Köprülü gibi yerler hem Paşa livasına bağlı birer nâhiye, hem de bu büyük merkez­ lerin mülhakatı mânasında ve daha küçük mik­ yasta bir bölgeyi ifâde eden nâhiyeler olarak gösteriliyordu ( tafsilât için bk. Başvekâlet ar­ şivi, Kâmil Kepeci tasnifi, 952 tarihli ve 285/6 numaralı defter, tür. ver.; Tayyib G ökbilgin, Edirne ve Paşa livâsı, s. 8, 18 ve tür. yer.). Diğer taraftan, nâhiye tâbirinin, yine XVI. asırda, hem bir livâmn aynı adı taşıyan kaza­ sının bir nahiyesini ( msl. „V ize livasının V ize kazasının Hatun-ili nahiyesi“ veya ,,nâhiye-i Dömeke an kazâ-i Çatalca der tivâ-i înebahtı“ gibi, krş. yukarıda zikredilen defter ve eser­ ler ), hem Irak, Bosna, Dubrovnik gibi çok ge­ niş mintaka ve eyâletleri (m sl. Ebû Rîş oğlu­ nun gezip-dolaştığı yerler olarak „İrak nahi­ yesi“, başka vesileler ile „Bosna nahiyesi“ ve „D ubrovnik nahiyesi“ gibi, 96/ ve 984 ta ­ rihli hükümler için bk. Mükimme defteri, nr. 4, hüküm numaraları zo ve 895 ; Miihimme defteri, nr. 28, hüküm nr. 971 ), hem de İstan­ bul ’da üç dört mahalleden müteşekkil bir sem­ ti ve umumiyetle mârfif bir camiin muhit ve mahallelerini işaret ve ifâde ettiği ( msl. nâhiye-i cârni-i İbrahim Paşa Çandarlı, nâlıiye-i câmi el-merhum Mahmud Paşa gibi ) görül­ mektedir. Bir livânm beldeleri veya kaleleri hâricindeki yerler o livanın nahiyeleri add­ olunduğu gibi, bâzı hâllerde, bir sancağın bir kısım nahiyeleri ayrılarak, yeni zaptedilen ka­ leler ile birlikte, başka bir sancak teşkil edi­ liyordu ( krş. Celâl-zâde Koca Nişaneı Mustafa Çelebi, Tahalçât al-mamSlik f i daracai al-masâlik, Ünîv. kütüphanesi ; Peçevî, I, 193, 250 ). Kanûn-nâm e-i âl-i Osman, bâzı nevî re­ sim ve vergilerin eins ve mıkdarımn A n a ­



dolu eyâletinde muhtelif nahiyelere göre nasıl değiştiğini tesbît ettiği gibi, Bolıi havâlisinde „yedi divân“ nâmı ile anılan idârî ve kazâî bölgeyi de bîr nâhiye telakkî etm ektedir ( krş. Salta n Süleym an kanûn-nömesi, T O E M ilâ­ vesi, s. 28 v.d., 33). K ezâ, bâzân dirlik sahip­ leri ite canbazlar, yürük ve tatarlara âit teş­ kilât ve bunların eşkinci yam akları da Rumeli eyâletinin muhtelif sancaklarında, muhtelif na­ hiyelere göre, tahrir edilmiş ve bir nizâm al­ tında tutulmuşlardı (k rş. Peçevî, I, 126; Tayyib G ökbilgin, R u m e li’de yürük ve tatar­ lar, tür. yer.). Yine X V. ve X VI. asırlarda, her hangi muayyen bir bölgeye alem olmak üzere, bir kadılık mıntakasının, yâni bir kazanın isim­ leri belli nahiyeleri olarak, m sl A dana taraf­ larında A fşar divânına bağlı bir nahiyede bazı arâziden, kezâ Bayramlu kazasının „Yalm an “ ve Demirci kazasının „B orlu“ nâhiyelerindeki halkın şikâyetlerinden, A rnavutluk livasında Tepedelen nahiyesindeki bir kısım köylerden bahsolunduğu veya sancak ismi doğrudan-doğruya zikredilmeksizin, bâzı büyiik merkezlere ( msl. Konya, Kayseri gibî ) tâb i muayyen na­ hiyelerden ve bunların köylerinden şu veya bu türlü bilgiler verildiği de görülm ektedir (k rş. h. 821, 850, 901, 910, 936, 953 tarihli ve­ sikalar için bk. Başvekâlet arşivi, F eketc tas­ nifi. nr. 6 ve 9, 34, 48, ıt2 , 235, 299 ). Bir ka­ dının idârî ve kazâî bölgesi olan kazalara tâbi köyler, bâzan nâhiyeler hâlinde guruplanılırılarak, kuralara, adlî ve idârî işlerini mahal­ linde yürütmek üzere, bu kazanın kadısı tara­ fından kendi adına naipler tâyin olunduğu da vâkîdir. Bu nahiyelere naipleri re'sen b kaza­ nın kadısı yollam akta idi. Kezâ bu gibi hâl­ lerin sık-sık vukû bulduğu XVI. asır sonların­ dan itibaren, serbest yerlerde baş-kariyelerinin etrafında, kitle hâlinde, serbest olmayan yerlerde de, guruplar hâlinde toplanan köyle­ rin teşkil ettikleri bu gibî nahiyelere, âsâyişîerini te ’min için, serbest ise dirliğin sahibi, değil ise, sancak beyi tarafından su-başılar gönderilirdi ve bunlar kadının yolladığı naip­ lerin emrinde bulunurlardı ( tafsilât için . bk. Mustafa A k d a ğ, Osmanlt müesseseler! hak­ kında notlar. D il ve tcrih-cofcrafya fa kü ltesi dergisi, 1955, XIII, sayı 1— 2, s. 27— 5 1 ). Tanzimattan sonraki devirde, Fuad Paşa ’nın sadâretinde ( 1280/1281 ) vilâyet usûlünün dev­ letin mülkî ve mâlî idaresini zapt ve' rapt al­ tına alacağı düşünüldüğü sırada ve yen! mül­ kî taksim atın esâsları konulurken, üç eyâletin birleştirilmesi ile teşkil edilen Tuna vilâyetinin idaresi, Midhat Paşa ’nın sancak, kazâ ve na­ hiyelerin yeniden tanzim ve tensik! husûsunda yaptığı nizam-nâme ile, bu sahadaki İslâhat



N A H İY E — N A H Ş E B . esâs oldu. Bu cümleden olarak, 7 cemaziyül­ âhır 1281 tarihinde tanzim olunan V ilâyât nizam-nâmesinin 4, maddesi, bâzı köy top­ luluklarından hâsıl olan küçük dâirelerin mev­ kileri dolâyısı ile, müstakil kazâ olam adığı­ nı, diğer bir kazâya ilhâk ile idâre edildi­ ğini ve bunların birer nâhiye itibâr kılındığını tesbit etmektedir. Daha sonra 29 şevval 1287 ve kânûn 11, 1286 tarihli İdâre-i umûmiye-i vilâyât nizam-nâmesi ile daha sonra 11 rebiülevvel 1293 ve 25 mart 1292 tarihli ldâre-i nevâlıî nizâmnâmesi mülkî taksim atta açıkça dört derece kabûl ederek, nâhiye dâirelerinin teşkil ve taksim sürelini bütün teferruâtı ile bir nizam altına aldı. Bunlara göre, her kaza­ nın mülhakatından olan kariye ve çiftlikler v.b. müteferrikhâneler kurb ve civar ve mü­ nâsebetlerine göre, nâhiye dâiresi nâmı ile müteaddit dâirelere taksim olunacak, nâhiye dâireleri ya tek-tek veya toplu olarak teşkil edilip, birinci hâlde bu dâire 200 veya daha fazla hânelik köylerden mürekkep olacak, ikin­ ci nevî nâhiye dâiresinin ise, 200 haneyi bula­ cak derecede bir kaç köy ve mahalden mürek­ kep olması lâzım gelecek idi. 1287 tarihli nizâm­ nâme, bir nâhiye dâiresine dâhil olacak kariye v e çiftliklerde en az $00 erkek nüfus bulun­ masını şart kıldığı ve aksi takdirde böyle yer­ lerin nâhiye itibâr olunamıyacağını tesbit etti­ ği hâlde, 11 rebiülevvel 1293 tarihli İdâre-i nevâhî nizam-nâmesi bu kaydı kaldırmış, ancak, nâhiye dâiresini teşkil edecek köylerin nâhiye merkezine nihayet üç saat mesâfeden (1 $ km. k a d a r ) uzak olmamasının karar altına alındı­ ğını bildirmiştir. Bu nizam-nâme aynı zamanda, nâhiye dâirelerinin idaresini bir müdür ile se­ çilmiş dört âzadan mürekkep bir meclise bı­ rakmış, bu âzadan birinin müdür muavini, bi­ rinin de kâtip olacağını, müdür ve meclisin seçim şekli ile bunların vazifelerini tesbit et­ miş idi (ta fsilâ t ve 28 maddelik bu nizam-nâme için bk. D üstûr, I, 637 v. d d .; III, 33— 4 7). Bu karar ve nizamların tatbikatı olarak, Anadolu ve Rumeli vilâyetlerinin kazaları na­ hiyelere ayrılmış ve nâhiye merkezlerinde hü­ kümet konaktan ite karakolhâneler te’sis edil­ miş ( misâl için bk. Manasttr vilâyeti sal­ nâmesi, birine! defa, 1305, tür. yer.) ve her nâhiye müdür ve muâvinleri ile meclis azalan tesbit olunmuş id i‘ ki, gerek müdür ve mua­ vinleri, gerek âzaları, bâzan kısmen, bâzan da tamamen müstüman unsurlardan meydana ge­ lebilmekte idi ( misâl için bk. Edirne vilâyeti sâl-nâmesi, yirminci defa, 1310, tür. y e r .; vilâ­ yet sâl-nâmeleri, bu devirde, her vilâyet ve ka­ zaya bağlı nahiyelerin mevkiini, köylerini, nü­ fusunu ve merkez nahiyelerini birer-birer gös­



39



terdiği gibi, nâhiyelerdeki naip vekillerini, ver­ gi kâtiplerini ve zâbıta me’ mûrlarını da kaydet­ mektedir. Misâl için bk. 1308 hicri senesi A y ­ dın vilâyeti salnâm esi, tür, y e r .; 1325 senesi Hüdâvendigâr vilâyeti salnâmesi, tür. yer.). M eşrûtiyet devrinde, 1329 tarihli İdâre-i umûmiye-i vilâyât kanûnu, 1281, 1285 ve 1293 tarihli nizam-nâmelerin nahiyeler ile ilgili hü­ kümlerini değiştirmiş idi ki, bu durum, eümhûriyet devrinde de devam etti ve 1340 tarih­ li Teşkilât-ı esâsiye kanununun 89. maddesi mülkî teşkilâtta nâhiyeleri kasaba ve köyler­ den terekküp eden idâri bir birlik olarak tes­ bit ve kabûl eyledi (192611927 Türkiye cum­ huriyeti devlet salnâmesi, tür. yer.). Bugün, nâhiye müdürü vâli tarafından tâyin edilm ekte olup, kazâ kaym akam larına tâb i bulunmaktadır. İdarî hususlardan başka, ver­ gilerin tahsili ile mahkeme ilâm ları ve hüküm­ lerinin tatbik ve icrâstnda da vazifeleri var dır. { M. TAYYtB G ö KBİLÜİN.) N A H L . (Bk NAHL.] N A H L . a l-N A H L , b a l a r ı s ı , Kur'an ’da X VI. sûrenin adı olup, ismi 70. âyetten alın­ mıştır : „Rabbin bunu bal arısına da şöyle vahye tti“. Hâzin ( III, 105 ) 'e göre, buna „Sürü sûresi“ ismi de verilm iştir; çünkü muhtelif yerlerinde hayvanlardan bahsedilmektedir. Za­ man bakımından bu sûre Mekke 'de nâzil olan sûrelerin pek eski olmayanlarından biridir ve Medine devrine â it bâzı âyetleri bâvî bulun­ m aktadır; fakat tefsireiler arasında bu husus­ ta ihtilâf vardır. „Bal arısı“ faslında neshedümiş 4 âyet vardır : 69. âyet, V, 92. âyetle neshedilm iştir; 84, âyet, IX, 5. ve I0 8 ,1 âyetin ilk kısmı aynı âyetin so­ nu veya IX, 5. ile neshedilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Nöldeke-Schwally, G eschichte de s Qorâns ( Leipzig, 1909 ), I, 145 v. d d .; Seli, The historical Developm ent o f tke Quran ( London, 1923 ); M ontet, Le Coran ( Paris, 1929 ); al-N isâbüri, risöSö al-nuzül { Kahire, 1315) ; tbn Salam a, al-Nösih va ’l-mansâh ( bundan önceki eserin ke­ narında); S u y ü ji, İtkân (K ah ire, 1343); Kur'an tefsirleri. { MaüRİCE ChEMOUL.) N A H R . [ Bk. NEHİR.) N A H R a l- M A L Î K . [ Bk. DİCLE.) N A H R A V A L Î . ( Bk. n e h r e v â l !.) N A H R A V Â N . [ Bk. n e h r e v â N.]. N A H Ş A B . [ Bk. n a h ş e b .) N A H ŞE B . N AH ŞAB, B u h â r â ' d a b i r ş e h i r olup, arap coğrafyacıları tarafından N asaf adı ile de zikredilm ektedir ( benzer bir değişme için krş. Nahçavan ). Şehir Kaşka-Deryâ vâdisinde bulunuyordu ( krş, tbn Havkal, s, 376; K aşk-rüz, cenupta Semerkand suyu



4



N A H Ş E B .— N A H ŞI'.B I.



olan Z arefşan 'a muvazi akar ve A m u-D erya’ya döner; fakat ona kavuşmadan, kumlar arasın» da kaybolur ). Nahşab Buhârâ 'yi Belh 'e bağ­ layan yol üzerinde Buhârâ 'dan 4 ve Belh 'ten S günlük mesafede bulunmakta idi ( bk. Mukaddasi, s. 344). İştahri (s . 325) zamanında şehrin ancak bir dış mahallesi ( r u b a i) ile harâp olmuş bir kalesi ( ku h a n d iz) mevcut idi. Nehir şehrin içinden akıyordu (İbn Havİcal, s. 378). C engiz Han ’ dan beri ( 1220 ) moğullar Nah­ şab civarını yazlık karargâhları olarak seçmiş­ lerdi. Ç a ğ a ta y hanlarından K ebek ( 1318 — 1326 ) ve Çazan (ölm . 1347) burada saraylar yaptırm ışlardır ve bundan dolayı bu mahal Karşı ( yâni „saray“ ) adını almıştır. K arşı Timur zamanında sık-sık zikredilir ( £afar-nâma, I, i t i , 244, 459 v. b.}, fakat T im u r’un doğduğu mahal olup. Karşı 'dan 3 günlük me­ safede bulunan K iş { Şahr-i sabz ) onu gölgede bırakm ıştır. Karşı 'nın kalesi çok kuvvetli tahkim edilmiş idi ve Şıbanı Han { krş. Şıbanı-nüme, nşr. M elioranskiy, s. 29) ile Buhârâ hâkimi 'A b d A lla h Han 'a şiddetle mukavemet etm iştir (9 6 5= 155 8 ). XVIII. asırdan itibaren Karşı şehri K iş 'i geçmiştir. 1920 'de Karşı. Bu­ hârâ hanlığının ikinci büyük şehri olup, 60 — 70.000 nüfusu var idi. K arşı sahasındaki harabelerin tesbiti mese­ lesi ile uğraşan L. A . Zimin yerinde yapmış olduğu araştırmaların neticelerini şöyle hulâsa etm ektedir: t. eski N ahşab'in harabeleri Şutluk-Tepe cİvârındadır ( krş. Mahdi-Han, Târth-i N adiri, 1149 yılı vekayii ); X. asırda tah ­ rip edilmiş olan eski kale bu tepede bulu­ nuyordu; 2. moğul saraylarının nehrin cenûbunda yapılm ası ile, şehir de yavaş-yavaş ce­ nuba kaymış ve XIV, asrın sonlarında, Timur burada bir kale yaptırdığı vakit, kısmen bu­ günkü K a r ş ı’ nın işgâl ettiği yeri alm ıştır; 3. bu kalenin bakiyeleri ( vaktiyle kalenin Şıbanı Han ve 'A b d A llah Han tarafından muhasarası neticesiz kalmış idi } Kal’ a-i Zahâk-i Mârân harâbeleri ( Karşı ’nın merkezin­ den aş.-yk. 3 km. cenûb-i garbîde ) yakınında aranmalıdır. Bibliyografya'. Barthold, Tur­ kestan ( ingl. trc. GMS, V , 134 — 142 ; bu­ rada Nahşab ’ e tâb! aş.-yk. 60 köy sayıl­ m a k tad ır); ayn. mil., K istorii oroşeniya Turkestana ( Petersburg, 1912), s. 126 (K a şka v a d isi); L. Zimin, Nahşab, N asaf, K a rşî ( ‘ tlfd al-cumân, V. Barthold a rm a ğ a n ı), T aş­ kent, 1927, s. 197 — 214. ( V . MlNORSKY.) N A H Ş E B Î . N A H ŞA B İ. Ş a y h Zİyâ’ a l-D In ( ölm. 751 = 1350 ), t a n ı n m ı ş İ r a n m u ­ h a r r i r i (meşhur sûfî A bu Turâb Nalışabi,



ölm. 243 = 860, ile karıştırılm am alıdır). H a­ yatı hakkında pek az şey biliyoruz. . Nisbesine bakılacak olursa, aslen N ahşab [ b. b k .]’ den i d i ; fak at Hindistan ‘da yerleşm iş ve burada meşhûr şeyh Ham id al-D in N âgürl 'nın ahfadından şeyh F a r id ’in müridi olmuş­ tur. A b d al-K akk D ihlavi 'nin Ahbiir al-akySr (D ehli. 1309, »■104— ı o 7 ) ’ına go,-a, muraka­ be içinde geçen uzun bir ömürden sonra, Badâ’ün 'd a ötmüş ve orada gömülmüştür. Nalışabi çok verimli bir müellif i d i ; Hind eser­ lerini farsçaya tercüm e etmek için, Hindistan dillerine olan vukufundan faydalanm ıştır. En çok tanınmış olan Tati-nâm a („p a p a ğ a n ki­ ta b ı“ ) Hindistan ve orta A sy a ’da çok y a ­ yılmış olup, san skritçe Çukasapiaiı ’ye dayan­ m aktadır ( D. G alanos tarafından kısmen rûmcaya çevrilm iş idi, A tina, 1851). Mukaddime­ sinde, N ahşabi, hamilerinden birinin bu ese­ rin eski bir farsça tercümesini kendisine gösderdiğini, bu İlk tercüme çok kaba ve san’atsız olduğu için, kendisini bunu yeniden te r­ cümeye dâvet ettiğini anlatır. N ahşabi bunun üzerine tercüm eye başlam ış ve kitabı „ G e c e “ adını verdiği 52 bölüm e ayırm ıştır; ayrıca kendisine pek alâka verici görünmemiş olan bâzı hikâyelerin yerine daha güzellerini koy­ muştur. 730 ( 13 3 0 )’da sona eren eser, bir çerçeyehikâye ile bunun içine yerleştirilm iş küçük hikâyeler şeklinde yazılmıştır. Dili son derece güzel olup, mecâz ve teşbihleri cür’etlidir. F ak at N a h ş a b i’ nin dili sonraki nesitler için çok güç ve çok özentili id i; bundan dolayı A bu ’İ-Fazl b. Mubârak adlı bir müellif, büyük Hind-türk hükümdarı A k b a r *in emri ile. bu eseri daha sâde bir şekilde yeniden kaleme aldı (R ieu, s. 753b )* Bu yeni şekil, eseri yaln ız 35 bölüme indiren Muhammed Ç â d iri ( XVII. asır ) tarafından yeni bîr. sadeleştirm e Ele, bertaraf_ edildi. I^âdiri ’ nin yazdığı şekil hindceye ( A v â ri, G a v v â ş i), Bengâle diline ( Candicarana M ünşi) türkçeye ( Sarı A bdullah Efendi, Bulak, 1254 ve İstanbul, 12.56 basma­ ları ) ve K azan türkçesine yapılan bir çok tercümelerin esâsı oldu. Bir de Ham id Lâhüri; tarafından nazma sokulmuş bir şekli vardır. ( Biand, J R A S , IX, 163). A yn ı mevzu İran 'da Ç il( ç i h i l) . t a fi ( „ K ırk papağan“ ) adlı ucuz taş-basm aları hâlinde bâzı halk kitapların­ da da işlenmiştir. Bu kitaplardan birinin metni. V . Zhukovski tarafından basılm ıştır (P eterflburg, 1901). A vrup a d a h a 1792 'den itibaren Nahşabi ’nin eserini tanıdı. Bu ta rih te MGerrans 12 gecenin. İngilizceye serbest bir tercümesini neşretti. K ad iri ’nin kalem e aldığı şekil C . 1. L. İken tarafın dan alm ancaya çev­



N A H ŞE B Î — N Â ÎL I. rildi ( S tuttgart, 1822 ); bu basm ada K o seg ar­ ten ’in N abşabi hakkında bir araştırm ası ile Tufî-nâma ’sinden örnekler bulunmaktadır. Bu eserin türkçesi' L. Rosen tarafından aimancaya çevrildi (L eip zig , 1858). Nahşabi ’ nin asıl eserinin Munich ’te el-yazması hâlinde fransızca bir tercümesi var ise de, tam tercümeleri şimdiye kadar neşredilmiş değildir. Eser E. Berthels tarafından rusçaya tercüme edilmiştir. Sekizinci gecenin metni ve aim ancaya tercü ­ mesi - H. Brockhaus tarafından neşredilmiştir { Leipzig 1843 ve Blätter fü r literarische Un­ terhaltung, 1843, or* 24* ve 243, s. 969 V. dd.). Nahşabi 'nin diğer eserleri fü fî-n â m a ile kıyaslanabilecek bir yayılm a kazan am adı; bununla beraber, hemen hepsi bugüne kadar gelmiştir. Şu eserleri bilinm ektedir: C u lrîz ( „g ü llü ” ), Ma'şüm Şâh ile N ü şab a’ nin aşkından bahseden bir roman ( A ğ a Muhammed Kaçim Ş irâzi ve K . F. A zo e tarafından bastırılm ıştır. K a lk ü te , 1912, Bibi. Ind. serisin d e ); Cuz'iyat va külliyât ( „parçalar v e bütünler“ ), Ç il na­ mus da denilir ( Rieu, s. 740* ), Tanrının en asîl mahlûku ve, büyüklüğünün bir delîü telakki edilen insan vücûdunun muhtelif kısımlarının tasvirini veren rem zi bir e se r; Lazzat al-nisa', türlü mizaçlar ye cinsi münâsebetler hakkında hindce bir eser olan Koka-Sâstra 'tun farsçaya n akli; S ilk al-sulûk, tanınmış süitlere âit hik­ metli sözler mecmuası ( Dehlİ, 1895, taş-basm a s ı) ve Naşayih u-mava iz, tasavvufa dâir, oldukça kısa bir risale (R ieu, s. 738 ,). 'A şara mubaşşara { Ahbär al-ahyâr 'da mezkûr, yk. bk.) adli risalesinin yalnız adı bilinmektedir. Nahşabi 'nin bütün mensur eserlerinde ki f a ’ lar bulunmaktadır kİ, bunlar kendisinin şairlik kabiliyetine sahip olduğunu gösterir. B i b l i y o g r a f y a : Najışabi hakkında : J, Pertsch, Uber N ackschabi's Papageienbuch İ Z D M G , XXI; 505 v .d d .); Benfey ( G G A , 1858, s. 529)5 H. Ethe ( Gr. I. P h ., II, 258, 261, 324 v.dd., 335)5 E lliott, History o f India, VI, 48$. Yukarıda bahsedilen basma ve y az­ malara G ladw in ’in metili ve İngilizce ter­ cümesi içinde bulunan IÇâdiri ’ nin eserini ilâve etm elidir: K alküte, 1800 ve London, 18 0 I; fo tü -K a k ân i, Kindustânîye tercümesi (nşr. D. Forbes), London. 1852. G ulriz için • bk. bir de Ch. Stew art, A descriptive Cata­ logue o f the O rient. Library o f the late Tippao Sultân o f M ysore ( Cam bridge, 1819 )■s. 8$a; Lagzat al-nisâ' için bk. Mehren, Codices P ersici v.b. Bibliothecae regiae H afnierisis (K o p en h ag, 18 57), s. 15, nr. X XX VI. ( E. B e r t h e l s .) N A H V . (Bk. NAHİV.] ‘ N A ’lB . [Bk. NÂİP.]



4L



N A İ L A . ( Bk. İs â f .] . N A İ L Î . [B k . NÂİLÎ.] .. .. . N Â İL Î. N Â ’İLÎ Mu s t a f â ( ? - * - i 666 ). XVII. asırda, Murad IV., İbrahim ve Mehnied IV . devirlerinde yaşamış b ü y ü k t ü r k ş â i ­ r i. XIX. asır şâirlerinden M anastır'lı Salih Nâilî ( ölm. 1293— 1876 ) ’ den ayırmak için, son devirde Nâilî-İ Kadîm diye anılmıştır. İstanbul 'da doğan Jüâiiî ’nin babası mâden kalemi kâtiplerinden P îrî H a lîfe 'd ir. Bu sebepten kaynaklarda P îıî-zâd e diye anılır ( Belîg, Nuhbat al-âşâr, Üniv. kütüp., T Y . , nr. 1182, 88“ ; Şeyhî, Vakayı a l-fu ia lâ ', Bayezid Umûmî kütüp., nr. 2361, 3506; Safâî, Tazkirat at-şu'ar 3', Süleymâniye kütüp., H âlet Efendi kitap­ ları, nr. 112, 112“ ; Hüseyin A yvansarâyî, Vefeyât, Üniv. kütüp., T Y ,, nr. 2464, s. 146), Bu isim j . v. Hammer, G eschichte der Osmanicskeh Û ichtkunst, III, 467 ; G ibb, A H istory o f Ottoman Poetry, IH, 304; Menzel, E l, mad. NÂ’İLÎ ’ de Yeni-zâde olarak geçer. Doğdu­ ğu tarih belli olmamakla berâber, 1042=1632 'd e ölen H alveti şeyhi Saçlı İbrahim Efendi İçin düşürdüğü tarihten ve Bagdad fethi münâ­ sebeti ile (1 0 4 8 = 1 6 3 8 ) Murad I V .’ a takdim e ttiği kasideden XVII. asrın başlarında doğ­ muş olduğu düşünülebilir. Me’haziardan ve eserinden anlaşıldığına gö­ re, Nâilî iyi bir tahsil görmüş, bilhassa farsçayı mükemmel öğrenmiştir. Tahsilini tamam­ ladıktan sonra, Divân-ı hümâyûnda ve „aklâm-ı m ukâtaattan “ Mâden kaleminde kâtiplik et­ miş, nihayet bu kalemde baş-halıfe olmuştur (S a fâ î, Tezkire, 112“ ; Şeyhî, Vakayı a h fu ia l a , 350b; G üftî, T ezkire, Üniv. kütüp., T Y ., nr. 1533, 43b). F akat bütün hayatı müddetince, kalem baş-halîfeliğinden ileri gidemediği ve m ütevâzî, h attâ zarûret içinde bir ömür geçirdiği anlaşılıyor. Zarûretten kurtulmak, refâha kavuşm ak için, Murad IV. ve MehmedIV .'e , sadâret, meşihat ve defterdarlık makam­ larını ihrâz edenlere ve hemen bütün devlet ricaline kasideler sunmuş, onlardan İhsan ve Iutuf beklemiştir. Bir aralık Yusuf P a ş a ’ ve defterdar Ahm ed Paşa ’nin hîmâyesine gire­ bilmiş ise de, hayatının sonuna doğru, dâima şikâyet e ttiği düşmanlarının te ’siri ile Köprülü zâde Fâzıl Ahm ed P a ş a ’nm gazabına uğraya­ rak, İstanbul ’dan uzaklaştırılm ıştır. Mehmed IV . 'e, Edirne seyahati vesilesi ile, sunduğu bir şikâriye kasidesinden şâirin bu şehre nefyedildiği hatıra gelebilir. Ömrünün son seneleri, ni gurbette geçiren Nâilî, sadrâzam Fâzıl A h ­ med P a ş a 'y a gerek doğrudan-doğruya, gerek kethüdâsı İbrahim Efendi vâsıtası ile sunduğu kasideler sayesinde hulûl etm eğe ve gurbet ha­ yatından, zarûretinden şikâyetle, sadâkatbr



42



N A İL İ.



belirtm eğe çalışmıştır. Buna rağmen, menkûbiyetten kurtulam ayan Nâilî 1077 ( 1 6 6 6 ) 'de gurbette ölmüştür ( S afâî, * la “ s Şeyh î, 350*»; Belîg, 88«; değişik tarihler için krş. Mehmed Âsim , Zayi Zabdat al-aş'Sr, Üniv. kutup., T Y., nr. 2401, 328‘de 1078 = »667} Hüseyin A yvansarâyî, VefeyÛt,s. 14 6 ’da 1 0 7 5 = 1664). N âilî'nin F ın d ık lı'd a Sünbülî dergâhı hazîresİnde medfûn olduğu ve sonradan Beyoğlu kabristanına nakledildiği rivâyeti için bk. Bursalı Tâhir, Osm anh m ü ellifleri ( İstanbul,



ve asrın edebî havasını da göz önünde tutmak gerekir. Bu arada, bilhassa Şeyhülislâm Bahâ! (ölm . 1064= 1653), İsmeti (ölm. 1076=1665} ve Neşâtî (ölm . 1085 = 16 7 4 )^ 1 sayabiliriz. Bahâî 'nin „neylersün" redifli gazelini tahmis, eden ve ayrıca buna nazireler söyleyen Nâ­ ilî, N eşâtî ve Ismetî ile de yakından münâse­ bettedir, Kaynaklara göre, bir çok şiire hoca? İlk ettiği söylenen ve asrın büyük şâirlerin­ den olan Neşâtî, Nâilî üzerinde derin t e ’sirler yapmıştır. Nâüî Neşatî ’ nin bir çok gazelini tanzîr ettiği gibi, gerek tasvirleri ve gerek edâsı bakımından, şiirleri arasında mühim ben­ zerlikler görülür. Nâilî ’nîn Ismetî ‘ye ayrıca takdir ve muhabbeti olduğu da seziliyor. Na­ zireleri ve divânının bir kaç yerinde Ismetî 'den hayranlıkla balıseden mısraları vardır. Nâilî 'nin tek eseri sağlığında tertip ettiği divânıdır ( Safâî, 11 2«; A li Kem âl, bflsûsî kü­ tüphanesindeki „en ufak sehivden beri" 1070 tarihli bir yazma nüshadan bahsediyor. Peyam-Sabah, edebî nüsha, sayı 31, 1336). Muh­ telif kütüphanelerde 30 kadar nüshası bulunan divânda a münâeât, 6 na't, A li, H aşan ve Hüseyin ’ e â it 3 mersiye, Murad IV . ’a a. Meh­ med IV .’ e 1 kaside ile, başta Merzifohlu K a ­ ra Mustafa Paşa olmak üzere, bir çok sad râ­ zamlara ve ricâle takdim edilmiş kasideler, 388; gazel, müseddes, terkib ve terci-i bendler, 6 tarih, muhtelif k ı t ’a ve rubâîler, genç yaşta ölen birâderl için çok duygulu ve samimî bir mersiye, 12 şarkı vardır. Nâilî divânının, te k baskısı mevcuttur ( Bulak, 1253, 125 s . ; divâ­ nın iki defa basıldığı hakkında bk. Bianchi, Catalogue, Paris. (843. s. 3 1 ; matbû olma­ dığı hakkında bk. İbrahim Necmi, Tarih-i edebiyat dersleri, İstanbul, 1338, I, 15 7). Yazm alarının ancak üçte biri kadar olan matbû divânda ua’tler kasideler, mersiye Ve şarkılar yoktur. Sonuna, N â ilî’ n in san ıiarak, T arzî (ö lm . 1072 = 1662 ) 'ye âit bir kaç şiir eklenmiştir ( T a r z î’nin Nâilî*ye âit İlk mahlas olduğu hakkında bk. Müstecâbî-zSde İsmet. N âİli-i kadim, Mektep mecm., 1310, II, sayı 22 ve H axîne-i Fânân, 1312, II, 326, aynı ma­ kale F âik Reşad taralından E s lâ f a da alın­ m ıştır; bk. Fâik Reşad. Eslâf. İstanbul. 13(2,



*333 ). 443Divânından elde edilebilen bilgiye göre. Nailî içli, duygulu bir şâir olup, zayıf ve hastalıklı bir bünyeye sâhip idi ( ayrıca bk. Şeyhî, 350b). 1054 ( 1644 ) 'te Sultan-zâde Mehmed Paşa 'ya sun­ duğu kasideden küçük yaşta anne ve babasını kaybettiğini öğreniyoruz. H ayatında dâimâ zarûret içinde kalmış, maddî ve manevî acılar çekmiştir. Kötüm serliğini, hayatın acılarını, bâzan tasavvuf sayesinde tevekkül ile karşı­ lamıştır ; fak at çok zaman memnuniyetsizlikten kurtulamamış ve şikâyetinin sebeplerini arasıra açığa vurmuştur. XVH. asır Osmanlt İmparatorluğunun, eski heybetini muhafaza eder görünmekle berâber, durmadan gelişen A vrupa devletleri karşısında siyâsî hayatta başarısızlıklara uğradığı, dâhilde isyanlar, karışıklıklar ve saray kadınlarının entrikaları ile itibârının sarsıldığı bir devirdir, tdârî teşkilât bozulmuş, rüşvet ve sû-i istimaller artm ış, sık-stk değişen ehliyetsiz devlet ricâlinin elinde işler intizâmını kaybetm iştir. S i­ yâsî ve ictim âî bayattaki bu düzensizliğe ve çöküşe karşılık, bu asırda edebiyat en yüksek dereceye erişmiştir. Fars edebiyatının te’sid erinden kurtulmağa çalışan, hattâ onun ile boy ölçüşm eğe başlıyan türk şiirinde N e f'î, Sabrî, Şeyhülislâm Yahya, Şeyhülislâm Bahâî, Riyazi, Fehîm-i K adîm , Cevrî, V ecdî, G üftî, İsmet! gibi büyük şâirler yetişm iştir. Muhteşem-i K âşânî ( ölm. 996=1588 ), Urfî-i Şîrâzî ( ölm. 9 9 9= 159 1), Feyzl-i Hindi (ölm . 1004=1595/ 1596), Ke!îm-i Hemedânî (ölm . 1061 = 16 5 1), Sâib-İ T ebrîzî ( ölm. 1080=1669 }, T â lib (ö !m . 1036=1626/1627 ), gibi büyük iranl» üstadiarin te’sirinde gelişen bu devir şiirinin husûsiyeti dilde, üslûpta, fikit ve hayallerde kusur­ suzluk, zarafet, incelik, şekil ve âhenk mü­ Nâilî divânının hemen yarısını kasideler teş­ kemmelliğidir. işte Nâilî bu devir edebiya. kil eder. Kasidelerde Nef’î ’nin te'siri açıkça tının en büyük temsilcisi olarak görülür. İran hissedilir. Hayallerindeki genişlik ye mübâleedebiyat! ile fazla meşgûl olan ve şiirlerinde ga, yer-yer yüksek bir edâ ile konuşması, fars şâirlerine hayranlığım belirten Nâiii en bilhassa fahriyeye fazla yer vermesi bakı­ fazla Kelîm-i K âşân î'n in te ’siri altında kat­ mından Nef’ î ’yi andırır. Hemen her kaside­ sinde kendisine büyük bir yer verdiği görü­ mıştır. Nâilî 'yi hazırlayan te ’sirler arasında, Iran lür. F akat N ef'î'n in tantanalı üslûbu yerine edebiyatının yanında, çağdaşlan olan şâirleri Nâilî ’nin kasidelerinde ince, yumuşak, zarif



bîr ahenk vardır. „E d er“ redifli na’ti île Mu» rad I V .’ a sundugıi „etm iş“ redifli kasidesi, Kara Mustafa Paşa *ya yazdığı „gelen" redifli ve Fâzıl Ahrned Paşa ’ya sunduğu „hoş gel­ din“ redifli tebrik kasidesi, Nef'î ’ nin edasını veren, cidden başarılı manzumelerdir. Çoğun­ da ncsib kısmı bulunmayan ve doğrudan-doğrüya mevzua girilen kasideler, devrinin içtiınâî hayatım az-çok aksettirmeleri bakımından da mühimdir: yer-yer yaşadığı devrin çirkin manzaralarım, devlet işlerinin düzensizliğini ve asayişin bozukluğunu, devlet ricalinin ehliyet­ sizliğini, zaruretini, düşmanlarından şikâyetini, hastalığını, umûmiyette şâirin kötümser bir ha­ y at görüşünü ve ıstırabını kasidelerinden çı­ karmak mümkündür. Bâzan şikâyetini, dün­ yadan „m ezbele“ tâbiri ile bahsedecek kadar İleri götürmüştür. Nailî asıl şahsiyetini gazellerinde gösterm iş­ tir. Gazeller umumiyetle beş beyitlidir { 254 g a z e l). Bu kısalık, fazlalıklardan sıyrılarak, fikri mümkün olduğu kadar az soz İle ifâde ve mânayı teksif gayretini gösterir. F ak at bu gayret bâzan mananın zor anlaşılmasına ve mübhemliğe kadar varır. Bunda şâirin üçüzlü ve dordüzlü zincirleme farsça terkipler kullan­ masının, mücerred ve müşahhas isim ve sı­ fatlar ile terkipler yapmasının, mücerred mef­ hûmlara fazlaca yer vermesinin de büyük te'siri vardır. Nâilî, Şeyhî ve Ahmed Paşa ’dan beri gelişen ve Bâkî 'de klasik bir hâle gelen bir çok eskimiş, kalıplaşmış mazmunları terketmiş, bunların yerine yeni mazmunlar arayıp bulmuş­ tur. SÖz san'atlanna ehemmiyet vermemiş, bu­ nun yerine mâna oyunları ile mazmunlarını genişliğine ve derinliğine inkişâf eden hayaller üzerine kurmuştur. Mânayı ilk bakışta kavra­ ma zorluğunun bir sebebi de budur. Başlıca hususiyetini fikirde, mânada, hayal ve tasvir­ lerde, üslûpta incelik olarak târif edebileceği­ miz ,,sebk-i htndî“ denilen şiir tarzı, Hind-lran şâirleri arasındaki münâsebetler sonunda, Hin­ distan 'dan İran 'a geçmiş idi. Câm î ( ölm. 898 = 1493) 'den sonra büyük İran şâirleri tara­ fından İşlenen ve divan edebiyatında en mü­ kemmel şeklini Şeyh G âiib 'de bulan bu tarz XVII. asırda başarılı şekilde Nâilî tarafından temsil edilmiştir. D ivân 'ındaki gazellerden büyük bir kısmı tasavvufîdir. Fakat tasavvuf, Nailî 'nin şiirlerin­ de mecazlar vc tasvirler arkasında Öyle giz­ lenmiştir ki, bunu ilk bakışta teşhis etmek gâyet zordur. Buna rağmen Nâilî mutasavvıf bir şâir değildir ve tasavvuf onda hiç bir za­ man esâs unsur olmamıştır. Bu şâirin hayat görüşü mutasavvıflar:nkine uymaz. Bâzı tat-'vvufî gazellerinde görülen tevekkül, rızâ ve



istiğnanın hemen yanı-başmda, felekten şikâ­ yet eden, tatmin edilmemiş, ihtiraslı, bundan dolayı da kötümser, mıiztarip bir rûhun var­ lığı sezilir. Nâüî 'nîn temiz ve mütekâsif bir üslûbu vardır. Dile hâkimiyeti, ifâdesinin sağlam lığı ve şahsîliği hemen göze çarpar, Farsça kelime ve tâbirlerin, terkiplerin fazlalığı yânında türkçe kelimelere, bilhassa gazellerde pek az rastla­ nır. Kasideler, terkipler ve şarkılar gazellerine nazaran daha sâde ve açıktır. Zincirleme fars­ ça terkipler ve bunlar ile beraber kullanılan vasıf terkipleri, yeni veya pek az kullanılmış farsça kelimeler, divân edebiyatına Nâilî tara­ fından getirilmiştir. N âilî'n in bir kuyumcu elinden çıkmış gibi, çok ince bir titizlik ile işlenmiş, ölçülü, tartılı, her kelimesi yerinde, her unsuru tamam ve kusursuz bir üslûbu vardır. Fikrini en kısa yoldan, en vecîz bir şekilde ifâde etmeğe, her kelimeyi kıymetlen­ dirmeğe çalışm ıştır: mısrâlarındakî incelik ve zariflik, üslûbundaki âhenk, N âilî 'nin beğenil­ mesine, taklid edilmesine ve hattâ bâzan şiir­ lerinin, mânaları anlaşılmadan, dilden-dile do­ laşmasına sebep olan unsurlardır. Te'siri, za­ manındaki şâirlerden, Yahya Kemâl 'e kadar devam e tm iş tir z a m a n ın d a Ç e vri ( ölm. 1065 = 1654), V ecd î (ölm . 10 71= 16 6 0 ), Fehîm-i Kadîm (ölm. 1058— 1647), Fasih (ölm . 1081 = 1670) gibi şâirler tarafından taklid edildiği gibi, Neşâtî ve İs metî 'nin te'siri altında kaldı­ ğı kadar onlara te'sir de etmiştir. Biribirlerine karşılıklı nazireleri vardır. N âilî'nin te’siri, XVIII. asrın iki büyük şâiri olan Nedîm ve Şeyh G âiib üzerinde de görülür. Nedim 'de terkip­ ler çözülmüş, mâna daha kolay anlaşılır hâle gelmiş, daha şûh ve rîndâue bir ifâde kazan­ mıştır. Bu te’sir Nedim 'in, bilhassa N ailî'y e nazire olan şarkılarında üslûp ve edâ benzer­ i liği ile kendini gösterir. G âiib 'de ise, Nâilî 'asta te'siri sebk-i hindi, zincirleme terkipler ve üs* îûptaki mükemmeliyet şeklinde kendini gös­ termiştir. Tanzim attan sonra, „Encümen-i şuarâ“ şâirlerinden Leskofçah Gâiib, Hersekli  rif Hikmet ve Yenişehirli A vn î, N â ilî'y i üstad telakki etmişlerdir. Bu te'sir, Yahya Kemâl 'de bir neo-klasisizm ile yeniden kendini gös­ termiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Metin İçinde göste­ rilen me’ hazlardan başka bk. Rızâ* Tezkire (İstanbul, 1316), s. 95 v .d ,; Mücib., Tezkire, ( Üniversite kütüp., T Y , nr., 3913, 38“ ); Müstecâbî-zâde İsmet, N â ilî-i kadîm (İstanbul, ı3 ı8 ) ;a y n . mil. ( Mektep mecm., 1310, II, sayı 22 ) ; H azîne-i fanım , II, 320 v. dd., 326 v .d d ,; aynı makaleleri Fâîk Reşad, E s lâ f ( İstanbul, 1312, II, m — 128)*« alm ıştır} Muallim



44



N A İL Î — N A ÎM Â . N âcî, N â ill-i kadîm ( M ecm ua-i M uallim , 1306, sene 2, s. 2 1 7 ) ; aya. mil., Esâmi ( İ s ­ tanbul, 1308), s. 312 v.d. j T evfik Fikret, Harâbâttan bir sahife ( Servet-i fü nân, 1314, X VI, 7 i ) i İbrahim Kutluk, N â ilî-i Kadim ’ in hagatı ve karakteri ( Ü lkü meoın., *949» 3< seri, sayı 34 ) ; Mükerrem Merzifonluoğlu, N â ilî-i kadîm ve g azellerin in tetk i­ k i ( Edebiyat Fakültesi, Türkoloji me’zûniyet tezi, 1930/1951, Türkiyat E nstitüsü kütüp., tez nr. 36a ) ; Mehmed Füad Köprülü, Divân edebiyatı a n to lojisi (İstanbul, 1934); Sâdeddİn Nüzhet Ergun, Tanzimata kadar muhtasar türk edebiyatı ( İstanbul, 193» ), s, 364; aya. mil., N eşûti, hayatı ve eserleri ( İstanbul, 1933 ), s. XVII s C evd et Canbulat, N â ilî 'den şiirler ( İstanbul, 1952 ), _



_



( H a l û k İp e k t e n .)



N A 'İM A . t Bk, n a İm â ]. , N A ÎM Â . N A 'ÎM A ( 1655 — 1716 ), O s m a nl ı m ü v e r r i h v e v a k ' a n ü v i s i olup, asıl ismi Mustafa, mahlası Naîm ’d ir ; Tarih 'inde bu mahlas Bende-i bîkes Naîm ve D âi-i f a ­ k ir M ustafa N a îm , şiirlerinde bâzan Naîm ve icâp ettikçe, Naimâ şeklinde geçer (N aîm â, Tarih, I, 10 ; VI, Feyzullah E fen di vak’ ası, s. 2 ; Safâî, T ezkire, 233*). Devrinin vesîka ve tarih­ lerinde { msl. A hm ed Refik, Menfâda Naîm â Efendi, s. 52— 55; ayn. mil., H icrî X II. asırda tstanbul hayatı, s. 52 v .d .; Râşid, Tarih, II, 5 3 3 ; IV , 35 ) her zaman Naîmâ şekli görülm ekte ve müverrih dâimâ bu isim ile tanınm aktadır. O na bu mahlasın Divân-ı hümâyûn kaleminde verilmiş olduğu ileri sürülürse de, ailesi tara­ fından Mustafa Naîm tesmiye edilmiş veya ka­ leme İntisabından önce bizzat kendisi tarafın­ dan alınmış olması dabi düşünülebilir ( krş. Ahm ed Refik, Â lim ler ve san'atkârlar, s. 258 ), Mustafa Naîmâ Efendi Haleb 'de ve rivâyete göre, 1065 ( 1655 ) 'te doğmuş, genç iken İstan­ b u l'o gelerek, ııo o ( 1 6 8 8 ) ' de Sarây-i atîk teberdârânı ( baltacılar ) ocağına girmek sure­ tiyle hizmete başlamıştır. Naîmâ ’ nın küçük yaştan beri itme hevesti olduğu ve memleke­ tinde başladığı tahsile saraya İntisâbından sonra da devam ettiği, bir kayda göre de, Bayezid câmi derslerini tâkip eylediği anlaşıl, maktadır ( Stilim, Tezkire, s . 681 v .d .; Şebrîzâde Said, Nevpeydâ, 21“ ; Cemâleddin, O s­ manlı tarih ve m üverrihleri, s. 43; A tâ , Târih, III. 36 v.d.). Muhtelif ilimlerden başka, edebiyata, nücûma ve bilhassa tarihe büyük bir alâka gösteren Naîmâ teberdârân ocağın­ dan divân-ı hümâyûn kâtipleri silkine girmek üzere çırâğ edildiği zaman, kendisi gibi aynı ocaktan yetişm e K alayiı-K o z Ahm ed Paşa 'ya intisap edip, ona divân efendisi oldu. Daha



sonra sadrazam Am ca-zâde Hüseyin Paşa ile. münâsebet peydâ ederek, ilim ve irfân erbabı-, nı himaye eden ve tarihe meraklı olan bu zâ­ tın teveccühünü kazandı. Hüseyin Paşa, Şârİh ül-Menâr-zâde Ahm ed Efendi *nin yazdığı ta-, rîhin müsveddelerine mâlik i di ; N aîm â’yı he­ nüz tebyiz ve tertip edilmeyen bu müsvedde­ ler esâs tutulmak, üzere, bir eşer te’İifj. İle va­ zifelendirdi. N aîm â’ nın vak’anüvisliğe. tâyinini bu hâdise ile alâkalı saym ak mümkündür (N aîm â, Tarih, 1, 8 v .d d .), Ahm ed Refik Bey ( Naîm â, s, 6 ) bu tâyini 17.00 senesi olarak kabfit etm iştir. Müverrihi himâye eden­ ler arasında meşhur şâir ve reisülküttâb Ra­ mi ( P a ş a ) ve Rumeli kazaskeri Yahyâ Ç e­ lebi ( aslen haleblİ olan Helûmbaşı-zâde olma­ lıdır ) Efendi ’ ler de bulunuyordu. Râmî Efendi pek takdir ettiği Naîmâ ’ya İstanbul gümrüğün­ den günde 120 sağ akçe vazife tâyin ettirm iş idi. Müverrihi sadrâzama tanıtanın da bu z â t ol­ ması pek mümkündür ( Şehrî-zâde, gost. yer.). N aîm â'nın o devirdeki ricâ! tarafından itibâr görmesine bir sebep de, nüçûm,. ilmindeki vukûfu ve zâyiçeler tertibindeki maharetidir. Naîmâ Efendi, Am ca-zâde Hüseyin P a ş a ’nın. arzusu veçhile kaleme aldığı ve hâmîsine it­ haf ettiği tarihinin bîr kaç cüz'ünü takdim edince, sadrâzam ona caize olarak, bir kese kuruş ile İstanbul güm rüğü mukataasından yevroî bir kuruş vazifenin berâtım gönderdi ( berâtın Edirne 'den gelişi 17 rebiülevvel 1.114 = 1 1 ağustos 1702’ye ra s tla d ığ ı. Naîmâ 'nın ifâdesinden alınmıştır. Şehrî-zâde, 21b; Râşid, Tarih, II, 533 ’te para, .üçer, akçeden olm ak • üzere, yevm î 120 a k ç e ) ve tarihin tamamlan­ masını emretti. A m câ-zâde ’ nin infisal ve vefa­ tından sonra, Edirne vak’ ası neticesinde, Mustafa II .’nın bal’inden m ütevellit, karışıklığı bertaraf eden Dâmad Haşan Paşa da tarihin faydalarını ve Naîmâ 'nın değerini müdrik bir sadrâzam olduğundan, vak’ an ü visten . eserini, yürüterek kendi zamanına kadar getirmesini isted i; o da mârûf tarihinin devamını kalem e’ almağa başladı. Dâmad Haşan Paşa 'yı sadâ­ rette K alaylı-K oz Ahm ed Paşa 'nın istihlâf etmesini (28 cem âziyelevvel 1116 = 28 eylül 1704 ) Naîmâ için tâlih eseri saym ak lâzımdır. Bu sırada kıztar-ağası Uzun Süleym an A ğ a ’nın kâtibi, yâni haremeyn evkafı yazıcısı olup, teberdârân ocağından yetişmiş bulunan Maşkara ( Nevşehir ) 'Iı İbrahim Efendi ( Dâmad İbrahim Paşa ) Naîmâ Efendi ile öteden beri dostâne bir münâtebet devam ettirm ekte ve yeni sadrâzama zâten âşinâsı olduğu vak'an ü­ visi medh ü senâ eylemekte idi. Naîmâ bu sa­ yede Anadolu m uhasebeciliğine,tâyin edilmiş ve kendisine bâcegâniık rütbesi de, ihtimal



N A ÎM Â . aynı zamanda, tevcih olunmuştur ( Cem âleddin, s* 43 i Şehrî-zâde ’y e göre, bu rütbe ona K a lay h-K öz Ahm ed Paşa 'nın divân efendisi olduğu zaman verilm iştir). >. . ■ • Mustafa Naîmâ Efendi 1118 (170 6 ) başlarında gözden düşerek, sürgüne gönderildi, A tâ Bey ( Tarih, 11!, 37 ), Şehrî-zâde ( Nevpeydâ, 3ıb ) »den nakil suretiyle, bu nekbete Baltacı Mehmed Paşa *yt sebep gösterm iş ise de, A h ­ med Refik ( Men}âda Naîm â E fen di, s, 52 — 55) meseleyi tetkik etmiş ve iddianın yanlışlığını meydana koyarak, müverrihin Çorlulu A li Paşa tarafından ve Gelibolu ’ya değil, Han­ ya 'ya sürgün edildiğini isbat etmiştir. Ançak Ahm ed Refik Bey bu cezanın sebebini Naîmâ tarafından „hıfz-ı lisana“ riâyet edil­ mediğine, yâni şuna buna dil uzatıldığına hamlediyorsa da, bunu müverrihin bâzı devlet adamları hakkında hoşa gitm eyecek şekilde tertip ettiği zâyiçelere bağlam ak daha mâkul görünmektedir. Nitekim Şehrî-zâde ( göst. yer.) N a lm â ’mn „cü z’iyatta olan mahâreti belâsı ile az! ve nefye“ uğradığını söylemekle, bu ciheti belirtmiş, diğer taraftan A tâ Bey ( Ta­ rihi III, 3 7 ) Naîmâ Efendi 'nin „ilm-i nücûmda olan behresi cihetiyle emsalinin istirkabını dâvet“ ettiğini söylem iştir. Nefye dâir olup, 1118 safer başları (m ayıs 1706) tarihini taşıyan ve Divân-ı hümâyûndan Hanya muhâfızı Ahmed Paşa ( K alaylı-K oz ) ile aynı şehrin kadısına hitaben yazılan hükümde, evvelce A n a ­ dolu muhasebecisi olan ¿Naîmâ kendi hâlinde olmayıp, nefy ü tağribi iktizâ“ ettiği belirtilm iş­ tir. Müverrih, Kıbrıs ’a sürgün edilm ekte olan Hamevî A li ile berâber yola çıkarıldı ise de, her ikisi de Boğaz-Hisarı ’ adan ileri gitmediler. Divânın te’sirsiz kalan ikinci hükmünden bir buçuk ay geçince, bu defa muhâftz çavuşların kalebend edilmesine ve menfîlerin de yerlerine gönderilmesine dâir olarak, aynı senenin rebiüievvetinde kale dizdarlarına bir hüküm ya­ zılması üzerine, Naîmâ Hanya 'y a sevkolunmuştur. Müverrihin İstanbul 'da kalıp, 6 ay sefâlet içinde yaşayan zevcesi Hâee Hav­ va ' Hatun tarafından sadrâzam Çorlulu A li Paşa ’ ya sunulan arzuhâi üzerine, Naîmâ 'nın Bursa ’ ya nakline dâir, H anya muhafızı Osman P a ş a ’ya receb sonlan 1118 (teşrin I. 1706; bu vesika için bk. Ahm ed Refik, Men/âda Naîmâ Efendi, s. 54 ) tarihli bir hüküm gön­ derilmiş ve Naîmâ B u rsa'ya gelerek, bir sene burada yaşadıktan sonra, yine Çorlulu Alt Pa­ şa tarafından, İstanbul 'a dönmesine müsâade edilmiştir { receb sonları 1119 == teşrin l. 1707 ). Bu gözden düşme devresinin hitâmından sonra, Naîmâ Efendi ’ye tekrar ikbâl teveccüh ettiği ve kendisinin Nîmetî Efendi yerine teş­



4S



ırifatçılığa ve bu me’ mûriyetin âidâtı az oldu­ ;ğundan, geçinebilmesi için İlâveten kalyonlar .defterdarlığına tâyin edildiği görülm ektedir (ı Şehrî-zâde, göst. yer4 Cem âleddin, göst. yer.). Silâhdar A li Paşa Dâmad-l şehri yâr î olup ( 1121 , s=i709),EnderÛndan çıktığı, vezîr-i sânî ve daha * isonra rikâb-ı hümâyûn kaymakamı olduğu esna­ < da, „ulûm-i cüz’îyede olan mâhâretine itibâren“ müverrihi yakınlan arasına ald ı; Naîmâ Dâmad A li P a ş a ’ mn en ziyâde itimad e ttiğ i ve 1 1 sözüne kıym et verdiği adamlardan biri oldu ve ikinci defa Anadolu muhasebeciliğine yüksel­ : tildi ( 1 124 = 1712 ). Dâmad AH Paşa daha : sonra Rusya ile olan ihtilâfa kat’î bir netice vermek üzere, ordu ile E d irn e’ye gitm eğe ha­ zırlanırken ( » 1 2 5 = 1 7 1 3 ) , N aîm â’ yt evvelâ defter-em înliğine ve bir az sonra da baş-tnuhâsebe hâceliğine getirdi ( Şehrî-zâde, 22»; A tâ Bey, Tarih, göst. yer.). Mustafa Naîmâ Efen­ di artık sadrâzamın meclisine serbestçe giri­ yor, Habeşî-zâde Rabîm î, şâir Sâmî ve Râşid gibi zamanının tanınmış şahsiyetleri arasında mümtaz bir mevkî almış bulunuyordu. Müver­ rihin düşüncelerini hiç bir endîşeye kapılma­ dan ortaya koyarak, meselelere vâkıfâne ce­ vaplar vermesi ve bu sâyede Dâmad A li Paşa 'nın gözüne girmesi bazılarının hased ve kini­ ni celbetti (N aîm â'nın sakınmadan söz söyle­ yen bir m izâcda olduğuna dâir bk, Feyzullah E fendi vak’ ası, s, 13 ). M üfteri ve münafık bir adam olduğu hâlde, sadrâzamın her keşten ziyâde itim at ettiği kethüdâ Köse İbrahim A ğ a Naîmâ Efendi 'yi çekemeyenlerin başında geliyordu. Dâmad A li Paşa Venedik seferine hazırlanırken, Naîmâ ’ nın m uvaffakiyetsizlik ile nihâyet bulacağına inandığı bu sefere tarafdar olmadığı ve harbin, sulh ve sükûn hâ­ linde kalması daha doğru olan devlet lehine değil, sırf menfaat te’ mini için yapıldığım söy­ lediği yollu tezvirler ile sadrâzamı Naîmâ aley­ hine çevirmeğe muvaffak oldu. Müverrih, nücÛm ilmindeki istihraçlarına dayanarak, Mora seferi hakkında bâzı mütâlealarda bulunmuş olabilir ise de, onun gibi tecrübeli bîr adamm sadrâzamı kışkırtacak sözler söylediğine güç ihtimâl verilir. Her ne hâl ise, kethüdâsının te’siri altında kalan Dâmad AH Paşa Naîmâ ’nın, baş-muhâsebeden silâhdar kitabetine indirmek ( Râşid, Tarih, IV, 35) suretiyle haysiyetini kırdığı gibi { 27 safer 1x27= 3 mart 1715), Mo­ ra ’ya gittiği zaman da Anadolu muhasebesi, defterleri başka kalemlere tevzî edilmek sûretiyle, gelirsiz bırakıldıktan sonra, tekrar ve „kahren“ Naîmâ ’ya tevcih e d ild i; Mora seferi sona erip, avdet edilirken, sadrâza­ mı onu ser-asker nezdinde, defter emâneti vekâleti ile, Mora 'da bıraktı. Bu hâdiseler



40



N A ÎM Â .



yüzünden hırpalanan ve çöken Mustafa Naîmâ Efendi çok yaşamadı ve Mora Ma defter emini iken, Dâmad A li Paşa A vusturya sefe­ rinde bulunduğu sırada ( cem âziyelevvel/şâban 1128 = nîsan/temmûz 1716 ) Balya Badra ( Palyo P a t r a s ) ’da vefat ederek, eâmi hazîresine defnolundu. Naîmâ 'nm ölüm senesini gö ste­ ren tâmiyeli beyit şu d u r! N e zîbâ düştü tarih-i vefâtt — Naîmâ g itti firdevs-i naîme (H üseyin A yvansarâyî, Vefeyât, s. 178). Naîmâ Efendi *nin kafesî destârlı mezar ta ­ şında „baş-muhâsebe mansıbından mâzûlen Mora mubayaacısı iken vefat ettiği kaydı­ nın bulunduğu söylenir ( Ahm ed Refik, Na­ îmâ, s. iz , not 1 ). Diğeı taraftan yerine baş­ ka birinin tâyinine dâir kapudan-ı deryaya gönderilen bükümde onun Mora canibinde def­ ter emini bulunduğu zikredilm iştir ( Ahmed Refik, X II, asırda İstanbul hayatı, s. 54; bk. bir de Şehrî-zâde, z z b ; Cemâleddİn, s- 44 { M urâdi, IV , 220; Bursah Mehmed Tâhir, O s­ manlı m üellifleri, III, 151 v. dd.). Naîmâ Efendi, R avzat al-Hıısayn f i halâşat ahbür al-hafikayn adlı tarihi ile, Osmanlı müverrihleri arasında kendine mümtaz bir mev­ k i sağlam ış, eseri bir mukaddime ve esas me­ tinden mürekkep bir telfik olduğu hâlde, renkli tasvirleri, san’atkâr bir romancı edâsı taşıyan tahkiye tarzı, hâdiselerin iç yüzünü aydınla­ tan tafsilâtı, zamanına göre sâde, fakat nük­ teli ve imâli ifâdesi sâyesinde, celbettiği rağ­ bet ve alâkayı zamanımıza kadar muhâfaza eden tarihlerden biri olmuştur. Daha genç yaşında iken. eskİ devirlere karşı derin bir merak beslediğini bildiğimiz Naîmâ, tarihi­ ni Şârih-ül-M enâr lekabı ile tanınan müderris ‘ ve kadı Mehmed Efendi ( Naîmâ, Tarih, 1, 10; bu isim Şeyhî, Vaküyt a l-fu ia lâ ', s. 119 v.d. 'da 'A b d al-Halım olarak k a y ıtlıd ır} ’ nin o ğ­ lu müderris Ahm ed Efendi ’nin kaleme aldığı tarihi esâs tutarak ve bir çok yerlerini hemen aynen naklettikten sonra, başka eserlerden ilâveler yaparak, hazırlamıştır. Şârih-ül-Menârzâde ’ nin nüshası zamanımıza intikal etmeyen tariki, rivâyete nazaran yaradılıştan başlayıp, 1065 senesine geliyordu. Naîmâ 'nm dediğine bakılırsa, Ahmed Efendi Sultan Ahmed dev­ rinden Köprülü Mehmed Paşa *ya kadar olan vekayii mufassal olarak yazmış, daha evvelki devirleri Haşan Bey-zâde tarihinden almıştır. Naîmâ eserinin vekayie taalluk eden esâs kısmım ilk önce 982 ( Murad III. 'in cülusu se­ n esi)'d en başlatıp, Şârih-üi-Menâr-zâde müs­ veddelerinin nihâyet bulduğu 1065 'e kadar getirdi (N aîm â, Tarih, VI, Feyzullah Efendi vak’ast, s. 2 ). Naîmâ tarihinin Topkapısarayı Revân kütüphânesinde, 1.169 numarada k a y ıt­



lı yazması bu şekildedir ■(bk. Münir A ktepe, Naîmâ tarihinin yazma nüshaları hakkında, Tarih dergisi, sayı,. l,..s bir çok vak’ alann İç yüzünü öğren •



N A ÎM A . miş ve bunları ka yıt ve zaptetm ekten geri dur* m&mış idi. Ahmed Efendi Sultan İbrahim 'in hal’ ve hapsi gibi vak’alara ait tafsilâtı bunları bizzat gören Bahâî Efendi 'den dinlemiş, mes­ lek i«âbı olarak, daha ziyâde ilm iye ricali ile temâsta bulunduğu cihetle, bu zümre men* sOplarından pek çok nakillerde bulunmuştur (şeyhülislâm Bahâî, Reis-üi-ulemâ Zeynelâbidin, İmâm-ı sultânı Şâmî Yusuf, Şeyhî, Şirvânî-zâde müderris Ahm ed, kazasker ism eti ve Hüsam-zâde Abdurrahman Efendi '1er ile Cinci Hoca 'dan nakiller için bk. Naîmâ, 111, 186, 323 v .d .; IV , 34 v d . ; V , 55, 233, 3 *8» 365). Mâmafih onun pâ­ dişâh yakınları, vezîr kethüdaları gibi mühim hâdiselere şâhid olanlardan da m üteaddit na­ killeri vardır. Naîmâ bütün bunları bâzan „Şârih-ül-Menâr-zâde der ki", bâzan da „müverrih der ki*4 kayıtlan ile tarihine geçirm iştir. Naîmâ tarihinde en çok alâka çeken ve lezzetle okunan sahîfelerin Şârih-ü!-Menâr-zâde tarafından ya­ zılmış olduğu göz önünde tutulursa, görüş kuv­ veti, tahkiye ve üslûp bakımından, Naîmâ Efen­ di 'ye izafe edilen meziyetlerin Ahmed Efendi ’ ye ireâ edilmesi lâzım gelir. Naîmâ, yazacağı tarihi daha etraflı bir h ile getirmek için, başka kaynaklardan da fayda­ lanmıştır. Haşan Bey-zâde ve  li gibi Şârih-ülMenâr-zâde 'nin de istifâde ettiği muhakkak veya muhtemel olanları bir tarafa bırakarak, müverrihimizin başlıca me’hazları arasında K â tib Ç elebî, Peçuylu İbrahim, V ecîhî, Kara Çelebî-zâde Abdülâziz E fen d i’ ler ile T evki'î A b d î Paşa 'yi zikretm ek mümkündür. Naîmâ tarihinin F ezleke ile sathî bir mukayesesi bile Naîmâ ’ ata bu eserden geniş ölçüde nakiller yaptığını isbata kâfidir. Bilhassa İstanbul dı­ şında cereyan eden vak’ alar hususunda ( msl. İran ve Bagdad muhârebeleri) F ezleke Naîmâ tarihinin esaslı kaynaklarından biri olmuş ( N aî­ mâ, 111, 46 v.dd.j F ezleke, II, 128 v, dd.), çok defâ Hacı H alîfe şeklinde zikrettiği K âtib Ç e­ lebî 'nin Düstûr al-'am al ve M izan al-hakk gibi eserlerinden de iktibaslar yapmıştır ( Naîmâ, VI, 218— 226), N aîm â'm n en çok istifâde ettiği müelliflerden birinin de Peçuylu İbrahim Efen­ di olduğu gö rü lü y o r; buna mukabil, bâzı yer­ lerini hemen aynen naklettiği Tarih-i gdm ânî (Mehmed H alîfe, s. 6 0 ; Naîmâ, V I, 421 ) ile Topçular kâtibi A bdülkadir Efendi 'den ve Tûgî Tarih 'inden istifâdesi mahdut kalmıştır ; onun A b d î Paşa ( Vekâyi-nâme, 83») 'daa da aynen naklettiği yerler vardır ( Naîmâ, VI, 254). Müver­ rihin kaynaklardan nasıl istifâde ettiğini göster­ mek için, küçük bir unutkanlığı misal olarak zikredilebilir. Nuîmâ, Murtazâ P a ş a ’ mn A b a ­ za Haşan Paşa 'yi f^nkilinden bahsederken, vah’ada ismi geçenlerden Fazlı Paşa 'ya gelince.



4?



„bu mahalle Fazlı Paşa hikâyesi bulunup, ya­ zılmalı ; V ecîhî 'de olmak g e re k tir; gaflet olun­ m aya44 kaydını koymuş, sonra unutarak» bu ibâreleri metin içinde bırakıp, Fazlı Paşa hak­ kında tafsilât verm em iştir; hâlbuki V ecihî 'de bu husÛsa âit malûmat m evcuttur ( Naîmâ, VI, 370 ; V ecihî, 67b }. Naîmâ 'nin bizzat görüşerek bilgi edindiği kimselerin başında Ma’ n [ b. bk.J-oğlu Hüseyin Bey gelir. Enderûndan yetişerek, bir çok vekayie şâhid olan ve bir kısmını da mevsuk bir şekilde öğrenen bu ihtiyar ve âlim adam müverrih ile sık-sık buluşuyor ve ona İbrahim ve Mehmed IV. devirlerini anlatıyordu. Naîmâ, Ma'n-oğlu Hüseyin B e y'in yalnız şifahen ver­ diği malûmattan istifâde etmek İle kalmamış, onun „tarih sûretinde44 olup, ele geçmeyen mecmuasını da, görmüştür ( Naîmâ, V , 295). Müverrihimiz, Şârih-ül-M enâr-zâde müsvedde­ lerinin hitam tarihi olan 1065 ’ten sonraki se­ neler için, bilhassa Kara Ç elebî-zâde A bdülaziz, Vecîhî ve A b d î Paşa tarihleri ile eserini aş.-yk. F ezleke 'nin sona erdiği yerden ( yâni 1063 ) başlatan isâ-zâde A bdullah Efendi v.b. da me'haz gösterir. İlmiye mensûplanndan olan İsâ-zâde tarihi, müellif tarafından büyük bir kısmı temize çekildikten sonra, ilâveler ve yürütm eler ile tekrar müsvedde hâline getiril­ miş mühim bir eser olup, Üniversite kütüphânesinde tbnülemın Mahmud Kemâl B ey'in yazmaları arasındadır. Naîmâ 'nin kaynakları arasında kazasker İsmetî Efendi 'nin te'lif etti­ ği Tevârih-i devlet-i a lîy e ’ mn bulunmuş olma­ sı da mümkündür. Naîmâ, İsmeti Efendi'nin böyle bir eser yazm ağa başlayarak, hayli ilerilediğini ve A bu 1 -N acib risalesinin Y avuz Sultan Selim 'e intikali bahsini bu tarihten aldığını söyler ( Naîmâ, Feyzutlah E fendi vak'ası, s. 52 ). Mâmafih İsmetî Efendi ’ye âit ese­ rin şuyû bulmadığı da m uhakkaktır ( İsâ-zâde, 1076 vekayiİ). Şurasını hemen söylemek lâzım­ dır ki, Naîmâ yazdığı tarihe başka eserlerden sâdece nakiller yapmakla iktifâ etmemiş, msl. Peçuylu ile Haşan B ey-zâde'nin , K âtib Çelebî ile Şârih-ül-Menâr-zâde’nin, Ma’n-oğlu, Vecîhî ve Mehmed H alîfe ’nin rivâyetlerini de kar­ şılaştırmıştır. Naîmâ' eserinin mukaddime kısmını İbn H al­ dun, Â li ve K âtib Ç elebî gibi müelliflerin muhtelif kitaplarından hülâsa ve nakil sure­ tiyle hazırlamış olduğundan, bu kısım husûsî bir ehemmiyet arzetmez. Fasl-ı evvel ve fas!-ı sânî başlıklı bahislerde devletler de, tıpkı in­ sanlar gibi, üç devre hâlinde ( nümüv, vukûf ve in h ita t) mülâhaza edilmekte ve onların, anâstr-ı erbaaya uıuvâzi olarak, dört unsurdan ( ulemâ, asker, tüccar ve re â y â ) terekküp e t­







N AÎM Â.



tiği ileri sürülmektedir. Bir devletin kurulma­ sı, kuranların nâz ve istiğnaya- başlamaları, sükûnet, kanâat ve musâieme, tebzîr ve isrâftan ibaret olup, İbn Haldun mukaddime­ sinde bulunan „etvâr-ı hamse“ bahsi Kâtib Ç e leb i ve  li ’de de vardır ( Tercûm e-i Mukaddime-i ibn H aldun, s. 311 v. d d .; K âtib Ç elebî, D üstûr al-am al, s. 1 22— 133; Âlî, Nasihat al-salâtîn, tur. y e r.; Naîmâ, I, 26 — 57). N aîm â'nin tarih felsefesine ve bu ilmin lüzûm ve fâidesine âit kanâat ve hükümleri de eski müelliflerin fikirlerini tekrarlam aktan ibârettir. O na göre, vekayî yazanlar için yedi şart vardır ki, bunlar doğru sözlü olmak, bâ­ tıl şâyialara kulak asmamak, bir meselenin hakikatine vâkıf değil ise, onu bilenlerden tahkik e tm ek ; dedi-kodulara ehemmiyet ver­ memek ; yalnız vak’a anlatm akla kalmayıp, ta ­ rihi, kıssadan hisse çıkaracak şekilde, kaleme a lm a k ; insanların değerini doğru olarak takdir suretiyle mütâlea yürütmek, yâni bissiyâta k a ­ pılmamak ; kolay anlaşılır bir lisan kullanm ak; metni güzel fıkralar, manzum, mensur, parça­ lar ilâv e ederek, süslem ek; „ilm-i ahkâm a“ vâkıf olup, yıldızların hey’ et-i içtim âiye üzerin­ deki te’sirini göz önünde tutmak gibi şeyler­ dir. Filvâkî N aîm â’nin, tıpkı Şârih-üI-Menârzâde gibi, nücûm ilmini bildiği ve ona inandığı malûmdur. Tarihinin müteaddit yerlerinde, hâ­ diselerin şu veya bu şekilde netice vermesini yıldızların te ’sİrine ham lettiğini gösteren ka­ yıtlar vardır {Naînıâ, İl, 231 v.d .; III, 422; IV, 178; V , 146 v.d., 256, 279 v. d., 405, 416; VI, 63, 215) . Bunların Şârih■ Üİ-Menâr-zâde ’ye âit olduğunu gösteren deliller arasında, 1065’ten sonraki senelere âit istihraçlar azalm ış ve Mehmed IV. 'in tâliiue âit zâyiçeden bâzı hükümlerin çıkarılm ış olması gös­ terilebilir { Naîmâ, IV, 7 ). Naîmâ tarihin lü­ zûm ve fâidesi husÛsunda büyük bir itimada s a h ip tir; fikrine göre, tarih „delirin tercüm a­ nı“ olup, „ta b ’ı eâiî“ ona rağbet e d e r ; „ta­ rihten bî-haber“ olanlar gafil kim selerdir; es­ ki müverrihler yolunda giderek, tarih yazm ak bir vecîbedir ( Naîmâ, 1, 8 ). Naîmâ Şayh Abu 'l-Nacib tarafından, Saiâheddin Eyyubî zama­ nında te ’lif edilip, bilâhare Y avuz Sultan S e­ tim ’e intikal eden ve daha sonra kazasker İsmetî Efendi tarafından çok aranıldığı hâlde bulunamayan bir siyâset-nâmeyi arapçadan tÜrkçeye çevirm ek istem iş v e bu eseri bir tür­ lü elde edememiştir. Bir nüshasının hazîne-İ âmirede ve bir nüshasının sadrâzam nezdinde durması gerektiğine inandığı bu „defîne-î azîm e“ ( F eyzullah E fen di vak’atı, s. 53 v.d.), daha sonra Abdülhamid I. zamanında türkçeye çevrilen N ahc al-sülük f i siy ât at al-mutük ’tür.



[ . Türkiye' de ve yabancı memleketlerde bir çok yazması bulunan Naîmâ tarihi ( yazm alar için bk. İstanbul kûtüphâneleri Tarih-coğrafya yazmalart katalogu, II, 200.— 20J; Babinger, D ie Geschichtsschreiber und ihre Werke, s. 245 v. d.). T ü r k iy e ’de dört defa tab’ edildi. İki büyük cildden mürekkep olan birinci tab’ı 1147 senesinde, 500 nüsha olarak, İbrahim Müteferrika tarafından, basılmıştır. Birinci cil­ din başına M üteferrika’nin ilâve ettiği başlan­ gıç muahhar tab 'ılarda da tekrar edilir. İkin­ ci tab'ın { yalnız birinci cîld ) basım tarihi 1259 'dur. Üçüncü tab’ ı ( İstanbul, Matbaa-i âmire, 1280), sahifeierî çerçeveli olarak, altı cilddir; M üteferrika baskısının aynı olan bu tab'ıda cild taksimatının değiştirildiği bile belirtilm e­ miştir. Dördüncü tab ’ı . ( İstanbul, Matbaa-i âmire, 128i— 1283) kez® 6 cild hâlinde olup, bu tab’ı. ilk cildin sonunda ikinci, altıncı cil­ din sonunda ise, üçüncü baskı olarak gös-, terilmİştir. Naîmâ tarihinin bütün ta b ’ ları hatalı olmakla berâber, içlerinden nisbeten en iyi olanlar birinci ve üçüncü baskılardır. Bu mühim eserin, muhtelif metinlerini kar­ şılaştırmak suretiyle, yeni bir tab'ına ihti­ yaç vardır. Naîmâ tarihinden bâzı müteferrik parçalarla da neşredildiğini biliyoruz. Bunların başlı çaları Simirnof, Kostantinidi Paşa, A h ­ med Refik, A li Cânib, Â sa f H âlet Ç elebi v. b. tarafından yapılm ıştır { Naîmâ tarihinin A . G alland tarafından fransızcaya çevrildiğine dâir bk. Micbaud, Biographie universelle, XVI, 346— 352). .. Naîmâ tarihi çok okunan ve her kes tara­ fından kaynak addedilen bir eser olduğu hâl­ de, ekseriya yanlış hükümlere zemin teşkil et­ miştir. Müelliflerin bazıları onu ..asrının havâdis muharriri“ , yâni devrini hikâye eden ve ona gördüklerini de ekleyen bir müverrih sa­ nırlar ve anlattığı devirler ile yaşadığı zaman arasındaki farkı hesap etmezler. Kendi kale­ minden çıktığı muhakkak olan parçalara ba­ kılırsa, sağlam bir ifâdeye sâhip olduğunu an­ ladığım ız bu zât metninin en büyük kısmını tasvirleri, hattâ nükteleri ile berâber, diğer müelliflerden aynen almaktan başka bir şey yapmış değildir. Çok defa Naîmâ için tanılan üslûp ve tahkiye meziyetlerinde Şârih-ül-Me* n âr-zâde’ nin büyük bir hissesi bulunduğunu inkâr etmemelidir. Şunu da hemen söylemek lâ­ zımdır ki, bu m ütâlealar Naîmâ tarihinin mühim bir eser addedilmesine mâni değitdir. Bilhassa Şârih-ül-Menâr-zâde, Ma’n-oğlu v.b. tarafından yazılan tarihlerin elde bulunmaması Naîmâ ta ­ rihinin ehemmiyetini devam ettiren başlıca âmiller arasındadır. Mustafa Naîmâ Efendi hlr bir şey yapmamış olsa bile, Şârih-ül-Menâr-z:'



n a îm â



de Ahm ed Efendi gibi bir müellifin derin ve j İDCe görüşlerini zamanımıza intikal ettirm ek, suretiyle, bahâ biçilmez bir hizm ette bulun, muştur. Naîmâ ile tarihinden bahsedenlerin vaki t-vaki t düştükleri hatâlara burada bir-iki misâl daha vermek yerinde olur. A tâ Bey ( g öst. yer,), bir isim benzerliğine aldanarak, tezkireci Râmiz ( babası İlmiyeden A ziz-zâde Naîm E fen d i) 'i müverrihimizin oğlu zannetmiş ve bu zühûlü Ahm ed Refik Bey ( Â lim ler ve san’atkârlar, s. 264.) de tekrarlam ıştır. Ahm ed Refik Bey ( g ö si. (/er.)’in çok meşgul oldu­ ğu Naîmâ ’11ın Şârih-ül-Menâr-zâde ’ den mufassalan aldığı Kösem Sultan vak’astnı ihtisar ettiğini söylem ekle de dikkatsizlik gösterdi­ ğini kaydedelim ( krş. Naîmâ, Tarih, V , 106, 126 ). N aîm â’ nın şiir ile alâkadar olduğunu tari­ hinde görülen bir kaç manzum parçası, tezki­ relerde rastlanan bir kaç şiiri sayesinde öğre­ niyoruz. Salım onun bir beyti ile bir kıt’ asını, Safâî ise, natamam oİarak, iki gazelini almıştır. Kendi eserindeki en mühim manzume, tarihi medh sadedinde yazdığı 17 b eyillik bir mes­ nevidir (N aîm â, I, 8 ) ; Hammer müverrihin iki şiirini almancaya tercüme etmiştir. Murâdi ( S tlk al-durar, IV, 220 ) Naîmâ ’ nın arapça bir eserini görmediğini söyler. B i b l i y o g r a f y a : Isâ-zâde A bdul­ lah, Tarih ( Ünîv. kütüp., T Y., Ibnülemin k ita p la rı); Veeihî, Tarih ( Hamidiye kütüp., ' nr. 91 7) ; K ara Çelebî-zâde A bdülazîz, Zayi R a v ia t al-abrâr (Ü niv. kütüp., T Y ,, nr. 3272) ; Topçular kâtibi Abdülkadir, Tevârik-i ûl-i osman ( Viyana, Nat. Bibi. H. O . 1053); . A b d î Paşa, Vekayt-nâme ( Topkapt sarayı. K oğuşlar kütüp., nr. 91 5) ! Mehmed Halîfe, Tarih-i gılm ânî (İstanbul, 1340); Peçuylu İbrahim, 7*ar/A (İstanbul, 1283), I ! ; K âtib Ç eleb i, F ezleke (İstan bul, 1287), II ; ayn. mil.. Mizan al-hakk f i ihtiyar al-ahakk ( İs­ tanbul, 1286 ) ; ayn. mil., Düstûr al-am a l Uişlâh al-halal (İstanbul, 1280), tür. yer. ;Abu ’l-N acib 'A b d al-Rahmân al-Şayzari, Nahc al-sulük f i siyâsat al-mulûk ( trk. trc., Bulak, 1287 ); Şayh A bu ’İ-Nacib hakkında bk. Bro­ ckelmann, G A L , 1, 461; Suppl., II, 832 •, Râşid, Tarih (İstanbul, 1281), II, 533; IV, 35 ; Şehrî-zâde, Nevpeydâ ( Oniv. kütüp., T Y ., nr. 3291); A tâ , Tarih (İstan bul, 1293). III, 36— 40 ; Â lî, Nasihat al-salâ(in( mecm.,Üniv. kütüp , T Y ., nr. 4098 ); Tercûm e-i Mukaddi­ me-! Ibn Haldun (İstanbul, 1275 ),I, 311 v .d d .; Safâî, T ezkire ( husûsî kütüp., 233* ); Sâlim, Tezkiret, İstanbul, 1315), s. 681 v, d .; Şeyhî, Vakayı a l-fu za lS (O nİv. kütüp., T Y ., nr. 81), s. 294 ; M urâdi, S ilk al-durar ( Kahire, 1301), İslim Ansiklopedisi



. IV , 220 ; M üstakîm -zâde Süleyman Sâdeddin, M acallat al-nişâb { Hâtet Efendi kütüp., nr. 426), 628* ( Hasİb Üsküdâri, Vefey&t ( Üniv. kütüp., T Y ., nr. 564 ), 27b ; Hafız Hüse­ yin A yvansarâyî, Vefeyât ( Üniv. kütüp., T Y ., nr. 2464), s, 1785 Cemâteddin, Osm anh tarih ve m üverrihleri ( A y în e-i zürefâ ), İs­ tanbul, 1314, s. 43 v. d .; BursalI Tâhir, O s­ manlı m ü ellifleri ( İstanbul, 1342 ), III, 131 v. d .; İ. H. Uzunçarşılı, O sm anh tarihi { A n ­ kara, 1959 ), IV 2, 594—.597 ; J, v, Hammer, Geschichte des osmanisehen Dichtkunst ( Pest, 1838), IV , 84 v.d. ; F. Babinger, D ie Geschichtsschreiber der Osmanen (L eip *927 ), s. 245 v. d. ; ayn. mil., Na'îmS {El ) -, Rıfat, Lugat-i tarihiye ve coğrafiye (İstanbul, 1300), VII, 88; Mehmed Süreyya, Sicilt-i osmâni (İstanbul), IV; Ş. Sâmî, K âm üs al-al&m (İstanbul, 13 16 ); A b b é Todérini, D e la littérature des Turcs ( Paris, 1789 ), III, 186 v. dd. ; J.N. ( Jourdain ), G alland ( Mi­ chaud, Biographie universselle, Paris, 1816, X VI, 346— 352 ); Ahmed Refik, Yeni mecmua, III, sayı ss (ağu sto s 1918 ); ayn. mil., Â lim ­ le r ve san’ atkârlar { İstanbul, 1924 ), s. 256, 275 ; ayn. mil., H icrî X II. asırda Istanbul ha­ yatı, 1 100— 1200 ( İstanbul, 1930 ), s. 52 v.d.; ayn. mil., M enfada Naîmâ E fen di ( TTEM , Istanbul, 1931, V , 52— 55); ayn. roll., Naîmâ ( İstanbul, 1932 ) ; J. K . Basmadjian, Essai sur T Histoire de la littérature ottomane ( Istan­ bul, 1910) ; Istanbul kütüphâneleri tarih-coğrafya yazmaları kataloğu ( İstanbul, 1944 ), fas. II, 119 v. d., 200— 207; Bagdadlı İs­ mail Paşa, iz a h al-maknün ( K a ş f al-zunün zeyli, İstanbul, 1945, I, stn. 595 ) ; M. Münir A ktep e, Naîm â tarihinin yazma nüshaları hakkında ( Tarih dergisi, İstanbul, 1949, 1 35— S2 >; Kostantinidi Paşa, Müniehabât-ı âsâr-t osmâniye (İstanbul, 1288), s. 171— 175; Smirnov, Mecmua-i müntehabât-ı âsâr-ı osmâniye (P etersbu rg, 1891), s. 2— 93; ayn. mli., Mecmua-i müntehabât-ı âsâr-t osmâni­ ye ( Petersburg, 1903 ), s. 60— 78 ; Ebüzziyâ T evfik, Nüm ûne-i edebiyat-t osmâniye ( İ s ­ tanbul, 1329), s. 44 v.d d .; A li Cânib, N a î­ mâ tarihi ( İstanbul, 1927 ) ; A saf H alet Ç e ­ lebi, Naîmâ, hayatı, san’ait, eserleri ( İstan­ bul, 1953 ) ; A tâ Mefhari, Lisânım ız ( Mâlûmat, 1318, nr. 249,3. 17*); İbn-ül-Ârif Nizâmeddin, H alebli Naîmâ ( Servet-i fü nûn , İs­ tanbul, 1332, sayı 1 201 ) ; Cenab Şehâbeddin, Naîm â ile beraber ( Servet-i fü n û n , İs­ tanbul, 1341, sayı S3» 1527 ) ; Fındıkoğlu T ü r k iy e ’de Ibn Haldunizm ( Fuad Köprülü armağanı, İstanbul, 1953, s. 157 v.dd.). { M. C a v îd B a y s u n .) 4



N  İP . N  'İB (A.), >,nâİp, vekil“ (n -v -b ’ den bir ism-i fâil, „birinin yerini almak, birinin yerine girm ek“ ). Bu tâbir umumiyetle b i r me'mûriyette başkasına vekâlet e d e n ş a h ı s için kullanılır; msl. Memlûklerde> Dehlî sultanlıklarında şunlara delâlet e d e r : a. sultanın vekili veya mümessili, b. başlıca eyâletlerin .valileri [ bk. bir de mad. MiSIR J. Memlûklerde bunların birincisi nâ’ ib al-saltana al-mu azzama va kâ fil al-mamâlik al-şarifa al-islâmiya unvanını taşım akta ve sultandan sonra en yüksek mevkii hâiz olup, devlet idaresindeki bütün işleri sultan nâ­ mına idâre etmekte idî. A ncak bu me'mûriyet geç’ci bir mâhiyette olup, nâ'ib al-ğayba 'den farklı idi. Nâ'ib al-ğayba sultanın bulun­ madığı zamanlarda ona vekâ'et eden Kahire ( v e y a Mısır ). valisi veya nâ’ib al-sa ltan a ’ya vekâlet eden Dimaşk valisine delâlet ederdi. Suriye Eyyûbîlerlııde 6 nâ’ib ’ilk var idi — D i­ maşk, Haleb, Trablusşam, Hama, Şafad ve alK arak ( bunların, sayısı, G azza ve diğer böl­ gelerin eyâletler hâline getirilmesi ile, zaman» zaman çp ğa lırd ı) ve bunların her bîri, aynı zamanda bir ,,bin-başt" olan bir nâ'ib al-saltana (b ir de kâfil al-m am laka) tarafından idâre edilirdi; Dimaşk nâ'ib ’i, rütbe bakımından, diğerlerinden daha yüksek bir mevkie sâhîp bulunuyoıdu. VIII. ( XIV.) 'asrın son'arında Mısır üç naipliğe taksim edilmiş idi. İsken­ deriye ( 7Ğ7 ’den itibaren), yukarı Mısır' ( alvach al-barri veya a l- k ib li) ve aşağı Mısır ( al-vach al-bahri ). Sâdece nâ’ib unvanı, vâliierin emrinde bulunan Kahire, Dimaşk, Haleb v,b. kale kumar.danlan ile rütbe bakımından daha aşağı olan emîr ve kumandanlara da veri­ lirdi ( bk. bir de mad. ŞÂMİL ). . Dehli sultanlığında nâ’ib en kudretli bir vezîr olup’, sultana da vekâlet ederdi. Bu me’mûriyet hakkında en eski kayda, Suitan Mu'izz al-D in Bahrâm Şâh 637 ( 1240) yılında tahta geçtiği vakit, İhtiyar al-D in A y-T igin ’in nâ’ib tâyin edilmesi münâsebeti ile, rastlanır (M inhâc alD in, Tabakât-i Naşiri, Bibi. Intl., s. 191 ), yüksek tabakanın idareyi desteklemesi hakikat.en;.bu şahsın nâ’ib olarak tâyinine bağlı bu­ lunuyordu. Bu me’ mûriyet vezirlikten ayrılmış olmakla beraber, kudretti naipler zamanında (m sl. ‘ A lâ ’ al-D in H a'aci zamanında Malik Kâfur ’da ve Mubarak Şâh zamanında Husrav 'de olduğu gibi ) vezirlik salâhiyetinin buna ilâvesine lüzûm yok idi. En yaygın mânası ile nai b tâbiri farsça, türkçe ve daha sonraları arapçada h â k i m y a r d ı m c ı s ı veya k a d ı v e k i l i n e delâlet .ederdh Bugünkü arapçada bu.ndan umûmiyetle bir m e b ’ û s a n la şılır; al-nâ’ ib



al-um um i ise, müddeiumumiye■ •( al-niyâba a l'um âm iya) delâlet ederv . . > N a VÂB [ navvab yerine, nâ’ib 'in bu şekli arapçada kullanılmaz, nâ’ib 'in cemi şeklî olan nü vâb’ Aan kısaltılan, nu vâ b’ m daha fasilı şekli) H i n d - t ü r k i m p a r a t o r l u ğ u n d a s u l t a n n â i b i ve b i r e y â l e t i n v a l i ­ s i n e alem olmuştur. Bu unvanın ne zaman ortaya çıktığı mâlûm değildir. Bâzan başka unvân ile birlikte kullan ılır; msl. navâb-vazir ( Oudh ), navâb-nâzim ( Bengâle ), A re o t ( C a r­ natic ) navâb’ı H aydarâbâd nizâm ’ ına bağlı bîr vâli idi. . , N avvâb ( navâb) İra n ’da hanedana mensup bir şahsiyet için ve H in distan ’da her hangi bir memuriyet ile ilgili olmadan bîr fahrî unvân olarak da kullanılır, NABOB tâbiri navâb ’m in g ilizle r tarafın d an bozulm uş şeklid ir ve şa rk ta n dönen zen gin kim selere d e lâ le t e d e r ; XVIII. asrın ikinci yarısın d a um um ileşm iş olm alıdır. ■ •



B i b l i y o g r a f y a - . ' Tarih kitaplarına' ilâve olarak, bk. bir de E. Quatrem ère, H istoire des Sultans mamelouks ( Paris, 1840), I/ll, 9 3 —99 ;,M. van Berchem, 'Matériaux pour un Corpus Inscriptionum Arabicarum (P aris-, IÇ03 ), I, 20.9.— 228; G audefroyDemombynes, Là Syrie à T époque des Ma­ m elouks (P a ris, 1923); Yule vc Burnell, Hobson — Jobson ( London, İ903 ), bk. mad. Nabob ; J. Price, The Saddle put on the R ight Horse, on an Enquiry into the Reason why certain Persons have been denominated Nabobs, ( London, 1783 ); . ' ■■ . ■ ( H . A . R. G ib b , C . C o l l i n D a v i e s .)



( Osmanli teşkilâtında nâip ilmiye mensup­ larının kadılık vazifesini gören bir zümresinin ismidir. Mevâlî denilen büyük -kadıFar bâzan hizmetlerinin bütününü, bâzan da bir kısmını fiilen deruhde etmeyerek, yerlerine kadı ev­ sâfını hâiz vs ehliyet sâbibi -birini vekil tâyin ederlerdi. Bâzan da, bîr kazâ, örfî müddetle­ rini ikmâl eden büyük ilmiye ricaline ve yahut vazifede bulunan bir müderrise, arpalık nâmı altında, verilirdi. Bu gibi hâllerde, arpahk sa­ hipleri uhdelerindeki kazalara gitm ezler, y er­ lerine bir nâip gönderirlerdi. Mâzût olup da, İstanbul ’ da kalması câiz görülmeyen ilmiye ricalinin arpalıklarında ikam ete me’mûr edil­ dikleri de olurdu. M. d’ Ohsson ( İV/İL 573 — 5 7 6 ) ’a göre, nâip beşinci dereceden bir kadı olup, mensup olduğu zümre beş kısma ayrılır : 1. Mevâlî ve kuzâtın yerine giden kazâ naipleri ; 2. birinci ve ikinci derecedeki kadılar tiâmına hâkimlik eden ve hizmetini onun dâiresinde ifâ eden bâb naipleri (b u tâbir 'invânın menşe’ini de izah etm ektedir ) ; 3. mevâlîye niyabet



( vekâlet ) eden, yâni onun bulunmadığı yerde kendisini temsil edenler; 4. kadılara niyabet edenler; 5. birinci derecedeki roevâfînin, kibâr-ı müderrisinin arpalıklarına gönderilen naipler. Büyük bir yekûn tutmakla berâber, mevâiî ve kuzât gibi adetleri muayyen olan naiplerin dereceleri müsâvî i di ; yâni beş kısımdan birine mensûp olan bir nâip, vazifenin asıl sahibi ta ­ rafından tâyin ve kazânın bağlı bulunduğu kazasker ( Rumeli veya Anadolu ) tarafından tasdik olunur, kendisine bu hususta bir vesika verilirdi. Nâip gelirini paylaştığı vazife sahibi ile alâkalı olarak azle tâbi tutulm azdı; niyabet kendisine kayd-ı hayat şartı ile tevdî edilmiş itibâr olunurdu. Naiplik ya emânet veya ilti­ zâm suretiyle verilir; birinci şekilde nâip, ge­ lirin bâzan dörtte, bâzan beşte birini alır, ikinci şekilde ise, kazânın tahammülü nisbetinde yerini tuttuğu zâta 200, 300, hattâ 600 kuruş „şehriye“ verip mütebâkîsini, mahkeme mas­ rafları çıktıktan sonra, kendi maişetine tahsis ederdi. İltizâm usûlü git-gide o kadar sû-i İstimale uğradı, irtikâb ve irtişaya o kadar yol açtı ki, nâipiik rüşvet ile alınıp-satılan, hattâ müzâyedeye tâbi tutulan bir geçim vâ. sıtası hâline g e ld i; „arpalık ve m aişetler“ şunun, bunun müteallikatına tevcih edilip, taşralar­ da yazı okuyamayan naipler peydâ ve devletin haysiyeti gibi, şeriatın de vekarı berbat oldu ; bu yüzden hakkın yerine getirilmesi âyand&n ve derebeyierinden olan mütegallibenin eline geçti ( C evdet Paşa, Tarih, VII, 143 ; Koçi Bey, Risdle, s. Î17). Bu tarzda hizmet sahibi olan nâipler her türlü adaletsizliği İrtikâb ederler, naipliği ele geçirmek için, geçimlerini te’ ınin edecek parayı çıkardıktan başka, verdikleri rüşveti halktan koparmağa bakarlardı. Bu sû-i istimâlleri bertaraf etmek maksadı ile alınan tedbirlerden fayda basıl olmamış, msl. Selim III. zamanında naipliklerin tahammüllerinden fazlasına satılmaması ve bir takım câhillerin bu m evkilere getirilmemesi için, bîr kanûn y a ­ pılmış ise de, bundan netice çıkmamıştır. Şeriat bakımından kadı „veliy-ül-em rin“ ve­ kili olmakla berâber, âmmenin de nâibi bulun­ duğundan, veiiy-ül-emr vefat edince, kadı müiı’azil olmaz, bunun gibi, kadı vefat edince de, aksine bir kayıt yok İse, nâip işten ayrılmış sayılmazdı. Diğer taraftan kendisine istihlâf salâhiyeti verilmeyen bir kadının nâip seç­ mesi mümkün değil idi. Bu salâhiyete mâ­ lik olan bir kadı kendi kazâsı dâhilindeki bâzı şer’ î ve idâri işlerin görülmesi için, nahiyelere kendine âit bütün yetkileri hâiz birer nâip gönderebilirdi. XVII, ve XVIII. asırlarda müte­ addit nâipliklere mâlik olmayan şehir ve hazâ yok idi. M evleviyet ve kazaların nahiyelerine



[ b. bk.] birer nâip gönderilir, kadıların adlî ve idâri salâhiyetleri bunlar tarafından kullanılır idi. Bir zaman İstanbul 'da ve etrafında 22 naip­ lik mevcut olup, bunlardan dördü ( Mahmud Paşa, AH Çelebi, Bal at, D avu tp aşa) bizzat İs­ tanbul kadısının hükmüne bağlı idi. G alata kazŞsında 7 ( Tophane, Beşiktaş, îstinye, Mu­ danya, Marmara, K a p ıd a ğ ); Eyyûb kazasında kezâ 7 ( H asköy, Silivri, Büyük Çekm ece, K ü ­ çük Çekmece, Terkos, U zun ca-O va) nâipliği var idi. Üsküdar hazâsına merbut naipliklerin ( Beykoz, K artal, Pendik, G ebze, Şile ) sayısı 5 idi ( d’Ohsson, IV/u, 576 v.d .; Islam ic So­ ciety and the W est, I, 255 v. d d .; II, 124 v. dd.). Bâb-ı fetvâ hâricindeki şerTye me’ mûriarı ara­ sında Keşif nâibi adı ile biri de bulunmakta idi ( msl. bk. D evlet sâlnâmest, 1277» s. 6 1). Kadı yetiştirm ek üzere, 1270’ te Meşreb-zâde bafîdi Mebmed A rif Efendi ’nin meşihatı zamanında açılan tedris müessesesinin ismi Muailimhâne-i nuvvâb idi. Bu nıüesseseye 1302 'de Mekteb-i nuvvâb ve daha sonra MedresetüS-Kuzât denilmiştir. Naiplik uzun müddet de­ vam ettikten sonra, muayyen müddetle nâip tâyin etmek usûlü 1331 'de lâğvedilmiştir. ( Ömer Nasûhî Bilmen, VI, 4 3 9 ). Esasen ikinci m eşrûtiyette yapılan tebeddüller esnasında naiplerin mahkeme harcı ile geçinmeleri yerine, onlara da bütçeden maaş bağlanmış idi. Cümhûriyet devrinde şer’î mahkemelerin lağvı ile naiplik usûlü büs-bütün ortadan kalkmıştır. Nâip tâbiri bir de' ibâdet meselesinde bahis mevzüu olur. Osmanlı devrinde İslâm an’anesine uygun olarak, camilerde imamet etmek salâhiyeti şer’ an sultana âit olmakla berâber, onun izni ile bu vazife bir vekil tarafından da yapılabilir, bu hâlde imâmet eden kimse sultanın nâibi addolunurdu. Osmanlı devleti ile İtalya arasındaki Trablusgarp harbine son veren Oucby muahedesi ( 1912 ) mucibince bu ülkede pâdişâhı temsil edecek zâta nâib-'üssultan unvânının verildiğini ve bu vazifeye Şemseddin Paşa 'nm tâyin edildiğini belirtmek lâzımdır. B i b l i y o g r a f y a : Koçi Bey, Risâle (İstanbul, 1303}; C evdet Paşa, Tarih (İs­ tanbul, 1309), VII, 143; M. d'Ohsson (T abteau de l’Empire othoman, Paris, 1788), W in, 57 3 — 576; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osm anlı devrinde m erkez ve bahriye teşki­ lâtı, bk. fihrist, NÂİB, KAZASKER ( A nkara, 1948); Ömer Nasûhî Bilmen, H ukuk-i islâmiye ve isl.âhât-t fık h iy e kamusu (İstanbul, 1952), V I; H. A . R. G ibb ve H arold Boven, 1. kısım ( O xford, 1950 ), 2. kısım ( O x­ ford, 1957), bk. fihrist n ffib ; M. Zeki Paka!m, Tarih deyim leri ve terim leri, mad.



N Â tP — N A K ŞB E N D . NÂİP ( İstanbul, 1953 ), II, fasikül X V I ; ilm iye . sal nâmesi ( İstanbul, 1339 ), s. 674 ; Osman Ergin, Türkiye m aarif tarihi ( İstanbul, 1939 )•_ I. 135 v. dd.]. ( C . B.) N A K İ R . [ Bk. m ü n k ER.] N A K Ş A R A H A N A . [B k . JABL h â n a .] N A K Ş B A N D . [ Bk. n ak şb e n d .] N A K Ş B E N D . N A K Ş B A N D , B a h â ' a t.-Dîn Muhammed b. Muhammed a l- B u h â r Î (1318 — I389 ). nakşbendîye tarîkatinin ilk şeyhi olup, muharrem 718 (m a rt — nisan 1318 }'d e Buhârâ civarında Kaşr-i ‘A r ifin ( önceleri Çaşr-i Hinduvân ) adı verilen bîr köyde doğdu. Bü­ yük şöhretine rağmen, hâl tercümesinin hiç olmazsa belli-başiı safhalarını, tarih sırası ile, anlatan bir esere rastlanm az. Kendisini görüp tanımış olanlardan Şalâh al-D in b. Mubârak 'in, mevcut kaynakların en etraflısı sayılan j4 n»s al-tâlihîn va ‘ uddat al-sâlikin ( tro. Süleyman tzzî-i Teşrifâtî, İstanbul, 1328) adlı eserinde verdiği bilgiler de pek mübhemdir. Nitekim bu eserde N akşban d’in babasının ne iş ile uğ­ raştığı ve bilhassa sonradan asıl İsmimn yerini almış olan Nakşband tekabının kendisine ne için verildiğine dâir bir bilgi yoktur. A taları arasında şöhretli bîr kimse bulunmadığını söy­ lemesine ( bk. Nafahât, trc. s. 420) rağmen, sonraki müellifler tarafından nesebi al-İmâm C a'far al-Şâdik 'a çıkarılm aktadır ( bk. G . Sarvar-Lâhüri, H azinat al-aşfiyâ, Bombay, 1290. I, S45 ve oradan naklen Hoca-zâde A . Hilmi, HaeBkat al-avliyâ', İstanbul, s. 44). A n ca k ken­ disini görüp tanıyanlar tarafından yazılan eser lerde iftihar ile kaydedilmesi gereken böyle bir nesebin tesbit edilmemiş olması,bunun sonradan kendisine yakıştırılm ış olduğu ihtimâlini kuv­ vetlendirm ektedir ( krş. K . Kufralı, N akşbendîliğin kuruluş ve yayılışı, doktora tezi, s. 51, T ürkiyat ens. tez. nr. 337 ). Nakşband lekabının ise, bu tarikatın bâzı esâslarına dayanılarak, başkaları tarafından verilmiş olması muhte­ meldir, Nitekim „nakışçı" mânasına gelen bu kelime nakş ve band (n a k ış ve b a ğ ) şekline irca edilerek, zikirden hâsı! olan te’sir nakşa, zikir de bu te’siri ( nakşı ) tesbite yarayan ba­ ğa ( b a n d ) benzetilmektedir ( bk. ‘ A b d aiM acid b. Muijammed at-Hâni, H adâ'ik al-var$ y a f i hakâ'ik acillâ' al-nakşbandiya, K a ­ hire, 1306, s. 9 ), Kelimenin ayrıca, bu tarîkatin esâslarından biri olup, müridin, şeyhine dâimâ bir rÛh bağlılığını sağlayan r a b ı t a ile de ilgisi olmak ihtimâli vardır. Kendinden ön­ ce yaşa,mış olan her hangi bir şeyhin rûhâniyetinden feyz alınarak, ona intisap edilebile­ ceğini ileri sürdüğü ve kendisi de bu türlü hareket ettiği için, ona aym zamanda U vaysi nisbesi de verilmiştir.



Baha’ al-Din Nakşband, daha üç günlük bir çocuk iken, Kaşr-i ‘A rifân ’a gelen Hvâea Muhammed Bâbâ-yi Sam m âsi tarafından mane­ v î evlâtlığa kabûl edildi. H vâca Muhammed çocuğun ilerideki tasavvuf! terbiyesini, o sı­ rada yanında bulunan Sayyid A m ir K ulâl 'e havale etti ( Şalâh al-Din b. Mubârak, ayn. esr., s. 18 v .d .; Nafahât tercüm esi,s. 414; Raşahât tercümesi, s. 88 ). Bundan sonra, 18 yaşı­ na kadar N akşband’ in tahsil ve terbiye tar­ zına dâir kaynaklarda her hangi bir bilgiye rastlanmaz. A ncak dedesinin onu. muhtelif ta ­ savvuf erbabına tanıtm ak ve sohbetlerinden faydalanmasını sağlam ak maksadı ile, Semer» kand 'a kadar götürdüğüne bakılırsa ( Şalâh al-D in , gcst. yer.), kendisinin tahsil ve terbi­ yesi ile ilgilenîldiği anlaşılır. Bahâ’ al-Din Nakşband Semerkand 'dan döndüğü zaman 18 yaşında iken evlendirildi. Bu sıralarda Hvâca ‘ A ziz â n ( ölm. 715= 13 15/13 16 )*a intisap et­ miş olanların giydikleri kÜlâhtan kendisine gönderilmesi üzerine, esasen tasavvuf! fikirle­ re meyilli olan mizâcında büyük bir değişiklik meydana geldi ( ayn. esr., s. 19 ). Ç ok geçm e­ den Hvgoa A m ir K ulâl, Kaşr-i ‘ A rifâ n 'a geldi ve Sammâsi 'nin vasiyetini hatırlatarak, onun tasavvuf! terbiyesini Üzerine aldı. Bu buluşma­ dan sonra A m ir K ulâl N asaf 'e dönmüş olma­ lıdır. Ç ok geçmeden de Nakşband, onun y a ­ nma giderek ( ayn. esr., s. 25 ), 7 yıl hizme­ tinde bulundu, Zîkr telkinini ve sülük âdabını A m ir K ulâl 'den öğrendi ( 03in. esr., s. 43, 76 ). Fakat kendisi bu yola intisabını ‘ A b d al-H âlik a l-G u cd u vân i’nin rûhâniyetine borçlu olduğunu ileri sürmektedir ( ayn. esr., s. 43 ). Nitekim kendisinin. A m ir K ulâl 'in aksine, ‘ A b d alHâlik al-G u cd u v ân i’ye uyarak, zikr-î hafiyi tercih etmesi bu iddiasını te’yît etm ektedir. Esâsen kendisine U vaysi nisbesinin verilm esi­ ne sebep de, daha önce yaşamış olan bîr şey­ hin rûhâniyetînden bu şekilde feyz almış olma­ sıdır. Zikr-i hafîyi müdâfaa ile ona göre amel eden N akşband'in bu hareket tarzı A m ir Kulâl 'in müridi ermin şikâyetlerine yol açtı. F ak at A m ir K ulâl her bakımdan çok takdir ettiği Nakşband ’in bu türlü hareketini hoş karşılı­ yordu. Nihayet bir gün, Suhâr ’ da yaptırm ak­ ta olduğu mescid ve imaretin inşaatında ça­ lışan 500'e yakm dervişi arasında Bahâ’ al-Din Nakşband ’ e, bundan böyle hareketinde serbest olduğunu, ister türk, ister tâcik olsun, faydalı olabilecek her şeyhten feyz alabilece­ ğini söyledi. Raşahât (s. 80 ) ’a göre, Nakşband bundan sonra 7 yıl Mavlânâ ’A rif D tkgirâni 'nin sohbetinde bulundu. Ondan sonra da s ı­ rası ile Y a sav iy a tarikatı şeyhlerinden Kuşam Şayh ve Halil A ta ile tanıştı. Bir ara hüküm­



NAKŞBEND. dar da otan ( tbn B attüta, trc. s. 426 v.dd.) F a lil A ta ’ uın hizmetinde, bir rivayete göre ( Ani s al-T alibtn, a. 20 ) 6, bir başka rivayete göre ( Ra şaha t, trc, s. 80) de, 12 yıl kaldı. Bu hükümdar şeyhin J4.7 ( 1 3 4 7 ) 'de bertaraf edilmesine son derece üzülen Bahâ’ al-D in Nakşband, dünya işlerinden nefret ederek, Bu­ hara köylerinden Zivartun -a yerleşti. Bu şeyh­ ler dışında M avlânâ Bahâ' al-D in K ışlâ k i'd e n de hadis okuduğu anlaşılm aktadır ( Ani s altalibin, s. 36 ). Nakşband 'İn bundan sonraki hayatı k a t'î olarak bilinmediği gibi, hangi ta ­ rihte müstakillen tarikat faaliyetine başladığı da belli değildir. A n cak A m ir Kula! 'in, 772 ( 13 7 0 )'d e ölümünden bir az. Önce mürîdlerine Nakşband 'e tâbi olmaları hususundaki vasiye­ tine ve Nakşband 'in de bu tarihten şok önce ondan ayrılmış olduğuna bakılırsa, onun bu tarihte büyük bir tarafdar kütlesi toplamış ol­ duğu anlaşılır {Raşakât, trc. s. 81 ). Nakşband kemâle erdikten sonra İki defa hacca gitti. Bunlardan İkincisinde halîfelerinden Muhammed P a r sa 'y ı mürîdleri ile N isâ b ü r'a gönderdi; kendisi de Zayn al-D in A bu Bakr al-Tâyibâdi ( ölm. 791=1388/1389 ) 'yi ziyaret etmek üzere, H erat 'a giderek, 3 gün kadar bu şeyh ile soh­ bet ettikten sonra, N isâbür 'd a bulunan arka­ daşlarına katıldı. Hacdan dönerken, Bagdad 'a uğradı ve. oradan M e rv ’e gitti ( Raşahât, trc. s 8 ı ; 'A nis al-tâlibîn, s. 40, 88 v.d.). Burada bir müddet kaldıktan sonra, Buhârâ 'ya döndü ve ihtimâl tarîkatini yayma maksadı ile çık­ mış olduğu kısa süreli seyahatler hâriç, bir daha Buhârâ 'dan ayrılmadı. Nitekim bu seya­ hatlerinden birinde Sarahs ’ta bulunduğu bir sırada Herat hükümdarı Mu’ ızz al-Din Husayn ( 1 331 - — 1370) kendisini H e ra t'a dâvet etti. Bu hükümdar ve âîlesi tarafından gönderilen hediyeleri kabûl etmemesi, hazırlanan yem ek­ leri yememesi ve son derecede pejmürde bir kıyafet İle Herat sokaklarında gezmesi halk arasındaki şöhretini bir kat daha arttırdı ( A n is al~tiilibin, s. 50 ). Buhârâ 'nın gerek tasavvuf, gerekse diğer İlmî çevrelerine men­ sup bilginlerin onun etrafında toplanması bir takım din adamlarını kıskandırdı ise de, bun­ lar Nakşband ’in din ve tasavvuf sahasındaki geniş bilgisi karşısında susmak zorunda kal­ dılar ( ayn. esr., s. 197 v .d ). Bahâ' al-Din Nakşband, ölümünden bir gün öncemürîdlerine, halîfelerinden Muljammed Par­ sa 'ya tâbî olmalarını vasiyet etti ve 3 rebiülevvel 791 (2 mart 1389) pazartesi günü 73 yaşında Öldü ve hâlen bir çok kimseler tarafın­ dan ziyaret edilen türbesinin bulunduğu yere gömüldü ( G ordlevskiy, Bahâ-üd-dîn Nakşband Bukarskty, Sergeyu Fedoroviçu Oldenburgu



51



— Oldenburg armağanı, Leningrad, 1934, 3. 147 — 169'dan hulâsa, TM, V , 361 v.d.). Ç o k m ütevâzî bir hayat süren Bahâ’ al-Dîn Nakşband, haramdan son derece sakınır, he­ diye getirenlere hediye île mukabele eder, fa­ kat bu husûslarda Peygamber gibi harekette' buUmmanın küstahlık olacağını da söylerdi ( A n i3 al-tâlibîn, s. 46 v. d., 48). Misafire çok saygı gösterir, 011a uymak maksadı ile gerekirse orucu bozmanın bile câiz olacağım söyler ( ayn, esr., s. 5 1), hayvanlara karşı da büyük bir sevgi beslerdi. Daha çok yaradılışının icâbı olan bu gibi husûsiyetleri dışında Bahâ’ al-D in N akşband 'in fikrî tekâmülünü Muhammed b. ’ A li b. alHusayn al-Tirm izi ( ölm. 320=932 ) 'nin eser­ lerine borçlu olduğu söylenebilir. Nitekim ken­ disi de 789 ( 1387 ) 'da 22 yıldan beri Hakim Tirm izi tarîkm a bağlı olduğunu söylem ektedir (ayn. esr., s. 28 ). Bahâ’ al-D in N akşban d'in , evradından ve halîfesi Pârsâ tarafından, ayrıca bâzı hâl tercümesi kaynaklarında tesbit edilen sözle­ rinden başka, her hangi bir eserine rastlanmamaktadır. a l-A v r 5d al-B akSlya adı ile anı­ lan bu evradın Ma’ mün b. Ahm ed b. İbrahim ai-Turnavi ile Muhammed b. M ustafâ at-Hâdimi tarafından yapıtmış iki şerhi vardır ( C A L , Suppl., II, 282). Nakşband 'e İzâfe edilen veya hiç olmazsa ondan sonra bu ad ile şöhret bulan tarîkatİn izlerine ise, daha önce G azneliler devrinde t 357 — 579=962 — 1183 ), rastlanm aktadır { K. Kufralı, N akşbendîliğin kuruluş v s yayılışı, s. i l i ). A n ca k başlangıçta sâdece bâzı esâsla­ rı belli olan bu tarikat, gerçek hüviyetini H vâca Yûsuf al-Ham adâni (ölm . 5 3 5 = 114 0 ) 'den sonra aldı. Ehl-i sünnet akidelerine sıkısıkıya bağlı olduğu için, halkın, hilâfet husûsunda icmâ'ı desteklediği için de, sünnî hü­ kümdarların rağbetine ve yardımına mazhar oldu. Yusuf al-H am adâni 'nin halîfelerinden Ahm ed Y a savi tarikatın Mâverâünnehr 'de, ‘ A b d al-Hâlili al-Gucduvâni de Hvârizm ve Ho­ rasan ’da yayılmasına yardım etti. al-Gucduvnni ’ nin zikr-İ hafîyi, Ahm ed Y asavI ’ nİn ise zîkr-i cehriyi ( M. F. Köprülü, Türk edebiyatında ilk m utasavvıflar, İstanbul, 1918, S. 123 ) tercih etmesi sebebi ile, tarik a t iki kol hâlinde gelişti ve bu kollar geliştiği muhitin örf ve inançla­ rının te’siri ile de, birbirinden oldukça farklı bir m âhiyet aldı. A n eak bir ara zayıflamış otan Ğucduvâni esasları Bahâ1 al-Din Nakşband tarafından tekrar canlandırıldı. Filhakika Ba­ hâ’ al-Ditı N akşban d’e izâfe edilen tarîkatin belli-başiı esâslarından olup, şeyhten alınan zikri, kalp veya dil ile devamlı olarak tekrar­



54



N A K ŞBEN D -



lam ak anlamına gelen gâd kard, zikrederken Tanrıdan başka şey düşünmemek maksadı île, kalbin kapısına göz kulak olmak anlamına ge­ len nigâh daşt, acz ve alçak gönüllülük ile Tanrıya yönelme anlamına telsir edilen bâz gaşt, zevk «kıyarak, Tanrı ile huzurun devam etmesi anlamına tefsir edilen yâd daşt, Tanrı­ dan haberdar olarak, nefesin girip-çıkmasma dikk at etmek mânasına gelen hüş dar dam, tefrikadan sakınmak mânasına gelen nazar bâr Içadam, topluluk içinde insanın kendisini sâde­ ce Tanrı ile hissetmesinden ibaret olan halvat dar ancuman, verilen sıfatlardan İlahî va­ sıflara yükselm ek mânasına alman safar dâr vatan, her akşam günlük amellerin muhasebe­ sini yapm ak mânasına gelen v ukn f-i zamânl ve kalp ile yapılan zikrde sayı gözetm ek, yâni zikredenin kalbi ile bir nefeste keli me-i tevhidi 3ı 5ı 7, >5 veya 21 defa ve dâimâ tek sayı ile tekrarlam aktan ibaret olan vukuf-i ' adad1 gibi tâbir ve usûller tamâmiyle al-Ğucduvâni ’ye aittir ( bk. A li Behçet, Risâ!a-i 'ubaydiya-i nakşbandiya, İstanbul, 1260, s. 12 v.dd ; krş, ■rinis al-tâlibîn, s. 72, 76, 78; Mu^ammed Pârsâ, Ri$5la-i kudsiya, İstanbul, 1323,9.36,44 ). G örüldüğü üzere, al-Gucduvâni esaslarına sâdık kalan Bahâ’ al-Dın Nakşband, tarikatını iiveysîlik ve rabıta gibi iki umde ile takviye etti. Başka tarikatların aksine, tarikat silsilesi­ ni ‘A li yerine A bu Bakr 'e bağlam ak sûreti ile, diğerlerinde az da olsa hissedilen şiîlik te ’sirine yer vermedi ( K. Kufralı, ayn, esr., s. I I ; krş. H âni, H adâ'ik a l-v arS y a . . . , s. 6 ). Bu gibi küçük farklar, yetiştiği zaman ve mu­ hitin te’sirleri istisna edilirse, denilebilir ki, Bahâ' al-D in Nakşband ’e izafe edilen tarikat, Gucduvâni ( ölm. 575 veya 585=1179 veya 1189) ’den itibaren ,H vscagân iya adını alan {H adâ'ik al-var22— 24). Kemâl 8 yaşma yaklaştığı sıra­ larda annesini kaybetti (1 şevvâl 1264=31 ağus­ tos 1848 i E. Ât Bakı, ayn. esr., s. 17 v.d. ). K ı­ zının ölümünden az evvel K ütahya kaymakam­ lığına tâyin edilen A bdüllâtif Efendi 'nın çok geç­ meden azli üzerine (18 zilkade 1264=16 teşrin (I, 1864; E. Â . Bakı. ayn. esr., s. 14), onun ile



İS



İstanbul ’a döndü, ö k s ü z kalan Kemâl İstan­ bul 'da Önce Bayezid rüşdiyesine, sonra Valide mektebine verildi ise de, bir mektubu kendi­ sinin daha 6 yaşında iken ders aldığım göste­ riyor ( Mustafa Reşid, Bedâyi-ııt-inşâ, 1303, s. 204 ). Kemâl ’in bu mekteplere devam müdde­ ti hakkında verilen malûmat biribirini tutma­ maktadır ( krş. Ebüzziyâ, Kem âl, 1306, s. 6; ayn. mil., Nümâne-i edebiyat-ı osmâniye, 1330, s. 327; A li Ekrem, Nâm ık Kem âl, 1930, s. 9 ). İ. H. Ertaylan ( Türk edebiyatı tarihi, I, Bakû, 1925, s. 205 ) kaynak göstermeden, onun V ali­ de m ektebine giriş tarihini 15 muharrem 1265 ( 1 1 kânun il. 1848) olarak kaydetm ekte ve oraya 8 ay devam ettiğini söylem ektedir. A n­ cak bu tarihte adı geçen mektep henüz mev­ cut değil idi. A sıl adı Dâr-ül-maârîf o'an Valide mektebi 7 cemâziyelevvel 1266’da açıldığına göre ( Mahmud C evad , M aârif-i umûmiye ne­ zâreti tarihçe-i teşkilâit vs icrââtı, İstanbul, 1338, s. 40 v.d.), bu tarihi kabûl etmeğe imkân yoktur. Ebüzziyâ ( Nüm ûne-i edebiyat-ı osmâniye, 1330, s. 327 ) ’ya bakılırsa, Bayezid rüşdiyesi ve Vâlide mektebinde J2 yaşında iken okumuştur. Buna göre, Kemâl, İstan­ bul 'a gelişinin beşinci senesinde tahsile baş­ lamış oluyor. Şipka kahramanı müşir Süley­ man Paşa ve dâhiliye nâzın şâir Fâik Memdub Paşa onun bu mekteplerden arkadaşı idiler. Kemâl, Abdülhamid II.'e teşekkür için yazdı­ ğı bir an zad a Dâr-ü!-maârif’te okuduğu sını­ fın kısa bir tasvirini verir ( bk. İ. H. Uzıinçarşılı, Nâmık K em â l’in A bdülham id’ e takdim ettiği arızalar ile Ebüzziyâ T ev fik B e y ’ e yolladığı bâzı m ektuplar, Belleten, 1947, XI, nr. 42, s, 273 v.d.). Bütün kaynaklar Kemâl ’in dedesinin tâ ­ yini üzerine K ars ’a gittiğini ve tahsilinin bu yüzden yarıda kaldığını yazar. Hâlbuki dedesi K ars’ tan önce iki defa me’mûriyet ile İstanbul ’dan ayrılmış i di ; Afyon dönüşünden sonra, 4 ay geçmeden. K ıb rıs'a kaymakam tây in 'e d il­ miş ( Takvîm -i vskayî; nr. 400, 12 rebiülevvel 1265; Cerıde-i havadis; nr. 422,14 rebiüievve' 1265 ), bu vazifede bir buçuk sene kaldıktan sonra oradan ayrılmış ( Takvîm -i vekayî, nr. 428, 19 ramazan 1266), bir sene sonra da, ye­ ni teşkil olunan Lazistan sancağı mutasarrıf­ lığına, mîr-i mîrân rütbesi ile, tâyin olunmuş­ tur ( Takvîm -i vekayî, nr. 450, 15 şâban 1267 ). Abdüllâtif Paşa burada iki buçuk seneden faz­ la kalmış, kânun I. 1853 sonunda bu vazifeden alınmıştır ( Takvîm -i vekayî, nr. 479, 10 rebiülâhır 1269). K em âl'in annesinin ölümünden sonra, A bdüllâtif Paşa ailesinin dâımâ berabe­ rinde bulunduğu, kendisinden naklen oğlu Ali Ekrem tarafından İsrarla- belirtildiğine göre.



5*



N Â M IK K E M Â L .



onun dedesinin bu son me’ mûrıyet yerine g it­ miş olduğuna çok kuvvetli bir ihtimâl naran ile bakılabilir. İstanbul ’daki tahsil hayatının uğradığı sekteleri bu sûretle daha kolay izah etmek kabildir. Böylece onun Kars 'a gidinceye kadar suren İstanbul 'daki 5 yılı bir az aydın­ lanmış olmaktadır. A bdüllâtif Paşa, bu son va­ zifesinden ayrıldıktan s ay sonra, mart 1853 ’te K ars kaymakam lığına tâyin edildi ( Ce'rîdc-i havâdis, nr. 614, 29 cem âziyelevvel 1269; Takvîm -i vekayî, nr. 484, 9 cemâziyelâhır 1269 ). Kemâl orada bir buçuk yıla yakın bir zaman kaldı. Rivayet kabilinden bilgilere göre, onun ilk fikrî uyanışı bu devrede başlam ış; K a r s ’ta iken yaşlı bir şeyhten tasavvuf ve edebiyat öğrenmiş, Nâbî, Sünbül-zâde Vehbî gibi şâir­ lerin dîvânlarını okumuş ( Ali Ekrem, Nâ­ mık Kem âl, s, 13 ) ve hocasının uyandırdığı heves ile küçük şiir denemelerine başlamıştır. Kemâl ’in hocasının karslt müderris Vâiz-zâde Mehmed Hâmid Efendi olduğu kaydedilm ekte­ dir ( Kırzıoğlu Mehmed Fahreddin, 1855 Kars zaferi, İstanbul, 1955, s. 27 ve 84; ayn. mil., Kars tarihi, İstanbul, 1953, 1, 550 ). Ders ve mütâlea yanında Nâmık Kem âl, K a r s ’ta K ara V elî A ğ a adlı şöhretli bir binicinin nezâ­ reti altında binicilik, cirit ve av gibi an’anevî sporlar ile de meşgûl olmuştur. Kars ’ a gittikten az sonra patlayan Kırım muharebesi şırasında, Kem âl cephelere giden askerler ile kaynaşan bu serhad şçhrinİn galeyânlı ha­ vası içinde yaşadı. Bir buçuk sene dolma­ dan, A bdüllâtif Paşa *mn 1834 temmûz sonla­ rında azli ( Takvim -i vek&yi, nr. 507, şevval sonu, 1270) Kemâl 'in Kars 'iaki ikametine nihayet verdi. Kars 'ın onun muhayyilesi üze­ rinde bıraktığı te’sirler çok seneler sonra bâzı eserlerinde ortaya çıkacaktır. Msl. Cezm î ro ­ manındaki cirit sahnesini, oradaki hayatından almıştır. Kırım muhârebesi esnâsında şâhit oldu­ ğu bir hâdise, yâni bir kızın asker kıyafetine girerek, sevgilisinin peşinden orduya katılması Vatan yahut 5 i/ fs ire ’deki kahraman kızı ilham etmiş olabilir. Kemâl İstanbul'a döndükten 10 ay sonra, dedesi mayıs 1855 'te Sofya kaymakam­ lığına tâyin edildi ( Takvîm -i vekayî, nr. 523, 26 şâban 1270) ; K em âl'in İstan bu l’daki faâ;i yeti hakkındaki malûmat, husûsî hocalardan arapça ve farsça dersleri aldığına, tekrar ka­ vuştuğu babası ile Osmanlı tarihî okumağa devam ettiğine dâir yine rivâyet şeklindeki bil­ gilerden ibârettîr ( A li Ekrem, ayn. esr., s. 14 ). Kemâl 'in asıl fikrî gelişmesi, o zamana ka­ dar dolaştığı diğer taşra şehirlerinden çok farklı olan Sofya ’da başlar. Bir buçuk seneye yakın kaldığı bu şehirde bâzı şâirler ile tanış­ mış, onların yardımı île eski şâirleri okumuş­



tur ; bu hususta A li Ekrem ( N âm ık Kemâi, s. iğ ) 'İn verdiği bilgi ile Ebüzziyâ ( Nümûne-i edebiyât-ı osmâniye, s. 327 ) ’ nın söy­ ledikleri birbirine uymaz. K em âl'in S o fy a 'd a tuttuğu şiir defteri ise ( ibnülemin Mahmud Kemâl ’in kütüphanesindeki yazm a }, onun yeni ve eski şâirlerin eserleri ile te mâsının söylenenlerden çok daha geniş ölçüde .olduğunu göstermektedir. Kemâl bu sûretle. bilgisini ta ­ mamlamak ihtiyâcını duymuş ve husûsi hoca­ lardan farsça ve arapçadan başka, meâni, âdab, mantık v,b. da öğrenmeğe çalışmıştır ( AH E k­ rem, ayn. esr., s. 15 v.d,). Kendini yetiştirm ek için giriştiği çalışmalara muvâ/.î olarak, şiire ciddî şekilde Sofya ’da başlamıştır. Burada ar­ tık küçük denemeler yerine biri-biri üstüne yazdığı gazeller, nazireler, Kerbelâ mersiyeleri ile bir şâir hüviyetini kazandığı görülür; şâir Binbaşı Eşref Bey (P a ş a ), rnisâfir olarak Sofya 'da A bdüllâtif P a ş a ’ nın yanına geldiği vakit, Kemâl ’in birikmiş bir hayli şiiri var idi. Bun­ ları gören Eşref, bir mahlas-nâme tanzim ederek, ona Nâmık mahlasını verdi; bu şuada Kemâl ’in muhibb-i âl-i abâ olduğu ve Kerbelâ için mersiye söylediği belirtilm elidir; kendisinin şiir defteri mahlas-nâmenin ifâdesini te ’yit etmekte ve o vakitler A li muhabbetinin te’siri altında bulunduğunu göstermektedir. Eşref Bey, onda kendisinden önce başlam ış bulunan bu te'siri daha kuvvetlendirm iştir. Bu mecmuada muhte­ lif şâirlerden âl-i abâ ile ilgili manzumeler iie bir çok Kerbelâ mersiyeleri toplaması, Vâridât ’mı kopya ettiği, Sofya civarında yalan halvetî şeyhi Bâlî ( ölm. 960 = 1553; bk. Osmanlı mü­ e llifle ri, î, 42) hakkınde bu şâirler ile birlikte bir kıt'a söylemesi gibi husûslar, onun Sofya ’da içinde bulunduğu te'sİrin derecesini gös­ termek bakımından, kayda değer. Aynı zaman­ da mevlevî ilhamı ile bir çok şiir yazması da başka bir cephesini meydana koyar. Hayatının her safhasında Kemâl 'in mevievîler ile teması olduğunu işaret etmeliyiz. Defterine aldığı şiir­ lerden, onun Sofya 'da tanıdığı bâzı şâirlerin isimlerini öğreniyoruz. Sofya ’h Vâmtk bunlar­ dan biridir. Nâmık mahlasını almasında d a ,. şiirlerine nazireler yazdığı bu şâirin adının te’siri olmalıdır. Kemâl S o fy a ’dan ayrılmasına yakın. Niş kadısı M uştala Râgıb Efendi ’ nin güzelliği ile meşhûr kızı Nesîme Hanım île evlendirildi ( krş. AH Ekrem, Nâm ık Kem âl. s. 17; M. C. K unîay, Nâmık Kemâl, I, 8o). A b dÜliâtİf P aşa'nın 1836 eylülünün başında azli üzerine (Cerîde-i havâdis, nr. 802, 8 muharrem J273 ve Takvîm -i vekayî, nr, 54c, 22 muhar­ rem 1273 ) S o fya'd an ayrılan Kem âl, İstanbul'a dönerken, Edirne vâlisi İsmail P a ş a 'y a sunduğu bir kasidede S o fy a 'd a çok sıkıcı bir hayat



N Â M IK K E M Â L .



S7



19, 17 receb 1285, s, s ). Bu vazifede 18 zilka­ geçirdiğini soy ¡emektedir. K e m â l’in Dâsıtân-t Sofya adlı uzun bîr manzûme ile, müflisin­ de 1283 ( 27 m art 1867 ) tarihine kadar kaldığı den başlayarak, S o fy a ’nın tanınmış si mâlarını göz önünde tutulursa, K em âl'in tercüme odasına ve devlet me’mürlanm hicvettiğini görüyoruz. gümrükten sonra girmiş olduğunu kabûle im­ Sofya 'dan ayrılırken de, dedesinin yerine tâ­ kân yoktur. Gümrük nâzırt Kânî P aşa'm n yin olunan Edhem P a ş a 'y i 1273 tarihli bir Bâbıâlî 'den kâtip istemesi üzerine, oraya gi­ kıt’ a ile hicvetmiştİr. Kemâl burada, bu kasi­ den Leskofçalı G â lib ’ in diğer kalemlerdeki deden başka, edirneii bir güzel hakkında bir bâzı gençler ile birlikte götürdüğü Kem âl 'in, manzûme ile kendisini hicveden Edirne şâirlerin­ 2 sene çalıştıktan sonra, Leskofçah 'hin safer 1278 (a ğ u sto s 1 8 6 1 )'d e T ra b ln sg arb 'a tâyini den birine de bir hicviye yazmıştır, Kemâl, büyük annesi ve büyük babasını bi­ üzerine, tercüme odasına döndüğünü söylemek rer yıl ara ile kaybettikten sonra ( 1858 ve . en doğru izah olacaktır. Leskofçah G âlib Bey 1859 ), babasının evine yerleşti. Kendisinin ilk 'in İstanbul ’ dan ayrılması üzerinden 1 — 2 ay me’mûriyet hayatı da İstanbul ’ a dönmesi ile geçmeden, 1278 rebiülâhır başlarında çıkan başlar. Bunu esâs kısmını Sofya ’da yazdığı Eşref Paşa divânına Kemâl 'in yazdığı takrîzşiirler teşkil eden defterindeki sadrâzam . de de, onun tercüme odası „hnlefâsı mütehayyiMustafa Reşid Paşa 'ya yazılm ış bir kasi­ ■ zânından“ olduğu kaydedilm iştir ( Eşref Paşa, deden öğreniyoruz. Bu kasidede ,,bî cürm S Divân, 1278, s. 200). bî günâh“ olarak vazifesinden azlolunduğunu A li Ekrem ’e göre, Kem âl Sofya’ dan döndükten ve İstanbul sokaklarında eli boş dolaştığını sonra, zamanın büyük ulemâsından devam lı ola­ arzederek, sadrâzamdan inâyet dilemiştir. rak tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf, arap v e acem Reşid Paşa 21 cem âziyelevvel 1274 (kân un SI. edebiyatı dersleri almış, 19 yaşına girdiği zaman 1858 ) 'te de öldüğüne göre, sözü geçen azlin dinî ilimlere vukÛf peydâ eylemiştir ( A li £kbu tarihten önce olduğu anlaşılm aktadır. , rem, ayn. esr., s. 20 ). Kem âl 'in şiir defterınBunun, Reşid Paşa 'nm çok kısa süren son sadâ­ de Fehim, Sâbit, Nef'î, Bâkî, G âlib, İzzet Molla, retinde değil, 3 rebiülevvel — 10 zilhicce 1273 R âgıb, Nedîm, FuzÛlî, Sermed, Kethüdâ-zâde tarihi arasındaki beşinci sadâreti esnasında vukû . A rif dîvânlarına â it bir hesap cedveli Kemâl 'in bulduğunu sanıyoruz. Ebüzziyâ T evfik,K em â l’in , okum ak istediği şâirlerin isimlerinf göstermek17 yaşından itibâren tercüme odasına devam 1 tedir. Kemâl 'in İstanbul 'd a ilk olarak tercüme ettiğini söyler ( Kem âl, s. 7 ); kaynakların onun odasındaki kalem arkadaşları ve onların muhiti buraya giriş tarihini, belirtmemesine mukabil, iletem âs ettiği söylenebilir. Nâmık Kemâl ter­ I. H. Er t ay lan. me'haz göstermeden, 20 rebiü- cüme odasına girdiği vakit, sonra arkadaş’ârı levvet 1274 ( 8 teşrin II. 1857 ) şeklinde kaydet­ olarak tanıdığımız SâdulSah Paşa,  yetu L miş ve K e m â l’in kaleminden 1274 ( 1857 ) yılın­ îah, K ânî Paşa-zâde R ıfat, Recât-zâde Celâl Bey da mülâzemet ile bu kaleme girdiğine dâir bir 'ler de oraya devam ediyorlardı ve Fâik Mem* ifâde nakletm iştir ( Türk e .’ebiyaiı ta rihi. 1925, duh, H alet gibi simalar ile sonradan Mir'ât 1, 209 ). Bahis mevzuu azlin bundan önce giril­ mecmuasını çıkaran Refik Bey, hâriciye nezâ­ miş bir başka vazife ile alâkalı olması düşü­ retinin diğer kalemlerinde bulunuyorlardı. O nülebilir. İbnülemin 'in naklettiği bir rivayete tarihlerde garp tarzı şiir yolu henüz açılmamış göre, şâir Leskofçah G âlib 1859 yılı yazında olduğundan, bu gençlerin hepsi eski tarzda ( 1276 b a şla rı) emtia gümrüğü baş-kâtiplîğine şiir yazıyorlardı. Şinâsî 'nin turkçeyi garp şiiri ile getirildiği vakit, Nâmık Kemâl ’i de yanına İlk temâsa getiren Tercüme-i manzûme 'si Kemâl muâvin olarak almıştır ( L tsk o fça lı Gâlib di­ 'in gelişinden ancak üç sene sonra ortaya çık­ vânı, hâl tercümesi kısmı, İstanbul, 1333, s. mıştır ( 1859 ). A rkadaşı Fâik Memduh B e y ’in o 22 v.d. ve Son asır türk şâ rleri, 1932, III, vakitler hepsinden üstün bir şâir sayıldığını 441 ). M. Süreyyâ ( S icill-io smânt, IV, 82), ta­ belirten Kemâl edebiyat muhiti ile teması rih tasrih etmeden, onun bir ara gümrük kâ­ gittikçe genişleyerek, daha yaşlı nesillerden Matipliğinde bulunduğunu söyler. İbnülemin'in ’n astırh Nâilî ve Manastırlı Fâik gibi şâirler­ Leskofçah 'dan bahsederken kaydettiği, fakat den sonra, 1860 yılında ( 1276 ramazan ) Ziyâ K em âl'in hâl tercümesinde hiç temas etmedi­ Paşa ile tanışmıştır. Bu arada L eskofçah G â ­ ği bu rivâyete dayanarak, başla M. C . Kuntay lib ve H ersekli  rif Hikm et ile de tanışmış ve ondan istifâde eden başka tetkikçiler Nâmık bulunan Kem âl, nihayet 1861 yılı yazm a doğru K e m âl'i, tercüm e odasından önce gümrükte ( 1277 so n la rı), eski ve yeni nesilden şâirlerin vazifeye başlamış gösterirler ise de, bu doğru bir araya gelerek teşkil ettikleri Encümen-i değildir. Yukarıdaki kayıtlar bir tarafa, şâir şnarâ 'y a girdi. Encümene iştirak eden başlı­ kendisi bir yazısında tercüme edasında 8 — 10 ca şâirler Osman Şems, Lebîb, Ziyâ ( P a ş a ), ene bulunduğunu söylem iştir ( H ürriyet, nr. Leskofçalı G âlib , Kâzım, H akkı, Manastır!



,JMÂMIfC K E M Â L. Nailî, Manastırlı Fâik, Hersek]! A rif Hikmet, Hâlet, Fâik Memduh ve Recâı-zâde Celâl gibi simalar idi. H aftada bir Hersekii Ârif Hikmet 'in evinde toplanan encümene dâhil şâirlerin bir hafta zarfında hazırladıkları şiirler okunu­ yor, müşterek manzumeler veya nazireler söy­ leniyordu. Encümende bu şiirlerin okunması Nâ­ mık K e m â l’e verilmiş idi (İbnülemin, H ersekii A r if H ikm et divânı, hal tercümesi kısmı, 1334, s. 19 ). O, buraya mensup şâirlerden Kâzım Paşa, Â rif Hikmet, Hâlet ve Fâik Memduh Bey ’ .er ile müşterek gazeller yazıyor, Osman Şems Efen­ di, Leskofçalı G âlib ve A rif H ik m et’ e nazire­ ler söylüyordu. Encümen bir sene faaliyet gös­ terdikten sonra dağıldı. Ondan evvel ve sonra Uzun kahve (S a ra fim 'in kıraathanesi) v e -K a ­ rakulak hanındaki meşhur gazino gibi, İstan­ bul 'un bir nevî edebiyatçi’ar mahfeli hâlini almış olan kahvelerin meşhur müdavimleri arasında Kemâl 'in muhitini teşkil eden simâları görmek mümkündür ( bk. Ebüzziyâ, Kahveha­ neler, M ccmua-i Ebüzziyâ, 1330, . nr. 130, s. 47, 6 7 ). Bu yıllarda K em âl’in san’atı ve şahsiyeti üzerinde en büyük te’sir Leskofçalı Gâlib ’den gelir, Şâirlîğinden başka hükümet işlerinde de büyük bir görüş sahibi olan bu zattan ona şür ve tasavvuf terbiyesi yanında, bazı içtimâi fjkir ve davranışların da geçtiği anlaşılıyor (M. Kaplan, Nâmık Kemâl, 1948, s. 36 v.d.). Kemâl, İstanbul ’a gelişinin beşinci senesinde Şİnâsî ile tanışmıştır. 1861 yazının sonlarında Leskofçalı 'nın İstanbul ’dan ayrılmasını az bir ara ile encümen-i şııarânın dağılması tâkip etti. Üstadının uzaklaşması Kemâl ’i yeni te’sirlere karşı serbest bıraktı. 10 ay kadar son­ ra, Şİnâsî Tasvîr-i e fk â r ' 1 çıkarmağa başladı (30 zilhicce 1278 = 27 haziran 1862). Bir gün eline verilen küçük bir risale hâlinde basılmış Münâcât, Kemâl 'i nesrini tanıdığı ve beğenme­ diği Şİnâsî 'ye şevketti ve manzumenin verdiği heyecanla hemen onun gazetesine girdi. K e ­ m âl'in T âlîm -i edebiyata dâir ri.â le (s . 36 y .d .} ’de bunu 1278 ramazanında göstermesi yanlıştır; çünkü Tasvîr-i efkâr ancak 1278 senesinin son günü, yâni bahsettiği tarih­ ten üç ay sonra çıkm ağa başlamıştır. Şinâsî ’yi ziyaret ettiği gün tercüm e edip, gazeteye ver­ diğini söylediği Zenci fıkrasından onun Tasvir-i e fk â r'a girdiği tarih tesbit edilebiliyor. Bu fıkra gazetenin 35. nüshasında ( 3 cemâziyelevvel 1279=27 teşrin I. 1862 ) çıkmıştır. Bu­ na göre, gazeteye girişi T o stu r’in çıkm ağa başlamasından 4 ay sonradır. Kemâl ’in bu­ radaki yazı faaliyetine iştirakinin fıkra y e havadis tercümelerinden ibaret olduğu söyle­ nebilir; onun Şinâsî ile tanışması hayatına yep-yeni bir istikam et verdi. G azete. K e m âl’in



o zamana kadar yalnız nazım sahası il« ter­ cüme odasının resmî kitâbet üslûbuna yatkın olan kalemini Şinâsî ’nin te’siri ile yeni bir nesir tarzına tahsis etti. Şinâsî ile çalışmağa başlamadan üç ay önce ( ramazan 1278), eski nesrin bütün san’at oyunları ile Bârika-i saj er 'i yazmış idi. Şinâsî onun düşüncesini siyâsî ve İçtimaî meselelere yöneltm iş ve şiirinin mevzularını değiştirm iştir ( Tâlimdi edebiyat üzerine risâle, s. 37 v.d,); Kemâl artık eski şiirin ve tasavvufî remizlerin mücerret' dün­ yasında yaşayan bir insan olm aktan çıkarak, cem iyet. dâvalarının adamı oldu; bir. divân şâiri olarak, T a sv ir‘ e girişinden 5 ay sonra, Mon­ tesquieu ’den tercüm e yapması onun bu ilk S ay zarfında kat’ettiği mesafeyi gösterir (:R o ­ malıların esbâb-i ikbal ve zevâli hakkında mülâhazât, M ir’ ât, tır, 2, 3 ; şevvâf 1279=22 mart 1863 ). İlk hareket noktasını teşkil eden Montesquieu, Kemâl ’in sonuna kadar fikirlerini en çok benimsediği müellif olmuştur, O va kit­ ler garp fikirleri İle temasa en müsait bir mu­ hit olan tercüme odasının. K e m â l’i Ş in â sî’ nin te ’sirlerine çok hazır bir hâle getirm iş olaca­ ğını da gözden kaçırmamak lâzımdır. Onun Şinâsî ile temasından Önce, garptan ne gibi eserler okuduğu hakkında şimdilik bilgimiz yoktur. Tercüme odası yabancı dite vukufu gerektiren bir muhit idi. Nitekim, ona ders verdiği için, „K em âl hocası,, lekabı ile anılan tercüm e odasının kıdemli kâtiplerinden , Mehmed Mansur Efendi ’den fransızca öğrendi­ ğini biliyoruz ( Ebüzziyâ, Yeni O sm anlılar, Tasvîr-i efkâr, 1900, nr. 35 ). K aynağı gösteril­ meyen bir rivayete göre de, Kemâl fransızcaya Sofya ’ da iken başlamıştır ( M. N. Ö zön, Z a ­ vallı çocuk, mukaddime, İstanbul 1947, s. 7 ). 1864 yılı eylülünde sefâret kâtipliğine tâyin edilerek ( Tasvîr-i efkâr, nr. 227, 4 rebiülâhır 1281), P etersb u rg’ a giden K ânî Paşa-zâde Rifat ’a yazdığı bir mektup, Leskofçalı ’nın. bir gazelinde geçen devlet,, millet, umûmî ıstırap gibi mefhumların onda ne kadar şiddetli- bir hassasiyet husûie getirdiğini gösterir ( krş. Süleyman Nazif, Nâmık Kem âl, s. II v.d .; Mustafa Reşid, Âsâr-ı meş&hir, İstanbul, 1304, s. 10 7 ). İki buçuk yıl yanında bulunduğu Şinâsî, 1865 baharı sonunda Paris ’e kaçınca, Kemâl Tasvîr-i efkâr '1 ke n d i. başına devam ettirm eğe başladı. Ebüzziyâ’nin ifâdesine göre, Şinâsî, .Kemâl ile Courrier d ’ O rient gazetesinin sahibi jea n Pietri ■ vâsıtası ile mektuplaşıyordu. . Cerîde-i havadis -ile olan meşhûr „mcbhusetün anhâ“ münâkaşası istisna edilirse, Şinâsî ’nin son zamanlarında Tasvir ’de husûsî makaleleri görülmez. Ş in â sî’ nın ay­ rılmasından sonra da, Tasvir ;Kemâl ’in elinde



N Â M IK K E M Â L .



59



bir müddet sâdece havadis ve resmî ilân gaze­ mesi gibi meseleler ilk defa bu yazı ile başlar. tesi hâlinde olarak çıktı. Şinâsî ayrılıncaya ka­ Avrupa başlığı altında yazdığı dış siyâset dar Kemâl 'in gazetedeki yazılarının tercümeye icmalleri ile kalemi gelişen genç muharririn inhisar ettiği anlaşılıyor ( Ahmed Râsim, Şi- asıl siyâsî yazıları Memleketeyn meselesi üze­ nâsî İstanbul, 1927, s. 81 ). K em âl'in asıl hü­ rinde yazdığı makalelerde kendini gösterir viyetini veren yazılar, sanıldığı gibi, Şinâsî ’ nin ( nr. 375, 376) ve bu yazılardan sonra Tasvir hemen ayrılışı ile değil, daha sonraları görülme­ gittikçe siyâsî bir mâhiyet kazanır. Tepebaşı ğe başlamıştır. T ek başına kaldığı gazetede, gazinolarında söylenen türk aleyhdan rumca Cerlde-i havûdis ile münâkaşa ettiği ve sonra şarkılara dâir yazdığı şiddetli yazılar hükümet tekrarlayacağı kolera meselesinden başlayarak, ile Kemâl arasında ilk gerginliğe sebep olmuş­ kalemi yeni mevzûlar ile gittikçe zenginleşti. tur (nr. 419, 425) ; muharrir bu yazılara karşı Şehir işleri, maârif, mâliyenin ıslâhı gibi me­ hükümet tarafından gönderilen „tenbihnâme“ seleler kaleminin malı oldu. 1865 kolerasında ’ye teessüflerini ifâde sureti ile cevap verm iş­ Leskofçalı G âlib 'e yazdığı mektupların birin­ tir ( nr. 427 ). Nâmık Kemâl bu yazıları yazdı­ de, V o lta ire 'in Dictionnaire philosophique 'i ğı sıralarda, memlekette meşrûtî idareyi te’ ile ıneşgûl gördüğümüz Kemâl orada maârif min gayesi ile 1865 haziranında kurulan, daha meseleleri üzerinde husûsî görüşlere sâhip bir sonra Yenî Osmanlılar ismi ile ortaya çıkan münevver olarak göze çarpmaktadır ( M. C. Ittifâk-j hamiyet adlı gizli cemiyetin âzasın­ Kuntay, Nâmık Kem âl, I, 38 — 4 1). Kendisi dan bulunuyordu ( bu cemiyete girişi hakkın1281 (1 8 6 4 )'de kurulan Cem iyet-i tedrisiye-î daki çeşitli rivâyetler için bk. M. Kaplan, islâmiyede fahrî dersler yermiştir (Malımud Nâm ık Kem âl, s. 54 v. dd.). Burada veliahd C evdet, Maârif~i umûmiye nezâreti tarikçe-i Murad Efendi ile yakından dost olmuş, A bteşkilât ve icrââtı, 1338, s. 97 ). Ebüzziyâ, dülhamid Efendi ile tanışmıştır. O vakitler Tasvir matbaası, ekserisi bu cemiyete mensûp, Kemâl 'in, arkadaşı Refik Bey ’in idâre ettiği Tercümân-t a h v â l’ e de, onun koleradan yeni fikirli gençlerin buluşma yeri idi ( Ebüz­ ölmesi üzerine, yazı yazdığını söylüyor ( Saln â- ziyâ, Yeni Osm anlılar, T asvîr-i efkâr, .1909, me-i kadîka, 1290, s. 71). Kemâl Tasvir-i e f ­ nr. 10; Sâmî Paşa-zâde Haşan, A yetu lla h Bey kâr 'da maârif meseleleri üzerinde devamlı ola­ ve Yeni Osm anlılar, Hâdisât-ı hukukiye ve rak durmuş, kadınların okutulması dâvasını tarihiye mecmuası, 1341, II, nr. 2, s. 3 ). bizde ilk defa ortaya atmıştır. İstanbul 'un Onun artık makalelerinde ve siyâsî icmalle­ yangınlardan kurtarılması mevzuunda yazdığı rinde bir iki satır ile, idâre tarzı, millet makale ( nr. 374 ) takdir uyandırarak, sadrâzam meclisi gibi meseleleri îmâ ettiği görülmek­ Â li Paşa tarafından rütbesi terfî sureti ile tedir. 1866 eylülünde patlak veren G irit taltif olunmuştur. Edebiyat ve dilimizin hâli, isyanına dâir yazıları gen i; akisler uyandırı­ tıp fakültesinde tedrisâtın türkçe olması, Te- yordu. Kemâl 'in, Sultan A b d ü tâ ziz’ e hitaben pebaşı kahvelerinde söylenen rumca şarkılar P a r is ’te açık bir mektup neşrederek, devletin mevzuunda yazdığı yazılar onun daha o za­ ıslâhına dâir tavsiyelerde bulunan Mustafa Fâzıl mandan beri millî meseleler üzerinde uyanık Paşa ’ mn N ord gazetesine gönderdiği bir mek­ davranışını gösterir. 186Ğ yılı yazında neşret­ tubun tercümesini Muhbir gazetesinden iktibas tiği türk dili ve edebiyatının meselelerini to p ­ ile buna ilâve ettiği mütâleada vatanı terakkiye lu bir şekilde bizde ilk defa ele alan makale­ götürecek yeni bir neslin varlığını Türkistan si ile, devrin! aşan bir görüş getirm iştir ( Li- ’m erbâb-t şebâbı tâbiri ile haber veren sân-ı osm ânînin edebiyatı hakkında bâzı mü- bir yazısı çıkm ış idi ( nr. 49ı, 18 şevval 1283 = 2 3 şubat 1867 ). Bu sıralarda . Beyoğlu lâhazûtı şâmildir, Tasvîr-i efkâr, nr. 416 — 417, 16 ve 19 rebiülâhır 1283 ), Şelıir hayatını gazetelerinden Cazette du Levant Yn . 19 şu­ edebiyata sokan Ram-ızan mektupları ( nr. bat 1867 tarihli nüshasında Mustafa Fâzıl 452 — 455) ve Lârika-i z a fer'd en sonra tarih Paşa 'mn A bdülâziz 'e mektubu münâsebeti ile sahasındaki yazılarının başlangıcını teşkil eden T ü rkistan ’ın erbâb-ı şebâbından teşkilâtlan­ D evr-i istilâ tefrikası ( nr. 443 — 451 ) diğer mış bir cem iyet olarak bahseden ve küçük dü­ şürücü bir ifâde kullanan yazısına karşı aynı dikkate değer yazılamadandır. Nâmık Kemâl ’in Tasvîr-i efkâr 'da siyâsî gazetede basılmak üzere, Kemâl bir cevap gön­ cephesi tedrîcen görülm eğe başlar. Onun s i­ derdi ( M. C. Kuntay, ayn, esr., s. 290 v.d., 183 yâsî temâyülierini ilk belirten yazı Belçika v. dd., 188— 197). T ü rkistan 'ın erbâb-ı şebâblkralı L eo p oid ’ ün ölümüne dâir bavâdis şeklin- nın teşkilâtlanm ış bir cemiyet v e reisinin de Mustafa Fâzıl Paşa olduğu iddiasını reddeden dé yazdığı fıkradır ( nr. 355 ). Onda hürriyet, hükümet ve m illet arasındaki karşılıklı daya­ bu yazı aynı zamanda adına konuştuğu toplu­ nışma ve hükümdarın akeks udisini haidievr- luğun bir program! mâhiyetinde İdî, Yabancı



6o



N Â M IK K E M Â L .



m atbuatta „Jeunes Turcs“, şeklinde yer alan bu tâbirin arkasında bir cemiyetin varlığı ken­ disini hissettiriyordu. Tasvir ile Muhbir ’in si­ yâsî hâdiseler karşısında müşterek bir tavırları var idi. A li Suâvî ile Ziyâ Paşa ’mn yazdığı M uhbir, yazıları arasına hürriyet ve idâre tar­ zına âit meseleler ile ilgili sözler ve imâlar sı­ kıştırm akta T a svir ’den daha 'ile r i gidiyordu. M ezkûr yazının yazılışından sonraki günlerde M uhbir ’in, Mısır valisi İsmail Paşa ’ mn devlet­ ten yeni bir unvân ile bâzı im tiyazlar dâ iste­ yeceğine dâir, bir yazı neşretmesi, Tasvir 'in bu yazıyı aynen sahifeierine geçirm esi, Bâbıâlî *yi çok kızdıran bu yazısı üzerine Muhbir 'in bir ay kapatılm ası biri birini takip eden hâdi­ selerdir. Bu arada sadrâzam  li Paşa, Kemâl 'den T asvîr-i e fk â r ’Aan ayrılmasını istedi ( Yeni Osm anlılar, Tasvîr-i efkâr, 1909, nr, 9). Nihayet T a sv ir ' de M uhbir sahibinin, gazetesi­ nin kapatılm asına İtiraz eden varakası ile bir­ likte aynı nüshada Keriıâl 'in G irit hâdiseleri dolayısı ile yazdığı Ş ark m eselesi makalesi çıktı ( nr. 465, 4 zilkade 1283=10 mart 1867 ). G ü ttü ğü siyâsete dokunduğu için hükümeti sinirlendiren bu neşriyat üzerine, makalenin neşrinden dört gün sonra matbuatı çok sıkı kayıtlar altına alan „kararname-i â lî“ ismi ile meşhur tebliğ ilân olundu (8 zilkade 1283 = 1 5 mart 1867). A li Suâvî tevkif edilerek, K asta m o n u ’y a sürüldü. Yeni Osm anlılar aynı ayın ilk günlerinde Mustafa Fâzıl Paşa 'mn A b d ü la zız 'e fransızca mektubunu tü rkçeye çe­ virerek, risale şeklinde v e binlerce nüsha ola­ rak, İstanbul ’da yaydılar ( Yeni Osm anlılar, Tasvir-i efkâr, 1909, nr. 9 ). Nâmık Kemâl, İs­ tanbul 'dan uzaklaştırılm ak istendiğinden iki hafta sonra, rütbesi terfi olunarak, Erzurum ’a vâ!i muavinliğine tâyin edildi ( Tasvîr-i efkâr, nr. 469, 18 zilkade 1283=24 mart 1867). Ebüzziyâ, Kemâl 'İn bu tâyin ile birlikte mu­ harrirlikten de men’ olunduğunu bildiriyor. Zi­ yâ Paşa ’ya da aynı sebepler ile Kıbrıs muta­ sarrıflığı verilmiş idi ( 8 mayıs 1867 ). İşe önce divan şâiri olarak başlayan Nâmık Kemâl, Tasvİr-i efkâ r 'da böylece hükümeti kendisi hakkında tedbirler almağı düşündürecek mü­ him bir siyâsî şahsiyet hâline gelmiş idi. K e­ mâl türlü bahâneler ile, Erzurum ’a hareketini geciktiriyordu. O raya tâyininden 19 gün son,a, Ziyâ Paşa ile birlikte, Courrİer d 'Ö r te n i gazetesine çağırıldı; her ikisini Yeni OsmanlI­ lar nâmına neşriyatta bulunmak üzere, Paris ’e dâvet eden Mısır 'lı Mustafa Fâzıl Paşa ’mn mektubu kendilerine bildirildi { Ebüzziyâ, Yeni Osm anlılar, Tasvîr-i efkâr, 1909, nr. 12) Ziyâ ile Kemâl bu teklifi kabûl ederek ]ean Pietr: ’ıt“s delâleti ile, A vrupa’ya kaçtı­



lar ( 13 muharrem 1284 = 17 mayıs 1867 ). A ynı şekilde Kastamonu 'dan kaçınası te'min olunup, kendilerine Mesina 'da iltihak eden  lî Suâvî ile birlikte, 30 m ayısta Paris ’e vardılar. Şinâsî ’nın Yeni Osm aniılara karşı aldığı çekingen tavır yüzünden, Paris ’te Kemâl ile üstadı arasında eski münâsebet devam edemedi. Gelişlerinden bir ay sonra, A b d ü la ziz ’İn F ra n sa 'y ı ziyareti dolayısı ile, kendilerinin P a r is ’te bulunmalarını uygun görmeyen fransız hükümetinin dâveti üzeri­ ne, Londra 'y a geçtiler ( 30 haziran 1867 ). Fran­ sa ’yt ziyâretı sırasında A bdülaz z ’in affına mazhar olup, Türkiye ’ye dönme müsâadesi alan Mustafa Fâzıl Paşa kendilerini 10 ağus­ tosta P a r is ’e çağırdı. Hepsine maaş ve cemi­ yet nâmına Londra ’da bir gazete çıkarılm ak üzere, serm âye tahsis etti. 31 ağustos 1867 \ e L on d ra’da cemiyet adına A lî Suâvî'nîn idâresinde Muhbir gazeteisnin neşrine başlandı. Fa­ kat Suâvî ’nin idâre ettiği gazete d ha ilk nüshadan İtibaren, cemiyetin esaslarından a y ­ kırı bir yol tutmuş, Ziyâ Paşa ve Nâmık K e ­ mâl ’in Suâvî ile araları açılmış idi. Paris ’te­ ki toplantıda ikinci bir gazetenin de çıkarıl­ ması kararlaştırılm ış idi. M ustafa Fâzıl Paşa 'nın uzun tereddütlerden sonra müsâadesi ile, yi ne L o n d ra ’ da cemiyet adına Kemâl tarafın­ dan H ürriyet gazetesi çıkarılm ağa başlandı ( 29 haziran 1868 ). Nâmık Kemâl A vrup a ’da ilk yıl bir yere yazı yazmamıştır. Bu gazete ile Kemâl Bâbıâlî 'y e karşı açıktan -açığa ve şiddetli bir siyâsî mücâdeleye a tıld ı; ken­ disi mücadeleci şahsiyetini burada bulmuş ve siyâsî düşünceleri vuzuh kazanmıştır. Diğer yanda hürriyet mücâdelesi uğruna vatanından ve ailesinden ayrılmış bir İnsan duygusu ile y az­ dığı vatan şiirleri vardır. Kemâl 'in Hürriyet 'te en fazla ele aldığı mesele’ er, memlekette meşrutî idarenin kurulması, idâri ve içtimâ! müesseseierdeki bozukluklar ve bunların İslahı çâreleridir. Gazetenin başlıca muharrirleri ken ­ disi île Ziyâ Paşa idî. Fakat yazılarının büyük kısmı kendi kaleminden çıkan bütün gazete onun tashih ve nezâretinden geçiyordu. Bura­ daki yazılarının hemen çoğu imzasız olduğun­ dan, bazılarının Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa 'ya aidiyeti hususunda ihtilâf vardır ( krş. İhsan Sungu, H ürriyet gazetesi, A y lık ansik­ lopedi, 1944, l, 54 v.d .; M. Kaplan, Nâm ık Kemâl, 1948, s. 73 v.dd.). Kemâl, Ziyâ Paşa ’nın hıdiv İsmail P a ş a 'y i tutması karşısın­ da, 6 eylül 1869 'da çıkan 63. nüshasından sonra H ü rriy et’ ten çekildi; bir müddet Mustafa Fâzıl P a ş a ’nın yolladığı Hâfız Osman hattı ile yazılmış Kur’an nüshasının basılması ile meşgûl oldu. Bu arada, ■ lem lekete dönmesin'



N  M IK K E M  L . te’min için Mustafa Fâzıl Paşa ’tun çevresin, dekiler tarafından  li Paşa nezdinde bâzı te­ şebbüslere başlanmış idi. Bunlar devam eder­ ken Kemâl, Londra 'dan ayrılan Ziyâ Paşa ’ nm Cenevre 'de devam ettirdiği Hürriyet gazete­ sine, bu gazete ile arkadaşlarının ve kendisi­ nin biç bir alâkası olmadığını ilân eden 7 kâ­ nun II, 1870 tarihli bir mektup gönderdi, Ziyâ Paşa bunu basmayınca, İstanbul 'da çıkan Te­ rakki gazetesinde hükümet marifeti İte neşr­ olundu. Bunun üzerinden 6 ay kadar bir zaman geçtikten sonra, Fransız-Alm an harbinin baş­ ladığı sıralarda, zaptiye nâzın Hüsni Paşa, şüphesiz  li Paşa 'ııııı arzusu ile yazılan 19 rebiü'âhır 1287 (8 temmuz 1870) ve 12 cemSziyelevve! 1287 (9 ağustos ı87o)tsrih!i mektupları ile kendisini İstanbul’ a dönmeğe dâvet etti (S ü ley ­ man Nazif, ik i dost, s. 17 v.dd.). Vermesi istenen bir söz hususunda kendisi ile Viyana sefiri H ay­ dar Bey arasında mektuplaşma yolu ile bâzı müzâkereler geçen Kemâl 'in bu dönüşün hiç bir şart ile mukayyet olmaması üzerinde isrâr ettiği ve bu yüzden dönüşünün geciktiği anla­ şılıyor. Nihayet, H aydar Bey 'in halefi ve Mus­ tafa Fâzıl Paşa 'nın damadı Halil Paşa 'nm sefirliği zamanında teşrin 1. 1870 'te Viyana 'ya geldi ve o radan , da 24 teşrin 11. 1870 tarihinde İstanbul 'a vâsıl oldu ( M, C . Kuntay, ayn esr., II, 95 ). Nâmık K em âl’in A vru p a 'd a geçird:ği yıllar­ da edebiyat ve fikir sahasında çalışmalarının ne'er olduğu hususunda fazla bilgi yoktur. Kemâl 'i, oradaki ikamet yıllarında san'at ha­ reketlerinden ziyâde A vru p a'n ın umûmî yaşa ­ yışı, idâri durumu, İktisadî seviyesi, hukuku, siyâsî müesseseler alâkalandırmış görünüyor. R ivayete göre, P a r is 'te meşhûr hukuk âlimi Émile A c c o la s 'dan hukuk dersleri almış, ik ti­ sat ilmi ile uğraşmıştır ( EbÜzziyâ, Kem âl, 1306, s. 20}. Londra 'da âlim olmaktan çok bir iş adamı olan Fanton adlı bir ingiüzden hukuk dersleri gördüğünü biliyoruz (M . C . Kuntay, ayn. esr., I, 321, 537 ). EbÜ zziyâ'nm , K e m â l’in A v r u p a ’da görüştüğünü söylediği şahsiyetler­ den ismini bildiğimiz tek sima, T héodor K asab vâsıtası ile tanıştığı A lexandre Dumas père 'dir ( M. C . Kuntay, ayn. esr.., I, 389 ). Ziyâ P a ş a 'nin da Dumas père ile görüştüğünü biliyoruz (Nâzım Paşa, Bir devrin tarihi, Cum ­ huriyet, 1932, nr, 2770). K e m â l’in bir de Pa­ r is 'te Yeni Osmanlılar ile arkadaş olan tarihçi Léon Cahun ile dostluğu malûmdur ( krş. M. C . Kuntay, ayn. esr., I, 530; Abdürrahman Şeref, T arik musâhabeleri, İstanbul, 1339, s. 176 ve 185 ). A vrupa 'dan yazdığı mektuplar­ dan onun sık-sık tiyatroya gittiğini öğre­ niyoruz. Daha önce uğraşmadığı tiyatro ve



(t



roman nevîlerinde eser vermesi ancak Avrupa, 'daki devreden sonradır. Dönüşte, medeniyet; ve terakkî, üzerinde en fazla durduğu keli­ meler hâline gelmiştir. Gitm eden önce oldukça kitabî mâhiyette temas ettiği medeniyet me­ selesini müşahedelere müstenit olarak, daha etraflı bir şekilde, ele almıştır. Kemâl 'in siyâsî ve edebî hüviyeti en büyük inkişâfını A vrup a dönüşünde gösterir. K en ­ disine dönüş izni verilirken, yazı yazmaması şart koşulduğundan,  li P a ş a ’nm h ayatta oldu­ ğu müddetçe yazı faaliyetinde bulunmamıştır. Kemâl, kendisinden fransız-alm an harbine dâir bir lâyiha isteyen  li P a ş a 'y a onun çok takdirini celbeden bir rapor hazırlamıştır (lâyihanın bir parçası için bk. Mecmua-i Eb&zziyâ, 1298, nr. 8, s. 225— 231). Kem âl'in İstan bu l'd a ilk yıl ara-sıra D iğ o fe n ’ e verdiği söylenen imzasız fıkralardan başka yazısı yok­ tur. Yeniden neşir faaliyetine başlaması  li Paşa’ nm ölümünden ( 7 eylül 1871 ) sonra mümkün olmuştur. Kemâl, Mahmud Nedim Paşa ’nın sadâretinde ilân edilen umûmî af üzerine, A vru p a 'd a n dönen Yeni OsmanlI­ lardan Nuri, Reşad ve EbÜzziyâ T evfik ile birlikte, istikb a l adlı bir gazete çıkarmak üzere, teşebbüse geçti. İstenilen müsâade verilmeyince, evvelce bir mizah gazetesi şeklinde neşrolunan ibret gazetesini kira­ ladılar ; ilk nüshada gazetenin yeni kadro­ sunu ve tâkip edeceği gâyeyi ilân eden bir beyanname ila neşriyata başladılar ( 13 haziran 1872 ). İstan bu l’ a dönüşünden ancak bîr buçuk sene sonra ¡mzâsı görülm eğe başlayan Nâmık Kemâl gazetenin baş-muharriri idi. İbret onun en geniş faaliyet gösterdiği g a zete oldu. Tasvîr-t e f k â r ’ın haftada bir. H ürriyet ’ in de İki defa neşrolunmasına mukabil, kıt’ aca on­ lardan çok geniş olan ibret haftada beş gün çıkıyordu. Yazdığı baş makaleler bâzan gaze­ tenin üç sabifesini . birden kaplıyordu. Kemâl en olgun ve en parlak makalelerini burada neşretmiştir. ibret gazetesi onun elinde, bir havâdis gazetesinden ziyâde İçtimaî ve millî dâvaları ele alan yazıları ile bir fikir gazetesi mâhiye­ tinde idi. Bu mücadeleci gazetenin her nüs­ hası yeni bir mesele ile efkâr-ı umûmiyede geniş akisler uyandırıyor, daha doğrusu efkâr-ı umûmîyeyi husûle getiriyordu. H idiv İsmail Paşa ’ nın emellerine hizmet eden H akayık-ütvekâyî gazetesi ile Mısır mese'esi yüzünden giriştiği münâkaşa ve Midhat P a ş a ’ nın Bag­ dad valiliğinden istifası hakkında çıkarı­ lan dedi-kodulara karşı kaleme aldığı Ga­ raz marazdır adlı makalesi yüzünden, gazete, çıkışından 27 gün sonra, 4 ay m üddet ile, kapdt. atıl Mahmud Nedîm P a ş a ’ nm İstanbul



6i



N ÂM IK K EM Â L!



’ dan uzaklaştırm ak istediği muharrirlerinin EbüzziyS Tevfife, Nuri, Hakkı ve Ahmed Mid­ her biri taşrada birer me’ uıûriyete, Nâmık hat ile birlikte tevkif olundu. Muzır neşriyatta Kemâl de Gelibolu mutasarrıflığına tâyin olun* bulunmak suçu ite, kalebent olarak, M ago sa’ya dular (9 temmûz 1872), Me’mûriyet yerine sürgün edildi. Temsillerin K em âl'in sürülü­ bir an önce gitmesi için sıkıştırıldığı bir sıra­ şünden sonra da devam etmesi bu sürgün­ da Mahnıud- Nedim P a ş a ’nın azli üzerine deki asıl sebebin Vatan yahut S ilistre piyesi hareketini savsaklayarak, tekrar çıkm ağa baş­ olmadığını gösterm ektedir. Nitekim, menfala­ layan D iyojen gazetesinde bilhassa eski rına giderlerken, vapurda veliahd Murad Efen­ sadrâzama karşı, mizahî yazılar yazıyordu. Ni­ d i'y e mensûbiyetleri dolayısı ile sürüldükleri hayeti yeni sadrâzam Midhat Paşa ’nın ta v ­ söyleniyordu ( Ahmed Midhat, Menfâ, İstan­ siyesine uyarak, 26 eylül 1872 tarihinde G eli­ bul, i 293, s. 79). bolu ’ ya hareket etti ( M. C. Kuntay, ayrı, Nâmık Kemâl, kendisini bir gecede şöhretin esr., II, 12Ğ). C ezâ müddetini doldurmasın­ zirvesine çıkaran Vatan yahut S ilistre mu­ dan 40 gün önce çıkmasına izin verilen ibret vaffakiyetini tâkip eden bu menfâ İle bir kahra­ ( 30 'eylui ' 1872 ) ’e G elibolu'dan B. M. rumuzu man çehresi kazandı, Magosa 'ya varışının ilk ile muntazaman yazı gönderiyor, ayrıca Ebüz- gecesi Topçular kışlasının zindan odasına z iy â ’nın çıkarm ağa başladığı H adîka gazete­ konulan Kemâl ’in içinde bulunduğu şartlar, sine de, N. K . kısaltm ası ite, makaleler yetiş­ mutasarrıf V'eys Paşa v e haleflerinin göster­ tiriyordu, Kemâl Evrâk-ı perişan ’ın üç kita­ diği anlayış sayesinde, gittikçe düzeldi. O raya bını da Gelibolu ’dâ iken neşretti ; oradan gelişinden 14 ay sonra, sıhhî vaziyetini ileri ayrılacağı sırada, İstanbul 'da kurulan ve ken­ sürerek,- menfasından, başka yere nakli için, disinin de âzası olduğu tiyatro komitesi için yakın bildiği bâzı devlet adamları nezdinde Vatan yahut S ilistre ’yi yazm ağa başladı. K e­ neticesiz kalan teşebbüslerde bulundu ( M. C. mâl ’in mutasarrıflığı kısa sürdü ( Gelibolu Kuntay, ayn. esr., II, 611 v. dd.), 38 ay süren ’daki idârî faaliyeti için bk. M. N. Ö zön, Magosa menfası ile Nâmık Kemâl ’in hayatın­ Nâm ık Kem âl ve ibret gazetesi, 1938,3. 114— da gazetecilik devri kapanmış ve faâliyeti 119 ; M. C , Kuntay, Nâm ık Kemâl, II, 131— 141 ); edebî çalışm alar üzerinde toplanmıştır. Böy­ tâyini üzerinden 3 ay bile geçmemiş iken, a zl­ lece edebî hayatının en velûd devresi başladı. edildi { 1 1 kânûn 11. 1872 = 10 şevval 1289); İlki ile, Midilli 'de biten sonuncu piyesi istisna 14 gün sonra 23 kânûn II.'d a İstan bu l'a dön­ edilirse, diğer bütün piyeslerini, ilk romanını, dü ( H adîka, nr, 32, 26 kânûn I. 1289 = 25 meşhûr edebî tenkitlerini burada meydana getir­ şevvâl 1289). ibret ’in tekrar başına geçe­ miştir. M agosa’ya gelir-gelm ez A k if Bey ’e baş­ rek; evvelkinden daha şiddetli bir mücâde­ lamış, İstanbul 'da İken ilk müsveddelerini yap­ leye girişti. Hükümetin m atbuata karşı tu­ tığı G ülnihal 'i bitirerek, Z a vallı çocuk ve K a ­ tumu ve kitap sansürü kararı hakkında şid­ ra belâ 'y ı kaleme almış, Celâleddin Hârizmdetini g ittik çe arttıran makaleler y a z d ı; bu şah 'a başlam ıştır ( A . H. Tanpınar, X IX . asır şiddetli tenkitler neticesinde gazete 100. nüs­ türk edebiyatı tarihi, s. 401 ). K a n ije, S ilistre hada, bir ay müddetle, kapatıldı ( 6 şubat 1873 ). mahâsarası, N evruz B e y 'in tercüme-i hâli, Bu müddet zarfında, âzâsı bulunduğu tiyatro R&yâ, intibah, Takrîb-i harâbât, Tâkib-i harâkumpanyasının çalışmalarına daha faal bir bât, İrfa n Paşa ’ya mektup, Mes Prisons mua­ şekilde katıldıktan başka, Vatan yakut S ilis ­ hezesi, Buhar-ı dâniş tercüme ve mukaddime­ t r e ' yi ikmâl e tti. Eser bitip, provalarına ge­ si ile İntibah mukaddimesi burada yazılm ış çildiği sıralarda, ismi sonra G ülnihal ’e çev­ olup, Tarik-i askerî 'si de burada hazırlanmış­ rilen Râz-ı d il adlı ikinci piyesine başladı. tır. Nâmık Kemâl, İstanbul 'daki muhiti ve d ost­ ibret yeniden neşriyata devam ederken, 1 ları ile mektuplaşmaları sayesinde, siyâset ve nisan 1873 gecesi G edikpaşa tiyatrosunda Va­ edebiyat havadislerini yakından tâkip ediyordu ; tan yahut S ilis tr e ’ nin ilk temsili tarihî değer­ bundan başka, m atbûatta isimleri yeni gö rü l­ de bir hâdise oldu. Piyesin dile getirdiği meğe başlayan genç edebiyatçılar ile aiâkalanvatanî heyecan ile halk Nâmık Kemâl ’e, ti­ makta idi. Aralarında A bdüihak Hâmid de yatrodan başlayıp, sokağa taşan, onunla da olmak üzere, bunlardan bazılarını mektup ile kalm ayıp, gazete idarehanesine kadar uzanan bizzat kendisi arıyor, onlara yol gösterm ek coşkun tezahüratta bulundu. İkinci temsilde İstiyordu. Neşriyattan men’ edildİği için, burada de bu heyecanlı tezahürat devam etti. Hükü­ iken bütün yazdıklarını imzasız olarak veya met bu tezahüratı parlak bir şekilde aksetti- başkalarının ismi altında, neşretm ekte idi. Ma­ renİbret’i 132. sayısında k a p a ttı(5 nisan 1873). gosa hayatının zikre değer bir hâdisesi de, Veliahd Murad Efendi ile sıkı münâsebeti Kuleli vak'ası dolayısı ile buraya sürülmüş Şeyh bilinen Kemâl, ikinci temsilden bir gün sonra, Ahmed adlı yaşlı bir âlim ile tanışm asıdır. Bu



NÂM IK’ K E M Â İ âlim şeyhin Kemâl üzerinde mühim hir te'siri olduğu tahmin edilmektedir. ’ Nâmık K e m âl’in menfadan kurtulması A bdülaziz ’in hal’i ile mümkün oldu. Murad V . ’in tah ta geçmesinden ( 30 mayıs 1876 ) 3 gün sonra, kendisi ve diğer sürgün arkadaşları hakkında çıkan affı müteakip, 19 haziran 1876 ’da İstan­ bul 'a döndü' ( M. C .K u n ta y , a y n .e s r , II 709). M eşrûtiyet için büyük ümitler ile bağlandığı Sultan Murad ’ı aklını oynatmış bulmak'onun içiıi büyük bir hayal kırıklığı oldu. Hal ’ine mecbûriyet hâsıl olan Murad yerine, meşrû­ tiyeti te’sîs edeceği vaadi ile, 93 giin sonra Abdülhamid II. tah ta çıkarıldı' (31 ağustos 1876). Murad V . zamanında kendisine faal bîr m evki verilmemiş olan Kemâl, Abdülhamid ’in cülusunu takiben mühim vazifelere getirildi. Yeni pâdişâh, cülûsuhdan 17 gün sonra 28 şâban 1293 ( 18 eylül 1876 ) ’ te rütbesini yük­ selterek, emi ilkin şürây-ı devlet âzâlığına tâyin e t t i ' ( M. C. Kuntay, ayn. esr., II, i, kısım, s, 17; ittihat gazetesi, nr. 53, 7 eylûl 1292)/ Bunun arkasından da, 7 teşrin 1. 1876 ’da krnûn-s esasiyi ■ hazırlamak için kurulhtuş bulunan hey ’ete, ’4 teşrin’' II. 1876 (14 şeyvâl 1393} tarihinde, âzâ tâyin edildi. Kemâl burada kanûn-i esâsî lâyihasının metnini yazmakla vazifelendirilen encümene de alındı. Bu çalışmalara dâhil olmadan önce meşrûtiyet aleyhinde "fâaliyette bulunanlara karşı İttihat gazetesinde'bunların mühâkemesîz olarak sü­ rülmelerini tasvip • eden şiddetli yazılar yaz­ mış idi. Abdülham id, K em âl’i zaman-zaman huzûruna kabul ederek) kendisi ile kanûn-i esâsî üzerinde görüşüyordu. Hey’ette uzun münâka­ şalar ile metni hazırlanıp, hey’et reisi Ahmed Midhat Paşa tarafından takdim edilen kanûn-i esâsî lâyihasını Abdülhamid, içinde memleke­ tin bünyesine uygun olmayan taraflar bulun­ duğunu ileri sürerek, üzerinde gerekli tâdille­ rin yapılması için, meclis-İ vükelâya havale ettirmiş idî. Lâyihanın vükelâ meclisinde mü­ him tâdillere Uğraması üzerine, Kem âl, Abdülham id’e muhtelif arızalar sunarak, bu tâd il­ lerin mahzurlarını belirtm eğe çalıştı. Bu arı­ zalanıl birinde (İbtıülemin, Son sadrâzam­ lar, III, 344) meclis-i vükelâca, lâyihanın başında hükümdarın hak ve sa’âhiyetlerini tesbit eden maddelerin hükümdarlık huku­ kunu ihlâl e leceği mülâhazası ile kaldırıla­ rak, bunların yerine konulan bir mukaddime ile kanûn-i esâsînin Bâbîâlî tarafından verilmiş bir sadâret emri gibi gösterilmesini tenkit ve asıl dokunulan maddeler kaldırıldığı takdirde, hükümdarın bâzı mühim salâhiyetlerinin başka ellere geçeceğini izah ediyordu ( krş. İhsan Sungu, Nâm ık Kem âl, A y lık ansiklopedi, J944,



I, 246 ve aynı müelliften naklen M. C . Kuntay)' Nâm ık Kem âl, II, z. kısım, s. 96). Bu arada bütün salâhiyetlerin B â b ıâlî'd e top’anmasım istemediği an’ aşılan K e m â l’in, hükümdarın Hukuku nâmına, kabine reisinin mev,kî ve salâ­ hiyetini tahdit etmek isteyen hatalı bir düşün­ cede " bulunduğu da görülür. Diğer bir a m a ­ sında { İbnüiemin, ayn. esr., s. 3471, hüküm­ dara şüpheli gördüğü bir şahsı memleketten çıkarma hakkını tanıyan meşhur 113. maddeye itirâz ederek, bunun kanûn-i esâsîyi tamamen ilgâ edeceğini bildirir. T ah ta meşrûtiyeti ge­ tirmek vaadi ile gelen Abdülhamid kânûn-i esâsîyi kabûlde tereddüt gösteriyor ve Dâmad Mahmud Celâleddin Paşa vâsıtası ile koyduru­ lan bu maddenin ilâve olunmasında isrâr edi­ yordu, Neticede, konulmasını şart koştuğu bu maddenin ilâvesi ile, kanûn-i esâsîyi ilân etti (23 kânûn I. 1877=6 zilhicce 1293). F ak at bunun arkasından, kanûn-i esâsînin gerçekleşmesinde başlıca rolü olan mühim şahsiyetlerin A b d ü l­ hamid tarafından birer-birer uzaklaştırıldığı bir safha geldi. Sırbistan ve K aradağ'harekâtı sırasında askere h ed iye' yollamak maksadı üe teşkil edilmiş olan ve Ziyâ P a ş a ’ nm reis, Ke­ mâl 'in de âzâ olarak faal bir ro! oynadıkları Hediye-i askerîye cemiyetinin faâliyeti ve mü­ sâadesini sorm ağa îüzûm görmeksizin, kanûn-i esâsînin ilânından 5 gün sonra ( 1 1 -zilhicce 1293 = 28 kânûn i.. 1876) asâkir-i milliye ta ­ burları adı altında, üniformalı olarak, kurmağa baş’ adığı teşkilât ve bunun mensuplarının Mid­ hat P a ş a ’nm konağı önünde merasim yapmak, sokaklardan Nâmık Kemâl ’in vatanî şiirlerini okuyarak geçmek gibi, nümâyişkâr hareketleri Abdülham id için bir vehim ve endîşe mevzuu olmuş idi: Abdülham id, önce Süleyman Paşa ’yı İstanbul 'dan uzaklaştırarak, asâkir-İ mil îye tabur’ arım lağvetti. Bu münâsebetle, bâzı yerlerde kendi aleyhinde konuştuğu ihbâr edi­ len Ziyâ Paşa ile Kemâl 'İn bir me’ mûriyet ile derhâl İstanbul ’dan uzaklaştırılmalarını Mid­ hat Paşa ’dan istedi. Ziyâ Paşa kanûn-i esâsî­ nin ilânından üç hafta geçmeden, Suriye vali­ liğine tâyin edilerek { ro kânûn II. 1877 — 24 zilhicce 1293), payitahttan ayrıldı. Kem âl, A bdülham id’¡n başka bir me'mûriyete gitmesi için Midhat P a ş a ’yı şİfâhî irâdeler ile sıkıştır­ masına rağmen, İstanbu l’ da kalm akta İsrar ediyordu (Mahmud Celâleddin, M ir’âi-ı haki­ kat, 1326, 1, 266 v.d.). Kânûn II. başında İstanbul meb’usluğuna namzetliği hakkında neşriyat yapılmış, şubatın ilk günlerinde de Tahran sefiri olacağı şâyiaları çıkmış idi. İşte bu sırada, 4 şubat 1877 tarihinde, saraya Nâmık K e m â l’in, asâkir-ı millîye teşkilâtının lağvedîld'ği gün, A bdülham id’in de hal’olrna-



NÂM ÎK K EM Â L. cağını telmih eden arapça bir ntısrâ söy­ İtalyan balıkçıları nm ada sularında yerli balık­ lediğini, şurada-burada onu hal' ile yerine yine ların zararına avlanmalarına sert bir şekilde Murad 'ı veya Mekke şerifini getirm ekten bahs­ mânî olması üzerine, İtalyan elçisinin protes­ ettiğini ihbar eden dört jurnal verildi ( M. tosu ile,'9 rebiülevvel 1298 (9 şubat 1 8 8 1 ) 'de Ç . Kuntay, ayn. esr., II, 2. kısım, s. 165 v.dd.). muvakkaten vazifesinden alınarak, vilâyet mer­ Ertesi gün Midhat Paşa, sadâretten azledi­ kezi olan S a k ız ’a çağırılmış, 3 ay sonra 21 lerek, A vrupa ’ya hudut hârici edildi ( 5 şubat cemâziyelâhır 1298 (2 1 mayıs 1881 ) 'de yerine 1877). Bunun hemen arkasından da Nâmık tâde olunmuştur ( M. C. Kuntay, ayn. esr., II, 2. Kem âl tevkif ve hapsolundu. Gazetelerde 10 kısım, s. 340, 731; Rızâ Nur, Türk btlik revüsü, şubattan itibaren tevkifine dâir bâzı haberler >9Jûı nr. 6, s. 561; Fevziye A bdullah, T M, 1955, görülmeğe başlamış idi ( Vakit, nr, 462, 29 kâ- XII, 76 v.d,). Bu hâdise münâsebeti İle, kendisine nûn H. 1292 = 23 muharrem 1294; Cerîde-i Yıldız ile re’sen muhabere edebilmesi için sa ­ havâdis, nr. 3314, 28 muharrem 1294). Bu rayın şifresi de verilmiştir. M idilli’ de siyâset ve tevkifin tarihi 22 muharrem 1294 (6 şubat mücâdele hayatı artık kapanmış bulunan Kemâl 1877) olarak veriliyor (İsm ail Hikmet, Türk kendisini yeniden edebî faaliyetlerine hasreder. edebiyatı tarihi, l, 288 ). tkİ ay kadar süren A d ad a ilk yıl tekrar ele aldığı Celâleddin bir istintak safhasından sonra, 11 nisanda Hârizmşah ile yeni baş'adığt C ezm i 'nin Subhî Paşa 'nın reisliğindeki cinâyet mahke- mühim bir kısmını meydana getirmiş ve ara_a meşinde muhâkemesine başlandı ( Ceride-i giren fasılalardan sonra, tSSı yıl: ağustosun­ havâdis, nr. 3365, 28 rebiülevvel 1294) ve da da her ikisini bitiımiştir. Celâleddin Hâmayıs sonunda mahkeme kendi yönünden rizm şah ‘ı A b d ü lh am id ’e takdim etmesi üze­ Kemâl 'in mahkûmiyetini icâp ettirecek bir suç rine, kendisine bâlâ rütbesi verildi (4 zilkade görmeyerek, dâvanın rü’ yetinin kendine âit 1298 = 28 eylül 1881, M. C . K un tay, ayn. olmadığı kararını verdi. Bu durumda dâ­ esr., II, 2 kısım, s. 332 ); iki y ıl sonra c a vaya teşkil olunacak bir divân-l âlînin bak­ (30 ağustos 1883 = 29 ramazan 1300) ikinci ması icâp ediyordu. Fakat bu divân-ı âlî bir rütbeden nişân-ı osmânî ile ta ltif edildi. Bu türlü kurulamadı. Subhî Paşa mahkemesinin yıllar, Nâmık K em âl'in saray ile münâsebet­ vazifesizlik kararından sonra da mevkuiiyeti lerinin çok düzelmiş göründüğü bir devredir. devam eden Kemâl, divân-t âlîye sevkedilmc- K e m â l’in M idilli'de yazdığı diğer mühim bir den, nihâyet 10 temmuzda 5 aylık bir hapis­ eser de edebiyat üzerinde son görüşlerini izah ten sonra, pâdişâhın irâdesi ile A kdeniz ada­ id en Mukaddime-i Celâl ’dir. 1883 yılında larından birinde oturması şartı ile, tahliye kaleme aldığı Renan M üdâfaanâmesi. Midilli olundu ( Certde-i havâdis, nr. 3454, 2 receb ’deki son eseridir. Nâmık Kemâl, M idilli'de 7 sene 4 ay ¿ a l­ 1294; krş B elleten , 1947, XI, nr. 47, s. 237). Kemâl, önce gideceği yer G irit olarak düşü­ dıktan sonra, Midilli despotlıâııesinin telkinleri nülmüş iken, dileği üzerine G irit yerine Mi­ ile hareket eden rum ahâlinin ve onlara âlet dilli adasında ikamete me'mûr edilmiş, tahli­ olan eşıâf ve me'ınfirlardan bâzı kimselerin yesinden 9 gün sonra da, 19 temmuzda İstan­ mütemâdi şikâyet ve iftirâları neticesinde 25 bul 'dan Midilli 'ye hareket etmiş idi ( C erî­ zilhicce 1301 ( 15 teşrin I. 1884 )'d e Rodos mu­ tasarrıflığına naklolundu. M idilli'de geçirdiği de-i havâdis, nr, 3431, 9 receb 1294 I. Bundan sonra Kemâl Midilli 'de, siyâsî hare­ şiddetli zatürreeden çok sarsılmış o'arak g it­ ketlerin seyrine büs-bütün ilgisiz kalmayarak, tiği R o d o s'ta buranın güze! iklimi sayesin­ Meclis-İ meb’ ûsânın faaliyetlerini yakından tâ- de sıhhati düzelen Kemâl kendin! büyük kİp ediyor, itim at ettiği meb'uslaru fikir ve tav­ şevk ile O sm anh ta r ih i’ mn te’ iifi işine verdi. siyelerde bulunuyordu. Kemâl, Osmanlı-rus har­ Son üç mutasarrıflığındaki resmî yazıları onun binin teessürü ile Vâveytâ, Vatan mersiyesi. vazifelerini ihmâl ettiği hakkında çıkart'mış Murabba, Bir muhâcir kızının istimdâdı gibi olan şâyia'arm yersiz olduğunu isbat ettikten meşhur vatanî şiirler yazmış, en tanınmış şiir­ başka, kendisinin iyi bir idâre adamı vasıf a ­ lerinden olan Lâzımsa redifti gazelini de bu­ rını ortaya koym aktadır. İsiâhatçı bîr zihni­ rada meydana getirmiştir. İlk yıllarını nezâret yetle hareket eden Kemâl, ada'aröaki türkîetında geçiren Kemâl affolunacağına dâir bâzı rin seviyesini yükseltm eğe ehemmiyet vermiş, şayialar çıktığı bir sırada, gelişinden iki buçuk M idilli'de 2 0 'ye yakın ilk mektep, R o d o s ’ ta yıl sonra, AbdûShamid 11. 'in İrâdesi İle 4 mu­ bir idâdî açtırmış, adalarda t ürk nüfusun art­ harrem 1297 ( 18 kânun I. 1879 ) 'de Midilli 'ye masını te'mine çalışmıştır. Midilli hakkında, mutasarrıf tâyin olundu ( M. C . K untay, ayn. tabsıra tarzında bir eser olarak yazdığından esr,, l, 237 ve II, 2. kısım, 334; A li Ekrem, bahsettiği, A kdeniz adalarına â it meselelerin Nâmık Kem âl, s. 54). Bir sene sonra bir ara, geniş bir tedkiki mâhiyetinde olan lâyihası da



N Â M İR K E M A L . burada bilhassa zikredilmelidir ( Vakit, 1341, ' nr. 2665 — 2681) R o d o s'ta üç câıni inşâsına da on-ayak olmak gibi hizmetler görmesin­ den dolayı Abdülhamid II. kendisine 1886 yılı teşrin II. 'inde im tiyaz madalyası vermiş­ tir. Burada üç yıldan fazla kaldıktan sonra, yabancı konsoloslardan birinin evine yapılan bir tecâvüz hâdisesi adadan ayrılmasına sebep oldu ( bu hâdisenin mâhiyeti, A li Ekrem, Nâm ık Kem âl, s. 70 ile Rıza Nur, Türk bilik revüsü, nr. 6, s. 412 'de, farklı şekillerde, gösterilm iştir). Bâbıâtî 'ce hâdisenin siyâsi bir mesele hâline gelmesinden çekinildsğinden, vilâyet merkezi Sakız 'dan Rodos 'a naklolunarak, Kemâl 1877 yılı kânun L 'u başında Sakız mutasarrıflığına tâyin olundu. Rodos 'ta iyice düzelen sıhhati Sakız 'da bozuldu. Bununla berâber, çok ehem­ m iyet verdiği tarihini bir an önce bitirmek arzusu ile çalışm aktan geri k a lm a d ı; eserinin ilk cüz'İinün çıktığı hafta, bir jurnal yüzün­ den, neşrinin men'i ve basılan’ nüshalarının toplattırılm ası Kemâl için yıkıcı bir darbe olda ve bir daha kendini toplayaroadı; padişaha müracaatlarının cevapsız kalmasından doğan veis içinde iken, tutulduğu zâtürreeden, 28 rebiülevvel 1306 (2 kânun I. 1888 ) günü gözle­ rini hayata kapadı i önce Sakız 'da bir eâmiin hazîresinde defnolundu ; Ebüzziyâ 'um padi­ şaha müracaat ile aldığı müsâade üzerine, cenaze 3 gün sonra G elibolu’ ya naklolunarak, Bolayır 'da Rumeli fâtihi şehzade Süleyman Paşa'm n türbesi yanma gömüldü ( A li Ekrem, Râh-i Kem âl, s, 105 ; ayn. mil., Nâm ık Kem âl, s. 78 ). Daha sonra Abdülham id, K e m â l’e, planı T evfik Fikret tarafından çizilen, mermerden kü­ çük bir türbe y ap tırm ış; bilâhare türbe zelze­ lede yıkıldığından, kubbe kısmı kalmamıştır. Ş i i r l e r i . Nâmık Kemâl ilk şöhretini şiir ile te’ roin etmiştir. Ç ocuk denilebilecek yaşta şiir yazm ağa başlamış, Sofya 'da bir defter dolduracak kadar manzumeler meydana getir­ miş idi. Bu manzumeler arasında, muhtelif Kerbeiâ mersiyeleri, „şâhımdır A li“ ve Eşref Paşa ’ nın „ale viy iz“ redifti gazeline nazire mâ­ hiyetindeki „aleviyim “ redifli şiirleri yanın­ da, çoğu „destur yâ Hazret-i M evlânâ“ iba­ resi ile başlayan manzumeleri bilhassa dik­ kati çekiyor. Bunları ihtivâ eden defterden Vâmık gibi bâzı mahalli şâirlerden başka, bil­ hassa Eşref ve Kâzım P a ş a ’ların ona ilk ör­ nek teşkil eden şâirler olduğunu enliyoruz Kendisinde daha bu devrede hicve temâyül başladığı da görülüyor. Bu ilk şiirlerini sonra bir tarafa bırakan Nâmık Kemâl ’ in asıl divâ­ nı İstanbul ’ a geldikten sonra yazdıkları İle meydana gelmiştir. Şâirin Cavid Boysun 'da bulunan el yazısı ile ikinci bir şiir defteri, ri&m Ansiklopedisi



6S



onun İstan bu l’da 1278 ( 1861/1862) yılma k a ­ dar söylediği şiirler hakkında bir fikir verm ek­ tedir ( C avid Baysun, Nâmık K em âl ’ in bir müs­ vedde defteri, Akadem i mec., İstanbul, 1946, nr. 1, s. 13 v.d.), Büyük bir kısmı Eacümen-i şuarâ şâirleri ile Fehîm, Nef’î, N âilî gibi divân şâirlerine nazire olan şiirlerinde tasavvufî il­ ham hâkimdir. Kelime oyunları yerine fikir ve hayallerin doğrudan-doğruya ifâdesi ve kuvvet­ li bir benlik duygusu bu şiirlerin başlıca vasıflarındandır. V atan î şiir Nâmık Kemâl ’de Şinâsî ile tanıştıktan sonra başlamıştır. Onun te’siri ile şiirinin muhtevası değişmiş, tasavvufî mev­ zii yerine yeni ve ictİmâî fikirler gelmiştir. K e ­ mâl şiirindeki bu değişmeyi Tâlîm -i edebiyata dâir risâle ( s. 37 v.d.) ’de anlatır. Burada işaret ettiği mısrâlar ile, meşhur Yangın makalesinin başındaki beyit vatan î şiirinin ilk nüvelerini teşkil eder. Sonraları giriştiği hürriyet mücâ­ delesinin hayatına getirdiği gurbet, hapis, menfâ gibi hâdiseler, Bosna-Hersek muharebe­ leri, 93 harbi gibi vak’ alar bu tarzdaki şiirini geliştirir. Nâmık Kemâl, türk şiirine cemiyetin o zamana kadar tanımadığı vatan ve millet sevgisini, hamiyet ve hürriyet duygularını ge­ tirmiştir. G erçi Selim III. 'in bir gazeli ile Kırım harbi esnasında söylenmiş bâzı manzu­ melerde vatanî şiirin ilk örnekleri mevcut ise de, vatan, millet, hürriyet mefhûmlarını bir he­ yecan mevzuu hâline getirip, en te ’sırli b ir şe­ kilde, umûmî efkâra mâl eden ilk şâir Nâmık Kemâl 'dır. Onun vatan î şiirleri, T evfik Fikret ve Mehmed Emin 'in o rtaya çıkışına kadar, tü rk milletine tek başına hitap etmiştir. Kemâl şiirlerinde bu yeni muhtevâyı gazel, kaside, murabba, muhammes gibi eski şekiller içinde ifâde etmiş, garp tarzı nazım şekille­ rini ancak A bdülhak Hâmld 'in Sahrâ ( 1879 ) 'sından sonra kullanmıştır. Mücâdeleci bir rûh ile yazdığı vatani şiirleri, 93 harbini tâkip eden yıllarda, bu harbin felâketlerinin doğur­ duğu teessür ile Vâveylâ, Vatan mersiyesi. Bir muhacir kısın ın istimdâdı, H ilâl-i osmânî gibi manzûmeler ile bir mersiye mâhiyetini alır Onun vatanî şiirlerinin neşir sâbasma intikal edebilenlerinin en eskileri Vatan yâkut Silistrc ’deki meşhur Vatan şarkısı ve Murabba ik Sırbistan ve K aradağ isyânlan sırasında çıkan H ürriyet kasidesi adı ile tanınmış Besâlet-i osmâniye v e kam iyet-i insâniye 'dir ( Vakit nr. 236, 2 haziran 1876 ). A vrup a ’da iker. yaptığı M arseillaise tercümesi ile onun vatanî şiirde hareket noktalarından birini görmek­ teyiz ( H ürriyet, nr. 57, 2 ağustos 1869); va­ tanî şiirinin ilk kaynakları, Kırım harbi esna­ sında K ars ’ ta iken dinlediği hamasî türkülere ve askerî marşlara da götürülebilir,



66



N Â M IK K E M A L .



Nâmık Kemâl, Şinâsî ile tanıştıktan sonra, lar ve medenî terakkilerin tiyatronun bu te’siri eski şiiri bırakmamıştır. Muallim N âcî ’nin 7 er- ile olduğunu muhtelif yazılarında ileri sürer. ciîmân-ı hakikat 'te idâro ettiği edebî sütuna Kem âl piyeslerinde cemiyete yeni fikirler ve Hitâm -ı acemi, E ddâî Kemâl gibi müsteâr adlar meseleler getirm ek istemiş, onlara m akalele­ ilo gazeller, nazireler yollam ıştır (F evziye A b ­ rinde işlediği vatanseverlik, hürriyet, hamiyet, dullah, M uallim N âcî ile Recâı-zâde Ekrem insan hakları, âile ahlâkı gibi meseleleri sok­ arasındaki m ünâkaşalar, TM, 1953»X, 182 v.d. j muştur. Kemâl 'in, tiyatro eserleri esâslarım *955» XII, 83 ). Nâmık Kemâl 'in hece vezni ile makalelerinde ortaya koyduğu düşünceler ile, de şiirleri bulunmakla berâber, bunların sayısı tarihî şahsiyetlerine âit hâl tercüm elerinden ve mahdut olduğu gibi, çoğu hiciv ve mizah nev- vatan î şiirlerinde teşekkül etmiş kahraman te­ ’inden parçalar ile, piyeslerine serpiştirilmiş lakkisin d en alır. Piyeslerinin çoğunda bir dâva­ küçük denemelerden ıbâret kalır. y a inanmış bir insan tipi yaratm ağa çalışm ıştır. N e s r i . Nâmık Kemâl 'de nesir, gazetecili­ T iyatrolarının kahramanlarında dâim âferdî sağe başladıktan sonra, ön safhaya geçm iştir. âdet ile ictim âî vazife ve mes’ ûliyet duygusu Nesirde örnekleri, önceleri Hâfız Müşfik mün- çatışır. Kahramanları dâimâ ferdî saâdetin şeâtı, Reşid P a ş a ’ mn lâyihaları ile dedesinin ictim âî ve vatanî gâye uğrunda fedâ edil­ buyrultuları ve nihayet tercüm e odasındaki mesi örneğini verir. A şk ve ihtirasın geniş resmî tahrirat kabîlinden yazılar idi. Kem âl, bir yer aldığı bu eserlerde şahıslar ya taTasvîr-i efkâr ’ da Şinâsî 'nin te’siri altında, mâmiyle iyi, ya tamâmiyle kötü gösterilirler. yeni bir nesir tarzı tâkip etti. Bununla berâber, Muharrir, kahramanlarının psikolojilerini, tab i'î yeni devrede de, Leskofçalt Gâlih divânı mu­ değil, dâim â m übâlegalı bir şekilde ifâde kaddimesi, G encîne-i hüner ’ e ta kriz (İstan ­ eder. Rom antik duygular, konuşmalara hâkim bul, 1282 ), Sergüzeşt gibi eski nesirde maha­ olan hitâbet, vak’ adan çok söze dayanm aları retini gösterm ek isteyen yazılar ortaya koy­ piyeslerinin müşterek bir hususiyetini teşkil maktan geri kalmadı. Bu yo ldak i eserlerinin eder. 1. Vatan yahut S ilistre, Kem âl bu en meşhûru Bârika-i zafer, üzerindeki ta ­ ilk piyesi ile vatanperverlik ve kahramanlık rihe göre (1278 ram azanı), Tasvîr-i e fk â r ’a duygularından işe başlamıştır. H alkta bu duy­ girmeden öncedir. Kemâl *in nesri gazetede guları harekete getirm ek isteyen bu dram, teşekkül ederek, tercüme, fıkra ve havadisten 1853 türk-rus savaşında gönüllü olarak cep­ başlayıp, makale, tarih denemeleri, hâl tercü­ heye giden sevgilisinin ardından, cephede meleri, tiyatro, roman ve mektup gibi nesrin onunla berâber bulunmak ve onun île aynı çeşitli sâhalarını İçine alan geniş bir inkişâf kaderi paylaşm ak için, asker kıyafetine girip, gösterir. Kemâl makale ve mektupları ile kuv­ Silistre müdâfaasına iştirak eden genç bir kız vetli bir deneme muharriridir. Ç eşitli edebî ile genç bir adamın aşkı etrafında gelişerek, nevîlerde yeni türk nesrinin yaratıcısı olmuştur. bu y iğ it delikanlı İle türk askerinin canlarını Türk edebiyatı onun cüm leye getirdiği ha­ hiçe sayarak, vatan uğrunda gösterdiği kah­ reket, şiddet, tasvir kabiliyeti ve bâzan hita­ ram anlık ve fedâkârlığı canlandırır. İçindeki bet, bâzan sohbet hâlini alan bir ifâde ile, vatan î şiir ve hitâbeier ile devrinde muazzam yep-yeni bir nesir tarzı kazanmış ve bu tarz bir heyecan yaratan bu eseri için muharrir Servet-i fünûn 'a kadar bir çok nesillere örnek türk tiyatrosunu bulunduğu seviyeden çok ileriye götürmüş olduğunu söylüyor. Piyes, olmuştur. alâka uyandırmış, temsilinden T i y a t r o e s e r l e r i . Nâmık K e m â l’in en A v r u p a 'd a fazla eser verdiği edebî nevî, meydana getir­ üç yıl bile geçmeden, rusçaya ( 187Ğ ), daha diği 6 piyes ile, tiyatrodur. Bu mevzuda çeşitli sonra da başka dillere tercüm e olunmuş makaleler yazmış, Celâl mukaddimesi ile de ve rus m atbuatında uzun müddet akisleri de­ bizde ilk defa tiyatronun geniş ölçüde nazari- vam etm iştir. Kemâl 'in en fazla münâkaşa yâtınl yapmıştır. İnsan hâlini, sahneye nakil ve ve tenkide mâruz kalmış piyesi budur ( msl. orada tak lit ederek, ibret alınacak bir levha bk. Mecmua-i Ehüzziyâ, 1304, V , nr. 53; hâlinde göz önüne sermesi itibârı ile, en M. Murad, Udebâmızm nüm âne-i im tisâlfaydalı bir eğlence olarak târif ettiği tiy a t­ le ri, M izan , *305, nr. 41— 46; H alîl Edib, royu^ ,'te’sir ve hizmetleri bakımından, bü­ M izan ’a bir nazar, Sa’y, nr. 9, 15 şubat *3°3 )• Nâmık Kem âl, eserdeki va k’ayı, 1828 tün edebî nevîlcre üstün tutar. „Tiyatro, cihanın aynıdır“ derken, onu insan hayatı­ türk-rus harbinden alarak, Silistre muhasara­ nı iyi ve kötü tarafları ile aksettiren bir ay­ sına ta tb ik ettiğıuı bildiriyor. Onun bu piye­ na gibi alm aktadır. T iyatro ile ilgili görüş­ sinden 20 y ıl önce, Silistre muhâsarasındaki lerinde en çok İsrar ettiği husûs tiyatronun kahramanlıkların bir operası yapılarak, temsil cemiyet üzerindeki değiştirici te'siridir. A v ­ edildiğini bilhassa belirtm eliyiz Nâmık Kemâl rupa milletlerinde görülen büyük siyâsî inkılap­ Sofya 'ya g ittiği vakitler, bu Sİlisire^tfperası



N Â M IK K E M Â L . İstanbul 'da temsil olunmakta idî ( Cerîde-i kavâdis, nr. 739, 19 şevval 1271 ). 2. Ciilnihal. Kemâl, bu piyeste m üstebite karşı mücâdele ve intikam fikrini İşler. Eserde Rumeli şe­ hirlerinden birinin müstebit sancak beyi ile onun tarafından yok edilip, sevgilisi elinden alınmak istenen ve halkın çok sevdiği ha­ pisteki genç kahraman, Sultan A bdülaziz ile veliahd Murad Efendi 'yi düşündürecek bir timsâl mâhiyetini taşım aktadır. Eserdeki câ­ riye Râz-ı dil ( Gülnîha! ) de zâlime karşı kin ve intikamı temsil eder. Zulüm ve istibdadı hedef tutması dolayısı ile, sansür piyesin en mühim parçalarım çıkarm ış, Kemâl 'in belirttiğine göre, onu tanınmayacak bir hâ­ le getirm iştir. 3. A k if Bey. Muharrir, Magosa yolunda, yazm ağa karar verdiği bu piyesin esâsını, Dânîş Bey yâhut Pâhişe-i tâibe adı ile bahsettiği bir maceradan ( M. C . Kuntay, ayn. esr., II., 513) çıkarm ıştır. V ak’ayı K ı­ rım harbinde, çok sevdiği karısını bırakarak, kendisini bekleyen vatanî vazifeye koşmakta tereddüt etmeyen bir bahriye zabitinin vatan-perverligi ile, karısının sadakatsizliği teş­ kil eder. Eser vatan duyguları ile başlayıp, bir âile fâciası ile biter. — 4. Zavallı çocuk. H areket noktasını daha önce ibret ’teki âile makalesinde ifâde ettiği görüşlerden alan bu piyeste, genç bir kızın, annesinin gözettiği maddî menfaatler uğruna, sevdiği genç erkek yerine, İstemediği zengin biri ile evlendiril­ mesinden doğan felâketler gösterilir. Edebiya. tımıza aşk yüzünden verem olup, ölen sevgili mevzuunu getiren bu eser, Recâi-zâde Ekrem 'in Vuslat '1 üe A bdülhak Hâmid 'in i ç li kız 'mdan başlayarak uzun yıllar devam eden hİssî bir edebiyat çığırına yol açmıştır, 5, Kara belâ. Neşrini istediği halde, hayalında bastlamıyan bu eser piyeslerinin en zayıfı ve kendisinin esas mes ’eteleri ile irtibatı en gevşek olanı­ dır. Mevzûu, bir Hind hükümdarının kızının, gözü şehvetten dö.ımüş bir harem ağası ta­ rafından tecâvüze uğrayıp, sevdiği şehzâde ite nikâhlandığı gece, bu harem ağasını öldür­ dükten sonra, kendisinin ve sevgilisinin intiharından ibarettir. 6. Celâleddin Hâr iz ta­ şak. M agosa'da başlayıp, M id illi’de 1881 yı­ lında bitirebildiği bu piyes, Kemâl ’in en fazla çalıştığı ve en sevdiği eseridir. Eserin mevzûu islâm âlemini tehdit eden moğul istilâsına karşı durmağa ..çalışan Celâleddin Hârizm şah’ ın giriştiği büyük harekettir. Bu 15 perdelik piyeste entrika, cinayet, muharebe, suikast, aşk gibi çeşitli vak’alar kaynaşır. Nâmık Kemâl bu son tiyatro eserinde, kahraman tipinin bütün vasıflarını Celâl ’in şahsın­ da toplam ıştır. Celâl, gâye ve vazife uğrun­



da ferdî arzu ve duygulardan vazgeçmenin tam örneğini verir. Muharrir, moğul istilâsı önünde İslâm âlemini korumağa çalışan Ce­ lâ l'in ağzından İslâm birliği fikrini kuvvetli bir şekilde ifâde etmiştir. Celâleddin Hârizm şah rom antik türk tiyatrosunun H âm id'in büyük eserlerinden evvel ilk zirvesidir. R o m a n l a r ı . Nâmık Kemâl, roman olarak, İntibah ile Cezm î 'den başka eser vermemiştir. Romanı, gerçekte aynen cereyan etmemiş olsa bile, cereyan etmesi mümkün bir vak’ayı, içti­ mâi ve rûhî cepheleri ile, teferruatlı bir şekil­ de işleyen bir eser olarak tarif eden Kemâl, türk edebiyatının, gerek münevver, gerek halk edebiyatı sâhasında olsun, hikâye tarzındaki eski eserlerini bu vasıflardan mahrûm bulduğu için, roman saym az ve onun bizde yeni başla­ mış bir edebî nevî olduğunu belirtir. Romanın asıl vazifesinin eğlendirm ek veya nasihat ver­ mek olmayıp, insan seciye ve ruhunu tahlil etmek olduğunu söyler. Sâdece bir vak'anın hi­ kâyesini değil, insanı ve İçinde bulunduğu içtimâi çerçeveyi esâs alır. Edebiyatımızın en büyük eksiği olduğunu belirttiği roman nev’ine, M ago sa'd a kendisinin ilk büyük hikâye denemesini teşkil eden İntibah ile bu fikirle­ rini tatb ike çalışarak, bir örnek vermek iste­ yen muharrir, bu eserinde hakikî hüviyetini bilmeden bir fenâ kadına tutulan tecrübesiz ve saf bir gencin bu kadın yüzünden ahlâkî sukûtnnu ve sonunda uğradığı felâketi anlat­ mıştır. İntibah 'in, romanda şahısların rûhî tahliline ehemmiyet veren ilk eser olarak, türk romanının inkişâfında husûsî bir yeri vardır. A ncak buradaki tahliller, bu rûhî hâlleri mü­ cerret bir şekilde izah eden her hangi bir makaleden naklolunmuş gibi, şahısların dışın­ da ve sonradan takma bir mâhiyette kalmak­ tadır. Kemâl, diğer eserlerinde olduğn gibi, burada da biri çok iyi, diğeri çok fenâ iki zıt kadın tipini karşı-karşıya getirmiştir. Romanın kahramanları arasında en canlı şahıs yine muhteris ve kötü kadın tipidir. İntibah 'ın diğer mühim bir tarafı, acemice de olsa, yer* yer dış âleme çevrilen bir dikkati getir­ mesidir. Çam lıca 'yi ilk defa edebiyatımıza sokan bu eserde, dış âlemin tasviri, ken­ dinden evvelki eserlere nazaran, çok geniş­ lemiş olmakla beraber, müşahhas tarafları he­ nüz lâyık) ile yakalayam ayan ve zihnî kalan bir seviyededir. Nâmık Kemâl, ikinci romanı olan ve yalnız ilk cildi bitirilebilen Cezm î ile türk edebiyatına tarihî romanı getirmiştir. Romanın sıklet merkezini önce v Murad III. devrindeki Türk-fran harpleri, sonra bu savaş­ lardan birinde iranhlara esir düşen Kırım şehzadesi Âdil G iray ’ın tran sarayında, şahın



68



N A M IK K E M Â L .



karısı ile kıs kardeşinin aşkı karşısında ka­ larak, sonuncusu ile geçirdiği aşk macerası teşkil eder. Esere adını veren ve Mehmed III, devrinde İstanbul 'd a çıkan sipahiler isya­ nının başlarından biri olan Cezm î 'nin bu cildde ancak, yetişmesi ve İran savaşların­ da gösterdiği kahramanlıklar ile bu savaşlar­ da tanışıp, dost olduğu  dil G iray 'l kurtar­ mak İçin İran 'da başından geçen maceralar anlatılmıştır. Roman Âdil G iray 'ı seven, ahlâk ve seciyeleri zıt iki kadının birbiri ile reka­ betinin getirdiği vak’ alar ile İnkişâf eder. K ah ­ ramanlarından üçünün ölümü ile sona eren bu aşktan sonra, birinci cild biterken, C e zm î'y i asıl mâcerâsını yaşam ağa başlamak üzere görürüz. Muharrir bu eserde şâirâne hayaller peşinde koştuğu için, buradaki tasvirlerinde hakikat He temâsı kaybetm iştir. Cezm î, bir tarihî ro ­ manda bulunması icâp eden ve ona tarihî havayı veren tasvirlerden mahrumdur. E d e b î t e n k i t l e r : ve e d e b i y a t ı ­ mız hakkında görüşleri. Nâmık Kemâl 1866 yılında Tasvîr-i e f k â r ’ da çıkan makalesinden başlayarak, Bahâr-ı dâniş, N evruz Beg ve intibah mukaddimeleri iie, Tahrîb-i harâbât, Tâkib-i harâbât, irfan Paşa 'ya mektup, Mes Prisons muâhezesi gibi tenkit eserlerinde, Be di ( Muharrir, ar. 6, 1293 )> Nümûne-i edebiyat-ı osmâniye 'nin planını çizen yazılarında ( Mecmua-i ebûzziyâ, 1298, I, nr. 10, 11 ), mektuplarında, nihâyet C elâ l m ukaddim esi’ade edebiyat üze­ rinde raubteiif görüşlerini bildirmiş, bilhassa eski edebiyat hakkında çeşitli tenkitler orta­ ya koymuştur. Celâl mukaddimesi, bütün bu yazıları içinde edebiyat Üzerindeki görüşlerini en geniş ölçüde izah eden eseridir. Önee isimsiz olarak neşrolunmuştur: M idilli muta­ sarrıfı Kemâl Bey hazretlerinin bir makale­ leridir ( Şark mecm., 1298, nr. 1— 3 ). T asvîr-i Efkâr 'da, türk dili ve edebiyatının mesele­ lerine, kendinden evvel rastlanmıyan bir şe­ kilde, toptan bir bakış getiren Lisan-ı osmânînin edebiyatı hakkında bâzı mülâkazâtı şâmildir adlı makalesi yeninin eski edebiyata karşı ilk edebî beyannâmesi değerini taşı­ maktadır. Kemâl, bu makalesinde, sonuna Irada:; sâdık kalacağı ve daha da geliştire­ ceği bâzı fikirler ve tenkitler ortaya atm ış­ tır. Daha bu makaleden itıbâren eskiye yöneltti­ ği tenkitlerinde, edebiyatı her şeyden önce bir di! meselesi olarak alan bir görüş ile işe başla­ maktadır. Burada edebiyat ile dil arasındaki münâsebete ehemmiyet ile işaret eden muhar­ rir, edebiyatın insani düşünmeğe alıştırmak, cemiyetin duygularını terbiye etmek, bilgiyi



yaym ak, millî birliği te’ min etmek gibi, mü­ him vazifelerini izâh ile, türk edebiyatının, halkın anbyamadığı sun’î dili dolayısı ile, bunlardan hiç birini yerine getiremediğini belirtir. Edebiyatın- en mühim hizmetlerinden biri millî birliği te’min etmek olduğu hâlde, türkçenin, Osmanh hudutları dâhilindeki, daha alfabesi bile olmayan kavimlerin lisanlarını unutturamadığını, diğer türk ülkelerindeki türkler ile lisânen anlaşmanın mümkün olma­ dığını söylerken, tamâmiyle millî bir anlayış ile hareket etm ektedir. Bu görüşlerini son­ raları daha da ileriye götürerek, İlmî terak­ kinin ancak işlenmiş bir dil ile mümkün olduğunu, dilin terakkisinin ise, edebiyatın terakkisine bağlı bulunduğunu, yakın zaman­ lara kadar bizde hakikî bir edebiyat dilinin teşekkül etmediğini, eski edebiyatın kelime oyunlarından öteye geçemeyen diline türkçe denemeyeceğini ileri sürer ve Osmanh devle­ tinin inhitat sebebini mükemmel bir dile sâhip olamayışında bulur ( Osm anh tarihi, 1327, IV , 86). Tasvir 'deki makaleden beri, halkın anlayamadığı ve türkçeden ayrı bir dil hük­ münde olan yazı dili yüzünden, kültürün yayılmadığını, arapça ve farsçanın hâkimiyeti altında teşekkül eden bu dil ile fikirleri doğru bir şekilde ifâde etmenin ve devlet müesseseler! ile günlük hayatî münâsebetlerde dahi anlaşmanın mümkün olmadığını izah eden Kemâl, dilin ve edebiyatın de ıslâha muhtaç olduğunu belirtir. Kemâl, A vrupa dönüşünden sonra, bu mese­ leleri yeniden ele alırken, arada geçen zaman zarfında muhtelif edebî nevîlerde verm eğe baş­ ladığı eserler ile kendini duyuran yeni nesil­ den hareket etmiştir. Yeni edebiyatta nesrin, şiire nazaran, terakki gösterdiğini ve cem iyet­ te mühim te'sirleri olduğunu, genç nesil tara­ fından ortaya konulan eserlerin umûmî efkârı değiştirdiğini ve türk edebiyatında, gazete ma­ kalesi, tiyatro ve roman olmak üzere, üç yeni edebî nev’in teşekkül ettiğini söyler. Kemâl tenkitlerini bilhassa divân şiiri üzerin­ de teksif etmiş ve bunun hakikate, tabiata ve akla aykırı bir edebiyat olduğunu ileri sürmüştür ( Bahâr-ı dâniş mukaddimesi ve Mukaddime-i C e lâ l). Yeni edebiyat için dâimâ „edebiyat-l sahîha" tâbirini kullanan Kem âl, edebiyatta esâs şartın hakikate uygunluk olduğu ve bu şarttan mahrum, sırf şâirâne hayâller ve lafız san'atları ile süslenmiş eserlerin gerçek mânası iie edebiyat sayılam ayacağı fikrindedir ( İrfan Paşa ’ya mektup ) ; bundan başka divan şiiri­ nin ahlâk ve dine aykırı bulduğu tarafla­ rını da teşhire çalışmış, „sâde fikir“ adını verdiği mâkul parçalarını ise, dâimâ beğen-



N Â M IK K E M Â L . miştir ( msl. Bahür-ı dâniş, Tahrîb ve Tâkib-i harâbût ’ taki misâller ). Türk şiirinin, İran te'sirinden sıyrılıp, türkçeleşm esi mesele­ sini bir edebiyat tarihi görüşü ile gözden geçirerek, Sâb it ve Vâsıf *ın şiirimizi türkçeleştırm ek istediklerini, fak at türkçeleştirdikleri şeyin sâdece kelimelerden ibaret bulunup, esâ­ sın olduğu gibi kaldığını söylemiştir. Şiir dili­ nin türkçeleşmesi meselesi Kem âl ’i hece vezni üzerinde düşünmeğe şevketm iş, Tahrîb-i har&b&t 'ta Vâsıf 'm şiirimizde açm ak istediği bu yolda arüz yüzünden muvaffak olamadığını, bunu hece vezni ile yapmış olsa idi, büyük bir şâir olarak tanınaeağını belirterek, eserle­ rinde ilk defa hece vezni meselesini ortaya atmıştır. Kem âl arûzu, şiirimizi türkçeleşm ekten alıkoyan ve kırılması gereken bir zincir mâhiyetinde görmüş, hece vezni meselesini daha çok manzûm tiyatro dili bakımından m ütâlea ederek, bu vezin bahsinde bir kaç defa fikir değiştirmiş, nihayet Celâl mukad­ dimesi ’nde, arûzun arzettiğı imkânsızlıklar karşısında, türk şiirinin hece vezni ile yazıl­ masını kabûl etm ekle beraber, hece vezninin aruza nazaran âhenksiz olduğunu, âmiyâne şeyler söylem eğe mahsus bîr tarz o larak alı­ şıldığından, ciddî eserlerde tatbikinin başarılı olam ayacağını söyleyerek, bu mevzûdaki son kanâatini açıklam ıştır. Nâmık Kem âl 'in şark edebiyatlarını top­ tan reddettiğini sanmamalıdır. Fars şiirinin tenkit ettiği taraflar dışında kalan eserlerini bil'âkis sever ve bunlardan istifâde edilmek gerektiğini dahi söyler (m sl. bk. Bahâr-t d i ­ niş m ukaddim esi). A ra p şiirine ise, bütün dünya edebiyatları içinde mÜstesnâ bir yer vermiştir. * Nâmık Kem âl, orta oyunu, karagöz gibi miiiî san’atları lâyıkı ile değerlendirememiş, bil'âkis onları âmiyâne bularak, tenkit etmiş­ tir. Y azıda halk dilinden tâbirler alınmasının, gerek imlâ, gerek kelime bakımından, eski tü rk lehçelerini tak lit etmenin şiddetle aley­ hindedir ; dilimizde yerleşmiş kelimelerin İmlâ­ larının da bîzdeki söyleniş şekline göre olma­ sını istem ektedir. Nâmık K e m â l’in münferit eserler üzerindeki başlıca tenkitlerini Tahrib-i harâb&t ( 1291 = 1874 ), İrfan Paşa 'ya mektup ( 1291 = 1874 ) , Tâkib-i harâbât (1292 = 1875) ile M es Prisons ve Micromegas tercümelerine dâir yazılarında buluruz. A n ca k tenkitleri, tek bir esere münhasır kalmayıp, çok defa umûmî meselelere teşmil edilmiştir. Tah­ rib-i harâbût ve Tâkib-i karûbût’ te tenkit edilen yalnız Harâbât değil, bütün kusurları ile, divân şiiridir. K itabının başındaki kasi­ deler ile Sultan A b d ü la ziz 'e yaranm ağa ça ­



69



lışan Ziyâ Paşa’ nın, beraber giriştikleri hürri­ yet mücâdelesinde tavır değiştirmesinin ve kendi de dâhil olduğu hâlde, yeni nesle, gerek mukaddimesinde, gerek metinler kısmında yer vermemiş olmasından m ütevellit hiddetin mü­ him bir payı bulunan bu iki tenkitten Tahrîb-i harâbât ’ta Kem âl, bilhassa Harâbât 'm mukaddimesini hırpalar. Bunda ve Tâkîb-i harâbât 'ta Ziyâ P a şa'n m bilgi hatâlarım, indî hükümlerini, düştüğü tezatları, örnekle­ ri seçme husûsundakî isâbetsiziikferini kolayca yakalıyarak, çok defa alaylı bir tarzda belirt­ m iştir. Bununla beraber, onun zaman-zaman haksız tenkitlerde bulunduğunu ve garezkârlık ile hareket ettiğini de söylemek gerektir. Ö nce Ziyâ P a şa'y a birer husûsî mektup şeklinde yolladığı, fakat aynı zamanda istediği kimseler tarafından okunması için de, muhtelif nüsha­ larını istinsah ettirdiği bu iki eserini Nâmık Kem âl, Ziyâ Paşa ile barışmış olduğu hâlde, onun ölümünden sonra, eski edebiyat tarafdariarıntn yeniye hücumlarına karşı bir cevap ola­ rak neşretmiştir. Kemâl, tü rk şiirinin daha fars mukailidliğinden kurtulmadığı bir zaman­ da, hakikate ve ahlâka aykırı bîr çok örnek, leri bir araya getiren Harâbât 'ın ortaya konulmasını gençlik için, meyhane açmak ka. dar muzır addetm iş ve onu edebiyat, haki­ kat ve siyâset bakımından tarafdar olduğu fikirlere muhalif olduğundan dolayı, ten kit et­ tiğini söylemiştir. İrfan P a ş a ’nın, 1874 yılında neşrettiği divânçesinin başında yeni nesle ta­ riz etmesi üzerine yazdığı irfa n Paşa ’¡ja mek­ tup adı ile tanınan tenkidi de, Tahrîb ve Tâkib vasıflarını taşır. Müellif, bunu da, adı geçen iki eser gibi, yazılışı üzerinden seneler geçtik­ ten sonra ve onlar ile aynı devrede neşrettirmiştir ( Mecmua-i Ebüzziyâ, 1297, I, nr. 7). Nâmık Kem âl, yeni nesle de, Mes Prisons ve Micromegas muahezeleri gibi yazıları ve bilhassa mektuplarındaki tenkitleri ile yol gösterm eğe çalışm ıştır. A bdülhak Hâmid 'in Sahrâ 'sı ile Recâi-zâde Ekrem 'İn birinci Zem zem e 'si halikındaki mektupları onun yeni edebiyat sahasındaki tenkitlerinin bilhassa zikre değenlerindendir. Kem âl, bunlarda ele aldığı şekil ve üslûp meselelerinden başka, memleketin 93 harbinden 3onraki ıztıraplı dev­ resinde Hâmid ve Ekrem 'in şahsî duyguların­ dan bahsetmelerini tenkit ederek, onları, va­ tanî eserler yazarak, umûmî ıztıraba tercüman olmağa dâvet eder. D iğer yandan yeni edebi­ yatçıları korumağa çalışır ( Mahoıud Ceîâleddin, Beyn el-üdebâ müsâdeme-i e fk â r, İstan­ bul, 130 i \ Tâlîm -i edebiyat üzerine r isâ le . aslında smi olmayıp, noksan bir müsvedde hâlinde --alan bu muhâvere şeklinde yazılım-;



-7o



N Â M IK K E M A L .



eserde, K e m âl’in bîr talebesi ile müzâkeresini yaptığı ■Tölîm -i edebiyat hakkında bâzı ten­ kitleri, muhtelif edebiyat görüşleri ve ede­ bî hâtıraları tesbit olunmuştur. Eserin Nâ­ mık Kemâl M idilli'de iken yazıldığı anlaşıl­ maktadır. T a r i h İle i l g i l i e s e r l e r i ve h â l tercümeleri. Nâmık Kemâl 'in tarih sa­ hasındaki eserleri küçük denemeler ile başla­ yıp, külliyat hâline varan bir genişleme gös­ terir. Çocukluğunda babasından ku vvetli bir tarih terbiyesi alan Kemâl 'in daha Tasvır-i efkâr 'dan başlayarak, makalelerinde fikirlerini tarihe dayandırması onun tefekküründeki tarihçi tarafı çok güzel aksettirir. Tarih ile ilgili ilk eseri İstanbul ’un fethine dâir yazdığı Bârika-i zafer'A ir. 1*78 ramazanın­ da (1862), sırf eski nesirde maharet göster­ mek maksadı ile, bir günde kaleme alınmış olan bu küçük risalenin muhteva bakımından her hangi bir değeri yoktur. Bunu 1282 rama­ zanında (1866) meydana getirdiği D evr-i iatıiâ tâ kip eder. Ertesi sene bu gazetede tefrika şeklinde neşredilen bu eserde Gsmanlı devletinin Kanunî Sultan Süleym an'a kadar genişlemesini anlatmağa çalışır. Daha sonra Evrâk-ı perişan ’daki hâl tercümeleri gelir. Bunlardan Sal&heddin Eyyâbî önce neşr­ edilmiş ise de, Fâtih ve Yavuz Sultan Selim ondan evvel yazılmıştır. Kemâl ’in tarih saha­ sındaki bu ilk dört eserinde Osmanlıların ilerilerce devrini seçmiş olması, kendi zamanı bakımından, manalıdır. Bu dört eserde yayılma çağının eski kudretli günlerini devrine hatır­ latmak isteyen bir düşünce vardır. Bilinen şeylerin sâdece üslûplaştırılmasmdan ibâret kalan Bârika-i zafer ve D evr-i istilâ 'dan sonra meydana getirdiği Evrâk-t perişan 'm ilk üç kitabı ile, Kemâl 'in tarih üzerinde şah­ sî görüşler safhası başlar ( M, Kaplan, N â­ mık K em âl ve Fâtih, Türk d ili ve edebiyatı dergisi, 1955, VI, 71— 82). M agosa'da yazdığı Emîr Nevruz, Evrâk-t perişan 'ın dördüncü hâl tercümesini teşki) eder. Nâmık Kemâl bu eserlerinde, kendi kahraman ve vazife fikrine uygun bulduğu şahsiyetleri mevzu olarak işlemiştir (tafsilât için bk. A . H. Tanptnar, X IX . asır türk edebiyatı tarihi, s. 403 ). Daha sonra Celâleddin Hârizmşah piyesi ile de bu tarihî vazife sahibi kahraman fikrini devam ettirir. Bu dört hâl tercümesi yalnız hayat vé vak’a ’ ann hikâyesinden ibâret olma­ yıp, tenkit, tahlil ve muhâkemeleri muhtevi, avrupâî zihniyette yazılm ış eserlerdir ve bu itibârİa eski tercüme-i hâl yazılarından ayrılır. Emîr N evruz ite evvelkiler arasında, Ahmed Nafiz müstear adı altında neşrettiği Silistre



muhâsarası ( 1490 ) ile Kani je ( 1290 ) adlı târihî eserleri vardır. Muharrir bu iki eserinde tarihi­ mizin kahramanlık ve fazilet sahnelerini yaşa t­ mak istem iştir. Em îr N evruz mukaddimesinde, tarihimizin şeref verici hâdiseleri ile büyük şah­ siyetlerine dâir eserlerin bulunmayışım türk edebiyatının büyük bir eksiği olarak kabûl eden Kemâl, bu çalışm aları ile bu noksana cevap verm eğe çalışmıştır. Bunları büyük eserleri ta ­ kip eder. Kendisi önce ' O sm anlılra âit Tarih-i askerî adlı bir eser hazırlam ağa başlar. M agosa dönüşü bu eserin iki cildi meydana gelmiş idi. R o d o s'ta bunun planım değiştire­ rek, büyük Osm anlı tarihi 'ni yazm ağa baş­ lamıştır ( A l i Ekrem, K ülliyât-ı Kem âl, 1326, S. 19 v. dd. ; M. C. K untay, Nâm ık K e ­ mâl, II, 2. kısım, s. 641 — 665 ). O zamana kadar yazılanların hepsinin yan -yartya yanlış olduğunu söyleyen Kemâl bu eseri ile Osmanlı tarihini yeniden meydana çıkardığı kanâatinde idi. Eserinde, me'hazlarımn başında gelen Hamm er’in ve bâzı bizans tarihçilerinin iddiaları­ nı cerh ve tashihe, zaman-zaman mukayese­ ler yaparak, diğer me’hazlardaki hatâları da düzeltm eğe çalışmıştır. K itabı daha çok harc-ı âlem kaynaklara dayanır. Esasen Rodos ve Sakız ’da bundan fazlasını da yapm ağa imkân yo k idi. Kemâl 'in mesele ve hâdiseleri muhâkeme ederken, en fazla dayandığı şey vesîka yerine m antıktır ve bu da eserini İlmî olmaktan çıkaran büyük bir kusurdur. Bu­ nunla berâber, bu eserin Osmanlı tarihinin bir çok mes’elelerîni kurcaladığını, bâzt ha­ tâları tashihe gayret ettiğini ve tiirkçenin mufassal ve en sâde ifadeli Osmanlı tarih­ lerinden biri olduğunu unutmamak lâzımdır. Neşrinin çok ’ g e ç yapılması ( 1 9 08— 1910) ve yarıda kalması eserin akis uyandırmasına mâni olmuştur. Roma ve İslâm tarihlerine â it yarı kalm ış bir medhal ile Y avu z Selim 'in ölümüne kadar olan kısmı yazılabilen kitabın, medhalden ilk cüz’ ü ile ( 1305 ) Fâtih devri­ nin ortalarına kadar gelen kısmı neşredilebilmiştir, Ernest K enan ’ın L ’ Islam ism e et S cience adlı konferansında islâm iyetin ilim ve terakkiye mânî olduğuna dâir ileri sürdüğü iddiaya karşı kaleme aldığı Renan müdâfaanâmesi, K em âl'in İslâm ve Osmanlı tarihine bir medeniyet meselesi zaviyesinden bakmasını bildiğini gösteriyor. Daha T asvîr-i e / k d r’ daki m akalelerinden başlayarak ( msl. bk. nr. 419, 430; Avrupa şarkı bilm ez, İbret, nr. 7, 10 haziran 1288 ), A vrup a müelliflerinin bu yolda­ ki ithamlarına hücum eden Kemâl, bu küçük eserinde, A vrupa ve İslâm tarihinden getird i­ ği delillerden istifâde ile Renan '1 hırpalam ağa çalışmıştır.



N Â M IK K E M Â L . Diğer ç a t ı ş m a l a r ı . Nâmık Kem âl cemiyetimizin çeşitli meseleleri üzerinde dilşünmiiş ve yazı yazmış bir şahsiyettir ; bilhassa 1863— 1873 yılları arasındaki gazetecilik faali­ yeti devresinde, bu neviden yazıları on safta gelmektedir. Memlekette m eşrûtiyet İdâresinin kurulması, ictimâî ve ferdî hürriyet ve bil­ hassa fikir hürriyeti, muesseselerimizin İslahı, türk cemiyetinin avrupa medeniyetine ayak uy­ durması zarûreti Nâmık Kemâl 'in ana dâvalarını teşkil eder. Kemâl, millî ve İslâmî değerleri muhâfaza etmek şartı ile, kuvvetli bir şekilde avrupahlaşma dâvasını gütm üştür. îslâmiyetin hayatiyetine inanmış, onun medeniyet ve ilerileme ile aslâ teza t hâlinde bulunmadığını k a ­ bul etmiş, garp medeniyetinden alınacak mü­ esseseler ile İslâmî ve millî esasların te’lifini isteyen bir görüş ileri sürmüştür. Türkiye için her bakımdan bir zarûret olduğunu kuvvetle müdâfaa ettiği m eşrûtiyet usûlünün hukûkî esaslarını dahi şerîaite aramıştır. Kemâl 'in A v ­ rupa dönüşünde İslâm birliği mefkûresini knvvetie benimsediği görülür. Onun İslâmî ilim­ ler İle alâkası hakkında bir fikir vermesi bakı­ mından Şerh-i m evâ kıf 'tan 5 fasıl kadar bir kısmı tercüm e ettiğine dâir rivayeti burada zikredelim ( Ebüzziyâ, Kem âl, s. 19 ). Kem âl 'de daha T asvîr-i efkâr ’daki makalelerinden baş­ layan, sonra Avrupa ’da aldığı husûsî dersler ile ilerileyen bîr hukuk düşüncesi vardır. J. J, Rousseau 'nun Contrat social, Montesquieu 'nün L ’ esprit des lois, Condorcet 'nin Esquisse d 'u n tableau historique des progrès de l ’ esprit humain ’İ ile Bacon 'dan bâzı tercüm eler yap­ tığına dâir rivâyet ( Ebüzziyâ, ayn, est., s. z ı ) onun alâkadar olduğu müellifleri gösterir. Nâmık Kemâl insanın doğuştan hür oldu­ ğuna ve yok edilmek istense de, sonunda hür­ riyetin muzaffer olacağına inanmıştır. Mem­ lek ette, kansız ve ihtilâlsız bir şekilde hürri­ yetin doğuşunu tah ayyül ve tasvir e ttiği, ileri bir vatan hayâli kurduğu R&yâ adlı eseri yanın­ da, K em âl, makale ve vatanî şiirleri ile bu yolda dâimâ nikbin görüşler aşılamağa çalışmıştır. Onun, devrine getirdiği en mühim şey, cemi­ y eti değiştirm ek isteyen muktedir, mefkûre ve irâde sâhıbi bir insan telakkisidir. Uğrunda m ücâdele ettiği demokrasi ve hürriyet dâvası onda sâdece bir düşünce hâlinde kalmayıp, hayatının istikâm etini değiştirm iş, mihnetler ile dolu bir mâeerâ olmuştur. Bu dâvaya a tıl­ dığından beri, Ömrü gurbet ve menfalarda ge­ çen Nâmık Kemâl cemiyetimize hayatını bir d âva için harcayan fikir kahramanı örneğini vermiştir ; makaleleri He, cemiyeti memleket meseleleri üzerinde düşünmeğe alıştırm ıştır.Eski edebiyata karşı, kendinden evvel görülmemiş







bir şekilde m ücâdele açmış ve yeni edebiyata zemin hazırlamıştır. Nâmık Kemâl 'in te’siri, devri ve sonraki nesiller üzerinde, derin ve devamlı olmuştur. E debiyattaki te’siri Servet-i fünûn 'a kadar sarsılmadan sürmüş, ikinci meş­ rûtiyetin gerçekleşmesinde te’siri mühim olan ictim âî ve siyâsî fikirleri, yeni devrin şartları­ na göre bir milliyetçilik anlayışı getiren Ziya G ökalp 'e kadar hemen-hemen te k başına devam etmiştir. Nâmık Kem âl adını dışarıya en fazla tanıt­ mış bir türk müellifidir. Daha 1876 yılında A v ­ rupa neşriyatında kendisinden bahsedilmekte idi. Yabancı memleketlerde zamanımıza kadar hakkında çeşitli neşriyat yapılmış ve hâl ter­ cümesi müteaddit ansiklopedilere girmiştir { bk. Menzel, K em âl, E l, 1926, s, 601; Şerif Hulûsî, Nâm ık K e m â l'in eserleri, s. 371 v.dd.). Bibliyografya: A Kaynaklar. Nâmık K e m â l’ in 17 yaşına kadar yazdığı şiirleri ihtivâ eden 1273 tarihli, kendi el yazısı ile defteri (O n ıv . kütüp., İbnülemin Mahmucl Kemâl İnal kitapları ); Mordtmann, Stanbul tind das moderne Türkenthum ( Leîpzlg, 1877), s. 229— 235; Ahmed Mid­ hat, M enfâ ( İstanbul, 1293), s. 44—-47, 51— ö ı, 69 v .d d .; ayn. mil., Üss-i inkılab (İstan bul, 1295), *9® v .d d . (N âm ık K e­ mâl 'in burada kendisi hakkında yazılanlara karşı ce v a b ı: A hm ed Midhat E fe n d i’ye yaz­ dığı ik i mektuptur ( İzmir, (324 ) ; Mecmucr.i Ebüzziyâ, 1330, X V , nr. 155— 157 ve bu mektupların asılları, H. Dizdaroğlu, N âm ık Kem âl ve A hm ed Midhai münâka­ şası ( Tanrıdağ mecm., 1942, nr. 13— 14 Nûri, A kkâ ( İstanbul, 1298 ) ; Ebüzziyâ Tevfİk, Yeni Osm anhlar tarihi ( Tasvîr-i e f ­ kâr, 1909— 1 9 u . nr. x— 466, tefr. nr. 1— 297 }; Mahmud Celâleddin, M ir ’ ât-1 hakikat (İs ­ tanbul, 1326 ), I ; Reşad, Kemâl ile muhâberemiz (İstan bul, 13 2 6 ); Zeynelâbidı'n Reşid, Edebiyat kumkuması ( Haleb, 1326); ayn. mil., Taktuka ( Haleb, 1327), s. 72— 75; Süleym an Paşa muhâkemesi (n şr. Süley­ man Paşa-zâde Sâmî), İstanbul, 1328; İsmail H akkı, Yâd-ı mâzî (İstanbul, 13 3 2 ); Nâzım Paşa, B ir devrin tarihi ( Cum huriyet ga­ zetesi, 1932, nr. 2780— 2785, 2792, 2801, 2803 ); î. H, Uzunçarşıh, Nâm ık Kem âl ’in Abdülham id’ e takdim ettiği arızalar ile Ebüzziyâ T e v fik B e y ’ e yolladığı bâzı mek­ tuplar ( B elleten , 1947 XI, nr. 42, s. 237— 297 )• B. T e t k i k l e r . Nâmık Kem âl hakkındaki eserlerin en mühimleri şu n lard ır; M. Kaplan, Nâm ık Kem âl (İstanbul, 1948); A . H. Tanpm ar X IX . asır türk edebiyatı



n



N Â M IK K E M Â L — N Â M Û S. tarihi { 2. tab,, İstanbul, 1956), 1, 322 — 4 3 i ; M. C . Kuntay, Nâm ık Kem âl ( İs­ tanbul, 1944 3» I î ( *949 )» H> «• kısım.; ( 1956 ), II, 2 kısım ; bk. bir de Ebüzziyâ T evfik, Kem âl (İstanbul, 1306), daba sonra, Merhum Nâm ık Kem âl Bey adı ile (2. tab., İstanbul, 1326); ayn, mil., Nüm âne-i edehiyat-ı osmânige (4 . tab., İstanbul, 1308 ), s. 299 —302; ayn. mit., Süleym an N a z if Bey e fe n d i’ye ( Mecmua-i Ebüzziyâ, 1329, nr. 96— 10 0 ); M. Süreyya, S ic ill-i osm ânî, IV , 82; G ibb, A histary o f Ottoman Poetry ( London, 1907), V , 83— 85; A lî Ekrem, K ülliyâf-ı Kem âl tab'olunuyor (İstanbul, 1326); ayn. mil., Nâm ık Kem âl (İstanbul, 1930 ) M. Salâheddin, Merhum K em âl Bey ’in tarihi m eselesi (İstanbul, 13 2 7); Şehâbeddin Süleyman, Nâm ık Kem âl, K arabelâ münâsebeti ile (İstanbul, 1329); G âlib Haldun, Nâm ık Kem âl m uktesid ( Yeni Mecmua, 1917, nr. 3, s. 54— 5 7 ) ; Süleyman Nazif, Nâm ık Kem âl ( İstanbul, 1340=1922 ); ayn. mîl„ ¡ k i dost (İstanbul, 1343— 1925); İsmail Hikmet, T ürk edebiyatı tarihi ( Bakû, 1925), I, 203— 247; Th. Menzel, K e ­ mâl { E l, 1926, II, 898— 90 2 ); K öprülü, zâde M. Fuad, M illî edebiyat cereyânının ilk m iibeşşirleri ( İstanbul, 1928), s. 38 — 4 1 ; Sâdeddin Nüzhet, Nâm ık Kem âl ( İstanbul, 19 3 3 ); ayn. mil., Nâm ık K e ­ m â l’ in şiirleri ( İstanbul, 1941, tenkidi için bk. Fevziye A bdullah, B elleten , 1942, VI, 315 — 325 ); Rızâ Nur, Nâm ık Kem âl ( Türk bilik revüsü, İskenderiye, 1936, nr. 6 } ; İbnülemin M. Kemâl İnal, Son asır türk şâirleri ( İs­ tanbul, 1938 ), V , 819— 834, ayrıca ayn. mil.. Son hattatlar (İstanbul, 1955 ), s. 714— 719; M. N. Ö zön, Nâmık Kem âl t e İbret ga ­ zetesi (İstanbul, 1938); A . H. Tanpınar, Nâm ık Kem âl a ntolojisi ( İstanbul, 1942 ); İhsan Sungu, Nâmık Kemâl ( İstanbul, 1941 ); ayn. mil., Nâm ık Kem âl ( A y lık A n sik lo ­ pedi, İstanbul, 1944 I, 245— 247 ;; ayn. m!L, Tanzim at ve Yeni O sm anltlar ( Tanzimat, İstanbul, 1939, s. 777— 857); M. Kaplan, Nâm ık K em â l'in bahriye nâzırt ile kavgası ( Ölkü mecm., 1942, nr. 7, s. 3— 4 );a y n . mil., Nâm ık Kem âl iktisatta liberalist midir ( Ü l­ kü, 1942, nr. 22 ); ayn. mil., Nâmık Kem âL* göre insan (İstanbul mecm., 1944, nr. 4 ); ayn. mil., Nâmık Kem âl ve Fâtih ( Türk dili ve edebiyatı dergisi, 1955, VI, 71— 82); F e v ­ ziye A bdullah, Nâm ık Kemâl ve hece vezni ( Ö lkü mecm., 1940, X VI, nr. 94, s. 319— 325 ); ayn. mil., Husûsî mektuplarına göre Nâmık Kem âl ve A bdülhak Hâm id ( A nkara, 1949 ); ""'n mil., Süleym an Hüsnü Paşa île Nâmık



Kem âl 'in münâsebet ve muhâberâtı ( T M , *955, XI, 131— 15 2 ); ayn. mil., Nâmık K e­ mâl ’in M idilli ‘ de yazdığı manzum ve mensur eserler ( T M , 1955, XII, 57— 9 0 ) ; ayn. mil., Nâmık K em â l'in neşredilmem iş şiirleri ( Türk Yurdu, 1960, nr. 10, s. 39— 40); A bdülkadir İnan, Nâm ık Kem âl ‘ e dâir rusça y en i bir eser ( Ü lkü, X VI, nr. 94, a. 309— 315); Şerîf Hulusi, Nâmık K e m â l’in eserlerinin ten kitli tab'ı hakkında ( ayn, mecm., s. 316 — 318); Ziyâeddia Fahri, Nâm ık K em âl ve nüfus m eselesi ( İş mecm., 1941, nr. 25, s. 8— 24 ); ayn, roll., Nâm ık Kem âl hukukçu (a y n . mecm,, s. 25— 4 0 ); ayn. mil. Türk hu­ kuk tarihinde Kem âl (ayn. m e cm .,s.â t— 87); H. T. Us, Nâmık K em âl ’in kronolo jist ( K a­ ni je muhâsarası, İstanbul, 1941,8. 126— 133 ); Nâm ık Kem âl hakkında (D il ve Tarih C o ğ ­ rafya fak. aşr., İstanbul, 1942, içindekiler :) A . GÖlpmarlı, Nâm ık K em âl ’in şiirleri, 9. 13— 7 7 ; İ. N. Dilmen, N âm ık Kem âl ’in ro­ m ancılığı ve romanları, s. 81— 125 ; C evd et Perin, Nâm ık K em âl ve fra n sız edebiyatı, s. 129— 160; P. N. Boratav, Nâm ık Kem âl 'in g azeteciliğ i, a. 163— 185; B. S . Baykal, Nâ­ mık Kem âl ’e göre Avrupa v e biz, s. 189 — 218 ; N. Berkes, Nâm ık Kem âl 'in fik r î te­ kâmülü, s. 221— 247 ; E. Z. K araî, Nâm ık K e ­ mâl ve şark m eselesi, s. 281— 293 ; A b d ü l­ kadir İnau, Rus matbuatında Nâm ık Kem âl ve eserleri, s. 297— 302; Ş. Hulusi, N âm ık K e m â l’ in eserleri, s. 305— 421, tenkidi için bk. Fevzİye A bdullah, Belleten, 1943, VII, 203— 212 ); C a vîd Baysun, N âm ık Kemâl 'in bir müsvedde defteri ( A k a ­ demi mecm., 1946, nr. 1, s. 13 v. d .); B. Batıman, Nâm ık Kem âl ’in bir manzûmesi ve alman idealizm i ( Türk dili ve ede­ biyatı dergisi, 1948, III, nr. 1— 2, s. 153— 161 ); N. H. Onan, Nâmık Kem âl ’ in T âlim -i edebiyat üzerine bir risâlesi ( A nkara, 1950); C . Perin, Tanzimat edebiyatında fr a n sız te’siri (İstanbul, 1946), s. 143— 152; Nâmık K e m a l’in şiirleri ( nşr. A li E rtem ), İstanbul, 1957. (ÖMER FARUK AkÜ N .) N A M İK K A M Â L . [ Bk. NÂMIK KEMÂL.] N A M L ^ { Bk. nem l.] N A M R U D . t Bk. n em sû d .] N A M U S . (Bk._NÂMüs.] N Â M U S . N ÂM U S ( A ), bir çok mânası olan bir kelimedir. Yuhanna, In cil, X V, 26 Ruh alkudus 'ün gelişini müjdeler. Bilindiği üzere, bugzedenlere dâir Mezamir ’ de bir parça bulunmakta ve kaynak olarak, sv iâyvöoip, a ut ö v gösterilm ektedir. Bu İn cil ’in 23 ’ ten son­ raki p arçalan , İbn İshâk tarafından, arapça bir metîn vâsıtası ile, bilinmekte idi. R51>



NAM US. al-kudus karşılığı olarak al-manakmânâ keli* meşinin kullanılmasından anlaşıldığına göre, bu arapça metin süryânîee bir metne dayan­ makta idi. A ynı kaynakta vöjtoç kelimesi tercüme edilmeden, olduğu gibi bırakılmış bu­ lunuyordu ; zira bu kelimeye Ibn Hişâm ( s. 1 5 0 )'da namus şeklinde rastlam aktayız. V a ­ raka b. Navfal [ b . b k .] ’in bâl tercümesine dâir hadîste Peygamberin ba’si ‘İsa tarafından haber verilen ve İncil ’de zikri geçen Ruh alkudus olduğu açıkça söylenm ektedir. Bu vak’ayı nakleden hadîsin en eski şekilleri İn cil ’deki parçalar ile LXI. sûrenin 6. âyetinin imtiza­ cını verir. H adîsin daha sonra aldığı şekillerde Rüh aî-kudus fikrî git-gide arka plana geçmiş ve nihâyet bir şahsın adı olarak tefsir edilmiş ve hattâ yanına bir de sıfat eklenmiştir. Ms!. Ibn Hişâm ( s . 1 5 3 ) 'da, Varaka ’nın kendisin­ den Peygam bere ilk vâkî olan vahiyden bahs­ etmesini isteyen H adica ’ye şu cevabı verm iş ol­ duğunu okuyoruz : — „eğer bana söylediğin doğ­ ru İse, Müsâ ’ya gelm ekte olan nâmüs ona da gelm iştir ve bu sebepten o ( Peygam ber ) bu ümmetin peygamberidir v. b .“ T a b a r i’de „en büyük namiis“ un, tefsir yolu ile, açıkça Cabrâ’ il olduğu söylenmektedir. Şahsî kanâat ( tefsir) yunancadan alınma kelime yanında, has arapça olan nâmas (k ö k ü n-m-s ) kelime­ sinin eski olduğu bilinen mânaları ile kâfî derecede izah edilemediği için ve çok daha önceden C abrâ’ i l ’i ifâde eden „mahrem-i es­ rar, bir sırra vâkıf olan kimse“ gibi mânala­ rın da ( Dozy, Supplément ’ın aksine } yunan­ cadan alındığı sanıldığı için vop.oç kelime­ sinin şahsî bir tefsire ( kanâate ) imkân ve­ ren ve aynı zamanda araplarca milûm olan husûsî bir kullanılış şeklinin aranması tab i'î idi. İhvân al-Şafâ' ( y k v bk. )'nın namus akîdesi ( t e la k k is i) N y b erg'e sözde - Clementin'lerin yazılarını hatırlatm ış idi. T. Andrae de V a ­ raka hadîsinin nâmûs 'unu sözde-Clem entin 'lerin vöpoç ctiomoç ’lanndan çıkarmış idi ki, bu da Krıpııyp,« ïïétp o u ’a göre, Adem 'e, daha sonraları böyle bir üstünlüğe lâyık bütün pey­ gamberlere, son olarak da, Müsâ ’ya ve ‘Isa ’ya nâzil olmuş idi. voftoç alcuvıoç telakkisi ile V a ­ raka hadîsinin şekilleri arasındaki uygunluk ne kadar şaşırtıcı olursa-olsun, vdpoç 'a Sit şahsî kanâatin islâmiyete ne yo) ile geçtiği -meselesi henüz halledilmemiş bulunmaktadır. Baumstark kudüslü Jacob ’un âyin kitabında ; éxâXeoaç aüiôv §ıâ vopov, grtaıöayûıvnoaç Ôià zwv nQ03'T]Ttöv duâsmı zikrediyor ve bunun bedevi ordugâhlarında muntazaman okundu­ ğunu ve arapça tercümesinin muhakkak bu­ lunması gerektiğini söylüyor. Burada tabi’îdir ki, vö(AOç kelimesi şahıs olarak izaha çalışıl*



n



mıştır. Buna karşılık daha önee de Lidzbarslci 'nin Ginzâ hukuku tercümesinde ( s. 247 v.d.) işaret ettiği gibi, mandesu yazmalarında V a ra k a 'y a m üteallik hadîsin her hangi bir izahına rastlam ak imkânsızdır. Yukarıda işaret ettiğim iz gibi, hakikî arap­ ça bir namus kelimesi mevcuttur. Lügatler bu kelime için birbirinden farklı o kadar mâ­ nalar veriyorlar ki, yalnız iktibas olunan par­ çaların te’yit ettiklerini eski ve aslî olarak kabul edebiliriz. Bu kelime, „saklanılan yer, avcı kulübesi, keşiş hücresi“ , kuvvetli bir ihti­ mâl ile de, „vızıldayan, sinek“ ve n-m-s kökün­ den masdar olarak, „vızıldam ak“ mânalarına gelir. Buna karşılık, „kurnazlık“ mânası ve müştakları değil, aynı zamanda, daha önce zikri geçen kimselerin alâkalı mânaları da tâli ehem m iyettedir; kelime, muahhar eserlerde, hiç değilse bizim bildiğimiz, her şeyden önce, madde ismi olarak kullanılmıştır ve bu mef­ hûmun tatb ik olunduğu şahsa da şâhih alnamus ( Dozy, ayn. esr. 'de bunun zıddı misâl v a r d ır ) veya buna benzer bir şey denilmekte­ dir. Kelimenin hakikî mânaları hâkim olmakla berâber, „sinek“ ve ber şeyden önce „cibin­ lik “ mânasına gelen nâmnsiya mânalarının, konuşma diline geçerek, hâlâ kullanılmakta olması bir tarafa, yunancadan gelen aslının mânası da hâkimdir. Bu itibârla, yazımızın aşağı kısmında, kelimenin yunancadan alınan mânasının inkişâfı üzerinde duracağız. Kelimenin en çok kullanılan mânası İlâhî kanun veya sâdece kanûndnr. Bu kanun pey­ gam berlere vahy vâsıtası ile gelir ve onlar tarafından haber v e rilir; yalnız peygam­ ber mertebesindeki kimseler bu mânada vâzi' al-navâmis 'tirler. Islâm devletinin siyâsîdinî m âhiyetteki bünyesi bu telakkiyi bü­ yük ölçüde benimsemiştir. Msl. al-Kalkaşand i, Şubh al-a şa ( Kahire. 1913, I, 470 ) 'da al‘ Ulüm a l-şa riy a arasında, ilk ilim olarak, 'llm al-navümis al-muia'allak bi ’l-nubuvva ’ yi zikrediyor, Ibn Sinâ aksam al-ulûm al-'akli yo ( Macmü'at al-rasâ’ il, Kahire, 1328, s. 230 v.d.) adlı ansiklopedisinde siyâsetten bahs­ eden Eflâtun ve A risto 'nun vopoç 'a keli­ menin konuşma dilinde ifâde ettiği „hîle“ veya „aldatm a“ gibi bir mâna veremediklerini, cemâati idâre eden kanûnları nübüvvet ve İlâhi şerîate tâbî oldukları için, sunna, k a f f v.b mânasına aldıklarını açıkça söylüyor, Sprenger. D ict. o f Technical Terms. I, 4 0 'ta aynı şey> söylemektedir. A bu '1-Hayyân ai-Tavhidi, Mukâbasât ( yeni tab., Kahire, ıç z ş l'ın ın dördün­ cüsünü al-nâmüs at-ilâhi 'ye hasretmiştir. Burada bir de Ibn Miskavayh 'İn edebî bakım ­ dan alâka çeken tarifini zikredelim : hiz­



74



NÂMUS.



met ile karşılığının birbirine denkliğinde ('adâ- ruhlara hâkim olan en büyük n öm âs’un la ) dinar 'm bir ölçü olarak oynadığı rolün tanrısının ülkesine tâbî olacaktır ( IV, 211 v.d.). izâhı meselesinde ( Tahzib al-ahlâk, makale Nâmas, „felsefî ibâdet“ bahis mevzuu olunca, IV, Kahire, 13*2, s. 38 ), dinar 'm hakikî bir İlâhî bir varlık olm aktadır k i, bu İbâdet, namus olduğuna dâir A risto 'y a atiedilen bir İslâm ahlakininki karşısında vazife ve vecî­ iddiayı zikrediyor ve tbn Sina 'mn aksine ola­ beler bakımından, en yüksek dereceyi tem ­ rak, nâmâs 'un yunancada siyasa ve tadbir sil etmektedir. Eski yunanlılar bu ibâdeti ay­ [b . bk.] mânalarına geldiğini söylüyor. Ona da üç defa, ayın birinci, on beşinci vc sonun­ göre, A risto Eth. Nic, ( Nikom ak ‘a ahlâk ders­ cu günleri icrâ etm ekte idiler. İlk günün ge­ l e r i ) ‘ta en büyük nâm âs'un A llahtan gel­ cesi 3 kısma ayrılıyordu. Birincisi nâmâs ibâ­ diğini, İkincisinin hâkim, üçüncüsünün de di­ detine, İkincisi malaküt ile alâkalı bir rnurâkanar olduğunu; birincisi, insanların hak iddia­ beye, üçüneüsü de, gün doğuncaya kadar Ha­ ları arasında âdil bir muvâzene şart oldu­ lik önünde secdeye varm ağa, günahların itirâfığu için, diğer ikisinin ona uymaları gerek­ na ve Eflâtun, İdris ve A r is to ’ dan dualar okun­ tiğini söylem ektedir. Yunan ahlâkı hakkında masına hasrediliyordu ( I V , 273 v. d d .). K a t 'î müslüman müellifler tarafından yazılan bir olan şey hiç değilse burada, nâm âs 'un A l­ çok eserlerden şu netice meydana ç ık t ı: bu lahın yerini almamış olduğudur. F ak at Altsam izah şekli tbn M iskavayh 'ten sonra da bu nevî a l-a lü m a l-a k liy a adlı ansiklopedinin bir çok eserlerde, msl. N aşir al-Dİn al-Tüsi ( A hlâk-i yerlerinde isimler de koyan bir varlık ola­ N aşiri, I, 2, 7, T ebriz, 1320, s. 1 5 2 ) 'de, ay­ rak görünmektedir ( krş. K ur’an, II, 29 ). Msl. rıca K ın ah -zide (A h lâ k -i 'A l S i, 1248, I, 78) melek seyyarelerin rûhlarını isimlendirmekte 'd e ve her seferinde daha çok teferruat ile, ( II, 97, krş. IV , 244 ), tabiat kuvvetleri ( U, yer almıştır. Bu izahların neticesi olarak, al- 102), doğum ve Ölümün m âhiyeti (III, 10 ) T ü si, eserinin iktisâda dâir olan kısmında ( 11, için de aym şeyi yapm aktadır. T abiat ve in­ 2. kısım, s. 234 ), parayı sâdece en küçük na­ sana âit üç âlemin küreleri ( davâ’ir ) üstün­ mus olarak zikrediyor ( trc. Plessner, Der de İlâhî nâmûs küresi bulunmaktadır ki, âzâsı navâm is 'is işleri ve İlâhî keşifler ile oUovofHKÖç des Neupythagoreers „ Bryson 1928, s. 63) ve Kınalı-zâde de bu hususta meşguldür. Bu küre hey’ et âlimlerinin „mu­ h it“ ( dokuzuncu ) kürelerine tekabül etmek­ Onu tâkip ediyor (II, 7 ). İhvan al-Şafâ’ 'mn nâmâs telakkisinin bura­ tedir (IV , 251). Nâmâs ve ondaki yaratıcı da ancak bir taslağını verebileceğiz. Birinci olma kabiliyeti, insanda husûsî bir istid at icâp kısımda ( II, 56 v.d., Bombay tab,), namus ettirdiğinden, İhvân al-Şafâ’ 'mn fizyolojisi sekiz çeşit adam tarafından tanınan rûhânî ve ruhiyatı bahislerinde remzi yerini bulmuş bir ülke ( mamlaka ruhani y a ) olarak târif ise de, burada bu mefhûm yer-yer değişikliğe edilmektedir. O rada A llah v â zî at-nâmâs, uğram aktadır. Msl. eserin ilk kısmında ( ikinci Peygam ber de şâhib al-nâmâs olarak görü­ yarısı, s. 48 }, 5 çeşit rûh tasviri vardır ki, bun­ nüyor (umûmî olarak İhvân aI-Şafâ” da bir lardan ikisi insanınklnin altında, ikisi de üs­ takım kimselerin mevcudiyetini tesbit etmek tündedir. Son ikisi, meleklerin rûhiarı ve İlâhî mümkün olduğu nİsbette ). Bir . kaç sahife son­ rûhtur ( kudsiya ) ki, bunlardan biri hikmetin ra ise. Peygamber v â ii al-namüs olarak gös­ rûh seviyesini, diğeri de nâmâs 'un n übüvvet terilmiştir. Dördüncü kısımda ( s . 57) melek­ derecesini temsil etm ektedir. Müteâkip saler, tekrar aşhâb al-navâm is 'in muallim­ hifede bu rûhlardan biri hikmetin aklî rûhu, leri olarak görünmektedir. Bu sonuncuların bir diğeri de, nâmas ’un m eleklere hâs rÛhuemir ve nehiylerine uymayanların İlâhî nâmus- dur. s. 54 'te şu merâtip silsilesini buluyo­ tan nasipleri olm ayacaktır ( IV, 149 ). Bu rû­ ruz ; tabiat, rûh, idrâk, nâmûs. T abiat rûh hânî ülke İhvân al-Şafâ’ 'mn mebdeidir, Ontar vâsıtası ile serbest irâdeyi, idrâk vâsıtası ile babaları Adem 'in mağarasında uzun zaman düşünce kuvvetini, nâmâs v â s ıta s O ü o de uyumuşlar, nihâyet, önceden tesb it olunan emir ve nehiyieri alır. Rûhun nevileri şunlardır: müddet (m îa d ) dolunca, en büyük nâmûs 'un nebatî, hayvani, m antıkî (yâni in s â o î), aklî ( Peygam ber ? ) tanrısının saltanatında uyan­ ( bakîm ), nâmüsîyâ, m eiaikî; bu sonuncu na­ mışlar, göklerde kurulmuş olan ve Âdem ile m u s‘ a hizmet etm ektedir. Burada yine tecH avvâ 'um kovulmuş olduğu rûhânî ü lk e ­ sim temâyülü görülm ektedir. Bunun ile ilgili lerini^ (m adina) görmüşler ( I V , 10 7), İh­ olarak, IV , 119 (k r ş . bir de IV , 14 6 ), So krat vân, müşterek bir gayret ve müşterek bir 'm hapishane hayatı ( yunan an’ anesine uygun nefis terbiyesi sayesinde, mükemmel rûhânî bir şekilde ve Phaedon adlı eserde zikredilm ek bir ülke ( al-fâzila, krş. F ârab î I ) kurmağa s û re tiy le ) ve nâmûs 'tan korktuğu için, ha­ muvaffak olmuşlar. Bu ülke, bedenlere ve pishaneden kaçm ak istem eyişi anlatılm aktadır.



NÄM US Sokrat ’ın, kendini haklı çıkarm ak İçin, şu sozleri sarfettiği kaydolunm aktadır: „nâm as 'a riâyet etmeyen onun tarafından öldürülür.“ Bundan hemen sonra, namas şeriat ile bir sayılm akta olduğu İçin, bu ayniyetin ciddî olarak mı ileri sürüldüğünü, yoksa bir ihtiyat tedbiri mi olduğunu kestirm ek güçtür. Her ne otursa-ofsun^-İlâhî nâma s ’un mâhiyetinden, nübüvvetten ve peygamberlerin vasıflarından bahseden ( IV. kısmın 6. bahsinde) namus ke­ limesinin hiç bulunmayışı ve onun yerine şari‘ a kelimesinin kullanılmış olması hayret uyan­ dırır. Rûhun husûsî kuvvetleri İhvan al-Şafâ1 'ya hastır. Bunlar dört dereceli bir zümre teş­ kil eder ki, üçüncüsü kuvva nâmMsiya 'dir. İnsanın 40 yaşında ulaştığı bu kuvvet kırat ve hükümdarlara vergidir. Bu kuvvete sâhip olanlara muteber ve asil kardeşler (fu z a lS , kiram ) denilir. Bunun üstünde ise, yalnız Içavva malakiya (IV , 134 v.d.) bulunur. „H île “ mânasının menşeini k a t'î olarak göstermek mümkün değildir; belki de, eski arapç* „gizlenilen yer“ ’den gelmektedir. İbn S in a'n ın yukarıda zikrettiği parça bu mâna­ nın halk dilinde pek yaygın olduğunu gÖsteriyer. Her hâlde şurası muhakkak ki, bu mâ­ na sihire müteallik eserlerde, yunanlıların „kanunu" ile dikkat«, değer bir terkip mey­ dana getirm iştir; çünkü kelime orada sihir­ bazların düsturları ( tercihan histerin daİâletiab dayan an lar} için kullanılm aktadır. al-Antâki [ b.bk.J'ni» tilmizi, hocasının T a zkira’sine yazdığı Zayi ( K ahire, 1924,111, 56, Sim iyâ’ ) ’in­ de navâmis 'i aynı adı taşıyan ilmin ilk kısmı olarak zikretm ek tedir; bununla beraber, keli­ menin bu mânası bu türlü sihir düsturlarına inhisar etmemektedir. Arapçadan tercüme yolu ile, bu kelime, aynı zamanda orta çağda ibrânîeeye „kanûn, dinî kaaûn" { başka m illetlerin), ahlâk, edeb ve erkân kaideleri mânasında geçm iştir ve bu s o ­ nuncu mana da, bugünkü ibrânîcenin konuşma dilinde hâlâ yaşam aktadır. Şurası kayda değer ki, kelime bugünkü Mekke lehçesinde de böyle bir tekâmüle uğramıştır. Snouck Hurgronje {M ekkaniscke SprichzoSrter, nr. 10 ) ’ye göre, namus insanlar arasında sâhip olunan lekesiz ve şerefli bir kelim edir; zıddı 'ö r ’dır. : Nihayet bu kelime, bilhassa sihire müteal­ lik eserlerde, k i t a p u n v a n ı olarak da, bü­ yük bir rol oynam aktadır. Kitap ismi olarak, aynı zamanda, „en büyük nâmûs“ adına da rastlanm aktadır ( krş. İvanovv, Caialogue, I, 335 v.d.). B i b l i y o g r a f y a : ^ } / a r a k a b. N s v f a l h a k k ı n d a k i h a d î s l e r i ç i n bk. : : Sprenger, Uber den Ursprung und di e



N A S A ÍJ.



75



Bedeutung dea arabischen Wortes Nâmûs ( ZD M G , 1839» XIII, 690— ? o ı; D ozy *nîn Supplément 'daki tenkitlerine iştirak edemi­ yorum ) ; ayn. mtl., Das Leben und die Lehre des Mohammad 2 (1869), 1,12 4 v.dd., 333 v.dd. ; N yberg, Kleinere Sch riften des Ihn a l-A r a b i ( 1919), s. 13 1 ; T. A ndrea, D er Ursprung des Islams und das Christentum , s. 204; W aitz, D ie Pseudoklem entinen ( Texte a. Unters., X X V , 4 ), 114 v.dd., 129; Baum, stark, Das Problem eines vorislam ischen christlichen Schrifttum s in arab. Sprache ( Islámica, IV, 565 v.d.).— N ä m ü s k e l i m e ­ sinin arapça kökü için lügat kitapları: Fleischer { Z D M G , 1858, XII, 701, not 3 ) ; D o z y 'd e başka mânada. —S i b r e m ü t e a l l i k eser! er i çi n : Fleischer ( ZD M G , 1867, XXI, 274 v.dd.);de G oeje ( ZD M G , 1866, XX, 485 v.dd. ) ; Stein­ schneider ( Z D M G , 1865, XIX, 564 ) ; ayn. mtl., Zur pseudepigr. Lit., s. 51 v.d.; Ritter, Picatrix, ein arab. Handbuch hellenistischer Magie ( Vorträge der Bibi. Warbarg, I, 11 5) ; Sözde - M acriti, Gäyat al-kakim ( nşr, Ritter, Stad. d. Bibi. War bürg, 1933, X ll, I ), S. 147, 179, 272, 315,346, 357; ihn V ah şiya 'den nakien ). — İ b r â n î c e y a ­ zılmış e s e r l e r i ç i n : Steischiteider, Polem a. apologet. Literatur, s. 366,379, 383 ; ayn. mH., D ie hebr. Übersetzungen des Mit­ telalters, § § 138, 172, 187, 211, 26a; İbn Maymün, Dalâlat al-H a’ irin, II, fasıl 41.— Bu mevzua dâir k i t a p u n v a n l a r ı İ ç i n: Steinschneider, Hebr. Ubers., § 521 ; Cat. Leid., 111, 306. (M. P le ssn e r.) N A R . [ Bk. CEHENNEM.) N A R Ş A H Î. [B k . n e r ş a h !.) N A S A . [ Bk. NESÂ.) N A S A D . N A S S A D E S ( N a ş a d , N a s s a d ), Tuna 'da ve Tisza, Raab, Maros, Drava, Sava gibi Macaristan ve Sırbistan ’daki diğer nehir­ lerde işleyen, zaman-zaman hafif savaş ge­ misi, çok defa da İnsan ve yük taşıyan nak­ liye gemisi olarak kullanılan hafif, ince uzun ve nârin yapılı b i r n e v î g e m i n i n m a ­ c a r e a a d ı olup, türkçeye de bu mânada geçm iştir. Bu kelimenin eski sanskritçe ve yunancada olduğu gibi, latincedeki navis kelime­ sinden veya slavcadan geldiğini iddia edenler var ise de, daha ziyâde, A lm anya 'nm Nassau bölgesinde yapıldıkları, yahut da orada yapı­ lanlar ile aynı neviden oldukları için, almancada nassauer diye anıldığı — tıpkı Hohenau ’da ya­ pılanların Hohenauer, Kehlbeim 'deUilerio de Kehlheim er diye adtandırıldığı gibi — ve macaraya da naszad şeklinde geçtiği kabûi olun­ m aktadır (krş. Szen tklâray jenö, A Du-



7«*



N A SA D .



nai hajöhadak tortenete, Budapeşte, 1885, s. 321 ). M acaristan 'da A rpad sülâlesi devrin­ den ( XI. a s ır ) itibaren, Tuna 'da ve bu­ na yakın diğer nehirlerde savaş gemileri de meveût olmuş ise de, nasad adlı gemilere, tarihî kaynaklarda ancak X V . asırda rastlanm aktadır. Macar kıralı Korvin Mâtyâs ( 1458— 1490) nehirlerdeki İnce donanmasını yeni bir teşkilâta bağladığı sırada, M acaristan’ da yaşa­ yan cenup slavlarmı, bilhassa sırp ve dalmaçyalıları nasad’cı olarak hizmetine almış idi. O zamandan beri bunların nasad tâbir edilen bu türlü gemilerde vazife gördükleri ve bun­ lara aynı zamanda martalos denildiği ve bu isim altında birinci Viyana muhasarasında (15 2 9 ) hizmet ettikleri bilinm ektedir {ta fsilâ t için bk. Szentkiâray, s. 61 v.d .; J.v. Hammer, tiisto ire de T Empire Ottoman, V , 120; mar­ talos ıstılahının başka mânalarda kullanılmak ve ayrıca bir teşkilâtları bulunmakla beraber, nasad cı mânasına geldiği hakkında da bk. R. A nhegger, Martoloslar hakkında, TM , 194z, VII— VIII, 289 ). Bu tarihten itibaren nasadlar ve nasadeılar Zapolyai— Ferdinand mücâde­ lesinde ve bunların nehir filolarında olduğu gibi, Osmanlılartn Tuna 'daki ince donanma­ larında da kullanıldı. Bunlar macar kıratlığı teşkilâtında öteden beri bir nizâma bağlı bu­ lunmakta, reislerine iÖvajda ( baş-voyvoda ) denilmekte ve ayrıca on-başıları v.b. bulun­ makta idi. Bu teşkilât, 1522 'd e Tuna filosu kumandanı Radic BojiE’ıu bunları Peter W ar­ dein ’da yeniden teşkilâtlandırm ası, fakat sırp asıllı nasadcıların ücretlerini alamamaları yü­ zünden, OsmanlIlar tarafına geçmesi ile baş­ layarak ( krş. K. J. JireCek, G eschichte der Ser­ ben. 1I/X, 258 v.d.), Nasadlar Osm anlı-Tuna do­ nanmasında da, derhâl, Kasım voyvoda tara ­ fından teşkilâtlandırılm ış ve bundan sonraki O sm anlı-Avusturya harplerinde dâima hesaba katılan bir kuvvet sayılmış idi. Bu sırada, di­ ğer bâzı nakil vâsıtaları adları gibi ( H into, K o ç ı) bu ıstılahın tilrkçeye de geçmiş ol­ ması kabûl edilebilir { Fekete, Lajos, A z Ösm antı-TörSk nyelv hödoltsâgkori magyar jövevenyszavai, s. 263). 1541 seferinden ön­ ceki aylarda ( nisan ) A vusturya kumandam general Rogendorf kont Salm ’i, hor zaman macarlarm T u n a ’dakı mühim bir nasad gemi­ leri üssü olan Komarom ( Kornom ) ’da 40 na­ sad, bir büyük ve küçük seri’ savaş gemisi ile karşılamış idi. Yine aynı sene zarfında ve Bud in ’in işgalinden önce, Y ahya Paşa-zâde Mehtned P a ş a ’ nın R ogen dorf’ a karşı yap tığı ve kale civarındaki savaşlar esnasında da, K a ­ sım Voyvoda 'nm kumanda ettiği nasadlar ile Avusturya nehir filosu T u n a ’ da çarpışmış



ve Osmanlı nasadlar] Ferdinand donanmasın­ dan bir -çok gemileri batırmağa muvaffak ol- ' muş idi. Nihayet Budin Osmanlı hâkimiyetine geçip, burada bir eyâlet teşkil edilirken ve kalenin muhafazası da teşkÜâtiandınhrken, Tuna ’da 40 nasad ile bir kaç yüz nasadcı muhafaza kuvveti olarak bırakılmış idi ( tafsi­ lât için bk. Szentkiâray, ayn. esr., s. 153 v. dd,). D iğer taraftan, Hans Dernschwam adlı bir seyyah da 1553 ’te Viyana ’dan İstanbul ’a Tuna yolu ite yaptığı seyahatte, nasadların bu şehir üzerindeki münâkalede oynadığı büyük rolü belirtm ektedir ( krş. Hans Dernschvvam’s Tagebuch Biner Reise nach Konstantinopel and K lein A sien ( 1553— 1555, nşr. F. Babinger, München— Leipzig, 1923, s. 4). A yn ı suretle Budin Osmanlı hâkimiyet ve idaresinde iken, nasadlar Budin ile Peşte arasında en mühim nakil vâsıtası hizmetini gö rü yo rlard ı: receb 984 ( eylül 1576 ) 'te Sokuilu-zâde Mustafa Paşa 'nın Budin beyier-beyi bulunduğu esnada, Bâbıâlî ile cereyan eden bir muhabereden öğre­ nildiğine göre, Tuna ‘da Budin ile Peşte arasın, da İlkbahardan kışa kadar bir köprü kurmakta ve burada bir mîrî köprü emini bulunmakta, fakat P e ş te ’de oturan müslümanlar ile m arto­ loslar Budin civarındaki G ürziiyas ( G eilerthegy ) tepesi bayırlarında bulunan bağlarına dâimâ nasadları ile ( adetleri 106 ) geçip, ev­ lerine dönm ekte ve hâricdes de bir çoklarım bunlar ile geçirm ekte idiler ki, köprü eroini­ nin, bunların m îrîye resm-i ubûr verm edikleri­ ni, bir çok malları da güm rükten kaçırm ağa m uvaffak olduklarım , böylece m ukataaya her gün 500 akçe zarar verdirildiğini, „nasad iş­ letenlerden resm-i ubûr talep edildikçe eski­ den vermediklerini ileri sürerek, reddeytedîklerini, mîrî canibinden kifayet kadar nasadlar tedârik“ edilmesi tek lif olununca da, buna râzı olmadıklarını bildirdiği ve bu hâlin önüne ge­ çilmesini istediği görülm ektedir ( krş. Başve­ kâlet arşivi, Miihimme defteri, nr. 28, s, 238. hüküm nr. 572; bu vesîka için bk. bir de mad. BUDİN ). Nasad ve nasadeılar M acaristan ’dakİ O smanh hâkimiyeti boyunca dâimâ faaliyette bulunmuş ve XVII. asır sonlarında Leopoid 1, zamanında da mevcüdiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Her hâlde 1094 ( 1683 ) 'te Tuna kapudam Bıyıklı A li Paşa 'nm kumandasın­ daki ve diğer Tuna ince donanmalarının mü­ him bir yekûnunu nasadlar teşkil etm ekte idi. Bu tarihlerde bu nehir filolarını tasvir ve faaliyetlerini hikâye eden tarih kaynaklarım ızda zikrolunan „K ü çü k çam gem isi“ tâbiri ile ( msl. bk. Silâhdar Fındıklık Melımed A ğ a , Tarih­ li, 12, 458 ve tür. yer.) nasadların kasde-



N A SA D — N A SÂ R Â . dilmiş olması da muhtemeldir (ta fs ilâ t için bk. Szentklâray, tür. y e r .; Taka t s Sândor, A Torök Hbdoltgâg Karabol, Genius kiadâs, s. 553; Revai N agy, Lexikona ( Buda pes t ), X IV .:



(M . TAYYİB G ö KBİLGİN.)



N Â S A F . [ Bk. NAHŞEB.] N A S A F Î . [ Bk.. n e s e f î .] N A S A * !. [B k . n es AL] N A Ş Â R Â . [ Bk. NASÂRÂ.} N A SÂ R Â . N AŞÂRÂ, H İ r i s t i y a n l a r , daha doğrusu, müslüman hâkimiyeti altında bulunan şark kiliselerinin mensupları ( yunan ve garp hıristiyanlarm a delâlet eden rnm ve ifranc ’den b a şk ala rı). Bu tâbir süryânîce naşray 5 ’dan gelm ekte ( H orovitz, Koran. Untersuchungen, s. 14.4 v. dd.) olup, arapçada müfredi naşranf şeklindedir. A. î s l â m i y e t t e n Önc e . A rabistan 'da isîâmiyetten önce araplar ara­ sındaki hıristiyanlarin tarihi ile ilgili malze­ me henüz tamâmiyle araştırılm ış bulunmamak­ tadır ; onun için burada ancak esas mesele­ ler üzerinde kısaca durulacaktır. K a t’î bir tarih tesbit edilememekle beraber, hıristiyanlık Suriye ve Irak 'tan, tabi'î olarak, A rabistan ’a da girmiştir. Çadır piskoposları çok eskiden zikredilmekte iseler de, bunların daha ziyâde Suriye ’ye âit bulunmaları mulıtemeldir. A raplar arasındaki hıristiyanlık tarihi Gassânilerin { b. bk.] bu dini kabul etmeleri ile başlatılabilir; bunların reisi ai-H âriş b. Ç abala gayretli bir monofizit id i; 542 veya 543 yılında Jakob Baradaeus 'un Edessa ve Theodorus 'un Buşra monofizit piskoposluğuna tâyin edilmeleri husûsunda imparatoriçe The­ odora 'yı iknâ etti. Nestûrî hıristiyanlığı daha evvel H ıra 'y e gelmiş idi. Buradaki piskopos­ ların 410 ile lo o o yılları arasında sık-stk zikri geçer; 410 yılında burada bir manastır kurul­ muştur. Uç nestûrî patriği buraya gömülmüş­ tür. al-Munzir III. ( ölm. 554 ; krş. mad. LAMM ) kendisi put-perest olduğu hâlde, hıristiyan olan karısı kendi adına D ayr-H ind manastırım yaptırmıştır. Bunlardan başka eşraftan da ba­ zıları hıristiyanlığı kabul etm iştir. Yunan dev­ letindeki dinî mücâdeleler bir çok monofiziti y i r a ’ye sığınmak m ecbûriyetinde bırakm ıştır. 518 ’de burada bir monofizit m anastın var idi; 551 ’den itibaren de monofizit piskoposlar zikredilmektedir. Nu'mân III. 593 yılında nestûrîler tarafından kendi mezheplerine alınmıştır. Nestûrî misyonerleri ticâret yollarını takip e ttile r ; bu yollardan biri sahil boyunu tâkip ediyordu. 575 ve 676 yıllarında Bahrayn bölgesi, 41 o ’da Sam âhic adası, 424'te de 'Om ân pis­ koposları zikredilmektedir. Başka bir yol ise, Arap-yarımadasım ortasından kat’ediyordu. Bir



11



rivayete göre, N a crin halkı, H ir a ’de tanassur etmiş olan bir yerli tarafından, hıristiyanlaştırılm ıştır; başka bir rivâyete göre, H ir a ’deh sürülen monofizitler oraya gönderilm iştir; üçüncü rivayet de, misyonerlerin Suriye 'den geldiklerini söylemektedir. Hıristiyanlık K a o rân 'a 400 yılından önce gelmiş olmalıdır. Habeşler VI. asrın başlarında cenûbî A ra b ista n 'a hücûm ile burasını ellerine geçirdiler. Bunlar ge­ ri çekilir-çekiim ez, 525 ’te Masrük veya Zu Nuvâs adında, yahudi dinine mensûp bir reis hıristiyanlara yalnız N a e r â ı ’da değil, Hazram üt 'ta da saldırarak, bir çok zulümler yaptı. Habeşlerin ikinci seferinde Masrük mağlûp oldu; kendisi vuruldu veya boğuldu ve Habeş hâki­ miyeti memlekette sağlam bir şekilde yerleşti. Bu seferlerin iranhlara karşı yunanlıların iâkip ettikleri siyâsetin bir kısmı olması muhtemel­ dir ve dinî âmiller burada ancak ikinci de­ recede kalır. Monofizit itikadı, daha önce bu­ raya girmemiş ise, bu ihtilâlcilerin sokmuş olması muhtemeldir. Iranlılar cenûbî A rabis|I t a n ’1 ellerine geçirince, tabi’î olarak, burada nestûrîieri desteklem işlerdir, Şan'â' 'daki büyük kilise eski bir putperest mâbedinin bulunduğu yerde binâ edilmiş olmalıdır ; 800 yıllarında oraya bir nestûrî piskoposu tâyin edilmiştir [ krş. madd. EBREHE HİMYER, ŞAN'Â ]. H ıristiyanlık hudutlardan yavaş-yavaş içe­ rilere nufûz etmiştir. A y la 'da, Duma 'da [ bk. mad, CEVF ] v e T a y m â 'd a piskoposların bulun­ duğu zikredilm ektedir. ‘A l i ’ye isnat edilen— „Onların Hıristiyanlıktan bildikleri yegâne şey şarap içm ektir"— sözü mübâlegalı olsa bile, şimâl kabilelerinin çoğu din hakkında az.çck bir şeyler biliyordu. En çok hıristiyanlık te ’siri altında kalan kabileler şunlardır : garpta — S a ­ lih , Gassân, Cuzâm ve Lalım ; şarkta— Tağlib, B akr, !îcl, H anifa, R abi'a, Tamim ve Tanüh ve merkezde — T aYY> Şa'laba ve Kuza'a ’nın bîr kısmı. B. İ s l â m i y e t t e ( o r t a-ç a ğ ) . ı. T a r i h . Umumiyetle bilindiği gibi, Pey­ gamber başlangıçta hıristiyanlara karşı müsa­ it davranmış olduğu hâlde, bu durum sonra­ dan değişm iştir; İslâm devletinin hudutlarının genişlemesi neticesinde hıristiyan kabileler İle vukua gelen temasın buna sebep olmuş bulun­ ması muhtemeldir [ krş. mad. MUHAMMED ]. Müslümanlara tâbî olan hıristiyanlar Peygam ­ ber zamanında bir mesele teşkil etm em iştir; çünkü onun hayatında hıristiyan kabile ve mahaller ( msl. A yla , Duma ) ile olan münâ­ sebetler umûmiyetle muahedeler ile tanzim edilmiş bulunuyordu. Bunlar arasında en meş­ huru NaorSn [ b. bk,] hıristiyanları ile yapılmış olan anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre, muayyen



rtA S Â R Â . bir vergi ödemek, Peygamberin mümessillerini bir ay müddet ile misafir etmek, Y em en 'd e vukuu muhtemel harp için bir mıkdar yardımcı kuvvet ayırmak ve murabahacılıktan kaçın­ mak şartı ile, onlara dinlerinde ve husûsi işle­ rinde serbestlik hakkı tanınmış idi. K itap sa­ hibi olan kavimlere karşı, itaat altına alınıp, müsliİmanlara vergi ( burada al-cizga denilmek­ tedir ) ödeyinceye kadar, mücâdele edilmesi ile ilgili âyet (b k . Kur'an, IX, 29) de bu vakit­ lerde nâzil olmuştur. H âlid b. a i-V alid 'in fütûhâtı bu meseleye birden-bire husûsî bir ehemmiyet kazandırmış­ tır. "Omar zamanında devletin diğer meselele­ rinde olduğu gibi, bu mesele de, Nacrân anlaş­ masının bükümlerine mürâcaat edilmek sure­ tiyle, idare edildi. H ira, Suriye ve Elcezîre şe­ hirleri ile İslâm kuvvetleri kumandanları ara­ sında husûsî anlaşmalar yapıldı. Anlaşm a şart­ la n teferruatta birbirinden ayrılm akla berâber, hepsinde de muayyen bir vergi tesbit edilmiş bulunmaktadır. Eyâlet ve büyük şehirlerin ba­ şına müslüman valiler tâyin ed ild i; fak at idârede daha aşağı derecede bulunan me’mûrlar yer­ lerinde bırakıldı. Halkın daha evvelce ödemekte olduğu vergide bir değişiklik yap ılm adı; cemi­ yet ve din hayatında her hangi bir karışıklığa meydan verilmedi. Bâzan bir kilisenin veya bir kısmının camie tahvil edildiği olmuş ise de, umumiyetle kilise ve manastırlar ile mül­ kiyet hakkına karşı dâima saygı gösterilmiştir, İrak 'in fethinde kabileler arasında fethedilen topraklara sâhip çıkma cereyanı baş-gösterm iş ve bir ülkenin, m uvakkat bir zaman için, B a­ cila kabilesinin tasarrufuna bırakılm ış olduğu anlaşılmıştır ( krş. Balâzuri, s. 26y v .d .; Şafi'i, Kitâb al-umm, IV, 192 ); fakat sonradan 'O m ar, Peygamberin H aybar muhasarasında tatb ik et­ miş olduğu usûle istinaden, fethedilen araziyi fatihler hesabına idâve etmek üzere, eski sa ­ hiplerine yed-i emîn sıfatı ile bırakm ıştır [ bk. mad. FEY ]. Diğer taraftan Medine 'd e tek -tü k hıristiyan bulunmasına rağmen, „A rab istan 'da tek bir dinin yerleşmesini te’m in için “ , Nacrân ’daki hıristiyaıılan Ira k 'a nakletm iştir, 'Omar 'in ölürken azâd ettiği bir hıristiyan kölesi { tbn Sa'd, V I, 110 ), A b u M usa'nın da M edine'ye giderken beraberinde götürdüğü bir hıristiyan kâtibi var idi. 'O m ar hıristiyan kaynaklarında kendilerinin dostu olarak tasvir edilmektedir. Vasiyetinde „ailelerinizin desteği“ diye vasıf­ landırdığı zim m l ’leri korumalarını haleflerine tavsiye etmiştir. Bunu tâkip eden yıllarda hıristiyanlara karşı nuâmele ile onların vaziyetinde çok defa ;ahısların keyfî hareketlerinden ileri geldiği anlaşılan bâzı tezadlara rastlanm aktadır. Bir



tarafta araplann kurduğu yenî şehirlerde ( msl. Fustât ve B asra) kiliseler yapılıp, E d e ss a ’da hattâ bir kilisenin tamirine yardım da bulunu­ lurken ( Corp. Script. Chr. Or., III. seri, X IV, 288), diğeT tarafta bir çok kiliseler yıkılmıştır. Mu'âvtya ile 'A b d al-Malik de Şam 'daki bü­ yük kiliseye el koym ağa teşebbüs etmişler ve bu kilise nihayet a l-V alid zamanında camie eklenmiştir. H ıristiyanlar bundan sonra da yüksek devlet me’mûriyetlerini mulıâfazaya devâm e tt ile r : M u'Sviya 'nin Şarcün adında bir hıristiyan kâtibi var idi ki, sonradan ye­ rine oğlu tâyin edilmiştir. Zengin bir hlristiyan olan Athanasıus 'A b d a l-'A ziz ’in hazi­ nedarı bulunuyordu. Suriye ’de ve Mısır ’da devletin hesapları ‘A b d al-M alik zamanına kadar yunan dilinde tutulmuş olup, Mısır ’ da bâzı mahallî idârelerde bu hal daha uzun müddet devâm etmiştir. İslâm ordularında da hıristiyanlar var idi ve bâzı kimseler vergi­ lerini askerî hizmetle Ödüyorlardı. Lübnan ’da Carâctm a mağlûp edilince, onların arap elbiseleri giymeleri ayrıca m ukavele ile tesbit edilmiştir ( Balâzuri, s. 161 }. Bununla berâber, bâzı sertlik ve dini zorla kabûie icbar etme vak’aları da olmuştur. H ıristiyanlara düşman olduklarından, fetihten sonra bâzı şehirlere yahudiler yerleştirilm iştir (B a lâ zu ri, s, 127). Y a'k ü b iler M u 'Iv iy a ’ye ayrı bir vergi ödü­ yorlardı ( Corp. Script. Chr. O r,f III, seri, IV, 70 ); hükümet bâzan patrik seçimine de müdâhale ederdi. Elcezîre ’deki hıristiyan araplar ayrı bir zümre teşkil eder, onlar cizga yerine iki misli zakât verirlerdi. Tağlib reisine, dininden dönmek istemediği için, ağır işken­ celer yapılmıştır. Müslümanlar ile hıristiyanlar arasındaki şahsî münâsebetler umûmiyle dost­ ça idi. Bîr şâirden hiç bir zaman „B ir müs­ lüman veya Zimmi 'nin karısına hiç bir aşk şüri yazm am ış“ diye bahsedilm ektedir ( Kitâb al-ağâni3, III, 291). ‘O sm an 'ın Abu Z u b ayd 'e büyük saygı göstermiş olduğu bilindiği gibi, ‘ A bd al-M alik ile şâir al-A btal arasındaki münâsebet de malumdur [ bk. mad. AHİ Al. ]. Bu devirden itibaren hıristiyanlarm duru­ mu gittik çe fenalaşm ağa başladı. 'A b d al­ Malik Mısır, Suriye ve E lc e zîre ’ deki Jvergi usûlünü değiştirm iş ( Teli Mahreli Dionysius, nşr. C h abo t, s. 10 ; A bü Yûsuf, s. 23 v.d.) ve müslüman olmayanlar için baş-vergisi ihdas etmiştir. Bâzı bölgelerde vergi makbuzu ye­ rine, boyunda veya bilekte kurşun dam ga taşınması icâp ediyordu. 'O m ar 11. bütün gımm î Merin idâreden uzaklaştırılm asını emr­ etti ; fakat bu öyle karışıklıklara sebep oldu ki, çok geçmeden, bu emir hükümsüz kaldı. Daha sonraları 'O m ar I . ’e isnat edilmiş oian



n asâr â



.



79



meşhûr,, emir-nâmeler “ d e ’ Omar IL’e aittir (krş. işlerinden çıkarılacaklardı. Bütün yeni kiliseler A bu Yusuf, s. 7 3 ) ; buna göre, zimmi ’1er bir yıktırılacak , bayramlarda salip alay ile taşın­ çok hürriyetlerini kaybettikleri gibi, müslüman- m ayacak, m ezarlar yer ile bir edilecek ve lardan ayırt edilmeleri için, zunnâr taşım ağa meskenlerden öşür alınacak idi. D ört yıl sonra da mecbur tutuluyorlardı ( nestûrî vekâyinâ­ onlara ata binmek yasak edildiği gibi, sarı iki mesine göre [ Patr. O r,, XIII, 630 }, zunnâr hı­ durrSa taşımaları emredildi. Bunlar kanunî ristiyan âlimlerinin alâmetini teşkil ediyordu.) tazyiklerin hudutlarını teşkil ediyor ve fiiliyat­ Zim m i ’ler hakkında II. asrın sonlarında ta her vakit tatbik edilmemekle beraber, nazarî tatb ik edilen kaideler, A b u Yûsuf ve Ş â ffi olarak, cârî kalıyordu. 'nin eserlerinden anlaşıldığı üzere, aş—yk. D evlet hizmetinde dâımâ hıristiyanlara rast­ tesbit edilmiş bulunuyordu. F ak at bunların lam ak mümkün id i ; orduda da bâzı hıristiyanîar tatbiki hâkimin keyfine ve halkın mizacına var idi. M ısır’da cuma günleri müslüman me’bağlı kalıyordu. Müslümanların bulunduğu şe­ mûrların bulunmadığı vakit hıristiy anların iş hirlerde, eski kiliselerin tamirine imkân veril­ başında olacakları hakkında bir kanun da çı­ diği hâlde, yenilerinin yapılm asına müsâade karılm ıştır ( M akrizi, H itaf, II, 227 ). a!-M utaedilmiyordu. Bir valinin arzusu veya baş-kaldır. mid zamanında bir hıristiyan vazir bile tâyin ma dolayısı ile yıkılan kiliseler yeniden ihyâ edilm iştir; fak at artık bu unvan eski ehemmi­ edilemezdi. Msl. Şan'â kilisesi zenginliğinden yetini kaybetm iş ve yalnız yüksek bir me'müdolayı tahrip edilmiştir. K ip tiler bu asırda riyete delâlet etmeğe başlamış olmalıdır ( Yâlcut, en az altı defa İsyân etmişlerdir. Hârün al- İrşâd, II, 130, 259). Bıristiyanları yüksek me’R aşid, giyinmek ve ata binmek hususunda, mûriyetlere tâyin eden ilk hükümdarlar Bübıristiyanları müsliimanlardan ayıran „nizâm­ veyhî ve Fâtım î hükümdarları olmuştur [ bk. nâmeyi“ tekrar yürürlüğe koydu. F ak at Ma’ - mad. ADUDUDDEVLE ]. Bunlar bîr istisna teşkil mün zamanında Mısır ’da Bura ’nin siyahlar g i­ I e d e r; fakat Hıristiyanların idaredeki nufûz ve yinmiş hıristiyan reisi bir cuma günü at üze­ te'sirleri, hıristiyan kâtiplerin adaletsizliğinden rinde tantana ile cârinin kapısına kadar gelmiş her devirde yapıian şikâyetlerden anlaşılmak­ ve onun muâvini câmie girip, namazını kılmıştır. tadır. Bilhassa mâliye idaresi tamamen onların A t ve eyer kullanılmasına karşı itirazlar yük­ elinde olup, bu durum Mısır 'da XIX. asra ka­ selmeğe başlayınca, dinî âyin alayları için dar devam etmiştir. bâzı tahditler konulmuştur. Bayraklar yasak Müsl umanlar arasında taassubun artmış ol­ edildiği hâlde, saliplere dokunulmamıştır. V er­ duğu al-A h tal ’in Kitâb al-ağâni ’sindeki ma­ giler daha da ağırlaşmış ve tazyik vak’ aları lûm at ile İbn R aşik ( ‘ Umda, I, 21 ) ’m kayıt­ artm ağa başlamıştır. Halîfe gö'zünü kiliseden larının karşılaştırılmasından açıkça anlaşılm ak­ ayırmıyor, patrikler de, çok defa büyükçe bir tadır. Daha sonraları hükümdarlar arada-sırapara mukabilinde, ondan bâzı müsâadeler elde da zimmi 'lerin vergilerini arttırm akla beraber, etmek zorunda bulunuyorlardı. Kendi araların, onlara karşı, halka nisbetle, daha müsait dav­ daki anlaşmazlıklardan dolayı hükümete baş­ ranmışlardır. M ısır’da 1260 — 1280 yılları ara­ vuran hıristiyanîar kolayca muâvenet görüyor­ sında câliya ( M akrîzi, 1, 106) adı ile anılan lardı. Bu zamanlar hıristiyan tabipler, halîfenin baş-vergisine ayrıca bir di nâr İlâve edilmiştir. gözdesi olarak meşhur olmuşlar, fakat bu Zaman-zaman hıristiyanlara husûsî elbise giy­ nüfuzlarını her vakit hıristiyanhğm icâbına dirmek teşebbüsleri de yapılmıştır. Husûsî bir göre kullanmamışlardır. O zamanlar dinî mü­ işaret ile ayırt edilen beyaz sarık taşım ak ar­ nâkaşalar yap ılırd ı; bir defa Ma’mün ’un huzû- zuları ibn Taym iya ’nin müdâhalesi ile redd­ runda yapılan böyle bir toplantıya hıristiyan­ edilmiş ve mâvi renk onlara mahsus bir işaret ların, yahudilerin, sâbiîler v e âteş-perestlerin olarak kalm ıştır. Her ikisi de hukümdann ta z ­ rûhânî reisleri ile müslüman ulemâ iştirak yikine uğramakla beraber, müslümanlara nis­ etm iştir. Bir çok hıristiyanîar idarede vazife betle, hıristiyanîar umûmiyetle daha güç bir almış veya devlet ricalinin kâtibi vazifesinde durumda bulunuyorlar ve üstelik halkın tecâ­ bulunmuştur. 236 ( 850 ) ’da halîfe tazyik hü­ vüzüne de uğruyorlardı. Toplu hâlde ihtida kümlerini ihtiva eden kanunları şiddetlendirdi. vak’alarına da tesadüf edilm ektedir; fa k a t or­ H ıristiyan erkekler sarı taylaşan ile zunnâr ta çağın sonlarına kadar hıristiyanlığın büyük taşım ağa, kadınlar da so kakta sarı bir çarşaf merkezlerinden biri olan şimalî E lce zîre'd e il,e örtünroeğe meebûr tutuldular. A ta biner­ daha kalabalık hıristiyan ahâlisinin ortadan ken, üzengilerinin tahtadan olması ve eyerin kalkm asını, belki de orada zirâatin gerilemiş arkasında da iki yuvarlak cisim bulunması olması ile izah etmek mümkündür. şart idi. E rkekler ( veya k ö le ler) giyâr taşı­ 2. H u k u k î d u r u m . Başka husûslarda ol­ yacaklar ve devlet hizmetinde bulunanlar duğu kadar, burada da tarihî vak’alar na-



N A SÂ R Â . zariyeciierin, bir taraftan halkın uyuşukluğu, ! diğer taraftan hükümdarların keyfî idareleri ile izah edilen görüşleri ne uymamaktadır. Hu­ kukî durum ve vergi husûsundaki hukukî gö­ rüş hakkında ^İMMA, CİZYE ve HaRÂC maddele­ rinde malûmat verilmiş bulunmaktadır. Bu maddelere Abu H a n ifa 'd en daha dar düşünen M â lik 'te n de bâzı teferruat ilâve edilmelidir. Mâlik 'e göre, zimmi ' 1er ile bir defa yapılmış olan anlaşma değiştirilemez. Onlar camie veya M ekke'ye giremezler ve onlar için ödenecek diyet müslümaniarınkinin ancak yarısı kadar olabilir. Müslüman şehirlerinde veya bunların yakınlarında yeni kiliseler yapılam az ve ancak eskilerinin tamirine müsâade edilebilir. Peygam ­ beri tahkir eden bir Hıristiyan hakkında fikri sorulan Malik, onun Ölüm ile cezalandırılması gerektiğini söylemiş ve bu hüküm infaz edil­ miştir. Bir müslüman hıristİyanlardan ödünç alam adığı gibi, bütün muamelede hazır bulun­ madıkça, onunla iş ortaklığı da yapamaz. Baş­ ka bir görüşe göre, o zımnen ortak sayıla­ bilir. Bir müslüman yarıcı olarak ondan a rlzi k irâlayam az; fakat bu husûs kanuna aykırı d e ğ ild ir; eğer onlardan biri bir müslüman ile bir evin müşterek sahibi bulunuyor ise, onu her keşten önce satın alma imtiyazına sahiptir. Bir kimse kendi şehrinde ticâret ile meşgûi oluyorsa, umûmî vergi dışında, başka bir ver­ gi ödemez. Eğer başka bir şehre gidip, bera­ berinde getirdiği para İle mal alırsa, ticâret vergisi ( ö şü r} ö d e r; fakat bu malın satışı vergiye tâbî tutulmaz. Zim m i ' 1er müslümanlar İçin kurban kesem ezler; eğer keserlerse, kur­ banın yeniden kesilmesi gerekir. Hıristiyan tarafından kesilmektense, kurbanın bir müsîüman kadın tarafından kesilmesi evlâdır. Eğer bir hıristiyan, bir müslüman kadın ile, vasilerinin rızâsını alarak, evlenir ise, bunla­ rın hepsi de cezalan dırılır; eğer müslüman olduğunu söylemiş ise, bu nikâh muteber de­ ğildir. Onlar müslüman bir kadın İle evlenme husûsuhda hiç bir anlaşmaya giremedikleri gibi, bir müslüman da, kendisinin zimmi kız kardeşi için, böyle bir taahhüde giremez. Evli olan Zimmi 'nin karısı, ihtida etmekle boşan­ mış sayılır. Mâlik müslüman .çocukları için, zimmi sütninesi kabûl etmez. Eğer bir müslünan bir zimmi 'nin karısı ile münâsebette butınursa, o kendi kanununa göre, cezalandırılır ; :adın ise, kendi kanunlarına göre hareket edilmek üzere, dindaşlarına teslim edilir. Z im ­ mi 'nin şâhitliği kabûl edilmez i sonradan müsüman olduğu takdirde bile mûteber sayıl­ maz ( yâni zimmi bulunduğu zaman giriştiği :şler hususunda); zimmi kadınlar da doğum hakkında şâhidlik edemezler. Bir hıristiyan



bir müo’ üman köle, satın a’ır veya ona sahip: otursa, bu anlaşma m uteberdir; fak at köle bir müslûmana satılmalıdır. İslâm kanunları zimmi '1er arasındaki bütün muâmelede tatbik edilir; yalnız yüksek fâiz ile para ikrazı bundan istisna edilir; bunun kendi aralarında y a p ıl­ masına müsâade edilmektedir. O nlara Kur’ an öğretilmez. Bîr müslüman hıristiyan kölesinin şarap içmesine, domuz eti yem esine ve kili­ seye gitmesine mâni olamaz. M âvard i'n in bir zimmi 'nin vezir {vazir a l- ia n fiz ) olmasına cevaz verdiğini de kaydetm ek lâzımdır. Bu hususta soz sahiplerinden biri zim m i 'nin şu 8 hareketinden dolayı kanun dışı edileceğini sö yler: müslümanlara karşı mücâdele etmek üzere sö zleşm ek; bir müslüman kadın ile mü­ nâsebette bulunmak; böyle biri ile evlenmeğe teşebbüs etm ek; bir müslümanı dinden çıkar­ ma teşebbüsünde bulunmak; yolu üzerine çı­ kıp, bir müslümanı so y m a k ; kâfirler lehine casusluk, veya onlara rehberlik e tm e k ; bir müslümanı öldürmek, 3. İ ç t i m â i d u r u m . Diğer zim m i '1er gibi, hıristiyanlarm ikinci dereceden halk sayılması keyfiyeti, tab i'î olarak, onların İçtimaî durumlarında da kendisini gösterm ektedir. Bu durumun neticesi, onların devlet idâresindeki sayı ve te’sirleri, bâzı mühim mesleklerde rakipsiz bulunmaları ile, bir dereceye kadar, hafifletilm ektedir. Hıristiyanİar bilhassa tabip ( Buhtişu“, İbn Butlan v. b. a ile le r) ve eczacı olarak tem ayüz etmişlerdir. Bir müslüman, hastalıkla geçen bir yılda, düzgün arapça ko­ nuşup, Cundayşâbur şivesi kullanm adığı ve ipekli yerine pamuklu giydiği için kimsenin kendini tedaviye gelmediğinden şikâyet etm ekte ( Câhiz, Kitâb al-Buhala , s. 85 ), G a zzâ li de bir çok şehirlerde tek bir zim m i tabîp bulun­ duğunu söylem ektedir. Bunların bazıları zengin idi ve akılsızca gösteriş düşkünlükleri yüzün­ den, halkın hiddetini üzerlerine çekmişlerdi. İslâm kanunlarında tefeciliğin men’ i zimmi 'lerin lehine olmuş ve onların, tüccar ve sarraf olarak gelişmesine ve kuyumculuk gibi mes­ lekleri inhisar altına almalarına sebep olmuştur. Şahsî dostluk münâsebetlerini gösteren sayı­ sız delillerden başka, müslümanlar ile hıristiyanlar arasında iyi münâsebetlerin m evcûdiyeti bakımından, hıristiyanlarm büyük bayramları dolayısı ite ve büyük manastır koruyucularının şerefine tertiplenen şenlikleri birlikte kutlam a­ ları zikredilir ( krş. A . Fischer, Beriohte übor d. Verh. d. Sachs. A k . d. IP'iss. za Leipzig, Phîlhist. Kİ., 1929 ). Hıristiyanİar da müslüman ce­ mâatinin mânevi hayatına iştirak etm ekte ve yazdıkları eserler müslüman tarihçiler tarafın­ dan memnuniyetle zikredilm ektedir. Müslüman



N ASÀRÂ. olmayanlar ile îlgUİ kanunlar İrer vakit lıarfiharfine tatbik cdilmenvştİr. Bununla beraber, bir hıristiyanın bir müslüm ile evlenmesi dâimâ yasak olmuş, fakat bîr müslüman kadın ile işlenen zinâ suçu her zaman olum cezası ile cezalandırılmamıştır, Zaman-zaman bir zi/nmi "yi öldüren müslüman katil İdâm edilmiştir. H attâ mürtedler bile bâzan affa mazhar ol. muşlardır ; çünkü zorla yapılan din değiştirm e, leri muteber sayılmıyordu. Hıristiyanların e r. kek ve kadın müslüman köleleri olduğu gibi, simtni ’1er müs'ümanlarm işlerini de idare ede­ biliyorlardı. Bütün bunlara rağmen, hıristiyanlar aşa­ ğı görülm ekten kurtulamamışlardır. A lçaltım nizamlar, dâima uyanık olma zarureti, ka­ nunu lehlerine çevirm ek için dâimâ desiselere baş-vurulması ve bir çok şehirlerde zimjru ’lerin tecrit edilmiş bulunmaması, önüne geçilm ez bir şekilde, onların mâneviyatlarına te ’sir etm iştir. Ç o k ağır basan âmillerden biri de onların ka­ nun önünde müsavi haklara sâhip olmamaları idi. Zim m i İ e r için, müslüman mahkemesinde şâhidlik etmek imkânsız olduğundan, hakikî adaletin tecellîsi mümkün olmuyordu. Bu yüz­ den Hıristiyan cemâatlerinin şarkta gittikçe azalmış ve hayatiyetlerini kaybetm iş olmaları­ na hayret etmemelidir. B i b l i y o g r a f y a ' Tor Andrae, D er Ursprang des Islams nnd das Christentum ( 1926); Rothstein, D ie D ynastie der Lakmiden in H ira (1 S 9 9 ); Nöldeke, D ie Geschic.hte der P er ser and Araber zur Zeit der Sassaniden ( 1879 ) ; Cheikho, Christianisme en Arabie avant V Islam ( 1919 ); Nau, A ra ­ bes Chrétiens { 1 933) ; Moherg, The Book o f the H im yarites (1 9 2 4 ); Dussaud, Les Arabes en Syrie avant l'Islam ( 1907 ) ; Lamraens, Les Chrétiens à la Mecque ( B I F A O, 1918 ); T ritton, The Caliphs and their non­ M uslim Subjects ( 1930 ); Mez, D ie Renais­ sance des Islam ( 1922 ) ; A rn old , The Prea­ ching o f Islams (2 . tab., 19 13 ); G ottheil, Dhim m is and M uslim s in Egypt (H arper Studies, II, 353), 1908; Belin, Une Fetoua ( J A , 1851, s. 41 7 ) ; Margoliouth, The Early Development o f Mohammedanism (1 9 14 ). ( A . S . T r it t c w .) C.



Osmanlı



imparatorluğu.



Osmanlı devleti t a n z i m a t t a n itibaren eski müslüman memleketlerindeki idâri an’aneden gittikçe uzaklaşmış ve bu inkişâf hıristiyan tebeanm durumunu da kökünden değiştirm iştir. Bu değişiklik devletin hudutları içinde bulunan büyük sayıda hıristîyan tebeanm mevcûdiyeti İle de kısmen ilgilidir. Ui.ı



v -sîklojfedlıi



XIX. asrın baş’arma kadar hırîstîyanîara yapılan muâmele umumiyetle şeriatın hüküm­ lerine uygun olarak hanefî mezhebine göre tanzim edilmiş ve bu sahada en mühim kay­ nağı İbrahim a l- y a la b i’nin Multalça ’l-abhur 'u teşkil etmiş idi ( krş. İstanbul tab ., 1309, S. 90 ). Hıristiyanlar cizya-i geberân [ b. bk.] öderlerdi; T ü rk iy e'd e buna harâc[ b. bk.] de­ nilirdi ve harâc-guzâr tâbiri bundan gelmek­ tedir. Bu vergi, mükelleflerin mâlî durumlarına göre, üç dereceli olarak ta tb ik edilirdi. D ’Ohsson Tableau, İli. 4 v. dd.) 'a göre, onun za­ manında ( 1800 yıllarında ), 60.000 'İ payitahtta olmak üzere, müslüman olmayanlar için, her yıl 1.600000 vergi makbuzu kesilirdi. Hıris­ tiyan kiliselerinin inşâ ve tamiri hakkındaki hükümlere umumiyetle riâyet ediliyordu. Ha­ nefî mezhebi harap kiliselerin tamirine cevaz verm ekte, fak at kasden yıkılanların yerine baş­ kalarının yapılmasına müsâade etm em ekte idi. F ak at Şeyhî-zâde Multakâ şerhinde ( Macma‘ al-ankur, İstanbul, 1276, s. 415 ) bu husüsa ken­ di zamanında ( 1666 ) pek riâyet edilmediğini söyler. XVI. asırdan beri kiliseterin inşâsı ha­ kikaten hıristiyan devletleri mümessillerinin sık-sık müdâhale ettikleri bir mesele olmuştur. Kiliselerin cânıie çevrilmesi { msl. A ya so fya ), umûmî olarak İslâm harp kanununa uygundur. A ynı şekilde giyim husûsundaki nizamnameler de vakit-vakit tekrar şiddetlendirilmiştir. XVIII. asırda Osman III. ve Mustafa İIE. gibi pâdi­ şâhlar bu noktaya bilhassa dikkat etmişlerdir. Şeyhülislâm tarafından şerîate uygun olduğu bildirilen kanun-nâmelerde de müslüman olma­ yanlara dâir husûsî kayıtlar bulunmaktadır. Süleyman I. devrine âit bîr kanun-nâmede, para cezasını gerektiren muayyen bir suç için, müslüman olmayanlarca cezanın ancak y an sı­ nın ödenmesi lâzım geldiği hakkında bir kayıt vardır (k rş . Kanûn-nâm e, T O E M , III, 3, 4, 6 ilâve ). A yn ı kanûn-nâmede kâfirlerin mirası meselesi hakkındaki hükümler mevcuttur. Osmanlı devletinde de, diğer müslüman dev­ letlerinde olduğu gibi, hıristiyanlar hükümetle olan münâsebetlerde tebeanm daha az haklara sâhip bulunan bir kısmını teşkil ediyorlardı. O nlar hiç bîr zaman yüksek devlet me’mÛru olam azlardı; sonradan, aslında bir müslü­ man hükümdarın tebeası demek olan raâyâ tâbiri ile anılmışlardı ki, bu, hükümdarı çoba­ na ve tebeasını da sürüye benzeten, malûm an’ane ile ilgili bulunmaktadır { ra 'ıy a ; krş. al-Buhârİ, Cum’ a, bâb 11 ). Onun için avrupa­ lıların eserlerinde, pâdişâhın tebeasından bahs­ edilirken, raya tâbiri kullanılmaktadır. Gâvur ise, müsSümanlarcp az-çok tezyif mânasını ta­ şımaktadır. *



8i



N A SÂ R Â ,



Osmanlı devletinin yükselişi ile Hıristiyan tebea meselesi de çağdaş istim devletlerinînkinden tamamen başka bir zaviyeden ele alın­ m ağa başlanmıştır. Osmanlı devletinin başlan­ gıcında şer’î hükümlere tam bir bağlılık gö ­ rülmezdi. Devleti karmnş olan Osman île Orhan eenûbî Marmara bölgesinin ileri gelenleri ile sıkı tem âsiar halinde idiler ve bunlar kısa zaman­ da islâmiyeti kabûl ettiler. O zamanlarda Hı­ ristiyanlık Anadolu 'da çok yayılm ış olup, rûm türkmenlerinin İslâm ile temasa girdikleri vakit m istik bir şekil almış bulunuyordu. Ahâlinin mühim bir kısmı asırlarca htristiyan ve İslâm akidelerinin karışmasından meydana gelen dinî inançlarını muhafaza etmiş bulunuyordu; bu bilhassa Bedreddin Sim âvî *nin idaresinde p at­ lak veren isyânda ( krş. Babı’ nger, lal., X I ) ve bektâşî akide ve âdetleri ile bâzı velilerin müslüman ahâli kadar hıristiyanlar tarafından da tâziz edilmesinde görülm ektedir. Bu müş­ terek inanışların bakiyelerine Trabzon havâli­ sinde de tesadüf edilir ( krş. H asluck, Jour­ nal o f H ellen ic Studies, X LI, 199 v. dd.). A n ­ cak X V . asırda devletin ihyasından sonra, ida­ rede sünnî İslâm cereyanı hâkim olmuş ve gayr d sünnî unsurlara karşı daha sert tedbirlerin alınmasına yo! açmıştır. Bu zaman içinde Osmanİı devletinin A vru ­ p a ’da baştan-başa hıristiyanlar ile meskûn bölgeleri eline geçirmiş olmasının da büyük ehemmiyeti var idi. G arbî Trakya, şimâlî Ma­ kedonya, Bosna ve G irit ’ten başka, ahâlinin büyük ölçüde islâmlaştınSmasma pek tesadüf edilmez. Bunlar devlet içinde hatırı sayılır bir ekalliyet vücûda getiriyor idi ki, ancak devletin A sya kısmındaki kalabalık müslüman ahâli ile buna karşı bir muvâzene unsuru teş­ kil edilebiliyordu. Hükümet ve hâkim müslüman sınıf kuvvetini muhâfafca ettiği müddetçe bu durumun siyâsî nizâma bir zararı dokunmadı. F akat hâkim sınıfın kendisi ve asıl askerî kud­ reti teşkil eden yeniçeriler büyük ölçüde d ev­ letin A vrupa kısmındaki yunan ve slav hıristiyau ahâliden te’min ediliyor ve bunlar da çok defa kendilerinin ihtidâ etmemiş olan akraba­ larına karşı dostâne münâsebetlerini devam ettirm ek istiyorlardı ( bir çok va k’alara bir misâl olarak, Mehmed II. devrinde Çandariı Halil Paşa gö sterileb ilir). Bu sebepten Hıris­ tiyan ahâliye karşı daha iyi muamele edilmiş­ tir ; devlet idare teşkilâtının aşağı derecele­ rinde bir çok hıristiyanların vazife almaları ile bu durum daha da onların lehine olarak geliş, iniştir ( Crusius, Turco-graecia. s 14 ) Bundan başka, bir çok yüksek şahsiyetlerin de harem­ leri dolaytsı ile mem’eketin içinde ve dışında bir çok Hıristiyan akrabaları var idi. Bu sayede



hıristiyantara çok daha müsamahalı davranılmıştır. İstanbul ile onun hırİstiyan ahâlisine kar­ şı tâkip edilen siyâset bunun en güzel bir örne­ ğini teşkil eder. Fetihten sonra bir baş patrik seçilmiştir ( krş. Fr. Giese, D ie Stellu n g der christlichen Untertanen im Oamanischen Reich, [sl.. X IV [ 1 9 3 1 ] , 364 v. dd.) Daha sonraları, X VI asrın İlk yarısında müslüman i aassubu ar­ tınca, şehrin kuvvet ile ( ’anvatal>) zaptedilm lş bulunmasından dolayı, bütün kiliselerin tahribini isteyenler bile ortaya çıkmış ise de, bunun önü­ ne geçilm iştir ( krş. J. H. Mordmann D ie Ka­ pitulation von Konstantinopel im Jahre 1453, B Z , 1912, XXI, 129 v dd.). Bu zamana alt başka bir taassçp belirtisi olarak, Selim I. ’e isnat edilen bütün hıristiyanları ihtidâ ettirm ek niyeti [ ve bunun m üftî A li Cem âtî [ b. bk.j tarafından önlenmesi v. b.] zikredilebilir. Z a* man-zaman görülen bu taşkınlıklar dışında, müsamaha fikri dâimâ hâkim olmuştur. Payi­ tah tta rûm asîlzâde ve zenginler sınıfının şeh­ rin Fener semtinde oturmalarına müsâade edil­ miştir. Bunlar arasında mühim şahsiyetler ye­ tişm iştir; X VI. asırda „hıristiyanların desteği“ olan Michael Kantakuzenos ( Iorga, C O R, III, z u ) ve B â b ıâlî’ye ve tersaneye tercüman, E flak ve Boğdao beylikleri için idareciler ye­ tiştiren Fenerliler bunlardandır. îdâre makamlarının hıristiyanlara karşı tutu­ mu cemiyet nizamlarına aykırı hareket edilm e­ dikçe, onların gerek dinî gerek dünyevî iç İş­ lerine karışmamak esâsına dayanıyordu. XVI. asırdan itibaren şark hıristiyanları arasına gönderilm ekte olan katolik misyonerlerine kar­ şı gösterilen müsamaha da bundan ileri g e l­ mekte idi. Hükümet birbirleri ile anlaşmazlık hâlinde bulunan muhtelif Hıristiyan mezhepleri­ nin iç işleri ile hiç bir şekilde ilgilenmiyordu. R. G ragger bir makalesinde { Türkisch-U ngari­ sche Kulturbeziehungen, bk. Literaturdenkm ä­ le r aus Ungarns Türkeneeit Ungarische Bib­ liothek, Berlin, 1937, I ur. 14) M acaristan ’daki türk valisinin müsamahası ve bâzan da katolikler ile protestantar arasındaki dinî a nlaş­ m azlıklara karşı gösterdiği ferahlatıcı müdâha esini anlatm aktadır. P atrikliğe bağlı rfimlar arasındaki ağır dahilî mücâdeleler neticesinde, XVII. asrın ilk yarısında patrik K yrülus Lukaris fırkası, k a f î olarak. Roma katolikiiğİne karşı cephe almıştır. Bu vak’a Bâbıâ'İ için pek ehem­ m iyetsiz sayılam azdı; çünkü o günden itibaren 1 rûmların yegâne siyâsî hâmisi olaraK Osm anlı hükümeti kalmış İdi. A rada bir patriklerin idamı ( ilk defa 1657 ’de J v. Hammer, G O R 2 III, 474) gibi keyfî tedbirler ve harp zamanındaki bâzı ka­ rışıklıklar hükümetin umûmiyetie müsamahalı uareket ettiğim inkâr için k âfî bir delil sayılm az.



N ASÂRÂ.



as



Nihâvet hükümetin hareket tarzına en çok da çarları kendilerinin tabi’î hamileri say­ te's’r ed?rı sebeplerden biri de, kendisi ile mışlardır. Bilhassa Kudüs’teki hıristiyan te’dostça münâsebetlerde bulunan hırîstiyan dev­ sisleri ile burada fakir düşmüş olan patriklik letlerin bu ek ı'ü yetierin mukadderatı île ilgili rusların dinî ilgisinden çok yardım görmüştür olmalarıdır. Hk asırlarda liman şehirlerinde Diğer taraftan Rusya ortodos hırstiyanlar oturmalarına müsâade edilen yabancı hıris ti- üzerindeki nufûzunu te’sirli bir siyâsî âlet olarak yanlar mtısta’min sınıfına giriyorlardı. O devrin kullanmağa başlamıştır. K üçük-K aynarca mua­ kanunlarında dinî zümreler gibi millî guruplar hedesi 1774 ) nihayet rus mümessillerine Tür­ da m illet tâbiri İle ifâde edildiğinden, bunları kiye 'deki hıristiyanlar lehine müdâhale hakkı birb‘rinden kat'î olarak ayırmak mümkün de­ tanımıştır X V 11L asırda devletin zayıflaması ite, bu ğild ir; onun için İhtidâ eden bir yabancı müs­ lüman tebeanm bütün haklarına sâhip oluyordu. „dinî bimâye" Türkiye'nin dahilî siyâseti için Sonraları millet tâbiri devlet içindeki hıristi­ ağır bir yük oldu. Bilhassa Mahmud II. zama­ yanların muhtelif „m illî" gurupları için kulla­ nındaki vak’alardan sonra açıkça anlaşılm ıştır nılmıştır Türkiye ’deki hıristiyanlar ile ilgilenen kî. müslüman olm ayanları tam im iyle kendiilk yabancı ku vvet kendini türklere karşı yapı- j kendilerine veya başkalarına bırakan eski İslâm lan haçlı mâhiyetindeki seferlere iştirakte de ; devlet görüşü artık devam edem eyecekti. Bu gösteren, papalık olmuştur. Şarklı hıristiyanla- . tanzimatın ele alınmasında başlıca âmillerden rın Roma 'd a ki hâmî kardinali vâsıtası ite, i biri olmuştur. H ıristiyan tebea üzerinde mümkün G alata 'da fetihten beri serbest bir idâreye mertebe kontrolü sağlam ak için. Bâbtâlî kendi sâhip olan latin-katolîk cemâatini kuvvetli te’si- idaresini müslüman olanlara ve olm ayanlara ri altında bulunduruyordu. Bu „dinî himaye“ her müsâvî bir şekilde yaymak m ecbûriyetinde idi. vakit hıristiyanların isteğine pek uygun ce­ Bunun için Gûlkâne katt-ı hümâyûnu { »839 ) reyan etmiyordu ( G. Young, Corps de Droit ile. müslüman ve reâyâ bütün tebeanm hayatı, Ottoman O xford, 1905, II. 134 ). Fakat Bà- şerefi ve matı emniyet altın a atındı. Bunu tâbiêlî o devirde bunlara müdâhale etmemek , kip eden yıllarda hiç bir mühim idârî tedbire siyâsetini güdüyor ve hırîstiyan tebaasını öaş-vuruimadığ! gibi diğer taraftan yabancı kendi kontrolü altına almak için, bu gibi fır­ devletlerin müdâhalesi de devam ediyordu. Bu satlardan faydalanmak istemiyordu. A yn ı si­ durum diğer sebepler ile birlikte, 1853 ’te K ı­ yâset lıiç bir karşılık göstermeden ikinci ve rım harbine yol açtı. O arada Bâbıâlî 1843 daha kuvvetli bir hâmînin Ortaya çıkmasına vak’ası dolayısı ile, fransız ve İngiliz sefirleri­ yol açtı. Bu hâmî Fransa kıralı olup, 1535 ne mürtedlcre karşı ölüm cezası tatb ik edilme­ yılında yapılan bir anlaşmada da Kudüs 'teki yeceğine dâir te'm inat verm eğe mecbûr olmuş­ katolikler ve diğer muhallerdeki şarklı hıristi- tur ( Young, ayn. esr.. U. 11 v.dd.). yanlar ile Bâbıâlî arasında bir m utavassıt va­ 10 m ayıs 1853 kanûnu h ıristiy an te b e a y a zifesi almış bulunuyordu. Fransa 'nın bu mü­ karşı O sm anlı siy â se ti için mühim bir b a şlan ­ dâhalesi onun Bâbıâlî ile siyâsî münâsebetler g ıç te şk il eder. Bu kanön ile m üslüm an olm a­ kurmuş olmasını A vrupa hıristiyanları.. naza­ yan la rd an alınan b a ş-v e rg isi k a ld ırıld ığ ı gibi, rında haklı gösterm ek için de bir sebep teş­ on la rı ordu da kutlanm ağı d a kabftl ediyordu kil ediyordu Onun fransız olmayan rûbânîlor [ krş. cizya ve orad aki bibliyografya ]. Bu ka­ misyonerler ve osirleı ile ilgilenmesine de ses [ nun ıS şu b a t 1856 Islâhat Fermanı ile ta­ çıkarılmadı. BâzaD bu himayeye katotik olma- J m am landı ki, bun a d e v le tin m üslüm an olm a­ yan ‘av da müracaat etm iştir; 1639 'da „Cihan ya n tebean m h a k la rı için bir magna charta p atriği“ bizzat Fransa kiralının kendisini şavk o la ra k b a k ıla b ü d i. Bu mühim v e s ik a d a muh­ kilisesinin hâmısî ilân etmesini istemiştir. 1673 ; te lif din î zü m reler ile âzaların ın h a k ve im ­ fransız kapitülasyonu, yabancı kato lik hırİstî- tiy a z la rı e tra flı bir şe k ild e te s b it edilm iştir yanİar üzerinde Fransa kiralının nufûzunu ta ­ A s k e r î hizm et m eselesi husûsunda bedel mu­ nıdı. 1740 kapitülasyonunda da bu anlaşma k a b ilin d e bu hizm etten m uâf tu tu lab ilece k lerd i. tasdik edilmiştir ; krş, G. Pelissié du Rausas. Bu katt-ı hümâyûn 'un rûhuna u ygun o .a ra k , Le Régime des Capitulations dans l'Empire kanÛn ar tanzim edildi. E h em m iyetli c em âa tler Ottoman Pari, İ9 11.I. 80 v.dd. ). XVIII asır­ ( millet için esâ sla r te s b it e d ild i: g reg o ry e n da ortodoks hıristiyanların yeni bir hâmîsî erm eniler için 1860 rû m -o rto d o k slar iç in 1862, o'mak iddiası ile rus çarları ortaya çıkm ıştır B â b ıâ lî ’nin iştira k i iie. 1870 't e bir b u lgar ekİstanbul ’uu feth ’nden kısa bir müddet sonra sa rh lığı te'sis e d ild i; bunu tâ k ip eden yıllarda Korkunç İvan kendisine Bizans imparatorlarının da bu eksarh lık ve diğer daha kü çü k cem âatler ha'efî olarak bakmağa başlamış ve Rusya ’nın , için bir çok kanûn ç ık arıld ı ve nizâm nâm eler kuvvetlenmesi ile şark ve garp Ortodoksları j te s b it e d ild i; mal, A n ta k y a ve K u dü s p a trikleri,



H



N ASÂ.RÂ — NÂSIR.



Aynaroz, atrp kilisesi, nestûıî, latin ve Roma ile birlik olan muhtelif kiliseler ( ermeni, kaîolik, keldânî, marunî m elkit). Bu çok karışık kanûn ısdarının esâs gâyesi htristiyanîarı, keli­ menin tam mânası ile, Osm anîı tebeası hâline getirm ek i d i ; fak at asırlardan heri devam etmiş olan m uhtariyet ve yabancı devletlerin stk-sık müdâheleleri yüzünden, büyük müşküller île karşılaşılıyordu. Hükümetin gayesi onları müm­ kün m ertebe dinî müesseselerin te ’sirinden kurtarıp, idârî teşekküllerim kuvvetlendirm ek idi. Bu siyâset sonsuz huzursuzluklara sebep oluyor ve her defasında da yeni nizâmnâmeler He ortalığın yatıştırılm asına çalışılıyordu. Birinci meşrûtiyetin kanûn-i esasisinde ( 1876 ) İslâm dini devlet dini o'arak tesbit ediliyor, fak at arkasından derhâl diğer bütün dinlerin de devlet içinde serbest olduğu ve muhtelif dinî cem âatlere verilmiş olan imtiyazların muhafa­ za edileceği bildiriliyordu ( mad. 1 1 ) . Bütün tebeamn şahsî hürriyeti ( mad. 9 ) ve kanûn önünde müsâvîliği ( mad. 17 ) te’ minat altına alınıyordu. Bütün bu ıslâhat müddetinoe türk hükümeti müslüman halkın hıristiyanîara karşt olan taas­ subunu hesaba katm ak meebûriyetinde bulu­ nuyordu. D iğer taraftan hiç bir fırsatı kaçır­ mayan A vrup a devietleri, hıristiyanlar lehine yeni-yeni İslâhat yaptırm ak üzere, vaziyetten dâimâ istifâdeye bakıyorlardı. Berlin anlaşma­ sının 62. maddesinde ( 13 temmûz 1878) de müslüman olm ayan tebeam n hüküm etçe aynı muâmeleye tâbî olduğu ve bilhassa din farkına bakmadan, her kesin mahkemede şâhid olarak dinleneceği kaydedilm iştir. Yabancıların bu müdâhalesi diğer taraftan da hıristiyan tebeamn büyük bir kısmım hükü­ mete karşı zararlı düşünce ve hareketlere sevkediyordu. Muhtelif kavim gurupları arasındaki farkları ortadan kaldırm ak için sarfedüen bü­ tün gayretlere rağmen, çözülme âmilleri g it­ tikçe kuvvetlenm ekte devam etm iştir. H a ttâ o zamana kadar şehirlerde görülen müslümanlar ile hıristiyanlar arasındaki iyi münâsebetler bile yerini dinî husûmete terkeim eğe başlamış ve bu durumda devlet me'mûrlartnın da istenilen tarafsızlığı göstermeleri güçleşmiştir. D iğer bir çok alâmetler yanında, bilhassa crmenîler ile meskûn vilâyetlerde 1889 ’da başlayan karı­ şıklıklar büyük bir talihsizlik olmuştur. Bu­ ralarda müslüman kürtler ile hıristiyan ermeniler arasında asırlardan beri devam eden zıddiyet de bunu körüklemiştir Bir çok karı­ şıklıklardan sonra bu durum nihayet, İstanbul ’a da sirayet etmiştir ( 1897 ). İşlerin bu dereceye gelmesi ile hıristiyan tebea meselesi bir dinî mesele olmaktan çık ­



mıştır ! bu devlet içinde bir millet ve ırk meselesi hâline gelmiştir. 1908 inkılâbından ve kanûn-i esâsının tekrar mer’îy ete geç­ mesinden sonra da bu husûs henüz iyice anlaşılmış değil idi. Devietin bütün tebeasmı osmanlı’ aştırm ak hususunda hâlâ ciddî g a y re t­ ler sarfediltyordu. Yeni teşekkül eden meclis­ lerde bir çok hıristiyan âzâ bulunduğu gibi, bâzan hıristiyan nâzırlara da tesadüf ediliyor­ du. Umûmî harp hu gelişmeyi hızlandırdı. Bu kere m üsüman olmayan tebea da ilk defa olarak ve ancak geri hizm etlerde vazife gör­ mek üzere, türk ordu saflarında yer aldı. A y ­ nı zamanda genç türklerin dâhilî siyâseti din busûsunda tamamen lâik olan türkçüiüğü- he­ def edindi. Türk m illiyetçiliği hâkim duruma geldi. T ütklere karşı ayaklanm aya kalkıştıkları için, cepheye yakın bölgelerdeki Hıristiyanla­ rın bilhassa ermenilertn. başka bölgelere nakli icâp etti. Mondros mütârekesinden sonraki hâdiseler hıristiyan tebeam n büyük bir kısmının türk'er ile birlikte yaşam ak tarafdarı olmadığını gös­ termiştir. Türkler de onlardan ayrılm ağa hazır idiler. Bövlece 1923 'te L ausann e’ da yeni türk devleti içindeki rumiar ile Yunanistan 'daki türklerin mübâdeîesi kararlaştırılm ış ve an­ cak İstanbul belediye hudutları içir.deki rum­ lar ile İmroz ve Bozca-A da rûmiarı mübadele­ den istisna edilmişlerdir. Bugün Türkiye çoğu İstanbul ’da olmak üzere, pek az hıristiyan tebeaya sâhip bulunmaktadtr. L au sa n n e’da 1923'te akdedilen anlaşmanın 37,— 45. madde­ lerinde ekalliyetlere de türk tebea gibi mua­ mele edilmesi şart koşulm akta ve onlara ken­ di husûsî âdetlerine göre, yaşam a hakkı ve­ rilm ektedir. Nihayet T ü rk iy e ’de hıristiyanîara karşı muamele meselesi, kelimenin eski mânası ile artık bir mesele teşkil etmemektedir ; çün­ kü 5 nisan 1928 ’de kanûn-i esâsînin değişti­ rilmesi ve T eşkilât-ı esâsiye kanununun k a ­ bulü ile, T ürkiye laik bir devlet olmuştur ( krş. Tarih, İstanbul, 1931, IV 2 13). ( J. H. K r a m e r s .) N A S A V Î . t Bk, n e s e v î .] N A S H . { Bk. n e s H.) N A S H ?. f Bk. ARABİSTAN, d.) N Â S I R . a L -N A Ş İR , M a g r i b M u v a h h i di h ü k ü m d a r s ü l â l e s i n i n d ö r d ü n ­ cü h ü k ü m d a r ı m eo b .



Y



A b Ü 'A B D ALLÂH M ü HAM-



a ' k ü b a l -M a n ş û r b



Y



û suf b.



‘A



bd



AI.-Mu 'MİN ’in t e k a b i d ı r. Naşir, babasının 22 rebiülevvel 595 ( 25 kânun 11 1 1 9 9 ) ’te ölü­ münü müteakip hükümdar ilân olunmuştur. Saltanatının baş’ angıcında, dağlık bölgedeki bir tahripçinin çıkardığı isyân bastırılmıştır, al-Nâşir, bu devirde, uzunca bir müddet kaldı­



NASIR. yeğenini teslime mecbûr etti ( şâbân 6 2 6 = ha­ ziran— temmuz 1229 ). al-A şraf o andan itib a ­ ren al-Kâmil ’in metbuiyeti altında Şam hâkimi olarak tanındı. Dâvüd da K erek [ b. bk.], al-Şavbak ve diğer bîr kaç yer ile iktifa et­ mek zorunda kaldı. Pek dostça olmayan bu muameleye rağmen, Dâvüd, diğer EyyGbîler al-Kâmil [ bk. mad. EYYûBÎLER ] ’ e karşı birlik oldukları zaman, ona sâdık kaldı ve M ısır’ a gi­ derek, hizmetine girdi. al-Kâm il, Dâvüd ile bir­ likte, Şam 'ı ele geçirdikten sonra, receb 635 (m art 12 3 8 )’te öldü ve Şam valiliğine getirmiş olduğu al-A şraf de Kerek 'e çekilm eğe mecbûr ka di. Mısır ’da al-Kâmil ’ in Oğlu al-M alik al‘ A dil babasının halefi olarak tanındı ve amca­ zadesi al-Malik al-C avâd Yunus 'u Şam ’a vâli tâyin etti. D âvüd Şam üzerinde hâkim iyet iddiasına kalkınca, Nâbulus civarında mağ­ lûp edildi. Ertesi sene. Sultan a l-'A d il kar­ şısında kendini em niyette hissetmeyen Yunus amca-zâdesi al-Malik al-Şâlih A y y ü b ’ a Sincâr, Raklja ve 'A n a mukabilinde Şam şehrini terketti. Ne al-'A dil, ne de Dâvüd bu anlaşmayı kabû! edebilirlerdi; onun için A yyû b ’a karşı yürümek üzere birleştiler. Bunu tâkip eden hâdiseler daha önee a L-MALİK AL-ŞÂLİH NACM AL-Dİ n a YYÜB maddesinde etraflı bir şekil­ HİDLER. ( E. LİVI-PROVENÇAL.) de anlatılmıştır. Dâvüd, K erek dışında bü­ N Â S I R . [ Bk._uT5tüş.] tün topraklarını kaybedince, en küçük oğlu N Â S IR . AL-NÂŞİR, iki E y y û b î h ü k û ro­ al-M alik al-Mu’azzam 'İ s a ’yı kendisine vekil d a r 1. tâyin ettikten sonra, H a le b ’e kaçtı (647 = 1. a l -M a l i k a l -N â ş IR Ş a l â h a l -D în D â - 1249/1250) ve orada al-M alik al-Nâşir Yûsuf ( aş. VÖD B. A L-M alİK Al - Ul f AZZAM, eemâz 13'elev- b k .) tarafından hararetle karşılandı. 100.000 vel 603 ( kânûn !. 1206 ) 'te Şam 'da doğmuştur. dinar değerindeki büyük babada mücevherler­ Dâvüd babasının ölümünden ( 1 zilkade 624=12 den müteşekkil şahsî servetini halîfe al-Musteşrin lî. 1227 ) sonra Şam ’da onun yerine geçti. ta'şim ’a emânet etti ise de, bunları aldığına Memluk :!zz ai-Din A ybek de nîyâbet .m aka­ dâir senet veren halîfe, geri verm eğe bir mına getirildi. Fakat D â vü d ’ un haris ve ikbâ'e türlü yanaşmadı. A z bir müddet sonra, D â­ düşkün amcaları onu uzun zaman rahat bırak­ vüd 'un iki büyük oğlu, haklarından mah­ madılar. al-Malik al-Kâmü ( b. bk,jön ce at-Şav- rum edilmiş oldukları kanâati ile, Sultan al­ bak [ b. bk.] kalesi üzerinde hak iddia etti ve Malik al-Şâlih A y y ü b 'a teveccüh ettiler ve redd cevabı alınca, Kudüs, Nâbulus v.b. yerleri Mısır ’da timar ve zeâm et karşılığı ona K erek ’i geçirdi efe (625=1228 ). Bu tehlikeli vaziyette. teklif ettiler. Sultan bu teklifi memnuniyetle Dâvüd M ezopotam ya’daki toprakları idâre kabûl etti. a l-M a lik a l-N aşir Yûsuf, Dâvüd eden a!-Malik al-Aşraf adındaki amcasına mü­ hakkında nakledilen üzücü bir takım rivayet­ racaat etti. aS-Aşraf Şam 'a geldi ise de, al- leri bahane ederek, şâbân 648 (teşrin I. 1250) Kâmil 'in tarafını tuttu ve bütün imparatorluğu başlarında onu H im ş'a getirterek, orada haps­ usûlü dâiresinde paylaşma hususunda onun ile ettirdi. 651 ( 12 53/1254 ) ’de, halîfeni! jefâati anlaştı. İki kardeş arasında yapılan anlaşma sayesinde ve al-M alik al-N âşir Yûsuf 'un top­ gereğince, al-A şraf Şam 'ı, Dâvüd Harran '1, raklarında oturmamak şartı ile, serbest bıra­ R a k k a ’yı ve Ruhâ” yı a'acak.Vj al-Krm il ise, kıldı. Dâvüd bunun üzerine Bagdad 'a gitmek Filistin ile birlikte, cenubî Suriye 'ye sâhip ola­ istedi ise de, şehre ayak basmasına müsâade cak idi. Fakat Dâvüd bu taksime razı olma­ olunmadı. Bir m üd det'A n a ve al-Hadİşa bölge­ yınca, al-Aşraf Şam ’1 muhasaraya başladı, al- sinde ve sefalet içinde yaşadıktan sonra. A n . Kâmil imparator Friederich İL [ bk. mad EYYÛ- bâr ’a sığındı H alîfe, ricalarına kulak asmadı ’■ÎLER j ile anlaşma yaptıktan sonra, al-A şraf ile ise de, sonra Şam 'da oturması için müsâade birleşti ve 3 ay süren bir kuşatmayı müteakip te'm ia etti. Şam ’da müsadere olunan servetini ğı Fas şehrinde kasaba ’»m surlarım da yeni­ den yaptırmıştır. İfrikiya 'de, Y ahya b. Ishâk İbn Ğ ân iya 'nin isyan çıkardığını haber alınca, topraklarının şark bölgesine bir sefer yaparak, al-M ahdiya [b . bk.] şehrini muhasara ve 27 eemâziyelevvel 602 (9 kânûtl İL 12 0 6 )’de zaptetti. Ertesi sene Fas 'a dönerek, lfrÜçiya 'de, vekili olarak K a fsi [ b■bk.] sülâlesinin ceddi Şeyh Abü Muhammed 'A b d al-Vâhid b. A b i Hafş al-H intâti 'yi bıraktı. A ynı zaman­ da, C ezayir ’den son Murâbıtlardan biri Bani (jâ n iy a 'nin müikü olan Majorka ( bk. mad. BALEAR ADALARI]'ya bir donanma göndere­ rek, adayı raptetti. Burası, 627 ( 1 2 3 0 ) ’ye kadar müsîümanlanu elinde kaldı. 6 07 ( 1 2 1 1 ) ’de al-Naşir Ispanya’ya bir sefer açtı ise de, müsiiiman ordusu 15 safer 609 ( 16 temmuz l i i a ) ’da H i ş n a ’ - I k â b , yahut N a v a s d e T o i o s a [ b. bk.] civarında bozguna uğ­ radı. Bu ağır bozgun al-Nâştr için büyük bir darbe oldu; F a s 'a doneı-öönmez, oğlu Yûsuf lehine teb'aîarına sadâkat yemini ettirdi ve sarayına çekildi. Naşir 10 şaban 6 10 (2 5 kânûn I, I 2 i 3 ) ’da öldü. Kendisi bâzı vekâyînâmeeilere göre, aynı tarihte M erâkeş 'te, vezirle­ rinin tertiplediği bir sûikastta öldürülmüştür. B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. MUVAH-



86



N Â SIR .



tekrar ele geçirm ek için sarfettiği bir kaç 8e- I [ bk. bk.J karşılığında şehri Yûsuf 'a terk e mec­ meresiz teşebbüsten sonra çölde yaşadı ve daha bur etti. İki sene sonra, Yusuf N asibin , Dârâ sonra, o zaman K erek ve al-Şavbak hâkimi , ve i£arkisjyâ’ ’yı Musul 'un atabeyi Badr al-D in bulunan aî-Malik al-Mtığiş tarafından esir alı­ Lu’hı' f bk. mad. Lö’LÜ’ ] 'den istirdat etti. T unarak, al-Şavbak 'e götürüldü. Moğullar ile rânşâh [ bk. mad. EYYÛBÎLER ] 'm 648 ( 1250 ) 'de başlamak üzere olan savaşta kendisinden fay­ katlinden sonra, Y u su f’ a. Şam emirleri tara ­ dalanacağını düşünen halîfe Dâvüd 'u alıp, ge­ fından sultan payesi verildi ve Yûsuf rebiülâlıırtirmek üzere ai-Şavbak ’e bir elçi gönderdi ; bu da ( temmuz 1250 ) Şam ’a girdi. Türânşâh 'm şahıs Oâvüd ’ u alarak. Şam yolunu tuttu ise de, katlinin intikamını almak için. Mısır ’ a karşı Hulagu 'nun Bagdad ’ ı zaptettiği haberini alın­ bir sefer hazırladı ve Fransa kıralı Louis I X ca, onu bıraktı. Dâvud da Şam civarındaki al- ( S a iu t-L o u is) 'ye ittifa k teklif etti ise de, BuvayzS1 ’a gitti. O rada, 27 cem iziyelevvel 656 müzâkereler bir netice vermedi. A yn ı senenin (1 6 haziran 1258 ) ’da vebadan öldü. Abu *1- receb ayında ( teşrin 1. 1250 î Suriyeliler G az. Fidâ“, D avu d 'u n şiir sahasındaki kabiliyetini *a 'de Mısır emîri Fâris al-Din A k ta y tarafın­ övm ektedir. dan püskürtüldüler ise de, Yusuf cesaretini B i b l i y o g r a f y a - . İbn Hatlikân, Va~ kaybetm edi ve Mısır ’a karşı yeni bir taarruz fayât al-a yân ( nşr. W üstenfeld ), nr. 536 hazırladı. Mısır ordusu ile a l-A b b â s a ( b. b k ,; (trc . deS lan e, H, 4 3 0 ); İbn a!-A şır, al-K â- zilkade 648 — 1251 şubat başları) mevkiinde mil ( nşr. Tornberg ), XII, 308, 313, 315 v.d. • k a rşıla ştı; Yûsuf zaferi kazanm ak üzere iken, A bu 'l-Fİdâ', Târih ( nşr. Reiske ), IV, t ürk memtüklerinin ihaneti yüzünden, savaş 337. 345, 347» 35 ^ 353, 4° 3, 413» 463, 489, mısırlıların lehine olarak nihayettendi, Yusuf 5ûk devletini büyük devlet safında tutm ağa m ıvaffak olduğu gibi, dâhilde de kendisini saydırmasını bilmiştir. Bâzı bakımlardan, Naşir Sultan Baybars I. ’a benzem ektedir; sultan Baybars gibi o da vâ­ sıtaların seçiminde pervasız davranmıştır, İn­ kâr edilmez kabiliyetleri yanında, itim atsız­ lık, intikam hissi ve para canlılığı gibi taraf­ ları da var idi. Bu itibârla, Naşir 'ın saygıdan çok korku telkin ettiği, haklı olarak, ileri sü­ rülmüştür. B i b l i y o g r a f y a : [( Metinde zikredilen­ lerden başka bk. İbn al-V ardi, Tatimmat al-m uhtaşar f i ahbâr al-başar ( Mısır ), 1285, II, 242, 256; İbn A ybek. Kanz al-durar va cami' al-¿ur ar ( Ahmed III. kütüp., arap­ ça yazm., nr. 2932, 67b v.d.); İbn Dokmâk:, Tarcumän al-zamân ( Ahmed III. kütüp., arapça yazm,, nr. 2927, XIII, 64» v.d .); İbn al-Furât, Târih al-duval va ’ l-m ulük { nşr. Zureyk ), VIII, 229 v. d d .; N uzhat al-insân f i zikr târih al-m ulük va ’ 1-a‘yân (mil. meeh., arapça yazm., Bibi. Nat., nr. 1769. 37« v.d ); M atjrizi, al-M auâ'iz va ’l-îtib â r f i zikr alhitat va ‘l-âşâr { Kahire, 1270 ), I, 90; II, 30 v.d .; al-'Um ari, M asalık al-abşâr, XIII, 269 v.d.]; Abu ’l-Fidâ’, Târih ( nşr. Reiske ), V , 85, 117, 1331 tSSı v. dd .; Malşrizi ( nşr. Q uatrem ere), H istoire des saltans Mamlouks de l ’ Egypte, II, 2; İbn Haldun. a l-¡b a r , V , 406 v .d d .; İbn İyâs, Târih Mişr, I, 129 v.dd.; Zettersteen, Beiträge zur Ge­ schickte der M am lüksnsultane, bk fih ris t; W eil, Gesch. d. C ka lifen , IV, 191 v. dd ; Stanley Lane-Poole, A History o f Egypt in the M iddle A ges (4. tab.), s. 248, 276, 284, 288, 289, 292, 294— 317, 342, 344; bk. m a d . MEMLÛKLER.



II. a l -M a l !k al,-N S şîr N a şir a l -DIn H a ­ s a n , b a h r î m e m l û k l e r i n i n 19. s u l t a ­ n 1 olup. Neşir ai-D in Mu ham med ün oğludur. Kardeşi Malik al-Muşaffar Sayf aî-DIn Hâcci ’nin ölümünde, bazılarına göre II. bazılarına göre 13 yaşında olan Haşan ( Sayf al-Din lekabı ile], 14 ramazan 748 ( 18 kânun I. 1347 ) ’de saltan ilân olunda. Malik al-Naşir Muhammed



b Kalâ’û n ’ un Husayn adındaki bir diğer oğ­ lunun da sultan olması ileri sürü müş ise de, buna muvaffak olunamamış ve Husayn hiç bir zaman iktidar mevkiine geçememiştir Henüz reşid yaşma varmamış o'an Haşan 'in tahta geçmesinden daha mühim hâdise, büyük devlet me’mûriyetlerinin emirler arasında taksimi me­ selesi olmuştur, Emîr Bay-Boga A rvas naibi, kardeşi Meneek al-Yüsufi vezîr, baş-emir Şayhü da müstakbeî sultan Malık ai-Şâlah al-D n Salih [ b. bk.] ’in atabeyi oldu. Bay-Boğa ’mn maharetli siyâseti sayesinde, son aylar müs­ tesna, devlet işlerinde hiç bir mühim rolü o l­ mayan al-Nâşir dört sene tahtında tutunabilmiştir. Zâten saltanat devri bilhassa iktidar mevkiinde bulunan emirler arasındaki oldukça vahim anlaşmazlıklar ve bedevilerin muntazam akınları ile geçm iştir. Bu devrin en mühim hâdisesi, her hâlde, dünyanın büyük bir kıs­ mını saran ve „k ara ölüm“ adı ile A sya ’dan başlayarak, Mısır ve hemen bütün A vrupa ya geçen ve tâ İngiltere ile İskadinav memleket­ lerine kadar yayılan vebâ salgım olmuştur. Veba M ısır’da, daha az korkunç olmayan sarî bir hayvan hastalığı ile beraber. 749 ( 1348/1349 ) senesinin ikinci yarısında ortalığı kası p-kavurmuş, S u riy e ’de de bundan bir kaç ay Önce baş-göstermiştir. Her tarafta sayısız insan Ölmüş, siyâsî ve içtimâi hayat da âdetâ felce uğramıştır. Salgın âfeti ancak bir sene sonra durmuştur. Şevvâl 751 kânûn i. 1330) ’de sultan, en nufûzlu emirleri bertaraf ettire­ rek, idareyi fiilen eline almağa muvaffak oldu. Fakat bir kaç ay sonra tahttan indirildi ve yerine kardeşi al-Malik al-ŞSlih Şal âh al-Din Salih (S u ltan Muhammed K a lâ 'ü n ’un seki­ zinci oğlu ) cemâziyelâhır 752 ( ağnstos 1351) 'de tahta çıktı. Saltanat devri ancak 3 sene s ü rd ü ; 2 şevvâl 755 (20 teşrin I. 1 3 5 4 )’te tahttan indirilerek, yerine kardeşi al-Nâşir geçirildi. E vvelâ Şayhü fiilen iktidarı eline aldı ise de, 758 i 1357 ) 'de tecâvü ze mârûz kaldı ve aldığı ağtr yara neticesinde bir kaç ay içinde öldü. Bu tecâvüzün teşvikçisi olduğundan şüphe edi­ len halefi Şarğatmış sultanın elinden bütün salâhiyetleri aldı. Fakat, ramazan 739 t, ağustos — eySûi 1338; başkalarına göre, 76l = temmûz — ağustos 1 3 6 1 ) ’da hapsedildi. Muharrem 761 (teşrin H — kânûn I. 13 5 9 )'de H aleb valisi Sis ’e karşı bir sefer açtı ve müsiüman asker­ lerini A dana ve T a rs u s ’ta bıraktı. .^Tahminen aynı tarih erde Mısır hükümetinin, aileler ara­ sındaki mücâde'eye bir son vermek maksadı j ile. M ekke 'ye gönderdiği kuvvetler mekkeliler 1 tarafından püskürtüldü ve alınan askerler Yanbu' ’ da esir olarak satıldı. Bu hâdiselei duyan sultan bütün şerifleri ortadan kaldır.



N Â SİR . mağa yomln e tti ise de, niyetini tahakkuk e t­ tirmesine kalmadan tahttan indirildi Muhtari­ yetini müdâfaa etmek istediği için, kendisi aşırt bîr müsriflik ite suçlandırılan nufûzlu emîr Yal-Boğa ile bozuştu. Yaf-Boğo, diğer gayr-i tnemnfin emirler ile birleşerck, savaşa hazırlandı al-Nâşir yenildi ve tasavvurundan vazgeçerek, Suriye 'y e kaçtı. O rada esir edile­ rek, düşmanı Y a l.B o ğ a 'ya teslim olundu ( cemâziyelevve! 762= m art 1361). Â kıbeti hak­ kında bir şey bilinm em ektedir; pek muhtemel görünen bir rivayete göre, boğdurularak, cese­ di Nil nehrine atılm ıştır. 1356 — 1363 sene'eri zarfında K a h ire ’ de inşâ edilmiş olan eâmii ( Cam i’ Suttan Hasan V arap-M ısır mimârİsinin en mühim örneklerinden biri sayılm aktadır. B i b l i y o g r a f y a : Ibn Haldun, a l-ib a r , V, 447 v. dd ; Ibn İyâs, Târih M işr, I, 190 v. dd. 5 W eil, Gesch. d. C h a lifen , IV , 476 v. d d ,; Snouck-H urgronje, M ekke, I, 87 v.d. _ K , V. Z e tT e rs t£ e n .) N Â S İR . a l- N A Ş I r Ibn 'A l e n n a s {?— 1088); bu son isim ' A l n î s , ' A nn ?s ve hattâ Ibn ‘fzârı tarafından G ilnâs şekillerinde y azılm aktad ır). H a m m â d i h a n e d a n ı n ı n b e ş i ne i h ü ­ k ü m d a r ı olup, 434 ( 1 0 6 2 ) 'te amca-zâdesi Bulukkin b. Muhammed’e halef oldu. Onun saltanat yılları Hammâd [ b. bk.] tarafından kurulmuş küçük Berberi devletin:n en parlak devrini teşkil eder. Hammâdilerin bu geçici İktidarı, H ilâli istilâsının ilk kurbanları otan kendi komşu ve akrabaları îfrikiya Zirilerinin yıkılmasının doğrudan-doğruya bir neticesi oldu. Ifa fa t Bani Hammâd 'd a oturan al-Nâşir, tahta çıktığı zaman, zâten başlıca şehirleri A ş ir [ b . bk.], Milîana, Cezayir, Hamza ( Bouî r a ), Ngaus ve K osantina olan bir devletin başında bulunuyordu. A z sonra, vâltsİnin Bulukkin 'e İsyan etmiş olduğu Biskra ’yi ele g e ç ird i; fakat asıl emeli, Ç ayravân devleti­ nin parçalanmasından istifâde ederek, ülkesini genişletm ek idi. . Eski payitahtın Zirilerden al-Mu’ izz tarafın­ dan terki, kendisinin de al-M ahdiya 'ye k a ç ­ ması ( 1057 ), İfrikiya 'yi karışıklığa düşürmüş idi. K öyler araplann elinde bulunuyor, şe­ hirler ise hâkimlerini kendileri te’min edi­ yorlardı ; valiler her tarafta isyana başla­ dılar, silâhlı çete reisleri tehdit altında bulu­ nan şehirlilere himayelerini zorla kabul etti­ riyorlardı. Bir çok merkezler kendilerini hi­ maye edebilecek olan HammâdUere yöneldiler. Msl. Kaskılıya [ b. bk.j ahâlisi, al-N sşlr *a elçi­ ler gönderip, saygılarını arzettiler. Tunuslular da aynı şekilde davrandılar. İstekleri üzerine, Hammâdi hükümdarı kend’ le ine, vâti o ’arak, B an i



H o rasa n ’ m



ŞanU&ea



9*



1 ul-HaSfk ’1 tâyin elti. Bu şahıs pek müh>m şey­ ler y a p tı; arap yağm acıları ile şehrin âsâv’ş'ni te’ m'nat altına atan an'aşma'ara vardı. Daha sonra, Hammâdi tâbiiyetinden kurtularak, Tunus şehrini kendisine payitaht s e ç t i.' Bununla beraber göçebe istilâcıların gelmesi al-Naşir ’a iktidarca büyük bîr kuvvet, payi­ tahtına da nüfusça ve İktisadî faaliyetçe mü­ him bir gelişme sağlam ış ise de, komşu’ arı tehlikeli olm akta devam ediyorlardı. A raplar çok geçmeden, al-Nâşir ’ 1 fe'âketlî bir ma­ ceraya sürüklediler. 457 ( 1064 ) ’de, arap ka­ bilelerinden biri olan A şbacier gelip, Z irilerden Tam im [ b. bk.] ile birleşmiş olan Riyali ’a karşı Ondan yardım istediler. alN âşir bu yardımı kabâl e t t i ; çünkü bunu İfrikiya ’yi istilâ ve ihtimâl ilhâk etmek iç :n. bir fırsat sayıyordu, İçlerinde arap! ar, Şan haca! er ve hattâ F as meliki al-Mıı'îzz b. 'A t i y a ’ nin sevkettiği Z e n rta'a r bulanan büyük bir or­ dunun başına geçti. Riyshlar da al-M ahdiya ’den nakdî yardım ve silâh te’ min etmiş’ erdi. Karşılaşm a eski Sufes ’ in yanında Sb ib a ’da vukûa geldi. Daha başlangıçta, düşman tara­ fından elde edilen Fas Zenâtala-m m kaçması al-N âşir ’m yenilmesine sebep oldu. al-Nâşir, büyük güçlüklerden sonra, 200 adam İle bir­ likte Önce K o san t’ na ’ ya, sonra K a fa 'ya ge­ lebildi ; bu şehirlerin civarı araplar tarafından yağm a edildi. Bu felâketten sonra, al-Nâşir al-M ahdiya hükümdarına yaklaşm ağa ç a lış tı; müzâkereler, ihtimâl elçinin hatâsı yüzünden başarısızlığa uğradı ve al-Nâşir, yemden Asbaelar tarafın­ dan tahrik edilerek, talihsiz Zırt devleti aley­ hinde harekete yemden başladı. Ö nce Lari: bus 'a, sonra Kayravân 'a girdi i 460 = 1067 ) ise de, bu başarılar neticesiz kaldı. Elinde tutam ayacağı bu şehirleri boşa’tmağa meebür oldu, Arapların teşviki ile sürük'endiği ve kendisine devamlı kazanç te’ m'n etmeyen ma­ ceralar 10 yıl kadar sürdü. 470 { 1077 ' ’te alNâşir Zirilerden Tam;m ile sulh yaptı ve kı­ zını onun ile evlendirdi. Ifrilfiya devletini ortadan kaldıran araplar Hammâdi devletini ciddî bîr şekilde tehdide başladılar. K a f a ’ya hâkim otan Şanhâcaierin öteden beri düşmanlan olan Zenâtalar, bura­ lara gelen göçebeler arasında her zaman mü­ câdeleye hazır m üttefikler buldular. Trablusgarp Bani ‘ A d i arapları tarafından destekle­ nen Zenâta reisi İb- Fazrün 468 ( 1075 ) ’de Msl la ile A ş ir ’ i zaptetti. al-Nâşir onu çöle doğru sü'ineğe muvaffak oldu ve bir tu­ zağ a düşürerek, Ö'dürttü. Oğlu al-Manşûr 'u Bani A d î ile bi leşm’ ş o ’ an ve merkezî Mag­ kilesinden 'Abd ri.!) köylerini tahrip eden Zcnâtalardan Bani



92



N Â S İR ,



Tücin ’e karşı gönderdi. Â sîler yakalanıp, iş- ! kenceye uğratıldılar. al-Nâşir 'ın kendisine fâideii yardım cılar hâ­ line getirm eği umduğu A şbacler de çok za­ rarlı bir komşu olmuşlardı. Isyânlarm çoğunu zâlimce bir şekilde bastırmış gibi görünen al-Nâşir ’ ın, babadan kalma payitahtında yıldan-yıla daha güç bir hâl alıyordu. Bu onu yeni bir idâre merkezi seçmeğe şevketti. Berberîler bölgesinde Bicâya ’yi zaptederek, eski Saldaa limanının yerinde önce al-N âşiriya denilen, sonra Bicâya adını alan bir şehir kur­ du. Burada muhteşem „İnci sarayını" ( Ka ş r a l-lu 'lu ) yaptırdı. „Yeni payitahtını iskân ederek, sakinlerini harâc ’ dan muâf tuttu ve 461 ( 1068 ) yılında, bizzat gidip, oraya yerleşti“ (İbn H aldun ). Zİrilerİn K ayravân 'd an Mahdîya ’ye çıkışı ile Hammâdi devletinin sahile Çekilişi aynı hâdisenin neticesi idi : göçebe araplarm berberi ülkesine yerleşmesi ve bunun memlekette doğurduğu huzursuzluk. Bu çekiliş ancak al-N âşir ’m oğlu ve halefi al-Manşür [ b. bk.] zamanında tam am lanacaktır. al-Manşur babasının 481 (1088} 'de ölümünde ik ti­ darı ele aldı. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, H is­ toire des Berbères (nşr. de Slane ), I, 224 v. dd. ( trc. II, 47— 5 1 } ; İbn 'İzâ ri, Bayan (nşr. Dozy ), I, 308 v. d. (tre . Fagnan, I, 445 v. d d .); İbn al-A şir, Kâm il (n şr. Tornberg ), X, 29— 33, 34 v. d., 39, 73, 1 ıo ( trc. Fagnan, A n n ales du Maghreb et de l'E s ­ pagne, s. 471— 479, 4 8 8 ); İbn A b i Dinar, H istoire de l'A fr iq u e de M oham m ed. . . e l* Ifairouàni ( trc. Pellissier ve Rémusat, s. 145 v.d .); Kitâb al-istibsâr ( tre, .Fagnan, R ecueil des notices et mémoires de la Soc. de Constantine, 1899, s. 32 v. dd.) ; E. Mer­ cier, H istoire de l ’A friq u e septentrionale, II, 25 v .d ., 35 v. dd., 53; G . M arçais, Les Arabes en Berbèrie, s. 120, 131, 136— 140, 143. _ ( G e o r g e s M a r ç a i s .)



N Â S İR . a l- N Â Ş Î R lI - D în A l l a h , A b u ’l - 'A b b â s A h m e d b. a l- M u s t a z P , bî-A m r A l ­ l a h , 34. A b b a s î h a l î f e s i (575— 622 = 1180 — 1225 arasında hüküm sürm üştür ) olup, Zumurrud adlı bir tü rk câriyeden dünyaya gelmiş idi. al-Nâşir halifeliğin son devrinde insicamlı bir siyâset tâkip eden tek halîfe idi. Bu siyâ­ set tamamen halifeliğin dünyevî kudretini ih­ yaya m üteveccih idi. O zamana kadar dün­ yevî kudreti elinde tutmuş olan Selçuklu im­ paratorluğunun çökm eğe başlaması halifenin teşebbüse geçm esine vesile oldu. Halîfe, bu im paratorluğun nihâî çöküşünü çabuklaştır­ mak için, elinden geleni yaptı. H attâ, sukuta



yüz tutmuş Selçuklu imparatorluğunun en kud­ retli hasmı olan H varizm şâhı T a k a ş ’i son Selçuklu hükümdar! Tuğrul II .'a karşı mücâ­ delesinde destekledi. Bu mücâdele, Selçuklula­ rın R a y y'd e bozguna uğraması ve T u ğru l'u n savaş meydanında maktü! düşmesi ile ( rebiülevvel 590— mart 1x94 ) nihayet buldu. İki müttefikin güttükleri siyâsî m aksatların ayrılığı dolaytsı İle, Selçukluların mirasını pay­ laşmak bahis mevzuu olunca, H vSrizm hüküm­ darı ile halife arasında mücâdele b a şla d ı: ha­ life kendisine âit mülkü genişletm ek için, Iran topraklarını ilhâk etmek istiyor, Hvârizmşâh ise, dünyevî kudreti ve nufûzu dolaylsı ile, Selçukluların bütün mirasına konmağı tasar­ lıyordu. T akaş şarkta savaş yapm akta iken, halîfenin vezîri İbn al-Kaşşâb, Hüzlstân ile diğer Iran eyâletlerini onun elinden almağa muvaffak oldu (591 — 1195 b a ş la rı); fakat, T akaş geri döndükten sonra, İbn a l-K a ş ş â b ’ın emri altındaki kuvvetleri tamamen yok etti ( şâbân 592— temmuz 1196), öyle ki, halîfe eline geçirdiği bütün yerleri terketm ek zorun­ da k a ld ı; yalnız H üzistân kendisine bırakıldı. Ertesi yıllar, halîfe, îrak-ı A cem 'in mahallî hükümdarlarının desiselerine karıştı ve H vârizmşSh ( 596 — 1200 'den itibaren A la ’ alD in Muhamm ed) ’ıu düşmanlarının tarafım tuttu. Bu sonuncu ile olan anlaşmazlık, halîfe 613 ( ı z i ö ) ’te ismâilîler vâsıtası ile o zaman Irak hükümdarı bulunan Ö zbek 'in vezîri ve Hvârizmşâh 'ın tarafdarı olan Oğalm ış ’ı öl­ dürttüğü zaman, had safhasına varmış idi. Bu­ nun üzerine, Hvârizmşâh, halîfeye ka t* î bir darbe indirmek için, tedbir a ld ı; savaşa ha­ zırlandı ve 614 { 1217 ) senesindeIrak-ı A c e m ’i zaptetti. Halîfenin siyâsî bakımdan nufûzunu kırmak için de, ulemâsına bir fetvâ ile al-N â­ şir 'ın halifeliğe lâyık olmadığını beyân ettire­ rek. T irm iz'li ‘ A la ’ al-Mulk adında birisim halîfe ilân ettirdi. H alîfe, bir takım m üzâkere­ ler ile, Hvârizm şahmın kararlarını geri al­ dırtm ağa çalıştı ise de, buna muvaffak olamadı. Şah Henıedan 'dan Bagdad üzerine yürüdü ; fakat önceden tahmini mümkün olmayan ah­ vâl neticesinde, halîfeye tasarladığı darbeyi indiremedi. Kvârizm şâh, ordusunu kırıp-döken vakitsiz bir kış yüzünden, savaşı durdurmağa ve ertesi yıl tekrar B agdad üzerine yürüm ek niyeti ile, kendi topraklarına dönmeğe mecbûr oldu. Kendini tehdit eden tehlikelere karşı koy­ mak için, halife bu ara moğul hükümdarı C engiz Han ile müzâkerelere girişerek, onu Hvârizmşâh ’ a hücum etm eğe iknâa çalışm ış idi. 616 ( 1219) senesinde, Hvârizmşâh, Bagdad 'a karşı yapacağı sefere girîşemeden. Cengiz



N Â S İR .



Han tarafından hüoûm ile k a t'î bir bozguna ’ uğratıldı. Moğu Mardan kaçan şâh, H azer de­ nizinde bîr adada ö!dü ( 6i7= -i22o }. H a'îfe böylece ilk hedefine ulaşmış ve kud­ retli hasırımdan m uvakkaten kurtulmuş idi. F akat bilhassa Marâğa ( 6 i 8 — 1221 ) 'nın zap ­ tından sonra, A zerbaycan ’da sağlam bir şe ­ kilde yerleşmiş olan moğulîar onun için bayii endîşe verici bir komşu olmuşlardı. Bununla beraber, ilk zam anlar moğuilar arasında bir aa'aşm azbk çıkmadı. D iğer taraftan, moğuiiar m uvakkat olarak geri püskürtüldükten sonra, Muhammed'in oğlu ve halefi olup, H vârizmşâh bulunan CalSİ al-D in Mangubirdi, al-N "şir ’a hücum ederek, H ü zistân ’ ı zaptetm iş îdi. al-Nâşir kendi saba­ sını kuvvetlendirm ek ve genişletm ek için sav a ş'a r yaptığı şarka gözlerini dikmiş olduğun­ dan, Şalâb al-D in A yyü bi 'nin haçlılara karşı o devirlerde başlıca seferlerine giriştiği garba pek a'âk a duymuyordu. Şalâh al-D in A yyü bi 'nin devamlı itirazlarına rağmen, ona büyük yardım kuvvetleri göndermiyordu. Halifeliğin dünyevî kudretini ihya etmek ga­ yesinde müstakil olarak, al-N âşir aynı za ­ manda ısiâmın dahilen bir birliğe kavuşm ası­ nı da istemiş olmalıdır. Kendisi imâmî temâyüllü şiîliği ( on iki imâm mezhebi şi’îliği ) iltizâm etm ekte ve 'A l i tarafdariarını sarayına celbetm ekte iıü. Böylece, A bbâsîler ile 'A li taraf darlarının iddialarını kendi nefsinde top­ lamak istediği sanılmaktadır. A yrıca, haşşâşînden müfrit ismâüî tem âyüllüier ile de bir anlaşm aya varm ağa ça lışm ıştır: nitekim, 608 ( 1211/1212 ) senesinde, ismâiiîlerin büyük rei­ si K asan III. imamlık iddialarından vazgeç­ miş ve A b b asî halîfesine sadâkat yemini et­ miştir. a î-N âşir'ın Futuvva[ b. bk.J'yi bir te ş­ kilâta bağlayıp, kendi şahsı etrafında topiamak maksadı ile sarfettiği gayretlerin ken­ di siyâsî hedefleri ile sıkı bir münâsebeti olmalı idi: 578 (1182/1183) senesinde, Şayh 'A b d al-Cabbâr b. Şâlih vâsıtası ile, futuvva cem iyetine kabul olunmuştur. Sonradan bu teşekküllerden ancak kendi şahsî idâresine itâat edenleri yaşatm ıştır. Futuvva 'y e kabüi yolu ile, sonradan İslâm dünyasının hükümdarları ile sıkı bağlar kurdu ki, bu hü­ kümdarlar ona bundan böyle cemiyetin rei­ si gözü ile bakmışlardır ( vekâyînâm eeiler bu hâdiseleri 6 0 7 = 12 10 senesinde gösterm ekte­ dirler ). Ibn al-Furât, halîfenin murahhası hu­ zurunda bir hükümdarın cemâate girmesinin hâricî bir alâmeti olarak, hii'at giyişini tas­ lar etm ektedir ( bunun tafsilâtı J. v. Ham­ mer, J A , 1855, seri VI, V , 285 v d. 'nda gös­ terilm iştir), Halîfenin cem iyet ezalarından bi­



n



rinin katli münâsebeti ile, 9 safer 604 ( 4 e y lü l 1207) ta rih in d e İsra r e ttiğ i v e P . K a h l e ’ nin O p p e n h e im -F e stsch rift 't e y a y ın la d ığ ı ferm an, h alîfen in F u tu v v a cem iyetin e ta tb ik e ttiğ i s ı­ kı nizam h a k k ın d a , bize a ç ık b ir fik ir v e r ­ m ekted ir.



al-Nâşİr, 622 senesi ramazanının son gecesin­ de (6 teşrin I. 1225), aş.-yk. 70 yaşlarında olmuştur. Ibn a l-A ş ir halîfeyi teb'alarına karşı müstebit, kararlarında sebatsız olarak tasvir eder. F u tu v v a 'y e karşı olan büyük sevgisi ve cemiyetin beden hareketleri sahasındaki faali­ yeti ( o k atışları, posta güvercini yetiştirm e) ona garip bir heves gibi görünmektedir. İbn a l-T ik ta k â bu halîfenin tehindedir Onu hü­ kümet işlerinin ifâsında yorulm ak bilmez bir kimse olarak tasvir etm ekte ve kurduğu zen­ gin vakıflar ve aynı zamanda paraya düşkün­ lüğü üzerinde durmaktadır. O rta çağın bir İs­ lâm hükümdarının böyle bir töhm et altında bulunması, umumiyet e, onun sağlam ve ted ­ birli bir mâlî siyâset gütmüş olduğunu tazammun eder. A y rıca , halîfe, moğullar ile ittifak yaptığı için, tenkit olunmakta ve moğul taarruz­ larının İslâm memleketlerinde sebep olduğu müthiş felâketlerin de mes'ûlü sayılm aktadır K itabelerden öğrendiğim ize göre, Bagdad 'dakı Tılsım kapısı ( 6 1 8 = 1221/1222 'd e yapıl­ mış olup, türk kuvvetlerinin B agdad ’i terki sırasında, 1917 'deki bir infilâk neticesinde, ha­ rap olm uştur) ve Sâm arrâ 'daki Ğ a y b a i a l. M ahdi, al-Nâşir devrine aittir. Bu iki yapı da, al-N âşir'ın siyâsî emelleri hakkında bize bü­ yük ve alâkaya değer bilgiler verm ektedir: bir şi’î mabedi olduğu açıkça belli olan şar'i tefrikinden çok nazarim 'am ali tefrikine daha âşinâ idiler. 'A k l umu­ miyetle mutezile sisteminin temeli olarak bii [inmektedir, Z ayd i al-Kâsim ( h. III. asır baş­ larında ) d a aklı üşül ’ü arasında zikrediyordu; 'a k l, K ur’an ve sunna ( R. Strothmann, D ie Literatür der Zaiditen, Isl., 1 9 u , II, 54). N azar fik h ’ ta r a y ve kiyâs gibi bir bid’at tela kkî edilmiştir. Hanbelî mezhebi nazar ’ın benimsenmesine muarızdır; fak at bu mezhebin en büyük mümessili İbn Hazm, tereddütsüz olarak, 'a k l ’1 — tabi'î A lla h tarafından yara­ tılmış ve tâyin ve tesbit edilmiş 'a k l ’ı — bilgi kaynağı olarak kabûl etmektedir. K ur’an ssnno



nazar.



ve icm â ' ' ı kabûl ettiren körü-körüne bir inanç telakkilerini gözden geçirm ektedir. Ona göre, ( t a k lid ) , meebûlden netice çıkarma ( k iyâs ) S— 3 gurup ile bütün bilgileri { m a'arif ) zaı ûrî d eğil,1 tamamen kat’î ve emin bir ilimdir İbn ( iitirSr, yâni akıl ile verilmiş veya verilme­ Hazm hiç bir şey üzerinde şu husûs üzerinde miş) telakkî etm ektedir; Öyle ki, nazar ve olduğu kadar isrâr ile durmamaktadır : hiss ve kiyâs onlara hiç bir şey ekleyem em ektedir; ‘ak l yolu ile idrâkten başka yakîne götüren gerek bunlar, gerekse bütün ilmi A llahı re­ yol yoktur. Hisler ile idrâki diğerlerine tercih sulüne ve imâna ircâ eden 8 gurup burada etm ekte, Öyle ki, 1a k l yolu ile idrâke altıncı biribirinden ayrılmaktadır. Diğer 4 gurup bir idrâk demektedir ( Kitâb a l-fa şl. 1, 4— 7 ). İbn nevî müktesep ilim ( her iki şıkta da Allahı Hazm ’111 daha derin bir tetkike ihtiyaç gös­ idrâk bahis mevzuudur) kabûl etm ektedir: teren felsefî tutumu yunan intihâbiye ( istilâ- 4- gurup ( Hişâm b, at-Hakam 'in aşhâb '1 ) i y e ) mesleğini hatırlatm aktadır; bu mesleğe nazar va ’l-istid tâ l; 5. gurup ( al-Hasan b. göre, bütün insan bilgisi gerek hisler ile idrâk­ M üsâ) belki daha doğru olarak tâyini müm­ ten, gerek aklî hadsten ge lir; yahut da isbat kün olmayan bir nevî kasb ( krş. bu kasb vâsıtası ile bu kaynaklardan doğar. Fakat bir ile muahhar eş’arîlerin kasb a l-a fâ l 'i ); 6. çoklan his ve akıla dayanan idrâk yolıı ile ve 7. gurup (is im s iz) da, 'a k l ’m şehâdetine doğrudan-doğruya u'sşdan yakın üzerinde dur­ ( âııcctf) müsteniden nazar va ’ l-kiyâs yolu makta, isbat yolunu ise güç ve şüpheli bul­ ile. Bir başka yerde de ( s . 144), nazar ’sız m aktadırlar, Bu ' sebepten, stoyacılara göre, imânın mürcieııin bir kısmına göre, tam imân umûmun iti'fâk ı (icm ff ve içtim a1’1 ), hakikate sayılmadığı kaydolunmaktadır. Allahı idrâk ulaştıran kat’ı bir kıstas telakki o'unmaktadır. hususundaki insan aklının bir kaynak ( veya A n ca k , ittifak olmadığı takdirde işi derinleş­ usûl ) olarak, ilk defa eş'arîlerce değil, da­ tirmek lâzımdır. Fakat intihâbiyecilerin ikili lla önceleri muhtelif mezheplerce de nazar-ı bilgi telakkisi ( hiss X 'a k l) isiâm iyette yeni- itibâra alındığını isbat etmek için, A ş:ari ’n;n eflâtuncu metafiziğe ve A risto mantığına ‘ akli kendisi şüphesiz ki, en iyi bir şâhid olarak vahdetiyenin ( monisme) girmesi ile büyük öl­ gösterilebilir. Nazar, çok muhtemel oVrak ( fı­ çüde değişikliğe uğradı. H akikatte insan bil­ kıhtaki ra'y gibi ), aklını işleten bir kelâmgisinde muhtelif safhalar biri birinden ayırde- cının zihin faaliyetini ifâde etm ekte idi ( nazar dilmekte ise de, hakîkî ilmin ancak aklî hads yanında, müteradif olarak, bahş, hads, ra'y, ve akim aracı faaliyeti ile mümkün olacağı fahş. fik r , fık ra , tafakkıır, ta'ammul, talab-, kabû! olunmakta idi. Yeni-efıâtunculaıa göre, belki daha başkaları da kullanılm akta i d i). hadîs ( nazar, b aşar ) esâs idi. Şurası kayda Burada kullanılan mantıkî usuller ( burada bel­ değer ki, yeni-eflâtuııcu A risto kelâmında Thé­ ki yine müteradif o la ra k ) kiyâs (k ıy a s yolu ologie' des A ristoteles {s.rs.p. ıışr. Dieterici, s. ile istihrâc ) ve istidlaldir ( emareler ile isbat ). 163) 011un ağzından şöyle söylenmektedir: „E f­ Fıkıhta (k rş . mad. usul a l-fikh : J. Schacht lâtun bi-nazar al- akl ( hads ) olan her şeyi ve Sııouck Hurgroııje, Verspr, Gesthr,, II, 140 bi-m antik va-kiyâs telakkî etm ekte“ i di; yâni v.d.) ve tıptaki kiyâs ( bk. M as'üdi, Paris, 1861 Eflâtun İlâhî bir varlık olarak bizzat A llah ve — 1877, 3V, 40; VII, 172 v. dd.) hakkında bil­ akl-ı mahz gibi her şeyi derhâl idrâk eder. diklerimize dayanarak, belki ekseriya çok indî Naşar, doğrudan-doğruya meşhur ( nazar., ba­ bir şekilde kullanılmış olan istikrar-istidlâldeıı şa r ) manasında, ilâ ve bâzı yerde de f i ile mürekkep bir usûl düşünebiliriz. Ekseriyâ bir­ terkip olunmuştur. N azar f i , yâni insan a k ­ birine sathî olarak benzetilen Hâllerin ( krş. lının bîivâsıta in'ikâsı için ilahiyat umumiyetle Mafâtl!} al- ulum, nşr. v. Vloten, s. 8 v.d.) illeti tercihan fik r ve rav iy a kelimelerini kullan­ ( 'illa ) , yâni hakikî sebebi ( ca u sa ) değil, son­ makta- ve ruhumuzun bağlı olduğu hisler dün­ raki hâllerin yer alabileceği yüksek bir usu! yasına da ‘âlâm al-fik ra va ’l-ravîya demekte veya ııe v ’î anlayışı içinde aklî temeli ’( ratio ) idi. İlahiyatı alan İslâm mutasavvıfları ruhî j aranmakta idi. G erek A risto, gerekse islâmihadsi ifâde etmek için bilhassa n azar kelime- ! yettekl muakkipleri ( F arâbi v.b.) için istid­ sini kullanmışlardır ( krş. L. Massignon E ssa i lalin husûsî bir mânası var idi : onlar iîüyete, sur les origines du lesique technique de la hattâ mücerred düşüncenin yaratıcı faaliyetine inanıyorlardı. Fakat islim kelâmcıîarının, fıkılımystique musulmane. Paris 1923 Index ). F a k a t k e l â m ilm inde, n àzar kelim esi, dinî çılarının ve tabiplerinin çoğu bu kadar ile­ m ezh ep lerd e cede! m ânasını a lm ıştır. M an tıkî ri gitmemekte idiler. A ncak eş’arîîerde nazar usûlü sathî bir anlayış ile kalâm ilmine girdi d e lille rin ilk d e fa ş i'a tarafın d an usul al-din ve kalâm ilmi de 'ilm al-nazar va 'l-istidlâl a rasın a k a b û l ¿d ild iği sa n ılm a kta d ır. a l-A ş 'a r i M akâlât ( nşr, R itte r, I 51 v.d ) 'm d a f i ’l-nazar olarak târif olundu', Önce ekseriyet tarafın­ %>a ’l-k~iyös,ravâfiz ’ın 8. gurubunun m uhtelif dan reddedilen, sonra'yavaş-yâvaş râfızî'ere v'



NAZAR -



NAZIM.



„stilistlere" karşı bir mücâdele silâhı olarak Sonra, iktisap yolu bakımından, *ulam naza. müsamaha edilen ve kullanılan nazar, nihayet r :y a ‘s i 4 kısma ayrılıyor: siimıî mektep tarafından dinî bir vecibe ola­ 1. istidlal bi 'l- akl min cihat al-kiyâs va rak kabûl olundu. ’ l-naşar (n azari kelâm ilm i); Şimdi umûmî olarak, 'ulûm nazari ya mefhu­ 2. m alûm min cihat al-tacârib va ’l.'âdât muna dönelim. FSrâbi ( ölm. 930) ayrı bir ( msl. tıp ) ; eserde ( İ ks S al-ulSm . Kahire, ts.) nazarî ilim­ 3. madam min cihat al-şar ( f ık ıh ) ; leri felsefî bakımdan kısımlara ayırmıştır ki, 4. ma'lûm min cihat al-ühâm ( kehânet ilmi ). bu sonraki taksim lere örnek olmuştur. A risto F â râb i 'nin ’ a k l ’a dayanan vahdetiye telakmantığını ilk ele alan odur, bu sebepten, onun kîs’nc nazaran, bu taksim hayli istifaya k a ç­ fe'sefî mektebine m aniikiyün mektebi denil­ mıştır. Fakat XI. asırdan XIII. asra kadar miştir. A risto gibi Fârâbi de ‘ a k l ’m her ilmin felsefe ile kelâm ilmi, birbirine karışmamış temel prensiplerini ihtiva ettiğini ve bunların ise de, bir az y ak laşm ıştır: Fârâbi 'ye daya­ sâdece bedâlıatini kabûl etmek gerektiğini nan Ebn Sina bir m utavassıt rolü oynamıştır. ileri sürüyordu. F akat düşünce ve isbat yolu C a zzâ lî, eflatuncu m utasavvıfların nazar ilâ bedihî olmayana götürür ki, bunun en yüksek 'sim, akılcı mütefekkirlerin nazar f i ’si İle uz­ noktası, yâni isbat edici delili ( burhan ) „tahül.i laştırmağa çalışmıştır. Fahr a!-Din al-Râzi de burhan" ’da izah edilmiştir. Bütün ilim şubeleri kelâmcı seleflerinden çok daha geniş ölçüde, bu yüksek noktadan başlamak sureti ile ele A risto mantığının isbat usûllerini benimsemiştir. alınmalıdır. Di! bilgisi hakkında ( krş. S to y a ) B i b l i y o g r a f y a - . Bağdadi için bk. bir kaç mülâhazadan sonra, önce ve etraflı A. j . W ensinek, The Müslim Creed ( Camolarak, mantık — felsefenin bir kısmı veya bir hridge, 1932 ), s 250— 264 ; îbn Sin â, Afcsâm bölümü oluşu mühim değildir — ele alınma­ al-ıdüm al- akliya ( Macmü' at al-rasâ'it, K a ­ lıdır. T a b i’îdir ki, mantık kendine hâs bir ga­ hire, 1328, s, 229 v .d .; bk. bir de Tis‘ rayesi olan bir nazar 'dır. Ondan sonra, fizik, sn il, İstanbul, 1298, s. 71 v.d.); G azzâli, riyaziye, asıl ve tâiî şubeleri ile birlikte, me­ İhya' (K ah ire, 1322), III, 13 v. d d .; M f yâr tafizik gelmektedir. Bunlanıı her biri bir na­ a l-ilm f i ’l-m antik (K ah ire, 1329); M ıiöric zdı-'dır. Fakat, mâl. fizik ilimleri arasında tıbal-kııds f i mııdâric ma'rifat al-nafs ( Kahire, bııı, riyâzî ilimler arasında da, musikînin aynı 1927 ); R âzi için krş. M. Horten, D îe p hilo­ zamanda hem umûmî, hem nazarî bîr ilim ol­ sophischen Ansichten von Râzi and Tıısi duğu kaydolunmaktadır. F akat, mantık gibi, (Bonn, 1910 . ( T j . DE BoER.) metafizik de sırf nazarîdir. Son olarak, A ris­ N A Z A R E T H . [ Bk. n ÂSIr a .) to ’ııun amelî dediği ahlâk, iktisat ve siyâset N Â Z IM . NÂZİM , t ü r k ş â i r , e d i p v e siyâsî ilimler adı altında toplanmış ve fik h tle s a n’a t a d a m l a r ı n d a n bazılarının kalâm da onlara ilâve edilmiştir. Fârâbi, fikh m a h l a s ı olup, başlıcaları tarih sırası ile, iimi ile katanı san’atmın ( jin â 'a ) kısmen rey­ şunlardır -. ler ( ara ), kısmen de fiiller ( a f 'â l ) ile meş­ 1. NÂzim M u s t a f a E fen d i (? — 1696 ), X V II. gul olduğunu kaydetmektedir. asır şâir ve bestekârlarm dandır; yeniçeri efen ­ Bu felsefî taksim ile eş'arî kelâmcısı ;A bd disi (k â tib i) Yeııibahçe 'ii Ö rdek İsmail E fen ­ al-Kâhir b. Tâhir al-Bağdâdi ( ölm. 1037/1038) di 'niıı oğlu olarak, İstanbul 'da dünyaya gel­ ’ ııin uşul al-din ’indeki İstanbul, 1928, s. 8 — ■ miştir. Nâzım Efendi gençliğinde iyi bir tahsil J4 1 ) taksimi karşılaştıralım. İlâhî Tanrının il­ ve terbiye gördükten sonra, yeniçeri kalemine mi ile diğer canlı varlıkların ilmi birbirinden girmiş ve liyâkatini isbat edip, bütün derece­ ayırt edildikten sonra, bu sonuncu şu şubelere leri geçerek, baş-halîfeiiğe yükselmiştir. Mustafa ayrılmaktadır : II.'nın Avusturya seferinde bulunan Nâzım I.



Zaruri



(zarûrî. doğrudan-doğruya bedihî) 1. badihi



2. hissi



( iç ve dış idrâk ) 11. mııktasctb( |



1. akliya



ulûm nazarı y a ) 2. şar iya



j



{akıl ve şerîat yolu île varılan bilgi)



Osıııanlı ordusu ile avdet ederek, Belgrad 'da yeniçeri efendiliğine tâyin olunmuş ( Râşid, U 351 ), çok geçmeden aynı şehirde vefat etm iş­ tir ( 1 1 0 7 — 1696). Asrının san'at adamları ara­ sında oldukça geniş bîr şöhrete sâhip bulundu, ğuııu bildiğimiz Nâzım hakkında Safâî, Sâlim, Beiîg ve Es 'ad [ b. bk.] gibi tezkireciler sitayişti bir lisan kullanırlar. Bazıları ( bilhassa Safâî ve B e lîg ) ondan bir hayli manzûm parçalar da nakletmişlerdir. Belîg 'in ifâdesine göre, Nâzım 'ııı mürettep divânı vardır ( krş. S ic ill-i osnıânî, IV , 534). Tezkirelerdeki şiirlerinden



138



NÂZIM.



N âzım ’m daha ziyâde Nâbî tarzını tâkip etti­ ği anlaşılır. Kendisinin şiirden başka musil» ile de uğraştığı ve sesinin güze! olduğu söylenilm ektedir. E s 'a d Efendi ( Atrab al-âşâr, 78b, 79“ ) onun musikî üstadlarından ders gördü­ ğünü ve muhtelif eserlerinden başka, hüseynî­ den güzel bir murabba bestelediğini kaydeder. Nâzım 'ın kardeşi kalyonlar defterdarı Osman Hamdî (olm . 1132— 1720) de şâir ve tanınmış bir hattat idi.



kapılanmak ve kitap istinsah etm ekle geçinmiş, Kırım hanlarından Hacı Selim G iray, medhini işittiği Nâzım Efendi ’yi dâvet ite, onu çocuk­ larına muallim tâyin etmiş idi (Sâlim , T ezkire, s. 239 ). T âlik yazıyı Siyâhî Ahm ed Efendi 'den meşkeden bu zât, sülüs ve nesihte de maharet sahibi idi. Divânının kendi hattı ile olan bir nüshasından güzel tâlik yazdığı anlaşılm akta­ dır. N âbî te’sirinin büküm sürdüğü bu devir­ de yaşayan ve bu şâiri pek beğendiği onun B ibliy o g rafy a: Safâî, T ezkire iki gazelini tahmis etmesinden de anlaşılan ( T Y ., husûsî kütüp., 227«—b ) ; Salim, T ezkire Nâzım, daha ziyâde, gazel ve rubâî şekillerini (İstanbul, 13 15), s. 639; Belîg, Nuhbat al- tercih ederdi. Divânında 5 kasideye mukabil, aşar ( Üniv. kütüp., T Y., nr. 1182, 95M ; 151 türkçe, 8 farsça gazeli, ayrıca 26 türkçe, Şeyhülislâm Es ’ad, A trab al-âşâr ( Üniv. 7 farsça rubâîsi vard ır; tarihlerinin sayısı 1 0 'dur. N âzım ’ın elimizdeki divânını 110 9 ’da kütüp., T Y ., nr. 2329, göst. yer.) ; Müstakîmzâde Süleyman Sâdeddin, Tahfa-t ha t tâ tin tertip ettiği ve bu tarihten sonra bir kaç se­ (İstanbul, 1928), s. 298. Garp müelliflerinin ne daha yaşadığı düşünülürse, başka şiirleri de Nâzım hakkında verdikleri malûmat çok ha- olduğuna hükmetmek lâzım gelir. Nitekim Be­ tâlidir t Hammer-Purgstall, C eschichte der lîg ( Nuhbat al-âşâr, 95b— 97a) ’in yaptığı na­ osm anischen D ichtkıınst (P eşte, 1837), III, killer arasında divânında bulunmayan bir ka­ $72 — 5 7 b ’da Nâzım Ele Nazîm [b . b k .]’i sidesi ile gazellerinden alınmış beyitler vardır. birbirine karıştırıp, birincisinin hâl tercüN âzım ’ in nüktedân bir şâir olduğu, arapça' meşini yazdıktan sonra, İkincisinin bâzı şiir­ da da akranı arasında temayüz ettiği söylen­ lerini ( 8 şiirden yalnız birinin Nâzım ’a âit mektedir ( Şeyhî, VakâyV a l-fu ia lâ ', Univ. olduğu görülüyor ) tercüme etmiş ve Nâzını kütüp., T Y ., nr. 3216, s. 436 v .d .; S ic ill-i os'ın şairliği hakkmdakİ hükmü bu şiirlerden m ân f, VI, 53S }. Nâzım Mehmed Efendi Ç a ta l­ anlaşılacak mânaya bırakmış, buradan da ca nahiyesi dâhilinde, H an-Çiftliği denmekle meşhûr çiftlikte, ı ı 16 (17 0 4 ) senesinde vefat Nâzım 'm dinî bir şâir olduğu iddiası ortaya çıkm ıştır. G . Flügel ’in meşhûr katalogunda etm iştir. ( M . C a VID B A Y S U N .) ( III, 664 v.d.) aynı hatâya düştüğü, Divân-ı 3. NÂZIM, NÂBÎ-zâDE (1863 ’ — 1893) ro ­ N azîm 'e dâir mâlûmat verirken, Nâzım 'm manları, küçük hikâyeleri ile meşhûr bir Oshâl tercümesine âit kayıtlarından anlaşılır. m a n i i ş â i r ve m u h a r r i r i d i r . İstanbul­ Bu iki me’hazm te’siri altında kalan Th. lu N âbî Efendi ’ nin oğlu Ahm ed Nâzım, ta k ­ Menzel ( E l, bk, mad. NÂZIM ) aynı hatâları riben 1863 ’te İstanbul ’ da doğdu. Yâdigârlatekrarlam aktan başka bir şey yapmamıştır. rtm 'da, annesini hiç görmediğini, babasının Menzel 'in diğer bir me’hazını teşkil eden haşinliği yüzünden, amcasında, yazları Rumeli­ K. J. Basmadjian ( Essai sar V H isioire de la hisarı ’ nda oturan üvey ağabeyisinin yalısında Littérature Ottomane, İstanbul, 1910 ), İs­ kaldığım, sokakta ve kahve peykelerinde uyu­ duğu zamanlar da olduğunu kendisi kaydeder, tanbul ’da basılmış 500 sahifelik bir eser Tophâne’deki Sibyan, Feyziye mektebi ile Be­ olan Nazîm divânım N âzım 'a mâl etmiştir. ( M. C a v îd B a y s u n .) şiktaş askerî rüşdiyesinî bitirip, 1878 'de Mü2. NÂZIM Mehmed (7 — 1704), X V II, — X V III.hendishâne-i berrî-İ hümâyûn’dan mezün olduk­ asır t ü r k ş â i ı ve h a t t a t l a r ı n d a n tan sonra, bunun yüksek kısmına, 1884 ’te, topçu olup, İstanbul’da doğmuş, medrese tahsilini mülâzim-i sânîliği ile erkân-ı harp sınıfına a y ­ ikmâl ile Ebû Said-zâde Feyzullah Efendi rılarak, Mekteb-i harbiye ’ye girmiştir. Nâzım { şeyhülislâm ) 'den mülâzim olarak tedris mes­ 1886 ’da, yüzbaşı rütbesi ile burayı bitirdikten leğine girmiş, 40 akçelik müderrisliğe kadar 2 yı! sonra kol-ağası oldu ; 1889 ’da Dâire-i erçıkmıştır. Medresesinden azîolununea, tedris kân-ı h a rb iy e 'y e nakl ile, bir ara S u riy e ’ye de hayatından ayrılan Nâzım Efendi mânen yük­ vazife ile gidip-gelmiş idi. Dördüncü rütbeden selmeği maddî şeylere tercih eder ve kılık, mecidî nişanı alan Nâbî-zâde Nâzım, 1891 'de kıyafetine ehemmiyet vermez, perîşan bir hâl­ evlenmiş ise de, saadeti kısa sürmüş, kemik de gezerdi. Bundan dolayı, kendisine kirli Nâ­ vereminden bir yıla yakın H aydarpaşa hasiazım denildiği gibi, divânındaki bir kayıttan bânesinde yattığın dan, ölümünü bildiren yazı­ anlaşıldığına göre, „Nâzım-ı bî intizam " da ları görmek bedbahtlığına da uğrayarak ( Maâ­ denilirdi. Daha ziyâde K ara Nâzım diye meş­ r if mecm., V , nr. 91, 6 nisan 1309), 5 ağrrhûr olan bu şâir bâzı büyüklere hoca olarak tos 1893’te vefat etmiştir. Mezarı Üsküdar 1



NÂZIM . Miskinler tekkesinden Saraçlar çeşmesine gi­ den cadde üzerindeki kabristandadır. Talebe iken, mevzuu basit bir aşk macerası olan H oşnişîn adlı manzum tiyatrosu Cerîde-i havâdis 'te tefrika olunan (1883, nr. 4581 v.d.) Nâbî-zâde Nâzım, bilhassa Mir ’ ât-ı âlem, Man­ zara, Berk mecmualarında, Tercümân-ı ha­ kikat ’ te manzum ve mensur bir çok yazılarım , bu arada Victor Hugo ’dan tercüme Mektep­ ten avdet hikâyesini de neşretmiştir. İlk şiir kitabı H eves ettim ( İstanbul, 1302 ) 'deki man. zûmelcrinde Fuzulî, Nedîm. Şeyh G âlib, kısmen Ş ’nâsî, Reeâî-zâde Ekrem, Nâcî ve Hâmid te'siri hâkimdir „ H eves ettim benim değil­ d ir“ diyen Nâbî-zâde Nâzım ’1, bu kitabındaki şiirleri ile, hakikaten şahsiyeti teşekkül etmiş bir şâir olarak göremeyiz ; bununla beraber, Mehmed II. ’in türbesine asılmak için yazdığı Fâtih, resimleri tasvir, fahrtyeler ile istihza, A lfred de Musset ile A ndré Chénier, M atthew A r n o ld ’dan tercüme ettiği manzûnieleri yenil:ğe meylini gösterir, M ini-m ini yahut Yine heves ettim ( İstanbul, 1303 ) 'de, aşktan ziyâ­ de tabiata âit, felsefî mevzuda, halk şâirleri teksirinde, Reeâî-zâde E krem ’e naziresine K öh­ ne zem in adı verdiği daha yeni manzumeleri vardır. Nâbî-zâde, hâtıralarından da bahsettiği Yadigârlarım (İstanbul. 1303) adlı hikâyesi­ nin neşrini müteakip, dört yıllık bir durakla­ madan sonra, karşımıza velûd bir nâsir olarak çtkar. Cebr-ı âlâ, İstihkâmât-ı hafiye hocalığı dolayısı ile hazırladığı M esâil-i riyaziye, İda­ diler için muhtasar yeni kimya, hikâyelerin­ den Zavallı kız ve bir rûm dilberi ile bir türk gencinin hazin aşkını tahlil ettiği Bir hâtıra ( İstanbul, 1307 ), aynı yılda basılmış, Servet-i fü n û n ’daki neşriyatına da bu sırada başlam ıştır, 6u mecmuanın ilk edebî muhar­ riri N âbî-zâde N âzım ’dır ; çünkü ilk hikâyesi ( Seyyİe-i tesâmiih, nr. 1, 14 m art 1307 v.d.), ilk edebî makaleleri ( Tahlilât-ı edebiye, I. Fu­ zuli, II. Nedim , nr. 1 — 2, 6), su taşımaktan kolları ^yorulmuş kiiçük bir kız resminden mülhem /e onun ağzından tertip edilmiş, yeni tarzda ilk şiir ( nr. 5 ), tefrika edilen ilk roman Zehrâ, nr, 234 — 272, 4 kânûn II. 1 3 u — j6 mayıs 131c) onun tarafından yazılm ıştır. 1863’ie 17 yaşında bir mekteplinin yazm ak­ ta olduğu bir roman imiş gibi tertiplenen Seyyie-i tesâmiih ( İstanbul, 1308 ) ’te o devir ıomanlarındaki vak’aîar, Çam lıca tasvirleri, bunlara yazılan takrizler v.b. edebî şeylere dâir tenkidi fikirlere yer verilmiştir. Esâsını aşkın ulviyet mi, bir hevesten ibaret mi oldu­ ğu meselesi hakkında münâkaşaların teşkil «ttiği Sevdâ ; mes’ut bir âile yuvasının nasıl kıldığını canlandıran Hâlâ g ü z e l; kırkını



139



aşmış ve iki çocuklu bir âile reisinin 12 yaşın­ da bir çocuğa aşkının, nefsi ile mücâdelesinin tahlil olunduğu Hasba, A sır kütüphanesi hikâ­ ye ve romanları serisinde, aynı yılda basılmış­ tır ( İstanbul, 1308 ). En başarılı hikâyesi ola­ rak, önsözünde realizm ve natüvalizmin fuhşiyâta âit şeyler olduğu hakkındaki inancın yanlışlığını tasrih maksadı ile yazdığını izah ettiği Kara Bibik ( İstanbul, 1308, ¡944 ) ’İ gös­ terebiliriz; bu hikâyenin kahramanlarını, hayat şartlarını ve ıztıraplarmı anlattığı köylü ve çiftçiler teşkil e d e r; onları kendi şiveleri ite konuşturduğu için, bu eserine bir lügatçe de ilâve olunmuştur, ölüm ünden sonra Mahmud S â d ık 'in müellif ve eseri hakkında bir maka­ lesini müteakip, Servet-i fü n û n 'd a tefrika edilen Zehrâ ( İstanbul, 1312. M. Nihad Özön ’ün önsözü ile, İstanbul, 1952 ) kahramanları bakımından bir az tanzimat romanlarına ben­ zerse de, vak’adan çok rûh hâlleri ve bunları meydana getiren sebepler üzerinde durulması, Boğaziçi v.b. mahallî tasvirlere, tulumbacıla­ rın hayatlarına, konuşma tarzlarına ve rum, arap şiveleri ile muvaffakiyetli muhaverelere yer verilmesi, objektif bir usûl tâkip edilmesi bakımından, onlardan ayrılır. Nâbî-zâde Nâzım ’in M ini-m ini mektepli ( İs­ tanbul, 1308) adlı kıraat kitabının metinleri kendi tarafından yazılmış, nasıl okutulup tah­ lil edileceği de izah olunmuştur. Hind, Acem, Mısır, İskandinav, Roma ve Yunan mitoloji kahramanlarına dâir bilgi verdiği Esâtir (İs ­ tanbul, 1310) ve aynaların nevileri ve kulla­ nıldığı yerlerden bahis A yİneler ( İstanbul, 1 3 1 0 ) ’! bir zât ile beraber hazırlamış, tâbüıı İhmâli yüzünden bir cüz’ ü basılabilen Katra adlı fennî lügatini müteakip, Terciimân-ı ha­ kikat 'te Râvî mahlası ile fennî makaleleri de çıkmıştır. Nesir kısmına F u zû li divânı mukad­ dimesinden, nazım kısmına Nedîm ’in bir ka­ sidesinden aldığı parça ile başladığı Müs&baka adlı basılmamış eserinde, bunların yaşadığı asır nâsir ve şâirleri tarafından yazılmış gibi tertip ettiği nazîreiereyer verdiğinden, üslûplarını tak­ litteki başarısından bahsedilir. Nâbî-zâde Nâzım, M ini-m ini ile Kara bibik adlı eserlerinde Münâkaşa-i edebiye, Sevdâ zarfı, Benim bahçem, N iğbolu yahut iftihar, Küçük fakat sahih bir raman, A şk, Garp eserlerine mahsus terâcim-i âsâr, Yeni kozm ografya, tntikadât, Rom anla­ rım ız : 1. Vah ( Ahm ed. Midhat ’m ), F uzûlt ’den intihâb&t-ı bedâyt, Â sâr-1 per&kende, Hayat ve insan adlı eserlerinin basılmak üzere oldu­ ğunu bildiriyorsa da, bunlar neşredilmiş değil­ dir. M irsad ve M aârif mecmuasındaki son şiirleri de dağınık hâlde kalmış, bir arkadaş top­ lantısındaki mtısikî münâkaşalarını, kendisine



140



NÂZIM -



NÂZIM FERRU H HÜSEYNİ.



âit bir çok şiirleri de içine alan Sohbet-i şebâne isimli hikâyesi, ölümünden sonra, Servet-i fiinûn ’da basılmıştır ( LIX, nr. 1535, 15 kânûn II. 1936 ). Zekî, hassas, alıngan ve bedbin bir rnizâca sahip olan Nâbî-zâde Nâzım 'in Mehmed Celâl, doğuştan şâir ; A li Kemâl, istidadını muhtelif sahalara dağıtm akla beraber, iyi bir hikayeci olduğu fikrindedirler. Muallim Nâcî, vezin ve di! bakımından, şiirlerini selis bulur. Onun ta ­ rafından bir şiirinin düzeltilmesini şeref sayan A li Nusret, bir manzumesine de n azire yazm ış­ tır ( Şakab, İstanbul, 1306, s. 34, 37). Hâlâ söylenilen meşhur şarkısı Recâî-zâde tarafın­ dan hissî şiire örnek alınan ( Üçüncü Z em ze­ me, İstanbul, 1301, s. 12 ), kendisini yakından tanıyan, konuşmasını, tavırlarını, giyinişini, şiir okuyuşunu canlandıran Ahmed R âsim 'e garp eserlerini taklidi tavsiye eden, 30 yaşların­ da vefatına rağmen, elimizde 18 eseri bulu­ nan N âbî-zâde Nâzım, edebiyat-ı cedîdenin te­ şekkülü sırasında roman ve küçük hikâyeleri, yeni tarz şiirleri ile türk edebiyatında bir dö­ nüm noktası vücûda getirmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Faydalandığım ız kendi eserlerinden ve makalede bahsedi­ lenlerden başka bk. Mustafa Reşid, Bediiyi '-ü l inşa ( İstanbul, 1302 ), s. 44 v.d. ( husûsî mektupları ve M alherbe'den bîr tercüm esi); M. Nâcî, Muallim (İstanbul, 1303), s. 24, 48, 70 v .d .; M. Celâl, Mııâsır şâirlerim iz : 1. Nâbî-zâde Nâzım { M aârif mecm., nr. 138, 9 haziran 1 310) ; Nâbî-zâde N â zım 'm metrâkât-ı kalem iyesinden ( ayn. mecm., nr. 157, 3 teşrin II. 1 3 1 0) ; Nâbî-zâde Nâzım ( H a zîn e-i fü n û n , V , nr. 7, 12 ağustos 1309 ); Nâbî-zâde Nâzım ( Servet-i fü n û n , nr. 127, 1000, s ağustos 1309, 22 temmuz 1326); A li Kemâl, Sorbonne D âr-ül-fünânu’ nda edebiyat-ı hakikiye dersleri (İstanbul, 1330), s. 189 v .d .; A . Râsim, Muharrir, şâir, edib ( İstanbul, 1924 ), s. 87, 107 v .d .; Ahmed Ihsan, Matbuat hâtıralarım (İstanbul, 1930), I, 78; M. Kemâl İnal, Son asır türk şâirleri (İstan b u l, 1938), VI, 1139 v.d.



. konsoloshanesi baş-tercümanhğmda bulunduk­ tan sonra, Ü sküdar'da kitapçılık eden ve 24 sahifelik nâtaman bir divânçe ( İstanbul, 1308) yayınlayan MEHMED NÂZIM El E İDÎ 'ler vardır, Haleb, Konya, Sivas ve Selanik valiliklerinde bulunan MEHMED NÂZIM P a ŞA ( 1849 — 1927 ) İstanbul'da doğmuş, Rumeli beylerbeyliği paye­ sini ihrâz etmiş bir zât olup, Muhâtaba, Esrâr-ı tevhid tercüm esi, Nizâm -ül-hâs tercümesi, İbn al-F 5riz 'in Ya i ya, Mi mi ya ve R SÎya ka­ sidelerinin şerhi gibi eserlerin müellifidir. Bâzı şiirlerini Tasavvuf gibi mecmualarda neşreden Mehmed Nâzım Paşa Osmanlı devletinin son Selânik vâiisi idi. O sm anlı vezirlerinden olup, Mahreo-i akîâmdan yetiştikten sonra, bir seııe kadar Paris 'te bulunan ve avdetinde Terciımân-ı hakikat, T akvîm -i v ekayî gibi gazeteler­ de muharrirlik eden HÜSEYİN NÂZIM P A Ş A ise, zap tiye nazırlığında, Beyrut, Suriye ve Cezâyir-i Bahr-i S efîd valiliklerinde bulunmuş, 1927 ’de de vefat etm iştir; bir kaç küçük eseri ve bâzı şiirleri vardır Her iki Nâzım P a şa '«in mezarı K araca Ahm ed kabristanındadır. B i b l i y o g r a f y a : Râmiz, T ezkire ( Üniv. kütüp , TY., nr. 91, s. 256 v .d .); Fatin, Tezkire ( İstanbul, 12 71), s. 389 v. d d .; Meh­ med Süreyya, S icill-i osmânî ( İstanbul tab.), IV, 535; İbnütemin Mahmud Kemâl, Son asır türk şâirleri ( İstanbul, J938/1939), s. 1144— 1159. ( C . B.) N Â Z IM FERRU H H Ü SE YİN . N Â ZİM F A R R Ü H H U S A Y N (1607— 16 7 1), İ r a n ş âî r i. Şâh Rizâ S abzavâri nin oğlu olaııMolla Na­ zara 1016 (1607) tarihine doğru H erat ’ta doğmuş ve ömrünün büyük bir kısmını bu şehirde geçir­ miştir. H ayatı hakkında bilinen te k şey, Hindis­ tan 'a seyahat edip, Cahângirn agar şehrinde uzun müddet ikamet ettikten sonra, doğduğu şehre dönüp, 1081 (l6 7o /ı6 7i)yıh n d aö ld ü ğü d ü r. Herat beylerbeyinin saray şâiri idi. ‘ 058 ( 1648 ) ’ de başlayıp, 1072 ( 1661/1662 ) y ı ’.Vıida bitirdiği en önemli eseri sayılan Y ûsuf a Zulayhâ ad­ lı mesnevisini, bu valilerden biri olan ‘A b b âs l VII, 5550— 5559; R. Blachere, Le Co­ ran (Paris, 1947— 19 5 1),II, 41— 44, nr, 20. ( N îh ad M. Ç e t İn .) M A ZİM . [ Bk. Na z IM.) N A Z ÎM . N A Z “İM, Y a h y a (1650 ? — 1J27 ), XVII. asrın ikinci yarısı ve XVIII. asır başla­ rında, Sultan Mehmed IV „ Süleym an II., Ah* med II., M ustafa II. ve Ahm ed III. devirle­ rinde yaşamış t ü r k ş â i r ve m u s i k î ş i n a s 1 olup, İstanbul ’da Kumkapı semtinde doğ­ muştur ( Es'ad Efendi, Atrab al-âşâr, Üniv. kütüp., T Y . nr. 6204, 34“ )• Yazm a Nazîm divân­ larından birinin mukaddimesinde de, bu husus te’ y it edilerek, G ed ik p aşa’da doğup, gençli­ ğini burada geçirdiği ve bu yüzden Gedikpaş a 'îı Nazîm diye anıldığı söylenilm ekle beraber {D ivân-t Nazım , Üniv. kütüp., T Y ., nr. 2817, 2*>), A tâ Bey ( Tarih, İstanbul, 1293, IV , 151 ), me'haz göstermeden, onun kasımpaşalı olduğunu zikrediyor. Nazîm ’in doğum tarihi k a t’î olarak belli değildir. Bununla beraber, kaynakların 1139 ( 1727 ) ’da 80 yaşına yakın Öldüğünü bil­ dirmesinden, doğum tarihinin 1060 ( 1650 ) yılı civarında olduğu tahmin edilebilir. N azîm 'den bahseden bütün kaynaklar asıl ismini Y a h y a olarak zikreder. Yalnız B ursa'lı Belîg ( Nukbat al-âşar, Üniv. kütüp., T Y ., nr. 2182, 106») isminin Mustafa olduğunu ve Kürkçübaşı-zâde diye anıldığını söyler. Nûri Şeyd â Bey ( Nazîm , Sabah gazetesi, 24 temmuz 1314 ) de bu yanlışlığı tekrarlam ıştır. Şâirin kendi divânındaki bir tarihten anla­ şıldığına göre( matbû Divân, s. 144), babası 1103 (1692 "te ölen A li Ç e le b i'd ir. Annesi 1125 ( 2703 ) ’te ölmüştür ( Divân, s. 132 }. Hüseyin isminde bir de kardeşi bulunduğunu yine d iv â ­ nındaki ölüm tarihlerinden öğreniyoruz (s . 240 ). Nazîm genç yaşta Enderun ’a abnarak, burada tahsil ve terbiye görmüş, bilhassa la­ lasının teşvik ve himmeti ile, arapça ve farsça öğrenmiştir. Tahsilini bitirdikten sonra sarayda muhtelif vazifelerde bulunmuş, bu arada kilâr-İ hâssa nöbetçi-başıhğına getirilmiştir. K endi­ sine geuç yaşta şöhret te’ min eden şiir ve bilhassa musikîdeki istid at ve kabiliyeti takdir edilerek, Mehmed IV. devrinde, bir hatt-ı hü­ mâyûn ile İstanbul 'un meyve-i ter pazar-başıhğı ölünceye kadar kendisine tahsis edilmiş ve isteği ile, saraydan çırâğ edilmiştir ( Şeyhî, Vakayi' al-fuialâ’, Millet kütüp., tarih 731 — 732, III, 405; bu vazifenin şâire sadrâzam A m ea-zâde Hüseyin Paşa ’nın tavsiyesi ile,



NAZÎM. Mustafa II. veya daha sonra Ahmed Eli. tara­ fından verildiği şeklindeki değişik rivayetler için bk. A trab al-Bşâr. 34»; D ivân-ı Nazîm mukaddimesi, 2 b ). S a fâ î ve Sâtım ’in tezkirelerini yazd ık 'an 1720, 1722 tarihlerinde pazar-başıiık geliri ile geçindiğini söyleme'erinden, hayatı boyunea başka bir vazife almadığı anlaşılan Nazîm, pek de müreffeh bir ömür sürmemiştir. D ivâ­ nındaki bâzı şiirlerde ( msl. s. 331 ) yoksulluk­ tan ve 17 akçelik maaşının azlığından şikâyet ediyor. Devirlerinde yaşadığı pâdişâhlara ciiSûsiyeler, medhiyeler takdim ettiği ve muhtelif vesileler ile tarihler yazdığı gibi, Musâh'b Mustafa P aşa, Fâzıl A hm ed Paşa A m ca-zade Hüseyin Paşa, tevkiî A b d î Paşa, Râmî Paşa gibi zâtlara kasideler sunmuş, ihsan ve câtze beklemiştir. Bu arada, bilhassa Kırım hanı Hacı Selim G iray ’a husûsî bir yer verdiğine ve üst-üste medhiyeler yazdığına bakılırsa, N a zîm ’in şiir ve musikîyi seven bu handan saygı ve İlgi gördüğü, onun himayesine sı­ ğındığı anlaşılır. N a zîm ’ in, Edirne mevlevîhânesinin Neşâtî Dede ( ölm. 1674 ) tarafından tâmiri için söylediği bir tarihe bakılırsa ken­ disinin bir müddet ( Neşâtî ’ nin mevlevîhâne postnişîniiğinde bulunduğu 1670— 1674 seneleri için d e) Edirne’ de yaşadığına ve bu şehirde Edirneli Fâizî ( ötm. 1718 ) ’ nin de iştirak e tt iğ i' şuarâ meclislerinde şairliği ve musikîşinaslığt ite tanındığına hükmolunabilir. Nazîm, uzun bir ömür geçirdikten sonra, Eo yaşına yakın, cemâziyeiâhır 1x39 ( kânûn II. 1 7 2 7 )’ da ölmüştür (Ş e y h î, 111, 409; değişik tarihler için bk. Esrar Dede Tezkire, Üniv. kütüp., T Y ., nr. 1247, N eşâtî m addesi; Es’acl Efendi, ayn. esr., g öst. yer.). Ç a ğd a ş kaynak­ ların ölüm yerini zikretmemelerine karşılık, büyük bir ciid teşkil eden 5 divân sâbibi bîr şâiri tek beyiti ile tanıyan Fatin Efendi ( T ez­ kire, İstanbul, 1271, s. 31 5) onun E d irn e'd e öldüğünü söylüyor ki, bu iddiayı şüphe ile karşılam ak lâzımdır. Nuri Ş e y d a ’ nın, kaynak gösterm eden, 1137 ( 1 7 2 5 ) yılında, 65 yaşında Med:n e ’de öldüğünü ileri sürmesi de şüphe ile karşılanmalıdır. Esasen şâirin bâzı manevî işaretler ile hacca gittiğini yalnız A tâ Bey (g ö st. yer.) söylüyor. Son devirde yazılmış eserlerde ( msl. M. Süreyya, S icill-i osmânî. İstanbul, 1311, IV, 568; Bursalı M, Tahir, Osm anlı m üellifleri, İstanbul, 1338, II, 432 ) Nazîm ’in m evlevî oldu­ ğu bildiriliyor; her hâlde bu netice Şeyhî ’nin „maârifi A rzî Dede Efendi ( Ölm. 2664 ) ’den ahzetm iştir14 şeklindeki ifâdesinden ( İH, 409 ), Neşâtî ile otan münâsebetinden ( bk. Es­ rar Dede, Tezkire, mad. NEŞÂTÎ), divânındaki



NAZÎM. r M evlânâ’ ya Sıt bir kasidesi ile bir beyiti (s , 444 ) ve „külâh-ı m evlevî“ redifli bir gazelinden çıkarılmış olmalıdır, Hâlbuki zamanına âit kaynaklar şâirin tarîkate mensup olduğundan bahsetmedikleri gibi, Esrar Dede tezkiresi, S e fîn e -i M cvlevîye gibi m evlevî kaynaklarında da N azım ’ den bahis yoktur. Fakat her hâlde bu işaretler Nazîm ’in şiir ve m usikî ile derin ilgisi bulunan m evlevî tarîkatin e yakınlık duy. duğunu gösteriyor. Esasen Nazîm tarîkat ve tasavvuftan ziyâde, şerîate bağlı bir şâirdir. Bâzı m utasavvıfâne gazellerinde bile şerîate meyli açıkça sezilir. Zamanında, gerek Peygam bere olan aşırı sevgisi ve na'l-gu ’luğu, gerek şiir ve musikîde üstâd payesini elde ederek, hayli şöhrete ulaş­ ması sebebi ile, N azîm ’in hayatı bir takım hikâyelere yol açm ıştır { genç yaşta Kumkapı meyhanelerinden çıkmadığı hâlde sonradan tövbe ve istiğfar ettiği, M edine’ de, henüz temi­ ze çekmediği bir na’ tin Peygam berin ilhamı ile ezandan sonra minareden okunduğu v.b. için bk. Divân mukaddimesi, 2b; A tâ , ayn. esr„ göst. y e r .; Silim , Tezkire, İstanbul, 1315, s. 5 °7 )•



Nazîm, şiire ilk başladığı zaman Halîm, sonradan da Nazîm mahlasını alm ıştır ( Safâî, Tezkire, Üniv. kütüp., T Y ., nr. 32*5, var. 339); mürettep 5 divân sahibi verimli bir şâirdir, jo o sahifelik matbû nüshada ( İstanbul, 135? ) toplanmış bulunan bu divânlar 1079, 1089, 1093, 1098 tarihlerinde tertip edilmiştir. Fatin ( göst. yer.) T e z k ir e ’s inde örnek olarak verilen bir beyitten başka şiire tesadüf edilmediği kaydedilm iştir. İlk divânının 1079 tarihini taştnıası şiire pek erken başladığım gösteri­ yor. Şâir divân edebiyatındaki hemen bütün nazım şekillerini denemiştir. Nazîm, Nâmık Kemâl 'in de işaret e ttiği gibi ( bk. Tahrîb-i harâbât, İstanbul, 1303, s, 9 1), şiirinde, dev­ ri icâbı arapça ve farsça kelimeleri fazlaca kullanmakla beraber, ifâdede sadelik v e sami­ miyeti edebî san’atlan n tekellüfüne tercih etmiştir. Üslûbu açık ve b e rra k tır; güç anla­ şılır şiir yazm aktan ve tasannua düşmekten kaçınmıştır. Nazîm, edebiyatım ızda bilhassa na’ t y az­ makla tanınmıştır. Divânlarının ikisi yalnız nat'lerden müteşekkildir. Es’ad Efendi, şâirin bu tarzı fazla kullandığını belirtmek için, „be­ her sene bir na’t-ı şerîf in ş â d ...“ ettiğini ileri sürüyor ise de, matbû divândaki manzumelerin hemen üçte birini teşkil eden 200 kadar na’ti vardır, Nazîm 'in na'Ugü olarak tanınması yaz­ dıklarının değerinden ziyâde fazlalığı yüzündendir. Y o ksa bu çeşit eserlerinin çok mükemmel olduğu iddia edilemez.



*43



Nazîm, kasîdede Nef'î 'yi kendisine üstad t a ­ nımıştır. Bu şâire nazireler söylem iş, ona yetiş­ tiğini, hattâ onu geçtiğini iddia etmiş ise de, kendisi kasîdede N ef'î 'nin ancak bîr taklitçisi sayılabilir. Gazelde N e ş â tî’nin te’siri altında­ dır. Bir ço k gazellerini tanzîr ettiği gibi, di­ vânının bir çok yerinde de ondan üstad ola­ rak bahsetmektedir ( msl. bk. s. 323, 324, 465). A y rıca şâirin ölümüne ve şeyhliğini yaptığı Edirne mevlevîhânesinin tamirine tarihler söy­ lemiştir ( s, 488, 493). Nazîm gazelde na’tlerinden a y n bir husûsiyet gösterir. O nlardaki dinî ve uhrevî hava gazellerinde yoktur. G a ­ zelleri daha dünyevîdir. T asavvuf vâdisinde olanları da bulunmakla beraber, gazellerinin çoğu dinden ve tasavvuftan uzak, rindâne ve âşıkane şiirlerdir. Nazîm ’de daha ziyâde şerî­ ate bağlı bir m utasavvıftık olduğu görülür. Onun asıl ehemmiyetli tarafı müsteşrik G ibb 'in işaret ettiği üzere, na’t ve gazellerinden ziyâde, divân edebiyatında dörtlüklerin inkişâfı ile meydana gelm iş olan ve halk edebiyatındaki türkünün muâdili bulunan şarkı nev'ı’ni ilk deneyenlerden olmasıdır. Nazîm daha e v v e l yetişm iş v e muasırı olan şâirlerin dîvânların­ da bulunmayan bu nev’e bir başlangıç olarak dokuz şarkı yazm ıştır. Çok basit kelimeler, düzgün ve açık bir ifâde ile kaleme alman bu şarkılar, daha sonra şarkı tarzının hakîkî üs­ tadı sayılan Nedim ‘in mükemmel, şen ve şûh şarkılarının öncüleri sayılabilir ( Menzel 'in Nedîm 'i takliden şarkılar yazm ıştır şeklin­ deki ifâdesi doğru d eğildir ı E I, mad. NAZÎM ). Nazîm bir müddet Nedîm devrini idrâk etmiş olm akla beraber, ihtiyarlığında şiiri bırak­ tığı, divânındaki tarihlerden ve Dâmad İb­ rahim Paşa 'y a sunduğu kasidelerden anlaşıl­ m aktadır. Şiir yazam ıyacak kadar ihtiyar olan Nazîm daha Önce La'İÎ-zâde Mehmed Efendi, Osman Paşa ve Musâhip Mustafa Paşa ’ya sunduğu kasideleri, sâdece bunların yerine sadrâzamın ismini koym ak sûreti ile, İbrahim P aşa 'y a takdim etm iştir { bk. Mecmua, Süleymâniye kütüp., H âlet Efendi kitapları, nr. 763, 22£b, 254^353*, 400*», 437»). Nazîm musikî sâhasındada bir çok san­ atkârın üstadıdır. Musikîdeki istidadını genç yaşta, enderûnda iken göstermiş ve bir kaç defa pâdişâhın huzûrunda bulunarak, takdir ve ihsana nâil olmuştur. Kaynakların bildirdi­ ğine göre, „ tiz “ bir sesi var idi ve sesinin güzelliği sebebi ile, „hanende Nazîm “ diye anılırdı, Nazîm 'in şiirde olduğu gibi, musi­ kîde de verimli bir san’atkâr olduğu anlaşılı­ yor. Her makamda bîr veya bir kaç bestesi bulunduğu gibi ( Sâlim, Tezkire, s. 674 ), yeni nağmeler bulmakta da üstad idî. 500 'den



144



NAZÎMNAZÎR.



ziyâde murabba, nakş ve şarkısı ( Atrab al-âşâr, B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde zikr­ 34*>) ve semaîleri var id'. Zamanında çok edilen eserlerden başka bk. Sâkıb Dede, Setakdir ediien ve musikî meclislerinde dâimâ fîn e -i m evjevîye (K ahire, 1283); Melımed aranan Nazîm ( msl. bk. yazma divân mu­ Rızâ, al-Sab' al-sayyâr f i ahvâl mıılük alkaddimesi, 2^ ; ’ in muhtelif şarkı mecmuala­ iâtâr ( Kaz s a, 1348); A li Enver, Sem&h&ne -i edeb (İstanbul, 130 9); Mecmua ( Sii'eyrında pek çok eserine rastlam ak mümkündür. Şarkıları azdır. Din tarafı kuvvetli olduğu hâl­ mâniye kütüp., Hâlet Ef. kitapları, nr. 763 ); de, pek az dinî eseri vardır ( krş. Sâdeddin Sâdeddin Nüzhet ( Ergun ), N eşâ tî ( Istanbu', Nüzhet Ergun, Türk m usikîsi antolojisi, Dinî >933) > Fâik Reşad, E s lâ f (İstanbul, 1311— eserler, İstanbul, 1942— 1943, 2 cild ). E11 çok 1312 ); Ziyâ Paşa, Harabat (İstanbul. 1291— sevdiği ve kullandığı makamın beyâtî olduğu 1292 ); Haınmer-Purgstail, G eschichte der Ös~ görülüyor. Es’ ad Efendi'ııin ifâdesinden ve manisehen D ichtkunsl (P eşte, 1838 \ I V ; Ebugüne kadar gelen eserlerinden anlaşıldığına J. M. G ibb, A hisiory o f Ottoman poetry ( London, 1904), İH ( bu eserde Nazîm yeri­ göre, Nazîm musikîde sağlam ve zarif üslûbu, ne Mustafa Nâzım ’ın hayatı yazılm ıştır ) ; ifâdesindeki kudreti ile hakikî bir san’atkârSabaiıat Ülker, X V III. asırda Ahmed~i sâdır. 500 ’den ziyâde olduğu söylenen beste­ sinden bugüne kadar yalnız altısı muhafaza lis devrinde bestekâr şâirlerim iz ve şarkı ( türkolojİ me’zûniyet tez:, Türkiyat ens., tez, edilebilmiştir. Bunlar, şehnaz, beyâtî, bûseiik, nr. 2 1 0) ; Subhi ( E z g i) , N azarî ve am elî acem ve muhayyer makamlarının en güzel türk m usikîsi ( 5 cild, İstanbul, 1933); A h ­ parçalarındandır { musikîşînaslığı hakkında da­ med A vn î, Hânende ( İstanbul, 1317 ), 1. ciız ; ha fazla bilgi için bk. Ruşen Ferit ( Kam ), BesHâşim Bey, Şarkı mecmuası (İstanbul, 1. iekâr-şâir Nazîm , İstanbul, 1933; a^n. mil., tab., 1269,2. tab.,1280 ). ( H a l û k İ p e k t e n ) N azîm , hayatı ve eserleri hakkında ielkikat, N Â Z İM , [ Bk. nâzim .] ' Edebiyat fakültesi, türkoloj’i me’zûm jet tezi, N A Z IR . [ Bk. n ezîr .] ' T ürkiyat ens., tez. nr, 66 ). N A Z ÎR . [ Bk. n a z îr .] N azîm 'in tek edebî eseri divânıdır: Divân-ı N A Z İ R . [ B k . N AZÎR.] Nazîm, İstanbul, 195?, s. 500. Bu matbû nüsha N A Z ÎR . N A ZİR ( B a n i ' l - ), M edine’nin i k i beş ayrı divandan m üteşekkildir: 1, Divân (s. z — 155), 4 münâcât, 30 na’t, 20 kasîde, m ü h i m y a h u d i k a b i l e s i n d e n b i r i 120 rubâî, 184 gazel, ro tarih, 3 kıt'a, 1 taz- olup, Filistin ’deki yahudi harplerinden son­ mîn, 1 müseddes, 1 mersiye, 3 mesnevi, 2 şar­ ra, romahların tazyiki ile, tarihi tesbît edile­ meyen bir zamanda Y a ş r ib ’ e gelip yerleşm iş­ kı, 11 lugaz, 40 m iifret; 2. Divân (s. 156— 194), tertip tarihi: 1089; 1 münâcât, muhtelif tir. Ya'kübf (II, 49 )'y e göre, bun'ar mâsevîşekillerde 90 na’ t, I mi’râ cîy e ; 3. Divân (s. liği kabul eden Cüzam araplam un bir kısmı 195— 248). tertip tarihi : 5098; 2 münâcât, ka­ olup, önce al-Nazir dağında yerleşmişler vc sîde ve gazel şeklinde 56 n a 't;4 - Div&n (s. adlarım da bundan alm ışlardır; S i ra Halabiya 250— 334 )■ tertip tarihi : 1093. 3 münâcât, 13 (K ah ire, III, 2) 'ye göre ise, Hay bar yahudina’ t, 36 kasîde, 4 terkıb-i bend, 3 müseddes, levine bağlanan hakikî bir yahudi kabilesidir. 18 kıt’a, 1 mesnevî; 5. Divân (s. 336— 500), Bunun böyle olduğu daha muhtemel görünü­ tertip tarihî : 1079; gazel şeklinde 545 na’t, 105 ; yorsa da onlara bir az arap kanının karışmış müfret, 208 kıt’a, 35 tarih,. 7 şarkı. Divân Tn olması da mümkündür. M edine’deki diğeı yazma nüshaları: 1. Süieymâniye kütüp... H âlei , yahudüer gibi, bunlar da arap isimleri taşı­ Ef. kitapları, nr. 654, 268 var. ( bu birinci divân makta İseler de, onlardan uzak yaşamakta, hâriç matbû divâna esâs olan n üshadır); 2. husûsî bir lehçe konuşmakta idiler. Zirâat Süieym âniye kütüp., Hafîd Ef., nr. 364, 127 var, ödünç para vermek, silâh ve mücevherat ticâ ­ i müellif tarafından yazılm ış veya düzeltilm iş reti sayesinde, zengin olmuşlardı. Bunlar A vslerin tâbii olup, K azraclere kar­ müsvedde hâlinde bir nüshadır ); 3. Süleymâniye kütüp., Lala İsmail Ef kütüp., nr. 400/2, şı olan mücâdelelerinde onları desteklem iş’e var. 63— 93, istinsah tarihi : 1096 ( matbû nüs­ ve birlikte hicretin ilk yılında Peygam ber i t hada ikinci d iv ân ); 4. Üniversite kütiip., T Y., „Medine'nin temel kanûnu“ olarak tanınan an­ nr. 2817, 131 var. ( muhtelif divânlardan seçme­ laşmayı akdetmişlerdir. Başlarında o zarnan er. le r; mukaddimesinde 1 b— 4»'da şâirin hayatına mühim reisleri olan Huyayy b, A h la b bulunu­ âit bilgi v a r d ır); 5. Süieymâniye kiitüp., Es’ad yordu ki, bunun kızı Ş a f iy a ’yi hicretin 7. y ı­ £f. kütüp., nr, 2707, 251 var. ( ikinci ve beşinci lında Peygamber nikahlamıştır. Bani ' 1-Naz / d îvân lar); 6. Divânçe~i N azîm , Süieymâniye ku­ arasında Peygamberin amansız düşmanları ol." tup., Hamidiye kütüp, nr. 1122, 143 v a r; 7, Nu't-ı kimselerin isimleri İhtı HişSm 'ın Sira ( s . : v.d.) 'sinde bulunmaktadır. N ebevi, Es’ad Ef.. nr. 3348/3. var. 19— 27.



N A Z ÎR -



N A ZM L



»♦$



Vritlly, Gesçhichte det Q orSnt, I. 206 ; Y âlfü t, Bani '1 N a z ır 'in müstahkem mevkii Medine ’den ya ım günlük mesafede bulunuyordu. V a d i Mu'cam { nşr. W ustenfeld ), i, 66* v.d., 736; B u tla n ve Bu vay ra 'de toprakları var id i; otur­ Wensinck, Mohammed en deja d en te Medina, dukları yerler ise, şehrin cenûp taraflarında idi. s. 2 i, 33 v d d „ 156 v.d d .; R, Leszynski, D ie B a n i'1-N azir Uhud gazvesinden ö n ce A bu Juden in A rabien (B erlin , 1910 ). Sufyân ile ( t ic a r î? ) münâsebetlerde bulunmuş , _ ( V . V a CCA.) olm abdır. 4 R ebiülevvelde M edine’deki müs* NAZÎR. a l-N A Z İR ( N a ? Ir AL-SAMT veya iüman cemâatinin: de ödediği muayyen bir al-sam t al-kadam, x av’ â |o x'iv), bir râsıda pa>-a cezâsı toplanırken, Bani ' 1-N azir m üşkilât nazaran aşağıda bulunan ve şâkul ( aroud ) isti­ çıkarınca, Peygam ber reisleri ile görüşmüş ve kametinde ufkun görünmeyen kutbu olup, aynı neticede kendisine karşı düşmanca hareketle­ zamanda küre-i semânın en derin (e n a lçak ) rinden şüpheye düşerek, şahsına karşı sûikasd- noktasıdır. N azir noktası eamt al-ra't i b. bk.] de dahî bulunabileceklerini anlamıştır.. Böyle ’in mukabilinde bulunan kutuptur. tehlikeli komşulardan kurtulm ak için, Peygam ­ N a şir kelimesi (nazara „bakm ak, müşahede ber Muhammed b. Mas lama a t-A vs i vâsıtası etm ek“ ) önce dâirenin muhitindeki veya kü­ ile ve Ölüm cezası tehdidi altında, on gün için­ renin sathındaki bir noktanın tam karşısına de, şehirden ayrılmalarını emretmiş kendilerine isabet eden n o k ta ; bu umûmî mânâda, naşir bütün mallarını beraberlerinde götürm ek im­ 'İn müteradifi olarak, mukâbal [ bk. mad. MU­ kânı verildiği gibi, her sene gelip, hurmalık­ K A B E L E ] tâbirine rastlanm aktadır. larının mahsûlünü toplam alarına da müsâade _ _ ( W il l y H a r tn e r .) N A Z İR a l- M A Z A L I M . [ Bk. nAzir-Ol-M£olunmuştur. Bani ' 1-N azir, A v s tarafından her hangi bir ZÂLJM.3 ’ yardım ümidi olmayışı karşısında, gitm eğe karar NAZMİ, f Bk. nazm î-3 verdiler ise de, Munâfikün reisi 'A b d A lla h b. NAZMİ. N A ZM İ M e h m e d , XVI. asır O s ­ U bayy al-H azraci onları kalelerinde mukavemet m a n l I ş â i r l e r i n d e n olan Edirne 'li Nazgösterm eğe iknâ ederek, z.000 kişilik bir ku vvet nıî, şiirlerinin bedii sâhadaki kıymeti ite değil, ile, kendilerine yardım vaadinde bulundu. Bani tü rk edebiyatı tarihi tetkikleri için kaynak Ç u rayşa ’ 11111 da yardım da bulunacağını ümit teşkil eden Macma* a l-n a şa ir 'i ile, D ivân 'meden Huyayy b. A h(ab, kabilenin mutedil un­ daki tarihler ve sâde tü rkçe ile yazdığı şiirle­ . surlarının tavsiyesine rağmen, mukavemete k a ­ rinden dolayı, çok mühimdir. rar verdi, . H a y a t ı . Nazmi 'nin Edirne 'de doğduğu Muhasara aş—yk. 14 gün devâm e t t i; fak at hususunda bütün kaynaklar birleşmektedir. -mtınâfikân 'dan yardım gelm edi. Müslümanlar A sıl adının Mehmed olduğunu Divân 'ındaki bir hurma ağaçlarını kesmeğe başlayınca. Bani şiirinden anlıyoruz. A r z -1 hâl be-pâdifah adlı •'1-N azir teslim oldu. Peygam berin şartları bu mesnevisinde Y avu z Sultan Selim 'in tran v* -defa eskisinden daha ağır id i; gayr-i menkûl Mısır seferlerinde, Kanûnî Süleyman 'ın da m allan müsadere edilerek, silâhlar hâriç, ancak bir çok seferlerinde bulunduğunu söyleyen ve develere yükleyebilecekleri kadar eşyayı yan . fenn-i inşâdaki ustalığını öven Nazm i ’nin bu lann a almalarına müsâade edildi. İki gün sü­ sözleri, gerek kendisinin tezkiresini kaleme ren müzâkerelerden sonra, kabile 600 deveden aldığı 1546/1347 ’deSilâh d ar zümresine mensûp mürekkep bir kervan ile yollara düştü; bir kıs­ olduğunu, daha önce ahkâm kâtipliği yaptığı* mı Suriye, bir kısmı ise, H aybar ’e doğru gitti. tu ve inşâ sahasında usta olduğunu yazan Bani '1-N azir'd en alınan ganim et husûsî bir L a tifi'n in , gerekse yeniçeri iken, nice zaman taksim e tâb i tutuldu: anşâr ’ 1 misafirlerinin Kanunî 'nin seferlerine katıldığını söyleyen yükünden kurtarmak içim arâzi mukücirün  şık Ç elebi 'nin ifâdelerini kuvvetlendirm ekte­ arasında taksim- edildi; bir kısım arâzt Pey­ dir. Tezkirelerde Nazmi hakkında pek az bil­ gamberin şahsî tasarrufunda bırakıldı. gi verilmesi, hayatını aydınlatacak manzûmeSürat al-haşr 1 L 1X ) B a n i'İ-N â zir'in sürül­ terinin de kimlere takdim edildiğinin bilinme­ mesi, hâl tercümesinin bir çok taraflarını mesi münâsebeti ile nâzil olmuştur. H aybar 'e giden yahudiler K urayş ile birlikte mechûl bırakm aktadır; bununla berâber, yu­ Medine ’yi 5. ( h.) yılın zilkade ayında muhâ- karıda adı geçen mesnevisinden Pasin hara­ sara etmeği düşündüler. Bani ' 1-Nazir 'in ha­ . cınm vaktiyle kendisine verildiğini, İran sefe­ - zînesi H aybar 'de, hicretin 7. yılında, Peygam ­ rinden dolayı halk kızıl-baş korkusu ite dağla­ ra kaçtığı için, bu cizyeyi güçlükle tahsil e t­ ber tarafından, ele geçirildi. . ■ B i b l i y o g r a f y a ' . Caetani, Arinali tikten sonra İstanbul 'a geldiğini, namaz kı­ d eli’ İs lâ m ,H. I, § 38, 39, 58 i H. 4, § 10— 14 ; larken parayı uşaklarına çaldırdığını, onları îbn Hİşânr, 5 /rc, s. 65a— 661; Noldeke-Sch- yakalattırdığı yerin zabiti bulunan bir z iliUltm Aaııltlopodisl



10



N A ZM î. mitt. güçlük çıkardığım , neticede bunu ödemek ; ite, Y avu z Sultan Selim 'in ve Merc»i Dâbık için borçlandığını öğreniyoruz. A lt adındaki muharebesinde maktul düşen Mısır sultanı bîr beye takdim ettiği A rz-t hâl 'inde- ise. o Çanşüh (jü ri 'nin de birer gazeline yer verilnüştir. zamana kadar kimseden görmediği lutfa, yâni ulûfesinin 18 akçeye çıkarılmasına teşekkür Nazmî 'nin eski kaynaklardan bazılarında ile, vaadedılen zamâimi alam adığını söylüyor . adı geçeri D ivân 'ı ilim âlemihce mechÛl bu» ve bunun kendisine verilmesini ricâ ediyor. hjnuyordu ; 1926 ’ da Fuad Köprülü 'nün İstan­ Bu zâtin, 947 ( 1540/1541 )'d e , büyük mîrâhûr- bul kitapçılarından birinde rastladığı bu D iv ân , luğa,: ertesi yıl da yeniçeri ağalığına tâyini onun tavsiyesi ile Ü niversite kütüphanesi ta­ münâsebeti ile, Nazmî 'nin tarih düşürdüğü' rafından satın alınmıştır ve hâlen oradadır. A ti A ğ a oiması muhtemeldir. A şık Çelebî'nin' Hacim bakımından eşine rastlanılm ayan bu kaydına göre Nazmî, bir nakşbendî şeyhi 46 — 48.000 •beyitlik D ivân 962 (>554/1555) olan Baba Efendi ’nin himayesini görmüştür. 'd e yazılmış, içindeki şiirler, divân tertibindeki Nazmî 'nin asıl adı Mahmud olan v e R ızâî usûle göre sıralanmış ise de, gazellerin ara­ mahlası ile şiirler de yazan filibeii bu Baba sına müstezadlar, müsammatlar serpiştirilmiş Efendi ile münâsebeti Rüstem P a şa 'n in sadâ­ bulunması Macma’ al-n azâ’ir 'deki gibi, gazel­ retinden öncedir. Bu şeyh Rüstem Paşa 'om lerin muhtelif bahirlere göre sınıflandırılm ası, manevî pederi ve mürşidi bulunuyordu. Nazmî onun bir husûsiyetini teşkil eder. 'nin, iki yit Önce Mihr-ü-Mâh Suttan ite evle­ ■ XVI. asırda arap ve fars edebiyatının g it­ nen Rüstem P a şa 'n in nufûzu ile 548 {1541/ tikçe artan te’siri ile, o devirde türkçe kelim e­ 15 4 a )'d e Baba E fen d i'ye ulufe tâyini ve yap­ lerin arûza iyi uydurulamayışı yüzünden, O stırdığı yenî ev münâsebeti ile düşürdüğü ta ­ manii şiirinde yabancı kelime ve terkipler çok rihler v a rd ır; Rüstem Paşa 'ya âit tarihleri ■yer almış idi. İşte böyle bir zam anda T a t a v ise, 945 — 9 6 2 ( 1 5 3 8 — 1555 ) yılları arasına la 'lı Mahremî ile Edirne 'li Nazmî, yabancı rastlar ki, sonuncusu Rüstem İPaşa'nm ikinci kelime erden imkân aisbetinde uzak, yabancı defa sadârete getirilmesi üzerine yazılm ıştır ; terkipleri içine almayan, teşbihleri türk zev­ bu tarih, N azm î'nin, bâzı kaynaklarda 955 kine iıygun şiirler yazmışlardır. T&rkî-i basit ( ¡548/1549 ) 't e öldüğünü bildiren kaydın yan ­ denilen bu tarzı, M ahrem î'den sonra Nazmî lışlığını ortaya koym akta, ölümünün 155$ 'ten devam ettirm iştir. D ivân 'tntn ortada bulun­ mayışından, bir az da bu sâde türkçe şiirlere sonraya rastladığını göstermektedir. E s e r l e r i . Nazm î 'ye şöhret kazandıran, ehemmiyet verilmeyişinden dolayı, eski kay­ kendininkiler de dâhil, b i r ç o k şâirin nazi­ nakların bahsetmediği bu manzumeler D ivân relerini içine alan Macma' al-nazâ’ir 'idir. 'inin muhtelif yerlerine serpiştirilm iştir. I k a ­ Öm er b. Mezîd 'in 840 ( 1436/1437 ) 't a vücûda side, I müstezad, 9 murabba, 2 muhammes, getirdiği ve 83 şâirin nazirelerini- muhtevî 270 gazel, 56 müfred . ve 1 m ev'izası —- müfMacmâ'at al-nazâ'ir 'inden, eğridirlî Hacı K e­ red le rtek rakam ile gösterilm ek suretiyle — k a ­ m âl'in 918 ( 1512/1513 ) ’de tamamladığı 266 barık bir yekûn tutan bu 286 manzume bir şâire âit C am i a l-n a za ir 'inden sonra, Nazmî mâna ifâde . etmeyen arûz bahirlerine göre 'ninki bu nevî eserlerin üçüncüsü ve en zengi­ değil, en çok kullandığı bahirler başa alına­ nidir. Tezkiresini 94S ( 1538/1539) 'te yazan rak, kafiyelerinin s o n ' harflerine ve alfabe sı­ S e h î'n in bahsettiğine göre, Macma' al-nazâ'ir rasına göre, F. Köprülü tarafından, Divân-t , 'in bu tarihten önce yazıldığını söyleyebiliriz. tür kî-i basit adı ile neşredilmiştir. Ş ö h r e t i v e e h e m m i y e t i . Nazm î ’ye Yazm a iki nüshası bulunan eserin ( V iyan a devlet kütüp., Fiügel, 1, nr. 693; İstanbul, hayatında ve ölümünden sonra şöhret te'min Nûruosmâniye kütüp., nr. 4222 ), İstanbul nüs­ eden eser M acm â al-n azâ'ir 'idir ; Sehî 'den hası 461 varak ve Hacı K em âl'in mecmuası İtibaren bütün kaynaklarda mühim cephesinin gibi sahifeleri 28 X 17 cm. büyüklüğünde ve nazireler mecmuası meydana getirm ek olduğu son sahifesunde 3.356 gazeli içine aldığı kayd­ kaydedilir. X VI. ve müteakip asırda Pervane edilm ekte olup, divânlardaki gibi, gazeller Bey 'in C âm İ al-n azâ'ir 'i ve Nazmî 'den de hem kafiyelerinin son harfine, hem de aruz örnekler alan Hİsâlî 'nin M aiâli' al-N azâ’i r ’i bahirlerine göre tasnif edilmiştir. Kendisinin ile, ilk defa bu yazım ızda bahsi geçen müellifi 203, başka şâirlerin 243 manzûmesini Ihtivâ mecbû) iki C âm f al-n aza ir ( Ü niversite kütüp.. eden bu eserde en çok Ahm ed Paşa, İshak nr. 1547, 2955 ) 'İn mevcûdiyetı, böyie meemuaÇ elebî, Tâcî-zâde Câfer Ç elebî, C elîlî. Cem lar tertibinin an’ane hâlini aldığını gösterir. A rapça, farsça tarihler düşüren, türkçe-sırpSultan, Hafî. Zâtî, Revânî, Şâmî, Sabâî, A tâ , Ferîdî, Fakîrî, G edâî, Kem âl Paşa-zâde, Meâlî, ça bir- müiemmâı bulunan, arûz risalelerinde­ Mesîhî, Münir, Necâtî ve Nizamî 'den gazeller ki bütün bahirlere, bedî'kitaplarındaki bütün



N AZM I kaide ve san'atlara misâl verme gayesi ile manzum eler yazan N azm î'nın, şairlik-ve san’ atkârlık bakımından mühim olmadığı, en ba­ yağı mazmun ye mefhûmları kullandığı, bu sebeple şiirleri ile şöhret kazanam adığı gö rü ­ lür Macma' a l-n a z a ir ’ i ise, kendjsinden ön­ ceki ve etimizde bir şoklarının divânı bulun­ mayan kendi devrindeki şâirlerin eserlerini ıhtivâ ettiğinden, çok mühimdir. D ivân 'inda, mesneviyat kısmının sonu ile tarihlerin baş kısmı eksik olduğundan, 1538 — 1555 yılları arasındaki hâdiseler ile alâkalı bu tarihlerin sayısı, F. Köprülü 'nün hangi vak'alara âk bulunduğunu tesblt maksadı ile hazırladığı ‘ listeye göre. 162 'dir. Bunlar, o devrin türlii hâdiselerini, kendisinin, mühim simaların, san'atkârların resmî ve husûsî hayatlarını aydınla­ tan kıymetli birer vesikadır. Başkalarının de­ ğil, yalnız Z â tî 'nın bir gazelinin tahmîsi ve ' ölümüne üç tarih düşürmesi, ona beslediği hürmeti gösterir. Kanûnî devri şâirlerinden İstanbullu A rifi ile samimîliği, onun bir oğlu­ nun doğumu ve ölümü için söylediği tarihler, den, ayrıca bir mersiye yazmasından anlaşılı­ yor. Çağdaşlarından Enverî, Ferdî, Râyî hak­ kında da ölüm tarihleri vardır. 961 (1553— J5$ 4 )’de şehzade M ustafa’ nın ve şehzade ' Mehmed ’m katline düşürdüğü ikişer tarih, Osmanh kaynaklarında sükût ile geçilen, ancak alman imparatorunun elçisi Busheeq 'in raporlarındaki bilgiyi, senesini de aydınlatm ak suretiyle, tamamlamış oluyor. ' N azm î'nin bir başka mühim tarafı türkî-i ' basit- ile şiirler yazmasıdır. Anadolu 'da ' XIV, asırlara âit eserlerde rastlanan tarzda fiil şekilleri, bugün kullanılmayan kelimeler v. b, hususiyetleri aksettiren bu manzumeler, lisan tetkikleri için zengin birer malzemedir. Çok " sâde dil ile yazılan bu şiirlerde, tiirkçe kelime­ lerin cinasa elverişliliği sebebi île, halk şiirle­ " rinde görülen cinas san’atm a sık-sık rastlarız. M evzûlan rindâne, ahlâkî ve âşıkanedir. Esnaf ve Rumeli güzellerinin tasvirleri ile bayram­ larda fişenk atılması, şarabın men'i gibi ma­ hallî renkleri aksettiren N azm î'nin mazmun­ larında o devir askerî hayatının da te'sirleri vardır. K uk la oyununu canlandıran mısraları sayesinde, Türkiye 'de İlk defa XVIII. asırda meydana çıktığını sandığım ız bu oyunun X VI. asırda da mevcut olduğunu öğrenmiş oluyoruz.. Hulâsa Nazmî, t ürk edebiyatı tarihi tetkikleri için mühim olan Macma a l-n a zffir 'i kadar, tarihleriııi, iiirkî-i basit ile yazdığı şiirlerini İçine alan D ivân '1 île de kıymetli bir O sm anlı şâiridir. B i b l i y o g r a f y a : T h . M enzel ( El, bk . m ad.) yalnız G İb b 'd e n Ve Bursal» T âb ir 'in Osm anh m üellifleri 'nden faydalanmıştır.



>47



Nazmî 'nin hayatı ve eserleri hakkında ilk tetkik makalesi ve eser F, Köprülü tarafından neşredilm iştir: M illî edebiyat cerey&mnın ilk



m übcfşiflerinden Edirneli N azm î ( H ayat ■ıpecm., 1928, nr. J07, 10 8 ): ayn. mil., M illî



edebiyat cereyântnm İlk m übeşşirteri ve Türkî-i basit ( İstanbul, 1928 )• Bu eserin 11, kısmı N azm î'nin hayat ve eserlerine ( s . 51 — 80), III. kısmı tiirkî-i basit ile yazdığı şiirlerine ayrılm ıştır ( D ivân-ı tâ rk î-i basit, s. 1 — 84 }. Makalemiz, bîr-iki ilâve hâriç, bu makale ve eserden hulâsadır. H âl tercü­ mesi ve şiirlerinden örnekler İçin ayrıca bk. F. Köprülü, D ivan edebiyatı a n to lo jisi ( İstanbui, 1934), s. 133, 153 v. d .; S. NÜzhet Ergun, Tanzimat ‘a kadar m uhtasar türk edebiyatı tarik i (İstan bul, 1931 ), s. 215, 276 v .d .; Nihal A ts ız , Edirneli N a g m î^ in



eseri ve bu eserin türk d ili ve kültürü bakımından ehemmiyeti ( O rhan mecm., nr. 9, x6 temmuz 1934 ) ; Adnan Erzi-H ikm et İlaydın, X V I. asra ûit bir münşeât mecmuası ( Belleten , nisan 1957, XXI, nr. 82 ). ( Fevzi y e A b d u l l a h T a n s e l . ) N A Z M Î. N AZM Î, ŞEY H M ehm eD ( 1623— 17 0 1), h a l v e t i ş e y h l e r i n d e n b i r ş â i r olup, Rüstem-oğlu Ramazan adlı birinin sul­ bünden ve Mı'y â r al-tariiça ( Üniv. kütüp., TY, nr. 4082 ) adlı eserinde belirttiğine göre, İstanbu l’da dünyaya gelm iştir; doğum tarihi 1032 ( 1623 ) ’dir. Babası ticâret ile meşgûl olan ve K oca Mustafa Paşa câmii yakınlarında d ük­ kânı bulunan bir adam idi ( Şeyhî, Vakâyi': a lfuzalâh Üniv. kütüp, TY., nr. 3216; Sâlim, T e z k ir e , İstanbul, 1314. s, 6 73 — 6 74 ). Zam a­ nının tanınmış âlimlerinden Süleyman Efendi ■den ders gördükten sonra, halveti tarîkatinin Sivâsî şubesini kuran Abdülroeeid S ivâsî'n in halîfesi A bdüi’ ahad Nûrî (ölm . 1061— 16 5 1) 'ye intisap etm iştir. Divânındaki mesnevi tarzında bulunan ilk na’ tm da tarikat şeceresini kaydeder ve A bdül'ahad N u r i’yi büyük bir saygı, sevgi ve b ağlılıkla Över. A bdül'ahad Nûrî 'den hilâ­ fet alan Nazmî Mehmed, 1065 ( 1654) sene, sinde İstanbu l’da Şehrem ini'ne yakın Y a v a ş­ ça Mehmed A ğ a zaviyesine şeyh, camiine de imam; 1105 ( 1 6 9 3 ) ’te Yenicâm i’e vâız tâyin edilmiş, 24 şevval 1112 ( 3 nisan 1701) pazar günü ölmüş, zaviyesine yakın türbeye göm ül­ müştür. Yerine oğlu Abdurrahman Refîâ şeyh tâyin edilmiştir (Sâlim , Tezkire, s. 317 v.dd.). Nazmî Mehmed Efendi uç dilde ( türkçe, arap­ ça, farsça ) şiir ve inşâya kadir idi ( Şeyhî, ayn. esr „ s. 187 ). ■ E s e r l e r i . D ivân ( Topkaptsarayı, H azîne kütüp.. nr. 920). Kendi el yazısı île olduğu



N A ZM Î ~ N A ZZA M . B i b l i y o g r a f y a t Metinde gÖsteriüstündeki kayıttan anlaşılan bu divân, tahmid yollu bir rubâî ile.b aşla r. İçinde mesnevi tar­ lenİerden başka bk. M. Süreyyâ, S ic ill-i oszında ve tarikat silsilesini bildiren na’ttan baş­ mânî, IV , 560; Hiİmî, Tezkiret-ül-evliyâ ka, biri bahariye olmak üzere üç na’t, sadrâzam ( İstanbul, 1325), S. 120 v .d .; Ş. Sâm î K a ­ Fâzıl A hm ed F a ş a ’ya i, defterdar Ahmed: P a ­ mus dl-a'lâm , VI, 4589 v .d .; Bursalı Tâbir, şa ’ya i. şeyhülislâm Bahâî. Efendi ’ye J kaside . !, 175; J. v. Ham mer, C O D , IH, 596 v.d .; ve bunlardan başka, 166 gazel, 74, rubâî, birer Menzel, E l, mad. NA?Ml ŞAYH MEHMED. . ( A bd Ol b â k ! Ğ ö LPINARLI.) beyitten meydana gelmiş 123 muamma vardır. A yrıca Bahâî Efendi ’nin Anadolu kazaskerli­ N A Z R .J Bk. NEzfR.] . ' . ğine geçişİn e.T ıflî'n in yaptırdığı eve birer ta­ ' N  Z S A M . [ Bk. NAZZÂM.] . . N A Z Z  M . N A Z Z A M . İb râ ş îm b, S a y . rihi d— 112 °; Naîmâ, Tarih ( M üteferrika tab.), I, 586 v .d .; Muhammed al-M uhibbi, H ulâşat al-aşar, Kahire, 1284, 111, 228 v.d.). 14 zilkade 1039 (2 4 hazîran 16 3 0 )'d a Murad IV .'m Beşiktaş sarayında Sihâm -l k a z â ’yı okurken, yam -baştna yıldırım düşmesi Nef’î'n in nek­ betine başlangıç oldu. Bu hâdise üzerine, pâdişâh hemen mecmuayı yırtıp, şâiri b i r d a ha h iciv yazm ağa tö vb e ettird iği gib i, v a zi­ fesinden de uzaklaştırdı. Haşinliği, hiciv iti-



NEF’Î. yâdı ve bâzı iğneli sözleri dolayısı ile, pek çok düşman peyda eden Nef’î ( Fuad Köprü­ lü. Divân _edebiyatı antolojisi, İstanbul, 1934-, s. 390 ) azil ve nasıplara alışık idi. Daha ev­ vel, kendi İfâdesine göre, G ürcü Mehmed P a ­ şa tarafından üç defa azlettirilm iş, fak at mâzûliyetleri uzun sürmemiş id i; bu defa da aff­ edilerek, E dirn e’de Muradiye mütevellîliğine tâyin olundu ( bk. Husrev Paşa 'nin 104.0 ’ taki Bagdad seferi vesilesi ile Nef’î 'nin ona sun­ duğu k a s id e ); 1043'te Murad IV ,'m Edirne 'yo gitmesinden faydalanarak, takdim ettiği kaside sayesinde Nef’î İstanbul’ a döndü ve kendisine cizye muhâsebeciliği verildi. N e f'î'n in katline dâir muhtelif rivayetler v a r d ır; bâzıları bu katlin sebebini ( bk. msl. Naîmâ ve Muhammed al-Muhibbi, g öst. y e r . ; Ha­ cı Tevfik Efendi, M a c m a a t al-tarâcim , Ünîv. kütüp., nr. T Y 192, 37b ) şâirin ettiği tövbeyi tatm ayarak. Bayram Paşa ’yı hicvetmesinde bu­ lurlar. N e f'î’nin bu hicviyesine rastlanmış de­ ğildir. İsmail Belîg ( N n khat al-âşSr, Üniv. kü ­ tüp,, nr. T Y 1182, 109») şâirin „tîg -i gazab-ı pâdişâhı ile katlolunduğunu“ kayıt ile iktifa eder. F. Köprülü ( ayn. esr., s. 392 ) bu katle Murad IV . aleyhinde Nef’î tarafından yazılan veya ona mâl edilen bir hicviyeyi sebep olarak gösteriyor. Mezkûr hicviye Râif Y elk e n ci'ye âit bir yazm a mecmuada mevcuttur. Murad IV. Nef’î ’yİ Bayram P a şa ’y a teslim etmiş, o da Çavuş-başı Boynu E ğri Mehmed A ğ a ( Paşa ) vâsıtası ile, şâiri sarayın odunluğunda cellâtla­ ra boğdurup, cesedini denize attırm ıştır ( 8 şa­ ban 1044=27 kânun 11. 1635). Bâbıâlî 'nin Soğuk-Çeşm e tarafındaki dış kapısı yanındaki bir kabrin Nef’î ’y e â it olduğu rivayeti asılsızdır (N aîm â, g ö st. y e r .; Şeyhî, Ş a k a y ık z e y li, t i ­ ni v, kütüp., nr. T Y 8 1 ; H acı Tevfik, g ö s t. g e r .; K â tib Ç elebi, K a ş f l-zu n ü n , İstanbul, 1941, I, 817; idam tarihine dâir değişik ve hatalı k a ­ yıtlar için bk. ayn. mil,, F e z le k e , İstanbul, 1287, II, 183; R ızâ, T e z k ir e , İstanbul, 1316, s. 95; B elîg, g ö s t. y e r .; F. Babinger, E l, bk. mad. NEF'î; bu müellif N e f'î’ nin Ahm ed I, devrinde kütüphane me’ mûrluğunda bulunduğunu söylü­ yor ise de, verdiği mâlûmâtın me’ hazım gös­ termemiştir. Şâirin vefatına düşürülen tarihler için bk. F. Köprülü, ayn. esr., s. 393 v.d.). Nef’î esmer tenli, mağrur ve m evlevî tarîkatine müntesip bir zât olup, hayli zengin bir kadın ile evli idi (hazîne-i hümâyûnda onu âteşin ba­ kışlı, gür bıyıklı, kır sakallı olarak tasvir eden bir resmi bulunduğuna dâir bk. E. Fazy ve A . Memduh, A n tk o lo g ie de l ’amour turc, Paris, *9° 5; şâiri Murad IV . ile birlikte gösteren bir resim için bk. A li Em îrî, O sm a n lı ta rik v e edebiyatı m ecm uası, İstanbul, 1335, sayı 16). f&lâm Ansiklopedisi



E s e r l e r i . ı. T ü r k ç e d i v â n . İstanbul kütüphanelerinde 37 yazması tesbit edilen, her hâlde T ürkiye'n in diğer şehirlerindeki kütüphânelerde ve husûsî ellerde müteaddit nüsha­ ları bulunması gereken bu divânın A v ru p a 'd a da yazm aları mevcuttur ( bk. msl. British Mu­ seum, Or. 7078, 7169 ). Divân, biri Bulak ( 1252 ) 'ta, diğeri İstanbul ( 1269 ) 'da olmak üzere, iki defa basılmıştır. Bulak tab ’ı daha sıhhatli ol­ duğundan, onu esâs tutuyoruz. Divânda, biri naat, diğeri Mevlânâ hakkında olmak üzere, 59 kasîde vardır. Bunlardan 12 'si Murad IV., 8 'i Ahm ed I., 5 ’i şeyhülislâm Mehmed Efendi, 4 ’ ü Osman 1I„ 4 ’ ü Nasuh Paşa hakkında olup, mütebakisi devletin diğer mühim şahsiyetleri için yazılmıştır. Bu manzûmeleri tcrkîb-i bend şeklinde bir sâkinâme ile pâdişâhın ok atışı. Kandilli kasrı, şeyhülislâm Yahyâ Efendi, Musâhib Musâ Ç elebî v.b. için kaleme alınmış 9 manzume takip eder. G azeliyât kısmında 119 gazel, 1 müseddes-i mülekerrir vardır. Bunlar­ dan sonra gelen bir k ıt’a, 9 matlâ ve 15 rübâî ile divân tamam olur, 2. F a r s ç a d i v â n . T ürkiye ve A vrupa kütüphanelerinde mütead­ d it nüshaları bulunan bu divân basılmamış ise de, onun 4 yazması karşılaştırılarak, hazırlan­ mış bir metne dayanan türkçe tercümesi neşre­ dilmiştir ( bk. A li Nihad Tarlan, N e f t ’ n in f arş­ ça divânı tercüm esi, İstanbul, 1944 ). Bu divân­ da 8 naat, 8 kasîde, I sâkinâme, 1 fahriye, 21 gazel, 171 rübâî bulunmaktadır. 3. S ih âm -t kazâ. Henüz basılmamış, ciddî bir tetkike tâbî tutul­ mamış olan bu hiciv mecmuasının nüshaları nâdir ve farklıdır ( msl.' Üniv. kütüp., nr. T Y 3003, 3110; British Museum, O r. 7170). Üni­ versite kütüphanesi yazmalarına göre, muhtevâsı Nef’î ’nin babası, G ürcü Mehmed, Keman­ keş A li, Ekmekçi-zâde Ahmed Paşa ’lar ile Veysî, N ev’î-zâde A tâ î v.b. hakkında kasîde, terkîb-i bend ve k ıt’a şeklinde hicviyeler ile he­ def tuttuğu kimseler, içindeki imâlardan sezi­ len parçalardan mürekkeptir. Nef’î ’ nin yaşa­ dığı devir şâirlerinden hicvetmediği azdır. Hic­ vettiklerinden Riyâzî, Fâizî, G anî-zâde Nâdiri, T ıfiî ve M antıkî gibi şahsiyetler zikredilebilir ( tafsilât için bk. A . Karaban, N e f ’ î, İstanbul, 1954; Muhammed al-Mulıibbi, ayn, esr., I, 198 v .d .; İsta n b u l k ü tü p h a n eleri tü r k çe yazm a di­ v â n la r kata loğ u , İstanbul, 1959, II, 292 v.d,). Nef’î ’ nin hicviyelerinden bazıları nükteli ve ne­ zih gibi görünüyor ise de, çoğu küfür ve haka­ retin çirkin ve kaba misâllerinden ibârettir. 4. T u h fa t a l-u şş a k . 97 beyitten mürekkep olan bu uzun kasîde ( Bodleian Library, trk. yazm., d. 8, 153b— I55b ) Nef’î ’nin farsça kasidele­ rinden biri olarak kabûl edilebilir ise de, buna kendisinin T u h fa t a l-u ş ş a k adını verdiği (b e ­



12



ı?8



N EF’Î -



y it 96) ve Fuzûiî ’nin A n is al-ka lb adlı ese­ rine ve ona örnek olanlara nazîre teşkil ettiği için, bu manzumeyi müstakil bir eser saymak daba doğru görünüyor. Nef’î 'nin bir münşaât mecmuası mevcut oldu­ ğu ileri sürülmüş, fak at kasidelerinden birinde „inşâya tenezzül eylem ediğini" söyleyen şâirin müstakil bir münşaât mecmuası vücûda getirdiği sâbit olmamıştır. M an şaât-ı N e f ’ î v e divân-t  l î ( Ünivers. kütüp,, nr. 3637, 26a—b ) adlı mec. muada bulunan mektuplardan biri „Nef’İ Efen­ di tarafından Haşan Bey Onsı 'y e tesvîd olunmuştur“ başlığını taşıyan mektup ile O sm a n lı ta rih ve edebiyatı m ecm uası (sa yı 9 ) ’ nda ç ı­ kan diğer bir mektup Nef’î'n in bâzan inşâya rağbet ettiğini göstermekle beraber, bunlar o­ nun bir inşâ mecmuası vücûda getirdiğini isb at etmeğe kâfî gelmez. Nef’î zengin lisanı, azametli hayâlleri ve muh­ teşem üslûbu ile eski türle edebiyatının en müm­ taz şahsiyetlerinden biri olup, bilhassa kaside tarzında büyük bir kudret göstermiş, kâbına varılmaz bir üstâd olarak tanınmıştır. Muasırı olan Sabrî, Nâilî, A d an a ’ h  lî gibi, ş iirle r­ den muahhar devirlerde yetişenlere kadar, bü­ tün şâirlerin bu husûsta ittifak ettikleri ve Nef’î ’nin te’sirı altında kaldıkları görülür. Nef’ î ’den bahseden hemen bütün müelliflerin kanâ­ ati de onun en büyük üstadlardan biri oldu­ ğu merkezindedir ( bk. msl. K â tib Ç elebî, F e z ­ le k e , II, 188; Rızâ, T e z k ir e , g ö st. g e r ,; Ziyâ P aşa, H arâbât, İstanbul, 1291, I, mukaddime k ısm ı; R ecaî-zâde Ekrem, K udem âdan b ir kaç şâir, İstanbul, 1305; F. Köprülü, ayn. esr., s. 394). Nef’î bahar, aşk, felek gibi mevzulardan başka, harp ve kahramanlık mevzularını ele almış, nesihlerinde maddî ve manevî güzelliği san’atkârâne bir şekilde tasvir etmiştir. Şâir kasidelerinde, bâzan nesîbe, teşbîbe lüzûm gör­ meden, doğrudan-doğruya mevzua girer ve gi­ rizgâh onun için her zaman zarurî değildir. Mevzuların» istediği gibi tasarruf etmekte ve onları arzu ettiği mecraya sevkeylem ekte zor­ luk çekm ez. Lisana, vezin ve kafiyeye hâkim olm ak hususunda emsalsiz bîr kudret gösterir; o zamanına kadar işitilmemiş kelime ve tâbir­ leri yadırganm ayacak surette kullanmasını, ga ­ zellerine âşıkane bir eda vermesini bilmiştir. Nef’î'n in şiirinde yeni bir hayat, eşine güç rastlanan bir hayâl zenginliği ve ihtişamlı bir âlıenk vardır; mağrur ve nefsine sonsuz bir itim ada sahip olması ifâdesine ku vvet veren başlıca âmiller arasında sayılmalıdır. Coşkun bir ilhama mâlik olan Nef’î 'nin muhayyilesi canlı, mizacı mübâlega ve fahriyeye meyyaldir. A li Ekrem ( N e f ’ î ‘ de tasannu, D a r ü lfu n û n ede­ biyat fa k ü lte s i m ecm,, İstanbul 134*» İV, sa ­



NEFİS. yı 3, 4 ) Nef’î 'nin rûhunu mübâlegada bulur. Nef’î 'nin tü rk şâirleri arasında yalnız Bâkî 'den hürmetle bahsetmesi, Hayyâm 'm rubaileri hak­ kında büyük bir takdir beslemesi yüksek bir edebî zevke sâhip olduğuna delîl sayılm akta­ dır. Nef’î farsça şiir yazm akta en mâbir türk şâirlerinden biri olup, kendisinin gerek farsça ve gerek türkçe şiirlerinde Ö rfî ve Enverî ’nin te’siri altında kaldığı ileri sürülmüştür ( F. K ö p ­ rülü, ayn. esr., s. 39S)- H ayyâm 'u ı te ’siri bu­ lunan farsça rübâîlerinde ise, tasavvufun husûle getirdiği buhranları hissedenler olmuş­ tur. Nef’î 'nin farsça yazdıklarını türkçe şiir­ leri ile mukayese etmek yersizdir. Eski türk edebiyatının en kuvvetli üstadlarından biri olan Nef’î ’nin san’atindaki bütün husûsiyetlerini incelemek esaslı bir tetkik e roevzû teş­ kil eder. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen eserlerden başka bk, bir de Fâizî, Zubdat a l a ş'ar ( Üniv. kütüp,, nr. T Y 164 6 ); Seyrekzâde M. Âsim , Z a y i Zubdat a l-a ş'â r ( Üniv. kütüp,, nr. T Y 2401 ) ; M üsiakîm -zâde, Maca lla t a l-n isâ b (H âlet Efendi kütüp., nr. 628); j. v. Hammer, G esch ich te d er osm aniseh en D ic h tk u n s t ( Pesth, 1837 ), III, 234, 241; E. J. W . Gibb, H O P ( London, 1904 ), III, 252 v .d .; Muallim Nâcî, E sâm i ( İstanbul, 1308 ); Mehmed Süreyyâ, S ic ill~ i osm ânî (İstanbul, 1 3 u ) , I V ; Bursalı Tâbir, O sm a n lt m ü e llif­ le r i (İstanbul, 1333), I I , 44i; A li Cânib, N e f’ î "nin g a z e lle r i ( G ü n eş mecm., 1927, sayı 5 ); İbrahim Necini, T a rih -i edebiyat d ersleri ( tstanbul, 1338 ); I, 135— 140; Kem âl Edib, N e f ’ î ’ n in b ilin m ey en bir k a ç ş iir i ( D il v e tar ih -co ğ . f a k . d erg isi, A nkara, 1949, V II, sa­ yı 2 ) ; F. N. Uzluk, Ş â ir ve f i k i r adam la­ rım ızın ely a zısı ( T ü rk d ili, A nkara, 1953, II, sayı 24 ); Sabrî Kalkandelen, D iv â n la r katalogu ( Üniv. kütüp,, türkçe yazm.}; Nâil



Tuman, Ş uarâ t e z k ir e le r i f i h r is t i (Onİv. kü­ tüp., yazm.). ( ABDÜLKADSr K A R A H A N .) N E F İS *. N A F S ( A-), r û h . Eski arap şiirin­ de n a fs, dönüşlü zamir olarak kullanılır, k e n ­ d i s i n e veya şahısa delâlet e d e r; ruh ise, hafif e s i n t i ve r ü z g â r mânasına gelm ek­ te idi. K u r ’ an ile birlikte, n a fs kelimesi ruh mânasını da almış, rüf.ı ise, husûsî bir haberci melek ve husûsî bir ılâhî vergi mânasına kul­ lanılmıştır. A ncak K u r ’ an ’dan sonradır ki, n a fs ile rûlı aynı mânayı almış ve her ikisi de İ ns a n r û h u , m e l e k ve c i n l e r i ifâde e t­ meğe başlamıştır. I. /Ttrr’ a n ' d a k i k u l l a n ı l ı ş ı . A . N a fs ve cem. anfus ve nu füs iki ayrı şekilde kul1



K o la y lık İçin hu m addede



edilmiştir.



tü k da b irlik te m ü tâU a



N E F İS .



m



lam lm ıştır: i. Dönüşlü zamir, a. çok defa in­ gönderir, c. Kur’ an, X L, 15 ’ te A llah „îk a z et­ sanın kendisine veya şahsına delâlet e d e r : mesi için kulları arasından istediğine al-râh msl. bk. Kur’an, IH, 6 t: — ...„Biz kendimizi ( ça­ min am riki ilka eder“, d, K ur’an, XLII, 52 'd e : ğıralım ) ve siz kendinizi... çağıralım “ ; bk, bir „[S a n a , ey Muhammed ] al-rüh. min am rina’yı de, XII, 54; L î, 20,21; b. altı â yette nafs vahyettik (avhagnâ) ; kitabın veya İmânın ne A lla h ile ilgilidir ( V , 1 1 6 ) : — ,,'İsâ rabbine : olduğunu bilmiyordun, fakat biz onu bir nur Sen bende olanı bilirsin; fak at ben sende yaptık ve kullarım ızdan istediklerim ize onun ( nafsika ) olanı bilmem“ — d e r ; krş. bir de III, ile yol gösteririz.“ A m r ve min 'in mânası ne 26,30; V I, 12,54 ve XX, 4 1; c. K u r’an 'in bir olursa-olsun, metin al-ruh. 'u, o 'd a bilgi ile, yerinde (X X V , 3 ; krş. XIII, 16 ) nafs ilâhiar b 'de ikazd a bulunmak için, melekler v e kullar hakkında kullanılm ıştır: „O n lar ( a lih a ) ken­ ile, c 'de îkaz İçin, kullar İle ve d. 'de ken­ dilerinde ( an fusih im ) ne iyilik, ne de fenalı­ disine bilgi, imân, nûr v e istikam et vermek ğ a sahiptirler“ ; d, VI, 13 0 'da kelimenin cem. için , Peygam ber ile bağlam aktadır. Bu sebep­ şekli insan ve cin topluluğunu ifâde etmek ten bu ruh, Allahın, peygam berlik maksadı için, için iki defa kullanılm ıştır: „Biz kendi (an/u- husûsî bir vâsıtasıdır. Bu „h ik m et, anlayış ve sin â ) aleyhimize şehâdet e ttik “ . 2. N afs in­ bilgi bakımından, A llahın rûhu ile dolu“ olan san rûhu mânasına gelm ektedir: V I, 9 3 : „M e­ B a sa lel’i çok hatırlatm aktadır ! Hurâc, X X X V, lekler, ruhlarınızı ( anfus ) çıkarınız... ( diye­ 30 ,31). 3. K ur’an, IV, 171 'de ‘ İsâ hakkında, A l­ rek ), ellerini uzatacaklardır“ ; bir de L, 16; la h 'ta n bir ruh denilmektedir, 4. K ur’an, XCVII, L X 1V , 16; LXX IX , 40 v.b. Bu ruhun üç ayırıcı 4 ; LXXVIII, 38 ve LXX , 4 'te râh meleklerin vasfı v a rd ır: a, nefis ammâra 'dir, fenâlığı emr­ ş e r i k i d i r . 5. Kur'an, X XVI, 193 ’ te al-râh eder ( XII, 53}. İbranî dilindeki nephgş 'te ol­ al-am în (emin r û h ), Peygamberin kalbine inip, duğu gibi, esâs fikir „nefsin şiddetli arzuları", ona Kur’a n ’1 vahyeim iştir. Kur’an, XIX, 1 7 'de Paulus 'un yazılarındaki kullanılışta ıpujjrı, Ahd-i A llah Meryem *e iyi yapılı bir erkek gibi gö­ cedîd tercümelerinde ise, „ e t“ 'tir. Nefis fısıl­ rünen „Bizim ruh ’u“ göndermiştir. X VI, 102 ’de dar ( L , 16) ve arzû mânasına gelince, dâimâ al-râh al-kudus, mü ’minleri tesbit etm ek için, fenâ olan al-havâ ile birleşir. O zapfedilmeli A llahtan K ur’a n ’ 1 indirmiştir. D iğer üç yerde, ( L X X IX , 4 0 ), sabırlı kılınmalı (X V III, 28) A llah ‘ İsâ 'ya ruh al-kudus vâsıtası ile yar­ ve onun tamahlarından ( LIX, } korkulma­ dım göndermiştir (II, 87; II, 253 ve V , 110). zd ır ; b. nefs lavvâma ’dir, yâni itap ta bulunur Vazife ve unvân arasında bulunan münâsebet ( L X X V , 2 ); dinden dönenlerin nefisleri ( a n fu s ) bu melek habercinin dâimâ aynı olduğunu tadaralmıştır ( IX, 118 ); c. nafs, mutma’ inna, sa­ zammun eder; bunun nr, 4 'teki ruh olma­ kin olarak ifâde edilmektedir ( LX X X IX , 27 ). sı da mümkündür. Böylece Kur’ an 'da rtüı Bu üç tâbir daha sonraki müslüman ahlâk ve umumiyetle ne melekleri, ne insan benliğini rûhiyâfmın büyük bir kısmının temelini teşkil ve ne de insan oğlunun şahsını, rûhunu veya eder. N a fs 'in hiç bir va k it melekler ile ilgili aklını ifâde eder. Kelimenin cem’ine rasllan­ olarak kullanılmaması dikkate değer ( krş. R. mamaktadır. Biachere, N otes sur le subsien tif „n a fs “ dans C. N afas, s o l u k ve r ü z g â r , kök bakımın­ le Coran, Sem itica, I, 1948}. dan, n a fs ’e ve bâzı mânaları ile râh 'a yakın­ B. Râh beş türlü kullanılm aktadır: I. A llahlığı olan bu tâbire Kur’an 'da rastlanılmamakkendi ruhundan, a, A d e m 'in vücûduna hayat ta ise de, ço k eski şiirlerde kullanılmtştır ( krş. vermek İçîn ( X V, 29; X XX VIII, 72 ; XXXII, 9 ), F. Krenkotv, The Poem s o f Tufa.il and a f- fi dem 'e ve b. 'İsâ 'nm ana rahmine düştüğü rimmâfı, London, 1927, s. 32). Tanaffasa fiili zaman, Meryem 'e nefhetmiştir ( nafaka, XXI, ( LXXXI, 18 ) bu mâna ile ilgilid ir; hâlbuki 91 ve LXVI, 12 ). Ruh burada rıh 'ten başka aynı kökten gelen ve Kur’an 'd a kullanılan di­ bir şey olmayıp, Allahın „h ayat soluğu“ mâ­ ğer şekilleri ancak falgatanâfas1’ l-mutanâfinasına gelmektedir ( k r ş . T ekvin , II, 7 ) . 2. sân (L X X X III, 2 6 ) olup, T a b a r i’ nİn C am i' D ört âyet rai} 'u A llahın amr ’ine b a ğ la r; fa­ al-bagân (K ah ire, 1321, X XX, 5 7 ) mda, muh­ kat ruh ile amr ’in mânaları münâkaşa mevzuu­ temelen doğru olarak, nafisa („0 arzuladı“ ) dur. c. Kur'an, XVII, 85 'te şöyle denilmektedir : 'den iştik a k ettirilmiştir. II. Emevî devri şiirinde râh kelimesi ilk ön­ ^ -„a l-R ü lı hakkında sana [e y Muhammed] su­ âl so rarlar; söyle s al-ruh min amr• Rabbi, ce insan rûhunu İfâde etmek için kullanılmış­ fak at size ancak az bir bilgi verilm iştir“ . 6. tır { Kitâb al-ağâni, Kahire, 1285, XVI, 126, K ur’an, XVI, 2 'de Allah kulları arasından is­ son s a t ır ; C h e ik h o , Le Cristianism e, Beyrut, tediği kimseye — „Benden başka A llah yok­ 1923, s. 338 ); hâlbuki Kur’an 'da, yukarıda nr. tur, o hâlde benden korkunuz“ — dedirtmek 5 ’te denildiği gibi, bu mânada n a fs kelimesi için, al-rü!}. min amrihi ile birlikte, melekleri kullanılmıştır.



ı8o



N E F İS.



III. İlk hadîs mecmuaları arasında Malık 'in al-M uvaita ’ (T a lâk, 95, Kahire. 1339, J, 126 ) 'ında rûh ve nefis karşılığı olarak, nasama ( Kur'an 'da rastlanmaz ) ve rül} kelim eleri kul­ lanılm aktadır ; hâlbuki İba Hanbal 'in Musnad 'inde nasam (V I, 4 *5), nafs ( 1, *97; II, 364; VI, 140 ) ve bir de nafs ve rnj!ı (IV , «87, 296) kelimeleri geçer. Müslim 'in al-Şahîh ( İstanbul, 1331, VIII, 44, 162 v. d.) in d e ve BuhSri 'nin alŞahik (K ahire, 1314, IV, J 3 3 ) ’iude, insan ruhu­ na ifâde etmek için, hem rûk, hem arvâf} ke­ limeleri kullanılmaktadır. IV . Tâc a l - aras ( IV , 260), nafs 'in 15 mâna­ sını saym akta ve Lisân al-arab 'dan alınma di­ ğer iki mânayı eklem ektedir: rûh, kan, vücût, kem göz, benlik, debağlam a kazanı, azam et, bü­ yüklük, kasid, nefret, yok olan, irâde, cezâ, kar­ deş ve insan. Bu mânalardan bir çoğunun me­ cazî olduğunu ilâve etm ektedir. Lisân (VIII, 119— 126) şiirden ve Kar an 'dan bunlara ör­ nekler verm ektedir; L an e'in ¿ex/con (s. 2827b) ’unda bütün bu parçalar olduğu gibi yer almış­ tır. N a fs 'in lügat bakımından tetkiki şu netice­ yi v e rir: 1. „R ûh“ v e „nefis“ mânasında nafs kelimesinin A lla h ile ilgili olarak kullanılmasın­ dan sakım lm ıştır; 2. insana gelince, a. nafs ve rûh birbirinin aynıdır yahut b. nafs rûha ve ruh da hayata m ahsûstur; yahut c. insanın iki rûhu ( n a fsâ n i) v a rd ır; bunlardan biri hayatîdir, diğeri fark ve tem yiz edicidir ve yahut d. fark ve tem yiz kabiliyetindeki rûh iki yönlü olup, biri emirler ve diğeri nehiyler verir. V . N a fs ve rûh 'un K ur’ an 'dan sonraki kullanılışları üzerinde, bir taraftan rül} ’u in­ sanlara, meleklere ve ülûhiyete tatbik eden hıristıyanlar ile yeni-eflâtuncuların fikirleri, di­ ğer taraftan da bilhassa n a f s ’ in aristocular tarafından yapılmış olan rûhiyat bakımından tahlilleri müessir olmuştur. a l-K isd i yeni-eflâtuncuların rûh telakkisini ilk arap felsefesine getirenlerden biridir. al-K indi, ‘A bd at-Masih al-Nâ'im a ’nin tercüme ettiği ve „A risto 'nun ilah iyatı“ adı verilen eseri gözden geçirmiş ve üzerinde düzeltmeler yapmıştır. Bu eser Plotin u s’un E nn ead’lar adlı eserinin IV.— VI. cüz­ lerinden nakil ve açıklam alardan ibarettir. Müslümanlar bu eserden insan rûhunun, ilk Önce nefis veya akıl vâsıtası ile, sonra âit bulundu­ ğu küllî rûh vâsıtası ile, tek mutlak sebepten feyezan ettiği nazariyesini almışlardır. İnsan rûha, buna göre, ölmez veya mâkûl bir cev­ herdir. Onun kurtuluşu, duygular âleminin be­ denî levsinden sıyrılıp, rûhî cevherin ebedî âle­ mine dönmekle mümkündür. Rûhun menşe’ , mâhiyet ve geleceği nazariyesi daha sonraki İslâm tasavvufunun esâsını teşkil etmektedir. Müslümanlara te'sir etmiş olan nefis ve rûh te-



lakkîsi dinî münâkaşalara dâir yazılarda açık­ ça meydana çıkm aktadır. A . al-A ş'ari ( Makâlât al-islâmiı/in. D ie dog­ matischen Lehren der A nhänger des Islam von Abu 'l -H asan 'A li bin Ism ä'il al-A ş'a ri, nşr. H. R itter, İstanbul, 1929), Rah A U ä k ’in A d em ’de tecessüt ettiğini ve bunun peygam­ berler v.b. insanlara geçtiğini ileri süren râfızî akideleri anlatıyor ( s. 6, 4 6 ); insanın sâdece cistn, cism ve rûh ve sâdece rûh olduğunu ile­ ri süren muhalif nokta-i nazarları zikrediyor ( s. 61, 329 v. dd.). Onun anlattığı ehl-i sünnet inancı (s . 290— 297) ise, insanın tabiatı hak­ kında her hangi bir şey söylemiyor. jB. al-Bağdâdi ( b. bk. -, al-Fark bayn al-firak, Kahire, 1328 ), insan tabiatı hakkındaki aynı râfızî akideleri izah ederken ( s . 28, 117 v.dd. 241 v .d d .), hulûl nazariyelerinin Eflâtun ve yahudiler tarafından kabûl edilmiş olduğu­ nu söylüyor (s . 2 54 ); Hulüiiya ( bk. mad. HöLÛL ] ve buna dâhil e ttiği H a llâciya fırkaları mensuplarının tecessüme dâir inançlarım anla­ tıyor ( s. 247 ). Onun fikri şö y ie d ir: „A lla h rûh« tan ve yeme-İçmeden münezzehtir ve bütün arvûk, Hıristiyanların baba, oğu! ve rûk alkudas ebedîliği akidesinin aksine olarak, haikedilmiştir ( s . 325). C . İbn Hazm [ b. bk ], insan rûhunu ifâde et­ mek için, nafs ve ruh kelimelerini, fark gö ­ zetmeden, kullanıyor ( Kitâb al-faşl fi'l- m ilal, 5. kısım, Kahire, 1317— 1321, V, 66). Tenâsuhu kabul edenleri miislüman saym ıyor ve bunlar arasına feylesûf ve tabîp Mubammed b, Zakariyâ’ al-R âzi ’ yi idhâl ediyor ( I, 90 v dd. 5 IV, 187 v.d.). Bâzı aş’ a riya mensûplarınm rûhun devamlı olarak yeniden yaratıldığı hakkındaki akidelerini k a t’îyetle reddediyor ( IV, 69 ). Meleklere Âdem 'in önünde secdeye varmalarını emretmeden önce, Allahın, Adem 'in bütün ahfadının ruhlarım yarattığım ( VII, 1 7 1 ) ve rûhlarm, melek tarafından cenîne nakl­ edilmeden önce, al-Barzah [ b. b k .]’ ta, göğün en yakın yerinde bulunduğunu söylemektedir ( I V , 70). _ D . al-Şahrastâni ( b. b k .; Kitâb al-milalva ’l -nihai, nşr. Cureton, 1. kısım, London, 1842 ), câhiiîye devri araplarımn ölümden sonraki ha­ yata dâir İnançlarını anlatırken, n a fs veya rül} kelimelerini kullanm ıyor; yalnız insan kanının, kuş şeklinde bir tayf olup, her yüz yılda bir mezarı ziyaret ettiğini söylüyor. En mühim kı­ sımlarından biri ( s. 203— 240 ) rûh hakkındaki gerçek mü’minler ile böyle olmayanların a k i­ delerine ayrılmıştır. al-H un afa’, yâni hakikî mü’mînter, iki Tanri kabûl eden, sudûr ve ir­ fan tarafdarı al-Şâbi’a [ b. bk. ] ile münâkaşa et­ mektedir. ŞSbi’a ’nın görüşleri üzerindeki izah-



N E FİS. lan , İnsanın maddî bir beden ile manevî bir hafu t al-falüslfa, Kahire, 1302, s. 72 ). al-Rin afs ( I/it, 14 ) 'ten müteşekkil Bir bütün oldu­ sâla al-laduniya (K ah ire, 1327, s. 7— 14 ) adiı ğunu ve n afs 'in cevherinin ( cavh ar ) a flâ k eserinin ikinci kısmını basit cevheri, yâni aklî 'ten indiğini ileri süren İhvan al-Şafâ’ ’nın aki­ faâiiyet merkezini ifâde eden nafs, ruh ve Içalb delerini (R a sâ 'it, Bombay, 1305, 4 cild) aynen kelimelerinin izahına hasrediyor. Bu cevher in­ aksettirm ektedir. Kendisi, gerek iyi, gerek kö ­ ce, fakat ölümlü olup, hâsseleri ihtiva eden bir tü, bütün rûhlar için rûhânî tâbirini kollanır cisim olan hayvânî ruhtan ayrıdır. Cisimsiz (s. 213 ). İnsan tabiatının, nebatî, hayvani ve rûhu, Kur’ an 'daki al-nafs al-mufma’ inna ve İnsanî — her biri husûsî menşe’, ihtiyaç, yer al-rüh al-am rî ile bir saym aktadır. Sonra nafs ve kuvvete sâhip — üç rûhlu olarak tasviri İh­ tâbirini aynı zamanda „ e t “, yâni ahlâkî mülâ­ van al-şafâ’ ( R asâ’ ıl, 1/1!, 48 v. d d .) ’ nınkîne haza ile zapt ve rap t altına alınması gereken benzer. Fakat Şahrastâni insan rûhlarmın ( nü­ süflî tab iat için kullanmaktadır. fû s ), insan üstü nefislerin ruhlarına ( ah n ufû s VII. Yukarıda görüldüğü üzere, ai-Ğ azzali a l-rSh ân igâ t) tâbi olduğunu ileri süren yeninin tutumu umumiyetle A llahın varlığını ka­ eflâtuneu görüşü ( s . 21 o, 224 v.d.) aynı za­ bûl eden feylesûflar ve bâzı mûtezile ve şîa manda n afs ’in esâs itibârı ile kötü { s. 236 ) mensflplarınmki ile aynı idi ise de, islâm iyette ve kurtuluşun rûhun maddî bedenden ( s . 226 aslâ hâkim bir duruma gelmemiştir. Büyük tah­ v.d.) ayrılması ile mümkün olduğunu iddia lilci feyîesûf v e kelâmeı Fahr al-Din al-Râzi eden Hermss ile ilgili akîdelerı reddetmektedir. bunu kabûl etmeğe râzı olmamıştır. M afâtih H akikatte A risto 'nun D e A nim a adlı eserinde al-ğayb ( V , 435 ) adlı eserinde Kur’an, XVII, yaptığı ve bize Aphrodisias 'h A lezandros ve 87 ’yi tefsir ederken, al-G azzâli 'nin fikri ola­ Porphyrios tarafından in tikal eden insan ruhu rak, Tahâfut 'ündeki tariflerini zikrediyor ( s. üzerindeki tahlil, pek az değişiklikler ile birer 72; krş. bir de al-R âzi, Muhaşşal, Kahire, 1323, K itâb a l-n a fs yazmış olan al-K indi [ b. bk.}, s. 164); fakat ( Mafâtih, s. 434, str. 9 ve 8 aş.) al-Fûrabi [ b. b k.) ve bu mevzuda iki kitap sâ- nafs *i cismânî tela k k î eden görüşün kuvveti­ hibi olan İbn S in a [ b. bk.] ve ahlâk düstûr­ ni kabûl ediyor ve M a'âlim usul a h d in {M u ­ larını aynı gayr-i maddî; ve amelî ( s. 1 ) röhi- haşşal, s. 117 v.d. 'nın kenarında) 'inde de nafs !y â t nazariyeleri (s. 7 ) üzerine; istin ât ettiren ' i n e cismânî ve ne de cisim olan bîr cevher te: Takzib al-dhlâİf müellifi İbn M iskavayh [b . bk.} la k k î eden feylesûfların görüşünü tem elsiz {bâgibi, İslâm feylesûlları tarafından benimsenmiştir. iil ) diye, k a t'î olarak, reddediyor. al-Şahrastâni yunan ve hırisUyanlardan kalma VIII. al-B ayzâvi [ b. bk.] kâinatın teşekkülü eserlerde ve K ur'an ve İslâm ân'anesinde n afs ile ve rûh hakkındaki telakkisini T a vâ lf al-anvâr ruh kelimelerinin karışık kullanılışları üzerinde 'ında izah ediyor ( taş-basm., A bu ‘1-Şanâ' alçoktan beri arzu edilen izahı vermektedir. Fa­ Işfahâni 'nin şerhi ve Curcâni 'nin hâşiyesi ile, k a t feylesûflar, onun desteklenmesine rağmen, İstanbul, 1305, s. 285 v.d d .; Kahire tab-, 1323; yunan ruhiyatını sünnî müslümanlığa kabûl et- Brockelmann, C A L , I, 418; II, m ) . Müellif tiremediler. M utakallimün [ bk. road. KELÂM ] burada 1. gayr-i cismânî cevher sınıfiarm ı; 2. v e müslümanların büyük bir ekseriyeti K u r' an sem avî a k ılla rı; 3. feleklerin rû hlarm ı; 4. İn­ 'daki ıstılâhları genişlettiler ise de, rûhun mâ­ sanî rûhlann gayr-i cism anîliğini; 5. yaradılış­ hiyeti hakkındaki an’anevî görüşlerini muha­ ların ı; 6. cisimler ile birleşmelerini ve 7. beka­ faza ettiler. Buna göre, rûh A lla h tarafından larını ele alıyor. Sonra müellifin hilkat nazadoğrudan-doğruya yaratılm ış olup, muhtelif me­ riyesi g e liy o r: Tanrı, kendisi tek olduğu için, lekelere sahiptir. bir tek akıl {‘ a k l ) yaratm ıştır. A llah tan ilk V I. Bununla beraber, A risto 'nun rûhun gayr­sâdır olan bu akl-ı şânî, diğer bütün imkân­ i cismânî mâhiyeti hakkındaki telakkisi, en bü­ ların ilieti ( ‘ illa ) olup, ne cisimdir, ne ilk y ü k İslâm kelâmcısı al-G azzâli 'nin fe'siri sa ­ madde ( hayülâ ) ve ne de şekildir ( ş û ra ). O, yesinde, müslüman akidesinde devamlı bir yer rûhu { n a fs ) ve feleği ( f a l a k ) olan bir diğer buldu. al-Tahânavi, K a şşâ f istilâhât al-funün aklın tâli sebebidir ( sabab ), Bu akl-ı sânîden ( nşr. Sprenger, Kalküte, 1862 ) 'da al-Ğazzâli tâ onuncu akla kadar, sıra ile bir üçüncü akıl, 'nin insan rûh ve nafs 'ine dâir görüşlerinden ondan bir dördüncü akıl sâdır olur ( s. 288 ) parçalar bulunmaktadır. a l-G azzâli insanı, dün­ ki, onuncusu K u r’an, L X X VIIl, 38 ’ de geçen yanın ne dışında, ne de içinde olan A llah ve ve unsurlar dünyasında t e ’siri kuvvetti olan tıpkı melekler gibi, bir bedende hapsedilmemiş ruhi ( krş. al-B ayzâvi, Anaâr al-T a nzil, nşr, ve ona basılmamış, ne ona bağlı ve ne de on­ Fleischer, II, 383, str. 4 ) ’tur ve insânî rûhları dan ayrı olan rûhânî bir cevher olarak târif ( arv â h) meydana getirir. Bu akılların altında eder. Bu cevher bilgi v e idrâke sah ip tir; bu feylesûfların al-nufus al-falakiya dedikleri, sebeple bir araz değildir ( s. $47 y k .; krş. Ta- yüksek veya sem avî melekler ile aşağı nafs '1er



NEFİS. vardır ki, bu sonuncular iki kısımdan ibarettir: d ö n er; peygam ber ve şehidlerin durumu müs­ b a sit unsurları idâre eden dünyevî m elekler; tesna, kıyam et gününe kadar mezarda kalır, msl. belli şahısları 'id â re eden mâkûl rûhlar saadet veya cezanın önceden tadını alır, İbn ( anfus nâtika ) gibi, dünyevî rûhlar. Bundan K ayyim (s . 2 56) A d em 'in zürriyetinın cenin­ başka ( s. 285 }, hiç bir şey îfâ ve idâre etmeyen lere nefhedilmek için al-Barzah 'ta beklediklerigayr-i cismânî cevherler vardır ki, bunlar bir nî söyleyen İbn Hazm 'm bu iddiasını reddeder. kısmı iyi ( al-karöbıyân ), diğer kısmı da fenâ O ru h 'u n cisim olmasını isbât eden 116 delîl, olan ( al-şayâtin ) m eleklerdir; ayrıca bir de ay­ aksi delilleri eerheden 22 mukabil delîl gös­ nı zamanda iyilik ve fenalık yapabilen cinler var­ teriyor ve itirazlara karşı da 22 reddiye ileri dır. Bu onun Kur’an, II, 28 ’in tefsirinde ( — 26 5 sürüyor. Kendisi an’aneye bağlı olan islâmiyeti nşr. Fleischer, I, 47 ) ele aldığı bir tasniftir. Rû- temsil eder. hiyât sahasındaki düşünceleri al-G azzalİ 'nınkiX. İlk sûfîler rûhun m addîliğini kabûl et­ ne benzemektedir { s. 294). Rûlıun gayr-i cis­ mekte idiler. a l-K u ş a y ri ( b .b k .; a l- R is â la , mânî oluşu ( tacarrud a l-n a fs ) için, beş aklî Z akariyâ’ a l-A n şari'n în şerhi ve a l-'A rü s i’ nin delîl ile K ur’an ’dan dört âyet ve bir de hadîs haşiyeleri ile. Bulak, 1290, II, 103 v. dd.) ve zikretm ektedir. Şârihi ( s. 300 ) bu delillerin sâ­ aynı zamanda da al-H ucviri ( K a ş f al-mafacâb, dece rûbun bedenden farklı olduğunu isbât et­ trc. Nicholson, London, 1911, s. 196,262 ), rûhu tiğini söylüyor. Sonra, bütün nefislerin ( n ü fû s ), ince yaradıtmış, yeşil ağaçtaki usare gibi, hiss­ bedenleri tamam olduğu zaman yaratıldıklarım eden vücûda konulmuş bir cevher ('ayn ) veya deliller ile ileri sürüyor. N a fs ( s. 303) ne vü­ bir cism olarak tasvir ediyor, N a fs ( Risala, cûdun içindedir ve ne de onda m ahbustur; fa­ s. 103 v. d d ,; K a ş f al-mafacâb , s. 196 ) takbî» k a t âşıkm maşuka bağlılığı gibi, ona bağlıdır. ha müstahak husûsiyetlerin bulunduğu yer­ N a fs kalpten gelen ve en ince besleyici küçük dir. Her İkisi birlikte insanı teşkil eder. cüz’ler sayesinde hâsıl olan ruh ile ilgilidir. Ruhun gayr-i maddî olduğunu ileri süren ve Düşünen nafs bir kuvvet hâsıl e d e r; bu kuvvet, al-G azzâli ’nin umûmî bir akîde hâline soktu­ bu rûh ile birlikte, vücûdu bir baştan— bir başa ğu felsefî akîdeden başka, teozofi mâhiyetin­ dolaşır ve her uzuvda ona hâs işleri hâsıl eder. de, rûhun bir diğer izahı daha inkişâf etti, Bu işler ile ilgili kuvvetler idrâk edicidir ; bun­ îbn a l-A r a b i ( b. b k .; H. S. Nyberg, K lein ere lar hâricî beş duygu ve dahilî beş meleke, yâni S ch riften des ibn a l-A r a b i, Leiden, 19x9, s. müşterek his (se n su s communis ), m uhayyile, 15, xx, 7 v. dd.) „eşyayı“ 3 sınıfa ayırıyor: mut­ idrâk, hafıza ve akıld ır; nafs 'in hareket etme lak varlık ve yaratıcı olan A llah , dünya ve kudreti ( al-m uharrika) vardır. Bu ihtiyari veya gayr-i kabil-i târif mümkin-ül-vücûd bir üçün­ tabi'i’ dir (s . 308; Kahire, 1323,8. 145 v. dd.). cü had. Bu sonuncusu ebedî şe’niyete bağlıdır IX. al-rûh ve al-nafs 'in mâhiyeti ve geleceğive dünyânın cevheri ile husûsî mâhiyeti ondan hakktndaki hâkim müslüman akîdesi, en tam neş’et etm ektedir. Bu bütün hakikatlerin küllî olarak, İbn Kayyim a l-C a v z iy a { b. bk. ] ’nin ve müşterek hakikatidir, insan, bir nevî, A liah Kitâb al-rül} ’ unda anlatılmıştır (H aydarâbâd, ile dünya arasında mutavassıt bir yaradılış, bir 2. tab., 1324 ). İbn Kayyim kitabındaki 21 faslın barzah ( s. 22, 42 ) ’tır. İlâhî hakikat ile yara19. faslını nafs ’in husûsî mâhiyetine hasretmiştir, dilmiş dünyayı (s. 21,42 ) birbirine bağlar; ebedî ( s . 279 — 342 ). Bu fasılda al-A ş‘ ari ( ayn■esr., isimler ile yaradılm ış şekilleri ( s . 96) birbırne s. 331 v. d d .) ile a l-R âzi ( M afâtih al-ğayb, bağlayan bir çeşit naiptir, insanın hayvânî rû­ V , 431 — 434) 'nin kısa mütâiealarını zikretm ek­ hu ( rûh ) ona İlâhî bir soluk ile nefhedilmiştir tedir. a l-R âzi'n in m ııtakallim ’ieTİn insana sâ ­ ( s- 95 ) ve onun nafs nütika ’sı küllî nafs ( aldece his ile mücehhez bîr beden gözü ile nafs al-kulliya ) 'ten, vücûdu ise, dünyevî un­ baktıkları şeklindeki, iddiasını reddetm ekte ve surlardan gelm ektedir (s. 95 v.d.). Nâip sıfatı her zekî kimse nazarında insanın aynı zaman­ ile, insanın bu mevkii ( s, 45 v.d,) ve İlâhî te ­ da vücût ve rûhtan ibaret olduğunu ileri sür­ cellîye benzeyişi ( s. 21 ), ruh al-kudus, ilk akıl mektedir. Rufa ile nafs aynı sayılm akta ve (s . 51), halîfe (s. 45 v.d.), ınsan-ı kâmil ve kendi mahsûs vücûdumuzdan mâhiyet itibârı al-G azzâli 'nin A llahın bilâvasıta mahlûka te ­ ile farklı bir vücût olup, ışık tabiatında, yüksek, lakki ettiği (s . 122) ‘ 5lam al-amr gibi, başkahafif, canlı, hareketle m uttasıftır ve su güle başka isimleri olan küllî nafs 'ten gelm ekte­ nasıl nufûz ederse, vücûdumuzun âzalarm a da dir. İbn a l-'A rab i F n jü ş ’ unda (ta ş basm., alöyle nufûz e d e r; yaradılm ıştır; fakat ebediyen K âşân i 'nin şerhi ile, Kahire, 1309, s. 12 v.dd.) devam edecektir; uyku esnasında muvakkaten A llahın kendi-kendine İlâhî cevherinin tecellî vücuttan a yrılır; vücut ölünce, İlk muhakeme yeri olan bir şekilde göründüğünü söylüyor. için, ondan ayrılır; Munkar ve N akir tarafın­ Bu yer bir rûh alır ki, bu Adem , halîfe ve kâ­ dan sorgnya çekilmek için- tek rar vücûda mil insandır Müellif ( Nyberg, ayn, esr,, s. 129



N E F İS -i- N E F ÎS E . v. dd.) rûhun cevherini ve hususiyetlerini mü­ nâkaşa ediyor ve bu arada dediğine göre, al. Ğ azzâli 'ye „atfedilen“ ve al-Tahâfut (y k . bk.) ’te yer alan bir kanâati de naklediyor. A k id e ­ ler arasmdaki farkın mühim olmadığını söylü­ y o r; zira, ona göre, hepsi rûhun yaradılm iş ol­ duğunu kabûl etmektedir. N afs ve ruh 'a dâir risalesinde ( M. A sin Palacı’os, Tratado acerca del Conogimiento del Alm a y del Espîrita, bk. A ctes du X I V Congres international des O rientalistes, Paris, 1906, III, 167— 19 1), in­ sanların rûhun meziyetlerini geliştirerek, nafs ’i bertaraf edip, nasıl insan-ı kâmil olabilecekle­ rini izah ediyor. İbn a l-'A ra b i 'nin çağdaşı şâir İbn al-FSriz (Nicholson, S tu d ies in Islam ic M y sticism , Cam ­ bridge. 1921, fasıl 3 ) bâzan kendi rûhunu, her şeyin sâdır olduğu rûh ile ( a l- T a iy a a l-ku h ra, İbn al-Fâriz 'm D iv â n ’mm kenarında, K a ­ hire, 1319, II, 4 v;d.) ve semânın etrafında dev­ rini tam am ladığı kutup ( ka{b ) ile aynı gör­ mektedir ( s. 113 , 115 ). a l - T â ’ i y a ' nin şârihi al-K âşâni bu ayniyetin en büyük rû h ( ruh a l » arvâft ) ve en büyük „kutup“ ile; ayniyet oldu­ ğunu anlamak gerektiğini söylüyor. D iv â n ’a âit şerhlerin toplayıcısının tesbitine { II, 196 ) göre, A llaha h u lu l ve onun ile ittih â d gayr-i mümkündür; fak at rûh ile n a fs ayniyetinin A llahın n a / s ’ine gerçek bir „geçişi“ ( fa n a ’ ) ve onun ile birleşmesi (v a şl) vardır ; zîra A l. lakın n a fs 'i onların n a fs ’İdİr. 'A b d a!-Karim al-C ilân i bu varlık vahdeti nazâriyesini tam bir rûh panteizmine kadar götürm ektedir, al-Insân al-kâm il (b . b k ,; K a ­ hire, 1334) ’de al-lşudus, râl1 al-arvâk ve ra# AU ah tâbirleri, İlâhî şe’iniyetin ( a l-hakk) husûsî veçhelerinden birini ifâdeye yaram ak­ tadır ki, bu „kan = ol 1“ emrine dâhil olma­ mak gerektiği gibi, yaradılm iş da değildir. Bu rûh, mahsûs ve mâkûl bütün yaradılmiş varlıkların temsil ettiği rûhların İlâhî veçhe­ sidir (s . 94). Varhğın kendisi nafs A llah.'ta mevcuttur ve Allahın nafs ’i kendisinin zâtıdır. A yrıca mahsûs olan her şeyin yaradılmiş bir rB&’u vardır ( s . 94). Kur’ an, XLÎI, 5 2 'de A llahın emri ( a m r) denilen ve yukarıda söy­ lenildiği üzere, A llahın bir veçhesi olan me­ leğin veçhelerinden biri Peygamberin ruhuna verilmiş olup, bu da K u r’an ’da zikredilen r â h ’un aynı olarak gösterilmiştir. Bu melek­ lere hâs -ve İlâhî rûh böylece Peygam berin asıl tasavvuru ( hakîka, s. 95 v.d.) ve Pey­ gamberin kendisi de böylece „kâm il insan“ olmaktadır ( s . 96, 13ı v. dd.). İnsan nafs 'inin husûsî tabiatı olan râh 'un hayvânî, kötülüğü emreden, insiyâkî ( al-mulhama ), tekdir eden ve sâkin olmak üzere, 3 ismi vardır. İlâhî



183



vasıflar gerçekte nafs ’in tasvir ettikleri za­ man, 'a r if ’in isim, vasıf ve mâhiyetleri, tek ma' r u f 'un isim, vasıf ve mâhiyetleridir ( s . 130 v.d.). XI. Remil ilminde ('iîm at-ram l) ummahâi [ bk. mad. M A D A G A S K A R , s. 1 3 3 a ] ’m i l k „evine" (h o p i)d e nafs denilmektedir; çünkü fal aç­



tıranın rûhunu ve aklını mes’elelere ve İşlerin mebde’ine doğru sevkeder ( Muhammed ai-Zanâti, Kitâb al-Fasl f i 'ilm al-ram l, Kahire, ts., s. 7; krş. Henr. Corn. Agrippae, Opera, Lyons, ts. [fakat aş.-yk. X VII. asrın başları], s. 412; Nam primus domas personam tenet quaer e n tis ). B i b i i g o g r a f y a : Madde içinde gös­ terilen kaynaklardan başka bk. bir de D. B. Macdonald, T he Developm ent o f the Idea o f Spirit in Islam ( Acta O rien talia, Oslo, 1931, IX, 307 — 351; tekrar baskısı için b k .; M W, 1932, XXII, 25— 4 2 , 153— 168), bu tetkik ten burada geniş Ölçüde faydalanıl­ - m ıştır: İslâm feylesûflarının rûh bilgisi A ris­ to ’ nun D e A nim a 'sın a dayanmaktadır (e n iyi ta b ’ı R. D . H icks, Cam bridge, 1907); tenâsuh ile ilgili eski inançlar için b k . 1. Friedlânder, T he H eterodoxies o f the S k iit e s . . . ( J A O S , X XVIII,_ı— 80; X XIX, 1— 18 3 ); A risto ile İbn Sâni arasm daki münâ­ sebet için bk. S, Landauer, D ie Psychologie des ibn Sina ( Z D M G , XXIX, 335 — 4 18 ); ingl. trc, A . E. van D yck (V e ro n a, 1906}; F . Rahman, A vicenna’s Psychology ( Oxford, 19 5 2 ); M, Horten, D ie philosophischen Sys­ tem s im Islam ( Bonn, 1912 ); T. J. de Boer, The H istory o f Philosophy in ¡slam ( Lon­ don, 1903 ). ( E. E. CALVERLEY.) N E F ÎS E . AL-S a y YÎDA N A F ÎS A , İmâm al-Şâf i ' i ’nin eâm i-türbesi istikam etinde Ahm ed b. Tolun câmiinin cenûbunda, Kahire 'nin kapıla­ rında bulunan t ü r b e . Kahire 'deki kadın ve­ lîler [ bk. mad. VALÎ ] arasında, Sayyida Zay­ nab bint Muhammed’den hemen sonra, S itt Sekina ( Sukayna ) 'nin yanında S itt N afİsa bil­ hassa mühim bir yer işgâl eder. Pazar günkü resmî K u r’ an kırâatlerindeki umûmî sıralama­ da al-Sayyida Nafisa, İmâm Şâfi'i ile İmâm H u sayn i’ den sonra, üçüncü olarak gelir (b k . Bergstrâsser, İsi., 1933, XXI, 110 v.d.). Türbe, erkekler tarafından olduğu kadar, kadınlar ta ­ rafından da, bilhassa gece ziyaret edilir. Tür­ benin kapısı ancak yılda bir defa açılır. Türbe civarında, bir camiden başka, muhtelif binalar ve ayrıca bir kütüpbâne ile sflfî hücreleri bu­ lunmaktadır Etrafı çok rağbet gören bir medfen olmuştur. Nafisa, al-Hasan b. Zayd b al-Hasan (b . bk.] 'ın bir kızı idi. Ca'far al-Şadilc (b . b k .]’m oğ­



18 4



N E F İS E -



lu olan kocası îshâk at-Mu tamın ile Mısır ’a geldi. Burada geniş bilgili dindar bir kadın ola­ rak tanındı. al-Ş âfi'i, evine yaptığı sık ziyaret­ leri esnasında, kendisinden bir çok hadîs öğ­ rendi, ölüm ünden sonra, al-Şâfi‘ i ’nin nâşı, ce­ naze duasında bulunması için N afisa ’nin evi­ ne götürülm üş olmalıdır. N afisa ’nin çocukları var idi. Fakat onun soyundan gelenler oldukça erken bir zamanda kayboldular. Kendisi ra­ mazan 208 ( 824 b a ş ı) ’ de vefat etti. Menkıbe ona büyük karâmai [ b. bk.] ’1er atfeder. Bun­ ların bir kısmı sâdece müslüman velîleri hak­ kında değil, bir çok mısırlı velîler hakkında da rivâyet edilmiştir. Buna göre, onun duâsı, bir gece içinde Nil ’in taşmasına sebebiyet ve­ recek kuvveti hâiz idi. Kocasının, onun nâşmı Medine civârında bulunan al-Bajii' [ b. bk.] me­ zarlığındaki âile kabristanına götürm ek istedi­ ğine, fak at muhiplerinin buna mâni oldukları­ na dâir rivâyet, onun mezarının bizzat kendi eli ile hazırladığı ve ölümünden çok zaman Ön­ ce içinde Kur'an okuduğu yer olduğuna dâir, umûmiyetle kabûl edilen fikir ile bağdaşma­ m aktadır. — Türbenin yapısına bir çok hüküm­ darlar iştirâk etmişlerdir, ö n c ele ri A bbâsîler, sonra Fâtımîler ve Osmanlı valileri. Türbenin kubbesi 532 ( 1138 } ’de, halîfe al-Hâfiş tarafın­ dan, câmî 693/694 ( 1294/1295 ) ’ te, Memlûklerden al-M alik al-Nâşir Muhammed b. KalS’ün tarafından yenilenmiştir. B i b l i y o g r a f y a ; İbn Hallifeân, Vafayât al-ayân (Bulak, 1299), II, 238 v.d.; Abu ’ 1-Mahâsin al-Tağribirdi, al-Nucâm alzökîra ( Kahire, 1349 ), II, 185 v . d . ; al-Suyüti, H u sn al-muhâiara ( Kahire, 1299 ), I, 292 v .d .; İbn İyâs, Badâ’i' al-zukür ( Bulak, 1311 — 1312), 1,34. — Binanın tarihi için krş.



Makrizi, Sahâvî, Cabartı ile bunu devam et­ tiren ‘A li Mubârak, al-H itaf al-cadida alta v fikiy a (Bulak, 1305— 1306), V, 133— 137. ( R . S t r o t h m a n n .)



N E F T A . N E F T A , Tunus ülkesinin cenûb-i garbisinde, C ezayir hududu yakınında k ü ç ü k b i r ş e h i r olup, T o z e u r’Sn 25 km. garbında, Ş ott al-Carid ve Ş o ft Garsa çukurlarını biribirinden ayıran berzah üzerinde bulunur O rta çağda, merkez olan Ta'şiyus, at-Hamma ve Tozeur ile beraber, K astitiya ( b, bk.] ülkesinin başlıca şehirlerinden biri idi. Burası ço k eski bir şehir olarak telakki edilirdi. G erçekte des N efta şehri Nepte yahut A g ga rs el-Nepte ’nin yerini almıştır. Roma beldesinin şimdiki şehir yakınında kumlar altında kaldığı sanılıyor. İslâm devrinin ilk asırlarında kadîm şehirden bâzı izler bilindiği tahmin edilmektedir, alB akri şehrin büyük taşlar ( şahr ) ile inşâ edil­ miş olduğunu söyler, îstibsâr müellifi sûrların



N EFTA . eskiler tarafından yapılmış olduğunu bildirir, N efja vadisindeki sed, eğer doğrudan-doğruya Roma eseri değil ise, o devre â it bloklar ile yapılmıştır ( T is s o t ). . Islâmdan önceye âit hâtıralar N efta ahâlisin­ de de mevcut bulunuyordu. Ç o k kalabalık otan bu nüfusun büyük kısmının hırisiiy ani ardan geldiği farzedilirdi ( Y a'kübi, Istıbşâr) ; bunlar uzun bir müddet eski dinlerini muhafaza etmiş­ lerdi. İbn Haldun ( H isi. des Berberes, I, 146; trc. î, 231), X IV, asrm sonunda K a stiliy a eyâ­ letinde hâlâ Hıristiyanların bulunduğunu kayde­ diyor. Bu eyâletin sapa mevkii, B erberistan ’ da istisnaî bir hâl olmak üzere, Hıristiyan bir züm­ renin bâkî kalmış bulunmasını belki izah eder, Nefta ahîlisinin din husüsunda serbest fikirle­ re sâhip olmaları da ayrıca kaydedilm elidir. İbn Hlav^al ’e göre, X. asırda hârîcîiîk burada tutunabilmiş id i; XI. asırda N efta halkı, alB akri 'y e göre, henüz şiî akidesini muhafaza etm ekte ve„ bu sebeple şehre küçük Kûfa de­ nilm ekte“ idi. Zamanımızda da evliyâlara bağ­ lılık pek kuvvetlidir. P âyitahtın uzak oluşu, C a rid ülkesinin diğer merkezleri gibi, N efta şehrine de oldukça de­ vamlı bir siyâsî istiklâl sağladı. al-Hamma ve Tozeur gibi, bu şehir de ( muhtemel olarak H i. lâlî istilâsını tâkip eden karışıklık devrinden bert) bir eşrâf meclisi tarafındanidâre edildi ki, bunun reisi bir çeşit derebeyi, hattâ küçük bir hükümdar durumunda bulunuyordu. XIV. asır­ da reislik, G assân araplanndan gelme olduğu, nu iddia eden Bani Halaf Üleşinin elinde idi. Bani H alaf ile bunların idâre ettikleri vâha halkı vakit-vakit bu civara gelen büyük Ko'üb kabilesine mensup Sulaym arapları İle dâimî münâsebet hâlinde idi. G öçebeler ile şehirli­ ler arasında karşılıklı bir yardımlaşma an’ anesi mevcut idi ve buna göre, göçebeler vâha ve şehir halkını hükümetin her hangi bir müdâha­ lesinden korur, bunlar da göçebelerin iaşesine yardım eder ve mallarını saklarlardı. Hükümet kendini yeter derecede kuvvetli hissederse, Carid bölgesini itaati altına alm ağa teşebbüs eder­ di. Böylelikle N e fta 'd a muhtelif inkıyat ve kur­ tulma hareketleri olmuştur. 744 (1343)'te Hafşi halîfelerinden A bü Bakr in gönderdiği oğlu A b u ’l-'A b b â s hurmalıklarının bir kısmını kese­ rek ve hemen bütün Bani H alaf mensûplarını öldürterek, N efta 'u n itaatini te’ min e tti. Bir asır sonra (8 45= 144 1 ), A b ü ‘ Omar ‘Oşmân N ef^a'yı zaptedip, yağm alattı ve Bani H alaf reislerini öldürterek, şehrin başına kendi seçtiği bir İfS id getirdi, M ûtad olduğu gibi, hurmalıkların kısmen tah­ ribi ile şehrin İtâat altına alınması, şehir halkı­ nın başlıca gelirinin bu hurmalıklardan sağlan­



N EFTA — N EFÛ SE. masından ileri geliyordu. Suyu ga yet bol kay. nakiar ( şehrin şimâlimden çıkan en büyük kay­ nak Nefta vadisini meydana g e tirir) bu vaha­ nın hayatını te’min ediyordu ve hâlâ da etmekte­ dir. XX. asrın ilk senelerinde burada 273.000 hurma ağacından meydana gelen bir orman var idi. Nefta aynı zamanda, zengin bir eşyâ deposu ve mübadele merkezi olarak, ticâret şehri rolünü de oynar. Tunus üzerinde fransız himâyesi kurulmadan ünce, ticâret bilhassa se­ nenin iki zamanında yapılıyordu : ilkbahar ba­ şında, Tunus ’tan vergi toplam ak üzere gelen kuvvetler yolların âsâyişini t e ’min ettikleri sı­ rada ve yaz sonunda, yağm acı araplar hububat satın almak için şimâie gitm ek üzere memle­ keti terkettikten sonra. Tacirler ve çiftçiler İle ehemmiyetli bir zadegân ( şorfâ, b. bk.) zümresini ihtiva eden ve [1946 'da 14.000 olarak tesb it edilen ] N efta ahâlisi hurmalıklar ile biribirinden ayrılmış sekiz ma­ hallede oturur. Her mahallenin ayrı bir câmii vardır. D aha al-Bakri N efta 'nın kendi zama­ nında büyük bir câmii ve m üteaddit mescid ve hamamları bulunduğunu söyler. Muhtelif tarîkattere âit zaviyelere bitişik ibâdet yerleri dairevî veya beyzî kubbeleri ile hâlâ mevcut­ tur. En ehemmiyetli zaviye kâdirilere âittir. Evlerin mimarî tarzı, kabartm a tuğla ile cep­ he tezyinatı, Tozeur ’de olduğu gibi, N efta 'ya âbidevî bir manzara vermektedir. B i b l i y o g r a f y a n T issot, Géographie comparée de la Province romaine d’A friq u e, II, 685 v.d.; al-Ya'lfübî, B G A , VH, ïo ( tre. s. 77 ); İbn ídavltal, B G A , II, 67, 69 ( trc. de Slane, J A , 18 42,1, 243, 248 ) ; al-Bakri ( nşr. de Slan e), Cezâyir, 19x1, s. 74 v.d. (trc . C e ­ zayir, 1913, s. 152 v.d.); al-İdrisi, Descrip­ tion de V A frique et de l'Espagne { nşr. Dozy ve de G o e je ) , s . 105; tr c . s . 123; tstibşür ( t r e . Fagnan, R e c. de la S o c . A r c h ê o l. de Constantine, 1900, s. 79 v.d.); İbn Haldun, H ist, des Berbères ( nşr. de Slane ), I, 146, 600 v.d., 640 v.d. (trc . I, 231; II, 91 v.d.d; III, 146 v.d. ) ; Zarkaşi, Chronique des A lm o­ hades et des H afcides ( trc. Fagnan ), s . 133, 163, 175 v.d., 228; G . Marçats, Arabes en Berbérie, s. 491 v.d., 672 v.d .; Daumas, Le Sahara A lg érien (Paris, 1845), s * X95--202. _ ( G . M a s ç a ï s .) N E F Û S E . A L-N A F U SA , berberice IN FU SEN , b i r b e r b e r í k a b i l e s i n i n a d ı d ı r . Şe­ cere cedveline göre, Nafusaler ( bk. İbn Haldun, Kitâb a l-lb a r, metin I, 10 7— 1x7), isimleri reisleri M âdğis al-A btar 'ınkinden gelmiş olan mühim Botrlar kabileler birliğinin 4 kolundan biridir. Nafûsalerin bugünkü iskân sahaları, T rablus’un cenûb-i garbisinde Tunus— Trablus



185



hududundan şarka doğru uzanan ve geniş mâ­ nada Nâlüt, Fassâto ve Yefren bölgelerini de içine alan aynı isimdeki yayla üzerindedir. Her ne kadar bu ismin şecere bakımından sâdece bir kaç guruba tahsis edilmesi gerekirse de, umumiyetle bu bölge ahâlisine Nafüsa denil­ mektedir. Muhtemelen aslında yaylanın bir kıs­ mına âit olan Cabal Nafüsa (b e rb e ric e : D rar n Infusen ) ismi, orada yerleşmiş bulunan züm­ relerin en önemlisinin Nafusaler olması doiayısı ile, V âzzen ile Yefren arasındaki geniş bir sahaya yayılm ıştır. N afüsa adının böyle ge­ niş mânada kullanılmasına İbrahim b. Sulay­ man al-Şamm âhi ’nın „N afüsa yaylasının yol­ la n ve kaleleri“ (1302 — 1884/1885 ) isimli ve içinde bütün Yefren, F assâto ve N âlüt arazim tasvir edilen kitabında d a rastlanmaktadır. Nafûsalerin tarihine dâir sâhip olduğumuz pek mahdut bilginin büyük bir kısmı arap kaynaklarından gelm ektedir. İslâmiyetten ön­ ceki devrin latin ve yunan müelliflerinde bu kavm e dâir k a t ’î m âhiyette en küçük bir îmâ bile yoktur. Corippus’un Johannis (ikinci şar­ kı, 149; Quaeque nefanda colunt tristis mon­ tana N avu si) ’inde rastlanan isim, bütün ih ti. mâllere rağmen, Trablus T a bir yere veya kav* me â it olm ayıp, daha ziyâde A ures ( A v r â s ) d ağlan ile çevresine âittir. N afüsa kelimesi­ nin Navus ile yakın bir şekil benzerliği gös­ termesi sâdece berberî ülkelerinde geniş ölçü, de kullanıldığına ve daha eski zamanlarda da mevcut olduğuna, aynı zamanda A u gilin 'd ek i ennefüs (müennesi ten efâst „sağ, sağ d a “ ) gibi kelimeler ile ilgisi bulunduğuna delâlet eder. İslâmiyet devrinde bu isme, ilk defa olarak, Trablus şehrinin ‘Am r b. a l - ‘A ş tarafından zaptı esnasında ( 22 veya 23 h.) tesadüf edilir. İbn ‘İzâri ( metin, I, 2 v.d.) ’ ye nazaran, şehir ahâlisi muhâsara sırasında Nafüsaleri yardım a çağırm ış ve onlar da yardım da bulunmuşlardır. Bu devirde Nafusaler A tla s okyanusu ile C a ­ bal arasındaki geniş C afâra ovasına da hâkim İdiler. Hükümet merkezleri değil ise bile, baş­ lıca şehirlerinden biri T rablus’un garbında, kı­ yıda bulunan Şabra (rom alılarda Sabratba, es­ kiden fenikelilere âit idi) idi. İbn Haldun ( ‘tbar, f, 181, metin str. S ) 'd a buna „Nafusaler şeh­ ri“ denilmektedir. Burası ‘A m r tarafından yol­ lanan bir süvâri kolunun baskım ile alınarak, yağm a edilmiştir. Bu asker yollam a işi, muh­ temelen, sâdece garba doğru fütfîhata devam maksadı ile değil, aynı zamanda Nafüsaleri ce­ zalandırm ak gayesi ile de yapılmıştır. F ilhaki. k a 'A m r Nafûsalerin topraklarını, zaptetm ek gayesi ile, istilâ etm iş ( bk. al-B akri, metin s. 9, 10 ), sonra ha&fenin emri ile buradan çe­ kilmiştir.



186



NEFÛSE.



Bazt kaynaklara göre, Nafûsaler bu devirde hıristiyan, diğer bâzı rivayetlere göre de, mûsevî idiler. Mahallinde edindiğimiz son bilgi* ler buralarda hıristiyanlığın geniş ölçüde y a ­ yılmış olduğuna ihtimâl verdirmekte ise de, bunlardan ayrı kalmış bâzı gurupların mûsevîliği kabili etmiş olmaları ihtimâlini ortadan kaldırmaz. Nitekim yaylada, msl. Temezda, idar­ imsen v.b. ’ da Bizans kiliselerinin kalıntıları bulunmuştur. Bâzı kaynaklarda da zikredilmiş olan bu kiliselerin yerli nüfusun çoğu tarafın­ dan kullanılmış olması muhtemeldir. Şimâlî A fr ik a 'd a arap fütûhâtı tamamlanın­ ca, kıyı bölgesi ahâlisi ile sahrâ Nafüsalerî, umûmiyetle kabûl edildiği üzere, yaylaya çekile­ rek, m üstevlilere karşı düşmanca bir vaziyet­ te yaşadılar. Trablus halkına dâir yapılan ye­ ni bir araştırm aya göre, bunların bir kışmı eski yerlerinde kalmışlar, evlenme yolu ile di­ ğer kabilelere karışmışlar ve -zamanla araplaşmışlardır. G erçekte Trablus şehrinde ve civârm da (al-Sâhil, Tagiura v.b. b ö lg e le r), garbi C afâra ’ de, mahalli şecerelere göre, asılları Nafusalere kadar çıkan kabileler mev­ cuttur. Menşe’ e m üteallik bu bilgi dışında, muhtelif kaynaklarda yer alan bir husûs da, Nafüsalerin kısmen arap istilâsına karşı Hıris­ tiyan mukavemetine iştirak ederek, Trablus şehriıiin dâhili İşlerine ilk müdâhalelerinden sonra, müteakip hâkimiyetler altinda, Trab­ lus 'un şimâl-i garbisinde devamlı nufûz v e mev­ cudiyetlerini hissettirmek istemeleridir. Bu kü­ çük, fakat kuvvetli ve medenî berberi cemâa­ ti tarihinin ana çizgileri şöyle gö sterileb ilir; merkezleri yayla bölgesinde olan Nafûsaler sâhil bölgesinde hâkimiyetlerini hissettirmeği ve burada uzanan ve M agrib ’e doğru muhtelif sefer heyetleri tarafından tâkip edilmiş olan Mısır— İfrikiya yollarım nufûzlan altında tut­ mağı da tasarlamışlardır. Yakın zamanlarda bi­ le aralarında bir çok münevverin aynı emelleri beslemekte olduğu görülm üştür; öyle ki, bâzıiarı garbi C afâra 'deki eski topraklarını tekrar elde etmeği bile düşünmüşlerdir. İnanılır kaynaklara göre, Nafüsalerin en faz­ la faaliyet gösterdikleri ve şimâlî A frika hâ­ diselerine en faal şekilde iştirak ettikleri dev­ re 122 ( 739/740 ) ’de başlayan ve IV. ( X.) asır­ dan, yani Fâtımîlerin iktidâra gelmelerinden evvel henüz nihayete ermemiş olan büyük hâ­ rici ( b,'bk.] isyânt devresidir. Hicretin ikinci asrında şimâlî A frika ahâlisi arasında Vahbi akideleri yayılm ağa başlayınca, Nafûsaler bu akideleri benimsediler ve arap müstevlilerine karşı, berberîlerin muhtelif sebepler ile hazır­ lanmış ve haricîler tarafından desteklenmiş olan isyân hareketlerine iştirak ettiler, Nafüsa-



ler hârici mezhebinin en mûtedil şekli olan ibâziliği benimsediler ve ona kahram anca bir bağlılıkla dâimâ sâdık kaldılar. Mezhebin diğer kollarına bağlı veya kendileri gibi ibâzi olan başka berberi kavimierine katılarak, İfrikiya 'deki arap hükümetlerine karşı devamlı savaş­ larda bulundular. Nafûsaler 140 ( 757/738 ) senesinde, şüphesiz bir ibâzi devleti kurmak gayesi ile ( bu gâye daha sonradan tekrar tezâhür etm iştir }, şimâlî A frika 'daki ib â zi akidesini yayanlardan A bu ’ l-H attâb ‘ A bd al-'A la’ b. al-Samâh al-M a'fari [ b. bk.] ’yi reis intihap ettiler. Bu zâtın kuman­ dası altında, diğer berberi zümrelerinin de ilti­ hâkı ile, Trablus ’u işgâl ettiler. K ayravân '1 tahrip eden şufrilerden [bk. mad. AL-ŞOFRÎYA] Varfaccüm a ’ ye ve İfrikiya vâlisi Muhatnmed b. al-A ş‘aş al-Huzâ'i 'y e karşı giriştikleri bü­ yük bir savaş esnasında, Abu ’ l-Ha^tâb ve tarafdarlarının mühim bir kısmı katledildi. • Nafüsalerin zikre değer bir başka reisleri de menkıbeleri yayla sakinleri arasında ağızdan-ağıza dolaşan berberi A bü Hatim Ya'lfüb [ b. b k .j’ dur ki, araplar ile 375 defa savaştığı söylenir; kendisi 155 ( 771/772 ) 'te, bir savaş esnasında öldürülmüştür. Rüstem îler [ bk, mad. RUSTAM ], merkezi T 3hert olmak üzere, ibâziler devletini kurunca, Nafûsaler artık busûsî reis intihap etm eye­ rek, onlara bağlı bir valinin idaresi altında devletin bir kısmını teşkil ettiler. Bu valiler­ den bazıları, msl. A bü ‘Ubayda ‘A b d al-Ham id ai-Canâvuni ( İgennâven 'lerden ), A bü Manşür İlyâs ( Tendemmira ’lerden ), i bâz iliğin men­ faatlerini korumaktaki kudret v e değerleri, din­ darlıkları ve bilgileri dolayısı ile, C abal berberîleri tarafından bâzan sitâyişle anılmakta­ dırlar. • Nafûsaler şark mesnedini teşkil ettikleri Rüstemîlere iyi bir destek oldular. A g le b î [ b. bk,] ülkesinin yakınlığı dolayısı İle, IX. asrın ba­ şında İfrik iy a ’de kurulan bu devletin kaderini de bir dereceye kadar paylaştılar. Trablus şehri bunların hükümdarlarının hâkimiyeti altına geç­ ti, Diğer taraftan A tla s okyanusu yakınlarına kadar garbi C afâra ve pek muhtemel olarak, şarkî C afâra ’ nin bir kısmı da Nafüsalerin nufûzu altına girmiş idi. 267 ( 880/881 ) ’de babası Ahımed’ e karşı isyân eden ve İfrik iy a'yi zapt­ etmek isteyen Tolunlu hükümdarı a l-'A b b âs tarafından Trablus kuşatılınca, Nafûsaler yar­ dıma çağırtldılar ve hemen yetişerek, müstev­ lilerin ordusunu bozguna uğrattılar { diğer ka y­ naklara göre, yardımları Lebda ahâlisi tara­ fından talep ed ilm iştir). Müslümanların Trab­ lus ’u ilk kuşatmalarını hatırlatan bir hâdise Nafüsalerin' eyâletin şimâl-i garbisinde sâhip



N EFÛ SE. oldukları nufûzu açıkça gösterm ektedir. 283 (896/897 ) ’te Tunus 'ta n Mısır *a karşı bir ku v­ vet sevkeden İbrahim II. b. A h m ed ’in, Nafusaierin kuşattığı sahil bölgesinden geçmeğe ça ­ lıştığı sırada, A glebîler tarafından uğratıldığı mühim bozgun da yine bu nufûzu gösterir. Kanlı Mânu savaşı ve bunu tâkibeden yüzlerce Nafüsa esirine yapılan gaddarca muamele, Tâhert devletinin başlıca destekleyicilerinden biri olmaları dolayısı ile, halîfenin NafÜsaleri ce­ zalandırma arzusuna yahut da menşei A g Iebîlerin berberîler tarafından yapılan düşman­ ca hareketlere veya kendilerine karşı sevkedilen al- A b b âs idaresindeki Tolunlu ordu­ sunun Nafüsaler tarafından durdurulmasından m ütevellit hacâlet" hissine dayanan intikam arzularına atfedilmiş idi. H akikatte ise, bütün siyâsî vaziyet ve tarihî hâdiseler hesaba k a ­ tılırsa, ibâzilerin duçar oldukları ve büyük felâket diye kuiaktan-kulağa bugüne kadar naklettikleri bu savaş, A ğ la b i iktidârı ile Na­ füsaler tarafından kendi ülkelerinde ve ya­ kın çevrelerde te'sis edilen hâkimiyet arasın­ da baş-gö steren sakınılmaz bir çarpışma ol­ muştur. A glebîlerin ve hattâ Rüstemîlerin hâkimiye­ tine Fatım îler [ b. bk.] tarafından son verilince, Nafüsaler şarkî Berberistan ’m yeni sâhipleri ile karşı-karşıya geldiler. Kendilerini 310 (922/923) senesinde itâat altına almağe çalışan ve ertesi sene de bunda muvaffak olan Fatım î iktidarı­ na karşı NafSsalerin şiddetli bir mukavemet gösterdiklerine dâir rivayetler mevcuttur. A bu Y a zid tarafından Edâre edilen ve Fâtımîlerin zaferleri ile neticelenen büyük haricî isyanına NafSsalerin veya hiç olmazsa, yayla halkının, katıldığına dâir rivayetler de vardır. Büyük ve bağımsız bir devlet kurmak fikrin­ den vazgeçmiş olmalarına rağmen, Caba! ’in ¡bâzi halkı, şimalî A frik a 'da birbirini takiben hâkimiyet te’sis eden muhtelif devletlere bağlanmamağa da gayret e tm iştir; fakat diğer ta ­ raftan da, bu devletler kıyı boyunca uzanan ovaya hâkimiyet bakımından çok önemli otan dağlık bölgelere sokulm ağa, mümkün olduğu kadar, gayret ettiler. Muvahhidler [ b. bk.], *A b d al-Mu’ min (554— 555 = 1159 — 1 1 6 0 )'in emri altında, Jfrikiya ’ nin şarkını zapta teşebbüs ettikleri zaman, Nafü­ saler de onlara boyun eğdiler. Nafüsa ülkesi Murâbıt imparatorluğunu yeniden kurmağa ça­ lışan ve 580 ( 1184/1185 ) ’den itibâren yarım asır müddetle şarkî B erberistan 'da savaşan Bani Ğ ân iya'n in uzun süren isyan devresinde, şiddetli savaşlara, katli-an ılara, seferlere ve kısmî istilâlara sahne olduV-Bu savaşlara Bani gulaym ve B ani Hilâl ’in meşhûr istilâ hareke­



*87



ti esnâsında Trablus ülkesine gelmiş bulunan Bani Sulaym’e bağlı Debbâb unsurları da iş­ tirak ettiler. Debbâb'in bir kaç aşîreti, bil­ hassa Mahâmiler ve Cuvâriler, evvelce Nafüsalerin hüküm sürdükleri Trablus 'un garbın­ daki sahil bölgesine yerleştiler. Bununla bera­ ber, NafSsalerin büyük kısmı bu fetihler sıra­ sında değil, arap istilâsını takiben yaylaya çe­ kilmişlerdir. Nafüsaler İfrikiya üzerinde H afşiter [ b. bk.] ve daha sonra da türkler tarafından te ’sis edilen hâkimiyet sırasında da kendilerini mü­ dâfaa etmek mecbûriyetinde kalmışlardır. C i­ vardaki diğer kavim ler ibâzilikten vazgeçerek, Sünnîliği kabûl ettikleri ve neticede arap! aş­ tıkları hâlde, Nafüsaler berberî âdetlerini ve inançlarını muhafaza etmişlerdir. Bunlar zamanzaman Trablus hükümetinin vergi topiama ve hâkimiyet te’sis etm e gayretlerine karşı, mem­ leketin dâhilinden gelen itiraz ve isyan hare­ ketlerine iştirâk etm ek üzere, dağların yüksek kısımlarına çekilmişlerdir. XIX. asırda türkler Trablus 'a tam mânası ile tekrar hâkim olduktan sonra, 1251 {1835/1836) 'd e Nafüsa yaylalarını zaptetm ek için, uzun ve çetin b ir savaşa giriştiler. M ücâdele değişik mu­ vaffakiyet ile 1274 (l8 57/l8 58 )’e kadar devam e tti. Bu devirde Şeyh Güma b. H alita cesâretî ve sebâtı ile temayüz etti. Bu zât berberî istik­ lâlini türklere karşı müdâfaa eden bir kahra­ man olarak gö sterd ir; fakat hakikatte kendisi arap idi ve muhtemelen berberilerin geniş ölçü­ de iştirâk etmedikleri mücâdelelerde en büyük hisse Mahâmi arap aşiretine düşmüş idi. T rab­ lus'u n italyauiar tarafından 1 9 1 1 'de başlayan işgali sırasında, Nafüsaler önce, Sabratha böl­ gesini ihtivâ edecek ve denize kadar uzanacak olan bağımsız bir ibâzi devleti te'sis etmek hu­ susundaki emellerine uygun düşecek tarzda düşmanca bir tavır takınm ışlardı. 19 13 't e alA şâ b a 'a yakınında bozguna uğratılan Nafüsaler dalyanlara boyun eğdiler ve onlara sâdık kal­ dılar. Trablus ’un iç kısımları birinci dünya sa­ vaşının sebebiyet verdiği hâdiseler neticesinde ; isyânlara karışınca, Nafüsaler büyük kayıplar bahasına italyanlara bağlılık gösterdiler. 1922 'd e Trablus ülkesinin iç kısmının yeniden zap­ tına girişilince, İtalyanların bu harekâtına ka­ tıldılar. B i b l i y o g r a f y a : A . d e C . M otylinsky, Chronique d‘Ibn Ş a g h îr sur les Imâms R ostemides de Tâhert ( A cte s du X JV im* Con­ grès Intern. des O rientalistes, Paris, 1908,111, 3— 132; merin vefra n sızca tercüm e); A b ü Zakariyâ’ Yahya b. A b i Bakr, Kitâb at-sira va ahbâr a l-a im m a ( kısm î trc. E. Masqueray, Chronique d ’ A bou Zakaria, Paris, 1879};



188



N BFÛ SË A bu H -Abbas Ahm ed b. A b i ‘Oşmân S a 'id b. ‘ A b d al-V âhid al-Şammâhi, Kitâb al-siyar {K ahire, 1301 ); Sulaymân al-Bârtm i, Kitâb al-Azhâr al-riyàiiya f i a’ imma va mulûk alibâziya (K a h ire, 1906/1907; Rüstemîterden ’ A b d al-Rahm ân'ın Kayravân ’dan kaçışın­ dan T âhert sülâlesinin zevaline kadarki ib â zi tarihini ihtiva eden bu eserin yalnız ikinci kısmı neşrolunm uştur); R. Basset, Les s a n o tuaires da D je b e l N efousa ( J A , 1899, XIII, 423— 470; X IV, 88— i z o ) ; İbrahim u. SHmân Asham m âkhi, Ir'âsrâ d ibríden di drSr n Infusen, R elation en tem azîr't du D jeb el Nefousa (n şr. A . de C . M otylinski), A lgier, 1885; Grimai de Guiraudon, Dyebaÿli Voca­ bulary from an unpublisked M S• A . D , 1831 ( J R A S , 1863, s, 669— 698 ) ; A . de C . M oty­ linski, Le D jeb el Nefousa (P a ris , 1898); Vo­ cabulaire berbère ancien (D ia lecte du D je ­ bel N efousa, nşr. ve tro. A . Bossoutrot, R T , 1900, s. 489— 50 7 ); E. D e A go stin i, Le popolazioni délia Tripolitania ( Tripolis, 1917), fasıl X XIV, XXVII, XXVIII ve tür. yer.; G. Buselli, Testi berberi del Gebel N efa sa ( L ’A frica Italiana, 1921, s. 26 — 34); ayn. m il., Berber T exis from Jebel N efû si ( J . A fr . S „ 1924, XXIII, 2 8 5 -2 9 3 ); F. B é­ guin o t, Note su lle popolazioni del Gebel N efûsa ( L’ A frica Italiana, 1926, s. 234 — 244 ); ayn. mil., il Berberi N efû si di Fassûfo (Rom a, 19 3 1); Gen. R. G razîani, Verso il Fezzân (T rip o lis, 1930), VIII, 3 1 — 39, 67 — 106. N a f ü s a l e r i n 7. i k r e d i l d i ğ i e s e r ­ l e r : M agrib'in fethine dâir arap vekayînâmeteri ve coğrafya eserleri: İbu "Abd alHakam, İbn Havlçal, al-B akri, al-İdrisi, K i­ tâb a l-istib şâ r 'ın ismi bilinmeyen müellifi, İbn al-A şir, İbn ‘İzâri, al-N uvayri, a l-T icIni (R ihla ), İbn Haldun (Kitâb a l-fb a r, me tin ve tre. de Slane, bilhassa I, 139, 143, 181, 378 — 380); Histoire de l’ A friq u e et de la S icile ( metin ve trc. NoSl Des V ergers, Pa­ ris, 1841, tür. y e r .); İbn A b i D inar al-İÇay. ravânİ, a l-N a ş iri a!-Salâvi ; Ahm ed al-Nâ’ ib al-A n şâri, Kitâb al-mankal a l-a zb f i tâ­ rih T arâbulus al-ğarb ( İstanbul, 13 17 ),!. Bk. bir de Marmol C aravaial, Descripción g en e­ ral de A f frica (G ranada, 1573), II, var. 307, fasıl L V II; Léon l 'A fricain, Description de l ’ A friq u e (nşr. Schefer), Paris, 1896 — 1898, 111, 195 ; H. Fournel, Les Berbers, Etude sur la conquête de l ’ A friq u e par les Arabes (P aris, 1875— ï 88 i ), tür. y e r .; Ch. Tissot, Géographie comparée de la province romai­ ne d ’A friq u e ( Paris, 1884— 1888 ), I, 40, tür. yer.; A . de C. Motylinski, Les livres de la



N E F Û S Ï. secte abadkite ( A lgier, 1885 ); E. Mercier, H istorie de l’ A friq u e septentrionale (P a ris, 1888— 1891 ), tür. y e r,; H .M . de Mathuisieux, Notes sur la Tripalitaine ancienne et mo­ derne ( Publications de /’A ssociation histo­ rique pour l ’étude de l ’A friq u e du Nord, P a­ ris, 1906, V ; ayn. mil,, A travers la Tripolitaine ( Paris, 1912 ) ; ayn. mil., La Tripolitaine d’hier et de demain (P a ris,1912); E. Bem et, En Tripolitaine (P aris, 19 12 ); G . Marçais, Les Arabes en Berbêrie du XDste au X I V ème siècle (C on stan tine ve Paris, 19 13 ); G . Bonacci, G li Italiani sul Gebel ( Rassegna contemporánea, Roma, 1913, fas. X I ) ; A . M. Sforza, Esplorazioni e prigionia in Libia (M ilano, 191 9) ; P. C . Bergna, Tripoli dal 1510 al 1850 ( Tripolis, 1925 ); F. Béguinot, L e popolazioni délia Tripolitania (L a rinascita délia Tripolitania, Milano, 19 2 6 ); M. Vonderheyden, La Berbêrie orientale sous la dynastie des Benoû ’ l-A rla b (P aris, 1927), tür. yer. ; E. F. G autier, L es siècles obscurs du Maghreb ( Paris, 1927 ), tür. y e r ; L. W itt­ schell, Klima und Landschaft in Trîpolitanien ( Hamburg, 1928 ) ; F. Cord, Vestigia di colonie agricole romane. Gebel N e f usa ( Ro­ ma, 1928); A . Piccioli, L an uova Italia d'oltremare (V eron a, 1933), I, 21 v. dd. ( F. B é g u i n o t .) N E F Û S Î. a l - N A F Ü S İ , A b u S a h l a l - F à r Is î , Rüstemî ailesine mensup i b â z i bir â l i m olup, 111. (IX .) asırda T â h e r t’te yaşam ıştır. Kaynaklarda bilgileri ve dinî gayretleri ile bu şehrin meşhûr olmasına yardım etmiş şahsiyet­ ler arasında zikredilm ektedir. Kendisi berberí dilini gayet iyi bilm ekte idi ve bu dilde ter­ cüman olarak, hicretin III. asrının ilk yarısın­ da ve bâzılarına göre, 258 ( 871/872 ) ’e ka­ dar, imâm A fiah b. ‘ A b d al-Vahhâb ve sonra da 281 — 294 (894— 907) arasında imâm olan A bü Hatim Yûsuf b. Muhammed ’in hizm etin­ de çalıştı. Bundan şn neticeyi çıkarabiliriz: T â h e rt’in Rüstemî hükümdarları, şark menşeMi olduklarına göre, arapça konuşmakta olup, M agrib’ in berberí dilinde konuşan halkı ile temâs için tercüm ana ihtiyaçları var idi. İbâzi iktidarı Fâtlmîler tarafından bertaraf edildiği sırada, A b ü Sahl Marsa ’l-Harez ( Bona ile Tunus hudûdu arasında L a Calle ) ’e yahut bir başka rivayete göre, C ezayir sahili üzerinde ‘ A yn Taya ile Cinet burnu arasında Marsa'lD aeeâc’ a yerleşti (krş. al-Bakri, nşr. de Sla­ ne, A lger, 191s, s. 64 v.d., 82). al-Nafüsi berberí dilinde büyük bir D îv â n 'in müellifi olup, bunun içindeki dinî ve tarihî şiirleri ibâzi fırkasının akidesi ve tarihi ile alâ­ kalıdır. Bu eser de, bir çok ib â ii berberîlerin



N E F Û S Î — N E H İR .



eserleri gibi, kaybolmuş ise de, Mznb ’da, C er­ he 'de ve Nafüsaler nezdmde yapılacak araş­ tırmalar neticesinde, bâzı parçalarının bulun­ ması mümkündür. Her ne oîursa-olsun, A bü Sahi berberîlerin edebiyat tarihinde, bilhassa şimalî A fr ik a ’ nın millî dilleri ile din ve fık­ ha dâir risaleler, vekayînâmeler, şiirler ve hâl tercümeleri yazmış olan ib â ii müellifleri için­ de seçkin bir yer işgal etmektedir. Bu türlü edebî bir hareket, umumiyetle bu râfızîlerin akidelerini, bilhassa bu akidenin sün­ nî görüşlerinden farklı taraflarını, orta ve şarkî M agrib ’de yaşamış ve milâdî ıooo yılm a doğru sayıları hayli yükselmiş olan ve arapça bilme­ yen yerlilerin kolayca anlayabileceği hâle koy­ mak zorunda kaldıktan hesaba katılarak, izah edilmektedir. Bununla beraber, bugün bile süre­ gelen bir başka mühim durumu da gözden ka­ çırmamak g e re k ir: bu halkın kendi eski dille­ rine bağlılığı, a r a p ç a konuşan kütleye, husû­ siyle sünnî miisliimanlara karşı muhalefetin bir ifâdesi sayılır. XIX. asrın sonlarına ve XX. as­ rın başlarına doğru, T ra b lu s’ta Yefren bölge­ si topraklarında bir çok berberi toplulukları, Senfisî propagandasının te’siri altında, yavaşyavaş ibâzi akidesini terketm iş ve sünnîliği kabûl etmişlerdir. Bu hâdisede ayrıca râfızlliğin reddi, büsbütün araptaşmayı önlemeğe yaram ış görünen millî dil ile olan b a ğlan gevşeterek, berberi lehçesinin gittik çe daha az konuşul­ masına meydan vermiştir. Berberîler ile bu husûs üzerinde konuşulduğu zaman Sünnîlikten ayrılık ile berberî dilinin kullanılması arasında bir münâsebet bulunduğu kolayca anlaşılır. Bu husûs millî dil sevgisinin kuvvetli olduğu Fassâto bölgesindeki edebî m âhiyette dinî bir çok şiirler ile de te’ kit olunmaktadır. Şâir bu şiir­ lerde eskiden gelişip, rağbet kazanmış, fakat sonradan zayıflayıp, şimdi tamamen ortadan kalkm ak üzere bulunan ibâzi akidesinin yayıl­ masını kolaylaştırm akta ve akideye kuvvet verm ekte olduğu için, berberî dilinde yazdığım açıkça söylüyor. Onun böylece geçmiş zaman­ larda, berberî dilinde yazılmış olan ibâzi ede­ biyatının kısmen cârî kanâatlere uymayan his­ leri ve milliyet duygusunu İfâde etmiş olduğu anlaşılıyor. Menşe’i bakımından arap medeni­ yeti ile an’anevî temas hâlinde olmasına ra ğ­ men, A bü Sahi, zamanına en iyi şekilde uya­ bilmek için, büyük bîr gayretle berberî dilini öğrenmiştir; eserlerini bu dilde yazması dinî şu­ urunun derinliklerinde bu dil île vaz’ettiği akîde arasındaki münâsebeti sezmiş olmasından ileri gelmiş olmalıdır. B i b l i y o g r a f y a '. A b u ’i-'A b b âs b. A b ı 'O şm ân S a 'id b. 'A b d al-Vâhid ai-Şam m âhi, Kitâb al-Siyar (K ah ire, 1301), s. *89 v,d,;



Sulaymân al-Bârüni, Kitâb al-Azhar al-riyâziya f i dim m a va m ulSk dl-ibâiiya ( K a ­ hire, 1906— 1907 ), s. 68 v.d. ; A . de C . Mctylinski, L es Livres de la secte abadhiie ( A l­ gier, 1885), s. 31: R. Basset, L es généalo­ gistes berbères { A rchives Berbères, 1, fas. 2, s. 5 ve i l ) ; H. Basset, Essai sur la littérature des Berbères ( A lgier, 1920), s. 28, 64 v.dd., 69— 7£.



( F . B é g u in o t .)



N E H A V A N D . [ B k . n I h â v e n d .] N E H Î K l. N A H ÎK Î, câhiliye devrinde bir ilâh adı olan N a k ik ’ len müştak bir n i s b e olup, W ellhausen ve Nöldeke tarafından. T a­ mim, Naha‘ ( Mazhıc ) kabileleri arasında ve islâm iyetten önceki Mekke ’de kullanıldığı tesbit edilmiştir. Bu tâb ir K üfe ve Sâm arrâ 'd a Naha* kabilesinden bir şiî âlimler ailesini teşkil eden  l N ahik ( Nahik-oğulları ) 'e delâlet eder. Bun­ lar 'A li tarafdarı ve Kum ayliya ( veya K âm iliy a ; bk. İbn Sa'd, VI, 124; Mi'dân a l-S am iti'n in C âlı iz, H ayavân, II, 98 'de bulunan kasidesi ) fırkasının kurucusu olarak çokm eşhûr o lan K u mayl b. Ztyâd 'ıu ceddi olan N ahik ’in soyun­ dan gelirler. Bu ailenin iki mensûbu Sâm arrâ 'ya gelip, yerleşti ( T ü s ı, Fihrist, s. 203; krş. s. 179, 19 6 ): biri 'A b d AUâh b. Muhammed (K a ş i, s. 6), M im iya tarikatına mensûp, ehl-i sünnete .muânz bir muharrir olup, M as'üdi ve İbn Hazm tarafından zikredilm ektedir; Fried­ lander, Barbier de Meynard ’a istinaden, bu is­ mi „B hn ki“ okumuştur ( H eteredoxies o f the sh fite s, II, 102 v.d. ; krş. A sta râ b âd i, Manhac, s. 299 ; W elihauseo, Reste arab. Heidenthums, s. 67, 245 ).



( L o u is M a s s i g n o n .)



N E H İR . AL-N AH R, semânın cenûp yarım ' küresinde bulunan bir b u r ç olup, eskilerin ÎIoToftoç, Flum en veya A m nis 'ine tekabül et­ mektedir ( krş. bir de A rato s, atvopEva, beyit 358, Geminus, ( EîaaytoyT); Ptolemaios, A lm agest ). A ra to s ( beyit 360 ) — gâlibâ eski­ ler arasında, ilk olarak — gökteki nahr ’ in bir burç hâline getirilmiş Eridanus ( 'H pıSavdç, sabah nah r’İ yahut karanlık veya garp nah r’i ?) olması lâzım geldiğini, H elios'un oğlu Paëton 'un göğe çıkm ak teşebbüsünde Zeus 'un yıldı­ rımı ile vurularak, buraya düştüğünü söyler. [ Y e r yüzündeki Eridanus hakkında da yunan müellifleri arasında mühim ayrılıklar görülür: çok defa Po ( Padus ) olarak teşhis edilmiş ve daha sonraları, herhâlde telâffuz benzerliği dolayısı ile, Ron ( Rhodanus — Rhône hattâ Ren ( Rhenus = Rhein ) nehirleri ile karıştırıl­ mış ise de, Strabo tarafından xbv [vrçSapoO yrjÇ 'o v ta „hiç bir yerde bulunmayan“ denilerek, m evcûdiyeti tam âm iyle inkâr edilmiştir ]. Baş­ k a bir telakkiye göre { Eratostbenes, stn. 37), N ahr burcu N il'i temsil eder; çünkü „ya ln ızo



N E H İR -



N E H R E V Â L Î.



cenuptan gelm ekte“ ve en fazla yükseldiği sı­ rada gök N a h r 'i ufkun cenup noktasından şi­ male doğru akar gibi görünmektedir: A rato s Nahr burcunun yalnız Elcebbâr ( alC abbâr = O rio n ) ve Balina ( Ki^us = C etus ) burçları arasında katan kısmını bilm ekte iken. Eratosthenes ve H yginos bu burcun cenûb-i şarkî istikam etinde Süheyl ( a Carinse, Cano­ p u s ) yıldızının bulunduğu bölgeye kadar uzan­ dığım kabûl ed iyo rlard ı; buna karşılık Batlamyus, daha sonraki bütün müellifler gibi, bur­ cun istikametini cenûb-i garbî olarak gösteri­ yor ve cenûp ucundaki birinci kadirden yıldıza ( âhir al-nahr = a Eridani, Achernar, aş. bk.) eoyazoç to ü IIozap.oü ismini veriyor, mevkiini de tâyin ediyordu; fakat bu tâyini doğru de­ ğil id i ; zîra cenûp istikam etinde meylinin faz­ lalığı ( 8 + 100 = — 67“ a s ') dolayısı ile ken­ disi bu yıldızı İskenderiye 'd e bizzat müşahede edemezdi. al-Nahr burcu cenûp yarım küresi burçları arasında olup, şimalde B oğa ( al-Şavr ), şarkta Dev ( oZ-Cabb5r = O rio n ), T av şan (al-Arnab*= Lepus ) ve Büyük köpek ( al-K a lb al-akbar = Canis majör ) burcunun, pek uygun olmayarak, H âriç al-sara denilen en garptaki yıldızları [k i bunlar zamanımızda G üvercin = Colum ba ve M inkâş ~ C aela sculptoris kü çük burçları­ na katılm aktadır ], garpta Balina ( K i (us veya Kayf us == C etus ) burçlarına komşu olur. 'A b d al-Rahmân al-Şüfi ’ye göre, ai-Nahr burcunun aslı olan, yâni burç şeklini meydana getiren ( kavâkib min a l-şü ra ) 34 yıldızı vardır ve bunların dışındaki yıldızlar ise, sayılm am akta­ dır. al-Nshr burcu, E lceb b âr’ın sol ayağındaki parlak yıldızdan (R ie l al-Cabbâr = ß Orionis, R igel) İtibaren, ?. Eridani yıldızı ite b a şla r; bir kaç dirsek çizerek, ı\ Eridani ’ye kadar garba doğru uzandıktan sonra, aş.-yk. z 1 yıl­ dızına kadar cenuba, sonra t * ’ye kadar şarka, buradan t 9 ve sonra v 1«2 Eridani ’ ye kadar uza. nır ve nihayet cenûb-i garbî istikam etini ala­ rak, i, g , h yıldızları vâsıtası ile, burcun en cenupta ve en parlak yıldızı olan âhir al-nahr ’e varır. K uşayr ’ Am ra kubbesindeki tavan resminin bâkî kalmış olan kısmında al-Nahr burcu alC a b b S r’m kalkm ış ayağından başlayarak, Hatt-ı istivanın ( m uaddil al-nakâr ) bir az aşağısın­ da, ona muvâzî olarak, garba doğru Balina burcu istikam etinde uzanan dar bir şerit gibi görünmektedir. A raplar al-C abbâr burcunun sol ayağının (R ig e l y ıld ızı) dayanır gibi göründüğü ve % Orionis, X, ß ve ı|j Eridani yıldızlarının teşkil ettiği dörtgene K ursî al-cavza al-mukaddam (“öndeki tah t“ ) derler ki, bunun karşılığı K a n i



a l-ca vzS al-m ıiahhar veya 'A rş al-cavza de­ nilen „arkadaki ta h ttır“. Yine Ç, q, t} v è t 1 —• t5 Eridani yıldızlarının s ve « C eti yıldız­ ları ile beraber kuşattıkları seyrek yıldızlı sâhaya Udhî a/-na'öm („deve kuşu yuvası“ ), bunun etrafındaki çok sayıda küçük yıldızlara al-B ayz („yumurtalar“) veya al-K ayz („yum urta kabuk­ ları “ )İsmînİ verirler. al-Nahr burcunun en cenup­ ta bulunan ve aynı zamanda en parlak olan y ıl­ dızına ( birinci kadirden a Eridani ) al-Zalim („erkek deve kuşu“ ) yahut A h ir al-Nahr („neh­ rin sonu“ ); kıra! Alfonso cedvellerinde ) denilir ki, bugün garp dillerinde kullanılan A chernar veya A carnar adları bundan gelm ektedir. Bu yıldız ile cenûbî burcunda yine onun gibi birinci kadirden Fam ( Fum ) al-H üt „balığın a ğ zı“ (Fom alhaut, a Piscis austrini) arasında şimdiki ’A n k a ( Phoenix ) burcu bölgesinde ol­ dukça çok sayıda bulunau yıldızları araplar al-Riyal („d eve kuşu civcivleri“ ) ismi altında toplarlardı. al-Şüfi Şîraz ’ da ufuk yakınların­ da bir gem i şeklini çizen yıldızlar ( Zavrak, a , x, (i, ß, v ve y Phoenicis ) gördüğünü kayd­ etm iş idi. Bunların en parlağı ( a , Ş ü f i'y e gö­ re üçüncü, gerçekte ikinci kadirden ) olan yıl­ dız, Fam al-H 5 t ve ß C eti [ Deneb ( Zanab ) Kaytus „balinanın kuyruğu“ ] ile berâber, ikiz kenarlı bir üçgen teşkil etm ektedir kİ, bunun içindeki yıldızlar Şüfi 'y e göre, al-Riyal ’e â it sayılmak icâp eder, a Phoenicis yıldızı a l-Z ifda' al-sâni („ikinci kurbağa“ ) ismini taşım akta, a l- İ ifd d al-avvat („birinci kurbağa“ ) adı ise, a Piscis austrini ( Fam al-hüt ) yıldızına âit bu­ lunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : 'A b d al-Rahmân alŞüfi, Description des étoiles fix e s ( nşr, H. C , F. C. Schjelteurp ), Petersburg, 1874 ; L. ideler, Untersuchung über den Ursprung und die Bedeutung der Sternnam en (Berlin, 1809); F. Saxl, The Zodiac o f Qusayr ‘ Am ra ( K . A . C. Creswell, Early M uslim A rchitecture ( O x ­ fo rd , 19 3 z ), I ; Escher, Eridanus ( PaulyW issowa, Realenzyklopädie> VI, 447). (W . H ä r tn e r .)



NEHREVÂLÎ.



a l- N A H R A V Ä L I



(N a h r a -



VÂNÏ ; 1511— 15 8 z?) a r a p t a r i h ç i s i . IÇUTB a l- D I n M uham m ed b . ‘ A l ä ’ a l - D I n A h m e d b. Ş a m s a l - D î n M uh am m ed b. K ä zT H ä n M a h ­ mud a l- M a k k ! a l - K ä d I r ! a l - H a r k a n I a l -



HaN AFİ, 917 (15 11 ) ’de M ekke’ de dünyaya gel­ miştir. Âlim ler yetiştirm iş eski bir hind ailesi­ ne mensup olan babası G u ca râ t ’ta Nabravâla ’den M ekke ’y e hicret etm iş idi. Babasının ne­ zâreti altın da başladığı tahsilini tamamlamak için, 943 ( 1536 ) ’te K ahire ’y e ve İstanbul 'a gitti. K ahire 'de al-Suyüti ’nin talebelerinden ders aldı. Doğduğu şehre döndüğü zaman al-A ş-



N É H EEV A LÍ raFiya medresesine müderris tâyin oiundu. 965 (; ı 557 )*taı A nadolu'dan geçerek, fstanbu] 'a gitti ve bu seyahat sonunda Mekke 'de Kanb ayâtiya medresesine tâyin edildi. 975 (1567 ) 't e Sulaym âniya medresesi dört sünnî mezhe­ bi içine alaeak şekilde yeniden kurulduğu za­ man bu medreseye g e ç t i; daha sonra Mekke ’ye müftî tâyin olundu ve 990 ( I582)’ da, başka kaynaklara gö re de, 988 veya 991 'd e öldü. ilk eseri İstanbul ’a yaptığı ikinci seyahate âit tasvirler olmalıdır. Bu eser bugün mevcut değildir. Ö teki eserlerini yazılış tarihlerine gö ­ re k a t’î olarak sıralamak ve hâl tercümesin­ de banlara bir yer ayırmak mümkün değildir. Eserleri şunlardır: 1. mektup yazanlar için bir araya getirilmiş şiir d ergisi; Leiden yazm a­ sında ( Cat. cod. ar2., 1, 356 ) şu başlığı taşı­ m aktadır: Tim sâl al-amşâl al-sâ’ira f i 'l-abyat a l-fa rid a t a l-n â d ira ; Kahire nüshasında ( Fihris IV, 220; *111,6 8 ) adı şudur: al-TamşU va ‘ l-mul}âiara bi ’l-abyât al-mufradat al-nâ­ d ira ; 2. K a m al-asmS f i fa n n a l-m u ’ amma adlı muamma m ecmuası; Berlin, nr. 7346'da, Escurial ( C at. Derenbourg, nr. 5s61 ) ’de, İs­ tanbul ( Âşir £f., 111, 107, 2 9 6 )'da ve Kahire (F ih r is 2, İli, 307 ) ’de muhafaza edilmektedir. ‘A b d ai-Kâdir a l-B ağ d ad i ( H izânat al-adab, 111, 113) bu yazmadan bir çok parçalar almış ve Mu'in al-Din 'A b d al-Mu'in b. Ahmed alBakkâ’ 993 ( 1585 ) 't e a l-T ir â z al-asmâ' adı altında bir şerh yazm ıştır ( yazmalar Uppsaia, nr. 63; Paris, nr. 3417, 5; Escurial, ayn. esr., nr. 536, 2; parçalar da, Leiden 'de, ayn. esr., nr. 522 'de mevcuttur ). Hâl tercümelerine dâir eserinin tarihini de tesbit etmek mümkün de­ ğild ir; bu eserden Muntahab al-târck adı al­ tında, Leiden (ayn. esr., nr. ıo 4 3 )’de parçalar mevcuttur. En mühim tarihî iki eseri hayatının son on yılı içinde yazılmıştır. 1 ramazan 981 { 3 mayıs 1573) 'de, Yemen 'de türk hâkimiyeti tarihini tam am lam ıştır; eserin adı al-Bark al- Yamânİ fi'l- f a t h a l-O sm â ni 'd ir ; 900 ( 1494 ) yılından başlam akta, vezir Süleyman Paşa idaresindeki ilk türk fethini, zeydîlerin dönüşünü, sadrâzam Sinan Paşa tarafından yapılan ikinci fethi an­ latm aktadır ; Sinan Paşa ’ya ith af edilen ese­ rin zeylinde paşanın Tunus ve H alkulvâd fet­ hi tasvir edilmektedir. Müellif 982 ( 1 5 7 4 ) 'de, Morad III. 'm tahta çıkm asından sonra, eseri i­ kinci defa hazırlamıştır; krş. de Sacy, NE, 1787, IV 412— 521 ve G A L , II, 382 'de sayılan yazm a­ lara şunları eklemeli: Leiden, ayn. esr., nr. 944; Paris ( Btochet, Cof. des M ss. A r. des nouvelles acquisiiions, nr. 5927), Escurial { Lévi-Provençal, nr. 1720; Kahire, F ih r ist2, V , 56 ), bir de : D. Lopes, Extractos da historia da conquista



NÉHREVAN. dâ Jaman pelos Othmanos iexto ar. contrad. e notas, Lizbon, 1892. al-N âm bi-a‘ l 5m balad ( b a y t) A lla h al-harâm adı altında Sultan Mu­ ra d 'a ithaf ettiği Mekke tarihini 985 (1 5 7 7 )'te b itird i; W üstenfel d in Chroniken der Stadt M ekka ( Leipzig,' 1857), I 'de neşretmiş olduğu bu eser Kahire'de 1303,1305 'te Ahmed b; Zayni Dahlân 'in Hulâsa t al-kalâm f i bayan um ar? al-balad al-harâm 'inin kenarında ve 1316 'da yayınlanm ıştır ; G A L , II, 382 'de zikredilen yaz­ malara şunları eklemek gerekir: Tübingen, nr. 23; Paris, nr. 1637— 1642, 4924, 5932, 5999; Leiden (Cat.2, I, nr. 926 — 93 0 ); Cam bridge (Brow ne, nr. 42:— 44); Ambrösiana, H. nr. 116 ( ZD M G , L X 1X, 7 7 ) ; V atican a, nr. 284; İstan­ bul, Süleymâniye, nr. 815; Nûruosmâniye, nr. 3047; Kahire (F ih r is 2, V , 32 ); C a t. Bankipore, X V, 10 8 5 ; A şa fiya, s. 178. Bu eser meşhur türk şâiri Bâkî [b. bk.] tarafından türkçeye tercüme edilmiştir ( yazm. G otha, nr. 158; V i­ yana, nr. 895; Or. A k ., Krafft, nr. 260; Cam­ bridge, Suppl., nr. 7 2 ’d e ; nşr. G o ttw ald t, K azaıi, 12 8 6 ), Bu zâtın yeğeni olan Baha’ al-Din b. ‘A b d al-Karim b. Muhibb al-Din b. ‘ A lâ ’alD in 29 şevval 961 (2 6 eylül I554 ) ’ de Gucar a t ’ta A hm edâbad'da doğmuş olup, M ekke'de amcasının yanında yetişmiş, sonra Murâdiya medresesinde müderris, 982 ( 1575 )'d e Mekke 'ye müftî, 990 (1582 ) ’da İmâm al-haram olmuş, 13 zilhicce 1014 (2 4 nisan 1606 ) ’te ölmüştür (al-M uhibbi, H u lâ şa ta l-a sa r, III, 8). Bahâ’ alD in amcasının yukarıda zikredilen eserinin t lam a l-u la m S al-a'lâm bi-bina al-m ascid alharâm adı altında bir hulâsasını yapm ıştır. Y a z­ malar. Leiden, ayn. esr., nr. 9 3 1; K ahire, F ih ­ ris2, V, 32; Bankipore, X V , 1089. N ahravali'n in oğlu Muljiammed 1005 (1396) 'te Mekke ve Medine tarihleri ile Ibtihâc alinsân v a ’ l-zajnan f i ’ l-ihsân al-vâşil UH-karamayn min al-Yam an bi-Mavlâna ’l- A d il alBaşa Haşan (L eiden, ayn. esr., nr. 937; K ahi­ re, Fih ris1, V ; 2V , 3) adı altında 988 (i5 8 o )'d e Yemen valisi bulunan Haşan Paşa 'nin fütûhâtını kaleme almıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . Zayi al-Şakâ'ik alm fm ântya, s. 268 ( M ıicam al-matba ât, s. 1871 'd e Sark is tarafından zik red ilm iştir); a!-Nu'mâni, a l-R a v i a l-â tir ( Berlin yazm., nr. 9886, 262»); Ibn al-'A ydarüs, al-N ur al* vafir ( Bankipore yazm.), var. 194; al-Hafâci, Rayhânat cd-atibbâ' ( Kahire, İ294 ), s. 153— 137 ; W ustenfeld, Geschicktsckreiber, s- 534 i Brockelmann, G A L , II, 382; Suppl. II, 514 v.d. ■ (C . B r o c k e l m a n n .) N E H R E V Â N . N A H R A V A N yah ut halk te­ laffuzunda N İ h r a v â n ( Yâlfüt, IV, 846 v. dd.), Bagdad ile V â sit arasında b î r y e r i n a d ı



N E H R E V Â N — NÊM RÛD.



olup, 38 ( 6 58) yılında halîfe ‘ AH ile haricîler [ b, bir.' arasında vukua gelen muharebe sebebi ile meşhur olmuştur, N E H R -Ü L -M E Ü K . [ Bk. DİCLE.] N E K ÎR . [ Bk. m On ke r .] N E M Â R E . a l-N A M A R A . i . S u riy e ’de b i r y e r is m i. Burası Caba! al-Drüz (C ab a l al-Havrân ) ’da al-Ruhba ovasına kadar uzanan Vadi 'i- Şam 'dan bir tepe üzerinde al-Şafâ’ harta ’sin­ de bulunur ve romalılarin Namara hudut mev­ kiine tekabül eder (W addin gton , Inscriptions, nr. 2270 ). al-Namära ’nin 1 km. kadar cenübunda Dussaud tarafından „bü tü n araplarm kıratı“ Maru ’1-K ays bar 'A m ru, yâni Lahm ilerden tmru 'I-Kays b. ‘ Am ru 'y a â it Boşrâ’ tak­ vimine gore, 7 keslül 223 = 7 kânün I. 328 (m. s.) tarihli bir nabatî-arap kitabesi bulunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : R. Dussaud ( ve C ler­ m ont-G anneau ), Inscription nabatêo-arabe d’ en-Nemâra ( Revue A rchéol., IH, seri, 1902, X L l, II, 409— 4 2 1 ); J. H alévy ( R evue S é ­ mitique, 1903, XI, 58— 62 ) ; F. E. Peiser, D ie arabische In schrift von En-Nemâra ( O L Z , 1903, VI, 277— 281]; M. Hartmann, Zu r Ins­ ch rift von Namära ( O L Z , 1906, IX, S73— 584 ); M. Lidzbarski, Ephemeris fü r semit, Epigraphik ( 1908 ), II, 34— 37 ; Th. Nöldeke, D er Araberkönig von Namära ( Florilegium M elchior de Vogue, Paris, 1909, s. 463— 466); Clermont-Ganneau ( R A O , V I, 305— 3x0; 'VH, 167— 17 0 ); J.-B. C habot, Répertoire d’êpigraphie sém itique, nr. 483; R . Dussaud, To­ pographie historique de la Syrie, s. 255, 269, 353- 371. 378. ^ Eski çağda başka üç mevki de aynı ismi ta­ şım akta id i: 2. Namara (W addington, nr. 2x72— 2185) Cabal Havran ’da al-Muşennef 'in şimâl-i gar­ bisinde şimdiki Nimra köyü. B i b l i y o g r a f y a t Nöldeke ( Z D M G , X XIX, 437 ); Buhl, Geographie des alten Pa ­ lästina (Freiburg, 1896), s. 253; Thomsen, Loca sancta, s. 92 ; Dussaud, Voyage archéol. au Safa ( Paris, 1901 ), s. 148, 184 5 Publica­ tions o f the Princeton University Archaeol. Expedition to Syria in 1904—- 1905, Division II, Section A , s. 342; Divis. Ill, Sect. A ; s. 350; Dussaud, Topographie, s. 395. 3. Namara, Batanaya 'd a bir köy olup, muh­ temel olarak şimdi Nämir al-H avä’ ( D er'ä k a ­ sabası şimâl-i şarkîsinde ) köyüdür. B i b l i y o g r a f y a : Schumacher ( Z D P V , XII, 2915 X X , 2 11); Dussaud, Topographie, s> 341, 359 v.d. 4. Nam ara, Nam(a)r Şanaroen garbında alIdära ( Eü-fip-rj ) ve Câsim ( G asim ea) arasında kadîm bir hudut taşı üzerinde zikredilmiştir.



B i b l i y o g r a f y a : Clermont-Ganneau ( R A O , I, 3 v. dd .); Dussaud, Topagraphie, s. 341 ( krş. N am r: Nöldeke, ZD M G , XXIX, 437 ?)• (E . HoNIGMANN.) N E M L . AL-NAM L, k a r ı n c a , Kur'an 'in bü­ tünü Mekke ’de nâzil olan y i r m i y e d i n c i s û r e s i . Bu sûre umûmiyetle ikinci devre sû­ releri arasına konulur. Sûrenin 93 âyeti vardır ve adı 18. âyetten alınm ıştır: „O rdular k a­ r 1 n c a vadisine geldikleri, zaman, bunlardan b ir i: — Ey karınealar yuvalarınıza g irin ; Sulayman ile orduları farkında olmadan, sizleri ezmesinler— demiştir“. Sûrede neshedilen yalnız bir âyet vardır ki, bu da IX, 3 tarafından nesh­ edilen X X V II, 92 ’ dir. K rş. bir de mad. NAHL. (M



a u r ic e



C h e m o u l .)



N E M R Û D . ( Bk. NİMRÛD.] N E M R Û D . NAM RUD , aynı zam anda NaMRÜZ, NİmrÜd. K i t a b - ı M u k a d d e s ’t e k i N i m r o d adı, İslâm enbiyâ kıssalarında, A g ga d a ’da da olduğu gibi, İbrah im ’in çocukluğu­ na dâir dinî rivayetlerd e.geçer. Bu adın Kur’ an ’da geçmemesi nin sebebi, muhtemelen, Kur’a n 'd a ço k zaman isim zikredilmemiş olma­ sıdır. A şağıd aki âyetlerden Namrüd hikâyesine K ur‘an 'da işaretler bulunduğu açıkça anlaşıl­ m aktadır: „Kendisine hüküm darlık bahşetmiş olan A lla h hakkında İbrahim ile münâkeşf­ eden kimseyi görmedin mi ? İbrahim — „H ayatı da, ölümü de veren benim Rabbim dir" — de­ yince, — „B en hayatı ve ölümü veriyorum “ — diye cevap verdi. İb rah im : — „ A lla h güneşi şarktan doğdurur, sen garptan doğdur“ — de­ yince, k âfir şaşırıp kaldı“ (II, 258). Müfessirler burada İbrahim ile münâkaşa edenin Nam­ rüd olduğunu ileri sürm ekte haklı olabilirler. Kur’an ’ da bir de Namrüd 'un, kendisine veya putlarına tapm adığı için, İbrahim ’i cezalandır­ mak istediği ve onu ateşe a ttırd ığı husûsundaki efsâne ile ilgili bir telmih v a r d ır : „O n lar (N am rüd’un taraf d a rla rı) şöyle d ed iler: — E ­ ğ e r iki elin böğründe durmak istem iyorsan, o­ nu ateşe a t ve mâbudlarını k u rtar — ve biz ( A l l a h ) ş ö y le . dedik : — A te ş, soğuk ol ve İb­ rahim ’ e selâmet ver 1“ ( XXI, 68,69 ). Şu â yette de Namrüd kasdedilmiş olm alıdır; „İb ra h im 'in ümmetinin cevabı ne oldu ? O nlar yalnız şöyle d ediler: — Onu öldürün, diri-diri yakın — ; fa . kat A lla h onu yanm aktan ku rtardı“ (X X IX , 24 ), „O n lar ( Namrüd ’un a d am ları) d e d ile r: — Onun için bir yığın ( odun y ığ ın ı) yap tır ve onu harlı ateşe a t“ ( X XX VII, 9 7). A llah a saldırm ak için, umûmiyetle, N am rüd’a atfedilen kule inşâsı efsânesi, Kur'an ’da Fir‘ avn ile müşâviri H â m a n ’a isnât edilmiştir. Fir'avn müşâviri H âm ân ’ı göklere ulaşan ku­ leyi yaptırm akla vazifelendirir (X X V III, 38



NEMRÛD. X L, 36, 37 ). T abari ’de etraflı bir şekilde yer almış ¿lan bu efsâneye, daha geniş teferruat ile, ‘A h ta r hikâyesinin başında, Abraham-Afidrâşı ’nda rastlıyoruz, fa b a r i Nam rüd'u, Süleyman b, D âvüd ve 2 u ’1-Karnayn gibi, dünyaya hükmetmiş üç veya ( Buhtunnasr ile b e râ b er) 4 hükümdar arasın­ da saym aktadır. Onun müneccimleri bir çocu­ kun doğaeağını, saltanatını devirip, putları tah­ rip edeceğini kendisine haber verirler. İbra­ him boylece, Müsâ, Gılgamtş, Semiramis, Sargon. Karna ( Makâbhârata "da), Trakhan { Gil* g it k ir a lı), Kyrus, Perseus, Telephus, A igisthos, Oedipus, Romulus ve Remus, Isâ ( S, Fra­ zer, F plklore in the O ld Testament, II, 437 — 455 ) gibi, doğduğu günden itibaren, bir hü­ kümdar için tehlike teşkil eden efsâne kahra­ manlarından bîri olur. A za r veya Târih ( Terah ) 'in karısı Uşa, Nanırüd 'u ve adamlarını aldatm ağa muvaffak olur; İbrahim ’in doğuşu gizli kalır. Vaktinden önce gelişip-olgunlaşan İbrahim Namrüd ile dinî bir münâkaşaya gi­ rişir: Nanırüd A llah olam az; çünkü A llah ha­ y atı dâ ölümü de verendir. Namrüd cevap ola­ rak, kendisinin de aynı şeyleri yapabileceğini, çünkü ölüme mahkûm bir adamı bağışlaya­ bildiği gibi, öldürteblleceğitti de söyler. Nam­ rüd İbrahim ’İ ateşe attırır. A te ş soğur ve za­ rar vermez. Bir melek İb rah im ’i ateşten çıkan r ; Namrüd üç delikanlının ateşten kurtuluşu karşısında şaşıran Buhtunnasr 'ın durumuna dü­ şer ( Danyal, III, 34 v, d d .), Namrüd İbrahim 'in Allahına kendi göğünde hücûm etmek is­ ter; dört genç kartalı et ve şarap ile besler; bir sandığın dört köşesine uçlarında birer et parçası: bulunan dört mızrak diktirir, kendisi de sandığa yerleşir; ete ulaşmak isteyen kar­ tallar nVütemâdiyen yükseklere uçarlar; dağlar karınca yuvalarına benzer, bütün dünya deniz üstünde bir gemi gibi görünür. Fakat hepsi boşunadır. Sonunda Namrüd yere düşer. Bu­ nun üzerine, İbrahim ’in Allahına ulaşabilmek için, bir kule yaptırır. O zaman dil karışıklığı hâsıl olur; bir tek süryânî dili yerine, 73 dil meydana gelir. A llahın melekleri Namrüd 'u tekdir ederler. Bununla berâber Namrüd A lla ­ ha karşı savaşmak maksadı ile, ordusunu ha­ zırlar. A llah onun üzerine bir sivrisinek ordu­ su gönderir; bunlar Namrüd ’un adamlarının kanını emer, etini yer. Bir sivrisinek de Nam­ r ü d ’un burnundan beynine girer. D ört asır zâlimâne hüküm sürmüş olan Namrüd, ölümüne kadar dört asır daha sivri sineğin işkencesini çeker. İslâm efsânesi Namrüd adını tamarrada („[A llaha karşı] baş kaidırdı“ )’den iştikak ettirir.Bununla berâber Namrüd efsânesinin bir baş­ ka şeklinde bu ad namra („dişi kapian“ )’den gelItltm Aa»Iklap«dllıl



inektedir. B una göre, N am rüd bir dişi kaplan ın sü tü ile bü yüm üştü r. E fsân en in bu şekli Rom u. İus-Rem us (Jean de l’ O urs) n ev'in e yaklaşm akta ve h a ttâ O ed ip u s efsân esin e tam am en benze­ m ekted ir ; zira g iz li bir şe k ild e b ü y ü ye n Nam­ rüd b a b a sın ı Öldürür v e annesi İle e vled ir. E fsâ­ nenin bu şekli a l-K isâ ’ i ’ de v e daha tam olarak, ‘A n ta r hikâyesinin g iriş kısm ında y e r alm aktad ır. N a m rü d ’ un b a b a sı K a n a ‘Sn b . K ü ş ’ u rüya­ sın d a kâbus b a s a r ; bunu oğlunun kendisini ö l. dü receği yolu n d a tâ b ir ederler. Ç o c n k d o ğa r, burnuna bir y ıla n g ire r; bu korkunç bir şeye d e lâ le t eder. K a n a ’ân çocu ğu öldürm ek ister ise d e : annesi S ulh a’ onu g iz lic e bir çoban a em ânet e d e r ; fa k a t sü rü , bu siy a h v e yassı burunlu çocuğu görünce, dağılır. Ç o b a n ın k a ­ rısı çocu ğu nehre atar, su lar onu bir sa h ile sü­ rü kler ve orad a bir dişi k a p lan kendisini em­ zirir. D ah a bir ço cu k iken teh lik eli olan Nam­ rüd ilk g e n çlik ça ğ ın d a haydu tların başına g e ­ ç e r ; çetesi ile b irlik te , K a n a 'â n 'a hücûm ede­ rek, onu ( kendi babası olduğunu bilm ed en) öl­ dürür v e kendi ö z an ası ile e v le n ir ; m em leke­ tin e ve a z sonra da d ü n yaya hâkim olur. A z a r i,K u r ’an ’da İbrahim ’in babası olara k gö rü n ü r) ona içind e sü t, y a ğ v e şarap akan , yapm a kuş­ ların ö ttü ğ ü bâriku lâd e b ir sa ra y — o rta ç a ğ şiirinde o k a d a r g eçen B izan s chrysotriklin ium h ârikası— ya p tırır. İ d r is ’in ta le b e leri ile m ü câ­ d e le ederek, İd ris ile H e rm e s’in m irası olan nücum ilmini zorla ele g e ç ir ir ; ib lis 'ten sihir ö ğ ­ renir. Nam rüd kendisine, ta n rı g ib i, ib â d e t e tti­ rir. O zam an k o rk u n ç rü y a la r, alâm etler görm e­ ğ e , se sler d u ym ağa başlar. N am rüd 'un bütün g a d d arca te d b irlerin e rağm en, İbrahim dünyaya gelir, büyür ve çok geçm eden, halkın Nam rüd ’a olan im ânını sarsar. N am rüd A lla h a in an an ­ ları v ah şî h a yva n ların önüne a tar. H a yva n la r onlara dokunm azlar. Bunun üzerine o n lara y i­ y e ce k , iç ec e k verm ez. Ç ö lü n kum ları buğday tan eleri hâline g e lir : tan elerin üzerinde „A lla h ın ih sanı“ ya zılıd ır. Nam rüd İb ra h im ’ i a te şe atar; İbrahim ’ e h iç bir şey olm az. N am rüd bü yük bîr a te ş yaktırır; a levleri fersa h la rca u za k ta k i kuş­ ları kavu ran a te şe yak laşm ak im kân sızd ır, ib lis bir m ancınık ic a t ederek, İbrahim ’ i bununla a te şe atar. İbrahim orad a, çiçek açm ış a ğ a ç la r altın d a ve ça ğ ıltılı bir k a y n a ğ ın yanı başında hayatın ın en g ü ze l gün lerini geçirir. Bunun üze­ rin e N am rüd g ö k te İb ra h im ’ in A lla h ın a hücûm etm eğe ka rar verir. A ç k a rta lla r N am rüd 'un ta h tıreva n ın ı g ö k le re ç ık a r ır la r ; o zam an N am . rü d ’ un k u lağın a şö yle bir ses g e li r : — „B irin ci k a t g ö k b eş y ü z sen elik bir m esafed ed ir; gökler arasın da beş y ü z er y ıllık m esâfeler vard ır; ondan so n ra da n âm üten âh îlik gelir. “ N am rüd A lla h a bir o k a ta r ; ok, k a n la ra bulanm ış o lara k , geri



13



*94



NEMRÛD -



g e lir ; N am rüd, sa çla rı ağarm ış v e ih tiy arlam ış o la ra k , yer-yü zü n e dön er ; fa k a t yin e d e A lla h ı öld ü rd ü ğü n ü id d ia e d e r ; bunun ü zerin e , bir sivrisin ek h a y a tın a son verir.



N a m r ü d e f s i n e s i ni n t a ri h i n e d â ­ i r . Bu husûsta Kitâb-ı mukaddes 'ten fazla bir şey alınamazdı. Bir ço k müfessir ve efsâne to p ­ layıcıları Namrüd ’ a cabbâr ( „zâlim “ ) sıfatını verirler ; bu sıfat, muhakkak olarak, Kitab-ı mukaddes’teki Nimrod hakkında kullanılan gibbor ( Tekvin, X, 6 ) ’dan alınmıştır. G eiger de cabbâr 'an id ( K u r’an, X f, 62 ) 'de Namrüd 'a bir telmih görmektedir, f a b a r i (I, 217) N am rüd'a bir de mutacabbîr demektedir. G erek İslâm kıssaları, gerek Aggada ( Targ. Şeni, Esther, 1, 1 dolayısı ile ; Midr." Hagadol, nşr. Sckechte r s. 180 v.d. ; G aster, Exem ple o f the Rab­ bis, N. I) Namrüd 'u dünyanın hâkimi olarak gösterm ektedir. Namrüd 'un Bâbil kulesi, bil­ hassa İbrahim 'in çocukluğu ve onun ateşten kurtarılması ile alâkalı gösterilmesi Aggada 'dan gelm ektedir ( Tekvin Rabba, X LIX , L ). Namrüd ’un sivrisinek yüzünden Ölmesi de Aggada 'daki mâbed tahripçisi Titus 'un aynı şekildeki ölümünün bir benzeridir. Buhtunnasr ( Grünbaum, Neue Beitrâge, s. 97 v. dd.) da buna benzer bir şekilde ölmüştür. ‘ A ntar hi­ kâyesindeki göğe çıkış ve bilhassa her katın arasında 500 'er senelik mesafeler bulunuşu da Talmud 'daki Buhtunnasr 'm göğe çıkışını ha­ tırlatm aktadır ( Chagiga, s. 13“ ). Bununla be­ raber, bu göğe uçuş Firdavsi 'nin K aykâ’ üs 'un göğe çıkışı tasvirine daha çok benziyor (F ird a v si, trc. Mohl, II, 31 v.dd.}. Namrüd kıs­ sası bir çok yerlerden alınan unsurlar İle mey­ dana getirilmiştir. Daha T abari {Târih, I, 253), Namrüd ’un irantıların Zahhâk 'i ile aynı s a ­ yıldığını söylemekle beraber, bu iddiayı redd­ ediyor ( ayn. esr., I, 323,324 ). Sonradan KitÛb-ı mukaddes, Aggada 'dakiler ile İran şâhlarina dâir efsâneler birbirine karıştırılmış, mûeizeler büyütülüp-arttırıim ış v e bir hikâye başı uydu­ rularak, Namrüd bir çeşit Oedipus hâline ge­ tirilm iştir; öyle ki, Namrüd S ırat '^ n t a r ’ de bir efsâne kahramanı olmuştur. Sonra Namrüd hakkm daki İslâm efsânesi İbrahim hakkmdaki muahhar yahudi efsânesine girm iştir. Bernard Chapira ( aş. bk.), arapça ve ibrânice olarak, bu çeşit bir efsâne yayınlam ıştır; bunu ciddî olarak Ka‘ b a l-A h b a r’ a atfetm ekle muhakkak yan ılıyor; çünkü bu binlercesine rastlanan ef­ sânelerden biridir. Bununla berâber, İslâm ef­ sânesi ile Aggada ’nm birikirine karşılıklı t e ­ sirde bulunduğu şüphe götürm ez. M. G rün ­ baum'un kısmen açıkça isbât ettiği gibi, mu­ ahhar Midrâş 'in İzmirli R. Eliyah Hakkohen ün P irke R, Elieser, Tanna de bë Eliyaku,



NERGİSİ. Midrâş Hoggâdöt, S efer kayyaşâr, Şebet Musâr dolayısı ile İbrahim ve Namrüd ile ilgili yerle­ rinde İslâm efsânesinin te’siri görülm ektedir. B i b l i y o g r a f y a t KuPan, II, 260, XXIX, 23 hakkm daki tefsirler; f a b a r i (»şr. de G oeje), I, 217, 219, 220, 252— 265, 319— 325; Ibn a l-A şir, Târik (B u lak lab,), I, 29, 37 v. d d .; Şa'labi K işa ş al-anbiyS (K a h i­ re> 1325 ), s. 46— 49 i al-K ısa’ i, K işa ş al-anbiyff (nşr. Eisen berg), I, 145 — 149'; S ir at ‘ A ntar ( K ahire, 1291), I, 9— 79 ( ıjo ö , I, 4 — 34 ) i D am iri, fîa y â t al-kayavân, bk. n a s r ; G eiger, IP'as hat M oham m ed.. ? (1902 ), s. 112 v.d., 115 v.d., 12 1; M. Grünbauni, N eue Beiträge, s. 90— 99, 125— 132; Bernard Cha­ pira, Legendes bibliques attribuées á Kâb el-ahbar { R E J, 1919, LXIX, 86— 107, arap« ça ve ibrânîce metin, 1920, LXX , 37— 44); Bernhard Heller, D ie Bedeutung des arabi­ ' sehen Antar-Rom ans fü r die verg l. Litera­ turkunde ( Leipzig, 1921), s. 16— 23; S. Sidersky, Les O rigines des Legendes musulma­ nes ( Paris, 1933 ), s. 31— 35; Speyer, D ie bib­ lischen Erzählungen im Qoran ( 1931 ), s. 116 v.dd., 263, 283, 356, 475, 477■ ( B e r n h a r d H e l l e r .)



N E R G İS İ. N E R G İSİ, M u h a m m e d ( 7— 1635), t ü r k m ü n ş i l e r i n i n en m e ş h û r l a r l n d a n d 1 r. Rumeli kadılarından olan babası boanalı Nergis A hm ed Efendi 'nin kadı bulunduğu Saray-Bosna 'd a doğmuştur. Kendisi, N ergisi mahlasından başka, çok defa aile unvanı olan Nergis-zâde (v e y a bâzan da N ergisî-zâd e) lekabı ile tanınır. Doğum tarihini Safvet' Bsşagiç), kaynak zikretmeden, lö o o (1592;) olarak gösterir ise de, N ergisi 1034 (1624/1625 ) y ı­ lında yazdığı bir eserinde yaşının o zaman a rtık 40*1 geçtiğini bildirdiği gibi {M aşâkk a l-u şşa k , İstanbul, 1285,8. 4 ), 10 37’de ölen şâir V e mün­ şi V e y s î’ye, bu tarihten sonraya âit olm aya­ cağı aşikâr bulunan bir mektubunda da 50 y a ­ şma yaklaştığını söylediğine göre ( M«n?a97



tup vardır. Nüshaları çok olan Münşa&t basıl, mamıştır. 3. al- Vasi al-kâm il f i ahvâl al-vazlr a l-â d il. Nergisî ’nin Osmanlı ülkesinde bir asır­ dan beri eşine rastlanmayan bir d evlet adamı olarak, bayatı ile bilhassa şahsiyetini v e Maca­ ristan 'daki savaşlarını anlattığı Budin valisi Murtazâ Paşa (olm . 1045=1636 ) 'y a dâir tarihi kıymeti hâiz bir eserdir. Muasırı olm akla berâber, Murtazâ P a şa'yi görmemiş bulunan müellif eserini, şifahi kaynaklara dayanarak, 1038’de Banaluka 'da yazm ıştır. Bâzı kaynaklarda Gazavât-ı Murtazâ Paşa adı ile geçen bu kitabın Üniv. kütüp., nr. T Y 1881 (2286— 286) ve nr. 2520 ’de 2 nüshası olup, diğer nüshaları için bk. A . S . Levend, Gazavât-nâm eler ve Mihaloğlu A li B ey ’in gazavût-nâmesi (Ankara, 1956), s. 105 v.d. . Bunlardan başka. Nergisi nâmına kayıtlı Haros-n&me adında mensûr k ü ç ü k b ir hayvan hi­ kâyesi ( Millet kütüp., AH Emîrİ kitap., manzûm eserler kısmı, nr, $73,44b— 47b) ile arapça bir risaleye ( Süleym âniye kütüp., Es’ad Efendi kitapları, nr. 3749, 32b— 35a) rastlanmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ; Müellifin hayatı hakkındaki bilgiler bilhassa kendi eserlerinden çıkarılm ış olup, metinde zikredilen eserlerden başka bk. bir de Riyâzİ, Tezkire ( Üniv. kü­ tüp., nr. T Y 4098, 50®); K af-zâde Fâizî, Zubdat al-aş'3 r ( Nûruosmâniye kütüp,, nr. 3722, 125b ve Üniv. kütüp., nr. T Y 1646, 114a ); Âsim , Zayi Zubdat at-aş'âr ( Üniv. kütüp., nr, T Y 2401, s. 62) ; Belîg, Nuhbat al-âşâr (Üni v. kütüp., nr. T Y 1182, 1 01 a) ; Rızâ, T ezkire (İstanbul, 1316), s. 97} J. v. Ham­ mer, Geschichte der osmaniseken Diehtkunst ( Pest, 1837), 111, 229 v.d. t Cl. Huart, Les calligraphes et les miniaturistes de l’ Orient musnlman (P aris, 1908), s. 264 v.d.; Suyoicuzâde Mehmed Necib, Davlıat al-kuttâb ( nşr. K ilisli R ıf a t ), İstanbul, 1942,3. 134 v.d.; Safvet Beg Basagid, B o in ja c i i H ercegovcî u isla m skoj k n jizev n o sti (S a ra jevo , 1912, s. 59— 72; trk. trc. Ş. B., N ergisi Yeni mec­ mua, 1917, I nr. 15— 19 ); İ. Necmî, Tarih-i edebiyat dersleri ( İstanbul, 1338 ), 1, 129— 133; Babinger, G O W ( Leipzig, 1927), s. 173 v .d .; Bagdadh İsmail P aşa, A sm S al-m ua llifin ( İstanbul, 1955 ), 11, 277. ( Ö m er F a r u k A



k ü n .)



N E R Ş A H Î. N A R Ş A K Î , A bü Ba k r Muh am MED B. C a 'F a R ( ? — 959) „ B u h â r â t a r i-h i"



a d l ı e s e r i n m ü e l l i f i . 332 (943/944)’de arapça aslım Sâmânîlerden Nüh b. Naşr 'a it­ hâf ettiği bu kitap 522 ( 1128/^29 ) 'de, A bü Naşr Ahm ed b. Muljammed at-Kubâvi tarafın­ dan, farsçaya çevrild i; bu şahıs „sık ıcı“ bâzı p arçalan kitaptan çıkardı Bundan sonra 574



..



tq8



NERSAHÎ -



NESÂI.



( 1178/1179 ) ’te Muhammed b. Zufar eseri, da­ İşiahrı ’ye göre, NasS şehri hemen-hemen S a ­ ha kısa olarak, yeniden kaleme aldı ve Bu­ rahs gibi ( yâni Merv 'in yarısı kadar ) i d i; su­ hara valisi Şadr *Abd a !-'A ziz b. Burhan al» yu bol bahçelik ve yeşillikler içinde, toprağı Din ’ e takdim etti. En sonunda kim olduğu bi­ gâyet verimli İdi. M ukaddesi ( s. 320, 331 v.d.) linmeyen bir müellif bunu moğul istilâsı zama­ şehrin 10 kapısının yeşillikler içinde kaybol­ nına kadar devam ettirdi. Schefer tarafından, duğunu söylem ekte, kaynakların çokluğunu tek ­ son şekli ile neşredilmiş olan bu kitap orta A sy a rarlam akla berâber, suyunun iyi olmadığını'nin İslâmî y et ten önceki durumu hakkında çok ifâde etmektedir. Muhammed N asavı ( Sıra t ilgi çeken bilgiler ile arap istilâsı hakkında C alâl al-D ln , nşr. Houdas, s. 22} buranın başka yerde neşredilmemiş olan teferruatı ( Ma- fazla sıcak olan iklimi yüzünden, havasının dâ’ iu i 'den naklen ? ) ihtiva eder. Farsçaya mü­ sıhhate çok zararlı olduğunu ve türklerin uzun tercimi bunları A bu ’ UHasan ‘A b d al-Rahmân zaman burada yaşayam adıklarını söyler. Nab. Muhammed al-Nişâpüri ile ihtimâl 243 (857) sav i ( s . 5 0 ) ’ye göre, şehrin gâyet muhkem bir ’te ölmüş olan [ A b u İsKâk ] İbrahim [b. a l-'A b - iç kalesi var idi. Şeyhlerin ve meşhûr şahsi­ bâs al-Şüli ]'n i kitaplarından aldığı yeni tefer- yetlerin türbeleri pek çok sayıda olduğu için, ruât ile zenginleştirmiştir. Buhârâ bölgesinin sûfîier N a sâ 'y a „küçük Şam “ derlerdi; bu hukasabaları, âbideleri, mahsûlleri, eski âdetleri sûsta bk. Şeyh A b u S a 'id 'in hâl tercümesinin ( msl. Siyavuş için ağıt, s. 2 1 ) v.b. hakkında XII. asırda yapılmış tercümesi ( A srâr-i tavhid, verdiği bilgiler çok ilgi çekicidir. nşr. Zukov/sky, s. 45 ). Y a k u t (IV , 776 v. dd.) N asâ'n in M erv'den B i b l i y o g r a f y a : Description topo­ graphique et historique de Boukhara par S gün, A b iv a r d ’den 1 gün ve N işâp ü r’dan Muhammed N erchakky suivie de textes re­ 6— 7 günlük bir mesafede olduğunu yazar ve la tifs à la Transoxiane { nşr. Çh. Sche­ şehrin mülhakatı arasında Bâlüz ( > Firtiza ) ; fer, Paris, 1892, P E L O V , IH. serî, XIII, I, 480; T aftâ zâ n : I, 857; Şahristân : İH, 343; *— 97)* Bunun Buhârâ'da yapıtmış bir taş- Farâva ( K ız ıl-A r v a t): İH, 866; K a u k ; IV, basması da vardır. Bugüne kadar bilinen 328 gibi yerleri sayar. T â k ( sonradan Y azır ) yegâne tercüme N. L yk o şin ’in rusçaya ter­ kalesi ile berâber, Dürün da Naşâ 'ya âit bu­ cümesidir (T aşken t, 1897; Barthold'un ne­ lunuyordu ; krş. Barthold, K istorii oroşeniya zâreti altında ). Krş. Lerch, Su r les monnaie Turkestana, s. 37— 41. Krş. bir de, Mahdi Han, des Boukhar-Khoudahs ( Travaux de la 3*™* Târih-i Nâdiri ( Nâdir Şah 'ın haraları Hursession du congrès international des orien­ ramâbâd 'd a bulunuyordu; bk. sene 1044 ). Na­ talistes, Petersburg, 1879, II, 424 ); Barthold, sâ merkezinin harabeleri A şk âb âd şehrinin 19 km. garbında ve Hazer ötesi demir-yolunun Turkestan ( ingl. trc.. GMS, N. S., V , 1 4 ) ; Marquart, Erânëakr, bk. fihrist ; ayn mil., Bezme’ in istasyonuna 13 km. mesafede olan Wehrôt und Arang [ 1907 ], s. 139 ve tür. Bağır köyü yakınındadır. 2. H e m e d a n ’d a k i N a s â 'm u D ârâ ki­ yer. ; C . A . Storey, Persian Literatüre (L o n ­ tabelerinde ( Behîstün, I, 13 ) Medya 'da olarak don, 1936 \ İ,_3&9 v.d. ( V . MlNORSKY.) N E S Â . N A S A ( çok defa NiSÂ ), İran ( H o­ zikredilen Nisaya mevkiine tekabül etmesi muhtemeldir. Bunun meşhûr „LuristSn tunçla­ rasan, Fars, Kirman H em ed an )'d a b i r k a ç m e v k i i n a d 1 ; krş. Yâlşüt.lV, 778 ( Bartho- rının" keşfedildiği şimalî Lurıstân ovaları iomae 'ye göre, nisaya „yerleşme mahalli" mâ­ ( A lîşta r, Hava ) olması mümkündür. Bu tunç­ ların bâzdan eyer takım larına aittir (bk. Minasına gelir V î. H o r a s a n ’ d a k i N a s â bu ülkeyi Tür­ norsky, A pollo, London, şubat 1931). _ ( V . M ipîORSKY.) kistan bozkırlarından ayıran dağ sırasının şi­ N E SÂ I. a l - N A S Â ’ I, A b u ‘ A b d a l- R a h m â n malinde uzanan ekili sâha içinde yer alm akta idi. Bu mevki ilk çağ müelliflerinin zikrettik­ A h m e d b. Ş u ' a y b b. ‘ A l I b . B a h r b. S in a n leri atları ile meşhûr Nicram, Nicratov, jieÖlov (? — 915), e s â s k a b û l e d i l e n a i t ! h a d î s olm alıdır ( H erodot, III, 106; krş. Strabo, XI, k i t a b ı n d a n b i r i n i n [bk. mad. HADİS 3 fasıl XIV, § 7 ). Büyük İskender ’in kurada bir m ü e l l i f i olup, hayatı hakkında pek az şey Alezandropolis şehri kurduğu rivâyel edilir, Isi­ bilinmektedir. Rivayete göre, hadîs toplam ak dore de C h araz ( nşr. W . Sch off Phîiadelphia, maksadı ile durmada» seyâhat etmiş, Mısır 'da 1914. s. 8 ), Part kıratlarına âit mezarların N ioa ve sonra Ş a m ’da yaşamış, bu şehirde — bir şehrinde bulunduğunu kaydetm ektedir. Rawlin- başka rivayete göre. Ramla*de — ‘ A li lehindeki son ( JRAS^0839, s . 100 ), türkmen atları ırkı­ ve Em evîler aleyhindeki duygulan yüzünden, nın ‘ tjvıoı N iocuoı’in nesli olduğunu zannedi­ eziyet görmüş ve bunun neticesinde 303 (915 Yte yordu. TA vesta, Vidëvdât, I. 7 'de başka bir ma­ ölmüştür; bu sebeple kendisine ş e h id> de­ n ilm iştir; mezarı M e k k e ’dedir. Nasâ’ i’nin ha­ hallin kasdedilmtş olması m uhtem eldir}



N E S Â Î — N E S E F İ.



dîs mecmuası 51 bolüme ayrılm ış olup, her bolüm bâblara taksim edilmiştir. Mevzûlarına gelince, ibâdet farizaları ( '¡badat) ite ilgili bir çok hadîs bulunduğu gibi, ikbâs, nuhl, rukbâ ve ‘ amrfi bölümlerine başka hiç bir hadîs mec­ muasında: rastlan m az; bu başlıklar altındaki malzeme kısmen başka başlıklar altında bulu­ nur. Diğer taraftan, N asa'i ’de ne fita n ve kıya­ ma ( kiyâm et) ’ye, ne de manâkib ve Kar'an ’a dâir bölümler vardır. . Brockelmann ( G A L , 1, 170; SuppL, I, 469 v.d.) Nasâ’ i 'nin daha iki eserini zikretm ektedir: F i fa z l ' A li {Kitâb haşa'iş amir ai-m u'm inin ‘ Al i b. A bi fâ lib adı altında, K a h ir e ’de 1308’ de yayınlanmıştır } ve Kitâb a l-iu 'a fct ( Buharı ’nin Târih al-şağlr in e ek olarak, taş.-basm. ile ba­ sılmıştır, A gra, 13*3 i A llahâbâd, 13*5). B i b l i y o g r a f y a : İbn Halli k i n, nr. 28; Zahabi, fabakıât a l-h u ffâ ş , II, 266 v.dd.; İbn H acar a l-A s k a lâ n i, T a h zib a l-T a h z ib (H aydarâbâd, 1325), I, 36 v.dd.; al-Sam ’ in i, K itâb al-ansâb ( G M S , X X , var. 559 ); G o ld zih er, M uham m edanische S ta d ien , II, 141, 249 v.dd.; aya. mil. ( Z D M G , L , 112); W üstenfeld, D e r im âm a U S c h â fi'l u n d sein e A n h ä n g e r (A b h . G. W . G S t t , XXXVII, 108 v.d.).



199



haşat ahi al-sanna va ’1-çamâ‘a ma*a ’U f İrak aU iâlla va 'l-m ubtadıa (Leİden, C od. or., nr. 862 ) ile ‘ A k S id ( Berlin, yazm ., nr. 1941; krş:' Ahlvvardt, V e r z e ic h n is s ..., II, 400) ’in aynı­ dır. Esere, bu ayrı adlardan biri ile, bir çok kü­ tüphanelerde rastlanm aktadır ( Brockelmann, G A L, I, 426; Sappl., I, 7 Ş7, buradaki. 4 ve 5 rakamları kaldırılm alıdır). : B i b l i y o g r a f y a ’. Madde İçindekilerden başka bk. bir de K âtib Çelebî ( nşr, Flü­ gel), fihrist, nr. Ğ453. , ■ II. A bö H a f ş ‘O m AR N a c m AL-DİN ( ölm. 537 = 1142 ), f ı k ı h v e k e l â m â l i m i . Eser­ lerinden yalnız bir ilm-i hâl şeklinde tertip edilmiş olan A kâ ’id basılmıştır. Bu eser, her hâlde dînî akîdenin medrese usûlüne uygun ilk hulâsası olduğu için, çok rağbet görmüş ve şerhedilmiş, A vrupa ’da Cureton ( The. P illa r o f the Creet, nr. 2 ) ’un neşri ile, 1843'ten iti­ baren tanınmıştır. Bu eserin basma ve şerhleri ile bu âlimin bize kadar gelm iş olan diğer eser­ leri için bk. G A L , I, 427 v.d. . B i b l i y o g r a f y a : C.Brockelm ann, G A L, I, 427; Suppl., I, 758 v.dd. v e orada zikr­ edilen kaynaklar. ( A . J. WENSINCK.) N E S E F Î. a l -N A S A F Î , H â f I? a l -D în A b u ' l -



Ba r a k â t ’ A b d A l l a h b . A hm ed b . Mah m u d , ( A . J. W ensinck .) mühim h a n e f î f ı k ı h ve k e l â m â l i m i . N E S E F . [ B k .‘ NAHŞEB. | ’ N E S E F l. a l -N A S A F İ, tanınmış bir çok kim­ Sogd ülkesindeki N a sa f’te dünyaya gelmiş ve senin hisba [b. b k .]'si olup, bunlar arasında bil­ sırası ile Şams al-A ’imuıa al-Kar dari ( ölm. 642=1244/1245), Hamid al-Din al-Zarir ( Ölm. hassa şunlar zikre değer: I. A b u ' l -M u 'İ n M a y m u n b. M u h a m m e d b.666=1267/1268) ve Badr al-D in Hvâber-zâda M u îja m m ed ... b. M a k b u l . . . a l -H a n a f I a l - (Ölm. 6 5 1 = 1 2 5 3 )’den ders görmüş idi. Kendisi MakbÖLİ (ölm. 508 *= 1114 ), bir k e l â m â I i­ K irm an 'da al-K utbiya al-Sultâniya medrese­ m i olup, kelâm İlmi tarihindeki mevkii kalâm sinde müderrislik etmiş, 710 yılında B a g d a d ’a muhtevasına münâsip bir tertip ve ifâde ver­ giderek, anlaşılan seyahatten dönerken, İzac meğe çalışm akta olan ve *A b d al-K âhir al-Bağ- ( H ü zistân ) ’ de rebiülevvei 710 (ağu sto s 1310; d id i [ b. bk. ] tarafından temsil edilen birinci K u ra şi've İbn T a ğ rib ir d i’ye göre, 7 0 1 ) ’da öl­ devre ite gerektiği zaman kullanılacak düstûr­ müş ve orada gömülmüştür. Meşhur talebeleri la ra sâhip olan daha sonraki devre mütekellim- şunlardır: Macma al-bahrayn müellifi Muşaffar teri arasında yer alm aktadır. Şu eserleri bilin­ al-Din İbn al-S â'âti (ölm . 694 = 12 9 4 /129 5) ve Hidâya şârihı Husam al-D in al-Siğnâki ( ölm. m ektedir 1 - I. Tam hîd li-kavâ‘id al-tavhid { Kahire, 714 = 13 1 4 / 1 3 1 5 ). Fıkıh esâslarının hulâsası yazm., nr, 2417, var. 1— 30; krş. F ih r is t.,. Mişr, olan Kitâb al-m anâr f i usûl aU fikk, eserleri­ Hi 51 )■İslâm „âmentüsünün“ muhtevâsını med­ nin en iyisi olarak, tanınm aktadır. Daha son­ rese usulü İle isbat eden bir risale. Birinci bö* raki sayısız şerhlerden başka, kendisi de bu lüinü b i l g i , sonuncusu ise, i m â m e t t e l â k ­ eseri üzerine bîri K a ş f al-asrâr (2 cild. Bulak, k i s i n i n i z a h ı n ı ihtivâ eder. Eser hulâsa 13 16 ) adını taşıyan iki şerh yazmıştır, ö n c e ­ şeklinde doktrina de deo ’yu ihtivâ eden bîr leri Marğinani ’nin Hidâya ’si Üzerine bir şerh murşida ite nihâyet bulmaktadır. 2, Tabşirat yazmak isterken, aynı esere benzeyen Kitâb alâl-adilla ( Kahire, yazm ., nr. 2287, 6673; krş. v â fi adlı fıkıh eseri meydana gelmiş ve bunun F ih r is t... Mişr, II, 8), kelâm hakkında mufas­ hakkında da ayrıca, 684'te tamamladığı Kitâb sal bir eser olup, tertibi aş.-yk. Tamhid ’içk i­ al-kâ fî (6 8 9 ’da K irm an ’da okutuîm uştur) adı nin aynıdır. 3. Bahr at-kalâm, Kahire ’de 1329 ile bir şerh yazm ıştır. Daha önce K anz al-dakö’ik ( 1 9 1 1 ) ’da basılmış olup, dinî dalâletlerden (K ah ire, 131 1; Luoknaw, 1294, 1312 ve daha bahsetmesi ve münâkaşa edâsı taşıması bakı- sonraki tarihlerde) adı altında V â fi'n in bir hu­ ramdan, ilk iki eserden ayrılır. Bu eser Mabâ- lâsasını tamamladı ki, İbn al-Sâ’â ti 683 ( K af-



200



NESEFÎ -



fav i'cle k i 633 yerine, bu tarih konulm alı) 'te Kirman 'da müellifinden okuduğunu söylüyor. Bu hulâsa, şerhleri ile birlikte, XIX. asırda Şam *da ve Kahire ’ de al-A zh ar 'de okutulm akta idi ( bk. Kremer, M ittel-Syrien and Damaskus, Wien, 1853,8. 136; ayn. mil., Ägypten, Leipzig, 1863, II, 51 ), K a n ı hakkında yazılm ış ve ba­ sılmış olan şerhlerin en tanınmışları şunlardır: a. al-Z ayla'i (Sim. 743=1342/1343), Tabyin alh a k a ik (6 cild. Bulak, 1313— 1315), b, a l- A y n i (S im .8 5 5= 14 51), R am i al-hakâ'ik (a cild, Bu­ lak, 1285 ve 1299); e. Molla Miskin al-H aravi, Tabyin a l-h a k a ik (811 = 1408 / 1409’ da yazıl­ mıştır, Kahire, 1294, 1303, 1312 ); d. a l- T â ’ i (Sim . 1192 = 1778), T a v fik al-Rahmân ( K a ­ hire, 1307 v .s .); e. en mühimi de tbn Nucaym (Sim. 970=1562/1563), al-Bahr a l-ra ik ( 8 cild. K ahire, 1334 ). N asafi aynı zamanda bir şok şerhler de y az­ m ıştır; Naşir al-Din al-Samarlçandi (S im .6 56 = 1258) ’ nin Kitâb a l-n â ff adlı eseri hakkında al-M ustaşfâ ve al-M an âft adlarını taşıyan iki şerh ; Nacm at-Din A bu Hafş al-N asafi (Sim . 537 «=* 1142/1143) ’ nin Abu H anifa, iki talebesi ve a l-Ş âfi'i ile Mâlik arasındaki akide farkla­ rından bahseden M aniam a ’si üzerine, al-M ustaşfa adil şerh ; ayrıca al-M uşaffâ adı altın­ da, bu eserin hulâsası (20 şaban 670'te tamam­ lanm ıştır; krş. Brockelmann, C A L , I, 428); bir de A h sik a ti (Sim . 6 4 4 = 1246/1247)’nin Muntahab f i usûl al-din ’i üzerine bir şerh ( tbn T ağribirdi, K âtib Ç elebi, nr. 13095). D iğer ta­ raftan, tbn Kutlu-Boğa ve K âtib Ç elebî ( VI, 484)'nin dedikleri gibi, Hidâya hakkında şerh yazmamıştır ( krş. al-İtljani [ Sim. 758 = 1357 ] 'ye gö re; F â / ı’ nin meydana geliş tarihi hak­ kında bk. K âtib Çelebî, V I, 4 19 ). A yrıca bir Kur’an tefsiri yazm ıştır; Madârik a l-T a n z îl va hakâ’ ilş al-ta’ v il ( 2 cild, Bom bay’da, 1279 ’da, ve K a h ire 'd e 1306,1326'd a basılm ıştır). 698 yılında yazdığı akâide dâir al-U m da f i usûl al-din ( aynı zamanda gâlibâ al-Manâr f i usûl al-din de denilir; I£uraşi, tbn Dukmâk ) adlı eseri Cureton ( P illa r o f the Creet, Lon­ don, 1843 ) ’un nesri ile Avrupa 'da oldukça er­ ken tanınm ıştır; bu eserinde Nacm al-D in alNasafi ( yk. bk.) 'nin 'A kid a ’sini yakından ta­ kip etm ektedir; ayrıca bu eser üzerine bir şerh yazm ıştır: al-t'tim âd f i ’l-i'iiküd. B i b l i y o g r a f y a : A şağıdaki eserler müşterek bir mechûl kaynaktan faydalanmış­ lardır: al-Kuraşi, al-Cavâhİr al-m uii'a ( Haydarâbâd, 1332 ), I, 270; tbn Dokmâk. Nazm al-cum ânfi fabakât aşhâb al-Nu'man (yazm,. Berlin, Pet. 11, 24, 147*»); tbn Ku(!u-Boğa Taç al-tarâcim ( uşr. Flüge! ), Leipzig, 1862, çr. Ş6 tbn Tağribirdi, al-Manhal al-şâfi



NESEVÎ. (yazm ., Paris, B ib i Nat-, A rabe, 2071,16*). A yrıca bk. K a ffa vi, l'lüm al-ahyâr ( yazm., Berlin, Sprenger, 301, 282*— 2836, parçalar: al-L akn avi, a l-F a v S id al-bahiya, Kahire, 1324, s. ( o ı ) ; K âtib Ç elebî, K a ş f al-şunûn (nşr. Flügel ), fihrist; Flügel, Classen d. ha­ naf it . Rechtegelehrten ( L eipzig i860 ), s. 276, 323 ( burada gösterilen olum tarihi yan­ lış tır ); C . Brockelmann, G A L, II, 196 v. d.; SuppL, II, 263— 268; S ark is, D ictiönnire de bibliogr. arabe, stn. İ852 v.d.; Nicolas P. Aghnides, Mohammedan theories o f fin a n ce (N e w York, 1916), s. 176, 181, • ( W . H e f f e n i n g .)



N E S E V Î. a l- N A S A V İ , M u h a m m e d b . A h ­ m e d b. ‘ A l I b . M u h a m m e d , m â r û f tarihç i v e Hvgrizmşâh C a lâl al-D in Mengübirti (b k . mad. CELÂLEDD1N HARZEMŞAH ] 'nin hâl tercümesi olup, Horasan ’da Nasâ idâri bölü­ münde, âilesinin muhtemelen islâm iyetten ön­ ceki devirden beri oturduğu Harandiz ( Y akut, II, 415 ) 'de dünyaya geldi ( bk. Sİra, nşr. Houdas, s. 53). Daha babasının sağlığında Sul­ tan Muhammed tarafından vazifesinden azle­ dilen vezir NişSm al-Muik Hvârizm ’e gider­ ken, âile malikanesine uğradığı zaman, onun kabûiünde, babası yerine kendisi bulunmuştur {ayn. esr., s. 30). G ençliğinde M âzandarân'da henüz inanç Han iktidara gelmeden önce, onun yanında bulunduğunu bir vesile ile zikrediyor (s. 105). Moğullar H orasan ’ı 1221'd e istilâ et­ tikleri zaman, N asavi, babasının halefi olarak, atalarının malikânesinde hâkim durumda idi ve burayı, 10.000 arşın kumaş vermek şûretiyle, yağm a ve tahripten kurtardı. O sırada NişSm al-D in al-Sam 'âni, misafir olarak, yanında bu­ lunuyordu; düşman gelmeden önce onun H vg. riztn'e kaçmasını sağladı. NişSm al-D in minnet borcunu ödemek için, Muhammed'in oğlu O zlağ-Şâh tarafından Nasavi 'ye geniş arâzt ye­ rilmesini te’ mîn etti ( s . 57 v.dd.). Y erli bir hükümdar ailesine mensüp olan Nuşrat al-Dın Hamza b. Muhammed yeğeni İhtiyar al-Din 'in yerine geçerek ( s . 99), Nasâ ’da iktidarı eline alınca, Nasavi 'yi kendine nffib seçti ( s. 104 ) ve N asavi, Horasan vâlisı olarak, inanç Han’ın Nasâ ’dan az mesafedeki Nahçıvan 'da moğullar ile yaptığı savaşa nâ’ib sıfatı ile, katıldı. Muhârebenin teferruatlı hikâyesinden anlaşıldığına göre ( s.66), kendisi şahsan yalnız bu defa savaşa kattlmış idi. Sultan Muhammed'in ölümü (1220) üzerine, büyük oğlu Ğ iyâş al-D in iktidara ge­ çince, Nuşrat al-Din en küçük kardeşleri-Ca­ lâl al-Dın *e iltihak etti. Bunun üzerine, onu tenkil maksadı ile, İnanç Han 'm oğlu Tülafc kumandasında bir kuvvet gönderildi. Bu ceza­ dan kurtulmak için, Nuşrat al-D ip fta s a v Î’yi



N E SE V Î — N E S İ



2 01



looo, dinar Üe Ğiyâg al-Din 'e gön derdi; uzun Houdas (Paris, 1891; tre. 1895; P E L O V Y sen zaman oradan-oraya dolaştıktan ve İsfahan 'da III, cild IX, X ); J. Marquart, Über das Volks­ 2 ay kaldıktan sonra, parayı CalSl al-DÎn 'in tum der Koma nen, s. 121 v .d d .; W . Bart­ veziri Şaraf al-Mulk ’e yermek sûretiyle, Nahold, Tarkestan, s. 38 v.d. sâ muhasarasının derhâl kaldırılması için, f “ * ( C . B r o c k elm an n .) la k ’a emir göndertmeğe muvaffak olda. Emir N E SH İ. [ Bk. m ad. ARABİSTAN, d.] varıncaya, kadar, Nuşrat al-Din, T'dal? tara­ N E S İ. N A S Î’ (A-), e k a y , e k i e m e veya fından, çoktan öldürülmüş bulunuyordu (s. 109). böyle bir e k l e m e y i t e s b İ t e d e n k i m s e Bunun üzerine N asayi doğduğu memlekete dön­ demek olup, K u r ’an (IX ,37)*da ve Peygam ber­ meği göze alamadı ve M a râ ğa ’yâ henüz gir­ in vedâ haccı hutbesinde ( İbn Hişâm, s. 968; miş olan C a lâl al-D in 'in yanm a gitti. Calâl bk. mad. HACC) geçen ve mânası pek kesin al-Din onu kâtib al-inşâ' tâyin etti ( s . 11 0) ve olmayan bir kelimedir. D eğişik şekilleri olarak, Nasavi bütün seferlerde onun yanında yer al­ n asîy, nasy ve nas’ verilm ekte ve kelime nasadı. Ziya’ al-Mulk ‘ A la ’ al-Din, vezîr Şaraf al- ’ a „geciktirm ek“ veya „eklem ek“ yahut nasip a D in 'in kıskançlığından kurtulmak maksadı ile, „unutm ak“ ile ilgili gösterilmektedir. Her hâl­ kendisini Nasâ valiliğine tâyin ettirdiği zaman, de İslâm an'anesinde bu kelimeye câhiliye dev­ kötü idâresi yüzünden hoşnutsuzluk yarattığı ri müşrik arapiarın takvim i ile alâkalı bir mâ­ için, azlolundu. Onun yerine N asavi, vezir un. na verilmiştir. K u r’a n ’da nasi’ küfrün başka bir vânı ile, doğduğu şehre vâl! tâyin olundu ise tezahürü olarak gösterilm ekte ve bundan dolayı de, N a sâ ’ya bir vekil göndererek, kendisi C a ­ mü'minlere yasak edilmektedir. lâl a l-D in 'in yanında kaldı ( s . 149). C alâl alZikredilen, yerlerdeki fikir silsilesi bir taraf­ D in 1230 yılında H âni civârtnda moğullar ta­ tan ayların sayısının 12, diğer taraftan., „harafından kuşatılınca, bir defa daha kaçm ağa râm“ ayların 4 olarak tesbit edilmiş bulun­ muvaffak o ldu; ondan ayrı kalan N asavi iki ması bu kelimenin takvim ile irtibat hâlinde ay A m id 'd e hapsedildi; sonra M ayyâfârikin *e kullanılmış olmasına delâlet eder. Tefsirlerin­ kaçm ağa muvaffak oldu ve orada hükümdarı­ de, umûmiyetle, nasî’ ile „harâm“ aylar, ara­ nın 16 ağustos 1231 'de bir kürt tarafından sında bir münâsebet kurulmakta ve bu, kıs­ öldürülmüş olduğuna öğrendi ( s. 245). men Allahın hacc için tesbit ettiği aya nisbet On sene sonra, 639 (1241 )'d a Sırat. al-Sul- ile hacc ayının gecikmesi, kısmen ve tercihan fSn Calâl al-D in Mengübirti adı altında, hü­ da „harâm olmayan bir aya harâm bir ayın kümdarının tarihini yazdı. Esere moğul tarihinin kudsİyetinin“ verilmesi şeklinde gösterilmek­ ilk devirlerine âit karışık ye romanvârî tasvirler tedir. Müfessirler bu türlü bir değişmenin se­ ile başlıyor ve sonra hareket noktası olarak, 614 beplerini ve buna bağlı teferruatı bilmekte­ (1217) senesinde Muhammed'in Irak seferini alı­ dirler. Fakat umûmiyetle bunlar gerçek değeri y o r; bilhassa kahramanın çevresindeki yüksek bulunmayan yakıştırmalardır ve burada belki kademede bulunan me’ mûrların anlattıklarına de eski bir an'anenin hâtıraları, indî bir şe­ dayanıyor; bundan dolayı daha çok siyâsî mü­ kilde, yeniden geliştirilmiştir. T ab a ri ( T afsîr, zâkerelere ve idâri tedbirlere ilgi gösteriyor; 2, tab., X, 91 v.d.) bu nevî İfâdeler mecmua­ askeri işler ile kahramanın hayatını pek kısa­ sını muntazam hadîsler şeklinde bize vermek­ ca ele alıyor. Rivayete göre, hâmisi Nuşrat al- tedir. . D in ’ in ezbere bildiği ‘ U t b i’nin Kitâb al-Yam îFakat bu izahların tenkidî bir tetkiki, bun­ nî ’sini, her hâlde üslûp bakımından örnek al­ larda ananede . bize nakledildikleri şekillerde mıştır (s. 104); şu kadar var ki, Nasavi arapça- bile izleri tamamen mechûl olmayan eski bir y a 'U tb i derecesinde hâkim değil idi ve böylece telakkî bakiyelerini görmemize imkân vermek­ üslubu, seci ve kelime oyunlarına rağmen, çok tedir ki, buna göre, nasî' bir e k a y ı n e k ­ daha sâde ve daha gerçek kalabilm iştir; üs- l e n m e s i n i veya bu e k a y ı n k e n d i s i n ' iubu üzerinde İran te’siri, Houdas 'ın iddiasına İfâde eder. Kelimenin bu izâhı, mevcut şartlat rağmen, hiç bir yerde açık olarak görülme­ altında, kabû'ü mümkün olan tek izahtır. Ulam­ mektedir. dan önceki hacc ile yıldan-yıla yapılan panayır­ B i b l i y o g r a f y a : A b u ’1-FidS’ , Târih ların arasında sıkı bir bağ kurmak için, haccı (İstanbul, 1287), IV, 129, 154 ’te N asavi'nin senenin münâsip bir devresine rastlatm a zarûkitabını. Târih şuhnr al-ta t ar adı ile, zikr­ reti var İdi. Bunun İçin de kamerî seneyij-blr etmektedir; d’OhSson, H istaire de s Mongols dereceye kadar uzatmak gerekmiş idi Bu uzat, (1834), I, XVI v dd.; W üstenfeld, Geschicht• manın bir ay ilâvesi il* gerçekleştiği husûsundc schreiber, s. 324; H istoire du Sultan D je la l eski an’aneyı nakzeden bit kayı yoktur Kama ed-Din Mankobirti, prince du Kharegm par ayı bu maksada el-verişl' t e l zanaat, vahidi idi; Mohammed en-Nesawi, arapça metin, nşr. O. çünkü panayır müşterilerini teşkil eden bedevi-



202



NESİ - N E S İ B .



1er doğrudan-doğruya yalnız bu ay) müşahede ve ona göre hareket edebilirlerdi. B öylece muayyen bir yılın hacemda, bir dahaki haecın ı ı veya 13 ay sonra olacağını onlara bildirmek k â fî geli­ yordu. Bu ay ekleme hususu hey ’et âlimi A bu Ma'şar al-Balhi (Sim. z 7 2 )’nin Kitâb a l-u lâ f (bk. J A , V . seri, 1838, XI, 168 v.dd.) adlı eserinde açıkça yer alm aktadır; onu takiben Birüni de al-A şSr al-bâkiya 'a n “il-kurân at-kâliya ( nşr. Sachau, s. 11 v.d., 62 v.d.) adlı eserinde bundan uzun, uzadıya bahsetmektedir. Bu müelliflere göre, araplar nasi’ ’i yahudilerden almışlardır. Y a l­ nız bu âlimlerin söylediklerinin ne dereceye kadar tarihi bilgi, ne dereceye kadar iimî terlap mahsûlü olduğunu kestirm ek güçtür. Şura­ sı kayda değer ki, Birüni, yahudi nasi' 'inden bahsederken (ayn. esr., s. $2, ir), yahudi dilinde ay eklenmiş seneyi ifâde eden *1bbar kelimesi İle, „hâmile kadın “ mânasına gelen me'ubbSrâth kelimesini birleştiriyor ve şunları söylüyor : „Seneye fazla bir ay eklenmesini, kadının ken­ di bedenine â it olmayan bir şey taşımasına benzetm ektedirler.“ Bu husûsta şunu da hatır­ lamak gerekir İd, f a b a r i (ayn esr., s. 91, * ) a­ rapça nas? tâbirini bir de, nas 3’ „gebe ka­ dın" ve „çocuğun kendisinde ( karnında ) gös­ terdiği fazlalık dolayisı ile", n n sfat al-mar'a tâbiri ile izab etmektedir. Tesadüf! olması pek muhtemel bulunmayan bu iki izahın birbirine uyması seneye ay eklenmesi veya eklenen ay mânasında nas? 'e yahudi dilinde ‘ ibbBr keli­ mesinin Örneklik ettiğini ve T ab arl 'nln haki­ kate hiç de aykırı olmayan kaydını destek­ lediğini düşünmemize yol açm aktadır. Caussin de Pereeval ( J A , IV. seri, 1, 349 ), hattâ ya­ hudi dilinde nösf („hüküm dar“ ) kelimesinin, esâs itibârı ile, nas? 'i, yâni seneye a y eklen­ mesi husûsunda karar verm ek salâhiyetine sâbip olan Sanhédrin reisinin şeref unvânını ifâ­ de ettiğini hatırlatm aktadır (krş. Bab. Talmad, Sanhédrin, s. U a : „Seneye ancak nSsî ’nîn m uvafakati ile ay ilâve olunabilir". A rapça nas? *in, an’anedeki mânalarından birine göre, bu kelime gerçekte bir „İnsan" anlamına gel­ mekte İdi ( yk. bk.) ki, böyle bir izah tarzı, bütün bu heyet-i umûmiye içinde, K ur’an ’de­ kine uymamak bakımından, dikkati çeker. Şu husûsta tam bir uygunluk var idi : seneye ek­ lenen ay, yahudilerde yalnız A d a r ayını tâkip eden a y, araplarda ise, zilhicceyi tâkip eden ay id i; yâni her iki hâlde, seneye eklenen ay bir senenin son normal ayı ile normal ilk ay otan nisan, yâni muharrem arasında yer al­ m akta idi. A rapların bu eklemeyi nasıl yaptıkları hak­ kında tam bir bilgiye sahip değiliz. Bu, tabiat



ve bilhassa nebatlara istinaden, belli bir kai­ deye uymaksızın,- arada bir tekrarlanan dü­ zeltme teşebbüslerinden başka bir şey olmasa gerektir. Meselenin amelî tarafına gelince, bu son derece basit ve iptidâi olmalıdır. Eski de­ virde yahudi nas? ’i için aynı şey söylenebilir (b k . Bab. Talmud, gSst, y e t., s. ı o h— İ3b). Y a ­ hudi nas? 'i Pesah bayramım senenin- münâsip bir zamanına getirmeğe yarıyorsa, arap nasi’ 'i de Mekke civarında aynı âna rastlatılan pa­ nayır ve hacc husûsunda da aynı gâÿeyi tâ­ kip etmiş olabilir. Sene müddetini doğru şe­ kilde tâyin etm eğe yarayan bir hesap yap­ mağa lüzûnt hissedilmemiştir. Bedeviler hiç bir zaman seneyi doğru olarak bilmek iüzûmunu duymamışlardır. An'aneye göre, nàs? ’i tesbit etme selâhiyeti Bani K in ân a'ye âit idi.— Nite­ kim panayırlar Kinâna topraklarında kurul­ m akta idi. . . •B i b l i y a g r a f y a t A . M oberg, An~ nas? in der islam lschen Tradition (1 9 3 i’) 'd a en mühim bibliyografya bilgisi verilmiş­ tir. ( A . M o b e r g .) N E S İB . N A S ÎB ( a .) a r a p k a s i d e l e r i ­ n i n [ b .b k .] g i r i ş b e y i t l e r i . Bu beyit­ ler şâirin uzun yıllar Önce sevmiş olduğu ka­ dının hâtırasına tahsis olunur. N asîb, bildiği­ mize göre, isîâm iyetten önce v e islâmiyetin ilk devirlerindeki arap edebiyatından bugüne kadar kalan tek aşk şiiri nev’i ve kadından bahseden hemen-hemen tek yerdir. Esâs itib â­ rı ile nasîb 'in mevzûu dâimâ bir erkeğin ka yb ­ ettiği sevgilisi ardından acılarım anlatmasıdır. Elde mnhâfâza edilmiş en eski kasidelerde na~ sîb 'i hep aynı olan şekilde buluyoruz. Nasîb 'in mevzuu dâimâ aynı tarzd a ve pek az deği­ şiklik ile işlenmektedir. Böylece her defasın­ da görülen esaslı üç mevziî ayırt edebiliriz. I. Çölde başı-boş dolaşan bir bedevi, bir çadır yeri, kurumuş gübrè, vaktiyle yemek pi­ şirilen bir ocaktan kalm a kararm ış taşlar ve çadır kazıklan bulunan bir yerden geçer. Bü­ tün bunlara bakarak, buranın göçebe bedévîlerin konak yeri olduğunu ânlar. Bir az dü­ şününce, çok zaman önce, kabilesinin Hk-bhharda otlak mevsiminde bir başka kabîle-ile birlikte çadır kurup oturduğunu ve kendisinin de, sevgilisi ile berâber, burada mes’ ût günler geçirdiğini, hatırlar. Şâir umumiyetle çadırın boş kalan yerini, aflâl ’î tasvir eder ; çadırın izlerini farketm ek g ü çtü r; çünkü rüzgârlar ve sağanaklar bu izleri hemen-hemen silip-süpürmüştür. Yağm urlar sâyesinde burada gür ne­ batlar yetişm iş ve ceylânlar, yavruları ile bir­ likte, buraya sığınmışlardır. ~ II, Şâir iki kabilenin, kendi kabilesi ile sev­ gilisinin kabilesinin, oradan ayrıldıktan günün



NESÎB. hâtıralarına dalar. Ayrılığın çok yakın olduğu­ sib çok zaman ( bütünü ile bize intikal ettiği na dâir alâmetler belirmiştir. Develer otlaktan nisbette), li-m an al-diyâr“ gibi, kalıplaşmış ibâ- . getirilmiş ve yüklenmeğe başlanmıştır. Felâket reler ile başlar ve ekseriya da' zâ („bunu bırak“ ) kuşa olan karga, şâire ayrılığı haber vermiştir. ile nihâyet bulur *, bundan sonra da şâir deve­ . .. .... Şâir mahfe develerini hatırlayarak, onları gemi­ leri tasvir etmeğe koyulur. Daha islâmiyetten Önceki devirde nasib sa­ lere benzetir. Bu mahfelerdeki kadınlar arasında kendi sevgilisi de vardır. Hepsi uzaklaşır ve bit şeklini almış idi ve hiç bir şâir bunun, dı­ şâir hayâlinde onları tâkip eder. şına çıkamazdı, Y avaş-yavaş muhtevası rengi­ 111. Sevgilisinden ayrılışın verdiği Szüntüler-ni kaybetti ve basma-kalıp bir şekil aldı. Daha sebebi ile şâirin gözüne uyku girmem iştir; arap şiirinin eski devirlerinde bile, bir bede­ sevgilisi uzaklardan kendisine hayâlini gön­ v i şâiri ile şehirli bir şâirin n a s ib ie r i arasın­ dermiştir. Şâir yol yürümeğe takati olmayan da hemen-hemen fark kalmamış idi. Kaya b. sevgilisinin uzun mesafelerden kalkıp-geiişi al-HaJim, Hassan b. Sabit ve ‘ A d i b. Zayd karşısında, hayretlere düşmüştür. Hayâli ken­ sevgililerinin güzelliğini, msl. îmru* al-Kays gi­ disinde hâtıralar canlandırır ve sevgilisinin bi tasvir etmekte ve ayrılığı karşısında, bir güzelliğini düşünüp, göz yaşlan döker. bedevi şâir gibi, yanıp-yakılm aktadırlar; fakat Bu üç mevzuun her birini, sevgilinin hüviye­ şunu unutmamalıdır ki, islâmiyetten önceki de­ tine ve cazibesine dâir etraflı bir tasvir tâkip virde bir şehirli bedevi hayatını da bilmekte edebilir O muteber, vekarh ve kabilenin en idi ( ‘ A d i b. Z a y d ’in senenin bir kısmını çölde asîl kadınıdır. Ekseriya evlidir ve hattâ çocuk­ geçirdiğini kendi rivayetinden öğreniyoruz; K iları da vardır. K ocası gülünç bîr hâlde gös­ iâb al-ağâni, Kahire, 1928, II, 105 ) ; fakat da­ terilmektedir. Kadın işvelidir ve âşıkısı üzmek­ ha sonraki devirde şâirler artık çöl hayatını ten hoşlanır. Maddi güzelliği etraflıca tasvir bizzat bilmez olmuşlardı. Onun için de nasib edilmektedir. Vücûdunun muhtelif kısımları git-gîde basma-kalıp bir şekil aldı. Nihâyet bü­ teşbihler ile öğütmektedir ( v a şf tarzında ; krş. tün kasidelerin aflâl önünde yanıp-yakılmalar A ğniyat al-ağâni ve A lt-ögyptischen Liebes- ile başlaması gülünç görüldü. A bhâsiler devri­ liedar, nşr. W. Maz M ü ller); Elbiseleri, sür­ nin bir münekkidi îcendi-kendine: „D ile hâkim düğü kokular ve taktığı mücevherler de öğüt­ bir kimsenin güzel bir şür yazması için mutla­ mekte ve bu münâsebetle âşığın rûh hâteti de ka âşık olması mı lâzım î “ — diye sormaktadır tasvir edilm ektedir; kederden çökmüş, saçları ( krş, Goldziher, Abkandlungen, s 144 ). . Nasib islâmiyetten önce A rabistan 'da bü­ ağarm ıştır; sevgilisine duyduğu hasretten hasta düşmüştür ve seneler sonra onu düşündükçe, yük bir rol oynamış olması muhtemel bulunan hâlâ ağlamaktadır. âşıkane münâsebetlerin bir nev’ini tanıtıyor. Bütün eski arap şiirinde olduğu gibi, nasib Bunlar islâmiyetten Önee A ra b ista n ’da evlen­ 'de de fikrin cereyanı düşünceler bakımından, melerde cârî olan şekiller ile hudutlanmamış, bir takım belirli kaidelere uymakta ve bu se­ bîr takım serbest aşk münâsebetleri idî. Bu bepten bîr yeknesaklık göstermektedir. Na- münâsebetler tabi’î temayüllere ye içten gelen si&’ de dâinıâ aynı benzetmelere ve birbirine bîr bağlılığa dayanm akta ve onlar ile birlikte benzeyen mukayeselere rastlanm aktadır; hattâ sona ermekte idi, N a sib ’ de de, açıkça görün­ muhtelif şâirlerin düşünceleri bile, esas itibârı düğü üzere bu münâsebetler bilhassa iikba-, ile, birbirinden pek farktı değildir ve araların­ harda, otlak mevsiminde kabilelerin yan-yana daki tek fark şekilde ve İfâdededir. A tlâ l ’ den çadır kurdukları günlerde doğardı. Senenin bu kalan izler, parşömen üzerine Içalam ile yazı­ en güzel mevsimi sona erdiği zaman, bu aşk. lan harflere benzem ektedir; genç kız bir cey­ münâsebetleri de umumiyetle sona ermekte id i.■ lâna veya gazale benzetilmekte ve bu benzet­ H u lla (sevgiliye ekseriya bu isim veriliyordu), me değişik şekillerde tekrarlanmaktadır. Er­ ’nin- mevkiine ve şöhretine, bir erkek ile olan keğin göz yaştan, delinmiş bir tulumdan akar­ bu gayr-i meşrû münâsebetler yüzünden, bir. casına dökülm ekte veya ipi kopmuş bir gerdan­ zarar gelm ezdi; kadın kabilesinde kalır, onun lığın incileri gibi saçılm aktadır v.b. A rap dili­ ite birlikte yola çıkardı; hâlbuki bir bağiy ka­ . . nin müteradif kelimeler bakımından zenginliği bilesinde yaşayamazdı. Eski arap şiirinin bütün şekilleri gibi, ilk dolayısı ile, bu benzetmeler, tekrarlara rağmen, dâimâ yeni görünebilmektedir. A rap şiirinin bü­ nasib ’in tarihî ve menşe’i jnes’elesini de hall­ tün dallarında rastlanılan kalıplaşmış mecâz etmek mümkün değildir. Arap an’anesine gö ­ ve istiarelere nasib 'de de sık-sık rastlanır. re, ilk olarak Muhalhil bir kasideye bir nasib Meselâ sevilen kadın, atlâl, sağnaklar ve vücû­ ile başlam ıştır; fakat bu, n a sib ’i ilk olarak dun muhtelif kısımları v.b. ekseriya bu çeşit onun yazmış olduğu mânasına gelmez. Kitâb mecâz ve istiâreler İle ifâde edilmektedir. Na- al-ağâni (K ahire, 1928, II 123 v .d .)'d e nasib



NESÎB.



2 04



'in bir benzerini bulmaktayız. al-Nu'mân, Nüşirv â n 'a hediye olarak, bir kız ile birlikte, onun huy ve vü cut güzelliklerini tasvir eden bir mektup gönderiyor. A yn ı zamanda Bin bir gece masallarında da nasîb’e benzer şiirler vard ır; fa k a t bunların hepsi nisbeten daha sonraki bir tarihte yazılmıştır. Ağnigat alağânî'Ae de bir çok benzerlikler bulmak müm­ kündür. A y n c a eski Mısır aşk şarkıları da rûh, mâna v e ekseriya edebf mazmûn bakımından, Arapların nasîb Terine benzemektedir. B i b l i y o g r a f y a t Krş. mad. K A S İD E 'de zikri geçen eserler; I. Guidi, ¡1 Nasîb nella



K asıda Araba ( Actes da X V Iime Congres International des Orientalistes , III, 3 v.dd.); J. H orovıtz, Poetische Zitate in 1001 Nacht ( S a chau -F esisch rift ); G . Jacob, Das Hohe Lied auf Crund arabischer and anderer Pa­ rallelen von neuem untersueht (Berlin, 1902); I, Lichtenstâdter, Das Nasîb der altardbischen Kaside (Islam ica, V , cüz I ) ; D. B. M acdonald, The Origtns of Arabie Poetry (J R A S , 1925); W- Max Müller, AltSgyptische Liebeslieder\ W. Robertson Sm ith, Kin­ ship and Marriage in Early Arabia (London, ^907); J. W ellhausen, Die Ehe bei den Ara­ bern ( G öttingen, 1893 )• (İ lse L



ic h t e n s t â d t e r



.)



[ A rap şiirinde, an’anevî bir örnek olarak, asırlarca hüküm süren bedevi yaşayış tarzına ve çöl hayatına müstenit câhiliye devri nesîbi, kaside tarzının İran ve türk edebiyatların­ daki inkişafında, muhteva itibârı ile, mühim değişiklikler geçirm iştir. Esasen kaside İran edebiyatına intikal ettiği vakit, nesîb, an’anevî hüviyetini geniş ölçüde muhafaza etm ekle be­ raber, bâzı farklı muhitlerde bir takım değiş­ melere uğramış bulunuyordu. A rap şiirinin Emevîler zamanında H icaz bölgesinde değişik içti­ mâi şartlar içinde gösterdiği gelişmeden başla­ yarak, meydana gelen hafif bâzı değişmeler, A bbâsîler devrinde kuvvet kazanarak, bilhas­ sa, X. asırda çok bâri.z bir hâl almış idi. „ Y e ­ niler** adı verilen şâirlerin yaptıkları yenilikle­ rin yanı-sıra, eski tarza değer verenlerin de bâzan kasideden nesib kısmını kaldırm ak veya esâs olan aşk ve sevgili mevzuu yerine, bikemî bir mevzûdan bahsetmek (msl. A büT am m am ), bir şehrin veya coğrafî bir mevkiin gü zellik, lerini anlatm ak gibi ( msl. M u tan ab b i) an’ ane­ vî tarzın dışına çıktıkları oluyordu. Eleezîce 'nin farklı coğrâfi muhitinde inkişâf eden A bbâsîler devri şiirinde şehir h ayatı ve değişik tab iat manzarası ile ilgili unsurlar, bir yanda an’anevî tarza bağlı şâirlerin kasidelerinde çöl unsuru devam etmekle beraber, nesihlerde yer almakta idi, Böylece, muhtevâsı aşka ve çöl



muhitinin ifâdesine münhasır kalmayıp, saray, bahçe, av tasviri gibi, bâzı yen! mevzular nesîbin yerini aldı. Meydana gelen bu yeniliklerde coğrafî âmilden başfeş, yeni meydana g e le n ' kültürün te'siri bulunduğu ileri sürülmekte­ dir. Kasideyi araplardan alan İran edebiya­ tında, önceleri arap nesîbini takiiden bâzı Ör­ nekler meydana gelmiş ise de,, içinde bulundu­ ğu co ğrafî ve içtim âi şartlara uygun düşmeyen bu bedevî bayat tarzından gelme m uhtevâİran kasidesine hâkim olamamıştır. Minüçihri, Mu‘izzi Sam arkandi, C avh ari Zargar-i Buhar i, La­ mı1i, C urcâni gibi şâirlerde görülen bu yolda­ ki münferit taklitler de sonraları tamâmiyle terkedilm iştir. Zâten İslâmî edebiyatın teşek­ kül devresinde İran şâirlerinin arap edebiya­ tından, sâdece eskileri değil, kendi devirlerinin şâirlerini de örnek aldıklarını kaydetm ek lâzım , dır. Daha Rüdaki 'de tam mânası ile tekarrur etmiş bir hâl arzeden kasîde şekline inkişâfı esnâsında İran kültür ve zevkinden giren ye­ ni unsurlar nesîbin muhtevasına çok te’sir et­ miş ve onu değiştirm iştir. İslâmî İran edebi­ yatının ilk asırlarında gazel, m üstakil olarak, mevcut olmadığından, aşk şiiri kasidelerin ne­ sîb kısımlarına münhasır idi. Fars nesîbinde, an’anevî arap nesîbindeki bedevî sevgili tipi yerine, yerleşik hayat şekline ve ondan gelme davranışlara bağlı yeni bir sevgili tipi ve bir aşk tarzı teşekkül eder. A şireti ile göçüp gi­ den sevgilisinin peşinde çölde yaptığı yolcu­ luktan v.b. tasvir eden bedevî âşık örneği de ortadan kalkar. Nesîbde sâkî ve bâde mevzûu mühim bir yer alır. Bununla ilgili olarak*- bağ ve bahçe gibi mevzûlardan sık-sık bahsohınur. Mevsim tasvirleri büyük bir ehemmiyet kazana­ rak, en sevilen mevzulardan birini teşkil eder. Bunlar içinde, İra n ’ın millî an’ aneleri ile m ünâ­ sebeti dolayısı ile, bilhassa bahara, ondan sonra da sonbahara değer verilmiştir. Sâmânî, G azneü ve Selçuklu saraylarında inkişâf eden İran kasidesinde, bayram, ziyâfet, av, bağ, k ö ş k ... gibi, saray bayatı ile ilgili mevzular devamlı olarak nesîbin yerini almış, A sa d i 'den başla­ yarak, münazara ve muammâ d a başlir-başına birer nesîb mevzuu olmuş, ayrıca hikemi dü­ şünceler de, müstakil nesîb mevzuları arasında yer atmıştır, İran nesîbinde önceleri hakikat ve tabiate uygun bir mâhiyet taşıyan haricî âleme âit unsur ve tasvirler, daha sonra pek mahdut bir çerçeveye inhisar ettikten başka, sun'î bir tarzda işlendiklerinden, mücerretle­ şerek, tabi’î vasıflarını kaybeder. K asideyi, arap edebiyatı yerine, en müte­ kâmil merhalesine vâsıl olarak, inkişâfını ta ­ mamlamış bulunduğu bir devresinde fars ede.bıyatindeki örneklerinden alan tü rk edebiyatı,



NESIB. onun başlangıçta fars edebiyatında geçirdiği te­ kâmül seyrini geçirmemiştir. Bedevi nesibinin, bir özenti şeklinde dahi olsa, ne eski ve ne de sonraki devrelerinde divan şiirinde her hangi bir aksini görmek mümkün değildir. Eski türk Sİiri, aşk, sevgili, sâkî, mevsim, gece, gündüz, köşk, {ehir, at, çiçek, kalem, kılıç tasvir ve ta v ­ sifleri, hikemiyât, zaman ve talihten şikâyet gi­ bi, ıran kasidesinde hazır hır şekilde bulduğu nesîb mevzûtarını kolayca iktibas etmiştir, Di­ vân şiirinin bize gelebilen en eski kasidelerin­ den itibâren, bunları tâkip etmek kabildir. Bun­ lar içinde başta gelen sevgili ve aşk mevzuunu, fars kasidesinde olduğu gibi, aym zamanda içki ve tabiat mevzuu ile mezcolmuş bir sÛrette, el­ de mevcut ilk örneklerden XIII asırda Dehhânı ( M. Mansuroğtu, Anadolu türk fesi. X III. «sır, Dehhânt ve manzûme/ert, îstanbul, 1947, s. 6 v.d.), X IV asırda Abm ed Dâî ( İ. H. Ertaylan, A km ed-i Dâî, İstanbul, 1952, metin kısmı, s. 15 v.d.}, Ahm edî ve daha sonra Şeyhî ’nin kasi­ delerinde yer almıştır. Bunları tâkip eden XV. asır şâirlerinde fars kasidelerinden gelen çeşitli nesîb mevzûlarma boî-bol rastlanmaktadır. Bu­ nunla beraber, türk şâirleri tarafından rağbet edilmemiş bâzı mevzular da vardır. Farsça ka­ sidelerde görülen münazara ve muamma tar­ zındaki nesîb buna bir misâldir. Ahm edî ’ nin Emİr Süleyman hakkında bir kasidesinin nesîbindeki kılıç ve kalem münazarası (Divân, Sü ­ t leymâniye kütüp,, Hamidiye, nr. 1082, ¡8*>) nâ­ dir örneklerden birini teşkil eder. Fars kaside­ sindeki kaz ve ördek tasvirleri de divân şâirle­ rimizin nesihlerinde rastlanılmayan mevzûlardandır. ' Kasidenin asıl mevzua girmeden önce gelen ve mevzuu ondan ayrı olan giriş kısmına, n es î b d e n başka, t e ş b î b adı da verilm ektedir kİ, bunları müterâdif sayanlar olduğu gibi, iki­ si arasında fark kabül eden müellifler de var­ dır. A rap lügatlerinde her ikisi de şâirin kasi­ de başında yaptığı bir tegazzü l olarak göste­ rilir (Tercüm e-i kamûs ve Tâe al-'arâs, mad. şbb, nsb). Aslında „kadınlar ile âşıkane konu­ şup, mülâtafe etme“ mânasını taşıyan gazel ke­ limesinden gelen tegazzül tâbirinin kullanılması kaside başındaki parçaların sevgili ve aşk ile ilgili muhtevası dolayısı iledir. Bu mânası ba­ kımından, n esîb ve teşbîbe „kasidenin başında bulunan gazeldir" denilmiştir. Burada kasdedilen şey, gazele mahsûs şeklî bir husûsiyet dejjil. kadın ve aşk mevzuudur. Tarihî seyri ile düştîftülecek olursa, gerek arap, gerek fars şiirinde gazelin müstakil bir şekil olarak meydana çıkı­ şı kasideden sonradır. Kasidenin kat’î şeklini almış bulunduğu câbiliye devrinde gazel henüz müstâkil bir şekil olarak tanınmayıp, aşk mev-



zuunun ifâdesi sâdece kaside başlarındaki kısma münhasır kalm ıştır ( gazelin menşe’i ve teşek­ külü hakkında bk. A . A te ş, t A, m ad. GAZEL { Nalüno, La Litiiratare arabe, frns. trc. Cb. Pellat, Paris, 1950, s. 87 v.d. j A , Kh. Kinany, The



Developement o f Gazal in Arabie Literatüre, Damascus, 1951). Belâgata dâir eser yazan son asır türk mü­ ellifleri, kasidenin başındaki parça için, mev­ zuu neye âit olursa-olsun, nesîb tâbirini kul­ lanmışlardır ( msl. bk. Süleyman P aşa, Mabâni 'l-in ş a , İstanbul, 1289, II, 119; Manastırlı Rıfat, M acâmt al-adah, İstanbul, 1309, III, 145 v. dd.; A li Şeydi, Lagatçe-i edebiyat, İstanbul, 1324, s, 99; Şehâbeddin Süleym an-Köprülü-zâde M. Fuad, Mâlûm&Uı edebîye, İstanbul, 1330,1, n o ). G ibb de, Osmanlı edebiyatındaki nazım şekil, terini izah ederken, medhiyeden önce gelen ve çeşitli mevzûlarma işaret ettiği giriş kısmına sâdece nesîb adını vermiştir. A ynı zamanda bu kısma onunla medhiye arasında geçişi te'min e­ den bey ite verilen ad, bütün parçaya teşmii olu­ narak, girlz, bilhassa girizgâh da denilmiştir ( M. Rıfat, ayn. esr., s. 114; A . Seydî, ayn. esr„ 8. 100; Ş. Süleyman-Köprülü-zâde, göst. yer,; A li Ekrem, Nazariyât-t edebîye, İstanbul, 1333, taş-basm., 1, 254)- Istılâhât-ı edebîy e ’de ne­ sîb ve teşbîb tâbirlerine biç temâs etmeyen Muallim N âcî sâdece tegazzülden bahsetm iştir. Son devirde meydana getirilmiş bâzı ıstılah lü­ gatlerinde (T â h ir Olgun, Edebiyat lügati, İs­ tanbul, 1936; M. N. Ö zön, Edebiyat ve tenkit sözlüğü, İstanbul. 1954; M. Z. Pakalm , Tarih deyimleri sözlüğü, İstanbul, 1951— 1954, mad. nesîb, teşbîb, kaside) kasidenin medhiyeden önce gelen kısmına aşk ve sevgiliye dâir oldu­ ğu takdirde, nesîb, tabiat, mevsim gibi mevzûîara tahsis edilmiş ise, teşbîb denildiği ta r­ zındaki izahlar, yanlış ve esâsında mevcut bu­ lunmayan bir tasniften ibârettir. K asidede asıl mevzûdan önce başka bir mev­ zuu anlatan nesib kısmının bulunması kaide de­ ğildir. Nesîbsiz yazılmış kasidelere hemeu her şâirde rastlam ak mümkündür. Eski arap ve fars edebiyat nazariyeciieri kasidenin başında böyle bir parça bulunmasının bediî ve rûhi te’sırlerini işaret ederler. Nesîbsiz kasidelere maffdâd muktaiab, muhaddad gibi isimler verilmiştir. B âzdan son iki tâbiri, nesîbi olm akla beraber, bu kısımdan asıl mevzua ( m edhiyeye) münâsip bir şekilde geçişi t e 'min eden tahailuş veya g i­ rizgâh adı verilen beyitin bulunmadığı kaside­ ler için kullanmışlardır. Kasideler nesihlerinde­ ki mevzulara göre, msl. bahariye, nevrûzîye. şitâîye, temmûzîye, hazâniye, ram azânîye, îdîye, rahşiye, kalemîye, tigîye ve sûrîye gibi, isimler alır.



20Î>



NESÎB -



NESİMİ.



1314; Z, Mu'taman, Ş f r u, adab-i /Srs'i (Tah­ Mesnevilerde tesadüf edilen bâzı tasvirî par­ ran, 1332); Ethe Heupersische Literatür çalar ile çok mahdut sayıdaki gek-âvâz gazel­ {Grundr. der İran, Philoi,, 1896— 1904» W)i ler bir tarafa bırakılırsa, divân şiirinin hârici J. Arbery, Çlassicat Persian Literatüre (Lon­ âlem ve tabiata en fazla açılmış cephesini teş­ don, 1958); J. Rypka, Iraniscke Ltteraturgekil etmesi bakımından, nesihlerin husûsî bir schichte (Leipzig, 1959)} ' ehemmiyeti vardır. Tabiatın veya hârici âle­ ( Ö m e r F a r u k A k O n .) me âit başka bir mevzuun en etraflı şekilde ele NESÎBÎN. [Bfe. N A SİBİM .] alınışını bu parçalarda görmek mümkündür. NESİH. NASH (A.), rt-s-â’nın. 1. masdarı Bâzan tercf-I bendlerin başında rastlanan tas­ virî kısımların kasidelerdeki neslb tarzının te’- olup, ıstılah olarak n( mukades bir metnin) Ih siri ile meydana geldiği söylenebilir. Bâzı şâir­ gâsı“ manasına gelir. Bk. mnd. KUR'AN, 3. NESÎM.NAŞÎM, Day * Şankar K aul (181» ler nesihlerinde her hangi bir mevsim, gece ve gündüz tasviri gibi, umûmî mevzûlarm dışına — IÛ43), Atış’in nezâreti altında şiir san’atini çıkarak bir coğrafî mevkii veya şehri anlat­ öğrenmiş olan K a ş m i r i P a n d i t, şöhreti mak süreriyle, daha husûsî mevzûları ele al­ 22 yaşında yazmış oldnğu Gulzâr-i Naslm adlı mışlardır (msl. Nedim ’in İstanbul, FuzÛlî ’nin manzûmeserden gelmektedir. Bu eser, Mir IJaBagdad, Rûhî’ninŞam, Nef'i’nin Edirne kasi­ san 'm Sihr al-bayân 'ma çok benzemekte olup, deleri ile Fehîm'in Nil kasidem). Nedim, İb­ ordu dilinde yazılmış manzfim eserler arasında, rahim Paşa hakkında yazdığı Hgmmâmige adı nmfimiyetle, ikinci yeri almaktadır. Nasim, bir ile mârûf kasidesinin nesîbinde hamamda yı­ de Binbir gece masallarını ordn diline çevirmiş­ kanan bir güzelin tasvirini yaparak, çok husû­ tir; kendisi ordn dili kullanan büyük mesnevi sî bir mevzuu işlemiştir. . . . ■ müelliflerinden sayılmaktadır; aslen hindû olnp Divân şiirinde gazel*! müzeyyel denilen ve da,ordu dilinde yazan sayısı az müelliflerdendir. B i b i i y o g r a f y a t T. Grahame Bai­ küçük bir kasideyi andıran bir şekil vardır ki, ley, Historg o f Urdu Literatüre (1932); Ram Önce sevgili, aşk, sâkî ve bâde gibi mevzûlar Baba Şnksenâ, Historg o f Urdu Literatüre üzerinde bir gazel tertip eden şâirin mahlası­ (1927); Garcin de Tassy, Histoire de ta Uttenı zikrettiği maktâ beyitinden sonra, zeyil mâ­ rature hindoue et hind.oustan.ie ( 1870 ). : . hiyetinde bir kaç beyit ilâve ederek, bu par(G. E. L eeson.) çada.bir büyüğü medhetmesinden ibârettir. Ga­ NESİMİ. NASÎMÎ, SayyIÖ 'İmâd al -DIn, zel-! miizeyyelin kasideden farkı beyit sayısı­ nın ıs ’ten aşağı olması (zâten bunun için ga- sûf î bir türk şâiri olup, hayatı hakkında zel-i müzeyyel denilmiştir) ile medhiye kısmı­ pek az malûmat vardır.. İbn Liaear al-'Askalani, InbS al-ğumr bi abnct al-um r adlı ese- nın kısalığı ve fahriyeye yer verilmeyişidir. B i b l i y o g r a f y a ! Metinde gösterilen­ rinde Fail Allah Hurüfi'den bahsederken,. Ne» lerden başka bk. bir de Mehmed Mihrî, Fenn­ sîmi'yi de anar ve onun al-Malik al-Mu'ayyad i bedî (İstanbul, ts.), s. 57; Gibb, A His­ Sayf al-Din zamanında, 821 (1418)'de, Hatory o f Ottoman Poetry (London, 1900 ), I, leb'de, derisi yüzülerek, öldürüldüğünü söyler. 83—87 (trk, trc. Osmanlı şiiri tarihi, İstan­ Latifi ( Tezkire, İstanbul, 1314, s. 332 v.d.)’ye bul, 1943, I* 77—80); Fuad Köprülü, Türk göre, şâir Bagdad civarında Naslm adlı nâhiedebiyatı tarihî (İstanbul, 1921), 2. kitap, yede dünyaya geldiği için Nesimi mahlasım s. 195— 199; Calâl Humffî, Târlh-i adabi- almıştır (bk. bir de Haşan Çelebi? Tezkire, yât-i Iran (Tebriz, 1348), I, 69—73; Ta- Üniversite kütüp., nr. TY 2525). Kendisi şeytı hânavi, Kaşşaf iştilâhüt al-funün (Kalküte, Şibli’nin dervişlerinden olup, sonradan Fazl Al­ . 1854— 1862), 1—İL mad. taşbib, ğ a za l }; A, lah *a intisap etmiştir; Anadolu'ya gelişi Sul­ ; F. Mehren, D ie R hetorik der A raber ( Wien, tan Murad(her hâlde Hüdâvendigâr) zamanın­ ■1853 )> s. 142— 146; Rückert-Pertsch, Gram - dadır. Kardeşi Şah Handan »sırrı ifşa" etme­ matik, P oetik und R h etorik der Perser mesini tenbih ettiği hâlde, Nesimi, mesnevi tar­ ( Gotha, 1874), s. 57—64; Kudäma b. Ca'far, zında bir şiir ile cevap vererek, buna taham­ N a k d a l- ş f r (İstanbul, 1302), s. 42— 46* mülü kalmadığım bildirmiştir. Şâirin hurûfi de­ İbn Raşik, al- Umda f î şinâ'at a l - ş f r . . . ( Ka­ ğil, nimetuliâhî olduğuna, fakat hurûf bilgisine hire, 1374), 1, 225, 231 v.d.; II, 116— 128} W. vukfifu bulunduğunu, Latifi, Manâkib al-vSşL Ahlwardt, Ueber Poesie und P o etik der tin adlı bir kitaba atfen, bildiriyor ise de, hu Araber (Gotba, 1856); G. von Grünebaum. tezkîrecinîn Nesimi hakkında verdiği mâlûm^a K ritik und D ichtkunst. Studien zur arabische itimat edilemez. Evvelâ Bagdad ctv&rında bu­ Litieraturgeschichte { Wiesbaden, 1955 ) ; gün Nesim adlı bîr nahiye bulunmadığı gibi, Şibli Nu'mini, Adabiyät-i manzSm-i Iran Mu'cam al-butdân 'da da bn isimde bir yerden (frs. trc. Sayyid Muhammed Talfi), Tahran, bahsedilmemek!« ire Nesimi mahlasının böyle



N E S İM İ — N E S T Û R ÎL E ft



bir mahalle nisbet dolayısı ile alınmadığı anla­ şılmaktadır. D iğer taraftan G a y b î Sun’ullah ( Sim. 1661 'den sonra ), S ok bet-n â m e adlı ese­ rinde, N esîm î'nin A n a d o lu 'y a gelince, kendi­ sini Hacı Bayram V elî ( Sim. 833=1429 )’nin kabûl etmediğini anlatır ve şâirin başına gelenin de bu gönül kırgınlığından m ütevellit olduğu­ nu belirtir. Refiî, B eşâret-nâm e ( Oniv, kütüp., nr. T Y 3 1 0 ,113)»,beyit ı ı ) 'd e Nesîmî'nİn Mesih gibi çok seyahat ettiğini kaydetmiştir. Muhammed b. Râğib b. Mahmüd b, Hâşim al-Tabbâh al-H alabi ( t 'lam al-nubalâ' bi-târih H alab alsahbâ', 111, 15 v.d,), N esîm î’ nİn 820— 8*4 sene­ lerinde Haleb niyabetinde bulunan emir Y aşBeg zamanında, derisi yüzülmek sûretiyie, öl­ dürüldüğünü söylemekte, hattâ katline fetvâ veren ve idamı için müzâkere ve yardımda bulunanların isimlerini bildirmektedir. R efii: ~ ı,N esîraî elimden tutmasaydı, bilgisiz kalır­ dım“ dedikten sonra, o n u al-dîn, fa z l-i Huda ve sirr-l M urtaiâ“ — diyerek, medheder. ‘Jmâd a l-D in ’in asıl isim olmadığına ve sirr-i M urtaiâ terkibinin delâletine gSre, Nesîmî ’nin A li ismini taşımış bulunduğu hatıra gelebilir ( başka bir rivayet için bk, Osm anlt m üellif­ leri, II, 432). Nesîmî, A şık Çelebî ( T ezkire, Üniv. ¡kütüp., nr. T Y 2406; 166»)’ ye göre diyarbekirli, Rizâ-tfuli Han H idâyat {R iy â i al‘Sşikin, Tahran, 1305, s. 235) ’e göre de, şîrazlıdır. Hüseyin B aykara, Macâlis al- uşşa k’ Nesîm î'nin ölüm tarihini 837 (1432) olarak göste­ rir. Bütün bu muhtelif rivâyetier arasında doğ­ ru .o lan cihet adının ‘fmâd al-Din, mahlasının Nesîmî olduğu, H a leb ’ de derisi yüzülerek öl­ dürüldüğüdür. T e ’lif tarihi 811 olan Beşâretnâme ( ı i3 b, b eyit 9) Nesîmî *nin yıllarca zin­ danda, bağlı tutulduğunu söylüyor ve onu ,,şahid-i -aşk-i Fazl-i zu 'S-calâl“ diye anıyor ki, bu da şâirin 811 ’den evvel öldürüldüğünü göster­ mektedir. Nesîmî bilhassa b e k tâşîler ile vahdet-i vü­ cût akidesini benimsîyen Sufîler tarafından bü­ yük bir sö fî olarak kabûl edilmiş, hakkında bir çok menkıbeler meydana getirilmiştir. Bunlar arasında onun, yüzülen derisini sırtına alıp, Ha­ le b ’¡n 12 kapısından çıkarak, sırrolduğu men­ kıbesi de vardır. Nesîmî 'nîn D iv â n ’ 1 basılmış (İstanbul, 1260, 1298 v.b.J ise de, bu baskılar bir çok yanlışlar ile doludur. D iv â n 'ın tenkitli bir tab ’ına ihtiyaç vardır. Nesîmî divânının yaz­ maları için bk, İstanb ul k ita p lık la rı t'urkçe y a s ­ ma divâ nlar katalogu, İstanbul, 1947, I, 13— -17; Bursah Tâhir, O sm a n lt m ü e llifle r i, II, a432 : v. dd,}. Şiirde büyük bir kudret gösteren Nesîmî, ekseriya kendi akidesini telkine çalış­ makla beraber, lâdinî ve âşıkane gazeller de yazmıştır. Kendisinin ayrıca tuyuğları ve bir di­



vân teşkil edecek miktarda farsça gazelleri mev­ cuttur. Bunlar üzerinde henüz İlmî bir tarzda durulmuş değildir. Nesîmî 'nin Iran şâirlerini iyi bildiği anlaşılm akta ve bilhassa tasavvuf ede­ biyatında te’sirinin sürekli olduğa görülmekte­ dir. Bektâşîier Nesîmî ’yi 7 büyük İlâhî şâirden bîri sayarlar. Onun geniş ölçüde bir te’sir icra ettiği, Menavino ve Ricaut gibi avrupah sey­ yahlar tarafından da müşahede edilmiştir (F . Babinger, E l, mad. NESÎMÎ). Mukaddimat alJ^âlşü'ik adh türkçe mensûr eser N esîm î'ye âit olarak tanınmaktadır. ( A b d ö lb A k î G û l p i n a r l i . )



N E S R . AL-NASR, a k • b a b a. ö lü hayvan­ ları gagası ile parçalayıp, yemesinden dolayı bu adı almıştır. Rivayete göre, ölü hayvan etini, uçam ayacak hâle gelinceye kadar, yem ektedir; bin sene yaşadığı kabûl edilir. Gözleri o derece keskindir ki, avını 400 fersahtan görebilir; koku alma hassası da çok ku vv etlid ir; fak at ıtriyat onun için o derece m ühliktir ki, ölümüne sebep olm aktadır; uçuş husûsunda son derece daya­ n ıklıdır; hayvan ve insan ölülerine saldırmak için orduları ve kervanları tâkip eder. A ynı şe­ kilde koyun sürülerini de havadan tâkip eder ; çünkü ölü doğan kuzuya çok düşkündür. Bu hu. sûsu Brehm te’y it etm ektedir; ona göre, a k ­ baba doğurm akta olan koyunlara hücûm eder. Yüksek kayalıklara yumurtlar ve rivayete gö ­ re, kuluçkaya yatm az, bu işi güneşe b ırakır; fa­ k a t yumurtalarının ve yavrularının yarasalar ta ­ rafından kaçırılmasından çok korkar. Bu tehli­ keyi bertaraf etmek için, rivayete göre, onları çı­ nar yaprakları ile örter, ö d , beyin, e t ve ke­ miklerinin tıpta kullanılışı eski ça ğ tıbbındaki kullanılışına uygundur. al-Nasr, aynı zamanda, eski bir arap ilâhının adıdır ( We!İhausen, R este ar, Heİdentums, 2. tab., s. 23). B i b l i y o g r a f yat K azvİni ( nşr. W üsten­ feld), I, 424; Dam irî, I! 476; îbn ai-Baytâr, II.



3 7°*



( J - R u s KA.)



N E S T Â L Î K . ( Bk. ARABİSTAN*] N E S T Û R İL E R . Birinci cihan harbinden ön­ ce Van (şarkî Anadolu), Musul (şimalî İrak) ve Urmiye ( İran A zerbaycanı 'nin garp kısm ı) ara­ sındaki dağlık hudut bölgesinde yaşamış olan hıristiyan aşiretler.



Y a ş a m a s a h a l a r ı . Nestûrîlerin esâs yurt­ larını Büyük Zab ırmağının orta mecrâst bo­ yundaki sâha teşkil etmekte ve Tiyâri, Thûma, Thub, Cilü, Dizz, Url, Salabekan, Bâz v.b. gibi, dağlık Nestûrî aşiretleri burada yaşamakta idi. Layard ( N ineveh, İ) bu bölge dâhilinde Büyük Zab suyunun şimâl-i şarkî— cenûb-i garbî İsti­ kameti! mecrasının sağ tarafında bulunan Nes­ tûrî yurtlarını sayar ki, bunlar yukarı Tiyâri ( Çumbi İle beraber ) ve aşağı Tiyâri 'nin en



NESTÛRÎLER. büyük kısmıdır (A ş ita ve Lizsn He b e tâ b er). Sol tarafta olanlar ise, şimalden cenuba ve garptan şarka şöyle sıra lan ır: D izz, Kin, aşa­ ğı T iyari ’nin şark kısmı, T al, V alto , Thüma ( Thub i l e }, daha şarkta Cilü, Bâz ve nihâyet tştazin. Bütün bu nahiyeler, C ilo v e S a t dağlartnımn yükseldiği şimdiki cenubî H akâri ’ye tek ab ü l eder [ bölge hakkında en yakın coğra­ f î te tk ik le r: H, Bobek, Forschungen im Zen ­ tralkurdischen H ochgebirge zwischen Wan and Urmiasee, P et.-M iit., 1938; R. izbırak, Cilo dağı ve Hakâri ile Van gölü çevresinde coğrâ/î araştırmalar, A nkara Univ. D il ve Tarih-Coğrafya fa k ü ltesi y a yın la n , 1951, nr. 67; S. Erinç, V a n ’ dan C ilo dağlarına, 1st. Univ. Coğr. Enst. dergisi, 1953, nr. 3/4 ]. NestÛrî nü­ fusunun toplu yaşadığı bu bölge dışında, bun­ lara Osmanlı imparatorluğu ve İran toprakla­ rında müslüman ekseriyeti içinde dağınık züm­ reler hâlinde rastlan ıyordu: G ev ar = G avar, T ergavar, M ergavar ve Şam dınân 'da, Baş-Kale v e H o şâ b 'd a , Urmiye yaylasında (60 kadar k ö y ) ve b izza t Urmiye şehrinde, cenüpta Mu­ sul ve civarında ( A tk o ş v.b.). T a r i h . Faâl misyonerler olan Nestürîlerin akidesi bir zamanlar A sy a 'd a geniş bir sâha üzerinde yayılmış idi. Singanfu 'da bir çin-ârâmî kitabesi keşfedildiği malûmdur. CenCbî Hin­ distan 'd a Travancore ( Malabar ) ’ de zamanımıza kadar payidar olmuş bir Nestûrî cemâati bulu­ nur. Nestürîlerin ehemmiyetli rot oynadıkları devir Sâsânîler zamanına rastlar. Şâpûr II. (309 — 379 ), Yezdgtrd I, ( 399— 420) ve Bahram V . ( 420— 438 ) zamanında muhtelif sebepler ile ve bu arada Nestürîlerin sür'atle yayılmaları yü­ zünden, onlara karşı zulüm hareketleri vukua geldi. Bizans te’sirİ gibi siyâsî sebepler de, Iran hükümetini onlara kaTşı ihtiyatlı davranmağa mecbÜr ediyordu. Msl. Bizans hükümdarlarının Bahrâm V . ve Husrav I. 'den hıristiyanlar için ibâdet serbestliği istemiş oldukları bilinir. Nes­ tûrî kilisesi ile devlet arasında devamlı iyi mü­ nâsebetler Seleukia katolikosunun zamanında süryânî şark kilisesinin istiklâlinin ilân edilme­ si ile başlamıştır. Böylece Nestürîlerin en fazla gelişmeğe eriştikleri devre, Hormizd IV . devri ile Husrav II. devrinin başlarına, yâni 578 (m. s.) ile 605 arasına rastlar. Monofizıtliği kabûl etm iş olan S ig g a r 'h G a b rie l'in te’siri altın­ da Husrav II. Nestûrîlere eziyet etm eğe baş­ ladı. Bu süretle 609 ile Husrav 'in ölüm tari­ hi olan 628 arasında katolikos makamı boş kal­ dı. Şa rk î Anadolu 'nun bâzı bölgelerinde hıris­ tiyanlığa âit, bu devirden kalma kilise, manas­ tır, yer isimleri v .b . gibi çeşitli izlere sık-sık rastlanır. V. asırda hıristiyanlık Iran yüksek yaylaları halkı ve kürtler arasında gittik çe da­



ha ehemmiyetli yer kazanm akta idi (krş. J. Labourt, L e Christianism e dans i Empire Perse sona la dynastie Sassanide, Paris, 1904), NestÛrîliğin bu bölgede ilk yayılması bu devreye rastlam ış olacaktır. Buradaki en eski N estûrî kiliseleri IV . ve V . asırlardan kalmadır. Cilü ’da Mär Zaya, Y il'd e Mär B i şu, K oçânis ’te Mâr Saba, Oramar 'd a Mâr Memo gibi. K ezâ A şita 'daki M ir Saba manastır ve kiliseleri de meş­ hur ise de, kuruluş tarihleri bilinmemektedir. Diğer taraftan bu bölgede Nestürîlerin müslümaniık ile nasıl münâsebete giriştikleri de üze­ rinde durulmağa değer bîr keyfiyettir (krş. T or A ndrae, D er Ursprung des Islamt und das C hris­ tentum, Upsala, 1926). Sâsânîler devrinin mu­ ayyen bir safhasında Nestürîlerin oynadığı rol Y em en 'in 597 'd e iranlı kumandan V ahriz t a ­ rafından zaptı sırasında bu memleketin nestürîtik akidesini kabûl etmesini izah eder. Hı­ ristiyanlık A rabistan yanm -adasm m Iran nufûz bölgesine, yâni Hadramût 'un şark nihayeti ile Palm yra arasından geçen hattın şarkına nestfirîlik şeklinde girdi. A rabistan 'tn şark sahilin­ de 6 nestûrî piskoposluğu biliniyor, ki, bunlar­ dan ilk kurulanı 'Oman 'daki olmuş içti ( konsit vesikaları, yıl 424, 544, 576, 676). SokotrS ada­ sındaki bu hıristiyan cemâatine râhiplerini Iran katolikosu gönderiyordu. Iran ile olan irtib a t deniz yolu ile sağlanm akta idi. İşte bu süretle. Peygam ber'in bi’seti zamanında, cenûbî A ra ­ bistan kilisesi nestûrî akidesine göre kurulmuş bulunuyordu. Necrânlıların reisi Sayyid 'in Pey­ gamber huzûruna piskopos Işö'yâb ile beraber çıkmış olması buna delîl olarak alınabilir. Bu hâdiseyi kaydeden Bar Hebraeus, Peygam berin onlara bir vesîka vererek, araplara .Hıristiyan­ ların kendilerinden zarar görmemeleri ve h a ttâ kiliselerinin inşâsına yardım edilmesi tavsiye­ sinde bulunduğunu bildirm ektedir. Râhipler baş vergisinden muâf tutulm akta ve bu vergi esa­ sen fakirler için 4 *5 z i ’yi ve d evlet için 12 ’yi geçm em ekte idi. Başka bir rivayete göre, pis­ kopos Peygam berin huzûruna gelmeyip, sâdece ona bir mektup yazm ış idi. Işö'yâb İli. ( 647— 648) 'in mektubundaki bir fıkra, Nestûrîler ile araplar arasındaki münâsebetlerin ga yet iyî ol­ duğunu gösterir. Bu_ keyfiyet Nestûrîler tara ­ fından kabûl e d ilen 'İsâtelakkisin in müslüman* larca monofizist akidesinden daha kolay anlaşıl­ ması ile izah edilebilir. Şark taki her nestûrî kili­ sesi Peygam ber tarafından yazıldığı iddia edilen himaye mektubunun husûsî bir nüshasına sa ­ hip bulunmakta idi ( krş. msl. G eorge D avid Ma­ Seeh, H istory o f the Syrİan N ation and the o ld Evangelical-Âpostolic Church o f the East ). İslâm fütuhatından moğul istilâsına kadar olan devre zarfında Nestürîlerin dinî hayatları



NESTUR1LER. mevzuuıtJuz dışında kalır. İlhanlılar devrinde, ilk zamanlarda, arkaun denilen nestûrî rahip­ lerinin Bagdad ’in zaptı sırasında fena muame­ leye mâruz kalmadıkları biliniyor ( J. v. Ham­ mer, llchan., 52). Hulagu ’nun zevcesinin Hı­ ristiyan olduğa ve ordusunda hıristiyanlar bu­ lunduğu da malûmdur; ehemmiyetli bir nestû­ rî metropolitlik merkezi olan Arbiî 'in zaptı sı­ rasında moğul süvarilerinin mızraklarında kü­ çük haçlar var idi. Daha sonraları moğullar müslSmanlığa katıldıkça, nestûrîlerin durumu bozulmağa başladı ve bilhassa Timur istilâsın­ dan sonra, dağlara çekilerek, buradan ancak XVI. asır başlarında şarka ( Urmiye b ö lg e si), cenûb-i garbiye ( M usul) doğru yayılm ağa baş­ ladılar. Bagdad ’m 1258 'd e moğullar tarafın­ dan zaptından sonraki devrede muhtelif nes­ tûrî patriklerinin merkezleri hakkında Duval ( Dİalecte neoarameen, 1883, s. 9, not 4 ) tara­ fından malûmat verilmektedir. Patrik Simeon IV. devrinde, 1450 ’ye doğru, rûhânî reisliğin babadan oğula İntikali kaidesi te’sis edildi ki, i j j l ' d e Simeon Bâr M am a'ya karşı Sulakha 'nın seçilmesi, tıestûrî cemâatinin ikiye bölün­ mesine sebep oldu. Roma 'ya bağlılığı kabul edenlers verilen Keldânî adının bu devirde kul­ lanılmağa başlanmış olması icâp eder ; bununla beraber, İngiliz ( amerikan ) kaynakları umûmî olarak A sûrî ( Assyrians ) tâbirini kullanırlar ve nestûrîler de kendilerine Sâriâi ismini ve­ rirler. Rusçada da Âysorı tâbiri kullanılır. XVII. asrın ikinci yarısında piskopos Mar Y ü sif'in Roma 'ya bağlılığı kabûl ederek, Bâbil ve K el­ dânî ülkeleri katolik patriği unvanını aldığı sırada eski ana’neye sâdık kalan yakın akra­ balarından birisi, artık bundan sonra irsî bir mâhiyet iktisâp edecek olan Mär Şim'En adı ile, nestûrî patriği intihap edildi ve dağlık böl­ geyi geçerek, bâzan Kuçânis ve bâzan da Cülâmerk (Çölem erik ) ’i kendisine merkez seçti. Bu suretle kilise kuvveti ile beraber tam bir aşiret bünyesi gösteren, hemen tamâmiyie müs­ takil dağlı nestûrî cemâati meydana gelmiş ol­ du. H akîkaten, mutlak iktidar ( amcadan ye­ ğene geçmek sûreti ile) irsî bir Mär Şim’ ü n ’un şahstnda tecellî etmekte ve patriarka d-madenha unvanını hâiz olan bu patrik Şem dinan'daki Dera R e ş 'te bulunan metropolit Mär Hnän’ işü tarafından takdis edilerek, makamına geç­ mekte ise de, ayrıca her kabilenin ( şahta ) bir piskoposu ( abana) ile berâber, fiilî iktidar sahibi cismânî bir reisi ( mâ l i k ) de bulunuyor ve: bu reis mahrut şeklindeki keçeden başlığı üzerine takılmış tavus tüyleri ile tanınıyor­ du, ürkeklerin saçlarını küçük demetler hâ­ linde örmeleri de kaydedilmeğe değer. Bir kabîlenin mâlik ’i başka bir kabileye harp açiıll» AaıUdopadlii



309



mak veya onunla sulh anlaşması yapmak hak­ kına sahip idi. K abîle teşkilâtı ve hayat tarzları yüzünden, bâzı müellifler { Lerch, Garzoni ) bu dağlılara „Hıristiyan kürtler“ adını vermişlerdir. A . Wigram, Histary o f the Assyrian Charch adlı eserinin giriş kısmında, H akârî bölgesinde yaşamış olan hristiyanlardan hiç değil ise ba­ zılarının, kendileri tarafından şiddetle redde­ dilmesine rağmen, kürt menşe’li olduğu zannını ileri sürer. Bâzı kürt aşiretleri de mâzide Hıris­ tiyan olduklarını hatırlam akta idiler. Bâzı mü­ ellifler ( G r a n t) ise, bilhassa nestûrîlerin içti­ mâi bünyelerinin teokratik bir teşkilâta tâbî ol­ ması, adları ve bâzı Tevrat an’aneleri İle mü­ nâsebetlerine bakarak, bunları 10 İsrail aşire­ tinin nesli gibi görmek istemişlerdir. Bununla berâber, şarkî Anadolu 'da yaşamış tnûsevî ce­ mâatlerinin hıristiyan topluluklarından, âdetle­ ri ve hayat tarzları ile, tamâmiyie farklı olduk­ larını biliyoruz. Yalnız dilleri yeni bir ârâmî lehçesidir. Dağlı nestûrîler Mär Şim 'ün'a her yıl r if d-şita denilen bir vergi öderlerdi. Nestûrîlerİn Osmanlı hükümetine olan vergi borç­ ları ise, zamanla artm akta idi. Daha XIX. asrın sonlarında Cuinet (s. 749 v. dd.) bu „m uhtar“ aşiretlerin borcunu 16.000 ( altın ) türk lirasın­ dan fazla olarak kaydediyordu, Esâsen Nestûrî ülkesinde bir „tahsildar kayası“ var idi (L ıılayan bu taşın resmini verir ) ve vergi toplam a­ ğa me’ mûr olan tahsildar buradan öteye k a f i­ yen geçemezdi. Dağlı Nestûrîlerin komşuları o­ lan kürtler ile münâsebetleri, kendi kabileleri arasındaki münâsebetlere nisbetle, daha fazla düşmanca değil idi. Kabilenin menfaati dinî mü­ lâhazalardan önde tutulduğu için, nestûrîlerin, kendi mezhepdaşiarma karşt kürtler ile ittifak ettikleri olurdu. „Namusluca girişilen bîr savaşta, kan dökül­ müş olan yerde ot çabuk biter“ . O hâlde ka­ bileler arasındaki münâsebeti tanzim eden ka­ idelerin başında bir nevî mertlik geliyordu. Şüp­ hesiz bâzı istisnaî hâller de olmuştur. XX. asrın başlarında Abdülhamid l l .’in güttüğü pan-islâmizm siyâseti memlekette bâzı çatışm alara se­ bep oldu. 1908 inkılâbından sonra durum daha da karıştı. K ü rt— nestûrî münâsebetleri kabîle çerçevesi içinde cereyân ettiği müddetçe, pat­ riğin kapısı, İhtilâflarını halletmek için buraya baş-vuran fertlere, kürt olsun, nestûrî olsun, istisnasız açık bulunuyordu ve her kes onun misâfir-severliğinden faydalanabiliyordu. Diğer taraftan nestûrîler „hıristiyan şeyh“ denilen Barzan şeyhi Sâlim 'in dostça tavassutundan da istifâde ediyorlardı ki. bu şeyh birinci cihan harbi başlarında Musul ’da idam edil­ miştir,



14



i 16



N ESTÛ R ÎLER .



B i r i n c i c i ha n ha rb i s ı r a s ı n d a nest û r î l e r . Daha Osmanlı-rus harbi başlamadan önce, 1914 ağustosunda, patrik Mär Şim'ün Van valisi taralından dâvet edilerek, kendisine çe­ şitli Hediyeler ile beraber nesturîlerin her türlü şikâyetlerine karşı gereğinin yapılacağına dâir te’mînat verildi ise de, harbin ilânı ile durum değişti; A lb âk ( B a ş-K a le ) ’ta, kürtler ile nestûrîler arasında, çarpışmalar oldu. İran 'da Urmiye bölgesi hıristiyanları ile Bek-zâda kürtleri arasında mücâdele başladı. 1914 senesi sonun­ da ruslar Urmiye ve Selmas ’1 boşaltınca, on­ ların yardımcısı sayılan hıristiyanlar Culfâ ’ya, çekilmek zorunda k a ld ılar; kaçam ayanlar kı­ lıçtan geçirildi. Harbin ilk safhasında türkler, dağlı nestûrîlerin sadâkatini te’ min etmek üze­ re, patriği kendilerine bağlam ağa çok çalıştı­ lar. Fakat tedris serbestîsi, iyi cins silâh te’ mini, patriğe, piskopos ve mâlik ’lere maaş bağ­ lamak ve mâlî yardımda bulunmak gibi vaadleri bir fayda vermedi; patrik erişilmesi bilhassa güç olan ve kendisine muhâfızlar te’ min ettiği D izz tarafına çekildi. Bu sırada patriğin amcası Nestorus, rivâyete göre, türklere karşı sulhçu bir siyâset tatbik edilmesini tavsiye eden bir nutuk söylerken, „bîr kazâ kurşunu ile“ öldü­ rüldü. Patrik, Selmas yakınında Muhancık mev­ kiinde rus kumandanı ile konuştuktan sonra, 10 mayıs 19 13 'te şeierberlik ilân etti. O sene yazında ruslarm Van ve Urmiye 'deki başarı­ larından cesaret bulan nestûrîler daha sonra kendi başlarına kaldılar ve neticede, Barzâni kürtlerinin yardımı ile, Thüma, Tiyâri, Cilü ve Bâz kabileleri talana uğradılar. Vaktiyle Sargon 'un aynı memlekette yapmış olduğu gibi, sulama kanalları tahrip edildi. Cilü ’da IV . asır­ dan kalma meşhur Mär Zaya kilisesi, tarihi bo­ yunca ilk defa, yabancılar tarafından ele geçi­ rildi. Mär Zaya kilisesi, rivâyete göre, Peygam­ bere atfedilen ve bir kumaş üzerine yazılmış bulunan mektup sayesinde, şimdiye kadar ko­ runmuş idi. Bu hâdiseden sonra nestûrîler 3.400 m. irtifâm daki yaz otlaklarına büyük güçlükler içinde şığındılar. K ürtler tarafından devamlı te ­ câvüze uğradılar ve kifâyetsiz yiyecek ile tuz­ dan mahrum olarak, kendilerini müdâfaaya ça­ lıştılar. Şina yaylasına çekilmiş olan patrik için bu„ durum daha da sıkıntılı oldu { kendisi ve patrik olması gereken ferdin annesi et yeme­ mek zorundadır). Bu sırada G avar nestûrîleri de kılıçtan geçirildiler. Nihayet 1915 teşrin 1. ayında kurnazca bir hareketle yayladan çekil, meğe muvaffak oldular. K ürtler o sırada İran hududu civarını işgâl ediyorlardı. Kotranis ( Bervar ) üzerinden şimalde Baş-Kale 'ye doğru gi­ dilerek, Büyük Zâb üstündeki köprüler geçil­ dikten sonra, yakıldı. Bununla beraber, kürtler



Hezekian „tabi'î köprüsü“ şâyesınde nest.ûrîlerin çekilme yollarını tehdit etmeğe muvaifak oldular işe de, Mâlik Hoşâba 'nin gayreti ile, T iyâri'd en püskürtüldüler. Teşrin II.'d e ric’at sona ermiş, nestûrîler Selm as'tâki rus hatları­ na varmışlardı. Sayısı 40.000 ’i bulan mülteci­ ler, rus idaresi tarafından, İran’ın Höy, Selmas ve Urmiye idâri bölümlerine yerleştirildiler ve 1918 senesi yazm a kadar oralarda kaldılar. İh­ tilâl neticesinde ruslar çekilmek zorunda kalın­ ca, nestûrîler rus malzemesi yardımı ile silâhlı müfrezeler meydana getirdiler ve Ali İhsan P a ­ şa kumandasında olarak, İran A zerbayeanı’ nda. iîerileyen türk kuvvetlerine karşı çıktılar ise de, 1918 senesi yaz sonuna doğru, Urmiye bölgesi-, ni terkedip, o sırada ingilizler elinde bulunan Hemedân ’a çekildiler. Nestûrîler buradan Bag­ dad civarında Bakuba toplama karargâhına gönderildiler. Patrik bu seyahate iştirak ede­ memiş idi. Şikâk kürt şeyhi İsmâ'ii A ğ a Simkö tarafından pusuya düşürülen Mär Şim'ün 4 mart 1918’de Kohne-Şehr'de ölmüştür. [ Birinci cihan harbi başladığı sırada Osman­ lI hükümeti tarafından devlete sâdık kalmağa dâvet edilen patrik Mär Şim'ün XIX., bu husûsta kendisine esaslı te ’minat verilmiş olmasına rağmen, o sırada İran A ze rb a y cam ’na hâkim bulunan rus kuvvetlerinin desteğine güvenerek, isyân bayrağını açmış ve başlangıçta ruslarm muvaffakiyetinden faydalanmış ise de, bunların çekilmesinden sonra nestûrîlerin asırlardan beri yaşam akta oldukları toprakları terketm ek zo­ runda kalmış ve Iran ’a doğru ric’a t ederken, büyük kayıplara uğramış idi. İngiltere hükümeti nestûrîleri İran ’dan Irak ’a naklederek, memle­ ketin şimâl kısmına yerleştirmiş ve Irak üze­ rinde „m andat“ idaresini kurarken, kendisine karşı vukua gelen direnmeleri, Irak 'ta teşkil et­ tiği 4 nestûrî taburunun da yardımı ite, bâzan kanlı tenkil hareketleri sâyesinde. ezmeğe mu­ vaffak olmuş ve nestûrîlere bu hizmetlerine karşılık, cenûbî Hakâri bölgesindeki dağlık arâzi üzerinde muhtar bir idâre te'mini vaadinde bulunmuş idi. Lausanne müzâkereleri sırasında Türkiye— Irak hudutlarının tesbiti bahis mev­ zuu olurken, Ingiltere 'nin kendi fiilî işgal sa ­ hası dışına taşarak, adı geçen dağlık araziyi de Irak topraklarına katmak hususunda İsrarda bulunması kısmen bu gayeye varmak isteği ile izah edilebilir. Lausanne'da bir karara bağlana­ mayan bu mesele ıgz6 senesinde Ankara mua­ hedesi ile halledilmiş, her ne kadar Musul vi­ lâyetinin tamâmı Irak 'a bırakılmış ise de, ingi­ lizler cenûbî Hakâri üzerindeki isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlar ve nestûrîler Irak topraklan üstünde bir muhtar bölge te’sis im­ kânını da bulamamışlardır. 1932 senesinde, İrak



NESTÛRÎLER. üzerinde İngiliz „mandat“ 'sı sona erince, yeni müslüman arap hükümetinin davranışını hoş karşılamayan nestûrîler şiddetle ayaklandılar ; uzun süren isyanları nihayet kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu sırada nestûrîlerin bir kısmı Suri, ye 'ye ve başka memleketlere sığındılar. Duru­ mu müzâkere mevzuu olarak alan Milletler ce­ miyetinde nestûrîlere fransız garp A fr ik a ’sında yahut cenûbî Am erika ’da İngiliz Güyan müs­ temlekesinde ve B rezilya’da yeni bir yurt te'sisi tasavvurları tahakkuk ettirilemedi]. Urmiye gölü bölgesindeki nestûrîler hakkın, da da şu husûsiar işaret edilebilir : Selmas 'ta bulunanlar kendilerini milâdın ilk asırlarında hıristiyaulığa geçmiş yerliler gibi telakki eder­ ler; fakat 1883'e doğru burada ancak 15 nestûrî ailesi kalmış, geri kalan 3.000 kadarı 1789 'da piskopos Mâr Işd'yâb zamanında Roma ka. tolik mezhebine geçmiş idi, Urmiye yaylasın­ daki nestûrîlere gelince, bunlar cedlerinin 5— 6 asır önce dağlardan aşağıya indiklerini ileri sü­ rerler ki, bu iddia tarihî gerçeğe pek aykırı de­ ğildir. Urmiye nestûrîleri hıristiyan misyonerle­ ri arasında şiddetli bir rekabet mevzuu olmuş­ lar ve 1832 ile 1905 arasında burada muhtelif misyonlar te’sis edilmiş idi. Bunların te'siri ile bu eski hıristiyan cemâatinin yalnız itikatların­ da değil, hayat ve âdetlerinde de mühim deği­ şiklikler vukua geldi. Bu hususa dâir elimizde yeter bilgi yok ise de, Urmiye nestûriterinin şahlar tarafından cemâat mümessili olarak ta ­ nınmış m â lik ' 1er idaresi altında yaşamış olduk­ tan tahmin edilir. Bu makalenin müellifi Johan­ na Malik ailesinin muhafaza etm ekte olduğu bir kaç fermanı görmüştür. Buradaki nestûrîler rûhânî kanunun Sunhados ismi verilen eski bir mecmuasına göre idâre edilmekte idi ki, Ş a . maşa YSsıf K aleta, 1916'da amerikan misyonu matbasında, bunun yeni bir tab’ını yapmıştır. Muhtemel olarak bu C habot 'nun tenkitli neşri ile tanınan Sgnodicon 'un muhtelif tertiplerin­ den biridir. Müslümanlara göre, nestûrîler İslâm huku­ kunda zîm m i 'lere âit hükümlere tâbî bulunu­ yorlardı. Misyonerlerin gelmesi ile, durum ted­ ricen değişti. M a lik 'terin yerini her biri kendi misyonuna bağlı m ille t-b a ş ı’ lar aldı. İran hü­ kümeti ecnebiler ve bunların himâyesi altın ­ da olanlar ile münâsebetleri yürütme vazifesi kendisine verilmiş serperest unvanlı bir me'mûr tâyin etti. Birinci cihan harbi sırasında m otva denilen bir millî meclis teşkil edildi ki, hıristiyanlann menfaatlerini mahallî idâre nezdinde müdâfaa etmekle kalmayıp, bilhassa Osmanlt imparatorluğundan gelen nestûrîlerin il­ tihakından sonra, az çok siyâsî bir mâhiyet ka­ zandı ise de, sonunda çöküp, dağıldı. Harpten



sonra İran’da yalnız Kirmanşah ve K a zv in ’de az ehemmiyetli bîr— iki topluluk tutunabilmiş, Urmiye bölgesinde ise, hıristiyan nüfusu kalma­ mış idi.— Bu makalede bilhassa dağlı nestûrîle­ rin tarihi üzerinde durulmuş olmakla beraber, gerçekte bu mesele o derece mahdut ve basit olmayıp, bir taraftan ârâmî dili vâsıtası ile ilk çağın derinliklerine daldığı bilinen dile âit va­ kıaları, diğer taraftan da nestûrîlik mefhûmun­ da yer alan ve iıenüz iyice aydınlanmamış kavmî menşe’e dâir vakıaları ihtiva etmektedir. Bundan başka, msl. şarkî Türkistan ’dan gelen kitabelerin varlığı hatırlanacak olur ise, nestû­ rîleri alâkalandıran coğrâfî sahanın çok geniş olduğu da anlaşılırB i b l i y o g r a f y a : K i 1 i s e. t a r i h î . Hofmann, A u szü g e aus syrischen A k ten per• s isek, M ârtyrer (L eipzig, 1880; kıymetli ve geniş bir bibliyografya i l e) ; Wigram, H is­ tory o f th e A ssy ria n C h u rch : L. O 'L e a ry , T h e S yrian C h urch a n d F a thers; J. Labourt, L e C h ristia n ism e dans I’ Em pire P erse (P a ­ ris, 1904); G . D. Maiech, H isto ry o f th e S y ­ rian N a tio n and th e O ld E v a n g el. A p ostol. C h urch o f E a s t ; Badger, T h e N esto ria n s and th eir riiiin/s; Türkistan ve Taşkent piskoposu, S op ho n ii S ovrem en n ıy bit i litu rg iya ¡nosla v n ıh y a k o v ito v i n estorian ; G . E. Khaiya], S y ri O rie n ta les sea C haldaei, N esto ria n i et R om an. P o n tific u m P rim a tu s (1870); M arga’h Thomas, T h e B ook o f g o v ern o rs (nşr. Budge), 1893, * cild ; T h e histories o f Rabban H orm izd an d R abban B a r Idia (nşr. Budge), Lon­ don, 1902, 2 cild ; L e L iv r e d e la C h a steté (nşr. C h a b o t), 1896, 2 cild ; Bar Hebraeus (nşr. A bbeloos v e L a m y ); W estphal, U ntersu' chu ng en über die Q u e lle n u n d d ie G laub-w ürd igkeit der P a tria rck en ch ro n ik en des M ari ibn Sulaim an , A m r ibn M attai a n d S olib a ibn Joha nn an (Strassbürg, 1901); H. Gismondi, M aris A m r i et S lib a e de patria rch is nestor. com m entaria ( Roma, 1896 ) ; B. Hil­ genfeld, T urris ( J a b a lla h a e ¡ I I v ita ), Leip­ zig, *896; H istoire de M ar J a b -A lla h a et R aban Saum a (n şr. Bedjan ), Paris, 1888. — M i s y o n e r l e r i n f a â l i y e t i . A . Grant, T h e N esto ria n s or the lost tribes (New york, 1841 ); J. Perkins, A residen ce o f 8 years in P ersia am ong th e n estorian C h ristia n s ( Andover, 1843 ) > E . Anderson, H istory o f the m issions o f the A m erican B oa rd o f com m ission ers fo r fo r e ig n m issions (Boston, . 1872,2 ci l d) ; Rhea, A T enn essean in K o o r » d is ta n ; , M. L. Shedd, T he m easure o f a m a n , W illia m A . S h ed d o f P ersia ( New Y o rk, 1922 ). — U m û m i t a r i h . P. Lerch, Izsle• d avan ie oh ira n sk ih



kurdah í ih predah se-



NESTÛRÎLER vern ıh H a ld ey a h ; Curzon, P e r s ia , s. 536-548; G. E. W ilson, P ersia n L ife and C ustom s J ( 1895 ), fasıl V ; W . A . Shedd, T h e S y ria n s o f P ersia and E a stern T urkey ( B u ll, A m . A n th ro p , S ty )', Lalaian, A y s o n Vanskaga v ila y e ta ( T iflis, 19 14 ); General Avérianoff, Kürdi-, B . N ikitin e, L e C h ristia n ism e et les K u rd es ( R H R , 1922 ) ; ayn. m il., L e s supers­ titions des C h a ld è tn s du plateau d’ O urm iah ( R ev . d ’E th n o g r. et des Trad. P o p u l., 1923, I V ) ; ayn. mil., La v ie fa m ilia le des C h a ldèens ( B u ll, de la



■1926 ). — H a r p



S o c. d ’E th n . de Pa ris, A rm en ia n M as­



tarihi.



O ttom an E m p ire ( Blaubuch, 1916 ), fasıl V ; A . Mandelstam, L e so rt de l ’ Em pire O ttom an (P aris, 1917}; A b b é G rizelle, S y rien s et C h a ld èen s (P a ris); P a g es A c tu e lle s , nr, 115— 116; Naayem, L e s A ssy r o C h a ld èen s et le s A rm én ien s (P aris, 1920); Dr. Caujole, L es T ribu la tion s d 'u n e ambu­ la n ce fr a n ç a ise en P e r se (P a ris, 1921 ); W. A . Wigram, O u r S m a lle st A l ly (London, 1920); G l, Dunsterville, T h e A d v en tu res o f D u n ste r fo r c e (London, 1920); B. Nikitine,



sa cres in the



U ne p etite n ation victim e de la g u erre : les A ssy r o -C h a ld éen s {R ev , des Sc. P o l., 1921).



— Seyahatler.



Heazell, K u rd s an d C h r is­



tia n s (London, 19 13 ): E. B. Soane, To M e­ sopotam ia an d K u rd ista n in disguise (L o n ­ don, 1912), fasl V II; V . Cuinet, L a Turquie d ’ A s ie (1891) , II; F. R. Maunsell, C en tr a l K u rd ista n { J R C S , 1901); Luke, M ossul and its m in o rities (London, 1925). — D i L R. Duval, N èoaram éen de S a la m a s ı Soein, D ie n eu-aram aeischen D ia lek te von Urm ia bis M osu l (T ü bin gen ); bk. bir de Mac Lean,



Th. NSldeke, Lidzbarski, W right v .b .’mn çahşmaları. _ ( B. NiKITINE.) N E Ş Â T . N A Ş A J , M ir z a ‘A b d a l- V a h h â b , İsfah an ’1) olup, İ r a n ' d a i l k K a ç a r l a r d e v r i n i n en iyi ş â i r ve ü s l û p ç u l a r ı n. d a n biridir. Ş îra z 'd a ve doğduğu şe­ hir olan İsfahan'da hekimlik yapmış ve boş vakitlerini şiir yazmağa hasrederek, bu saha­ da büyük bir mümârese elde etmiştir. Arapça, farsça ve türkçe şiirler yazmış ve diğer taraf­ tan ş i k e s t e denilen yazı çeşidinde ustalığı ile şöhret kazanmıştır. Şâir olarak şöhretini duyan Kaçarlardan Fa.tlj 'A li Şâh ( 1797— 1834) onu T ah ra n 'a çağırıp, saray şâiri tâyin etti. NaşSÇ orada kısa zamanda yükselerek, 1809 'd a m u 'tam ad al-davla unvanı ile, munyi ’ lm am ölik 'lige nasbolundu. Bu sıfat ile . şâhm kendisine . teydî ettiği ( msl. 1814, 18x8 v.b, yıllar.ada Horasan göçebe kabileleri arasında nizâmın te/sisi gibi ) bâzı mühim vazifeleri ye­ rine getirdi. Şiirlerinden başka, Naşât şâhın



NEŞ’ET.



D iv â n 'ına bir ön söz, Şabâ 'nın meşhur Şâha nşâh-nâm a 'sine bir mukaddime yazmış ve ay-



rica bir çok resmî vesikalar tanzim etmiştir. Bilhassa Fath-‘ A li Ş â h 'ın ağzından Ingiltere kıralı G eogre III,'a yazdığı ve içinde iki mem­ leket arasında dostça münâsebetlerin kesilmesi dolayısı ile şâhm üzüntülerini anlatan mektubu meşhûrdur, Naşât 1244 ( 1828/1829)'te ölmüş­ tür. Şiirleri kitap hâlinde, 1266 ( 1850 ) ’da Tah­ ra n 'd a C a n cin a -y i N a şâ t adı altında yayın­ lanmıştır. N aşât 'ın gazelleri, istisnâsız bütün seleflerinin, bilhassa Hâfiz 'ın tak lid id ir; fakat bunlar zarif bir sâdelik, sakin bir akış ve bü­ yük bir duygu samimîliği ile temâyüz eder. B i b l i y o g r a f y a : H. Ethe ( G lP h ., II, 313 v .d .); E. Browne, P ersia n L ittera tu re in M odern Tim es, s. 225, 307, 3x1; E. Berthels, Iran ed ebiyatı târih i ( rusça ), Lenin­ grad, 1928, s. 8 x v.d .; îoo gazelin (garip şey, yalnız nr. 76— 175 ) metin, İngilizce tercüme­ leri ve izahları Kh. Sh. Dastur tarafından neşr­ edilm iştir; D iv â n -i N işâ t ( Bombay, 1916 ). (E . B e r t h e l s .) N E Ş ’E T . N A Ş*AT, H o c a S u l a y m â n , XVIII. asrın son ve XIX. asrın ilk yansında, şiirle­ rinden ziyâde, yetiştirdiği seçkin talebeleri ile şöhret kazanmış bir t ü r k ş â i r i d i r . Babası Ahm ed Refîâ Efendi İstanbullu olup, enderûndan yetişmiş. Ahmed III. ve Mahmud I. 'a musahiplik etmiş, bir şâir ve mûsikîşİnastır. Süleyman Neş’ et babasının sürgün bulunduğu E d irn e’de, 1148 (1735/1736 ) ’de doğdu. Ahmed Refîâ 'nın bu sürğün hayatından mülhem ola­ rak, yazdığı ve bestelediği meşhür şarkısının Mahmud I. tarafından duyulunca affedilip, bu sırada iki yaşında bulunan Süleym an ile İstan­ b u l'a döndüğünü biliyoruz. 1750'de kaftanağalığı ile H ic a z'a giderken, oğlunu da götür­ dü. Hacdan gelişlerinde K o n y a ’ya uğrayıp, Meviân â’mn türbesini ziyaretleri sırasında, 14— 15 yaşında bnlunan Süleyman, o zamanın çelebisin­ den mevlevî külahı giyerek, bu tarîkate intisap etti. İstanbul 'a dönüşlerinden az sonra, bu yılın temmuzunda babası vefat edince, kendi-kendini yetiştirm eğe çalışarak, ilk bilgileri ve neshi Sarı AH Efendi ve Y âsinî-zâde’den görmüş ise de, bunlardan zevk duymamış, M esn evi 'yİ anlaya­ bilmek için, farsça öğrenmeğe başlamıştır; T ah masp-Kuh H a n ’ın İstanbul’ a gelen hekimi A ymâni 'den, Şîraz ve İsfahan ’ da şairliği ile de ta­ nınan bu farsça hocasından aldığı dersler saye­ sinde, bir çok eski şâirlerin divânlarını görüp, okuma imkânı buldu; farsça ve arapça şiirler yazmağa başladı, T ürkçe şiirde üstadı ise, Dâye-zâde Cûdî Efendi 'dir. Teveccühünü kaza­ nan ve kendisine dâimâ bilgili kimseler ile soh­ bet tavsiye ettiği talebesi Süleyman 'a yazdığı



bir mahlâs-nâme kıt'ası ile, Süleyman 'a N e ş 'e t mahlasını veren işte bu hocasıdır ve Neş'et 'in böyle bir tahsil devresinden sonra, farsça oku­ tan, bilhassa; Mesnevi 'yi izahta zamanının en meşhur hocası olduğunu görürüz. Neş’et, K oça Râgıb Paşa sadârete geçince (1754), onu ziyarete gelen Bursah Mehmed E­ min ile tan ıştı; bu şâir şeyhin te'siri ile, nakşbendî tarikatı ne girdi; onun B u rsa'ya dönü­ şünden sonra da dostlukları, mektuplaşma yolu ile, devam etti. 1768 rus seferinde üzerinde bu­ lunan zeamet sebebi ile, Osmanlı ordusuna ka­ tılan Neş’et cephe gerisinde bâzı me’ mûrluklarda bulundu; askerler arasına katılıp, dövüştüğü de oldu. Bir takım kelime oyunları ile Seyfî ad­ lı ve kucağından düşmeyen sevgilisini, yâni kılı­ cını, bâzı harp sahnelerini canlandıran gazel­ leri, şehid düşenler hakkmdaki hissî tarih kıt'aları bu hayatından mülhemdir ( D ivân , s. 18, zo, 44, 88 v.d.). Bu sırada İstanbul 'daki ders­ lerinin müzâkeresi İle talebesi Pertev ( vak’anüvis) meşgûl olmuş, dönüşünde, ömrünün geri kalan 40 yılını devrinin meşhur şâir ve şeyhle­ rine verdiği dersler ile geçirmiştir. 1771— 177* 'de Halil adlı 14 yaşındaki oğlunu ( D iv â n , s. 88), 1778'de büyük kardeşi Süleyman (SÜrreEmîni-zâde ) ’1 kaybeden Neş'et, Sürûrî ’nİn dü-1 şürdüğü tarihten, nakşbendî tarîkatiudeu Nezr! tarafından yazılan ve mezar kİtâbesinİ teş­ kil eden tarih kıt'aaından anlaşıldığı üzere, 1222 (1807/1808) 'de vefat etti. Mezarı Topkapı dı­ şında S akız-A ğacı denilen sed üzerinde, dedesi Mehmed'in ve babasının gömülü bulunduğu kı­ sımda, M esn evi şârihi Sarı Abdullah Efendi'nin kabri civârındadır. Molla-Gürâuî 'deki evinde bektâşî ve mevlevî talebelerine başka-başka odalar ayırıp, yeinekler ikrâm eden hayır-sever, zekâ ve nük­ tedanlığı sebebi ile, sözleri fıkra hâlinde ağız ; dan-ağıza dolaşan, nakşbendî ve m evievî tarîkatlerine mensûp olmakla beraber, gençlere tekkelere gitmeyip, kendilerini yetiştirmekle ve me’ mûriyetleri ile meşgûl olmalarını tavsiye eden N eş'et'in D iv â n ' 1 1200 (1785/1786 )’de ta1ebesi Pertev tarafından tertip ve tebyiz edil­ miştir ( Bulak, 1252 ). Sâde, gösterişten uzak, tarih vé kaside değil, gazel yazm aktan zevk duyduğunu kaydederse de. Selim 111. devrinde yapılan Neşât-âbâd kasrı, Ahmed III.'in yap­ tırdığı Hırka-i şerif sandûkasmın Abdülhamid I. tarafından tâmir ettirilmesi ve örtü hediye edilmesi, yine Abdülhamid I. ve Mahmud İL zamanında inşâ ve tâmir olunan çeşme, câmi ve tekkeler ile Kırım ham Devlet Giray 'ın, S a ­ fiye Sultan 'm oğlu Mehmed ’in ve bâzı şeyhterin ölümü münâsebeti ile yazdığı tarihlerin sa ­ yısı az değildir. Neş’et devrinin büyüklerini



öğen kasideler yazm am ıştır; bunun yerine, naatler, Boğaz-içi 'nin, bilhassa Bebek 'in tabiat güzelliklerini tasvir eden şiirler, mahlâsnâmeler kaleme aldığı görülür. Talebelerini Öğdüğü, on­ ların hususiyetlerini canlandıran, hicviyeden sa­ kınmalarım tavsiye ile, bir çok öğütlerde bu­ lunduğu D iv â n 'ında 16 sı mevcut mahlasnâmelerden bilhassa Şeyh Gâlib, Mehmed ( beylik ç i) ile vak’anüvis Mehmed Saîd 'e verdiği Es’ad, İzZet, Pertev mahlâsları münâsebeti ile yazdığı şiirler kayda değer. Şarkıları, kahra­ manı Be hra m Gûr olan bir hikâyesi de bulunan Neş’e t ’in mahias-nâmeleri, P ertev'in kaydına göre, bir kitap teşkil edecek kadar çoktur, O devrin modasına uyarak, yazdığı bir çok taz­ min, tahmis, tesdis ve nazireleri, Fuzûlî Bakî, N âbî ve Nedim 'i ve çağdaşlarından ise Şeyh Gâlib, K oca Râgıb Paşa, Kethüdâ-zâde Arif, H ayrî ve H a n îf’i beğendiğini gösterir. Es’ad Bağdadî 'ye nazire hamasî bir gazeli, Sâİb ’e nazire bir gazeli ile Câmi 'nin bir gazeline tah­ misi de vardır. C â m i’nin iki beytini şerh sûretl ile meydana getirdiği 60 sahifeiîk eserinde ta ­ savvuf ve tarîkatler ile alâkalı fikirlerine, ah­ lâkî hikâye ve fıkralara, kendisinin ve başka­ larının şiirlerine de yer vermiş, oldukça ağır, secili ve san'atlı bir nesir ifâdem kullanmıştır ( T ercüm e-i şe r h -i dû beyt li-H ö c a N e ş 'e t,' İs­ tanbul, muharrem 12 6 3 = 1 8 4 7 ). H indistan'da yetişmiş olup, farsça yazan şâirlerin en meş­ hurlarından ve kâinat hakkında felsefî düşün­ celerini içine alan T ûr-ı m a rifet adlı bir eseri de bulunan M irza Bidil { b. b k ] ’ e nazire 7 ufâ n - ı m arifet adlı eserini, nakşbendi tarîkatine girdikten sonra ( 1754 ), yazm ıştır. Bur­ salI Tâhir, onun, nakşbendî tarîkatine âit ve T arcam at a l - i ş k terkibinin noktalı harfleri ya­ zılış tarihini (1203 ) gösteren M aslak al-anvâr va m anba' a l-a srâr tercümesi bulunduğunu kaydederse de ( O s m a n lı m ü e llifle r i, H, 461), hayatında ve ölümünden sonra hâl tercümesi­ ni yazanlar böyle bir eserinden bahsetmezler; Menzel ( E l, mad NEŞ’ E T ) ’in T arcam at a l- iş k adlı eserinden bahsi bu ifâdenin yanlış anla­ şılmasından ileri gelmiş olmalıdır. Şeyh Gâlib, kendisine verdiği Es’ad mahla­ sına teşekk&r maksadı ile yazdığı uzun şiirinde, Muallim Nâcî ’ nin farsça şiirlerini çok tatsız ve sıkıcı bulduğu Neş’et’in ifâdesindeki güzellik ve açıklığı medheder. Gazellerinin. Şeyh G âlib, Senîb, Bursah Mehmed Emin, Leylâ Hanım, Enderûniu Fâzıl ve izzet Molla tarafından tahnvs, tanzîr ve tazmini, az rastlanan kafiyeler kul­ lanması ile dikkati çeken Neş’et ’iıı- hocalığı kadar olmamakla beraber, şiirleri ile de, bil­ hassa mevlevi şâirleri arasında kazandığı şöh­ reti gösterir.



ıi4



N E Ş’ET -



NEŞRİ.



B i b l i y o g r a f y a ' . Makalede geçenler­ g en and A n z e ig e n , D er Islam, 1923, XIII, 167) de başka bk. Fa t in. T e zk ir e (İstanbul, 1271), ve Fr. Babinger'in kabûl ettiği bir fikre de işa­ s. 158, 306; Hoca Emin Efendi, K eth ud â-zâ de ret etmek icâp eder (b k G O W , s. 38; E l, mad. E fe n d i ’ n in tercüm e-i h â lin e z e y l ’dir (İstan ­ N EŞRİ). N eşri'nin A lî ( bk. K u n h al-ahbâr, V , bul, 1294; bu eserin sonuna müellifin ilâve 225, str. 13 ) tarafından zikredilen Murad II. ettiği vak’anüvis Pertev ve kendisinin yazdı­ ulemâsından Mevlânâ Muhammed b. Neşri, ile ğı hâl tercümeleri ve fık ra la r); A tâ , Tarih münâsebetini tetkike mâtûf bu fikir hatalı olup, (İstan bul, 1295), IV, 207, 295; C evdet, Ta­ A l î ’nin me’hazı Şaka'ik ( arap., s. 30; trc. Mecrih (İstanbul, 1309), VIII, 116 ; N âcî, O s­ dî, İstanbul, 1269, s. roo, str. 25; bk. bir de T âc man/ı ş â ir le r i ( İstanbul, 1307), s. 64 v .d .; a l-ta v â rîk , If, 439)’ta açıkça belirtilen Muham­ W. Gibb, A H isto ry o f O ttom an P o etry ( Lon­ med b. B aşır ile de hiç bir alâkası yoktur. Bu don, 1905), IV, 211 v .d .; (London, 1909), VI, yüzden menşe’i hakkında sarîh bir fikre şâhip 310 v.d. (iki gazelinin İngilizceye nazmen olamadığımız Neşri ’nin Karam an ’da ( L atifi, tercümesi); Şeyh Gâlib, D iv â n (Bulak, 1252), T e z k ir e , Üniv. kütüp., nr. T Y 720, 1608, str. 5; *■ 3°, 74, 95* ğazeiİyât kısmı: 35, 71, 126; krş. Riyâzî, T ezk ir e , Üniv. kütüp., nr. T Y 6199, Senîh, D iv â n (İstanbul, 1275), s. 47; Bursa­ 75“, str. ı ), Germiyân ’da (bk. Evliya Çelebi, S eyâhat-nâm e, I, 347; krş. Bursah Tâbir, O sm an ­ l I M. Emin, D iv â n (İstanbul, 1257), s. 74; Leylâ, D iv â n (İstanbul, 1260), s. 44; Fâzıl, lı m ü e llifle r i, III, 150; Fr. Babinger, S ch e y c h D iv â n (Bulak, 1258), s. 5; İzzet Molla, D î ­ B edr ed-din der S o h n des R ich ters von Sim äw , D er Islam , 1921, XI, 38 ; G O W , s. 38 ), nihayet vân (İstanbul, 1255), s. 60 v. d.; FâikR eşad, K ü lliy â t-ı le t â if (İstanbul, 1328), s. 145, 200 Edirne (b k . Â lî, ayn. esr., 1518, str. 27: M ey lâ v .d .; M ecm ua ( Neg’et 'in oğlu Mehmed Neş'e nâ N e ş ri E dir n e v î ) ’de doğduğu hakkında kayd­ ’ nin doğumu münâsebeti ile Pertev 'in yazdığı edilen rivayetler bir tarafa bırakılacak olursa, bir fıkra ile muhtelif şâirler tarafından dü­ onun Anadolu kasabalarından birine mensup şürülen tarihleri muhtevî yazma için bk. C. olup ( A li, ayn. es r., 2108, str. 11), tahsilini Bur­ s a ’ da. ikmâl ettiğini kabûl etmek doğru olur Baysun, husûsî kütiip.). • (Â ş ık Çelebi, T e zk ir e , Üniv. kütüp., nr. 2406, ( F e v z î y e A b d u l l a h T a n s e l .) t688, str. 25; Â lî, a yn. esr., 2108, str. l l ; krş, N E Ş R İ . [ B k. n e ş r i ] N E ŞR Î. NEŞRÎ X V . asır O s m a n l ı t a ­ Flügel, ayn. esr., H, 209; Th. NÖldeke, A u s zü g e r i h ç i s i olup, Bayezid 11. 'e ithaf ettiği ka­ aus N e s r i's G esch ich te des osm âniscken H a u ­ sideden ( bk, nşr. Fr. Taeschııer, Leipzig, 1951, ses, Z D M G , 1859, XIII, 177; bk. bir de Behrnaus, 234, str. 8; Ark. muz. kütüp., nr, 479, s. 432 er, Q u e lle n f ü r S erb isch e G esch ich te aus tü r­ V.d.; krş. Nöldeke ZDM G, 1859, XIII 180), bu k isch e n U rku n d en , Wien, 1857, V I; Fr. Taesch­ ismin mahlas olduğu anlaşılmaktadır. Umûmi- ner, Gihännümä, s. 9 v.d .; F. R. Unat, N e ş r i yetle şuarâ tezkirelerinde Neşri, kaynaklarda ta rih i ü zerin d e ya pılan çalışm alara toplu bir ise, Mevlâna Neşri ( nısl. bk. Sa!d al-Din, Tâc bakış. B e lle te n , 1943, VII, sayı 25, s. 179). a l-ta v â rih , II. 40, str. 18; A lî, K u n h al-ahbdr, Umumiyetle ilmiye mesleğine intisap ettiği Univ. kütüp., nr. T Y 5959, 15 * str. 2 7 ) şek­ gerek tezkireler ve gerekse kaynaklar tarafın­ linde zikredilen müellif G . Flügel ( D ie arabi­ dan zikredilen Neşri ’nin Murad II. devrini de sch en, p ersisch en u n d türkisch en H a n d sch r if­ idrâk ettiği anlaşılan Bursa su-başısı K oca Nâten der k a ise r lic h -k e n ig lic k e n H o fb ib lio th e k zu i b ’in meclislerinde bulunduğu ( bk. N öldeke, W ien , 1895, IL209, nr. 9S6), Bursah Tâ hır ( O s- Z D M G , 1861, X V . 367), Fâtih ’in ölümü üze­ m anii m ü e llifle r i, III, 150; krş. S ic il l-i osm ânî, rine İstanbul 'da vukua gelen hâdiselere şahit IV, 107, str. 12 ), Fr. Babinger ( C O W , 38 ), P. olduğu anlaşılmaktadır ( N e ş r i’ nin bu hususta W ittek (Z u m Q u ellen p rob lem der ä ltesten os - verdiği gâyet kıymetli mâlûmâtm diğer kay­ m an ischen C h ro n ik en , M O G , 1921/1922, I, 8i naklar ile mukayesesi hakkında bk. M. C . Şev.d.), K itâ b-ı cih an -n üm â (nşr. Fâik Reşit U­ hâbeddin Tekındağ, B a y ezid II. ’in tahta ç ık ışı nat, Mehmed A . Köymen, A nkara, 1949, I ), ni­ sırasında İsta n b u l ’ da vukua g e le n h âdiseler hayet Fr. Taeschner (b k . G ihännüm ä, D ie a lt­ ü zerin e n otla r, T a rih d erg isi 19 59, sayı 14, s. osm anisch e C h ro n ik des M evlân a N esch r i, Leip­ 85— 96 ). Bundan sonra kendisinden bahsetme­ zig, I, 1951, II, 1955 ) tarafından Mehmed adı yen müellifin Bayezid II. 'in son zamanlarında, ile zikredilmektedir. K âtîb Ç e leb î'd e mezkûr Bursa’ da Sultaniye medresesinde müderris ola­ M avlanâ Muhammed al-Naşrı kaydına istinat rak ( Flügel, ayn. esr., II, 209 ; K âtib Ç elebi, etmekten tevellüd ettiği anlaşılan bu hususu K a ş f a l-zu n ü n . I, 284, str. I ) veya Selim I. belirtip, P. W ittek ( g öst. y e r . ) 'in Neşri hak- devrinde, Babinger tarafından ileri sürülen 926 kındaki mütâleaları üzerinde duran J. H. Mprdt- senesinde öldüğü tahmin olunabilir. Tâhir Bey mann 'm ileri sürdüğü ( bk. K le in e M itte ilu n ­ ’in bir .kaydına göre, B u rsa ’da mevlevî Süley»



n eşri



man Efendi 'nin mezarı yanında olan kabri za ­ manla harap olmuştur. Tezkirelerde münderie bâzı beyitlerin sahibi olduğu iddia edilen N eşrî'nin ( msl. bk. L atifî, at/n. esr., ıöo1», str. 5; Aşık Çelebi, agn. esi“., 169», str. 3; Riyazi, agn. esr., 75°, str, 8; krş. Kaf-zâde Fâizî, Zubdat al-şu'arü', Univ. kiitüp,, nr. T Y 1646, 114b, str. 1; bk. bir de  lî, agn. esr., z to b, str. 11 v.d.) eserlerinin en mühimi, şüphesiz, Cihannümâ veya Tevârih-i â l-i O s­ man 'dır ( Cihannümâ ismi bizzat müellif tara­ fından verilmiştir ; bk. nşr. Fr. Taeschner, Leip1955) II. *. str. 17). „R ivayet ederler ki" cümlesi ile başlayıp, umumiyetle faydalandığı kaynaklara hiç bir atıfta bulunmayan müellifin, sade dil ile yazılıp, pek çok eski türkçe keli­ meyi İhtiva etmesi bakımından, Osmanlı tari­ hinin ilk devirleri için çok ehemmiyeti hâiz olan Cihannümâ ’sı ( bk. Nöldeke, ZD M G , XIII, 177; W îttek, M O G , I, 139 ve Babinger, G O W , s. 538 v.d.) 6 kısımdan ibaret, muhtelif kısım ve taba­ kaları hâvi umûmî bir tarih olup, bize intikal eden 6. kısmı (elimizde mevcut olmayan ilk beş kısmın XVII. asırda bilindiğine dâir kayıtlar hakkında bk. F. R, Unat, agn. makale, B elle­ ten, VII, sayı »5, s. 180, not 12) Osmanhlara âit bulunmaktadır ( bk. bir de Fr. Taeschner ’in Cihannümâ neşirleri, başlık: al-kism al-sâdis min kitabi Cihannümâ ). Bu yüzden elimizde bulunan eseri, evlâd-ı O ğuz Han, Rûm Selçuk­ luları {M ulak-i Salçükiga-i R ü m iya ) v.b. gibi bahisleri hâvî olup, bizzat müellif tarafından Cihannümâ tesmiye edilen umûmî tarihin, Bayezid II. 'e kadar Osmanlı sultanları ( selâtin-i â!-i O sm an) tarihini ihtiva etmesi bakımından, Tevârîh-i âl-i Osman diye tavsif edilmesi icâp eden 6. kısmı olarak kab.ûl etmek yerinde olur. Diğer kaynaklar ile münâsebeti husûsuna ge­ lince, N e şri’ nîn Osmanlı devri için gerek Âşık Paşa-zâde ve gerekse bu müellifin de kaynağı olması melhuz, müşterek bir esere ( bk. V. D. Smirnov, Obraztsovıya progizvedeniga osmanskoy Hİeraturı, Petersburg, 1903, s. V ; krş. W ittek, M OG, I, 139) olduğu kadar, başka bir takım kaynaklara, husûsiyle bir çok takvimlere müracaat edip, bunlardan mühim kayıtlar nakl­ etmesi yanında şahidi olduğu vekâyî veya hâdisâtı bu türlü malûmat ile takviye ederek,  şık Paşa-zâde 'ye nazaran, bu husûsta daha güvenilecek şekilde hareket etmesi bu devrin tetkikinde getirmiş olduğu yeniliği tezâlıür eden eserinin Önemini bir kat daha fazlalaştırmıştır. Bununla berâber, Murad I. devrindeki Karaman seferi ile Kosova ve şehzadeler mücâdelesi, Fâ­ tih Jin ölümünü müteakip vukûa gelen hâdise1er ile Cem vak'asının müstakil olarak tafsil edildiği bu eserin Behiştî ’nin Tarih-i âl-i O s­



man ( Brit. Mus., Add. 7869) ’ı ile ayniyeti veya birbirlerine te’sir dereceleri ile (bu husûsta bk. Babinger, G O IF , s. 38 v .d ,, 43 v.d.) Mevîânâ A yâs 'a atfedilen haberlerin mevsûkiyeti henüz isbât edilmiş değildir ( bk. Necib Âsim, Osmanlı tarihnüvisleri ve müverrihleri, TOEM , 1910, sene 1, s. 44 ), Neşrî 'nin daha zamanında meşhur olduğu anlaşılan eseri muasırlarından İdrİs Bitlisi, bi­ lâhare Rüstern Paşa, Sâdeddin, Â lî, Solak-zâde ve Müneceim-Başı gibi müelliflerin eserlerine, ya doğrudan-doğruya veya dolaytsı ile me’haz olduğu gibi, ismi geçen müellifler tarafından da sık-sık tekrar edilmiştir. Bilhassa Idris Bit­ lisi ve Sâdeddin tarafından pek az ilâveler ile istifâde edilen bu eser ( b k . . Nöldeke, ZD M G, XIII, 176 v.d.; XV, 333 v.d;), Codex Hanivaldanus ’un da esâsını teşkil etmiş görünüyor ( Jo­ hannes Leunclavius, Histoirâe musulmanae tur-, corum , de monumentis ipsorum exscriptae, Frankfurt, 1591, kitap X VIII). Bununla berâber, kitabında ehemmiyetsiz söz­ lerin bulunduğunu iddia eden Kâtib Ç elebi ( bk. K a şf al-zttnân,, İstanbul, 1360 = 1941, I, 284, sir. l : ¡ik i pkvâl vâhiya ) ’nin sebep .olması muhtemel bir şüphe üzerine uzun müddet müh­ mel kalan N eşrî'nin mezkûr eseri, 20 safer 966 ( z kânûn 1. 1558 ) tarihli Viyana nüshasından ( bk. Flügel, agn, esr., ar. 986 ) istifâde eden J. v. Hammer ’den i ti bâr en, kullanılmağa baş­ lanmış olup ( bk. D evi et.i osmünige tarihi, trc, M. A tâ, İstanbul, 1336, 1, 25 ), yeni tetkiklere de mevzu olmuştur. Muhtelif kütüphanelerde, muhtelif istinsah tarihlerini hâvî Cihannümâ nüshalarını iki ay­ rı zümre hâlinde mutâlea etmek İcâp eder. Bun­ lardan 898 ( 1493 ) tarihli olup, mıkdarca daha az metin ihtiva etmesine rağmen, diğer nüsha­ lara nazaran Farklı olmakla berâber, sultan O s­ man ’m veiâtına dâir fıkralarda görüldüğü gibi, fasıllarının daha başka, fakat daha m antıkî bir şekilde tanzim edilmesi yanında, tarihî isimler ile yer adlarının asıllarma uygun şekilde mu­ hafaza edildiği anlaşılan Theodor Menzel met­ ninin (nşr. Fr. Taeschner, Gihânnümâ, D ie aliosmanische Chronik des Mavlânâ Mehemmed Neschrî, I: Einleitung und Text des Cod. Men­ zel, Leipzig, 1951; metinlerin karşılaştırılması hakkında bk. Fr. Taeschner, N eşri tarihi el-gazmaları üzerine araştırmalar, Belleten, 195!, sa­ yı bo, s. 501 v. dd.) teşkil ettiği gurup müelli­ fin ölümünden sonra istinsah edilen nüshalar zümresine de esâs olmuştur, ikinci zümreyi teş­ kil eden nüshalar Menzel metnine, muhtelif ta ­ rihlerde, aeemi müstensihler tarafından, tahrif edildiği anlaşılan kayıtların ilâvesi ile meydana gelmiş olup, umumiyetle Ak-Kirm an ’m zaptı



N EŞRİ tarihine müsadif 890 (148$) yılına kadar ce­ reyan eden vak'aları muhtevidir. Banlar sırası ile, Viyana ( bk. Flügel, II, 209, nr. 986), Ma­ nisa ( nşr. Fr. Taesehner, ĞihânnümS, D ie a lt­ e s in ...., II: T exi des Cod. Manisa, 1373, Leip­ zig, *955, A rkeoloji kütüp., nr. 479, 9 6 9 = 1562 ’de 'A li b. 'A b d A lla h tarafından istinsah edil­ m iştir), Paris ( Bibi. Nat., Suppl. Turc., nr. 1 $3, XVII. veya XVIII. asra âit, bk. nr. 1183, Selim I .'e ithaf edildiği hakkında bk. E. Blochet, Cat. des manuser. tures, Suppl., II 190), Veliyüddin Efendi (nr. 2351,1066 * 1656 yılına âit olup, iş­ lenmiş ve bâzı ilâvelerde bulunulmuştur), Mil­ let kütüp. (Al i Emîrî, nr, 220) ve A nkara (h a ­ zırlayanlar: Fâik Reşid Unat, Mehmed A . K oy­ man, nşr. T T K , Ankara, 1949, 1957, nr. 2“— a*>; bu eserin tenkidi hakkında bk. Fr. Taesehner, Eine Ausgabe von N eschri’ s altosmanischer C kronik, D er h la m , 1949, sayı 29, cüz 3) nüs­ halarıdır (diğer nüshalar hakkında bk. Fahriye A rık, N esrî ’ nin hayatı ve eserleri, İstanbul, 1936, s. 24— 29; Fâik Reşid Unat, 03ın. mak., B elleten, VII, sayı 25, s. 185 v. d.; İstanbul küt&phâneleri tarih-coğrafya yazmaları kata­ logları, 2. fasikül, Türk tarihine âit eserler, İstanbul, 1944, s. 208 v. d d .; Ğihânnümâ, nşr. Fr. Taesehner, I, 14 v .d .; ayıı. mil., N eşri tariki el yazm aları üzerine araştırmalar, gSst. yer., s. 497 v.d., 501 v.d.). Cihanniimâ ’nın yazılış senesine gelince, V. D. Smirnov ’un 1481 ile 1312 yılları arasında (bk. ayn. esr., s. V , str, 21 ) istinsah edilmiş nüs­ halardan birindeki „merhum Bayezid“ kaydın­ dan hareket ettiği anlaşılan W ittek 'İn ise, bu padişahın ölümünden sonra yazılması icâp e t­ tiği hakkındakı m ütâlealan (M O G , 1921/1922, I, 77 v.d.) — Fr. Babinger tarafından reddedil­ miştir ( bk. G O W , s. 38) — göz önünde bulun­ durulacak olursa, bunu tevsik etmeğe imkân yoktur. O hâlde eserin bütün nüshalarda son tarihi hâdise olarak zikrolunan 890 (148$ ) se­ nesi ile yukarıda en eski nüsha olarak belirt­ tiğim iz Menzel nüshasının ihtivâ ettiği 898 ( 1493 ) yılları arasında yazılıp, kasidenin de te 'y it ettiği veçhile, Bayezid II. devrinde ikmâl edildiğini kabul etmek doğru olacaktır ( bk. Fahriye A rık, ayn. esr, s. 29; krş. F. R. Unat, ayn, esr., s. 180 v.d.). B i b l i y o g r a f y a : Metindekilerden baş­ ka bk. bir de J. Thury, TSrök törtenetirok (Budapest, 1893), I. — 7*5 H. N. Orkun, O sm anlılar ve Kayı Han kabilesi ( Dergâh mecra., sayı 34, s. 153; sayı 35, s. 172; sayı 37, s. 498); A . N, Kurat, B iz a n s ’ın son ve Ösm an/ıfarın ilk tarihçileri ( TM, 1935, W* 186, 191 v.d ,); Sabahat Fuat, N e şr i'n in Cihannümâ adlı tarihinde Mıırad /. devrinin



NEŞVÂN .



tahlili (m e’2Ûniyet tezi, 1933/1934, Edebiyat fakültesi. Tarih semineri kütüp., nr. 65). ( M. C . Ş e h A b e d d In T e k In d a ğ .) N E ŞV Â N . N AŞVÂN b . S a T d b . N a ş v â n A L - H lM Y A R İ A L - Y a m a n I, a r a p d i l â l i m i v e e d i b i . Şahsiyeti ve hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Y a k u t’un trşâ d 'ında ve hattâ Suyüti ’ nin Buğya ’sinde Naşvân mûtad tâbirler ile medhedilmekte, kendisi büyük bir âlim ve fıkıh, sarf ve nahivde derin bilgi sâhibi olarak gösterilm ektedir. Naşvân aynı za ­ manda tarihçi ve şâir olarak da temayüz ettiği gibi, ,,adab’ in diğer sâbalarında da kendini gös­ term iştir.“ Şams al-ulüm va dava' al-arab min aLkıtlûm adı ile, 8 (bazılarına göre 18) cildlik bir lügat meydana getirm iştir ki, sonradan o ğ­ lu bunu kısaltarak, iki cilde İndirmiştir; NaşvSn ayrıca kâfiyeye dâir, Kitüb al-kavâfi adlı bir eser ile felsefî-dinî muhtevâlı Kitüb JjıSr al’ în va tanbîh al-sâmirin isimli bir eser yazmış­ tır. Naşvân 'in doğum yer ve yılı, hangi hoca­ lardan ders gördüğü, oturduğu yerler hiç bilin­ memektedir. Hayatına âit yalnız, hiç muhtemel görünmeyen, bir vak’a zikredilm ektedir: Yâküt onun kuvvetli bir reis olup, bir çok kaleleri ve müstahkem mevkileri muhasara ettiğini ve Şabr silsilesinde yaşayan bir dağlı kabilenin hâkimi olduğunu söyler. Suyüti bu bilgiyi ay­ nen ondan alm ıştır. Suyüti ’y e göre, Naşvân mûtezileye mensup idi. Ölüm tarihi olarak, 24 zilhicce 573 ( 1 1 1 7 ) gösterilm ektedir. Naşvân ’ın ehemmiyeti bilhassa cenûp araplarınm ri­ vayet ve an’anelerinl gayet iyi bilmesinden g e ­ liyordu. Cenüp arapları kıratlığının efsânelerini unutulup-gitmekten kurtarm ak gâyesi ile, selefi al-Hatudâni [ b. bk.J’mn çalışmalarını yeniden ele atm ıştır; al-H am dâni’ den bir kaynak ola­ rak faydalanmış, onun eserlerinden bir çok par­ çalar zikretm iştir. Meşhûr al-K aşîda al-himyariya ’si Himyerî hükümdarlarına âit bu nevi­ den an’ ane’ere dayanm akta olup, şanlı yüksek işlerini ve eski devletlerinin parlak devirlerini öğm ektedir. Bu kasidenin şâriht cenûp arap hü­ kümdarlarına ve tarihlerine dâir efsâneler an­ latarak, hol ve geniş izahlarda bulunmaktadır. A . von Kremer, âfâkî kıstaslara dayanarak, bu kasidenin şâiri ile şârihtniu aynı olduğunu, yâni N a şvâ n ’ ın kendi kasidesini bizzat şerhettiğini ileri sürer. Şurası muhakkak ki, şerhte adı y a ­ zılı olmayan şârih, hiç olmazsa, Himyerî an’ ânesini gâyet iyi bilmiş olmalıdır. Naşvân yuka­ rıda adı geçen Şams al-’ ulSm adlı lü gatte de cenûp araplarınm tarihi hakkındakı bilgisinden faydalanmıştır, N aşvân ’ ın zikrettiği bütün vak’ aiarın tarihî olduğu ileri sürülemezse de, bir çoğu iyi rivayetlere dayanmış olmalıdır», çün­ kü N a şvâ n ’ m kendisi, nisbesînin de gösterdi­



N E ŞV Â N -



N E V Â C Ï.



317



ği gibi, aslen cen&p araplan kanını taşıyordu. gitmiştir. Zamanındaki âlimlerin âdetlerine uy­ Eserleri eenûp arap menşe'ti kabileler tarafın­ gun o la r a k , o da meşhur el kitapları üzerine dan, İslâm devletinde şimâl araplarından üs­ bir çok şerh ve haşiye yazmış, belagat ve şiir tünlüklerini isbât için, destek olarak, kullanıl­ san ’atı hakkında da bir kaç eser te’ lil etmiş­ tir . Şâir o larak , kasideleri sayesinde, yüksek mıştır. B i b l i y o g r a f y a : D ie a u f Südarabi­ me’mûrlar sınıfına dâhil oldu ve san’a t hâmî* en beiüglichen Angaben NaSwSna im Sums 1er! tarafından bol-bol mükâfatlandırıldı. K en­ al-ulüm (n ş r. ‘ A şlm uddin A|ımed, GMS, disine iyilik edenlerin zevkine uyarak, o dev­ Leiden, 1916, X X I V ); Brookeimann, G A L , I, rin yüksek tabakasm ea pek revâeda olan mev­ 300 v.d.; Suppl., I, 537; K â tib Ç elebi, II, 68 ; zular ile ilgili şiir mecmuaları meydana getir­ D ie H im jarhche K asid e ( nşr. A . v. K re- di ; bu şiirlerin bazıları, her zaman olduğu gibi m er), Leipzig, 1879; ayn. mll., D ie südara­ edebiyat ile kaba aşk şiirleri hudfidunda’ bu­ bische S a g e ,s. 45; D. H. Müller {SB- A k . Wi­ lunmaktadır. Şiir mecmualarının ekserisi yalnız en, 1877, L X X X V I, 17 1); ayn. mll., {Z D M G , yazm alar hâlinde bilinmektedir (bk. G A L ,g ö st. XXIX, 620— 6 2 8 ); R.L. Nicholson, A L ite- yer,). Bunların içinde en meşhûru ve belki de rary History o f the Arabs, s. 12. v .d .; Nölde­ ilm! bakımdan en mühimmi H albat al-kumayt ke ( GGA, 1866, nr. 20 ); W. F. Prideaux, The ( yâni şarap tasvirinde birbiri ile yarışa giren Lay o f the Himyarites (L a b o re , 1879); at- şâirler; isim üzerinde kendi izahı için bk. Bulak Suyü ti, ßugyat al-viiät f l tabakät al-luga- tab ., 1276, s. 7, îi— ı» )'tir. Eser 824 şevvâii so­ vlyin va 'l-nuhät (Kahire, 1326 ), s. 403 ; Y ä- nunda ( 1421 ) tamamlandı ( S. 339, son str. ) va küt, İrşâd al-arib (nşr. Margoliouth, GMS, Önce al-Hubür va H-surSr f i v a şf al-humûr 1926, Vİ/VII, 206). adını aldı (k rş. al-K ayravân î (ölm. 38333993, G A L , I, 155, nr. 9 ] 'nin K utb al-surür f i a v şS f ( I l s e L i c h t e n s t A d t e r .) N E T İC E . N A T ÎC A ( A),Ä% Ss*ta İki roukad- ûl-humür adlı eseri; N avâci bunu zikreder: s. dimenin ( mukaddamät ) birbiri ite yaklaşiırıl6, 143, 163 ). Ne bu isim değişikliği, ne de şa­ raptan tövbe ve onun aleyhindeki son bölüm masından hâsıl olan n e t i c e n i n m û t a d a d ı d ı r . A ş.-y k . stoyacıların sjt«pOQİ ’sına te ­ müellifi şiddetli hücûmlardan koruyabilmiştir kabül eder; bu kelime, gerçekte araplarca bili­ ( bk. K âtib Çelebi, 111, 106 v.d., nr. 4607, alnen Calinus 'un eserlerinde, vücûdun bâzı kı­ Sa h â vi ). Bir çokları bu eserini sâdece hafif sımlarının, hattâ rahimin ifrazlarım ifâde e d er; saym akla yetinmeyip, aynı zamanda kendisini fakat aynı zamanda, stoyacılarda olduğu gibi, bundan dolayı suçlu gördüler. N avâci, IX. asır­ n e t i c e mânasına da gelmektedir. A risto bu dan beri arap edebiyatında ayrı bir yeri olan son mânada aupttegacpa kelimesini kullanmıştır şarap şiirleri seçmeleri zincirini devâm ettirdi. ki, bu da kiyâs11 s o n a e r d i r e n veya t a m Belki İbn al-M u'tazz (b . bk. ) ’in Tabâşir at-surur { bk. B ulletin de VAcadémie de» Sciences h â l e getiren demektir. Her zaman kullanılan natîca yerine ridf veya de l ’ U R SS, 1927, s. 1x63— 1170 ) adlı eseri alradf ( = netîce, lüzûm ) kelimelerine de rastla­ N a v â e i’nin de (ayn. esr., s. 1169, not 6 ) isti­ nır. ( T j . DE B o e r .) fâde ettiği ilk eser idi; N avSci (yukarıda zikr­ N E V Â C İ . a l - N A V Â C İ , Ş a m s a l - D I n M u - edilen iki müellif dışında ) haleflerinin yalnız ş a m m e d b . H a ş a n b . ' A l İ b . ‘ O s m a n a l - K â h Ir I edebî eserlerini değil, İlmî eserlerini de zikr* (1386— 1455), a r a p â l i m , ş â i r v e e d î b i ediyor: Kuşâcim (ölm . 350 = 9 6 1); Adab alolup, gerileme devri edebiyatının betli-başlı mü­ Nadim ( s. 50, 158 ; krş. G A L , 1, 85, nr. 4 ) ; almessilidir. K a h ire ’de 788 ( 1386 ) ’de doğmuş ve Tanühİ (b . bk. ; ölm. 384 = 994), N işvSr alÜ59 ( 145$) ’da aynı şehirde Ölmüştür. Pek çok muhâzara (s. 205 ); ‘ A lâ ’ al-D in b. /fâfir al-'A solan hocaları arasında taevld üstadı al-Cazari Ijalâni (X L — XII. a sır), Badü’i al-badSih (s. { 1350— 1429; krş. Broekelmann, G A L, ¡1, 201, 339» 258 ; krş. G A L , I, 321, n r.ı ); a l-T ifâ şi (b. nr. 6 ) il» al-D am iri [b. bk.] zikredilebilir ; Na- bk.; ölm. 651 = 1253 ), Sürür al-nafs bi-madürik vâei bu sonuncudan edebî san’atlara dâir ese­ al-kavSss al-hams (s. x6; krş. K âtib Çelebi, III, rinin ( Pari-s ya-zm., de Slane, nr. 4453 ) mukaddi- 597, nr. 71 57) ; İbn S a 'id al-Andalusı ( b. bk.; meşinde bahseder. Sonraları aleyhinde al-H uc- ölm. 6 8 5 = 1286'ya d o ğru ,), al-Marlçiş v a ’lca f l sar i kât îbn H icca ( yazm., Leiden, tır. 509) mufrib (s . 28i ); İbn Vatva-J (G A L , 11, 54 v.d., adlı eserini yazdığı Ihn HScea al-Ham avi ( b.bk ] ölm. 7x8 = 13 18 ), al-MabShic (s . 204,205, 212, 'nin kendisinin edebiyatçı arkadaşlarından ol­ 2x3) ; İbn NubSta a!-Mîşri (b. bk. ; ölm. 768 = duğu kayda değer. Resmî vazifesi K a h ire’ nin 1366), Sark a l-uyun (s . 155, 21 8) ; İbn A b i bâzı medreselerinde hadîs müderrisliği idi. Sûfî H acala (b .b k .; ölm. 7 7 6 = 1375), al-Sukkardân çevreler ile münâsebeti var İdi. M ısır'da yap tı­ (s. 260); al-Ğuzüli ( b. bk. ; ölm. 815 = 1412 ), ğı bir kaç seyahatten başka, iki defa da hacca M a{âlï al-budûr (s. 205); Haşan b. Zufar al-



218



NEVACİ -



Irbili, R a v za t a l-ca lis va n u zh a t a l-a nis (s. 180; krş. K âtib Çelebi, III, 500, nr. 6641 ); Mu­ hammed al-'A nbari, a l-N a v r al-m uctanâ m in riy S z al-adaba (s . 1 5) ; İhn Buhtişü', a l-H a v â şş (s. 204; krş. G A L , I, 483, nr. 3 ) ; ‘A li b. Hazm al-Kuraşı (ölm. 687=1288), M â ciz a l-K ü nân f i ’ l-tib b (s. 14; krş. K â tib Çelebi, VI, 251, !>!■ • 13399); al-Dam iri [ b. bk. ), H a y â t al-hayavân ( s. 16 ).— N avâci aynı zamanda asrının şiir ve edebiyatı üzerinde de çalışmıştır. Şarap hakkındaki ansiklopedisi 25 fasıl ile bir hatimeden ibarettir. Bu fasıllar her zaman muntazam bir sıra tâkip etmemekte ve aralarında da ekseriyâ sıkı bağlar bulunmamaktadır ( ms). N il'e hasr­ edilen husûsi fasıl veye zacal nev ’inden uzun şiirler gibi). Seçmelerinin kaynaklan esâslı bir tenkide tâb i tutulacak olursa, görülür ki, bu toplama bize sâdece edebî mâlzeme te’min et­ mekle kalmamakta, aynı zamanda medeniyet tarihi bakımından da bîr çok bilgiler vermek­ tedir, Şiddetli hücümlara rağmen, Lfalbat a lküm ayt dâimâ büyük rağbet görmüş ( yazma ve basmalar için bk. V . Chauvin, B ibliographie des ouvrages arabes, Liège, 1905, IX, 59 v.d., nr. 70 ) ve büyük te’sir yapmıştır. XVIII. asırda bile, Eleezîra ’li âlim A m în b. Hayr A llah al‘ Oraari (1737— 1789, bk. al-Zurukli, a l-A 'lâ m , Kahire, 1927, I, stn. 129) onun an'anesini N a vâdir al-m inah f i aksâm al-m alâha va ‘ l-m u lah ( bk. Dâvüd al-Çalabi, K itâb m ahtutat alM a v şil, Bagdad, 1927, s, 50 v.dd,, nr. 65 ) adlı



seçmeler ile devâm ettirmiştir, al-NavSei A v ­ ru p a'd a da erkenden dikkati çekm iştin XVII. asırdan İtibaren d’Herbelot ( 1625— 1693), B ib ­ lio th è q u e O r ie n ta le ’ de { Maestriclıt, 1776, s. 657 ) ona küçük bir makale tahsis etmiştir. .XVIII. asırda, W. Jones ( 1746— 1794) onun ki­ tabı hakkında şöyle yazar : „E st hîc liber A thenaei Asınvooooptötraîç simillimus, sed mea quidem sententia jucundior ornatior copiosİor“ ( P o eseo s a siaticae com m en tariorum lib r i sex ,



Leipzig, 1777, s. 355 ). XIX. asrın ilk yarısında seçmelerinden alınan parçalara ve tercümelere sık-sık rastlanm aktadır (bk. Chauvin, gSst.yer.)\ bugün ise, ilmi tetkiklerde yerini arap edebiya­ tının daha eski eserlerine bırakmış bulunuyor. B i b l i y o g r a f y a : BelH-başlı kaynak, lar ( yazmalar da dâhil olmak üzere ) için bk. Brockelmann, G A L , II, 56, nr. s ı ; Suppl,, II, 8, 56 ve J. E. Sarkis, Dictionnaire encyclo­ pédique de bibliographie arabe (Kahire, 1930}, stn. 1872. N avâei 'nin bir az daha genç çağ­ daşı Sahâvi (1427— 1497) bilhassa mühimdir ( bk. G A L , IL34, nr. 95 Suppl., II, 3 1 ); ese­ rinden alman parçalar için bk. K âtib Ç ele­ b i ( nşr. Flügel ), III, 106 v.d., nr. 4607 ve “A lı Mubârak. al-H ifat a l-tavfikiya (Kahire,



N E V A VI. 1306), XIII, 13 v.d. Bk. bir de İbn İyâs (K a ­ hire, 13 İ l ) , II, 36, 49 v .d .; K âtib Çelebi, II, 176; III, 17, 106, 5*ı ; IV, 62, 341, 503; V , 487; VII, 1218; al-Zurukli, al-A'lâm (Kahire, 1928), III, 885; Cl. Huart, Littérature ara­ be2 ( Paris, 1912 ), s. 391 ve C irci Zaydân, Tâ­ rih âdâb al-luğat al-arabiya ( Kahire, 1913)» III, 137 v.d. (Ig n . K r a t s c h k o w s k y .) N E V Â R . (B k . nûrL] N E V Â V Î . a l-N A V Â V İ , M u h a m m e d b. 'O ­ MAR b. ‘ ARABİ AL-CÂVÏ, M a l a y a menşe'li a r a p m ü e l l i f i olup, C ava adasının garp kısmında­ ki Banten = Bantam ’da Tanâra şehrinde doğ­ muştur. Bir köy kadısının ( pangaiu ) oğlu olan al-N avâvi, tahsilini bitirdikten sonra, Mekke'ye gitti ve 1855’te memleketine yaptığı kısa bir ziyareti müteakip, kat’î olarak, M ekke’de yer­ leşti. Bu şehirdeki hocalardan ders görüp, tah­ silini tamamladıktan sonra, müderrisliğe baş­ ladı; hemşehrileri ve ırkdaşları üzerinde büyük bir nufûz elde etti. 1870’ teu itibaren, zamanı­ nın yarısını yazı yazmakla geçirmiştir. 1888’de henüz hayatta idî. Bir çok mârûf el-kitapiarına şerhler yazdı ki, bunların cedveli, Snouck H urgronje’ nin M ek­ ka ( 11. 362 v.dd.)'sına ilâve olarak ve Brockel­ mann, G A L , II, 301 'de yer almaktadır. Yukarı­ daki iki eserde bulunmayanları da icâbında ilâ­ ve s&reti ile, bu şerhlerden aşağıdakileri zikr­ edeceğiz : N avâvi, T afsir al-m unir li-ma'âlim al-t an s i l al-m usfir ‘ an vucüh mahâşin al-ta'vil (Kahire, 1305 ) adlı bîr tefsir yazmıştır. Fıkıh sâbastnda A bü Şucâ1 al-Işfahâni'nin al-Takrib 'İnin şerhi olan Muhammed b. al-Kâsim al-G azzi (ölm . 918 = J512 )'n in Fath al-karib ’ini şerhetm iştir; bu eser al-Tavşih (K ah ire, 1305, 1310) adı iie, bir de K ü t al-habib adı ile ( ICahire, 1301, 1305 ve 1310) basılmıştır. — al-N avâvi, G azzâli 'nin Bidâyai al-hidâya’sini M a râ ki’l'ubüdiya (Bulak, 1293, 1309; Kahire, J298, 1304, 2307, 1308, 1319, 1327) adı altında şerhetmiştİr. — Muhammed b. Muhammed al-Şirbin i alHa{ib (ölm. 9 7 7 = 1569 ) ’in Manâkib a l-h a cc’ ı hakkında al-Fath al-mucib (Bulak. 1276, 1292; Kahire, 1297, 1298; 1306 ; Mekke, 1 3 1 6 )'i y az­ mıştır. — ‘A b d A liâh b. YaljyS ai-H azram i’nin S a f inat al-şal 5h ‘ 1 üzerine Sultam al-mıınScSt (Bulak, 1297; Kahire, 1301, 1307) adlı eseri kaleme almıştır. — Ahm ed b. Muhammed alZâhid (ölm . 8 i9 = » i4 i6 )’in namaz, sadaka, oruç ve hacca dâir olup, hemşehrisi Mustafâ b. 'O s­ man ai-C âvı al-Kârüti tarafından \al-Fath almubin adı ile nazmedilen 601 suâlini a l-llçd al-şam în (K ahire, 1300) adı altında şerhetmiştir; Şiljr (H a ira m a v t)’ li Salim b. S a m ir’ın Bata v y a ’da tamamladığı S a f inat al-nacâ' ’ini. Kâ­ ş if at al-sacâ’ adı altında ( Kahire, 1292, 1301,



N E V Â V Î — N EVBA H T. 1302, 1305, 1305; Bulak, 1309) şerhetmiştir. Meslekdaşt Muham-med b. Sulaymân Hasab A l­ lah ’m uşSl al-din ’e dâir al-Rigâz al-badi' a ’sı için al-Şimâr a l -gani a (K ah ire, 1299, 1308, 1329; Bulak, 1302) adlı şerhi yazmıştır. K e l â m sâlıasmda: Sanüsi (Sim. 892=1496 ) 'nin Um m al-barâhin ’ine Zari'at al-yaktn (K a ­ hire, 1304); Ahmed al-Marzûki (olm . 1281 = 1864 ’e doğru } ’nin A kid at al-avamm ’ma Nar al-zalâm ( Kahire, 1303, 1329); al-Bücüri ’ nin Risâla f i ‘ il m at-tavhid’ ine Ti can al-darârî (K ahire, 1301, 1309; Mekke, 1329); A b u ’l-L ay ş 'in Masa il ’İne K a tr al-ğagş (K ah ire, 1301, 1303; Mekke, 1311); müellifi belli olmıyan Fatl} ai-rahmân üzerine H ilyat al-şibgân (bir Macma a ’da, Mekke, 1304); hocası Ahmed alN ahrâvi'nin al-Durr al-farid'm a Faih al-macid (K ahire, 1298) adlı şerhler yazmıştır. T a s a v v u f sahasında : Zayn al-D in al-Malibari (ölm, 92S == 1522) ’ nin Mıtnznma hidâyal al-azkigff ilâ tarik al-avligâ' 'sına Salâlim alfu ia lâ ’ (K ahire, 1301; Mekke 13 15 ); aynı mü­ ellifin Manzuma f i şu ab al-imân 'ma Kâm ı a ltiğyân (Kahire, 1296) adlı şerhler yazm ıştır.‘A li b. Flusâm al-Din al-Hindi (ölm. 9 7 5 = 1 5 6 7 ) ’ nin al-Mankac al-atamm f i tabvİb al-hakm 'S. üzerine Mişbâh al-zulam (M ekk e, 13 14 ) ’i y azm ıştır.— Peygamberin hayatına dâir riva­ yetler üzerine yazdığı şerhler h a l k ı n a h l â ­ kını y ü k s e l t i c i m â h i y e t t e k i e ser­ l e r a r a s ı n d a y e r a l ı r . Bu cümteden oiarak, Mavlid al-nabi ’ye dâir al-' A râs ( Kahi­ re, 1926; bazılarına göre, bu ibn al-C avzi ’ ye, bazılarına göre de, Ahmed b. al-KSsim al-Hariri ’ye a ittir); bu eser Fatk al-Şam ad a l-âlim ‘alâ Mavlid al-Şayh Âfımed b. Kâsim va yusammâ al-Bulüğ al-favzi ti-bayân a lfâ z Mav­ lid Ibn al-Cavzi adı altında, B u la k ’ta (1292 ), Buğyat al-avamm f i şarh M avlid Sayyid alanâm li-lbn al-Cavzi adı altında, Kahire 'de ( 1927 ) ve Faik al-şamad al-'âlim *alâ Mavlid al-Şayh Aljmed b. Kâsim adı altında, Mekke 'de (1306) basılmıştır; bundan başka Ca'far alBarzanci (ölm. ı i 79 = i7 6 5 )’nin M avlid’i üze­ rine yazdığı eseri, Tarğib al-m uştâkin adı ile. Bulak (1292 ) ’ta, bir defa da Madâric al-şu'üd adı ile yine Bulak ( i2 g 6 ) ’ta basılm ıştır; aynı müellifin al-Haşâ’ iş al-nabaviya’si üzerine y az­ dığı şerh al-Durar al-bahiya adı ile basılmıştır (B u lak, 1299). al-lfastallâni (ölm. 9 2 3 = 1 5 1 7 ) ’nin Mavlİd’im a l-îbriz al-dâni f i mavlid sayyidinâ Muhammed al-Sayyid al- Adnâni (K a ­ hire, 1299) »dı altında hulâsa etmiştir. G t a m e r sahasında : Acurrüm iya üzerine, K a şf al-marütiya ‘ an sitar al-Acurrum iya (K a ­ hire, 1308) adlı bir şerh yazmış aynı eseri F ath ğ â fir al-hatıya ‘ ala ’ l-k a v â k ib a l-ca liy a



219



f i nazm a l-A cu rrn m îy a ( Bulak, 1298 ) adı al­



tında nazm etm iştır; 'A b d al-Mun‘im ‘ İvaz alC ircâvi (1271 = 1854 ’e doğru ) ’nin a l-R a v ia ’l-b ah iy a f i ’ l-abvâb a l-ta ş r ifiy a 's i üzerine alF u şS ş a l-Y â k â tîy a (K ahire, 1299)adlı şerh yaz­ mıştır. B e l a g a t sahasında: 12 9 3 ( 18 76 ) ’te Husayn al-N avâvi al.M a lik i’nin Risâlat al-istiârât '1 üzerine Lubâb al-bayân adlı şerh yazm ıştır ( Ka­ hire, 1301). B i b l i y o g r a f y a : Madde içinde zikr­ edilenlerden başka bk. bir de Y . I. Sarkîs, M u cam al-m aibü'ât, stn. 1879— *883; C A L , Suppl., II, 8 1 3 . ( C . B ro ck elm a n n .) N E V B A H T . N A V B A H T , iranlı b i r â İI e a d ı ( n av veya nay + baht „yeni baht“ ) olup, B a g d a d ’da Abbâsîlerin ilk iki asrı boyunca i ( i m l e r i n t e r a k k i s i n i t e ş v i k i ve i mâ m î l e r i n s i y â s i m e ş r u i y e t i üzerindeki te’siri ile meşhur olmuştur. Bu âiie kendisinin .Ja/möma’ de terennüm e­ dilen Güdarz 'in oğlu İran kahramanı G iv (krş. Jıısti, Ira n isch es N am enbuch, s. 399 ve Chris­ tensen, K ayanides, s 59, ı ı y j ’den geldiğini ileri sürmektedir (k rş. Buhturı, D iv â n , s. 115). A i­ lenin bilinen ilk mümessili Navbaht bir mü­ neccim olup, ikbâlini müstakbel halîfe al-Manşür'a borçludur. Navbaht ona, hapishanede iken, ileride halîfe olacağını, sonra da Zeydîlerden âsî İbrahim ’i yeneceğini önceden bildiriyor; ay­ nı sene ( 1 4 4 = 7 6 2 ) , yeni baş-şehir B agdad’m zâyiçesinİ tanzime diyor ve orada kendisine arâzi tefviz ediliyor. O ğlu Abu Sahi T im âz ( bu dikkate değer isim için bk. Ibn A b i ‘Uşaybi'a, nşr. A ug. Müller, Leipzig 18 8 4 , IH, s . XLI, mu­ kaddime v e H . Ritter, ayn, e şr „ s. 9 ) ’tn ölümü 1 7 0 = 7 8 6 'ya doğru olup, karısı Z a rrin ’den 7 oğlu dünyaya gelmiştir ki, bunlar A l Nav­ baht ’takı türlü kolların başını teşkil ederler Bunlar içinde İbrahim b. İshâk b. A b i Sahi (halîfe aî-Ma’ mün devrinde Kitâb al-yâkut adlı eseri yazm ıştır; ‘A . İlfbal bu kitap üzerine 'A llâma HiiJi tarafından yazılmış bir şerh bulmuş­ tur; ayrıca bir de K itâ b a l-ib tih â c ’ ı yazm ıştır); A bü Sahi İsımı il [ bk. mad. NEVBAHTİ ], Husayn b. Rûlj (imâmîlerîn üçüncü vekili [bk. nıad. İBN RÜH]) ve klasanb. Müsâ [bk. mad. NEVBAHT!] gibi kelâm cılar; Fazl b. A b i Sahi (İbn al-Na­ dim F ih r ist, nşr. Flügel, s. 2 7 5 ; al-Ma’ mün’un veziri ile karıştırılm ıştır) ve Mûsâ b. Haşan İbn Kibriya gibi m ü n e c c i m l e r , v e z i r l e r ve nrhâyet A bü Nuvâs, İbn al-Rümi ve al-Buhturi ’ nin D iv â n ’ larını toplayanların baş-vurdukları ş i i r m e r a k l ı l a r ) vardır. B i b l i y o g r a f y a ; ' A bbâs İkbâl, H&nadân-i N avbahtI (Tahran, 1 9 3 3 , 16 + 297 sahife, bir şecere ve şiî fırkaları hakkında fay-



220



NEVBAHÎ -



dalı bilgiler, s. 249— 267); H a sa ıı N a vb a h ti



( b. bk.], Firak neşrine H. R itter 'in yazdığı hatime. ■( LoUfS MASSIGNON ) N E V B A H T Î. N A V B A H T İ, N a v b a h t Ş i ­ lesinin nisbesi. 1. F a z l b . ( A b I S a h l ) b . N a v b a h t (ö lm . a ş.-yk. 200=815), babası ( b a b a ile oğul birbi­ rine k a rıştırılm a k ta d ır ) ve kardeşi H aşan gibi, hey’etşin as olup, farsçadan tercüm eler yapm ak üzere, Dâr al-hikm a’ de v a zife gö rm ü ş v e en az 7 eser y azm ıştır ( İbn al-N ad im , Fihrist, nşr. F lü g el, s. 274) k i, bunlardan doğum zâyiçelerin e d â ir , Kitâb al-nuhmatân ( y a h u t yahabatân ) adlı eserdeu bir p a rça kalm ıştır ( Fihrist, s. 238 v.d.).



2. İSMÂ'ÎL B .'A lI ,. .B. NAVBAyr (235— 311=849 — 923 ), i m â m î f ı r k a s ı n ı n hakikî sİ. yâsî r e i s i olup, meşhör v e z îr 'A li b. al-Furat ( babası Muhammed MûsS b. Haşan nusayrî râfızîlertne katılm ıştır; krş. N avbahti, Firafc, g. 78 ) ile olan sıkı temâslarını muhafaza edebil­ m iştir; kendisi aynı zamanda k e l â m c ı (k rş. Massignon, Passion d ’al-H allaj, s. 142— 159 ) ■idi ve âlimlerden S a b it b. Kurra, mûteziieden Cubbâ’ i ve sûfî H allaç ite münâkaşalara girdi. Bir de A bu ’l-’ A tâhiya, A b u ‘İsa al-Varrâlf ve İbn al-R avandi'nin fikirlerini, ölümlerinden sonra, cerhetmiştir, 32 eserinden ( İbn al-Nadim, s. 176; T ü s î, s. 57) yalnız Tanblh ’in bir parçası ( bk. İbn BabavayH, Ğayba, s. 53— 56 ) bize intikal etmiş olup (krş. ibn al-Nadim , s. 176 ), şiî ğayba ’sin in ilk esâslarım vermektedir. 3. H a ş a n b . M u s a .. . N a v b a h t ! (Sim. 3 10 = 922 ’den e v v e l), öncekinin kız kardeşi olan an­ nesi dolayısı ile, Navbahti âilesine id h ll edil­ mektedir. İ m â m î k e l â m â l î m i olup, yu­ nan felsefesi dostu id i; 44 eser te’lif etmiştir (H . Ritter, ayn. esr., hatime, s. 17— 20; İ)çbâl, s. 129 — 134 ); bunlardan yalnız Radd 'ala 7 ğalât (H a tib , VI, 380)ile Ara' va diyânât (Mas‘üdi, Mariie, II, 156; İbn al-C avzi, Talbis, s. 42 v.d., 47, 49, 69, 74, 81 v.d., 88, 91 ) ’ tan bâzı parçalar kalm ıştır; tam bir metin hâlinde bu­ güne kadar gelen ve şiî fırkaları hakkında bil­ gi veren şu kitabı v a rd ır: Kitâb fir a k al-şi'a (n şr. H. Ritter, İstanbul, 1931, Bibi. 1st., IV, 114 -f 3 0 ) . D ikkate değer bir bölümde ( ayn. esr., 143 — 161 ) 'A . İkbâl, bir çağdaş müellif olan Sa'd b. 'A b d A llah A ş’ ari (ölm. 2 99 = 9 11) 'den. Firak 'a âit kısımlar tesbit etmiştir : bu bir intihâli ve daha önceki müşterek bir kay­ naktan İstifâde edildiğini gösterir. ’







( L o u ts M a s s i g n o n .)



N E V B E T . N A V B A , İslâm şa rk âlem indeki musikîde



b i r s a n ’ a t ş e k l i o lu p ,A v r u p a



musikîsinin cantate veya suife 'in e benzem ek­ tedir. İki çeşidi v a rd ır: 1. o d a m usikîsi navba



N EVBET. ’si ve 2. askerî musikî navba 'si ( bu sonuncu için bk. mad. ta bl-hân a ). Oda musikîsi ncvba 'sinin menşe’iııe göre değişen bir yapısı var­ dır ve bu navba dâimâ bu husûsî adı taşımış değildir. Bu navba ’ye ancak İL { VIII.) asırdan itibaren, doğuş safhasında rastlam aktayız. İlk A bbâsîler devrinde, halîfe sarayındaki musikî erbabı değişerek ( davr ) ve sıra ile ( navba ) çalgı çalıyorlardı; ai-Vâşik ( ölm. 847 ) zama­ nında bir saray musikî-şinâsınıa navba İçin hu­ sûsî bir günü olduğunu biliyoruz ( Kitâb al-ağânî, IH, 177; V , 82, 120; VI, 73; X, 123; XVII, 131; XXI, 150). Bâzı musikî-şinaslar, bâzı mu­ sikî nevîlerindekİ ihtisaslarından dolayı, şöh­ ret kazanm ışlardı; msi. İbrahim al-M avşili, mâküri 'de ve Hakam ai-V âdı, hazae usûlünde te­ mayüz etmişlerdi ( A ğ ân i, VI, 12, 66) ; prog­ ram bu muhtelif musikî tarzlarından m üteşekkil olduğundan, navba tâbirinin de nihayet prog­ ramın kendisini ifâde etmiş olması muhtemeldir ( Ribera, Las Cantigas, s. 48 ). Her ne kadar A l f layla va layla 'de bir nav­ ba { II, 54 ), bir navba dâric ( H, 87 ; dâric, serî İcrâ, krş. bugünkü d a rc) ’i ve tam bir navba çalındığının zikrine rastlıyorsak da, navba ve onu meydana getiren parçalar hakkında sarih bir bilgi elde etmek için, VIII, (XIV.) asrı bek­ lemek gerekm ektedir. 'A b d al-K âdir al-G aybi [ b. bk.] ’ye göre, esiri musikî eserleri şekilleri arasında navba, naştd ve basit şekilleri yer al­ maktadır, Ona göre, navba'de dört kıt’a ( kita') vardır: kavi, ğazal, tarâna, furâ-daşt. G aybi, 2379 yılında Irak 'ta celâyirlilerden Sultan C alâl al-Din al-Husayıı ’in sarayında iken, navba 'ye mustazâd adını verdiği bir beşinei kit'a ilâ­ ve etmiştir. Onun sözüne göre, bu münâse­ bet ile, saray için 50 navba bestelemiştir ve bunlardan birinin güftesi mulıâlaza edilmiştir ( 968). Bu beş k ıt’a çalınmak ve okunmak için idi; yalnız nazım şekli değil ( msl tarâna rübâî şeklinde 1, musikî âletleri için usûller de {¡1( 3 ât) muayyen idi; bilhassa sakil gurubun­ dan birinin bulunması esâs idi. Bugün hâlâ nav­ ba 'ye bir başlangıç vazifesini görm ekte olan pişrav de dâhi! olmak üzere, sırf musikî âlet­ lerine mahsus k ıt'a la r da İbn G aybi tarafın­ dan zikredilmiştir. O buna nukâş ( „nakışlar“ ) adım veriyor ve pişrav a l-fulân l 'nin 3, 5 ya­ hut 7 bölümü ( büyüt ) olduğunu söylüyor. Eski zamanlarda navba İslâm halklarının mu­ sikîsinde en mühim bir san’at şekli sayılm ak­ ta idi. Bugün bu şekil eskimiş bulunmakta ve bâzı memleketlerde de, çok geçmeden, büsrbütün terkedileceğe benzemektedir, Son zaman­ larda navba 'de, biri şarka ve diğeri garba âît olmak üzere, iki ayrı temayül göze çarpmak­ ta îdi. Birincisi tamamen, İbn G a y b i’ nin XIV.



NEVBET, asır d e tasvir ettiği navba 'nin bîr kalıntısıdır. Diğeri ( Y â f i l’ e göre) menşe’ini VIII.— IX. asır­ larda Endülüs’ ten almış olup, bugün navba ğarnfltr.diye tanınm aktadır; şimalî A frika Hudut­ larım aşmamaktadır ve en saf şekli garptadır; fakat şarka yaklaşıldığı nisbette, şark navba 'sinin te'siri kendisini daHa çok göstermekte­ dir. Y a k ı n ş a r k navba ’si bugün şu kıt’alardan mürekkeptir ı t. taksim, saz takımının başı ( m u'allim ) tarafından çalınan giriş; 2. bişrav veya başraf ( p eşrev)âlet ile çalınır; 3. kâr, ses ile icrâ e d ilir; 4. murabba‘ ( adı XIV. asırdaki tarâna şeklini hatırlatm aktadır); 5. naiçş ( eski nuküş ’u hatırlatıyor; çünkü ses perdelerinden müteşekkil bir nakıştır ) ; 6. ağır samâ’i, ağır usûlde; 7. şarki, beyitler ihtiva eder; 8. yü­ rük sam a'i; 9. bişrav sama i, saz ile çatman son parça (krş. Thibaut ve L avignac, V , 2861). Daha kısa bir navba Dueoudray tarafından an­ latılmıştır (s. 22). Meşhur İngiliz musikî üstadı A rthur Sullivan dinlemiş olduğu navba hakkındaki intibâlarmı Fortnightly Review (1905, 3. 86 ) ’de nakletmiştir. Muhtelif k ıt’alar, bilhassa sazlara mahsûs olanlar, yakın şarkta tek ba­ şına da icrâ edilir; bişrav, taksim ve şarki bil­ hassa pek revâcdadır. Bişrav veya başrav, es­ kiden olduğu gibi, dâimâ bir takım fasıllardan mürekkeptir ki, bunlara büyüt değil, hânât de­ nilmektedir. Mısır ’da dikkate değer başka bir çeşit navba ’ye raks da ilâve edilmiştir ki, bir örneği tam olarak V ictor Loret 'd e bulunmak­ tadır. Bunun yedi kıt’ası vardır: I. başraf, saz ve ses için; 2. turkmâni al-avval, toplu raks için ; 3. salam, tek kişi tarafından oynanan o ­ yun için; 4. turkmâni al-şâni, toplu raks için; 5, taksim, tek oyun için ; 6. turkmâni al-şöliş, toplu oyunlar iç in ; 7. mâşi, tek başına oyna­ nan oyun için. Bütün bunlar sazlar ve ses takı­ mı ile birlikte icrâ olunmaktadır. G a r b î T ü r k i s t a n ’d a bugün mevcut olan navba, A kdeniz ülkelerine nazaran, orta A sya ’da bunun daha farklı bir gelişmesini göster­ mektedir. Bunda sırf sazlara â it kıt'alara daha fazla dikkat edilmiş ve birbirinden ayrı tutul­ muştur. Burada navba ’ye makâm denilmekte­ dir. Bu isim sâdece „türkçedeki makam“ mâ­ nasına gelm ektedir; üç kısma ayrılır ki, bun­ ların ilk iki kısmı daha mühimdir. Bu kısımlar şunlardır: muşkilâi, yâni sazlar İçin parçalar, tegannî ve sazlar için parçalar ihtiva eden nasr. Muşkilât ve nasr ’in bir çok parçalarının adları uş5Z ve malcâm ’lar ile ilgilidir; bununla beraber, ikisinde pişrav ile tarâna, XIV. asırda İfcu» Ö aybı 'nin risalesindeki isimleri muhafaza etmektedir. Buhârâ ’da her ne kadar ö zb ek ler daha başkalarım bildiklerini iddia ediyorlar ise



de, sâdece allı makâmât ( = navbât ) bugüne kadar gelmiştir. Bu altı maljçâmât, son zamanda Ö zbek şâiri Fıtrat tarafından izah edilmiş olup, notaları da V. A . Uspensky tarafından yayın­ lanmıştır. Buhârâ’da makâm adı ile bilinen,, daha kısa bir başka nevî vardır ki, bunlardan altısı bugün hâlâ kullanılmaktadır, H îve'd e makâmât ( -n a v b â t ) ’ın muşkilât ’1 Buhârâ ’dakilerden farklıdır ve bunlarda bir munzam solo za­ manımıza kadar gelmiştir. H îve muşkilât 'j, muhtemelen, Buhârâ ’nmkilerden daha saftır; sanıldığına göre, bunlar kulaktan değil, Hvârizmşâh ‘A lâ ’ al-Din Muhammed ( öim. 1220 ) devrinden önce meşhûr olan bîr nota usûlü ile bugüne kadar gelmiştir ( krş. Pro-M usiea, New York, 1927, V ; The Sackbut, London, 1924, IV ). Ş i m a l î A f r i k a 'da, daha önce de söyle­ nildiği gibi, navba için ayrı bir an’ ane tâkip olunmuştur. Burada navba 'nin bir çok nevileri­ ne rastlanm aktadır; bunların en rağbette olanı navba ğarnafi ’dir İsminin de gösterdiği gibi, bu navba Endülüs menşe’ lidir; bestesinin ve güftesinin de Endülüs 'ten gelme olduğu ileri sürülmektedir. Gırnata navba 'lerinîn güftelerini ihtiva eden yazmalar var ise de, besteleri bugün yalnız magribli çalgıcıların İcrâsından öğrenilebitmektedir. Bu yazmalardan öğrenildiğine gö­ re, 24 navba vardır, navba ’1er 24 makamda ( t abu) bestelenmişlir. Bâzı müelliflere göre, En­ dülüslülerin sâdece 12 veya 14 n avb a ’si var idi ( F. Salvador-Daniel, s. 52 ; Y â fil, ön-söz ); fa­ kat bunların başlangıçta 24, adlarının da bâzı müelliflerin (D elphi» ve Guin. s. 62; Lavignac, V, 2859).tahmin ettiklerinden başka oldukları isbat edilmiştir ( Farmer, Four Maghribi Musi­ cal Tracts ). Bugün C ezayir ’de kullanılmakta olan navba ğ a rn a fı’de şu kıt’alar yard ır:..!. dâ’ira, ses ile kısa bir ön parça ; 2. mustahbir saz için bir ön parça ; 3. tüşiya veya tavşiha („süsleme“ ), asıl giriş; 4. maşdar yahut muşaddar, kısa bir saz Ön parçasından (ku rsi ) sonra gelen ses kıt’ası; 5. batayk yahut batayhi, bir kursi 'den sonra gelen ses k ıt’ası ; 6. darc, yi­ ne bir kursi 'den sonra gelen bir ses k ıt’ası, adı eski dâric ’in aynıdır ( yk. bk. ); 7. inşirâf, bir tüşiya ile başlayan bir ses kıt'ası; 8 son kıt’a, halas veya muhlaş ( bk. British Museum, Ör. 7007; Y â fil, Maemü* \ krş. L avignac, V , 2941; Delphin ve Guin, s. 65 ), Mûtâd G ırnata navba ’lerinîn güfteleri, yazılı ve şifahî kaynaklara da­ yanılarak, Edmond Y â fil 'in Macmü' dl-ağâni 'sinde toplanm ıştır; aynı müellif, jules Rouanet ile birlikte. Répertoire de musique arabe et maure adlı kitabını yayınlamıştır. Bu kitap tam bir navba ğarnati musikîsini ve başka navba 'lerin muhtelif k ıt’alarını ihtivâ etm ektedir. ı8 6 î’ te Chrîstianowitsch, içinde 7 navba gar-



iii



ÜEVBEÎ - NÈVÉVt



natî 'nin büyük bir kısmî da bulunan Esquisse historique de la Musique arabe adlı eserini ya­ yınlamıştır. C e zâ y ir’ de mevcut olan tâiî ehemmiyette bir başka navba nev’i de navbat al-inkilâbât 'tır. F a s ’ta navba 'nin 5 kıt’ası şunlardır: bas i f , kâ’ im va nuşf, hatâ'İhı, kuddâm, darc ve bir de giriş tâşiya.



gelmiştir. Daha küçük yaşta iken, kabiliyeti göze çarpan al-Navavİ 'yi babası 649 senesin­ de Şam 'dakî al-R avâljiya medresesine götür­ müştür. al-N avavi orada önce tıp tahsil e t t i; fakat çok geçmeden, kendisini tamâmen İslâmî ilimlere verdi. Bu arada 651 'de, babası ile bir­ likte, hacca gitti. 655 senesine doğru, eserler vermeğe başladı ve 665'te yeni ölen A bu ŞSB i b l i y o g r a f y a : T e t k i k l e r . Chris- m a'nin yerini almak üzere, Şam 'daki A şra fi. tianowitsch. Esquisse historique de la Mu­ ya dârüthadîsine dâvet ediidi. Tahsil yılların­ sique arabe (C o lo g n e , 1863)} F. Salvador- da sıhhati bozulmuş olmasına rağmen, son de­ Daniel, La musique arabe (A lg e r, 1879); rece kanaatkar bir hayat sürdü; hattâ maaş Bougault-Ducoudray, Souvenir d’une mis­ bile almadı. Ç o k geçmeden, âlim ve İnsan sion musicale en Grèce et en O rient ( P a ­ olarak, o derece şöhret kazandı ki, Sultan Bayris, 1876); Delphin ve Guin, Notes sar la bars 'ın huzuruna çıkıp, şamlılarm müsadere poésie et la musique arabe (P aris, 1886); edilen bahçelerini geri vermesi, Suriyelilere yük­ Y âfil, MacmS‘ al-ağâni va ’l-alhân min kal&m lenen savaş vergisinin kaldırılması ve müder­ al-Andalus ( Cezayir, 1904 ); Rouanet, La rislerin gelirlerinin azaltılmaması hususlarım Musique arabe ve La Musique arabe dans iler! sürmek cesaretini gösterdi ; fakat gayret­ le Maghreb ( L avignac, Encyclopédie de la leri boşa çıktı ve Baybars bu vergilerin meş­ Musique, Paris, 1913— 1922, V ) ; yazm. Bri- ruiyetine dâir fetvayı imzalamayan al-N avavi tisb Muséum, O r. 2361, 2158; Or. 7007; îbn 'yi Ş a m ’dan çıkarttı ( al-N avavi 'nin davranı­ G aybi ( yazm. Bodleiana, Marsh, nr. 8z8, var. şı S ira t al-Zâhir Baybars [ Kahire, 1326, XLI, 95) ; Fİtrat, Özbek kilassilf musikasi (T a ş ­ 38 v. dd.] adlı halk romanında yer alm ıştır; kent, 1927) , Oapensky, Klassiçeşkaya muzi- burada al-N avavi'n in lanetine uğrayan hüküm­ ka Uzbekov (T aşken t, 1927 ); Kitéb al-Agâ- dar, bir zaman için, kör olur). al-N avavi öm­ nî (B u lak, 1869}; A l f layla va layla (nşr. ründe evlenmemiş olarak, Navâ 'da, doğduğu Macnaghten ), Calcutta, 1839— 1842 ; Raoul evde, 24 receb 676 çarşamba günü (22 kânûn Y ek ta Bey, La Musique turque (L avign ac, I. 1277 ) ölmüştür. Türbesi bâlâ ziyaret edil­ Encyclopédie, V ) ; Musique O rientale, Le mektedir. compositeur du „P ech rev " dans le mode Nihaal-N avavi 'nin şöhreti zamanımıza kadar de­ vend ( Revue Musicale, 1907 ) •, Loret, Q uel­ vam etm iştir. Kendisi h a d î s i l m i n d e pek ques documents relatifs à la littérature et büyük bilgiye sâhıp id i; bu hususta ıslâmiyela musique populaires de la Haute-Egypte tın muahhar devirlerinde kabûl edilenlerden ( M M A F , Paris, 1889, 1 ). daha da sıkı ölçüler tatbik etm iştir; msi. ha­ M u s i k t . Ş i m a l i A f r i k a . Y â fil ve dîse dâir yalnız 5 eseri sahîh olarak kabûl et­ Rouanet, Répertoire de Musique arabe et m ektedir; bununla beraber ibn M âca'nin S u maure ( A lger, 1904 v. dd. ) ; Ricard ve Chot- n on ’ ini husûsiyle Ahmed b. irianbal 'in Musnad tin, Corps de musique marocaine, fas. 1 (1931). 'i ile aynı seviyede sayar ( krş. Şark Müslim, — M ı s ı r . Kuştandı Mansi, Taksim mansİ i, 5; A zkâr, s. 3). Musiim 'e karşı yakınlık ( h icâ zkâ r); Taksim mansi ( navâsâr) al- duymasına rağmen, al-Buhâri 'y e daha yüksek Başraf al-A bb asi ; ayn. mlL, Taksim laylâl bir mevkî veriyordu ( Tahzib, s. 550). Musiim mansi ( carkâ ) ; Mansür 'A v a z , B aşraf H i­ 'ın Ş a h İh ’i için en büyük şerhi yazmış ( 5 cild câzkâr ‘ Usmân B e g i ayn. m!!., B aşraf al- hâlinde, K a h ire ’de 1283 ’te basılm ıştır) ve bu Manşûr ; Maksüd Kilicân, Şarki ‘ arabi, — şerhe eklediği mukaddimede eserin nakil tari­ T ü r k i y e . Bk. R E Isl, ’teki- bibliyografya , hini, bir de hadîs ilminin bir hulâsasını yaz­ E. Borrel tarafından ( 1928 ). — T ü r k i s ­ mıştır, Yalnız js n â d ’lar üzerinde mülâhazala­ t a n . Uspensky, Şaş makam ( 1924 ). rını yazmak ve hadîsleri dil bilgisi bakımın­ (H . G. FARMER. ) dan izah etmekle kalmayıp, bunlan her şey­ N E V E V Î. a l - N A V A V İ (y a h u t a l -N a v â v 'f ), den Önce, kelâm ve fıkıh bakımlarından da şerhM u h y İ 'l- D în A b u Z a k a r I y â ’ Y a h y â ( 1233— etmekte ve sözlerini desteklem ek için, başlıca 1277 ) B. ŞARAF B. MuRÎ (b k . Suyüti, 538, Na- mezheplerin kurucularına dayanmakla yetin­ v a v i ’nin kendi telaffuzuna göre ] B. HAŞAN B. meyerek, al-A vzâ‘ i, 'A t a ' v.b. gibi eski fakîhH u s a y n b . M u h a m m e d b . C um' a b . H îz â m leri de zikretm ektedir. Bundan başka Musiim AL-ÎdİZÂMİ AL-DiMAŞÇÎ, ş â f i î f a k i l i i olup, 'in eserine başlıklar ( tarcama ) da eklenmiştir. 631 muharreminde (teşrin I. 1233) Ş a m ’ın ce­ A yrıca sık-sık şerhetlilenKitâb al-Arba‘în (B u­ nubunda C a v la n ’da bulunan N a vâ ’ da dünyaya lak, 1294 ve sık-sık ) ’i. Buhar i ( G AL, Suppl., I,



NEVEVİ -



261) ve A bu Dâyud ( İbn al- A ttâ r, ıo*>)’a yaz­ dığı kısmî şerhler ile İbn a l-Ş a lâ h ’m 'U lam alhadis ’inden a l-T a k r ib va ’ l-ta yvr adı altındaki hulâsayı zikredebiliriz ; bu sonuncusu kısmen Marçais tarafından tercüme edilmiş olup ( J A , a. seri, X V I— XVIII [ 1900— 1901 ] ’de ), Suyü3i ’nin Tadrih al-rövi adlı şerhi ile birlikte, neşredilmiştir ( Kahire, 1307 ). al-Navavi ’nin ehemmiyeti, îa k î h olarak, bel­ ki daha da büyük idi. Şâfiî çevrelerde M in k Sc al-tü lib in (6 6 9 ’da tamamlanmış, Kahire, 1297 ve daha sonra nşr. ve frns. trc. van den Berg, Batavia, 1882— 1884; bu hususta krş. Snouck Hurgronje, Verspr. G esch r., VI, 3— 18 ) ile alR â fi'i’nin yanında en kudretli üstâd sayılmış­ tır ve X. (XVI.) şsırdan itibaren, bu eserin iki şerhi, Ibn H a ea r’in T u h fa ’ si ve ai-R am li’nin N ih âya ’si, şâfiî menâsikinin hemen-hemen bi­ rer kanûn kitabî telakki edilmiştir. Bu kitap al*R âfi'i’ nin Muljarrar’inden alman parçalar, dan ibaret olup, kendi ifâdesine göre, bu ese­ rin bir çeşit şerhidir. Kıymeti, muhakkak ki, al-Râfi‘ i ve al-Gazzâli 'yi aşarak, imâm alHaramayn 'e kadar çıkmazındadır. Bundan baş­ k a şunları da zikretmeliyiz: 669'da tamamlan­ mış ve sık-sık şerhediimiş bulunan R avza f î m uhtasar şarlı a l- R S f î i ( al-G azzâli'nin [''aciz’i üzerine, Dehli, 1307 ), ŞirSzi 'nin a l-M u k a zza b ve a l-T a n b ih (Kahire, 1329)'i, al-G azzâli'nin V âsii 'inin tamamlanmamış şerhleri (bu so­ nuncu şerhin hâlen mevcut olmadığı sanılı­ yor ), bir de fa tv â mecmuası ki, bunları tale­ besi Ibn a l-'A tfâ r bir araya getirm iştir ( K a ­ hire, 1352). H âl t e r c ü m e l e r i ve gram er ile a l â k a l ı t e t k i k l e r i neticesinde, T ah zib al-asm â’ v a ' l-lu ğ ü t ( birinci kısım isimlere dâ­ irdir; nşr. W üstenfeld, G öttingen, 1842— 1847; ikinci kısım Kahire 'de [ ts.] ta b ’edilmiştir ; krş. Levi delia Vida, E len co dei M s . arabi ■islam ici dalla B ib i. V aticana, s. 99; İbn al‘A ttâ r bunu tamamlanmamış eserler arasına koyuyor ki, gerçekten de içinde bir takım ek­ siklikler bulunmaktadır ) ile ¿71 ’de tamamlan­ mış olan a l-T a h rir f i a lfü z a l-ta n blh adlı eserleri meydana gelmiştir. N a v a v i’nin tasav­ vuf ile olan İlgisi ( al-Kuşayri ’nin R isâ la 'si hakkındaki dersleri takip ve bu eseri rivâyet etm iştir) neticesinde 667 'de tamamlanan ve dualara dâir olan Kitâb al-a zkâr ( Kahire 'de, 13 3 1'de ve daha sonraları sık-sık basılmıştır), R iy â i al-şâliffln (6 7 0 ’ te tamamlanmış; Mek­ ke 'de 1302 ’ de ve 1312 'd e basılmıştır } ile tamarnlanmamış olan B üstün a l-'a r ifin f i ’ l-z u h d va ’l-ta şa v v u f (K ahire, 1348 ) adlı eserleri .mey­ dana gelmiştir. 50 kadar eserinin tam listesi için bk. Hetfening, ayn. esr., s. 171 — 188; hâlâ



N E V ’ I.



yazma hâlinde olanlar için krş. Brockelmann, G A L , 1, 496 v,d d .; S u p p l., I, 680 v.d. ve fihrist. B i b l i y o g r a f y a ı Ibn al-‘A jjiar ( ölm. 724 = 1324 ), T u h fa t a l-tü lib in f i tarcam at şa ykin â al-i mü m a l-N ava vi (bir çok marşıma ile, Tübingen, yazm., nr. 18 ) ; al-Saljsvi (Ölm, 902=1496/1497), T arcam at fcutb a l- a v liy ff... al-N aw atui ( yazm., Berlin, W etzstein, 1742, II, var. 140— 207 (A h lw ard t, nr. 10123); alSuyûçi, al-M inkâ c f i tarcam at al-N avavıi (yazm ., Berlin, W etzst., 1807, 1!, 33» — 68a; A hlw ardt, nr. 10126); Subki, fa b a k ü t alş â fi'ly a a l-ku brâ (K ah ire, 1324), V , 165 — 168 ; al-Zalıabi, T a zk ira t a l-h u ff& z ( Haydarâbâd, t s . ), IV, 259— 264 ; a l-YSfi'i, M ir üt a lcanan (H aydarâbâd, 13 3 9 ), IV, 182 — 186; diğer kaynaklar için bk. W üstenfeld, Ü ber das L eben u n d d ie S c h r ifte n des S c h e ic h A b u .. Z a k a r ija J a h ja el-N avtavi (G öttingen, 1849);



Snouck-H urgronje, V erspr. G e sc h r ifte n , II, 387 v.d.; Heffening, Z u m L eben u n d z u den S c h r ifte n al-N aw aw i ( Isl. , 1935, X X II, 165— I9 °; 1937, X X IV , 131— 130). _ (W . H e f f e n in g .) N E V ’Î. N A V 'İ, Mu(îammed Ri£X (?— 1610), Meşhed civarında Habüşân ’ !ı bir Iran şâiri. Bîr tâcirin oğlu olup, genç yaşında K â ş â n ’ a gide­ rek, orada Mavlânâ M uhtaşam ’den ders gör­ müştür. Yerleşmek için gittiği Merv 'de Hâkim Nur Muhammed Han ile dost olm uştur; fakat X VI. asır İran şâirlerinin çoğu gibi, o da Hindtürk imparatorluğu sarayının cazibesine kapıla­ rak, H indistan'a gitti; orada Önce M irza Yusuf Han Maşhadi 'nin şahsında bir koruyucu bul­ du ; fakat çok geçmeden Hân-hânân Mirza 'A b d al-R ahim ’in hizmetine girdi ve Ölünceye kadar (BurhânpÛr ’da 10 19= 1610 ’da ölmüştür ) ken­ disinin ve şehzâde DâniySİ ’in yanında kaldı. N av i 'nin en iyi eseri S ü z u gudâz ’dır. Burada ölen kocasına bağlılığı dolayısı ile, onunla bir­ likte yakılm ak üzere, ateşe atılan bindli bir asîl kadının acıklı hikâyesi anlatılmaktadır. Eser çok gelişmiş bir dil ile yazılmış olup, aynı za­ manda burada N av'i'd en Önce h içb ir şâirin ele almadığı mevzuun yeniliği kendisini göstermek­ tedir. N a v 'i’nin eserleri H indistan'da büyük rağbet görm üştür; rivayete göre, Hân-hânân ’a sunduğu bîr S âki-n âm a için, 10.000 rupi, bir fil ve bir a t ile beraber, büyük değerde koşum takımları almıştır. Lubb al-albâb adını taşıyan D iv â n ' 1 bugün mevcut ise de, şimdiye kadar büyük bir iigi uyandırmamıştır. B i b l i y o g r a f y a : G . Ouseley, Biagrap h ica l N o tices o f P e r sia n P o e is ( London, 1846), s. 161— 166; Ethe, G IP h , II, 234 v.d.; Badâ’ünİ, III, 361; Ä 'in - i A k b a r i ( nşr. Bloch­ mann ), s. 606; Rieu, C a ia lo g u e, s . 674»; S ü z



N EVİ u gudâz (Louknovv, 1284; Akbar-nâma 'nin 1. kısmıma sonunda; bu eserin tercüm esi: Burning and M eltin g : being the S a z u CudSz o f Muh. R izS N a u'î o f Khabüşhân, ingî. trc, iranlı M irzS J. Dawud ve seylanh A nan ­ da K . Coomaraswamy ), London, 1912. ( E . B e r t h e l s .)



N E V ’ Î. N E V Î, Y a ij y â ( 1 5 3 3 - 1 5 9 9 ) , XVI. a s r ı n mühim t ü r k ş â i r l e r i n d e n biridir. H a y a t ı . Yabyâ N ev'î Efendi 940 (1533/ 1 5Î4 ) ’ta M alkara'da doğmuştur. H alveti şeyhi olan babası Pir A li evvelâ Bayezid R û m î'ye, sonra İbrahim G ü lşen î'ye intisap etmiş, Mal­ kara ‘da Turban Bey camii imamı ve sıbyan mektebi muallimi iken, 952 ( 1 5 4 5 ) 'de vefat ederek, hocalık ettiği mektebin hazîresine gö ­ mülmüştür { A tâ î, Şakayık zeyli, İstanbul, 1268, s. 6 3 ). Nev’î ’nin büyük babası Nasûh Efendi A n k ara ’dan gelip, Malkara 'ya yerleşen Hoca Kemâl isminde bir zâtın oğludur. Nev’î İlk tahsilini babasının yanında gördükten sonra, 957 ( 1550 ) ’de İstanbul 'a gidip, medreseye devama başladı; önce Karam anlı Ahm ed ve sonra bunun kardeşi Mehmed Efendi ’lerden ( ahavayn ) ders gördü. Sahn-ı semân müderrisi bulunan Mehmed Efendi ’nin Nev’ î üzerinde büyük bir t e ’siri olduğu ve bu müderrise tale­ belik edenlerden, içlerinde Bâkî ve Hoca Sâdeddin de bulunmak üzere, 14’ ünün şiir ile meşgû! olduğu biliniyor ( A tâ î, s. 4 19 ). Meh­ med Efendi 962 (1555 ) 'de Edirne ’deki Bayezid medresesine tâyin olunduğu zaman N ev’î de, hocası ile beraber gitmiş ve onun saf er 971 (1563 ) 'de SSleym âniye müderrisliği ile İstan­ bul 'a dönüşünde birlikte avdet ederek, müiâzİm olmuştur. Nev’î'n in ilk müderrislikleri ramazan 973 (nisan 1 5 6 6 )'te 20 akçe ile G e ­ libolu ’da Balaban Paşa, müteakiben 25 ak­ çe ile aynı kasabadaki Mesih Paşa, ramazan 979 ( * 5 7 2 ) '4). Fâ^ima ’nın c i h a z ı saçaklı ipek bir elbise ( hamil ), bir su tulumu ( farba ) ve saz ile dol­ durulmuş bir yastıktan ( izfar ) ibâret idi ( Na­ i l ’ i, N ikâh, bâb 81 ). Bir başka hadise göre. Peygam ber saçaklı büyük yaygılara ( an m â f) da müsâade etm iştir ( N asâ'i, N ikâh, bâb 83). Bir çok hadîsten ( Buhar i, N ikâh, bâb 58,64; T afsir, sûre XXXIII, bâb 8; İbn M lca , Nikâh, bâb 2 1,2 4 ; Nasâ’ i, Nikâlf, bâb 18,77; Afyrned b, H anbal, III, 196) anlaşıldığına göre, gelini güveyin evine annesi ve kadın akrabâları gö­ türürdü. Peygam ber ‘A ’işa ile evlendiği zaman, Peygamberin evine onu annesi Umm Rümân gö tü rm ü ştü r; orada kadınlar kendisini bekli­ yorlardı ve onu — : „hayırlı, kutlu ve mübârek olsun“ — diye karşıladılar. Kadınlar, Peygam ber tebessüm ederek yanlarında olduğu hâlde, saç­ larını yıkayıp, onu süslediler (Müslim, Nikâh, bâb 69; krş. Buhâri, N ikâh, bâb 58}. Hadîste süslenmeye dâir başka hiç bir tafsilât veril­ memektedir. F ak at gâlibâ erkekler de koku sürünürierdi. Sarı bir leke bırakan bir koku ( halûk, şufra veya za'farân ) kullanılıyordu. Nitekim Peygam ber, A b d al-Rahmfin b. A v f 'in evlenmesinden bir kaç gün sonra, üzerinde bu lekelerden görmüş idi ( A nas b. M âlik ’ ten nak­ len Buhâri, Nikâlf, bâb 7, SS. S7 » Müslim, N ikâh, hadîs 79 — 81; Nasâ’ i, N ikâh, bâb 6 7 ,75 ,8 4 ; İbn Mâca, Nikâh, bâb 24; Dârim i, Nikâhı, bâb 22; Ahm ed b Hanbal, ili, 165, 190, 204, 227, 2 71). A b ü H u rayra’nin naklettiği bir ha­ dîse göre, Peygam ber düğünlerde şu hayır duâlarda bulunmuştur: baraka ’ ilâha laktım (v e y a la k a ) va baraka 'alaykum (veya 'alayk a } va cama’ a bagnakumâ f i ( veya ‘a lâ ) hayr^ veya üçüncü kısım yerine: va baraka laka fİh â ( tbn Mâca, Nikâlf, bâb 23; T irm ijî, N ikâh, bâb 7 ; A bü Dâ’ üd, Nikâlf, bâb 35; Ahm ed b. Hanbal, II, 381; krş. I, 201; III, 451; Nasâ’ i, Nikâh, bâb 73; Dârim i, Nikâlf, bâb 6 ), buna karşılık câhiliye devrinden kal­ ma şu temenniyi men’etm iştir: bİ H -rifS va



’ l-baıdn „tam anlaşma ile ve oğullar ile 1“ ( Na­ sâ’ i, Nikâlf bâb 73; İbn M âca, N ikâh, bâb 23;. Dârim i, Nikâlf, bâb 6 ; Ahm ed b. Hanbal, I, a o i; III, 4 5 1). G elin güveyin evine g a z a l'1er söyleyen kız arkadaşları tarafından götürülür­ dü ; bu ğazal lerd en ikisinin başı bugüne ka­ dar kalm ıştır: ataynâkum ataynâkum fa-hayyânâ va hayyâkam „size geliyoruz, sîze geli­ yoruz; A llah bize de, size de uzun ömür ver­ sin!“ ( İbn Mâca, N ikâh, bâb 2 1; bk. bir de Buj}âri, N ikâh, bâb 64 ) veya „ataynâkum atay­ nâkum fa-hayytınâ nulfayyıkum ( bu şekilde okunmalı t) „Size geliyoruz,size geliyoruz; bizi selâmlayın da, sizi setâmlıyahm" ( Ahm ed b. Hanbal, IV , 78 ). A nas b. M âlik ’ e göre, Pey­ gamber çocuklar ile kadınların düğünlere ka­ tılmasını sarîb olarak tasvip etm iştir ( Buhâri, Nikâlf, bâb 76; Manâsik al-anşâr, bâb 5 ). Dü­ ğünlerde genç kızlar def ( d u f f ) çalar ve Badr savaşı şehidlerine mersiyeler okurlardı ki, bun­ lar da, Peygam ber tarafından bilbassa tervîc edilirdi ( Buhâri, Nikâh, bâb 49; Mağâzi, bâb 12; İbn Mâca, Nikâlf, bâb 20, 2 1; Tirmizi, N i­ kâh, bâb 6 ; Nasâ’ i, Nikâh, bâb 72, 80; J a y â lisl, nr. 1221; Ahm ed b. Hanbal, III, 418). V u­ rarak çalınan başka çalgı âletleri de zikredil­ miştir. Msl. bir def çeşidi ( ğ irb â l; İbn Mâca, Nikâlf, bâb 20) ve davul ( fahi, ayn. esr,, bâb 2 1). Ç algı çatma, bir nevî evlenmeği ilân şekli idi ( İbn Mâca, Nikâlf, bâb 20; Tirm izi, Nikâh, bâb 6 ; Atjmed b. Hanbal IV , 5 ). Bir hadîse göre, hattâ Peygam ber evlenmeyi sessizce tes'îd etmeği yasak âtmiş idi ( Ahmed b. Hanbal, IV , 7 8 ). __ Erkekler için verilen bir z i y â f e t ( vali ma veya fa 'âm ) düğünün bir kısmım teşkil ediyor, du (B uhâri, Nikâh, bâb 69; Ahm ed b. H anbal, V , 359; Zayd, MacmH\ nr. 949 v.b.). Bu ziyâ­ fet ilk gün bir vazife ( hakk ), ikinci gün mak­ bul bir hareket ( m oVö/; T irm iz i’de bir de sanna kelimesi bulunm aktadır); üçüncü gün ise, kötü bir gösteriş ( sum’a va riyâ’ „şöhret ve gö steriş") sayılm aktadır (T ir m iz i, N ik â h , bâb 10 ; A bü Dâvüd, Af'im a, bâb 5 ; Dârim i, A f ima, bâb 28; tbn M âca, Nikâlf, bâb 25; A h ­ med b. Hanbal, V , 28, 3 71). S a 'id b. al-Musayyab (D ârİm î 'do P eyga m b er), rivâyete g ö re , ilk iki gün için daveti kabûl, üçüncü gün ise reddediyordu ( A b u Dâvüd, A f İma, bâb 5; D ârim l, A f ima, bâb 28 ). Bul}5rL Nikâlf, bâb 72 'de yedi günlük bir zıyâfetten bahsetmekte ve Peygamberin bunu bir veya iki gün ile tahdit etmediğini söylem ektedir. Peygamber Ş a fiy a ile evlendiği zaman, verilen yemek burma, yo ­ ğurt kurusu ( a k it) ve yağdan yapılan ve bun­ lara, bâzı hadîslere göre, kavrulmuş arpa unu ( s a v ık ) katılarak yapılan kays 'ten ibâret idi



NİKÂH. ( A nas b. M âlik ’ten naklen Buharı, N ik â h , bâb 1 3 ,6 1 ,6 9 ; B u y d , bâb 1 1 1 ; C ihâ d , bâb 73; A f im a, bâb 8 ; Müslim, N ik â h , hadîs 84,87, 88; Nasâ'i, N ikâl}, bâb 79; Ahm ed b. Hanbal. IH, 99, 102, [59, 195, 264}. Peygam ber Zaynab ile evlendiği zaman, bir de Rab i'a al-A slam i ’ nin düğününde ekmek ve et sunulmuştur; bâzı hâl­ lerde, et ve ekmek bulunmadığı husfisu kayd­ edildiğine göre, bunların haya ile birlikte su­ nulmasının âdet olduğuna hükmedilebilir. Baş­ ka bir hadîse göre, Peygamber bu vesîle ile en iyi hurmalardan ( ' acva ) bir buçuk m u dd verdi (C â b ir b. ‘ A b d A lla h ’ tan naklen Ahmed b. Hanbal, 111, 333 }. Peygam berin Zaynab ile ev­ lenmesinde { A nas b. Mâlik ’ten naklen Müs­ lim, N ikâl}, hadîs 87, 89, 91,92 ; Ahm ed b. Han­ bal, İH, 98, 105, 172, 196, 200, 265 ) R abi'a alA slam i ( Ahmed b. Hanbal, IV , 58 ) ile evlen­ mesinde olduğu gibi, ekmek ve et verilmiş idi. Gâlibâ bu, ha ys ile birlikte âdet id i ; zîra bâzı hâllerde İsrarla ne ekmek, ne de et var idi denilmektedi- (İb n Mâca, N ik â h , bâb 24; Mâ­ lik, N ik â h , bâb 48; Ahmed b. Hanbal, III, 99, 195, 264; Buhar i, N ik a h , bâb 13 ,6 1; Nasâ’ i, N ik â h , bâb 79). Başka yerlerde bir de iki mudd arpa (B u h âri, N ik â h , bâb 7 1 ; Ahm ed b. Hanbal, VI, 11 3 ), bir koç ve darıdan ( A h ­ med b. Hanbal, V , 359 ) bahsedilmektedir, F a­ kat her hâlde va lim a için bir koyun kesmek gerekiyordu (A n a s b. M âlik'ten naklen BuhSrl, Nikâh, bâb, 7, 55- 57, 69, 7°.- Müslim, N i­ kâh, hadîs 79— 81, 90 ve tür. y er). A n as b. M âlik bir düğün vesilesi ile, bundan başka, annesi Umm Sulaym 'in hediye olarak Peygam ­ bere hurmadan yapılmış bir yemek ( haya, yk. bk.) gönderdiğini ve Peygamberin misafirlerin® on kişilik guruplar hâlinde ve her birisi doyun­ caya kadar ziyafet çektiğini rivâyet etm ekte­ dir ( Müslim, Nikâh, hadîs 94, 95 ; Nasâ’ i, N i ­ kâh, bâb 84). Sahi b. Sa‘ d, A b ü A s yad al-Sa‘ id i ’ nin düğününde, yemekten sonra, gelinin bizzat hazırladığı suda yumuşatılmış hurmalar­ dan yapılan bir şerbet ( n a k i ' } ikram ettiğini nakletm ektedir (B u hâri, N ik â h , bâb 72, 78, 79; A şr ib a , bâb 7,9 ). Buhâri bundan, bir taraftan düğünler esnâsında sarhoşluk verm eyen içki­ lere müsâade edildiğini, bir taraftan da kadın­ ların bir düğünde erkeklere hizmet etmek hak­ kını hâiz oldukları neticesini çıkarm aktadır. H adîsler umumiyetle v a li ma 'nin zamanı hak­ kında hiç bir bilgi vermemektedir. Bu zamanı tâyine imkân veren mahdut parçalardan v a li m u'nin, gelinin güvey evine götürülmesinden sonra v e zifâf gecesinden önce yapıldığı antaşılmaktadır ( Buhâri, T a fs ir , sûre X X X III. bâb 8 ; Ahm ed b. H anbal, III, 196 ve Z a y n a b 'in dügünü ile İlgili diğer hadîsler ); bununla berâbçr



Ş a fiy a 'n in evlenmesi sırasında, v a lim a , Pey­ gamberin Haybar seferinden dönüşünde ken­ disi ile evlenmesi gibi husûsî bir durum dolayısı ile; zifaftan sonra yapılm ıştır (B uhâri, B ü ­ yü ', bâb ı ı l ; C ihâd , bâb 73; Müslim, N ikâh , hadîs 88; Ahm ed b. H anbal, III, 193 ve bu ev­ lenme ile ilgili diğer h a d isler; krş. bir de A h­ med b. Hanbal, III, 98, 105 'te Zaynab in evlen­ mesine dâir bir h a d îs ). — D üğün ziyafetine da­ vetin dâimâ kabfil edilmesi gerekir ( Müslim, N ik a h , hadis 100, 10 1; A b u D â vü d . A f im a , bâb 1 ; Ahm ed b. Hanbal, II, 22 ). ‘ A b d A llâh b. ‘Omar, oruçlu olsa bile, bir dâveti reddetmezdi (B u h âri, N ik â h , bâb 75; Müslim, Nihâi}., hadîs 103; Dârİmi, A f ima, bâb 40 ). D iğer ta­ raftan zengin ve fakir, her sınıf insanı dâvet et­ mek uygun görülürdü; A b u Hurayra ’den nakl­ edilen bir hadîste şöyle denilm ektedir: — „zen­ ginlerin yiyip, fakirlerin uzak tutulduğu bir dü­ ğün yemeği kötü bir zîyâfettîr “ ( Ahmed b. Hanbal, II, 494; krş. bir de W ensinck, Hand­ b ook o f E a rly M uham m adan T ra d itio n , Letden, 1927, bk. mad. v a lim a ). Şu iki hadîs, şüphesiz, zifâf odasında geçen husûslara taalluk e d e r: — „içinizden biri bir kadın ile evlen irse. . . onu kâkülünden tutup, A llahtan hayır, bereket ( baraka ) istem e li.. mei’ ûn şeytandan korumasını dilemelidir“ (Mâ­ lik, Nikâh, bâb 52) ve „İçinizden biri bir kadın ile evlen irse.. . şöyle dem elidir;— Allahım , onda İyi olanı ve yarattığın iyi huylarını bana bahşet ve ondaki fenalıklara ve yarattığın kötü huyla­ rına karşı sana sığınırım" ( A b ü Dâvüd, Nikâl}, bâb 44 ). Bir çok hadîslere göre ( A nas b. Mâ­ lik v.b.), kocanın genç karısı bâkire {bi kr) ise, onun yanında yedi gün — yedi gece, değil ise ( î ffiWi6 ) ö ç gü n — üç gece kalması su n n a 'd ir; ancak ondan sonra diğer kanlarını sıra ile gö­ rebilir ( Buhâri, Nikâh, bâb io i , 102; A bü D ivüd, Nikâh, bâb 33; Tirmizi, Nikâh, bâb 40; Müslim, R a ic t, hadîs 45; Zayd, M a c m a , nr. 737; fbn Mâca, Nikâl}, bâb 26; Mâlik, Nikâh, bâb 15; Peygam berin Şafiya [ o şayyib idi ] ile ev­ lenmesine d â ir: A b u D â’ vü d , Nikâl}, bâb 33; A^m ed b. H anbal, III, 99; Peygamberin Umm Salam a [ o da şa yyib id i} İle evlenmesine d â ir: Müslim, R a i a , hadîs 4 1 —-4 4 ; İbn Mâca, N i­ kâh, bâb 26; A b ü Dâvüd, N ikâl}, bâb 33; Mâ­ lik, N ikâl}, bâb 14; Ahm ed b. Hanbal, VI, 292, 295, 307, 313, 320, 321 [ bu onun arzusu üzerine vukû buldu; Peygam ber, yedi veya üç günü seç­ mekte onu serbest bıraktı J. Bir başka hadîse göre, genç gü vey bâkirenİn yanında yalnız üç gün, şayyib 'in yanında ise, iki gece k alab ilir; A h ­ med b. Hanbal, II, 178 ; Tirm izi, Nikâl}, bâb 40 ). Düğün mevsimine gelince, hadîste, Peygamborig ‘A ’ija ile evlendiği ay olduğundan, |evyg!



2Ö4



NİKÂH.



ayı açıkça zikredilmektedir ( Nasâ’ i, Nikâh, bâb 18, 77 j Müslim, Nikâlı, hadîs 7 j ve sık-sık), e. F ı k ı h t a düğün âdetleri, bilhassa mâlikilorde, büyük bir ehemmiyet tanımaktadır; çünkü bu âdetlerin çoğu her şeyden Önce evlenmeyi ilâna yaram aktadır. G erçekten bu hnsüsta diğer mezheplerden ayrılan Mâlik b. A nas gibi, İbn A b i L ayla (k rş . Sarajısi, M absnt, V , 3 o ) 'y a göre, evliliğin ilâm onun mûteber olmasının bir şartıdır, A k ıd yapıldığı zam an, şâbİd bu. lundurmak zarureti yoktur; bununla beraber, mâlikiler de fiilen her zaman şâhid bulundur­ m aktadırlar; nikâh kıyılırken, iki şâhid mevcut bulunmazsa, zifâf gecesinde hazır bulunmaları ve msl. gü veyi zifâf odasına iterek, sokmaları gerekir (K a y ra v â n i, R is â la , K ahire, 1338, s. 66; H alil, II, ı , 59; Kâsâni, Bada ‘i* al-şan â'ı [ K a h ir e , I327 ] , I I , 252 > İbn R u şd , B idâyat a l-m uctah id [ K a h ir e , 13 3 9 ], II, 1 6 , burada şâhidler mecbûrî bir şart sayılm aktadır). Yine aynı aleniyet sebebi dolayısı iledir ki, H alil (II, 1 ) karı-kocanın tebrik edilmesini de tavsiye ediyor. Bu sebebten, v a li m at a l- u r s sırasında, evin kapılarının kapatılmaması gerektir ( Halil, II, 117 ), Bu vatıma, m âlikiler, hanefîler ve hanbelîlerce makbûl ( mustakahh) görülmektedir ; şâfiîler ise, bu husûsta daha sıkı bir görüşe sah iptirler; bir kısmına göre, bu ziyâfet sunna m a’ akkada ve bir kısmına göre, hattâ vâcib ( krş. Ş irâ z i, s. 205; G azzâli, II, 22; N avavi, s. 90; A r d a b ili, I I , g ç } 'dir. H alil 'e g ö r e , bu valim a zifâf gecesini takip eden gündüz ve­ rilmelidir ; başka mâlikîlere göre, bil'akis zifâf gecesinden önce verilmeli, ancak evlenme bu şekilde alenilik kazandıktan sonra, zifâf vuku bulmalıdır ( T ic â n i, T a h fa , s. 35), H âli-vakti yerinde olan bir erkek en az bir koyun lcesm eli; fakir ise, imkânı nisbetinde b ir şey ver­ melidir (Ş ir â z i. A r d a b ili). Bir v a tım a ’ ye da­ vetin kabülü hanefîlerce makbûl ( m ustakabb 1, ve mâlikîler, hanbelî ve şâfiîlerce vâcib 'dir ( ŞâH'i, Umm, V I, 178 ’de vâ cib yerine hakle ); şâfifler ikinci gün için yapılan davetin kabûl edilmesini, buna karşılık, üçüncü gün için ya­ pılan dâvetin de reddini tavsiye etm ektedir­ ler ( N avavi, üçüncü gün için yapılan dâvetin kabâlünü, hattâ makrük kelimesi ile vasıflan­ dırıyor ). D â vet edilen kimse oruçlu ise, yine de dâveti kabûl etmesi gerekir; isterse, hiç bir şey yem eyebilir; bununla berâber orucu farz olan bir oruç değil ise, onu bozması te r­ cihe şâyândır. Davetlilerden biri sarhoş veya orada şarap yahut dînen memnû bir şey kul­ lanılıyorsa ©ofimo'den uzak kalm ak daha iyi­ dir. A ynı şekilde merâsim yerinde canlıların tasvirleri ( msl. halı üzerinde ) varsa, hiç olmaz­ sa Uerilememelidir. Ş irâzi ’ye göre, şarkı söy­



leniyorsa, va li ma ’den uzak kalmalı veya hiç o lm azsa, onu dinleyip, konuşma ve yemekle meşgûl olmalı. Bana karşılık valim a ’de musi­ k îy e bir dereceye kadar cevâz verilm ektedir; tabi'ı, msl. daha önce hadîste zikri geçen' def ( d a f f ) çalınabilm ektedir; H alil çalınmasına cevâz verilen musikî âletlerinden bir kaçını z ik re d iy o r: bir çeşit def ( ğ irb â l), bir çeşit Ûd ( m izh a r ; bk. mad. Û D ; krş. Farmer, H is­ tory o f A rabian Music, London, 1929, s. 46 v .d ,), bir çeşit flüt ( sum m âra) ve borular



( kük )•■ A yn ı zamanda düğünlerde halka ceviz, bâdem, şeker ( A rd a b ili ’ de bir de hurma, dir­ hem ve d in ar) dağıtm ak meselesi de münâka­ şa mevzuu olmuştur. Dim aşki ( II, 76 ) 'ye gö ­ re, A b ü Hatı ifa ve Ahm ed b. Hanbal düğün­ de bir şey alm akta hiç bir mahzûr görm üyor­ lardı. Hâlbuki Mâlik, Ş â fi'i ve Ahmed b. Han­ bal ikinci bir nazariyede bunu makrüh saya r­ lar, Bununla berâber şâfiîlerde daha sonra bu mevzûda iki fikre rastlanır, Muzani, halk ken­ dilerine verileni, bir yağm a malı gibi, çabuk­ ça kaptıkları için, bir şey almamayı tavsiye eder. Bununla berâber, bu, ancak, halk bîri bi­ rine düştüğü ve eşyaları çekiştikleri vakit mekrübtur. G azzâli, daha önce Peygam ber zama­ nında da olduğu için ( mûteber hadîs mecmu­ alarında bir şâhid gösterm eksizin; yk. bk.), şeker dağıtm ayı câiz görür. N avavi ve A rd a ­ b ili ise, bunu gerçekte müsâade edilmiş telakkî eder, fak at ondan sakınmanın daha iyi olaca­ ğım söylerler. Buna karşılık Ş irâ z i bunu mek­ ruh sayar. B i b l i y o g r a f y a t K rş. madd. NİKAH ve VALİMA; Şâfi'i, Kitâb al-tımm (Bulak, 1324 ), VI, 178; M uzani, Muhtasar ( bundan önceki kitabın haşiyesinde, IV, 39— 4 1); Ş ir â z i, Tanbjh ( nşr. Juynboİl), Leiden, 1879, s. 205 v .d .; G azzâli, Vacie (K ahire, 1318), II, 22; Na­ va v i, M inhâc (K a h ire, 1329 ), s. 90; A rd a ­ b ili, Kitâb al-anvâr li-a'm âl al-abrâr ( K a­ hire, 1328), II 94 v.dd.; H alil, Muhtasar ( trc. Santillana), Milano, 1919, II, 63 v .d d .) İbn Ruşd, Malçaddimât ( Mudavvana al-kubrâ 'nın kenarında, Kahire, 1324), II, 58; Şa'râni, M izan ( Kahire, 1925 ), II, 124; Dimaşki, Rahmat af-amma, II, 76; Tornauw, Das mos­ lem ische Recht (L eip zig, 1855), s. 7° v-d.; Juynboİl, Handbuch des islam ischen Gezetzes (L eiden, 1910), s. 162 v .d d .; ( 3 . ta b ,, 19* S ), s- «55 v.d. ¿ M u a h h a r â d e t l e r . Eski devir için ancak dağınık şekilde mâlûmat bulunmaktadır. Yalnız avrupalılara â it seyahatnameler (X V . asırdan itibaren ), şivelere âit metinlerin tesbitl ve son zamanlardaki tertipli halkiyat m ç.



N İKÂH . tinlerinin ( Fas ’a dâir W esterm arck, Nablus v.b. riyeli Ephraeus ’un İlâhîsinde zikredilm iştir; bk. dâir Jaussen) te’siri iledir ki, çok şâyân-ı dik» Denzinger, Ritus Orientalium , W ürzburg, 1864, kat. bir vesika bolluğuna sahip olunmuştur. Bu II, 443; Barbebraeus 'tan naklen, ayn. esr., II, kaynakların hepsi ay m değeri taşım aktan uzak­ 385; XII. asır kıptîierinde, ay n. esr., II, 365; tır. Eski eserler bahis mevzuu olunca, ilk Ön­ krş. bir de ayn. esr., II, 391 v.dd., 408 v.dd.,443 ce seyyahın ne değeri olduğunu araştırm ak uy­ v.dd,). Düğün alayı esnasında meş’aleli ihtifal gun olur. İşte bilhassa göze çarpan bir m isâl: de, Hıristiyan menşe’li olabilir ( X II. asır kıptî1481— 1485 yılları arasında Kudüs ’e bir hacc se­ İeri için bk. Denzinger, ayn. esr., II, 364). Y e ­ yahati yapmış olan felemenkü Van G histele. Bu dinci gün merâsjmleri de benzerleri şark hırisseyyah, nikâh akdinden önce, gelin ve güveyin tiynn dinî merasiminde bulunur. Kıptîlerde taçlı her birinde birbirlerini görmeğe imkân yeren gelinin, alenî olarak, aranmağa gidilmesi ye­ bir. çeşit delik bulunan birer odaya götürüldük­ dinci günde olur ( D enzinger,ayn. esr., II, 380 ). lerini ve orada elbiselerini çıkardıklarım an­ Usûl bakımından, bölgelerden başlayarak, dü­ latır ( Voyage, G and, 1557, s. 1$). Bu İslâm te­ ğün âdetlerini tavsif etm ek daha doğru olacak­ lakkileri İle tezat halindedir. Bununla beraber tı ; fak at bu bizi çok uzaklara götürürdü. İsDâvud ai-Zâhiri gibi, bâzı fakihlerin erkeğin, lâmiyetin m erkezî bölgeleri ile yetinerek, sâde­ evlenmeden önce, kadının edep mahalli hâriç ce şehirlerin en mühim âdetlerini toplam ağa ve bütün vücûdunu görmesini câiz gördüklerini imkân nisbeiİnde, tarihi anlatılmağa çalışıla­ ifâde etmek yerinde olur ( İbn Ruşd, Bidâya, \ caktır. Âdetlerin, halkın içtim âi tabakalarına II, 3; Dimaşki, Rahma, II, 62). Bundan başka : göre, birbirinden farklı olduklarına işaret et­ seyyahların rivayetleri tam olmayabilir; bunlar mek yerinde olur. O hâlde, bunları, hiç olmaz­ yolda veya tamâmiyle halkın gözü önünde ge­ sa, üç guruba ayırm alıdır; şehirlerde, feliâhlar» çenlerle ilgilidir. A fr ik a ’h Léon ve L an a'd e da ve bedevilerdeki âdetler. Fellâh ve bedevi­ bulunduğu gibi, bu âdetlerin tam tasvirieri çok lerin âdetleri bilhassa çok basit ve şehirlerin» : değildir ve bunlar eski devirler için Bin bir g e­ kilere nazaran, eski arap âdetlerine daha çok ce ve halk masallarında dağınık hâlde bulanan uymaktadır. ....... ; kayıtlar ile tamamlanabilir. Ruvala b e d e v i l e r i n d e ( Musil, T h e M an­ Düğuıı âdetleri, memleketlere göre, oldukça ners a n i C u sto m s o f th e R tu a la -B ed ou in s, geniş ölçüde, birbirlerinden farklıdır. Bunlar New York, 1928, s. 228 v.dd.) düğün sabahı gü ­ en açık bir şekilde İslâm ülkeleri muhitlerin­ veyin çadırı önünde, eti dağıtılm ak üzere, bir de, msl. Malaya takım -adalannda, A fr ik a ’ nın deve kesilir. G elin gündüz çadırını kurar— be­ içinde veya K ırgız ve Türkmenlerde görül- devi kadınının dâimâ yanında çadırı vardır— ve inektedir. Oralarda İslâmiyet eski mahalli âdet- akşam, akrabaları tarafından, sessizce bu ça­ İeri benimsemiş ve kısmen de onları kendi gö­ dıra götürülür. A z sonra güvey hemen çadırın rüşlerine uydurmuştur. Bununla berâber, isiâ- içine girer. Merasim, oyun, hattâ diğer hâllerde miyetîn merkezî bölgeleri için de aynı şey söy­ mûtâd olan kadınların çığlığı ( z a ğ â r it ) yok­ lenebilir. Şu farkla ki, oralarda hâdise islâmi- tur. Ertesi gün güvey kendi ailesinin yanına gi­ yetin ilk asırlarından itibaren vukua gelmiştir. der ve gelin tebrikte bulunan kadınların ziya­ Bugün Suriye ve M ısır'daki roüslümanlar ile retini kabfil eder. Sonra kayın pederi ona bir hıristiyanların âdetleri, dinî veçheleri dışında, hediye verir ve gelin, kocası mûtâd işleri ile uğ­ biribirinin aynıdır { krş. Littm ann, N eu a ra b i­ raştığı hâlde, yedi gün çadırında kalır. Fakat sche Volk spoeaie; Jaussen, C ou tu m es P a le s tin i­ kocasının yedi geceyi genç karısı yanında ge­ ennes', Blackmau, T h e F e llâ h in o f Upper Egypt, çirmesi lâzımdır ( krş. yukarıda zikredilen ha­ a. 93). Bu hâdise burada bilhassa İslâm âdet- dîsler). Arabia F etraea (Musil, A ra b ia P etraea, terinden değil, yakın şarkın eski halk âdetle­ III, 196 v. dd.) ’tun bedevî kabilelerinde, genç rinden bahsedilmesi için, kâfidir. Bu mevzûda erkek ve kızlar düğün şarkıları söyler ve oy­ Suriye ve E lcezire'd e, daha yukarıda babsedi- narlar. O rada Sina yarım-adasmda olduğu gibi len islâmiyetten önceki tantanalı düğün âdet­ ( Burckhardt, B em erku n g en über die B eduinen, leri hatıriatılabiiir. H attâ islâmdan önceye âit Weimar, 1831, s, 216 v.d.), gelin, ilk geceden menşe’ leri gösterilebilen bâzı teferruât da var­ sonra, bâzan altı gün, bâzan daba uzun zsman dır. Bir çok bölgelerde müsîüman gelinin ba­ için, çöle kaçar ve kocası kendisini aramak şında çiçeklerden veya mukavvadan (a ş. bk.) üzere, oraya gitm ek mecburiyetindedir, bir taç bulunur. Bu, eskiden olduğu gibi, bugün , Bedevilerin bu çok basit âdetleri ile şehir­ de gelinin başına ta ç konulması adı altında, lilerin çok tekâmül etmiş âdetleri arasında, felşark hıristiyan düğün merâsiminin bir kısmını Jâhlarda, içlerinde şehirlilerin âdetlerinin git­ teşkil etmiş olan âdetin benimsenmesi olarak tikçe artan te ’siri müşahede edilebilen, bir çok s gözükmektedir (bu taç giydirme daha önce, 5u- m utavassıt safhalar vardır-



»66



NİKAH.



Şehirlilere gelince, B a g d a d 'd a A bbâsîier sa* şanlan bulunan k â ğ ıt parçaları atmış idi. Bu rayında, düğünler büyük bir tantana ile îcrâ kâğıtlardan birini ele geçiren, onda işaret edil­ edilirdi. K aynaklar halîfe H aran al-R aşid ve miş olan hediyeyi kazanıyordu. Vezir halkın Ma’ mÛn’un düğünleri için 50 ve 70 milyon arasına altın ve gümüş para, küçük misk şişe­ dirhem harcadıklarını kaydeder. F ak at bütün leri ile anberden yumurtalar a ttı (T abari, T â­ halk, bu gün olduğu gibi, hakikatte oldukla­ r ih , nşr. de G oeje, III, 1083 a ş .; M as'üdi, M arından daha zengin durumda gözükm ek ister­ râc al-gahab, Paris, 1873, VII, 65 v.d.). — Memdi. D aha once eski devirde süsleyim kadın ge­ lûklerden Muhammed b. al-Sultân (920= 1514) lin için, âriyet olarak, bir mücevher getirirdi 'ın düğünü vesilesi ile verilen v a li ma ’de çin ( krş, yukarıda 'A ’işa ile ilgili hadîs ). Halı ve porseleninden kaplar içinde şarap ( s a k a r ) içil­ diğer ev eşyası da âriyet alınabilirdi (Mez, R e ­ di ( İbn İyâs, IV, 406 ). Fakat umûmî bir şekilde n a issa n ce d e t Islûm s, s. 404, 453 ). va llm a çörek ve şekerlemeler ile basit bir kaB aşlangıçta zikredildiği gibi, iki düğün şek­ bûl resminden ibârettir ( krş. A l f la g la v a la g ­ lini birbirinden ayırm ak lâzımdır : ’ u rs ve 'am - la, II, 23 v .d .); çok defa sebzeli, kızartılm ış et ra. 'U r s en alelade hâle benziyor. Seyyahların de verilir. O gün çalgı çalmak ve oynamak âdet hemen-hemen münhasıran tasvir ettikleri ’ urs değildir. Fas 'ta gelin ve güveyin evlerinde ay'tur. ‘ U m ra için bk, msi. halîfe Ma’ mün 'un Bü­ rı-ayrı büyük birer ziyâfet verildiği hâlde ( A frün ile evlenmesi (2 10 = 8 2 5; T a b a ri, T â rih , n;r. rika'll Leon [ 1526 ], Tharaud [1930]), Jaussen, de Goeje, III, 1081 v. dd.), Landberg, E tu d e* sur Nablus 'ta , sâdece kadınlar için bir ziyâfet ve­ les d ia lec tes de l’ A r a b ie m éridionale, ll/ a , 859 rildiğini nakletm ektedir. UmÛmiyetle asıl dü­ 'd a ( Mekke için zikredilen îbn al-MucSvir [ ölm. ğün merasimleri bundan bir hafta sonra başlar. 690 = 1291 ] ’d e ; A l f la g la v a la g la , trc. L itt2. G e l i n h a m a m ı . Zifâf gecesinden bir mann, I, 263 v.dd.) ; Ritter, K a r a g ö z ( Hanno­ kaç gün önce gelin arkadaşları ile hamama gi­ ver, 1924 ), s. 109 v. dd. ( „K arag ö z ’ ün gelin der. Zenginler bu merasimi kendi evlerinde ya­ olması", sahte gelin oyunu ). parlar. UmÛmiyetle bir umûmî hamam, bir veya Bu düğün merasimlerinin sâdeee ilk defa ev­ yarım güalüğüne kiralanır. Lane zamanında lenen kadın için yapıldığına da işaret etmek lâ­ K ahire ’ de hamama büyük bir debdebe ile gi­ zımdır. Bîr kadın ikinci defa evlenince, şer’î diliyordu ( zaffa i al-hammâm ). Hamam alayı­ v a llm a ile iktifâ edilir. Ç o k defa kız ve erkek nın başında, üzerlerinde gözlerden saklı hamam tarafı merâsim yapmamağı uygun g ö rü rle r. levâzım atı bulunan tepsiler ile, iki kişi gidiyor­ (Snouck-H urgronje, M e k k a , II, 155; Lane, du. Sonra geçenlere su vermek ve koku sürmek için, su taşıyıcılar, gül-suyu ve ıtriyat kutuları S itte n ... trc. Zenker, I, 167, 184 v.d.). Düğün şenlikleri günlerce devam eder. UmÛ- taşıyan erkekler geliyordu. Müteakiben muhte­ m iyetle pazartesi başlanır ve zifaf gecesi ola­ lif çalgı âletleri ile çalgıcılar ve ikişer-ikişer rak perşembeyi cumaya bağlayan gece tesbit stralanan kız arkadaşları bulunurdu. B izza t ge­ edilmiştir. A rap halk şiirinde çok defa yedi gün­ lin, başında bir ta ç ile sıkıea kapalı olarak, iki lük merasimden bahsedilir ve sekizinci gün de akrabasının refakatinde, dört kişi tarafından d uh la vukû bulur ( msl. A l f la g la va la g la , II, taşm an bir gölgeliğin altında yürürdü. En so­ 4 6 1 ; III, 4 3 7 ; Sürat S a g f, III, 22, 3 3 ; V , 28; nunda yine çalgıcılar bulunurdu. Hamamda çe­ XII, 59 ). Fakat 30 günlük düğün ve 31. gün şitli eğlencelere dalınır ve yemek yenilirdi. Y e ­ la g la t al-d u hla ( A l f la g la va la g la , III, 642 ; mek esnâsında şarkıcı kadınlar ortaya çıkardı. S ır a t S a g f, X II, 45 ; XIII, 12 ) 'den veya türk Akşam leyin evde kadınlar için bir ziyâfet veri­ halk masalları veya destanlarında 40 gün 40 lir ve şarkıcı kadınlar gelini eğlendirm eğe ge­ gece düğünden ( Spies, T ü r k isch e V o lksb ü ch er, lirlerdi. Son zamanlarda Fas 'ta kukla gibi giy­ Leipzig, 1929, s. 25 ) bahsedildiği vakit, bun­ dirilmiş olan ge lin , hamamdan sonra sevinç ların düğünlerin uzun zaman devamını göste­ çığlıkları arasında, eve götürülürdü ( Tharaud ren birer edebî kalıp olarak telakkî edilmeleri [ 1930 1 )• Bununla berâber XVI. asrın Merâkeş in d e gelinin hamam merasimi mechûl olduğu icâp eder. B aşlıca âdetler şunlardır: (A frik a ’lı L e o n ) hâlde, aynı tarihte H aedo Ce­ 1. Nikâh kıyıldıktan hemen sonra, gelininzayir 'de bu âdetin bulunduğunu bildirm ekte, evinde yalnız erkeklerin iştîrâk ettiği v a llm a dir. M ekke’de bu âdet mcchûl idi. Cotovicus verilir. Bu âd et daha önce h a d is 'te bulunmak­ X V I asrın sonunda S u riy e ’de meş’aleler ile tadır. Bu vesîle ile çok defa kalabalığın içine tantanalı bir merâsim alayı seyrettiği hâlde, şeker, altın v. b. ( yk. bk.) atılır. V ezîr al-Hasan bugün Suriye ve Anadolu 'da pek sâde bir şe­ b. Sahi, kızı Buran 'in halîfe al-Ma’ mün ile olan kilde hamama gidilmektedir. düğününde ileri gelenlerin arasına üzerlerinde H am am da tü rlü şen likler yap ılm a k ta d ır arâri, kölelerin isimleri ve binek atlarının ai- ( Jaussen [ »927 ] ) ; gelin bir ta h t üstüne otur­



NtKÂH.



*67



tulur, ahbaptan, ellerinde meş’aleler olduğu b a şk a s e y y a h la r ). M ekke ve S fa x 'ta ( N arb ehâlde, onun etrafında şarkı söyleyip oynarlar. shuber ) gelin a n cak e rte si g ü n ta h ta oturtu lur. Sonra her kes ve sonunda da gelin yıkanır. Y ı­ K a h ire 'd e ( Lan e [ 1835 ] ) g e lin o gün eline b ir kandıktan sonra, geline kokular sürütür ve ge­ to p kına alır, ahbapları onun içerisin e p ara so ­ tirilen yiyecekler topluca yenir. Gelin, dikkat­ karlar. N ablus (Jaussen [ 1 9 2 7 ]) 'ta gelin için pa­ lice örtülü olarak, sessizce eve götürülür. W hite r a to plam a usûlü vardır. Bu kın a merasim i İs­ (1840 sıralarında) İstanbul'da tah t üzerinde t a n b u l'd a da biliniyordu. B ununla berâb er da­ bir gelinin bulunduğu benzer bir sahneyi tas­ v et edilen bütün kadın ların hepsi, ellerin de ışık­ vir etm ektedir; bu esnâda dokunaklı sahneler la r bulunduğu hâlde, g e lin ile b irlik te , ön ce bah­ gösterilm ekte ve serinletici şerbetler içiimek- ç e y e in er, b ir b a la y teşkil eder ( G a rn e tt [ 1890 'a tedir. Sonra İran ’ da ( Polak [i860 sıra ların d a ]) doğru ]). D üğün elbiseleri ile gelinin ta sv irle ri v e Tunus 'ta (Bertboion [ 1900 sıralarında ]) ol­ için bk. S n o u ck H u rgron je, M ekka, Bilder-A tduğu gibi, kına merasimi yapılır. H âlbuki bu las, le vh a 25; G oich o n , La vie fém inine auM zab merasim, diğer ülkelerde ancak ertesi gün ce­ ( P a ris, 1927 ), le v h a 5. reyan eder. Kına parmak tırnaklarına ( İran 'da 4. G e l i n a l a y ı ( zaffa t al- arasa ) ve ge­ saçlara d a ) konulur. Sonra misâfirîer hamam linin t a h t a o t u r t u l m a s ı . Din âlimleri hizmetçilerine para dağıtırlar. Buna kına hedi­ (krş. Ğ azzali, b k .H . Bauer, Islam iscke Ethik, yesi denir. Halle, 1917. II, 90 ) ekseriya evlenmenin cuma 3. G e l i n i n s ü s l e n m e s i . Bu güne umû-günü bitmesini tavsiye ederler. Mûtad olarak miyetle esâs merâsimin adından alınarak) lay. gelin perşembe günü akşamı yeni evine götü­ lat al-hanna. yâni kına gecesi ( Mekke 'de, Mı­ rülür ve ondan sonra zifâf gecesi başlar. Umûsır 'da,Tunus 'ta ve T ürkiye 'd e d e böyledir ) de­ miyetle güvey ve ailesi halkı, resmi ve mutan­ nilir. A krabaları ve ahbapları çevresinde, geli- tan bir alay ile, âilesinin refakat ettiği gelini nîn kirpiklerine sürme çekmek, el ve ayakları­ almağa gelirler. Bufjâri, Nikâlı. bâb 62 'de bu­ na kına koymak âdeti vardır. El ve ayakları lunan başlık ( al-btna bİ'l-nakâr bUğayr marher hangi bir şekil yapmaksızın tek renge bo­ kab va lâ-nirân ), bu gelin alayının daha III. yamak gerekir (k rş. A bü Bakr Afymed b. Ma- ( IX.) asrın başında umûmî bir âdet olduğunu hammed al-M arvazi [öim . 275 — 888], KitSb gösterm ektedir. Bu tarihten itibaren gelin gece al-vara', Kahire, 1340, s. 104). V a k tiyle ya­ karanlığı başlarken, bir yük hayvanı üzerine ko­ naklar üzerinde sarı benler ( nufcaf al-‘ arâs) nulmuş bir mahfe içinde ve meş’aleler ile teşyî yapmak âdeti de var idi ( A ğam , X V I, 115; Z u ’ l- edilirdi (k rş. T İcan i, Tuk fa , s. 40 v.d.'da bu huRumma [ölm . 1 0 7 = 7 1 9 ] ; M aydâni, Am şâl, sûsta gece ile gündüzkü düğün alayı arasında ■ nşr. F reytag, II, 762, nr. 24; Ş a rışI [ ölm. 619 = bir fark gösterir ise de, bi-ğayr markab ifâdesi 1222 ], IJar iri, Malçâmât şerhinde, s. 610). A yn ı bu nokta-i nazara zıt düşmektedir ). Bilindiğine gün geline merasim zınetleri, bilhassa gerdan­ göre, düğün alayı ile ilgili en eski kayıtlar şun­ lıklar ve kemer ( Ifiyöşa; krş. Sirat Sa yf, XVII, lardır: K ayravân ’datîm m al-'Ulüv 'un düğünü 53 ) takılır ve başa taç ( tâc veya ik ili ) konur; (4 15 = 1 0 2 4 ) — gelin kendinin kurduğu çadıra en eski kayıt Sirat S a y f [ X V . asır ], IV , 36 j XVII, perşembe günü köleler ve devlet erkânı tarafın­ 53 'te bulunmaktadır; krş. bir de tanınmış bir dan götürülmüş idi (İb n 'İz S ri, Bayan al-muğlügat kitabı olan Tâc a l.'a r ü s’un [X V III. asır] rib nşr. D ozy, I, 284). ai-Yam âm a'nin bir des­ adı. Gelin, çok defa hâsıl olan vesileler ile, çe­ tanında, geline şarkı söyleyen ve telli sazlar şitli merasim elbiseleri içinde bulunur (m sl. ( m a 'â zif) çalan kölelerin refakat ettiği görü­ S fa z 't a : Narbesbuber; krş. A l f layla va lay- lür ( K a zv in î [Ölm. 682=1283], A şar al-bilâd, la, 1, 265 v .d .: altı çeşit e lb ise ). Papiruslar (krş. nşr. W üstenfeld, II, 88 ). V â si| 'lı minyatürcü Papyrus Erzh. Rainer, Führer, nr. 584, 1314) Y ahya b. Mahmud (634=1237 ) ’un, H ariri 'nin daha önce gümüş küpeler, ayak bilezikleri, in­ Paris, arapça yazm. 5847 'd e bulunan nüshasın­ ciler, kına, sabır ağaçları (y ü zü tütsülem ek daki bir minyatürü (K ühnel, Miniatarm alerei *Çİn )> ğül-suyu, susam yağı ve diğer itriyat im islam iscken O rient, Berlin, 1923, levha 13) kullanılmasından bahsederler. Gelin süslenin­ tantanalı bir düğün alayını gösterm ektedir; ön­ ce, yüksek bîr kürsü veya bir taht üzerine yer­ de mâdeni musikî âletleri çatanlar yürümekte, leştirilir. Davetliler şarkılar söyleyip, oynadık­ develer üzerinde davulcular, bayraklı adamlar ları ve çalgı çaldıkları hâlde, gelin orada göz­ görülm ekte, gelin sıkı-sıktya kapalı, muhteşem leri yerde, sessize^- durmak mecburiyetindedir. bir mahfe içinde ve yanında güvey muhteşem Bu merasimler çok defa gecenin geç vaktine eyerli bir atın üzerinde bulunmaktadır. Diğer kadar devam eder ( eski devir için krş. A frika kayıtlar için bk. msl. A l f layla va layla, 11,1 2 ; 'lı Leon, Fas hakkında; d'A rvieux [1674 ], M e. Sïra t Sayf, III, 12. En eskî kayıt domİniken moires, Paris, 1735, V , 287, Cezâyir 'e dâir ve tarîkatine mensup Rieoldus de Monte Crucis



268



NİKÂH.



„ C (Sim. 1509), bölüm 9, 46 (L aurent, Peregrinatore« medii  evi, Leipzig, 1864, s. 116 '¡•.„Tar­ tarı (= ş a rk î A n a d o lu 'd a ki m oğu llar).. . quando tradant eam ( i. e. uxorem ) ad nupcias, pa­ rentes et consanguinei viri, qui eam aceipit, ducunt eam cam tgmpanis et cantu, sed paran­ tes et consanguinei mulieris sequnntur eam cum planctu quasi morinam“. A vrupalı seyyah­ lar bundan sonra düğün alayını az-çok teferru­ a tla tasvir ederler. Hemen bütün bölgelerde gelin, dâimâ kalın tu ller ile Örtülü olarak, gü­ vey tarafından ışıklar ile ( mum, şamdan, meş'ale veya fenerler ) götürülür ve yeni evine ka­ dar akrabaları ve her İki tarafın dostları tara­ fından kendisine refakat edilir. F a s 'ta bugün A fr ik a ’ lı Léon (152 6) zamanında olduğu gibi, gelin 8 kişinin omuzunda taşm an ipek perdeli, 8 köşeli bir tahtırevan içine oturtulur ( W estermarck, s. 166) veya durumu daha mütevâzî ise, yürüyerek gider (W estermarck, Tharaud ). Hâlbuki Fas 'ın diğer kısmında katır üzerine yerleştirilm iş „kapalı bir kafes" kullanılır (M ocquet (1605 ], Host [1760 ], W esterm arck [1914]). XVI. asırda Cezayir 'de de gelin aynı şekilde taşm ıyordu (H aedo). Mısır ve S u riye’de gelin bir gölgelik altında yürüyerek veya at ile gi­ derdi (daha Önce Cotovicus [ 1598]}. T ürkiye’ de vaktiyle gelin daha çok etekleri bir çok kimse­ ler tarafından taşman kırmızı ipekten bir ku­ maşa bürünmüş olduğu hâlde, a t ile ( Dernschw am [ 1553]) giderdi ( Schw eigger [ 1578], della V alle [ 1615], Tournefort [ 1 7 1 7 ] ) Taesehner ta ­ rafından, Altstambuler Hof-und Volksleben (H annover, 1925 ) adı ile yayınlanan türk min­ yatürleri albümünde gelin, kollarına giren iki kadının refakatinde, yaya olarak gitmektedir. A ynı devirde, deila Valie ( 1615 ) 'ye göre, fener alayı yerine, renkli kâğıt, altın pul, diğer çi­ çek ve yapraklardan yapılmış ve çok defa al­ tın, gümüş ve kıym etli taşlar ile süslenmiş, ol­ dukça uzun bir meş'ale taşınır. Schw eigger [ 1578 ; krş. birlikte bulunan resim ] bunu, „gün­ düzün yapılmış ve fak at yakılmamış yeşil mum­ dan bir düğün meş’ alesi“ olarak tasvir eder. K aragöz 'deki „sahte gelin" oyununda düğün alayının önünde taşınan ışıklı levhayı ( Rİtter, ayn. esr., levha 34 ), hiç şüphesiz, buraya bağ­ lamak lâzımdır. XIX. asırda gelin, erkekler atlı oldukları hâlde, refâkat edenler de dâhil, tam âmiyle kapalı bir arabada götürülürdü ( W hite, G arnett ). İran 'da gelin, kırmızı bir kumaştan çarşaf içinde atla giderdi (O leariu s [ 1 6 3 7 ] , Chardin [ 1673 ], Polak (i860 'a doğru ], W ills [ 1 8 7 0 'e d o ğru ]). Bugün, Kahire ve İstanbul g ib i, büyük şehirlerde, tabi'î olarak, otomobil kullanılmaktadır. — Düğün alayı tasvirleri için bk. Mçrâkeş ’te ; Dapper, Bcschrçibung yon



Afrika (Am sterdam , 16 7 0 ), s. 177; Kahire 'de : Niebuhr ( 1763], Reisebeschreibung nach Arabien (K op en hagen , 1774), levha 28; Cas­ sas, Voyage pittoresque ( Paris, 1806 ), lev­ ha 63; Lane [1835 ], Sitten und Gebräuche, levha 32 v.d. ; İstanbul 'd a ı Schweigger [ 1578 ], Reyssbeschreibung, s. 207; Taeschner, ayn. esr. Umûmiyetle düğün alayı ile birlikte, imkân nisbetinde çok sayıda at ve katırlara gelinin yüklenmiş cihazı, ekseriyâ boş sandıklarda ( ci­ hazın çokluğunu gösterm ek için ) taşınır. Bir çok bölgelerde cihazın taşınması husûsî bir me­ rasime vesile olur (k rş. msl. İbn ‘ İzâri, I, 284. K ayravân 'da [ 415 = 1024 ]; İbn İyâs, IV, 107, Kahire ’ de [912 = 1506 ]), Baba evinden çıkış ve yeni eve giriş esnâsında, umûmiyetle evlilik hayatım kötü ruhlara karşı koruma, velûd olma v. b. ile ilgili daha bir çok remzi faaliyetlerde de bulunulur. Şe­ hirden şehire, bölgeden bölgeye değiştiği için, burada bunlardan ayrıca bahsedilmeyecektir. G elin yeni evinde güvey veya güveyin annesi tarafından kabûl edilip, z ifâ f odasına götürü­ lür. O rada yüksek bir peyke veya tah t üzerine, kendisini tebrik eden kadınlar ortasına oturtu­ lur. Ç o k defa gelinin yüzü güveyin bir yü z gö­ rümlüğü olarak verdiği para mukabilinde ( sâ­ dece b ir kuruş olsa bile ) açılır ve güvey ilk defa gelinin yüzünü görür. Mukaddasi ( BGA, 111, i2 6)*de mevsuk olmayan bir hadîste — : „Tanrı M u'âviya'yi onların yanma o turtacak, yüzünü kapatacak ve sonra halkın gözleri önünde bir gelin gibi yüzünü açacak“— denil­ mektedir. Gelinin üzerinde oturduğu ve yüzü, nün açıldığı tah t (m inaşşa )d ah a önce Zavzani (ölm. 486=1093) ve Ba(klyûsi (ölm. 494=1100); bk, Imra’a ’ l K ays'in Mu'allaka şerhleri (nşr. Hengstenberg, Bonn, 1823, beyit 32 ve Kahire, 1282, s. 33 ) tarafından zikredilmiştir. Krş. bu konuda bir de A l f layla y a layla III, 455 ; S îrat S a y f, V, 29, burada bu taht {sa rir ), altın pul ve kıymetli parlak taşlar ile süslü ardıç ağacındandır: bugün M ek k e’ de tah ta rîlca ( = arika ) denilir ; krş. Snouck Hurgronje, Bil­ der aus Mekka, Leiden, 1889, levha 18. Düğün alayını müteakip, ziyafet umûmiyetle musikî, şarkılar ve oyunlar ile ( tabi'î, erkek ve kadınlar biribirinden ayrı olarak ) gece devam eder; XVII. ve XVIII. asır T ü rk iy e ’sinde ayrı­ ca K aragöz oyunları da tertip edilirdi ( Thevenot, Koynges, Paris, 1689,1, 172; krş. I, 109 v.d.). Buna karşılık XVII. asır İran 'mdi- pehlivanlar tarafından güreşler yapılıyordu ( Chardin ). 1604 'te yapılmış bir İran minyatüründe ( Grohmann ve A rnold, Denkmäler islamischer Buchkunst, Müechep, 1929, leyba 6 7 ) A lp-A rslap deyrisde



NİKÂH. ( V . = X L asrın sonları) bir evlenme vesîlesi ile yapılan {enlikler gösterilm ektedir. G ü v e y h a m a m ı v e z a f f a ’s i , düğün alayı gününde, yâni perşembe günü vukû b u lu r; umumiyetle bundan sonra bir camie gidilir ( krş. A l f layla va layla, II, 24}. Nür al-D in ve Şams al-D in hikâyesinde gerçekten b i r ' umra hâlin­ den bahsedilir; güvey hamama gider ve bir fe­ ner alayı ortasında, a t üzerinde, gelinin evine kadar götürülür. Şarkıcılar defleri ile ona refa­ kat eder ve zaman-zaman, kendisinden para al­ mak için, dururlar. Başka bir zaffa ■ — fakat hamamsız— S i rat Sayf, XHI, 12 *de tasvir edil­ mektedir: güvey çok süslenmiş bir ata biner ve yüksek rütbeli kimselerin refakatinde, şehri do­ la şır; köleler buhurdanları sallarlar, gül ve ya­ semin suyu saçarlar, kâfur ile mumdan meş’ aleIer taşırlar ( krş. S i rat Sayf, VII, 63; X V , 32 ). İbn İyâs (IV , 107, 196) XVI. asrın başında K a ­ hire ’de yakılmış mumlar taşıyan emirlerin gü­ veye yaptıkları düğün alaylarını tasvir eder. Bu, Lane devrinde de Kahire 'de âdet idi. G üneş batmadan az önce, güveyin ahbapları, çalgıcı, şarkıeı ve meş’aleler ile, kendisine refakat eder­ lerdi. O radan, akşam namazım kılm ak üzere, camie gidilirdi. Camiden dönüşte, dostlan meş'ale ve çiçek taşırlardı. Daha yakın bir zaman­ da (18 75'e doğru) Klunzinger, bize Kızildeniz sahilinde Ifuşayr ’de güveyin hamamı va z af f a ’sini tasvir eder. G âlibâ diğer memleketlerde güveyin hamama gitmesi daha az âd ettir; her hâlde sâdece kaynaklarda zikredilmiştir (F ilis­ tin için bk. Rothstein [ 1907 ], zaf f a ’nin resmî ile; Jaussen [ 1927 ]; Tunus ve Sfax için: Bertholon ve Narbeshuber [19 0 0 'e d oğru]; Tiemsen iç in : Gaudefroy-Demombynes, s. 40 [ 1900 'e d o ğ ru ]; Tanca iç in : W esterm arck, s. 118; A n a d o lu ’nun şarkı için : van Lennep, Travels, s. 267 [ 1860 ’a doğru ]; Iran için: Polak [ 1860 ’a d o ğ r u ]). İstanbul 'da güveyin hamamı ve z a ffa ’si gâlibâ tamâmiyle meçhuldür. A ynı şekilde güvey hamamı ( za ffa d e ğ il) eskiden beri Mek­ ke 'de de mechCt idi ( İbn al-Mücavir ( öl m. 690 '= 1 2 9 1 ], bk. Landberg, göst. yer. ; Sıiouck Hurgro n je; Rutter ). Buna karşılık Niebuhr ( Reisebeschreibııng, I, 402) 1763’te cenûbî A rabis­ t a n ’da Y e rim ’de hamam ve zaf f a ’nin bulunduğunaşehâdet etmektedir. A fr ik a lı Leon(i526) Fas 'ta hamamdan bahsetmiyor ( bk, bir de W esterm arck[ 1914*6 doğru] ve Tharaud. [ 1930 ]). Buna karşılık, şehrin başlıca meydanında dü­ ğün; alayı ile karşılaşan ve oradan düğün alayı ile birlikte eve giren güveyin ihtişamlı alayını tasvir etmektedir. Hindlilerde, güveyin muhte­ şem ’sinin tasviri: Thevenot ( 1666], Foyages, Paris, 1689, III, 66 ; H. G o etz, B ilderatla ı zur Kulturgesckichte Indiens in der Gross-



m oghul-Zeit, Berlin, 1930, levha 15 ( XVIII. asır minyatürü ), 6. Z i f â f g e c e s i ( laylat al-duhla ), yuka­ rıda ( bk. 4 sonu ) zikredilmiş olan merâsim ve ziyafetten sonra, güvey zifâf odasına girer; istemez gözükürse, ahbapları onu içeri iterler. Zikredilen hadîsin dışında, eâhiliye devrinden zifâf odasında geçenlerin iki tasviri bize kadar gelmiştir. Onlardan birine göre ( A ğ â n i, X V , 70), balîfe'O şm ân eli ile nişanlısı Nâ’ila ’ nin ba­ şını okşadı ve ona Tanrıdan mübâreklik ( ba­ raka ) diledi ve sonra yüzünü açtı. İkincisine göre ( A ğanı, X V I, 37), Şurayh diz çökmüş olan nişanlısı Zaynab ’in perçeminden tuttu, tıpkı bu­ gün Mekke ’de her iki taht sahnesinde (Snouck Hurgronje, II, 180 ve 185 ) yapıldığı gibi, onun­ la iki raidat namaz kıldı. Bin bir gece'n in en eski kısımlarında ( Bagdad kısmı, milâdî X , asırdan so n ra) şu âdetleri buluyoruz: Nür alD in ve Şams a l-D in ’in hikâyesinde ( I , 269 — 272) gelin câriyeler tarafından soyundurulur. Uzun bir entari giydirilip, yaşlı bir kadın ta­ rafından güveyin kendisini beklediği odaya gö­ türülür. Zifâf odasında gelin bizzat üstündekinı çıkarır ( msl. III, 524). Unş al-Vucüd ve alV ard fi İ-A k m âm ( 111, 437— 439) hikâyesinde gelin ve güvey şerbet içer, birbirlerine şiirler okur ve neş’eli hikâyeler anlatırlar. Kam ar alZamân { II, 478 — 479) hikâyesinde gelin, mü­ nâsebetten sonra, hizmetçilerini çağırır ve on­ lar sevinç çığlıkları atm ağa koyulurlar. — Lane zamanında M ısır’da güvey merâsim esnasında, dostlarından biri tarafından hareme giden mer­ divenin bir kısmına kadar çıkarılmış idi. Zifâf odasında gü vey gelinin yüzünü, ancak ona he­ diye olarak bir para verdikten sonra, açabili­ yor ve o vakit ilk defa yüzünü görüyordu. Son­ ra iki rek’at namaz kılıyordu. Jaussen, benzer bir tasviri bugün Nablus için vermektedir. İran 'a dâir Polak ( i860'a doğru] çok eski ve yay­ gın bir âdetten bahsediyor. A frika’iı Leon, Fas 'ta [ 1526, Haedo], Cezâyir 'd e [X V I. asır], Bertholon Tunus ’ta [ 1900 'e doğru ] buna işaret etm ektedirler: gelin yüzünü açtıktan sonra, o ve güvey karşılıklı olarak, birbirlerinin ayakla­ rına basmağa çalışırlar. Bu işte birinci gelenin hâkimiyeti sağlayacağına inanılır. Sch w eigger’e göre [ 1578 ], T ü rk iy e ’ de gelin türlü şakalar ile güveyin odasına itilirdi. XVIII. ve XIX. asır T ü rk iy e ’sinde gelinin yüzü açıldıktan ve mûtâd duâlar yapıldıktan sonra, zifâf odasına ge­ lin ve güveye kahve ve yem ek götürülürdü (O livier, W hite, G arn ett). F a s 'ta bâzı bölge­ lerd e (m sl. Fas şehrinde) ilk gecede güveyin gelin ile sohbet etmesi ve ancak ikinci gecede münâsebette bulunması (Tharaud (1930 ]; W es­ term arck, mad. Consummation ) âdet idi ( Mı-



NhcÀft air için krş. Schwally, NSldeke-Festachrift, a. 418 v.d.). İki âdet de hurâfâta, kotu rûhtardan korkuya dayanır.



O vakit gelinin bir tah t üzerinde bulunduğa odaya götürülür ve O orada gelinin yüzünü açar. Yem ek yendikten sonra, hepsi, güvey de Zifâf gecesinde veya ertesi sabah davetliler dâhil, kendi evlerine dönerler. Ertesi sabah ge­ daha orada iseler, bekâret alâmetleri süt-anne lin, iki katırın taşıdığı bir mahfe üzerine yer­ tarafından akraba ve ahbap kadınlara gösteri, leştirilmiş olarak, bir kaç kadın tarafından lir. Filhakika eğer gelin bakire değil ise, güve­ sessizce güveyin evine götürülür. Bu eski arap yi onu hemen ailesine gönderebilir. Zarûret hâ­ âdetine de uymaktadır. G üveyin evinde yemek linde, anne ve süt-anne o zaman başka tedbir­ yendikten sonra, beşinci günü akşamı bu taht ler alırlar ( bk, msl. A l f layla va layla, II, 478 ). sahnesi, daha basit bir şekilde, onun evinde Bâzı bölgelerde lekeli çarşaf, def çalınarak ve de tekrar edilir. Bununla düğün sona ermiştir. yollarda sevinç çığlıkları ile gelinin evine ka­ Bu çifte husûsiyet, bu iki muhtelif merasim dar götürülür. Burckhardt ve Lane zamanında karışması, bugün Medine ve M ekke'd eki dü­ (XIX. asrın başı ) bu âdet Kahire ’de yâlnız ğün âdetlerinin yerli olmayıp, A ra b ista n ’ın aşağı tabakada tatbik edildiği hâlde, Mocquet komşu ülkelerinden asırlar boyunca kısım-kı[16 0 5] ve Hoest [1760], bunun F a s ’ta ve T o u r­ sım alındıkları, yanlış anlaşılıp, bir karışma nefort [ 1 7 1 7 ] , T ü rk iy e ’ de de câri olduğunu hâline geldikleri neticesini çıkarm ağa imkân naklederler. verir. Bu husûs İslâm öncesi A rabistan 'ın 7. Z i f â f g e c e s i n i t a k i p e d e n , b i l .veya islâmiyetin ilk devirleri ( y k . bk.) âdet­ h a s s a y e d i n c i g ü n k ü ş e n l i k l e r . Ç ok leri ile, bir de V II. (X III.) asırda M ekke’ de defa vallma (y k . b k .) yalnız zifâf gecesinin er­ hâlis bir 'umra ’yi tasvir eden İbn al-Mucâvir tesi günü verilir. Kam ar al-zamân hikâyesinde ( Landberg, ayn. esr,, s. 859) tarafından te’y it ( A lf layla va layla, II, 461,478 ) bu şekildedir. edilm ektedir: güvey, Haram ’e gider, yedi de­ Bu düğün şenlikleri Türkiye ’de bir yemekle, fa tavaf eder. Makam İbrahim ’ de iki rekât an’ane hâlinde „paça ziyafeti“ diye adlandırılan namaz kılar, Hacer-î Esved 'i öper ( bu, fa v a f bir ziyafet ile, o gün sona erer. Sonra bir veya '1 ikmâl etmek d em ek tir) ve sonra mumdan İki gün içinde gelinin evinde misafir kabûlü ve­ meş'aleler taşıyan halk ile, gelinin evine ge­ ya tebrikler başlar (G a rn ett [ 1890’a doğru]). lir.— Bundan başka-Mekke ’de, evlenmeler umû­ Mısır ve gimâl-i garbî A frik a 'd a gelin yedi gün miyetle haccın bittiği ve hacıların gittiği mu­ zifâf odasında kalır. Akrabaları orada kendisi­ harrem ayında yapılır ( İbn al-M ucâvir, gSst. ni görmeğe gelirler. Yedinci gün genç evlilerin ger, ; Burckhardt, Travels in Arabia, I, 361). evinde umûmiyetle bir misâfir kabûlü veya zîHer he kadar düğün âdetlerinin târif ve menyâfet tertip edilir. Evlenmenin ilk yedi gününe şe’ini, eski kaynakların azlığı dolayısı ile, tesbit sabi' al-arüs denilir ve bu günler eski devir­ etmek gü ç ise de, umûmî bir şekilde, İslâmîden beri husûsî bir rol oynar ve Peygam ber yetin Suriye, Eicezîre ve Mısır 'da cârî şark tarafından mer’iyete konulan bir âdete kadar âdetlerini muhâfaza ettiği ve bunların İslâmiyet çıkar ; krş. Dozy, Supplément, 1, Ğ26 v. d .; bir ile birlikte diğer ülkelere yayıldığı, buralarda de yk, bk. ). Uns al-Vucüd hikâyesinde yedinci da yerli âdetler ile karıştığı söylenebilir. gün şarkıcılar gelir ve halka hediyeler dağıtılır B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen ( A lf layla va layla, II, 439 v.d.). A frik a 'lı Léon eserlerden başka i s l â m i y e t e n ö n c e k i ( 1526 ) Fas 'a âit „çok eski bir âdete“ işaret et­ d e v i r İçin bk. Freitag, Einleitung in das mektedir : güvey, yedinci gün, annesi ve diğer Studium der arab. Sprache (Bonn, 1861), s. kadınlar gelinin ayaklarına atılması için balık 203 v.d .; Welihausen, Die Ehe bei den Ara­ alır. Buna benzer bir âdete bugün hâlâ Sfaz ’ta bern ( N G W Q S tt„ 1893, s. 441 v. dd.); Jacob, rastlanmaktadır { Narbeshuber, s. 16 ). Bunda Altarabishes Beduinenleben ( Berlin, 1897 ), hiç şüphe yok k i, bereketle ilgili tılsımlı bir s. 57 v.d, husûs vardır. t i k i ş l â m d e v r i ve f ı k ı h e s â s l a ­ Nihâyet Snouck Hurgronje ( 1884 ) ve E. Rutter r ı için bk. Gertrude H. Stern, Marriage in {1928 'e doğru ) 'in Mekke ve Burton ( 1853 )'un early idam (London, 1939); W esterm arck, Medine 'ye âit kaydettikleri tamâmiyle farklı The History o f Human Marriage? (London, âdetlere işaret edelim : Evlenmenin iki şeklinin, 1925, 3 c ild ) ; T icân i [yazılışı aş-yk. 710=! ‘□ra ve 'umra ’nın, bir karışmasından bahsedi­ 1310], Tuh/at at-ara s (K a h ire, 13 0 1); A lf lir. Dördüncü gün ( „ghum ra“ = umra ) akşa­ layla va layla ( trc. Littmann, 6 c ild ), Leip* mı gelin gelinlik elbisesini giymiş, evinde bir zig, 1921— 1928; Sİral Sayf b.Z İ Yazan (Bu­ tah t üzerinde oturmaktadır. G üvey de, bir fener lak, 1294); İbn lyas, Bada'i al-zuhür f l vaalayı ortasında, akşam namazını kılm ak için, İ ş İ f al-dukâr (nşr. K ah le), İstanbul, 1931, IV Haram ’e gelir ve oradan gelinin evine döner. ( Bibliotheca islamica, V).



HİKÂH. Gaudefroy-Demombynes, Westerm arek ve bilhassa M arçais’nin agağıda zikredilen eser­ lerinde, son asırlardaki düğün merasimlerinin tavsifleri bulunur. Bu bibliyografyada sâdece en mühim eserler ile M arçaîs’nin işaret ettik­ lerini tamamlayanlar zikredilecektir.— M e k ­ k e v e M e d in e için: J . L .B n rck h a rd t[1814], Travels in Arabia { London, 1829), 1, 361,399, 401 v.d.; R. F . Burton [1853], Personal nar­



rative o f pilgrimage to Mecca and Medina (Leipzig, 1874), II, 167, *531 Snouck Hurgronje, Mekka (L ah ey, 1888/1889), U* * 55— l8 7 ; E. Rutter, T h e H o ly C itie s o f A r a b ia (L o n ­ don, 1928), 11,67 v .d d , — C e n f l b t A r a h i s t a n : C . Niebuhr [1763], R eiseb esch reibang n ach A rabien ( Kopenhag, 1774 ), 1, 402 v.d.;: A d . von W rede [1843],R e ise in H a d h ramatit ( Braunschweig, 1870 ), s . 262 v.d. ; C . von Landberg, Etudes sur le s d ialectes de l ’ A r a b ie m érid ion ale ( Leiden, 1909 ), II/I, 192— 202 ; II/lI, 717 — 869.— Z e n g i b a r : E . Ruete, M em oiren ein er arab. P r in z e s sin ( 2. tab., Berlin), 1886, II, 4— 9, İngilizce tre. M e­ m oirs o f an A ra b ia n P r in c e ss ( New York, 1888), s. 146— 170.— S u r i y e ve F i l i s t i n : j . van G histele [1 4 8 5 ], V oyage (G a n d , >557)- s - i S ; M - Cotovicus [1 5 9 8 — 1599], Itinerariu m H iero solym ita n u m et syriacum



(A nvers, 1619), s. 475 v.d. (tekra r negri : Gabriel Sionita, A ra b ia , Amsterdam, 1633, s. 194 v.d.); d ' A r vieux [16 5 9 ], M ém oires (Paris; 1735), I, 447; ayn. mil., D ie S itte n der B edu in en - A raber ( trc. Rosenmüll er ), Leipzig, 1789, s. 120 v. dd. ; A . R u ssell [ag,yk. 1750], T he N a tu ra l H isto ry o f A leppo ( L o n d o n , 1756), s. 1 1 0 — 113, 125 — 139; ayn. mil., N a tu rg esch ich te von A lep p o [trc. G m elin), G ö ttin g en , 1797, I, 399 [d ah a zi­ yâde türk âdetleri], II, 110 v. dd. [Mârûnîler ]; J. L. Burckhardt [ aj.-yk. 1810], B e­ m erkun gen über die B edu in en u n d W ahaby



( Weimar, 1831 ), s. 86 v.dd., 212 v.dd.; W . F. Lynch [ 1848 ], Narrative o f the United



States Expedition fo the river Jordan and the Dead Sea (London, 1852 ), s. 299; W eizstein, Syrische Dreschtafel (Zeitschrift f. Ethnologie, 1873, V , 288 v .d d .); H. H. Jes­ sup, FAe l^omen o f the Arabs (London, 1874 ), s. 27 [ Dürzîler ]; Klein, Mitteilungen über Leben, Sitten und Gebräuche der F el­ lachenin Palästina ( Z D P V , 1883, VI, 81— 101); E. Littmann, Neuarabische Volkspoesie (Berlin, 1902),s. 94 v.dd., 119 v.dd., 137 v.dd [hiristiyan]; C . T, Wilson, Peasant life İn the Hoty Land (L ondon, 1906), s. 110 — 115; Rothstein, : Muslimische Hochzeitgebräuche



in Lifta bei Jerusalem ( Palästina Jahrbuch, !



1910, V I, 102— 136, resimli); AI. Musiî. Vîrabia Petraea ( W ien, 1908 ) , III, 186 v. dd. [ feilä h la r ], 196 v .d d . [b e d e v ile r ]; G . B ergsträsser [ I914], Zum arabischen D ia lek t von Dam askus ( Hannover, 1924 ), I, 64 — 67 ; Chémati, M ariage et noce au Liban (A nthropos, 1915— 1916, X/XI, 913— 941, re sim li);K . Dagheştani, La Fam ille musulmane contem­ poraine en Syrie ( Paris, tarihsiz ) ; Spoer ve H addad, Volkskundliches aus el-Qubêbe bei Jerusalem { Z S , 1926, IV, 199— 226; 1927, V, 9 5 — *34 ); A . Jaussen, Coutumes Palestin i­ ennes, I, Naplouse et son district (P aris, 1927), s. 67 v .d d .; A l. Musil, The Manners and Customs o f the Rw ala Bedouins ( New York, 1928), 135 v .d d .; T . Canaan, Unwrit­ ten laws a ffectin g the Arab Women o f Pa­ lestine {Journal o f the Palestine O riental S o cie ty , 1931, X I, 190, 192, 19 9 ); Hilma G ranqvist, Marriage Conditions in a Pales­ tinian village ( Helsinki, 1931— 1935 ) [müslümanlar ]. — E I e e z î r e : Br. Meissner, Neuarab, G eschichten aus d em 'Irä q (L eip zig , 19 0 3 ), s. 107. — M ı s ı r : Nie. C h rist. Rad­ zivil [ 1 5 8 3 ] , Jerosolymitana peregrinatio (A n vers, 1614), s. 186 v.d.; CI. Savary [1777], Zustand des alten und neuen Egyptens {Ber­ lin, 1788), III, 261 — 264; Description de l ‘Egypte? ( Paris, 1826 ), XVIII, 85— 89 ; J. L. Burckhardt [18 17], Arabische Sprichwörter (W eim ar, 1834),s. 171 v. dd., nr. 422; E, Lane [ 1835], Manners and Customs o f the Mo­ dern Egyptianss (L o n d o n , 18 7 1 ), I, 197 — 222 ; ayn. mil., Arabian society in the middle ages ( London, 1883 ), s. 232 v. dd. ; A lf. von Kremer, Ägypten ( Leipzig, 1863 ), I, 58 v.dd. [ fellâhlar ]; Kiunzinger [ 1872— 1875], Bilder aus Oberägypten2 (Stu ttgart, 1878 ), s. 193 v .d d . [K u ş a y r], s. 260 (b e d e v ile r ]; W . S. Blackm an, The Fellâhîn o f Upper Egypt (London, 19 2 7),s . 90 v .d d ,; Out el Kouloub, Harem (P a ris , 1937 ), s. 4 5 — 71 , — T r a bl u s g a r p : 0 ■Gabelli, U sante nuziali in Tripolitania ( R iv ■della Tripolitania, 1926); Curotti, Gente di Libia { La Quarta Sponda, 1927); Pfalz, Arabische Hochzeitsgebräuche in Tripolitanien ( A nthropos, 1929, X X IV , 221— 227) ; Bertarelli, Guida d’ltalia, Possedimenti e Colonie (Milano, 1929), s. 221 v. dd.— T u n u s : Ch. de Peyssonneİ ve Des­ fontaines [XVIII. asır], Voyages dans les ré­ gences de Tunis et d* A lg er (Paris, 1838), I, 175! H, 42 v.d.; Maltzan, R eise in den R e­ gentschaften Tunis und Tripolis ( Leipzig, 1870), III, 88— 92; K. Narbeshuber, A u s dem Leben der arab, Bevölkerung in S fa x ( Leip» zig; 1907), s. 11 — 16; L. Bertholon ve E.



NİKÂH. C h an tre, Recherches anthropologiques sur : les indigènes de la Berhérie O rientale ( Pa­ ris, 1913), I, 575— 586; W . Marçais ve A b dcrrahmân G uîga, Textes arabes de Tèlçroûno (P aris, 1925),!» 355 v.dd., 381 v.dd.; W . Reitz, Bei Berbern und Beduinen (S tu ttga rt, 1926), s. 142 v.d d .— C e z â y i r : H a ë d o [X VI. asir], Topographie et histoire générale d ’ A l ­ ger [£ . A fr ., 1871 ], X V, 96— lo i ; d 'A rvieu x [1674], Mémoires (Paris, i 73S)' V , 287; J. P. Bonnafont [1830 — 1842], Pérégrination en A lg érie ( Paris, 1884 ), s. 152 v. dd. ; F. Mornand, La vie arabe (Paris, 1856), s. 57 v. d .; L. Féraud, Moeurs et coutumes K a biles ( R . A fr ., 1862, VI, 280,430 v.dd.) ; Viliot, Moeurs, coutum es. . . des indigènes de l’ A lg érie ( 3. lab., A lger, 1888 ), s. 97 v. dd. 5 GaudefroyDemombynes, Notes de sociologie maghré­ bine. Cérém onies du mariage chez le s in ­ digènes de l ’A lg érie (Paris, 1901); Bel. La population musulmane de Tlemcen ( /?eoue des études ethnograph. et sociologiques, 1908, I, 215 v.d d . ); A . M. Goichon, La vie fém ini■ne au Mzab (Paris, 1927), s. 73 v.dd., 280 v.dd. — F a s ; Léon l’A fricaine [ 1526], Description de l’ A friq u e ( n§r. Ch. Schefer ), Paris, 1897, II, 120— 125 ; J.Mocquet [i6 o5],P oycges ( Rou­ en, 1685), s. 204 v.d.; D. de Torres, Histoire des C h erifs ( Paris, 1667 ), s. 144; G. H oest [1760— 1768], N achrichten von Marôkos und Fe«(Kopenhag, 178 l),s. 102— 104; Edm. W estermarck, Mariage cérémonies in Morocco (London, 2914); Legey, Essai de F olklore ma­ rocain (Paris, 1926), s. 134 v.d d ;; M. G audry, La fem m e Chaouia de l'A u rés ( Paris, 1928), s. 78— 83; Jérôme ve Jean Tharaud, F e z ( Paris, 1930), 130 v.dd.; L .B ru not, Textes arabes de Rabat (P aris, 19 3 1 ), nr. 16. 17. S u d a n : Zayn al-'A bid in ai-Tünisi [ a?.-yk. 1820 ],Z)as Buch des Sudan (trc. Rosen), Leip­ zig, 1847, s. 28 v.dd.; Ing. Pallme, Travels in Kordofan (London, 1844), s. 81— 86; Seligman, Kabâbîsh (Harvard A frican Studies, 1918,11, 131 v .d d .); j. S. Triminghaum, Islam in the Sudan (London, 1949),s. 182 v.d.— T ü r k iy e : H . Dernschwam [1553— 1555 ], Tagebuch einer R èise nach Konstantinopel und Kleinasien ( n§r. Babinger), München, 1923, s 132 v.d. ; Salomon Scbw eigger [ 1578 ], N eute Reyssbeschreibung nach Konstantinopel ( Nürn­ berg, 1608 ), s. 205 v.dd. ; P. delia V alle [1615], Reiss-Beschreibung ( Cenevre, 1674 )> I« 43 i Thevenot [ 1657 ], Voyages ( Paris, 1689 ), I» 171 v.d .; de Tournefort, Relation d’un vo­ yage de Levant (P aris, 1717 ), II, 364 v .d d .; O livier [ 1793 — 1 7 9 7 ], Voyage dans l ’empi­ re othoman ( Paris, 1800), I, 154— 157; Ch.



W hite, Three years in Constantinople ( Lon­ don, 1845 )> HI, 8— 14 ; ayn. mil., H äusliches Leben und S itten der Türken (tre. Reum ont), Berlin, 1845, II, 309 v. d d .; Osman Bey, L es Femmes en Turquie (P aris, 18 83); L. N. J. G a rn e tt, The women o f Turkey ( L o n d o n , 1891), bilhassa II, 480— 489; Th. Lobei, H och­ zeitsgebräuche in der Türkei ( A m sterd am , 1897); [L. K osw ig, Hokenzeitsgebräuche in A natolien ( O riens. 1961, XIII— XIV, 240 — 250 ) ]. — I r a n : O teariu s [ 1637 ], Muscovi­ tesehe u. Persische Reyse ( 2. tab., Schleswig, 1656), s. 605 — 608; J. B. Tavernier [ 1664 1 L es six voyages (P aris, 1779), I, 719 v.d.; Cbardin [ 1673], Voyages (nşr. L angU s ), P a­ ris, 1811, II, 233 v .d d .; John Fryer (16 78 \ A new A ccount o f East India and Persia, Lon­ don, 1915 ( H akluyt S o c ie ty ), III, 129, 138; ( Kitäb-i Kultküm -näm e ), Custom s and man­ ners o f the women o f Persia (trc. A tk in ­ so n ), London, 1832, s. 42 v .d d ., 70 v .d d .; Ed. P o la k , Persien ( L e ip z ig , 18 6 5), I, 210 v. d d .; C, J. W ills, Persia as it is ( London, 1886), s. 57 v. d d .; S. G , W ilson, Persian L ife and Customs ( 3. tab., N ew York, 1899), s. 237 v .d d , [‘AH İlâ h ile r]; R itte r, A serbeidschanische T exte zur nordpersischen Volkskunde ( I s t., 1921, XI, 189 v .d d .); H. Norden, Persien ( Leipzig. 1929), s. 86— 89. — R u s y a 'd a k i m ü s l ü m a n l a r : W. Radloff [ i860— 1870], A u s Sibirien { Leipzig, 1893), I, 476— 484 [ Kırgızlar); H. Vam bery [1863], R ei­ se in M ittelasien (L eipzig, 1865), s. 258 v.d. [Türkm enler]; E. Schuyler, Türkistan (5. tab., London, 1876), I, 42 v.d. [K ırg ızlar], I, 142 v. dd. [ T a jk e n t ] ; H. Lansdeli (aş.-yk. 1880], R u ssisch -C entral-A sien ( Leipzig 1885 ), s. 248— 252 [K ırg ızla r ], s. 831 v.d. [ H iv a ] ; H. Vam bery, D as Türkenvolk ( Leipzig, 1885 ), s. 229— 250 [ K ırgızlar \ s. 433 v. d. [ Kazan türkleri J s. 540 v.dd. [K ırım tü r k le r i]; R. Karutz, Unter Kirgisen und Turkm enen (L eipzig, 1911 ), s. 101 v .d d .; Peiissier, M ischärtatarische Sprackproben, Berlin, 1919 ( A bh. P r. A k . W., 19 18 ), s. 3 v. d d , 28; Sciatskaya, A n tich e cerim onie nu ziali dei T atari di „Crim ea Vecchia“ e dei dintorni ( OM, 1928, VIII, 542 — 548 ); Essad Bey, Z w Slf Geheim nisse im Kaukasus ( Leipzig, 1930), s, 52 v. dd.— H i n d i s t a n : P . deila V alle [16 29 , Surat 't a ] , Reissbeschreibung ( Cenevre, 1674), IV, 12; Thevenot [ 1666, S u r a t’ta], Voyages (P aris, 1689), III, 66 v. dd. [ resimli ]; John Fryer [ 1674, Surat ’t a ] , ayn. esr., I, 237; Hassan A li. O bser­ vations o f the M usulm ans o f India (L o n ­ don, 1832). I, mektup XIH/XIV; G . A .



NİKÂH Herklots [1 8 3 2 ], Islam in India { Oxford, 1921), s. 57 V -d d — İ n d o n e z y a : W ilken, Plechtigheden en gebruiken b ij verlovingen ■ en küm elijken b ij de volkan van den Ind. A rchipel (BTL.V, 5. seri, 1886, I, 167— 219; 1889, IV , 380 — 4 6 2); Snouck Hurgronje, Verspreide C eschriften ( Bonn, 1924 ), IV/ı, 226 v. d d .; ayn. mil,, The Achehnese ( Leiden, 1906 ), î,. 329 v. dd. ( W . H e f f e n in g . ) N İK O P Ö L Î { S ). [ Bk. N İ ğ b o l ü . ) N İ K S A R { Bk. n İk s a r .) N İK S A R . N İKSAR, şimalî A n ado lu’da, To­ kat vilâyetine bağlı kaza merkezi b i r k a ­ s a b a ( 10.530 nüfus) olup, Yeşil-Irm ak’ın en uzun kolu olan K elkit suyu vadisinin şimâl ke­ narında, deniz seviyesinden 350 m. irtifâdadır. V ilâyet merkezine 61 km., Canik dağları ara­ sından geçen bir yol ile K aradeniz kıyısındaki Ünye kasabasına 105 km. mesafede bulunur ve K elkit vadisini tâkip eden yol burayı bir taraf­ tan Reşadiye — Koyul-H isar üzerinden Erzin­ can 'a , diğer taraftan da Erbaa ’ya ve oradan A m asya ’ya bağlar; eski çağda Lykos adı veri­ len K elkit suyunun vadisi burada iyice genişle­ miş olup, zemini çukur olan yerlerinde ilk ba­ harda kısmen bataklık hâlini almakla berâber, umûmiyetle çok m ünbittir; eski çağda bu o va­ ya Phanorea deniliyordu; şimdi T aş-O va adı, buradan ziyâde, daha garpta olan kısma tahsis edilmiş görünüyor. Kasaba, ovasının zeminine şimalden hâkim tepeleri yaran dar bir vadinin ( Niksar d eresi) ovaya açıldığı yerde, bu vâ~ dinin iki tarafında meyilli bir zemin üzerine kurulmuştur. Şehrin halk arasında ve şark kaynaklarında, Nik-Hisâr ( „iyi hisar“ )'dan iştikak ettirilmek istenen adı gerçekte Neocaesarea („Y en i-K a y seriye“ )'d an gelir. Bu isim ilk defa Plinius (IV , 3 ) tarafından zikredilmiş olup, şehrin Tiberius tarafından te’sis edildiği ileri sürül­ mektedir ( krş. Piolemaeus, V , 6 ,9 ; Stephan Byz,, Ammian. Marce., X XVII, 12, 9; Eusebi­ us, VIII, 1, 236,»). Bununla berâber, Roma devri şehrinin çok daha evvelden mevcut bir isk â n : noktasının yerini aldığı ve mevkiinin tahkim e elverişliliği sayesinde insanların ö te­ den beri buraya yerleşmiş bulunmaları rnuhtemel görünüyor. Bölge hakkında tafsilâtlı bilgi verdiği hâlde Neocaesarea ismini zikretmeyen Strabo, Pontos kıralı M ithridates’in müstah­ kem baş-şehirlerinden biri olan Kabeira ( Cab ıra ) ’dan bahseder ( XII, 556 v.d.) ki, Hamil­ ton bunun yerinin sonradan Yeni-Kayseriye tarafından alındığını ileri sürmüş ve bu mütâlea ekseriyetle kabul edilmiştir. Kabeira tahrip edildikten sonra, onun yerini Pompeius taratından kurulan Diospolis almıştır ki, Pythodotpl&m A n ı iicîop ediai



NİKSA R. ris ( milâd yılları } burası için Sebaste ismini zikretm ekte idi. önceleri Pontos Polemoniakos 'a dâhil olarak gösterilen Yeni-K ayseriye sonraları Kappadokya şehirleri arasında sayıldı. Hıristiyanlık devrinde buranın oldukça mühim bir rol oynadığı anlaşılıyor. Şehrin ilk pisko­ posu olan Gregorios Thaumaturgos, 2 1 2 yılına doğru burada dünyaya gelmiş, 3 1 4 yılında burada dinî bir meclis toplanmıştır. Şehrin adı ermeniler ile iranlılar arasındaki sefer münâ­ sebeti ile zikredilm ekte, kaynaklar buranın zelzeleler ile bir çok defalar zarara uğradığını ( 33 4 ve 4 9 9 'da olduğu g ib i) kaydetmektedir. Daha sonraki asırlarda da oldukça sık teker­ rür etmiş olan bu zelzelelerin en şiddetlilerin­ den biri 27 kânûn I. 1 9 3 9 'da vukua gelmiştir. N iksar, M alazgirt muharebesinden ( 1 0 7 1 ) sonra, çok geçmeden türkier tarafından feth­ edilmiş olmalıdır. Şehrin bu muharebeden çok evvel Emîr Dânişmend tarafından zaptedildiği, hattâ bu türk kumandanının burada öl­ düğü hakkındaki rivayet bir efsâneden ibaret bulunmakla berâber, Anadolu ’nun bu orta — şimâl bölgesinin fethinde Dânişmendli haneda­ nının rolü büyük olmak lâzım g e lir; Evliya Çelebî, şehrin. Sultan Melik G âzî tarafından 4 76 ( 1 0 8 3 / 1 0 8 4 ) ’da fethediidiğini yazar. Bu­ nunla berâber, bölgenin esâsen M elik-Şah kumandanlarından A rtu k Bey tarafından feth­ edilerek, Dânişmendli lerin onların yerini sonra­ dan alınış bulundukları rivayeti de vardır [ bk. mad. D ÂN İŞM EN D LİLER \ 1 1 4 0 senesinde Niksar imparator loannes Komnenos tarafından 6 ay müddetle muhâsara edildi ise de, Suttan Mas'üd ’dan yardım gören Dânişmendli hükümdarı Muhammed b. Melik G âzî tarafından kurtarıl­ dı, Bunun halefi Ni?âm al-Din Yağı-Basan, Konya Selçuklu hükümdarı K ılıç A r s la n ’a kar­ şı, imparator Manuel ile ittifak etmiş ve Nik­ s a r ’da kendi adını taşıyan medreseyi inşâ et­ tirmiştir. Onun ölümünden ( 1 1 6 4 ) sonra, Ma­ nuel, Dânişmendli emîrinin vârisleri arasındaki mücâdeleden faydalanarak, Niksar ’1 ele ge­ çirdi ( Kinnamos, s. 296 v.d., 3 0 0 ) ise de, kısa zaman sonra şehir bu sefer K ılıç A rslan tara­ fından geri alındı. Bu hükümdar ülkesini oğul­ ları arasında taksim edince ( 1 1 8 5 ) , Niksar, Koyul-Hisar ile berâber, Naşir al-D in Barkyaruk ’un hissesine düştü ise de, T okat ’a yer­ leşmiş olan Rukn al-Din Suiayman Şâh bu top­ rakları onun elinden aldı. Bundan sonra, Nik­ sar ’in adı ârızî olarak geçmektedir. 6 8 4 ( 1 2 8 5 ) 'te Niksar emîr Pervane ’nin elinde bulunuyor­ du ( İbn B ib i, nşr. Houtsma, IV, 2 9 1 v.d.). XIV. asırda elden-ele geçen Niksar, 8 00 ( 1 3 9 8 ) se­ nesinden e v v e l. Yıldırtın Bayezid tarafından, K ızıl- ve Yeşil-Irmak havzasında Eretna-oğul18



474



NİKSA R.



larma âit topraklar ite beraber, Osmanlı mül­ küne ilhak edildi. Ankara muharebesinden son­ ra , Am asya 'ya çekilen Mehmed Çelebi dev­ rinde, Niksar 805 (1403 ) ’te Canik beylerinden Kubad-oğlu’nun taarruzuna uğradı. XV. asrın ortalarına kadar, Osmanh-—Ak-Koyunlu dev­ letlerinin hudut bölgesinde yer alan Niksar. Otluk-Beli muharebesi ( 878 ~ 1473 ) İle bir hudut mevkii olmaktan çıkarak, Osmanlı toprakları içinde kaldı. Bununla beraber, bârız bir geliş­ me gösterem edi; hattâ vakit-vakit bâzı huzÛrsuzluk devrelerinde zarar gördü. Bu arada Bayezid II. devrinin sonlarına doğru (. lümleri haritasında açıkça gösterilmiştir. O n­ Bu cennetten gelme keyfiyeti ile Nii ve Mih- dan sonra, garbî Nil 'i bu tarzda tasvir eden rân ( Sind = Indus) nehirlerinin aynı m enşe’e bilhassa İbn Sa‘ id olup, A bu ’l-Fidâ’ da onu ta ­ sâhip olduklarına dâir bütün eserlerde bulunan kip etmektedir. al-Dimaşki ( nşr. Mehren s 89 ) ve al-Câhi? ’in şimdi kaybolmuş Kitâb al-butdân ’de de aynı tasvir görülüyor; bu müellif de, ’ına atfedilen bir fikir arasında belki bir bağ­ üçüncü gölden bahsederek, buna İbn Sa’ id lılık bulunabilir (krş. al-Mas’ üdi, Tctnbth, B G A , gibi, Kürâ gölü ismini veriyor ve bundan üç VIII, 55 ). Bu telakki Birimi ( India s. ıo ı ) nehir çıktığını söylü yor: Sudan N il'i, Mısır Nil tarafından istihzâlı bir şekilde tenkit edilmiş­ ’i ve Hind okyanusu kıyısındaki Zaııc diyarın­ tir. Islâm kaynaklarında çok rastlanan başka da Makdaşü istikametine doğru akan bir üçün­ bir fikir, Nil nehrinin kabardığı sırada bütün cü nehir. Daha Mas'üdi ( yk. bk. ) ’ nin Nil ile başka dünya nehirlerinin alçalması tasavvuru, münâsebetti gösterdiği bu nehir, muhtemel ola­ rak, eski İtalyan Somali ’sindeki Vebi suyudur. aynı menşe’e bağlanabilir Nihayet üçüncü bir coğrafî görüş tarzı A f­ C oğrafya müellifleri Nil manzümesîni bu de­ rika ’nm garp kısmını Nil nehir manzumesine rece hayâlı bir şekilde kurarlarken, Mısır cebağlamaktadır. Daha Herçdot, bu nehrin bir »ßbund^ki N ü ’e dâir bilgiler ancak pek yavaş



bir şekilde iierüemekte İdi. A rap fatihlerinin eriştikleri en cenûbî nokta Dongola oldu { K in­ di, nşr. Guest, s. 12 ). Bu şehrin Nil üzerinde olduğu mükemmelen biliniyordu. Buranın arz ve tCılü Hvârizmi ve Suhrâb tarafından veril­ mektedir. Ya'kübi ( Târih, nşr. Houtsma, s. 217) bir de Mukurra denilen Nûbelilerin ötesinde yaşıyan ve kendilerine A lvae denilen Nûbeliierin memleketinde N il’in muhtelif kollara ayrı­ lışını biliyorsa da aynı müellif, ‘ A lvalar arka­ sına Sindleri yerleştirmektedir. Mas'üdi ( Marîıc, ili, 31 v. d.) Nûbe diyarının Nil vâsıtası ile ikiye ayrıldığını bilmektedir İbn Havka! ( İstan­ bul yazm.}, şelâleler ( canâdil ) bulunan iki mev­ kii tasvir etmektedir. Şelâlelerden birisi Usvân 'm yukarısındaki „birinci şelâle“ olup, Öteki Dongola yakınında bulunmakla beraber, bunun ikinci mi, yoksa üçüncü mü olduğu sarih değil­ dir- Bununla beraber, o sıralarda İbn Sulaym al-Usvâni isimli bir seyyahtan, Nil *in yukarı mecrası hakkında kıymetli bir tasvir kalmış olup, bu tasvir, Makrizi 'nia H itat ( nşr. Wiet, MI FAO, X L V 1, 252 v. d d .) ’ında muhâfaza edil­ miştir. M akrizi'n in Kitâb al-M ukaffâ ( krş. Quatremère, Mémoires sur l 'Egypte, 11 ) smda kendi hakkında bâzı bilgiler bulunan bu ibn Sulaym, Fatımî kumandanı Cavbar tarafından, Nübc hükümdarına elçilik ile gönderilmiş idi. Kendisi Kitâb ahbâr al-Nâba va ‘l-Mukurra v a 'A lv a v a ’l-Büca va 'l-N il isimli bir eserin müellifi olup, adı geçen yerler bu eserde etraflı bir şekilde tasvir edilmiştir. Müellif Usvân ile Dunkuta arasındaki sabanın şimalde Mariler, daha cenupta Mukurraler tarafından iskân edil­ diğini söylem ekte oiup, memleketin şimâl ta ­ rafı çorak olarak gösterilmekte, büyük şelâle­ ler çok iyi tasvir edilmektedir. Dunkula v e 'A lv a ( bu sonuncusu şimdiki Hartum bölgesidir ) arası zengin bir bölge olarak anlatılıyor ; Nil ’in bura­ da çizdiği büyük büklüm İbn Sulaym tarafın­ dan tamâmiyle biliniyor. Orada Nil yedi nehre bölünmektedir. Tasvirden açıkça anlaşıldığı gibi, bu nehirlerden şimalde olanı şarktan gelen A tb a ra ’d ır; daba cenupta „Beyaz Nil" ile „Yeşil Nil“ “A lv a payitahtı civarında bir­ leşmektedir. Şarktan gelen „Yeşil N il“ de dört ırmağın birleşmesi ile teşekkül etmiş olup bunlardan birisi, müellifin düşüncesine göre, H abaşa bölgesinden, bir diğeri de Zanc diya­ rından gelm ektedir; doğru olmayan sonuncu müşahede sözde İlmî an’anenin tesirinden doğ­ muş olabilir. „Beyaz N il“ ile „Yeşil Nil“ ara­ sında büyük bir ada { bugünkü haritalarda da hâlâ kullanılmakta o'an adı ile Cazı ra ) uzanıyor­ du ve bunun cenûp tarafından hudûdn yok idi. işte burada orta çağ isiâm eserleri arasında yukarı Nil hakkmdaki bilginin gerçekte nere­



ye kadar ulaştığını gösteren hemen-hemen tek kaynağa temâs etmiş oluyoruz. Bu bilgiden sis­ tematik coğrafya kitaplarına pek az şey geç­ miş gibi görünüyor; msl. İdrisi, nehrin bu kısr mini, elinde bulunan yetersiz kaynakları iyi,kullanamamış olduğunu gösterir bir şekilde ta v ­ sif etmektedir. Yukarı Nil ’in ve kaynaklarının araştırılm a­ sına XVIII. asrın sonundan itibaren avrupah sey­ yahlar tarafından teşebbüs edildi. Bunlar Nil 'in hakikî büyük göllerini keşfettiler veya yeni­ den buldular; Ruwenzori dağlarım „A y dağla­ rı“ olarak teşhis ettiler ki, bu ad seyyah Speke tarafından Unyamwezi bölgesinin isminde „A y bölgesi“ mânası ile bulunmuştur. Bununla be­ raber, Nil havzası araştırmalarının bir kısmı M ısır’ın teşebbüsü ile olmuştur. Mehmed A li P a ş a ’nın oğlu İsmail Paşa kumandasındaki as­ kerî sefer hey’eti 1820— 1822 'de Mısır Sudan’ı üzerinde Mısır hâkimiyetini kurdu ve yeni bir İlmî sefer hey'etine yolu açtı. Bu arada Hartum şehrinin de temeli atıldı. 1839— 1842 senelerin­ de 3 Mısır bey’eti Beyaz Nil boyunca yukarıya doğru çıktı ve İsmail Paşa ’nin valiliği sırasın­ da Mısır hükümeti, Sobat ’ın yukarısında, Beyaz Nil bataklıklarında gemi nakliyâtını güçleştiren nebat yığınlarını ( su d d ) temizlemeğe bir kaç defa teşebbüs etti. N i l ’i n y ı l l ı k k a b a r m a l a r ı ( ziyada, fa y z, fayazân ), bütün devirler boyunca Mısıı ’ın toprak verimliliğini ve zenginliğini borçlu olduğu hâdiselerdir; zîra bu kabarmalar mem­ leketin hemen tamâmiyle yağmurdan mahrûm oluşunu telâfi ederek, kenarlarında ve delta üzerinde bulunan tarlaları tabi’î ve hemen-bemen intizamlı bir şekilde sulamağa yarar; bü­ tün zirâat bayatının temelini teşkil etmek sü­ reliyle, nehre çok defa verilen mubârak sıfatını haklı gösterir. A ynı düşünce yolu ile, Nil de Fı­ rat gibi bîr İslâm nehri sayılmaktadır ( M akrizi, nşr. W iet, M IFA O , XXX, 218). N il’in taşma­ ları köy ve şehirler halkının husûsî ve umûmî hayatlarına derin bir te'sir yapmakta ve Mısır 'a dâir en eski İslâm rivayetlerinde Mısır halkının bu husustaki hayranlık ve minnetdarlık duygu­ ları aksetm ektedir (İbn ‘ A bd al-Hakam, s 109, 203 1. Eıı alçak seviyesine Usvân ’da mayıs sonlarında ve Kahire 'de ise, haziran ortala­ rında inen nehir bu tarihlerden itibaren yük­ selmeğe başlayarak Usvân ’da eylül başlarında, Kahire 'de teşrin I. başlarında, en yüksek sevi­ yesine erişir. Bu intizam aynı zamanda mem­ leketin muhtelif bölgelerinde kullanılan sulama usûlleri, ekin ekme ve hasad zamanlarının tâ­ yini ve bununla ilgili olarak, arsUd vergisinin alınma tarzlarının tesbitı bakımından da bir düzen kurmaktadır ( msl. M akrizi, Bulak tab.



*8o



NİL.



I, 270, buradaki metin İbn Havkal ’ den gel­ m ektedir); bütün bu içlere âit tarihlerin kıptî güneş takvimine göre, tesbitİne devam editegelmektedir. K a b a r m a l a r ı n s e b e p l e r i üzerinde yapı­ lan münâkaşalar yazılı kaynaklarda pek çok yer tutmaktadır. En eski ve gerçeğe en yakın olan inanış, kabarmanın Nil nehri ve tabileri­ nin doğduğu bölgede, vukua gelen şiddetli yağmurlardan ileri geldiği şeklinde olup, bu keyfiyet ‘A b d A llah b. ‘Am r b. al-'Â ş ’a kadar çıkan bir rivayette, bir az mübâlegalı surette, ifâde edilmektedir. Bu rivayete göre, Allahın bir irâdesine uyarak, dünyanın bütün nehirleri, suları ile Nil ’in taşmasına yardım ederler ( İbn A b d ai-Hakam, ayn. es r., b. 149 ). Nil ’in taş­ ması sırasında bütün nehirlerin alçaldığına dâir olan inanışa da bu sûretle îmâ edilmiş o lu r; bununla beraber, İndus gibi bâzı nehir­ lerin de bu neviden taşma ve alçalma hâdise­ leri gösterdiklerine şâhid olunmakta ve bu da bahsi geçen nehirlerin müşterek bir menşe’i bulunduğuna delil sayılmaktadtr ( M akrizi, nşr. W iet, M 1F A O , X X X ,. 227 ). Bundan başka, taşmaların sebebini denizin hareketine, rüzgâr­ ların te ’sirine bağlayan görüş tarzları da var­ dır ki, bunlar Nil 'in taşmalarına dâir A risto ’ya atfedilen eser gibi, istâmdan evvelki devre âit kaynakların mirâsını teşkil eder ve al-Makr i z i ’nin eserinde husûsi bir bahiste uzun-uzun münâkaşa v e reddedilir { H ila f, M I F A O , X X X , 236 v. dd.). M ı s ı r ’d a s u l a m a t a r z ı XIX. asra ka­ dar hep aynı şekilde devam etmiştir. Nil ka­ barmağa başladığı zaman, delta üzerinde ana nehrin ve başlıca kollarının iki tarafında bü­ tün akış yolları kapatılarak, kabarma en yük­ sek seviyesine ulaşınca ve muhtelif mevkilere göre, gerekli hizalara gelince, bu yollar açılır. Bu senelik açılmaların en ehemmiyetlisi. Kahire kanalınınki ( haliç ) olup, yakın zamana kadar bir halk bayramı gibi kutlanmıştır. K a h ire’de suyun kabartısı 16 zirS 'a vardığı zaman feyezan tamam olmuş { vaf a al - Ni l ) demektir ki, bu hâdise umûmiyetle kıptîlerin mesore ayının ilk on gününde ( aş -yk, ağustos o rta ları) vtıkua gelir ve şehrin her tarafında ilân olunur (krş. Lane, M a n n ers and C ustom s, II, 287 v. dd. ve E. Littmann, E in arabischer T e x t uber d ie N ilsch m etle, bk. F e stsc h r ift O ppenheim , Berlin, '933> a. 66 v. d d .; daha eski bir devir için bk. al-K alkaşsndi, III, 516). Nehrin seviyesi en eski devirlerden beri Nil ’e mahsus ölçü âletleri [ bk. mad, MİÇYÂS ] vâ­ sıtası ile tesbit edilir. Bu mikyaslardan bâzdan eski kaynaklarda zikredilir ki, en eenûpta olanı 'A lv a mikyası, en meşhûru da, 92 ( 7 1 1 ) sene­



sine doğru Usâma b. Zayd al-Tanûhİ tarafın­ dan İnşâ ettirilerek, sonra sık-sık yeniden ku­ rulan al-Fustat mikyasıdır (Ni l mikyaslarının tam bir listesi için bk. Omar Toussoun, M é­ m oire sur F h isto ire du N il, II, 265 v. d d .}. Umûmiyetle bu cihazlar taştan yapılır ve üze­ rinde işaretler taşırdı ; bununla berâber başka malzemeden yapılanları da var idi ( msl. Nûbe ’de Safanüf manastırı yakınında bir incir ağacı ; krş. Evetts, C h u rck es, s. 262 ). Sulama için gerekli olan kabarma seviyesi mevkîdenmevkie değişiyordu Baş şehirde suyun vasati seviyesi en alçak seviye üzerinde 16 zira' 'i bulmalı idi ; kabarma 18 z ir a '1 geçerse, tehli­ keli olur ; 12 zira ’da kalır ise. bu da kıtlık mânasına gelirdi ( krş. msl. a l-td risi, s. 145 v. d.). Mısır tarihinde 444 ( 1052 ) ’ü tâkip eden yıllar ve bilhassa 451 ( 1059) yılı kabarmanın yokluğu veya yetersizliği ile kıtlık ve felâket seneleri olmuştur, 152— 1296 (769— 1879) yılla­ rı arasında NİI feyezanları hakkında tarihi bir araştırma için bk. Omar Toussoun, M ém oire sur l ’ h isto ire du N il, 11, 454 v. dd. Asıl nehrin ve kollarının tanzimi işi eski Mısır kıratlarına atfedilir ( al-M akrizi, İbn V gşif Ş â h ’a göre), fakat ne orta çağda, ne de da­ ha yaktn devirlerde, bütün kaynakların Yûsuf peygambere atfettiği meşhur al-Fayyüm kanal sistemi bir tarafa bırakılacak olursa, sutama işleri büyük ölçüde ele alınmış değil idi. Mısır 'ın geri kafan kısımlarında sedler açıldıktan sonra suyun zemin üzerinde, geniş sahaları bir müddet örtecek şekilde, serbestçe yayılma­ sına müsâade edilir. A ra p kaynakları, sene­ nin bu kısmında, aralarındaki irtibat ancak kayıklar ile te'min edilen köylerin birer ada gibi göründüğü geniş su sahalarına dâir dikkat çekici tasvirler ihtivâ eder (al-M as'üdi MurSc I, 162; İbn 'A b d al-Hakam, s. 205). Mehmed "A li devrinden itibaren, memleketin İstihsâlini arttırm ak için, yeni sulama te’sisleri tasavvur edildi ki, bu husûsa dâir imkânlar daha bâzı orta çağ müellifleri tarafından da ileri sürül­ müş idi. Bununla berâber, ilk teşebbüsler ba­ şarısız kaldı. 1840’ a doğru D e lta ’ nın başında transız mühendisi M ouget’ nin planlarına göre, Nil *in iki kolu üzerinde büyük bir bend in­ şâsına girişildi. Fakat bu teşebbüs ancak Tavfik iya, Manûfiya ve Buhayriya kanalları ile berâber, bu bend projesinin tam neticelendirilmesi tarihi olan 1890 ’da meyvesini verdt. Son büyük sulama te’sislerine nehrin yukarı mecrasında teşebbüs edildi. Usvân aşağısında Philae civarındaki şelâle hizasında büyük bendler 1902 'de inşâ edilerek, 1912 ’de ve bir kere daha 1933 ’te yükseltildi Bu bendler, Nil suyunun M ısır’ da tevziini daha iy' M ı dü­



N İL. zene k oyd u ğ u gib i, M ısır'ın cenubunda nehrin



iki tarafın daki to p rakların daha iyi sulanm a* sim da te'm in ederler. Şim di M ıs ır ’dan a yrıl­ mış olan Sudan bölgesinde, Mâvi Nil üzerinde H artu m 'u n yukarısında Sennâr yakın ın da bü ­ y ü k M akvâr bendi vardır ki. B ey a z ve M âvi Nil arasın da a l-C a z ira denilen b ö lgen in su lanm a­ sına hizm et eder. B end 1925 ’te tam am lanm ış­ tır. [ A y rıc a , aynı b ö lged e B eyaz Nil üzerinde, H artum şehrinin 4.5 km . cenûbunda, 2 m ilyar m3, hacm inde su biriktireb ilen C ab al A v liy â ’ bendi inşâ edilm iştir ]. Bu sû retle



bir



kısım



Nil sularının tan zim i M ısır ’ın etinden çıkm ış bulunuyor. Bu m ünâsebetle 1059 b ü yük kıttık günleri hatırlan abilir ki, o sırada m ısırlılar Nü feyezanının



nûbeliler



zannetm işlerdi. Y a k ın



tarafın dan bir



önlendiğini



zam anda Sudan —



B elç ik a K o n g o 's u hududunda yeni bir bend inşâsı bahis m evzuu old u ğu sırad a bu ben­ din M ısır için b ir fâ ’ida 'âcil a mi, y o k s a bir



fâ ’ ida âcila mi o la c a ğ ı sorulm uş idi (krş. alBalağ ga ze te si, 17 m art 1934 n ü sh a sı ; bk. M ı­ sır 'd a ta tb ik edilen sulam a usûllerinin te k â ­ mülü h akkın da m akalenin sonuna ilâ v e ed il­ miş olan ek }.



Nil kabarmaları vesileleri ile halk bayram­ ları yapıldığı yukarıda zikredilmiş idi. Nil aynı zamanda bizanslılar devrinde, en eski zaman­ lardan kalma bir takım dinî âdetler ile de alâ­ kalı görülür. Arapların Mısır 'ı fethettikleri sı­ rada, „Nil gelininin“ kurban edilmesi âdeti ca­ rî bulunuyordu: her yıl süstü giydirilmiş bir bakire, nehrin bol bir feyezan te’ min etmesi için, N il’e atılırdı. İlk defa İbn ‘A b d al-Hakam ( s. 150) tarafından kaydedilen bir riva­ yete göre, bu âdet 'A m r b. al-‘A ş tarafından ilgâ edildi ve feyezan Allahın emri ile oldu­ ğuna ğöre, nehirden kabarmasını talep eden halîfenin bir yazısı Nil ’e atıldıktan sonra, ne­ hir feyezana başladı. Yakm zamanlarda kıptîlerin ' ¡ d a l-şa lib şenlikleri sırasında 'A r a sa t a l-N il denilen bir genç kız senbolünün N il’ e atılmasına devam edilmekte idi (Norden, Tra­ v els in E g yp t and N ubia, 1757, s. 63 v. dd.), Lane {M a n n ers and Customs, s. 290 } Kahire bendinin şeddi yakınında al-' A r a sa ismi veri­ len toprak bir sütundan bahseder. Bundan baş­ ka, Epiphanie gecesi Nil nehrinde yıkanılma âdeti eskiden hırİstiyanlarda olduğu gibi müslümanlarda da var idi ( krş. Evetts, C h ıırch es, s. 129). Mas’ üdi ( MnrUc, II, 364 v. dd.) Laylat al-ğiiâs denilen bu geceyi 330 1 942 ) senesi için anlatır, Lane (s. 363 v.d.)> aynı merasimi tasvir etmekle beraber, artık müslumanların buna iştirak etmediklerini kaydeder; fakat mü­ barek Nil suyunda yıkanmak umumiyetle bara­ ka vesilesi sayılır (krş. W. Bîackman, The F el-



281



lâkin o f Upper Egypt, s. 32, Babr Yûsuf 'ta yı­ kanma vesilesi i l e ). Nil nehri suyunun evsâfı tıbbî eserlerde mü­ nâkaşa mevzuu olmuştur. İbn Sina (al-K ân nn f i ‘ l-fibb, Bulak, 1294, I, 98; M akrizi tarafın.dan zikredilir ) Nil ’in cenûptan şimale doğru akması keyfiyetinin, bilhassa cenûp rüzgârı es­ tiği sırada, Nil suyu üzerine kötü bir te'sıri ol­ duğu, bu sebeple N il’ in fazla medhedilmesinin mübâiegah olduğu fikrindedir. Mısır 'iı tabip İbn Rizvan (ölm, 4 5 3 = 1 0 6 1 ) , Sudan memle­ ketinin sıcaklığı dolayısı ile, Nü suyunun Mı­ s ır ’a saf bir hâlde geldiğini, fakat Mısır topra­ ğında kendisine karışan maddeler ile kirlendi­ ğini İleri sürer (M akrizi, M IF A O , XXX, 275 v. dd. 'da zikredilmektedir ). A ynı müellif kabarma başladığı zaman suyun bulandığını anlatmakta, Nil ‘in Mısır İklimi üzerine oian te’sirini ve suyunun tıbbî vasıflarını da münâkaşa etmek­ tedir. Başka müellifler de, Nil ’ de yaşayan mahlûk­ lardan uzun-uzun bahsederek, Nil balıkları hak­ kında malumat verirler, al-ldrisi (s. 16 v. dd.) balıkların çok uzun bir listesini dercetmekte, bunların evsâfı hakkında garip bilgiler vermek­ tedir. Bununla beraber, coğrafyactiartn en uzun târif ettikleri hayvanlar timsah ile sakankür 'dur. Bir nevî kertenkele olan bu sonuncu hay­ vanın bîr timsah ve bir balığın birleşmesinden meydana geldiği söylenirdi. Tarihî kaynaklarda Nil ’in gemicilik bakımın­ dan arzettiği imkânlardan da bahsedilmektedir. Deniz gemilerinin Nii kollarından içeri girmiş oldukları pek zannedilm iyor; nehir üzerindeki nakliyat küçük gemiler ile yapılm akta idi. K ay­ naklarda muhtelif Nit gemilerinin adı geçmekte­ dir ; XIX. asırda bilhassa zahabîya denilen ge­ miler bilinmektedir. Daha eski bir devirde Nil ge­ misi için zallâc tâbiri kullanılırdı ( al-Kindi, K i­ ldi) ai-umara, nşr. Guest. s. 157; Dozy, Sapplement, bk. m ad.; H. Kiııdermann, „ S c h iff “ im Arabischen, phil. Diss., Bonn 1934, bk. mad.). D elta göllerinde balıkçıların yelkenli gemile­ rinde gösterdikleri beceriklilik üzerinde sık-sık durulur; az derin yerlerde, hattâ su basmış karalar üzerinde kayıklar kürek veya sırıklar İle yürütülürdü. Mısır ile Nûbe arasındaki şe­ lâleler, şimdi de oiduğu gibi, nehir nakliyâtı­ na aşılmaz bir engel teşkil ediyordu. Yükler şelâlelerin bulunduğu yerlerde karadan taşı­ nırdı ( İbn Havlçal, Topkapı Sarayı, Alımed 111. kütüp., yazm. nr. 3346, var. 86). Usvân yukarısındaki şelâleler uzun zaman müslümanlığın Mısır cenubundaki ülkelere ya­ yılmasına engel oldu ki bu hâl Nil 'in Nûbe 'ye hıristiyanlığın yayılmasındaki rolü ile garip bir tezat teşkil etm ektedir (krş. J. Kraus, D ie



282



NİL.



A nfän ge des Christentum s in Nubien, theol. Diss., Münster, 1930). İslâmiyet N ûbe'ye an­ cak yavaş-yavaş girdi ve Sudan ’a umûmî ola­ rak ancak XIX. asırda yayıldı [ bk. mad. SU­ DAN].



Nil 'in öğülme ve şâirâııe tasvirler suretiyle arap edebiyatına mevzû olduğu hususuna yu­ karıda kısaca temas edilmiş idi. M akrizi [ayn. esr., s. 270 v. dd.) Nil ’in ve feyezanının medhine dâir bâzı şiir parçaları zikreder. İsmini verdiği şâirler arasında Tamim b. al-Mu'izz ( b. bk. ; ölm. 985) ve îbn Kalâkis (Ölm. 1172) bulunmaktadır. Diğer taraftan YäkGt ( I, 592 ; IV, 865), Umayya b- A bi ’1-Ş a lt'a İsnâd ettiği bâzı şiirleri zikreder; muhtemel olarak, bu şâir al-Risâlat al-Mişriya adlı bir eser yazmış olan A bu '1-Şalt Umayya b. ‘ A bd al-‘ A z iz ( Ölm. Î134 ) olup, M akrizi de bundan nakiller yap­ mıştır. Muhtemel olarak, Nil hakkında en eski şiirler V 3Î1. asrın başında ‘A b d a l-'A ziz b. Marvân ’ın saray şâiri olan İbn Kays al-Rukayyât [ b. bk.J'ın Divân ’ında bulunmaktadır. Nil hakkında bâzı husûsî eserler de yazılmış­ tır. îbn Zülâk ( Ölm. 997 ), F a iS il Mişr { Paris, Bibi, N a t , yazm , nr. 1818, 31“ ) adlı kitabın­ da N il'in ehemmiyeti ve şifâkâr te ’sirleri hak­ kında bir eser yazdığını söylem ekte İse de, bu eser, görünüşe göre, kaybolmuştur. Diğer taraftan, Tabşirat al-ahyâr f i N il Mişr va ahavâtihi min al-anhâr (C ezayir, yazm .; krş. Brockelmann, G A L, 11, 506) isimli bir eser ile, Calâl al-Din al-Mahalli ( ölm 1459 ) ve al-Suyüii ’nin iki kısa risalesi olup, bunlar British Museum yazm. Ör. J J îs 'te bir arada bulunmak­ tadır ( bk. Rieu, Sup p l.,m 1198 ; Brockelmann, G A L , II, 114). B i b l i y o g r a f y a ı Bu makalede Nil nehri yalnız İslâmiyet ve tarih bakımından ele alınmış olduğu için, Nil hakkında ortaya konulmuş çağdaş eser ve makalelerin meyda­ na getirdiği geniş kaynakların burada zikr­ edilmesi lüzumsuz sayılmıştır. Eski miislüman müelliflerinin hepsi de makale içinde zikredil­ miştir. Yakut, ‘ A b d al-Latif, A bu'l-F idS’ , aiKalkaşandi, al-M akrizi, a!-Suyüti ( H uşn almuhâiara ) ve al-Nuvayri gibi, yeni müellif­ ler çok defa eski kaynaklardan toplama mâ­ hiyeti gösterirler. Çok ehemmiyetli yeni bir müslüman eseri için bk. A li Bâşâ Mubârak, al-H itat al-tavfikiya. Müslüman edebî kay­ nakları aşağıdaki eserlerde ele alınmıştır : Else Reitemeyer, Beschreibung Ä gyptens im M ittelalter (Leipzig, 1903, s. 31— 6 s }; J. Maspero ve G . W iet, Matériaux pour servir à la géographie de 1‘ Egypte ( M IF Â O , XXXVI, 215 v. dd.) ve bilhassa Omar Toussoun, Mé­ moire sur l’Histoire du Nil ( 3 citd, Mémoi-



res presentes â l'In stitu t d'Egypte, Kahire, 1925, V III, IX, X). Bu üç cildin sonuncusunda eski durumları temsil eden haritalar yer almak­ tadır. Nİ1 'e âit bir takım müslüman harita­ ları için bk, Mappae Arabicae (nşr, Konrad Miller), S tu ttga rt, 1926— 1930 ve Youssout Kemal, Monumenta Cartographica A fricae et Aegypti, III, aynı eserde N il’e dâir bütün coğrafî kaynaklar, tarih sırası ile, gösteril­ miştir, ( J. H. K r a m e r s .) NİL SULARINDAN



FAYDALAN M A



( SON DURUM )



Çöl iklimine sâhip bir memlekette Nil suların­ dan ne şekilde faydalanılmış olduğunu tarih devirleri boyunca tâkip etmek suretiyle sula­ ma sistemlerinin zamanla ne gibi değişiklik­ lere uğradığı ve bugün de hangi safhada bu­ lunduğu anlaşılmış olur. Mısır ’da zirâat, şüphesiz, Nil suyundan en basit ve en zahmetsiz bir şekilde faydalanma sûretiyle başlamış olmalıdır. Bu şekil, kabaran Nil 'in kaplayıp, sonra üzerine ince taneli bir çamur tabakası bırakarak çekildiği tarlaya to ­ hum atılması tarzında hulâsa edilebilir. Bu­ nunla beraber, t a r l a l a r ı n d o ğ r u d a n d oğruya feyezan s u l a n ile sulan­ m a s ı . ilk bakışta zannedileeeği kadar, elve­ rişli değil idi; hattâ esâstı mahzurlar taşıyordu: sık-sık yatağım değiştiren nehir, vâdî tabanı­ nın çukur yerlerini göller ve dâimî bataklıklar hâlinde işgâl ediyor, yüksek yerlere de feyezan suları erişmiyordu. Bu yüzden, Mısır ’ın ilk çift­ çileri ekilebilir toprakiaı-ın peşinde yarı-göçebe bir durumda yaşamak zorunda idiler; bunların faydalanabilecekleri topraklar hem m ahdut. hem de yer itibârı ile oynak idi. Mısır 'da, medenî bir hayatın ilk tezahürleri ile beraber, sulama işlerinin düzene konulması lüzumu duyuldu. Daha 5000 ( m. ö.) yıllarında h a v z a u s û l ü İ l e s u l a m a yoluna geçildi ve bu usûl Fir'avunlar çağından X IX asra ka­ dar hâkim kaldı. Buna göre, vâdî tabanı, bir kısmı nehrin akışına paralel, bir kısmı ise, ona dik toprak sedier ile dik-dörtken şekilli bir takım „havzalara" ayrılıyordu Nehir kabarın­ ca. kanallar vâsıtası ile bu havzalar 1— 2 m derinlikte doldurulan su, yerine göre, 3— 8 haf­ ta kaldıktan sonra, nehir alçalm ağa başlayınca, boşaltma kanalları ile, nehre iâde ediliyor ve havzaların zemini üzerinden sular çekilir-çekilmez, zirâat işlerine başlanıyordu. Esâs itibârı ile pek uygun görünen bu tarzın başlıca mahzûru feyezan sularının ancak teşrin 1. ortalarına doğru havzaları terkederek, zirâate ondan sonra imkân vermesi ve kışın yapılan zirâatın Mısır 'da pek erken gelen yaz başında sona ermek zorunda



kalması, böylelikle topraktan ancak tek bir defa mahsûl kaldırılabilmesi idi. Böyle bir usûl ancak besleyecek nüfusu fazla olmayan ve sı­ cak mevsimde sulamaya muhtaç ticari nebat­ lar ekilmeyen bir memlekette devam edebilirdi. G erçekte eski mısırlılar, ellerindeki imkânlar ile, tarlalarından senede birden fazla mahsûl kaldırmağı sağlayacak d e v a m l ı s u l a m a usûlünü tatbika çalışmışlardır; bunun için vâdî tabanında, bâzan epeyce fazla bir derinlik­ te bulunan su yatağına erişmek için, kuyular açılmış, bostan dolapları hattâ kovalar yardı­ mı ile, tarlaların sulanmasına gayret edilmiş idi. Bununla berâber, bu iptidâi sistemin havza usû­ lü ile sulamanın yerini büs-bütün alması bahis mevzuu olamazdı. Mısır topraklarının sulanmasında üçüncü saf ha XIX. asrın başlarında, Mehmed A li Paşa’nın teşviki ile açıldı Bu sırada Mısır’a pamuk zi­ râatı idhâl edilmiş id i; pamuk tarlalarım sıcak ve kurak mevsimde de sulamak için, nehir se­ viyesinin en alçak olduğu sıralarda, işe yara­ yabilecek derin kanallar kazıldı- Bu y a z k a ­ n a l l a r ı , sulanacak tarlalara nazaran, nehir mecrasının çok yukarılarından başlıyor, aşağı­ ya doğru derinliği tedricen azalarak, nihayet tar­ laların hizasına geliyordu. Bu usûlün başlıca mahzuru feyezan sırasında kanalların muazzam bir çamur kütlesi ile dolması İdi. Bu ise, dâimi temizleme işlerini zarurî kılıyor ve rivayete göre, 400.000 insan bununla uğraşıyordu. N il'in sulama işlerinde dördüncü safhayı s u ­ l a m a b e n dİ er i n i n i n ş â s ı açtı. Bu bendler ile an’anevî havza sulama tarzı yavaş-yavaş terkedilmiş olacaktı. Yeni usûlün esâsı nehrin mecrası üzerinde su seviyesini yükseltm eğe hiz­ met eden bir takım bendler inşâsı olup, bu bendlerin gerisinde yükselen su seviyesi, nehrin iki yakasında açılan kanalları besler ve bunlar sa­ yesinde su evvelce yetişmediği yerlere ulaşır; ayrıca her bendin arkasında kurak mevsimde kullanılacak bir ihtiyat su hacmi de toplanmış olur. İlk olarak, 1843'te D elta'nın hemen ba­ şında, Nil 'in iki kolu üzerinde, Muljammed 'A li bendlerinin ve buna bağlı kanalların inşasına başlandı ki, bunlar yukarıda zikredilmiştir Y a ­ kın bir zamanda, yine Delta üzerinde, fakat bir az aşağılarda iki büyük bend daha inşâ edildi (R aşid kolu üzerinde Adfina, Dimyat kolu üze­ rinde Zifta bendieri ). Aynı vazifeyi orta Mısır bölgesinde görmek üzere, Suyüt bendi ( İbrahim kanalı ile berâber ) ve yukarı Mısır ’da da Nag Hammadi ( Luxor aşağısında ) ve Esne bendieri inşâ edildi. D e­ vamlı olarak takviye ve islâh edilen bu sula­ ma bend ve kanalları şebekes' daha 1896'da senede 3— J mahs$: alınacak şekilde, 1,2 miî-



yon hektar arazinin devamlı sulanmasını te ’min ediyordu. 1946 ’da ise, bendlerin sulama sâhası 2 000.000 hektarı geçmiş idi ; buna karşılık, an’anevî havza usûlü ile sulanan sâha 400.000 hektara düşmüş bulunuyordu (fazla bilgi için bk. E. Hurst, L e N il, description générale da fleuve, utilisation de ses eaux, Paris, 1954). Yukarıda zikredilen bendlerin arkasında biri­ ken su kütlesi az olmamakla berâber. feyezân sırasında akıp-giden suyun fazlasını ihtiyaç sırasında kullanmak üzere biriktirecek büyük bir d ü z e n l e m e b e n d i inşâsı çok lüzum­ lu görünüyordu. Bu maksat ile, yukarı Mısır ’ın Sudan hudûduna yakın bir yerinde, yukarıda ismi geçen Usvân bendi kuruldu. Bendin pro­ jeleri hazırlandığı sırada arkeoloji âlimleri Philae harâbelerinin su altında kalmasına şiddetle muhalefet ettikleri için, önce ( 1902 ) nisbeten alçak bir bend inşâ edilmiş, 10 sene sonra bu bendi 5 m. yükseltm ek mecbûriyeti hâsıl ol­ muş ( bu takdirde harâbeler senenin bir kısmın­ da su altında kalıyordu ) v e nihâyet 1933 ’te bend vâdî tabanı üzerinde 38 m. 'ye yükseltil­ miş ( harâbeler tamâmiyle su altında bırakıl­ mış ), bendin gerisinde 350 km. cenûba ( Sudan arazisi içinde ) uzanan bir göl meydana gelmiş, su kütlesinin hacmi ise, evvelkine nisbetle 5 defa daha artarak, 5 milyar m.3 ’e varmıştır. Bu hâli ile Usvân bendi mûtad şartlar altında ku­ rak mevsimin ihtiyaçlarını karşılar gibi görü­ nüyor ise de, N il’in feyezanları muhtelif sene­ ler arasında farklar gösterdiği için, te’siri bir yıldan daha uzun bir devreye yayılabilmek üzere, çok daha büyük bir bend inşâst tasav­ vur edilmiştir. Usvân bendinin 6 km. cenubun­ da inşâ edilecek olan bu „ yüksek-bend “ ( alSudd al-'âli ), su seviyesini, vâdî tabanından itibâren, 110 m .’ye kadar yükseltecek, bend tamâmiyle dolduğu sırada meydana gelecek olan göl 300 km. oenûba kadar uzanacaktır. Bendin gerisinde birikecek su kütlesinin, yeryüzütıdeki emsaline göre, çok üstün bir dere­ ceye ulaşacağı anlaşılıyor. T ab i’î olarak, bu­ rada toplanacak suyun hacmi 70 milyar m.' olarak hesap edilmiştir ki, bu hacim Nil neh­ rinin bir yılda Akdeniz 'e boşalttığı su kütle­ sinin vasati hacmine yaklaşır. Bununla bera­ ber, vakit-vakit vukua gelebilecek büyük feye­ zanların suyunu almak ve Mısır topraklarını bu feyezanların zararından korumak üzere, bu bendde 20 milyar m.3’lük bir kısmın ihtiyâter serbest bırakılması düşünülmekte, bÖyieliklı bu yüksek bendin su toplama kabiliveti ger­ çekte 90 milyar m.3 ’e yükselmektedir. Yüksel bend, aynı zamanda muazzam bir elektrik kud reti sağlayan te ’sisler ile teçhiz edilteek, bı kudret Mışır ’m çeşitli ihtiyaçlarını karşıla



284



N İL -



N İM E T



maktan başka, Nil suyunu şimdikinden daha yüksek seviyelere ulaştırmak üzere tulumba is­ tasyonları kurulmasına da imkân verecektir. Yüksek bendin inşâsı sayesinde, hâlâ kullanıl­ masına devam edilen sulama havzalarının ye­ rini de daimî sulama alacak ve sulama sâhası 900.000 hektar kadar daha artacaktır. Dâimî sulama usûlü umumileşince, daha şim­ diden sahası pek darlaşmış olan havzalar hâlin­ de sulama usûlü, „Nil çamurlarından tarlaları münbitleştirmek hususunda faydalanm a“ tarzı ile berâber. tarihe karışacaktır. Feyezân sula­ rının tarlaya bıraktığı çamurların ihtivâ etti­ ği uzvî ve mâdeni maddeler ile toprağın veri­ mini arttırdığı kanâati mısırlılar arasında umû­ mî olmakla berâber, bunun zannedildiği kadar lüzumlu olmadığı ve tarlaların her sene çamur almasının zarûrî bulunmadığı neticesine, ilmi araştırm alar ile, varılmıştır. Esasen havza usû­ lünden dâimî sulama usûlüne geçilmek zaru­ reti ile, bu fedâkârlığa katlanmak icâp ediyor­ du. Usvân gerisinde kurulacak yüksek bendden elde edilecek bol ve ucuz elektrik kudre­ tinden bir kısmının ammonium nitratı gibi kim yevî gübreler imâli hususunda kullanılma­ sı da gelecek planın teferruatı arasında yer almaktadır. ( BESİM D a r k OT.) N İL Ü F E R H A T U N . NÎLUFER H ATU N , Osmaniı hükümdarı O r h a n ’ı n z e v c e s i , M u r a d I. ’1 n v a l i d e s i . Neşrî ve  şık Paşa-zâde’ nin anlattığına göre Nilüfer Hatun Bur­ sa civarındaki Yar-Hisar ( K âtıb Çelebî, Cihanniimâ, s 659 ) tekfûrunun kızı ve Bilecik ( Belkoma ) tekfûrunun nişanlısı idi. Bu tekfur düğünü­ ne Osman G â z î'y i davet ederek, onu pusuya düşürmek istedi. Harman-Kaya hâkimi Köse Miha! tarafından haberdar edilen Osman G âzî, düşmanını gâfit avlayarak, B ilecik'i zaptetti ye yakınında bulunan Kaldırak adlı derede düğün alayını bastıktan sonra, Yar-Hisar '1 ele geçirip bir çok esir aldı (699 = 1299 ); esirler arasın­ da yeni gelin (vû[tcpr| ) Nilüfer Hatun da var idi (Neşrî, Cihannümâ, nşr. Taeschııer, 1, 31; II, 40;  şık Paşa-zâde, Tarik, nşr.Giese, s. 18). Osman G âzî Nilüfer Hatun 'u oğlu Orhan Bey ile ev­ lendirmiş, bu izdivacdan Murad I. ile Süleyman Paşa dünyaya gelmiştir (Bizans tarihlerinde N i­ lü fer'in esaretinden bahsedilmediğine dâir bk. F. Babinger, E l, mad, N İLÜ FER KHATUN ) Nilüfer ismi hakkında k a t'î bir hükme v a r­ mak mümkün olmuyor. Bu isim Neşrî 'nin muh­ telif nüshalarında Nilüfer, Lulufer ve Ulufer şe­ killerinde yazılmıştır (  şık Paşa-zâde, nşr. Taeschner, I, 3 1; II, 4 1; ayn. esr., nşr.  lî, s. 17 ). Muahhar tarihçiler de Orhan G âzî'n in zevcesini Nilüfer ismi ile zikretm ekte mütte­ fiktirler. Bâzı garp müellifleri ( msl. de la Croiu,



h ân



â l î.



A b r é g é c h ro n o lo g iq u e de l ’ E m pire ottom an,



Paris, 1768,1, 82 ) onu Holophira adı ile göster­ mişlerdir (b k . bir de J. v. Hammer, D e v le t-i osm&niye tarih i, trk. trc,, I, 91). Taeschner, Nilü­ fer ’in O livera’dan muharref olduğunu ileri sür­ müş ise de, şimdiye kadar onun bir çiçek adt olan nilüferden ( grekçe voüfpttÇtt, Ao'iÂoüipeQOv ’dan) geldiği kabûl edilmiştir. İbn B attüta ( Seyâhat-n âm e, trk. tre , İstan­ bul, 1333, 1, 342 v.d.) Orhan G â zî'n in İzn ik'te oturan zevcesi o/- Hatun ’un „sâliha vefâd ıla “ bir kadın olduğunu ve kendisini huzûruna kabûl edip, ikrâm ve ihsanlarda bulunduğunu sö y­ ler. Seyyah, aynı ismi taşıyan başka bir hatun­ dan ( K ıpçak meliki Ö zbek 'in bizansh bir prenses olan üçüncü zevcesi ) bahsederken, ke­ limenin okunuşunu Bayalün olarak belirtmiştir. F. Babinger (.göst. y er.) Taeschner 'in bu şekli bir müstensih hatâsı olarak göstermesini şüp­ he ile karşılamış ve o ' d a n Nilüfer Hatun 'u kasdettiğinin sâbit olmadığını da ifâde etmiş­ tir. Hayır işleri ile ilgilendiği ve çok sadaka verdiği söylenen Nilüfer Hatun Bursa ovasın­ dan geçen çay üzerine bir köprü yaptırdığın­ dan, bu suya Nilüfer çayı denir. Kendisi Bursa hisarında Kaplıca-Kapısı yanında bir tekke ( Neşrî ve  şık Paşa-zâde, g öst, y e r . ; Sâdeddin, Tâc a l-ta v â rih , İstanbul, 1279, I, 2i 'e göre, „B u rsa'd a Dâr-ül-darb mahallesinde“ bir mescid ) yaptırmıştır. Kaynaklarda vefat tarihi kayıtlı olmayan Nilüfer H atun'un B ursa'da Orhan G âzî türbesine, zevcinin yanına, gömül­ düğü zikredilmektedir. B i b l i y o g r a f y a ! Metinde gösteril­ miştir ; bk. bir de İsmail Be!îg: Güldestemi riyâz-ı irfân (Bursa, 1302 ), s. 17 v. d ,; M. Süreyya, S icill-i osmânî ( İstanbul, 1308 ), i, 86. ( C , B.) N Î'M A T . ( Bk, n im et .] _ N ÎM ET H A N  L Î . N Î'M A T H AN ‘A L I, M İ r z a N u r a l- D İ n M uham m ed ( î — 1710 ), İ r a n e d î p ve ş â i r i . Hakim Fath al-Din Ş İrâ zi'n in oğlu olup, H in distan ’da dünyaya gelmiştir. Doğum yeri olan Ş tra z 'd a tabiplik yaparak, büyük bir şöhret kazanmış olan ve bir çok tabîpler yetiştiren bir âüeye mensÛp idi. Şâh-Cihân ( 1628 — 1659 ) zamanında dev­ let hizmetine girdi ve dörüğa~i cavâhir-hâna unvanı ile sarayın mücevherat dâiresi muha­ fızlığına tâyin olundu A vran gzëb ( 1639 — 1707 ) zamanında yüksek mevkilere nâil oldu ve Ni'm at Han unvanım aldı ( 1104 = 1692/ 1693 ) ki, bu unvan sonra Mukarrab Han ve daha sonra da Dânişmand Han oldu. Dehli ’de 1 rebiülâhır 1122 (30 mayıs 17I o ) ’ de öldü. Şiirlerinde ' Âl i mahlasını kullanan Ni'mat Han türlü mevzûlarda yazı yazan, çok verimli bir



foÎMET H A N Â L l müellif idi. Manzûm ve mensur eserleri ara­ sında en mühimleri şunlardır: ı. Vağâ’ i'-i IJaydarâbâd, H aydarâbâd'ın 1097 (1685/1686) yılında A vrangzeb tarafından muhasarasını anlatan bu eser, iğneli nüktesi ile temayüz etmekte ve muhasarayı hicvedici bir edâ ile tasvir eylemektedir ki, bu da esere çok büyük bir rağbet te’min etmiştir, s. Cang-nâma, A v ­ rangzeb devrinin son yıllarını ve onun ölümü üzerine oğulları arasında çıkan mücâdeleleri an­ latan bir vekayinâmedir. 3. Bahâdur-Şah-nâma, Şâh-‘A!am Babâdur-Şâh ( 1 7 0 7 — 1713) dev­ rinin ilk iki senesinin vekayinâmesidir. 4. H usn u 'işk ( aynı zamanda Kathudâyi veya Manâkahıa-yi H usn u 'iş k adlarını da taşım aktadır). F attahi [ b. bk.]’ nin meşhûr H usn a dil ’ini taklit eden, remzi bir aşk hikâyesi. 5. Rahat al-kulöb, bâzı çağdaşlarının hicivli tasvirleri. 6. Risâla-yi hacv-i hu kama', tabipler ve onla­ rın yetersizlikleri hakkında fıkralar. 7. H vSn-i Nf ma t yemek pişirme san'atına dâir bir eser. 8. Ruka’ât, Mirza Mubârak A llah İrâdat Hân Vâzih ile saray mutfaklarının idârecist Mirza Mubammed S a 'id v.b. ’na yazılan mektupları ihtiva eder; bunlar, mektup üslûbunun klasik örnekleri olarak, çok takdir edilmiştir. 9 D î­ vân, 10. sufî ahlâkına dâir mûtad mevzuları ele atan, oldukça kısa ve isimsiz bir maşnavî. Bu hulâsa Ni'mat H a n ’ ın yazılarının çeşitli oiduğunu açıkça gösteriyorsa da, şunu kaydet­ mek gerekir ki, devrine âit busûslar bakımın­ dan, büyük değerde ve gerçekten orijinal olan hiciv eserleri dışında, bütün geri kalanları kla­ sik eserlerin bozuk bir taklidi olmaktan öteye geçememiştir. B i h l iy o g r a f y 01 H. Ethe ( GİPh., II, 334- 33h v.dd.); Rieu Catalogue, s. 268®, 7028, ; 703“, 738b, 744b, 745a, 7960, 807a, 938b, 102 J a, 1049 b ; Divân ( taş basm.. Lucknow, î88ı ); hîusn « 'işk ( Lucknow, 1842, 1873, 1878— 1880, 1899; Dehli, 1844; hemen bütün b a sk ı­ lar şerhlidir); Vakâ’i'-i Haydarâbâd veya Vakâ’F-i N i’mat H ân ( taş basm., Lucknow, 1844, 1848, 1859; Cawnpore, 1870, 1878 ); Bahâdur-Şâh-nâma ( H. Elliot, History o f In­ dia, VII, 568); Cang-nâmo ( ayn, esr., VII, 202 ); İngilizce trc. bk. A n E nglish Trans­ lation o f Niamat Khan A li ’s Jang Nama. W ith... a short sketch o f the author’s l ife ( Candra Lall Gupta ve A n gra Lall Varma, A gra , 1909); Ruka’ ât va m uihikât ( Lucknow, 1845). Pertsch, Berlin kataloğu, nr. 341 (Hân-i N i'm at ’in bir yazm.). ( E. BE r t HELS.) N İ M E T U L L A H . N İ'M AT A L L A H ( î - i s 6 2 ) b. A ş m e d b. 1£ â 2İ M u b â r a k , asıl adı Halîl-i .Şüfi olup, Luğat-i N îm at A llâ h adlı f a r a ç a t ü r k ç c l ü g a t i n m ü e l l i f i d i r . S o fy a 'da



NÎM ETÜ LLAH .



dünyaya gelmiş, orada mineci { m inakâr ) ola­ rak, san’ atında mahir bir insan şöhreti kazan­ mış, sonra İstanbul 'a gelip-yerleşerek, burada nakşbendî iarîkatine girmiştir Bu tarikat mensûplari ile sıkı temâs neticesinde, edebiyatı ve bilhassa fars şiirini yakından tanımak imkânı­ nı buldu. Ni'mat A llâh, fars edebiyatı üzerinde büyük gayretle çalışması ile elde ettiği bilgi­ lerden başkalarını da faydalandırmağa karar verdi ve gâlibâ meşhûr Kemâl Paşa-zâde ( ölm. 940=1533 ) ’ nin teşvik ve yardımı ile, kaleme aldığı lugata dâir eseri böylece meydana geldi. Ni'mat A llâh 906 (1561/1562) yılında vefat et­ miş ve İstanbul ’da Edirne-Kapı civârına defnedilmiştir. Oldukça çok' sayıda yazma hâlinde bize intikal eden eseri fiiller, edat ve tasrifler ve isimler olmak üzere, üç kısımdan mürek­ keptir. Kaynak olarak şu eserlerden faydalan­ m ıştır: 1. U k n â m -i 'acam ( bk. Uri, s. 291, nr. ıo 8 ); 2. K ü sim a -i L a tf A llâ h IJ a lim î (K â tib Çelebi, IV, 503); 3. V a sila -i makâsid (F lü g el, Viyana katalogu, I, 19 7 ); 4. Lu­ ğat-i K a ra -H işâ ri (R ieu, s. 513®); 5. S ihâh-i 'acam ( K âtib Ç elebi, VI 91 ve Leiden kataloğu, 1, 100). Büyük bir itinâ ile faydala. nılan bu kaynaklara Ni'mat A llâh bir çok ye­ ni malzeme eklemiştir ve bu mâlzeme arasın­ da bilhassa lehçelere dâir kayıtlar ile kendi­ sinin etnografya müşâhedeleri çok büyük bir değer taşımaktadır. Bütün bu çalışmaların bu­ güne kadar kendisine atfedilenden çok daha büyük bir ehemmiyeti vardır. B i b l i y o g r a f y a •. O. Blau, Uber Ni‘mattullah’ s persich-türkisches Wörterbuch ( Z D MG, 1877, XXXI, 484); Rieu, Catalogue s. 514h; K âtib Çelebi, V I, 362, — Castell, Lexicon heptaglottçn ’un farsça kısmı için, Goüus tarafından kısmen faydalanılmıştır. En iyi yazma için bk. Dorn, Petersburg ka­ talogu, nr 431 (s, 426) ; Fleischer, Dresden kataloğu, nr, 182. (E . BERTHELS.) N ÎM E T Ü L L A H . Nİ'M AT A L L Ä H b . H a ­ BİB AlL&H H a r a v I, i r a n 11 t a r i h ç i. Ba­ bası 35 sene Hind-türk imparatoru A kbar (1556 — 1605) ’in hizmetinde çalışmış ve haltsa idârecisi sıfatı ile, me’mûrİyette bulunmuştur. Ken­ disi 1017 (1608/1609) yılına kadar Cihangir ( 1605— 1628 ) ’e on bir sene vak’ anüvislik e t­ miş ve 1017 yılında Hân-Cihân ’ın hizmetine girerek, 1018 ( 1609/1610 ) senesinde onun Dek­ ken ’e yaptığı seferde yanında bulunmuştur. Az sonra tanıştığı Sâm âna’li M iyân-H aybaf -Han b. Salim Han K akar onu Hân-Cihân devrinin tarihini yazmağa teşvik etti. Ni'mat A lla h 1020 senesi zilhicce ayında (şu b a t 1612 ) Malkâpıit ’da yazm ağa başladığı eserini 10 zilhicce 102) (2 şubat 1 6 1 3 ) ’de bitirdi. H ân-Cihln’a itbâf



3 $6



N ÎM ETU LLÂH -



edilen eser Târîh-i H ân-Cihani adını taşı­ makta olup, bir mukaddima, 7 bSb ve bir ka­ tima ’den müteşekkildir. Efganlıların tarihini ele alan bu eser, onların efsânenin Bani Isrâ'il 'e çıkardığı menşe’lerindeıı başlayıp, bilhas­ sa Bahlül L od i, Şir-Şâh Sûr ve N avvâb HânCihân L od i tarihini, teferruatlı bir şekilde, anlatm aktadır. Son bölümler efgan kabîlelerinin şeceresine ve Cihangir devrine hasredil­ miştir. Hâtima ’ de meşhur efgan şeyhlerinin hâl tercümeleri bulunmaktadır. Eserin Mahzan-ı afğâni adlı bir de muhtasar şekli vardır. B i b l i y o g r a f y a : H. E the ( GlPh., II, 362 v.d.); Rieu, Caialogue, s. 210», 212a, 903^; H. Etliot, History o f India, V , 67 — 115. Muhtasar nüsha B. Dorn tarafından ter­ cüme edilmiştir 1 History o f the Afgans-, translated from the Persian o f Neamet Ullah ( Orient Transl- Fund, London, 1829— 1836 ). ( E. BeRTHELsO N ÎM E T U L L Â H V E L İ. Nİ'M AT A L L A H V A Lİ, Am ir Nur al-Din Ni'mat A llah {1329? — 1431 ), i r a n l ı m u t a s a v v ı f . Mir ‘A bd A lla h ’ın oğlu ve beşinci şiî imâmı Bâlcir’in ahfadından o'up, Ni'mat-AUâhi tarîkatinîn ku­ rucusudur ve İran’da, keramet sahibi büyük bir velî sıfatı ile, husûsî bir saygı görmektedir. Ni'm at A llah Val i H aleb'de 730/731 (1329/ 1330) yıllarında doğmuş, gençlik çağını ira k ’ta geçirmiş ve 24 yaşında M ekke'ye giderek, ora­ da meşhur Şayh 'A b d A llah Y â fi'i [ bk, mad. YÂFİ‘ f ] ’nin talebesi ve halîfesi olmuştur. Ho­ casının Ölümünden sonra, Sem erkand’da yer­ leşmiş, Herat ve Y e z d ’i ziyaret etmiş, nihayet Kirman 'dan 8 fersah mesafede bulunan Mâhân ‘s giderek, ömrünün son 25 senesini orada geçirmiş ve 22 receb 834 (5 nisan 1431 ) ’te ölmüştür. Türbesi hâlâ mübârek bir mahal ola­ rak ziyaret edilmektedir. Ni'mat A llah sağlı­ ğında bütün hükümdarların, bilhassa Şâhruh ’ un büyük teveccüh ve itibârını kazanmıştır. Torun­ ları Hindistan ’a göçmüşler ve Dekken 'de 'A lâ ' al-Din A{ımed Şâh Bahmani (1435— 1457) ta­ rafından yüksek mansıplara tâyin olunmuşlar­ dır. Ni'mat A llah tasavvuf sahasında çok eser vermiş bir nazariyâtçı idi. Sûfî akîdesi ile alâ­ kalı muhtelif mes'eieler üzerinde, 500'den fazla rîsâle kendisine isnâd edilmektedir. Bunlardan tahminen yüz kadarı zamanımıza intikal etmiş olup, bunların Ni'mat A lla h 'a âit olduğu tesbit edilebilmektedir. Umûmiyetle çok kısa olan bu risâlelerde, Jbn a l-'A rabi, Fahr al-Din 'İrâki v.b. gibi, sofîliğin büyük üstadlarının eserle­ rindeki güç parçalar tetkik ve izah edilmek­ tedir. Büyük Divân ’1 daha da değerli olup, hakikî mânada bir çok şiir ihtiva etmekte ve derin bir samimiyet taşımaktadır.



NİMRÛÛ,



B i b l i y o g r a f y a - . H Ethe (G lP h ., 11, 299, 3 0 O ; Rieu, Catalogue, s. 43a, 634b 641b, 774b, 829“, 831b, 869b; E. G. Browne, H istory o f Persian Literature under Tartar Dominion ( Cambridge, 1920 ), s. 463 v .d .; Divân (taş. basm., Tahran 1276). Şun' A llah Ni m at-Allâhi, Savânik al-ayyâm f i muşâhadât al-tıvam mavsüm bi-si/silat a l-a r ifin (Bom bay, 1307= 1890); Habib al-siyar, 111, 3. 143 ( ölüm tarihi 25 receb olarak gösteri­ lir) ve Davlatşâh (nşr. Browne, s. 333— 340) ölüm tarihini 827 senesi olarak gösterir. ( E. B e r t h e l s .) N İM RU D . [ Bk. n e m r û d .J N İM RU D . [ Bk. N t a Û D . ] N ÎM RÛ D . NİMRUD, şimalî Mezopotamya ’da, eski Âsûr bölgesinde, A s u r l u l a r ı n Kalhu ismini v e rd ikler i şeh rin h a r a b e l e r i n i n b u l u n d u ğ u y e r e bu­ g ü n v e r i l e n a d. Burası D ic le ’nin şark sâhiiİnde, M usul’un 35 km cenubundaki ova­ nın ortasında (36° 5' şimâl arzı ve 430 20' şârk tülü, Greenw.), höyük şeklinde bir h a r â b e y e r i olup, Büyük Zâb ırmağının Dicle 'y e döküldüğü mevkie yakın bir yerde teşek­ kül eden üçgenin ucunda bulunmaktadır. İki nehrin arasında kalan bu sâha, askerî bakım­ dan mühim olduğu kadar, tabiatı da büyük bir şehrin kurulmasına çok elverişlidir. Eski çivi yazılı metinlerde, Nîmrûd şehrinin te ’sisi hakkında, her hangi bir bilgiye rastlanmaz ( R. D. Barnett, A Catalogue o f the Nim rud Ivories, London, 1957 ). Buna mukabil Tevrat 'ta K a l­ hu (ibrânîcede K a lah ) ’nun kuruluşu Namrüd’a atfoluaur ( Tekvin, X, ı ı — 12). İbranî rivayet­ lerine göre, Namrüd, Mezopotamya ’da bir çok şehirler te'sis etmiş idi. Bunlardan biri K alah {„büyük şehir“ ) idi. Mâmafih bu cümlenin, başka bir okunuş şekline göre, faili değişebil­ mektedir j bu takdirde K a la h '1 Namrüd değil, Asurluların millî tanrısı A şşur 'un te’sis etmiş olduğu mânası çıkarılabilir Böyle oisa dahi Tevrat ’ın Kalhu 'yu Mezopotamya ’nın en eski şehirleri arasında gösterdiği bir hakikattir Nîmrûd hakkındaki rivayet şimalî Mezopo­ tamya ’da, âsurlu hıristiyan ve yahudi bilgin­ leri arasında muahhar zamanlara kadar yaşa­ mıştır; fak at bu rivayet, XIX. asrın ortasın­ dan itibaren, tamamen unutulmuştur. Yunan müellifleri, bir şehir olarak, Ntmrûd 'dan bahset­ m ezler; onlarda sâdece bölgenin adı veya KaX«xr)vf| zikredilir { Pauly - W issowa, Realenzycl. der klass Altertumsaıissensch-, X, 1 530) Bugünkü Nimrûd 'un eski Kalhu oldu­ ğunu ilk olarak isbat eden Rawlinson ( Felix Jones'r göre, 1853; Notes on the topography o f Nineveh, J R A S , 1855, X V ; b ird e Selection



ffM R Û D . from the records of the Bombay Government, nr. XLIII, yeti: seri, 1857'de neşredilmiştir) 'dur. Kaiah ’a siiryânî vesikalarında hiç rastlan­ maz. Orta çağ arap müellifleri ise, burayı te­ sadüfen ve yanlış isimler ile zikrederler. Yakut ( M ıicam , nşr. W üstenfeld, I, 119, 15; 111, ı ı j ) ’ta al-S alâ m iya ’nin Agûr şehri harabeleri yanında bulunduğu söylenir ki, bununla Kalah ’ın kasdedüdiği kolayca anlaşılır. Bugün eski harabe yeri yalnız Nimrûd adı ile anılmaktadır Garp kaynaklarında bu isme, ilk olarak, 1766 yılın­ da Musuf ’dan geçen Niebuhr ’un seyahatname­ sinde rastlanır ( Reisebeschreibung nach A ra­ bien and anderen umliegend. Ländern, K o ­ penhag, 1778, 11, 355, 358 ). Nimrûd isminin ne zamandan beri kullanılmakta olduğunu tâ­ yin edecek durumda değiliz. A rap ve süryânî kaynaklarına göre hüküm vermek icâp ederse, Nimrûd, Tali Nimrûd gibi yer adlarının, orta çağda, Eleezîre ve İrak coğrafyasında geçme­ diği görülür; hâlbuki bugün bahis mevzuu ül­ kede bu isme çok rastlanır. Bundan başka, Nim­ rûd'un eski K alah'm baş tanrısı olan Ninurta/ Nimurta ile aynı olduğu hakkındaki iddialara da (B arnett, ayn. esr., s. ı, not 1) henüz isbat edilmiş nazarı ile bakılamaz Nimrûd eski Asur kıraliığının esken merkezi ve bilhassa IX. ( m. ö.) asırda da Asur kırallannın ikamet ettiği müstahkem bir şehir idi. Nimrûd en müreifel] devrinde 4 km.2 bir sâhayı kaplayan kerpiçten kalın sûrlar ile çevri­ li, içinde sarayları, mâbedleri, devlet büyükle­ rinin ikametgâhları ve kıral hazînelerinin bu­ lunduğu bîr iç-kalesi olan zen ;in ve mâmûr bir şehir idi. Burası aynı zamanda Asur ordu­ larının M ısır’a, F ilistin ’e, Fenike’ye, Suriye’ye, şarkî A n a d o lu ’ya ve İran ’a karşı yaptığı mu­ vaffakiyetli seferlerde elde ettiği ganimetin yı­ ğıldığı bir merkez idi. Bir kitabeye göre, Nim­ rûd 883 ( m. ö.) yılında kıra! Assur-nasir-pal II. tarafından aynı yere, aş.-yk. 350 sene ön­ ce Asur kuallarından Salmaneser I. (m . ö. 1272— 1243)'in te’sis ettiği ilk şehrin harabe­ leri üstüne kurulmuştur ( Barnett, s. 2 ; M. E. L, Mallowan, Tw enty-five years o f Mesopota­ mian discovery, London, 1956, s. 45), Salmane­ ser I. ’in saltanat devrinde Asur devletinin kudreti çok yükselmiş id i; bu bakımdan ki­ tabenin verdiği bilginin tarihî bir hakikatin ifâdesi olacağından şüphe edilemez. Assur-nasir-pal iktidarı eline aldığı zaman, Nimrûd 'daki ilk şehrin harâbe hâlinde olduğu anla­ şılm aktadır; fakat o isabetli bir görüş ile şeh­ rin devlet merkezi olmağa çok el-verişli bu­ lunduğunu sezmiş ve ilk işi bu şehri yeniden te'sis ve onu 58 kuleli bir sûr ile tahkim et­



mek olmuştur (B arn ett, ayn. esr. s. 3; A, H. Layard, Nineveh and Babylon, London, 1849; harita için bk. Felix Jones, Vestiges of Assyria, 1832 ). H a f r i y a t v e a r a ş t ı r m a l a r . Bu mevzûda en doğru bilgiyi C. j . G add The Stones o f Assyria, London, 1936, s. 24— 51; R. D Barnett, ayn. esr., s. i ; — 2 9 'da vermektedir. Nimrûd yalnız İngiliz bilginleri ve ilim müesseselerinin hafriyat yaptığı bir harâbe yeridir, ilk hafriyata Asur arkeolojisinin kurucuların­ dan sayılan A . H. Layard 1845 ve yılla­ rında başlamıştır. Bu âlim ilk hafriyatında ça­ lışmalarım, daha ziyâde ziggurrat (yüksek mâbed kulesi ) çevresinde ve eteğindeki mâbedlerde, iç-kalenin garp tarafındaki saraylarda teksif etmiştir. Layard bu sıralarda keşifleri­ nin en mühimini A ssu r-n asir-p a l II. (m. ö 883 — 859 ) 'in sarayında yapmıştır (V ic to r Christian, Altertum skunde des Zweistrom lan­ des, Leipzig, 1940, s. 13 v.d. ). Kiralın düşman ülkelerine karşı zaferlerini, muhtelif dinî sah­ neleri tasvir eden kabartmalı ve kitâbeli bü­ yük taş levhalar ve fildişi eşyâ devrin san’atını, büyük Asur üslûbunu temsil eden kıymetli vesikalardır. Bunlar arasında Salmaneser IEL (m. ö. 859 — 8 2 4 )’in siyah dikili taşı ve A s ­ sur-nasir-pal II. 'in heykeli de vardır ( Mallo­ wan, ayn. esr., s. 46 ve Barnett, ayn. esr., s. 15 v .d .). L ayard ’ ı tâkiben Nimrûd ’da 1852 yı­ lında H. C. Rawlinson idaresinde hafriyata de­ vam olunmuş ve höyüğün ortasında Ninurta mabedinde ve Layard tarafından keşfolunan sarayın iç odalarında çalışılmıştır ( R. Barnett ayn. esr., s. 19 ). 1853 yılında hafriyatın idare­ sine Hormuzd Rassam me’mûr edilmiştir. Bu ta­ rihlerde tanrı Nabu ’nun mabedi tetkik edilmiş ve Adad-nirari III. (m . ö. 808— 782)’nin tanrı Nabu ’ya ithaf ettiği heykel keşfolunmuştur. Bİr yıl sonra ( 1854— 1855 ) W . H Loftus şimdi „yanık saray“ denilen cenûb-ı şarkî sarayını ve içindeki çok kıymetli fildişi eşyayı meyda­ na çıkarmıştır. Kırım harbinin başlaması Asur bölgesindeki arkeoloji faaliyetinde de te’sirini göstermiş ve araştırmalar 20 yıl müddetle inkıtaa uğramıştır. Yalnız 1873 yılında G eor­ ge Smith, Nim rûd'a gelerek, Nabu mabedi çev­ resinde Tiglath-pileser III. (m . ö. 745— 727 )’e âit tarihî büyük kitabeyi keşfetmiştir ( Mallo­ wan, ayn. esr,, s. 46). 1878 senesinde Nimrûd hafriyatına Rassam yeniden başlamış ve bu de­ fa tanrı İştar K idm uri’ye âit olduğu rahmin edilen mabedi meydana çıkarmıştır. Fakat bu son safhadaki hafriyatın neticesi beklenildiği kadar verimli olmadığından, N im rûd'a göste­ rilen alâka zayıflamış ve 70 yıldan fazla bir za­ man zarfında burası adetâ unutulmuştur. A n ­



N lM R Ü D .



cak 1949 yılında, Irak’ taki İngiliz arkeoloji ens­ titüsü adına M. E. L. Maliowan o zamana ka­ dar yapılanların ölçüsünü her bakımdan aşan sistemli hafriyatına başlamış ve bu çalışmala­ rı günümüze kadar devam ettirmiştir. Ş e h r i n t o p o g r a f y a s ı . Ninive çevre­ sinin ve Büyük Zâb ile Dicle arasında kalan sâhanın haritasını, ilk olarak, F. jones tamam­ lamış ve bu harita Royal Asiatic Society ta ­ rafından, Vestiges o f Assyria adı altında, neşr­ olunmuştur; bu haritaların izahı için bk. F. j o ­ nes, J R A S (1852 ), XV. Nimrûd harabelerinin ölçülü ve mükemmel haritalarım hazırlamak an­ cak 1949 hafriyatından sonra mümkün olmuş­ tur. Kerpiç şehir sûrunun ihata ettiği sahanın ölçüsü 900 İngiliz dönümüdür. 60 İngiliz dö­ nümü genişliğindeki bir sahayı kaplayan içkale, harabenin cenûb-i garbî müntehâsında olup, dış şehirden bir sûr ile ayrılmıştır. Şekli beyzîdir ve uzunluğu 600— 620 m., genişliği 350 m. ve çevresi de 2 km/yi bulmaktadır. Bütün harabenin şark— garp İstikametindeki en uzun kısmı 2.130 m-, şimâl— cenûp istika­ metindeki genişliği 1.300 m., bütün harabenin çevresi de 8.800 m.'dir. Sûr çevresinin uzun­ luğu 9.600 m. ’ yi bulmaktadır. Bugüne kadar bir tek kapı keşfedilmiştir. A b id evî kapıdaki arslan kabartmalarının üstünde Salmaneser III. ’in ismi yazılıdır. Kapıdan itibâren iç şehre doğru giden bugünkü şehir içi yolu eski isti­ kametini hiç değiştirmemiştir. Y ol üstünde eski Asur arabalarının tekerlek izlerini bugün dahi görmek mümkündür. Y o l şehrin içinde, Nabu mabedine ulaşmak üzere, keskin bir şe­ kilde sola, cenûba doğru döner. Buna mukabil ana cadde, düz olarak, höyüğü kat’edip, muh­ temelen garp taraftaki nehir kapısına ulaşmak üzere, devam eder. Şehir topografyasının en mühim yapısı son senelerde meydana çıkarılmış olan taştan k a ­ lın bir rıhtım duvarıdır. Bugün duvar Dicle ’nin yatağından çok daha yüksekte durmak­ tadır. Şehrin cenubunda Nimrûd ’u Zâb nehri­ ne bağlayan ve Assur-nasir-pal II. tarafından açtırılm ış olan mârûf Patti kanalı vardır. BÖylece şehrin iki taraftan su ile çevrildiği, dört taraftan da su baskınına karşı kalın duvarlar ile korunduğu görülmektedir. Rıhtımı nehrin eski yatağı boyunca en son olarak gören onbinlerin ric'ati sırasında Zâb ’dan K araden iz’ e yürüyen Xenophon olmuştur ( m. ö. 401). O, Anabasis ’inde Nimrûd’a Larissa demekte ve o zaman burasının harabe hâlinde, metrûk bir şehir olduğunu söylemektedir. Rıhtım duvar­ ları hakkında verdiği ölçüler yeni hafriyatta teshit olunanlara uym aktadır (M aliowan, ayn. esr. s. 48 ), Xenophon’ un bu izahâtı, şehrin



topografyası bakımından, çok m ühim dir; çün­ kü bundan nehrin daha Xenophon zamanından evvel çekilmeğe başladığı neticesi çıkarılm ak­ tadır. Esasen A sü r imparatorluğu ortadan kalktıktan sonra, Nimrûd ’un harabe hâline gel­ mesini nehrin yer değiştirmesi de hızlandırmış olmalıdır. Bilindiği gibi, daha önoeleri Nimrûd ’un A ssur ve Nînive İle irtibatı esâs münâka­ le vâsıtası olan bu nehir ile te’min ediliyordu. Bununla beraber, yerinde yapılan yeni araş, tırmalar neticesinde rıhtım taşlarından bir kıs­ mının, daha VIII. { m. ö. ) asrın sonlarından iti­ baren sökülüp, başka binalara taşınmağa başlan­ dığı tesbit olunmuştur. 800 (m . ö. 1 yıllarında mâbedler, saraylar, yüksek me’mûrlarm ikametine tahsis olunan büyük binâlar hep iç-kale dâhilinde bulunu­ yordu, Bu tarihlerden sonra iç şehrin nüfusu çok artmış ve mahdut sâha halkın barınmasına kâfî gelmemeğe başlamıştır. Bu hâl dış şehrin müsait kısımlarına, gittikçe artan bir ölçüde, evlerin inşâsına ve dolayısı ile ikinci bir şehrin kurulmasına sebep teşkil etm iştir. Burada halka âit evlerden başka, büyük bir saray ve A ssurbani-pal ile halefleri tarafından inşâ olunan üç büyük binâ meydana çıkarılm ıştır (M aliowan, ayn. esr., s. 49). Dış şehirde arâzinin müsait oluşu, parklara, bahçelere ve çiftliklere geniş sa­ haların ayrılmasını kolaylaştırmıştır. İç şehirdeki mâbedlerin en mühimi ziggurratın eteğindeki Ninurta mabedidir. Şehrin hâmî tanrısı olan Ninurta 800 ( m. ö.) tarihinden iti­ bâren, yerini Nimrûd 'da büyük bir mabedi bu­ lunan N abu'ya. yâni san'at, yazı ve ilim tan­ rısına bırakmıştır. Sarayların en mühimlerini Assur-nasir-pal İL, Tiglath-pileser III ve Esarhaddon (m . ö. 681— 669) inşâ ettirmişlerdir. A yrıca, Adad-nirari III. ve Sargon ( m. ö. 722 — 705 ) d a eski sarayları tâmır ve tevsî et­ mişlerdir. Bunlardan başka kıral Assur-banipal tarafından inşa ettirilmiş olması mümkün görü­ len büyük bir binâ da meydana çıkarılmıştır, iç-kalenin ortası, binlerce insanın toplanma­ sına, getirilen ganimetin büyük kirala takdimi­ ne elverişli olacak bir şekilde, meydan hâlin­ de boş bırakılmıştır. Binaların bu durumundan ve yazılı vesikaların verdiği bilginin ışığında şehrin o zamanki nüfusunun 80.000 ’den az ol­ madığını anlıyoruz. Muhakkaktır kİ, Nimrûd eski yakın şarkın en büyük şehirlerinden biri idi. A r k e o l o j i k k e ş i f l e r . Assur-nasir-pal sarayı. Bu binaya şimâl-i garbî sarayı da deni­ lir; 200X130 m* bir sâhayı kaplar. Saray, devletin idâre edildiği kısım, binanın merkezi­ ni işgâi eden merâsim binası, ikamete tahsis olunan bölüm ( harem d â h il) olmak üzere, üç kanattan müteşekkildir ( Layard, N ineveh and



£ 82.



kİMRÖÛ.



its rem ains; Layard, Nineveh and Babylon ve C . J. G add, T he stones o f Assyria ve Iraq ( The British School of Archeaology in Iraq X IV ; M. E. L. Maliowan The Excavations at Nim rud 195J» s. 6 v d ,). Sarayda keşfedilmiş olan çeşitli eserler arasında en mühimlerini Âsurlutarın lamassa dedikleri, yarı-insan, yarı, hayvan şeklinde olan varlıkların heykelleri, 14X15 eb'âdındaki taht salonunda kıral tahtı­ nın kitâbeli kaidesi, çivi yazılı tabletler, du­ varların boyalı nakışları, kiralın resmini hâvî büyük bir taş kitabe ( D, J. Wiseman, A new stela o f Assar-nasir-pal II, Iraq, 1952, X lV / i, 24 v. d,) teşkil eder, 128 cm. yüksekliğindeki bu kitabe 879 ( m. S. } yılına aittir. Kıra! bu­ rada saltanatının ilk beş yılında Kalah ’1 nasıl kurduğunu ve onu küçük bir köyden impara­ torluğunun merkezi hâline getirdiğini anlat­ makta ve sarayını tasvir etmektedir. Burada inşaatta kullanılan ağaçların nev'inden, ma­ bedi ere dikilen altın tanrı heykellerinden, sa­ ray İnşâsından ve mefrûşattan, teferruatlı bir şekilde, bahsedildiğini görüyoruz. Bunlardan başka, Kalah ile Zâb arasındaki geniş araziyi sulayan kanaldan bahisler vardır. Kitabenin sonunda şehrin tamamlanması hâdisesini tes'îd için, >0 gün devam eden büyük bir şenlik kaydedilmekte ve 69.574 misafirin dâvet edil­ diği, bunlardan 5,000’inin yabancı ülkelerden gelen güzide eşhâs olduğu belirtilmektedir. Sarayda fildişinden bîr cild içinde muhafaza olunan ve esâsını balmumu teşkil eden çivi yazılı levhalar, yâni kitap sahifeleri bulunmuş­ tur. Fildişi mahfazaların bir tanesi üstünde kıra! Sargon'a âit bir yazı mevcuttur ki, bu cil­ din Sargon tarafından müracaat edilen bir fat kitabı olduğu anlaşılmaktadır. Bu kitap ka­ pağı dâhil, 16 sahifedir. Eser Mezopotamya fmn ele geçirilen en eski kitabı sayılm aktadır t Mr E; K. Maliowan, The Excavations at Nimrad „K alah“, Iraq, 1954, X V I/ı, 98— 108 ve D. J. Wiseman, Assyrian W riting-Boards, Iraq, 1955, X V lI/i, 3— 20). Sarayın en zengin san’a t eserlerini fildişinden yapılanlar teşkil eder. Fildişi masnûat oda duvarlarını, koltuk, yatak, masa gibi mobilyanın muhtelif kısımlarını süs­ leyen parçalar ile kutu, sadak, kaşık, allık ku­ tusu, süs eşyâsı ve emsâlinden ibarettir. Bun­ ların büyük çoğunluğu ganimet eşyâsı oldu­ ğundan, getirildikleri memleketlerin üslûbuna göre işlenmiş olacakları gâyet tabi'îdir. Bu sa­ yede Fenike sâhitleri, şimalî Suriye ve Mezopo­ tam ya’nın IX.— VII. (m .ö.) asırlardaki üslûpla­ rını bir arada incelemek imkân dâhiline girmiş bulunmaktadır, Nim rûd’daki fil dişi eserlerde Fenike üslûbu. Suriye üslûbu ve yerli Âsur üs­ lûbu olmak üzere, üç esaslı üslûp tesbit edi­ ldim Ansiklopedisi



189



iebifmektedir. Çoğunluğu Fenike üslûbuna gi­ renler, yâni o ülkeden getirilenler teşkil eder. Âsur üslûbunda işlenenlerin ham maddesi dı­ şarıdan getirilmiş, fak at yerli san’atkârlar ta ­ rafından Nim rûd'da veya diğer bir  sur şeh­ rinde işlenmiştir. Bu eserlerin eski zümresi 880 ( m. ö.) yıllarına, yâni Assur-nasir-pal 'in salta­ natının ilk senelerine aittir. Muahhar zümreyi de, Sargon II. ( m. ö. 722 — 705 ) devrine âit olanlar teşkil eder. Bunlardan başka, bu iki kıral arasında saltanat süren diğer Astır kırallan tarafından getirilen fildişi eserler de ele geçirilmiştir ( M. E, L. Mallowan, The Exca­ vations at Nimrud, 1949 — 1950, Ivories from the N . W. Palace, Iraq, XIV/1 45 ). Sarayın arşivlerinde bulunan çivi yazılı 350 tabletin 200 ’ ü mektup olup, bunların çoğunun Tigiathpileser III. ve Sargon 'un saltanat devirlerine âit bulunduğu kabûl edilmektedir. K irala gön­ derilen bu mektuplarda, Âsur devletinin ve eyâletin idâre usûlüne âit raporlarda, Bâbil ile olan siyâsî münâsebetler, ticâret zirâat vergi tarhı, nakliyat, iskân işleri, kabîle hare­ ketleri, isyanlar, evlenme akdi, arâzi satışı gibi husûslardan bahsedilmektedir. Sarayda muhtelif kıraltann icrââtından bahseden, yâni muhtevaları tarihî olan silindir şeklindeki tabletlerin sayısı daha azdır ( C . J. G add, Ins­ cribed barrel cylinder o f Marduk-apla-iddina II, Iraq, 1953. XV/2, s. 123 v.d. ve ayn mil., Inscribed prisms o f Sargon II. from Nimrud, Iraq, 1954, XVI/2, s. 173 v.d.). N i n u r t a m â b e d i ( Barnett, ayn. esr., s. 6 ve Mallowan, ayn. esr., s. 64 v.d. ), Assurnasir-pal II. sarayına bitişik olarak inşâ olun­ muştur. Buna rağmen iki binâ birbirinden ayn olup, bünyeleri arasında birlik yoktur. Âsur mâbedleri için umûmîieşen bir plana göre ya­ pılmıştır. Baş tanrının bu mâbedi, Kalah şehri­ nin son olarak tahrip edildiği ve Âsur impa­ ratorluğunun sona erdiği tarihte, yâni 612 ( m. ö.) yılında büyük bir yangına kurban gitmiş­ tir. Mâbed  sur imparatorluğu tarihi boyunca, muhtelif tamirler sayesinde, ibâdete açık bu­ lundurulmuştur. Mâbeddeki mukaddes oda ka­ pısının iki tarafına, 880 ( m. ö.) yıllarına âit insan başlı aralan heykelleri dikilmiştir. Bunlar Âsur heykeltraşlık eserlerinin ilk öroeklertdir. Nİmrûd zîggurratı da Assur-nasir-pal II. ta­ rafından başlanmışa oğlu Salmaneser 113. tara­ fından tamamlanmıştır ( Barnett. ayn. esr.,;s.6; D. D, Luckenbilt, A ncient Records o f iIssyria and Babylonia, Chicago, 1926, 1. 534, 712 ). İç şehrin şimâl-i şarkî kısmında büyük me­ murlara ve Nimrûd zenginlerine âit ikamet­ gâhlar keşfolunmuştur. Bu mahalle d e . şehri harabe hâline getiren 6x4— 612 (m . ö.) yangı­



19



NİMRLI&. nından kurtulamamıştır. Buradaki evlerden biri Assur-nasir-pal devrinde yaşam ı; olduğu ve arşivine göre, 50 yıl ticâret yaptığı anlaşı­ lan zengin tüccar Shamash-sbar-ustır 'a aittir. Yanık saray iç-kalenin cenûb-i şarkîsinde inşâ edilmiş muazzam bir binâdır. XIII. ( m. o.) asra âit daha eski bir binanın üstüne kurul­ muştur. Sargon II. Khorsabad ’ daki yeni sara­ yını inşâ ettirdiği sırada ve henüz Kalalı hü­ kümet merkezi iken, bu sarayda oturmuş olma­ lıdır. Binâların çoğunda olduğu gibi, burada da yazılı tuğlalara rastlanmıştır. Sarayı en son ola­ rak tâmir ettiren kıral Assur-etel-ilani (m. ö, 633 — 629) ’dir. Bu saray da, bitişiğindeki Nabu ma­ bedi ile beraber, 614— 612 (m, ö.) yılında yakıl­ mıştır ( Barnett, agn. ear., s. 8 v.d .; Mallowan, agn. ear., s. 66 v.dd.). T aht odasında Sargon 'a hitaben yazılmış 12 adet çivi yazılı mektup ele geçmiştir. Bunlardan birinde şimalde be­ lirmeğe başlayan büyük tehlikeden, Kimmerilerden bahis vardır. Sarayın inşâsına Assur-nasir-pal II. başlamış, oğlu Salmaneser III. bunu ikmâl etmiştir. Bugünkü şeklini ise, VIII. asır­ da ve belki de Adad-nirari III. zamanında al­ mış, Sargon'un saltanatından sonra yakılm ış­ tır (E . L. Mallowan, ¡rag, 1953, X V / ı, 5 v.d,; 1954, X V I/j, 63 v.d.; 1955, X V II/ ı, 8 v.d.). N a b u m a b e d i , yanık saraylardan ara­ larındaki bir cadde ile a yrılır; muhtelif bina­ lardan müteşekkil bir külliye olup, burada en az ü ç tanrıya ibâdet edilmiştir. Mâbed, kira­ lın dinî bayramlarda oturduğu tah t salonu, av­ luları, büyük salonları, koridorları, arşivi ve râhiplerin ikametine mahsûs teşkilâtı ile, büyük bir binâ hâlinde idi ( Barnett, agn. esr., s. 8 v. d .; Mallowan, agn. esr., s. 69— 77 ). Nabu Bâbil İn millî tanrısı M arduk’un oğludur; san’atın ve ilmin hâmîsidir. Mâbed ilk defa Assur-nasirpal II. tarafından inşâ edilmiş ise de oğlu ve halefi Salmaneser III. tarafından genişletilmiş­ tir. Buna rağmen mabedin asıl bânîsi, büyük bir kısmım yeniden inşâ ettirtm iş olan A dadnirari III. sayılm aktadır. T ig la th -p ile ser III. devrinde de kullanılmıştır ( Barnett, agn. esr., s. 7 ; Wiseman, Iraq, 1952, XIV, 30). Büyük bir imarcı olan Sargon II, ve ondan sonra Esarhaddon ve hattâ Assur-etel-ilani gibi kıratlar da mâbedi tâmir ettirmişlerdir. Adad-nirari, Nabu mabedini, nufûzlu bir ana ktraliçe olan ve yunanlılara Semiramis adı ile geçen Sammuramat ’m tavsiyesi üzerine, inşâ ettirmiştir. Asurlularm bir Bâbil tanrısı olan N abu 'ya Kaiah panteonunda bir hâkimiyet te’sisi için gayret sarfetmiş olmaları evvelce bâbülilerde bulanan dinî nufûzu elde etmek ve bu yolda cenûbî M ezopotam ya’ya da hükmet­ mek düşüncesinin neticesi olan siyâsî bir ted­



birdir.  su r din tarihi için çok önemli olan bu tedbir, bilhassa Adad-nirari III. zamanın­ da, ehemmiyetle devam ettirilmiştir. Bilgi tan­ rısı N a b u ’ nun remzi tabletlerin yazılmasında kullanılan âlet { s ty lu s ) idi. Mâbedin en mü­ him kısımlarından biri kütüphânesi idi. Bura­ da bulunan tabletler, umûmiyetle, dinî metin­ lerden kehânete, büyüye, sihirli sözlere, mü­ neccimliğe ve tıbba dâir mevzûlardan ve İlâ­ hîlerden ibarettir. Bunlar arasında, Med hü­ kümdarı ile yapılan anlaşmanın metni ve di­ ğer tarihî metinler ile lügatler, husûsî mek­ tuplar, muhtelif şahıslar arasındaki mukavele­ ler de mühim bir yer tutmaktadır. Son sene­ lerde bulunan bir vesika Tişrit ayının (eylül— teşrin I.) iyi ( uğurlu ), fenâ ( uğursuz) günle­ rini bildiren bir takvim olup, bütün ay boyun­ ca muayyen bir işin müsbet bir. neticeye bağlanıp-bağlanamayacağı husfisunda rehberlik et­ mektedir. Mâbeddeki bütün tabletler, fildişi eserler, 612 (m , ö.) yılında  sur İmparatorlu­ ğunu ortadan kaldıran ve bu arada Nimrûd 'u da yakıp-yıkan Med-bâbiililerin müşterek hücÛmunda yakılm ak sûretiyle, tahribe uğramıştır, Nimrûd ’da adı geçen bu büyük mâbedlerin yanında, ikisi Assur-nasir-pal II. (Luckenbîll, agn. esr., s. 503, 521 ye Barnett, agn■esr., s. 6 v.d., 10 ), diğerleri Salmaneser III. tarafın­ dan inşâ ettirilm iş dört küçük mâbed daha mevcuttur. A yrıca İçinde kitâbeli muazzam bo­ ğ a heykellerinin, kiralın siyah dikili taşının, kabartmalı taşların bulunduğu büyük bîr sa­ ray daha keşfolunmuştur ki, bu sarayın inşâsı­ n a Salmaneser başlamış, bunu Tiglath-pileser III. tamamlamıştır (LuckenbİÜ, agn. esr., s. 640— 670 ve Barnett, agn esr,, s, 7 v. d d .). Nimrûd 'da Adad-nirari III. tarafından inşâ et­ tirilen ve duvarları hem boya iie, hem de fresk­ ler ile nakışlı binâdan başka, kapılan çift bo­ ğa, arslan heykelleri ve sfenksler ile süslü so ­ nuncu sarayın inşâsına Esar-haddon başlamış, fakat ömrü tamamlamağa kâfî gelmemiştir. Nimrûd'un 612 (m. ö .)’den sonraki tarihi ka­ ranlıktır. Mamafih Âsur şehirlerini silip-süpüren bu yangın felâketinden hemen sonra ve kısa bir müddet için, insanların enkaz hâlin­ deki mâbedlerin, sarayların harabelerine sı­ ğındıkları anlaşılmaktadır. Bu kısa fasıladan sonra, ünlü şehir 600— 500 ( m. o.) yılları ara­ sında yeniden iskân edilmiş, fakat ikinci bir yangm bu medeniyet safhasının da ömrünü tamamlamıştır. Nimrûd, IV. ve III, (iti. ö . ) asırlarda, yâni hellenistik devirde de varlığını korumuş bir belde îdi. • Layard, Nimrûd şehrinin cehûb-i şarkîsinde­ ki höyüklerin en büyüğü olan Tali A şür (yerli a ra p la rm k u llan d ığ ı şekil )'u n buranın: eski«



İ



NİM RÖö. den kalesi olduğu ihtimâli üstünde durmakta­ dır { A . H. Layard, Discoveries in the Rains of Nineveh and Babylon, London, 1853, s. 165 ve 656 }, O rta çağda da al-Salfimiya yanında­ ki harabe höyüğü, yâni buğünkü Nimrûd, yan­ lış olarak, A şür şehrinin bakiyesi gibi kabûl edil­ miştir. Bu kanâatin XIX. asrın ortasına kadar devam ettiğini görüyoruz (C l. Rich, Narrative o f a Residence in Koordistan, London, 1836, II, 13 1). M .Streck bunu, haklı olarak, L ayard ’in buradaki bir höyüğün veya dört höyüğün Tali Aşar şeklinde adlandırmasını yanlış anlamış olmasına bağlam aktadır. M. S tre c k ’ in bir be­ devi soyunun adından gelmiş olacağını ihtimâl dâhilinde gördüğü bu yere (JA, 1879, XIII, 224, 226 ) Yazar, F. Jones ( Fesiiges o f A ssyria, 11. pafta ) Telt-Yazâr, J. O ppert ( ayn. esr., I, 309) Tulûl Yazar, Sachau ( Am Euphrat and Tig­ ris, Leipzig, 1900, s. 106 ) Tell-âzar demektedir. Bugün Nimrûd ’un aş.-yk. 2 km. uzağından akan Dicle A sur devrinde şehir sûrunun hemen yanından geçm ekte idi (Jones, JR A S, XV, 342 v .d .). Eski nebir yatağının bu izi bugün dâhi görülebilmektedir. Eski yatak ile bugünkü Dicle arasında, nehrin orta çağlarda doldur­ duğu, Şirât AlbS Debbân ( „A lb u Debbân caddesi“ ) denilen üçüncü bir nehir yatağı daha mevcuttur ( Jones, ayn. esr. ve JR A S, X V, 343 ). A lbü Debbân isminin de bir bedevî ka­ bilesinin adından geldiği anlaşılmaktadır. Nimrûd harâbelerinin garbında, çeyrek saatlik mesâfede, yerliler tarafından çok defa al-Kal'a („kale“ ) tesmiye edilen oldukça büyük, eski bir iskân yeri mevcuttur ki, buna aynı zamanda es­ ki Nimrûd ve Deraviş de denilmektedir. Bun­ dan başka daha garpta, D icle'ye yakın bir yer­ deki köye Yeni-Nİmrûd, onun 1,500 m. şimâ!-i garbisinde ve kıyıdaki üçüncü köye de Na'Ifa adı verilmiştir. Bu sonuncunun 1.500 m. şimâi-i garbisinde yerlilerin Sakr ( „bend“ ) veya Şahr („ k a y a “ ) Nimrûd dedikleri bir bendin bakiyesi vardır ( J, Macdonald Kinneır, Journey through Asia Minor, Armenia and Koordistan, London, İ818, s. 465 ve Layard, Nineveh, I, 8). A ym yer Jones ’ta da Şabr Nimrûd şeklinde geçm ek­ tedir (JRAS, X V, 343 ve Jones, göst. yer .). Bun­ dan başka, aynı yere Sıkr al-A vâze (Rich, ayn. esr„ II, 129) veya, sâdece al-A vâze A vay (L a ­ yard, Nineveh, I, 8, 365; Jones, göst. yer. ) da denilir. A v iz e veya A vâ h . lunan şehir, şark— garp istikam etinde uzanan ve eski bir gölün tabanını teşkil -eden N i; ovasının cenûb-i şarkisinde yer alır. Şehrin içinden geçen Nişava suyu, Bulgaristan toprak­ larından çıkarak, Şehir-Köyü (P iro t) ve Mûsâ-Paşa ( B e la -P la n k a ) ’ dan geçm ekte, N iş'in kapıları sayılan ve etrafı dik,.yüksek kayalık­ lar ile çevrili bulunan Niş boğazını ( Sitevska K üsura) aşarak, N iş ovasına- girmektedir. Niş şehrinin en büyük kısmı, demir-yolu istasyonu ile beraber, vadinin sol tarafında, eski hisar ise, sağ tarafında bulunur ve şehrin iki kısmı, biri, demir-yolu köprüsü olmak üzere, dört köprü ile birbirine bağlanır. Nişava suyu şehirden çıktık­ tan sonra buraya 12 km. mesafede bir mevki­ de Morava ırmağına dökülmektedir. Balkan memleketlerinin en güzel ovaların­ dan biri olan Niş ovası her nevt zirâate elve­ rişli toprağı, bağlan, bahçeleri ve diğer la b i’î zenginlikleri ile Niş şehrinin inkişâfı üzerinde büyük bir te’sir icrâ etmiştir (P , T . Iankovitsch, H h to ire d e la vali ¿e , de la Nischava, Belgrad, 1909). Bilhassa A vrup a'd an . Balkan ve o rta şark memleketlerine giden ticârî, askerî ve- tarihî bakımdan büyük önemi hâiz yolun Niş 'ten geçmesi bu şehrin hayatiyetini muhafaza etmesinde büyük ro! oynamıştır. Niş günümüzde de milletfer-arası demir ve kara yollarının bir kavşak noktasıdır. Belgrad — Sofya — İstanbul demir-yolu buradan geçer ve yine Belgrad — Selanik — A tina 'ya giden, de­ miryolu da buradan, ayrılır. Şehrin ilk kuruluşu hakkında k a t'î mâlûmat yoktur ve hattâ tarihin- bahsettiği Naissus şehri ile bügünkü Niş 'in- ayın mevkide olduğu husÛsu da kat’î olarak isbat edilmiş sayılmaz. Burası hakkında en fazla malûmat veren Prîs. cu s'a nazaran, A ttila zamanında (4.34— 453 ) Nişava suyu şehrin cenubundan geçiyordu ki, buna göre, eski Niş vâdinın sağ sahilinde ve bugünkü Niş kalesinin yerinde bulunmakta id i; fakat Kanitz ve Roessler 'e göre, eski Niş 'in nehrin sol sâhiiinde, takriben şimdiki Niş 'in cenûb-i şarkî istikametinde 15 km. mesafede bugünkü Brizbord köyünün civârında olması ieâp etmektedir ( Pauiy-W issowa, Realencyclop aedie. , .). Romalıların Balkan yarım-adasını teşkilâtlan­ dırmağa başladıklarında, Dardania harplerin­ de ( m. ö, 7 5 — 73 ), Niş havalisine geldikleri ve mevkiinin askerî öneminden dolayı ■ burada üss kurdukları bilinmektedir. Daha sonra R o­ malılar N iş’ e beledî imtiyazlar vermişler (195 m,s.) ve Claudius II. Niş civarında Gutlara



m



NİŞ.



karşı yaptığı bir savaşta (260) büyük bir zafer kazanmıştır. İmparator Diocletian ’ dan sonra. Niş yeni teşkil olunan Dardania eyâletine mer­ kez olmuştur. Nİş ilk çağlarda, bilhassa Cons­ tantin l. ’İn doğum yeri olması dolayısı ile, şöhret buldu. Bu imparator şehri husûsî ve resmî binalar ile süslediği gibi, kale ve sûrlar da inşâ ettirdi. Daha sonra imparator julian kaleyi takviye etti. Bu devirde N iş'te devlete âit bir de silâhhâae bulunmakta İdi. Mevkii dolayısı ile Niş orta çağda bir çok kavimlerin gelip-geçtiği veya yerleştiği bir mahal olmuştur. Kavimler muhaceretinin baş­ larında Hun imparatoru A ttiia 441 senesinde Bizans 'a karşı yaptığı sefer esnâsında kendi­ sine mukavemette bulunan bu şehri zapt ve tahrip etti. Bundan sonra Gotlar 479— 482 yıl­ ları arasında Niş ve civarına kadar geldiler. Şe­ hir yeniden tahribata mârûz kaldı. Justinian I. zamanında, Dacia Mediterranae’nin 6 eyâlete ay­ rılması: ile, Niş de, bunlardan birinin merkezi olduğundan, yeniden ehemmiyet kazandı ve kalesi tâmir edildi. VI. asrın ortalarına doğru slavlar T un a’yı geçerek. Balkanlar'm cenûbuna sarkmağa başladılar; hattâ 550 senesinde Niş ve havalisini de tehdit ettiler. VII. asırda şimdiki Macaristan dolaylarında kuvvetli bir devlet kurmuş olan avarlar, Morava ve Nişava havalisine, muhtelif akınlar yaptılar. Bizans devleti, avarlara karşı B alkanlar’a kütleler hâ­ linde göç eden bulgar ve Slavların bir kısmını Niş civarına iskân etti. 809 ’da kıral Krum, Bizans ile yaptığı bir savaşı kazanınca, Bulgar devleti kuvvetlendi; kıral Simeon zamanında (893— 929) Bulgar kırallığının hudutları Bel­ grad 'a kadar uzanmakta ve Niş 'i içine almakta idi ( C. Jireiek, G esch ick te der B u lg a ren , Prag, 1876, s. 167 ). IX. asırda ekseriyetle butgarların elinde kalan Niş 1018 'de yemden Bizans idare­ sine geçti ve XII. asrın sonlarına kadar onlar tarafından muhafaza edildi. Bu sırada Niş mâmûr ve ehemmiyetli bir yer olarak gösterilmektedir. Burayı Nisu olarak kaydeden İdrisi ( bu ad onun K. Miller tarafından neşredilen 1154 tarihli dün­ ya haritası üzerinde de vardır ) şehirdeki bolluk­ tan, ucuzluktan ve ticâretin canlılığından bahs­ eder. XI. asırda Balkan yarım-adasında peçeneklerin istilâsı başladı. Tirak Han {1048— 1054), 80.000 kişilik bir ordu ile, Bulgar devletine hücûm etti. Bizans imparatorluğu peçenekîerin istilâsına karşı uzun müddet savaşmak mecbu­ riyetinde kaldı. Bu savaşlardan sonra peçeneklerin bil ^oğu, Bizans devleti tarafından, Niş ve Sofya havalisine iskân edildi ( jire iek , at/n. es r., s. 206). Peçenekler yerli ahâli tarafın­ dan iyi karşılandılar; Niş ve havâlisinde bu devirden kalma bir çok yer, köy, şehir adları



bulunmaktadır. Daha sonra dumanların istilâsı başladı. 1072 'de macarlar, Niş ’e hücûm ederek, şehri yağm a ve tahrip ettiier. 1073't e Bulgar kıralı Peter Bodin Bizans devleti adına N iş'ı zaptetti. 1096 'da Niş birinci haçlı ordusunun taarruzuna mârûz kaldı. Şehri yağm a eden haç­ lılara karşı Niş ahâlisi şiddetle mukavemet etti. Haçlılar büyük zayiat verdiler. XII. asır zarfın­ da sırplar ile bulgarlar arasında başlayan harp­ te Niş blzan bulvarların ve bâzan da sirpların eline geçmiş idi. Şehir bu mücâdelelerde çok büyük tahribâta mârûz kaldı. Sırp kıralı Nemanja, alman imparatoru Friederieh I. Barbaros­ sa 1189 'da bir haçlı ordusunun başında Niş ’ e geldiği vakit, onu harâp bir hâlde bulunan şeh­ rin kapılarında büyük merasim İle karşıladı (B. K âllay, G esch ickte der S erh en , Budapest, 1878, 1,42). 1 1 9 7 'de bulgarlar N iş 'ı tekrar zaptetti­ ler ; fakat 1241 'den sonra, turklerin burayı fethi­ ne kadar, Niş daha ziyâde sirpların elinde kaldı. Niş O s m a 'n 1 1 1 a r i d a r e s i n d e beş asır kalmıştır ki, bu şehrin aynı devlete bağlı olarak kaldığı en uzun devredir. Yalnız şehrin hangi tarihte fethedildiğİne dâir mevcut kay­ nakların verdiği mâlûmat birbirinden farklıdır. Neşrî Niş In Murad I. zamanında Timurtaş-oğlu Yahşi Bey tarafından fetholunduğunu kaydeder ise de, fetih yılını açıkça gösterm ez; yalnız 783 — 787 (1381 — 1385 ) tarihleri arasındaki vukuat sırasında buranın da zaptını anlatır ( Neşrî, C ihannüm â, nşr. Unat-Köymen. A n k a ­ ra, 1949, s. 210— 214). Sâdeddin, kesin olarak, 777 ( i î 75/ 137ü) senesini gösterm iştir ( T âc a ltavârîh, İstanbul, 1279, I, 92 v.d.). Murad I. [ b. bk.] Karaman-oğlu A li Bey 'e 778 (1376 } 'de Niş in zaptolunduğunu bildirmiştir ( Feridun, M iinşaât, İstanbul, 1274, î, 101 v.d.). Hammer N iş in fetih yılım 778 olarak kabûl etm iştir (Hammer-Purgstall, H isto ire de I ‘ E m pire o tto ­ m an, P aris, 1835, I, 241). Buna mukabil Sofya 'mn zaptım türk kaynaklarına istinaden 1382 senesi olarak kaydeden C . jire ie k , sırp vekâyînâmelerine dayanarak, Niş in kesin olarak 1386 'da fethedildiğini bildirir ( G esch ick te der S e r ­ ben, G otha, 1918, II, u 8 ). Gibbons ( T h e F o n ­ dation o f the O ttom an E m pire, O xford, 1916, s. 161 v .d .) da, bir takım deliller ileri sürerek, bu tarihi kabûl eder. Diğer taraftan , şehrin daha 1375 'te akıncılar tarafından işgal edil­ diği, sonradan terke mecbûr kalındığı, Sofya ’mn fethinden sonra buranın ikinci defa zaptedildiği de ileri sürülmektedir ( İ. H. Uzunçarşılı, O sm an lı ia rih i, A nkara, 1949, I, 92 ). O s­ manlIların Rumeli 'de yapmış oldukları ilk te ş­ kilâtta bîr çok yerler gibi, N iş ’ı de hidâyette Rumeli bey ler-bey iliği ne bağlamış olmaları muhtemeldir, Bayezid I. [ b. bk.] zamanında



A n a d o lu ’ dan getirilen türk ve tatar muhacir­ leri Üsküp ve Niş havalisine iskân olundular. Şehir yavaş-yavaş kalkınmağa başladı. Mehmed I. [ b. bk.], müttefiki bulunan sırp despotu S tefa n ’ a bu havalideki bâzı yerlerin idaresini verdiği hâlde, N iş 'i, ehemmiyetinden dolayı, sırplara bırakmamış İdİ ( Jireîek, agn, esr., s. 150). 1443 yılında Macaristan-Polonya kıralı Ladislav III. ile jan Hunyad kumandasındaki bir haçlı ordusu Belgrad ( 3 teşrin I. 1433) 'dan T un a'yı geçip, N iş ’e hücâm ederek, şehri yaktp-yıktılar ve ahâlisini esir edip, mallarını yağm a ettiler {Sâdeddin, I, 37a ). Karaman se­ ferinde bulunan Murad II. [ b. bk.] sür'atle A n a. dolu 'dan Rumeli 'ye geçti ve haçlıları İzladi derbendi önünde ric'ate meebûr etti (12 kânûn 1. 1444 ). Çandarlı-zâde Mehmed Çelebi 'nin oğlu Rumeli beyler-beyi Kasım ve Balaban P a­ şa ’iar düşmanı takibe me’mûr edildiler; fak at Niş boğazında ve takriben şehrin 15 km. şar­ kındaki Knoviça mevkiinde pusu kurmuş olan düşmanın taarruzuna uğradılar. Murad I. bü­ yük kuvvetler ile haçlıları Tuna 'mn gerisine atm ağa muvaffak oldu. Takriben 3 ay kadar iş'gâl altında kalmış olan Niş 2 kânûn II. 1444 'te tekrar kurtarıldı. Mehmed II. ( b. bk.] Si vrice-Hisar (O stroviç )’ı vâ mâdenleri ile meşhûr R odn ik'i aldıktan son­ ra (1459 ), ramazan dolayısı ile. Niş ’e geldi ve bir müddet burada kaldı ( Sâdeddin, agn. esr., 1, 466 ). Sadrâzam Mahmud Paşa 8 teşrin II. 1459 'd a Semendire kalesini fethedince, N iş'ten Tuna 'ya giden askeri ve tieârî yol tamâmîyle türklerin idâresine geçti. Daha sonra buradaki mülki teşkilâta yeni bir şekil verildi ve Niş de Semendire sancağına bağlandı. Semendire li­ vası 1497 tarihinden evvel 7 sancaktan (N iş, Hisarcık, Jacodine, Parakin [ Para çın \ Uziçe, Ç akça [ Çaçak ]) teşekkül ediyordu ( bk. Baş­ vekâlet arşivi, T apu ta krir d e fte r i, nr. 2 7 ). Bayezid II. [ b . bk.] devrinde Niş mâmûr bir şehir idi. Şehirde, içtimâi ve İktisâdi hayatın tânzimi için, kanûnlar vaz’edildi ( K an ûn -n âm e-i k a l'a -i N iş , Başvekalet arşivi, Tapu d e fte ­ ri; nr. 1007). N i; çarşı ve mahalleleri, câmi ve mescidleri ile devrinin ileri bir medeniyet se­ viyesine ulaşmış idi. O tarihlerde N iş'te baş­ lıca şu mahalleler var id i: Câmi mahallesi (77 hâne ), Hacı Balaban mahallesi (4 7 hâne ), K öp ­ rü-Başı mahallesi (28 hâne), Tekeliyan cemâa­ tinin oturduğu kısım (1 3 h â n e), hıristiyanlan n oturduğu mahalle (5 5 hâne), ulakların bu­ lunduğa ye» (40 hân e) idi. T akribi bir he­ sapla X V I. asrın başında şehrin 2.000 nüfusu bulunduğuna k a t’î nazarı ile bakılabilir. Niş ’te bir çok vâkıfların bulunduğunu da görüyoruz. A skerf ve mülki teşkilâtın bütün kısımları bu­



rad a m evcu t olduğu gib i, N iş sularının (â b -l Niş ) ve kanalların ın idâresi İçin bir de, „riyâ* se t-i n ehreyn“ m akam ı bu lu nm akta idi.



B elgrad'in fethini müteakip (15 2 1), Osman­ lI ordularının garba yaptıkları büyük seferler­



de Niş, Sofya 'dan sonra, mühim bir karargâh idi. Bir çok seferlerde Rumeli askeri burada toplanır ve orduya iltihak ederdi. 1532 alman seferinde de yeniçerilerin Niş’ te toplanması emredilmiş idi. Osmanlı ordularının A vusturya seferlerinde Niş, ordu için, bir tevakkuf mahal­ li id i; ordu burada muhakkak iki veya üç gün kalırdı. Bu gibi tevakkuflarda Niş bâzan siyâ­ sî mülakata da sahne olmuştur. Kanûnî Sultan Süleyman, beşinci alman seferine giderken, Niş 'te bulunduğu sıralarda, Ferdinand 'in sulh iste­ mek üzere gönderdiği iki elçiyi 13 haziran 1332 'de huzûruna kabûl etmiştir ( J. v . Hammer, trk. trc. V , 113, 3 11). Kanûnî, 1541 seferinde yine N iş'e geldiği vakit, Toscana büyük dükü, Med ic i’ lerden Cosimo I. 'nun elçisini huzûruna kabûl ederek, bunun ile düke dostâne bir mek­ tup yollamıştır ( î. H. Uzunçarşılı, Osm anlı ta­ rihi, A nkara, 1949, II, 433 ). Niş XVII. asrın sonlarına kadar güzel ve mâmûr bir şehir ola­ rak kalm akta devam e tti, 1660 senesinde bu tarafları dolaşmış olan E vliya Ç elebi şehrin bu devirdeki manzarasını canlandırmaktadır. O s­ manlı seyyahı N iş'in 150 akçelik bir kazâ mer­ kezi olduğunu, burada sipab kethüda yeri, ye­ niçeri serdârı, sü-başı, voyvoda, muhtesib, bâcdâr, nakîb-ül-eşrâfı bulunduğunu, şehrin İçinde bir kale mevcût olup, yalnız dizdarı bulundu­ ğunu kaydeder. Bundan başka N iş’ te 22 sıbyaıi mektebi, 200 dükkân ve üstleri kiremit ile ör­ tülü 2.060 kadar ev, G âzi Hudavendigâr, Muslî Efendi, Hüseyin Kethüda camileri ve bir kaç mescid ve tekkenin mevcut olduğunu zikreder. Nişava üzerinde kurulmuş Mehmed Paşa köp­ rüsünün ortasında küçük ve şirin bir kasır ve her iki başında da birer hamam bulunmakta idi ( Evliya Çelebi, Segâhat-nâme, İstanbul, 1313, V, 363 v. d. ). 1689 'da G r a f von B aden idâresîn d eki A v u s ­ tu ry a ordusu N iş 'e hücum e tti. S o f y a 'd a bu ­ lunan M ustafa P a ş a avu stu ryalıların N i ş ’e y a k taştıkların ı h a b e r alınca, k eth ü d a sı Ç e le b i M eh­ m e d 'i kum andan tâ y in ed erek, 13.000 k işilik b ir k u vv etin başın d a, N iş ’ in im dadına gö n d er­ di (R â ş id , Tarik, İstanbul, 1282, II, 83). 24 ey­ lü l 1689 günü akşam ın a k a d a r devam eden çok şid d e tli sa v a şla rd a n son ra, a v u stu ry a lıla r Niş k alesin i za p te ttile r. Ş eh ir b ü y ü k ta h rib a ta , in­ san ve m âtzeme k a yıp la rın a u ğradı, 8.000 k i­ şilik bir k u v v e t Piccolom ini kum andasında N iş 'i m u hafazaya m e'm ûr edildi. A ğ u sto s 1690 'd an itib a re n N iş b ir sene işgât a ltın d a kaldı, O s -



296



NİŞ.



inanlılar 20.000 ’den fazla bir kuvvet ile Niş ’i Tanzimatın ilânından sonra çıkarılan yeni dört taraftan muhasara altına aldılar. A vu s­ vergi ve toprak kanunları tatbik edildiği sı­ turyalIlar, 14 günlük erzak ve yalnız üzerle­ ralarda Bulgar meselesi zuhur etti, tsyan h a re -. rindeki silâhlar ile, Niş ’ten çekilip gitmek için, ketleri Niş ve havâtisine de yayıldı. Â sîle r Niş kendilerine müsâade edilmesini İstediler ve bu ’te bilhassa arâzi sâhipleri ( eshâb-ı alâka ) ile ricâlan kabûl edildi ( N. Taean, N iş — B elg ra d bunları kirâ mukabilinde işletenler ( müstecir— S a la n k a m in , İstanbul, 1939, s. 22 v .d .), 11 ler ) arasındaki ihtilâflardan faydalanarak, köy­ eylül 1690'da avusturyalılar N iş ’ten ayrılırken, lüleri büyük çiftlik sâhipleri aleyhine isyana beraber getirmiş oldukları sivil hıristiyanları teşvik ettiler ( tafsilât için bk. Cevdet Paşa, ierkettiler; kaledeki 130 kadar müsiSman esir Tezûliir, 13— 20, nşr. C. Baysun, A nkara, 1960, s. 105 v.d .), 1841, 1842 senelerinde Leskofça, serbest bırakıldı. Pasarofça muahedesi (1718 } ile, B elgra d ’m Şehir - K oy ( P ir o t) ve Niş ’te İsyânlar çıktı elden çıkması üzerine. Niş bir serhad şehri ol­ (L u tfî, VI, 10, 109, 113). Müslüman ve hıris­ du. Bu devirde kale tahkim edilerek, muhafa­ tiyan ahâli bu yüzden zararlara uğradı. İmâr zası için bir hudut ser-askerliği ihdâs olundu. meclislerinin kurulması üzerine ( 1845), A l-Y a 1737— 1739 harplerinde avusturyalılar 28 tem­ nak Mustafa Paşa, mevâlîden Sâlih Bey ve vakmuz 17 3 7 'de N iş'i işgal ettiler ise de, 20 teş­ 'anüvis Ahm ed Lutfî Efendi ’ den mürekkep bir rin I. 1737'd e şehir istirdat edildi. N iş'in alın­ hey’et de Vıdin ve N iş ’in imârı ve kalkınması masından çok memnûn olan Mahmud I. beyler­ için buralara gönderildi ( Lutfî, Tarih, İstanbul, beyi Hâfız Ahmed Paşa 'yı Niş muhâfızhğına 1338, VIII, ı 5 v.d d .). tâyin ederek, kendisini ve maiyetini para ve Kırım harbinin zuhuru hu tarafların imârı hil’atler ile taltif etti ( Î. H. Uzunçarşılı, O sm an ­ için sarfedilen gayretleri bir müddet için inkıtaa lı ta rih i , A nkara, 1959, V , 1. kısım, 271 v.d.). uğrattı. Bilhassa 1856 ’da bulgar isyanının sürX V III. asır ile X IX . asır başlarında çıkan ’atle gelişmesi ile ( A . Refik, B u lg a r ih tilâ li, isyanlarda Niş devlete sâdık kalmış id i; zira T T E M , sene 15, nr. 9 [ 86 ], 1341), Niş ve ha­ bu mahallin sâkinleri olan müslümanlar İle vâlisinde de ırk ve din kavgaları başladı ve bu bulgarlar birbirleri ile iyi geçinmekte idiler. yüzden âsâyiş bozuldu. Şehrin iktisâdı ve tiSırp isyanlarında ( 1804— 1812 ) K ara Yorgi cârî hayatı sarsıldı. Kıbrısh Mehmed Paşa tek­ N iş 'i de kendi isyan sâhasına almak için ça­ rar sadârete geçince (12 7 6 = 18 6 0 ), Rumeli eyâ­ lıştı ise de ( B. K âllay, G esch ich te der serb i­ letlerinde âsâyişin sağlanması ve ahâliye â it sch en A u fs ta n d e s, Wien, 1910, s. 196 v.d.), hukukun aranması için, büyük salâhiyetler ile sadrâzam Hurşid Paşa, âsîleri N iş'ten uzak­ R um eli'ye gönderildi. Köylüler fenâ idâreden laştırarak şehri yağmadan kurtardı. Edirne ve bilhassa Şehir-KÖy 'deki Fenerli piskopos muahedesinden sonra Sırbistan ’daki Osmanh ve papaslardan da şikâyetçi olduklarını sadrâ­ hâkimiyeti yalnız Belgrad I b. bk.] ve Semen- zama anlatmışlardı. Bu teftişten sonra. Niş tek ­ dire muhafızlıklarına inhisar edince, Niş yeniden rar bir vilâyet hâline getirilmiş ve vâliliğine de bir hudut şehri oldu. Sırbistan 'a verilen imti­ Midhat Paşa tâyin edilmiştir ( T a k v îm -i vek â y î, yazlar üzerine bu memleketten kaçan müslü- sayı 607). Niş şehrinin muahhar tarihi bu büyük maniarm bir kısmı da N iş ’e hicret etti. 1836 devlet adamının icrââtı ile başlar. Midhat Paşa ’da Rumeli 'de dolaşan Am i Boue ( E u rop äisch e N iş’e geldiği zaman, Rusya 'nın Rumeli ’deki si­ T ü rk et, Wien, 1889, I, 546), N iş 'in 16.000 yâseti Balkanların bu havâlisindeki iç huzârun nüfuslu bir yer olduğunu ve Nişava nehrinin bozulmasına ve N iş'ın Sırbistan ’a ilhâk edileceği iki tarafına yayılmış bulunan şehrin toprak ta b ­ şayiası ise, bir çok bulgar köylüsünün Sırbistan yalar ile çevrili ve müstahkem bir mevk! olup, 'a göç etmesine sebep olmuş ve memlekette hay­ kalesinin yalnız nehre bakan cephesinde 25 dutlar türemiş idi. lktisâdî ve ticarî hayat tatop ve kale ile şehir arasında bir tahta köp­ mâmiyle durmuş, köylerde ve şehirlerde ahâli devlete vergilerini ödeyem eyecek kadar fakir rünün mevcut bulunduğunu kaydeder. 1834 'te yapılan mülkî teşkilâtta ( A . Ubici- düşmüş idi. H attâ bizzat büyük çiftlik sâhipleni, L e ttres sur la T urqu ie , Paris, 1853, s. 44 ), rinin tahsil edilmeyen vergi borçları 10 milyon Rumeli eyâletlerinde de yeni İdâre tarzı ta t­ kuruşu aşmış, her yerde mesken darlığı baş­ bik olunmağa başlandı. Bu arada Niş de 1839 lamış ve yolların bozukluğundan, münâkale ’da, civârındaki bâzı mahallerin ilâvesi ile, bir imkânsız bîr hâle gelmiş idî ( A li Haydar Mid­ eyâlete tahvil edildi ve bu yeni eyâletin ba­ hat, Tabsıra-i ibret, Îstanbu( 1325, s. 13 v.d.). şına ferik Vâsıf Paşa tâyin olundu (L u tfî, V, Midhat Paşa, ırk, din ve milliyet farkı gözet­ 139), Daha sonra Sofya, Samako ve Kösten- meden, memleketin bütün ileri gelenlerini top­ dİl de Niş eyâletine bağlandı ( Sâl-nâme, sene ladı ; Niş vilâyetinin kalkınması İçin onların 1263 1264). kendisi ile iş birliği yapmasını, yardım ve iti»



< madını te’min etti. H ey’etler teşkil ederek, bulgar köylüleri ile büyük çiftlik sahipleri arasında çıkan toprak dâvalarını, âdilâne bir sâ r e tte , esastı kararlara b a ğ la d ı. Eşkıya ve haydutları kanân yolu ile te’ dip etti. Bulgarlardan- Sırbistan 'a hicret edenlerin işini, hak ve hukuk gözeterek, yeni bir nizâma bağladı. 25,000 kadar çerkes muhacir Niş ve havâlisine yerleştirildi. Büyük gayretler sarfederek, münâkale imkânlarından mahrûm olan bu memlekette yollar yaptırdı; zirâatin'gelişm esi için Nişava nehrinde kanallar açarak, münbit ve mahsuldar Niş ovasını sel felâketinden kur­ tardı; içtimâ! sâhada da büyük hizmetlerde bulundu. Yabancı seyyahlar, ve ilim adamları Rum eli’nin bu köşesinde onun hizmetim çok takdir etmişlerdir ( F. Kanitz, Donaubulgarien, Leipzig, 1882, II, 72). F. Kanitz, Midhat Paşa ’nın yaptırdığı yollar, mektepler, islâhhâneler, yardım sandıkları ve daha buna benzer müesseselerden dolayı, onu büyük bir insan dostu olarak tavsif eder. Menâfi-i umûmiye sandıkları adı alttnda kurmuş olduğu yardım sandıkları ile hem köylüyü istismardan kurtarmış ve hem de bir çok sâhipsiz toprakların işletilmesini sağ­ lamış oluyordu. A yrıca yoksul ve bakımsız kal­ mış olanların himâyesi için, eytâm sandıkları teşkil etmiş, mülkî idarenin muntazam çalış­ ması için de, vilâyet ve kazalarda belediye mec­ lisleri, rusÛmat dâiresi, nâfıa müdürlükleri, tahrî­ rat kalemi v.b. bir çok teşkilât kurmuş köylerde bile ihtiyar meclisleri teşkil: etmiştir. Bu başa­ rılardan dolayı, Midhat Paşa 'ya liyâkat madal­ yası verildi ( Takvîm -i vekâyî, sayı 624 ). Bun­ dan sonra. Silistre ile Vidin de Niş'e bağlanarak, teşkil olunan bu yeni eyâlete Tuna eyâleti adı verildi [ bk. mad. M İDH AT P A Ş A ]. Bir kaç sene içinde Tuna eyâleti de gelişti Bizzat Jıreüek bile bulgar tarihinde Midhat P a şa'n m yaban­ cılar tarafından münevver ve faâi bir insan olarak tasvir olunduğunu ve İslâhatı ciddî olarak tatbik ettiğini, caddeler, demir-yolları postahâneler, köprüler, bankalar, resmî dâire­ ler, otel ve sokakların gaz lambaları ile tenviri gibi, başarılarını anlatıyor ve bunlar karşısın­ da yabancıların hayrette kaldıklarını kaydedi­ yor ( Jireiok, ayn. esr., s. 556 ). 4 sene sonra Midhat Paşa, şûrây-ı devlet reisliğine tâyin edilince- N iş ’ten ayrılmış (.1868 ), Bâbıâlî bun­ dan sonra da Niş ve havâlisintn gelişmesine büyük gayret sarfetmiştir. 1872'de Semlin— Niş •—İstanbul demir-yolunun inşâsına başlanmış ise de, 1876 ’da bulgar isyanları başlayınca, bu tarafta nizamlar da yeniden bozulmuştur. Bâbıâlî bulgariara bu havalide iki vilâyet teş­ kil etmek kararında olduğunu bildirdi; bu vi­ lâyetlerden Niş de, Osküp ile beraber, Sof­



y a 'y a bağlanacak ¡di ( N. lorga, trk. trc., V, 587). Berlin muahedesi ( 1878) ile Niş, A vusturya — Macaristan ’ın teklifi üzerine, Sırbistan’a ve­ rildi, Türkler N iş'ten ayrıldıkları sıralarda-şebirde 18 câmî, 4 hamam, 1 hastahâne (G uraba hastahânesi ) ve islâhhâne, telg ra f m erkezi,.dem ir-yolu, istasyonu, 14, fabrika, 4 ad et kışla, hükümet konağı, mahkeme-İ şer’îye dâiresi, 14 iptidâi mektebi ve 8 muallimi bulunan bir rüşdiye mektebi, 1 kilise ve 1 havra- v. b. mü­ esseseler bulunmakta idi ( Sâl-nöme-i vilâyet-i Tuna, sene 1286, s. 112). 1875 te N iş'in kazâiarı Şehir-Köy, İvranya (Vranje), L eskofça (Lesco v a ö ), tznebol (Izn eb o lje ), Kurşunlu (K ursunlje )’ dan ibaret idi ( Sal-n&me-i vilâyeUi Tu­ na, sene 1292). Niş vilâyeti dâhilinde 18.70 se­ nesinde yapılan bir nüfus sayımında, yalnız ye­ tişkin erkek olarak, 30.000 nüfus var idi ( Sâlnâme-i vilâyet-i Tuna, sene 1286). Buna ço . euklar ve kadınlar da ilâve edilecek olursa, son devirlerde Niş ve havâlisinde bulunan müslü­ manların nüfusunun takriben 70.000’ e yakın olduğu kabûl edilebilir. Beş asır süren türk idaresi zamanında burama eski ahâlisi mevcûdiyetlerini muhâfaza etm iştir ve türkler ayrıl­ dıkları vakit burada 180.000 hıristiyan bulun­ makta idi. . 1878'den sonra müslümanların - bir kısmının T ü rk iy e ’ye göç etm iş.oldukları kabûl edilse dâhi, bir kısmı topraklarından ayrıImayarak, orada kalmışlardı. Uzun bir müddet geçtikten sonra, ancak 29 teşrin I. 1929 'da müslümanlara şer’îye mahkemesi- kurulması, evkaf dâi­ resi, dinî mekteplerin açılması hakkı tanınmış­ tır. İkinci cihan savaşından sonra Niş ve havâ­ lisinde çok az müslüman kalmış idi. 1931 sene­ sinde şehrin 35.384 nüfusu içinde müslümanlarm sayısı 3,7 % ’yi geçmiyordu. Müslüman ce­ mâati kayıtlarına göre, 1933 'te Niş 'te 365 ha­ nede 1.982 müslüman var id i; fakat bu sayı içine makedonyalı, boşnak ve arnavutlardan başka, kendisini müslüman olarak yazdıran çin­ geneler de idhâl edilmiş bulunmakta idi. Türk hâkimiyetinin son yılında N iş 'te 19 câmi bu­ lunmakta olduğu kaydedilm ekte idi. Zamanı­ mıza kalan iki câmiden birisi 1896'd a, şiddetli bir feyezan yüzünden, harâp oldu. Niş 'in 1878 'de Sırbistan 'a verilmesi üzerine, bu havâli buigarlar ile sırptar arasında mücâdele mevzuu oldu ( H. Hnngerbüler, Serbisch-bulgarischen Kriegsschauplatz, 1886). Birine! cihan harbinden sonra Morava eyâletinin merkezi hâline getiri­ len, ikinci cihan harbini müteakip, federal Y u ­ goslavya devletinin Sırbistan cümhûriyeti top­ raklan içinde kalan Niş şehrinin nüfusu 1956'da 68.300 'e yarıyordu, .



NİŞ -



NİŞAD İR.



al-Mas'üdi, al-lştahri, İbn H avk al ’den Yakut B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen­ lerden başka bk. bir de Minetti, Osmanische ve al»Çazvini ’ye kadar, orta A sya ile meşgûl provinzial Baukunst a u f dem Balkan ( 193$); olmuş bulunan hemen bütün arap coğrafyacıları E. H. A y verdi, Yugoslavya’da türle âbideleriSem erkand’ ın. şarkındaki Buttam. dağlarında ■( V akıflar derg. A nkara, 1956, III, 151 v. dd.}; amonyak tuzu istihsâli hakkında hayâli bir ta­ Hazim Sabanoviï, Evliya Celebi ja , putopis kım hikâyeler anlatmaktadırlar. Bu husûsta da -Sejahatnam e ( Sarajevo, 1954 ), I ; E, von mevcut bilgiler, yanar-dağ indifâmdan ziyâde, H esse-W artegg, Die Balkanstaaten und ihre yerdeki bâzı maddelerin yanması hâdisesini dü­ Volker { Regensburg, 1917 ) ; St. Tchilinghi- şündürmektedir; fakat iranlı şâir seyyah Naşir roff, L e pays de la Morava (Lausanne, 19 17); Husrav de, Demâvend .’ de amonyak tuzu ve kü­ E. Haumant, La formation de la Yougoslavie kürt teşekküiâtından, İbn Havkal ise, Etna vol­ ( Paris, »9Jo ) ; W . Markert, Osteuropa-Hand­ kanının neşrettiği amonyak tuzundan bahset­ buch. Jugoslawien (K öln, 1954 ) ; O Lovriö, mektedir. Bu sonuncu madde XII. asırda bile hâlâ İspanya ’ya ihrâc olunmakta idi. Daha Önceleri, Istorija Nisa (Niş, 1927). Mısır ’da, deve tezeğinin yanması ile hâsıl olan _ _ ( A . C e v a t E r e n .) N İŞ A D İR . AL-NUŞÂDİR, aynı zamanda nıı- isten sun’i olarak amonyak tuzu elde edilmekte şâdir, navşadir, sanskr. navasadàra,çince nao~ idi. Bu madde, yakın çağa kadar, Venedik tâfa, a m o n y a k t u z u . Kelimenin iştikakı bi­ cirleri için mühim bir idhalât metâı olarak kal­ linmemektedir; anSşâzur şekline süryânî di­ dı ve yerini ancak daha sonra, yeni usûller ile linde rastlandığına göre, pehlevîce anöş-âdar ucuz ve bol istihsâl edilen mâmûllere bıraktı. Sah! b. Rabbân al-Tabari boğaz iltihaplarına („eb ed î a t e ş " ) ’den gelmiş olabilir. Tabi’î hâlde amonyak tuzu hakkındaki en es­ v.b. karşı ilâç olarak amonyak tuzu kullanıl­ ki bilgiye V I.— V II. asra âit çın elçilik rapor­ masından bahsetmektedir, tbn al-Baytâr, amon­ larında rastlanmaktadır ki, bunlar orta A sya yak tuzunun muhtelif istim al tarzlarına dâir ’nın yanardağlarına dâir bir jeoloji meselesi başka müelliflerde rastladığı husûsları zikreder dolayısı ile, geçen asrın ilk üçte biri içinde H. ki, bunlar üzerinde durmağa değmez. C âb ir b. J. von Klaproth, A . von Humboldt ve C . R itter Hayyân çok mıkdarda amonyak tuzunun zehir tarafından derin araştırmalara mevzii edilmiş­ te’siri yaptığını s ö y le r .' Am onyak tuzunun eski kimyâ sahasında oy­ tir. Burada bahsedilen yanar-dağlar K ulca ’ nın cenûbuna düşen Thian-schan 'in şimâl yam aç­ nadığı rol daha mühimdir. C âb ir b. Hayyân larındaki Pe-schan yanar-dağı ve yine Thian- onu, yunanlılardan beri mâlûm olan üç nvsüp ata schan’ın cenup yamacında, Turfan’dan uzak ol­ cıva, kükürt ve kükürtlü arsenik ( A s S veya mayan bir yerde Ho-tscheu yanar-dağı ve ay­ A sgSg) zümresine dördüncü bir madde olarak rıca Urumçi solfatarıdır. Rivâyete göre, Pe- ilâve ediyor. Bütün arap-fars eski kimyacı­ schan dağı devamlı sûrette ateş ve duman saç­ ları bunu bir çok tertiplerde kullanmışlar­ makta imiş; dağın bir yamacındaki bütün taş­ dır. G eyik boynuzu tuzunun, yâni amonyak lar ateş kesilip-erimiş ve millerce mesâfeltk bir karbonatının saç, kan ve başka maddeleri sâhayı kapladıktan sonra donmuş. Tıbbî ihti­ lir etmek süreliyle elde edilişi de C âbir 'in yaçlar için, buradan nao-şa ve kükürt elde edi­ KitBb al-sab’In 'inde ve başka eserlerinde et­ liyormuş ; fakat taşlar ancak kışın sühÛnet dü­ raflıca anlatılm ıştır, Bu usûller mısırlıların şüp, yer soğuduğu zaman' toplanabilirmiş. A . amonyak tuzu istihsâlinin keşfedilmesine yol von Humboldt ile C . Ritter, kömür tabakala­ açmış olmalıdır. Bütün bu maddeler, eski kim­ rının yanması neticesinde, amonyak tuzu ve yâ İlmi ile birlikte, İspanya ’ya, oradan da garp kükürt hâsıl olduğu faraziyesini reddetm ekte­ eski kimyâsına geçmiştir. En eski latince tercümelerde, amonyak tuzu, dirler. O rta A sya yanar-dağlarmın gâyet büyük bir hacimde amonyak tuzu neşrettikleri dü­ hâlâ bir arapça kelimenin latin harfleri ile ya­ şüncesine G. B ischof'ta rastlanm aktadır ve F. zılmış şekli olarak, nesciador, mizadır v.b ad­ von Richthofen de, yanar-dağ faraziyesine sıkı ları ile anılmaktadır. Eski kimyâ ilmine âit albir şekilde bağlı bulunmaktadır. Bu bölgeleri 'ukâb ismi de, aliocab, alocaph v.b. şekiller al­ 1879 ’a doğru gezmiş olan coğrafya ve nebâtat tında yer almakta veya aquila şeklinde tercü­ âlimi Regel volkanların varlığını ilk defa ola­ me edilmektedir. A m onyak tuzunun Herodot rak inkâr etmiştir. Nansen ’den beri de, Le tarafından bahsedilen Ammen vâbasındaki tuz Coq v. b. volkanların varlığını te'yit etmemiş­ ile aynı şey olduğu iddiasına süryânî tıb ve ler, bil'nkis satha yakın kömür tabakalarının lügat âlimlerinden öner rastlanmaz. çok geniş yer tuttuğunu tesbıt etmişlerdir ki, B i b l i y o g r a f y aı H. E. Stapleton , Salorta A sya 'daki eski kaynaklar umûmiyetle kö­ Ammoniac s A Study in pirimitive Chemis­ mürün yanması ile ilgili görülmektedir. try {Mem. As, Soc, Bengal, 1905 I, nr. 2 ) ;



N İŞA D IR — N İŞANCI. M. Berthelot, Archéologie et H istoire des ¿Sciences ( Mém. A c. Sc., 1906, X LÎX } ; J. Ruska, S a l ammoniacus, Nusädir und Sal­ .. miak {S B Heid. A k . d. Wiss,, phil.-hist. Klas... se, 19*3. 5- makale ) » J. Ruska, D ie Siebzig Bacher des öäbir ibn H afjän ( Festschr. f . E, 0 . v. Lippmann, 1927, s. 38 v. dd. ) ; J. Ruska, D er Salm iak in der G eschickte der A lchem ie ( Z t. f . angetu. Chem ie, 1928, XLI, 1321V. dd.). _ (J . R u s k a .) N Ü ŞAN CL N İŞ A N C İ,. Osmanli devleti teş­ kilâtında; divân-ı hümâyûnun mühim hizmet­ lerinden birini gören vazifelinin m a k a m a d ı d ı r v e bir şeyi belli etmek üzere, alâ­ met, belge koymak, mânasına gelen fars. ni­ şandan kelimesinden gelmekte olup, ferman, berat, menşûr, nâme, mektup, ahid-nâme, hü­ küm, biti gibi, devlet resmî evrakının baş ta ­ rafına, pâdişâhın imzâst demek olan „nişan” ’1 koymak, diğer bir ifâde ile, „tuğra çekmek” va­ zifesinde bulunan kimsenin me'mûriyeti için kullanılan tâbirdir ki, bu ketime, bu türlü ev­ rakta nişân-ı şe r if-i sultâni, nişân-t hümâyûn ve tuğrâ-ı garrâ-i hâkanî, tevkî-i hümâyûn, tevkî-i r e fî v.b. gibi ifâdelerde geçmekte, dolayısı ile bu husûsî alâmetleri hâvî olan muharrerat için de nişÛn sözü kullanılmakta ( A şık Paşa-zâde 'nin, „tımarların dahi nişânı Bayezîd adına oldu" şeklinde, timar beratını nişan ke­ limesi ile ifâde ettiği hakkında bk. Tevûrih-i âl-i Osman, İstanbul, 1332, s. 65 }, bu vazifeyi görene de n i ş a n c ı , m u v a k kî , t e v k i î, bâzan da t u ğ r â î denilmekte idi (b u husûsta tafsilât için bk. F. Kraelitz, Osm anische Ur­ kunden in türkischer Sprache, Wién, 1922, s. 18,22; Fekete Lajos, Bevezetês a hôdoltsûg tôrok diplomatikâjâba, Budapest, 1926, s. XXVSH v. dd.; Ananiasz Zajaezkow ski-jan Reychman, Zarys Dyplom atyki O sm ansko-Tureckiej, V a r­ şova, 1955, s. 73, 75, 80 v. dd. ; Fuad K öprü­ lü , Bizans müesseselerinin osm anh müesseselerine te'stri hakkında bâzı m ülâhazalar, Türk hukuk ve iktisat tarihi mecmuası, İstan­ bul, 1931,3.198 v. dd. ; İ. H. Uzunçarşıh, Osm anh teşkilâtına medhal, İstanbul, 1941, bk, fihrist ). Osmanİı devleti teşkilâtında, XVIIL asrın baş­ larına kadar, devlet kanûnlarım iyi bilen, ye­ ni kanûnlar ile eskilerini ve şer’î-hukukî esas­ ları te’iy etmek kudretini hâiz olan ve divân-ı hümâyûnda bu meselelerde düşünce ve mütâleası esas tutulan, ayrıca hükümdarlara yazı­ lacak nâmeleri, diğer mühim ferman, berât ve hükümleri de tesvİd, tahrir veya tetkik eden n i ş a n c ı , . gördüğü bu hizmetlerden dolayı, zaman-zaman tuğrâkeş-i ahkâm, tuğrâ-ı ş e r if hizm etlisi ve m üftî-i kanûn tâbirleri ile de tesmiye olunmakta idi, .Kezâ divân-ı hümâyûn­



»99



dan sâdır olan emir ve kanûnlara nezâret et­ mek, askerî tevcihâtı, yâni timar, zeamet ve hâslardan mürekkep olan dirlik tevcihlerini, mevzû kanûn ve • nizâmlar dâiresinde, bizzat yürütm ek ve yeni fethedilen memleketlerin tahririne itinâ eylemek de nişancının vazifeleri cümlesinden idi ki, sonradan başlı-başına bi­ rer makam ve dâire olan reis-Ül-küttâblık ve defter-em înliği vazifelerini hâiz ve bunların doğrudan-doğruya âmiri bulunuyordu. Islâmın ilk devirlerinden ve bilhassa Abbâsilerden başlayarak, tavki' kullanıldığı gibi, bu işler ile meşgûl tavkVi vazifesi ve divan ahinşâ’ adı altında bir dâire de. doğmuş, daha son­ raları da, büyük Selçuklularda, Anadolu Sel­ çuklularında ve diğer türk-islâm devletlerinde muhtelif isimler altında, bu me’mûriyet mevcut bulunmuştur. Bu cümleden olarak, büyük Sel­ çuklularda, büyük divânı ’ teşkil eden yüksek me’mûrlar arasında, şâhib-i fuğrâ [ bk. mad. T U Ğ R A ] veya fuğrâ'i denilen nişancı bulundu­ ğu ve divân al-inşa O ğuz ananesine tevfikan divân al-tuğrâ 'ya tahavvül ettiği gibi, A n a ­ dolu Selçuklularında da büyük divânda bulu, nan arâzi defterlerinde hâs ve iktaa, yâni' dir­ lik işlerine âit tevcihleri yapan ve buna dâir menşûr ve berâtları hazırlayan mühim bir dâ­ irenin reisine de, osmanh teşkilâtındaki nişan­ cıya tekabül eden pervâneci denilmekte idi. Kezâ Uygurların, Karahanhlar devletinin ve daha sonraki İlhanlıların idârî ıstılahları ara­ sında görülen ulug bitigçi me'mûriyeti de bu vazife ile ilgili idi. Bu türlü menşûr ve berât­ lara hükümdarın kavisli tuğrasını çeken tuğrâîye ( nişancı) Memlûklerde ve Anadolu bey­ liklerinde de rastlanm aktadır ( krş. Fuad K öp ­ rülü, göst. yer., s. 200; Uzunçarşıh, Medhal, s. 43, 62, 105, 127; ayn. mil., Tuğra ve pen­ çeler ile ferm an ve buyuruldular a dâir, Bel­ leten, sayı 17 — 18, 1941, s. 105), Nişancının Osmanlılarda ilk defa G âzî Orhan Bey zama­ nında hizmette bulunduğunu bu hükümdarın ve müteâkıben haleflerinin tuğralarının uıevcûdiyetinden istidlâl etmek mümkündür. Mu­ rad II. devrinde, bu pâdişâhın emri ile, arapçadan türkçeye çevrilen bir tarihteki m u v a z i kelimesinin de „nişancı” olarak tercüme edil­ mesi bu tâbirin XV. asrın birinci yarısında mu­ hakkak surette kullanıldığını göstermektedir. A ncak nişancıya â it sarîh bilgileri, ilk osman- ■ lı teşkilâtında, bu me'mûriyetin vazife ve sa­ lâhiyetlerini, toplu bir hâlde, Fâtih kanûn-nâmesinden öğrenm ekteyiz ki, bundan bu me’ mûriyetin ( tevkiî, nişancı ) Fâtih Sultan Mfehmed zamanında iyice teşekkül ve taazzuv etmiş bu­ lunduğuna hukmolunabilir. Bu kanûn-nâmeye göre (k rş. Kanûn-nâme-t âl-i Osman TOEM ,



İoo



NİŞANCI.



ilâve, 8. 13 v. dd., ao v. dd.) m erkezî idarede, vezirlik, kazaskerlik, baş-defter dar Sıktan sonra, en büyük vazife nişancılık idi. Devletin hârici muhâberâtına o bakmakta ve tuğra çekmekte idi. Diğerleri ile birlikte divân-ı hümâyûnda sadırda oturur, eğer vezirlik veya beyter-beyilik rütbesinde ise, defterdara tekaddüm eder, şâyet sancak beyliği payeni ile nişancı ise, def­ terdar ona tekaddüm e d erd i; elkabı ve rütbe­ si defterdar gibi idi. Nişancıların oğulları, beyler-beyilerîn oğulları gibi, 45 akçe ile mütefer­ rika olurlardı. Nişancı divân-ı hümâyûnda ve­ zirler, defterdarlar ile birlikte sofraya oturur bayram merâsiminde pâdişâh, vezirlere, kazas­ kerlere, baş-defterdara olduğu gibi, nişancıya da ayağa kalkardı. Nişancıların bilhassa mün­ şiler ve âlimler arasından intihap ve tâyini u­ sûlden idi. Bu sebeple dâhil ve sahn müderris­ terinden nişancı tâyin olunurdu. Mal defterdar­ larından terfian nişancı tâyin edilirse beyler­ beydik hükmü ile, reisülküttâb nişancı olursa, sancak beyliği hükmü ile olurdu. Nişancılara, beyler-beyilik, yahut esâsen beyler-beyi paye­ sini hâiz iseler, vezirlik verilirdi. Nişancıların vazife ve nizâmına nişancılık mansıbının dev­ let teşkilâtında ve divân-ı hümâyûndaki mevki­ ine taallûk eden bu hükümler bu kanûn-nâtneyi Fâtih Sultan Mehmed'in ağzından kaleme aldığını baş tarafında bildiren ve kendisi de tevkiî bulunan Leys-zâde Mehmed b. Mustafa ’ya aittir. A ncak daha Ünce Mevlânâ Abu Bakr Ahmed b. Muhammed al-C azari'n in oğlu A bu ’l-Hayr Muhammed A şğar al-Cazari (ölm. 869) 'nin Fâtih Sultan Mehmed tarafından ,,imlâ-i mükâtebât ve mürâselâtta ser-firâz-l âlem ol­ duğu“ görülerek „divân-ı şeref-unvânmda ni­ şancı n a s b ... tevkî-i tâm ile muvakkî-i ahkâm“ edildiği ve hattâ pâdişâhın, ziyâdesi ile takdir ederek, onu vezârete dahi yükseltm ek istediği bilinmektedir ( krş, Şalçâyık tercümesi, s. 64 ; Mehmed A rif, Fâtih kanûn-nâmesi, mukaddime, s. 5; S icîll-i Osmâni, IV, 1041 Uzunçarşılı, M er­ kez ve bahriye teşkilâtı, A nkara, 1948,5. a 15; Şakâyık tercüm esi’ ne istinât ederek, Muham­ med A şğar al-C azari hakkında bilgi verdikleri anlaşılan bu üç eserde bu ilk nişancımızın hü­ viyeti, yaşadığı devir, kurduğu sıhriyetlere dâ­ ir bâzı noksanlar ve farklar görülm ektedir). Nişancılık mansıbı, bilhassa bundan sonra, hu mevkie getirilen vc kendisi de selefleri gibi evvelce müderris olan Karaman! Mehmed Paşa zamanında ehemmiyetli ve itibarlı bir me’mûriyet oldu ki, 869 ’da tâyin edildiği nişancılık vazifesini, 10 ay sonra ihrâz ettiği vezâret rü t­ besi ile, uzun zaman İfâ etti ve 882 ’ de sadr­ âzam oiuncaya kadar, vazife ve salâhiyetleri cümlesinden sayılan devlet nizâmlarına, teşki­



lât ve müessesâtma âit bir çok kanûnlann cem’, tedvin ve neşirlerinde başlıca rol oynadı ( £/adlfcat al-vuzarü', s. 14). Bu husustaki faaliyet ve gayretlerine sadrâzamlığında da nişancılıkta ev­ velâ birinci halefi olup, pâdişâh tarafından in­ şâda ve arapça nazımda kudreti takdir edilen ulemâdan Mevlânâ Sirâceddin marifeti ile {Ş aIç&yık tercümesi, s. 214) ve sonra da Leys-zâde Mehmed b. M ustafa’nin . nişancılıklarında de­ vam etti, Fâtih kanfin-nâmesi dîye tanınan kanûnlar mecmuasının meydana gelmesinde başlıca âmil oldu ( Mehmed A rif, göst, yer,). Nişancılık, daha sonra Tâcî-zâde Câfer Çelebi 'nin nişancı bulunduğu esnada ( nasbi 904), büyük rağbet ve itibâr gördü; fazıl ve kemâlin­ den dolayı ve mevcut kanûn ve teâmüIİere aykırı olarak, teşrifatta sağ tarafta ve defter­ dara takdim edilerek, oturmasına ve seferde vezirler gibi, otağ kurmasına müsâade edildi (b k . mad. C  F E R Ç E L E B İ; 905— 910 tarihle­ rinde dirlik tevcihlerinde, tevkiî sıfatı ile, kendi eli ile yaptığı kayıtlar ve tescillere misâl için b k .T . G ökbilgin, Edirne ve Paşa livâsı, fihrist). Bundan sonra nişancı olanlar daha ziyâde divân kalemi kâtipleri arasından ve bu vazifeyi başarabilecek kudrette bulunanlardan seçilmeğe başlandı İd, müverrih  lid e, nmüftî-İ kanûn“ tâbir ettiği nişancıların nasıl bir usûl ile intihap ve tâyin edildiklerine dâir biigi verm ektedir {Kunh al-ahbâr 'dan naklen UzunÇarşılı, ayn. esr„ gâst. yer.), Kanûnî Sultan Süleyman devri başlarında bu vazifede olan Şeydi Bey bu sûretle nişancı olduğu gibi, halefi Koca-Nişancı Celâl-zâde Mustafa Ç elebi, de, reisülküttâblıktan bu makama yükselmiş idi. Onun, fasılasız olarak, 23 sene ( b. 941— 964) bu mevkide kalması, kendisine pâdişâhın büyük bir itibâr ve iltifat göstermesi ve o zamana kadar emsâli görülmemiş bir şekilde 300.000 akçelik hâslar tahsis ettirm esi ( bk. mad. C E L  L -Z  D E M U ST AFA Ç E L E B İ; dirlik tevcihle­ rinde ve temliklerde tevkiî ve tuğrâyî olarak b izzat yaptığı kayıt ve tescillere misâl için bk. T. Gökbilgin, ayn. esr., fih rist) nişancılık mansıbının çok yüksek derecede tutulmasına sebep oldu. Nişancıların nufûzlan ve gördükleri mühim ve çeşitli hizm etler bundan sonra da devam etti ve aralarında b irç o ğ u beyler-beyi ve vezir rütbesini aldı. Mâmafİh X VI, asrın sonuna ka­ dar nişancılar, vezir olmayıp, sâdece beyler-beyi rütbesinde idiler. Bu rütbe İle nişancı olan Boyalı Mehmed Paşa ( ölm. 1001) vezirliğe nakledilince, bu vazifeyi bırakmış, bilâhare tekrar nişancı olunca d a tâyini beyler-beyi rütbesi ile yapılmış idi (krş. H a llfa t a l-r u a s S , s. 12; A tâ î, Şalçâyık z e y li,s, 337 ). Muahhareu



iöi



*Jİ$ANĞİ. bâzan kubbe vezirliği ile nişancılığın biri eşti­ , rilerek bir kişiye tevcih edildiği de oldu ( Uzun­ , çarşılı, ayn. esr., gSst. yer,). Nişancı, dîvân-ı hümâyûn âzasından olmasına rağmen, vezir rütbesini hâiz olmadıkça, arz günlerinde kanün üzere, pâdişâhın huzûruna kabûl edilmezdi; yalnız nişancılığa tâyin edildiği vakit, bir defa padişahın huzûruna girip, tâyinlerinden dolayı teşekkür ederdi (k rş. D efter-i yevmiye-i oda-i teşrifât, Beşvekâlet arşivi, . teşrifatçılık, 677 ■mükerrer, s. 49 ’ dan naklen Uzunçarşılı, ayn, esr., s* 217 ). , X VI. asırda ve XVII, asrın başlarında, ser­ dar veya padişah seferde bulunduğu zaman, İstanbul muhâfazasmda bırakılan vezire ni­ şancı tarafından tuğraları çekilmiş boş ahkâm kâğıtları gönderilir ve bunlar, İcâp ettikçe kaymakam tarafından doldurularak, kullanılırdı (krş. Mühimme defteri, nr. 5, sene 973, s. 612 ’den naklen Uzunçarşılı, ayn. esr., göst. yer.). XVII. asrın sonlarında (1087 ) tedvin edilmiş . mühim bir Osmanlı kanûn-nâmesi olan tevkiî .Abdurrahman Paşa kanûn-nâmesinde Kanûn-ı nişancı başlığı altında ayrı ve husûsî bir fasıl ..nişancıların bu esnadaki nizâmlarını tafsilâtı ile tesbit etmekte, onların hukûkî ve resmî durumlarını belirtmektedir. Buna göre, nişanct : tuğrâ-i şerif hizmeti ile me'mûrdur; kendi dâiresinde kanûna müteallik ahkâm y a z ılır; mümeyyizi tashih ettikten sonra, tuğralarını çeker ve defteri tashih etmek lâzım gelse, kendisine hitaben vârit olan ferman mûcibin­ ce, defterhâneden getirtip, kendi kalemi ile tas­ hih eder. Bu ferman gelince, defter emîni ile defterhâne kesedarını düzeltilmesi lâzım ge­ len defter hakkında vazifeli k ılar; sonra tas­ hihi yapar ve fermanı da kendisi saklar. K a ­ zaskerlerden mühürlü kese ile gelen ehl-i cihât berâtlarının tuğralarını çektikten sonra, ehl-i ■ cihâdın isimlerini defterlerine şahh çekip ve ■yine kesesine koyup, mühürleyerek, kendi kese­ darı ile kâğıt-emlnine gönderir, divân tarafın­ dan verilen şikâyet ahkâmını reisülküttâb ,,resîd ettikten sonra, kesedârı toplayıp, kendisi­ ne: getirir, tuğralarını çekerdi. Kanûn-nâme a y ­ nen şu maddeyi ihtiva etm ekte id i; „Osmanlı kanûnları ve merâsİm-i sultânîye nişancılar­ dan sorula-gelm îştir; eskiden bunlara müftî-i kanûn ıtlâk olunmuştur Nişancıların eğer ■vezâreti var ise, vüzerây-i izam silkine dâhil olup, hükmünü verir, eğer Rumeli beyler-beyilik payesi var ise, beyler-beyi merasimim ic­ ra edip, kendisinden kıdemli Rumeli payesin­ de olan beyler-beylerden maada, bütün beyler-beylere ve kazaskerlere tasaddur eder ve bu pâye ile divân-t hümâyuna girip-çıktıkça, vezirler ile berâber, girer, çıkar; fakat arza



girmezdi. Kezâ kanûn-nâme, arz esnâsmda da nişancının dışarıda nerede duracağını ve nasıl selâma çıkacağını di, belirtmiştir. Nişancının beyler-beylik pâyesi yok ise, sâdece ümerâ pâyesindedir ve kendisine nişanct bey denil­ mektedir. Bu takdirde divân-l hümâyûna üme­ râ tariki üzere gider, ancak tah t kadılarına tasaddur eder; diğer divân hâcegânt gibi, mücevveze, sof üst, lokmalı kutnî, iç kaftanı giyer ve ata orta abâyî ve orta raht vururdu. Hâsları da dört yükten (400.000 a k ç e ) fazla olurdu. Nişancıların vezir-i âzama gitmesi için, muay­ yen bir vakit yok idi; sâdece istîzân âdet idi (krş. M TM , sayı 3, sene 1331 =» 1915, s. 515 v.d.). Bu kanûn-nâme, ayrıca nişancıya hitaben yazılan tashih emirlerine tuğra çekmenin sadr­ âzamlara mahsûs olduğunu, divân-ı hümâyûn toplantılarında nişancının nasıl hareket ve muâmele edeceğini, müteakiben yemek esnasında­ ki mevki ve sırasını, mühr-i şerifin alımp-verilmesi sırasındaki yerini, elçilerin divâna gel­ dikleri esnadaki vazifelerini, bayram merâsimlerinde tâbî oldukları teşrifatı, tû g-i hümâyu­ nun sefere çıkarılması hâlindeki davranışını, alaylarda selimi ile erkân feracesi giymesi lü­ zumunu v.b. da tesbit etmiş idi (ta fs ilâ t için bk. aynı kanûn-nâme, s. 499, 507, 509 v.d., 513 S*1, 5*3. 530. 532 ). N işancıların, X V I asırdan itib aren , bütün bu d e v ir esnasında, hâslarından b aşka, E flâ k , B oğdan v o y vo d a lık ları ile E rd el kıratlığının te v c i­ hinden dolayı, m uayyen gelirleri var idi. îslâm d ev letleri hüküm darlarından gelen a ra p ç a fars­ ç a nâmeleri tercüm e v azifesi n işancıya â it idi. K e z â F âtih zam anından ve belki d a h a önce■ lerin den itib aren , n işancıların m a iyetlerin d e ve dâirelerin de rûm v e sla v dillerini bilen kâtip ler bulunm akta idi ki, bunların y a z d ık la rı rûm ca v e sla v c a



buyuruldu, ferm an, berât



ve nâme



g ib i m uharrerât, pâdişâhın tu ğrasın ı hâm il o la ­ ra k , ilgili yerlere gönderildi. D iğ e r ta ra fta n , b ir kısım n işancıların dîvân-ı hüm âyûndan çık a n menşûr ve ferm anların ter­ tip v e yazılışla rın d a , im lâ v e in şâ ta rzın d a , k oyd ukları usûl v e ka id eler bir a n ’ane hâlini alm ış ve bun lara kend ilerin den son ra uzun m ü dd et halefleri de riâ y e t etm işlerdi v e v a z’ediien usûl ve k an û n iara onların zam anını telm îhen ad ları ilâ v e olunm uş idi ki, bunların başında T â c î-zâ d e C a fe r Ç e le b i, K o ca -N işa n cı, R am azan-zâde, O k çu -zâd e, H am za P a şa gib i nişan­ cıları



zikretm ek



müm kündür. M am afih



X V I.



asrın meşhfir v e m uktedir nişancıların dan so n ­ ra , bu m evkie p e k o k a d a r ku vvetli şa h siy e tle r gelm ediği c ih e tle , p âd işah a gelen nâm elerin m u hteviyâtını te tk ik e olan salâhiyetleri bilâh a­ re kaldırılm ış ehem m iyet v e itib â rla rı da ted*



jö s



HİŞAN Cİ -



N 'İŞA PÜ fl •i



rîcen azalmıştır. Nişancılar, 1007 senesine ka­ dar pâdişâh ile beraber bulunup, rikâb-ı hü­ mâyûndan ayrılmazken, bu tarihte nişancı O kçu-zâde Mehmed Şah Efendi, serdar ile birlikte, sefere me’ mûr edilmiş, bundan sonra da, nişan­ cıların vezîr-i âzam ve serdar ile birlikte se­ fere gitmeleri kanun olmuş idi. Nişancılar, XVIII. asrın başlarından itibâren baş-defterdar ile aynı olan mevkî, rütbe ve derecelerini XIX. asrın başlarına kadar muhâfaza etmekle beraber, ehemmiyetlerini gittikçe kayıp ve yeTİerini, mühim vazifelerini, reis-ülküttâblara terkettiler. Daha sonraları ise, bu vazife hâcegân sınıfının ikinci derecedeki me’mûrlarına verilmeğe başlandı; ancak divân müzâkerelerinde yine de hazır bulunurlardı. XVIII. asrın sonlarında nişancının işi çok. azal­ mış idi ve asıl vazifesi olan tuğra keşidesini tuğrâ-keş denilen nişancı muâvini yapmakta id i; kendisi de adetâ sadrâzamın mühürdârı menzile­ sine düşmüş idi. XIX. asrın başlarında nişancılık işlerinin çoğu defterhâneye taallûk ediyor ve bu mansıp rütbe-i sâmiyeden addolunuyordu. 1827 'de Rumeli ordusu defterdarlığına muvakkaten gönderilen bir nişancı, B âb ıâlî'ye bildirmeksi­ zin, defter-emînini yerine vekil bırakmış, fakat bu hareketi yolsuz görüldüğü için, ricâlden bir zât bu vazifeye asaleten tâyin edilmiş idi (krş. Lutfî, Tarih, I, 238 ). Nişancılık 1836'da lağvedilerek, vazifesi defter-eminliğine verildi. Mühim İşlere dâir fer­ manların üzerlerine Bâbıâlî ve diğerlerine de def t er-em inleri tarafından tâyin edilen ve tuğra-nüvis denilen me’ mûrlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838 ’de defter-eminliğİndekİ tuğranüvislik hizmeti de kaldırılıp, Bâbıâlî ile defter-eminiiği tuğracılığı birleştirildi ve bu hiz­ metin B âbıâlî'de görülmesi kararlaştırıldı (L u t­ fî, Tarih, V , 124). . Nişancılık bir pâye olarak da verilirdi. Msl. Mabmud I. devrinde Toskana dukalığına orta elçilik ile gönderilen sabık mevkûfâtî H attî Mustafa Efendi 'ye nişancılık payesi verilmiş idi (k rş. tzzî, Tarih, var. 189). Fesin ihdâsındain sonra menâsıb-ı sitte rütbesinde bulunan ve defterdar, reisülküttâb, şıkk-ı sânî defter­ darı, defter-emînî ite birlikte, nişancı da ba­ şına âdî fes ve arkasına güğez harvânî giyerdi ( Nâme-i hümâyun defteri, ur. 10 'dan naklen Uzunçarşılı, ayn, esr., göst. yer, ). Tanzimattan sonraki devlet teşkilâtında, ni­ şancılığın bif kısım aslî ve kadîm vazifeleri mâbeyin baş-kâtipliği, kısmen de reisülküttâblığın yerini tutan hâriciye nazırlığı tarafından görülmeğe başlanmış, diğer çeşitti işleri de mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerine intikal etmiş idi.



B i b l i g o g ra f y a ı Metinde zikredilenterden başka bk. J. v. Hammer, D er ösmUnisehen Reiches Staatsverfassung und Sta­ atsverwaltung (W ien, 1815), I, 64; II. 127, 135; ayn. mil., D eo let-i osmâniye tarihi, trk. trc., III, 226 v.d. ; almanca aslı, I, 173 ; II, 217, 229; IV, 3; VIII, 431; Mouradjea d’Ohsson, Tableau général de VEmpire O t­ toman, III, 373; Mustafa Nûrî Paşa, Natäyic a l-v u kd ät, I, 58 ’; Mehmed Zeki Pakahn, Tarih deyimleri ; î. H. Dânişmend, Osm anlı tariki kronolojisi, I, bk. fihrist. ( M. T A Y V İ B G ö k b İlg In . ) N İŞ A N C I. [ Bk. c e lâ l- z A d e m u s t a f a ç e ­ le b i, KARAMÂti! MEHMED PAŞA.] N ÎŞA PÜ R . i Bk, NİşÂPÛR.] N ÎŞ  P Û R . N İŞAPU R, H o r a s a n ' ı n d ö r t b a ş ş e h r i n i n ( Nîşâpûr, Merv, H erat ve B e lh ) e n e h e m tn i y e 1 1i s i ve orta çağda da İran şehirlerinin en büyüklerinden biridir. Şehrin ismi farsça Nev-Şahpuhr („güzel Şâpür“) 'a bağlanır ; arap. Naysäbür veya Nisâbür, yeni fars. Neşâpür, ermenicede Ntu-Şap u h ’tur; türkçede daha ziyâde Nişâbûr telaf­ fuz edilir. Y â k ü t zamanında Nişâvür denili­ yordu; şimdi Nişâpür ( Nöldeke, Tabarî, s. 59, not 3 ; G, Hoffmann, A u s z ü g e . , s. 61, not 330 ) denilir. Bâzan da şehre İrânŞahr resmî fahrî unvanı verilmiştir. ■ Nişâpür şehri A rtaşir'in oğlu Şâhpuhr I. ta­ rafından te’sis edilmiştir ( bk, Hamza al-Îşfahanİ, nşr. G ottw aldt, s. 48); bu hükümdar bu bölgede Turanh Pahlİçak ( P S le ja k ) ’ı öldür­ müş idi (Städteliste von Erän, § 13 ); bâzı mü­ ellifler şehrin kuruluşunu Şâhpuhr II. ’a isnât etmektedirler (a !-T a b a ri, I, 840; al-ga'âlibi, nşr. Zotenberg, s. 529 ). Nişâpür bölgesi, geniş mânası ile ' alınacak olursa, ai-Tabasayn, Kûhistân, Nisâ’, Bevard, Abarşahr, Câm , Bâhars, Tüs, Zozan ve İsparâ’in nâhiyelerini içine alır ( Y a'k u bi, nşr. de Goeje, s. 278; krş. T a b a ri, I, 2884); dar mâ­ nasında ise, Nişâpür, A barşahr eyâletinin mer­ kezi idi (erm en. Apar A f hark, A îtaçvoı ül­ kesi“ ; Marquart, Erânsahr, s 74; ayn. mil,, Catalogue o f the Prov, Capitale o f Eranshahr, s, 52 } ki, bu eyâlet 13 rustâk ve fassüc 'e taksim edilmiş idi ( bunların isimleri için bk. Iştahrl, s, 238; İbn H avkaljS. 313; İbn Hurdâzbih, s. 24; Ya'ljübı, s. 278; İbn Rusta, s. 17 1). Bu sonuncuların adları şunlardı: garptaki Rêvand (şimdi Rivend ), cenûpta al-Şâm ât, farsça TakA b, şarkta Puştfröşan (şim di Puşt F a r ü ş )v e şimaldeki Mâzül ( şimdi M â sü l); krş. Maddisi, s. 314— 321. Şehrin şimâl-i garbisinde, Rêvand dağların­ da, Sâsânîlerin e n . mukaddes sayılan üç mâ-



N İŞÂPÖ Ît kedinden biri, Burzin-Mihr á te ; mabedi bulu­ nuyordu (G . Hoffmann, ayn• esr., s. 290). Yaz» dacird II. (438— 457 ) bilhassa Nişâpür 'da otu­ rurdu. 30 (6 5 1 ) veya 31 (652 ) senesinde Basra vâlisi 'A b d A llâh b. ‘Am ir [ b. bk.] Nişâpür 'u zaptetti ( J a b a n , I, 3305; Balâjurİ, s. 404} ve buranın hükümdarı Kanârang ( X avaQ ávyii?: Marquart, Éránsahr, s. 75) tesiim oldu. Şehir o sırada pek mühim olmayıp, muhafız kuvve­ ti, de yok idi. 'A li ve Mu'aviya arasındaki mü­ câdele sırasında (36.— 37 = 656— 657) araplar, Horasan ve Tohâristân ’da patlak veren bir isyan neticesinde, N işâpür’dan çıkartıldılar (T a b ari, I, 3249, 3350 î Batâzuri, s. 408 i D in a va ri, s. 163 ). Yazdacird V . ile Kanârang 'in kızının oğ­ lu olan Pöröz III.’un bir müddet N işâ p ü r’da hüküm sürdüğü rivayet edilir. Hulayd b. K a’s 37 yılında halife 'A li tarafından âsî şehre kar­ şı gönderildi ( D in avari, gost y er.), Mu'aviya 'A b d A lla h b. ‘A m ir’i de 41 (661/662) 'd e ikin­ ci: bir defa Basra 'y â vali tâyin etti ve Horasan ile Sicistan ’ı itaat altına almasını kendisinden istedi. Bu zât 42 (662/663)'de, Horasan’a vâli olmak üzere, Kays b. al-Hayşam al-Sutam i'yi Nişâpür 'a yerleştirdi. Ziyâd b. A b i Sufyân 45 (665/666) senesinde Ç u layd b. ‘A b d A llah ai-H an afi'yi Abarşahr (N iş â p ü r) vâlisi tâyin etti. 'A b d A llah b Hâzim 683 ’te Emevilere baş kaldırdı, 'A b d al»Malik ’e karşı savaşırken kendisi 692 ’de Merv civarında öldürülünce, Horasan ülkesinde Emevî hükümranlığı yeni­ den kurulmuş oldu. Şehrin gelişmesi Abu 'l-'A bbâs 'A b d A llah b, Tâhir ’in III. ( IX.) asırda burayı kendisine pâyitaht seçmesi ile başladı. Şaffari hanedanının kurucusu olan Ya'kûb b.- al-Layş b. Mu'addal 2 şevval 259 ( 1 ağus­ tos 8 7 3 )'da N işSpür'a girdi ve Muhammed b. T â h ir'i bir müddet esir olarak alıkoydu ( T a ­ bari, III, 1881; Barthold, Turkestan dozun to the Mongol Invasión, s. 217, not 6, G ard izi 'den naklen) ise de, çok geçmeden, bu zâ t top­ raklarına yeniden sâhip oldu. Ya'kûb 'un ölü­ münden sonra, kardeşi 'A m r b. al-Layş ’e, di­ ğer' bölgeler ile berâber, Horasan üzerinde hâkimiyet tefv îz edildi. Râfi' b. Harşama 882 ’de N işâp ür'u onun elinden aldı (T a b a r i, III, 2039) ve Muhammed b. Tâbir 885 'te Horasan umûmî vâlisi oldu ise de, 279 (8 9 2 } ’da Mu'tazid tarafından, 'A m r k a t’î olarak H orasan’ın başına getirildi ve N işâp ü r'a yerleşerek, bura­ da bir takım binalar yaptırdı; nihayet tsmâ'il, b. A h m ed ’e karşı olan savaşlar (899— 901) sırasında Öldü. Şehir böylelikle Sâtnânîterin eline geçti ve onların devrinde en yüksek gelişme safhasına erişti; Horasan valisinin



ve baş-kumandanının ( sipâh-salar) merkezi oldu. . A rap coğrafyacıları bu devirde uzunluğu bir fersah, genişliği de yine o kadar olan ve 42 mahalle ihtivâ eden, gâyet kalabalık bir şehir ( al-tş^ahri, B G A , I, 254 ) olarak tasvir ettikleri Nişâpür 'un iç-kale, asıl şehir ve bir dış mahal­ le kuşağından mürekkep bulunduğunu ve şe­ hirde Şaffârilerden 'A m r'm İnşâ ettirdiği câmii zikrederler, Câmiin yanında al-Mu'askar denîlen pazar yeri, vâli konağı, Maydân al-Husayniyin adlı başka bir meydan ve hapishâne mevcut id i; şehirden dört kapı ile dışarıya çık ılırd ı; köprü kapısı, Ma'kil sokağı kapısı, iç-kale kapısı ( Bâb al~kuhandiz) ve Takin köprüsü kapısı. Dış mahallelerin de duvarları ve müteaddit kapıları bulunuyordu. En meşhur pazarlar Ulu* camie uzak olmayan bir yerdeki al-Murabba'at al-kabira ile al-M urabba'at alşağira idi. Başlıca dükkânların bulunduğu 50 kadar sokak şehri doğru çizgi hâlinde geçiyor ve birbirini dik olarak kesiyordu. Burada her çeşit mal satılırdı ( Nişâpür ’un mahsûlleri ve ticâreti husûsunda krş. G. le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, s. 429 v.d.). Buştankâr köyünden- gelen ve şehir civarından geçtiği mahalde 70 değirmen döndüren V â d i Sağâvar ’den bir çok kanallar ile şehre su ge­ tirilmiş idi ve bu sayede evlerin bol suyu var idi; şehrin aşağı tarafında bahçeler bununla sulanıyordu. Nişâpür havalisi bütün Horasan ’m en münbit bölgesi sayılıyordu. Bundan sonraki devirlerde şehir bir kaç de­ fa tâlihin hışmına uğradı ve 401 ( 1 0 1 1 ) ’de burada, bilhassa şehir civarında, müthiş bir kıtlık vukua geldi. XI. asrın başında Nişâpür Abü Bakr Muhammed b. İshâk adlı bir zâhidin ön-ayak olduğu Karrâmi hareketine mer­ kez oldu. Selçuklu Tuğrul Bey şehri, 1037 ’de zaptederek, kendisine pâyitaht seçti. A lp-A rs* lan 'ın da burada oturmuş olması muhtemel­ dir (k rş. Barhebraeus, Chron, Syr., nşr. Bodjan, s. 243). 1142 senesi mayısında Hvârizmşâh A tsız şehri bir aralık selçuklu sultanı S a n c a r’in elinden aldı. 548 (1153 )’de Oğuzlar tarafından tahribe uğradığı sırada, şehir halkı bilhassa Şâdyâh (a l-Ş â zy â h ) dış mahallesine iltica etti. Burası vâli al-Mu’ayyad tarafından genişletildi ve tahkim edildi. Toğan Şâh Abu Bakr 117 4 'ten 1185*6 kadar, oğlu Sancar Şâh da î l S s ’ten i!87*ye kadar kuraya hâkim ol­ dular. 1187 mayıs ve haziranında Hvârizm şâh Tökİş N işâp ü r’u zaptederek, idâresini büyük oğ­ lu M alik-Şâb’a bıraktı. 1193 senesi sonunda bu zâ t Merv ’e nakledilerek, Nişâpür 'a kardeşi Kn^b al-D ır Muhammed vâli oldu. 1197'de



m



n İş â p



M aük-Şâh N işâpür bölgesinde öldü. 'A İ5’ alD in Muhammed (K u tb al-Din, babasının ölü­ münde bu unvanı aİmış i d i ) 1202 ’de Merv ve N iş â p ü r’u G iyâş a l-D in ’dea ve kardeşi Şihâb ai-D in ’ den aldı. Muhtelif harp ve isyanlara (1207— 1208 ’ de olduğu g i b i ) eklenmek üzere, biri biri ardından gelen zelzeleler 54° ( 1145 )> 605 (120 8 ) ve •679 (12 8 0 )’da şehri tahrip etti. Nişâpür ’u 613 ( 1 2 1 6 ) e doğru ziyaret ve fakat Ş â d yâh 'ta ikam et eden Yâküt. ilk zelzelenin ve O ğuz alanlarının şehirde bıraktığı İzleri görmüş ol­ makla beraber, burayı Horasan 'm en güzel şehri olarak zikrediyordu. İkinci zelzele bil­ hassa çok te’sirli oldu; şehir halkı, aşağı ta ­ raftaki ovaya kaçarak, günlerce orada kaldı. Cengiz H an 'ın m oğullan N işâp ür'u 618 ( i 2 2 l ) ’de baştan-başa yağma ettiler. Hamd A llâ h al-M ustavfi ( 1340 ’a d o ğ r u ) ve İbn B a r u ta (1 3 5 0 'y e d o ğru ) zamanlarında şehir bir dereceye kadar kalkınmış idi. Her zelzele­ den sonra halk şehri başka yerde yeniden kur­ muş olmakla beraber, Nişâpür hiç bir zaman eski ehemmiyetini alamamış idi; G ürcistan vekayî-nâmesine (trc. Brosset, H is­ toire de la Georgia, 1, 472 ) göre, Gürcistan kıraliçesi Şamar 1210 ve 1212 seneleri arasın­ da Romguar şehrini almıştır ki, Brosset bu­ nun Y âkü t v. b. tarafından zikredilmiş Nişâpür havalisindeki Mahalla Ramcâr (daha doğrusu N işâpür 'un bir dış mahallesi) olduğunu ifâde eder. 854 ’te yazılmış XgovoyQaqjeiov oüvzojtov (S ch ö n e’ nin Eusebios tab’ı, I, zeyil, s. 82 v .d .) 'a göre, mezhebî salâhiyetleri H orasan'a kadar uzanan ( jisxQ 1 somziçttç â ç rjp o v t o O Xcoçaöâv) A n takya patrikleri 1053'e doğru, yiıkarıda adı geçen mevkide ‘P 321 ) ; lâyihaların hulâsaları. Mil­ let kütüp-, Tarih yazmaları, nr. 71 ve Enver Ziya Karal, N izâm -ı cedide dâir lâyihalar ( T a r ih vesik a la rı , 1942, »943, sayı 6, 8, 11 1 2) ; ayn. mil., Selim III. devrinde Osm anh bakriyesi hakkında vesikala r ( Tarih v e s i­ kaları, sayı 1 ) ; ayn mil., Tanzimattan evvel garplılaşm a hareketleri ( Tanzim at, İstanbul, 1940); Halîl Nûrî, V a k ’a-i S e lim iy e ( Veli-



yüddin Efendi kütüp., C evdet Paşa kitapları, nr. 72/3369); Tüfenkçi-başı Â rif Efendi, R isale ( Veliyüddin Efendi kütüp., Cevdet Paşa kitapları, nr. 83/3374); Âsim , Tarih, I ve II, tür. y e r .; Cevdet Paşa, Tarih, V, VII, VIII, bk. fih rist; Driault, S elim -i sâlis v e N apoleon (trk . trc., Köprulü-zâde Fu­ a d ), İstanbul, 1329; İsmail Hakkı Uzunçarşıh, Selim I I I • ’in veliah d iken Fransa kralı Louis X V I . ile m uhâbereleri (B elleten , An­ kara, 1938, II, 191 — 2 î6 ); Enver Ziya Karal, Osm anlı tarihi (Ankara, 1947), V ; ayn. mil., Selim



IH . 'in



katt-ı hüm âyûnları,



nizam -ı



cedîd (A nkara, 1946), bk. fihrist; Zinkeisen,



NİZÂM-I C E D ÎD G O R , VH, 323, ii2 , 458 v.d., 464, 471, 553; lorga, G O R, V , 117 v .d .; Carl von Sax, Geschichte des Machtverfalls der Türkei (W ien, 1908), s. 133 v. dd. _ (M. T a y y îb G ö k b İlg in .) N İZ  M İ. NİZÂMÎ ( n s « ?— 12 1 4 ? ), C a m â l a l-D In A bu Muhammed İLYÂS B. Y ö su e B. Z a k I B. Mu’AYYAD NîŞÂMÎ, A z e r b a y c a n v e İ r a n ' ı n , belki de d ü n y a n ı n b ü y ü k ş â i r l e r i n d e n b i r i d i r . Kendi adı İle ba­ basının adı türlü kaynaklarda türlü şekillerde kaydedilmiştir : Nizam al-Dtn A bü Muhammed b. A b i Yusuf ( Davlatşâh ), Yusuf b. Mu’ayyad ( Tazkira-i mat/hâna) veya A bü Muhammed Nizâm al-D în Ahmed llyas b. A b i Yusuf b. Mu’ayyad al-Mutarrîzi ( Macma al-fuşaha) v. b. Yukarıda verilen şekil onun L ayli u Macıuın (nşr, V ah id D astgirdi, i. tab., Tahran, 1333 5., s. 44, i — 5 ve 48, ta v. d. )’unda bulunan kendi ifâdesine ve Kâtib Çelebî ’ nin K a ş f al-zunün (İstanbul, 1941, I, 7 2 4 )’undaki kayıtlara da­ yanmaktadır. Yine Layli u Macnün ’da bulunan bir başka beyitten (s. 35, 13) asıl adının Vays veya Uvays olduğu istintaç edilmek istenmiş ise de, bu doğru d eğild ir; bu beyitte şâir, Pey­ gambere sevgisi bakımından, kendisini Uvays-i Karanı ’ye benzetmektedir. N izam i, Gancavİ nisbesinin gösterdiği gibi, Gence şehrindendir. Fakat ilk defa olarak Alımed A m in R âzi, 1002 (1593/1594 }’de yazdığı H a ft iklim ( nşr. Cavâd Fâzil, Tahran, [1961], II, 493)’inde, onu Kum şehrinden göstermiştir. Ondansonra T aki al-Din A vhadi 1016 (1607/1608) 'da tamamladığı Hutâşat al-aş'âr ’ında, Lutf‘A li Beg A za r, Ataşkada ( Tahran, 1337 ş., s. 243) 'sinde ve ‘A li İbrahim Han, Şul}uf-i İb­ rahim (Berlin nüshası, var. 345“ )’inde onu ay­ nı yerden göstermiştir. Hattâ bazıları Kum un Tafraş kasabasının T â köyünde doğduğunu, sonra babası ite birlikte G e n ce ’ye geldiğini söylerler. Bütün bunlar Nizami ’ nin I^bâl-nSma ’sinin yeni nüshalarında görülen ve sonradan eklenmiş olduğu hemen anlaşılan iki beyitinden ileri gelmektedir ( bk. fkbât-nâma, nşr. Vahid D ast-girdi, Tahran, 1317 ş., s. 29,7 ve n o t ). Esa­ sen Nizami zamanında burada bahis mevzuu olan T afraş'in adı Tabraş idi (bk. Râvandi, Rahat al-şudür, nşr. M. İkbâl, CM S, N S, I, 30, 393). İsmin bu yeni şekli bile beyitin sonradan eklendiğini göstermeğe kâfidir. Fahr al-Zamân K azvin i, T azkira-i m aykana (yazılışı 1028 h., nşr. A . Gulçin-î Ma'âni, Tahran, 1340 ş., s. 11 v. d .) ’sin d e, aynı İlâve beyitin değişik bir nüshasına dayanarak, onun Kum şehrinin Parähän kasabasından olduğunu, babasının Büveyhîlei devleti sırasında, 400 ( h. ) yılında, Errân ’ın merkezi olan Gence ’ye geldiğini ve



NİZAMÎ.



türklerden bîr kız ile evlenerek, Nizami 'nin burada doğduğunu söyler ki, bu rivâyet de, gö ­ rüldüğü üzere, tamâmiyle mesnetsizdir. Şâiri, ne olursa-olsun, İran asıllı göstermek isteyen bâzı edebiyat tarihçileri tarafından üzerinde İsrarla durulan Kum şehrinde doğması veya aslen Kum’lu olması keyfiyeti hiç bir esâsa dayanmamaktadır. Daha garibi de bâtınî-ismâüi fikir cereyanlarının düşmanı olan Nizâmı 'nin (aş, b k .), kendi devrinde böyle cereyanların merkezi olan Farâhân, Tafraş ve Kum şehirle­ rine ( bk. Râvandi, göst. yer,) nisbet edilmeğe çalışılmasıdır ki, bu keyfiyet de hakkındald bu rivayetin kasden uydurulmuş olduğunu göster­ meğe kâfi bir delîl teşkil eder. Nizâmı ’nin doğum yılı olarak kaynaklarda türlü kayıtlara tesâdüf olunur. A ş.-yk. 607 {1211) ’ den az sonra yazdığı mâlum olan İkbUl-nüma 'sinde bulunan bir beyit şâiri o zaman 60 ya­ şında göstermektedir (ayn. nşr., s. 290,2. Bu beytin yazma nüshalarda türlü şekillerde kayd­ edilmiş olduğunu ilâve etmek gerekir ) ; şu hâl­ de Nizâmı 347 (2132) civarında doğmuş olma­ lıdır. Diğer taraftan Nizami 372 ( 1 1 7 6 / 1 1 7 7 ) ’de tamamlandığı kabûl edilebilecek olan ( aş. b k .) Mahzan al-asrâr ’ında, genç olduğu için, tenkide mârûz kaldığını kaydetmektedir (bk. nşr. Vahid D astgirdi, 3. tab., Tahran, 1334 ş., s. 148, 11 v.d.). Buna bakarak, bu sıralarda 23 yaşlarında olduğu farzedilse, doğum tarihi ola­ rak 347 ( 1 1 32) yılı bulunacaktır. Ne olursaolsun, doğum tarihinin, bugün umumiyetle ka­ bûl edilen 333 (1140) tarihinden bir az daha sonra, 343 (1130} yıllarında olması çok muh­ temeldir. Bir takım kaynaklarda N izâm ı’nin- adı Nizlm İ-i Mutarrizi şeklinde kaydedilir ve kendi­ sinin Kivâm i-i Mutarrizi ’nin kardeşi olduğu İleri sürülür ; başka bir takım kaynaklarda ise, bu son şahıs onun amcası olarak gösterilir v e . ekmekçi olduğu söylenir (bk. msl. Rizâ-Kuh Han Hidâyat, Macma‘ al-fuşaha , i, 478; çok san’atlı bir kasidesi ile bunun bir tercümesi için bk. E. G . Browne, A Literary History o f Persia, II, 47 v.d .). Şiirlerinde bütün ailesinden bahse­ den Nizami, böyle şâir bir kardeşi olsa idi, her hâlde, onu da zikredecek bir vesileyi kolay­ ca bulurdu. Bundan dolayı bu husustaki riva­ yetler tamâmiyle mesnetsiz görünmektedir. Yine kendi eserlerinde hiç bir şekilde te’y it edilme­ yen „seyyid " olduğu hakkındaki rivâyet de böyledir. . Babası Yûsuf ’un içtim âi mevkii ve, varsa, resmi vazifesinin ne olduğu bilinmemektedir. Annesini ise, Layli a Macnün 'un bir beyitinde (nşr. V aijid D astgirdi, s. İ49, 9) ra'lsa-i Kurd şeklinde zikrediyor ki, buradaki rdisa kelime­



foİZÂMÎ. sini bâzı müellifler annesinin adı şeklinde an­ lamak istemişlerdir. Yine Layli a MacnSn’un bir beyîtinden ( ayn. nşr., s, $o, ı v .d .} 'Omar adlı bir dayısı olduğu anlaşılmaktadır. Bunların üçü de, yâni babası, annesi ve dayısı bu eserin ya­ zılış tarihi olan $84 ( 1188) yılında ölmüş bu­ lunuyorlardı. Nizami, daha muahhar devirlerde de kuvvetle sünnf olan Gence [ b. bk.] muhitinde { krş. K azvini, Aşar al-bîlâd, Kahire, 1357, s. 241} son derecede iyi bir tahsil görmüştür. H attâ eserleri okununca. Gence gibi küçük ve her zaman hırıstiyan gürcülerin taarruzuna mâruz bulunan bir hudut şehrinde, kendisinin bilhassa nücûm ilmi ile felsefe sahasında o derece geniş ve esaslı bilgileri nasıl elde ettiğine hayret et­ memek kabil değildir. Çağdaşı ve dostu Hâkâni ŞirvSni [b . bk.] misâli olmasa, onun ilk gençlik çağını her hâlde hiç olmazsa Bagdad gibi mü­ him bir kültür merkezînde geçirdiğini kabul etmek lâzım gelirdi. Fakat elde mevcut eserle­ rinde bu hususu te’yit edecek hiç bir kayıt yok­ tur ; bil’akis Gence ’nin kendi eteklerini bağladı­ ğını, şehre bağlı kaldığını, bir az da teessüfle, bir çok defalar tekrar eder. O hâlde tahsilini doğum yeri olan Gence ’de yapmış ise, burada VI. ( XII.) asırda son derece yüksek bir kültür hayatı mevcut olması gerekir. Nizami ’nin çok genç yaşta annesini ve babasını kaybettiği tahsili ile dayısı ’Omar ’ in meşgul olduğu hakkındaki rivâyetlere de ne dereceye kadar de­ ğer vermek mümkün olduğu belli değildir. Bâzı kaynaklar (mst. bk. Davlatşâh, s. 129) Nişâmi ’nin A h i Farac Zancâni ’nin müridi olup, uzun zaman onun hizmetinde kaldığını yazarlar. A dı bâzan Farrüh olarak kaydedilmiş bulunan (bk. Ahmed A m in R âzi, H a ft ik lim , nşr. Cavâd Faril, Tahran [ 1961 ], II, 196 v.d.) bu şeyh Zancân ’dan çıkmamış göründüğü gibi, onun ölümü 557 ( n 8 ı / l 182 ) ’dedir. O hâlde Gence ’den çıkmamış olan Nizami ’niıı onunla görüşerek, onun müridi olması, hem zaman, hem de mekân bakımından, imkânsızdır. Fahr al-Zamân K azvin i ( Tazkira-i mayhâna, s. 52 ), Nizami ’nin 40 yaşında iken, Şayh Camâl Mavşiü ’ nin müridi olduğunu, 50 yaşında „sülük" ile meşgul bulunduğunu söyler ise de, bu husus da bizzat Nişâmi ’nin eserleri ile te’yit edil­ memektedir. Nizami ’nin ilk tahsil senelerinden sonra, şairlik mesleğine girip, 572 ( 1 1 1 6/ 1 1 1 7 ) ’de Hamsa ’sinin ilk eseri olan Mahzan al-asrâr ’1 yazdığı zamana kadar nasıl bir hayat geçirdiği mâlûni değildir; Sonraki eserlerinde çok sıkı bîr riyâzat hayatı geçirdiğini ve bir köşede oturup çok sâde yiyecekler ile kanâat ettiğini bildiriyor ( Husrav u Şirin , nşr. V ahid Dast-



.



¿ ı9



girdi, 2. tab,, Tahran, 1333 §., s. 14, beyit 14 v.d,); hattâ binlerce defa halvete çekilip, 40 ’tan fazla çile çıkardığını ( Şaraf-nâma, nşr. V ahid D astgirdi, Tahran, 1316 ş., s. 44, t ) söy­ lüyor. A ncak bu halvet ve çilelerine ne zaman başladığı mâlûm değildir. Her hâlde Mahzan al-asrâr ’ini yazarken (57 2 = 1176 /517 7) de böy­ le bir zâhid hayatı geçirmekte olduğu kabûl edilebilir. Eserlerinde zâhidâne bir hayat geçir­ mekte olduğuna dâir kayıtlar oldukça çok teker­ rür eder. Kendisi bu arada zühdden dolayı pâdişâhların yakınında bulunmadığını ( bk. msl. Husrav u Ş irin , s. 23,« v.d.), dünyadan el çek­ miş ve bir avuç arpa ununu kendine azık edin­ miş bir insan olduğunu ( ayn. esr., s. 14,13—-m v.d.) söyler (krş. bir de Layli u Macnün, s. 54 ve 55}, Bununla beraber yine kendi sözleri ara­ sında onun bir müddet hükümdarların sarayı­ na gittiğini gösterebilecek bir kayıt vardır: Husrav u Şirin 'de Kızıl-Arslanı öğerken ( s. 128, 13):— „B ir müddet hizmetten uzak kaldı isem de, hükümdarın işinden fârig olmadtm" de­ mektedir. Nizami, bizzat açıkça söylediği üzere (bk. Mahzan al-asrâr, nşr. Valçid D astgirdi, 3. tab., Tahran, 1334 ş., s. 37, î ), kasidelerini gönderdi­ ği bir çok küçük hükümdarlardan iyi karşılık­ lar ( vafâ-kâri) görmekte idi. Hattâ bunlardan biri, Derbend hükümdarı, kendisine bir türk câriye göndermiş idi. Nizami ’nin ondan bahse­ derken söylediği „çevik yürüyüşiü bu câriye benim Kıpçak güzelim gibi idi, kendisinin be­ nim ufuklarım ( âfâk-i m an) olduğu sanılırdı" ( Husrav u Şirin , s. 430,3) beyitine dayanıla­ rak, adının A fâ k olduğu ileri sürülmüş ise de, tabi’î doğru değildir. Böyleee onun ilk büyük eseri olan Mahzan al-asrâr ’1 yazdığı zamana kadar, küçük eserler yazmakla meşgûl olduğu ve bunları gönderdiği emîr ve küçük hüküm­ darların verdiği caizeler ile geçindiği tahmin olunabilir. Bundan sonra ise, Mahzan al-asrâr ’mı yazıp, bunu Erzincan ’da hüküm süren Mengüçüklerden Malik Fahr a l- D in Bahrâmşâh (a ş .-y k . 563 — 6 2 2 = 116 8 — I225 ) ’a götürüp, b izzat takdim etmek iste d i; fakat yolların asa­ yişsizliği sebebi ile ( Mahzan. s. 38,1), eserini ona göndermek mecbûriyetinde kaldı. Bahrâmşâh, adını ebedileştireceğini kolayca anladığı bu esere mukabil. N iz a m i’ye 500 altın dinar, 5 rahvan katır, tam koşumlu 5 at ve kıymetli el­ biseler gönderdi (bk. İbn B ib i, al-Avâmir al‘alâ'iya, nşr. Necâti Lugal ve Adnan Erzi, A n ­ kara, 1956, s. 71 v .d .; krş. Ahmed Ateş, TM, VII— VIII, cüz 2, s. 151 v.d.). O zaman Bah­ râm şâh'm yanında bulunanların bile çok fazla gördükleri bu ıhsan, Nişâm i ’ nin eseri karşı­ lığında elde ettiği ilk mühim servet olmalıdır



ÜİZÂMı. Nizami üç defa evlenmiştir. İlk zevcesi, yu­ her hâlde Hakanı G ence'ye gittiği zaman vu­ karıda bahsedilen Derbend melikinin gönder­ kua gelmiş olmalıdır (bk. M , V , 9 1a; bir de diği türk câriye olup, gâlibâ yegâne oğlu olan Ahmed A teş, H âkâni ’nin mektupları dergisi, Muhammed ondan dünyaya gelmiştir ( 584 = Belleten. Ankara, 1961, X XV, 247). 1188 ’de yazdığı Layli u Macnnn 'da 14 yaşın­ Nizam i, sâkin ve zâhıdâne hayatının oldukça da olduğunu söylediğine göre, bk. s. 45, 10, bu erken zamanlarında, çok yaşlandığı hissine ka-, çocuğu 570 yılında doğmuş olmalıdır). Nizami pilmiş görünmektedir, tik ifâdelerini 584 (1188) çok sevdiği bu zevcesini, genç yaşında, Husrav 'te, aşağı yukarı 40 yaşlarında yazdığı L ayli u u Şîrîn ’ini yazarken kaybetm iştir. Bundan Macnün (bk. msl. s. 26,6, 52, e v.d.) ’unda bu­ sonraki iki izdivacını son eseri olan ikbâl-nâ­ lan bu duygu gittikçe daha fazla kuvvetlenmiş­ ma ( s. 60 v. d .) ’de zikreder. Kendisinin esefle tir. 597 (1200/1201) ’de, yâni 50— 53 yaşlarında söylediğine göre L ayli u Macnnn 'u yazarken, yazdığı Şaraf-nama ’ de kendini iyiee ihtiyar­ ikinci zevcesini ve Ikbâl-nâma ’yi yazarken de lamış olarak tasvir eder ( bk. s. 34, fi v.d.): „yaşlı (607»» 12 10 ’dan sonra), aslen bir câriye olan eski bülbülün kırmızı gül gibi olan yanağı sa­ üçüncü zevcesini kaybetmiştir. rarmış, boyu iki büklüm olmuş, ayakları hare­ Gence 'de oturarak yazdığı kısa şiirleri ve ket edemez hâle gelmiş idi". Bu arada, gençlik mesnevilerini, türlü vesileler İle, civar hüküm­ gittikten sonra, hayatın tadı kalmadığını söy­ darlara gönderen N işim i, memdûhlannın bir ler (s . 33,«). H attâ bir aralık kendini bu duy­ çoklan tarafından dâvet edilmiş İse de, Gen­ guya o kadar kaptırır ki, toprağından otların ce'den ayrılmamıştır. Yalnız bir defasında, H us­ fışkırdığın» görecek olan genç bir „farsça ko­ rav u Şirin 'i yazdıktan ve Azerbaycan atabe­ nuşan keklikten" kendini hatırlamasını ister yi Şams al-Din Muhammed Cihân-Pahlivân ’ın ( ayn, esr., s, 37, s v. d . ). Takriben 60 yaşında ölümünden (58 2= 118 6) az sonra (bk, ayn. esr-, yazdığı Ikbâl-nâma ’sinde ise, yine aynı duy­ s. 458 v.d.), G en ce’ye 30 fersahlık tnesâfeye gel­ gulan anlattıktan (s. 11,6 , 289.fi v .d .) başka, miş olan Tuğrul II. b. Arslan (573— 590= 1177— ihtiyarlık sebebi ile, bu eserini tam suçlayama­ 1194; bk. Husrav u Ş irin , s. 449 v. dd., bil­ yacağından korkar ( ayn. esr., s. 165 v .d .). Yine hassa s. 450,8— » ) haberci göndererek, kendisi­ aynı eserin sonunda bulunan (s. 278 v.dd.) ve ni dâvet etmiş ve Nizami de, bunu kabûl etmek Nizâmı ’ye âit olup-olmadığı husûsunda hâlâ mecbâriyetînde kalıp, onun yanma gitmiştir. münâkaşa edilen bir parça da belki aynı rûh N izam i’nin açıkça anlattığına göre {Husrav u haleti içinde izah edilmelidir. Şâir bir çok bü­ Ş irin , s. 452,8— 14), hükümdar geldiğini haber yük hakimlerin ölümünü anlattıktan sonra, alınca, zâhidliğine hürmeten, içki meclisini kal- „N izam i, bu destan tamam olunca, gitmek azmi dırtmış, çalgıcı ve şarkıcılara izin vererek, bü­ ile, hemen adım a t t ı . . . Yol azmi ite tokmağı tün gününü Nizami ’ye hasretmiştir. Büyük şâir davula vurduğu zaman, 63 yaşından altı ay de onun hakkındaki medhiyelerini ve son mes­ fazla id i. . . Bu konuşma sırasında iken, onu nevisini kendisine okumuş ve „ h ila t" alıp, he­ uyku bastırdı, uyanıklığı hiç olmamış idi der­ men memleketine dönmüştür. Yine Nizami ’nin din “ ( ayn. esr., s. 280). E. Berthels (bk. N i­ anlattığına göre ( ayn. esr., s. 454- s v. d .), ko­ zami, tvorçeskiy put poeta, Moskova, 1956, A N nuşma sırasında. Sultan Tuğrul ona Cihân- yayınlarından, s. 242 v .d .), üslâp bakımından Pahüvân 'ın kendisine iki köyü verip-vermedi- Nizami ’nin kaleminden çıkmış gibi görünen ğini sormuş, o da bu atabeyin vakitsiz ölümü en eski ve en mâ teber bütün Hamsa nüsha­ dolayısı ile (s. 455, 3— 4), eline hiç bîr şeyin larında mevcut olan bu beyitlerin onun oğlu geçmediğini söylemiştir. Bunun üzerine, sultan Muhammed tarafından ilâve edildiği faraziyesini kendisine Hamdüniyân kasabasının verilmesine ileri sürmüştür. Fakat Nizâmı ’nin yukarıda dâir bir ferman yazdırmış ve bunu Kızıl-Ars- izah edilen rûbî durumu göz önünde bulundu­ lan *a da imzâ ettirm iştir (s. 4 5 5 ,7— «; krş. rulursa, bu parçanın ölümünden az bir zaman Davlatşâh. s. 129). önce, bizzat kendisi tarafından yazılıp, esere Bâzı kaynaklar, N işim i ’nı'n, Hâkâni [b. bk.] eklendiği kabûl edilebilir. ile birlikte, hacca gittiğini yolda hangisi daha Böylece kendini, gittikçe daha kuvvetli bir önce ölürse, diğerinin ona mersiye yazmasına ihtiyarlık duygusuna teslim eden N izam i'nîn karar verdiklerini yazarlar ki, bu rivayetin ne­ I ölüm tarihi için 576 { 1 1 8 0 / 1 1 8 1 ) 'dan 602 reden çıktığı belit değildir. Nizami ’nin Kakanı ! (1205/1206) ’ye kadar pek muhtelif yıllar gös­ için yazdığı ve yalnız „ Hâltâni benim için terilmektedir. Her hâlde en güvenilir gibi gö ­ mersiye söyleyecektir, diyordum ; ne yazık ki rünen kaynaklarda bulunan 576 (1 1 8 0 / 1 1 8 1 ) nihayet ben Hakan i 'ye mersiye söyledim" be- tarihi im kânsızdır; çünkü Nizami ’nin üç mes­ yiti bugüne kadar gelmiş olan bir mersiyesi nevisi bu tarihten sonra yazılmıştır. Son za­ vardır ; ancak bu iki büyük şâirin görüşmeleri manlarda Nizami nin Azerbaycan 'da yapılan



NİZÂMI.



}tı



kazılarda bulunmuş olan mezar kitabesi ( bk. roman olan mesnevileri vardır. H am sa 'yi çok A . A . Aiesker-zâde, N a ip isi a rh itekiu rn ıh p a m - iyi bilen ve takdir eden Hamd A llah Mustavfi ya tn ikov A zerbaycan a epoki N izam i. A r h itek K a zv in i henüz bunları H am sa adı altında bir iura A zerbaycan a ep oh i N iza m i, Moskova— bütün olarak tanımamaktadır. Lufcf ’A li Beg Bâkü, 1947, s. 380; kitabenin daha açık bir A za r (bk. A taşkada, göst. y er .), mesnevileri­ faksimilesi için bk. Berthels, ayn. esr,, s. 24}; nin. Ölümünde sonra toplanıp, böylece meyda­ krş. Nazif Hoca, Ş arkiyat mecm uası, İstanbul, na gelen dergiye H am sa adı verildiğini kayd­ 1959, 111, 175 ) bütün tereddütleri bertaraf ede­ eder.. Bu vakıalara istinat edilerek, fta m sa cek gibi görünmüştür. Fakat kûfî yazısı ile ya­ 'nin Nişâm i 'ye kadar çıkm adığı iddia edilmiş­ zılmış olup, Nizâmı ’nin tam adını, elde bulu­ tir. Buna karşılık, aşağıda görüleceği üzere, nan hiç bir kayda ve bizzat Nişâm i 'nin sözle­ H am sa bugün birbirinden ayrı altı eserden rine uymayan bir şekilde, Nişâm al-D in A bü Mu- meydana gelmektedir. Eğer bu altı eser son­ hammed b. İlyâs b. Yusuf b. Z a ki olarak kayd­ radan birleştirilip, bir dergi yapılsa idi, buna, eden ve 4 ramazan 605 ( ı s mart 1209) tari­ pek tabi’ î olarak, H am sa değil; S itta adı veril­ hini gösteren bu kitabe, maalesef, yeni tered­ mek gerekirdi. İki ayn eser olarak görülen dütlere sebep olm aktadır; çünkü 1. bizzat Ni­ Ş ara f-nâ m a ile îlçbâl-nâm a 'nin bugün bir tek ş im i ’nin eserinde bulunan İlyâs adı baba adı kitap hâlinde nâdir bâzı nüshalarına tesadüf olmuştur. 2. böyle bir metinde bulunmaması ge­ olunur ( bk. D. Ross, E. G . Browne, Catalogue reken dil yanlışları vardır, 5. bu kitabenin y a ­ o f two c o ll. . . . in India O f f i c e L ibrary, Lon­ zısı, muasırı olan mevsûk hiç bir kitabeye uy­ don, 1902, s. 26 v.d.). O hâlde bu eser aslında mamaktadır. Bunlardan başka kitabenin sahte bir tek îskandar-nam a iken sonraları ikiye bö­ olduğunu gösteren bir delîl daha vardır ki, o lünmüştür. Bu husâs göz önünde bulundurulur­ da şudur : N işim i 'nin mezar kitabesi ile aynı sa, Nizâm i ’nin, mesnevileri beşe çıkınca, bun­ zamanda büyük şâir H âkâni ’nin mezar k ita ­ ları bir bütün hâlinde toplayıp, buna Ham sa besi de bulunmuştur (bk.' A , A . Alesker-zâde, adını verdiğim, fakat hayatının sonlarına doğru ayn. m ak., s. 379; fotoğraftan için bk. s; 391). 5. mesnevi olin îskandar-nâm a ’yi Şaraf-nâm a 595 tarihini, yâni N işim i 'nin bu sözde-mezar ve tkbâl-nâm a adlarındaki iki a yn mesnevi hâ­ kitabesinden 10 yıl evvelki tarihi ihtiva eden line getirince de, yine bü H am sa adının devam bu taş aynı yazı ile yazılmıştır. H â k in i ’ nin ettiğini kabul etmek daha tabi’î olacaktır. H a m ­ Tebriz 'de öldüğü mâlûm olduğuna göre, bu sa hakkmdaki bu münâkaşa henüz sona ermiş taşın şimâlî Azerbaycan 'da bulunması ve Ni­ değildir. Bunlar ile beraber Nizâmı Şaraf-nâm a zam i nin taşındaki aynı hatalı yazı ile yazılmış ’nin sonunda „felek kendisine fırsat verecek olması, ancak her ikisinin de sahte olması ile olursa, bu mevzuda yeni bir eser yazıp, san izah edilebilir. topraktan kırmızı güller yetiştirm eği“ düşün­ Böylece sözde-mezar kitabesi ile onun göster­ düğünü,. „şâhın ikbâli elinden tutarsa, sözün diği tarih bertaraf edilince, yine N işim i ’nin eserin çabucak ikmâl edileceğini" söyler ( ayn eserlerine baş-vurmak gerekiyor. Hamsa ’ nin n şr., s. 524,5— 9). Bu da ¡kbâl-nâm a ’nin ayrı son eseri olan îlçbâl-nâma Musul atabeylerinden bir eser olarak düşünülüp, kalem e alındığım 'Izz ai-Dİn Mas'üd b. A rslan şâh ’a (607— 615 = göstermeğe kâfi bir delildir. Binâenaleyh onun 1211— 1218) ithaf edilmiş olduğundan (bk. s. mesnevileri aslında 6 kitaptan mürekkep oldu­ 29, iî v.d., 292,10; krş, İbrahim Ş a fâ ’i, Yak ğu hâlde, sonraları son iki kitabın bîr tek mev­ tazkira-i mühim, A rm ağan , Tahran, 1314 ş., zuu işlediği, bundaıi dolayı bir tek eser olduğu yıl 16, sayı 2, s. ı$7 v. d d .), bu sırada çok yaşlı düşünülerek, bu mesneviler dergisine S itta de­ olan N işim i ’nin bir kaç sene içinde vefat et­ ğil, H am sa adı verilmiş olmalıdır. miş olması ihtimâli düşünülecek olursa, onun H am sa son derece beğenilen bir eser olduğu ölüm' tarihi olarak, 610 ( 1213/1214) yılı gös­ için, sayısız denecek kadar çok nüshaların» terilebilir. tesadüf edilir. Bu nüshaların mühim bir kısmı Nizami ’nin türbesi Gence şehrinin şark ta ­ birinci sınıf hattatlar tarafından yazılm ış ol­ rafında ve şehrin bir az dışarısında bulunu­ duğu gîbi, pek çoğu da minyatürlüdür. Bunla yordu; Zamanla harâp olan bu türbenin yerinde nn, gerek metin olarak, gerek minyatür ve ya­ şimdi yeni A zerbaycan mimarîsinin en giizei zılan dolayısı ile, san’at tarih) bakımından, en eserlerinden biri sayılabilecek olan bir türbe mühimlerinin bir kısmı İstanbul ’da Topkapısayapılmıştır. rayı ’nda bulunmaktadır. Hepsi 75 adet olan bu N i z a m i ’n i n e s e r l e r i . N iş im i’nin pek H am sa nüshalarının biri ( Hazîne kütüp., nr oü*T bu kısmı bugüne kadar gelmiş olan bir 750) Şâb Muhammed hattı ile, 779 ( 1 3 8 7 ) ’da CH vün'ı ile H am sa adı altında toplanmış, türlü istinsah edilmiş olup, fevkalâde 12 unvân samevzûlar hakkında yazdığı ve manzûm birer hifesinden başka, 26 minyatür İhtiva eder (bu :



’ Sm A stllclop edlı!



ÎI



324



NİZAMÎ.



ve diğer nüshalar için bk. Fehmi E. Karatay,



gösterecek şekillerde, çok farklı olarak, kayd­ edilmiştir, Fakat bunların hiç birini kabûl et­ mek mümkün değildir, ilk tarihler, eserin ithâf edildiği BahrâmşSh ’ın hükümdar olduğu yıldan (a ş.— yk. 565 h .) eskidir; 589 ( h . ) tarihi yazma nüshalar için bk. bib liy ografya. H am sa ’nin metni, böyiece sık-sık istinsah ise, üçüncü mesnevisi olan L a y li ve M acnnn 'un edilmiş olduğu için, tabi'î olarak yavaş-yavaş yazılış tarihi olan 584 (118 8 )’ ten de sonradır; bir takım yanlışlar ile dolmuştur. Iran müsten- O hâlde bu tarih, bâzı nüshalarda görüldü­ siSilerinin bâzan hiç sebepsiz beyitler ekleme ğü üzere, 572 olmalıdır (bk. Rien, Çatal, s. âdetleri de metinleri büs-bütün bozmuştur. Bun­ 5Ö5b ). Nizâmı bu eserini meydana getirirken dan dolayı bunların en eski yazmalarına daya­ muhakkak k i, Sanâ’ t-i G azn avi ( b. bk.] ’nin nan ilmî tenkitli neşirlerini hazırlamak gerek­ l i a d i k a ’sini göz önünde bulundurmuştur (bk mektedir. Bu işi ilk önce H. R itter üzerine aldı s. 36,4 v. d.), Eser türlü ahlâkî mevzuları içine ve H am sa 'deki 4. kitap olan H a ft p a y k a r ’ in alan (msl. hükümdarların adaletle hareket et­ aşağıda bahsedilen tenkitli neşrini hazırladı; mesi, halka iyi muamele, insanlık fazileti, dün­ sonra j . Rypka ona iltihâk etti. Ç o k değerli yanın vefâsızlığı v. b.) 20 m â k â lâ t’st bölünmüş­ yazmalara dayanan bu neşir, f i antsa metinleri­ tür ve her makaleden sonra o fikirleri daha zi­ nin nasıl ve ne derecede bozulmuş olduğunu yâde. açıklayan küçük bir hikâye getirilmiştir. göstermesi bakımından da, N işâ m i’nin eserleri Eser mevzû icâbı umûmî olarak biraz kuru gö­ üzerinde araştırmalar için çok mühim bir mer­ rünebilir ise de, son derecede parlak bölümleri hale olmuştur. Bu sahada çalışanlar, msl. V ahid ( msl. ihtiyarlık hakkmdaki 5. m akale) vardırD astgirdi (bk. H u s r a v ü Ş ir in , s. 461, not 1) Mahzan al-asrâr farsça ahlâkı-terbiyevî şiir tâ­ ve Berthels ( ayn< esr., s. 18 v.d.) bu İlmî işi yal­ rihinde mühim bir mevkî tutar. Bu eserin en nız ikinci âlime mâl etmişlerdir ki, bu husûsta iyi yazm alara dayanan ilmî ve tenkitli bir tab ’ı, haksızlık yapmış oldukları meydandadır. H a ft E. B erthels’in nezâreti altında, 'A b d al-Karim paykar neşrinden az bir zaman sonra, V ahid 'A li-o ğ lu ‘A li-zâ d a tarafından hazırlanmış olup, B â k û ’da 1960’ta yayınlanmıştır. Bu eser N. D astgird i'n in H am sa neşri (Tahran, 1314— *317 5-), bir dereceye kadar bu gaye ile, hazır­ Genç-Osman tarafından bugünkü türkçeye çev­ lanmış ise de, naşirin İlmî usûlleri bilmemesi rilmiştir ( Ankara, Î946, Şark-islâm k la sikleri, . __ . . .. . . ■ ._ . çalışmalarının değerini maalesef çok azaltmıştır. nr. 13). 2. H u sra v a Ş îr în . Hezee bahrinin m a f a î Bundan dolayı Bâkû 'daki Nizami enstitüsü, E. Berthels ’in nezâreti altında, bu eserin tam bir lun ma fâ 'ilu n fa 'ü lu n şeklinde yazılmış 5.700 neşrini hazırlamağa karar vermiş, bunun netice­ kadar beyit ihtiva eden bir mesnevidir. Eserin si olarak Ş araf-nâm a, îkbâl-nâm a ve M ahzan muhtelif nüshaları birbirlerinden çok farklı öl- al-asrâr neşirleri çıkmıştır (aş. bk.). Diğer mes­ duğu için, yazılış tarihi ve kime; ithaf edildiği, nevilerin ilmî neşirlerinin de yakında çıkacağı keşin bir şekilde, tesbit edilememektedir. Eski bildirilmektedir. Bu neşirlerde İstanbul ’da bulu­ nüshalara bakılacak olursa, eser Suttan Tuğrul nan ve kısmen H. Ritter tarafından H a ft pay­ b. Arslan (573— 590=» 1177—-1194) a ithaf edil­ kar mukaddimesinde zikredilmiş olan mühim miştir (bk. ayn, n şr., s. 15 v .d .). Bu hüküm­ nüshalardan istifâde edilmemiştir. Bundan do­ dar hakkmdaki medhiyede, çından atabey Mu* layı bu neşirler, Nizami ’nin eserlerinin metin hammed P ahlivân ’a eserine ilgi göstermesi ve tenkidi ye tarihi bakımından arzettiği güçlükleri münâsip bir câize vermesi hususunda emri iste­ henüz tamâmiyle halletmekten uzak bulunmak­ nilmektedir (s. 16,11 v.d.). Daha sonra da aynı tadır; bununla beraber, edebiyat tarihi bakı­ atabey için bir medhiye.gelir (s. 18 V.d.). Eser­ mından emniyetle istifâde edilebilecek metinler de bir de •Muzaffar al-D in K ızıl Arslan için verdiği tereddütsüzce söylenebilir. Diğer bas­ uzun bir medhiye bulunmaktadır (s . 25 v.d.). En sonunda atabey Muhammed Pahlivân ’ın maları için bk. bib liy ografya. Nizami ’ nîn H am sa ’si şu mesnevilerden mey­ ölümü ( 582 = 1186 ) üzerine yazılm ış bir parça vardır (s, 458 v.d.). A yrıca eserde 587 ( 1 191) dana gelm iştir: 1. Mahzan al-asrâr. Sari' bahrinde, yâni m ııf-’de vukua gelen hâdiselerden de. bahsedilir. Bâ­ ta'ilun mufta'ilun fâ 'ilun vezninde yazılmış zı nüshalarda, tamamlanma tarihi olarak, 576 2.400 kadar beyitten ibaret ahlâkî bir mesne­ (118 0 /118 1) yılını veren bir beyit görülmekte­ vidir ve yukarıda görüldüğü üzere,.Erzincan’da dir ( bk- Rieu, s. 567b). Fakat yukarıda anılan hüküm süren Mengücük sülâlesinden Fahr ai­ tarihlere bakılarak, esere 476 (1 1 8 0 / 1 1 8 1 )’da D in BahrSmşâh a ithaf olunmuştur. Eserin ya­ başlanıldığı ve 587 ( 1 1 9 1 ) ’de tamamlandığı y a ­ zılış tarihine dâir beyit (bk. s. 180, n ot) türlü hut mukaddimelere ilâveler ile, muhtelif zaman­ nüshalarda 501,-552 559 ve 589 ( h .) yıllarını larda muhtelif hükümdarlara ithâf edildiği. ,ka-



Topkapısarayı m üzesi kütüphanesi f arşça y a z­ m alar kataloğu, İstanbul, 1961, 3. 146 — 170, Topkapısarayı m üzesi y a y ın la n , nr. 12 }. Diğer



NİZAMÎ. bûl olunabilir. H u sra v u Ş ir in , mevzû balcımından, esâs itibân ile, Sâsânî hükümdarı Husrav P aryiz *in hayatını anlatır ve bu hükümdara âit Şâh-nöm a ’de bulunan kısma tekabül eder. Şu kadar var ki, burada tarihî vak’alar, destânî bir şekilde değil, daha ziyâde son derecede in­ celmiş aşk duygularını tahlil ve ifâde edecek bir şekilde, manzûm bir aşk romanı hâline ge­ tirilmiştir. Ş ir in 'in mîmar Farhâd ile olan mâcerâsı daha sonraları, bilhassa Nİzâmi 'nin ver­ diği şekil ile, müstakil bir mevzû hâlini almış­ tır; bk. H. W. Duda, Ferhâd und S ch ir in , die



olan pek çok ilâveler yapılmıştır (bk. ayn. nşr., 225— 231 v .d .’da bulunan ve sonradan eklenmiş gibi görünen beyitler ve çok uzıin parçalar ve krş. s. 276 v.d.).



s. 213, 218 v.d.



N izam i ’nin bö ylece istem eyerek b a şlad ığ ı bu



literarische G esch ich ie eines persischen Sagen-



eseri, onun en m u vaffakiyetli m esnevisi olmuş, son derecede ra ğ b e t gö rd üğü gib i, p e k çok şâir tarafın d an d a ta k lit ed ilm iştir ki, bunlar arasında F u z û lî'n in L eylâ ve M ecnûn ’ n gib i şark edebiyatların ın en gü zel eserlerinden biri de bulunm aktadır ( t e fe r r u a t için bk. mad. LEY­ LÂ VE MECNÛN ve orada zikred ilen e se rle r; bir de A . S. L even d, A ra p , fo r s v e iü r k edebiyatla­



s t ö f fe s (Praha, 1933; M on og ra fie A O , 11). Ese­ rin tahlili ile tercüme ve nazireleri için bk. Fa­ ruk K . Timurtaş, İran edebiyatında H u srev S



rında L eylâ ve M ecnûn h ikâyesi, A n k a ra , *959 ). Burada N işâ m i, k ısa savaş sahnelerini d e mu­ v a ffa k iy e tle ta sv ir etm iş ise de, a rtık yaln ız aşk



Ş ir in v e Ferhad « Ş îr în ya tan şâ irler ( Ş arki­ ya t m ecm uası, İstanbul, 196», IV , 73— 86); ayn.



m ağa da m uvaffak olm uştur ( krş. 'A l i A ş ğ a r



mil., T ürk edebiyatında H u srev ü Ş îr în ve Fer­ had ü Ş îr în ( T ürk d ili v e edebiyatı d erg isi, İs­



H ıkm at, Rom eo v e Ju liy et, ta k k ik -i adabi va m ukâyasa bâ L a y li u M acnün. Tahran, ts.). E­



hislerini, sü rü kleyici b ir hikâye hâlinde, anlat­



tanbul, 1959, IX, 65— 69) ve buralarda gösteri­ serin bugünkü tü rk çey e tercüm esi için bk. A li len diğer eserler. Nizam i ’ nin bu eseri S. Sev- N ih ad T arlan , L eylâ ile M ecnûn (İstan b u l, sevil tarafından bugünkü türkçeye çevrilmiştir * 943. Şark-islâm k la sik leri, nr. 3). ( İstanbul, I9S5, Şark-islâm k la sikleri, nr. 29), 4. H a ft paykar veya bâzan Bakrâm-nâma 3. L a y lî u M acnSn, hezec bahrinin m a f‘ulu(veya H a ft gunbad), haf i f , bahrinin fâ'ilBtun m a fffilu n fa 'a lu n şekli ile yazılmış, aş.-yk. 5.100 m af&ilun fa'ilan ( veya fa ’ lun ) şekli ile yazıl­ beyİtlık bir mesnevidir. Nişâm î, bir gün yeni bir mış olup, 5.600 beyit kadar tutm aktadır. Eser mesnevi yazmağı düşünürken, Şirvânşâh Calâl M erâga’nm türk hâkimi ( bk. mad. MERÂGA, al-Davla Ahsitân (bu ismin türlü nüshalarda bilhassa VII, 735*) ‘A lâ ’ al-D in Körp-Arslan b. görülen A htisân, Ahtişân v.b. şekilleri yanlış­ A k-Sungur ’un arzusu üzerine yazılmış ve ona t ı r ) b. Manüçihr ’den, bizzat kendi eli ile yazıl­ ithâf edilmiştir ( bk. nşr. H. Ritter ve J. Rypka, mış olup, kendisinden L aylâ ile Mecnûn [bk. İstanbul, 1934, s .1 8 ,12 v.d .; bundan dolayı eserin mad. MECNÛN] hikâyesini nazmetmesini isteyen ‘A lâ ’ al-D in T ö k iş ’e ithâf edildiğine dâir iddi­ bir mektup almış (b k . L a y lî u M acnün, s, 24. alar doğru değildir). Eser, bizzat N iz a m i’nin V.d.); o zaman yaşının ilerilemiş olmasından ve kaydettiği üzere [a y n . nşr., 302,63— i t ), 593 yılı zayıflığından dolayı, bunu kabul etmek isteme­ ramazanının 14 ’ünde (3 1 temmûz s 197) tamam­ miş, fakat oğlu Muhammed ’in de ricam üzerine lanmıştır. Eserin mevzuu halk arasında macera­ ( bk. ayn. e s r „ s. 26,7 v.d.), bu mesneviyi yaz­ ları çok sevilen Sâsânî hükümdarı Bahram Gür mıştır. Nİzâmi ’ye göre, bu hikâyede mevzû [ b. bk.] ’un hayatıdır. A ncak burada da Nişâçok dar olduğu gibi, parlak hükümdar meclis­ mi asıl tarihî ve destânî şahsiyete o kadar e­ lerinden, eğlence âlemlerinden ve bahçelerden hemmiyet vermemiş, daha ziyâde kendi muhay­ de mahrfim idi. Bununla berâber, esere başlayın­ yilesine geniş çalışma imkânları sağlayan unsur­ ca, mevzû çok kolay ilerilemiş, „kendi söylemiş, lar birinci plana alınmıştır: Havarnak sarayının gönlü cevap vermiş, kendi kazmış, kaynak su tasviri, B ahram ’in av maceraları ve av sahne­ verm iş"(s. 29,«), böylece 4 aydan az bir zaman­ leri tasviri, yedi ülkenin yedi pâdişâh kızı için, da, 584 yılı (bu tarihi 530 gösteren nüshaların onların âit olduğu seyyarenin rengi .ile aynı rivâyetleri tabi’î yanlıştır) recebinin sonunda (24 renkte birer saray yaptırarak, onlar ile evlen­ eylül 1188 ) eseri tamamlanmıştır ( s. 29,10— 11). mesi (esere verilen H a ft paykar „yedi güzel" Mevzû şâiri o kadar •cezbetmiştir kİ, şâir başka adı buradan gelm ektedir), aynı seyyarenin gü­ işleri olmasa idî, bunu 14 gecede tamamlayabi­ nünde, aynı renkte elbise giyerek, bir pâdişâh leceğini ^söylemektedir (s. 29,11). Şıina dikkat kızının yanma gitmesi ( msl. pazartesi günü, etmek lâzımdır- ki, Nizami bizzat L a y lî u M ac- ayın günü, yeşil, giyinerek, yeşil .saraya, üçün­ nSn 'uı. 4.000 küsur beyit olduğunu söylemek­ cü iklim pâdişâhının kızının yanına g id e r), pâ­ tedir ; hâlbuki bugün bugün elde bulunan nüs­ dişâh kızlarının anlattıkları hikâyeler ve en so­ halarda, yukarıda kaydedildiği üzere, 5.100 ka­ nunda Bahram ’ın bir av tâkip ederken, bir dar beyit v a rd ır; bundan anlaşılıyor ki bu ese­ mağarada kaybolması. Bu kadar muhtelif ve re bir 'kısmi i N izâ m ı’ye âit olması muhtemel rengâ-renk unsurları, Niş&mi, sihirli kalemi ile,



3*4



NİZÂMI.



biribirini tâkip eden Ve bîribirlerinden ayrılm az hârikalar âlemi hâlinde okuyucuların önüne se­



( krş s. 282,3 v.d .). bunun y azılışı her hâlde 607 ( l i i ı ) ’den az so n ra ki b ir ta rih olm alıdır.



r e r ; burada h ikâ y e anlatm a sa n 'atı ve muhay­



N izâm ı İkbâl-nâm a ’de, İskend er ’i daha ziyâ d e bir fey lesû f ve peygam ber o la ra k ele alır. B u­



yile gen işliği derecesine erişilm em iş bir y ü k se k ­ liğe varm ıştır. Bu eserin ince ve ç o k isabetli



rada bütün . h a reketler durdurulm uş ve İsken­



b ir tah lil ve hulâsası için bk. Jan R ypka, L e s



d e r ’in S o k ra t veya H ind hakim i, feylesû fu ile



sep i prin cesses d e N iza m i ( L ’âme de V ir a n , Paris, 195.1, s. 101— 125 )• M etnin mükemmel b ir te n k itli neşri H. R itter ile J. R yp k a tarafın dan hazırlan m ıştır: K . H a fi pay kar, ein rom anti­



konuşm ası y ah u t B a lin a s , H erm es v, b. h a k im ­ ler ile ilk yarad ılış m eselesini m ünâkaşa etm esi v. b. g ib i y ü k se k m eseleler ele alınm ıştır. N iza­ m i bu husûsta da şa şıla ca k d ereced e g e n iş ve derin b ir b ilg i ile ç o k y ü k se k b ir anlatm a ku d­ reti g ö sterm e ğ e m u vaffak olm uştur. İskandar-



sches Epos des N . G eriğe'i. İstanbul— Prah a,



*934 ( M onographie A r ch iv a O rien tû ln ih u , II I).



5. hkand ar-n dm a ( veya S ikan da r-n âm â) mü-nâma 'nin her iki kısm ın ın te n k itli neşri E. tekârib bahrin in f a ' 5lun fa 'B lu n fa 'a lu n fa 'a l B erthels ’in nezâreti a ltıiıd a y a y ın la n m ıştır: Ş a­ şek lin d e y a zılm ış olup, hepsi 10.800 b e y it k a ­ ra f-n âm a, K r ii. te k st sostavlen A . A . A liz a d e d a r tu ta n b ir m e sn e vid ir; meşhur İ s k e n d e r’in ( B âkû , .1947 ) ; İkbâl-nâm a, K r it . tekst sostav­ hayatın ı b aşın d an sonuna k a d a r a n la tır. Y u k a ­ rıd a bahsedildiği gibi, İskan der- nâma bu gü n, biri Ş a ra f-n â m a, diğ eri İkbâl-nâm a olm ak ü ze­ re, ik i a yrı eser hâlinde b u lu n m a k ta d ır; fa k a t bâzı nâd ir n ü sh alara b a k arak , bunun aslında bir te k m esnevi olduğu, so n ra ları N iza m i ta ra ­ fından ik iy e bölündüğü düşünülebilirse de, mü­ ellifi b iz z a t her ikisini a y rı-a y n eserler olarak yazd ığın ı söylem ektedir (y k . bk.). İlk kısım olan Şara f-nâ m a ( H ind b a s k ıla rın d a : îskandar-nâ-



len F. Babaev (B â k û , 1947). . ; D avlatşab ( b k . Tazkirat al-şu'arç? , s. 129 ) ve ona dayanan b â z ıb a ş k a . kayn aklar, bu mes­ nevilerinden önce, N izam i 'nin Irak S elçu k lu ­ larından M ahm üd b. M uham med b. M alik şsh adına V ây sa a N âm ın a d lı b ir m esnevî y a z ­ mış olduğunu sö ylerler. E n g e n iş h esap lara g ö ­ re bile, bu sultan M ahmüd, N izam i ’nin d o ğd u ­



m a-i b a r r i) 7.100 be y it kadar olup, A z e rb a y ­ can atab eylerin d en N uşrat a l-D in A b u B akr b.



ğu zam andan ön ce hüküm sürm üştür ( 511 — 525 = 1117— 1131). E ğ er N izam i g e rç e k te n b ö y ­ le bir eser yazm ış ise, bunu b a şk a b ir hüküm ­ d ara ith âf etm iş olm alıdır. F a k a t D a v la tşa h ’m



Muhammed (587 — 6 0 7 = 1191 — 12 1 0 ) 'e ith âf



F ahr a l-D in G u r g â n i ’n in b ü yük S elçu klu hü­



olunm uştur ( bk. a y n .n ş r., s. 57, 58,9, 524 v.d.).



kü m darı S u ltan T u ğ r u l’a ith â f etm iş olduğu V îs a R am ın ’ ini y an lışlıkla N izam i 'y e isn at e ttiğ in i düşünm ek ğâlibâ d ah a doğru olacaktır.



Y a z ılış tarihi, b â zı y e n i nüshalarda gö rü len , f a ­ k a t eski nüshalarda bulunm ayan bir kayd a g ö ­ re, 597 ( 1200/1201 j ’dir. E ser, İs k e n d e r’in ne­ sebinden başlayıp, k a ra n lık la r ülkesine gid erek, oradan te k ra r Rûm ’a dönm esine kadar, bütün fütu hatım ih tiva eder. B u rad a Şâk-nâm a ’nin rivayetleri ile o zam an N iz a m i'n in elin d e b u ­ lunması gereken bilhassa h alk orasında yaygın rivayetleri ih tiva eden eserlerden istifâ d e edil­ miş görü n m ekted ir. İkinci kısım olan İkbâl-nâm a ( Hind b a sk ıla ­ rında : lskandar-nâm a-i' b a lşri; ! bâzan da H irad-nâm a) 3.7°o b e y it k a d ard ır. Bunun y azıl­ ması, bâzı aksi iddialara rağm en, her hâlde ol­ dukça g e ç bir zam anda vukua gelm iş o lm alı­ dır. H er ne k a d a r bizzat şâir ( bk. Şaraf-nâm a, s. 524; 5— 9) ikinci kısm a derhâl b aşlayacağım ve bunu yakın d a bitireceğin : sö ylem ekte ise de, istik b â le â it bu tasavvurunu ümit e ttiğ i m üd­ d e t içinde gerçe k leştirem e m iştir; - çün kü eser, m etinde a çık ça g ö sterild iği ü zere, M usul a ta ­ beylerinden 'İzz a l-D in M as'üd II. b. A rslan



(607— 6 1 5 = 1 2 1 1 — 1218 ) a ith â f edilm iş ( bk. s. 29, 30,1, 280 v .d .) ve oğlunun eli ile ona g ö n ­ derilm iştir { aıjn. esr., s. 285 ). Burada ‘Izz alD İn M a s'ü d 'd a n , ta h ta çıkm ış ve yan ın d a veziri bulunan bir hüküm dar sıfa tı ile b ahsettiğind en



Nizami ’nin D iv â n ’ma gelince, hemen bütün kaynaklar ( bk. msl. 'A v f iy nşr. E . G- B row n e.. II, 397 ve Davlatşah, s. 129 v e bunlardan; nak­ len d iğerleri), Nizam i 'nin büyük mesnevilerin­ den başka, kaside,- gazel, k ıt’a ve. rubâî şeklin­ deki şiirlerini ıhtivâ eden 20.000 beyit kadar tu­ tan bir D ivân "t bulunduğunu söylerler. Fakat her men bunu görmemiş olduklarını da ilâve eder-, ler. E. G . Brow ne. ( L H P , I I , 402), İran ede­ biyatında aynı mahlası taşıyan başka bir çok şâir bulunduğu için, tezkire müelliflerinin yanr hş yapmaları ihtimâlini ileri sürmüştür. Fakat bizzat Nişâm i L a y li u M acnün ’ unun bir beyitinde ( ayn. n şr „ s. 24,3) D iv â n ’mdan açıkça bahseder. Bundan dolayı bu husustan şüphe et­ m eğe mahal yoktur. H a ttâ . D iv â n ’m L a y li u M a c n S n ’un yazılış tarihi olan 584 ( 1 1 8 8 ) . yı ­ lından önce, bizzat Nizâmı tarafından toplan­ dığına muhakkak nazarı ile bakmak lâzımdır. D iv â n , tezkirecilerîn ifâdelerinden anlaşıldığı üzere, daha X. ( XVI.) asırda kaybolmuş bulu-, nuyordu. Bugün bu eserin gâyet cüz’î parçala­ rını ihtiva eden bir D îv â n -i N iz a m i’ nin .üç nüs-' hası mevcuttur.: Bodleian kütüp., ur. 618, 619(bk. Ethe, Çatal., I 496 v.d.), Berlin kütüp., nr-



NİZÂMI. 691 ( kk- Pertsch, Verz., s. 720 }• Bunlar aş—yk. 1.200 kadar beyit ihtiva eder ( krş. M. Th. Houtsma, Some remarka on ihe Divan o f -Ni­ zam i,: A Volame o f O riental Studies, Cam ­ brid ge, 1922, s. 224—-227 ). Bunlardan başka türlü tezkire ve mecmualarda zikredilen ve D î­ vân nüshalarında bulunmayalı; bir çok şiirlere tesadüf olunur. Böyle mecmuaların en mühim­ leri A ya so fya kütüp., nr. 4819 ( 728 h, ta rih li) ile A yasofya kutup., nr. 2051 {730 h. ta r ih li) ’dır. Bu şiirler, çoğu zaman münferit hâlde, A r­ mağan mecmuasının muhtelif sayılarında neşr­ edildikten sonra, J. Rypka tarafından da, Çand ğazal-i faza az Nizam i-i Canca'î adı altında, A yasofya kütüp., nr. 2051 'deki 25 gazel neşr­ edilmiştir (b k . ArmağSn, yıl 16, sayı 1, 1935, s. 9— 3 1 ); sonra V ahid D astgirdi tarafından, Cancîna-i Câncavi (Tahran, 1318 ş., s. 174— 2 5 9 )’de basılmıştır. Bu neşirde N iz a m i’ye âit oldukları muhakkak sayılan şiirler A li Nihad Tarlan tarafından türkçeye çevrilm iştir: N izâ­ mı dîvânı, İstanbul, 1944. Nihâyet bu husûstaki bütün malzeme, A yasofya kütüphanesin­ deki nüshalarda bulunanlar da dâbil, S a ‘id Nafis i tarafından toplanıp, neşredilmiştir: A hvâl 11 âşâr kaşa id u ğazâliycıt-i N izâm i-i Cancavi ( Tahran, ts. [ 1 9 6 1 ] ) . Burada toplanmış olan şiirlerin hepsi: 2,000 beyite yakındır, : . Nizami, hâl tercümesinde türlü vesileler ile temas edildiği üzere, inzivayı severdi, çağdaşı olan şâirler gibi, hükümdarların saraylarına pek gitmemiş idi. Ç o k iyi bîr âile reisi ve baba olan şâir, eserlerinde oğlu Muhammed ’den derin bir s ev g i ile bahseder (bk. msi. Husrav a Şirin , s. 430; Layli u. MacnSn, s. 45 v.d.). Kendisi zühd derecesinde kanaatkar ve mütevâzî idi. Ceriıiyet içinde de kimseyi, hattâ kendi sözü ile, bir karıncanın kanadını bile incitmemiş, kim­ senin işine karışmamış, kimsenin aleyhinde bu­ lunmamıştır. Kendi aleyhinde bulunanlara kar­ şı mukabelede bulunmaz, balkı incitmektense, incinmenin daha iyi olduğunu kabûl ederdi ( b k , Layli u MacnSn, s. 44 v.d .). A yn ı zaman­ da halka faydah olmağı, onların güçlüklerini halletmeği de esâs olarak kabûl etmiş idi ( ayn. esr., s. 56 v.d.}. N iz a m i‘nin ahlâkı, esâs bakı­ mından, dinden gelmektedir. Şu kadar var kİ, eserlerinde sık-sık sâkîye bitap ederek, ondan içki ister (bk. msi. Şaraf-nâma, 3. 98, 133,207 v.b., her bölümün başında bu hitaplar tekerrür eder ve. krş. Tazkira-i may'hâna, s. 18 v.d d .); içkili eğlence meclislerini de pek parlak bir şekilde tasvir eder. Fakat bunlar Nizami ’de hiç de hakikat d eğild ir; çünkü onun maksadı A llahın öteki dünyada mü'minlere vaad ettiği içkidir. Bizzat şöyle demektedir: .,,Tanrıya and olsun ki, butun Ömrümce, dudağımın eteğini



şarapla bulaştırmadım. Eğer damağım şarap ile bulaşmış ise. Tanrının helali bana barâm olsun" {Şaraf-nâma,.,ayn. nşr.,, s. 38; 5— 6 ). A ze rb a y can ’ın bu büyük ve asîl ruhlu şâiri, aynı zamanda dinî fikirleri bakımından da dikkate değer. Binlerce defa halvete çekilmesi ve 4 0 ’tan fazla çile çıkarması gibi hareketleri ile, belki ,,vahdet-i vüoûd" mânasında değil de, dünyâda kanâat ile ve nefs riyazeti ile yaşama mânasında bir tasavvuf akidesine sâbip oldu­ ğunu düşündürebilir; fakat onun din î düşünçeleri bu telakkinin de çok ilerisindedir. Sel­ çuklu devletinin kuruluşundan az sonra Hasan-i Şabbah [ b. b k .} ’in çalışmaları İle, İran ’da çok kuvvetlenen bâtınî-ismâilî oereyânlara ve bun­ ların dayanmak istedikleri felsefî fikirlere [ bk. mad. BÂTINİYE] karşı, büyük sûfî ve kelâmci alG azzâli [b. bk.] gibi, Nizami de şiddetle cephe almıştır. Bir memdûhunu Öğerken, ondan mem­ nun olmayanların „İsm âilî" olduğunu söyler ki, bu siyak içinde, kelimeyi büyük bir tezyif mâ­ nası ile kullandığı aşikârdır. Ona göre akıl, İlâ­ hî menşe’ine rağmen, çok mahduttur ; onunla bîr çok şeyler çözülebilir; fak at o İlâhî irâde­ nin künhüne eremez ( krş. bir de îkbâl-nâma, s. 131 v.d.). L ayli a MacnSn (s. 16.v .d .)’unda, belki bir az da yersiz olarak, kâinatın ebedîli­ ğini iddia eden bu fırkaya karşı; onun bil’akis, İslâm telakkisine uygun olarak, yaratılm ış oldu­ ğunu, derin bir. düşünce gücü ve şâiriik hüneri ile isbât etmeğe çalışır. Onun bu düşüncesi ken­ dini yağmur, bulut v.b. gibi basit tabiat hâdi­ selerini, aiel’âde fizik kanûnlan ile izah etmek­ ten bile uzaklaştırır ve bunlarda iiâhî kudretin bir tezahürünü buldurur ( bk. msi. H a fi paykar, s. 198 v. dd., bilhassa msi. 203,13 v.d .). Bu te­ lakki, ilk bakışta bugün teferruatta saçma gibi görünür, fakat „kendiliğinden sebep söylemek yersizdir, insan kendi zannı ile yol yürümemeiidir; perde içinde yolu bilmeyen bizler, perde­ nin dışındaki nakışları okuyoruz... Korkarım ki, bu perde kaldırılınca — kıyamet kopup, gerçek­ ler açıkça görülünce,— yanlış okuyanlara yan­ lış iş yaparlar" ( ayn. esr., s. 203,11— 11) derken, aklî melekelerin imkânı husûsunda en yeni fel­ sefe cereyanlarının varmış olduğu noktaya var. dığı meydandadır. BÖylece o, bâzan görünüşte bir az hatalı olmakla beraber, en yüksek dü­ şünce merhalelerine erişmiş ve sünnet ehlinin telakkilerini bu seviyeden müdâfaa etmiş bir şâir-mütefekkirdir. Şâir Nizami İran edebiyatında mühim bir merhaleyi temsil eder. Medih tarzının artık zirvesine ulaştığı, destânî hikâyeciliği teşvik edecek âmillerin ortadan kalktığı bir sırada, Nizami, mesnevileri ile, bütün Iran edebiyatına yeni bir yon vermiş ve buna büyük bir hız ka-



NİZÂMI.



326



Kandırm ıştır k i, btı da manzum d estân î olm a­ y a n hikayecilik, yân i m esnevî tarzıd ır. K en d i eserleri şüphesiz bu m esnevi tarzın ın en y ü k ­ s e k n oktasını teşkil etm ektedir. D uygu ve rûh tahlilleri, asıl hikâyeler içinde, onların gerekli bir takım unsurları gibi görünür. F ak a t şunu d a kabul etm ek lâzım dır ki, N iz a m i m esneviterine koyd uğu ço k uzun tevh îd , m ünâeât, n aat v e eserin ta k d im ed ild iği kim seler için medhiy e gib i bölüm lere b iraz fazla y e r verm iştir. İfâ­ desinin bütün can lılığın a, okuyucunun karşısı­ na her an serd iği yenİ-yeni levh ala ra rağm en, okuyucu bunlardan bir an önce kurtulup, asıl h ikâyeye geçm ek is te m e k te d ir. S on raları bu iki unsur, yân i hikâyeden önceki bölüm ler ile duy­ gu ifâdeleri, y av a ş-ya va ş h areketin yerin i alın ­ ca, m esnevi ta rzı Nişana i 'nin gösterm iş ve biz­ z a t ta tb ik etm iş olduğu esâslardan çok u zak­ laşm ış v e gerilem eğe başlam ıştır. N izâm ı dile h âkim iyeti ile d iğ e r ıran şâ irle­ rin in en b ü yüklerin d en bile üstündür. Bu b a ­ kım dan a n ca k H âlcâni kend isi ile m ukayese edilebilir. N izam i hemen hiç bir zam an, hiç bir vak'a, hareket v ey a duyguyu olduğu gibi ifâde etm ez. Bunların hepsine, m ecazlar, teşbihler v eya başka bir edebf san ’a t ile, ayrı bir can­ lılık kazan dırır. Bundan dolayı binlerce beyıt!ik eserlerin de, hemen dâim â, bü tü n b eyitler ayrı-a yrı gü zel ve ku vvetlidir. Şu ka d ar ki, o yeniden y a r a ttığ ı m ürekkep isim v e sıfa tla rı kullanm ağı ço k sever. Bu hâl eserlerin in an la­ şılm asını son d ereced e gü çleştirm ekted ir. Bun­ dan d o layı bilhassa H indistan 'da basılan e ser­ lerinin bir çokların a oldukça isâb etli v e değerli şerhler ilâve etm ek gerekm iştir ( b k . bibliyog­ rafya ). K en disi, yin e kendisinin sözleri ile ifâde etm ek gerekirse. G en ce *nin dar çevresi İçinde kapalı olm akla berâber, dar peteği için ­ de çeşitli bal y ap a n bîr arı gib id ir.



A y n ı za­



m anda, m ü tevâzî ruhu, aile ve çocuk sevgisi ile dolu kalbi, k a n a atk ar ve h attâ zâhidâne ha­ y a tı ile b iz z a t örneğini verd iği mükemmel ah­ lâkı hiç b ir zam an gö zü önünden u zaklaştırmam ıştır. A le l’âdelik, bayağılık onun eserine yaklaşm am ıştır. O n d a



her şey



ku su rsu z, her



duygu derin ve mükemmel, her h a re k e t asî) ve yüksektir. N izam i nin İran ve tiirk edebiyatların daki te'sirleri p ek b ü yük olm uştur. Onun te ’sirinde kalan şâirlerin yalnız en büyük ve mühimlerinin adları zikred ilm ek gerekirse, A m ir Husrav-i D ih la vi, HvSoüy-i K irm a n ı, K â tib i, H a tifi, ‘ A b d al-Rahm ân C a m i, 'O r fi-i Ş ir â z i, ça ğ a ta y edebiyatınm büyük üstâd ve hâmîsi 'A lı Ş ir N a- j vâ’ i, tü rk edebiyatın ın en b ü yü k şâiri Fuzulî zikredilebilir. Bunlar N işâm i nin (famsa 'sine eya



bâzı



eserlerine



n^zîre’ er



yazm ışlard ır



T ü rk irleri gib i, olsa,



divân edebiyatın ın ikin ci dereced eki şâ­ ü zerindeki te ’siri d e, İran ed eb iya tın d a ki ço k devam lıdır. E n umûm î b a tla rı ile de burada bunun te ferru a tın a girm ek im kân­



sızdır. N izam i gürcü edebiyatın a da t e ’sir e t­ miş olup, Layli u Macnün ’u ile Husrav u Ş i­ r in ’i gü rcü diline ç o k eskid en tercüm e ed il­ miş id i; XII. a sn n m eşhûr gü rcü şâiri Ş o ta Rus­ t a v e li'd e onun t e ’siri a çık ç a gö rü lm ektedir.



B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen­ lerden başka bk. H. Ethe £GIPh., II, 241— 244, 247— 250); E. G. Browne, Literary History ■ o f Persia, 1!, 399— 4 11 ; H. Ritter Ober die Bildersprache Nizamis (Berlin,- 1927) ; W. Bacher, Nizami's Leben und Werke und der zweite Teil des Nizâmîsehen Alexanderbu­ ches (L eipzig, İ8 7 1 ); Zabih A llâh .Ş afâ, Tâ­ rih-i adabiyät dar irän (Tahran, 1339 ş.), II, 798—810 ve bk. bir de fih rist ; J. Rypka, Ira­ nische Literaturgeschichte (Leipzig, 1959), s. 201— 205 ; Muharnmed 'A lı Tarbiyat, Dânişmandân-i Azarbaycän (Tahran, 1314 ş.), s. 381— 385 ; E. Berthels, Böyük Azerbaycan şâiri Nizâmî (trc. Z. Abdullaev), Bâkû, 1941 ; Mehmed Emîn Resûl-zâde, Azerbaycan şâiri Nizâmî (A nkara, 1951); V ah ıd D astgirdi, Gancina-i Gancavi (Tahran, 1318 ş . ; Niza­ mi nin kullandığı nâdir kelimelerin bir lugatçesini de ihtiva e d e r ) ;‘A b d al-Na'im Muhamtned Hasanayn, Nizami ■ al-Gancavl şâ'ir alfa iîla (K ahire, 1373= 1954); 'A li A k b a r Şihâbi, Nizami şair-i dastan-sarâ (Tahran, ts. [* 9 5 9 ] ) ; Houtsma, (fulâsa-i Hamsa-i Nizâ- mî (fars. metin, Leiden, 19 2 1); L [ udw ig ] H { ain 1 Nizami Poetae Narrationes et Fa-



bulae persice ... subjuncta versione latina et indice verborum ( Leipzig, 1802 ); Fr. E rd­ mann, Behram Gur und die russische Fürsten­ tochter (Kazan, 1844); ayn. mil., Die Schöne vom Schlosse (Kazan, 1832); ayn. mil.. De ex­ pedition Russorum Berdaam versus ( Kazan, 1826— 1832); H. W. Clarke, The Sikandar Näma ... translated .. . into prose with*.., remarks. . . preface a n d .. . life o f the au­ thor (London, 18 81); A . Sprenger ve A ğ a Muhammad Shoosshteree, Khirad-namehe Iskandary (Bibl. Indica, nr. 12, Calcutta, 1848 ); Hammer-Purgstall, Schirin, Ein .., Gedicht nach morgenlandischen Quellen ( Leipzig 1809 ); J. A tkinson Laili and Majnun, a po­ em ( translated in verse), Or. Transi. Fund (London, 1836); ayn. mil,, The Loves o f Laili and Majnun a poem from the , . , Per­ sian (London, 1894 ve London, 1905 ) ; N . Bland Makhzan ul-asrar, . . Edited with va­ rious readings and a . . . commentary (L on ­ don, 1844); C . E, Wilson. The Haft Paikat



NİZÂM Î — NÎZÂM Î ARÛZÎ.



;



'(* . cild, London, 1924), ■ — Şark taş-basmalarındaki metinler: Hamsa (Tahran, 1261=» 1845} Bombay, 1298=1881; en son taş-bas' . mâsı, Tahran, 1376= 1957) 5 Mahzarı al-asrâr ( Cawnpore, 1869); fJasrav u Şirin ( Bom­ -- bay, 1249= *883; Lahore, 1288= 1871; Luck­ now, 128 8= 1871; Cawnpore, 1881; Lahore, 1310=1892/1893); Laijii u Macnan (L u ck­ now, 2870; Lahore, 1308= 189,0); Sikandar.-n5ma { Calcutta, 1269=1852; Cawnpore, 1878; Lucknow, 1323=1905; Bombay, 1288=1860/ 1861; Loucknow, 1282=1865; Bombay, 1875; Lucknow 1878/1879); H aft Paykar (L u ck ­ now, 1873).— Başlıca yazmalar ve şerhleri için bk. H; Ritter, Hafi Paykar (ayn. nşr., s. VI— . IX); Rieu, Çatal., II, 564— 576; ayn. mil., Suppl., a. 154 v. dd.; Ethe, Çatal., I, 595 v. dd.; Sachau-Ethe, Çatal., I, 487 v. dd.; W . Pertch, . Verz., s. 719 v. d d .; E. Blochet, Çatal., III, 52— 78; Maulavi Abdul Muqtadir, Çatal, o f



the Arabic and Persian Mss . . . a t Bankipore ■ ( Calcutta, 1908), 1, 48 v. dd.; Z. Hada’ik, Fih-



rist-i Kitâbhâna-i Madrasa-i 'A ll-i Sipahsâlâr ....



(Tahran, 1316— 1318 ş. ), s. 524— 532 ; ayn.



mil., Fihrist-i Kitâbhâna-i Maclis-i şârâ-yi . millî (Tahran, 1318— 1321 ş.), s. 198— 202; ... ‘A . Munzavi, Fihrist-i Kitâbhâna-i... Mişkât ;



(Tahran, 1332 ş . ), II, 37 v. d d .; M. T, Dânişpujüh, Fihrist-i nushahâ-i fyxiti-i Kitâbhâ. . na-i Dânişkada-i adabiyât-i Tahran (Tahran, 1339“ i960 ), s. 52 v. d d .; A . J. Arberry v.b.,



The Chester Beatty Library, A Catal. o f the : Persian Mss. and Miniatures (D ublin, 1959, .



i9 6 0 ); 1 ,67, v.d ., 73 v. d ,; 1Î, 29 v.d., 49 v. d., 57 v .d . Şarktaki şerh ve izahlar ile diğer basmalar İçin bk. E. Edwards, A Catalogue



3^7



Dehli ’de saltanat sürmüş ilk üç türk hüküm­ darının tarihi anlatılmaktadır. Bu hükümdarlar şunlardır ı Muhammed b. Sam (588— 602 = ..1192— 1206), K u tb . al-D in  yb e g (602— 607= 1206— 1210) ve Şams al-Din Îl-Tutmış (607— 633= 1210— 1235). Kitap 587 ( 1 1 91 ) ‘de A cmir ’in Mu’izz al-Din tarafından zaptı ile baş­ layıp, Naşir al-Din Muhammed ’in Lâhûr ’a vâli tâyin olunması ( 614 = 12 17 ) ile nihayet bulmak­ tadır. Eserin zeyli ll-Tutmış ve fiitûhâtının medhini ihtiva eder. Bu eser, bütün yakın şark­ ta, zarif bir üslûp örneği olarak, büyük rağ­ bet görmüş idi. Tumturaklı ve anlaşılması güç bir dil ile yazılmış olup, bir çok şiir par­ çaları ile süslenmiştir. Tarihî vak’alar bu karma-kanşık belagat içinden ancak güçlükle çı­ kartabilm ektedir; fakat bunların Hindistan ve Efganİstan tarihi bakımından inkâr kabûl etmez bir değeri vardır. B i b l i y o g r a f y a : Rieu, Catalogue, I, 239; Eiliot-Dowson, History of. India, II, 204— 243; N. Lees ( JRAS, 1868, s. 433); Fiügel, Viyana kataloğu, II, 173 (n r. 951 ) ; W . Pertsch, Die Persischen Handsckriften der ... Bibl, zu Gotha, s. 53; El Blocbet,



Catalogue des mss, persons de la Bibl. Na­ tionals (Paris, 1905), I, 333; C. Saiemann ve v. Rosen. Indices alphabet, codicum mss. persicorum... in Bibl. Imper. Literarum Unipersitatis Petropolitanae ( Petersburg, 1888), s. 12, nr. 578- Müellifin hâl tercümesi için bk. Mirhond (taş-basm,, Bom bay), I, 7. ( E . B e r t h e l s .) A hm ed



NİZÂMÎ ARÛZÎ. NİZÂMÎ 'A RU ZÎ,



B. ‘OMAR B. 'A l I , mahlası Nizami olup, Nacm al-Din (veya Ni?âm al-Din) lekabını taşıyan b ir . o f the Persian printed Books in the British ş â i r d i r . Diğer Nizami ’lerden (bilhassa bü­ ■ Museum (London, 1922), s. 286— 292; A . j. yük şâirden; bk. bu busûsta E. G . Browne, ;.. Arberry, Catalogue o f the Library o f the In­ Lit. Hist, o f Persia. 11, 339 ’ün zikrettiği fık­ dia O ffice, IV/H: Persian Books (London, ra ) ayırt etmek için, ona umumiyetle ‘A rüzi 1937), s. 181, 245 v .d ., 264 v.«L, 252, 287 ( „arûzcu " ) nisbesi verilmiştir. Brown *a göre, : v. d., 490— 493; HSnbSba Muşâr, Fihrist-i Nizami İran ııesirciierinin en dikkate şâyân ve kitâbhâ-yi çâpî-i fârsi (Tahran, 1337 = 1958), en alâka çekicilerinden ve „milâdî XII. asırda bk. fihrist, N işâm î’nin eserlerinin adlan. İran ve orta A sya saray hayatını en çok ay­ / ( A h m e d ATEŞ. ) dınlatanlardan biridir". Filhakika kendisi, bize N İZÂ M Î. NİZAM İ H a ş a n , tam ismi ile, intikal eden tek eseri Çâhâr-makala ’nin ba­ Ş a d r a l . D I n M u h am m ed b. H a s a n , i r a n 1 1 şında yazdığı gibi, 45 yıl Gûr hükümdarlarına t a r i h ç i , N işâp ü r’ da dünyâya gelmiş, şeyhi sadâkat ile hizmet etmiş bir saray şâiri id; Muhammed K u fi ’nin tavsiyesi üzerine, üslûp ( şu hâlde XI. asrın sonlarında doğmuş olma­ sahasındaki büyük kabiliyetini değerlendirmek lıdır ). Bâzı parçaları dışında, şiirlerinin heps: maksadı, ile, Gazne ’ye gitm iştir. A ğ ır bir has- kaybolm uştur; DavlatşSh ( nşr. Browne, s. 60 talik yüzünden, G azn e’yi terkederek, D e h li’de1 v.d.) yalnız bir kıt’a vermektedir ki, bu gâiibâ yerleşmiş ye orada, rivayete göre, Pathan sul­ Nizami ‘A r ü z i'y e âit değildir; ‘A v f iJLubâb tanlarının sarayında, vak’anüvis olarak, bir va­■ nşr. Browne, s. 207 v.d.) beş şiir parçası zikr­ : i i f e bulmuş ve 602 (120 6)’de, kendisine büyük etmekte (çoğu muhtelif vesileler ile irticalen şöhret te ’min eden tarihî eseri, Tâc al-ma’ Sşir• söylenm iştir) ve Nizami ’nin bir kaç mesnevi f i târih ’i yazmağa başlamıştır. Bu eserde., yazdığını ve bunların adlannının kaybolduğunu



3*8



NİZÂMI ARÛZÎ — NİZÂM-ŞÂH.



söylemektedir. Nizâmı 'nin bayatı bak kındaki işaret etm ek gerekir. NtzSmi 'nin eseri şu mü­ bilgiler yalnız kendisi tarafından verilmiştir. ellifler tarafından zikredilmiştir : ‘A v fi { Lubâh ), 504( u ı o / ı ı ı ı ) ’te Semerkand 'da bulunuyordu İbn Isfandiyâr ( Târih-i f'abaristân ), Mustavfi ve şâir Rudaki ’ye dâir rivayetleri toplamakta K a zv in i ( Târih-i gu zıd a ), C a m i ( Silsilat alidi ( Çahâr makâla, metin, s. 3 3 ); 506 ’da Beli» zahah ), Ğ affari ( Nigâristân ). K âtib Çelebî 'te ‘Omar Hayyâm ile karşılaşır ( ayn. ear., s. Çahâr makâla ’ den ayrı zannettiği bir Macma‘ 6 3 ) : 3 yıl sonra H e r a t'ta ikamet eder ( agn. al-navâdir ’den bahsediyor ise de. M irza Mu* ear., s. 44)5 ertesi yıl ( 5 1 0 = 1116/1117 ) N ı- haınmed K a zv in i bunun aynı eserin ikinei bir şap ü r'd a ibtiyae içinde kalır (agn. ear., s. 9 ); adı olduğunu ortaya koymuştur. B i b l i y o g r a f y a ' . Ni jâ m i ‘A r ü ii 'nin sonra T u s civarında karargâh kurmuş olan Sul­ eseri mükemmel bir şekilde, M irza Muhamtan Sancar’in teveccühünü kazanmak ümidi ile, med K azvin i tarafından neşredilmiş ve E.G . oraya gider ( s. 4° v.dd.); T üs ’ta Firdavst ’nin Browr.e tarafından İngilizceye tercüme edil­ mezarını ziyâret eder (s . 5 1 ) ve onun hakkın­ miştir ( GM S, XI, fars. metin, 1910; ıngî. da kitabına dercettiği ( s. 47 v.dd.) bilgileri top­ trc., 1921 ). Bir taş-basma nüshası Tahran'da lar. Gâlibâ Sâncar ’in baş şâiri Mu’izzi ’ nin teş­ ( 1305=1887) çıkmıştır. [B u metin, haşiyele­ viki ile, hükümdarın dikkatini çekmeğe muvaf­ ri ve nüsha farkları olmaksızın, bir de 1345 = fak olur; ikbâli ve şöhreti, muhtemelen, bu de­ İ927 ’de Berlin 'de neşredilmiştir; nihayet bir virde başlar. 512 'de yine Nişâpür ’da bulun­ de M. Mu'in tarafından, yeni tashih/şerh ve maktadır (s . 6 9 ); 514 yılında, Mu’iz zi 'nin ağ­ ilâveler ile, yayınlanmıştır ( Tahran, 1955— zından. Mahmüd ile Firdavsi ’ye dâir bir fıkra as­ lında îlçi-i Nizâm -Şâhi ( „D e k k e n ’deki Ni­ zâm Şâh İn elçisi“ ), HÜR ş â h B. K u b ÂD ALH ü SAYN Î, farsça yazan bir t a r i h ç i . ' Irak-ı Acem ’de doğmuş olan bu müellif Sultan Bur­ han ( bk. mad. NİZÂM-ŞÂH] İn- hizmetine girdi. Sultan Burhan şılliği' kabûl edince, kendisini Safevîierden Şâh Tahm âsp nezdine elçi olarak gönderdi. Hürşâh 952 recebinde (1545 eylül) Rey ’ e vararak, Allrâş-M irzâ 'ya karşı açılan 953 ( 1546 ) senesi seferi esnasında, şâh ile bir­ likte, Gürcistan ve Ş ir v a n ’a gitti. Sonra muh­ temelen, bâzı fasılalar İle, 9?x ( 1563 ) *e kadar, İran ’da kaldı. 15 zilkade 972 (24 Hazîran 1564) 'de G o lko n d a’da öldü, ■ ■ Hürşâh İn başlıca eseri Târih-i llçi-i NizâmŞâh, Adem 'den başlayan umûmî bir tarih olup, Tabari, Bayzâvi, Târih-i guzida/Zafcsr-riama, H abib al-siyar, „Şâh T a h m â sp ’ın hâtıraları" v.b. gibi kaynaklara dayanmaktadır. Eser bir ön söz ile 7 makâla ’ye ayrılmış olup, her ma­ kata ayrıca bir çok g a f la r 'a bölünmüştür. Bu eserin en mühim kısmı Şah Tahm âsp devri ( British Mus., yazm. Or. 153; 972 = 1565 ’te yazılmıştır ve 969 yılına kadar olan hâdiseleri ihtiva e d e r) ile Hazer eyâletleri ( MâzândarSn, G ilân ve Ş irv a n ) mahallî hükümdar sülâlele­ rine âit olan kısımlardır, British M useum’dâki iki yazma, muhteva bakımından, farklıdır: Add, 23513 (1095 = 1684 ’te yazılm ıştır) nüshası eseri devam ettiren biri tarafından eklenmiş ve Ahm ed b. Muhammed G a ffa r ı’nin Çihân-örâ sından alınmış parçalar ihtiva etmektedir. Or. 153 ’teki daha sonraya âit ilâveler, hattâ 1200 'e gitmektedir. F ir iş ta ’ye göre; „Ş âh Hürşâh“ , D e k k en ’li İbrahim Kutb-Şah zamanında (957— 988) bir de Kutub-Şâhiler [b . bk.] tarihi yazmıştır.' Bu vakıayı kendisinin 952— 971 arasında devamlı olarak İran 'da kalmış olması keyfiyeti ile uz­ laştırmak güç görünmektedir." • ' '' B i b l i y o g r a f y a : Rieu, Catalogüe, s. 107— 1 1 1 ; Schefer, Chrestomathie persane { 1885 ), İL 56— 103 ( not s. 65— 133 ) ’te ese­ rin Hazer eyâletlerine dâir olan parçalarını yayınlamıştır. ( V. MlNORSKY.) N lZ Â M -O L -M Ü L K . NİZÂM a l-M U L K , H a ­ ş a n B. ‘A l I B. İSHÂÇ AL-Tös! ( 1018— 1092), büyük S e lç u k lu imparatorluğunun m e ş h û r v e z î r i ve işlâm şarkin büyük dev­ let adamlarından biri. H orasan ’ın eski kültür merkezlerinden T üs şehrine bağlı Nükân ka­ sabasında 2X zilkade 408 (10 nisan t o ı 8 ) ’de doğan Haşan, babası Nükân dihkanı ‘A li b. îs h â k ’ın İdâri vazife gören Servet sahibi bir



III, fasıl XVII).



33®



NIZÂM-O l-M ÜLK.



adam olması dolay ısı ile, iki kardeşi ile birlikte, devrin en iyi şartları içinde yetişm ek imkânları* na sahip bulunuyordu. Nitekim kardeşi A bu '1Kâsim ‘A bd A llah zamanının ünlü fatihlerin ­ den biri idi. Haşan da, tahsil ve terbiyesine gösterilen ihtimam sayesinde, daha II— ıs yaş* larında, K ttr’an 'ı ezberlemiş, sonra şâfiî fıkhı ile alâkalanarak, genç yaşında bu fıkhın nazariyâtım iyi bilenler arasına geçmiş, aynı zaman­ da tanınmış edip ve muharrirler ile de dostluk kurmak ve edebiyat sahasında ciddî mesaî sarfetmek sûretiyle, iyi yazm a ve güzel konuşmada zamanının seçkin simalarından biri olmuş idi. Böylece dinî ve edebî kültür ile mücehhez olarak, tab'ında daha çok meyil hissettiği ida­ reciliğe atıldığı zaman, büyük bir kabiliyet gös­ teren Haşan, başlangıçta, , babası He birlikte, G azne devletine bağlı Horasan umûmî valisi A bu '1-Fazl Süri ’nin maiyetinde vazife görmüş, Gazneliier ile Selçuklular arasında cereyan eden ve H o rasa n ’ın Selçuklulara intikalini sağlayan 24 mayıs 1040 ’taki Dandânakân sa­ vaşından sonra, kısa bir müddet için, Gazne 'ye gitmiş ise de, tekrar Horasan ’a dönerek, Selçuklu hizmetine girmiş ve A lp Arslan [ b. bk.] ’m Belh vâiisi A bu ‘A li b. Şâdân tarafından vilâyet işlerinin tedvirine me’ mûr edilmiş idi ( İbn Findik, T â r ik -i B a y h a k , nşr. A . Bahmany â r, Tahran, 1317 ş., s. 78 v. d.). Haşan daha sonra, Merv ’e, A lp A rslan ’ın yanma çağırıldı ve Sultan Tuğrul B eg [ b. bk.] 'in ölümü üzerine, A lp A rslan ’m kardeşi ve veliahd olup, Selçuk­ lu veziri ‘A m id al-Mulk A bu Naşr al-Kunduri tarafından desteklenen SuiaymSn ile giriştiği taht mücâdeleleri sırasında, idare ve siyâset sahasındaki ileri görüşleri ve yerinde tedbirleri dolay ısı ile büs-bütün dikkati çektiğinden, 13 zilhicce 455 {6 kânun I. 10 63)’te A lp Arslan ’m veziri oldu (bk. İbn Findilp, göst. y e r . ; Subk i, Tabakât a l-şâ fi'Iy a , Kahire tab,, İH, 136; Hvgndmir, D a stS r al-vuzarâ', nşr. S a 'id N afisi, Tahran, 1317 ş., s. 15 1). A lp A rs la n ’m nisan 1064 ’te resmen Selçuklu sultam ilân edilmesi­ ni müteakip, Selçuklu devleti vezirliğine getiri­ len Haşan ’a, halîfe ai-Kâ’im bİ-Amr A llah ta­ rafından, nizâm al-m uîk ve kivânı al-davla va ‘i-d în lekapları verildi ve ayrıca r a ity a amir al-m u’ m inîn unvanı ile de taltif edildi. Nizâm-al Mülk 1064 senesinden vefat ettiği 1092 ’ye kadar, 29 yıl fâsılasız devâm eden vezirliği esnasında, büyük Selçuklu imparator­ luğunun en büyük mes’ûliyetli adamı sıfatı ile ve yüksek bir dirayet ile vazife görmüş, muha­ rebe meydanlarında cesareti ve isabetli ka­ rarları ile olduğu ¿adar, devlet teşkilâtında, askerî, idârî ve mâlî sâhalardaki icrâât ve yap­ mış olduğu yenilikler ile de, bu türk devleti­



nin sağlam temeller üzerine kurutmaBi ve ge­ lişmesinde başlıca âmil .olmuştur, ö n c e Sultan A lp Arslan *a, sonra onun: oğlu M elikşah’a ' Selçuklu devleti tahtını te ’min etm ekte mühim ' hizmeti geçmiş olan Nizâm al-Mulk A lp ArBİan *ın kardeşi Kutaimış [b . bk.] ile ve Sultan Melikşah 'ın amcası Kara Arslan Kavurd, [ b. ■ bk.] ve kardeşi Tökİş İle vâkî mücâdelelerinde meşrû Selçuklu sultanlarının feragat edilemez yardımcısı olmuş ve A lp A rslan tarafından, her ihtimâle karşı, memleketi tutmak vazifesi ile Hemedan ’a gönderildiği için iştirak eder mediği Maiazgird [ b. bk.]. meydan muharebe­ si hâriç, Selçuklu fütuhat muharebelerinde, hükümdarlar ile birlikte, hazır bulunmuştur. Nizâm al-Mulk meselâ âsî Kavurd ’un ortadan kaldırılması, hatâlı dinî siyâseti ile memleke­ tin huzûrunu bozmuş olan selefi vezîr al-Kunduri ’nin öldürülmem gibi hâllerde görüldüğü üzere ve şüphesiz Selçuklu devletinin bekası endîşesi ile, çok kere sert tedbirler alırdı; bu hizmetİerine karşılık da, kendisi sultanlarsa dâimfi mükâfatlandınlırdı. A lp Aralan zamanında ona geniş iktâlar verilmiş ve Melikşah tah ta çık­ tıktan sonra, vezirin doğduğu ülke olan T ü s vilâyeti de bu iktâlara ilâve edilmiş îdi. K ay­ naklarımız bu münâsebetle Nizâm al-Mulk 'e, . Suttan Melikşah tarafından, atabey unvanının da verildiğini yazarlarsa da, türklerde eskiden beri mevcut olup ( bk. N. Kozmin, trk. tire. A . Caferoğlu. T M ; V , 368), aslında hükümdar oğullarını siyâset ve idâre işlerinde yetiştirm ek­ le vazifeli atabeylerin şehzadeler küçük yaşlar­ da iken tâyinleri icâp ettiğinden £bk. mad. ATA], Nizâm al-M ulk’ün de çok daha eski tarihlerden beri, M elikşah'ın atabeyi olması gerekir. . . Vezîr Nizâm al-Mulk teşkilât sahasında, Sâmânî ve. Gazneli Örneğine uygun şekilde, Sel­ çuklu imparatorluğunun saray teşkilâtını ve bü­ yük divânım ( merkezî hükümet teşk ilâ tı) kur­ muş, yâni vezâret, ıstîfâ (m âliye), arz (m illî m üdâfaa), işrâf ( t e f t iş }, tuğra ( hâriciye ) divânlarmı ( n ezâretlerini) ve İslâm an’anelerine dayanan mahkemeleri vücûda getirmiş (ta fsilâ t için bk. İsmail Hakkı Uzunçarşıh, Osmanh dev». leti teşkilâtına medhal, İstanbul 1941, ş. 20— . 63), ayrıca meliklerin emirlerindeki eyâletler­ de küçük divânlar te’sis etmiş idi ki, onun ta­ rafından meydana getirilen bu idârî teşkilât daha sonraki bütün ıslâm-türk devletlerinde, ufak-tefek değişiklikler ile, devâm ettirilmiştir. Dinî sâhada ise, Nizâm al-Mulk Selçuklu im­ paratorluğundaki mezhep münâferetlerini orta­ dan kaldırmağa mâtûf olarak, selefi al-Kundu­ ri ’nin tâkip ettiği eş’arîleri tel'în ve şâfiîlerî tâkîp siyâsetine son vermiş ve memleketi terk-.



:f



■^ : 'i •; O - =--J v T--



5 *:v



•■■•-- :■■■• 53 S Musil, The Middle Euphrates ( Ne w York, 1928), s. 39, not 3 1; 41, not 32 ; 247, 329. ( E. H o n ig m a n n .) N U K K Ä R . [ Bk. n Ok k â r .) N U K R A . [ Bk. [ Bk. N U K R E .] N U K R E . AL-N U KRA, C a b a l H a v r a n g a r b ı n d a k i t a ş l ı k ü l k e , „ Ş a r k î Ür­ d ü n ’de T r a o h o n “ k e n a r ı n d a bi r o v a olup, buraya verilen al-N ukra ( „çukur“ ) adı yenidir. Bu ad ile bilhassa al-B aşaniya ( mer­ kezi : A z r i'â t ) ve Havran ( bu isimdeki dağın garbında ) memleketlerini içine alan bir bölge, yâni Şerîa nehri şarkındaki ülkenin bütün şimâl kısmı kasdedilir [ bk. mad. B E S E N lY E ]. Ge­ niş mânası İte alındığı zaman, al-Nukra ismi ile âl-Lecâ’ , Caydür ve al-Balkâ’ 'dan Cabal Hav­ ran eteğine kadar uzanan bütün memleket ve dar mânası ile de, bu memleketin yalnız cenûp kısmı anlaşılır. Her ne olursa-olsun, al-Nulçra memleketi al-Şanamen ’ den Cabal al-Durüz ( H avran ) 'a kadar uzanır. Araplardan önceki süryânî metinlerinde de geçen şu m evkiler alN ukra'ye âit bulunmaktadır: Mü’ atbin veya Mü!tabin , Tubnâ (şim d i T ib n e), al-Mahacca, Obta‘ , ‘ Olma, al-Musayfira ve al-Faddayn. B i b l i y o g r a f y a : NÖldeke ( ZDMG, XXIX, 431, not 1 ) ; Buhl, Geographie des alten Palästina (F reib u rg in Breisgau ve Leipzig, 1896), s. 15, 43 v.d., 84; Dussaud, Topo­ graphie de la Syrie ( Paris, 1927), s. 323. _ (E . H O N IG M A N N .) N Ü 'M A N . [ Bk. NÛMÂN.] N Û M Â N . a l-N Ü M Ä N b . A b ! ' A b d A l l a h M u h a m m e d b . M a n ş ü r b. A h m e d b . H a y yü n a l - T a m Î m î a l -I s m â ' î l İ a l -M a ğ r i b I A bu H a -



NÎFA (? — 974 ), en büyük



ism âilî fıkıh â l i m i olup, M ısır’da ilk Fâtımîlerin öncülerindendir, al-Nu'mân, rivayete göre, kayravanlt bir mâlikî âileye mensup olup, genç yaş­ ta ismâilîliğe intisap etmiştir. Doğum tarihi doğru olarak bilinmemekte ise de, hicretin III. asrının sonlarına doğru dünyaya gelmiş olması muhtemeldir; Fâtımîlerin yanındaki vazifesine, al-Mahdi ( i l k Fâtımî h a lîfesi) ’nin hizmetine girmesi ile başlar. Bu halîfeye, onun hayatının son 9 yılında, yâni 313— 322 ( 925— 934 ) ara­ sında, hizmet etm iştir; daha sonra «J-Kâ’im (2. Fâtımî halîfesi)’in bütün hayatı boyunca hiz­ metinde bulunmuştur. Bu zaman zarfında alNu’ mân bilhassa tarih, felsefe ve fıkıh ilimleri ile meşgul olmuş ve sayısız eserlerini kaleme al­ mıştır. al-Kâ’im ( 335=946 ) ’in ânî ölümünden az önce, al-Nu‘ mSn kadılığa tâyin olunmuş idi,



kûmân al-Manşur {3. Fatımî halîfesi) zamanında mev­ kii yükselmiş, kendisinden 2 yıl sonra ölen 4. Fatımî halîfesi al-Mu'izz ( ölm. 365=976 ) za­ manında nuf&zunun en yüksek noktasına var­ mış idi. al-Nu'mân ’m, büyük oğlu 'A li 'ye ilk olarak tevcih olunan kâzi ’l-ku iâ t ’lığa resmen tâyin edildiği sanılmamaktadır; fakat al-Mu‘izz zamanında, al-Nu'mân geniş salâhiyetler elde edip fülen en yüksek kazâî makamı işgal etti ve da'va ( ismâilîlerin telaffuzu ile da vat) silsile-i merâtibinin en mühim şahsiyetlerinden biri oldu. K âz i al-Nu'mân kendisini ilim ve san'ata vermiş büyük kabiliyette bir kimse, dikkate değer bir âlim, verimli bir müellif ve namuslu bir hâkim idi. H ayatı hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Yalnız fıkıh ve felsefe tetkik­ lerini derinleştirmek ve sayısız eserlerini ka­ leme almak için, münzevî bir hayat sürmüş olduğu muhakkaktır. al-Nu'mân ismâilî fıkhını kurmuş olup, kendisi bu fıkhı en iyi temsil eden­ lerden sayılm aktadır. İsmâilîlerin rivayetine bakılırsa, çağdaşları olan imamlara danışma­ dan bir şey yazm azdı; en büyük eseri olan Da’â’ im al-islâm ( „islâmm dayanakları“ ) ki­ tabına imam al-Mu'izz ile K â zı al-Nu'mân 'ın müşterek çalışmalarının bir meyvesi gö ­ zü ile bakılmaktadır ve bu sebepten eser bü­ yük bir kaynak olmuş, al-M u'izz'in saltanatın­ dan itibaren, bütün Fâtımî devletinde resmî bir lcanûn külliyâtı sayılmıştır. al-Nu'mân yalnız bir fıkıh âlimi olmayıp, aynı zamanda ,ı4 s5s alta’ v il ve T a'vil al-da'â’im ( Ta’v i l ), Şarh alahbâr v eİftitâ h al-da‘ va ( Ahbâr ) ve al-Macâlis va ’l-musâyarât ( V a 'z) adlı eserleri is­ mâilî âlimlerince en esaslı kaynak sayılmakta ve hâlâ dikkatle okunmaktadır. al-Nu'mân seçkin kadılar yetiştiren bir aile­ nin ceddidir. Oğullarından ikisi, Muhammed ve 'A li, Icâzi ’l-kuiâ t mevkiine yükselmişlerdir. K âzi al-Nu'mân eski Kahire ( M ısır) ’de 29 cemâziyelâhır 363 ( 27 mart 9 7 4 )’te ölmüştür. al-Nu'mân çok verimli ve çeşitli mevzularda eser yazmış bir müellif idi. 44 eserinin isimleri bize intikal etmiş olup, bunlardan 22 'si kayb­ olmuştur. Hindistan’ın garp ismâilîleri, 18'i tam ve 4 'ü eksik olmak-üzere, 22 eserini muhafaza etmişlerdir. Burada eserlerinin tam bir listesi­ ni verecek yerde — ki başka yerde de bulunabi­ lir — onları mevzularına göre sınıflandırarak, en mühimlerini zikredeceğiz: A . f ı k ı h : 14 eser ( Kitâb al-izâh, Da a im al-islâm, Muhtasar al-âşâr ); B. m ü n a z a r a : 5 eser ; C. t e’v i 1 (rem zî tefs ir): 3 eser ( Asâs al-ta'vil, Ta’v il al-da'â'im ); D. h a k â i k { bâtmî felse fe ): 4 eser; E. a k â i d ; 6 eser ( al-Kaşida al-muktâ ra ); F. a h b â r a 1-s i r a s 3 eser ( Şarh al-



.



ahbâr ); G. t a r i h : 2 eser ( Iftitâh al-da va ); H. v a a z : 3 eser (al-Macâlis va ‘l-m asayarâi); ve t. m u h t e 1 i f : 4 eser. B i b l i y o g r a f y a K â zi al-Nu‘m ân'ın hayat ve eserleri hakkında bilgi için bk. J R A S , 1934, s.. ı — 3 2 ; aynı zamanda muhtasar bilgi için b k Fyzee, Ism aili Law o f W ills ( O xford, 19 3 3 ), s. 9— 14 ve Ivanow, Guide io Ism aili Literature ( R oyal A siatic Society, London, 1933, s. 37™ 4)• (FYZEE.) N Û M Â N . a l -NU:M A N b . B a ş ÎR a l - A n ş â r î ( 622 ? — 684 ) , E m e v î l e r i n . K ü f e v e H u m u s v a l i s i . Bâzı müslüman müelliflerine göre, al-Nu‘ mân hicretten sonra dünyaya gelen ilk ensârîdir. Babası Başir b. Sa'd [ b. bk.] Pey­ gamberin başlıca esbabından idi ve annesi'Am ra bint Ravâha büyük bir itibâra sahip o la n 'A b d A llah b. Ravâha [ b. b k . ] ’mn kız kardeşi idi. H alîfe 'Osm an 'ın katlinden sonra, ona bağlı olan al-Nu'mân. 'A ti 'ye bi’at etmekten kaçındı. Pek mevsuk sayılmayan bâzı rivâyetlere göre, halîfenin kanlı gömleğini, bir başka rivâyete göre ise, ayrıca zevcesi Nâ’ila 'n in kesik par­ maklarını da Şam 'a götürmüş ve bunlar Mu‘âviya tarafından camide teşhir edilmiştir. Şiffin [ b. bk. ] muharebesinde sadâkat ile Mu'âviya ’ nin yanı-başmda savaştı ve dâima onun sevgisine mazhar oldu; hâlbuki diğer ensâr Emevî sarayından uzak tutuluyordu, 39 (6 5 9 / 660) yılında, al-Nu'mân, M u'âviya 'nin emri üze­ rine, Suriye — Elcezîre hudûdundaki ‘A yn alT am r’i'A U adına işgâl etmiş olan Mâlik b. K a'b a l-A rh a b i’ye karşı bir sefer açtı, 'A y n al-Tamr 'i muhasara etti ise de, bir netice alamadan, geri çekilmek zorunda kaldı. Yirmi sene sonra Küfe 'ye vali tâyin olundu. Aslında kendisi bu mev­ kie tamâmen uygun bir adam değil id i; çün­ kü 'A li 'ye ve tarafdarlanna karşı beslediği düşmanlık şehrin şiî halkının hoşuna gitm i­ yordu. Zâten kendisi, Y a zid b. M u'âviya'nin gözde şâiri al-Ahtal [ b. bk, ] tarafından hucÛma uğrayan ensâra karşı yakınlık duygusunu hiç saklamıyor ve kabilesi efradına karşı yapı­ lan kötü muâmeleler hakkındaki düşüncele­ rini çekinmeden söylüyordu. 60 y ılı recebinde (nisan 6 8 0 ) Y a zid iktidara geçince, ona v a ­ zifesinden ayırmadı ise de, ai-Nu'mân valilik­ te uzun zaman kalmadı. al-Nu'mân riyazet eh­ li bir insan olarak tasvir edilm ektedir; kendisi Kur’a n ’m hükümlerine lâyıkı ile vâkıf id i; fa­ kat onun riyazeti aşırı bir şekilde değil id i; müzikli eğlencelere düşkünlüğü de kendisinin hafif meşrep telakki edilmesine sebep olmuş­ tur. Siyâsetinde, ap-açık baş kaldırma ile karşı­ laşmadığı takdirde, oldukça müsamahalı dav­ ranmıştır. Husayn taraf darı Muslim b. 'A k il, halkın duygularım anlamak için, K üfe 'ye gel­



NÛMÂN. diği ve orada bir çok kimseyi H u sayn ’i tanı­ mağa hazır bîr vaziyette bulduğu zaman, alNu'mân tarafsızlığını muhafaza etti ve onun telkinlerine manî olacak bîr harekette bulun­ madı. Bu durum karşısında K ü fe'd eki Emevî tarafdarlan halîfeye yazarak, tehlikeli duru­ mun hükümet emirlerini yerine getirebilecek kudretli bir adamın varlığını gerektirdiği, alNu'mân’ ın ise, hakikî veya sahte bir zaaf ile, hâdiseleri kendi seyrine bırakmak ve halka sâ­ dece sâkin olmağı tavsiye etmekle yetindiği üzerinde dikkatini çektiler. Y a zid bu meseleyi müşavirleri ve bilhassa nufûzlu İbn Sarcün ile birlikte tetkik ettiği zaman, bu sonuncusu ha­ lîfeye Mu'S viya 'nin ölümünden az bir zaınan önce imzaladığı bir emirnameyi g ö ste rd i; bu emirnamede K ü fe 'd e aynı vazifenin o zaman Basra valisi bulunan ‘Ubayd A lla h b. Ziyâd [ b, bk.] 'a tevdii yer almakta idi. A dı geçen şahsa karşı hiç bir sevgisi olmamasına, rağmen, Y a zid . babasının irâdesini yerine getirerek, ‘Ubayd Allah b. Ziyâd 'a, Basra valiliğini de muhafaza etmek şartı ile, Küfe vâliliğini tevdi etti. Bunun üzerine, al-Nu'mân acele olarak, Suriye ’ ye döndü. Medine halkı 63 ( 682) yılı başlarında isyân ettiği ve şehirden bütün Emevîleri kovduğu zaman, Y azid , silâha müracaat etmeden önce, müsamaha ile hareket etmeği denedi ve halka silâhlı bir mukavemetin netîce vermeyeceğini anlatmak ve halkı bi’ate dâvet etmek maksadı île, Medine ’ye başında al-Nu'­ m ân ’m bulunduğu bir hey’ et gönderdi. A yrıca murahhaslar Mekke’ye gidip, serkeş ‘ A b d A l­ lah b. Zubayr [ b. bk.] ’i Y a z id 'e bi’at etmeğe zorlamak emrini de almışlardı; fak at al-Nu'm§n 'm ihtarları ve tehditleri hemşehrilerine te'sir etm edi; bunun üzerine halife iki mukaddes şehre karşı silâh kullandı [ bk. mad. YAZİD B. MlfÂVlYA ]. Y a z id 'in rebiülevvet 64 (teşrin II. 683} 'te ölmesi üzerine bu ara Humus valili­ ğini almış olan al-Nu'mân ‘A bd Atlâh b. Zu­ bayr 'in tarafım tuttuğunu açıkça beyân e t t i; fakat aynı senenin zilhicce ( temmûz/ağustos 684) veya 65 muharreminde ( ağustos/eylûl 684) ‘A b d Allah b. Zubayr 'in en kudretli tarafdarı olan al-Zahhâk b. Kay s al-Fihrl [ b. bk.] Marc Râhit ( b. b k .]’ta mağlup olunca, bu durum alNu'mân 'in kaderi üzerinde de müessir oldu. Selâmeti kaçmakta aradı ise de, yakalanarak, öldürüldü. A rap tarihçilerine göre, Ma‘ arrat alNu'mân [ b. bk.] şehri adım ondan almıştır. B i b l i y o g r a f y a : İbn Sa'd (nşr. Sachau), VI 35; T ab a ri ( nşr de Goeje ), bk. fihrist; İbn al-A şir, al-Kâmil (n şr. T o rn b erg}, I, SHi H, 85, 303, 382; 111, 134, 228 315, 430; IV, 9, 15, 17, 19 75, 88, 120, 1 23— 125; Y a'kübi (nşr. H outsm a). II, 219, 228, 278,



Î5!



301, 304 v.d, ; a!-Dinavarİ, al-Akbar al-fivSl (nşr. Guirgass ), s. 239 v.d., 243, 247, 273; al-M as'üdi, Murac (Parts tab.),TV, 29Ğ v.d.; V , 128, 134, 204, 227 — 229; Abu ’1-Fİdâ’ (nşr. Reiske), 1, 77. 383, 393, 405, 407; Kitâb al-ağSnî ( bk. Guidi, Tables alphabéti­ ques ) ; Caetani, A n n a li deli ‘Islâm, VIII, 323; IX, 233, 355; X, 275 v. dd. ; bk. bir de fihrist; Wellhausen, Das arabisehe Reich und sein Sturz, s. 47, 82, 94, 96, n o ; Lnmmens, Etudes sur le règne du ca life ornaiyade Mdâwia /«r, s. 43, 45, 58, 110, 116, 407 ; ayn. m il, Le califat de Yazid U', s 119 V. dd., 137, 140, I42, 207, 215, 221, 228. ( K . V. Z e t t e r s t é e n .)



N Û M Â N . NU'MÂN B. A L -M Ü N Z ÎR ( künyesi Abu Kâbüs veya Abu Kubays ), a i-H i r a [ bk. mad. LAHMj ’ d e k i L a h m î s ü l â l e s i n i n s o n h u k ü m d â r ı . Sülâlenin araplarca ta ­ nınan en meşhûr mümessili olmakla beraber, muhakkak ki, en mühimi değildir, Ssk-sık şâir­ ler tarafından zikredilmekte ve vaziyete göre, bâzan medih ve bâzan da zemmolunmaktadjr Kendisinin en iyi saray şâiri bilhassa aî-Nâbiğa al-Zubyâni [ b. bk. ] ’dir; 'A d i b. Zayd al'fbâdi ile olan münâsebetleri için aş. bk. Araplarca meşhur olması, hayatı v e faâliyeti hakkında hayli bilgiye sâhip olunduğı, mânasına gelmemelidir. Şiirlerden elde edile bilen bilgi, tarih bakımından, pek ehemmiyetli değildir ve tarihçilerin kendisi hakkında yaz­ dıkları daha da değersizdir. Umumiyetle arap­ ların Lahmi sülâlesi hakkında iieri sürdükleri rivayetler kısmen çağdaş olan Gassan ve Kinda sülâlelerinlnki ile aynı mâhiyettedir. Bun­ dan başka, rivayetlerde aynı ismi taşıyan şa hışlar sık-sık birbirine karıştırılmaktadır. Ara;, kaynaklarından daha güvenilir bâzı yabana kaynaklarda rastlanan bilgi ise, üzerinde tari­ hî bir izah yapılamayacak kadar ehemmiyet­ siz ve tahminidir. Bu husûstaki malzeme içirbk. Nöldeke, Geschickte der Perser und A r c ­ her zur Zeit der Sasaniden ve G. Rothsiein D ie Dynastie der Lakmiden in al-H îra ; bı âlimler bu malzemeyi mümkün olduğu kads tenkidi bir tetkike tâbi tutmuşlardır. at-Hira hükümdarları İran hükümdarlarınıtâbii oiup, onlar tarafından nasbedilmiş ve hudu boyu arap halkı ile kendilerine tâbi çöl araplarmı birleştirmek ve bÖyleee ülkeyi bedevile­ rin akın ve yağmalarına karşı korumakla va zifelendirilmişlerdi. al-Nu'mân milâdî 580— 60; 'ye doğru, belki de daha sonraları hukün sürmüş olmalıdır. Babası al-Munzir b, Hind Kinda sülâlesine mensûp meşhûr bir kadı­ nın birbiri ardınca al-Hira tahtına geçmiş olan üç oğlundan biri idi. Annesi ise, müte-



NÛMÂN -



NÛR.



Précis de linguistique sémitique ( tre. W . vâzî menşe’li olup, rivayete göre, Medine ci­ M arçais ve M. Cohen ), Paris, 1910, s. 74, varında yajayan bir kuyumcunun kızı id i; hü­ 87 ; ayn. mil., Grundriss d. vergl. Grammatik kümdarın düşmanları hicivlerinde bu husûsta d. sem. Sprachen ( Berlin, 1908 ), l, 136 v.d., istifâde etmişlerdir. 173 v. dd., 202 v. dd., 220 v. dd. ; A . Schaade, Çabası al-Munzir 'in ölümünden sonra, Iran Sibaaiaihi's Lautlehre (Leiden, 1911 ),fihrist. hükümdarı ( Hormizd IV.), yerine birini tâyin _ ( A . J. W e n s i n c k .) etmeden önce, bir müddet beklemiştir. Nihâî N U R [ Bk. n û r , ] olarak al-Nu‘ mân 'ın tâyini, İran hükümdarının N Û R . NÜR ( a .) , ı ş ı k . arap işlerine bakan kâtibi olan ve âilesi al1. Tabiat bilgisinde Nu'mân ’a bağlı bulunan arap şâiri 'A d i b. Zayd a'.-lbâdî [ b. bk .] ’nin nufûzu ve mahâreti sâye- 1 Nûr kelimesi zari . bir de zuri ve ziya (b u sinde olmuştur. al-Nu'mân devrine âit hakîka­ son kelime bâzan cemi olarak kullanılmıştır) ten mühim hâdiseler olduğu hakkında hiç bir 'nm müteradifidir. Bâzı müelliflere göre, zav’ k a yıt yoktur. A rap kabileleri ile bir takım mü­ ( Uya ) 'ın nur ’dan daha kuvvetli bir mânasıcâdeleler ve kendi hayatı hakkında bir takım vardır ( bk, Lane, Arabic-Engtish Dictionary, mad. ¿A V ’ ) ; bu fikrin temeli Kur’an ’ daki bir â­ fıkralar anlatılm aktadır. Bütün cedleri gibi, başlangıçta putperest y et (X, 5 ) olup, burada güneşe ziyS ve aya nâr olan al-Nu'mân sonra hıristiyanlığı kabûl et­ denilmiştir. Bundan çıkarılan netîce, yâni esas miş, fakat bu kendisinin, eskisi gibi, bir çok ka­ olarak bizatihi parlak olan cisimlerin (msl. gü­ dın ile evlenmesine engel olmamıştır. Bununla n eş) ışığı için ziya kelimesinin ve bizâtibî par­ berâber, ailesinde daha önce hıristiyanlar var lak olmayan cisimler ( msl. ay ) tarafından gön­ idi. Yukarıda bahsi geçen büyük annesi Hind derilen ışık için nar kelimesinin kullanılması, bir manastır kurmuş idi [ bk. mad. Hî r e ] ve Peygam ber zamanında araplarm tabiat hakkınaynı adı taşıyan kız kardeşi ( başkalarına gÖ­ daki çok iptidâi bilgileri düşünülecek olursa, re k ı z ı) de rahibe idi. a!-Nu man, hayatının doğru değildir ve daha sonraki yazılarda da bu­ sonlarına doğru, şâir 'A d i b. Z a y d ’ i, düş­ nun doğruluğunu isbat edebilecek hiç bir şeymanlarının teşvikma uyarak idâm ettird i; fa­ yoktur. A rap orta-çağım n parlak devrine âit k a t rivayete göre, sonraları şâirin bir oğlu­ coğrafî v e İlmî eserlerde ( İbn al-Hayşam, K aznu, babasının vaktiyle İran hükümdarı nezdin- vini ve daha sonraki müellifler ), hemen bütün de işgal etmiş olduğu mühim vazifeye tâyin et­ hâllerde ¿av’ kelimesine tesadüf olunur ve bun­ tirmiştir. Rivâyete göre, al-Nu'mân ’m kendisi dan dolayı bu kelimeyi riyaziye ve fizik tâbiri de az müddet sonra. ‘ A d i 'nin oğlunun hilesi olarak telakki etmek mümkündür. İbn al-Hayşam, „O p tik" ( Kitâb al-Manazir ) ile, İran hükümdarı ( Husrav II.) tarafından hapsettirilmiş ve hapishanede iken, ölmüştür. 'inde anlattıklarından başka, ışık hakkında ayrı Bu husûsta efsânelerde bir çok tafsilât, veril­ bir eser yazmıştır ( K avi al-Hasan b. al-Ij!usayn mektedir. b. Hayşam f i ’l-zav ) ; bu eser J. Baarmann B i b l i y o g r a f y a : Nöldeke Geschich- tarafından ZDM G ( 1882 ), XXXVI, 195 — 23.7 te der Perser tınd Araber, s. 347, not 1 ve 'de, alm ancaya tercümesi ile birlikte, basıl­ Rothstein, Die Dynastıe der Lakmiden. s. m ıştır; aşağıdaki teferruat bu eserden alınmış­ 107— 120; burada faydalı diğer bütün bibli­ tır. İşık bakımından iki türlü cisim tefrik edil­ yografya malûmatı bulunur. ( A . MOBERG.) . N Û M Â N . N U M Â N B- SÂ BtT . [ Bk. e b û H a - m ektedir: bizâtihî parlak olanlar ( yıldızlar NİFE. ] ve ateş bunlara dâhildir ) ve parlak olmayan­ lar ( karanlık olanlar ); bu karanlık cisimler de N U M A Y R . [ Bk. n ü m eyr .] N U N . [ Bk. nün .] gayri-şeffâf cisimler ile şeffâf cisimlere bölünür­ N Û N . NÜN, a r a p a l f a b e s i n i n 25. h a r ­ ler ve bu sonuncular da ayrıca hava, su, cam, f i. Ebeed hesabında sayı kıymeti 50 olup, at-hu- kristal ve benzeri cisimler gibi, bütün kısım­ râ f al-zalkiya ( sürekli ün süzler) gurubuna ları şeffâf olan cisimler ile içine ışığın ancak dâhildir ve bu sebepte» muhtelif değişmelere kısmen nufûz ettiği, fakat maddesi gerçekte ve benzeşmelere u ğ ra r; bk. bibliyografya. Har­ gayri-şeffâf olan cisimlere { msl. ince dokuma­ fin şeklî tekâmülü için bk. mad. ARABİSTAN, lar ) bölünür. LE V H A I. Bizâtihî parlak olan cisimlerin ışığı onların B i b l i y o g r a f y a : W . W right, Lectures cevheri olan bir vasfıdır bizâtihî karanlık olan on the Comparative Grammar o f ike Sem itic bir cismin aksettirdiği ışık ise, bil'akis bu cis­ Languages (C am bridge 1890), s. 67; H. min arazî bir vasfıdır. Riyaziyeciler bütün ışıkları bir. tek ve aynı Zimmern, Vergl. Crammatik dersem • Spra­ chen t L c i p r j , 1898 \ s 31 v,d .; Brockelmann, neviden telakki ederler : menşe Meri bizâtihî



NÛR. parlak cismin içinde bulunan bir hararet; bîr ateştir? m ukd'ar (iç e bükülm üş) bir ayna yar­ dımı ile, bizatihi parlak cisimlerin en- çok ışıklı olanının ( güneşin ) yaydığı ışık şualarını bir noktada toplamanın ve bu noktada yanabilen cisimleri yakmanın mümkün olması ve bîr de güneş şualarına veya bir ateşe temâs eden başka cisimlerin ısınması bunu isbat eder. Böylece ışık ile hararet birbirinin aynı kılınmış ve birbirine muâdil gibi tela k k i edilm iştir; ışığın kesafeti, harâreiinki gibi, ışık kaynağından uzaklık nisbetinde azalır. Her parlak cisim — ışığı ister cevheri bir vasıf olsun ( doğrudan-doğruya ışık ), ister ara­ zî bir vasıf olsun { in’ikâs eden ış ık ) — kar­ şısında bulunan bütün cisimleri aydınlatır ( baş­ ka tâbir il e : her istikam ete ışıklarını neşreder ). Şeffaf veya gayrı-şeffâf bütün cisimlerin aldık­ ları ışığı toplamak hassası vardır; şeffaf olan­ lar bundan başka onu daha uzağa götürmek hassasına mâliktir. Şeffâf cisimlerin (su , hava v.b.) ışığı toplam ak hassası, bu cisimler gayrişeffâf b ir cisim ile kesildiği takdirde, bu cisim­ ler içinde görünebilir olmaları ile isbat edilir; şui hâlde bunlarda ışığın daha önceden bulun­ muş olması gerekir. Şeffaf bir cisim içinde ışık müstakim bir hat İstikametinde gider ( İsb atı: karanlık bîr alanda tozlar ile yüklü hava içinde güneş şuâl ). Işığın bu müstakim hat hâlinde yayılması, şeffâf cismin d e ğ i l , bizzat ışığın bir hassa­ sıd ır; yoksa bu cisimde ışığın kendisine uya­ rak yayılacağı bilhassa müsait batlar bulun­ malı id i; karanlık bir odada iki veya daha çok ışık kaynağı bulundurulur ve müşahede edilir ise, böyle bir faraziyenin yanlışlığı he­ men görülür. Şuâ bir müstakim hatta göre giden ışık olarak tarif edilir. İlk riyaziyeciler görme vetiresinin, bakanın gözünden çikarak, gördü­ ğü eşyaya giden bir şuâın gönderilmesinden ve bakanın gözüne geri dönerek, bu eşyâ üzerinde aksetmesinden ibaret olduğunu dü­ şünüyorlardı. İbn al-Hayşam 'in telakkisi bu­ nun zıddıdır; buna göre, görülen cisim, ister bizatihi parlak, ister aydınlatılm ış olsun, bü­ tün noktalarından bütün istikam etlere şuâlar gönderir; bu şuâlardan bakanın gözüne ge­ lenler burada toplanır ve görülen cismin bir hayâli gibi idrâk olunur ( bk. O ptik, kitap I, 23: „V isio non fit radiis a visu emissis“, bir de kit. II, 23 ). Mutlak olarak şeffâf bîr cisim yo ktu r; her cisim, şeffâf da olsa, kendisine dokunan ışığın bir kısmını aksettirir ( fecir hâdiselerinin iz â h ı). A risto ’ya göre ancak gök, şeffâfltğm en yüksek ve en mükemmel derecesine sâhiptir. İbn âlUlftm Ansiklopedi«',



353



H aysam bu iddia ile savaşm akta ve riyaziyeci A bu Sa'd a l-'A la ’ b. S u h ay l'in ışığın, muhtelif kesafetteki vasatlardan geçerken? kırılması tarzı bâkkm daki mâiûm kaidelerinden istifâde ederek, şeffaflığın hudûdu olmadığını ve binnetîce her şeffâf cisim yanında, ondan daha da şeffâf bir başka cisim bulunabileceğini isbat etm ektedir. . A y ın hâlesinin, şekli ve renkleri ile alâimisemâmn, hamamın havası içinde geceleyin gö­ rülen alâimisemânm ne şekilde hâsıl olduğu K azv in i'n in kozm ografyasm da {‘ A c a ib al-m aklökât, nşr. W üstenfeld; G öttingen, 1849, s. 100 v .d .; trc. Ethe, Leipzig, 1868, s. 203 v.dd.) dolayısı ile izah edilmiştir. K a zv in i mütâlealarında yağmur damlalarının yerine, küçük aynalar ko­ y a r ; İbn al-Hayşam kendi tarafından ışığın kürelerde basit veya çift in’ikâsım farzetm ek sureti ile, meseleyi çok daha doğru bir şekilde ele alm aktadır ( bk E. Wiedemann, Wied- Ann., 1890, X XXIX, 575 ) . : B i b l i y o g r a f y a : Makale içinde gös­ terilmiştir. ( W i l l y H a r t n e r .) II. D i n



felsefesinde.



A llahın ışık ( n ar ) hâlinde olması, âlemde ve insanda ışık olarak tezahür etmesi akidesi, irfânsyede ve yunan felsefesinde olduğu gibi, çok eski ve şark dinlerinde son derece yaygındır. Bunun islâmiyetten önceki tarihi hakkında faz­ la teferruata girmemiz mümkün değildir; bura­ da yalnız Ahd-i a tik ile Ahd-i cedîd'd&kt bâzı benzerliklere, msl. Tekvin ? I, 3; E ş’iya, LX, 1, 19; Zekeriya, I V ; Yuhanna, 1, 4— 9 ; III, *9! V , 35; VIH, 12 ; XII, 35 ve Vahiy, XXI, 23 v.d. ’ na işaret edilecektir. K a r’an ’da nur ile ilgili âyetler vardır [ bil­ hassa XXIV, 35, asıl N â r â y e ti ; krş. bir de K ur’an, XXXIII, 45 ( Peygam ber bir lamba gibi gösterilm ektedir); LXI, 8 v.d. ( Allahın ış ığ ı); LX IV, 8 { yer yüzüne gönderilmiş ışık = va h y , K u r’an ). N a r ile ilgili âyetin meali şöyledir (k rş. G oldziher, K oran auslegun g, s. 183 v.d.): „A lla h göklerin ve yerin ışığıdır ( n i f r ) ; onun ışığı içinde bir iamba bulunan bir ocak içine benzer; lamba bir cam içindedir ve cam par­ lak bir yıldıza benzer. Lamba kutlu bir ağaç­ tan, ne doğuya ve ne batıya âit olan bir zeytin ağacından yakılm ıştır; hiç bir ateş onun yağı­ na dokunmadığı bâlde, yağı kuvvetli bîr ışık saçar : ışık üzerine ışık. A llah dilediğine ışığına yol g ö ste rir; A lla h insanlar için meseller getirir ve A lla h her şeyi bilicidir“. S iyak dinî bilginin ışığını A llahın, Peygam ­ beri vâsıtası ile, yaratılm ışlara ve husûsiyetle mü’minlere bildirdiği gerçeği düşünmemiz ge­ rektiğini ( krş. bir de? K ur’an, XXIII, 40 > ğös2'J



354



N Û R.



termektedir. Bù ateş ( al-nâr ) ile müşterek zi (ölm . 311=923 veya 320=932) bu yabancı hiç bir şeyi bulunmayan ve ihtimâl âlemlerin İran cismini aldı ve bundan dolayı bir çok üzerinde olan bir zeytin ağacından (fa k a t krş. kelâmct veya feylesûf tarafından redd veya A . J. Wensincfe, T ree and B ir d as c osm olog ical tel’în edildi. Daha başka bir çok sûfîier (m sl. al-H allâc; Massignon, Passıon, i, 150 v .d ,’ na S ym bols in W estern A sia , bk. V erh. A k . A m st.. 1921, s. 27 v.d.) yakıtmış tnahz ışık, ışık üze­ göre, haksız olarak ) bu ikicilik suçu ile suçrine ışıktır. Nihayet her şeyi, bilieilik sıfatı ile, (andırıldı. Fakat ışık ( nâr ) hakkmdaki düşünceler III. insanlara öğreten ve onları ışığına (vahyine, K u r’ an ’ın a; bu mevzuda krş. K u r'a n, LXIV, 8 ) ( IX.) asırdan itibören,islâm iyetteki A llah birliği sevkeden A llahtır. Burada İrfanı husûsiyetler ite uygun düşen yeni-eflâtunçuların ışık bitli­ taşıyan rerazli bir ifâde bulunduğu açıktır ; fakat ği akidelerinde ( İran ışık birliği mâlûm de­ gerek yaratılmışlar ile Tanrı arasında her hangi ğildir) devamlı bir destek buldu. Bu akidenin bir benzetmeden sakınmak için, gerek çok ileri babası Politeia, 506 D v. dd. ’da, cisimler âle­ giden sûfîlere karşı durmak için, kelâm âlim­ mini aydınlatan ışık olan Helios ile duygu üs­ leri Allahın ışığını „doğru ve iyi yola şevket-, tü âleminde iyilik müsülü arasında bir benzer­ lik kuran E flâtu n ’dur. O hâide teza t ışık ile mesinin“ bir remzi olarak telakki ederken muhakkak ki, ışık üzerinde inceden-ineeye dü­ karanlık arasında değil, fakat müsüller, yâni şünen metafizikçilerin çoğundan daha az K u r ’an rûh âlemi ile onun mahsûlü olan cisimler âle­ 'daki mânadan uzaklaşıyorlardı. Allahın bilici mi arasındadır. Yüksek âlemde sırf ışık, alçak ( ‘ a/i m) ve doğru yola sevkedici ( h a d i ) o’ a- âlemde az veya çok karanlık ile karışmış bir rak göründüğü K u r'a n âyetleri pek çoktur. ışık. Yeni-eflâtuneuîarda, iyilik müsülü = ulu Yukarıda verilen izah bıma göre kendiliğin­ Tanrı = malız ışık. Bu ayniyet, A risto ’ ya göre, den karşımıza çıkmaktadır. A ş'ari 'nin naklet­ ışığın cismânî bir şey olmadığı vakıası He ( D e tiğine göre ( M akâlât, nşr. Rit ter, 1!, 534 ), mûle- anima. 11, 7. 4 i 8>>: (.ıp tp ç )... Oıfre atüç ovfF zile mezhebinden olan Hı.-saytı al-Naccâr yu- öXiDç 8 A L - M a U k A L - Â d I l lekabı ile tanınan H a l e b v e Ş a m a t a b e y i . Nür al-D in şevval 511 ( şubat ı ı ı 8 )*de dünyaya geldi ve babasının emri altında K al'at Ca'bar muhasarasına işti­ rak etti. Babası muhasara sırasında, rebiülâbır 541 ( eylül 1146 ) ’de katledilince, devleti iki oğlu arasında bölünerek, Sayf al-D in G azi ( b. bk.] Musul 'u aldı ; Nur. al-Din de H aleb 'e yerleşti. ‘İmâd al-Din 'in Ölüm haberi Teli Bâşir [ b. b k .]’de oturan Joscellin II;'e erişirerişmez, bu sonuncusu, ‘İmâd a l-D in ’in yakın zam anlarda-zaptetm iş olduğu ve ııiiiusun ço­ ğunu ermenilerın teşkil ettiği, haçlılar için çok ehemmiyetli bir m evkîde. buîönan Edessa ( Urfa ) şehri halkı ile temasa geçerek, şehre karşı girişeceği taarruzda onların yardımını te’min etti. Böylelikle U rfa 'y ı kolayca elt geçirebildi. Müslüman muhafızlar îç-kaîeye sı­ ğındılar. Nür al-D ih bu haberi alır-aimaz, sıkı yürüyüş ile Urfa üzerine gelince Josce’iin kaçtı ve şehir Nür a l- D in ‘in eline geçince, hükümdar kendisine ihanet eden hıristiyanlardan şiddetle intikam aldı ; şehri büyük ölçüde tahrip etti-ve halktan pek,azını hayatta bıraktı. Ertesi yıl Haleb bölgesini istilâ ederek, hıris­ tiyanların elinden A rtâh , Kafarlâşâ ve daha bâzı yerleri aldı. E d ë ssa 'nın kaybedildiği ha­ beri 539 ( Ï144 ) ’da Avrupa ’da fevkalâde akis­ ler yaratm ış ve Papa Eugenius 111. 1 kânûr. !. 114 5'te Fransa- kıralı Louis V II .’ ye ve şövalyelere bir tamim mektubu yollayarak, onları yeni bir haçlı seferine teşvik etmiş. 1146 ilk-bahannda Saint-Bernard de Clair vaux 'yu bu yolda vaazlarda bulunmakla, vazifelen­ dirmiş idi.-Bu zâtın sözleri alkış ile karşılan­ dı. K ıral Louis V ll, papanın mektubunu,alıralmaz hazır bulunduğunu bildirmiş,, daha so;ı>; ra Hohenstaııfen hanedanından- KotıracLIlI. da bu fikri kabû! etmiş idi, 114? senesinin ili yarısında her iki kıral yola çıktılar.. Büyü!. güçlüklere ve kıtlıklar,: vebâ ve düşman tant



N Û R- ed -D!N. ruz’ arı yüzünden ağır kayıplara uğradıktan sonra, 1148 ilkbaharında F ilistin ’de iki Avrupa ordusu birîeşebiidi. O sırada ismen Bönlerden [ b. bk.] Mucir al-D in A bak b. Muhammed’e Sıt- olan; fakat gerçekte onun memlûklerinden Mu'in, al-D in A n a r ’ın elinde bulunan Şam ’a taarruz etmeğe karar verildi. Rebiülevyel 543 ( temmuz 1 1 4 8 )’ te hıristiy anlar şehri cenûb-i garbî tarafından kuşatmağa başladılar, İlk günler her iki taralın da büyük kayıplara ağı­ ladığı taarruzlar ile geçti. Mu’ in al-Din bu arada Sayf al-Din ( j â z i ’den yardım istemiş idi, O da büyük bir ordu ile harekete geçerek, kardeşi Nar al-Din ile birleşti. Sıkıntılı bir durumda olan Mu' in a l-D in ’e, istediği yardım­ da bulunmadan evvel ona bir mektup gönde­ rerek, başarısızlık hâlinde bir çekilme yeri olarak kullanılmak, zaferden sonra hemen geri verilmek şartı ile, şehri kendi temsilcisine teslim etmesini talep e t t i ; fakat ona fazla itimadı olmayan Mu’ in al-Din, hıristiyanları korkutmağa teşebbüs ederek, eğer çekilmeyecek olurlarsa, şehri Sayf a l-D in ’e terketroek niye­ tinde. bulunduğunu ve Sayf a l-D in ’in de ya­ bancı istilâcıları bütün Suriye 'den kovabilecek iktidarda olduğunu bildirdi. Şam halkından toplanan paraların da yardımı ile, bu tehditler durumu avrupalı müttefiklerinden daha iyi gö ­ ren şark hıristiyan prensleri üzerinde beklenen te'siri y ap tı; fakat tek başlarına muhasaraya son vermek mes’üliyetini üzerlerine almak istemedikleri için, 26/27 temmûz 1148 gecesi toplanan harp meclisinde, karargâhın garptan şarka, nakledilmesini teklif ettiler; zîra bu taraftan sûrlara daha iyi taarruz edilebilece­ ği gibi, burada taarruzu güçleştiren bahçeler de bulunmamakta idi. Kumandanlar memleketi bu derece iyi tanıyan insanların tavsiyelerini kabûİ ettiler ise de, az sonra bununla aldan­ mış olduklarını, çünkü şarktaki arazinin her bakımdan daha fazla güçlükler yarattığını gördüler ve ileride tekrar kuşatmaya teşebbüs etmek ümidi lİe, şimdilik çekilmekten başka hirçâre kalmadığını anladılar. Tonlouse kcntu A l­ tonsa öldükten sonra, oğlu Bertrand, al-'A rım a kalesini ele geçirip, Trablus kontluğunu tehdit ettiği sırada, Trablus ( T rip o li) kontu Raymond kaçıp, Baaibek ’te bir araya gelmiş bulunan Nur al-D in ve Mu'in a !-D in ’e iltieâ etti. İki İslâm ordu kumandanı, Sayf al-Din ’in gön­ derdiği bir kuvvet ile de desteklenerek, onun yardımına koştular. Ç ok geçmeden Bertrand teslim olmak zorunda kalınca, kale yıktırılıp, kendisi de hapse atıldı. Bunun üzerine, hıristiyanlar Haleb bölgesinde taarruza geçmek istediler ise de. Nur al-Din daha önce davra­ narak, onları Yağrâ ’da bozguna uğrattı., ele



35«-



I geçirdiği büyük mıkdarda ganimeti kardeşi . Sayf al-Din, halîfe al-Muktafi ve Selçuklu sultanı Mas'üd arasında paylaştırdı. Ertesi yılın başlarında ( mayıs 1149), Nür al-Din A n takya topraklarını istilâ edip. Harım ci­ varını v e , dış mahallelerini yağma ettirdi ve Înnib kalesini kuşattı. A ntakya prensi Raymond, küçük bir ordunun başında Nür. a l - . D in ’i kovmak niyeti ile acele buraya geldi ise; de, pusuya düşürülüp, öldürüldü. Bunun üze­ rine. Nür al-Din, ordusu ile A ntakya yanın­ dan geçti ve balkı yıldırmak için, şehir civa­ rında büyük tahribat yap tırd ı; dönerken de, Harun ’i zap t ve Hama t ( H am a) yakınındaki çok kuvvetli Fam iya ( Apamaea ) kalesini de teslim olmağa mecbûr etti. Bu şıralarda Sayf al-Din vefat etti ; kardeşi ve halefi Kutb a l- . Din Mavdüd Nür at-D in ’e karşı savaşm ak is­ tedi ise de, aradaki gerginlik barış yolu ile halledildi (bu hususta bk. ınad. MEVDÛD). Bir müddet sonra (545 = 1150/1151 veya 54$== 1151/1152 ) Nür al-Din düşmanı Ürfa ( Edessd ) kontu Joscellin II. ’i ele geçirm eğem uvûffak ol­ du. Bu sonuncusu bir müddet önce. Nür ai-D in’e karşı bir muharebe kazanmış ve bu başarıdan sonra onu küçümser şekilde harekette bulun­ muş idi; fakat bir gece hafif bir muhafız kuv­ veti ile a t üzerinde A ntalya ’ya giderken, Nur al-Din hesabına hareket eden bâzı Türfcmenler tarafından yakalanarak, Haleb ’e götürüldü ve.öiünceye kadar orada mahbus kaldı. Bu şı­ rada Nur al-Din Urfa kontluğuna tabî kalele­ rin çoğunu ele geçiriyordu, Hıristiyanların kudre tini kırmak v e 'A s k a t â n ’da kuşatılmış olan müslümanları bir dereceye kadar tazyıktah. kurtarmak üzere, düşmanı olan Şam ¿mîrî Mucir a!-Din A b ak ile birleşti. 548 senesinin safer ayında ( mayıs 1153 ) beraberce Bâniyâs [ b. bk.] surları önüne geldiler. K ararsız Mucir âl-Din hıristiy anlara karşı ciddî bir teşebbüste bu­ lunmağı istemediği için, muhasaraya son vere­ rek, bir şey yapmadan biribirlerinden ayrıldı­ lar. 'A sk a lân , 8. ay süren bir kuşatmadan sonra, teslim olunca, hıristiyaniarın gözleri büyük ve zengin Şam şehrine çevrild i; zâten Mucir al-Din de âdetâ, kendilerinin tâbii imiş gibi hareket ediyordu. Önce Nür, al-D in bu tertiplere karşı koymak için, dostluk göste­ rişleri ile Mucir a l-D in ’i kendine bağlamak istedi ve yanlış bilgi vermek suretiyle, onu başlıca kumandanları hakkında şüpheye düşür­ dü ; Öyle kî, neticede Mucir al-Din O D İ a r ı kendine düşman telakkî ederek, birer-birer yanından uzaklaştırdı ve böylelikle kendisini en sağlam desteklerden mahtûm etti. Bundan sonra, Nür al-Din Şam üzerine yürüyünce, evvelce kendine tarafdar olanlar ile varılmış:



360



NÛR- ed -DİN.



anlaşmaya göre, şehir kapıları ona açıldı. M ueir al-Din iç-kaleye çekilerek, hıristiyanları kendisine yardıma çağırdı ise de, yardımcı kuvvetler gelmeden, şehri terketm ek zorıında kaldı (sa fe r 54 9 = nisan 115 4 )! buna karşılık Himş hunmdarlığı kendisine verildi ise de, Nıir al-D in aleyhine gizli teşebbüslerde bulunduğu anlaşıldığından, hükümdar ona Himş yerine Bâlİs’i teklif etti Bundan hoşnut olmayan Mucir al-D in B a g d a d ’a çekilerek, hayatının sonuna kadar, haüfe al-Muktafi ’ nin himâyesinde orada kaldı, 551 ( 1156 ) senesinde Nur al-Din Kudüs kıralı Baudouin ili. ile bir anlaşmaya vardı ki, buna göre, kıral Şam şehrinin M ucir al-Din zamanında da kendisine ödediği vergiden vaz­ geçiyor ve İdârim bölgesinin yarısını boşaltı­ yordu. A rada bir muahede bulunmasına rağmen, Baudouin 551 senesi sonu ile 552 senesi başı (şu bat 1157) arasında, Bâniyâs civarında ça­ dır kurmuş müdâfaasız bir arap ve türkmen kafilesine tecâvüz edip, insanları esir aldı ve sürülerini götürdü. Bu tecâvü z üzerine, savaş yeniden başladı. Hıristiyaniar bir taraftan Şam valisi A sad al-Din Şirküh tarafından Fırat boyunda, bir taraftan da hükümdarın kardeşi emîr Naşir al-Din tarafından Şam yakınla­ rında bozguna uğratıldı. Ç ok sayıda hıristiyan esiri Ş a m 'a getirilerek, Nur al-D in ’in emri üzerine, Bâniyâs 'ta öldürülen müslümanlara karşılık olmak üzere, kılıçtan geçirildi. Daha sonra Nur al-Din,. Bâniyâs 'a hücûm ederek, şehri tahrip e tti'is e d e, iç-kaleyi ele geçire­ medi ve Baıidouin ’in yaklaşm akta " olduğunu öğrenince, çekildi. Bu sonuncusu şehri tekrar inşâ ettirip, kuvvetlerinin bir kısmını terhis etti ve T ab a riy a ’ye gitm ek niyeti ile hareket edince, karşısına çıkan Niîr a l-D in ’in hueûmu neticesinde, büyük bir . bozguna uğradı ( cemâziyelevvel 552= 1157 haziran souu ). Nur al-Din ’in şehri bir kere daha ele geçirme teşebbüsü netice verm edi; bu sefer de Baudouin'in yak­ laşması üzerine, buradan ayrıldı. A z bir zaman sonra Nur al-D in ağır bir hastalığa tutuldu ve bu yüzden öldüğü şayiası yayıldı. Bu haber üzerine, hıristiyaniar zelzelede harâp edilmiş olan ve Baalbek ile beraber Nur al-D in 'in eline geçmiş bulunan Şayzar [ b . b k .]’ a taarruz ettiler ise de, frenk kumandanlar arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden, bir başarı elde ede­ mediler. Buna karşılık, ertesi sene iki aylık bir kuşatmadan sonra, Hârim 'i ele geçirmeğe ve Nur a l-D in 'i Şeria nehri boyunda büyük bîr bozguna uğratm ağa m uvaffak oldular ( cemâziyelâhır 553=tem m ûz 1158 ). Bu sıra­ larda Bizans imparatoru.Manuel İl Komnenos Suriye 'y e girdi. A sî K ilikya valisini ve K ıbrıs ’ a karşı tecâvüzde bulunmuş olan A ntakya prensi



Raynald ’i cezalandırmak üzere, gelmiş idi. İm­ parator onları itânt altına aldıktan sonra, kiral Baudouin İle beraber, kuvvetlerini birleştirerekj H aleb üzerine yürüm eğe karar verdi (115 9 senesi b a şla rı); fak at Nur al-Din, hıris­ tiyan esirleri serbest bırakmak suretiyle, teh­ likeyi bertaraf etti ve bundan sonra Baudouin ile 4 aylık bir mütâreke yaparak, kardeşi Na­ şir al-Din’e al-Rakkâ ve Harran’ı aldı ve Sul­ tan Kılıç A rslan II, [ b. b k ,]'m toprakları­ na tecâvüz e tti ise de, o sırada Baudouin, Nür a l-D in 'in ülkesini ağır' sürette tahrip e t­ tiği için, hemen H aleb'e döndü ve Bau­ douin tekrar çekilmeğe mecbur oldu. Bu sıra­ da Mısır ahvâli Nur a l-D in ’in dikkatini çek­ meğe başlamış idi. 5 56 ( x i 6 ı ) senesinden iti­ baren kendisinin tarihi Salâhı al-Din A yyübı ’ninki ile o derece biribirine girm iştir ki, bundan sonraki safhalarını sâdece Şatah al-Din 'in hâl tercümesinde takip etmek mümkündür. Yâinız bâzı hususları kaydedelim. 558 (1 16 3 ) 'd e Nur al-D in Trablus kontluğuna karşı bîr sefer a ç­ mağa karar vermiş ve karargâhını hücûm iİe almağı düşündüğü Hişn al-A krad [ b. bk.] önünde kurmuş idi ki, ânî olarak hıristiyanların taarruzuna uğradı. Tamâmiyle gafil avlanan kuvvetleri kaçtı ve bizzat Nâr al-D in güç hâl ile kürtulabüdi. Bununla beraber, bütün kudre­ tini kısa zamanda yeni bir ordu kurmağa hasret derek, bununla Hârim üzerine yürüdü. Şehrin yardıma gelen hıristiyan ordusuna karşı parlak bir zafer kazandıktan sonra, Hârim 'i hücfim ile zaptetti (ram azân 559=âğustos 1164) ve bir kaç ay sonra da, B âniyâs’1 teslim olmak zorunda bıraktı. 565 senesi sonunda ( eylül 1170) Nür a î-D în ’in kardeşi Musul atabeyi Kutb âl-D in Mavdüd öldüğü ve küçük oğlu Sayf al-D in G a z i emîrler tarafından ona halef ilân edildiği zaman. Nür al-Din oraya giderek, Musul 'un Sayf âl-D in ’de kalması, fakat Sincâr '1 büyük kardeşi ‘ fmâd al-Din Zengi 'ye ver­ mesi lâzım geldiğini kararlaştırdı. 568 ( 1173 ) ’de A n a d o lu 'y a girerek, bir çok kasabaları ele geçirdi. Bu memleketlerin sahibi olan Selçuklu sultânı ile münâsebetleri husûsünda bk. mad. KîLiç ARSLAN 11. Henüz bıi sefer devâm ederken, Bagdad A b b âsî 'halîfesinin bîr elçisi Nür al-Din 'e, kendisinin Musul, Elcezîre, İrbil, HilâJ, Suriye, Mısır ve Konya hükümdarı olduğuniı tasdik eden birmenşûr getirdi. ■ " '■ ' ' ' .' ' '' ''' Nür al-Din 11 şevval 569 ( 1 5 mayıs 1174) ’da Ş a m ’da bir boğaz iltihabından { 'iîla t al» havânilş ) öldü ve iç-kaleye defnedildi; daha sonra cesedi kendi tarafından Sük al-H avvâ­ sin medhalinde te’sıs edilmiş olan medreseye naklolundu. •



N Û R- ed -DÎN.



361



.. bk. fih rist; Usama b. Munkîz, a l-ftib â r ( nşrİb n a l-A ş ir ( XI, 265 ) Nür al-Din hakkında D erenbourg), s. 7, 10 v- d;',’ 17, 2 5 ,1 14 , 139, — „Mazide yaşamış bir çok hükümdarların ha­ 143 v . d. ( trc. H it t i) , 3. 34» 39» 4*» 49» ûo yatını tetkik ettim ; fak at hulefâ-i râşidîn ve v. d., 184, 221, 226' vv d ,; Weil, Geschichte 'Om ar b. 'A b d a l - A z i z ’den beri, hiç birisin­ der C h alifen , III, 290 v. dd., 320— 324, 330, de bundan daha temiz ve bu kadar adâlete 336, 342— 348; A . Müller, D er Islam im bağlı birini bulamadım“ — diye yazmaktadır. M orgen - und Abendland, Î1, 144 v. d d .; Röh» İtikadı bütün bir müslüman olarak, her türlü rieht, Geschichte des Königreichs jerusaahvâlde, kendi husûsî hayatında olduğu gibi, lern, tür. y e r .; Stanley Lane-Poole, A H isdevlet işlerinde de, dâimâ K ur’a n v e sünnetin tory o f Egypt in the M iddle A ğ es (4 . t a b .), . İcâplarına riâyet etm eğe çalışırdı. A d a le t sâhaunda o derece hassas idi ki, msl. birinin s. 174— 177, 193. «9Û— *99, *04, 242, 283; Sobernheim, A briss der G eschichte Baalbeks sâdece şüphe üzerine cezâlandırıimasma mü­ im M ittelalter {B a albek, Ergebnisse der sâade etmez ve mahkemelerin indî kararları­ Ausgrabungen und Untersuchungen, nşr. na karşı gelirdi. Diğer taraftan- para hırsı ve i W iegand, III, 3— ix ), bk. ayrıca -mad. SALÄH menfaat gibi düşünceler kendisine tamâmiyle ; ( K . V . Z e t t e r s t £ e n .) yabancı idi. Hazîne zararına zengin olmak gi­ - a l - p I.m . ; ; ■' N Û R -e d -d IN . NÜR a l-D ÎN M o h a m m e d bi, kolay bir yola hiç sapmadı ve bll’ akis. muhârebelerde kendi hissesine düşen ganimetleri ( ? — 1186 ), A r t u k-o ğ u 11 a r m d e n F a h r havır ve umûmî menfaat işlerine harcadı Su­ a 1-D i n K a r a ; A r s 1 a n ’1 n o ğ 1 ü ve h a ­ riye'nin bütün ehemmiyetli şehirlerinin sûrla­ l e f i . Hişn K ayfä ’nın ve ayrıca Diyar-Bekr rını; tâmir ettirdi. İbn a l-A şir (X I, 267 ) bun­ ■in büyük bir kısmının ( İ b n a l- A ş i r , Kâmil, lar arasında Şam, Himş, Hamât, H aleb, Şay- nşr. Tornberg, XI, 217 ) hükümdarı olan Fahr z sr ve Baalbek ’i sayar. Her tarafta câmiier, al-D in, İbn a l-A şir ( XI, 207) ’e göre, 562 ■medreseler, hastahâne ve kervansaraylar yap­ (1166/1167 ) ’de, fak at bâzı sikkelerin varlı­ tırdı. Büyük imâr faaliyeti husûsunda bk. mad. ğından anlaşıldığı veeihle belki-570 veya 571 ( van Berchem, Abh. Gest\W isİ. G ö tt, yem Ş A M ; krş. bir de Fleiseher, M ihâ'îl M esâka’s Cultur-Statistik von Damaskus ( K leinere Sch- seri, 1907 IX/HI, 143, not 3 ) ’de ölmüştür. rlften, 111, 306 v. ddL). Ulemâ da onan daimî Nür al-Din Saltan Kılıç A rslan ’m k ız ın ı: al­ ihtimam ve lutuflarına mazhâr oldu. Harp mış ise de, zevcesine fenâ muâmeie ettiği için, meydanlarında askerlerinin takdirini kazanan ■kendisine hiddetlenen kayın pederi ona karşı şahsî cesaretine ordu idaresindeki büyük ma­ harp açmak tehdidinde bulunmuş idi. Nür alhareti de katılırdı U rfa ’y i‘ geri aldıktan son- Din bunun1 üzerine Şalâh al-D in A yyü bİ'n in -ra halkı kılıçtan geçirtmesi ve Bâniyâs 'takı yardımını istedi ; Şal⪠al-Din de ara bulma müdafaasız müs’ umanların Baudouin tarafın­ husûsunda boşa çıkan teşebbüslerinden son­ dan öldürülmesine mukabele olmak üzere, Şam ra '5 76 ’da K ılıç A rs la n ’a karşı sefer açtı, 'da Hıristiyan esirlerini öldürtmesi gibi hare­ Nür al-Din G ök-Sü civarındaki karargâhında ketleri, o zamanın âdetleri dışında değil idi. onun yanma geldi ( Barhebraeus, Chrön - syr., Gayretlerinin devamlı ve tek gayesi hıristi- nişr. Bedjan, s. 356 } ve merasim ile karşılandı. yahtarı Suriye ve F ilistin 'den çıkartm ak oldu Bir müddet sonra kayın pederi kendisi ve Sa­ Ve bütün ömrünce bunu kendisine esâs vazife lâh al-Din ile barıştı. Şalâh al-Din 578 !de saydı. Yakın şarkin siyâsî tarihinde Nür al- Musul hükümdarı Tzz â l-D in ’e karşı harekete Din istisnaî bir rol oynadı; daha sonra üze­ geçtiği sırada, Nür al-Din ona Musul miıhâsarinde Şalâh al-Din ’in binâ kuracağı sağlam rasına katılm ak husûsunda hemen hizmetini arzetti ve kudretli Eyyûbî Sultânı da/ mükâfat temelleri inşâ etti. : B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Hallikân, Va- olm ak üzere, ona mühim Am id şehrini verdi. fayât aha yân ( nşr. Wüstenfeld ), lir. 725 Nür al-Dih burayı 579 h. senesinde ele geçir­ ( trc. de Slane, İli, 338 v. dd. ); tbn al-Aşir, di (İbn al-A şir, XI, 324 ); ŞaVâİı at-D in şehrin al-K 3 mil ( nşr. Tom ber g ) XI, bk. fihrist; bütün zenginlikleri içinden 1.040.000 cild ihA b u ’ 1-FidS’, Târih ( nşr Reiske ) 111, 501, tivâ ettiği rivâyet olunan kütüphaneyi almakla S° 3. 507— 5* 1» 5*5— 5*9, 539 v.d.,557 v.dd.; yetindi ( Barhebraeus, ayni e s r ,' s 362 ). Nür ; IV, 5, ' 15 v. dd. ; Recueil des Historiens al-D in ertesi' yi! K a tak *in bir netîce âlınam ades Croisades, Hist. or./bk. fihrist ; Houts- yan muhasarasına iştirak etti ( Barhebraeus, _ ma, Recueil de textes rela tifs â l ’histôi- s. 364). ’ Şalâh al-D in 581 ( *185/1186 ) ’de tekrar Mu­ re des Seldjoucides, II 205, 209, 225,'244.; Zetterstéen, Beitrâge zur Cescihchte der ' Sfiil üzerine" yürüdüğü sırada, Nür al-Din hasta Mamlûkensultane s. 233 v. d. ; Ibn al-Ka-, olduğundan' sultanın yânındaki yerini kardeşi lânisi. Zayi târih Dim aşk { nşr. Aiiiedroz ), i İmâd al-D in aldı Bir müddet sonra Nür al-Din



362



NÛ R- ed -DİN — NÛRÎ.



öldü ve Hişn K a yfâ ve Âmid. hükümdarlığını bir seçkinden başka bir seçkine geçtiği veya oğlu Ku(b al-D in Sokman II. 'a bıraktı.- K ar­ bunun âilenin erkek cihetinden tevarü s’ edilen id e sin in ölüm haberini alan 'İmâd al-Din, he­ bir, zürriyet, tohumu olduğu ileri sürülür. Daha men Şalâh al-Din ’in Musul önünde bulunan . II. ( VIII.) asrın başlarında: Muğira ve CâBir karargâhından - ayrılıp, Hişn K a y fâ ’ya koştu Peygamberin „parlak gölgesinin“ ( z i l i ; zıd d ı: ise de, yeğeninin tahta cüfûs etmiş olduğunu şabah „karanlık cisim“) önceden yaratılmış görerek, Hartabirt kalesini ele geçirdi ve bu. olduğunu tâlim etmişlerdir. Bu, ismâîiiliğin raya Artuklu hanedanının başka bir kolunun başlangıcından beri esas 'akidesini teşkil eder hâkimiyetini yerleştirmiş oldu. ; .(al-sâbik nâr m ahz~al-m lm ); bıi, bütün aîeB i b l i y o g r a f y a : Bk. m a d . A R T U K - vîlerde .ve bütün tâlibîlerde, mâsûmiyet ile O Ğ U L L A R I. ( E . H O N IG M A N N .) genişletilmiş şekli ile nusayrîlerde ve hattâ JNÛR-I M U H AM M ED İ. NUR MUHAMMA- bir çok dindâr imâmîierin eserlerinde de gö­ ■ D İ,: Mubammed P e y g a mb e r i n r-Û h u n u n rülür ( K uiiu i, K a fi, s. 116 ). , ... âlemin y a r a d ı l ı ş ı n d a n ÖnoemevBu akideyi kuranlar onu Kur'an ‘a bağla­ e u t b i r v.a r 1 1 lc o 1 d u ğ u n u i f i d e i ç i n maktadırlar ( âyat al-nür: Kur'an, XXIV, 35 ; k u l l a n ı l a n b i r ı s t ı l a h t ı r s son', pey­ T aşliya ; kelime-i şehâdetin iki parçası arasın­ gamberin mukadder cevheri, her şeyden önce daki b a ğ ) ve bu eski hadîsler ( Dıirra bayie, ; ve kesif parlak bir nokta hâlinde yaratılmış lav!âka ) ile gerçekten Peygamberin „ilk ( takolup, diğer bütün mümtaz rûhlar’ ondan çık­ d/r, vaşla, ha lk yolu il e ) ve sop (İcâd, habuvva, mıştın : , , ; , ba‘ş yolu ite )“ olduğuna, bir delîl Olarak tefsir Sünnî m utasavvıflar arasında .bu tasavvur edilmiştir. Fakat bunun bu şekilde inkişâfı için III. (IX .) asırdan ıtibâren meydana çıkmış ye daha eski bıristıyan ve mani akidelerinin teJsonra yavaş-yavaş halkın dinî duygularına hâ­ sirine de ihtiyaç olduğu muhakkaktır. kim olmuştur {krş, Sahi Tustari ve Hakim .■, B i b l i y o g r a f y a : Gol dziher,N euplaTirmizi, bk. Massignon, R e cu e il. . . , 1929, s. . . tonisehe undgnostisehe Elem ente im H adîth 34, nr. 39 ve s. 39 ); Abü Bakr V âsiti ( bunun ( Z A , 1908, XXII, 317— 344 ); T. Andrae, D ie Hamim al-kidam adlı eseri H a llaç'in Tavasın Person Muhammads . . . { J917 ),s. 313— 326; 'inin birinci bâbı ile bîrleştirilmelidır; krş. V. îvanov, L ‘ Umniu 'Ukitâb { R E IsL, 1932, Massignon, Passion, s. 830— 840 ) eserinde, bu s. 444— 451), ( L o u ls M assignon,); husûsu izah etmektedir. K iiâ n i nazarında n u r ] . [ Bk. NÛRt.j ...._ Peygamber „kâinatın gözününortaşm da tersim N Û R İ. NURİ, yakın şarkta, u m û m i y e t ­ edilen göz-bebeğidir“ ( insan 'ayn al-vucâd) ; I e. b â z ı ç i n g e n e k a b î i e l e r i m e n s u p bu ibn ’ A rabi 'nin hakika muhammediya şek­ I a r ı n a v e r i l e n i s i 111. Kelimenin daha doğ­ linde târif ettiği şey olup, onun bu ezeliyet ru şekli .belki navari olmalıdır ( H ava, Steinöncesi telakkisi şâirlerden Şarşari, V itri ile gass v.b.) ki, cemi navar gelir. Minorsky bunun mutasavvıf Cazüli tarafından terennüm edil­ için navara şeklini verir [ bk. mad. L Û L Î ). Vur­ miştir; Peygamberin lekesiz bir şekilde Âdem gunun yer değiştirm esinetîcesinde cemi b ili için ’den gelmiş olması fikri buna dayanmaktadır navâr şekli de vardır ( rnsl. B. Jausşen, Coutu­ ( krş. M avlid manzûmeîeri). Sünnet ehli Kur'an mes des Arabes, s. 90 ve B ritisk Adm iralty’s 'm mahlûk olmadığı akidesinin bu fikrin üs­ fîandbooks, Syria, -191.9, s. 196 - Arabia, 1916, tünde tutulmasına dâima dikkat etmiştir. s. 92, 94). İran 'da çingenelere verilen umûmî iÇ/aşo/goMeki halk efsânesi bu içten gelen isim : /5rı, iŞri veya lü// ( b. bk.] 'dır. T a b i'î inanışı işlemiş ve maddeleştirmîştir : bu tasvire bir ses değişmesi yolu ile. nârı şeklinin,:iddia göre, Peygamberin vücûdunun örneği, bir avuç edildiği gibi, menşe’de Sind ülkesinde alrRür cennet toprağından yoğrulmuş ve Tasnim kuyu­ ( veya Arür ) şehri balkından bîrine delâlet eden sunun suyu ile ıslatılarak, beyaz bir inci ( İbn /3r/ 'den iştikak etmiş olması imkânsız değil­ . al-Hâec, Mudhal, I, 285 } gibi parlatılm ıştır; dir, Quatremere bu göçebelerin umumiyetle bir fakat burada her şeyden önce, Tirm izi'nin manga! veya fener, taşımaları dolayısı ile, nâri ismâflîlerden almış olduğu n ü r = a k l birliğinin tâbirinin arapça n5 r ( a te ş ) 'dan geldiği (k e n ­ de delâlet ettiği gibi, irfânî bir yaradıhş.ön- disi i r şeklini v e rir) nazariyesini ileri süreesi varlık, meleklerınki gibi manevî bir cevher müştflr ( Hist. des Sulians Mamlouks, I/II, not babîs mevzuu olduğu muhakkaktır [ bk. mad. .5,). Bugün bile bu navar göçebelerinin çoğu ha­ A K IL ]. . .. yatlarını seyyar demircilik ile kazanır. Bunun­ Şiîlerde bu akide h a k ik aten . .daha önce ve la, beraber, kelimenin doğru menşe’ipin,,çingene daha ku vvetli bir mantıkla ortaya, çıkmış bu­ kabilelerinin ana yurdu olan şimâl-i garbî Hin­ lunmaktadır ; msh. aşm -şiîlerde bu „nübüvvet distan 'm bâzı sanskrit lehçelerinde: bulunması nûnınun“ ya bir „rûh“ hâlinde, nesilden:nesle, daha muhtemeldir. . . . .. ... \



NÛRÎ. Çingene Şilelerinin bulunduğu muhtelif şark memleketlerinde onlar için kullanılan bir çok tâbirler vardır. Bugün kullanılışı çok mahdut olan en eski kelime zuft [ bk. mad. ZOTTİ veya fait idi. Türkçe çingene adı, Avrupa dil­ lerine S ik û v o ç , tzigane, zíngaro, tzigany, z i­ geuner v .b .şekillerinde geçmiştir. Dozy {Suppl. aux D ic t Arabes, l, 605 ), Caussin de P erce, val ’i zikrederek, arada-sırada kullanılan zanci t¡a şeklini hatırlatıyor ise de, bu doğru değildir krş. mad. ZANC ]. Yukarıda söylenenlerden başka, en yaygın olan isimler navar, kurbat Veya ğurbai (bilhassa şimalî Suriye ve İran 'da ), ğagar ve kal ab ( biihaşsa Mısır 'da ve şi­ malî A frika ’da ) ve duman ( E lcezîre’ de ) ol­ malıdır. Diğer zümreler husûsunda bibliyograf­ yaya ve bilhassa E. Lîttmann, Zigeuner-Ara bisch ’ e baş-vurabiliriz ki, bütün mevzuun, bil­ hassa dil bilgisi bakımından, mükemmel bir hülâsasını teşkil eder. . . . , Şarktaki çingene kabilelerine âit.bilgilerin bir. araya toplanması kolay1 değildir. Seyyahlar ve hattâ tecrübeli şarkiyatçılar bunlar hakkın­ da birbirinden farklı neticelere varmışlardır. Msl. Lane (Modern Egyptians, London, 1836,11, 108), Mısır hakkında derin bilgisine rağmen, memle­ kette az çingene bulunduğunu iddia ettiği hâlde, bir- çok münevver yerliler zamanımızda kendi muhitlerinde bu kabilelerin varlığından haber­ dar bulunmamaktadırlar. Bununia beraber, Massigııon, Annuaire du Monde musulman (Paris, 1925, s. 115), istatistiklerinde Mısır çingenele­ rinin memleket nüfusunun 2 % 'sini teşkil etti­ ğini ve bunların da açık bir şekilde iki ğagar veya navar, dört halab kabîies'tıden meydana geldiğini kaydetmektedir. Çingenelerin, değişmez bir kaide olarak, ya­ şadıkları memleketin dinini, bu din ne mâhi­ yette olursa-olsun, kabili etmiş bulundukları ileri sürülebilir. Islâm memleketlerinde çingene k a ­ bileleri umumiyetle müslünıan. olduklarını söy­ lerler. Şüphesiz bu, onlar arasında her hangi bir din temayülü bulunanlar için vârid olabilir,; gerçekte içlerinden çoğu bâtıl inanışlara çok düşkün olduğu gibi, ahlâksız serseri sayılırlar, Osmaııii imparatorluğunun Rumeli ’ndekL eski topraklarında yaşayan çingeneler de böyledir (B ritish A d m ir a lfy 's H an dbook o f T urkey in Europe, 1917, s. 62 ). Balkan memleketlerindeki çingenelerin bir çoğu rum-ortodokstur. Iran ve arap müellifleri, Pençâb ’m jat ( veya zu tt) kabilelerinin Sâsânî hükümdarı Bahrâm Gür ( 420 — 438 ) ’un emri ile garba nakledildik­ lerini ve bîr kaç asır sonra, bunların neslinin Bagdad halîfeleri için sıkıcı bir mesele yarat­ tığına dâir rivayetlerini muhafaza etmişlerdir Bunların .bir çoğu bir kere daha Suriye hudut-



,



..... ,,,



363



——



d a rın a doğru da ğıld ılar v e ekserisi bîzanshlar ta ra fın d a n esir a lın d ıla r; bö ylece şa rk î Roma . im paratorluğu, içine so ku larak,, şarka olduğu gib i, g a rb a doğru da göçlerin e devam e ttiler R iv a y e te göre, içlerinden bir ç o k la n msl. Mısır valisi a l-S a ri b. al-H akam b. Yûsuf a l-Z u tt i ( 200 — 205=815/816 — 820/821 ), gibi, yüksek m evkilere eriştiler. H a ttâ - H ârün a l- R a ş id ’in sa ra y ın d a k i m eşbûr B arm aki âilesitıiu de böyle bir m enşe’i olduğu iddia edilm iştir, Zam anım ız­ da barâmika ismi M ıs ır ’da çin g en e aslından te la k k i edilen, ahlâk kaidelerine riâ y et etm eyen bir takım çen gilere ( ğavâzi ) de verilm ektedir. Bununla beraber, yu karıki idd ia , şüphelidir ( k r ş . L . B ou vat, Les Barmecides d’apres . les



historiens arabes et p ersa n s, Paris, 1912, s, 110, Alman seyyahı Seetzen ve amerikalı misyo­ ner Eli- Smitb yakın şarkta bu göçebe kavim­ ler! ilgilendiren ve daha sonraki ilim adamları tarafından faydalanılan kıymetli malzeme toplarmş'ardı.r. Bunların arkasından Çap t. Newbold Mısır, Suriye ve İran çingenelerini (1856 ).Ayusturya.’nm Kahire konsolosu v. K rep ler Mısır çingenelerini tetkik ( 1 863) etmişler, Sykes ( 1902 ) İran çingeneleri ile ilgilenmiştir. R. A , S. Maealîster ’in imzası iley Filistin göçebe de­ mircileri nauar veya zuft ’ların dili üzerine mükemmel bir eser yayınlanmıştın Bu eserde Maealîster, hemen tamâmiyle mecbûl bir dili yazı ile tesbıt etmek gibi, güç sayılacak bir işe girişmiş, Kudüs ’ün Şam kapısı şimâlindeki N uri mahallesi halkından topladığı nüri hikâ­ yelerini ve folklor malzemesini tefsire, çalış­ mıştır. .Bu sonuncu mahalde yaptığı hafriyat sırasında bir çok navar çalıştırmıştır. Beyrut ’ta Miss G , G. E v e re st’ili şamlı bir arkada­ şından aldığı Suriye çingene lugatçesı Jour­ nal o f the Cipsy Lor.e Soc., kânûn II. 1890 ’ da F. H Groome ‘un bir makalesi içinde, neşr­ edilmiştir. Meselenin lisaniyat cephesi daha yakın yıllarda E. G altıer ve E. Lîttmann ( bk. bibi. ) gibi ilim adamlarının dikkatini,çekmiştir. Mısır ’da halabi ( eem. Aa/ab) 'tere bilhassa aşağı Mısır ’da rastlanır ve bunlar orada muh­ telif çarşılarda ye maoâiıd.’d.e, .deye; at ve di­ ğer hayvan ticâreti gibi, işler ile meşgul olur­ lar. Kadınları falcılık hekimlik, sihirbazlık ile uğraşırlar: kum ije ( iarb a l-ra m l), deniz ka­ bukları ile ( zarb al-sada ), . kitap açarak ( fath al'-kitâb), v. b. istikbalden haber verirler. Bunla­ rın kabilelere, bölünüş şekilleri G altıer. (s. 7 ) ve Newbold (s. 291) tarafından, birbirin­ den farklı tarzda, verilmektedir. A dları bun­ ların Haleb şehri ile bir münâsebeti, olabilece­ ğini hatırlatmakta ise de, kendileri cenûbi A ra b ista n ’dan geldiklerini t iftihar ile İddia



NÛRÎ -



3^4



NÛRULLAH.



ederler. K abile vekayinâmeleri çok yaygın bîr mâhiyette olan Tarih Z ır Salim 'dir. Ğ agar çingene kabilesinin de kötü bir şöh­ reti vardır ve bu da ç a ğ d a ; Mısır arapçasında ğaggar „sövücü olm ak“ fiilinde kendini göste­ rir. A ğızlarında yabancı unsurlar az yer almıştır ve G altier bunların Nil vâdisine ancak yakın bir devirde ve İstanbul 'dan geidikterini iddia eder. Mısır çingenelerinin argosuna a ls ım denilir. Mısır 'in ç a ğ d a ; halk arapçasında „muamma ile konuşmak“ karşılığı yatakallim h i 'ls im tâbiri vardır. Nuri kelimesi Mısır ‘da çok deia hırsız sözü ite aynı mânaya gelir ve bir darb-ı meselde bunların çalm ağa düşkünlüklerine, haysiyet kı­ rıcı bir şekilde, Damanhür [ b. b k ,] halkı da karıştırılmaktadır ( a l f Nârı va tâ Damanhür l) . Eski bir usûl uyarınca, hırsızı yakalamak için, hırsızdan faydalanılır denildiği gibi, navar ’ 1er çok defa ev bekçisi ( ğ u ffâ r ) ola­ rak kullanılırlar. • Bunların meşgûliyet ve kabiliyetleri gâyet çeşitlidir. Büyücülük, muskacılık, so kak he­ kimliği, yılan oynatıcilığı ve müneccimlik gibi işler İle uğraşanlar dışında, bir çoktan seyyar satıcı, mâden işçisi, hayvan terbiyecisi, ip ye sokak canbazı, pehlivan, maymuncu, muzikacı ve oyuncu sıfatı ile oradan-oraya yer değiştirir­ ler. İçlerinden bazıları müslüman kızlarını sün­ net etmek, dudak ye çeneye dövme yapmak, kulak ve burun delmek gibi işler için kullanı­ lırlar. Bibliyografya'*



Bk. madd. LÛLİ,



ZOTT* ayrıca de G oeje, 8ijdrage tot de geşchiedenis der Zigeahers ( Amsterdam, 1875, j . Snijders'in İngilizce tercümesi için bk, D. MacRitchİe, Ancount o f the Gypsies o f India, (London, 1886) ; ayn. mil., Mémoire sür les ■migrations des Tsiganes à travers l ’A sie ( Lei­ den, 190 3); Journal o f the Gÿpsÿ Lore Soc. ve fihrist ; R. A . S . Macalister, The Language 0/ the Natuar or Zutt { Gypsy Lore Soc Monograph nr. 3, London, 19 14 ); E L ittman, Zigeuner.A rabisch, W ortschatz and Grammatik (Bonn, 1920); P o tt,D ie Zigeu­ n e r in Europa and A sien ( H alle, 1844/1843 ); ayn. mtl., Uber die Sprache der Zigeuner in Syrien ( Z eitsch rift . fü r. d. W issenschaft der Sprache, Berlin, 1846 s. 175— 186 ); äyn. mil., ZD M G , 1849, s. 331— 3 3 5 ; 1853, s. 389 v.dd.); U. J . Seetzen, Reisen durch S y rie n .. (B erlin , 1854 ), s. 184— 189; Newbold, The Gypsies o f Egypt ( J R A S , 1856, s. 285— 312 ); A . v. Kremer, Aegypten ( L eipzig, 1863), I, 138— 148 ve not 70— 72, s. 155 (daha önce 1862 'de Peterm ann M itteilungen, G otha. 1862, H, 41— 44 'te neşredilm iştir); R, Lie-



bich. D ie Zigeuner, ihr Wesen and ihre Sprache (L eipzig, 1863, ş. lo v.d. von Krem er‘in çingenece kelimeler listesini tekrar­ lar ); R, Burton, The Jew, the Gipsy and E l Islam (London, 1898, v. Kremer 'e d a yan ır); A. G. Paspates, Études sur les Tchinghianés ou Bohém iens de l'Em pire Ottoman (İstanbul, 1870 ); Miklosich, Über die M un­ darten und Wanderungen der Zigeuner (W ien , 1872— 1880); Indian Antiquary, fihrist ; F. N. Finck, D ie Sprache der ar­ menischen Zigeuner (Petersburg, 1907) ; E. G altier, Les Tsiganes d’Egypte et de Syrie (M IF A O , Kahire, 1912, XXVII. 1 - 9 ) ; J. W alker The Gypsies o f M odem Egÿpt 'M W , temmuz 1933 ), s. 285— 289 ; ‘A b d al-Rahmân İsm ail, Tibb al-rukka (K a h ire, 1-310— 1312, s. 67, 68,95, çingene sokak- hekimliği­ : ne dâir misâller verir ) ; Z D M G ( 1870 )’, s. 681 v.d.; (1 9 12 ), s. 339, 527; (1919),.«!. 233 — 242 ; Eutychius, A n n a les ( nşr. C h eikh o), Scriptores ärabici. III, VII, 60 ; Lammens, M F O B ( 1906 ), s. 22; Dawkins, A Gipsy S to ­ ne ( J R A S 1934, s. 787— 790). _



( W . J . W a l k e r .) a I.-S a y y Id B, a l -M a r ‘ a ş î a l -H ü s A ÿ n I



N Û R U L L A H . NUR A L L Ä H , a l - S a y y îd



Ş



a r If



kendisi kadı Nur A llah 'adi ile mârûftur. Maraş ’ın muteber bir seyyid ailesin­ den gelm ekte olup, Şuştar 'd e otururdu. D oğ­ duğu şehirden ayrılarak, H in d istan ’a gitti ve yerleştiği L âh û r’ da H akim A b u 'l-F a th ( ö!m. 997=1588 ) 'in dikkatini çekti ; onun tarafın­ dan tanıtıldığı- A k b a r (963 — 1014 = 1556 — 1605) tarafından al-Şayh Mu ın ( ölm. 995 = 1586 ) ’ın yerine, Lâhûr kadılığına tâyin edildi. ‘A b d al-Kâdir Badâ'üni ( III, 137 ) onu, „ şiı olmakla beraber“ , âdil, müttekî ve âlim bir zât olarak tavsif eder. Şah C ih an gir ( 1014— 1037=1605— 1628 ) tarafından, dinî fikirlerin­ de aykırılık olduğu bahanesi iteY 1019 ( 1610) 'da kırbaçlatılarak öldürüldü. Şİîler kendi­ sini al-şahıd al-şâlig („ü çü n cü şehid" ) diye anarlar ve A kbar-âbad 'daki türbesi Hindis­ ta n 'ın her tarafındaki şİîlCrce ziyaret'm ahalli sayılır. ' Nur A lläh bir çok eserlerin müellifi olup, bun­ lar arasında bilhassa zikre değenler şunlardır 1 i. B ayzâvi ’nin A nvâr a l-ta n zilcâ lı tefsiri üze­ rine hâşiye olan M â ş iy a 'a la ’l-B ayzâvi ( A si­ atic Society o f Bengal M SS-, List o f the Government Collection, s. i6 ); 2. Naşir al-Din ai-T ü si 'nin metafizik ve ilâhİyâta dâir Tacrîd al-kaläm unvanlı muhtasar eserinin A li Kuşçı tarafından şerhi üzerine yazılmış IJâşiyat Şarj} cadı d ‘ a la ’ l-T a crid (L o th , indi' O ff., nr. 471, X V ) ; 3. Haşan b, Yîisuf b. 'A li âl-Hilli A L -Ş U Ş T A R Î,



NÔRULLAH - NUSAYRÎLER. 'nin K a ş fa l-h a k k va Nahc td-şidk adlı k ita ­ bını reddetmek maksadı ile, Fazl b. Rüzbihao tarafından ibtâl al-bâtil ismi ile yazılan esere mukabele etmek üzere, Sünniliğe karşı kaleme alınmış Ihkâk al~kakk vaizkak al-bâiii ( Bankipore kütüphanesi k a ta lo g u ; farsça yazmalar Hudâ-bahş kat., s. 28; Ferangi Mahal) kütüp., Lucknov, var. 108; Râmpûr kütüp., s. 281; A si ati c Soelety o i Bengal, arapça yazmalar listesi s. 23 ); 4. îslâmın başlangıcından Safevî hanedanının zuhûruna kadar geçen devir için­ de yaşamış mârûf şiî şahsiyetlerin hayatına dâir farsça M acölis al-mu m inin, Banki pore kütüp. kat., s. 766; A sia tic Soeiety of Bengal C at., s. 59; Ethe, Itıd. O ff., nr. 704; Rieu, Cat- o f P er­ sian A'ISS. in the Brit. Mus.. s. 337a ( Tahran, 1268; yeni baskısı Tahran, *375— 1376, I — II). B i b l i y o g r a f y a i Muhammed b. Ha­ san al-Hurr a l-A m ili, A m al al-âmil f i ‘ ulamâ’ Cabal ‘ A m il, s. 73; Muhammed Bakir b. Zayn al-'Â bidin al-M üsavi, Ravzâi al-cannât ■f i ahvâl al-ulam a va’l-südât, IV 220; 'A bdal-K âd ir al-Badâ'ûni, Muniahab al-tavi■ rih, III, 137 ve Rieu, Cat. o f Persian M SS. in the B r it Mus., s. 33 7b.



kendileri ise, mu'minun adını taşırla*—-Şam'â* ni [ b. bk.] ve 'U m ara ( nşr. Derenbourg, s. 145, 2 8 6 ) 'den beri şimalî S u riy e’nin daha at İslâmlaştırılmış bir kazasına değil, Mısır 'd a ve Fırat boyunda da yayılmış olan bir aşırı-şi'a fırkasına delâlet etmektedir . Şiîlerden İbn al-Ğ azâ’iri (ölm . 411=1020/1021 ) ve sünnîlerden İbnIdazm 'denitibâren bütün aşırı-fırkalara dâir eserlerde görülen bu iştikak; şimdilik, en emin bir izah şeklini teşkil eder. II. Bu tâbirin, idârî, içtimâi ve dinî o l m üzere, üç mânası vardır: '



а. İ d â r i bakımdan bu tâbir, S u riy e ’deki „ A nşâriler dağına” ( eski Cabal LukkSm ) delâ­ let eder; A sî nehrinin garbında eski L âzik iy a li­ vası oiup, cenûp kısmında büyütülmüş ve 1920 'den başlayarak, burada bir A levîler dèvleti (6.500 km2.; 1933 sonunda nüfusu 334.173 olup, bunun 213.06Ö 'sini nusayrîler teşkil ederdi ; Şahyün *un şimalinde ve Bâniyâs ’ta yaşayan sünnîlerin sayısı 61.817 ; Kadtnüs ve M aşyaf'te bulu­ nan ismâilîler 5.669 ; al-Hişn v e far^üs 'un şimâlinde oturan ve çoğu ortodoks olan hıristiyanlsr 53,604 ) kurulmuş idi. Merkezi L âzikiya ( nüfu­ su : 22.000 ) şehri idi ; memleketin idârî taksimâtı 2 sancülç v e -8 kaza ’dan ibaret idi : L â zi­ ( M . H i d a y e t H o s a i n .) k iy a Şahyün (H a ffa), Çabala, T artü s, MarN Û R -O d -D E V L E . [ Bk. dûbeYs.] îfab ( Bâniyâs ), 'îm râniya ( Tel! Kallâh ), Ş â fitâ N U S A Y B İ N . [ Bk. NASİBİN.] al-Hişn ( Maşyaf ); mütehammil ve çalışkan köy­ N U S A Y R İ. [ Bk. NUSAYRÎLER.] N U S A Y R ÎL E R . N U ŞA Y R Î S u r İ y e 'd e lü halkı tütün ekmek ve ipek böceği (yetiş­ tirmekle meşgûldür. M. Hartmann ( Z D P V, b i r a ş 1 rl - ş i'a f ı r k a s ı . I. K e i i m e n i n î ş t i k a k ı muhtelif şekil­ 1891, X IV, 1 5 1 — 255) tarafından şimal kıs­ de izah edilmektedir : a. naşrünî „hıristiyan“ mında yapılan yer-adları ( kö y ler; diğer mahal kelimesinin tahkir ifâde eden bir küçültme şekli adlarının listesi için bk. ( D elattre \ Répertoire olup, menâsik benzerliklerine işaret eder; 6.1a- alphabétique, L âzik iya, Rağâ’ib matb., 1933 76 tince nazerini kelimesinin bozulmuş ş e k li; Pli- s.] araştırmaları neticesinde elde edilen ârâmî nius ‘ ta bu I. ( m. s.) asırda Emesa ( bu isim ora­ dilinde nebat isimleri iç kısımlarının çok eski­ da bugün de mevcuttur : bu car at al-nâzirân den zirâat sâhası olduğunu göstermektedir ; olup. Teli Kellâh ’tan Homş ’a giden yol üze­ bundan sonra el-san’atı ile ilgili arapça tâbiri«' rinde, „Achan Keupru“ iîe Homş gölü arasında gelir; son zamanlara âit, şiîliği tercihten baş­ [ingl. şarkî A kdeniz haritası, ölç. l : 250.000: ka, her hangi bir dinî ize rastlanmayan bu tâbirler arasında müşrik veya hıristiyan kültür Homs-Beirut Sheet, 1918]) bulunmaktadır; c Naşurâyâ, Küfa yakınında bir köy ( Barheb- zeminine tesâdüi edilmez ( bunun zıddı için raeus; krş de Sacy, Druzes, I, s. CLXXVI1 krş. mad. LÜBNAN). K avm iyet ve folklor araştır­ ve T ab a ri, III 2128); d. nisbe: Nuşayr umdur­ malarına bu sâhada henüz başlanmamış bulun­ ma şiî şehidlerinden biri olup, ya 'A l i 'nin oğlu maktadır. Şimdiye kadar ancak yenmesi yasak, ( ‘A li-ilâh i 'lere göre ) yahut onun azatlısı veya muayyen yemekler üzerinde durulmuştur ( Nie­ Mu'âviya ’nin bir vezîri ( Dussaud, s. 10 ) veya buhr, göst. yer. ; Dupont, J A , 1824, s. 134 ; Ba­ daha çok ihtimâl ile e. tbn Nuşayr 'in nisbesi, kara, s. 57 ), bunlardan bazıları ( deve, tavşan, yâni Muhammed îbn Nuşayr Nam iri ‘A bdi yılan balığı nevileri ) umûmî olarak, bazıları ( Bakr ’in bir kolu olan 'A b d al-SÇays!erden ) (d işi veya sak at hayvanlar, ceylân, kirpi, yen­ olup, kendisini aşağıda bu fırkanın ilk kelâm- geç, midye, balkabağı bamya, domates ) ise, bilhassa şamsiya [ aş. bk. ] mensuplarına yasak cısı olarak göreceğiz. H akikatte bu fırkaya H a şib i(ö lm . 346=957/ edilmiştir. Evlerde görülen tek el-san’atı sepet­ 958 ) ’den beri verilmiş otan bu isim—’daha ön­ çilikten ibarettir. . б. İ e t i m â î bakımdan burada yaşayan ve ce nctmirîya ( Navbahti. Firak, s. 78; A ş'ari, M alalat, I, 15) adı ile adlandırılm ışlardı; muhtelif mcuşcAere mensûp olan ahâli, istisnasız



ak



366



" NU SAYRÎLER.



denilebilecek şekilde, arapça ' konuşmakta ve verilen aşın-şiı unsurlar bulunmaktadır ( bk. nuşâgri akidesini kabul etmiş bulunmaktadır. madd. ALİ-İLÂHİ veya EHL-t H A K ). ; . i. A levîler memleketinde (*13 ,0 0 0 ): bun­ 7. Lübnan ( Kisravan ) 'da XVI. asra kadar ların esas' unsurunu yemenilerin Hamdan Ve bâzı Nusayri unsurlarına tesadüf edilmekte Kinda (Y a'kübi, B G A , V II, 324 ) ile Gassân, idi, 1■ : ■■ ■ ■ ■ , Bahra ve Tanuh ( Hanidâni, Ş ifa , s. 132 ) kol­ c. D i n î cephesine gelince, bu Nusayri fır­ ları teşkil etmiş olup, T abariya ve Cabal kasının akidesidir ki, burada buna daha ya­ ‘Am il ( burada hâlâ M etvaliler bulunmak­ kından temas edilecektir. ; ; ■ tadır ) ’ den H a leb ’e kadar olan yerlerde Otu­ III. Y a r a d ı l ı ş ve k ı y a m e t g ö r ü ş ü . ranlar çok erkenden şî'd mezhebini kabûl Nuşayrilerce tavsif ve târifin dışında bulunan etmiş olmalıdırlar *; sonra buraya T a y y ’dan Slûhİyetin hemen altında sem avî mevcûdâtın gelen ( I X . asrın sonu ) muhacirler ile Gassân ( veya yıldızların ) yer aldığı rûhânî bir âlem 'dan haçlıların geri çekilmesi" üzerine, emir­ vardır ki/ bu kademe-kademe ondan çıkar : leri Haşan b. Makzün ( ölm. 683— 1240; ism, bâb ve diğer ahi al-marâtib (ilk yedi H addâdin'in ceddi ) ile Sincâr dağından g e ­ s ın ıf): bu „büyük parlak âlemdir" {'âlâm ka­ lenler yerleşmiş ve kendilerinin ileri gelen ai­ bir n â rSn l); bunlar „küçük parlak âlemi“, düş­ leleri ile aşiretlerini ve kavm î hususiyeti erini müş ve yarı-maddeleşmiş: olan, mezarlarında eskilere kabûl ettirm işlerdir ( Tav il, s. 356 ). imiş gibi vücûtlarında kapalı bulunan mah­ Bugün en mühim aşiretler ( ‘« ffi’jVj -haritası lukları tedricî bir şekilde göğe geri götür­ İçin bk. R M M f XLIX, 6; krş. agn, esr., mek için meydâna çıkarlar, Bu şekilde bun­ X X X V I, 278 ve M. E. Ğ. T a v îl, s. 3 4 9 -3 5 2 ) dürt lar tekrar diriltilirler ve ahi al-marâtib ’in son kavmî bitlik İçinde toplanmış bulunmaktadır. yedi sınıfını teşkil etmek üzere, göğe götürü­ K a 1 b i y a ( Kardâha ’da : Navâşira, Karâhila, lürler ( peygamberlerin an'anevî olarak k a ­ Cuitaykiya, Raşâvina, Şalâhima. Rasâlina, Cur- bûl edilen sayısını teşkil eden 124.000 üze­ diya, Bayt al-Şilf, B ayt Muhammed ve Darâ- rinden 119.000). Bundan başka daha „kü­ visa ile b irlik te ); H a y y â t i n (M a rk a b ’d a : çük karanlık ( ztıimâni ) âlem“ vardır ki, bu­ Şarâmitaf, Mahsûsa, Fakâvira, Amâmira [ A bd rada da sönmüş ışıklar, rûhlar lanetlenmek al-Kays ile karışm ıştır] İle birlikte ); H a d d â- suretiyle, maddi vücût, kadın ve hayvan kılı­ d i n ( emîr Haşan b. Makzüıı ’un a şire ti: Mahâ- ğına sokulurlar ( kamşârt al-masühiga ); en alt­ liba B a n i'A li, Y aşü tiya ’A tâ riy a , Maşâliba ile ta, „büyiik karanlık âlemde“ ise, „büyük ay­ birlikte ) ve M a t a v i r a ( Numaylâtiya, Haleb dınlık âiemiıı zıdları“ ( azdâd) bulunur: şey­ S a v a r ik ’i, Şavarima, Mahâriza [kendilerini tan lar; bunlar öldürülen insanların henüz tit­ Hâşimilerden sayarlar jv e Başâriğa ile birlikte). reyen cesedterinde veya boğazlanan hayvanla­ XII. ( m, s. ) ' asırdan itibaren bunların siyâsî rın cesedlerînde sayısız istihaleler geçirerek, tarihi umÛmiyetle dış tazyik ( haçlı seferleri; tekrar cansız ve hareketsiz madde ( dövülmüş memleketi eâmiler ile dolduran Baybars ; Dur­ demir v. b. ) hâline gelirler: Düşüş nasıl yedi rat al-Şâdâf, Sa'id af-Anşâr [m e za rı: Haleb kademede (İlâhî tezahürlerde şüpheler ) mey­ ’d e d ir]'in kızı efsânesi T im ur’un Dimeşk 1 dana gelirse, seçkinlerin, ijâhî sudûrun yedi yağmasına sebep olm uştur); Selim I .’in ten­ devresi veya advâr ’ı sâyesinde, göğe geri dönüş kili ile, gerek aşiretlerin kendi aralarında, ge­ de aynı şekilde tamamlanmaktadır. rek türkler ile anlaşmış olan Kadmüs ve MaşV a h i y n a z a r i y e s i Sâf ülühîyetin iğagb), yaf ’teki ismâilîlere karşı ( Muhâriza tarafın­ kendisine ibâdet edilen nesnenin tavsif ve ta ­ dan kaybedilmiş, fakat 1808 ’de kısa bir zaman rifi kabil olmadığına göre, onun ilk sudûru ad için tekrar geri alınm ıştır) cereyan eden dâ­ ( ism ), İlâhî azametin mânasını ( ma’ nâ ) te ­ hili mücâdeleden ibarettir. laffuz eden peygamber ( nafile ) sesidir; bu, 2. İskenderun sancağında ( 58.000: A ntakya ismâîîî ve nuşayrîlerin müşterek üstadiarı 'da 1/3 ). C u vayd iya, Suvaydıya, ‘ A yd iya, Cıl- olan A b u '1-H attâb 'ın vaz’ettıği esas akide­ liy a ( eski parlamentoda iki meb'uslart var id i). yi teşkil eder. Fakat oııun talebesi Maymun 3. S u r iy e ’de (29.693) : Hamâh ve H o m ş’ta Kaddâh, bir şeyi tezahür ettiren İlâhî beyânın (b ir meb'us ); Haleb’de ( iki m ahallede); Cisr ancak boş bir tasavvurdan, ibaret olan ma'nâ ile Hüie götünün şimali civarında (‘ A yn F it : ’ya üstüıı geldiğini düşünerek, ma nâ 'yı sâf 3060). . ülûhiyetten ayırmış ve onu şamİt ( „susan" 4. Filistin ’de ( 2.000 ); N ibulus ’un şimalinde. imâm, zıddı ! natik ) ile bir tutmuş ve onu ba­ 5. K ilik y a ’da (. X V . asırdan beri ); Tarsus sit bir araz olarak, cevherin ( ism ) altına almış­ ve A dana 'da 80.000 ( 1921). tır. Daha sonra diğer H attâb iya mensupları (msl. 6. Fırat boyunda ve İran 'da bunlara karşı Başşar, Ş a 'i r ı ) buna muhalefet ederek, m anâ yakınlık gösteren ve kendilerine Nusayri adı — şâmii muadeletini muhafaza edip, ma nâ 'yı



NUSAYRÎl.ER. tekrar ism ’în önüne koymuşlardır. A b u *l-Hat- kademe-kademe kudsîleşmek sûretîyle • şekil­ (5b ’a göre, İslâm devresinde tav sif ve tarifi k a ­ lenmektedir. .. . bil olmayan ülûhiyetîn mânası ( m a'naviya) kenA k î d e n a z a r i y e s i A bu ’ l-Ha(tâb, ism dişini beş mümtaz-- isim ( esma’ ) İle ifâde ettiği ’in beş şahıslarının, zamanında, şimdilik vaby için ( Peygam ber, 1A li, Fâtir [= E â tim a ’ nin mü- al^an bir veya bir kaç semavî mütevassıt (aszcklcer adı; çünkü kadınların rûhu yo ktu r; bun­ bâb, ruhaniyân p bunların ilk i, Salsal veya S in dan dolayı onlar da mezhebe dâhil olanlar içinde = Salman Muhammedi devre içinde; krş. Masmisafirperverlik hediyesi arasında bulunabilir­ sigtıon, göst. yer-, s. 36) vâsıtası ile inananlara ler], t Tasan ve Jjhışayn, bunlar aynı tarzda ken­ gösterildiğini bildirmiş idi. Bu mutavassıtlar, dilerinin sırlı birliklerini ifâde ederler ), bu beş onun tilmizi Maymun ’da, bunlara tekabül eden mubâhala ’ ye tekabül eden ( krş. L. Massignon, ruhanî beş asma' ( 'a k l — Salm an ; nafs = MiljSalman Pâk[P,ubL de la Soc. d• Etudes franien- d a d ; cadd‘ = A bâ Z arr; fa th — f ‘Osman b j nes, VII ], 1933, s. 40 v. dd,), beş müsaviler guru. M aş'ün) hayâl = [)Am m âr b.] Y â sir: böylece bu, onun talebesi M aym un’da, alçalan bir sıra dürzî akidesinin 60. numarasına tekabül eder ) ile,, beş dünyevî ifâde şeklini almıştır ( beş şeklini alır. Buna mukabil değişmeyen ve ism mânevi ifâdeye k a rşılık ; dürzîlere göre, onlar­ altında bulunan btı beş mutavassıt nusayrîlerdan daha aşağıda bulunur): natik (— mi m) , de beş aytâm ( Mikdâd, Abu Zarr, 'A b d Allah asâş (— ‘ ayn ), d a i, ma' zan, mukâsir ve hâricî- b. Ravâha, ‘ Osman b. Maş'ün ve K a n b a r) lcrden Varoalâni ’nin işaret ettiği gibi, mim olup. Salman diğerlerinden üstün tutulmakta diğerlerine tekaddüm eder [ bk. mad, NÛR-l ve ma'nâ ile ism ’ den sonra, üçüncü olarak, bâb' MUHAMMEDİ]- Buna mukabil B aşşâr'da bu beş- gibi ilâve edilmektedir, Nusayri üçlüğünü teş­ teri Muhammed, Fâtir, Haşan, Husayn ve Mu- kil eden 'ayn-m ım -şin ( = ma'na-ism-bâb ) ’in (ı(as)sin şeklinde sıralamakta ve ‘A li bunların menşe’i bu olup, bunun müşrik-süryânî üçlüğü fevkinde tutularak, mütâlea edilmekte ve her olan ay-gök-güneşte aranması şart değildir. türlü mantığa muhalif şekilde, m anâ ile bir- Nusayri şâirlerinin en çok beğendikleri mevzû teştintmektedir. Bu son sıralanma şekli nusay- olan bu nücûm t'ekabüliyeti Harran sahillerinin rîler tarafından kabûi edilmiş olup, onların „ A l­ te’sİri ile Küfe şiî akidesine girebilmiştir; la h ‘ A l i“ sinin şiî menşe’i bundan gelm ektedir; güneşin mânen Peygamber île ve ayın ‘ A lı ile bunun sÜryânî-mecûsî ilâhlar topluluğunda veya (a y , imam gibi, dinî hareketi tanzim ed er; krş. bir. dürzî sudûrunda aranmasına lüzûm yoktur. ., Massignon, Salm an, s. 3b not 4) bir tutulma­ Başşâr ile nusayrîlerin kopye ettikleri 'U lyâ'iya sına Küfe ’de.M oğira (ölm. 119 h .l’den beri rast, veya. ‘ Aynıya ) sâdece Maymun’un karmatî (anmaktadır. Her hâlde Diıssaud ’ nun düşün­ ’ateşini değiştirmişler mim ile- 'ayi> arasındaki düğü gibi, bu yıldızlar ile ilgili irfan nazariöncelik münâsebetini tersine çevirerek, şâmit yesi esâsını mutlaka müşriktik bakiyesinin teş­ ( =mct'nâ ) ’leri nâtik ( = ism ) 'iarm üstüne çı­ kil etmesi lâzım gelse idi, bunun câhil köylüler karmışlardır, Bu ikili liste şu şekli almıştır ( C abal L u k k a m ) arasında değil, şehirliler (burada fs m ’ler it a li k t ir ) : « zuhurat zâti- ( H a rran ) arasında devam etmesi icâp ederdi. Bâ&'m şahıslandırılroa listesi şöyledir: a. ya ’nin yedi devrinde ( advâr: kibâb, şâir­ lerde kadınlar şeklinde gö rü lü r): 1. H âbil, Yedili (bunlar yalnız altıdır; Salman, uzun A dam ; 2 Nült, Ş iş ( d i k k a t i ) ; 3. Yûsuf, Y a ­ yaşayan kimse = Rüzbih ) devrede mâkâmât: k u b ; 4. Yûşa‘ , M âsS; 5. Aşaf, Su/ayman; I, C İb ra y ii; 2. Y a y ıl; 3, Kâm b. K ü f , 4, Dan 6 Şim‘ün, ls â \ 7 ‘ A li ( = A b ü TurSb, A m ir b. Aşbavüt;- 5. A b d AUâlı b. Sim 'ân; 6. Rüz­ al-N alıl), Muhammed- H aşibi bu yedi devre bih. 6. Satr al-d'imma (bunlar ancak on b ir) süresince daha diğer 44 ( — 63— 19) zuhurat ’de m a tâ lf: 1, Salman; 2. Kay s b. Varaka (m işliy a ) ’m bulunduğunu kabûl eder. b. Satr Riyâhi ( = S a fın a ); 3, Ruşayd H acari (ölm. al-a’ imma (==12 mutad im âm ; bunlar, Ha­ aş.-yk. 58 h .); 4, Kankar b. A b ı Hâlid K a b ili; şib i tarafından, tbn N uşayr’in asıl listesine 5. Yahya b. Mu’ ammar b. Umm a l-T avıl ( ölm. sonradan ilâve edilm iştir; aş. bk.) ’de her aş.-yk. 83 h.); 6. Câbir b. Y a zid C u 'fi (ölm . imâm Önce kendi selefinin ism ’i olur, son­ ız 8 h . ); 7. A b u '1-HattSb Muhammed b. A bi ra ma'nâ'ya yükselir. G ölgeye benzer bir Zaynab Mîklaş A sadi K âhili ( ölm. 138 h.; vücûdun ( kamş al-zuhBr, ma'din al-işâra) krş. K a şi, s. 19 1 ); 8. Mufazzal b. ‘Omar Cu'­ örtüsü arkasında düşünülen ( tağ y’b, ihti- fi ( ö’ m. 170 h .y ılla r ın d a ) ; 9, Muhammed b. câ h ) bu iki İlâhî şudûrun tezâhiir şekli nu­ Mufazzal C u 'fi’; 10. 'Omar b. al-Furât ( C a ‘ sayri akidesinde bir gerçektir. Bu vücût, mü’- f i ; 203 h. yılında İbrahim b. al-Mahdi tara­ minler için ânî nûrlanmanin taşıyıcısı olup, fından öldürülmüştür }; II, Muhammed b. Nudürzî tsimçiliği için, ancak bir hayâl ( sarâb) ş a y r 'A b d i ( 245 yıllarında bâb; Öl mi 270 h. ). ve ishâkiya ’de İse, hakikî bîr vü cû t. olup, 7. numaradan itibaren bu şahsiyetler hakîka-



368



NUSAYRÎLER.



de bâzı güneş ile ilgili bayram ları: navrâz ve mikrcân, Is a ’ nın doğum günü, haçın suya atıl­ dığı gün, 17. azar, azîz Barbara. Bu bayram­ larda dinî âyinler yapılır ( kuddâs, pek k a t'î ol­ mayarak, „âyîn ler"; Icuddâs al-t'ıb, k. al-bahur, olmuştur* . ' B â b ’ıh altında beş aytâm bulunmaktadır k. al-işar a ). V. F ı r k a n ı n t a r i h i . Fırkanın biitün ki, o bunları unsurların hâkimi ( muvakkatlin bi-m aşâiih a l-âlam ) sıfatı ile, ruhları sülûkla sülük U nâd’ l&n H aşibi 'den başlayıp, aradaki meydana getiren sâniin rolüne iştirak ettir* halkaları teşkil eden Muhammed b. Cundab mektedir. Yukarıda zikredilen Nusayri aytâm ve Muhammed al-Cannân al-Cunbulâni vâsı­ (dürzîlerîn kudüd, Salman 'in hakim bakirele­ tası ile İbâ Nuşayr 'a varm aktadır. Basra ’nin ri“ de böyledîr; nusayrîlerin aytâm 'ı gibi, dik ileri gelenlerinden ve ‘A y y a ş ı ’nin hocası olan al-'arş == Salman 'in dacacât 'ıdır ) listesi ile İbn Nuşayr 245 ( h . ) yılında kendisinin 10. Garm yi ( A sta rib â d i, Manhac, s. 225 ) ve Pa- şi{ imâmı ’A li Nafei ile onun büyük oğlu Mum ir’ de H attSbiya ( R E Isl., 1932, s. 442; trc. hatnm ed’in bâb'ı olduğunu söylem iştir. Bu so ­ İvanov ) 'nin listeleri ile karşılaştırılmalıdır. nuncu ondan önce, 249 ( b.) yılında, Nuşayr 'a IV. Mezhebe sülük üç kademede meydanagöre, M ahdi'n in ğayba yılında, ölmüştür ( bk. gelmektedir ( nacib, nakib, imâm)} birincisi İbn Babavayh, Gayba, s. 62, str. 12; N avbahti, merasimle yapılan bir ahid ( ' ikâd, hifâb; ta­ Firak, s» 77, 8 3 'e göre, btına inananlardan lâk mu'alla!} ile : bk. mad, SURaYcİYA ) olup, bk. Ntamdâni emîri A b u Firâs, Diuön 1873 tab., bu mânevi evlenme (nikâh dl-sam â’ ) hakkın­ s- 39 )• F ak at H aşibi 'ye göre, İbn Nuşayr 11. da h iç b ir ifşaatta bulunmamak vaadinden, iba­ imâm 'a iltihak ( Nuri, N a ja s, s. 144 ) ve bu­ re ttir; burada rûhâni âyini yapanın sözü âyin nun oğlu Muhammed b. Haşan ’1 mahdi olarak yapılan kimsenin ruhunu üç celsede aşılar ki, bu kabûl etmiştir. merasim diğer aşırı-y/'o fırkalarm ki ( v e Fuİbn N uşayr’in her iki halefi hakkmdaki tuvvat-nâma ’ İerinki } ile ilgili olup, bunlar ve malûmat, bunlardan İkincisinin, tıpkı H aşibi Harran sâbü leıi vâsıtası ile eski A sy a gizli gibi, Küfa ile V âsit arasında, bir zencî ( z a n c ) akidelerine bağlanm aktadır ( bk, mad. şadd; ve Karm at âsîlerinin merkezi ve İbn Vahşıya krş. Dussaud, s. 10 6— 119 ; Bak., s. 2— 7,82). 'nin memleketi olan CunbulS 'dan neş’et etmiş Cenneti temsil eden şarap kadehi ( „'abd al- olmasına inhisar etm ektedir ( T abari, III 1517, nur“ adını taşır: K at., nr. 91.) merasimde do­ 1925, 2198; Mas'üdi, Tanbik, s. 391 ). Husayn laştırılır. b. Hamdan H aşibi (hareketlenmesi Zahabi, Irşâdî taslim , islâmın aşırı-şiîlcrce şahıs!an­ Muştabih ile s a b ittir; İran ve İrak ’ta bugün, dırılmış 7 şeriat menâsikinin ( da'â’im ) bir tem­ yanlış olarak, H azin i okunm aktadır) 346=957 silinden ( ta 'v il) ib a re ttir: 1. ş a lâ t: 5 vakit ( av. (v ey a 358=968) yılında H a le b ’ de vefat et­ k â t ), Peygam ber vâsıtası ile ( = z u h r; Ishâ- miştir ( türbesi şimalde olup Şayh Bayrak ki ya ’de de bSyiedir ), Fâ^ir, Haşan. Husayn ve adını taşır ); kendisi Nusayrî-fırkasının hakikî Muhsin ( = / a c r ; dürzî ve Pamir H al tâbiya müessİsidir; hamileri olan Hamdâniler gibi, o ’s in d e : nucabâ', nukabâ’, A bu Zarr, Mikdâd, da Küfa (344 yılında; A starâbâd i, ayn. esr„ Salman vâsıtası ile ) ; bir de 17 (son raları 51) s ■11 2) ile Haleb arasında yaşamış ve onlara ra k 'a ; 2 şaom : otuz erkek adı ( g ü n ler) ve otuz kendisinin Hidâya ( krş. kendisinin Risâla kadın adı ( ramazan g e c e le ri) altında gizlenen râstbâşiya: T avii. s. 196 v. dd., 240 257 ) ’sini s ı r ; 3. ta k a t: Salman vâsıtası î l e ; 4. hace „mu­ ithâf etmiştir 51 tilmizinden en çok mâlûm kaddes memleket, 12 millik bir dâirede", yâ­ olanı Muhammed b. ’A li Ç illi ( A n takya yakı­ ni fırka; bayt = ism ; Hacer-i esved = Mik­ nında C îlliy a ’ den olup, orada hâlâ hâydarilerin dâd ; yedî aytıöf = 7 dâire; 5. eihâd = a id â d 'a reisi oturm aktaidi)’ dir. Onundoğrudan-doğruya karşı lanet etme ( Bak., s. 44 ) ve sır in zib atı; tilmizi bulunan Abu S a 'id Maymun Tahareti i 6. valâya = ' A l i evlâdına karşı hürmet ve on­ ( ölm. 427=1035 ’ten sonra ), velüd bîr münâzaların muhaliflerine karşı kin bestem e; 7. şakada: raeı olup, L âzikiya ’de Ishâkıya 'nin reisi A bü 'ayn-m îm -sin remizleri ile ilg ilid ir; Kur'an 'A li D ahiba İsm a il b. Hallâd ’a karşı mücâdele ’y e hürmet için bir g iriş tir; Peygam bere Kur'an etmiştir. Ondan sonra daba şunlar zikredilebilir: ’1 tâlim eden kimse. Salman (C ib râ y il adı al­ 'îşm at al-Davla, Risâla kubrüsiya m üellifi: tında gizlenmiştir ) 'dır. Hatim T avb ân i ( aş.-yk. 700 = 1 3 0 0 ; Paris Y 'llık bayramlar içinde şunlar vardır: şifle­ yazm., var. nr. 1450, 112#; J a v i l, s. 31 5) , rin ay ile ilgili bayram ları: fi(r, aikâ, ğadır, 'A n a ’den Haşan A crüd 836=1432 yılında Lâmubâhala, firâş, 'âşürâ, 9, rebiülevvei ( = 'O mar z ik îy a ’de ölmüştür ( T a v il, s, 31 7) ve nihayet ’in katli ) ve 15. şâbân ( Salman ’in ölüm ü); bir bâzı fırka reislerinden A ntakya civarında katen bu fırkanın reisi rolünü oynamışlardır ( g. — 10. numaraların rakibi Muhammed b. Sinan i d i ). Vezir İbn al-Furât ’m dedesi olan ıo. nu­ maranın. yeğeni İbn Nuşayr 'in esas desteği



N tlS A Ÿ R lL E R . mariya şâiri Muhammed b, Yfiaus K a la zi ( i o n =1602 ), 'A li Mâhûsi, Naşir N ayşâfi vs Yûsuf 'U b a y d i Nusayri „kolları“ hakkında şunu da kaydetmeli ki, böylece dört gibi iddia edilen kolların sayısı ikiye düşer 1 1. ş i m a l d e ( fam âli ya ~ H ay d a rı IX , [ X V ,}asırda reisleri olan 'AH H aydarı adına nisbetle— Ğa^friVya) M i mİya ki, bu şam slya ’dır; 2. c e n û p t a ( k ib liy a ; çün­ kü orada bunlar hâkim olmuştur) ’ A y n îy a , yâni kam ariya. N usayrîlerin m ezhep



te ş k ilâ tı



siy â sî ta k s i­



m attan farklıd ır. N ie b u h r’un 1780 y ılın da k a y d ­ e ttiğ i d ö rt mukaddam (L â z ilç îy a civarın daki B ah lü iiy a , Sum rin [ = Sim erian î ] — H va b i, Ş a f ita ve C a b a l K a î b iy a ) ’ in elinde id â rî h â k i­ m iyet bulunuyordu. 1914 y ılın d a ik i rû hân î reis var i d i : K iiik y a ’ da B ağçıbaşt ( ş a m s f ) ve IÇard â h a ’ da H adim a h i al-bayt ( ka m a rl , 1933 ’te N u m a y lâtiy a ’den Slim an ai-A h m ed ), 1920 y ı­ lından itib aren cenubun şiî-câ ferî k a d ıla rı N uş a y rilc r arasın a sokulm uş idiler. S o n zam anlar­ da da ‘ A m â m ira ’ nin bir



çoban ı olan Slim an



M urşid, M aşyaf *ın şim alinde yeni b ir fırka ku r­ m ak için u ğra şm ak ta idi.



V I, B i b l i y o g r a f y a : 1. N u s a y r î ve m ö s l ü m a n k a y n a k l a r ı . Nusayrî fırka­ sına sülük hususundaki eserler için, dürzîlerde olduğu gibi (k rş. de Sacy ve S eyb old ), dinî ahkâmı içine alan her hangi bir mecmua mev­ cut değildir; fakat C atafago ( / A , 1876) 40 bâtınî eserin listesini vermektedir ki bun­ ların 2 9 'u kelâma âit olup, 1 1 ’i edebî eser­ dir ( bâzı örneklerin trc, için bk, Huart, ]A . 1879) Bunlardan mühim olanlar şunlardır: nr. 20: K itâ b a l-m a cm iî ( dinî merasime müteallik 16 sûre; metni için bk. B ak ., s. 7— 34 ve Dussaud, s. 181— 198, tercümesi ile birlikte) ve hr. 19! A . S. M. J ab arân i, K itâ b m acm if ala’ y ö d tahlili için bk. J A , 1848 ve R M M , X L IX , 57— 60. Bu ced vel daha da İkmâl edilebilirdi ( şüp­ heli yazm alar için bk. Paris, nr. 1449/50 v.b.); İvanov'un M usta'liya-ism â'ilileri için neşretmiş olduğuna benzer, bu fırka müelliflerinin hâl tercümeleri ve eserlerini içine alan listeler de mevcuttur, Nusayrî müellifleri mûtedil şiî eser­ lerinden serbestçe istifâde ediyorlar (T ab arân i msl. Mufid 'den nakillerde bulunur ) ve hattâ K a şib i ’nın H idâya ’si gibi, bugün dahi İran ’da okunan eserler de yazmışlardır. İki Nusayrî ilm-i hâl kitabı tetkik edilm iştir: T a 'lim diyânat a l-N usayrlya (y e n i) 101 suâl ihtiva eder (P aris, y azm , nr. 6182 ; tahlili için bk. W olf, Z D M G , İH, 302— 309 ; burada nr. 88 ek­ sik tir) ve hıristiyanlara bitap ed er; A . Bay­ tar tarafından te’ lif edilmiş olan eski bir akaid kitabı ( tahlili için bk. Niebuhr, R e ise n , II, 440— 444 ). Nusayrî menâsikinin çok kıymetli İfi&m Ansiklopedi»!



bir tasviri (az-çok tarafgirlik hatâlarından ârî olmamakla beraber) 1863 yılında B e y r u t'ta hıristiyanlığı kabûl eden ve sonra öldürülmüş olan A dana 'Iı Sulaymân tarafından neşredil­ miştir. Bakara Sulaym âniya ( 119 s. ; kısmî trc. bk. Salisbury, J A O S , 1868, s. 227— 308; krş. T a v il, s, 386; eserin ilk kısmı itimada şâyân bir risaleden alınmış olup, sülük meclisi bulunmayan yerlerde kullanılm ıştır ; yazma için krş. Taymür kütüp., lA k „ nr. 564 ). H alk için yazılan, yer-yer oldukça romanımsı olmakla beraber, kaynaklara dayanan (fa k a t istifâde edilen kaynaklar gösterilmeyen ) Târih a l- A la - . viyirt adlı eseri. A dana A l al-Tav il ’inden Mehmed Emin G âlib ( ölm. 1932 ) tarafından neşredilmiştir ( L âzikiya, Tarakki matb., 1 3 4 3 — 1924, 478 s.). İki reddiye çok meşhûr olup, biri dürzîlerden Hamza ( Risâla damiğa, mec­ muanın 16. veya Catafago listesindeki 9. risa­ lenin re d d i)'y a ve diğeri sünnîlerden İbn Taymiya ( F atvâ, bk. M a cm tf, Kahire. 1323, s. 94— 102; trc. G uyard, J A , 1871, ser. 6 ,XVIII, 158 ) 'ye âittir. 2. A v r u p a ' d a ç ı k a n e s e r l e r . Bu hususta en esaslı eser R. Dussaud, H isto ire et r e lig io n des N o şa iris ( Paris, 1900, 35 + 213 s , krş. G oidziher, A R W , 1901,3. 85— 96 )olup, mükemmel bibliyografyası 1899 yılm a kadar gelm ektedir. H. Lammens ( bk. Etudes r e lig ie u ­ ses, Paris, 1899, s. 461; R O C , 1899, s. 572; 1900, s. 99, 303, 423; 1901, s. 33; 1902,3. 442; 1903, s. 149; J A , 1915, s. 139 — *59 5 krşde Lammens, S y rie, 1921, I, 184 ) ile Dussaud 'dan hulâsa olarak alınan R. B asset ( Hastings, E n e, o f R e lig io n and E th ic s, 1917 IX, 417 v. d d ,)’ nin mühim makaleleri, harita, cedvel ve fotoğraflardan (bilhassa general Nieger tarafından yapılıp, L. M(assignon ) tarafın­ dan neşredilenler için bk R M M , 1920, XXX VI, 271— 280 ve 1922, XLIX, 1— 69 ) başka, Dnssaud 'dan itibaren ancak umûmî veya seyahat de­ nemeleri neşredilmiştir ; bk. msl, G . Sammé, L a S y rie ( 1921, s. 337— 342 ), J. de la Roche {L a G éograp hie , 1922, XXXVIII, 279 ve Vlsie fr a n ç a ise , 1931, s. 166); A . Brun {L a G éo­ g ra p h ie, 1925, XLIII, 153); P. May U A la o u ite (risale, Beyrut, 1 93 1 ) ; Paul Jacquot ( L’ E tat des A la o u ites ( 1929, 2. tab,, 1931, 264 s. ); Ed. Helsey {L e jo u r n a l , Paris, 4. IV. 1931 v, dd.); E. Janot, D e s croisad es au mandat ( Lyon, 1934 )• — Son zamanlarda A n ta k ya 'nın nüfusu içinde şehirli nusayrî unsurlarının araştırılması için bk. Weulersse ( B u ll. d’Inst. fr a n ç . de Damas, 1934 ). 3. - A r a p ç a yazılan eserler son zamanla­ ra â ittir: msl. K u r d ‘A li, f f i i a l al-Ş âm (19 28 ), V I, 258 — 268; Kâmil Ğ azzi, N ahr a l-Z a h a b



NUSAYRÎLER - NÜKKÂft. ( Haleb, 134.2 ), I, 2 0 4 v. d .; krş. bir de Bey­ rut (Ahrâr, 19, IX. 1930) ve Şam ( Ayyâm, 29. III. 1933 ) m a tb û tâ tt. ( LOUIS M a SSICNON.) N U Ş B . [ Bk, n u s b .] N U S B .o NUŞB, bilhassa dinî âyînler için d i k i l m i ş t a ş . Kelimenin kökü ibrânîcedeki maşşeba, Finike dilindeki nşb, mşbt ve cenûbî A rabistan şivelerindeki nşb, mşb kelimelerininkinin aynıdır. Lisâniyatçılar arapçadaki şe­ killerin izahı hususunda hep aynı fikre sâhip değildirler; ekseriyetle naşb 'u müfred ( cem anşâb) sayarlar ise de, içlerinde bunu naşub okuyup, naşb ve nişâb ’m cemi şekli telakki edenler vardır. Bu söylenen şekillerden başka, arapçada aynı kökten gelmesi icâp eden manşab ve naşlba kelimeleri bulunur. Dikilmiş taşların neyi temsil ettiği husûsunda, esâs mefhûmun mûtad olarak uiûhiyet için İkamet yeri { b e t-e l) olduğunun isbât edil, mesi nisbetinde arapça yardım edebilir. Eski A rabistan mâbudlarmm çoğunun taş veya ka­ ya kütleleri olduğu, yâni bu taşlar ile birleş, mîş ve onların içinde mevcût bulundukları söylenir. Bunun aslında böyle olduğu yahut bu ibâdet tarzının dikili taşlardan, bir hatır, latma vesilesi olarak, üzerine taş konulmuş mezarlara teşmil edildiği ( msl. Hamâsa, s. 56i, V . 8 ve naşiba ’nin mezar taşı olarak alınm ası) hususu burada ele alınamaz. A n cak ölülere ihtiram nazariyesinin, mabudun ikamet yeri bîr ağaç olduğu hâllerde ( msl. bir A rabis­ tan akasyasında [ samura ] bulunan N ahla'U zzâ ’sı g ib i) işe yaramadığı burada hatıriatılabiiir. Taşlar içinde bir mabudun mevcut olu­ şuna dâir misâller ZU ’ l *ş ARÂ , LÂ T ve MENÂT maddelelerİnde zikredilmiştir. Diğer misâller Zu i-H alaşa al-Fais, al-Calsad ve Sa'd 'dir. Bu türlü taşlar ile ilgili menâsik üzerlerine kan sürülmek suretiyle yapılırdı. Msl Z u h a y r(ıo 14), baş tarafı kandan kızıllaşmış bir kurban taşı, manşab a l-itr ’dan babse-der; yaralanmış ve kam akan bir adam kızıl naşb 'a benzetilir ( İbn Sa'd, IV/l, 2, 162, H/H, 173 n, H i n d i s t a n cürohûriyetinin e y â l e t l e r i n d e n b i r i olup, t93i ); Bihar and Orissa First D ecennial [155.746 km2 arâzi üzerinde, 1951 sayımına göre, Review 1912— 1922 ), Patna, 1923; W W . 14.645 946 nüfusa sahip bulunmaktadır J. CümHunter, Orissa 12 cild, London 1872 ) ; Jour­ hûriyetin kurulmasından önceki yıllarda B i h â r nal o f the Bihar and Orissa Research Society^ Cobden Ramsay, Feudatory States o f O rissa ve O r i s s a tek bir eyâlet hâline konulmuş Kalküte, 19 10 }; H. C. Ray, The D ynastic ve 1931’de bu eyâletin nüfusu 5 306.142 o arak History o f Northern India (K alkü te 1931), 1; tesbit edilmiş idi ki, bu nüfus arasında an. Report o f the Orissa Com m ittee (2 cild, eak 124463 'ü müslüman idi. İdâri bakımdan Kalküte, 1932 ); J. Sarkar, Studies in A u O rissa eyâleti Cuttaek, Balasore, Puri, Angut rangzib 's R eign Orissa in the Seventeenth ve Sambalpur bölgelerine ayrılm akta ve ayrıca 24 tâbi yerli devlet ihtiva etm ekte İd i: bu Century (K a lk ü te , 1933 ); A. Stirling. A n devletlerin 4.465.385 nüfusu içinde müs'ümanAccount o f Orissa Proper or C uttack ( K at'arın sayısı 17.100 ’ü geçmemekte idi küte. 1P04 ); G. A Toynbee, Sketch o f the History o f Orissa from 1803— 1828 (K a l­ M ahânadi ırmağı ile buna komşu akar .suların deltalarını ihtivâ eden O rissa, Bengâle körle­ küte, 1873); P u ri'deki C agannâth mâbediarinden merkezi eyâletler hududuna. Subarnade saklanan ve hurma yapraktan üzerine yazıtmış eski bir yazma olan Mâdalâ P ân ji, rekha ırmağından Çilka gölüne kadar uzanmak­ tarihî bakımdan, az ehemmiyetli görünmek­ tadır. Mazide dağdağasız durumunu eoğrâiî tedir. ( C C o l l i n D a v i e s .) mevkiinin erişilmeziiğine borçlu bulunuyordu; ORMUZ. EBk. h Or m Oz . ) zirâ memleketin sâhil boyu bâzan istilâya uğ­ ORUÇ, yeni-fars. roza ( „günlük, oruç“ , pehramış olsa bile, iç kısımlardaki yüksek sâhalar yarı müstakil veya tâbî reisler elinde kalmış levî rü z a k ) olan kelimenin, her hâlde X, asır­ idi. O rissa eski Kalinga kıralhğına dâhil bulun­ dan az sonra, irânî şark dillerinin birinden muş, barış-sever A ço k a ’m» fethettiği tek ülke türkçeye geçmiş şeklidir. olmuş, fakat Maurya imparatorluğunun parçaBu kelimenin arapçası olan şavm, şiyâm ile [anması sırasında tekrar Kalinga kıratlarının eli­ birlikte s-v-m kökünden m asdardır; ber iki ne geçmiştir. XI. asra kadar bu toprakların tari- j masdar fark gözetilmeden, aynı mânada kutla­ bı gayet karışıktır. Hâdiselerin tarib sırasını tes- : nılır Kelimenin arepçada asıl mânası „hare­ bit husûsunda karşılaşılan güçlüklerin halli mev- I ketsiz olmak" tır ( bk. Th. Nöldoke, Neue Beit-



ORUÇ. râge zar sem . Spraeh., Strassburg, ıg ıo , s. 36 nr. 3; krş. bir de S. Frankel, D e V o ca b ... in Corano peregrinis, Leiden, 1880, s. 20: „Q uiescere“ sâkin olmak). Bu kelimenin „oruç" mâ­ nası, Peygamberin Medine 'de oruç ameli hak­ kında daba geniş bilgi edindiği zamana tesadul etmiş olabilir. Bu mâna, şavm veya şlyâm kelimesinin Medine'de nâzil olmuş sürelerdeki m ânasıdır; Mekke sûrelerinde bu kelimeye yal­ nız bir defa, K u r’an, XIX, a 7 'de tesâdüf olu­ nur ve müfessirler bunu şami ( „susm ak“ ) ile izah ederler t kelimenin bu tercümesinin lügat­ lerde bulunması buradan getir ) ; fakat ihtimâl burada da ş o v m ’ı sâdece „oruç“ ile tercüme etmek gerekir ( aş. bk. ). Şam a fiili oruç tutu­ lan zamanın manşüb ( a k k .) hâli ile birlikte kutlanılır. Oruç m e n â s i k i n i n m e n ş e i . P ey­ gamber devrinden Önce orucun Mekke ’de bilin­ meyen bir amel olması, kablî olarak, kabûl edi­ lemez. Hiç olm azsa an an eye göre, yaşam ala­ rında yatıpdi-hıristiyan, o kadar izler görülen htın afS neden bu dinî ameli yapmamış olsun ? Peygamberin muhtelit seyahatlerinde yahudi ve hıristiyanlarda bu menâsiki görmüş olması vakıası, ihtiyari bir nefs kırma olarak, oru­ cun Mekke 'de, ilk müsliimanlar arasında kabûl edilmesinin lehinde sayılabilir. Bundan daha fazla bir şey söylemek mümkün değildir; ztrâ S i ra ‘de ve hadislerde bu husÛsta nakledilen­ ler maksadlı olabilir. Mekke devri sûreleri arasında, yukarıda söylendiği gibi, K ur’an, XIX, zy 'de şavm 'dan bahsedilm ektedir; bir ses M eryem 'e; „Ben acıyana şavm n ezrettim ; bundan dolayı bugün kimse ile konuşmam“ demesini emretmiştir ; muhtemeldir ki, burada şavm sâdece „o ru ç“ mânasına gelm ektedir; zîrâ sükût hıristiyan orucunun amellerindendir 1 bk. A frâh at, nşr. Parisot, Patral. Syriaca, I, 97 '. Fakat her hâlde Peygamber bu amelin teferruatı ile o kadar ünsiyet hâsıl etmemiş i di ; çünkü ancak hicretten sonra Medine 'de yahudilerin yaptıkları gibi, 'öşûrff [ b. bk, 1 gününde oruç tutulmasını emretmiş idi. H ic­ retin 2. yılında güvenilir ve mütevâtir a n ’aneere göre ( bk A . J. Wensinck, Mohammed er Oe jo d e n te Medina, tez, Leiden, 1908, s. 13 > v. d .; msl. A . Sprenger, Das Leben und die Lehrt des Mohammad, III, 53— 59 'a karşı ), K u ra n , II 183 v.dd. âyetleri ‘âşürâ’ orucu yerine, ramazan orucunu getirmiştir. Neden tam bu ayın seçildiği ve müslümanlardaki oruç mviesseses nin nereden alındığı husûslarına ge­ lince. bunlara dâir türlü taraziyeler ileri sürül, muştur. İstâmiyete göre, bu A llahın yahudilere ve hıristiyanlara em rettiği, fakat onlar tara­ fından bozulmuş olup Peygam ber tarafından



409



doğru şekli ile yeniden te'sis edilen oruçtur; Sprenger, ayrı, e sr., Ill, 55 v.dd., bunun Hıris­ tiyan büyük perhizinin bir taklidi olduğunu düşünm ektedir; Noldeke-Schwally { Ceschickte des QorSns, Leipzig, 1909, L 179-^v. d., not s ) Mani dinindeki oruç tutulması benzerlikleri üzerinde isrâr etmektedirler. Fakat daha son­ ra, A . J. Wensittck, Arabic New-Year and the Feast o f Tabernacles ( Verb. A k. W. Am st. N. R. 3[ Amsterdam, 1923 ], X X V , nr. 2, s. 1 — 13; bk. bir de Th. Houtsma, O ver de İsraelietische vastendagen, Versl, Med. A k. Wetensch. Am st., A fd . Letterk,, IV, R., [1898], 11, 3 v. dd., Amsterdam, 1898) adlı muhtırasında (ram azana tesâdüf eden— İslâmîyetten öncesine âit olan — Laylat al~kadr se­ bebi i t e ), islâmlyetten önceki devirden bert ramazan ayının bilhassa kudsî oluşa husûsiye, tine dikkati çekti ve ramazan ayı meselesi­ nin hallinin bu istikam ette aranmasının ne de­ receye kadar mümkün olduğunu gösterdi (da­ ha fazla teferruat için bk. mad. RAMAZÂN). Müslümanlıkta oruç ameli ile ilgili ilk kâideler, Kur'an II, 183— 185 ’te verilmiştir ki, bun­ lar bar hâlde bir birlik teşkil ederler ( Nöldeke-Schw ally, s. 178, Th, W . Juynboll, Hand­ buch des islâmisehen Gesetzes, ( Leiden— Leip­ zig, 1910, s. 1 1 4 'ün aksine; bu son eserde 185. âyetin daha muahhar olduğu kabûl edilmekte­ dir ; ai-B ayzâvi de bu vahyin ayrı-nyrı kısımlar ihtiva ettiğini kabûl eder ); „Kur'an 'in inzal edilmiş olduğu ramazan ayında", belli günler sayısınca oruç tutmak lâzımdır; hastalar, yolcu­ lara bir „fidye“ vermeleri şartı ile, husûsî ko­ laylıklar kabûl edilmiştir Bu İlâhî emre itaat ederek, müslümanlar ramazan ayında oruç tut­ tular ve aralarında daha dindar olanlar, yeni bir vahy ( Kur’an, H, 186 ) oruç süresini gündüz ile tahdit edinceye kadar, güneşin bir batı­ şından diğerine kadar olan yahudi oruç ame­ lini takip ediyorlardı ( bk. bir de al-Buhâri, Şavm , bâb 15 v. b . ) . — Oruç Kur'an 'da şu yerlerde zikredilm iştir; II, 196 — burada bâzı hâllerde hacılar için farzedilm iştir; IV, 92 — müslümanlar ite aralarında ahd bulunan bir halka mensûp bir kimseyi kasid olmaksızın öldüren bir mü’ minin birbiri ardınca iki ay ( kefâret olarak ) oruç tutması farz kılınmıştır. [ bk, mad. ÇATL. ]; V , S9— bir yemin yerine ge­ tirilmeyince, ( kefâret o la r a k ) üç gün oruç tutmak lâzım dır; V , 95 — haco esnasında biı av hayvanı öldürülürse, ( kefâret olarak ) oruç tutmak ge re k ir; L V 111, 5 — zihâry ( b. b k .; bk. bir de aş. k a ffâ ra t ile ilgili hususlar >bozulmak istenildiği zaman (kefâret olarak) biri biri ar­ kasına devamlı bir şekilde iki ay oruç tutmak lâzımdır. Bunlardan başka, Kur'an, X XX 1I1,



4 ıo



ORUÇ.



3 5 'te , başka sıfatlar yanında geçen şetim din­ dar müslüman m anasınadır; buna karşılık 1!. 42 ve 148 'de şabr [ b . bk, ] kelimesi ile izah edilmiştir. K u r ’ an , II, 183— 18 5’teki hükümler fakıhlerin 'teabit ettikleri o r u ç hakkmdakî t e f e r r u a t l ı k a i d e l e r i n esâsını teşkil eder; buradaki bir çok teferruat hadisten alın­ mıştır. A şa ğıd a verilen bilgiler şâfi’î mezhe­ bine göre o r u ç h ü k ü m l e r i n i n umûmî bir hulâsası olup, İbn Kâsim al-G azzi ( öim. 918=152« ) tarafından şerhedilmiş olan ve İb­ rahim al-Bâcüri (ölm . 1278=1861 )'n in haşi­ yelerini ihtiva eden A b u Şucâ' al-îşfahâni { b. 5. asır ), ’nin risalesinden ( Muhtasar f i 'lf i k k ) alınmıştır. O r u o ' u n ş a r t l a r ı . Şer’î mânada oruç, mükellef olunan her oruç için husûsî bir şe­ kilde niyet ( niya ) edip oruç bozan şeylerden ( m uftir& t) bütün gündüz boyunca sakınmaktır ( im sa k ); oruç tutan ( şetim ) bütün aklî meleke­ lerine sâhip ( ‘â k il), müslüman olmalıdır ve k a ­ dın bahis konusu ise, onda ay hâlinden veya do­ ğurmadan m ütevellit kan kiri olmamalıdır. Bu şartlar ile oruç sahihtir ; ( safrih ) tahammül edebilecek hâlde ( İfadır ) bulunmak şartı ile, bülûga ermiş ( b a liğ ) her kes oruç tutmakla mükelleftir. Şuna dikkati çekmek gerekir ki, orucun sıhhati ( şih h a ) için, gerçek ve fi’lî İs­ lâmiyet zarfirîdir. Hâlbuki vucnb için bir mtırtadd’in İslâmlığı yeter — o da dine tekrar döndükten sonra, ihmâl ettiği ( le a iff) oruç­ ların yerine oruç tutmalı veya kefaret verme­ lidir — ; müslüman görünmek ve binnetîcc emir­ lerini yerine getirm ek mecbûriyetinde olan, do­ ğuştan kâfir ( k â f i r ) olan bir kimse bu gün­ lerin kefaretini vermeğe mecbur d e ğ ild ir; şerîatte onun mecbûriyetine vucüb 'ikâb mürtedinkine vucüb mutâlaba bihi denilir. Tem­ yize kâdîr olan ( m um ayyiz), fakat bâlig ol­ mamış birinin orucu { on yaşından itibâren çocuk oruca mecbûr ed ilm elid ir), oruca kadir olmayanınki gibi, sahihtir. 'A k il şartı, şuûruna sâhip olmayan bir kimsenin, bir rûh hasta­ sının veya sarhoş bir adamın istenilen zaman­ da bir vazifeyi yerine getirmesinin ( adet) vâcib olmadığı için ileri sürülmüştür. Önceden niyet edilmiş ise, gündüz uyumakla geçirilebi­ lir; sarhoşluk veya şuûrsuzluk hâlinde, insan gündüzün, bir an için bile olsun, kendine gel­ mezse, yine aynıdır. Orucun erkânı ( arkan ) şunlardır: şa im ni­ yet etmek ve muf(irât *tan sakınmadır. N iyet, her ’ oruç gününün şafağından ( ta b y lt) önce söylenm elidir; bununla berâber, taklld [b bk.] ile. bir şâfiî mâlikî mezhebini tâkip ed ebilir; bu mezhep ise, ramazan ayının ilk gününden



önceki gecede bütün ramazan ayı için niyet edilmesine cevâz verm ektedir; nafile orucu hâlinde, gündüzün ilk kısmında fiilen oruç tuttuktan sonra, öğleye kadar niyet etmek mümkündür. Niyet şuûrlu bir şekilde yapılma­ lıdır ; kelimelerin telâffuzu tavsiye edilm iştir ( fıkıh kitapları niyet örnekleri verm ektedir ); fakat niyeti sesle söylemek zarûrî değildir ve hattâ sebebi oruç olan hareketler inle niyet yerini tutabilir. O ruç bozan şey W {m u ftirâ t) şunlardır: 1. V ücûda, idrâk olunabilecek ve mânî olu­ nabilecek kadar, dünyevî maddelerin girm esi; şu hâlde, sulp veya mâyi gıdaların zerkedilmesi, tütün içme tükürülebilecek sümük gibi şeylerin yutulm ası; vücudun türlü deliklerine bir mâyi sokm ak veya damla-damla boşalt­ mak veya zerketm ek veya bir âlet sokm ak; vücûdun tabiî olarak kurtulmak istediği şey­ leri tutmak, a, 6 ve c ( aş, bk.) ’ye dâhil bu­ lunan tahditler sebebi ile, şunlar oruç bozucu { mu f t i r ) değildir: haşerâim , sokak tozlarının, ağızda kalmış gıda kalıntılarının derinin eme­ bileceği şeylerin, ağız çalkalanırken, çok fazla olmayan yutulan suların, bir de meebûrî ol­ masa bile bir ğ u sl [ b. bk.] sırasında burun­ dan alınabilecek suyun ve dînen temiz koku­ ların vücûda girmesi. Bir kimse susuzluktan çok muztarip olursa, tehlikesiz olarak yapıla­ bilirse, suyu az bir müddet ağzında tutabilir. 2. İsteyerek kusmaya, yalnız tıb b î bir k a ­ rar üzerine, k a iS mecbûriyeti ile birlikte, ce­ vâz verilir. 3. Cinsî münâsebet. 4. C insî temasların neticesi olarak tah rik edilmiş oian temniye, bu olmazsa, bunun ih ti­ rasla yapıhp.yapılmadığına, buna sebep olan şahsın yabancı yahut * 3 mahram çocuk, k a ­ dın veya h a i l olduğuna göre, farklı hükümler vardır. G eceleyin veya benzer hâllerde ihtilâm ( ihtilâm ) olmak oruç bozucu ( m u f(ir) değildir. 5. İstim na; bu orucu harâro bile kılar ( bu hüküm al-Bâcürİ İçin bedihî d e ğ ild ir; çünkü oruç cunupluktan tem izliği gerektirm ez). 6. Doğum kanları. 7. Bunama ve 8. sarhoştuk ( 7 ve 8 her tü r­ lü ibâdeti imkânsız k ıla r ); bunlara 9. olarak, doğurma ilâve olunm aktadır; fak at bu yalnız bâzı fakîblerin görüşlerine göredir. Oruç bozulması için ( t f f âr ), oruç bozucu bir hareketin kasid ( ta'ammud) ile, bilgi ( ‘ i/m) ile ve serbest irâde ( ih tiy a r) ile yapılmış ol­ ması lâzım dır; kasidsizlik, dinî bükümlerin bi­ linmemesi — eğer mâzûr görülebilirse — veya zorlama var ise, oruç bozulmamış olur. H adîse göre. „Bir kişi kasidsiz olarak bir şey yerse, oruca devanı edebilir; zîrâ ona yem ek yedir»



ORUÇ.



411



ten A llahtır" (a l-8 u h lri, Şa vm , bâb 26; A y­ zaman, yahut 'adi olmasa bile, bu husÛsta ken­ man. bâb ı s ; Müslim Şiyâm , hadîs 171). dine inanılırsa, başka bîr şahsın ayı gördüğü Oruç tutana ( ş â 'im ) şunlar tavsiye olun­ zaman, 29 şabandan sonra b a şla r; bir tek 'adi muştur. 1 I. Güneşin battığına kan âat getirir, yeni ayı 29 şabanda görmüş ise, 2 ramazan, getirme*, iftar yemeği {fatür, b. bk.) yem ek; ramazan başında bitmesi gereken vâdelerin bunun için tercihan olgun hurmalar veya ( zem­ son günüdür. Ramazanın başlangıcı halka ma­ zem ) suyu veya lezzetli bir şey seçmelidir. //- hallî âdetler ile tâyin edilen bîr şekilde ( top far vâcibdir; çünkü devamlı oruç {şavm at- atılması, minâreye {m anâra] asılan fenerler, v îş S l) haramdır; 2. sahur (g e c e yansından C a va 'd a bSdug çalınm ası), haber verilmelidir. sonra yenilen yemek ) ’u mümkün olduğu kadar Haber alınamadığı veya yanlış haber alındığı geç yemek ve fafar için tavsiye edilmiş olan hâllerde, niyet ve kefâret ile ilgili husûsî tah­ yemeklerin aynım seçm ek; 3. uygunsuz sözler­ ditler mûteberdir. Bir astronomun müşahede­ den, iftiralardan kötü niyetli konuşmalardan, leri, bir riyaziyecinin hesapları, yahut rüyasın­ yalanlardan ve küfürlerden sakınmak lâzım dır; da Peygamberi görüp, ondan ramazanın baş­ çünkü hadîse göre, „ellerini ve «yakarını kötü langıcı hakkında bilgi edinen bir kimsenin rü­ işler yapmaktan ahkoym adıktan sonra, oruç­ yası, ramazanın başmı tâyin husûsunda yalnız tan açlık ve susuzluktan başka bir netîee elde bizzat astronom, riyaziyeci ve rüyayı gören edilem ez"; 4. yasak edilmiş olmamakla bera­ kimse için ve bir de bunlara inananlar için bir ber, kendisinde veya başkalarında kuvvetli is­ mesned olabilir, tek uyandıracak hareketlerden çekin m ek: 5. (b ) O r u ç t u t u l m a m ı ş o l a n r a ma z a n hacamat yaptırmamak, kandırmamak; 6. yiy e, g ü n l e r i y e r i n e , o r u ç t u t m a ( kaia ’ ) çekleri tatm am ak; 7. yenilen şeylerden hiç bir mümkün olduğu kadar erken, yâni oruç tutul­ şey çiğnememek; 8. oruç gününden sonra A l­ ması mümkün en yakın günde olm alıdır; buna laha şükretmek; 9, kendisi ve başkaları İçin göre, orucun yasak olduğu ( aş. bk.) yahut Kur’an okumak ve 10. ramazan ayı boyunca, zâten bîr oruç günü olan bîr günde olamaz. Kur’an, II, 187 'ye uygun olarak, î t i k a f ’ a riâ­ Bir kimse bu m ükellefiyeti yerine getirmeden yet etmek. al-Gazzâlİ bunlara ramazan ayında ölürse, oruç tutm ak için gecikme mâzûr görüle­ hayırlı şeyler yapmak vazifesini de ilâve eder. bilir ise, bu m ükellefiyet ortadan k a lk a r; bu ge­ Dinî hükümlere göre, oruç şu kısımlara ay­ cikme mâzûr görülemezse, vali 'si ( bu hâlde her rılabilir : akraba vali olabilir ) mirasından veya bir ya­ I. Mecbûrî ( fark, vâcib) ( a ) ramazan ayında;bancı, vali 'nin müsâadesi ile, küçük bir ka f­ ( b ) ramazan ayında oruç tutulmamış günlerin fâra (aş-bk.) veya fidya verm ek mecbûriyetinyerine, oruç tutulacaksa { k a ia ); ( c ) bir adak dedir yahut da vali (veya yabancı) bizzat ken­ neticesinde; ( d ) bir hatâ veya günahların disi Içaiâ’ yap abilir— bu Şâfi’ i 'nin en eski ka­ kefareti ( kaffâra ) için tâyin edilmiş hâllerde nâati olup, sonraları bunu terketm iştir; fak at ve ( e ) kuraklık zamanlarında mahallin en büyük buna bir snnna husûsiyeti bile atfeden Bâcü* âmiri (imâm) yağmur duası merasimini {istiska ; ri ’de yeniden meydana çıkm aktadır — ; bu hâl­ b. bk.) mecbûrî kılarsa. Mâzûr görülem eyecek de orucun sevabı ölüye gider. bir oruç bozma hâlinde, a l-G a z ıâ ii'y e göre, ( c ) Şâfi'î mezhebinde hâkim olan kanâate oruçiulara benzemek için ( taşbih«n bi-şu’tm îna }, ; göre, mekruh oruç ( şavm al-dahr aş. bk.) gündüzün geri kalan kısmında oruç tutmalıdır, mükellefiyetini yerine getirm eği icâp ettirecek (a) R a m a z a n a y ı n d a o r u ç islâmiyetînbir adak veya dilek yapılmamış sayılm akta­ dördüncü direğidir ( rukn = su tû n ); oruç mükel­ dır ( bk. al-Bâeüri, Kitâb ahkâm al-aymân lefiyetini inkâr eden kimse, k â fird ir; yalnız va ’l-n u z ü r ). az bir müddet Önce İslâmiyet! kabûl etmiş veya ( d ) K efâret ( küffara ), b ü y ü k v e k ü ­ din bilginlerinden ( 'ulama’ ) uzakta yetişmiş ç ü k olmak üzere, ikiye ayrılır. Şu kimseler kimsenin hâli istisnâ edilir. Oruç mükellefiyetini büyük kefâret vermeğe meebûrdur : ( a.) cinsî inkâr etmemekle beraber, kabûl edilebilir bir bir münâsebet ile ramazan orucunu bozmuş sebep olmaksızın, oruç tutmayan kimse, hapis olan, yukarıda gösterilmiş olan şartlara göre, ve maebûrî bir oruç için, niyet ettirilmelidir. bu iş bir günah ( iş m ) ise; bundan başka Orucutf'u m û m î {'ala sabil a l-u m u m ) mükel­ onun kaza’ etmesi ve ta'zir [ b. b k .j’e mârûz lefiyeti 30 şabandan sonra 1 ramazanda baş­ kalması icâp eder; orucun her bir günü müs­ lar yahut kadı ( hâkim, kâzi ) yeni ayı gör­ takil bir ibâdet {'ibâda) teşkil ettiğinden, bu düğünü söyleyen bir t e k 'adi ’in şehâdetini şekilde oruç bozulmuş olan her gün için bir kabûl etmiş ise, 29 şabandan sonra 1 ramazan­ kefâret verilmelidir. Bu kefaretten kurtulmak da başlar; şahsî {'ala sabil al-huşüş) mükelle­ için, al-Bâcüri şu şer’î çareyi ( ifila ) göster­ fiyet ise, bir şahıs bizzat yeni ayı gördüğü mektedir : oruç daha önce muftirat 'm bir baş­



412



ORUÇ.



kası üe bozular, kefaret ortadan k a lk a r ; fakat günah bâkt kalır. Suç ortağı kadın yalnız ka­ za' ile mükelleftir ve ta 'zır ’e mârüz k a lır ; ( p ) kanûna karşı olarak, kendini bir katıl ite cürümlü kılan [ bk. mad. Ç A T L ] ; ( y ) ş i / t 5r [ b. b k .]’m içinde bulunan adağı yerine getir­ mediği için, hemen akabinde, talak olmaksızın, yihSr tâbirini sö yleyen ; ( o ) mûteber bir ye­ mini ( yam in, bk. mad. Ş A S A M ) bozan. Bu ke fire t ( k a ffâ ra ) şunlardan ib a re ttir: Hâller



t.



t.



3.



4.



{« )) ve > 'itk (veya) saom (v ey a ) i f âm — (Y) j ‘ (P ) 'itk (v e y a ) şavm — — (8) 'itk (v e y a ) i f â m veya katva veya yatım yâni ( a ) , ( P ) v e ( y ) hâllerinde gösterilen ilk mükellefiyeti yerine getirecek hâlde olunmaz­ sa, oruç yerine kefaret verilebilir; oruç tut­ mağa başlandıktan sonra, buna imkân bulunur­ sa, ‘ itk yerine getirilmelidir ve tutulmuş olan oruç istekle yapılmış ve sevaplı bir amel yeri­ ne geçer; bunun gibi, ( 8 ) hâlinde, oruç an­ cak 4. yerde gösterilmiş olup, bu da ilk üç mükellefiyetin biribirînin yerini alabileceği, fa­ kat orucun yalnız dördüncü yerde gelebileceği anlamındadır. ( a ) , ( P ) ve ( y ) hâlleri için, bir­ biri şrdm ca iki ay oruç tutmak mecbûriyeti vard ır; bir gün oruç bozmak, bu bozuş mâ* zur görülebilir bir sebepten m ütevellit olsa da­ hî, oruca yeniden başlamağa mecbûr e d e r; ( 8 ) hâlinde oruç üç gündür ve bunun fasıla­ sız olması zarûri d e ğ ild ir.■ — G österilen kefa­ retlerin birini yerine getirecek bir hâlde olun­ m azsa, yerine getirilebileceği zamana kadar meebûriyet muallakta katır. K üçük kefaret ( k af f âr a) veya fidya, aşağıda sayılan kolaylıklardan istifâde edebilecek bir durumda bulunulduğu zaman ve rilir; bu bâlde oruç bahis konusu değildir. Bu kefaret, bir ölü için ( yk. bk ), oruç tutmadığı her günü için, memleketinde yetişen hubûbattan bir madd mıkdarı dağıtmaktan ibârettir. Ramazan başın­ da daha önceki ramazanda tutulamamış olan günler için henüz kaza yapmamış olan kim­ se de aynı kefareti vermeğe m ecbûrdur; geç kalma yıllarının sayısınca bu kefaretin mıkdarı artar. — ifa ca ve 'umra sırasında mecburî olan unsurlardan birini yerine getirmeyen (4 arkan m üstesn adır) veya ihırtim esnasında memeû bir şeyi irtikâp eden veya şeriatın müsâade ettiği kolaylıkların birinden ( msl. kiran veya tamattu' ) faydalanan kimse, kefâret olarak, bir fidya verm elidir; bu hâllerden bar biri İçin husûsî olarak tâyin edilen bir kurban, bu husûsta en başta gelir; bunu ya­ pabilecek hâlde olmayan kimse oruç tutma­



lıdır ; yâni hâllerin bazılarında 10 gün — 3 günü hacc esnasında ve 7 günü evine döndükten sonra — , diğerlerinde, başka hâllerde fakirlere verilmiş olacak otan m add’îerin sayısı ile tâ ­ yin edilen gün mıkdarınca oruç tutmak lâzım­ dır. Bu kaideler Kttr’an, H, 196 ve V , 95 ’ten çıkm aktadır; bk. bir de al-B âcü ri, Kitâb a l• hacc, fasıl II ve III; Th. W . Juynboll, Handbaek . . . , s. 145, bilhassa s. 157; mad. H A C C . (e ) Büyük kuraklıklar hâlinde mahallenin en büyük âmiri ( i mâm ), şerîate uy­ gun olarak, bir oruç ihtiva eden husûsî me­ rasimleri mecbûrt kılabilir; bu umumiyetle yağ­ mur duasından ( .şaiât al-isttskâ', b. bk. ve bk. al-Bâcüri, Kitâb ahkam al-şalât, fa ş l f i ahkâm şal. al-istiskâ‘ ) önce gelen üç günde tutulur; Bu hâlde bu orucu tutm ağa mecbûr olmayanla­ rın çocuklar veya muafiyetlerden istifâde eden­ lerin bile, geeeleyin niyet etmelerinin (ta b y it) vâcib olması dikkate değer ( oruç tutmakla mükellef olmayanlardan tabyit istenildiği biri­ cik hâl budur). Şeriat şu hâllerde kolaylıklar gösterm iştir! A . Belli b i r y a ş a v a r m ı ş o l a n l a r (erkekler için 40 yaş, kadınlar için belli bir yaş tâyin edilmiş değildir) ve i y i l e ş m e s i n ­ d e n ü m i t k e s i l m i ş h a s t a l a i r ; b u so­ nuncular oruç tutam azlarsa, sıhhat veya ku v­ vetlerini yeniden kazandıkları takdirde kaicf etmeğe mecbûr olmaksızın, orucu bırakabilir­ ler. Fakat oruç tutulmamış olan her gün için, kefâret olarak bir madd verm eğe mecbfirdurlar ; kölenin fidye verme mecbûriyeti y o k tu r; fak at sahibi veya bir akrabası, onun yerine, bunu verebilir veya kefâret orucu tutabilir. B. G e b e v e ya e m z i k l i k a d ı n l a r , oruç tuttukları takdirde kendileri için bir teh­ likeden korkarlarsa, onlar için orucu bozma (i f (âr) vaciptir; fa k a t onlar bunları k a iS etmeğe mecburdurlar. F ak at korkuları karın­ larında taşıdıkları veya emzirdikleri çocuklar ( bu son takdirde çocuğun kendi öz çocukla­ rı olmasına ihtiyaç yo k tu r) ile ilgili ise, yi­ ne oruç bozmaları ( iftar ) vaciptir ve onlar, kaiâ’ ’dan başka, bir fidya verm ekle mükel­ leftirler; fakat fidya, zakât al-fitr [b. bk.) gibi, ancak bu fidye mükellef şahıs, âilesi ve bir de evi ve hizmeti için zarûrî masrafları çıkarıldık tan sonra, geri katan varlığı üzerinden v e rilir; fidya yalnız yoksul ve fakirlere dağıtılabilir. Bu mükellefiyet, umûmî bir tarzda bir kimse kendisi veya başka bir şahıs için bir tehlikeden korkarak oruç bozduğu zaman da mûteberdir. C. D u r u m l a r ı ç o k t e h l i k e l i o l m a ­ y a n h a s t a l a r y a h u t ’ a ç l ı k v e y a su­ s u z l u ğ a d a y a n a m a y a n l a r , ÇaiS1 etmek şartı ile, oruçlarını bozabilirler. Bîr kimse ölüm



ORUÇ.



4 i3



veya bir uzvunu kaybetm ek tehlikesine mârÛz ( olmuş sayıyor ve burada eski „K âb e etrafınkaiırsa, orucu bozmak ( i f {âr) onun için v â c ip - i da çıplak olarak tavâf etmek ve h a c c s ı r a ­ t i r . Müzmin bîr hastalığa tutulmuş kimseler s ı n d a o r u ç t u t m a k " âdetine bir telmih geceleyin niyet etm eğe mecbûr değillerdir; jI görüyorlar ( bk. s. 179, not 1). Bu fikre göre, nöbetti hastalıklara tutulanlar da, tam nöbet bu oruç menâsikî eski erap âdetleri ile ilglU hâUnde bulunuyorlarsa, böyledir. olmalıdır ( bk. Kur’an, VII, 23 âyeti üzerine D . Y o l c u l a r , güneşin doğmasından önce BayzSvi 'nin tefsiri : Bani 'Âm ir ’İn hace gün­ yola çıkmışlarsa, ihtiyâç hâlinde oruçlarını lerinde, yalnız kendilerini beslemek için yemek bo zabilirler; fakat gündüz hareket etmişlerse, yedikleri, fa k a t haclarını böyle yerine getirmek b o z a m a z l a r , ölüm tehlikesi hâlinde oruç için ,yağ lı ( = le z z e tli) hiç bir şey yemedikleri; bozma ( i jt â r ) vâciptir. Yolculuğun eh az iki müsiümanlarıh bundan endîşe e ttik le ri; bunun gün sürmesi gerekir. F ak at bu hâlde, ka iff üzerine (23. â ye tin ) nâzil olduğu zikredilmiştir ). etmeleri icâp eder. A yn ı kolaylıklar reddedilen — ( K efâret olarak ) oruç tutması gereken kim­ kadınlara da tatb ik olunur.— C ve D bendle- se için, hace sırasında 3 gün ve sonra 7 gün rinde bahis konusu olan şahıslar cinsî münâ­ ( yk. bk.) tavsiye edilmekte ve oruç tutulacak sebetler ite orucu bozarlarsa, kefâret ödemeğe 3 gün için de 7, 8, ve 9 zilhicce göteriimekmecbûr olmazlar; çünkü bu hâlde günah yoktur; ted ir; çünkü 10, günde ve taşrik (a ş. bk.) bu kendilerine bUrdyati ’Utarahhuş müsâade günlerinde bu mümkün değildir. Eğer 9 ziihiece edilmiştir. şüpheli bir gün ise ( yâni ayın başlangıcının E. A ğ ı r i ş l e r yapm ağa mecbûr olanların kat’î olmaması sebebi ile, 9 veye 10 olduğu geceleyin niyet etmeleri gerekir; fakat ihtiyâç belli değil ise),o ru ca, bir adak veya bir âdet hâlinde orucu bozabilirler. sebebi ile, yalnız k a iff olarak, cevâz vardır. Oruç tutulan gün içinde kolaylık sebepleri al-Bâcüri ’ye göre, 1— 9 zilhiccede tutulan oruç ortadan kalkarsa, gündüzün geri kalan kıs­ mandSb ’ dur. mında, bir şey yiyip-içmeyerek, oruçlu gibi Şevvâl ayındaki altı g ü n l ü k davranmak sünnettir. o r u ç için ayrt-ayrı altı gün alın abilir; fa­ II. Ramazan dışında istek ile oruç tutma kat bayramdan sonraki birbirini tâkip eden (şavm ai-tafavvu' ) tavsiye edilm ektedir; bir altı gün, yâni 2— 7 şevvâl tercihan seçilir. kadın için bu ancak kocasının müsâadesi ile Bu günler, k a iff olarak veya naşr ( „ a d a k " ) olabilir; hiç bir mükellefiyet olmaksızın, bozu­ orucu olarak da seçilebilir. Ramazan ayında labilir ; öğle vaktine kadar yapılması mümkün ay hâli olan kadınlar bu günleri £aiff 'iarı içip, olan niyetin sarîh ve açık olmasına ihtiyaç tercih etm ektedirler ( bk. Th. W . juynboll, y o k tu r; bununla beraber, bâzı fak itler, sunan H andbuch,. . 132 ). ravâtib için, bunu temenniye değer bulmakta­ Bunlardan başka istekle tutulan oruçlar için dırlar. Şavm husûsunda sunan ravâtib şu şu günler tavsiye olunur; — ' âfürff g ü n ü n ­ günlerdeki oruçlardır : a ) ‘aşarit [ b. bk.] gü­ d e n ö n c e k i g ö n i l e s o n r a k i g ü n ; — nünde ; b ) arefe gününde, yâni 9 zilhicce g ü ­ m i ' r â c g ü n ü ( 2 7 r e c e b ) ; p a z a r t e s i ve nünde; c ) şevval ayından altı gün, A r e f e p e r ş e m b e g ü n l e r i ( sunna mu’ akkada, g ü n ü n d e t u t n i a n o r u ç bilhassa bu günü a l-B â cü ri'y e göre), çünkü hadîse göre, bu ‘A ra fa ’de geçirm eyenler için değerlidir. P ey­ günlerde İnsanların yaptıkları A llah a arzolugamberin bugün oruç tutmuş olup-olmadığı hu­ nur. Peygamberin „işlerimin, ben oruç tutar­ sûsunda hadîslerde tereddüt vardır. W ensinck, ken A llaha arzedilmesini isterim " — ■ dediği ri­ Mohammed en de Joden te Medina, s. 126— vayet olunur. V en sin ck, M o k ..., s. 125— 12ü, 130 ’da zilhiccenin bütün ilk 10 gününün hu­ yahudilerin de bu iki günde oruç tuttuklarını sûsî bir mâhiyeti olduğuna ve isteyerek tutu­ gösterm ektedir; — ç a r ş a m b a g ü n ü , allan oruç husûsunda bunu hesaba katm ak ge­ Bâcüri 'nin sözüne göre, „A llahın bu ümmeti rektiğine dikkati çekmektedir ; fak at 9 zilhicce, ( umma ), başka Ümmetler gibi, bugün felâke­ yahudi A b ayında 9. günün büyük bir bayram te sevketmemiş olmasına şükrâne o larak "; — olması ve buna ayın başından itibaren hazır­ b e y a z g e c e l e r i n g ü n d ü z l e r i , yâni lanılması gibi, başlıca gün sayılm akta idi. A b her ayın 13, 14, 13 'inde ve daha iyisi bir de ile ziihiece ayı hicretin ilk yılında muhtemel 12 ’sinde. W ensinek ( s . 1 2 3 )’in gösterdiği gi­ olarak aynı tarihe geldiğinden, W ensinck 9 bi rivayete göre, Peygamber her ay üç gün zilhicce bayramının yfthudiiikten alınmış oldu­ oruç tutmuştur v e sonraları, artık bunların ğunu düşünmektedir. N öldeke-Schw ally, Gesch. hangi günler olduğunu bilmeyen müslümanlar deJ"Qorâns, I, 159 'd a başka bir fikir bulun­ bahis konusu günleri seçmişlerdir. İhtimâl hic­ m aktadır; bu müellifler Kur'an, V I!, 23 âye­ retin birinci yılında bü üç günlük oruçlar da tini, muhtemel olarak Mekke devrinde nâzil mecbûrî idi. Bu eruç günlerinin menşeleri hak-



ORUÇ. kında kesin hiç bir şey söylenemez; W ensinck’e göre, yahu di nisan ayının 14 ve 15 ’i ve eski Ara« bistan mübarek aylarının, msl. şabanın orta« lartmn kudsT husûsiyeti v a rd ır; — bunlara kar­ şılık, şüphesiz beyaz geeeler örneğine göre, k a r a g e c e l e r i n gündüzleri, yâni her ayın 38, 29, 30 ( veya 1 ) ve daha iyisi bir de 27 'sinde y e n i l e c e k b i r ş e y i n b u l u n m a ­ d ı ğ ı b ü t ü n g ü n l e r d e ; — ve oruca müsait olmak şartı ile, bütün başka günlerde. — T ö v ­ b e ve yeni bir h a y a t a b a ş l a m a k için tutulan üç günlük oruca gelince, bunun hakkın­ da bk. C . Snouck Hurgronje, Verspr. Geschr. ( B o n n -L e ip zig, 1923, 1 137, n ot 2 ). al-Bâcüri isteyerek tutulan oruç günlerinden yalnız kısaca bahseder ve fazla teferruat için daha geniş eserlere bag-vuruimasını söyler. Bu­ rada ilâveten aşağıdaki bilgiler a l-ö a z zâ iı ( aş. b k .) ‘n!n Ihyct'sınm üçüncü faslından hulâsa edilmiştir. ai-G azzâli oruç için tavsiye edilmiş günler olarak, her ayın ilk orta ve son günlerini de verm ektedir; haram aylar ( al-aşkur al-feurum ı muharrem, receb, zilhicce, zılkâde ) esnâsitıda tutulan orucun sevabından bahsetm ektedir; fakat b ü t ü n h a y a t b o y u n c a d e v a m e d e n o r u ç ( şavm al-dakr ) hakkında söy­ lediği şeyler daha mühimdir; bu türlü oruç, gösterdiği üzere, islâmiyefin en eski zamanla­ rındaki zâhidler tarafından tutulmuş olduğu gibi, kendi zamanındaki bâzı sûtîler ( sSli/tân) ta ­ rafından, muhtelif tarzlarda tutulmakta idi, Kendisi umumiyetle bunu mekrûh telakki eder; çünkü iftar („o ru ç bozm a") yılın bâzı gün­ lerinde yalnız vâcip değil, fakat bizâtilıî ar­ zu e d ilir; bu busûsfa, an'aneye göre, şahâba ve ¡SfcfBn tarafından verilmiş olan ör­ nekler, ancak istisna olarak, tâkip edilebilir (şavm al-dakr hakkında hadîsler için bk, alBuhSri, Şavm , bâb 59; Müslim, Şiyâm , hadîs 18 — 19; fak at krş. Akm ed b. Hanbal, IV, 414; krş. bir de ayn. mlh, ayrı. e$r., 11, 2&31 435 v. b . ; 11, 164, 190 v. b.). F akat g ü n a ş ı r ı o r u ç t u t m a k { n iş f al-dakr ) çok tavsiye e d ilir; al-G azzâli bu orucu şavm al-dahr 'den daha güç saymaktadır; Peygamber: — „E n iyi oruç kardeşim Dâvüd ’un orucudur, o bir gün oruç tutardı ve ertesi gün tutm azdı" — demiştir ( bk. al-Buhâri, Şavm, bâb 54, 56. krş. 58, 59; Anbiyâ', bâb 37, 38 v .b .; Müslim, Siyam , hadîs 181, 182, 186, 187, 189— 193, 196 v.b). Ü ç g ü n d e b i r g ü n o r u ç tutmak da çok tavsiye edilmektedir, A rka-arkaya dört günden fazla oruç tutmak 'ulam ff ve bir de elĞ azzSli (um ftm iyetle) tarafından doğru sayıl­ mamaktadır.— al-Ğ azzâli ( aş- bk.) şöyle der j — „Orucun gerçek mânası anlaşılırsa, isteyerek



tutulan oruçta kâidelere rifiyct edilmesi gerek­ m ez; nSr al-nubuvva kendisine ilhâm et­ tiği gibi, peygamberin bâzan, asla orucu boz­ mayacak zannediieeeği kadar, uzun zaman oruç tuttuğu ve bâzan da, artık hiç oruç tutmaya­ cak sanılacak kadar, uzun müddet oruç tutmadığı ( al-Tirm ızi, Ş a um, bâb 56 ) rivayet edilir. , ■ III. Şu günlerde o r u ç y a s a k t ı r (#ar399 senesinde vukÛ balan bu 3 fetihten itibaren, Osman B e y'in hükümeti daha ziyâde genişle­



miş ve kuvveti artm ış idi. O yeni fetih haber­ lerini bildirmek ve alınan ganim etten takdim etmek üzere, Selçuklu sultanına bir adam gön­ dermek istediği sırada, İlhank hükümdarı G a­ zan Han kuvvetleri tarafından Sultan 'A la ' alD in Kaykmbad III.'ın tutulup, İran 'a götürül­ düğü duyuldu ve hediye takdimine de mahal kalmadı. Sâdece müstevli ilhanlı kuvvetlerinin Osman Bey ’ in uç beyliğine bir zarar vermeleri endîşesi ile, ülkenin ve aşiret ve oymağının savunması tedbirlerine tevessül olundu, Selçuklu sultanının uğradığı bu ağır muâmele karşısında Selçuklu ümerâsı ve askerleri dağılmağa ve birer tarafa ilticâya mecbur ol­ muşlardı. Bunlardan çoğu, bilhassa kılıç erleri, bu uçta dâimâ bizanslılara karşı gazâ ve cihâd işleri ile meşgûl ve onlara galebesi ile meşhûr otan Osman Bey tarafına meylederek, onun yanma geldiler. A yrıca Selçuklu memleketle­ rinde göçebe hâlde yaşayan ve moğullara tâb î olmak istemeyen Türkmen aşiretleri de, beyleri ile beraber, Osman G âz! ’nin ülkesine rağbet ediyorlardı. D iğer taraftan Selçuklu devletinin uğradığı zaaf dolayısı ile, bulunduktan hizmet ve yerleri terkederek, başsız kalan bir kısım Selçuk­ lu ümerâsı da, kendilerine bir baş, sığınacak bir yer ve görecekleri bir hizm et bulabilmek maksadı ile, Osman Bey İn yanında toplandılar. Selçuklu devletininserhad mmtakalarmda teşek­ kül eden uç beylikleri ve bilhassa garptakiler, ilhanlı devletinin istilâsına mâröz kalm aktan endîşe duyuyorlar, sultanın esir olarak, ilhanlı devleti ülkesi olan İran 'a götürülmesinden son­ ra, Selçuklu devletinin artık sona erdiğine kant bulunuyorlardı. Osman Bey *in reislik yaptığı aşiret ve oymaklar bu durum karşısında hüküm­ darlığın, meşrû olarak, Kayı Han evlâdına dü­ şeceğini, binâenaleyh Osman G âz! ‘nin emaret ve riyasete getirilm eğe hak sâhibi bulunduğu­ nu iddia ettiler. Nihayet oymak beyleri, Türk­ men kabileleri reisleri, Selçuklu devleti bölge­ sinden gelen muhacirler toplandılar: — „M oğul istilâsı Selçuklu memleketlerinde karar kılmış ve devam etm ektedir; artık Selçuklu devleti münkarizdir, düşmanları kuvvetlidir, hâlen Sel­ çuklu sultanlarından hiç birisi ilhanlı devletinin elinden mülkü geri almağa gelmedi, buna muk­ tedir değillerdir. Bu uç memleketlerin korun­ ması ve himâyesi ise, kuvvet ve kudret, iktidar ve liyâkat sâhibi bir sultanın istiklâl ile hareket etmesini zarûri kılıyor, böylece düşmanların ve zâlimlerin bu taraflara müdâhalesi önlenebilir, Türkmen boy ve kavimleri arasında hasep ve nesep, İyi ahlâk, şeeâat ve semahat ile'-'buna lâyık olan Osman Bey ‘d ır ; o hem Kaynardan­ dır, hem de dindar ve müslümaodır“ — dediler ve onu başa geçirdiler. Şimdiye kadar istiklâl



O SM A N I. fikrî katırından geçmiş olsun-olmasın, Osman B ey'd e bu umûmi arzuya uydu ve bu karan kabûl etti. Ona tâbiiyet ve sadâkat merasimi, Oğuz Han töresine göre, yap ıld ı: her kes bîrerbirer Osman Bey 'in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı alarak içti, bu ona itaatin bir de­ ldi idi. İşte Osmanlt devletinin istiklâli bu hâ­ dise ile (1399) başladı, Osman Bey fiilen ve bukûken. devlet reisi, pâdişâh olmuş ve bu key­ fiyet derhâl her tarafa duyurulmuş idi (krş.  şık Paşa-zâde, s. 18 V.d.; L û tfî Paşa, T evârih-i âl-i Osman, s. a t v.d .; Tâe aî-tavârlh, I, s ı ; Neoib Âstra-Mehmed  rif, ayn, esr., s. S9o v. dd.). Osman Bey bu sâretle istiklâlini ilândan son­ ra, bir iki sene müddetle Moğullarıa harekâtı­ nı tecessüs ile bekledi. Kendisi de dâhil olmak üzere, müstakil veya yan müstakil uç beyleri metbûları olan Selçuklu sultanlığım a bayatına son veren llhanlı devleti tarafından kendileri hakkında ne türlü bir hareket hattı tâkip edi­ leceğine İntizarda idiler. Bununla berâ-ber, bu müddet zarfında, Osman G âzi nin yeni devle­ tinin tanzim ve tensıkı işleri ile meşgûl olması tabiî idi. G azilerin ve beylerin yerlerini tâyin ve tesbit ediyor, her kaleye sü-başı, dizdar ve kadı nasbederek, nahiyelere ve köylere timar suretiyle, sipahileri ve gâzîleri yerleştiriyordu. Osman Bey 1301 'de Yeni-Şehir ve Yund-H isar (Bilecik vilâyetinde Söğiid kaza merkezinin cenûb-İ garbisinde eski bir k a le ) ’1 da bizanshlardan aldı. Yeni-Şehir ’i, İznik özerine yapıla­ cak harekâtın tertip ve tanzimine elverişli saya­ rak, hükümet merkezi yaptı. Bilecik kalesini ailesine ikamet mahalli olarak seçti. Beyliğin diğer kısımlarım da beş idâre bölgesine ayıra­ rak, bunları savaşlarda yararlıkları görülenler ile, güvendiği kimselere tevcih etti. Delikanlılık çağma gelmiş olan oğlu Orhan Bey 'e SultanÖnü ( Karaca-Hisar ve nahiyelerini}, büyük kar­ deşi Gündüz Bey 'e Eski-Şehir A yk u t A lp ’a tn-Önü, Haşan A lp ’a Yar-H isar ( Bilecik vilâye­ ti merkez kazasının Yar-H isar nâhiyesinde koy, bu nahiyenin şimdiki merkezi llyas Bey köyü­ dür. Yar-H isar kalesinin eski adı A ncyra dır), Turgut A lp a da ine-GSİ 'ü verdi. Bilecik ve havalisinin mahsûlünü ailesi efradının geçimine tahsis ile, diğer oğlu Aiâeddin Bey 'i (  şık Paşa-zâde 'de: A iâeddin Paşa, L û tfi Paşa, s. 33 ’te : A li Paşa) annesi ile orada bırakmış, kayın pederi ahi ricâlinden şeyh Edebah 'yi da üzerlerine emin ve nâzır tâyin eylemişti. Şeyh Edebalı bu suretle, hem beylik ailesine nezâret ediyor, hem de Bilecik kalesine hâkim oluyor­ du. Yeni-Şehir 'de de evler, dükkânlar, çarşı ve hamam yaptırarak, burayı imâr etti. Osman G âzî kuvvetlerinin akıtılan, bir müddet sonra, Köprü-Hisar (Yeni-Şehir köylerinden bugün de



43?



mevcût bir köy ) ’a yöneltild i; etrafı tâlân edil­ di ve kale içindekiler mahsûr bırakıldı. Bu esnada (1303 ) şöyle bir hâdisenin geçtiği tarih­ lerimizde ( Neşri, Cihannümâ, 1, 94} kayıtlıdır ı Osman Bey fethini lüzûmlu saydığı Köprü-htsar ’1 üzerine teşebbüs edeceği ve bu husûsta gazi­ ler ve beyler de aynı fikirde bulunduğu sırada amcası Dündar bey ‘in seferin aleyhinde bulun­ duğu görüldü. Dündar Bey Köprü-Hisar ‘m alınmasının Germiyan-oğullarıntn ve rûm fcekfûrlarıntn düşmanlığını celbetm ek ihtimâli bu­ lunduğunu sebep gösteriyor ve bu mese­ lede son derecede ısrâr ediyordu. Osman Bey, kuvvetleri arasında bozgunluk ve tefrika çıkar­ mağa sebep olacak bn hareket karşısında, rivâyete göre, birdenbire asabileşmiş ve amca­ sını ok ile Öldürmüş idi. Neşri ’nin bu kaydını mubalegalı ve hatâiı bulanlar, Osman G âzî ‘nin ihtiyar amcasına karşı böyle bir hareketine mâni bulunamayacağım ileri sürenler de var­ dır. Nihayet Osman Bey, Yeni-Şehir ovasında topladığı kuvvetlerini alarak, Köprü-H isar ’a geldi ve halkına aulhen teslim olmalarını teklif etti. Bu teklifin kabûl edilmemesi üzerine, mu­ hasara ve cenk başladı. Fethi çabuklaştırmak için, Osman Bey yağm aya müsâade ettiğini gâzîlere ilân edınee, şiddetli bir hücfira ile, kale zap tolu ndu; fak at ahâlinin hayatlarına dokunulmadı. Bu vak’a esnasında İlhantı hü­ kümdarı G azan Mahmud Han Mtsır ’ dahi Mem­ lûk devletine karşı hareket ile, Halep 'e gelmiş, sonra da seferin ikmâlini ümerâsından Çoban Bey 'e havale ederek, Tebriz ’e dönmüş, fakat, Anadolu beylerini de onun maiyetine memûr ederek, bu yolda emirler göndermişti. İlhanlı hükümdarından gelen bu türlü emirlere itâat, kendi ülkelerinde yarı müstakil ve civardaki bizanshlar ile harp ve sulh etmek hakları cüm­ lesinden bulunan Anadolu beyleri için, bir ve­ cibe addolunuyordu. Osman Bey de KöprüHisar fethinden avdetinde bu emri almtş idi. Bunun üzerine oğlu Savcı Bey ’i, bir mıkdar as­ ker ile, gönderdi ise de, kışın şiddeti ve yolla­ rın kapalı olmasından dolayı, bu askeri birlik geri döndü ve İihanlı hükümdarının emri de yerine getirilm iş sayıldı. Osman Bey ertesi sene (13031, Yent-Şehir'den İznik üzerine hareket etti. Yolu üzerindeki Marmara (hâlen Yeni-Şehir kazasında Marmaracık adlı k ö y ) nahiyesine dâhil olunca, bura­ nın tekfuru itâat gösterdi: Osman G âzî de kendisini taltif ederek, yerinde İbka e t t i ; ahâ­ linin evlerine ve mallarına dokunulmadı. Sonra İznik üzerine yürüdü. Bir kısım köyler halkı İznik kalesine ilticâ etmişlerdi. Bir taraftan İznik muhâsara edilirken, diğer yandan akın­ cılar ile, bütün civar köyler yağma ediliyordu.



♦1 *



O SM A N 1.



A ncak çok müstahkem ve muhafızları da ka­ labalık olan bu mühim kalenin zaptı pek kolay görünmüyordu. Uzun müddet uğraşmak lâzımdı. Muhasaranın ^kaldırılmasına karar verilmekle beraber, cenubundaki dağın eteğine, İznik 'in devamk şekilde tazyik altında bulundurulmasını te ’ miu maksadı ile, bir kale inşâ olundu. İçine levâzim ve mühimmat konulan bu kalenin dizdarlığı „savaşta yüz kişiden yü z döndürm ez" di­ ye adı çıkan Taz A li isminde bir gâzî y iğite ha­ v ile edildi ki, burası bilâhare, İznik 'in fethinden sonra yıkılmış, fakat harabesi XVI. asra, tbn Kemal devrine kadar kalmıştır ve buraya „TazAli-H isarı", üst yanındaki suya da „Taz-AİİPınart" denilmiştir. Taz A li, bu kalede dizdar bulunduğu sırada, izniklileri tâciz için, bütün gayretini sarfetti, oniar ile bir kaç defa mu-, hârebe de yaptı. Osman Bey İznik muhâsrasmdan dönüşünden sonra, bir müddet hare­ ketsiz kaldı ki, bunun sebebini Gazan Mahmud Han 'm yerine ilhanlı hükümdarlığına geçen Olcaytn Muhammed Hudâ banda Han 'ın A n a ­ dolu beylikleri bakkında İttihaz edeceği siyâ­ setin inkişâfına intizârda aramak lâzım gelir. Çünkü o araiık Karaman-oğulian beyliği ilhanlı hükümeti tarafından şiddetle cezalandırümış idi. Mâmafih bu sükûnet hâli Bursa tekfuru­ nun reisliği altında bir ittifakın kurulduğunun duyulması üzerine nihayet buldu. Eski Bithima k ıt’nsındaki bizanshlar için artık bir Ölüm-kakm mevzuu hâlini alan Osman G âzî ’nic hükü­ met ve iktidarını zaafa düşürmek hususunda, 1306 senesinde, bir toplantı yapılmış, buna AdranoB ( bugünkü Orhan-iti kazasının merkezi olan Adrianos yahut Adriaui adlı Olimpium kasabası), K e te ( K ite, hâlen Bursa merkez na­ hiyesinde bir koy }, Bednos i Mednos, Madenos, Bursa merkez nahiyesinde ve Bursa 'nm şimâl-i garbisinde bugünkü Balat koyu, Bednos köyü eski kaynaklarda: Beled-i Yunus, Bilâd-ı Yunus şeklini almış ve Balat-Yunus okunmuş, nihâyet Balat olm uştur) ve Kestel ( Bursa merkez kaza­ sının Soğuk-Pm ar nâhiyesinde bir köy, eski a d ı: C astellum ) tekfûrlan bu toplantıda bulunmuş, Bursa tekfûru onlara uzun bir hitabede bulu­ narak, Osman G âzî hükümetinin kendileri için arzettiği büyük tehlikeyi anlatmış ve birbirleri ila sıkı bir ittihad hâlinde bulunmaları tüzûmunu belirtmiş idi ki, nihayet büyük kuvvetler toplayarak, ansızın hücûm karan aldılar; fakat casusları vâsıtası ile, Osman Bey de bu karar­ dan zamanında haberdâr oldu. İki taraf Koyun-Hİsan (İzm it’in şimâl-i şarkîsinde eski bir kale, B aphaeoo) Önünde karşılaştılar. Osman B e y ’ in kuvveti, müttefiklerden daha az olmasına rağmen, hiç çekinmeden savaşa başladı. Muhare­ be şok şiddetli oldu ve iki taraf da çok zayiat



verdi. Osman G âzî ‘nîn yeğeni ve Gündüz Bey in oğlu Ay-Ooğdu, savaş esuâsmda bizzat A d ­ ranos tekfuru tarafından şehid edildi. Bu vak’a ve düşmanın çokluğu Osman Bey kuvvetlerini bir az fütûra düşürdü ise de, bizzat Osman G iz î'n in gayret ve teşclleri sayesinde, düşman ric'ate mecbûr oldu. Bu ric’at tâkip edildi, Dinboz ( Bursa vilâyetinin merkez kazası, Soğuk-Pınar nahiyesinde bir k ö y ) ’a kadar sü­ rüldüler; burada da şiddetli bir sa v a ş'v u k û buldu. K estel ve Bednos tekfârları maktul düştü, nihayet bizanshlar bozuldu, dağıldı. Bursa ve A draoos tekfurları kendi kalelerine çekildiler, K ite tekfûru ise, Ulubad (. Bursa vilâyeti, Mibalİç „K araca-B ey" kazası merkez nahiyesinde Jbâien Ulu-Abad köyü, eski a d ı: Lopadion 1 tekfuruna iltica etti. Bu tekfura Osman Bey kuvvetlerinin kini büyük idi. Bu sebeple, onu tâkip ile, Ulubad tekfûrundan teslimini istediler. Tekfûr, kendi­ lerini Osman G âzî kuvvetlerinin gazabından kurtarmak isteyen kale ahâlisinin. İsrarı karşı­ sında, bir şart ile, bu teklifi kabûl etti. Biına göre, bundau sonra Osmanlı kuvvetleri Ulubad nehrini ( R in dacus) asla geçmeyeceklerdi ki, filvaki gerek Osmau Bey ’in hayatında, gerek halefleri zamanında bu söz tutuldu ve köprü­ de» geçilmed'. A n ca k gerektiği vakit, mecra­ nın nihayetinden bu nehrin denize döküldüğü yerde» kayıklar ile geçerlerdi. K ite tekfûrunun katledilmesi ile burası ve K estel de Osman Bey 'in beyiiğ ne ve ınemleketleriue ilâve olundu ( ı 30?). Ulubad civarında ve K ite tekfûru memleketlerinden bulunau G alios adası var idi ki, 1308 senesinde gazilerden A yk u t A lp 'ın oğlu Kara A li, bir kıstı» kuvvet ile, buranın zaptına m eınûr edildi. K ara A li adayı sulban aldı, içinde büyük bir kilise bulunuyordu. Bu kilisenin rahibi halk arasında yok şöhretli biri­ si ve konağı da ber kesin zıyaıeıgâh ı ıdı. K ara A li bu râhibı, âilesi ile beraber, Osmau G âzî *nin huzuruna getirdi. Rahibin güzel ki- da K ara A li *ye tezvic olundu ( Heşt betuf. -o naklen Hammer, trk. trc., I, (>$}. Bu adanın, H am m er'în zannettiği gibi, Marmara denizinde ve Mudanya karşısındaki K alo Limni adası olmayıp, İdris B id l'si ‘nin „Ulubad kişveri ya­ kınında" ifâdesinin de delâlet ettiği üzere, ■Apolyon gölünde bulunan adacıklardan biri ( A lyo s ) ve her hâlde bugün K ız-A d ası denilen etrafı metin bir rıhtım ile çevrilm iş ve ortasın­ da bir mâbed harabesinin mermer sütünü ve enkazı müşâhede edilen ada bulunduğu, rahibin güzel kızma izafeten, böyle bir tesm iye de ka­ zandığı muhakkaktır. Kalo Limni adasının esld adlarından birinin Galios olması/ bu benzer­ likten dolayı, Hammer 'in ve ondan nakil yapan diğer tarihçilerin zaptedilen adayı K alo Limni



O SM A N L diye yazdıkları, bunun ise, bugün îmrah denil­ mesine göre, gelişi-güzel bir yakıştırm a ile, adanın fâtİKi olan Emîr Ati ( = Kara A l i ) ’den muhaffef bulunduğuna hükmettikleri anlaşılmak­ tadır. Osman Bey ’in küçük beyliği, o sıralarda henüz deniz kuvvetlerine mâlik olmadığından, bizanshlartn sâhİl beldelerine vukû bulan a k ış­ ları talan için olup, istilâ maksadına mebnî de­ ğil idi ( krş. Necib  sim — Mehraed  rif, Osmanlı tarihi, s. 605 }. K ezâ Bizans tarihçim Pachimeres ‘in bu sıralarda türklerin donanmalarının Mar­ mara ve Ege denizlerinde dolaştığtnı, bâzı ada­ lara tecâvüzlerde bulunduğunu bildirmesi de, Osman Bey kuvvetlerine değil, ¡Carasi, A ydın, Saruhan ve Menteşe beyliklerinin deniz kuvvet­ lerine âit olması lâzım gelm ektedir ( krş. göst. yer.). A ncak Osman G âzî 'nin son başarılan İznik, Bursa ve cîvânndaki yerleri bu oklulara karşı âdeta müdafaasız bir hâide bırakmış idi ve bunların Pachimeres 'in dediği ve Hanımer ’in de ondan naklettiği gibi, Boğaziçi sahilleri­ ne Hieron ( Anadolu-H isan ) ve istavroz ( B ey­ lerbeyi ) 'a kadar ileriîeyenîeri bulunmasa bile, Y alova ve Mudanya taraflarına kadar te s irli bir şekilde olanları mevcut idi. Bir taraftan Osman Bey ’in, diğer yandan öteki uçlardaki türk beylerinin Bizans kaleleri­ ne ve topraklarına tecâvüzleri karşısında Bizans İmparatoru, türk fütûhatından kurtarılması için, evvelce Mahmud Gazan Han ‘a nişanladığı hemşiresi Maria ( M eryem ) 'yı, bu defa da Olcay tu Muhammed Hudâbanda Han a nişan­ lamış idî. Bu sıhriyetten memnun olan İlhanlı hükümdarı, büyükçe bir orduyu seferber ederek, Bizans 'a yardıma gönderecek oldu. Bu ordu, tasavvura göre, hem Osman G âzi ’ye karşı, hem de garbi Anadolu ’daki türk beylikleri tarafından tazyik ve muhasara edilen Efes, Tire, Salihli gibi Bizans şehir ve kalelerini kurtar­ m ak vazifesi ile mükellef olacaktı, F akat evvelce uç beylerine bu konuda yapılan îkaz ve ihtar­ lar bîr fayda t e ’min etm ediği gibi, bu defa da prenses Maria ’nın, moğal yardımcı askerinin gelmesini tâcil için, İznik 'e gelerek, Osman Bey ’e, müstakbel zevci İlhanlı hükümdarının 40.000 kişi ile hududa doğru ilerlediği yolunda haber göndererek, muhasamatı terketmesini tek lif eylemesi hiç bir netice vermedi. G arbî Anadolu ’daki şehir ve kaleler birer-birer türklerın eline geçmiş idi. M aria'nın tehdidini bil­ hassa Osman G âzî ’ye tevcih etmesi, bu taraf­ taki akınlann şiddetinden ve bu yerlerin de imparatorluk merkezine çok yakın oluşundan ileri geliyordu. Osman Bey ise, bu kadının kullandığı mağrûrâne tavır ve lisandan hiç ¡irk­ memiş, bil 'akis daha cür’etli hareket etmeğe başlamış idi t Bizans topraklarına akınlar sıklaş­



459



tırıldı, köyler yağma olundiı ve bir çok esir alındı. Bu esnada İznik ’ten az bir mesafede bulunan Trieokia ( Koç-Hisar veya K oca-H isar) kalesi önüne varıldı. Buranın muhasarasına başlandı. Kuşatılan kuvvetler kale etrafındaki geniş ve derin hendeğe pek ziyâde güvendikle­ ri gibi, ok atm akta da maharetli idiler. Osman Bey ’in gâzîleri hendeğe ağaç gövdeleri ile doldurdular; hisara girdiler ve muhafızlarım esir aldılar. Müteakiben Osman G âzî,-'harap olan bu kaleyi tamir ettirerek, İçine kendi muhafızlarını koydu ve Yeai-Şehir ’e avdet etti (1310 ). Aradan bir-iki sene geçti, Dâimâ zafer ve galebeye alışmış olan gâzîler, 713 ( 1313 )senesîude bîr araya toplanıp, Osman Bey ’e hitâben : — „E y gâzî han, elhamdülillah düşman mağlûp ve makhûr oldu, bundan sonra vakit kaybedip, hareketsiz kalmak size yaraşmaz, her veçhile gazaya uıeşgûl olmanız mâkul ve münâsiptir" ■ — diyerek, teşviklerde bulundular. Buna karşılık Osman Bey : — „Evvelâ Köse Mihal 'i dâvet edelim, istâmı kabul etsin ; eğer miislütnan olursa hoş, her nereye derseniz, va­ ralım ; eğer miislüman olmazsa, evvelâ onun memleketi Haruıan-Kaya yı, etrafı ile birlik­ te, talan edelim" dedi, bu sûretîe karar verildi. „Hemen gelesin, büyük seterimiz vardır, bütün gâzîler hazırdır, seni bekliy oruz" — diye. Köse Mihai ‘e haber görderildi ( krş. Necib Âsım-Mehmed  rif, ayn. esr., a, 607 ). O zamana kadar Osman Bey ’in ittifakından ayrılmayan, gerek­ tikçe sadâkat ve fedakârlık gösteren Köse Mihal, derhâl daveti kabûl ederek, geldi. Osman G âzî ’nin teklifini kabûl ile, İslâm oldu ve Abdullah Mihal adım aldı. Bu hâdiseden dolayı her kes fevkalâde memnun idi. Osman Bey, ona ağır bir hii’at verdi. Bir kat daha fazla muhabbet ve itim ât gösterdi, oğlunu hizmetine aldı, idaresindeki yerlerin hükümetini yine onun uhdesinde bırakarak, kendisine bir sancak ver­ di. Köse Mihal 'e sancak verilmesi Selçuklu sultanının vaktiyle Osman G âzî 'ye göndermiş olduğu sancağa nazire gibi idi. Bu suretle ken­ disi hükümdar, Köse Mihal de maiyeti beylerin­ den biri telâkki edilebilecek bir muâmeie yapıl­ mış oluyordu ve böyle bîr hareket Osman Bey hükümetinde ilk defa vukua geliyordu. Osman Bey bundan sonra Germiyan-oğlunı* karşı muhafaza etmek üzere, oğlu Orhan Bey ’i, Saltuk ile birlikte, Karaca-Hisat 's gönderdi. Diğer oğlu, anası ile birlikte, Bilecik ’te idi. Kendisi ise, kılavuzlukta kullandığı K öse Mihal 'in delâleti ile, Leblebüci ( Lubluce ) -Hisar de­ nilen ve Jludağ 'ın eteğinde bulunan Cubuclea kalesi tarafına akın yaptı, Buradaki tekfûr, Osman Bey ’İn istikbâline çıkıp, itaatin’ arzetinekle, yerinde bırakıldı ve ricası üzerine, oğul*



440



OSM AN I.



larından biri osmanh hizmetine alındı. Bundan sonra harekât Lefke ( O sm an-tli) ırmağı vadisi* ne intikâl ettirildi. Sırası ile, L efke ve Mekece hisarları, .tekfurlarının itaatlerini arzetmeleri ile, alındı ki, bunlar da aynı im tiyaza mazhar oldular; yerlerinde bırakıldıkları gibi, mülkleri ve arâzüeri de hasardan masun kaldu Bu yeni fethedilen yerler hakkında mahallî bilgisi otan Samsa Çavuş, bu tekfûriann itaatlerinin ker* faeıı olup, tekrar Bizans hâkimiyetini tanımaları­ nın hiç de uzak bir ihtimâl sayılamayacağını İfâde ila s — „Olm aya ki, cem âat kendi millet­ lerine röcû göstereler“ ■ — diye, düşüncesini açık­ ladı v e buraların kendisine verilmesini istedi ise de, Osman Bey, bu adamların tamamen mülk­ lerinden ve memleketlerinden mahrâm edileme­ yeceği, yerlerinde bırakılmaları lâzım geldiği cevâbını verdi. A ncak Samsa Çavuş 'un sözünü de pek yabana atm ayarak, ona da Yeni-Şehir suyunun Sakarya "ya döküldüğü yerde ve bu ırm ak kenarındaki küçük bir hisarı { H isa rcık ) temlik etti. Böyieee Sam sa Çavuş tekfurların harekâtını gözetlem eğe me’ıuûr edildi. Bu köy, hâlen Çavuş-KöyS adı ile, Osman-İU köylerin­ den biri olarak bilinm ektedir. Sonraki devir­ lerde Osmanh devleti teşkilâtında ve bilhassa saray vazifeleri arasında ro! oynayan „çavuş" tâbiri ve rütbesi ilk defa bu gâzî tarafından taşınmıştır. Bundan sonra Osman Bey İn ga ­ zileri G eyve A k-H isar’ı ( bugün P am uk-O va} tarafına hareket ettiler. Bu kalenin tekfuru, bir kaç bin suvarî ile mukabele ettiğinden, şiddetli bir harp vukû buldu ( Neşri, Cihannümü, 1, i z o ), T ekfur mağlûp olarak, kaleye çekildi; burası sıkıştırılınca, müdâfaadan âciz kalarak, Sakarya nehri kenarında sarp bir kaya üzerinde bulunan K ara-Ç ış ( veya KaraCebesİ) hisarına kaçtı. A k-H isar gazilerin eline geçti. Sonra G eyve ( bugün A li-F u ad -P aşa) üzerine varıldı. Osman Bey gâzîlerinin hareke­ tini haber alan Geyve tekfuru kaleyi boşalta­ rak, ahâlisini beraberine almış ve Kuru-Dere denilen müstahkem bir vadiye tahşit etm iş idi. Burası sarp ve geçilmesi zor bir medhale ( K ara-Su derbendi) mâlik idi. Osman g âzî kuvvetleri bu geçidi zorladılar ve vadiye girm eğe muvaf­ fak oldular, mukavemetleri bertaraf ettiler. G eyve 'ye tâbi bulunan Tekür-Pınart denilen mâröf ve metin bir kalenin de zaptı icâp edi­ yordu. A ncak bir aydan beri seferde bulunan Osman G âzî 'nın hükümet merkezine avdetini gerektiren mühim bir mesele var idi. Bu sebeple Tekür-Pınarı 'nın alınması A yk u t A l p ’ in oğlu K ara A li 'ye-'bırakıidı ve Osman Bey Y eni-Şe­ hir ’e döndü. Bahis mevzûu olan mesele, İlhanlı hükümdarı O lcaytu Muharnmed Hudâbanda ta­ rafından Çoban Bey idaresinde büyük bir or­



dunun Anadolu ’ya sevkedildiği hakkında alınan haber ile ilgili, idi. Bu ordunun sâdece K a ra ­ man oğullarına karşı değil, belki diğer beylik, lere de taarruzu düşünüldüğünden, tedbir itti­ hâzı zımnında Osman Bey in Yeni-Şehir ’e avdeti zaruri görülmüş idi. K ara A ti az bir müddet zarfında T ekür-Pm an ’nı -aldı, bu ka­ leden ve civarından bir çok ganim etler elde ederek, Osman G âzî ’ye gönderdi. Bu hizmete mükâfat olarak da, Tekür-Pm an ve mülhakatı, Umar süreriyle. Kara A l i ’ye verildi. G eyve ve diğer yerler de münâsip bir yararlığı görülen kimselere, gazilere dağıtıldı. K ara A li daha sonra yine G e y v e 'y e tâbi olan yerlerden YenıKale, ö n d e ve Yam kça-Hisar kalelerini de O s­ man G âzî 'nin memleketleri arasına kattı. Osman Bey 1314’ te gâzîler ile Bursa üzerine yürüdü. Kalenin kapılarından birini karargâh yaptı. Bu Bizans kalesinin m etaneti, nüfusunun ve muhafızlarının fazlalığı Öteden beri mâlûm idi. Kale tekfüru, Osman Bey gazileri ile yap­ tığı savaşlarda mağlûbiyete uğradığı için, gözü yılmış ve kaleye kapanmıştır. Yapılan askeri bir mecliste durum görüşüldü ve Bursa kalesi­ nin hücûm ile zaptedilmesi mümkün olamayacağı neticesine varıldı. Bu sebeple kalenin üzerine havâle yapılıp, beklemek en uygun tedbir ola­ rak düşünüldü. İki hisar yapıldı. Bunlardan biri kaplucalar tarafında, diğeri de yukarı d ağ cihetine nâzır idi. Birincisi Osman Bey ’in yeğeni Ak-Tim ur 'un, İkincisi de Balabancık adındaki kölesinin dizdârhğı altına verildi. Osman Bey bu hisarların inşaatının ikmâline kadar etrafa akınlar tertip ettirdi, her tarafı vurdurdu ve sonra gâzîler ile Yeni-Şehir ’e döndü. Bu iki gâzî, Bursa ’nın fethine kadar, on seneden fazla bir müddet burada kaldı. Kumandaları altındaki ellişer cengâver ile şehre hâriçten imdat ve erzak sokmamak, içeriden çıkacaklara mâni olmak, hulâsa Bursa ’y ı tâeiz ve daimî tazyik altında bulundurmak vazifesi ile mevkilerinde sebat ettiler. Bu esnada bir çok köylüler. Bursa ’ya sığınm aktan ise Osm an Bey ’e tâbi olmağı tercih ediyorlar ve onların himayesinden fa y ­ dalanıyorlardı. Osman Bey aldığı yerlerin mah­ sûllerini, gelirini, beylik için zaptediyor köy ve nahiyeleri de gâzilere, timar olarak, tevzi eyliyordu. İlhanlı devleti Selçuklu memleketlerine sâhip olduğu zaman, Anadolu 'ya bir çok aşiretler gelm iş idi. Bunlardan bir kısmı da Germ iyanlılarm hâkim bulunduğu Germiyan-Ui mıntakasıaa yerleşmişlerdi. Bunlardan biri olan ve Bizans kaynaklarında Tohar .şeklinde ge­ çen Çavdar aşireti, Çavdar-oğlu diye tanınan bir reise tâbi ve Osman Bey ’in memleketleri hudûdunda konar-gÖçer bir hâlde yaşıyordu.



OSM AN I. Bunlar, diğer bâzı göçebe aşiretler gibi, fır­ sat buld«ksa» .»yel gibi eser, sel gibi yol keser" ve ansızıu-^köy basarlardı. Germ iyan-oğullan ile Osman Bey gazileri ve balkı arasında ba sırada mevcut olan soğukluk ve geçimsiz­ liğin başlıca sebebi de bu idi. Çavdar-oğlu’ nun bir defa Karaea-H isar ’ı bastığı ve kurulu pa­ zarı yağmaladığı görüldü; fakat bunu Orhan Bey derbâl takip ve te ’dip etti [b k . mad. O RH AN ]. 1 3 1 ? senesinde tekrar bizanlılara karşı harekâta girişilince, Osman Bey bunda da Orhan Bey 1 kumandan y a p t ı ; çünkü genç oğlu artık harp usûllerine gereği gibi alışmış idi ve ona güveni tam idi. Bu defaki fütûbâtta Sakarya ile Karadeniz arasındaki ve Sapanca gölü sâhasmdaki bâzı kalelerin zaptı başarıl­ dı. Bunlardan Ebe-Suyu hisarı A k ça -K o ca 'ya verildi, İznik ’e yakın Kara-Tegin hisarı Samsa Çavuş 'a havâle olundu. Konur A lp, bir takım gfizîleriîe, A k -Y a z ı tarafına gitti ve buralarda­ ki hisarları zaptetti { 1318 ) A kça-K oca ’mn bu esnada Sakarya nehrinin garbinden İzmit ka­ lesine kadar olan fethettiği yerler bilâhare Koca-İü tesmiye olunmuştur. Osman Bey artık ihtiyar olmuş idi ve romatizmadan da muztarip idi. Bu sebeple oğlu Orhan B e y ’i, 1320 ta ­ rihinden itibâren, kendisine vekil tâyin etmiş olduğu söylenebilir. A n cak işlerin iyi idâre edi­ lebilmesi için, kanûn ve nizâmlar, töreler vaz’edîhnesi, bunların uygulanması meseleleri ile meşgâl olduğu, basit bir şekilde olmakla berâber, dîvân toplayarak, iştişâreler yaptığı ve beyliği için önemli kararlar aldığı muhakkak­ tır. Bir yandan uç beyliğinden müstakil bir devlet hâline geçişte ortaya çıkan işlerin gö­ rülmesi, memleketin mütemadiyen genişlemesi tedbirleri alınırken, diğer yandan da müslüman ve hıristiyan tebeanın asayiş ve buzörunuıı bir k a t daha artmasına dikk at gösterilm ekte idi. Osman Bey 'in teşkilât ve müesseseler mev­ zuunda dâimâ Selçuklu sultanlığını örnek al­ dığı bilinm ektedir. Kendisi Bizans hudûdunda 3 tâne uç memleketi ihdâs ile ümerâdan ve gâzîlerden Konur A lp, A kça-K oca ve Samsa Çavuş 'u bunlara uç beyi nasp ve tâyin etmiş idi. Birincisi Osman Bey memleketinin en şi­ malinde Karadeniz 'e kadar olan yerlere, İkin­ cisi İzmit ( Nikom edia) 'e ve iiçüncüsü de İz­ nik ( N icea) 'e müteveccih îdi. Konur A lp A k ­ Y azı istikametinde memleketi genişletm ek — ki Konrapa kalesi ve nahiyesi bunun merkezi sayılm aktadır — , A kça-K oca İzmit etrafım vu­ rup, şehri yakmak. Samsa Çavuş da Kara -Tegin nahiyesinde oturup, dağılan ahâlinin tekrar toplanmasını te ’min etmek vazifesi ile mükellef idiler. Sam sa Çavuş aynı zamanda İz­ nik civarına akm ederek, gerek bu şehrin civa­



441



rını, gerek denize kadar olan yerleri fethetm ek ile vazifelendirilmiş idi. 1321 ’de Orhan Bey müstakillen Mudanya üzerine varıp, fethine mu­ v a ffak olmuş idi. Kalenin deniz kenarında bu­ lunması dolayısı ile, dâimâ düşman tarafından taarruza mârûz bulunması muhtemel olmakla, burçları yıkıldı. O sırada Gemlik üzerine de gi­ dildi. Mudanya ve Gemlik taarruzları, abluka altında bulunan Bursa ’y a İstanbul 'dan deniz yolu ile gelm ekte olan yardımın önünü almak, mahsûrlarıu sıkıştırılmasını artırıp, bir kalenin sukutunu hızlandırmak için idi. A ynı sene zarfında Osman Bey gazilerinden bir kısmının Marmara denizinden T rakya sahi­ line, Rumeli tarafına geçtikleri de anlaşılmak­ tadır. Osmanlı kaynaklarında bundan hiç bahs­ edil memesi ne rağmen, Bizans menbâları ye ezcümle Franges ( tre. V. Mİrmiroğlu, T. T. K. kitaplığı, s. 3 1), bunu sarâhatle bildirmektedir. Bu geçişi Osm anhlann Rumeli ’ye ilk geçişi olarak kabûl etmek lâzımdır. A k ça -K o ca kendisine tâyin edilen bölgede muvaffakiyet.! harekât yapmakta İdî. İzmit şehrinin civarına kadar sokulmuş idi. Zaptet­ tiği yerlerden A yan ( S a p a n ca ) gölü yanın­ daki bir kaleyi karargâh ittihaz etm iş idi ki, bu kale golün İzmit körfezine olan ayağı üze­ rindeki Beş-Köprü denilen mahallin yanında ve İzmit cihetinde küçük bir kale idi ve son­ radan Orhan Bey zamanında Sapanca teşkil ve tevsi edilerek, burası ihmâl olunduğundan, harap kalmış idi ve XVI. asırda bile bunun harâbesinin mevcûdiyeti biliniyordu. Ak-Tim ur ile Balabancık 10 seneden fazla müddettir. Bursa ’yı abluka altında tutuyor ve tazyik edi­ yorlardı. Bursa kalesinde kıtlık son dereceyi bulmuş, balkın daha fazla takati kalmamış idi. Ü m itsizlik artınca, serbestçe çıkıp-gitmelerine müsâade olunmak şartı ile, sulhan teslim fikri zihinlerine yerleşti. Bu keyfiyet anlaşılınca, Ak-Tim ur ve Balabancık durumu Osman Bey ’e bildirdiler. Osman G âzi bu fethi her hâlde bizzat yapmak isterdi. Fakat rahatsızlığının bu sırada artması bu arzusunu gerçekleştirmesine mânî oldu. A sk er gazileri ve ümerâyı Yeni-Şebir ovasında topladı. Her kesin huzûrunda Bursa h m fethi işine Orhan Bey 'i me'mûr e t t i ; ma­ iyetine de Köse-Miha), Turgut A lp, Şeyh Mah­ mud Gâzi, Şeyh Edebah ve kardeşi A h i Şemseddin ‘in oğlu A h i Haşan ’ı tâyin etti. Fakat daha önce, vaktiyle kardeşinin oğlu A y-D oğdu ’yu şehid eden Etranos { Orhan-ili ) tekfurunun tecziye edilerek, ouun kalesinin alınmasını, sonra Bursa fethine teşebbüs edilmesini emreyledi. Osman G âzi ’nin idaresi altındaki memle­ ketler, o zamanlar, dâr-ül-cihâd olarak, bütün türk-islâm memleketlerinde meşhör idi. Bir çok



44*



O S M A N I.



cenk erleri, hem cihad farizasını ifâ, hem de diklerini ulemâya danış. Bir şeyi iyice bilmeden, ganimetlerden hisse elde etmek için, uzak mem­ harekete başlama. Sana muti olanları hoş tut. leketlerden, İran ve Türkistan 'dan hoşap-ge- Beni B ursa'da Gümüştü kubbeye ( Gümüşîüliy o rla r; A n a d o lu ’nun Bizaushlar elindeki en Künbet 1 d e fn e t. . . " — ( Neşri, ayn. esr. ; îdris büyük, ve müstahkem beldeat Bursa ‘nın feth­ Bitlisi 'den naklen Necib Âsim - Mehmed A rif, edilmesi şevkini paylaşıyorlardı. Bir hesaba gö­ ayn. esr., s. 630 v .d .; Sa‘d al-Dın. Tâc al-ia~ re, bu eOretle toplanan kuvvetlerin yekûnu vSrlh, I, 30). Osman G Szf 'nin teçhiz ve tekfi­ ni Candarlı Kara-Halil ve imamı Yahşi Fakîh 5.000 kişiyi buluyordu. Orhan Bey, bu kuvvetler ila 1335 senesinde tarafından yapılmış, evvelâ Söğüt 't e muvakka­ Yeai-Şehir ovasından Bursa üzerine hareket etti. ten defnedildikten (13*6) sonra, vasiyeti gere­ Onun btı sırada müstakil bir hükümdar sıfatı ğince Bursa ’da Gümüşlü-Künbed 'deki türbe­ ile veya sâdece babasına vekil ve onun bu se­ sine konulmuştur. Osman Bey 'in vefatında yaşı ferin başına getirdiği bir kumandan olarak üç olduğu ve zy sene müstakillen hüküm sür­ bulunduğu m eselesi öteden beri münâkaşa mev­ düğü umÛmİyetle kabûl edilmektedir. Tarihî kaynakların verdiği bilgiye göre, O s­ zuudur. Bu devre â it bir vakfiyenin ve ilk O s­ manlI sikkesinin delâlet ettiği üzere, Orhan man Bey 'in altm ve gümüş kıym etli eşyası Bey ‘i 13*4'ten itibaren hükümdar kabûl etmek zuhûr etmemiştir. Kalan eşyâ Denizli bezinden mümkündür [bk. mad. ORHAN \ O, evvelâ A t- yapılmış sarıklık bez, at için zırh takım ı ( yanranoa ’ u, sonra da Bursa ’yi fethetti [ bk. madd. ç u k ), bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, A la-Şehir dokumasından kırmızı renkli sancak­ ORHAN ve BURSA ]. Bursa kalesinin kapıları açılınca, kaleye ilk önce Ahi Şemseddin-zâde lar, bir sâde kılıç ( Ruhi y e göre iki uçludur— , Ahi Haşan girmiş, müteakiben Orhan Bey ve bir tirkeş, bir mızrak, bir kaç at. misafirlerine gâzîler ite birlikte cuma namazı bir manas­ ikram için beslediği üç sürü koyun idi. Tere­ tırda kılınmış ve şehir tem izlettirilm iş idi. kesi arasında, bunlardan başka, iri taneli bir Şehirde sahipsiz kalan evler gâzîlere tevzî olun­ teşbih ile , Karaca-Hisar Tn fethinden sonra muş, yerlerinde kalan hıristiyanlar da, haraç­ Selçuklu sultam tarafından kendisine gönderi­ larını ödemek üzere, deftere kaydettirilm işler len davulun kasnağı da zikredilmektedir ( Necib di. Orhan Bey kalenin tâmire muhtaç yerlerini Âsım-Mehmed  rif, ayn. esr., s. 635 v. d.). ilk osmanb tarihleri Osman Bey *in şemaili tamir ettirdikten ve içine asker bırakarak, mu­ hafaza ve emniyet tedbirlerini aldıktan sonra, hakkında bilgi vermezlerse de, X VI. asırda şehmaiyetindeki gâzîler ile birlikte, hasta olan nâmeci Lokman onu şöyle târif etm ekted ir: babası Osman Bey 'in yanına Yeni-Şehîr ’e dön­ orta boylu, geniş göğüslü, değirmi çebreli, ka­ müş idi. Osman Bey Bursa 'nın fethi haberini ra yağız, elâ gözlü, koç burunlu, seyrek sakal­ Ölüm yatağında almış idi. A rtık gözü açık g it­ l ı . . . Kendi devrinde. Kan» lekabı ile de anıl­ meyecek i d i; Orhan Bey gibi, değerli ve hayırlı dığı söylenir. Bu lekap esmer renginden dola­ bir halef bırakıyordu. Orhan Bey 'i hükümetin yı verilmiş bir ad olacağı gibi, Türkmenler ara­ büyüklerini, beili-başlı gazileri, ezcümle Tur­ sında cesûr ve şeci kimseler için söylenen bîr gut A lp, Saltuk A lp, Şeyh A hi Şemseddin, A h î vasıf gibi fevkalâde şecfiati ( m sl Kara Yusuf, Haşan, Candarlı Mevlâna Kara-Haiil, K ara-O ğ- K ara İskender, K ara Yülük Osman Bey ..) lan gibi ricali yatağı başına topladı. Kayın ba­ sebebi İle de yayılmış bir şöhreti olabilir. O s­ bası Şeyh Edebalı 3 ay evvel ve ondan sonra man Bey bir kumandanın lâzım gelen bütün da zevcesi Mal Hatun ( Malhun Hatun ) Bilecik evsâfını hâiz olduğu gibi, adalet fikri, ahâ­ 'te vefat etmişler ve Osman G âzî kendi eli ile liye karşı muamelesi, cöm ert oluşu gibi me­ onları Bilecik hisarında defnetmiş idi ( Neşri, ziyetlere de sâhip idi. Atanlarından bizâr CihAnnûmâ, s. 144). Ölümünden önce ise, oğul­ olan rûm abâli, hükümeti veya himâyesi altına larına ve diğerlerine şu vasiyeti yaptı: — „Birin­ girince, her türlü taarruzdan masun ve mahfûz ci vasiyetim gaza ve cihâd işini devam ettirme­ bulunurdu. Bütün hakları te'm inât altına alı­ niz ve islâmm kuvvetlenmesine çalışmanızdır. nırdı, Kendi tekfurlarından görmedikleri âdi­ Livâ-i şerifi yüksek tutunuz, dâimâ İslama hiz­ lâne muameleyi, Osman G âzî *ye tâbi olunca, metten geri kalmayınız". Müteakiben Orhan hemen elde ederlerdi. Bu hâl devletin ilk ku­ Bey ’e de şöyle d e d i: — „Oğlum, işte ben ölü­ ruluşunda onun etrâfında toplanan cemiyeti yorum, fakat müteessir değilim ; çünkü senin kalabalıklaştıran ve şenlendiren sebepler ara­ gibi bir halef bırakıyorum; âdil ol, merhametli. smda sayılmaktadır. Beytülmâlden hiç bir şey ol, İyi adam ol, bütün reâyâyı eşit olarak hi-. almadığı, kendi toprağından ve sürülerinden mâye e t; İslâm dinini neşr ve tâmim e t; yer■ hâsıl olan gelir ile geçindiği yine ittifakla söyyüzünde hükümdarların vazifesi budur. A ncak: lenen gerçeklerdendir. Ganimetlerden kendi his* bu sâretle Tanrının, iutfuna nâi! olursun. Bilme­ sesine düşen mıkdar da varidatının bir kısmım



OSMAN !. teşkil etmekte idi. Halka tarhettiği „bâc-t bâzar!" reayanın gönül hoşluğu ile ödediği ve Bi­ zans vergileri ile mukayese edilemeyecek dere­ cede adaletli bir vergi idi. Osman G âzî 'y e kendi devrinde, muabharen Osmanh hükümdar­ ları için söylenen şah, pâdişâh ve sultan gibi un­ vanlar verilmemiş olup, bütün Türkmen beyleri gibi, Osman Bey denildiği, istiklâlinden sonra da, bâzan hşn tesmiye olunduğu umumiyetle kabul edilmektedir. Osmanh kaynakları Osman Bey 'in zevcesini, Şeyh Edebah 'tun kızı Mal Hatun olarak gösterm ekte ve bu kadından O r­ han ve Alâeddin Bey 'lerin doğduklarını yazmak­ tadırlar. Hâlbuki Orhan Bey 'in 724 ( 1324 ) ta­ rihli vakfiyesi ( B e lle te n . 1941, nr. 19, s. 377, 288}, Mal Hatun bint Öm er Bey kaydı ile, bu kadının Şeyh Edebah 'ntn kızı olmadığını gös­ termektedir. Her hâlde Orhan B e y ’ in annesi bu olmalıdır. Edebalı ’nın kızı Bâlâ Hatun { ve­ ya Râb’a Hatun ) ise, Alâeddin Bey 'in annesi idi ve Bilecik ‘te Edebalı 'ntn yanında ikamet ediyordu. Yine bu vakfiyeden öğrendiğimize göre, Osman Bey ‘in Orhan Bey ve Alâeddin Bey 'den başka, Pazarlı Bey, Çoban Bey, Melik Bey ve Hamîd Bey admda diğer dört oğlu ile, Fâtıma adında bir kızı var idi. Bunların hangi zevcesinden doğdukları bilinmemektedir. A lâeddiıı Bey. babasının ölümünden sonra, kendi­ sine temlik edilmiş olan Bursa 'da K ite ovasın­ daki Futra çiftliği hâsılatı ile geçinmiş Bursa 'da vakıflar yapmış ve Orhan Bey zamanında vefat ederek, babası Osman G âzî türbesine defnolunmuştur. Osman Bey ’in diğer oğulların­ dan yalnız Pazarlı Bey *in İznik muhasarası ve Pelekanon muharebesinde bulunmuş olduğunu Cantaeuzenos tarihinden öğrenmekteyiz. O s­ man Bey oğullarından birinin adını Çoban ko­ yarken, her hâlde o sırada Anadolu vâlı’si bu­ lunan Em îr Çoban Bey 'e bir cemîle olarak, bu adı seçmiş idi. Hamîd adını da, yine Anadolu türk beyleri arasında çok nufözlu olan ve se­ vilen Hamîd-oğlu Dündar B e y 'i hatırlayarak, koymuş olm alıdır. Bunlar hakkında şimdilik fazla bir bilgimiz yoktur { tafsilât için bk. İs­ mail Hakkı Uzunçarşıh, G â zî O rh an B e y vak­ f iy e s i, B e lle te n , nr. 19, s. 277— z88 ). y B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka bk, Enverî, D ûstâr-nâm e-i E n « v e r i ( nşr. Mükrimin Halil [ Y ın an ç]), İstan­ bul, 1928; Ahm edî, D âstân ve tev â r îh -i â l-i Osm ân { nşr. A tsız, T ürkiye yayınevi ); Şükrullah, Bahcat td-tavârih, ay n, y e r . ; K a ra ­ man? Mehmed Paşa, T ev â rîh -i â l-i Osm an ; Haşan b. Mahmüd B ayâti, Câm -ı cem -âyîn ve silsile-nâm e-i sel&tin-i O sm ân iye ( nşr. A li E m îr î), İstanbul, 1331; Â lî, K a n h al-akbâr (basılm ış k ısım lar); A kdes Nim et K u r a i Bp



OSMAN H.



443



t a n t m son ve Osm ahltlarm ilk tarih çileri ( T M , 111} i F. Gıese, O sm an h im paratorlu­ teşekk ü lü m eselesi ( TM , I ) 5 H. A. Gibbons, O sm anh im paratorluğunun kuru­ luşa ( t r e . Râgıb Hulûsî ), İstanbul, 1 9 2 8 ; Fuad Köprülü, O sm an h d evletin in kuruluşu ( An­ kara, 1959 ); P. W ittek, M enteşe b ey liğ i ( tre. Orhan Şâik ), Ankara, 1944 ; Osman Turan, T a rih î takvim ler (A n k a r a , 1954); İsmail Hakkı Uzunçarşıh, O sm anh tarihi ( A nkara, 1 9 6 1 } , I v e mad. O R H A N , bibliyografya.



ğu n u n



( M. T a y y I s G ökbİİG İN .)



O S M A N II. ’O ŞM Â N 11. ( 1603-1622 ) O s. m a n i i p a d i ş a h ı olup, Ahm ed I.'in oğlu­ dur ; annesi Mâhfîrûz Sultan 'dır. Bir rivâyete gÖre, 1$ teşrin II. 1603 { 10 eemâzîyelâhtr 1012, bk. Mehmed Süreyya S ic ill- i asm ânî, 1, 56; diğer rivayetlere göre, 4 teşrin H. 1604 » II cemâziyelâhır 1013 veya 29 nisan 1604, bk. Hammer, VIII, 55 ve 314 ) 'te doğmuştur. Am ­ cası Mustafa I. 'ntn bal’i üzerine tahta geçtî (2 6 şubat 1618 = r e b i 'ülevvel başı 1027 ) ve bir askerî ısyân netîcesi hal’ ve şehid edilerek ( 20 mayıs 1622 = 9 receb 1031 ), babasının tür­ besine defnedildi. Mehmed III.'in ölümü üzerine tah ta geçen Ahm ed 1. henüz bir çocuk id i; Osmanh hane­ danında kardeşi Mustafa 1. [ b. b k .j’dan başka vârisi yok idi. Mustafa hayatta bırakıldı. Bu­ nunla beraber, Ahm ed ’in şehzadeleri olunca, müteaddit defalar öldürülmesi tasarlanmış ise de, bunun kuvveden fiile çıkarılması kabil ol­ mamış idi. İhtimâl Mehmed 111, ’in tah ta cülûsunda 19 kardeşinin birden katledilm iş olma­ larının asker ve umûmî efkâr üzerine yapmış olduğu derin menfî te'sirlerin ve yahut belâhatinin daha o zamanlarda mâiûm olmasının da dabli var idi. Böylece Ahm ed I. [b. b k .j’in ölü­ münde en büyük şehzâde olan Mustafa, devlet ricalinin tasvibi ile, tahta geçirildi ; fak at aklî muvazenesizliği yüzünden, ancak 97 gün kadar iktidarda kalabildi. Kendisi takiplerin tedavi­ sine bırakılmış, devlet işlerinde validé sultan nâfiz olm ağa başlamış idi. Sultan Ahm ed dev­ rinden beri büyük bir uufûz sahibi bulunan dârüssaâde-ağası Mustafa A ğ a bir rivâyete göre, iyi bir niyetle, devletin böyle aklı hafif bir pâ­ dişâh ile idâre edilemeyeceğine kanâat getir­ miş olması dolayısı ile, diğer bir rivâyete göre, de, elde ettiği nufözu kaybetmek korkusu ile, pâdişâhın bâzı akılsızca ve gülünç ef’âtini, hat­ tâ bir ara bütün şehzadeleri idânı ettirm ek ta ­ savvurunda bulunduğunu etrafa yaym ağa baş­ ladı ( Haşan Bey-zâde • K âtib Ç eleiA^Fesleke, 1, 390: Naîmâ II 16e V . d . ! . Mustafe A ğ a mü­ nâsip zemini hazırladıkta! sonra, sadrâzamın Irar seferinde bulunduğu bir sırada şeyhulis-



OSMAN II. lam Es'ad Efendi ve kaymakam Sûfî Mehmed Paşa 'yı Mustafa 'nin hal’ine imâle etti ve mevâcip tevali bahanesi ile. divânın toplandığı gün Sultan M ustafa'yı dâiresine kilitleyerek, şehzade O sm an 'ı çıka rttı; M ustafa'nın taraf» darlarını da askerin M ustafa'nın h a fin e gel» diklerini söyleyerek, korkuttu. Böylece yaratı» lan emr-i vâkî île Osman iktidara getirildi. Osman II. 'in kısa suren saltanat devresinde, gerek çark, gerekse garp cephelerinde, lüzûmsuz yere harbe devam edildi. Bu yılın baharında İran seferinde bulunan ve Diyarbekîr 'd e kışla­ mış olan sadrâzam Halil Paşa, Bitlis ve Van özerinden, T e b r iz 'e doğru ileriledi. Y o ld a Van sahrasında Kırım hanı Canbeg G iray da ordnya iltihak etti. Şah A bbâs Erdebii ’ de bulunuyor­ du ; fakat bu sıralarda İran elçiliğinden avdet eden defterdar Hakim Osman, ordudaki nu» fûzlu eşhâsa Erdebii 'de düşmanın gâfil av­ lanabileceğini ve kolaylıkla sayısız ganâİm e l­ de edilebileceğini telkin ederek, ordunun he­ defini d e ğ iş tirtti; askeri heveslendirdi ve def­ terdar Bâkî Paşa gibi, tecrübeli erkânın mu­ halefetine rağmen, bu fikre katılanlar, netice­ de serdârı da ikna etmeğe muvaffak oldular. Ordudan Kırım hanının ve tanınmış bir çok Osmanlı bey ler-bey ler i mu katıldığı bir kuv­ vet . ayrıldı. Başına serdar olarak, Erzurum beyler-beyi Haşan Paşa tâyin edildi. Bu kuv­ vet zaferden emin, dağınık ve düzensiz bir şekilde, hiç bir emniyet tedbiri almağa lüzûm görmeden, sekiz günlük bir mesafeyi iki buçuk günde k a t’ederek, yorgun-argın Seva sahrasına erişti. Burada Iran serdarı K arçıgay 'm hazırladı­ ğı pusuya düşerek, tamâmiyte mağlûp edildi. Serdar Haşan Paşa, Rumeli beylerbeyi A rsian Paşa, D iyarbekir beyler-beyi Mustafa Paşa şehid v e V an beyler-beyi Elmacı Mehmed Paşa ile bâzı ümerâ esir düştüler. Kırım hanı, yeniçeri­ lerin gayreti sayesinde, güç-beiâ kurtuiabildi. Bu hâdise üzerine, ordunun kısm-ı küllisi ile, derhâl Erdebii üzerine harekete geçildi ise de, bir çapışmaya mahal kalmadan, anlaşm aya va­ rıldı : her y ıl 200 yük ipek ve 100 yük mü­ teferrik hediyeler göndermek üzere, hemen-hemen Nasuh Paşa zamanındaki şartlar ile musâlâha akdedildi (6 şevvâl 1027 = 26 eylül 1619). Bir yıl sonra İran elçisi, 100 yü k ipek, 4 fil, bir gergedan ve daha bir çok hediyeler ile yeniden İstanbul 'a geldi ve A k ısk a eyâ le­ tinin tevâbii ile Osmanlılarda kalması, buna mukabil Bagdad sınırında bulunan D em e ve D erteng sancaklarının İran ’a verilmesi, her yıl 100 yük ipek gönderilmesi, esirlerin serbest bırakılması, üç halîfeye ve A ’iş a 'y a sebbedilraemesi gibi şartlar ile, sulhnâme yenilendi (1 9 şevvâl 1028 s= 29 eylül 1619 ).



Osman II., vâlide sultan, kızlar-ağası Mus­ tafa A ğ a ve hocası Ömer Efendi 'nin te'siri altında bulunmakla beraber, yaşma nisbetle, faâl ve cevvâl idi. Amcasının lüzûmsuz yere tahta çıkarılmış olmasını hazmedemediğinden, sadâret kaymakamı Sûfî Mehmed Paşa ’yı azlederek, yerine ö k ü z Mehmed Paşa ’yı ge­ tirtti. Şeyhülislâm Es’ad Efendi'nin elinden bütün salâhiyetlerini aldı ve uhdesinde yalnız fetvâ vazifesini bıraktı. Bir müddet sonra Halil Paşa da azledildi ve Ö kü z Mehmed Paşa sadr­ azam oldu; fakat 10 ay sonra yerini padişaha muazzam meblâğlar ve fevkalâde kıymetli he­ diyeler takdim eden İstan-Köylü G üzelce { Ç e­ le b i) A li P a ş a 'y a terketm ek zorunda kaldı (1 6 muharrem 1 0 2 9 = 2 5 kânûn l, 1Ğ19.) Bu zât ta para toplam ak hırsı ile, çok zulüm yap­ t ı; bu sûretle pâdişâh nezdinde mevkiini bir kat daha tahkim e tti; kızlar-ağasının ve pâdi­ şâh hocasının bile nufûzünu hiçe indirdi. Polonya hûdndunda kazakların Osmanlı ül­ kesine vâ ki olan dâimi akınlan ve bilhassa Karadeniz sahil bölgesini tâeiz etmeleri, âsî voyvodaların dâimâ L eh istan ’da iyi bir melce* bulmaları ve himâye görmeleri, buna mukabil L eh istan 'a yapılan Kırım akınlan dolayısı ile dâimi bir gerginlik ve huzûrsuzluk mevcut idi. Bu sebeple, vaziyete göre, Boğdan, Eflâk voy­ vodaları ve Erdel hâkimleri, kâh O sm anlılan, kâh lehlileri tutm akta idiler. Bu sıralarda bü­ yük paralar sarfı ile Boğdan voyvodalığını elde eden K aspar G ratiani ( osmanlı tarihle­ rinde : G aspar ve G a ş p a r) Osmanlılara karşı iki yüzlü bir siyâset güderek, düşmanı bulu­ nan Erdel hâkimi Bethlen G abur 'un Bâbıâlî 'ye gönderdiği mektuplarım ele geçirerek, lehlilere bildirdi. Bu hâdise üzerine K aspar Gratiani, azledilince, isyan e tti; büyük kuvvetler te'min ederek, L eh ista n 'a sığındı, özı beylerbeyi İs­ kender Paşa, âsiyi te’dip etmek üzere, harekete geçti (ram azan 1029 = ağustos 16 2 0 ); lehliler ile birleşen G ratian i'n in kuvvetlerini Y a ş civa­ rında vukua gelen meydan muharebesinde pe­ rişan etti ( 20 eylül 1620 ). Bunun üzerine, Leh kumandanı, Osm anlılar ite harp etmek gayesi ile gelmediğini, hareketinin kırımlılara karşı olduğunu beyân ederek, sulh talebinde bulun­ du ; her iki taraftan rehine verilmek şartı ile, müzâkerelere başlanmasını teklif etti. İskender Paşa ’y a derhâl 100.000 duka vereceğim ve ileride mıkdarı tesbit edilecek yıllık bir vergiyi kıral adına taahhüt etti. İskender Paşa bu tek ­ lifleri kabûle mütemayil i d i; fak at Ulu-Nogay oymağı reisi Mirza Kantemir bunun şiddetle aleyhinde bulundu; harbe dev*m edildi. Kırım­ lıların hücumları ile büs-bütün'zayıf düşen Leh ordusu Turla ( D n este r) nehrim geçerken, sı­



OSMAN IL kıştırıldı ve ımhâ edildi- Bir çok leh asilzade ve kumandası harp meydanında kaldı veya esir düştü. Osman II. 'in ha zafer ile hırsı fevkalâde a rttı; büyük eibangİr ecdadı gibi, bir şöhret kazanmak arzusuna kapıldı. K a za k a kınları ve voyvodalıklara müdâhaleleri dolayıst ite, Lehis­ tan 'a kargı bir sefer yapm ak husüsunda, A li Paşa 'nın da te’siri altında kalan pâdişâh, artık kim seye sulh sözünü ettirm iyordu. Ne devlet ricalinin, ne de bu sıralarda hâlâ İstanbul'da bulunan İngiliz elçisi John E y re ’İn tavassutu te ’sir etti. Bu sebeple Polonya kıralı Sigismund ’ün kış esnasında göndermiş olduğu elçi İstan­ bul’ a bile giremedi. Yeniçeri ve sipahilerin hoş­ nutsuzluk göstermelerine rağmen, büyük bir hız ile sefer hazırlıklarına başlandı. Bu esnada A li Paşa öldü ( 15 rebialevvel 1030=39 mart 1631 ); yerine geçen Obrili Hüseyin Paşa da pâdişâhın arzûlanna uyarak, sefer hazırlıkla­ rına devam etti. Osman 11. hareketinden evvel, kardeşlerinin en büyüğü olan şehzâde Mehmed ’i şekid ettir­ di ( iz kânun II. ı6 z ı ). Yeni kıziar-ağası S ü ­ leyman A ğ a 'm o da pâdişâha yaptığı telkin­ lerin bu husflsta rolü olduğu anlaşılıyor. Şehzâdeain katli için istenilen fetvâyı şeyhülislâm E s 'a d Efendi verm edi; bu fetvâ şeyhülislâm makamında gözü olan Rumeü kazaskeri Taşköprülü-zâde Kcm âleddia Efendi 'd e s alındı. 6 cemâeiyelâhır 1030 ( eş nisan lé z i ) ’da Davnd Paşa sahrasında ordugâh kuruldu. 9 gün sonra da bizzat pâdişâh. F ır Mehmed Paşa 'y i İstanbul muhafazası ile vazifelendirerek, İstanbul 'dan çıktı. A yın 29 'unda harekete ge­ çildi ve 10 receb tarihinde Edirne 'ye varıl­ dı. Burada iki hafta kalınarak, askerin tâlimi v* son hazırlıklar ile uğraşıldı. 24 — 26 rceeb arasında hareketle çok şiddetli yağmurlardan dolayı yol büyük müşkiiât ile katedilebildi. Ç a ­ mur deryasında develerin göremediği işleri fil­ lere gördürdüler ve aneak ; şabanda Balkan­ lar aşılabildi. Bilhassa hayvan zâyiâtı çok bü­ yük oldu. 22 'de İsakçı ‘ya varıldı ve derhâl bir köprü inşâsına başlandı 3 ramazanda köp­ rü tamamlanarak. geçildi ve burada bir kale inşâsı kararlaştırıldı. Şevvalin 6 günü Boğdanişt mevkiinde yeniçerilerin kaçm ağa başla­ dıkları şâyî olduğundan, para tevzii bahanesi ile, yoklama yapıldı. Bu sırada Boğdan voy­ vodası A ‘eksan dr’ m yol ve köprülerin tam i­ rinde ihmâli müşahede edildiğinden ve lehliler ile teşrik-i mesâisinden şÜphelenildiğinden, azle­ dilerek, yerine ikinci defa Stephan Tomsa geti­ rildi { ağustos 1621; Uzunçarşıh, Osm anlı tari­ hi, III; 6ÖL I, s. 136, Hammer, trk. tc. V ili, 204 ’te îse, bu zât Eflâk voyvodası olarak geçroek-



**5



tedir). Bu ayın sonlarında Osmanlı ordusu Hotin (C h o e z im )'e vardı. Dnester kenarında müstâhkem mevkilerde tahassun eden Polonya ordusu, elman imparatorunun gönderdiği yar­ dımcı kuvvetler ile takviye edilmiş olup, başın­ da Lehistan kançleri bulunuyordu. Diğer bir Leb ordusu da, Kamaniçe ( Kam anick ) ’ de veli­ ahdın kumandası altında idi. K ıral, saray erkânı ile birlikte, K rak ov'd a bulunuyordu. Ş evv llin 16 'sında (3 eylül 16 2 1) müstahkem mevkiler ile temasa geçildi. O gün ve ertesi gün bâzı mevziî çatışm alar vukû buldu ise de, asıl umûmî hücfim ayın 21 'inde yapıldı. Mubfirebe akşama kadar devam etti, Düşmanın bir iki tabyası zaptediîdi ise de, asker yağm a için dağıldığından, kat’î başarı sağlanamadı. Bundan sonra 22, 24, 27 şevval ve 11 zilkâde tarihle­ rinde yapılan hücflmlar da, lehlilerin şiddetli mukavemeti yüzünden, cridi-gitti. Fakat bu arada Lehistan müthiş bir şekilde talân edildi ve bir rivayete göre, 100,000 esir alındı. O s­ manlI ordusunun da, insan ve hayvan bakımın dan, zâyiâtı büyük id i; fak at her şeye rağmen, Sultan Osman, icâp ettiği takdirde, kışı bulun­ duğu yerde geçirm eğe karar vermiş idi. Yeni bir hamleye hazırlanmak üzere, mütevâlî hücûmlar ile yorulan vs sarsılan orduya 30 günlük istirahat verild i; ancak düşman çok yıpranmış ve ikmâl yolları Osmanhlar tarafından dâîmî bir tehdit altıada tutulduğundan, onlarda da yiye­ cek ve mühittımât sıkıntısı baş-gSstermiş İdi. Bu yüzden lehler de sulh husüsunda Eflâk voyvo­ dasına baş-vurarak, tavassutunu İstediler { türk kaynaklarında Peçevt, 11, 379; K âtib Çelebî, Fezleke, 11, 4 ve bunlardan naklen Naîmâ II, 204 lehlerin Eflâk voyvodasına sulh hususun­ da müracaat ettiklerini ( F e z le k e , S. 4, Str. I ) sonra ( str. 10 ) Boğdan voyvodası Radui 'un tavassutu ile denilmektedir ¡Ham mer, trc. A tâ, VIII, 206 'da Eflâk voyvodası Radul Şerhan ( Seherban ) olarak geçm ekted ir; Zinkeisen III, 740 'ta Eflâk voyvodası Radul şeklinde zikr­ edilmektedir ; Uzunçarşıh, O sm a n lı ta rih i, III, bol ı ,s . 137 v e not 1 ’de Eflâk voyvodasının adı, me'tıaz zikretmeden, Kostantin Şerhan olarak verilmiş bulunmaktadır. Notta bu sırada Boğ­ dan voyvodasının adı Istefan Tomşa olarak kaydedilm iştir; hâlbuki bu zât H am m er’de (s. 204) Boğdan değil, Eflâk voyvodası ola­ rak geçmektedir. Yalm z bu iki voyvodalığın bâzı zamanlar birleştirilmiş olduklarını Asılır­ dan çıkarmamalıdır ). A yin 20 ’sİndo Leh elçi­ leri padişaha sulh teklifi ile geldiler. A sk erî başarısızlığa ilâveten, kışın da yaklaşm ış ol­ ması, şiddetli yağmurlar ve bu yüzden yiyecek fıkdanı, düşman karşısında sığınacak bir yerin bulunmaması, hastalık ve ölüm vak’ alannın ço-



44«



OSMAN II.



¿alm ası, askerin homurdanmağa ve alenen ita ­ at etmemeğe haşlaması, bütün arzflsuna rağ­ men Saltan Osman’ı da snlh teklifim kabfile icbar etti. KanÖnî devrinde aktedilen muâhede şartlan ile, yâni Osmanlı ordusunun hu­ duttan çekilmesi, L eh istan ’ ın Kırım hanlığına her yıl veregetdiğî 40.000 fil orinî ve Polonya *ya diğer devletler gibi, dâimt bir elçi bulun­ durmak imtiyazım vermesi, voyvoda Kaspar G ratiani ’ u'ın lehlere terkettiğî Hotin kalesinin B a ğ d a n ’a iâde edilmesi, kırımlıların ve kazak­ ların mütekabilen akmîarda bulunmaması, po­ lonyalılara verilecek ticâret im tiyazı için yıllık bir hediye verilmesi şartları ile, bir on mua­ hede kabûl edildi { bk. Zİnkeisen, III, 741, not 1). Bu muahede kat’î şeklini bilâhare Mustafa I. zamanında almıştır (18 şubat 1623). Zilkadenin *3 ’ ünde (8 teşrin II. 1621) O smanii ordusu, avdet etmek üzere harekete geçti. İstanbul ’a, büyük bir zaferden donülüyortnuş gibi, mutantan bir alay ile girildi (30 kânûn I. 1621). Şehirde üç gün müddet ile şenlik yapılması emredildi ( İstanbul 'a giriş günü olarak çok muhtelif tarihler verilmiştir. Zinkeisen ( IU, 742, not 1 ) , İngiliz elçisi Roe 'aîn 2a kânûn II. 1622 tarihli raporuna daya­ narak bu tarihi yukarıda verdiğimiz gibi, kayd­ etm ektedir. xa rebi 'ülevvel mevlüd günü ol­ ması hasebi İle, o gün ikinci bir aiay tertip edilmiş olabilir ). Başarısızlığın mühim âmilleri v a r id i: her şeyden evvel yeniçeriler disiplinsiz bir hâle gelmişlerdi ( bk. Zinkeisen, III, 740, not 1). Osman II. ’m hasisliği, bütün azim ve cesaretine rağmen, kendisini askerden soğut­ muş id i. Osmanlı harp san’a ti, yavaş-yavaş A vrupa teknik ve taktiği karşısında gerileme­ ğe başlamış idi. Orduda paşalar arasında re­ kabet ; ordunun mahir ve kudretli bir e! tara­ fından sevk ve idâreden mahrûm oinşu; harp işlerinden bîbehre bâzı eşhasın karışması bu meyanda sayılabilir. Bu arada sadrâzam da tedbirde kusur etti. Hücuma kalkan Karakuş Mebmed Paşa *nın, vaktinde yardımcı kuvvet­ ler göndermeyerek, şehâdetine sebep olduğu töhmeti ile, azledilmesi ve yerine Dilâver Pa­ şa 'nın getirilmesi dikkati çekmektedir ( 1 zil­ kade «*17 eylÛl ). Osman da muvaffakiyetsizliğinde başlıca âmil olarak, ordunun bozulmasını buluyordu. Bu hususta bâzı tedbirler atmağı düşünüyordu ki, bunda Dilâver Paşa ’nın, Hoea Efendi ’nin ve kıztar-ağasımn tavsiyelerinin de rolii var idi. Bu konuda teşebbüse de geçildi. A sk er topla­ mak hususunda verilen gizli emirlerin tatbikm a ve bilhassa Suriye'de önemli bir kuvvet meyda­ na getirilmesine başlandı (Zinkeisen, III, 744 ve n o t t }. Sultan Osman Suriye 'ye gidecek, bu­



rada bir müddet kalarak, büyük bir ordunun başında olduğu hâlde, avdet edecek ve yeni­ çeri ocağını ortadan kaldıracak idi. Böyle bir kul taifesinin hareketlerine hiç bir, hükümdar tahammül edem ezdi; harpte cenk etmiyor ve sulhte rahat durmuyordu. Yeniçeri ve sipahi­ lere müteveccih otan bu düşünce, zâten sefer esnâsmda askerin yoklamağa tabî tutulması, sipahilerin harp esnâsmda şiddetle azarlanma­ ları ve korkaklıkla itilâm edilmeleri, pâdişâhın bostancı-başı Mehmed A ğ a ile tebdil gezerek, meyhaneleri basması ve yakaladığı yeniçerileri denize attırması, sefer esnâsmda getirilen dil ve baş için pek eüz'î bir nakdî mükâfat verilme­ si, bâzı harem-ağalarınm bundan memnun kal­ mayan askerlere „getirdiğiniz baş bir akçeye değer mi" şeklinde alaylı sözler sarfetmeleri, yeniçeriler ve umûmiyetle askerin izzet-i nefsi­ ni kırmış ve onları gücendirmiş idi. Üsküdar ’a geçmek üzere yapılan hazırlıklar tahakkuk edince şeyhülislâm Es’ad Efendi nin „padişahlara hacdan ziyâde, adi ile hükmet­ mek gerektir; kaldı kİ, bir fitne zuhûru da büyük bîr ihtimâl dahilindedir" mealindeki fetvÜ3i ve Üsküdârî A z iz Mahmud Efendi ’nin bu mevzûdaki nasihatleri O sm an ’ı fikrinden döndürmeğe muvaffak olamadı. Bunun üzerine yeniçeriler ve sipâhîler ayaklandılar (7 receb 1031 = 18 mayıs 1622 ). Osman ’ı bu azminden durdurmağa kararlı idiler. Görülüyor ki, asker bu ayaklanmayı, zorbalıklarla bir nevî müdâfay-i nefs şekline sokmuş İdi. Sadrâzam, isyân haberini aiır-almaz. çavuş» başı Hahct-zâde ’yi, askeri teskin etm ek için, vazifelendirdi ise de, artık ok yaydan çıkmış, nasihat ile halk ve ulemânın aşağı tabakasının da katıldığı ve büyük bir kuvvet hâline gelen bu azgın gurûhu durdurmanın imkânı kalmamış idi. Â sîler dâvalarım şer’e istinat ettirm ek için şeyhülislâmdan, pâdişâhı dalâlete düşürerek, kötü işler yapmağa sevk ve abes yere beylnlmâli isrâf edenlerin katli hakkında fetva aldı­ lar. Donanma halkı da âsîlere katıldı. Akşam üzeri, arzularım padişaha arzetm ek gayesi ile, Hoca Efendi ile sadrâzamı aradılar. Evlerinde bulunmadıklarından, hocanın evini yağma e tti­ ler. Sadrâzam konağı halkı mukavemet etti ve bir kaç âsîyi öldürdüler. Bunun üzerine mes­ eleyi, silâh gücü ile hâlletmek üzere, ertesi gü­ ne bıraktılar. Pâdişâh bu arada ulemâdan as­ kerin isyân sebebim öğrenmiş, hacdan ferfigat ettiğini bildirmiş, fakat hocası ile kızlar-ağasım nefyetmemekte şiddetle İsrar etmiş idi Ertesi gün At-Meydam ’ada yeniden topla­ nan âsîler büyük ulemâyı dâvet ettiler ( krş H. Tûgî, s. 496 )j tedricen isteklerini arttıra­ rak şimdi de 6 kişinin (H oca Efendi dâriis-



OSMAN H.



4 47 ■



saâde-ağası, sadrâzam, kaymakam Ahmed Paşa, Defterdar Bâkî Paşa ve Nasuh A ğ a ) idamını istediler. Ulemâdan müteşekkil bir hey’e t âsîlerin is­ teklerini padişaha a rz e tti; fak at Osman II- ka­ tilleri istenen bu zevâtı vermemek hususunda büyük bir azim ve cesaretle isrâr etti. Ulemânın rieâ ve tavsiyeleri kâr etmedi. Â sîler ulemâ­ nın gelmediğini görünce, dileklerinin müsbet karşılanmadığına hükmederek, saraya girmeğe karar verdiler; ancak bostancıların mukaveme­ tinden çekiniyorlardı. Bir ihtiyat tedbîri ola­ rak, A yasofya minaresine çıkıp, sarayı gözden geçird ile r; hiç bir mukavemet hazırlığı olma­ dığını tesbit edince, kapıya saldırdılar. Kapılar açık idi. Burada emniyet tedbîri alarak, içeri girdiler. Bu eemm-i gaf ir arasında halk da var idi. Hiç bir mukavemete rastlamadan, üçüncü kapıdan geçerek, avluya doldular. Bu sırada bir s e s : — „Sultan Mustafa 'yi isteriz" — diye bağırdı. Bu sûretle âsî askere yeni bir gâye meydana çıktı. Mustafa 'um bulunduğu yer öğ­ renildi, kapısı harem dâiresinde olduğundan, kubbeyi delip, içeriye gird iler; Mustafa yi, ya­ nında bulunan iki câriye ile birlikte, dışarı çı­ kardılar. Osman, nlhâyet vaziyetin vehâmetini anladı. Bostancı-başı marifeti ile sadrâzam Dilâver Pa­ şa, saraya ceibedildi ve Süleyman A ğ a ile bir­ likte âsîlere teslim ediidi. Her ikisi de parça» parça edildiler. F akat âsîler bununla tatmin edilmiş olm adılar; Sultan M ustafa ’nın yeniden tahta çıkması husüsunda isrâr ederek, ulemâyı b ia te icbar ettiler. Sultan Mustafa yi önce eski saraya, sonra burasını emin bulmadıklarından, orta-câmiine getirdiler. Şehirde münâdîler yeni durumu ilân ederken. G alata, Baba C âfer ve Tersane zindanlarındaki mücrimleri salıverdi­ ler. A yn ı gün Sultan Osman ’ın Hüseyin Paşa ’yı sadrâzam ve kapıeı-başt K a ra A li ’yi yeniçeri-ağası nasbettiği haberi şâyî oldu. K ara A li ’ye muğber olan asker, kendisini kati ve evini yağma etmek üzere, derhâl harekete geçti. Kara A li evinde bulunamadı; fakat evi ve bu arada defterdar Bâkî Paşa ’nın ve İstanbul kadısı Hoca-zâde 'nin evleri yağma edildi. Sultan Osman yeniçerilerin Mustafa 'yı tahta çıkardıklarım öğrenince, sarayda bulunan ve­ zirlere izin verdi. Yanında Hüseyin Paşa ve bostancı-başı Mehmed A ğ a kaldı. Osman, Üs­ küdar 'a geçerek, Bursa ’ya gitmeği arzû e t t i: maiyetindekiler ise, A ğa-K apısı ’na sığınmasını teklif ettiler; fak at Osman, isyana sipahi ve ulemânın da katıldığını ileri sürerek, fikrinde :srâr etti; ancak saray kapılarını açık bırakan gizli e^ burada da bostancıların saraydan sa­ vuşmalarını te’ min ettiği gibi, erişilebilecek



■ r



kayıkları da kaçırm ış idi. Bu durura karşısında ocağa ilticâ etmekten başka yapacak bir şey kalmamış idi. O gece yatsıdan sonra Osman II. A ğa-K apısı ’na sığındı. A li A ğ a derhâl oda­ lara giderek, bâzı oda-başılarma Sultan Osman ’m vaadi erini bildirdi; bunlarda zahiren kabûl etm iş gibi göründüler; fakat ertesi sabah A lî A ğ a ’ nın askere in’âm için geldiği haber ve­ rilmekle beraber t •— „Söyletm eyin, hemen vu­ run" — diye tilim at da verildi. A li A ğ a sözle­ rini bitirm eğe vakit bulamadan, asker tarafın­ dan parçalandı. Diğer taraftan vâlide-anltaaın tensibi ile, da­ madı Davud Paşa sadârete, Silahdar Derviş A ğ a yeniçeri-ağaltğına getirildiler. Â sîler bu­ gün de boş durmayıp, kın. besledikleri gümrük emîni Murad Çavuş ve H acı Su-başı gibi, zeva­ tın evlerini yağm a ve tahrip ettiler ve A lî A ğa ’nın katlinden sonra. Sultan Osman *ın bulun­ duğu yeri öğrenerek, pâdişâhı başı açık, sırtın­ da bir entari olduğu hâlde, orta-câmiine getir­ diler ve on dordüneü eemâatten Mihatİçli hase­ ki Sarı Mehmed A ğ a ’nın muhafazasına tevdî ettiler. Bu arada Hüseyin Paşa katledilerek, evi yağm a edildi ( cuma 9 receb ). Bu sırada Davud Paşa, yanında eebeci-başt oduğu hâlde. Suttan Osman '1 öldürmeğe teşebbüs ettiler ise de, Mehmed A ğ a , yeniçeri-kethudast A li A ğ a ve baş-çavuş Ahmed A ğ a yetişerek, buna mânî oldular; fakat valide sultan ve sadrâzam Da­ vud Paşa, Osman H. 'm behemehal katledilme­ sini istem ekte idiler. A yn ı gün ikindiden evvel Sultan Mustafa, iki câriyesi ile birlikte, saraya götürüldü; cütüs merasimi yapıldı; hutbe Sul­ tan Mustafa adına okundu. Osman H. bu arada haseki Mehmed ’in açtığı pencereden askere hi­ tap etmiş, fak at âsîler kendisini artık halîfe olarak istemediklerini, fa k a t katline de razı ol­ madıklarını bildirmişlerdi. Davud Paşa, yeniçeri-ağası Dervîş A ğa , sadrâzam-kethudâsı Öm er A ğa , eebeci-başı ve subaşı-kethudâsı Kilindir Uğrusu (bk. H, Tugî, s. 504 'te „bir sipâhî" çekilinde geçm ektedir ), büyük bir toplulukla birlikte. Sultan Osman Y her türlü hakaretle orta-câmünden alarak, bir pazar arabası ile Yedİ-K ule'ye götürdüler. Yatsı vakti sıralarında, asker dağıldıktan sonra, D a­ vud Paşa ve maiyetinde kalanlar Osman ’ın katline mübaşeret ettiler. Cebeci-başı nihayet, Osman ’m mukavemetine rağmen kemendini tutturdu ve Kilindir Uğrusu ile birlikte, onu şehit ettiler. Nâşı yeni saraya nakl ve ertesi gün babasının türbesine defnedildi. Osman 1I„ genç yaşına rağmen, meziyetleri bulunan bir hükümdar idi; istikbâlde memleket için hayırlı olacağını vaadeden düşünceleri var idi. T ab’an Hırçın ve aceleci olmakla beraber, ee-



OSMAN İL . sûr ve aktliı idi. Hiç olmazsa ülkesinin, bir çok bakımdan, ıslâha mnbtac olduğunu anlamış idi. Hassas idi. Fârisî mahlası ile türkçe şiirleri vardır. Yakışıklı^olup, çok kuvvetli bir bün­ yeye sahip idi. Mahir bir muharip için lüzûmlu olan her türlü miimâreseyi yapm ış ve bn sâhalarda hatırı sayılır bir dereceye erişmiş idi. İngiliz elçisi Thomas Roe: „ . . . Osman, mağrûr, büyük rûhiu ve pek cesür bir genç idi. Hıris­ tiyanların can düşmanlarından biri idi. Ecda­ dının zaferlerine karşı büyük bir gıpta duy­ makta, büyük işler planlamakta ve nâmını hep­ sinin üstüne çıkarm ak için, hırsla gayret sarfetm ekte id i. , . Fakat bütün bu meziyetlerine rağmen. Sultan Osman, teb'ası tarafından se­ vilmeyen, talihsiz bir hükümdar id i" demekte­ dir. Yaşı ileriledikçe, devlet idâresînde müsta, kil olmak arziisunu izhâr etti. Fakat hasisliği, askerin çabucak hoşnutsuzluğunu mucip o ldu; hâlbuki tasarladığı büyük işlerde bilhassa or­ dunun müzaheretine muhtaç bulunuyordu. Bu vaziyet içinde divân ve askerîn arzûsu hilâfına, taht ve hayatına mâl olan Lehistan seferine girişti. Sefere giderken, kardeşi şeh­ zade Mehtned 'i öldürtmüş ve böylece kardeş katlini yeniden meydana çıkartm ış idi. Devlet ricalinin ve câri olan an'anenin hilâfına olarak, câriye istifrâşm ı bırakmış ve Hoca Sâdeddin Efendi ’nin oğlu şeyhülislâm Es'ad Efendi 'nin ve Pertev Paşa ’um kızları İle evlenmiş İdi. Bir câriyeden Öm er adında bir şehzadesi dünya­ ya gelmiş ise de, çok küçük iken, ölmüş idi. A sk er ve devlet ricâli üzerinde yarattığı men­ fî te'sirlerden başka, devrinde İstanbul'da bir çok tabiî âfetler vukû bulmuştur. Cülûsu yılın­ da Bedesten 'in bir kısmı, ertesi yıl da diğer ktsımlan yanmış idi. 1039 ’da üç gün süren bü­ yük bir sağnak çok sayıda evlerin çökmesine, bâzı mahalle ve mescidlerm su içinde kalma­ sına sebep olmuş idi. Arkasından sârî hasta­ lıklar zuhûr etmiş, 1030 ’da da çok şiddetli bir kış boğazın donmasına ve İstanbul ‘un, yiye­ cek bakımından, bir hayli sıkıntı çekmesine se­ bep oltnuş idi. İngiliz elçisi Thomas Roe, Osmanlı devletinin bu sıralarda m üttehit A vrupa tarafından ko ­ laylıkla parçalanabileceğim açıklamıştır. A n ca k Avrupa^ bu zamanlarda bir tedbir alacak du­ rumda^ değil idi. Osmanlı devletinin aklen zayıf bir pâdişâhın idaresinde ve yeniçeri hâkimiye­ ti altında çökmesini bekledi. Filhakika bu hâl, tam bîr anarşi içinde, gaddarca yağm a ve ölüm saçmak sûretiyie, eyâletlerin de şirâzeden çık­ masını intâc ve Murad IV . ’ın devlet idaresini müstakillen ele almasına kadar devam etti. B i b l i y o g r a f y a ' . Hüseyin T ûgî, Ib­ ’ retnâmâ ( nşr. Midhat Sertoğlu, Belleten, sa­



OSMAN III. yı 43»489 v. d d .); H asan-Bey-zâde; Peçevî, II, 362 v. d d .; Naîmâ, II, 162 v .d d .; K a tıb Çeiebî, Fezleke, !, 390 v. d d .; II, 2 v. d d .; Kara-Çelebî-zâde, R aviat al-abrâr; ^¡¡ehmed Süreyyâ, S ic ilt'i osmânî, 1, 36; Hammer, D e v let-İ osmâniye tarihi { trk. tre. Mehmed A tâ ), III, 174 v .d d .; Zinkeisen, Geschichte de s Osmaniscken Reickes in Europa, III, 732 v. dd.; lorga, Geschichte des Ösmaniscken Reickes, III, 442 v. d d .; Uzunçarşıh, Osmanlı tarihi, III, 1. kısım, s. 13 i v .d d . ve IH, 2. kısım, s. 38 S v .d .; Nâdiri, Şahnâme ( bk. Babinger, G O W , s. 169 v .d .} ; J. H. Kramers, Osman II. ( BI) ve madd. a h m e d i. ve m u s t a f a i. { Ş İNAst A lt u n d a ğ .) O S M A N III. ‘O SM A N III. (1 6 9 9 -1 7 5 7 } , Mustafa II. ’nin oğlu olup, annesi Şehsüvar Sul­ ta n ‘dır. 2 kânûn II. 1699 tarihinde doğmuş ( bk. Mehmed Süreyya, Sicill-i osmâni, I, 56 v .d .; cem âziyelâhirin son günü ı ı ı o ; doğuma hak­ kında başka tarihler de v a rd ır), ağabeyi Mah­ mut! I.'a n ölümü üzerine (28 safer 1168 m» 14 kânûn I. 1754), 55 yaşlarında tahta çıkm ıştır. O ç y ıl kadar süren bir saltanat devresinden sonra, 30 teşrin I. 1757 (16 safer 1171 ) tari­ hinde ölmüş, Mahmud I. gibi, Yeni-câm i tür­ besine defnedilmiştir.



Saltan atı esnasında dâhili ve hârici mühim bir hâdise olmamış, Belgrad muahedesi (1739 ) ile başlayan sulh devresi devam etm iştir. K iev ve Bug arasında kurulan „yeni Sırbiye,, eyâleti­ nin Romanya m ültecileri île iskân edilerek, bun­ ların vergiden mu&f tutulmaları, inkişâfları için husûsî bir ihtimam sarfedilmeğe başlanması, ay­ rıca bu bölgenin müdâfaası için, iki kale inşâ edilmesi, Rusya ile bir ihtilâfa yol açacak mâhi­ yette bir hâdise olmakla beraber, ruslarm bunu büyütmemeleri sükûn hâlinde bulunan dış siyâ­ seti değiştirm em iştir. Yalnız hudut mıntakalarmda imparatorluğun zaafı' dolay ısı İle bir çok gaile ve ayaklanm alar meydana gelm iştir. M ısır­ 'da kölemenler hâkim iyeti ete alarak, Hekim-oğlu A li Paşa gibi, m uktedir b ir vezîri M ısır 'ı terke icbar etm işler, C ezayir 'de hükümetin durumu çok zayıflamış, Erzurum ve havalisi eşkiyâdan geçilm ez bir hâle gelm iş ve Belgrad valisi mevkiini terkederek, iş başından uzaklaşm ak zorunda kalm ış idi. Osman III. cülûslarda eskiden beri alına-ge­ len bir „rüsûm -i cülû siyeyi" bir ferman ile r e fe tti. A sk ere büyük bir cülûs bahşişi da­ ğ ıt t ı; bunu kanûn olm adığı hâlde, m ütekaitlere de teşmil etti. İcrââtı sık-sık sadrâzam değiş­ tirm esi olmuştur ve bu zevât dâima iyi yetiş­ miş devlet ricâli arasından seçilmişlerdir. Tahta çıktığında sadâret m evkiini Bâhir Mustafa P a­ şa işgâi etm ekte idi, İki buçuk ay geçmeden.



6



sm



azledilerek ( 4 cemâziyelevvel 1 1 6 8 = 16 şubat 1755), M id illi’ye sürüldü ve yerine Hekim-oğlu A li Paşa, üçüncü defa olarak, sadârete getiril­ di. Osman IH. ’m aşağılık duygusunun te'siri al­ tında, yüksek meziyetleri ile temayüz etmiş bu­ lunan şehzade Mehmed 'i ortadan kaldırmak is­ temesi ve Hekim-oğlu '11un bunu reddetmesi, kendisinin azlini mûcip oldu { 7 şâban 1168 = 19 mayıs 1755 ). Sadâret şıkk-ı evvel defterdarı Na­ ilî Abdullah Paşa 'ya tevcih edildi. Bunu devlet ricâli arasından bir çoklarının da azli tâkip etti ( Nâilî Abdullah Efendi henüz teşrifatçı iken, bir keşmekeş hâline giren teşrifat kaidelerinin tertip ve tanzirrii hakkında bir risale meydana getirm iş İdi ( bk. TTEM , 16, nr. 16— 19, s. 250 V . d d . ) . Nâilî Paşa iktidar mevkiini 97 gün işgal ettikten sonra, 24 ağustos (16 z ilk a d e ) ta ri­ hinde a zled ild i; Osman III. sadrâzamların nufûzunu saraydan devlet işlerine karışmak su­ retiyle hiçe indirmek istiyordu. Zâten Hekimoğlu A li Paşa "dan sonra, gözdesi Silâhdar ( B ıy ık lı) A li A ğ a "yi sadâret mevkiine g e tir­ mek istemiş ise de, umûr-ı devlete tamâmiyle âşinâ olmayışı nazar-ı itibâra alınarak, bir müddet daha beklemesi uygun görülmüş ve hu süratle Nâilî Paşa iktidara getirilerek, A li A ğa da, vezirlik payesi ile, nişancılığa yüksel­ tilmiş idi. Fakat Silâhdar A li Paşa da tâyinin­ den 63 gün sonra, bir rivayete göre, tezvircilı'ği ve irtişaya kalkması yüzünden, azil ve katledilm iştir (19 muharrem 1169 — 25 teşrin I; *755 )- Bunun devrinde Hoca-Paşa yangını çıkmış (22 zilhicce 1168 = 29 eylül 1755). bir kaç koldan îleriieyerek, 36 saat devam ile muazzam bir sâhayı kül etmiş idi, Bu yangın­ dan sonra Paşa-Kapısı ve Defterdar kapısının inşâsı tekarrür etmiş, Paşa-Kapısı Jnııı inşâsı sona erinceye kadar, devlet umuru bîr müddet Esma Sultan ’m K adırga limanındaki sarayında görülmüştür, Silâhdar A li Paşa yerine, sadâret kethüdası Yirmi-3ekiz Çelebî-zâde Said Mehmed Efendi getirildi. Bu sırada Mahmud 1. zamanında in­ şasına başlanan (28 muharrem 1162 ) câmî sona ererek, merasim ile açılmış ve adına Nûr-ı Osmânî denilmiştir (rebiülevvel başı 3169 — 5 kânun I. 1755 ), Câmi ile birlikte bir med­ rese, kütüphane ve bir de türbe inşâsına baş­ lanmıştır. Fakat Osman, Mahmud I. u yeni câmie defnettirerek, câmi gibi bu türbeyi de kendisine hasretmek istemiş ise de, halefi Mus­ tafa III. da Osman ’ 1 buraya defnettirmemiş ve bu suretle bu türbe boş kalmıştır. Yine bu sıralarda çarşı halkı ve san’at erbabının giyim tarzı devlet ricali derecesine yükseldiği görül­ düğünden, samur ve kakım gibi, devlet ricali­ ne mahsûs kürklerin h a li taraim deiı giyilmesi şiddetle men’edümiştir, l»Um A lîöiklopediit



A



n



it i



44?



Yeni sadrâzam Said Mehmed Paşa da mev­ kiini uzun zaman muhafaza edemedi. Bir kaç ay sonra azledilerek, İstan-Köy 'e nefyedildi ve sad ârete, ikinci defa olarak, Bahir Mustafa Paşa getirildi ( 1 receb 1 1 6 9 = 1 nişan 1756). Bahir Paşa ’um sadâreti esnasında zuhûr edeu Cibâli yangını (8 şevval 1169 = 6 temmûz 1756), bu semti tamâmiyle yok ettikten sonra, 13 kol­ dan îleriieyerek, korkunç bir âfet hâlinde İs­ tanbul ’un muazzam bir. kısmını, 48 saat - sür­ mek süreriyle, küle çevirdi. Hoca-Paşa ve C i­ bâli yangınları İstanbul ‘un dörtte üçünü yok ettiği rivayet edilir. Yalnız Cibâli yangınında yanan binlerce ev arasında 580 fırın ve değir­ men ile 70 hamam var idi. , Midilli adaşında bulunan S ığrî Unum, osmanii ticâret gemilerine büyük zararlar îkâ eden Malta korsanlarına karşı bir kale inşâsı ile tahkim edilmeğe başlandı (6 şâbân 1169 = 6 mayıs 17 5 6 ); 6 ay içinde kale tamamlandığı gibi, Bâbıâlî ’ nin inşâsı da bu sıralarda hitâma erdi. A hır-K apı feneri de Osman IH. zamanın­ da yapılm ıştır. A ncak Osmanlı hanedanını en kabiliyetli ferdlerinden mahrûm eden şehzade katli meselesi yeniden ortaya çıktı. Pâdişâh çoktandır tasarladığı fikri nihayet Bahir Mus­ tafa P a ş a ’ya da kabûl ettird i ve bu değerli, halk tarafından çok sevilen şehzade, zehirlen­ mek sâretiyle, Öldürüldü. Şehzade Mustafa ( Mus­ tafa III.) böyle bîr akıbete duçar olmamak için, zehirlenmeğe karşı ilâç kullanmağa başladı. K ı­ sa bir zaman sonra, bu katil hâdisesinde medhaldar olduğu şâyiâsı halk arasıiıda yayıldığın­ dan, Bâhir Mustafa Paşa da azledildi (20 rebiülâhtr 1170 = 12 kânCın II, 1 7 5 7 ); mallarının müsadere edilmemiş olması dikkati çekmekte­ dir. Sadâret Haleb valisi Râgıb Paşa [ b. bk.] 'ya tevcih edildi. Osmanlı devleti ile Danimar­ ka arasındaki (evâsıt-ı zilkade I z70--temmûz sonu/ağustos başı 1757 ) ticâret muahedesi onun zamanında akdedilm iştir ( Muûhedöt-t umûmiye mecmuası, i, 52 ). t R âgıb Paşa 'u n sadâretinden 8— 9 ay sonra, dârüssaâde ağası Ebû K of ( Ebu ' 1-K of ) Ah­ med A ğ a ’nm teşvik ve te'siri ile azli ve yeri­ ne kapudan-ı deryâ A li Paşa 'nm getirilmesi tekarrür etmiş İse de, pâdişâhın hastalığı ve dârüssaâde ağası yazıcısı K ayserili İbrahim ’in ikazı ile saklanmak imkânını bulan Râgıb Paşa azilden kurtulmuştur, Osman 111. bu has­ talıktan kurtulamayarak, ölmüş (16 safer 1.171 = 30 teşrin I. 1757 ) ve Mustafa 111. zamanında mevkiinde bırakılan, R âgıb Paşa da düzeni bo­ zulan imparatorluğa bir nizam verm eğe çalış­ mıştır. Hayatının yarım asırda» fazla bir zamanını loş ve rutubetli bir saray odasında âtıl bir 29



Ö SM A N IİI. şekilde geçiren bu hükümdar, bedenen ve fik ­ ren altl denecek derecede zayıf düşmüş idi. Tah­ ta çıktığı zaman büyük bir aşağılık duygusu içinde, seleflerinin, bilhassa ağabeyi Mahmud 1. ’un devrinde ittihaz edilmiş olan tedbirleri şiddetle tenkit etmeğe ve bunların aksini yap­ mağa başladı. Sert tabiatlı, aceleci, haris ve kararsız idi. Tarihçi Vâsıf cömert olduğunu zikr­ ederse de, Şem'dânî-zâde aksini iddia etmek­ tedir. Şişman ve tenâsüpsüz bir vücûda sâhip idi. Baron de T o tt kendisini asabi, zayıf mi­ zaçlı ve son derece mütecessis olarak tavsif eder. Bilgisizce devlet işlerine müdâhalesi bir çok aksaklıklara sebep olmuştur. Musikîden ve kadından nefret ettiği anlaşılıyor. Hanende, sazende ve rakkaseleri saraydan çıkarttığı gibi, sarayda, kadınlar ij£*karşılaşmamak için, ka­ baralı ayakkabılar İle gezerdi. Kendi insiyakı ile ittih âz ettiği tedbirler, meyhineleri kontrol etmek, kadınların süslü olarak sokağa çıkm a­ maları, basit ve çok kapalı giyinmeleri hakkın­ da k a t'î emirler çıkartm ak ve bu emirleri imam­ lar vâsıtası ile halka bildirmek, esnaf ve çarşı halkının kıyafetlerine kaideler koymak, hıris­ tiyan tebeanın giyim tarzına âit mevzuatı şiddetlendirmek, bâzı gözdelerinin de te'siri ile sık-sık sadrâzam değiştirmek gibi husûslardan ibaret kalmış idi. K ıy a fe t tebdili ile ve ekseriya ulemâ kisvesi içinde, silâhdar ve divitdârın refakatinde halk arasında dolaşmağı, idare ve me'mûrlar hakkında yapılan dedi-koduları d:nlemeği en mühim iş addederdi. Ri­ vayete göre, tesadüfen rastladığı Hıristiyan el­ çilerini bile tâkip ettiği olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Vâsıf, Tarih { Mahâsin ai-âşâr ve hakâyik a l-ahbâr), Bulak, 1246, II, 27— 59 ; J. v. Hammer, Geschichte des osmanischea Reiches ( Pest ), 1835, IV , 483— 498; Zinkeîsen, Geschichte des osmanischen Reisches in Europa ( Götha, 1857), V , 847 v .d .; lorga, GOJ? (G otha, 1911), IV, 462 v.d d .; Mehmed Süreyyâ, S icill-i osmânî, (Matbaa-i Âmire, 1308 )I, 56 v.d .; J. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi ( A nkara, 1956), IV, 1. kısım, s. 337— 341 ; ayn. mil., Osmanlı ta­ rihi ( A nkara, 1959), IV, 2. kısım, s. 370 v.dd. (sadrâzam lar h akk ın d a); E l, madd. M A H ­ MUD I. ve O S M A N III. _( ŞİN Â Sİ A L T U N D A Ğ .) O S M A N C IK . OSMANCIK:, Çorum viîâyetinde k a z â m e r k e z i bir k a s a b a olup, Kıztl-lrmak vadisinde, deniz seviyesinden 430 m. irtifada bekini r t 6 8oö nüfus ). O rta mec­ rasında iç Anado u yaylaları arasında şimâ!-i şarkîye doğru ak a r ırmak, şimalî Anadolu dağ sıraları arasında bir yol bulmak üzere, istika­ met değiştirerek, önce şimal-.’ -garbiye döner ki, Osmancık işte burada, K izıt-lrm ak'm sağ



O SM A N C IK .



(şim â i) sahilinde Tavşan ( Taşan ) d ağlan ile akar-su arasında bir ova gibi genişleyen vâdi zemini ortasında bir sıraya dizilerek, ada şek­ linde birden-bîre yükselen volkanik menşe’H, dik ve çtplak yamaçiı tepelerden biri eteğinde kurulmuştur. O va zemininden 70 m. kadar yüksek olan tepenin üzerinde Osm ancık 'm ka­ lesi yer alır. Osm ancık, garp tarafında K ızıl­ Irmak *ın sol ( ce n u p ) kıyısını K ös dağı ete­ ğinden tâkip eden ve „Sarm aşıkli-K aya“ ( bk. Evliya Çelebî ve T ch ih atch eff) Önünden geçen bir yol ile, Tosya (84 km.) ’ ya ve Kastamonu (158 km ,)’ya, şarkta ise, bir taraftan Laçın üzerinden Çorum vilâyet merkezine (64 km.), bir taraftan da G üm üş-H acı-Köy — Merzifon Üzerinden A m a sy a ’ya (1 12 km.) veya K a ra ­ deniz kıyısında Samsun limanına (180 km.) b a ğ­ lanır. O sm ancık 'in pek eski devirlerden beri iskân edilmiş olması muhtemeldir. İlk olarak, XVII. asrın ortasında eserlerini neşretmiş olan fren­ siz coğrafyacısı d ’A n ville eski çağda ismi ge­ çen Pİmolisa şehrinin Osm ancık yerinde oldu­ ğunu ileri sürmüş idi (krş. R. K e r Porter, T ravels in Georgia, Persia, A r m e n ia ,. 1 8 2 1 — 1822, II, 716 ). Daha yakın bir devirde A n ­ derson Cumont ve W . Rarasay bu mütâleayı desteklemişlerdir. Mithridates zamanında adı geçen bu şehir bir kaç defa tahrip edilmiş ve yeniden kurulmuştur; nasıl ki, Strabo ( K il, 362 ) burayı, harap bir hâlde olarak, zikretm iş idi. Pİm olisa'nm burada ilk iskân merkezi ol­ maması ve bir H itit yerleşmesini istıhlâf et­ mesi mümkündür. Bugün harabesi yükselen k a ­ lenin sûrlar! orta çağdan kalmış ise de, hisa­ rın temelinin çok daha eski devirlere âit ol­ ması gerektiği ileri sürülebilir. Von Fiottw eli 'in hisar tepesinin şark yamacı üzerinde gö r­ düğü eski kaya mezarları ve taş odalar ( tepe­ lerden birisinin a d ı: D elikli-Taş ) İskânın eski­ liğine delîl sayılır. İran, İskender ( Selefkos ), Pontos ( Mithrida­ tes ) ve Roma hükümranlığından sonra, bu böl­ ge, M alazgirt muharebesinden hemen sonra, türk hâkimiyeti altına girdi. Kızıt-Irmak bo­ yunda müstahkem bir köprü başı yerini tutan bu mevkiin ne zaman ve ne sebeple şimdiki adını almış olduğu bilinmiyor. Osmanlı dev­ letinin kurueusuna Osm ancık ( belki halife O sm an'dan ayırmak üzere ) denilmesi, bu şehir ile Osman G âzî arasında çeşitli şekillerde münâsebet kurulmasına vesîle yaratmıştır. E vli­ ya Ç elebî (Seyâhatn&me, II, 17 9 ), bâzı tarih­ lerde „O sm ancık“ 'in burada doğduğunun ve kaleyi de onun hükümdarlığı sırasında inşâ ettirdiğinin yazıldığını kaydeder. XVII. asırdan itibaren bazı garp kaynakları da burayı Osman



ÖSMÂfİCİK. G âzî 'nin .doğum yeri olarak göstermişlerdir (d e la Boullaye, aş. bk.). Osm ancık ismi bâzan da kalenin Osman G âzî tarafından fethedilmiş bulunması neticesi ile tefsir edilm iştir; K a m u s «Z-oVpm’da Osman G â z î’nin bu kasabayı 720 ( h.) 'de fethederek, buradaki iki camiden bi­ rini yaptırması neticesinde, O zamandan beri buranın kendi adını almış bulunduğu kaydedili­ yor. Nihayet kasabanın adı ile Osman G âzî'n in ismi arasındaki münâsebet bu kalenin ve hava­ lisinin Selçuklu hükümdarları tarafından ken­ disine timar olarak verilmiş bulunması ile izah edilmek istenmiştir. Babinger 'e göre, bu ihti­ mâl gâlibâ ilk defa X V . asırda ( msl. G esckich te votı der T ü r k e i ’ da, 1496 'ya doğru) daha son­ ra da M aître jö r g v. Nürnberg, M em m in g en . S pa nd agino, van Busbeck . . ; tarafından İleri sürülmüş, zamanımızda da Cl. Huart ( J A , 1917, II, ser,, IX, 345 v.b.), j. H; Kramers ( A cta O r i e n t 1927, VI, 242 v .d ,; krş. L. Langer ve R. P, Blake, A m erica n H isto ric a l Review, 1932, XXXVII, 49Ö, not, geniş kaynak zikredilmiştir } tarafından da desteklenmiş ise de, kabûlwedilmesi güçtür. H alk rivayetleri arasında, kalenin Osman adlı bir kumandan tarafından zaptedilmiş olduğu yahut kumanda­ nın askerleri arasında bu ismi taşıyan- bir kahramanın muhasara sırasında şehid düştük­ ten sonra, kaleye gömüldüğü ve mezarının Osman-Dede türbesi diye ziyâret edildiği ileri sürülmektedir. A . Gölpınarlı, O tm a n B a ba velâ y etn â m esi adlı bir eserde Osm ancık adının O tpıancık olarak geçtiğine dikkati çekiyor [ bk. mad. K O Y U N -B A B A ]. Osm ancık yanında tür­ besi bulunan ve şehrin önündeki köprü kendi adı ile tanınan Koyun-Baba 'nin yukarıda adı geçen Otman- Baba 'ya refakat ettiğine işaret edilmek­ tedir. Böylece Osm ancık adının, bir de burada yakın zamana kadar canlı kalmış olan bektâŞÎlik an 'anelerine bağlanmış olduğu görülüyor. N etice olarak şu husus ileri sürülebilir ki, es­ ki çağın yalnız klasik devrine âit bulunan Pimolisa isminin orta çağda da kullanılmış ol­ ması şüphelidir. Böyle olduğuna göre, kasa­ banın türk hâkimiyetine hangi ad altında gir­ diğini bilemiyoruz. Osm ancık adının mutlak Osman G âzî ’ye bağlanması gerektiği tak d ir­ de, buna tekaddüm eden Selçukiu asırlarında şehrin başka bir isim taşımış olması icâp eder. Esasen Osm ancık adının da henüz Osman şek­ linde araplaştırılmamış bîr tü rk ismi (m sl. O tm an, yk. bk.) ile alâkalı olması da uzak bir ihtimâl sayılm az,, . 794 ( 1392 ) ’te Bayezid, daha önce Çandaroğlu Süleyman P a şa'y ı mağlûp ve katlederek, K astam onu'yu aldıktan sonra, A m asya emîri Haei Şad-G eldi oğlu Emir Ahmed ’den de



4 si



yardım görüp, O sm an cık'1 muhasara etti ve Sivas hükümdarından kalenin kendisine veril­ mesini istedi. Kadı Burhan a l-D in ’in isteği reddetmesine rağmen, Osm ancık bir müddet sonra B a ye zid 'e teslim oldu. Her ne kadar Ç o ­ rumlu ovasındaki savaştan sonra Osmanh kuvvetleri çekilmek zorunda kaldılar, hattâ bîr aralık A m asya şehri bile Kadı Burhan^ alD in 'in eline geçti ise de, ertesi yıl Bayezid bu havaliye gelince, K adı Burhan al-Din S i­ vas 'a çekilm ek zorunda kaldı. A m asya, K el­ kit ve C anik beyleri ile H avza ve Merzifon havalisine sahip Taşan-oğullarınm tâbiiyetini kabûl eden Yıldırım Bayezid, Osm ancık ile beraber, yeni ele geçirdiği kaleleri tâmir: et­ tirerek, içine muhafızlar yerleştirdi. O sırada Osm ancık A m asya eyâletine bağlı idi. Şehza­ deliği sırasında uzun müddet Am asya valili­ ğinde bulunmuş olan Bayezid II. ( V e lî ) Kızılîrm ak üzerindeki büyük taş köprüyü yaptır­ dığı gibi, Koyun-Baba türbesini de mükemmel bir şekilde inşâ ettirdi. Kanûn! S u lta n ,S ü ley ­ man devrinde ve daha sonra Osm ancık, Sivas eyâletinin Çorum sancağına, bir kazâ merkezi olarak, bağlı kaldı ve bu sancağın ilgâsı üze­ rine, aynı eyâletin ( sonradan vilâyet ) -A m as­ ya sancağı hudûtları içine alındı. 1892'yc doğru Çorum sancağı A nkara vilâyeti hudut­ ları içinde tekrar teşkil edilince; Osmancık kazası A m asya 'dan alınarak, İskilip ve Sun­ gurlu kazâlarını ihtiva eden bu sancağa bağ­ lanmış idi. 1648 senesine doğru buradan geçmiş olan Evliyâ Ç elebi Osm ancık 'm bağ ve bahçesinin çok olduğunu, Kızıl-Irm ak 'a yakın bir yalçın kaya üzerinde kurulmuş hisarının 800 adım çevreye sâhip bulunduğunu, kasabanın 7 mahal­ leye bölünmüş, hepsi ahşap ve toprak Örtülü 1.000 kadar ev ihtiva ettiğini, 7 câmi ve mes­ cidi, az sayıda dükkânı ve 10 hânı mevcut ol­ duğunu kayıt ve ayrıca şehrin garbindeki K o­ yun-Baba türbesinden ve köprü başında Bürhan-Dede ziyâretgâhından bahseder. Yine o sıralarda ( 1 6 5 1 ) buradan geçen de la Boullaye ( L e s V o y a g es et o b serva tio n s, Paris, 1653, s. 6 5) ismini „Osm angiouz“ diye kaydettiği kalenin bir çayır ortasında bulunduğunu, y a ­ nından bir çay geçtiğini, şehrin ortasında; üzerinde oldukça muhkem görünen bir kale­ nin yükseldiği küçük bir -dağ mevcût olduğu­ nu söylem ektedir. ’ XVII. ve XVIII. asırlarda Osmancık İstan­ bu l'u İr a n ’a bağlayan yol üzerittde az-çok ehemmiyetli bir merhale vazifesini 'görürken, münâkalenin gerilemesi yüzünden; -.kasaba da -: ehemmiyetini kaybetm iş vâ. 'sapa-kalm ıştır.1850 ağustosunda buradan geçen' P, de T d ili'



4 s¿



_



Ó S M A N C llí. -------------- '----------



chatcheff Osmancık ’i 350 kadar fakir kerpiç kulübeden meydana gelmiş bir kasaba olarak kaydediyor. 1893’te seyahatleri sırasında Maerker ve Kannenberg ile v. Flottw ell ve v. P rittw itz burada karşılaşmışlardı. Maerker ’e göre, O sm an cık’ta 990 evde 5.000 nüfus ya­ şam akta idi. v. Flottwell ise, kasaba ve yakın çevresi hakkında mâ ûmat vermektedir. XX. asrın başlarında resmî kaynakların verdiği nü­ fus sayısı yukarıdakinden pek fazla farketmez (4.735 nüfus: A n k a ra vilâ y eti sûlnâm esi 1325 = 1907 ). Buna karşılık Cuınet ve Kâm üs a l-a 'lâ m ( 1890 ’ı takip eden yıllarda ) Osman­ cık’ta nüfusunu 8.940 olarak kaydederler ( 7.900 müslüman, 1.040 ermeni ). Birinci cihan harbi sırasında, bütün A n a d o ­ lu şehirleri gibi, sönükleşen Osm ancık ’ta, harp­ ten sonra yapılmış ilk sayım (19 2 7 senesi) ile 4.132 nüfus iesbit edilmiş idi. Müteakip se­ nelerde bu sayı az değişerek, 1950’de 4.700’e, 1955’te 5,500'e ve nihayet 1960 sayımının mu­ vakk at neticelerine göre 6.780’e varmış, 1.415 km.4 arâzı üzerinde 60 köy İhtiva eden O s­ mancık kazasının nüfusu da 43.000 olmuştur. Bugünkü Osmancık geçmiş asırların tasvir­ lerinden az farklı bir görünüş arzetmektedir. 7 mahallesinden 6 'sı K ızıl-lrm ak ’ın şimâl ta ­ ralında, kale tepesi ile bir hizada sıralanmış tra k it breşlerinden müteşekkil tepeler eteğin­ de yer almaktadır. Evler umumiyetle iki katlı olarak yapılıp, alt kat ekseriya ahır, samanlık ve anbar olarak kullanılmakta ve binâ yapı­ sında, arasına kalıp kerpiç veya tuğla dolduru­ lan bağdadî esâs rolü oynam aktadır. Kızıl-Irmak 'm karşı yakasında kasabanın tek bir mahallesi (G em ici m ahallesi) bulunur. A n ka­ ra salnam esi’ nde Osmancık hakktnda verilen bilgiler arasında, asıl kasaba tepeler vâsıtası ile şimâ'den kapalı olduğundan, poyraz rüz­ gârını almadığı ve yazın kayalar kızdığı için, gemici mahallesinin havası daha güzel olduğu kaydedilm ektedir, v Osmcııe k önünde kasabantniki kısmını btr)e;:t .en 300 m. yakın uzunlukta, halk ara­ sında Koyun-Baba köprüsü diye tanınan kârgir eski köprü bulunur, Gözlerinin sayısı 15 'e varan köprü ortaya doğru yükselmekte, ke­ narlara doğru hem yükselmekte, hem de gözler arasındaki açıklık azalmaktadır. Köprü, bâzı kaynaklarda i 'eri sürüldüğü gibi.'-Bayezid I. ( Yıldırım ) tarafından değil, Bayezid 11. ( Ve:î ) tat alından yaptırılmış idfi. Sâlnâm e'y e göre okunması güç hâle gelmiş bir kitabe üzerinde, inşâsına 889 ( h . ) ’da başlanan köprünün 894 şabanında ( temmuz 1489 ) tamamlandığı kayd­ ediliyor. Kasabadaki 4 çeşme, Osm ancık ’ta dünyaya ge’ miş ve ı n f i 'd a sadrâzam olmuş



'



. İs i



bulunan Baltacı Mehmed Paşa ( b. bk., doğumu „1660 ’a doğru“ olarak gösterilm iştir; A nkara salnamesinde ise, doğum tarihi, 1070«« 1659/ 1660 olmak üzere, kesin şekilde verilm ekte­ d i r ) tarafından 1 1 1 7 'de yaptırılm ıştır ( v. Flottvveii bu çeşmelerden birisinin kitâbesini n ak led er). Osm ancık ’ta Şeyh câmii, C iğer câmii ve kasabanın şarkında, kitabesine göre, Fâtih Sultan Mehmed vezirlerinden Hızır-zâde Mehmed Paşa tarafından, 884 ( 1479 ) 'te inşâ ettirilmiş bir câmi kaydedilm ektedir. Muhtelif kaynaklar Osmancık ovasının to p ­ rak verimliliğinden bahseder. Bugün elde edi­ len mahsûller geçen asrın sonuna doğru gelen seyyahların kaydettiklerinden { buğday, arpa, mısır, pirinç, kenevir, sebze ve meyve, a fy o n )' pek farklı değildir; ancak A m asya çevresinde kurulan şeker fabrikaları burada şeker pan­ carı zirâatine de imkân hazırlamış bulunuyor. Kasabanın ihracâtı başında pirinç g e lir; ay­ rıca hârice tiftik , yapağı ve canlı hayvan da sevkedilir. tik ve son baharda kurutan pana­ yırları ve çarşamba-perşembe günleri kurulan pazarlan ile, Osm ancık, kendi yakın çevresi içinde, bir alış-veriş merkezi yerini tutmak­ tadır. Osmancık için v. F lottw ell ’in „Anadolu ’da devlet kurucusunun adını taşıyan tek şehir“ demesine rağmen, A n ado lu’da bu isimde mü­ teaddit meskûn yerler bulunmaktadır ; bunlar­ dan biri Konya vilâyetinin Kadın-Ham kazâ merkezinin 8 km. cenûb-ı garbisinde, 1.165 nüfuslu büyük bir köydür. A y rıca Osmanca, Osm an-Köy, Osm an-Bey, Osm an-Baba, OsmanDede, Osman-Bük ve Osman-Dere adlı bîr çok meskûn yerler bulunur. Hemen hepsi geçen asır İçinde muhacir iskân edilmek suretiyle ku­ rulmuş yahut adı değiştirilmiş „O sm aniye“ ’te­ ri bu listenin dışında bırakıyoruz. B abin ger’in, A n ta k y a 'lı Macarius ( Travels, II, 453 v. d.) 'a atfen, Maraş civarında bulun­ duğunu kaydettiği evvelce mevcût büyük bir şehrin mevkiini işgât eden Osm ancık, başka bir deyiş ile Osman-Dada ( yâni D e d e ) ’ya gelin­ ce, R. K iepert haritasında ( Kart e von Kleirtasien, 1: 400.000, Berlin, 1902 — 1906, Haleb p a fta s ı), Maraş 'm 33 km. kadar cenfib-ı şar­ kîsinde, takriben 37* 19' şimâl arzı ve 37* 3' şark tülünde bu köyün ismi Osm an-Dere olarak kaydedilm iş bulunmakta, fak at yakınında her hangi bîr eski yer adma rastlanm am aktadır. Bu haritadaki „dere“ 'nin „dede" olarak düzel­ tilmesi icâp eder; çünkü hem türk haritaların­ da, hem de nüfus sayımı neşriyatında ( İstatis­ tik genel müdürlüğü, yayın nr. 412, 2$ ekim 1955 genel nüf us sayımı, Maraş vilâyeti, s, 384: P azarcık kazâsının Narlı nahiyesi içinde



O SM A NCIK -



OSM AN-ZÂDE TÂİB.



Osm an-Dede köyü, 451 nüfus), ismin doğrusu böyle yazılm ıştır ve bu köye Osmancık ismi de verildiğine dâir biç bir kayda rastlanma­ mak tadır. B i b l i y o g r a f y a : E vliya Çeiebî, Seyâhatnâme ( nşr. Ahmed C evd et ), İstanbul, 1314, 11, 179— 182; K âtib Çelebî, Cihannü■mâ (nşr. İbrahim M üteferrika), s. 625; Real-Encydopaedie der d a ss. A ltertum sw is­ sen sch a ft, 1950, XX2, s. 1356 ( W . Ruge, mad. Pim olisa ); j . G . S. Anderson, Studia Poniica (B ruxelles, 1903), I, 103; F. V .M . Cumont, ayn. esr., İH, 182 v. d. ; W, M. Ram­ say, The H istorical Geograpky o f Asta M i­ nor { London, 1890 ), s. 328 v. d. ; K . Ritter, Erdkunde ( X V 1I1. K lein asien), s . 376; P . v. T chicha tch eff’s Reisen in K leinasien und Arm enien ( Pet.-M itt., ErgzH ., G oth a, 1867, nr. 20, s. 4 8 ); Maerker, 2 G Erdk. Berlin ( *899 ), X XX IV, 376 ; von Flottw eli, Aus dem Strom gebiet des Q yzyl- Yrmaq { H alys ) ( Pet -Mat-, ErgzH ., G ptha, 1895, nr. 114, tür. y e r ) ; F. Taeschner, Das anatolische W ege­ netz, I 199 v. d., 2 0 5,2 16 ; V ital Cuinet, La Turqiue d’A sie ( Paris, 1892 ), I, 763 v. d. ; Şemseddin Sâmî, Kam us al-a'lâm ( İstan­ bul, 1894), IV, 3127 v. d. ; A nkara vilâyeti sâlnâme-i resmisi, 1325 ( 1907 ), s. 319 v. d. ; Belediyeler ydlığı (İller bankası), A nkara, 1950, III, 75— 78. ( B esim D a r k o t.) OSMAN-ZÂDE TÂİB. ‘O ŞM A N -ZA D E T Â ’ İB (1660? — 1724), XVIII. asrın ilk yarı­ sında „reis-i şû ran " olarak tanınmış bir t ü r k ş â i r , t a r i h ç i ve ı n ü n ş i ’i, H a y a t ı . A sıl adı Ahmed olmakla berâber, umûmiyetle Osman-zâde diye anılan Tâib, İs­ tanbul 'da doğmuştur ( Safâî, Tezkire, Üuiv. kütüp., nr. T Y 3215, s. 51 ; Râmiz, Tezkire, Oniv. kütüp., nr, T Y 91, s. 44; İsmail Asım, Tarih, İstanbul, 1282, s. 170; Salim, Tezkire, İstanbul, 1315, s. 178; Şeyhî, Vaka’i' al-fu zalâ, III, Üniv. kütüp., nr. T Y 1535, 92b ). Doğum tarihi açık olarak bilinmemektedir. A ncak 1089 ( 1768 ) tarihinde mülâzemet pâyesine eriştiği düşünülür ve II27 ( 1 7 1 5 ) İstanbul yangınında musibete uğradıktan sonra, terfii için, muhte­ melen şeyhülislâma yazdığı bir arîzada ( Univ. kütüp., nr. T Y 3904, 49» — b ) da o tarihten kırk yıl önce mülâzemete başladığını kendi kalemi ile de işaret eylediği nazara alınırsa, 1070 s ( 1660 ) tarihi civarında doğduğu kuv­ vetle tahmin edilebilir. Ahmed Efendi ’ nin ba­ bası çeşitli vazifelerde hizmet görmüş divân ho­ calarından, mâliye tezkireciliği mansıbında da bulunmuş ve Süleymâniye vakfı rûznâmçecisi İken, vefat eylemiş olan Osman Efendi ’dir (bk. bir de Hacı Tevfik Efendi, M acm uat al -



4SÎ



tarâcim, Üniv. kütüp., nr. T Y 192, 80*; Sahhaflar Şeyhi-zâde E s ’ad E fend i, Bahçe-i safâendûz, Üniv. kütüp., nr. T Y 2095, s. 74 ; Fatîn, Tezkire, İstanbul, 1271, s. 32). Osman-zâde, münevver bir ailenin çocuğu ola­ rak, devrine göre, sağlam bir tahsil görmüş ve iyi yetişmiştir. Ahmed Tâib, 1089 ( 1678 ) ta ­ rihinde Çatalcalı A li Efendi ( ölm. 1692 ) ’ye mülâzemete ve usulünce medreseleri devre baş­ lamıştır ( Râmİz 'de mülâzemethıin 1080 *de gös­ terilmesi, her hâlde rakam hatâsı olmalıdır. K en­ disi 40 akçeden mâzûl iken, 1099 ( 1788 ) baş­ larında babasının Kum-Kaps ’da yaptırdığı Medrese-i cedîde-i Osman Efendi ye müderris ol­ muştur. İptidâ-i fıâric itibâr edilen bu medre­ sede 7 sene kadar vazife gördükten sonra, 1106 ( 1 6 9 4 ) ’da hareket-i hárte ile Fâzıliye ( gâübâ Şeyhî ’de Fâzıliye, Âsim ’da Fa zile şeklinde ge­ çen bu kelimeyi, müstensih hatâsı sayıp, A li Cânib ( Yöntem ) ’ in yazdığı şekilde Feyziye şeklinde okumak daha doğru olacaktır. Krş. A li Cânib, R eis-i şâirân O sm an-zâde A h m ed Tâib E fe n d i. T M , İstanbul, 1928, II, 104) medrese­ sine geçmiştir. Ertesi yıl, hem yakınlarından, hem de kendisine borçlu olan Kemankeş Mehmed Paşa Şam valiliğine tâyin edilince, Osmanzâde de berâberinde Şam 'a gitm iş ve onun kethüdası makamında, yanında bulunmuştur.. Bu durum ,,zeyy-i avâma girdiği" ve bu itibârla mesleğini bıraktığı töhmetine uğramasına se­ bebiyet vermiş ve Mustafa II, (1695— 1703) 'nin cülusundan az sonra „ismi müderrisler defte­ rinden terkîn" kılınmıştır (ram azan 1107). 1109 (16 9 7 ) zilkadesinde, tavassut ve him­ met ile, Feyziye-i cedîde adı ile yeniden inşâ­ sını tasavvur ve vaad ettiği medrese, hareket-i dâhil itibâr edilerek, kendisine tevcih olunmuş­ tur. A ncak medreseyi yaptırmadığı gibi, ay­ rıca şeyhülislâm Feyzullah Efendi ’ye, kendi­ sini çekemeyenler tarafından koğ.ılandığs cihet­ le, adı tekrar müderrisler zümresinden silinmiş­ tir. Fakat bir müddet sonra Horhor semtine bir medrese binâ edince (1 11 5 = 1703 ), medresesi evvelâ ,,hareket-i dâhil" ile kendisine verilmiş, arkasından da ,,mûsile-i sahn" itibâr edilmek sûretiyle, terfih edilmiştir. Paşmakçı-zâde A li Efendi (1048— 1 x 2 2 )’ nin ilk şeyhülislâmlığı sırasında (1 11 5 ) başı yine derde girm;‘_ ve rütbe indirimine uğramıştır, Sonraları 1118 za­ ferinde Mustafa A ğ a medresesi ve 1120 safe­ rinde de ,,mûsile-i sabn" itibârı ile K oca Mustafa Paşa medresesi kendisine itâ olunmuştur. A rtık bu sefer yıldızı kendisine epey zaman yâr ol­ . muştur. Nitekim aym yılda ,,sahn-ı semâniye] den" biri ile tekrim edilmiş, 6 ay sonra da iptîdâ-i altmışlı itibârı ile, Edirne-Kapısı ’nda Mihr-i Mâh Sultan medresesine geçmiştir, 1122'de A tîk



4S4



O SM A N -Z Â D E



Murad Paşa ve 1 12 4 'te d® ,,mûsile-i Siileyraân‘y av rütbesi ile, Kasım-Paşa medresesine tâ ­ yin edilmiştir. Burada 4 sene kalmıştır, (bk. Tâib, Münşeâi, Üniv. kütüp., nr. T Y 3904, 49*). Osmaîı-zâde 1128 ramazanında (17 16 ağus­ to s).büyü k A yasofya medresesine nakledilmiş­ tir ve aradan 40 gün geçer-geçm ez de kendi­ sine ŞüJeymâniye müderrisliği verilmiştir {bk. Şeyhî, göst. yer. ; Tâib, Mektûbât ve muharrerât-ı nâdire, Oniv. kütüp., nr. T Y 3904, 25»). Böyleee Tâib müderrislik mertebeierminin yüksek derecesine vâsıl olmuş ve kendisine yeni ufuk­ lar asılmıştır. . Tâib ’in bu terfîlerinde edebî faaliyetinin de müessir olduğu anlaşılmaktadır. Ms!. 11 2 2 ’de A h m e d . III, ün hastalığı ve iyileşmesi dolay ısı ile, bir kırk hadîs şerhi yazıp, Sıhhat-âbâd adı ile padişaha arzettiği gibi, yine 11 2 2 ’ deki rus seferi zafer ile sona erince, güzel bir kasîde kaleme almış ve bunu da aynı padişaha sunmuş­ tur. Yine böylece Maşârik al-anvâr ( Üniv. kütüp. nr. T Y 1568 ) tercümesini aynı tarihlerde. Ahmed 111. 'in emri üzerine, meydana . getir­ miştir. Tâib 'ia .112 7’ de Mora kaleleri fetih ve teshir edilince, vezır-i âzam A li Paşa (Ş e h id )’ya takdim e tt iğ i. tarih kasidesi de şok makbule geçmiş ve kendisine 200 altun İhsân olunmuştur ( Safâî, Tezkire, s. 53— 54). Yine san ’atkâr, NevŞehirii İbrahim Paşa ’nın da dikkatini çekmiş ve; ondan himâye görmüştür (A sım , s. 171 ). A yrıca 1x27 İstanbul yangınında evi yandığı cihetle, bu mevzüda Sultan Ahmed III. ’e ve erkândan bâzılarına yolladığı manzum ve men­ sur- arızalar dolayısı ile kendisine maddî im­ kânlar sağlandığı da düşünülebilir ( Münşaâi, 25a}, 1129, şabanında ( temmuz 17 x 7 ) Süleymâniye ’den Haleb mevleviyetİ ile muradına erdi­ rilmiş ise de, bir yıla yakın bir zaman sonra, azledilmiştir. İstanbul'a dönünce, hem artık maddî imkânları, daha elverişli olduğu, hem de dili belâsı uğradığı bir çok musibetler ve ,,yârân-ı mârândan" gördüğü zararlar neticesinde, bir nevî yeis ve itim atsızlık hâllerine kapıldığı cihetle, Fener-Bahçe karşısında bir ,,kasr-ı âlemnümâ" inşâ etti. Bundan başka Valide Sultan evkafından da Demİr-Kapı çiftliğini satın alıp, onardı. Tekrar uygun ve itibarlı bir vazifeye girebilmek için, bir az da akranı arasında mev­ kiini. muhâfaza kaygusu ile olacak, ziyafetler tertibinde ve bunlara sadrâzam, şeyhülislâm, , kapudan-paşa ve diğer erkânı davette tehalük .göstermiştir ( Asım, Mektûbât ve muharrer&t-ı nâdire, 25« v.b.). bilhassa intisap eylediği İbra­ h im -P a şa ’ya karşı gösterdiği bağlılık kendisi için pek faydalı olmuştur. Nükteleri yüzünden sadrâzamın ;bir nevî musahibi idi. Bu yüzden zaman-zaman Sultan Âhmed.IIÎ. 'in gözüne gir­



T Â İB .



meği de denemiş ve bunda muvaffak olmuştur. 1132 tarihindeki „sûrlarda" İbrahim Paşa vâsı­ tası ile hünkâıa arzettiği tarih ve kasideleri beğenilmiştir. Bilhassa Ahmed III.’in 11 3 3 'te doğan şehzâdesi için sunduğu tarih manzûmesi, pâdişâhın: — „Makbûl-i hümâyunum olmuştur, asrın melik-üş-şuarâsı olduğu vücûh ile zahir­ dir" — şeklinde hattı ile, kendisine melik-üşşuarâhk, rejs-i şâirân olmak sıfatını kazandır­ mıştır ( krş. Safâî, 55; Sâiim, 180 v.b.). Nihayet 1135 rehiülevveli sonlarında { 1723 kânun II. b a şla n ) aynı yılın ramazan başı tevkiti ile son vazifesi olan Mısır mevlevtyetine tâyini çıkmıştır. Mısır 'daki hayatı ve faâliyeti hakkında esaslı bir bilgiye sahip olunmamakla beraber, orada da dilini hıfzedeni ediği anlaşılıyor. Kahire 'ye vardığında Mısır valisi­ nin nereli olduğunu sormuş ve Kayserili oldu­ ğunu Öğrenince : — „E yâ emîr midir ? yoksa ermeni m idir?" — diye bîr nükte yapmaktan kendini alamamıştır. Rivâyete göre, vâli paşa bunu haber atınca, içerlemiş ve bir yolunu bu­ larak Tâib 'i zehirletmek suretiyle de intika­ mını almıştır ( Râmiz, Tezkire, 46 ). Ölümü 1136 ramazanmdadır (h aziran 1724). Esâsen ölü­ münden pek az önce kendisi azledilmiş, bu emre muttali olmadan, vefat etm iş idi ( Şeyhî, Vakâ’ı al-Şuzalff, 93b ; Es’ad, s. 74 v .d .; Hacı Tevfik Efendi, 8oş ). Vefatına Çelebî-zâde Âsim, Mustakim-zâde Sâdeddin ve Hacı T evfik Efen­ di tarih düşürmüşlerdir. ' Osman-zâde Ahm ed 'in ilk mahlası H a m d ı 'dir. Menhiyattan yaptıklarına peşiman ve bil­ hassa hiciv vadisinde işlediklerine tevbekâr olduktan sonra, T â i b mahlasını kullanmıştır (S a fâ î ve Râm iz). Bununla beraber onun mütelevvin mizâcı, nedametine ve mahlasına rağ­ men, kararlı ve huzfirlu bir hayat sürmesine engel olmuştur. Şuarâ tezkirelerinde, ve diğer hâl tercümelerinde latîfeciliğine, nükte-perdazlığına, heecavlığına, huysuzluğuna, aşın öğme ile söğme arasında türlü değişiklikler g ö ste ­ ren mizacına dâir fıkralar, rivayetler ve işâretler az değildir. Şeyhülislâm Ebe-zâde A b ­ dullah Efendi (1 1 1 9 — 1122 ve 1124— 1125 ), vezîr-i âzam Güreü Yusuf Paşa ve İran elçisi ile ilgili bâzı v a k ’alarda, bu hususta dikkate değer kayıtlar vardır. Çağdaşlarından bazıları hakkında, fırsat ve münâsebet düşürdükçe, ağıza alınmayacak derecede ağır ve perde-bîrûnâne hicivler söylemekten geri durmadığı da sâbittir. Târiz ve hücûmlarma hedef olanlar arasında şâir Nâbî, Sekbân-başı Nemçe Haşan, Sivash Kadı, Müderris Ahmed, şâir Sâkıb ve daha bir çok kimse mevcûttur ( Fuad Köprülü, Osman-zâde Tâib 'e dâir, TM, II, 427 }. Esâ­ sen yukarıda belirtildiği gibi, hayatına mâl



OSMAN-ZÂDE TÂlB. olan zehirletilme v a k a sı d ab u târiz, istihza ve boş-boğazhkları yüzündendir. Bununla beraber, bu hareket tarzının devrinde bir nevî âdet hâlinde bulunduğu v e onun atak davranırları yanında bu devir temayülünün de rolü olduğu söylenebilir. Osm an-zide Ahmed Tâib evli ve çoluk-çocuk sahibi İdi. Vefatından sonra mansıb*ı mahîûlü iki ay kadar evlâdına tahsis kılınmıştır. Mehmed Süreyya, Tâib 'in oğlu Haşan Efendi 'nin hâcegândan olduğunu ve torunu kuzâttan Seyİd Ebû Bekir Efendi ’nin de Un-Kapauı naipliğin­ de bulunduğunu kaydetm ektedir (,Sicill-i osmâni, I, 242 v.d.). Bu aileden adları bilinen baş­ kaları da vardır. Kendisi, devrine göre, geniş bilgili, müslüman şarkın belli-başlı üç diline vâkıf bir şâir ve münşi idi. Râmiz onun ulûm-i arabiyede ve fünûa-i sâiredekî iktidânm oldu­ ğu gibi, şiir ve inşâdaki maharetini, mazmun ve letâife temayülünü, hiciv ve hezeldeki şöh­ retini de eğmektedir ( s. 45 v.d.). E s e r l e r i . Reıs-i şâirân gibi, tantanalı unvanına ve bâzı tezkireciîer ile tarihçilerin mubâlegalı Övgülerine rağm en, Osman-zâde Tâib, ne nazımda, ne de nesirde birinci sınıf bir şahsiyettir. F ak at velûdiyette, husûsiyle başkalarının eserlerini tercüme veya hülâsa sûretiyle yeniden kaleme alm akta, Osmanlı müellifleri arasında başta gelen şahsiyetlerden biri olarak mütâiea olunabilir. Tâib 'in eserle­ rini, mevziî bakımından dinî, edebî, ahlâkî ve tarihî olarak ayırmak kabil ise de, burada bun­ ları ayrıca bir tasnife tâbî tutmağa lüzöm yok­ tur. 1. Ahm ed al-âşar f i iarcuma Maşârik alanvâr, meşhur bir hadîs mecmuası olan Maşârik al-anvâr ’m tercümesi olup, Ahmed III. ’in emri üzerine hazırlanmış ve muharrem 1122 (m art i7 io ) 'd e tamamlanmıştır ( krş. Ünîv. kütüp., nr. T Y 1568). Buradan anlaşıldığına göre, Tâib, eseri arapça aslından tercüm e etmekten fazla, türkçe tercümelerini süslemek ve bâzı tâbirlerde değişiklikler yapmak, üslûpta dev­ rine göre, nisbî bir sadelik gözetm ek ve ben­ zeri başka kitaplardan da yer-yer faydalanmak sûretiyle vücûda getirmiştir, 2. Şikkat-âbad, Hadîs-î erbain şerhi olup, İstanbul kütüphanelerinde bir çok nüshasına tesadüf edilmektedir ( msl. Üniv. kütüp., nr. T Y 2250, var. 3904: Hamidiye kütüp,, nr. 239, 230, 248 ve 387; Topkapı sarayı kütüp., müze kıs­ mı, nr, 329). Ahmed III. ’in bir ara hastanlanması dolayısı ile, padişah sıhhatına kavuşunca, sahîh hadîs kitaplarından seçerek, münşiyâne tekellüflerden âzâde, sâde tâbirler ile vücûda getirilmiş bir rîsâle ol^p, yazılış tarihi 1120 (i7 o 8 ) 'd ir, Hadîsler ilk önce nesir hâlinde



455



tercüme ve izah edilmiş, sonra da birer feıt'a ile nazma çekilmişlerdir (k rş. Abdülkadir Karahan, ¡slâm -türk edebiyatında k ır k hadîs, İs­ tanbul, 1954, s. 237 v.d.). 3. D ivân , Tezkireciîer ve tercüme-i hâl k i­ tapları toplayıcıları Osman-zâde ’nin mürettep ve mükemmel divânının bulunduğuna işaret etmişler ise de, bugüne kadar Türkiye kütüphânelerinde olduğu gibi, A vrupa kitaplıkların­ da da nüshasını gören olmamıştır. Buna mu­ kabil bir çok şiir mecmuasında, Osman-zâde Tâib ’is kaside, gazel ve kıt'alarına rastlamlm aktadır (bk. Mustafa Yatman, O sm an-zâde Tâib, Üniv. kütüp., tez. nr. 1022). İbnülemtn 1Mahmud Kem âl İnal ’ın kütüphanesinde, bir mecmua içinde, Tâib 'in hattı ile olduğu be­ lirtilen bir kaç . gazel mevcuttur ( nr. 3432, üşh— 28“ ). Osman-zâde, başta Sultan Ahmed III. ve sadrâzam Dâmâd İbrahim Paşa olmak üzere, devrinin bir çok büyüklerine bir hayli kaside sunmuştur. Bir çok vesileyi fırsat bile­ rek, medhiye mâhiyetinde tarihler söylemiştir. B îr mıkdar gazel ve bir k a ç hicviye tanzim eylemiştir. A ncak bunların hiç biri onun büyük bir şâir olabileceğine delâlet edecek bîr şiir havası ve sa n 'a t vasfını taşım am aktadır. Şiir­ lerinin toplu olduğu mecmuaların en mühimi telakkî edilebilecek olanı için bk. Üniversite kütüp., nr. T Y 3904, 56b — 90». . 4. M iinşaât, 50 ’ye yakın yazı sûretini ihtiva eder (Ü niv. kütüp., nr. T Y 3904, 17b — 5$*). Büyük bir kısmının muhatabı belli olmayan bu mektuplar ve muharrerât içinde hitap eylediği şahsiyetler tasrih edilmiş olanları şöylece sıra­ lam ak mümkündür: sadrâzam İbrahim P aşa. Kudüs valisi Osman Paşa, Reis Efendi, vezir kethüdası, Cidde valisi Osman P aşa. Râşid Efendi, Haleb nakibi, Haleb müitîai. Gûrânîzâde v.b. Üslûp ve ifâde bakımından bu yazı­ lar oldukça san ’atkârane ve sağlam nesir ör­ nekleri arasına girebilir. A rîzala n n çoğunda bir şey bekleyen, arzûlarımn gerçekleşmesi için dalkavukluk ve istirhamı mubah sayan bir edâ müşahede edilmektedir. Yazarının haris ve has­ sas şahsiyetim gösteren vesikalar olmak itibârı île de, bu münşaât dikkate değer. İstanbul 'da münşaâtm başka nüshalarına da tesadüf edilir (Ü niv. kütüp., nr. T Y 98x2 ; Nûruosmânîye kü­ tüp., nr. 4293 ve Millet kütüp., nr. 357). 5. Kitâb al-ahlâk al-Ahm edi, Husayn V â'iş K â ş ifi (ölm . 1505 ) 'nin A hlâk-i Muhsini 'sinden çevrilmiş bulunan eser matbûdur ( İstanbul, 1256 ). Itnaptan sakınmak için bâzı yerler te r­ cümede çıkarılmış ve eser daha derli-toptu bir hâle getirilm ek istenilmiştir. A ncak bölümler ve diğer bâzı husûslarda aslına uyulmuştur (bk. Mukaddime, s. 3).



456



O SM A N -Z Â D E T Â İB -



O S T A D SİS.



Tâıb bu iktibasını, evinde uzietnişîn olmağı onun türlü dillerdeki şekillerine temas eyle­ tercih eylediği bir -zamimda, üzüntüler arasında mekte, husûsiyle Hüseyin Baykara ( 14Ğ9— 1506) meydana getirmiştir. Kendisi elemli ve bedbin nin ümerâsından Emir Süheylî 'nin isteği üze­ günlerini ahlâk konuları ile uğraşmak sûreti rine vücûda getirilen Envâr-ı S ü h e y lî ’ye işa­ ile geçirm ekte her hâlde ruhî bir nevî ferah­ ret eylemektedir. Bunun Kanûnî Süleyman lık hissetmiş olmalıdır ( Mukaddime, s. 2 ). Mu­ (1520— 1566) çağmda yapılan Km alı-zâde ter­ kaddimenin sonuna eklenmiş olan 12 beyitlik cümesi üzerinde durulup, bâzı açıklam alara ge­ medhiyede, Ahlâk-ı Nâsıri ve Âhlâk-ı Celâli ’ ye çildikten sonra kendi hulâsası tanıtılm aktadır. temas edilmekte ve K âşifi ’nin bu alandaki ese­ Bu muhtasar da Sultan Ahmed III, 'e takdim rinin başta geldiği açıklanmaktadır. Kendisi de edilmiştir. Basılmış olduğu (İstanbul, 1251) gi­ bunu „îcâz ve ihtisarla tercüme eylediğini" bi, muhtelif yazmaları mevcuttur (Ü niv. kütüp., kaydeder. nr. T Y 1639 ve 2752 ). 6. Hulüşat al-ahlâk. Bu risale, Kınalı-zâde 10. H a d i ka t al-m ulük, ilk Osmanlı hüküm­ A lî Çelebî (ölm. 16 0 3 )’ nin meşhur A hlâk-i darı Sultan Osman (1299— 1326 ) ’dan Sultan 'A lâ 'i ’sinin bir nevî hulâsası mâhiyetindedır. Mustafa II. ’ya kadar (1695— 1703 ) dört asırlık Mensurdur ve oldukça muntazam bir inşâ üs­ bir zaman zarfında gelen yirmi iki pâdişâhın lûbunun mahsûlüdür. Yer-yer manzum parçala­ doğum, cüiûs ve ölüm tarihleri ite gazâ ve ra da tesâdüf edilir. Eser mûtad üç bölüme ay­ fetihlerinin hulâsasından, bir de yaptıkları hay­ rılmıştır. İstanbul 'un muhtelif kütüphânelerin- ra t ve hasenattan bahseden bir eserdir. Sadr­ de nüshaları mevcuttur ( ms. Univ. kütüp., mü­ âzam Dârhâd İbrahim Paşa 'ya takdim edilmiş­ ze kısmı, nr. 50, ayn. kütüp., nr. T Y 1697 ; rnüel- tir. Hâşim ’in Nııhbat al-m ulük ’ü ile bir arada _lif müsveddesinden istinsah edilm iştir; bk. Ha- basılan (İstan bu l 1299) T u h fa t al-m ulük ’ üıı midiye kütüp., nr. 647 ; Nûruosmâniye kütüp., müteaddit yazma nüshaları bulunmaktadır (bk. ur. 2376). Istanbul kita p lık la rı ta rih -coğ ra fy a yazm aları 7. T a lh iş maküsin al-adab, tanınmış arap kataloğu, 8. fasikül, İstanbul, 1948, s. 633— nâsırı Câhîz ( 766 ?— 8 6 9 )’in M inhâc al-sulük 636. A yrıca Üniv. kütüp,, nr. T Y 6208 v.d.). ilâ adab şuhbai al-m ulük 'ünden tarihçi Musta­ 11. Hladilşat al-vuzarâ’ , ilk Osmanlı veziri fa A lî ( 1541 — 1600 ) ” nin bâzı faydalı ilâveler Alâeddin Paşa ’dan Râmî Mehmed Paşa ( ölm. ile ve Mahıâsin al-adab adı ile yaptığı, çevir­ 1706 ) ’ya kadar geçen 108 sadrâzamın hâl te r­ menin bir kısım değişiklikler ve daha sâde tâ ­ cümelerini muhtevidir. Müellif bunu sadrâzam birler ile, bir nevî hulâsasıdır. 15 fasıldan iba­ ■ İbrahim Paşa ’nin emri ile vücûda getirdiğini ret bulunan bu eser, sadrâzam İbrahim Paşa ’ya mukaddimede belirtmektedir. Kendi nev’i ara­ takdim edilmiştir. „Telhis" kelimesinin „ebeed" sında türkçede önde gelen bir kitaptır. Buna hesabı ile delâlet ettiği 1130 hicret yılında, muhtelif zeyiller yazılm ıştır. İlk dört zeyli ile Haleb mevlevîyetinden azlini müteakip, Tâib bir arada basılmıştır (İstanbul, 12 71). bunu Fener-Bahçe ’deki meşhur köşkünde hazır­ B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösteri­ lamıştır. Bir kaç yazması bilinmektedir ( Üniv. lenlerden başka bk. bir de Seyyld Vehbî, S u r ­ kütüp., nr. T Y 6965 ; Bayezid, Haşan Fehmi ki­ name ( Üniv.1 kütüp., nr, T Y 607, 263k); Müstapları ve Hâlis Efendi kütüp.). takim-zâde Sâdeddin, M acallat al-niş&b ( Sü8. T a lh iş al-naşüyih, Mesuevî şârihi A bdul­ ieymâııiye kütüp., Hâiet Efendi kısmı, ur. 628, lah Efendi ’nin N a siha t al-m ulük tarğiban li 1566); Ş. Sâmî, K â m ü s a l-a lâ m (İstanbul, husn al-sulük adı ile, Sultan Mehmed IV. e 1308), III, 1621; Nâcî, Esâm i ( İstanbul, 1308 ), takdim ettiği eserin yenîdeıı kaleme alınmış s. 92; j, v. Hammer, C O R , IX, 238; ayn. olmasından meydana gelmiştir. Aslı gibi, dün­ mil., G O D , IV, 120 — 13 1; Gibb, H O P , IV, yâ işleri ve âhiret ahvâlinden bahseder. İki 103; Bursaiı Tâhir, O sm anlı m ü e llifle r i (İ s ­ bâb üzerine müretteptir. Her bâb 9 faslı ihtiva tanbul, 1333), II, 116 v.d.; Babinger, G O W , eder. Eser Suttan Ahtned lif, 'e arz ve ihdâ S. 254 v.d. ; Köprülü-zâde Mehmed Fuad, E ski olunmuştur. Diğer mensur eserlerinde olduğu gi­ şâ irlerim iz. D iv a n edebiyatı a n to lo jisi ( İs­ bi, bunda da Tâib, münâsebet düşürdükçe, man­ tan b u l 1934), XVIII, 453; Bağdadlı İsmail zum parçaları da ara yere serpiştirmiştir. Y a ­ Paşa, H adiyat 'a l - a r i f i n , . . ( İstanbul, 1954), zılış tarihi 1131 ( 1719 ) ‘dir. Muhtelif yazma nüs­ I, s t t w y i , (A b d ö lk a d İr K a ra h a n .) haları vardır { msl. Üniv. kütüp., nr. T Y 9592; O S R Ü Ş A N A . ( Bk usRÛŞENE. ] Nûruosmâniye kütüp., nr. 2348 ) ve basılmıştır O S T A Z . [ Bk. ü s t â d . ] (İstanbul, 1283). O S T A D S İ S . [ Bk. OSTÂDSÎS. ] 9. Ş im âr al-asmâr , Kınalı-zâde A lî Çelebî O S T Â D S Î S . O S T A D S İS , H o r a s a n ’d a ’ııin Hüm âyun-nâm e ’sinin muhtasarı mahiye­ A b b a s î d e v l e t i n e k a r ş ı y ö n e l t i l e n tindedir. Mukaddimede Osman-zâde, mevzua ve b i r d i n î h a r e k e t i n r e i s i d i r Ayaklanm a



OSTÂDSÎS —• OTRAR.



45 ?



150 ( 767) 'de başladı ve çabucak H erat, Badğis, I nİlen kurtarıcılardan ( saoşyant) biri nazarı ile Ganc-Rustâlf ve Sicistân bölgelerine yayıldı. bakılmasına imkân verm ektedir (k rş. G . van Kaynaklarda 300.000 tarafdarı olduğu kayıtlı­ Vloten, Rechcrches sur la domination arabe, dır. Ayaklanm a ilk mümanaata Marv al-Rûz Verh A k . Am st., I, 3 [ 1894 ], s, 68). B i b l i y o g r a f y a ı al-Ya'kûbi, Târih 'd a karşılaştı. Â sîler orada arap kumandanı al-A egam 'i, bir kısım zâbİtleri ile birlikte, (nşr. Houtsma ), II, 437,; al-Tabari, 111, 354 öldürdüler. Bu baber üzerine ba’.îfe al-Manşür — 358; İbn a î-A sir, V , 452 v .d .; W eil, Ge­ kumandanı Hâzim b. Huzayma 'yi önce Nişabür schichte der C h alifen , II, 65. . 'da bulunan oğlu al-Mahdi 'ye gönderdi, al( J . H. K r a m e r s .) Mahdi ona 20.000 kişi ile âsîlere hücûm etme­ 'O T B A . [ Bk. u t b e .) sini emretti. Hâzim, maiyetindeki bâzı kim se­ O T R A R . O TR Ä R , Sır-D eryâ ( Seyhun) ‘um lerin biyâneti neticesinde vûkû bulan bir kaç sağ sahili üzerinde A ris kolunun bir az cenûmağlûbiyetten sonra, âdı zikredilmeyen bir bunda b i r k a s a b a . Bu isim, coğrafî bir ad yerde bulunan ordugâhında müdâfaaya çekil­ olarak, ilk defa Yâlfüt ( 1, 3 1 0 ) ’ta U^râr şek­ di ve bir kaç sevkkulceyşî hareketi ile, Tuha- linde bulunmakta ise de, daha T ab a ri (III, 815 ristân 'dan gelen yardımcı kuvvetler sayesinde v.d.), halîfe al-Ma’mûn ’un âsî tabii olarak, U^âsileri mağlûp ve büyük bir kısmını katletti. râr-Banda adlı bir şehzadeden bahsetmiş idi. O stâdsİs dağlara çekildi ve ertesi yıl tevkif Makdisi ( B G A , 111, 263— 274 ) ’nin İsbicâb böl­ edildi. Kendisi ile birlikte bulunan 30.000 kişi gesinde T arar Zarâh dediği yer tamamen ayrı serbest bırakıldı. Bizzat kendisi, oğullan ile bir yer olmalıdır, Bununla beraber, O trar çok birlikte, B a gd ad 'a gönderilip, idâm edildi. O s­ eski Kadar şehrinin (Iştahri ve îbn Havkal tâdsİs isyanı dinî bir vasıf taşır. Kendisi pey­ tarafından zikredilm iştir) yerini almış ve Mak­ gamber gibi ortaya atıldı ve halkı k u fr 'e teş­ disi tarafından FSrâb ( b. bk.] diye adlandırıl­ vik etti \ T ab a ri, 111, 773); A bü Müslim [ b.bk.] mış (s. 273 : Bârab ) bulunan Fârâb bölgesinin 'den sonra H orasan ’da ortaya çıkan sihirbaz merkezi ile aynı olabilir. O trar kasabası Cengiz Sinbâz, B ıh-A frid [ b. bk.], Yûsuf al-Barm ve H a n ’ın istilâsı esnasında oynadığı rolden do­ al-Mukannâ gibi, âsî ve râfızî reisler zümre- layı, hazin bir ııâm bırakmıştır. Burası o sırada sindendir. İhtimâl O stâdsis 'in fırkası zerdüştî onu 1210 senesinde Kara-Hıtaylardan zaptetmiş akidelere istinat ediyordu. Reisin adı, T abari olan Hvâriznışâh Mu(ıammed ’in imparatorluğu­ tarafından U stâz-Sis „Üstâd S is “ şeklinde tes­ nun hudut kasabalarından biri idi. Üstelik yeni hil edilmiştir. Bir çok İran adlarında sis keli­ hükümdarına güçlükler çıkaran şehir o sırada mesi bulunmaktadır ( krş. Justi, A ltir a n isc h e s T âc al-Diıı Bilge Han ’ıtı idaresi altında bulu­ ' N a m enbuch, s. 336 ; F ih r is t, s. 334. 'e göre, Ma­ nuyordu. 1218 ’de O trar 'a. hepsi de müslüman ni 'nin halefi de aynı adı ta ş ır: S is al-İmâm olan ve İslâm ülkeleri ile ticarî ve iyi münâ­ ve yunan kaynaklarında: Sisinnios ). Ö te ta­ sebetler kurulmasına yol açmak maksadı ile, raftan K itâ b a l-b a d ’ va 7 -târih ( nşr. Huart, moğullar tarafından gönderilen 450 kişilik (C uVI, 86 ) 'e göre, bu râfızîler arasında, Abu Müs­ v a y n i) büyük bir kervan geldi. Bunlar ilkin, lim 'de Allahın tecessümünü gören âsî İshâk kumandan Iııalçık tarafından, ya casus olduk­ al-Turk gibi, büyük sayıda ğuz (O ğu z ) türk- larını zannettiği veya servetlerine göz dikdîği leri bulunuyordu. al-Y a‘lşübi ’nin rivayetinde, için, tevkif edildiler ; daha sonra da hepsi kı­ O stâ d sis'in a!-M ahdi'yi veliahd olarak tanı­ lıçtan geçirilerek, mallarına el konuldu. Bu madığı söyienümektedir. F ak at en hayret edi­ mes’etede mes'ûliyetin bir kısmını sultana yük­ lecek ka yıt, İbn a l- A ş ir 'in k id ir : ona göre, leyen bir kaynak ( N a sa v i) vardır. Her hâlde O stâdsis al-Ma’mün 'un annesi ve Hârûn al- bu haksız ve zararı mucip hareketten şikâyet R a ş id 'in karısı M ârâcil'in babası idi. O stâdsis etmek ve mücrim Inalçık ’m teslimini istemek 'in oğlu ve al-Ma’mün'un dayısı olan Gâlib. içiıı, Cengiz Han ’m elçisi geldiği vakit sultan al-Ma’müu 'un Zu '1-Riyâsatayn unvanını taşıyan bu teklifi reddetmiş ve hattâ elçiyi öldürtmüş meşhûr veziri al-Fazl b. S a h !'i katletti. Bu ifâ­ id:. Bıı da kaçınılmaz bir harbe vesîle oldu. delerin arkasında gizlenen şeyi sezmek müm­ 12 1 9 'da Cengiz Han moğul orduları ile Sırkün değil ise de, orada ai-M a'm ün'a p ld ’şahî Deryâ üzerinde göründü ve Otrar ’1 muhasara ve hattâ kutsal bir nesep verme gâyesini gü­ etti. ■ Kasaba, aylarca süren bir muhasaradan den Iran menşe'li bir kaynak a n ’anesİ görmek sonra, ele geçirildi ve İnalçılf yakalanarak, idâm imkânı vardır. G erçekten de O stâdsis ’in is­ edilmek üzere, Kara-Kurum 'a gönderildi- H vâyanı Partlar devletinin kuruluşundan aş.-yk. rizmşâh imparatorluğunu fetheden moğul ordu­ 1000 yıllık bir devirden sonra patlak verdi ları sonradan O trar 'dan hareket etmişlerdir. ve temellerinden biri Sicistan oldu. Bu vâkıa O trar X V. asrın başlarında hâlâ mevcut i d i ; bu şahsiyete zerdüşt dinî ananesinde bekle- çünkü Timur 1405 ’te burada ölmüştür ( 'A li



458



OTRAR -



Y azd i, Zafar-nüma, II, 646). Bugün O trar "in yeri ancak harabeleri ile belli olmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : O trar 'ın zaptı ta­ rihçiler tarafından nakledilm iştir: al-Cuvayni, Tâ rih'i Cihânguşâ ( C M S I, 61 v.dd.); aî-Cûzcâni, Tabakât-i Naşiri ( nşr. Nassau Lees), s. 273, 967 j al-Nasavi (nşr. H o u d as}, s. 34 v .d d .; İbn a l-A şir ( nşr. T o rn b erg), XII, 239 v .d d .; Raşîd al-Din, C a m i al-tavSrih ( nşr, Berezin ), I. — Moğullann tarihi hakkın­ da d ’Ohsson, J.v. Hammer ve Howorth ’un eserleri ile bk. bir de Barthold, Turkestan down to the Mongol Invasion2 ( GM S, N. S., 0. v. 177 ve tür. yer.}; G. le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, s. 485. ( J. H. K r a m e r s . ) O U CD A . [ Bk, v a c d a . ] O U D H ( A va z ), eskiden Hindistan 'in bir­ leşmiş eyâletlerinin bir kısmını teşkil eden bir i d â r î b ö l g e n i n adı olup, bugünkü P akis­ tan 'a dâhil bulunmaktadır ( 24.154 mil2 sathın­ da 12.794.979 nüfusu olup, bunun î 1.870.266 'sı zirâî nâhiyelerde yaşıyorlardı [1931 nüfus tahriri ]). Ç ok eski zamanlardan beri Oudh ve şimalî Hindistan ‘ın bu büyük alüvyonlu ovada diğer komşu bölgeleri hindû medeniyetinin husûsî vatanını teşkil etmiştir. Eski hindû kıralhğı olan Kosala aş.-yk. Oudh eyâletine tekabül eder. Devletin merkezi olan A yodh ya (G ogrâ üzerindeki bugünkü A eo d h yâ ) şehri Râmâı/ana 'de kahramanlıkları tasvir edilen Rama 'nın ba­ bası Daçaratha 'nın makarrı olmuştur. Burası aynı zamanda brahmanlığın rûhânî zümresince ve onun ictimâî kapalılığına karşı meydana çı­ kan bir takım dinî cereyanlara da sahne ol­ muştur. Mahmüd Gaznavi 'nin Manayç seferi ve 'A b d al-Ralımân Ç i ş t i ’nin Mir'ât-i Mas'Udi ’sinde tasvir edilen Salar Mas'üd Ğ âzİ nin kahraman­ lıkları iıârİc, müslüman fatihler Oudh ’a an­ cak VI. (XII.) asrın son on yıllarında, Ku^b al-Diu A ybek [ bk. mad, A Y B E G ] devrinde yer­ leşmişler ve burasını Dehli sultanlığına idhâl etmişlerdir. Sonra Muhammed b. Tuğluk ’un geniş memleketinin bir eyâleti hâline gelmiş, fakat VIIL ( XIV.) asrın sonlarına doğru Cavnpür ’daki Şarlci devleti tarafından ortadan kal­ dırılmıştır. L odiler zamanında burası bir daha sultanlığın bir parçası olmuştur. A kbar zamanında devletin bir şüba ’sim teş­ kil eden bu bölge, cenûb-i garbide G anj ’dan, şimâl-i şarkîde G andak ’e kadar ve cenupta Say ’-dan şİmâlde Taray ( N e p a l) ’a kadar ya­ yılıyordu. Abu l-Fail ( A tn -i Akbari, Bibi. Indica, H, 17 0 — 177 [ trc. ja rre tt], 1 8 9 1 )'a göre, bölge 5 sarkar ’a ve 38 pargana ’ya tak­



OUPH. sim edilmiştir. Oudh ’dakİ mahallî rivayetler ise, İslâm kaynaklarında verilen malûmata uyma­ maktadır ; bunlara göre, Racputların hâkimleri bütün Hind-türk imparatorluğu boyunca, ken­ di hâkimiyetlerini fiilen muhâfaza etmişlerdir ( W. C. Benett, The C h ie f C la n s o f the R op B a reillg D istr ict, 1895 )■A vran gzib ’in halef­ leri devrinde merkezî idarenin zayıflamış ol­ ması Oudh navâblarınm ismen metbûlarmın iktidarını kabûl etmekle beraber, kendi istik ­ lâllerini devam ettirmelerine İrttkân vermiştir. Oudh sülâlesinin hakikî müessîsi olan Sa'âdat Hân Burhan al-Mulk N işâpür 'un mfiteber bir Sayyid ailesine mensup bulunuyordu ( H âfi Hân, Mantahab al-lub&b , II. 902), n aviblığı müddetince (1722— 1739 ) kend'si dahilî intizâ­ mı sağlamış ve bölgesini genişleterek, Benares Ğ Szipür, Cavnpür ve Çunâr ’1 idaresi altına almıştır. Onun halefi olan Şafdar C an g (1739 — 1754) 1748 yılında imparatorluğun veziri tâyin edildi ve Rohillalara karşı M arâthâ la nn kendisine yardım etmelerini istedi. Bu mü­ nâsebetle yapılmış olan anlaşmalar daha son­ raları Marâthâîarın Robilhand ’ı taleplerine esâs teşkil etmiştir. Oğlu ve halefi olan navâbv a zir Şucâ’ al-Davla (1 7 5 4 — 1775), ingilizlerin Şarkî Hindistan Şirketinin artmakta olan kuv­ vetleri ile karşılaştı ve 1764 yılında Baksar ya­ kınında tam bir hezimete uğradı. Böylelikle Oudh bu cemiyetin idaresine terkedildi. A lla h ­ abad anlaşması ( 1765 ) ile Oudh, haysiyetini korumak için imparatora bırakılmış olan Kora ile A llâhabâd hâriç, Ş ucâ' a l-D a vla ’ ye iâde edildi. Benares anlaşmasında ( 1773) İngiliz as­ kerlerine nakdî yardım olarak her ay 210.000 rupinin ödenmesi şartı ile İngiltere ’ nin bu Bengâle ile Marâthalar arasındaki tampoa devlet ile olan münâsebeti daha kuvvetli esâslara bağ­ lanmış oldu. Bu zamanlarda imparatorun Şarkî Hindistan Şirketine karşı taahhüdünü yerine getirmesi ve bu bölgeyi Marâthalara bırakma­ sı üzerine, Kora ile AUâhâbâd Oudh hâkimine 50 lakh rupi mukabilinde satılmıştır. Kabiliyetsiz  şaf al-Davla ( 1 775— 1797 ) ’nin tahta çıkması üzerine. Rate Warren Hastings ’teki muhâiefet ekseriyeti nakdî yardımı 260.000 rupiye çıkartmağı ve yeni navâb '1 Benares, Cavnpür ve Ğ Szipür üzerindeki hâkimiyetini şirkete terk etmeğe mecbur etti. Hastings 1781 'de Çunâr 'da vazir 'in idaresini ıslâh etmek ve Oudh İngiliz kuvvetlerini azaltmak sûretiyle, bâzı kolaylıklar sağlamak istedi. Onun cargir ’in kaldırılması ve Oudh Begüm ’ünün hazîne­ sine el konulması işindeki hissesi muhakemesi esnasında kendisine karşı yapılan ithamları teşkil etmiştir. Lord



Wellesley



ıS o ı



yılında



S a'â d a t



'A H



OUDH -



OYMAK.



459



Han (1798^-1814 ) *ı bütün Rohühand İle Doâb chison, Treaties, ■ Engagements and Sanadt 'm bir kısmını ingilizlere bırakmağa mecbur ( Kalküta, 1909 ) I } W Crooke, The Tribes and etmiş ve. bunların geliri yardımcı kuvvetlerin Castes o f the North-W estern Provinces and İstihdamında kullanılmıştır. Sa'âdat 'A li Han Oudh (4, c., Kalküta, 1896); C, A . Elliott, ’dan sonra yerine büyük oğlu G â z i al-Din Chronicles o f Oudh ( Allahâbâd, 1862 ); M. Haydar geçmiş ve şâh unvanını kullanan ilk R. Gubbins, The Mutinies in Oudh ( London Oudh hâkimi olmuştur. Oudh ’un diğer şahları 1858); T a fzih a l-ğ S filîn (tre. W. H o e y ), şunlardır: Naşir al-Din Haydar (1827— 1837), A llahâbâd, 1885; Muhammed F â’iz Bahş, Mu^ammed 'A li Şah (1837 — 1842), Am çad Târih-i farâhbahş (tr c . için bk. W . Hoey, 'A li Şâh (1842— 1847) ve V âcid 'A li Şah Memoirs o f D ehli and Faizahad, (2 0., A lla­ (1847— 1856). habad, 1888/1889 ); H» C . Irwin, The Garden 1801 yılında yapılan muahededeki bir madde o f India (London, 1880); W. Knighton, The île Oudh hâkimi kendi memleketinde tebealarıPrivate Li f e o f an Eastern K in g ( Oxford, nın iyiliğ’ni te m in etmek ve onların can ve 1921) ; Hayr al-Din Muhammed, Tuhfa-i mallarını emniyet altına, almak için muayyen t5za ( Baliuantnama); W . Oldham, Histori­ bir idâre sistemi kabul etmek zorunda bulu­ cal and Statistical Account o f the Ghazeenuyordu. Bütün ikazlara rağmen, bu yolda hiç poor District ( Allahâbâd, İ8 70 ); Papers re­ bir şey yapılmadı ve suiistimaller eskisi gibi lating to Land Tenures and Revenue Setdevâm etti. Bundan dolayı Oudh 1856 yılında lement in Oudh ( Kalküta, 1865); Papers Lord Dalhousie tarafından ilhak edildi. Vâcid respecting a reform in the administration ‘A li Şâh tekaüde sevkedilerck, kendisine Kal* o f the government o f . . . the Namab-Wak u ta ’da oturma müsâadesi verildi. Onun 1887 zir ( London, 1824); Parliamentary Papers ’de orada ölümü ile unvanı da sona ermiş oldu. Oudh, X L 1I1, 1857/iSeS) Report on the A d ­ Oudh 'un ilhâkmdan sonra orası bir yüksek ministration o f the United Provinces o f komiserin idaresine verildi. 1877 yılında A gra A gra and O udh { Allahâbâd, y ıllık ); W. H. ile Oudh bir arada, şimât-garp eyâletleri askerî Sleeman, A Journey through the Kingdom valisi ve Oudh ’un yüksek komiserinin idaresi o f Oudh in 1849— 1850, (2 c , 1858); A .L . altında birleştirildi. 1902 yılında A g ra ve Oudh Srivastava, The first two Nawabs o f Oudh birleşik eyâletleri teşkil edildiği vakit, yüksek (Lucknow , 1933). (C . C o l l i n D a v i e s .) komiser unvanı terkeditmiştir. Fakat 1921 'de kelimenin cenup türkçesindeki bu bölge bir vâli idaresi altında tam bir eyâ­ kayıtlarda rastlanan bu şekline ( aş. bk.) mu­ let hâline sokulmuştur. kabil, diğer türk şivelerinde bunun daha yay­ Bölgenin ilhâkmdan sonra, eyâletin büyük gın otan aymalf şekli kullanılmaktadır. Bk. msl. Talukdâri ailesinin arzûsuna rağmen, yeniden V . Radloff, aymak { A lt. T e l., Kuğu. K azak. Kırg. iskâna tâbî tutulmuş ve eski aileleri malikâ­ Sag. Şor. Koyb. Kız. Küer. Bar. Çağ, Tar.), nelerinden uzaklaştırılmıştır. Bu durum, buna 1. h a l k , k a v i m , b o y , s o y ; 2. ( Şor.) karşı yapılan ayaklanmadan sonra değiştirilmiş, â i l e , k ö y ; 3. (Tel.) y a b a n c ı , b a ş k a Canning Talukdâri meskenlerine gelince, on­ b i r k a v m e m e n s û p {a. k iji „yaban­ ların haklarını sanad ’1er ile tasdik etmiştir. c ı " ) ; 4. (Ç ağ.) hayvan beslemekle geçinen Bugün Oudh ’da müslümanlar eskiden de g ö ç e b e (kavm î teşkilâta bağlı oldukların­ ekseriyet teşkil ettikleri yerlerde yaşam akta­ dan d o la y ı); bundan aymaktı ( K a z a k ) ,,aydırlar. Şehir hayatını tercih etmeleri, bunların m aklı" ( krş. a.-tığ ( K u ğ u ), a.-tü ( A lt.) ve büyük merkez şehirlerindeki mevcudiyetini aymakçı ( Şor.) „ m i s â f İ r “. — Baskakovizâh eder. Ahâlinin esâs itibarîyle hindulurdan Nasilov, Uyg.-rus. lug., aymak 1. s o y , k a v ­ ibaret olmasına rağmen, müslümanların son m î t a k s i m a t ( göçebelerde), 2. h a l k , 3. zamanlarda iki misli artmış olması dikkate b ö l g e . — K . Yudahin, aymak, t, m e m l e k e t , şâyândır. Bu büyük ölçüde içtimâi örflerden b ö l g e , a r â z i ; 2. h a l k , k a v i m , s o y . — ileri gelmektedir ki, buna göre, müslümanlar Başk.-rus. lug., aymak k a v i m veya k a v m î müslüman dul kadınların yeniden evlenmele­ t a k s i m a t ( şimâl-i şarkî Başkırdıstan ‘da ); rine müsâade ettikleri gibi, erken evlenmelere daha sonraları, kan akrabalığına dayanan bağ­ de cevaz vermemektedirler. Hindûların İslâm lar gevşeyince, arâzi birliği üzertpe kurulan dinini kabut etmeleri sayı bakımından pek a i l e l e r t o p l u l u ğ u ( hayvan besleme ve te s irli olmamıştır; çünkü müslümanların tabiîğ araziden müşterek istifâde gayesi il e ) kasdhareketine, bindûlar da şâddhi ve sangathan edilmiştir. — Ş. Süleyman, aymak, oymak, çok reketleri ile karşı koymuşlardır. koyunu ve sürüsü olan k ö y l ü ; u r u ğ , âl, B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredi- ş û b e , k a b î l e . leo eserlerden başka bk. bir de Ç U. A itW, Barthold, Islâm A n siklo p ed isi ’nin Ley-



OYMAK,



460



OYMAK.



den tab’ında aym ak tâbirinin şark türkçesi i aileler" mânasına gelen ayim ağ denilmesi v.b.). Ş. S â m î’de bu tâbir oym ak şeklinde kayıt ile moğulçada kullanılan müşterek bir kelime olup, bunun aş.-yk. daha çok kullanılan il ve „bir ulusun miinkasim olduğu kısımların be­ kelimesine tekabül ettiğini, her iki tâbirin de heri, kabile“ şeklinde izah edilmektedir ( krş. 1 aslında „kavim " v.b. mânalara geldiğini, fakat bir de ulus „kavim , ümmet, aşiretin büyüğü; daha çok büyük kavmî birliklere işaret etmek ulus — illere, il — oymaklara, oym ak — urukla­ . üzere kullanıldığını kaydeder { msl. şimalî Mo- ra taksim olunur“ ). Kelimenin buradaki izâhı ğulistan (Halhâ ) moğultarı 4 aym ak a taksim açıkça şark türkçesi malzemesine dayandığı an­ edilmiş ve başlarında bulunan hanlara göre laşılan bu tâbirin oym ak şekline şimdiye kadar adlandırılmış bulunuyorlardı; Efganistan ’da yalnız cenup şivesindeki kayıtlarda rastlanmakÇâr ( çahâr) aym ak, 4 göçebe kavim (Carnşi- tadır kİ, bunun bir okuma hatâsından ( aym ak di, Hazara, Firüz-Kühi ve Tay man i ). — Mo- yerine, oym ak ) ileri gelm iş olmast pek muhte­ ğuliarda bu tâbirin kullanılışı için bk. B. Y. meldir. Eski türkçe metinlerde pek rastlanma­ Vladim irtsev. M oğulların içtim âi teşkilâ tı (trk. yan bu tâbirin daha çok Cengiz devlet teşki­ trc. Abd. İnan, T T K , A nkara, 1944), bilhassa lâtı içine girm iş olan bölge ve kavimlerde ve s. 199 ( u lu s ’farın utuk ’lara veya ayim ağ ’lara bilhassa ulus ve benzerleri tâbirler ile.birlikte tak sim i; moğullarda aynı arazi üzerinde göç veya yan-yana kullanılmış olduğu anlaşılmak­ eden akraba ay i l ’tar gurubuna, aslında „birbi­ tadır. ( R. R a h m e t i A r a t .) rine yakın cinslerin topluluğu, birbirine kan ak­ O X U S . [ Bk. a m û - d e r y â . ) rabalığı ile bağlı kabile mensupları, soylar veyâ



o



Ö M E R . ‘O M AR [B. 'A b d A l l â h J b . A bî — 7*9 b »itiraz edilmez bir şekil­ de a r a p 1 a r i n e n b ü y ü k a ş k ş â i r i “ ( R u ck e rt ) rivayete göre, 26 zilhicce 26 ( 6 4 5 teşrin II. başı )'d a doğmuş, 93 ( 712) veya 10ı ( 7 1 9 ) ’de ölmüştür. Hâl tercümesi, husûsî bir nev’in mümessilleri olarak telakki edilen başkalarımnki ( msl. içki şiirleri ile A bü Nuvâs [ b. b k ,]) gibi, karışık rivayetler yığınından iba­ rettir. Tanınmış bir aşk şâiri olduğundan, çağ­ daşlarının ve sonraki nesillerin şâirlerinin ba­ yağı şiirleri kolayca kendisine isnât olunuyor­ du. Yalnız P. Schvvarz’în mükemmel tetkiki ha­ yatının ve şiirlerinin gerçek tarihî esâslarını tefrika imkân vermektedir. Kendisinin Kureyş kabilesinin Mahzüm koluna meusûp olduğu mu­ hakkak sayılabilir. Babası 'A b d A llah Mekke ’nin çok müreffeh tâoiri olup, cenubî A rabis­ tan ’dan yaptığı baharat ithalâtı ile, pek büyük bîr servet toplam ı; idi. Bir müddet Yemen ’de, Canad şehrinde vâlilik yaptı. ’Omar 'in annesi H azram avt ’!ı bir „H im yari“ idi. Şâir, büyük bir servetin sâhibı olması sebebi ile, hayatını çalışmadan geçirebildi; gençliğinde muhteme­ len Medine 'de oturd u; olgunluk çağında bil­ hassa Mekke 'de kaldı. Şimâlî A rabistan ’da, Suriye 'de ve al-C azira ’de bâzı seyahatlere çıktı, ölüm ü çeşitli efsâneler İle çevrilidir. Her hâlde vatanında ölmemiş görünmektedir. Mûtad hâl tercümesi bilhassa Emevîler haneda­ nına mensup hanımlar ile türlü münâsebetleri­ nin hikâyeleri ile doludur. Bu hikâyeler gerçek tarih olmaktan ziyâde, edebî tertiplerdir. Emevî hanedanından halîfe ve emirler ile karşılaş­ malarına dâir hikâyeler de aynı şekilde şüpheli telakkî edilebilir. Kendisi n'n şâir al-A hvaş ile jynı zamanda halîfe 'Omar 11. tarafından ceza­ landırılmış olduğu ve bir daha şiir yazmamağı vâdetmek mecburiyetinde ka’dığı söylenir. Şiirleri zamanının siyâsî tarihi ve günlük hayatının gerçekleri hakkında bize fazla bir şey öğretmez. Kendisi arap şiirinin ilk „şehir­ R a B İ 'A ( 6 4 4



lisi“ olmuştur. Şiirlerinde şehirlerdeki cemiyet hayatının tatlılığı in’ikâs eder. ‘ Omar ile Emevî devri şâirlerinin al-A h ta l [ b. bk.], C a rir [ b. bk.] ve al-Farazdak [ b. bk.] ’ten müteşek­ kil meşhûr üçlü zümre arasındaki, bir de yine ‘Omar ile C am ii [ b. bk.] gibi, bu devrin bedevi aşk şiirinin yarı efsânevî mümessilleri arasın­ daki esaslı ayrılık burada bulunmaktadır. Onda saray şâirlerini veya kabîle ozanlarım hatırlatan hiç bir şey fo k tu r : hemen U ç seyahat tasvir etmediği gibi, savaşları da daha nâdir olarak zikreder. Şarap şiiri onun için tamâmiyle yaban­ cıdır. Bütün şiirleri yalnız yaşadığı hâdiselerin hikâyesi, duygularının ifâdesidir, ifâdelerini dâimâ sâdık, bir şekilde tarihî telakkî etmeğe ihtiyaç yoktur ; bununla beraber, şâirâne haya­ lin samimî gerçekliği şüphesizdir. Şiirlerindeki şahsiyetler „ince duygulu, sevilmeğe lâyık, şah­ sî bir hayatı olan mahlûklardır. Onların ruh­ larını gösterir, bunlar hareket ederler, konu­ şurlar. Iç alevleri ile dolu acıklı sahneler tam bir aydınlık İçinde okuyucunun gözleri önüne serilir“ ( Schwarz ). ‘Omar, şiirlerinin şekli ba­ kımından da, çok istidatlı ye en küçük bir güçlükle karşılaşmadan yaratan bir şiir dehâsı olarak katmaktadır. Şiirleri son derece sâde bir dil içinde, pınar kaynar gibi, tabi 'î bir şe­ kilde akar. A rûzu bedevî şiirinden ayrılm ak, t a d ır ; her ne kadar aynı vezinleri kullanıyorsa da, eski şiirde en çok tesadüf edilenleri ( ¿asit veya t a v îl) değil, fak at yumuşak ve bafif ve­ zinleri { h a fif, ramal, matakârib, munsarih ) tercih edferi Kendini an’aneye ziyâdesiyle bağlı hissetmediği şiirlerinde kıt’ aiardan mürekkep şiirin bâzı izleri görülmektedir. 'O m a r’i, tarih bakımından, arapların ilk aşk şâiri olarak gör­ mekle tabi’î bir hatâ yapılmış olur, fakat bu nev'i kemâle ulaştıran o olmuştur. Bu şiirin kaynakları eski arapların kasidelerinin giriş kısmında bulunmadığı gibi, cenubî A rabistan 'da bilhassa itibârda olan husûsî aşk şiirlerinde de bulunmaz { bu son yerde, belki, bir İra»



4oi



öm e&



te'sirk'm eydana çıkarılabilird i). Vazzâh al-Y aman ’ den muhafaza edilmiş olup, V . Ebermann tarafından uzun zamandan beri hazırlanmış olan parçaların incelenmesi, ihtimâl bu nokta üzerine biraz aydınlık getirecektir. ‘ Omar çağdaşları ve onları takip eden ne­ siller arasında, bilhassa şarkıcılar ve edipler indinde çok büyük bir şöhrete sahip id i. Mütebahhir âlimler arasında şöhreti iki vak'a yüzün­ den sarsıldı: ilk önce, o kadar sâde olan dili, msl. al-Farazdak gibi şâirlerin aksine, çok az nâdir kelime örneği („testi di lingua“} veriyor­ du ; bundan başka eserlerinin muhtevası mek­ teplerde, bilhassa dindar veya ham sofular çev­ relerinde incelenmek için pek müsâit değildi. Yeni arap edebiyatındaki yeniden-uyanış bu husûsta da değişmeler getirdi: Onujı hakkında yazılmış bir kaç m üstakil eserden başka, mek­ tep kitaplarına husûsî bölümler konulmuştur. ‘Oinar b. A b i R ab i'a bugün araplar arasında, eğer böyle İfâde edilebilirse, her zaman yeni­ den itibâr kazanmış ve büyük bir şâir olarak tanınmıştır. B i b l i y o g r a f y a - . Paul Schw arz,’ U mar ibn A b î R eb î’ a, ein arabischer D ic h te r der U m a jja d e n ze it (L eip zig, 1893; bunun hak­



kında bk, Th. Nöldeke, W Z K M , X V , 290 — 298 ); D e r D iw a n de $ ‘ Umar ibn A b i R e b f a ( K a h h e, Leyden ve Paris yazmaları ite baş­ k a kaynaklardan gelen şiir ve parçaların top­ lanması ile ), nşr. Paul Schw arz, 1. yarısı, Leipzig, 1901; 2. yarısı, I. bölüm, Leipzig, 1902; 2. yarısı, 2. bölüm Leipzig, ıgog ve (son) cüz: *Um ars Leben , D ic h tu n g S p ra ch e u n d M e tr ik ( Leipzig, 1909; bîr arap şâiri hakkındakî en iyi müstakil eserlerden b i r i ); D iv â n ( Kahire, 1311, 1330); C. Brockelmann, C A L 2, I, 41 v.dd. j S u p p l., I, 76 v.d.; ayn. mil., G esch ich te der arabischen L itter a tu r 2 ( Leipzig, Am elang, 1909 ), s. 63 v.d. ; L. Caetani, C k ro n og ra p h ia isla m ica (P aris, 1912— J923), stn . 1141, § 43; O . Rescher, A b riss ;d er a ra b isch en L itter a tu r g esc h ic h te, kısım II [ İstanbul, 1928 ], s. 135— 140; Z a ki Muba­ rak, Ifu b b ib n A b î R a b î'a v a -ş i'r u h u 2 (K a bire ,[19 2 8 ]); Tâhâ Husayn, fi'a d îş al-arbi'â (K ahire, 1926, II, 127— 150; a l-V a sîf f i ’ l-adab a l- a r abî va tâ r îk ik i 4 ( Kahire, 1924), s. 166 v. d d .; a l-M a cm il f i târih al-adab a l-a ra b i ( Kahire, 1929 ), s. 75— 80; Y. E. Sarkis, M u'cam a l-m a fiu 'â t a l-a ra b iy a va 'l-m u'arraba



(K ah ire, 1928 ), stn. 4 1; [C a b r â ’ il Sulaymân Cabbür, ' O m ar b. A b î R a b î'a , a l-c u d a l a v va l ‘ aşr ib n A b i R a b î'a ( Beyrut, 1935), A m e r ic a n U n iversity o f B eir u t



nr. 7 ) ;



O rien t. S t ,



ayn. mil., L’ arbre g e h e a lo g iq u e de 'O m a r b. A b î R ab î'a ( M aşrik, 1936), XXX IV,



84 — 93; ayn. mit., ’ O m ar b. A b î R a b î'a ( Beyrut, 1939 ), I — I I ; ‘ A b b âs Matımüd al‘A kkâd , Ş â 'ir a l-ğ a za l 'O m a r b. A b i R ab î'a (K ah ire, 1943, l i r a ', nr. 2 ); Muhammed Muhy al-D in ‘A b d al-Hamid, Ş a rh D îv â n 'O m a r b. A b i R a b î'a ( Kahire, 1952); Hann â ’l-FShüri, T â rîh al-adab al-‘ arabi ( B e y ­ rut, 1953 ), 3/259 — 267]. ^ ( I G N . KrATSCHKO’WSKY.) ÖMER. ’O M A R (682— 720) b . ‘A b d a l A zîz b. M a rv â n b. a l-H a k a m , A b ü H a f ş A L-A şAC C, E m e v î h a l î f e s i 63 (682 / 683) ’te Medine 'd e doğmuştur. Babası ’ A bd a l- A z iz [ b. bk.] uzun yıllar Mısır vâliliği yap­ mıştır ; anne tarafından 'O m ar I. 'den gelm ek­ tedir, G erçekten annesinin adı Umm ‘Aşim bint ’Asim b. ‘ Omar b. at-H attâb idi. H aya­ tının büyük bir kısmını M edine’ de geçirdi. Peygamberin şehrinde kendisine lâyık bir tah ­ sil ve terbiye görmek üzere, babası tarafından buraya gönderilmiş idi ve kendisi babasının ölü­ müne ( 85 = 704 ) kadar, burada kaldı. Bunun üzerine, amcası ‘ A bd al-Malik onu Şam ’a getirtti ve onu kızı Fâtima ile evlendirdi. ’Omar rebiülevvel 87 ( şubat— mart 706 ) ’ de V a lid I. tarafmdaıi al-H icâz vâliliğine tâyin e d ild i; bunun üzerine yeniden gelip, Medîneye yerleşti. Ekseriyâ tamâmiyle keyfî bir tarz­ da hüküm süren diğer valilerin aksine, ‘Omar şehre gelir-gelmez, hadîs bilen 10 dindar kim­ seden müteşekkil bir meclis kurdu; bütün mü­ him işleri bunlar ile görüştü ve bundan başka onlara emri altında bulunan me’mûrlara y a ­ kından nezâret etmek için, tam salâhiyet verdi. Memleketi baba gibi idâre etmesi halk için, mes’ûd ve faydalı o ld u ; fakat bir müddet sonra kudretti ai-H accac [ b . bk.] ‘O m a r’in çok yu­ muşak hâkimiyeti ile iktifa edem edi; çüıikü bir çok kimseler, kendi doğum yerlerinde ke'ndilerine tahsis edilen ağır ve meşakkatli ka­ derden kurtulmak için, Irak ’tan mukaddes iki şehre iltica etmişlerdi. Onun istekleri üzerine, 'O m ar 93 (711/712 ) ’ te geri çağırıldı; bununla berâber, itibârını kaybetmedi. Onu halef ola­ rak göstermiş olan Sulaymân b. ‘A bd al­ Malik [ b. bk.], saf er 99 ( eylül— teşrin I. 717 ) ’da Dabilf ’ta ölünce, müstebit din âlîmi Raca b. H ayva, Emevî ailesi mensuplarını camide top­ ladı ; bundan sonra, hiç bir isim söylemeksizin, onları Sulaymân 'm vasiyet ile gösterdiği kim­ seye sad âkat yemini yapm ağa, bi’ate, dâvet etti. A n cak yeminden sonra onlara halîfenin ölümünü ve onun tarafından seçilen halefin adını bildirdi. ‘ Om ar ası! kola mensup olma­ dığından ve bununla beraber, ‘ $.bd al-M alik'in iki oğluna, Y a z id ve H îşâm 'a, tercih edilmiş bulunduğundan, bu sonuncusunun ilk Önce am­



ÖME&. ca-zâdesinin amir al-mu'minin seçilmesine kar­ şı itirazlarda bulunmuş olmasında şaşılacak bir şey yoktur ; bununla beraber HişSm çabucak sü­ kûnet buldu ve 'O m ar biç bir ciddî muhâlefetle karşılaşmaksızın, balîfe oldu. H alîfe olarak, 'Om ar tamâmiyle ayrı bîr mevki alm ıştır; kendisi hem haleflerinden ve hem de seleflerinden tem ayüz etmiştir. İhtimâl taassuptan tamâmiyle uzak olmamakla bera­ ber samimî bir dindarlık ile hareket ederken, A llah karşısındaki mes’ûliyetinin şuuruna de­ rin bir şekilde sahip idi ve dâimâ imânına göre doğru olan şeyleri gerçekleştirm eğe ve hü­ kümdarlık vazifelerini vicdan ile yerine getir­ meğe çalışıyordu. Husûsî hayatında, hilâfete geçmeden önce, diğer Emevî şehzadelerinden daha mazbut bir şekilde yaşamamış ise de en büyük sâdelik ve en çok öğülmeye değer nefse hâkimiyet ile temayüz etm iştir. Bundan dolayı, bu dünya zevklerini terennüm eden şâirler sa­ rayında husûsiyetle takdir edilmiyorlardı. ‘Omar silâhların şanına büyük bir değer vermiyordu. Zâten tam iki buçuk yıl bile sür­ meyen devri, bundan dolayı, askerî hâdiseler ba­ kımından, fakirdir. Tahta çıkar-çıkm az, İstanbul muhâsarası kaldırıldı. Müslüman ordusunu ilk olarak geri getirenin kendisi olduğu tamâmiyle muhakkak değildir. M ezopotam ya'da T u ran 'd a şehrinin halkını b o şa lttı; halk bunun üzerine komşu Malatya [ b. bk.] şehrine gİdip-yerlpşti; bundan sonra Turanda tahrip edildi. Uzak garpte müslüman orduları Pirene dağlarını aşıp. eenÛbî Fransa 'nın içlerine girdiler ve zengin bir ganimet ile İspanya ’ya döndüler. En çok tesadüf edilen, fakat mutlak olarak muhakkak olmayan bir rivâyete göre, ‘ Omar 'in hilâfeti zamanında ve daha sonra girişilmiş o’ an bir yağma seferi sırasında, müslümanlar Narbonne 'u zaptetm işlerdir; burası tahkim edilmiş ve onlara bir müddet karargâh vazife­ sini görmüştür. Bundan başka ‘ Omar İslâmiyet! silâh kuvveti ile yaymağı hiç düşünm üyordu; daha-ziyâde barışçı h e y ’ etler ile başka dinlerin mensuplarım Peygamberin dinine kazanmağa çalışıyordu ve bu hâlde onlardan hiç bir ver­ gi istemiyordu. Bu usûlün bilhassa Berberîler arasında uygnn olduğu meydana çıktı ve kendi­ sinin tâyin ettiği vâli îsm â'il b. ‘A b d A llah zamanında, İslâmiyet! kabû! etmemiş hiç bir berberi kalmadığı iddia olunur. A ynı şekilde Sind hükümdarları, ‘O m ar'in naibi ‘Am r b. Müslim al-Bâhili kendilerini İslâmiyet! kabule dâvet ve onlara müslümanlar ile tam müsavat vâdedince ihtida e ttiler; fakat H işâm 'ln hilâ­ feti zamanındı yen' dînlerin? terkettiler. ‘Omar b. *AW a l/A ziı* her şeyden önce, İç siyâset ile ilgileniyordu H orasan'ın sadakatsiz



44i



valisi Y a z id b. al-Muhaîlab [b . bk.J'i hapset­ tirdi; yerine al-Carrâh b. ‘ A b d A llah a!-Hakâmi getirildi. Bundan başka en mühim mevkiler ‘ Omar 'in müstait ve nâmuslu telakki ettiği kimselere verildi. ‘A li tarafdarlarına karşı hayır-hahlıkla dolu bir tavır tak ın d ı.’ Omar, Mu'âviya 'n in başlamış olduğu camilerde minberden verilen hutbelerde ‘A li 'nın halk arasında la­ netlenmesi âdetini lâğvetti. Esâsen gençliğin­ den beri, babasının Mısır valisi tâyin edilmesi sırasında ondan,‘ A li'n in a n ’ane hâline gelmiş olan lanetlenmesini men’ etmesini istediği, fakat kendisine aslında çok takdire değer olan bu m âhiyette -bir tedbirin E m evî hânedânı men­ faatlerini tehlikeye düşüreceği ve ‘ A li âilesinden olanların halifelik iddialarım destekleyece­ ği cevâbının verilmiş olduğu te’ min edilmek­ tedir. ‘ Omar aynı şekilde aslında Peygamberin şahsî mülkü olan, sonra devlet mâlikânesi ilân edilmiş ve nihayet Emevîlerin husûsî mülküne geçmiş olan Fadak [ b. bk.] vahasından d a ,‘ A li ailesi mensupları lehine, vazgeçti. H alîfe olma­ sından sonra bunu ilk tahsis edildiği yere iâde etmeği kararlaştırdı ve rivâyete göre, Peygam ­ berin vârisleri sayılan Fâtim a 'nin ahfadına iâ­ de edilmesi husûsunda bilhassa emir verdi. A yn ı şekilde ‘A b d al-Malik ‘in gasbetmİş ol­ duğu f alha 'ya âit Mekke ’deki mülkü ailesi­ ne iâde etti ve Yemen 'in evvelki valisi, alH a c c â c ’ın kardeşi Muhammed b. Yûsuf tara­ fından yükseltilm iş olan öşür ilâvesini kaldırdı. Umûmî bir şekilde kanunsuz suçlandırmaların kurbanlarının ziyanlarını telâfi etmeği çok dü­ şünüyordu, fakat gerçekte halîfenin duyguları­ nın doğruluğuna şehâdet eden, fakat İbn Sa'd ( V , « 5 2 )’a göre, ekseriya tenkitsiz bir şekilde tatbik edilen ( bi-ğayr al-bayyinat al-kâti’a ) bu esâsın, gittikçe, bilhassa hazîne için, kazançh olam ayacağı ve kötü neticeler tevlid edebile­ ceği kolayca anlaşılır. Dindar bir müslüman sıfatı ile, İslâmiyet esâslarına dokunmadan, olabildiği kadar baş­ ka dinlerin mensuplarına karşı teveccüh gös­ terdi. Hıristiyan, yahudi ve ateşe tapanlar o zamana kadar sâhıp olduktan kilise, havra ve ateş mâbedlerini muhafaza edebildiler, fakat yeni ibâdet binaları inşâ edemediler. Ş a m ’ da a l-V alid , Yufcannâ büyük kilisesini yeniden yaptırmış ve yerini Emevîler câmiinin arsası­ na ilâve etmiş idi. ‘ Omar balîfe olunca, hıristiyanlar kiliselerinin ellerinden alınmış oldu­ ğundan ona şikâyette bulundular ve halîfe nâıbine camiin mülhakatından olan arsayı geri vermelerini emretti. F ak at Şam halkı bu ka­ rara râzı olmadıklarından, mes’ele ‘O m ar'in rızâsı ile, şu şekilde h alled ild i; şehir dışında­ ki kiliseler, ilk yerde Th^maî kilisesi bir



464



ö m e îL



anlaşma hükmü dolayısı ile değil de yalnız iiilen müslümaniara ait bulunuyordu; çünkü Guta kılıç kuvveti ile alınmış idi ve bir anlaşma ile teslim edilmiş d e ğ ild i; işte bu kiliseler hırîstiyanlarm istikbâlde Yuhannâ kilisesi üze­ rindeki bütün haklarından vazgeçmeleri şartı ile, kendilerine iâde edildi, 'Om ar çok fazla vergilere karşı müslüman teb’asını himayeye çalıştığı gibi, aynı şekilde hıristiyanlarm çok ağır vergiler altında ezilmemeleri için de gay­ ret sarfetti. K ıbrıs 'ta olduğu gibi, A y la 'de de onlardan alınan vergiler arttırılm ış idi, ‘Omar bunları ilk tesbit edilen seviyeye indirdi. Yem en ’ de Nacran [ b . bk,] hıristiyanları P e y ­ gamber ite bir anlaşma yapm ışlardı ve bu­ na göre, yılda her biri 40 dirhem değerinde 2.000 elbise ( kulla } karşılığında memleketle­ rinde kendilerine en mükemmel asayiş te'min edilecekti. Bu anlaşma ‘ Omar I. tarafından bozuldu; buna rağmen ‘OşmSn zamanına k a ­ dar kararlaştırılm ış olan vergiyi tam olarak ödemeğe mecbur k a ld ıla r; ‘ Osman bunu 200 elbiseye indirdi. Sonra M u'Iviya veya başka bir rivayete göre, oğlu Y a zid bunlar için 200 elbiseden de yeni bir indirme kabûl e t t i ; çün­ kü ölümler ve islâmiyete geçmeler sebebi ile sayıları pek çok azalmış idi ( bu husûsta bk. Lammens, Le Califat de Yazid h r, s. 346 v. dd.). Fakat ‘A bd al-Rahmân b. Muhammed b. al-A ş'aş [b. bk.], al-H aecâc’ a karşı isyan edin­ ce, al-Haccâc bu mıkdarı 1.800 elbiseye çık a rd ı; çünkü Nacrânlıların gizlice âsîler ile ittifak hâlinde olduklarından şüphe ediyordu. Bu sı­ rada sayıları 40.000 'den 4.000 'e düşmüştü ve felâketlerinden ‘ Omar b. ‘A b d a l- 'A z iz ’ e şi­ kâyet ettikleri zaman, 'O m ar verginin yekû* nunu onda bire indirdi ve kendilerinden 2.000 yerine 200 parça elbise veya 80.000 dirhem yerine 8 000 dirhem istedi. ‘ O m ar’in en mühim tedbirlerinden biri de verginin ıslâhı olmuştur. ‘Omar I . ’in idare sis­ temi, zamanının durumlarına ;âyân-ı h ayret bir şekilde uydurulmuş olan sistem, artık devrin zaruretlerine tekabül etmiyordu. H araca tâbî arap olmayanların mütemadiyen artan bir şekil­ de İslâm olmalarının ve bunun neticesi olarak vergiden muaf tutulmalarının sonunda hazîne ciddî ziyanlara uğramakta idi ve bundan baş­ ka bir çok yeni mühtedîier memleketlerinde kalacak ve tarlalarım sürecek yerde, gidip şehirlerde ■yerleşiyorlardı ve bunun sonunda zirâat zarûrî kot gücünden mahrûm kalmıştı. Bu uygunsuzluğa karşı çâre olmak üzere, alH accâc vergiye tâbî olmayan müslüman gayr-i menkûllerini de haraca bağlamış ve büyük şe­ hirlere göçmeği yasak etmiş idi. Böyîece umû­ mî memnûniyetsizliğe sebep olmuş id i; fakat



kendisi bundan o kadar endîşe duymuyordu. Buna karşılık 'Omar, müsliimanlann hiç bir vergi vermemeleri gerektiği esâsına sıkıca bağlı kaldı. Bundan başka, b iç şüphesiz Me­ din e'nin din kanunları âlimleri ile tam bir mutabakat hâlinde, zabtcdiien her memleketin müslüman cemaâtinin müşterek mülkü olduğu ve binnetîce bölünüp, müslümaniara satışlar ile vergiden muaf mülkler hâline getirilem eye­ ceği nazariyesini müdafaa etti. Bunun neticesi olarak, io o ( 718/719) yılından itibaren, müslü­ maniara harâc 'a tâbî yerleri satın almağı ya­ sak e t t i; bununla beraber bu emre daha önce­ sine şâmil bir kuvvet vermedi ve yeni müsHimaniarm şehirlere göçmelerine karşı da hiç bir mânia çıkarm adı. Bundan başka yapılmış hiz­ metler karşılığı olarak hazîneden istenilen ka­ nunî, tazm inat istekleri asla bir tarafa atılmadı. K âfirlere karşı savaşmış olan Horasan mavöli 'sini, tab iî müslüman savaşçıları gibi, hem ver­ giden muâf tuttu, hem de onlara bir maaş verdi. Bununla halîfe imparatorluğundaki muhtelif un­ surların karışmasını kolaylaştırmış ve haraca tâbî memleketin temlik edilmesinin İmkânsızlı­ ğı esâsına sonraları riâyet edilmediği için, onun vergi ıslâhı tutunamadı İse de, o zaman hâkim olan mâlî nizamsızlığa çâre olmak üzere, ikti­ darı dâhilinde bulunan her şeyi yapmıştır. E ski



m ek te b e



m ensûp



ta rih çile r



‘ O m ar



b. ‘ A b d a l - 'A z i z 'i am elî zekâd an tam âm iyle m ahrûm , din sâh asın d aki k a b lî kararları ne­ tic e sin d e g e rç e ğ in icâp larım h esab a k a tm a ­ d a n , sırf h a y â ller peşinde koşan b ir hayâlp ere st o la ra k ta s v ir ederler ve an cak son z a ­ m anlarda âlim ler hüküm dar o la ra k çalışm a­ la rım g e r ç e k şekild e ayd ın lığa çıkarm ışlardır. H ilâ fe ti sırasın d a „h aricîlerin " ç ık a rd ığ ı k a rı­ şık lık la r yo k tu , fa k a t sonunda E m ev î h an ed a­ nının düşm esini tem in ed ecek olan



gizli



kuv­



v e tle r k a ra n lık ta ç a lışm a k ta idi.



‘Omar, 20 günlük bir rahatsızlıktan sonra, receb l o l (şubat 7 2 0 )'de öldü ve Haleb ya­ kınında Dayr Sim 'ân ’ a defnolundu. Yeğeni Y a ­ zid b, 'A b d al-M alik [ b. bk, ] ona halef oldu. Gençliğinden beri İslâm hadîslerini bilen dindar kimselerin kuvvetle te’sirınde kalmış olduğundan, bu sahada büyük bir salâhiyet sa­ hibi bir kimse olarak tanındı ve haksız olmakla beraber, ölümünden az sonra sunna 'yi ilk top­ layan kimse telakki edildi. Sonraki çağlar­ da etrafında tarihî temelden tamâmiyle mah­ rûm bir dinî efsâneler halkası teşekkül et­ miştir. Bu arada nakledildiğine göre ( tbn Sa'd, V, 301, str. 1 7 ), mezarını toprak ile dol­ duranların üzerine, gökten kendisinin ce­ hennem ateşlerinde yanmayacağını bildiren deriden bir tomar düşmüştür ( aman min A llah



It*' O m u r h. ‘ A b d a l- A z i z m in a l-n S r ), H attâ E m ev î halîfelerin i bakıra han edan ın menfaati iç in ber şe k ild e k ö tü le y e n A b b a s î, devrinin ta ra f tu tan tarih çileri bile, onu istisn a v e b ilâ ­ kis so n d e re ced e ç o k m ed h ed iy o rlard ı. B ir de A b b â sîte rin zaferi şırasın da, d iğ er Euıevîierîn mezarlar» ta arru za u ğra d ığı h â ld e, onun me'za n aa hü rm et gö sterilm iştir, B i b l i y o g r a f y a : îb n Sa‘ d, V , 242 — 3034 İbn a l-C a v z i, M an Skib ‘ O m ar b. *A b d a i - A z ı z ( nşr. B e c k e r ) ; a l-N a v a v i, T a h zlb al-a sm â’ ( n ş r . W ü stan feld ), s. 4Ğ3 473 ; « l-K u tu b ı, F a vS t cıl-vafaySt, II, 10 4 ; elT a b a r i , a l-T Ş r îh ( n ş r ,.d e G o e j'e ) , b k .f ih r is t ; ib n * l- A a ir , at-K â m il { nşr. T o rn b erg ), II,



çok e d e b î sa n ’a t hünerlerini ku llan dığı en kısa m anzum elerinin m üzik refakatin d e sfiîî m eclis­ lerin de terennüm edilm ek m aksadı ile kalem e alınm ış olm aları m üm kündür (N alüno, R S O VIII, r? ). O n un şiirlerin de g e rç e k m ânalar ile m ecazî m ânalar o şe k ild e birbirine bağlan m ıştır ki, bu manzÛmeteri, a şk şiirleri ( şarkta büyük bir şö h ret bulm ası da bu s e b e p le d ir ) v ey a tasav­ vuf? İlâhîler olarak te fsir edilebilir. Buna kargı­ lık D îv â n ’da tam âm iyle ta sa vv fıfî olan iki k a ­ s id e v a r d ır : 1. H a m rh ja { „şarap kasidesi") olup, İlâhî eşkin şarabı ile hâsıl olan sarhoşluğu ta sv ir eder ve 2. Naz m cd-sulük 760 beyitlîk bir



172, 214, 224; IH, 33?, 385 v . d A ; IV , 370,



k a sîd e olup, aynı k a fiy e d e daha kısa olan bir ka­



4 17 — 453, 436 v . dd,, 46 ı, 4 63 ; V , 6, 14



sid esin d en ayırm ak için, um ûm iyetle at-Taİyat al-kubrâ adını taşır. U zunluğu hem en -h em en



v . dd,, j A — 49, 51, 53, ««o, »97, 373; «I* Ya'lçÛbi ( nşr. H o u ts m a ), II, 339 v .d , 349,



D ivân *ın g eri kalan kısm ına e şit olan bu meşhfir



35**



k asid ed e, îbn al-F âriz kendi tasavvu f! duygu­



358, 361 — 3 7 2 ; e l-B a lâ zu ri ( n ş r . d e G o e je , aim . trc, R esch er ), s ık -s ık ; a l-M a s'S d i, M u r S c a l-za k a h ( P a r is tab.), V , 36t, 397, 4 M , 4 1 6 — 445, 4 5 1, 4 5 3 ; V I, 3*. t 6 l ; IX , 43, 3 0 ; F ra gm en t« h istoricaram arabicorum ( nşr. d e G o e je v e d e J a n g ), I, 37 — 6 4 ; Ihn a l-T ik ta lfâ , a l-F a h rt (n şr, D e re n b o u rg ), s.



ların» tasvir ed er. Bundan anlaşıld ığın a göre, bu k asîd e sa d e ce arap şiirin in bir şâh-eseri de­ ğil, aynı zam anda ta sa vv u f ile iş tig a l ed en ler için de son d e re ce şayan,» d ikkat b ir vesik ad ır (m uh tevasın ın bir hulâsası için bk. Nicholson,



Siudies in Islamic Mysticism, s. 195 — 199).



173, *75 v.d d., 335 v .d . j a l-M u b arra d a/K ä m il (n şr, W r ig h t ) , bk. fih r is t; K i t âb



Um ûm î m âhiyeti zih nî olm aktan ziy â d e ruhî­ dir. Bir kaç parçası v ah d e t-i vucutçu his ve



a t-a ğ a n ı, b k . G uid i, T a b les alphabetiyues', Y âlfÛ t, M u cam al-buldân { nşr. W S s te n fe ld ),



İfâdeden ib a re t ise de, tbn o l-'A ra b i [ b. bk.) 'nin sistem ini gö steren zihniyeei nazariyesinin



III, 856; B arbier de M ey c a rd { J A , X, seri, IX , * 0 9 ); M üller, D e r Islam in M orgen -un d A b en d la n d , I, 438 v .d ,; M uir, T h e C a lip h a te, its R is e , D e c lin e , a n d F a ll ( yeni bask; W eir ),



izin i y o k denecek kadar a z taşır. Ş âire isnâd



*. 291, 318,



33«, 346 v . dd ., 354, 36», 364, 367,



369 — 374, 379, 383» 396, 4 »9 > 439 , 539, 597S W ellh an sen , D ie K ä m pfe der A r a b e r m it den R o m â e m ( N G W G ött-, P h il.-b is t. K l. 1901, s. 4 1 4 ) ; ayn. roll., D a s arabische R eich , s. »66 — 194. — B k, blr de ajad . EMEVÎLER. ( K . V . Z e tte r s te e n .) Ö M E R . ‘ O M A R 8. ‘A l î ( Ş a R A F a l- D Î n ) AL-MiŞRi A L-Sa'D Î ( 1 18 t— IS 3 5 ), daha ç o k tbn ol-F Sriz [ b. bk.] adı İle tanınm ış m e ş h û r e



b iy e lin in cn a slî eserlerin den biridir. Ç o k za rif v e g ü ze l bir tİ3İûp ile m eydana g e tird iği ve az-



0 fî şâir



n l-F â rii ( ferâ iz â lim i) adı,



basının m esleği ile



ba­



ilgilid ir. B abası idam a ’ lı



olup. K a h ire ’y o g ö ç e tti. ‘O m ar 576 (U 8 0 /118 1) v ey a , d ah a k u vv etli bir ih tim âl Ue, 577 ( u 8 t / I1S2 ) ’ d e dün yâya geldi. G en çliğ in d e şa fiî fıkhs ile hadîs tah sil e tti ve önce K a h ir e 'n in g a r ­



edilen küfr itham ı haklı göriium üyor. T Sİya sû fîle r arasında klâsik bîr eser olm uş ve ona d âir Bir çok şerhler yazılm ıştır. ( M uhtelif baskıları bulunan Dîvân h, son ola­ rak, A .J, A rb e r ry tarafından, The, M ystical po­ eme o f îbn al-Fârii, (Lotıdon, 1952) adı altında, latin harfleri ile. tran skripsiyon sü reriy le neş­ redilm iştir. T â’iy a ’ si yazıld ığın d a n hem en so n ­ ra, M ısır, Şam v e A n ad olu ’da büyük b ir şöhret kasanm ış, m üşkül yerleri şerh edilm eğe başlan ­ m ıştır. Bu kasiden in m evcu t şerhleri arasın da e n eskileri, S a ‘ id al-D in a l-F arğö n i ’nin (ölm . 687 133 se­ nesi ccm âziyelevvcli sonlarına kadar ( ağustos 1739 ) dört senelik Bosna vukuatını ihtiva et­ mektedir. Eserin ilk yazma nüshası Mütefer­ rika tab ’ı esnasında kaybolmuş ve daha sonra görülen yazmalar ise, matbû nüshadan istin­ sah edilmiştir. Yalnız eski bîr yazma nüsha­ sının Bosnasaray 'daki Hünkâr câmii kütüpha­ nesinde mevcut olduğu ileri sürülmektedir ( F. Babinger, Istanbuler Bucktoesen im 18. Jahr, hundert, Leipzig, 1919, s. 17). Bu eser iki defa daha t a b ’ olunmuştur. Birincisi Tarih-i Bosna der zaman-ı Hekim -oğlu A li Paşa ( İstanbul, 1394 )> İkincisi Bosna gazavât~ı dâhiliyesi ( İs­ tanbul, 1393 ) dîye adlandırılmışlardır. Almanca ( Yalı. Nep. Dubsky, D ie Kriege in Bosnien in den Feldssügen 1737/ 1738und 1739, Wien, 1789} ve İngilizceye ( Charles Fraser, History o f the War in Bosnia during the years 1737/1738 and 1739, London, 1830 ) tercüme edilmiştir. V ak’anüvis Mehmed Subhî, müverrih von Hammer, K . Zinkeiacıı ve daha sonraki bir çok tarihçiler Ömer Efendi’ nin bu eserindenfaydatanmışlardır. B i b l i y o g r a f y a : F. Babinger, Die Geschichtschreiber der Osmanen und ihre Werke (L eip zig, 1929), s. 276 v. d ,; Muhainmed al-Bosnavi, al-Cavähir aUisnä f i taräcim ’ulama" va şa'arâ' Bosna ( Kahire, 1349), s. ı i â j A . Haudäiä, Bosanskt A'amijesn ik Hekim -oğlu A li Paşa ( P r ilo ii, 1954/ 1 9 3 5 , Sarajevo, 1 9 5 5 ) . *• l 36 ! Safvet lieg Basagiö, Botin ja ci t H ercegovei u islam skoj knijeievnonH (Sarajevo, ı ç t s ) ; M. Haudäie.K n jik n n i radBotanska-hercegovaUkik »ia*limme (Sarajevo, 1934 )• {A . C e v a î EttEîİ,)



---- »A*»,... . » ..am u».» ,



Ö M E R H A Y Y Â M . 'O M A R H A Y Y Â M , Selçuk d e vr i n i n t anınmış İr an â l i m v e ş â i r i olup, 517 — 536 ( »133 — 113 6 ) yıU la n arasında ölmüştür. H â l t e r c ü m e s i. Hayyâm hakkında güve­ n ilir mutalar az ise de, şimdi elde bulunan kaynakların ehemmiyetini küçük görmemize imkân yoktur. al'Cabr adlı eserinde, kendisi adını A bu 'l-Fath 'Om ar b. İbrahim at-Hayyümi olarak kaydeder. [H ayyâm m bir muasır ve mesiekdaşı olan 'A b d al-Rahmân al-HSzini tarafından, 315 ( l i 2 i / l ı * 2 ) ’te yazılm ış bulunan Kitâb mizan al-hikma (H aydarâbâd, >339, s. 8 ve 87) 'de künyesi A bu Hafş şeklinde geçer ]. Şiirlerinde, mahlas olarak, Hayyâm („çad ırcı" }'» kullanmış görünmektedir. Bu lekabın cedlerinin sa a ’atı ile ilgili olması muhtemeldir. W. Litten, Was bedeuntet Chajjäm ? Warum hat O. C hajfäm . . . gerade diesen Dichternamen g e­ wühlt ?, Berlin, çadır", hem de „b eyt" dem ektir ) türlü kısımlarının adlarına tekabül ettiğine bakarak, hayyâm kelimesinin, U r tâbir olarak, „şâir, arûz mütehassısı" (krş. Şams al-Din Muhcmmed b, Ç ays, Mu'cam, C M S , X, 13 — 16 ) şeklinde bir tefsir imkânını telkin etm iştir. Bununla herüber, Hayyâm ki haymahâ-yi hikm et mldäht gibi meşhur rubailerinde, bu kelime, bediili olarak, „ ş iir " İle değil, „çadırlar" ile ilgilidir. ^tayyara horasanlı olup, Nişâbûr 'dan veya civarlarından idi. Doğum tarihi bilinmemekte­ dir. Daha Malikgâb tarafından 4*7 (1074/1073 } ‘de İran takvimi ’nin ıslâhında [ bk. mad. CALALÎ ] A bu ‘l-Muzaffar İsfiznri ve Maymun b. N acib aLV äsiJi İle işbirliğine dâvet edildiği zaman, riyaziyeci olarak meşhfir idi [(bk. Jbn al-A şir, nşf. Törüberg, X, 67 ). Bununla bera­ ber Y â r Ahmed b. Husava R aşidi T ab rizt, Sû? (1462/1463) 'de Hayyâm ’m rubailerinden meydana getirdiği Jerabhüna adlı derginin ( aş. bk.) hatimesinde ( Üniv. kütüp., nr. F Y 593, ıra»), sözde Nizâmı ‘A r ü z i ‘den naklen, H ayyaen’m 13 muharrem 433 (16 kânün IL 1063) 'te doğduğunu söylemektedir. Bu kayıt bâzı nıüellifleree gerçek olarak kttbûl edilm iş ise de ( bk. msi. C alâl HumS’ i, 'îzz al-Din Mah­ mud b. 'A li K agani, Mişbüh al-lıidâya, Tahran, 1323 ş., giriş, e. 3 v.d., not), bizzat kendisinin verdiği diğer tarihlere uymamaktadır (krş; ‘A h bâs İkbal, Yadigâr, yıl 3, sayı 4, s. 79 v.d.). D i­ ğer taraftan Hayyâm hiı takvim ıslâh heyetine geçildiği zaman en az 30 yaşlarında olduğu kto. böl edilirse, doğum tarihinin 437 (10 4 4) yılla­ rında olduğu oliSekğ» inubieutel çîgf«k îW i fü* rülsbilîr. '



Ö M ER H A Y Y Â M . Hayyâm 'm Tcrcama-i huths-i Tmncld-i îbn SinS 'sımn giriş kısmına göre, eğer İm risale­ nin Hayyâm 'a âit olduğu mevsiik kabûl edilir­ se, kendisi 473 ( 1070/so?t j yılında İsfahan ’da buluşuyordu »e dostlarının arzflsu üzerine, bu eseri orada tercüme ve şerbetmiş idî; D i­ ğer bir risalesinden de (Topkapı sarayı, Revan köşkü, nr. 2024/13, E s'sd Elendi kütüp., nr. 1933/8, bk. H. Ritter, Philologika, IX ; D er İslam, 1939, X X V , 6 a ) 473 (1071/107* } ’te Fars 'ta bulunduğu anlaşılm aktadır]. Job ( 1 1 1 3 / l t l 3 ) 'd a Nizam i ‘Arü&l, Belh 'te H uccat al­ i l akk dediği 'Omar Hayyâm *a tesadüf etti ve 530 (113 5 /113 6 ) ’da N işâbür ‘d a H ire mezar­ lığında kabrini ziyaret etti, „0 zaman öleli 4 ( nüsha farkı i bir k a ş ) sene olmuş id i". Binâen­ aleyh Hayyâm ’m muhtemel ölüm tarihi 526 ( 1 133) olmalıdır. [A n c a k H ayyâm ’m ölüm yılı olarak, daha başka tarihler de verilm iştir. Bunlardan 515 ( ı m / l l « } ve 517 ( IU 3 /112 4 ) tarihleri için güvenilebilir hiç bir esâs yoktur. Son zamanlarda C alâl H um i’ i ( bk. ayn. ear.) *nsn dikkati çektiği üzere, 515 (1131/1122} ‘te yazılm ış olan al-Hâzini 'nin M i zan al-hikma ’sinde, Hayyâm dan bahsedilirken, hakkında öl­ müş bir kimse için kullanılan tâbirler kullanıl­ maktadır. Bundan Hayyâm ’ın 515 ’ten önce Öl­ müş olduğu neticesi çıkarılmak istenmiştir. Fa­ kat bu tâbirlerin bir müstensih tarafından da konulabileceği düşünülürse/bunun pek az muh­ temel olduğu kolaysa anlaşılır. E ğer Bay hak i (aş. bk.) Hayyâm 't 507 yılında değil de, 517 yılında görmüş ise, onun bu zamana kadar ha­ yatta bulunduğu muhakkaktır. Şu hâlde Hayyâm 'm ölümü hakkında söylenebilecek son şey, onun 517 {112 3 ; Bayha^I ile görüşmesi tarihi) İle 530 ( »135; Nizârai-i ‘A ru zi 'nin, kabrini zi­ yareti tarihi ) arasında ölmüş olmasıdır]. Muçamroeıl Manrult 'un türbesi yanında bulunau Hayyâm'ın mezarı için bk. Muhammed Haşan, MalLu al-sa‘day n , Tahran, 1303 « ıgfiü. III, 101, 173; Sir P. Sykes, A Pilgrim age fa the Tomb o f 'Omar Hayyâm ( Travel and E xplo­ ration, London, eylül 1909, II, 129 — 133) ve Williams Jackson, From Constantinople to the Home o f ‘ Omar Hayyâm , New-York, 1911» s. 340— 245; bk. bir d e 16 temmûz 1934 tarihli Times (resim ). Firdavsi'nin joo o . yıl dönü­ mü münâsebeti ile ( 1935 5 İtan hükümeti 'Omar Hayyam 'ın mezun üzerine beyaz mermerden bir âbide yaptırmıştır. 556 (»156) ’ya doğru yazılmış otan ÇehSr mnkâla [ son zam an lara kadar ] Hayyâm ‘ın muâsin olan en eski kaynak olarak sayılmakta ¡dİ. ( Hâlbuki bundan daha eski ve daha mü­ him bir takım kayıtlar d» yok değildir. Bun­ ların başında, yakarıda şsılsoış ota» v » JÎJJ



4? î



( H â l/ H a s ) ’te Sultan Sancar adına yazılmış bulanan ‘ A b d al-Rahman al-H âzini'nin Mizan al-hikma’si gelir. Bu eserde (ayn. esr,, a. 8, 87 v.d.) Hayyâm terâzî mevzuunda muvaffaki­ yetle çalışmış bir âlim olarak gösterilir ve bir yerde de ( B.; 151 v.dd.) onun icât ettiği bir te* râzîden (al-kustâs al-mustakim) bahsedilerek, şekli verilir ve nasıl kullanıldığı izah olunur (k rş. C a lâl Humâ’ i, gest, ger.). Bundun sonra 535_ ( ı i 3 i ) ’te vefat etmiş olan büyük şâir San İ 'i [b. b k.]'n in ona yazdığı bir mektubu var­ dır (bk. M. Minovi, Macalla-i Yağma, 111, z ı ı v. d .; bu mektup daha önce Kâbil 'de çıkan AryânS adlı mecmuada neşrolunmuş idi. Bk. M. Minovi, A z hazâyln-i Turkiya. Macalla-i Dânifkada-i adabı yat, 1335/1957, IV, 70 }. Ba­ di* al-Zamân Furüzanfar (bk. Kadimtarin itti-



Iff az zindagâni-i Hayyâm, Naşriya-i Dânişkada-i adabiyât-i Tabriz, yıl 1, sayı 8— 9, s 20— 28) de 538 (1144) 'de ölmüş olan al-Zamahşari 'nin at-Zâcir t i 'l-şiğör ‘an mu'ârazat al-kibâr (yazılışı 516 ** 1122/1123 ’ten önce) *md» Hayyâm ile ilgili bir kayıt bulmuştur. Bundat anlaşıldığına göre, Hayyâm A b u ’l-’ A lâ' ai-Ma‘a rrı 'nin eserlerini okumuştur ve al-Zimahşar! ile yaptığı münâkaşalarda ısrârh davranmış is< de, yaşlı olmasına rağmen, onun derslerine do Vam ve kendisini tak d ir etmiştir. 606 (1209 )’dı ölmüş olan Fahr al-Din Muhammed b. ‘Omaı al-Râzi de bir risalesinde ( Es'ad Efendi kü­ tüp., nr, 1933, 187»), Hayyâm hakkında hiç bil bilgi vermeden, onun bir rubaisini, adı ile bir­ likte. zikretmektedir. Bunlardan sonra Hayyâm 'dan bahseden en eski müellif ve hattâ en mühim hâl tercüme* eisi 565 (1169 ) 'te ölmüş olan ve ‘Omar Hay­ yâm 'a dâir olup, Şahrizüri 'nin iktibâslarj ile bilineu parçaları Jacob ile Wiedemann tara­ fından Zu 'O m er-i C h a jjâ m (Isl„ III, [ 1912 ], 42— 62 ) 'da tercüme edilmiş olan Abu ’1-Hasan ‘A li al-Bayhaki [ b. bk.] ’dir ( başlıca parçanın E. D. Roas ve H . A . R. G ibb tarafından İngi­ lizce tercümesi içiıı bk. B S O S , V, 467— 473); Bayhaki [ ( bk, Tatimma Ş iv a n al-hikm a, nşr Muhammed Ş a fi‘, Lâhûr, 1351, s. 117 v.dd,; fars. trc.; nşr. Muhammed Ş a fi', Lâhûr, 1350, S. 82 v. d d . ; T â rih kukam a“ al-islâm adı al­ tında M. Kurd-‘ A lî nşr., Şam, 13&5 = 1946, s. 119 — 123)] ona 'O m ar al-dustür a l-fa y la s ü f huccat al-islâm ‘ Om ar 6. İbrahim al-H ayyâm demektedir. [ Bayhaki onun, babasının ve de­ desinin nişaburlu olup, hafızasının fevkalâde kuvvetli olduğunu, dil, fıkıh, tarih ve kıraat sahalarında da geniş bilgileri bulunduğunu söy­ ler. Riyâziye, tıp ve diğer aklî ilimlerde İse, eşsiz o ld u ğu n u kaydeder ].. Onun kötü huylu olduğunu ve talebesi için, mal. İsfizârî gibi,



17 4



ÖMER HAYYÂM.



iyi olmadığım söyler. Bununla beraber, 307 ( 1113 ) ’de Bayhaki ( o zaman ancak 8 yaşında id i : bk. Yâlfüt, İr şad al-arib, V , zo8 [ şu ka­ dar var ki, Bayhaki 'nin naklettiği su&ller 8 ya­ şında 'bir çocuğa sorulacak suâllerden olma­ dığından, belki buradaki tarihi 517 şeklinde tashih etmek icâp e d e r; bk. M. K u rd -'A li ayn. esr., s. 132, not 2 ] ) ‘Omar H ayyâm ’ı ziyâret e ttiğ i sırada, Hayyâm onu arap şiirinden ve hendeseden imtihana çekmiş ve kendisine mem­ nuniyetini ifâde etmiş idi. M alikşâh ( bk. bir de Çahâr makâla, s. 63) ve Karahanlılardan Buhârâ 'daki Şam» aUMulük ( Sim. 473 =• 1179 ) ‘Omar Hayyâm hakkında bilhassa teveccüh gös­ termişlerdir. [H a ttâ Şams al-Mulük onu tahtın­ da yanına oturttuğu gibi, Malikşâh *tn yanında âdeta nedim gîbi idi. Fakat Sultan Sanear daha çocuk iken çiçek hastalığına tutulmuş ve tabip olarak 'Om ar Hayyâm 'a gösterilm iş i d i; Hay­ yâm onun akıbetinden korkulacağını söylemiş ve bunu Sancar haber almış olduğundan, ona karşı içinde bir kin duymuş ve kendisini asla sevmemiş i d i .] ’Omar Hayyâm ile doğrudandoğruya münâsebeti olan kim seler arasında A bu Hâınid Muhammed al-Ğ azzâli ve Kâköya sülâlesinden âlim hükümdar Farâm arz b. ‘A li b. Farâm arz zikredilm ektedir. ‘Omar Hayyâm türlü ilim sâhalarmda A bü 'A li b. Sin a ( îbn S ın â ) ’nin şakirdi idi. Kendisi aslâ çok yazan bir müellif olmamıştır ve eserlerinden Bayha­ k i yalnız kısa bir fizik risalesini ( Muhtasar f i 'l-{a bl'iyâ t), varlık hakktndaki ( f i ’l-vacad) bir risalesini ve varlık ile m ükellefiyetlere dâir bir risâlesini ( al-Kavn va 'l-ta k lif) zikreder. [ ‘Omar Hayyâm ’ın dâmadı Muhammed alBağdadi ’nin Bayhaki 'ye anlattığına göre, Hayyâm İbn Sin a ’nin a l-Ş ifff ’sından ilahiyat bölümünü okurken, „b ir ve ço k " bahsine gelin­ ce, vasiyette bulunacak kimseler çağırm ış ve vasiyetini yapmış, akşam namazından sonra secdeye varmış ve secdede ölm üştür]. ‘İmâd al-Din al-K âtib al-lşfahânı ( öim. 572«. 1176/1177 ) ’nİn Harîdad al-lçaşr ‘tada Hayyâm zamanının darb-ı mesel hâline gelmiş bir şöhret sâhîbi ( bihi yuirab al-m aşal), eşsiz bir âlimi olarak zikredilm iştir. H â lâ n ı ( öl m. 595= 1198/1199] onu şiirlerinde zikreder. Şahriz ü r i ’nin Nazhat al-arvâh (yazılışı 586 — 6 l ı ■ =»1190— 1215 ) '1 esâs olarak Bayhaki 'yi tekrar eder. Daha muahhar kaynaklar arasında Şayh Naem al-Din a!-Dâya (620= 1223/1224) ’nin M irşâd al-'ibâd [ nşr. Şams al-'U rafâ’, Tahran 131* ş„ s. 18 ve 327 v.d.] ’1 zikred ileb ilir; burada Hayyâm hakkında „bahtsız bir feylesÜf, Allahsız ve maddeoi" denilir. KiTçi, Târih al-hukamff ( nşr. Lippert, s. 343 v .d .; bu parçadan ilk önea W oepke istifâde e tm iştir) g a y y a m ’ı yanan



ilminin b ir devam ettiricisi olarak tasvir eder (k rş. BAVHAÇJ ) [ 674— 1275/1276 ’ da yazılmış olan Z a k a riy â 1 al-K azvini ‘nin A şar al-bilâd v a ahhâr al-'ibâd (n şr. Wüstenfeld, s. 318) ’ırtda, N işâbür şehrinden bahsedilirken, bir münâsebet ile Hayyâm ’dan da bahsederek. Sultan Malikşâh ’ın kendisine, rasad âletleri aldığı ve yıldızları rasad etmesi için çok mıdkarda para verdiği ve daha bir kaç garip hareketi anlatılır ]. . R aşid al-Din, Camı al-tavârih ’inde, 3 med­ rese arkadaşı, Nizâm al-Mulk, Haşan Şabbâh ve Hayyâm hikâyesinin mes’ûlü olan en eski kaynaktır. Bu hikâyenin gerektirdiği tarih güç­ lüklerine daha A . Müller tarafından İşâret edil­ miş idi s Nizâm al-Mulk 408 ( 1017 } 'do doğdu ve H ayyâm Tn [v e Haşan Şabbâh ’m ] 100 yaş­ larını geçm iş olarak öldüklerine dâir bir kayıt yoktur ( A . Müller, D er İslam im Morgen - and Abendland. II, 97, i l l ; Browne, A Liter. H ist, o f Persia, III, 190 — 193. Efsânenin türlü izah­ ları için bk. Houtsma, a!-Bundâri mukaddime­ si, s. X IV , not 2; Muhammed K azvin i, Browne, Çahâr makata tercümesinde, s. 138 ve daha sonra, H. Bowen, J R A S , teşrin I. 1931. s. 77ı — 782 ). Bununla beraber. Nizâm al-Mulk 'ün Ha­ san Ş a b b âh ’a tesadüf etmiş olması (bk. îbn al-A şir, X , 110 [494 yılı vukuatı'arasında]) ve Hayyâm ’ın m etafizik hakkındaki risalesinde Îsmâilîleri m etafizik gerçeği arayanlar arasın­ da, taraf tutmadan, zikretm esi vakıası vardır. Â l i m H a y y â m . Hayyâm ’m ilim sâhasmdaki çalışm aları uzun zaman şairlik şöhretini gölgede bırakm ıştır ve 1848'de Renaud A bu ’1-Fidâ’ ’nin coğrafyasına yazdığı âlimâne giriş­ te „m aalesef ‘Omar şiir ve eğlence zevki ile hey’eti birleştiriyordu" diye yazabilm iştir. Hayyâm ile çalışm a arkadaşlarının eseri olan takvim ıslâhı için bk. mad. CELÂLİ. Hayyâm ’ m cebrinin başlıca yazmaları Ley­ den, P aris ve India O ffic e 'te bulunmaktadır ( bk. W oepke, L'algèbre d ‘Ömer Alkhayyam i publiée, traduite et accompagnée d'extraits de mss. inédits, Paris. 1851 ). Hayyâm ’ ın O klides mevzuaiart üzerindeki araştırm aları ( Maşadarat, Leyden yazması ) Jacob ile Wiedemann tarafından tercüme edilm iştir ( bk. IsL. III) Muşkilât al-hisâb 't Münih 'te bulunmaktadır. G . Sarton, Introduction to ike History o f Science (W ashington, 1927 ), I, 759 — 761 'do Hayyâm hakkında şöyle d e r : — „O rta çağın en büyük riyaziyecilerinden biridir. al-Cabr ’i ikinci dereceden muâdelelerİn hendesî ve cebrî hâllerini ihtiva ed er; üçüncü dereceden olan­ lar dâhil, muadelelerin şâyân-t hayret bir tas­ nifi ; bütün hepsini .hâlletmek için ve araların­ dan bir çoklarının kısmî hendesî hâlleri için



ÖMER HAYYÂM. sistemli bir deneme; muadeleleri t a s n if i... İh­ tiva ettikleri muhtelif hadlerin sayıla rı. . . , üze­ rine kurulmuştur . . .'Omar, bu sûretle, üçüncü dereceden muadelelerin 13 muhtelif şeklini ta­ nımaktadır . . . Miktarın kuvveti tam müsbet bir sayı olduğu zaman, iki hadli inkişâf. O klides 'in mevzûları ite umûmî görüşlerinin tetk ik i" ( bk. bîr de W. E. Story, O m ar as M athem ati­ cian, Boston, 1918, s. 17 ). [ krş. bir de (julâm Husayn Muşi^ib, H a k im ‘ Om ar H ay yâm ba'unvân-i 'âlim -i cabr. Tahran. 1339 ş. Burada R isS la -i cabr ile „b ir meselenin tahliline dâir" risalenin arapça metinleri, farsçaya tercüme ve ilim tarihindeki mevkileri izah edilmekte­ dir. Bk. Ahmad Aram , Râhnum â-i kitâ b , Tah­ ran. 1340 «= 196i, IV, 1033 — 1037 ]. Fizikte 'Omar Hayyâm ’m araştırmaları altın ve gümü­ şün kesafeti hakkındadır ( yazm. G ot ha ’da, bk. Wiedemann, U ber B estim m u n g d er spezifiseh en G etuichte ( B eitrag 8 ), S B P M S , E r lg ., XXXVIII, 1906, s. 170 — 173), T â r ik -i a l f î ( 1000 = 1591 'e doğru yazılm ıştır) „kıym etli taşları bozmadan, bunlar yardımı ile elde edi­ len eşyanın kıymetini takdir hakkında" yazıl­ mış olan M İzân al-h ikam ile „ciheti tâyin et­ mek için usûl ve muhtelif k ıt’aların iklim de­ ğişikliklerinin sebebi hakkında" yazılan Lavâzim al-am kina 'sini zikreder. [ Bunların birin­ cisi ihtimâl yukarıda anılan kesafet hakkındaki risalesi olup, bir de R isöla f i 'l-ih tiy â l li-m a'-



istinat edilerek, notlar ve bir lügatçe ile bir­ likte MuctabS Minovi tarafından basılm ıştır: Tahran 1933. Bu risâle bir dostun isteği üze­ rine yazılm ış küçük bir kitaptır, Navrûz [ b. bk.] ile ilgili muhteva 77 sahifeden yalnız 19 ’unu ışgâl e d e r ; geri kalan kısmı altın, atlar, doğan kuşları, şarap ve güzel yüzler gibi, tür­ lü mevzûlardan bahseder. Eser toplayıcının çok derin bir ilmini aksettirm ez ve bunun bir çok sebepler ile müellifimize isnât edilmiş olduğu kat’î telakki edilebilir. H ayyam ’ ın İlmî eserlerinin cedveli için bk. G A L , I, 4 7 1; S u p p l., 1, 853 v .d .; Suter, D ie M athem atiker und A stronom en der A raber, 1900, s. İ t a ; Muhammed K azvini, Ç a kâ r ma­ kata üzerine notlar, s. 220 v .d .; Cgillife, ayn.



r ifa t m ikdaray al-zahab va ’l - f i i i a f i eism m urakkab m inhum â adı ile K u lliy â t-i âsâr-i



e s r „ giriş (bnrada ancak arapça adlardan fars­ ça karşılığından ibaret olan 3 i ad zikredil­ m iştir ). Ordu dilinde Sayyid Sulaymân Nadvi tara­ fından neşredilmiş olan çok teferruatlı bir ki­ tapta, H a y y â m , ör uske savânih va ta ş a n ıf p u r nalçidâna nazar ( ‘Azamgarh, 1933, 508 s.) ’da Hayyâm ’a isnât edilen aşağıdaki eserler yeniden basılm ıştır: R isâla t al-kavn va ’l-tak l i f ( mevzu hakkında başka tenkitler i l e ); R i­ sâlat al-vucüd (K a h ire 'd e Z i y a ' a l- a k lî adı ile basılm ıştır); a l-Â v ş â f l i 'l-m a v şü f da de­ nilen R isâlat a l-v u c a d ; R isâlat f î k u lliy â t-i vu cû d ( farsça ; M iza n al-hikam , ( Bunlar dı­ şında Hayyâm 'a â it eserlerin yazmalarından şunları da zikretm ek g e re k ir: R isâla kataba-



pSrsi-i hakim ' O m ar H ay yâm ( nşr. Muham-



hâ ‘ Om ar a l-ffa y y â m cavâban li-şalâş m a sâ 'il.



med 'A bbâs, Tahran. 1338 ş., s. 421 v.dd.) ’da neşredilen arapça eserdir. Bundan başka M izan al-hikam adının da al-HSzini ’nin M iza n alh ikm a 'sinde bahsedilen ve yukarıda anılan ofKu s f âs al-m ustalçim ’ den galat olabilir]. Hayyâm ’ın metafizik sahasındaki eserlerin­ den yukarıda zikredilmiş olan varlık hakkmdaki risalesinin bir yazması Berlin'de bulun­ maktadır ve farsça küçük bir risâlesinin { D ar lilm -i k ü lliy â t ) bir yazması da Paris’ tedir. Bu sonuncunun bir çok bahisleri, Christensen tarafından, U n traité d e m étaphysique d e 'O m ar H a y y â m , M O . I, »908, 1— 16 'da tercüme edil­ miştir. Christensen *e gere, mnhtevâsı fakir otan bu risale, ihtimâl Ntşâm al-Mulk ’ ün oğulların­ dan biri olsn Fahı- al-M(Ila va ’1-Din Mu’ayyid al-Mulk ’e ithâf olunmuştur. Nihayet şuna işâret etmek gerekir ki, var» lığı F. Rosen tarafından { T h e Q uatrains o f O. K hayyam n ew ly translated, London, »93°. s, 5— 18 ) bildirilmiş olan N avruz-nSm a ’nin metni, yegâne Berlin yazmasına [ Rosen *e gore, „1363 m. tarih li"; Muhammed K azvini 'y e go-



Es’ ad Ef. kütüp., nr, 1933, 167b— 171b. H. R itter ( yukarıda anılan m akale) ve Brockel­ mann tarafından zikredilen bu nüsha, onlar tarafından zannedildiği üzere, üç meselenin ce­ vâbına âit olan ve basılmış bulunan risâle ol­ mayıp, ‘A b d al-Cabbâr al-Muşkavi adında bi­ rine yazılm ıştır ve nâtık nefisler, mümkün hâ­ diseler ve zaman meselelerine dâirdir (b k . M. Minovi, A z h a zâ ’in -i T a rk iy a , M acalla-i D ânişkada-i adabiyât, 133601957, III, 86 v.dd.). Bu­ nun diğer bir nüshası da Topkapı-sarayı, Re­ van köşkü, nr. 2042 ( 31. ris â le } 'de bulunmak­ tadır, Hayyâm ’ın musikîye dâir bir risalesi (M anisa genel kitaplık, nr. 1705, 93b v.dd., bk. Ahmed A teş, al-M ahtütât al-'arabiya f i



»VÎI. ~ m



daha yeni değildir"],



maktabâf a l-A n â iâ l, M acallat M a'had al-mahfti{ât al-'arabiya, 1377“ ¡958 , IV, 39 v.d.) ‘de tes-



bit edilmiş İse de, henüz üzerinde çalışılma­ mıştır. , Basmalardan ise, şunları eklemek gerekir ı yukarıda anılan K u lliy â t-i âşâr-i pâ rsi-i hakim 'O m a r H a y y â m , N avrüz-nâm a, R isâla-i silsilat al-tartib ( A . Chrigteasea tarafından M O ,



I, ı — sü 'da bahsedilen ve asıl yam asında



Rm *



4



ÖMER HAYYÂM.



ia t al-'ulfûl adı ile kaydedilmiş olan risa led ir), Tarcuma-i kutba-i Tamcid-i tbn Sina 'y i ve bir de -irapça kesafete dâir risaleyi ihtiva eder. İkinci ve üçüncü risale A bdülbâkî Göipm arlı neşrinden (b k . Bibliyografya ) alınmıştır ]. Ş â i r H a y y â m . Daha Tmâd al-D în Isfa­ hanı, Haridat al-kaşr ’ında (572*= 117a ), Hay­ yâm ‘ 1 Horasan şâirleri arasında zikr ve arap­ ça şiirini kaydeder. [ Muhammed al-£ahiri alSamar^andi 556 ( 1060 / 1161.) ’dan az son­ ra yazmış olduğu Sindböd-nöma 'sinde ( nşr. Ahmed A teş, İstanbul, 1948, İstanbul Oniv. yayra., nr. 343, s. 33, 39, 15?, 284. 34«), H a yyâ m 'm adını zikretmeden, ona â it 5 ru­ baiyi zikreder ]. Nacm ai-Din Dâya-i R âzi farsça İki rubâî zikreder. Şahrizüri, sırası ile, 4, 6 ve 3 beyit ihtiva eden arapça üç parça (?) verir; [hâlbuki Ş a h riz ü ri'sin 1011 ((602) 'de tamamlanmış olan farsçaya tercümesinde bunların yerine farsça iki rubâî konulm uştur]; 6 beyitlik olan parça ‘İmSd al-D in'in zikret­ tiği beyitler ile aynı şiirdendir. IÇifti, tam olarak, bu sonuncusunun zikrettiklerini tek­ rarlar. Cuvayni (658 = 1260), I, 128 ‘de farsça bir rubâîyi 6ı8 ( 1 2 2 1 ) ’de H var İzm 'in moğullar tarafıadan istilâsı sırasında felâkete uğ­ rayanları anan Sayyid 'Vız al-Din ’İn ağzından nakleder. Târik-i guzida (CM S, X lV / l,8 l8 ) ’de bir rubâî vardır [ 731 = 1331 ’de toplanmış bir rubâîler mecmuası olan N uzkat al-macâlis ’te ( Al i Emîrî Ef. kütüp., nr. 1667) H a y yâ m ’m adı ile birlikte kaydedilmiş 23 rubâîsi bulun­ maktadır ki, ilk olarak Ahm ed A te ş ve A bdülvahâb Tarzî, Farsça grameri, İstanbul, 1942, İstanbul Üniv. yayın., nr. 17 î, s. 166 — 169 ’da neşredilm iştir]. 741 ( 1340) yılından Jkftı'nis ai-ahrar ’da muhafaza edilmiş 13 rubâî vardır. F. Rossn ’in bastırdığı yazma 329 rubâî ihtiva ed er; fakat 721 ( 1 321 ) tarihi, muhakkak ki, sahtedir. IX. ( XV.) asrm en eski diğer mec­ muaları şunlardır : İstanbul A S ( A y a so fya ) nr. 1032; yıl 36ı (1456/1457), 131 rafmî. İstanbul, NO ( Nûruosm âniye), nr. 3892; yıl 865 ( 1450/1461 ), 315 ru&âî. Oüford, Bodl. Ouseiey, nr. 140; yıl 865 (1460/ 1461 ), 158 rubâî. Sonra bir çok el-yazmalarında rub&üer ’in sa­ yısı sür’atJe a rta r : 957 ( 1 550) tarihli Viyana yazmasında (Flügel, H a n d sck r iften , I, 496, nr. 507)482 rubâî, 961 (1553/1554) tarihli Bankipür kütüp. yazamasında 604 r u b â î ; nihayet 1894 (-uknov basmasında 770 rubâî vardır, je s ­ sie E. Cadelt (F ra ser's M agazin, mayıs 1879 )'in istifâde edilebilecek kaynaklardan 1,200 rubâîyi bir araya getirdiği sö y le n ir; yazmalar cedveli için bk, CsilHk, ayn. esr., s, 37 v.dd.



Daha Th. H y d e ’in Veterum Persarum . . . religianis kist'oria (O xford, 1 700, s. 539 v .d .) ’sinde Hayyâm 'm A y sühta-i sühta-i sahteni rubâîsinin lâtince bir tercümesi bulunmakta­ dır. İlk defa olarak F. Dombay ’m V iyan a ’da 1804 'te yazdığı bir farsça gram erinde bâzı rubâîicr neşredilmiştir. Bununla beraber, A vru­ pa da Hayyâm ’m şöhreti uzun zaman İlmî ça­ lışmalarından gelm ekte devam e tti ve RisSlat al-cabr ’inin 1851 'de tercüme edildiğini, hâl­ buki nihâîlerin meşkûr Fitz Gerald tercüme­ sinin ilk t a b ’ram ancak 1859 'da, Nicola ’mn fransızca neşrinin 1867 ’de yayınladığı dikkate değer ve ancak F itz Gerald 'in tercümesinin yeni tab ’ ınm tarihi olan 1868 ’den beri, garp­ ta Hayyâm hayranlığı sür’atle yayılm ıştır. Metinlerin tenkidli tetkikleri ancak 1897. ’de başladı; bu sırada Jukovskiy alM a zaffa riya ’de, V . Rosen arm agan-kitabında ( Petersburg, 1897, s. 3*4 — 363 ), *Omar H a y ­ yâm i stram tvuyufçiya çetverostişiya adlı ma­ kalesini neşretti. [ Bu makale E. D. Ross ’un J R A S , XXH1, 1898, s . 349 — 366 ‘da ( kısaltıl­ mış) tercümesi ile daha kolay istifâde ediiebilir bir hâle gelmiştir]. Jukovskiy ’nin şu me­ ziyetleri v a r id i: 1 . Hayyâm ın hâl tercümesine dâir, o zamana kadar tamâmiyie bilinmeyen bâ­ zı eski metinleri istifâde edilebilir bir hâle ge­ tirmek, ve 2. mevcut rubâîyât mecmualarının mevsûk olduğuna dâir tenkidten mahrum inan­ cı yıkmak, Jukovskiy, Nicolas basmasındaki 464 rubâîdeıı 82 tanesinin başka şâirlerin D i varı '¡arında da (ekseriya aynı zamanda müteaddit şâirlerin divânlarında) bulunduğunu gösterdi. Bunun üzerine bu 82 rubâîyi, mevzuların» göre, taksim etti ve böyle elde.edilen nisbetin, Hay­ yâm 'm husûsiyetleri hakkın da bir fikir edi­ nilmesine (aksi tertip te) imkân vereceği fikrini ileri sürdü. Msl. epikürcü mâhiyette ilâveler 33 % ve serbest düşünceli bir müsiümanın ifâ­ deleri olanlar ise, 2 % ’dir. Bir de en emin usûl, esâs olarak en az ilâveleri ihtîvâ edenleri, „mevsûk oldukları en son inkâr edilenleri" al­ maktır. Bunların neticesi olarak Jukovskiy Hay­ yâm ’ın şiirinde „irfâu î tasavvufa" husûsî bir ehemmiyet verir. Bu nazariye (C hristensen — Reckerches S. 10— ’1 şaşırtm ış ve Hartman, •— WZK.M, XVII, 367 — ’1 yanlışa düşürmüştür ), muhakkak ki, ruhiyat ve istatistik bakımların­ dan yetersizdir ; zîrâ mühim olan ilâvelerin yüzdeleri değil fakat kalan rubailerin, yii’¿ deleridir, jukovskiy tarafından „gezgiç" rubailerin büyük bir kısmım keşfi yalnız menfî esâs bakımından mühimdir (krş. Barthold, Zap., X X V , 4 °3 v.d.). jukovskiy ’nin çalışmasının sağlamlığını göste­ ren E. D. Ross ve Christensen tarafından y a ­ pılan daha muahhar araştırm alarla „gezgiç" ru»



ÖMER HAYYÂM.



4??



bâıierin mecmuunun ıofl tân«dcn ibâret olduğu­ lerden 6 'sı ve M u’n h al-ahrâr 'daki 13 rubâî). nu tesbit etmek imkânım vermesi vakıasıdır. Nihayet Christensen, Critical Studies in the Christensen, Reçherches sur les R’ıba'iyüt de Ruba iyât o f ‘ Umar-i Khayyâm (Kopenhag, ' Omar Hayyâm ( Heide.Ibe.rg, 1904 ) 'mda daha 1 9 2 7 )'da, elde edilebilen bütün malzemenin da uzağa gitti. Sodleian kütüphanesi yazması­ yeniden gözden geçirilmesinden sonra, rubaile­ nın tarihinden itibaren rubailerin sayısının na­ rin mevsûk olup-olmadıklarından emin olmak sıl sür’atle arttığım (yalnız bir asır Sonra, Ban- için, yeni bir m ı'yâr getirdi. Rubâî dergilerini kı'pür yaznıas), 604 rubâî ihtiva eder i ) göstere­ 3 zümreye ayırıyor (s, 19)1 Rubailerin hiç bir rek, bu yazmayı Kayyâm ’ın Ölümünden ayıran alfabe sırasına tâbi olmadan bulundukları mec­ zaman hakkında ( üç asırdan fa z la ) buna benzer mualar, yalnız alfabe sırasına göre bir sırala­ bir vetire ileri sürdü s — „Hayyâm ’a kaç rubâî ma (yâ n i kafiyenin son harfine göre, guruplar isnâi edilmiş olmalıdır î Bir dîvân, ihtimâl, ol­ hâlinde ) gösteren ler; çift bir alfabe sırası ve­ dukça dokunulmadan nakledilmiştir, hâlbuki bir renler (rubailer, kafiyenin her harfinde, rubai­ rubâî mecmuası karıştırmağa çok daha fazla lerin başlangıç kelimelerinin ilk harfinin sırası­ mârûz kalır — binâenaleyh — burada rubâî- na göre tertip edilmiştir ). Kendisi birinci züm­ leria şakil bakımından olduğu gibi, esâsları ba­ renin en eski olduğu kanâatindedir ve bundan kımından da [ mevsûkîyet için ] bîr miyâr yok­ 5 örnek zikrediyor: şüphesiz yanlış olan 721 tur". (s. 32). Christensen ancak Hayyâm 'ın adl­ ( 1 321 ) tarihini taşıyan bir tâue, 902 (1496) ili ihtiva eden 12 rubâî ileNaenı al-Din R âzi ta­ tarihini taşıyan bir tâne v.b. Ç ift tertip daiıs rafından zikredilen iki rubâînin bir dereceye , Bodleian nüshasında bulunmaktadır ve sâde «t. k-dar mevsuk olmak imkântna sâhip olması fabe sırasının daha eski olduğu tahmin edil­ vakıasını, muhtemel olarak, kabûl eder ; [ fakat melidir. Bundan başka Christensen ( birinci ve ilk zümredeki ra rubaiden birinin biie A fiaî-i ikinci zümreden o lan }, muhtelif mecmualarda K üşi 'ye isnadını ihtiva eden farklı bir rivayeti „aynı daha uzun veya daha kısa tâkip ile'1 vardır 1 ]. Christensen 'in en nikbin neticeleri (s. 13 ) aynı rubailer takımı bulunduğunu kay­ bu 14 rnbâînin „söylem ek caiz ise, bütün ru­ dediyor. A lfabe sırasına riâyet etmeyen züm­ baileri nüve hâlinde ihtiva ettiği" ve umûmî renin mukayesesi her ne kadar „yalnız s ırf men­ bir şekilde nihâîlerin şiir ve tarih bakımından fî bîr netîceye" götürüyor ise de ( s. 27 ), metis değerlerinin, bunların bir müellife ienSd edil­ ile ilgili bir an’anenin te ‘sisi bakımından, Ch­ mesi meselesinden ayrılması gerektiğidir. F ay- ristensen, bâzı hâllerde ( 1528 ve 1540 tarihli yâm İran millî rûhu içinde yazmış olduğundan, yazm alar). alfabeye aymayan bir tertibin muhte­ sonraki ilâveler „aynı fikir çevresi içinde" kal­ vaya göre bir tasnife tekabül etm iş olabileceği mıştır ( bk. yukarıda zikredilen 14 n ıb âî). Y a l­ esâsını telkin ediyor, Ü stelik, „m etinlerin bü­ nız tasavvuiî ve âşıkane bâzı rubailer Hayyâm tününün tetkikinden kâzı faydalar elde edebile­ 'm tabiatına yabancı ilâveler gibi görünmek­ ceğim izi" (s. 27) düşünüyor ve binnetîoe (s. tedir. Christensen, müteakip bir bahiste, İran 39 ), şu veya bu rubâînin muhtelif yazma züm­ millî husûsiyetinin tarihî hatlarını tetkik eder relerinde mevcut oluşunun mıköârına İstinâd ve JrTayyâra 'm rûhu, orta çağda mevcut oldu­ eden kaidelerin teferruatlı bir sistemini veri­ ğu ve buğün de hâlâ cevher hâlinde mevcut yor. Bu sistem, sıkı bir şekilde tatbik edilince, olmakta devam e ttiği şekli ile iren rûhudnr" bu mevzûdaki eski fikirlerim izde mühim değiş­ (s. 89) diyerek bitirir. Şüphesiz C h risten sen ’in meler meydana getirm ektedir : nitekim Hayyâm muhakemesinin bn kısmı, böyle mevzûlar, ma­ adını ihtiva eden ve en iyi te’y it edilen 6 nihaî­ alesef, k a t'î bîr şekilde İspat edilemediklerin­ den biri sahte, bir diğeri k a t’îyetsiz ve dördü den, cam grano salis tasvip edilmelidir. Hay- mevsûk sayılıyor (g. 40). N ihayet tetk ik edi­ yâm rubâîleri metni tetkikinde bundan sonraki len I2X rubâî, ‘O m ar Hayyâm için yeni bir hub ir hâdise, Muhammed Hân Ç azvin i ’nin Mu’nts sûsiyet tesbit hususunda, esâs teşkil ediyor. al-ahrâr {741 = 1 3 4 0 'ta yazılmış ve istinsah Yeni usûl, riyâzî husûsiyetine rağmen, büyük edilm iştir; bk. S ir E. D. Ross, BSO S, 1İI/1V, s. bir mikyasta, müellifi tarafından kullanılmış 433—439 ) adlı mecmuada 13 rubai keşfetmesi olan mâlzemetıin tabiatına bağlıdır. H, Ritter, oldu. F. Rosen, yeni basmasının (1925) farsça C h risten sen ’ in eseri hakkında yazdığı mühim mukaddimesinde ( aynı zamanda almanca, Zur bir tenkit yazısında ( Zar Frage der Echtheit Texî~frage der V ierzelhr Omars des Zelima- der Vierzeiler *Omar Chayyams, O L Z , 1929chers, ZD M G , 1926, s. 285— 313) „g ezgîç" rubâ- stn. 15Ö— 163,), İstanbul'da bulunan 7 eski île r nazariyesinin mübâlegaiarmı tenkit e tti; yazmayı zikretm iştir. Bunlardan iki en eskisi, fakat kendisi yalnız 23 rubâîyi mevsûk olarak (861 *> 1456 tarihli ob-nl 131 rubâî, 863 => kabûl etm ektedir ( R âzi, Cuvayni v.b. tarafın­ 1461 tarihli olanı 315 rubâî ihtiva eder ) alfabe dan zikredilenler ile, Hayyâm adını ihtiva eden sırasına göre tertip edilmiş değildir, hâlbuki



ÖMER HAYYÂM. 876 (1471/14 73) tarihli olan, alfabe sırası ile, dan birincisi Chester Beatty kütüphanesine 310 rubai İhtiva etmektedir. Bu kısmen Chris­ Sit olup, 658 (1259/1260) tarihlidir ve 8 tânesi tensen ’in nazariyesi lehİndedir; fak at alfabe tamamen yeni olmak üzere, 17a rubâîyi ihtiva sırasına-%Öre, tertip edilmemi; olan iki yazma­ etm ektedir, bk, A . j . A rberry, T he Ruba i yat nın tertibi BNI ( Christensen tarafından zikr­ o f 'O m a r K h ayy âm ed ited fro m a n ew ly disco­ edilen en eski alfabe sırasında olmayan yazma, vered m a n u s c r ip t ... ( London,””'1949; krş. B. 9 0 a » 1446/1497 tarihli olup, 313 rubâî ihtiva Cstllik, T h e real ' O m ar K h a y y a m , A O , i960, eder ) yazmasınınkinden farklıdır. D iğer taraf­ s. 358— 390 Daha yeni ve daha tam çalışma için b k .: A . G . Potter, A bibliographg o f the R ubs'!y ât o f *Omar Khayyam together with kindred matter in prose and verse pertaining thereto, 2, tab. (London, 1929), 314 s., 1308 madde ihtivâ eder v« metnin başlıca 50 ’den fazla yazması ila 3$ basmasını zikreder. HayySm hakkında en mühim makaleler şun lardır: P. Horn, Gesch. d. persischen Litterature (L eip zig , 1901), s. 150— 15 5; E. D, Ross ‘un F itz G erald 'ın tercümesinin H. B. Batson tab. (London 190i) giriş (s. 1— 9 1 ); R. A . Nicholson, Fitz G erald tercümesi neş­ rine ( A . ve C . Black tab., London, 1909) giriş ( müteaddit yeni tab. v a r d ır) ) ; Muhamtned Hân K azvtn i, Çahâr Makâla neşrinin ( G MS XI, 1910) haşiyeleri (s. 209— 228 ¥6359); E. G . Browne tercümesinde İngilizce hulâsa edilm iştir (19 21, s. 134— ¡3 9 )! E* Bertels, Oçerk- ist. pers. lit. ( Leningrad, 1928 ), s. 44 v. d. [ C h r. H. Rempis, Avicenna als Vor­ lä u fer ‘ O. C h ajjäm s (E . Littmann, Leiden, 1935, s. 149— 15 6 ); ayn. mH., Beiträge zur H ayyäm-Forschang (L eip zig , 19 3 7); ay», mil., Neue Beiträge tu r Hayyäm-Forschung (Leipzig, 1937, Samml. orient, Arbeiten, nr. 17 ); J.Rypka, Iranische Literaturgeschichte (L eipzig, 1959, s. 219— 224); Csilük, ‘ O .K h . Miscellanea ( A O , i960, XI, 57— 68) ]. Farsça metnin başlıca A v r u p a b a s ­ m a l a r ı şunlardır 1 J. B. Nicolas (Paris, 1867, frns. trc. ile ) ; E. H. W hinfield (L on ­ don, 1882, 1893 v.b., ingl. trc. il e ); E. He­ ron-Ailen (Bodleian ‘daki 865 *= 1460 tarihli yazmanın faksimilesi, ingl. trc. ile birlikte, London, 1898); F. Rosen (Berlin, Kaviani basımevi, 1304 = 1925); Husayn Danış, türfeçe tercümesi ve alâka verici türkçe bir gi­ riş ile, z tab. (İstanbul, 1346— 192 7); Chris­ tensen, Critical Studies (y k . bk.) başlıca mecmulardaki rubâîlerin tam bir mukayese cedveli ile; B. C sillik, Les manuscrits mineurs de Ruba'iyât de 'Omar Khayyam dans la Bibi. Nationale, fextes originaux des mss., Suppl, Person 1777, 826. 745, 793? - 1481, 1425, 1817, 1327, 1458 ( Travaux de la Bibi. Üniversitaire de Szeged, nr. 2, VH/il, 8. frns. giriş + 69 s. [ macarca giriş ] + 85 s. [fa ısça m etin] çok esaslı tetkik). Başlıca A vrupa dillerine t e r c ü m e l e r i : İngilizce için bk. yukarıda W infield, Heron-



4üo



ÖMER h a yy A m -



Alloa, Christensen, J, Payne {18 9 8 ); F. Ş o ­ sen, The guatrains nezely translated ( Lon­ don, 1930); alm anca: A . von Schack ( Stntt* gart, 18 78 ); Bodenstedt (Breslau, 1881) S F. Rosen, Die Sinnspriicke Omars de» Zelt­ macher (pek çok baskıları va rd ır); frensizc a ; y k.b k. Nicolas, Cb. Grolleau (Paris 1902); Claude A net. [ Muhammed H ân K a zv in ı ile birlikte ] ( Paris, 1920, 144 ru b â î). Bk. bîr de ıngl., frns., almn., iti. ve Danimarka di* lînde büyük tercümeler dergisi ( uşr. N, H. Dole, Boston ve London, 1898, a cilt, C L X X 1X + 655 s,). Bâzı rubailerde bir çok A v ru p a ve bask, yalıu d i v e çingenece dâhil, A v ru p a dışı dillerine tercüme edilm işi ir. [ T ü r k ç e t e r c ü m e l e r i : H a y yâ m ’in rubailerinin türükçeye tercüm eleri ekseriyâ farsça metinleri ile birlikte basılmıştır. Bunların başlıcaları şanlardır: Ruhâlyût-i Ömer Hayyâm (trc . Hüseyin Dâniş, felsefî kısm ı yazan Rıza Tevfik, İstanbul, 19 2 2 ); Abdullah Cevdet, Rabâiyât-ı Hayyâm «a tûrkçeye tercümeleri. 2. tab (İstanbul, 1928); Hüseyin R ifat, Rubâiyât-ı Hayyâm ve man­ zum tercümeleri ( İstanbul, 1926 ); ayn. mil., Manzum rubâî tercümeleri ( İstanbul, 1943 ); Rıza T evfik Bölük başı, Ömer Hayyâm ve rııbâîteri (İstanbul. 1945 ); A . G ölpm arlı, Hay­ yâm. Rub&îler ve S ih ila i al-tartib ve Ibn Sînâ ’mn Tamcld 'i ve tercümesi ( İstanbul 1953)](V . MlNOKSKY.) [ Bu makale AHMED ATEŞ tarafından tas* bih ve ikm âl e d ilm iş tir], Ö M E R P A Ş A . [ B k. ASDÛUiECİD.]



Ö R F . ‘ U R F , al-Curcâni ( T a'rîfât, nşr, Flü­ gel, s. 13 4 ) tarafından şöyle târif edilm iştir: „İnsanların aktın şehâdeti ile üzerinde birleştik­ leri ve tabiatlarının kendiliğinden ( d o ğru ) kabul ettiğidir ( iş veya inançlar)." X V . asrın İkinci ya­ nsında yaşamış olan Torsun B eg 'e göre ( Târik-İ A b u ’U Fath, T O E M , î j ) „nizâm-ı âlem içün" akla d ayan arak hükümdarın koyduğu nizâma „sıy â se t-i sultânı ve yasag-i pâdişâhı" yahut örf derler, ö r f . hukukî terim olarak, sultanın hü­ küm ve ierâ otoritesidir. Bugün türkçede kul­ landığımız mânada örf ve âdât, yâni İçtimaî münâsebetleri düzenleyen kanunlaşmamış ku ­ rallar, Osmanlılarda daha ziyâde sâdece 'âdet veya Örf-i m ârûf tâbiri İle ifâde edilmekte idi. Ehl-i örf, sultanın icra otoritesini temsil edenler, ulemâ sınıfı dışındaki memûrlar de­ m ekti. Koza örfî kanunlar, sultanın m uslumsa cemaatının hayrı düşüncesi ile şer'î kaynak ve prensipler dışında, sırf kendi irâdesine dayana­ rak çıkardığı kanûnlar mânasındadır (bk. R. A nhegger — H. İnalcık. Kânttnnâme-i s: l l i n î ber mûceb-i 'o r f-i 'Oşm âni, A nkara, 1956).



ö m



Örf-S sultân? ile örf u âdât arasında münâ­ sebet vardır. Şöyle ki, Osm anh pâdişâhtan tah rîr-i vilâyet sırasmde muayyen b ir bölge­ deki ö rf u âdâtı tesp it ettirirler, sonra bunu tâdilen veya aynen tasdik ederek, kanunlaş, tınrisrdt. Bu kanunlar, birer kaaûn-nâme hâ­ linde mufassal tahrir defterlerinin başına ko­ nar, neşir ve ilân edilirdi (bk. û . L. Barkan, X V . ve X V I. asırlarda Osmanh imparatorluğunda zira î ekonominin hukukî ve malt esasları. İs­ tanbul, 1943}. Bu ö rfî kanûn-nâmelerin uygu­ lanması, şer’ î ahkâm Üe birlikte, kadılara bıra­ kılmıştı. F ak at onların verdikleri hükümlerin icrası m utlaka sultanın icr§ otoritesini temsil eden akl-i *u r f *e ait idi. Ö rfü fıkhın ana kaynakları arasında kabûi eden ulemâ mevcut olduğu gibi ( C . S, Hurgronje, ¿ e Droit masutman, Verspreide gesckriften , II, 314 ), onu şeriata ayk ırı görenler de vardır (R , L evy, The Social Structure a f Islam. Cam bridge, 1957, s. 248). Osmanh hu­ kukçularına gör«, örfî kanûnlar şu esâsları ihtivâ etm elidir; 1. Şeriatın dışında kalmış bir durum ortaya çıkm ış olm alı; s, buna dâir müslüroanlar arasında yaygın bir âdet veya te­ lâkki yaşam alı; 3. hükümdarın irâdesi buna ma­ s i f olm alı; 4. bu hüküm istâm cemâatinin hay­ rına ve adalete uygun olmalı (H . İnalcık, Os­ manh hukukuna g iriş. Siyasal B ilg iler Fakül­ tesi mec. XIII, nr. o, s. 10 4 }, Ş e r’î otorite yanında temâmiyle bağımsız aiyâsî-ierâî bir otoritenin yerleşmem, Selçuklu Türklerinin İslâm dünyasını hükümleri altına alması ite vukfi bulmuş ve bu cereyan XIII. asırda Megul yasak hukukunun yayılışı ile takviye bulmuş görünm ektedir ( F. Köprülü, Islâm âmme hukukundan a y n bir türk âmme hukuku yak mudur î, II. Türk tarih kurultayı zabıtları. 6. S®3— 4 J8 )■ Osm anlılarda ilk ik i asırda. örfl-sultânî hukuk kuvvetle devam et­ miş, sonra şer'î hukuk devletin her türlü icraatına hâkim olmuştur ki, bunu en İyi şey. hulislâmlarm her çeşit devlet hararı İçin fetva vermesi ortaya kor. Irsn ‘da Safeyîler devrinde, 'u rf üzerine dayanan kararlar şah' veya vâlileri tarafından verilirdi ( daha önce şer’î mahke­ meler yanında İran 'da yargu mahkemeleri hak­ kında bk. K öprülü, gâst. yer.) Bu mahkemelere devlete ve umûmî nizâma karşı yapılmış tecâ­ vüzler getiriliyordu. Molla *lar bu mahkemeleri muteber saymamışlar ve hükümlerini gayr-i meşrû telakki etm işlerdir ( O learius, Vay ages trc,' J. Davies, London. »*69, s, 273 v. ¿ d .; P o ­ lak, Persien. I, 3Z8 v.d. t C . j . W illis, Persia as ä is. bahis V , V I ; R. Levy, ayn. « sr„ s. 265), Bk. bir de mad. ADET. (H a OL foîAtCIK.)



Ö R F Î.



Ö R F Î. 'URFÎ, C am â l al-D în 1 *SS5— 1S91V şîrazlı bir İ r a n ş â i r i olup, asıl adı muhtelif şekillerde kaydedilm iştir: a!-Sayyidi ( 'A r a f a t }, H v5 ea Sayyidi Mnhammed ( M a'âşir-i R ah îm l ) v t Muhammed Husayn (M ayhâna). Gençliğin­ de Ş aydi mahlasını kullanmıştır ( Mayhâna, krş. O acle Cat., s. 126). Babasının adı Zayn al-Din Balavi (? ) ve büyük babasınınkı Camâl al-Din Sayyidi idi. Bu sonuncusu daha çok H jâ ca -i Çâdar B S f lekabı ile tanınmış idi. ‘U rfi Şîraz 'da doğdu. Babası hükümet hizmetinde bir mansıp işgâl ediyordu. Ma’âşir müellifine göre, bu man­ sıp şehirde d arağ a [ b. bk. ] 'ma vezirliği idi. ‘U rfi mûtad tahsilini Şîraz ’da yaptı ve gençli­ ğinden itibaren, şiir yazm ağa başladı. Mahlası şer’î ve Örfî kanunlara bağlı işler ile uğraşan babasının meşguliyeti ile alâkalı idi. 20 yaşında geçirdiği ağır bir çiçek hastalığı çehresini çok değiştirmiş idi. Muhtelif tezkireler İran ’ da o­ nun şairlik mesleğini ancak az bir şekilde ay­ dınlatmaktadır. Onun Muitâ G ayrati (bunun için bk, H a ft iklim, ŞÎRÂz b ö l.; Badâ’ Sni, III, Z92) ve diğer Şîraz şâirleri ile müşâareleri ol­ muş idi. A vhadi bize ‘U rfi ’nin, Hind ’e gitmek üzere memleketini terketmeden bir kaç yıl ön­ ce, Figânı (Ölm, 922 veya 925=1516 veya 1519) 'nin ve diğer meşhûr şâirlerin gazellerinin ve­ zin ve kafiyesinde gazeller yazdığını söylüyor. A şırı derecedeki gurûru onu, muasırları, husû­ siyle yezdli Vahşi ( ölm. 99i==i583 ) ile ciddî ih­ tilâflara götürdü ve onu bir çok gaileler ile uğ­ raştırdı. Muasırları ile mücâdelelerinin çirkinleş­ mesinden mârûz kaldığı hakaret ve Hind-türk imparatorlarının himayesinin cazibesi 'U rfi 'yi memleketi terk ile Hindistan ’a göç etmeğe sevkeden başlıca sebep olarak gösterilmektedir, ‘U rfi 994 {1585/*58^), belki daha doğru ola­ rak, 993 ( 1 5 8 5 ) 'te Cirün limanından hareket edip, deniz yolu ile, Ahmednagar 'a geldi (T a k i K â şi, Oade Cat., s. 37 )• Sonra oradan Fathpür-Sikri ’ye gitti. Buraya yeni yılın ilk günü (19 rebiüievvel 993=10/11 mart 1585 ) vâsıl ol­ du. Orada Fayzi ’ye mülâki oldu, Fayzi onu A ttok a götürdü. Ekber orada Yusufzay efganlılarma karşı girişilen harekâtı kontrol altına al­ mak için, 994 muharreminin başında (teşrin II. 1585) ordugâh kurmuş idi. Bu sefere bizzat Fay­ zi de katılmış idi ( Akbar-nâma, III/476), ‘Urfidaha sonra Masih al-Din Hakim Abu ’1-Fath ’a ve onun 997 ( 1589)’de ölümünden sonra, Mir­ za ‘A bd al-Rahim Hân Hânân 'a intisap etti. Bu zâtı ona Hakim tavsiye etmiş idi. Daha ön­ ce de ondan her yıl hatırı sayılır mıkdarda he­ diyeler alıyordu. Hân Hânân ona çok iyilikle muamele etti ve itibar gösterdi. Neticede im­ parator Ekber onu hizmetine aldı ise de, az bir zaman sonra, 35 veya 36 yaşlarında olduğu hâlIsltı» Ansiklopedisi



de, 18 amurdad (şevval) 999 (ağustos 1591 } ’da dizanteriden veya muahhar müelliflerin ifâde ettikleri gibi, zehirletilerek, öldü ve Lâhûr ’da gömüldü. Fakat defninden 30 y ıl (kam erî) son­ ra, İ'tim âd ai-Davla 'nin vezîrî isfahattlı Mir Şâbir tarafından kemikleri Necef *e gönderilip, orada yeniden defnedildi. 'U rfi ’nin muasırlan onu mağrûr ve kibirli bir şahıs olarak tavsif ederler ki, bunu Divan ’mda bulunan ve tran ’in büyük şâirlerini küçük düşüren îmâları te’y it etmektedir. Bununla be­ raber, her ne kadar vakitsiz ölümü dehâsının tam tekâmülüne erişmesine mâni oldu ise de, bir ş iir olarak hayatta iken, H indistan'da ve Hindistan *ın dışında büyük bir rağbet kazan­ mış idî. Yeni bir şiir üslûbunun yaratıcısı olarak takdir e d ild i; kuvvetli edâsı, yeni ve kendine has ifâdeleri, mevzularının devamlılığı, mecâz ve teşbihlerindeki canlılık ve yenilik şiirinin bâriz vasıflarını teşkil eder. G azel­ lerindeki başlıca başarısı, felsefî fikirleri ve yüksek mefkûreleri şiir hâlinde ifâde etmesin­ den ibarettir. Fakat o şöhretini bilhassa kasi­ delerine borçludur. ‘U rfi müteakip asırlarda, bilhassa kendi memleketinde rağbetini bir az kaybetti. Nitekim A za r onu teşbihlerinde aşırı derecede mübâlegaya yer vermekle- ithâm edi­ yordu ( Ataş-kada, Bombay, 1277, s. 276). On­ dan daha sonra Rizâ-K uii Han „onun üslûbun­ da muasırlarının üslûplarındaki zevk yoktur" demektedir ( M acma‘ a l-fa ş a h S , H, 2 4 ). ‘U rfi ilk D iv â n 'ınt 996 ( 1587/1588 ) yılında tertip etti. Bu divân 26 kaside, 270 gazel ve mecmûu 700 beyit tutan k ıt’a ve rubaileri ( kıt’alarm sayısı 320 ve rubailerin de 380 beyit, krş. O a d e C at., s. 529 ) ihtiva eder. 1026 ( 1617 ) *da Sirâca İsfahanı, şâirin, ölüm döşeğinde iken, Hân Hânân ’a gönderdiği yazmalara göre, 'U rfi ’nin K ü lliy â t ’ini tertip etti ( 14 000 b e y it). Nâzim T ab rizi ‘nin 1033 (1623/1624) Yen son­ ra bu yazmaları tertip ettiğine dâir ileri sür­ düğü iddia için bk. M ayhâna havâşi, s. 102. K ü lliy â t, İlk divânda bulunan şiir nevilerin­ den başka, mesnevileri (yâni M acm a' a l-A k har, Farhâd a Ş ir in ve bir S â fçî-n â m a ) içine alıyordu. Anlaşıldığına göre, S ir â e a ’nin tertip ettiği Külliyât Muliâ ‘A bd aî-Bâki al-Nahâvandi ’nin kaleminden çıkan bir mukaddime ihtiva ediyordu. 'Urfi nin N a fs iy a adı verilen mensûr küçük bir risalesi de vardır. Kasideleri üzerine bîr ço ktü rkçe ve farsça şerhler yazılmıştır ( bk. B â n k ip u r Cat., II, 198 v.dd.). D îv â n ’t, taşbasması olarak, Hindistan ’da sık-sık basılmış­ tır. Kasidelerinin İngilizce bir tercümesi Kaik ü te ’de neşredilmiştir (1887). [ ‘U rfi divânı ve külliyâtı ile, XVII. asrın ilk yarısından itibaren, T ürkiye 'de tanınmağa



81



4$*



ÖRFÎ — ÖŞÜR.



başlamış, bilhassa Nef’î üzerinde te'siri olmuş­ tur ( F. Köprülü, Divân edebiyatı antolojisi, İstanbul, 1934, s, 324 ). Eserlerinin İstanbul kü­ tüphanelerinde bulunan nüshalarından uzun za­ man bu şöhretinin devam ettiği anlaşılmakta­ dır. Külliyâtını tam veya kısmen ihtiva eden en mühim n üshalar: Ünîv. kütüp., F Y nr. 1258 {istinsahı 1017 h.), F Y nr. 802 (istinsahı 1027), F Y nr. 1585 (1027 ), F Y nr. 853 ( istinsahı' 1042), T ürk İslâm eserleri müzesi, nr. 2023 (istinsahı 1043); Süleymâniye kütüp., Yeni-eâmi. nr. 951 (dibacesi vardır)]. B i b l i y o g r a f y a : A m in Ahmed Râz i, Ha f t Üçüm (Lâhûr yazm., istinsahı 104$), var. 94 v.dd.; Badâ’üni, Muntahab al-tavârlh ( Kalküte, 1869 ), II, 375; III, 285; ingl. trc. II, 387! III, 392 (Biblioth. Jndica Series); Â kbar-nâma (nşr. Blochm ann), K alküte, 1886, III. 595 j Blochmann, Â ‘în-i Akbarî (Kalküte, *873), I, 589 v.dd.; Munşa’ ât-î Fayzi (Pencâb, üniv. kütüp., y a z m .), 1928; T ak i A vhadi, *A ra fa t { Bank i pür yazm., 502a); Talfi K â şi ( Oade Çatal., s. 3 7 ); Ma'âşir-i Rahımi ( K al­ küte, 1927), III, 293 v.dd., 118; Mullâ 'A b d al-Nabi, May hâna, s. 175— 185 ve H avâşî. s. 46 v.dd., 102 v .d d .; H afi Hân Muntahab allubâb (Kalküte, 1869), I, 241; M ir ât al-hayâl (L âh ûr yazm., istinsahı m ı ) , 56b; Huşgo, Safîna (Peneâb üniv. kütüp. yazm.), Ğı» v. d d .; ljizâ n a -i ‘âmira ( Cavnpur, 1871), s. 318; Şi'r al-acam (Lâhûr, 1924), III, 73 — 119; A ğa Sayyid Mulıammed 'A li, Ş i'r va şâ'iri-i 'Ö r fî (Haydarâbâd, 1345); ayn. mil., Islamic Culture ( Haydarâbâd, 1929), III, 96 — 125; Sprenger, Oude Catalogue (K alkü te, 1854), s. 528; Rieu, Cat. Brit. Mus. Persian M SS., 11, 667; Suppl., nr. 310, 311; Gibb, Hist, o f Ottoman Poetry, I, 127, 129; III, 247, 260; Bânkipür Cat. o f Persian and A ra­ bic M SS. (K alküte, 1910), II, 189; Browne, Persian Literature in Modern Times ( Cam ­ bridge, 1924), IV, 241 v.d d . ; ML A . Ğ an i, H is­ tory o f Persian Language and Literature at the Mughal Court (Aliahâbâd, 1930), III, 103 v. dd. [S. Na'imuddin, Some unknown Qasidas o f ' U r f i o f Shiraz ]. ( M o h a m m a d S h a f î .) Ö Ş Ü R . ‘U ŞR ( A.), lügat mânası „ o n d a b i r " olup, i ç t i m â i y a r d ı m i ç i n a l ı ­ n a n o n d a - b i r nisbetindeki v e r g i , ö ş ü r . Bu tâbir ekseriya sadaka ve zakât mânasında kullanılmaktadır { Abu Yûsuf, s. 31 ; Yahya b. Adam , s. 78, 83, 121, 123 ); hattâ şeriat kitap­ larında sakat ile ‘ uşr vergileri arasında kat'î sûrctte ayrılmış bir fasıl hattı mevcut değildir (bk. Tornauw, s. 318), 'U şr tâbiri gerçekte K u r’an 'da bulunmamaktadır ; bununla beraber K uPan, VI, 141 ile onda-bir vergi daba doğ­



rusu yarı-onda-bir vergi arasında bir münâse­ bet kurulmuştur ( Abu Yusuf, S. 32; Yahya fc, Adam, s. 88 v.d.). 'U şr, iştikak bakımından, bir taraftan a y n i ( buğday, hurma ) veya a I 1 1 n olarak ödenen vergi mânasına gelen âsÛrî dilindeki iş-ru-u ( F. Schrader, K eilinschriftl. Bibliothek■ , IV, 192, 205 ) 'ya, diğer taraftan da mâbed haremlerinin almakta oldukları, fak at kıratların da aldıkları ve Müsâ kanûnlarınm mecbûrî olarak idhâi etmek istedikleri (L âv ililer, XXVII, 30— 3 3 ; A'dâd, XVIII, 21— 26) onda-bir vergi demek olan ibrânîce ma'aşer { Tekvin, XIV, 20; X X IX , 20 v.dd.)'e uymak­ tadır. Diğer taraftan Tesniye, X IV, 28 ve X X V I, 1 2 'ye göre, Lâvililer ve fakirlerin 'uşr al­ maları gerekiyordu. Hâlbuki rahiplerin ka­ nunlarına göre, 'uşr 'ün bütünü ile yalnızca Lâvililere verilmesi icâp e d erd i; bunlar da ra­ hiplere bir ‘uşr ödemek mecbûriyetinde idiler ( A'dâd, XVIII, 21 v.dd.). Yahudiler yeniden put­ perestliğe dönünce, ‘uşr 'ü ilâhların mâbedlerine getirdiler ( Am os, IV, 4 ; krş. H. Guthe, K urses Bibelwörterbuck, Leipzig, 1903, s. 743; L. Caetanl, A nnali delT Islâm, IV, 40). İlâve edilmesi gereken dikkate değer v â k ıa : bu, esâs itibârı ile, aynen ödenen ( tatlı şarap, buğday, zeytin y a ğ ı) bir ‘uşr i d i ; fakat bunu nakit ola­ rak ödemek imkânı da var idi. V ergi olarak 'uşr 'ün komşu halklardaki ehem­ miyetini tetkik etmek zarurîdir; çünkü A ra ­ bistan 'daki durum hakkında bundan bir taktm ışıklar çıkacaktır. Böylece cenûbî A rabistan (Arabia f e l i x ) 'da rahiplerin günlük hasadın­ dan, Tanrı Sin ( yazm ada: SABİN ) adma 'uşr aldırıldığı, bu sûretle umûmî masrafların ve misâfirlerin nafakasının karşılandığı Pliny ( Naturalis. Hist., XII, 63 ) tarafından te’yit edilmek­ tedir. Kitâbeler vergi olarak burada, f r ' ya­ nında, 'uşr ve 'şvrt 'u vermektedir ve her ikisi de, N. Rhodokanakis ( Studien sur Lexikogra­ phie und Grammatik des Altsüdarabischen, II, S B A k . Wien, 19x7, CLXXXV/3. 58) ta ­ rafından, arâzi ve emlâk vergisi olarak izah edilmiştir. Fakat bunlar mâbedler için olan ver­ giler arasında yer almakta idi, KuPan, VI, 136 'ya göre, müşrik araplar, Bedülar gibi, Feliâlflar ve bir de Kurayşler, mahsûllerinin veya hayvanlarının bir kısmım A llah veya ibâdet edilen başka bir şey için veriyorlardı; bu da, tabi'î olarak, ilk önee ibâdet yerlerinin muha­ fızlarının eline geçiyordu. Peygam ber, tam âmiyîe şuurlu bir tarzda ‘uşr 'ün ibâdet 1le bü­ tün münâsebetlerini bertaraf etti ve ihtimâl cenûbî A rabistan 'da cereyân eden husûslarjn t e s ir i altında, bunun bir nevî vergi gibi, ve­ rilmesini istedi. Nitekim Bişr Haş'amlarına yolladığı mektubunda ( J. Wellhausen, ¡¡hissen



ÖŞÜR. und Vorarbeiten, Berlin, 1889, IV, 130, ar. 68), akan sular ite sulanan bütün yerler için ‘uşr verilmesini, sun’î olarak sulanan yerler için de, yarım -'ajr verilmesini tesbit etmiştir. Dümat al-Candal vakaları ( agn. esr., s. 173, nr. 119) ve Himyarler ( Yahya b. Adam , s. 83) için aynı nisbetler tesbit edilm iştir; bu son mek­ tupta bu 'uşr için sadaka tâbiri kullanılmıştır, Msl, Şulıâr civarındaki göçebeler hususunda, hurmalıklar için o n y ü k hurmadan b i r y ü k olan bir vergi tesbit edilmiştir ( J. Wellbausen, agn. esr., nr. 69, s. 130). Böyloee Mekke ve Medine, al-Hicâz, Yemen ve arap ülkesi ‘uşr 'e tâbî toprak telakki edil­ miştir { E. Fagnan, s. 89 ). Buradan yalnız 'uşr alınır [agn. esr., s. 79 ) ve bu söretle bunlar arâzi ve emlâk vergisi alınan haraç 'a tâbî yer­ lerin zıddıdır. İslâm imparatorluğunun gittikçe artan genişlemesi ile, ‘ uşr 'e tâbî toprak mü­ him mıkdarda çoğalmıştır. Nitekim msl. alRakka ’um fethi sırasında (h . 18 y ılın d a }, ahi al-zimvna 'nin kullanmadığı sahalar, 'uşr muka­ bilinde, müslümanlara verilm iştir [A n n a li deli’ Islâm, İV, 40). Hiç bir arâzi ve emlâk vergi­ sine bağlanm am ı; olan, sulh ile alınmış mıntakalar, islâmîyeti kabûl edenlere âit oldukları nisbette, 'uşr ’e bağlı topraklar hâline geliyor­ du ( Yaljyâ b. Adam , s. 15 ). Bundan başka hiç bir arâzi ve emlâk vergisine bağlanmamış olan her toprak, sahiplerinin islâmiyeti kabûl etme­ leri ile, zirâatçi bir kuyu kazdığı veya bir sulama kanalı açtığı zaman, 'uşr ’e tâbî to p ­ ra k hâline gelirdi (Fagnan, s. 99). 'U şr 'e tâbî topraklar, satın alma ve hibe yo­ lu ile mülkiyet değiştirme sonunda da, mühim nukdarda artm ıştır. Eğer msl. bir müslüman Bani Tağlib ’den toprak satın alırsa, ‘uşr veya başkalarına göre, iki misli şadcdça veriyordu; bu kabilenin her mensûbu yahut umûmiyetle islâmiyeti kabûl eden bir hırİstiyan için aynı şekilde hareket e d ilird i; çünkü bununla toprak 'u ş r 'e tâbî arâzi hâline geliyordu (Y ah y a b. Adam , s. 12, 16, 46 v .d .). Sulh muâhedesi ile ilbâk edilen bölgelerin toprağı, zamanında em­ lâk vergisi ( harâc) muâhedesi ile tesbit edil­ memiş ise, satın atma yolu ile elde edildiği nisbette, ‘ u ş r 'e tâbî arâzi oluyordu (agn. esr., s. 37). S a v â d ’ ın tabi’î olarak sulanan ( kata i ) arazileri için de ‘uşr ödeniyordu (Fagnan, s. 79 ). C . H. Beeker, Islâmstudien ( s. 230 v. d .) 'de *uşr ’e tâbî arazinin Mısır ’da nasıl geliştiğini göstermiştir. Müstahak müslümanlara hibe ve müslümanlar tarafından kıptîlere âit akarların satın alınması ‘u ş r ’e tâbî arâzinin esâslarını teşkil e tm iştir; bunlar, muhakkak ki, çok geniş bir nisbette eski mîrîye â it araziden meyda­ na gelm ekte idİ. Diğer taraftan islâmiyeti y e ­



ni kabûl edenlerden yalnız ‘uşr alınması âdeti ‘ uşr ’e tâbî pek çok arâzi meydana çıkarmış­ tır. ‘ U şr ’e tâbî arâzinin mülkiyete geçirildiği sırada tatb ik edilen kaideler arasında şunu zikredelim ; satın alma yolu ile 'uyr ’e tâbî arâzi elde eden m üttefikler ( m u'âhid) de ha­ raç ödemek mecburiyetinde idiler; bu harâc toprağa bağlı olup, müslümanlara satıldığı za­ manda Ödenmesi gerekiyordu. Hiç olmazsa Ha­ nefî mezhebinde böyle idi ( Yahya b. Adam , s. 16). Buna karşılık bir hıristiyan bir müslümandan ‘ uşr *e tâbî bir arâzi satın alırsa, iki misli ‘uşr { = hums ) ödemek mecbûriyetindedir ki, bu İki k a t sadaka sayılır. Bundan başka, toprak sâhibi müslüman olunca, ‘uşri tolakkî edilirdi [gost. ger.). Bu, tıpkı haraca bağlı arâzinin bir müslümana satılması gibi, tabi’î olarak, hazîne ( bagt a l-m â l) için büyük fay­ dalar t e ’min ediyordu. Nitekim ‘Omar II. bu son hâlde arâzinin emlâk vergisinin yeni sâhipten alınmasını kararlaştırmış id i; yeni sa­ hip, harâc topraktan alındığı ve ‘uşr veya yanm -uşr un müslümanlar tarafından zaköt olarak ödenmesi gerektiği için, meyva ve mah­ sûllerden ‘uşr veya yanm -uşr de vermek meebûriyetinde idi ( Yaljyâ Adam , s 10). Bu ted­ bir, bir taraftan da ( 'İkrima 'ye g ö r e ) ne harâc ile ‘ uşr ’ün, ne de zakât yahut cizga { baş ver­ g i s i ) yanında 'uşr 'ün aynı zamanda alınama­ yacağı esâsı ile teza t halindedir; hattâ 'Omar 1., bir müslümandan veya bir zimmet ehlinden, harâc veriyorsa, 'uşr alınmasını yasak etmiş idi ( agn. esr., s. 10, 32, 46}. T atbikatta bu tah­ dide ne dereceye kadar riâyet edildiği gerçek­ ten tâyin edilemez. Viyana ’da arşidük Rainer 'in papirüs kolleksiyonunda, Inv. ar. Pap. 194 ’te bulunan ve menzilleri, arâzi ve emlâk ver­ gilerini, cizyeleri, hurmalık vergilerini, sadakat '1 ve a 'şâ r’ı ihtiva eden, maalesef, parça hâlin­ deki vergi kayıtlarında son yerde zikredilmiş olan iki hesabın yazıları noksandır; bundan dolayı bunlardan, sonraki duruma âit neticeler çıkarılamaz. Bundan başka, M âvardi (s . 104) sayesinde, tatbikatta ne kadar değişiklikler olduğu görülmektedir; burada 'uşr e tâbî bir arazisi olan ahi al-zimma ’den bir kimse, şâfi t mezhebine göre, ne 'uşr, ne haraç öder; hanefî mezhebine göre, harâc ödemelidir; başkalarına göre, sadaka ödemelidir. Hâlbuki Yahya b. Adam (s , 1 5 ) 'e göre, ‘u şr'e tâbî bir arâzi satın alan Tağlib kabilesinden olan bir zimmi, iki kat sadaka ödemelidir; fakat İslâm devleti içine alınmış müttefik bir kabileye mensup olduğu zaman, ne ‘uşr, ne emlâk ve arâzi vergisi öder. Buna bir de imamın ( tatbikatta eyâletin mâliye ve vergi te’sisleri müdütü ) harâc ’ a tâbî arâziyi ‘uşr ’a tâbî arâzi hâline getirm ek salâhiyetine



484



ÖŞÜR.



mâlik olması inzimam ediyordu. O derecede ki, sonraları hangi memleketin harâc, hangisinin 'uşr vermesi gerektiğini tâyin etmek tamâmiyle keyfî bir hâl aldı ve olsa-olsa, ancak umumi­ yetle muteber olarak kabûl edilen ve âdet ile tekarriir etmiş olan bâzı kaidelere riâyet olun­ duğundan bahsolunabüir. Mülklerin kiralanması ve muzâra'a akidleri sırasında tatbik edilen kaide gâlibâ şudu r: 'uşr ’e tâbî bir araziyi işle­ ten, toprağın mâhiyetine göre (Y ah ya b. Adam, s. 12 1), mahsûlden ‘uşr veya yarım -uşr veri­ yordu. Bir müslüman ahl-i zimma ’den olan bir kimseden, ekmek üzere, bir arâzi alırsa, mahsûlün 'uşr ’ ünü verir, ¡im ini de emlâk ve arâzi vergisi ö derdi; eğer harâc 'a tâbî bir arazide sürülmemiş bîr yer alırsa, toprağın sahibi karâc Öder, burayı işleten buna karşılık ‘ uşr ödemez { Y ahya b. Adam, s. 120). Eğer sürülmemiş toprak ‘uşrl ise, burayı iş­ leten, vergi olarak, gelirin onda-birinİ veya yirmide-birini zakât olarak ödemelidir ( ayn. esr., s. 116, 123}. Bir müslüman sürülmemiş ‘uşr! bir araziyi ekmek üzere alırsa, kendisi ‘uşr verir, toprak sahibi vergiden muaftır ( ayn. esr., s. 124). İşletilen karâc ’a tâbî toprak üzerinde, müslüman, aynı şekilde sakat olarak, onda-bir veya yirmide-birini, toprağın sâhibi de harâc ’1 öder ( şâfi’î mezhebi tatbikatı b ö y led ir); hâl­ buki hanefî mezhebi tatbikatında ‘uşr işletenin uhdesindedir ( M âvardi, s. 105 ). Bundan başka arâzİyİ işleten ile toprağın sâhibi aynı kimse İse, muameleler ayni tarzda cereyan eder ( YaljyS b. Adam , s. 118 v.d d .). F ak at Mâvardi (s. 104) ’ye göre, araziyi işleten müslüman, karâc ’a tâbî bir yerin ekilmesi için bir akdi yapan kimse olarak, ‘uşr ve harâc '1 ödemekle mükel­ lef idi (Ş â fi'i ’ye göre de böyledir); hanefî mez­ hebine göre, onun yalnız karâc ’1 ödemesi lâ­ zımdır. A bu Yûsuf (Fagnan, s. 79) ’a göre, ‘uşr seb­ zelerden, hayvan yemi nebatlarından veya ya­ kılan odundan değil, yalnız devamlı zirâat_mahsûllerinden alınmak lâzım dır; Yahya b. Adam ( s. 84, 105) 'e göre, 'uşr hurmalıklardan, buğ­ day, arpa, üzüm ve kuru üzümden a lın ır; hâl­ buki ( agn. esr., s. 7 9 ,10 1 ) ’nşr’ün zakât olarak, hattâ bir demet yeşillik bile olsa, toprağın hâ­ sıl ettiği her şeyden alınması gerektiği tesbit edilmiştir. Bu sonunculardan Yahya b. Adam (agn . esr., s. 1 0 3 )'e göre, fındık, bâdem v.b. meyvalar ile birlikte, ancak 200 dirheme satıl­ dığı zaman, zakât şekli altında ‘ uşr verilir. Hurmalar için vergiden muâf mahsûlün hududu 5 vask idi ( Fagnan, s. 80). 'Omar I. üzüm bağlarından, şeftâü ve nar ağaçlarından biç bir vergi aldırmamış idi ( Yahya b. Âdam , s. i l i ) ; hâlbuki bir diğer taraftan, zeytin yağı



gibi, şarap da ‘u ş r 'e tâbî telakkî edilmekte' idi (a gn . esr., s. 50, 11 1) . Bal için, bazılarına göre, ‘nşr alınmakta id i; bazılarına göre ise, yalnız *uşr ’e tâbî topraklar üzerinde elde edil­ miş ise, ‘u ş r ’ e tâbî idi (a gn . esr., s. 1 7 ) ; bu son hüküm safran için de mûteber idi. İslâm ülkelerine gelen tüccarlardan, bir nevî kazanç vergisi gibi, 'uşr alınmakta idi ye zimmi olan­ lar yarım-'uşr verirlerd i; fakat şarap ve domuz üzerinden tam ‘uşr alınırdı (agn , esr., s. 32— 40 v.d.). Sinn-i rüşde ermemiş mtısiümanlar, bâzı fakîhlerin kanâatine göre, ‘uşr 'den muaf­ tırla r; fak at başkalarına göre, muâf değildir­ ler ( agn. esr., s. 48). *Uşr mıkdarı olarak, yanm -uşr, alel’âde-'uşr, bir-buçuk-’uşr, iki-kat-'«jr, hattâ bâzan daha fazlası va rd ır; bunları istediği gibi tesbit et­ mek im âm ’ a bırakılm ıştır (Fagnan, s. 90). Bununla beraber, eski bir âdete tekabül eden bir esâs m evcuttur; buna göre, akan su ile su­ lanan her arâzi için, ’uşr tam olarak verilmek­ tedir ; buna karşılık kovalar ile, su dolapları ile veya su taşıyan develer ile sulanan arâzi için yalnız yarım -u ş r verilir ( Y ahya b. Adam , s. 78, 80— 86). ‘ Uşr ’den toplanan para sırf hayır işlerinden başka m aksatlar için de kullanılabilir. Nitekim msl. Mısır mâliye müdürü ‘ Ubayd A lla h b. Habhâb orada yerleşmiş olan K ays kabilesi men­ suplarına 'uşr ile toplanmış paraları kendileri­ ne yük hayvanlan te'min etmeleri için yollamış İdi (M a k rizi, Abkandlung, s. 488). İslâmiyetten önceki âdetin izleri ccnûbî A ra b ista n ’da hâlâ muhafaza edilm ektedir; burada ra'ıya ’1er sultana veya emîre 'aşira de denilen ‘uşr Öde­ m ektedirler; fakat oldukça dikkate değer bir vakıadır ki, bu, esâs itibârı ile, buğday, burma, kahve ve çivit gibi tanelerden müteşekkildir. Barkânlarda ve 'A ry a b sakinlerinde buğday ambara konulur, ölçülür ve onda-bıri bir tarafa a y rılır; mâbed hareminin fakirleri bunun yarı­ sını alırlar; buna mukabil öteki yarısı maşâ‘ ih ’ a â ittir; bu âdet bir taraftan Kitâb-ı mukad­ des ’te zikredilen amellere, diğer taraftan Pli­ ny tarafından te ’y it edilen âdete uyar. B i b l i y o g r a f y a t Y ahya b. Â dam al-Kuraşi, Kitâb al~karâc ( nşr. T. W . Juynb o ll), Leiden, 1896, s. 8, ıo v.dd., 1 5 — 18, 3«, 37, 4 4 — 5, 7 8 — 86, 88, 89, 101 v.dd., 105, 109, m , 116, 118, i2 i, 123— 126; Abu Yusuf Ya'küb b. İbrahim, Kitâb al-karâc (Bulak, 1303); trc. E. Fagnan, L e livre de l'impot foncier ( Kitâb el-K karâdj ), Ç.aria, 1921, s. 79— 85, 87— 90, 94 v.d., 99 v.d., 104, 109 y.d., 113; Abu ’1-Hasan *AH b. Muliıammed b. H abib aî-M âvardi, Kitâb al-akkâm al-sultânîya (Kahire, 1909), s. J04 v. d -; F,



ÖŞÜR, i W üstenfeld, él-MacrixVs Abhandlung über die in Ä gypten eingewanderten arabischen Stämme { Göttinger Studien, 1847, s. 488 ) ; J. v. Hammer, Über die Länderverwaltung unter dem C halifate (Berlin, 1835), s. 113, 119 v. d., 122 v. d, ; A , v. Kremer, Çulturgeschickte des Orients unter den C halifen (W ien, 1875), I, 55; v. Tornauw, Das E i­ gentumsrecht nach moslemischem Rechte ( Z D M G , 1882, XXXVI, 294, 3 18 ); M. van Berchem, La propriété territoriale et l'impot foncier sous les premiers califes, étude sur l'impot du kharùg (Geneve, 1886 ), s. 9, 14, 31/40 v. d., 69; C. H. Becker, Islamstudien ( Leipzig, 1924 ), I, 230 v. d. ; A , Grohmann, Siİdarabien als W irtschaftsgebiet (W ien, 1922), I, 74, not 2, 80, 81, 85, 101; II, 6, 35, not I. ( A . GROHMANN.) O s m a n li İ m p a r a t o r l u ğ u n d a öşür veya âşâr nâmı altında, türlü toprak mahsûllerinden dev* let nâm ve hesabına alınmakta olan vergiler, fıkıh kitaplarında bahis mevzun edilen şek­ li ile, dinî bir vecîbe mâhiyeti arzeden ve bu sıfatla sakat yahut sadaka ile karıştırılması mümkün olan şer'î öşür 'e nazaran, mâhiyet ve nisbet itibârı İle, büyük farklar göster­ mektedir.



485



nın her sene, „çift akçesi" nâmı altında, maktû bir şekilde ve nakden ödemesi lâzım gelen ilâve bir ikinci verginin adı da, yine aynı fıkıhçt tefsirlere göre, mıkdarı belirli bir toprak harâcı ( harâc-i m u v a sç a f) olması lâzım gelir ve ancak bu sûretledir ki, mîrî topraklar üze­ rinde mahsûlün toprak sâhibi devlet ile, mu­ ayyen nisbetlere göre, paylaşılması tarzında ( „mukaseme harâcı" olarak} alman toprak ki­ rasının (devlet hissesinin), toprağın verim kabiliyetine göre, mahsûlün yansı ile ondabiri arasında değişen yüksek nisbetler arzetmesi ve ekseriya müslüman veya hıristiyan tefriki yapılmaksızın, bütün kiracılarını ( mîrî arâzi mutasarrıflarını) aynı şartlar ile mükel­ lef tutması mümkün olmaktadır. Bu hâl bize Osmanh imparatorluğunda öşiir veya âşâr nâmı altında alman toprak mahsûlleri vergilerinin, yukarıda tetkik mevzuu edilmiş olan şer'î Öşürden mâhiyet ve nisbet itibârı ile çok farklı olduğunu ve mezkûr vergilerin, dinî esâslardan ziyâde, bu imparatorluğun muh­ telif bölgelerinden intikal eden tarihî miras­ lara, mahallî örf ve âdetlere, mâlî veya ikti­ sâdı mülâhazalara dayandıklarım gösterme­ ğe kâfîdir. Bununla beraber, Osmanh impa­ ratorluğunda öşür nâmı altında alınmakta olan Gerçekten, yukarıdaki izahattan anlaşılmış vergilerin, elde mevcut zengin arşiv malzemesi olacağı vecihle, fıkıh ıstılâhı olarak, şer’! üşü­ sâyesinde, birer tarihî vâkıa olarak, teferruatlı rün ancak Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen v. b. bir şekilde tetkikisin mümkün olması, dolayısı gibi bâzı arap memleketlerine inhisar eden bir ile şer’î üşürün de muhtelif devir ve memle­ imtiyaz şeklinde mevcut kalabilmiş olan Öşrî ketlerde geçirdiği istihalelerin hakikî mâhiye­ toprakların ( şadaka veya sakat mâhiyetin­ tini, tarihî hüviyetini daha iyi anlamamıza, deki dinî borçlarından başka mükellefiyeti nazarî münâkaşalardan fazla yardım edeceği olmayan ) müslüman sahipleri tarafından öden­ aşikâr olduğundan, bu farklılıkların derece ve mesi ve nisbetînin de, toprağın sulanma şekline mâhiyetleri üzerinde durmak faydalı olacaktır. göre, onda-bir ile onda-yarım arasında olması Gerçekten Osmanlı vergi kanûnlarmda ( bk, icâp eder. ö . L. Barkan, Kanûnlar ) ve mâliye idaresine Hâlbuki Osmanh imparatorluğunda türlü ta­ âit diğer çeşitli vesikalarda bu imparatorlukta rihî, ictimâî veya iktisâd! sebepler ile sahipleri­ türlü toprak mahsûllerinden öşür nâmı altında nin mülkü olan öşrî toprakların mıkdarı pek az alınmakta olan vergilerin mıkdar ve nevileri ile kalmış idi. Bu imparatorlukta, yüksek mülkiyet cibâyet usûllerine âit zengin malûmat mevcut­ ve murakabe hakkı ( ratçaba ) fetih esnasında tur. Bu mâlûmâta göre, öşürün senelik mah­ İslâm cemâati menfâatine vakfedilerek, devle­ sûle nazaran nisbeti, toprağın verim kabiliyeti­ tin idaresine verilmiş veya zamanla sahipsiz ne, sulama şartlarına, ziraat çeşitlerine ve ma­ kalarak, beytü ’1-mâle intikal etmiş topraklar hallî örf ve âdetlere göre, büyük değişiklikler ile teşekkül ettiği kabûl edilen m irî arâzi idare arzetmekte, bâzan ber kazâ ve hattâ her köy tarzı hemen-hemen bütün memleket toprakları­ için ayrı-ayrı tâyin edilmiş bulanmaktadır. Bu na teşmil edilmiş bulunuyordu. Bu idâre tarzın­ nisbetlerin, pek az istisnalar ile, hemen her za­ da ise, çiftçiler devlete âit toprakların dâimî ve man 'uşr ( öşür) ıstılahının lügat mânası olan onirsî bir kiracısı durumunda bulunduklarından, da-biri tecâvüz etmekte olması ise, ayrıca kay­ „öşür adına" her sene mahsûlden bir hisse da şâyândır. Meselâ kanunnâmelerin ifâdesi ile, şeklinde devlet nâm ve hesabına alınmakta Kütahya Uvâsmda „hubûbattan öşr-i şer’î ile olan vergilerin hukukî mâhiyeti, ancak toprak yemlik" alınmakta ve bu sûretle verginin ye­ kîrâst ( ıcâre ) veya bir paylaşma haracı ( ha- kûnu sekizde biri bulmaktadır. Aydın- livasında râc-i mukâsama ) faraziyesi ile izah edilebil­ öşür ile „sâlâriyenin" yekûna yirmi kilede iki mektedir, Nitekim aynı toprağın mutasarrıfı­ buçuk kile olarak hesaplanmaktadır. Rumeli 'de



486



ÖŞÜR.



d« oşürün mahsûle nisbeti, sâlâriye ile birlikte, sekizde bire yükselmektedir. Malatya ’da ise, „beşte-bir hâsıldan gayri k ırk kilede-bir kile sâlârlık" alınmaktadır. Diyarbekir vilâyetinin muhtelif livâlanna mahsûs Osmanlı kanûnlarma göre, reâyânın mahsûllerinin beşte veya altıdabir olarak taksim edileceği, defterlerde yerli* yerinde gösterilmiştir. Msl. Mardin livâsmda, köylü veya şehirli tâifesinin zirâatleri ile bağ, bostan veya pamuk mahsûllerinden yedide-bir alınmaktadır. V aktiyle aynı eyâlete tâbi diğer bâzı şark vilâyetlerinde, Osmaniılar idaresinde uzunca bir müddet tatbikm a devam edilmiş olan Haşan Pâdişâh ( A k-Koyunlu hükümdarı Uzun Haşan B e y ) kanunlarında da, toprak mah­ sûllerinden bir hisse şeklinde devlet nâm ve hesabına alınmakta olan öşürlerin mıkdar ve nisbetlerinde büyük farklar vardır ve bu fark­ lılıkların sebepleri hakkında malûmat verilmek­ tedir : Msl. Çemişkezek kanûnuna göre, bu böl­ ge çiftçilerinin zirâat mahsûllerinden, müslüman veya hırîstiyan tefriki yapılmayarak, beşte-bir alınmakta ise de ( yolculara karşı türlü hizmetler ile mükellef tutuldukları için olacak), yol üze­ rinde bulunan bâzı köyler için bu Öşür, defterde altıda yahut sekizde-bır olarak, tesbit edilmiş bulunmaktadır. A ynı kanÛniara göre, mükellefin dininin öşürüu nisbetini tâyinde bir rolü olduğu yerlerin de mevcut bulunduğu anlaşılm aktadır; msl. Bitlis livasında hıristiyanlar beşte-bir, müslümanlar ise, sekizde-bir ödemektedirler. Harput ’ta ise, müslüman veya hırİstiyan tefriki ya­ pılmaksızın, hububattan aynı şekilde beşte-bir mahsûl alındığı hâlde, pamuk, bostan, bağ ve bahçe mahsûllerinden müslümanlar yedide-bir ve hıristiyanlar ise, beşte-bir ödemektedirler. ö şü rü n nisbetinin tâyininde zirâat nev’înin rol oynadığı yerler de mevcuttur. Msl. Çirmek livasında hububattan beşte-bir, pamuktan altıda-bir, meyvalardan yedide-bir alındığı hâlde, sebze ve bostanlardan alınan öşür mıkdan da sâdece onda-birdir. Nisbetlerdeki farklılıkların sebeplerinden biri­ si de, aynı vergi içinde matrah menşe’leri bir bi­ rinden farklı olan çeşitli vergilerin bir arada tahsil edilmekte olmasıdır. Msl. Ergani 'de hubûbattan beşte bir alındıktan başka, ayrıca otuz iki kilede-bir kile, şaknegî nâmı altında, alınmaktadır. Urfa livasında alman öşür on kilede-bir-buçuk kiledir. Sis livasında ise, hubûbat ve meyva­ lardan umumiyetle onda-bir alınmaktadır. Bun­ lara mukabil, diğer bâzı bölgelerde mahsûlden bir hisse şeklinde alman vergilerin nisbeti büs­ bütün artmış gözükm ektedir; Kıbrıs ’ta mah­ sûlden altıda, beşte, dörtte ve hattâ üçte-bir alınan yerler vardır.



Kanûn-nâmesine nazaran, Gence eyâletinin kanallar ile sulanan topraklan üzerinde yetişen mahsûlden „acem zamanında" dörtte-bir öşür ile ayrıca on beşte-bir de „behre" nâm» altın­ da, su yolları sahipleri için alınırmış; Osmanlı idaresi bu usûlü aynen kabûl etm iş; aynı vilâ­ yetin dağlık olan bölgelerinde ise, ekilen top­ raklar az ve verimsiz olduğundan, sâdece on­ da-bir öşür ve on beşte-bir „behre" alınmakla iktifâ edilmiştir. Gürcistan ’da mahsûlden alı­ nacak hissenin nisbeti de beşte-bir olarak kayd­ edilmiştir. Toprakların mîrîlik nizâmı kaybolup, dev­ let ile bilfiil toprağı işleyen köylü arasına bir de sahibi girdiği zaman ( bk. ö . L. Barkan, Mâlik&ne dîvânî sistem i) ise, mahsûlden bir hisse şeklinde alınan vergiler çok karışık bir şekil almakta ve arâzi sahibi addedilen vakıf veya şahıslar ile devleti temsil eden me’mûrtar arasında türlü nisbetlerde paylaşılmaktadır. Msl. Bayburt livâsm da, toprak mahsûlleri vergisi şeklinde hubûbattan 13 kilede 4 kile alınmakta ve bu kilelerden üçü divâni (d evlet) ve biri malikâne ( vakıf yahut şah ıslar) hissesi olarak taksim edilmektedir. Karaman ’ da ve diğer bâzı şark vilâyetlerinde bir öşür mâlikâne hissesi olarak alındıktan sonra, diğer bir öşür de dî­ vânî olarak alınmaktadır. Erzincan ’da ise, onda-üç öşür almıp, ikisi dîvânî hissesi olarak devlete ve biri de mâlikâne olarak vakıf veya mülk sâhibine verilmektedir. Haieb ’de bâzı böl­ gelerde verim kabiliyeti yüksek olan topraklar üzerinde mahsûlden beşte-bir öşür alınıp, alınan öşür, bu defâ üçlü ve ikili olarak, vakıf veya mülk sahibi ile devletin mümessili arasında paylaşılmaktadır. Mardin ’de ise, mahsûlden alınan beşte bir hisseden ancak dortte.biri mâlikâne payı olarak ayrılmış bulunmaktadır. Yine Haleb livâsmda, aynı şekilde vakıf ve­ ya mülk olan bâzı köy ve m ezraalarda ise, kanûn-nâmenin ifâdesi ile, reâyâ, beytü '1-mâle öte­ den beri âdet olan ( k a d îm i) Öşürlerini verdik­ ten sonra, ayrıca âlâ yerlerde yedide ve orta halli yerde sekizde bir hisse de vakıf veya mülk sahiplerine verm ektedirler; fakat diğer bir H a­ leb kanûn-nâmesindeki bir kayda göre, öteden beri böyle bir devlet hissesi ödemeyen vakıf ve mülk köylerden bazılarına bir zamanlar vaz’edilmek istenilen ,,öşr-i şer’î" türlü itiraz ve mukavemetler ile karşılaşmış ve neticede, sonradan ihdas edilmiş olduğu iddiası ile, bu öşür kaldırılmıştır. Osmanh imparatorluğunda toprak mahsûl­ lerinden hir hisse şeklinde alınan âşâr vergi­ lerinin nisbetlerinde görülen bu farklılıklar, ilk bakışta zannedilebiieceği gibi, imparatorluk İdâresinin kanûn önünde tebeamn müsavatı



ÖŞÜR. ve vergi adâleti esâslarına riâyet etmek lüzu­ munu hissetmediğinin bir delili sayılamaz. Gerçekten, bu aisbetlerin keyfî ve tesâdüfî bir şekilde tâyin edildiği iddia edilemez. Bu hususta toprağın verim kabiliyeti, bölgedeki zirâat usûlleri ve sıev’îleri ile çiftçinin elde etmesi mümkün sâfî gelir mıkdarı v.b. gibi İktisâdi ve mâlî düşünceler ile vergiye mevzû teşkil eden toprakların nizâmı v.b. gibi hukukî ve tarihî zaruretler ve asırlık tec­ rübe ve teamüllerin göz önünde bulundu­ rulduğu bir hakikattir. Bu sebeple Türkiye 'de 1839 tarihinde ilân edilmiş olan Tanzimat dev­ ri icrââtının esâs umdelerine uygun olarak, tebeanın kanûn ve vergi mükellefiyeti karşı­ sında her bakımdan eşitliğini te’min etmeğe azmetmiş görünen devlet adamları vükelâ hey’etinde, bu vesîle ile yapılması düşünü­ len İslâhat arasında, 15 safer 1256 tarihli il­ mühaberden anlaş ddığt üzere, „âşânn kadîmi vecihle usûl-i muhtelife ile alınmasında, îdâd-ı mütefâvite ile öşür tahsilinde bir gûnâ îtidâl bulunmayacağını" zann ve bu verginin nisbetinin ,,Tanzimat-ı hayriye icrâ olunan yerlerde alel’umûm lafzî mânasına mutabık olarak, müsavâten onda-bir olmasına ittifâk-ı ârâ ile karâr" ver­ dikleri zaman, bu hakikatleri kavramamış gö­ rünmektedirler. Gerçekten, böyle bir tedbir ile gayr-i sâfî getir üzerinden hesaplanan âşâr ver­ gisinde te'min edilmiş görülen zâhîrî eşitlik, hakikatte az verimli topraklar üzerinde çalı­ şan veya kesif bir zirâat usûlü tatbik etmiş olmak dolayısı ile, sarfettikleri emek ve ser­ mâyenin elde ettikleri mahsûle nisbeti pek fazla olan çiftçiler için âdilâne olmamış ve bu suretle babis mevzuu vergi islâhı iyi anlaşılmış bir vergi adaleti umdesine uygun düşmemiştir. Tanzimâtın ilânını müteakip bütün âşâr vergi­ lerinin bu şekilde, meselenin hakikî mâhiyeti kav­ ranmadan verilmiş olan bir karâr ile, ondabire ircaı teşebbüsünün ayrıca bütçe muvâze­ nesi bakımından da devleti müşkil bir vaziyete sokacak mâhiyette neticeleri iyi hesaplanma­ mış bir takım icraata yol açtığı da gözden kaçmamaktadır. Tanzim at devri icrââtının âşâr vergilerini ıslâh etmek için almış olduğu ted­ birlerin üzerinde durulması lâzım gelen diğer mühim bir veçhesi de, zamanı için artık feodal, adaletsiz ve ağır bir vergi manzarası arzetmekte olan bu vergilerin büyük yolsuzluklara sebep olan e3kı cibâyet usûllerini değiştirm ek için ça­ lışmak olmuştur. Mâlûm olduğu üzere, Osmanlı imparatorluğunun kendisine mahsûs normal nizâ­ mında toprak mahsûlleri vergilerinin büyük bir kısmının cibâyeti hakkı, timarlı sipâhîlere, askerî veid ârî vazifeleri mukabilinde bir dirlik (m aaş) olarak, tevzi edilmiş bulunuyordu. Bu idâre tar­



487



zında, toprak mahsûllerinden devletin alacağı hisseleri, devleti temsîlen, fakat kendi nâm ve hesaplarına toplamak salâhiyetini elde etmiş olan sipâhîlerin, hayatları boyunca elde tuta­ cakları ve hattâ ölümlerinden sonra bir kısım ge­ lirini erkek evlâtlarına da geçirebilecekleri dirlik­ leri dâhilinde, kendi menfaatleri icâbı, köylünün durumu İle alâkalı kalacakları ve bu yüzden halkın huzûrunu ve maddi varlığım tehlikeye koyacak zulüm ve haksızlık yollarına sapmak­ tan kaçınacakları tahmin edilebilir. F akat zamanla, merkeziyetçi bir devlet ida­ resi ve ücretli bir merkez ordusunun gün geç­ tikçe artan ihtiyâçlarını karşılamak üzere, mâli kaynaklar aranırken, tımarların geliri yavaşyavaş sipâhîlerin elinden alınarak, merkezî dev­ let bütçesinin gelir kaynaklarım arttırmak üzere, pâdişâh veya vezir hâsları hâline sokul­ muştur. Bu kabil hâsların gelirinin cibâyeti işi ise, devletin mâli sıkıntıları arttığı derecede daha geniş ölçüde ve her gün daha kötü şart­ lar ile iltizâma verildiğinden, hazîneye ödedik­ leri parayı kısa bir müddet içinde kat-kat fazlası ile tahsil etmek isteyen ve koylunun ge­ lecekteki vergi verme takati ve varlığı ile hiç bir alâkası olmayan mültezimlerin elinde mem­ leket harap olmakta idi. Bu sebeple, tanzimat fermanında ,,âlât-ı tahrîbiyeden" olarak ilân edilmiş olan İltizâm usûlü ile âşâr vergisi cibâyetinden vazgeçilmeğe karar verilmiş ve taksilâ t işi kısa bir müddet resmî me’mûrlar ( muhassıilar) tarafından yapılmıştır. F ak at bu usûl de kâfî derecede ehliyetli ve itimâda şâyân me’ mûrun zamanında tedârik ve iş başına sevkedtlemeyişi, aynen tahsil edil­ m ekte olan hubûbat hisselerinin iyi bir şekilde muhâfazası ile, zamanı gelince, pazar yerlerine sevkedilerek, müsâit fiyatlar ile satılışı gibi işlerin lüzûm göstereceği teşkilâtın ve teşebbüs ruhunun yokluğu v.b. gibi sebepler yüzünden, hazînenin büyük zararlara uğradığı ve köylü için şikâyet mevzuu olan bâzı husûsların bu usûlde de bertaraf edilemediği görülmüş ve bil­ hassa hükümetin peşin olarak ödenecek nakit paraya olan şiddetli ihtiyâçları yüzünden, bir kaç senelik bir tecrübeden sonra, iltizâm usû­ lüne tekrar dönmeğe mecbûriyet hâsıl olmuştur. Bu devrede, âşâr varidatının tahsili işleri evvelâ ikişer ytliık müddetler için sanılmakta iken, mültezimlerin iltizâm bölgelerindeki köy­ lünün mâlî durumu ile yakından alâkasını ve icâbında yardımlarını te ’ min için, 1263 yılın­ dan itibâren, beşer yıllık, uzunca müddetler için, satış usûlü vaz’ediimiş idi. Zamanla-bu usûlün de bâzı mahzurları görüldüğünden, bir müddet ber kasaba ve köyün âşârının tahsili işini ayn> köylerin halkı üzerine bırakmak sûretiyle ci



488



ÖŞÜR -



bâyet usûlü tecrübe edilmiş ve ayrıca eski emânet usûlüne de geniş ölçüde yer verilmiştir. Bütün bu tecrübe ve araştırmalara rağmen, devlet mâliyesi ve köylü halkın selâm eti bakı­ mından büyük bir gaile olmakta devam eden âşârın tahsili işi için, her bakımdan tatmin edici bir usûl bulunamamıştır, G erçekten emâ­ net usûlü tatbik edildiği zaman, me’mûrlarm ihmâl ve sûistimâlleri ve teşkilât noksanlığı yüzünden, devlet gelirinde hissedilir azalmalar meydana gelmekte, bu İşin mültezimlere ihalesi takdirinde ise, halkın mültezimler tarafından amansız bir şekilde soyulması, zulüm ve taz­ yike mârûz bırakılması gibi, fenâ neticeler mu­ kadder bir sÛrette meydana çıkm akta idi. Devlet vâridâtmm mühim bir kısmını böylece eline geçirmiş olan bir mültezimler gurubunun, büyük servet ve nufûz kazanarak, taşrada bir mütegailibe sınıfı hâline girmesi, İltizâm işle­ rini devlet merkezinden kontrol ve türlü hîie yolları ve tertipler ile inhisarları altında tutan galatalı kozmopolit bir bankerler gnrubnnnn teşekkülü ile mâli iktidar ve müdâhalesinin her gün daha fazla hissettirir bir hâle gelmesi ise, devlet mâliyesinin ve dolayısı ile devletin istik­ lâl ve varlığım tehdit eder bir bâl almış bulu­ nuyordu. Â şâr vergisinin tahsili işlerinin sebep oldu­ ğu fenalıklar, imparatorluğun ziraî iktisâdiya­ tında, ictim âî yapısında ve devlet mâliyesinde meydana getirdiği tahripler ile daha uzun müddet devam etti. Türkiye cumhuriyetinin kuruluşunun ilk senelerinde inkılâpçı bir hamle ile o zamanki devlet varidatının üçte birine yakın bir kısmını te ’min eden bir gelir ka y­ nağını fedâ etmenin tehlikelerini göze alarak, türlü yolsuzlukların kaynağım kurutmak isteği Üe çıkardığı l? şubat 1341 (1945) tarihli „âşârm ilgâsı yerine ikame edilecek mahsûlât-ı arzîye vergisi hakkındaki kanun" ile feodal devirlerin bakiyesi bir vergi nizâmının türlü fenalıkların­ dan memleketi kurtardı. ■ B i b l i y o g r a f y a : Ö . L. Barkan, X V . ve XVI . asırlarda Osmanlı imparatorluğunda zirâi ekonominin hukukî ve mâlî esâs­ ları, ı. cîld : Kananlar (E d ebiyat fakültesi nşr., İstanbul, 1943 ); ayn. mil., Türk-islâm toprak hukuku tatbikatının Osmanlı impa­ ratorluğunda aldığı şekiller. I : Malikâne di­ vâni sistemi ( Türk hukuk ve iktisat tarihi mecm., İstanbul, 1939, sayı 2, s. 119— 184); ayn. mil., Türk toprak hukuka tarihinde tan­ zimat ve 1274 ( İS5 8 ) tarihli arûzi kanunnâ­ mesi ( Tanzimat, Tanzim atm yüzüncü yıl­ dönümü münâsebeti ile. nşr, Maârif vekâleti, ■İstanbul, 1940, s. 321— 4 2 1 ); Süleyman Sûdî, D efter-i muktesit (İstanbul 1306), I ve II;



ÖZBEK. A . Du V elay, Essai sur l'histoire financière d elà Turquie, s. 176 v.d. ; Türk zirâat tari­ hine bir bakış ( nşr. Birinci köy ve zirâat kalkınma kongresi, İstanbul, 1938 ), s. 63, 224. (Ö m e r L u t f I B a r k a n .)



Ö Z B E K . Ö Z B E K b. M u ^ a m m e d P a h l a v â n B. İL-DENİZ ( İldegiz, Eldigüz ?), A z e r b a y c a n ' ı n b e ş i n c i v e s o n a t a b e y i (607— 622 = I2IO— 1225). Y a k u t ’a göre, Ö z b e k 'in Iekabı Mmçaffar al-Dİn idi. Ö zbek ve büyük kardeşi A bu Bakr ’in annesi câriye idi ; hâlbuki Pahlavân [ bk. ] ’ın diğer iki oğlu olan Kutlug-Inanç ile A m ir-m irSn bir hü­ kümdar kızı olan inanç Hatun ’ dan doğmuş idi­ ler. Ö zbek son Selçuklu sultanı Tuğrul II. ’un kızı Malika Hatun ile evlenmiş ve ondan bir oğlu olmuş idi. G eçiş devirlerinin bütün hükümdarlıkları gi­ bi, Ö zbek 'in hükümdarlığı da çok hareketli oldu. A zerbaycan tahtına çıkmasından önce, faâliyet merkezi Hemedan idi ve burada hüküm sürmekte olan kardeşi A bu Bakr ( 587 — 607 ) Hvârizmşâh, halîfe ve muhtelif hırslı köleler tarafından türlü istikametlere çekilm ekte idi. Tahta çıkmasından sonra, gürcüler ile moğullarm hücûmlarma hedef olmuş ve sonunda Hvârizmşâh C alâl al-D in tarafından ülkesinden mahrum edilmiş İdi. G arptaki komşuları şun­ lardı : İrbil ( A rbil ) atabeyi ve H ilat ( A h la t ) leri. T a h t a ç ı k m a s ı n d a n ö n c e , 592 ( 1196) 'de Hvârizmşâh Tökiş [ b, b k .]’in İra n ’ı istilâ ettiği sırada, kardeşi A zerbaycan atabeyi A bu Bakr *in yanından kaçmış olması gereken atabey Ö zbek, Tökiş ’in yanına geldi ve Tökiş ona Hemedan 'ı iktâ olarak verdi ( Cihân-guşö, II, 38 ). Rahat al-şudür ( s. 388 ) ’a göre, Ö zbek ’i Hemedan ’a gönderen ve yanma ‘İzz al-D in Satmaz ’t veren A bu Bakr idi ; fak at pâdişâh Malik Camâl al-D in A y -A b a (F a rrazin kalesi sahibi olan mühim bir emîr, bk. mad. S U L f N ÂBÂD ve ‘ U tbi tarihinin farsçaya tercüme­ sinin mukaddimesi î Rieu, Catalogue, I, 158 ) Ö zbek 'in yanma geldi, onun atabeyi oldu ve dâmadları da nâib oldular. 9 cemâzîyelâhır 593 (29 nisan 1 1 9 7 ) 'te B a g d a d 'dan bir ordu hare­ ket ederek, Hemedan ’1 zaptetti. A y -A b a kaçtı ve Ö zbek doğrudan-doğruya halîfeye bağlı bir hâle getirildi (teferruat için bk. tbn alA ş ir , XII, 82). Sonra H vârizm şâh’ın son de­ rece sâdık adamı ( ve K utlug inanç 'ın katili ) köle Miyacık duruma hâkim oldu. Fakat 593 recebinde ( mayıs— haziran 1197 ), Ö zbek Heme­ dan 'a girdi ve A bü Bakr, bütün hâkimiyeti yeniden ele alarak, ona yeni müşâvîrler gön­ derdi. Râhat al-şudûr Ö zbek 'e malik unvânını vermektedir. Durum karışık idi ve 594 ’te



ÖZBEK. Özbek; May acık ile savaşmak üzere, K a z v in 'e hareket e t t i; fakat Zancan Üzerinden geri çe­ kilmek zorunda k a ld ı; bu sırada hasını, halîfe tarafından teşvik edildiğinden, Hemedan ’1 iş­ gal etti ve 20 receb 594 (28 mayıs 11 9 8 )’te H vgrizm şâh tarafından hâkimiyeti tanındı. Mayacık, A y -A b a 'n ın kumanda ettiği Abu Bakr ’in orduları tarafından, K ihâ ( Rey ’in bir nahiye­ si ) ’da mağlûp edildiği zaman, sultan unvanına sahip olmağa çalışıyordu. A tabey A bu Bakr bir zaman için Rey 'i işgâi e t t i ; fakat sahte bir taarruz haberi üzerine, burayı boşalttı. M ayacık yeniden Rey ’e g ir d i; fakat istibdadı ile hvgrizmli hâmîîerinin memnuniyetsizliğini celbe t t i ; bunlar sonunda kendisini Hvgrizm ’ de idâm ettiler. Ö zbek nâibi Kökçe ile Irak ’t a ki hvarizmliieri kılıçtan geçirdiler. Abu Bakr İsfahan’ı işgal edebildi ve memleketi taksim e t t i : Melik Ö zbek Hemedan ’1 ve K ökçe Rey şehrini aldı. İşlerin yüksek idaresi damadı K ökçe ’nin fenalıklarına karşı çok müsamahalı olan A y-A b a ’mn elinde idi. Bütün iktidardan mahrûm kalan Abü Bakr (zaafları hakkında bk. İbn al-A şir, XII, 120) Ö zbek ’in yanına gitti ve sonra Azerbaycan ’a dön dü; bu sıra­ da Irak-ı Acem ’de kargaşalık başladı. Bk. muûsırların şahadeti, Rahat al-şadür, s. 398 ve 'U tb i ’nin farsça mütercimi ( bk. Ön söz, Tahran basm., 1274, s. 10); krş. Defremery, ayn. esr. 600 (1203 ) yılında { İbn al-A şir, XII, 128 ), A bü Bakr bu sırada Rey, Hemedan ve Cabal (M edya) 'i ele geçirmiş olan K ö k ç e ’yi berta­ raf etmek için, A y-T o ğ m ış’ı gönderdi. Kökçe öldürüldü ve Ö zbek — melik, Ay-Toğm ış da — müşavir ve vasîsi oldu, 602 ( 1205 ) ’de A y-T o ğ mış A bü Bakr 'in imdâdına koştu ve Marâğa [ b. bk.] ’yı zaptına yardım e t t i ; fakat sonra ona yalnız Azerbaycan ile A rrân '1 bıraktı ( ayrı, esr., s. 186, 194). Ö z b e k a t a b e y . Özbek muhtemel olarak şimale doğru çekilmiş i di ; orada 607 ( 1 21 0) ’ de A bü Bakr ’i istihlâf etti ( İbn a l-A ş ir bu hususta hiç bîr şey söylem iyor). 608 ’de bir diğer köle, MengH, sonunda 610 ’da öldürülen Ay-Toğm ış ’m yerini aldı (ayn. esr., s. 194, 196 v.d.). Mengli efendisi Özbek ’e. karşı m üteclviz bir tavır takındı. Halîfe Ö zb e k ’i cesâretlendirdi ve İrbil atabeyinin onun lehinde müdâhelesini tahrik etti. Mengli ’nin sâhip olduğu yerler taksim edildi ve Ö zbek kendi hissesini kölesi A ğlam ış ’ın ida­ resine verdi (6 1 2 = 12 1 5 yılı, ayn. esr., s. 201). Bununla beraber kaydetmek gerekir ki. A ğ la ­ mış Hvgrizmşâh adına hutbe okutuyordu ve Hvgrizmşâh onu kendi nâibi saymakta idi ( krş. N asavı, s. 13).



489



614 ( 1217 ) 'te ism â'ilîler Ağlamış ’1 öldürdü­ ler ve Fars atabeyi Sa‘d derhâl Rey 'i ve Özbek de İsfahan ’ 1 işgal etti. Bu haberleri alan H vg. rizmşSh 'A la ’ al-D ln Muhammed Cabal (Medya) 'e geldi ve m üttefiklen dağıttı. Ö zbek A zerbay­ can ’a çekild i; hâlbuki yüksek me’ mûrları. Ahar hâkimi Nuşrat al-D iu BSşgen ( gürcü a sıllı) ve vezîr R abib al-D in esit edildiler, Hvgrizmşâh, Ö zbek ile yaptığı bir anlaşma netîeesinde, A zerbaycan ve A rrân '1 kendisine b ıra k tı; fa­ kat onu kendi adına hutbe okutmağa ve sikke bastırmağa mecbûr etti ( krş. İbn a l-A şir, XII, 207; N asavî, s. 17). M o ğ u l l a r . 617 (1220 ) ’de moğullar Tebriz sûrları önünde görününce, günlerini ve gece­ lerini içki içmekle geçiren Ö zbek, korkakça, fakat ihtiyatlı bir tedbir a ld ı: onlara bir fidye-i necât vermek ( ayn. esr., s. 244). İlk defa moğullar tarafından mağlûp edilen gürcüler Ö zbek ile ^ ¡13$ hâkimine bir ittifak teklif e ttile r; fakat Ö zbek ’in A küş ( Ağuş î ) adlı bir türk kölesinin kendileri için toplamış olduğu birlikler ile kuvvetlenen moğullar, T iflis i b. bk.] üzerine yeni bir hÜcûm ile, bu planları boşa çıkardılar ve sonra 618 (1 221 ) ’de ikinci bir defa Tebriz ’e geldiler. Ö zbek onlara yeniden bir fid­ ye ödedi ( ayn. esr., s. 246). Bunlar üçüncü de­ fa Tebriz ’e gelince ( ayn. esr., s. 250), Özbek N ahçivan’a gitti ve üleşini H o y ’a yolladı. İbn a l-A şir yine „bütün A zerbaycan ve bütün Arr â n ’ a sâhip idi ve buna rağmen memleketi düşmana karşı korumakta çok iktidarsız idi" diyor (ayn. esr., s. 250). 619 ( 1222 ) ’da Derbend yolu İle. cenûbî K a f­ kasya ’ya nufûz etmiş olan Kıpçaklar A rrân ’da karışıklıklar çıkardılar ve sonra gürcüler, yeni ittifak tekliflerinin m uvaffakiyetsizliğine kıza­ rak, Baylakân ’1 tahrip ettiler ( ayn. esr., s. 266). Yılın sonuna doğru ( teşrin 1. 1222 ) Ö zbek yine Tebriz ’de hareketsiz görülmekte, fakat hâlâ bir dereceye kadar nufûz sâhibi olduğu anlaşılmak­ tadır ; zîra bir Musul emîri himayesine İltica etmiş idi ( ayn. esr., s. 268). 620 {1223 ) ’ de, moğuliarın çekilmesinden son­ ra, bir sükûnet zamanında, tran ’da Hvgrizmşâh ’ın oğiu Ğ iyâş al-Din ile amcası Igan-Taysı ara­ sında anlaşmazlıklar başladı. Özbek, yanında kölesi A ybek al-Şâm i olduğu hâlde, Ğ iyâş alD in ’in üzerine yürüdü; fakat mağlûp oldu ( tbn al-Aşir, XII, 270). N a sa v i'y e göre (s. 76), G iyâş al-Din Irak ’a yerleşince, Azerbaycan ( Marâğa, U cân ) ’a doğru harekete geçti ve Öz­ bek kız kardeşi Nahçîvan prensesini, zevce olarak, kendisine verip, onu teskin etmeği de­ nedi. Diğer taraftan Iğan-Taysı iki defa gelip, Azerbaycan ’ı yağma etti ( krş. İbn al-Aşir. XII, 28 t). ’



490



ÖZBEK.



621 yılında yeni moğul kuvvetleri İran ’i is­ tilâ ettiler ve Rey 'de hvârizmlileri yendiler. Hayatlarını kurtaranlar Ö zbek ’e iltica e ttile r; tak at moğuîlar Tebriz önünde göründüler ve bunların verilmesini istediler. Ö zbek bir kıs­ mını öldürdü ve geri kalanlarını moğullarm yanma yolladı. İbn al-A şir 'e göre, yalnız 3.000 moğul var i d i; hâlbuki Rey ’de mağlûp olan hvârizmliler 6.000 kişi idi ve Ö zbek 'in ordusu her ikisinden de kalabalık idi { ayn. esr., s. 373 )• 622 ( 1 2 2 5 ) 'de gürcüler T iflis ’ten A zerbay­ c a n ’a yürüdüler. Orduları bir boğazda mahv­ edildi. Gürcüler bu muvaffakiyetsizliğin intika­ mını almağa hazirlanırlarken, ansızın C alâl alD in ’in Marağa ’y a ulaştığı haberi geldi ve gürcüler yeniden Ö zbek ile bir ittifak yapma­ ğa çalıştılar [ krş. mad. TİFLİS ]. C a l â l a l - D i n ’i n g e l i ş i . Calâl al-Din ’in ileriiemesi karşısında Ö zbek G e n ce ’ye çe­ kildi. Bu sırada hvârizmlî bir kumandan T eb­ riz ’e kabûl edilmiş idi. 16 receb 622 (24 ha­ ziran 1225 ) ’de Calâl ai-Din şehri zaptetti. Galâl a l-D in ’in G ürcistan ’da bulunduğu sı­ rada, Tebriz ’ de Ö zbek ’in dönmesi için bir sûikast hazırlandı; Şams al-Din Tuğrâ’i gibi, muhterem bir insan da buna k a tıld ı; fak at Calâl al-Din tam mürettipleri tevkif edecek za­ manda geldi; bununla beraber krş. N asavi, s. 114. Hvârİzmşâh Ö z b e k ’in zevcesi, Tuğrul II. ’un kızı ile evlenmek suretiyle, ona bilhassa te’ssrli bir darbe indirdi. Prenses ile Ö zbek arasında bir boşanma olduğu nazariyesini ku­ ran din bilginleri var id i; fakat rezalet büyük idi. Ü stelik prenses C alâl al-D in tarafından ihmâi edildi. O da sonunda Eyyûbîlerden Ma­ lik A şra f ’e baş-vurdu v e bu hükümdar 624 ’te Azerbaycan 'a ordu gönderip, prensesi H ilaf ’a getirdi (İbn al-A şir, s. 307; Nasavi, s. 154). Ö zbek G en ce’yi de kaybetti ve son günleri­ ni ( 622=1 223) bahtsızlık ve zillet içerisinde Alınca (bk. Minorsky, Transcaaeasica, J A , temmûz 1930,3.93) kalesinde geçirdi (b k . Nasavi, s. 119; Cuvayni, II, 157 ). Kendisi ile İl-Deniz ’den gelen atabeylerin hâkimiyeti sona erdi. Özbek ’in yalnız bir oğlu kaldı. A dı gâltbâ Kızıl-Arslan idi (N a sav i, s. 168, Rahat al-şudSr, s. 393 ’e rağmen, burada adı Tuğrul ola­ rak kayded ilm iştir); fakat o bilhassa Hâmüş lekabı ile tanınmış i di ; zira sağır-dilsîz idi ( krş. Nasavî, s. 129 v. d.; Cihan-guşd, iî, 248).



Müverrihler Ö zbek hakkında çok şiddetli hü­ kümler vermektedirler. îbn al-A şir, mûtad ağır başlılığından ayrılarak, bir çok defalar (XII, 344» 250, 267, 281) ona hücöm edip, onu şa­ raba, güzel eâriyelere ve kumara ( al-kumâr bi 'l-bayi, „yumurta oyunu“ ) bağlılık ile İtham eder. A tabey tenbelce bir hayat sürüyor ve oturduğu yeri aylarca terketmiyordu (b k . bir de Yakut, mad. U rm iya, I, 219). Bu karan­ lık levha hu zamanda müslümanların Calâl al-Din ’e bağladıkları ümitler ile tezat teşkil etmiş olm alıdır; mamafih husûsî hayatında o da rezîletlerden ârî değil İdi ( Nasavi, s. 186, 243 v.d.). Özbek gençliğinde bir çok seferlere iştirak etmiş id i; fakat ciddî ( gürcüler bu sırada tarihlerinin tam şanlı devrini geçiri­ yorlardı, bk. mad. TİFLİS) veya korkunç (moğullar ve büyük savaşçı C alâl al-D in) düş­ manlar karşısında atabeyin kuvvetleri kifayet­ siz idi. İbn a l-A şir (XII, 281) Ö zbek tarafından Tebriz ’de büyük masraflar ile yapılmış bir köşkü zikreder. Zevk ve safâ ile yaşamağı seven atabeyin sarayı şâîr ve san’atkârlan cezbetmiş olmalıdır. Ö z b e k ’in veziri Rabi b al-Din büyük bir edebiyat hâmîsi idi (N a­ savi, s. 162 v. d. ve M arzuban-nâm a ’nin ha­ timesi ). B i b l i y o g r a f y a ' . Râvandi, R a h a t alsudûr ( G M S ), bk. fihrist ( türkçe ter­ cüme A . A teş, bk. fih rist); İbn al-A şir, XII, bk. fihrist; N asavi, S i rat C a lâ l a l-D in { nşr. H oudas), bk. fihrist. — A h b â r al-davlat a l-salcu kiya adlı Selçuklu ta rih i: Rieu, Sup p l. to th e C atalogae o f ih e A ra b ie M ss ., nr. 550 ( atabeyler hakkında tafsilât ihtiva ed er; nşr. Muhammed İkbâl), Lâhûr, 1933,s. 173, 197; krş. Süssheim, Prolegom ena zu einer A u sg a b e der „ C h r o n ik des S eld sch u q isch en R eich es"



(L eip zig, 1 9 u ) ; Mirhond, H istoire des S ul­ tans du K h a rezm (n otlar ile nşr. Defrem ery), Paris, 1842, s. 108 v. dd.; Hondm ir, H a b ib al-siyar ( Tahran, 1271), II— IV , 201 (ehem­ miyetsiz ); Müneceim-başı, Ş a fy S 'if al-ahbâr, II,58 ı (ehemmiyetsiz bir kayı t ) ; Defremery, R ech ercke s sur guatr e p rin ces d ’H amadan ( J A , 1847 ), IX, 148 — 186, memlûk K ökçe,



Ay-Togm ış, Mengîi ve Ağlam ış idaresi hak­ kında mükemmel bir makale), V . M in



orsky



.)



p



P Â . P A ’ ( p e ) x h S - i föT sl veya b et-i ‘ a ca m h unvan olarak, bey ve han unvânınt tercih etmiş­ altında üç nokta bulunan b S ; arapça sadâlı bet lerdir. İbn Ba(tû(a ( I, 341), Orhan ’ı Bursa sulta­ sesine ilâve olarak, türkçe ve farsçadaki sadâ- nı İhtiyar al-D in Orhan Bey olarak zikreder. sız dudak sesine işaret etmek üzere bulunmuş­ X IV. asrın ikinci yarısında Timur ’un kullandığı tur, [F arsçaya göre tâdil edilen arap alfabe­ beg unvanı daha büyük bir mâna v e ehem­ sinde b S ’dan sonra yer alır ve „ebced" hesa­ miyet kazanır ve Osmanh hükümdarları, ör­ bında sayı değeri, b S harfi gibi, 5 t i r ]. Bu barf fî hâkimiyet yetkilerini ifâde eden bir unvan ola­ bâzan bât ( m si asp ve asb ; dapir ve d a b ir ) ve rak, resmî yazılarda, bey veya emîr unvanını sık-sık da f a { msl. sa pid ve s a f id ', P a rs ve kullanmakta devam ederler. Murad II., MehF a rs ) olur. El-yazmalarmda bu harfin üç nok­ med II. ve hattâ Bayezid II. hıristiyan devlet­ ta ile gösterilmesi nisbeten yeni ise d e VII. leri ile yaptıkları andlaşmaiarda bey veya emîr (XIII.) asra âit iyi nüshalarda da bu şekle tesa­ unvâmm başlıca unvan olarak kullandıkları gi­ düf e d ilir; bununla beraber buna muvâzî ola­ bi, çağdaş garp vesikalarında da dâima bu rak, daha çok yeni tarihe âit el-yazmalarmda unvan ile anılırlar ( bk. N. lorga, Notes et exda noktalarının sık-sık noksan konulduğu gö­ iraits pour servir â l ’kistoire des eroisades aax rülür (C İP h .. I/ıV, 74). (R . Lf.VY.) X IV et X V siecles). Buna karşılık İs­ P A '. [ Bk. P Â .] lâm hükümdarları ile muhaberelerinde, kitabe P Â D İ Ş Â H . P Â D İŞ Â H , m ü s l ü m a n h ü ­ ve beratlarda İslâmî saltan unvânı tercih olu­ kümdarlara, bilhassa çok geniş nur ( bk. Fr. Taeschner ’in Der İslam, XX ’do ü 1 k e t e r e s â h i p i m p a r a t o r l a r a v e ­ yayınladığı kitabeler ve I. H. Uzunçarşıh 'um r i l e n u n v a n ( A v'esta ’da patihşâyathiıja „ik­ çeşitli yerlerde yayınladığı Osmanh kitabeleri). tidar sahibi, hükümdar“ kelimesinden, pehlevîHan unvanına gelince, bunun, kezâ örfî hü­ de pâtahşa; bk, Burhân-i kâf i , nşr. Muham­ kümdarlık sıfatı ile ilgili olarak, Murad I. 'dan med Mu‘ in, Tahran, 1330 ş., 1 ). Bu tâbir O s- itibaren kullanıldığı görülmektedir ( msl. h. 777 mank hükümdarlarının unvanları arasında örfî tarihli bir köprü kitabesinde, bk. P. W ittek, hükümdarlık sıfatlarını ifâde eden başlıca un­ W ZKM , L V , 132; tuğralarda kullanılışı hak­ van olarak kullanılmıştır. Ahmedî 'nin İsken- kında bk. P. W ittek, Notes sar le iaghra Otder-nâme ( nşr. N. S. Banarh, T M, VI, 128 ; yazı­ tornan, Byzantion, XVIII, X X ). O rta A sya ve lışı 1410 tarihine doğru ) ’sinde Orhan ve Murad Altm -Ordu ’da yalnız Cengiz Han soyundan ge­ I. için bey ( beg ) unvânı ile beraber, pâdişâh lenlerin kullanabildiği han unvânı, Osmanhlarda, unvanı da kullanılmıştır. 1334 (m . s.) tarihine kayser unvânı gibi, uzak bir an'aneye bağlı doğru, İbn Ba(tüta (trc . Şerif Paşa, I, 352), mübhem bir unvan olarak kullanılmakta idi. Kastamonu beyini Süleyman Pâdişâh ( başka A n cak Bayezid I. 'den sonra, Timur ve oğulla­ kaynaklarda Süleyman P a ş a ) olarak kaydeder. rının iddiaları karşısında, Osmanh hükümdar­ 1446 tarihli Takvîm -î hümâyûn ( nşr. O . Turan, ları, bağımsızlık endîşesi ile. bu unvâna husûsî Tarihî takvimler, A nkara, 1954) ’da Osmanh bir ehemmiyet vermeğe başlamışlardır ve bü­ padişahları ile Karaman pâdişâhlarından bahs­ yük bir ihtimâl ile, hanedanın Oğuz Han 'a bağ­ edilir. Fakat aynı kaynak büyük Selçuklular lanması da, bununla ilgili olarak, bu zamanda ortaya çıkmıştır ( bk, mad. MURAD II.]. için şâhinşâk unvanını kullanır. Osmanh hükümdarları, sikke sâhibi müslü­ XIV. ve X V. asırlarda Osmanh hükümdarları, İslâmî saltan unvânı île beraber, Örfî [b k . mad. man hükümdarlar olarak, Orhan ’dan itibâren ÖRF] hükümdarlık sıfatlarını ifâde eden resmî [ sultan ı:nvâmnı kullanmışlardır (Osman 1. için



49«



PÂDİŞÂH.



eski kaynaklarda’’"yalnız g â z î ve bey unvanları bulunmaktadır). Selçuk unvan usûlünün bir tak« lidi olan Murad 1/ m 777 h. tarihli köprü kita­ besindeki unvanlar dikkate değer: M alik al'ü d il a l-ğ â zî al-sultSn a l-a za m ğ iy â ş al-dunyâ va ’d S n A b u 'l-Fath M urad H â n b. O rhan. XIV.



ve XV. asırlarda Osmanh hükümdarları, hâ­ kimiyet ve nüfuzlarının temeli olarak, gazi­ lerin sultanı (su ltâ n al-ğuzât va ‘l-m ucâhidîn ) sıfatını benimsemişlerdir. Onlar bütün unvanlarına bu g â z î sıfatım eklemeğe dikkat ederlerdi ( Hudâvendigâr gâzî, pâdişâh-i gâzî g ib i). Mısır Memlûk sultanları da onlara halî­ feye tâbî uç beyleri ( şâhib a l-â câ t } nazarı ile bakarlardı ( 'A y n i, lbn Hacar, Ibn a!-Furât, tbn T ağribird i gibi çağdaş arap kaynaklarında Os­ manlı sultanları ekseriya bu unvan ile a n ılır}, Bayezid II. ’e dahi aynı nazar ile bakılmıştır ( bk. fbn İyâs, Elada??, Bulak, 1 3 u , II, 2 2 7 Osmanlı kaynaklarında b eg-i ScSİ, T arih î tak­ vim ler, s. 82). Osmanh hükümdarları için, X IV. ve X V. asır­ larda „büyük hükümdar, im parator" mânasında, daha ziyâde hudâvandigâr ( hundkâr, hünkâr veya kudâvand-i a'zam şekilleri ile b irlik te ) unvânı kullanılmakta idi ( hundkâr unvanı için bk. Quatremere, H ist. des S u lta n s M am louks, Paris, 1837,1, 68 ; Taeschner, B e itr â g e . . , , D e r İslam , X X / 2 .175). j . — M. A ngiolello ’ya göre, kunk&r unvânı türklerçe garptaki imparator unvanın­ dan daha büyük bir mâna taşım akta idi. Hud âvendigâr-ı g â z î unvanını taşıyan Murad. I. ’dan sonra, Osmanlı hükümdarları bu unvan ile anılmış ve resmî vesikalarda da bu unvan kul­ lanılmıştır ( bk. S û ret-i d e fte r -i sancak-i A rv a nid, nşr. H. İnalcık, Ankara, 1954, s. 26). Orhan 'in metbûu sayılan İlhanlı hükümdar­ ları tarafından kullanılan hudâvendigâr unva­ nı (Z . V . Togan, Um ûm î tü rk tarihine g iriş, s. 329, 468) Murad I. ’ın ilk defa Anadolu beylikleri üzerinde metbûluk kurması ile ilgili olabilir („B eglerin kendüye çâker eyledi", İskender-nâm e, s. 128; mamafih daha Orhan için bk. A r ş iv kılavuzu, I, vesika 1 ; krş. bir de Uzunçarşıh, Osm anh teşkilâ tına m edkal, s. 146). Fâtih Sultan Mehmed için kanûn-nâmesi dîbâçesinde { nşr. K raelitz, M O G , I ), diğeı un­ vanlar arasında, hudâvand-i a'zam unvânı ge­ çer. H u dâvend ig âr ( veya hundkâr, hünkâr ) unvânı yerine, sonraları en büyük hükümdar, imparator mânasında, pâdişâh unvânı umûmîleşmiş ve yerleşmiştir. Şüphesiz pâdişâh unvânı daha önce de kullanılmıştır ( 1446 tarihli Takv îm -i hüm âyûn 'daki şu ifâde bilhassa kayda değer: „Sultan Murad Han b. Mehmed Han pâdişâh oialıdan. . . cemi Osman oğlanlarının fahri ve SeJçukıden berü padişahların güzidesi



ve yegânesidir"). Kanûnî Süleyman ’m nâmele­ rinde ise, bu tâbire şu şekilde ra stlan ır: „N ice diyarın sultânı ve pâdişâhı" veya „kılıcım ız ile fetholunmuş nice memleketlerin pâdişâhı Sul­ tan Süleyman Şab b. Sultan Selim Şah Han". En çok rastlanan şekil ise, „pâdişâh-i âlem-penâh" terkibidir. Garplılar pâdişâh unvâmnı dâima im parator şeklinde tercüme etmişlerdir. Bâzı terkiplerde p âdişâh yerine kelimenin kökü olan şâh tercih olunur ( mal, c izy e-i ş & h î ). İran 'da rakîp olarak yükselen Safevîler eski şâ hin şâk ( şa h in şâ h ) unvanım benimsemişler­ dir. Bu Osmanh hükümdarlarının pâdişâh un­ vanına umûmî ve resmî bir mâhiyet vermeleri­ ne sebep olmuş olabilir. Şah 'A bbâs, 1590 tarihli bir nâmesinde ( Topkapı sarayı müzesi arşivi, nr. 1018 ), Murad III. ’a şâhinşâk unvânı ile hi­ tap etmiştir ki, bu iki unvâmn derece itibârı ile mÜsâvî sayıldığına bir delîl olarak alınabilir. Osmanlı pâdişâhının salâhiyetleri. Devletin gâzî uç beyliğinden Süleyman ’m eihinşümûl imparatorluğuna kadar inkişâfı sıra­ sında Osmanh hükümdarının durumu ve yetki­ leri de gelişmiştir. Yazıcı-zâde A li, T â rik -i âl-i S elçu k ’unda (ondan alarak, Rûhî ve  lî gibi, daha sonraki m üellifler), Osman G âzî ’nİn, Oğuz Han ’in meşrû vârisi Kay! soyundan olmakla, türk kabileleri tarafından eski türk töresine göre, Türkmen beyleri tarafından han seçilmiş olduğunu iddia etmiştir. Bununla Osman’ ı hanedanının Anadolu ’da bütün Türkmenler üzerinde meşrû hâkimiye­ te sâhip bulunduğunu belirtmek istiyordu. Os­ manlılar böylece bilhassa Timur-oğulları karşı­ sında bağımsızlık, hattâ üstünlük iddialarına da meşrûiyet kazandırmak gayesini gütm ekte idiler. Bayezid 11. devrinde yazılmış derleme tarih­ lerde ise ( ş ık Paşa-zâde, Oruç, Neşrî V .b .), Osmanlı hânedauında hâkimiyetin menşei üze­ rinde aynı zamanda muhtelif görüşler yer almıştır: bunlarda Oğuz Han soyundan gel­ me iddiası ile beraber, hâkimiyetin doğrudandoğruya Tanrı tarafından, mübârek bir kişi vâ­ sıtası ile, Osman ’a bağlanmış olduğu telak­ kisini de bulmaktayız. İslâm memleketlerinde sûfîlîğin yayılması ile ehemmiyet kazanan bu so­ nuncu telakkîde de, kağan ile şaman arasında­ ki münâsebete dâir an’anevî inançların ( bk. B. Y. Viadimirtsov, C e n g iz H an, trc. A . Temir, s. 53— 70 ) bir te'siri bulunabilir. A yn ı kaynaklara göre, Osman G âzî ’ye beylik, yâni siyâsî hâki­ miyet, kılıç, bayrak ve davul gibi, hâkimiyet alâ­ metleri C alâm ât-i m u lS k iy a ) ile Selçuk sulta­ nı tarafından tevcih olunmuştur. Bu-alâm etler islâmda halîfenin valâyat suretiyle hâkimiyet ve icrâ yetkisini valilere, sultanlara tevcihinde kullanılırdı. Böylece Selçuk sultanı halîfeden



PÂDİŞÂH. aldığı salâhiyetleri gâzî uç beyine intikal ettir­ miş sayılıyordu. .Osmanlı hükümdarları, Fâtih Sultan Mehmed 'e kadar, uç beyleri ve Hıristiyanlığa karşı islamî gazanın önderleri sayılmışlardır. Hattâ Bayezid II. devrinde bite, Mısır suitant, ona halî­ fe tarafından menşûr göndertmiş ve kâfir mem­ leketlerinden fetihlerde bulunmak üzere, kendi­ sinin „rûm bilâdma kaymakam " yapıldığını id. dia etmiştir ( İbn İyâs, B a d â ' i Bulak, 131-1, II, 227). Mısır Memlûk sultanları, Mekke ve Me­ dine ’yi ve hacc yollarını himâye ettikleri ve Kahire ’de A bbasî halîfelerini yanlarında bulun­ durdukları için, kendilerini İslâm âleminin en nufûzlu ve üstün sultanları sayarlardı. Fakat Osmanlılarm eşsiz muvaffakiyetleri ve bilhassa İstanbul ’un fethi ile, gazâ İslâm âleminde si­ yâsî nufûz ve kudretin başlıca kaynağı sayıl­ mağa başladı. Fâtih Mehmed bile Memlûk sultan­ larına karşı üstünlük iddiasında bulunmuştur. Bayezid II. ise, kendi emri ile yazılmış olan Kemâl Paşa-zâde tarihinin mukaddimesinde, hulefâ-yı râşidînden sonra gelmiş müslüman hü­ kümdarlarının en büyüğü olarak, takdim olun­ muştur. Osmanlı pâdişâhı, devlet içinde mutlak örfî hâkimiyet salâhiyeti ile, Fâtih Sultan Mehmed ’in şahsında doğmuş ve bütün kudret ve salâ­ hiyetlerini Selim 1. ve Süleyman 1. zamanında kazanmıştır. Fâtih, kendisini Rumeli ve A n a­ dolu 'mın hâkimi ve İstanbul ’un sahibi sıfatı ile, Roma kayserlerinin vârisi ve her şeyden evvel islâmın en büyük cihâd mümessili saymakta idî [bk. mad. MEHMED il.} . 1 5 0 9 ’da Portekizli­ ler, Hınd okyanusunda Memlûkların donanma­ sını yok ederek, K ızıldeniz’e girmek, Peygam ­ berin mezarına tecâvüz etmek tehdidinde bu­ lundukları zaman, bütün İslâm âleminin gözleri gazanın Önderi olan Osmanlı pâdişâhına dön­ dü. Memlûklere yardım için, Mısır ’a mütehassıs Osmanlı gemici teri gonderiidi ( bk. B elleten , nr. 83, s. 504), Bu sûretle Memiûkler de OsmanlI­ ların, gazâ yolu île, İslâm âleminde üstünlüğünü tanımış oluyorlardı. Bu durumun 7 sene sonra Osmanlı pâdişâhının fiilen ve hukukan Memlûk sultanlarının yerine geçmesini hazırladığı söyle­ nebilir. Yavuz Selim, 24 ağustos 1 5 1 6 ’da, Marc DSbik zaferinden hemen sonra, H a leb ’de H a ­ dim a l-H aramayn a l-şa r ifa y n unvanım kullan­ dı. Kahire ’ye giderek, A bbasî halîfesi at-Mutavakkil ’i İstanbul ’a gönderdi. Mekke şerifi A bü Numay kendisine inkıyat ettiğini bildirdi. Hilâfet alâmetleri olan Peygamberin hırkası, bayrağı ve diğer mübarek emânetler İstanbul ’a getirilerek, husûsî bir hazîneye konuldu ( H. Edhem, M ısır ’m son M em lûk sultanı M elik Tumanbay I I adına Ç orla 'da bulanan bir kitâbe.



493



İstanbul, 1935 ve T. Ö z, H ırk a -i saâdet dâi­ resi v e em ânât-i m ukaddese, İstanbul, 1953). al-M utavakkil 'in A yasofya camiinde hilâfeti resmen Sslîm ’e terk ve ferağ ettiği hakkında yayılmış olan rivayet ( M. d 'Ohsson, Tableau gén éra l d e l ’ em pire Ottom an, 1, 269 v. d.) mu­ asır kaynakların hiç biri tarafından te ’y it edil­ memektedir. Selim için mühim olan şey halîfe unvânını kullamp-kullanmamak değil ( zîra XIII. asırdan sonra her İslâm hükümdarı bu unvânı kullanmakta kendini serbest hissediyordu ve Selim I. ’den önce Osmanlı hükümdarları bu un­ vanı kullanmışlardı ; bk. T arih vesikala rı der­ g isi, nr, 4, s. z 4 î) , fakat H âdim a l-H aramayn a l-şa r ifa y n unvanı ile beraber, hilâfet alâmet­ lerini muhafaza etmesi ve Mısır Memlûk sultan­ larının İslâm âlemindeki yerini almasıdır. Bir ke­ lime ile, uç gâzî hükümdarı durumundan „fiilen" hilâfetin sâhibi ve koruyucusu durumuna yük­ selmesidir. Kanûnî Süleyman, Mekke şerifine yazdığı cülus mektubunda, H ad im bayt A lla h va 'lH aram unvanım kullanmış ve kendisinin hilâf a i a l-h ıb râ makamına oturduğunu bildirmiş­ tir. Şerif ise, cevâbında pâdişâhı, gazâda ka­ zandığı m uvaffakiyetler sebebi ile, kendisinden ve bütün diğer İslâm hükümdarlarından üstün saym akta idî ( bk. Feridun Bey, M ünşaât, i, 501 )• . Bununla beraber, bu çağda A bbâsîler devrin­ deki mûtâd hilâfet telakkisinin çoktan tarihe mâl olmuş bulunduğu ve Osmanlı sultanlarının o mânada bir hilâfet iddiasına kalkışm adıkları da muhakkaktır. Osmanlı pâdişâhlarının kul­ landığı, h a lîfe -i rûy-i zem in ve h a life ü i 'l-muslim în unvanları tarihî-hukukî mânasından uzak idi. Hindistan 'da Hind-türk padişahları O s­ manlı hükümdarının İslâm âlemindeki üstünlük iddialarını hoş karşılamadıklarını belli etmiş­ lerdir (bk. Feridun Bey, .11, 63— 67 ). Bayezid II. ’den itibaren Osmanlı pâdişâhının hüküm­ darlık ve devlet telakkisi şerîate gittikçe daha uygun bîr hâle getirilmeğe çalışılmış, ö rfî ta ­ sarrufları daha ziyâde hudutlandırılmıştır. A n ­ cak XVIII. asırda Osmanlılar mûtâd A bbasî hi­ lâfet telakkisini canlandırdılar ve pâdişâhı bü­ tün müslümanların tek meşrû halîfesi olarak görm eğe başladılar. XVIII. asırda iranlılar ile yapılan andlaşmalarda bu temayül açıkça ken­ dini gösterir. 1774 Küçük-Kaynarea muâhedesinde Kırım müslümanlarınm dînî bakımdan Osmanlı padişahına bağlılığı hakkındaki 3. mad­ de sonradan Rusya ’ya verilen bir takrir ile açıklanmıştır ( metin için bk. Cevdet, Tarih, II, 302 v.d. ). Buna göre, „T atar kavmi bilitiifa k bir hanı intihap eylediklerinde, hadim al-haramayn a l-şa rifa y n ve imâm al-musUmtn



494



PÂDİŞÂH



olan pâdişâh-ı âl-i Osman hazretlerine ber muktezâ-yi hilâfet-i uzmâ arz ve inha ve sultânü ’ 1-müsiimîn hazretleri dahi bir gûnâ ta ’İÎİ ve ta ’vîk etmeksizin, der’akap nişâa-ı şerîf-i hilâfet-penâhı îtâ ve teşrifâtını irsâl eyleye". Bundan başka hutbede ve sikkede Osmanlı pâ­ dişâhının adı geçecek, Kırım kadılarına İstan­ bul ’dan kazasker tarafından ,,izn-i şer’î mürâselesi" verilecektir. Bu vesikaya göre, aynı za­ manda iki halîfe ( içtim a-i k a lifa ta y n ) olamaz. Bu sebeple Kırım hanı halîfeden berât alır. Bu maddeyi daha vazıh hâle koyan 1779 AynahK avak „tenkîh-nâmesi ne" ( metin için bk. C ev­ det, Tarih, II, 329) göre, Kırım halkı meb us­ larını gönderip, pâdişâhı „İmâmü ‘1-mü’minîn ve haiîfe-i âzam-ı muvahhidîn“ tanıdıklarını bildi­ recek ve seçtikleri han için misâl, yâni berât, gönderilmesini ve pâdişâhın „takdîs-i şer is in i" dileyeceklerdir. Fakat bu durumun Kırım han­ larının „umûr-i dünyevîye" ve devlet işlerinde bağım sızlığına halel getirm eyeceği ayrıca belir­ tilmiştir, Burada halîfenin siyâsî ve dini salâ­ hiyetlerini ayırt etmesi ve siyâsî haklarından vazgeçmesi, Rusya ’um baskısı ile, kabûl edilmiş bir durumdur. Bu Osmanlı hükümdarının hilâfet salâhiyetlerini Örfî pâdişahlık salâhiyetlerinden ayırıp, müstakil olarak icrâ etme iddiasının ilk ifâdesidir. XIX. asırda Tanzimat devrinde, gayr-ı müslim tebeayı devlete bağlamak için de, pâdişâhın örfî hükümdarlık sıfatının belirtilme­ sine ehemmiyet verilmiş, „bütün Osmanlıların hükümdarı" sıfatı, bütün müslümanlann hüküm­ darı sıfatı yanında, ayrı bir mefhûm olarak or­ taya çıkmış ve ber ikisi 1293 ( 1 87 6) kanûn-i esasisinde şu açık ifâdesini bulmuştur: ,,zât-ı hazret-i pâdişâhî hasbe '1-hiiâfe dîn-i mübîn-i isiâmın hâmisi ve bilcümle tebea-i Osmâniyonin hükümdar, ve pâdişâhıdır" ( mad. 4 ); „saltanat-ı senîye-i Osmaniye hilâfet-i kübrâ-i islâmîyeyi hâiz olarak, sülâie-i âl-i Osman ’dan usÛl-i ka­ dîme veçhile ekber-i evlâda â ittir" (mad, 3). 1922 ’de saltanatı ilgâ eden kanfin, Osmanlı hü­ kümdarının, pâdişâh olarak, hâkimiyet hakları­ nın tamâmiyle millete geçtiğini, fakat halîfelik sıfat ve salâhiyetlerinin hânedanda devam et­ tiğini tasdik etmekte idi. Kaydetm ek lâzımdır kİ, bu metinlerde saltanat ve pâdişahlık müte­ radif tâbirler olarak kullanılmıştır. H alîfe ola­ rak, pâdişâhın salâhiyetleri için bk. mad. H İ­ LÂ FET.



O sm anlı pâdişâhının ö rfî hüküm ranlık salâhi­



ğunda şüphe olmamakla beraber, hakik atte Osmanb pâdişâhı daha ziyâde Osmanlı tarihi­ nin bir mahsûlüdür. Bâzı Osmanlı müellifleri, bu arada X V . asırda Tursun Bey, şüphesiz, G azzâli, İbn S in a, N aşir al-D in T ü s i gibi, İslâm mütefekkirlerini tâkıp ederek, Osmanlı pâdişâhı­ nın mutlak örfî hükümranlık haklarına nazarî bir temel bulmağı denemişlerdir. Tursun Bey ’in pâdişâh yetkileri ve tebea hakkında, tarihînin mukaddimesinde yazdıklarına göre ( Türlh-i A b u rl-F a th , aşr. T O E M , s. 7— 18, 23 ), içtimâi nizâmı korumak için, her insanı kendi kabili­ yetine göre, mevkiinde hakkına râzı tutmak ve başkasının hukukuna saldırmaktan men’etmek gerektir; bu da bir pâdişâhın varlığını zarurî kılar. Pâdişâh olmaz ise, nizâm o lm az; insanlar birbirini yok eder. Bu sebeple pâdişâha mutlak itâat gerekir. K u r ’an da bunu emreder. Pâdi­ şâh istediği gibi yüksekleri alçaltır, aşağıdaki­ leri yükseltir. Tanrının zâtına mahsûs bu sıfat, yâni mutlak hâkimiyet, onda belirir. Fakat bu sulta adâlet dâiresinde kullanılmalıdır. A d âletsiz ülke ayakta durmaz. A d âlet insanlar ara­ sında düzenin temelidir. Tursun Bey, mutlak hü­ kümdarlığın zarûretini isbata çalışırken, onun sûistîmâline karşı adâlet esâsını ve Allah kor­ kusunu ileri sürmüştür Mutîakiyetin zarûreti, içtimâi düzenin korunması gibi bir fayda dü­ şüncesine bağlanmıştır. Bu suretle şeriat gibi nazarî düşünce de pâdişâhın mutlak hâkimiyet sâhibi olması gerektiği neticesine varm akta idi. Osmanlı pâdişâhları bu mutlak hâkimiyeti fiilen ve hukukan kendi şahıslarında gerçekleştire­ bilmişlerdir [ bk. mad. MEHMED II.]. O derece­ de ki, A v ru p a ’da yeni-çağların başında Machiavetli ve J. Bodin gibi nazariyeciler, mutlak hükümdar misâlleri arasında Osmanlı padişa­ hına geniş yer vermişlerdir, Osmanlı pâdişâh­ ları islâm tarihinde belki en ziyâde merkezi­ yetçi ve mutlakiyetçi hükümdarlar sayılabilir. Onlar yalnız idârî sâhada, bu mutlakıyetin bir vâsıtası olarak, devletin icrâ salâhiyetlerini mün­ hasıran kendi kullarına vermek, toprak üzerin­ de devlet rakabesini kurmakla kalmamışlar, ay­ nı zamanda ilmiye sınıfım teşkilâtlandırm ak ve devlet hizmetine sokmak, her türlü vakfı dev­ let kontrolü altına almak sûreti ile de, merke­ ziyetçi sultalarını o zamana kadar hiç bir İslâm devletinde görmediğimiz şekilde kuvvetlendir­ mişlerdir. P âdişâh ın ö rfî sâh ada m utlak h âkim iyetin i gö steren b a şlıca hu ku kî m üessese, hüküm , irâde,



yetlerine gelin ce, bunun bir ta ra fta n o rta A s y a türk d e v le t an’anesine ( b k . F. K öp rü lü, Islâm



ferm an v ey a h a tt-ı hüm âyûn a d la n a ltın d a g ö s­



âmme hukukundan a y rı bir tü rk âmme huku­



terilen em ir y e tk isi te şk il eder. Bu vesikala rd a



ku yok" m udur i II. T ürk tarih kon g resi zabıt-



pâdişâh em ir ve irâdesini „buyurdum k i" tâbiri la n , 383— 418 ), d iğ e r ta ra fta n yakın - şarktaki ile b elirtir. Y a ln ız her türlü tâ y in ve te v cih v e ­ kadîm im p aratorlu k an ’anelerine bağlı oldu­ sik ala rı ( berât-ı pâdişâhî ), her ç eşit ic râ em ir­



P Â D İŞ Â H -



P A D R İL E R .



495



leri ( fermân-ı pâdişâh!) değil, aynı zamanda 3 o ) v e Os ma n î l pâdişâhı bÖyîece meşrûtî bir kanûnlar da hüküm şekli içinde, bir pâdişâh hükümdar durumuna gelmiştir (bk. C. A rif, Huirâdesi olarak, ilân olunur. 1876 kanûn-i esâsîsi kıık-ı esâsiye, İstanbul, 1329, II, 8— 28), Mustafa Kemâl *in Önderliği altında millî dahi bir irâde-i senîye şeklinde ilân olunmuş­ tur. Kanûn-i esaside 1908 ’den sonra yapılan mücâdele esnasında, bilhassa 23 nisan 1920 ’ de tadilât ile ,,irâdât-ı senîyenin" kanûnî mâhi­ T ürkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ku­ yeti kabûl edilmekle beraber, sâhası tâyin ve ruluşu ile, millî irâdeye dayanan millî hükü­ tesbit olunmuştur. Bütün berât ve fermanlar met, pâdişâhın bütün salâhiyetlerini fiilen üze­ pâdişâhın tuğrasını taşırdı. A ncak şer’î vesika­ rine almış, zaferden sonra, Büyük Millet Mec­ lar kendi an'anevî şekilleri içinde tanzim edi­ lisi 30 teşrin I, 1922 ve 1— 2 teşrin II. 1922 ta­ lir ve yalnız pâdişâhın berâtı ile tâyin edilmiş rihli iki karar ( bk. Düstûr, 3. tertip, karar nr, ş er’î salahiyetliler tarafından sıhhati tasdik 307, 308) ile, yeni Türkiye hükümetinin Osmanh imparatorluğu yerine kaim olduğuna, olunurdu. Pâdişâh şerîati tatbik ve muhâfazaya mec­ teşkilât-ı esâsîye kanûnu ile hukuk-ı hüküm­ burdur. Pâdişâhın mutlak sultası şertat hudu­ rânı milletin nefsine verildiğinden, „İstanbul dunda durur. Yavuz Selim ’den sonra ve bilhas­ 'daki pâdişâhın mâdûm ve tarihe müntakil bu­ sa inhitat devrinde, şeriat pâdişâhın örfî hâ­ lunduğuna “ karar vermiş, ancak hilâfet, şu kimiyet sahasını gittikçe daraltmış, devletin madde ile ibka olunmuştur: „H ilâfet hânedân-l icrâ faaliyetleri şeriatın murakabesi altına sokul­ âl-i Osman ’a âit olup, halifeliğe Türkiye Bü­ muştur. Yavuz Selim, şeyhülislâm A li Cemâîî yük Millet Meclisi tarafından bu hânedânın il­ Efendi ’nin divâna gelip, devlet işlerine karış­ men ve ahlâkan erşed ve aslah olanı intihap masını protesto ettiği hâlde ( Şcıkcİik al-mımâ- olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istiniya, trc. Meedî, İstanbul, 1269, s. 305 ), XVIII. n atgâhıdır" (m ad. 2). 23 teşrin I. 1923’te asırda her türlü ehemmiyetli devlet işi için teşkilât-ı esâsiye kanûnunun bâzı mevâdmın şeyhülislâmdan fetvâ alınmasına lüzûm görülü­ tavzîhan tâdiline dâir kanûn (Düstûr, 3. tertip, yordu. Şeyhülislâm mühim devlet işlerinin görü­ kanûn nr. 364) ile hükümet şekli cümhûriyet şüldüğü meclislere başkanlık etmekte idi. H at­ olarak tesbit olunmuş, aynı gün Mustafa K e­ tâ XVII. asırdan itibaren, pâdişâhların şerîate mâl reis-i cümhûr seçilmiş v e 3 mart 1924’te aykırı hareket ettiklerine dâir şeyhülislâmlar ta­ de „hilâfetin ilgâsına ve hânedân-ı Osmânînin rafından verilen fetvâlar ile tahttan indiril­ T ürkiye cümhûriyeti memâlikl hâricine çıka­ diklerini biliyoruz. Selim III. ’in hal’i için şey­ rılmasına dâir kanûn ile" ( Düstûr, 3. tertip, hülislâm Atâullah Efendi ’nin verdiği fetvâda, kanûn nr. 431) halîfe hal’edilmiştir. Bu kanûonun, saltanat tahtında istiklâlini kaybettiği, nun 1. maddesinde „hilâfet, hükümet ve cüm­ başkalarına âlet olduğu ve müşlümanlara kar­ hûriyet mâna ve mefhûmunda esasen münde­ şı hareket ettiği için, hilâfete lâyık olmadığı miç olduğundan, hilâfet makamı m ülgâdır" de­ ( H A L İ L İ N A L C I K .) belirtilmiştir. Bununla beraber onun hafinden nilmektedir. P A D İ Ş A H . [ Bk. PÂDİŞÂH.] sonra, yeniçerilere verilen te ’minat vesikasın­ P A D R Î . [ B k . PADRİLER.] da pâdişâh ve halîfenin mutlak hükümranlık P A D R İ L E R . „Padriler" veya „Padarller", hakları tamâmiyle te’y it olunmuştur ( bk. Cev­ yahut da „P edariler“ XIX. asrın ilk on yılla­ det, Tarih, VIII, 446— 449). lS 3 9 'd a Gülhâne hattının ilânından sonra, rında Minangkabau { orta Sum atra) ’da, zor kul­ Tanzimat devrinde garbın anayasa fikirleri te’- lanmak sûretiyle, islâmiyetin sâfhk ve tem izliği­ siri altında, pâdişâhın mutlakiyetini hudutlun- ni korumak isteyen kimselere Hollanda neşriya­ dırmak ve ana hakları te’minat altına almak g i ­ tında verilen isimdir. Bu tâbirin izâhına gelin­ yesim güden bir cereyan gittikçe kuvvetlenmiş, ce, bu, bazılarına göre, Sumatra ’nin şimâl sâyeni-osmanlılar bu fikri matbuat vâsıtası ile bilinde kâin Pedir limanı ile bağlı görülmekte, müdâfaa etmişlerdir (bk. Şerif Mardin, The diğerlerine göre de, bir çok İndonezya dillerin­ Genesis o f the Young Ottoman Thought, Prin­ de kullanılan padri ( portekizce padre) „hıris ceton, 1962 ) ve nihâyet A bdül’aziz ’in keyfî ve tiyan rûhânî" ( katolik veya protestan ) keli­ müstebit idaresinden sonra, onun hal’i üzerine, mesine tekabül etmektedir. Bu izahlardan il­ 1293 ( 1 876) kanûn-i esâsîsi ilân edilmiştir. Bu kinin pek tutulacak tarafı y o k tu r; İkincisi­ anayasa pâdişâhın devlet kuvvetleri içinde üs­ nin doğru olması muhtemeldir. Memlekette tün durumunu ve mutlak hâkimiyetini muhafaza çıkmış olan karışıklıklar hakkında tahkikat etmiş, pâdişâhın tâyin ettiği vükelânın meclise yapan hollandalılann suâllerine yerli halkın, karşı mes’ûliyeti esâsını tanımamış idi. Fakat bu hareketin başında bulunanları, dinî hayata ıgosSnkılâbm dan sonra yapılan kanûn-i esâsî verdikleri ehemmiyetten dolayı, onların anlaya­ tadilâtı ile bu mes’ûliyet esâsı tanınmış (mad. bileceği bir tâbir olan P adri tâbiri ile cevap



fA D R İL E ft.



vermiş olmaları pek mümkündür. Hollandaldarm yerliler ile olan münâsebetlerinde böyle bir vak’ anın ilk defa ortaya çıkmadığı muhakkak* tır. Hoîlandalılar bu tâbiri benimsemiş ve kul­ lanmağa devam etmişlerdir. Bu tâbire, pidari şeklinde, yerli kaynaklarda da arada-sırada tesadüf edilir. Pa dri adı ile anılan bu kimseler İçin, yerli halk, umûmî olarak, urang patieh, („beyaz adamlar") tâbirini kullanmaktadır ki, bu indonezyalılarm dinî vazife ile meşgûl olan ve beyaz elbiseleri ile başkalarından ayrılanlarma verilen bir isimdir ( v an Ronkel, In d isch e G ids, 1915, II, 1103). O zamanın res­ mî istihbâritm da ve Hollanda müstemlekele­ ri ite ilgili eserlerde padri hareketine karış­ mamış olanlara „m alay" adı verilm ektedir ki, bu, p ad ri tarafdarları da m alag olduklarına göre, pek yerinde bir tâbir sayılmamak icâp e d e r; hakikâtte padri olanlar ile olmayanların ikisi de aynı kavmı birliğe dâhil bulunmakta­ dırlar. İrtica tarafdarı olan bu kimseleri ifâde etmek için, en iyi tâbir „adat fırk ası" ’dır. Bunlar her hareketlerinde eski âdet ve an’aneiere dayanmağa çalışan bir fırka teşkil ederler. Minangkabaulular veya Minangkabau malay­ lar! orta Sumatra 'mn yüksek kısmında, aş.-yk. 1/2° şimâl arzından 1/2° cenûp arzına kadar uzanan mmtakada yaşarlar. Bu dağlık araziden şark tarafındaki geçit üzerinden şarkî Sumatra 'nm alçak düzlüğünü teşkil eden tepelik arazi­ ye doğru yayılmışlar ve Hind okyanusu sâhillerine kadar ulaşmışlardır. Burada adanın dış memleketler ile irtibatını te’min eden bir kaç liman bulunmaktadır. Umûmî kanâate göre, memleket açeliler tarafından islâmlaştırılmıştır. Hollanda ve İngiliz ticâret şirketleri bura­ ya ayak bastıkları zaman, açeliler sâbilde bir çok noktayı ellerinde bulunduruyorlardı. Daha padri hareketi başladığı vakit İslâmiyet esâslı bir şekilde burada yerleşmiş idi. Hiç değil ise, muayyen çevrelerde ateşli bir dinî gayret hüküm sürüyordu; 1785 yılında bir rûhânî reis, bir kaç bin mürid ve tarafdarı ile, dağlardan inerek, o vakit hollandalıların mer­ kezi bulunan Padang limanındaki hıristiyan ahâliyi sünnet ettirm ek ve İslâmiyet! kabule zor­ lamak maksadı ile, şehir üzerine yürüdü ( T B G K W , V , 55 ). Minangkabaulular çok kuvvetli İslâm düşüncesini kendilerinin çok bağlı bulundukları eski halk hukûku müessese­ ler! ile birleştirmeğe muvaffak olmuşlardır. On­ larda hâlâ ana ailenin başında bulunmaktadır. Bir köyün idaresi muhtelif suku, yâni muhtelif menşe’lerden gelme âileler birliğine dâhil yük­ sek âile reisleri tarafından, istişare yolu ile, yürütülmektedir. Devletin idâre şekli cumhuri­ yettir ; az-çok ehemmiyetli olan her şey, eski



mûteber âileler ile, bunların reisleri ve diğer itibarlı kimselerin muvafakati ( mupake, ar. m uvâfaka) ile yapılır. Her istişarede rey bir­ liğinin elde edilmesi şarttır. Bu tarz işleri çok ağır yürüten bir usûl olup, çabuk kararlar için elverişli değildir. Böyle bir cemiyet nizâmının şiddet ve zorbalar karşısında zararlı çıkacağı aşikârdır. XIX. asrm başında üç minangkabaulu hacı memleketlerine döndü. Bunlar M ekke'de Vahhâbî hâkimiyetinin şahidi olmuşlardı (1806’dan so n ra ). Vahhâbîlerin saf ve aslî dine dönme gayretlerinin te’siri altında kalan bu hacılar kendi memleketlerinde de dînin sâf ve temiz hâle getirilmesini gâye edindiler. A gam 'm mer­ kez bölgesinde bir ilahiyat âlimi olan T u a n k u n a n R e a t j e h ’i kendi düşüncelerine kazan­ mağa m uvaffak oldular {tuanku din âlimlerine verilen bir unvândır). O derhâl faaliyete geçti. Başta şerîatin, bilhassa dinî menâsikin, tam bir sadâkat ile yerine getirilmesini talep etti. Kendisince şerîate uygun olmayan halk âdet­ lerine karşı mücâdele başladı. Her türlü horoz döğüşleri ( bu her va kit müşterek bahis mevzuu olan, çok rağbet gören bir halk eğlencesi i d i ), zar oyunu, şarap içme, afyon çekme, betel çiğ­ neme, dişleri törpüleme, süs için tırnakları uzatma, tütün içme yasak edildi, Fâiz yasağı­ na ehemmiyet verildi. Erkeklerin saçlarım kes­ tirmeleri, sakallarını uzatmaları ve araplar gibi, beyaz elbise giymeleri isten ildi; kadınlar çarşaf giymeğe mecbur edildiler. Padriler önce, karı­ larını kendi evlerine almak suretiyle, ailede ana hâkimiyeti ile ilgili müesseseler! gevşettiler ( de Stuers, I, 183, n o t 3). Tütün içme yasağı doğrudan-doğruya Vahhâbîlerden alınmış ol­ malıdır; diğer tahditlerin hepsi de şâfiî mez­ hebi çerçevesi içine sokulabilmektedir. Tuanku nan R en tjâh ’in hareketi de onun her hângi bir vahhâbîlik niyetinde olmadığını gösterm ek­ tedir. Yine Agam bölgesinde bir de çok itibârlı ve halk üzerinde büyük t e ’siri olan bir sûfî, T u a n k u K o t â t a â var i di ; kendisi guru tarekat ( ar. ta rlka ), tarîkat reisi i di ; ken­ disinin hângi tarikate mensup bulunduğu mâlûm değil idi. Minangkabaü memleketinde sûfîlik balk arasında çok yaygın idi. Tuanku nan Rentjeh, kendisi ile iş-birliği yapmak üzere, ona baş­ vurdu. Tuanku K otâ tuâ dinî vecîbelerin yeri­ ne getirilmesine şiddetle tarafdar idi. Tuanku nan Rentjeh ’in namazı ( şal&t) edâ etmeyen­ lerin murtadd olduklarının ve bunların, günâh­ ları fıadd telakki edilmek sûretiyle, idâm ceza­ sına çarptırılmaları lâzım geldiği iddiasına karşı, Tuanku K o ta tuâ, bunu daha hafiflete­ rek, murtadd ’ in derhâl idâm edilmeyip, önce onun hakikî dine dönmesi için bütün imkân-



PA D R İLEİl.



Iara baş-vurulması fikrini ileri sürdü. Bundan sonra Tuanku nan Rentjeh kendi yolunda de­ vana etti. Minangkabaulular âdeti üzere, hal­ kı bir toplantıya ça ğ ırd ı; toplantıda bulunan­ ların onun fikirlerini tasvip etmeleri şart idi. Din adamlarınca tasvip gören bu fikirler halk reisleri tarafından mukavemetle karşılan­ dı ; onlar Padrilerin taleplerinin kendi mevki­ lerini sarsacağım ve halkın bütün iktisâdı ni­ zâmını alt-üst edeceğini derhâl anlamışlardı. Tuanku nan Rentjeh zor kullanmağa başladı; teyzesini tütün içerken görünce, onu, kendi eli ile bıçaklayıp, öldürdü; cesedi ormana atıl­ dı ve gömülmesine müsâade edilmedi. Onun bu hareketi etrafta çok büyük te’sir yaptı ; tarafdarlarını coşturdu; gizli ve açık muhalifle­ rini de ko rku ttu ; kan bağlarına hürmetsizlik gibi, tasavvur edilemeyen bîr iş yapmış olan kimse İlâhî bir ilham te’siri ile hareket etmiş olmalı id i; bu bir zulüm değil, bil’akis kendıkendini kurban etmek idi. Dini temizleme ha­ reketi bundan sonra büyük bir taassup ve gayretle devam etti. Namazı ihmâl edenler pa­ ra cezasına ça rp tırıld ı; tekrarı hâlinde ise, öl­ dürüldü. Muhaliflere karşı harp açıldı; onların köyleri yakıldı; kendileri imhâ veya esir edil­ di yahut para cezasına çarptırıldı. Ç ok geçme­ den A gam bölgesinin büyük bir kısmı ve Lima K ota onun hâkimiyeti altına girdi. Tuanku K o ­ ta t u â ’nın tazyikına boyun eğerek, daha sert bir akîde kabûi eden bir çok köylerin de, bun­ dan dolayı mârûz kaldığı yağma ve yangın daha az olmadı. Nihayet tarafdarları bizzat reislerini geçtiler; aş.-yk. 8 yıl sonra Tuanku nan Rent­ jeh inzivaya çekildi. Daha sonra Hollanda kuv­ vetleri memleketi işgâl edince, idareyi tekrar eline aldı ve 1833 ’de vefat etti. Tuanku nan Rentjeh ’in tatbik ettiği usûl şöyle idi s Bir köyün zaptı üzerine, oraya bir imâm ile bir kali ( ar. k â i î ) tâyin edilirdi. Bunlardan imâm bütün dinî meselelerin halli­ ne ba ka rd ı; kali ’ nin faaliyet sâhasmm hudut­ ları pek belli değildir. Memleketteki bu hare­ ket, hiç şüphesiz, bir inkılâpçı hareketi id î; halk hukukuna göre, mansıplar, muâyyen şart­ lar dâhilinde, tevarüs yoln ile, elde e d ilird i; mühim kanûnlar ancak mupaki (yk. bk.) usû­ lü ile alınabilirdi. Başka bir hoca, T u a n k u P a s a m a n (ken­ disine T u a n k u L i n t a u da denilir ) cenûb-i şarkîde Lintau bölgesinde faaliyette bulunuyor­ du. Tuanku nan Rentjeh 'e nisbetle daha az nteşhÛr olan bu zât, taassup hususunda, ondan hiç de geri kalmayordu. Lintau bölgesi çok geçmeden onun hâkimiyetine boyun eğdi. Son­ ra komşu Tanah Data(r) bölgesine nufûz etti. Burada memleketin eski merkezinde Minangisi&m A atîklopedis-



49?



kabau hânedanmın halefleri eski şöhretlerinin sönmekte olan hâlesinde yaşıyorlardı. Tedbirli hareket edildiği takdirde, onların kuvveti, halk hukuku gayretlerinin merkezi olarak, yeniden ehemmiyet kazanabilirdi. Tuanku Lintau onla­ rın hepsini ortadan kaldırmış, ancak bir tek fert, hudut dışına çıkmak sûreti ile, ölümden kurtulabilmiştir. Tuanku Lintau, bütün bölgeyi yakıp-yıkarak, karşı gelenleri imhâ yolu ile, burada hâkimiyetini sağlamıştır. Padri hareketinin üçüncü ocağı şimalde, A l a h a n p a n d j a n g 'da, bulunuyordu. Hareketin başlangıcı bu bölgede de Agam ve Lintau ’dakiler ile aynı zamana tesadüf eder. Burada da çok geçmeden, sonraları T u a n k u İ m a m adı ile meşhur olan biri ortaya çıkmıştır. İlk önce müşavir olarak işe haşlamış, sonra bütün ida­ reyi eline almıştır. Bu mühim adamın hayatı ve faaliyeti hakkında, diğerlerinden farklı olarak, elimizde bir yerli kaynak bulunmaktadır. O ğul­ larından biri tarafından Malay yazısı ile kale­ me alınmış olan bu bir nevî hâl tercümesi son zamanlarda bulunmuş ve neşredilmiştir (v. Ronkel, Indische Gids, 1915). Alahanpandjang padrileri Bondjol dedikleri bir kale inşâsı ile işe başlamışlardır. Taassup hareketinin takıp edil­ diği bu müstahkem mevkî onlann kuvvet mer­ kezini teşkil ediyor ve buradan her tarafa kuv­ vetler gönderiliyordu. Kendi tarsfdarlarm ı top­ layıp, bir köy üzerine hareket edilir ve bu koy ele geçirilird i; sonra tıpkı Tuanku nan Rent­ jeh 'in yaptığı gibi, oraya bir imam ile bir kali tâyin edilir ve zengin ganimetler ile tekrar Bondjol ’ a dönülürdü. Hâl tercümesinde kayd­ edildiğine göre, askerî hareket bir sene ara ile tekrarlanırdı. Bu Tuanku İmam ’ın yükseliş devri id i; „çünkü o bir çok husûslarda imâm idi; dinî meselelerin hallinde ve dîğer bütün husûslarda akıl ile ve düşünerek hareket ederdi; onun için her türlü anlaşmazlıklar ve bütün kavgalar onun huzûrunda nihayet bulurdu". — Dinin safiyet ve temizliğini te’minat altında bu­ lundurmak için, M ekke’ye 4 kişi gönderildi; uzun yıllardan sonra bu hacılar daha fazla bir taassupla geri döndüler. Mekke ile muntazam bir münâsebet yok i di ; hacca gidenler de çok nâdir idi. A d a t tarafdarlarımn Padriler tarafından mağ­ lûp edilmesi veya koğulması üzerine, bunlar 1795 yılından beri Padan g’1 ellerine geçirmiş olan ingilizleri de bu mücâdeleye karıştırmak istediler; fakat onlardan bir yardım te’min ede­ mediler. A ncak 1818 yılında, memleketin yuka­ rı kısmında, Sir Th. St. Raffies tarafından ilk olarak askeri bir müstahkem mevki te’sis edil­ di ise de, kuvvetlerin kifayetsiz olması yüzün­ den, her hângi bir muvaffakiyet elde edileme­



498



Î’Â D fcİL E R -



PÂ I.



d i ; aksine olarak, kendileri Padrilerin devamlı bakasında en uzak çevrelerde bile müsbet kar­ taarruz ve hücûmiarına mâruz kaldılar. Padang şılanmıştır. İsyân baş-gösterince, müstevli askerler tek­ 1819 ’da tekrar Hollanda idaresine iade edil­ dikten sonra da, bu askerî mevkiler muhafaza rar harekete geçmişlerdir. Y avaş-yavaş memle­ edildi ve daha da kuvvetlendirildi. 1822 ’den ket istilâcıların kuvvetine boyun eğm iş id i; itibaren taarruzlar, vakit-vakit inkıtaa uğra­ yalnız Bondjol padrileri mukavemete devam makla beraber, 15 yıl devam etti. Hollanda 'mn ediyorlardı. Bu artık bir cihad şeklini almış müstemleke askerleri harp sahasında umumi­ idi; aynı fikirde olanlar her tarafta onlara il­ yetle Padrilerden üstün i d i ; fa k a t hücûmun tihâk ediyorlardı. Nihayet 1837 ’ de, kalenin gevşemesi ile karşı taraf kendisini derhâl to­ hücûm ile zaptedilmesi üzerine, Padri hareketi parlıyordu. Nihayet 1832 yılında padri hareketi sona erdi. Tuanku İmam nihayet teslim oldu sona e r d i; o zamana kadar Bondjol ’da tutu­ ve sürgün edildi. Padrilerin başlangıçta tesbit ettikleri gayeye nabilmiş olan Tuanku İmam da teslim oldu. Onun tarafından gizlice hazırlanmış olan isyân ulaşılamamış id i; maderşahî hukukun müesse1833 yılının başında patlak verdi. Küçük gurup­ seleri hâlâ ayakta duruyordu. Onun te’siri daha lar hâlinde bütün memlekete dağılmış olan Hol­ çok şeriat emirlerinin daha umûmî ve daha tam landa kuvvetleri tamamen denilebilecek şekilde bir şekilde tatbik edilmesinde ve bilhassa bu­ imhâ edildi. Yabancı kuvvetleri memlekete dâ- nun dış merasim tarafının yerine getirilmesinde vet etmiş olanların da Padrİler tarafına geçmiş görülür. Memleketin Padrilerden önceki durumu oldukları anlaşıldı. Tarihçilerin haklı olarak ile­ için her hangi bir malûmata sahip bulunmadı­ ri sürdükleri gibi, bunun meydana gelmesin­ ğımızdan, hareketin bu sahadaki te ’sirleri hak­ de, askerî idarenin siyâsî hatâları yanında ku­ kında kat'î hiç bîr şey söylemek mümkün de­ mandan ve neferlerin hareketlerinde her va­ ğildir. Bu hareketin hiç bir iz bırakmadan geç­ kit pek tedbirli davranmamış olmaları da rol miş olduğunu düşünmek de doğru olmaz. B i b l i y o g r a f g a: D e Secte der Padaoynamıştır. Bu hakikatlerin inkârı doğru değil­ dir ; fakat Malayların bu fikir değiştirmelerinde ries in de Padangsche bovenlanden ( Indische Padrilerin ilk zamanlarında ortaya çıkan ağır M agazijn, 1844, II, 21 v. dd.); Ph. S. van Ronkel, Inlandsche getuigenissen aangaande den şartların zamanla hafifletilm iş olmasının da pa­ yı vardır. Dahilî mücâdeleler yüzünden, onların Padrioorlog ( Indische Gids, 1915, II, 1099 hücûm gücü zayıflamış idi. Tuanku K o tâ tuâ, v.dd.).— Savaş ta r ih i: H. M. Lange, H et Nebir zamanlar Tuanku nan Rentjeh haleflerinin derlandsch Oost-Indisck leger ter Westkust hücûmuna mâruz katmış olmasına rağmen, da­ van Sumatra ( 1819— 1945; 2 cild, ’s H erto­ ha 1827 yılında, ölümünden kısa bir müddet genbosch, 1852 ).— S i y â s î - a s k e r î m e s ­ sonra, bir evliya gibi tâziz edilmiştir. Padrile­ e l e l e r : H. J. J. L. da Stuers, D e vestirin tarafdarları ve muhalifleri için onun türbesi gin g en uitbreiding der Nederlanders ter bir ziyâret yeri olmuştur. Hollanda— Hindistan Westkust van Sumatra (2 cild, Am sterdam , askerî kuvvetlerinin memlekette bulunması yü­ 1849— 1850); umûmî mâhiyette ve resmî ve­ zünden, Padriler ahâliye karşı eskisi kadar sert sikalardan istifâde edilerek yapılmış çalışma: hareket edememekle beraber, onların halk ara­ E. B. K ielstra, Sumatra’s 1Vestkust van sındaki itibârı daha da artmıştır. Taassup ta1819-1825 ( B T I V , S- seri, II, 7 ) ; ayn. rafdarlarının kalesi olan Bondjol ’ daki Tuanku mil., van 1826— 1832 (ayn. esr., 5. seri, III, İmam ’ m hâl tercümesinde şöyle denilmektedir: 2 1 6 ) ; ayn, mİ!,, van 1833— 1835 (ayn. esr., „ Hükümet şeriat hükümlerine göre idâre 5. seri, IV, 161, 313, 467); ayn. mil., tıan edildi; halk reisleri ona dayandılar; anlaşmaz­ 1836— 1840 (ayn. esr., 5. seri, V , 127— 363), lıklar çıktığı zaman, bunlar 4 kadının önünde (R . A . K ern.) hükme bağlanırdı. Halk hukuku İle ilgili hâl­ P A H A N G .J B k . MALAKA,] lerde ise, mesele hakkında karar vermek cemâat P A H L A V A N . [ Bk. PEH LİVAN .] reislerine bırakılırdı". Tuanku İmam ( bir az P Â Î , P Â ’ t (hind.), ingi. pie, eskiden B r i ­ sonraları) oğluna şu nasihatte bulunmuştur: t a n y a H i n d i s t a n ı 'uda kullanılan e n — „H alk kanunu sultasını kafaûl etm elisin ; k ü ç ü k b a k ı r s i k k e = V ız anna. Şarkî mümkün mertebe adat [ b, bk.] 'tan uzakiaşma- Hindistan şirketinin bakırdan ilk para kesme mağa gayret et". — Bondjol muhâsarası sıra­ tecrübelerinde pie, isminden de anlaşıldığı gibi, sında savaşa ara verildiği zamanlarda, Padri­ anna veya piçe [ krş. PAYSA ] ’in 1/4 ’ ine tekabül ler askerler ile tütün mübadelesinde bulunur­ ediyordu; bununla berâber, 1835 , 1844 ve 1870 lardı. Padri tarafdarları ile muhalifleri birbirle­ yıllarında yapılan mukavele hükümlerine göre, rine yaklaşmışlardı. Padrilerin kâfirlere karşı p ie — 1/3 paysa olarak ayarlanmıştır. mukavemet için yaptıkları dâvet geniş halk ta­ (J. A l l a n .)



î>A’l -



PÂKİSTAN.



P A İ . [ Bfc. pAÎ-3 _ P Â K İ S T A N . P A K İS T A N , Hindistan bölge­ sinin şimâl-i garbisi ile şarkında ( şarkî Bengâle ile Assam 'ın bir kısm ında) yer alan b i r e fi m­ h û r i y e t ve aynı zamanda Commonwealth ( İngiltere milletler topluluğu) ’ in bir üyesi. [P âklerin ( temiz, p â k ) memleketi mânasına ge­ len Pakistan kelimesi aslında Peneâb, halkı esa­ sen A fgan olan şimâl-i garbî budÛt eyâleti, Keşm ir (K a şm ir), Sind ve BelAcistan isimle­ rinin harflerinden alınarak, teşkil edilmiş bir isimdir. Bu isim, Pakistan millî hareketinin kurucusu C . Rahmat 'A li tarafından, asıl Hin­ distan ’dan ayrı olarak, tarihî, millî ve harsî birliklerini muhâfaza etmek gayesi ile, 1933 ’ te bu ülkeye verilmiştir. Pakistan hareketi Hindistan federasyonuna şiddetle muarız idi ve hindûlarm çok kuvvetli sayıları ( nisbet bir müslümana karşılık, 4 hîndıtdur) içinde kaybolmaktan korktuğundan, Pakistan ’ın ekseriyeti müslüman olan ülkele­ rinde müslümantarm müstakil bir m illet olarak istikbâli için meş’ ûm saydığı Hindistan ile bir­ leşmeğe karşı mukavemet ediyordu. Pâkistanlılar bugünkü Hindistan Maki hindû-müslim meselesininin, esâs itibârı ile cemâatler arasın­ daki bir mesele olmaktan ziyâde, milletler arası bir mesele olduğunu ve bunun yalnız bu esâs dâhilinde devamlı bir şekilde halledilebileceği­ ni iddia ediyorlardı. Onlar hindûlar ile müslümanlar arasındaki çok eski mücâdelenin an­ cak, Pâkistan ’m kendi millî hükümetinin idâresinde, millî varlık hakkının Britanya ile Hin­ distan tarafından kabâl edilmesi ile sona ere­ ceğini ilân ediyorlardı. Pâkistan millî hareketi Hindistan Maki müslümanlarm Pâkistan Ma bir millet olarak, Hin­ distan ile, aynı zamanda milletler cemiyetinde diğer medenî milletler ile müsâvî bir duruma sâhip bir varak hâline getirilm esini istemek­ te idi. Bu hareketin tarafdariarı, millî adalet ve şeref hususundaki isteklerine mesned olmak üzere, A sya, Avrupa ve Am erika Ma kesîf bir propaganda yaptılar, Hindistan Ma Hind-1 ürk İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, ilk de­ fa olarak, iki mİUîyetli Hindistan k ıt’ asındaki müslümanlar kendi millî istikbâlleri istikame­ tinde yeniden harekete geçmişler ve bu hareke­ tin dinî ve vatan-severlik hususiyetleri daha genç nesli bu mefkÛreye kuvvetli bir şekilde cezbetmiştir. Bu hareket m uvaffakiyet kazan­ dığı takdirde, yalnız Pâkistan ve Hindistan üzerinde değil, fakat muhtemel olarak, A s y a ’da da derin bir te’ sir yaratacak bir hareket olarak telakkî ediliyordu, Pâkistan hareketi, kongre idaresi altında müstakil bir Hindistan isteyen hindû reislerin



499



dikkatinden muhakkak ki, kaçmamış ve Britan­ ya hükümetinden yardım elde etmek gaye­ si ile, bunlar bu hareketin Hindistan ’m şimâl-i garbî eyâletlerindeki hindûlar için değil, fak at Britanya hükümeti için de ciddî bir teh­ like teşkil edeceğini ileri sürmüşlerdi ( Lahore Tribüne, 12 teşrin I. 1935 v e Lahore Eastem Times, to haziran 1934). Bir de Hindistan ve Ingiltere ’deki İngilizce matbuât, D elki Stâtesman (3 ve 6 ağustos 1933); John Coatman, Magna Britannia (1936,3. 32i v. dd.); Parlia­ mentary Debates (301, nr. 90, s. 1033 ) ; Duehess of Atholl, The Main Facts o f the Indian Problem (1933, s. 25 v. d . ) ; Morning Post ( London, 8 şubat 1935 ) bu hareketi bir tehli­ ke gibi göstermiştir. { F. KRENKOW.) ] P â k i s t a n ’m dünya haritasında yer alışı 14 ağustos 1947 ’ de olup, bu tarih, Hindistan Bri­ tanya imparatorluğunun, Hindistan ve Pâkis­ tan olmak üzere, iki müstakil devlete bölünme tarihidir. Tamamen dinî bir esâsa göre yapı­ lan bu taksimde Pâkistan İkiye bölünmüştür: garbî Pâkistan, şarkî Pâkistan. Bu iki parça birbirinden, kaş uçuşu 1.700 km. ’ iik bir me­ safe ile ayrılmaktadır. Pâkistan ’m umûmî me­ sahası 944.824 km2. Mır. Nüfusuna gelince, Pâ­ kistan (İstanbul, 1961 )adlı kitapta verilen mâlûmâta göre, 93.800.000 Mir. Nüfus kesafeti ( bü­ tün Pâkistan için ) aş.-yk. 100 Mür, Pâkistan ’m nüfusu dinî bakımdan oldukça mütecanistir. Filhakika nüfusun 86 °/o ’sı müslüman olup, geri kalanı hindûlardan, hıristiyanlardan, buddhisilerden ve pârsîlerden mürekkeptir. Tarihi boyunca muhtelif medeniyetlerin uğrak yeri olmuş olan bir memleketin nüfusunun ırk bakımından çe­ şitli olacağı tabi’îdir. Bununla beraber, memle­ kette büyük ekseriyet ârî menşe’lidir. Pâkis­ tan Ma muhtelif diller konuşulmaktadır. En mün­ teşir olanları şunlardır: garbî Pâkistan Ma, or­ ta çağda Hind-türk imparatorluğu zamanında meydana çıkan Ordu [ b. bk.] dili, şarkî Pâkis­ tan Ma b e n g a 1 î. Bununla beraber, resmî raehâfilde, iş âleminde, mahkemelerde ve üniver­ site tedrisâtında umumiyetle kullanılan dil İn­ gilizcedir. C o ğ r a f y a . 1. Ş a r k î P â k i s t a n . A s ­ sam ve Birmanya ’nm kenarında bulunan şarkî Pâkistan 14 1 .1 5 4 km.2'lık bir sâha üzerinde 50.800.000 nüfusu olan bir memlekettir (nüfu­ sun ortalama kesafeti 360). Nüfusunun büyük bir çoğunluğunu (3/4 'ünden fazlasın ı) müslü­ manlar teşkil etmektedir. Bu nüfus hemen tamâmen ziraîdir. Memleketin büyük bir k'jjnı ( şarkî B en gâle) ovadır. Burada birbirine karı­ şan Ganj, Brahmaputra bir çok kollara ayrılır ve feyezan zamanlarında taşıdıkları münbit alüv­ yonlarını bırakırlar, Burası musonlar A sya'sının



PÂKtSTAtf. hakikî bîr parçasıdır. İklim, sıcak bir iklim olup, muson yağm urlan İle temayüz eder. Y ıllık ya­ ğış tutarı, ortalama olarak, 1.200 — 2.000 mm. arasındadır. D elta sahası fil ve kaplanları hâvi kesîf ormanlar ile kaplıdır. Pirinçlikler bol ve­ rimli olup, senede iki mahsûl elde e d ilir; fakat nüfus o kadar sıktır ki { bâzı yerlerde km.2 ’na 1.200 kişi kadar nüfus isabet etm ektedir), elde edilen pirinç tamamen mahallinde istihlâk edil­ mekte ve mahsûlün az olduğu zamanlarda kıt­ lık çekilmektedir. Diğer zirâatlere gelince, bun­ lar jüt ( Hindistan keneviri; dünya istihsâlinin 2/3 ’s i ), şeker kamışı ve dağ yamaçlarında çay­ dır ( merkez S y lh e t). Halkın konuştuğu dil bengâiîdir. Şarkî Pâkistan 'da şehirler mahduttur. Başlıca şehri Dakka ’dır. Nüfusu 500.000 olan bu şehir şarkî Pâkistan 'm merkezidir. Minare­ ler ve kubbeler şehri olan D a k k a ’nın, bilhassa muslinleri ve altın dantelleri dünyâca meşhûrdur. Şehir ayrıca büyük jüt, yağlı maddeler ve deri pazarıdır. Chittagong deltanın çamurlu kı­ yılarından uzakta kurulmuş modern bir deniz limanıdır. Tam inkişâf hâlinde olan ve büyük bir liman olmak yolunda bulunan buranın nü­ fusu 350.000 ’dir. IL G a r b i P â k i s t a n . İran ve Efgamstan Tn şark kenarında yer atan garbî Pâkistan 803.511 km .2’iık bir sâha üzerinde yayılmakta olup, nüfusu 43.000.000'dur. Ortalama kesâfe t 5 4 ’tür. Memleketin garbı ve şimâl-i garbî kısmı dağlıktır. Geri kalan kısım İndus ve tâbîlerininin orta ve aşağı mecrâlarına tekabül eden tepelik ve ovalık sabalardır. Memleketin hiç bir noktası 500 mm. ’den fazla yağış almaz ve bâzı bölgeleri yarı çöl olup, buralarda yağış 100 mm. 'nin altına düşer. Yağışın azlığı dolayısı ile, zirâat sulamaya dayanır. G arbî Pâkistan 'm esâs taksimatı şö y le d ir: 1. Bir taraftan Hima­ laya’ya, diğer taraftan Efganİstan yaylasına da­ yanan ve an'anevî bir geçiş yolu durumunda olan şimâl-i garbî hudut eyâleti, 2. Belûcistan, 3. alçak tepe, ovalardan müteşekkil P e n e â b, 4. alüv­ yonlardan meydana gelmiş bir ova olan S i n d. 1. Ş i m â l - i g a r b i h u d u t e y â l e t i . Oldukça ânzalı bir arâziye sâhip olan bu bölge çıplak dağ ve yüksek yaylalardan müteşekkil olup, İndus ve tabileri tarafından, derince va­ diler İle parçalanmıştır. Ç o k sıcak yazları ve oldukça soğuk kışları ile bölgede bir kara ik­ limi hüküm sürmektedir. Buranın halkı an'anelerine ve istiklâllerine sâdık, sert tabiatlı in­ sanlardır. Bunlar müstahkem köylerde oturur­ lar. Başlıca merkez meşhûr Hayber geçidinin ağzında, sulak bir ovada bulunan Peşâver olup, nüfusu 200.000 ‘dir. 2. B e l û c i s t a n , ülkenin cenûb-i garbi­ sinde yer alır. Burası yapı ve ârıza bakımın­



dan, şark kısmında bulunan İran ’a benzer. C e­ nup— cenûb-i garbî, şimâl— şimâl-i şarkî isti­ kametinde uzanan sıkışık, çıplak dağlar ara­ sında bulunan kurak çöküntü sahalarında ve ovalarda zirâat ancak sulama ile yapılır. Takr rîben 300.000 km.2 ’lık bu geniş bölgede nüfus azdır. Halk ’ya göçebe yahut köylerde toplanmış olarak, aşiretler hâlinde, yaşar. Merkez Keta ( nüfusu 100.000 ’den bir az fazla ) 'dır. Boian geçidinin şimâlinde yer alan bu şehir münbit bir vâdi içinde bulunmakta ve sulama sayesinde hububat, meyva ağaçlan ve sebze yetişm ekte­ dir. Efgan hudûduna yakın bir yerde bulunan Kelat şehrinin askerî rolü büyüktür. 3. P e n e â b [b. bk.] Keşm ir 'in cenubunda bulunan ve „beş su" mânasına gelen bölge olup, hey’et-i umûmiyesi ile yeknaşak manzaralı, hafif meyilli büyük bîr birikinti mahrûtudur. Ba­ his mevzuu birikinti mahrûtu, Himalaya dağları­ nın içinden ve eteklerinden gelen akar-suların getirmiş oldukları alüvyonlar ile meydana gel­ miştir. Burada arâzi şeklini meydana getiren iki unsur vardır: şimâl— şimâi-i şarkî, cenûp— ce­ nûb-i garbî istikam etinde akan nehirler ile bunların arasında yer alan sırtlar. Bu sırtla­ rın sulanması, su hazîneleri ve kanallar açıl­ ması husûsunda muazzam çalışmayı icâp ettir­ miştir ; fak at bu çalışma neticesinde, Peneâb Pâkistan ’m bir anbarı hâline gelmiştir. Burada hububat ( bilhassa buğday, ikinci derecede darı, pirinç, arpa ve m ısır), uzun elyâflt pamuk ve yağlı maddeler hâsıl eden nebatlar ekilmekte­ dir. Fakat bir çok nehirlerin kaynakları Hind Birliği arazisinde olduğundan, Pâkistan Pencâb ’1, bu bakımdan, dâimi bir tehdit altında bulunmaktadır. G arbî Pâkistan ’m nüfusunun i/3 'si burada toplanmıştır. Bölgenin merkezi Lâhûr [b . bk.] olup, nüfusu 850.000 'dir. Tarihî bir şehir olan Lâhûr asırlardan beri bir ilim ve hars merkezidir. Burası aynı zamanda bir hubûbat ve meyva pazarı, küçük san’atlar mer­ kezi ve ehemmiyetli bir demiryolu kavşağı hâ­ line gelmiştir. Diğer şehirler meyânında şimal­ de Ravelpindİ (nüfusu 250.000) zikredilebilir. Pâkistan 'in hâlen inşâ edilmekte bulunan müs­ takbel idâre merkezi İslâmâbâd, Ravelpindİ ’den 11 km. mesâfededir. Devlet ve hükümet dâire­ leri şimdilik Ravelpindİ ’de bulunmaktadır. 4. S i n d b ö l g e s i . Burası garpta dağlar­ dan, şarkta bir ovadan ve merkezde indus va­ disinden müteşekkildir, indus nehri aşağı mec­ rasında sık-sık yatağını değiştirm ekte ve mü­ teaddit kollar ile çöl hâlinde bir delta ile ni­ hayet bulmaktadır. Bölgede, bilhassa yarı çöl hâlinde bulunan şarktaki ovada, yağış azdır ve sıcaklık yazm kavurucudur. Pamuk, pirinç ve buğday ziraat! ancak merkezî kısımda, tndus



P Â K İS T A N .



üzerinde son zamanlarda inşâ edilmiş otan ba­ rajlar sayesinde, mümkün olmuştur. Bu barajlar iki tânedir : biri 1932 ’cb inşâ edilmiş olan Sukkur barajı olup, 3.000.000 hektarlık araziyi su­ lam aktadır; diğeri daha İleride ağız tarafına doğru olan ve 195Ğ 'da inşâ edilmiş bulunan Kotri barajıdır. Bölgede iki büyük merkez var­ dır: Bunlardan Haydarâbâd (nüfusu 250.000) bir ıslâm san’atı merkezi olup, sırma işlemeleri ve ipekleri ile meşkûrdur. Karaşi ( b. b k .; nü­ fusu 2.200.000) ise, deltanın bir az kenarında yer alan, fakat îndus nehrinin mahrecinde ve Avrupa ile uzak şark deniz ve bilhassa hava yollarının müstesna bîr mevkiinde bulunan, A s ­ y a ’nın en büyük ve en modern hava alanına sâhip bir şehirdir. Vaktiyle Pencâb ’m buğda­ yını ihrâc için inşâ edilmiş olan Karaşi limanı şimdi bilhassa pamuk ihrâc limanı hâline gel­ miştir. Şehir memleketin iicârî ve sınaî mer­ kezidir. P a k i s t a n ’ı n İ k t i s a d î d u r u m u . Es­ ki Hindistan imparatorluğunun bölünmem es­ nasında, 14 ağustos 1947 ’de Pakistan, ingilizlerin H indistan'da tahakkuk ettirdikleri büyük sulama işlerinin ehemmiyetli bir kısmını ve bil­ hassa Pencâb Makilerin ekserisini ve buğday ekilen topraklara tekabül eden sahayı elde e t t i; fakat enerji kaynaklan hiç mesabesinde idi. Şarkî Pakistan a , esâs servetini teşkil eden jütü işlemek için, kıç bir fabrika kalmamış idi. Bunu işleyecek bütün fabrikalar Hind Birliği ’ne âit Kalküte 'de kalmış idî. Bunun içindir ki, Pa­ kista n ’in yaptığı beş yıllık planlarda 14 jüt iş­ leyecek fabrikanın inşâsına yer verilmiştir. P a ­ kistan, taksimde, Hindistan imparatorluğu sana­ yiinin ancak 10 % 'u ve nüfusunun 20 % ’sini tevârüs ediyordu. Hissesine düşen arâzi üze­ rinde 10.700 km. uzunluğunda demir-yolu bu­ lunuyordu ; fak at bunlar, bilhassa, askerî gâye ile inşâ edilmiş idi. A ynı zamanda muhtelif genişlikte idi. Hînd Birliği ile Pâkistan arasın­ daki gerginlik dolayısı ile, Pâkistan civar bü­ yük memleketlerde mahreçler bulmakta güçlük çekiyordu. Ayrıca hindûiarm işlerini terkederek, memleketten ayrılmaları yetişmiş işçi ba­ kımından memleket iktisadiyâtını müşkül du­ ruma sokmuştur. Bu güç durum karşısında Pâ­ kistan şöyle hareket e tti: taksimi takip eden yıllarda dünyâca fazla taiep edilen jüt ile pa­ muğunu sattı ve kendine bu suretle bol mıkdarda döviz sağladı. Pâkistan 1950 ’de 6 senelik bir plan hazırladı. Bu plana göre, her şeyden evvel ziraî olan bir nüfusun hayat seviyesi yük­ seltilecek, zirâat büyük sulama île genişleti­ lecek, bilhassa memleket dâhilinde elde edilen iptidaî maddeleri işleyerek, istihlâk maddeleri imâlini istihdaf eden geniş bir sanayileşme pro­



gramı tahakkuk ettirilecek ve nihayet nakil vâ­ sıtaları islâh edilecek idi. Bu plan ile bunu tâkip edenlerin mâlî yatırımı, devlet ve husûsî sermâyeler tarafından, tasarruf yolu ıie ve ya­ bancı devletler yardımı ile te ’min edildi. Plan­ lama hey'eti tarafından hazırlanan ikinci beş senelik plan ( 19Ğ0— 1 9 6 5 ), 19 6 0 senesinden iti­ bâr en, tatbik mevkiine konulmuştur. Bu plan, memleketin kaynaklarını daha iyi kullanarak, bayat seviyesini yükseltm ekle halkın refahını arttırmak için hazırlanmıştır. Plan, millî geliri 50 o/r, arttırmağı, harc-ı âlem eşyâ istihsâlâtıni, gıdâ, giyim ve mesken durumunun İslahım is­ tihdaf etmektedir. Üzerlerinde durulacak olan sahalar küçük sanâyî, sulama, beyaz kömür ve münâkaledir. Z i r â a t . Pâkistan iktisâdı, esâs itibârı ile, nüfusun 90 o/o 'ına yakın bir kısmının meşgül olduğu zirâate tâbîdir. Memlekette her ne ka­ dar büyük arâzi sâhipleri hâkîm durumda ise de, işletmenin esâs cüz’ü küçük çiftlik tir ve onu da işleyen köylüdür. Büyük serraâyeli iş­ letmeler, mültezimler vâsıtası ile, gıdâ madde­ leri zirâatleri yaparlar; yahut ücretli rençberler ile, çay, kauçuk, büyük çiftlik zirâatleri ic­ ra ederler. Pâkistan ’da hâkim olan bugünkü idâre toprak reformunu tatbik etmektedir. V ak­ tiyle ellerinde geniş nufüz ve kudret bulunduran büyük arâzi sahipleri, arâzi tasarrufları hudut ve şümulü tesbit edilmek suretiyle, siyâsî hakla­ rın serbestçe kullanılmasına manî olam ayacak­ ları bir duruma düşürülmüşlerdir. Bu hâl zirâî gelişme hızını arttırmış, sulamanın genişletil¡nesi ve tuzlulukla mücâdele de gıdâ maddeteri zirâatlerinin gelişmesine sebep olmuştur. Su-anan topraklar 19 4 8 ’de ekilen sâhaiarm 40 o/„ ’ını teşkil ediyordu. Yeni barajların faaliyete geçmesi, muhakkak ki, bu nisbeti arttırmıştır. A yrıca devlet, gübre kullanma usûlünü yaymak ve zirâat âletlerini islâh etmek için, gayretini arttırmaktadır. Hâlen İki gübre fabrikası faali­ yettedir ve diğer ikisi de yakında faaliyete ge­ çecektir. Pâkistan 'da bu iki zirâat tarzından gıdâ maddeleri zirâati ( geçim zirâ a tı) hâkim­ dir. Bu sahada istihsâl ekseriyâ halkın ihtiyâ­ cım karşılayacak durumdadır. Pirine, ekili sâhanın yarısını, hattâ şarkî Pâkistan ’da ve şarkî Bengâle *de 9 0 % 'mı teşkil eder. Bütün Pakis­ tan 'ın yıllık istihsâl mıkdan 1 9 5 9 ’da 14 .4 19 .0 0 0 ton (paddy) idi. Buğday ekili arâzinin 2 5 % ’ini işgâi etm ektedir; garbî Pâkistan ’da ekse­ riyâ kuru zîrâatle elde edilir. Y ıllık istihsâl, 1958/1959 ortalamalarına göre, 3 .7 6 3 .0 0 0 ton olup, tamamen mahallinde istihlâk edilir. İkin­ ci derecede gıdâ maddeleri zirâatleri meyâmnda mısır, dan, sorgo, arpa, sebzeler ve meyva ağaçları zikredilebilir. Bu geçim zirâatler' hâ-



PÂKİSTAN. ricinda ticâret maksadı ite yapılan zirâatler (sa­ nayi bitkileri zirâ ati) vardır ki, şunlardır i şar­ kî Pakistan ’ da, bilhassa ihrâe maksadı ile eki­ len jüt ( 1 9 5 6 ’d a : 1.oy2.Û00 to n ), Pencâb ve S in d ’de ekilen Pamuk (1958/1959 ortalam ası: 286.000 t o n ). İstihsâl, gittikçe artan iç istih­ lâki karşıladığı gibi, memleketin mühim bir ihrâe maddesi hâline gelmiştir. Çay şarkî Pâkistan ’da yetiştirilm ektedir (24.000 ton ). Her ne kadar Assam çayı evsâfında değil ise de, Britanya bu çayın büyük bir müstehlikidir. Şe­ ker kamışı millî ihtiyaçları karşılam aktan he­ nüz uzaktır. H a y v a n c ı l ı k . Mer’alar ve hayvanları beslemek için yetiştirilen çayırlar ve otluklar kâfî değildir. K oca-baş hayvanlar sürüsü, ol­ dukça mühim mtkdarda olmakla beraber (1958/ *959 *; Şemseddin Sâmî, Kitmüs al-a'läm, II, 1467). Burası Osmanlı devletinin



A vusturya ve Venedik devletleri ile- ayrı-ayrı ( 2Z şâban 1130 = 2 1 temmûz 1718 ) barış andlaşmafarını im zaladığı yer olmakla meşhurdur. Osmanlı devleti, bilindiği gibi, Viyana muha­ sarası ile (10 9 4= 16 8 3) başlayıp, 16 yıl süren uzun savaşta ilk ’ zamanlarda büyük kayba uğ­ ramış ise de, 1100 tarihinden itibâren hasmım Tuna ’ nm öte tarafına kadar geri püskürtmeğe muvaffak olmuş idi. Biından sonra 8 yıl içinde karşılıklı muharebelerde bir kaç kere avusturya­ lılar, bir defa da Osmanhlarm Zanta (23 safer 1109) 'da mağlûp olmalarına rağmen, her hangi bir değişiklik vukua gelmedi. Venedikliler Mora 'yı, ruslar da A zak kalesini ellerine geçirmekle iktifa ettiler. Lehliler Kamaniçe kalesini muhâsara için yaptıkları bir çok teşebbüslerde yal­ nız hezimete uğramakla kalmadılar, aynı za­ manda memleketlerini kırımlı akıncıların yağ­ maları altında ezdirdiler ( Âbdurrahman Şeref, D evlet-i osmâniye, İstanbul, 1309, II, 28 —- 3 1). Fakat buna rağmen, Osmanlı devleti İçin, artık mevziî bir şekil alan bu savaşta kaybettiği topraklan geri almak ümit ve imkânları da he­ men hiç kalmamış id i; çünkü bu savaş 30 ka­ dar büyük seçkin vezîr ve kumandanın hayat­ larına mâl olduğu gibi, halkın ağır vergiler al­ tında ezilmesine ve hazînenin de takatinin yob denecek derecede azalmasına sebebiyet vermiş idi. Bu şartlar altında savaşın devamı hususun­ da İsrar etmek, boş yere askerin re bilhassa devlet bünyesinin daha büyük zararını ve belki de felâketini mûcip olabilirdi. Osmanlı devleti uzun müzâkerelerden sonra, dört hıristiyan m üttefik devlete karşı netîcesî daha evvelden kestirilemeyen bir savaşı devam ettirm ekten ise, fırsat düştükçe, bu devletlerin teker-teker haklarından gelmenin bir çok bakımlardan daha münâsip olacağı karârına vardı. Bir ö ç alma hâlet-i rûhİyesi içinde K arlofça [ b. bk.] 'da hasımları ile zâhiren sulh, hakikatte ise, kısa vâdeli mütârekenâmeleri imzaladı. Osmanlı devleti, K arlofça ’nın imzalanmasın­ dan bir kaç yıl sonra, büyük bir gâile içine yuvarlandı. Yapılması lüzûmlu İslâhat ve askerî teşkilâta fazla bir dikkat ve himmet gösteril­ medi. H attâ bu yüzden o sırada İspanya 'da Kari II. 'ın ölmesi ile patlak veren veraset mü­ câdelesinde Avusturya ’dan intikam almak fır­ satı bile kaçırılmış oldu. Osmanlı devletinin o zaman hâricî işlerde fransız siyâsetinden ziyâde, İngiliz siyâsetini terviç etmiş olmasında, şüphe­ siz, İstanbul 'daki fransız büyük elçisi Ferriol 'un tavır ve hareketlerinin çok dahil oldu { A h­ med Râsim, Resim li ve haritalı osmanlı tarihi, İstanbul, 1327 — 1329, II, 789 v .d .). Fakat Bâb ıâ lî’nin o zaman, gûyâ yorgunluğunu ve zaa­ fını hissediyormuş gibi, kendi içine çekilip.



PA SÀ R Ô FÇ À . kayıtsız bîr tavır takınması, Petro I'.'nun te-, lunm uş idi. Bunun ü zerin e d e v let e rk â n ı?i zil­ câvüzkâr bir siyâset gütmesine kadar HeVam hicced e sadrâzam îzn ikli (tarih lerim izd e D âm âd etti, Rus çarı Petro I. İsveç kralı Şârl XII. veya Ş elıid lekab ları ile a n ıla n ) A l i P a şa ’nin ’a karşı Poltava savaşında kazandığı zaferin sa ra yın d a toplan arak, 14 m adde hâlinde te s b ît sarhoşluğu içinde, ı? kânûn I; 1711 'de elçi edilm iş Olan b u tu n bu hâdiseleri sulhiı ihlâl vâsıtası ilè, Bâbıâli ’ye bir nota sundu ; burada eder m âh iyette kabûl e tti v e V e n e d ik ’ e 9 kâİsveç kıtalinin Osmanlı topraklarından çıkarıl­ ' hûn I. 1714 ( 1 zilh icce 1127 ) 'te se fe r açılm asına ması, akşi hâlde dost ve müttefiki Lehistan ■karar verdi ( bk. R âşid , Tarih, IV , 24' v.d., 2 7 ; ile birlikte silâha sarılacağı bildiriliyordu ( P. J. v . H am m er, G O R , P esth, 1835, 1699— 1774, ' ’ H. Michel, La M er N o ire et les détroits de IV, 1 2 4 ). C onstaniinople, essai d ’histoire diplom atique,



Paris. 1899, s. 71 )• Osmanlı devleti buna cevap vermeğe bile liizûm görmedi. Rus elçisini Yedi-Kule ’ye hapsettirdikten sonra, Osmanlı or­ dusu, sadrâzam Battatiı Mehmed Paşa kumandâsı altında, derhâl yola çıktı. Bir müddet sonra da, bu ordu Prut kenarında rus çarını, askerî kuvvetleri ile birlikte, bir muhâsara çemberi içine alıp, sıkıştırdı. Bu durum karşı­ tında P etro I. Baltacı tarafından âdetâ dik­ te ettirilmiş olan Prut sulh şartlarını ( 6 cemâziyelâhır 1123 = 13 temmuz 17 1 1 ) kabûl etmek zorunda kaldı {bk. Başvekâlet arşivi, N âm e-i hüm âyûn d e fte r i, nr. 9, s. 306 — 309 ). Osmanlı devleti böyleee Karlofça ’nm Rusya ’ya sağladığı faydalan geri aldıktan sonra, garp istikam etinde girişeceği teşebbüsünde serbest kalabilmek için, bu şimâl komşusu İle olan münâsebetlerini düzeltmek üzere, harekete geçti. Çar Petro I., P r u t’ta ordusu ile birlikte yok olmaktan kurtülduktan sonra, barış şartlarının icrası hususunda oyalayıcı bir tavır ve hareket takınmış idi. ' Fakat bu defa Bâbıâlî Rusya ile 10 rebiülevvel 1124 (1 7 nisan 11 i z ) 'te, bir yıl önce Prut barışını yenilemiş olmasına rağ­ men, tutumunda yine bir değişiklik yapmayan bu şimâl devletine karşı çok daha şiddetli davran­ dı ve neticede Prut hükümlerine harfiyen ri­ âyet edilmek şartı ile, bu devlete Polonya iç işlerine karışmamak ve İsveç kiralının memle­ ketine dönmesine karşı koymamak gibi kayıt­ ları içine alan Edirne andlaşmasını ( 112 5= 1713 ) kabûl ettirdi [N â m e-i hüm âyun d e fte r i, nr. 6, s, 218— ,219). Osmanlı devleti böyleee bir müddetten beri sessizlik içinde Venedik ’e karşı hazırladığı se­ feri açmak husûsunda tamâmiyle serbest kaldı. Venedik, K arlo fça'd an beri zaman-zaman Bâbıâli ile kendi arasındaki münâsebetleri gölge­ leyen hareketleri önlemeğe tevessül, etmediği gibi, son Osmanlı— Rusya savaşında karadağiıları isyana teşvik etmek ve bunların Prut sul­ hunu müteakiben ayaklanmaları üzerine girişi­ len tenkil hareketinden kendi topraklarına ka­ çanları himaye eylemek ve kalyonları ile A k ­ deniz ’de korsanlıkta bulunarak, bir kaç Osinanli"gemismi ele geçirmek teşebbüsünde bu­



O sm anlı d e v le ti, bu karardan son ra yapılan harp hazırlıklarının V e n e d ik ’e m üteveccih ol­ duğunu bild irm ek için, sadrâzam A li P a şa ta ­ ra fın d an A v u stu r y a b a ş-vekili Pren s E u g e n ’e yazılan m ektûbu V iy a n a ’y a gö tü rm ek ü zere, dergâh -ı â lî g e d ik li m ü teferrikala rın d a n İbra­ him A ğ a 'y i me’m ûr etti. B u m ektupta B âbıâlî 'nin barış şartların a riâ yeti ayrı-ayrı d e lille r ile işba ta ç a lış ılıy o r ve A v u s t u r y a ’nın son 'rus se­ ferin d e olduğu gib i, bu sa v a ş ta da ta ra fs ız ka­ la ca ğ ı ümidi izh âr ediliyordu ( R âşid , T a rik , IV , 19 j bu m ektûbun m etni için bk. IV , 196 v. d .; j . v. H am m er, I V , 137 }. F a k a t A v u stu r­ y a h ü kü m eti daha evvel d avran arak, İstanbul ’daki elçisi Fleischm arin v â sıta sı ile, O sm anlı d e v leti ile V e n ed ik arasında sulhun ku rta rıl­ ması için a racılık tek lifin d e bulundu. S a d r­ âzam A li Paşa, kend isi ile m ü lakat akabinde, ordunun başın d a M ora se ferin e gitm e k üzere, D a v u d -P a ş a ’ dan y o la ç ık tı ( bk. R âşid , T ârih, IV , 197 v. d . ; Z in k e ise n , G O R , G o th a , 1857,



V , 465).



. . _ :'



A vu stu rya hüküm eti bu se fe r d e B â b ıâ lî *ye



elçisi vâsıtası ile sunduğu oldukça sert ve tehditkâr bir notada, Osmanlı devletinin geniş öl­ çüde girişmiş olduğu harp hazırlıklarına işa­ retle, Avusturya hükümdarının kendisi ile V e­ nedik arasında mer’iyette bulunan ittifaka göre, şayet Osmanlı devleti ona karşı harekete geçe­ cek olursa, kendisinin de, K a rlo fç a ’mn kefili olarak bu barışı korumakla mükellef ve m üteahhid bulunduğu için, silâha sarılacağını bildirdi ( Zinkeisen, V, 464 v.dd.). Fakat hakikatte A vus­ turya devletî o sırada İspanya, İtalya, Hollanda ve şimalde cereyân etmekte olan bir çok siyâsî meseleler ile meşgûl bulunduğundan, Bâbıâlî ile bir savaşa girişmesi şöyle dursun, V iy a n a ’da kendisini savaşa fiilen iştirake zorlayan Vene­ dik temsilcilerine kendi memleketlerine bilâva­ sıta yardımı bile vaad ve ikrarda bulunamadı. H attâ bu devlet kendi topraklarından ve Dalmaçya ’dan 4.500 saksonyalt ücretli askerin geç­ mesi husûsunda Venedik ’in teklifini bu böl­ genin fakirliği ve bu kadar yüke tahammülü olmadığını ileri sürerek, reddetti. Sadrâzam A li Paşa, o sırada Hollanda elçisinin kâtibi Theyls vâsıtası ile ruslardan 1125 tarihli Edir­



$i«



PASAR Ô FÇÀ.



ne andlaşmasına sâdık kalacaklarına ve Vene dik ile bir ittifak yapmayacaklarına dâir te'minat almış bulunduğundan, A vusturya'nın Is­ panya verâset savaşı neticesinde yorgunluk ye j zaaf hâlini göz önünde tutarak, bu devletin silâha sarılmak tehdidi ile kendisine sunduğu nptaya cevap,vermeği zâit addetti. Sâdece reisü ’1küttâb el-Hâc Mustafa ile A vusturya elçisine bir cevap verdirdi ( Zinkeisen, IV, 465 v.d.). Sadr­ âzam A li Paşa artık müz ’¡c bir şekil alan bu tavassut, teşebbüsüne bir son vermek istedi ve Avusturya baş-vekilinin kendi mekt&buna İbra­ him Paşa ile gönderdiği .cevâbı karşılıksız bı­ raktı. Bununla beraber, A yusturya elçisine ev­ velce tavassut husüsunda yapılan görüşmelerde verilmiş olan cevaplara uygun bir cevâbın tekrar­ lanması ile iktifa edildi, O sırada ordu ve donan­ ma da kendilerinden, beklenen vazifeyi kısa bir zamanda yerine getirerek, V en ed ik'in Mora ve G irit ile olan ilgisine tamamen nihayet vermiş bulunuyordu. Bâbıâlî, bu parlak başarı üzerine, şimdi de ertesi yıl K o rfo üzerine yapacağı se­ fer hazırlıkları ile meşgûl olmağa başladı. Fa­ kat Karlofça barışından o zamana kadar daha ■ ziyâde bir tavassut ve şefaat siyâseti gütmüş . bulunan A vusturya hükümeti, Fransa île yap­ tığı .savaştan yorgun çıkmasına rağmen. Babıâlî ’ye karşı takip ettiği tavır ve hareketini de­ ğiştirdi; çünkü Korfo adası, Prens E u g e n 'in şark meselelerini inceleyen imparatorluk mec­ lisinde belirttiği gibi, öteden beri İtalya 'nın kilit noktası idi. Bu çok mühim üss elden çık­ tığı takdirde, artık hiç bir kuvvet türklerin Napoli *yi ele geçirmesine ve Milano ile Tirol üzerinden, Almanya ’nın içine girmelerine mâni olamayacaktır. A yn ı zamanda da Osmanlı or­ . duları Macaristan 'a saldıracaktır. Binâenaleyh müzâkereler ile daha fazla vakit geçirilmemeSidir; çünkü türkler, Venedik 'i tamâmiyle imhâ etmek için, vakit kazanmak istiyorlar (Histoire de Prince Eugene, Wien, 1741, V, 13 ; bk, bir de Zinkeisen, V , 509 v.d.; Râşid. Tarih, IV, 193 v.d.). Avusturya 'nın o zaman şark siyâsetinde birden-bire vukû bulan bu değişiklikte Avrupa hâdiselerinin de büyük yardımı oidu. Fransız k ı­ ralı Louis XIV. 1eylülde ölmüş idi. Avusturya ’mn artık diğer Avrupa devletlerinden korkacak bir şeyi kalmadı. Fransa, her şeyden evvel son yıllarda uğradığı ağır kayıplardan dolayı kendi­ sine gelmek için sükûnete ihtiyâcı olduğundan, şimdilik başka bir şey düşünmüyordu, tspauya bu sırada katalonyahlar ile yeter derecede meşgûl bulunuyordu. Kıral Philippe ’ten de, henüz otur­ duğu kıtallik tahtını kuvvetlendirmek istedi­ ğinden, tecâvüzı bir siyâset tâkip etmesi bek­ lenemezdi. Avusturya, Hollanda ile Barriers andlaşmasınt ( 14 teşrin II. 1715 ) imzaladıktan



sonra, nisbeten daha serbest kaldı (H istoire d e . Prince Eugène, V, 7 v.d.). Bütün bu,sebepler A vusturya ’ yı Venedik ile Bâbıâlî ’ye karşı müş­ terek bir muharebeye sürüklem eğe kâfî idi. F akat Avusturya kendisi ile V enedik arasında saldırıcı ve koruyucu bir ittifâkm imzalanma­ sına tarafdar idi. Bunun üzerine bu ikk devlet ..arasında başlayan müzâkereler 1716 ilk baha­ rına kaday devam etti ve 13 nisanda ittifak andlaşması imzalandı. Bu andlaşma, birinci maddede de belirtildiği gibi, aslında 20 mart 1684 tarihli mukaddes ittifâkın tecd it ve te’kidi oluyordu. Avusturya bundan sonra harp hazırlığı faâliyetiai de arttırarak, Macaristan, Erdel ve Hırvatistan 'da askerî kuvvetleri y ığ ­ mağa, eski kaleleri tâmir etm eğe ve her türlü tedbirleri almağa başladı. Bu huşûsta girişilen bütün hazırlıklar tamamlanınca da, Prens Eu­ gen 2 nisan 1717 tarihi ile sadrâzam A li P a­ şa 'ya gönderdiği ve fakat İstanbul ’a ancak 42 günlük bir gecikme, ile varmış olan ( Râşid, IV , s. 194; Zînkeisen, V, 5 1 3 ‘te 20 gün olarak gösterilmiştir ) mektubunda, bîr yıl evvel gön­ derdiği yazısına cevap vermek tenezzülünde , bulunulmadığından, Karlofça barışının nakzedildiğinden ve,İstanbul ’daki elçisini geri aldır­ dığından bahis ile, V en e d ik 'e husûmetin kesil­ mesini ve bu memleketten alınan yerlerin geri verilmesini talep etti ( Râşid, IV, 200 y.d. ye mektubun tercüme metni için s. 203 v .d d . ; Zinkeisen, V , 513; Ham mer, IV, 137). Osmanlı devleti, A vusturya nın Raştad barışı ile harp­ ten yorgun çıkmasından bilistifade, Karlofça ile elinden çıkan yerleri bu devletten de geri almağa k a t'î surette azmetmiş bulunuyordu. Sadrâzam A li Paşa da er-geç çıkacak A vus­ turya seferinde donanmadan da faydalanmak için, Dalmaçya 'ya bir deniz yolu açmağı düşü­ nüyordu. Bunun için de, Mora seferinden dö­ nüşünde, ertesi yıl yapılacak Korfo 'nun fethi hazırlıkları ile meşgûl olmağa başladı. H attâ sadrâzam İngiliz ve hollanda elçilerinin ta­ vassut teklif ve ikazlarına da ehemmiyet verme­ di ( Râşid, IV, 198 ). O sırada serhadlerden A vusturya 'ura harp hazırlıkları ile ilgili olarak arz ve ilâmlar geli­ yordu. Yabancı elçiler de bu haberlerin doğ­ ruluğunu aralarında te ’y it ve tasdik ediyor­ lardı. Fakat sadrâzam hâlâ Avusturya ’nın ahdi­ ni bozacağına ihtimâl vermiyor, bu hazırlığı da­ ha ziyâde onun Venedik seferinden ileri gelen evhamına hamlediyordu. Bununla beraber, ger­ çeğin bilinmesi için, Bâbıâlî ’ye dâvet edilen, bu devlet elçisinden bu husûsta hükümeti tarafın­ dan bir açıklama yapılması istendi. A n cak mez­ kûr elçi hükümeti adına Bâbıâlî ye gereken açıklamayı yapacağı yerde, iki buçuk ay son­



PASAROFÇA. ra baş-vekilinden sadrâzama gelen yukarıdaki mektubu sundu (R âşid, IV, 199 v.dd.). Bunun üzerine tekm il devlet erkânı, bu mektup münderecâtmı tetk ik ve müzâkere etmek, üzere, E y y û b 'd a Vâlide-Sarayı yalısında sadrâzamın başkanlığı altında fevkalâde bir toplantıya çağınldı. Bu toplantıda, A vusturya ’ya sefer ya­ pılacak ise, külliyetli askere ihtiyâç olacağını ve şimdiki hazırlığın ancak Korfo muhasarası­ na yeteceğini ve hazırlık zamanının darlığını ileri süren ocak zabitlerini sadrâzam, vatan hiyânetı ile ithâm ederek, şeyhülislâm A bdürrahim Efendi ’den katillerine fetvâ istedi. B âzı. devlet erkânı da, gâile çıkarmamak için, tstehdil ( Tenos ) ve Çukâ ( Serigo ) küçük adaları­ nın tazminat olarak Venedik e iâdesi ile A vus­ turya talebinin is’âf olunması fikrinde İdiler. Fakat sadrâzamın kin ve korkusundan hiç kim­ se söz söylemeğe cesâret edemedi. Bunun üze. rine sadrâzam ertesi gün Davud-Paşa sahra­ sında dikilmiş bulunan otağ-ı hümâyûnda hün­ kârın huzûrunda toplanmak üzere, bu ictimâa son verdi ( Râşid, IV, 194— 2oz, 208 y.d. ; Ham­ ıner, IV, 137 v.d.). Bu toplantıda da yalnız sudûrdan Anadiolu ser-askeri Mîr-zâde Şeyh Mehmed Efendi: sadr­ âzama tarize cesâret ederek, baş-vekilin mek­ tubunda nakz-î ahd bulunmadığını. hakikati öğrenmek için, Avusturya hükümetinden izahat talep ettikten sonra, harp ilânı, veya sulbü ye-i uilemenin muvafık olacağını, boş yere harp açıp, halkı Sıkıntıya ve zarara sokmanın doğ-' ra olamayacağını söylediğinden dolayı, sürül­ dü. Neticede bu iki toplantıda bilhassa Mora fethinden sonra etrafındaki riyakârların da te ’sirleri ile kendisini „Fâtih-i cihân ve Rüstem-i zaman" add ede-gelen sadrâzamın nufûzuna tâ­ bi olan vüzerâ ve ricâl v. b. harp tarafını iltizâm ettiklerinden, savaşa karar verildi ve A vustur­ ya 'ya şiddetli bir cevap verilerek, harp ilân edildi (R âşid, IV, 210— 213, 227 v. d . H a m mer, IV, 138 v.dd.). ' ' Bunun üzerine sadrâzamın ordu-yı hümâyûn ile A vusturya ’ya karşı, Mora ser-askeri K ara Mustafa Paşa ile kapudan-ı deryâ Canım Ho­ ca P a ş a ’nın K orfo muhasarasına gitmelerine karar verildi. B e lg ra d ’da yapılan askeri şûra­ da, Rumeli beylerbeyi Sarı Ahm ed Paşa ’nın ileri sürdüğü tedbir tercih edilerek, Belgrad ’dan Zemun yakasına geçildi ( Râşid, IV, 248' v.d.). Burada da sadrâzamın otağında bir meş­ verette yine Sar. Ahmed Paşa askerin yor­ gunluğundan top ve mühirnmâtın henüz yol­ da bulunduğundan bahis' ile. asker ve mühim­ mata bir nizâm verilmedikçe, düşman Üzerine varılmasının büyük tehlike olacağı fikrini ile­ ri şürüp, kabû! ettirdi (Râşid, IV. 258). fa k a t



Varadin yakınında, A vusturya askeri ile ynkÛ bulan muharebede, Türk Ahm ed Paşa ’nın şehâdeti üzerine, O sm an li askerinde bozgunluk görülünce, A li Paşa elinde kılıç düşman safla­ rına hücûm e t t i ; fakat şehid oldu ( Râşid IV, 262 v.d .; Hammer, IV , 145 v.d.). K ibir ve gürûra ölü­ müne sebep olduğu, gibi, ölümü İle devlet er­ kânının sevinci, bozgun neticesinde duyulan te ’essüre üstün geldi (R âşid, IV, 269). Ordu bu hezimet üzerine Belgrad 'a çekildi.. Münhal olan sadâret Belgrad muhâfızı Haiti Paşa ’ya verildi. O sırada avustıiryalılar Tam şvâr ve B a n a t'1 ellerine geçirdiler; ertesi yıl da Bel­ grad ’1' kuşattılar. Sadrâzam Halil Paşa bu ka­ leyi müdâfaa edemedi, büyük kayıplar ile geri çe k ild i; dâr-ül-cihâd olan Belgrad bir kaç gün sonra düşman eline düştü. Halil Paşa azledi­ lerek, yerine Nişancı Mehmed Paşa getirildi { Râşid, IV, 362 v.d.); fakat yeni sadrâzam ne yapacağını şaşırmış idi. Evvelce K o rfo 'yu mu­ hasaraya gitmiş olan donanma başarısızlıkla geriye döndüğü gibi, Rumeli .de) Belgrad boz­ gunundan dolayı, karışmış idi. Bu sırada Niş ’te bulunan sadrâzam o âna kadar uhdesinde Belgrad kalesi muhafızlığı­ nı bulunduran M ustafa Paşa ’dan bu kalenin Avusturya ’ya terki ile ilgili müzâkereler sıra­ sında,' Avusturya generallerininbarışa temayül' gösterdiklerine'dâir bir mektup aldı. Bunun üzerine sadrâzâm kendisine bu mevzöda avusturyahlar ile temasta bulunması ve icâp eder­ se, müzâkerelere girişebilmesi için gereken mü­ sâadeyi verdi ( Râşid. V , 25 v.d.). • Hadd-î zâtında Osmanli devletinde barışın, düşünülüp, ele alınması mîrâhûr-ı evvel 1brahim A ğ a 'nın rikâb-t hümâyûn kaymakamlı­ ğına 16 şevval 1128'de getirilmesi ile başla­ mış idi. İbrahim Paşa bizzat Varadin savaşın­ da askerin hareket ve mâhiyetini yakından müşahede ettiğinden, bü askere bir nizâm verîlmedikçe, muHârebelere devamın doğuracağı vahim akıbeti istid lal've savaşın durdurularak, mümkün ise, hemen sulh müzâkerelerine giri­ şilmesi hûsûsünu daha o zaman padişaha arzeyleyerek, bu mevzûda kendisinin rızâ ve mu­ vafakatini elde etmiş idi. Binâenaleyh bu yeni vazifeye başlayınca, barış husûsuna vazifeli kılmağı münâsip gördüğü sâbık defterdar Elhâc Mustafa Paşa yı Bosna ’dan İstanbu l’ a getirt­ ti ve onunla bu meseleyi gizlice görüştükten sonra, onun ordu-ı hümâyûn tarafından daha evvel me’ mûr edildiği Özi kalesi ’ muhafızlı­ ğına gitmesinden vazgeçilip, vaziyete göre, avustıiryalılar ile temasa geçerek, barış müzâkBrelerine' başlaması için, kale muhafızlığı vazifesi ile B elg ra d 'a gönderildi ve kendisi ■dş İştspıbal'dia, frqgşız, İngilijı ve H öllâijdf şi»



518



PASAROFÇA.



çileri ile bilvasıta temas ve müzâkerelerde biılundu. Mustafa Paşa, B elgra d 'a gitmek üze­ re, derhâl yola çıktı ve Sofya civarında ordu-yı hümâyûna mülâki olarak, me'mOriyetini sadr­ âzama ve ordu erkânına bildirdi. Başta sadr­ âzam olmak üzere, ordu erkânı, bilhassa Tamşvaı geri alınmadıkça, barışın aslâ bahis mev­ zuu olamayacağını ileri sürdüler ; aynı zamanda gelecek yılda alınacak intikam savaşından ba­ his ile Mustafa P a ş a ’ya barış teşebbüsünden çekinmesini, tavsiye ile, me’mûr olduğu vazife­ de kendisine rahâvet ve fütûr verdiler. Ordu S o fy a ’ dan E d irn e'ye gelip, rikâb-ı hümâyûna varınca da, muhârebeyi barışa tercih e tlik le ­ rini tekrarladılar. İbrahim Paşa Varadın sava­ şında ve T am şvar'ın kurtarılmasında askerin gevşekliği mücerrep ve mâtûm olduğuna, bu asker İle gelecek sene düşmana karşı mücâ­ deleye girişmenin imkânsızlığına işâretle, şimdi­ lik intikamı münâsip bir zamana bırakıp, barış lüzumunu belirtmeğe çalıştı. F akat ne sadr­ âzamı, ne de ordu erkânını iknâa muvaffak ola­ bildi; bununla beraber, bir taraftan sefer ha­ zırlıklarının ikmâline çalışılırken, diğer taraf­ tan İstanbul 'daki elçileri ile barış husûsunda müzâkerelere devam edildi. O sırada İstanbul 'daki İngiliz elçiliğine yeni tâyin olunan Mon­ tagne, 1713 mart ayında Viyana üzerinden yeni vazifesi başına gelirken,: A vusturya hü­ kümeti ile sulh husûsunda teşebbüs ve temâsa geçmiş idî. Edirne 'ye gelince, bu keyfiyetten sadâret kaymakamını haberdar etti. Bunun üze­ rine, elçinin bu mevzûda temas ve faâliyetlerini arttırmasına karar verildi (R âşid, V , î o — 23; Zinkeisen, V , 543 ; Hammer, IV , 158). A n cak bu teşebbüs ile savaş tarafdarı devlet ileri-gelenlerinin ve bilhassa sadrâzam Halîl Paşa 'nm huzûr-ı hümâyûnda ileri sürdüğü mülâhazalar ve sulhu takbih ve savaşı tercih eden sözle­ rinden sonra, akîm kaldı (R âşid V , 24). İbrahim Paşa 'nın sulh ile alâkalı bu faâliyetlerine muvâzî olarak, yine onun teşviki ile, mu­ tavassıt devletlerin elçileri de Viyana hükümeti nezdinde temâsa geçtiler. İngiltere 'nin İstan­ bul ’dak> elçisinden gayri, Hollanda 'nm V iya­ na 'daki fevkai’âde elçisi von Hamel Bruninz de sulh teşebbüsünü ele almış İdi, Fakat o V i­ yana 'da bu hummâlı gayretlerine el-verişli bir hava bulamadı. Avusturya baş-vekiii kendisine mütâreke teklifinde bulunan bu fevkal'âde elçi­ ye hükümdarın şimdiki şartlar altında bir mütâ­ reke ve snlha rızâ gösterem eyeceği cevâbını verdi. Prens Eugen Tamşvar ’ı geri vermeği düşünmediği gibi, şimdi de B elgrad'ın A vus­ turya 'ya bırakılmasını istiyordu ( Theyis, M é­ moires curietix de la guerre dans la Mores et en Hongrie l ’un 1715 etc. entre lu Porte, les



Vénitiens et l ’Empereur, Lyde, 1722, s. 297 j Zinkeisen, V , 543 v. d. ; Hammer, ÎV , 158 ). Bu sebepten Avusturya hükümeti kendisine İngiliz elçisinin B âbıâlî’ nin teşviki ile yazıp-gönder­ diği mektûba cevap vermedi ; çünkü bunun için­ de Osmanlı devletinin banş-severliği ile birlik­ te T am şvar'dan vazgeçilem eyeceği tekrarlanı­ yordu (Zinkeisen, V , 544; Hammer, IV, 158). Böylece her iki devlette barış arzusu henüz yeter derecede olgunlaşmadığı için, nihâî karar bir defa daha silâhlara terkedildi. Fakat O s­ manlI devletî sırf Tam şvar 'ın düşman eline düş­ mesindeki kusurlarını örtmek ve böylece ken­ dilerini muâhezeden kurtarmak isteyen savaş tarafdarlarınm (R âşid, V , 22 ) şuursuz karar ve İsrarları ve ordunun tedbirsiz ve nizamsızlığı yüzünden, Belgrad önünde aeı bir mağlûbiyete uğraması üzerine, akîm kalmış olan bu barış teşebbüsü, yukarıda belirtildiği gibi, Mustafa Paşa'nm yeni sadrâzam Tevkiî Mehmed Paşa 'ya yazdığı mektnp ile tekrar ele alındı. Mustafa Paşa, sadrâzam tarafından barış hu­ sûsunda temâsa rae’zûn kılındıktan sonra, ter­ cümanlar vâsıtası ile, avusturyalı generallere deylet-i aliyyenin de snlha mütemayil olduğunu bildirdi. Fakat Avusturya baş-vekili şifâhen ya-, pilmiş olan bu sulh muvafakatinin yazılı olma­ sını talep edince, Mustafa Paşa da baş-vekile gönderdiği mektubunda „Belgrad ’da müzâkere ■ , esnâsında bâzı mûteber generaller âdemleriniz­ den yine devîet-i aliyye İle müsâlaha ve müşâlemeye meyil ve rağbetiniz istimâ olunup, eğer muradınız ise, tavassut ederiz. F ak at Morava nehrinin T u n a ’y a döküldüğü yerden Morava köprüsüne kadar Morava hudut olmak üzere, Tuna nehrine kadar sağ taraf Avusturya, sol taraf Drin suyu ve S ava nehrine kadar Osmanlı devletinde kalmak üzere, sulha taraf dar iseniz, sadrâzama hitaben özel me’mûrunuzla bir mek­ tup gönderip, mehamm-ı mükâlemeye istical eyleyiniz“ ( Râşid, V , 27 ) deniliyordu. Bu mek- , tup A vusturya hükümet re isin e . gönderildiği sırada, İngiliz elçisinin de İstanbul ’dan acele ordu-yı hümâyûna gelmesi istendi. Avusturya baş-vekîli Mustafa Paşa 'nın bu mektubunu Macaristan 'da bulunduğu bir sıra­ da almış idi. Avusturya hükümdarı da 23 eylül­ de kendisine Osmanlı devleti ile barış yapmak salâhiyetini vermiş idi. F akat Prens Eugen, uii possidetis (,,alâ hâlihi" ) esâsı üzerine, başka bir tâbir İle, zaptedilen yerlerin zaptedenin elinde kalması şartı ile, barışın mümkün olabileceği fik­ rinde idi (Zinkeisen, V , 55a ). Prens Eugen, Mustafa Paşa 'nm mezkûr mektubuna verdiği yazılı cevâbında, kendisine atfedilen barışa te­ mayül ve rağbet rivâyetini inkâr etmekle berâber, halkın huzûru için barışa taraf dar bulun-



PASAROFÇA. dugu ve iki taraftan bir görüşme yeri ile mu­ rahhas tâyin edilmesi husûslanm bildiriyordu. Bunun üzerine sadrâzam tarafından kendisine ve evvelce Mustafa Paşa W yazdığı mektubu te’yîden kaleme alinmiş v e gönderilmiş olan nâmeye de A vusturya baş-vekili ilk cevâbı, ile aynı meâlde bir mektup gö n d ererek mukabe­ lede bulundu (R âşid, V , * 7 v. d.). ' F akat A vusturya baş-vekili teşrin L başında Viyana ’ya döndükten sonra, b a n ş ile ilgili tu­ tumunda bariz bir değişiklik vukua geldi. O zamana kadar bu devlet adamı tarafından ge­ rek sadrâzama, gerek Mustafa Paşa ’ya gönde­ rilmiş, olan mektuplarda mükâleme yeri ve mu­ rahhasların rütbeleri ile ilgili husüslardan gayri, esâs barışa dâir en ufak bir imâda bulunulma­ mış idi. Hâlbuki bu defa Prens Eugen ’in bir avusturyalı zâbit ile j muharrem 1130 tarihinde sadrâzama gelen bir nâmesinde Mustafa Paşa 'nın ilk mektubunda yazılmış olan Morava neh­ ri hudut tâyin olunur sözü, Belgrad ve havâlisi Belgrad ’a ilhâk olunur demektir, diye­ rek, bu sözü barışa esâs kabûl ettiklerini ve bu halledilmeden murahhasların bir yerde top­ lanıp, müzâkerede bulunmalarının imkânsız ol­ duğunu bildirdi (R âşid, V , 30 v. d.). Sadrâzam Mehmed Paşa cevâbında (s . 3 1), Mustafa Pa­ şa ’nın hiç bir zaman bariş teklifi yapm ağa'sa­ lahiyetli olmadığını belirtmiş bulunmakla berâber, ,,aiâ hâlihi" esâsı üzerinde de barış müzâ­ kerelerine girişmenin Bâbıâlî için imkânsız ol­ duğu ifâde ediliyordu. G erçekte sadrâzam Meh­ med Paşa, sâbık Belgrad muhâfızı Mustafa Pa­ ş a ’ nın bariş ile ilgili yaptığı ilk teklifi tamâmiyle reddetmeği düşünmüyordu. Bıihunla berâber onun biç bir zaman böyle bir barış tek­ lifi yapmağa salahiyetli olmadığını aracı elçi­ lere { Colyer ve M ontague) anlatm ağa çalı­ şırken, „B elgrad behemehâl geri verilmelidir ; Bâbıâlî B e lg ra d ’dan gayri onun yerine koya­ cak başka bir kaleye sahip d e ğ ild ir; dârülcihâd olan Belgrad '1 düşmana terketm ekten ise, her şeyi silâhların mukadderâtına bırakmak daha hayırlıdır. Bâbıâlî 'nin A vusturya hukümdân ile barışa değil, ancak 3 yıllık bir mütâ­ rekeye girişmek istem ekte olduğunu" bildirm iş. idi ( Theyls, s. 319 v.d,). H attâ sadrâzam, ordu-yı hümây&n ile T atar-P azarcık’a gelince, otağında kabûl ettiği sâbık sitâbdar İbrahim A ğ a ’ya ve darbhâne nâzın iken, İstanbul ’dan getirilen Yirmi Sekiz Efendi denmekle meşhur Mehmed E fen d i'y e yapılacak sulh müzâkere­ lerinde devlet-i aliyyeyi temsil eyleyeceklerini söyledikten sonra, Tamşvar. ve Belgrad yi geri almak husûsunda gayret sarfetmelerini de sıkı­ ca tenbih eylemiş idi (R âşid, V , 30). Buna karşdık, hukiimdsrıjj tşkliflçri de şok yüksek i4i.



Hükümdar, ,,alâ hâlihi" esâsına bağlı kalmakla ve bunun bir neticesi olarak, Tamşvar, Banat ve Belgrad ’in geri verilmesinin bahis mevzun olamayacağını kabûl etmekle beraber, Prens Eugen ’in 13 Şubat 1718 ’de sadrâzama gön­ derdiği mektubunda, şimdi de bu pahalı harp için tazminât olarak ve aynı zamanda hıristi- . yan dünyâsının hudutlarını emniyette bulundur­ mak için, tekmil B o sn a ’yı, T u n a ’ nm sağında kalan S ırb istan ’ı ve T u n a’ nın solunda bulu­ nan Eflâk topraklarını ve nihâyet Boğdan ( Mol­ dova ) ile Dnester arasındaki tekm il toprakları istiyordu (bk. Histoire du Prince Eugène, V, 1 8 7 ). : B öylece tarafların İddialarında İsrar etmeleri ve hattâ daha da ileri gitmeleri yüzünden, Osmanlı— Avusturya banşı için sarfedilen gayret­ ler tekrar bir çıkmaza girmiş oldu. Bu çok aşı­ rı istekler İstanbul ’da ve bilhassa o zaman avrupalı diplomatların faâliyet gösterdikleri E d irn e ’de çok büyük bir akis, yarattı. Hattâ pâdişâh bile hiddetlenerek, böyle bir teklifi kabûl etmekten ise, tahtı ve devleti tehlikeye atarak, tekm il silâhlı kuvvetleri ile tekrar mu­ harebeye kararlı olduğunu bildirdi ( Zinkeisen, V , 557 v.d.). A ra cı devletler elçilerinin A vus­ turya ve bilhassa Osmanlı d evlet erkânı ile Edirne, Tatar-Pazarcık, Sofya, Belgrad ve V i­ yana 'da devam ettirdikleri görüşmeler ve her iki tarafa karşı le'sirli davranışları sâyesinde, mart sonunda müzâkerelerin başlanmasına esâs olarak ilk şart tesbit edildi. Her iki devlet­ çe ,,alâ hâlihi" esâsı barışın şartı olarak uygun bulundu. Böylece Avusturya Balkanlar üzerin­ de ileri sürdüğü iddialarından vazgeçmiş oldu. G erçekte ise, bu hükümet esâs barışa mesnet olmak üzere ileri sürülüp de, hasmının şiddetli itirazları ile karşılanmış olan ,,alâ hâlihi" va­ ziyeti yine de Osmanlı devletine kabûl ettirm ek oldu (Theyls, s. 345 v.d.). Bundan sonra artık sıra bu maddenin halli için geri bırakılmış olan diğer pürüzlü husûsların ele alınmasına geldi. Müzâkerelerin yapılacağı yerin tesbiti ve bu mevkiin tarafsızlığı, ber iki tarafın bu mevkiin yakınında ve hudutlarda yerleştirecekleri kuv­ vetler, murahhasların seviye dereceleri ve tâkip edilecek teşrifât ve nihâyet Bâbıâlî ’nin Venedik ile barışa muvafakati üzerinde müzâkereler ce­ reyan etti. A vusturya kendi murahhaslarının Pasaro fça ’da ve devlet-i aliyye murahhaslarının daha uzak bir yerde Irşova (O rso va) istikame­ tinde K ladovo ’da mükâleme binâsının ikmâline kadar oturup-beklemelerini teklif etmiş idi. Fa- ' kat Bâbıâlî ’nin iki taraf murahhaslarının kal­ dıkları yerler arasındaki mesâfe üzakhğ; ve kış mevsiminde mükâlememahalline gelip-gitmeleri büyük güçlüklere sebebiyet yereceği mütâiçfjş!



PASAROFÇA. üzerine, tekmil murahhasların Pasarofça ve ya­ kınında ikametleri uygun görüldü ( Râşid, V , 29, 33 v .d .; iorga, Geschichte des osmanischen Rei­ ches nach den Quellen dargestellt, Gotha, 1913, IV, 356) ve neticede, toplantı yeri olarak, Pasa­ rofça ile Ram arasında Costellissa köyünün ya­ kınında mahfuz ve tarafsız bir yerin seçilmesin­ de bir anlaşmaya varıldı (R âşid, V, 29, 40 v. d ä .; Hammer, IV, 160 v .d .; Zinkeisen, V, 565). Bu sulh müzâkerelerine iştirak edecek mu­ rahhaslar daha evvelden yapılan karşılıklı te­ mas ve haberleşmeler neticesinde seçilmiş bu­ lunuyorlardı. Bu müzâkerelerde Osmanlı dev­ letine, birinci murahhas, olarak, şıkk-ı sânî defterdarlığı payesine y ükseltilmiş olan silâhdar İbrahim Efendi ile kendisine şıkk-t sâlis defter­ darlığı payesi verilen Virm i-Sekiz Mehmed Efendi, tercüman olarak da, üçüncü murahhas sıfatı ile, Eflâk beyi Yenaki Bey ( C . Mavroko rd ato )’iu ve mutavassıt devletlerin elçileri olarak da, Ingiltere ’nin fevkal’âde elçisi Sir Robert Sutton ile İstanbul 'daki İngiliz elçisi Montague ’nün yerine tâyin edilmiş bulunan Sir Stanyan ve Hollanda elçisi Baron Jakob Colyer, Avusturya 'y i saray harp müşâviri G raf v. Wirmond ile bu devletin Bâbıâlî nezdindekt eski elçisi ve o zamanki saray müşâviri v. Taimânn ve Venedik 'i de Carlo Ruzini temsil edeceklerdi ( Râşid, V , 34, 38, 32 v.d d .; Theyls, s. 341). A vusturya murahhasları ı mayısta Bel­ grad dan Pasarofça 'ya gitmek üzere yola çık­ tılar. Bunları Venedik elçisi ve İngiltere ’nin fevkal'âde murahhası tâkip etti. Osmanh murah­ hasları, Hollanda elçisi ile birlikte, 8 cemâziyelevveide Pasarofça 'ya bir buçuk saat mesâfede tâyin ve tesbit edilmiş bulunan mahalle gel­ diler (Râşid, V, 39— 42; Hammer, İV, 161). Bâr bıâiî evvelce şifâhen ve yazılı olarak barışa ta ­ vassut etmiş ve hâlen Narda muhafızı bulunan Mustafa P a ş a ’nin fikirlerinden faydalanmağı kararlaştırdığı için, ona barış mahalline yakın bir yer olan Niş ’e gelmesini emretmiş idi ( Râ­ şid V, 40 ; Hammer, IV, 1 6 1 ). Fakat tekm il mu­ rahhaslar kendilerine ayrılmış buliinan mahalle­ re vardıkları hâlde, bu defa da, msl. salâhiyet­ lerin devamlılığı münâkaşası gibi, şekil mesele­ sinden, müzâkerelerin başlaması bir müddet daha gecikti. A racı devlet elçilerinin tavassutları iie her iki taraf murahhasları birbirlerine ruhsat­ namelerini gösterdikleri sırada, Avusturya, murahhasları Osmanlı mesiekdaşlarına sadrâzam Mehmed Paşa tatafmdan verilmiş olan ruhsat-nâmelere itiraz ettiler. Bunun üzerine, bu keyfiyetten mutavassıt elçiler vâsıtası ile, ha­ berdar o lan ' Osmanlı murahhasları, durumu Bâbıâlî 'ye bildirerek, pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu’ ile yazılmış bulunan ruhsat-nâmeleri getirttiler.



Bunların Nemçe murahhaslarına gösterilmesin­ den sonra, tahminen 40 günlük bir gecikme ile, iki tayafın rızâsı üzerine, Ş receb 1130 (5 haziran 1 7 1 8 ) 'da ilk toplantının y a p ıl- . masına karar verildi ( Râşİd, V , 46 v. d.). Fakat avusturyalılar bu defa da Osmanlı murahhas­ larının evvelce K a rlo fça'd a hükümdarın mu­ temet adamını, müzâkerelere girm eğe müsâade etmediğinden bahisle, Eflâk beyi Yenaki veya Yani ( M avrokordato) 'nin iştirakine itirâz etti­ ler. Bunun üzerine, iki tuğlu mansıp sahibi ’ bu­ lunan E flâk beyinin, avusturyalıların ileri sür­ düğü gibi, ayakta tercümanbk etmesi uygun görülmediğinden, kendisinin yerine sır kâtibinin bü vazifede kullanılmasına karâr verildi. Böylece bu küçük ve fakat müz’iç mesele de ber­ taraf edilmiş oldu ( Râşid, V , 49 ). Nihâyet müzâkereler, yukarıda âz evvel be­ lirtilen günde ( S haziranda j, iki tarafın askerî kuvvetlerinin pek alışılmamış olan bir göste­ risini müteâkip, Sutton 'un açılış nutku iie, başladı ve hemen akabinde de ,,alâ hâlini" esâ­ sı barış muahedesinin değişmez kaidesi olarak, bir defa daha tesbit ve kabûl edildi. A ynı za­ manda Bâbıâlî de Venedik ’in isteklerine, kıs- ’ men geri, alınan bâzı yerleri veya mümasil bir tazminat vermeğe hazır olduğunu bildirdi (Raşid, V , 49 v.d. 5 Mahheİ, IV , 162 ve Zinkcisen, V, 365 v.d.). Bundan sonra avusturyalılar evvel­ ce Erdel kıralı iken, hükümdara karşı isyândâ mukavemet edemeyip, F ra n sa ’y a ilticâ etmiş ve sadrâzam Şehlâ" A li Paşa zamanında ğûyâ ma­ car âyânı ile birleşerek, devlete A v u stu ry a ’y ı " işgâl etmek üzere yardim eder fikri ile dâvet edilmiş ölân Rakoçi ( R a k o czi) - oğlu ve diğer Bereseny, E sierhazy ve Forga gibi, maear âsîterinin kendilerine teslim, edilmesini İsrarla is­ tediler ve bunlar halledilmedikçe ve taahhüt temessükü verilmedikçe,, görüşmelere başlamanın mümkün olamayacağını’ ileri sürdüler ve nihâ-’ y et bundan böyle askerî merasim ile mükâleme yerine gelip-gitmeğe lüzüm olmadığını da be­ yân ederek, görüşmeleri başka bir güne bırak­ tılar ( Râşid, V , 50 v.d.; Hammer, IV, 162; Zinkeısen, V , 158). Fakat avusturyalıların daha kon­ feransın ikinci oturumunda ( 7 haziran ) bü se­ ferde „alâ hâiihi" esâsına çok geniş bir tefsir, ve değer vermeğe kalkışm alân, diğer bir tâbir ile Prens Eugen’in evvelce sadrâzama 15 şubat tarihi ile gönderdiği mektupta hükümdarın ta­ lepleri olarak ileri sürütüp, sonradan vazgeçi­ len Balkanlar ile ilgili istekleri tekrar ele al­ maları, tekmil Sırbistan ile Niş, Vîdin, Yeni­ Pazar, Üsküp 'ün Belğracî ’ a dâhil bulunduğunu, Setnenâfe, Eflâk ve’ Boğdan ’ın M acaristan 'a,’’ Erdel ve Tamşvar B anat'm a âit olduğunu ileri sürmeleri, Osmanlı ve arâeı devlet temsilcileri ’



PASAROFÇA. üzerinde büyük bir hayret ve teessür uyandır­ dı. Aracı elçiler, barışın böylece tehlikeye düş­ mesi üzerine, bütün kuvvetlerini her iki tarafı tekrar uzlaştıracak bir hâl çaresi bulmağa har­ cadılar. Bu sebepten, uzan zaman Pâsarofça, Viyana ve Edim e arasında yeni sadrâzam (8 eemâzİyelâhir 1130) Dâmâd İbrahim Paşa ile Avusturya baş-vekili arasında görüşme ve ya­ zışmalar yapıldı. Dâmâd İbrahim Paşa, yukarı­ da görüldüğü gibi, daha Varadin savaşının aka­ binde, barıştan gayri bir şey temenni ve arzû etmemiş olmakla beraber, neticede aracı dev­ let elçilerine 15 haziran 17x8 tarihi ile yolla­ dığı bir mektubunda belirttiği üzere, devletin şeref ve menfâatlerini silâh ile korumak için barışın zaruretinden vazgeçebilirdi ve hattâ bu hususta azimli ve kararlı idi (T heyls, s. 381 v. d .; Hammer, İV, 162 ). Hollanda 'nın Viyana elçisi Bruninz de Pasarofça ’daki meslekdaşlarına sulhun sağlanma­ sı husûsunda bütün gücü ile yardım etm eğe çalışmış ve bir çok görüşmeler neticesinde, Avusturya hükümetini bir kısım isteklerinden vazgeçirm eğe muvaffak olmuş idi ( Zinkeisen, V , 567). A racı elçiler devamlı gayretleri ile barış müzâkerelerini yürütmeğe ve müsbet bîr neticeye ulaştırmağa çalışırken, Osmanlı ve A vusturya devletleri de üçüncü bir savaş için hazırlıklara girişmiş bulunuyorlardı. Sadrâzam 14 receb 1130 ’da ordu-yı hümâyûn ile Filibe ’den kalkıp, S o fy a ’ya gelirken, A vusturya baş­ vekili de 8 haziranda A vusturya ordusunun Zem lîn’de karargâhını ziylretten sonra, Bel­ grad ’a gelmiş idi. G erçekte bu iki devletten hiç biri, tehditlerini kısmen olsun gerçekleştirebil­ mek için, İsrarla muhârebeyi devam ettirecek durumda değil idiler. Avusturya, o sırada İs­ panya ile yeniden ihtilâflara düştüğünden, İtal­ y a 'd a savaşın tekrar başlaması sakınılmaz bir hâl alıyordu. Bu sebepten de bir ân evvel sulh yapmak arzûsunda idi. Bunun için de, isteklerinin bir kısmından vazgeçmek zorun­ da kalacak gibi görünüyordu. Bâbıâlî ise, A vus­ turya ile İspanya arasında cereyan eden hâ­ diselerden haberdar olduğu için, bundan âza* mî derecede faydalanmağa çalışıyordu (R â şid, V , 18; Zinkeisen, V, 558 v.d. ve 560 v. d.). Bununla berâber Bâbıâlî, müzâkerelerin üçün­ cü toplantısında (1 5 h azîran ) avusturyalılann Bosna ’da Drina ile Unna arasında ele geçir­ miş oldukları topraklar üzerinde fazla bir İs­ rar göstermedi ( Hammer, IV, 162). Konferan­ sın beşinci oturumunda, A vusturya bir taraftan İtalya ’da bir savaşın patlak vermesi endîşe ve kaygusu, diğer taraftan sadrâzamın 18 hazi­ randa mutavassıt elçilere gönderdiği mektûbunda A vusturya murahhaslarının mübâiegalı is-



5*1



teklerinin çürüklüğünü ezici sebepler ile cerh­ eden kararlı durumu ( Theyls, s. 360 v. d.j karşı­ sında, Sırbistan, Eflâk ve Boğdan ’a dâir istekte* rinden vazgeçip, ,,alâ hâlihi" esâsına râzı oldu­ ğunu telmih etm ek meebûriyetmde kaldı ( Râşid, V . 54; J. v. Hammer, IV, 1Ğ2 v. d.). Bundan sonra, iki taraf arasında ihtilâfı doğuracak bir mesele kalmadığindan, haziran ayı sonunda, evvelâ hudutların daha yakından tâyin ve tesbit işi ele alındı. Sonra da geri kalan tâlî meselelerin bir düzene konulmasına girişildi ( Râşid, V, 54 }■Bu tâiî noktalardan en mühimi barış müzâkereleri başında, Rakoçi-oğlu ( Rak o czi) ve taraf darlarının, cezalarını görm ek üze-' re, avusturyalılara teslimi keyfiyeti idil O za­ man Osmanlı murahhasları bu meselede görüş­ me yetkisine sâhip olmadıklarını ileri sürmüşler­ di. Fakat sadrâzamın, 18 haziranda aracı elçi­ lere yazdığı bir mektupta, Bâbıâlî ’nin himaye­ sinde bulunan bu zevatı avusturyalılara teslim edemeyeceğini ve bunun artık bir mesele yapıl­ mamasını kesin bir şekilde bildirmesi üzerine, A vusturya hükümeti de bu noktada fazla isrâr etmedi ( Theyls, s. 350, sadrâzamın mektubu için bk. s. 360 v.d.). İkinci tâlî nokta A vusturya 'nın Polonya ’yı barışa sokmak teklifi idi. B âbıâlî buna da karşı koyduğa için;bundan da vazgeçildi. Fakat Avus­ turya, B âb ıâlî’nin barışı 15 yıl için istemesine karşılık, bn müddeti 24 yıl olarak kabûl ettirdi, Bâbıâlî aynı zamanda A vu stu rya ’nin kendisi ile bir ticâret muahedesi yapılması teklifine müsait davrandı. Bu ticâret andlâşması Fteisoh* maun ile Fevzî Efendi arasında aynı yerde ya­ pıldı ve müzâkerelerin sekizinci toplantısında ( Jo temmûz 1718 ), Osmanlı devleti ile Avus­ turya arasında hiç bir şey kalmadığı için, ko* nuşmalar sona erdi ( Theyls, s. 359, 374 v.d.; Hammer, IV, 164 ). 5 Osmanlı murahhasları, bir taraftan Avustur­ ya murahhasları ile sulh müzâkerelerine devam ederken, bu arada da Venedik murahhası ile dört toplantı yaptılar, ilk toplantı Avusturya murahhasları ile vukâ bulan tertip üzerine, 15 receb 1130 (16 hazîran 1718) 'da yapıldı, Bii müzâkerelerin de açılışını Sutton yaptı, Vene­ dik murahhası Ruzini, Avusturya ’ ya güvenerek, Mora dâhil, Venedik 'ten geri almaş yerlerin hepsinin iadesi ile birlikte, iki yıllık zarar ve ziyanları ve harp masraflarını Bâbıâlî 'den talep etti. Mora geri verilmediği takdirde, A rnavut­ luk 'taki Venedik topraklarının İşkodrs gölü­ ne kadar Antivari ve korsan yuvası Dulcigne ile kirlikte kendisine bırakılmasını istedi. Bun­ dan sonra ikinci ve üçüncü toplantılarda (21, 28 haziran) sözü geçen Venedik murahhası aynı istekleri tekrar etti. Dördüncü toplantıya



js s



PASAROFÇA.



(12 tem m ûz), Avusturya murahhasları ile bir* iikte, mutavassıt elçiler de katıldı. Ruzini, bu defa da 6 saat devam eden konuşmasında, V e­ nedik ’in isteklerinin sebebini tahlil ve izaha ça lıştı; fakat Osmanlı murahhasları Venedik murahhasının bu iddialarını dâima sükûnet ile dinleyip, Bâbıâlî 'ye bildirmekle îktifâ ettiler ve neticede Osmanlı . devleti V e n e d ik ’e ancak sa­ vaş esnâsında ondan zaptettiği Çuka ( Cerigo ), Serigotto adalarını geri vermeğe rızâ g ö s te rd i; fakat btı iki adacığı da kendisine Bosna ile Raguza arasında V en ed ik'in serbest bir yol bırakması ve bu yol üzerinde evvelce ken d isi-: ne âit bulunan üç palankanın Osmanlı hudutları içine alınmasına bedel olarak vermiş idi. Bu­ nun dışında tazminat ancak İthalât ve ihrâcatta gümrük resminde Venedik ’e S % ’ten 3 % ’e yapılabilecek bir indirme bahis mevzuu oluyor­ du. Venedik, bu tekliflere karşı koyacak du­ rumda olmadığından, barış şartlarına muvafakat etti ( Râşid, V , 54 v.d,; Hammer, IV, 162 v.d d .; Theyls, s. 373 v.d.). Bunun üzerine her iki muahede metinlerinin hazırlanması ile meşgûl olunmağa başlandı ve nihayet 21 temmûz 1718 {20 şaban 1130 ) ’de, öğleden sonra saat bir buçukta; 7° gün devam eden 12 oturumdan sonra sulh muahedesi, A vus­ turya ve Venedik ile ayn-ayrı toplantı çadırın­ da, merasim ile imzalandı ve mühürlü temessükler karşılıklı alınıp-verildi (Râşid, V, 54 v.dd.; Hammer, IV, 164), Bu tarihten 6 gün sonra da, az evvel yukarı­ da sözü geçen Osmanlı devleti ile Avusturya arasında bir de tic â r e t: muâhedesi imzalandı ( Râşid, V , 55 v .d .; Hammer, IV , 165). Her iki sulh muahedesinin esâs muhtevasını, hudutların ve ileriye şâmil tasarruf vaziyetinin tâyin ve tesbiti teşkil etmektedir. Nitekim Avus­ turya ile 20 madde üzerine İmzalanan bu muâhedenin ilk 7 maddesi bn mevzulara tahsis edil­ miştir. Yeni hudutlar da bunların ilk dört ben­ dinde yer almaktadır. Bunlara göre, E flâk isti­ kametinde A iu ta ırmağı Osmaniı ve Avusturya topraklarının hududunu teşkil ediyordu. Hudut O ltu (A lu ta )'n u n Tuna 'ya döküldüğü yerden itibâren, Tuna nehrinin deyâmı boyunca, Orşova ya varmadan evvel karşı yakada Timok su­ yunun Tuna 'ya karıştığı yere kadar ( sözü ge­ çen sular hudut olmak üzere) ve buradan dağ­ lık bölgede cenup istikametinde Parakin, Kü­ çük Morova ve Drin sularına doğru, Ustolaç (Istolaz), Çaça (C sacsak), Berka (B edka), Belina ve Belgrad A vusturya 'da kalmak üzere, de­ vam edip-gidiyor ye Drina suyundan Una (U n­ n a ) ırmağına kadar arnda otan Sava nehrinin her iki tarafında bulunan açık ye kapalı kaleler ve palankalar ye nihayet Una (U n n a ), suyunup



Sava 'ya döküldüğü yerde , evvelce Osmanlı. devletinin elinde bulunan Novİ-Atİk ( Neu N o vı) topraklarına kadar, bu suyun şark kıyılarındaki Yesanofça ( lessenovicz ), Dobiçe ( D ubiza) ve Novi-Cedid de A vusturya ’nın hudutları içine sokuluyor ve daha k a t’î bir hudutlandırma bu iş ile vazifelendirilecek komiserlere bırakılıyordu. Diğer mütebaki maddelere gelince, bunlar esâs itibârı ile Karlofça muahedesinin kararla­ rına uymaktadır. Alelhusûs karşılıklı tecâvüzler dolayısı ile hudutlarda emniyetin ve sükûnetin ihlâli ( madd. 8— 10), umûmî olarak, Kudüs 'te katolik râhiplerine ve mukaddes mezarın muhâfıziahna bahş ve is’âf edilen himaye (m ad. 11),. esirlerin serbest bırakılması yahut mübadelesi (mad.. 12) ile ilgili husÛslar bilhassa bu so­ nuncusunda Erdel kalelerinde mahbus bulunan Nikola Mavrokordato, çocukları ve tevâbiı ile birlikte, İstanbul 'd a Yedİ-Kule 'de hapiste bulu­ nan Baron yo n Petrasch ve Baron von Stein 'm yanlarındaki adamları ile beraber, temessük tarihinden itibâren 30 gün içinde,; Eflâk hudûdunda mü bâdeie edilmeleri şart koşulmuş idi. Osmanlı devleti kendi himayesinde bulunan sabık, Erdel kıralı Rakoçi( Rakoczi )-oğlu ile diğer macar mültecilerini hudutlardan uzak, bir yere yerleştirmeği taahhüt ediyordu; fakat Avusturya da .onların'ailelerini kendi yanlanna göndermeğe müsâade etmek m ecbûriyetinde idi (.mad. 15). ■• Polonya muahedeye dâhil edilmemiş idi. Fa­ kat bu devlet H otin ve diğer ihtilâflı meseleler münâsebeti ile muhtemel şikâyetlerim yazılı ola­ rak, yahut elçiler vâsıtası ile B âbıâlî ’ye şifahen arzetm ekte serbest olacaktı ( mad. 15 ). Ticârî münâsebetlerin serbestîsi ve emniyeti burada yalhız umûmî olarak tesbit ve taahhüt edilmiş oluyordu.. Fakat bu meyânda , gerek cezâyirtilerin, tunuslu ve trabhısgarphlann, gerek dulciganoluların korsanlığına ciddî oiarak mâni olu­ nacağı Bâbıâlî, tarafından sarahatle vaad edilir, ........... yordu (mad. 13 ). Muahede bir ay içinde tasdik edilmiş olacak ve bunun te yîdi gelecek ilk. baharda mûtad büyük elçiler vâsıtası ile vukû bulacaktı ( madd. 17 ; 19). Sonuncu madde (20 ), de Kırım ta­ ifelerinin sulh muâhedesi hükümlerine riâyet* leri ve her türlü hasmâne hareket ve taarruz­ lardan uzak kalınması ve nihayet muahedenin mer’îyet müddetinin 24. yıl olarak tesbit edil­ diği zikrediliyordu (Muâhedât mecm., 111, 102 — 112), Bu muahedeyi müteakip imzalanan ti­ câret andiaşmast ( 27 temmûz 1718 ) da 20 mad­ de hâlinde hazırlanmış idi. A vusturya tüccarlarının Osmanlı toprakları ve sularında serbest olarak alış-veriş yapmalarjjja, ;hşr hangi bir mahalde bir çlefa ç lp ş k



PASAROFÇA — PASÈ. üzere idhâ! ve ihraç mallarından 3 % gümrük resmi vermek şartı ile müsâade edilmiş idi (madd. i — 4 ). AvusturyalI tüccarların emniyeti için bu devlete Osmanlı devletinin tekmil liman ve ticâret mahallerinde konsolosluklar, acentalar açmak ye tercüman kullanmak gibi, bilcümle ticarî imtiyazlar bahşediliyordu ( mad. 5 ), Bu­ na karşı Avusturya devleti de, Osmanlı teb'asının ve tüccarının menfâatlerinin emniyet ve siyâneti için, kendi topraklarında şehben­ derlikler bulundurmağa müsâade edecektir ( mad, 6}. Osmanlı tüccar gemilerine A kd e­ niz 'de dolaşan Malta v. b, korsan gemilerin­ den bir zarar terettüp eder ise A vusturya ge­ milerine isnat ve iftirâ ile fenâ muamele yar pılmaması, bunlara zorla eşyâ yükletilmemesi, asker nakli ve diğer bir husûs için kullanılmama­ sı ve rencide edilmemeleri (madd. 10, 1 1 ) kabûl ediliyordu. A yrıca A vusturya tüccarlarına kendi rızâları ile simsarlık için, mûsevîlerden birini kullanmazlarsa, devlet-i aliyye taralın­ dan berât ve yahut şefî-i mücbir ile yahudi simsar tâyin edilmemesi ve şayet mûsevîler, b.İzi. bu hizmette kullanmadılar diyerek, garez­ den ihanet, zarar ve ziyân maksadında olur­ larsa, ibret için cezalandırılmaları ( mad. 14), iranh; tüccarlara Avusturya topraklarına gidip-.: gelmeleri için, 5 % gümrük resmi alınarak, ge­ çiş serbestiyeii verilmesi (mad. 19), bu ticâret muahedesinin en mühim maddeleri idi ( Ma âkedSt m ecm „ III, 112 — 120), Bu maddeler kısmen Venedik ile yapılan muahedede de yer almıştır. , : . . Venedik ile aynı yerde ve günde imzalanan ve 26 maddeden mürekkep olan sulh muahedesi­ nin en mühim kısmı da, iki devlet arasındaki hudut değişiklikleri ile ilgili olan ilk beş mad­ desidir. Bunların içinde Mora ( Morea ), Suda ve İsştmolanga ’dan hiç bahsedtilmeyip, sâdece bu memleketin şavaş esnasında Dalmaçya, Hersek ve Arnavutluk ’ta zaptettiği Butrinto, Preveze, Voşniça (V o sn ıtza) v. b. mevkiler zikrediliyor. Hadd-i zâtmda bu muahede, evvelce Osmanlı devleti ile Venedik arasında, im tiyâzî mâhiyet­ te muahedelerde ve K ariofça muahedesinde mevcut olanların dışında,, pek az şeyi ihtivâ et­ mektedir. Y en i olan cihet de gümrüklerin 5 % 'ten 3 % 'e indirilmiş olması keyfiyetidir ( mad. 25). Diğer geri kalan maddeler, İngiltere, Hollanda ve Fransa ile yapılan muahedeler bir tarafa bırakılırsa, aynen kalmıştır .(M uâkedât mecm., II, 180 — 196). Yalnız sarahatle ayrı bir beyânda, A vusturya, Venedik ve Polonya aralarındaki ittifakın V müttefiklerden birine yahut diğerlerine karşı B âb ıâlî’ nin muhtemel hücumunu müştereken müdâfaa maksadı ile, bundan büyls ds tekmil znmçmV, >çin, yürür­



lükte kalacağı belirtildi ( Zinkeisen, V , 574 ). Bu muâhedelerin tasdik ve mübâdele edilme­ leri, muahedelerde tesbit edilmiş olaivtamanda müşkilâtsız olarak, cereyan etti ; ağustos sonun-, da murahhaslar, sulh muahedelerini hâmilon, müzâkere yeri Pasarofça ‘dan ayrıldılar. Bunun üzerine, tarafların askerî kuvvetleri de yerlerine çekildiler. Hudutların ertesi yıla kadar devam eden tesbiti işi de, h erh an gi bir mühim güç­ lük çıkmadan halledildi. Bu muâhedeler V e­ nedik 'ten çok Avusturya ’ nın lehine neticelendi, Osmanlı devleti de,, yukarıda belirtilen kayıp­ ları ile. sâdece orta A vrup a'd an tamamen elini çekmekle kalmadı, aynı zamanda A v ru p a ’yı titrettiği devir de tarihe karışm ağa başladı. B i b l i y o g r a f y a ' . N e m ç e lü n ü n a h id » nâm esi d e fte r i ( Başvekâlet a rşivi ), s. 55— 61;. Dobro, V en ediklin in ahid-nâm esi (Başvekâ­



let a rş iv i}, s, 70— 82, 98— 106 ; Noradounghian, R ecu eil d ’actes internationaux de l ’ em­ pire Ottom an (P aris, 1897), I, 61 v.d., 208— 220 • Testa, R e c u e il des T ruités 4e la P orte ottom ane avec les puissances étrangères (P a­ ris, 1864), I, 218, 226 ; IV, 73— 89 î Şem'dânîzâde, M û ri' al-tavârih ( Topkapı sarayı Ha­ . zîne yazm., kütü p., nr. 1338, s. 380 v.d.; Mus-, r tafa.Nûrî, N etây ic-iil-vuku ût (İstanbul, 1327),; , 111, 22— 28; James Baker, T urkey in E u r o p e . (3. ta b „ London, 1877), III, 292 v. d. ; Let-. ters fr o m the R ig k t H onourable L a d y M ary Wor.tkey M ontagne (nşr, R. B. Joison ), Lon­



don, 1906, s. 173 v.d. ; de la Jonqulères, H isto ire d e l ’em pire Ottom an ( Paris, 1881— 1 9 1 4 ), s. 350— 355; Brue Benjamin, Journa l d e la Cam p ag ne que le G ra n d V esir A l i Pacha a .fa it en 1715 ( Paris, 1870 ),s. 1— 64, ,69— 72, 75— 79; E l, mad. POZAREVAC.



. ( C em âl T ukîn .) ■ P A S È ,; A ç e ( S u m a t r a ) s â h i 1 i . S z e­ r i n d e b i r b ö l g e n i n a d ı olup, yerli hal­ kın telakkisine göre, şarkta Çam bô-A yè ırma­ ğından garpta P asè ırmağının ötesine kadar uza­ nır. Bütün bu bölge her biri u lèïb alan g de­ nilen bir reisin idaresi altında bulunan bir ta ­ kım küçük devletlere ayrılmıştır. Pasè bir zamanlar şarkî A sy a 'da meşhur ol­ muş bir. krallık idi. A çe ’ nin şimâl sahili orta 'çağda Hindistan ile Çın arasında deniz ticâret yolunu teşkil ediyordu. İslâmiyet de aynı yolu tâkip etti; H indistan'dan hareket ile şarkî Hind takım-adalarma bu sahilden ayak bastı. Da­ ha XIII. asırda burada müslüman hükümdar­ ların mevcûdiyeti görülmektedir. Bunlardan biri, mahallî rivayete göre, devletin müessisi olan ye memleketi İslâmlaştıran Malik al-Saleh (ölm, 1297) îdi. Onun Cambay ( Hindistan ) ’ dan getirilen taşlar ile yapılmış olaı; mezarı, diğer



PA SÈ -



5*4



bir çok mezar taştan ile birlikte, Paaâ nehrinin aol kıyısı üzerinde denize yakın bir yerde bu­ lunmuştur. Hükümet merkezinin burada olması içâp eder. İkinci merkez bir az daha garpta bu­ lunan Samudra id i; X III. asırda İbn BaÇtüfa, bi­ rincisinde Çin ’e giderken, İkincisinde dönerken’ olmak üzere, iki defa bu memlekete uğradığı zaman burası hükümdarın ikamet yeri idi. Su­ matra adasının bugün garpta tanındığı şekli ile adı Samudra 'dan gelm iş olup, İbn Batçüt a ’da S u m a ğ a ’ dır. Pase o sıralarda inkişâf etmekte olan bir kıyı devleti idi ; hükümdarı ticâret gemilerini bizzat teçhiz eden denizci bir kıra) idi. İbn Ba{|ûta C h ’ündhou (Fukİen, oenûbî Ç i n ’ de) limanında ona âit bir gemi gör­ müş idi. Saray hayatı Hindistan *dakİ müsiüm anlann saray hayatının bîr taklidi İdi. O sı­ radaki hükümdar, ilme şok alâka gösteren, ateşli bir müslüman idi. Memleketin iç kısım­ larındaki yerlilere karşı muzafferâne cİhâdda bulundu. Memlekette kalaydan basılmış paralar ve çubuk hâlinde Çin altınından ibâret para­ lar mübadele vâsıtası olarak kullanılıyordu. Baş­ lıca gıdâ maddesi pirinç idi. İbn B attala nın ayrılışından kısa bir müddet sonra bu memleket, Mâcâpahit C ava— Hind dev­ letinin hâkimiyetini tanımak mecbüriyetinde kal­ dı (1365 ’ten evvel). Bir prensesin; Lhö' Sukon civârında bulunan mezar taşının üst tarafında 791 (1389) tarihli arapça bir kitabe bulunmakta ve alt tarafında da, eski cava yazısı ile, çok aşın­ mış bir kitâbe yer almaktadır. Bu kitâbe hâlâ okunamaroıştır. Çin elçisi Cheng H o ’nun 1416 'da bildirdiğine göre, memleket Nago (P idie ) ile sürekli bir harbe girmiş İdi. A yn ı elçi buranın mahsûlleri olarak pirinci, ipek böceğini ve kara biberi zikreder. Portekizlileri buraya çeken bu sonuncu mahsûldür. 1521 'den itibaren, P o r­ tekizliler Pasâ 'y e kuvvetlice yerleşmiş idiler. Fakat 1524'te büyümekte otan A çe (yâni Bü­ yük A çe ) hükümdarlığının sultanı tarafından buradan kovuldular, Bundan böyle Pase, A çe ’nin tâbii oldu. Eski devletin hükümdarlarının kabirleri, daha 1048 ( 1638/1639 ) 'de en meşhûr A çe sultanı Iskandar Şan i tarafından, mukad­ des bir mahal olarak, ziyaret edilmekte idi. Bu­ gün eski devletin hâtırası bile tamamen unu­ tulmuştur, Pase nehrinin ağzı dolduğundan, merkezin hakikî yeri şimdi bilinmemektedir. Pase, asırlar boyunca, kendi İslâm âlimleri ve din nâşirierinin adalarının



sayesinde, şark Hind takım ­



en uzak noktalarına



kadar



büyük



bir t e ’sir ierâ etti, Malaya ve Cava gelenekleri bunun canlı hâtıraların.' saklamışlardır,



B i b l i y o g r a f ı / a : C . Snouek Hurgron-



je, V ersp reid e G e sch r ifte n , IV / ı, 402 v .d d .;



İV/U, ıor v.dd.; C. Defremery ve B, R- Ş«n-



PASİR. guinetti. V oyages d 'I b n B atoutah, IV, 328 v. dd. ; W . P. Groeneveldt, N o ies on th e M a­ la y



A rcfıip elâ g ö an d



M a lacca ( M iscella -



• n eo m P a p ers r ela tin g to In d o -C k in a and th e Indian A r ch ip e la g o , London, 188?, ser. 2, I, 171, 208 v .d d .}; J. P . Moquette, D e eerste vorsten van Sàm oedra-Pasè ( N o ord Sum atra i Rapporten O u dh eidk. D ierist N ed erlan dsch-ln die, 1913, s. I v. dd.) ; O u dh eidk. V erslag ( g öst. yer., 1915, s. 127 v.dd.) •• • ( R . A . K e r n .) P A S İ R , şimdiki lndonezya ’da Borneo ada­



sının c e n û b - i ş a r k î s i n d e bulunan P a ­ t ı r s u l t a n l ı ğ ı , şimalde Kutei hududu ya­ kınlarından doğarak, Beratoa dağ kitlesi eteği boyunca, cenûb-i şarkî istikametinde akan ve sonra şarka doğru kıvrılıp, bataklık bir bölgeyi aşarak, Makassar boğazına ulaşan Kendilo ırma­ ğının suladığı bir havzayı içine alır. G erek P a ­ sir sultanlığı, gerekse Hollanda müstemlekeler dâiresine tâbî Tanah G ro go t bölümleri dâhi­ linde bulunan nüfusun azlığı sebebi ile, iptidaî orman muvakkat ve tüketici çeltik zirâatı ya­ pılmak üzere henüz esâstı tahribâta mâruz kal­ mış olmadığından, 1.125 km2, kadar mesaha­ sı olan bu memleket hâlen tamâmiyle orman ile kaplıdır. Pasir ’de bir az altın, taş kömürü ve bilhassa petrol bulunmuş olmasına rağ­ men, avrupahiar bunları işletme cihetine git­ medikleri gibi, burada zirâat yapm ak için de bir faaliyet göstermemişlerdir. Avrupah müikî birm e'mûr, Kendilo nehri munsabındaki Tanah G ro go t ’a ancak 1901 ’ de tâyin edilmiş idi. Böylece Pasir, İslâmî bakımdan her türlü Avrupâî te’sirden âzâde olarak gelişmiş nev i şahsına münhasır bir Borneo kıyı devleti olarak tema­ yüz etm iştir; Sultanlığın nüfusu [birinci cihan harbine do ğru ] takribî olarak 17.000’den iba­ ret olup, çeltik zirâatı ile geçinen D ayaklar­ dan, göçmen Bancarlılardan ve tercihan nehir’ ağzı etrafındaki alçak arazide yerleşen Selebes asıllı Buginlilerden terekküp eder ki, bunlar ticarî faaliyetleri bir bakıma inhisarları altına alm ışlardır. K ıyıda bulunan Baco balıkçıları denizde kazıklar üzerine kurulmuş köyler te'sis etmişlerdir. Bütün yekûnu 9.000 kişi olan Da­ yaklardan 4.000 kadarı müslüman olmuştur ; 3.000 kişilik putperest de memleketin yukan kısımlarında yerleşmişlerdir. Sayıları 5.000 ci­ varında olan Buginlüer, hem çok sayıda, bem de varlıklı olmaları dolayısı ile, büyük bir nufûza sahip idiler ; (.200 kişiden ibâret olan Bancarlıiarın ise, bölgedeki nufûzu daha az idi. Pasir ’de' sâdece bîr kaç avrupah ve 50 kadar çinli ve arap bulunuyordu. , Bu sûretle nüfusun yarısı yabancılardan te­ şekkül etmektedir, fakat bunlar da, Dayaklar



^ASİİl gibi, Malezya ırkına mensûp olup,-onunla ka­



müslüman kardeşleri' olan Pasirlilere âıt bulun­



rışmışlardır.



maktadır.







Pasir devleti, mntlakiyetle idare edilen bir devlet olup, sâdece sultan ve onun ailesi mensûpları tarafından idâre olunuyordu. Halkın hiç bir hak ve salâhiyeti yok idi. Sultan ve veli­ ahdın yanında, fevkalâde'hâller zuhurunda, sul­ tan ın istişâre ettiği beş mühim şahsiyetten ku­ rulan bir hey'et mevcut idi ki, bu h e y e t ay m zamanda memleketin.yüksek adalet divânı ola­ rak vazîfe görüyordu.: Devletin topraklarından bir kısmı memleketin bu ileri gelenleri ve sul­ tan ailesinin bâzı mensöplanna tahsis edilmiş idi. 1844 ’ten itibaren sultanlar, tahta çıkışlarmda, Hollanda müstemlekeler idâresi ile anlaş­ malar akdetmişlerdir. 1908'de ise, müstemle­ keler hükümeti tarafından resmen' timar sahip­ leri olarak ilân edildiler. İdâre, 1900.’de afyon ve tuz inhisârmda olduğu gibi, ithâlât, ihrâcât hakları ve vergilerin tahsilini, bir tazm inat kar­ şılığında, müstemlekeler idaresine bırakmış idi. 16.800 florin tutan gelirin n .a o o florini sulta­ n a/geriye kalan 5.600 florini de devletin ileri gelenlerine veriliyordu. . ' : Sultan tebeasmdan şu vergileri de almakta id i: reşîd olanlardan alınan şahsî bir vergi, pi­ rinçten ve orman mahsûllerinden alman 1/10, her mahsûllü ağaç başına i , tâne hindistan ce­ vizi ve, bütün bunlara ilâveten tebeanın şahsen sultanın kendi hizmetinde çalışmak meebûriyeti var idi. Sultan ayrıca idâre merkezindeki adlî muâmeieierden de gelir sağlardı, . Memleketin efsâneler ile dolu tarihine bakılır­ sa, Dayaklara yabancı olan bu m üstebit



i •-







' : ■ ■.







Bir an’aneye göre, İslâmlığı P a sir ’e bir ¿tap (tuan. S aid ): getirmiştir. Zamanın hükümdarı­ nın kızı ile ..evlenmesi;: islâmiyetin :yayılmasına büyük ölçüde hizmet etmiştir.



•: : .



. Pasirlilerin ictim âî hayatları islâmiyetin:giri­ şinden sonra ancak, pek sathî bir: şekilde de­ ğişmiştir. Günlük hayatlarında, putperestlerden kalma âdetler; cinler ve peri telakkileri bugün de fazlası ile revâcdadır. Cinlerin insan kade­ rine te’sirlerine v e : onların kehânetteki değeri­ ne karşı duyulan eski inanç bu husûsu. açıkça ortaya koymaktadır. A y n ı zamanda dikkat çe­ ken bir diğer husÛs da, bütün Pasir ’de sâdece bir tek m îssigit ( „mescid, c â m i" ) ile bir kaç küçük ibâdet yeri bulunmasıdır. Din adamları­ nın ve



bacıların sayısı da pek mahdut olup,



hacca gitm e arzûsu da pek gevşektir. Pasirliler tarafından da ciddî durumlar karşısında ka­ lınca, hastalık vukuunda, bütün cenûbî Borneo ’ da Blian payen yortularım kutlarken yapıldı­ ğ ı gibi, cinlerden' yardım istenirdi. Gürültüsü çok uzaklardan dahi duyulan zilli ve



davullu



bü yü k bîr kalabalığın ortasında, müşrik râhibe (balian), te s ir i



altında kaldığı cin hastayı iyi



^edecek olan ilâcı bildirirdi. H attâ yalnız müsiümanlarm oturduğu idâre: merkezi Pasir 'de bile „babanların" yardımına baş-vurulmaktadır. Sul­ tan, yalnız



ramazan aym a münhasır: kalmak



üzere, bu gibi hareketleri yasak etm ekte idi. Bütün bunlar Pasir ’in en yüksek sınıflarının dahi ne dereceye kadar cin telakkilerinin t e ­



idâ-



siri altında kaldıklarını isbât etmektedir. Bu­



C ava'n ın şark bölgesinden buraya geç­



gün de yaygm bulunan bir efsâneye göre. A dam



miş olduğu zannedilir. D evleti idâre edenler sı­



sultan, geçen asrın ortalarında cinlerin bulun­



nıfını tâkip eden küçük reisler, rûhânîler, arazi



duğu Gunung Melikat tepesinde her yıl bir kaç



reniu



sahipleri ve hür şahıslar orta tabakayı teşkil



gün inzivaya çekilmek âdetinde im iş;



ederler. XX. asrın başında P a sir ’ de hâlâ tamâ-



yânda dişi, bir cin ile münâsebet te’sis etmiş ve



miyle aşağı bir sınıf teşkil eden köleler ve borç­



Tendang isimli bir oğlu olmuş. Gözden kâyb-



o me-



tan dolayı köleliğe düşmüş olanlar var idi ki,



olabilme kudretine sâhip olan bu oğulun Madu­



bunlar daha uzun zamandan beri Hollanda idâ­



ra adasında ikamet etm ekte olup, orada bir cin



resi altında kalmış diğer kavimler arasında çok­



prensesi ile evli bulunduğu rivâ yet edilmekte



tan beri ortadan kalkmış bulunmakta idi. Di­



ve zaman-zaman bilhassa kurbanlar ( vaktiyle



ğer bütün D ayak kabilelerinde



de âd et oldu­



insanlar da kurban edilirdi) ile dâvet edildiği



ğu üzere, köleler cemiyette diğer bur insanlar



büyük bayramlarda bulunmak üzere, P a sir ’de



gibi yaşar, onlar gibi bayramlara v e tâlîh oyun­



ortaya çıktığı söylenmekte idi. Bu gibi merâ-



larına iştirâk eder, mal sahibi olabilir ve hat­



simler, memleketi felâket ve



tâ giydikleri elbiseleri ile dahi onlardan ayırt



rumak maksadı



edilemezlerdi. Ş âyet



borçları



ile,



hastalıktan ko­



zaman-zaman yapıla-gel-



bir başkası ta­



mekte idi. Busui köyünde Tendang için, bir sü­



rafından efendilerine ödenirse, onlar bu şahıs­



tun üzerinde, dış görünüşü itibârı ile tamamen



ların emrine girebilirlerdi; fakat başkaca esir



bir güvercinliğe benzeyen bir mesken inşâ edil­



satışı yo k idi. :



miş idi. Rûhânî sınıfının geliri, oruç ayının hi­



Buginlilerin, Bancarhlarm ve müslüman Baeo-



tâmında zakât ve pitra { f it r e ) olarak topladık­



lartn medeniyet durumları hakkında başka yer­



ları paralardan ibaret idi. H er kes, imkânlarına



lerde izâhat verilmiş olduğundan, aşağıdaki ma­



göre, bir mıkdar yardımda bulunur ve reisler



lûmat sâdece putperest Dayaklar ve



bu hususta hiç bir baskı yapmazlardı. Bundan



bunların



PASİR: — λA§Â. başka rûhânî sınıfına mensûp bir şahsa, evlen­ y e ti var idi. Bununla berâber, yalnız kılıç: sa­ me ve boşanmalarda küçük bir ücret verilirdi. hiplerine mahsûs değil idi ve ( dinî olm ayan) : Umûmİyetle bu sultanlıktaki zaman hesapla­ bâzı yüksek sivil -me’mûrlara da veriliyordu. Paşa unvanı XIII. asırda meydana çıkmış­ ma tarzı araplarmkinin aynı idi. F ak at Dayak­ lar arasında baş-varolduğu gibi, gö k te belli bir tır.' İlk kullanılışının inceden-inceye tesbiti burç görününce, tarlada çalışmağa başlanılır. , güçtür.- Bu kelime) her hâlde, çok erkenden D iğer sahada tebeddülat henüz mevziî mâ­ mübhem „malikâne efendisi" ( Seigneur [Dohiyette olmakla beraber Pasirlilerin âile ha­ minusj) mânasını'almış, ve kaybetm iş idi- ( bk. yatı, müsiiiınan esâslarına istinaden, daha zi­ Divân-i t&rkPi Sultan Veled, 7 1 2 = 1 3 1 3 .’ten yâde gelişme kaydetm iştir. Müslümanlar ara­ evvele â it olan metinde, b izzat A llah a biler e# sında evlenmeler, bir din adamının aracılığı ile, paşal kelimeleri ile bitap edilm ektedir). Yine baba veya velî durumundaki başka bir şahıs . bu. devirde, paşa unvanı, sultân unvanı gibi, ile akdedilir. Fakat bu safhaya, çok mühim bir bâzan kadınlar için der kullanılıyordu ( bk. İs­ mesele teşkil eden mehir hususundaki müzâke­ mail H akkı, KitSbeler, 1927, fihristte Kadem relerden sonra gelinir. Bu mehir, doğrudan- Paşa, Selçuk Paşa k elim eleri); bu vâkıa an­ doğruya kızın ebeveynine verilm ekte olup, cak XIX . asırda hıdivin annesi için, istisnaî bizzat evlenen kıza bundan pek küçük - bir olarak, tekerrür edecektir [b k . mad. VALİBE hisse düşer. Evlenmeden önce nişanlıları D a ­ SULTAN]. ■yaklar arasında da görüldüğü gibi, beraberce A nadolu Selçukluları zamanmda paşa unvâm ve tamamen serbest olarak yaşayabilirler. D ü­ { pâdişâh ’m kısaltm ası itib âr edilerek ve dâimâ ğünler pek bol mıkdarda hurma şarabı içilerek sultan aavâm ile benzerlik hâlinde ) bâzan ta­ tes’ îd edilir. Dâmâd kendisine â it bir eve yer­ rİhleri iy i bilmeyen ve; aynı zamanda savaşçt leşmeden evvel, hiç olmazsa bir sene kadar, olması gereken ve dinî; husûsiyetleri olan şahsi­ kaym-peder ve kayın-vâlidesinin evinde k a lır .: yetlere veriliyordu.  şık Paşa-zâde ’nin eserinin Boşanmalara pek sık tesadüf olunm aktadır; zîra başlangıcında, kendi kendisi için verdiği nesep her iki gencin ebeveynleri arasında anlaşmaya şeceresine bakılacak olursa, paşa unvanı daha varıldığı zaman genç kadının şahsî arzûiarına XIII. asrın- ilk yarısında kullanılmıştır. Şeyjh pek büyük bir ehemmiyet verilmemektedir. İz­ Muhlis veya Mujıliş Paşa da .denilen Muhlis aldivaç hâlinde dahi, erkek ve kadın şahsî mal­ D in Musa Baba, . A li E fe n d i'y e göre, . Ğıyâg larının mülkiyetini muhâfaza eder. Bir ayrılma al-Din Kayhusrav II. 'in 1243 'te. vukua gelen vukuunda, bu mallar her birinin ailesine devr- bozgunundan sonra, Karaman-oğullarindan ön­ olunur. Evlenme devam ettiği müddet zarfında ce ve aynı bölgede ik tid a rı ele geçirm iştir kazanılan mallar iki müsavi parça: hâlinde er­ (bk. Gibbj A History o f Ottoman Poetry, I, kek ve kadın arasında taksim edilir. Erkek m )• • :- ■ veya kadından biri ölünce, hayatta kalan bütün A y n ı asrın sonunda paşa unvanı, Anadolu mallara tevarüs eder. İslâmî hükümlere ayan 'yu aralarında taksim eden küçük tü rk veya ailelerin sayısı pek: azdır. Müslümanlar İslâm türkmeh hanedanlarının bâzı uzuvlarının ( mâdinine uygnn şekilde gömülmektedirler. mafih. mahdût sa y ıd a ) adlarına bağlı olarak, B i b l i y o g r a f y o : A . H. F. J. Nusse- meydana çıkmaktadır. Bunlar bâzan hükümdar, lein , Beschrijving van het landsckap Pasir bâzan da Şilelerinin fertleridir. Teke, A ydın, Denizli ve Kızıl-Ahm edli eyâletleri için de va­ ( B T L V, 19 0 5 ). ( A . W. N ie u w e n h u is .) P A S S A R O W lT Z . [ B k . p a s a r o f ç a .} ziyet aynı şekilde olmuştur [b k . mad. TÜRK ]. P A S V A N - O Ğ L U . [ B k . p a z v a n d -o ğ l u .] İhtimâl Anadolu ’nun diğer . küçük devletlerin­ . P A Ş A ( trk. fars. padişah ’m muhtemelen trk. de de aynı idi (b k . Saruhan AH Paşa için, baskak kelimesi ile karışmış şekli), son zaman­ Kalkaşandi, Şubh al-a’şa, VIII, x6,u tarafın­ lara kadar g a r p t ü r k İ e r i n d e kullanılmış dan zikredilen Şibâb al-Din aI-‘Umari, al~Ta‘olan ve hâlâ Osmanlı imparatorluğundan ayrıl­ - r i f . . . 'te n naklen), : , mış m ü s l ü m a n ü l k e l e r i n d e (M ısır, Osman ’ın Şilesinden-iki şahsın paşa unva­ İrak ve Suriye ) yaşayan r e s m î e n y ü k s e k nını taşımış olduğu sanılm aktadır: Osman ’m u n v a n v e y a l e k a p . Garbî A vrupa *daki oğlu A lâeddin ve Orhan 'm oğlu Süleyman. asalet unvanları gibi, bu da, m ecbârî olarak, Alâeddin ’in vaziyeti çok karanlıktır. Hat­ has isimlerin yanında bulunurdu; fakat şu fark­ tâ bu isim altında ik i ayrı şahsiyet bulunmağa la ki, bu ( daha az mühim olan bey ve efend i kadar gid ilm iştir: biri Osman ’m oğlu Alâeddin unvanları g ib i) isimden sonra gelirdi. Bundan Bey, Öteki Osman *ın veziri A lâeddin Paşa ol­ başka, irsî olmadığı gibi, zevcelere geçemedi­ malıdır ve her ikisi haksız olarak, birbiri He ğinden ve yer mülkiyetine de bağiı bulunma­ karıştırılm ıştır (H üseyin Hüsâmeddih; Alâed­ " diğtndau, feodalden ziyâde askerî bir husûsi- din B ey, TTEM , 14. ve 15. yıllar, 4 : makale ),



PAŞA.



Bu aynı şahsın veya bahis mevzuu iki şahsın birinin aynı zamanda bir beyler-beyi sayılabildiği ilâve edilebilir ( bfc. Oruç ’un vekayînâmesi, nşr. Babinger, s. 15,15). Bu içinden çıkıl­ maz mesele ne olursa-olsun, paşa unvâmnm, oldiıkça erken olarak, devlet adamlarına ve­ rilmiş olduğu muhakkak gibi görünmektedir (bk. Orhan zamanında bir Sınan Paşa, mad.



m



b eg i ’nin ve arapça am ir al-umarâ ’om müterâ-



difi id i; fakat yavaşryavaş daha aşağı bir man­ sıp hâlini aldı ). Bundan başka, esâs itibârı ile, ancak bir tuğ taşımağa hakkı olan eski san­ cak beyleri mîr-i mîrân tâyin edilmiş ve böylece onlar da paşa olmuşlardır. Tanzimattan sonra, sivil ( 1. v c z î t , 2. (»âlâ, 3. ûlâ, 4. saniye sıntf-ı evveli ) veya askerî ( 1. TÜ RK). ' . ' ■ ■ müşir, 3. birinci ferik, 3. ferîk 4. livfi ) rütbe­ Paşa unvânı her hâlde çabucak yüksek me’- ler derecesinin ilk 4 ’üne (9 üzerinden ) paşa mûrların iki türlüsüne mahsûs bir hak o ld u : unvânı verildi; aynı şey ileri gelenlere (3. i , Eyâlet beyîer-beylerİ ve 2. payitahtın vezîr. Rumeli beyler-beyi, 4. mîr-i mîrân tatbikatta ieri. Sonra bunlara benzetilen me’mûrlara teş­ kalkmış olaam îr-ü l-öm erâ ’ya, altıncı derecenin mil edildi. sırf fahrî olan nev’inde, teşm il edilmesi ile ) v e ­ XIV. asrın ikinci yansında (1359 veya 1362rilmiştir. , ' '' ; A : . Osmanlı imparatorluğunun sukutundan sonra ’de ?) Osmanlı tarihçilerine göre, ilk (?) Osmanh beyler-beyist olan Lala Şahin, bu tâyin ile bir­ rütbeler terkedildiğinden, Türkiye cümhûriyeti likte, paşa unvânım almıştır. A yn ı unvan son­ yalnız askerler için paşa unvanını muhafaza et­ raları Anadolu beyler-beyisine (böyleoe sağ ti. Sonra bu unvan A nkara Büyük Millet Mec­ kanat ve sol kanatta bulıinan iki beyler-beyi lisi tarafından kaldırıldı ( 26 teşrin II. 1934 ). mefhûmu tamamlanmıştır) ve daha sonraları, Şimdi paşa yerine, g en era l ve m ü şir yerme, büyüyen imparatorlukta yeni mevkilerin ihdâsı m areşal kullanılmaktadır. ile, gittikçe teşmil edilerek, diğer beyler-beyiG arptaki kullanılışta kelime ilk önce başa lerine veya valilere verildi. ' : : telâffuz edildi ( paşa telâffuzu ancak XVII. asır­ îlki (?), Osmanlı tarihçilerine nazaran, Çân- da gö rü lü r): ital. bascia ; muahhar latin, bas­ darlı Halîl [ b. bk.]. olup, vezîr olması münâse­ sa i frna. backa veya bassa ; ingl. bashatv ; beti ile ( 770— 1368/1369 ’da ) H ayreddin Paşa bunların bir takım değişik imlâ şekilleri de unvanını alan vezirler için de aynı şey oldu. vardır." Rumcada, bil’akis paşa şekli daha es­ Ahmed III. zamanına kadar kubbe vezirleri de­ kidir (X IV . a sır), fakat, ihtim âl garp te’şiri nilen vezirlerin sayısı [ bk. mad. V A ZİR ] ilk önce altında ( XVI. asırda ), başa şekli de bulunmak­ üçe, sonra dokuza çıkarıldı ve aynı zamanda tad ır; bk. Ducange, C lossarium mediae et inkapüdan paşa, nişancı ve defterdar gibi yüksek fim d e g ra ecita tis, psacdaç kelimesi nde. Avrupalılann başa telaffuzu, ya arap ( Mısır ) me’mûrlara verilen vezir derecesi git-gide ( p a ­ şa unvânmı taşımağı gerektiren) bir şeref te’ sirinden, ya eski bir tü rk unvânı olan başa derecesi hâline g e ld i; fakat başlangıçta ve ol­ (bk. makalenin sonu ) ile karıştırmaktan ileri dukça uzun bir müddet, bizzat payitahtta gelmiştir. ' . . ... ..... yalnız bir vezir bulunduğundan, paşa unvanı Paşa kelimesinin iştikakı . T eklif edilmiş olan bilhassa ve hiç bir ilâve olmadan birinci ve- muhtelif iştikakları sırası ile tetkik edeceğiz : zîri ( sonraları ulu vezir veya sadrâzam ) gös­ r. Fars, pâg-i şa k ( «hükümdarın ayağı" ). termeğe yarıyordu. Sonradan bâbıâlî («yüce Eski İran 'da «hükümdarın gözleri" denilen me'kapı, birinci vezirin kapısı") tâbirinin yerini murların bulunması vakıasına dayanmakta olan alacak olan paşa kapısı tâbiri buradan gel­ bu izah, daha D iction n aire de T rév o u x ( 1704) mektedir. ’da ( bacha kelimesinde ) verilmiş olup, J. v. Ham­ Paşaların sayisıntn çoğalması, başlangıçta, çok mer tarafından yeniden ele alınmıştır ki. kabûle sür’atli olmadı. M. d’Aram on ancak 4 veya 5 şâyân değildir. paşa yahut vezir-paşa ve eserini yazdığı zaman 2. Türkçe baş ( «baş, reis" ) ’tan ; daha Antoine ( 1 5 4 7 ’d e ) yalnız 3 paşa ( Ayaz j Güzelce Ka­ G euffroy ( B r iesv e d escrip tion d e la C ou rt du sım ve İbrahim, her üçü de hıristiyan menşe’l i ) C ra n t Turc, 1542 ) ve Leunelavius (Lôw enklau) kaydeder. Burada da yalnızca payitahtın bahis tarafından, kendi sâltıâmelerine zeyil olarak mevzuu olduğa doğrudur. yazdığı Pa nd ectes historiae turcicae ( 15S8 ) ’de Eyâletlerde çok idiler ve bilhassa daha da ileri sürülmüştür. Bk. bir de D iction n a ire de çoğaldılar. H attâ iki paşa zümresi tefrikma ka­ T rév o u x ve B a rb ie td e M eynard’m zeyli ki, dar gid ild i: 1. 3 tuğlu ( a t kuyruğu) paşalar kabûle şâyân değildir. Bk. müteakip kelime. 3. «Büyük kârdeş" (gösteriş ve duygu izhârı veya vezîr (bu rütbe git-gide şeref unvanı ol­ du ve eyâlete yayılarak, yavaş-yavaş begler-beg'ı ihtiyaçları il e?) mânasında kullanılan türkçe unvanının yerini a ld ı). 2. 2 tuğlu paşalar veya baş-ağa. Son zamanlara kadar Türkiye 'de kamır-î mîrân ( bu rütbe ilk Önce türkçe begler- bûl edilmiş olan ( Mehmcd Süreyya, S ic ilt-i os-



5 *8



PAŞA.



mâni, IV , 738; Şemseddin Samt, Kâmûs-i târ- halefi olan İbrahim, İbn al-'Om ari ’de ve Mükt, mad paşa) ve Süleyman Paşa ile Alâed- neccim-Başı ’da paşa unvanını taşır. — Dâstârdin P a şa ’ mn sırası ile Orhan ve O sm an ’ın bu- nâme-i E n v erî,{nşr. Mükrİmin Halil [ Ym ânç ], yük oğullan olması vakıasına istinat eden bir s. 83 v.d } 'de Orhan ’in oğlu Sulaymân Paşa 'ya iştikaktır. Daha  lî (1593— 1599'da yazdığı ( şiir zârûreti dolayısı ile ) Şeh Sulaymân adı K u n k âl-ahbâr, V , 49,23 ) ve 1724'te ölmüş verilmiştir. — tlhanhiarın Bagdad valisi (ölm. .olan Osman-zâde Ahmed Tâib {H a d ika t al- *336) ‘ A li b. Çiçek ( Ç e ç e k ) ’e İbn aî-'Ömari vtızarfi, îştanbul, 1271, S. 4,16 ) paşa kelimesi­ 'A li Paşa demektedir. Nazmî-zâde ( Gülşen-i nin Türkmenler arasındaki bu kullanılışına işa­ hu lefâ , İstanbul, 1143 ) ’ye göre, bu zât bâzı ret eder. Heidborn ( Manuel de Droit Pablicet yazmalarda A li Şâh adı ile görülmektedir. Ona Adm inistratif Ottom an, Wien, 1908, s. 186, A li Padişah da denilmektedir (C l, Huart, not a ) da aynı şekilde Karaman rûmlarmda pa­ Histoire de Bagdad, s. 10), — Şark lehçelerin­ şa ’nın i,büyük kardeş" mânasına geldiğini söy­ de pâdişâh unvanı küçük mahaİİî hükümdarlar ler; fakat bu münferit şahadetleri te’y it eden için kullanılm aktadır; buralarda paşa değil, hiç bir şey yoktur. Ahm ed Vefik ( kelime­ patşa ( k ır ğ ız ), potşo { ö zb e k ) şeklini almıştır. sinde ) ve Şelâhî gibi bâzı türk lugatçileri bu S- Türkçe basmak ( değişik şekiller başkak i, iştikakı kabûl etm işlerdir; fak at bir merhale başkan î ) „vâli, zabıta âmiri" (P avet de Courgö sterirler: paşa kelimesi baş-ağa ’dan gelmiş teille ve Boudagov 'un lügatlerinde, bk. basmak ), olan türkçe başa 'dan gelmektedir. İleride ba­ Vullers ’e göre, „Hvârizm dilinden" olan bu his mevzuu olan başa uhvâhı gerçekten baş- kelime farsçaya da geçm iştir ( İlhanlılar devrin­ Arda'dan geliyor gibi görünm ektedir; fakat ilk de ). Moğullarda zaptedilen ( yalnız garp tak i?) önce bizzat düşündüğüme muhalif olarak, bu­ eyâletlere, bilhassa Rusya 'y a gönderilen me'nun paşa ile hiç bir ilgisi yoktur. mûrlar ve yüksek me’mûrlar mânasına geliyor­ 4. Farsça pâdişâh „hükümdar". — İlk öneedu. Kabûl edilmiş bulunan iştikak basmak ( „bas­ Boudagov ’un türkçe— rusça lügatinde (1869 ) mak, sıkmak, ezmek,, tecâvüz etmek, iz bırak­ teklif edilen ve sonra Brockhaus ve Cfron 'un mak" } fiilid ir; vazifeleri bilhassa vergi ve ha­ rus ansiklopedisinde tekrar ele alınan bu işti­ raçları toplayıp-göndermek olduğuna işaret edi­ kak kabûl edilebilecek olan yegâne iştikaktır len ( bk. rus ve Polonya ansiklopedileri) me’mûr { bununla beraber aşağıda h r. $ ‘te işaret edilen baskak'm „ta zy ik eden, zorla fazla vergi alan" karışma ihtimâli ile b irlik te ). Bu daha önce mânası buradan çıkmaktadır. Resmî bir unva­ d’Herbelot tarafından hissedilmiş idi (son da k nın böyle bir tefsiri ne kadar mûtâd chşı göimlâsı münâsebeti ile pascha kelim esinde). Bu rünürse-görünsün, baskak ’m moğulca muâdili izah, sultan ve pâdişâh kelimelerinin, bu mâna­ olan daru ğayoys daroğa [b . bk.] ile muvâzîda olarak, dindârlar ( d e rv iş) zümrelerinin yük­ lıği bakımından te ’y it edilmiş görünmektedir sek şahsiyetlerini gösterm ek için, ekseriyetle ve basmak, „tab'etm ek" mânasına kadar basisimlerden sonra gelen unvanlar olarak kullanıl­ malf 'in müteradifi olan moğulca daruftu fiili masına istinât etm ektedir (bk. Giese, TM, 1925, ile mukayese edilebilir. Mamafih bunlar halk I, 164).  ş ık Paşa-zâde ’deki ( nşr. G iese, s. 34 iştikakı da olabilir. v.d.) Alâeddin Paşa’nm bir kenara çekilmek is­ Schefer, Voyage de M. d?Araman neşrinde temesinden önce, O rh a n ’ın ona hitaben söy­ ( s. 238, not 3 ) şöyle y a z ıy o r: — „G euffroy lediği mübhem cümle bile (y k . bk.) pâdişâh ’nın verdiği paşa kelimesinin iştikakı ( türkçe ile izah edilebilir gibi görünmektedir. Orhan baş kelim esinden) yanlıştır. Paşa askerî vâli o n a : — „Sen benim İçin paşa olacaksın" — de­ mânasına gelen türkçe başkak veya paşkak miştir. O hâlde bir kaç satır yukarıda, ondan kelimesinin yumuşatılmış şeklidir," bir çoban-pâdişâh, yâni halkı için bir çoban ol­ Plan Carpin, moğui baskak ’larma baschati masını isliyordu. (yazm alardaki değişik şekiller s bascatî, bastad; Diğer taraftan paşa unvanının ekseriya yal­ bk. The Texts and Versions o f John de P l . nız pâdişâh ite değil, fakat şâh ile münâvebe C a rp in i.. London, 1903 [H a k lu yt Soc.],s. 67 sâreti ile kullanıldığı farkedilecektir. İşte U r ve 261 n otlar) der. 1598 (H a k lu yt) basmasın­ da, sahife kenarında şunlar okunur: „Basha, voz kaç m isâli: K ızıl Ahm edli hanedanı . hükümdarı ŞueS' Tartarica qua utuntur T urci" ve bu müşahede al-D in Sulaymân, İbn Bat[ü(a ( nşr. Defremery, aynı şekilde baskalş ve paşa kelimeleri arasın­ U. 343 ) 'da Sulaymân Pâdişâh ve Şihâb al-Dİn da bir karıştırma olmasını gerektirm ektedir. b. a l-O m ari ( a l-T a 'rif bi ’l-muştalak al-şarif, Pâdişâh ( paşa) ile moğulca danığa kelime­ K ahire, 1312, s. 4 ) 'de Sulaymân Paşa tesmiye sinin müteradifi olan baslçak unvanı arasında edilmektedir ( burada arap yazısına uygun ola­ bizzat türkler arasında da gerçekten bir ka­ rak başa yazılm ıştır). Bu hükümdarın oğlu ve rıştırm a hâşıl olmuş olması imkânsız değildir.



i*A ŞA —■ P A $ A L î£ Daha Schefer 'in ve Hakluyt ’un izahlarını ta ­ nımadan Önce de, bu düşünce aklımıza gelmiş idi. Filhakika (Muhammed K azvin i ‘nin verdiği bilgiye göre, farsça kaynaklarda tesadüf edil­ meyen ) paşa unvanı, gerek fiilen veya nazari olarak ''¡oğullara tâbi anadolulu şahsiyetleri, gerekse^İthanh moğullarının doğrudan-doğruya me’mûrları (yukarıda zikredileli Bagdad valisi gibi, bk. bîr de ‘A z iz b. A rd a şir A sta rlb â d i, Bazm u razın, nşr. Kilisli M, R ifat, s. 249,5 'de işaret edilmiş olan P ü ser-i A l i P a ş a } için kul­ lanılmış idi. Bu karıştırma ( gerçekten nâdir olarak ) başkak şeklinin bulunması ile çok daha kolay olarak izah edilebilirdi ( Cuvayni, 7 ar ih -i C ih â n g u şS , yazılışı 1260, nşr. Muham­ med Ç azvini, II, 83, not 9 ; bu parçada 609 h. tarihinde, binâenaleyh moğul istilâsından ön­ ceye âit, hvarizmli bir me’ mûr bahis mevzuu edilmektedir ).



yerine geldiğini düşünüyorum ; fakat baş-ağa „reis" (askeri unvan ) mânasında, („yeni-çeri" veya yasakçı da denilen ) kavaslara baş-ağa deniliyordu (R o e h rig ’e gö re), B aş-a ğa 'om diğer mânaları ve kullanılışları ile umûmiyetle bu makalede tetk ik edilmiş olan bâzı noktalar hakkında daha fazla tafsilât \ ı n bk. J. Deny, Som m aire des A r c h iv e s turques du Caire.



„b ü y ü k k a rd e ş " m ânasına ge ld iğ in i farzetm işlerd ir ( Mehmed Selâhî, Kam â$-i osm âni, II, 291, C h lo ro sd a onu tâ k ip e tm iştir). M eselenin-ayrıl­



V u r g u h a k k ı n d a i h t a r. — Paşa ke­ limesinde ton vurgusu son hecededir (p a şa ), başa kelimesinde ilk hecededir ( bâşa ) ; nite­ kim, yukarıda işaret edilen bâşi telâffuzunda son seslinin zayıflaması da bunu gösterir. . (J. D en V.) ( Türkçe ağa ve baş-ağa unvanları Cezayir 'de yaşamakta devam etm iştir; burada büyük ka­ bilelerin ve kabîle birliklerinin bâzı kât id 'lcri için kullanılmıştır ve fransız hükümeti, bu mem­ lekette, bunlara resmî bir mâhiyet verm iştir; hâlbuki burada paşa unvânı kaybolmuştur. Bu­ nun aksine olarak, XVI. asırda S a ’dîlerdeki mahzarı ’in [ bk. madd. SA'DİLER ve MAHZEN } türkçeleşmesi sırasında görünmüş olduğu F as'ta, bugünkü şerif idaresinde de mevcudiyetini mu­ hafaza etmiştir, F a s 'ta fransız himaye İdâresi­ nin kuruluşunun arifesinde paşa unvanı kulla­ nılıştan düşmüş idi ve ancak Fas şehrinin şimâlindeki Şrâgalar ve A tla s okyanusu sâhilinde ‘A bda-A hm arler gibi, C iş menşe'li bâzı ka­ bilelerin reisleri tarafından taşınmakta idi. Son devirlerde himaye eden milletin onu gayr-i şuûrî olarak tasdik etmesi neticesinde, şehirlerde resmi olarak ]şa'id unvanının yerini almıştır ( bununla berâber, bu son unvan bu idarenin me’mÛrlarmm tercihan kullandıkları unvandır) ve İspanyol nufûzu mıntakasında olduğu gibi, fransız himaye mıntakasında da belediye dâire­ leri olarak ie’sis edilmiş olan bütün şehirlerde paşalar var idi. Mahallî telaffuz dikkate değer cemi şekli olan bâşâvât ile başa 'dır ]. (E . L. P.) P A Ş A L I K . (T.), paşa kelimesinden müştak olup, 1. p a ş a n ı n vazife ve unvânına, 2. bir p a ş a n ı n e m r i a l t ı n d a bulunan e y â l e ­ t e delâlet eder. Sâdece sancak-begi ( veya m ir-livâ ) denilmiş olan bâzı idarecilere paşa rütbesi verilmeğe başlandığı tarihten itibaren, p a ş a l ı k unvânı bundan faydalanan sancak veya liv â idareci­ leri için kullanıldı. XIX. asrın başında 158 sancak arasında 70 p a ş a l ı k var idi. Bu sancakların 25 'i paşa sancağı, yâni eyâletin umûmî idârecisi veya vâlisinin idâre merkezinin bulunduğu sancak idi (fazla tafsilât için bk. Mouradgea d'Ohsson, Tableau gén éra l de l ’E m pire Oihoman, VII,



ması g e re k tiğ in i ve başa ’ nın h akîkaten baş-ağa



307).



P aşa unvânınm , baskak unvânı ile k a rıştın lm aksızm , bu kadar b ü y ü k b ir ehem m iyet kaza­ n am ayacağı kabûl edilebilir.



Türkçe başa unvanı.— Ne evvelki unvan ile, ne d earap ça ve hattâ aynı kelimenin eski garp telaffuzları ile karıştırılmaması gereken bu un­ van aynı şekilde has isimlerden sonra geliyor­ du. Fakat (bilhassa yeniçerilerde) asker veya küçük rütbeli zabitler ve gâlibâ eyâletlerin ileri gelenleri mânasına geliyordu [ Meninski, Thésaurus, 1, stn. 662 ve 294, str. 18 ; Onom asticon , stn. 427 ; d ’H erbelot, bk. mad. P a sch a ; Viguier, E lém en ts d e la lan gue turque, 1790, s. 218, 309, 327; Zenker, s. 164, stn. 2 (ihtim âl Meninski ’den n ak len ); kısmen de la Mottraye, Voyages, 1727, I, 180, not o ; krş. Evliyâ Ç e­ lebi, V, 107,6, 216,ıs ; Naîmâ, V, 71,11; İsmail Hakkı, Kitûbeler ( < ! ; / < ,« , 41 ve 8 ] ). De ia Boullaye-Le Gouz ( V oyages, 1657, s. 59 ve 552) da haşa unvanını tefrik eder ve bunu „monsieur" kelimesi île tercüme eder. Meninski, g ost. g er., bir de başı ( ^21} telâffuzunu kayd­ eder; burada üçüncü şahıs mülkiyet eki olan -1 ile baş kelimesi görülemez ; çünkü Meninski türkçeyi böyle bir hatâya düşmeyecek kadar iyi bilir. Chloros tarafından paşa kelimesinde kabûl edilmiş olan beşe 'ye gelince, bu «A; im­ lâsından ileri gelm ektedir (bk. msl. Ahmed Vefik Paşa, Z oraki tabîb, perde I., sahne 2., istih­ za ile bir kadın hakkında kullanılmıştır ); fakat Meninski, bu imlâya rağmen, yine başa telâffuz etmektedir. L u g a tç ile r bâzan başa ile paşa ’yi k arıştırm ış oldukların dan , bazıları -kaşa 'nın aynı zam anda



tırf&ın



A nslklopedivi



(J.



Deny,) 34



55*



P A Ş tO



-



P A Ş T O . [B k . p e $ v û .] P A T A N I , Siyam ( Thailand) topraklarının eenûp ucumda, Malaka yarım-adasımn gark sa­ hilinde yer alan i d â r i b ö l g e olup, cenûpta Malaya 'birleşik devletlerinden Köiantan ve K edatı ’a komşu bulunur. Bu bölgede 7 küçük Malay devleti mevcut olup, bunlardan her biri» nin başında siyamlı bir me’mûr tarafından refakat edilen yerli bir hükümdar vardır. Malaya 'ya mahsûs hükümet şekilleri muhâfaza edilmiş» tir. A yn ı ismi taşıyan idâre merkezinde bölge­ nin siyamlı yüksek m e’mûru oturur; yerli dev­ le t hükümetleri yüksek komiser tarafından ve­ rilen tSİimâtı takip ile mükelleftir. Y erli nüfus müslümanlardan mürekkeptir. Şehirlerde cuma namazı kılman camiler ile aurau denilen ve husûsî müstahdemleri bulunan mescidler vardır. Her devletin adalet divânları mevcuttur. A ile hukukuna i i t husûslarda şeriat hükümleri, diğer husûslarda ise, Siyam kanûnları tatbik olunur. Patani hakîkî bir dağ ülkesi­ dir. Ovalara ancak dar bir şerit Hâlinde kıyı boyunca rastlanır. Memleketin mesahası, yu­ varlak rakam ile, 13.000 km.2 olup, [ nüfusu da 500.000 'den fazla ] ve ekseriyetle malaylardan mürekkep, geri kalanlar ise, çinli [ son zaman­ larda artmıştır ] ve siyamhdır. Y ol şebekem az gelişmiştir. Cenûbi Siyam demir-yoilarını İngi­ liz Maiayası [şim di müstakil Malaya birleşik devletleri ] demir-yollarına bağlayan bat, sahil­ den epeyce uzakta olmak üzere, memleketi boydan-boya geçer. Balıkçılık nüfusun mühim bir kısmım geçindirir; tutulan balıklar mahal­ linde istihsâl edilen deniz tuzu ile tuzlanır. Kalay istihsâli oldukça ehemmiyetlidir. Mem­ leketin ihracâtı arasında tuzlu balık, tuz, canlı hayvan, fil ve kalay sayılabilir. Buharlı küçük gemiler, Bangkok ve Singapur ile irtibatı te'min eder. [ İkinci cihan harbinden evvel ] mem­ leketin geliri 45.000 İngiliz lirasına varmakta, buttun üçte biri yerli hükümdarlar ile fiileleri mensûplarma, üçte biri memleket idaresine tah­ sis edilmekte, geri kalan ve müteferrik husûsî işlere ayrılan üçte biri de umûmiyetle yine idâre işlerinde kullanılmakta idi. Fra Odorigo de Fordenone J323 ’te bu bol* jede Paten diye bir yer adı zikretm ekte ve burası kendisi tarafından Tbalamasyn 'do ola­ rak teşhis edilmekte idi. Bu adın Patani ol­ ması ihtimâli hatıra gelmektedir. Patanı ismi, ancak X VI. asırda, portekizlilerin burası ile ticâret yapmağa başladıkları zamandan itibâren, tarihte k a t’ i olarak yer alır. Patani asırlardan beri Siyam ’a âit bulunuyordu. Cenûba doğru /ayılan Thailer 1284 senesine doğru L igo r sahildeki Patani ’nin bir az şimâl-i garbisin de) a ulaşmışlardı ( Sukhotai kitab esi); 1350’de



P Â ÎA M L



bütün Malaya yanm-adası Siyam *tn hâkimiye­ ti altına girmiş id i; Patani bölgesinin siyamlılar tarafından ele geçirilmesi bu ik i tarih ara­ sında yer alır. 1365 tarihinde NSğarakrtâgama 'da, bölgenin 7 devletinden biri olan ve pâyitahtı Patani ’nin bir az şarkında deniz kena­ rında bulunan Djöre ( şimdiki D jö rin g) ’nin Cava ’da kurulmuş MâcSpabit kırallığı hâkimi­ yetine girdiği zikredilmektedir. Portekizliler 1511 ’de M alaka'yı zaptettikten az sonra Pata­ ni ile ticârete giriştiler; çok sayıda portekizli buraya gelip-yerleştî. 1600 'e doğru hollandahlar ve ingilizler de burada görülmeğe başladılar ; o sırada Patani, Malaka ile Ç in arasında durak yeri olan canlı bir ticâret şehri, bir taraftan Çin, diğer taraftan şarkî Hind adalarının baş­ lıca limanlarından gelen mallar için bir antre­ po merkezi vazifesini görüyordu, Bn rol 1620 ’ye doğru gerileyince, şehir ehemmiyetini kaybetti ve avrupahlar buradaki kendi ticâ ret şirket­ lerini terkettiler. Patani y e müslümanlığm ne zaman yayıldığı k a t’î olarak söylenemez. 1600’de burası lamâmiyle bir müslüman memleketi durumunda id i; o sırada memlekete hâkim olan prenses 15 yıldan beri kocasının yerine geçmiş bulunuyor­ du ; görünüşe göre, memleket, daha önce Men­ dez Pinto tarafından ziyâret edildiği sırada ( * 534» 1540) da, müslüman idi. Y erli rivayet­ lere göre, memleketin fâtihi Siyam kırahnm oğlu Chaw Sri Bangşa îslâmiyeti kabûl edip, ondan sonra taşıyacağı al-Sul|ân Abm ed Şah ismini aldıktan sonra, müslümantığı memlekete yaymış idi. Kendisinin M alak a'ya itâat e ttiği soylenümektedir ki, bundan Malaka W müs­ lümanlığı daha önce kabûl eden devlet olduğa mânası çıkartılabüir. M alaka'nin X V . asırda Malaya yarım-adasında hâkim devlet durumunu almış olduğu malûmdur. B i b l i y o g r a f y a ' . G . P. Rouffaer, Oudste ontdekkingstochten tot 1497 ( Encyclopaedie van Nederlandsch-Indie, mad. Tochten, IV, 380, bibliyografya ile berâber); P. A . Tiele, D e Europeiirs in den Maleischen Archipel ( Bijdragen K on. Insiituut, 4. seri, «I, 35, 66; IV, 301; VI, 178 v .d d .; VIII, 77; 5. seri, i, 267 v .d d .; H, 241 v.d d .); Begin ende Voortgangh van de Oost-lndische Compagnie ( Amsterdam, 1646 ), I, 7« P eter Floris ( nşr. Moreland, H akluyt Society, Lon­ don, 1934, Sec. Ser. L X X IV ); T . J. Newbold, British Settlements in Malacca ( London, *839), H, 67 v .d d .; NâgarakrtâgamP-.. ( nşr. K ro m ), Lahey, 1919, s. $ 1; F. M e n d ^ Pinto, W onderlijke reize { Amsterdam, 1653); A . W. Graham, Siam (London, 1912). (R . A . K ern .)



f A Î H Â N — f>AYAi>. P A T H Â N . [ B k . E F G A N İST A N , IV , P A T R O N A . [B k .R tY Â L E . B. 3 .] P A U L A . [ Bk. p a v l a . ]



I3Ğ b .]



P A V L A . P a u l â , H ınd-türk im paratorluğun ' d a E k b e r zam anındaki sik k e sistem in de V ı



dam f V 4 p aysa) ’a tekabül eden b i r s i k k e * n i n a d 1 d t r. ( j . A lla n .) P A Y A S . B A Y Â S , T ürkiye ’nin Akdeniz böl­ gesinde, İskenderun körfezi kıyısında ve Hatay ( A ntakya ) vilâyetinin Dört*Yol kazası içinde nahiye merkezi olan küçük bir k a s a b a d ı r (3.000 n ü fu s). Osmanlı devrinde Payas şek­ linde yazılan arap kaynaklarında Bayâs, daha önce Bay yas veya Bâyâs şeklinde geçen isim hiç şüphesiz eski çağa âit Baiae ( (Jafat) mevki adından iştikak etmiştir. Burası Alexandria ( şimdiki İskenderun) ile Castabala { Castebolum : körfezin şimâi-i şarki köşesinde şimdiki Burnaz mevkii yak ın ın d a) arasında gösterili­ yordu. Bir çok kaynaklarda buranın İskender ile Dârâ arasında (333 m. 5 . ) ve daha sonra H eraklios ile Husrev II. arasında (622 m. s.) muharebe mevkii olan tssus ’un yerinde bulundu­ ğu zikredilm iş ise de, adı geçen mevkiin 12 km. kadar daha şimalde, Dört-Yol demir-yoiu İstasyonuna yakın bir yerde, deniz kıyısında yükselen bir yığma tepeye ( K a ra -K a ya ) teka* bül ettiği tahmin olunmaktadır. D iğer taraftan, meşhur „K ilik y a ve Suriye kapısı“ ( Pylae Ciliciae et Syriae ) da Payas ile İskenderun ara­ sında gösterilm ektedir ( Sarıseki k ö y ü ; krş. R. Kiepert, Karte von Kleinasien D I V : kıyıda Bâb Y u nus; içeride Merkez kalesi veya Kızlar k a lesi; Haçlılar devrinin Gastım veya Gaston şatosu; bk. P. Jacquot,Antioche, 1931, 1, 151 v.d., resim ler: s. 120, 148, 152). İslâm hâkimiyeti altında Bayâs, Cebel Luk­ kam ( -—A m an us dağları, bk, mad. GÂVUR D A Ğ ­ LARI ) eteğinde al-lskandarüna— al-Maşşişa yolu üzerinde bir mevkî olarak zikredilmekte, A b bâsîler zamanında hudutbölgesine [b k . mad. ’AVÂSİM ] , dâhil bulunmakta, idi Sonra müslüroanlar ile Bizanslılar, haçlı devrinin rakip prens­ likleri, müteakiben Selçuklular ile Memlûk dev­ leti arasında çok defa elden-ele geçen bir ülke nin kaderine iştirak etti ise de, R. Hartmann 'in işâret ettiği gibi, ayrı bir rol oynamadı. Osmanlı imparatorluğunun Anadolu 'dan baş­ ka Suriye, Irak ve Mısır ’a hâkim olması üzerine, XVI. asrın ortalarından İtibâren, Payas, işlek bir askerî-iktisâdî yol üzerinde, ehemmiyetli durak yeri hizmetini yeniden görmeğe başladı. Yine o sıralarda; Haleb bölgesinin iskelesi ola­ rak, epeyce ehemmiyetli bir deniz ticâretine sahne olduğu da anlaşılıyor. Mevkiin ehemmi­ yeti Sokulhı Mehmed Paşa 'nm dikkatini çek­ miş ve kendisi tarafından burası tahkim ettiril­



diği gibi, aynı zamanda burada büyük bir kervansaray, büyük bir cam! ( bugünkü Gâmi-i k e b ir), medrese, imâret ve hamam ile bir ka­ palı çarşı yaptırılmıştır. Tarih devirleri boyun­ ca, Payas 'm en fazla bu sırada gelişmiş olduğu söylenebilir. K âtib Çelebi Sultan Süleyman 'ın vezîri Mehmed Paşa-ı A t îk 'in eseri olan büyük te ’sısleri zikrederek, burayı: „Bender şehirdir" diye vasıflandırır. İmar hareketinden 30 sene kadar sonra Payas ‘tan geçen Evliyâ Çelebf şehir hakkında geniş bilgi verir. Za­ manımızda da ayakta duran kalenin 8 kitlesin­ den her birinde 10 top, ayrıca bir büyük burcda da limanı koruyan ,,bal-yemez topları" olduğunu, sûrların içinde 300, kale dışında ve bahçeler arasında 850 ev, ayrıca 300 dükkân bulunduğunu, şehir nüfusunun 8.000 kadar tah­ rir edildiğini söyier. Misafirperver tü rk un­ surlarından mürekkep olan bu nüfusun vergi ve avârız muafiyetleri olduğunu ve buna mu­ kabil, eli silâh tutanların dağ eşkıyasından ve korsanlardan yolu muhafaza etmekle mükellef bulunduklarını kaydeder. Şehir halkının büyük bir kısmı, havası ağır otan yaz aylarında yay­ laya çıkardı. Limana gelince, fırtınalardan koruumuş bulunmakla berâber, büyük gemilerin girmesine artık elverişli bulunmayordn, Osmanlı hâkimiyeti sırasında önce Adana ve sonra Haleb eyâletine tâbi bulunan Payas, XIX. asrın sonlarında Adana vilâyetinin Cebel Bereket sancağına, bîr kazâ merkezi olarak, bağlanmış idi. Kasaba ve civânnın halkı zirâat ve ipek böceği yetiştirme ile meşgul olurlardı; iskeleden Kıbrıs ve S u riy e'y e kereste, odun ve kömür, Avrupa memleketlerine de portakal ıhrâç edilirdi. Cuinet kasabanın nüfusunu, belki mübâlegah olarak, 6.325 olarak kaydetmiş idi {3.200 — 3.500 müslüman); Kamus al-a'lâm 'da ise, İm nüfus 5.000 olarak gösterilmiş, şehir­ deki eserler, yanlış olarak, Köprülü Mehmed Paşa 'ya izâfe edilmiştir. 19x8 senesi son baharında fransız kuvvetleri tarafından işgâl edilen Payas, fransızlar ile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ara­ sında imzalanan Ankara muahedesi (20 teşrin I. 1921 ) hükmüne göre, 1922 yılının ilk gün­ lerinde Türkiye ’ye iâde edildi. Türkiye ’yi, fransız hâkimiyeti altında husûsi bir idâreye tâbi bulunan „İskenderun sancağı“ toprakla­ rından ayıran hudut çizgisi, kıyıda Payas de­ resi ağzının 1 km. cenubundan başlıyor, Payas kasabası ile berâber, Kürtül ve Koılu-D ere köy­ lerini Türkiye ’ye bırakarak, Amanus bağlarına tırmanıyordu. Bu sırada Payas, vilâyet pâyesine yükseltilmiş olan Cebel B ereket'e bağlanmış, sonra bu vilâyetin kaldırılması ile A dana vi­ lâyeti hudutları içine alınmış, fakat kazâ teş-



PA V A S r - PAZVAND-OĞLU. kilâtmın merkezi, Payas 'tan Dörtyol kasabasına nakledilmiş idi. 23 haziran 1939 tarihinde A n ­ kara 'da varılan bir anlaşmaya göre, Hatay top­ rakları Türkiye 'ye bağlanınca, Payas da, Dört­ yol kazası ile beraber, H atay vilâyetine katıldı. Bugün burası adı geçen kazaya bağlı bir na­ hiyenin merkezidir. Payas 'ın nüfusu 1935 sayı­ mında 9S9 olarak tesbit edilmiş idi. Bu nüfus î 955 'te 2.831 olmuştur (bu sayıya kasabanın şarkında ve belediye hudutları içine alınmış bulunan K ürtül köyünün nüfusu da dâhildir). B i b l i y o g r a f y a t Pauly-W issowa, Realencyclopäedie. . . , II *, 3775 ; Bibi. Geogr. Arab. ( nşr. de G oeje ), I, 63 ; II, 125, 137 ; III, 154 ; VI, 353 ; Y âkû t, Mu'cam al-buldân, 1, 773 v.d. ; A b u '1-FidS ( nşr. Reinaud ) , s. 3 9 } G . le Strange, Palestine ander the Moslems, s. 433 ; Kremer, Beiträge nur Geographie des nördl. Syrien, s. 3 1 ; K âtib Çelebi, C ihân-niimâ ( nşr. İbrahim Müteferrika ), s. 603 ; Evliya Çelebi, Seyâkat-nâme ( İstanbul 1314 ), III, 42 v.d, ; R itter, Erkunde ( 1830 ), XVII, 1840 v.d.; Tomaschek, Sitzungsberichte der Wiener A kad. (1891) , C X X IV , VIII, 7 1 ; Humana ve Puchstein, Reisen in Kleinasien und Nordsyrien ( Berlin, 1890 ), s. 160 v. dd. ; M. Hartmann, Zeitschrift der Ges. fü r Erd­ kunde zu Berlin, XXIX, 174; Ahmed Rifat, Lûgat-t tarihiye ve coğrâfiye ( İstanbul, 1399), >. î8ı> Şemseddin Sâmî, Kämüs ala'läm (İstanbul, 1899), II, 1571 ; Adana vilâ­ yeti sâlnâmesi (1317 = 1901), XI, 128— 136; V ital Cuinet, La Turquie d ’A sie ( 1891 ), II, 105— 108 ; Belediyeler yıllığı { nşr. İller ban­ kası, A nkara, 1950, III, 123— 127).



muhafız, b e k çi) kelimesinin halk dilinde almış olduğu şekildir. Osmanlı müelliflerinin Pazvandoğlu yahut PSsbân-zâde diye kaydettikleri ( Âsim, Tarih, İstanbul, I, 218 ) bu isim Vıdin tarihinde yer almış mühim bir ailenin soy adı­ dır ki, ecdadının aslen tatar olduğu ve Bayezid I. zamanında (1389— 1402) Bulgaristan'ın fethine iştirak ettiği söylenir ( W . von Herbert, The Chronicles o f a virgin Fortress, London, 1886, s. 23 ). ; Pazvand-oğlu hilesinin en meşhur sîmâları Ömer A ğa ve oğlu O sm an 'dır, Ömer A ğ a ’nın babası Bosna 'nın Tuzla kazâsında oturan mûteber bir kimse olup, dâhili mücâdelelerin bi­ rinde, düşmanları tarafından, Piriştine 'd e öl­ dürülmüş idi. Y egân e oğlu olan Öm er İse,



Avusturya-Osmanlı seferlerinde (1736 — 173 9 ) akıncılar arasında devlete hizmetlerde bulun­ duğundan. kendisine Vidin civarında Boursa ve Kırsa adında iki köyün tımarı verilmek sfiretiyle, taltif olunmuş idi ( 1. W . Zinkeisen, Gesckickte des Osmanischen Reiches, G otha, 1863. VII, 231). Böylece Vidin civarına yer­ leşen Pazvand-oğlu Ömer, cesareti, kabiliyeti sayesinde nufüz ve kudretini a rttıra ra k ,' bu sancağın bayraktarlığını eide etmeğe muvaffak olduğu gibi, zamanla çok büyük bir- servet sâhibi olarak, Vidin âyanlığına yükseldi. Servet ve şöhreti ile bâzen eyâlet paşalarının kıskanç­ lığını tevlid ettiği gibi, bâzan da mahallî nizâm ve asayişi ihlâl ederek, keyfî hareketlerde bu­ lunduğundan. devlet nazarında âsî durumuna düştü. Melek Mehmed Paşa 'nın üçüncü Vidin valiliği esnasında (1786), kendisine V id in ’1 terketmesi tavsiye olundu; fakat Ömer A ğ a mülkü olan topraklarından kendisini kimsenin ( B e s Im D a r k o t .) P A Y S A . P A Y S Ä (hind.), ingl. piçe, eski uzaklaştırmağa hakkı olmadığını iddia ederek, Vidin muhafızlarına karşı gelmeğe ve huzûrBritanya Hindistanı 'nda bir b a k ı r s i k k e olup, 3 pies veya 1/4 anna kıymetinde idi. Hind- suzluk yaratmağa başladı. Avusturya-Rusya-Ostürk imparatorluğunda paysa tâbiri, Şer Şah ta­ manlı seferleri (1787 — 1792 ) başlarında Ömer rafından İhdâs edilmiş olup, 40 'ı bir rupiye teka­ A ğ a Vidin 'deki konağında yakalanmış ve sadr­ bül etmek üzere, bakır sikke vahidi olarak, da­ âzam K oca Yusuf Paşa 'nın karargâhına gön­ ha eski dam [ b. bk.l yerine kullanılmıştır. Bu­ derilerek, kısa bir muhakemeden sonra, idâm nunla beraber, paralar üzerinde umûmiyetle sâ­ olunmuştur (C ev d et, Tarih, İstanbul, î 3° 9, VI, dece fu lü s veya revani adı bulunmaktadır. 294). Babasının yakalandığı sırada, PazvandPaysa adı İse, Hind-türk imparatoluğundan oğlu Osman, Vidin ’den kaçarak, Arnavutluk sonra meydana çıkan bir çok mahallî devlet­ taraflarına geçti ve bîr müddet burada sak­ lerde XVIII. ve XIX. asırlarda basılmış bakır lanmağa muvaffak oldu. Osman 1758 ’de doğ­ sikkeler için kullanılan umûmî tâbir mâhiyetini muştur. Fakat onun gençliği, nasıl yetiştiği ve almıştır { krş. J. Prinsep, U sefu l Tables, nşr. gizlendiği Arnavutluk taraflarındaki hayatı hakkında bilgimiz azdır. Yalnız onun burada E. Thomas, London, 1858, s. 62 v.d.). himaye edildiği ve bir müddet sonn, da ipek ^ ( J . A l l a n .) P A Z V A N D - O Ğ L U , 'O sm an ( 1758— 1807 ), sancağı paşalarının maiyetinde çalıştığı bilin­ Selim III. zamanında ( 1203— 1222= 1789— 1807 ) mektedir ( P. C. Pouqueville, Voyage de la vezirlik rütbesine kadar yükselmiş V i d i n ’i n Grece, 2, tab., Paris, 1826, III, ıjo- v. d . ). Bir müddet sonra gizlendiği yerden dönen Osman, m ü t e g a llib e a yan ının en meşhüru. Pazvand ( Viyjt ), frs pasbân ( veya pösvan : 1789 'da bir kısım gönüllü akıncıların başında,



PAZVAND-OĞLU. Eflâk yakasına geçti ve burada Avusturya ’ye yapılan savaşlarda Tamşvar ve Hermanstadt ’a kadar hücûmlar yaparak, cesaret ve askerî kabiliyeti ile temayüz etti. Harplerden sonra (1792 ) Osman affedildi ve kendisine Vidin 'deki babasının arazisinin bir kısmı iâde olundu (C . Jireîek, Geschichte der Bulgaren, Prag, 1876, s. 486}, Bu sûretle tekrar Vidin'e gelen O sm an’ın hayatında bundan sonra yeni bir devir başladı. Babasının Vidin ’deki eski şöhret ve itibârın­ dan faydalanan Osman, çok kısa bir zaman zar­ fında, kendisine tarafdarlar bularak, Vidin ya­ maklarının başına geçti. Civardaki ser had ağa­ larının bir çoğu, onu kendilerinin reisi olarak tanıyıp, ona itâat ettiler. Osman 'm Vidin 'de böyle sur atle nufûz ve itibâr sahibi olmasında onun şahsî kabiliyet ve meziyetleri yanında, Osmanlt imparatorluğunun bu devirde eyâlet­ lerdeki durumunun da büyük te’sirleri olmuş­ tur. 4 seneden fazla süren harplerden sonra, Rumeli ’de dağlı eşkıyâsı, Kırcalılar nâmı veri­ len âsî bir zümre türemiş idi. İktisâdı güçlükler, toprak meseleleri, saray desiseleri, idârî ak­ saklıklara bir düzen verilememesi, eyâletlerde devlete karşı eski bağlılık, itâat ve güven his­ lerini çok sarsmış ve zayıflatmış olduğundan, bir çok yerler mütegallibe âyân ve paşaların eline geçmiş idi. Bilhassa nizâm-ı cedidin ku­ rulmasına aleyhdar olan yeniçeriler ile îrad-1 cedîd hazînesinin ihdâsından memnun kalma­ yan halkın bir kısmı şehir, köy ve kasabalarda âsî serkerdeler ile iş-birliği yaparak, saltanat idaresine karşı ayaklanmışlardı. Bu isyanların tenkil ve te’dîbinde, âsîler ve yamakların bir kısmı kaçarak, Vidin ’de Pazvand-oğlu ’na İlti­ ca ettiler. 1794 senesinden sonra Vidin âdetâ âsîlerin bir merkezi hâline geldi. Bu hâdise­ lerden çok iyi faydalanmasını bilen Osman, babasının Vidin 'deki bütün arâzi ve emlâkini eline geçirerek, tekrar büyük bir servet sâhibi olda. Türk, arnavut ve hattâ bulgarlardan mü­ teşekkil kuvvetler topladı, Vidİn kalesini tah­ kim e tti; kalenin etrafına derin hendekler açtırıp, kaleyi Tuna ’ıın suları ile çevrilen müs­ tahkem bir ada hâline getirdi. Vidin muhafız­ ları onunla iyi geçinmek suretiyle ancak vazife­ leri başında kalabiliyorlardı. Böylece Pazvandoğlu, serhad ağaları, âsî serkerdeler ve halk ta­ rafından sevilen bir şahsiyet olmuş idi. Bununla beraber henüz devlete karşı doğrudan-doğruya bîr isyân hareketine girişmemiş: i di ; fak at 1795 ’te Belgrad 'a hüeûm eden yamaklara, yenıçerilik gayreti ye ocaklıyı kendisine celbetmek gayesi ile, yardımlarda bulunarak, isyân hare­ ketlerine bilfiil katılm ağa başladı. Belgrad muhafızı Hacı Mustafa P a ş a ’ya Vidin âsîleri­



nin te ’dîbi emredildi ve Vidin muhafızı Pek­ mezci M ehm edPaşa da azlolunarak, yerine 1210 ( !795 ) başlarında G ürcü Osman Paşa tâyin olundu ( C evdet, Tarih, V I, 214). Gürcü Osman Paşa ve Hacı Mustafa Paşa 'nın Vidin ’e yaptık­ ları hücüm büyük bir başarısızlığa uğradı. 9 rebiülevvel 121 0( 24 eylül 1795) tarihinde; kışın yaklaşması dolayısı ile, Vidin muhâsarasından vazgeçildi. Bu muhasaranın kaldırılmasından sonra, Osman Bâbtâlî 'ye gönderdiği tahriratta, Belgrad âsîlerine yardım etm eyeceğini, bundan sonra V idin muhafızlarının emrine İtâat edece­ ğini bildirdi. Bunun üzerine, Bâbıâlî şimdilik bu taraflarda büyük gailelerin çıkmasına mâni olmak ve Osman’ı âsî olmaktan vazgeçirm ek gayesi ile, onu affetti ve bir mıkdar mukataât ile Vidin cizyesinin ona havale edilmesini uygun buldu ve evvelce Vidin muhafızlığına Gürcü Osman Paşa tâyin olunmuş iken, bununla Paz­ vand-oğlu 'nun anlaşması kabil olamayacağı dü­ şünülerek, bu defa Vidin muhafızlığına A bdi Paşa getirildi {şu bat 1796). Devletin bu müsâmahakâr davranışı Osman ’m Vidin 'de da­ ha' kuvvetle yerleşmesine yaradı. Osman, bü­ yük siyâsî hayaller peşinde koştuğundan; bu­ nunla tatmin olunmadı. Bâzan kendisine vezir­ lik verilmediğinden ve bâzan Vidin muhassılliğmın 500 kese akçeyi te’ min edecek kudrette bulunmadığından şikâyet etmeğe başladı. Bir kaç vezirden ziyâde nufüz sâhibi olduğunu ve ülkelerinde halkın rahat ve yolların emniyette bulunduğunu, devlete karşı âsî ve hâin olma­ dığını ileri sürerek, kendisine vezirlik rütbesinin tevcih olunmasında isrâr etti. Bâbıâlî, ona gü­ veni olmadığından, bn arzusunu yerine getir­ mekte m ütereddit davrandı. Bundan muğber otan Osman tekrar şiddete baş-vurmaktan çe­ kinmedi. Rumeli ’de nâm kazanmış bulunan Ma­ car A li, Kanbur İbrahim, Ç ıtak V eli, K ara Feyzî, Kara Mustafa ve diğer meşhûr kırcalılar ve hattâ sırp isyanlarında türklere karşı mücâdele eden Köreo, Kondo gibi bulgar hayduklari, maiyetlerindeki kuvvetler ile, Pazvandoğlu Osman ’m emri üzerine, Tuna yalısında muhtelif bölgelere 1797 ’ de hücûma geçtiler. Bir kısım kuvvetler Eflâk v e Belgrad î teh­ dide başladı. Kanlı muharebelerden sonra, Niğbolu ’yu zapteden âsîler Ziştovi— Rusçuk üze­ rinden Karadeniz’e kadar uzandılar, V arn a’yı ellerine geçirdikleri g ib i, Niş ve Sofya da Osman ’ın İdaresine tâbî oldu ve payitahtın kapılan tehlikeye düştü. A sîle r garpta Semendire ’den sonra kânûn i. 1797 'de, Belgrad kalesini tehdit ederek, burasını kalenin varoş­ larına kadar zaptettiler, Belgrad muhafızı, Bos­ n a ’dan aldığı yardımla: ile, kaleden' âsîleri müşkilâtla tardetmeğt muvaffak olmuş idi, Paz



534



PAZVAND-OĞLU.



vand-oğlu Cssman elde ettiği bu geniş ve mü­ him bölgede, müstakil bir idare kurdu; bir çok yerlere kendi adamlarım müsellim ve muhassıl tâyin etti. 100,000 ’den fazla bir askerî kuv­ vete mâlik idi. Rusya ve Avusturya 'nın müdâ­ halelerinden çekinmemiş oisa idi, bütün Eflâk '■ zaptetmek arzusunda idi ( G . A . O livier, Vo­ yage dans L'Em pire Ottoman, I, 118). Müslüman ve hıristiyan ahâliye iyi muamele­ de bulunan Osman tarafdar olmayanlara şid­ detle hareket etmekten çekinm edi; kendisi­ nin padişaha âsî olmadığını, yalnız onun fenâ idarecilerine karşı halkın hakkını müdâfaa et­ tiğini bildiren beyan-nâmeler neşrederek, bir çok vaadlerde bulundu. Pazvand-oğlu 'nun dev­ leti tehdit eden bu ihtilâl hareketine son veril­ mesi için, Bâbıâlî Anadolu vâlisi A li Paşa ile Rumeli vâlist Hacı Mustafa Paşa ’yı me’mûr etti. 1797 haziranında Rumeli ’ye geçen A lo Paşa kırcaiılar ile başa çıkacak bir kabiliyet gösteremedi. Vidin ihtilâfını bastırmak ve ted­ birler almak üzere, 37 teşrin 11. 1797 ( 7 cemâziyelâhır 1212 ) tarihinde İstanbul 'da yüksek bir meclis toplandı. Kapudan-ı deryâ Küçük Hüse­ yin Paşa ser-asker tâyin edilerek, Osman ’m te’dîbine me'mûr edildi ve Pazvand-oğlu „fermanlı" İlân olundu. Ser-askerin maiyetine müteaddit yeni-çeri ortalarından kuvvetler v e rild i; 60 'tan fazla Rumeli ve Anadolu Syânı ve Valilerine emirler gönderilerek, bunların tedârik edebileçekleri kuvvetler ile ordu-yı hümâyûna iltihak­ ları bildirildi. Bir ince filonun da Tuna yolu ile Vidin üzerine yürümesi için hazırlıklar yapildi. Kapudân-ı deryâ Hüseyin Paşa 'nın or­ dusu 120.000 kişiye bâiig olmakta idi (Zînkeisen, s. 238). 1798 nisanı ortalarında ser-asker Edirne 'ye vâsıl olduğu zaman, Pazvand-oğlu Osman haber göndererek, Hüseyin Paşa'dan af talebinde bulundu (C evdet, VI, 307). Fa­ kat Bâbıâlî ’nin şiddetti emirleri karşısı uda Osman 'ın af talebi kabûl olunmadı. Ordu-yı hümâyûn Vidin 'e doğru harekete başladığı sı­ rada, Pazvand-oğlu da Vidin kalesine iki sene­ lik erzak, cephane, mühimmat depo ederek, 12.000 seçme askeri ile mukabeleye hazırlandı. Rusçuk ’tan Vidin 'e kadar uzayan bir çok yer­ lere dağılmış bulunan ser-asker ordusu munta­ zam olmadığı gibi, maiyetleri ile bu orduya katılan âyân ve beyler arasında da bir birlik mevcut değil idi. Esasen kapudân-ı deryâ Hü­ seyin Paşa 'mn böyle bir kara ordusunu idâre edecek mahâreti yok idi. Hükümet merke­ zinde kendisini sevmîyenler, onu uzaklaştırmak gayesi ile, Vİdin gailesi gibi çok müşkül bir meselenin hallini ona yüklemişlerdi. Mayıs 1798 başlarından itibâren, Vidin muhasarası başladı. Haziranda şehir ve kale her taraftan kuşatıl­



dı ; hattâ, kurşun menzili kadar, kenar mahalle­ lere yaklaşıldı. Bu şiddetli muhâsara devam ederken, Pazvand-oğlu, kapudân-ı deryâ Hüse­ yin Paşa 'ya haber göndererek, affedilmesini tekrar ricâ e t t i ; fakat onun bu son ricası da reddolundu. A rtık affedilmekten bütün ümidim kesen Pazvand-oğlu kendisini şiddetle müdâfaa etmeğe karar verdi. Hüseyin Paşa temmÛz başlarında her taraftan Vidin kalesine hücûma g e ç ti; fakat Osman 'm şiddetli müdâfaası ve çok iyi tahkim edilmiş olan kalenin mukave­ meti karşısında bu taarruzlardan muvaffakiyet elde edemedi. Osman, hurûc hareketleri yaparak, muhâsırlara ara-sıra zâyiât verdirmek ile mu­ kabele etti. Vidin muhasarası uzadıkça, ser-as* kerin oephâne re mühimmâtı azaldı ve hükümet merkezine yeniden mühimmat ve ağır toplar gönderilmesi bildirildi. Fakat bu sırada Napole­ on Bonaparte ’ ın Mısır 'a hücûm ve orayı işgâl etmesi dolay ısı ile, Bâbıâlî Hüseyin P a ş a ’mn istediği yardımı gönderemedi. Bunun üzerine, 6 ay devam eden Vidin rauhâsarasma teşrin L 1798 'de son verildi. Bu tesâdüfî galebe Pazvand-oğlu 'nun şöhretini büsbütün arttırdı, Rum eli’de bir çok yerlerdeki âyân ve beyler arasında yeniden ayaklanmalar başladı; Vidin ciheti tamâmiyle Pazvand-oğlu'nun emrine geç­ ti. Pazvand-oğlu halk arasında sevilen bir kah­ raman oldu; hattâ hakkında söylenen şarkılar Ege adalarındaki denizcilere kadar yayıldı ( P.C . Pouçueville, Travels in the Morea, Albania, London, 1813, s. 254). Hüseyin Paşa İstanbul 'a avdet ederken, Lom civarına geldiğinde, Pazvand-oğlu yeniden bir mektup göndererek, padişah nezdinde affedil­ mesi tçtn onun delâletini ricâ etti. Hüseyin P a­ şa Osman 'ın bu ricasını Bâbıâlî 'ye bildirdi. Mı­ sır seferinin zuhûru dolayısı ile, Vidin 'deki İs­ yanın yatıştırılması uygun bulunduğundan Pazvand-oğlu affa mazhar oldu ve kendisine kapıcı-başılık verildi. Daha sonra da 32 haziran 1799 (17 muharrem 1214 ) tarihinde kendisine vezâret tevcih edilerek, Vidin muhâfızlığına tâyin olun­ du ve ilâveten Niğbolu sancağı da ona verildi -( Cevdet, VII, 44 ). Pazvand-oğlu Osman *ı dev­ letin en yüksek mansıbı otan vezirlik rütbesi de memnûn etmedi. 1800 'de Balkanlarda dağlı eşkiyâsı arasında yeniden ayaklanma hareketi başladığı vakit, Osman bunların bir çoğu ile münâsebette id i; hattâ Şumnu taraflarında is­ yan eden Kırım han-zâdelerinden Mehmed G i­ ray ile iş-birliği yaparak, Vidin 'den Karadeniz ’e kadar olan yerleri yeniden ele geçirm ek sevdâsına düştü. Bâzı rivâyetlere göre, Pazvandoğlu şâyet payitahtı ele geçirecek olursa, Mehmed Giray '1 pâdişâh ve kendisini de s a d r -; âzam yapm ak hülyasına bile düşmüş idi. Ye­



PAZVAND-ÖĞLU - PEÇENEKLER. niden isyan- hareketlerine bağlanması üzerine, kendisine verilen vezirlik rütbesi geri a lın d ı; serhad ağalarına ve ocaklıya Osman ’ın vezâretinin kaldırıldığı haberi gönderildi. Gürcü Osman Paşa Rumeli vâliliğine tâyin olununca, ona, mümkün olursa, Osman ’m idâm olun­ ması dahi emredilmiş idi. Bundan pek müte­ essir olan Pazvand-oğlu Eflâk ’e kuvvetler çıkar­ dı. Adamlarından Haşan ve İbrahim B ü k re ş’i tehdide başladılar. Yabancı konsoloslar heyecâna düştüler. Bir de B e lg ra d ’ da İsyân eden ya­ maklara yardımda bulundu. Bu ayaklanmayı bastırmağa muvaffak olamayan Bâbıâlî, Eflâk 'ten askerini geri çekmek şartı ile, O sm an’ın vezâretinin tekrar verileceğini bildirdi. Osman E flâ k ’teki hâdiselere yardımdan elini çekti ve 1802 ağustosunda vezâreti iâde olundu. Pek memnün kalan Pazvand-oğlu bundan sonra dağlı eşkiyânın t e ’dibinde iyi niyet ile hareket etti ve Vidin 'deki işlerinden başka bir şeye karış­ madı. Onun bn tarafsız hâlinden hoşnut kalan Bâbıâlî de, kânûn I, 1804 t e Vidin ve Niğbolu sancaklarını O sm an'a tevcih etti.



H erbert, ayn. esr., ş. 23 v. d .). F. K anitz ( ayn, esr., s. 8) Bulgaristan a yaptığı seyâhâtinde onan mezarını Mustafa Paşa câmıV yanındaki türbesinde görmüş idi. İzzet ve Sürûri gibi şâ­ irler onun ölümüne tarih düşürmüşlerdir (Aşım, Tarih, I, 223). , B i b l i y o g r a f y a t Cevdet, T a rih{ İs­ tanbul, »309 }, VI, VII, VIII, tür. yer. ; Âsim, Tarik ( İstanbul), I ; Cehdİ Aydem ir, Vidin’de Pazvant-oğlu isyânı (İstanbul Onıveraitesi. Edebiyat fakültesi Tarih semineri kütüp., tez, nr. 310; Başvekâlet arşivi vesikala­ rından faydalam lm ıştır) s Şemseddin Sâmî, Kamus al-a'lâm, II, 1467; F. Kanitz, Donau­ Bulgarien and der Balkan (L eip zig, 1882), I, II, tür. y e r.; 1807— 1808’de Vidin ’de as­ kerî vazife ile bulunan Meriage 'ın bilâhere Grgur Jaksiî tarafından neşredilen notları: Notes sur Passvan-ogloa 1758— 1807 ( La Re ime Slave, Paris, 1906,1, z ö ı— 279 ve 418 — 4 *9 i II, I 39— H 4 ve 436— 4 4 8 ; 1907, III, 138— 144 ve 278— 288); sırpça tercümesi için bk. Glussnik zem eljskog muzeja ( Sarajevo, >906), XVII, 173— 216; P. Ort&kov, NVlcolko ■dokumenta za Pasvant-oglu i Sofranı Vratanski (1800— 1812; Bulgaristan ilimler aka­ . demişi, Sbornik,&ofya, 1 9 1 4 ,1 li,! — 5 5 ); İv. P avlo vii, Işpisi iz francuskik arkrva (B et­ grad, 1890), bilhassa s. 103— 128 y. b . ; Zin­ keisen, Geschichte des Osmanİschen Reiches ( G otha, 1863), VII, 230— 241; N. lorga, Geschichte des Osmanischen Reiches (G otha, 1908— 1913), V ; Lebel, La France et les Principautes danubiennes du X V I im» sİecle d la chute de Napoleon /. (P aris, 1955).



Osman Vidin ’İn imârına ve uzun yıllar mü­ câdeleden fakir düşen bölgelerin kalkınmasına çalıştı. Bâzı yerlerde halk çok fakir olduğun­ dan, vergilerinin tamâmını ödemeğe muktedir olamamış idi. Osman, halkın ödeyemediği mıkdarı tamamlayarak, vergiyi devlet hâzinesine noksansız gönderdi. 1804 senesinde zuhûr eden sırp isyanlarının bastırılmasına Osman da me*mür edildi. Pazvand-oğlu memleketinin garbını sırp âsîlerine karşı şiddetle müdâfaa etti. .1806 ’da Osmanlı-rus harplerinin başlaması üzerine, ruslara karşı vatanını müdâfaaya hazırlandı. Böylece tam devlete hizmet edeceği bir çağa ( A . C e v a t E r e n .) varan Pazvand-oğlu, s şubat 1807 tarihinde PECHİNA. [ Bk. BECCÂNE.] Vidin ’deki konağında eceli ile vefat etti. Henüz PEÇENEKLER, VIII. - X I . asırlarda, Ön­ 49 yaşında bulunan Osman ’m bu vefâtı büyük celeri Balkaş golü civârında, aşağı Sır-Deryâ bir kayıp idi. ile İdil (V o lg a ) boylarında, sonraları cenûb-i Pazvand-oğlu Osmanlı imparatorluğunun T a­ na yalısındaki son serhad beylerinin en meşhâru idi. Vidin şehrinin tarihi onun hâtıraları ile do­ ludur. 6 senelik vezâreti ile, Vidin ’de bulunduğa, zamanlarda buraya garptan bir çok yenilikler getirmiş, binalar, yollar ve Vidİn ’in 32 câmü arasında en güzeli olan Pazvand-oğlu câmii, medresesi ve kütüphanesini yaptırm ıştır (F . K a n itz, Donau-Bulgarien and der Balkan, L eipzig 1882, s. 4, 8). Ç o k misâfİrperver ve kirlere karşı merhametli idi. Konağına mürâeaat ¿den hiç kimse boş çevrilmezdi. Şehrin meşhur kimselerini, seyyahları ve yabancıiarı bir t,ürk misâfirperverliği ile ağırlardı. Servetini hiç esirgemeden sarfederdt; halka çok iyi muâûıele ettiğinden, Hıristiyan ve müslümanlar tara­ fından sevgi ve saygı toplam ış idi ( W. V.



şarkî Avrupa ve Balkanlar 'da yaşamış olan g ö ç e b e b i r t ü r k k a v m i . X I.— XII. asır­ larda Peçeneklerin bir kısmı Macaristan ’da, bâzı zümreleri cenûb-î şarkî Avrupa, Balkan­ lar ve Anadolu ’da yerli unsurlar ile karışmış ve müstakil bir kavmî unsur olmaktan çıkmıştır. Peçeneklerin şahıs adlan, yaşayış tarzları, bıraktıktan maddî kültür eserleri (arkeolojik kalıntılar ), kültleri ( defin ta rzla rı), örf ve âdetleri ite dil Örneklerinden başk a, bunlar hakkında kaynaklarda tesadüf edilen sarih ka­ yıtlar da, Peçeneklerin türk menşe’li bir kavim olduğunu açıkça gösterir. 745 ; m. s.) tarihlerin­ de tanzim edildiği anlaşılan ve Geçenekler hak­ kında en eski bir kayıt olan ti betçe bir vesikada „pe-ça-naglarm " (Be-ça-nag ı Uygur, Karluk ve Türgişler ile bir arada zikredilmeleri,, on-



PEÇEN EKLER larm kav ni. .menşe'Ierinİ aydınlatacak mâhi­ yettedir (bk. Jacques Baeot, Reconnaissance



en Haute Asie Septentrionale par cinq envoyés ouigours, au Vit!* siècle, JA , 1956, C C X L ÎV , nr. a, s. 13 7 — 153; G érard Clauson, A propos du manuscrit Pelliot tibétain 1283, JA,19S7> C C X L V , nr. 1, s. 11— 24 ). Kâşgarlı Mahmud 'un Divân lağöt al-tark 'ünde ( XI. asrın ortala­ rından so n ra } Peçenekler hakkında şu kayıt mevcuttur: Becenek ( «ü'Uı ) Rûm (B izan s) sa­ hasına yakın bir yerde yaşayan ve O ğuz züm­ resine mensup olan bîr türk kavmidîr ; bunların damgalan şeklindedir ( I, 488, 57, 58 ). Kâşgarî *nin eserinde bundan başka Peçenek dili­ nin bâzı hususiyetleri, kıpçakça, oğuzca ve İdil boyu bulgarcası ile münâsebetleri, „m ekân, za­ man ve âlet isimlerinin" yapısı hakkında bâzı misâller verilmiştir ( II, 67— 70). Raşid al-Din, Peçeneklerin O ğuz zümresinden „Ü ç-O k kolu­ na" âit bulunduklarını ve damgalarının V * >on* guniarının da şâhin olduğunu kaydetm iştir ( Ca­ mi’ al-tavârik, nşr. Berezin, Izv. Ark. Obsç. St. Osbg., 1858, s. 28 ). Ebü-’l-G âzî Bahadır Han ’a göre ise, Peçenekler Üç-O k koluna' âit olup, damgaları A ve ongunları da „¿la tuğnak" idi. Rus ve bizans kaynaklarında olduğu gibi, muasır arap ve fars kaynaklarında da, Peçe­ neklerin Uz (O ğu z, rus kaynaklarının; Torktarı ) ve Kumaniar ( Kıpçaklar ) gibi türk menş e 'li bir kavim oldukları açıkça belirtilmiştir. A rap ve fars kaynaklarında „Becenek“ ( ulırf — ilk«!), rus vekayînâmelerinde „P eçen ezi", „Peçenegi", Bizans kaynaklarında LIcrcÇıvİMcîıaı, IlaxÇivcsxat, macarlarda „Besenyö", „Bisseni" ve garp latin kaynaklarında „Penenaaı“ olarak kaydedilen bu kavim adının, türkçesi „Beçenek" veya „Peçenek" olsa gerektir. Bu adın 'ştikakı hakkında türlü görüşler öne sürülmüş İse de, tatmin edici bir izah bulunmuş değil­ dir. En makbul sayılan görüş Peçenek adının türkçedeki „bacanak" ile izah edilmek isten­ mesidir ( W. Barthold, O. Pritsak ) ; buna göre, göçebeler h e y ’ eti içindeki belli bir uruğa, „han uruğuna" kız vermek ( ve almak ) imtiyazını hâiz olması hasebi ile, „bacanak" denmiş, bu hey’ete giren diğer uruğlar da bu isim altında tanınmışlardır. Başka bir izâha göre de, P e ­ ç e n e k adı B e ç e ’den gelmektedir ; önceleri bir şahıs adı iken, sonraları B e ç e n e k şek­ lini almış ve macarlarda çokça tesadüf edilen B e ç e adı da bundan neş et etmiştir (Z. Gombocz, Uber den Volksnamen „ besenyö", Turan, 1918, sayv 4, s. 209 v.d. ). A rapça kaynaklarda Becenek ile yan-yana Becene adının bulunması, bunun fasçadaki şeklinden arapçaya geçti­ ğine delâlet eder (J. Màrquart, Ostcurop. und ostasiat Sterifzûge, Leipzig, 1903, s. 67 ). Diğer



yandan Penek adının S tra b o n ‘ uun eserindeki A pasiak (nehir boyu sakaları) ile bağlanmak istenmesi (S . P. T olstov, Oguzy, peçenegi i more Daukara., Sovyet. Etnografiya, nr. 4, 195° . s. 5 1 ) isâbetü olmadığı gibi, orta İdil ve Ural sahasındaki fin-ugor kavimlerinden gelen bir söz ile Peçenek adını izah etmek ve bunun „orman adamları" olduğunu ileri sürmek teşeb­ büsü de iknâ edici değildir (S . A . Pletneva,



Peçenegi, torkli polovtsı v yujnorusskih stepyah. Materlah i issledovaniya po arhelogli SSSR, nr. 62, 1958, s. 162). 300 yıldan fazla tâkip edilebilen Peçenekle­ rin asıl faaliyet devrini en çok kaldıkları Ka­ ra d e n iz 'in şimalindeki boz-kırlarda (D eşt-i K ıp çak ) barındıkları zaman teşkil eder. Peçe­ neklerin tarihi şn üç kısma bölünebilir: 1. VIII. asrın ortalarından, Peçeneklerin İdil nehrini geçiş tarihleri olan 889’a ka d a r; 2. Kıpçak boz-kırlannda kaldıkları zaman ( 890 — 1040) ve 3. Bizans ile yakın temâs ve Macaristan ’a gö ç devri ( a. Lebunium yenilgisine kadar [1040— 1091]^ b. dağılma ve yerleşme devri [ 1091— 112 2 ]). • Peçeneklerin en az bilinen zamanları İdil nehrinin şarkındaki devirleridir. Peçenek adı ile bilinen bu O ğuz uruğları, VI. — VIII. asırlar­ da G ö k-türk kağanlığının garp kısmında- bulun­ muş olmalıdırlar. G ök-türk âbidelerinde bunların adına rastlanmadığına göre, o sıralarda bü top­ luluğun henüz teşekkül hâlinde olduğuna hükm­ etm ek icâp eder. 745 ’ten az sonra tanzim olunan Uygur haberlerinde, Peçeneklerin 5.000 asker çıkaran bir kavim olduğu kaydedildiğine göre, bu topluluk artık kuvvetli bir zümre hâ­ line gelmiş olmalıdır (J. Bacot, JA, C C X IV , s. 147 ). Uygurlar, 745 'te şarkî G ök-türk devle­ tini yıktıkları zaman, onlara karşı mücâdele eden ve yeni hükümdar sülâlesini tanımak is­ temeyen zümreler arasında, gâiibâ, Türgişiere yakın münâsebetleri olan ve Balkaş gölü civa­ rında göçebe hâlinde Peçenekler de bulunuyor­ lardı. Türgişlerin ise, Kartukların kuvvet bul­ maları ile, dağılıp gitmeleri, bu hey’etten bâzı uruğiarm Peçeneklere katılmaları ile izah edi­ lebilir. Yeni teşekkül eden Peçeneklerin Oğuz ( Uz ). Uygur ve Karluklann baskısına mârfiz kaldığı anlaşılmaktadır. Â raplar ve Kartukların 751 yılında Talaş nehri boyunda çinlileri yen­ melerinden sonra, Karluklar büs-bütiin Peçenekleri tazyika başlamış olmalıdırlar. İli, Çu ve Talaş boylarındaki mer’âlar yüzünden vukÛ bulan mücâdeleler sonunda, Peçenekler yenil­ mişler, Sır-Deryâ ve A ral gölü civarına çekil­ mek zorunda kalmışlardı«. Bu mücâdelelerin uzak bir yankısına X. asır İslâm kaynaklarına da tesadüf e d ilir; Peçeneklerin düşmanlan arasında



PEÇEN EKLER. Guz ( U z }, Karluk ve Kim ekler ( Kıpçaklar ) 'in zikredilmesi ( Mas’ü d i ) bunu gösterir. VIII. as­ rın ortasından IX. asrın ortalarına kadar cere­ yan e ttiği anlaşılan bu v a k ’alar hakkında bil­ gimiz çok azd ır; bilinen cihet Peçeneklerin aşağı Sır-Deryâ ve Mangıştak sahasına gelniiş olm alarıdır; onların hattâ Uzboy 'a, yâni AmuDorâ ’nm eski yatağına kadar yayıldıkları bil­ dirilm ektedir ( B irim i, Tahkik masafat al-



am âkin ). Peçenekler, yine Uzların baskısı altında, SırDeryâ boyundan Yayık ve nihayet tdil kıyıları­ na kadar gitmişler ve bir müddet burada kalmışlardır. Peçeneklerin İdil — Y ayık saha­ sında bulundukları devre â it bâzı kayıtlar İslâm coğrafyacılarının eserlerinde mevcuttur. Hudut boyunda yaşayan kavimler arasında. DokuzOğuzlar, Çinliler, Katıklılar ve Guzlar ile bir­ likte, Peçenekler de zikredilmişlerdir ( İbn Hurda zbih }. Bir de Pe çenek dağlarından bahse­ dilmektedir ( Hndûd al-alanı, nşr. M İnorsky) ki, bunun Ura! dağlan olması kuvvette muh­ temeldir. Peçeneklerin şark komşuları olarak, Kıpçakların gösterilmesi ( G a r d i z i), bâzı Peçenek uruğlarınm cenûbî Ural dağları, Sakmar boyu ve tdil 'e dökülen Şamar ırmağı sahasına kadar gitmiş ve yaz mevsiminde, K a m a ’nın cenubuna kadar çıkmış olmalan mümkündür. Başkurtların Peçenekler ile temasları her hâl­ de bu devirde olm uştur; Başkurt uruğîarından Burzen, Tangaur ve Usergenlerin, PeçenekO ğuz uruğlarınm bakiyeleri olduğu tahmin edilmektedir ( bk. Oçerki pa istorii Başkirskog A S S R , nşr. A . P. Smirnova, Ufa, 1956, i, böl. 1, s. 30). Peçeneklerin Sır-Deryâ nehri ve Hazar denizi çevresine geldiklerinde kaç uruğdan ibaret oldukları bilinmemektedir ; fakat Yayık ve tdil nehirleri arasında bulundukları IX, asrın or­ talarında, bunların 8 uruğ ve 40 boy teşkil ettiğini öğreniyoruz (K . Porphyrogennetos, D e Administrahdo imperio, Bonn tab., bâb 37 ). Bu 8 uruğdan, hâkim zümreyi teşkil eden 3 uruğ K angar (K ankar, K drpcaç) adını taşıyor­ du. „Cesûr, kahraman, asîl" mânalarına geldiği anlaşılan bu K angar uruğları şunlar id i: Ertim, Çur ve Yula. Diğerleri ise, Külbey ( Kulbay), Karabay, Talmat, Kopon (K a b a n ?) ve Çoban. Emba, Y a y ık ve idil nehirleri sâhasmda bir asırdan fazla bir zaman kalan bu 8 Peçenek uruğunun, yerleşik bir devlet olan Hazarlar için, gittikçe tehlike teşkil edecekleri muhakkak idi. H varizm ’den İtil şehrine giden kervan yo­ lunun Peçenekler tarafından tehdit edilmesi Hazarlar için ayrıca sıkıntılı bir durum yarat­ makta idi. Bu sebeple Hazarlar ile, Peçenekle­ rin amansız düşmanları olan Uzlar arasında bir



537



anlaşma hâsıl oldu. 860 tariklerinden sonra Peçenekler Hazarlar ile Uzlar tarafından taz­ yik edilmeğe başlandılar. Uzun süreiı mücâ­ deleler sonunda, 889 yıllarında, Peçenekler İd il'in garbına göç etmek zorunda kaldılar. Mamafih Peçeneklerden bâzı zümrelerin Uzlar yanında kalmış olduğa da bilinmektedir, ibn Fazlan bunlara, 922 yılında Bulgurlara giderken. Y ayık civârtnda rastlamış İdi. Daha sonra bu Peçenekler perişan bir hayat sürmekte idiler (D e administrando imperio, bâb 3 7 ). A ynı müellife göre, Peçeneklerin idil 'i geçişleri 893 — 902 yıllan arasında olması gerekiyorsa da, bu tarih isâbetli d e ğild ir; bâzı kayıtlara göre, Peçeneklerin Don ( T e n ) boyuna gelişleri ve burayı yurt edinmeleri 889 tarihlerinde vu­ ku bulmuştur ( Kurat, Peçenek târihi, İstanbul, 1937ı s- 41 v.d.). Bundan sonra Peçeneklerin Deşt-İ Kıpçak devri başlamaktadır. Peçenekler İdil ’in garbına geçtikten ve ma­ carían, Donets boyundaki yurtları „E telköz" 'den çıkarıp, Tisa ve Tuna boyuna gitmeğe zorladıktan sonra, A z a k denizi ve Karadeniz boz-kırlarınm yegâne hâkimi oldular. ‘ Tarihî kayıtlar, yer adları ve arkeoloji araştırmalanna göre, Peçenekler 950— 1000 yılların­ da, İdil nehrinin garbından, Karpat eteklerine ve bir taraftan da Tüha ovasına kadar, geniş bîr sahada yaşamakta idiler. " Peçeneklerin evvelâ Hazarlar ile mücâdele­ leri ve sonra Id il’ in garbında yurt edinmeleri IX. asrın sonlarında şarkî Avrupa ‘da mühim siyâsî gelişmelere yol açtı. Peçenekler ile uzun zaman devam eden harplerde, Hazar kağanlığı kuvvetten düştüğü gibi, Peçeneklerin Don boyu ve Dneper kıyılarını işgâl etmeleri ile, bura­ lardaki hâkim iyeti sona erdi. 860 tarihlerinde Hazarların kuvvetten düşmeleri üzerine, ruslar hâkimiyetlerini orta Dneper 'e, K iyev şehrine kadar uzatmak İmkânını buldular; bununla şar­ k î A vrupa tarihine yeni bir siyâsî kuvvet ka­ tıld ı: Kiyev prensliği, Peçeneklerin ilerilemeleri üzerine, Macarlar Donets boyundan çekilmek ve Tısa ile Tuna arasını yurt edinmek mec­ buriyetinde kalmışlardı. Bunun neticesi olarak, orta A vrupa ’da dayenı bir siyâsî kuvvet, Maca­ ristan meydana gelmiş oldu. Kiyev prensliğinin kuruluş ve gelişme devrinde, Peçenekler ile karşı-karşiya gelmiş olmasının ayrıca ehemmi­ yeti olmuştur. Peçenekler IX. asrın sonlarında K aradeniz'in şimâlini işgâl etmekle, bir taraftan K iyev ve diğer yandan Kirim s a h ille rin d e , bu devrin en kudretli devleti ve g r e k O rto d o k slu ğ u n u n mer­ kezi olan Bizans imparatorluğu ile de temasa geçtiler. Peçeneklerin K arad en iz’in şimaline gelişlerinin, yalnız Kiyev, yâni şark ıslavları. üze-



S3 «



PEÇENEKLER.



inde değil, diğer ısiav zümreleri üzerinde de muhil» V'sirleri olmuştur. Peçeneklerin tazyiki ile Maearlar Donets boyundan çıkmağa ve Tisa — Tuna yanında yerleşmeğe zorlanmışlardı. Ma­ carların orta A vru p a'ya gelmeleri, neticesinde de şark ve garp ıslavları ile eenûp ıslavları ara­ sında o zamana kadar mevcut olan rabıta ke­ silmiş ve bu sûretle ıslav dünyâsı parçalan­ mıştır. Peçenekler ile ruslar arasındaki münâsebet­ lere dâir rus vakayinamelerinde bir çok kayıt bulunmaktadır. Burada Peçeneklerin rus yur­ duna ilk gelişleri 915 yılı olarak gösterilm iştir ( Lavrentievskaya letopis, P. S. R. L., I, 18 ); fakat bu tarih doğru olmasa gerektir. 890 se­ nelerinde rus yurduna yaklaşmış olan Peçenek­ lerin 25 yıl zarfında hareketsiz kalmalarına ih­ timâl verilemez. Peçeneklerin 896 tarihinde Bul­ gar çan Simeon tarafından Macarlara karşı mücâdele için çağırıldıkları, 917 ’de de Bizans 'm Peçenekleri Bulgarlara karşı sevketm ek is­ tediği bilindiğine göre, Peçeneklerin bu sıra­ larda daha ziyâde Tuna boylarında meşgfit ol­ dukları a n laşılır; fakat K iyev prensi İgor ’un Peçenekler ile 915 ’te barış akdettiği ve bunun üzerine, onların Tuna boyuna gittikleri bildiril­ diğine bakılırsa, bu tarihten önce de rus yur­ duna akın yaptıkları anlaşılır. İgor sonraları ve bilhassa 944'te Bizans’a karşı yaptığı sefer­ de Peçenekierden istifâde etmiş idi. 968 tarihine kadar rus vekayînâmelerinde Peçenek akınlarından hiç bahsedilmemesi, arada büyük çatışmalar olmadığına delâlet eder. H at­ tâ meşbûr Svyatoslav ’m 965 'te Hazarlara kar­ şı yaptığı sefer esnâsmda, Peçeneklerin dahi rusiara katılmış olduktan hatıra gelmektedir. Mamafih az sonra iki zümre arasındaki miinâsebetlerde değişiklik hâsıl oldu ve Peçenekler bu defa Svyato slav'ın düşmanı sıfatı ile faâliyete geçtiler; bu değişiklikte B izan s’ ın rolü olduğu bilinmektedir, Svyatoslav 968 yılında Tuna boyuna sefer açtığı zaman, Peçenekler Kiyev şehrini muhasara etmişler ve rusları geri dönmek mecburiyetinde bırakmışlardı. Peçe­ neklerin K iy e v ’in yanından çekilmeleri üzeri­ ne, Svyatoslav yeniden Balkanlara hücûm et­ miş, fakat Bizans imparatoru loann Tzmiszes tarafından, 971 ’de mağlûp edilerek, püskürtül­ müş idi. Bu defa Peçenekler, blzanslıiarın tah­ riki ile, S v ya to sla v’m yolunu kesmişler ve 97a ilk baharında kendisini Dneper kayalıklarında yakalamışlar ve öldürmüşlerdi. Svyatoslav 'm öldürülmesinden sonra, Peçe­ neklerin rus yurduna akmları sıklaştı; ruslar arasında baş-gösteren mücâdelelere dahi ka­ rıştırıldılar. Hıristiyanlığı kabûl etmekle şöh­ ret bulan Vladimir zamanında (98 5'ten sonra)



her iki taraf arasındaki mücâdele büş-bütün şiddetlendi. Ruslar, Peçenek »kınlarım durdur­ mak maksadı ile, K İyev'in cenûbunda müstah­ kem karakollar ve şehirler te’sisine giriştiler. Prensin, Peçeneklere karşı savaşmak üzere, Uz­ ları ( T o r k ) istihdam ettiği de biliniyor. Bu mücâdeleler hakkında rus vekayînâmelerinde 988. 992, 996 ve 1015 yılları vak'alart münâ­ sebeti ile kayıtlar mevcuttur ı Peçeneklerin rus şehirlerine ve hattâ K iy e v 'e hücûm ettikleri bildiriliyor. . Vladim ir in ölümünden sonra (1015), kar­ deşler arasında patlak veren iç mücâdele za­ manında, Svyatopolk, birâderi Yaroslav ’a kar­ şı Peçenekleri kullanmak istedi ise de, 1019 ’da mağlûp oldu. Bunu müteâkip vekayînâmelerde tam 17 yıl Peçenekierden bahis geçmemekte­ dir, Bunun sebebi de Peçeneklerin esâs kütle­ sinin I020 yıllarından itibâren T u n a 'yı geçe­ rek, Bizans ülkesine akmlara başlamış olmala­ rıdır. Bunda şarktan gelen Uzlar ile Kumanlan n Deşt-i K ıpçak 'a yürüyüşlerinin de te’sıri olmuştur. Peçenekler hakkında son kayıt 1169 yılına âit olup, bu da onların Mstislav 'a Kiyev tahtını işgâle yardım etmelerine dâirdir. Peçe­ nekierden bir kısmı Uzlar yanında kalmışlar ve rus ordusunda vazîfe alm ışlardı; bunlar sonra­ ları Berende adı ile tanınmış olsalar gerektir. 835 yılında Hazarlar tarafından, Don nehri üze­ rinde, bugünkü Tzymlyanka mevkiinde hara­ beleri meydana çıkardan Sarkel kalesi inşâ e t­ tirilm iş id i; ruslarm Bela-Veja adını verdikleri bu kalede Peçeneklerin, gâlibâ Hazarlar tara­ fından, muhâfız kuvvetler olarak kullanıldık­ ları son araştırm alar ile meydana çıkarılm ış­ tır ; bu Peçeneklerin de Sarkel 'in ruslarm eli­ ne geçmesini müteâkip (9 6 5 ), buralarda kal­ dıkları ve sonraları ya Uzlar ile veya Kumalı­ lar ile karıştıkları kabûl edilebilir. 915 ’ten 1036 yılm a kadar geçen 121 y ıl için­ de rus vekayînâmelerinde sâdece 11 peçenek akını zikredildiğine göre, bunların hücûmlarınm pek sık olmadığı anlaşılm aktadır; mamafih ufak-tefek akmları n vekayînâmelere girmemiş olması mümkündür. D iğer yandan bu münâse­ betlerin yalnız harp değil, a lış v e riş şeklinde de cereyân ettiğini biliyoruz; ruslar onlardan çok mıkdarda koca-baş ve küçük-baş hayvan almakta, karşılığında mâmûl eşyâ veya gıdâ maddeleri vermekte idiler. Rus tüccarlarının Ö zü boyunca, Bizans ile ticâret için, Karade­ niz 'e gidip-geiişterinde Peçeneklere muayyen bir geçit parası ödemiş oldukları da anlaşılmak­ tadır. Peçenekler ( t?e Uzlar ile ) sıkı temasın rus atlı k ıt’alarının /teşekkülü üzerinde mü­ him te s ir i olduğu kabûl edilm elidir; Svyatos­ lav ’m bu huşûsta açık bir misâl teşkil ettiği



PEÇENEKLER.



Si?



ve göçebe başbuğundan farksız olduğu hatır­ vaşlar esnâsında korkakça davrandığı ve Uz­ lanabilir. lara karşı savaşmaktansa, Tuna boyundaki saz­ Peçeneklerin 1036 ’ dan sonraki faaliyetleri lıklara çekilmeği tercih ettiği ve bu yüzden iki Bizans imparatorluğu ile yakından ilgilidir. Pe­ Peçenek uruğunun kendirinden ayrıldığı, ken­ çenekler IX. asrın sonlarında, K araden iz'in şi- dilerine asaletten mahrûm Balçar-oğlu Kegen mâlindeki steplere gelir-getmez, Bizans devlet adlı çok cesûr bir kimseyi reis olarak seçtik­ adamlarının dikkat nazarlarını çekmişlerdi. İm­ leri ve böyleee Peçenekler arasında iç harbin parator K . Porphyrogennetos (912— 959), oğlu başlamış olduğu ve neticede Kegen 'in idâre için te'iif ettiği De adminİstrando imperio adlı ettiği iki uruğun 1048/1049'da Bizans sâhaeserinde, Peçenekler ( ve diğer kavim ler) hak­ sına göçe mecbûr olduğu anlaşılmaktadır. kında bilgi verdikten sonra, Bizans hükümetinin B izan s’a göç eden bu iki uruğ, Bizans ma­ dayandığı esâsın (931 yıllarında) onlar ite iyi kamları tarafından gâyet iyi karşılanmış ve geçinmek olduğunu belitmiş İdi. Bizans 'ın, siyâ­ kendilerine Tuna boyunda hudut bekçiliği va­ seti icâbı, Peçeneklerden düşmanlarına karşı, zifesi verilerek, Derster ( Siİistre) yanında bir başta Bulgarlar, sonraları Macarlar ve ruslar mıkdar da arâzi tahsis edilmiştir. Bizans *a küt­ olmak üzere, faydalanmağa çalıştığı ve çoğu le hâlinde hizmette bulunan ve bırigtiyanlığı defa muvaffak olduğu görülecektir. Peçenek- kabul eden Peçenekler bunlar olmalıdır. İeri hoş tutmak maksadı ile, bizanslılar tara­ Bizans hükümetinin bu Peçenekler! kabûlü fından onların başbuğlarına ve karılarına hedi­ diğer kısım ile daha önce yapılan anlaşmaya ay­ yeler gönderilmekte, fırsat düştükçe gönülleri kırı id i; üstelik, Bizans 'a iltihâk eden bu iki alınmakta idi. Nitekim K. Porphyrogennetos za­ uruğ, ırkdaştarından öç almak İçin, Tuna ’yt ge­ manında, Bizans ile Peçeneklerin arası gâyet çerek, hücûmlarda bulunmaktan da geri kalmı­ iyi id i; zâten arada mesâfe de hayli büyük yordu. Bu yüzden harekete geçen Turak ’ın Peolduğu gibi, onlar Bizans 'ın Kırım sâhilîn- çenekleri, 1048/1049’da T u n a ’nın cenûbundakı deki şehirlerine pek yaklaşmıyorlardı. Peçenek­ sahaya girdiler ise de, yağma hareketleri ve lerin 320 ( 9 3 2 ) ’de Velender adlı bir Bizans ânî bastıran soğuklar yüzünden, faâliyetleri kalesine hücumlarından bahsediliyor ise de, akîm kaldı. Bu fırsattan faydalanan Kegen ve { M as'u d i), bu Velender 'in Kafkastarda bir bizanslılar, T urak Peçeneklerin! mağlûp ettiler. yerde olduğu anlaşılıyor; buraya hücûm eden­ Bu BÛretle, Turak ile birlikte, 140 peçenek baş­ lerin H azar Peçenekler! olduğu da hatıra gel­ buğu bizanshların eline düşmüş oldu. A ncak mektedir. Bizans hükümeti askeri sahada kendilerinden Bizanshların Peçenekler ile sıkı münâsebet­ faydalanma mülâhazası ile bu esirlere dokun­ leri, Bulgaristan ’m 1018 ’de Bizans 'ın eline mamış, ‘ onları Bulgaristan ’da boş bir sâhaya geçmesinden sonra başlar. Bizanslılar, buranın yerleştirmiş idi. Turak ve diğer baş-buğlar, zengin köyleri, kasabaları dolayısı ile akm ya­ İstanbul ’a gönderilmiş, orada hıristıyan dinini pan ve Tuna 'nın şimâl kıyılarında bulunan Pe­ kabûl etmişlerdir. Denildiğine göre, bunlardan çenekler ile mücâdele etmek zorunda kalmış askeri sahada faydalanmak üzere, 1049 ( I ) ’da idiler. A yrıca bizanshların Bulgaristan 'da al­ Selçuklulara karşı 15.000 kişilik bir kuvvet ha­ mış oldukları İktisadî tedbirler de Peçenekle­ rekete geçirilip, A nadolu'ya gönderildi ise de, rin hareketlerini kolaylaştırm akta idi. Peçenek­ bunlar O sk ü d ar’m az ötesindeki Bulgurlu (o ler, 1035 'te Tuna nehrini buzlar üzerinden ge­ zamanki adı ile D am atrui} 'ya gelince, fikir­ çerek, Moesia ( Tuna 'mn cenûp k ıy ıla rı) ’yı lerinden cayıp, daha ileriye gitmemeğe ve dö­ yağma ettiler. Bu akın 1036 'da üç defa vukû nüp, uruğdaşlarına katılmağa karar vermişlerdi. buldu ve 1048 'de de tekrarlandı. İmparator Dönüşleri sırasında, Üsküdar 'da Boğaz ’1 geçe­ Könstantin Monomachos IX. (1042— 1054 ) za­ cek gemi bulamayınca, atlarım yüzdürerek ( Mu­ manında Anadolu ’ya karşı Selçuklu türklerinin rad II. zamanında Düzme Mustafa ’ya karşı Bahucûmları şiddetlendiği sıralarda, Balkanlarda yezid P a ş a ’nın yaptığı gib i; bk. Tarih-i Âİ-i da Peçeneklerin hucûmları gelişmekte idi. A n ­ Osman, nşr. F. Giese, s. 56), Buyükdere yakın­ cak tam bu sıralarda iç mücâdele hâlinde bu­ larına çıkarak, Tuna boyundaki uruğdaşlarına lunduklarından, Peçeneklerin Balkanlara karşı katıldılar. Bu defa tekrar Bizans ’a karşı mücâ­ baskıları azalmış idi. deleye giriştiler. Bu sûretle Balkanlar ’da Bi­ 1040 'tan sonra Ö zü ile Tuna nehirleri ara­ zans için yeniden Peçenek tehlikesi başlamış sında bulunaV ve 13 uruğdan teşekkül eden oldu. Bizans hükümeti Peçenekler! vaadler ve na­ Peçeneklerin başında Kilter-oğlu Turak (D u­ rak ?, Tirek ?) adlı bir han var idi. Bu sıralarda sihatler ile yola getirinek teşebbüsünde bulun­ Peçenekler şarktan Uzlar tarafından mütemâdi du ise de, hiç bir netice alamadı. Peçenekler hücÛmlara mârûz kalmışlardı. T urak 'ın bu sa­ Bizans kuvvetlerini 1049 ’da Balkanlar 'daki Bıa



54*



PEÇENEKLER.



kene mevkiinde bozguna uğratıp, E dirne'ye kadar Neriledilcr ve bütün Trakya ’yi yağma ettiler. 8 haziran 1050 ‘de de E dirne'yi kubat­ tılar. Fakat bu müstahkem şehri almağa kuv­ vetlerinin k if î gelmemesi ve ayrıca başbuğları bulunan Selçe ’nin bir isabet alarak ölmesi üzrine, çeküip-gittiler. 1050 'de Peçenek— Bizans mücâdelesi çok şid­ detlendi ; Peçenek akmları tâ Marmara kıyıları­ na kadar uzadı. Bizans hükümeti bu akınlan ancak Edirne ’de büyük kuvvetler toplamak sûreti ile kısmen durdurabildi. Balkanların şima­ lindeki, Preslav şehrine yakın „Y ü z-T ep e" mev­ kiinde bulunan Peçeneklerin esâs kütlesine karşı gönderilen büyük bir Bizans ordusu 1053 ’te tamâmiyle mağlûp oldu. Bunun üzerine, Bizans­ lIlar ile 30 yıllık bir barış akdine rızâ göster­ diler. Mamafih barış kısa sürdü ve az sonra Peçeneklerin akınlan yeniden başladı. Peçenek baş-buğu Selte ’ niiı bu akınlarda mühim bir rol oynadığı bilinm ektedir; Peçeneklerin bizans­ lılara karşı yeniden akınlara başlamalarında Uzlar ve Kumanlar tarafından yapılan baskı­ nın te ’sirinin de olması muhtemeldir. Bilhassa bu sıralarda vukû bulan büyük Uz ( O ğuz, T ork­ la r ) hareketine bâzı Peçenek uruğlarınih da katılmış olması mümkündür. Bü Uz hareketi­ nin Anadolu nun şarkında B izan s’a karşı vukü bulan büyük Selçuklu Oğuz hareketi ile aynı zamana rastlaması bir tesadüftür. Filha­ kika birbirlerinden çok uzak olan bu iki küt­ lenin arasında ufak bir anlaşma olmamıştır. 1064/1065 'te Balkan 'lara geçen, Selanik ve Mora ’ya kadar inen Uzların muhtelif kolları so­ ğuk, hastalık ve kıtlık yüzünden zayıflamış ve bu suretle Peçenekler de eski düşmanların­ dan öç almak imkânını bulup, bir çoğunu öldür­ müşlerdi. S a ğ kalanlardan bir kısmı ise, bi­ zanslılar tarafından makamlarınca Makedonya ve başka yerlere iskân edilmiş idiler. Diğer kısmı da, muhtemelen Dobruea 'da katarak, bir müddet sonra yerleşik hayata geçip, bıristiyanlığı kabul etmişlerdi- Bugün „Hıristiyan türklerin" başlıca mümessili olan Gagauzlar bunların ahfadıdır. Bu büyük Uz hareketi so­ na erince. Tuna boyları yine Peçeneklerin kont­ rolü altında kaldı. Bâzı Peçenek zümrelerinin Bizans hesabına Derster ( S ilis tre ) ’de muhafız kuvvet olarak kullanıldıkları bilinm ektedir; esâs Peçenek kütlesi ise, Tun( yakınlarında bulun­ makta ve mühim bir kuvvet teşkil etmekte idi. Peçenekler (v e belki de Uzlardan bazıları) Bizans makamları tarafından kendilerine ayrılan muayyen sâha karşılığında, bâzı askerî hiz­ metlerde kullanılmışlardı. Nitekim imparator Romanos Diogenes ’in M alazgirt ’te A lp A rslan ırdusu ile karşılaşan kuvvetler arasında, bir



mıkdar Peçenek ve Uzların da bulunduğu ve bizans ordusundan kaçarak, Selçuklulara katıl­ mak sûreti ile, A lp A rslan ’m zaferini sağlamış oldukları bilinmektedir. ......... Malazgirt bozguna (26 ağustos 10 71) ile, Bizans 'ın her tarafında baş-gösteren karışıklık­ lara, Tuna boyundaki Peçenekler de iltihâk etmiş ve 1078 'de E d irn e ’yi tekrar kuşatmış­ lardı. 1081 ’de Bizans tahtını ele geçiren Alefesıus Komnenos 'un 10 senesi Peçeneklere karşı mücâdele ile geçmiş idi. Bu yüzden bizanslılar, Anadolu ’daki Selçukluların ilerilemelerini ön­ lemek için, yeter derecede kuvvet bulamadılar. Bu sûretle, Bizans her iki taraftan türklerin tehdidi altında idi. , 1086 ’da patlak veren büyük Bogonril isyanına Peçenekler de katılmışlardı. Peçenekler 1087’de, Macar kıralı Solomon 'un kuvvetleri ile birlikte, Bizans 'a karşı kücûma da iştirak e ttile r ; Çelgu ‘nün kumandasındaki Peçenek kıt’aİan Lüle-B urgaz'a kadar ilerilediler; bu Maear-Peçenek hücûmu bizanslılar tarafından geri püskür­ tüldü ise de, aynı yılda ( haziran 1087 ) bizans ordusu, D erster ( S ilis tre ) yanında, Peçenekler tarafından ağır bir mağlûbiyete uğratıldı. Fa­ kat Peçenekler, Kuman-Kıpçak baskısı altında kaldıklarından, Bizans ile sulh akdetm eğe mecbûr oldular. Bu vak’adan sonra, Peçeneklerin tarihlerinde Kumanlar mühim rol oynayacak, bizans diplomasisi de, „bir göçebe kavmi öbü­ rü üzerine düşürmekteki ustalığını" bir defa daha göstermiş olacaktır. 1088 ve 1089 yıllarında Peçeneklerin T rak­ y a ’y a akınlar yap tığı ve tam bu şıralarda Blzans 'm hem İznik saltanı K ılıç A rslan, hem de İzmir beyi Ç aka ’nm hücumlarına Uğradığı gö­ rülmektedir. Bu durum karşısında im parator Aîekstus Komnenos garbî Avrupa hıristlyan devletlerinden yardım istemeğe başladı. Bu su­ retle H a çlı. seferlerinin vukû bulmasında bir dereceye kadar Peçeneklerin de hissesi olduğu­ na hükmedilebilir. İzmir beyi Çaka 'hin ( bk. A kd es Nimet Kurat, İzmir 'in ilk tark hâkimi Çaka, İstan­ bul, 1937; s. tab., İzmir, 1948 ) Peçenekler ile Bizans ’a son darbeyi indirmeği tasarladığı da anlaşılm aktadır. Bu maksadı gerçekleştirm ek için, Peçenek kuvvetleri 1091 ilk baharında ( ni­ sanda ) Meriç nehrinin aşağısında toplandı. Fa­ kat Çaka Bey 'in hareketinin gecikmesinden . faydalanan bizanslılar, kalabalık Kuman kuv­ vetleri ile birlikte, 29 nisan 109 i tarihînde, aşa­ ğı Meriç boyundaki Lebunium mevkiinde Peçenekieri müthiş bir mağlûbiyete u ğ ra ttıla r; an­ cak küçük bir Peçenek zümresinin bu savaştan kurtulup, Tuna boyuna veya Macaristan tara-, fına çekildiği anlaşılmaktadır. Bu mağlûbiyet­



EEÇENEKLEİt ten sonra, Peçenekler „askerî" ve „siyâsî" bir kuvvet olmaktan çıktılar. Bundan sonra Tuna boyundaki Peçeneklerin arada bir Bizans saha­ sına yaptıkları akınlar ise, ehemmiyetsiz bas­ kınlardan haşka bir şey olmasa gerektir. Ni­ tekim 1122, 1152, 1154, 1161, 1171 yıllarında vukû bulan akınlar bu şekildedir. En son Peçenek akım ise, 1197 tarihindedir. Bundan sonra bızans kaynaklarında Peçeneklerden bir daha bahsohınmamaktadır. İç tim a î, İ k tis â d i, h a r s î ve k a v m i t a r i h 1 e r i. Peçenekler, tarihleri bakımından „tü rk göçebeliğinin kendine has örneğini" teş­ kil etmişlerdir. Bunların ictimâî bünyeleri, siyâsî faaliyetleri, iktisâdı ve harsî vaziyetleri umûmî türk göçebeliği içinde mütâlea edilmelidir. Muhtelif tazyikler altında bir türlü yerleşik hayata geçemeyen bn kavim, 300 yıllık tarihi boyunca merkezî bir devlet teşkilâtı kurama­ mıştır. Bunda, tü rk an'anesine göre, meşrû bir sülâleden gelen bir hükümdara mâlik olmama­ sının rolü olmuştur. Filhakika Peçeneklerdeki 8 uruğdan her birinin reisi hemen-hemen müs­ tak il hareket etmekte idi. Bu yüzden zayıf bir „siyâsî" bünyeye mâlik idiler. 1040 yılların­ da Peçeneklerin 13 uruğunun başında Kiîteroğlu Turak bulunmuş ise de, bu zât, yumuşak­ lığı yüzünden, Peçenekleri merkezî bir idâre altında toplamağa muvaffak olamamış idi. A y ­ rıca sayıları nisbeten az olan Peçenek zümre­ lerinin çok geniş bir sahaya yayılmış olmaları­ nın da bir devlet vücûda getirmelerine mâni olduğu tahmin edilebilir. Bundan başka, muh­ telif yerlerde iskân edilmeleri yüzünden, sayı­ larının azalması da bir deviet kurma kabiliye­ tini kaybetmelerine sebep olmuştur. Peçeneklerin esâs kütlesi, bizanslılar, Maearlar ve müslümanlar ile temas ettiği hâlde, dev­ rin büyük dinlerinden birine, yâni hıristiyaıılık veya müslümanlığa intisap etmemişler ve yer­ leşik havata geçemedikleri için, sonraları et­ raftaki kavimler arasında eriyip-gitmişlerdir. 889 tarihlerinde, İdil ’in garbına geçmeden Önce, Peçeneklerin 8 uruğ ve 40 boy teşkil ettiklerine yukarıda işâret edilmiş idi. G öç­ lerinden 40— 50 yıl sonra, Peçenek uruğ ad­ larının baş kısmına, ya şahıs adı veya bir sı­ fat konularak, genişletifdiği görülmektedir. Yu­ karıda isimleri geçen 8 uruğdan 7 'sinin adı şöyle i d i : 1. Yavdıertim , 2. Kuvarçıçur { Küverei-Çur), 3. Kabuksınyula, 4. Surukulbay (K ü lbey ), 5. Borotalmat, 6. Yazıkopen, 7- Bulaçoban, fak at 8. Karabay uruğu eskisi gibi kalmış idi. Bizans kaynaklan tarafından nakledilmiş olan b i Peçenek uruğ ve şahıs adlarının (v e yer isim lerinin) izâhı yolunda hayh neşriyat yapıl­ mıştır ; bu husûsta bilhassa j . Marquart J. Ne-



meth, G. Moravcsik^ A . N. K urat, O. Pritsak ve A . M. Şçerbak 'm tetkikleri gösterilebi­ lir. Bilhassa J. Nemeth 'in bu sâhadaki araştır­ maları ve görüşleri mühimdir (J . Nemeth, Die



petşçhenegischen Stammesriamen. Ungarische Jakrbücher, .1930, X, 26— 3 4 ). Nemeth mü­ rekkep Peçenek uruğ adlarını her bir uruğun „a t ren gi" ile ilgili görm ektedir; msl. Kabuksınyula „atlarının rengi kara olan Bay uruğu“. Esâs itibârı ile, N em eth'in bu izâhı isabetli görünmekte ise de, bâzı noktatarda şüpheli kalmaktadır. ; Peçeneklerin uruğ teşkilâtı o devirdeki diğer göçebe türk kavimlerininkinin aynı i d i ; aşağı­ dan yukarıya doğru olmak üzere, şu cedvele göre tanzim edilmiş i d i: oba, oymak, boy ve uruğ bir kül ( v a h d e t) teşkil ettiği gibi, bütün { s e k iz ) uruğlann topluluğu da bir il oluyordu. Bu pederşahî boy esâslarına ve türk göçebele­ rinde yüz yıllar boyunca devam edip-gelen muay­ yen usûl ve nizâma ( t ö r e } dayanmakta idi. Bu uroğlar, barındıkları coğrafî sahada, içinde yaşadtkları göçebelikleri ve istihsal vâsıtalarının iptidaîliği yüzünden, çok yavaş gelişen bir içti­ mâi bünyeye mâlik idiler. A sk erî ve siyâsî teşkilâtları da> göçebe hayatlarını idâme için besledikleri sürülerin muhâfaza ve müdâfaas1 bunları artırmak için komşu kavimlerin sürü­ lerinin ele geçirilmesi veya mâmûl eşyalarının yağması ite ilgilidir. Bu yüzden her boy ve uruğ müstakil hareket edebilen bir baş-buğa sahip id ve bunlar her an „müseltâh bîr ordugâh“ hâ­ linde bulunuyorlardı. Peçenekler Karadeniz 'in şimalindeki mebzû otlan olan steplerde çok mıkdarda büyük-baş hayvan ( at, öküz, s ığ ır ) ve koyun yetiştirmek sûreti ile rahat bir hayat sürmekte, komşula rı olan ruslara çok mıkdarda hayvan satmak­ ta ( mübâdele etm ekte) idiler. Daimî bir askeı hâlinde yaşayan Peçenekler için a t ve silâh her şey idi. Peçenek uruğ adlarının at rengi ile İzah edilmek istenilmesi de, Peçeneklerde atlara verilen ehemmiyetten ileri gelir. Kendilerinin savaşçılığına bakılırsa, silâh yapmakta mâhir oldukları tahmin edilebilir. Nitekim Peçenek mezarlarında meydana çıkarılan bir çok ok, kı­ lıç mızrak ve bâzı diğer silâhlar, bu husûstB bir fikir verecek mâhiyettedir (bk. A . Pletneva, at/n. esr.). Daha ziyâde taarruz hâlinde bulundukları için, silâhlar arasında müdâfaaya yarayan miğfer ve kalkanlara nisbeten az rast­ laşm aktadır. Ok, yay ve kılıçları ise, VIII.— X. yüz yıllardaki diğer türk kavimlerinİnkine ben­ zemektedir. A t koşumu diğer tü rk ğöçebelerindekinden bir az farklı idi. Msl. iki halkadan ibâret ağızlık yerine, tek demir parçasından ya­ pılan ağızlığın kullanılması gibi.



Peçeneklerin göçebe olmaları dolayı» ile, kullandıkları eşyâ mahdut id i; mezarlardan çı­ karılalı eşyalar arasında ev ve bele ziynet eş­ yasına pek az tesâdüi edilmektedir. Macaristan ’daki Nagy-Sen-Mikoş hazînesindeki Peçeneklere âit altın kâse, testi ve taslar bir istisnâ teşkil etse gerektir. Defin merasiminde, yalnız merâsimle ilgili eşyâ birlikte gömüldüğünden, mezarlarda Peçeneklerin kullandıkları her çe­ şit eşyâya tesadüf edilmemiş olması da müm­ kündür. Peçeneklerin d i n l e r i v e i b â d e t ş e k i l ­ l e r i , diğer türk göçebelerindeki gibi, şamanlık olup, ibâdet şekilleri de bununla ilgilidir, ö l ­ dükten sonra da rûhun yaşamağa devam etti­ ğine inanıldığından, mezâra ölü ile birlikte yi­ yecek, hayatta iken kullandığı eşyâ ve silâh konulması âdet idi. Bu eşyaların nev’i ve mıkdarı ölen kimsenin içtimâi durumuna göre, de­ ğişirdi. Mezarlar kalın toprak tabakaları ile örtülür, üste veya yana balbal dikilirdi. Bu balbalların ölen kimsenin uşakları vazifesini gördüğü veya ölen kimsenin kendisini ifâde et­ miş olduğu anlaşılmaktadır. Peçeneklerin Ölüle­ rini, mezâra başları dâımâ garp istikametinde koyduktan görülmektedir. Bu mezarların bir çok bakımdan Uzlar ve Kumanlarınkinden farklı olduğu da tesbit edilmiştir ( bk. S. A . Pietnea, Peçenegi, torki i polovtsı v yu jno-russkih stepyah, s. 151— 226). Şarkî Avrupa steplerinde bulundukları za­ man Peçeneklerin şaman kaldığı muhakkak ol­ makla beraber, bir taraftan ruslar, diğer ta­ raftan Bizans ile yakın temâs te s is etmeleri ve bilhassa M acaristan’da yerleşmeğe başlamaları hıristtyanlığa girmelerine yol açmış idi. Sonra­ ları Peçeneklerin hepsi de, yerleşik hayata ge­ çerek, Macarlar, ruslar ( ukraynalıtar) ve kıs­ men bızans ahâlisi ile karışmış ve hıristiyan ol­ muşlardır. Mfimafih X. yüz yıl ortalarında, K a f­ kaslara yakın sâhadaki bâzı Peçenek zümrele­ rinin, İslâmiyet! kabûl etmiş ve buradaki halk ile kaynaşmış olmaları muhtemeldir. Peçeneklerin vaktiyle G ök-türkler camiasında bulunmaları hasebiyle, garp istikametinde göç ettikleri zaman, eski türk kültür unsurlarından bir çoğunu berâberlerinde Macaristan’a kadar götürecekleri ta b ii idi. Nitekim Peçeneklerin G ök-türk yazısına benzer bir yazıları olduğu tesbit edilmiştir. Peçeneklere âit olduğu kabûl edilen Nagy-Sen-Mıkloş hazînesindeki altın, testi ve taslar üzerindeki yazıların, Gök-türk alfabesine yakın Peçenek yazısı olduğu anlaşıl­ mıştır { bk. J, Nemeth, D ie Im chriften de s Schatzes von Negy-Szent-MiMoş, Budapest, 1930), Bu defa Don nehri üzerindeki bir Haizer kale» olan Sarkel ’de meydana çıkarılan



çanak-çömlek kırıntıları üzerinde görülen ya­ zılardan bâzılarmm Gök-türk yazısın« benze­ diği ve Peçeneklere âit olduğu iddia edilmek­ tedir (bk. A . M. Şçerbak, Znakind keramike i kirpiçah iz Sarkela. Materialı i issledovaniya po arkeologu, SSSR , nr, 75, 1959, s. 362— 389 ve levha XXIV). Bu yazının hadd-i zâtında Ta­ laş boyunda meydana geldiği ve G ök-türk yazı­ sının garp kolunu ( belki de daha eski şeklini) teşkil ettiği zannolunmaktadır, Peçeneklere âit iskeletler ve kafa tasları, bunların, esâs itibârı ile, A vrupa tipinde ve bra­ kisefal olduklarını göstermekte ( S. A . Pleine va, ayn. esr.) ve dolayı» ile Peçeneklerin mon goloid olmadıklarını da meydana koymaktadır. Peçeneklerin avrupahlara benzeyişleri onların sarmatlar ile çok mıkdarda karışmalarından ileri geldiği şeklinde izah edilmek istenmiş ise de (Pletneva), bu iddianın aslı olmasa gerektir. Sarmathia (yâni Karadeniz ’in şimâiinde ve aşağı İdil boyunda ) da Peçeneklerin kaldıkları 100— 150 yıl zarfında bütün bir kavmin antro­ polojik bünyesinin değişmesine imkân olmadığı gibi, Kumanlarm A vrupa tipinde oldukları ha­ tırlanırsa, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar gibi, orta A sya ’daki türk tipini temsil ettikleri kuvvetle muhtemeldir. Toponemi araştırmalarından anlaşıldığı vecihle, bugünkü Ukrayna, Macaristan, Romanya, Balkanlar ve Anadolu 'da Peçenekler ile İlgili bir çok yer adına Taşlanmaktadır; bilhassa M acaristan’da bu gibi İsimler çoktur (bk. A . D. A . Rasovskiy, Peçenegi, torki i berendei na Rusi i v U grii, Seminarium Kondakovianum, Praha, 1933, V I ). Balkanlar ’da ve Rusya ’da bunlara hayli Taşlanmaktadır ( bk. A . N. K urat, Peçenek tarihi, İstanbul, 1937, s, 240 v.d.; A . M. Şçerbak, Znaki na keram ike. . . , s. 375). A n a d o lu ’da Peçenek adını taşıyan bir çok yer adı muhafaza edilmiştir. Bunların eskiden daha da çok olduğu tarihî tetkiklerden (b il­ hassa baş-bakanlık arşivindeki D efter-t hâkânî ’terden) anlaşılmaktadır. Nitekim 295 numaralı D efter-i hâkânî ( XVI, asra â i t ) ’de Hamman vilâyeti, Muarra karyesine bağlı Beçine, Beçini ( ) adlı bir yer kayıtlıdır. $01 numaralı defterde, Elbistan vilâyeti Horman kazasında Küçük-Peçenek ( juu •)'££ ) karyesi gösterilm iş­ tir. Aynı kazaya tâbî bir mezraanın adı da Büyük Peçenek ( jul" d h * ) idi. Bu defterde Beşanik ( aU’t&ı) adlı ikinci bîr karye daha vardır ki, Peçenek’ in değişmiş bir şeklinden başka bir şey olmasa gerektir. Nihâyet 787 nu­ maralı defterde Haleb vilâyetindi i i r karyeBeçene var id i; bu ad yine Beçenek veya, Pe­ çenek olsa-gerektır. Bu karye Mustafa kâhya­ nın âzemeti idi. Bu D efter-i kakâni ’ierde ad­



P E Ç gN E K L E R -



lan geçen Peçenekler XVI. asrın sonlarına doğ­ ra artıl* tamâmiyle isltm laşm ışlardı; fakat bir çoğunun bâlâ öz turkçe şahıs adlannı muhafaza ettiği görülmektedir. Bir de Hamîd sancağın­ da (İsparta) bir Beçenek boğazı da kaydedil­ m iştir ( Baş-bakanhk arşivi, Zaptiye kâğıtları nr. 28 37). M araş'ta Dulkadırlılar [b .b k .] ve H aleb'de Yeni-İl tûrkmenleri arasında da Peçenek aşîreti bulunduğu anlaşılmaktadır. Dâhiliye vekâleti tarafından, 193? ve 1933 'te çıkarılan Köylerim izin adları ile tç-işleri ba­ kanlığınca çıkardan Türkiye 'de meskûn yer­ ler kılavuzu { Ankara, *94^ ) adlı eserde Peçe­ nekler ile ilgili şu adlar verilmiştir: Bacanak (F atsa kazası, O rdu), Becenek (çiftlik, Ak-Saray ilçesi, N iğd e ), Peçene ( Emir-Dâğ kazası, A fyo n ), Peçene (Su-Şehri kazası, S ivas), Peçenek ( A yaş, A n k a ra ), Peçenek ( Çubuk kazası, A n k a ra ), Peçenek ( Keçİ-ören, Ankara), Peçenek-Kuyu (Töm ek kazâsı, Konya). Bir de Erkân-ı harbiye tarafından neşredilen haritada (1:200.000) Kırşehir paftası, Tuz gö­ lünün şarkında, Şerefii-Koçhisar ‘dan 4— $ km, şarkta küçük bir bataklıkta sona eren ve 50 km. cenûpta Bostanlık köyü yakınında başlayan Peçenek-Özü gösterilmiştir. Bu dere boyunda bâzı Peçenek köyleri bulunduğu da anlaşılmaktadır. Anadolu 'da çok mıkdarda rastlanan bu Peçe­ nek köylerinin, vaktiyle buraya bizanslılar ta­ rafından yerleştirilen Peçeneklerîn izlerini teş­ kil ettiği ve XI.-—XIV. asırlarda bu köylerin daha da çok olduğu anlaşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . P .G o îu b o vsk iy ,Peçeneği, torki, polovtsı (K iyev, 1884); Hüseyın Nâmık Orkun, Peçenekler (İstanbul, 1933); C . A . Macartney, The Petchenegs { The Slavonic Review, London, 1923, VIII, 342—-345)» ayn. mil., The Magyars in the ninth century ( Cambridge, 1930)} j . Nemeth, Zur Kenntnis der Petschenegen ( KörScsi Csoma Archivum, Budapest, 1922, I, 219— 225 ); V. Parchomen* ko, Rus i peçenegi ( Slavia, Praha, 1939/1930, VIII, 138— 144)} D. Rasovski, Peçenegi, torki i berendei na Rusi i v Ugrii ( Seminarium Kondakovianum,Vre\ıe, 1929, V I ); Akdes Ni­ met Kurat, Peçenek tariki ( İstanbul, 1937, ge­ niş bibliyografya) 5 G.M oravcsik, Byzantinoturcica (2 cıld, Budapest, 1943, 2. tab., Ber­ lin, 1958)} S. A . Pletneva, Peçenegi torki i polovtsı v gujno-russkih stepyah ( Materialı i issledovaniya po arheologii SSSR , nr. 62, 1958, s. 151— 226, zengin arkeoloji malzemesi dercedilmiştir ); A . M. Şçerbak, Zndki na keramike i kirpiçah iz Sarkela-Beloy V e ji ( Materialı issledovaniya po arheologii S S S R , nr. 7$> *959, s. 362— 389, levha XXIV). ( A k d e s Nîm et K u r a t .)



PE Ç E V Î.



P E Ç E V Î, ÎbrâhIm (i 574— 1649 ?), o s ra a n • Iı t a r i h ç i s i . CenÛb-i garbî M acaristan Ma bulunan, almanca Fünfkirchen ( „B eş-kilisi"), macarca Pecs, hırvatça Peçuy İenilen ve mu­ hakkak ki, bu son şeklin arap harfleri ile ha­ rekesiz yazılmasından ( ti>$) dolayı, türkçeye Peçevî dîye geçen şehirde doğduğa için, galat olarak, Peçevî unvâtu ile mârûf ise de, bu nîsbeti Peçuylu ( krş. Naîmâ, Tarih, II, 344, 399) şeklinde kaydetm ek daba doğru olur. Peçuylu İbrahim ’in hâl tercümesi, dağınık bir hâlde de olsa, kendi eserinden öğrenilmek­ tedir, Büyük dedesi Kara Davud ve onun oğlu Câfer Bey, Bosna ’da aiay-beyİ oldukları için, Peçevî nin Silesi A lay-beyi-oğullan diye tanın­ mış İdi, Her nedense Câfer Bey 'in sekiz oğ­ lundan biri olan kendi babasının adını verme­ mekte, sâdece onun Bosna ’daki harplere ve Kanûnî Süleym an'ın Irakeyn seferine iştîrâk ettiğini söylemektedir. A nne tarafından da, meşkûr Sokullu ( SokoHviç) ailesine mensûp olan İbrahim, 982 (1574) 'de doğdu. 14 yaşında iken babasını kaybedin­ ce, Budin beyler-beyi olan dayısı Ferhad Paşa 'ma yanma g it t i; fakat onun katli üzerine, ak­ rabalarının bulunduğu Bosna ‘ya dönmek zo­ runda kaldı. Ç ok geçmeden Avusturya ile harp başlayınca da, zamanın âdeti gereğince, ordu hizmetine girdi. Bu sırada, akrabası olan Ana­ dolu beyler-beyi Lala Mehmed Paşa 'ya intisap ettiği ve 15 yıl onun yanından ayrılmadığı İçin, Avusturya harplerinin bir çok safhalarına biz­ zat şâhid oldu. 1003 zilhiccesinde (1595 ağus­ to su ) avusturyalılar tarafından muhasara edi­ len Estergon ( Gran )'d a bir ay mahsûr kalan İbrahim, şehrin teslim edilmesi mecburiyeti hâ­ sıl olunca, düşman ile testim şartlarını tesbit eden h e y 'et arasında bulundu. Bundan sonra, Eğri ( Eger ) seferine katıldı ve buranın muha­ fazasına Lala Mehmed Paşa me'mûr edilince, kalenin kul-karavaş ve gönüllülerinin icmâlin? yapıp, yevmiye ve bölüklerini tâyin etti, 1007 (15 9 8 ) senesinde Ç an ad'm fethine ve Varat ( Grosswardein ) 'ın muhasarasına iştirak etti; 1011 (1 6 0 2 )'de de cepheye gelen Kırım hanı G âzî Giray ’1 karşılamağa me’mûr edildi. A h­ med I.'in cülûsu üzerine, serdarlıkta bırakılan efendisinin telhislerini götürmek için, 1603 ya­ zında, İlk defa olarak, İstanbul 'a gittiği gibi, ertesi yıl Lala Mehmed Paşa sadrâzam olunca Estergon ile Yanık-K ale (R a a b ) 'nin mübâdeles için avusturyalılar ite yapılan müzâkereler bak kmda mâlÛmat vermek üzere, yine payitahtı gönderildi. Bu müzâkereler bir netîce verme diğinden, yeniden başlayan muharebelerde Es tergon 'un zaptında hazır bulundu (20 cemâz: yelâhır 1014=2 teşrin II. 1605); hattâ buramı



Jp ë ç ë VL istirdadında da, „viré" ’yi söyleştiği gibi, fetih müjdesini de padişaha kendisi götürdü. İstan­ b u l’da Ahm ed i. tarafından kabûl ve bir hil’at ile ta ltif edilen İbrahim, uhdesinde bulunan piyâde mukabelecilığine ilâveten, suvâri mukabe­ le elliği ne de fâyin edildi. Bu sıfatla Belgrad ’da altı-bölük efrâdına kısteyn mevâcibini tek ba­ şına dağıttı ve gösterdiği liyâkatten dolayı, sadrâzamın emri ile, kendisine hiPat giydirildi. Lala Mehmed Paşa ile İstanbul ’a gelen İb­ rahim, efendisinin ölümü ( 15 safer 1015 = 22 haziran 1606 ) üzerine, en büyük hâmîsini kayb­ etti. Bununla beraber. Derviş Paşa 'um sadâre­ tinde Eğriboz, İnebahtı ve Karlı-lli sancakla­ rının tahririne me’mûr edildi. Oradan dönüşün­ de yeni sadrâzam Kuyucu Murad Paşa, kendi­ sini mukabelecilikte ibkâ edip, üstelik tezkireci yapmak istedi ise de, Pecs 'tek i evi yandığın­ dan dolayı, bu teklifi kabul etmeyip, memleke­ tine gitti. Uzun bir zaman için çiftliğine çe­ kildiği anlaşılan ve 1027 ( 1618 ) ’de Ak-Kirm an ve Bender taraflarına seyahat eden İbrahim, bu tarihten sonra, Diyarbekir defterdarlığına tâyin edildi. Diyarbekir beyler-beyi Hâfız A h ­ med Paşa, B a g d a d ’daki Bekir sü-başı hâdise­ sini halle me’mûr edilince, İbrahim 'e Karaman rütbesi ile Rakka beyier-beyliğini verip, onu 200 sekban ile Mardin muhafazasına gönderdi. Oradan sadrâzam Çerkeş Mehmed P a ş a ’nın Tokat ’taki ordugâhına gelen Peçevî, darphâ­ ne hizmetine me'mûr edildi ve bu sırada def­ terdar Bâkî Paşa ’mn Ölümü üzerine, şıkk-ı ev­ vel defterdarı olması iç:n yapılan teklifleri, ih­ tiyarlığını öne sürerek, kabûl etmeyip, Tokat defterdarlığı ile kanâat etti ( 1034= 1625 ). Bura­ dan Tuna defterdarlığına nakledildi ; fakat bir müddet sonra oradan da ayrılarak, İstanbul ’a geldi. ıo4o( 1631 ) ’ta Anadolu defterdarlığına tâyin edildi ise de, çok geçmeden, K ırka san­ cak beyliği ile B o sn a 'ya döndü. 1042— 1045 ( 1632— 1635 ) seneleri arasında İstolni Belgrad ( Stuhlweissenburg ) valiliğinde bulunduktan sonra, Bosna defterdarı oldu ve oradan da Tamşvar defterdarlığına nakledildi. Nihayet 1051 ( 1 6 4 1 ) ’de me'mûriyet hayatından çekildi ve hayatının son yıllarım Budin ile Pecs 'te tari, hini yazm akla geçirdi, ölüm tarihi kat’î ola­ rak belli değildir. Hanîf-zâde Ahm ed Tâhir, onun io ö ı ( 1 6 5 1 ) ’de öldüğünü kaydediyorsa da ( i 4şör-t nav, K a ş f al-zanân zeyli, nşr. Flügef, VI, 537, nr. 14536 ) , Tarih ’inin yazma nüs. halarından birinde kendisinden daha 1059 (1649) 'da „merhum“ di ye bahsedildiğine göre ( Pertsch, V erzeich n is d e f Virk. H a n d sch rifien der K g l. B ib lio th e k z u B erlin , Berlin, 1899, s. 234 v.d.),



ölümünün o tarihten evvel veya en geç o yılda vukû bulması icâp eder.



Bütün boş vakitlerini tarih tetebbuuna sarfedip, o devirde revâcda olan türkçe tarihlerin ek­ serisini tetkik etm iş olan Peçevî İbrahim ( bk. Tarih, I, 106), vatan-ı aslîsi Ungurus diyarında, sık-sık buraların Osmanhlar tarafından fethi keyfiyetinden ve Kanûnî Süleyman 'm gazavâtından bahsedilmekte olması karşısında, bu gaz­ veler hakkında okuyup-duyduklarını 1050 (1640) yılında kaleme almağa başladı ( ayrt. e s r 1, 107, 437) ve Kanûnî'nin fütûhâtını hâvî bîr gazavât-nâme mâhiyetinde olan eserini 1051 ( 1641) ’de Budin beylef-beyi vezir Musa P a ş a ’ya tak­ dim etti. A ncak Musa Paşa 'mn tarihte sulh ve salâh umûrunu tebarüz ettirm enin her şeyden mühim olduğu husûsunda isrâr etmesi üzerine, onu yeniden yazmağa koyuldu (I, 428 v.d .; buradaki 1001 tarihinin 1051 olması icâp eder). Böylece İbrahim, tarihini mâlûmat bakımından tevsi ederken, Kanûnî Süleyman ’ ın vefâtından kendi zamanına kadar olan vukuâtı da ilâve etmeğe karar verdi. O kendisinden uzak olan devirlerin vekayİı için daha evvel yazılm ış Os­ manlI tarihlerini kullandığı gibi, bâzı eski gâzîlerin veya ileri gelen devlet ricalinin hâtıralarmdan da istifâde etti ve Mehmed IH. ’ in cüiûsundan itibaren de, bilfiil hâdiselerin için­ de yaşayan bir müşâhid olarak, daha çok ken­ di intihalarına yer verdi, Peçevî, eserlerinde me'haz olarak kullandığı müverrih ve müellif­ ler ile râvîlerinin adlarım büyük bir sadâkat ile zikretmektedir. Bu müverrihler arasında, Celâl-zâde Mustafa ile kardeşi Sâlih, A lî, Ramazan-zâde Mehmed, Haşan Bey-zâde Ahmed, Hadîdî, K âtib Mehmed, Mustafa Cenâbî, Seydî A li Reis ve Şeyh A bdulkadir G îlâuî menâkıbı mütercimi sıfatı ile. Hoca Sâdeddin Efen­ di bilhassa dikkati çekm ekte, râvîleri içinde de, başta babası ve amcası olmak üzere, Tiryâki Haşan Paşa, Bosna beyler-beyi Derviş Ha­ şan Paşa, Dobruca 'da Pazarcık kadısı A lihan Efendi, Tamşvar muhafızı vezir Halil Paşa, defterdar Bâkî Paşa, Szıgetvar 'da Kanûnî adı­ na inşâ edilen türbenin şeyhi Aİİ Dede gibi, vukuat ile doğrudan-doğruya alâkalı olan kim­ seler bulunmaktadır. Diğer taraftan Peçevî Musa Paşa ’nın iste­ ği üzerine, sulh ve salâh umûrunu yazm ak için, macar tarihlerine de müracaat etm ek zo­ runda kalmış, hattâ yer-yer bunlardan harfi­ yen tercümeler yapmıştır ki, böylece Avrupa eserlerini kullanan ilk Osmanlı müverrihi ol­ muştur, Her ne kadar kendisi bu kaynaklarının adlarını sarîh olarak yazmamakta ise de, onun kullandığı macar tarihlerinden ikisini tesbit et­ mek kâbildir. Bunlar o devirde meşhûr olan Kaspar Heltai ve N, v. Istvanffy 'nin tarihleri idi ( bk. Karaeson imre, P eçev î İbrahim ‘in ter­



Î ’E Ç E V Î -



cüm e-i hâli, Turk d ern eği, 1327, yıl ». sayı 3, s. 89 — 96 ). Bunlardan başka, kendi ifâdesi ile mecmua­ sında bâzı Devâdir iradına da iltizâm eden Pe­ çevî { krş. I, 3 7 1; II, 452), matbaanın ve ba­ rutun icadından, Osmanlı ülkelerinde kahvenin ve tütünün zuhurundan, imparator Traja ’ nın Tuna üzerinde yaptırdığı köprüden, batta A ttila ’dan ve İskitlerden ( da emîr hâcib tâyin etmiş idi. Fa­ kat bu tâyin keyfiyetinin daha sonra olması çok muhtemeldir. A rslan Şâh’ın tahta geçmesi ile berâber, bü­ tün nufûz ve iküdârm İl-Deniz ’in elinde oldu­ ğunu gören bâzı Selçuklu beyleri, muhalefete geçip, sultanın kardeşi Muljammed 'i kendilerine hükümdar yaptılar. 555 (116 0 ) yılında, Heme­ dan yakınındaki Kara-Tigin çayırında ( diğer bir rivayete göre, Farzın kalesinde) yapılan ve Arslan Şâh tarafının gâlibiyeii ile sona eren savaşta Pehlivan da bulunmuş ve yararlık gösterm iştir. Bu zafer üzerine, muhalif beyler A rslan Şâh 'ın hükümdarlığını tanımış ve on­ ların başı olan Rey hâkimi İnanç kızını sulta­ nın üvey kardeşi Pehlivan ’a vermiş idi, Bıi hâdiseden sonra, İl-Deniz Merâga emîri AkSungur oğlu A rslan -A ba 'dan Sultan ’ın yanı­ na gelmesini istedi ise de, Arslan A b a bunu reddetti. A rslan-A ba'nın yanında Selçuklu şeh­ zadelerinden biri var idi ve halîfe onu hutbeyi bu şehzadenin adına okutmağa teşvik etmekte idi. Bunun üzerine İl-Deniz, Pehlivan kumanda­ sında, bir ordu gönderdi. Fakat Pehlivan A hlat meliki Sökmen 'den mühim bir yardım kuvveti almış bulunan A rslan -A b a ’ya E sbir ırmağı kıyısında yenildi. Askerlerinin çoğu esir düşen 35



î> e







v



AR



—------------------------- .---------------------------



1,-:—



cş,



Pehlivan perişan biri vaziyette Hem edan'a basının hazînesi ve ordusuna sâhip oldu ve döndü (5 5 6 = 1 16 1). Fakat bu mağlûbiyetin kendisini atabey ilân etti ( 5 7 1 = 1 1 7 5 ) ' ■ gerek İl-Deniz ’im gerek oğlunun mevkilerini Üvey babası İl-Deniz ’İn istibdâdından bıkmış, sarsacak bir te’sir husule getirmediği anlaşı­ usanmış olan Arslan-Şâh Pehlivan 'ın tahak­ lıyor. Bil’akis ertesi yıl, büyük beylerden Na­ kümüne katlanmak istemiyordu. Bu sebeble şir al-Din A k-K u ş 'un ölümü üzerine, dirliği Irak-ı Acem beylerinin teşviki ile, A rrân ve olan Erdebil Pehlivan ’a verilmiş, A k-K u ş 'un A zerbaycan ’1 üvey kardeşinin elinden almak oğluna da, Hemedan ve Berûcird bölgesi iktâ için harekete geçti. Fakat Zeneân ’a geldiğinde edilmiştir. hastalandığından Hemedan *a döndü; Pehlivan 562 (1167 ) yılında İnan; yeniden isyan etti. 'ı çağırarak, barıştı; atabeyiiğini kabûl etti ve Fakat İl-D eniz'e karşı koyacak kuvveti olma­ devİet işlerini ona bıraktı. dığından, H vâm m şâh Il-Arslan ’m yanma kaçtı. İl-Deniz ’in ölümü üzerine, Hûzistan ve AhBunun üzerine, İl-Deniz 'in emri ile, Arslan Şâh vâz bölgelerinin hâkimi olan A vşar beyi ŞumRey 'i Pehlivan ’a vermiş, o da burasını bir la ( asıl adı Ay-Doğdu b. K ü ş-T o ğa n ), kuv­ vekiline bırakmış idi. Fakat H vâriztnşâh ’tan vet göndererek, Nihâvend ’i zaptetti. Arslanmühim bir yardım kuvveti alan İnanç az sonra Şâh ’ın kardeşi Muhammed de onun yanında geri dönüp. Rey ’i zaptettiği gibi, Sâve ’ye ka­ idi. Bu hâdiseden bir müddet sonra, Şumla ’11ın dar da ileriledİ. A rslan Şah, yanında Pehlivan kendilerine hücûm edeceğini anlayan bir kısım ve diğer emirler olduğu hâlde, İnanç ve Hvg- Türkmenler Pehlivan ’dan yardım istediklerin­ rizm şâh’ın kumandanlarının karşısına çıktılar den, Pehlivan Şumla ’nın üzerine bir ordu gön­ ise de, savaş yapmayarak, geri çekildiler. Fa­ derdi. Şumla bu orduya Karamsin ’ de yenildi kat A zerbaycan ’da bulunan İl-Deniz sür’atie ye­ ve ağır yaralı olarak, oğlu ve yeğeni ile birlikte, tişerek, bunları yendi. Ertesi yıl (56 3 = 1168 ), esir düştü. Şumia yaraların te’sirî ile iki gün A rslan -A b a ’ nın, yanındaki Selçuklu şehzadesi­ sonra öldü ( li-Denİz ’in 568 ’de öldüğünü söy­ nin ( Muljammed II.'in oğlu) adına hutbe oku­ leyen İbn al-Aşir, Şumla ’nın Nihâvend ’i zap­ tulması için, halîfeye müracaatta bulunduğunu tını 568 ve son hâdiseyi de 570 yılında göste­ ve müracaatının kabul edildiğini duyan. İl-De- riyor ; nşr. Tornberg, XI, 257, 280). Arslan-Şâh 572 ( 1177 ) yılının sonlarına doğ­ nîz buna kızarak, kalabalık bir askerin başın­ da, PehÜvan’ı tekrar A rslan-A ba'nın üzerine ru Hemedan ’ da öldü. Onun Pehlivan tarafından gönderdi. Pehlivan bu defa vazifesini başarı ile zehirletildiği rivayeti var ise de, doğru olması ifâ etti, Yenilerek Merâga kalesine kapanan A rs­ pek şüphelidir. A rslan Şâh ’m Ölümü üzerine. lan A ba, Pehlivan’m sıkıştırması üzerine, A rslan Pehlivan onun oğlu Tuğrul ’u Selçuklu tahtına Şâh ’1 sultan olarak tanımak zorunda kaldı. Er­ oturttu. Hûzistan ’da Şumla nın oğlu Şaraf altesi yıl, İl-Deniz tarafından Tabarak kalesinde Din A m irân ’m yanında bulunan Muhammed, kuşatılan İnanç ’m öldürülmesi üzerine, İl-Deniz kardeşi Arslan-Şâ’ı ’ın öldüğünü duyunca, Şumlatehlikeli bir rakipten kurtulduğu gibi, Pehlivan ’nm oğlunun tavsiyesine uyarak, İsfahan'a git­ da Rey ’e kat’î bir şekilde hâkim oldu, 565 miş ve orada Kaymaz-oğlu Kafşud ve diğer bâzı 1 x ı? ö ) yılı sonlarında Arslan-Şâh İsfahan ’a gel­ emirler onun etrafında toplanmışlardı. Bunu ha­ diğinde yanında annesi, atabey İl-Deniz, üvey ber alan Pehlivan, sür’atle İsfahan’a gelerek, Mu­ kardeşi emir hâcib Pehlivan ve sipehsâlâr K ı­ hammed 'i bozguna uğrattı. Muhammed geldiği zıl-Arslan var idi. yere kaçtı ise de, Şumla 'nın oğlu, Pehlivan ’dan . 570 (1174/1175 ) yılında Merâga— Tebriz e* korktuğu için, onu ülkesine sokmadı. Pehlivan miri A rslan -A ba 'nın ölümü üzerine. Pehlivan tarafından tâkip edilen Muhammed Vâsıt tara­ şuraları A rsla n -A b a ’nın halefi Falak al-Din fına k a ç tı; fakat orada 3 gün kalabildi ve Bag­ A hm ed’in elinden almak için, harekete geçti. dad 'a kabûl edilmemesi üzerine, F a rs’a giderek, Kendisi Merâga yi ve kardeşi K ızıl-Arslan da Atabey Zengİ ’ye sığındı. Pehlivan kalabalık bir Tebriz ’i kuşattılar. Falak al-Din AJımed ’in, asker ile bu ülkeye gelerek, Zengi ’yi tehdid T e b r iz ’i bırakmak şartı ile, yaptığı sulh tekli- j edip, ondan Muhammed ’i kendisine teslim etme­ ■ i kabûl edildi ve Tebriz K ızd-A rslan 'a verildi. sini istedi. Pehlivan ’m askerleri Fars ’ta girdik­ Aynı yilda Gürcülerin Ani 'yi almaları üzeri- j leri yerleri görülmemiş bir şekilde yağm alıyor­ ne, ertesi yıl büyük bir sefer yapıldı. Gürcü kı­ lardı. Pehlivan ile tek başına mücâdele edemeye­ ralı karşı çıkmağa cesâret edemediğinden, Gür­ ceğini gören Zengî, şehzadeyi Pehlivan 'a teslim cistan ’ın muhtelif yerlerine akıniarın yapıldığ, etmeğe mecbûr kaldı. Sercihan kalesine kapatı­ bu seferde Pehlivan da bulundu. Seferden son­ lan Muhammed orada Öldü. Bundan sonra Pehli­ ra, sultan ile birlikte Hemedan a dönen Pehvan dâhilde hiç bir güçlükle karşılaşm adığı gibi, ivan- az- sonra İl-Deniz'i» öldüğünü öğrendi ; çok genç olan ve elinde hiç bir kuvvet bulunma­ bunun üzerine, sür’atle hfahçıvân ’a giderek, ba- yan' sultandan da, herhangi bir muhalefet gör-



PfcH LİVAtt. medi. Pehlivan, komşu küçük devletlere, sul­ tanın metbûluğunu tanıtmış idi. Fars, Hûzıstan, Musul, A h lat ve Erzurum ’ da hutbe Tuğrul 'un adına okunuyordu. Pehlivan *m H varizmşâh Tökiş ile münâsebetleri bütün hayatı boyunca dostça olmuştur. Halîfe hükümetine karşı olan siyâsetine gelince, Pehlivan, eski Selçuklu sul­ tanları gibi, halîfelerin cismânî kudrete sahip olmamalarını ve yalnız manevî hâkimiyet ile iktifa etmelerini istiyordu. Başlıca gayelerin­ den birisi Tuğrul ’un adını Bagdad 'da hutbede okutmak idi ise de, bu husösta ciddî bir te­ şebbüste bulunmadı. Pehlivan 'ı en fazla meşgul eden haricî mes­ ele Salâh al-Din A yyü bi ’nin al-C azira ve şarkî Anadolu ’daki faaliyetleri olmuştur. Fa­ kat Pehlivan Eyyûbî hükümdarının bu faâliyetlerinı önleyecek ciddî bir müdâhalede bu­ lunmadı. 579 ( 1 1 82) yılında çok yaşlı olan dâmâdı A h lat melîki Naşir al-Din Sökmen II. ’in halef bırakmayarak Ölümü üzerine, Pehlivan bu şehri ele geçirmek istedi ise de, Şalâh al-Din ’in de aynı maksatla harekete geçmesi karşı­ sında, Sökmen ’in memlukÜ Bek-Tem ür’ü, ken­ disine tâbî olmak şartı ile, A h lat meiîki olarak tanıdı. A yn ı yıl içinde Şalâh al-Din ile Musul hukümdârı ‘İzz al-Din Mas’üd arasında sulh yapıldı. Buna göre, Şehrizûr ve Kara-Beli böl­ geleri ile Zâb suyunun ötesindeki yerler Sa­ lâh al-Din 'e verilecek, hutbe ve sikkede Ey­ yûbî hükümdarının adı zikredilecekti. BÖylece Selçuklu devletinin sâdık tâbîierinden biri olan Musul atabeyliği tamâmiyle Şalâh al-Din ’in hükmü altına girmiş ve Selçuklu sultanlarının Musul bölgesinde eskiden beri okunmakta olan hutbesi de kesilmiş idî. Bu hâdise karşısında Pehlivan hiç bir şey yapamamış olduğu gibi. Şalâh al-Din ’in, Kazvin ve Bistam bölgelerin­ deki bâtınîleri ortadan kaldırmak için, ülkesin­ den geçiş müsâadesi vermesi hususundaki mSrâcaatından da pek kaygılanmış idi. Pehlivan, Eyyûbî hükümdarının bunu, ülkesini elinden almak için, bir vesile ittihâz ettiğini sanıyordu. Bu sebeple ona karşı müdâfaa hazırlıklarına gi­ rişmiş, fakat duyduğu şiddetti üzüntü ve endî­ şeden de „iç-ağrısı" illetine tutulmuştur. Şalâh al-Din Musul ’dan uzaklaştığı hâlde, atabeyir rahatsızlığı devam ediyordu; bu durumda iken çok sevdiği karısı ve çocuklarını görmek için Hemedan’dan Rey’e gitmiş, orada Irak-ı Acen tabipleri hastalığını tedâvîye çalışmışlar ise de muvaffak olamamışlar ve Pehlivan 581 yılının son a yın d a { 118Ğ şubat) vefat etmiştir. Pehlivan ’ın 4 oğlu ve müteaddit kızları var idi. Kızlarını komşu melik ve emirler ile evlendirmiş idi. Zev­ cesi inanç Hatun 'a ve ondan doğah oğullarına düşkün olup, İnanç Hatun icrââtında müessir idi.



Oğullarına parlak bir istikbal hazırlamak Pehlivan ’ın başlıca gayelerinden biri olmuştur. O oğullarına birer hükümdar gözü ile bakıyor­ du. Rey, İsfahan ve diğer bâzı yerleri inanç Ha­ tun 'dan doğan oğullan Kutluğ inanç ve Am ir A m irân 'O m a r’e vermiş idi. Başka bir türk kadınından doğan oğlu Abü Bakr ise, A rrSn ve A zerbaycan ’1 idâre etmekte olan amcası Kızıl-Arsian ’ın yanında idi. Kızıl-Aslan 'm ço­ cuğu olmadığından, Abü Bakr onun oğlu me­ sabesinde idi. Pehlivan bir câriyeden doğan dördüncü oğlu Ö z b e k ’e de Hemedan ’ « vermiş idi. Atabeyin oğullarına dâim i sultan Tuğ­ rul un hizmetinde bulunmağı ve onun itaatin­ den çıkmamağı vasiyet ettiği rivayet ediliyor ki, bu sonraki hâdiselere bakılarak söylenmiş bir söz olabilir. Diğer taraftan Pehlivan Sel­ çuklu emirlerini birer-birer tasfiye ederek, yer­ lerine kendi adamlarını geçirmek süreliyle, hem kendisinin, bem de çocuklartnın mevkilerini sağlamlaştırmıştır. Bütün müverrihler, bir çok meziyetlerini sayarak; Pehlivan'ı öğerler. Yal­ nız onun Fars ülkesini askerlerine korkunç bir sûrette yağmalatması ve mühim mevkilere ken­ di kullarını tâyin etmesi tenkit olunmaktadır. Pehlivan 'ın, atabey sıfatı ile, devleti 10 yıl m üşkilât çekmeden idâre etmesini şüphesiz yalnız, şahsî meziyetleri ile izah etmek müm­ kün değildir; çünkü babası Îl-Deniz ona zen­ gin bir hazîne, ancak efendisine veya onun ço­ cuklarına bağlı kullardan müteşekkil bir ordu bırakmış ve oğullarına rauhâlefet edebilecek kim­ seleri de ortadan kaldırmış idi. Sultanlara g e ­ lince, bunlardan ilki zayıf bir şahsiyet ve has­ talıklı bir insan id i; İkincisi ise, çocuk yaşta hükümdar olmuş idi. Şarkta muâsırı olan H v j. rizmşâh Tökîş bu zamanda kendisiyle uğra­ şacak bir vaziyette değil idi. Garba gelince. Pehlivan, söylendiği gibi, Selçuklu devletinin tabilerinden birisi olan Musul atabeyliğinin Şa­ lâh a l-D in ’in nufûz ve hâkimiyeti altına gir­ mesini önleyememiştir. Hâlbuki Şalâij al-Din 'in vaziyeti onun İle fiilî bir mücâdeleye girişme­ sine ve bunda muvaffak olmasına ve hele tran ’s fethetmesine pek müsait değil idi. Bütün bun­ larla beraber, Pehlivan ’ m umûmiyetle muvâ2eneli bir şahsiyet ve iyi ahlâklı bir insan ot­ luğunda şüphe yoktur. Tarihçilerin kaydettikeri gibi, idâre ettiği yerlerdeki halk zamanın la barış ve düzenlik içinde bir hayat geçir.■iştir; -’ • • ' . •' B i b l i y o g r a f y a } Bundari, Zubdat al mşra { nşr. Houtsma ), Leİden, 1889, s. *9’ v,d„ j o i ( trk. trc. Kıvâmeddin Burslan, nşr T. T . K „ İstanbul; 1943, s. ao8, 266 v.dd. ); ibp al-Asir, Târih ' al-davlat al-Atâbeklya {Rej caeil de s bistoriem «fes Croisades. Historiem



PEHLİVAN orien taux, 1876, H, 2, kısım, s. 12) ; ayn. mil., a l-K ö m il ( Mısır, 1301 ),X 1, 148 v.dd., 174 v.d.,



191, 202, 227, 232, 233, 234, 237; Râvand i, R ahat al-şudur ( nşr. Muhammed İkbâl, GM NS, Lelden, 1921, fihrist; trk. trc. A h ­ med A te ş, T. T. K ., A nkara, i960, II, fihrist) ; Şadr al-Din N isâbüri, A h bâr al-davlat a l-S a l ç û k iy a ( nşr. Muhammed İkbâl), Lâhûr, 1933, s. 133, 147 ; Raşid al-Din, C am ı al-tavârih { T. T . K., nşr. Ahm ed A te ş ), A nkara, i960, II, 5, 148, 167— 172 ; Hamd A llah Mustavfi, T â rih -i g u zid a { C M S , Leiden, 1910, s. 470, 472— 475 ) i Mırhvand, R avzat a l-şa fâ (Luknov, 1332), IV, 119— 12 1; Mükrimin Halil Yınanç, A rsla n Şâh ( ¡A , I, 610 — 615). ( F a r u k S ü m e r .)



P E N C Â B . P A N C Â B („b eş nehir«), Hindis­ tan ve Pakistan devletlerinin kuruluşundan ön­ ce, Şimâl-i garbi hudut eyâleti ve Keşmir İle, Sind ve Râcpûtâna 'nın şimâlinde, Camna ır­ mağının garbında bulunan bütün Britanya Hindistanı ’om işgâl ettiği sâlıayı içine alan bir Sike olup, coğrafî bakımdan, isminin tazammun ettiğinden daha fazla bölgelere şâmil idi. Filhakika Celum, Çinâb, R âvi, Beâs, S atlec’in suladığı bölgeden başka, Satlec ve Camna ara­ sında Sirhind yaylası, Satlec ve Indus arasın­ da Sind-Sâgar-Döâb ve Dera-Gâzi-Hân böl­ geleri de bu ülkenin şümulüne girerdi. [ Hindis­ tan ’ m ikiye ( Pakistan ve Hindistan ) bölün­ mesinden sonra Pencâb ’m 161.000 km2, mesâhasında olan büyük ktsmı garbı P akistan ’ ın hudutları içinde kalmıştır]. Bu bölge Britanya idaresinde bir eyâlet İken, İngiliz ve Pencâb bölgeleri olmak üzere, iki kısma ayrılmış idi. İngiliz bölgesinin mesâhası 99.263 mil2, nüfusu 23.580.852 idi ve her biri bir komiser muâvini tarafından idâre edilen 29 nahiyeye ayrılmış bulunuyordu. Bu nâhîyeler, her biri bir komiserin İdaresinde, Am bâla, Cullundur, Lâhûr, Râvalpindi ve Multân olmak üzere, beş vilâyet teşkil ederdi. Pencâb eyâlet­ lerinin mesâhası 37-699 mil2 ve nüfusu 4.910.005 idi. Ducânâ, Patavdi, Kalsia ve 27 ,,Sinı!a-dağ eyâletleri" ile siyâsî münâsebetlerin idaresi Pencâb ’a bağlı idi. Diğer devletler ( Lohâru, Sirmür, Bilaspür, Mandi, Suket, Kapurthâlâ, M alër-Kotia, Faridköt, Çambâ, Bahâvalpür ve P attiâlâ Phülfei devletleri, Cind ve Nabhâ) doğrudan-doğruya Hindistan idaresine bağlı idiler. Bu bölgenin tarihi üzerinde şimâl-i garbî hudûdunda bulunan ve nufuz imkânı veren dağ geçitlerinin mühim te ’sirleri olmuştur. Etnog­ rafya bakımından Pancâb 'tn Hindistan 'dan da­ ha çok orta A sya'ya bağlı bulunmasının başiica sebebi de budur. Harappa ’da yapılmış olan hafriyat, milâddan 3000 sene kadar evvel muh-



PENCÂB.



temeien Indus vâdisinde gelişmiş ve esâs hat­ ları ile Mezopotamya ve Elam medeniyetlerine benzeyen bir medeniyetin izlerini meydana çı­ karmıştır (S ir John MarshalI, M ohenjo Daro and the Indus Civilization, 1931, 3 cild ). Fakat bâzı emarelerine rastladığımız ilk muhâceretlerin, ârî dilleri konuşanlar tarafından tarih­ öncesi devrede Pancâb oyalanna yapıldığını göstermektedir. Daha sonraki asırlarda, arkaarkaya gelen istilâcı akıncılar, tahripkâr sel­ ler gibi, şimâl-i garbideki geçitlerden ovaya indiler, tranlılar, grekler ve efganhlar, İsken­ der ’in askerleri, G azneli Mahmüd ‘un ordusu, Timur ’un, Babur ’un. Nâdir Şâh ’in ve Ahmed Şâh Durrânı [ b. bk.] ‘nin kuvvetleri, verimli Pancâb ovasını tahrip etmek üzere, hep bu yollardan ilerilediler. Bütün bu muhâceret ve istilâlar Pancâb halkının insicamsızlığını arttır­ mıştır. Orta A sya ’dan gelen istilâların tarihi, Pancâb ’m ve İndus nehrinden Sulaymân dağ­ larına kadar olan hudut bölgesinin cür’etli bir kumandana biç bir zaman ciddî mânia teşkil etmediğini gösterm iştir; zîra iranlılar, mauryalar, greko-baktrialılar, sak lar, pehlevalar, Yüeh-çi ’lerin Kuşan kolu ve Hünalar bu dağ mâniasını aşmışlardır. 713 yılında Muttan [ b. b k .]’ın Muhammed b. Kâsim [ b. bk.] tarafından zaptı arap hâkimi­ yetini aşağı Pancâb ile yukarı S in d 'e kadar yaymıştır. Fakat Hindistan için asıl tehlike Efganistan tarafından gelm ekte idi. G azneliler Çinâb ile Lamağân arasındaki arâzide hü­ küm süren kudretli Vayhand H indüşâhiya sü­ lâlesini buldular. Bu hindû devletinin hâkimi­ yetine P an câb’1 ilhâk eden G azneli Mahmüd tarafından tamâmiyle Son verilmiştir. Daha sonraları Pancâb Gazneli Mahmüd 'un geniş imparatorluğuna bağlı bir hudut eyâleti oldu ve GÛrîlerden Şansabâni sultanları tarafından Gazne 'den çıkarılan ahfadı için de melce’ teş­ kil etti [ b k . mad. G Û R ÎLE R J. A ra p fütûhâtmdan sonra, Multân ve civârmdaki bölgeler möslümanlarm elinde kalmış idi. F akat buradaki emirlerin karmatî [ b. bk,] olmaları 1006 ( m. s.) yılında Mahmüd ’ un hücûmuna sebep teşkil et­ miştir. 1186 yılında Muhammed G üri P a n câb 'ı ilbâk etti ve 1206 senesinde onun ölümü ile bu memleket K utb al-Din A ybek ’in hâkimi­ yeti altında Dehli sultanlığının bir eyâleti hâ­ line geldi. O rta A s y a ’dan gelen akınlar ve küçük ayaklanmalar istisna edilirse, 1526 ’da H ind-türk imparatorluğunu te’sis eden Babur tarafından P ân ipat [ b. bk.] ’ta İbrahim Lodi [ b. bk.] 'nin hezimete uğratılmasına kadar, bu­ rası Dehli sultanının elinde kalmıştır. Ekber [ b. bk.] ’in idâresi altında yeni Pancâb eyâleti Dehli, Multân ve Lâhûr süba 'larına dâhil idi;



PENCÂB, Tafsilât için bk, A 'în -i Akbari (trc. Jarrett, II, m



— 3 4 1 )•



(



‘E k b e r’den hemen sonra gelenlerin şiddet si­ yâseti, Paneâb ’ da sikhlerin siyâsî nufûzunun artmasına sebebiyet vermiş ve X V . asrın ikinci yarısında Guru Hânak tarafından te’sis edilen ve dine istinat eden bir zümre müslümanlar hakkında gaddârâne bir kin besleyen Halşa, yâni bir nevî askerî cemâat hâline inkilâp et­ miştir £ bk. mad. SİKH ]. Hind-türk imparator­ luğu İdâresinin son zamanında merkez-i hükü­ metin zayıflığı ve hudût eyâletlerinin iyi koru­ namaması, H indistan’ı Ahm ed Şah Durrâni [ b. bk.] ve Nâdir Şâh [ b. bk.] ’ın istilâlarına mâ­ ruz bıraktı. Umûmî bir hükümranlık tasarlayan M arâthâlar 1761 senesinde kanlı P an ipat sava­ şında efganlar tarafından ağır bir hezimete uğ­ ratıldılar. Ertesi yıl Ludhiâna yakınındaki Barnâla 'da Ahmed Şâh, kendisinin Kâbı! ’ de bulun­ mamasından istifâde ederek, Lâhûr civarındaki böigeyi hâkimiyeti aitına almak isteyen Sikhleri ağır bir bozguna uğrattı. Bununla berâber Sikhler hâkimiyetlerini Satlec ’in cenubuna ka­ dar yaydılar ve battâ D ehli kapılarına kadar uzanan bölgeyi de tahrip ettiler. Fakat bu ye­ ni ilerileyişleri, P a n ip a t’taki hezimetlerinden sonra kendilerini toparlamış olan M arâthâlar ta­ rafından önlendi. MarâthSlarm 1803 senesinde Lord Lake tarafından mağlûp edilmesi, R ancit S in g h ’in hareketini kolaylaştırarak, onun Panc a b ’da kuvvetli bir Sikh devleti kurmasına im­ kân verdi. Bu zâtın, Satlec ’in diğer tarafındaki dindaşları olan Sikhler üzerinde de hâkimiyet te'sisine teşebbüs etmesi kendisini ingiîizler ile temasa getirdi ve 1809 andlaşması ile Satlec ‘in H in distan ’daki Britanya müstemlekelerinin şimâi-i garbî hududu sayılmasını kabûl etti (A İtchison, VIII, nr. LI1I ). 1839’da R ancit Singh ’İn ölümünden sonra, devleti halefleri zama­ nında sür’atle parçalandı. İhtilâller birbirini tâkip etti ve D alıp Singh ’in çocukluğunda si­ lâhlı Hâlşalar memleketin hakikî hâkimi ol­ dular. İngilizlere âit arâziye yapılan bir tecâ­ vüz 1849'da P a n eâ b ’ın ilhakı ile neticelenen iki çarpışmaya sebebiyet v-rdi. Yeniden zaptedilen arazi önce bir hey‘etin idaresine verildi. 1853 ’ie bu hey et feshedilerek, vazife ve salâhiyetleri bir komisere devredildi. 1839’da Dehli Şimâl-i garbî eyâletlerinden ay­ rıldıktan sonra, Paneâb ve mülhakatı bir vali­ nin idaresi altında bulunan bir bölge teşkil etti. Panoab ’ın ilhakı, İngiliz İdâri hudutlarını In­ dus ’un ötesine kadar yayarak, Hindistan hü­ kümetinin Şimâl-i garbî hudut bölgesindeki Pathân aşiretleri ve Efganistan emîri £b. bk.] ile sıkı bir temâs kurulmasına İmkân verdi. HuçSpdun uzun ye dağlık arâzide bulunması.



S49



buradaki asâyîşt askerî kuvvetlerden ziyâde, aşiretlere karşı tâkip edilecek siyâsete bağlı kılıyordu. Önceleri bunlarla siyâsî münasebetler te'min edecek husûsî bir teşkilât mevcut değil idi. Bu aşiretlere bağlı şahıslar ile temaslar, Dera-Ğûzi-Hân, Dera-İsmâ'il-Hân, H azara, Peşâver, Kohât ve Bannu gibi, 6 kazanın ko­ miserleri tarafından te'min ediliyordu. 1876 ’da şimâldeki 3 kaza Peşâver komiserliğini, cenûptaki 3 kazâ da, D erecât komiserliğini mey­ dana getirdi. Siyâsî mümessillikler usûlü an­ cak 1878 ’de kabûl edildi. Bu devirde ikin­ ci efgan harbi esnasında Hayber için husû­ sî hir me’ mûr tâyin edilmiş idi. 1892 ’ de Kurram temsilciliği kuruldu; »895 ve 1896 yılla­ rında da Vana, Tochi ve Malakand temsilcilik­ leri te'sis edildi. Malakand, başlangıçtan beri, doğrudan-doğruya Hindistan hükümetinin kont­ rolüne verilmiş, diğer mümessillikler ise, Pancâb hükümetine bağlı kalmışlardır. Bu teşkilât, 1901 ’de Şimâl-i garbî hudut eyâleti te ’sis edi­ linceye kadar, devam etmiştir. Paneâb, 1911 'de Dehli eyâletinin ayrılması ile, son zamanlardaki hududunu bulmuş idi. 1921 'de bir vâli tarafından idare edilen bir eyâlet merte­ besine yükseldi. O zamanki nüfusu 14.930.000 müslüman, 8.600.000 hindû ve 4.072.000 sikhi ihtiva ediyordu. Bu sıralarda müsiümaniarın tanzim işü’at-i İslâm ve tabliğ gibi teşkilât­ ları ile hîndûların şııddki adını verdikleri ha­ rekât cemâatler arasında anlaşmazlıklara sebep oldu. 1926’da şudhilerin reisi olan Svami Şardiıanand, bir müslüman tarafından, Dehli ’de Öl­ dürüldü. Dinî cemâatler arasındaki münâsebet­ ler, bir hindii kitapçının Rangila Rasat adlı kitabında, Peygamberin şâmna lâyık olmıyan şekilde kullanılan tecâvüzkâr lisan yüzünden Lâhûr ’da Öldürülmesi iie, daha da fenalaştı. Dinî cemâatlerin mücâdelelerinden daha vahîm olan Callianvâla-Bağ hâdisesi ile 1919 'da en had safhasına varmış olan siyâsî karışıklıklar bu münâsebetleri çıkmaza sokmuştur ( Sir M. O ’Dwyer, India A s I Knew It, 1885— 1925). Büyük bir kısmı bugün Pakistan ’m idâresi altında bulunan Paneâb, hey’et-i umûmiyesi İle, bir zirâat memleketidir. Nüfusunun 90 % 'ı köy­ lerde yaşamakta ve 60 % ’1 zirâat ile uğraş­ maktadır. B i b l i y o g r a f y a : Hindistan tarihi hakkmdaki esâs kitaplardan başka bk. bir de C. U, Aitchison, Treaties, Engagements, and Sanads ( 1909), V III; Mufti 'A l i al-Din, 4ibratnâma ( India O ffice, nr. 3241); Census o f India ( 1931; X933 ), X V II; J. D. Cunnin­ gham, History o f the Sikhs (1 91 8) ; M. L. Darling, The Punjab Peasant in Prosperity çmd Debi £1925); C . C. Dayies, The Rr°h~



P E N C Â B — P E N C D İH .



¡em o f the North-W est Frontier (1932 ); C . Gough ve A . D, Iruıes, The Sikhs and the Sikh War (189? )i L, H. Griffin, The Rajas o f the Punjab ( 1 873) ; ayn. mü., Ranjit Singh ( 1892 ); Indian Statutory Commission ( I93° ), X ; S. M. Latif, History o f the Pan jab (*89 * ) ; ayn. mil., Lahore, its history, architecturai remains and antiquities ( 189a ); M. Macauliffe, The Sikh Religion (1909, 6 cild); GuiSm Muljyi I-Din, Tarih-i Pancâb ( India Office, nr, 3244); Mu hammed N aki, Şir Singh Nama ( India Office, nr, 3231); T. C. Plowden, Kalid-i A fg ha n i ( 1875 )! H. Priestley, Hayat-i A fg ha n i ( 1 874) ; Punjab Adminis­ tration Reports (yı l l ı k); H. A . Rose, A Glossary o f the Tribes and Castes 0} the Punjab and North-W est Frontier Province ( 1 9 1 9 , 3 o i l d ).



( C. C



o l l in



D a v i e s .)



P E N C D İH . PA N CD İH ( P e n c o e h ), USSR dâhilinde T ü r k m e n i s t a n c ü m h û r i y e t i n d e b i r k ö y ü n a d ı olup, K öşk ırma­ ğının şarkında ve bu ırmağın Pul-i K işti civa­ rında Murğâb 'a döküldüğü yerde bulunmakta­ dır. Pencdih adını bu civarın ahâlisi olan SarıkTürkmenlerinin 5 guruba { Sokti, Harzagi, Ho­ rasanlı, Bayraç ve ‘A li- Ş â h ) ayrılmış olması ile . izah etmek istemişlerse de, bunun hiç bir esâsı yo ktu r; çünkü Sarık-Türkmenleri bura­ ya ancak XIX. asırda göç etmiş oldukları hâl­ de, köy daha XI. asırda bu adı taşımakta İdi [krş, G. ie Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, s. 405 ], Uzak bir kenarda bulunan bu vâha, 188$ yı­ lında bir efgan kuvvetinin rus askeri ile kar­ şılaşarak, ağır bir hezimete uğradığı „Pencdeh va k’astndan" dolayı, acıklı bir şöhrete sâhip olmuştur. Tarih bize tesbiti k a t’î olmayan hu­ dutların büyük bir harp tehlikesi taşıdığını isbât etmektedir. Bundan dolayı ve rusların 1884 'te Merv 'i işgâl etmeleri üzerine, Efganistan ’m şimâJ hududunu tesbit için bir ingiliz-rus hu­ dut komisyonu teşkili hususunda müzâkerelere başlanmıştır. Bölgede derhâl karışıklıklar başgö sterd i; rusların Pencdih ahâlisinin müstakil olduklarını iddialarına mukabil, ingiiizler bun­ ların Efganistan emîrimu tebeatarı olduğu fik­ rini ileri sürdüler, İngiliz görüşüne göre, Penc­ dih nahiyesi Küşk ırmağı ile Murğâb arasın­ da ve Band-i Nadir ’den A k -T e p e ’ye kadar, bir de Badğis ’in bir kısmını içine almak üzere, Sfgûnistatj 'in Herat eyâletinin bir parçasını teşkil ediyordu. XIX. asrın ilk »o. yıllarında Camşidi ile Hazara kabileleri Pencdih 'i zapt­ etmelerdi. Bu asrın sonlarına doğru, AmuDeryâ boyunda, Çarcuy ile Belh arasında da­ ğınık bir hâlde oturan Ersarı kabilesine mensftp bâzı Türkmepler Peuçdih ’e gelerek, orjıda



yerleşme müsâadesi aldılar. Salur-Türkmenleri de bu bölgede yerleşmiş bulunuyorlardı. 1857 yıllarında Ersarılar Pencdih vahasından göç ettiler. Ç ok geçmeden kuvvetli komşuları olan Tekeliler tarafından cenûba doğru itiien SarıkTürkmenleri, Yulatan ile Pencdih ’i ele geçire­ rek, Salurları da buralardan gö ç etmeğe zor­ ladılar. Pencdih ’te birbiri arkasından gelip, yerleşmiş olan bu muhtelif kabilelerin hepsi ( Camşidi, Hazara, Ersarı, Salur veya S a r ık ) de kendilerinin Efganistan topraklarında bu­ lunduklarını kabûl ediyor ve Herat 'tâki efgan valisinin nâ’ ib ’ine vergi veriyorlardı. SarıkTürkmenlerİ Efganistan emirİne hattâ askerî kuvvetler de vermişlerdi. Pencdih ’i de içine alan Badğis ’in uzun müddet Efganistan hâki­ miyeti altında bulunduğu bu iddiaya ilâve edil­ miş idi (Foreign O ffice vesikaları, nr. 65, 1205). Rusların iddiasına göre, bu vâhanm ahâlisi dâîmâ müstakil idi. 1884 yılı martında Penc­ dih ’i ziyaret etmiş olan rus mühendisi Lessar burada Efganistan hâkimiyetinin hiç bir izine tesadüf etmemiş id i; fakat aynı yılın haziranın­ da oraya gelmiş olan rus doktoru Regel ora­ da Efgan askerî bölüğüne tesadüf ettiğini kayd­ etmiştir. Onun için ruslar Pencdih ’in ancak çok yakın zamanlarda efgan ordusu tarafından zaptedilmiş olduğunu ileri sürüyorlardı. Efganistan ’ın burada devamlı olarak bir ga r­ nizon bulundurmaması burasının müstakil ol­ duğuna delâlet etmez. Buna mukabil, rusların Merv ile Pul-i Hatun ’ u işgal etmeleri üzerine, 'A b d al-Rahmân Han, bu bölgede kendi hâki­ miyetini îsb lt etmek için, harekete geçti. Bu­ nun üzerine, efgan kuvvetleri Pencdih ‘i işgâl edince, rus hukûmetî bunu protesto etti ve emîriu bu bölge üzerindeki hak iddiasına karşı itirazda bulundu. Londra ile Petersburg ara­ sında müzâkereler cereyan ederken, Efganistan hudüdundaki durum hızlı bir şekilde inkişâf etti. 29 mart 1885 tarihinde, general Komarov, efgan garnizonunun geri alınması talebi ile, bir ültimatom verdi. Efganlılar bu talebi kat’î bir şekilde red d ettiler; bunun üzerine, ruslar hücöma geçerek, 900 kişi kadar kayıp verdirmek sûretiyle, efgan kuvvetlerini Pul-i Kişti ’nîn öte tarafına attılar. G erçekten efgan askerlerinin Pencdih ’e nakli ve rusların Murğâb ’daki Yu­ latan ve Hari-Rüd 'daki Pul-i Hatun ’a kadar ileritemeleri bir harbe sebebiyet verecek kadar üzücü hâdiseler yarattı. Bu karışıklık önlene­ bilirdi; fakat hâriciye vekâletindeki îngiltere ko­ miseri Lumsden ’in sarih malûmat vermemesi ve rus komiseri Zelenoy ’un Sarahs ’a olan seyâhatinin gecikmesi vaziyeti daha da karıştırmıştır. O günlerde bu hâdisenin Rusya ile İngiltere araşıpdş bir harbe müncer olması ihtimâl dlr



PEN CD tH - r PERtM. şında görünmüyordu ; fakat tam o sırada Hin­ distan ’ da kıral naibinin misafiri bulunan emîr ile Lord Dufferin ’in sağ-duyu ile hareket etmiş olmaları buna önlemiştir. Sulh taraf darı olan Gladstone, hattâ harp hazırlıkları için, ı ı.ooo.ooo İngiliz lirası ayırması husûsunda parlamentoya tavsiyede bile bulunmuştur. Nihayet bir anlaşmaya varıldı ve Zu ’1-Filfâr 'ın karşılığında, Pencdih ruslara bırakıldı. 1886 yılında Efganistan ’m şimâl hudûdu Zu '1-Fikâr ’ dan Dukçi tülüne ( Amu-Deryâ ’dan 40 ing. mi­ li m esâfede) kadar tesbit edilmiştir. Hudûdun Am u-Deryâ 'ya rastlayan kat’î noktasının tesbiti 1888 yılında ele alınan hudut tashihi ile tâyin edilmiştir. Efganistan ile Rusya arasında bu nihâi hudut hattının tesbîti orta A sya me­ selesinin halline doğru bir adım teşkil etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Délimitation A f ­ ghane. Négociations entre la Russie et la Grande-Bretagne (1872— 1885,1886); Parli­ amentary Paper s ( Central A sia. 1884— 1885, L X X X V 11, böl. 4387— 4389« 4418 ) ; Public R e­ cord O ffic e (London, Foreign O ffice yazm., 65, 1305 ; 1258 —1345 ) i C. E. Y ate, Northern Afghanistan ( 1888 ). ( C . C ô L L I N D a v i e S . ) P E R A . [ B k . I s t a n b u l.] P E R A K . [ Bk. m a l a k a .] PER GEN E. PA R G A N A , b ir g u r u p k ö y ­ l e r i n h i n d c e a d ı . Bu tâbirin, Delili sul­ tanlığının sâl-nâmelerinde, ilk defa Şams-i Sirâc ‘A f i f ’in Târth-i Firüz Şâhl (Bibliotkeca Indica, 1891, s. 9 9)’sinde geçtiği görülmektedir ; fakat ne Haşan al-N izâm i'nin Tâc al-ma'âsir ‘inde, n e d e Minhâe a l-D in ’i« Tabakât-i Naşiri ’sin­ de geçmektedir. Her ne kadar ilk defa XIV. asırda kısmen kaşba tâbirinin te ’siri ile mey­ dana gelmiş ise de, bu tâbir pek muhtemel ola­ rak, İslâm fethinden önceki taksim ata kadar gider. Bundan dolayı, meydana gelişinin kat’î tarihi bilinmemektedir. , Pargana teşkilâtı hakkında bir kayıt, mâlî meselelerin teferruatını her iki ecdadının Bihâr ’da Sasarâm ’da pargana idaresinde öğrenmiş bulunan Ş ir Şah hükümeti sâl-nâmelerinde bu­ lunur. Ş İr Şâh Hindistan hâkimi olunca, mem­ leketini sarkar '1ar denilen idârî bölgelere ayırdı ki, bu da pargana ismini taşıyan köy gurupla­ rına ayrılıyordu. Her pargana bir şikdâr veya askeri inzibat me’ mûrunun idâresindedir Onla­ rın yardımcıst olarak, amin veya sivil me’ mûrlar bulunur. ¿4min ’in maiyetinde sivil me’mûrlardan fotadâr veya hazlnadar ve biri hindce diğeri farsça yazışmalar için, iki kârkun'ö veya kâtibi vardır. Kendisinin devlet idâresini bu şekilde yeniden tanzim etmiş olması fikri doğ­ ru olmasa gerektir; zîra meydana ' getirdiği zannedilen eyâlet tne’mûrluğu ve teşkilâtı daha



S5*



onun tahta geçmesinden önce mevcut idi. Bu idâre usûlü, Ekber zamanında devletin süba ( eyâlet )'lere ve bunların sarkar ( bölge ) ’ lara bölünmesine kadar devam e tti. Ekber zama­ nında en küçük vergi bölgesi pargana yahut mahall idi. BÖyiece msl. Oudh süba ’si 5 sar­ kar ve 38 pargana ’ye bölünmüş idi ( Â'.în-i A k ­ la rı. Bibliotkeca Indica, 11, 170—-177, trc, Jar­ ret, 1891). . Hind-türk imparatorları idaresinde en seçme pargana me’ mûrları, pargana muhasipliği, vergi muhamminliği, tapu ve kadastro, köy hukûku hususlarında mes’ûliyetli olan kânungo, amin ye şikdâr idi. Her köye, bunun gibi, faâliyetİ pargana 'de kânungo 'nunkine müşabih olan bir paivâri veya koy muhasibi nasbedildİ. Pargana hudutları sâbit ve muayyen kalan bir bölge olarak tasavvur edilmemelidir. O sâdece memleketin çeşitli kısımlarında mesahasının farklılığı ile kalmamakta, çok defa, bu vergi böl­ gelerinin yeni bir taksim ve tevziine yol açan yeni bir arâzî teşkilât ile de değişmekte idi. Bir pargana çevresinin bir âile veya bir klanın emlâki ile mütâbakatı, onun yalnız bir vergi böl­ gesi olmadığını, bü’akis meydana gelişinde mül­ kün taksimine istinat ettirildiği ihtimâlini ha.tıra getirmektedir. ,,Y i r m i d ö r t p a r g a n a " : 21° 3 1' ve 22° 57’ şimâl arzı, 88° a ı ' ve 89° 6' şark tülü ata­ sında bir Bengâie bölgesi. Bu isim, zam îndâri ’ye dâhil olan ve Bengâie navâb nâzım ’1 Mir C a'far tarafından 1757 yılında İngiliz Şark-Hind kumpanyasına terkediien pargana sayısından gelmektedir. Kumpanyanın bu arazi üzerindeki, devamlı veraset yolu ile intikal eden kâza hak­ kı te’minat altına alınmak sûıetiyle Hind-türk imparatoru tarafından 1759 yılında tasdik edil­ di. A yn ı yıl Lord Ciive 'in Ca'far 'e, gösterd’ği hizmete şükran nişanesi olarak, bu bölgenin vâridâtı hediye edildi. Yıllık 30.000 İngiliz lirası getiren bu Kediye C liv e ’i aynı zamanda kendisinin hizmetkârı ve kumpanyanın efendisi yaptı. Bu meblâğ 1774 ’te ölümüne kadar ona muntazaman ödendi; sonra, hükümdarın bir fer­ manı ile, memleketin bütün mülkiyet hakkı ve vâridâtı tekrar kumpanyaya geçti. . (C. C



o l l in



D



a v ie s



.)



PER İM . PERİM, K ı z ı l d e n i z ’i n m a h ­ r e c i n d e , 12° 40' 30' şimâl arzında ve 41° 3' şark tulünde, arapların May ün dediği b i r a d a olup, ingilizlere âit bulunmaktadır, A den ’e bağlı olan ada bunun 96 İngiliz mili garbında ve Arabistan kıyısından 2 İngiliz mili mesafe­ dedir. Adayı A rap yarım-adasından ayıran dar boğazın adı Bâb al-Manhaii ’dir. Bu sûreile Perim Kızıldeniz ağzına hâkim dir; fakat ken­ disine de, tahkim edildiği takdirde, Şayh Şq‘id



55*



PERİM -



PERTEV PAŞA.



limanı yanındaki Cabai Manhali hâkim olabi­ lir. Nitekim birinci dünya harbinde türkler bu­ rayı tahkim etmişlerdi. Uzunluğu 5,5 km. ve genişliği z km. olan ada at nalı şeklinde olup, mesahası aş.-yk. 13 km2, kadardır, Cenûb-i şarkî tarafında, A lbert burnu ile cenûp burnu arasında iki liman vardır. 2.500x890 m. büyük­ lüğünde olan Brovvn-Bay 7 ilâ 13 m. derin­ liğinde emin bir demir atma yeridir. İngilizler tarafından 1861 'de inşâsı ikmâl edilmiş olan fener adanın şark ucunda bulunmaktadır. A d a ­ nın arazisi volkanik sahrelerden müteşekkil olup, bunlara Kızıideniz ’in pek az derin olan mahrecinde rastlanm aktadır. A da en geniş kısmında, pek sert, siyahımsı bir lâv örtüsü altında bulunan bir volkanik tabaka ile kaplı­ dır. En yükseği aş.-yk. 75 m. olan bâzı tepe­ cikler kıyı istikametinde yavaş-yavaş alçalır. A dada pek az nebâtî toprak vardır ve bilhas­ sa tatlı su hiç yoktur { bunun Aden ’den geti­ rilmesi icâp ediyor). Şöyle ki, kazanç te’ min eden bir zirâat ve beşerî te ’sisler için gerekli şartlar kat’ îyen mevcut değildir. İklim bakımın­ dan Perim, en yüksek ortalaması garbî Tihâma 'ninkinden ( tem m uz: 37, 8° C ) daha fazla olan sıcaklıkları ile, garbî Tihâma ile cenubî Tihâma arasında bir intikal bölgesi teşkil eder. Sıcaklık yaza doğru yükselir ve bu mevsimde, temmûzdan eylüle kadar, hemen-hemen aynı ka­ lır ; fakat bâzan yazın bir ayın daha sıcak ol­ duğu vâkıdir. Yağmuru mevsim rüzgârları tâ­ yin eder. Nisan sonunda fırtına ve boralar ile birlikte daha şiddetli sağanaklar düşer. Bugün Perim 'in ehemmiyeti Kızıideniz 'de buharlı ge­ milere kömür te’rnîn eden bir durak olmaktan, onların ikmâl işlerini görmekten ve aynı za­ manda Eastern Telegraph Company 'nin bir is­ tasyonu bulunmaktan ileri gelmektedir. Burası bir kablo ile Aden, Şayh Sa‘ id ve ai-Hudeyda ’ ye bağlı bulunur. Eski çağ coğrafyacıları Perim ’i Aıoötutpou vfjoö? adı ile tanıyorlardı ( Periplus mariz Ergthraei, § 25 ) ; Plinius, Nataralis historia, VI, 175 ’ te Adanu adası olarak geçer. Porte­ kizliler onu Meho adı altında bilirlerdi. A lbu­ querque 15 13 ’te bu adaya Veracruz adını ver­ di. Bu çıplak ada, Kızıideniz ve Hind okya­ nusunda korsanlık yapmak için, seferlere çıkan korsanlara melce’ olmaktan başka, hiç bir işe yarayabilecek bir durumda değil idi. Zâten bu korsanlar sonradan ikmâl işlerinin ortaya çıkar­ dığı güçlükler dolayısı ile, burayı bırakıp, Ma­ dagaskar kıyılarında Sainte Marie ’ye gittiler. Fransızların Mısır seferi esnâsında (1799— 1801) Şark-Hind kumpanyası, Napoiyon ’un tasavvur etmiş olduğu gibi, fransızların Hindistan ’a mü­ teveccih çıkış yoluna mâtıi olmşk mşksadı ilç,



muvakkaten Perim ’i işgal etti ve orada bir garnizon vücûda getirdi. Bununla berâber, ba­ taryaların ateşinin A frik a kıyısı boyunca bir filonun geçişine mâni olamayacağı anlaşılınca, bahis mevzuu garnizon geri alındı. İngiltere Pe­ rim ’i 1857 ’de tekrar işgâl ile adayı tahkim etti. Bu vesîle ile Brown Bay ’da bir kışla inşâ edildi, Bibligo r a f g a ; C . Niebuhr, Reise­ beschreibung nach Arabien und anderen um­ hegenden Ländern { Kopenhagen, 17 7 4 ), I, 448 v.d.; C. Ritter, D ie Erdkunde von Asien ( Berlin, 1846 ), V III/i, 6 6 6 -6 6 8 ; J. S. King, Description and historg o f the British out­ port o f Perim ( 1 877 ) ; M. Hunter, Statisti­ cal Account o f Aden ( 1877 ), s. 171 v.d .; A . Spalding, Historical Sketch o f the Coaling Station at Perim -hland ( Liverpool, 1890); E. Glaser, Skizze der Geschichte und Geogra­ phie Arabiens (Berlin, 1890 ), II, 169 ; W. Sch­ midt, Das südwestliche Arabien ( Frankfurt a./M., 1913), s. 34 v.d., 78, u 6 ; Handbooks prepared under the direction o f the histori­ cal section o f the Foreign O f f i ce ( Arabia, London, 1920, nr. 61, s. 1, 4, 53, 6 4 ) ; D ie Insel Perim und die Eingänge in das Roihe Meer ( Peterm . Mitt., 1858, IV, 163 v.d.), (A . G ro h m an n .) P E R S E P O L İS . [B k . I s t a h r .] P E R T E V P A Ş A , M ehmed (? — 1574), O s m a n i i v e z î r i . A slen arnavut olup ( Âl î , Ranh al-ahbär, D.-T.-C. fakült. kütüp., I. Sâib Sencer yazm., nr. 1/1783, 99“ ), enderûndan yetişti. Rikâb-ı hümâyûn ağalıklarındaki mer­ tebeleri katederek, bîr ara kapucu-başı ve ni­ hayet yeniçeri-ağası oldu ve 12 yıl bu mevki­ de bulunduktan sonra, Nahçivan seferinden dö­ nüşte (961 — 1554), Sokuİlu Mehmed Paşa 'nın yerine, Rumeli beyler-beyiliğine ve 962 (1555 ) ’de de dördüncü vezirliğe tâyin edildi. Kanûnî Süleyman ’ın oğulları Selim ile Bayezid arasında zulıûr eden ihtilâftan dolayı her iki şehzâdenin de sancakları değiştirilince, Am asya 'ya gitm ek istemeyen Bayezid 'i teskin edebilmek için, 1558 teşrin II, 'de Kanûnî ta­ rafından B ayezid 'e gönderilen Pertev Paşa, Seferi-H isar yakınlarında şehzadenin yanma giderek, Bayezid ’in tekliflerinin hepsini tekef­ fül etmek sûretiyle, onu yoluna devam etmek husûsunda iknâ v e hâdisede medhaldâr olan müfsidleri tesbit edip, İstanbul’a döndü (bk. Ş. Turan, Kanûnî 'nin oğlu şehzâde Bayezid v a k’ası. s. 58 v.d.). Ş ah Tahm âsp ile varılan anlaşma gereğince, İran ’a iltica etm iş olan Bayezid ve oğullarının teslim edilmeleri k a t i­ leşince de, 1562 yazında Kanûnî Süleyman ve şehzâde Selim nâmlarına T a h m â sp ’a tak­ dim edilecek 500.000 flori il« şâir kıymetli



PERTEV PAŞA. hediyeleri Erzurum üzerinden Kazova 'ya ka­ dar götürdü ve burada İken, Bayezİd ile oğul­ larının katledildikleri haberini alınca, hediye­ leri, şarkî Kara-Hisar beyi tlyas Bey ve Selim 'in kapucu-başısı Mahmud A ğ a ’ya teslim ed e­ rek, Kazvİn'e göndertti { ayn. esr., s. 156 v.d.)



Üçüncü ve daha sonra ikinci vezirlik paye­ lerine yükselen Pertev Paşa, Kanunî Süleyman Szıgetvar seferine çıkarken, 3.000 yeniçeri, sol bölük uiûfecileri, sağ bölük garipleri ve yeter sayıda topçu ve cebeciye serdâr tâyin ve A vus­ turya hudûdundaki Giuia (G üle) kalesinin zap­ tına me’mûr edildi. İstanbul 'dan padişahtan Önce hareket eden Pertev Paşa, Vidin, Semendire. Tam şvar sipahileri ve Eflâk, Boğdan ve Kırım kuvvetleri ile birleşerek, 5 temmuz 1566 'da Giula ’yı kuşatıp, bir aydan fazla süren bir muhasaradan sonra, burasını zaptettiği gibi, Yanua ve Vilîagos kalelerini de ele geçirdi. K ıbrıs seferi esnasında serdar Lala Mustafa Paşa, M agosa'nın zaptı için, yeniden takviye kuvveti isteyince, bir taraftan kapudan-ı der­ ya Müezzin-zâde A li Paşa kumandasında sevkedilen bir kısım donanma ile adaya top ve mühimmat gönderildiği gibi ( Başvekâlet arşi­ vi, Mühimme defteri, XII, hukÜm nr. 186, krş. İ. H. Uzunçarşth, Kıbrıs fe th i ile Lepanto [ İnebahtı ] muharebesi sırasında türk devleti ile Ve­ nedik ve m üttefiklerinin faaliyetine dâir bâzı kazîne-i evrak kayıtlan, TM, III, vesika nr. 29 ), Pertev Paşa da, Venedik ve m üttefikleri­ nin muhtemel bir hareketine mâni olmak için, deniz seferine serdâr tâyin edildi. Pertev Pa­ şa 4 mayıs 1571 (9 zilhicce 9 7 8 )’de 130 ge­ mi ile İstanbul ’dan hareket ederken ( Mühimme, XII, hüküm nr, 474), Müezzin-zâde ’ye ser­ dâr ile birleşmesi ve onun münâsip gördüğü Üzere hizmet etmesi emredildi ( İ. H. Uzunçarşıh, ayn. esr,, vesika nr. 30). Osmanh donan­ ması G irit e asker çıkartıp, Hanya taraflarını vurdu ve müttefik düşman donanmasından ha­ ber alınmayınca, Mora sularına teveccüh ede­ rek, Cerİgo (Ç u h a ), Zanta ve K efalonya ada­ larına saldırdı. Pertev Paşa Datmaçya sahille­ rinde Venedik 'e tâbi Lesina, Antîvari, Sopoto ve Dulcino ( Ü lkün ) kalelerini de ele geçir­ dikten sonra, kış yaklaşmakta olduğundan, ge­ milerin noksanlarım ikmâl etmek için, kapndan-ı deryâ A li Paşa iie birlikte, Lepanto ( İn ebabtı) 'ya çekildi. Bu sırada Don Juan kumandasın­ daki müttefik donanmasının görünmesi üzerine toplanan harp meclisinde C ezayir beyler-beyi Uluç A li ve Pertev Paşa ’iar, gemilerin insan ve teçhizat bakımından noksanlarını tebarüz e tti­ rerek, düşmanı karşılamak maksadı ile, Boğaz 'dan çıkmaması icâp ettiğini öne sürdüler ise de ( Â lî, göst. yer.-, K âtib Çelebi, Tul) fa t ahki-



553



bâr, nşr. Müteferrika, s. 92 v.d.), Müezzin-zâde A li Paşa ’yı kararından caydıramayıp, sonunda ona tâb i oldular. Böylece Osmanlı donanması 7 teşrin II. 1571 (17 cemâziyelevveî 9 7 9 )’de Lepanto limanından denize açıldı. J. v. Hammer Devlet-ı osmâniye tarihi, trk. trc. VI, 269, bk. t A , mad. LEPANTO. Muhârebenin başlamasından bir müddet sonra Osmanlı sağ kolu bozulunca, savaş merkeze doğru yayıldı ve Müezzin-zâde doğruca Don ju a n 'in kadırgasına saldırırken, Pertev Paşa da papalık filosu kumandanı Mar. cantonio Colonna'nın kadırgasına rampa e tti; fak at Sebastieno Veniero da serdarın gemisine hücum edince, iki ateş arasında kaldı. Kadır­ gası top ile batırılan Pertev Paşa, tayfalarından biri ile denize düşüp yüzerken, Haşan Bey-oğlu Mahmud Bey tarafından kanca ile kurtarılarak, gemiye alındı ve bir hizm etkâr elbisesi giyerek, P reveze’ye çıktı ve oradan da yaya olarak İnebalıtt 'ya döndü ( K âtib Çelebi, s. 94; krş. Peçevî, I, 497; A lî, 196b). Lepanto 'dan kurtulan Pertev Paşa, yeni kapudan-ı deryâ K ılıç ( U lu ç) A li Paşa ile birlikte, gemileri toplayıp, A ğrıb o z ile Sakız adaları arasında muhâfaza hizmetine me'mûr edildi ise de { t. H. Uzunçarşıh, Osmanlı tariki, III, 1 kı­ sım, s. 20 not 1), İstanbul a dönüşünde ikinci vezirlikten azlolundu ve bir kaç yıl sonra, 982 (1574— 1575 ) ’de vefat ederek, Eyyûb ’daki tür­ besine defnedildi. Pertev Paşa maktul şehzâde Mustafa ’nın dul zevcesi ile evlenmiş idi. Dürüst ve iyi ahlâk sahibi bir devlet adamı olmakla berâber, ev­ hamlı ve hattâ korkak diye tanınmış idi. Bu yüz­ den de, aslâ iyi bir serdâr olamadı. Esâsetı da­ ha Selim II. ’in cülûsunda, yeniçerilerin cüiûs bahşişi ve terak ki için çıkardıkları gürültüyü yatıştırm ağa çalışırken, Bayezid hamamının Önünde harbe ile vurularak, atından düşürül­ mesi ( Selânikl, s. 73 ) onun askerler tarafından pek sevilmediğine delâlet etmektedir. Pertev Paşa İstanbul ’da Vefâ meydanına nâzır bir saray ( Peçevî, II, 122) ve Uzun-çarşı civarında bir han ( vakıf mütevellilerinden Mus­ tafa A ğa, XVIII. asrın ortalarında bu banın yanı-başına bir mescid inşâ ettirmiştir. Bk. Hüseyin A yvansârâyî, H adikat al-cavâm ı, I, 63) yaptırdığı gibi, İzmit ’te Mimar Sinan ’ m eseri olan câmi, imâr et, hamam, kervansaray, mektep ve çeşmeyi hâvi bir küIHyesî var idi. XVII. asırda „Mahkeme camii" diye anılan İz­ mit 'teki bu camie ( bk. Evliya Ç elebi, 5 eyahat-nâme, II, 64) bugün „Yeni cuma câmii“ denilmektedir. B i b l i y o g r a f y a ı Metinde zikredilen­ lerden başka bk. bir de Mehmed Süreyya SiciU-i oşmânî, II, 37 v.d.; Mehmed b. Meb-



554



PERTEV PAŞA.



med, Nuhbat al-tavürih va ’l-ahh&r ( İstanbul, 1276 ), s. 84. 103 119,123 v .d .; Solak-zâde, Tarih, s. 573 v.d., 591, 593, 596; Kâmil P a­ şa, Tarih-i siyâsî ( İstanbul, 1325 ), I, 230, 243, 246, 253, 272; Bnsbecq, Tiirk mektupları (trc. H. Câbid Y a lçm ), İstanbul, 1939, s. 108 v.d. ( burada Pertev Paşa 'nm Düzme Mustafa isyanını bastırmağa me'mûr edildiği halikın­ daki kaydını ihtiyatla karşılamak icâp e d e r; zîra Osmanlı kaynakları bu vazifenin Sokullu Mehmed Paşa 'ya verildiği husûsunda mütte­ fiktirler ); Pertev Paşa'nm şehzade Bayezİd *e gönderilmesi ve Tahmasp 'a takdim edilen he­ diyeler için bk. bir de itffat-nüma ( Husrev Pa­ şa kütüp., nr. 341), 26b — 28 *; İ. H. Uzunçarşılı, İran şahına ilticâ etmiş olan şehzâde Bayezid ’in teslimi için Sulian Süleyman ve oğlu Selim tarafından şâha gönderilen altınlar ve kıymetli hediyeler ( Belleten, XXIV, sayı 93, s. 103— 108). ( Ş e r â f e d d İn T u ran .) P E R T E V P A Ş A , Mehmed S a ‘Id (1785 - t1837 ), O s m a n l ı u m û r - i m ü l k i y e ( dâ­ hiliye ) n â z ı r ı v e ş â i r . Hicaz 'dan Anadolu ’ya, oradan K ırım ’a ve nihayet İstanbul'a hicret etmiş bir aileye men­ sup olduğu ( bk. İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son asır tiirk şâirleri, s, 1312 ) için, kırımlı olarak tanınmıştır. Mehmed Said 1200 ( z785 ) 'de büyük babası Hamdullah Efendi 'nin D a n ­ c a ’nın Demirciler köyündeki çiftliğinde doğdu. Babası İbrahim Efendi gibi, önceleri ilmiye sınıfına intisap etmeğe karar vererek, İstanbul 'da sıbyan mektebini bitirdikten sonra, devrin ileri gelen hocalarından Mehmed A tâullah E ­ fendi 'den icazet aldı; fakat 1219 (1804 ) 'da ilmiye tarîkini terkederek, divân-ı hümâyûn rüûs kalemine girdi ve tür sene sonra da divân kalemine nakletti. Burada kîsedar A h ­ med Efendi, kalemin ananesine uyarak, ona Pertev mahlasını verdi ki, bundan sonra hep bu ad ile anıldı. Divân kaleminden sadâret mektûbî odasına geçen Pertev Efendi o sıra­ larda reis-ül-küttâb bulunan Rusçuk yaranından G âlib Efendi (.bk. mad. GÂLİB PAŞA] 'nin hima­ yesine de mazhar oldu. Onun yetişmesinde çok büyük hissesi bulunan Gâlib Efendi, Rusya ile yapılacak sulh için, 1223 sonlarında (kânûn I. 1808) Y a ş 'a ve 1811 yılı nihâyetinde B ü k re ş'e giderken, hâcegân-ı divân-ı hümâyûndan olan Pertev Efendi ’yi de maiyetine aldı, Bükreş mu­ ahedesinin akdinden sonra, âmedî odasına gire­ rek ( sadrâzamın bu husustaki telhîsi ve pâdi­ şâhın hatt-ı hümâyûnu için bk. L H. Uzunçarşılı, Osma lı devletinin merkez ve bahriye teşkilâtı, s. 57 v.d.), orada âmedciliğe yükselen Pertev Efendi 1240 muharreminde (ağustos — eylül t8*4) divân-ı hümâyûn beyçiliğine ve 1242



şftbanında ( mart 1827 ) da reis-ül-küttâblığa tâyin edildi. Pertev Efendi Mora isyânının devam ettiği ve muhtar bir yunan devleti kurulmasını iste­ yen İngiltere, Fransa ve Rusya ’nm Bâbıâlî 'yi tazyik ettikleri buhranlı bir devrede riyaset makamına gelmiş idi. Bir müddet önce yapılan A k-Kerm an anlaşmasını „halkın boğazında kıl­ ç ık " ve üç büyük devlet arasında imzalanmış olan 4 nisan 182ü protokolünü „boş bir kâğıt" telakki eden Pertev Efendi, ecnebilerin Osmanlı iç İşlerine karışmağa hakları olmadığını tebârüz ettirerek (krş. Ahm ed Lutfî, Tarih, I, 79 v.d., 90 v .d .), üç devlet elçilerinin verdikleri notaların reddedilmesinde başlıca âmil olduğu gibi, rusların hududu tecâvüzleri üzerine, onlara karşı harp açılmasını isteyenlerin de başında bulundu. Hattâ Mahmud II. tarafından ruslar ile uyuşulmasmı talep eden Keçeci-zâde İzzet Molla 'nin meşhur lâyihasına bir reddiye yaz­ makla vazifelendirildi ve o tarihte beylikçi bu­ lunan Âkİf Efendi [ bk. mad. ÂKİF PAŞA ] 'nin kaleme aldığı bu reddiyeye lüzumlu gördüğü ilâveleri yaptı ( bk. Lutfî, I, 402— 409; A tâ, Tarih, III, 267— 275). Yine aynı kanâat ile rus­ ların 1829 yazında giriştikleri sulh teşebbüsü üzerine, İstanbul 'a gelen Prusya generali Müffling ile yaptığı mülakatta sulha temayül gös­ termediği gibi ( Başvekâlet arşiyi, Hatt-ı hümâ­ yûn vesikaları, nr. 42727 ), Mahmud 11. 'un emri ile toplanan umûmî meşverette de, sulhun 9 ay sürmeyeceği mülâhazası İle ruslar ile müzâke­ relere girişilmesinin aleyhinde bulundu (L u tfî, II, 86). Bununla beraber, o meşverette sulhun çâresine bakılmasına ittifakla karar verilince, İngiltere, Fransa ve Prusya elçilerinin de yar­ dımları sayesinde mümkün olduğu kadar müsait şartlar altında, bir sulh yapılmasına çalıştı (Başvekâlet arşivi, ayn, esr,, nr. .43146, 43159, 43180). 14 eylül 1829‘da imzâlanan Edirne mu­ ahedesinden dolayı, ecnebî elçiler Pertev Efen­ di 'yi tebrik ettiler ise de, sulh şartlarını çok ağır bulan ve İngiltere ile Fransa ’nin tavassut­ ları ile bunların tâdil edileceğini ümit eden Mah­ mud 11. reis-ül-küttâbın bunun te ’mlni için ça­ lışmasını em retti. Her ne kadar Rusya, P eters­ burg mukavelesi ile (26 nisan 1830), 10 milyon altın olan harp tazminâtmın 2 milyonunu al­ maktan vazgeçti ise de, Edirne muahedesinin hükümleri tâdil edilmek şöyle dursun, üstelik Bâbıâlî müstakil bir yunan devleti kurulmasına dâir üç devlet arasında yeniden imzâlanan 3 şubat 1830 tarihli Londra protokolünü kabûl etmek zorunda kaldı. Bundan son derece mü­ teessir olan ve bunu iş başında bulunan m emûrlar ile neticenin nereye varacağını farketmeyen halkın gayretsizliği ve dinsizliklerine



PERTEV PAŞA. yükleyen Mahmud II. ( krş. L ütfî, II, 14 ) 1830 nisanı sonlarında Pertev Efendi ’yi reis-ül-küttâblıktan azletti. Buna rağmen. Pertev Efendi, bîr müddet son­ ra meelis-i hâssaya me’mûr edildi ve Mısır va­ lisi Mehmed A li Paşa 'mu Girit isyanının bas­ tırılmasına yardım etmesini, Rusya 'ya ödene­ cek harp tazminatına iştirakini ve Mısır sâliyânesinin arttırılmasını te ’min etmek gibi, husû-, sî bir va2İfeile Mısır ’a gönderildi. 1246 yılı mu­ harrem ayı başlarında (temmûz 1830) âmedî hulefâsindan Reşid Bey { Mustafa Reşid Paşa ) ’i maiyetine alarak, Kahire ’ye giden Pertev Efen­ di, G irit 'in kendi uhdesine verilmesi hususun­ da isrâr eden Mehmed A li Paşa 'dan, cîb-i hü­ mâyûn için, 20.000, ordu masrafları için de, Mı­ sır taksitlerine zam sûretiyle, 5.000 kese akçe göndereceği ve gelecek yıl bunu münâsip bir mıkdar daha arttıracağı vaadini alarak, bir ay sonra İstanbul’a döndü ( i ! safer 1246— 1 ağus­ tos 1830 tarihli lâyihası için bk. A li Fuad, Mı­ sır vâlisi Mehmed A li Paşa, TTEM , 19 (96), s- 75— 84). Pertev Efendi, Mısır ’da gördüğü hizmetine mükâfâten, Mahmud II. tarafından murassâ bir kılıç ile taltif ve bir müddet sonra da sadâret kethüdâlığına tâyin edildi. 23 zilkade 1251 ( 11 mart 1836) tarihinde sadâret kethüdâlığı umûr-ı mülkiye nazırlığına tebdil edilince. Pertev Efen­ di de, vezâret ve müşirlik rütbesi ile, fakat erbâb-ı seyfe mahsûs olan paya unvSnını kul­ lanmamak şartı ile, umûr-ı mülkiye n izırı oldu. Ancak o senenin nisanında A kif Efendi ’nin ayrılması ile, sabık sadâret kaymakamı Ahmed Hulûsî Paşa, Paşa unvânı île umûr-ı hâriciye nazırlığına tâyin edilince, ona kıyâsen umûr-ı mülkiye nâzın Pertev Efendi ’ye de paşa un­ vanı verilmesi irâde olundu (krş. L utfî, V , 48). Bu suretle Pertev Paşa ikbâlinin zirvesine ulaşmış idi. Sık-sık onun konağına yabut yalısına giden Mahmud II., 1253 (1837 ) senesi rikâb merasiminde kendisini kıym etli bîr kılıç ile taltif ettiği gibi, yeni bir konak yaptırması için de Ç ifte Saraylar 'ın bulunduğu arsayı ih­ san etmiş idi. Bir taraftan pâdişâh nezdindeki mevkii, diğer taraftan devletin umûmî siyâse­ tine te s ir edecek derecede nufûzlu bir vezir olarak tanınması. Pertev Paşa 'ya halk arasın­ da „tuğsuz pâdişâh" denilmesine yol açmış ve başta, eskiden beri kendisinin muarızı bu­ lunan sâbık reis-ül-küttâb A k if Efendi olmak üzere, rakiplerini harekete geçirmiş idî. Per­ tev Paşa, reis-ül-küttâblığından beri, dâimâ Osmaniı devletinin inkırazını istihdâf eden rus dostluğunun aleyhdân ve Rusya ’ya karşı Ingil­ tere ’ye istinat etmek isteyen bir devlet ricâll olarak biliniyordu. A k if Efendi ve diğer muâ-



rızlarına göre ise. Pertev P a ş a ’nın bütün emeli infirad ve istiklâlini tahsilden ibaret olup, dev­ leti iğfâl etmek için bir İngiliz politikası çıkar­ mış idi. Hele paşanın mabeyin ser-kâtibİ bulu­ nan dâmâdt Vassaf Efendi 'nin bâzı rüşvet ve İrtikâb işlerinde medhaldâr olduğu hakkmdakî şayialar muhaliflerine başka bakımlardan da hü­ cum imkânını vermiş idi. Yine A k if Efendi 'ye nazaran Pertev Paşa, dâmâdı ile ittifak ederek, para toplamak gayretinde idi. Pertev Paşa mu­ haliflerinin bu faaliyetlerine 1837 nisanında Bulgaristan dâhilinde bir seyahate çıkan Mah­ mud II. aleyhine İstanbul 'da bir sûikast tertip edildiği ve umûr-ı mülkiye nâzırı ile adamları­ nın bunda iştirâklcri olduğu rivâyeti de { krş, M. B. Poujoulat, Voyage en VAsie Mineure, Paris, 1841, I, 227 v. d.) ilâve edilince, pâdişâ­ hın seyâhatten dönüşünden bir kaç gün sonra ser-kâtip Vassaf Efendi bir bahane ile İstan­ bul 'dan uzaklaştırıldı. Lâkin A k if Efendi bun­ dan sonra da boş durmadı ve mâbeyine arıza­ lar takdim ederek, Pertev Paşa ’yı devletin uğ­ radığı musibetlerin mes'ûlü olarak göstermeğe, hattâ onun azli ile iktifa eylemeyip, sürülmesi icâp ettiğini belirtmeğe çalıştı ( bunlardan cemâziyelâhır I253=eylûl 1837 tarihli olan arîza için bk. Lutfî, V, 156— 159; tarihsiz olan İkin­ cisi için bk. Mnharrerât-ı husûsiye-i A k if Pa­ şa, s. 26— 31). Nihayet bütün bunların te’siri ile Pertev Paşa 11 cemâziyelâbır 1253 (12 ey­ lül 1837 ) ’te azil ve Edirne'de ikamete me’mûr edildi. Umûr-ı mülkiye nâzın olarak, hasırımın mev­ kiini elde eden A k if Paşa, Takvim-i vehâıjî 'de neşredilen Pertev Paşa ’nın azli sebeplerini, arîzalanm andırır bir üslûp ile, bizzat kaleme aldığı gibi, bu azli tamâmiyle kendi zaviyesin­ den izah etmek İçin d e , T absira’sım yazdı. Bununla da iktifâ etmeyen A kif Paşa, rakibini tamâmiyle ortadan kaldırmak için, „şerr için yaratılmış âdemin bekası şer’an dahi câiz ol­ madığı" ve eğer pâdişâh tarafından irâde edi­ lecek olursa, Edirne valisi Emin Paşa 'nın, bir yolunu ve çâresini bulup, Pertev Paşa ’nın giz­ lice hakkından geleceği husûsunda mabeyne yeni arîzalar takdim etmekten geri kalmadı (bk. Reşad Kaynar, Mustafa R eşid Paşa ve tanzimât, s. 31 v.d.). Neticede Mahmud II. ’un müsâadesi ile mâbeyinden Emin Paşa ’ya yazılan gizli tezkire yine A kif Paşa tarafından Edirne 'y e gönderildi (ayn. esr„ s. 35 ) ve bunun üzerine Pertev Paşa, bir akşam vâli Emin Paşa tarafın­ dan hükümet konağına dâvet edilerek, orada boğduruldu ( şaban 1253 sonları= ı837 teşrin II. sonları). Böyle olduğu hâlde, 5 ramazan 1253 (3 kânûn I. 1837 ) tarihli Takvim-i vekayî ’de. onun, mübtelâ olduğu hastalığın nüksetmesi



556



PERTEV PAŞA -



PEŞÂVER.



ile, füceeten öldüğü ilân edildi. Cenazesi me­ zum Pariser Tractat vom Jahre 1856 ( Leip­ rasim ile kaldırılarak, Edirne ’de Seyyid Celâzig, 1866 — 1867 ), i. kısım, 38 v.d., 136, leddin türbesinin yanma defnedildi. Kabrinin 255 v.dd. 261; N. lorga, Geschichte des OsMahmud II. 'un emri ile hazînece yaptırılması, martischen Reiches (G o tb a , 1913), V, 324, ayrıca muhallefâtının ve vereselerinin uhdelerin­ 326, 356 372, 378, 384, 417 5 Jouannin-van deki eshamın ailesine terkolunması ve usÛlen Gaver, Turquie ( Paris, 1840), s. 43» v .d .; E. mîrîye alınması lâzım gelen yıllık 46.000 ku­ Driault-M. Lhéritier, Histoire diplomatique ruşluk zeametinin de iki oğluna tevcih edil­ de la Grèce (P aris, 1925), I, 361— 364, 369, mesi, pâdişâhın Pertev P a şa 'y i istemeye-iste371— 378, 386— 393. 4o6 v.d., 421 v.d., 434— meye katlettirdiğine ve katli hakkmdaki irâde­ 448 ; II, 10 ; G. Noradounghian, Recueil d ’A c­ nin tatbik edilmemesi için gönderttiğİ rivâyet tes Internatinaux de V Emp re Ottoman ( Pa­ edilen ikinci bir postanın geç kalmasından ris, 1900 ), II, 144— 160 » Şerâfeddin Turan, (M. K. İn al,ayn. esr.,s. 1319) dolayı nedamet 1829Edirne andlaşması ( Ankara D. T. C. fak. duyduğuna delâlet etmektedir. dergisi, 1951, IX, sayı 1 — 2, s. u z — 151 ); Pertev Paşa, bir devlet adamı olarak, me’mûr Kâmil Paşa, Tarih-i siyâsî (İstanbul, 1325), an ’anesine bağlı kaldığından dolayı, muasırı m , 113, 1x5, 116, 161; Abdurrahman Şeref ecnebî elçiler ve müşâhidler tarafından muha­ Tarih-i devlet-i osmâniye (İstanbul, 1312), fazakâr zümrenin reisi olarak kabul edilmiş İdi. II, 470 ; İhsan Sungn, Mahmud II. ’un izzet Ancak onun Mahmud II. 'un islâhâtını dâimâ Molla ve asâkir-i mansûre hakkında bir hat­ desteklediği ve hele tanzimat devrinin en ileri tı ( Tarih vesikaları, 1941, 1, sayı 3, s. 162— sîmâsı olan Mustafa Reşid P a şa 'y i himayesine 183 }. ( ŞERÂFEDDİN TüRAN . ) alarak yetiştirdiği nazar-ı itibâra alınırsa, bu P E R V  N E . (Bk. MÜÎN-ÖD-DİN.] kanâatin daha ziyâde yabancıları imparatorlu­ P E S A N T R E N . (Bk. p a s a n t r e n .] ğun dâhilî meselelerine müdâhale ettirm ek P E Ş A V A R . (Bk. p E ş â v e r .] istemeyen Pertev Paşa 'nın davranışından neş’et P E Ş Â V E R . P E Ş A V A R , eski Britanya-Hinettiğini kabûl etmek gerekir. Filhakika Per­ distanı 'nda, şimâl-i garbî hudut eyâletinde bir tev Paşa, rûm isyanı ve rus harbi esnasında i d â r î b ö l g e ( tahsil ) ve ş e h i r . 71° 25' ile Bâbıâlî 'nin haklarının en hararetli müdâfii idi. 72° 47' şark tülü ve 33" 40' ile 34° 3 1' şimâl ar­ Lâkin bunu İngiltere, Fransa ve Rusya 'nın zı arasında bulunan bu bölgenin mesahası 2.637 menfaatleri ile te’lif etmek imkânı bulunmadığı ingl. mili murabbaı ve 1931 sayımına göre, nü­ için, bu siyâsetinde muvaffak olamadı. fusu, 92 % 'sı müslüman olmak üzere, 947.321 D iğer taraftan Pertev Paşa, şâir hüviyeti ile, İdi. Bu bölge şarkta Indus nehri ile Pencâb ve devrinin su!tan-üş-şuarâsx olarak kabûi edilmiş H a za ra ’den; cenûb-i şarkîde, N ilâb G aşa dağ idi. Divân ’ 1 ölümünden 3 yıl sonra (1256=1840) silsilesi ile K ö h â t'ta n ayrılm aktadır. Bu böl­ hem Bulak 'ta, hem de İstanbul 'da tab 'edil­ ge, diğer cihetlerde, kabileler ile meskûn arâzi miştir. Edirne 'de sürgünde iken başına gelen­ ile hudutlamr. Cenûpta Haşan Hël ve Köhât leri anlatmak için, Kara kafa adını verdiği bir geçidi A frid ile ri ( b. bk.], garpta Hayber A frisale yazdığı rivâyet edilmekte ise de f M. K. rid ileri ve M ullagoriler [ b. bk.] bulunur, Ş i­ İnal, ayn. esr.,s. 1323), bu eser bulunamamıştır. mâl cihetinde Kabul nehrinin ötesinden S vât Husûsî hayatında, adam yetiştirm eğe çalışan, ırmağına kadar Mohmand £ b. bk.] 'm muhtelif cömert ve derviş-meşrep bir şahıs olarak tanın­ boylan yayılır. Bölgenin şimâl tarafı uzunla­ mış idi. Mürşidi A li Behçet E fen d i’ nin medfûn masına, Utman Hël, S v ât ve Buner Yüsufzay, bulunduğu ve Selim HI. tarafından inşâ ettiril­ Hudu Hël, Gadunlar ve Utmânzaylarm arazisi miş olan Üsküdar 'daki Selimiye zaviyesinin ile hem-hudûttur. Bu hudûdun tarihinde meş­ etrafına derviş hücreleri, yemekhane, kütüphane hur olan dağ geçitleri bu bölgeyi civar kabile­ v.b. yaptırmış ve dergâh, Mahmud II. 'un da lerin yaşadığı bölgelere bağlamaktadır. Şİmâl-i iştiraki İle. 13 şâban 1251 (4 kânun I. 1835) şarkîde bulunan Mora, Şâko t ve Mafakand bo­ 'de merasimle açılmıştır. Buradaki kütüphânesi ğazları S v â t 'a geçit verir. Tarihî Hayber g e ­ sonradan Millet kütüphanesine nakledilmiştir. çidi bu bölgenin Efganistan ile irtibatını sağ­ B i b l i y o g r a f y a . ' . Metinde gösteri­ la r ; cenûpta ise, K öhât geçidi, C o vak i yarım­ lenlerden başka bk. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i adası diye tanınan bir kabîle bölgesi üzerinden, osmânî, II, 38; Mehmed Tâhır, Osmanlt K ö h â t'a komşu bölgeye geçme imkânı verir. m üellifleri, II, 114; Fatin, Tezkire { İstanbul, Peşâver bölgesinin, eski sanskrit ve Strabo, 12 71), s. 24 v.d.; E. J. W. Gibb, A History A rrîan ile Batlamyus 'un eserlerinde zikri ge­ o f Ottoman Poetry (London, 1905), IV . 332 çer. Önceleri burası eski buddhîst GandhSra — 3 3 5 ; G- Rosen, Geschichte der Türkei, von devletinin bir kısmını teşkı? ediyordu. Nite­ dem Siege der Reform im Jahre 1826 bis kim Hayber geçidinden S vât vadisine kadar,.



Î>EŞÂVEft. bu bölge bugün de harap buddhist stupa ’Ları ile dolu bulunmaktadır. Bunlardan başka, bir de buralarda yapılan hafriyatta bir çok yunan* buddhist heykelinin en güzel nümûneSeri mey­ dana çıkarılm ıştır ; A ço ka tarafından kayala­ ra kazdırılan fermanlardan biri de Şâhbâzgarha mevkiinde, Yüsufzay memleketinde, bulunmakta­ dır. V . asrın haçlarında Fa-hien gibi, VII. asır­ da Hiuen Tsang da buranın ahâlisini budizm sâlikleri olarak bulmuşlardır. Puruşapura şeh­ rinin Kanişka memleketinin merkezi olduğuna dâir hâtıra muhafaza edilmektedir. A sırlar bo­ yunca devam eden bir sükûttan sonra, niha­ yet İslâm fethi devrine giriyoruz; XIII. ve X VI. asırlar arasında efganistanlı kalabalık Pathân kabileleri aş.-yk. son devirlerin şimâl-i garbi hudut bölgesine tekabül eden araziyi İs­ tilâ ve fethettiler ( T. C . Plov/den, Kalid-i A f ghant bâb I— V ; Târih-i murassa Man münteh a b â t). Yerli rivayetlere göre, X V. asrın sonlarına doğru, iki kuvvetli PaŞhân kabilesi, Kahay ve G öriya Pieller o zamana kadar yaşadıkları yer­ lerden, C alâlâbâd vadisi ve Safid köh yamaç­ larına doğru, Kâbil etrafındaki dağlık araziye göçtüler. Kahay kabilesinin en mühim kolları­ nı Yüsufzay G ugiyani ve Tarklânriler teşkil ediyordu. G öriya Kel kabilesi ise, S koldan iba­ ret i d i: Mohmand, H alil, Dâ'ûdzay, Çamkanni ve Zerâni. Yüsufzaylar son zamanlardaki Peşâver bölgesine girerek, burasının ahâlisi olan Dilazâkları yerlerinden çıkardılar ve Kâbil nehrinin şimâli ile Hoti Mai'dân 'ın garbında bulunan bölgeyi ellerine geçirdiler. XVI. asrın ilk yıllarında G öriya K e lle rd e Hayber civarına gelmiş bulunuyordu. Nihayet bu iki kuvvetli kabile, bâzılannı S vât Köhistân 'a itip, Dilazâkları da indus 'un öte tarafına atarak, bura­ daki yerli ahâliyi topraklarından çıkardılar. Ğ öriya Hel sonraları Kahay kabilesini buradan çıkarmağa teşebbüs etm iş ise de, Yüsufzay ka­ bilesi tarafından kat'î hezimete uğratılm ıştır. Peşâver bölgesi orta A sya ’dan gelen ordu­ ların yolu üzerinde bulunduğundan, tarihi de Pencâb 'ınkine çok benzemektedir. Hudûdun bu kısmında oturan Pathânlar Hindistan ’m İslâm hükümdarları için bir sıkıntı kaynağı teşkil et­ tiler ; burası ismen Hind-türk imparatorluğuna dâhil olmakla beraber, hiç bir zaman tamâmiyle itâat altm a alınam am ıştır; hattâ A kbar ve A vran gzib bile K âbil yolunun açık bulun­ ması ile iktifâ etmişlerdir. Hind-türk impara­ torluğunun sukutu üzerine, bu bölge Ahmed Şah tarafından kurulmuş olan Durrâni devle­ tinin bir parçası olmuştur. Onun zayıf halefleri zamanında devlet kudretini kaybedince, XIX. asrın başlarında Peşâver Pencâb sîkhieri tara-



fmdan ele geçirilmiştir. Sikh hâkimiyeti tasav­ vur edilebilen en kötü İdâre tarzı olup, Peşâ­ ver onların İtalyan generali olan A vitable 'in sert yumruğu altında inlemiştir. Pencâb'ın 1849 'da ilhakı ile, Peşâver vadisi de Britanya hâ­ kimiyeti altına girdi ve bu durum ı ç o ı ’ de şiroâl-i garbi hudut bölgesinin teşekkülüne ka­ dar, Pencâb 'm ayrılmaz bir parçası olarak kaldı ( Britanya İdâresinin mufassal bir tasvirî ile hudut kabileleri üzerine yapılan muhtelif seferler için bk. C. Collin Davies, T h e Problem o f th e N o rth -W e st F ro n tie r). Bu bölge bir de „kırm ızı göm lekliler" hareketinin müessisi olan ‘A bd al-G affâr Han 'ın faaliyetine sahne ol­ muştur ; bu hareket, Gandhi 'nin zor kutlanma­ ma esâsına sâdık kalmak istemekle berâber, Peşâver vadisindeki sulhü çok ciddî bir şekil­ de tehdit etmiştir. Şimâ)-i garbı hudut eyâleti 'nin de merkezi bulunan Peşâver şehri [152.000 ( 1954 )] nüfusa mâlik olup. Bâra nehrinin sol sahili yakının­ da ve Hayber geçidinin aş.-yk. 21 km. şar­ kında bulunmaktadır. Hindistan ile Efganistan arasındaki esâs yol üzerinde yer alan bu ticâ­ ret merkezinin ehemmiyeti, 1925 ’te Hayber demir-yolunun açılmasından sonra, daha da artmıştır. Şehrin 16 kapısı her gece kapanır ve daha güneş doğmadan tekrar a çılır; en gü­ zel semti Andarşahr olup, burası varlıklı hindûlar tarafından kurulmuştur. Şgh Cihan za­ manında vali bulunan Mahâbat Han 'ın bu semtte, beyaz mermerden yüksek minareleri ile göze çarpan camii vardır. Şimâl-i ga rb i tara­ fında BSIâ-Hişâr adını taşıyan bir müstahkem mevki şehre hâkim bulunmaktadır. Şâhi Bağ *1, geniş ve gö lgelik arazisi ile, ilk baharda halk için en güzel bir mesire yeri teşkil eder. KişşaHvgni pazarının şöhreti, bütün hudut bölge­ sinde olduğu gibi, memleket dışında da yay­ gındır. Şehrin 3 km. garbında, eyâletin en mühim askerî mmtakası ( nüfusu : 34.426 ) bulunur. Bu­ nun 4,5 km. daha garbında meşhur İslâmiya mektebi vard ır; burası müslümanlar tarafın­ dan te ’sis edilmiş olmakla berâber, kapısı bil­ gi arayan bütün mezhep ve içtimâi sınıflara açık bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a - . C . Colin Davies, T he Problem o f the N o rth -W est Frontier ( 1932 );



ayn. mi!., B ritish R elations with th e A fr id is o f the K h y b e r and T ir a h { A rm y Q uarterly, Janvier 1932); M. Foucher, N otes sur la g é ­ ographie ancienne du



Candhara



(19 0 2 );



F ro n tier an d O v erseas E xp ed ition s fr o m In ­ dia ( 1907 ), I ; S uplem en t A ( 1910 }; Im perial G azetteer o f India, bk. Peshawar ; H. R. Ja­



mes, R eport on the S ettlem ent o f the P e­



PEŞÂVfiR — PÎR. shawar District (1 8Ö5) ; North-W est Fron­ tier Province Administration Reports (yıllık ); W. H. Paget ve A . H. Mason, Record o f E x­ peditions against the N . W. F. Tribes since the annexation o f the Pan jab (1885); Pan­ jab Administration Reports ( y ıllık ); Pesha­ war District Gazetteer ( 1933 }, cild A ; T. C. Plowden, Kalid-i A fg h a n i (1 8 7 5 };H. Priestly, ¡¡Jayat-i A fg ha n i (1874). (C . C o l Lit! D avies.)



PEŞTE. [B k . BUDAPEŞTE.] PEŞT Û . [ Bk. EFGANİSTAN.] P E ŞV A . [ Bk. ptşvÂ.] PETERVARDEtN. [ Bk. petrovarad In.] PETRO VARA DİN. [ Bk. varadîn .] PİE. [ Bk. PÂT.] PlNANG ( veya P u la u PiNANG), M a l a y a y a r 1 m-a d a s i n i n g a r b ı n d a , 5* *4' şimâl arzı ve ıoo° s ı ' şark tülünde bulunan bir ada olup, mesahası 276 km2, 'dir. Yanm-adadan 3— 16 km. genişliğinde bir boğaz vâsıtası ile ayrık mıştır. Pinang şehri yarım-adadan 4 km. açıkta adanın şimâl-İ şarkî çıkıntısı üzerinde kurul­ muştur. Resmî adı olarak kullanılan Prince of Wales adası ve Georgetown İsimleri hiç tutunmamış ve sâdece resmî vesikalarda kal­ mıştır. A da 1786 yılında, her sene ödenen bir ücret karşılığında, kaptan Light ile yapılan bir anlaşma ile, Ködah sultanından, Şark-Hînd şir­ keti ( East India Company ) İçin alınmış ve ay­ nı yıl orada ie'sisler kurulmuştur. Burasının şark denizlerinin bir antreposu olacağı ümit edilmiş idi. O esnada ada hemen-hemen gayr-i meskûn idi. Kısa bir zaman sonra sürgün yeri olarak kullanıldı. Burası 1857 'ye kadar Hindis­ tan için sürgün yeri olarak kaldı. 1805 'te ayrı bir eyâlet hâline getirildi. 1826 ’da ise, ada Sin­ gapur ve Malaya İle birleşti ve Pinang hükümet merkezi oldu. 1837 'de Singapur merkez oldu. 1867 'de geçit yerleri kıraliyet kolonisi hâline ge­ tirildi. O tarihten itibaren Pinang geçitler ida­ resinde mes'ûl bir mümessilin îdâre kontrolü al­ tına girmiş idi. Kendisine Malaya sivil idâre me’mûrları yardım etmişlerdir. Toplantılarını Sin­ gapur ’da yapmakta olan koloni teşriî meclisi­ nin gayr-i resmî üyeleri, koloniler vekâletinin tâyini ile, Pinang 'ı temsil etmek üzere, vazifelen­ dirildiler. Pinang ’m mükemmel bir limanı vardır ve bir uğrak yeri olarak mühimdir. Felemenk, şarkî Hind adaları, Singapur, Hindistan (İngi­ liz) v. b. ile muntazam vapur seferleri vardır. Birleşik Malaya devletleri demir-yollari, karşı­ daki sâhilde nihayet bulmaktadır. Bununla be* râber ticâret, liman rüsûmatı bulunmayan Sin­ ga p u r’un yakınlığından dolayı, zarar görmekte­ dir, Hâlen ada iyice gelişmiş durumda olup, nüfusu da sür'atîe artmaktadır. Çoğu Malaya



ve Sumatra asıllı olan malayalıtar da mevcut ise de, nüfûsun büyük bir kısmını çinliler ve tamiller teşkil eder. Bunların hepsi şâfiî mez­ hebine nıensûp müslümanlardır. — Yarım-adamn sahili karşısında şerit şeklinde bir arazi olan Wellesley eyâleti Pinang ’ın bir kısmını teşkil eder. Burası, yıllık bir ödeme karşılığın­ da, Ködah sultanından 1800 yılında alinmiş olup, 1874 ’te Perak sultanından satın alınan mıntakayı da içine alır. Toprak iyi işlenm iştir; çin­ liler ve avrupalılara âit büyük mâlikâneler var­ dır. Yakın bir zamana kadar yarım-ada top­ rakları ve komşu adalar üzerinde bulunan ve Dinding adası olarak anılan ikinci bir arâzi şe­ ridi bunun bir kısmım teşkil etm ekte idi. Burası Perak tarafından terkedilmiş id i; sonra tekrar bu devlete iade edilmiştir. 1921 sayımına göre, bütün bu iskân yerinin nüfusu, Dinding dâhil, 304.000 ve şehirinki 123.000 idi. Müslümanla­ rın sayısı bilinmemektedir. B i b l i y o g r a f y a : Memoir o f Captain Francis Light { Journal Straits Branch, R, A . S., nr. 28, s. 1 v.dd.); F. A . Thomasz, A school geography and history o f Penang (S in ga­ pore, 1906 ); Malaya ( nşr. R. O , W in sted t), London, 1923. ( R. A . K e r n .) P ÎR . PİR ( f .) , aslında y a ş İt, i h t i y a r mâ­ nasında olup, arapçadaki şayh [ b. bk.] kelime­ sine tekabül eder (TahSnavi, K aşşâf, e . i$ 5 4 ) . Başka kelimeler ile birlikte, pır-i dihkân ( es­ kimiş şarap ), pîr-i Sarandib ( Âdem ) gibi, bir çok terkiplerde kinâye yolu ile başka mânalar taşıyan yeni kelimeler vücûda getirilm iştir ( Vullers, Lexicon Persico-Latinum, Bonnae ad Rhenum, 185s, 392a v.d.; F. Steingass. Persian-English Dictionary, London, 1932, 2. tab., s. 264 v.d.). Bâzan da bir yer adı ile birlikte, orada yaşayan meşhûr bir zâta unvan olmuştur ( pır- i Kan'Sn= Ya'kûb, pir-i H e r i= A bd A l-lâh-i An s a r i). Ş erîatte, umûmiyetle, 40 veya 50 ’sini aşkın kimseler p 1 r, yâni y a ş l ı kabûl edilir { TahS­ navi, s. 731; KâmSs tercümesi, IV, 7 7 ). Bokrat [ h. bk.] ise, 41— 47 yaşları arasında olan­ ları p i r (y a ş lı), 47 ’den sonraki yaşlarda olan­ ları ise, çok yaşlı ( karim ) saymaktadır ( bk. Mas’üdİ, MUrûc al-zahab, s. 130). Bu sonun­ cuya 50 ’den sonra, kuvvetleri tükenmesi ba­ kımından, pir-i fa n i ( al-şayk al-fSni ) unvanı verilir. Tasavvufta p ir , Tanrı yoluna sülük eden, korkulu ve tehlikeli yerleri bilip, müride doğru yolu ve faydalanacağı veya zarar göreceği şey­ leri gösteren kimsedir ( K aşşâf, s. 735). Bun­ dan dolayı, p ır ’e murşid de denilir ( bk. Ömer Karakaş-zâde, N ur al-hudâ li-man ihtadâ, s, 205). Sûfîiere göre, pirler her bakımdan ■ter­



P lá -



P1RÎ MÉHMÉD P A ŞA .



temiz. Tanrının sevgili kullan olup, Tanrıyı kullarına, kullan da Tanrıya sevdirdikleri gibi, Peygamberin nâibî ve kavminin nebisi mesâbesindedirler ( Minhac al-fukara', s. 28). Ken­ dilerine bir tarikat izafe edilenlere ise, pîr-i tarikat unvanı verilir. Bir kısım tarîkatlerde (h alveti), tarikat kumcusu pir-i avval, ondan sonra gelen ve tarîkatîn inkişâfında aynı dere­ cede ehemmiyetli olan ikinci şeyh de pir-i gani olarak anılır {bk, S. Vicdanî, Tomar-i tarâk-i alîyeden halveti ye, İstanbul, 1338— 1341. s. 20 v.d, ve 23). Tasavvuf erbabı arasın­ da pirler dört kısma ayrılmıştır: 1. sâlik-i ş ir f, şeriat ve tarikat bakımından âlim de olsa, nefsânî sıfatlar kendisinden tamâmiyie gitmediği için, kendisine intisap etmek doğru değildir. 2, maczüb-i ş ir f, İlâhî cezbeye tamâmiyie da­ lıp, fenâ bulduğu için, irşâdda bulunamaz; bu bakımdan onun arkasından gitm ek de câiz de­ ğildir; 3. sâlik-î maczüh, başlangıçta çok miicâhede, riyazet, ibâdet, tâat ve hizmet ile iavhid-i zât ve ş i f ât 'a mazhar olup, vahdet zevki meşrebine üstün gelen Ve bu sûretle mestlikle kalıp, ayık hâli az bulunan, her türlü telvinden tamâmiyie boşalıp, sükûn bulmayan pirdir; bu­ na uymak da doğru değildir; 4. maczüb-i salık, kendilerinde sülükten önce cezbe bulunan ve sülüklerinin başlangıcında rûhları İlâhî cezbe ile avlanan ve her an Tanrının tecellîlerine mazhar olup, beşeriyetten sıyrılan, mahv ve fenadan son­ ra talipleri irşâd ve sâlikleri ikmâl etmek için, mestlikten tekrar ayrılan kimselerdir. Bunlara uymak câ izg örü lm ü ştü r (Minhac al-fukarS, s. 28 v.d.). Sûfîler arasında dört pîr ( çahâr p i r ) tâbiri ile ise, 'A li ’nin kendilerine hilâ­ fet hırkası verdiği Haşan, Husayn, Kumay! b. ZiySd ve Haşan Başri kasdedilir (K e şşa f, s. 7 3 7 ).



A h î teşkilâtında ise, esnaf zümrelerinden her birini himaye eden velîye p î r denilir { Abdülbâkî Gölpınarlı, Islâm ve türk illerinde fütilvvet teşkilâtı, İstanbul Üniv., İktisat fak. meem., 1950, XI, 9 1). . B i b l i y o g r a f y a '- Muhammed ‘A la ’ al-Tahânavi, K a şşa f iştilühât al-funun (K alküte, 1862); Rusüh al-Din İs m â 'ilb . Ahmed al-Ankaravİ, Kitâb minhac al-fukara ( İstan­ bul, 1286); Vahidi, Hvâca-i cihan va natica-i can { Süleymâniye, Hâle t Efendi kütüp., nr. 242); Karakaş-zâde Öm er Efendi, Nar al-hudü li-man ihtadâ ( İstanbul, 1286). ( T a h s In Y a z i c i .)



P ÎR , [ Bk. PÎR.]



.•Pîr! m e h m e d PAŞA.



PİRİ m eh m e d



P A Ş A (?— 1532), O s m a n i ı s a d r â z a m ı . P î r yahut p i r i lekabı ile tanınan Mehmed Paşa meşhur müderris Cemâleddin A ksarâyî



’n:n ahfâdındandır. Ulemâdan olan babası Muhyiddin Mehmed Çelebi, Konya A ksarayı 'ma Osmaniı topraklarına iltihâkından sonra teh­ cire tâbi tutularak, Amasya ’da iskân edilmiş id i; fakat Piri Mehmed 'in doğum tarihî ve do­ ğum yeri ( A ksaray veya A m asya) k a f i olarak belli değildir (bk. Süreyya, Sicill-i osmânî, II, 43; Hüsâmeddin, Amasya tarihi, 1, 106; krş. Osman-zâde Tâib, H adlkat al-vuzara , s. 23). A m a sy a ’ da medrese tahsilini tamamlayan Piri Mehmed, mahkeme-i şer’îyeye kâtip olarak gir­ di ve kısa bîr müddet sonra baş-kâtipliğe yükseldi. Bayezİd II .’in cülûsu üzerine, Am as­ ya ulemâsı ile birlikte, İstanbul 'a geldi ve evvelâ Sofya ve sırası ile Silivri, Siroz ( Serez, 904=1498/1499) ve G alata kadılıklarında bu­ lunduktan sonra, İstanbul 'da Fâtih Mehmed imareti mütevellisi oldu. Fakat bir müddet sonra, ilmiye tankından ayrılarak, hazine def­ terdarlığına tâyin edildi (9 1 4 = 1 5 0 8 ’de defter­ darlığı için bk. M. Tayyib Gökbilgin, X V .— X V I, asırlarda Edirne ve Paşa livası, İstanbul, 1952, s. 92 v.d., 95, 103, 106). Yavuz Selim ’in Çaldıran seferine Rumeli defterdarı ( şıkk-ı evvel veya baş-defterdâr} olarak katılan P iri Mehmed Çelebi, iâşe ve menzil hizmetini ifâda büyük bir liyâkat gös­ terdiği gibi, muharebe meydanına varıldığı gün yapılan meşverette, orduda bir çok Şah İsmail tarafdarmın bulunması ve yeniçerilerin itaat­ sizlikleri dolayısı ile, ertesi günü beklemeden, hemen muharebeye girişilmesi lâzım geldiğini tebarüz ettirmek sûretiyle de, pâdişâhın takdi­ rine mazhar oldu ( A tâ, Tarih, I, 101 ). Nitekim bunun bir neticesi olarak, Çaldıran zaferinin kazanılmasından sonra, ikinci vezîr Dukakinzâde Ahmed Paşa ile birlikte, T e b riz’in zapt ve muhâfazasına me’ mûr edildi ( ıran seferi rûznâmesi için bk. Ahmed Feridun, Münşaât-üsselâtîn, İstanbul, 1274, I, 461) ve sefer dönü­ şünde de, azledilen Mustafa Paşa.'nm yerine üçüncü vezirliğe tâyin edilerek (23 şaban 920 = 15 teşrin I. 1514), zahire toplaması için, ordunun kışlayacağı A m asy a ’ya gönderildi ( ayn. esr., 1, 4&4 }• Yeniçeriler Am asya 'da isyân edip, sadrâzan Dukakin zâde Ahmed Paşa ve Hâce-i Sultân' Halimi Çelebi ’ nin evleri ile birlikte, Piri Meh med Paşa ’nm da evini bastıkları vakit (8 muhar rem 921 = 22 şubat 1515 )< Yavuz Selim, asker tahrik eden sadrâzamı derhâl öldürmüş ve İstan­ bul ’a avdetinde açtırdığı tahkikat nelîcesind< de İskender Paşa ile Tâcî-zâde Câfer Çelebi 'yi ve sekbân-başı Bal-Yemez Osman A ğ a ’y> katlettirm iş idi. Elleri bağlı olarak pâdişâhın huzuruna getirilen Piri Mehmed Paşa ise, ve. zâretten aziolundu ve Selim 'in emri gereğince,



PÎRÎ MEHMED PAŞA. Silivri 'deki çiftliğine çekildi. Fakat onun bu serdar tâyin edildi. Fakat Pîrî Mehmed Paşaı mâzûliyeti ancak 3 gün sürdü; 12 reeeb 92î Rodos seferi devâmınca, kendisini çekemeyen­ (22 ağustos I 5 i 5 ) ' d e divâna gelip, el öptü lerin, bilhassa onun mevkiine göz dikmiş olan ve vezâreti iâde edildi. Bununla beraber bir ve Mustafa Paşa 'nın Mısır 'a gönderilmesi üze­ kaç ay sonra, Diyarbekir havalisinden gelen rine, ikinci vezirliğe yükselmiş bulunan A h ­ haberler yüzünden, yeniden Yavuz Selim ün med Paşa 'nın telkin ve tezvirleri yüzünden, gazabına uğradı. Hiddete kapılan pâdişâh, sad­ padişah nezdindeki itibârını yavaş-yavaş kayb­ râzam Hersek-zâde Ahmed Paşa ile birlikte, etti. H attâ vaktiyle Yavuz Selim 'in İstanbul ’a Pîrî Mehmed Paşa 'yı da azil ve her ikisini de, sürgün etmiş olduğu Mısır ayanından rüşvet ala­ elleri bağlı olarak, Yedi-Kule 'ye hapsettirdi ise rak, kendilerini serbest bırakmakla ithâm edil­ de (23 rebiülevvel 922=26 nisan 1516), yeni di. Hâdisenin tahkikine m e’mûr edilen kazas­ sadrâzam Sinan Paşa ’nın şefaati ile o günün ak­ ker Fenârî-zâde Muhyiddin Çelebî de, Ahmed şamı tahliye edildiler ( A . Feridun, I, 476 v .d .). . Paşa 'yı sadrâzam yapmak, gâyesi ile onu suçlu Bu hâdiseden bir ay sonra Selim !. Mısır sefe­ bulunca (b k . Celâl-zâde Mustafa, Tabakât alrine hareket ederken, henüz mâzûl bulunan mamâlik f i daracai al-masâlik, A yasofya ku­ Pîrî Mehmed P a ş a 'y ı İstanbul'un muhafaza­ tup., nr. 3296, 89»; krş. Â lî, Kunh al-ahbâr, D. T. C . fak. kütüp., t. Sâib Sencer, yazm., nr. sına me’ mûr etti (3 1 mayıs 1516). Pâdişâhın Mısır ’dan avdeti sırasında sadrâzam Yunus x— 1783, 6»), esasen hareketlerinde daha ser­ Paşa 'nın katli üzerine, ordugâha dâvet edilen best kalmak için, kendisinden çok yaşlı olan Pîrî Mehmed Paşa, İstanbul ’dan hareketle, 12 sadrâzamdan kurtulmak isteyen ve has-odamuharrem 924( 24 kânûn II. I 5 i 8 ) ’ te Ş am 'd a başı İbrahim A ğ a ’yı sadrâzam yapmak için bulunan Selim 'in yanına vardı ve ertesi günü fırsat arayan Kanunî Süleyman 13 şâban 929 ( 27 sadârete nasbedildi {M ısır seferi rûz-nâmesi, haziran 15 2 3 )'da Pîrî Mehmed P a ş a ’yi sadâ­ Feridun, 1, 456). Ordunun H a le b ’den hareke­ retten azil ve 200.000 akçelik vezâret hâstan ile tinden sonra, kapu-kullarından bir kaç bölük, tekaüt eyledi. Saraydan dışarıya çıkarılm ak is­ bir mıkdar yeniçeri ve Rumeli, Anadolu, K a ­ tenen makbul bir kula hangi mansıbı münâ­ raman ve A rabistan sipahileri ile, birlikte asa­ sip gördüğü hakkında pâdişâhın vâkî olan su­ yişi te’min için, Fırat boylarında bırakıldı ve an­ âline, ona kendi mansıbının verilmesi gerektiği cak 6 ay sonra ( 28 kânûn İL 1519 ) İstanbul'a yolundaki cevâbı bu azli beklediğini göster­ mektedir { bk. Â lî, agn. esr „ 92b; Peçevî, Ta­ döndü { Sâdeddin, Tâc al-tavârıh, II, 3 8 3 ). Pîrî Mehmed Paşa Yavuz Selim 'in saltana­ rih, I, 20}. tının sonuna kadar sadâret mevkiini muhafaza Pîrî Mehmed Paşa S sene, 5 ay devam eden ettiği gibi. Kanunî Süleyman 'm ilk yıllarında sadâretinden sonra, S ilivri 'deki çiftliğine çe­ da aynı sıfat ile hizmette bulundu. 1521 'de kilerek, sâkin bir hayat yaşamağa başladı. Belgrad üzerine gidilirken, Sofya sahrasında Padişahtan yine iyi kabûl görüyor ve şehza­ akdedilen divânda, evvelâ Böğürdelen ( Sabacz, delerin sünnet düğününe dâvet ediliyordu. Lâ­ C h a b a ts ) kalesinin alınmasını teklif eden Ru­ kin bu sefer de onun tekrar kendi yerine tâyin meli beyler-beyi Ahmed P a ş a ’ya karşı, Maca­ edileceğinden kuşkulanan sadrâzam İbrahim ristan ’m kilit noktası mevkiinde bulunan Bel­ Paşa ’n:n düşmanlığını kazandı. Nihayet İbra­ grad 'm daha önce zaptedilmesi lâzım geldiğini him Paşa Pîrî Mehmed Paşa 'nın Edirne kadısı müdâfaa etti. Bu fikrini tamâmîyle kabûl etti­ olan oğlu Mehmed E fen d i'yi, kazasker yapa­ rememekle beraber, emrine verilen I.000 nefer cağı vaadi ile, elde etmeğe muvaffak oldu ve yeni-çeri, bir mıkdar kapu-kulu ve Semendire Kanûnî Süleyman 'm alman seferinden dönü­ sipahileri ile Belgrad Üzerine gönderildi. A laca şünde, pâdişâhı karşılamak üzere, E dirne'de Hisar 'dan Belgrad önlerine varan P îrî Mehmed bulunan P îrî Mehmed Paşa, oğlu tarafından Paşa muhasara hazırlıklarını tamamlayarak, pâ­ zehirlenerek, 939 ( 1532 ) son baharında vefat dişâhı İsrarla buranın zaptına teşvik etti ve Ka­ etti ( A tâ , I, 103; Nişancı-zâde Mehmed, M ir’ât nunî 'nin gelişinden sonra başlayan kat’î muha­ al-kS'inât, Bulak, 12Ğ9, 11, 104; krş. H adikat sarada şehrin cenûp tarafında mevkî aldı. Böy- ai-vazarâ’ , s. 23). S iliv r i’de yaptırm ış olduğu lece B elgrad ’ m zaptında birinci derecede âmil caminin civarında medfûndur. olan Pîrî Mehmed Paşa, bir sene sonra Rodos P îrî Mehmed Paşa, sadrâzamlarını bir-biri 'un fethi için toplanan divânda da, bir çokla­ arkasına azil veya katlettiren Yavuz Selim gibi rının adanın gayr-i müsait durumunu ileri sü­ bir hükümdar zamanında, yalnız uzun müddet rerek, aleyhte bulunmalarına rağmen, sefere sadâret mevkiini muhafaza etmekle kalmamış, karar verilmesi hususunda İsrar etti ve yine aynı zamanda bu şiddetli pâdişâhın hareket­ onun tavsiyesi üzerine, bu sefere kendisinin dâ- lerini de yumuşatmağa muvaffak olmuş idî. mâdı olan ikinci vezîr Çoban Mustafa Paşa Esâsen onun, mâzûl bir vezîr iken, ikinci



f»ÎRÎ MEHMED PA ŞA ve üçüncü vezirlere takdim edilerek, usûl hilâ­ fına sadârete tâyin olunması pâdişâhın ona karşı olan teveccüh ve itimâdına delâlet et­ mektedir. Ptrî Mehmed Paşa bü itİmâd ile, Mısır seferinden sonra idareyi hemen-hemen kendi eline almış, Suriye ’nin ve imparatorluğa yeni il hâk edilen diğer bölgelerin tahririne, vergilerin âdilâne bir şekilde tesbitine ehem­ miyet vermiş, daha vszîr bulunurken, kurulma­ sında âmil olduğu İstanbul tersanesinde ( bk. Şemdânî-zâde, MurV al-iavârih, i, 496; İ. H. Uzunçarşıh, Osmanlı devletinin merkez ve bahrige teşkilâtı, s. 396 v .d .) bir kaç yıl sonra Rodos ’u fethedecek olan büyük bir donanma inşâsına koyulmuş idi. O dürüst, kanûn ve nizam bilir bir devlet adamı olarak, hakkındaki tertip ve tezvirler başlayıncaya kadar, Kanünî Süley­ man devrinde de padişahtan büyük bir itibâr gördü ve azli teessüfü mûcip olda. O kadar ki, haleflerinden Lutfî Paşa onu bir sadrâzam nümûnesi olarak göstermekte ve muasırı bir çok tezkire müellifleri ise, onun gibi bir vezîr-i âzam gelmediğini söylemektedirler ( Sehl, Tez­ kire, İstanbul, 13*5, s. 24; L atifî, Tezkire, İs­ tanbul, 1314, s. 168). Diğer taraftan, şiir tarzını gâyet iyi anlamış bir şâir olan Pîrî Mehmed Paşa şiirde Remzi mahlasını kullanmıştır. Mehmed Tâhir onun bir divânçesi olduğundan bahsetmekte ise de ( Osmanlı m üellifleri, 11, i l i v.d.), böyle bir divân bugüne kadar bulunamamıştır. Vine M. T â h ir’in ona atfettiği Talıfa-i m ir, P îrî Meh­ med P a ş a ’nm ahfadından Mehmed Cem âli'nin eseri olup, onun Maşnavi şerhi de bilinme­ mektedir. D inî bir terbiye ile yetişen ve mevlevî tart* katinden olup, husûsî hayatında dâimâ mevlevî kisvesi giyen Pîrî Mehmed Paşa (bk. Sâkib Dede, Sefîn e-i n efîse-i mevlevigûn, Mısır, 1283, I, 121) bir çok hayrat vücûda getirm iştir. İs­ tanbul 'da Hasköy ’de Pîrî Paşa mescidi diye anılan mescid ile yanındaki hamam. Zeyrek civarında Cemâl Halvetî adı ile meşhûr Şeyh İshak Karamanı İçin zâviye olarak yaptırılan ve şeyhin ölümünden sonra, medreseye tahvil edilmiş bulunan Soğuk-Kuyu câmii ile karşısın­ daki 17 hücreli medrese, M ercan'da Terlikçiter mescidi, Molla Gürânî câmii civârtndaki Koruklu tekkesi nâmı ile mârûf halveti zâviyesi ve Camcı A li mahallesindeki mektep, Si­ livri 'de câmi, imaret, mektep ve medrese, Belgrad 'da imaret, Konya 'd a mescid, imaret ve hankah, A k-Saray 'da mektep, Gülek kalesi civarında zaviye ve rıbat bunlar arasındadır (927— 1521 tarihli vakfiyesi için bk. Vakıflar arş., Harameyn, defter nr. 14, s. 48 ı; bk. b ird e Hüseyin A yvansarâyî, / i adîkat al-cavâmi', I, laUm Asaikiopeüî&l



PÎRÎ REÎS.



137 v.d., 308). P îrî Mehmed Paşa, bu kadar geniş ve dağınık olan hayrâtı için, Anadolu ve Ru­ meli 'de pek çok arâzi ve emlâk vakfetmiş idi ( krş. M. T, G ökbilgin, agn. esr., s. 489, 494 )■ B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredi­ lenlerden başka, bk. Mehmed Zeki, P îr î Meh­ m ed Paşa ( TTEM , 18 [95 ], s. 325— 350, şim­ diye kadar yapılmış olan derli-toplu tet­ kiktir ); Peçevî, Tarih, î, 20,68 v. dd., 75, 79 ; Sâdeddin, Tâc al-tavärih, II, 279, 284, 287, 298, 328, 377, 380 v.d., 383, 389, 393, 396, 579, 59b; Nişancı-zâde, Mir ât al-kffinät (Bu­ lak, 1269), 11, 104, n o , U S, 122; Müneceimbaşı, Şahd’i f al-ahbâr ( trk. trc.), İstanbul, 1285, III, 455 v.dd., 462, 470— 474, 477, 480, 517 v. d. ; Mehmed b. Mehmed, Nuhbat al-ta­ värih va ’1-ahbSr ( İstanbul, 1276 ), s. 48, 53, 56 v. d d .; K a ra Çelebî-zâde AbdüTaziz, Sûleyman-nâme ( Bulak, 1284 ), s. 9, 27, 29 v. dd., 34 v.d ., 64, 199; Soiak-zâde, Tarih ( İstan­ bul, 1298 ), 372 v.d., 377, 4*2 v.dd., 4*7, 420, 422 v.d., 426 v.d., 428, 443, 587; Histoire de la Campagne du Sultan Soleiman /«" contre Belgrad en 1521 ( D&sitân-ı sefer-i Belgrad), trc. ve nşr. F. Tauer (P r a g a , 1924), tür. y e r .; J. v. Hammer, Devlet-i osmâniye ta­ rihi ( trc. A t â ), IV, 134, 142 v.dd., 148, 152, 185, 240, 243, 246, 251 v.d., 255 v .d .; V , 10 v.d., 16 v.d., 22, 26, 31, 35 v .d .; ayn. m il,, G e­ sch ich te der osm anischen Dichtkunst (Pest— Hartleben, 1836), I, 187! II, 317 v.d. (müel­ lif P îrî Mehmed Paşa 'nin kullandığı Remzî mahlasını, bu isimde ayrı bir şâir addederek, iki defa kaydetm iştir); i. H. Uzunçarşıh, O sm anlı tarihi ( A nkara, 1949), II, tür. yer. 5 Hüseyin G, Yurdaydın, Kanûnî ’nin cülûsu ve ilk s e fe r le r i ( A nkara, 1961 ), bk. fihrist. (Ş e r â fe d d in



T u r a n .)



P ÎR Î M U H Y İ-d-D ÎN R E İS . PÎRÎ MUHYİ l ’-DÎN R A ’ÎS . [ Bk. P ÎR Î R E İS .]



P ÎR f REİS. PÎRÎ R A ’ÎS ( 1 4 6 5 ? - 1 5 5 4 ? ) , t ü r k d e n i z c i s i ve d e n i z h a r i t a c ı s ı olup, Hacı Mehmed adlı birinin oğludur. Bursab Mehmed Tâhir ( O sm anlı m ü e llifle r i, IH, 315, not 5) admı Aljmed b, ‘A li al-y& cc Muhammed al-Karamâni Lârandavi ve Mehmed Süreyya ( S ic ill-i osm ânî, II, 44) ise, P îrî Muhyiddin Reis şeklinde kaydeder. Kendisi, K itâ b-ı bahriye ’ nin ilk şekline göre, Kemâl Reis [b, Hk.l ’ in kız kardeşinin, ikinci şekline göre ise, er­ kek kardeşinin oğlu olarak görülmektedir ( bk. Adnan-Adı var, O sm anlı türklerin d e ilim , İs tanbul, 1943, II, 2. tab., s. 67 v.d ., not z; ‘ krş. K âtib Çelebî, T u h fa t al-kibâr, s. 61). Bâzı garp müellifleri Pîrî Reis 'i aslen hıris­ tiyan göstermek isterlerse de ( bk. Babinger, E l, mad, PÎRÎ RE’Î S ; J. H. Mordtmann, Zur 3e



PÎRÎ REİS. Lebensgeschichte des K em â l Re'is, M S O S A s., Berlin, 1929, XXXII, 2. kısım ), bu iddia­ ların her hangi bir mesnedi yoktur. Pîrî Reis ’in G elibolu’da doğup-büyüdüğü tahmin olunmaktadır. Doğum yılım tesbite yara­ yacak hiç bîr kayıt bulunamamaktadır. Bayezid 1!. zamanında, 1498 'de başlayıp, 1502 yılına ka­ dar devam eden Türkiye — Venedik harbinde, Modon kalesinin 1500 tarihinde yapılan denizden muhasarası esnasında Kemâl Reis ’in, Osmanlı amirali sıfatı ile kumanda ettiği harp filosun­ da P îrî ’nin, r e i s unvanı ile, bir harp gemi­ sinin kumandanı olduğu tahmin edilmektedir. O sırada 30— 35 yaşlarında bulunduğu düşü­ nülürse, 1465— 1470 seneleri arasında doğdu­ ğa, bir ihtimâl olarak, kabûl edilebilir ( AdnanA d ı var, ayn, esr.) P îrî Reis ’in denizciliğe nasıl başladığı kat’îyetle bilinmiyorsa da, bu sâhada dayısı veya amcası Kemâl Reis ’i Örnek almış olması bedihîdir. Kemâl Reis ’İn ölümüne kadar yanından ayrılmadığı İçin, Pîrî Reis’in meslek hayatının ana hatları Kemâl Reis ’in hayâtında tamâmiyle mündemiç bulunmaktadır. P îrî Reis, belki 11 — 16 yaşlarında iken ( 1481 ’den sonra ), dayısı veya amcasının gemisinde çırak denizci olarak bulunmuş olmalıdır. Kemâl Reis 'in korsanlık zamanlarında olduğu gibi (Kitâb-ı bahriye, s. 654 ), devlet hizmetine girdikten ( 1494 ) sonra da, Pîrî Reis onun yanından ayrılmamıştır. Ni­ tekim Pîrî Reis, kitabında ( Kitâb-ı bahriye, s. 660; krş. 532, 535 v. dd.) Sfaks şehrinin şarkın­ da bulunan Karkana adalarında ve bunlar ile sâhil arasındaki sığlıklarda, merhum Kemâl Reis ile bir kış geçirdiklerini kaydetmiştir. Yin e bu sıralarda, Kemâl Reis ile P îrî Reis, şimalî A frika ’ da Bicâye şehrine gitmişler ve bu­ rada şehir halkı tarafından pek parlak bir şe­ kilde karşılanmış ve Sayyid Muhammed Tuvatti adlı 120 yaşında bir velînin evinde mi­ safir edilmişlerdir. Kış ayları esnasında deniz savaşları yapılamayacağından, 2 yıl müddetle orada kış mevsimlerinde mezkûr velînin gü­ zel sohbetlerini dinleyerek, hoşça vakit geçir­ mişlerdir ( Kitâb-ı bahriye, s. 518, 636, 643). Gırnata şehri müslümanları, İspanyolların zu­ lümlerine karşı Tunus, Mısır ve 1486’da O s­ manlI devletinin yardımlarını isteyince, Kemâl Reis, Endülüs müslümanlannı kurtarmak hare­ ketine iştirak ederek, kumanda ettiği korsan filosu ile, 1487 yılında garbî Akdeniz 'e geçti. Kemâl Reis ile yeğeni Pîrî Reis, 1490/1491 kış mevsimlerini Böna ( Bone) limanında geçirmiş­ lerdi. Bu yılların yaz mevsimlerinde Sicilya, Sardinya ve Korsika adalarına ve hattâ Fran­ sa ’nın cenûp sahillerine akınlar yapmışlardır. Bu arada Sardinya şimalindeki Terrauova şeh­



ri kalesini muhasara etmişlerdir ( Kitâb-ı bah­ riye, s. 518, 636, 643). Yine bu sıralarda Pîrî Reis, Kemâl Reis ile, türk levendlerinin ÜçAdalar adını verdikleri îzledar ( lles d’Hyeres ) 'da bir defa üç „b arçayı" bir anda zaptederek, Tunus ’a götürüp sattığını da kaydetm iş­ tir ( buradaki diğer mâceraları İçin bk. Kitâb-ı bahriye, s. 578, 645 ). Kemâl Reis yardımcıları ile, Bayezid 11. ta ­ rafından, İstanbul ’a çağırılınca, Kitâb-ı bahriye 'nin bâzı kayıtlarından istidlal edildiğine göre, yanında Kara Haşan ve yeğeni P îrî Reis ol­ duğu hâlde, İstanbul ’ a gelmek üzere hareket etti. Yolda Zevalta (M a lta ) adasına baskın ya­ pıp, hâkimini ele geçirdi. Gelibolu ’ya varınca, kapudan-ı derya bulunan Sinan Bey vâsıtası ile. Malta beyini ve diğer ganim etleri pâdi­ şâha arzederek, günde 50 akçe vazîfe ile, ami­ ral olarak Osmanlı donanması hizmetine girdi. Pîrî Reis, pek tabi’ı olarak, Kemâl Reis ’in bun­ dan sonra çıktığı seferlere katılmakta kusûr etmemiş idi { bk. Kitâb-ı bahriye, s. 10 v. d .; ön söz, s. VI v. d.). Bu arada Navarin ’in K e­ mâl Reis tarafından istirdadı ( 1 501) müj­ desini İstanbul’a, sultan Bayezid I I .’e ken­ disi götürmüş ve padişah kendisine 3.000 akçe, 1 kırmızı benek kaftan ihsân etmiş olup, ay­ rıca ulûfesine günde 5 akçe zam yapılm ıştır (ayn, esr., s. 311 ). Kemâl R e is’in 16 şevval 916 (16 kânûn II. 1 5 1 1 ) ’da vukfi bulan vefâtından sonra, Pîrî Reis Barbaros ’un idâresi altında vazîfe al­ dı. Nitekim Barbaros 'un „gönüllü gemileri" ta­ rafından tahta yüklü bir frensiz ticâret gemisi zaptolunmuş ve bu gemiyi diğer hediyeler ile bsrâber, İstanbul 'a Pîrî Muhyiddın Reis getir­ miş idi. Buna karşılık Pîrî Reis 'e iki kadırga ile bir hil’a t ihsân edilmiş idi ( K âtib Çelebî, Tuhfat al-kibâr, İstanbul, 1329, s. 27 ). 1516— 1517 türk — memlûk harbinde, Suriye ve Mısır 'in Yavuz Selim tarafından fethe­ dilmesi sırasında, Pîrî Reis ’in de bu harekâtta Yavuz Selim ’in donanmasına katıldığı bilin­ mektedir. Mısır ’ın fethinde Nil nehrinin ayak­ larının haritasını yapmıştır. Bundan sonra P î­ rî Reis Mısır eyâleti beyler-beyi ile defterdar arasında çıkan ihtilâfı halletmek için Mısır ’a gönderilen sadrâzam İbrahim Paşa 1 zilhicce 930 ( 1 teşrin i. 1 5 2 4 ) ’da 10 kadtrgalık bir fi­ lo İte İstanbul ’dan hareket ederken, Pîrî Reis, kılavuz olarak, İbrahim Paşa ’nın bindiği ku­ mandan gemisinde yer almış idi. Bu filo, şiddetîi fırtınalar sebebi ile, Mısır ’a varamamış İse de, Pîrî Reis sadrâzam ile birlikte Mısır 'a karayolu ile gitm iştir. İbrahim Paşa ile aynı gemide haf­ talarca beraber kalan Pîrî Reis eserini ve İlmî kıymetini vezîr-i âzama tanıtmak fırsatını bul­



M r Î REİS. muş idi ( bfc. KUÛb-ı bahriye, s. 849— 855 ). Son­ raları 932 (1526/1527 ) yılında tamamladığı ese­ rini, bu İbrahim Paşa vâsıtası ile, Kanûnî Süley­ man’a takdim etmiştir. Sadrâzamın İstanbul ’a hareketinden 12 gün evvel, türk aslından olup, bundan önce Memlûk sultanı donanması hiz­ metine girmiş bulunan Selman Reis tarafından Pîrî B e y ’e mühim bir lâyiha verilmiştir. Bu lâyiha da poriekizlilerİn o mıntakaların bütün ticâret maddelerini halkın elinden alıp, kendi memleketlerine götürdükleri, bahârât ticâreti­ ne hâkim oldukları, Basra körfezinin Hindistan ve diğer Ülkeler ile yaptığı ticâreti de ele ge­ çirdikleri anlatılıyor ve Hind sularına kuvvetli bir filo gönderilirse, Portekiz hâkimiyetinin ko­ layca yıkılabileceği ilâve ediliyordu. Bundan bir müddet sonra, Mısır kapudan-t deryâsı Ferhad Bey, kara ve deniz harplerinin sevk ve idaresine ve Yemen ’in mahallî ahvâ­ line vâkıf olduğundan, Yemen beyler-beyltğine nasbolundu; ondan açılan Hind ( Osmanlı kay­ naklarına göre, M ısır) kapudan-ı deryalığına P î­ rî Reis tâyin edildi (1547). Pîrî Bey (R eis), 959 i 1S51 ) *da> Mısır kapudan-ı deryâ sıfatı ile, Süveyş limanından denize açıldı. Aden li­ manı kalesini, bataryalar kurup, muhâsara et­ tikten sonra, şiddetli bir hücûm ile, fethetti. Buraya kara kuvvetleri bırakarak Süveyş ’e döndü. Bu hareketi Mısır valisi Davud Paşa ve pâdişâh tarafından takdir ve ihsân ile karşı­ landı. . Pîrî Bey aynı yılda Süveyş limanından 30 kadırga, baştarda, kalıta ve kalyon ile çıkıp. Cidde 'ye ve Bâb al-Mandab'den A d e n ’e vardı. Yoluna devam eden Pîrî Bey ’in donanması ‘ Uman ülkesinin Maskat kalesini fethederek, halkını esir etmiş idi. Pîrî Bey bundan sonra Hürmüz kalesini kuşatmış ve topa tutmuş ise de, portekizliier mukavemet etmişlerdi. Peçevî ( bk. Tarih, I, 350— 352 • krş. Hammer, V î, 119 v.d.) ’ ye göre, kalenin fethi yakın iken, porte­ kizliler ile bir anlaşma yaparak, onlardan ha­ raç ve hediyeler almıştır. P îrî Bey, Hürmüz su­ larından hareketle, B asra’ya gelip, orada bir müddet bekledi. Portekiz donanmasının Bas­ ra ’ya geleceği haberi yayılınca, bu körfezde dolaşan donanma gemilerinin hepsini çağırma­ ğa imkân olmadığından, Pîrî Bey kendi emrin­ de olan 3 kadırga ile, düşman gemileri gelme­ den evvel, denize açılmış ve bir kadırgası Bahrayn adaları yakınında parçalanıp batarak, 2 kadırga ile Mısır ’a dönmüş idî. P îrî Reis ’in Bas­ ra ‘da bulunan donanması amiralsiz ve yüz-üstü kalmış idi. Basra valisi Kubâd Paşa, Mısır valisi­ ne gönderdiği bir mektup ile, vaziyeti bildirdi Mısır vâlisi Pîrî R e is ’i orada alıkoyarak (K â tib Çelebî ’ye göre, hapsederek), bu sefer ne-



tîcesinin felâketi! sebeplerine dâir sadârete bir arîza gönderdi. Kanûnî Süleyman ’m cevâ­ bı, P îrî Reis ’in idâm hükmünden ibaret oldu ve Mısır divânında boynu vuruldu. Bâzı kaynak­ lar onun idâm tarihi olarak, 962 (1554/1555 ) yılını gösterirlerse de, bu tarihin 960 (1552/ *553 ) olması daha çok muhtemeldir. Pîrî R eis'in pek çok serveti çıkmış ve bun­ lar devlet hazînesi hesabına zaptol unmuştiır. Onpn ölümünden sonra, İstanbul (veya Mısır) ’a Hürmüz ’ den bir hey’et gelerek, P îrî Reis 'in bura halkına eziyet edip, mal ve servetlerini müsadere ettiğini ileri sürmüş ise de, iddİalları tahakkuk etmemiştir ( Kâtib Çelebî, Tufyfat al-kibâr, s. 61 v.d.; j. v. Hammer, Devlei-i osmâniye tarihi, trc. A tâ, VI, 119 v.d.). P î r î R e i s ’i n e s e r l e r i . Pîrî Reis, bü­ yük bir deniz kumandanı olduğu kadar, dev­ rinin mühim haritacısı ve denizci müelliflerin­ den biridir. Kendisi çok açık fikirli ve Öğren­ mek arzÛ3una sahip bir kimse olduğundan, da­ ha korsanlık zamanlarından itibaren gördük­ lerini kaydetmiş, deniz haritacılığı ve coğ­ rafyasına dâir eline geçen eser ve haritalardan da istifâde etmekten geri kalmamıştır. Böylece topladığı bilgilerin mühim bir kısmı ve bun­ lara dayanarak yazdığı eser ve yaptığı harita* lar, ilim tarihinde, bilhassa memleketimizde, mühim bir yer işgât eder. P îrî R eis'in bize in­ tikal eden eserleri, haritaları ile Kitâb-ı bah­ riye ’sidir, i. H a r i t a l a r ı , Osmanlı türklerinm ilk ha­ ritacısı olan Pîrî Reis 'in iki dünyâ haritası ve­ ya bunların parçaları bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Birincisi Topkapı sarayı müzesinde ( Yeni kiitüp., nr. 1633 ) bulunmakta olup. 60X85 cm, eb'âdındadır. 1513 tarihini ve bizzat Pîrî R e is ’in İmzasını taşıyan bu harita, Christoph Colomb tarafından çizilmiş ve 1498 senesine âit olup, bugün elimizde bulunmayan cihan hari­ tasının bir kopyasıdır ve 1517 ’de M ısır'da S e­ tim I . ’e takdim edilmiştir, Pîrî Reis bu ha­ ritanın, benzerleri gibi, mahrem tutulan aslını deniz savaşlarından birinde ele geçirmiş olma­ lıdır ( bk. Â fet İnan, The oldest Map o f Am e­ rica drawn by P îr î Reis, A nkara, 1954 ). Pîrî R eis’in bu haritası Türk Tarih Kurumu tarafın­ dan, Yusuf A kçura’ nin bir îzabnâmesi ile, Maârif matbaasında bastırılmıştır ( İstanbul.^51935 ). Bu izahnâmede harita kenarına ve boş yerlerine evvelce Pîrî Reis tarafından yazılmış notlar dikkatle okunmuştur. Bu haritanın A frika ve şimalde, İspanya ’dan yukarısı koparılmış gibi­ dir. Bu şûretle elde bulunan harita dünyâ ha­ ritası olmayıp, ancak İspanya ve şarkî Afrika 'yt, A tla s okyanusunu, Amerika 'nın o tarihte bilinen parçaları ile A ntil adalarını ihtiva et-



inektedir. Diğer kısmın ne olduğu henüz ma­ lûm değildir. PSrî Reis, Kitâb-1 bahriye (a. S) ’sinde— :„H ind ve Çin denizlerinin yeni yapılan haritaları hakkında, Osmanlı ülkesinde hiç kim­ se bu zamana kadar bilği edinememiştir" di­ yerek, Yavuz Selim ’e bu haritaları bizzat ver­ diğini bildirmektedir. Bir de Pırî Reis, 5 nu­ maralı notun nihâyetinde haritada olan bu sahil ve adaları Columb ’un haritasından al­ mış olduğunu kaydetmiştir. Haritada A vru­ pa ve A frika sahillerinin ve civardaki ada­ ların mükemmel sûrette resmedilmiş olması P îrî R e is ’in, filhakika, en yeni Portekiz harita­ larım ve keşifleri dikkatle tâkip etmiş olduğu­ na delâlet eder. A sor adalarının Cenevizliler tarafından keşfedilmiş olması lâzım geldiği, 1932 'de M. G. Pirimi tarafından İstanbul’ da Dante cemiyetinde verilen bir konferansta, Pîrî Reis ’in bu haritasındaki notlarına dayanılarak, iddia edilmiştir. Haritanın en mühim notu, A m e­ rika 'mn keşfine âit olan V. nottur ki, bu husûsta Pîrî Reis ’in malûmatı alâka çekicidir (bk, bir de t A , III, 216b ve resim 9; P. Kah­ le, Imprente Colombiane in ana Carta Turca del 1513, La Cultura, Milano— Roma, 1931, I, fas. 10; ayn. mil., Die verschollene ColumbusKarte von 1498 in einer türkischen Weltkarte von 1513, Berlin— Leipzig, 1933; Eugen O ber­ hummer, Eine türkische Karte zur Entdeckung Am erikas, Anzeiger der Akademie der Wissen­ schaften in Wien, yıl 1931, s. 99— 112 ; ayn. mH., Eine Karte des Columbus in türkische Ü berlieferung, M itieilugen der geographi­ schen Ges. in Wien, 1934, LXXVU, 115 v.d. ve P. Kahle, Geographical Review, 1933, s, 621— 638). Bu haritadan başka, yine Pîrî Reis 'e âit 935 ( 1528) tarihli bir diğer harita daha Topkapı sarayı kütüphanesinde (nr. 2754/9357) bu­ lunmaktadır. Atlas denizinin şimal kısmını, Amerika ’mn şimâl sâhiiini ve Grönland 'dan Florida yartm-adasına kadar sahili, yâni 2 ;°— 90' g a r p tulüne ve i o ° — 90° şimâl arzına kadar bir parçasını ihtiva eden bu haritanın eb’âdı 68X69 cm. olup, deve derisi Üzerine sekiz renk ile, resmedilmiştir. İlk haritadan 15 sene sonra yapılmış olan bu harita belki daha büyük bir dünya haritasının şimâl-i garbi köşesinden ibarettir. Her hâlde bu ikinci haritanın dikka­ te şâyâu olan ciheti, buradaki adaların ve bâ­ zı sahillerin, birinci haritaya nazaran, daha doğru çizilmiş olmasıdır. Bundan şunu kolay­ lıkla anlayabiliriz ki, Pîrî Reis mesleğini ve il­ mini aslâ ihmâl etmemiş ve boş kaldığı za­ manlarda hep yeni garp haritalarını tetkik etmiştir ( Adnan-Adıvar, Osmanlı türklerin¿e ilim, s. 60 v.d. ¡ Sâdi Selen, P iri Reis



’in şimâli Amerika haritası, Belleten, nr. 2, s. SIS)a. Kit&b-t bahriye, Pîrî Reıs’in en mühim eseridir. Haydar A lpagut ve Fevzi Kurtoğlu ’nun uzun bir mukaddimesi ile ( T ürk Tarih Kurumu tarafından ) faksimile hâlinde ve çok muvaffak bir şekilde neşredilmiştir ( İstanbul, 1935). Eserin mukaddimesine göre, kitap ilk defa 927 ( 1521 ) yılında yazılmış, 932 ( 1525 ) yılında ise, genişletilerek, sadrâzam İbrahim Paşa vâsıtası ile, Kanunî Süleym an’a takdim edilmiştir. Mukaddimede bulunan bu açık ifâ­ deye rağmen, eserin müellifi meselesi husûsunda bir takım tereddütler hâsıl olmuştur. Filhakika Hüseyin G. Yurdaydm 'm ortaya koyduğu üzere ( Kitüb-ı bahriye'nin te lifi meselesi, Ankara üniversitesi D il ve tarih-coğrafya fakültesi dergisi, Ankara, 1952, X, X43— *46), Kiiâb-ı bahriye, Gazavât-ı Hayreddin Paşa adil eserin müellifi olan Murâdî tarafından yazılmış olma­ lıdır. Şu kadar var ki, bu müellif Fetih-n&me adil eserinde Kitâb-1 bahriye ’deki bilgilerin bizzat Pîrî Reis tarafından toplanmış olduğunu, an­ cak bunları kaleme alacak bir ,,ebl-i dil" bula­ madığı için, uzun müddet beklemek mecbûriyetinde kaldığını ve nihayet kendisinden rica edilmesi üzerine, onları bir kîtap hâline getir­ diğini ve bunu her kesin bildiğini söylemekte­ dir (bk. Fetihnâme-i Hayreddin Paşa. T opkapısarayı müzesi. Revân Köşkü kütüp., nr. 1292, 64« ). Burada asıl bilgilerin Pîrî Reis tarafın­ dan to’min edildiği bizzat Murâdî tarafından kabûl edilmektedir. Eserin ilk kısımlarında, denizciliğin güçlü­ ğünü göstermek üzere, medd-ü cezir ile liman­ ların sığ ve demir atmağa müsait yerlerini bil­ mek gerektiği bildirilir ve bundan sonra fır­ tınanın târifî verilir ; rüzgârların çeşitleri anla­ tılır ; pusula ve haritanın tarifinden sonra, deniz­ lerin ahvâli izah edilir. Bu arada yer-yüzünün küre şeklinde olduğunu söyleyen Pîrî Reis bir portekizli papaz tarafından yapılmış olan mü­ cessem küreyi bizzat gördüğünü söyler. Yine mukaddimede Am erika ’mn fethinden de bahse­ dilir ki, Türkiye ’de böyle bir kıt anın varlığın­ dan bahseden ilk eser Kitâb-ı bahriye olmalı­ dır, Umûmî olarak, bu eser gemiciler için ya­ zılmış tam bîr portolano olup, yâni sahilleri, adaları, limanları, tehlikeli ve kayalık yerleri an­ latır. Pîrî Reis ’in eserinde daha eski portolano 'lardan faydalanmış olduğu iddia edilmekte (bk. Paul Kahle, Bahriyya, das türkische Segelhand­ huch fü r das Mittelländischen Meer vom Jahre 1520, Berlin— Leipzig, s. VIH — XH ; Herzog, Ein türkisches Werk über das Ä gäische Meer aus dem Jahre 1520, Mitteilungen des Kaiser!. Deutschen A rchäolog. Instituts, Athenische Ab-



P ÏR Î R E İS -



teilung, 1902, XXVH, 417 v .d .) ise de, bu husus kat'îyetle tesbit edilmiş değildir. Kitâb-ı bahrige çok eski zamandan beri üzerinde çalı­ şılmış bir eser olup, 1756 yılmda, D. D. Cardemne tarafından, Le Flanbeau de la Méditer­ ranée adı ile fransızcaya tercüme edilmiş, fakat bu tercüme yaîm a hâlinde kalmıştır { Paris Bibliothèque Nationale, fransızca yazmalar, nr. F. F. 22279 )■ B i b i i g o g r a f g a : Makalede zikredi­ lenlerden başka, bk. bir de Kâtib Çelebî, T ah­ fa t al-kibâr f i as fü r al-bihâr ( İstanbul, 1142), 28»; {2. tab., Istanbul, 1329 ), s. 10 v.d,, 61 v.d. ; ayn. mil., Cikân-numS (İstanbul, » 4 5 ), s. 1 1 ; ayn. mil., K a ş f al-zuımn (nşr. G. Flügel), II, 22 v.d., nr. 1689; Mehmed Sü­ reyya, Sicill-i osmârıi, II, 44 ; Hans v. Mâik, Piri Reis und Seine Bahri j e ( Beitrag zur historischen Geographie, Leipzig ve Wien, XÇ29 ), s. 60— 76 î Peçevî, Tarih, I, 350 v. dd. ; J. v. Hammer, VI, u g ; P. Kahie, The lost Colombus Map o f 1498, discovered in a Turkish Map o f the World o f 1513 ( A ligarh Moslem University Journal, 1935); ayn. mil., Opera Minora { Leiden, 1956 ) ; İbrahim Hak­ kı [K onyalı], Topkapı sarayında deri üzerine yapılmış eski haritalar ( İstanbul, 1936 ), s. 5— 129; Aydın Sayılı, Üçüncü M urad’in mü­ cessem yer küresi { Belleten, Ankara, 1961, X X V , 398 v. dd.); A. Adnan-Adıvar, O s­ manlı türklerinde ilim ( 2. tab., İstanbul, 1943 ), s 57— 68. ( F u a d E zgO .) P İ S T ( F.), ceylân ciğeri, bâdem v.b. uygun şeylerden terekküp eden b i r y e m e k ç e ş i ­ di . Uzun oruca, msl. çile veya 40 günlük oruea teşebbüs eden derviş veya başka kimseler ta­ rafından günde alman bir A ntep fıstığı {pisiah ) büyüklüğündeki parçası hayâtı idâmeye kâfi gelir. B i b l i y o g r a f ya'. V ullers, Lexicon Persico-Latinum, bk- mad. P ist çille.



P İŞV Â .



S65



dilerı tarafından değil, bizzat Şivaei tarafın­ dan seçilmesi keyfiyeti ile temayüz ederdi. P iş ­ vS, Ş iv a ci'n in yanında, aynı zamanda mülk! ve askerî idârenin reisi olup, resmî mektup ve vesikaları mühürlüyordu. R âcarâm ’ m hâkimi­ yeti sırasında P iş v â ’mn nufûzu Pant P ra tin idhi nin iktidarı ile gölgelendirilmiş idi. BSİâci Visvanâth {1714 — 1720 ), mûtad olarak, ilk pişvâ telakkî edilir; zîra o, Marâthâ birli­ ğinin reisleri olarak, yavaş-yavaş Sâtârâ racala­ rının yerlerini alan prensler sülâlesinin hakikî kurucusu oldu. Fakat bu tarihten önce, altı pişvâ, yâni Şâmrae N ilkanş Rozekar, Moro Trımbak Pingle, Nilkanş Moreşvar Pingle, Paraşrâm Trimbak P ra tin id h i, Bahiro Moreşvar Pingle ve Balkrişna Vasudev var idi. B âlâei Visvanâth Bhatt (1 7 1 4 — 1720) P iş­ vâ sülâlesinin kurucusu olup, mâhır bir Çitpâvan veya brehmen Konkanasth idi. Şâhü (1708— 1749) onu sadrâzam nasbetti. Şâhü 'nun karşılamağa çalıştığı güçlükler, Mahârâştra ’daki siyâsî karışıklık, son Sâtârâ racalarının za­ yıflığı pişvâların nufûzunun artmasına sebe­ biyet veren başlıca sâikler oldu. Şâhü ’nun ölü­ mü üzerine, Pratin idhi Dâdobâ ( C agcivan râo ) 'nin hapsedilmesi pişvâların ilerilemelerini ön­ leyen diğer bir engeli de ortadan kaldırdı ve Dekken ’ de brehmen Deşasth ın siyâsî te’sirinin akıbetini tâyin etti, B âlâei Visvanâth dâ­ hili harp ile harâp olmuş bir memleket buldu; onu sükûnete kavuşmuş ve zenginleşmiş bir vaziyette bıraktı. Vergi hesaplarını muğlâk bir hâle getirmek sureti ile devletin mâliyesi üze­ rinde brehmen kontrolünü arttırdı, Vazîfede bulunduğu devirde Şâhü ’ya Hind-türk impara­ toru Muhammed Şah bütün Dekken 'de toprak gelirinden dörtte bir vergi ( çauvth ) a!ma hak­ kım tanıdı ve ayrıca sardesmukhi denilen bir vergi ile toprak gelirinden, ilâve olarak, on­ da bir vergi daha almasına müsâade etti. O ğ­ lu Bâci Râo 1. ( 1720— 174° ) bir genişleme si­ yâsetini benimsedi, ölüm üne tekaddüm eden _ _ ( R . L e v y .) P i Ş V Â . P İŞ V A , Dekken Behmenî sultanla­ yılda, Bombay valisi Lav ile, esâs itibârı ile ti­ carî m ahiyette olan bir anlaşma yapıldı ( A itrının vezirlerinden birine verilmiş u n v a n . Kelime farsça olup, „reis“ mânasına gelir ( peh- chison, V I, nr. I ). Üçüncü P işvâ, B âlâei Bacı levî, pUşöpay, ermen, ¡ eşopay ; daha eski şe­ Rao ( ı 74° — J76l ) idareyi amca-zâdesi, Sadâkiller için bk. Hübschmann, Armenische Gram­ şîv Râo ’ya, Bhâo ’ ya ve askerî kuvvetler ku­ matik, I, 230 ). Kendisine bu unvan verilen zât mandanlığını da daha çok Raghoba diye tanı­ Şivaci 'nin sadrâzamı, M arâthâ birliğinin re­ nan kardeşi Raghunâth Râo ’ya bıraktı. Bâiaci Bâci Rao ’nun vazifesini icrâ ettiği isi idi. Dekken 'de Marâthâ siyâsi iktidarının kuru­ devirde Marâthâ hükümetinde sür’atli bîr ge­ cusu Şivaci Aşta Pradhan adı île tanınan bir nişleme göze çarp ar; zîra orduları, 17 6 1 ’de mcck's ile desteklenmiş idi ve bu nazırlar hey- P â n ip a t’ta uğradıkları ezici mağlûbiyete kadar, ’etir.cen bîrinin adı Pişvâ veya Muhya Prad­ C arn atİe’ten itibaren P en câb ’a kadar uzanan han idi, P işv â mansıbı babadan oğula intikal ülkeyi tahrip ettiler. 1 7 55’te neticelenen bir etmiyordu. Şivaci ’nin m utlakiyet İdâresinin anlaşma sonunda bir ingiliz-marâtlıû askerî jap ısı, nazırların maiyet veya nâipierinin ken- hareketi, yağma ve vurgunları ile Konkap s&»



5*6



PİŞVÂ — PİYÂLE PAŞA.



bilindeki deniz nakliyâtı için devamlı bir teh­ dit teşkil eden korsanların reisi Angria 'mn kudretine son verdi. Bu seferin hitâmında, Hol­ landalI tacirleri Marâthâ arazisinden uzaklaş­ tırm ak gayesi ile, bir muahede ( Aitchison, VI, • nr. III) yapıldı. P işvâ ’mn öliimü üzerine, Marathâların iktidarını ciddî şekilde zayıflatan ihtilâflar zuhûr etti. O vakit, iktidar Marâthâ generallerinden GwSliorlu Sindhİa, Nâgpur ‘lu Bhonsla, Indora ’lu Holkar ve Baroda 1ı Gaekv â r ’m eline geçti. Mâdhu Râ o ( 1761— 1772 ) ’nun hâkimiyeti sı­ rasında, Sindhia 1771 'de Hindistan 'ıa şimalinde M a râ th â ’nın hâkimiyetini yeniden te’sis etti ve ingiiizleri bırakan Hind-türk imparatoru Şâh ‘Alam , M a râ th â ’nın kontrolü altında, bir kukla hâline geldi. Mâdhu Râo ’nun halefi am­ cası Raghoba ’nın tahriki üzerine öldürülen kardeşi Narâyan Râo (1772— 1773) idî. Marâthâ birliği muvakkaten iki düşman cepheye ayrıldı: pişvâ unvanına hak İddia eden Rag­ hoba tarafdarları ve Nânâ Phadnavis tara­ fından idare edilen saray fırkası. Nânâ Phadna­ vis, Narâyan R â o ’nun ölümünden sonra doğan oğlu Mâdhu Râo Narâyan ( 1774— »795 ) ’ ın hak­ larına dayanıyordu. Bombay hükümetinin Rag­ hoba 'nın haklarım desteklemek hususundaki faaliyeti M arâthâlar ile Ingiliz-hind kumpan­ yası arasında harbin çıkması neticesini verdi. Savaş, Warren Hasting ’in gayretleri sayesinde Sâlbâı muahedesi ile, 1782 ’de son buldu. Bu muahede Sindhia ’nın bağımsızlığını bilkuvve tanımak sureti ile, ingilizler ile M arâthâlar arasında 20 yıl için sulbü te’minat altına alı­ yordu. M arâthâ ’mn tarihi, o vakit Pişvâ ’mn iktidarını desteklemeğe çalışan Nânâ Phadnavis (B â lâ c i Canardhan) ile P iş v â ’yı mürâkabe gayretini tecâvüzlerini örtmek için kullanan Mâhâdaci Sindhia arasındaki mücâdeleden iba­ ret oldu. Yedinci ve son Pişvâ B âci Râo II. ( 1796— >818) oldu. General W e lle sle y ’in idaresinde, Nânâ Ph ad navis’in ı8 o o 'd e ölümünden son­ ra, Pûna ’da hâkimiyet İçin, Holkar ile Mâhâci S in d h ia’ya 1794’te halef olan Davlat Râo Sindhia arasında bir mücâdele başladı. Bu mü­ câdele esnasında, P işv â B assein’e kaçıp, orada ingilizlerin himayesine sığındı. 1802’de Basseiu muahedesi ile (A itchison, VI, nr. XIII) Wel­ lesley kendisini yardımcı bir kuvveti kabûl et­ mek zorunda kalan ve diğer hindii prensler ile ihtilâflarında ingilizlerin tavassutta bulunma­ larına müsâade eden P işvâ ’nm hâmisi saydı. Bu hâl Marâthâ birliğinin diğer üyeleri tara­ fından bittabi kabûle şâyân görülmedi. Maale­ sef B âci Râo, şahsî emniyeti ingilizlerin te ’mİnâtı altında bulunan ve Pûna ’ya dâvet edilen



Gaekvvâr'm murahhasının katli planlarının ce­ reyanı sırasında, sadakatsiz bir nedimin, Trimbakci 'nin, te’siri altında kaldı. Elçi Elphinstone, P iş v â ’ om ingilizlere karşı gizlice M arâthâlar ile işbirliği kurmak için tertip te bulunduğunu öğrenince, P işvâ, şartları kabûl He, Bassein mu­ ahedesini tamamlayan Pûna muahedesini (¡8 1 7 ) imzâ etmeğe mecbûr oldu. Fakat B âci R âo'nun vaidleri, kum üstündeki yazılar gibi, kaybol­ du; zira Lord Hastings M arabalara karşı sa­ vaş için harekete geçtiği vakit, P iş v â isyân etti ve ingilizlere âit merkezi yağmaladı. Ne­ ticede askerleri yenildi ve pişvâ mansıbı kal­ dırıldı. Bununla beraber Bâci Râo, bir maaşlı ile Bithür ’da ikam et müsâadesini elde etti ve burada 1851 ’de öldü. Mânevi oğlu Nânâ Şâhib 1858 'de kayboldu. B i b l i g o g r a f y a :C .U . A itchison, Trea­ ties, Engagements andSanads ... (1909 ), V I ; Cambridge History o f India, V , bölüm XIV, XXII ve X X III; T. E. Colebrooke, L ife o f Moantstuart Elphinstone (2 cild, 1884); M. Elphinstone, Report on the Territories con­ quered from the Paishwa {183.8); G. W. Fo­ rest, Selections from the letters . . . preser­ ved in the Bombay Secretariat ( Maratha series, 1885; Home series, 1887); J. H. Gen­ se ve D. R. Banaji, The Third English Em­ bassy to Poona (1 9 3 4 ); J. C . G rant Duff, A History o f the Mahrattas (2 cild, 19 2 1); V. V. Khare, Aitihasik Lekha Sangraha (12 cild ); A . M acdonald,Memoir o f the L ife o f the late Nana Furnuwees ( 1 8 5 1 ) ; M. S. Metba, Lord Hastings and the Indian States { i9 3 o ); D. B, Parasnis, Itihas Sangraha (7 cild );„B h â ra t ltihâs Sansodhak Mandal" ya­ yınları, Poona; V . K . Rajwade, Marathanckyâ Itikâsânchi Sâdhânen {22 c ild ); G . S. Sardesai, Marathi riyasat {8 c ild ); Selec­ tions from the Peshzua's D a ftar (45 cild, nşr. G. S. S a rd esai); S. Sen, The Adm inis­ trative System o f the Marathas (1923 ), _



( C . C o l l in D a v i e s .)



P Î Ş V A . { Bk. PİşvA.] P İ Y A L A . [ Bk. PİYÂLE.] P İ Y Â L E P A Ş A . P İ Y Â L A P A Ş A ( î— 1578), k a p u d â n - ı d e r y a ve v e z i r olup, Maca­ ristan ’daki Tolna şehrinde doğmuştur (Stephan Gerlaeh, Turkisches Tage-Buch, Frankfurt a. Main, 1674, s, 448). Mohaç seferinden sonra saray hizmetine alman ve enderûndan yetişen Piyâle, 954 { 1 5 4 7 ) ’te kapucu-başı oldu ve S i­ nan Paşa ’nın ölümü üzerine, 961 ( 1554 ) ’de, G e­ libolu sancak beyliği ife, kapudân-ı deryâ tâyin edildi. Fransa kıralı Henri 11., K arl V . ’a karşı A kdeniz ’de müştereken harekâtta bulun­



PİYÂLE PA ŞA. mak İçin, İsrarla yardım talebinde bulununca, piyâie Bey 1555 baharında, 60 gemiye kuman­ dan tâyin edilerek, Karh-İli sancak beyi Tur­ gut R eis'i d e - yanma aldıktan sonra, Fransa donanması ile birleşip, icâp eden hizmeti ifâya rae’tnûr edildi ( Kanunî Süleyman ’m rebiülâbır g62==mart 1555 tarihli emri için bk. K âtib Çelebi, Tuhfat al-kibâr, nşr. Müteferrika, s. ja v. d .). Bunun üzerine Turgut Reis ile birle­ şen kapudân-ı deryâ, fransız donanması gelme­ den Önce, İtalya yanm-adasmın ucundaki Reg­ gio kalesini muhasara ve zaptetti. A ndrea Do­ ria ’u n Napoli surlarında bulunduğunu haber alınca, o tarafa yöneldi; lâkin Dorİa çekilip-gittİğinden, o civarda ispanyoilara tâbi olan bâ­ zı küçük hisarları ele geçirdi. Elbe ( A lb ig a ) kalesi muhâsâra edilmiş iken, amiral Paulin ku­ mandasındaki fransız donanmasının gelmesi üzerine, bundan vazgeçilerek, Piombino *nun zaptına karar verildi; fakat buranın mubâsarası uzun sürdüğünden, kış yaklaşmakta ve Osmanh kuvvetleri ile fransız askerleri arasında ih­ tilâflar zuhur etmekte idi. Bu yüzden Piyâle Bey, fransizlardan ayrılarak, İstanbul 'a avdet etti. 1556 baharında Barbaros Hayreddin tara­ fından alınmış iken, sonradan İspanyolların eline geçmiş olan Oran üzerine gönderilen Piyâle, Cezâyir beyler-beyi Sâlih Paşa kuvvetleri ile birleşerek, bu müstahkem mevkii zaptettiği gibi, 964 ( 1557 ) yazında 60 kadırga ile hare­ ket ederek, B izerte ’yi fethetti. 965 (1558 ) ’te ise, 150 kadırgalık büyük bir donanma ile, yi­ ne İspanyolların elinde bulunan Majorka ada­ sının mühim şehirlerinden C iu dadela’yı feth ve Napoli yakınındaki Sorrent ’i tahrip e ttik ­ ten sonra, İstanbul ’a döndü. Bu muvaffakiyet­ lerinden dolayı kendisine ilâveten C ezâyir beyler-beyliği piyesi tevcih edildi. Pİyâle Bey ku­ mandasındaki Osmantı donanmasının A kdeniz ’ de tevali eden bu fetihleri, İspanya kıralı Phi­ lip II. ’in ön-ayak olması ile 1559 'da İspanya, papalık, Malta şövalyeleri, Napoli, Cenova ve Floransa arasında Osmanhlara karşı yeni bir ittifakın yapılmasına yol açmış ve müttefikler, Turgut Reis ’in beyler-beyi olarak bulunduğu Trablusgarb ’i zaptetmek için, hazırlığa başla­ mışlardı. Bu sıralarda Piyâle Paşa, Konya mu­ harebesinde mağlûp olan şehzade Bayezid ’in firarına mâni olmak üzere, 69 gemiden müte­ şekkil bir donanma ile sahillerin muhafazasına me'mûr edilmiş idi ( Zekeriyâ-zâde, Farafı, Selim A ğa kütüp., nr. 768, 7a v .d ,). Bayezid ’in şar­ ka jioğru çekildiği anlaşılınca, Mora sularına teveccüh eden Piyâle, m üttefiklerin Messina 'da toplanm akta olduklarını haber aldığından, va­ ziyeti İstanbul’a bildirdi. Bunan üzerine kendİşıpe, düşman donanması o tarafa geldiği takdir­



de, hücûm etmesi emredildi ve takviye îçın 10 gemi teçhiz edilip, gönderildi. Fakat hazırlık için Avlonya 'ya çekilen Piyâle Paşa, deryâ seferi­ nin sonu otan kasıma kadar noksanlan ikmâl edemediğinden, İstanbul’ a döndü (krş. Safvet, İkinci Cerbe harbi üzerine vesikalar, TEOM, sayı 2, s. 85— 90). Ancak, Osmanlı donanması­ nın avdetini fırsat bilen Gian Andrea Doria ku­ mandasındaki bıristıyan donanması 1560 şuba­ tı ortalarında Sicilya ’dan hareketle Trablus­ g a rb ’e yakın olan Küçük-Sirte körfezindeki Cerbe (G e rb a ) adasını kolaylıkla ele geçirmiş idi. Turgut Reis 'in imdat istemesi üzerine, bü­ yük bir donanma hazırlanmasına ferman çıktı ve Piyâle Paşa gönderilecek kuvvete serdar tâyin edildi (Zekeriyâ-zâde, ayn.esr., 11«; Sofvet, ayn, esr., s. 96 v.dd.). 8 reeeb 967 (4 ni­ san 1560) ’de 74 gemi ile tersaneden çıkan serdar, 2 gün Beşiktaş 'ta Hayreddin iskelesin­ de kalıp, son hazırlıkları tamamladıktan sonra, Uluç ( Kı l ı ç) Alî R e is’i de yanına alarak, İs­ tanbul 'dan hareket etti. Midilli beyi Muslibaddin Koron civarında ve Rodos beyi Kurt-zâde Ahmed Bey ise, Moton 'da üçer gemi ile do­ nanmaya iltihâk ettiler. 5 şâbânda ( 1 mayıs) Navarin 'den denize açılan Osmanlı donanma, sı, erzak te’ mini için, G ozo ( küçük M alta) adasında tevakkuf ettiğinde, düşmanın henüz Cerbe 'de olduğunu öğrenen Piyâle Paşa, ora­ dan harp nizâmına geçerek, adanın 3 mil yakı­ nında demir attı ve akdedilen mecliste ertesi sabah hücuma geçilmesine karar verildi. Fakat Osmanlı donanmasının gelmekte olduğunu ha­ ber alan müttefikler, hemen o gece C erbe ’yi terkedip, Siciiya ’ya dönmek İçin hazırlığa baş­ lamışlardı. 15 şâbân 967 (11 mayıs 1560) gü­ nü şafak vaktinde adanın sığ sahillerinden çık­ mağa uğraşan düşman gemileri, Osmanlı donan­ masını karşılarında bulunca, müteffik kara kuv­ vetleri baş-kumandanı Andrea Gonzega ile Don A lvarez kaleye sığınmak için sür’atle geri dön­ düler; Gian Andrea gibi, artık denize açılmış olanlar ise, karaya oturdular. Düşmanın kaç­ makta olduğunu gören Piyâle Paşa, yerinde bir karar ile, kuvvetlerini ikiye ayırarak, bizzat kendisi denize açılanların tâkibine koyuldu ve Kara Mustafa ile Koca-tli beyi A li Pertek bey­ leri de kaleye girmek istiyenlerin yollarını kes­ meğe me'mûr etti. Böylece başlayıp, 3 gün de­ vam eden muhârebenin neticesinde, Gian An­ drea ile Andrea Gonzega ve maiyetinde olanlar kaçmağa muvaffak oldular ise de, amirallik ka­ dırgası da dâhil olmak üzere, muhtelif sınıftan 47 gemi hamûleleri ile birlikte zaptedîldi ve 5.000’ den fazla esir alındı. Don A lvarez ise, 11 kadırgayı hisar altına çektirerek, Cerbe kalesine sığındı (S a fve t, ayn. esr., s. Ş9 v . d .; krş. Zç-



5&8



P İY Â L E P A Ş A .



keriyâ-zâde, ayn. esr,, 341 — 28b. Renzo Sertoli Salía, Solimano il M agnifico, Milano, 1945, a. ŞI9— 324 ). Piyâle Paşa, kazandığı bu zaferden sonra, kuvvetleri ile kendisine iltihâk etmesi için Turgut Reis ’ e haber yolladığı gibi, adam­ larından birini zafer müjdesi ile İstanbul 'a gön­ derdi. Bundan son derece sevinen Kanunî Sü­ leyman, kapudan-ı deryayı murassa bir kılıç ve hil’at ile taltif ederek, C erbe kalesinin de zaptını irâde ve takviye için, kendisine 3 gemi daha gönderdi. Ç o k iyi bir şekilde tahkim edilmiş olan C er­ be kalesi müdâfîlerinİn sayısı, sonradan sığı­ nanlar ile birlikte, 8.800’e yükselmiş idi. Tur­ gut R e is'in 19 mayısta 12 kadırga ile gelişin­ den sonra, donanma topları karaya çıkarıldı ve 4 ramazanda (29 m ayıs) metrisler kazılarak, f i l î muhasaraya başlandı. İki ay süren uzun ve çetin bir muhasaradan sonra, bilhassa susuz­ luktan ızttrap çeken kuvvetlerini artık zaptedemeyen Don A lvarez, 8 zilkade 967 (3 1 tem­ muz 1560) sabahı 1.000 kişi ile bir hurûc ha­ reketi yaptı. Hıristiyanlar Turgut Reis ’in ça­ dırına kadar üerüedüer ise de, neticede bozul­ dular ; kalede kalmış bulunanlar teslim olmak zarûretîni duydular. Kadırgalardan birine binip kaçmak isteyen Don A lvarez de esir edildi. Cerbe kalesinin zaptından sonra Piyâle Paşa, Turgut Reis ile birlikte, Trablusgarb 'e gitti. Kazanılan zaferi kutlulamak için, 3 gün orada kalan Osmanlı donanması, 18 zilkadede (10 ağustos ) Trablus ’tan ayrıldı. Esirlerin serbest bırakılması şartlarını müzâkere etmek için, Malta ’ya uğrayan Piyâle Paşa, yedeğe alman 40 kadar düşman gemisi, başta Don A lvarez ol­ mak üzere, 4.000 esir ve külliyetli ganimet ile, 6 muharrem 968 ( 27 eylül 15 6 0 )'de İstanbul’a girdi ve muazzam bîr merasim ile karşılandı ( Zekeriyâ-zâde, ayn. esr., 60® — 678; R. S er­ toli Salis, ayn. esr., s. 324 — 327; donanma ve alınmış olan esirler için bk. Busbecq, Türk mektuptan, tre. H. Cahid Yalçın, 227— 235). Cerbe zaferinden dolayı yeni terakkilere nâil olan ve şehzade Selim ’in kızı Gevherhan Sultan ile evlendirilen Piyâle Paşa, 1564 y a ­ zında tekrar A kdeniz ’e açılarak, İspanya ’ya âit Penón de Veléz adasını zaptetti. 1565 kı­ şında Malta seferine karar verilince, donan­ manın hazırlanması Piyâle Paşa ’ya havale edil­ di. Kapudan-ı derya ile kara askerine serdar tâyin edilen vezîr Mustafa Paşa, muhtelif sı­ nıftan 180 harp gemisi ve 30.000 asker ile, 1 nisan 1565 'te İstanbul ’dan hareket ederlerken, kendilerine T urgut Reis 'in re’yinden hârie bir iş görmemeleri emrolundu. Osmanlı donanması 18 mayıs 1565 ’te Malta ’nm şimâl sahilindeki Marsa Muscettc ’da demirleyince, yapılan mü-



şâverede Piyâle Paşa, Turgut Reis gelmeden, harekâta girişilmemesi mütâleasında bulundu îse de, Mustafa Paşa ertesi günü karaya ihrâc yaparak, S a n t’ Elmo burcunun muhasarasına başladı. Bu yüzden kapudan-paşa ile serdar arasında başlayan ihtilâf bütün muhâsara devamınca sürdü ve m uvaffakiyetsizliğin sebep­ lerinden birini teşkil etti. T urgut ’un şehid ol­ masına yol açan bu bur e 22 haziranda zaptedildikton sonra, San Miehele istihkâmının muhâsarasına girişildi. Buraya karşı tevâlf eden Osmanlı hücûmlarından birinde (18 ağustos) Piyâle Paşa bacağından yaralandı. Şövalyeler, 6 eylülde 9.500 kişilik bir takviye alınca, u eylül 1565'te muhâsara kaldırılarak, İstanbul’ a doğru yelken açıldı { tafsilât için bk. R. Sertoli Salis, ayn. esr., s.331-—354). Kanunî Sultan Süleyman Sigetvar seferine çıkarken, Piyâle P a şa 'y a Fâtih Mehmed zama­ nında itâat altına alınmış olmasına rağmen, O s­ manlIların düşmanlan ile iş-birliği yapan ve bir kaç yıldan beri vergisini ödemeyen Sakız adasının zaptını irâde etti. 5 ramazan 973 (26 mart 1566 ) 'te hareket ederek, 70 kadırga ile Çeşme 'de demirleyen Piyâle, hediyelerini takdime gelen adanın aslen Cenevizli olan ümerâsını tevkif ve Sakız 'ı zapta muvaffak oldu. Bundan sonra Puglia sâ killer ine kadar ilerıleyerek, pek çok ganîmet ile tahta cülûs eden Selim II. 'in Belgrad'dan dönüşünden bir kaç gün evvel İstanbul ’a avdet etti ve çok geçmeden, yeniden 400.000 akçelik has tahsi­ si ile, kubbe vezirliğine tâyin edildi ( Selânikî, Tarik, s. 77 v.d.). Kıbrıs seferi esnasında üçüncü vezirliğe yükselmiş bulunan Piyâle Paşa, L ala Mustafa Paşa ile birlikte, Venedik 'e harp açılmasını isteyenlerin başında idi. Sefere karar verilince, Lala Mustafa serdarlığa ve Piyâle Paşa ise donanma baş-kumandanlığına tâyin edildiler. Donanmanın ikinci kısmını teşkil eden 84 kadırgayı alıp, 1570 nisanında İstanbul ’dan ayrılan Piyâle Paşa 5 haziranda Rodos’ ta Lala Mustafa ile birleşti ve Tuzla civarına ihrâc hareketine başlandığında, önceden karaya çıkıp, serdarın otağını kurdurdu. Leftari kalesinin tesliminden sonra hangi tarafa yürünüleceğim tesbıt etmek üzere toplanan divânda evvelâ Magosa ’ nm zaptedilmesini teklif etti, ise de, serdarın fikrine uyularak, Lefkoşe 'nin muha­ sarasına karar verildi. Bundan sonra muhtemel bir Venedik yardımına karşı koymağa me’mûr edilen ve Magosa ’nm denizden muhasarasına da katılan Piyâle Paşa, kışın yaklaşm akta ol­ ması üzerine, donanmanın büyük kısmını alıp, kapudân-ı derya Müezzin-zâde A li Paşa ile birlikte, İstanbul ’a döndü. Lepanto [ b. bk.]



P ÎY Â L E P A Ş A — PLEVN E.



deniz muharebesini müteakip, K ılıç Ali Paşa kumandasında A k d e n iz’e çıkarılan donanmanın avdetinden sonra, ' İspanyolların yalnız bırak­ tıkları Venedik 'ten intikam almak için, tekrar donanma gönderilmesine karar verilerek, ser­ darlıca Piyâle Paşa tâyin edildi. Yanında K ılıç A li Paşa olduğu hâlde, 2 safer 981 {3 haziran 1 573 ) ’de 208 kadırga ve 12 mavna ile tersâneden çıkan Piyâle Paşa, Puglia sahillerini vur­ duktan sonra, Venedik ’ e âit yerlere hücuma hazırlanırken, Osmanlı hükümeti ile Venedik arasında sulh akdedilmesi üzerine, geriye dön­ dü. Murad II. ’ın cülusundan sonra da vezâret mevkiini muhafaza eden Piyâle Paşa, 12 zilka­ de 985 ( 2 i kânun II. 1578) 'te vefat etti ve K asım-Paşa 'daki câmimin yanında bulunan tür­ besine defnedildi ( ölüm tarihini G erlach 20 kânûn II. olarak gösterm ektedir, bk. göst. yer.). İyi ablâkh, mütevâzî ve muhterem bir devlet adamı olarak tanınan Piyâle Paşa, 12 yıl devam eden kapudân-ı deryalığı ve vezâreti sırasın­ daki set darlıkları esnasında, dâimâ Turgut ve K ılıç A li Paşa ’lar gibi, şöhretli denizcilerin mütâlea’ arma ehemmiyet verdiği için, me’mûr edildiği hizmetleri yerine getirm eğe muvaffak olmuş ve bir çok fütuhatta bulunmuştur. A yn ı zamanda hayır işlerine de ehemmiyet vermiş, Kasım -Paşa ’daki camiinden başka, Eyyub ci­ varında bîr mescid Mercan ’da bir sebil ve sıbyan mektebi, Kilit-Bahir ’de bir câmi ve Sakız adasında da câmi ve hamam yaptırmış, Üsküdar ’daki Tunus bağını meydana getir­ miştir ( bk. Ayvansarâyî, ¡Jadilçat al-cavâm i', II, 21 v.d,, 25 — 28 ). B i b l i y o g r a f y a : M. Süreyya, S ic ü l-i osm âni, II, 41 v.d.; Râmiz Paşa-2âde Mebmed İzzet, H ariia-i kapudân-t der yâ (İstanbul, 1258 ), s. 30—-32 ; Zekeriyâ-zâde, Farah ( Selim -A ğa kütüp,, nr. 768, Piyâle p a ş a ’mn Cerbe seferi hakkında ); K âtib Çelebî, T a h fa t ai-kib&r (nşr. Müteferrika }, s. 70— 83, 85, 87— 90, 96 v.d,; Mehmed Şükrî, E sfâ r-l bahriye-i osm âniye (İstanbul, 1306), i, 457 — 493! Safvet, İkin ci Cerbe harbi ü zerin e vesikala r ( T O E M , sayı 1, s. 20— 34, sayı 2, s. 85— 102 ); ayn. mil., M inorka ’nın fe t h i ( T O E M , sayı 15, s. 966); Â lî, K u n h al-ahbâr ( Dil ve tarih-coğrafya fakültesi kütüp., 1. Sâib Sencer yazm., nr J/1783, 7 i b v.d., 85» v.d.. 190b, 191b, 196b, 198“ v.d.); Peçevi, Tarih, 1, 349 v.d., 410, 440 v. dd., 448 v.d. 501 ; Selâıtikî, T a­ rih ( İstanbul, 1281 ), s. 7, 10, 76 v. dd., 81, 88, 90, 10e v. d d .; Mehmed b. Mehmed. N uhbat a l-ia v â rlh , s. 9 1— 96, 102, 104 v.d., 108, 116 v.d., 119, 125 ; Soiak-zâde, Tarih, s. 542— 545» 569, 585 v.d., 588, 596 ; J. v. Hammer, D evlet-i osm âniye tarihi (trk. trc)., VI, m , 121,



S®9



123 v. dd., 127 v.d., 130, 135, 191 v.d., 243, 252 v. dd., $56 v.d .; M. Ş. K urloğlü, Malta muhâsarası ( İstanbul, 1936 ), tür, y e r .; Jurien de la Graviöre, Les corsaires barbaresques ei la marine de Soliman le Crand (Paris, 18 8 1).



( Ş e r A fe d d în T u r a n .)



P L E V N E . P L E V N A , P l e w n a , P l e v e n , ş im â l î B u l g a r i s t a n 'd a , 1877— 1878 türkrus harbinde türk müdâfaasına sahne olmakla tanınan b i r ş e h i r . Plevne Tuna ’ya dökülen V id ırmağının 5 km. şarkında ve bu ırmağa karışmadan evvel birleşen G rivits ile Tuçenitsa (T uçen ica) derelerinin bir nevî çatal teş­ kil ettikleri mahalde kurulmuş olup (irtifâ ı 105 m .), şimâl, şark ve eenûp tarafından at nalını andıran dalgalı bir takım tepeler ve garp cihetinden de V id ırmağı ile çevrilmiştir. Bu yüzden esâs itibârı ile müdâfaaya pek müsâit olmayan açık bir mevki durumunda ise de, bir taraftan Vidin ’e, diğer taraftan Niğbolu ile Rusçuk ’a, Lofça üzerinden Filibe ’ye ve Orhâniye— A rap-K onak üzerinden de Sof­ ya ’ya giden yolların kavşağında bulunması dolayısı ile, sevkülceyş bakımından, büyük bîr ehemmiyeti hâizdir. Plevne civarında Roma devrine âit izlere rastlanmakta ise de, şehrin ne zaman kurulduğu ve türk hâkimiyetine kadarki inkişâfı hakkın­ da bir şey bilinmemektedir'. XIV, asrın ikinci yarısında Bulgaristan çarı A lezandır ’ın vefatı ( 1365) üzerine, oğullan Şişman ve Straçimır arasında baş-gösteren mücâdelede bir ara V i­ din hâkimi Straçimir ’i destekleyen Eflâk voy­ vodası Vlaicu (V la d islav : 1364 — 1377 ; krş. Evliyâ Çelebî, Seyahatname, IV, 164; L a d k a ) 'aun eline geçtiği anlaşılan Plevne, Murad I. zamanında ve gâlip bir ihtimâl İle sadrâzam A li P a ş a ’nm, Bulgaristan'ı ilhâk etmek için, 1388 'de Tırnova hâkimi Şişman 'a karşı giriş­ tiği harekâtta, G âzî Mihal Bey kumandasın­ daki Osmanlı kuvvetleri tarafından 2apiedilmiş olmalıdır ( Evliyâ Çelebî 'nin fetih yılı ola­ rak gösterdiği 720=1320 tarihi, eğer tabı veya neşre esâs alınan n ü s h a y a â it m ü s te n S İ L hatâ­ sı değil ise, şüphesiz yanlış olup, 790= 1388 ola­ bilir ). Murad 1. Plevne ’yi, etrafındaki 33 köy ile birlikte, arpalık tarîki ile G âzî Mihal Bey evlâdına ocaklık olarak vermiş, böylece bu meşhur akıncı ailesinin idaresine terkedilen şehir türk hâkimiyeti devrinde yeniden te’sis edilircesine imâr görmüş ve gelişmiştir. Plevne Osmanlı idân teşkilâtında Rumeli eyâ­ letinin Nığbolu sancağına bağlanmış idi. Mihat-oğuiları harâp olan eski kalenin yerine dört köşe küçük bir kale ile bunun dâhilinde büyük bir saray ve ayrıca bir çok umûmî binalar inşâ ettirm işlerdi. Aileden Mehmed Bey ile Mi-



570



PLEVNE.



hal-oğullarının [ b. bk.] Plevneli olarak anılan kolunun kurucusu olan G âzî A lı B e y ’in türbele­ ri de burada idi. XVII. asrın ortalarında şehir­ de 2.000 ev, 7 sıbyan mektebi, G âzî A li Bey vakfı "olan bir dârüttedris, 6 tekke, 6 han, I bedesten ve bir hayli cami var idi. A ynı za­ manda Plevne, müftîsi, nakîb-ül-eşrafı, yeniçeri-ağası, çerİ-başısı, harâc-ağası, muhtesibi ve şehir kethüdası ile, tam bir şehir teşkilâtına sahip idi ( Evliya Çelebî, agn . esr., s. »65 ). Türk devrinin sonlarında (1877) ise, şehirde, 1.627 si müslümanlara ve 1.474 ’ü hıristiyanlara âit olmak üzere, 3.101 hâne bulunmakta olup, nüfusu 17.000 kadar idi ( The B attle o f Plevna, T he fllu stra ted London N ew s, 18 ağustos »877. LXXI, 162, nr, 1980) ve 2 kiliseye mukabil, ca­ mi sayısı 19 'u bulmuş idi (B u lg a rie, l ’exp lo­ ration, Paris, 187 7, IV, 17). A şağı yukarı 489 yıl süren türk idaresinden sonra, 10 kânun 1. 1877 ’de rusların eline dü­ şen Plevne 1878 Berlin kongresi karârı ile teş­ kil edilen muhtar Bulgar prensliğine verildi. Fa­ kat tÜrk-rus harbinden sonra müsiüman hal­ kın bir çoğu şehirden hicret etmiş oldukları için, nüfusu 14.000 'e inmiş İdi. Bugün Sofya 'dan Şumau ve Varna ’ya giden demir-yolunun üzerinde bulunan Plevne sür’atle inkişâf et­ mekte olup, bilhassa hayvan ve şarap ticâreti bakımından canlı bir merkez halindedir. A ynı zamanda, tarihî âbidelerinin ve türk-rus har­ binin hâtıralarını saklayan müzelerinin zengin­ liği dolayısı ile de, bir hayli ziyaretçi celbetmektedir. P l e v n e m ü d â f a a s ı . Aslında küçük bir şehir olan Plevne ’nin şöhreti 1877 — 1878 harbinde buradaki bir türk kol-ordusuuun, ken­ disinden çok üstün olan rus-romen müşterek kuvvetlerine karşı gösterdiği anddâne ve can­ siperane müdâfaadan gelmektedir. Osmanlı— rus harbi başladıktan sonra, sırplılartn ve romenlerin muhtemel bir hareketine mâni olmak için, Vidin ’de kalmağa me’mür edilmiş otan Osman Paşa, orada beklemekte bir fayda olmadığını belirtip, düşman T u n a’yi aşmadan evvel, Niğboiu ’daki fırka ve Şumnu ’dan gelecek Tuna şark ordusu ile birleşerek, Ziştovi istikametin­ de onlara' doğru llerî harekâta girişilmesini teklif etmiş idi. Lâkin serdâr-ı e krem Abdülkerim Paşa onun bu mütâleasmı kabûl etmeye­ rek, Vidin 'den ayrılmasına izin vermemiş ve bu suretle ruslar, Tuna ’yı kolaylıkla geçip, Bulgaristan’a yayılmak imkânını bulmuşlardı. İlk defa olarak, 8 temmûz ı877 ’de bir mıkdar rus süvarisi içinde ancak bir redif bölüğü bu‘unan P le v r e ’ye girmişler, fakat şehirde anak 2 saat kaldıktan sonra, Rahova ’ya çekil­ işlerdi. Bunun üzerine Plçvne ’pin pıüdâfaşşı



için derhâl Niğbolu ’dan 3 pîyâde taburu İle bir mıkdar topçu gönderilmiş, harp harekâtını sarayından idare etmekte olan Abdülhamid II. ’İn talebi üzerine, 7/8 temmöz gecesi pâdişâha artık Niğbolu ’nun terki ve Balkan geçitlerinin muhafaza edilmesi lüzûmunu izâh eden Osman Paşa ’um da Vidin 'den çıkması husûsunda irâ­ de-! senıye sâdır olmuş idi. Osman Paşa 19 pi­ yade taburu, 9 sahrâ bataryası ve 3 bölük ni­ zamiye süvarisi ile mürettep bir fcol-ordu ( cem'an 12.000 kişi) teşkil ederek, 13 temmûz 1877 'de V id in ’den hareket etm iş, fakat üçüncü gün serdâr Abdülkerim Paşa 'dan Niğbolu ’nun sıkıştığı haberi ile birlikte b ir.au evvel Plev­ n e ’ye varıp, orayı tutması emrini aldığından, hareketinin istikameti ve gayesi değişmiş idi. Ü stelik Plevne ’nin 5 mil cenÛbundaki Lofça ( iğ tem m ûz) ’ntn ve arkasından şimâl-i şarkî­ deki Niğbolu ( 17 tem m ûz) 'nun düşmesi üze­ rine, bu mürettep kol-ordu şimdi bir kama gibi iki rus ordusunun arasına sokulmuş oluyordu. Osman Paşa kuvvetleri 19 temmûz 1877 ’de P levn e’ye vardıktaa bir müddet sonra, rus kuv­ vetleri şehrin şimâi-i şarkî ve şark tarafından görünmüşler ve böylece Plevne muharebeleri he­ men o gün başlamış idi. Hemen-hemen denk bîr kuvvetle ( 13.000 piyade, 3 alay süvari, 60 to p ) ertesi günü hücuma geçen ruslar, Osman! 1 kuv­ vetlerinin yorgunluğuna rağmen, ağır zayiata uğratılarak, mevzilerine atılmışlardı. Bu ilk muhârebeden sonra Osman Paşa, tahkimata pek müsait olamayan tepelerde mümkün olduğa de­ recede tabya ve siperler kazdırarak, uzunluğu 20 km .’yi bulan müdâfaa hattını kuvvetlendirme­ ğe ve etraftan celbedilen kıt’atar ve çerkes gö­ nüllüleri İle kol-ordusunu takviyeye çalıştı. Bu suretle kol-ordunun meveûdu 20,000’e yük­ selmiş, hattâ Plevne ’nin müdâfaası ve geri hat­ lar ile irtibatı için çok ehemmiyetli olan Lof­ ça üzerine kuvvet sevkedüerek, burası istirdat edilmiş idi ( 26 temmûz). Diğer taraftan yeni kıt’ alarm iltihâkı ile şehir önündeki rus kuv­ vetlerinin sayısı 32.000 ’i bulmuş, bu yüzden kuvvetler arasındaki muvâzene, muhacimler le­ hine olarak, bozulmuş idi. Bununla beraber rus­ ların 30 temmuzda, G rivita 'yı araya alarak, şi­ mâl-i şarkî ve cenûb-i şarki cihetinden 2 kol hâlinde giriştikleri hücûm da durdurulup, geri atıldı ( ikinci Plevne muharebeleri: 30— 31 tem­ mûz 1877 )- Bu ikinci hücûmda ruslar 169 zâbıt, 7.136 nefer ve Osmanlılar ise, 12.000 kişi kaybet­ mişlerdi. Bundan sonra Plevne kol-ordusnmın takviyesi için yeniden k ıt’alar gönderilmiş ve mevcûdn 40.000 ’i bulmuş idi. F akat Lofça ’yı ikinci defa ele geçiren ruslar (3 e y lü l) da romenieri yardıma çağırmışlar ve 90.000 kişilik bir kuvvet ile 1 eylülde üçüncü bir bücûma geç-



PLEVNE.



.



mişlerdi (üçüncü Plevne muharebeleri: J— 12 eylül 1877 ). 4 gün süren şiddetli bir topçu ate­ şinden sonra ruslar 11 eylülde Kayalı-Dere ’deki müdâfaa hattını bozarak, bâzı tabyaları işgâl etmeğe muvaffak oldular ise de, ertesi günü girişilen mukabil bir türk taarruzunda 20.000 kişi zayiat vererek, geri çekilmek zorunda kal­ dılar. A rka-arkaya üç düşman hüoûmunu püs­ kürtm eğe muvaffak olan Osman P a ş a ’ya da g a z ı unvanı tevcih edildi (21 eylül). A rtık P levn e’yi hücûm ile alamayacaklarını anlayan ruslar ve rom enler şehri tamâmiyîe muhasara etmeğe karar verdiler ve kumandan­ lığa Sivastopol müdafii General Totleben 'i ge­ tirdiler. Plevne— Sofya telgraf hattının düşman tarafından kesitmiş (1 5 e y lü l), Plevne 'ye gi­ den yolların kontrol altına alınmış olmasına rağmen, Şıpka, Sofya ve İstanbul 'dan tertip edilen 17 tabur piyâde, 1 alay nizamiye süvârisi ve 2 bataryadan ( 12 top) müteşekkil im­ dat kuvveti, muhasara hattını zorlayarak, şeh­ re varmağa (23 eyiûl) muvaffak oldu. Erzak ve mühimmat da getiren bu ilk kafileden son­ ra 15 tabur piyâde, 2 süvari muavin alayı, 12 top ve 500 arabalık ikinci bir takviye de 7 teş­ rin 1. 'de alın dı; fakat 34 teşrin I. 1877 ’d® Plevne— Orbâniye telgraf hattının ruslar tara­ fından kesilmesi ile, şehrin son muhasarası başladı. 6 fırka ve 4 livâdaıı müteşekkil 100.000 piyâde, 5 fırka süvari, 608 top ve 35.000 kişi­ lik bir romen kol-ordusu ile şehir etrafında 7 5 km. 'iik bir dâire üzerinde mevzîlenen muhâsırlar her cihetten müdâfaanın müstahkem nok­ talarını tazyika başladılar. Bu arada P levn e’yi almak için rus karargâhına gelmiş olan grandük Nikola 12 teşrin II. ’de Osman Paşa 'ya bir mektup göndererek, beyhude yere kan dö­ külmemesi için, kararlaştırılacak şartlara göre, silâhların teslim edilmesini is ted i; lâkin Osman Paşa, müdâfîlerin yatan, din, millet ve devlet uğrunda kanlarını vermekten çekinmeyecekleri cevâbını vererek, teslim teklifini reddetti. A ncak Plevne müdâiîlerinin durumu git­ tikçe kötüleşmekte idi. Şehir tamâmıyle çev­ rilmiş olduğu için, yeni takviye gelmesi im­ kânsız idi. jo . ooo ’i gayr-i muharip olmak üze­ re, 40.000 kişilik kol-ordunun daha bir müd­ det için mühimmatı var i d i ; fakat 22 teş­ rin II. ’de buğday tam im iyle bitmiş, bir kaç günlük erzak kalmış ve hayvan yemi sıkıntısıda başlamış idi. Soğukların başlamış olmasına rağmen, efradın bir kısmının giyecek elbisesi ve barınacak çadırı da yok idi. Üstelik ruslar, Anadolu cephesinde K a r s ’ ın düşmüş olduğu haberini yayarak, efrâdm maneviyâtını bozma­ ğa çalışıyorlardı. Bu vaziyette Plevne müdâfîleri için, ya sonuna kadar dayanıp-teslim oi-



S7 i



mak veya bir hurûc hareketi ile muhâsara çem­ berini yarıp-geçmeğe teşebbüs şıklarından biri­ ni tercih etmek kalıyordu. Osman Paşa, 30 teşrin II./1 kânûn L gecesi, fırka ve livâ ku­ mandanlarını karargâhına dâvetle, durumu bir­ likte müzâkere etti ve neticede ekseriyetle yarma hareketine karar verildi ve bu husûsta bir mazbata tanzim edilerek, mühürlendi. Bun­ dan sonra, garp cihetindeki Vid nehri vadisin­ den hurüc edilmesi uygun görülüp, hareket günü olarak, 10 kânûn î. 1877 pazartesi tesbıt edildi. . Osman Paşa, yarma hareketinin muvaffak olabilmesi için, kol-ordusunu yeniden tensik etti. Mevcutları azalmış olan taburları birleşti­ rerek, bunları 2 fırkaya ayırdı ve birinci fırka­ nın kumandasını uhdesine aldı ; mevcut yiyecek ve fazla silâh efrada taksim edildi. K ıt’aların geçişini kolaylaştırmak için, Vid ırmağı üzerin­ de öküz arabalarından bir kaç köprü kuruldu. 9 kânûn I. günü önce taburların ihtiyat cephane ve ağırlıkları köprü başlarına doğru sevkedildi. Nihayet 9/10 kânûn I. gecesi, alaturka saat 2*de, başında Osman Paşa ’nın bulunduğu 1. fırka ric’at ve hurûc hareketine başladı. Saat 10 ’a doğru bu ilk kafile V id ırmağını tamâmiyîe geçip, öte yakada içtimâ edince, ikinci fırka ve onun arkasından şehri terketm ek is­ teyen halkın da katıldığı kafile harekete geçti. Bu kafilenin yarısı suyu geçmiş idi ki, 10 kânûn I. pazartesi sabahı sol cenahtau düşmanın top ateşi başladı. Bununla beraber, 1. fırka, ilerilemeğe devam ederek, düşmanın birinci hat si­ perlerini zap tetti; fakat bunun 1.000 adım gerisinde daha kuvvetli bir hat daha var idi ve türklerin çekilmekte olduklarını gören ruslar soldan, romenler de sağdan bu kısma yardıma koşmuşlardı. Başlayan şiddetli çarpışmada Osman Paşa bacağından yaralandı ve kuman­ danlarının yaralanması efradın maneviyâtını sarstı ve ric’atlerine yol açtı. A rtık kurtuluş yolu kalmamış idi. Osman Paşa, fırka ve livâ kumandanlarının müracaatları üzerine, isteristemez teslim olmağa karar verdî ve türk karargâhına beyaz bayrak çekildi, 19 temmûzda başlayan 145 günlük şanlı bir mukavemet böylece sona ermiş idİ. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredi­ lenlerden başka bk. Fehim Bayraktareviç, El, bk, mad. PLEVEN ; F. Kanitz, D onau-Bulgarien u n d d er Balkan (Leipzig, 1882 ), II, 76 v. dd. ; Nicolas V. Michoff, La Population d e la Turqu ie et de B ulgarie au X V I I I e et au X IX e siècle ( Sofia, 1929 ), III, 28, 66, 108, 164, 192, 219, 229, 255, 298, 424; C. jire ïek , Dos Fürstenthum B ulgarien (Viyana, 1891), 189, 286, 545; K . Fr. v. Hoffmann, Europa



57*



PLE V N E — P O M A K L A R .



und seine Bewohner, Ein H and-und Lesebuch fü r alle Stände ( L eipzig-Stuttgart, 1835 — 1841 )» VIII, 58 ; A . Ischirkoff, Bulgarien, Land und Leute ( Leipzig, 1917 ), II, 99, 108 ; St. Lane-Poole, Turkey ( London, 1908 ), s. 361 ; Mouzaffer Pascha-Talaat Bey, D éfense de Plevna 'd’après les documents o fficiels ei privés réunis sous la direction de muchir Ghazi Osman Pascha ( Paris, 1889 ) ; T al’at, Plevne müdâfaası ( İstanbul, 1927 ) ¡ A li Fuad, Musavver 1293/1294 osmanlı-rus seferi ( 3 cild; İstanbul, 1326/1327 ), tür. yer. ; Süleyman Paşa, 1293 türk-rus muhârebesi (İstanbul, 1324 ) ; von der G oltz, Plevne ( trc. Mehmed Tâbir), İstanbul, 1316; Kemâleddin Şükrî, Plevne ( İstanbul, 1932 ) ; E. W. von Herbert, The defense o f Plevna ( London, 1895 ; trk. , trc. Nüreddin Artam , Plevne müdâfaası, İstanbul, 1945 ); J. D. G ay, Plevna, the Sul­ tan and the Porte, Reminiscences o f the War in Turkey ( London, 1878 ) ; G. B. Me. Clellan, Capture o f Kars and fa ll o f Plevna ( The North American Review, New York, 1878, CX X V I, 132 — 15s); Jordon Trifonov, Istoria na grada Pleven do osvoboditelnata voina ( Sofya, 1933 )• ( Ş e r â FEDDİn T u r a n .) P O L E !. [ Bk. BULAV.] P O M A K L A R , Balkanlarda pomakça konu­ şan m ü s l ü m a n l a r a verilen bir addır. Bu dilin buigarcaya yakın olması dolayısı ile, bulgarlar onları bulgares konuşan müslümaıdar yahut müslüman bulgarlar şeklinde tarif eder­ ler; fakat bu tâbirler nisbeten yeni olup, an­ cak XIX. asırda kullanılmağa başlanmıştır ; çün­ kü Osmaniı müelliflerinde müslüman bulgarlar tâbiri geçmediği gibi, pomak adma da hiç bir yerde tesâdüf edilmemektedir. Bu tâbire t.ürkçe eserlerde ancak 1877— 1878 türk-rus muhare­ belerinden sonra B alkanlar’dan gelen muhace­ retler dolayısı ile rastlanır ( H, Sadi, Paşa-Eli, şarkî Trakya ’ntn coğrafyasına ve İktisâdi tari­ hine âit notlar, Türk hukuk ve iktisat tarihi mecm., İstanbul, 1931, I, 9 4 )- Fakat bugünkü Bulgaristan ’ın bâzı bölgelerindeki köy, kasaba ve nahiyelerin Osmaniı imparatorluğu zamanın­ da pomak adı altında adlandırılmış olması muhtemeldir; çünkü 1839— 1840 seneleri zar­ fında, Balkanlar ’ ¿a tetkikler yapan A . Boné şimalî B ulgaristan ’ da Seîvi ve Lofça havâlisin­ de bulunan köylerin bir kısınma pomak nahi­ yeleri adı verildiğini tesbit etmiştir ( A . Boné, D ie europäische Türkei, Wien, 1889, I, 331 ). Bu nahiyelerin bu adı lışpği tarihten İtibaren taşıdıklarını tesbit etmek güçtür. Bn çok ma­ hallî kalmış olmalıdır ; zîra eski tahrir defter­ lerinde ve vakfiyelerin hiç birinde pomak kö­ yü, kasabası veya nahiyesi adına rastlanma-



makiadır ( M. T . G ö k b ilg in , X V . ve X V I . asır­ larda Edirne ve Paşa liv&sı,. İstanbul, 19 52). Pomak kelimesinin mânası ve menşe'i üze­ rinde yapılan araştırmalarda çeşitli yorumlar­ da bulunulmuştur. İlk olarak pomak adını iza­ ha çalışan F. Kanitz ( Donau Bulgarien und der Balkan, Leipzig, 1882, II, 182 v.d.) bunun islavoa pomoçi („yardım etm ek") fiilinin pomagaçi ( „yardım cı") şeklinden gelm ekte olup, pomakların türk ordularında yardımcı vazifesi görmüş olduklarından dolayı bn adı aldıklarını ileri sürmektedir. F. Kanitz ’i bu izaha sürükle­ yen başlıca sebep, onun pomakları dil, a n ’ane ve vücut yapısı bakımından, türklerden ziyâde, islaviara daha yakın bulmuş olmasıdır. Müellif 1861 tarihinde Balkanlarda araştırmalarda bu­ lunan fransız âlimi ve siyâset adamı Lejan 'ı tenkit ederek, onun Panega menbâlarına kur­ ban kesmeğe giderken, görmüş olduğu ve müs­ lüman türkler diye adlandırdığı gerçekte müs­ lüman türkler olmayıp, Pomak, yâni müslü­ man bulgarlar idi ( F. Kanitz, ayn, esr.,s. 183). Hâlbuki son araştırmalar bunun aksini isbât etmektedir. G eza Fehere, Madara harabelerin­ de bulunan hamam ile havuzun da bir ibadet­ hane olduğunu kabûi eder ve suyun türk-bulgarlarca mukaddes sayıldığını anlatır ve bu âdetlerin macarlarda ve hazarlarda da mevcut olduğunu ileri sürer ( A kdes Nimet, ÎA , mad. BULGARİSTAN, s. 800 ). Bu sebeple pomaklarda yaşayan suya kutsiyet atfetm ek an’anesini islavîara bağlamanın doğru olmadığı, pomaçi kelimesinin pomoçi 'den geldiği iddiasının da izâha muhtaç olduğu ileri sürülmüştür (C . JireCek, Das Fürstentum Bulgarien. Prag— Wien, 1891, s. 104 v. d .). Bundan sonra, A . Ischirkoff, Rodoplar ’da bulunan pomakların kendi­ lerine Achrjanı dedikleri ve pomak kelimesinin bulgarea m âk „şiddet göstermek, azap vermek, ve cebretm ek“ fiilinden gelmiş olmasını, yanlış bir haik psikolojisi nazariyesi ile, izah ederek, diyor ki — „pomaklar İslâmiyet! cebir ve şid­ det yolu ile kabût ettiklerinden bu adı almış­ lardır" ( A . Ischirkoff, Bulgarien. Land und Leute, Leıpz'g, 1917, II, 15). Bunun gibi, bulgar akademisinin son yayınladığı Rodop müs'ümauiannm mâhiyetine dâir bir eserde bn nokta-i nazarın aksine pomak kelimesinin, Rodop­ lar 'da mahallî halkın maça ( m ıı& ) diye telaf­ fuz ettikleri ve aslında miça ( rrıica ), yâni „eziyet çekmek" fiili ile ilgili olduğu ileri sürülmek­ tedir ( tzm inoloto na bilgarite muhamedam v Rodopite, Sofya, 1958}. B ütün



bunlarda



fa k a t şim diye



en ziy â d e



kad ar mânası



d ik k a ti



çeken,



ü zerin d e durul­



m ayan, bugün b ile mahallî ahâlinin ken d isin e verm iş olduğu A c har yani y ah u t A g a r y a n i adi-



f>OM AtfLAİÎ. dır, Bu adlarm Osmanlı imparatorluğunun feu- j ruiuşunda ve Rumeli fütûhâ tında büyük hız* ! metleri olan „ahilerden" gelmiş olması çok muh­ temeldir. Osmanlıların Rumeli ’ ye yaptıkları fütûhâtın başlarında, XIV. asrın yansında ve da­ ha sonra, ah! teşkilâtının mühim rolü olmuş, Rumeli nîn bir çok m ahallerinde ahî tekke­ leri, zâviyeleri kurulmuş idi (T . Gökbilgin, ayn. e s r „ s. 162, 488 ve fnY. yer.), Türkler Rodoplar ’da türk adlarım taşıyan Batak, HasK öy, Mestanlı, Darı-Dere, Çini v. b. adlar al­ tında bir çok şehirler te'sis ettikleri gibi, son zamanlara kadar pomakların kesafetle otur­ dukları ve bizzat Ahî-Çelebi adını taşıyan bir de şehir kurmuşlardır. Bulgar müellifleri ahî adını, her nedense, dâimâ yanlış ve ekseriya A ch y r şeklinde kaydetmişlerdir. Bizzat Jireîek ( G esch ich ie der B uîgaren, s. 578 ) bile bu hatâ­ ya düşmüş ve Balkan harbinden evvel Gümülcine sancağına bağlı A hî-Ç eîebî şehrinin nü­ fusunu göstermek için, verdiği istatistikte, bu şehri A cbyr-Çelebî şeklinde kaydetmiştir. Ischirkoff, F. Bayraktareviç v. b. Rodoplar 'daki ahâ­ linin kendisini Achiryani yahut Agaryani diye adlandırdıklarım yazarlar ki, bu kelimenin bulgarcada hiç bir mânası yoktur. Bu kelime ahî kelimesinin farsça çoğulu olan âhiyân( ahîler ) olmalıdır. Rodoplar ’daki halkın mahallî şivesi ile A chiryan diye yâdedilmeleri onların ahîlere mensûp olduklarını gösterm ektedir ve aradan asırlar geçtiği halde, ahî teşkilâtının mânevi nufûzunun, ismen dahi olsa, günümüze kadar gelmiş olması çok dikkate şayandır. Pomak adı­ nın eski türkçe çomak kelimesi ile ilgili olupOİmadığının bir araştırma konusu olabileceğine işaret ediimiştir ( bk. F. Bayraktareviç, E!, mad. POMAK). Bununla beraber, pomak kelimesinin, türklerce müslümaniara verilen bir ad ( M. Kâşgarî, D ivân , Ankara, II, 157} olan çomak ile ilgisi çok şüphelidir. Bütün buraya kadar ileri sürülen mütâiealardan anlaşılıyor ki, pomak ke­ limesi onlann hangi kavme mensûp oldukları meselesini aydınlatm aktan uzaktır. Pom akların İslav olduklarına dâir ileri sürü­ len mütalaaların esâsını dilleri teşkil etmektedir. Pomak dili bir nevî biılgar şivesi olmasına rağmen, bu di! türkçe ve makedonca kelime­ ler çok karışmıştır ve aynı zamanda onların hepsi pomakça konuşmayıp, şehirlerde oturan­ ların çoğu türkçe konuşmakta ve köylerde oturanlar ise, pomakça ile beraber, türkçe de bilmektedirler. Pomaklar, türk-islâm kültür ve medeniyetini tamâmiyle kabul etmelerinden sonra, kendile­ rini, bulgurlardan ziyâde, türklere daha yakın bulduklarını söylerler ( Halil Yâver, B ulgarların istilâ planları , İstanbul, 1938, s. 52— $8 ).



Pomakların İslav zümresine mensûp . olduk­ larını ileri süren mütâlealara mukabil, bunların eski trak kavimierinden geldikleri, evvelâ islavlaşıp, sonra müsiüman oldukları iddiasını de müdâfaa edenler vardır. Bulgar edebiyatında mühim bir mevki işgal eden Veda S laven a adlı eserde naklonulan hikâyelerin bir çoğu Rodoplar havzasında geçmekte ve pomakların buraya nasıl geldikleri, onların mâbûdları ve an’ aneleri bu destanın esâsını teşkil etmekte­ dir (Stefan V erk o v iî, Veda Slavena, Beograd, 1874 ), A lex. Çhodzko ve daha sonra A . Dozon, bu İslav menkıbelerine büyük bir değer vere­ rek, neşriyatta bulunmuşlardı (bk. Chansons populaires bulgares inédites, Paris, 1875 ve R ev u e de Littérature com paré, 1934, XIV, 15s v.d.). Fakat bu menkıbelerin ileri sürdüğü mesele, yâni pomakların eski traklardan gelmiş olmaları fikri, bulgar milliyetçilerinin şiddetli tenkitlerine mârûz kaldı. C. jir e îe k v. b. Rodoplarda geçtiği anlatılan hikâye ve destanla­ rın tamâmiyle uydurma olduğunu belirttiler ( C Jireîek, G esch ich ie der B uîgaren, s. 568 ve D as Fürstentum Bulgarzen, s. lo ? ). Son ola­ rak Y. D u îev ( Izm inoloto na B ilg a r ite muham edani v R od opite, Sofya, 1958, I. bolüm) Rodoplar ’da islâmiyetin intişârından evvel, buranın tamâmiyle bıristiyan bulgarlar ile meskûn bulunduğu ve bir çok kavmin Rodop­ la r ’ da mevcut olduğu hakkında ileri sürülen mütâieaların doğru olmadığını isbâta çalışmış­ tır. Bu mÜtâlealarm tarihî mesnetlerinin pek zayıf olduğu, türklerin Rumeli ’de XIV. asrın yarısından itibaren fütûhâta başladıkları sıra­ da, Rodop havalisi ve bütün Trakya iç kavgalar yüzünden parçalanmış, ne kavmî ve ne de si­ yâsî bakımdan, bir vahdet teşkil etmediği gibi ( J. v. Hammer, D ev let-i osm âniye ta rih i, trc. M. A tâ , İstanbul, 1329,1, 167— 194 ), Osmanlı türk­ lerinin Rumeli 'ye geçmesinden daha evvel de buralarda yunan, sırp, yahudi, bulgar ve sâhillerde Venediklilerden başka, bizzat Selânik ile Vodina arasında türklüklerini muhafaza eden kütleler bulunuyordu ( M. A ktep e, Os­ man/ı türklerinin R u m eli ’ye yerleşm eleri, Ede­ biyat fakültesi doktora tezi, İstanbul, 1949, s. 27 v .d .; T ürk an siklopedisi, A nkara, 1956, Hî, fasikül s. 63, mad. BULGARLAR). Bilhassa pomakların keşîî olarak oturdukla­ rı İskeçe, Gümülcine, Selânik ve Serez havali­ si, I34S yıllarına doğru Kantakuzen ’in taht dâvaları esnasında, Aydın-oğlu G âzî Umur Bey ’in muhtelif fütûhâtına sahne olmuş ve türk­ ler bu bölgeye nufuz etm eğe başlamışlardı (M. Halil Yınanç, D ûstâr-nâm e-i E n verî, İstan­ bul, 1929, s. 42— 49 ). Bu tarihlerden ve yahut Saruca Paşa-oğlu Umur Bey zamanından sonra,



Î> O M Â K L A ft.



Rodop bölgesi bir müddet Umur-Eli admı ta­ şımıştır. Pomakların İslâmiyet! kabûl etmele­ rinden önee, Rodoplarda yalnız Bulgarların kavmî bir topluluk hâlinde bulundukları iddiası tarihî gerçeklere uygun değildir. Pomaklarm İslâmiyet! şiddet ve cebir yolu ile kabul etmiş oldukları '•iddiası da yersizdir. Bugün umûmî olarak bilinen bir gerçektir ki, türkler Balkan­ lar ’da idâreleri altına aldıkları milletleri İs­ lâm dinine geçmeğe icbâr etmemişlerdir. Türklerin usûlleri müsâmaha esâsına dayanıyordu. O s­ manlı İdâresinin inzibattı hareketi ve âdil bîr yaşama imkânını sağlaması miislüman olmayan bir çok küçük milletlerin türk-islâm devletine bağlanmalarına ve İslâmiyet! kabûl etmelerine sebep olmuştur ( H. Hoffmann, Die Zusammen• arbeit der Renaissance Papste mit den Türken, Winterthur, 1946, s. 8). Türkierin fethettikleri yerlerde, yabancı tebealı milletlerin mezhep, din ve dillerine karşı göstermiş oldukları bu müsamahadandır ki, Bosna-Hersek ve umumiyetle Balkanların diğer bir çok yerlerinde İslav, yunan, romen ve daha başka kavimler mevcÛdiyetlerini muhâfaza etti­ ler ve türkler müstüman olanların bile ad ve soy adlarını değiştirmeğe lüzûm görmediler ( C. Truhelka, trk. trc. Bosna’da arâzi meseleleri­ nin tarihî esâsları, Türk hukak ve iktisat ta­ rihi mecm,, İstanbul, 1931, 1, 59, 61). Bugün Makedonya ve Sırbistan ’ in bâzı bölgelerinde yaşayan ve kendilerine potureç adı verilen ve bâzı me’hazlarda pomaklardan olduğu iddia edilen müslümanlar, gerçekte eski Sırbistan ve Makedonya ’nın sâkinlerinden olup, pateren mezhebine mensûp iken, müslümantığı kabû! ettiklerinden, butun bu mezhep sâlikleri ad­ larını muhâfaza ettiler ve Osmanlt idaresinde T iife -i poturyan yahut Potur-oğulları adı ite tanındılar (İ, H. Uzunçarşılı, Osmanlt tarihi, Ankara, 1949, II, 84 v.d.). Bunların pomaklar ile bir ilgisi olmasa ge­ rektir. Pomakların eski vesikalarda adlarının zikredilmemiş olması bunların hangi tarihten itibaren İslâmiyet! kabûl ettikleri meselesinin kesin bir neticeye bağlanamamışına yol açmış­ tır. Umumiyetle bulgar müellifleri XVI. asırda, Selim I. zamanında ve bilhassa XVII. asırda, Köprülü .Mehmed Paşa ’nın şiddetli tedbirleri sâyesinde, islâmiyetin pomaklar arasında yayıl­ dığını ve batta bîr kısmının XVIII. asırda müslüman olduklarını Heri sürmektedirler (C . JireSek, Geschichte der Balgaren, s. 455 ve bunu me’ haz gösteren diğer m üelüfler). Po­ maklarm İslâmiyet! kabûl zamanları bakkındaki bu mütâleaiar da tarihî gerçeklere uygun değildir; zîra XVI. asrın ortalarına kadar de­ vam eden bütün Balkanların fütûhâtı ile O s­



manlıların Rumeli nâmını verdikleri ülkelerin fethini yekdiğerine karıştırmamak lâzımdır. Rumeli daha ziyâde şark ve cenÛp Balkan ’lan İçîne alan bir idârî bölge idi ki, bâzan bütün eski T rakya ile Makedonya ’yı ve bâzan Edirne, Selanik, Manastır ve Üsküp vilâyetlerini ihtiva ediyordu. Pomakların kesafetle oturdukları mıntaka olan Rodoplar, Belgrad ’m fethinden evvel (152 1), umûmiyetle tamâmıyie müstüinan­ ların yaşadığı bir üfke olmuş idi ( ö . L ü t'i B ar­ kan, X V I. asrın başlarında nüfus yayılışı, iktisat fakültesi mecm., İstanbul, 1949. XI, nr. 14. ilâve ve harita). Osmanh türkleri X IV . asrın ikinci yansında Balkanlara geçince, burada fütûhâtları Sırp-Sm dığı (1 3 6 3 ) ve Çirmen ( 1 3 7 3 ) muhârebelerînden sonra sür’atle inkişâf etti ve bu tarihler­ de pomaklarm ekseriyetle sakin oldukları ma­ haller olarak gösterilen Filibe, Zagra, Kavala, Drama, Gümülcine, lskeçe ve M akedonya’nın büyük bir ktsmı, Edirne ’den Vardar ’a kadar uzanan topraklar daha Murad I. zamanında ( * 359— *3 8 9 ) tamâmiyle Osmanh türklerînin idâresi altına geçti ve buralarda mülkî, askerî, dinî, idârî yeni bir teşkilât knruldu. Bu tarih­ ten sonra pomaklar da türk-islâm camiasına karıştılar. Bundan sonra, XIX. asrın başlarına kadar, hıristiyan bulgarlar ile müslümanlar ara­ sında millî, dinî kavgalar znbur etm edi; hattâ XVIII. asrın ilk yarısına kadar bir bulgar mil­ letinin varlığından dünyâ umûmî efkârı haber­ dar bile değil idi ( E. Z. Kara), Osmanh tarihi, A nkara, 1956, VII, 84). XIX. asrm başlarına doğru pomakların mü­ him bir kısmı Rodoplar ile şarkî Makedonya arasında meskûn id ile r; bunun hâricinde bu­ günkü Bulgaristan ’m şimalinde ( Lofça, Plevne ve R ahova), orta Bulgaristan ’ da Filibe civarla­ rında ve eski Selanik, Manastır, Kosova ile lşkodra vilâyetleri dâhilinde de küçük guruplar hâlinde oturm akta idiler. Rumeli 'de dağlı eşkıya­ sı ve ya Kırcalılar adı altında, Selim III. ( 1 789— 1807) zamanında zuhür eden mahallî isyanlara pomaklardan da katılanlar olmuş idi. 1878 sene­ sine kadar Osmanh imparatorluğu idâresi altın­ da bulunan bu topraklarda yaşayan pomaklarm nüfusu hakkında verilen rakamlar btr tahmin­ den ibarettir. 1874 senesinde Jtreîek {ayn.esr., s. 578 ) ’in elde edebildiği istatistiklere göre, Lofça, Plevne havâlisinde 100.000, bütün Rodop­ larda (Sultan-Yeri 10.303, A hî-Ç elebı 5.851, Nevrehop 6.614) ve Selanik ’ten Vardar boyun­ ca Moglena, Prespa ve yukarı-Dibre ’ye kadar uzanan yerlerde 500.000 müslüman bulunduğu, fakat bunların bir kısmının türkçe konuştuğu anlaşılıyor, 1880 ’de yapılan diğer bir istatistiğe göre, Bulgaristan ’da 400.000 potnak bulunuyor-



^ O M A K L A İİ



du ( Y . A ltuğ, Integration, Bulletin Intern., Augsburg, 1959, nr. 3, s. 284). ¡876’da Ma­ kedonya ve Bulgaristan ’da zuhûr eden ihtilâl­ lerde. umumiyetle Rodop türltleri ve pomaklar büyük felâketlere snârûz kaldılar (H alil Sedes, 1877/1878 Osmanh ordusu savaşları, İstanbul, 1946, S . 220 v.d.). 1877/1878 rus-türk muharebesi dolayısı ile, Bâbıâlî Tuna boylarındaki şehirlerde bulunan rnüsiümanlann bir kısmını tahliye ederek, İstan­ bul, Edirne ve Selanik civarına nakletti. Bu arada şimalde bulunan pomaklardan bir kısmı da eenûba, Rodoplara, Makedonya'ya ve diğer bir kısmı da Anadolu ’ya geçti. Pan'slavizm cereyân’ nın tedhiş siyâseti ve harpler yüzünden, 1878 senesinde 600,000 miislüman Bulgaristan ve diğer yerlerden göç etmek mecburiyetinde kal­ mıştır ki, bunlardan ancak 150.000 kişi Anado­ lu 'ya geçebilmiştir ( Tevfik Bıyıklıoğlu, Trak­ ya ’da m illî mücâdele, Ankara, 1955, 1. 28 v.dd.). A yasiafanos anlaşmasında (3 mart 1878) büyük Bulgaristan planlarım kafileştirm ek için teşeb­ büse geçildiği vakit, Rodoplarda yaşayan müslümaniar ve pomaklar da müstakil bir hükü­ met teşkil etmek istediler ve her ne bahâsına olursa - olsun, vatanlarını korumağa çalıştılar ( ayn. esr., s. 30 v, d.; C. R. von Sax, Geschichte der Machtverfalles der Türkei, Wien, 1908, s. 460). 1878 Berlin muahedesi ile, Sofya mer­ kez olmak üzere. Balkanlar ile Tuna arasında müstakil bir Bulgar prensliği ve Balkanların cenubunda da, merkezi Filibe olmak üzere, şarkî Rumeli vilâyeti teşekkül edince, pomakların meskûn oldukları eski toprakların hudutları bü­ yük bir değişikliğe uğradı. Bu hudut değişiklik­ leri ve yeni Bulgar devletinin kuruluşu sırasın­ da, Bulgaristan ve Rumeli 'nin diğer yerlerinden71 1892 yılına kadar Anadolu v, b. Osmanlı ül­ kelerine sığman muhacirlerin adedi 700.000’i bulmuş idi ( A . C . Eren, Integration, Bulletin Intern., Augsburg, 1959, nr. 3, s. 172 v.d.). Bu muhacirlerin gelip-yerleştikleri yerlere dâir ced* veiler tutulmuştur ki, bunlar arasında Rodop türklerinden ve pomaklardan da göç edenle­ rin sayısı bir hayli yekûna bâlig olmaktadır {Mühâcirin-i İslâm, İstanbul üniv. kütüp., nr. T Y . 9129). 18 eylül 1885 ’te bulgar komitecilerinin yap­ tığı hükümet darbesi ile, şarkî Rumeli vilâyeti Bulgar prensliğine ¡¡hâk edilince, bu vilâyet dâhilinde bulunan pomakların bir çoğu büyük ıztırap.lara ve felâketlere mâruz kaldılar; bir kısım pomaklar bu ühâk Üzerine Anadolu ’ya veya Selanik ve cenfıbî Rodop!a r ’a göç ettiler; böylecc pomakların meskûn bulundukları yer­ lerin çoğu yeniden Bulgar prensliğine geçti. Bu devirde de pomakların nüfusları hakkında ve­



rilen malûmat tahminden ibarettir. C . Jireîek 'in eserinde 18 9 1’de Bulgaristan prensliğinde bulunan pomakların adedini ancak 28.000 ve 1910 resmî istatistiklerinde ise, 21.143 gösteril­ miştir. Balkan harplerinden sonra pomakların oturdukları mmtaka Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan gibi, üç devletin siyâsî hudutları içine girmiş oldu. 1917 ’ de Bulgaristan ’dakı pomakların nüfusu 121.000 ’i bulmakta İdi (Ischirkoi'f, ayn. esr., s. 16). B ulgaristan'da yaşayan diğer müslüman türklerin sayısı ise, 1000.000'dan fazla bulunuyordu. I 9 i6 ’ da Bul­ garistan hükümetinin yayınladığı bir istatis­ tiğe nazaran, garbi Trakya ’ dakî türk nüfusu 209.618 (bunun 136.772’si türk ve 72.846’sı pom ak) id i; fakat T. Bıyıkhoğlu ( ayn. esr., s. 160) bu istatistiğin doğru olmadığını ve birinci dünya savaşında garbî Trakya 'da bulunan türk­ lerin nüfusunun 500.000 olduğunu kaydeder, 1923 ’ten 1961 senesine kadar muhtelif Balkan devletlerinden ve diğer ülkelerden Türkiye cumhuriyetine, gerek anlaşma yolu ile, gerek şâir sebepler ile göç edenlerin sayısı 2,$ mil­ yona yakındır ( C . Geray, Türkiye ’ ye ve Türki­ ye ’den göçler ve göçmenlerin iskânı, 1923— 1961, Siyasal bilgiler fakültesi Mâliye enstitüsü yayınlarından, Ankara, 1962, nr. 9 s. 11 ). Bugün yalnız Bulgaristan 'da 800 000 müslüman türk­ ten başka, 100.000 pomak bulunduğu tahmin edilmektedir ( A . Tanoğlu, Bulgaristan türkle­ rinin son göç hareketleri, İktisat fakültesi mecm,, 1950/1951. XIV, ayrı baskı, s. 6). Pomaklar umûmiyetle zekî, çalışkan ve cesûr insanlar olup, daha ziyâde zirâat ve ticâret ile meşguldürler. Onların bulgarlar ile ilgisi bir kısmının bulgarcaya yakın bir şive ile konuş­ masından ibarettir. Şehirlerde oturanların çoğu türkçe konuşur; bunlar türk-islâm medeniyeti içinde gelişmiş olduklarından, bütün duyguları ile türklüğe bağlı yaşamışlar ve onun keder ve saadetini paylaşmağı bir vazife bilmişlerdir. 1913 yılında bulgarlar ile yapılan bir anlaşmaya göre, pomaklar ve umûmiyetle Bulgaristan 'da yaşayan müslümanlar için, Sofya ’da bir baş müftülük bulunacak ve bu makam Bulgar hü­ kümeti nezdinde müslümanların dinî ve hukukî işlerine tavassut edecekti ( N. Erim, Devletler hukuku ve siyâsî tarih metinleri, A nkara, 1959, I, 468 ). Fakat bu anlaşmaya fazla riâyet edil­ medi, Bulgar hükümeti çomakları hıristsyanlaştırmak İçin, çok çalıştı ve hattâ şiddet kul­ lanmaktan da çekinmedi. Pomakların merkezi olan Çepino ve Rodopların diğer bölgelerinde bulgar mektepleri açarak, onları bulgarlsştırmağa gayret e ttiler; bizzat Isch irk o ff’un iti­ raf ettiği gibi, bu teşebbüsler bir netice ver­ medi, Pomakların ik’nci cihan harbinden sop-



To



m a k la r



-



ra k i durum ları h akkın da elim izd e y e te r vesi­ k a y o k tu r. Bunların durumu da B u lga rista n ’da ki d iğ er m üslüm antann durum undan fark lı d eğild ir. B un lar için en bü yük teh lik e asırlar­ dan beri oturdu kları vatanlarından, m ünferit v ey a toplu olarak, b a şka m m takalara İskân edilm eleri ve m ecb û rî gö çe tâ b î tutulm alarıdır. B ilh assa şim ali B u lgaristan ’d a yaşayan pom akların b ir çoğu bu gü n e sk i to p raklarını te rk e m ecbur ed ilm iştir.



B i b l i y o g r a f y a ' , Makalede zikredi­ lenlerden başka, bk, T. Bıyıklıoğlu, Trakya 'da m illî mücâdele (A nkara, 1955 ), I, Rodop türkleri için bk. s. 23, 30, 60, 8a ; F. Balkan ( l a ­ kın tarihimiz, 1962, sayı 37— 4 0 ); Y. Nâbî, Balkanlar ve türklük (A nkara, 1936), S. 178 •— 183 ; Mercia Macdermatt, A History o f Bulgaria 1393—1885 (London, 1962); h to riçeski Pregled ( Bulg. tarih mecmuası, Sofya, 1960, X VI, sayı 2, s. 90— 9 7 ); N. Şişkov, Pomacite v tritte bolgarski oblaste Trakija (M akedonija, Mizija, Plovdiv, *914 ); Y . Chataigneau ve J. Sion, Pays balkaniques ( Géo­ graphie Universelle, Mediterraneê, Paris, 1934, ill, 488 ) ; C . Evelpidl, Les Etats balkani­ ques ( Paris, I930 ) ; N. Brançev, Bolgar Muhammedane ( Sofya, 1948 ) ; S. Şişkov, Bolgars-Muhammedanit (P lo vd iv, 193 6); S. L Verkovic, Topografiçesk. oçerk Makedonii (Petersburg, 1889, istatistik ve etnografik harita ) ; İv. Lekov, Kam vapros zaimeto po­ mak ( Sbornik poluvekovna Bulgariya, Sofya, 1933 ) ; Annuaire statistique du royaume de Bulgarie (Sofya, 1934): Annuaire du monde Musulman (1928); J. Hadji Vasijeviç, Muslumani nase krvi u fu z n o j S rb iji (Belgrad, 1934 ) ; S- Cemaloviç, Muslumani u Bulgarsk, ( Gajret, Sarajevo, 1932, XIII ). (A . C



evat



E r e n .)



P O N T İ A N A K , İudon ezya d evleti te şek k ü l etm eden ö n c e , B o r n e o ' n u n „W e ste r-A fd e e lin g " F e l e m e n k umûmî vâliliğine_ d â h i l b i r k ı s m ı n a , a yrıca K a p u a s deltasında yerleşen sultanlığa ve o n u n i d â r e m er k e z i n e v e r i l e n isimdir. H o l l a n d a e y â l e t i olarak, P o n tian ak, Kubu, L an d ak, S an ggau , S ëkadau, T ajan ve Mëii a u ’yu içine alırdı. İdâre aynı zam anda „ W e s ­ ter A fd e e lin g " umûmî valisinin de mukîm bulun­ duğu P o n tian a k 'ta umûm î vâli muavini ta ra fın ­ dan yü rütülü rd ü. H o llan dahlar Çinlilerin ticâret muhiti olan K a p u a s ’ m sol kıyısın d a yerleşm iş­ lerdi. M alezyalılara â it şehir ise, k a rşı k ıy ı üze­ rinde kurulm uştur. A y n ı ism i ta şıy a n İdâre m erkezi ile P o n* t ı a n a k s u l t a n l ı ğ ı , hollandalılartn hu-



p ö n îîa n a r



.



kümranlığı altında muhtariyete sâhip olup, 4-545 km.2 İ ık bir sahayı kaplam akta idi. 1930'da nü­ fus, 100.000 maîezyah ve dayak, 5Ğ2 avrupaIı, 26.425 çinli ve ayrıca muhtelif milletlere mensûp 2.378 şarklıdan terekküp ediyordu. Bu­ rada maîezyah denilince, yerli müslümanlar ve çoğu arap neslinden gelen eavalılar, bugintiler ve İslâmiyet! kabûl eden dayaklar hatıra gelir. Merkezde dayaklar putperest olarak kalmış­ lardır. K a tolik din teşkilâtı gerek onlar ve gerek çmliler arasında faaliyet gösterm ekte­ dir. Bu son derece karışık nüfus topluluğu Pontianak'm menşe’i ve inkişâfı ile izah edile­ bilir. Mahallî idâre, 1 7 3 5 ’te M atan ’a yerleşe­ rek, 1771 ’de Mampava ’da dindarlığı ile tanı­ nan çok saygı değer bir kıraiiyei idarecisi iken ölen şerîf Husayn b. Ahm ed al-Kadri 'nin o ğ­ lu şerif ‘A b d ai-Rahmân tarafından, 1772 'de te’sis edilmiştir. ’A bd al-Rahmân 1742 'de bir dayak kızı İle olan münâsebetten dünyâya gel­ miş ve daha çok küçük yaşta iken, mütekâmil ve müteşebbis yaradılışı ile temayüz etm iştir. Hükümdarlığı ele geçirmek üzere, arka-arkaya Mampava, Palembang ile avrupalı ve yerli ge­ miler tarafından zaptedilerek, sultanın himaye­ sine giren Bancarmasin ’de dahi büyük gayret­ ler sarfettı ise de, buradan, berâberindeki de­ niz korsanlan ile birlikte, geri çekilmek zorun­ da kaldı. O sıralarda Mampava ve Bancarma­ sin hâkiminin kızı ile evlenmiş idi ve çok zen­ gin idi. Mampava 'ya geri döndüğünde, babası henüz ölmüş bulunuyordu. O rada hiç bir itibâra sâhip olmadığı düşüncesine kapılarak, etrafına topladığı mâcerâperest bir çete ile, bir müstem­ leke kurmağa karar verdi. Landak ile Kapuas 'in kavşağında cinlerin, perilerin tehlikeler ile do­ lu barınağı olarak bilindiğinden, pek fazla kor­ kulan gayr-i meskûn bir arâzi (P o n tian ak) ona bu maksadının tahakkuku için müsait bir he­ def olarak göründü. Cinleri ve perileri kovala­ mak üzere, uzun süren top atışlarını müteakip, karaya en evvel kendisi ayak bastı ve ormanı açtırarak, şahsı ve askerleri için basit mesken­ ler inşâ ettirdi. Ticâretin inkişâfı için mühim olan bölgenin müsait durumu ve ticâretin himaye edilmesi kısa zamanda buraya dışarıdan buginlı, maîezyah ve çinli tüccarları çekmiştir. Pontianak böylece çok gelişmiş ve kuvvetlenmiş, şerîf 'A b d al-Rah* mSn, basîret ve kudreti sayesinde, Matan, Sukadana, Mampava ve Sanggau gibi komşu dev­ letler karşısında durumunu muhafaza etmeğe muvaffak olmuştur. Kendisi muhtelif halk top­ luluklarına reisler tâyin ve ticâreti mâkul esâs­ lara göre tanzim etmiştir. B a ta v y a ’daki şarkî Hindistan kumpanyasının temsilcilerini o dere­ cede iknS edebildi ki, kumpanya Ban ten ’in



P O N T İA N A K — PO R T-SA İD . merkezi Borneo üzerindeki haklarını satın al­ dıktan sonra, ona Pontianak ve Sanggau dev­ letlerini tim ar olarak verdi. 17 72 'den itibâren Bug’n hâkimi Raca H âcei ona sultan nnvânmı tevcih etmiş idi. 1808 ’de ölümünden sonra, yerine oğlu şerif Kâsim geçti. Sarayda arap örf ve âdetlerini tamamen çağdaş bir anlayış içinde değiştirerek, tatbik eden son sultan da bu olmuştur. 18 55’te Hollanda Hindistan! hükümeti ile akdedilen anlaşma mucibince, sultan hükümet­ ten muayyen bir irâd sağ lard ı; bununla beraber bütün tebea üzerinde adlî ve inzibatî hakları kullanan hükümet idi. Hollanda Hindistanı hü­ kümeti ile olan münâsebetler aynı zamanda hukuka ve vergiye müteallik hususları da ihti­ va eden 1912 tarihli uzun bir mukavele ite tan­ zim edilmekte idi. Sultan mahallî vezneden 6.800 florin tutarındaki maaşını ve buna ilâve­ ten zirâat ve mâdenlerden ödenen vergilerin de 50 % ’sini alırdı. Devletin menşe’ine ve nisbeten yaygın islâmiyete uygun bir yaşayış Pontianak ’a hâkim­ dir. Halktan Mekke 'ye hacca gidenlerin sayısı oldukça mühim bir yekûn tutar. Burada „ C a ­ va funtiana" ismi verilen bu hacılar için sultan, 1880 ve 1890 yılları arasındaki haceı sırasında, onların bakımını te’min etmek maksadı ile, bir kaç vakıf müessese te'sİ3 etti. Halkın tamâmının başlıca geç'm kaynağı zi­ râat ve orman mahsûlleri ticâretidir. Hindis­ tan cevizi içi, kara biber, bir nevî reçineli zamk olan gambir, bind irmiği sago, rubber ve rotan adı verilen bir hind hurması çeşidi ihrâo edilir. Bu ihracât bilhassa Singapur ve Cava 'ya yapılır. Pirinç, kumaşlar ve avrupahlar ile çinli ve arap zenginlerinin ihtiyaç mad­ deleri idhâl edilir. Başlıca ihracât ve itha­ lât Çinlilerin elindedir. Bunlar Pontianak ’in diğer şarklı ecnebilerin de yerleşmiş olduğu sol kıyısındaki çinli mahallesinin avrupalılara âit yarı kısmında ikamet ederler. Kapuas havzasının iktisat, ticâret ve müba­ dele merkezi burada bulunur. Çinli tüccarlar, kendilerine âit olan vapurlar ile, nehrin menbâ tarafındaki kıyısında yerleşmiş olan başka çinli tacirler ve diğer taraftan deniz yolundan Singapur ile irtibatı sağlarlard ı; her iki şekilde de devlet deniz nakliyat kumpanyası ile reka­ bet hâlinde idiler. Pontianak bataklıklarında dış âlem ile ti­ câret hemen-hemen yalnız su yolu ile yapılırdıPont ian :k ’tan Mampava, Sam bas ve Sungei Kakap ’a ve Mandor ’dan Landak 'a uzanan yüksek bölgelerde motorlu vâsıtalar için yollar ancak çok geç inşâ edilmiştir. Şunu bilhassa kaydetmek yerinde olur ki, Pontianak ’in havatsllm Ansiklopedisi



5Ï 7



sı sıhhate zararsız olup, pek sık su istilâsına uğrayan ve denizden içeride kalan şehirde sıtmaya tesadüf edilmez. B i b l i y o g r a f y a ; P . ]. V eth , B orn eo’s W ester-A f d eelin g ; j . J. K . E nthoven, B i jdrag e n to t de géog ra p h ie van B orn éo’s W esterA f d eelin g ( T ijd s c h r ift K o n . A a rd ri jk sk u n d ig C enootschap, 1912, s. 203— 210). ( A . W , N ie u w ë n h u is . ) P O R T - S A İ D . P O R T -S A İD , M ı s ı r ’m b î r



A k d e n i z l i m a n ı olup, Süveyş kanalı medhalinde ve garp kıyısında. 31° 15 ' 35' şimal arzı ile 320 19' îo " şark tülü üzerinde, Z a gâ zig ve İsm â'iliya yolu üzerinden, demir yolu hesabı ile, Kahire ’ den 233,3 km.. Sâhil boyunca sıra ile Dimyat 'tan 57,9 km. ve İs­ kenderiye ’den 201,1 km. uzaklıktadır. Port-Sa‘ id 1859 'da, Süveyş kanalının açılması karar­ laştırılınca Mısır hidivi S a 'id Paşa [b. bk.] za­ manında kuruldu ve ismini bu şahsın adından aldı. Manzala gölünü A k d e n iz’den ayıran ve genişliği 180 m,— 270 m. arasında değişen kum şeridi hârie, şimdiki şehrin mevkii sular altında idi. Bu mevki. Laroche ile de Le'sseps İdaresindeki bir mühendis hey'eti tarafından berzahın ortasındaki S ü veyş’e en yakın nokta olması hasebiyle değil, su derinliğinin burada mutasavver kanal için çok müsait olması bakı­ mından, seçilmiş idi. Kanalda faaliyet başlar-başlamaz, su üzeıiude inşâat işçilerinin kullanması için, fırın ve su süzgeci ile kalın kazıklar üze­ rinde ahşap beş ev yapıldı. Bîr sene sonra, tarak dubaları yeni te’sis edilmiş olan limanın su­ larını derinleştirmeğe başladı. Buradan çıkan çamur binâ yapımında kullanıldı ve bu sûretle binaların sayısı, çok geçmeden, fazlalaş­ tı. iş yeri yanında 150 ev, Jjo kulübe, biı hastahâne ve bir câmi, bir katoük kilisesi, bir ortodoks k üsesi ile birlikte, burası 30.000 m2. ’İlk bir yer kaplıyordu. Bununla beraber bu sâba, kanal inşâatı İsm â'iliya 'ye doğru ileri­ lerken, sür’atle artan nüfusa kâfi gelmedi. Bu ihtiyacı ve taş ocaklarının yokluğunu ve uzak­ lardan taş getirmenin zorluğunu karşılamak maksadı ile, deniz suyuna mukavemet edebi­ lecek sun’î taş İmâlatına, M. M. Dussaud tara­ fından, 1865 ’te başlandı. Bu ameliyenin tefer­ r uat ı ' Al i Paşa M ubârak’in Hi t at ( X, 38— 40' isimli eserinde anlatılmıştır. -Her biri 22 tor. ağırlığında olan bu taşlar hem daha dıştak liman iç’n iki muazzam dalga-kıranm inşâsında hem de yeni bîr inşaat sahası meydana getir­ mek üzere kullanıldı. Aynı sene kayıklar ka­ nalda İsm â'iliya ’ye kadar sefer yapıyor ve P o rt-S a 'id ’e kadar erzak ve lüzumlu madde­ ler taşıyordu. 1868 ’de dalga-kıranlar ikmâl edildi ve 1869 ’da kanal tamamlandı. Neticede, 37



578



PORT-SAİD — POZANTI.



muhtelif milletlerin konsolos ve mümessillerinin zaman, seyyahlara şark malları ve biblolar sa­ ' buraya yerleşmesi ile. şehir kalabalıklaştı ve tarak geçinirler, nüfusu i o . o o o ’e yükseldi. Bu devirdeki bir çok B i b l i y o g r a f y a ' . Başlıca kaynaklar şark te’sîsleri gibi, Port-Sa'id de, başlangıçtan için b k .'A H Paşa Mubarak, al-Hiia{ al-Tav.itibaren, kat’î olarak, mısırlı ve avrupalı ma­ filçiya (20 c ild ; Kahire, 1305/1306 ) ; bk. bir de 1. Süveyş kanalı ve tarihine âit neş­ hallelerine ayrıldı. Mısırlılar garpta ve cenûb-i garbide, 1300 ( 1883 ) yılının şâbân ayının 14. cu­ riy a t; 2. Mısır hükümeti ile Süveyş kanalı ma günü, merasimle açılan camiin etrafında şirketi tarafından çıkarılan yıllık takvimler, yerleşerek, çoğaldılar. Avrupatılar ise, kanalın Annuaires statistiques ve Trade Returns; 3. medhali yakınında ve kumsalda şimâl ve şiMısır rehberleri1 Baedeker, Murray ( nşr. mâl-i şarkîye doğru, kıyı boyunca yerleştiler. Mary B rodrick) ve Cook (nşr. E, A . Wallis Şimdi muntazam su ikmâli N il’den, İsına'iliya B u d g e ). _ (A . S. A tîY A .) kanalı İle, bir çok günler için ihtiyâcı karşı­ P O S T . PU ST veya PÖST ( F) , d e r i ; türklayabilecek kadar su alabilen büyük depoya çede posteki şekli de kullandır; bir tarikat bağlı ana borular vâsıtası ile yapılır, Port- şeyhi veya pir [ b. b k .]’inin, taht veya merâS a 'id ’in inkişâfındaki büyük sür’at 1907 *de sim kürsüsü gibi, kullandığı d e b b a ğ l a n m ı ş 49.884 'e varan nüfusundaki artış İle izah edi­ p o s t . Başı, ayakları ve yanlarına, tasavvufî mâ­ lir. [P o r t-S a 'id ’in nüfusu 19 3 7’de 124.749 a nalar İ2afe edilmiştir. Post kelimesi ar. bt$a{ yükselmiştir (bk. A n cyclop aed ia B rita n n ica ). 'ın karşılığıdır. Evliyâ Çelebi ( İstanbul, I, 495 ) i960 sayımına göre ise, bn nüfus 200.000'i bul­ ’ye göre, müride, pirin önünde bir imtihan muştur (bk. The Europa Year B aok, 1961}.] Şe­ geçirdikten sonra, s5/:i& post adı verilir. Bekhir, Mısır ticâretinin anbar merkezi olarak, bü­ tâşî tarîkati âyinlerinde, cemâathâne veya tek­ yük ehemmiyet kazandı ( bu memlekette İsken­ kenin zemini, 12 imamın hâtırasına uyularak, 12 deriye ’den sonra ikinci gelm ektedir) ve bura­ beyaz koyun postu ile kaplanırdı. sı şark ile garp arasındaki deniz seyrüseferi­ B i b l i y o g r a f y a : j . P . Brown, The nin en mühim duraklarından biri oldu. 2.060 dö­ Darvishes ( Oxford, 1927 ); G. Jacob ( Tür­ nümlük bir sâha kaplayan hârıcî limanın, kum kisehe Bibliothek, Berlin, 1908, IX .); H. Thorbirikmesinden ve devamlı deniz dalgalarından ning ( ayn.esr^ 1913, X V I). (R . LEVY.) kanalı korumak maksadı ite inşâ edilmiş olan P O Z A N T I. B0 Z A N T 1, iç A n ad o lu ’ yu A d a ­ iki mendirek yahut dalga-kıranın ve garp kıyı­ na ovası üzerinden cenûba bağlayan yol bo­ sında, esâs olarak, sayısı üçe varan havuzların yunda başlıca durak mahalli olup, bugün A da­ genişletilmesi mecbûriyeti hâsıl oldu. Uzunluğu na vilâyetine bağlı b i r k a z â m e r k e z i ve 78 m., genişliği 25,5 m., derinliği 5,5 m. ve kaldır­ bir demir-yolu istasyonudur (rakımı 860 m.). ma hacmi 3.500 ton olan büyük bîr yüzer havuz Seyhan nehrinin bir kolu olan Ç a k ıt çayının inşâ edildi ve sonra 1903— 1909 arasında, şark orta kısmına da Pozantı suyu adı verilmektedir. sahilinde, iki yeni dok te’sıs edildi. Bu doklar­ Bütün tarih devirleri boyunca ehemmiyetini da çalışan işçilerin yerleştirilmesi iç:n, şark muhafaza etmiş bir yol üzerinde bulunan Po­ kısmında, adını o zamanki Mısır kiralından zantı, askerî ve ticârî bakımdan, birinci de­ atan, Pord-Fu’ âd isimli yeni bir şehir kuruldu. recede bîr konak yeri teşkil etm iş ve muhte­ Geceleri kanala yaklaşan gemilerin emniyetini mel olarak, ilk çağda bugünkü adına benzer sağlamak için, hidiv İsmâ'il Paşa, masrafı Mısır bir isim taşımıştır. K lasik devirde Tiana (T u hükümetince karşılanacak olan veR eşîd ( b. bk. ]. v â n a ) — Tarsus yolu üzerinde zikredilen ve ’de, Burullus [ b. b k .j’ta, Dimyat yakınlarındaki bugünkü Pozantı olduğunda şüphe edilmeyen Bure al-'tzba ’de ve P o rt-S a'id ’de olmak üzere, 4 Podandos’un H itit devrine âit paduvanda ile deniz feneri inşâsını emretti. P ort-Sa'id ’deki fe­ olan isim benzerliği dikkati çekmiştir ( krş. E. ner kulesinin yüksekliği 53 m. ’dir ve ışığı da di­ Forrer, K ilik ien u tr Z e itd e s H atti-R eich es, K tio , ğer üçününkinden farklı olup, aş.-yk. 35 km. uzak­ 1937, harita X X X III; E. Bilgiç, B elleten , 1946. X, tan görülebilir. Bu deniz feneri en dış kısmında 386, not 7). Mevkiin askerî ehemmiyeti, VII. asır­ E. Frémiet tarafından yapılan ve 1899 ‘da me- da müsiümanlarm Anadolu seferleri ile, bîr kat râsim ile açılan Ferdinand de Lesseps 'in muaz­ daha artmıştır. Pozantı arap kaynaklarında zam heykelini taşıyan garptaki mendireğin kai­ Bazandün (Badandun Budandün) şeklinde zikr­ desi üzerinde bulunmaktadır. P ort S a 'id ’in edilmektedir. Burası, bilhassa A bbasî halîfesi dikkate değer binaları arasında Süveyş kanalı Ma’ mim ’un 218 ( 8 3 3 ) ' de Bizanslılara karşı şirketinin dâireleri vardır. Şehir çok karışık bir açtığı bir sefer sırasında, kısa bir hastalıktan nüfusa sâhiptir ve husûsî bir sanayiinin olma­ sonra, al-Badandün ( Pozantı ) çayı kenarındaki ması ile d'kkati çeker. K üçük satıcılar, şarka karargâhında vukua gelen Ölümü vesilesi ile veya garba giden gemiler rıhtıma yanaştıklar' zikredilir. A dı geçen çay. X. asırda Nikepho-



P O Z A N T I — PR AN G -SEB İL. ros Phokas ' i d A dana havalisini istilâ etmesin­ den evvel, A bbasî devleti ile Bizans arasında hu­ dut teşkil etmekte idi. Haçlı seferleri vakayinamelerinde orduların Bothentrot ( Bodendron, Butrentum ) vadisinden geçtikleri zikredilir { Albretus Aquensis, III, 5 ). XVI. asırda K u d ü s’e giden Ludw ig von Rauter tarafından kaydedilen Poschtzeschy mev­ kiinin de Pozantı olması icâp eder, Evliyâ Ç e­ lebi ’n:n Külek yolunda zikrettiği Sultan-Ham menzilinin Pozantı olması muhtemeldir. K âtib Çelebi de burayı „Ç n k ıt kenarındaki han“ ola­ rak kaydetmekle yetinmiştir. Daha yakm de­ virlere â it kaynaklarda da fazla bir bilgi bu­ lunmamaktadır. R. Kiepert haritasında mev­ kiin Bozantı-Han adı ile kaydedilmiş olması buranın XIX. asrın sonlarında sâdece bir ko­ nak yeri durumunda bulunması ile İlgili olma­ lıdır. Pozantı 'nın ehemmiyeti XX. asrın başlarında, Bagdad demir-yolu inşâatı sırasında yeniden arttı. Birinci cihan harbi yıllarında demir-yolu buraya kadar gelmiş, Ç akıt tünellerinin açıl­ ması faâliyetine hızla devâm edilmiş, Pozantı o sırada pek işlek bir menzil hâlini almış idi. Mevkiin ehemmiyeti bugün de devâm etmekte­ dir : Uhı-Kışla ’da Toroslarm Bolkar dağı ve A la-D ağ kütleleri arasına dalan yol ve demir­ yolu Pozantı ’ya kadar beraberce gelmekte, bun­ dan sonra demir-yolu Ç akıt adını alan vadiyi tâkip ederken, Külek yolu, Tekir-Beli ’ne tır­ mandıktan sonra, Tarsus çayının esâs kolu üzerinde meşhûr boğazın içine girmektedir. M illî mücâdele yıllarında A d a n a ’yı işgâl eden fransızlara karşı girişilen hareketlerde de dikkati çekecek derecede bir rol oynamış bulunan Pozantı, yakm zamana kadar Adana vilâyetinin Karaisah kazasına bağlı bir nahiye merkezi olup, 1935 ’ te nüfusu 638 olarak tesbit edilmiş idi. 1950 'den sonra Pozantı bir kazâ merkezi olmuştur. Nüfusu i960 ’ta *473 ’e yükselmiştir. 755 km.2 toprak üzerine yayılan Pozantı kazasının 16 köyü ile beraber nüfusu 12.330 'a varıyordu. Bu nüfus, sıcak mevsimde Adana ovast halkından bir kısmının yaylalara çıkması sebebi ile, yazın epeyce artmaktadır. B i b l i g o g r a f y a : İbn Hordâzbeh ( nşr. de G oeje), s. 100, 102, n o ; Mas’üdi, M a­ rne (P a r is ta b .), VH, 1 ve 96; Yäküt, M it cam, 1, 530 v.d .; T ab ari, Târih (nşr de Goeje ), 111, 1 134 v. dd. ; G. le Strange, The Lands o f the Eastern Calipkate ( Cambridge, *9 °5 )j s. 133 v.d. ; W . M. Ramsay, Historical Geography o f A sia Minor (London, 1890), s. 348 v.d., 357; V . Cuinet, La Turquie d 'A s ie , II, 49; K. Bittei ( Pauly-W issowa, Realencyclopaedie der class. Aliertumszviss.,



XXI, 11, 1136— 1139, mad. Podàndos); C har­ les Texier, Asie Mineure, s. 726; V. de Langlois ( Revue Archéologique, 1856, XIII, 489 ) ; ayn. mil., Voyage dans la C ilicie et dans les montagnes du Taurus ( Paris, ï8 6 l ); W. M. Ramsay, Ciltcia, Taurus and the Great Taurus Pass ( Geogr. Journal, 1903 ) J Th. K otschy, Reise in den Cilicischen Tauros (G o th a , 1858); R. Oberhummer-H. Zimraerer, Durch Syrien und Kleinasien (Berlin, 1899 ), s. III ; Mehmed Cem âl, Anadolu ( Is­ tanbul, 1337 ), s. 108 v.d. (M etIn TüNCEL.) P O Z A R E V A C . [B k . p a s a r o f ç a .] P R A N G -S A B Î L . [B k . p ra n g -s e b Il.] P R A N G -S E B İL . P R A N G -SA B İL , Şarkî Hind iakim-adaiarında c i h â d [b bk.] 'm k a r ş ı l ı ­ ğ ı olarak kullanılır; prang ( malezya dilinde) „h arp " demektir. Tarihin seyri müslümanlara c i h â d a dâir vazifelerini edâya İmkân vermedi. Fakat şeriat mümessilleri cihâdı telkin eder ve halk, ancak muvaffakiyetten şüphe edildiği zaman, kâfir­ lere silâh kutlanmaktan sakınmak lâzım geldi­ ğine inanır, ladonezya adaları gibi, gayr-i müsiim bir hâkimiyet altmda bulunan müslüman bir ülkede, bu düşünce ile, din adamları susmağı tercih ederler ve bu gibi şartlar içerisinde, gayr-i roüslimlerin üstünlüğü ve mü’ minlerin faydalandığı nisbî hürriyetten Ötürü, cihâdı icâp ettiren bir sâik bulunmadığını söylerler; yahut da öteki dünyada müslüman ile kâfir ara­ sında meydana gelecek olan şiddetli zıddiyetleri gösteren metinleri şevkle açıklarlar. Siyâsî hâ­ diseler, felâketler, her türlü âfetler karışıklık­ ları tâkip ettiği zaman, şarkî Hind takım ­ adalarındaki müslüman halklarda bu karışıklık­ ların dinî bir kisve altında zuhûr etmeleri nâ­ dir değildir. O vakit kâfirlere karşı savaşın farz olduğu şuurunun yeniden uyandığına hükm­ edilebilir, İleri gelenler cihâda { prang-sebil) dûvette bulununca, bu davetleri doğrudan-doğruya akis bulur. H akikatte cihâda davetin, İslâm şeriatine göre, imam tarafından yapılması lâzım­ dır. Şimdi imam yoktur; fakat Osmanh sulta­ nı daha imam tanındığı devirde bile, bu ka­ yıttan kolayca kurtulmak kabil idi ; çünkü İmam ilgisiz kalıyordu. Kendi ülkeleri dışında eihâd ilân edildiği zaman savaşanlar için mü’minler derûuî yakınlık duyarlardı A ynı şekilde bu ada­ ların her hangi bir yerinde müslüman reisler tarafından girişilmiş olan kuvvet yolu ile ihti­ da ettirme umûmiyetle övülüyor ve cihâdın biribirine bağlı vazifelerinin tamamlanması şek­ linde görülüyordu. Cihâd ’ın bu amelî anlayış', XIX. asrın son çeyreğinde, bilhassa A çe ’de ehemmiyette idi. Hâdiseler de bilhassa bunun gelişmesine mü-



PRANG-SEBİL - PUL. sâtt idî. A çeliler, cîhâd 'dan memnûn, onun faziletine ve ayrıca savağı tazammun ettiğine kani bir halk idi. Müslüman olmayanlara her yerde garaz bağlanıyor veya hîç olmazsa haka­ retle bakılıyordu; aynı zamanda her hangi bir şe­ kilde dini temsil eden kimseler büyük saygı gö­ rüyorlardı. Bununla beraber bu vaziyet, teşkilât­ lanmış ve mütecaviz bir kuvvete karşı, kendileri tarafından cihâdı başarı ile yürütmek için, kâfî gelmiyordu. A skerî bir teşkilâta ihtiyaç var idi. A çe 'd e ehemmiyetsiz bir sultan bulunuyordu. Fakat memleketin durumu bakımından, o mü­ him bir âmil değil idî. Memleketin reis'eri, A çe’nin gerçek sahipleri, istekleri ile kendi toprakla­ rında inzivaya çekiliyorlar ve müşterek bir iş­ te çalışacak durumda bulunmuyorlardı. Silâhlı çeteler memleketi tarıyor, mümkün olduğu ka­ dar, kâfirlere fenalık yapıyor, fakat A llah tara­ fından emredildiği tarzda savaşmadıkları için, birlikte çalışma ve umûmî bir yardımlaşma hususu uda ortaya hiç bir dâva atamıyorlardı. Bizzat şerîat cîhâd masraflarını karşılamaları gereken meşrû kaynaklan gösterir. Çetelerin mûtad işlerinden olan yakma ve yağma etme gibi bereketler Allah tarafından aslâ makbul sayılmıyordu. Buna bu çetelerin teşkilâtlarının uzun zaman toplu olarak bulunmaları imkânsız­ lığını da ilâve etmek lâzımdır. Bu şartlar içeri­ sinde savaş teşkilâtını destekleyen 'ulama’ (müfret olarak da kullanılır) ’d ır : bunların arasında bilhassa her zaman dinî tedrisat ocağı olan Tiro ulemâsı mühim yer işgâl eder. Bunlar memleke­ tin reislerinin kayıtsızlığını ve uhrevî m ükâfat­ lara dünya nimetlerini tercih eden halkı ayıplar­ lardı. Dâimâ dolaşarak, cîhâd fikrini tâlim eder­ lerdi ve kimse açıkça onlara düşmanlık edemez­ di; zîra onlar şeriat! temsil ediyorlardı. Savaşı yürütebilmek için, paraya ihtiyaç var idi. Ulemâ dînî maksada tahsis edilen zekâtın bir kısmını İsrarla istiyordu. A yrıca Tirö ulemâsı, munta­ zam askerî bir kuvvetin teşkilinde, usûlüne uygun şekilde alman mühtedî askerlerden fay­ dalanıyordu. Ulemâ uzun bir zamanda halk arasında savaş rûhunu yerleştirdi. Fakat eismânî hükümdarlar üzerinde sağladıkları üs­ tünlük ancak savaşın devamı hususu uda hal­ kı taassuba sevkettikleri müddetçe devâm edebilirdi. Savaş bitince, şerîat mümessilleri, dâimâ çok kuvvetli olan eski durumlarına dönerlerdi. Harp telkinleri ile dolu muhte­ lif yazılar, savaşçıları taassuba sevketmek için, te’sirli bir vâsıta olarak kullanılıyordu. Bu yazılar cihâd hakkmdaki vaazların mütemmim bir tezahürü idi. Ulemâ cihâdı yürütmenin mecbûriyetini İsrarla ileri süren eser ve risâleler .yazıyordu. Teşvik için, şehid olmanın uhrevî mükâfatları vaad ediliyordu. Savaşan



kâfirler en karanlık renkler altında tasvir edi­ liyorlardı. B i b l i y o g r a f y a : C . Snouck Hurgronje, De A tjekers ( Batavîa, 1893— 1894.). 1, 183 v. d d .; II. 123; ayn. mil., Verspreide C eschriften, İV/H, 233 v. d d .; H. T. Damste, A tjeksch e oorlogspapierm ( Indische Cids, 1912, 1, 617 v. dd., 776 v. dd.); ayn. mil., [lik a ja t Prang Sahil (m etin ve tercüm esi, B T L V , L X X X 11I, 545 v. d d . ) " ( R. A . K ern.) P U L ( F u L B E ), g a r b î A f r i k a ' d a y a ­ ş a y a n b i r k a b î i e ; aslında göçebe bir ço­ ban halk olup, mensuplan bugün büyük ölçüde toprağa yerleşmiştir ve çiftçilik etm ektedir. Kendilerine bizzat verdikleri ad olan Fulbe Pulo 'nun cemidir. Bunlar Havsalar tarafından Fulani, Kanurilerce Felata tesmiye edilir; tran­ sız)ar ise, onlara Peul derler. Dillerine kendi­ leri f u l fu ld e demektedirler. B udar şimâl-i şarkîden, belki de nihâyet Fezzân ’dan, buraya gelmiş gibi görünüyorlar; bununla beraber son zamanlardaki göçleri da­ ha ziyâde garptan şarka doğru vâkî olmuştur. Migeod onlara 1923 ’ te bugün İngiliz manca bölgesi Kamerun ‘un bulunduğu civarda rastla­ mış idi. Pullar buraya kendilerinin burada rast­ ladığı kimselerin yaşadığı bir devirde girmiş bulunuyorlardı. Başlıca yayılma sahaları fransız Guinea 'smdakİ Futa cali on ve yukarı Senegal­ Niger ‘deki Massina ’dır. Kavmı bakımdan bunlar, bu husûsia türlü görüşler ortaya atılmış olmasına tağmen, bu­ gün hâmî ırka mensûp addolunurlar. Meek (I, 94) bunların en eski mısırlılar ile büyük bir benzerlik arzettiklerini belirtir. Delafosse bunları ( haklarında henüz kâfî bilgi mevcut ol­ mayan ) her bangi esrarengiz bir Bani Isrâ’ il zümresi ile gittikleri mmtakada yerleşmiş bul­ dukları kabile veya kabîle-erin, bir rivayete göre, Tekrörların (b u gü n k ü : Toucouleur) ka­ rışmasından hâsıl olmuş melez bir ırk olarak tesbit etmek temâyüiüııde idi. Frobenîus ( ayn. esr., s. 165) bunların bizzat kendilerinin ve di­ ğerlerinin şahıslarında H erodot ’un Gsramantlarını müşâhede ettikleri „Garalarm tazyikmdan kurtulmak için, Fezzân 'dan eenûb-î garbîye muhaceret ettiklerini söylemektedir, Frobenius, Sonînke-rivâyetinin bunlardan (18 9 3 ’ te, Passarge ’in ziyareti esnasında hâlâ Adamawa ’daki göçebe Fulbelerin kendilerini bizzat ad­ landırdıkları g'bi ) Bororo veya Borojogo adı altında, hakir görülen, boyunduruk altında bir ırk olarak bahseitiğiui tesbit etm ektedir. O bunların şarkıcılarından ( mabube ) derlemiş ol­ duğu rivayetleri aslî bulmamakta ve bunların müstakil olıır-olmaz, bir zamanki efendilerinin



an’aneleriui benimsemiş olduklarım zannetmek­ tedir. Bu arada Frobenius’un, „daha Barth biîe onları Leuca-habeşiiler ile aynı zümreye idhâl etm iş idi" derken ( ayn. esr,, gosl. yer.), pek aşikâr bir şekilde hatâya düştüğünü de tebarüz ettirm ek gerekir. B a rth ’m sözleri ise, daha ziyâde şöyledir { II, 505 ): „Fakat ben onları bu sebeple eski müelliflerin Leucaethı’opları addetmek iste­ miyorum ( t )". Barth 'm görüşüne göre, bunlar karışık arap-berberî ve saf zenci kanından or­ talama bir kavimdir. Onun aynı eserde yaptı­ ğı, bunların dilleri ile „cenubî A frika kafferierinin dili" arasındaki bir münâsebetin alâ­ metlerine dâir telmih her iki lisanda da isim bölümlerine tesadüf edilmesine müstenit olma­ lıd ır; bu husûs ayrı bir kısımda mütâlea edi­ lecektir. Türlü faraziyeleriu münâkaşasından sonra, M eek(I, 9ü), „Fulanilerin .muhtemelen, menşe* yurtları Mısır veya A sy a ’da bulunan çok eski bir Libya kabilesi oldukları" sonucuna varmak­ tadır. O göçebe olarak yaşayan Fuibeleri Ni­ geria 'da hâmî unsurun en saf mümessilleri add­ etm ektedir ( I, z 6 ). Fulbelertn vücût teşekkül ve husûsiyetteri Mango Park, Barth, Nachtigal, Passarge ve diğer seyyahların ifâdeleri ı’Je, umûmî olarak, tevâfuk eden Meek ( I, sû }'in aşağıdaki hulâsa­ sında en iyi şekilde sıralanm ıştır: „Bunların ten renkleri açık ile kızılca kahve rengi arasında tehavvül eden — Passarge „açık kırmızımtırak sarı" dem ektedir— vücûtlarının yapılışı ince, adaleli ve hattâ bâzan kadın vü­ cûdu gibi nâziktir. Çehre beyzî, dudaklar ince, kafa dolichocephal *dir; alın şakaklara doğru ol­ dukça çökük, burun düz veya kartal gagası şek­ linde bükülmüş olup, ucu da ekseriya hafifçe ke­ narlıdır. İleriye doğru çıkık çene çok nâdirdir ve­ ya hiç yoktur; saç kıvırcık olup, sık-sık düz saçla­ ra da tesadüf ed ilir. . . Erkeklerin çenelerinde seyrek bir sakal vardır. Gözler badem şeklinde olup, uzun, ipek gibi siyah kirpikler ile gölgelenmiştir. Fulani kadınlarının güzel yüzleri ve cazip tavırları çok meşhÛrdur. istidadı itibâ­ rı ile Fula şüpheci ve ürkek, dessas ve hîlekârdır. Kendini olduğundan başka türlü gös­ termek husÛsunda ve kurnazlık bakımından hiç bir yerli afrikalı onun kâbına varamaz". Bu değerlendirme, bütünü ile, evvelce zikrolunan mÜdekkiklerinkine tevâfuk etmektedir Savaş, ay ve hayvan yetiştirm eği bir erkeğe lâyık yegâne meşgûliyetler addettikleri cihetle, gerek bedenî işleri ve gerekse ticâreti hor gör­ meleri mânasında, Passarge onların „asıl bir halk" olduğunu söyter. Bunlar zencilerden da ha vekarlı ve kuvvetli seciye sahibidirler; bu­



nunla berâber ben aynı zam anda „F u llan ın ( aynen ) daha ziy â d e dü şü n erek h ilek â rlık yap a ­ bileceğ in e b ü yük



kanîim . O



z e n cîy e



nazaran



daha



bir seciye g ö s t e r ir ; fak a t fırsat zuhû-



ruhda, d ah a büyük bir a lça k tır". B arth ( II, 505 } *ın ifâdesi de buna b e n z e r : „F u lb elerin se c iy e ­ lerin d eki sevim li c ih e t bunların anlayışlı ve hareketli o lm ala rıd ır; buna k a rşılık , on larda kö­ tü lü k yapm ak hususunda o lâga n -ü stü bir ta b i’î tem ayül m evcut olup, bunlar hiç bir sü retle asit ze n cile r ka d ar iyi kalpli d e ğild irle r",



Passarge onları, dinî bakımdan mutaassıp olarak tasvir e d iy o r; fakat göçebe Ful beler hâlâ, hiç olmazsa kısmen, put-perest oldukları cihetle ( Meek, I, 200 ve tür. yer.), bu mülâhaza, Havsalar tarafından Falanin Cidda tesmiye olunan ve görünüşe göre, takriben XI. asırda Nigeria ’ nin diğer kabileleri gibi, İslâmiyet! kabûl eden ( Meek, II, 1— 1 1 ) yerleşik Fulbelere â it olmalıdır. Bu yerleşik Fulbeler „bir kayda tâbi olmayan, başka cinsler ile evlenme ve umûmiyetle bir zamanlar savaşta yendikleri halklara mensûp kişiler ile nikâhsız yaşama yüzünden, zenciler tarafından temsil olunmak üzeredirler. Burunları genişlemekte, dudakları kalınlaşmakta, saçları kıvırcıklaşm ağa başla­ makta, yapıları hantallaşıp, zencilere hâs olan çıkık çene, kemikli ağız meydana çıkmaktadır. Bunlar yanlarında yerleştikleri kimselerin zenci tipini esâsından değiştirmiş iken, bu tâli cins Futani .kanı ile bir takviyenin eksikliği yüzün­ den, sür’atle kaybolmak temâyülündedir. Bun­ lar göçebe put-perest Fulaniter ile evlenmezler" ( Meek, î, 28 ). L a b o u ret 'ye



göre,



göçebe



F u lb eler



bütün



b ö lge üzerinde kü çük iskân m ahallerine „um û­ m iyetle sürülerini g ü ttü k le ri yerleşiklerin köy­ leri yan ın a" dağılm ışlardır. B un lar yerleşik hal­ kın sü t ve mâmûlleri ih tiyâcın ı te ’min eder­ ler. S ü t ve te re y ağ ı satan F ulb e kadın ları seyyah lar İçin alışılm ış bir m anzaradır.



300 ( m. s.) yıllarında Fulbeler, Ghana dev­ leti kudretinin zirvesinde bulunduğu bir sırada, yukarı Senegal bölgesine vâsıl oldular. 1400 yılı civarında kabilenin şimâl-i garbide Termes ’ten gelen, bir kısmı Cailo ailesine mensûp reisler idaresinde, Masına ’ya yerleştiler. Bu kıratlık 1494 ’te Songhai reisi A şkla Omar tarafından zaptolundu. A ynı sıralarda veya hiç olmazsa bundan pek çok geçmeden, Tengelia adında tur pulo reisi ( ardo) O m ar'e karşı isyan e tti ise de, 1512 ’de öldürüldü. Bunun oğlu Koli, G am ­ bia 'mn yukarı mecrasında Badiar ’da müsta­ kil put-perest bir kıratlık kurdu ve onun Denianke hanedanı olarak tesmiye edilen evlât ve ahfadı 1539 ’dan 1776 ’ya kadar iktidarda kaldı. '



PUL



XVI. asır zarfında Fulbeler Bornu’ya sızdı* lar ve başka zamanlarda da yaptıkları gibi, bekledikleri miisâit bir fırsat zuhûrunda „ânî bir baskın ile kendilerini memleketin siyâsî efendileri hâline getirinceye kadar", ülkeyi ma­ sam çobanlar şeklinde doldurup, taşırdılar (M eek), XVIII. asrın sonunda Shehu Usuman ’dan Fodio ( doğm. 1754) şimalî Nîgeria ’nın fethi ile neticelenen dinî bir teceddüt hareketi yarattı. Usuman ( 1 8 1 0 'da oğlu Belo tarafından inşâ edilen) .S ok o to ’yu merkez ittihâz etmiş ve 1817 Jde vukû balan ölümünden evvel şarkin musulmi, yâni devletindeki müslümaniarın rûhânî en yüksek reisi, olarak tanınmıştır. İkti­ darda ona oğlu Belo, 1821 ’de Denham, Clapperton ve Oudney ’in ziyaret ettikleri, „Sultan Bello" halef olmuş idi. Bunun idare merkezi önce Sokoto ve sonraları Wurno olmuş ve amcası Abdulahi ise, G an do’da hüküm sürmüştür. Bu arada garpta aş.-yk. 1810 yıllarında Seku Hamadu adında bir Pulo murâbıtı ( m arabut) Masina Fulbelerini İslama kazandırmış, C enn e’yi zaptetmiş ve hattâ 1826 ’da Timbuktu ’ya hâkim olmuş bulunmakta id i; bununla beraber, kur­ muş olduğu devlet kısa sürdü ; çünkü daha 1862 ’de amcası al-Hâcc 'Omar tarafından tardediidi. Bundan daha önceleri, 17 76 ’da, müslüman Tekrörlar Futa Toro 'da Fulbe Deniankelere karşı ayaklanarak 1881 ’deki fransız ilhakına kadar mevcûdiyetini idâme eden bir „dinî seç'mle bağlı saltanat" (D elafosse) te’sis etmişlerdi.— Şimdi de Tekrör'arın diğer bir kısmının başında olduğu hâlde, 'Omar oradaki Fulbelerin hak­ kından gelerek, 1864 yılında vukû bulan ölü­ müne katlar, sürekli olarak, fransız makamlarını iz'âc etti ( Delafosse ). Yerleşik Fulbeler, görünüşe göre, put-perest menşe’ lerînin bâzı izlerini muhafaza etmiş ol­ makla beraber, diğer isiâmı kabû! etmiş kabi­ lelerden, âdetleri bakımından, mühim ayrılık arzetmezler. Bâzı müslüman ailelerde, belki to ­ temizm ile bağlı veya belki de bununla ilgili olmayan hayvanı tabu ’lar müşahede edilebilmek­ tedir ( Meek, I, 174). Meek burada her hâlde Havsalan kasdetmiş olmakla beraber, görünüşe göre, bu müşâhede, hiç olmazsa, „Fulani kabi­ lesinin müslüman dallarından" biri için de mer’î olmalıdır. Bundan başka MuKaramed al-Tünisi ( Meek, 1, 99 ): — „Sudan ’da bunların bir buka­ lemundan neş’et ettikleri hikâye edilmektedir" — dediğine göre, bu „istihkar gayesi ile icât edil­ miş bîr masal" olmaktan daha çok. hakikî bir totem inancını aksettirmekte olmalıdır. A frika zencileri ve Bantular için aslında ya­ bancı olan bir kasi *lar müessesesi, Fulbe, V7olof, Malinke Marka ve Bammanalarda müşte­ rek olarak, sâdece Fulbelerde bunun kabîle



farklarından neş’et etmesi (,,[ kast ] muayyen ahâli tarafından teşkil edilir" Frobenius, s. 166 ) ve bandan dolayı ciddî tutulması farkı ile, mev­ cuttur; buna karşılık Mandelerde „kastlar, ne­ reye dâhil oldukları husüsunda tereddüt edilen soylarca teşkil edilir.“ Fulbe kastları şunlardır: asiller rimbe (müfr. dimu) hür olmayanlar rimuibe tacir ve çobanlar diavambe şarkıcı ve dokumarnlar mabube deri işçileri sakebe (v eya gargassabe) tahta işçileri laobe ( veya sekaebe) demirciler vailbe ( müfr. baibu) D ikkate şâyân olan cihet, zikredilen kabile­ lerden ayrılmak sfireti ile, Fulbelerin husûsî köleler sınıfı tanımamasıdır. H ür olmayanlar (Frobenius bunlara „ k ö le le r " diyor) rimbe ( a sille r) ile ganimet olarak elde edilen kadın­ lardan meydana gelen nesildir. Tahta işçileri ve tâcirler kastları Fulbelerin bir husûsiyetidir. Diğer kastlar başka kabilelerin hepsinde de vardır. Galla, Somali ve diğer hâmî çoban kerim ­ lerin aksine, Fulbeler bilhassa süt ile alâkalı âdet veya an’anelere sahip değil İmiş görünü­ yorlar, Bunlar iki cins davar beslem ektedirler; bunlardan birisini ve hattâ ikisini de cenûba muhaceretlerinde beraberlerinde getirmişlerdir. Bunların hayvanları hakkında bâzı tafsilât Me­ ek (1, 115— ı ı 8 ) ’te verilmektedir. : Fulfulde dili uzun bir zaman tamâmiyle n ev i şahsına münhasır addedilmiş idi. Eğer Bartb bu dilde „bu kabilenin cenûbî A frik a ’mn Kafferlerî ile bir bağlılığın emarelerini" buluyordu ise, o bunun ile, daha tam ve daha mantıki olmasına rağmen, bir mânada Bantu dilleri âilesininkine benzeyen isim bölümlerini düşün­ müş olmalıdır. F. Müller hiç bir akrabâsını keşfedememiş olduğu bu dili, „Nuba-Fulah züm­ resinin" bir kısmı olarak, kendisine mahsûs bir sınıfa koyuyor. A . W . Schleicher (189* ), esâs olarak kelime mütâbakatlanna dayanmak ve bütün isim bölümleri sistemini bir tarafa bırak­ mak buna mukabil ise, Somali dilinde Fulfulde gramerinin mühim bir emaresinin bulunmasına imkân olmadığını da itiraf etmek süreliyle, bu dili Somali lisanı ile bağlamağa çalışmıştır. Bu zât Fulfulde dilini hâmî olarak kabûi ettiği nisbette, kendisinden bir az sonra bu dilin, içinden bir taraftan bugün malûmumuz olan hâmî dillerin ( Şilha, Sabo, G alla v .b .), diğer taraftan Bantu ailesi dillerinin inkişâf ettikleri ilk bâmî bir tabaka teşkil ettiği kararına varan Meînhof ile kısmen tevâfuk etmektedir. E vvelce zikred ilen isim bölüm leri sistem i ya ­ nında ( bunda cem i, B an tu dilin d e olduğu gib i,



PUL. ön-ekin değişmesi ile değil, bir son-ek ile teşkil olunur}, Fulfuidenin dikkate değer bir farkı a. beşeri veya gayr-i beşerî; b. büyük ve küçük eşyalar hususunda görülmektedir. Bun­ larda cemî, kelime başındaki sesin Meinhof ’un kutuplaşma kanûnu“ adı altında bir araya topladığı bâzı muayyen kaidelere göre değiş­ tirilmesi ile vukû bulur. Bu sınıflandırmaya da­ yanarak, Meinhof gramerdeki cinsiyetin aslı hakkında bir çok esaslı tarafları olan bir fa­ raziye meydana getirmiştir. Bu faraziye onun Sprachen der Hamiten {191 z ) adlı eserinde izah edilmektedir. Son zamanlarda Meinhof, Bantu dilinin aslı hakkmdaki düşüncesini tâ­ dil etmek zarûretini duymuş ve şimdi, hiç ol­ mazsa isim bölümleri sisteminin, Fulfuidenin, iptidâî bir hususiyeti olmaması, bunun bil'akis bâzı Bantu veya „yarı-Baritu" dillerinden alın­ mış bulunması imkânını kabul etm ektedir ( W es­ termann bunlar İçin „ Klassensprachen" ıstıla­ hım tercih etm ekte ve H. H. Johnston ’un Comparative Stadı/ ’sinde sayılan dillerden daha başkalarına da teşmil etmek istem ektedir ). Bundan başka Fulfuidenin önceleri göründüğü gibi, pek de nev'î şahsına münhasır tek teza­ hür olmadığı anlaşılmıştır. Bunun Serer ve di­ ğer hem-hudut diller ile, hele bilhassa G. A. Krause ’ nin daha 1895 yılında bir tetkik mev­ zuu yaptığı, Portekiz Guinea ’smdaki az bilinen Biafada ile temâs noktaları mevcuttur, A . Klin­ genheben 'in 1923/1924 ve 1924/1925 Zeitschr. f . Eingeborenensprachen ’deki iki mühim ma­ kalesi bu karışık meseleye yeui ışık tutmakta­ dır. Havsa gibi Fulfuidenin de, mahallî olarak, ajem i ( ar. ‘acami ) tesmiye edilen bir nevî arap harfleri ile yazılan bir edebiyatı vardır. Bu yazı şekli muhtemelen İslâmiyet'in buraya gir­ mesinden itibaren meydana çıkmıştır ve kendi­ sini Svahilİ ‘do kullanılan yazı şeklinden kuv­ vetle ayıran husÛsiyetlere mâliktir. Bunlardan bir kaç güze! örnek F. W. Taylor ’un Fulani-Haasa Readings ’inde bulunmak­ tadır. B i b l i y o g r a f g a-. 'A b d al-Rahmsn ai-Sa’di, Târih al-Südân (trc. Hondas), Pa­ ris, 1900; H, Barth, Reisen and Entdeckungen in Nord and Central-Afrî'ca in den Jahren 1849 bis 1855 ( 5 cild ; G otha, 1857 ) ; A bbé P. D. Boiiat, Esquisse Sénégalaise, physionomie du pays, peuplade, commerce, religion, passé, avenir, récits et légendes ( Pa­ ris, 1853); R. N. Cust, A Sketch o f the Mo­ dem Languages o f A frica { 2 cild ; London, 1883); Denham, Ciapperton ve Oudney, Nar­ rative o f Travels and Disccveries in Nor­ thern and Central A frik a fn the years 1822, 1823 and 1824 (London, 1826); L. Des-



plagnes, L e Plateau Central Nigérien ( Paris, 1907 ) ; Maurice Delafosse, Haut-Sénégal-Nig e r ( 3 cild; Paris, 19x2); ayn. mil., Traditions historiques et légendaires du Soudan occiden­ tal traduit d’un manuscrit arabe inédit (P a ­ ris, 19 13 ); ayn. mil. ve H. Gaden, Chroni­ ques du Foutasénégalais (P aris, 1913 ); ayn. mil.. Les Noirs de VA frique ( Collection Pa­ y o t, nr. 15), Paris, 1922 (ço k tafsilâtlı bib­ liyografya mâlûmit) île ) ; C . Faidherbe, Es­ sai sur la langue Poul (Paris, 1875) ; !-e0 Frobenius, ^lf/antis (Jena, 1921), V I ; Henri Gaden, Le Poular,dialecte P eul du Fouta Sé­ négalais (Paris, >912); ayn. mlL, Proverbes et maximes perds et toucouleurs traduits, ex­ pliqués et annotés ( Paris, 1932 ) ; T . G . de Guiraudon, Manuel de la langue Foule ( Paris­ Leipzig, 1894); A . Klingenheben, D ie Prä­ fixklassen des Fui ( Zeitschr. fü r Eingebore­ nensprachen, 1923 / 1924, XIV, 189 — 222, 290— 315 ); ayn. mil., D ie Permutation des B i­ afada and des Fui. (ayn. esr., 1924/1925, X V , 180— 213, 266— 272); H. Labouret, La situation linguistique en A friq u e Orientale Française (A frica , 1931, IV, 56}; ayn. mit., La Parenté â plaisanteries en A friq u e Occi­ dentale (A frica , 1929, H, 244); Meinhof, D ie Sprachen der Hamiten ( Hamburg, 1912 ); ayn. mil., D as Ful in seiner Bedeutung fu r die Sprachen der Hamiten, Semiten und Bantu (ZD M G , 1 9* 1 ) ; C. K. Meek, The Northern Tribes o f Nigeria ( Oxford, 1925), I (bilhas­ sa 8. 23, 28, 94 v. d.) ve 11; F. W . H . Migeod, Through British Cameroons ( London, 1925}; ayn. mil., A View o f Sierra Leone ( London, 1926 ) ; C . Monteil, Une cité sou­ danaise : D jenn è ( Paris, 1932 ) ; G ustav Naçhtigal, Sahara und Sudani Ergebnisse sechs­ jähriger Reisen in A fr ik a ( 3 kısım, Berlin— Leipzig, 1879— 1889); Mungo Park, Travels in the Interior Districts of. A frica , 1795— 1797( 3'oild; London, 1799 ); S iegfried Passar­ ge, Adamaua t Bericht über die Expedition des Deutschen Kamerun-Komitees in den Jahren 1893/1894 { Berlin, 1895 ) 5 L. N. Reed, Notes on some Fulani Tribes and Customs (Afri ca, 1932, V , 422 v.dd. ) ; H. Reeve, The Gambia ( London, 1910 ); Ch. A . L Reichardt, Grammar o f the Fulde Language (London, 1876); A . W. Schleicher, A frika ­ nische Petrefakten (Berlin, 1891 ); Flora L. Shaw ( Lady Lugard ), A Tropical Depen­ dency ( London, 1905 ) ; F. W. Taylor, Fulani-Hausa Readings in the Native Sc­ ripts. With Transliterations und Translati­ ons ( Taylor’s Fulani-Hausa Series, Oxford, JÇîŞ, V ); ayn. mil., Fulani-English Dictionary



584



PUL - P U V A S A .



(O xford, 1932); R. Thurnwald, Social Sys­ tems o f A frica ( A frica , 1929, II, 37ı v.dd.); D. Westermann, Handbuch der Ful-Sprache (London, 1909); j . R. Wilson*Haffenden, The R ed Men o f Nigeria (London, 1930).



Sarkar, Ş iv a ji and his Times (1919) i S. Sen, Siva Chhairapati ( 1 9 2 0 ) ; L. W. Shakespear, A Local History o f Poona and Üs Baitlefield s ( 1 9 1 6 ) , ( C . C O LU N D a VIES.) P U S T . [ Bk. p o s t .] _ ( A . W e r n e r .) P U V A S A ( skr. upavâsa), şarkî Hind taP Û N A . PU N A , Hindistan ’da, Bombay eyâ­ kım-adalarında r a m a z a n [b. bk.] ayı ile bu letinin merkez bölümünde b i r i d â r i b ö l g e ayda veya başka zamanlarda tutulan o r u ç ve ş e h i r d i r . K aza 13.756 kms. mesaha­ ( b. bk.] için kullanılan bir t a b i r d i r . Bun­ sında olup, 1.169.79g nüfusa sahiptir. Bunun ların arapça isimleri de, bu yer halkı tara­ 54.997 ’si müslümandır ( 193t nüfus sayımına fından bilinir. O ruç tutm ak İndonezya ’da umu­ g ö r e ). Ptina III. ( m. s.) asrın ortasında son miyetle çok rağbet gören dinî bir vazife olup, bulan. Dekken ’in Andhra kıratlığının bir kıs­ oruç, yalnız ramazan ayında veya tavsiye edi­ mını teşkil etm iştir. Daha sonra garptaki Çâ- len günlerde değil, arzû edilen bir işin tahak­ lukya, Râştraküta ve Yâdava D eogirilerin bu kuku için de tutulur. Ramazan ayında oruç mıntakada hüküm sürmüş olmaları vakıası ile tutmak, diğer müslüman memleketler nde ol­ de faydalı bir şehâdet elde edilmiştir. Burası duğu gibi, islâmın en mühim rükünlerinden Dekken *li H alci ve Tuğluk [ bk. mad. M UHAM - sayılm aktadır; burada oruç tutmakla bir sene M ED T U G L U k 3 istilâları ile İslâm kontrolü al­ içinde yapılmış bütün günâhlardan kurtulma­ tına girdi. Püna ’ya âit dikkate değer bir tas­ nın mümkün olduğu tasavvuru hâkimdir. Her vir Behntenî hâkimiyeti devrinde buraya gelmiş kes orucu aym sonuna kadar devam ettirm ez; olan rus seyyahı Athanasius Nikitin ( 1468— oruç tutulması güç olan hâllerde, ayın ilk gün­ 1474) tarafından verilmiştir; V. (m. s .) asrın leri ile son günİerinde oruçlu olmakla iktifa başlangıcında buraya gelmiş olan çinli hacı edenler vardır. Bununla berâber oruç tutanlar Fa-hien ’ den sonra, burayı ziyâret eden ilk ya­ ile hiç tutmayanlar bile, ramazan aym a diğer bancı seyyahtır ve eserleri hâlen muhâfaza edil­ ayların hiç birinin sahip olm adığı müslüman humektedir ( R. H. Major, India in the Fifteenth süsîyeti veren, aym ulvî hisler ile meşbudurlar. Century, H akluyt Society ). Puna A vran g zib 'in Talebe ve tacirler gibi, meslekleri icâbı vatan­ hükümdarlığının ikinci yarısında, M aräthä dev­ larından uzakta bulunan kimseler, hiç değilse letinin kuvvetlenmeğe başladığı zamana kadar, yılın bir ayını, evlerinde, kendi aileleri ile bir­ İslâm hâkimiyeti altında kaldı. Bölgenin tarih­ likte geçirm ek isterler. Bir çok mmtakalarda çesi, bu suretle, Maräthä devletinin kurulması ramazan ayının yaklaşması hayvan kesiminin ve Ş iv a ci'n in çalışmaları ile sıkı-sıkıya ilgili­ artması ile kendini belli eder. Ramazanda kul­ dir. P işvâlar zamanından XIX. asrın başındaki lanılacak e t konserve olarak hazırlan ır; oruç İngiliz istilâsına kadar, şehir Marâtha devleti­ tutabilmek için, ramazanda yemeklerin bir az nin merkezi oldu. daha kuvvetli olması icâp eder. A yn ı şekilde Muthâ ve Mula ırmaklarının kavşak nokta­ pazarlar da ayın sonuna doğru ca n la n ır; oru­ sında kurulmuş olan Püna şehri 250,187 nüfu­ cun sona ermesinden dolayı yapılan hazırlıklar sa mâliktir. Bunun 28.925 ’i müslümandır (1931 ile ilgili alış-veriş bu zamanda yapılır. Yeni nüfus sayımı ). Burası, küçük bir köy iken, Şi- ayın başı umumiyetle ilân olunur ; msl. camiler­ vaci ’nîn büyük babası, Mâlooi Bhonsla ’anı de bulunan davullar muayyen bir ahenk ile câgir ’liğine ilhâk edilmiştir. Daha sonra, Şi- çalınır. Davul çalınması bütün ay boyunca, vaei, Püna 'yi tehlikeli bulduğundan, merke­ günün muayyen saatlerinde, tek rarlan ır; bu zini tae giymiş olduğu Râygad ’a nakletti. Püna bilhassa güneşin batması ve gece yarısı geçerŞâyista Han ’a karşı yapılan cür'etli hücuma geçmez, müsiümanlara iftar zamanı ile sahur sahne teşkil etti. Pişvâ iktidarının gelişmesi es- zamanını hatırlatmak ve buna hazırlanmalarına nâsında Püna, bir kere daha, Maräthä kıral- imkân vermek için yapılır. Nihayet ayın so­ lığının merkezi oldu. Şsn âvâri ismi ile tanınmış nunda, orucun sona ermiş olduğunu bildiren olan Pİşvalarm müstahkem sarayı 1827 ’de bir davul sesleri daha kuvvetlidir. yangın ile harâp oldu. Püna 1885 ’te birinci Ramazan ayının başı ile sonunun tesbiti her Hind millî kongresinin toplandığı yerdir. yıl münâkaşalara yo) açar. Dinî meselelerde B i b l i y o g r a f y a : Adm inistration R e­ daha serbest düşünen kimseler takvim kulla­ ports o f the Bombay Presidency ( y ıllık ) nırlar ve ramazan ayının sonunu daha Önceden J. M. Campbell, Gazetteer o f the Bombay tesbît etmekte bir beis görmezler. Dinî esâsla­ Presidency: Poona (1885), X VIII; Imperial ra harfiyen riâyet etmek tarafdarları İse ( yeni­ Gazetteer o f India, bk. mad. Poona ; D. B. ciler de bunlara iltihâk ederler), ru'ya („ayın Parasnis, Poona in Bygone Days ( 1 9 2 1 ) ; J. gö rü lm esi") ’ye bağlı kalırlar, Taraveh (ar.



PÜV A SA — QUETTA. tarâ vik) namazı camilerde, hemen 'işS' 'dan sonra k ılın ır; diğer dinî vecîbeleri pek yerine getirmeyenler de bu namaza tehalükle devam ederler, iştirak edenlerin gayrı ciddî hareket­ leri bir çok kimseleri, bu namazı, camilere gitmeyip, başka bir yerde, kendi aralarında Ve daha küçük topluluklar hâlinde, edaya sevketmektedir. Bu hususta A çe en fenâ durumda, bulunm aktadır; burada taraveh namazı bir eğlenceye benzer ( Snouck Hurgronje ). Laylat al-kadar ile ilgili ayın son beş tek gecesine husûsî bir ehemmiyet atfedilir. Bu gecelerin hangisinin asıl kadir gecesi olduğu husûsunda fikir birliği mevcut değildir, zr. ve 27. geceler tercih edilirse de, bu husûs mahallere göre de­ ğişir. Bu gecelerde evlerin önünde bir nevî şehrâyin yapmak âdet olmuştur. C a n a 'd a iftar ziyafetlerine husûsî bir ehem­ miyet verilir, imkânı olan her kes her gece bir iftar sofrası hazırlar. Sonra ahbaplar ziyaret edilir ; umûmiyetle her kes açık sofra bulundu­ rur ve neşeli hava gece yarısına kadar devam eder. Bu husûsî ziyafetler dışında, resmî dâvetier de yapılır. K oy muhtarının evinde köy­ lüler dinî bir ziyafette toplanırlar; her kes kendi payına düşeni beraberinde getirir. Y üksek me’mûrlar, bilhassa idâre âmirleri, maiyetinde çalışanlar için ziyafetler tertip ederler. En büyük ziyâfetler bu gecede, en parlak şekilde, C a va beylerinin saraylarında verilir. Eski bir an’aneyo göre, bu büyük ziyâfetler açık havada tertiplenir ve sarayların geniş ön avluları bunun için müsait yer teşkil ederdi. Bu malSman denilen ve efsâneler ile çevrili ziyâ­ fetler derece-derece bîribİrini tâkîp eder. Mem­ leketin hâkimi bu ziyafeti ayın 2 1 ’inde verir, veliahd ile diğer şehzâdeler bunu tâkip eder. Daha sonra valiler ve kıra! naibinin ziyafet­ leri gelir. Ziyâfetler dâimâ ev sahibinin maiyeti için yapılır. Son zamanlarda bu malSman ’lar, yalnız ilkinin umûınî olmak hususiyeti muhafaza edilmek üzere, tahdit ediirmştir. „K ü çü k " bayram „büyük" bayramı çok-çok aşan bîr bayram günü hâline gelmiştir. Ramazanın son gününde, bâzan daha önce, fiira verilip, çok dikkatli bir şekilde yıkandıktan sonra ( cavalı çok defa hayvanını da buna dâhil e d e r ) her kes kendi evinde iftar sofrası hazırlar. Sofu insanlar ramazan ayı içinde, ramazanda etraf­ ta dolaşan ve artık kendi yerlerine avdet eden ölülerinin ruhları ile vedalaşmak üzere, daha sâde ziyâfetler de tertip ederler. Bayram na­ mazı ( şalât, 1 şevval ), A çe ’de buna pek itinâ edilmemekle beraber, diğer mahallerde büyük bir tantana ile kılınır. Bütün sene içinde, bayram namazından daha Ç o k insan celbeden başka bir namaz yoktur.



Hayatlarında hiç camiye gitmemiş olan kim­ seler bile bayram namazını kaçırm ak iste­ mezler. Cava ’da sabahın erken saatlerinde umûmî valiler, en yüksek mahallî idâre âmir­ leri, yanlarında me’ mörları bulunduğu hâlde, umûmî vâlinîn evinden camiye gelirler. Namaz­ dan sonra aynı şekilde geriye dönülür. Burada vâii her kesin tebriklerini kabûl eder. Cenûbî S eleb es’te de aynı âdetler hâkim bulunmak­ tad ır; yalnız burada valinin yerini yerli bey­ ler alırlar. O gün bayram topunu ateşlemek gençlere düşer. Bayram namazından sonra, yeni elbiseler giyilerek, akrabâ ve ahbaplar ziyaret e d ilir; ber kes birbirini tebrik eder ve sene içinde bilerek veya bilmeyerek yaptığı kusur­ ların affını diler, belâllaşır. Bayram gününde, cedlerın daha önce temizlenip, çiçekler ile süs­ lenmiş olan mezarlarını ziyâret ederek, duâda bulunmak da çok yaygın bir âdet hâlini al­ mıştır. Cava ‘d a bir de yüksek me’mûrların kendi maiyetinde çalışanlara „yem ek dağları" ( muhtelif yemeklerin güzel bir tarzda sıralan­ mış olduğu bir te p » ) gönderme âdeti vardır. Beylerin devletlerinde, orucun sonunda üç millî bayram günlerinden biri gelir , ki, bunun en mü­ him mevzuu beyin şahsında tezâhür eden dev­ letin birliğini, göze çarpar bir şekilde, göster­ mekten ibarettir. Bayramın her üç günü de, bü­ tün hâlinde, birbirine benzer. Bey şark tantanası içinde, sarayın avlusunda toplanmış olan halka görünür, önceden beyîn mutfağında çok mıkdarda yapılan yemekler merasimle ve kat’î olarak tesbît edilmiş şekillerde, kümeler hâünde hazırlanır. Bunlar ancak bir kaç kişinin kaldırabileceği büyüklükte olup, beyin kendi yerini almasından sonra, onun emri ile, câraîe götürülür. Burada baş-imamtn bey ve memle­ ket için duasından sonra yemekler dağıtılır. Bundan her kesin bir parça siması uğur ve be­ reket telakki edilir. Şevval ayında tutulan 6 günlük oruca pek az sofu kimse tarafından riâyet edilmekte ve bunun sonunda, ayın 8 ’inde küçük bir bayram yapılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a - C . Snouck Hur­ gronje, D e A tje h e r s I Batavia, 1893 ), 1, 244 v.d d . ; ayn. mil., Verspreicfe G esch r iften , İV/I, 349 v. dd.; R. S oedjoıîb Tirtokoesoem o, D e GarSbSg ’s in b e l Sıütanaat J o g Jakarta (Jogjakarta, 1931); B. F. Matthes, Ethnolo­ g ie van Z u id -C eleb es ( 's Gravenhage, 1875 )» s, 85 v. d d .; C . Poensen, B rieven over den Jslâm uit de binıtenlanden van Java ( Lei­ den, 1886), s. 31 v. dd., 51 v. d d . ; L. Th. Mayer ve j . F. A . C . van Moll, D e sgdgkak’s en slam Stan’s in de desa i Sem arang, I9° 9 )> 757 ) ’de Filâlî Sultân Sayyİdi Muhammed b. 'A b d A llah ’m eÜlûsuna kadar ömür süre­ bildi. Bu hükümdar bu zamana kadar „iki kıyı" cümhûriyetinin gemicileri tarafından yürütülen korsanlığı kendilerine çekerek, teşkilâtlandır­ mağa çalıştı. H attâ muhtelif deniz hattı gemi­ lerinin inşâsı için emir verdi; fakat Sale kor­ sanlarına böyle resmî bir veçhe verilmesi 1763 'te fransız donanmasının Sale ve al-Arâ’iş [b . b k .]’i bombardıman etmesi ite neticelendi. Muhammed b. 'A b d A llah 'm halefi, deniz yolu ile yapılacak cihâd için, başka bir teşebbüs yapmaktan vazgeçmek mecburiyetinde kaldı. Bunun neticesi Sale için bir inhitat devri oldu ve te'sirleri sâdece ticâretin tedricî gerileme­ ) sinde değil, aynı zamanda kasabalar arasında



588



RABAT -R Â B İA



biribirlerine karşı düşmanlığın doğmasında da görüldü. XX. asrın başlangıcında Rabat da. Sale gibi, bütün ehemmiyetini kaybetti. Her iki şehir de 19 temmfiz 1911 'd e fransızlar ta­ ralından işgal edildi. Rabat, asıl halkın yaşadığı hazarı ya ile Şar if devlet'i sultanlarının ikamet ettiği mahzanîya olmak üzere, iki kısımdan meydana gelen Fas şehirlerinden biridir. Şehrin asıl nüfusu, sultanın burayı dâim! merkez olarak seçmesin­ den ve hükümranlığını te'sisİnden sonra, büyük mikyasta a rttı. 1931 ’deki sayıma göre, nüfusun *7*986 ’sı müslüman, 4.218 ’ i yahudi idi ( 1926 ’da bu mıkdartar 20.452’si müslüman, 3.676’sı yahudi; ayrı bir belediye olan S a le ’de 1931 'de müslüman sayısı 22.145, yahudi sayısı 2.387 idi ). R abat ’w nüfusu 1936 'da, 26.356 ’sı avrupah ve 57.123 ü 'd e yerli olmak üzere, 83.379’ a yük­ selm iştir ( Gêogr. Univ. ’e göre, 1958 ’de Rabat 'in nüfusu 160.000 ’dir. The Europa Year Book [ 1961 ] ’a göre ise, R a b a t’ın nüfusu i9 6 0 'ta 225.000 ’dir ). Bu nüfus hemen tamamen madine ’de oturm aktadır ; kenar mahalleleri yahudi niellât} [b . b k .]’ı ile içinde bir câmi bulunan ve etrafı sûr ile çevrili olan Udâya haşba ’sidir. Bu sonuncusu aslında giş (a r. cayş) kabilesi­ nin birlikleri tarafından işgâl edilmiş idi. Ra­ bat 'taki başlıca câmiler şeriflerden Maviây al-Raşid [ b. bk.] ve Maviây Sulaymân ( Mulây Slim ân ) 'ın yaptırdıklarıdır. Saray yakınında­ ki Câmi* ai-Sunna XVIII. asrın ikinci yarı­ sında inşâ edilmiştir. Muvahhidîer devrinde yapılan âbidevî sûr kapılarından başka, daha şu kapılar açılm ıştır: Bâb al-‘Ulü (B ab elA lo u ) madina ’den mezarlığa ve O k yan u s’tan yükselen kayalıklara va Bâb Z a 'ir ise, ChelJa ( Ş a lla ) ’da Merînîlere âit türbelere geçişi sağ­ lar. Madina 'nin dışında inşâ edilen fransız Ra­ bat 'ı sür’atle inkişâf etmiştir. Müstemleke hü­ kümeti mümessilinin sarayları, umûmî iş yer­ leri, güzel meydanlar, bahçeler ile çevrili villa­ lar yeni şehre çok cazip bir manzara kazandır­ mıştır. Fransız Rabat 'ı şöhreti dünyâya yayıl­ mış bir şehir, plan ve mîmârî bakımından bir şâheserdir. Şehir dcmir-yolları ile cenûpta Kazabtanka ve Merâkeş, şimalde Tanca, şarkta Fas ve C ezâyir ile bağlanmıştır. Rabat bugün 1956 yılında istiklâline kavuşan müstakil Fas sultanlığının merkezidir. B i b l i y o g r a f y a ' . A rchives Marocaines ( nşr. M. B ellaire ) ; Hespêris ( nşr. E. L .-P rovençal ) d ergisin d e



R abat



âbideleri,



A D E V İY E .



Rabat 'ın denizciliğe taallûk eden hayâtı ve arap ağızları için krş. L . Brunot, La mer et les traditions indigènes à Rabat et Salé ( P I H E M, Paris, 1920, V ) ; ayn. mil-, Notes lexicologiques sur le vocabulaire marihme de Ra­ bat et Salé { P I H E M , Paris, 1920, V I ) ; ayn. mil., Textes arabes de Rabat { P i H E M , Paris, 1931, XX }. — R a b a t ’t a k i m û s e v î l e r e d â i r bk. J. Gouiven, Les Mellaahs de Rabat-Salé ( Paris, 1927 ).— R a b a t ’1 n deniz c u m h u r i y e t i n i n tarihi hak­ k ı n d a : H. de Castries, Les Sources iné­ dites de l ’histoire du Maroc (P a ris ), bk. fih­ rist. — Muvahhidîer devri Rabat âbideleri hakkında krş. Dieulafov, La mosquée cüHas­ san (Mémoires de l ’Académie des Inscrip­ tions et Belles-Letires, X L 11I, 167 v. dd.); G . Marçaîs, Manuel d’art musulman ( Paris, 1926), I; H. Terrasse, L'art kispano-mauresque des origines au siècle ( P I H E M , Paris, 1932, X X V ).— Bk. bir de Jérôme ve Jean Tharaud, Rabat ou les heures marocaines (Paris, 1918); P. Champion, Rabat et Mar­ rakech ( Les villes d ’art célèbres ), Paris, 1926; C . Mauclair, Rabat et Salé (P aris, >934); Léandre Vaillat, Le visage français du Maroc ( Paris, 1931 ). (E. L é v i- P r o v e n ç a l.) R A B A Z . ( Bk. R E B A D .] R A B B (A .), e f e n d i , A l l a h , b i r k ö l e ­ n i n e f e n d i s i . Islâmiyetten önceki araplar ilâhlarını veya onlardan bazılarını bu tâbir ile ifâde ediyorlardı. Kelime bu mânada şimalî Sâmî dillerdeki ha al, adon gibi tâbirlere teka­ bül eder ve bu dillerde rabb kelimesi „çok, biiyük" mânasına gelir. — İlk nâzil olan sûre­ lerin birinde ( C V i, 3 ), A llah için „bu mabedin rabbi“ denilmektedir. Bunun g>bi a !-L â t bil­ hassa bir taş veya kaya suretinde hürmet gör­ düğü T â ’ if ’te, al-rabba sıfatını taşıyordu. — Kur'an ’da rabb (bilhassa iyelik ekleri ile) AUa’.ı için kullanılan kelimelerden biridir. Bu hâl kelenin efendisine, nidâ şekli ile, rabbi di­ ye hitap etmesinin neden dolayı hadîste yasrk edildiğini izah eder; bu takdirde rabbi yerine, sayyidi demek lâzımdır ( Muslîm, a l-A lfâ z min al-adab, hadîs 14, 15 v. b.). — Mâna ismi olan rubübiya şeklî ne K u r’an ’da ve ne hadîste bulunur-, fakat tasavvufî kelâmda sık-sık kul­ lanılır. B i b l i y o g r a f y a : A rapça lügatler ; Flügel, Concordantiae Corani.



sana­



yii ve d il-co ğrafyasın a âit çeşitli yazılar mev­ cu ttu r. Krş. bîr de Villes et Tribus du Maroc ( nşr, la Mission scientifique du Maroc, Ra­



bat et sa région, 3 eild, Paris, 1918 — 1920),—



( A . j . W e n s ü s Ck .) R A B İ* . [ Bk. rebI.]



-



R A B Î ’ A . ( B k . râbIa.] R Â B İ A A D E V İ Y E . R Â R İ 'A a l- 'A D A V I Y A ( 713— 801 ), B a s r a ’n ı n m e ş h û r k a d ı n



RÂBİA ADEVİYE. s û f î v e e v l i y a s ı olup, lia y s b. 'A d ı ’ nin bir kabilesi olan A l 'A tik 'in a'¿adlısıdır; al-Kaysiya nisbesi ile de tanınmıştır. 95 ( î i î / 7 >4 ) ’t e veya 99 ( h.) ’da doğmuş ve *85 ( 8 0 1 ) ’te Bas­ ra 'da ölmüştür. Bâzı şiirleri bize kadar gel­ miştir i buna karşılık, bir çok sûfî muharrirler ve evliya menâkibİ yazanlar onu zikredip, fikir­ lerinden bahsetmişlerdir. Fakir bir âilede dünyâya gelmiş, çocuklu­ ğunda çalınmış ve câriye olarak satılmıştır. Fa­ kat evliyalığı ona hürriyetini te’min etti ve ilk önce çölde inzivaya çekildi ve sonra Basra ’ya geldi. Burada nasihatlerini dinlemek, dualarını dilemek ve tâlimlerini tâkip etmek için gelen bir çok şâkird ve aynı görüşte olanlar onun etrafın­ da toplandılar. M âlik b. D inar, zâhid Rabâh alKays, hadis râvîsi Sufyân al-Savri ve sûfî Şakik al-Balhi bunlar arasında bulunuyordu. Ha­ yâtının başlıca husûsiyeti son derece bir zühd içinde dünyâdan çekilmesi olmuştur. Kendisin­ den neden dostlarının yardımını istemediği sorulunca, şu cevâbı verird i: — „Bu dünyânın mülkünü onun sahibi olandan istem ekten uta­ nırken, onu bunun sâhibi olmayanlardan nasıl tekrar isteyebilirdim ?". Bir başka dostuna şöy­ le dedi: — „A llah fakiri.fakir olduğu için mi unutmak ve zengini zengin olduğu için mi ha­ tırlamak ister ? Benim hâlimi bildiğine göre, niç’n ben bunu kendisine hatırlatayım ? Onun isteği benîm de isteğim dir". Başka İslâm velî­ lerine olduğu gibi, ona da bir takım kerametler isnât edilm’ştir. Misafirleri ile kendisini aç­ lıktan ölmekten kurtarmak için, harikulade bir şekilde hazırlanmış yiyecekler getirilmiştir. Hacc esnasında ötmüş olan devesi, ona binmek im­ kânını vermek için, tekrar dirilmiş id i; lamba­ sız kaldığı zaman, kendisinden intişâr eden nûr sayesinde, lambaya ihtiyaç duyulmamış idi. Ken­ disi, hakkında anlatıldığına göre. Ölümü yaklaş­ tığı zaman, dostlarına gitmelerini ve yüce Tan­ rının elçisi iç;n yolu açık bırakmalarını emret­ miş, bunlar çıkarlarken, onun âmaniu okuduğu ve bir sesin o n a :— „E y sükûnet bulmuş nefs, kendin râzı ve kendinden râzı olunmuş hâlde, Rabbine dön, kullarım arasında cennetime gir !" ( Kur’an, LXXXIX, 27 — 30) dediği duyulmuş­ tur. ölüm ünden sonra rüyada görülen- Râbi'a, suâl melekleri olan Münker ile Nekir [ b. bk.] kendisine: — „Rabbin kim dir?" diye sorduk­ ları zaman, onların elinden nasıl kurtulduğunu şu şekilde anlatm ıştır: — „G e ri dönünüz ve efendinize söyleyiniz: binlerce ve binlerce mah­ lûklarına rağmen, zayıf bir ihtiyar kadını unut­ madın. Bütün dünyâda senden başka kimsesi olmayan ben, „Efendin k im d ir? " diye bana sordurman için, seni aslâ unutmadım, deJ m *.



$89



R â b i'a 'y a isnât edilen dualar arasında biri vardır ki, bunu geceleyin damda okumak âde­ tinde i d i : — „Rabbim, yıldızlar parlıyor ; insan­ ların gözleri kapanmış; kıratlar kapılarını ka­ padılar ; her âşık sevgilisi ile birlikte yalnızdır ve ben de yalnız, seninle beraberim". Bir de şöyle duâ e d e r d i:— „Rabbim , eğer seni cehen­ nem korkusu ile seviyorsam, beni orada yak; eğer seni cennet ümidi ile seviyorsam beni ondan mahrüm e t ; fakat seni yalnız senin aş­ kın için seviyorsam, ebedî güzelliğini benden esirgeme". Sûfîlik yolunun başlangıcı olan töv­ be hakkında söylediği şn i d î: — „Birine efendisi tövbe etmek imkânını vermese ve tövbeyi kabût etmese idi, insan nasıl tövbe edebilirdi ? O sana teveccüh ediyorsa, sen de ona doğrn dön". Hamdın, lutuf ve ihsan edileni değil de, onu vereni görmek olduğu kanâatinde idi ve bir ilk bahar gününde, A llahın eserlerini seyretmek üzere dışarı çıkm ak için isrâr edilince,, şu ce­ vâbı verm iştir: — „Gelin, onların halikım gör­ mek için, içeri girin. Hâlikm seyri beni onun yaptıklarını seyretm ekten vazgeçirdi". Cennet hakkında ne düşündüğü sorutunca. R âbi'a şu cevâbı verd i: — „Ö n ce komşu, sonra ev (oK cör şumma’ l'dâr ) " — ve a l-öazzali bu sözleri şerhederek, R âbi'a ’mn bununla bu dünyâda A K taht tanımayanın, öteki dünyâda onu göreme­ yeceği ve bu dünyâda „m a'rifa" ’ nîn sevincini keşfedemeyenin, o dünyada „ru y a t“ sevincini keşfedemiyeceği, bu dünyâda bir kimse Allahın dostluğunu aramamış ise, öteki dünyâda bunu İşleyemeyeceği mânasını kasdettığinİ söyler. Kimse ekmediğini biçemez (İhya', IV, 269 ). Râbi'a'n ın tâliminin dünyâdan ayrılma husûsiyeti onun öteki dünyâdan geldiğini ve oraya git­ mekte olduğunu, öteki dünyâyı göz önünde bu­ lundurarak uğraşırken, bu dünyâ ekmeğini, zahmet içinde yemiş olduğunu beyân etmesin­ de ifâdesini bulmaktadır. Onu duyan biri, kendisini alaya almak için, — „Sözleri bu ka­ dar ikıjâ edici olanın bir müsâfirhâne işletmesi yerinde olur" demiş ve Râbi'a ona şu cevâbı vermiştir: — „Benim nefsimde açık bir misa­ firhane vardır; bir kimse orada bulunursa, ora­ dan çıkmasına müsâade etmem ; bir kimse orada değil ise, oraya girmesine müsâade etmem. Ben gidip-gelenler ile ilgilenm em ; çünkü ben sâde bir toprak balçığını değil, kendi kalbimi temâşâ etm ekteyim ". V elilik mertebesine ne şekilde vardığı kendisinden sorulunca, Râbi'a — „Beni ilgilendirmeyen şeyleri terketm ek ve ebedî ola­ nın dostluğunu aramak yolu ile" diye cevap verdi. .. Râbi'a tasavvufî aşkı ( mahabba) ve yalnız âşıkını düşünmek olan A llab ile Snsiyeti ( u n s) tâlim etmesi ile meşhurdur. — „H er ger­



59»



R Â B İA A D E V ÎY E -



çek âşık sevgilisinin kalpten sevgisini arar.“ — der ye şu beyitleri okurda: — „Ben Seni kal­ bimin arkadaşı yaptım ; fakat vücûdum kendisi ile arkadaşlık isteyenler içindir. — Benim vücû­ dum misafirlerini dostça kabûl etmeğe hazır­ dır ; fakat kalbimin sevgilisi ruhumun misafiri­ d ir" (th ıja , IV, 358, kenarda). 0 hasbî bir tarzda sevmeği ve bir eline ateş ve diğerine su alarak hizmet etmeği telkin ve tâlim ediyordu; bu hareketin mânası sorulduğu zaman, şöyle diyordu: — „Cenneti ateşe vere­ ceğim ve cehennemi su ile söndüreceğim ; öyle ki, A llaha doğru gidenler için her iki yerde de perdeler ka lk sın ; yolları emin olsun ve on­ lar hiç bir ümit veya korku olmaksızın, rablarını temâşâ edebilsinler. Cennet ümidi veya cehennem korkusu olmadan, kimse rabbîne tapmayacak, ona İtaatini göstermiyecek mi ?“ ( krş. A flâ k i, Manâkib a l-a rifin , India O ffice, nr. 1670, var. 114a ve Tahsin Yazıcı, Manâkib al'a r ifin , A nkara, 1959, I, 397 ) Peygamber İçin sevgisi sorulunca: — „Onu seviyorum; fakat ya­ ratıcının aşkı beni yaratılanın aşkından çevir­ di" dedi ve ilâve e tti: — „A llaha karşı aş­ kım beni o kadar istilâ etmiştir ki, ondan baş­ kasını sevmek için yer kalmamıştır“ ^ Allah ı'çîn duyduğu saygı ve kendisini sevkeden muhar­ rikler hakkında şöyle söylem iştir: — ■ „Ben A l­ laha cehennem korkusu ile itâat ve hizmet etmi­ yorum; eğer ben yalnız korku ile böyle hareket etmiş olsa idim, sefil ücretli uşaktan başka bir şey olmazdım; bunu eennet aşkı ile de yapmıyorum; çünkü ona yalnız bana verilen şey sebebi ile hizmet etmiş oisa idim, kötü bir hizmetçi olur­ dum ; ben yalnız onun aşkı ile ve onun arzusu ile ona hizmet ettim ". İki türlü aşk, yalnız kendi faydasını gözeten aşk ile yalnız Allahı ve onun şanını isteyen aşk hakkmdaki beyitleri meşhûrdur ve ekseriya zikredilm ektedir: — „Senî İki türlü sevdim, hodbinlikle ve sana lâyık bir aşk ile — Hodbin bir aşkta, Sende sevincimi buldum, geri kalan her şeye karşı ve her şey için kör kaldım — Sana lâyık olarak Seni arayan bu aşkta. Seni görebilmem için perde kalkmıştır — Fakat hamd ve şükür, bunların hiç bîrinde benim değildir — Hamd ve şükür bunların her birinde tamâmen şenindir“. al-Gaazâli yine şerbediyor: „Hodbin aşktan maksadı fânî bir saâdet gayesi ile Allahın lutuf ve inayetini kazanmak için, A llaha karşı olan aşkı bundan daha yüksek ve daha güzel olan ona lâyık aşktan maksadı da kendisine ilhâm edilen güzelliğinin aşkını söylemektir" ( Shyâ’ , IV, 267 ). Bütün sûfîler gibi, Râbi'a ülûhiyet ile birleşmeyi ( v a s i) istemiştir. Bâzı şiirlerinde : — ^Ümidim seninle v a şl'a erişm ektir; çün­ kü arzumun hedefi bu dur" demiştir. Bir de '■



RACPUTLAR. — „Ben artık meTcut değilim ve kendi şahsımı terkettim. Ben Allah ile bir oldum ve ben tamâmiyle Onunum“ demektedir. Şu hâlde Râbi‘a sıcak bir aşktan mülhem olan ve A llah ile tam bir birlik ( v a ş l) haya­ tına girmiş olduğunun şuuruna sâlıip, gerçek bir sûfî olması vakıası ile, sâdece zâhid ve vicdanî sükûnet isteyen ilk sûfîlcrden ayrılmış­ tır. Kendisi sâf aşkı, yalnız kendim için bir fayda gözetmeyen A llah aşkı akidesini tâiım eden ilk süitlerden biri old u ; ayrıca aşk hakkındaki tâlimi, seven için perdeyi kaldırma, ( k a ş f ) ve A llahı görme ( rı? yat A llah ) a k i­ desi ile imtizaç ettiren ilk sfıfilerden biri idi. B i b l i y o g r a f y a\ Başlıca h â l t e r ­ c ü m e l e r i için bk. 'A ttâ r , Tazkirat alavliyâ ’ ( nşr. Nicholson ), I, 59 V. d d . ; Tee al-Din al-Hişni, Siy ar al-şâlihât ( Paris, nr. 2043 ), var. 26» v. dd.; M. Zihni, Maşâhır alnisâ' (Lâhur, 1902), s. 225; tbn FalHkân, Biographical Dictionary ( tre. de Slane ), III, 215 ; al-Munâvi, al-Kavâkib al-durriya ( Brit. Muss. A dd. 23. 369 ), var. 50 v. d d .; al-Şa‘rân i, al-Tabakât al-kubrâ (K ahire, 1299), * s. 56; C âm i, Nafahât al-uns ( nşr. NassauL e e s ), s. 716 v. dd.— F ¡ k i r l e r i h a k k ı n ­ d a b a ş l ı c a m ü r a c a a t k i t a p l a r ı için bk. al-G azzâli, !hyâ‘ {Kahire, 1272), IV, 267, 269, 291, 308; K a lâb â zi, Kitâb al-ta'arr u f ( nşr. A rberry ), Kahire, 1934, s. 73, 121; al-Kuşayri, Risâla (B u lak, 1867), s. 86, 173, 192; al-Makki, K üt al-kulab ( Kahire, 1310 i, I, 103, 156 v. d d .; II,4o, 57 v. d.— H a y â t ı ­ n ı n ve f i k i r l e r i n i n bütün kaynaklar ile birlikte tafsilâtlı bir tetkiki İçin bk Mar­ garet Smith, Râbi'a the Mystic and her Fellow-saints in Islam ( Cambridge, 1928 ). ( M a r g a r e t S m i t h .) R A B Î A ve M U tA R . [ Bk. r e b î a v e m u d a r .] R A B f B A L -D A V L A . [ Bk. REİ3ÎB-ÜD-DEVLE.J R A B İ T A . ( Bk. RiBAT.j R A C A , (B k . RÜCÛ.j



'



R A C A B . [Bk. RECEB.] ■ R A C A Z . ( Bk. r e cez .] ' R A C M . [ Bk. recim .] _ ” " R A C P U T L A R . RÂCPUTLAR, H i n d i s ­ t a n a h â l i s i n d e n olup, eski kşatriya ’ların bugünkü mümessiller! olduklarını iddia et­ mektedirler { skr. râcaputra „bir kiralın oğlu", Râcanya 'nın kşatriya ile ilgisi için bk. Macdonell ve Keith, Vedic Index, I, mad. Kşatriya). Râcpût tâbiri her hangi bir ırk mânasını ifâde etmeyip, ancak kabile, uruğ veya savaş-sever bir sınıf için kullanılmakta olup, buna mensûp olanlar asâlet payesine sahip bulunduklarım iddia ederler ki, bu iddia brahmanhğın tasvibi ile de desteklenmiştir. .



RACPUTLAR. Râcpütlarm menşe’i meselesi müşküller ile doludur. Bugün hâlâ ortada duran nazariye Bhandarkar, Smith ve Crook tarafından İleri sürülen nazariyedir. Buna göre, Râcpütiarı iki esâs sınıfa ayırmak mümkündür: yabancılar ye yerliler. Yabancı kabileler (msl. Çauhân, ÇâSukya ve Gurcara) V . ve VI. (m, s .) asırlarda buralara gelîp-yerleşenlerin halefleridir. Yerli Râcpütiarı ise, Râştrâküta ( Dekken ), Râthor .'asıl R âcputâna) ve Çandel ile Bnndela (Bun­ delkhand) grupları teşkil eder. Bâzı RScpüt kabilelerinin yabancı asıllı ol­ dukları fikri bilhassa Râcpüt destan ve riva­ yetlerine dayanm aktadır; bunlara göre, Râcpütlarm üç dalı v a rd ır: Süracbansi, yâni gü­ neş-ırkı, Çandrabansi, yâni ay-ırkı ve Agni Kula, yâni ateş-grubu. Rivâyete göre, Agni Kula Râcpütiarı, yâni Çauhân, Çâlukya, Parihâr ( P ratih Sra), Pramâra, cenubî Râcputâna ’da Abu dağının etrafındaki ateş-çukurunda mey­ dana gelmişlerdir. Buna istinaden, bu dört ka­ bilenin biribirleri ile akraba oldukları, ateş-çukurunun yabancı menşe’ den gelen baklrliğin temizlenmesi menâsikiai gösterdiği neticesi çı­ karılmaktadır. Paribârlara Gücar kabilesinin bir yabancısı oiarak bakılmağa başlanınca, di­ ğer üç A gni Kuia kabilesinin de yabancı ol­ duğuna karar verilmiştir. Smith 'e göre, Guearalar yabancı olup, A bu d a ğ ı etrafında bir devlet kurmuşlardır. Zaman­ la bunlar bu devletin hükümdarı olan GurcaraPratibâra idûresinde Kanave *ı zaptettiler ve 800 (m. s.) yıllarında şimalî H in distan ’da en büyük kudreti ellerine geçirdiler. Smith 'in id­ diasına göre, Pratihâralar Gurcara kabilesinin bir uruğunu teşkil etmektedir. Bu ise. bâzı Râcpüt kabilelerinin yabancı menşe’li oldukları hakkında bu müelliflerin iddialarının esâs de­ lillerini teşkil etmiş olmalıdır. Bu yabancı meıışe’ nazariyesini bilhassa Agni Kula destanı ile esâslandırmak doğru olmasa g e re k tir; çünkü Vaidya ve diğer müellifler bu­ nun bir menkıbe olduğunu isbât etmiş bulun­ maktadırlar. Bu menkıbe, eserini XII. asırdan daha önce yazması mümkün olmayan şâir Çand 'm Prithw irödj-röîsö ’sında ilk defa geçmekte­ dir. Yeni araştırmalar neticesinde, daba XII. asır­ dan Öncesine âit Pratihâra ve Çauhân kitabe­ lerinde, onların güneş-Râcpûtları olarak adtandırıldıklari; Çâlukya ’mn ise, ay-ırkına mensûp telakki edildikleri görülmektedir. Onun için, A g ­ ni Kula ^destan» Smith ve diğer müelliflerin atfettikleri ehemmiyeti hâiz bulunmamaktadır, Pratih âra’nın Gurcara kabilesinin bir kolu oldu­ ğu iddiası da kuvvetli itirazlar ile karşılanmıştır. A sıl hindû inançlarına göre, Râcpütlar Ve­ da medeniyetindeki Kşatriyaîarm doğruda n-



S$»



doğruya halefleri sayılmaktadır; fak at bu id­ dia uydurma şecerelere dayanır. Eski Hindis­ tan Kşatriyalarm ın târih sahnesinden kaybol­ malarından sonra, orta A s y a ’dan gelen İsti­ lâların eski hindû nizamını değiştirmiş olması da muhtemeldir. Yüeh-çi ve Hüna gibi, Hindis­ ta n ’ a sokulan kütlelerin çok kısa bir zaman içinde hindûiaşarak, onların kumandanlarının kşatriga pâyesini aldıkları ve bunun da muhit tarafından tasviple karşılanmış olduğu fikri kabûl edilmektedir. Bu karışıklık içinde başında yeni hâkimlerin bulunduğu yeni bir hindû nizâ­ mı meydana gelm iştir; cemiyetin en üst taba­ kalarını teşkil eden müstevlilerin aileleri Kşatriya veya Râcpüt olarak kabût edilmişlerdir. Daha sonraları bir çok yerli ve mahalli kabi­ lelerin reisleri de Râcpüt unvanım almışlardır. Onun için Râcpütlarm çok karışık bir kütle olduğu ve bunlar arasında muhtemelen eski Kşatriya bakiyelerinin de bulunduğu iddiası doğrudur. Muhtelif kabile boylarının soylarını güneşe ve aya veya dâstâni şiirlerin kahra­ manlarına çıkaran bîr yığın menkıbeler meyda­ na gelmiştir. Bunlar Tod tarafından mufassal bir şekilde tasvir edilen kabilelerin destânî şecere­ leridir Bâzı Râcpüt uruğlarının yabancı asıllı oldukları hakkında ileri sürülebilecek esâs de­ lil, bu yabancıların hindû cemâati içinde eri­ miş olmalarıdır ki, buna bütün Hindistan ta­ rihi şâhiddir, A gn i Kula destanına itimat edil­ mese bile, yine de Râcpütlarm bir ırk teşkil etmedikleri neticesine varmak mümkündür. An­ tropoloji bakımından, onlar muhakkak karışık bir menşe’e sâhip bulunmaktadır. Bâzı Râcpütiann yabancı asıllı olmaları ise Hünalarm ka­ bul edilen Râcpüt kabileleri sırasına idhâl edilmiş bulunmaları ile isbât edilmiştir. Râcpütlarm menşe’ine olursa-olsun, Harşa nın ölümü ile karışıklık ve siyâsi çözülme başlamış ve müslümaniarın şimalî Hindistan ’a girmelerine kadar, Râcpüt kabilelerinin inkişâf etme ve büyümeleri o devrin asıl vasfını teş­ kil etmiştir. Gurcara-Pratihâraların Hindistan ’m en büyük kuvvetini teşkil ettikleri aş-yk . aoo yıllık bir devre hâriç, muhtelif Râcpüt devletleri arasında devamlı kanlı mücâdele süre­ gelmiştir. Memleketin bu zaafı müstüman fet­ hini ehemmiyetli ölçüde kolaylaştırm ıştır; fakat ovalardaki Râcpüt sülâleleri ancak Muhammed (jüri zamanında tamâmen ortadan kaldırılmış­ tır ( bk. JA , VIII, 483 ). Dehli ve Kanave ’dan kovulunca, onlar bugünkü Râcputâna ’ya çekil­ mişler ve burada nibâyet büyük bir kuvvet vücûda getirerek, müslümaniarın ilerilemesme karşı koym uşlardır; Râcpütlar ilfc^Râcputâna ’ya Dehli sultanları biç bir zaman tamâmiyle hâkim olamamışlardır. Bil ’akis bütün bu zaman



1



R A C P U ÎL A R içinde durmadan harp edilmiş, müstahkem mevki ve kaleler sık-sık sahip değiştirmiştir. Râcputâna 'mn şark hududu hücfima mârûz bulunduğundan, Dehli ’ye en yakın olan Râcpûtlar, tabiatiyle, bunların en zayıfları idi. Anlaşıldığına göre, Dehli sultanları garp sahili ile irtibâtm kıymetini takdir etmişler ve Acm er üzerinden geçen Dehli ile Guearât arasındaki yol İmparatorluğun ordulartna umûmiyetle açık bulundurulmuştur. Râcpütlar için en büyük tehlike Dehli ’den değil, daha çok müstakil müslüman devleti olan G uearât t b. bk.] ve MâlvS [ b. bk.] 'dan gel­ miştir. Seyyidîler hâkimiyeti denilen bir devrenin sonundan. Babur 'un nihâî yürüyüşüne kadar dikkate değer en ehemmiyetli vak’a şimalî Hindistan 'da Mevâr hâkimi Rânâ Sanga ida­ resi altında Râcpüt devletinin yükselmiş olma­ sıdır. O İbrahim ( b. bk.] zamanında Lodilerin zayıf durumundan ve Guearât ile Mâlvâ ara­ sındaki harpten istifâde etmiş ve hâkimiyetini bugünkü Râcputâna 'nın büyük bir kısmı üze­ rine yaymağa muvaffak olmuştur. 1527 yılında, Kânuâ civarındaki muharebede Babur tarafın­ dan Rânâ Sanga nın kudretinin kırılması Hin­ distan 'da müslüman hâkimiyeti tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmiştir ; çünkü Râcpütlar, ovalarda kaybettikleri araziyi geri almak içııi, hiç bir teşebbüste bulunmamışlar vs faali­ yetleri yalnız müdâfaaya inhisar etmiştir. Hânuâ 'dan sonra Râcpüt siyâsetinde, Sesodialarm yerine, Râthorlar geçm iştir; MârvSr hâkimi Maldeö zamanında bunların kuvvetlenmesine Hümâyun [ b. bk.] ile Şer Şâh arasındaki mü­ câdelede yardım etmiştir. Ekber ’in Râcpüt si­ yâseti fetih ve uzlaşmaya dayanıyordu. Çitör ve Ranthambhör *un zaptı Râcputâna 'nın en büyük ktsmıiıı onun hâkimiyeti altına sokmuş­ tu r; Mevâr ise, ancak Cihangir ( b. bk.] zama­ nında tam olarak zaptedilebilmiştir. Ekber'in uzlaşma siyâsetinin terkedİlmesi aynı zamanda şimalde Râcpütlar ve Dekken ’de M arithâlara kârşı koyan ve kuvvetlerini hiç bir cephede toplayamayan A vran gzıb [ b. bk.] zamanında büyük hindû hareketini meydana getirmiştir. ?akat dâhilî anlaşmazlıklar Râcpütlara Hindtürk imparatorluğunun inkırazından İstifâdeye mkân bırakmamış ve XVIII. asrın ikinci yan ­ sında, hiç bir müşkilâta uğramadan, memleket­ lerini ellerine geçiren Marâthâlara karşı da mu­ kavemet teşebbüsünde bulunmamışlardır. A n ­ cak XIX. asrın başında, ingilizler Marâthâlara karşı harp ederken, tekrar Râcpüt devletleri ile siyâsî münâsebetler kurmağa başlamışlardır. ^ S18 yılının sonunda Râcputâna devletler gu­ rubu İngiltere himayesine girmiştir.



RÂDHANPÛR,



x9 3 i yılı sayımına göre, H in distan ’da 10.y43.09i Râcpüt mevcut olup, bunlar bütün memlekette şu şekilde dağılmış bulunuyorlar­ d ı: Birleşik eyâletlerde 3.756.936, Pancâb ’da 2.351.650, Bıhâr ve O n ssa 'd a 1.412,440, Rfieputâna ’ da 669.516, Merkez eyâletleri ve Berâr 'da 506.087, G vâliör’da 393.076, orta Hindistan "da 388.942, Bombay ’da 352.016, Cam mu ve K aş­ m ir 'de 256 020, garbî Hindistan devletleri’nde 227.153, Bengâle ’de 156.978, B aroda’ da 94.893 ve HaydarSbâd ’da 88.434. Şuna dikkati çek­ mek yerinde olur ki, R âcputâna'da sayısı 11,225.712 olan ahâlinin ancak 669.516 'sim R âc­ pütlar teşkil etmektedir. Râcputâna ’dalçi dev­ let hâkimiyeti Râcpütlann elinde bulunmakta­ dır. Müslümanların hâkim bulundukları Tonk ile Çatların hâkim bulunduğa Bharatpur ve Dholptır istisna teşkil eder. Râcputâna 'da en mühi'm Râc­ püt kabileleri şunlardır: R âthor,K açhvâlıa Çauhân, Cjadon Sesodta. Ponvar, Parihâr Tonvar, Châla. RScasthâni bu sahada yaşayan ahâlinin 77 % ’sinin ana-dilidir. Dikkate şayandır ki, Hindistan ’ m bâzı kısımlarında Râcpütlar İs­ la miyeti ksbûl etm işlerdir; msl. Manhâ, K a til ve Salahriaiar ( P a n câ b ). B i b l i y o g r a f y a : Hindistan tarihinin el-kitaplanndan başka bk. bir de C . U. A itebison, Treaties. Engagements and Sanads (1909I, III; D. R. Bhandarkar, Gttrjaras ( J B R Â S , 1902 - 1904, X X I ); W. Crooke, Rajputs and Mahrattas ( Journal o f the R. Anthropological Institute, 1910, X I ) ; K. D. Erskine, The Western Rajputana States ( 1 909) ; R. C . Majumdar, The GurjaraPratiharas ( Journal o f the Department o f Letters. Univers. Calcutta, 1923, X ) ; M. S. Mehta, Lord Hastings and the Indian States ( 1930 ); G. H. Ojha, Râfpûtâne Kâ ItihSs (A cm er, 1925— 1927 ), fas. 1, II; B. N, Reu, History o f the Râshtrakütas ( Rüthâdas), (Jodhpur, 1933); A . H. Rose, Glossary o f the Tribes and Castes o f the Punjab and North-W est Frontier Province ( 1914) , HI, mad. RAJPUTS; R. V . Russell, Tribes and Castes o f the Central Provinces ( 1916 ), I V ; V. A , Smith, The Gttrjaras o f Rucputana and K an auj ( J R A S , 1909). J. Tod, Annals and Antiquities o f Rajasthan ( 3 cild, 1920)5 C. V . Vaidya, History o f Mediaeval Hindu India (3 cild, Poona, 1921 — 1926). J C . C o l l i n D a v i e s .) R Â D H A N P Û R . RADHANPUR, H i n d i s ­ t a n ' da m ü s l ü m a n bir d e v l e t olup, Pâtanpür ’ un cenûb-i garbisinde yer almakta idi. Râdhanpür hükümdarları menşe’lerim Hin­ d ista n ’a, takriben XVII. asrın ortalarında İsfa­ han ’dan gelmiş bir müslüman mâcerâpereste is-



R Â D H A N P Ü R — R Â G iB IS F A H A N I tınat ettirm ektedirler. Onun nesli, G ucarât [b. b k,]'m Muğal vilâyetinde „faved âr" ve vergi mültezimi olmuştur. XVIII. asrın başlarında, o zaman ailenin reisi olan Cavân-M ard Han Bâbi, Râdhanpür ve bavalisini, bir ihsan ola­ rak, almıştır ( Mir’ât-i Akm adı, Ethe, nr. 3S99, var. 742 ) . Hind-türk imparatorluğunun inhi­ tatı neticesinde bu havali M a rab aların eline g e ç t i; fakat Bâbi ailesinin; Râdbanpür ’a mâliklyeti Damâci R lö G aekvâr tarafından tasdik olundu. In giltere’ nin Râdhanpür ile ilk münâsebet­ leri 1813 yılında başlar { A itchison, VI, e). Bir kaç yıl sonra, navöb sabalarında mühim tah­ ribat yapan Sind ’ii çapulcu aşiretlerden Râd­ hanpür 'u kurtarmaları için, ingiitzler davet edildi. Buna karşılık navöb İngiliz hükümetine vergi vermeği kabû! e t t i ; fakat bir kaç yıl son­ ra, devletin bu masrafı karşılayacak gücü ol­ madığı görüldüğünden, bu vergi kaldırıldı. Râd­ hanpür hükümdarı 1862 ’deki isyanı tâkîben umûmî validen H in distan ’a dâhil olmak için bir sanad aldı ( ayn. esr., C II). Evvelce kulla­ nılmakta olan Coravarsay parasının yerini İn­ giliz parasının alması ancak 1900 'de vuku buldu. 1931 yılında Râdhanpür 1.150 mil2 bir sâha kaplamakta ve yalnız 8.435 ’> müslüman olan 70.530 kişilik bir nüfusa sahip bulunmakta idi. Râdhanpür şehri bugün, 3.694 ’ ü müslüman ol­ mak üzere, 11.959 nüfusa sahiptir. B i b l i y o g r a f y a: Bk. mad. pÂLANp Or . (C . COLLİN DAVİES.) R A D İ F . [ Bk. R E D İF.] R A D V E . [ Bk. r a z v e .] R A F . [ Bk. RAPAKj R Â F IZ Î L E R . a l-R A F İ Z A veya A L -R a v a fü , ş i f l e r [ b. bk.} i ç i n k u l l a n ı l a n i s i m ­ l e r d e n biridir. al-A ş‘ari ( Makalöt al-islamiyin, İstanbul, 1928, s. 10 ) bu ismi, A bu Bakr ve 'Omar 'in imamlığını redd ve bunu kabûl etmeyen reislerin terkeim elerinden ( r af a z a ) dolayı, kendilerine verildiği şeklinde izah et­ mekte ve onları, ğalât ve zaydi ’1er ile birlik­ te, şianın üç fırkasından biri olarak göster­ m ektedir; ona göre, al-râfiza ismi imâmiyenin başka bir adıdır (ayn. esr., s. 29). van A rendonk (D e opkomsi van het zaidietische imamaat in Yemen, Leiden, 1919, s. 28), A bu Mihnaf ’in Küfa 'de, Zayd b. ‘A li ’yi, Abü Bakr ve ‘Omar ’i reddetmediğinden dolayı terkettikleri için, şiîlere râfiza denildiğine dâir T abari (11, 1699 ) *nin kaydına dikkati çekmektedir. Fakat bu râ fiza aleyhindeki eski bir münâ­ kaşadan doğmuş olabilir; çünkü bunlar için daha çok r a fi al-şayhayn tâbiri kullanılır. al-M alati ( K , al-Tanbih v a 'l-ra d d 'ala ahi alahvS va ’l-bidcı', nşr. Dedering, Bibliotheea talim Analkt»p»dui



59S



Islamica, 1936, IX, 14) de râfiza kelimesinin imâmiya İle aynı zümreye delâlet ettiğini söy­ lemekte ise de, râfızîleri zeydîlerin 18 fırka­ sının sonuncusu olarak zikretm ektedir {krş. bir de Snouck Hurgronje, Mekka, I, 33 v.d.). ‘A b d al-Kâhir al-Bağdâdi de zeydîleri imâmiya, kaysânîya ve ğalât ile birlikte, râfızîlerden saymaktadır ( K . al-fark bayn al-firak, nşr. Muhammed Badr, Kahire, 1328=1910, s. 15). Ona nazaran, ‘A b d AHâh b. Sabâ ’m tarafdatt olan saba iya ilk râfızîleri teşkil etmektedir. Bütün bunlardan şu netîce çıkm aktadır ki, bu şiî telakkî edilen kimseler için yanlış olarak kul­ lanılmış bîr tâbirdir {krş, ai-Makdisi, s. 126, aş. kaza kâza ’l-röfi&lya ) ve şiî fırkalarının hiç biri için münhasıran kullanılmış değildir. (J. H. K ra m e rs.) R A F İ‘ A L-D lN . [ Bk. REFÎ-ÜD-DİNj R A F Î Z A . [B k . RÂFiztLER.] R Â G I B İ S F A H A N I . a l -R Â Ğ İ B a l-İŞ F A H Â N Î, A b u ’ l - Ç â s 1m a l -H u s a y n b , M u h am ­ m ed B. A L -M uF A İİA L (başkalarına göre, alF azI; al-Suyüfi, gost. yer. - yanlış olarak, alMufazzal b. Muhammed), i l a h i y a t a d â i r eserler yazan bir arap m üellifi olup, hayâtı kakkında hiç bir malûmat yok­ tur. Sâdece, VI. (XII.) asrın başında, muhteme­ len 502 ( 1 108) ’de öldüğü bilinmektedir. Ba­ zıları ona mÛtezîle nazarı ile bakm akta ise de, Fahr al-Din al-Râzi, risSs a l-ta kSs adlı ese­ rinde, onun Sünnîliğini kuvvetle beyân etmek­ tedir. O faaliyetini Kur'an ’ıa tefsirine ve ah­ lâk eserlerine hasretti. G âlibâ Kur’an hakkındaki tetkiklerine ( onlardan Bayzavi ’nin sık-sık iktibaslarda bulunduğu söylen ir) Mukaddimat al-tafsir, belki de bunun aynı olup, kaybolmuş bulunan RisSla munabbiha 'ala fav S id al-Kur'ân adlı bir eseri ile başlamıştır (bu e se r‘A bd a i-C a b b âr’ın Tanzlh at-K urân 'â n i’l-matâ'in ’inin sonunda Kahire [ 1329 }'de basılm ıştır). Sonra, kelimelerin ilk harflerinin alfabe sırasına göre, Kiiâb mufradöt al-faz al-Kur’ ân unvanlı, mükemmel bir lügat telif etm iştir ki, G A L , I, 289 ’da zikredilm iş olan nüshalardan başka, çok sayıda yazmalar için İstanbul (bk. bilhassa MO, VII, 106, 1 2 7 ) ’ da, bir de Bankipur (C at., XVIII, 1484) ’da hâlâ muhafaza edilmekte olup, tbn a l-A şir ’ in N ihâya ’sinin kenarında basılmıştır ( Kahire, 1322 ve Muhammed al-Zuhrı al-Gumrâvi, Kahire, 1324), Müellif bu eserin mukaddimesindeftur’an 'daki bütün müteradif kelimeleri ( al-alfâz almutarâdifa ‘a la ’l-m a'na ’l-vöhid va mâbaynahâ min al-furuk al-ğâm iza) içine alacak olan İkinei bir eserini haber verm ektedir. Belki de T a fsir al-Kur'ân ( A yasofya, 212 ) böyle mey­ dana gelmiştir. Fakat bununla K u r ’an 'd a bir



38



R Â G Ife I S F A H Â N Î -



çok yerlerde farklı ifâdeler ile tekrar edilen âyetlere dâir, D urrat a l-ta 'v il de kasdedilmiş olabilir (bk. Br. Mus. Or. 5784, krş. A . G. Eilis ve E, Edwards, D escrip tiv e L ist, s. 3). Bu eser f i a l l m utaşâbihât a l-K u r â n (İstanbul, Râgıb Paça kütüp,, ur. 180) ile gâlibâ aynıdır. K itâ b m u frad ât ’tan önce, bu eserin mukaddi­ mesindeki bir kaydın gösterdiği gibi, daha o zaman en mühim ahlâk eseri olan K itâ b alzari'a ilâ makârim al-şari‘ a adlı eserini yazmış idi ki, G azzâli ’ nin onu dâima yanında taşıdığı söylenir. G A L 'de zikredilmiş olanlardan başka, yazmaları, Br. Mus. Or. 7016 ( D esc r . L is t, 62) ve İstanbul (bk. M O , VII, 101 v. d .; M F O B , V , 469) 'da bulunur ve eser 1299 (? ;S a rk ig ’te 1899) ve 1324 yıllarında Kahire ’ de basılmıştır. Bu eserin bir mukabili K itâ b T a fs il al-naş’ atayn v a ta h ş il al-sa’ âdatayn olup, ve bunun Kudüs ( H âüdiya, nr. 73,3 )yazması (963 tarih li} T âb ir al-Caza’iri tarafından, Kahire (ts.) ’ de basılmıştır ( Bey­ rut baskıları 1319, 1323); her iki eser hakkın­ da bk. A sin Paiacios, Aben kazam de Cordoba, II, 19. En tanınmış eseri olan M uhâzarât aludabâ' va m ukâvarât al-şu ’arâ’ v a ’t-bulağâ’ veya sâdece K itâ b al-muhâ&arâi olup, 25 hudüd’a bö­ lünmüştür ; bu 25 kudâd kendi arasında man­ zum ve mensûr örnekler ile, melekler, cinler ve hayvanlara kadar zekâ ve aptallıkla bağlı­ yarak, medrese âdabının mûtad mevzûlarından ibaret olan abvâb ve f u ş ü l ’ a ayrılmaktadır. G A L 'de zikredilen yazmalardan başka, bk. bir de İstanbul Selim A ğa, nr. 987; Şam, ‘Umümiya, Sicili, 86, 5, j ve Kahire, F ih r is t 2, İH, 334. Suyüçi 'nin ihtisarı için bk. ayn. esr., s. 345 ; mü­ ellifi bilinmeyen İhtisar için de Berlin, nr. 83So ve Şam, göst. yer., 86 , 3. Eser A vrupa ’ da ilk de­ fa Flügel ’in „D er vertraute G efährte des Ein­ samen in schlagfertigen Gegenreden von Abu Mansur Abdulm elik ben İsmail Ettsealibi aus Nisabur mit einem Vorw orte von Jos. v. Ham­ mer" (W ien, 1829) adı altında bir parçasının neşri ile tanınmıştır ( bk. Gildemeîster, Z D M G , XXXIV, 171). Eser (kenârında İbn Hicca, Şamarât al-avrâk adlı eseri ile bildikte ) iki ciid hâlinde, Bulak ( 1284, I3S7, 1303 } *ta ve Kahire (1310,1324, 1326 ) ’de basılmıştır. İbrahim Zaydân sâdece 12 k u d â d ’u ihtiva eden ve Viyana yazmasının 10. ve 13. Ipzdüd ’lan bulunmayan bir muhtasarını Kahire ( 1 9 02 } 'de neşretti. Muhammed Şâlih b. Muhammed Bakir al-Çazvini ’nin al-N avâdir adlı bir farsça tercümesi Tahran bk. Y . Ettessamı, C a t . . . . de la B ibliotheque !u M a d jless, 1 1, 308) 'da bulunmaktadır. Nihâ;e tb ir de K a za n 'd a bir Adab al-şitranc vardır hlç.-jMcnzel, IsL, X V II, 94). K itâ b al-şarVa mukaddimesinde zikredilen T a h k ik al-bayân dil, yazı, ahlâk, itikad, felsefe ve ‘ ulûm al -



R Â G IB P Â Ş Â .



avâ’il ’e dâir ) Meşhed ’de bulunmaktadır ( O k­ ta’ i, Fihrist-i kutubhâna-i mubâraka-i asitani K ud sî R iia v l. 1845, E 24, nr. 56 ). B i b l i y o g r a f y a : al-Suyüti, B u ğ y a t al-vu'ât, s. 396; al-Zahabi, Tabakât al-m ufassirin ( Bankipore nüshası ), I 2 i b ; Muham­ med Bakir al-Hvgnsâri, R a v za t al-cannât, s. 249; Sarkis, s. 932 v. d,; Brockelmann, G A L , T , 369; S u p p l., I, 505 v. d. (C . Brockelm an n. )



R  G IB P A Ş A . R  РİB P A Ş A , K o c a RÂG îb M e h m e d P a ş a ( 1699— 1763 ), O s m a n h d e v l e t a d a m ı , â l i m , ş â i r ve e d i b i . İstanbul *da doğmuştur. Defterhâne kâtiplerin­ den Şevki Mustafa Efendi ’ nin oğludur. Küçük yaştan beri tahsil ve terbiyesine ihtimam gös­ terilmiş, keskin zekâsı ve parlak istidadı ile, kısa bir zamanda büyük bir ilerileme göstere­ rek, dikkati çekmiş ve defterhâne kalemine devam etmeğe başlamıştır. Burada sür ’atle ge­ lişerek, işlerin inceliğine kolayca nufûz etmiş ve çok geçmeden, emsalleri arasında temayüz et­ miş ve daha o vakit şöhret kazanmıştır. Henüz 25 yaşlarında iken, o tarihlerde cereyan etmekte olan İran savaşları sırasında fetholuoan toprak­ ların tahririne me’ mûr edilerek, Revan valisi  rifî Paşa ’nin mektupçuluğuna gönderilmiştir (1724). Bundan sonra Tebriz ser-askeri Köprülü-zâde Abdullah Paşa 'nin maiyetinde Ordu-ı hümâyûn riyaseti ve Abdullah P a ş a ’ nın arka­ daşı Hekim-oğlu A li P aşa'nm hizmetinde def­ ter emâneti vekâleti vazifelerini yapmıştır. Bir yıl kadar Revan defterdarlığında bulunduktan sonra, 1 7 2 9 'da İstanbul’a dönmüş; fakat he­ men arkasından riyâset vekâleti pâyesi ile, Hemedan eyâletinin timar ve zeâmetlerini yeniden düzenlemeğe ve tevzia m e ’mûr edil­ miştir. 1143 ( 1 7 3 0 ) ’te de, atlu mukabelesi payesine ilâve olarak, defterdarlık ile Bag­ dad ’a gönderilmiştir. Burada kaldığı müddet­ çe ilim, edebiyat ve idâre işlerinde göster­ diği bilgi ve mahareti sâyesinde vâli Ahmed Paşa'nin takdir ve itimâdını kazanmıştır. A h ­ med Paşa, kendisine ıthâf ettiği bir kasîde do­ lay ısı ile, Râgıb Efendi 'ye çok yüksek bir pa­ ra bağışı yaptığı gibi, o tarihlerde Osmanldar ile savaşmakta olan Nâdir ŞSlı ile giriştiği mü­ zâkerelerde defterdarını, murahhas olarak, Iran hükümdarı nezdine göndermiştir. Râgıb Paşa, 1733 ’te Nâdir Ş â h ’ın Bagdad Vkuşatm asından sonra, İstanbul 'a çağırılarak, mâliye tezkireciliğine tâyin edilmiş ise de, 2148 sonlarında (1736) Erzurum ser-askerliğine getirilen -A hmed Paşa ’ nm maiyetine ordu defterdarı ve reis-ül-küttâp vekili olarak verilm iştir. 1736 temmûzunda ise, Nâdir Şah tarafından İstan­ bul ’a gönderilen elçiler ile yapılacak müzâ­



RÂGIB PAŞA. kerelere, İran meselelerinin iç yüzünü bilen bir mütehassıs sıfatı ile katılm ak üzere, payitahta çağırılm ış ve kendisine cizye muhasebeciliği tevcih olunmuş ve 1737 nisanı ortalarında, sadr­ âzam mektupçuluğu makamına yükseltilerek, Avusturya ve Rusya murahhasları ile yapılacak görüşmeler için reis-ül-küttâp Mustafa Efendi ’sin başkanlığındaki hey’etin bir âzası olarak, Nemirove ( N em irov) ’a yollanmıştır. Belgrad seferi ve and [aşması ( 1739) sıralarında büyük yararlığı görülen Râgıb Efendi, 1741 şubatında (1153 zilkâde ortalan ) reis-üi-küttâpiığa tâyin olunmuştur. Bu sırada vazifesi icâbı sık-sık temâs ettiği yabancı devlet temsilcilerini âde­ ta kendine bağlamıştır. Bu mes'ûliyetlİ makamı üç yıldan fazla idâre ettikten sonra, 4 nisan 1744 ’te, vezirlik pâyesİ iie, Mısır valiliğine gön­ derilmiştir. $ yıl kadar süren bu me’ mûriyeti sırasında, işleri ile uğraşmış, ayrıca uzun yıllar­ dan beri devletin vâlilerıni ellerinde bir oyuncak mesâbesıne indirmiş bulunan haris ve zâlim kö­ lemen beylerini de te’dip ederek, memlekette bir müddet için olsun, Iıuzûr ve âsâyişi kurmağa m uvaffak olmuştur. Fakat M ısır’da bir türlü dinmek bilmeyen kaynaşmalar ve baskılar kar­ şısında, artık oradan usandığını ifâde etmesi üzerine, 12 eylül 1748 ’de, kubbe vezirliği ve nişancılık ile, İstanbul'a dâvet olunmuş, daha yolda iken, Aydın muhassıllığı, malikâne ola­ rak, kendisine verilmiştir. Bundan sonraki yıl­ larda, sırası ile, Sayda, Rıkka ve Haleb vali­ liklerinde bulunmuş, buralarda da îmar işlerin­ den başka, sükûn ve Ssâyişin sağlanması için gerekli tedbirleri almaktan geri durmamıştır. Sonunda Şam valiliğine tâyin edilmesinden bir kaç gün sonra, sadâretin kendisine tevcih edildiği müjdesini almış ve 13 kânûn I. 1756 ’ da İstanbul ’a gelerek, yeni vazifesine başla­ mıştır. Böylece Râgıb Mehmed Paşa, devlet hizmet­ lerinde en aşağı mertebelerden başlayarak, derece-derece ileriledikten, çeşitli idâre ve siyâset işlerinde bilfiil vazifeler alarak, tam mânası ile olgunlaştıktan sonra, çekirdekten yetişme mÜm. taz bir devlet adamı sıfatı ile, sultan Osman III. 'm yedinci ve sonuncu sadrâzamı olarak, en yüksek makama gelmiş bulunmaktadır. Şüphe­ siz bu makama getirilmesinin başlıca âmili, o vakte kadar kendisine emânet olunan devlet hizmetlerinde gösterdiği m uvaffakiyetler ol­ muştur. Sadâretinin ilk zamanlarındaki icra­ atında, pâdişâhın dakikası-dakikasına uyma­ yan mizacını ve sık-sık sadrâzam değiştirmek alışkanlığını dâimâ göz önünde tutarak, son de­ rece teenni ile hareket etmek mecburiyetin; duymuştLt. Hükümdarı kuşkulandırmadan, adırnadım ilerileşerek, mevkii için tehlikeli olabile­



cek şahısları, birer vesile ile, saraydan,, veya payitahttan uzakiaştırmıştır. Ç o k geçmeden sul­ tan Osman III. ’ın ölümü üzerine, tah ta geçen sultan Mustafa ili, tarafından yerinde bırakıl­ mış ve Osmanlı tarihinde pek az kimseye na­ sip olan bir şekilde, hayatının sonuna kadar sa­ dâret mührünü taşımıştır. Sultan Mustafa 111. zamanında, Râgıb Paşa daha serbestçe hareket etmek imkânını bulmuş­ tur, G erçekten yeni pâdişâh iie sadrâzâmı ara­ sında dünyâ görüşü ve devlet anlayışı bakı­ mından bir yakınlık mevcuttur. Her ikisi de, Osmanlı devletinin bünyesindeki zaafı anlamış bulunduklarından, iç veya dış siyâsette âzami derecede ihtiyatla hareket ve eldeki durumu muhâfaza etmek lüzumuna kani idiler. Bozul­ muş olan siyâsî ve içtimâi nizâmın ancak uzun vadeli ve sabırlı bir çalışma neticesinde düzel­ tilebileceğine, dışarıya karşı, her ne bahâsına olursa-olsun, barışı korumak gerektiğine inan­ makta idiler. Barış içinde memleketi geliştir­ mek ve devleti kuvvetlendirmek her ikisi için de en yüksek bir düstûr olmuştur. Zamanla Râgıb Paşa pâdişâhın tam itimâdı­ nı, kazanmağa ve ahenkli b ir çalışma devresi açmağa muvaffak olmuştur. 1758 ilk baharında Sultan Mustafa 111. ’nın dul kız kardeşi Sâliha Sultan ile nikâhlanmıştır. Bu büyük teveccüh hükümdar ile vezirini biribirine daha da yaklaş­ tırmıştır. Râgıb Paşa, şehzadelerin doğumu, ra­ mazan, bayram v.b. gibi vesileler ile şâir sadr­ âzamın takdim ettiği tebrik yazılarından çok hoşlanan Mustafa 111. 'yi, Edirne sarayının tâmiri, Sakarya — îzm it körfezi kanalı projesi, Lâleli oâmnnin inşâsı, savaş gemilerinin denize indirilmesi ve top dökümü merasimleri, biniş­ ler, tâlim görm ekte olan askerî birliklerin tef­ tişi gibi, belli işler ile meşgûl etmek yolunu tutmuş, yüksek siyâsetin sevk ve idâresini ise, dâimâ kendi elinde bulundurmuştur. Aynı zamanda her meselede pâdişâha muntazaman bilgi vermiş ve onun tasvibini almağı ihmâl et­ memiştir. Birinci derecede ele aldığı mâliyenin İslahı sahasında bâzı muvaffakiyetler de sağla­ m ıştır [ b k . mad. MUSTAFA 111,]. Vilâyetlerde sü­ kûn ve âsâyişin kurulması yolunda alman ted­ birler sayesinde karışıklık ve huzursuzluklar, daha önceki ve daha sonraki devirler ile kı­ yaslanamayacak bir ölçüde, azalmıştır. ; Râgıb Paşa, yabancı devletlere karşı da mu­ vaffakiyetli bir barış siyâseti tâkip etm iş­ tir. O zamanlar Avrupa ’nın belli-başlt devlet­ leri 7 yıl savaşı İçinde bulunmakta idiler. Müt­ tefik Avusturya, Fransa ve Rusya devletlerinin hücumuna uğrayan Prusya kıralı Friedrich II. Osmanlı devletinin askerî yardımını kazanma­ ğ a çalışmakta idi. Kıral ile Bâbıâlî arasında



RÂ GIB P A ŞA . iekrar-tekrar girişilen uzun müzâkerelerin ga­ Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre yesi bir Türkiye— Prusya savunma ve saldırma Werke ( Leipzig, 1927 ), s. 288 v, d d .; Ham­ ittifa k ı vücuda getirmek idi. Râgib Paşa ise, ba­ mer, G O R ( Pesth, 1836 ), IV ; Bursah Mehrıştan ayrılmamak esâsına sâdık kalarak, devle­ m e d Tâhir, Osmanlı m üellifleri ( İstanbul, ti bir maceraya sürükleyeceğine inandığı böyle 1333 ); Resmî Ahmed, S a f inat al-ru’asâ (İs­ bir andlaşmadan büyük bir ustalık ile kaçın­ tanbul, 1269); Vâsıf, Tarih ( İstanbul, 1317 ); mıştır. Sıkı bir askerî iş-birliği isteyen Prusya Ahm ed Refik, Â lim ler ve san'atk&rlar ( İs­ kiralının bütün gayretlerine rağmen, üstün bir tanbul, 1924); Bekir Sıtkı Baykal, Koca Râ­ siyâset mahareti ile, iki devlet arasında ancak gib Paşa— Büyük Friedrich (H alkevleri ya­ bir dostluk andlaşması imzalamağı (29 mart yınlarından, Ankara, 1939). 176 1) kabûl etmiştir [ bk. mad. MUSTAFA IH.]. ( B e k îr S it k i B a y k a l . ) Bir yandan da, 1739 Belgrad andlaşmasmın E d e b î ş a h s i y e t i . XVIII. asır klasik türk „eb ed î sulh" hâline getirilmesinin hukukan im­ edebiyatının, Nedîm ve G âlib 'den sonra, bellikânsız olduğunu, doiayısı ile bunun her hangi başlı mümessillerinden biri olan Koca Râgıb bir değeri bulunmadığını ileri sürerek, A vus­ Paşa 1699 yılı içinde doğmuş olup, eski nuturya 'yi baskı altında tutmaktan geri durma­ fûzu iâde gayretleri ile çırpınan bir impara­ mıştır. torluğun durgunluktan çöküntüye sürüklenme aş ramazan 1176 (8 nisan 1763 )'d a dünyâ­ çağının çocuğudur. R âgıb Mehmed, bir defya gözlerini kapayan K oca R âgıb Paşa Lâleli terhâne kâtibinin oğlu sıfatı ile, mütevâzî bir ’de kendi adma binâ ettirdiği kütüphanesinin aileye mensûp olarak, küçücük bir me’mübahçesine gömülmüştür. Şarklı ve garplı tarih­ riyet ile vazîfe hayatına başlamıştır. Böylece çilerin onun hakkında vermiş oldukları hüküm­ kısmen babasının dâiresinde, kısmen de hu­ ler biribirine çok yakındır. Vak'anüvis V â sıl sûsî bâzı dersler ile kendî-kendini yetiştir­ Efendi, onu biiyük bir âlim, devlet adamı, şâir, mesi ( Müstakîm-zâde Sâdeddin, Tuhfa-i haiedip ve „insan-ı kâmil denilmeğe sezâ ve sadr- tâiin, İstanbul, 1928, s. 450) ve bunlara ilâve­ ül-vüzerâ elkabına revâ bir vezîr-i bî-hemtâ ten ilk gençlik günlerinden itibaren şahit ol­ idi“ diye vasıflandırmaktadır (bk. Vâsıf, Ta­ duğu hâdiseler, ihtiyatlı, siyâsî hüviyetinin yanırih, 1, 223 ), Hammer ( G O R , Pesth, 1836, IV, sıra, fikrî ve edebî şahsiyeti üzerinde de te'479, 535 v, d., 659 ) de bilhassa idare ve siyâset siriıü gösterm iş olmalıdır. Râgıb Paşa gerek sahalarındaki maharetini ileri sürerek, garp şahsî ve gerekse resmî hayatında âsâbıua son anlamında bir „tnsân-ı kâmil“ olabileceğini ka- derece hâkim olarak en buhranlı hâdiseler kar­ bûl etmemekle berâber, onu „osmanlı sadrâ­ şısında bile soğukkanlılığım, sükûnet ve vezamlarının en âlimi ve büyük devlet adamı ol­ karını muhafaza ederek yaşamıştır. Çağdaşları mak vasfını kazanmış olanların sonuncusu“ ola­ Râgıb Paşa ’ntn âteşîn fikirli, güzel yüzlü, rak değerlendirmektedir. Hakîkaten Râgıb Paşa sağlam akîdeli, konuşmaları latif, ifâdesi tatlı, ’nm büyük bir devlet adamı olduğu hususun­ çeşitli bilgileri olan, yüksek ahlâklı bir zât ol­ da ittifak vardır, ölüm ünden bir kaç yıl sonra duğuna ve ömrü boyunca vaktinin çoğunu ki­ devletin uğradığı felâketler düşünülürse, değe­ tap okuyarak geçirdiğine ve başlıca zevkinin ri daha açık olarak meydana çıkar, ö m rü bo­ ilmî meseleler ile uğraşmak olduğuna şehâdet yunca gördüğü devlet hizmetlerinde zamanın ederler ( bk. Ahmed Nüzhet Efendi, Münşe&t-ı Râ­ şartlarına ve gereğine göre, şiddet kullanma­ gib, İstanbul, 1253, mukaddime, ilk sahifeler). sını, mülâyimlik göstermesini, tehdit etme­ K itaba ve kültür işlerine olan bağlılığının en sini veya okşamasını bilmiş, devletin yüksek canlı bir misâli son günlerinde inşâ ettirdiği menfaatlerini her şeyin üstünde tutmuştur. Lâleli 'deki kütüphanesi ve mektebidir ( bk. Bıraktığı unutulmaz eserleri, Râgıb Paşa ’nm V akfiye, Râgıb Paşa kütüp., nr. 1370). K oca Râgıb Paşa 'nın burada yalnız bellidevrinin ilim, san’at ve felsefesini hakkı ile bildi­ ğini isbât etmektedir. Kendisi siyâsî tarih sa­ başlı eserleri üzerinde durulacaktır. I. D ivân. hasında da bâzı yazılar kaleme almıştır. Ç e­ Tuhfa-i ha ttütin’deki bir kayıttan anlaşıldı­ şitli devlet işleri hakkındaki yazılarını bir ara­ ğına göre, Râgıb Paşa şiirlerini mürsttep bir di­ ya toplayan Telhîsât, Belgrad ’ın alınmasını vân hâlinde toplamamıştır. Divânı sonraları, tasvir eden Fethiye-i Belgrad, Bâbıâlî ile İran M üstakîm -zâde’nin himmeti ile, mürettep ve arasında 173 6 ’ da cereyan eden barış müzâke­ muntazam bir şekle konulmuştur (a g v . esr., s. releri hakkında bir rapor mâhiyetinde olan 450). Bu divân kaside, tarih, tahmislerden iba­ Tahkik ve tev fik , bu çeşit eserlerindendir. ret bir kıstm ile gazeliyattan mürekkeptir ve 3 B i b l i y o g r a f y a : Ahrned Câvid, Verd-i Mahmud I. medhinde bir mesnevi parçası ile baş­ matarrû (T â ib , k î adi kat al-vuzarâ, İstan­ lar. Divân Münşeat ’inin sonunda basılmıştır bul, 1271, h a şiye); Franz Babinger, D ie (Bulak, 1253). Gazoiiyât kısmında î?6 gazel, 7



RÂGIB PA ŞA .



597



rubâî ve 3 beyit mevcuttur. Divânın İstan­ 3. Mecmua. Müellif hattı oiaja nüshası Mu­ bul kütüphanelerinde pek çok yazma nüshaları rad Molla kütüphanesinde ( nr. 1468) bulunan vardır (bk. msl. Râgıb Paşa kütüp., nr. 1191; bu mühim mecmûanın bir diğer yazması da BaMillet kütüp., A li Em îrî kısmı, manzum, nr. yezid umûmî kütüphânesindedir ( nr. 833). Üç 156, 157 v. b., Topkapısarayı müzesi, Yeni kü­ dilde manzûm-mensûr bir çok edebî parçayı ve tüp., nr. 509; Üniversite kütüp., nr. T Y . 32, bâzı risaleleri ıhtivâ eden bu mecmuanın baş 281,439, v .b .; krş. Nâii Tuman, T uhfe-i Nâ- tarafında alfabe sırası ile başlıklarına uygun i l î , *949, A nkara Millî kütüp., yazma, s. 458— olarak, ibram, ihtiyat, ihsan, isrâf v. b. bir 459). Râgıb Paşa’ nın kasidelerinde daha çok çok mevzûda mısrâ ve beyitler yer almıştır. N ei’S'nin ve gazellerinde ise, Sâib ve N â b î’nin Daha sonra türlü-türlü mesnevi, rübâî ve müs­ tesiri kuvvetle hissoiunur. Şiirlerinde Nedîm tezat şeklinde yazılm ış, arapça, farsça ve türk­ ve G âlib ’deki derin hassasiyet ve zengin mu­ çe olmak üzere, intihap edilen ve yazılan, umûhayyile kudreti yerini fikir hâkimiyetine, ha­ miyetle ekâbire hitap eden 65 kadar kasîde kimane görüşlere bırakmıştır. Atalar-sözü de­ yer alır. Risaleler arasında A ru z risâlesi, hen­ ğerini kazanmış bâzı mısralar, N e ca ti’den beri dese ve cebire dâir makaleler, remil ve cif re süre-gelen geleneğin, Nâbî ’de ifâde mükemme­ âit tafsilâtı bâvî cüzüler zikredilebilir. liyetini bulan şeklin âdetâ bir devamından iba­ 4. Tahkik ve tev fîk . Mahmud 1. ve Nâdir rettir. Paşanın pürüzsüz denilebilecek olan dili, Şah devletlerinde Osmanh-İran münâsebetleri açık üslûbu, hayata nakîmâne gözle bakış, hâ­ bakımından ön planda değeri olan ba eser, bir diseler karşısında onları nisbî bir sabır ve sü­ mukaddime, üç bâb ve bir hatimeden ibâret kûn ile mütâlea göze çarpan belli-başlı husû- olarak, kaleme alınmıştır. Mühim bir kısmı siyetlerdir. Teşbih ve istiareler oldukça me’nus- müşahedeye dayanan ve arada teâtî edilen mek­ tur. Fazla tasannua düşmemiştir. H attâ tekel- tuplar ile, elçiler ve mümessiller arasında ge­ liiften kaçındığını sezdiren gazellere tesadüf çen müzâkereleri içine alan Tahkik ve te v fîk edilir. An'aneye sadâkat mahâfaza edilmekle kendi nevinde ehemmiyeti azımsanamayacak beraber muhitten ve günlük hayattan almma bir eserdir. İstanbul kütüphanelerinde muhtelif unsurlar da mevcuttur. Fikirlerin cesâretle ifâ- yazmalarına tesadüf edilir { bk. msl. Üniv. kü­ delendirildiği vâkîdir. H akikatler, zaman-za- tüp., nr. T Y . 110, 2021 v .b . v.b.). Devrin mu­ man hikmetli bir üslûp içinde, güzel bir şe­ hâberât ve hâtırat nevileri bakımından mühim kilde beyân edilmiştir, bir örnek teşkil eder. a. M iinşeât. Bâzı yazmalarda T a lh işS t diye 5. D i ğ e r e s e r l e r i . Yukarıda gösterilen­ adlandırılan, bâzan da ayrı bir esermiş gibi lerden başka. K oca Râgib P a şa ’mn 1253’ te ba­ gösterilen ve aslında, Mahmud L devrinde re- sılmış S a f inat al-R&ğib adında, arapça bir eseri is-üi-küttâp iken hazırladığı telhislere ( bk. mevcut olduğu gibi ( yazmaları için bk. müellif Üniversite kütüp., nr. T Y . 3186,9764 v.b.) son­ hattı nüsha, Râgıb Paşa kütüp., nr. 1119), farsçaradan yazdıklarının eklenmesi ve Ahmed Nüz- dan tarih nev’inde tercümeleri de vardır ('Abd het 'in tertibi ile vücûda getirilen bir inşâ mec- al-Razzak at-Samarkandi ’nin Matla' al-sa'dayn mûasıdır (basm ası: Bulak, 1253). Bu münşeat ’İnin dörtte biri ve Mirhvgnd ’ın R aviat al-şaiçinde günlük hayâtın hemen her safhası ile fâ ’sının bir kısm ı). ilgili, resmî ve husûsî hayat mevzûlarmdan mül­ Bütün bunlar gösteriyor ki, Râgıb Paşa ol­ hem bir çok yazı sûreti de bulunmaktadır. Pâ­ dukça velût bir şâir, muharrir ve mütercimdir. dişâhın şerbet istimalinden sayfiyeye çıkması­ A ncak yazdıklarını, topladıklarını veya tercü­ na, hafifçe hastalanmasından hediye kabûlü ri­ me ettiklerini yeter derecede titizlikle bir ara­ calarına, türlü adlar ile inşâ edilen kalyonla­ ya getirmediği gibi, tercümelerini de tamamla­ rın ikmâli dolayısı ile vâkî davetnamelerden mamıştır. D iv â n 'ı ile M iinşeât11 kendini seven­ nevrûz, ramazan, bayram tebriklerine . . . kadar ler tarafından tertip edilmiştir. Bir müntehabât çeşitli mevzûlarda yazılar dikkati çeker. mâhiyetinde olan Macmn'a ile vesikalar dergisi Miinşeât içinde yer alan, fakat bâzan ayrı sayılabilecek olan Tahkik ve te v fîk kendi eli birer risâle olarak da kayıtlara geçmiş bulunan ile tamamlanmış eserlerin başlıcalandır. Belgrad kalesinin yeniden fetih ve teshiri hakNâbî mektebinin en başarılı bir metısûbu kındaki F athiya ile Nâbî ’nin Z e y l-i siyer ’ine olan K oca Râgıb Paşa çağdaşlan ve kendisini zeyii mâhiyetindeki Iju n a y n ıy a ve T a i f i y a de tâkip eden nesiller içinde nufûzu kuvvetle hissedebî değer taşıyan eserlerdendir. Münşeatta­ olunan şahsiyetlerdendir. Meclislerinin müda­ ki yazılar, üslûp bakımından, devrinin sanatkâ- vimlerinden Fitnat Hanım ve Haşmet ’in v.b râne nesrinin başarılı örnekleri arasında zikre­ zâtl&nn şiirlerinde bu sohbetin te ’sirî açık dilebilir. Bu yazılar ayrıca, birer vesîka olarak, ça görünür. H attâ bâzı zamanlarda bu y a la r tarihçiler için de faydalıdır. bir mazmun, mefhûm, ifâde ve ahenk yakınl 347 v.d.; bura­ da ragusalılann türkler ile ticarî münâsebetleri hususunda başka notlar da bulunmaktadır). Böylece müstakil Ragusa devletinin Narenta munsabından C attaro (K otor) körfezine kadarki arazisi, devletin inkırazına kadar (1808), idarecilerinin mâhir siyâseti sayesinde, her hangi bir değişikliğe uğramadan, muhafaza edilmiştir. Ragusaiılar arada-sırada OsmanlIla­ rın para tazyıkına mârûz kalıyorlardı; msl. 1667 ’ de K ara Mustafa [ b. bk.] Ragusa zelzele­ vacke a rh ive, G la sn ik ze m a lljsk o g m u ss j a u sinde (6 nisan 1667 ) ölen Hollanda sefiri G. B osn i i H erceg o v in i, Sarajevo, 1911, XXIII, Crook için, „d iye t" olmak üzere, Ragusa sefaret nr. 2 ). Balkan yarım-adasında çok genişlemiş erkânından 150.000 taler istemiştir (krş. j . v olan ticarî menfaatlerini emniyet altına almak Hammer, G O R , VI, 203 v.d.) ve bundan 10 yıl İçin, Sırbistan 'm Osmanlılar tarafından ilk sonra aynı sadrâzam bir daha aynı mıkdarda işgalinden sonra, Ragusa Osmanlı devletine para istemiş (krş. j. v. Hammer, V I, 346) v* her yıl, gümüş kaplar İçinde, 1.000 duka hediye sefaret erkânını zindana attırmıştır. Ragusa takdimine mecbûr kalmış ise de, 1444 yılında bir kaç sene haracını ödememiş ve 1695 yılında G eorg Brankovic ’in Sırbistan 'ın istiklâlini da harâc bakiyeleri için toptan büyükçe bir tekrar elde etmes' üzerine, bu anlaşma bozul­ meblâğ ödemek mecbûrİyetinde kalmıştır (krş. muştur. Ancak Sırbistan ’m nihâî fethi üzerine J. v. Hammer, G O R , V I, 616). Haracın 3 yıl (1459), bu vergi { harâc) devamlı bir şekil gecikmesi üzerine, 1722’ de de buna benzer bir almıştır. 1459 yılında 1.500 olan duka mıkdarı, hâdise tekerrür etmiştir ( krş, J. v. Hammer, gittikçe artmak sûretiyle, 15.000 dukaya ka­ G O R , VII, 312 v.d,). Fakat Ragusa kendisine dar çıkmıştır, 1481 'den itibaren, 12,500 duka ağır gelen bu mükellefiyetten kurtulmak için,



RAG U SA. her fırsattan istifâde etmiş ( krş. J. v. Hammer, ! dar devam etm iştir. Ragusa düşmanlarından G O R , VII, 29 ’in zikrettiği şu cüm le: Non j kaçan siyâsî mültecilere ( mal. İskender Bey ) ñamo C k ristia n i, non siamo E brei, ma poveri de kendi duvarları içinde iltica hakkı tanımış­ R a g a sei); fakat Karlofça muahedesi ( 1699 ) tır. Devlet reisi (r e k tö r ) sarayında bulunan türklere tekrar bu haracı almak imkânını ver­ Ragusa devlet arşivi henüz dikkatli bir ince­ miştir ( krş. J, v. Hammer, C O R , VII, 29). lemeden geçirilmemiştir ; burada pek çok türk­ 1703 ’ten beri bu ancak her 3 yılda bir defa çe vesîka ile cenûbî A vru p a ’da t ürk hâkimi­ ödenmeğe başlamış ve 1S04 'te sefirlerden Paul yeti tarihini aydınlatabilecek sayısız malzeme G ozze ve Blasius Menze vâsıtası ile, son defa bulunmaktadır. Krş Fr Giese, Û ie osmanisehİstanbul 'da te ’diye edilmiştir. türkisehen Urkunden im A rchive des Rekto­ 1683— 1699 ve 1714— 1718 harplerinde Ve­ renpalastes in Dubrovnik ( Ragusa ) ( Festnedikliler Ragusa 'mu hinterlandını, Trebinje seh rift filr Gevrg Jacob zum siebzigsien Geile birlikte, zaptetm işlerdî; fakat Karlofça ve burststag, L eipzig, 1932, s. 41— 56). Bk. bir de Pasarofça müzâkerelerinde Avusturya ve Bâbı- J. G elcich ( DjeiîiS ), Dubrovacki arhiv ( Glasâlî *nin de yardımı ile, öyle mahâretle hareket nik zem aljskog m uzeja u Bosnu i Hercegoviettiler kî, Türkiye ’ye yalnız Ragusa hudutla­ ni, Sarajevo, 19x0, XXU ) ve Milan v. Resetar, rına kadar olan arâzinin değil, Venedik ile Dubrovacki arhiv ( Narodna Enciklopedija, I, doğrudan-doğruya komşu olmamak işin, bir de 584 v. dd.). Osmanlı devleti dışında Ragusa diğer İslâm deniz sahilinde bir kısım arâzinin verilmesinin te’minine muvaffak oldular. Bu ragusaiıların devletleri ile de çok canlı ticarî münâsebetler­ devlet idaresinde elde ettikleri son büyük ba­ de bulunmuştur. Ragusa 1510 yılında Kansuh şarı oldu. • . al-G avri [ b. bk.] ‘den, Mısır ’da tacirlerinin em­ Ragusa ticâretin in gerilem esi ile, İtalyan şark niyeti ve serbest ticâret yapabilmeleri için, bir ticâretin in tarihinde de olduğu gib i, bu k ü çü k im tiyaz almıştır ( krş. Giacom o Luccari, Copio­ d ev letin siy â sî in kırazı da başlam ıştır. 1808 y ı­ so ristretto degli A nnali di Rausa, Venedik, 1605, s. ıa6 ve bir de Fr. M. Appendini, Nolında n ih â y et N apoleón, son radan R a gu sa d ü . kü olan G en eral M arm ont vâsıtası ile, sen ato­ tizie sulle istorico-critiche antichitâ, storla e yu d a ğ ıtm ış ve ertesi sene R a gu sa ’ y ı „İllirya letteratura de' ragusei, Ragusa, 1802, I, 213 ; eyâleti" ite birleştirm iştir. 1815 yılın da şehir burada varılan neticeler itimâda şâyân değildir ). A v u s t u r y a ’y a ve 19 18 'den beri de Y u g o sla v y a Bu münâsebetlerin Ragusa ile Fas arasında 1194 (1780) yılındaki „harp hâli“ ( krş. Fr. Babinger, 'y a dâhil bulunmuştur. Evliya Çelebi { b. bk.] Seyahatname (VI, 443 Ein marokkanisehes Staatsschreiben an den v. dd. ve s. 445— 453 ) ’sinde Oobre Venedik ’ i Freistaat Ragusa vom Jahre 1194 [ 1780], M S O S . Bundukâni Venedik, yâni Venedig ( bu tâbirler Berlin, 1927, XXX, böl. II, s. 191 v.d d .ve XXXI, için krş. F. Babİnger, Aas Südslawiena Tür- s. 98 v.d.) misâlinde olduğu gibi, dâimi sulh henzeit, Berlin, 1927, s. 38, not ve H.v. Mgik, şartları içinde cereyan etmemiş olduğunu da Beitrâge zar Kartographie Albaniens [ Geo­ tabiî görmek icâp eder. Dubrovnik devlet ar­ lógica Hungarica, geológica serisi, Budapest, şivi XVIII. asrın sonlarına âit olup, şimdiye 1929, 111, 6 3 9 = 1 9 , not 8 8 ] ) ’in zıddı olarak kadar neşredilmemiş olan Fas 'a âit bir çok almakta ve şehrin mufassal bir tasvirini ver­ vesîka ihtiva etmektedir ki, bunlardan biri 9 mektedir ; o 1074 ( 1664 ) yılında, Ljnbomir ve rebiiilâhır 1195 (4 nisan 1781) tarihini taşır. Popovo üzerinden Dubrovnik ’e gitmiş ve ora­ B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçen kay­ dan Castelnuovo ( Herccgnovİ ) ’ya geçmiştir. nak eserlerden başka, bir de Balkan yarım ­ Eserin bu kısmının macarca ve sırpçaya tercü­ adası yollarını tasvir eden eski seyyahların mesi için bk. F. Babinger, Evliyâ Ç elebi's Reieserlerine bakılabilir; msl. bilhassa Jean sevıege in Albanien ( Berlin, 1930), s. 1 ve 2, Chesneau, Les voyages de Monsieur d'A ra­ a ot 8. man ( 1547 ), Paris, 1887 { nşr. Ch. Schefer ); Ragusa ’om nüfusu hakkında daha eski ista­ Sieur D[ es Hayes de ] Gfourmenin ] , Vo­ tistik mâlûmâtı mevcut değildir. 1930 yılı sıra­ yage du Levant fa it par le commandement larında şehirde 800 kadar ev ve bütün bölge­ du roy en l ’année 1621 par le Sieur D . C. de 50.000 kadar nüfus bulunuyordu. Halkın re­ ( 2. tab., Paris, 1632 ) ; Les voyages de M. fah ve uzun süren sulh içinde yaşaması edebî Quielet à Constantinople par terre (P aris. hayatın inkişâfına da imkân verm iştir; edebi­ 1664 ) ; S ir G eorge W beier, Journey into yat, şiir, latinee ve X V . asrın sonundan itiba­ Greece ( London, 1682 ) veya frns. trc. Vo­ ren islavca ile yakından meşgûl olunmuştur. yage de Dalmatie, de Grèce et du Levant Resmî dâirelerde latinee bin yıldan fazla kul(A m sterdam , 1689), 2 cild.— Ragusa ’nin O s­ anılmış, senato zabıtlarında da J808 yılma kaman!: devleti ile olan münâsebetine dâir ta-



R A G U SA — RAH BE. rihî vesikalara istinat eden mufassal bir eser henüz kaleme alınmış olmadığı gibi, Ragusa 'sın ticâret tarihi de esâsh bir şekilde ya­ zılmamış bulunmaktadır.— Ragusa tarihi için eskiden olduğu gibi, bugün de Johann Christ, v. Engel (1 7 7 0 — 1814 ) ’in Geschickte des Freistaates Ragusa (W ien, 18 0 7)'sı istifâde edilecek başlıca eser olarak kabûl edilebilir. Ragusa W İslâm memleketleri ile olan mü­ nâsebetlerine dâir, bâzı husûsi arda pek dik­ katli olmamakla beraber, bk. VI. MaSuraniö, Südslaven im Dienste des Islams (vom X . his ins X V I. Jahrhundert), alm. trc. ve nşr. Camilla Lucerna (Z a greb , Leipzig, 1928, 55 s . ). — Ragusa sikkeleri hakkında esaslı bir araştırma için bk. Miian v. Resetar, Dubrovacka numizmatika, 2 böl, 1924— 1926.— Ragusa'nın eski tarihini yazan müelliflerden bilhas­ sa şunlar zikre değer : S. Razzi, La storia di Raagia (Lucca, 1588); Jun. Restİ, Chronica Ragusina ( Monumenta Slav. Merid., X X V , A gram , 1893); Giacomo di Pietro Luceari [ = Jakov Lukareviö (15 5 1— 16 15 )], Copioso ristratto degU onnali di Rausa ( Venedik, 1605, X X X V I, 176 s. ve Ragusa, 1790, XXIH, 325 s . ), bâzı husûslarda karanlık olan kay­ naklar üzerinde henüz esâsh bir araştırma yapılmamıştır; krş. şimdilik VI. Mazuranic, Izvori dtıbrovackoga historika ja k ova Lukarevica ( Narodna Starına, Zagreb, 1924, nr. 8, s. 121— 153). — Ragusa hakkında mükemmel ve mufassal bibliyografya için bk. Ivan Duj8ev, A ovisi di Ragusa. Documenti sull’ Impe­ ro turco nel secolo X V II e m lla guerra di Candia ( Roma, 1935 ), giriş ( bu eser Ragusa ile Osmanlı devleti münâsebetleri tarihi için büyük bir ehemmiyeti hâizdir }.— Ragusa se­ firlerinin Osmanlı imparatorluğu payitahtına yaptıkları seyahatleri ile ilgili ve mevcûdiyetlerinden şüphe edilmeyen raporlar bir araya toplanmamış olduğu gibi, bunlar halikındaki neşriyata da yeni başlanmıştır. A ncak şu eser bu husûsta bir istisna teşkil etmiş id i: Relazione dello stato della religione nelle parti d eli’ Europa sottopostealdom inio del Turco', eserin müellifi olan Gundulic ( G ondola), temmuz 1674 tarihine kadar, 28 ay müddetle Türkiye ’de kalmış olup, eser 167s 'te Roma ’da kaleme alınmış ve Banduri tarafından neşredilmiştir ı Jmperium Orientale ( Paris, 1711 ), II: Animadversiones in Constant. Porphyrogen. de administratione imperii, s. 99— 106 ( krş. bir de Drinov, Periodicesko S p isanie, Braüa, II, 6 5; naşir ilk neşri görme­ miş ve eserin başka bir yazmasından isti­ fâde etmiştir ). Bu sefirlerin bir isim cedveli de mevcut değildir ( krş. j . v. Hammer, G O R,



601



IX, 3 18 ); Bona, Caboga, G ozze, Gondola, Menze, Pozza, Resti v. b. gibi, Ragusa ’mu hemen bütün asil İdelerinin isimlerinin bu­ rada bulunması gerekirdi. Bâbıâlî, Ragusa 'nın metbûu olduğu İçin, hiç bir zaman oraya sefir göndermemiş ve ancak yüksek salahi­ y etli me’mûrlar yollamıştır ( krş. J. v. Ham­ mer, C O R , IX, 3 3 1 ); bu sebeple türk kay­ naklarında beklenilen malûmat eksiktir, ( F r a n z B a b in g er.) R A G U Z A . [ Bk. r a g u s a .] R A H B A . [ B k . r a h b e .] R A H B A N İ Y A . [ B k . r e h b â n İ y e t .J R A H B E . a l- R A H B A , R a h b a t M ÂLİk b. T A V K , veya RAHBAT A L -§A ’ m , F ı r a t ' m s a ğ s a h i l i n d e b i r ş e h i r , ş i m d i k i a l-M iy â d i n.



Şehrin araplardan Önceki tarihi hakkında k a t'î olarak az şey bilinmektedir. O rta çağ­ da, mûtad olarak, bunun Rehöböt han-Nâhâr ( Tekvin, X X X VI, 37), yâni Fırat nehrinin kıyısındaki Rehöböt ile aynı olduğu kabûl edi­ lirdi. Rehaböt 'a Rahabat demek itiyâtm da bu­ lunan (M. Hartmann, Z D P V , XXIII, 42, not 1 ) süryânî müellifler ( bk. msl. Mich. Syr., bk. fihrist, s. 63*; Barhebraeus, Chron. syr., nşr. Bedjan, s. 273 ve tür. yer.), Talmud ile birlikte, böyle yaparlar. A . Musii ( The Middle Euphra­ tes, New Y o rk, 1927, s. 340) bunu Batlamyus ’ un T hapsakos’u olarak kabûl eder ve muhak­ kak ki, yanlış bir tarzda, bunu F ırat 'in dirse­ ğ i üzerindeki aynı adı taşıyan çok tanınan şe­ hirden ayırmak ister (ayn . esr., s, 318 v. dd.); hâlbuki burada İskenderiyeli coğrafyacıların şehrin yerini yanlış tesbit ettiklerini kabûl et­ mek lâzımdır (bk. Pauly-W issowa, R E, V , A , stn. 1272— 1280, Honigmann, mad. Thapsakos). al-Rahba ismi Y âküt { Mu cam, nşr. W üsten­ feld, II, 764, nahivci Nazr b. Şumayl ’den nak­ len ) tarafından izâh edilm iştir: bir vadinin su toplanan düz yeri ( E. Herzfetd, Archâolog. Reise im Euphrat-und Tigris-Gebiet, II, 3 8 i; krş, A . Socin, Z D P V , XXII, 45 )• A rapça kayıtlara göre, buraya eskiden Furzat Nu'm (a l-T ab a ri, nşr. de Goeje, 1, 917 ) veya yalnızca al-Furza ( İbn Miskavayh, Tacdrib, nşr. C aetani, s. 87 ) denilmekte id i; civarında bir manastır, Dayr Nu'm bulunuyordu ( Yâljüt, H, 704; IV, 797). al-Balazuri ’ye göre ( nşr. de Goeje, s. 180), K arkisiya 'ain aşağı tarafında bulunan al-Rah­ ba 'nin eski bjr şehir olduğunu isbât edecek hiç bir iz ve alâmet mevcut değil i d i ; daha ziyâde, bunu ai-Ma’ mün (813 — 833 ) 'un hilâ­ feti sırasında te s is eden Mâlik b. T a v k b. ‘A ttâ b al-Tağlibi ( krş. A bu ’1-MahSsin, nşr. Popper, II, 3 4 ) olmalıdır (şehrin te ’sis tari­



RAH BE. hinin 'O m ar al-Bistâm i tarafından efsâne ile süslenmesi için bk. Yakut, II, 764). Yeni ku­ rulmuş olan şehir taylaşan şeklinde idi. Bu ku­ rucunun 260 (8 73/8 74)'ta ölümünden sonra (Ibn ai-Agir, nşr. Tornberg, VII, 188), şehrin hâkimi olarak, halefi oğlu Ahmed g e ç ti; fakat bu şahıs 883'te ai-Anbâr, T arilj al-Furât ve Rahbat al-Tavlf hâkimi İbn A b i ’I-Sâc tarafın­ dan kovuldu (al-T abari, III, 3030). Karm atîlerden A bü T âh ir 3 mart 928 'de şehri zaptetti ve sâkinlerinin büyük bir mıkdan n ı öldürdü (İbn M iskavayh, Tacârib, nşr. Am edroz, I, 182 v. d.; al-Mas'üdi, B G A , VIII, 384 v. d.; İbn al-A şir, VIII, 132; ‘ A rib , nşr. de G oeje, s. 134). Şehir müteâkıp ilk on yılda Bagdad 'dan, Beçkem tarafından gönderilmiş olan a l-'A d il'in 330 (941/942 ) ’da şehri ve bü­ tün T a rilf âl-Furat eyâletini, üstelik Hâbür 'un bir kısmını eline geçirdiği güne kadar, iç savaşlardan çok ıztırap çekmiştir ( İbn al-A şir, VIII, 266 v. d., 295). Hamdânilerden Naşir al-Davla zamanında tağlibilerden CamSn alRahba 'de isyân etti. Şehir bundan çok ıztırap çe k ti; fakat sonunda püskürtülen bu şahıs ve F ırat 'ta boğuldu ( ayn, esr., s. 357 V. d , ). Naşir al-D a vla ’nin ölümünde (358— 969), oğulları Hamdan, A bu 'l-Barakât ve A bu Tağlib, şehri ele geçirmek için, mücâdeleye giriştiler; şehir nihayet sonuncunun eline g e ç ti; Abü Tağlib o zaman hisarlarını yeniden inşâ ettirdi ( İbn al-A şir, VIII, 437 v. d ,), fakat 368 ( 978/ 9 7 9 ) 'de şehir Büveykîlerden‘A zud al-D avla’nin eli­ ne geçti ( İbn al-A şir, VIII, 511 v. d .). Bahâ’ alDavla, şehir sâkinlerinin arzûsu üzerine, 381 (991/992 ) ’de al-Rahba’ye vâli tâyin etti (İbn al-A şir, IX, 64). A z sonra, şehir ’ İsa b. Halâ t al'U kayli ’yi 399 (1008/1009 ) ’da öldürtmüş olan A bü ‘A l i b. Şimal al-Hafaoi ’nin eiine geçti al-Hafâci de Mısır Fâtımîlerinden al-H lkim ’in bir ordusu tarafından mağlûp edildi ve kendisi de helâk oldu. Badrân b. al-Mukallid ol-'Ukayli Mısır ordusunu yenmiş ise de, Şam 'da bulunan Lu’lu’ ai-Rakka ile al-Rahba *yi hemen Mısır hâkimiyeti altına aldı. Şehrin esnafından biri olan İbn Muhkân nihayet al-Rahba ’nin müstakil hâkimi oldu ve aynı şekilde ‘A n a 'yi de işgâl e tti; bu son te­ şebbüsünde Hilla’U Şâlih b. Mirdâs al-Kilâbi kendisine yardım etmiş i d i; fakat sonraları Salih b. Mirdâs, al-R ahba’ye sahip olmak için, onu öldürdü ( İbn aİ-Aşir, IX, 148; İbn Haldun, '¡har, Bulak tab,, IV, 271), 447 (1055 ) ve_45o (1058 ) yılları arasında, Arslan al-Basasiri ( bk. Mısır halîfesi al-Mustanşir ile irtibat kurmak için, alRahba 'ye çekildi ( Yakut, I, 608 ). Şâlih 'in oğlu, müstakbel Haleb hâkimi, şehre sâhip olmakta ona halef oldu ( İbu al-Aşir, IX, 163) ve yeğeni



Mahmüd tarafından Haleb 'den 1065 'te kovul­ muş olan kardeşi A tiy a ( İbn al-A sir, X, 8 ) 1060 ilk baharında al-Rahba, A 'z â z , Manbic ve Bâlis 'in hâkimi kaldı ( Kamâl al-Din, H istoria M er dasidarum , trc. J. J. Müller, s. 59). O zamanlar ( 1063) al-Hânuka, K arkisiya ve D uvayra de al-Rahba nahiyesine dâhil bulunuyordu ( İbn alKalânisi, nşr. Am edroz, s. 116 ). Malikşâh 479 (1086/1087 ) 'da al-R ahba’yi c'ı varında bulunan Harran, Sarüc, al-Raîçka ve Hâbür ile birlikte, Muhammed b. Şaraf al-Davla 'ye iktâ olarak verdi ( İbn al-A sır, X, 105 ). 489 ( 1096 ) 'da Hilla sahibi Kürbuğa şehri zaptetti ve yağma­ ladı ( İbn al-A şir, X, 177 ). Ölümünde şehir A lp A r s la n ’ın eski bir kumandanı olan K a y m a z ’ın idâresine geçti (1102/1103), sonra Türk alHasan 'm eiine düştü. Şam sultanı şehri bunun elinden alıp, oraya Muhammed b. ai-Sabbâk al-Şaybâni ’yi vâli olarak tâyin etti ( İbn alA şir , X, 249). 19 mayıs 1107 'de ‘İmâd al-Din Zengi 'nin kumandanı Ç avlı şehri zaptetti ( İbn al-A şir, X, 297 ; İbn al-Kalânisi, ngr. Am edroz, s. 156 v .d . ; Michael Syrus, tr. Chabot, III, 193 ; IV, 592; Barhebraeus, Chron. S yr., nşr. Bedjan, s. 273 ). ‘ İzz al-Din Mas'ud b. aî-Borsuki 1127 'de, ölümünden az evvel, burayı zaptetti (İbn al-A şir, X, 360 v .d .; Mich. Syr., III, 228 = I V , 160; Barhebraeus. C hron . S y r ., s. 287). Bunun halefleri, iktidarı ele geçirmek için, biribirlerini öldürünce, al-Rahba taksim ile, 'İzz alDin 'in küçük kardeşine d ü ştü ; Ç avlı, Zengi tarafından kendisine iktâ verilen bir şahıs sı­ fatı İle, burada hnküm sürdü (İbn a l-A şir, X, 453 v. d . ). Zengi 'nin oğlu Kutb al-Din 544 ( 1149/1150 ) 'te şehri işgâl etti (İb n al-A şir, XI, 93). 12 ağustos 1 1 5 7 'de al-Rahba, Hama, Şayzar, Salamya ve başka şehirler ile birlikte, bir zelzele ile harâp oldu ( İbn al-Kalânisi, nşr, Amedroz, s. 344; Mich. Syr.. III, 316; Barheb­ raeus, C hron . S y r., s. 325 v.d,). n 6 ı ’de alHilla ve al-Kiîfa bölgelerini yağma etmiş olan Hafâca kabilesi ric’at ederek, hükümet kuv­ vetleri tarafından mağlup edilerek, Rahbat alŞâm 'a doğru tâkip e d ild i; burada başka gö ­ çebelerden yardım alan H afâca hasım kuvvet­ leri yeniden kovdu (İbn al-A şir, XI, 182 v.d.). Nur al-Din al-Rahba ile H im ş’ı, Şalâh al-Din 'in amcası Dvin 'li A sâd al-D in Şirküh b. Ahmed b. Ş a d i ’ye, 559 ( 1 1 6 4 ) 'da verdi (M ich . Syr., III, 325; Barlıebr., C h ron , S y r., s. 330}; bu da al-Rahba idaresini bir zabite, Yûsuf b, Mallâh 'a bıraktı. O zaman Rahbat Malik b, Tavlf şehri terkedilmiş olduğundan, Şirküh da Fırat 'tan takriben bir fersah mesafe­ de ( 5 km.), bîr hisar ile, al-Rahbat al-C adida 'yi inşâ etti ( Abu ’1-Fidâ’, Takvim al-buldân, nşr. Reinaud, s. 281; Kâtib Çelebi, Cihannüm S,



RA H BE. İstanbul, s. 444 )• Yeni al-Rahba şehri, başka­ ları arasında, Suhtıa yolu ile Tadmur 'a gitmek için buradan hareket etmiş olan İbn Battü[a ( T a hfa , nşr, Defremery-Sanguinetti, IV, 3 15) ’dan öğrendiğimiz gibi, Suriye ile Irak arasında, mühim bir kervan konak yeri hâline gelmiştir. Şehir Baybars 'ın 1264 yılında buraya bir Mısır valisi yerleştirdiği güne kadar, bir asır müddetle Şirkttb âilesinin elinde kaldı (İbn a l-A şir, XI, 341 ; XII, 189; A b u ’l-F id i’, Târik, nşr. Reiske-Adler, IV , 142; V , 16). 678 (1279) 'de K ala’ ü n ’a karşı isyan etmiş olan Şam 'iı Sunkur al-Aşkar, bîr mağlûbiyetten sonra, alRahba 'ye, emir İsa 'nın yanma iltieâ etti ve buradan, himâyesini istemek üzere, A b ak a 'nın yanına gitti (Barhebr., Chron. Syr,, s. 543). Moğullar Oicaytu [ b. bk.] zamanında, 712 ( 1312/1313) ’de S u riye'ye karşı seferleri sırasın­ da, al*Rahba ’yi muhasara ettiler. Olcay.tu çekil­ mesi sırasında, muhasara âletlerini te r k e tti; bunlar da sonra şehrin müdâfîleri tarafından kalelerine taşındı ( Ahu 'I-Fidl', V , 268 v .d .; al-Hasan b. H abib b. ‘Omar, Durrat al-aslâk f i davlat al-atrök, H. E. W eijers, Orienialia [n şr. Juynboll ], Amsterdam, 1846, II, 319). O zamanın valisi olan İbn al-A rkaşi, 715 ( 1315/ 1316 ) ’te Şam ’da BJdü ( A bu ’1-Fid5’, V , 300). Muhanna ve soyu 'İ s a ’lar, 1330 yılı ilk baha­ rında Salamya mıntakasından kovuldu ve Suriye ordusu tarafından al-Rahba ve 'Â na ’ye kadar tâkip edildiler ( A b u ’t-Fida’, V , 340 v.d.); şehir ihtimâl o zaman tahrip edilmiştir. 1331 'de taşan Fırat al-Rahba mıntakasını sellere boğdu ( İbn al-A şir, Viyana yazm., bk. Mu­ sil, The Middle Euphrates, s. 3, not 3). A rap coğrafyacılarına göre, al-Rahba Fırat 'ın sahilinde (Ifudâma, B C A , VI, 233; al-Makdisi, B G A , III, 138; al-İdrisİ, trc. Jaubert, II, 137 v.d.; al-Dimaşki, nşr. Mehren, s. 93; Abu ’1Fidâ’, nşr, Reinaud, s. 51 ) ve bir de Sa'id kanalı kenarında kâin dir; bu kanal Fam Sa­ 'id yakınında Fırat sağından ayrılm akta ve köylerinin suladığı şehrin aşağı tarafında, Dâliyat Mâlik b. T avk da denilen a l-D â liy a ’nin yukarısında yeniden Fırat ’a dökülüyordu ( Suhrâb, nşr. M iik, Bibi. arab. Hisior. 11. Ceogr., Leipzig, 1930, V, i2 3 ;Y â k ü t, İV, 840; A b u ’1Fida’, Takvim, s. 281 ). Şehir o zaman K arkisiya 'den üç fersah mesafede bulunuyordu ( al'A z iz i, bk. Abu ’İ-Fidâ', nşr. Reinaod, s. 281 ) ve al-Mafcdisi [ B G A , III, 14 9 )'y e göre, bu şehirden, al-Dâliya ’den, B ira' 'dan bir gün­ lük mesafede idi ( bu son kayıt tamâmiyle y a n lış tır; krş. Musil, ayn. esr., s. 253 v. d . ). Musil ( ayn. esr. , ) yanlış olarak al-Dâliya 'yi al-Sâlilıiya saym aktadır; bu mümkiin değildir; çünkü bunun 12— 15 km. yukarısında Fırat aynı



603



Caba! Abu ’f-Kfisim *ın eteğinden akar ve bu­ na göre, S a 'id kanalı buranın şimalinde Fırat suyuna ulaşır (b k . K a rte von M esopotam ien, şubat 1918, 1 : 400.000 mikyasında, y a fta 3° : ‘Â n a; Cumant, F ou illes de Doura-Europos, Pa­ ris, 1926, A tlas, levha I : C ou rs de P Euphrat e en tre C ircesium et Doura-Europos d'après ’l- A éronautique de l'A rm ée da L eva n t " , aynı mik­ yasta ve Sarre-Herzfeld, A r c k . R eise 'deki hari­



talar ). al-Rahıba şehri bir Yâkûbî piskoposluğu oldu ( piskoposların eedveli için b k . M ich. S yr., III, 502 ) ; altı mayıs 1049 ’da vukû bulan ölü­ münden az zaman önce, bu şehre bir piskopos tâyin eden katbolikos E liyâ I. (bunun için bk. Baumstark, G eschichte der syr. Litera tu r, s. 286 v.d. ) ’nın hâl tercümesi ile bu şehrin hiç ol­ mazsa bir kaç zaman için bir Nesiûrî pisko­ posluğu olduğunu biliyoruz (Assem ani, BO , III, 263). A rap coğrafyacılarının kayıtlarından eski R ac­ hat Mâlik b. T a v lt’m Fırat kıyısında olduğu neticesi çıkm aktadır ( ai-îştahrİ, B G A , I, 13, 72; İbn Havkal, B G A , II, 17, 138; al-Makdisi, B G A , III, 138; Yäljut, M u'cam , 111, 860; İbn Hurdâzbih, B G A , VI, 233 ) ve şehir muh­ temel olarak bugünkü al-M iyâdin ( maydân 'm cem.) ’e tekabül ediyordu ( G . Hoffmann, A u s z ü g e aus sy r, A k te n pers. M ärtyrer, s. 165; E. Herzfeld, A r ck . R eise, II, 382, not l; A . Musil, The M iddle Euphrates, s. 3, 253, 340 ); hâlbuki yani al-Rahba, gördüğümüz gibi, bu­ radan bir fersah mesâfede, hâlâ bugün al-Mi­ y âd in 'in cenûb-i garbisinde al-Rahaba veya Rhaba adlı harabe hâlindeki hisarın bulunduğu bir mahalde inşâ edilmiş idi. A bu 'i-Fidâ' ( nşr, Reinaud, s. 2 8 1 )'ya göre, şehrin harabeleri arasında daha o zaman kalelerin yükseldiği görülüyordu. F ır a t ’ ın sol sâhilinde al-Rahba 'nin karşısında, Marvân H. ( 744— 7 5 °) m Hişâm 'a karşı savaşında zaptetmiş olduğu bir hi­ sar bulunuyordu ( Mahbüb al-Manbici, Kitâb a l U nvan, nşr. V aslliev,/’afr. Ö rteni, VIII, 517 v.d.). Musil ( ayn. esr., s . 338 v. d.). Bu kalenin al-Zaytüna ( al-Balâzuri, nşr, d eG o eje, s. 180 ;T a b a ri, II; 1467 v. d.; İbn Hurdâzbih, s. 74) ve kadîm Zaıû d olduğunu farketmİştîr ; şehir bugün hâ­ lâ Emevîlerin bu halîfesinin adı ile anılmakta­ dır ; fakat gerçekte al-Mİyâdin ’in karşısında değil, 20 km. aşağısında bulunmaktadır. İbn Havkal ( B G A , H ,J 5 $ ) iyi sulanmış olan al-Rahba 'nin münbitliğini medheder ; burada Fırat 'ın şark kıyısındaki, meyve bahçelerinde çok iyi hurma ağaçları yetişir ; bölgenin ayva­ ları da meşhûr idi ( al-Makdisi, B G A , JU, î 45 )• K arten von M esopotam ien ( i : 400.000 mikya­ s ın d a )’de „M ejädin" yakınında (en şimalde bu­ lunan) İlk hurma ağacına işaret edilm ektedir,



6o4



RA H BE — RÂHİB.



i . hurmalar filhakika A lbü Kamâl bölgesinde hu­ susiyetle müsait hava şartları içinde ancak ke­ male erm ektedir ( A . Musil, ayn. esr., s. 342 ). al-iştahri ’ye göre ( B G A , I, 77 ), Rahbat Mâ­ lik b. T avk Karlfisiya ’den daha büyük idi ; alMakcüsi { B G A , III, 142 ) buranın F ırat nahi­ yesinin {‘ amal al-Furât veya nükiyat al-Furat ) merkezi olduğunu söyler ; ilk İslâmiyet devrin­ de al-Rahba, Dâliya, ‘A na ve Hadişa şehirleri ile beraber, A lbü Kamâl ’e kadar Dayr at-Zör miinbit ovası bu adı taşıyordu (H erzfeld, ayn, esr., II, 382). Ona göre, şehir çölün kenarında bir yarım dâire şeklinde inşâ edilmiş olup, kuvvetli bir hisar ile korunmakta îdi. Y a ku t şehri ziyaret etmiş idi; burası, ona göre, Şam ’dan 8 günlük, Haleb ’den 5 günlük, Bag­ dad dan 10o fersahlık ve al-Raklja ’den 20 fer­ sahtan bir az daha fazla mesafede idi. ai-DimaşIp ( nşr. Mehren, s. 202 ) buraya aî-Rahbat alF uratiya diyordu. Halil al-Zâhiri ( Zubda, nşr. Ravaisse, s. 50) devrinde/burası H a leb 'e bağ­ lı idi. al-‘Omari 'ye göre, Suriye, bilhassa mer­ kezi Himş olmak iizere, şark hudut eyâletleri al-R ah ba’ye kadar uzanıyordu; kendisi bura­ da „bir hisar ve bir hükümet olduğunu ve Bah­ rilerin süvari birliklerinin, keşif bölüklerinin ve ücretli askerî birliklerinin bulunduğunu" zikreder ( al-'Om ari, tre. R. Hartmann, Z D M G , LXX, 23, 30). İbn B attü ta {ayn. esr.) şehre ,,al‘îrâk ’ın sonu ve al-Şâm 'm başlangıcı" der. Kâtib Çelebi i C ihânnüm â, İstanbul, 1145, s, 483; bunun hakkında krş. Musil, ayn. esr., s. 257). 'A na ’den al-Rahba 'ye kadar mesafenin 3 gün­ lük ve oradan al-Dayr 'e bir günlük uzaklıkta olduğunu söyler. F ırat üzerinde seyahat ederek, 6 şubat 1588 'de şehrin Önünden geçmiş olan Venedikli mü­ cevherci G asparo Balbi ( V ia g g i d eli3 İn d ie ori­ entait, Venedik, 1590, sahife numarası yoktur ) bu husûsta şöyle der : „vedem m o castello Rahabi appresso il quai ca siello si vede una citiâ rovinata, ma in alcuni lati di essa kabîtata da alcune p oche persane d i nome di Rahabilatica (Rahabi şekli için bk. M. Hartmann, Z D P V ,



XXII, 44, nr. 390). Pietro Della Valle ( V ia g g i, Venedik, 1664, I, 571) F ır a t’tan bir az ileride „R aehba" şehrini görmüş ve orada hâlâ bâzı eski binaların mevcut olduğunun söylendiğini işitmiştir. Tavernier ( L es six voyages, Paris 1676, I, 285 i „M ached-raba", yâni Maşhad al-Rahba ( al- Rhaba ’nin 9 km. cenûb-ı garbi­ sinde) adlı bir mevki zikreder. Son çağda al-Miyâdin ve ai-Rhaba (eârî telaffuz böyledir ) harabeleri bir çok defalar ziyaret edilmiştir (bk. b ib liy o g r a fy a ). K a le ­ nin planı zaviyeleri keskin olmayan bir müsel­ les şeklindedir ; kalenin resimleri için b k . Musil,



T h e M id d le Euphrates, s. 7, resim 2 ’de veya Sarre-Herzfeld, A r ch . R eise, III, levha LXXIX v.d. B i b l i y o g r a f y a : al-İştahri ( B G A , -



I, 77 ); tbn Havkal { B G A, II, 155 ); al-Makdisi { B G A , III, 142, 145 ); Yakut, M u'cam { nşr. W üstenfeld), II, 734, 764; Ş a fi al-Din, M arâşid a l-ittilä‘ , I, 464; al-Balâzuri, F a tü h al-buldän (nşr. de Goeje), s. 180; İbn Cubayr



( nşr. W right ), s. 250 ; Kaikaşandi, Z a ti (K ahire, 1324), s. 291, krş Gaudefroy-Demombynes. La S y r ie à l ’époque d es M ame­ louks (Paris, 1923), s. 77 — 80, 183, 245 v.d., 254, 259; R. Hartmann, D ie g eog rap h i­ schen N a ch richten über P a lä stin a u n d S y rien in K h a lil a l-Z a h iri ’s Zubdat K a s h f alM am äiik { Tübingen, 1907, tez ), s. 62 ; K.



Ritter, E rdkunde, XI, 268, 693 v.d., 706, 1433; G. Hoffmann, A u s z ü g e aus syr. A k te n pers. M ä rty rer, s. 165; M. Hartmann ( Z D P V , XXIII, 42, 44 v.d., 49, 61, 68, 113, 124, 127 v.d.; O L Z, II, 1899, stn. 3 1 1 ) ; B. Moritz, Z u r antiken {A b h.



Topographie



P r. A k .



der



P a lm yren e



W., 1889, s. 36, 37, not 4 );



E. Sachau, R eise in S y rien u n d M esopotam ien (L eipzig, 1883 ), s. 279 v.dd. ; G. te Strange, T he Lands o f tke Eastern C a lip h a te ( Cam ­ bridge, 1905 ), s. 105, I24 l ayn. mit., P a lestin e under ih e M oslem s (London, 1890}, s. 517 v .d .; R. Hartmann ( Z D M G , 1916, LXX, 30, not 9 ) ; E. Reitemeyer, D ie S täd tegrü n ­ dungen der A raber {München, 1912, Heidel­ berg ’de verilmiş tez ), s. 85 ; R. Dussaud, T op ographie historique de la S y rie antique et m édiévale ( Paris, 1927 ), s. 252 v d., 259, 454, not 2, 514; A . Musil, T k e M iddle Euphrates (N ew York, 19 2 7 ),s . 340— 345 ve tür. yer. ; krş, fih r is t, s. 415 v.d .; ar-Rahba, Rahba, T o v k v.b. kelimeleri ; A. Poidebard, La trace de R om e dans le désert de S yrie,



metin (Paris, 1934 ), s, 93, 104; E. H erzfeld ( Sarre-Herzfeld, A r ch ä o lo g isch e R eise im E uphrat - und T ig ris-G eb iet, Berlin, 1920), II, 382 v.dd. ve B. Schulz (a y n . esr., s. 384 v. dd., bundan başka bk. resim 367 v.dd., Ber­ lin, 1919, 11!, levha LXXIX v.d.).



_ ( E. H o n ig m a n n .) R Â H lB . RAHİB (a ., cem. ruhban, rahâbin, rahâbina ), r a h i p ,



papaz.



R âhib,



K u r'a n



ve hadîsteki kadar, câhiliye devri şiirinde de bilinmektedir. Câhiliye devri şâirleri, geceleyin seyahat edenlerin uzaktan içinde yanan lam­ bayı farkettiği ve kendisine misafirhane fik­ rini veren hücre içinde bulunan râhipten bahs­ ederler. K u r ’an ’da râhib ve k issis, bâzan da akbâr, hıristiyan dinî reisleridir. Bir taraftan haham ve rahiplerin, diğer insanların malları ile geçin­



RÂH İB -



R A H M Â N İYE.



diklerinden ( K u r'a n , IX, 3 4 ). ahbâr ve râbiblerini ve al-Masih b. Maryam (K u r'a n , IX, 31) 'i hıris+İyantarm A llahın dışında sahip ( rabb) ola­ rak tanıdıklarından bahsedilir; diğer taraftan hıristiyanlar mii'miniere olan dostluklarından dolayı övülür ve bu husfis aralarında k issis ve râhiblerin bulunması ile izah edilir ( K u r'a n , V , 87). H a d is ’te ve k işa ş a l-a n b iy S tarzındaki küçük hikâyelerde râhibe sık-sık rastlanır ( bk. Buharı, A n b i y â bâb 54; Müslim, Zu hd , hadîs 73; Tavba, hadîs 46, 47 ; T im iz i, T a fs îr , sûre 85, hadîs 2 ; M an Skib, hadîs 3 ; Nasâ’ i, Masâcid, hadîs 1 1 ; İbn Mâca, F ita n , hadîs 20, 23; Darim i, Faza’ i l a l-K u r ’ ön , hadîs 16; Ahmed b. Hanbal, I, 4 6 1; H. 434; İH, 337, 347; V , 4 ; VI, 17 mükerrer). İlk hicrî asrın İslâm edebiyâtında muhtelif din­ dar kişilere râhib lekabtnın verilmesinden, bu tâ­ birin o zamanlar fena bir mânaya gelmediği neti­ cesi çıkarılabilir. Bk. bir de mad. RAHBÂNİYA. B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. RaHBÂnIya, b ib liy og ra fy a . ( A . J. W£NSINCK.) R Â H İ L . R AH ÎL, Kitâb-ı mukaddesteki R a* c h e 1, Y a'k S b p e y g a m b e r i n k a r ı s ı , Y u s u f ve B ü n y â m i n ’i n a n n e s i olup, K u r ’ an ’da zikrediimemiştir. Bununla beraber K u r ’ an, IV, 23 ’te „aynı zamanda iki kız kar­ deş ile evlenmek sizin için haramdır; ancak önce böyle bir şey olmuş ise, A llah gafÛr ve rahim dir" şeklinde, Ya'küb ’un L iyâ ve R âhil ile evlenmesine bir telmih olduğu bâzı müfessirler tarafından ileri sürülmüştür. Müsâ ’ya T evrat vahyedilmeden önce, böyle bir evlenme meşrû olabilirdi. T a b a ri ( T ârih, t, 356, 339 v.d.) nin verdiği izah şekli budur. İbn al-A şîr (I, 90) bunu tekrarlar. T abar i, T a fs ir , IV, 210’da âyeti doğru tefsir etmiştir. K u r ’an ’ da aynı zamanda iki kız kardeş ile evlenmek ile­ risi için men’edilmiş, fakat bu yasaktan önce bu şekilde vukua gelmiş evlenmeler feshedümemiştİr. Umumiyetle İslâmî an’ane, Ya'küb ’un, L iyâ ’um ölümünden sonra, Râhil ile evlendiği­ ni kabûl eder; daha T a b a ri (I, 355), Zamahşari, Bayzâvı, İbn al-A şir v.b. ’da bile bu ka­ nâat vardır. al-Kisâ’ i de Ya'küb *un L iyâ ve iki müstefreşesinin ölümünden sonra evlendiği fikrindedir. İslâmî enbiyâ kıssaları Kitâb-ı mu­ kaddes ’ten şu noktada a y rılır; enbiyâ kıssala­ rına göre, Ya'küb R âhil ile 14 yılhk hizmetten sonra evlenm iştir; Kitâb-ı mukaddes 'e göre, yedi yıl hizmet ettikten sonra L iyâ ile evlenir ve düğüulerinden bir hafta sonra da, R âiıiî ile evlenir ve 7 yıl daha hizmet eder. — İslâmî enbiyâ kıssaları, Ya'küb 'un evlenme talebini ve L â b a n ’in R âhil yerine L iy â 'y i verme kur­ nazlığı ve „lamba ve mum ışığından mahrûm" zifaf odasını çok câzip bir şekilde anlatır.



. R âhil ’in Yûsuf kıssasında da çok mühim bir rolü vardır. Yûsuf güzelliğini R âljü ’e borç­ ludur. Bunlar bütün dünyâ güzelliğinin y a n ­ sına, başkalarına göre, üçte birine ve yahut da A g g a d a ( K id d u ş in , 49'>)’nm cedveline gö­ re, onda dokuzuna sahip idiler ( ŞaTabi, s. 69 ). Ya'küb Lâban ’den ayrılınca, seyahat için ge­ rekli paradan mahrûm kalır. Râhil ’in teşviki ile Yusuf Lâban ’in putlarım çalar. — Kardeşleri tarafından satılmış olan Yusuf, Râhil ’in me­ zarı yanından geçerken, kendini deveden aşağı atar ve ağiayıp-sızlayarak, — „E y anne, oğlu­ na b a k ! benî soydular, kuyuya attılar, taşladı­ lar ve sonra esir olarak satıldım " — der. O sı­ rada : — „A lla h a güven ! “ — diye bir ses gelir. Eski A ggad a ’da, bu müheyyic sahne yoktur. Bununla berâber, orta çağın sonlarında yazılan S e fe r H ayaşar ( nşr. Goldschmidt, s. 150) enbiyâ kıssalarına dâir kitaplarda bu hâdise geçmektedir. Yahtıdi-irank şâir Şahin (X IV. a s ır) bu motifi, Firdavsi ’ye isnat edilen Fo­ su/ « Z u layhâ kitabından alıp, kendi Tekvin kitabına idhâl etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : T abari (n şr. de G o eje), I, 355— 360, 3 71; ayn. mil., T a f­ s i r , W , 210; Şa'labi, K iş a ş al-anbiyâ' ( K a ­ hire, 1325), s. 69, 74; İbn al-A şir (n ş r T ornberg), I, 90; al-Kisâ’ i, K is a ş al-anbiyâ ’ ( nşr, Eisenberg ), s. 155 v. d,, 160; Neumann Ede, A muhammedân J o z s e f monda ( Buda­ pest, 188 i ), s. 12, 39 v. d . ; Grünbaum, C esam m elie A u fs a tz e zu r Sprach und S agen k u n d e i nşr. F. Perles), Berlin, 1901, s. 523,



534— 538, 548; W. Baeher, Zvıei jü d isch -p er­ sisch e D ic h ter , Sckah in u n d Im rani (Buda­ pest, 1907 ), s 1x9 ;b k . bîr de madd. YA'KÜB, ve_YÜSUF. ( B. SÜELLER.) R A H ÎL . [ Bk. RÂHİL.] R A H İM . [B k . ALLAH, b . 3.] R A H İM . [ Bk. HUSREV FÎRÛZ.] R A H M A . [B k . RAHMET3. R A H M A N . [ Bk. ALLAH, b. 3.] R A H M A N Î Y A . [ Bk. ra h m â n İy e .1 R A H M A N İY E . R A H M Â N ÎY A , C e z â y i r ’ d e b i r t a r î k a t o l u p , adını 1208(1793/1794) 'de ölmüş olan Muhammed b .'A b d al-Rahmân al-G uştuli al-Curcuri al-A zh ari A bü Kabrayn ’ den almıştır. Bu tarikat halvetiyenin bir kolu­ dur ve rivayete göre, buna bir zaman için. Mustafâ al-Bakri al-Şâm i ’ye nisbetle, Bakriya de denilmiştir. Tunus ’ta Nefta ’da, Mustafâ b. Muhammed b. 'A zzü z ’un adına izâfeten, buna 'A z zü z iy a denilir. T a r i k a t k u r u e u s u n u n h a y â t ı . A i­ lesi Curcura K âbîliyesİ ’nde G aştula birliğinin bir uzvu olan A y t Sm â'ii koluna mensûp idi; önce eyinde ve sonra Cezayir ’de tahsil gör-



«66



RAHMÂNİYE.



(lii; 1152 {173 9 /174 0 )'de hacca g itti; dönügünde, al-Azhar talebesi olarak, Kahire 'de bir müddet k a ld ı; Muhammed b. Salım al-Hafnav i ( öps. 1181; bk, Silk al-durar, IV, 50) vâsıtası ile burada halveti tarîkatine girdi ve bunu Sudan ve Hindistan ’da yayma vazifesi kendi­ sine tevdi ed ild i; 30 yıllık bir gaybûbetten sonra, Cezayir 'e döndü ve doğduğu şehirde vaazlara başladı ve bir zâviye te’sis etti. Görünüşe göre, halvetîlerin amellerinde bâzı değişiklikler yap­ mıştır. „Muhammed peygamberi yedi görüşün­ de" kendi şahsı ve usûlü hakkında bâzı yenilik­ ler ihdas etti s tarîkatine girmek, kendisine sevgi gösterm ek, kendisine yapılan ziyaretler esnâsmda mezarının önünde ve eikr ’i duyulunca, saygı duruşunda bulunmak sûretİ ile cehennem ateşine karşı muafiyet te’minâtı. Tarafdar ka­ zanmaktaki muvaffakiyeti mahallî murâbıtların kıskançlığını celbedince de, C ezâyir havâlisinde Hamına ’ye hicret etti. Buradaki çalışmalarında kendisini mâliki müftîsi 'AH b. A m in ’İn riya­ setinde bir dinî meclisin huzûruna çıkmak mecbûriyetinde bırakan dinî reislerin muhâlefetini hesaba katması gerek idi. Elde etmiş ol­ duğu kuvvetin te’sirine kapılan türk makam­ larının nufuzu sayesinde, kendisine karşı ileri sürülen ehl-i sünnetten olmamak ithamından kurtuldu; fakat doğduğu kasabaya dönmeği ihtiyatlı bir hareket sa y d ı; az sonra orada Öldü. Yerine ‘A lı b. İ s a ’1-Mağribi yi halef bıraktı. Rivayete göre, cesedi, türkler tarafından gizlice alınıp, büyük bir ihtişâm ile Hamma ’de defnedilmiştir. Burada onuu adına bir türbe ( kubha) ve bir câmi inşâ edilmiştir. Bununla beraber, A y t Sm â'il kabilesi mensupları onun ilk meza­ rını terketm ediğini iddia etmişler ve bundan dolayı mezarının mûcizevî bir şekilde ikileştirildiği kabûl edilmiştir ve kendisine A bu Kabrayn („ ik i mezar sa h ib i") unvânı verilmiştir. T a rîk a tin y ay ılm a sın ın tarihi. ‘A li b. 'İsa ’1-Mağribi 1208 {17 9 3 /179 4 )’ den 1251 ( 1836/1837 ) e kadar tarikatın rakip»z reisi olarak kalmıştır. Halefi az sonra öldü ve ertesi sene, tarikat tarafdar kazanmağa devam etmekle berâber, müstakil kollara ayrıldı. Bu ayrılmayı meydana çıkaran şey A y t Sm â'il ’in bir başka mağribî olan al-H âcc Başir ’in şeyhlik makamını atmasına karşı ileri sürdükleri itiraz­ lar oldu. Fransızların meşhur düşmanı ‘Abd al-Kâdir ’in desteklemesine rağmen, B aşir mev­ kiini terketm ek mecburiyetinde k a ld ı; yerini, bir müddet için, ‘A li b. ‘ îsâ ’nın dul zevcesi işgal etti; bununla berâber, bu kadm, zaviyenin gelirlerinin azalması sebebi ile, sonunda Başir ’i Ijeri^ etirtm eğe mecbûr kaldı. Bu esnada diğer zaviyelerin kurucuları İstiklâllerim ilân etmiş­ lerdi. 1259 ( 1843/1844)’da B a şir'in ölümü



üzerine, dâmâdı al-Hâcc 'A m m lr onun yerine tarîkatin başına geçti. Bu zât 1856 ağustosunda Bü Bağla tarafından fransızlara karşı hazırlanan taarruza iştiraki kabul etmediğinden, nufûzunun azalmış olduğunu görmüş, mündterini si­ lâha sarılmağa dâvet ile bâzı muvaffakiyetler elde etm iştir; fakat ertesi yıl kendisi ve az bir zaman sonra zevcesi ( veya kayın-an ası) 100 ka­ dar h”ân ’m başında teslim olmağa mecbûr bı­ rakılmıştır. ‘Am m âr Tunus 'a çek ild i; orada va­ zifelerini yapmağa devam etmeğe çalıştı fak at umûmiyetle tarikatın reisi olarak tanınmadı ve A y t S m â 'il’deki mevkii Şaddüklı Muhammed A m ziân b. al-Haddâd tarafından işgâl edildi. Bu şahıs 80 yaşında, 8 nisan 1871 'de, az önce Fransa — Prusya savaşından mağlûp çıkmış olan fransızlara karşı cihâd ilân etti. İsyân, genişlemiş ol­ masına rağmen, az muvaffakiyet kazandı ve 13 temmûzda İbn al-Haddâd General Sau ssier’ye teslim oldu. Kendisi B icâ y e ’ya gönderildi. Bir ihtiyat tedbiri olarak, ana zâviye kapatıldı. Yeni Kaledonya ’ya nakledilmiş olan oğlu ‘A z iz kaçmağa ve Cidde 'ye ulaşmağa muvaf­ fak o ld u ; cemâati buradan idâre etmeği dene­ di; fakat babası tarafından tâyin edilmiş olan muhtelif mulfaddam Ter, zâviye kurucuları gibi, istiklâllerini te 'y it ettiler. Depont île Coppolani nin eserinde bu şahısların ve Tunus ile Bü­ yük Sahrâ 'ya kadar varan nufûz dâirelerinin cedveli verilm ektedir; tarîkatin mensûpları için verilen rakamlar 156.214 ( 1897 ) 'ü bulmakta­ dır. Rinn, Tolga Rahmaniye tarikatı mensupla­ rının fransız makamları ile her zaman iyi mü­ nâsebetlere devam ettiklerini kaydetm ektedir. T a r i k a t ı n â d â b ı . Müride verilen tali­ mat 7 „isim den" müteşekkil bir sırayı öğretm ek­ ten ib a re ttir; bunların birincisi la ilâha illa'llâha 'dür. Bunun bir gün ve gecede 12.000 den 70.000 ’e kadar tekrar edilmesi lâzım dır; şeyh yeni müridin ilerilemesinden memnûn ise, bu­ nu diğerleri tâkip ed er; bunlar şunlardır-, 2. A lla h , 3 d efa; 3. hava; 4. hakk, 3 d e fa ; 5. kayy, 3 d efa ; 6. kayyüm , 3 d e fa ; 7. kakkâr, 3 defa (R in n ’in cedveli bundan hafifçe ayrıl­ m aktadır ). Rinn ’e göre, tarikatta zikir perşenbe günü öğleden sonra başlayarak, cuma gü­ nü öğleden sonraya kadar, hiç olmazsa 80 de­ fa, al-Şâziü 'ye isnât olunan duâyı v e haftanın diğer günlerinde la ilâha illa ’llâha cümlesini tekrar etmekten ibarettir. En çok okunan me­ tinler K u r’ att, I, C X 1I — C X IV ile ,,âyet-ülkürsî" ( bu A . Delpech ’in R A , 1874 'te kaydet­ tiği tarîkatin kurucusunun icâzesinde tesbit edilmiştir ) ve yukarıda zikredilen „yedi görü­ şüdür" (trc. için bk. Rinn, s. 467), T a r î k a t i n e d e b i y a t ı . Bunun mühim kısmı el-yazması hâlinde mevcut olmak gere­



RAHM ANİYE kir ; kurucunun bir çok eserler yazdığı sanıl­ maktadır, A . Cherbonneau, J A, 185*, s. 5 1 7 ’de Mubammed b. Bahtarzi tarafından yazılmış olan al-RaAmânîga adlı bir akide kitabı ile oğlu Mustafâ tarafından yazılmış şerhini tavsif e t­ m ektedir; bu ihtimâl fransız müelliflerinin Pré­ sents dominicaux dedikleri eserdir. Tarîkate â lt olup, onu zikreden bir eser al-Ravİ al-bâ-



sim f l manakib al-şayh Muhammed b, al-Kâsim adım taşır. B i b l i y o g r a f y a ' . Bu hususta elde edilen şifahî malûmattan başka, bk. E. de Ne­ veu, Les Khouan (P aris, 1846); L. Rinn, Marabouts et Khoaan ( A lg er, 1884 ) ; O. Depont ve X. Coppolani, Les Confréries reli­ gieuses musulmanes (A lg e r, 1897 ); H. G ar­ rot, Histoire générale de l’Algérie (A lg e r, 1910 ). ( D. S. MaRGOLIOüth.) R A H M E T . R A y M A ( A. ), m e r h a m e t , a c ı m a ; bk. mad. ALLAH, I, 364 a, 369a. R A H N . [B k . REHÍN, ] R A İ S a l - K U T T A B . [ Bk. r e I s - O l- k ü ttà b .J . R A K 'A . [B k . s a l â t , )



R A Ç Â Ş Î . [ Bk. REÇÂşî. ] R A K İM . ( Bk. ESHÂB-ÖL-KEHF.] R A K K A . a l-R A K K A , E 1 c e z î r e ’d e D iy â r M u z â r ’ m m e r k e z i , F ır a t ’ın sol sahilinde Balîh ( B«c£?.etoç, B ita b a , BâÂtaaoç ) nehrinin bununla birleştiği yerden bir az önce bulunur. Şehre eski çağda Kallinikos adı veri­ liyordu. A ynı bölgede bir de Nikephorion bu­ lunmalıdır ( Strab., XVI, 747 ; Charax ’h Isi­ doros, Ceogr. Graeci Min., nşr. Müiler, s. 247; Dio Kass., XL, 13 ; Plinius, Nat. hist., V , 86 ; VI, 119; Ptolemaİos, Ceogr., V, 17 ; Biz. Ste­ phan.); fakat bunu, umumiyetle kabûl edildiği gibi, Kallinikos ile aynı yer olarak göstermek her hâlde yanlıştır ve orta çağın „siyah" ve „h ey a z" aî-Raklja ’lannda olduğu gibi bunların iki komşu şehir olması mümkündür. Appianos ( Syr., s. 57 ) ’a göre, Nikephorion şehri Seleukos I. Nikator tarafından te’sis edilmiştir ; son­ raları şehrin kurulması büyük İskender ’e isnât olundu (Plinius, JVaf. hist., VI, 119; C h arax ’h İsidor, I ). Fakat İskender ’in bu noktaya kadar gelmiş olmasını ve Gaugamela savaşından bu kadar az zaman önce şehirler kurmağa teşeb­ büs etmesini kabûl etmek güçtür ( bk. PaulyWissowa, RE, V, A , stn. 1274, mad. Tkapsakos), Kallinikos un adı, 244 (m . ö . } veya 242 ’de şehri kurmuş olan Seleukos II. Kallinikos ’tan gelmektedir ( Ckron. Pasch., nşr. Dindorf, I, 330; Mieb. Syr, nşr., Chabot, IV, 78). Libam­ os f E pist., s. 21, j. Opera, nşr. FÖrster, X, 19, t — 12) adını burada idâm edilmiş olan sofist Petra i ı Kallinikos 'un adından iştikak ettir­ m ektedir; fakat şehrin orta çağda hıristiyan



RA K K Á .



süryâuîler tarafından muhafaza edilmiş olan bu adı (ÇaloniVos, K alinikos) müşrik bir ha­ tipten aldığına inanmak güçtür ve zâten bu takdirde, Kalinikeia gibi bir şekil beklemek gerekirdi. Her hâlde, K allinikos, mevkii itibârı ile, orta çağın al-Raljtka ’sına tekabül etmiş ol­ malıdır ve süryânî vak’anüvisler dâimâ bu iki şehri aynı saymışlardır. İmparator JuHanus za­ manında Kallinikos müstahkem bir kale ve mü­ him bîr ticâret merkezi idi. ( Ammian Marc., XXIII, 3, 7 ). 393 yılında Castrum Callinicum ’da bir yahudi havrası yan dı; imparator Tbeodosius bu hâdiseden sonra şehrin piskoposuna bunu yeniden inşâ ettirm esini emretti (A m b ­ rosius, Epist. ad Theodos. ; Migne, Patrol. Laf., XVI, stn. 1105 v. d.). İmparator Leon 777 yı­ lında ( Sel. takvimi = 466 m. s.) Osrhoene 'de Kallinikos 'u yeniden inşâ ettirdi ve buna Leontopolia adını v e rd i; buraya bir piskopos ( muh­ temelen 451 ve 458 yıllarında ismi geçen Da­ mianos ’un halefi olacaktır ) yerleştirdi ( Edesseniscke Chronik, nşr. Hailler, Texte a. Unter­ such. kısmında, Leipzig, 1893, IK, 1, s. 116, 152 ; Barhebraeus, Chron. syr., nşr., Bedjan, s. 77 ; Leontopolis: Hierokl., Synekdem, s. 7 15 ,1 ; G eorg. Cypr., nşr. G elzer, V , 897 ). 503 yılı so­ nuna doğru, Tim ostratos kaleyi iranhlara karşı kahramanca müdâfaa ve Ç a vâ z I. 'tn bîr za­ bitini esir etti ; fakat Sâsânî hükümdarı ken­ disini, bu zâbit geri verilmediği takdirde, şeh­ ri tam im iyle tahrip etmekle tehdit ettiğin­ den, onu serbest bırakmağa mecbûr oldu ( Josuê Stylit., nşr. Martin, Abh. K M, VI, I, Leip­ zig. 1876, s. L X V ). Süryânî kilise tarihçileri, V i. asrın başlangıcından itibaren B alih nehri ile Fırat 'ın veya Nahr al-Nil kanalının Kallinikos yakınında meydana getirdiği zaviye içinde arapçada Dayr Zakka olan Mar Zakkai manas­ tırını sık-sık zikrederler ( Vitae viror. apııd monophysitas celeberr., nşr. Brooks, bk. Corpus Script. Chrii. Orient, seri III, Paris, 1907, X XV, 38 ; Mich. Syr., IV, 414 v.d. ; Şâbuşti, KitBb al-diyârüt, Berlin yazm., 956 [nşr, K , ‘ Avvâd, Bagdad, 1951, s. 139V . dd.]; Yakut, Mu cam, nşr. Wüstenfeld, II, 6 6 4 ; IV, 862 ). al-Rakkaile Bâlis arasında, bundan başka, Sura'nin yakınında Dayr Hannina manastırı bulunuyordu (G . Hoffmann, bk. Zacharias Rhetor, trc. Ahrens-Krüger, s. 159, 20 ; jahann. Ephes, IV, 22; Mich. Syr,, II, 36 i ; 1II> 453 ve tür. y e r .; Barhebr., Chron. eccles., nşr, Abbeloos-Lamy, I, 244, 250; F. Nau, ROC, 1910, XV, 63, not i ; Yâlfût, II, 350^’V . b. ; ekseriya yanlış olarak „Hanania manastın" denilmektedir; bk. msl. Musil, The Middle Euph­ rates, s. 329). Justinian 5 *9 da iranlılar ile ticâretin sâde ce Nisibis, Kallinikos ve A rtaxata hudut şelı:



6o8



RAKKA.



lerinde yapılmasını kararlaştırdı { Cod. /usf., nşr. Krüger, IV, 63, 4 , s. 188 j Bury, H U tory o f th e L a ter Roman E m pire, 1923, II, 3}. Husrav 1. Sariye ’ye üçüncü seferinde ( 542 ) şehri kolaylıkla zaptetti ( Prokop., B e ll. P ers., II, 21, 31 ; A n ecd ., III, 31 ) ; zîre yeniden inşâ etmek gayesi ile, sûrları kısmen yeni yıkılmış bulunuyordu. Şehir tahrip edildi î fakat sonralan yeni sûr ve burçlar ile teçhiz edildi ve „alınmaz" bir hâle getirildi ( Prokop., D e aed., II, 7 • Edessa 1ı Jakob, C h ron oL K an on , nşr. Brooks, bk. Z D M G , L1II, 300 ; Mich. Syr., nşr. Chabot, I V , 287 ). Maurikios ( udaiK ’AvcreoVns } 580 yılında Azarmaban 'dan Kallinikos ’a ka­ dar çekilmek mecbûriyetinde kaldı ; fakat bura­ da onu kaçmağa mecbûr e tti (Theophyl. Sim., III, 17, s v.d. ; Chapot, L a F rontière de l 'E uphraie, s. 289, not 3 ve E. Herzfeld. A rch ä ol. R eise, I, 159 'da Hormisdas ’tan kaçmakta olan „im parator" Maurikios *un kaleye ilticâ ettiği hikâye edilmektedir ), A raplar 18 ( 639 ) veya 19 ( 640 ) 'da ‘tyâz b. Ğanm ’in kumandası altında, şehrin şimâl-i garbî kapısı, BSb al-RuhS’ önünde ordugâh kurdular ; S veya 6 gün sonra, şehri idâre eden patrikios 'İyâz ’dan sulh istedi ve şehri ona teslim etti ! buna karşılık şehir halkının haya­ tına aman verileceği ve mallarına dokunulmaya­ cağı vaad edildi. Bundan başka cizyelerini ver­ dikleri ve hiç bir düşmanca harekette bulun­ madıkları müddetçe, kiliseleri yıkılm ayacak ve işgâl edilmeyecekti. Buna mukabil şehir halkı da yeni kilise ve ibâdet yeri inşâ etmeyecek ve hıristiyah merasim ve bayramlarını alenî yapmayacaktı (al-Baläzuri, F u tâ k al-buldün, nşr. de Goeje, s. 173 v.d. ; İbn al-A şir, nşr. Tornberg, II, 439 ). 'İyâz ’ın ölümünden sonra, S a 'i d b, 'A m ir b. Cizyam Elcezîre valisi oldu ; bu zât ai-Rakka ’da câmî inşâ etti ( al-Balâzuri, s. 178 ; Herzfeld, A rch ä o l. R eise, II, 353 ). Bu câmî kerpiç üe yapılmış olup, eski mermer enkazdan da istifâde edilmiştir (Herzfeld, g öst. yer., resim için bk. s. 324 — 329 ). Bunun Manârat al*Munay$ir’ı bugün hâlâ harabeler sa­ hasının eski al-Ralpka’yı temsil eden işaret noktasıdır. 36 ( 656 ) yılında büyük Şiffin savaşında, 'A li al-Ra^lpa’dan hareket e tti; F ır a t'ı şehir halkına yaptırmış olduğu gemilerden müteşekkil bir köprü üzerinden g e ç ti; piyâdesi ve bütün kafilesi ile Suriye sahiline çıktı (T a b a ri, I, 3259; İbn Miskavayb, Tacârib, nşr. Caetani, s. 571 ). 690 yılm a doğru ölmüş olan ‘Ubayd A lla h b. K a y s al-Ruîfayyât ’ ın D iv â n ( nşr. Rhodokanakis, S B A k . W ien , CX LIV /X , Wien, 1902, s. 222 ) ’ ına göre, al-Raklja ile al-Kalas {? ) o zaman tahrip edilmiş ve hemen tamâmiyle .Ju .



boşalmış olmalıdır ; fakat bu muhakkak bîr şâir mübâlegasıdır { Musil, The Middle Eaphrates, s. 3 2 9V, d. ). Msl. a l-A h ta l’m Divân (n şr. Şâlhâni, s. 304 ) 'ında adı geçen al-Rakka al. Bayza’ ’dan ayırmak için, şâir buraya al-Rakka al-Savdâ’ adını da verir ( s. 285 ). al-Rakka adının kendisi, menşe’ bakımından, arap.ça olmalıdır ( „devir-devır feyezana uğrayan alçak bataklık m em leket"); Â sûr devrinin iki ârâmî kabile­ sinin adlarının Rahiku ( dikkati ) ve Rapiku’nun al-Rakka ve al-Râfika ile benzerliği (H erzfeld, Arck. Reise, I, »59, not 9 ) ihtimâl sırf bir tesadüf neticesidir. Cenup sahilinde, şehrin karşısında iki kanal ( al-Hani ya ’1-Mari ) arasında Vasip al-Rakka kenar mahallesi bulunuyordu; HişSm b. 'A b d al-Malik burada iki saray ile Fırat ürerinde bir köprü yaptırmış idi ( Yâjgüt, 11, 802 ; IV , 889, 994; Telmahrë Mî Ps.-Dİonys, nşr. Chabot, s. 26, 3 1; Mîch. Syr., IV, 457; Barhebr., Chron. syr., nşr. Bedjan, s. 118). Hişn M anşür’a adını vermiş olan al-R uhi’ valisi Manşür b. C a 'v a n a b. al-H âriş al-‘ A m iri al-Kaysi, 14! ( 758/759 ) ’deki isyanından sonra, ‘âmil Abu ’l-'A bbâs, al-Manşur tarafından, alRakka ’da idâm edilmiş idi ( al-Balâzuri, s. 192 ). H alîfe al-Manşür 1 5 5 ( 7 7 2 ) yılında al-Rakka ’nm yanında yeni bir şehri, a l-R âfik a ’yı inşâ ettirdi ve hanedanına çok bağlı olan horasan­ lıları oraya yerleştirdi ( İbn al-Fakih, B G A, V , 132). Yeni şehrin inşâsının idaresini veli­ ahdı al-Mahdi ’ye tevdî etti. Şehre bir at-nah şeklini verdi, tertip ve tanzim bakımından bir çok busûslarda Manşür ’un Bagdad ’ daki yuvar­ lak şehri örnek vazifesini görm üş idi ( T a b a ri, III, 276, 372 v. d.; İbn Havkal, B G A, II, 153; al-Balâzuri, s. 179 ; al-Ya'kübi, Kitâb al-btddân [ B G A , VII, 23 8 ]; Târih, nşr. Hontsma, II, 430; İbn al-Fakih [ B G ' a , V, 13 2 ]; Y âküt, Mu’cam, nşr. W üstenfeld, II, 734 v . d ; Mich. Syr., H, 526, III, ıo , 2 9 7= IV , 476, 483, 640; T elm ahrë’li Ps.-Dionys., s. 12 0 v .d .; Herzfeld, ayn. esr., I, 160 ). Yeni şehre Fırat ’ tan ve Sarue bölgesinden yeter mıkdarda su getirm ek için, iki kanal açıldı (M ich. Syr., III, 10). K endisine yavaş-yavaş eski terkedilm iş şehrin adt olan al-Rakka adının verilmesi itiyât hâline gelen bu yeni şehir, arap muharrirlere göre ( msl. al-Balâzuri, s. 179 ), kadîm hiç bir esere sâhip değil idi ve gerçekten bugünkü a1.- Rakka „a t nalı şeklindeki şehir", kale duvarları arası­ na sokulmuş olan bâzı parçalar dışında, hiç bir kadîm harabe arzetm iyor gibi görünm ekte­ dir. Bundan dolayı, yersiz olarak, burada eski Kallinikos aranmıştır (Sachau, Reise in Syri­ en u. Mesopot., s. 242 ; Chapot, La Frontière de I l ’Eupkrate, s. 289 v. d-, burada şekil 8 " Nice -



RAKkA. pkorium-Callinicam,, daha ziyâde orta çağdaki



Manşür tarafından te'sis edilmiş olan at-Râfi^a al-Rakka’nın planını göstermektedir). şehrine tekabül eder ; buna sonraları al-Ra^a al-Raklja (Musii 'in haritasında al-Hamrâ’ ) adı verilmiştir. Şehrin bu mahallesinin şimâlde ile al-Râfika arasında, az sonra pazarları ile bulanan ve yuvarlak kısmının aş.-yk. ortasında, bir dtş mahalle (rabai) meydana çıkıp, geniş­ büyük bir câmiin, „hisar içindeki câmiin," ha­ ledi; zira al-Ralfka 'mn çarşıları (ve daha bü­ rabeleri bulunur; bunun yuvarlak bir minfire yük bir ınıkdarda, Sök Hişâra al-‘Ati^), Elce- ile avluya bakan cephesi (Sarre-Herzfeld, II, zîre valisi 'Alı b. Sulaymân b. 'Ali tarafından, 359; III, levha LXVI — LX1X ve resim 333— burada to’sıs edilmişti; bunun neticesi olarak, 340), bir kitâbeye göre, 561 ( 1665/1666) yılın­ iki komşu şehir yavaş-yavaş bir şehir (al-Ralf- da, Zengîlerden Nur al-Din Mahmüd tarafından katân) hâline geldi (al-Balâzuri, s. 179; Yakut, tamir edilmiştir (van Berchem, bk. Sarre-Herz­ II, 734, 802; İbn Havkal, BCA, II, >53). Bu dış feld, 1, 4 v. dd.). Nür al-Din 554 (1159 ) yılında mahalle, Selefkî takvimi ile 11«3 («-Sı* m. s.) al-Rakka 'yi işgal etmiş ve 56a (1167 )’den 566 ’te, âsi *Amr ve Naşr b. Şabaş tarafından, ,,sü- (1171) 'ya kadar burasını kardeşi Mavdüd *abı­ tûnlu manastır" ile birlikte yakıldı ( Mich. Syr„ rakmış idi (İbn al-Agir, nşr. Tornberg, XI, 167, III, 26). 'Abd al-Malik b, Şâlih aynı yılda al- 216; Kama! al-Din, tre. Blochet, bk. R O L , III, Rakka 'da öldü (bk.yk. 1, 98). Tâkip eden sa­ 53*> 55o )• Yâljüt şehrin bir kapısının adını vaşlar sonunda 'Akülüye (Küfe 'den) al-Rakka- veriyor: Bâb al-Cinân (Yâküt, I, 443; II, 125). ’ya ve irantılar al-Râfika ’ya hâkim oldular Faşil’ in cenûb-i garbisindeki köşede bulunan (Mich. Syr., 111, 30). Ma’mün zamanında S16 kapı, çukurun iç tarafı üzerinde inşâ edilmiş, 'da Tâhir, al-Raijka ile al-Râfika arasında bir tuğladan bir yapı hâlâ muhâfaza edilmektedir duvar inşâ ettirdi ( Mich. Syr., IH, 36), ( Herzfeld, II, 358; III, levha LX V ; şekil 330 Şehrin hisarları çok çabuk harabe hâline gel­ v. dd.). Bunun yakınında „saray" bulunmakta­ di (Ahmed b. al-Tayyib uî-Saralısi, bk. YSlcût, dır ki, aralarına hatıllar eklenmiş süslü tuğ­ ayıt. esr. ) ve 375 (985/986) 'e doğru al-Rakka ladan bir yapıdır ve kitâbesizdir ( Herzfeld, artık garptaki şehrin bir dış mahallesinden U» 363, levha LXIX v.d.; şekil 342 v. dd.). Bu başka bir şey değildi. al-Rakka adı bu şehir harâbe yığınının cenûb-i garbi köşesinde bu­ için de kullanılır olduğundan (Yakiit, ayn. esr.), günkü a!-Raklça mevkii bulunmaktadır. al-Rakka ile al-Râfika açık bir şekilde biribi2. Bundan önceki harabeler sahasının cenûb-i rinden ayrılatnadı (al-Ma^disi ’de böyledir, krş. şarkî köşesinin şarkında daha küçük bir ma­ Herzfeld, Arch. Reise, 1, 160, not 7, s. 161), XIII. halle (Musii ’in haritasında buna al-Hamrâ* asrın başında, eski al-Ral&a tamâmı ile harâbe denilmiştir) bulunmaktadır; „bunun işaret nok­ hâline gelmiş idi (Yfilfüt, II, 734, 751; îbn Hav­ tası Ma’zanat al-Munay(tr denilen dört köşe kal, s. 153; al-Makdisi, s. 141; Abu ’l-Fidâ', nşr. yüksek bir minâredir ki, „hisar dışı camiine“ aittir (Herzfeld, I, 156; II, 354, şekil 327). Reinaud, s. «77). Diyar Muzar 'in merkezi olan al-Rak^a ya­ Bu saha eski şehre tekabül eder. nında, al-Makdisi ile başkaları, Balih üzerinde, 3. Bir fersah daha şarkta, Balih üzerinde „beyaz şehirden" nehrin aşağısına doğru bir „esmer al-Rak|ça" (al-Rakjfa al-Samrâ’ ) ’mn ha­ fersah mesafede, bir de „yanmış al-Rakka" {al- rabeleri bulanmaktadır. Rak^a al-Muhtarilfa), yâni al-Rakka ai-SavdS’ 4. Bir az daha şimâlde ve Balih’in sol sahili ’yi zikrederler ( Yalfût, I, 31; II, 802 ; tbn Rusta, üzerinde, bugün Herzfeld (I, 157, not 3; II, s. 90; al-Makdisi, s. ao, 54, 141). Buna „eğri 350) ve Musii ( The Middle Eupkrates, s. 91, (al-’Avca’ ) al-Rakka" da denilir ve şimdiki al- not 49) 'e göre, bugün Teli Zedân denilen Ral^a al-Samrâ’ ’tun harabelerine tekabül eder. yüksek Tali Zâzan bulunmaktadır ki, muhak­ Badr al-Din ‘Abd al-Rahmân al-Ba‘Iabaki kak eski Zenodotion olmalıdır. (Sim. 660 = 126a ’ye doğru; Ahlvvardt, V, 413, Bu harâbeler sahasının kapladığı bölgede nr. 6104) al-Rakka hakkında bir Risâla yaz­ bir takım müslüman evliya türbeleri, bunlar mıştır. . arasında tâbi‘ [ b. bk.) Uvays al-Karanl iİt E. Herzfeld ’e göre, al-Rakka bölgesinde, ‘Ammâr b. Yâsİr 'in türbeleri bulunmaktadır; komşu Hirakla istisna edilirse, şimdi şu mühim bunların adları gerçekten Sachau ( Reise in harâbe kümeleri görülür. Syr. u. Mesopot., s. 242 v. dd.) ile Herzfeld (1 1. ,,At-nalı şeklindeki şehir", hâlâ muhâfaza>57S II, 35o) tarafından, bâzı hâllerde farkl edilen yüksek hisarları ile, şimale doğru bir ya­ tarzlarda olmak üzere, verilmektedir, rım dâire teşkil eder; cenûpta ise, düz hat hâ­ „At nah şeklindeki şehir bölgesi" heaıe linde, Fırat ’ın eski sahilini tâkip ile, bütün her tarafta, çok pahalıya satılan Râlfka ser» hâlinde 1,92 km.2 bir sahayı kaplar (Herzfeld, miği toplayan hazîne arayıcıları tarafından bi Arch. Reise, II, 336 v. d.; levha LXİ1I ), Bu al- az kazılmıştır"; bunlar aynı zamanda cam



Islâm Ansiklopedisi



fcAKKÀ — RÀifKÂDÊ. tunç ve mermer parçaları v.b, bulmaktadırlar R A Ç K A D A . [B k . R a kk A d e.) • (H erzfeld, I, 158 }. L o u vre'da bulunan ve keşif R A Ç Ç A D E . RAKKÂDA, İ f r i k İ y e A g yeri olarak Raksça gösterilen mineye benzeyen l e b î e m i r l e r i n i n merkez ş e h r i, mâvi. sırlı, çekli mükemmel olmayan kadîm Ç a y ra v â n ’ın 9 km. cenûbunda olup, hanedânın vazolar ( Sarre, bk. Sarre-Herzfeld, 111 ve IV ; yedinci emîri İbrahim II. tarafından 263 (8 76 ) krş, bibliyografya ; H. Rivière, La céramique 't e kurulmuştur. Bu - tarihe kadar A giebîler dans l 'art musulman, 1912/1913, s. cild; F. Cu- merkeze çok yakın olan al-'A bbSsîya | b. bk.] mont, Fouilles de Doura-Europos, Paris, 1926, ’de ikâmet etmişlerdi. Yeni şehrin mevkiinin, metin cildi, s. 460 v.d. ) da, muhakkak çark İbrahim ‘in bir gezintisi neticesinde, tesadüfen tarafındaki eski şehirden gelmektedir. tâyin edildiği sö ylen ir: emir uykusuzluktan B i b l i y a g r a f y a : al-tş[ahrİ ( B G A, muztarip îdi, hekimi İshale b. Sulaym an’ ın t a v l 75 ) Slba Havkal ( B G A, 11, 153 ) ; al-Mak- siyesi üzerine, hava almak için, gezintiye çıktı. disi (B G A , IH, 20, 54, 141}; al-Hvârizmi, K ırda bir yerde durdu ve derin bir uykuya KitSb şârat al-ari ( nşr. y. Mzik ), Bibi. arab. dald ı; orada Kakmada („u y u ta n ") adı verilen Histor. a. Geogr„ Leipzig, 1926, 111, 20, ur. bir saray inşâ etmeğe karar verdi. Mezkûr hi­ 284)5 Suhräb, Kitab 'aca’ib al-akâlîm ( nşr. kâyenin esâseıı şimalî A f r i k a ’um yer adları v. M îik ayn. esr, 1930, V, 25, ur. ı88); at- arasında bulunan bu ismin ikinci bir izâht ol­ Battâni, al-Ztc ( nşr. Nallino ), II, 41 ; III, 238 duğu zannedilmektedir. Bu ismin tbazi reisi (ur. 150)5 lbn Hurdâzbih ( B G A, VI, 73, A bu ’1-H aftSb [ b. bk.] tarafından, 141 ( 758 ) ’de 175 ); Yâküt, Mu'cam ( nşr. Wüstenfeld ), I, Varfacümalann bir katliâmı ve toprak üzerine 3î;_H, 734 v.d., 751, 8025 IV, 889, 994! al- serilmiş sayısız ölülerin hâtırasına bağlayan tdrisi ( nşr. Gildemeister, Z D P V , VIII, ¿5 ; ikinci bir izâht da az şüpheli değildir. . in şaat çalışmalarının başlatılmış olduğu aynı tro. Jaubert, II, 136, 155 ) ; tbn Cubayr ( nşr. W right), s. 2505 lbn al-Şihna ( Beyrut tab.), sene içerisinde, İbrahim Rakkâda 'de, zafer sa­ fihrist, s. 288; Ritter, Erdkunde, X, 1125 rayında (K a şr al-Fath ) yerleşmiş idi. İbrahim v. dd. ; J. Otter, Voyage en Turquie et en burada oturmuş olmalıdır ve halefleri de, emir­ Perse, 1, 110, not 155 E. Sachau, Reise in leri de, Tunus ’tâki ikâmetleri istisna edilirse, Syrien und' Mesopotamien (Leipzig, 1883), ona oymuşlardır. Bundan önceki al- A bbSsiya s. 241 — 249 ; G. le Strange, Palestine under gibi, Rakkâda de gerçek bir şehir hâline geldL the Moslems, s. 518 ; ayn. mil., The Lands Kaşr al-Fath ( yahut Kaşr A b i ’1-Fath ’ ten baş­ o f the Eastern Caliphate, s. lo i v.d. ; H. ka orada diğer bir çok saraylar bulunuyordu; Rassam, Asshur and the Land o f Nimrod Ç aşr al-Baljr, Kaşr al-Şahn, Kaşr al-Muh(Sr ve (New York, 1897), s. 320 v. dd.; J, H. Peters, Kaşr Bağdâd, büyük bir câmî, hamamlar, ker­ Nippur ( New York, 1897), I, 106; M. vansaraylar ve pazarlar ( siz£). al-Bakrı çevre­ Hartmann ( Z D P V , 1900, XXIII, 39 — 41 ); sini 24.040 zirâ (10 km. 'den fa z la ) olarak gös­ V. Chapot, La Frontière de l ’Euphrate de term ektedir; al-Nuvayri bu rakamı 14.000 (6 Pompée à la conquête arabe (Paris, 1907 ), km. civarında ) ’e indirir. Bu geniş sahayı tuğ­ s. 288 v. dd. ; H. Viollet, Description du ladan ve kerpiçten bir duvar çeviriyordu ve bu palais de al-Moutasim (Mém. près, par div. duvar A glebilerin sonuncusu tarafından, son savants, 1909, XII, II, a —- 5, levha I v.d.); derece mukavim bir şekilde, yeniden İnşâ etti­ G. L. Bell, Amarath to Amurath ( London, rildi. al-Bakri bize ayrıca sûr ite çevrili sahanın 19i l ) , s. 53 v.dd., resimler 34 — 455 E. büyük kısmının bahçeler ile kaplı olduğunu bil­ Reitemeyer, Die Städtegründungen der dirmektedir. R a c a d a toprağı münbit ve ha­ Araber (tez, Heidelberg, München, 1912), vası mûtedil olarak tanınıyordu. Burada emir­ s. 84 v.d. ( Räfika ) ; F. Sarre ve E. Herzfeld, ler ve m aiyetleri K a y râ vâ n ’dâ dedi-kodulara se­ Archäologische Reise im Euphrat-und Tigris­ bep olan fazla Serbest bir hayat sürüyorlardı. Gebiet ( Berlin, 1911 — 1920 ), I, 3 — 6 ( van Eski şehirde yasak edilen nabız [ b. bk.] satışı Berchem), 156— 1615 II, 349 — 364, 318 — bu emirlik merkezinde resmen serbest İdi. A glebilerin sonuncusu Z iyâdat A lla h ItL, 344 Î H l levha LXIH - LXX, CXVI — CXX ; IV, 20— 25 ( Sarre, Keramik : D ie Kunst von şiîlerin yaklaşması üzerine, Rakkâda ’den kaç­ Raqqah ; Kleinfunde ), resimler 385, 398 v. d. mış idi. Muzaffer A bü ‘A b d A llah [ b. bk.] Kaşr ve levha CXL, C X L II; A Musil, The Middle al-Şahn ’a yerleşti. Efendisi M ahdi ‘Ubayd A l­ Euphrates (New York, 1927 ), Appendix XI, lah [ b. bk.] dahi, 308 (920) tarihine kadar, 3* 5— 33* ve fihrist, s. 415 ; A . Poidebard, R aldjâda’ de oturdu bu tarihte, ikâm et etm ek La trace de Rome dans le désert de Syrie üzere, al-Mahdiya [ b. fak.] ’ y e gitti. Hükümda­ rın şehri terketmesinden sonra, Rakkâda harabe ( Paris, 1934), s. 88. (E . HONIGMANK.) R A K K A . [B k. BAKKA.] . hâline geldi. 342 (9 53 ) yılına doğru, halife al-



RAKIfÂDE — RAMAZAN. Mu'izz orada kalmış olan bakiyelerin kökünden yıkılmasını ve sabanın sürülmesini emretti. Yat* m i bahçeler bundan istisna edildi. Mamafih bugün dahi bu A gleb i tesisinin bâ­ zı izlerine rastlamak mümkündür. Sağlam is­ tinat duvarlarına dayanan mustatil şeklinde geniş bir su havuzu saraylardan birine ismini veren göl ( bakr ) ile aynı şey olabilir. O rta­ da dört katlı bir köşk (? ) yükseliyordu. On­ dan bugün hiç bir iz kalmamıştır ; fak at su havuzunun garp tarafında, vaktiyle bu büyük su aynasına aksetmesi gereken bir binâmn ka­ lıntıları görülüyor. Mozayik döşeli tabanları ile üç geniş oda farkediliyor. Tezyinatının yapı­ lış tarzı ve üslûbu, hicri 111. asra Sit bu müs­ lüman eserlerini sıkı bir sûrette memleketin hıristiyan san’atına bağlamaktadır. B i b l i y o g r a f y a : al-Nuvayri ( bk. tbn Haldun, H istoire des B erbères, trc. de Slane, I, 424, 441 ); al-Bakri, D escrip tion d e l ’A f ­ rique septen trionale (C ezayir, 1911 ), s. 27 ( trc. de Slane), Cezayir,' İ913, s. 62 v. di ; İbn ‘ İzâri, al-Bayan al-m uğrib ( nşr. Dozy ), I, 110, 144 v, d., 147, 157; (trc. Fagnan), I, 152, 202,205 v. d-, 218 V. d. ; İbn al-Ahbâr, al­ ' Hulla_ a l-siy a r S ( nşr. Müller ), s. 261 ; İbn a l-A şir, a l-K â m il (n şr. T om ber g ), V II, 215, 222; VIII, 34 ( trc. Fagnan, A n n a le s du M aghreb et d e l ’Espagne, s. 253 v. dd„ 297 ); K itâ b al-Istibsür (tro. Fagnan), s. 11 v, d. ; Fournel, L e s B erbers, I, 526; Vonderhëyden, L a B erbérie orien tale sous la d yna stie des B enoû ’ l-A rla b , s. 193 ve tür. yer. ; G . Mar-



çais. M an uel d ’art musulman, I, 42 v. d., 52 ; Enquête sur les installations hydrauliques en T un isie (1900), 1 ,268 v. d. (yüz-başı F llck'in



rapornj.



(GEORGES MARÇAIS.)



R A M A D I. ( Bk. REMÀDÎ.] R A M A L . [ Bk. REMEL.J R A M A Z A N . R A M A Ê A N ( a.), i s I â m f a kv i m i n d e 9. a y ı n a d 1. [ Ramazân keümeBİ, umûmiyetle çok ısıtmak, ,,( güneş kumla­ rı ) çok sıcak olmak ( gün )“ mânalarına kulla­ nılan r-m -i kökünden gelir ; gayr-i munsarif tir, yâni tenvinsizdir ve tasrifi iki ■ hâilidir ; cem’i ramaiöt, armiiâ'n, ramazânün ve ramâzin* ka­ lıplarında, bâzan da, kıyâsı olmayarak, armuz şeklindedir ; fakat bâztlarma göre, bu kelime Allahın adlarından biri olduğundan, cemi ya­ pılması doğru değildir. Ramazan 'm ay adı ola­ rak kullanılması türlü şekillerde izah edilmiş­ tir : bu ayda oruç tutulduğundan, açlığın insa­ na verdiği yanma duygusu veya bu ibâdet ayın­ da günahların mahvolup, silinmesinden dolayı bu aya „yakm a" mânası ile ilgili olarak, rama­ zan adı verilmiştir. Fakat bu izahlar, sonra­ dan, yâni bu ayın oruca tahsis edilmesinden



6î i



sonra, orucun te’sirlerme bakılarak; yapılmış olan yakıştırm alardır. A rapça kelime, yalnız başına kamerî takvimin 9. ayı mânasında kul­ lanılm az; bu mânada dâimâ şahr ( „ay " ) ke­ limesine izâfe edilmiş olarak, şahr ramaiân („ram azan a y ı" ) şeklinde kullanmak lâzımdır. Nitekim Kur ’an ’in aşağıda anılan âyetinde ve bîr az tereddütlü bir hadîs müstesna, Peygam­ berin bütün hadîslerinde böyle kullanılmıştır. Bu ayın asıl adının nâtik olduğu, sonraları m» cafe bir mevsime tesâdüf ettiği bir zamanda, bu ad değiştirilerek, ona ramazan ayı denildi­ ği rivayet edilm ektedir (bk. K â m S s; L is â n al'arab% Tac al-'arîis; La ne, mad, r-m -i)]. Ra­ mazan kelimesi böylece eski arapların kamerî seneye bâzı yıllarda bir ay ekleyerek, ay yılı ile güneş yılı arasındaki müsâvîliği devam ' et­ tirmeğe çalıştıkları zamanlarda [ bk. mad. NESİ X bu ayın yılın hangi devrine geldiğini göste­ ren bir kayıt vermektedir; ' Ramaiân Kur'an ’da bulunan yegâne ay adı­ dır ve burada ramazan orucunun farz olması bahis konusu olan âyette ( Kur'an , II, 185 ) şöyle denilm ektedir : „K uran 'm yer-yüzüne indiril­ diği ramazan ayı". Bu farzın menşe’inin [ mu­ hakkak sûrette onu yahudî an ’anelerine bağla­ mak isteyen müsteşrikler arasında devam eden] münâkaşası henüz bitmiş sayılamaz : şAVM mad­ desinde [ bk. mad. O R U Ç ] söylenmiş olan şey­ lere, her şeyden önce, G oitein ’in araştırmala­ rını ilâve etmek yerinde olacaktır: Zur Entsİekung dek Ramaiân ( Isl., 1929, XV III, 189 v.dd.), Goitein, Kur'an ’m yukarıda zikredilen âyeti­ ne dayanarak, Peygamberin vahyi ile Musa ’ya gönderilen 2. „emîr levhası" arasındaki mu» vâzîliğe ışâret eder; bu hâdise, yahudî an’anesine göre, a fiv gününde ( 'öşüra, ramazanın öncüsü) vukûa gelmiştir ve onun tesbitinin doğrudan-doğrüya sebebi olmuştur. G oitein, 'aşara ’•[b. bk.] ’n inılk değiştirme emrinin mev­ zuu tam bir ay olmayıp, yalnız 10 günlük bir müddet (ayyâm ma'düdât, Kur’ an, II, 184) olduğunu iteri sürüyor. Bu da yahudilerin afiv gününde sona eren on cezâ günleri ile ye­ niden muvazilik göstermiş ve bu husus i'tik â f f b. bk.] günleri olarak bugüne kadar devam etmiş olmalıdtr. Ramazana isabet eden ve X C V II, 1, âyete göre, K u r’an 'ın yer-yüzüne in­ dirildiği gün olan laylat al-lpadr hakkındaki müslüman telakkilerinin bir çok noktalarda yahudilerdekİ afiv günü telakkilerine uyduğu ilâ­ ve edilirse, inkâr edilmez zaman güçlüklerine ( nisbeten kısa bir zaman içinde oruç târihinin iki defa değiştirilm esi} rağmen ve son olarak tam bir ayın tesbit edilmesi de tatmin edici bir tarzda izah edilmemiştir ; fakat G oitein ’in beyânının bir dereceye kadar muhtemel görün­



& A M A 2A M — R A M A Z A N -O Ğ U L L A fti.



mesi mümkündür; buna kargılık, ihtimâl, Goitein ’in tutumunun lehinde olmak üzere, rama­ zandan Önoeiri ayın, giban [ b. bk.] ortasında laylat al-bart'a ’nin daha önee geldiği ileri sü­ rülebilir. Bu geeeye bağlı olan ve Wensinck 'in Ş A 'B Â N maddesinde zikrettiği telakki ve âdet­ ler yeni yıl bayramı—ativ gününden ünce gelir; fakat aradaki ffiııla laylat al-bariîa 'yi rama­ zandan ayıran fâsıtadan bir az daha uzundur— hakktndaki yahudî telakkilerine o kadar ben­ zer ki, bununla afiv günü arasındaki bağlılık daha fazla sağiamlagmaktadır. O zamana ka­ dar izahsız kalmtg olan bara'a kelimesi ibrânî berPâ („yaratma") kelimesine yaklagtırılmağa çalışılırsa ve yahudi telakkisine gSre, âlemin yıl bağında yaratıldığı vâkıaşı (bayram için yapılan dini merasimde bunnn bir çok delil­ leri vardır) dügünülürse, ihtimâl kıyas zinci­ rinde bir halka daha elde edilir; zâten ilk once laylat al-bara’a 'ye bağlı tasavvurların hangi devirde meydana çıktığının aydınlatıl­ ması gerekir. Ramazan ayında tutulan oruç ile ilgili şeri­ at hükümleri ŞAVM maddesinde bulunmaktadır; krg. bir de mad. TARÂvlH. Ramazan ayındaki hatırda tutulacak günlerden al-Birüni, başka günler arasında, gunları da zikrederi 6 rama­ zan — Kerbelâ şehidi Husayn b, ‘Alı ’nin doğum günü, ıo ramazan — Hadiea 'nmolum günü, 17 ramazan — Bedr savağı günü, 19 ramazan — Mekke ’nin fethi günü, »t ramazan—‘Ali ’nin ve imâm ‘Ali al-Rizâ ’nm ölüm günü, ss rama­ zan— ‘Ali'nin doğum günü ve son olarak, s6 — *7 ramazan gecesi — laylat at-kadr [b. bk.]. ' Kadir gecesinin adı K uran ’da XCV 1I. sü­ re buna tahsis ve sürede bu geee „1.000 ay­ dan daha iyi" şeklînde tavsif edilmiştir; Al­ lahın emri ile her vazifeye salahiyetli (bi-itn Allah miri kull amr ) melekler bu geeede yer­ yüzüne inerler ve yine bu gecede, feer vaktine kadar, her yerde âsâytg hâkimdir, lgâret olundu­ ğu gibi, vahy bilhassa bu gece vâk! olmuş­ tur. Kur’an, XL 1V, s ’de „mübarek" gece İle açıkça bu gece kasdedılmıştir. Bundan başka 37 ramazan tarihi mutlak bir tarzda tesbit edilmiş değildir; bunun için müttak! kimseler ramazanın son 10 günündeki tek günleri ge­ celeri ibâdetle geçirirler ; çünkü laylat al-fcadr her hâlde bu geeelerden biridir [bk. mad. İtİkA f ].



Eskiden ramazanda, bilhassa sıcak mevsime tesâdüf edince, hayat hemen tamâmiyle du­ rurdu. Halk, gündüzün mahrflmiyetlerini telâfi etmek için, gecelerden istifâde ederdi. Oruç esnâsında uyku memnû olmadığı için, gündüz uyku ile ve uyanık kalınan gecelerde de her



türlü eğlenceler ile vakit geçirilirdi; ramazan geeeleri umûmî halk eğlenceleri, karagöz oyun­ ları [ bk. madd. HAYAL-1ZILL ve KARA-GÖZ ]ve başka şekilde tiyatro temsilleri zamanı idi. Oruç zamanının „küçük bayram", şeker bayramı ile son bulması hakkında bk. mad. '10 A l -F I t r . B i b l i y o g r a f y a : Wellhausen, Reste1, s. 97; al-Biruni, Aşar (nşr. Sachau), s. 60, 3*5» 33* *•dd.; Snouck Hurgronje, Mekka., 11; ayn. mil., D e Atjehers, 1; Lane, Man­ ners and Customs, fasıl *5; Mehmed Tevfik, Ein Jahr in Konstantinopel, 4. Die Ramatan-Nâchte (tre. Th. Menzel, T B, 1905, III); Wensinek, Arabic Nem-Year ( Verh, Ak. Amst., N. S., XXV, s); ayn. mil., The Müs­ lim Creed, s. 319 v.dd,; Pijper, Fragmenta Istamlca-, Littmann, Uber die Ehrennamen ... (/»/., VIII, z*8 v.dd.). (M. P l e s s n e r .) [Bu madde A h MED A T E ş tarafından kısmen değiştirilmiş ve tamamlanmıştır]. RAMAZAN. [ Bk. ramazan.] RAMAZAN-OĞULLARI. RAMAZÂNOĞULLARI, Adana bölgesinde hüküm sürmüş olan b ir tü rk hanedanı. 1. Ramazan-oğularının mensup oldukları ÜçOklu türkmenleri, moğut istilâsı sebebi ile, XIII.' asırda Anadolu 'ya kalabalık sayıda gelen türk­ men kütleleri arasında bulunuyorlardı. Bunlar, gölcükleri yerlerde olduğu gibi, Anadolu ’da da moğullara itâat etmediklerinden, onların şiddetli tâkiplerine mârûz kaldılar. Bundan dolayı Türkmenlerden mühim bir kısmı Suriye ’ye inmiş. Memlûk hükümdarı Baybars( tz6ı— 1277) 40.000 evden fazla olduğu söylenen bu Türkmenleri Antakya’dan Gazze 'ye kadar uzanan bölgede yerleştirmiş ve beylerine de dirlikler vermiş idi. Bu Türkmenler ataları Oğuzların Boz-Ok ve Üç-Ok şeklindeki ikili teşkilâtını muhafaza ediyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine, türlü siyâsi hâdiselere ve yer değiştirmelerine rağmen, Türkmenlerin bu ikili teşkilâtı muhâfaza etmeleri dikkate şayandır. Türkmenler Mem­ lûk devletinin en mühim yardımcı askerî kuvve­ tini teşkil ediyorlardı. Bu sıfatla onlar haçlıların tasfiyesinde ve moğullar ile olan savaşlarda hizmet ettikleri gibi, merkezi Sis olan Kilikya Maki Ermeniye kıratlığı üzerine yapılan se­ ferlere de geniş ölçüde katılmışlardır. Daha Baybars ‘tan itibâren Kilikya 'ya yapılan sefer­ ler Ermeniye kıratlığını gittikçe zayıf bir du­ ruma düşürmekte idi ve bu kıratlığın metbfîu olan ithanlılar buna mâni olamıyorlardı. Daha XIII. asrın ikinci yarısından itibâren, vakit-vakit yalnız olarak Ermeniye kıratlığına akım­ larda bulunan bu Türkmenlerin umfimiyetie Boz-Ok koluna mensûp olanları Sivas ’ın cenûp ve cenûb-i garbisindeki yerlere akınlar



RAMAZAN-OĞULLARI.



yapmakta ve buralara yayılmakta idiler. Şam türkleri ve Şam türkmenlerİ adı verilen bu Türk* menler 693 (1194) yılında bizzat Sivaa şehri* ne bile girmişlerdi. Moğul kudretinin gittikçe zayıflaması ve Abu Sa'id Bahadur Han 'm 73ü (133$ ) ’da ölümü ile moğullar arasında müei* delenin başlamasındanfaydalanılarak, Boz-Oklar tarafından Elbistan yöresinde Dulkadırh bey* lifti kurulurken, Üç-Oklar da zamanla aiyâst ehemmiyetini kaybeden Ermeniye kırallıftt top* raklarında yurt tutmağa başladılar. Bu arada 744 {*343/1344) yılında Ermeniye kiralhğı arâzisîne yaptıkları hücûm bilhassa kayda değer. Oç-Oklu türkmenlerin Kilikya ’daki bu yayılma ve yurt tutma faâliyetleri, garba doğru gelişe* rek, Silifke'ye kadar uzanmış idi; fakat bun­ lar başlıca müstahkem şehir ve kaleleri zapt* edememişler veya vergi karşılığında buralara do­ kunmamışiardı. Bu sebeple Memlükler, Türk­ menlerin başarılarından istifâde ederek ve on­ ların yardım ve teşvikleri ile, harekete geçe­ rek, 737 (1336/1337 ) ’de Ceyhan ırmağının şar­ kında bulunan yerleri, 761 (1359/1360)’de de, Haleb valisi Emir Seyfeddin Bey-Deroir al-Hritrizmi kumandasında gönderilen kuvvetler ile de, Adana ve Tarsus’ u zaptettiler, Böylece Er­ meniye kıratlığının elinde yalnız payitaht Sis ve Anazarba ile bir kaç hisar kalmış idi. Bu şehrin dolayları ise, mühim sayıda Türkmen­ lerin başında bulunan Davud Bey (özer-oğlu t ) ile Ebû Bekir ’İn elinde idi. Bu beyler vergi karşılığında şehre ve civardaki hisarlara yiye­ cek gönderilmesine müsâade ediyorlardı. Davud Bey, 1374 yılında Leon 'un tahta çıkmasından az bir müddet sonra, Sis'i kuşattı. Kuşatma3 ay sürdü; fakat ok makineleri ve mancınık­ ların te’siri altında çok zayiat veren Davud Bey kıral ile eski andlaşma üzerinde sulh yaptı; fakat çok geçmeden Sis bu defa da (belki Kmıkların beyi) Ebû Bekir tarafın­ dan kuşatıldı ve hattâ şehrin tahkim edilme­ miş kısmı zaptedildi (5 kânûn II. 1375 ). Bu sırada kuralın adamlarından bir çoklan, Memlflkteriu Haleb valisi lşık*Temür (j*Uau jM İ» ) ’e haber gönderip, şehri kendisine teslim ede­ ceklerini bildirdiler. Işık-Temür de, Haleb ’den gelerek, şehri kuşattı; muhasara edenler ara­ sında kalabalık sayıda Ûç-Oklu ve Boz-Oklu Tfirkmenler var idi. 3 ay devam eden bir mu­ hasaradan sonra, başta şehrin katoiikosu Paul olmak üzere, ileri gelenlerden ve halktan bir çoklarının türklere yardımı sebebi ite, kıral Le­ on teslim olmak mecbûriyetinde kaldı (13 nisan 1375 )• Bu sûretle Memlûklerin çevre ve dolay* lan tamâmen Türkmenler tarafından işgal ve iskân edildi ve yine onlar tarafından sıkıştı­ rılarak, nnıkşvemçtlçri kırılroif olan grpıaniy*



«iİ



kıratlığının bu son müstahkem şehri de kolay­ ca ellerine geçti. Ya'ltûb-Şâh adında bir emtr şehrin ilk vfilisi oldu. : Yukarıda da işaret edildiği gibi, İskende­ run'dan Mersin'a kadar uzanan bölgede ynrt tutan va bugün o bölgedeki türk halkının esâ­ sını taşldl eden Türkmenler umÛmiyetle ÜçOklardan [ bk. mad. OĞUZLAR ] olup, bu kolim başlıca boyları olan Yüregİr, Kınık, Bayındır, Salur ve tgdir gibi boylar tarafından meyda­ na getirilmişlerdir. Ra'mazan-oğullan Yüregirlere mensÛp idiler. Yüregirlerin kışlakları Adana ’nm cenûbundaki Seyhan — Ceyhan ır­ makları arasındaki yöra olup, adını Yüragii şeklinde bngüne kadar muhafaza etmiştir. Kmıklar ise, bugünkü Ceyhan il# Osmaniye arasındaki arâzide yurt tutmuşlardı. Memlûk­ lerin Haleb valisi meşhûr Yil-Boga al-Nâsiri, 785 ( 1383) yılında, Yüregirler ila Kthıkların arasını açarak, bunları biribirleri üzerine saldırtmış idi. Bir kaç yıl sonra, Kiniklerin, Ovaeık türkleri ile birlikte, Uzun-yayla taraflarına akım­ larda bulundukları görülüyor. Bu Kınıkların oturdukları yer de kendi adları ile anılmıştır. XIX. yüz yılın ikinci yarısında dahi, Kınık, Özer ile birlikto, bîr kazâ teşkil ediyordu, özer en meşhûr Oç-Oklu beylerinden olup, yurdu Payas yöresi idi. Oğulları da babalarının yurduna hâkim olmuşlar ve Kmıklardan olması muhtemel bulunan ailesi en ünlü türkmen aile­ leri arasında sayılmıştır, özer âilesiniu tasarru­ funda bulunan yöre Osmanh devrinde aynı adda bir sancak olmuştur. Ancak Osmanlı di­ vânı, âdeti veeihle, Memlûk devri kaynaklarında eski Osmanlı tarihleri va vesikalarında sarih olarak, özer yazılan bu ismi ’Uzayr ’e çevirmiş va bu yöre son zamanlara kadar bu yanlış isim ile zikredilmiştir. Diğer Üç-Oklu türkmen bey­ lerinden biri de Kara îsâ olup, yurdu Adana ’nın bir az şimâl-i garbisindeki arâzi idi. Kara îsâ ‘mn başında bulunduğu aşirete, bu beyin adına izafetle, Kara-tsalu denilmiş ve bu isim, sonra yörenin de adı olarak, zamanımıza ka­ dar gelmiştir. Kara-tsalu *nun şarkında Dündarlu ve bunlara komşu olarak da, Etnîr Melikli) va Bulgarin aşiretleri bulunmaktadır. XV. ve XVI. asırlarda Bulgar kelimesi, Anadolu’da bilhassa koylular va göçebeler arasında, şahıs ismi olarak, çok kullanılmıştır. Hattâ İran'a İnle bu adı taşıyan şahıslar gitmiştir. Bu sebep­ le, Bulgarin aşiretinin adımı bu addaki boy be­ yinden aldığına şüphe yoktur. Üç-Oklu boy beyi ailelerinden biri de Kıiş-Temür idi (bu adda bâzı Memlûk emirleri de vardır). Adana, Tarsus ve Seyhan ırmağı arasındaki sâba bu ailenin kışlağı, Bulgar dağı da, XV. asrın ildnet yarjşıpdşki bir rivayete göre, yaylağı idî, Kof-



6i 4



RAMAZAN-OĞULLARI.



Temür okullarım» idâresindeki .aşiret bâzan. ları ayaklanmaya katıldığı gibi, m ağlûbiyetten sâdece ilk boy.; beyinin adı ile, bâzan nisbet sonra E lbistan 'da kendisine sığınan 8ay-Bocdâtı ile (Kuş-Temürlü) anılıyor. Tarsus 'un l>ir ga’yı da teslim, etmemiş idi.' Bundan dolayı, az şimâl-i garbisindeki topraklar Knşun (bu Türkmen beylerinden Ram azan’a k il'a t giy*, add« da bâzı Memlûk emirleri vardır) ailesi­ dirilerek, Karaca Bey 'in emirliği ona tevcih ni» yurdu idi.. Eski Osmanlı tarihlerindeki ri- edildi. İld yıl sonra. Ramazan B ey Dimaşjç vâyete göre, Ramazan Bey Asarlık 'l kışlak ye ( Ş a m ) 't a sultanın yanına giderek, ona ve emîr Gülek de Tekfur-Beli ’ini yaylak olarak Kusun lere 1.000 türk atı ( iğ d iş ) takdim etti. Rama­ 'a vermiştir, filhakika XVI. asırda Tekfur-Beli zan Bey 'e, dirlik ( ik tc ? ) ile beraber, Türkmen’nin bu boyvın tasarrufunda olduğunu görüyo­ lerin emirliği tevcih olunduğu gibi, maiyetin» ruz. Kusun'un garbında Ulaş âilesi; ve onun dekilere de „on lar" ve „tablbân e" em irlikleri boyu yurt tutmuştur. Fâtih 'imveziri Rûm Meh- verilmiştir. Bundan sonra hakkında her hangi med. Paşa 'yı Varsak-Eli 'nde mağlûp eden Oğuz bir bilgiye rastgelinmeyen Ramazan B e y ’in Bey (bâyı eserlerde Oyuz Bey) ye .Tarsus'ta .ölüm tarihi de belli değildir. .... 934- (1527/1528 ), tarihli .}?ir medrese kitabesin­ Ramazan B e y'd en sonra yerine oğullarından de adı geçen Rüştem Bey -bu aileden idiler. İbrahim Bey geçmiştir, İbn Haear {İnha" alUlaçlardan sonra, garba, doğru, Gökçelü ye on­ ğumr, Süleymâniye kütüp., Yeni eâmi kütüp., nr. dan sonra Elvan boyu gelmektedir. Elvan, bîr 814, 785 y ılı hâdiseleri) in , İbrahim ün beylik rivayete göre, Kusun 'un kardeşidir. Adları sa­ yapmadığı neticesi çıkan sözlerini, yâni İbrahim yılan bu aileler ve buyruklarındaki boylardan 'in, aşağıda kendisinden bahsedilecek olan kar­ Kara-îşâ, Kusun, Ulaş, Gökçelü Ve Elvunlıiara deşi Ahmed Bey 'in emrinde, onun kumandanı Varsak (Farsak, Farsah) Türkmenleri denil­ olduğu şeklindeki iddiasını, başta M akrizi olmak mekte, yahut; sâdece Varsak umûmt adı veril­ üzere, diğer kaynakların ifâdeleri karşısında mektedir. Bu boyların mühim, şûbelerinin XV. kabûl etm eğe imkân yoktur. Şârim al-Din la­ asrın ikinci yarısında Ereğli Aksaray ve Niğ­ kabını taşıyan İbrahim B e y 'in A d a n a ’ya han­ de taraflarında yurt tutmuş oldukları görülü­ gi' tarihte sahip olduğu bilinemiyor. Kendisi yor. Bütün bu boylar, XVI. asnn birinci ya­ 783 ( İ 3 8 1 ) yılında Türkmenlerin ba;-buğu (murısında, henüz kabile teşkilâtlarını muhafaza kaddam ) ve 875 ( 13 8 3 ) ’te de A dan a hâkimi etmekle beraber, tamâmen zirâi hayata geçmiş­ ( nü’i b ) olarak zikrediliyor. İbrahim Bey Sis ’i lerdir. Bunlar arasında sık-sık ilim ve din Memlûklerin elinden almak için, harekete geç­ adamlarına rastgeliniyor. Boyların başında bu­ miş ve hattâ bu maksatla, Memlûklere karşı lunan „bey" aileleri Osmanlı devrinde, „alay isyan etmiş olan Dulkadır-oğhı Halil Bey ile beyi" ve „sipâhî" olarak, askerî hizmete alın­ ittifak etmiş idi. 780 (13 7 6 ) yılında Ü ç-Okları mışlardır. Bu ailelerin bir kısmı. zamanımıza te’dip etmek için, Haleb valisi Temür-Bay ku­ kadar mevcÛdiyetlerini muhafaza etmiştir. An­ mandasında mühim bir ordu gönderildi. Bu laşılacağı üzere, Çukur-Ova (bu isme XV. orduya karşı duramayacaklarını anlayan bir çok asırda tesadüf ediliyor) 'nın türk. iskânında Türkmen beyleri A y a ş ’ta bulunan Temür-Bay eski Oğuz elinin an’anesi, kuvvetli, bir şekilde, ’ m yanma gelerek, itaatlerini bildirdiler ve hâkim olmuştur. Ramazan-oğulları beyliğinin Ağaç-Erilere, Boz-Oklara ve Üç-Oklara mensûp asıl sahasını teşkil eden Çukur-Ova bu esiri diğer boy ve oymakların da itaatlerini te’min Üç-Oklu yerleşmesinin başlıca husûsiyetlerini edeceklerine söz verdiler. Fakat Temür-Bay, bugün de muhafaza etmektedir. XVII. asra sözlerine, ehemmiyet vermeyerek, onlan bağ­ âit tahrir defterleri bu yerleşmenin çok kuv­ lattıktan sonra,, obalarını yağm alattı; erkekler vetli olduğunu göstermektedir. Sis.(Kozan) öldürüldü ve kadınlara tecâvüzde bulunuldu. yöresi Üç-Oklar tarafından değil, başta Âvşar Memlûklerin bu hareketi Türkmenler arasında olmak üzere, Boz-Oklar tarafından iskân edil­ büyük bir infial yarattı. Hepsi birleşerek, Be­ miştir, Daha sonraları Ceyhan tarafları da bu len boğazını ( Bâb al-M alik) tuttular ve Mem­ ulusa mensup başka aşiretlerin kışlak yurdu lûk ordusunu burada müthiş bir mağlubiyete olmuştur. XVII. asırdan itibaren, Çukur-Ova *ya uğrattılar. Memiûklerden pek az kimse kurtul­ Iç-îl 'den ve başka yerlerden olmak üzere, aşi­ du ; bizzat Temür-Bay da esir edildi. Türkmen­ retler gelerek, yerleşmiş olduğu gibi, bu böl­ lerin eline,. 30.000 deve ve 13.000 eğerli a t ol­ gede yeni bâzı kudretli âileler türemişlerdir. mak üzere, zengin bir ganimet geçti. A ynı yıl II. R a ma z a n-o ğ u i l a r 1, 753 ( 1353 )yılın­içinde Dulkadır-oğlu Halil Bey de, Memlûk da, Dulkadırbların başı ve Elbistan emin Ka­ emîri M ubârak-Şâh’ ı yenerek, öldürmüş idi. raca Bey, Haieb vâb'si Bay-Boğa Rus, Hama vâ- 783 ( 1 3 8 1 ) yılında Halil Bey ile yaptığ* muha­ iisi Ahmed al-Salji ve Trablus valisi Beklemiş rebelerden dönen ıılu-de vâdâr Yûnus al-hfavruzi, 'in Sultçn al-Malik al-Şâlih 'e karşı çıkardık­ Şiş ku m an dalı Torun t ay ’dan aldığı bir mşk-



R A M A Z A N -O Ğ U L L A R I.



tupta, Ramazan-oğlu İbrahim Bey’in Dulkadıroğluna yaptığı yardımdan pişmanlık duyduğa ve kusurunun bağışlanmasını istediği bildirili­ yordu. Afesak İbrahim Bey 'in sadâkati çok kısa sürmüştür. Bu sebepten yukarıda kaydedildiği üzere, yeni Haleb valisi Yil-Boga al-Nlşirf Kımklar ile Ramazan-oğullarmı biribirlerine dü­ şürmüş isede, bundan bir netîce çıkmamış idi. İbrahim Bey, özer ve Burnâş-oğulları ile bir­ likte, yollan kesmek, Anadolu hac* ve tâeirlerini soymak ve Sis 'i ele geçirmek için, Kara­ man hükümdarı ’Ala’ al-Dın ‘Ali Bey iie ittifak etmekle ithâra olunuyordu. Aynı yılın ( 785 ), Hamza 'yı, Ahm ed Bey 'in oğlu ( böyleee İbrahim Bey 'in k a rd e şi) olarak gösterir İd, bu husfis bize daha fazla kabAIe şâyân görün­ mektedir. . Tarsus az sonra Karaman



hükümdarı Meh-



med Bey 'in oğlu Mustafa tarafından alındı. Y i­ ne aynı yılın son ayı içinde İbrahim B e y 'in annesi Kahire 'ye gelmiş ve snltandan oğlunun affı ricasında bulunmuştur. Fakat al-Mu’ayyad, bunu is 'â f etm ediği gibi, elçilikle gelm iş olan tunu hapsettirdi. İbrahim Bey 'e gelince, o es­ kisi gibi. A dan a 'y a hâkim idi ve Hamza ona karşı bir şey yapmamış idi. Bu sebeple oğlu İb­ rahim kumandasındaki mühim bir kuvveti şimal­ den Karaman-oğlu üzerine sevkeden sultan Şam vâlısi T an ı-B eg M ık 'i de Tarsus 'un fethine gön­ derdi. Hamza Bey, buyruğundaki



Türkmenler



ile, 'A m iîf ovasında Şam valisi ile bnluştu ve ö zer-o ğ lu



da sefere ’ katıldı. Bunlar



İbrahim



Bey ve müttefiki Karaman-oğlunu bozguna uğ­ rattılar v e A dan a ile Tarsus u zaptettiler, İbrahiip



Bey, kaynatası plan Ramazan-oğlu Meh-



med B e y'in yanma çekildi. İbrahim Bey, aynı yılın güzünde, Mehmed Bey ’in Kayseri yürü­ yüşünü katıldı. Karaman-oğlu Dulkadırlı Naşir al-Din Mehmed Bey ’in elinde bulunar şehri kuşattı. Fakat Memlûk sultanının oğlunun ku­ mandasındaki ordu, Dulkadırlı kuvvetleri ile birlikte, Karamanlıları yendi. Mehmed Bey esir alındı; oğln Mustafa da öldürüldü. İbrahim Bey ise, kaçmağa muvaffak olmuş idi. A ynı yıl içinde Ramazan-oğlu ailesinden Sadaka Sis yakınlarında Öldürüldü. Bu şahsın İbrahim ve Hamza Beyler ile akrabalık derecesi ve ne gibi bir hâdise neticesinde öldürüldüğü mâlûm de­ ğildir. Bunun gibi, Hamza Bey hakkında da itimâda şâyân bir bilgiye sâhip değiliz, t, H. Uzunçarşılı ( Anadolu beylikleri. . . , s. 47 }, rae’haz gösterm eyerek, İbrahim Bey ’in oğlu kabûl ettiği Hamza 'nın babası ve amcaları A li ve Mehmed B e y ’ler i!e mücâdele ettiğini ve 829 (14 2 6 ) yılında öldürüldüğünü yazm aktadır. 828 (14 2 5 ) yılında özer-oğlu ile Ramazan-oğlu ara­ sında bir sa v a ; vukû bulmuş idi. 830 ( 1 427) ’da Karaman-oğiu İbrahim Bey, görülmemiş bir vefâsızlık ile, eniştesi İbrahim Bey 'i, Mısır sul­ tanının talebi üzerine, onun adamlarına teslim etti. Kahire 'ye getirilen İbrahim Bey çocukları ile birlikte ve perişan bir hâlde idi. Bu esnada maiyeti ile K a h ire ’y e gelmiş bulunan Ramazan-oğullarından Mehmed Bey ( Mehmed b. Ra­ mazan, Osmanh eserlerinde M ehm edb. A hm ed) İbrahim Bey 'in İki amcasını, kardeşlerini ve onların çocuklarını Öldürdüğünü iddia ederek, kısas dâvasında bulundu. Her ne kadar, şer’î engelden dolayı, Mehmed Bey ve maiyetinin şehâdetleri kabûl edilmedi ise de, İbrahim Bey öldürüldü (1 5 kânun I. 1427 ) ve Mehmed Bey emir tâyin edildi. İbrahim Bey 'in öldürülme­ sinden 5 yıl sonra, Çu kur-O va'dan geçen tran­ sız seyyahı B. de la Broquiere { ¿ e Voyage d’ O ut­ remer, s. 87, 90 v. d., 117 v. d .) her yerde İbrahim Bey ’in hâtırasını işitm iş idi. Bu seyya­ hın sözlerinden anlaşıldığı gibi, y iğit ve faâl bir insan olan İbrahim Bey, Karamanlıların yardım­ ları ile, Çukur-Ova ’y ı Memlûk hâkimiyetinden kurtarm ak ve bu bölgeyi müstakil olarak idâre etmek gayesini güdüyordu. A ncak orta şarkın en kuvvetli devleti karşısında, sâdece yiğitliğine ve Karamanlıların desteğine güvenerek, bu işte muvaffak olmanın çok güç olacağını iyice dü­ şünmemiş görünüyor. Fazla olarak, en yakın akrabâları arasında hasından d a var idi. N etice ise, oldukça vahim olmuştur. İbrahim Bey 'den sonra, Sis, Tarsus ve A y as doğrudan-doğruya Kahire ’den gönderilen valiler tarafından idâre edilmek üzere, Ç u kur-O va'da Memlûk idaresi kuvvetle yerleşti. Ram azan-oğullan beyliği eski ehemmiyetini kaybetti ve beyleri âdetâ birer



RAMAZAN-OĞULLARL „boy beyi" durumuna düştü, ö y le ki, müver­ rihler zikrettikleri Ramazan-oğlunun çok defa adını bile vermezler. Â şık Paşa-zâde ( Tevârih-i âl-i Osman , s. 226 ) 'deki mühim bir bahiste beylerin nasıl eski kudretlerini kaybedip, „yo k , sul" bir duruma düştükleri ve „Mısırlu ’nun" Ç u kur-O va’da nasıl yerleştiği husûslart pek güzel iiâde ediliyor. İbrahim Bey 'in öldürüldüğü yılda (831 — 1428 ) V arsak beylerinden Kara îsâ-oğlu Ham­ za, K ahire ’ye gelerek, saltan Barsbay ’a tabii* yetini arzetti ki 'A y n i ( s. 607 ) 'nin de pek güzel işaret ettiği gibi, o zamana kadar böyle bir şey yapılmış değil îdi. Bu husös, Memlûk hâkimiyeti­ nin burada kuvvetle yerleşmesinden, buna kar­ şılık Ramazan-oğlu beyliğinin zayıf b ir du­ ruma düşmüş olmasından ileri gelm iştir. 833 { *4 3°) yılında mezkûr sultanı ziyârete gelen Türkmen beyleri arasında A dana ve Misis hâ­ kimi Mehmed Bey olduğu gibi, ûzer-oğlu Dâvud ve Varsak beyleri de var idi. 838 yılı zilkâdesinde (haziran 1435) Haleb vâlisine gelen bir haberde sultan Barsbay 'm hasmı olan CanB eg Sûfî ile Ramazan-oğlu Mehmed b. GünD oğdı ’nın Elbistan ’a vardıkları bildiriliyor­ du ( M akrizi, nr. 3372, 183i»). Bu Gün-Doğdı-oğlu Mehmed'in 831 ( 1428)'d e İbrahim Bey ’in öldürülmesini müteakip, Ramazanh beyi tâ­ yin edilen Mehmed ile aynı şahıs olup-olmadığı bilinemiyor. Ertesi yıl Karaman-oğiu İb­ rahim Bey, yanında Ramazan-oğlu olduğu hâl­ de, Kayseri üzerine yürümüş ve Duikadır-oğlu Naşir al-D in Bey 'İ bozguna uğratarak, bu şehri eline geçirm iştir. Elimizdeki kaynaklarda İb­ rahim B ey'ın yanında bulunan bu Ramazanoğlunun adı zikredilmez. 8 4 3(14 39 /14 4 0 ) yılında, Ramazanlı beyi ola­ rak E ylük (d jÇ 1) adlı bir emîr görünm ekte­ dir. Eylük A dana ve Misis ’e hâkim idi. Bu bey aynı yılda Kahire ’ye gelerek, Haleb vâlisi âsi Tanrı-Birmiş ’e yardım eden Varsak beyle­ rinden Mûsâ b. Kara ’nın ( Kara 1s â ) cezalandı­ rılması hususunda sultan Çakm ak '1 tahrik etti. Sultan, E y lü k ’e emirlik tevcih ettikten sonra, Haleb vâlisine E ylük’e istediği yardımda bulun­ masını emretti. Haleb vâlİsi ona, bin-başı HoşGeidt kumandasında, 100 atlıdan müteşekkil bir kuvveti terfik etti. Eylük de Ramazanlı ve Özerli türkmenlerinden, atlı ve yaya olmak üzere, 1.000 'den fazla adam toplamış idi. Bir g eçitte yapılan kanlı bir vuruşmada Mûsâ öldü ve Eylük ile Hoş-Geldi de aynı âkıbete uğra­ dılar. H aleb 'den gelen askerden ancak altı ya­ ralı geri dönebilmiş ve bütün mallar maktûl Mûsâ ’nın varsaklan eline geçmiş idi.



861 ’den az Önce, Karaman-oğiu İbrahim Bey tarafından zaptedilmış olan Tarsus 'u geri al­ mak İçin, Mısır sultanı tarafından gönderilmiş olan devâdâr Sungur ’a yardım etti. Yapılan savaşta Karamanlılar mağlûp edilerek, Tarsus geri alındı.  lî, diğer bir eseri olan Fusül-i hail a 'a kd ( H alil Edhem, D üvel-l hlûm îye, s. 214, not 1 )'da, 866 'da Dündar Bey ’ in Ramazanlı emîri bulunduğunu yazdıktan sonra, bu emiri Haşan v e G âz! Bey ’lerın tâkip ettikle­ rini söyler. Dulkadırtı Şehsüvâr Bey ’in Memlûktere kar­ şı giriştiği mücâdelede Ramazan-oğlu Memlûklere sâdık kaldı. Bu münâsebetle 874 (1469/ 1 4 7 0 } 'te Ramazan-oğlu, M alatya vâlisi K ork­ maz ile birlikte, Şehsüvâr ’1 ağır bir bozguna u ğrattıkları gibi, yine bu Ramazanlı beyi ay­ nı yılda Şehsüvâr *ın adamlarından Sis ’i geri almış idî. Fakat ertesi yıl Şehsüvâr Bey ile karşılaşan Ramazan-oğlu bozguna uğramış ve A y a s kalesi de Dulkadırlılarm elitte geçmiş­ tir. A d ı bu haberlerin kaynağında zikredil­ meyen Ramazan-oğlu *nun Öm er Bey olduğu kabûl edilebilir. Filhakika 873 ( 1 4 7 0 / 1 4 7 1 } yı­ lında Haleb 'de meşhÛr Memlûk kumandam YaşBey a i-Z S h in ’ nın sağ tarafında (O ğu z töre­ sinde olduğu g ib i) Duikadır-oğlu Şah-Budak, Eslemez-oğlu Mehmed, Bozea-oğlu Halil, lnaloğlu Hamza ve Günduz-oğlu olmak üzere, BozO klar, sol tarafında da Ramazan-oğlu emtr Ömer, kardeşi Dâvud ve diğer beyler olmak üze­ re, Üç-Oklar oturmuşlardı. Memlûk sultanı Kayıt-Bay 882 ( 14 7 7/14 78 ) ’ de S u riy e ’ye yap­ tığı bir seyahatte A ntakya 'da iken, Ramazanoğlu da gelmiştir ki, bunun Ömer Bey oldu­ ğundan şüphe edilemez. Bu bey 1483 yılında Ramazanlı emîri idi. MezkAr yılda Ömer Bey, Ö zer-oğlu M ekkî Bey ve Günduz-oğlu Meh­ med Bey ile birlikte. A dana ’yı işgâl etmiş olan Osmanlı kuvvetlerine karşı yap tığı bir savaşta yenilmiş ve esir ed ilerek, padişaha gönderilmiştir. Bu beyin akıbeti hakkında hiç bir bilgimiz yoktur. X V . asnn sonları ile XVI. asrın başlarında Ramazan-oğlu beyliğinde Ha­ lil Bey bulunuyordu, Halil Bey ’in mezar kita­ besinde babasının Dâvud adını taşıdığı görü­ lüyor. Cenâbî ve  lî'y e göre, Dâvud beylikte bulunmuştur. H attâ İkincisine göre, Dâvud 885 ( 1480) yılında D iyarbekir taraflarında yapılan bir savaşta ölmüş ve H aleb 'de gömülmüştür. Bu savaş ile aym yılda Memlûkler ve A k-K oyuntular arasında yapılan ve birincilerin yenil­ mesi ile sona eren Ruha savaşının kasdedilmiş olduğu muhakkaktır. A dı geçen Dâvud, şübhesiz 875 yılında H a leb ’de Y a ş -B e y ’in yanma ge­ 861 ( 1 4 5 7 ) yılında Ramazan-oğullarının ba­ len Ramazan-oğlu Öm er Bey ’in yanındı bulu­ nan aym addaki kardeşinden başkası değildir, şında Dündar Bey bulunuyordu, Dündar Bey



6 x8



RAMAZAN-OĞULLARL



 şık Paşa-zâde ( s. 316 ) ’nin bildirdiği üzere, Ö m er Bey 890 (1485 ) 'da hâlâ Ramazanlı beyi olduğuna göre, Dâvud 'un beylik yapmış olma­ sı için, Öm er Bey ’in bir ara mâzûi bulundu­ ğunu ve Dâvud ’un ölümünden sonra tekrar beyliğin başına geçtiğini kabul etmek icâp eder. D iğer taraftan, gerek, kitabelerde { bk. bih, ), gerek adı geçen Osmanlı müelliflerinin eser­ lerinde D â vu d ’un babasının adı, İbrahim ola­ rak, yazılm ıştır. Bu İbrahim ’in 831 (1427)'de Mısır ’da öldürülen İbrahim Bey olduğunu te­ reddütsüz kabâl etmek g ü çtü r; çünkü İbra­ him Bey ile Dâvud arasında epeyce uzun bir zaman olduğu gibi, müverrih A lîd e, Dâvud b. İbrahim'in babasını Mehmed olarak gösterir. Hâlbuki, yukarıda görüldüğü gibi, İbrahim Bey’in babası meşhûr Ahrned Bey ’dir, Halil Bey ’in 30 yıl beylik ettiği söyleniyor. Buna nazaran o Osmanlılar tarafından 1485 'te esir edilen Ömer B ey'in yerine geçmiş olabi­ lir. Halil Bey kitâbesine g ö re ,916 (15 10 / 15 11) yılında vefat etm iştir ki, İbn İyas (IV , 191) da aynı tarihi vermektedir. Mezkûr müellif, Halil B ey'in hürmete şâyân bir İnsan olduğunu .da kaydediyor. Halil Bey ’den sonra kardeşi Mah­ mud Ramazanlı beyi olmuş ise de, 920 ( 1514) ’de azledilerek, yerine amcasının oğlu Selim Bey tâyin edilmiş ve bu yüzden Mahmud Bey de İstanbul ’a gitm iştir. Osmanlı hükümdarı Selim 1. Mahmud Bey ’e itibâr gösterip, ona 200.000 akçelik bir dirlik verdi ve seferde ken­ disine refakat etmek imtiyazını da bahşetti (şâbân 92 J -eylül 1515). Ertesi yıl yapılan Mı­ sır seferinde Mahmud Bey de bulundu. Ordu Haleb üzerine yürürken, Ramazan-oğullarmdan bir başkası da gelerek, itaatini bildirdi. Merc-İ Dâbık savaşını müteakip yapılan tevcihler es­ nasında Mahmud B e y 'e de Ramazanlı beyliği verildi. Mahmud Bey, bilindiği gibi, Ridâniye savaşında maktûl düştü. Bu sebeple pâdişâh, K a h ire'd e iken, Ramazan-oğlu beyliğine hane­ dandan bîrini tâyin etti. Bu şabsm Halil Bey ’in oğullarından Kubad olması muhtemeldir. Fakat az sonra yine Ramazan-oğullarmdan bi­ rine ( her hâlde yine Halil Bey ’in oğullarından Pîrî Bey ’e ) Çukur-Ova hâkimliği verilmiş ve Kubad Bey ’in elinde yalnız Adana kalmıştır. Çok geçmeden Ramazanlı beyliği sâdece Pîrî Bey ’ e tevcih edildi. Kendisine âit ilk kitabe 926 (1519/1520) tarihlidir.  lî (s . 5 9 ) ’ye göre, Kanûnî Süleyman teveccühüne mazhar olmuş ve batta onun endişesiz bir şekilde beylik yap­ ması için, başta Kubad Bey olmak üzere, kar­ deşlerini bir müddet Rum elinde ikamete me’mûr etmiştir. Pîrî Bey 1426 ’da B oz-O k 'ta çıkan Söklen ( Sügiün okunuşu doğru değildir ) boyu beyi MösS ye Dplkadırhiftrdan Zu '1-Nüp ’ıjn



birlikte çıkardıkları tehlikeli işyânın bastırıl­ masında yardımı görüldüğü gibi, b izzat kendi idaresindeki yerlerde V elf H alîfe (K a ra İsalu 'd a ), Domuz-oğlan ( Berendı ’de ) ile Y egçe Bey ( Tarsus ’ta ) gibi, S afevî taraf darlarının giriştikleri ayaklanmaları da sür'atle bastır­ mıştır, Pîrî Bey bâzı beyler-beylerin kendi­ sini incitm iş olmalarından gücenerek, atayurdunu bırakm ış ve bunun üzerine ilk önce Karaman, sonra Haleb ve Şam b eylerb ey i ol­ muştur. P îrî Paşa Şam beyler-beyliğinde ilk önce95o (1243/1244 ) ’de, sonra 957 (1550/1551) ’de olmak üzere, iki defa bulunmuştur. Bundan sonra P îr î Paşa, padişah tarafından ricâsımn kabul edilmesi üzerine, tekrar A dan a ’ya dön­ müştür, P îrî Bey pek ihtiyar bir yaşta (90 'dan fa z la ) 976 (1568/1569) yılında vefat etti. Bütün tarihçiler bu Ramazanlı beyini Överler ve onun farsça bildiğini, iyi y azı yaz­ dığını, her iki dilde şiir söylediğini ve tari­ he meraklı olduğunu yazarlar. P îrî Bey uzun süren beyliği esnâsında A d a n a 'y ı camı, ima­ ret, medrese, hamam ve han gibi eserler ile süslemiştir. Ölümü üzerine, beyliğe küçük oğlu Derviş Bey tâyin edilmiştir. A v a çok me­ raklı, avcı kuşların tedâvîsinde ihtisas sâhibi, dürüst ve cöm ert bir insan olan D erviş Bey, içki ve esrara karşı iptilâsı yüzünden, ancak 6 ay beylik yapabilmiş ve vefatında ağabeyi olan Sis sancak beyi İbrahim Ramazanlı beyi olmuş­ tur. İbrahim ’in de 994 (1585/1586) veya 997 ’de ölümü ile, kendisine oğlu Mehmed Bey halef olmuştur. Mehmed Bey 1002 yılında he­ nüz sağ idi. Halil Edhem ( Düvel-i islâmiye, s. 31 6) Mehmed B ey'd en sonra P îr M anşur'un bey olduğunu söyledikten sonra, bu şahsın 1017 (1608/1609) tarihinde beyliği bıraktığının ri­ vayet edildiğini yazıyor. Filhakika 1018 yılında A d an a'm n , Haleb, Sis ve T arsu s’tın, da K ıbrıs beyler-beyliğine bağlı bulunduğu görülüyor. D a­ ha sonra A dan a aynı addaki bîr beyler-beyüiğin merkezi olmuştur. P îrî Bey ’in kardeşi Ku­ bad Bey ’e gelince, o ilk Önce Karam an, İç-İl, A clûn ve Trabzon ’da sancak beyliği yaptık­ tan sonra, Basra beyler-beyi olmuş, bunu müteâkip, H aleb ve Van 'da da beyler-beyilik yap­ mış ve 966 (1558/1559 ) ’da vefat etm iştir. Dira­ yetli, kerîm ve vakur bir insan olan Kubad Paşa ’ nın oğulları da beyler-beyilik mevkiine kadar yükselmişlerdir. Ramazanlı beyliğini yalnız Dulkadırlılar bey­ liği ile mukayese etmek m üm kündür; çünkü her iki beyliğin sâhibi bulundukları vasıflar aynıdır. A ncak Ramazan-oğlu hânedânı, Dulkadırhların aksine olarak, Ü ç-O klar «zerinde hâkimiyet te ’sis edip, onlardan kendisine bağlı bir el yücûda getirememiş ve bundan dolayı da



RAMAZAN-OĞULLARL R a m a z a n - o û u llA r i ş e c e r k » İ



i. Türkmen emtri Ramazan Bey



I olm* 785 }



A li



K ara Mehmed (Sim, 785)



3. Şihâb al-Din Ahmed ( Sim. 819 ) ,



i . Şârim al-Din İbrahim



6. Mehmed1



4. Şârim al-E>in İbrahim



{, *lzz al-DÎn Hamza



(Cim* 8) 1)



.



.



.



J __. :



.



.



'



»veesî)



1 D avad



9. Ömer



7. Eylük (Sim. 843) 8. Dündar



ıs . ¿elim '



10. Ğars ai-Dîn Halil



13. Kubad 966



14. Pîrî



)



( Sim. 922 )



K orkud



.



Mahmud



( Sim. 976)



Süleyman Ahm ed Paşa Paşa



Ömer



15, Derviş B e iir İskender



Davud



(861 •d . bey)



» i. Mahmud



(81m, 916)



. ( olm.



kız (SülU a F*r*« *to



kız



16. İbrahim (Sini, 997)



Şerif Mehmed Paşa (Sim. 940) ; ,



Mustafa ( Sim. 959)



17. Mehmed ■• Ii ' ■ ' 18. Pîr Mansur zayıf bir hüviyete sâhip olmuştur. • Bu hâne* dam, özer-oğulları şöyle dursun, K ara Isâ, Kuş-Temür, Kuşun, Ulaş ve diğer âilelerin metbû tanıdıkları bile bilinemiyor. A ilenin a3il hâkim bulunduğu sâha kendi yurdu, yâni A dan a ve Misis yöresi idi. Kaynaklar Ahm ed Bey 'in A y a s ve S is 'e de hâkim bulunduğu­ nu yazarlar. Bu beylik, kuruluşundan beri, Dulkadıriılar gibi, Memlûklere tâ b ividi. Bu dev­ let S is ve T arsu s'u doğrudan-doğruya ida­ resi altında bulsnakdurmak sûreti ile, Ü ç-Okları dâim i murakabe altında tuttuğu gibi, garptan Karam anlıların hareketlerini de önlüyordu. O s­ manlı hudutlarının Torosiara dayanması, böl­ genin Memlûkler için ehemmiyetini arttırm ış­ tır. Fakat onlar bu husûsta tedbirli davran­ mağı ihmâl etmiş görünüyorlar. Bundan do­ layı Osm anlılar bâzı kaleleri zaptetmişler ve bu da S yıl süren Osmanlı-Memlûk harbine se­ bep olmuştur. Ramazaniılarm garp komşuları Karamanlılar ile münâsebetleri her zaman dost­ ça olduğu gibi, vakit-vakit onlar ile Memlûklere karşı iş-birliği de yapmışlardır. Kardeşleri BozOktu Dulkadırlılar ile olan münâsebetlerine ge­ lince, bu hiç bir zaman Kara-Koyunlular ile Ak-Koynnİular arasındaki düşmanlık derece­ sinde olmamıştır.



Ramazanh beyliğinin Osmaniı devrindeki va­ ziyetine gelince, bunun Memlûkler zamamndakinden oldukça farklı olduğunu söylemek müm­ kündür. G erçi Ramazanh beylerine, Kırım han­ larına olduğu gibi, ,,cenâb-i emâret-meâb" un­ vanı ile hitap edilmiş ise de, hakikatte, onlar sıkı bir göz altında tutuluyorlardı. Pîrî Bey ’in bir müddet beylikten uzak kalması bundan ileri gelmiştir. Bu beyliğin beklenilenden daha fazla yaşamasına başlıca beylerin hakikî duruma ken­ dilerini intibâk ettirmeleri husûsu âmil olmuştur. Ramazan-oğullan beyliğinin teşkilâtı hakkın­ da hiç bir şey bilemiyorsak da, bunun, Dutkadırlılarda olduğu gibi, O ğuz ( T ürkm en) gelenek­ lerine, yâni töre esâsına dayanmış olduğunda şüphe yoktur. Dulkadırlılar gibi, bunlar da pa­ ra bastırmamışlardır. Halil Bey 'den önce gelen Ramazanh beylerine âit cami, medrese ve ha­ mam gibi, her hangi bir esere rastgelinmemlştir. Halil Bey ve oğlu P îrî Bey, A dan a 'da eâmi, medrese, han ve hamam olmak üzere, bir çok eserler vücûda getirmişlerdir. Ramazan-oğulları zamanında Çukur-Ova hacc yolunun geçtiği mühim bir bölge hâline gelmiş idi. Bu yol ay­ nı zamanda beili-başh ticâret yollarından biri idi, Osmaniı devletinin yükselişi bu yolun ehemmiyetini arttırm ış idi. Bu keyfiyetin bölge­



RAMAZAN-OĞULLARI — RAMAZAN-ZÂDE. nin iktisâd! hayatında müessir olduğu muhak­ kaktır. X V . asırda bu bölgenin türkleri de, Türkiye 'nin diğer bölgelerindeki halk gibi, mes*ût bir hayat yaşayorlardı. Onlar n eş’eli, haya­ tiy et dolu, iyimser insanlar olup, kahramanlık destanları söylüyorlardı. Mîsâfir-sever ve ya­ bancılara kargı da şefkatli idiler. B i b l i y o g r a f y a ’* K i t a b e l e r için bk. Oppenheim, Inschriften aut Syrien, Meso­ potamien und K lein -A s ien (L eip zig, 1909), g. Ï09 — 114. — M e m l û k kaynakları: M akrizi, Kitâb al-sulak ( Fâtih kutup,, ur, 4380, 3*7 b, 376»- nr. 438$, a* b, »6«, 35 b; nr. 4387, 8 b, 168 a, *66», *686, *71», *77», 312b, 3î 4 b ; nr. 4389. **3 b, 139 b. M « b — 141 b, î 4* b, 178 », 193 b, 407 », »3* b, ¿40 b, *4 3 b. * 53 bî A yaso fya kütüp., nr. 337a, 163 b, * ‘ 3 b, **4 ®)> 'A y n i, 'tk d al-eumhn (■Veliyüddin Efendi kütüp., nr. *395, 565 b; nr. *396, s. *71, 4*7. 44*. 464, 467, 476 v. d , 571, 6o$, 607, 619, 6 7 0 ); îbn H acar, tnbâ' al-ğumr { Siiley mâniye, Yeni-câmi kütüp,, nr. 840 ) ; T aki al-D in tbn K â zi Şuhba, Z a yi Duval alİslâm (P aris, BibL N at., 1598— 1599); İbn T ağribirdi, al-Nucâm al-zhhira ( nşr. W , Pop­ per ), Berkeley, 1915, V I, 8 v. d., 58, 344, 385. 39*. 4oo, 404, 73a ; ayn, mü.. Havadis al-dukûr (nşr. W. Popper ), Berkeley, 1931, s. 19**, Târik-i Yaş-Beg ( Topkapısarayı, A h ­ med 111. kütüp,, nr, 3057): İbn İyâs, B adâ'ï at-zuhür ( İstanbul, 1931 ve 1936 ), III, 38, 48; IV, 118, 191, 193, *68, 378; tbn H atîb alN âşiriya, al-Durr al-muntahab ( Süleymâniye kütüp., Lâleli, nr. 3036,68b, 7 0* ) ; tbn 'A rab-şâh, Sirat al-Sulthn (d-Malik al-ZSkir Çakmak: ( Topkapısarayı, Ahmed 111. kütüp., nr. *991 ) . — O s m a n l ı k a y n a k l a r ı : Tahrir defterleri, Başbakanlık arşivi, nr. 69, 177, **9, 450, 969; Haydar Çelebi, Rûznâme ; Feridun, M unşdât ai-Salhtin (İstanbul, 1*74, I, 47«, 478 v.dd., 48$. 491, 495 5 Â şık Paşa­ zade, Tevârîk-i âl-i Osmân ( İstanbul, 133* ), s. *16, 225 v. d. ; Celâl-zâde Mustafa, Tabakât al-mamhlik ( Fâtih kütüp., nr. 4423, 130 b, 132 b ); Sa‘d al-Din, The al-tavârih (İstan ­ bul, 1280), s. 48 v. d. ; Mustafa Cenabı, al-A yla m al-zâhir ( Süleymâniye, Reis-ülküttâb Mustafa Efendi kütüp., nr. 608, 483b , 484 « ); Â lî, Kunh al-ahbâr ( İstanbul ), İH, 3. kısım, s. 56— 6 * ; Müneceim-başi, Ca­ mi' al-daval ( Süleymânİye, Es’ad Efendi kü­ tüp. nr. 2103 ); Mehmed Süreyya, Sici!l-i osmânî ( İstanbul, 13 11 ), II, 44 * IV , 51. — D i­ ğ e r e s e r l e r ; jean Dardel, Chronique L f Arm énie, Recueil des historiens des Croi­ sades, documents Arm éniens ( Paris, 1906 ), s. 67— 86} B, de la Broquière, Le Voyage



d'outremer (nşr. Cb. S ch e fe r}, Paris, 189a, *. 87, 90 v. d., 117 v. d . ; Ekrem Kâmil, Ğaz-



zî-Mekkz Sey&hatn&mesi ( Tarih semineri derg., İstanbul, 1937, s. **— *5 ); Halil Edhem, Dâvel-i islâmiye ( İstanbul, 19*7 ), s. 313— 318.— T e t k i k I e r ; İ. H akkı Uzunçarşıh, Anadolu beylikleri ve Ak-Koyunlu ve Kara-Koyunlu devletleri ( nşr. T T K , A nkara, *931') . *■46 v. d d .; E. de Zam baur, Afanuel de genealgie et de ehronologie poar Vhistoire de Vlslam (H annovre, 1927 ) ; L . A lishan, Sissouan ( Venise, 1899 ) > La province d'Adana (İstanbul, 1920); B. Tonguç A rık, Adana fethinin destanı (İstanbul, 1943 V. Faruk Sümer, Bayındır, Peçenek ve Yüregirler ( D il ve Tarik-coğraf, fa kû l. derg XI, * — 4 ,3 * 9 — 344)( F a r u k S ü m e r .) RAMAZAN-ZÂDE. R A M A Z Â N - Z Â D E , M eh m ed Ç e l e b i ( P a ş a ), K ü ç ü k N I ş a n c i, Y e ­ ŞİLCE ( î — 1571), O s m a n l ı d e v l e t a d a ­



m ı v e m ü v e r r i h i . Merzifonlu olup, asıl lekabt Yeşilce ise de (Mehmed Süreyya, Sicill-i osmûnt, IV , 120), daha ziyâde Ramazan-zâde ve kendisini muâsın K o ca Nişancı unvânı ile meşhûr olan Celâl-zâde M ustafa'dan tefrik için kullanılan K üçük Nişancı unvanları ile tanınmıştır. Divân-ı hümâyûn kalemine intisap eden Mehmed Çelebî, burada temayüz ederek, divân kâtibi oldu ve çok geçmeden, 9 6 0 ( 1552/ •553 ) defter eminliğine, bir yıl sonra da (9 6 1= 15 53 /15 54 ) reis-ül-küttâbiığa yükseldi. Bu arada Mora ’nin tahririne me'mûr edildi ve bu vazifeyi ifâda gösterdiği liyâkatten dolayı, dönüşünde kendisine nişancılık rütbesi verildi (965= 1557/1558 ). BÖyie olduğu hâlde, ihtimâl muarızlarının te s ir i ile, bir müddet sonra reis-ül-küttâblıktan tekrar defter-eminliğihe (Â lî, K unh al-ahbâr, Dil ve tarih coğrafya fakültesi kütüp., i. Sâib Sencer yazmaları, nr, 1/1783, xo7») ve buna müteakip arap ve acem defterdarlığı denilen Haleb defterdarlığına naklolundu. A ncak Mehmed Paşa 'm ı bu vazi­ fesi de uzun sürmedi ve Haleb 'den muhafaza sancağı ile, M ısır’a gönderildi. Bn sırada ni­ şancılık açık kaldığından, onun hizmetten fera­ gat ile, Mısır 'd a yerleştiğini iteri sürerek, bu mevkie başkasını getirm ek isteyen Sadrâzam Rüstem Paşa 'hm muhalefetine rağmen, Kanfinî Süleym an’ın ehil kimselerin divân-i hümâyûna iştirak ettirilmeleri icâp ettiği husûsundaki İs­ rarı netîcesinde, nişancılığa tâyin edildi ( Â lî, gost. yer.; krş. Peçevt, Tarih, I, 4*). 970 senesi sonlarında (1563 y azı), 50-000 akçelik zeamet ile, nişancılıktan tekaüt edilen Mehmed Paşa, cemâzîyelevve! 979 ( eylül— teşrin 1. 1 5 7 1 ) ’da vefat etti (Ahm ed Resmî, H a ilfa t al-ru'asa, s. 8) ve Edirnekapı dışındaki Emir BufeârJ



ftAMA2AN-ZÂDE — RÂM-HÖRMÖZ. gâh; hazîresine defnolundu ( Mehmed Tâbir,



Osmanlı müellifleri, III, 53 ).



:



Osman); teşkilâtında nişancılık aynı zamanda ,,müftî-i kanûn" makamı telakki edildiği ve tarihi meseleler de nişancılardan sorula-geldiği için [ krş. mad. NİŞANCI], Mehmed Paşa, nişan­ cılığı sırasında, tarihi vekayt hakkında muhatap olduğu sualleri cevaplandırmak veya kendi tâ ­ biri ile, bu husfista „hazır ceva p " olmak için, umûmi tarihe âit bir el-kitabı hazırlamış idi (bk. Tarih-i Nişancı Mehmed Paşa, İstanbul, 1279, s. 6 v.d.). Tarih-i Ramaxan-xâde veya Tarik-İ Nişancı adı ile tanınan bu eserin ( krş, K âtib Çelebi, K a şf al-şannn, nşr. Ş. YaltkayaR. Bilge, I, >95, 308 ) asıl adı Sigar-i anbiyâ'-i i çam va ahvâi-i kulafa-i kiram ve manâkib-i Al-i 'Osman olup, başlıca dört kısımda mûtâlea edilebilir: Â dem 'den Peygambere kadar enbiyâ tarihini ihtivâ eden birinci kısım ile. Peygam­ berden itibaren hulefâ-i râşidîn, aşere-i mübeşşere, Emevîler, Abbâsiler, Fâtımiler, Eyyûbiler, türk ve çerkes kölemenleri devirlerine âit ikin­ ci kısımda Ramazan-zâde, kişaş-i anbiytZ ’yı muhtasar olarak naklettikten sonra, halîfe veya hükümdarların doğum, saltanat ve ölüm tarih­ lerini, medfön bulundukları yerleri, çocuklarının sayılarını ve zamanlarının meşhûr devlet ve ilim adamlarını kaydetmiştir. Müverrihin bu ilk İki kısım için en meşhûr arap tarihçilerinin ve bilhassa tbn lyâs ile lbn Şahna'nin eser­ lerinden faydalandığı anlaşılm aktadır. F akat Nişancı Mehmed Paşa tarihinin asıl ehemmiye­ ti, muhakkak ki, Osmanlılara âit olan üçüncü kısımdan gelmektedir. Ramazan-zâde bu kısım ­ da da aynı tarzı tâkip etmiş, ancak pâdişâhla­ rın savaşları, fetihleri, hayratı ve devirlerinde­ ki vüzerâ ve ulemâ hakkında daha geniş malû­ mat verm iştir. Esâsen Osmanh tarihi kısmı, eserin üçte ikisini işgâl etm ekte v e bunun yarı­ sı da Kanûnî Süleyman zamanına âit bulun­ maktadır. Osmanlı devletinin kuruluşundan İti­ baren, 969 (1561/156* ) senesine kadar gelen bu kısımda kaydedilen son vak’ayı Kanûnî ’nin oğlu şehzâde Bayezid ’in Kazvin 'de katli teş­ kil etmektedir. Nihayet Ram azan-zâde’nin bir umûmi tarih mâhiyetinde hazırladığı bu ese­ rinin sonuna, Pişdâdîler, K eyânüer, Eşkânİler, Sâsânİler, Batlamyuslar ve Rûm meliklerine ( Roma imparatorlarına ] â it dördüncü bir kısım ilâve ettiği de görülmektedir, Ramazan-zâde Mehmed Paşa'nin eseri, bilhas­ sa Osmanlı tarihi husûsunda her zaman kulla­ nılabilecek faydalı, muhtasar bir el-kitabı ol­ duğu için, pek çok istinsah edilmiş (yazm a nüshaları için bk. İstanbul kütüphaneleri tarihcoğr-ufga yazmaları kataloglan. I. Türkçe tarik yazmaları, t. fasikül, s, m — 2 19 ; Fr.



Babinger, G O W , s. X04 v. d .; ayn. mit.. E l, Suppl., bk. mad. R A M A D  N -Z  D E ) ve biri 15 muharrem 1279 (1 3 temm&z 1862), diğeri 1290 ( 1 873) ’d“ olmak üzere, Tarih-i Nişancı Meh­ med Paşa adı ile, İstanbul 'da, Matbaa-İ âmire’de iki defa tab’edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ’• Mehmed Süreyyâ, Sicü l-i osmânî, IV, 120; A hm ed Resmi, H a lîfa t al-rııasü' (İstanbul, 1269 ),s . 7 v .d .; Mehmed Tâhir, Osmanlı m üellifleri, III, 53 v.d.;  lî, Kunh al-ahbâr (EMİ ve tarih-coğrafya fakültesi kütüp., I. Sâib Sencer yazm., I/1783, 10 7a); Peçevî İbrahim, Tarih, I, 44; F. Babinger, C O W , 103 v. d d .; Cemâ­ le d d n , Âyine-i zurefâ (İstanbul, 1314 ), s. 10. _ ( Ş er A fbd d İn T u r a n .) R A M -H O R M U Z . [ Bk. rAm-hORMüz.] R  M -H Ü R M Ü Z . RÂM -HORM UZ (k ısal­ tılmış şekli olan Râmiz, Râmuz ’a daha IV. « ■ X. asırda tesadüf edilir), H f i z i s t a n ’ d a b i r ş e h i r v e b ö l g e . Ram-Hormuz A h v S z ’ın aş.-yk. 84 km. cenûb-i şarkîsinde, Şüştar [b . bk.J'in aş.-yk. 105 km. cenûb-İ şarkisinde ve Behbehân’ ın aş.-yk. 96 km. şimâl-t gar­ bisinde bulunur, lbn HurdSzbih ( s . 4 3 ) AhvSz ’dan Ram-Hormuz *e 17 fersah ve Râm-Hormnz 'den A rracân a 22 fersah olduğunu söyler. Bütün menzilleri kaydeden Kudâma ( s. 194), V â si( 'tan B a sra ’ya $0 fersah; oradan A hvSz, 'a 35 fersah, oradan da RSm-Hormuz 'a 20 Ye Ram-Hormuz'dan A rra cS n ’a 24 fersah hesap­ lar. RSm-Hormuz 'un ehemmiyeti onun AhvSz, Şüştar, Isfahan ve Fars (A rra câ n üzerinden) yollarının kavşak noktasında bulunmasından ve Bahtiyarı ve Küh-gilü [ bk. mad. LUR ] aşi­ retlerine tab i’î bir pazar yeri olmasından ve civarında petrol bulunmasından gelmektedir. Şehir  b-i K urdistan ve G üpâl ırmakları ara­ sında bulunur. Bu ırmaklardan ilki (buna C ibur da den ilir)  b-i G ilâl (  b -i Z a r d ),  b-i A'İS ( Mungaşt ’tan g e lir ), Rüd-t Pütang ve  b -i Darra-yi K ül ’den teşekkül eder. Cibur ’un sağ kıyısından açılan bir kanal Ram-Hormuz şehrinin su ihtiyâcını te ’min eder. İleri­ de C ibu r ’un aşağı mecrasında Behbehân ’ın cenûb-i şarkî tarafında ve eski A rracân [ b. bk.] ’dan gelen A b-ı Mârün ’a dökülür ve bundan sonra CarrShi adını alır. Diğer küçük ırmak ( Gûp a l ) Ram-Hormuz'un şimalinden akar ve bir bataklıkta kaybolur. Ram-Hormuz ( 1 60 m. y ü kseklikte) şimât-i şarkî kısmında 500 m. yüksekliğe varan Tül-G orgün dağının yüksel­ diği bir düzlükte bulunur. Şehir tarihte nisbeten nâdir zikredilir. İran şehirlerinin pehlevi listesinde (§ 46, nşr. Marquart, s. 19 ,98 ) Ram-Hormuz 'ün inşâsı Ormizd b. Şâhpuhr ( 272— 273) 'a atfedilir (krş. T abari,



RÂM-HÜRMÜZ — RÂM İ. I» 833).. Hamza ( nşr, G ottw ald, s. 46 v.d.) ter, Erdkunde, IX, 145 — *5* ! Schwarz, Iran ’ya göre, şehri A rd a şır L inşâ etmiş ve ona im Mittelalter. I, 33» “ 3 4 5 ? krş. bir de fih rist; G . Jo Strange, The Lands, o f the R 3to-(i) H urmizd A rdaşlr adı verilmiş olma­ lıdır. Bu adı Marquart „A hu ra Mazda 'nın neş’esi Eastern Caliphate, s. 243, *47. ( V . M in o r s k y .) A rd a ş ir ’dır" diye tefsir eder. Iştahri (s . 93) 'den çıkarılan bir kayda göre, Mâni, RâmR A M İ. [B k . RÀMÎ.] Hormuz ’de idâm edimiş olmalıdır; fak at T ab ari R  M İ. a l-R A M Ï, H a s a n b. Muhammed (I* 834)» M âni'nin Cunde-Sâbür’da „Mani ŞARAF AL-DIn, i r a n 11 b ir n â s i r olup, ha­ kapısında“ teşhir edildiğini söyler (krş. bir de yatı hakkında hiç bir şey bilinmemektedir. Hâl Bırüni, Chronoîogie. s. 208 ). Râm-Hormuz ’un tercümesine dâir verilmiş olan bâzı bilgiler de nestûrî piskoposları 577 ve 587 yılları vekayiİ oldukça mübhemdir. Vücûdun üzuvları hakkın­ arasında zikredilmiştir ( Marquart, E rân sak r, da en çok kullanılan edebî mecazlara dâir s. 37, 145 ). Mukaddesi (s. 414 ) 'ye göre, ‘A zud A n i s al-uşşak adlı eseri ile meşhûr olmuştur. al-Davla Râm-Hormuz yakınında muhteşem bir B izzat kendi ifâdesine göre,-m üellif bu risale­ çarşı inşâ e ttird i; daha sonra şehir îbn Savvâr yi Naşir al-D ln T ü s l [ b. bk.] ’nin M erâga’daki (S e h w a rz ’ a göre, 157= 773 yılında ölen Basra rasadhânesine yaptığı bir ziyâret esnasında valilerinden Savvâr b. ‘ A b d A lla h ’ın o ğ lu } yazm ağa karar vermiştir. Eser A zerbaycan tarafından te'sis edilen bir kütüphaneye sâhip Celâyirliİerinden A b u '1-Fath Uvays Bahâdur idi ve bir mûtezile merkezi olmuş idi. İbn Hur- (1356 — 1373 ) a ithâf edilmiştir. Eser K âtib dâzbih (:s. 42 ) ’e göre, Râm-Hormuz Hûzistan Ç elebî ( nşr. Flügel, 1, 488 ) ‘y e göre, şevval 826 'm 11 kâra 'sinden biri idi ( Kutlama, s. 242 ve ( eylül 1423 ) 'da ikmâl edilmiş İse de, bu ifâde Mukaddasi, s. 407t 7 kâra 'nîn b ir i). Buna dâhil zaman hesabına uymamaktadır. A zerbaycan olan şehirler ( Mukaddasi 'ye g ö r e ) Sanbil, İzac .823 ( 1420 ) 'ten beri Timurlulardaa Şâhruh a [ b. bk.] Tyrm (?), Bâzank, Laz, Ghrwa ( î ), â it bulunuyordu. Esasen müellif, şâir A vhadi Bâbac, Kuzük olup, hepsi dağlık mmtakada (ölm . 738=1337 ) 'nin çağdaşı olup, Haşan b. bulunuyordu, Y âijüt (I, 185 ) A rbuk 'ü de bun­ Mahmüd K â şi (ölm . 710=1300) adlı birinden lara İlâve etm ektedir ( A hvSz 'dan 2 fersah mesa­ de üstadı olarak bahsetmektedir. O hâlde eserin fede olup, bir köprüsü va rd ır). Râm-Hormuz 'ün ancak 1373 'ten önce yazıldığını ileri sürmek diğer mülhakatı ( A sak, Büstân, Sasân, T aşan, gerekir. K itap saçtan başlayarak, insan vücûdu­ U r ) hakkında bk. Schıvarz, ayn. esr„ s. 341 — nun uzuvlarından bahseden 19 bölümü içi­ 345. Mukaddasi ( s, 407 ) ‘ye göre. Râm-Hormuz ne ahr. Eskİ İran şiirini tetk ik husûsunda ’da hurmalıklar var İd i; fakat hiç şeker kamışı çok faydalıdır. Ç ok meşhûr türk şâiri Mustafa zirâatı yok idi. Bununla beraber VIII. ( XIV.) b. Şa'bân al-Surûri (ölm . 90 9 = 156 1}, Bahr asırda M ustavfi ( Nuzhat al-kulüb, s, m ) al-ma'ürif adlı eserinde, bu kitaptan faydalan­ burada evvelce, pamuk gibi, şeker de istihsâl mıştır. al-Râm i, bundan başka R aşid al-D in edildiğini söyler; Râm-Hormuz*un mamulleri V a tv a f'ın H ad aik al-sihr (nşr. 'A b b â s İkbâl, arasında İştahri (s . 93) ipekli mensûcâtı ( şi- Tahran, 1930 } adlı eserine, H aka Uç al-hadS’ik yâb a brh am ) zikreder ve Dimaşlfi (s . 1 19 ; trc. veya Ş a n S i ‘ al-badSl' (K â tib Ç eleb î, 111, 77; s. 153) kayalardan fışkıran çok uçucu beyaz K a ş f ai-şıınnn, nşr. Ş. Yaltkaya, ve R. Bilge n eft yağını kaydeder. Bugün Anglo-Persİan İstanbul, 1941, I, 672) adlı bir şerh yazdı. Son­ petrol şirketi Râm-Hormuz'ün yukarı kısmında ra sâdece adı bilinen H ilyat at-maddâh ( K â ­ tib Çelebî, 111, l i a ; K a ş f al~%unvLn, I, 690 ) ile işletme hakkına sahiptir. B i b l i y o g r a f y a : Macdonald Kinneir, kasîde, k ıt’a ve rübâîlerden mürekkep bir D i­ A geographical Memoir ( London, 1813), vân kaleme aldı. Davlatşâh devrinde bu eser s. 4 5 7 } Rawünson, Notes on a March from yalnız Irak, Azerbaycan ve F a rs ’ ta meşhûr îdi. Zoh&b { J R G S , 1839, IX, 79; M un gaşt’ın, A n i s al-uşşak dışında, eserlerinden hiç biri karşı tarafı, Râm-Hormuz ’ün şimâl-i şarkîsi); zamanımıza kadar gelmemiştir. Denildiğine göre, Bode, Travels (London, 1845), I. z 8ı ( Beh- Ram i ’nin bir kasidesi Şayh  z a ri ( ölm. 866 behân-Tâşün-Mancân i k-Tül-Malam ir-Ş ü ştar), = 1461/1462; bk.. Davlatşâh, Tazkirat al-şu'aH, 39, 76, 82 (aşiretlerin tak sim i); Layard, r a , nşr. E. Browne, s. 308 ) ’ nin Cavâhir alDescription o f Kh'âzîstân ( J R G S , 1846, s. asrâr ( 840=1436/1437 ’ de yazılm ıştır }*ında bu­ 13, Râm-Hormuz havalisinin durumu; şehir­ lunmaktadır. de 250 â ile; vergi 3.000 — 5.000 tümen', B i b l i y o g r a f y a ' . H .E th é , Neupersische s. 66, C arrâh i h a vza sı); Herzfeld, Eine R ei­ Literatür ( Gr. L Ph., II, 335, 343, 260 ). — se durch Luristan ( Pet. M iti., 1907; A hvazAma al-uşşak ’m fransızca tercümesi için Şâh-i Güpâl-M edibçiye [ Mir-baça i 3-Râmüz bk. C l. Huart, Anî s el-ochchâq, traité des [ayneB böyle>Palin-Cayzün-Behbehân); Rittermes figurés relatifs à la description de



RÂMÎ — RÂM Î MEHMED PA ŞA . h eauti (P aris, 18 75 ). 6k. b ir de E, G. Browne, A Litera ry H istory o f Persia, II, 19, 83 j ayn. mil., Persian Litera tu re under T ar­ tar D om in ion , s. 462.— Pavet de Courteille ( J A , 1876, VII, 588— 591); Hammer-Purgstall, G esch ich te der sckon en R ed ekâ n ste P ersien s, s. 27; Rieu, Catalogue, s. 814 »; Mü­ nih katalogu, s. 122; Viyana katalogu, 1, 414.



k a t’î bir gâltbiyetten ümitlerini kesmişler ve devlete her bakımdan ağır kayıplara mâl olan bu amansız boğuşmayı bir an önce bitirmeğe karar vermişlerdir. Sadrâzam Am ca-zâde Hü­ seyin Paşa, işte bu maksatla KarlofçU [ b . bk,] 'da başlayacak olan sulh müzâkerelerine, mu­ rahhas olarak, reis-ül-küttâb Râmî Mebmed Efendi yi me'mûr etmiştir. Osmanlı devletinin büyümesine son veren bir andlaşma olmasına ( E . B e r t h e l s .) R Â m ! M EH M ED P A Ş A , RÂ M Î MEHMED rağmen, K arlofça sulhuna elde etmeğe muvaffak P A Ş A (1634 — 1707), Osmanh d e v l e t a d a ­ olması, hele muharipler arasında aracılık yapan m ı ve ; â i r i . Terâzici Haşan A g a adında bi­ İngiltere ve Hollanda temsilcilerinin de ha­ rinin oğlu olup, Eyyûb ’da doğmuştur. A sıl zır bulundukları Karlofça görüşmelerinde gös­ adı Mebmed ise de, Râmt mahlası ile tanın­ terdiği dirayet, Râmî Mehmed Efendi için bü­ mıştır, Çocukluğunu Eyyûb 'da geçirip, devrin yük bir başarı sayılmış ve bu yüzden itibârı usûlüne gore ilk tahsilini burada yaptıktan bir kat daha artm ıştır. Dönüşünde E d irn e ’de sonra, reis-ül-küttâbhk kaleminde şâkird ola­ büyük bir törenle karşılanmış ve pâdişâhın gö­ rak, kitabete intisâp etmiştir. Fevkal’âd e zekâ, rülmedik bir ölçüde iltifâtm a nâil olmuştur. ve kâbiliyeti sayesinde, çok geçmeden, emsal­ Kendisine teklif olunan vezâret payesini kabûlleri arasında sivrilmiş, ayrıca şiir ve inşâ sa­ den kaçınmakla beraber, 4 y ıl boyunca işgalde halarındaki parlak başarılan ile şöhret kaza­ devam ettiği reis-ül-küttâblık makâmına ,,sadr-l narak, zamanının meşhûr simalarından şâir sadâret kadar kadr u şan" kazandırması ve dev­ Yusuf Nâbî Efendi, Sâmî Bey ve daha başka let umûruna hâkim bir doruma geçmesi, kendi­ m aârif erbâbının çevresine girm iştir.. Sultan sini çekemeyen sadrâzam Daltaban Mustafa Paşa nin kıskançlık ve düşmanlığına sebebiyet ver­ Mehmed IV. zamanında ikinci vezîr ve has ne­ dim olan dâmâd Musâhib Mustafa P a ş a ’nm miş ve sadrâzam Râmî Mehmed Efendi 'nin divân efendisi şâir Nâbî vâsıtası ile kendisinin reis-üi-küttâblıktan azlini istemekte gecikme­ masraf kâtipliğine getirilm iş, N âbî E fen d i’nin miştir. Fakat zamanın en nufûzlu şahsiyeti olan Musâhib Mustafa Paşa kethüdâlığm a yüksel­ şeyhülislâm Feyzuliah Efendi Sultan Mustafa mesi üzerine, yerine divân efendisi olmuş ve II. nezdinde Râmî Mehmed Efendi yi müdâfaa bu sıfatla kapudan paşanın seferlerine işti- ve himâye etm iş, bu müdâhalesi sayesinde, az­ râ k etm iştir. Kethüdâhktan azlolunan Nâbî li yerine, onun üç tu ğ ile kubbe vezirliğine Efendi ile birlikte gittiği hacdan İstanbul ’a yükseltilmesi sağlanmıştır (8 şâbân 11 14 = 2 1 kâ­ dönüşünde, divân işlerindeki geniş bilgim ve nun I. 1702). Teklifinin tam tersi bir sonuçla mahareti göz önünde tutularak, beylikçi ol­ karşılaşan Daltaban Mustafa Paşa bundan son­ muştur (110 2 = 16 9 0 ). Yıllarca bu makamı iş­ ra sadârette fazla tutunamamış, şeyhülislâma gal ettikten sonra, 1696 (22 rebiülevvel 1107) suikast ve fitne tahriki suçları isnâd olunarak, da, Ebûbekir Efendi 'nin yerine, reis-ül-küttâb* mevkiinden uzaklaştırılmış ve sadâret mührü lığa tâyin olunmuştur. Fakat çok geçmeden pâ­ Râmî Mehmed P a ş a 'y a emânet olunmuştur. Böylece 7 ramazan 1114 (24 kânûn II. 1703) dişâha olan yakınlığından kuşkulanan sadrâzam Elmas Mehmed Paşa 'nin kıskançlığına kurban tarihinde devletin en yüksek mevkiine geçen giderek, yerini K üçük Çelebî diye anılan Meh- Râmî Mehmed Paşa, memlekette esaslı şekilde med Efendi ’ye bırakmak zorunda kalmış (1108 bir İslâhat yapmak için, hemen faâliyete geç­ = 1697) ve İstanbul ’da ikâm ete me'mûr edil­ miştir. ilk planda devletin temellerini sars­ miştir. Bu sıralarda Sultan Mustafa II. 'nin şah­ makta olan fenâ idarenin düzeltilmesi için san idâresini eline aldığı Osmanlı ordusu prens gerekli saydığı tedbirlere baş-vurmnş, yurtta Eugen 'in emrindeki „mukaddes ittifa k “ ordu­ âsâyiş ve güvenin kurulması için, mahallî kuv­ suna ka rşı Zenta mevkiinde ağır bir mağlûbi­ vetler teşkili, vergi sisteminin düzene konul­ yete uğramış (12 eylül 1697 ) ve Elmas Meb- ması ve hacc yolunun emniyet altına alınması med Paşa bu savaşta şehid düşmüştür. Bunun işlerini ele aldığı gibi, Türkmen aşiretlerinin üzerine, eylül 1697 (1109 so n la rı)'d e Râmî iskânı, yıkılmağa yüz tutmuş umûmî binâ ve Mebmed Efendi yeniden reis-ül-küttâblığa ge­ su kanallarının tamiri, Selanik ve Bursa ’daki tirilm iştir. Yeni sadrâzam Am ea-zâde Hüseyin dokuma fabrikalarını genişletmek ve istihsâlini P a ş a ’ nin başında bulunduğu bir takım devlet arttırmak süreliyle A vru p a 'd an idhâl olunan rioâli, 1683 V iyan a muhasarası ile başlayıp, 16 kumaşların memlekete sokulmasının önlenmesi yıldan beri m üttefik A vusturya, Rusya ve Ve- gibi, yurdun imân ve istihsâlin arttırılması iş­ uedik-dcvletlerine karşı süre-gelen çetin savaşta leri ile de uğraşmıştır. Fakat onun böyle geniş la



RÂMÎ MEHMEÖ PÂŞA bir program ile ortaya çıkması ve cezri bir takım tedbirlere baş varması, bir çok kimsele­ rin menfaatlerine dokunduğundan, k ıs a . bir za­ man içinde Râmi Mehmed Paşa aleyhine şid­ detli bir cereyan başlamıştır. Husflsiyle onun askerlikten gelme değil, sâdece divândan yetiş­ me bir devlet adamı olması keyfiyeti, yâni aynı zamanda kılıç ehli olmayıp, tek taraflı sivil hüviyeti aleyhine dönenlerin elinde en te’sirli bir silâh olarak kullanılmış memleket yararına giriştiği bu kadar hayırlı İslâhat teşebbüslerinde başarısızlığının başlıca âmilini teşkil etm iştir. Sadârete geçinceye kadar bunca iyiliğini gör­ düğü şeyhülislâm Feyzullah Efendi ile yakınla­ rının aşırı derecede müdâhale etmelerine engel olmak istediğinden, büyük hâmisi ile de çok geçmeden arası açılmış ve büs-bütün yalnız kal­ mıştır. A nlaşıldığına göre, Feyzullah Efendi ve akrâbalarm a bu çeşit müdâhaleden büs-bütün el çektirmek gayesi ile bâzı tertiplere de giriş­ mekten kaçınmamıştır. Nitekim müverrih Râşid ( Tarih, 111, 241 ), onun Edirne vak asını tahrik ettiğine işaret etmektedir. Sonunda Edirne 'de başlayıp, İstanbul ’a intikâl eden ve Sul­ tan Mustafa II. 'um tahttan indirilmesi ve sadr­ âzamın da azli ile neticelenen büyük ayaklan­ ma (E dirne v a k 'a sı, 9 rebiülevvel 1 1 1 5 = 2 2 ağustos 1703) Râmî Mehmed Paşa ’mn ikbâlini sona erdirmiştir. Sadrâzamın ayaklanma sıra­ sında canını kurtarm ak için kaçarak, bir yere gizlenmiş olması, alay mevzuu olmuştur A ya k ­ lanmanın yatışması ve sükûnetin dönmesinden sonra, yakınlarından olan Dâmâd Hüseyin Paşa ’mn sadârete getirildiğini duyunca, Râmî Meh­ med Paşa meydana çıkmıştır. Bir müddet göz­ den düşmüş olarak kalmış İse de, yeniden itibâra kavuşarak, önce K ıbrıs valiliğine, çok geçmeden de Mısır valiliğine gönderilmiştir (teşrin 1. 1704). F akat onun Mısır valiliği de hazin bir şekilde sona ermiş, ahâlisinin hoşnutsuzluğu ve gale­ yanı karşısında azlolunarak, R o d o s'a sürgün gönderilmiştir. A z sonra da burada, üzüntü ve iztirap içinde, hayâta gözlerini kapamıştır. A rap ve fars dillerine de tamâmiyle hâkim bulunan Râmî Mehmed Paşa Osmanh edebiya­ tında seçkin bir üslûp üstadı olarak tanınır. Şiirde Nef’î ve Nâbî derecesinde en büyük si­ malardan olmasına rağmen, lâyık olduğu şöhreti bulamamıştır ( Bursalı Mehmed Tâhir, Osman/ı m üellifleri, II, 186}. Kaleme aldığı K a rlo fça sulhnim esi ( yazma nüshaları için bk. İstanbul, Millet kütüp., Râşid Efendi kısmı, nr. 685 ve Ünİv. kütüp,, nr. T Y *68) Karlofça sulh mü­ zâkerelerini bütün teferruatı ile anlatan mühim bir eserdir. Sayısı 1.400’ü bulan resmî yazı­ ları I n fi 'sında toplanmıştır (yazm aları için bk, Viyana, Millî kütüp,, nr. *96 ve *97). Mü-



RÂMPUR.



rettep Divân 'ından bâzı şiirler dâmâdı olan Sâiim 'in Tezkire (s . *55 — * 5 8 ) 'sinde basıl­ mıştır. Müverrih Râşid eserinde Râmî Mehmed Pa­ ş a 'y i her fenden vâyesi ve her hünerden mâyesi olduğundan mâada, meclis ve sohbeti latif, rind, zarif ve vüzerâ içre nazîri nâdir bir zât-ı şerif" diye vasıflandırdığı gibi, diğer kaynaklar da onun şâir, insan ve devlet adamı olarak hâiz bulunduğu yüksek meziyetleri öv­ mektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . Râşid, Tarih, 111, *39— *4 * î J- Y. Hammer ( GOR, Pesth, 1836, III ve I V ) ; ayn. m il, Geschichte der Osmanischen Dichtkunst, IV 36 v .d .; Salim , Tezkire, 8. >58— 358; Osman-zâde Ahm ed Tâib, H adî%at al-vuzarâ', s. 128 v. d d .; A hm ed Resmî, H alifat al-ru'asS, s. 48— 5 1 ; Mehmed S ü reyyâ, Sicill-i otm inî, II, 367 v . d . 5 Meh­ med Şefik, Şefik-nâme ( Edirne vak'ası hak­ kında ); Salh-nâme-i Amcazâde Hüseyin Paşa adını taşıyan ve müellifinin kim olduğu bilinmİyen bir yazma eser Topkapı sarayı Revan kitaplığı 1311 numarada k a y ıtlıd ır; bu eserde Karlofça barış müzâkerelerinin safhalarından, Râmî Mehmed P a şa'd an bahsedilmekte ve da­ ha önceki yıllarda cereyan eden vak’alar anla­ tılm aktadır. ( BEKİR SITKI B A Y K A L. )



R A M L A . [B k. r e m l e . ] R Â M P U R . R Â M PÜ R, R o h i l k h a n d ' d a bir h i n d d e v l e t i olup, B irleşik eyâletler hükümetinin siyâsî nezâreti altında bulunuyor­ du. Şimalde Nayni T il, şarkta Bareilly, cenûpta Bisaulİ-7 a$;iY 'i Badâün ve garpta Morâdâb&d idârî bölgeleri ile çevrilmiştir. Râmpur 'un eski tarihi, Rohilkhand 'da Rohitla hâkimiyetinin kuvvetlenmesi tarihidir. H indistan'da müslüman hâkimiyetinin kurul­ masından sonra, efganlar ile p a g a n la r, büyük kütleler hâlinde, bu bölgeye gelip-yerleşmişlerdir. Burada çok kuvvetlenmiş olan bu zümreler, XV. asrın ikinci yarısında L od iler idaresinde ve Ş ir Şahlar devrinde Surlar idaresinde ol­ mak üzere, şimâtî H indistan'da iki defa hâ­ kim iyetlerini kurmağa muvaffak olmuşlardır. A vran gzib 'in ölümünden sonra ve Hind-türk imparatorluğunun inkırazı üzerine, efgan mes­ kûn mahalleri o kadar çoğaldı kİ, Siyar almuta’ahkirın 'in tâbiri ile, „sayısız o t gibi, top­ raktan bitmişe benziyorlardı." Rohilla adı bu­ günkü Rohilkhand 'd a yerleşmiş olan efganlar için kullanılmıştır. Rohilla hâkimiyetinin hakikî müessisleri, A v ­ rangzib 'in ölümünü müteâkip, Hindistan 'a ge­ len D&’ üd Han adında bir efgan m âcerâcisı ve ücretli askerinin kumandanı sıfatı ile onu tfikip eden evlâtlığı ‘A li Muhammed Han idi.



RÂMPUR. ‘A lı Muhammed Han hayatta iken, onun mülkü Rohilkhand veya Rohilla memleketi admı al* iniştir. Zamanla ‘A li Muhammed Han o kadar kuvvetlendi ki, merkezi hükümete ödenen ver­ gileri vermekten vazgeçti. Onu bu harekete Nâdir Şah ’m Hindistan 'a hücûmu ile ortaya çıkan karışıklık da teşvik etmiştir. Onun kuv­ vetlenmesi Oudh hâkimi Şafdar C a n g ’i çok endişelendirdi ve nİhâyet üzerine ordu sevketmenin zarurî olduğuna imparatoru ıknâ etti. Neticede ‘A li Muhammed Han imparatorun or­ dusuna teslim oldu ve esir olarak, Dehli ’ ye g e ­ tirildi. Bir müddet sonra affa mazhar olarak, Sirhind valisi tâyin edildi. Gulistân-i ra/fmai 'e gö­ re, 1748 yılında, Rohilkhand'a nakledildi. Fakat Ahmed Şah Durrâni ’nın hücûmundan istifâde ederek, eski mülkünü tekrar ele geçirm ek üze­ re, oraya gitm iş olması daha çok muhtemeldir. Rohilla kuvvetinin büyümesine iki husûs yar­ dım etm iştir: merkezî kuvvetin zayıflığı ve rofaillalartn muhtelif RSeput reisleri ve Rohilk­ hand zamlndâr 'lan arasındaki dahilî mücâde­ lelerden istifâde etmesini bilmeleri vâkıası. ‘A li Muhammed Han 6 oğul bırakmıştır ; fakat iki büyük oğlunun Efganistan ’da ve diğer dör­ dünün de çok genç yaşta bulunmaları hakikî kuvvetin, en mühimleri I^âfiz Rahmet Han ile Dündi Han olmak üzere, bir takım Rohillasardâr ’larımn elinde kalması neticesini doğur­ muştur. Bunun meydana getirdiği fitne ve mücâ­ dele nihâyet Rohilla hâkimiyetini zayıflatm ıştır. 1771 yılında M arâtbâlar R ohilkhand'1 isti­ lâya teşebbüs edince, rohillalar da Oudh navâb-vezîri Şucâ‘ al-Davla ’den yardım istedi­ ler. Şucâ‘ al-Davla ’y e bu yardımı için 40 lak ( => 4 milyon) rupi verilmesi üzerinde anlaştılar ( A itchison, I, 6— 7 ) ; fak at sonra rohillalar bu şartı yerine getirmekten imtinâ ettiler, 1773 Benares konferansında verdiği vaadine uya­ rak, Warren Hastings navâb-vezîre, rohillaları Rohilkhand ’dan çıkartmakta, kendisine yardım etmeği kabûl etti ve bunun için 40 lak rupi aldı. 23 nisan 1774 fa rohillalar mağlûp edil­ diler ve reisleri H afız Rah mat Han maktûl düştü. Bu harbin sonunda ‘AH Muhammed Han *m oğiu Fayzullâh Han L atdang’ da Şucâ‘ alD avla ile bir anlaşma yaptı ( India O ffice, yaz­ ma, Bengal Secret Consultations, 31. X. 1774; bk. bir de farsça mütercimin hâtıra defterinden hulâsalar, 14 şubat 1775). Bu anlaşma ile Fayiullâh Han Rârapur ve diğer bâzı bölgeleri içine alan bir cSglr elde etmiştir ki, . kıymeti aş.-yk. 15 lak rupi tah­ min edilmiştir. Bunun O u d h ’ a karşı bir tehlike olmasını önlemek için, 5,000 ’den fazla asker kullanmaması şart koşulmuştur. Şueâ‘ al-Davla ’nin 1775 yılında ölümünden sonra son nasîâm A nsiklopedisi



vâb-vezîr ile yapılmış olan anlaşmanın oğlu A şaf al-Davla tarafından da tasdik edilmiş ol­ duğu Fayzullâh H an ’ a bildirildi {Bengal Sec­ ret Consultations, 17 nisan i 7 7 5 i Draft Cor­ respondance with the Country Powers, nr. 34 ), 1780 yılında İngiliz kumpanyasının daha faz­ la askere ihtiyâcı olunca, Hastihgs, Fayiullâh Han ’m anlaşmaya göre vermesi icâp eden 5,000 atı alması için, A şa f al-Davla yi tazyika başladı. Bu suvâri kıt’asmm teçhizi işi Laldang anlaşmasının izâhı güç bir tefsiri olup, bu ha­ reketin müdâfaası da hiç bir zaman tecrübe bile edilmemiştir. 1781 yılında Hastings F ayiu l­ lâh Han 'ın câglr ’ini geri almak için, A şa f alDavla 'ye salâhiyet vermiş ise de, bir tâlih eseri olarak, onun bu emri hîç bir zaman yerine getirilmemiştir. Nihâyet bu meselenin yeni bir anlaşma ile halledilmesine karar verildi ve boylece navâb-vezîrin hizmetine hazır bulundurula­ cak asker yerine, kumpanyanın kefaleti altında 15 lak rupi ödenmesi kabûl edildi. 1801 yılın­ da Rohilkhand ingiliziere terkedildiği vakit, Fayzullâh Han ’m haleflerinin mülkleri ellerin­ de bırakıldı. Râmpur hâkimi olan Muhammed Yusuf ‘A li Han, 1857 yılı isyanında gösterdi­ ği yararlıklar İçin, bir arazi ile taltif edildi ve bir sanad ile, tabi ’î vârisin bulunmadığı hâl­ lerde, şorîate göre, kanûnî sayılan her hüküm­ darın tahta çıkarken, Hindistan hükümeti ta­ rafından yardım görmesi te'm inat altına alındı. 1931 yılında Râmpur 'un mesahası 893 mil.3 olup, 217.297 ’ si müslüman olmak üzere, 465.225 insanı barındırmakta idi. Îdârî maksatla böige 6 ta fe lt ’e bölünmüş bulunuyordu : Huzur, Ş I bâbâd, Milak, Bilâspur, Suâr ve Tanda, (Admi­ nistration Report, 1932— 1933 ). Bölgenin hâ­ kimleri şark ilminin hâmîleri idiler, Meşhûr ‘A liy a medresesi arapça okutulan ve masraf­ ları devlet tarafından ödenen bir müessese olup, talebeleri Hindistan ’ın her tarafından, hattâ orta A s y a ’dan gelmekte idi. Râmpur şehrinin ahâlisi 74.080 kişi olup, şehir fevkalâ­ de kıymetli yazmaları İhtivâ eden güzel bir kütüphaneye sâhip bulunmaktadır. Her Pa$hân kabilesinin mümessili Râmpur'da mevcut olup, en çok Yüsufzay ile O rakzaylar bulunur. Bura­ da bir çok Hattak, Bunerwal, Muhammadzay ve A fr id i de yaşamaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Administration Re­ port o f the Ram pur State ( senelik ) ; C. U. A itchison, Treaties, Engagements, and Sanads ( 1909 }, I ; Bengal Secret Consulta­ tions (India O ffice yazm. ); G a zetteerof the Râmpur State (Allahâbâd, 1 9 ü ) ; C . Hamil­ ton. A n historicaÎ relation o f the origin, prog­ ress, and fin a l dissolution o f the government o f the Rohilla A fg ha n s ( 1787 ) ; Imperial



4



RÂMPUR — RANGUN. Gazetteer o f India, bk. mad. RÂMPUR ; H a ­ Rahmat Hân, Hulâşat al-ansâb; Mustaclb Han, Gulistan-i rafimat; Nacmul G an i, Ahbâr al-şanddld ( t d id , L u kn o v) 5 Ş iv P a r» şâd, TSrîh-i Fagibakş ; J. Sarkar, Fail o f the Mughal Empire { K alküte, 1932), I, H. ve IX. bölüm ; Sayyid Gulâm Husayn TabSJaba’ i, Sigar al-m utdahhirln j A . L . Srivastava, The fir s t two Nawabs o f Oudk {Luknov, !933 )! J< Strachey, Hastings and the Rohilla War ( O x fo rd , 1892 }.



fiz



(C . C o llin



D a v i e s .)



RANGlN. [ Bk. RengIn.] RANGOON. [ Bk. r a n g u n . ] RANGUN. RANGOON, B u r m a ’n i n P e g u b ö l ü m ü n d e , denizden 21 mil içeride, Pegu nehri ve Pazundaung çayı ite birleştiği yerde, Hlaing nehrinin her iki tarafım k a p l a y a n bir şehirdir. Tamâmen temelsiz sayılamayacak bir efsâne Rangoon ’ daki büyük pagodanın ( Mon : Kgaik Lagung ; burmaca : Shwe Dagon ) Buddha ’nın sağlığında yapıldığını ve imparator A soka ( J B R A S , X XIV, 4 ve 20 ) tarafından tâmir edildiğini nakleder. A sıl tarihi P e g u ’mın 1369’da bir Mon kırat­ lığının payitahtı olması ite başlar. Bu kıratlık için elverişli bir liman tazım idi Burma 'nın orta çağ başlarında başlıca limanı olan B&ssein çok uzakta ve kontrolü güç vaziyette bulunu­ yordu. Sittan g körfezindeki Martaban ’in, daha yakın olmasına rağmen, Pegu ile iyi bir akar­ su bağlantısı yok idi. Şu hâlde, Rangoon veya H laing nehrinin ( Pegu nehri bunun bir tâbi’îd ir ) deniz aşın ticâret için en muvafık yer olarak temayüz etmesi tabi’îdir. Dagon ’ un cenûb-t şarkîsinde, Pegu nehri munsabında yer alan Syriam ile H la in g ’in karşı sabitinde bulu­ nan ve hâlen Rangoon ’un bir kısmını teşkil eden Dalla başlıca limanlar id i; fakat Pegu Yomas 'in son çıkıntı teşkil ettiği kısımda yer alan Shwe Dagon pagodası nehir üzerinden gelen nakliyat için bir işaret noktası teşkil etmiş ve müteselsilen kır allar için de bir istiğrak yeri olarak seçilmiştir. 184S yıhnca, kıral Dhammazedİ 'nin emri ile Dagon-Pagoda tepesinde hakkedilen kitabe pagodaya, bir asır öncesi asli seleflerinin yap­ tıkları gibi, kendisinin de ilâveler yaptığım kaydetm ektedir ( J B R A S , X XIV, 8). Daha sonra gelen kıratlar tarafından da aynı şekilde hayır işlerinin yapıldığı ve 1568 'deki depre­ mi müteakip tahribata uğrayan pagodanın Bayin Naung tarafından yeniden yaptırılması ile en çok imâra sahne olduğu, tarihlerde, kayde­ dilmektedir. Ferdinand Mendez Pinto, Caesar Frederick ve Gasparo Balbi gibi eski seyyah­



lar da D a go n 'a ve onun meşhûr pagodasına yazılarında sık-sık temâs etmişlerdir. ■ Syriam 'da 1600— 1612 yılları arasında kuv» vetini kullanan portekizii . maceraperest de Brito ’ya mâlî bakımdan destek olan husüs Rangoon nehrinin sağladığı güm rük yergileri olmuştur. Daha sonraları, XVII. asırda hollan­ dalılar, fransızlar ve îngilizler zaman-zaman Syriam ’ da ticâret müesseselerini devam ettir­ mişlerdir. Payitaht 1635*10 P e g u ’dan A v a ’ya nakle­ dilmiş ve kırallık sultası da tedricen zayıfla­ mış, fakat en kuvvetsiz kıratlar dahi Irrawaddy 'nin ve bugün mühim olan Syriam gümrük iskelesinin kontrolünü ellerinde tutmak muvaf­ fakiyetini göstermişlerdir. Syriam 'ın Pegu âsî­ leri tarafından zaptedilmesi neticesinde { 1 7 4 ° ), gelirinden mahrûm bir duruma düşen A va kjraîhğı sona ermiştir. Syriam ’ ¡n tekrar elde edilmesi kıral Thibaw ’1 deviren sülâlenin kurucusu A lau n gp a y a ’nın başlıca emellerinden biri idi. Y aptığı kuşatma harekâtı bir müddet m uvaffakiyetsizliğe uğra­ yan kıral, 1755 ’te, D agon 'u zaptetmekle ye­ tinmek zorunda kalmıştır. Bütün, düşmanları­ na { yan a ko n ) karşı muzafferİyete ulaştığı îç n, şehrin adını da Yangon (R a n g o o n )'a çevirdiği kaydedilm ektedir. Syriam 1756 'da düştü ve tahrip edildi. Bunu m üteakip, Burma 'nın başlıca limanı olarak, Syriam 'ın yerini alan Rangoon ’a bir vâli tâyin edildi. Alaungpaya sülâlesinin ilk kıratlarının tâkip ettikleri siyâset hârici ticâretin teşviki olmuş­ tur. Rangoon 'da bir İngiliz ticâret müessesest kurulmuş ve 1782’ ye kadar devam ettirilmiştir, Parsî, ermeni ve müslüman tüccarlar burada yerleşmiş ve yükselmişlerdir. F akat m erkezî hükümetin zayıflaması ile mahallî yetkililerin kestikleri haraçlar artmış ve bu durum da ticâret için mühim bir engel teşkil etmiştir. 179 5’te Symes { s . 214) R angoon 'u gelişm ek, te olan bir liman olarak kaydetm ekte ve nü­ fusunu 30.000 tahmin eylemektedir. Rangoon îngilizler tarafından ilk olarak 1824 ’te birinci Burma harbi sırasında zapte. dilmiş, fakat harbin nihâyetinde akdedilen Yandabo andlaşmasınm şartları icâbı tabiiye edil­ miştir. Alaungpaya sülâlesinin Burma dilinde yazılmış olan tarihi Kon~baung set Maha-gaza» winggi ( III, 15 ) ’ye nazaran, kırat Tharawaddy R angoon’u 1841 ( 1 2 0 3 ) 'de ziyaret etmiş ve Shwe Dagon pagodasının cenup ve garbında yeni bir şehir kurarak, nehrin sahilinde yerle­ şen eski şehrin ahâlîsine de yeni şehtre taşın­ maları için emir vermiştir. Bu emre derhâl riâyet edilmemiştir ; fakat 1852 ’de, ikinci Bur­ ma harbinin patlak vermesi üzerine, bu nüfus



RANGUN -



R A SA D H Â N E .



saklİ tamamlanmış ve İngiliz hükümeti de bir mâni ile karşılaşmadan, İslâhat yapmak üzere, bu bölgenin idâresini eline alm akta gecikme­ miştir. O ç yıllık bir müddet içinde, Rangoon sefil kulübeler topluluğundan mâmûr ve kala­ balık bir kasaba hâline inkılâp etmiştir ( Ran­ goon 'daki ilerilemeler ve Pegu ’nun gelişmesi hakkında bk. Fytche, Burma Past and P re­ seni, 11, ilâve G ). Bugün burası Burma 'nın payitahtıdır ve 1931 sayımına göre, 70.791 *i müglüman olmak üzere, 400,415 nüfusa sahiptir [ Bugünkü nüfus 500,800 ’ dür,] B i b l i y o g r a f yas Administration Report o f the Province o f Pegu (1855 ’ten bu y a n a ); Alaung Mindayagyi Ayedawbon (Rangoon, 1900); H. Cox, Journal o f a Residence in the Burmkan Empire (London, l 8 z i ); E. Forchhammer, Notes on the Early History and Geography o f British Burma, 1, The Shwe Dagon Pagoda {Rangoon, 1891); W . G . Fraser, O ld Rangoon ( Journal o f the Burma Research Society, 1920, X, kısım II); }. S, Furnivali, Syriam District Gazetteer ; cild A , j G. E. Harvey, History o f Burma ( London, 1925); Imperial Gazetteer, bk. mad. R angoon ; Insein District Gazetteer ( I9 1 4 ), cild A . ; J. A . Stew art, Pegu District Gazetteer {1917), cild A ; M. Symes, Em­ bassy to Ava in 1795 ( London ); Saya Thein, Rangoon in 1852 { J B R A S , 1912, II, kısım II; 1915, V , kısım I I ) ; Pe Maung Tin, The Shwe Dagon Pagoda ( J B R A S , X X IV /I); Pe Maung Tın ve G . Luce, Glass Palace Chro­ nicle ( Oxford, 1923). ( C , C o l l i n D a v ie s .) R A P A K ( c a v .; ar. r a f ), cavaliiarda, ancak zevcin falâf: 'in ta lik ’1 esnasında uhdesine almış olduğu mecbûriyetleri yerine getirmeme­ si üzerine, zevcenin mahkemeye mürâcaatı için kullanılan bir tâbirdir [ bk. mad. TALÂK ]. Bu m ecbûriyetler çok çeşitli ve değişik şekiller arzeder. Bu şartlar içinde her vakit şuna tesâdüf e d ilir: „E ğer zevç muayyen bir müddet, zevcesine nafaka ( b. bk, ] göndermeden, kara yolu veya ( daha uzun ca) bir müddet deniz yo ­ lu ile evinden uzaklaşırsa". Bu gibi hâllerde ihmâl edilmeyen kayıtlardan biri de şudu r: „E ğer zevce bundan memnûn değil ise". Zevce, kocasına yüklenen bu şartların yerine getiril­ memesinden dolayı, boşanma davası açıp-açmamakta serbesttir. Mahkemenin işi yalnız bu şartın yerine getirilıp-getirilm ediğini tesbit ve bununla talâk yapılıp-yapılamayacağım tâyin etmekten ibarettir. Her va k it yapıldığı gibi, şimdi de talâk ayrıca kütüğe kaydolun­ maktadır.— Böylece, tabi’î olarak, bu davâ açma tarzı tehlikeye girmiş olan kanûna riâyeti te’minat altına almış olmaktadır.



6a;



B i b l i y o g r a f y a ' , C , Snouck Hurgronje. D e A tjehers (B atavia, 1893), L 382; Th. W . juynboll, Handleiding tot de kennis van de Moh, wet (Leiden, 1925), s. 210. _ (R . A . K e r n .) R Â ’ S a l - 'A Y N . [B k . r e ’s-O l-A y n .] R A S A D H Â N E . R A Ş A D -H Â N A , m a RŞAD , RAŞAD, BAYT AL-RAŞAD, sahası bakımından ihtisâsa ve iş-birliğine dayanan, teşkilâtlanmış bir müessese olarak, rasadhâne ile ilk önce İs­ lâm dünyâsında karşılaşılır. İslâm rasadhânelerinde, son zaman Avrupa rasathânelerine uy­ gun olarak, muntazam ve oldukça devamlı rasad faaliyetleri ile karşılaşıldığı gibi, hey’et çalışma ve araştırmaları bu müesseselertn kısmi bir faâliyetini değil, esâs faâliyetini teş­ kil etmekte idi. Rasadhânenin sâbit ve coğ­ rafî mevkii muayyen bir yeri, ilmi ve idârî iş­ lerine me’ mûr bir müdürü ve adamları, dikkat ve ihtimam ile hazırlanmış âletleri ve husûsî kütüphanesi var idi. A yrıca hiç olmazsa bâzı İslâm rasathânelerinin kuruluşu resmî ve hu­ kukî yoüar ile takviye edilmiş, bazıları vakıf gelirlerinden faydalandırılmıştır. İslâm dünyâ­ sındaki rasadhâneler birer akademik mâhiyet taşıdığı gibi, bâzılarında mühim tedris faâliyeti de yer almış ve bu suretle „evâil ilimlerini" yayan birer yüksek mektep hizmetini gör­ müştür. İslâm rasadhâneler! hükümdarların veya yük­ sek resmî mevkî sahibi kimselerin teşebbüsü He meydana geliyor ve hattâ bâzan resmî dev­ let müessesesi hüviyetine sâhip bulunuyordu; fakat buna rağmen, rasadhâne dâimi faâliyette bulunması gereken bir müessese olarak tasav­ vur edilm iyordu; çoğu da kısa Ömürlü idi. Bunun başlıca sebepleri, çalışma programının, umûmî olarak, otuz yıl, yâni en ağır hareket eden Zübâl seyyaresinin bir devresini tamam­ lamak için sarfettîği zamana eşit olarak kabû' edilmesi, bunun umumiyetle maksada elverişl bir çalışma devresi teşkil ettiği fikrinin câri oluşu ve âletlerin muhafaza ve bakımları için zarûrî tahditler ve hükümdarların her zaman rosadhâneye karşı müsbet alâka duymamaları gibi husûslar idi. Daha çok mütevazı ölçü ier ile kurulmuş bâzı şahsî rasadhânelerin, bt yüzden, husûsiyle ilk asırlarda, büyük ve zen gin hükümdar rasadhânelerinden daha verim) mesâiye sahne olduklarını tebarüz ettirmek yerinde olur. Rasadhânenin, taazzuv etmiş bir müessese olarak, tarifine giren yukarıki şartlar icâbı, kendi başına rasadlar yapan ve bu rasadlarc dayanarak, mühim İlmî faaliyet gösteren bir hey ’et âleminin varlığı bir rasadhânenin varlığına yeter bir deiîl teşkil etm em ektedir; yâni rasad-



RA SA DH Â NE. hanenin, bir müessese olarak, tekevvün ve in­ kişâfı bakımından, şahsî rasadhânelerin ehem­ miyeti, sarîh olarak, ikinci planda kalmaktadır. Rasadhânenin islâmdan önce İskenderiye ve Ro­ ma çağlarında yunanlılarda bulunmayışı kısmen böyle bir tarifin neticesidir. Msi. Batlamyus’un bir rasadhânede çalıştığını bu mânada ve bu şartların ışığı altında iddia etm ek mümkün değildir. Diğer taraftan da bu tahditler azaltıl­ dığı takdirde, İslâm dünyâsındaki rasadhâneler cedveli bir hayli kabarır; çünkü İslâm dünyâ­ sında, zamanı mahdut bâzı husûsî çalışmalar için, muvakkat rasad yerleri kurulmuş olduğu gibi, bir çok da muvakkithâneler var idi. İslâm rasadhânelerinin bir çoğunun kurulu­ şunun, hükümdarların astrolojiye karşı derin ilgilerine, bunu müsbet bir ilim saymış olma­ larına, günlük ve istikbâl ile ilgili olarak alı­ nacak tedbirlerin tesbitinde yıldızları güvenilir birer kılavuz telakki etmiş bulunmalarına borçlu olduğu söylenebilir. Bununla beraber, ilmi teces­ süsün de bu müesseselerin kurulmasında ihmâl edilmemesi gereken bir hissesi olduğu şüphe­ sizdir. İslâm rasadhânesi hakikatte bir astro­ lojik çalışma müessesesi değil, İlmî bir mü­ essese id i; çünkü zamanın astrolojisi de umûmiyetle dakik rasadlara ve matematiğe istinat ettiriliyordu yahut da ancak bu takdirde ondan tam verim alınabileceğine inanılıyordu. Bu se­ beple rasadhânedeki faaliyet astronomi ilminin ve ona yardımcı ilim dallarının meseleleri üze­ rindeki araştırma ve çalışma mâhiyetini taşı­ makta idi. İslâm rasadhânelerinin kuruluşunda esâs gâye dakik rasadlara dayanan yeni zîclerin meydana getirilmesi İdi; yâni yeni rasadlar yardımı ile, eski astronomik cedveller islâh edi­ lerek daha mükemmelleri hazırlanıyor ve bu işle ilgili her türlü çalışma rasadhânenin faali­ yet programında ön planda yer alıyordu. İslâm rasadhânelerİ içinde en önemlileri şun­ lardır s A bbasî halîfesi Ma’mün (8 13 — 833) za­ manında Bagdad ’ da Şammâsiya ve Şam ’da biasiyün rasadhânelerİ; Bagdad ’da Büveyhî hü­ kümdarı Şaraf al-Davla (982— 989) adına ku­ rulan rasadhâne; 'A la al-Davla için Ibn Sin a tarafından aş.-yk. 1025 tarihinde kurulan Hemedan rasadhânesi; büyük Selçuklu sultânı Meîikşah tarafından ıo75 yılında İsfahan 'da ku­ rulan rasadhâne; al-Afzal ve Ma’ mün al-Batâihi adlı iki Fatımî vezîri tarafından 1120 — 1125 yılları arasında K a h ire ’de kurulan veya kurulmağa çalışılan rasadhâne; 1259 ’da Merâga’da Hulagu tarafından kurulan rasadhâne ; 1300 yılında veya bunu tâkip eden bir — iki yıl içinde Tebriz civarında kurulan Gâzân Han rasadhânesi; 1420 yılında Uiug Bey tarafın­ dan kurulan Semerkand rasadhânesi; l$75 ’te



Murad iil. tarafından kurulan İstanbul rasad- hanesi. Mihrace Cay Sing tarafından 1728— 1734 yıl­ ları arasında Caypur, Debli, Benares, Ucayn ve Mathura şehirlerinde Mubamtned Şah adına rasadhâneler kurulmuştur. Bunlar, esâs itibârı ile, İslâmî an’anenin bir devamı ve Semerkand rasadhûnesiuuen mülhem olmakla herâber, ma­ hallî hind ve ayrıca garbî Avrupa te’sirlerİ de gösterir. Buna ilâve olarak, bu tarihte rasadhâ­ ne artık Avrupa ’ da daha gelişmiş bir safhaya erişmiş bulunuyordu. Bu itibârla, husûsiyle İs­ lâm rasadhânelerinin oynadığı tarihî rol göz önünde tutulunca, bu Hindistan rasadhâneleri­ nin ayrı bir gurup hâlinde mütâlea edilmeleri daha uygun düşmektedir. Yukarıda verilen İslâm rasadhânelerİ cedvelini genişletmek mümkün ve hattâ lüzûmludur; çünkü ilk asırlarda rasadhâne ile muvakkat rasad yerleri arasında kesin bir tefrik yapmak oldukça zor görünmektedir. Sonraki asırlarda da muvakkithâne ile rasadhâne arasında muta­ vassıt bâzı müesseselerin kurulmuş olduğuna işaret eden bâzı misâller mevcuttur. Ayrıca İs­ panya ile Magrib ’in husûsî bir dorumu var idi. Orada da rasadhâne olup-olmadığını tesbit güç­ leşmektedir. A yrıca şahsî rasadhâneler ile res­ mî rasadhânelerİ birbirlerinden ayırt etmek güçlüğünü ilâve etmek lâzımdır. Böyle misâlle­ rin en mühimleri şunlardır: Bani Müsa kar­ deşlerden Muhammed ve Alımed 858 { m. s.) yılından ve belki de 840 yılından 869 yılma ka­ dar Bagdad ve civirm da bâzı mühim rasadlar yapmışlardır. Bunların bir kısmını kendi evle­ rinde yapmış oldukları anlaşılıyor. A bü H anifa ai-Dinavari ’niu 850 yılı sıralarında bir müddet D in a v a r’deki evinin damında rasadlar yaptığı söylenir. al-Battâni 887—918 yılları arasında çok mühim rasad faaliyetinde bulunmuştur. Bü­ yük masraflar İle meydana getirildiği kayde­ dilen ve mühim rasadhânelerden sayılması icâp eden bu rasadhânenin şahsî bîr müessese olması daha muhtemeldir. Am âcür ailesinden üç veya dört kişinin 88s— 933 yılları arasında yaptıkları rasadları da bu münâsebetle zikretm ek lâzımdır. Büveyhîlerden Rukn al-Davla adma: Rey şeh­ rinde, vezîr A bu ‘1-FazI İbn al-‘A m id tarafından, 950 tarihinde tutulma sathı meyli ölçtürülmüştür. Bununla ilgili rasadları A b u ’ 1-Fazl alHaravi, A bü C a'far al-Hâzin ve bâzı başka astronomlar yapmışlardır. Burada da küçük çap­ ta bir rasadhânenin kurulmuş olması muhtemel­ dir. — Büveyhîlerden 'A zud al-Davla İçin, meş­ hur ‘ A bd al-Rahmân al-Şûft ve başka mühim astronomlar tarafından, Ş îr a z ’da bâzı rasadlar yapılmıştır. Bunun da küçük çapta bir rasadhânenin mevcudiyetini tazammuh ettiğini düşün-'



RASADHÂNE. dürecek bâzı sebepler mevcuttur. Ibn al-A'lam ’¡a 982 yılma kadar gösterdiği rasad faaliyetle­ rinin yine *Azud al-Davla tarafından destekle­ nen bir şahsî rasadhâne misâlini teşkil etmesi 'muhtemeldir.— Abu ' 1-Vafâs al-Büzcâni Bagdad ’da 97S yıb civarında ve uzunca bir müddet mühim rasadlar yapmış, A biî Muhammed al-Hucandt de Büveyhî Fahr al-Davla için Rey şeh­ rinde ,,süds-i fahrî" adlı çok büyük bir âlet yardımı ile, tutulma düzlemi eğimini 994 yılın­ da tâyin etmiştir. Hucandi 'nin diğer bâzı âlet­ lere de sâhıp olduğu anlaşılmaktadır. Her iki misâlin de birer rasadhâneyi temsil etmesi muh­ temeldir, Ibn Yûnus'un K ah ire'd e mühim rasadlartna 977 veya 990 yılında başlayarak, 1007 yılına ka­ dar devam ettiği anlaşılmaktadır. Umûmİyetle büyük çapta olmadığı anlaşılan âletlerinin tedâ­ rikinde Fatımî halîfeleri al-‘A z iz ile a!-Hâkİm ’den yardım görmüş olduğunu gösteren bâzı deliller mevcuttur. Buna nazaran İbn Yunus 'un zamanın hükümdarlarından yardım görerek, şah­ sî bîr rasadhâne kurmuş olması mümkündür, — A bu '1-ŞSsim al-U sturlâbı’nin 1130 yılı cîvârında Bagdad ’daki Selçuklu sarayından yaptığı bâzı 'rasadlar da küçük çapta bir rasadhânenin mevcu­ diyetine delâlet eder.— XI. ( m. s . ) asırda Tuleytu la ’da A bu İbrahim al-Zarkâl ile bâzı mesaî arkadaşlarının mühim rasadlar yapmış oldukları, bu rasadların Sa‘ id al-Andulusi ’ nin yaptığı veya himaye ettiği rasadların bir devâmı olduğu ve onlar ile bîr bütün teşkil ettiği de anlaşılmaktadır. Buna göre, burada da bir rasadhâne misâli ile karşı-karşıya bu­ lunmamız muhtemeldir.— Yine İbn Bâcca ( öim. 1139 ) 'nin kendi evinin damından bâzı rasadlar yaptığının anlaşılmasından kendisinin şahsî bir rasadhâneye sâhıp bulunması ihtimâl dahilinde­ dir. — Y ezd şehrinde 1325 yılında Rukn al-Din Ahmed b. Nizâm al-Husaynı adlı bir hayır­ sever tarafından Raşad-i vakt va sâ'at adlı bir müessese kurulmuştur. XVI. asırda faaliye­ tine devam ettiği görülen bu uzun ömürlü müessese takvim ile ilgili bilgi veren saat cin­ sinden otom atik âletler ile zengin bir şekilde teçhiz edilmiş idi. İslâm dünyâsında çeşitli mi­ sâlleri ile karşılaşılan ve helenistik, çağının me­ kanik çalışmalarına giden otom atik saat terti­ batlı âletleri ihtiva etmesi çok iyi bir şekilde cihazlandırılmış bir muvakkithâneyi andırması ve aynı zamanda 1090 yılında Khaifeng şeh­ rinde Su Sung adlı bir çinli tarafından mey­ dana getirilen bir sâat burcunu hatırlatması dolayısı ile, bu müessese çok ilgi çekici olmasına ve rasadhâne olarak adlandırılmış bulunmasına rağ­ men, bunun hakîkî mânası ile bir rasadhâne ol­ duğu iddia edilemez. — XIV, asırda Ibn Şâtir ’in



Şam 'da oldukça mühim bir şahsî rasadhâneye sâhip bulunması muhtemel olduğu gibi, 1272 'de Kırşehir 'de inşâ edilen Caca Bey medrese­ sinde ve Kütahya ’nm Vâcidiye medresesinde XV. asrın ilk yarısında rasadlar yapılmış oldu­ ğu veya astronomi dersleri verilmiş bulundu­ ğuna dâir mahallî şayialar mevcut ise de, bu husûsta kat’î bilgiye sâhip değiliz. Rasadhânenin zuhûru için lüzumlu İlmî bilgi, rasad âletleri ve çalışma usûlleri eskiden beri mevcut id i; fakat eski grek astronomisinin en mühim temsilcisi olan Batlamyus 'ta bile ne kâfî derecede büyük âletlerin, ne kendisi île iş-birliği yapan ilim adamlarının ve ne de ra­ sadhâne olarak tavsif edebileceğimiz bir çalışma yerinin bulunduğu söylenemez. Ma’ mün zamanı rasadhânelerine gelince, ihtimam ile hazırlanmış âletler, özel bir çalışma yeri, muayyen bir fa­ aliyet programını tahakkuk ettirm ek için bir­ birleri ile iş-birliği yapan ilim adamlarından müteşekkil bir İlmî hey’et ve nihâyet ilme bü­ yük değer veren bir halîfe olan Ma'mûn ’un himâye ve yakın İlgisi gibi şartların hepsini bir arada bulmaktayız. A radaki fark bîr müessesenin doğuşu ve mevcûdiyeti bakımından büyük ehemmiyet taşır. A letlerin büyük ve amfimiyetle sabit oiuşu ölçülerin hassas ve dakik ol­ ması arzûsundan geliyordu. Bu bnsfisa, Şamm â siy a ’de yapılan bâzı rasadların tatmin edi­ ci olmadığına karar verilmesi üzerine, daha bü­ yük ehemmiyet verilmiştir. Diğer taraftan, ilim adamları zümreleri arasında iş-birliği yapılma­ sının da İslâm dünyâsında şâyân-ı kabul rasad­ lar ın itimâda değer kimseler tarafından ve gü­ venilir âletler ile yapılması şartına dayandığı görülmektedir. Ramazan başlangıç ve sonunun tesbitinde, ilk hilâlin müşahedesinde de sözüne güvenilir kimselerin seçilmesi şartı mevcut idi. Bunlara ilâve olarak, aralarında iş-birliği ya­ pan ilim adamlarının ihtisas dalları bakımından birbirlerini tamamlayan kimseler olduğu umfim iyeile bilinmektedir. İslâm dünyâsında ilimde dar ihtisaslaşmaya doğru bir temayülün mevcut olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan da dinî günlerin ve namaz vakitlerinin tâyininde, kıble yönünün tesbitinde ve astrolojiye karşı besle­ nen itimâda ilâve olarak, idârî hayatın tedvi­ rinde faydaları dolayısı ile, İslâm dünyâsında astronomiye büyük ehemmiyet verilmekte idi. Bütün bu hususlar rasadhânenin bir müesse­ se olarak İslâm dünyâsında gelişme imkânları bulmuş olmasının sebeplerini ortaya koymak­ tadır. Mamafih Ma’ mün zamanında kurulan bu ilk rasadhânelerin bir çok bakımdan henüz ge­ lişme devrinde olduğu kabfil edilmelidir. Bun­ ların çalışma programları sâdece güneş ve ay rasadlarıjıt ihtiva ediyordu- Bu rasadhânelerin



630



RASAD H AN E.



idâri bakımdan da pek teşkilâtlanmamış oldu* ğu, müdüre sahip olmadığı, mâlî husûskrın sis­ temli bir şekilde tedvir edilmediği anlaşılmak­ tadır. ŞammSsiya ve Kasiyün rasadhânelerinin hem zaman iki rasadhâne olmadığı ve ifâsiyün rasadhânesınin Şam m Ssiya'de elde edilen tec­ rübelere dayanılarak, orada başlanmış olan iş­ leri tamamlamak üzere kurulmuş bir müessese olduğu anlaşılıyor. Bu iki rasadhâneyi mahdut programlı oluşları bir dereceye kadar muvakkat rasad yerlerine yaklaştırmaktadır. Bu sebeple (X. ve X. asırlarda karşılaşılan muvakkat ra­ sad yerlerini ve bilhassa bunların içinde en mü­ himlerini rasadhânelerden ayırt etmek güçleş­ mektedir. İçlerinden bâzılarının rasadhâne ol­ ması muhtemel olan bu „m uvakkat" rasad yer­ lerinin en mühimlerinin misâlleri yukarıda zikr­ edilmiştir, Muvakkat rasad yerleri bâzan çok daha mütevâzî ölçüde olmak üzere ve umûmiyetle muhtelif şehirlerin coğrafî yerlerinin tesbiti maksadı ile kurutuyordu; çünkü bu bilgi gerek kıble yönünün tâyininde ve gerekse as­ trolojide tüzûmlu idi, Şaraf al-Davla rasad hane­ sinde bütün seyyâreierin rasadım İçine alan ve gelişmesi iki safhada idrâk edilmiş olan daha geniş bir faaliyet programı ile karşılaşıyoruz. Burada bâzı rasad programlarının, ay ile güneş­ ten başka, daha iki seyyare rasadlarını da ihtiva ettiği görülmektedir. A yrıca idâre teşkilâtı da genişlemiş bulunuyordu. Bu safhada rasadhânenin hukukî ve resmî bir nizâmnâmeye sâhip olmağa başladığını îmâ eden bâzı tafsilâta da burada işaret etmek gerekir. Bu rasadhâne kı­ sa ömürlü olmuştur. Burada çalışan astronomlar arasında Abü Saiıl al-Kûhi, Abu ’İ-Vafâ alBûzcâni ve A bü Hamid Ahmed al-Şağâni bu­ lunuyordu. Hem edan’da İbn S in a tarafından kurulan rasadhânede ölçü dakikliğini sağlamak için, mikrometreye benzer bir tertibin kulla­ nılmış olması ilgi çekicid ir; fakat bu rasadhânedeki faaliyetin pek mühim olmadığı anlaşılı­ yor. Bütün seyyâre rasadlarınm rasadhâne çalışma programına idbâli .rasadhânenin faâliyet müd­ detini uzatmak bakımından, bir merhale teş­ kil eder 1073 ( m.s.) yılında İsfahan 'da kurulan Melikşah rafladhânesinde çalışma programının 30 yıl sürmesi gerektiğine âit husûsî bir kayıt mevcuttur. Mamafih bu rasadhânenin de kuru­ cusu olan Melikşah 'ın ölümünden sonra faâliyetine devam ettiğini gösteren bir delîle sâhip değiliz. Melikşah rasadhânesınin kuruluşu ile bu hükümdar için yapılan celâli takvimi ara­ sında da bir münâsebet bulunduğu söylenebilir; çünkü kaynaklar bu rasadhânenin kuruluşunun celâli takviminin tesbîti ile aş.-yk. aynı tarihe rastladığım gösterm ekte ve her ikisini birlikte



zikretmektedirler. Bu müessesede şu ilim adam­ ları çalışm ıştır: 'Om ar Hayyâm, Abu ’l-Muzaf» far al-lsfizârt, Maymun b. N aeıb al-VSsi^I, Mulıammed b. Ahmed al-Ma'müri al-Bay kalfi, A bu V A b b â s al-Lavkarl. Melikşah rasadhâuesiuin, aynı zamanda Şaraf al-Davla rasadhânesi zamanından itibaren rasad faaliyetlerinde görü­ len bir yavaşlama devresinin de sona ermesi­ ni temsil ve ifâde e ttiği söylenebilir. Melikşah 'm bir Selçuklu hükümdarı oluşu ve Selçuklular ile birlikte İslâm dünyâsına uzak şark astrono­ misinden bâzı te’sirlerin girmiş olduğunun mü­ şahede edilmesi bu münâsebetle ilgiyi çeker. Bu te’sirler Selçuklu san’at eserlerinde rastlanan tutulma düzlemi burçlarının resimlerinde göze çarpmaktadır. a l-A fzal ile al-Ba^â'Hıi ’nin K a h ire'd e giriş­ tikleri rasadhâne kurma teşebbüsünde bir çok başarısızlıklara uğrandığı görülmektedir. Bu rasadhânenin bir resmî devlet müessesesi ni­ zâmına yaklaştığını gösteren hususların mevcûdiyeti de ayrıca kayda değer. 1259 yılında ku­ rulan M efâga rasadhânesi İslâm rasadhâneleri­ nin inkişâfında çok mühim bir merhaleyi temsil eder. Bu müessese, gerek teçhizatının zenginliği, gerek içinde çalışan ilim adamlarının sayısı ve seçkinliği bakımından, büyük ehemmiyet taşır. Çok zengin bir kütüphâne de ihtivâ eden bu müessesenin hiç olmazsa 45 y ıl faâliyet gösterdiği ve bu devrenin belki de 60 y ıl sür­ düğü görülmektedir. Böylece islim rasadhâncleri arasında en uzun Ömürlüsü M erâga rasad­ hânesi olmuştur. A yrıca M erâga rasadhânesinde mühim bir Öğretim faaliyetinin yer almış olduğunu gösteren sarib deliller de mevcuttur. Burası vakıf gelirlerinden, rasadbâneler arasın­ da, her hâlde, ilk defa olarak, faydalanmıştır. Merâga rasadhânesi meşhur astronom Naşir al-Din al-Tüsi 'nin idaresinde idi. Onun ölü­ münden sonra, yerine oğlu A ş ıl al-D ın rasad­ hâne müdürlüğüne seçildi. Bu rasadhânede çalışan adlan aşağıda yazılı 15 kadar ilim adamı hakkında bilgimiz v a rd ır: 'A ti b. ‘Omar ai-K azvin i, Mu’ayyad al-Din al-'U rzî, Fahr al-Din al-Ahlâki, Fahr al-D in al-M arSğı, Mu^yi 1-D in al-Mağribi, K u jb al-D in a !-Ş irâzi, Şams al-Din al-Şirvâni, Nacm al-D in D ab i ran aiK a zv in i, 'A b d al-Razzâlf b. al-Fü^i, Kam âl alD in al-İki. Nâşir al-Dın a l-T ü s ı’ nin oğlu Şadr al-Din, A s ır al-Din ai-A bharı, Husâm al-Din al-Şâmi, Şams al-Din b. Muhammed b. Mu’ay­ yad al-Din al-'U rzi veçinli astronom Fao-mun-jt. Merâga rasadhânesi faaliyet hâlinde iken, Ğ âzân Han tarafından T e b riz ’ de bir ikinci rasadhâne kurulmuş ise de, bu rasadhânedeki İlmî faâliyet ve buraya bağlı ilim adamlan hakkında elimizde bilgi yoktur. Y alnız bu ra-



R A SA D H Â N E.



631



sadhânenin de vakıf gelirlerinden faydalandığı­ daki en büyük gelişme safhasına erişmemiş nı ve husûsiyle astronomi öğretimi bakımından, bulunuyordu. İspanya ’da Kastilya ve Leon kı­ ehemmiyetli olduğunu bilmekteyiz. ralı Alfonso X. ’nun XIII. asırda rasadhâne Merâga ve Ğ âzân Han ra3adhâneleri zamanı kurma faaliyetine şâhit oluyoruz. Fakat bu faİslâm dünyaBi ile uzak şark arasında astronomi âliyet, esâs itibârı ile, daha fazla müslüman sahasındaki temasların bâriz bir şekilde arttığı İspanya an'anesinİn bir devâmı olarak kabûl bir devredir. Bu itibârla İslâm rasadhânelerinde- edilebilir. A yrıca bu faâliyetin İspanya sınırını ki gelişme bakımından şok mühim olan bu aşmadığı görülüyor. devrede her hangi bir uzak şark te’sîrinİn A vrupa ’daki rasadhâne kurma faâliyeti XVI. muhtemel rolü meselesi ilgi çekici bir soru asırda ehemmiyet kazanmakta ve bu yeni an olarak akla gelmektedir, ö y le görünüyor ki, ’anenin şark-islâm dünyâsından alınan te’sirleböyle bir te’sir, eğer hakîkaten mevcut ise, doğ- re dayandığı anlaşılmaktadır. X VI. aaırda A v­ rudan-doğruya bir müessese olarak rasadhâne rupa rasadhâne kurucuları arasında muhtemelen üzerindeki her hangi bir şekil verici husûsî başta Kopernikus’u saymak gerekir; fakat ay­ bîr te'sir mâhiyetini taşımaktan ziyâde, belki nı asrın ikinci yarısında Hessen landgrafı Wil­ astronomiye ve husûsiyle astrolojiye verilen helm IV. ’in Kassel ’deki rasad faâliyeti ve Tiho değer yolu ile bu müesseseye daha büyük Brahe nin husûsiyle Hveen adasında kurduğu ehemmiyet verilmesi, vakıf gibi bir müesseseden Uraniborg ve Stjerneborg rasadhâneleri Avrupa rasadhânenin faydalanması yoluna gidilmesi ve ’da rasadhâne kurma an’anesinİn yerleştiğini rasadhânenin daha uzun ömürlü olması yön­ sarih olarak göstermektedir. Bundan sonra lerinden dolayısı ile müsbet bir rol oynamak 1632 'de Leiden, 1637 'de Copenhag, 1669 ’da şeklinde tecellî etmiş olabilir. Paris ve 1675 't e Greenwich rasadhâneleri ku­ XV. asırda kurulmuş olan Semerkand rasad-rulmuş ve bunlar zaman-zaman genişletilip-gehânesi de istisnaî bir ehemmiyet taşır. Bilhassa Hştirilerek, zamanımıza kadar devam etmiştir. meridiyen âletinin azameti, 30 yıl kadar bir süre Teferruat n oktalan bir tarafa bırakılırsa, bu gösterdiği faaliyet, Uluğ Bey gibi bir bilgin XVI. ve XVII, asır A vrupa rasadhâneleri nin hükümdarın idaresinde bulunuşu ile ve muh­ İslâm rasadbâneleri ile gösterdikleri benzerlik­ temel olarak, Avrupa ‘ya geçen te ’sirleri ler şu şekilde hulâsa edilebilir: âletleri arasın­ bakımından, bu rasadhânenin İslâm rasadhâne- daki benzerlikler, ölçü dakikliği sağlama gay­ leri arasında mümtaz bir yeri vardır. Bu ra- reti, rasad yerinin sâbıt kalışında âlet eb’adımn sadhânede, Uluğ B ey'den başka, Giyâa al-Din büyüklüğünün rol oynaması, rasadhâne kurma­ K â şi, K âzi-zâda Rumi ve A li Kuşçı gibi, şöh­ nın çok masraflı olması dolayısı ile, bu müesretli astronomlar çalışmıştır. Bunun da resmî sesenın umumiyetle hükümdarların teşebbüsü bir devlet müessesi mâhiyetini taşımış olması İle mümkün oluşu, rasadhânenin başlıca faali­ muhtemeldir. yetinin güneş sistemi hareketlerinin tesbiti ve Nihâyet 1575 yılında Murad 111. ’ın yaptırdığı cedveller yapılması etrâfında toplanışı, rasad­ İstanbul rasadhânesine gelince, diğer büyük hâne kurulmasında faydacılık esâsının hâkim İslâm rasadbâneleri ayarında olan bu müesse- durumda bulunması, rasadhâneleritt kısa ömürsenin de bir devlet müessesesi nizâmına sâhip lülüklerinin hükümdarların ilgilerinin devamı, olduğu söylenebilir. Başında Talçi al-D in ’in bu müessesedeki faâliyetin ve gördüğü mâli bulunduğu bu rasadhâuede ayrıca 15 ilim ada­ desteğin mâhiyeti ve nihâyet âlet ve mâlzememının çalıştığı kaydedilmekte ise de, bunların lerinin bakım ve muhâfazasınm güçlüğü ile ye­ isimleri mechûldür. Murad 111, rasadhânesi ı$8ı ktadan ilgili oluşu. Buulardan başka, rasadhâ­ yılı sonunda veya 1582 yılı başında şeyhülis­ ne binâsı ve âletlerin yerleştirilme tarzı, yar­ dımcı ve munzam mesâi yerleri ve astrolojik lâmın müdâbelesİ ile yıktırılmıştır. Bu son misâller, rasadhânenin bilhassa türk- görüşlerindeki bâzı hususiyetler bakımından İslâm dünyâsında en büyük gelişmeyi idrâk da arada benzerlikler mevcuttur. Böyleee yeni A vrupa rasadhânesinin menşe’iettiğini göstermektedir. Gerçekten şark-islâm âlemine kıyasla, Magrib 'de ve İspanya 'da ra­ nin İslâm dünyâsının orta çağ sonu rasadhâsadhânenin nisbeten ikinci planda kaldığı ve nelerine gittiği ve aralarında tarihî bağlılık bu­ belki de Ma’ mün rasadhâneleri safhasından çok lunduğu görülmektedir. O hâlde İslâm rasaddaha ileri gitmediği söylenebilir. Bu nokta hâoeierimn rasadhâne tarihinde çok mühim bir büyük ehemmiyet taşır; çitnkÜ XII. asır boyun­ yeri olduğu açıkça meydana çıkmaktadır ; çün­ ca arapçadan latînceye yapılan tercümeler sı­ kü hakikî mânası ile bu müessese İslâm dün­ rasında Avrupa 'mn İslâm dünyâsından sür’atli yâsında doğmuş olduğu gibi, bilhassa şarkbir şekilde ilim ve kültür te’sirleri alması sıra­ islâm dünyâsında büyük gelişme safhalarını sında, henüz rasadhâne şark-islâm dünyâsın­ idrâk etmiş, bu gelişmiş şekli ile tiirk-islâm



63 *



RASADHÂNE -



RÂŞİD.



dünyâsından A v ru p a ’ya geçerek, yeni Avrupa 1704). İlmiye mesleği silsilesindeki tâbiri İle, rasadhânesinin meydana çıkmasına yol açmıştır. „İstanbul rüûsu üzerine devr-i medârise" baş­ B i b l i y o g r a f g a : Daha fazla tafsilât layan Mehemmed Râşid Efendi, 1119 1 İ 7 ° 7 ) ve bibliyografya için bk. A ydın Sayılı, The yılında, hareket-i hâriç rütbesi ile, Ambar G âzî Observatory in İslam ( Ankara, i960 ) ; ilâve medresesine, 1123 ( 1 7 1 1 ) ’ te iptidâ-i dâhil rüt­ besi ile, Halil Paşa medresesine geçti. bibliyografya olarak, bk. E. S. Kennedy, A Letter o f Jamshîd al-Kaski to H is Father Sadrâzam A li Paşa tarafından, 1126 yılı baş­ ( Orientalia, i960, XXIX, 191— 213) ; ayn. mil., larında ( 1714, ilk aylar) kendisine ayrıca vak’aThe Planetary Equatorium o f Jamshid Ghi- nüvislik vazifesi verilerek, Sultan Ahmed III. . yath al-Din al-Kashi (Princeton, 1960^; ayn. ’in cülusundan (5 rebiülevvei 1115«= 19 tem­ mil., A l-K a s k i's Treatise on astronomical muz 1703 ) itibâren vekayİi yazmağa başlaması observational Instruments (Journal o f Near emredildi. A yn ı yılın şâbanında, hareket-i dâhil Eastern Studies, 1961, XX, 98— 108); Joseph rütbesi ile, Hadım Haşan Paşa medresesine tâ­ Needham, Wang Ling ve Derek J. P rice,Hea­ yin edildi. 1127 (1715 ) Mora seferine, vak’anü­ venly Clockwork (C am bridge, i9 6 0 ); A . Sa­ vis olarak, iştirak etti ve dönüşte ( zilhicce = yılı, Kasiyûn rasadhânesi hakkında bâzı bil­ kânûn I. 1715), sadrâzamın telhisi üzerine, pâ­ giler ( V . Türk tarih kongresi tebliği, A n ­ dişâhın hatt-ı hümâyûnu ile mükâfâten sahn-ı kara, i960, s. * 5*— * 5 7 ); ay“ - mil., A Letter semândan birine tâyin edildi ( muharrem 1128 o f A l Kâshî on Ulugk Bey 's Scientific Cir­ = kânûn 1. — II. 1715/17160 ). Râşid Efendi, bir cle in Samarqand ( A ctes da IX e Congrès vak’ anüvis olarak, 1128 ( 1 7 1 6 ) 'deki Varadin International =24 şubat 1726) Râşid Efendi de bulun­ muş ve sadrâzam tarafından Eşref Han 'a gön­ derilecek mektûbu kaleme almıştır (b k . Küçük Çelebî-zâde, Tarih*, s. 346 v. d .). İsfahan ’a Efganlı Eşref Han ’a büyük elçi olarak Mehmed R âşid Efendi 'nin gönderilmem kararlaştırılınca, ona Mekke payesi ( 7 zilhicce 114 0 = 15 temuı ûz 1728) ve âdet üzere, rütbesi ,,seyfiye­ y e " çevrilerek, kendisine Rumeli beyler-beyliği payesi verildi (3 ağustos). 27 Muharrem 1141 (2 eylül 1728) günü İbrahim A ğ a çayırındaki konak yerinden hareket eden 300 kişilik sefa­ ret heyetinin ileri gelenleri arasında Râşid Pa­ şa ’nin kardeşi müderris Übeydullah Hâmid Efendi ite şâir Münif Efendi de bulunmakta idi ( bk. Münşaât, B ; M■Câvid Baysan, Müverrih Râşid Efendi ’nin Iran elçiliğine dâir, T M, IX, 1946— 1951, 145— 150). 3 şaban 1141 (4 mart 1 7 2 9 )’de İsfahan’a varan hey'et şaban ayının sonuna kadar bu şehirde vazifesini yerine getir­ di. Sefaret hey’etİ 1 ramazan ( 31 m a rt) günü İsfahan ’ dan hareket ederek, İstanbul ’a dön­ müştür. Elçilik vazifesinin hitâmında rütbesi tekrar İlmiyeye çevrilen Râşîd Efendi, kısa bir zaman sonra, 10 zilhicce 1141 ( 7 temmüz 1729 ) ’ de Zülâlî Haşan Efendi ’nin yerine, İstanbul kadısı tâyin edildi (bk. A . Refik, H icrî on ikinci asırda İstanbul hayatı ( 1100— 1200 ], İstanbul, 1930, s. 107 v. d., nr. 138, 108, nr. 139, 118, 119 v. b.). Râşid Efendi, be­ lirli müddetini tamamlayınca, 1 muharrem 1143 *7 ( temmuz ( 1730) 'te İstanbul kadılı­ ğından alındı. 1730 ihtilâli Râşid Efendi 'yi de nekbete uğ­ ratmaktan geri kalmadı. Devrilen iktidara mensûbiyeti olduğa ithâmı ile, rebiüiâhır ( teşrin 1.) ayında İstanköy adasına nefyedildi ise de, bir kaç gün içinde affedildi. Fakat 6 ay sonra, 21 şevvâl 1143 (29 nisan 1 7 3 1 )’te, Önce Bur­ sa 'ya, bir kaç gün sonra da Linini adasına sü­ rüldü. Ü ç yıllık sürgün hayatının son yılını Bursa 'da geçiren Râşid Efendi', 1146 (1733/ >734) 'da Üsküdar 'daki yalısında istirahat e t­ mesi şartı ile, affedildi. Hekim-oğlu A li Paşa ’i m sadrâzamtığı sırasında, Râşid Efendi vazi­ fesine dönmek imkânını bularak, Pîri-zâde Sa­ hi b Mehmed Efendi ’ den sonra, Anadolu ka­ zaskerliğine tâyin edildi (6 rebiülevvel 11475=6 ağustos 1734 ). Fakat bu vazifede iken, 18 sa­ fer 1 148 (10 temmûz I 7 3 5 ) ’de vefat etmiş­ tir. Râşîd Efendi ’nin nâşt İstanbul 'da Zincirli-Kuyu ’da oğlu İbrahim Edhem Efendi ’nîn ko­ nağı civârındaki, kaynatası İdris Efendi 'nin hazfresine ( Kara-Gümrük caddesinde) ve onun kabri yakınm a defnedilmişim,



633



T ezkire sâhİbi Râmiz, onun şiir ve inşâdaki kudretini öğdükten sonra, halim, seüm, müşfik ve nâzik bir insan olduğunu söylüyor. Tâlik yazıyı güzel yazan, iyi bir münşi olduğu kabûl edilen Râşid Efendi zamanında beğenilen şiir­ ler de yazm ıştır; hattâ XVHL asrın önde gelen şâirleri arasında sayılır. Sâİb ’in te’şirindeki Nâb î mektebi müntesibi otan Râşid Efendi ’nin şair­ liği daha kuvvetli ise de, devrine göre, sâdedil ile yazdığı tarihi ile daha fazla tanınmış­ tır. ( bk. M. F. Köprülü, Eski şâirlerim iz. Divân edebiyatı antolojisi, İstanbul, 1931, s. 451 v.d.). Râşid E fen d i’ nin eserleri şunlardır: 1. Sihhat-âb&d ( veya Sihhat-nâme ), geçirdiği ağır bir hastalıktan kurtulması üzerine, Sultan Ahmed IlI.’e sunulmuş bir mesnevi olup, aş.-yk. 1.500 beyittir. Basılmamış olan bu eserin yazmaları için bk. İstanbul üniv. kütüp., nr. T Y . 2891, var. 136b— 186b ve Topkapısarayı müzesi kü­ tüp., Revan köşkü, nr. 826 ( bk. F. E. Karatay, Topkapısarayı müzesi kütüp. türkçe yazmalar kataloğa, İstanbul, 1961, II, 260, nr. 2684). 2. Divân. Esâs itibârı ile kaside (2 7 adet}, gazel (260 ’tan fa z la ), tarih manzûmesi (40 'tan fa z la ) ve rubâîden (20 k a d a r) mürekkep olan Divân ’da sayıları az olan diğer nazım şekilleri yanında, manzûm olarak, birer arz-ı hâl ile takriz de bulunmaktadır. Divân ’1 basılmamıştır. Başlıca yazmaları şunlardır; İst. üniv, kütüp,, nr. T Y . 414, 620, 2831; Topkapısarayı müzesi kütüp., için bk. F. E. Karatay, ayn. esr.. II, 186 v. d., nr. 2508— 2510; bk. bir de K , V . Zettersteen, D ie Arab., Pers. and Türk. Handschriften der Universitätsbibliothek zu Uppsala ( Uppsala, 1935 ), II, 75 v. d .). 3. Münşaât. Râşid Efendi 'nin bütün mektup­ larını toplayan bir külliyat mevcut değildir. Şimdilik ayrı zamanlara âit şu iki mecmua bilinmektedir : A . Büyük kısmı Raşid Efendi 'nin Haleb kadılığı sırasında İstanbul 'a veya kadı­ lığına bağlı naiplere yazdığı 60 mektuptan ibâret bîr mecmua, bk. F. E. Karatay, ayn. esr., 1, 433 v. d„ nr. 1301; B. İran elçiliği sırasında yazdığı mektupları ihtiva eden diğer bir mec­ mua için bk. M. C âvid Baysun, ayn. esr 4. F e t i h - n â m e l e r . Râşid Efendi, 1127 ( 17x5 ) Mora zaferi üzerine kaleme aldığı 50 'ye yakın fetih-nâmenin komşu ülkelere gönderil­ diğini bildirmektedir (bk. Tarih2, IV, 170). Bunlardan iki tânesi tes’o it edilebilmiştir (bk. İstanbul kitaplıkları tarih coğrafya yazmaları kataloglan, İstanbul, 1944, s. 239, nr, 132 ve K . V . Zettersteen, ayn. esr., nr. 705, Münşaât-ı Sâmi Efendi içinde). 5. V a k f i y e l e r Râşİd Efendi ’nin şu üç vakfiyeyi kaleme aldığı bilinmektedir (krş. 7 arih2, V, 4 52 ): «, Sultan Ahmed III. kütüphâ-



^34



RÂŞlD -



RÂŞİD Bl’LLÂH.



nesi va k fiy esi; b. Nevşehirli İbrahim Paşa ’aıo lebî-zâde. Tarih ( İstanbul, 1282), s. 5 v.dd., şehzâdebaşı imâr et i vakfiyesi; c. yine aynı zâ­ 348, 353 v. d., 424, 589 v. d , 615 v. d ; Şeyhî, tın Nevşehir imareti vakfiyesi { bk. M. M. A k ­ yakayı' a l-fu ia la , II ( İstanbul ünîv. kütüp., tepe, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ’¡/a âit iki nr. T Y . 3216, var. 204), III (ayn. kütüp., nr. v a kfiy e. Tarih dergisi, 1960, XI, 149— 160). *535» 386b, 290b, 297b }; Sâmî-Şâkir-Subhî, Ta­ 6. Tarih ( veya Vekayîn&me }. Râşid Efendi rih (İstanbul), 13*, 228, 57», 616, 668; Râmiz, ’nin resmî bir vak’anüvis (1 12 6 — 1135— 1714 — Tezkire (İst. üniv. kütüp,, nr. T Y . 9 1 ) ; Müsta1723 ) olarak kaleme aldığı bu eser, Naîmâ ta­ kîm-zâde, Tuhfa-i haffâfîn (a şr. İbnülemin rihinin devâmı mâhiyetinde olup, 1071 — 1134 Mahmud K e m â l), İstanbul, 1928, 8. 683, 719 ; {16Ğ0— 1722) yılları vekayüni, tarih sırası İle, Cemâleddin, Â yîn e-i zurefâ (İstanbul, *3*4), tesbit etmiştir. Esere önce 1115 yılından baş­ s. 44 v. d.; Fatin, Ijfâtimat âl-aş'âr (İstanbul, lanmış, sonra 1071— 1115 vukuatı da alınmıştır. 1271), s. m v.d.; A tâ, Tarih (İstanbul, 1293), fil, 38 v .d .; Mehmed Şem'î, ilaveli Aşm âr Onun Haleb kadılığına tâyini üzerine, eserin 1134 zilkadesinde kalması üzerine, yerine ge­ al-tavârıh (İstanbul, 1295), s. 185; Bağdadlı len vak'anüvis Küçük Çelebî-zâde İsmail Âsim İsmail Paşa, Hadiyat a l-a rifin ( İstanbul, Efendi (tâyin i 28 ramazan 1135 = 2 temmûz *955), II. 32i ; E. J. W. Gibb, A History o f temmûz 1723) kaldığı yerden devam etmiştir. Ottoman Poetry (London, 1904), III, 3295 (London, 1905\ IV, 12, 58,66 v .d ., 75,135, Tâyin tarihinden önceki 55 yıllık vukuatı da ihtivâ eden Râşid tarihinin kaynaklarını şöyie143 ; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanh m üellif­ ce hulâsa etmek müm kündür: 1. bizzat gördük­ leri ( İstanbul, 1342), III, 55 v. dd., Mehmed Süleri ve duydukları, 2. resmî vesikalar, 3. vereyyâ, Sicill-i osmânî ( İstanbul, 13 11 ), H, 351; kaytnâmeler ve benzeri eserler. Bu sonuncular IV, 4 11; Fr. Babinger, G O W , s. 268 v.dd.; aya. arasında Fındıklık Silâhdar Mehmed A ğa, Zeyl mil.. E l, mad. R â ş id ; Hammer-Purgstall, Ge­ -i fezleke ve Nusret-nâme ( O . F. Köprülü, Râ­ schichte der osmanischen Dichtkunst ( Pestb, şid tarihinin kaynaklarından biri-. Silâhdar 1838), IV, 237 v. d., M. M. A ktepe, Vak’anü­ ‘m Nüsretnâmesi, Belleten, 1947, XI, 43, 473— vis R âşid E fendi ’nin E ş r e f Şah nezdindeki 487 >’si Kara Mehmed Paşa ’nm Viyana (1076) elfiliğ i ve buna tekaddüm eden siyâsi mu­ Yirm i-Sekİz Çelebî Mehmed Efendi ’nin Paris habereler ( TM, 1955, XII, 155— 178); M, Ö zer{1133 ) ve Dürrî Ahmed Efendi ’nin İran ( 1 134) gin-H. İpekten, Sultan A hm ed 111. devri hâ­ sefaret-nâmeleri zikredilmelidir (bk. Fr.Taeschdiselerine âit tarih manzûmeleri ( Tarih der­ ner, Osmanlılarda coğrafya, TM, 1926, II, gisi, 1958, IX. 133— 150; 1959» X/*4, 125 — 1 46) ; A lı Kemâl, R âşid müverrih mi, şâir 310, not v. d .; Babinger, G O W , 323 v. d., m il (İstanbul, 1334); Ahmed Refik, Alim ler nr. 299; F. R. Unat, Tarih vesikaları dergisi, 194 I/ ı, 67 v. d.). Bunlardan başka Naîmâ Ta­ ve san’ atkârlar ( 900 — 1200 ) ( İstanbul, 1924), rih ’inin müsvedde hâlinde kalan kısımları ile s. 302— 328; ayn, mil., Dâmad İbrahim Paşa bk. Tayyar-zâde Ahmed A tâ , Tarih, İstanbul, zamanında Ürgüp ve N evşehir ( TTEM , 1340, XIV/3, sayı 80, s. 156 v . d . ); 1. H. Uzunçar1293, III, 39; krş. M. M. A ktepe, Naîmâ tari­ kinin yazma nüshaları hakkında ( Tarih der­ şılı. Değerli Türk âlim i ve g ü zel san’atlar gisi. 1949, I/ ı, 40, not i t ) ve Sarı Mehmed ûstâdı Abdaibâki A r if E fen di (Belleten, 1958, Paşa ’nin Zubdat af-oa^âı/i3oild; 1282, 5 cild. Tarih ’in yazmaları tarşid [ b. bk. ] o zaman henüz 12 yaşında olan için bk. Istanbul kütüphâneleri Tarih-coğraf- A bu Ca'far al-Manşür 'u veliaht İlân etti ve 529 y a . . . katoloğu, 233— 239, nr. 131; F. E. Ka- zilkadesinde (ağustos— eylül 1135) al-Manşür, ratay, ayn. esr., 1,283— 287; Babİnger, G O W , al-Râşid B i’llâh unvanı ile, halîfe oldu. Selçuklu 269; K. V. Zetterstâen, ayn. esr., II, 45 v.d. ve sultanı Mas'üd b. Muhammed [ b. bk. ] az sonra, 1st. Üniv. kütüp., nr. T Y . 3973, 6023, 6024,6025, kendisinden 400.000 dinar isteyince, al-Râşid, 599o vdd., 5987 v. dd. ( son iki nüsha Sultan parası olmadığı bahânest ile, bu isteği redd­ Ahmed III. ’e takdim edilm iştir). etti. O zaman Mas'üd ’un elçisi sarayda bir B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ teftiş yapmak ve parayı zorla almak isted i; fa­ lerden ve kendi eserlerinden başka, bk. İsmail kat halîfe buna muhalefet e t t i ; kuvvetleri püs­ Beliğ, Nuhbat al- 3§ar ( İstanbul, üniv. kü- kürtülen sultanın sarayı yağma edildi. Bundan tÜp., nr. T Y , 1182, müellif h a ttı); S ilim , Tez­ başka bir çok emirler sultana itâatı reddetti­ kire (İstanbul, 1315), s. 260— 263 ; K üçük Çe- ler. Yeğeni Dâvüd b. Ma^müd Azerbaycan 'dan



RÂŞİD Bl’LLÂH Bagdad üzerine ilerüemeğe başladı ve $30 saferi başında (teşrin İL 1 1 3 5 )buraya geldi. Bu sıra* da halifenin tarafdarlarınm sayısı artmış idi. Diğerleri arasında Musul atabeyi 'İmâd al-Dİn Zengi •[ b. bk. J onunla aynı maksad uğruna çalışıyordu ve Bagdad ’da Dâvüd sultan ilân edil­ di. Bu hâdiselerin duyulması üzerine, Mas'üd savaşa hazırlandı ve Bagdad üzerine yürüyerek, Şehri muhasara etti ; fakat burayı zaptetmeğe muvaffak olamadı. Böyleee aş.-yk. 50 gün son­ ra, Hamadân [ b. bk, ] ’a gitmek üzere, Nahra» vân [b. bk. ] ’a çekildi; fakat o zaman V 3si$ valisi Toruniay meydana çıkıp, sultanın em­ rine yeter mıkdarda gemi verdi; sultan bu­ nunla Dicle 'yi geçip, nehrin sol sahilini işgâl edebildi. Bu vak’a müttefiklerin ayrılması neti­ cesini doğurdu. Dâvüd A zerbaycan ’a ve Zengi, haüfe ile birlikte, Musul 'a gitti ; Mas'üd bu sırada, 530 zilkadesinin ortasında (ağustos 1136) halîfenin şehirlerine giriyordu. Mas'üd burada yağma ve başka her türlü şiddet hareketlerini men' ve böyleee asayişi ve nizâmı yeniden te-’ sis etti. O zaman kadı ve fakîhlerden müteşek­ kil bir hey'et topladı; bu hey’et firârî halîfenin hilâfete lâyık olmadığını ilan etti. Başka şika­ y et sebepleri arasında, halîfenin sultana verdi­ ği ahde ihânet etmesi tenkit ediliyordu; filha­ kika gâlibâ kendisine karşı astâ silaha sarıl­ mayacağım ve pâyitahtı aslâ terketmiyeceğini M as'üd'a resmen va’detmiş idi; bundan başka kendisinin başka kusurları da gösteriliyordu. Am cası A bu ' A bd Allah Muhammed at-Muljtafi b. al-Mustazhir [ b. bk. ] onun yerine amir almu m inin ilan olundu. al-R işid Musul 'da uzan zaman kalmadı; A zerbaycan 'a gidip, Dâvüd ile birleşti. Mas'üd 'dan memnun olmayan diğer emirler, al-Râşid 'i yeniden tabta çıkarmak için, onunla itti­ fak ettiler; bununla berâber, el-Râşid askeri hareketlere iştirâk etmedi ( geri katan hâdise­ ler için bk. mad. M A S 'üD ). 25 v e y a 26 rama­ zan 332 (6 veya 7 haziran 1 1 3 8 )’de, henüz iyileşmemiş olduğu bir h a s t a lık t a n mustarip olan al-Râşid, Isfahan civarında katledildi, B i b l i g o g r a f ya : îbn al-A şir, al-Kâmil ( nşr. Tornberg ), X, 377, 394; XI, 17, 23 v. dd.; 36— 30, 39 y. dd.; Abu 'I-Fidâ', Tarik ( nşr. Reiske ), III, 4Ğ3 v. dd.; İbn Haldun, al-¡bar, III, 510 v. dd.; İbn al-Tık^aka,al-Fahri (nşr. Derenbourg ), s. 411 v. d., 415 v. d.; Houtsma, Recueil de textes relatifs à T histoire des Seldjoucides, II, 178— 185 ; W eil, Geschickte d. C h a lifen , III, *56— 260; G. le Strange, Bagh­ dad during the Abbasid Caliphate, bk. fihrist. ( K . V. Z e t t e r s t é e n .) R Â ŞİD -O d-D İN S IN A N . RÂ ŞİD a l-D ÎN StN Ä N (?— 1195} yahut bizzat ismâilîierin [ b, hfc.]



RÂŞİD-Od-DİN SİNAN.



635



umûmiyetie dedikleri gibi, Sınân Râşid al-Dı'n XII. asrın ikinci yarısında Suriye ’de i s m â i İ l­ l e r i n m e ş k û r r e i s i olup, geniş halk küt­ lesi arasında Şayh a!-Cabâl („d a ğ şeyh i") adı ile daha çok tanınır. Tam adı Abu ’1-Hasan Si­ nan b. Sulaymân b. Muljammed 'dir. Basra ya­ kınında ( ‘A ljr al-Sudan ( bu yer adı için bk. Yâijüt, M açam ) ’de doğmuş, ismâiiî akidelerini burada kabûl ettikten sonra, ismâilîierin esâs merkezi olan Alam ut ’a gitmiş ve burada yetiş­ tirilmiştir ], 558 { 1163) ’de Alam ut ’tâki tmâm Haşan tarafından, Suriye 'deki İsmâiiî ( n izâ ri) cemâatine reis tâyin e d ild i; 589 ramazanında (eylül 1193}, Maşyâf 'ta çok ilerilemiş bir yaşta ölünceye kadar, bu mevkii muhâfaza etmiştir. Bir taraftan müslüman ehl-i sünnet hükümdar­ larına, bilhassa Şalâh ai-Din [b . b k.]'e, diğer taraftan da Haçlılara karşı halkını muvaffaki­ yetle müdâfaa ederek, zamanının Suriye ve Mı­ sır siyâsetinde son derece mühim bir rol oy­ nadı, Komşularının esâs itibârı ile devamlı düş­ manca tavırlarına rağmen, küçük cemâatinin hâlâ ( H am a'ya yakın kasabalarda) mevcut ol­ ması vâkıası onun kurduğu sağlam temeller ile İzah olunabilir. Bu devrin hâdiselerini kaydeden bütün tarihçilerin eserlerinde onun hakkında bilgiler bulunabilir [ asıl mühim kaynaklar hak­ kında bk. bibligografga ] , fak at en teferruatlı malumat Stanislas Guyard ( Un grand maître des Assassins au temps de Saladin. J A , 1877, s. 324— 489) tarafından verilmiştir. Bu müellif, ihtimâl Sinân 'm bir muasırı tarafından yazıl­ mış olan ve ona âit Manâlçib ’1, yâni şifahî an’anelere dayanan türlü rivayetleri ihtiva eden mevsuk bir ismâiiî eserinin, F aşl 'ın, arapça as­ lının metnini vermektedir. Bu metnin yanında bir fransızoa tercüme ile Sinân ve umûmiyetie İsmâiiî fırkasına taallûk eden tarihî mâiûmâtı teferruatlı bir şeklide gözden geçiren ve hâlâ oldukça kıymetli olan bir giriş bulunmaktadır. Faşl bugün Suriye ismâilîlerînce meçhul gibi görünmektedir ; bunlar gâlibâ mevsuk ve ce­ mâatlerinin itimâdına değer tarih kitaplarına sâhip değildirler. İsmâiiî müellif ‘A bd Allah b. ai-Murtazâ al-Havâbi ’nin 30 yıl kadar önee neşredilmiş olan al-Falak al-davvâr f i samü’ al-a'immat al-afhar (Haleb, 1 3 5 2 = 1 9 3 3 ) adlı eseri, bu gibi mahallî hiç bir an’aneyi aksettir­ mez ve Sinân ile alâkalı olarak verilen bilgi­ ler, tamâmiyie İbn al-A şir, Abu ’1-Fidâ’ v.b. gibi, çok tanınmış olan müelliflerin tarihlerine istinat etmektedir. S in a n ’dan bahseden tarihler, esâs olarak, onun siyâsî rakiplerini katil yolu ile ortadan kaldırmak için, bir âlet olarak kullandığı fedâî ( f id â 'i} teşkilâtından bahseder, Hiç şüphe yok­ tur ki, bu hikâyelerde bîr parça hakîkat mev­



636



RAŞÎD-Od -DİN. SİNAN -



cuttur; fakat bunların kendisine ve aynı zaman­ da teşkilâtına aslâ mes’ûi olmadıkları bir çok işler isnât eden sokak uydurmaları ile kuvvet­ le mübâlegalandırıldığı bedihtdir. Bir çok ta ­ rihçiler kendisinin fırkanın en yüksek ve insan­ üstü bir reis gibi telakki edildiğini naklederler. Maalesef farsça mevsuk ve itimâda şâyân hiç bir ismâılî eserde ondan bahsedilmez ve fırka mertebeler silsilesinde onun hakikî yerinin ne olduğunu tahkik etmek güçtür. Onun imâm ’dan sonra en yüksek mertebeyi, yâni huccat merte­ besini işgal etmiş olması pek muhtemeldir; bu da, İslah edilmiş olan N izâri akidesine göre, oldukça büyük tabiat üstü kuvvetlerin bu­ lunmasını icâp ettirir. Ne olursa-olsun, onun kendisinin bir „im âm" olduğunu iddia etmedi­ ğine veya böyle telakki edilmediğine inanmak için, bunlar kâfî bir sebep teşkil e tm e z; bu­ nunla berâber, Nâşir-i Husrav ve Haşan b. alŞabbâij gibi mühim diğer ismâilîler için ol­ duğu gibi, halk an’anesi onlara bizzat ‘A li ’den gelen asîl bîr menşe tanımıştır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde verilmiş­ tir. [S in a n hakkında en geniş ve mevsuk kaynak İbn aî-‘ A dim [ b. b k .]’in Buğyat alfalab f i tarih al-hlalab 'i olabilirdi. Fakat bu­ nun Râşid al-Din Sin an 'ın hâl tercümesine â it kısmı, diğer bir çokları gibi, kaybolmuş­ tur. Bununla berâber ihtimâl bu parça alY ü n in i ’ nin zeylinde, olduğu gibi muhafa­ za edilmiştir. Sinan hakkındaki bu mühim parça, açıklamalar ile birlikte, B. Lewis ta­ rafından neşredilm iştir: Three Biographies from Kamât al-Dın {Fuad Köprülü arma­ ğanı, İstanbul, 1953, s- 3*7 v. dd., metin için bk. 336— 34+)](V . İVAttOV.) [ Bu makale A . A t e ş tarafından kısmen ik­ mâl edilmiştir ]. R A T A N . ¿Â B Â , H a c c I, A b u ’ L -R Iİ â , Hi n ­ d i s t a n l ı ve son d e r e c e u z un ö m ü r l ü b i r v e l î ; hemen-hemen hütün İslâm memle­ ketlerinde meşhûr olup. Kamus ( Kahire, 1330, IV, 2 2 6 )’ta ismi Ratan b. Kirbâl b. Ratan alBatrandi ( farklı şekilleri için, bk Işâba, Kalküte, 1, 1087; Lisân al-mizân, II, 430 v. dd.) olarak zikredilmiştir. Nisbesi {Lisân al-mizân ve Tâc al-'arâs, IX , 212 ‘de al-Bitrandi şek­ linde harekelenmiştir), al-Zabidi 'ye göre, Hin­ distan 'da al-Bitranda şehrinin adından gelmek­ tedir ki, Â ’ in-İ A k b a ri (n şr. Sayyid Ahmed Han, II, 2o7= Jarrett, III, 360 ) ’den öğrendi­ ğim iz vecihle, Ratan burada doğmuş ve ölmüş­ tür. Buraya bugün Bhatinda denilmektedir ve burası 30' 13'^imâl arzı, 75° şark tülünde bu­ lunmakta o k v , vaktiyle Patiâta devletinin Govindgarh ( Anâhadgarh nizam lığında) tahşll ’inin merkezi idi. Bu şehir demiryollarının



RATAN.



mühim bir kavşak noktası olup, eski adı muh­ temelen Tabarhind (bk, Punjab States Gaeetteers, XVIII, A ; Phulkian States, Lâhûr, 1909, s. 188 v. dd.) idi. Bu şehre 3 mil mesafede, Hâcei Ratan denilen mevkîde velînin „her tarafı duvar ile çevrili bir câmî ve revak ile büyük bir binâdan ibâret ( ayn, esr., s . . 80) türbesi bulunmaktadır. XII. ( XVIII.) asırda ( Tâc. al'arâs, göst. yer.) da mühim bir ziyâretgâh olan türbe şîmdi bilhassa müslümanlar tarafından ziyaret edilmekte İse de, hindûlar da, husûsiyle 7 — 10 zilhicce tarihleri arasına rastlayan Hacci 'urs (senelik panayır ) ’unda sık-sık uğrar­ lar ve çok sayıda sâdhn ’lar gelir. Beş asra yakın bir zamandan beri türbenin muhafazası cedleri, Oudh 'tâki Makanpur ’dan gelen Şah Çând olan M adlri fakirlerine bırakılmıştır. Bu gaddinaşln 'ler saçlarını uzatırlar ve evlenmezler. H âcci Ratan kimdir ? Onun hakkında bir yazılı islim rivâyeti ile aynı zamanda hem İslâmî, hem de hindû yerli efsâneler vardır ki, bu soruya cevap bulmağa çalışmadan Önce, bunların tetkiki, muvafık olur. . Doğduğu şehirde kendisini ziyâret eden ve İslâm âlemmin muhtelif kısımlarından gelen bir çok zâtın mevcut ifâdeleri ele alınırsa, gâlibâ VII. (XIII.) asırda Bhatinda’da Ratan adlı bir şahıs yaşamakta idi ki, bu şahıs hakkında „bu zâtın uzun bir ömre sâhip olduğu, Peygam­ bere mülâki olup, Hendek ( h. 6. yılda Medine ’nin muhasarası) muharebesinde onun yanında bulunduğu, Peygamberin kendisine uzun ömür dilediği, Fâtıma 'nin ‘A li ile evlenmesinde hâzır olduğu ve hadîs rivayet ettiği söylenmektedir" {Tâc al-arjâs, göst. yer.). Bu rivâyetlerin bîr kısmında Ratan ’ın hayat tarzı, şahsı v.b. hakkında aşağıdaki tafsilât bu­ lunmaktadır. Onunla konuşan horasanlı bir tacir, kendisinin fn fa l ağacının ( pipul [ Ficus religiosa ] ? — zîra F ü fa l veya Areca Catechu siyâka uymamaktadır ) altında yaşadığını, diş­ lerinin bir yılanın dişi kadar sivri olduğunu, kıl­ ları hemen-hemen beyaz olan sakalının dikene benzediğini, yanakları üzerine kadar inen kaş­ larının kanca ile yukarı kaldırıldığını, aslâ ev­ lenmediğini iddia ettiğini ve oturduğu zaman işgâl ettiği yerin üç z ir i [ b. bk.) olduğunu söy­ lüyordu ( al-Canadi ’den naklen, Işâba, I, 1099 ). Aynı memleketten olan başka bir tâcir onu şehrin dışında büyük bir ağacın dalına asılmış ve bir makara İte hareket ettirilen, pamukla dol­ durulmuş geniş bir sepet içinde küçük bir kuş gibi yerleşmiş buldu. Ratan farsça konuşuyor ve sesi bir arının vızıltısına benziyordu. Bu tâcir büyük bir köyün bütün halkının onun çocukları veya torunları olduğunu nakletmiştir {Işâba, I, 1094; al-Vadâ‘ I [Sim. ■726=1326 j;



RATAN. 'nin Tazkira 'sinden naklen Şalah al-Şafadi, Tazkira ve oradan da Lisân at-mizân, I W 5 2 ; bk. Brockelmann, G A L , H, 9; Suppl., II, s ; Kâtib Çelebî, IIj *64). Hiç evlenmediğini ifâde eden birinci rivâyetin aksine, İkincisi ona bir çok çocuklar atfetmektedir ve tbn Hacar, fiilen Ratan 'dan hadîs nakledenler sırasına Mahmüd ve ‘A bd A llah adında iki oğlunu da idhâl et­ mektedir. Bu rivayetlerden bazıları, onu önce hıristi­ yanlığı ve sonra da İslâmiyet! lcabûl etmiş gösterirler ( Işâba, I, 1097 v. d.). ö lü m tarihi birikirinden farklı olarak veril­ m ektedir: 596, 608, 61 a, 632 [îşaba ), 700 ve 709 ( A 'in -i Âkbari ve Favât a l-v afayât). Ratan 'in bizzat Peygamberin kendisinden naklettiği ve al-Rataniyât (k rş. Tâc al-araş, ¿resi, yer.) denilen sözleri bir mecmuada top­ lanmıştır ki, bunun 300 hadîs ihtiva eden 710 { h. ) tarihli bir nüshası İbn Hacar tarafından görülmüştür. Bu hadîsler, Abu 1-Fath Müs5 b. Muealli al-Şüfi tarafından, Ratan 'dan nakle­ dilmiştir. Zahabi, bunları ya R atan ’m uydur­ muş veya Müsâ ’ya, kendi çıkarı için, Ratan menkıbesini imâl eden biri tarafından nakle­ dilmiş olması şüphesini izhâr etm iştir ( îşâba, I, 1090). Müsâ 'nmkinden başka, daha eski bir kırk hadîs mecmuası, T âc al-Din Muhammed b. Ahmed al-Horasâni tarafından, vücûda ge­ tirilm iştir. Takriben *7 'si îşâba 'de zikredilmiş olan bu hadîslerin bir kısmı, Leiden, Berlin ve Luknov yazmalarında muhafaza edilmiş olup, şiî (veya belki daha doğrusu a lev î) ve sûfî temayülleri taşım aktadır ( Journal o f the Panjab Historical Society, II, 112). al-Firüzâbâd i bunları Ratan *ın arkadaşlarının ağzın­ dan duymuştur ( Kâm âs, göst. yer. ). Ratan 'm iddiaları VII. ( XIII.) asırda müslümanların son derecede dikkatlerini çekti ve müteâkip asırlarda müsiüman muhitlerinde bir yığın muhtelif fikir ortaya çıkardı. Bunlar onun id­ diasının, yâni Peygamberin sahabesinden biri olduğuna dâir iddiasının lehinde veya aleyhinde olduklarını ifâde eden başlıca bir kaç şahsiyet ile ilgili bir sıraya göre, zikredilecektir. Lehte olanlar s ı . Ş a y h R a z i a 1-D i n 'A li1 L âlâ a l-ö a zn a vi ( ölm. 642= 1244) olup, Hin­ distan 'da Ratan'ın sohbetinde bulunmuş ve on­ dan Peygamberin, nakletmek üzere, kendisine emânet ettiği bir tarağı almış idi. 2. R u k n a l ­ D I n 'A la ' al-Davla al-Simnâni ( ölm. 736= 1336) olup, zikri geçen tarak ve aynı zamanda ‘ AH L âlâ tarafından Ratan 'dan alınmış olan bir hirka onun eline geçmiştir. Rukn al-Din bir yazısında bu tarak ve hırkanın kendisine veril­ diğini te’y it etmektedir ( bk. Nafahât al-uns, K alküte, 1858, s. $0, bu parça hakkında L â r i



'nin haşiyesi ile ). 3. ' A b d a İ-G a f f â r b. Nüh al-Küşi (ölm. 708«= 1309) olup. Kitab al-valiid f î sulak ahi al-tavhid (bu eser hakkında bk. K âtib Çelebî, İstanbul, 1943, IV, 432, 2. tab., s. 2003; krş. Brockelmann, G A L , II, 1 1 7; SuppL, II, 145*, bk. îşâba, 1. 1096 ) ’in müellifidir. 4. a l - C a n a d l (ölm. 732 = 1332), Târih alYam an’in müelllifi, krş. Brockelmann, 11, 184, SuppL, II, 236 ( îşâba, I, 1096 v. d.). 5. Ş a ­ l a Ş a 1-D i n al-Şafadi ( ölm. 764= 1363), yk. bk. 6. Ş a m s a 1-D i n M u Ş a m m e d b. İb­ rahim al-C azari (ölm. 739 — 1338/1339 ),//aoâdiş al-zamân va-anbâ'ihî ( bk. Sarkis, Mu'eam al-matbâ‘ât, stn. 696) ’nin müellifi de gâlibâ bu listeye ilâve edilmelidir. 7. Hv S c a M u Ş a mm e d P â r s â ( ölm. 8 2 2 = 14 19), bk. Â 'în -i A kbarl, II, 20? ( = J a rre t, III, 360). 8. N û r A l l a h Ş S s t a r i (1010 ’a d o ğ ru ) Ratan 'ın iddiasına sünnî muhalefetin hakîkî sebepleri olarak, a. Ratan şiî olduğu için, hadîslerinin bir çoğu ahi al-bayt ve tarafdarlannın medhine âit idi ve b. doğrudan-doğruya Peygamberden hadîsler nakl­ edebilecek şafyâbi tarafından gölgede bırakılan muasır ulemânın kıskançlığını [Macâlis al-mu’minin, Tahran, 1299,8.309) ileri_ sürmektedir. Aleyhte olan lar: 1. al-Z a h a b i (673— 748= 1274— 1348), Tacrld ( îşâba, I, 10 87'de zikr­ edilmiş ), Mizan al-i'tidâl (I, 336) ve Muştabih (s . 215) adlı eserlerinde R a ta n ’a şiddetle hücûm etmiştir. A yn ı mevzua dâir aynı zamanda Kasr vaşan Ratan [îşâba, I, 1088 v.d.) unvanlı bir eser de yazmıştır. Bu risâlede müellif, Ra­ tan ‘m Peygamberin sahabesinden biri olduğa iddiasını yalnız Muhammed ( al-M untazar) b. al-Hasan ( on ikinci imam ) ’ m yaşadığına ve 'A li 'nin zuhûr edeceğine inananların kabûl ede­ bildiklerini îmâ etmiştir ( bk. Işâba, 1,10 9 1 ; krş. Lisân a l-M h â n , II, 452). 2. 'A 1 a m a l - D i n al-Birzâli al-Şâfi'i ( ölm. 739 = 1339; bk, Fa­ vât al-vafayât, I, 163 ). 3. B u r h a n a 1-D i n ibn Cam â'a ( ölm. 790 = 1388; bk, Brocketmann, II, 112; SuppL, II, 138; îşâba, I, ı ı o i 'de zikredilm iş). 4. M a c d a 1-D i n ai-Firüzâbâdi, 785— 790 (b.) 'a doğru Hindistan 'da bu­ lunuyordu ve Bhatinda 'yi ziyaret etmiş idi ( Kâm âs, göst. yer. ; krş. bir de îşaba, I, 1102 ), 5 . İ b n H a c a r al-'As^alâni ( ölm .852= 1449 ), îşaba ( 1, 1101 v.d.), Tabsir al-muntabih ( Râmpür yazm.j s. 79), bir de Tâc ai-arüs (IX, 2 i z ) ’ta zikredilmiştir. 6, a l - Z a b i d i (ölm. 12 0 5 = 17 9 1), Tâc al-'arüs, göst. yer, Yukarıda zikredilen yazılı rivâyet dışında, Bhatinda ’daki hindûlar gibi, müslümanlar da Ratan ile ilgili yerli rivâyetlerini muhafaza et­ mişlerdir. En eski müsiüman rivâyetı, R a tan '1 Şihâh al-Din G üri istilâsı sırasında kaleyi müslümar



RA TA N lara teslim eden., Bhatinda ’nın hindu racası, Vena Pal ’m nazırı olarak göstermektedir. Ra­ tan ihtidâ etti ve hacc farizasını yerine getir­ di. Bhatinda 'da hâlâ yaşayan daha tam bir ri­ vayete göre, bu Ratanpâl adında bir Çauhân racputu idi. Nücûm ilmi sâyesinde Peygam be­ rin Arabistan 'da doğacağını ve İslâm dinini yayacağını Önceden haber vermiş idi. Onu gör­ meğe nail olmak için, nefesini tutmağa çalıştı. Ratan, şahidi olduğu şakk al-kamar ( aym iki­ ye bölünm esi) mûcizesinden sonra, Mekke 'ye hareket etti. O rada müslüman oldu ve 30 yıl Peygamber ile yaşadı. Sonra Hindistan 'a dön­ dü ve nefesini tutma âdetine devam ederek, orada şimdi türbesinin bulunduğu yere yerleş­ ti. Daha sonra Şihâb al-Din Ğ üri, Pİrthi Râc ile muharebe etmek üzere, Bhatinda ’ya vâsıl olduğu zaman, H âcei 'yi ziyaret etti. V elî o sırada bir kerâmet gösterdi ve müstahkem mev­ kiinin fethi için, fiilen yardımda bulundu. Bu hâdiseden az sonra, 700 yaşında olduğu hâlde, vefat etti (Journal o f the Panjab Historical Society, II, 98; Glossary o f the Tribes and Castes o f the Panjab and N .W .F. Province, I. 5SO< _ _ _ Hâlâ Bhatinda 'da yaygın bir hindú rivâyeti, bunun büyük gezgin ve kerâmetter gösteren bir hindû sâdho olduğunu, Nâth kolundan geldi­ ğini ve adının Ratan Nâth bulunduğunu naklet­ mektedir. O seferleri esnasında ziyaret ettiği Mekke ’de, mûcizevî kudretler göstererek, müsliimantann İtimâdını kazandı. Müteâkiben yaşayıp-öldüğü Bhatinda ’ya geldi ve orada defn­ edilerek, samâdh '1 inşâ edildi. Müsiümanlar, onun yerine kânlçâh yaptırdılar ve müslümanlar, Mekke ’yi ziyâret etmesi hasebi ile, ona biz­ zat fraccl unvanını verdiler {hV. Journal o f the Panjab Histórica! Society, II, 100; burada diğer bir kaç hindû rivâyeti daha bulunm aktadır). Ratan 'm Gûga menkıbelerinin bâzı rivâyet'eri ile ilgisi hakkında bk. Glossary o f the Tribes and Castes o f the Panjab and N, W. \ Province, I, 175, 179, 181. H orovitz, aşağıdaki nazariyeyi ortaya koy¡ıak sûreti ile, biribirinden farklı olan bu riva­ yetleri te’Kf etm iştir: „Ratan aslında kendini /özlerce yıl yaşamış gibi gösteren ve müslünanların uzun ömürlülüğe gösterdikleri itibârı Uilerek, bunu müslüman mürîdleri yanındaki vaziyetini takviye etmek için kullanan bir yogi d i . , , Velînin, biri Ölçüsüz hayat içinde hindûlara gösterdiği yogi, diğeri de müslümanlara ;Österdiği Peygamberin sahabesi olmak üzere, ki veçhesi var İdi " {Journal o f the Pan jab Hist. Sde., II, 113 v. d . ). B i b l i y o g r a f y a 1 J. Horovitz, Baba Ratan, the Saint o f Bhatinda (Journal o f



RÂVELPtNDt. the Pan ja b H isto rica l S o ciety , II, 97 v.d ; bu



makalede atıflar ile en tam bilgi verilm iştir} ; bunlara şanlar ilâve edilmelidir: lbn Hacar, Lisân a l -mizan, ‘Haydarâbâd, 1330 ), II. 450 v. d. ( Işâba 'deki kendi makalesini sık-sık tekrar etm ektedir); ai-Zabıd i, TSc a l-a r ü s, IX, s ı z ; A G lossary o f th e T ribes an d Cas­ tes o f th e Pan fa b and N o rth -W est F rontier P rov in ce, I, 152 burabilhassa 371 v. d.) ibn al-Râvandi ’ye dâir diğer kaynaklar ve çalışmalar zikredilmiştir). Krş, bir de M. Guidi (j? 5 0 , XIV, 315 v. d.). _ (P. K r a u s .) R A V Ş A N Î Y A . I Bk. r e v ş e n I y e .} R A V Z A . R A V Z A , Dimyat ve Reştd kolları­ na ayrılmadan önce, N l l n e h r i n i n y a t a ­ ğ ı n d a bulunan bir takım büyük a d a l a r d a n biridir. Ada eski Kahire ’nin yanında Kaşr al-’A yn ı ’ye doğru uzanmakta, sağ sahilden al-Hatîc adlı dar bir kanal ile ayrılmakta olup, nehir ada ile G iza ( C ı z a ) arasında bütün ge­ nişliği ile akmaktadır. O rta çağların başlarında burası 1. al-M usta'in ( 248— 2 5 1 = 8 6 2 — 8 6 6 ) ’in hükümdarlığı sıra­ sında yapılan ve cenûb-i garbî sâhilinde yet alan Nil ölçüsü [ bk. mad, M İK Y Â S ] için elverişli bir m evkî; 2. dokları N il'in daha şimâlinde sonradan gelişen bugünkü Bulak limanı istika­ metinde Mier sahiline naklettiren birinci thşldl ’ nin hükümdarlığına kadar, donanmanın İnşâsı İçin tersâne (M as'üdi bu yere „gem i inşaatçı­ ları adası" demektedir ) ve 3. Babylon kalesi ile bu yeri bağlayan ve dubaların meydana getirdiği mûtad köprüyü tahrip sûreti ile, ana



64o



K A V Z A — R Â Z Î.



topraklar üzerinde bir tehlike oldıığu zaman tabi’ı bakımdan muhafazalı bir mahal olarak kullanılmıştır. Mukavkas hürriyetini sağlamak için araplar ile müzâkerelerde bulunmak iste­ diği sırada, bu usûle baş-vurmuştur. Bu duru­ mu anlayan İbn Tolun da ada üzerinde (264=1 877 civ ârın d a ) bir kale yaptırmış ve al-Şâlih A yyû b buna bir başkasını eklem iştir; bu sonun* cusu da, karısı Şacarat al-Durr tarafından, fransızlarm Manşüra 'de mağlûbiyetine ( 647=1249) kadar kendisinin cesedi gizli olarak muhafaza edilmiştir. al-Ravza, bir müstahkem mevki ola­ rak, en yüksek noktaya bahrî Memlûklar za­ manında u la ştı; bunlar al-Sâlih A y y û b ’un ölü­ münden sonra, geri dönerek, Nil sulan hlmâyesinde M ısır'da hemen-hemen bir buçuk asır hükmetmişlerdir. Onlar ayrıca adanın sahilleri boyunca sûrlar ve kuleler inşâ ederek, müdâfaa vâsıtalarını sağlamlaştırdılar. Burası eski za­ manlarda, halîfe al-Âmir ’İn bir bedevi câriyesi için, 519 ( 1 1 2 5 ) civârında yaptırmış ol­ duğu muhteşem sarayların ( msl. H a vd a c), ge­ niş bahçelerin yer aldığı bir eğlence mahalli olarak, ara-stra kullanılmıştır. Bahrî Memlûkler devrinde burada Mısır hükümdarlarının İkameti için yaptlan zengin malikânelerin sayıları art­ mış ve sakinleri tarafından kullanılmak üzere, bir eâm İ ve bir medrese {izleri hâlâ görülmek­ tedir } yaptırılmıştır. Burci MemlÛkleri devrinde Mişr ve kaleden uzak semtler civarına daha fazla rağbet edil­ miş ise de, bu yerin Osmaniılar tarafından fethi sırasında Selim 1. adayı daha emin bir ikamet yeri bulmuştur. Yavuz Sultan Selim Mısır 'ı fethedince, mikyasın üzerine bir kubbe ve kubbenin üstüne de bîr köşk binâ ettirmiş ve mısırlılar kendisine orada biatte bulunmuş­ lardır. Mısır bir Osmanlı vilâyeti hâline gelin­ ce. Mişr ve kale türk valisinin ikametgâhı ol­ muş ve buna karşılık Memlûk kuvvetleri neh­ rin C iz a tarafına geçmişlerdir. Bunnn netice­ sinde al-Ravza terkedilmiş, istihkâmları harâp olmuş ve hırsızlar ile haydutlar için bir sığı­ nak hâlini almıştır. ' Mchmed A li devrine kadar ada Mısır hü­ kümdarlarının ilgisini çekm em iştir; oğlu İb­ rahim Paşa burada büyük bahçeler yap tır­ mıştır. Daha sonra ada mısırlıların oturduğu husûsî bir mahalle hâlini almış ve Kahire 'ye iki ve C iza 'ye bir köprü ile bağlanmıştır. Yeni münâkate İmkânları bu yerden şehrin merkezine gidip-gelmeği kolaylaştırmıştır. B i b i i y o g r a f y a: Bk. mad. KAHİRE ve MİKYAS. Adaya ve bilhassa milşyös 'a dâir mufassal malûmat için bk. ‘A li Paşa Mubârak, al-Hitat al-tavfîklya ( 20 e., Kahire, 1306), XVIII, 2 — 11 1 ; İbn Dukımâk, Desçription



de l ‘E g y p te ( nşf. V o llers), Kahire, 1893» IV, 109— 120. ( A . S. A tiY A .) R A ’Y . [ Bk. r e y ,] R A Y D A . [ Bk. REYDE.] R A Y Y . [ Bk. r e y .] • • R A Í A * . [ Bk. r id â .] R A Z f . [ B k. RÂZİ.]



R A Z İ . [ Bk. RÂZİ.] R Â Z Î . AL-RÂZÎ, m ü s l ü m a n ’ nin üç t a r i h ç i s i n i n adı.



İspanya ^



I. M u h a m m e d b . M u s a b . B a ş Tr b . C a n n  d B. L a k I t AL-KİN n I AL-R â z I ( î — 886), nisbesi



İran 'daki at-Ray şehrinden g e lir ; kendisi aslen buralı idi. Hicrî İli. asrın ortasına doğru (864 m,), ticâret yapmak için, şarktan K u rtu b a 'ya geldi. A rapça sahasındaki çok geniş kültürü Emevîler payitahtının münevver çevrelerinde iyi bir şekilde kabûl edilmesini sağladı ve emir Muhammed b. ‘A bd al-RahmSn şarkta ve bizzat ispanya 'da ona bir çok defa siyâsî vazifeler v e rd i; emîr Muhammed ’in halefi olan Oğlu alMunzir kendisine aynı itimâdı gösterdi. al-Râz i, bu hükümdar adma gittiği bir elçilikten Elvira fb . bk.]'ya dönüşünde, reblülâhır 273 (5 eylül — 3 teşrin 1. 886 ) 'te öldü. Fas 'lı muharrir Muhammed a l-V azir al-Ğass â n i’nin 16 9 1'dé Ispanya’ya elçiliği hakkında yazdığı Rihlat al-vazir f i ‘ftik â k al-asir ( krş, E. Levi-Provençal, Les Historiens des Chorfa, Paris, 1922. s. 284 v. dd.) adlı eserinde iktibas edilen Muhammed b. Muzayn ün bir kaydı olma­ sa idi, Muhammed a l-R âzi ’hin tarih sâhasındaki çalışmaları hakkında hiç bir şey bilinm ezdi, İbn Muzayn, 471 ( ıo78 /ıo79)*de Işbiliye'deki bir kütüphanede Muhammed b. Müsâ al-Râzi 'nin K itü h al-R âyat adlı küçük bir kitabını buldu­ ğunu, bunun İspanya u n müslümanlar tarafın­ dan fethine dâir olduğunu ve Müsâ b. Nuşayr [ b. bk. ] 'in maiyetinde İspanya yarım-adasına giren ve her birinin bayrakları ( rüya ) ile tanın­ ması kabil olan arap birlikleri hakkında bilgi verdiğini bildirm ektedir. İbn Muzayn 'de bulu­ nan parça İbn al-KüÇiya ( bk. b ib i.) 'nin Fath al-Andalus 'ünün Madrid basmasında neşredil­ miştir. Muhammed al-Râzi 'nin bu eseri hak­ kında ne kadar az mâlûmâta sâhip olunursa olunsun, bunun zâyl olmasına esef edilmekten başka bir şey yapılamaz. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn al- A bbâr, Takm ilat a l-Ş ila ( B A H , Madrid, 1887, V , nr. 1048); al-Makkari, N a fh al-fıb {A n a lecta s), II, 76 ( İbn ai-Abbâr 'in verdiği bilgiyi tekrar ed er}; İbn ‘izari al-Marrâkuşi, al-B ayün alm uğrib ( nşr. D o z y ), giriş, s. 22; J. Ribera, H istoria de la conquista de España de A b e nelcótia e l Cordobés ( Madrid, 1926), metín,



s. 197 ve trc., s. 170; Pons Boigues Ensayo



RÁzi. b io-bibliog rá fico sobre los kistoriádores y g e ­ ó g r a fo s arábigo-españoles (M adrid, 1898),



¿41



crito s, C rónicas gen era les de España, Madrid,



1898 ). Tasvir bu C rónica 'nin ilk kısmım teşkil nr. 4 ve s. 4$, not 2 'de andan müracaat ki­ eder ve şimdiki kástiiiya dilindeki şeklinde, tapları ; A . G onzález Paleneia, H istoria de la portekiz diline yapılmış bir naklin yeniden literátura arábigo-española ( Barcelona-Bue- tercümesinden gelmektedir. Portekiz dilindeki tercümesi bugün kaybolmuş bulunmaktadır nos-Aires, 1928 ), s. 130. II. A h m e d B. M uham m ed (888 ? — 95S ), bun­ve Portekiz kıralı Deniş ’in emri üzerine, XIV. dan evvelkinin oğlu olup, al-Târihî („tarih çi") asrın başlarına doğru Gil Pérez adlı bir râhîp lekabını taşır, E n d ü l ü s b ü y ü k t a r i h ç i ­ tarafından yapılmış id i; bu şahıs, şüphesiz, l e r i n i n z a m a n b a k ı m ı n d a n b i r i n ­ ikinci kısmın müellifidir ve aym şahıs üçüncü c i s i d i r . 10. zilhicce 274 (26 nisan 888 ) ’te kısımda Ahmed al-Razi nin asıl tarihî eserini, Ispanya ’da doğduğu rivayet edilirse de, bu oldukça kısa olarak, ihtisar etmekle iktifa et­ doğru olmam alıdır; ıa receb 344 (1 teşrin II. miştir. 955 ) 'te öldü. Ahmed b. Hâlid ve Kasım b. al-Râzi ’nin İ s p a n y a t a s v i r i n d e n her A şbağ gibi, şöhretli K urtuba âlimlerinin tale­ ikisi de ekseriya az sâdık olan ve yer adları­ besi oldu. İspanya hakkında, müstakil eserler nın çoğunu bozmuş bulunan, birikiri arkasına hâlinde, bir çok tarihler y a z d ı: Târih muluk yapılmış iki tercüme vâsıtası ile istifâde et­ al-Andalas', A bu ’1-Fazl b. A b i T âh ir 'in Bagdad menin arzettiği sayısız güçlüklere rağmen, bu ’l tasvir ederken tâkip ettiği tertibe uygun eser Iberya yarım-adasının müslümanlara âit olarak yazılmış bir Kurtuba tasviri ( Ki tâb kısmının "Abd al-Rahmin 111. idâresi zamanın­ f i ş i f at Kurtuba ); Endülüs mavâli ’si hakkın­ daki coğrafî, siyâsî ve ictimâî manzarası hak­ da bir kitap ; nihayet Ispanya arapiannın nesep kında çok mühim bir vesika teşkil eder. Eserde şeceresi hakkında çok hacimli bir çalışm a: K i­ Endülüs ’ün yer-yüzünün diğer meskûn kısım­ tâb a l-lsti'â b; bu son eser İbn Hazm [ b, bk.] larına nazaran mevkii ve iklimi hakkında bir 'in Camharat al-ansâb ’mm başlıca kaynakla­ takım umûmî mütâlâalardan sonra, başlıca rından birini teşkil etmiştir. Bu muhtelif eser­ nahiyelerin her biri hakkında husûsî bir tas­ ler, maalesef, bize kadar vâsıl olmamıştır ; hat­ vir bulunmaktadır ki, meşhûr Yâküt [ b. bk.) tâ şimdiye kadar Ahmed al-R âzi 'den muahhar Mu cam al-buldân ’ında, Ispanya hakkında müellifler tarafından muhafaza edilmiş olan an­ verdiği bilgiler için, bunlardan bilhassa isti­ cak az bir mikdarda aynen iktibaslar bilin­ fâde etmiştir. a l-R â zi’nin tasvirinin İspan­ mektedir. IX. asır Ispanya’sına âit parça hâ­ yolca metni ile Y âkü t 'un metninin mukayese­ lindeki bir el-yazmasının son zamanlarda keşfi li tetkiki, her iki eser arasındaki yakın akraba­ şimdi bu müellif ile oğlu İ s a ( aş. bk.) ’nın eser­ lık münâsebetini ortaya çıkarm ağa imkân ve­ lerinden yapılmış daha geniş iktibaslara sâhip rir. Her ikisinde de X. asırda halîfeler İs­ olmamıza imkân verecektir; parçalar için bk. panya 'sının aynı mikdarda idâri bölgeleri ( k u ­ Levi-Provençak, D ocum en is inédits d ’ histoire ra ) hakkında bilgi bulunm aktadır; bunların hispano-um aiyade. mecmuu 41 olup, şunlardır; Kurtuba, Cab­ Ahm ed al-RSzi ’nin hâl tercümesini yazan­ ra, Elvira, Jaén, Todm ir, Valencia, Tortosa, ların çoğu bu muharrire coğrafî eserler isnat Tarragona, Lérida, Barbitania, Huesea, Tudeia, e tm e z; fakat al-Zabbi ve Yâküt gibi bazıları Saragossa, Calatayud, Bârüşa, Medinaceli, ŞanAijm ed b. Muhammed al-Tarihi adım verdik­ tabariya, Racupel, Zorita, Guadalajara, Toledo, leri ve şüphesiz Aijm ed a l-R â z i’ den başka bir Oreta, Fa(is al-Ballüt ( Llano de las bellotas ), kimse olmayan bir İspanya coğrafyacısı hak­ Firriş, Merida, Badajoz, Beja, Ocsonoba ( Ukkında bilgi verirler ; bu müelliflere göre, mez­ şunüba), Santarem, Coim bra, Exitania, Lissakûr şahıs Endülüs ’ün yolları ( m asalık ), liman­ bön ( Lizbon ), Niebla, Sevilla ( Işbiliye ), Car­ ları ( m arâsi ), başlıca şehirleri ( ummahât a l­ mona ( Karmona ), Moron, Sidona ( Ş azü n a), m adım } ve fetihten sonra buraya yerleşmiş A lgeciras, Reiyo, Ecija ve Takoronna. olan altı cund [ b, bk.] hakkında büyük bir B i b l i y o g r a f y a: İbn ai-Farazi, Tâ­ eser yazmıştır ( al-Ma^kari zâten bu eseri doğrih 'ulama' al-Andalus ( B A H , V i l — VIII, rudan-doğruya Ahmed ai-R5 zi ’ye isnat eder ). Madrid, 1892, nr, 135); al-Zabbi, B u ğ ¡jai alİspanya ’am bu tasviri kastiliya diline yapılmış multamis ( B A H , Madrid, 1885, III, nr, 329 bir tercüme hâlinde muhâfaza edilmiştir ; bu ve 330 ); al-Makkari, N afh al-tib ( Analecda 1850 ’de, P. de G ayangos tarafından, M emo­ fes), II, 111, 118; Yâlçüt, trşâd al-arib ( nşr. ria sobre la autenticidad d e la C rón ica deno­ D. S. Margoliouth, C M S , Leiden, 1909, V I, z, s. 76 v. d .); R. D ozy, yk. b k .; Pons m inada d e l M oro R asis ’ine zeyil olarak, neşr­ edilmiştir (tamamlanması için bk. R. Menéndez Boígues, Ensayo, nr. 23; A . G onzález Palen­ Pidal, C atálogo de la R ea l B iblioteca. M anuscia, H ist. de la lit. ar. esp ., s. 130 v .d .; J. UUm Ansiklopedi«!



41



64 i



'



RÂZİ



A le m a n y B olu fer, La G eo g ra fía de la P en ín ­ sula Ibérica en los escritores árabes ( Gra­



tın bâzı fikirlerini kendine majetmiş olmalı­ dır. NSşir-i Husrav, merak uyandıracak bir şe­ nada^ 19 21 ), s. 28 v.dd. kilde, Erânşahri denilen (krş. Zad al-m usâfirin, III. ‘ ÎSÂ b. Ai^med b. M u^am m ed, bundans. 73, 98;b_k. bir de Birim i, Hind, s. 4, 326; evvelkilerin torunu ve oğlu olup, babasının ayn. mil., A şa r al-biiSd, s. 222, 225 ) akliyeci Emevîler tarihini zamanına kadar devam ettir­ bir feylesûf hakkında aynı şeyi söylem ektedir. miş ve Ahm ed al-R âzi ’nin elde edememiş ol­ Her iki kaynağın aynı şahsı kasdetmiş olması duğu kaynaklardan istifâde ederek, daha önceki çok muhtemeldir. R â zi ’nin te’siri çok mühim devrelere â it kısımları da genişletmiştir. Şimdi­ olduğu hâlde, talebelerinden hiç biri bizce ma­ ye kadar neşredilmiş olan İspanya hâl tercü­ lûm değildir. H ıristiyan ya'kübi mezhebinden mesi eserleri müelliflerinin hiç biri tarafından olup, aristoou ve F ârâbi ’nin şakirdi olan fey­ kendisi hakkında bilgi verilmiş değildir; fakat lesûf Yahya b. 'A d i ’nin felsefe tetkikine Râ­ o muahhar tarihçiler ve husûsiyle İbn Hayyân zi ile başladığı rivayet olunur ( bk. Mas'üdi, [b . bk. ], İbn S a 'id [ b. bk.J ve İbn ai-Abbâr Kitâb al-tanbîh va ’l - iş r â f ) ve muahhar bir [ b . bk.] tarafından, sık-sık zikredilmiştir. Son kaynak ( H u cviri, K a ş f al-mahcüb, trc. Nichol­ müellife göre, 'Isâ al-R âzi Kurtuba sarayında­ son, s. 150) onunla sûfî ai-Hallâc arasındaki ki hâcipler [b k . mad. HÂCİB] hakkında müs­ münâsebetlerden bahseder. R â z i’nin felsefî a k i­ takil bir eser de yazmış olmalıdır : K itâ b al- deleri en çok şiî çevrelerde akisler buldu. On ÿ u c c â b l i ’ l-h u la fa bi ‘I-A ndalas. iki imamh şiî kelâmcısı A bü İshâk İbrahim B i b l i y o g r a f y a : ibn H ayyân, al-M uk- b. Navbaht, Kitâb al-yâküt 'unda zevk nazatabii (O xford, yazm,, tür. y er .); İbn al-Ab- riyesini ondan almıştır ve ismâilî olan A bü Ha­ bâr, a l-H u lla t a l-siy a rS (b k . R. D ozy, N o ­ tim al-Râzi ( ölra. 322 = 933), K irm âni (ölm . tices sur quelques m anuscrits arabes, L ei­ 4 12 = 110 2 1 ’den sonra) ve Nâşir-i Husrav [ b. bk.] den, 1847 — 1851, s. 7 4 ) ; al-M akkari, N a fh onun felsefî sisteminin bâzı kısımlarını reddet­ al-tib ( A n a lectes ), II, 6 71 ; Pons Boigues, meğe çalışmışlardır. Onun felsefesi ile mücâde­ Ensayo, nr. 41 ; A . G onzalez Palencia, H ist, leye çalışan muharrirler arasında F ârâb i, ibn Hayşam, 'A li b. Rizvân ve İbn Maymun [ b, bk.] de la lit. ar. esp., s. 131. ’ u zikredelim. _ (E . L ê v ï -P r o v e n ç a l .) R â z i, her şeyd en ön ce, bir ta b ip tir v e h aklı R Â Z Î . a l -RÂZÎ (?— ■935), A bu B a k r M u o lara k İslâm âlem inin en b ü yü k ta b îb i sa y ılır. b a m m ed B, Z a k ARÎYâ ’, m e ş h û r t a b î p , etk i m y â c ı v e f e y l e s û f . Hayâtı hakkında En meşhûru çiçe k ve kıza m ık h a k k ın d a k i ris a ­ hemen-hemen hiç bir şey bilinmemektedir. 250 lesi ( K itâ b al-cadari va ’l-k a s b a ) olan tü rlü ( 8 6 4 ) ’ye doğru R e y ’de doğmuştur. Felsefe, ri­ h astalıklar h a k k ın d a b ir çok eserleri dışın da, yaziye, hey’et ve edebiyat sâhalarında orada o rta çağın tan ıdığt d ik k a te şâyân m ü te ad d it oldukça geniş bîr tahsil yapmış olması gerekir. tıp el-k ita p la rı yazm ıştır. Bunların bir k ısm ı İhtimâl gençliğinde elkim yi ile de meşgul ol­ latin ceye tercüm e edilm iş olup, X V II. a sra k a ­ muştur. Ancak oldukça ilerilemiş bir yaşa gel­ d a r R â z i nin bu sah adaki h â k im iy e ti, itirâ za dikten sonra, kendisini tabâbete hasretmiştir. uğram adan, devam e tm iştir. M an şüri ( L ib er Rey şehri hâkiminin hizmetine girince, hemen A lm ansoris ) ’si R ey valisi M anşür b. îsh â k bu şehrin yeni hastahânesinin müdürü oldu ; ’ a v e M u lü k î ( R e g iu s ) ’si T a b e rista n ’d a k i 'A l i sonraları ona Bagdad ’da aynı vazifeleri yapar­ b. V eh -S ü zân ’ a ith af edilm iştir. İhtim âl C a m ? ken tesadüf olunmaktadır. Burada ne kadar ile aynı e ser olan H â v i arap dilinde y a zıla n kaldığı, doğru olarak, bilinmemektedir. Devrin en bü yük tıp a n siklopedisidir. R â z i hayatın ın en büyük tabîbi olmak şöhreti onu bir saray­ i ; yılım bunu yazm ağ a verd iğin i sö y le r ve an­ dan diğerine sevketm iştir. Hükümdarların de­ laşıld ığın a g ö re , bunu tam am lam adan ölm üştür. ğişen tutuflan, bir de siyâsî durumun karar­ Bu k ita p tıb bın her m eselesi hakkın da bütün sızlığı hayâtının istikrarsızlığının sebepleridir. yunan ve arap ta bip lerin in eserlerin den çık a ­ Doğduğu şehre bir çok defalar geri geldi ve rılm ış p a rça la rd a n m eydana g e lm iş b ir ik ti3 *3 ( B ir ü n î’y® göre, s şâbân 313) veya 323 ’te burada öldü. , R âzi ’ nin bocaları hakkında daha geniş bil­ gi yoktur. Bir çok arap hâl tercümecileri onu tabîp 'A li b. Rabbân al-Tabari ’nin talebesi sa­ yarlar ; fak at bu, zaman bakımından, imkân­ sızdır. Felsefe sâhasında, hocası olarak, Fihrist Balhi adlı birini (coğrafyacı Abu Zayd al-BalJıi ile aynı değildir) zikreder ki, R âzi bu zâ­



ta f e serid ir ve R â z i kendi şa h sî te crü b e lerin ­ den elde e ttik le rin i de e k ley e re k , bunları birer n etice ye b ağlar. R â z i, daha önceki a n ’a neyi k a bûl etm ekle beraber, arap tabip leri arasın da, en a z n asçı o lan d ır ve am elî tıp sabasında ka­ dîm çağın



bilgilerin i aşm ıştır.



B ir



de



onun



gü n lü k k lin ik k a y ıtla n elim izde bu lu n m aktadır ki, burada



h astaların ın



sıhhî



seyirlerini çok



d ik k a t ve itin â ile ta s v ir etm ekted ir.



S l Z İ A yn ı tecrübecilik husûsiyeti onun meşgûi olduğu diğer iiim kollarında da görülmektedir. Hakkında daha fazla bilgimiz olan kimya sa­ hasında R â zi, tabiat hâdiselerinin gaybî ve remzi bilgiler ile her türlü izahını reddederek, münhasıran cevherlerin ve kimyâ ameliyelerinin tasnifi ve tecrübelerinin doğra olarak tas­ virî İle iktifa eder [ krş. U. J. Karim ov, ar-Râzi ’ nira nâma’lûm âsârt. Sırlar sırrı kitâbı. Neizvestnoye saçineniye ar-Razi ( Taşkent, 1957 ) ]. Razi Fikrîsi ’in kaydına rağmen, C âbir b. g a y ­ yan ’a isnât edilen el-kimyâya dâir yazıları tanı­ mış gibi görünmemektedir. Kitâb rutbat al-tfakim ’inde R âzi ’nin elkimyâsı ile Câbir ’inkini birleştirm eğe çalışan sözde-M acriti 'dir. Mihantke dâir yazılarından yalnız teraziler ( mizan tabi'î ) halikındaki risalesinin bir muhtasarı elde bulunmaktadır. Büyük bir kısmı arap bibîiyografyacılan tarafından sayılan fizik, riyaziyat, hey et ve menâzıra dâir bütün çalışmaları kayb­ olmuştur. Muahhar müelliflerin eserlerinde muhafaza edilen, ancak bâzı parçalarına sâhıp olduğumuz m etafiziğe dâir yazıları da, aynı şekilde, zâyi olmuştur. Yukarıda zikredilmiş olan şiî kelâmcıları dışında, burada bilhassa muhtelif yazıla­ rında ekseriyâ R â z i ’ye mürâcaat eden Birüni ’ye işaret etm ek lâzımdır. Birüni ayrıca R âzi ’nin hayat ve eserlerinin tetkikine tam bir ri­ sale hasretmiştir. M etafiziğinin busûsiyetleri şunlardır; R âzi ezeli ( ka d im ) beş mebde’ ve esâsın varlığına in an ır; bunlar da yaratıcı, rûh, madde, zaman ve mekândır. R â z i’ye göre, âlemin ezelîlİğİ, yegâne ve değişmez esâs olan A llah mefhû­ munun zarûrî bir neticesi olacaktır { aristocu feylesofların istıd lâlleri}. Fakat kendisi bu ezelîliği inkâr eder. Y alnız ezelî esâs ve mebde’lerin çokluğu, bunların zıddiyet ve birleş­ meleri fâni yaradılışı izâh edebilir. Âlem in men­ şe’ ve mukadderatı R âzi tarafından irfâniye ile yakınlığı olan bir efsâne şeklî içinde tasav­ vur edilmiştir. Rûh, ikinci ezelî esâs ve mebde’, hayâta sahip olduğu hâlde bilgiye sâhip olma­ dığından, madde ile birleşmek ve onda cismânî lezzetler te’mînine müstait şekiller hâsıl etmek arzusuna kapılmıştır. Bn esnada madde sakla­ nır. Yaratıcı, d zaman, rahmeti ile rûha lezzet almak ve insanları tevlit etmek imkânını vere­ cek tarzda, devamlı şekilleri ile bu âlemi yara­ t ır ; fakat yaratıcı, bulunduğa yerde { h a y k a l) insanda uyumuş olan rûbu uyandırmak ve bu yaratılmış âlemin hiç de onun gerçek vatanı, mutlak saâdet ve sükûn yeri olmadığını ona öğretm ek için, akh {'a lçl} da gönderir. Madde­ nin bağlarından kurtulmak husûsunda, her in­ san için yalnız bir vâsıta vardır ki, o da felsefe



¿ 4Î



tetkikidir. Bütün beşerî röhlar kurtuluşa ka­ vuştukları vakit, dünya çözülüp-dağılaeak ve şekillerinden mahrûm kalan madde ilk hâline rüeû edecektir. Fiziğinde aristocuların ve mutakallimün ’un hasmı olan R âzi, Eflâtun ve Sokrat ’tan önceki feylesûflarm fikirlerinden faydalanır. Kelâm il­ minin muvâzî nazariyelerinden esaslı bir şekilde farklı olan atom ( cuz’ lü yatacazza’ ) nazariyesi ve bir çok bakımlardan Demokrit ’in sistemine benzer ( orta çağ felsefesinde bir istisnâ teşkil eder !). R âzi ’nin düşüncesinde, âlemin yaratıl­ masından önce, ilk madde ( hayülâ m utlaka) dağınık atomlardan ( cuz’ la yatacazza’ ) mü­ rekkep idi. Atom lar îmtidâda mâlik idiler. Bu atomlar muhtelif nısbetlerde boşluğun ( Râzi, aristoculara muhalif olarak, bunların miisbet varlık olduklarını kabul eder ) küçük cüz’leri ile karışarak, unsurları meydana getirir. Bunlar 5 unsurdan ibarettir: toprak, su, hava, ateş ve semavî unsur. Unsurların bütün bassalan (ağır­ lık ve hafiflik, şeffaf olmak ve olmamak v. b.) terkiplerine giren madde ve boşluk nisbeti ile taayyün eder. Toprak ve su gibi kesif un­ surlar, yer-yüzünün merkezine doğru gitmeğe çalışır; hâlbuki içlerinde boşluk cüz’ Ierinin hâ­ kim bulunduğu hava ile ateş ise, yukarı doğru hareket eder. Madde ile boşluğun muvazeneli bir halitası olan semavî unsura gelince, dâirevî hareket ona mahsûstur. Demir ile taşın çarpışmasından ateş çıkar; zîrâ demir geçerken, havayı ateş hâline getirecek şekilde, onu keser ve seyrekleştirir. R âzi makün külli veya makân mutlak ile cuz’i veya m u iâ f mekânı biribirinden ayırır, A ristocular tarafından inkâr edilen mutlak mekân, ihtiva ettiği cisimden ayrı sâf İmtidâddan İbarettir, Âlemin hudutlarının ötesine kadar uzanır, sonsuzdur. R âzi 'nin âlemlerin çoklu­ ğunu kabul ettiğin e inanmak yerindedir. İzâfî veya cüz’î mekân tâbiri husûsî her cismin bü­ yüklüğüne, imtidâdına delâlet eder. Eflâtun'dan geldiğini iddia ettiği zaman, nazariy esinde R âzi, aynı şekilde, mutlak za­ man ile mahdut ( m ahsur) zamanı biribirinden ayırır. Zamanın, hareketin ( başta gö k küreleri, nin hareketi olmak ü z e r e ) daha önce ve da­ ha sonra olduğuna göre, mıkdar olarak aristo­ cu tarifi ancak mahdut zaman için tatbik olu. nabiiir. Mutlak zaman, akıp-giden müstakil bir cevherdir. Dünyânın yaratılmasından önce .'Mev­ cut id i; dünyânın yok olmasından sonra da mev­ cut olmakta devam edecektir. Timâus ’ta yapıl­ mış olan ve yunan yeni-eflâtuncularından arap feylesûflarına geçen bir ayırmayı terkederek, R â zi bunu ebedî zamanın ( dahr, «ioıv ) aynı sa­ yar. R âzi zaman ve mekân hakkında aristocu­



ların telakkilerini reddetmek için, selîm akıl sahibi, felsefî incelikler ile düşünceleri bozul­ mamış, alel’âde insanların düşüncesine değer verir. A h lâk nazariyestnde R âzi, bedbin metafizi­ ğine rağmen, müfrit bir riyazete muhalefet eder. Kendine Örnek aldığı Sokrat, kelbî an’anenin zahidi olmaktan uzak kalarak, cemiyet hayâtına faal bir şekilde iştirak etmiştir. A ris­ to ’ya göre, insanın ihtirasları değil, ancak bun­ ların ifratları ayıp sayılmalıdır. A h lâk a dâir akidesinin temelinde husûsî bir haz ve elem nazariyesİ vardır. H az ( rgöovfı) müsbet bir şey değil, fakat bozulması elem (îtddoç ) neticesini vermiş olan tabi’î şartlara dönüşün basit bir neti­ cesidir. al-Sha al-falsa f i ya ( pıoç cpı,?.ooO(pı.*6ç), E flâtu n ’un bir ifâdesine { Theaitetos, s. 1766) göre, yaratıcıya benzemeğe ve onun gibi, in­ sanlara karşı âdil ve hatâlarına karşı müsama­ halı olmak emelindedir.' a!-RSzi ’nin ferdiyetçi ahlâkına bakılırsa, mev­ cut din karşısındaki durumu anlaşıhr. Bir çok yazılarında, kelâma İlmî delilleri sokmağı de­ neyen mûtezile kelâmcılarını (C âhiz, N âşi, Abu ’l-Kâsim ai-Bal^i, Misma'i [= lb n A h i Zurkân]) reddetmiştir. Şiîlerin çok müfrit fırkalarından ( Ahm ed ai-Kayyâl red d iyesi) ve zerdüştîlerden de tenkitlerini esirgememiştir. Felsefe sa ­ hasındaki basımları arasında dehrî A bu Bakr Husayn al-Tammâr al-Mııtatabbib yanında, şâbi’ i Sabit b. Kurra, çeşitli tarih eserleri müel­ lifi Mas‘üdi ve kendisinin şakirdi Ahm ed b. al-Tayyib al-Sarahsi bulunmaktadır. Müslüman aristocularına muhalif olarak, R â­ z i felsefe ile dinin azlaştırılm ası imkânını redd­ eder. Kitapları arasında din aleyhinde iki eser görünm ektedir: biri M aşârik al-anbiyâ' veya fjliyal al-mutanabbiyin, islâmiyetin râfızî çev­ relerinde ve bilhassa Karm atîler arasında okun­ muştur ( bk. Bağdadi, Fark, s. 2 8 i). O, hattâ Friedrich II. devrinden itibâren, garp akli­ yecileri için o kadar kıymetli olan meşbûr D e Tribus Impostoribus fikrine te’sİr etmiş gi­ bi görünm ektedir ( bk. L. Massignon, R H R , 1920). Diğeri F i n a k î al-adyân, ismailî mez­ hebinden Abu Hatim al-Râzi ’nin Kitâb diam al-nubuvva adlı bir reddiyesinde kısmen mu­ hafaza edilmiştir. Bu kitabın başlıca İddiaları şanlardır: bütün insanlar yaradılışta müsavi olduklarından, peygamberler rûhî ve aklî biç bir üstünlük iddia edemezler. Peygamberlerin mûeizeleri hilelerden ibaret veya dinî efsâne sâhasına aittir. Dinlerin akideleri yegâne olan hakikate zıddtr; bunun delîli birbirlerini nakz­ etmeleridir. İnsanları dinî reislerine itimâda sevkeden şey an’ane ve tenbel itiyattır, tnaanlığı tahrip eden savaşların yegâne sebebi din­



lerd ir; bunlar felsefî düşünceye ve İlmî araştır­ maya düşmandır. Mukaddes sayılan kitaplar değersiz kitaplardır. Eflâtun, A risto , Euklid, Hîppokrates gibi eski müelliflerin yazıları insâniyete çok daha büyük bir hizmet yapmıştır.— R â­ zi 'nin kitabı, şüphesiz, orta çağ boyunca dinler aleyhinde yapılmış olan en şiddetli tenkidi ih­ tiva eder. O kısmen çağdaşı olan zerdüştîlerin müsbet dİDİere karşt delillerini yeniden ele al­ makta ise de, o her şeyden Önce kadîm çağın din tenkidinden mülhem görünmektedir. R âzi ilmî ve felsefî bilgilerde bir gelişme olduğuna inanmaktadır. Kadîm feylesûfların ekserisini geride bıraktığım iddia eder. H attâ kendisini Eflâtun ve A risto 'dan üstün tutar. Tıp husûsunda Hîppokrates 'in derecesine ulaşmış olmalıdır ve felsefede kendisini Sokrat ’a yakın bulmaktadır. Fakat nasıl kendisi haleflerinin akidelerinin yerini doldurmağa çalışmış ise, ken­ disinden sonra da, varmış olduğu bâzı netice­ leri bertaraf edecek âlimler gelmiştir. B i b l i y o g r a f y a s A şağıd aki eserler­ de R âzi ’nin eserlerinin cedvellerİ, hayâtı hakkında az veya çok küçük fıkralardan ibaret hâl tercümeleri ile birlikte, bulunmak­ tadır. F ih rist, s. 299— 302, 358; İbn al-K ifti, T â rih al-hukam a {nşr. L ip p ert), s. 271 — 277 ; ibn A b i ö şaybi'a, *U y a n al-anb(C ( nşr. Müller ), I, 309 — 321 [ krş. G . S . A . Ranking, T h e L i f e a n d W orks o f R h azes ( Intern ational C on g ress o f M ed icin e, h isto­ rica l section , London, 1913, s. 337— 3 6 8 )]; Birüni, R isâla f i fih r is t kutu b M uham m ed b. Zakariyct a l-R â zi (nşr. P . Kraus, Paris, 1936; kısmî tercümesi için bk. J. Ruska), a l-B irü n i als Q u e lle f ü r das L eb en u n d d ie S c h r ifte n a l-R â zi's { ¡ s is , 1922, V , 26— 50 };



[ al-R âzi ’nin bütün eserleri için, kaynaklan da göz önünde bulundurarak, hazırlanmış olan ve pek çok yeni v e bilinmeyen el-yazması nüshaları da gösteren tetkik için bk. Mahmüd Nacm -âbâdi, M u’ a lla fâ t va m usan­ na fâ t - i A b a B akr M uham m ed b, Z akariya -i R â zi ( Intişârât-i D â n İşg â h -i Tahran, nr. 500), Tahran 13 3 9 = 19 6 0 ]; diğer kaynaklar için bk. İbn Hallikân, s. 678 ; A bu Şâ'İd al-A n dalusi, fa b a k â t al-umam (Beyrut, 1912), s. J3 ve 61 ; A bu 'AIİ al-Tanühi, al-Farac ba‘ d ıl-şid d a (K ahire, 1903/1904), II, 9 4 — 104; Çahâr m akâla ( nşr. M, Muhammed K a zv ın î ), G M S, 1910, XI, 74 v. dd. ; İbn Hazm, F i-



şal { Kahire, 1317), I, 3, 24— 33 v.d.; Nizâm al-Mulk, Siyâsat-nâm a ( trc. Schefer ), s. 288 ; Nâşir-î Husrav, Z â d al-m usâfir'in [ Berlin, 1341), s. 73 v. dd., 103, 114 v. dd., 231, 235, } 18 r.dd. ( krş. L . Massignon, R M M , LXII, t ı 8 ) ; Nâşir-i Husrav, R isâla ( D iv â n , Tahran.



645



RÂZÎ. 1304— 1307 ’nin sonunda), s. 57a; Maimonides, Dalâlat a l-hairin ( nşr. M un k), III, ı 8 ; ayn. mil., K öbkeş teşübhöş ( Leipzig, 18$9), II, 28; B irû ni, Kitâb al-Hind, s. 4, 326; ayn. mil., A şa r al-bilâd, s. 253; Nisibisli Elias, Münazara (k rş. P. A ziz, Anlhropos, V , 2, 444 v. dd-, arap dilinin te n k id i); Dâvûd Çelebî, Kitâb mah tutat al-Mavşil, s. 58 ( arap yazısının te n k id i); Broekelmann ( G A L , I *3 3 v



Payitah tta al-R âzi, aşağı sınıflar arasında çok sayıda tarafdarları bulunan ve her türlü fesat çıkaran mutaassıp hanbelîlere karşı ted­ birler almağa mecbur oldu (3 2 3 = 9 3 5). Bunlar şahıslara âit evlere giriyor, her türlü musikî âletlerini kırıyor, şarkıcı kadınlara kötü mua­ mele ediyor, buldukları şarabı döküyor, ticarî İşlere karışıyor, sokaktan geçenleri hırpalıyor, Şâfiîleri sopa ile dövüyor ve umûmî olarak, bir nevî dinî tâkibat mahkemesi teşkil etmiş kadar, müstebit bir şekilde hareket ediyorlardı. al-Râzi 329 yılı rebiülevvelinin ortasında ( kânûn I. 940 ) istiska hastalığından Öldü. A rap tarihçileri onun dindarlığını, adalet duygusunu, yumuşaklığını ve cömertliğini, bir de edebiya­ ta olan ilgisini Överler, A yrıca hakkında daha şöyle denilmektedir ( İbn al-'}’iktakâ, al-Fahri, s. 380); „Kendisi d ivâ n sahibi olan son şâir halîfedir ; hükümdar olarak istiklâlini muhâfaza eden, minberde cuma hutbesi okuyan, nedim­ lere sâhıp olan, âlimlere iyî muamele eden, sil­ sile-! merâtip, ihsan, hizmetçi ve me’mûrlar husu­ sunda eski halîfelerin usûllerini takip eden son halîfe olmuştur". Bu husûsiyeller, bütünü ile alındığı takdirde, doğru olabilir ise de, istiklâl bahsinde o, daha ziyâde vezirleri ile emirlerinin elinde uysal bir âletten başka bir şey değil idi. B i b l i g o g r a f g a : 'A r ib { nşr. de Goeje ), s. 33, 43 v. dd., 57, 79, 92, 116, 139, 155, 168, 180, 183, 185; al-Mas‘üdi, M urüc al-zahab (Paris tab.), I, 166; V III, 308 — 344; IX, 31, 48, 52 ; ayn. m İL, a l-T a n b ik va ’ l- iş r â f (nşr. de G oeje ), s. io g, 122, 154, 174, 193, 388 — 397 ; İbn al-A şır, a l-K âm il (nşr. Tornberg ), VIII, bk. fihrist; Abu ’1-Fidâ’, A n n a ­ les ( nşr. Reiske ), II, 383 v. dd. ; ibn Haldun, a l-¡b a r , 111, 396 v. dd. ; A bu ’1-Mahâsin b. T agribird i, al-N ucüm al-zâhircı ( nşr, Juynboîl ve Matthes ), II, bk. fihrist ; İbn alT iktak â, al-Fahri ( nşr. Derenbourg ), s. 370 v.d., 374, 379 — 385 ; Amedroz ve Margoliouth, T h e E clipse o f th e 'A b b a sid C alipha ie, bk. fih rist; Hamd A llah Mustavfi K azvin i, T a rlk -i g u zid a (nşr. Brow ne), I, 339, 344 v. dd., 778, 788; Weil, C esck . der C h a life n , II, 650, 655 — 678 ; Muir, The C alip ha ie, its R ise, D éclin é, and F a il ( nşr. V/eir ), s. 569 — 572 ; G . te Strange, Baghdad d urin g the A bbasid C alip ka te, s. 155, 194 v.d. ( K. V . ZeTTERSTÉEN. ) R A Z İ Y E . R A Z İY A , müslüman hâkimiyeti devrinde, 634— 636 (1236— 1240) yıllarında D e h l i t a h t ı n ı İ ş g a l e d e n ve Mısır sul­ tanı Şaear ai-Durr müstesna, İslâm tarihinde yegâne kadın hükümdardır. Büyük oğlunun vefatından sonra, İl-Tutmış, müşavirlerinin itirazlarına bakmadan, çok iş?



648



RAZİYE -



tıdatlı olan kızı R azıya ’yi vetiahd tâyin etmiş­ tir. Îl-Tutmış ’in ölümü üzerine, saray erkânı, ölen hükümdarın arzûsu hilâfına, onun oğulla­ rından biri olan Rukn al-Din Firüz ’u tahta çıkarmıştır. Yeni sultan vaktini zevk ve sefâ ile geçirdiğinden, devletin asıl idâre kuvveti annesi Şâh Terken ’ in elinde bulunuyordu; onun müstebit idâresi halkı kendisinden soğuttu ve nihâyet açık bir ihtilâle sebebiyet verdi. 634 ( 2236) yılının sonunda Razıya, müslümanla­ rın kadın hükümdarlara karşı takındıkları menfî tavırlara rağmen, Dehli halkı ile ordu­ nun bir kısmı tarafından sultan ilân edildi. V ezîr Nizâm al-Mulk Muhatnmed C u n a y d i’nin muhalefetine karşı, Razıya bütün mâniaları orta­ dan kaldıracak kadar tedbirli hareket etti. HvSca Muhazzib al-Din Husayn 'i vezîr tâyin e tti ve Malik Sayf al-Din ’i, kutluğ-han unvâm ile, ordunun başına geçirdi. İhtiyar al-D in A yTigin amir hâcib ’liğe g e tirild i; türk emîrleri amir iikur ’ lıığa nasbedilen habeş asıllı Malik Camât al-Din Y â k ü t 'a gösterilen itibâra karşı itirazlarda bulundular ve bu sonunda türk emir­ lerinin baş kaldırmasını intâe e t t i ; habeşli öldürüldü; R aziya hapsedildi ve yerine üveykardeşi Bahrâm Şâh tahta çıkarıldı ( ramazan 63Ğ=nisan 1240). Raziya ’nin muhafazasını deruhde eden Bhatinda valisi Malik İhtiyar al-Din A ltüniya onun tarafına geçmeğe karar verdi ve bunun üzerine kendisi ile evlenerek, D ehli’ye karşı harekete g e ç t i; fakat Kaythal yakınında hezîmete uğradı. Hezimetin ertesi günü kendisi ile birlikte R aziya de idâm edildi. Raziya 'nin saltanat devri için yegâne kaynak Minhâo al-Din [ bk. mad. CUZCÂNÎl’in fabakâi-i Naşiri ’s id ir; Ibn Battüta, Firişta, Badâ’ fini ve Tabakât-i Akbari müellifi gibi, daha sonraki müelliflerin verdiği malûmat itimâda şâyân değildir. Minhâc al-D in ’in bütün söyle­ diği, Raziya ’nin habeşe karşı m uitefit dav­ ranmış olmasından ibarettir; fakat bu daha sonraki müelliflere kâfi gelmemiş ve onlar bu münâsebeti sultanın yakışık almaz temâyülüne kadar götürmüşlerdir. Saltanatının sonlarına doğru, Raziya kadın elbisesini bırakıp, saray dışına da erkek elbisesi ile çıkmağa başlamış ve peçesini de kaldırmıştır. Kendisinin tahtından indirilmesinin hakîkî sebebi türk emirlerinin ona karşı muhalefetleri olsa gerektir. B i b l i y o g r a f y a t M inhâc a l-D in , fa bakât-i Naşiri { trc. H . G . R averty ), Lon don, «88x, 1, 3 3 7 — 3 4 8 .



( C . C o L U N D a v îE S .)



R A Z V A . [ Bk. R A Z V E .] RAZVE. RAZVA, g a r b i A r a b i s t a n ’d a , H i c a z ’d a b i r d a ğ s i l s i l e s i olup. Yanbu' ile al-K avrâ’ arasında, Yanbu' ’dan bi«- günlük, M edine’den yedi konak mesafe



REBÂB. dedir. M edine’ye doğru yol alınırsa, sağ ta­ rafta, al-Burayrâ’ ’ya doğru, yolun sol tarafın­ da kalır; sâhil istikametinde M ekke’ye doğ­ ru gidilirse, denizden iki gece uzaklıktadır. Peygamberin bir hadîsinde de zikredilen dağ, vadiler ve geçitlere sâ h ip tir; burası sulak ve Yanbu' ’dan yeşil gözükecek şekilde, tamamen çeşitli ağaçlar ile örtülüdür. Buranın kayalık­ larından bütün memleketlere ibrâç edilen bileyi taşı istihsâl edilirdi. B i b l i y o g r a f y a ' . al-İştahri ( B G A , I, 3 1 ); Ibn Havkal { B G A , II, 28 ); al-Bakri, M u'cam ( nşr. W üstenfeld), 1, 41$ v. d d .; 31, 583; Y âküt, M u cam ( nşr. W ü sten feld ), II, 79° v.d .; M arâsid a l-iftilei ( nşr. T. G . J. Juynboll}, 1,4 73 v. d . ; C . Niebuhr, B esch rei­ b un g von A rabien { Kopenhag, 1772), s. 356. ^



_



( A . G R O H M A N N .)



R E B A B . R A B A B , arapçada bir yay ( k a v s ) île çalman bütün t e l l i m u s i k î â l e t l e r i için kullanılan umûmi bir tâbir. Bu ismin menşe’i muhtelif şekillerde izâh ed ilm iştir: «. ibrânîce lâbab (/ ile r değişebilir) ’d e n ; b. fars­ ça rubäb ( < ravâva ), bu âlet parmaklar ve­ ya bir mızrap ile çalınır ve c. arapça rabbit („toplamak, tertip etmek, bir araya getirmek"). İlk iştikak güç müdâfaa edilebilir. İkincisi, yal­ nız isim benzerliği delili münâkaşasızca kabûl edilemez ise de, bâzı mâkul sebeplere dayan­ maktadır. Arapların yay için kaman kelimesi ile aynı zamanda rabâb ’1 İranlIlardan aldıkla­ rını kabûl ettikleri husûsundaki sık-stk tekraı edilen kayda rağmen, bunun en küçük bir de­ lili yoktur. Bildiklerimiz arasında, böyle bir şey söyleyen hiç bir arap müellifi mevcut değildir ve araplar, kendi kavs tâbirleri yeter telakki edildiğinden, yay için kaman kelimesini hiç de kabûl etm iş değillerdir. M a fâ tlh a l-u lu m ( IV .= X , a s ır ) ’da „ rabâb ’ in Fars ve Horasan halkı tarafından çok iyi bilindiğini" (s. 237) görüyoruz; fak at bu eserin müellifi İran ’da yazıyordu. al-Fârâbi ’den rabâb ’ın arap mem­ leketlerinde de çok iyi tanındığım biliyo­ ruz. İran ’dan alınma olduğu hakkındaki iddia­ ya karşı bir delîl rubäb ’m iranlılar arasında dâimâ mızrap veya el ile çalınan telli bir âlet olup, yaylı bir âlet olmaması vakıasından iba­ rettir. Bununla berâber arapların mızrap ile ça­ lınan telli bir musiki âleti alıp, bunu yay ile ça­ lınacak bir şekle sokmuş olmaları mümkündür. D iğer taraftan, rabâb sözünün esâsını teşkil eden arapça rabba kökü izah bakımından daha mühimdir. A rap musikîsi sadâ bilgisi mütehas­ sıslarının gösterdikleri gibi, u t ( 'ö d ), tanbur ( iu n b ü r) v.b. gibi, mızrap ile çatınan telli mu­ sikî âletleri kesik ( man f a s i l ) sesler verir; hâl­ buki rabâb gibi, yaylı âletler uzun veya deyatph



REBÂB.



649



( muttaşil ) sesler verir. O hâlde bu tâb ir kesik fresklerinin ( Musil, levha X X X IV ) gösterdiği notaları uzun bir nota hâlinde „toplayan, tertip muhakkak kaim zâviye köşeli bir musikî âleti­ eden veya bir araya getiren" yay hakkında kul­ d ir; fakat yay ile değil, parmaklar ile çalın­ lanılıyordu ; tâbirin rabâb için kullanılması bura­ m aktadır. Yeni çağlarda bile çöl rabâb ’inin, dan gelm iştir (bk . H. G. Farmer, Stud., I, 99). yay ile çalınmakla berâber, bu şekilde çalın­ Rabâb, ilk olarak, çeşitli mevzularda eser dığına da tesâdüf olunur ( Crichton, II, 380 ; vermiş olan al-Câhiz (Ölm. 255 = 869 ) ’in M ıc- Bruckhardt, Bédouins, s, 43 ; ayn. mil., Travels, m a a i al-rasâ'il ’inde zikredilir. Burada mızrap I, 389 ; Burton, Personal Narrative, III, 76 ). veya yay ile çalınan bir rabâb'ın hangisi bahis Niebuhr ( levha XXVI, F )iki telli ve kaim zâvîye mevzuu olduğu emin bîr şekilde tesbit edile­ köşeli bir rebâb resmini verir ve aynı zaman­ miyor. Ne olursa-olsun, bu müellif eserini da K ahire ’de tek telli bir rebâb gördüğünü yazdığı sırada bu musikî âletinin efsânevî bir söyler. Villoteau (s . 722 v. d d .; 913—-918) bu tarihi var idi. K a ş f al-kumnm (IX ./X .= X V . iki musikî âletini biribirinden ayırır. Mısır ’da /X V I. asırlar ) ’a göre, bu âlet ilk önce Bani rabâb al-şâ'ir ( „şâir rebâbı" ) ’in bir teli oldu­ T a y y ’e mensûp bir kadının elinde görünmek­ ğunu, hâlbuki rabâb al-muğanni („şark ıcı retedir ( var. 263 ). T ürk rivâyeti bunun „icâ- bâbı" ) ’nin iki teli olduğunu söyler. Lane ( Mod. dını" 'A b d A llah Fâryâbi adlı bir şahsa isnat Egypi., bölüm XVIII, XXI ) de bunları tasvir etm ektedir ( Evliyâ Çelebî, Seyahatname, l/il, eder. Bu âletler bir saz takımına dâhil değildir 226, 234 ). Bir Endülüs efsânesine göre, tberya ve ancak halk arasında kullanılmamaktadır. Bu yartm-adasında icât edilmiştir (D eiphin ve musikî âletinin diğer resimleri için bk. Fetiş Guin, Notes sar la Poésie et la musique arabes, ( H ist., II, 145 ), Engel ( Catalogue, s. 211 ; Re­ S. 59 ). Muhakkak olan şudur ki, II. ( VIII.) ve­ searches, s. 88 ), Chouquet ( s. 204 ), Sachs ya III. ( IX.) asırda rebâbm mevcudiyetine dâir ( Reallex., s. 317 ). Yeni örnekleri müzelerde elimizde resimli bir delîl var ise de ( aş. bk.), çok bulunmaktadır; msl. Bruxelles (nr. 3 8 2 )’de yayın edebî kaynaklardaki en eski zikri, baş­ ve N e w -Y o rk (n r. 242, 3 9 i ) ’ta. ka bir yerde tam olarak gösterdiğim üzere 2. Y u v a r l a k r e b â b . Bunun yeni şekli ( Stud., I, l o i — 105), arap kaynaklarından, msl, yuvarlak ağaç b ir kasnaktan meydana gelir; al-Farâbi ( ölm. 339=950), İhvan a l-Ş a fâ ' ( IV. bunun üst yüzü ve bâzan alt yüzü ince bir deri = X. asır), lbn Sinâ (ölm. 428= 1037) ve İbn ile kaplanmıştır. A yağı yoktur. A rap edebiya­ Zayla’ (ölm . 440=1048 ) ’den gelmektedir. tında bu şekil için husûsî kayıtlara tesâdüf edil­ Müslüman halklar yedi muhtelif çeşit rebâb mez ve XVIII. asırdan daha önceki her hangi tanımaktadırlar ; yâni : 1. müstatil reb âb ; 2. bir resim ile de te’yit edilm em iştir; B a sr a ’da yuvarlak rebâb; 3. beyz! (kayık şekiinde ) re- bunu görmüş olan Niebuhr ( I, 144 ; levha XXVI, bâb; 4. armut şeklinde rebâb; 5. yarım küre G ) âleti tasvir etm iş ve bir resmini vermiştir. şeklinde rebâb; 6. tanbur rebâbı ve 7. açık Bu âletin yalnız bir teli vardır. Filistin halkı tekneli rebâb. arasında ( Sachsse, s. 30, 40, levha 3, 17 ) ve 1. M ü s t a t i l r e b â b . Bu müstatile yakınMagrib ’de ( Chottin, s. 50} buna tesâdüf olu­ şekilde ağaç bir çerçeveden meydana gelir ; nur ve son yerde bu dâimâ rabâb veya ribâb bunun üst ( v a c h ) ve alt ( zahr ) yüzlerine bir adı ile tanınırdt. Başka resimleri için bk. Laince deri ( cild a ) gerilm iştir. Boynu ( 'unuk ) vignac ( s. 2790 ) ve Chottin ( levha VI ). üstüvane şeklinde ve ağaçtandır; hâlbuki ayağı 3. K a y ı k b i ç i m i r e b â b. Yalnız Magrib ( r ic l) demirdendir. Bunun umûmiyetle at kı­ ’de bulunan bu biçim kayık şeklinde oyulmuş lından bir veya iki teli ( avtâr ) vardır. al-Ha- bir ağaç parçasından ibarettir. Tekne ( şadr ) lil (ölm . 175 = 791) „eski arapların şiirlerini İnce bir mâdenî levha ile veya küçük süs gül­ bunun ( rabâb ’ın ) sesi üzerine terennüm e ttik ­ leri kazılm ış ağaç (nmıvârât ) ile kaplanm ıştır; lerini“ söyler (Farm er, Stud., I, 100). K a ş f oyuk kısmın üstü ince bir deri ile kaplıdır. al-kumüm ( var. 267 ) ’da islâm iyetten Öncesine Baş kısmı ( ra’ s ) gövdesine nisbetle kaim zâviâit bir kasîde veya mersiyeye refâkat için bu yede bulunur; umûmiyetle iki tellidir. Yarım ­ âletin kullanıldığını görüyoruz, islâmiyetten ön­ adanın fethinden itibâren, İspanya arapları ve ceki rabâb ’m müstatil şeklinde olması muh­ Moriskolar tarafından kullanılmış gibi görün­ temeldir. Lane ( Lexicon, s. 1005 ) bu görüş tar­ mektedir. Bu memleketin IV. ( X.) ve V . ( XI.) zını kabûl etmiştir. İbn ĞaybI (b. bk. ; ölm. asra mensûp muharrirleri, A bu Bakr Yahya b, 839=1435 ) bedevilerin rebâbını murabbâ ( mu­ Huzayi ( bk. al-Şalâhi, var. 15} ve ibn Hazm rabba') şeklinde, alt ve üst yüzlerinde deri bulu­ ( bk. Muhammed b. lsm â'il, s. 473) bu Sleti nan ve at kılından tek telli olarak tasvir eder medhederler ve Glossarium Latino-Arabicum ( 78*> ). Niebuhr ( 1, 144 ) daha X V III. asırda hâlâ ( V.=sXI.), rabâb kelimesini lira dicta a varietate l?upa murabba' denildiğini söyler. Kuşayr ‘Am ra ile tercüme ettiğinden, onlar şüphesiz bupu



6^0



REBÂ B.



veya armut şeklindeki rebâbı ( bk. aş. nr. 4) Magrİb ’de de kullanılmış olması gerekir ( Jack­ kasdetmiş olmalıdırlar. A rap veya Morisko kay­ son, s. 159 v.d.); fakat ne Villoteau, ne Lane naklarında, resim ile te’y it edilmemiş olmakta M ısır’da bunu görememişlerdir. T ü rk iy e ’de, beraber, bu rebâbı görmüyorsak ber hâlde is- ihtimâl XVII. asırda ramlar tarafından kabûl panyoliar arasında mevcut olm uştur; çünkü ed ilm iştir; iid ve lavta ile birlikte, son devir­ Cantigas de Santa Maria { XIII. asır ) ’da bu lerdeki fasıl musikîsi âletleri arasında mühim âletin açıkça şark husûsiyetlerini taşıdığı gö­ bir yer işgal ederdi (L avignac, s. 3015). Yine rülm ektedir; bk. Riano ( s. 129) ve Ribera son zamanlarda bu rabâb turla ’yi veya o za­ { levha X I ). Ibn Haldun { ölm. 809 = 1406), manlar denildiği gibi, arnaba ’yi Mısır ’a sok­ her ne kadar çok açık bir şekilde değil ise mak için bir teşebbüs yapılm ıştır (al-H afni, de, bu rebâbı tasvir eden ilk muharrirdir s. 661, levha 35). Bu âletin resimleri Engel ( Prol,, XVII, 354}. A ncak ‘ A bd al-Rahmân [C at., s. 210 ) ve C rosby Brown ( 2 2 ) ’da al-Fâsi devrinde ( 1060 = 1650 ’ye doğru) bu bulunabilir ; burada South Kensington ( Lon­ âlet hakkında musikî ile ilgili bâzı teferruat don ) ve New Y o r k ’takî koleksiyonlardaki bulmaktayız ( J R A S , »93J, s. 366). Avrupalı örneklerin resimleri verilmiştir. seyyahlar ( Addison, Windhus, Höst, Shavv) 5. Y a r ı m - k ü r e b i ç i m i r e b â b . Müslü­ bu âletin M agrib ’de halk arasında çok sevildi­ man şarkta ihtimâl en iyi bilinen rebâb şekli buğini zikrederler ve bugün fasla dâhil musikî dur. A letin gövdesi yarım-küre biçiminde olup, âletlerinin en belli-başhlarmdan biridir. Höst, ağaçtan, hindistan cevizinden veya kantar kaba­ şark kaynaklarından alarak, bu âletin en eski ğından y a p ılır; bunun açık kısmına înee bir deri resimlerinden birini verm ektedir ( levha XXXI, gerilmiştir. A ğaçtan olan boynu, umümiyetle 2 ). XIX. asra â it bir tasvir için bk. F. Salvador üstuvâne şeklindedir ve demirden bir ayağı Daniel (s. 80) ve resmi için bk. Christianowitcb v a rd ır; ayaksız da olabilir. Bu âlete arapça ( levha I ). al-Hafni ( levha 34, 39— 52 ), Mahillon ekseriya kamânea veya nâdir olarak, şlşök adı (I, 416 v.d.), Fetiş ( H ist., II, 146 }, Engel { Cat,, verilir. İlk tâbir farsça kamünça ( kaman „ya y", s. 143), Chouquet (s. 205), Sachs ( R eallex., küçültülmüş şekli ) kelimesinden g e lir ; hâlbuki s. 317 ) v.b. âletlerin ve çalanların bir çok re­ İkincisi farsça ve türkçe şişak, şüşak, ğışak, simlerini vermişlerdir. Sârangi denilen şimalî ğ ıja k , ğıçak v. b. kelimesinden g e lir; bunun da H in distan ’daki âlet için bk. Lavignac (s. 350) menşe’! sanksritçe ğoşaka ’ye, milâddan Önee ve Fetiş (II, 298). yazılmış olan Nâtya-şâstra ( bölüm X X X X III) 4. A r m u t b i ç i m i r e b â b . Bu âlet hak-’da zikri geçen âletin adma çıkabilir. İhvan kmdaki arapça eserlerde tesadüf olunan en a l-Ş a fa (Bombay, tab., I, 9 7) ve al Şaiâbi eski kaydın Ibn Hurdâzbih ( ölm. 3 0 0 = 9 12 ’ye ( var. 12 ) ’de zikredilm iş olan şişal ve şizân ke­ d o ğ ru ) tarafından verilen kayıt olması pek limelerinin, sırası ile, şişak ve şizâ k yerine, m uhtemeldir; bu müellif, halîfe al-Mu'tamid müstensih hatâsı olduğunu zannediyorum. K a ­ ( ölm, 279=892 ) ’in huzûrunda yapılan bir ko­ munca kelimesi arapçada, ilk defa olarak, Ibn nuşmada bizanslılann araplarm rebâ binin aynı Fakih (290=903*0 doğru) tarafından zikredil­ olan lüra adlı beş telli ağaçtan bir musikî miştir. Bu müellif buna tekabül eden musikî âletleri olduğunu söyler (al-M as'üdi, Muruc, âletinin hem kıptîlerde, hem Sind halkı arasın­ VIII, 9 1). Şüphesiz bu âletin F lo ran sa’da da kullanılmakta olduğunu söyler [ B G A ) . TaCarrand kolleksiyonunda mevcut IX. asra âit bi’îdir ki, mezkûr musikî âletinin yarım-küre meşhur ÇL ’A rte, 1898, s. 24) kutudaki resmi biçimi bir rebâb olduğu knt’î değildir. İran asıllı bulunan âlet ile aynı olduğunu ileri sürebili­ olan müellif kamânea kelimesini farsçadaki riz. P alerm o ’da palatine küçük kilisesinin (XII. umûmî mânasında, yâni rebâb mânasında, kul­ a s ır ) ağaç Sicilya-moriskoları eserindeki arap lanmış olmalıdır. Muhtelif kaynaklar M ısır’da âletinin böyle olduğunu daha da iyi görm ekte­ kamânea için eski bir alâka ve rağbet bulundu­ yiz ( B Z , 1893, II, 383). al-Fârâbi ( ölm. 339 ğunu gösterir. Bugün Mısır ’da yarım-küre bi­ = 9 5 0 , bk. Land, Researches, s. 130, l 6 6 ) ’nin çimi rebâba rabâb mişri ( „M ısır rebâbı") deni­ meşgûl olduğu rabâb, ihtimâl rebâbln bu şekli liyor ise de, bu memleketin eski bir devirde bu idi. al-Fârâbi hem „accordatura“, hem de gam­ âleti İran ’dan aldığı kabûl edilmektedir ( K a ş f lar hakkında tam teferruatı vermiştir. XIII. — al-kumüm, var. 106 ). Kamânea muhakkak EyXIV. asırdan sonra, XVIII, asra kadar, arapça yubîlerden al-Kamil { ölm. 635=1238 ) ve Memkonuşan memleketlerde bu âlet hakkında az Sûklerden Baybars (ölm. 676«= 1 2 7 7 ) ’m saray­ şey bilinmektedir. Sonra Niebuhr ( I, 143 ; lev­ larında muhakkak çok tutunmuş bir âlet idi (bk. ha XXVI, O ) tarafından tasvir edilmiştir. Ö yle al-M akrizi, I/l, 136; Lane-Poole, Hist, o f Egypt,, anlaşılıyor ki, bu çeşit rebâb yalnız yunan s. 249 ). Farsça Kanz al-tuhaf adU eserde (X IV . halkı arasında rağbette idi ve üç teli var id i; a s ır ), yarım-küre biçimi rebâb ğiçak adı gl-



REBÂB tında tasvir ve tersim edilm iştir; fakat hem ğ ija k ’i, hem kamanca ’yi tasvir eden ibn Gayb i ( ölm. 839=143$ ) ’de, birincinin İkinciden daha büyük olduğu ve mûtad iki telinden baş­ ka, 8 âhenk telinin bulunduğu görülür {K anz al-tulıaf, 2 i6b ; İbn Ğ aybi, var, 78). XVIII. asırda Russell ( I, 152 v.d., levha I V ) ve Nie­ buhr ( I, 144, levha X XVI, E ) tarafından fca» manca ’nin resmi yapılm ıştır. V illo teau ( s. 900, levha B B ) ve Lane ( Mod. Egypt., bölüm 18) âletin yapılışı ve „accordaturası" hakkında çok ince teferruat verm ektedirler, Muşâka da sa­ manındaki Suriye kamanca ( kamanca ) ’sini tas­ vir etm iştir ( M F O B, V I, 25, 81). Yeni İran âleti için bk. Advieile ( s. 14 ve lev h a ) ve La­ vignac ( s. 3074). Türkmen âletleri Fitrat ( s. 45 ) ve Belayev (s . 54 ) tarafından verilmiştir, Malezya için bk. Kaudern (s, 178) ; Hindistan için bk. Lavignac ( s. 349) ve Fetiş ( II, 295), Başka resimler için bk, Farmer ( S t u d I, 76), Fetİs ( Hist,, II, 136 v. d.), Chouquet ( s. 203 ) ve Sachs ( Reallex., s. 207). 6. T a n b u r r e b â b ı . Rebâbın bu biçimi fiilen bir tanbur ( tunbâr), sitâr veya parmak ile veya mızrap ile çalınacak yerde, yay ile ça­ lman benzer bir âlettir. Hindistan için en çok tanınan iki Örneği asrâr ve ta'Bs ’tur. Birinci­ sinin üst yüzüne ince bir deri gerilm iştir ve yay ile çalınan 5 teli ile aynı zamanda bir kaç âhenk teli vardır, İkincisi tamâmiyle bi­ rincinin aynıdır; fakat âletin gövdesinin al­ tında bir tavus resmi bulunur { ismi de bura­ dan g e lir). Resim ve teierrüât için bk. Lavignac (s. 351 ) ve Mahillon (I, 1 3 ı ) - İranlılar ve türkm enler arasında yay ile çalınan böyle çeşitli rebâblar bulunmaktadır. Bk. A dvieile { s. 14 ), Lavignac (s, 3074), M iro n o v(s. 27), Kinsky ( s, 2Ğ ). 7. A ç ı k g ö v d e l i r e b â b. Bu âlet şi­ malî A frik a ve yakın şark halkları arasında mâlûm değildir. Fakat orta şarkta halk ara­ sında çok yaygındır. Bundan önceki rebâb bi­ çimlerinin aksine olarak, ihtizaz gövdesinin yü­ zünün üst kısmı açık bırakılmıştır. Bn biçi­ min en iyi bilinen misâli Hindistan ’m üç teli olan sarindâ ’sidir. Resimleri ve teferruat için bk. Fetiş (II, 296), Lavignac (s. 351), Mahil­ lon ( 1 , 1 3 7 ) ve Kinsky (s . 27). Türkm enistan­ ’ da kopuz denilen benzer bir â let halk tarafın­ dan çok sevilm ektedir. İki teli vardır. Bk. Be­ layev (s. 52 ), Mironov ( s. 25 ) ve F itrat (s. 43 ). B i b l i y o g r a f y a : B a s ı l m ı ş eser­ l e r : Farmer, Studies in Oriental Musical Instruments (Loııdon. 1931 ) ; Sachs, Real­ lexikon der Musikinstrumente (Berlin, 1913); Land, Recherches sur l'histoire de la gamme grabe ( A ctes du V Iime Congr. Inter. Orient^



R EBA Z.



651



Leiden, 1883 ) ; Nîebuhr, Voyage en Arabie (Am sterdam , 1776) ; Villoteau ( Description de VÉgypte, état moderne, Paris, 1809— 1826, I ) ; Fétis, H ist. gên. de la musique (Parts, 1869); Engel, Descr, Catalogue o f the Mu­ sical Instruments in the South Kensington Museum ( London, 18 7 4 ); ayn. mil., R e­ searches . . . Violin Fam ily ( 1883) ; Chouquet, La Musée du Conservatoire National de Mu­ sique ( Paris, 1884 ) ; Sachsse, Palästinensi­ sche Musikinstrumente ( Z D P V, Leipzig, 1927 ) ; Lavignac, Encyclopédie de la musi­ que ( 1913 v. dd.) ; Muhammed b. Ismâ'il, Sa­ f i nat al-mulk { Kahire, 1309 ) ; İbn Haldun ( N E , XVII, 354); H öst, Nachrichten von Marokos und Fes (Kopenhagen, 1 7 81 ) ; Salvador-Daniel, La Musique arabe ( A lgier, 1879 ) ; al-Hafni, Recueil des Travaux du Congrès de Musique arabe (K ahire, 1934); Mahillon, Catalogue. . . du M u s é e ... du Con­ servatoire royal de Musique de Bruxelles', Crosby Brown, Catalogue o f the Crosby Brown Coll. o f Musical Instruments ( New Y ork, 1904 ) ; Russell, Nat. Hist, o f Aleppo (London, 1794 ); A dvieile, La Musique chez les Persans en Î885 { Paris, 188$); Fitrat, Özbek klasik muzikası ( Taşkent, 1927 ) ; Be­ layev, Mueıkalnıye instrumentı Uzbekistana (M oskova, 19 3 3 ); Mironov, Obzor musıkalnth kultur Uzbekov i drugih naradov vostoka (Semerkand, 1 931 ) ; Kaudern, Musical Instruments in Celebes (G ö teb o rg , 1927), Kinsky, Geschichte der M usik in Bildern (L eip zig , 192 9 ); Ch o t tin, Corpus de Musi­ que Marocaine ( Paris, 1933 ), II. Y a z m a e s e r l e r : İbn G aybi, C a m i al-alhân ( Bodleian kütüp., Marsh, 282); İbn S in i, K itâ b a l-ş ifâ ’ ( india O ffice kütüp., nr. I 8 î i ) ; İbn Zayla', K itâ b a l- K â fî (B ri­ tish Museum, nr. 2361 1; K a ş f al-hum um ( İstanbul, Topkapısarayı kütüp.) ; ‘A b d alRahmân a l-F ls i, K itâ b al-cum u f i ‘ Um alm üsilçl (Berlin, Staatsbibl., Lbg. nr. 516); K a n z a l-tu h a f ( British Museum, O r. 2361 ). (H . G . F arm er .) R E B A D . [ Bk. re b a z.] R E B A Z . R A B A Z ( A., cem, arbäi ), bir meskûn mahal veya şehrin ( madina ) dışında bulunan s e m t veya d ı ş m a h a l l e . Orta çağ arap tarih eserlerinde, şarkta ve garpta çok kullanılan bu tâbir ispanyolcada aynı mâ­ nâya gelen arrabal kelimesine esâs teşkil et­ miştir. Rabai tâbiri bir şehrin etrâfı İçin de kullanılabilmektedir. Rabaz, umûmiyetle, ayrıca bir isim alır. Şöyle ki, IV. ( X. ) asır halîfeleri­ nin K urtuba ’sı için böyle 21 dış mahallenin adı bize kadar gelmiştir. Rabaz Şa^unda veya



6s*



R E B A Z — R EBÎ



sâdece al-Rabaz, K u rtu b a ’ nın cenûbunda, Guadalpuivir ’ in 6te tarafında bulunan bir dış-ma­ halle olup, 198 ( 814) yılında burada meşhur isyan çıkmış ve emtr al-Hakara 1. tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış ve kendisine bun­ dan dolayı a l-R a b a ii nisbesi verilmiştir. R a b a ii nisbesi burada yerlerinden kovularak, Endülüs ’ün başka bölgelerine, Fas ’a ve hattâ şarka göç etm iş olanlara da verilmiştir. Müslüman İspan­ yası ’nda bulunan kalelerde ( h işn veya sahra ) rabaz adı, asıl askerlerin bulunduğu mahallin aşağısında, halka â it meskenlerin yer aldığı semte verilmiştir. R abaz tâbiri garp şehirlerinde fahişeler ve cüzamlıların oturdukları semtlere de alem olmuştur. B i b l i y o g r a f y a •. Magrİb için bk. E. Lévi-Provençal, L 'E sp a g n e m usulm ane du siècle : in stitu tion s et v ie sociale ( Pa­ ris, 193*), s. 151, 203, 207; R. Dozy, S up pl. aux D ic t. A rabes, bk. mad. ( E . L é v i -P r o v e n ç a l .)



R E B E H . R A B A H , Mısır ’ın Bahr al-Ğazâl vâlisi ZuBAYR P a ş a , X875 yılında, K ahire ’ye vazîfe ile gidişi esnasında, me’mûriyetİni oğ­ lu Sulaymân 'a devretti. Sulaymân Mısır Su­ danı ’ma o zamanki umûmî valisi Gordon 'un düşmanlığına mârûz kaldığını sanarak, tahtın­ dan indirilen Dâr-Für sultanı Hârün ile, Mısır ’a karşı îsyân etmek için, birleşti. Zubayr Paşa ’nm süt-annesi olan bir zencî kadının oğlu Rabah ismindeki şahıs, dolay ısı ile Sulaymân ‘m süt-kardeşi olduğundan, bu münâsebetle isyânm başlıca kumanda mevkiini elde etmiş idi. Gordon tarafından gönderilen Gessi Paşa. S u laym ân ’1 kanlı bir bozguna uğrattıktan sonra, Rabah, efendisinin ordusunun bâkiyeleri iie, firâr etti ve erzak ile mühimmat te’ mini için, Bahr alG azâ l ’in şimâl-i garbi halkı özerine baskınlar ile hazırlıklarına başladı ( 1878 ). Sonra garba doğru ilerileyerek, 1879 yılında Bandaler içeri­ sine daldı. 1883 ’te birden-bire D âr-K üti ’ye yöneldi ; orada 1890 ’da Sanüsi adında yer­ li bir reisi sultan olarak yerleştirdi. 1S92 'de Bagirmi üzerine atıldı ve 1893 ’te, o sırada oranın merkezi olan Bugoman ’1 ele geçirdi. A yn ı sene Bornû sultanı Hâşim ’e hücûm edip, onu yendi ve öldürdü (kânûn I. 1893). Sonra Hâşim ’in yeğeni ve halefi A bu Bakr ’in kaçmış olduğu Tessâva veya G ober üzerine yürüdü. Sokoto sultanının ordusu tarafından durdurulunca, Çad gölünün cenûbundaki küçük devletlere döndü ı Busolardan Gulfey ’i Mandaralardan Kusri ’yi, Kotokofardan Logone ’yi aldı. 1898 yılında yeniden Bagirmi ’yi istilâ e tti;e s k i merkezi Maseïïya 'yi yaktı. M b a n g ’ 1, yâni kıralı, K u n o ’ya kadar kovaladı; orada Ş.ooo kişilik bir kuvyet ile, pıüstemlçke ip üdürü



b.



YÛ NUS.



Bretonnet ’nin kumandasında bulunan az mıkdardaki senegalii kuvvetlerle savaşan Rabah, sekiz saat süren bir çarpışma neticesinde, bu küçük kuvveti ancak imhâ edebildi ( 18 temimiz 1899 ). 22 nisan 1900 ’de, Şari ’nin aşağı mecrasın­ da bulunan Kusri ’de kumandan Lamy tara­ fından mağlûp edildi. Bu çarpışm ada Rabah iie Lamy de ölmüşlerdir. Rabah ’in fevkalâde mâcerâ hayatı 22 yıl sürm üş,m erkezî S u d a n ’ın bir kısmını harâbe hâline getirm iştir. .



(M



a u r ic e



D



elafo sse



.)



R E B Î. R A B İ‘ ( A.), m ü s l ü m a n t a k v i ­ m i n d e 3. v e 4. a y l a r ı n a d ı . Bu kelime ârâmîcada da mevcut olup, K itâ b -ı m ukaddes ’in süryânîce tercümesinde mevsim sonu yağ­ muru mânasına gelen ibrânîce m alkâş kelimesi­ ne tekabül eder. Bu sebeple ve rebiülâhırı ta­ kip eden iki ayın Cum ada ( „don a y la n ") adını taşımalarından dolayı, Wellhausen ’i bahis mev­ zuu dört ayın esâsında kışa rastladıkları ve bi­ nâenaleyh eski araplarda yılın kış mevsimi [ bk. mad. MUHARREM] ile başladığı kanâatine götür­ müştür. R a b i', başlangıçta yağmurlar sebebi ile, yerin yeşillik ile örtüldüğü mevsimi gösterir. Bu daha sonraları rabi' tâbirinin ilk-bahar için kul­ lanılmasını sağlamıştır. al-Btrüni rabi ' ile gös­ terilen mevsimin son-bahar ( h a r i f ) olduğunu açıkça söyler. Takvim düzeltilmesi K u r ’ an ile yasak edildiğinden [ bk. NESİ ], hicret yılının başlangıcından itibâren, bu iki ay muntaza­ man aynı mevsime rast gelmez. B i b l i y o g r a f y a ' . Wellhausen, R este\ s. 97; Brockelmann, Lexicon syriacum2, bk. mad. R A B p ; al-Birüni, ( nşr. Saehau ), s. 60, 325. (M . PLESSNER.) R E B Î B. Y Û N U S . a l - R A B Î ’ ( 7 3 0 - 7 8 6 ) b . Y U N U S b . 'A b d A l l a h b . A b Î F a r v a ( Medi­ ne ’ ye geldiği vakit sırtına koyun postu giydiği için, bu ismi almıştır, ‘Osm an b. ‘A f f l n ’m azadlı kölesi olan al-Hârİg al-H affâr („m ezar kazıcı" } ’ın a z a d l ı k ö l e s i . Kendisi menşe’i pek mâiûm olmayan bir şahıs idi. Bu durumu hayatı boyun­ ca düşmanları tarafından sık-sık kendisine ha­ tırlatılm ıştır. M edine’de 112 {73 0 )’ye doğru esir olarak doğmuş, Ziyâd b. ‘A b d A lla h alH âriş tarafından satm alınıp, efendisi ilk A b ­ basî halîfesi A bu ’l-'A bbâs al-Saffâh ’a hediye edilmiştir. Kendini daha üç A bbasî halîfesine, al-Manşür, al-Mahdi ve al-H âdi ’ye, hizmet et­ miştir. al-Rabi* nufûzunun zirvesine al-Manşür (136 — 158) zamanında ulaştı. al-Manşür sarayın en liyâkati! ve faydalı adamı olduğuna hükmederek, onu önce kendi frâeib *t olarak tâyin e t t i ; sonra da, A yyü b al-M avribâni ’ nin halefi olarak, ken­ dine vezîr yaptı. Barmak âitesine karşı çevirilen desiselerde mühiıp rol oynamış olan oğlu a}-



REBÎ B. YÛ N U S ı _ Fazl b. R abi', kâcib olarak, babasının vazifesini deruhde etti. Bagdad ’ın kurulmasından sonra, yeni şehir dört mahalleye ayrıldı; bu mahalle­ lerden biri al-Manşür tarafından, iktâ [ b. bk, ] olarak, al-R abi' ’a verild i; bundan dolayı, bu mahalle de Jffafi'at al-Rabi' adını aldı. al-Mahdi ’nın hâkimiyeti sırasında ( 158— 169) al-R abi' ’in te’siri bir zaman için azalmış gibi görünmektedir, 'A b d A ilâh b. A b i 'Ubayd A l­ lah ( Abu ‘Ubayda künyesi ile meşhördur ) ve­ zir oldu. O andan itibâren al-Rabi* rakibinin mevkiinden düşmesini intâc eden bir desise­ ye katıldı. Gerçekten 163 ( 779/780 } ’te Abu ‘Ubayda ’nin oğlu zındıklık ile ithâm edildi. Bu sırada al-Rabi‘ eski hâcib ’ iik vazifesini tekrar aldı ise de, bir daha al-Mahdi ’ye vezir olamadı. Gözden düşmüş olan vezire ‘A bd A llah Abü Y a'küb b. Dâvüd halef otdu. at-H âdi *nin cülu­ sunda (1 6 9 — 785) al-Rabî', yalnız bir zaman için, bu mansıba yeniden getirildi ise de, bun­ dan sonra kendisine halifenin divân ( divân alazim m a) kâtipliği vazifesi verildi. Yedi gün süren kısa bir hastalığı müteakip ölümüne kadar, bu vazifeleri muhafaza etti. Onun ânîden Ölümü al-H âdi tarafından zehirletildiği faraziyesini ortaya çıkarm ış ise de, bu husûs mevsuk kaynakların çoğu tarafından nakzediimektedir. Ölüm tarihi tam olarak bilinmemek­ tedir. al-Cahşiyâri ve al-T abari, ölüm tarihi olarak, 169 yılını verdikleri hâlde, al-H atlb alB ağdadi ve İbn Hallikân onun 170 ( 786) yılı­ nın başında öldüğünü kaydederler. al-Rabi' ’in idârî hayatına dâir malûmat az ise de, kendisi liyakatli, çalışkan, halim ve dira­ yetli bir şahıs idi. H attâ kendisine aslâ iyi na­ zar ile bakmayan al-Mahdi bile, onu bir defa İyi bir idareci nümûnesi olarak vasfetm iştir ( Y a'kübi, 11, 486). Bununla beraber eserler onu efendileri olan A bbâsiler ve halefleri Bermekîierin temayüz ettikleri bir vasıf olan edebiyat hâmisi olarak göstermez. B i b l i y o g r a f y a t Bk. aşağıdaki kitap­ ların fihristleri: al-H afib al-B ağdâdi, Târih BağdSd (K ahire, 1931), VIII, nr, 4521; aiC ah şıyâri, Kİtâb al-vuzarâ’ (nşr. H. v. M iik), Leipzig, 1926; al-T abari, Târih ( nşr. de Goej e ), Leiden, 1879— 1901, II ve IH ; ibn Halli­ kân, Kitâb Vafayât al-a'yân (tre. de Slan e ), Paris, 1838; al-Y a'kûbi, Târih (nşr. H outsm a), Leiden, 1883; G regorius ( Abu ’1Farac ) Bar Hebraeus, Târih muhtasar al-duvat (Beyrut, 1890); İbn Kutayba, ‘ Uyun jlahbâr (4 cild ; Kahire, 1925— 1930 ) ; al-îsıi>ahâni, Kitâb al-ağâni (K ahire, 1927 v. d d .), I ve 111; ai-C 5 luz, Kitâb al-tâc (Kahire, 19I4); ^îıyn. mil., al-Bayân va ’l-tabyin (3 cild ; Kahire, 1926— 19 2 7); al-Suyû^i, Târih al-•



R E B IA v e M ü D A ft. h u la fâ



(m uhtelif tabıları). — G . 'Weil, G e­



sch ich te der C h a life n ( 3 eild; Mannheim, 1846



— 1851); W .Muir, C alip ha te (n şr.T . H. W eir), Edinburgh, 1924 ; C l, Huart, H istoire des A ra bes {2 cild ; Paris, 1912— 191 3) ; G. le Strange, B agh dad d u rin g the A b b a sid C a ­ liph ate (O xford, 1924); E, de Zambaur, Ma­ n uel de gén éa log ie ( Hannover, 1927 ) ; S. Lane-Poole, Muhammadan D y n a sties ( Paris, 1925 )* ( A- S. A tcya .) R E B Î A v e MUDAR. R Â B Ï'A v e MUiZAR, e s k i ş i m a l î A r a b i s t a n ’m e n b ü y ü k ve en k u d r e t l i iki k a b i l e zü mr e s i . A rap kabile adları arasında R abi'a adına pek sık tesadüf olunur. Bu adı taşıyan ve Mu­ zar zümresine dâhil olan mühim kabileler şun­ lardır t Rabi'a b. 'Am ir b. Şa'şa'a, bundan Ka'b, K ilâb ve Kulaybler çıkar; sonra Rabi'a b. 'A b d A llah b. Ka'b, Rabi'a b. K ilâb, Rabi'a b. al-A zbat ve R abi'a b. M âlik b. C a 'fa r; bir de Rabi'a b, ‘Ukayl ve R abi'a b. C a 'd a ; ‘ A bd Şams ’in üç kolu da aynı şekilde bu ismi taşır. Yemenli en büyük kabileler arasında R abi'a b. al-Hiyâr, Rabi'a b. Carval ve Rabi'a b. al-Hârlş b. K a'b adlarını da zikretmek lâzımdır (W ü s­ tenfeld, R eg ister, s. 377 V.dd.). Sâdece ( Bani ) R abi'a veya Bani A b i R abi'a adını taşıyan ka­ bile Şaybanların bir koludur ( ‘ikd, 111, 60, 2» v, dd., 65, »s v. dd.). Sırası ile R abi'at al-Kubrâ, al-Vus(S ve al-Şuğrâ adı ile Tamimlerin üç kolu gö sterilir: Rabi'at a l-C ü' ( a ç Rabi'a) da d-nilen R abi'a b. M âlik b. Zayd Manât, Rabi'a b. Hanzala b. Mâlik b. Zayd Manât ve R abi'a b. Mâlik b. Hanzala kolları; al-Rabâ’i' ( cem. şekli ) her üçünü de içine alır ( L isâ n al‘arab, IX, 469, 9 v. dd. ; 'İkd, II, 47, 26, 43, 1). — R a b i'a ’nm aksine olarak, Muzar adına (eğer M atar b. Ş a rik bunun değişik bir şekli değil is e : 'ikd, III, 74, 2 ; bk. W üstenfeld, ayn. esr., s. 290 ) hiç tesadüf edilemez. M u h t e l i f k o l l a r a a y r ı l m a . Nesep âlimlerinin fikirlerine göre, A ra b ista n ’ın şima­ lindeki kabilelerin büyük bir kısmının ceddi olan Nızâr b. Ma'add b. 'A dnan [ b. bk.J’ın Savda bint ' Ak k b. 'A dnan ’dan iki oğlu ol­ muştur : Muzar ile tyad ( b. bk.] ve Curhum ön-arap kabilesinden olan Cadâla bint Va'lân ’dan Rabi'a ve Anm âr adlı oğulları olmuştur (T a b a ri, I, 1108; al-Batanüni [ bk. bibliyo­ grafya ] ,s. 2 5 ’te bir de Kuââ'a vard ır; buuunla beraber krş. W üstenfeld, ayn. esr., a. 137 v. d.). Muzar ’in al-Ham rif ( kırmızı renginden dolayı : Goldziher, Muh. Stud., I, 268 ; bunun­ la beraber krş. Lisân al-arab, VII, 26, 17 ) iekabını ve R abi'a ’ nm da Rabi'at al-Faras (,,atlı R a b i'a ") lekabını almalarına ve babalarının mirasını taksim etmesine dâir çok meşhur hi-



feEBÎA kâyeden başka, R abi'a *nın N izâr île gömüldü­ ğü de söylenmektedir ; fakat Mekke ’de yerleş­ miş olan Muzar ’ın Medine ’den iki günlük mesâfedeki al-Ravhâ“ ’da defnedilmiş olması gere­ kir ; rivayete göre, mezarı burada bir ziyâretgâh olmuştur ( al-D iyârbakri, Târih al-ham h, Ka­ hire, 1283, I, *48, « ; al-Halabi, Sİ ra, Kahire,



1292, I, 21, n ). Nesep şeceresine göre, Muzar ’m iki oğlu ol­ muştur : al-Yâs [ veya İiyâs ( A lyâ s 1 ve büyiik ve meşhûr kabilelerin ceddi olan ‘A ylan al-Nâs ( bk. mad. KAYS-'AYLÂN) aynı zamanda Muzar ’ln nesli meselesi hakkında ], al-Yâs ’m Hindif lekablı zevcesi Layla bint Hulvân ’dan üç oğlu oldu : M ü d r i k a, T â b i h a ve K aoıa'a ( îbn ‘A b d al-Barr, al-İnbâh, s. 72 v.dd.); anneleri­ nin bu lekabı neticesi olarak, bütün nesli Bani Hindif ( bk. Wüstenfe!d, ayrı, esr., s. 133) adını taşır. İlk ikisi de büyük ve mühim kabile­ lerin cedleridirler : H u z a y i [b . bk.] ve H a z a y m a M udrika’nin oğulları idiler; Huzayma A s a d { b. bk.] ile diğerleri arasında Kureyş [b . b k .j’in d e mensûp olduğu K i n â n a ’ nin [ b. bk.] ceddidir. D iğer taraftan Udd b. T â b i­ ha ’mn Zabba [ b. bk.], ‘A b d M a n â t ve ‘A m r adlı oğulları oldu; bunun nesli, zevcesinin adın­ dan alınarak, M u z a y n a , M u r r ve Idumays adını taşır. Tamim [b. bk.] b. Murr de arap kabilelerinin en büyüklerinden birinin ceddidir. R abi‘a t al-Faras ’in oğulları A k 1 u b, İ ub a y‘a ve A s a d id i; bu sonuncunun da ‘A m i r a, 'A n a z a [ b. bk.] ve ‘A b d al-Kays [ b. bk.] ile al-Namir ’in ve V â ’ii b. K â sit ’m ceddi olan C a d i la adlı oğullan oldu. V â ’il en mühim iki arap kabilesinin ceddi i d i ; B a k r {b. bk.] ile T a ğ l İ b [ b. bk.]. H a n i f a [ b. bk.], Şaybân, Zuhl, Kays b. Ş a la b a v. b. Bakr ’den gelir ( bk. Ibn Durayd, iştikak, s. 189— 216), B akri ’nin M açam ’inin giriş kısmına göre, bu iki kabilenin yayılmış olduğu yerler şöyled ir : A rabistan ’m Ma'add ’m halefleri arasın­ da taksim edilmesi sırasında, Muzarlar Sarav â t ’a kadar mukaddes toprağın hudutlarını ve al-G avr ’ın civarı ile berisindeki memleketi ellerinde muhafaza e ttile r ; Rabi'alar Gamr Z i Kinda dağı tepelerini ve ' Tihâma ’deki alG a v r ’a kadar N e cd ’in civarındaki bölge ile Zât al-'İriç’ m merkezî kısmını ele geçirdiler. Her iki kabile, Mekke ile civârından Ma'add ’m diğer oğullarını kovarak, mülklerini ge­ nişlettiler, 'A b d ai-Kays ’in Bahrayn ’e gitmek üzere hareket etmelerinden sonra, bâzı Rabi'a kabileleri Necd yaylasını, H icaz ’t ve Tihâma hudutlarım îşgâl ettiler ; burada Z a n i’ib, V ari­ dat, al-Ahaşş, Şubayş, Batn al-C arib ve alTağlamân onların devamlı ikamet yerleri oldu. Bir savaş neticesinde, yavaş-yavaş ilerileyen



ve



M U D A ß.



muhtelif kabile kolları biribirlerinden ayrıldı ve büyük kısmı Elcezire ’ye gelip, burada son­ raları adlarını taşıyan nâhiyeleri zaptettiler: Diyar Rabi'a ve Diyârbakr ( b. bk., W üsten­ feld, Wohnsitze, s. 107, 136 v.d., 161 v.d d ,, 168; Blau, Z D M G , 1869, XXIII, 579 v.d.). Rabi'alar Tihâma ’yi terkettikten sonra, Hindifler tarafından yenilen Kayslerin Necd ülke­ sine nufûz ettikleri zamana kadar, Muüarlar bulundukları yerleri muhafaza ettiler. Hindifler arasındaki anlaşmazlıklar Tâbihaların da Necd ’e, Hicaz ’a ve havalisine gitmeleri neti­ cesini doğurdu. T âbih a ’mn kolları Yamama, Hacar, Yabrin ve ‘Omân ’a kadar nufûz etti­ le r ; bâzı zümreler Bahrayn ile Basra arasında yerleştiler. Bununla beraber M ekke havâlisinde, Nazr b. Kinâna *nin nesilleri gibi, bâzı Mudrika kabileleri Tihâma ’de kaldılar ( W üstenfeld, Wohnsitze, s. 169 v. dd.). Elcezire ’ye nufûz etmiş olan Muzarlar D iyär Muzar bölgesine adlarını vermişlerdir ; Blau ( ayn, esr,, s. 577 ) bu isim ile milâdî IV. asırda bu yerde gösterilen M a vtttvııaı ’nin akrabası olan arap kabilesi arasında bir münâsebet bulmuştur. T a r i h . Himyar devletinin habeşlerin sebep oldukları yıkılışlarına kadar, Rabi'alar ile Mu­ zarlar Yemen kırallığımn tazyikına mârûz kal­ mışlar, bir tek reisin idaresinde birleştikleri zamanlar, bir çok defalar bu kıratlığın boyun­ duruğundan çıkmışlardır. Bu harpler sırasında yapılmış olan savaş günlerinde M a'addi kabi­ lelerinin muzaffer oldukları al-Baydâ’, al-Sullân ve Hazâz(â) günlerinin adı zikredilmektedir ( Reiske, Primae lineae kist. regn. arah. , . , nşr. W üstenfeld, s. 180 v.d. Y a'kübi, nşr. Houtsma, I, 257; Yakut, H, 432 v .d d .; III, 114 v.d.). Bu kabileler muvakkat olarak Kinda [b . bk.] im­ paratorluğuna âit idiler ve bunların hükümdar­ ları Ma'add (veya Muzar ) ve Rabi'a meliki un­ vanını taşıyorlardı ( A . Sprenger, Geogr,, s, 216), Bakr ve Tağlib gibi, diğer Rabİ'a ve Muzarlar da Kinda kabilesinden al-Hâriş b . ‘Omar b. al-Makşür ’u reis tanım ışlardı; bu reis, onlar ile birlikte, G assâni ve Lahmi kıralları İle muzafferâne savaşlar yaptı ve sonra fethettiği yer­ leri kaybetti (H am za al-İşfahüni, nşr. G o ttwaidt, I, 140). Onun ölümünden sonra, Zü N u v âs’ın kırallığı habeşler karşısında yıkılın­ ca ve Kinda artık yemeniiierin hâkimiyetini tanımayınca, Basüs [b . bk.] savaşında Bakr ile Tağlib arasında son mücâdeleler vukua geldi. „al-Kuläb ’ m ilk gününde“ veya her iki kabile de R abi'a b. N iz â r ’dan geldiği için, „R abi'a ’am al-Kuläb günü" denilen günde, Tağlibler muzaffer çıktılar ve Bakrler Hıra hükümdarı al-Munzir 111. ’e müracaat e ttile r; bu hükümdar o zaman hâkimiyetini R abi'a ve



ftE B Î A



ve



M ÜDÂİ



Muzariar ile merkezî Arabistan ’m diğer kabi­ lında; Sprenger, ayn. esr., III, 201). H icrî 8 leleri üzerine yaydı ( Y a'kübi, göst. yer.', Yalfüt, yılında Halid b. al-V alid Kurayş, Kinâna ve IV, ¿94 v.d.). İhtimâl Elcezîre ’de yerleşen ilk „bütün Muzariar" tarafından tapılan N aljîa’ de­ Rabi'alar olan T ağlib kabilesinin buraya doğru ki 'uzzâ putunu kırdı (T a b a rî, I, 1648). Elçi­ hareketi bu devirde vukua gelm iş idi. Bani lik yılında ('nm a l-vafd), h. 9 yılında, Muzar Namir b. K â sit ve diğer R abi'a kabileleri on­ ’ın ve R abi'a ’mn büyük kolları, bunlar arasın­ ları tâkip ettiler. Tağlib ile Bakr arasındaki da Tamim, Sakif, ‘A b d al-Kays ve Bakr b. anlaşmazlıklar bu vâkıa ite sona ermedi ve Zü V a’il İslâmiyet! kabul e ttile r ; fakat bütün K â r [ b. bk.] savaşında onlar biribirine düşman merkezî A ra b ista n ’ın itâat etmesi bahis mev­ karargâhlarda bulunuyorlardı. Rabi'alarm iran- zuu olamaz. 'A b d al-Kayslerin elçilik hey’etilıtara karşı büyük bir zaferi olarak tes’îd edilen nin Peygamberin yanındaki şikâyetleri dikkate Bakrlerin zaferi ( bk. Nöldeke, Sassaniden, s. d e ğ e r: — „Sizinle bizim aramızda Muzar kabi­ 310 v. d d .; daha eski bir muharebe için bk. leleri oturmaktadır ve yalnız f_tarâm aylarda Y alfüt, II, 735 'i.dd.) merkezî Arabistan kabile­ size gelebiliyoruz" (Sprenger, ayn. esr., III, lerini yabancı boyunduruğundan kurtardı v e is- 374; krş, s. 301, n ot l ) . R a b i'a ’ya mensup olan sahte peygamber Musaylima ’ nin tarafdarIâmiyetin yolunu hazırladı. Muzariar İle Mekke haremi arasındaki eski iarının bir sözü hicri 11 yılı vukuâtı arasında münâsebetlerden bahseden rivayetler vardır: bize kadar gelm iştir; „Rabi'alardan bir yalan­ Ti hama hâkimleri ve K a'ba muhafızları olan cı, bizim için, Muzarlardan gerçek bir peygam­ Curhumler [ b. bk.] Mekke ’den İyâdlar [ b. bk.] berden daha kıym etlidir" (ihtim âl şu değişik ve Muzariar tarafından koyulmuşlardır. Hareme şekil tercihe d e ğ e r; „ . . . Muzarlardan bir ya­ sâhip olmak için yapılan mücâdelede Muzariar lancıdan": T ab arî, 1,19 3 6 v . d . ; Rabi’a ile muzaffer oldular ; fakat bununla beraber, K a'ba Muzar arasında ifâde edilmiş olan ihtimâl ilk ile Mekke ’nin idaresini Huzâ'alara [ b. bk.} zıddiyet budar?). A yn ı yılda Bahrayn „Rabırakmağa mecbur k a ld ılar; öyle ki, kendilerine bi'aları" kendilerine melik seçtikleri zaman, as­ haco ile ilgili sırf dinî üç vazifeden ('A ra fa t lında yalnız Kays b. Şa'laba ve 'A b d al-Kays icaza ’si, Muzdalifa ifâ za ’sı ve Minâ icaza ’s i ) kabileleri bahis mevzuudur (T a b ari, I, 1960; başka bir şey kalmadı v e bunlar, Kuşayy [ b. Balâzuri, FutSh, s. 83 v.d.). Rabi'a ve Muzar bk.] tarafından yeniden birleştirilince, Muiar „kabîlelerînin“, bu andan itibaren, gerçekten ’dan olan ailelerde kaldı ( îbn Haldun, 'Ibar, müslüman ordularının asıl kuvvetini teşkil ettiği H, 333, 335; Ya'kübi, at/n. esr., I, 274). T ak ­ kabul edilm ektedir; fakat bununla berâber, vimin tesbiti gibi mühim bir vazife de bir muzar- btınlrrın sayısı husûsunda şüphe gösterilebilir lıya düşmüş idi ( Sprenger, Geogr,, s. 2*5). ( bk. Caetanİ, Annali, h. 12 yılı vukuatı, § 188, Peygamber zamanında, hırİstiyanlık Rabi'alar not 5). al-Muşannâ, hicrî 13 yılında Sava d ’a arasında yayılm ış olduğu hâlde, M ularlar eski girince, Sülj al-Hanâfis üzerinde toplanmış olan müşrik husûsiyetleri daha sâdıkâne muhafaza ve hâlâ Sâsânîlerin hâkimiyetini tanıyan Ra­ ettiler ve hudut kabilelerinden daha az ârâmî bi'alar ile K utâ'aları ansızın yakalamış idi te’sirine tâbî oldular {W elihausen, Reste1, s. (T a b a ri, 1, 2202 v. d.); 5 yı! sonra, al-Rakka, 231 *de „belki bu onların Rabi'alara karşı ya­ Nusaybin ve Rabi'alar ile Tanüh ’a karşı çok bancılaşmalarım kısmen izah eder" demektedir). büyük bir sefer hazırlandı ( İbn Haldun, '¡bar, Mezarlar için mukaddes ayreceb idi (Racab Mu- 11/2, s. 107 v. d.). Rabi'a ve Muzar ’m tarihini bir müddet da­ zar tâbiri buradan gelm ektedir; bk. Wellhausen, ayn. esr., s. 9 7 ; bu vâkıanm îbn al-Mu- ha tâkip etmek lâzım dır; zîra buraya kadar veri­ câvir ’den alınmış dikkate şâyân bir izahı için len izahlardan bedihî olarak anlaşılır ki, bu iki bk. A . Sprenger, Mokammad, III, 3 0 1); Rabi kelime, nesep âlimlerinin iddia ettikleri gibi, ka­ ‘alarm mukaddes ayı ise, ramazan idi (b k . bilelerin bütününe değil, ancak bir kaç kolu­ Dimaşki, N ukbat al-dahr, ire. Mehren, s. 403). na â ittir ( boylece ekseriya R abi'a ile Bakr ve Bütün Rabi'alar, ikram esnâsındaki âdetler ba­ Tağlib yahut yalnızca bu iki kabîleden biri kımından, bir çok Rabi'a zümreieri, bunlar ara­ gösterilir ). Hattâ bâzan bütün Rabi'a zümre­ sında Ribâb kabileler birliği gibi arapların il­ si Muzar zümresi içine yerleştirilm iştir (‘îk d , la zümresine mensflp idiler (Y a 'k ü b i, ayn. II, 39, 30). Bu da karışıklığı arttırmaktadır. esr., I, 298). Dimaşki, oı/n. esr., s. 385 ’te şu Bundan başka her kabilenin menşe’i o kadar garip fikir bulunmaktadır : kiptiler, yiyecek ara­ uzağa çıkarılır ki, bunların gerçekten böyle mak üzere, Mısır ’a gitm iş olan Rabi'a „veya" olup-otmadıklarını yahut Ma'add ve N izâr ’m sun’î mefhûmlar olup-olmadığını ayırmak güç­ T a ğ lib ’in neslidir. Muzayna Peygamberi tanıyan ilk Muzar ka­ tür. Bilindiği üzere, Goldziher ( Muh. Siud., bilesi olmakla Övünür (ihtimâl daha h. 5 yı­ I, 94 v.d.) şimâl arapları ile cenûp arapları



6 §6



R E B ÎA



ve



M U D Â fc — R E B İB -ü d -Û E V L Ğ .



arasındaki zıddiyetin köklerinde K ureyş ile A nsâr arasında rekabet bulunduğunu gös­ term iştir ve Ma'add ile Yemen arasındaki es­ ki mücâdeleleri daha muahhar bir tarihin uy­ durması telakki etmektedir. „M a'add veya Muzar ’m " ilk Önce anşâr tâbirinin zıddı olduğu­ nu tesb ii etm iştir. Kabilelerin zıddiyetleri yük­ sek siyâset içinde eriy:nce ve Mare Râhit [ b. bk.] savaşından {65 = 684 ) sonra, daba büyük zümreieşmeler kurmak temayülü g ittik ­ çe genişleyince, Tamimler, nihayet K aysler ile birleşerek, büyük Muzar fırkasını kurdular. Di­ ğer taraftan A zdler [ b. bk. ] aralarında Hora­ san [ b. bk.] ’daki R abi'a ( B a k r ) bulunan y e ­ meni! diğer kabilelere iltihak e ttile r; nihayet Suriye Kuzâ'aları ( K a l b ) onlara iltihak etti ( Wellhausen, D a s arabische R eich , s. 44 v.d.). Muzar (T am im ve Ç a y s ) ile Yemen ( A z d ve R a b i'a ) arasındaki ikiliğin, diğer zıddiyetleri silen ve bütün arap âlemini kutuplaştıran ikliğin neticeleri, esâs hatları ile, K ays-‘A ylan maddesinde izah edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a \ Arapça asıl lügat­ ler ve neseplere dâir eserler; F. W üstenfeld, R eg ister ve T abellen , A — Z ; Ibn Durayd, K iin b a l-iştik â k ( nşr, W ü stenfeld), G öttin ­ gen, 1854, bilhassa s. 189— 216; Kalkaşandi, N ih ü y a t al-arab f i m a 'rifa t ansöb



a l-a ra b



( Bagdad, _ 1332 ), s. 215— 218, 340, 345 v.d.; al-Suvaydi, Sabâ’ ik al-zahab f i m a r tfa t kabâ’ il a l-a ra b ( taş-basm,, Bombay, 1296 ), s. 20 v. d d ,; îbn ‘A bd al-Barr, a l-în bah ‘ ala k a b S il al-ruvBh ( Kahire, 1350 ), s, 64, 96 — 100; W üstenfeld, D ie W ohnsitze und W an­ d erungen der arabischen Stäm m e ( A b h . G es. IFi'ss. G ott., 1868/1869, XIV, 107, 136 v.d.,



161 v. dd., 167 v.d., 169 v, dd.). — T abari, Baläzuri, Mas'üdi ( M urn c), K itäb a l-A ğ â n i, N a lçS ii ( nşr, Bevan ), bk. fih ristleri; Wensinek, Handbook, bk. mad. E m bassy; İbn Haldün, 'Jbar ( Bulak, 1284 ), II, 298 — 338 ; İbn ‘A b d Rabbihî, a l - l k d a l-fa r id { Kahire, 1316), bilhassa II, 3 7 — 47, 263 — 267; III, 256 v.d .; al-Batanüni, a l-R ih la a l-H ic ä ziy a ( Kahire, 1329 ), s. 25 v.d. — A . Sprenger, D ie alte G eograp hie A rabien s (Berlin, 1875), s. 216, 223; ayn. mll., D a s L eben u n d die L e h re des M oham m ad (B erlin, 1865), III, CX XX VIII v.dd., 201, 301, 374; J. Wellhausen, R este arabischen H eiden tum s2 (B ern, 1897), s. 97, 231, 245; Th, NÖIdeke, G esch ich te der P erser u n d A ra b er



zu r Z e it der Sasaniden



(Leiden, 1879), s. 46, 203, 310 v .d d ., 330; Caussin de Perceval, E ssai sur l ’ h istoire des A r a b e s . . . (Paris, 1847/1848), I, n o , 116, 185 — 194, 218 — 221, 240, 348; II, 259 — 394, tüi, y e r . — Muahhar devirler için bk. I,



Goldziher, M oham m edanische S tu dien ( Halle, 1888/1890), I, 80, 83 v .d d ., 92 — 98, 180, 206, 268; A . Müller, D e r Islam im M orgen u n d A b en d la n d (Berlin, 1885 — 1887 ), bil­ hassa I, 316, 346, 377, 445, 451 v .d d .; W ell­ hausen, D ie relig iS s-p o litisck en O p positions­ p a r te ie n . . . ( A b h . G es. IFiss. G ö tt., N F, 1901, V , 6, 23, 58, 83 ) ; ayn. mil., D a s arabische R eich u n d sein S tu r z (Berlin, 1902 ), bilhassa, s. 43 v .d d ., 122, 130 v .d , 156, 163, 196, 205, 242 ve bahis 8 ile 9 tür. yer. (H . K i n d e r m a n n .) R E B İB -O d -D E V L E . R A B ÎB A L -D A V L A (?— 1 1 1 9 ) , A



bu



Man şu r Muham



m ed



H



am adân



I



S e l ç u k l u v e z i r i . H alîfe al-Kâ’im bi-Am ri’llâh ve al-Muktadi bi-Am ri’llâh zamanlarında hi­ lâfet vezirlerinden olan ve tarihçiliği ile de tanı­ nan Zahir al-Din A bu Şucâ' Muhammed ’in oğlu­ dur. Rahat al-şudâr ’da a l-K irS (i nisbesi ile zikr­ edilmiştir. Bagdad ’da babasının yanında, saray terbiyesi ile yetişmiş, halîfeler ile ünsiyet peydâ etmiş ve 481 (1088) yılında, babasının hacc dolayısı ile B agd ad ’dan ayrılması üzerine, nakib al-nukabS T arrâd b. Zaynabi ile birlikte, ve­ zire vekâlet etmek sureti ile, idarede tecrübe sahibi olmak imkânım bulmuş, Nizâm al-Mulk ’ün oğlu olan Fahr al-Mulk ’ ün kızı ile evlenmiş, nihayet 507 ( I I 13 ) ’de, halîfe al-Mustaşhir tara­ fından, hilâfet vezirliğine getirilm iştir. O sırada 'Imâıi ai-D in lekabtm taşıdığı anlaşılmaktadır. Selçuklu sultanı G iyâş al-D in Muhammed [ b. bk. ], veziri Hat ir al-Mulk yerine daha mü­ nâsip birini aradığı zaman kendisine yapılan tavsiyeye uyarak, Tmâd a l-D in ’i B a g d a d ’dan dâvet edip, saltanat vezirliğini ona tevdî etti ( 51 1 zilkâdesi başları = 1118 şubatının son haf­ tası ). Bundan böyle kendisine R abib a!-Davla denilmeğe başlandı. A bu Manşür vazifeye baş­ lama tarihinden takriben bir buçuk ay kadar sonra, Sultan Muhammed ’in vefâtı ile yerine geçen oğlu Sultan Muğis al-D in Mahmüd za­ manında da mevkiini muhafaza etti ve ölüm tarihi olan 28 rebiülâhır 51 3( 8 ağustos 1119 ) ’e kadar Selçuklu veziri olarak kaldı. Kendisi, kaynaklara göre, Muğis al-D in Mahmüd ile amcası Sultan Sancar arasında cereyân eden Sava muhârebesinden üç gün önce ölmüş idi. O ğlu A bu Şucâ' Muhammed de halîfe aî-Mustarşid ’in veziri olmuştur. Bir buçuk yıla yakın bir müddet Selçuklu vezirliği yapmış olan Ra­ b ib al-Davla, idaredeki kifayetsizliği (b k . Zubdat al-nuşra, s. 113 v .d .) yüzünden, hicvedildiği gibi (a l-A n b â ri tarafından, bk. A h b â r davlat al-Salçâltİya, s. 58), hakkında { msl. A b ivardî, Ğ azzI, NSşih al-D in A rracâ n i tarafın­ dan ) medhiyeler de yazılm ıştır ( b k ,‘A bbüs İk­ bâl, V izS ra t .. , s. 172 v .d .).



ftOMB-öp-bfcVLE B i b t i y o g r af ya:



Zubdat



al-N uşra



( trk. trc. Kıvâmüddin B urslan ), frak ve H orasan S e lçu k île r i ta rih i (T T K , İstanbul, 1943 s. 79, 113 V. d., 116, 121 V. d . ; M acm al al-tavârih va ’l-kaşaş ( nşr. Malik al-Şu'arâ’ Bahar), Tahran, 1318 §., s. 318, 4 1 1 ; A k b â r al-davlat al-salçükîya ( trk. tre. Necati Lugal, T T K , İstanbul, 1943), s. 58; RâhM alşu du r ( trk. trc. Ahmed A teş, nşr. T T K , A n­ kara, 1957 ), s. 148, 196; İbn a!-A şir, 481, 512 yılları ve k a y ii; Naşir al-D in Munşi-i Kırmanı, N a sa im al-askâr f i la ta im al-ahbâr (nşr. Mir C alâl al-Din Husayni Urm avi), Tahran, 1338 ş., s. 27 5 'A b b âs İkbâl, Vizârat dar ' akd -i sa lâ tln -i buzu rg-i sa lçü ki ( Tahran, 1338 5.), s. 122 v. d., 152, s. 171 v. dd., 178— 181. (İBRAHİM K a FESOĞLU. ) R E C Â Î - Z Â D E E K R E M B E Y . [B k . e k r e m BEY.] R E C E B . R A C A B ( a ), miislüman takviminde y e d i n c i a y ı n a d ı. Câhiliye devrinde bu ay, ilaveli yılın men’i neticesinde, ayların senenin aynı zamanlarına rastlamamalarına kadar [bk. madd, MUHARREM ve NESİ ], yaz mevsiminde baş­ lıyordu. Bu ay mukaddes ( haram) idi. Filhakika, haceın İslâm öncesi menâsikinin M ekke’ ye âit başlıca kısmı olan 'tımra [b. bk.] bu ay içinde vukü buluyordu. Bundan dolayı bu ayda İlâhî mütâreke hüküm sürüyordu. Kurayş ile Havâzin arasında receb ayında vukû bulan ve genç Muhammed ’ İn katıldığı câiz görülmeyen harbe ficâ r („şiddetli k ü fü r") denilmiştir [ bk. mad. FİCÂR ]. Muharrem maddesinde daha önce işaret edil­ diği gibi, K ur’an ’da, yalnız mukaddes bir ay­ dan bahsedilir ; tek âyet ( K u r’an, IX, 36 ) se­ bebi ile an’anevî bir hâle gelen dört aydan h'ç bahsedilmez. K ur’an, V , 2 ’de 'umra ’den bahs­ edilir ; bir az önce söylenildiği gibi, müfessirier receb ile bu âyette zikredilen mukaddes ay arasında kısmen bir münâsebet kurarlar. Islâmiyette, receb ayı, Peygamberin mi’râcı sebebi ile, artan bir ehemmiyet kazanmıştır, Mi’râc, muahhar devirde, bu ayın 26 ’sim 27 ’ye bağlayan gecede (ilk tarihler için bk. mad. Ml’RÂC) vukua gelmiş olarak gösterilmiştir. Bu sebeple, bu geceye Laylat at-mi'râc denil­ miş olup, mi’râca dâir manzumeler okunarak, les’îd edilir. B i b l i y o g r a f y a : Wellbausen, Reste arab. Heidentums2, s. 97 v. d.; a!-Birüni, A şar ( nşr. Saclıau }, s. 60 v. d ; juynboll, Handbtıch de s islâmisehen Gesetzes ( 1910 ), s. 131 v. d .; zikri geçen maddeler ve eserlerdeki bibliyog­ rafya. ( M. P l e s s n e r .) R E CE Z. RACAZ, a r a p a r u z u n d a b i r b a h r i n a d ı . Bu isim, araplarıa fikrine göre, l*l£m AmiklopedUt



REt Sil



65?



( bk. msl. L A , VII, 218 ortada ve Freytag, Darsfellung der arabisehen Verskunst, s. 135 ), „titrem e" mânasına gelm ektedir ve bu bahir iki çift taf ila ’ye kadar indirüebildiği ve bun­ dan dolayı bir raczâ? ’ya, yâni „kalkarken za­ yıflıktan titreyen bir dişi deveye" benzediği için, buna bn ad verilmiş olmalıdır. D iğer arap şârihleri, bu kelime ile, ricâza („m uvâzene ağırlığı, dara" ) arasında bir münâsebet kurmak­ tadırlar ( al-Suhayîi, İbn Hişâm, nşr. Wüstcnfeld, I, 171, 10 münâsebeti ile ; ayn, esr,, II, 58 aş.). Biz Nöldeke ( W Z K M , 1896, X, 342 ) ’nin faraziyesini kabûl etmeğe daha çok m ütem ayiliz; buna göre, racaz ( „g ü rlem e ") eski zamanlarda bu veznin tercihen kullanıldığı sa­ vaş türkülerinin gürleyerek söylenmesi mâ­ nasında olmalıdır, Ahlvvardt, recez şâirleri olan al-‘A ccâ e ile al-Z afayân ’m divânları neşrinin mukaddimesinde (Berlin, 1903, s. XXXVI a ş.) kelimeyi bîr az farklı olarak „kızgınlık gös­ terişleri" şeklinde izah eder. [ A rap aruzunda bu bahrin asıl şekli bir be­ yitte 6 defa m u sta f'ilu n ’den müteşekkildir. D ört arûzu ve ikisi birinci arûza âit olmak üzere, S zarb ’1 vardır. I. 'a rü i, birinci zarb ’1 il e : m ustaf'ilun m ustaf'ilun m ustafilun m uştaf'ilun m ustaf'ilun m uştaf'ilun Bu şeklin bütün tef’1Seterinin yerini m afetilun, muf t a İhın ve f a Hatun alabilir. Birinci arûzun ikinci zarb ’l m a f‘ ulan ’dür, Bnnun yerini f d u ­ lun alabilir. Buna göre, yukarıdaki şekilde en son te f’ile bu iki hâlde bulunur. II. ‘ arüi maczâ’ ’ dur ve zarb ’1 da kendisi g ib id ir: m ustaf'ilun m ustaf'ilun m ustaf'ilun m ustaf'ilun III. 'aruz maşiür ’ dur : m ustaf'ilun m ustaf'ilun m ustaf'ilun IV . ' aruz m anhük ’ tur ; m ustaf'ilun m ustaf'ilun Bu son şeklin te f’ilelerinde I. şekilde zikre­ dilen değişiklikler görülebilir. Son iki şekil, aşağıda izah edildiği gibi, bütün beyitleri biribiri ile kafiyeli manzumelerde kullanılmıştır ]. Me nş e’ ve ş e k i l b a k ı m ı n d a n gelişm e. A raplar ( al-H aîü ’in arûz dâireleri nazariyesi İle alâkalı olarak, bk. mad. ARÛZ) ra­ caz ’i hazac [ b. bk.] ’den çıkarırlar ; ona, mûtâd bahirler sırasında, 7. yeri verirler ve kendisini meydana getiren unsuru çift m ustaf'ilun te f’ilesi, şu hâlde ( hiç olmazsa umûmî kaide hâlinde) iik hecesi uzatılmış bir „diiambus" ( ---- --- — ) telakki ederler. Bu son görüş tarzı, yeni araş­ tırmalar ile, te’yit edilmiştir. Filhakika R. G eyer, Altarabischen Diiamben (s . 7 — 1 0 ) ’de diiambus ’ un bu şeklinin ( — ) recez ile 42



yazılm ış şiirlerde çok daha sık görüldüğünü, istatistikler ile, isbât etm iştir; bununla bera­ ber, arapların da pek iyi bir şekilde bildikleri üzere, bunun yanında •> — “ — , — - « — ve hattâ - - . — • şekillerine de tesadüf edilmekte­ dir ( müteakip sahifelerde, recezin tef’ileleri bahis mevzuu olduğu zaman, dâimâ bu neviden dört heceli tef’ileler kasdediiecektir). Fakat maalesef araplar kesinti vurgusunun dört hece­ den hangisi üzerinde bulunduğunu aslâ söyle­ memişlerdir ; esasen umûmiyetle „to n " ve „vur­ gu " tâbirleri, gram erde olduğu kadar, aruzda da, onlar için yabancı kalmıştır. M. Hartmann ’a göre ( Metnim und Rhytkm us, s, 22 ), esâs kesinti vurgusu ( Hartmann „esâs ton" demek­ tedir ) son uzun hece üzerine, tâli vurgu ise, sondan bir evvelki uzun hece üzerine düşmüş olmalıdır. Ne olursa-olsun bu muşta f i l a n (veya yerini alan tef’üeler ), arapların nazariyesine göre, rec e z i n i p t i d a î ş e k l î n i meydana getirmek için, a l t ı d e f a t e k r a r e d i l m e l i d i r . Bu husustaki görüşlerinin bir esâsa dayanmış ol­ ması çok şüphelidir. A bü Tanım am ’ m Hamâsa ’sinde, hiç olmazsa metinde, tam olarak (salim ) altı tef’ileli biç bir recez misâli bulunmamak­ tadır. Buhturi ’nin Ham asa ’sinde yalnız bir adet vardır { nşr, Cheikho, nr. 998, Ka'nab b. Zamra al-G atalâni ’ye âit p arça; M. F. Krenkovv bu şâirin lugatçesİni, görünüşe göre, ondan muhafaza edilen bu yegâne şiirin imkân ver­ diği nisbette, tetkik etmiş ve— dostâne bîr şe­ kilde bana bildirdiğine göre — Ka'nab ’iu islâmiyelin ilk zamanlarında yaşamış olması ge­ rektiği neticesine varm ıştır). „Eski altı arap şâirinin divânlarında" recez husûsunda bul­ duklarımız şunlardır: altı tef’ileli recez ya T a ra fa ’ya isııât edilen 4 numaralı parça (nşr. Ahlvvardt, s. 184 ) ile İmru’ a l-K a y s’in 53 numa­ ralı şiiri ( ayn. esr., s. 154 v. d.) — bu son me­ tinde son tam tef ’ ile hattâ bir tek heceye in­ dirilm iştir 1 — gibi bir hece noksan veya İmru’ al-Kays ’in müteâkip şiiri gibi, bir kaç hece noksandır. Daha sonraki şiirde de bu sözde-iptidâî altı te f’ilelik recez beyiti şekli nâdirdir ve bir ve­ ya bir kaç hece noksan olan değişik şekilleri, açık bir tarzda, daha da nâdirdir. „İptidâi şe­ kil", msî. a l-K â li’11in Am ali ’sinde iki defa gö ­ rünmektedir ( Kahire, 1344=1926, ], 180 ve II, 127). İki hâlde de h. Iü . asır şiirleri bahis mevzuudur. Şiir husûsunda terakkiyi seven ve ölümü Kratschkowsky tarafından, kuvvetli se­ bepler ile, h. 370 ’ten sonraya çıkarılan ( D î­ vân, giriş, s. 48 yk.) şamlı şâir al-V a'vâ', D î­ vân ’mda recezin bu şeklini bir tek defa kul­ lanmıştır : nr. 107, Bunun gibi al-Va’vâ’ ’dan



bir nesil sonra olan A bu ’l-'A lâ ’ al-M a'arrî ( b. b k .; 363— 449=973— 1058} recezin bu şek­ lini, bir tek defa, gençlik şiirlerinde, kullan­ mıştır ( Sakt al-zand, Bulak, 1286, I, 89). A ltı te f’ilelik uzun ve tam beyit yanında, bir de d ö r t t e f’i 1 e 1 i k t a m b e y i t sar­ dır ki, buna araplar maczâ’ al-racaz adıtiı ve­ rirler ( Freytag, ayn. esr., s. 231 ). Am ali ’de bundan üç örnek bulunmaktadır ki, birisi (I, 63 v. d.) ihtimâl esk id ir; buna karşılık öteki ikisi ( 11, 231 v. d. ve III, 143) açıkça h. III. asra aittir. ‘Omar b. A b i R abi'a { ölm. h. !. asrın sonuna doğru), Kratschkoıvsky {ayn, esr., s. 121 y k .)’nin gösterdiği gibi, recezin, diğer şekillerini hâriç bırakarak, yalnız bu şeklini kullanır. A ğ a n ı1 (XIII, 83 a ş.)’de zikredilmiş olan Hammüd ‘A c r a d ’in beyitleri muahhar Emevî veya eski A bbasi devrinden gelm ektedir ; A bu ’l-‘A tShiya ’nin D îvân ( Bey­ rut, 1909, s. 243 ve 3 o 7 )’mdaki beyitler eski Abbâstler devri ndendir. A bü Nuvâs ’m H am riyât ’tnda bir misâl bulunmaktadır; al-Va’ vâ’ ( yk. bk.) ’ da üç misâl v a rd ır: nr. 2oĞ, 222 ve * 47 ‘



Dört ie f’ileli recezin bütün örnekleri salim­ dir. Salm al-Hâsîr ’in 'A şim b. ‘ Utba ( A ğ ân î1, XXI, 115) hakkmdakt şiirleri veya Müslim b. a t-V a !id ’in Divân (nşr. de G oeje, nr. 26 ve 37) ’ındaki şiirlerini ( hep si — | ---------kalıbı üzerine kurulm uştur) bu beyitin bir he­ cesi noksan değişik şekilleri olarak gösterm ek kabil gibidir. Fakat arap arûzcuları bunda kı­ saltılmış bir munsarih bahri görm ektedir ( bk. bu mad. ve krş. Freytag, Darstellung, s. 255 v. d.) ve bu izah şimdilik bizi tatmin edebi­ lir ; çünkü bu arûzcuların, uzun ve kısa hece­ leri müşahedeleri yanında— ihtimâl gayr-i şuurî bir tarzda — başka unsurların (to n ?, vu rg u ?) te’siri altında kahp-kalmadtklartnt bilem iyo­ ruz ve arap arûzcularmın fikirlerine muhalif olarak, bu nevî şiirleri recez zümresine dâhil etsek bile, dört tef’ilelik tam recez beyitleri için de gösterilecek müracaat yerlerinin sayısı pek az olacaktır. Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz recez şe­ killerinde yalnız t a m b e y i t l e r kendi ara­ larında k a f i y e l i d i r ( tabi’î ilk beyit müs­ tesna ). Fakat daha islânıiyeiten önceki şiirde bile, bütün mısrâların kendi aralarında kafiyelenmesıne çok daha sık tesadüf olunur ve bunlar bu hâl ile müstakil k ı s a b e y i t l e r busûsiyetlerini taşır. Bir çok arûzcular recezin bu şeklini xc«’ s|ojj(pı recez gibi İetakkî etmiş görünmektedirler. ICrş. L A , VH, 257,10 — 11, aş. s „recez iyi bilinen bir vezin’ve her mısraı müs­ takil olarak kabûl edilen bir şiir şeklidir". Y a ­ karıda zikredilmiş olan ve recez isminin rıcd-



R É C tó . ta ( „muvâzeneyi te'miu eden ağırlık, dara“ ) ’den gelmiş gösteren iştikak bu görüş tarzın) kabûl ettirecek mâhiyettedir. Bu turlu kısa beyitler, yâni mısralar, ekse­ riya üç tef’ilelid ir; fakat bunlar iki ve hattâ bir tef’ileli olabilir. Bu son şekil, şüphesiz, bir şiir heveskârlığından başka bir şey değildir ve ancak münferit şâirler buna kapılmışlardır. Görünüşe göre, Salm al-Hâsir, şimdiye kadar muhafaza edilmiş olan Musa ’1-H âdi hakkındaki bir şiirinde, ilk önce bu şekli kullanmıştır (G oldziher, Abhandlangen tur arab. Pkilologie, I, ı z ı ), Bir tef’ilelik müstakil recez mısrâlarının dâimâ sâiim olması gerektiği ileri sü­ rülmüş ise de, bu husûs tahakkuk etmemiştir. Nykl ( C h ica g o ), A bu Nuvâs Divân ’ınm Haroza al-İşbalıânl rivayetinde (K ahire, 1898, s. $46; 132 îı s• 332)3 hu şâirin H a m riy â t' 1 arasında bulunan bir şiire dikkatimi çekm iştir; fakat al-Şuli ( yazm. Köprülü Ahmed Paşa kütüp., nr. 267, 458) bunun açıkça bir ilâve olduğunu söylem ektedir; ne olursa-olsun, bu şiir daha IV. ( h.) asrın başlarında mevcut olmuş olmalı­ dır. Bu muntazam k ıt’alardan meydana gel­ miş bir şiir olup, her kıt’a bir hece fazlalı 4 recez mısrâmdan müteşekkildir. K afiye şekli ilk k ıt’a için a a a a, İkincisi için, b b b a, üçüncüsü için e c c a v. b. Hiç olmazsa ba­ sılmış Divân ’da böyledir. Hamza rivayetinin Fâtih kütüp. yazmasında { nr. 3774, 62a), basma­ daki ilk kıt’amn önünde diğer bir k ıt’a daha vardır ki, bunun kafiye şekli x a x a ’dır. al-Şüli ’nin gâlibâ görmemiş olduğu ve menşei tesbit edilemeyen bu kıt’a bîr tarafa bırakılacak olur­ sa, yukarıda gösterilen kıt’aların tertibi, Nykl ’ in haklı olarak işaret ettiği gibi, İspanya arap şâiri İbn Kuzman (bk. Concionero, nşr. Nykl, Madrid— Granata, 1933 ) ’ıjı zacal şiirleri ile bir çok benzerlik göstermektedir. A rap arûzcuiarının kaidesine göre, iki tef’ileiik ve üç te f’ilelik mısrâ da aynı şekilde dâimâ sâlim olma­ lıdır. Hiç olmazsa, gâlibâ, bu türlü bir hecesi noksan recez mısralarını tanımak istememiş­ lerdir (b k . Muhammed b. Şanab, T ukfat aladab, s. 46 v. d. ve al-Tabrizi, bk. A bu Tammâm, ffam âsa, s. 798, -ayn kafiyeli şiirin şerh i; ayn. esr., s. 801 : -abbâ ; s. 802 : -ayfi ; s. 808 : •ir a h ; s. 809: -adih— hepsi üç tef’ileli olup, alT ab rizi tarafından, sarı" bahrinden olarak gös­ terilm iştir ). Fakat daha klasik recez şâirlerinde bir hecesi noksan üç tepileli, oldukça mühim mıkdarda şiir vardır ki, bunların açık bir şe­ kilde recez olarak kabûl edilmesi gerekir ve ilk önee ileride yeniden bahsedilecek olan Abü Nu­ vâs 'in Muhammasa ’sinde yahut A l f i ya tarzında muahhar öğretici manzûmelerde olduğu gibi, bir hecesi noksan mısrâların aynı manzûme içinde



s âlim ’İer ile münâvebe hâlinde geldiği yerlerde, recez husösıyeti, meşru olarak, şüpheye düşürülemez. A yn ı şekilde Muhammed b. Şanab (ayn. esr., s. 6 6 ) ’ in Mankâk al-munsarih. züm­ resine koyduğu, bunun aksine olarak^^ückert ’in (ifam âsa tercümesi, s. 196, İlâve, nr. 161) maştâr ( açıkça manhük demek is tiy o r } al-sari' ’den saydığı, Hind bint ’Utba ’nin beyitleri gibi, İki tePilelİk beyitler, gerçekte, bir hecesi noksan recez bahrinden olm alıdır• A bü Nuvâs ’ın yine zikredilecek olan darb-ı meseller hâ­ lindeki şiiri ( ikinci tef’ilenin yalnız iki heceye indirilmesi il e ; o hâlde bu suretle G oldziher ’in, A ğ â n i1, X, 29 ’dan alarak, Abhandlungen, s. 76 v.d. ’da zikrettiği eski mersiye ile tama­ men ayni vezindedir } ile A bu ’l-‘Atâhİya ’nin cevap olarak yazdığı şiir ( ber mısraın sonunda fazla bir hece i i e ) aynı şekildedir. A rap arûzcuları recez beyitlerinin bütün bu kısa şekillerini a ltı tePileiik uzun beyitten çıkarmak istemişlerdir ( teferruatta büyük fikir ayrılıkları ile ; bu husûs için bk. F reytag, ayn. esr., s. 234 v. d d .); aynı şekilde üç tepileli kısa beyit, yâni mısra için maştür al-racaz („ik iy e bölünmüş r e c e z " ), İki te f’ileli mısrâ için man­ hük al-racaz ( „ b ît ib düşmüş r e c e z " ) ve bir te f’ileli mısrâ için de muhatta' al-racaz ( „par­ çalanmış r e c e z " ; bu son tâbir al-Cavhari ’ye âit olmalıdır; krş. İbn al-Raşik, al-Um da, Goldziher, ayn. esr., s. 121 ’ de zikredilen p arça) tesmiyeleri de buradan gelm ektedir. G erçekte, muhatta' şekli müstesna, b u k ı s a şekiller daha eski zamanlarda bile u z u n mısrâ ve t a m mısrâdan çok daha sık ve açıkça daha eski idi. ‘ A ntara ’ye isnât edilen övünme şarkısı ( A ltı şâir, s. 180, nr. 12— Ibn Kutayba, Kitâb al-şi'r, nşr. de Goeje, s. 131 y k .; iki teP ile ) gibi veya sözde T a r a fa ’nin ilk şiiri ( ayn. esr., s. 185, nr. l l : üç teP ile; krş. İbn Kutayba, ayn. esr., s. 90 ve parçanın sâhibî meselesi hususunda bk. R ü ck e rt’in Harnâsa ’si, l, 343 ) — rivayete göre, Find ’in iki kızının Bakrileri Tağliblere karşı kışkırtm ak için kullandıkları (a l-T a b rizi, A bü Tammâm şerhinde, nşr. Freytag, s. 254 ve Nöldeke, Delectus, S. 47, 1 — 3; bk. bir de İbn Hişâm, nşr. W iistenfeld, I, 562; burada şiirler Hind bint ‘U tb a ’ye isnât edilmektedir) iki zümre beyitlerden bahsedilmese bile — gibi şiirler, tamamlanmış şekildeki uzun ve tamam mısrâlara nazaran daha iptidaî ve daha eskidir. Bilhassa zikredilen acı ve te’sirli mısrâların iik iki zümresi, ilk üç mısraın iki tePileK ol­ ması, hâlbuki sonuncunun üç tepileli bulunması vakıası ile, hususiyetle eskr intibaını uyandır­ m aktadır; burada görülen tö ftip b elk i sonraları tamâmiyle kabûl edilmez telakkî edilecekti. O hâlde, araplara zıt olarak, uzun ve tamam



RECEZ, t.



misrâiarın kısa mısrâlardan çıkmış olduğu farzedilebilir, aksi değil. Arap telakkisine iltihak edilirse, ilk önce yarım beyit veya üçte bir be­ yitlerin diğer vezinlerde de aynı şekilde niçin müstakil bir hâle gelmediğini izah etmek icâp ederdi. Bunun ( bk. „ A ltı şâirin divânları", s. 133, nr. z8, sözde-imru’ al-K ays’in en son ş iir i) kâmil için veya ( agn. esr., s, 206, nr. 31 = Kahire, 1344.= 1926, I, 42 yk., aynı şekilde Imru’ a!-Kays ’ in eseri olduğu id­ dia olunur) hazac için { bk. bir de W right, Arabic Grammar3, 11, §§212, 219, 220; muiârV, ramal ve madid bahirleri} bâzan istisnaî ola­ rak vukua gelmesi, tabi’î hiç bir şey isbât e t­ mez — yahut olsa-olsa bu bahirlerin kısa beyit­ lerinin daha recezin kısa beyitlerinden önce, tam beyitler ve uzun beyitler hâline girdiği­ ni isbât eder ve yukarıda zikredilmiş olan söz­ de maştür al-sarı ve manhük al-munsarih misâlleri için, her şeye rağmen, bunların ger­ çekte recez olup-olmadıkları meselesi ortaya çıkm aktadır. Bir del» al-Va'vâ‘ ’da bulunan {D ivân, nr. 143) dört te f’ileli t a v i l ’ e gelince, bu ihtimâl mezkûr şâirin bir icadından başka bir şey değildir. K ısa misrâiarın t a m mısralar ve u z u n mısralar île bir arada bulunuşu ile recezin şekil bakımından farklılaşması henüz hiç bir şekilde sona ermiş değildir. Hemen-hemen A bbasî dev­ ri başında ( ihtimâl bir az ö n c e )— gerek recezin kısa mısraında kafiyeye çok sık dönüşün ver­ diği yorgunluktan, gerekse yabancı bir te’sir al­ tında— i k i y e n i d e ğ i ş i k ş e k i l düşünül­ dü. Birincisi yalnız iki mısraı kendi aralarında kafiyelendirmek vakıası oldu ; daha nâdir olan İkincisi ise, beş mısrâtık her yeni zümrede ka­ fiyenin değişmesi oldu. Sırası ile iki mısrâlık ve beş mısrâlık kıt’alar böyle doğdu. Birinci çeşit için muzdavica ( deha Hamza al-İşfahâni ve Kitâb al-Ağâni ’de boyledir), İkincisi için muhammasa (H am za) ıstılâhı mevcuttur ( bk. bir de mad. M UZD A VİC ). A ğ â n i1, XIII, 74 ortada, Abü N u vâs’a ka­ dar çıkarılan bir rivayet, bâzı şi'r muzdavic (m e tin : m uzâ vic) baytagni bayiayni, HammSd 'A crad ( ölm. 167 = 78 3’ten ö n c e )’e is­ nat etmekte ve zanâdika [ bk. mad. ZİNDİJJ J ’mn imamları (1) H am m âd’m bu muzdavica ’lerini şalât ( i ) ’larında okuduklarını iddia et­ mektedir. Maalesef mevcutların en eskisi olması muhtemel bulunan bu muzdavica !ler kaybolmuş görünmektedir. Bize kadar gelmiş olan en es­ ki muzdavica örnekleri, gâlibâ, Abu ’i-'A tâhiya ve A bü Nuvâs ’mkilerdİr. A bu ’l-‘A t 5hiya ’nin basılmış Divân (Beyrut, 1909) ’ı,s . 361— 364 ’te bir hecesi noksan üç tef’ileli beyitlerden m üteşekkil bir muzdavica bulunmaktadır. Abü



Nuvâs D iv â n ’¡nur Hamza rivayetinin henüz basılmamış olan son kısmına bir bîri arkasına iki tef’ileli iki muzdavica konulmuş bulunmak­ tadır ki, birinin A bü N u v â s’ın olduğu, diğe­ rinin Abu ’i-'A tâh iya ’ye cevap olarak yazıldı­ ğı farzedilm ektedir (y k . bk.). Görünüşe göre, Freytag {Darstellung, s. 411 ) ’a nazaran, Başşâr b. Burd (ölm. 167 = 783), ilk olarak, tahm is’’i kullanm ıştır; bunun­ la beraber İki-Hâlidi tarafından onun şiirle­ rinden yapılmış olan seçme ( nşr. Muhammed Badr al-Din, Kahire, 1353— 1934 ) bunlardan hiç bir tin e ihtiva etmez ve A ğâni ’de de yoktur. Fakat yukarıda anılmış olan A bü Nuvâs D İ* vân ’inin Hamza rivayetinde A bü Nuvâs 'a is* nât olunan uzun bir Muhammasa bulunmak­ tad ır; bu şiir ihtimâl gerçekten onundur ve her k ıt’ası bir çok kıt’aiarda aynı şekilde bi­ rer hece noksan, diğerlerinde salim olan üç te f’ileli recez mısrâlarından müteşekkildir. Re­ cezin verimliliği bunlar ile tükenmiş değildir, E w ald ’İıı, De metris carminum arabtearum ad­ lı küçük kitabında, arapların mütad diğer ve­ zinlerinin hepsini receze ireâ etm ekte [ bk. mad. A R Û Z ] haklı olduğunu kabul etmek güç ise de, M. Hartmann klasik devirden sonraki şiirde, açıkça recezden meydana gelm iş olan, hiç olmazsa 25 yeni dala tesadüf etm iştir (k rş. Actes du X i*™ Congres des Orientalistes, 3, k:sım, bölüm 3, s. 56 v. d.). R e c e z i n k u l l a n ı l ı ş ı , tbn Kutayba, Kitâb al-şi'r ’inde „ a l-A jla b ( b. C uşam ) alRüciz" ’den bahsederken, islâm iyetten önceki devirde, „bir düşman ile savaşmak, ona haka­ ret etmek veya ona karşı müfâharede bulun­ mak" için, yalnız iki— üç beyitük reeezler mey­ dana getirildiğini söyler ve gerçekten bize ka­ dar gelmiş olan recez veznindeki en eski şiir­ ler, yukarıda zikredilen Find ’in kızlarının acı ve te’sirli beyitleri veya \Antara ’nin savaşa daveti gibi, kısa savaş şiirleridir. A ğ ıt şiir­ leri gibi başka bir kullanışta recez, G oldziher l Abhandlungen, f, ) ’in tesbit ettiği Üzere, secîü (snc‘) nesrin yerini almıştır ve G oklziher hattâ recezin „vezin ile inzibat al­ tına alınmak sûreti ile" seciden çıktığını kabûl eder. Her ne kadar buna karşı, bilhassa vezin ile inzibat altına alınmamış olması bakımın­ dan, secîden her hangi bir veznin çıkabilece­ ği şeklinde itiraz edilebilir ise de, bu pek âlâ mümkündür. Ne oiursa-olsun, recez uzun zaman savaşa davet ve aynı tarzda tezahür­ ler ile mahdut bir hâlde kalmadı. T a r a fa ’nin yukarıda zikredilm iş olan küçük av şiiri gibi, bîr vesîle ile söylenen şiirlerde, savaş tasvirle­ rinde, ağıtlarda kutlanıldı; fakat her şeyden önce, medih, şâirin kendi kendini Övmesi, bir



R '.C E Z . 4 e darb-ı meseller v e hikmetler için kulla­ ¡angıcından itibaren, bu veznin kullanılışında nıldı ( bk. Buhturi ’nin Hamasa ’sinde recez vez­ dikkate değer bir husûsîleşme görüldü. Recez ninde şiirler). Buna karşılık, edebî kica ’da islâm iyetten önceki ve müşrikKk devrinde ruh­ insanı şaşırtacak kadar az kullanılmıştır. Boy- ları alevlendirmek için kullanılmış ise de, bu sıra­ lece A bü Taramam ’ın Hamasa ’sinde „hiciv" da daha ziyâde hikâye, tasvir ve öğretme şiirleri­ bölümünde recez ile yazılmış bir tek şür yok­ nin vezni oldu. al-Buhturi, H am asa ’sinin 1434 tur ve C a rir ile al-Fara?.dak bu eski savaş numaralı şiirinde, şâir Rudaynî b. 'A b s al-Fakveznini beklenebileceğinden çok az kullanmış­ ’ asi bir tâcir iie şahsî karşılaşmasını tasvir lardır. eder ve bunun gibi, A bü Nuvâs ’m yukarıda Ne olursa-olsun, recezin kullanılış sahası, câ- zikredilmiş olan M uham m as’ i güldürücü bir hiliye devri İle mukayese edildiği takdirde, manzume mâhiyetini taşım aktadır. Şâir burada ehemmiyetli bir şekilde genişlemiş idi. Fakat aracı bir kadın vâsıtası ile nasıl evlendirildiğini reoez şâiri, bilhassa irticalen söylenen bir kaç ve bundan meydana çıkan felâketi anlatır. Aynı beyit ile, kendi kendini tahdit etm eğe devam Abü Nuvâs, muhtevası bâzan bikâye, bâzan etti ve A bu Tammâm, ffam âsa ( s . 8 o ı ) ’de tasvir olan av şiirlerinde tamâmiyie hâkim bir şintâ ¡lanzaRn gibi, gramer kaideleri dışına tarzda recezi, yâni bîr hece noksan ve salim çıkmaların veya „ A ltı şâir divânları", s. 133, tef’ıleli recez ile devamlı kafiyeli mısraları nr. 28 ( İmru’ al-Kays ’in) ’de tub ( ruhba yerine ) kullanır. Bundan başka, bu kullanış dışında, gibi kelimelerin tabi’î olmayan kısaltılmaları­ her türlü hâdise dolayısı ile söylenen şiirler nın yahut da ¿İN. ı*88, s. *96 v. d. ; J A S B , XIII, 3 10 ). Ken­ disi, zamanında Hindistan ’m en meşhûr hadîs âlimi olan bahasından hadîs tahsil etmiştir, 1x76 ( 1762/1763 ) yılında, babasının ölümün­ den sonra, büyük kardeşi Şah ‘A b d a l-'A ziz (115 9 — I239==i746— 1823 ) ’in yanında tahsile devamla, bilhassa ftadiş, kalâm ve uşüZ üzerinde olmak üzere, medresenin beili-başlı ilim sahala­ rında bilgisini derinleştirmiştir. 20 yaşlarında iken, mufti ve mudarris olarak, meslek hayâ­ tına başladı ve bir az sonra, yaşlanınca gözünü kaybeden ve sıhhati de pek yerinde bulunma­ yan hocası olan ağabey isinin yerine müderris oldu. R afi‘ al-Din 6 şevval 1233 ( 9. VIII. 1818 ) tarihinde ve kamerî sene ile 70 yaşında iken, koleradan vefât etti ve Dehii şehri dışındaki âils mezarlığına defnedildi. R a fı' al-Din 20 kadar eser t e ’lif etm iştir; bunların çoğu arapça ve farsça olup, bazıları da ordu dilinde yazılmıştır. K uvvetli fikirleri ve veciz üslûbu ile şöhret kazanmıştır. Eser­ leri şunlardır : O r d u d i l i n d e : I. K u r ’ an tercümesi. Bu satır-altı tercümede metne sâdık kalınmış ve metin aynen tâkip edilmiştir. Kendisi ve kar­ deşi 'A b d al-Kâdir bu sihada yeni bir çığır açmışlardır. Babaları Şâh V a li A llah ’m farsça K u r'a n tercümesi ( adı : F ath at-Rakm ân f i tarcam at al-¡ fu r ân ) onların işini oldukça kolay­ laştırmıştır, RafI' al-Din ’in tercümesinin ilk tab’ı K a lk ü te ’de 1254 ( 1838/1839 ) ’te, başka bir tab’ı da 1266 (1849/1850) yılında intişâr etm iştir. Sayısız tab’ılurının ( 1866 ’dan itibâren ) bâzıları için bk. Blumhardt, C at, o f the H in d u stâ n i P r in te d B ooks o f th e L ib r, o f the B ritish M uséum ( London, 1889 ), s. 290 v. d,



ve Sup p lém en t ( London, 1909 ), s. 403, A r a p ç a : 2, T akm ll a l-ş in a a veya Tah­ m il H -şinaat al-azhan adlı eseri şu kısımları ihtiva eder : a. Mantık, b. T a h sil, yâni münâzara, öğretme, öğrenme, yazma ve kendi-kendıni yetiştirmenin esâsları, c. M abahiş m in alum ür al-âm m a (bâzı metafizik bahisleri) ve d. T atb ik al-ârâ' ( dinî meselelerde, biribiri ile Çelişen fikirler hakkında hüküm vermek üzere, sebep ve mi’yarlarm araştırılm ası ). Eserin ol­ dukça mühim bir kısmı A bca d a l-u liım (s. 127'— 135 ve 235— 2 7 0 )’de nakledilm iştir.— ‘ 3. M ukaddİm at al-U m ; bk. A b c a d a l-u lû m , s. Ï24. — 4, R isâlat al-m ahabba, her şeye nufûz eden sevginin *abİati hakkında bir risale ; bk. A b c a d al-uittıA , s. 254, — 5. T a fs ir ay at alN û r, Nûr { K u r ’an XXIV, 35} âyetinin tefsi­ ri, — 6. R isâlat a l-a r u z va ’l-k â fiy a , bk. A bcad , s. 9 1 3 .- 7 . D am ğ al-bâtil adlı eserinde ‘ ilm a lhafcâ’ ilf ’m bâzı karanlık meseleleri bahis mev­ zuu edilmiştir. — 8. K u|b al-Din al-R âzi *nin



669



Risâlat al-taşavvurat va ’l-taşdikât adlı ese­ rine M ir ZShid al-H aravi ’nin yazdığı şerh üze­ rine haşiyesi ( krş. G A L, II, 209 ). — 9. fbtâl al-barakln al-hikmiya ’ala usul al-kukama ; nr. 4— 9 ’da gösterilen eserler neşredilmemiştir. F a r s ç a * . 10. K iyâm at-nâm a ( Lâhûr, 1339; Haydarâbâd. ts.) M akşar-nâm a adını da taşı­ maktadır (bk. Browne, S upp lem en tary H an d­ list, s. 189}. Halle arasında çok yaygın olan bu eserin ordu dilinde manzum iki tercümesi ( A şâ r -i m ahşar, bu isim ebced hesabı ile ese­ rin yazıldığı 1250 yılına delâlet eder) ve A şâ r -i Içiyâmat için bk. Sprenger, Oııdh catalogue, s. 624 ve Blumhardt, Çatal,, s, 290 ; bir de ordu diline nesir ile tercümesi olan K iy â m a tnâma veya D a ’ b al-âkirat için bk. Blumhardt, g ö st, y er. — 11. Fatâvâ { Dehli, 1322 ). — 12. M acm û'a ifs' rasâ’ il ( Dehli, 1314 ), din ve tasav­ vuf mevzûiarını içine alan küçük risaleler. — 13. Şarh al-şudür bi-şarh hâl al-m avtâ va ’ T kubîir, âhiret ve kıyamete dâir bir eser olup, Deoband ’da D ar al-'ulüm ’da bulunan bir nüs­ hası küçük Ölçüde 2,002 yarak ihtiva etmek­ tedir ; aynı müesşesede onun 14. La{â’ i f hamsa adını taşıyan ve tasavvvuf ile ilgili bir eseri de bulunmaktadır ( 32 varak ). B i b l i y o g r a f y a : Makalede geçen eserlerden başka bk. bir de M a lfü ç â t Ş âk ‘A b d a l - A z i z M uhaddiş D ih la v i ( te ’lif yılı: 1233), Meerut, 1314, s. 79,83 v. d. ; Muhammed b. Yahya (daha çok ai-Muhsin adı ile tanın­ m ıştır) al-Tirhuti, a l-Y â n i‘ al-cânî‘ f i asan id a l-Ş ay h ' A b d a l-û a n i (M e d in e ’de İ28Ö — 1863 yılında yazılm ıştır ; taş. basm,, K a ş f al-astâr ‘ an rica l ma‘âni ’ l-âşâr adlı eserin haşiyesinde, Deoband, 1349, s. 75) ; Şlddilf Haşan Hân, A b c a d a l-u lu m ( Bhopâl, 1295 )» s. 124, 914 v. d. ve makalede zikredilen di­ ğer yerler ; K arim al-Din, Farâ’ id al-dahr (JDehli, 1847), s. 410; Syad Ahm ed Han, A ş a r al-şanâdîd ( Dehli, 1270 }, s. 106; Falyir Muhammed Cihlam i, H a d â ’ ik al-h a n a fîy a (Lucknov, 1891), s. 469; Rahman ‘ A li, T azk ira 'u la m S -i H in d ( Lucknov, 1914 ), s. 66 ( R afi' al-Din ’in oğlu ve talebeleri için bk. s. 4, 24, 51, 63, 223, 2 76 ); B aşir al-D in A h­ med, V aki'at D ih li (A gra, 1918), II, 588 v.d,; G arcin de Tassy, H istoire de la littéra tu re H in d ou ie et H indoustanie ( 2. tab., Paris, 1870 ), II, 548 v. d.; Saksen a, H isto ry o f Urdu Litera tu re ( Allahâbâd, 1927), s. 253 ; M a 'â r if (O rd u dilinde, A 'şam g arh ’ta çıkan bir aylık mecmua, teşrin I. 1928, s. 344 v. dd. ); The O rien ta l C o lleg e M agazine, Lahor (O rdu dili nde üç ayda bir çıkan mecmua ), teşrin I. 1925, s. 42— 49 burada Lucknov ’lu Mav. 'A bd al-Hayy ’in N u zh at al-havâ{ir adlı neşredil-



REFİ



üd



DİN ~



memış eserinden alınmış hayâtı ve hâl tercü­ mesine dâir notlar ile eserlerinin bir cedveli v e rilm iş tir '. ( M u HAMMAD Ş a F Î ' ) R E H B Â N lY E T . R A H 3 Â N Î Y A A .\ r â h i p . 1 i k; röhib (b. bk.] ’den iştikak eden bn kelime, K n r'an { L VU , z j ) 'da, bir çok tefsirlere imkân vermiş olan guç bir â yette geçer. Bu âyetin tercümesi şu d u r; „İsa’yı tâkip edenlerin kalp­ lerine yum uşaklık ( ), merhamet, rehbâniy e t koyduk. Bunu kendilerine farzetmedığimiz hâlde, A llahın memnunluğunu İsteyerek, kendi­ leri ihdas e tt ile r ; fak at buna tamâmiyle riâyet etmediler. Onlardan imân edenlerin mükâfatla­ rını ve rd ik ; hâlbuki onların çoğu fâsiktir." B âzı müfessirlere göre, „ko yd u k" fiilinin yal­ nız iki mef’ûlü v a rd ır; bunlar yum uşaklık ve merhamettir. Şn hâlde rahbâniya kendisinden sonra gelen fiil ile ilg ilid ir ; böyleee bu günah­ kârlar tarafında ıfsât edilm iş olmaktan başka, tam im iyle insanların meydana getirdiği bir müessese olarak gösterilir. Bununla beraber, başka müfessirtere göre, rahiplik insanlara farzedilm iş olmamasına ra ğ ­ men, A llahın bir vnhyine dayanm aktadır ; fa­ k a t bu günahkârlar tarafından ifsât edilmiştir. G erçekte bu tefsir, yumuşaktık ve merhamet ile rahipliğin bir arada zikri daha az tab i’î görü­ nüyor ise de, gâlİbâ ötekisine şf i yanı tercihtir. Bu iki tefsirden birincisi râhiplik hakkında İkincisinden ço k daha az müsait bir durumu gösterm ektedir. Massignon’ a göre, birincisi eski tefsiri, diğeri de, „islâm iyette râhiplik yo ktur" hadîsinde ifâdesini bulan râhiplik aleyh* darı eercyânı tem sil etm iş olmalıdır. Bn hadîs sahih hadîs dergilerinde bulunma­ m aktadır. 'O şm ân b. M iç'ün [b. bk,] ’un zev cesi kocası tarafından ihmâl edildiğinden ş i­ kâ yet edince, Peygam ber— „rahbâniga bizefarzedilm iş değildir."— diyerek, ona bak verdi ( Ahm ed b. Hanbal V I, z z ö ; D ârim ı, N ikâh, bâb 3 ). D aha az husûsî bir temayülü gösteren şu badîse göre, A llah ın re s û lü :— „K en din ize zahmet verm eyiniz ve A lla h da size zahmet verm eyecektir. Bazıları kendilerini zahm ete s o k tu la r; o zaman A llah onları zahmete soktu, H alefleri hücrelerde ve m anastırlarda bulunu­ yorlar, bu „bizim kendilerine farz kılmadığımız bir müessssedir" (A bu D âvüd, Adab, 4 4 )— de­ di. İslâmiyet böyleee rahipliği bertaraf etm iş ise de, onun yerine din uğruna savaşı ( cih â d ) koymuştur. Her peygam berin bir nevi rahbânlga'û var­ dır ve bu ümmetin rahbanîga’&ı de cihâddır ( Peygam bere isnat edilen h a d îs : A hm ed b. H anbal, ili, 266; A b ü S a 'id al-H udri'ye isnadı İçin bk. agn. eser., İH, 8 2 ). Krş. bir madd. f A R Î K A , ZU H D .



R E H İN .



B i b l i y o g r a f g a; L. Massignon, Essai sar les origines da lexique technique de la mystique musulmane, a. 123 v. dd. ; K u r’an, LVH , 27 tefsirle ri; tbn Sa‘ d, Tabafcât ( nşr. Sachau !, I1I/I, 287; H â riri, Makâmâi { nşr. de Saey ), s. 570 v. d. ; ai-Zam ahşari, al-Fü'ik (H aydarâbâd, ¡324), 1, 269; İbn al-A sir, Nikâya, bk. mad. ; Sprenger, Dos Leben und die Lekre des Mohammad, 1, 389; G oldzîh er, Muhammedanisçhe Studien, H, 389 ; ayn. mil. ( R H R , XVIII, 193 v d . ; X XX VH 3 1 4 ); Peutz, Mohammeds Lehre von der O f f e n ­ barung, s. 194, ( A . J. WENSINCK.) RE H İN . R A H N (A .), r e h i n . Rehin bıraka­ na râhin, rehin alana da murtahin denir. Kur’ an (II, 2 8 3 )’d a İslâm öncesi hukukî bir teâ mülü, y azılı bir vesikanın tanzim i mümkün ol­ madığı zaman, v a ’deli işler için rehin alınması ( rikânnn makbuza ) kabûl edilm ektedir, Islâm hukukunda, bir taahhüdün varlığım ispat e t­ me vâsıtası olarak, rehine verilm iş olan ehemmi­ yet, te ’diye edilecek matlûbun teminâtınınkine nisbetie tamâmen ikinci plana geçer. Bu son nokta-i nazardan, hadîsler her şeyden önce, şu İkİ mes’eleyi bahis mevzua eder : eğer rehin kurtarılam ayacak durumda ise, başka bir dâ­ va açıimaksızın, alacağın yerine borç verm iş olanın m ülkiyetine geçmesi veya geçmemesi ( her ik i hâlin cevâbı al-rahn bi-m âfik va alrahn la yağlalç, hukukta kullanılan darb-l mesel gibi bir tâbirde tebellür etm iştir ) ile rehinden kimin faydalanm asına müsâade edildiğini ve onun muhafazasını kimin te'm inat altın a almak m ecbûriyetinde olduğunu bilme mes’elesidir (R eh in alanın onan muhafazasını te’min ettiği takdirde rehinden faydalanm a hakkına sâhip ol­ duğu tarzında sık-sık zikredilen cevap sonraları kabûl edilm em iştir}, Fıkıh bakımından rehin veren rehini korumakla m ükelleftir ; fak at ancak şâfiî fıkhı ondan faydalanması hakkını tanır, M ürtehinin de, rehinden faydalanması ( hanbelî 1er müstesnâ ) aynı şekilde b ertaraf edilm iştir. G elir rebin bırakana âıt ise de, o da ayı şekilde rehin addedilir ( şâfiîler bunu kabûl etm ezler ), M ürtehin hanelilerde doğrudan-doğruya, mâlikilerd e ise şartlar ile rehinden mes’ÛIdür. Ş a fiî ve hanbelîlerde rehin mukavelesi (çok cüz’î bir te ’m inatla) tereke zaptı değerindedir. Rehin münasebetinin esâsı bir borç (